Ortadoğu Denkleminde Türkler-Kürtler Araplar-Yahudiler
Ortadoğu
Denkleminde
Türkler-Kürtler
Araplar-Yahudiler
MUSTAFA ÖZCAN
Dizgi-lç Düzen:
Karakalem
Şubat 1994
İstanbul
İçindekiler
Önsöz........................................................................................... 9
Giriş............................................................................................ 11
BİRİNCİ BÖLÜM.:
Zoraki barış ve getirecekleri
Pazarlayıcılarımız......................................................................
33
Arafat’ın rüyası........................................................................... 36
İkizler anlaşması......................................................................
39
Barışın sırları..............................................................................
43
Barışı yaymak............................................................................. 46
İsrail-Vatikan protokolleri.......................................................... 49
Zor barış...................................................................................... 52
Talihsiz ziyaret.......................................................................... 56
Araplar, Türkler ve Yahudiler....................................................
60
Dalgalanma ve yapılanma........................................................... 64
Kimlik krizi................................................................................
68
Protokoller................................................................................... 72
Sabiteler değişirken..................................................................... 76
Güvenliğimiz İsrail’e endeksli...................................................
79
İKİNCİ BÖLÜM:
İsrail’in ideolojik ve ahlâkî temelleri
God’s favored race.....................................................................
85
İsrail’in kıymet-i ahlâkiyesi.......................................................
88
Tuzak birgün ters
dönebilir......................................................... 91
1492 .................................................... :............... .................... 94
Kültürel savaş....................................................... T................ 97
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Kuzey Irak sendromt.
Gaflet-i vataniyye.....................................................................
103
Nevruz ve Şuubiyye .............................................................. 107
Federe devlet.......................................................................... 110
Ayaklı kütüphane...................................................................... 113
Yalancının mumu.................................................................... 117
Romancı, politikacı ve lord....................................................... 121
Kardeşlik formülü....................................................................
125
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
İslâm 'e terör kisvesi giydirmek ya da
İslâmî terör imajı
Suikastın tahlili.........................................................................
131
Terörün gerçek adresi...............................................................
134
ABD’ye uyarlanan Kamhi komplosu.......................................
137
Ajan maskaraları.................................................................... 140
Bülbülün dili.......................................................................... 144
Vofcik ve sihirbaz................................................................... 147
Şeytan yuvası.......................................................................... 152
Hak söz................................................................................... 156
Akıntıya kürek çekenler......................................................... 160
Terör gündemi................................................................. i....
163
Barbar ve uygar .................................................................... 167
Batı ve terör..............................................................................
172
BEŞİNCİ BÖLÜM:
Buhranın tarihî ve kültürel boyutu
Galilerin hikâyesi...................................... '............................. 177
Roosevelt’in cevherleri.......................................................... 180
Mübarek’in üçüncü dönemi.....................................................
183
Rüşdîler çifter çifter............................................................ .... 186
Ayrılığın saldırısı.....................................................................
190
Faziletin savunması.................................................................. 193
Son müstagribler.................................................................... 197
Lâiklik cephesi........................................................................ 201
Mazinin tanıklan..................................................................... 205
“Küllü Efrenci Birinci”.......................................................... 209
• İslâmî cephe............................................................. ............. . 214
ALTINCI BÖLÜM:
Tarih sapağında kendini tekrarlayan tarih
Kaddafî ve
el-Hakim bi-Emrillah............................................
221
Kaddafî
bilmecesi................................................................. 225
Yehova aslanı..........................................................................
228
Mucize kıta............................................................................... 231
YEDİNCİ BÖLÜM:
Kara Kıt'a da beyaz yapraklar
Liderlik sendromu...................................................................
235
Günah keçisi............................................................................
238
Sudan kara listede.................... ................................................ 241
Yargısız infaz........................................................................... 244
Şeb’i Yelda............................................................................ 248
SEKİZİNCİ BÖLÜM:
Cezayirli amazonlar ya da ters köşeye
yatanlar
Kültürel mesh/akültürasyon.................................................... 255
Kürt, Berberî: Türkiye,Cezayir................................................ 258
HEP-Sosyalist güçler............................................................. 260
Avrupa’nın Truva atı................................................................ 265
Haçlı-Moğol ortak saldırısı..... ...............................................
269
Cezayirli Amazonlar................................................................
272
Ah... Minel feminizm..............................................................
276
Amerikan korsanlığı...............................................................
280
Herzog ve Cezayir..................................................................
284
Ters köşeye yatanlar..............................................................
286
Cezayir’de yeni dönem............................................................ 289
Cezayir gladyosu.................................................................. 293
Çeşitlemeler........................................................................... 297
Geriye tepen tuzak................................................................. 300
Şehrazât.................................................................................... 302
Şeytan’ın müttefikleri........................................................... 306
Yoketme dürtüsü................................................................... 309
Önsöz
KELİME, söz ve yazı insana bir emânettir. Bu açıdan yerli yerinde
kullanmakta insana tevdi edilen bir vazifedir. Kitaplar beşeriyetin
hafızasıdır. İnsanlığın mirasını yansıtan aynadır. Bunun için Araplar “Hiçbir
kitap diğerinin yerini doldurmaz” (Lâ yuğ- ni kitâbün an kitâbin) demişlerdir.
Aristo da hocası Eflatun’u hakikatle kıyaslayarak şunları söyler” “Eflatun ve
hakikat benim dostumdur, ama hakikat bana daha yakındır... ”
Bir sohbetiminde emekli büyükelçilerimizden İsmail Be- duk Olgaçay
bana şunu sormuştu: “Acaba eski Yunan döneminde Yahudilerin durumu neydi?”
İşte bize bu soruların anahtarları, kitaplardır.
İslâm’ın ilme-ulemâya verdiği değer başka hiçbir değerle mukayese
edilemez. Âlimlerin kullandığı mürekkeplerin şe- hidlerin kanma müreccah/
baskın olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna rağmen zaman zaman müslümanların ilim
düşmanı olduğuna dair iftiralara ve karalamalara şâhid olmaktayız. Meselâ bir
zamanlar İskenderiye Kütüphanesi’nin müslümanlar tarafından yakıldığı ileri
sürülmüştü. Tarihî hakikatların çürüttüğü bu çürük iddialarla müslümanlar
horlanmaya çalışılmıştı. Halbuki Dicle’nin sularına atılanlar müslümanların
yazmaları olmuştu. Keza engizisyon mahkemelerinin yaptıkları müslü-
manlar ve onların kültürel mirası olmuştu. Bugün Bosna’da kültürel
mirasımız berhava edildiği gibi binlerce yazma ve eserin bulunduğu Gazi Hüsrev
Bey Medresesi de Sırplar tarafından 21nci yüzyılın eşiğinde yakılmıştır.
Özellikle cumhuriyet ve harf inkılâbıyla birlikte mazimiz, günümüzden ve
geleceğimizden koparılmış ve ümmî-yarı ummî nesiller yetişmiştir. Son yıllarda
kitabın yeniden revaç bulduğunu görüyoruz. Ama estetik ve baskı tekniği
açısından henüz Batının gerisindeyiz. Batıda 5-10 katlı kitapçı dükkanlarını
temaşa ederken aynı seviyeyi Türkiye’de de görmek istiyorsunuz.
Son yıllarda tercüme eksenli yayınların yanında telif eserlerin artması
da sevindirici bir gelişme. Bunun zenginleştirilmesi ve kıymetlendirilmesi
gerekir. Elinizdeki eser bu yönde atılmış mütevazi bir adımdır. İleride
çalışmalarımızla “külliyat” şeklinde yayınlamayı düşünüyoruz. Çalışmak bizden,
tevfik Allah’tandır.
Eserimi; bana içtenliği, iç derinliğini, edebi, insanı, kâinatı sevmeyi
öğreten merhum hocam Mehmet Topal ve saatçi Burhan Ağabey’e ithaf ederim.
Mustafa Özcan Yenibosna, İstanbul 21
Şubat 1994
son
YILLARDA Türkiye’de belirli bir bilgi birikimine ve anlayış seviyesine varmış
bulunuyoruz. Özellikle akranlarımız olan genç kuşaklardan bu bâbda çok
ümitliyiz. Türkiye, Ortadoğu ve dolayısıyla dünyayı etkileyebilecek çapta bir
ülkedir. Ama kendisinin gücünden bîhaber görünmektedir. “Sen kendini cirm-i
sağir zannedersin, oysa ki âlem sende dürülmüştür" ifadesini
hatırlatırcasına âlemin istikbali Türkiye’ye bakmaktadır.
Türkiye’de ise sanki bu büyük ve kutlu doğum sancılarına tercüman
olurcasına her alanda bir kaos ve buhran yaşanmaktadır. Bu istihâleye endeksli
buhranı sadece Türkiye’ye hasretmemek de lâzımdır. Bunalım âlemşümuldur. Ama
bu bunalımın merkez üssü olarak Ortadoğu’yu tesbit edersek, herhalde yanılmış
olmayız. Aslında belki bunalım 150-200 yıl geriye dönüyor. Ama bunu inside,
yani bünye içinde bir bunalım olarak değerlendirmek gerekir. Bu bunalım tedavi
edilememiş, mukadder olan akıbet gelmiş çatmıştır.
Cumhuriyetle birlikte yeni bir dönem başlamış ve bu anlayış hemen hemen
bütün İslâm dünyasında ma’kes bulmuştur. Kemalizm paradigma da bir eksen
koymasıdır. Ama Osmanlı da devrini tamamlamıştır. Aynen ihyâsı, gayr-ı
kabildir. Tec- dîd ve yenilenmenin hasıl olması için bir dejenerasyon devre-
sinin geçmesi gerekmektedir. Zorluk, kolaylık, iyilik ve kötülük deveran
ve her zaman teceddüt halindedir. İyiler iyilerin, kötüler kötülerin farklı
versiyonlarıdır.
Kurtuluş savaşı ve Mustafa Kemâl Suriye gibi birçok İslâm
coğrafyasında müslümanları çeşitli beklentilere sevketmiştir. Hatta Mustafa
Kemal hareketine mehdiyet hareketi olarak bakanlar olmuştur. Daha sonra ise
Mustafa Kemal hareketine sahip çıkanlar genelde batılılaşmış aydınlar ve
devlet adamları olmuştur. Kara Mustafa Paşa, Mustafa Reşid Paşa, Mustafa Kemal
gibi isimler bazen talihsizliğin, bazen de batılılaşmanın sembolleri
olmuşlardır. Mısır’da “dinde siyâset, siyasette din yoktur” söylemini baştâcı
edenlerden Vefd Partisi’nin başı Mustafa Nahhas Paşa Anadolu Ajansı
muhabirine şunları söylüyordu: “Tereddütsüz yaratıcı dehasıyla yeni Türkiye’yi
dizayn eden Mustafa Kemal’e hayranım...” (el-Mun’atif 4.3. 1992, Fas)
Daha sonra Mısır’daki yönetimlerde Kemalist inkılaplardan ilham alarak
askerlerin şapka giymesini zorunlu kılmışlardır. Ancak M. Kemal’in de Mısır
Büyükelçisiyle arasında geçen bir fes davası vardır. Haşan ePBennâ gibi
modern çağın İslâm önderleri Nahhas ve benzeri devlet adamlarının bu
eğilimlerini kınamıştır. O dönemin liderleri birer İttihat-Te- rakki
hayranıdırlar. Mustafa Nahhas, Mustafa Kemal’in çizgisini benimserken, Cemal
Abdunnasır ve Enver Sedat’ın isimlerinin ilham kaynağı da İttihat ve Terakki
öncüleri Enver ve Cemal paşalardır. İslâm dünyasında maddî terakki açıdan Nah-
has’ların temsil ettiği modernist çizgi pek başarılı olmasa da, bazen Cezayir
de olduğu gibi her ülkeye bir Mustafa Kemal temenni edenler çıkmıştır. Savunma
eski bakanlarından Halid NezzarFransız basınına verdiği beyanatlarda
Cezayir’in kurtuluşunun ulusal bir Mustafa Kemal çıkarmaktan geçtiğini ifade
etmiştir. Ama her devrin kendisine has liderleri vardır. Mo- dernizm çizgisinin
tebsih taneleri şeklindeki liderleri yüzyılı-
GİRİŞ 13
mızın başlarına mahsustur. Karizmayı günümüze taşıyamadılar. Onun için
M. Kemal günümüzde ulaşılmaz bir nostaljidir.
Modernizm çizgisi aynı kaynaklardan beslenmesine rağmen Ortadoğu
üzerinde farklı yansımaları olmuş ve bölgenin tarihine ve kültürüne ters
düşmüştür. Cemal Abdunnasır\n milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği
birbirine tezad teşkil etmiştir. Satı Husn gibi Arap milliyetçiliğinin
önde gelen lider ve sosyologlan OsmanlInın son dönemlerinde Osmanlı saltanatına
hizmet ederken, sonra İngilizlerin himayesinde Irak kralı Melik Faysal’m
hizmetine girmiştir. Körfez Savaşı’na kadar Irak Baas’ının hadimi olan Hasan
Alevî gibi kavmiyetçiler de bilincin dönüşü bir ibret vesikasıdır. Daha
önce Arap kavmiyetçiliğinin onulmaz bir bendesi olan hatta “İslamcılık Araplan
geri bıraktı” Çet-Te’sirat Türkiye fî meşrûu’l-kavmil Arabi fi’l-Irak,
Londra, Zevra Yayınları, 1985).
Aynı insan, aynı yazar “Fedaihu’l- Bâtmiyye” gibi Arap kavmiyetçiliğinin
bütün skandallarını ortaya koymuştur. Satı Husrî, Melik Faysal’dan Saddam
Hüseyin’e kadar...
Nasır ve Saddam gibi liderler yüzünden Arap kavmiyetçiliği hüsrana
uğramıştır. Zaten aksi de mümkün olmayan bir seraptan ibarettir. Son yıllarda
özellikle Filistin meselesinden dolayı II. Abdülhamid Han’a ve OsmanlIlara karşı
Araplann gönlünde yeniden muhabbet yeşeriyor. Karşılıklı olarak bunun
kıymetlendirilmesi gerekiyor. Türkler cengâver bir millet. Bundan dolayı
İngiliz dışişleri eski bakanı Antony Eden in telkinleriyle kumlan Arap
Birliğinin ilk genel sekreteri Abdurrahman Azzam Paşa Kudüs’ün yeniden
geri alınmasında Türklerin büyük rol oynayacağını öngörmüştür. Selâhaddin
Eyyûbi'ye Kudüs’ün fethine giden yoldaki engelleri kaldıran Türkmen asıllı
zenginlerdir.
Ortadoğu İslâm ümmetinin iki büyük unsurunu barındırmaktadır: Türkler ve
Araplar. Bu iki milletin yeniden entegras
yon ve tekâmülüyle yeni dünya düzeninin temelleri atılacaktır. Bu
entegrasyonun sağlanmasında Türkler çimento vazifesi göreceklerdir. Bu
entegrasyonun sonucu da İsrail’in zevali olacaktır. Bu bir tahmin değil
Kur’ân—ı Kerîm’in gaybî ihbarıdır. İngiliz tarihçi (Hitler’in biyografisini
kaleme almıştır) David Irwing İsrail’in 10 yıl içinde zeval bulacağını
yazdığı için Kanada’dan tardedilmiş ve istenmeyen adam ilân edilmiş, ya-
hudilerin hışmına uğramıştır.
Ortadoğu meselesinin kilit noktası, Filistin’dir. Filistin’in yahudilerin
eline geçeceği haber verildiği, gibi ikinci defa da inananlar tarafından
kurtarılacağı müjdelenmiştir. İsra sûresinde Cenab-ı Hakk: “Biz kitabda
îsrailoğullarına şu hükmü verdik: ‘Siz arz-ı mukaddesde (Holy Land) muhakkakki
iki defa fesad çıkaracak ve muhakkak böbürleneceksiniz... ”ve devamında: “iyilik
ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendi
aleyhinizedir. Son taşkınlığınızın zamanı gelince, yine öyle
kullargönderirizki, yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden
suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri yine Mescid’e
(Kudüs’e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler... ”(İsra, âyet 7).
Bir defasında Hulâsatü’l-Beyan sahibi Konyalı Vehbi Efendiye
yahudilerin arz-ı mev’udda ilerlerdikleri ve müslü- manlan yendikleri
anlatılır. Ve ondan bunun sebebi sorulur. O da hadîs-i şeriflerdeki müjdelere
işâret eder. Hadîs-i şeriflerden birinde: “Müslümanlaryahudilerle muharabe
etmedikçe ve onları öldürmedikçe kıyamet kopmaz. Yahudiler taşın ve ağacın
arkasına gizlenirler. Ağaç ve taş lisân-ı hâliyle (dile gelerek) ‘ey
müslümanlar, ey Allah’ın kulu; arkamda yahudi var, gel ve onu öldür’ der.
Sadece garkad (bazı rivâyetlerde ar- kad ve farkad geçmekte) ağacı bunun
dışında kalır. Çünkü o yahudilerin ağacıdır” duyurulmaktadır (Nihâyetü
İsrail
ve’s-sıhyoniyye Abdulhamid Vakıd, s. 72). Bugün yahudilerin bol
bol bu ağacı ektikleri, Filistinliler tarafından ifade edilmektedir. Konyalı
Vehbi Efendi muhatabına bu hadîs-i şerifi hatırlattıktan sonra; yahudilerin
arz-ı meVuda toplanmaları, müslümanlarla ileride yapacakları nihâî bir
hesaplaşmanın göstergesidir. Bu da gaybî haberlerin mucizesini göstermektedir.
Onlarca hadîs-i şerif özellikle eşrât-ı saat (kıyamet alâmetleri) ile alâkalı
olanlar, müslümanlarla yahudiler arasında Ürdün nehri civarında vukua gelecek
savaşı tasvir etmektedir. Buna göre müslümanlar nehrin doğu yakasında (Doğu
Şerîa), yahudiler de bu nehrin batısında (Batı Şerîa)da bulunurlar. Bu hadisler
yahudilerin bugünkü konumlarına işaret etmektedir. Suudi ArabistanlI Türkistan
uzmanlarından Muhammed Ali Bor bu konularda da çeşitli eserler
yazmıştır. Bunlardan biri de TihiArab ve Tibi Beni İsrail’dir. Bu eserde
ve Ürdün Bey- tü’l-Makdis İslâmî cihad örgütü lideri Es’ad Beyud Temimîhin
İsrail'in Zevali adlı eserinde konuyla ilgili doyurucu bilgiler vardır.
Muharref Tevrat’da ise anti chrıst, yani Deccal’ın tasviri- vardır. Deccal
Dicle veya Fırat nehirlerini geçerek Filistin’e gider ve burada Armegoddan,
yani kıyamet savaşı yapılır ve Deccal yenilerek Hristiyanhğın bin yıllık altın
devleti kurulur. Bugün Batı’da Reagan’ın dahi etkisinde kaldığı bu inanca sahip
olanlara İncilciler deniliyor. ABD eski başkanı Jimmy Carter de
Tevrat’ın müjdesi gerçekleştiği ve İsrail tesis edildiği için “bir hristiyan
olarak ikinci kez doğdum” demektedir. ABD’de kimi istatistiklere göre sayıları
seksen milyona varan İncilciler, Deccal ve ordusunu müslümanlar olarak
göstermektedir. İki bin yılından önce müslümanlarla hristiyanlar arasında büyük
bir savaşın kopacağına dair senaryolar üretmekle ve bunları film olarak
tâbilerine takdim etmekteler. Kimi İncilciler Körfez Savaşı’nda müttefiklere
karşı savaşan Saddam’m beklenen Deccal olabileceğini vehmetmişlerdi. Hatta
Romanya’nın sa-
10
ORTADOĞU DENKLEMİNDE TÜRKLER-KÜRTLER...
bık lideri Çavuşesku öldürüldüğünde bazı spikerler ölümünü anti-chnst,
yani Deccal’in ölümüne benzetmişlerdi. Komünizmin çözülmesine kadar Doğu Bloku
ve SSCB’yi şer imparatorluğu, Deccal impatorluğu olarak gören Batılılar bu
tehlikenin bertaraf olmasıyla dikkatlerini müslümanlara yönettiler. Bu kez
onların gözünde Deccal ve tabileri müslümanlar olmuşlardı.
Bu tarihî mücadelenin en önemli taraflanndan biri de Türkiye'dir.
Özellikle Siyonizm, cumhuriyet dönemiyle birlikte Türkiye’yi Filistin’den uzak
tutmaya gayret etmiştir. Bunun çeşitli tarihî sebepleri var. İsrail’in
kurulmasından sonra ABD’nin baskısıyla bu ülkeyi ilk tanıyan iki İslâm devleti
İran ve Türkiye olmuştur. İsrail iki sebebten dolayı bu ülkelere büyük ağırlık
vermiştir. Birincisi müslüman olsalar dahi gayr-ı Arab iki unsur olarak Arap
coğrafyasını kuşatmalarıdır. Bu açıdan onları Araplardan uzak tutmak İsrail
için hayatî önemi hâizdir. Bu babda üçüncü ülke de Etyopya’dır. İsrail’in
İslâmî bir sisteme sahip olmasına rağmen İran’a silah satımında aracılık etmesi
bunun bir göstergesidir. İrangate hadisesi bütün çarpıcılığı ile İsrail’in bu
yöndeki anlayışını ortaya koymaktadır. İsrail su gibi stratejik ve etnik
meseleleri kullanarak Türkiye ile Arap âlemi arasındaki anlaşmazlıkları
derinleştirmeye çalışmıştır. Eskiden bu gibi meselelerde Türkiye ile Araplar
arasındaki hassas dengeyi kaşırken, son sıralarda Araplarla birlikte Türkiye’nin
sularına müşteri olduğu dikkat çekmektedir.
Tarihte Belkıs ile Süleyman (a.s.) kıssası gibi bir kıssa daha vardır:
Azametli İran hükümdarı Kurş ile Babilli yahudi kadınlardan îştar
arasında. Hatta bu hikayeye Binbir Gece Masalla- nnda da rastlamak mümkün. İran
hükümdarı Kurş ile İştar arasındaki ilişkiler; Binbir Gece Masallarının iki
kahramanı Şebri- yar ile Şehrâzâd arasındaki ilişkileri hatırlatıyor.
Bundan dolayı Abdulbamİd Vakıd, Binbir Gece Masallarının aslının Fars
ça veya Hind asıllı olmadığını, Tevrat ve Incil’den etkilenmiş
Batıriîlerin işi olduğunu ileri sürüyor. Yahudiler Kurş ile ilişkisi olan
İştar’a şehide makamını uygun görüyorlar. Kurş, Buhtı- nasr’ın esir aldığı ve
Babil’de sürgüne gönderilen yahudileri esaretten kurtarmıştır. Hind
âlimlerinden Ebu’l-Kelâm Azâd Kurş’wn büyük İskender olabileceği yönünde
kanaat belirtmektedir. Ancak bu konuda yanılmış olması pek muhtemeldir.
İsrail devleti Şah zamanında İran’la ilişkilerini takviye ve tevsik etmek için
tarihî hadiseden ve rumuzlardan yararlanmayı bilmiştir. Bunun için İran
devleti ile birlikte ortak Kurş’u anma günleri tertip edilmiştir. Türkiye’de de
aynı senaryoyu 500ncü Yıl Vakfı aracılığıyla oynamaya çalışmışlardır. Endü-
lüsten Osmanlı topraklarına iltica eden yahudilerin hatırasını İsrail devletinin
lehine istismara yeltenmişlerdir.
İsrail ve Siyonizmin Sonu adlı eserinde Abdulhamid Va- kıd,
Türkiye’nin ve İran’ın İsrail’i zoraki tanıdıklarını ve birgüh bu iki ülkenin
bu tanımayı geri çekeceklerini ileri sürüyor. 1971 yılında yazılan bu eserin
önerdiği bu görüşün İran ile ilgili şıkkı doğrulanmış oldu. Sıra galiba
Türkiye’de.
İsra sûresinin dördüncü ve yedinci âyetleri genelde müfes- sirler
tarafından yanlış algılanmakta. “İlk defa girdikleri gibi Mescid’e ikinci defa
gireceklerdir” ifadesi maziye hasredilmiştir. Halbuki Peygamber Efendimiz’in
“isrâ” ve “mi’râc”mdan önceki tarihte Kudüs’teki Süleyman mabedi mescid değil
heykeldir. Bundan dolayı âyet-i celilede ikinci defa mescide girmekten murad,
gelecekte vâki olacak hadiseyi haber vermektedir. Müslümanların birinci defa
Kudüs’e girişleri Hazreti Ömer döneminde olmuştur. İkinci defa Selahaddin-i
Eyyûbî döneminde girilmiştir. Ne var ki ikinci fetihde Kudüs sakinleri arasında
tek bir yahudi dahi yoktur. Bu açıdan âyet-i edilenin verdiği müjde ve haber
geleceğe intibah etmektedir. (İsrail ve Siyonizmin Sonu, Abdulhamid
Vakid s. 224-225)
v/uu yjumm ud.-ji Komünizmin çökmesi, “yeni dünya düzeni”
arayışı ve fundamentalizm uyarılarının arttığı bir dönem olmuştur. Körfez
savaşından sonra bir eksen kayması olmuştur. ABD’nin eski Suudi Arabistan
büyükelçisi James Akınz, Arap ülkeleri arasında, Suudi Arabistan ve
Yemen’in dışındaki bütün sınırların emperyalizmin mirası olduğunu itiraf etmesine
rağmen Irak bir tuzağa düşürülerek cezalandırılmıştır.
Korkut Özal’ın ifadesiyle Körfez Savaşı’nın üç neticesi olmuştur:
• Petrol
kaynaklarının tamamen ABD’nin kontrolüne geçmesi;
• İsrail’in
güvenliğinin temin edilmesi ve İsrail ve Araplar arasında barış;
• Fundamentalizme,
daha doğrudan tabirle İslâma karşı açıktan mücadele.
Körfez Savaşı’ndan sonra furdamentalizme karşı ortak bir cephe arayışları
artmıştır. Suudi Arabistan yönetiminde liberal kanadı temsil eden eski Bahreyn
ve şu anki Londra büyükelçisi Gazi el- Kuseybî skud füzelerinin hem
İsrailli ve hem de Arap çocuklarının başına aynı anda düştüğünden hareketle
aynı duygu atmosferine sahip olmanın gereğinin altını çizer. Bush da Körfez
Savaşı’nın Amerika’nın çıkarlarını ve refahını amaçladığını ve Araplarla İsrail
arasında barış sürecinin tesis edilmesinin vakti geldiğini ifade eder. Körfez
Savaşı sırasında Kaddafi ile birlikte Türkiye’yi uyaran Ürdün veliaht prensi Hasarı
b. Tallâl: “İsrail Arap ülkelerinin gerçek düşmanı değildir. Arap
hükümetlerinin ve İsrail’in gerçek düşmanı fundamentalist dinî akımdır. Pakistan’la
Fas’a kadar olan geniş coğrafyada bölge geniş bir savaşa sahne olmaması için bu
dinî akıma karşı İsrail ve Arapların işbirliği yapmaları gerekir.” (bkz. Kemal
Halbovi, Ortadoğu’da Amerikan Politikası, s. 95, IPS yayınları,
Pakistan).
Hatırlanacağı gibi Ürdün, Körfez Savaşı’nda sözde İsrail’i hedef alan
Irak’ı destekliyordu. Karikatürlerde remzedildiği gibi Arap liderlerine göre
Filistin’in yolu Kudüs’ten değil başka yerlerden geçiyor. Nasır’a göre bu yol
Yemen’den, Saddam’a göre ise Kuveyt’den geçiyordu.
Nebil Şaas ile Kahire’de Filistin—İsrail barışı için gizli görüşmelere
katılan İsrail çevre bakanı Yossi Sarid, malî açıdan krize giren Arafat
ve kadrosuna destek olunmasını ve Hamas’a karşı işbirliği yapılması
gerektiğini savunuyordu. Nedense İsrail’e yakın Araplar, Araplara yakın
barışçı yahudi liderlerinin ortak paydası İslâm ve müslüman düşmanlığı.
Türkiye’ye geldiğinde İsrail cumhurbaşkanı “bay güvercin” lâkablı Weizman,
İslâmî grupları ezdikleri için Mübarek ve Esad’ı tebrik etmiştir.
İtalya dışişleri eski bakanı De Micheles gibi Batılı liderler
NATO’nun İslâm’a ve müslümanlara karşı yeniden yapılandırılmasını
savunmuşlardır. Araplarla İsrail arasında oluşturulan barış ortamı da Körfez
Savaşı’mn bir sonucu ya da devamıdır. Filistinlilerin bulaştırıldığı bu barış
sürecine bütün Araplar da ortak edilmek isteniyor. İlerideki bölümlerde de
görüleceği gibi aslında 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da taraflar arasında
imzalanan antlaşmanın Camp David anlaşmasından daha ileri bir boyutu yok.
Arafat HAMAS karşısında ve Körfez Savaşı’nda izlediği politika sonucu
petrol şeyhlerini karşısına alınca köşeye sıkıştı ve İsrail’le barışa mecbur
kaldı. En azından kendisinin ve örgütünün geleceği açısından zaten yahudilerin
de izlediği Filistin davasını İslâm ve Arap boyutundan ve hatta Filistin
boyutundan soyutlayarak, tecrid ederek Arafat’la kaim hale getirmek.
İlkeler dekorasyonu
Washington’da varılan ilkeler deklerasyonu antlaşmasıyla Arafat elindeki
bütün kartları İsrail’e teslim etmiştir. Bundan dolayı Araplar antlaşmaya selâm
(banş) değil, istislâm (teslimiyet) demektedirler. Arafat bu andlaşmaya
karşılık İsrail’i tanımış; intifa damn durdurulmasını, güvenlik, İktisadî ve
siyasî açıdan İsrail’in ortağı olduğunu kabul etmiştir. Keza Filistin andı ve
misakının bazı kısımlarını iptal edeceğine dair güvence vermiştir. Ama İsrail
anlaşmanın uygulanması gereken daha ilk bencilerini uygulamaya yanaşmamıştır.
13 Eylül andlaşmasına göre Filistinliler dört grupta mütalâa ediliyor:
(1) Uluslararası örfe göre İsrail’in
bugünkü meşrû sınırları dahilinde (1948’de işgal edilen bölge) yaşayan 750
bin Filistinli antlaşmada bunların statülerine bir tek kelime ile dahi olsa
işaret edilmiyor.
(2) Büyük Kudüs bölgesi: Bu bölgeyi
İsrail 1967 yılında işgal etmiş ve 1980 yılında ise ilhak ettiğini
açıklamıştır. Antlaşmada bu bölgenin nihâî statüsü üzerine görüşmeleri sonraki
tarihlere bırakmıştır. Bununla birlikte İsrail liderleri daima alenen ve
cehren birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedî başkenti olarak kalacağını
vurgulamaktadırlar: 1996 yılında da Kudüs’ün kuruluşunun 3000inci yılının
kutlamalarına hazırlanıyorlar.
(3) Gazze şeridi ve Batı Şeria:
Görüşmelerin ana konusu bu iki bölge. 5 yıllık uygulanacak özerklik
yönetiminden sonra bu bölgelerin nihâî statüleri görüşmelerle belirlenecek.
İsrail askerlerinin bu bölgelerden çekilme takvimi 1994 öncesi başlaması
gerekirken “Antlaşmanın bendleri mukaddes mi?” diyerek antlaşmayı alaya alan
Rabin çekilme işlemini savsaklamaktadır.
(4) Batı Şeria’nın kalan bölümü: İsrail
askerleri bu bölge
de yeniden mevzilenecekler. Bu bölgede sivil idare
(polis, vergiler, durum, sağlık ve eğitim) Filistinlere terkedilecektir. Kısaca
bu bölgede kısmî bir özellik uygulanması öngörülmektedir.
Bu bölgedeki yahudi yerleşim bölgeleri de olduğu gibi kalacaktır. Gazze
ve Batı Şeria’nın bu bölümlerinde yaklaşık 130 bin yahudi yerleşimci yaşamakta.
Suriye’ye ait Golan Tepele- rin’de ise yerleşimcilerin sayısı 13 bin. Doğu
Kudüs’te ise yahudi yerleşimcilerin sayısı 100 bin civarında tahmin edilmektedir.
Bununla birlikte Rusya’dan onbirlerce yahudi hâlâ “arz-ı mev’ud”a doğru
göçlerini sürdürmektedirler.
Özerklik anlaşması mucibince Filistin polisinin yetkisi sadece
Filistinliler üzerine geçerli. Yahudi yerleşimcileri hiçbir halükârda kapsamıyor.
Yahudi yerleşimciler sebebiyle Gazze ve Batı Şeria’nın bir koridor vasıtasıyla'
toprak birliği tezi de havada kalıyor. “Toprağa karşı barış ilkesi” de o kadar
dejenere edildi ki 242 sayılı BM kararının da altına düştü. İlkeler Dekle-
rasyonu antlaşması, ayrıca 1948’den sonra yabancı ülkelere iltica eden
milyonlarca Filistinli’nin durumuna temas etmiyor.
Antlaşma self determinasyon hakin vermiyor. Bu da özerk bölgede
Filistinlilere ait yasamayı yürütecek bir parlamentonun teşkiline izin
vermiyor.
Keza antlaşma Flistinlilerin dış ilişkiler kurmasına izin vermiyor. Yine
özerk bölgenin sınırlarının güvenliğinden de yine İsrail sorumlu olacaktır.
Filistinlilere sivil yönetim haklarının verilmesi de özerklik bölgesinde
Filistinli polisin güvenliği sağlanmasına bağlanmıştır. Özerklik antlaşması
Filistin yönetimini topraktan ziyade insana ilgiye dönük kılmıştır. Özerklik
antlaşması Filistinlileri üç gruba taksim ediyor. 48 yılında işgal edilen
topraklardakiler, Batı Şeria ve Gazze şeridindekiler ve dışarıdakiler.
Bir asırlık zaman dilimi içinde bu üç gruptan ikisi Filistinli kimliğini
kaybedecektir. İsraille banştan sadece bir grup kısmı
özerklik şeklinde yararlanabilecektir, (ittifak Gazze-Eriha- Ebad ve
Mahatır-Hartum 1993 Arap - İslâm Halk Kongresine sunulan tebliğ).
Antlaşmanın Arap-îslâm boyutu
Bu barışın alanı sadece Filistin meselesiyle sınırlı değildir. İsrail bu
anlaşmanın sırtından Arap-İslâm ve hatta Katolik dünyasına ulaşmayı
hedeflemektedir. Türkiye İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin artması,
Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyareti, We- izman’ın Türkiyeyi ziyareti bu antlaşma
sonrasına rastlamıştır. Hatta yahudilerle Vatikan arasındaki diplomatik
ilişkilerin başlatılması da bu antlaşmaya mütevakkıf idi. Antlaşmanın akabinde
İsrail ve Vatikan karşılıklı olarak tanışmışlardır. İsrail Filistinlilere
verdiği kısmî özerklik karşılığında Arap ve İslâm dünyası ile ilişkilerini
normalleştirmek istemektedir. ABD bunun için Tunus, Fas, Endonezya, Pakistan
ve Malezya gibi Arap ve İslâm ülkesine baskı uygulamaktadır. Washington Körfez
Savaşı’mn akabinde başta Kuveyt olmak üzere körfez , ülkesinden İsrail’e
uyguladıkları ekonomik ambargoyu kaldırmalarım istemiştir. Araplar
uluslararası siyonizmin kartelleriy-. le ticarî ilişkilere girmeye
zorlanmışlardır. Batıklar ve İsrail barışı politik İslâm’ın manevra alanını
daraltıcı bir etken olarak mütalâa etmektedir. Madrid’de başlatılan
barış süreci bütün Arapları da kapsamaktadır. Suriye, Ürdün ve Lübnan dışındaki
Arap ülkelerinin İsrail ile bir toprak sorunu bulunmuyor. İsrail ötedenberi
barış girişimlerinde önceliği Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e daha sonra da
Filistin’e vermiştir. Bununla birlikte Suriyelilerin taktik icabı
uzlaşmazlıkları ve gizli görüşmelerde Filistinli görüşmecilerin istislâmı
(teslimiyetleri) öncelik sırasını değiştirmiştir. Ancak Filistinlilerin İsrail
ile anlaşması barış sürecinde Suriye ve Lübnan’ın konumunu zayıflatmıştır.
Aynı
anlaşma Ürdün tarafında panik meydana getirmiş ve o da hemen İsrail’le
ilk anlaşmasını imzalamıştır. İsrail ile Suriye arasında varılacak bir anlaşma
ise uzun bir zaman alacaktır. Karmaşık bir zamanda ilerleyecek barış süreci
aynı zamanda karşılıklı diplomatik ve siyasî mücadelelere sahne olacaktır.
Suriye elindeki kartları zayıflatmamak için Arap Birliği’nden İsrail’e karşı
uygulanan ekonomik ambargodan vazgeçmemesini istiyor. Buna rağmen bazı Arap
ülkeleri çevre, su ve ekonomik işbirliği gibi konularda İsrail ile üst düzeyde
görüşmelerini sürdürüyorlar. Bazı Arap ülkeleri de güvenlik alanında İsraille
anlaşmak istiyor. Bâhusus fundamentalizme (usuliyye) karşı. Filistinlilerin
Arap ve İslâm boyutundan dolayı normalizasyon döneminde İsrail’in ekonomik
köprüsü olması tasarlanıyor.
Filistinli mülteciler Arap dünyasında çok yönlü buhranlara sebeb olmaya
devam edecekler. Lübnan’da yarım milyon civarında Filistinli mülteci yaşıyor.
1970’li yıllarda çıkan iç savaşın sebeblerinden biri buydu ve Filistinliler bu
savaşta taraf olmuşlardı. Filistinlilerin Suriye, Irak ve Mısır’da iskan
edilmeleri bazı siyasî ve İçtimaî problemleri de beraberinde getirecektir.
Mısır yönetimi uzun yıllardan beri Mısır belgesi taşıyan Gazze- lilere
Mısır’daki akrabalarım ziyarete bile izin vermiyor. Diğer Arap ülkelerinin
tavırları da Mısır’inkinden farklı değil. Suudi Arabistan ve körfezdeki
yüzbinlerce Filistinli de kolay bir gelecek beklemiyor. Özellikle de savaştan
sonra Kuveytin gayr-ı İnsanî bir şekilde Filistinlileri göçe zorlamasından
sonra, Filistinlilerin iskanında yine aslan payı Ürdün’e düşecektir. Ve Irak
ile batılı ülkeler arasında bir bölüm Filistinlinin Irak’a yerleştirilmeleri
için Bağdad yönetimiyle pazarlık yapıyor. Batı Şeria ve Doğu Şeria arasındaki
özel bağdan dolayı Ürdün’ün Batı Şe- rialı göçmenlere karşı bazı özel görevleri
var. Filistinlilerin devlet fikrinin tatmin edilememesi, onları Ürdün
alternatifine itecektir. Bu da Filistin-Ürdün rekabetini kızıştırabilecek ve
bu durum tarafları birbirlerine karşı İsrail’in desteğini almaya
sevkedecektir. Gazze ve Eriha anlaşması ABD ve Batı Avrupa’nın dışında Rusya,
Japonya ve Çin gibi düvel-i muazzama tarafından desteklenmektedir. Barıştan
sonra bölgede nüfuz peşinde koşan ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkeler
arasındaki rekabet keskin olmayacaktır. Çünkü böyle bir barış olmadan batının
Ortadoğuda müslümanlara karşı kesin zaferi tescil edilmiş olmayacaktır. Araplar
da barıştan sonra Filistinlilerin ekonomik durumunu Arafat’ı güçlendirecek
şekilde düzeltmeye yanaşmamaktadır.
Ecevit’in bir zamanlar şikâyet ettiği bir durum vardı. Libya’dan kredi
istenir, LibyalIlarda kendilerine IMF yoluyla müracaat edilmesini isterler.
Bunun gibi Arapların Filistinlilere sağlayacakları malî destek destek Dünya
Bankası, Amerikan kararı ve İsrail komisyonlanndan geçirilir. Yani Arabm
Filistinliye yardımı İsrail şartına ve kontrolüne bağlanır. Böylece Filistin’in
gelecek yönetimi İsrail tarafından askerî ve siyasî açıdan iğdiş edildiği gibi
Araplar da onu malî açıdan iğdiş ederler. Bu anlaşma Filistinlilerin siyasî
eğilimleri ne olursa olsun asgarî taleplerine bile cevap vermekten aciz
kalmıştır. Mesela Kudüs meselesi görüşmelerin dışında tutulmuş Gazze ve Batı
Şeria’da hükümranlık hakkı elde edilememiştir. Yahudi yerleşimcilerin durumu
netlik kazanmamıştır. Konuşlandırılmasında değişiklik arız olsa bile İsrail
askerî varlığı sürmektedir. 1948 mütleci- leri vatanlarına dönemeyecekleri
gibi, 1967 mültecilerinde çok gizli bir kısmı eski topraklarına
dönebileceklerdir. Bu da demografik durumda herhangi bir değişiklik meydana
getirmeyecektir.
Özerk Filistinin ekonomik atılmı da İsrail’in ekonomik stratejilerine
bağımlı kalacaktır. Kapitalist üçgenin (ABD, Batı Avrupa ve Japonya) Doğu
Avrupa, Rusya Afro-Asya’daki gelişmelerden dolayı Batı Şeria ve Gazze’ye
ekonomik kaynak
ayırmaları zor olacaktır. Eskiden kapalı olan pazarlara ulaşmasından
dolayı bu anlaşmadan kârlı çıkacak tek taraf İsrail olacaktır. Bununla
birlikte Filistinli bazı kesimlerin anlaşmadan memnun kalmamaları,
Filistin-İsrail ortaklığına mukavemeti en azından devam ettirecektir. Bu da
İsrail’in dış dünya ile ilişkilerini ve normalizasyon sürecini etkileyecektir.
Bu tezadla- rın ileride misyonsuz kalacak olan Ürdün’ün Filistin devletine
dönüşümüne yol açabilir.
FKÖ işirıdeki muhalif unsurlar
FKÖ içinde Halit Hasan (Ebû Said) Mahmut Derviş meşhur yazar Edward Said
gibiler antlaşmaya tamamen karşı çıkıyorlar. Halid Hasarı antlaşmayı imzalamayı
Arafat’ın yetkisi dışında görüyor ve dolayısıyla antlaşmayı batıl ve gayrimeşru
ilân ediyor. “İlkeler Dekierasyonundan sonra alternatif nedir?” adlı
tebliğinde antlaşmayı CNN’in zaferi olarak değerlendiriyor. Hatırlanacağı gibi
Körfez Savaşı’nm kahramanı da medya ve bizzat CNN idi. Halit Hasanîn da temas
ettiği gibi antlaşmanın maddeleri plastik gibi nereye çeksen geliyor. Bu da
taraflar arasında İzafî yorum anlaşmazlıklarına yolaçıyor. Yerleşimcilerin
kalması ve İsrail polisi ve askerinin varlığını meşrû addetme ve
yerleşimcileri onların sorumluluğuna bırakma, yolları ve köprüleri
denetlemeleri ve hukukî açıdan bunun kabulü uluslararası hukuk ve İngiliz ve
Amerikan hukuk içtihadları- nın öngördüğü gibi işgalin onaylanması anlamına
gelmektedir.
Ortak yaşam formülü
Ötedenberi bazı Arap ve yahudi liderler tarafından ortaya müşterek yaşam
formülü atılıyor. Bunlardan biri Benelux ülkesi, diğeri de İsviçre modeli
kanton devletler modeli. Halit
Hasan gibi bazı teorisyenler bu modeli ortaya atıyorlar. Bununla
birlikte anlaşma onları bu yönüyle tatmin etmekten uzak. İsviçre modeli ortak
yaşam yerine ABD ve İsrail’in hego- manyasını esas alan bir modelin
geliştirildiğine inanıyorlar. Bu da ileride ordular arasında olmasa bile
halklar arasında savaşlar çıkarmaya aday görünüyor.
İleriki bahislerde görüleceği gibi Erete İsrail yani Nil’den Fırat’a
“Büyük İsrail Projesi” bilinen, mahut anlamda suya düşmüştür. Buna mukabil
İsrail ekonomik ve emniyet açısından bunu tahrik ettirmeye çalışıyor.
Filistinliler’in kartlan
Filistinlilerin elindeki en büyük kartlardan biri zaman unsurudur. 1948
yılından kurulan İsrail 40 yıl sonra intifada ile kan kaybetmiştir. İsrail hâlâ
Ortadoğu’ya monte edilmiş bir devlet durumunda. Tamamen dışarıya bağımlı.
Ancak İsrailli liderler barış vasıtasıyla Arap ve İslâm âlemine
iktisaden açılarak ABD’ye tam bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyorlar. Bunun
gerçekleştirilmesinin yollarından biri de Ortadoğu Ortak Pazarı. Dün İslâm dünyasındaki
bazı lâik kesimler İslâm Ortak Pazarına dudak bükerken, şimdi İsrail’in
kendisinin de ortak ya da müheymin/kontrolör olacağı bu tarz bir ortak pazarın
peşinde koşmasından dolayı küçük dillerini yutuyor olmalılar. İsrail Dışişleri
Bakanı Şirnon Peres de bunu açıkça itiraf ederek; ekonomik bir kaosa ve çıkmaza
doğru sürüklenen İsrail’in Araplarla ilişkilerini normalleştirmesi sayesinde
ekonomik seviyesinin yüzde 50 puan artacağına işaret etmişti. ÇMalbedil? Ve
malamel? bade tavkii “ilant mebadi?”, Halit Hasan s. 12).
Filistinliler lehlerindeki zaman mefhumuna da istinad ederek şuurlu bir
muhalefette bölgedeki Amerikan- İsrail çıkarla
rını baltalayabilirler. Bu da ABD’yi tavırlarını tashihe ya da gözden
geçirmeye zorlayacaktır.
İsrail-Vatikan banşı
İsrail ile Vatikan arasında uzun dönemden beri diplomatik ilişkilerin
başlatılması için görüşmeler sürüyordu 1994 yılına girerken Filistin-İsrail
antlaşmasının imzalanmasından aşağı yukarı üç ay sonra İsrail ve vatikan
karşılıklı olarak birbirini tanımaya karar verdi.
1900 yıldan beri Hristiyanların Mesih’in kanından yahudi- leri sorumlu
tutmalarına rağmen son yıllarda Vatikan ve Yahudi liderleri birbirlerine
yaklaşmanın yollarını aramışlardır. Bu mevzuda bazı kilometre taşlarına işâret
etmekte fayda var.
(1) 100 yıl kadar önce Teodor Hertzi
Vatikan’a müracaat ederek papa 10. Prus’dan diğer Avrupalı krallardan istediği
gibi Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını desteklemelerini istemiştir.
Prus’un buna verdiği cevap “imkânsız” olmuştur. Zira Hazreti Ömer’in Kudüs’ü
fethi sırasında Hristiyanların isteklerinden biri, şehre Yahudilerin girişine
izin verilmemesi olmuştur. Hazreti Ömer de İlya (Kudüs) halkına verdiği emanda
bu talebi kabul etmiştir. Yahudiler, Selâhaddin Eyyûbî^e, kadar Kudüs’e
girememişlerdi. Prus, Teoder Hertzl’e verdiği cevabında ezcümle şunları
söylemiştir: “Ben yahudi devletinin kurulmasını nasıl destekleyebilirim ki?
Onlar Hazreti Mesih’i kabul etmemekle kalmamışlar, aynı zamanda onu çarmıha
gerdirmişlerdir.”
(2) 1963-1994 yıllarında Alman ve Amerikan
katolikleri İsrail konusunda Vatikan’ı etkilemeye çalışmışlardı. II. Vati- ken
Konsülü toplantılarında kulis faaliyetleriyle yahudilerin Hazreti Mesih’in
kanından masun tutulmasına çaba sarfedil- miştir. Buna mukabil karşı bir grup
900 sayfa tutarında Kili
se’ye Komplo adlı bir kitap hazırlayarak
elçiliklere ve önemli merkezlere postalamıştır. Kitap İsrail taraftarı birinci
grubu kilise içindeki “Beşinci Tabur” olarak nitelendirmiştir.
(3) 1963 yılında birinci grup isteklerine
nail olamamıştır. Papa 23. Yuhanna, yahudilcri aklayan belgeyi onaylamaya katiyetle
yanaşmamıştır. Ancak bir yıl sonra papa 6. Pavlos zamanında belge çoğunluğun
oyuyla kabul edilmiştir. Bu belgeye göre ortak yahudiler tek başlarına Mesih’in
kanından sorumlu değillerdi ve yine o günkü suça iştirak eden atalarından
dolayı bugün torunları muâhaze edilemezlerdi. Mezkûr belgenin ardından
yüzyıllardan beri dua ve ibadet kitaplarında yahudiler aleyhindeki ibareler
ayıklandı.
(4) Bugünkü papa II. Jean Paul döneminde
ise 1985’de yayımlanan bir vesikada ise daha da ileri gidilerek sadece yahudiler
affedilmekle kalmıyor, Filistin’in atalarının yurdu olduğu kabul ediliyordu.
Hatta aynı belgede yahudiler “seçilmiş millet” ibaresiyle tanımlanıyordu.
(5) 1986 yılından beri ise diplomatik
ilişkilerden sözedil- meye başlardı. Vatikan Papa’sı tarihte ilk defa Ronıa’da
1986 tarihinde yahudi sinagogunu ziyaret ediyordu. Bu da elbette Papa H Jean
Paul’du. Aynı papa Dausıvitch kampı konusunda Polonya Kilisesine destek
vermekten imtina etmiştir.
Ötedenberi yahudiler Vatikan’ı suçluyorlardı. Mesela Vatikan’ın Hitler’i
yükselişi sırasında tel’in etmediğini hatırlatıyordu. Ayrıca yahudilerin
elinde anti-semitizm ve papazların gayr-ı ahlâkîliklcri gibi silahlar vardı
kiliseye yöneltecek. (Ko- doya ed-Devliyye, sayı 211, 17 Ocak 1994; Halfiyat
el-alâka beyne’l-Vatikan ve’l-yebud). Şüphesiz Vatikan İsrail anlaşmasının
müslümanları ilgilendiren hassas yönleri var. Bunlardan biri de Kudüs
meselesi.
İsrail Kudüs meselesini oldu-bittiye getirmek istiyor. Mukaddes şehrin
hristiyanları ilgilendiren kutsal mekânları konu-
1 Kİ
sunda Vatikan İsrail pazarlıkta. Geriye sadece Mescid-i Aksa ve Mescid-i
Sahra’nın konumlan kalıyor. Arap Birliği Örgütü ve FKÖ sözkonusu anlaşmadan
rahatsız olduklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiler. Kudüs latin patriği
Mişel Sabah da Filistinlilerin bu anlaşmayı şüphe ile karşıladıklarını
açıklamıştır. In God’s Name kitabında da bahis mevzuu olduğu gibi 'Vatikan
koridorlarında masonluk, masonlar ve İsrail lobisi cirit atıyor ve bunlar
papaları dahi çeşitli yollarla, komplolarla ortadan kaldırıp tasfiye
edebiliyorlar. Bu girişimler sonucu 1960’11 yıllarda Musevilik Hristiyanlığa
eşit bir din ve diyanet kabul edilmiştir. Vatikan’a İsrail’le diplomatik,
ilişkiler kurmasını isteyen devletler Fransa, İtalya, ABD ve İspanya olmuştur.
Özellikle ABD’nin bu konuda Vatikan’a baskı yaptığı bir gerçek. Buna mukabil
bazı yahudi kuruluşlar da bu mevzuda lobi faaliyetinde bulunmuştur. İsrail ile
Vatikan arasında tarihî uzlaşmanın sebeblerinden biri de Araplarla İsrail,
İsrail ile Filistinliler arasındaki pazarlığa ve müzakerelere müdahil olabilmek.
.. Özellikle de Kudüs’ün nihâî statüsü konusunda, yahu- dilerle katoliklerin
Kudüs konusunda zımnî ittifakları, müslü- manlarda ihanete uğradıkları ya da
arkadan hançerlendikten intibaını uyandırıyor. Bununla birlikte Vatikan’la
İsrail arasındaki anlaşma ya da tarihî uzlaşma dinî mutevalı olmaktan çok,
siyasî.
İsraiİ ile Suriye arasında barış sağlanması ise bir bakıma Golan
tepelerine bağlı. Golon Tepeleri’nde 13 bin civarında yahudi yerleşimci
yaşıyor. Financial Times gazetesine göre İsrail Golan Tepeleri’nden
yılda 250 milyon dolar civarında gelir sağlıyor. Stratejik önemi bir tarafa
turistik önemi haiz. İsrailli liderler Gorbaçov ve Mitterand gibi liderleri
daha çok burada ağırlıyordu.
Golan Tepeleri zengin su rezervlerine sahip. Bu açıdan İsrail Golan
Tepeleri’nden kolay kolay vazgeçmek niyetinde de
ğil. Suriye ile barış yapsa dahi Golan Tepeleri’nden çekilme işlemini
5-10 yıla yaymaya çalışacaktır.
Ortadoğu’nun geleceğiyle alâkalı son sözü söylemek oldukça zor. Ürdün
Krallığı’nın ve Irak devletinin 21. yüzyılı bile göremeycekleri yönünde
veriler, mütalâalar var. Dünyanın geleceği bir bakıma Filistin’de düzenlenmiş
bulunuyor. Kur’- ân-ı Kerîm, hadîs-i şerifler, Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid’den
oluşan Mukaddes Kitap Armey a ddan/kıyamet savaşlarının burada cerayan
edeceğini haber veriyorlar. Bu açıdan Ortadoğu’nun geleceği barıştan ziyade
savaşla belirlenecektir ve bu savaşı âdil olan, mazlum olan taraf kazanacaktır.
Allah beklentilerimizi boş çıkarmasın... Bosna gibi, Kafkaslar gibi,Ortadoğu
da İskender’ini bekliyor. Likülli âtin kârîb...
Birinci
Bölüm
Zoraki barış ve getirecekleri
çağimizin en gözde
mesleklerinden biri pazarlamacılıktır. Pazarlamacılığın ise sınırları yok.
Bazıları tencere, tabak; bazıları esrar, eroin; bazıları ise insan ve namus
pazarlıyorlar. Gözde musevî işadamlarımız Göknel’i ABD’deki Yahudi Lobisine pazarlamışlar.
Şimdi de aynı tarz-ı kadimle başbakanımızı İsviçre’de ve ABD’de
pazarlayacaklarmış.
Pazarlamacılığın esaslarından biri de prim usûlüdür. Ne kadar
pazarlarsan, o kadar prim alırsın. Göknek pazarlamasında musevî
vatandaşlarımızın aldıkları primler karşımıza kârlı ve usülsüz ihaleler olarak
ortaya çıkıyor. Kimbilir başbakanımızı pazarlayarak ne kadar mal götürecekler.
Biz baştan beri 500ncü Yıl Vakfı’nın istismar dolu kutlamalarına karşı çıktık.
Zira müteşebbis bazı musevîlerin ne kadar muhteris, reklâmcı ve çıkarcı
olduklarını biliyorduk. Bu masumane kutlamaların ardında büyük bir istismar
yatıyordu. Bu vesile ile Türkiye angajmana sokuluyor ve markaja alınıyordu.
Ama son hadise hepsinden vahim. İzak Alaton’un Başbakan Tansu Çiller hakkında “pazarlıyoruz”tâbirini
kullanması, istihfaf, istisgar ve hakaret anlamım taşımaktadır. Bu vesile ile
İzak Alaton’a “ağzım topla” şeklinde ikazlar hafif bile kalıyor. Skandalin
ortaya çıkmasıyla birlikte musevî vatandaşlarımız meseleyi anti-se-
mitizm suçlamasına indirgemeye yeltenmişlerdi. Halbuki, kendi
itiraflarıyla da bu ülkede hiçbir zaman anti-semitizm dalga yaşanmamış ve Türk
taht-ı idaresinde Yahudi vatandaşlarımız altıyüz sene mes’ud ve bahtiyar
yaşamışlardı. Biz kimsenin dinî inancından dolayı küçümsenmesine ve kınanmasına
taraftar değil, bilâkis saygı gösterilmesi gerektiğine inanıyoruz. Keza
doğumla kazandığı ırkî kimliğinden dolayı, kimsenin de horlanmasına taraftar
değiliz. Türkler cibillî bir şekilde mazlumların yanındadır, ama enayi de
değildirler. İslâm’da inanan insan üstün tutulmuştur. Ama Yahudi doğuştan üstün
ve imtiyazlıdır. Yani yahudilerde kendilerine has ırkî bir üstünlük mefhumu
vardır. Buna göre yahudiler sömüren, diğerleri de sömürülen, sömürülmesi
gereken sınıftır. Bazı musevî- ler, bu mantaliteyi terketmedikçe, bu
yolsuzluklar ve usulsüzlükler devam edecektir. Öyleyse musevî zenginlerimiz
başkalarına çamur atacaklarına muhasebe-i nefs ve özeleştiri yaparak
yanlıştan dönmeliler, doğruluktan ayrılmamalılar ve bu millete ve memlekete
malî olarak da sadakatlerini tazelemelidirler. İşte o zaman sadakate karşı
ancak sadakat göreceklerdir. Yoksa etraflarında örülen tabular birgün hiç
beklemedikleri bir şekilde yıkılır, yaptıkları sarayları kartona dönüşür.
Sedat’ın eski başbakanlarından Mustafa Halil, İsrail’e yakın bir
isim olarak bilinir. Ve bu ülkeyi zaman zaman ziyaret eder. İsrail’e yaptığı
son ziyaret sırasında FKÖ’yü İsrail’e pazarlamaya çalışmıştır. Başarılı oldu
mu,olmadı mı belli değil, ama teklifi ilginç. Halil şunları söylüyor: “Filistinli
örgütler arasında en mutedili ve ılımlısı FKÖ’dür. Bugün malî olarak tam bir
iflâsın eşiğindedir; bu ise Başkan Arafat’ın konumunu tehdit ediyor. Krizi
atlatması için Arafat’ın 70 milyon dolar acil para ihtiyacı var; aksi takdirde
saha aşırı Filistinli örgütlere kalacaktır.”
Bu sözleri dinleyen İsrail İskân Bakanı Ben Yeazirşu mukabelede
bulunuyor;
“İsrail FKÖ’nün yapısal ve malî buhranından dolayı memnun değildir.
İsrail görüşmelere Filistinlilerin birlik ve beraberlik içinde katılmalarını
arzular. Ve daha önce Gazze ve Batı Şe- ria’ya para pompalayan FKÖ’nün
yıpranması hoş değil...”
Körfez Savaşından beri Arafat’ın tabanı oyuluyor. Örgütün malî krize
girmiş ve Arafat akrabalarını kayırmakla suçlanmaya (Nepotism) başlamıştı.
Tabiî FKÖ’nün anti-demokratik yapısı da giderek daha fazla tepki çekiyor.
Bunlar üzerine FKÖ saflarından istifalar sökün etmeye başladı. Filistinliler en
tanınmış simalarından biri olan şair ve yazar Mahmut Derviş siyasî
hayattan itizal ettiğini açıklayarak. Arafat ve FKÖ’ye elveda etti. Daha önce
de Hani ve Halit el-Hasen kardeşler Arafat’ı yazdıkları raporla
eleştirmişlerdi. Kısaca Arafat ve otoritesi dökülüyor. Ayrıca içteki
Filistinlilerle dıştaki Filistinliler tezadını da zikretmek gerekiyor. İçteki
Filistinlilerin sembolleri Faysal Hüseynî, Aşravî ve Haydar
Abduşşafî, Arafat’ın yerine göz dikerken, Arafat’da onlara nal toplatmak
istiyordu. Ne var ki, para musluklarının suyunu çekmesi, Arafat’ın sadakat
celbinde zorlanmasına yolaçıyordu. Haydar Abdüşşafî, Newsweek ve diğer
basın organları aracılığıyla Arafat’ı bombardımana tâbi tuttu. Yalpalayan
Arafat ise yıkılmamak için çareyi İsrail’e daha fazla taviz vermekte buluyor.
Bunun en son örneklerinden biri de ortaya atılan özerklik anlaşması. Kudüs
özerklik anlaşması kapsamı dışında tutulduğu gibi, yerleşimci yahudiler için iskân
sınırlaması da getirilmiyor. Bundan dolayı “içteki” Filistinliler Arafat’ı
eleştiriyorlardı. Geçenlerde FKÖ ile İsrail arasında doğrudan diyalog dönemine
girilmişti. Şimdi İsrail’in FKÖ’yü tanıyarak bu adımın taçlandırılması da
azrulanıyor.
Kısaca herkesin pazarlandığı yolsuz ve yönsüz bir dünyada yaşıyoruz.
Musevî vatandaşlarımız müsterih olsunlar, üzülmesinler; bu da geçecek
(iddialar doğruysa) yaptıklan yanlarına kâr kalacaktır.
ARAFAT’IN rüyası gerçekleşiyor mu? Bu soruya cevap vermeden önce
Arafat’ın rüyasının ne olduğunu açıklamakta yarar var. Birçok lakâplarının
yanında “ihtiyar” lakâbıyla da tanınan Arafat , ölmeden önce ismini
silinmeyecek bir şekilde tarihe kazımak istiyor. Bunun yolu ise İsrail’le
barıştan geçiyor. Çünkü uzun yıllardan beri Arafat savaş ve şiddet seçeneğini
terket- miş bulunuyor. Tekrar geriye dönmesi sözkonusu olamaz. Bunu yapacak ne
azmi, ne ruhu, ne morali, ne de ortam var. FKÖ’nün malî açıdan iflâsı ve
Arafat’ın çöken prestiji geriye tek bir seçenek bırakmış bulunuyor: İsrail’e
yamanmak. Kurtuluşun reçetesi bu. Arafat’ın riyakârane bir şekilde sürdürdüğü,
“zafere dek, zafere dek (Hattan nasr, hattan nasr)” sloganlan nehirden denize
ulaşmıyor; artık sadece Eriha’ya kadar uzanıyor. Aslında Gazze-Eriha hattı
barış illüzyonist zaferden başka birşey değil. Seçilen bu pilot bölgeler
ötedenberi İsrail’in başını ağrıtıyor. İşçi Partisi’nin iktidara gelirken
yaptığı planlardan birisi, tek taraflı olarak Gazze’den çekilmekti. Zira Gazze
çözülmesi zor bir denklem. Mısır’a devredilse, Mısır kabul etmiyor; Gazze
Şeridi kendi haline terkedilse sözümona İsrail aşırı akımlardan çekiniyor. En
iyi çözüm Gazze’yi Filistin davasının pazarlayıcısı ya da taciri olarak
tanımlanan Arafat’ın zimmeti
ne bağlamak. Erihaw da Gazze’nin hediyesi. Arafat ise böylece
yoktan bir zafer kazanmış oluyor.
Bu anlamda Arafat’ın rüyası gerçekleşiyor... İhtiyar ömrünü işgal
altındaki topraklarda İsrail ile yanyana kurulacak Filistin Devleti’nin
cumhurbaşkanı olarak tamamlamayı murad ediyor. Tabiî bu rüyanın ya da özlemin
önünde bazı teknik ve hukukî zorluklar bulunuyor. Bilindiği gibi FKÖ lideri
daha önceleri Birleşmiş Milletler’in Filistin’in taksimiyle alâkalı 242 ye 338
nolu kararlarını tanıdıklarını açıklamıştı. Halbuki Filistin Misakı nehirden
denize kadar Filistin topraklarının bütünlüğünü savunuyor ve İsrail’i
yokedinceye kadar mücadelenin süreceğini öngörüyordu. Şimdi fiiliyatta Millî
Misak aşılmış oluyor. Ancak İsrail hukuken de Misak’ın aşılmasını ve yürürlükten
kaldırılmasını istiyor ve bu takdirde Arafat’ı işgal altındaki topraklarda
ağırlayacaklarını açıklıyor. Bessam Ebu Şerif ve diğer yetkililer
anlaşmanın parafe edilmesinden sonra Millî Misak’ı gözden geçireceklerini ve
hatta bazı maddelerini iptal edebileceklerini açıkladılar. Bu da İsrail’i
oldukça memnun ediyor. Kahene yanlıları barış girişiminden dolayı Rabin i,
bazı Filistinliler ise Arafat’ı ihanetle suçluyorlar. Aslında FKÖ ile İsrail
arasındaki barış ortamı Körfez Savaşı sonrası olgunlaştı. İlginçtir, ayrı
kutuplarda yeraldıkları bir savaş sonunda İsrail ve FKÖ'yü birbirine
yaklaştırdı. İsrail Arafat’tan memnun olmasına memnun, ancak Ahmed Cibril,
HAMAS ve İslâmî Ci- bad barış planına olumlu bakmıyor. HAMAS ilke olarak
aşamalı barışa karşı olmasına rağmen 415 Filistinlinin geri dönüşü konusunda
olduğu gibi, bazen fiiliyatta esneklik de gösteriyor. Haydar Abduşşafî bile
barışın aceleye getirilir tarafı olmadığı uyarısında bulunuyor. Arafat ile
muhalif Filistinliler ara- sındaki en büyük ukde Kudüs meselesi. İsrail
bu meseleyi sü- G Eriha, Kitab-ı Mukaddes’e (Yahudilere) göre
oturulmaması gereken bir yerdi.
rekli olarak talik ediyor. Arafat hayatının son kumarını da Kudüs
mevzuunda İsrail’e muhalefet ederek kaybetmek istemiyor. Hatta barış ile
birlikte FKÖ’nün malî olarak rahatlığa ermesi bile mümkün. Zira barışın parafe
edilmesiyle birlikte ABD, Japonya ve Avrupa kesenin ağzını açacak. Bu
beklentiler muvacehesinde kendi adına gelecekten ümitli olan —kimilerine göre
mason— Arafat, Gazze’ye ve mültecilere yardımı keserken Amman’da 1.800 milyon
dolara havuzlu lüks bir villâ alıyor. İşgal bittikten sonra da Filistin’e
giderek bu villaya yerleşecek.
Kudüs meselesi, mülteci kamplarındaki Filistinliler ve İsrailli
yerleşimciler meselesinin Barış Planı’ndâ muallakta bırakılması başta Habaş
olmak üzer bazı Filistinli örgütleri muhalefete zorluyor. HAMAS mensubu olarak
bilinen sürgündeki 415 Filistinlinin sözcüsü konumundaki Abdulaziz Rantisi,
barış planının imzalanmasını bir felâket olarak değerlendiriyor. İsyancı
komutan Ahmed Cibril ise Kudüs’e karşı Arafat’ın kellesini istiyor ve
“Onu İsam Sartavîve Sedat’ın sonu bekliyor” diyor. Buna mukabil
İsrail, Arafat’ın güvenliğini kendilerinin sağlayabileceği taahhüdünde
bulunuyor. Şarku’l-Avsatgazetesi de Gazze’de yapılan kamuoyu
yoklamasında Filistinlilerin yüzde 66’sının Arafat’a güvenmediklerini ve barışı
tasvib etmediklerini beyan ederken, İsrail gazetesi Yedioth Abro- noth
’a göre ise Filistinliler arasında barışı isteyenlerin oranı yüzde 74,
reddedenlerin ise yüzde 24. Haziran’da Kahire’de Dr. Nebil Şaasve.
İsrail Çevre Bakanı Yossi Sarid arasında başlayan FKÖ-İsrail doğrudan
diyaloğu bu hafta Filistinliler adına Ebu Mazin, İsrail adına ise
Peresin barış anlaşmasını imzalamasıyla finale dönüşüyor. Ama maratonda hâlâ
katedilecek çok mesafe var.
diş POLİTİKA ile ilgili
gelişmeler nedense ülkemizde hep polemik malzemesi yapılıyor. Bunlardan biri
de Çetin 'in İsrail ziyareti ve İsrail-FKÖ barışı çerçevesinde
yitirdiklerimiz... Sanıldığının aksine Türkiye bu alanda hiçbir şey ne
kaçırmış, ne yitirmiştir. Osmanlı devletinin mirasçısı olarak Türkiye’nin Ortadoğu’da
aktif politika izlemesi yerindedir ve bu mevzudaki itirazlar da yersizdir. Ne
var ki, bu aşamada Türkiye’nin izleyeceği aktif politikalar sınırlıdır. Tersi
olması gerekirken FKÖ’yü İsrail, ABD’den önce tanımıştır. Bu ABD’nin
büyüklüğüne bir halel getirmemiştir. Saniyen FKÖ ile İsrail arasında gizli
yürütülen görüşmelerin İskandinav ülkelerinde ve bizzat Os/o'da yapılmasının
önemli sebepleri vardır. Bunlardan birincisi, 1988 yılındaki beri Oslo
taraflar arasında yapılan gizli görüşmelerin buluşma yeridir. Salisen ArafatM
itiraf ettiği gibi bazı FKÖ yetkililerinden dahi gizlenen temaslar, Türkiye’de
yapılsaydı basının eline ve diline düşmesi daha kolay olurdu. Ve maksat
gerçekleşmezdi. Zira barış görüşmeleri hazırlık devresinde muhalefetin ağına ve
engellerine takılırdı. Bu açıdan bakıldığında Türk basınının Ortadoğu barışı ile
ilgili olarak fırsatların kaçırıldığı yönündeki eleştirilerini haklı ve makul
bulmak mümkün değildir. Kaldı ki Mübarek İsrail’e ikinci kez davet
edildiği halde barış görüşmelerinde ilerlemeyi şart koşmuştur. Ve
İsrail-FKÖ barışının mimarlarından biri olmasına rağmen Mısır bile bölgede
kalmayı tercih etmiştir. Barışın mimarları arasında Simon Peres, Ebu Mazin
(Mahmut Abbas), NebilŞa- as ve Mübarektim danışmanlarından Üsame
ek-Baz’ı zikretmemiz mümkün. Aslında FKÖ-İsrail anlaşması Camp David anlaşmasının
devamından başka birşey değil. Camp David anlaşmasında Filistinlilere özerklik
verilmesi ve özerklik için beş yıllık bir geçiş süreci öngörülüyordu. Bu vesile
ile Enver Sedat, Begin yeniden hatırlanmış oldu. Camp David’in hayatta
kalan tek mimarı Carter ise anlaşmanın imzalanmasına katılan konuklar
arasındaydı. Hatta Clinton’un adını zikretmesi sırasında televizyon
kameralarının spotlarını kendine çevirmeleri üzerine gözyaşlarını tutamamış.
Aslında Carter ince bir insan. Camp David anlaşmasının Carter’e benzetilen
Clinton döneminde imzalanmış olması da, tarihin cilvelerinden bir başkası.
Clinton, Rabin ve Peres’in ısrarla Filistin Devleti diye bir varlığı
kabul etmediklerini açıklamalarına rağmen Arafat’ın Filistin Devleti’nden
bahsetmesinin anlamı nedir? Vizyon ve illüzyon meselesi. Aslında bu konuda
Clinton ve Rabin’in söyledikleri doğru. Arafat ise bir yalancı. Bu, yarıya
kadar dolu olan bardağın boş mu, yoksa dolu mu olduğuna dair yapılan tartışmaları
hatırlatıyor. İşin gerçeği şu. FKÖ-İsrail anlaşması Ür~ dün-Filistin
(+îsrail) konfederasyonu yolunda sadece bir kilometre taşı. Yani
Filistinliler’in Ürdün’den bağımsız varlıkları tam olarak tanınmıyor. Sadece
taraflar aramda orta bir yol bulunmuş oluyor. Öteden beri radikal İsrailliler
Filistin diye bir ülkenin olmadığını ve Filistinlilerin vatanının Ürdün
olduğunu söylerdi. Ürdün ise bu tezden ürkerdi hep. Bilindiği gibi Kral
Hüseyin’in dedesi Abdullah’ı Filistinliler öldürmüştü. Galde Meirde:
“Filistinliler diye bir mill,et yoktur” demiştir. Orta bir yolun bulunması en
fazla İsraillilerle Ürdünlülerin işine gel-
inektedir. Bağımsız bir Filistin her iki devlet için de bir felâkettir.
Çünkü Filistin’in Gazze ve Batı Şeria dışındaki topraklan bu iki devlet
tarafından paylaşılmıştır. Ürdün-Filistin konfederasyonu ile bu tehlike
bertaraf edilmiş oluyor. Barış anlaşmasıyla FKÖ ve İsrail büyüyen rakipleri
HAMAS’a karşı ortak mücadelenin zemini bulmuş oluyorlar. Bugünlerde
Washington’da Pe- res’in “İkiz Anlaşma” olarak sözettiği Filistin-Ürdün Konfederasyonu
yolunda Ürdün ile İsrail arasında bir önanlaşma sağlanıyor. Bilndiği gibi 1967
yılında Yom Kippur Savaşı hda Ürdün sahip olduğu Batı Şeria ve Doğu
Kudüs’ü İsrail’e kaptırdı. Ancak hukukî ve İdarî olarak bu topraklar dolaylı
olarak yine Ürdün’ün kontrolünde kaldı. Çünkü İsrail her ne kadar bu toprakları
fiilen işgal etmiş olsa da hukuken ilhak etmemişti. Kral Hüseyin’in birkaç yıl
önce aniden Ürdün’ün Batı Şeria ile hukukî ilişkilerini kestiğini
(Faddu’l-İrtibat) açıklaması üzerine askerî olarak İsrail’in, İdarî olarak
Ürdün’ün elinde olan bu topraklar da boşluk doğmuştu. Bu tarihten sonra FKÖ
kısmî, fiilî ve dolaylı bir yoldan bu topraklarda İdarî sorumluluk üstlendi.
FKÖ-İsrail anlaşmasından sonra bu toprakların bir kısmı (Gazze ve Eriha) hukukî
olarak da FKÖ’nün denetiminden geçiyor. İsrail şiddet yoluyla sağlayamadığı bu
toprakların kontrolünü FKÖ’ye bırakıyor.
Sözkonusu Washington Anlaşması, Filistinliler adına değil FKÖ adına
imzalanmıştır. Böylece FKÖ’nün siyasî bir organ olarak da anlaşmada taraf
olduğu onaylandığı gibi, Filistinlilerin tamamının da bu anlaşmayı
benimsemediği zımnen tescil edilmiş oldu. Keza İsrail tarafından Dışişleri
Bakanı Simon Pe- res’in imzaladığı anlaşmayı, FKÖ adına Siyasî Büro Şefi
Faruk Kaddumî’nin imzalaması gerekirdi. Anlaşmaya taraftar olmadığı
için onun yerine anlaşmayı Ebu Mazin yani Mahmut Abbas imzalamış
oldu. Kissinger’in de belirttiği gibi anlaşma konusunda İsrail muhalefetinin
bir tesiri olamaz, ama Filistinli
muhaliflerin tesiri gibi anlaşma konusunda İsrail muhalefetinin bir
tesiri olamaz, ama Filistinli muhaliflerin tesiri sözkonu- su. Zira varılan
anlaşma Camp David’in mütemmimi durumunda. Camp David anlaşmasını ise dönemin Likud
lideri Begin imzalamıştı. Yine de İsrail cephesinde bazı pürüzler olabilir.
Likud lideri Natanyahu anlaşmaya karşı olduğunu açıkladı. Gerekirse
medis muhalefetini aşmak için Rabin anlaşmayı halkın reyine sunabileceğini ima
etti. Arap basınına göre Na- tanyahu’nun muhalefeti ciddiye alınamaz. Sadece
iç-tüketime yönelik. Anlaşma sağdandıktan sonra İsrail’in varlığını tanımayan
Yahudi tarikatı Natura Karta lideri Arafat’ı kutladı. Herhalde geriye Nasirüddin
el-Banî kaldı.
İslâm tarihi hurûfîlerin
eserleriyle doludur. Mistik anlayışın bir boyutu olarak zaman zaman tezahür
eder, sonra yeniden söner. Bu vakıadan bir kaçıştır. Bu anlayışın zaman zaman
Şiiîlikle de yakınlığı bulunmuştur. Bunların karşısında da bazı nasçılar
ya da nasçı muhaddisler tabir edebileceğimiz zümre bulunur. Nasirüddin
Elbanîbunlardan biridir. Elbanî, isminden de anlaşılacağı gibi aslen
Arnavut. Babası Osmanlı medreselerinin son dönemlerinde yetişmiş. Elbanî uzun
yıllar Şam’da selefîliğin başını çekti. Hatta Time ve Yedi İklim
dergilerinde fotoğrafları yayımlanan bir ciltçi kardeşi vardı. Emevî Camii’nin
kenarındaki dükkanlardan birinde ciltçilik yapardı, ama kimse onun Emevî
Camii’nde namaz kıldığına şahid olmamıştı. Mazeretine gelince; Harun
aleyhisselâmm kabrinin bulunmasından dolayı namaza camiye gitmiyormuş. Şam’daki
klasik medreseler teveccühlerine ve anlayışlarına karşıydılar, âdeta onu kara
listeye almışlardı. Görüşleri o zaman bile sathîlikle malûldü. Sonra Suudî
Arabistan’a yerleşti ve burada ders vermeye başladı. Ama Suudî Arabistan’da
kendini alamayarak cumhura ve hatta icmaya ters düşen fetvalar vermesi, gözden
düşmesine yolaçmıştı. Kadınların da zinet eşyası olarak altın takmalarının
haram olduğuna dair fetva verdi. Ardından Mes-
cid—i Nebevinin ziyaretini men’e çalışan görüşler serdetti. Bunun sonucu
olarak da sınırdışı edildi ve Ürdün’e yerleşti. Ama kâide dışı fetva venneyi
burada da bırakmış değil. En son verdiği fetva ise, Filistinlilerin
dinlerinden dolayı eza ve cefa çektikleri ve Daru’l-Küfr’e dönüştüğü için
Filistinden hicret etmelerinin vacib olduğunu öngörüyor. Zeki olmak, muhaddis
olmak da yetmiyor. İnsanlara yol göstermek ve irşad faaliyetleri biraz da
muhakeme kabiliyetinin olmasını geretiriyor. Sathîliklerinden dolayı Elbanî,
Muhammed Gazalî gibi müttezin ve dengeli ulemâ tarafından eleştirilmiştir.
Bu zatın eserleri Türkiye’de de yıllardan beri çevrilir. En son çevrilen
eserlerinden biri de, herhalde Sıfatu Salati’n-Nebi olsa gerek.
Bu fetvasına binaen Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesi hocaları
toplanarak, Elbanî’nin sözkonusu Filistinlilerin topraklarından hicretiyle
ilgili fetvasını çürütmüşler (ez-Zeytune gazetesi, sayr. 54, 6.8.1993)-
Elbanî, zaman zaman Abdulfettah Ebu Gudde gibi âlimleri de çok
uğraştırmıştır. Onlarca âlimin altında imzası bulunan karşı fetva,
Filistinlilerin İsrail’in her türlü baskısına karşı sabır, sebat ve metanet
göstermelerini tavsiye ediyor. İsrail, bu fetvasından dolayı Nasirüddin Elba-
nî’yi ödüllendirse yeridir.
İsrail ile barış mevzuunda çelişkili fetvalar verilmişti. Nasır döneminde
ve Camp David anlaşlasına kadar verilen fetvalarda, İsrail ile barış
yapılmasının uygun olmadığı üzerinde gö- rüşbirliği vardı. Ezher Üniversitesi
bu yönde fetva vermişti. Ancak Camp David barış sürecine girildiğinde, dönemin
Ezher şeyhi Abdurrahman Bisarvc bazı zevat siyasî baskı altında, İsrail
ile barış yapılabileceğine dair fetvalar vermişlerdi. Suriye’de ise Hafız
Esat, uzun bir dönemden beri, İsrail ile banş konusunda kamuoyunu
olgunlaştırmaya çalışıyor. Halkın nabzını tutuyor ve ulemâ ile birlikte
oluyor. Halk ise özellikle ekonomik açıdan nefes alabilmek ve barışın
beraberinde gelecek
dışa açılma politikalarından yararlanabilmek için kerhen olsa İsrail’le
banşı destekliyor. En azından pragmatist kitleler için bu böyle.
Filistinliler arasında toptancılar olduğu gibi, İsrailliler arasında da
toptancılar var. Özellikle yerleşimciler arasında. HAMAS ve Filistin’in
Kurtuluşu İçin Millî Cephe gibi bazı önemli örgütler İsrail ile barıştan ziyade
teslimiyeti andıran anlşmalara karşılar. Hatta basın organlarında ciddi ciddi
Filistinliler arasında patlak verebilecek bir iç savaştan sözediliyor. Eretz
İsrail tezini ortadan kaldırdığı için barışa karşı çıkan eski bir haham olan Sblomo
Goren, “Arafat binlerin ölümlerinden sorumludur. Binaenaleyh bundan dolayı
herhangi bir yahudinin ilk karşılaştığı yerde Arafat’ı öldürmesi hakkıdır...”
diyor. Time dergisi, Rabin’in barış mesajının Büyük İsrail Savaşının
kaybedildiği anlamına geldiğini kaydediyor. Buna karşılık Filistinlilerin
Gazze-Eriha anlaşmasını kabul etmeleri de Büyük Filistin’in sonu anlamına
gelmektedir. Büyük Filistin-Eretz İsrail birbirini sıfırlamış oluyor. Körfez
Arapları şimdiden anlaşmayı tebrik ediyorlar. Arap Birliği ise İsrail’e ticarî
ambargoyu (mu- kataa) kaldırmanın yollannı anyor. Barışın çok farklı yansımaları
olacak.
(Zaman)
BARIŞ anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte kullanılan enteresan
başlıklardan bazıları şunlar: “Düşmanlığın some ” (Ending enmity), “Şimdi
hep birlikte’’together now). Bu başlıklardan aynı zamanda barıştan
beklenilen semereleri de ortaya koyuyor. Elbette İsrail’in isteği
Filistinlilerle mücerret barıştan ibaret değil. Asıl çıkarları barışın
yayılmasında yatıyor. Barışın yayılması İsrail’e siyasî ve ekonomik çıkarlar
sağlayacak. Böy- lece varlığı meşruiyete bürünecek ve bölgede ekonomik atılım
imkânı bulacak. Hatta şimdiden İsrail’e Ortadoğu’nun Singapur’u olarak
bakanlar var.
Barışın esas mimarı olan Şimon Peresin uzun vadeli amacı da bu. 11
yaşında Polonya’dan gelen Peres askerlik yapmasına rağmen profesyonel bir asker
değil. Bunun için ekonomik alternatifler üzerinde yoğunlaşıyor. Barışın
imzalanmasının ardından Warren Christopher tabuların yıkıldığını beyan
ediyordu. Rabin istisnasız bütün Arap ülkeleriyle barış istediklerini
vurguluyor.
Bu bağlamda İsrail bu yıl içinde en az beş İslâm ülkesinin İsrail’i
tanıyacağını umuyor. Bunun temini maksadıyla Rabin ve Peres alelacele New York
üzerinden Fas’a uçtular. Böylece sıcağı sıcağına Fas’ın İsrail’i tanıma
garantisini de aldılar.
FKÖ-İsrail banşı nasıl Oslo üzerinden geçmiş ise, Camp David anlaşması da
Fas üzerinden geçmişti.
Yarım kalmış bir
bikâye
Filhakika Camp David anlaşmasının mazisi 1976 gibi bayağı eskilere
dayanıyor. CIA’nın eski başkan yardımcılarından, Tahran ve Rabat elçiliği
yapmış, şimdilerde emekli hayatı yaşayan General Vemon Wolters,
Amerikan idaresi tarafından 1973 yılında Filistinliler ile gizli temasları
sağlamak için Rabat’a gönderilir. Bu ziyaretten üç hafta önce Kissinger,
FKÖ’den, ABD’nin Filistinlilerin meşrû ve temel haklarını kabulü ve bağımsız
Filistin devletinin tanıması halinde İsrail’in varlığını tanıyacakları yolunda
bir mesaj alır. Ancak Kissinger’in çizdiği Amerikan dış politikasında, bağımsız
bir Filistin devleti anlayışı yoktur; onun yerine Filistin meselesi Ürdün
üzerinden çözülecektir. Amerikan ve İsrail idaresinin bugün bile ısrar
ettikleri bu tez, Arafat tarafından dolambaçlı ifadelerle kabul edilmiştir.
Ancak Fas’ın gözetim ve himayesinde yapılan görümşeler basına aksedince netice
alınamaz. 1976 yılında II. Hasan, dönemin İsrail Başbakanı îzak
Rabin ’den Sedat’a ulaştırılması için bir mesaj alır. Mesajda iki
unsur var:
• İsrail
ile barış karşılığında Mısır ne istiyor?
• İsrail
ile savaş durumunu sona erdirme karşılığında Mısır bizden ne bekliyor?
Sedat’ın cevap vermekte ağırdan alması üzerine temaslar bir netice
vermez.
Bu arada 1977 yılında İsrail’de seçimler olur, Likud seçimleri
kazanır, Rabin kaybeder. Ancak Kral Hasan arabuluculuk rolünü
sürdürmektedir. Batılı dostları da netice alınması için kendisini
sıkıştırmaktadır. Bu baskılar üzerine Kral Hasan, Sedat’a ülkesi
toprakları üzerinde Begin le buluşturmayı ya da o
dönemin Dışişleri Bakanı Moşe Dayan ile görüştürmek üzere bir
temsilci göstermesini teklif eder. Sedat ikinci tercihte karar kılar ve
yardımcısı Hasan Tihamifi Rabat’a gönderir. 16 Eylül 1977’de Tibami
ile Moşe Dayan, Rabat’da biraraya gelirler; böylece Camp David’e giden
yol açılmış olur. 1977 yılında seçimleri kaybetmesi üzerine İşçi Partisi, Camp
David anlaşmasını imzalama şansım yitirir. Ne var ki Camp David’in Filistinle
ilgili uygulanamayan maddelerini yeni bir anlaşma halinde hayata geçirmekte az
ve uz gittikten sonra yine Rabin’in nasibine düştü. Aslında süreç bir... Rabin
kaldığı ve Likud’un bıraktığı yerden devam ediyor.
Barışın bize bakan
yüzü
Suriye ile İsrail arasında muhtemel bir barış anlaşması herhalde
Türkiye’nin lehine addedilemez. Bilakis aleyhinedir. Keza Filistinliler ile
İsrail arasında varılan barış anlaşması da bazı çevreler tarafından Kürt
meselesinin kaşınmasına medhalder olabilir. Meselâ Amerikan-Kürt
Enformasyon Ağı (American Kurdish Information Network) bir açık mektup
yayımlamış. Bu mektupta FKÖ-İsrail barışıyla ilgili coşkulu oldukları ifade
ediliyor. Ardından grup baklayı ağzından çıkarıyor: “Kürt savaşı da eşitlik
arıyor. İsrail’in kuzeyinde; ABD tarafından görmemezlikten gelinen ülkede
(bölge)... işgalci Türk askerleri de Kürdistan’da Kürt halkını biçiyor,
köylerini yakıyor, şehirlerini bombalıyor. Sözkonusu barışın dansı Türk
Hükümeti ile PKK'yı da kapsayan Kürt gerillalarının başına olsun.”
Sözkonusu grubun mektubunda ayrıca Oslo’da yapılan gizli görüşmelerin
benzerinin Türkiye ile PKK arasında da gerçekleştirilmesi temennisi dile
getiriliyor. Kürt meselesinin haricinde Kıbrıs konusunda ise BM Genel
Sekreteri Butros Gali pusuda bekliyor. Tabiî bu gelişmeler Türkiye için
kaygı verici.
“MİHENK” yazılarına ara vereli epey zaman oldu. Libya ve Sudan
ziyaretlerimiz ve ardından gelen diziler, köşe yazıları ile aramızı biraz açtı.
“Mihenk”te kaldığımız yerden yeniden başlayalım derken, baktık ki, yeni yıl
kapıdan görünmüş. Bu durumda ister istemez geçmiş yılı elemek lüzumunu
hissettik. Eh, geçmiş yılı elemek bir yazıya sığmayacağı için biz son günlerin
en önemli bir—iki olayını değerlendirelim istedik. Kanaatimce son günlerin
belli başlı olayları arasında ilk sırayı İsrail-Vatikan tanışması işgal
eder. Bugünkü bazı hristiyan yazarlar da itiraf ediyorlar ki, Hazreti İsa,
Musevîliği ihya ve ıslah için gelmiş muslih bir peygamberden başkası değildi.
Yeni bir şeriat, yeni bir düşünce getirmemiş; sadece Musevîliğin aksayan
taraflarını yeniden düzenlemek istemişti. Hazreti İsa’nın misyonu tamir,
revizyon ve bugünkü moda tabirle Musevîliği yeniden yapılandırmak idi. Ancak
Allah’ın gönderdiği ile zihinlerinde bekledikleri arasındaki çelişkiden
dolayı, Musevîler Hazreti İsa’yı tanımamışlar ve ona karşı çıkmışlardı. Dolayısıyla
Hazreti İsa’ya inananlarla, eski inançlarını sürdüren mu- sevî toplulukları
arasında inanç tezadı zamanla düşmanlığa dönüştü. Hristiyanların da Ahd-i
Atik’e inanmalarına rağmen bu düşmanlık ve kavga ikibin yıldır sürüyordu.
İsrail ve Vatikan ülkelerinin karşılıklı olarak diplomatik ilişkiler
başlatacakları son yılların gündemini oluşturan önemli mevzularından biriydi.
Nihayet 30 Aralık 1993 tarihinde, bu ilişkiler resmiyete kavuştu. İsrail ile
Vatikan arasında birkaç ay içinde tam diplomatik ilişki kurulmasını sağlayacak
tarihî anlaşmayı İsrail adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Yossi Bellin, Vatikan
adına da Claudio Celli imzaladı.
Vatikan Kudüs dahil, Filistin topraklarındaki işgal ve Katolik
Kilisesi’nin mülkiyet haklarından dolayı İsrail’i kurulduğu 1948 yılından bu
yana tanımıyordu. 1968 yılında Vatikan İsrail’e karşı yeni bir yaklaşım
geliştirmiş ve mevcut sınırları dahilinde İsrail’in varolma hakkını tanıdığını
açıklamıştı. Vatikan’ın, İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs yerine çoğunlukla
Arapların yaşadığı Tel-Aviv’in Yafa bölümünde açmak istediği belirtiliyor.
İsrail-Vatikan tanışmasından sonra Papa II. Jean Paul bazı Ortadoğu
ülkelerini ziyaret edecek. Bunlar arasında Lübnan ve Kudüs ağırlıklı İsrail’de
bulunuyor. Papa VI. Paul 29 yıl önce (1964) o sıralarda Ürdün hakimiyeti
altında bulunan Doğu Kudüs’ü ziyaret etmişti.
Vatikan ile İsrail arasında varılan Temel antlaşma 15 protokolden
oluşuyor. Bu protokoller üzerine, ortak bir komisyon tam 17 ay dirsek
çürütüyordu. Antlaşmaya varılmasında FKÖ ile İsrail arasında Washington’da
varılan Gazze-Eriha antlaşması yardımcı olmuş, taraflara cesaret vermişti.
Protokollere göre taraflar anti-semitizm ve her türlü ırkçılığa karşı mücadele
edeceklerini taahhüt ediyorlar. Bilindiği gibi daha önce ka- tolikler Hazreti
İsa’nın kanından, Yahudileri sorumlu tutuyordu. Buna arşılık İsrail’de
Vatikan’ın Nazilerin yükselişi ve ya- hudilere karşı soykırım uygulaması
karşısında sessiz kalmakla itham ediyordu. 1962-1965 yılları arasında toplanan İkinci
Vatikan Konsili, Yahudi halkım kollektif olarak Mesih’in kanından sorumlu
tutma alışkanlığından ve kararlılığından vaz
geçtiğini açıklamış ve müslümanları ve yahudileri diyaloğa çağırmıştı.
Vatikan-İsrail arasındaki antlaşmanın katolik ülkeleri ve İsrail arasında
karşılıklı ilişkileri normalleştirmeye yardımcı olacağı sanılıyor. Vatikan
önceleri ilişkilerin normalleştirilmesi için Filistinlilerle İsrail arasında
barış görüşmelerinde ilerleme sağlanmasını şart koşuyor ve Kudüs’e İslâm,
Hristiyanlık ve Yahudilik için mukaddes bir şehir statüsü verilmesinin garanti
edilmesini istiyordu. Son sıralarda Doğu Kudüs’ün İsrail’e ilhakına karşı
çıkmasına rağmen Vatikan eskisi gibi, yasal olarak Kudüs’ün İsrail’den ayrı
gayrı olmasını şartını ileri sürmüyor. Uluslararası Yahudi kuruluşları da
İsrail ile Vatikan arasında varılan anlaşmadan memnuniyet duyduklarını
açıkladılar.
Bilindiği gibi Papa II. Jean Paul’un de mensubu olduğu Polonya Katolik
Kilisesi ile İsrail arasında Auschwitz Toplama Kampı çerçevesinde
anlaşmazlıklar başgöstermiş, ancak ne Walesa ne de Vatikan, İsrail
karşısında Polonya Katolik Kilise- si’ne tam destek'vermişlerdi. B’Nai
B’Rith’in Anti-De amatian League Lideri Kenneth Jacobson, Vatikan-İsrail
antlaşmasının Auschwitz gibi askıdaki ihtilâfların halledilmesine de yarayacağını
kaydediyor. Kanaatimce bu yılın en önemli hadiselerinden biri FKÖ-İsrail,
Îsrail-Vatikan antlaşmalarıdır.
bu hafta dış politika
açısından önemli bir haftaydı. Haftanın panoraması; NATO zirvesi,
Moskova’da üçlü zirve ve Cenevre’de Esat-Clinton görüşmelerini
kapsıyordu. NATO zirvesinin çoklarını tatmin etmese de, en önemli sonucu bir
ara formülle NATO’nun Doğu Avrupa’ya açılması ya da yayılması olmuştur. Bu
meselede Rusya’nın endişeleri dikkate alındı ve rahatsız edilmemek için azamî
çaba gösterildi. Clinton NATO’nun Doğu Avrupa’ya yayılmasını Avrupa’nın
birleştirilmesi argümanıyla savundu. NATO’nun Bosna ile ilgili müzakereleri
ise her zamanki gibi fos çıktı. İki yıldan beri ağızları pelesenk haline
gelmiş ifadeler tekrarlandı. Mesele yine Bosna meselesinden ziyade oradaki
barış gücü meselesine indirgendi. Tuzla Havaalanının açılması meselesinde de
muğlak ifadeler kullanıldı ve yine Gali’nin insafına terkedildi. İngilizler
özellikle hava harekâtı istemediklerini bir kez daha tekrarladılar. Fransa
ise, Sırpların savaşı daha da uzatacağı bahanesiyle karşı çıktığı Tuzla
Havaalanının açılmasını isteme cesaretini gösterdi, ama yine sonuç yok. NATO
meselesinde olduğu gibi Bosna meselesinde de Rusya bir türlü aşılamıyor. Zaten
müttefikler arasında da yeter derecede Sırbofil uzmanlar ve idareciler bulunuyor.
Bu uzmanladan biri olan Peter Wilson, “Konu tekrar
ölüm kavramına kilitlendi.' Daha önce ortaya koyduğumuz çekinceler hâlâ
orta yerde duruyor. Muhtemel operasyonda nereye kadar devam edebiliriz.
Herkesin gelip durduğu nokta işte bu. Kısacası, daha çok büyüyebilecek bir
çatışmaya müdahale edecek kadar hazır değiliz...” demektedir. CIA eski müdürlerinden
William Colby’rûn. de birçok pilotun kaybına se- beb olacağından ve
sivil hedeflerin vurulabileceğinden dolayı hava operasyonlarına itirazı var.
Müdahaleye gönlü olmayan batılı, bin dereden su getiriyor. Sıralanan gerekçeler
İngilizle- rin, “Eğer Bosna-Hersek’e silah ambargosunu kaldırırsak savaş daha
çok uzar ve yayılır” şeklindeki argümanlarım hatırlatıyor. Bu yaklaşımdan
dolayı Bosnalılar İngilizleri Uluslararası Adalet Divam’na vermişlerdi. Ama
bütün Batı ve batıldan da mahkemeye verecek halleri yok ya!
Haftanın ikinci mühim hadisesi ise Ukrayna’nın nükleer silahlarından
vazgeçmesiydi. Uzun dönemden beri ABD, Ukrayna’ya nükleer silahlarım Rusya’ya
teslim etmesi için baskı yapıyordu. Ukrayna ise postu ucuza satmak istemiyor
ve şantaja başvurarak ABD’den para sızdırmaya çalışıyordu. En son 12 milyar
dolar karşılığında haklanndan vazgeçerek terk-i silâhı kabul etti. Clinton,
Kravçukve Yeltsin arasındaki anlaşmanın mühim bencilerinden biri de füze
başlıklarının sabit hedeflerinin değiştirilmesi. Önümüzdeki aylarda artık
hedefler Rusya veya ABD’yi göstermeyecek. ABD’nin ve Rusya’nın hassasiyetle
üzerinde durduğu bu anlaşmanın sağlanmasından sonra Washington muhtemel olarak
Kazakistan’ın elindeki başlıklara yönelecektir. Belki Nazarbayev
üzerine baskılar yoğunlaşacaktır. Kazakistan bunu terk şartla kabul etmelidir;
mütekabil olarak Rusya, Çin ve ABD’nin elindeki nükleer silahlardan
vazgeçmesi. Çünkü Kazakistan toprakları hem aşırı milliyetçi Rusların, hem de
Çin’in tehdidi altındadır.
Haftanın diğer en önemli gelişmesi ise, bugün Cenevre’de
yapılan Clinton-Esat zirvesidir. Burada Lockerbie ve PKK gibi
meselelerin, yanında ağırlıklı olarak Golan Tepeleri hin Şam’a iadesi ve
bunun karşılığı, kapsamlı barış ele alındı. Esasen barış konusunda taraflar
arasında bir önkabul mevcut. Mesele karşılıklı tavizlerde düğümleniyor. İsrail
kapsamlı bir barış isterken, Suriye Golan Tepeleri’nin iadesini istiyor. Tabiî
bu ön- şartların tahkik edilmesinin önünde bazı siyasî ve teknik pürüzler var.
Esat ve Clinton bu pürüzleri ve karşılıklı tavizleri görüşecekler. Şam barış
hususunda ABD’nin garantörlüğünü vazgeçilmez bir şart olarak görüyor. Zirvenin
önemi de buradan kaynaklanıyor. Gerçi Suriye ile İsrail’in birgün bir gece
içinde barışa gitmeleri mümkün değil. İsrail’in Gazze’den kurtulmak için FKÖ
ile yaptığı Gazze-Eriha anlaşmasını hazmetmesi gerekiyor öncelikle. Bundan
dolayı Rabin görüşmelere çok hızlı bir tempoda girmek istemiyor. Yine de Suriye
ile barış, İsrail için kaçırılmaması gereken altın bir fırsat. Civar ülkeler
arasında barış mevzuunda İsrail’in önceliği Suriye. Çünkü Lübnan’la barış da
Şam’dan geçiyor. İsrail’in en önemli ihtilâfı da Suriye ile. Ürdün ile İsrail
arasında tek pürüz 1967 yılında işgal ettiği Araba Vadisi ve bu vadiyi Amman’a
kiraya vermeye hazır.
İsrail Mısır’la yaptığı soğuk barıştan ders almışa benziyor. Bundan
dolayı Suriye ile yapacağı barışın muhkem olmasına azamî itina gösterecek.
Suriye ise Sina’yı alan Mısır’dan daha azma razı değil, Golan’ın tamamını
istiyor. İsrail’in Golan Tepeleri
üzerinden Suriye’nin hükümranlığını gizlice kabul etmiş ve Christopher
vasıtasıyla Şam’a iletilmiş. Ancak Rabin gizlice itirafını Ams'seZteki hassas dengeleri
bozmamak ve meclisteki çoğunluğunu
yitirmemek için açıktan yapamıyor. Suriye barış için yeterli esneklik gösteriyor. Meselâ Golan’dan
çekilmenin aşama aşama gerçekleşmesini kabul ediyor. Bunlara ilâveten son
sıralarda Suriye’de kalan son Yahudilerin de
çıkışlarına izin vermiş bulunuyor. Suriye-İsrail barış görüşmelerindeki
paradoks, İsrail’in güvenliğine karşı Suriye’nin ekonomik ihtiyaçlarıdır.
Barış vasıtasıyla Suriye kapalı kapıların açacağım ve ekonomik bir refah elde
edeceğini umuyor. İsrail sağı Golan Tepeleri’nden çekilmeyi güvenlik açısından çok
riskli mütalaa ediyor. Ancak silah teknolojisinin gelişmesiyle Golan’ın eski
stratejik ehemmiyetinin pabucu da dama atılmış oldu. Eskisi kadar hayatiyet
(vital) arzetmiyor. İsrail eski istihbarat başkanı Şolomo Gazit, Golan
Tepeleri’nin eski stratejik önemini yitirdiğini itiraf ediyor. Ancak sağ
ajitasyon denemelerini bırakmıyor. ABD Ortadoğu barışına Suriye’nin dahil edilmemesi
halinde barış operasyonunun tümden yıkılabileceğine inanıyor. Daha önce Nebil
Şaas ile Kahire’de gizli görüşmeleri tedvir eden ve FKÖ ile birlikte
HAMAS’ın hakkından gelmeliyiz diyen İsrail Çevre Bakanı Yossi Sarid,
“İsrail barış için Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğinden vazgeçmelidir” diyor.
Evet, bugünkü Clinton-Esat zirvesiyle Suriye-İsrail arasındaki barış için geriye
sayma başlamış oluyor.
ÇETİNİN İsrail’e gecikmeli ziyareti başlama sürecine girdi. Ancak hangi
zaviyeden bakarsak bakalım bu ziyaret talihsiz olmuştur. İsrail, Cumhurbaşkanı
Ezer Weizman’in kuzeye ziyareti sırasında Güney Lübnan’dan Hizbullah
kamplarından atılan Katyuşa füzelerini bahane ederek Lübnan’a saldırmış ve
düzinelerce insan hayatını kaybetmiş ya da yaralanmış durumda.
Ziyaretin asıl önemli yanı da görüşmelerin Kudüs’te yapılması
ihtimalidir. Bu, Türkiye’nin dış politikasında İsrail lehine köklü bir değişim
anlamına gelecektir. Bilindiği gibi İsrail 1967 yılında silah zoruyla ele
geçirdiği Kudüs’ü 1980 yılında “ebedî başkent” ilan etmiş ve ardından kendisine
yakın ve dost addettiği ülkelerden elçiliklerini Kudüs’e taşımalarını
istemiştir. Ancak çok az sayıda ülke İsrail’in bu isteğine ram olmuştur.
Batılı ülkelerden bile birçoğu elçiliğini Tel Aviv’de bırakmış Kudüs'te sadece
konsolosluk açmakla yetinmiştir. Hikmet Çe- tin’in görüşmeleri Kudüs’te
gerçekleştimıesi ‘de facto’ olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti saymak olacaktır.
Filistinliler de Çelloin bu ziyaretine ve görüşmelerin
Kudüs’te icra edilmesine O Bu ziyaret 28 Temmuz 1993 tarihinde
yapılmamış, ancak Kasım 1993’de gerçekleştirilebilmiştir.
karşı çıkıyorlar. Türkiye ötedenberi ısrarla İsrail’le ilişkileri geliştirmek
için Filistin konusunda olumlu gelişmeler olmasını şart koşmuştur. Henüz bu
şart yerine getirilmiş değil. Gazze Belediye Başkam Zekeriyya Mekkî de
aynı paraleldeki rahatsızlıklarını dile getiriyor:
“Çetin Kudüs’e gitmesin. Gitse bile görüşmeleri orada yapmasın. Eğer
görüşmeler orada yapılırsa bunun anlamı Türkiye’nin İsrail işgalini onaylaması
demektir. İsrail’in hedefi de görüşmeleri burada yaparak işgali meşrûlaştırmak
ve hukukî zemine çekmek...”
Tabiî tavsiye mahiyetindeki bu talepleri kâale alıp almamak Türkiye’nin
bileceği iştir. Ne var ki İsrail’in tuzağına düşmemek de yaranmızadır. 1980
yılında İsrail, Kudüs’ü “Ebedî Başkent” ilan edince Türkiye’deki askerî rejim,
ilişkileri kâtiplik seviyesine indirmişti. Bunun üzerine 13 yıldan beri yapılan
yoğun baskılar sonucu İsrail’le ilişkilerimiz yeniden üst seviyeye
yükseltildi. İlişkilerin gizli kapaklı olacağına açıktan, gözler önünde olması
yeğdir. Ne var ki, bu bir haksızlığın tescili, adaletsizliğin kabulü için
kullanılmamalıdır. Viyana’da yapılan insan hakları konferansı sırasında
Filistinli sürgünler konferansa şu mealde bir mesaj göndermişler:
“Discrimination against Jews is racism. Discrimination againist Palestinianes
is..Yani yahudiler aleyhine ayrımcılık ırkçılıktır da, Filistinlilere karşı
yapılan nedir? Acaba haksız değiller mi?
ABD ilk kez olarak İsrail’den “nükleer silahların sınırlandırılması
anlaşmasf'na imza amasını istedi. ABD son günlerde ilk defa iyi bir eylemde
bulundu, bunun gerisini getirir mi, getirmez mi bilemeyiz.
Ancak Ortadoğulu insanların Çetin’den bir beklentisi de Washington’un bu
meyandaki talebini İsrailli yetkililere tekrarlamasıdır. ABD’nin ne kadar
samimi olduğunu daha sonraları göreceğiz. Zira beş yıl önce “üçüncü dünya”
ülkelerine si
lah satışında payı yüzde 13’ü geçmeyen ABD’nin sözkonusu yapı 1992
itibarıyla yüzde 57’ye yükselmiştir.
İslâm davetçi bir dindir. Musevîlik ise partikalarist, yani özelliğini
koruyan, başkalarıyla karışmamayı esas alan bir sisteme sahiptir. Davetçi bir
din değildir. Buna rağmen Türkiye’de din kültürü dersinin mecburî hale
getirilmesine David Esseo hun karşı çıktığını okumuştuk. Ama İsrail’de
ise “başkalarına verir talkını, kendi yutar salkımı” misali Arapça tedrisat
yapılan medreselerde bile din-ahlâk kültürü değil, Tevrat’ın bile mecburî ders
olarak okutulduğunu biliyoruz.
Eskiden Rusya namı hesabına çalışan solcular bugün her yerde Amerikan ve
İsrail namı hesabına çalışmaktalar. Bunda da pek garipsenecek birşey yok.
Meselâ Mısır solcu ve fanatik laikleri Fereç Fode konusunda şehadetinden
dolayı Muhammed GazalPp hedef aldıkları gibi, terörü azdırdıkları yönünde
tanınmış âlimlerden Muhammed Mütevelli Şaravî ve Şeyh Yasin Rüşdîyı de
suçluyorlar. İtidalin sembolü oldukları halde. Kaddafi de İsrail’le
ilişkilerini düzeltmek için dolambaçlı yollar kullanıyor. Libyalı sözde
hacıların Kudüs’ü ziyaretlerinin Adnan Kaşıkçı ile Yakup Nemrudı’nin
Paris’teki ortak bürolarından organize edildiği belirtiliyor. Libyalı
hacıların devlet görevlisi oldukları da işin başka bir boyutu.
İsrail basınından anlaşıldığına göre İsrail tarafının amaçlarından biri
de Çetin’in ziyareti münasebetiyle Türkiye ile güvenlik alanında ve terörizme
karşı bir anlaşma akdetmek. Mayıs ayında Mısır’da Ezher ulemâsından Dr.
Ömer Abdulaziz in aracına bir elbombası yerleştirilmiş ve bombanın
patlaması sonucu üçü kardeş olmak üzere yedi kişi hayatını kaybetmiş ve ondört
kişi de yaralanmıştı. Muhalefet basını ve aracın sahibi Dr. Ömer Abdülaziz,
eylemin MOSSAD işi olduğunu kaydediyorlar. Hadiseden sonra MOSSAD ile
bağlantısı olan şüpheli yakan!anmış,
ancak Mısır yönetimi bu konuda bir açıklamada
bulunmaktan kaçınmıştı. Türkiye ile güvenlik anlaşmasından önce İsrail’in
ne kadar güvenilir olduunu isbat etmesi gerekiyor.
\Zaman, 28.7.1993]
Ortadoğu çok esrarlı bir
bölge. Özellikle günümüzde buradaki gelişmeler kişiler üzerine kurulu
denklemlere bağlıdır. Bundan dolayı Ortadoğu’da olmaz, olmazdır. Zannediyorum
bütün gücüne rağmen İsrail’i korkutan, gelecekten ürküten; sürekli güven
bunalımı yaşamasına sebep olan da bu. İsrailliler en ucuz fiyata barışı
kapatmak için uluslararası basın vasıtasıyla Suriye’ye bindirme yapsalar da
nihaî kertede Esad’ın kendileri için belki de bulunmaz bir fırsat olduğunu
biliyorlardır. Suriye tam barış sürecine girdiği bir sırada beklenmedik
bir şekilde Hafız Esad sonrası iktidar denkleminde adı geçen Basıl
Esad trafik kazası sonucu hayatım kaybetti. Elbette bu Hafız için bir
sadme yani şok bir hadise. Esad ailesinin gelecek hesaplarını karıştıracağı
gibi Esad sonrası için iktidar mücadelesini de kızıştıracaktır. Hafız Esad
sonrası için banko isim şimdi Rıfat Esad tır. Ancak Rıfat Esad seçeneği
başta Hafız Esad olmak üzere Askerî İstihbarat Başkam AH Duba gibi alevî
elit yönetim temsilcileri tarafından da tasvib görmüyor. Bilindiği gibi Hafız
Esad’ın Hama katliamından hemen sonra ağır bir şekilde kalp ve şeker
hastalığına yakalanmasının ardından rakip kanatlar arasında iktidar kavgası
kızışmış ve ardından Hafız Esad’ın da desteğiyle Rıfat Esad bir çeşit gönüllü
ve muva
zaalı olarak sürgüne gönderilmişti. Geçtiğimiz yıllarda ise annelerinin
devreye girmesiyle Rıfat tekrar Suriye’ye gönderilmişti. Geçtiğimiz yıllarda
ise annelerinin devreye girmesiyle. Rıfat tekrar Suriye’ye dönmüştü. Hafız Esad
hayatı boyunca 100 bin kişiden fazla insanın kanına girdi. Tabiî ciğerparesinin
ansızın gelen ölümü belki de onu fena halde sarsmıştır, ölüm gerçeğini
hatırlatmıştır. Esad ailesinin başına gelen felaketlerin genelde büyük
günahlarından sonrasına rastladığı yönünde bende bir kanaanat hasıl oldu. Esad
Hama katliamından sonra hasta olmuş ve halefinin belirlenmesi için ülkede
iktidar kavgası başgöstermişti. Belki de Esad’ın en en büyük günahlarından
birisi de yıllar yılı aksini savunduğu halde İsrail’le barışa yanaşmasıdır.
Bilemiyoruz bu barışın laneti midir, nedir; Oslo’da İsrail-FKÖ arasındaki
varılan anlaşmanın mühendisliğini ve mimarlığını yapan Norveç Dışişleri Bakanı Johan
Jorgen Holst da geçenlerde vefat etti. Ama tevafuka bakınki Suri- ye-İsrail
Barış Mimarı Esad’ın oğlu Basıl ile Johan Jorgen Holst aynı günde toprağa
verildiler. (22 Ocak 1994)
Esad’ın hayallerinden biri büyük Suriye idi. Bu konuda bilhassa Esad’ın
şansı olmamasına rağmen terör, ikili oyunlar, düzenbazlıklar ve
madrabazlıklarla gemisini yüzdürmeye, Şam’ı hatırı sayılır bir başkent yapmaya
çalıştı. Amerikan Araştırma Komisyonu Evi’ne göre Esad’ın yaptığı kirli
işlerden biri de kalpazanlıktı. İddiaya göre İran’ın bastırdığı sahte paraların
dağıtımını Suriye yapıyormuş (Büyük Suriye adında eseri bulunan Suriye
uzmanı Daniel Pipes, 19 Ocak 1994) Daniel Pipes, Esad’ın Suriye’nin
barış sürecine katılmasını istismar ederek Türkiye’nin PKK terörüne karşı
şikayetlerini savsakladığını yazıyor. Açıkçası Suriye, Türkiye’ye karşı
katıldığı barış sürecinden güç ve kuvvet almaktadır. Onu asıl şımartan
Batkılardır. Cenevre zirvesi bile tek başına bunun bir delilidir. Esad’ın
uluslararası dengeleri iyi gözeten tilki kadar kurnaz bir politi-
kaçı olduğunu söyleyebiriliz. Ancak herşeyin ve Herkesin Dır sının ve
sonu var. Zamanla yanşan Hafız Esad kendisini bekleyen sona doğru hızla adeta
sürükleniyor.
Ortadoğu’nun gelecğini Türker, Araplar ve Yahudiler belirleyecek. Araplar,
Türkler ve Yahudiler aynı zamanda Yahudi müellife ait bir eser. Bu eserde
Arap milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği gibi ana başlıkların yanında
Türkiye’deki İslâmî gelişmelerin de âdeta bir atlası çıkarılmış, tarikatlardan
ve nurculuk hareketinden dahi bahsadeliyor. Türkiye’nin Ortadoğu için ne denli
önemli olduğunu bildiğinden dolayı İsrail’deki güvercinlerin ileri
gelenlerinden Cumhurbaşkanı Weizman dört günlük yurtdışma ilk ziyaretini
bugün Türkiye’ye yapıyor. Weizman, yıllar önce Türkiye’yi gizli olarakda
ziyaret etmiş. Arapları ve Türkleri yakından tanıyor, üç amcasının da iyi
derecede Türkçe bildiğini söyleyen ve Camp DavidYx mimarlarından biri
olan Weizman da ana dili gibi Arapça biliyor. Aynı zamanda Kartalların
Kanatlarında ve Banşİçin .Srimş'gibi eserleri olan bir yazar. Hiçbir
dine karşı olmadığını söyleyen Weizman yine de Sedat Sertoğlu karşısında
kendisini zaptedememiş olmalı ki, “Sonuna dek Türkiye’de aşırı dincilerle
mücadele etmelidir” şeklinde bir tavsiyede bulunuyor. Weizman tavsiyelerinde
kendi açısından haklı. İsrail, Ortadoğu’da ilelebed yaşayabilmesi için İslâm
faktörünü en azından tahyid etmek yani tarafsız ve nötr hale getirmek
zorundadır. Bunu kısmen başardığı için de Weizman, “Cenevre’de İsrail yerine
Clinton’la dostluğunu ilerletti” şeklinde serzenişte bulunsa, mülâhaza hanesini
açık tutsa dahi, Esad ve Mübarek gibi liderlere minnettar.
Weizman dört günlük ziyareti sırasında özellikle GAP bölgesini ziyaret
edecek. Bu yıllar önce Erbakan in “İsrail’in gözü GAP’ta” tezini de
doğrulamış olacak. Buna ilaveten ziyaret Manavgat su projesiyle de ilgili. Bu
ziyaret sırasında Batılı ülkelerin de desteğiyle Türkiye’nin komşu ülkelere
daha fazla su ver-
meşini ısteyeceK. ram uaııçm ou yu __ r_,
hudiler barış yapacaklar, faturasını da biz tediye edeceğiz. Bir yönüyle,
Arap-İsrail barışı Türkiye’den, Türkiye’nin su rezervlerinin üzerlerinden
geçiyor. Bugüne kadar Suriye’ye karşı İsrail kartını kullanmamızı savunan Sedat
Sertoğlu, Weiznamla görüşürken ondan bu yönde aykın tezler işitinci
herhalde şok olmuştur. Ama tevil yoluna sapma veya eski tezleri unutma gibi
bir ihtimal daha var. Araplar da İsrail’in su tasallutundan kurtulabilmek için
Türkiye’nin İsrail’e su satmasına sıcak bakı- yorlarmış. Asnn meselesi haline
gelen su meselesinin halli için birçok seçenek var ama hepsi pahalı. Ama yine
de en şayan-ı tercih Türk suyu galiba. Su meselesinde kilitlenme
potansiyeli taşıyan Ortadoğu barışının önünün açılması, ileri götürülmesi için
Türkiye kilit ülke konumunda. Elbette bunun için son sözünü ve kozlarını söyleyecektir.
Ama kozlarını söyletmemek için terör konusunu dayatıyorlar. Türkiye ve Mısır
bölgenin su rezervuarı. Ürdün su meselesini mega bir baraj yaparak çözmek
isterken, İsrail’in bazı alternatif planları var. Meselâ Akdeniz ile Ölüdeniz
arasında ya da Kızıldeniz ile Ölüdeniz arasında bir kanalın inşası
dünüşünüyor. Enver Sedat’ın bu yöde daha önce hayata geçirilemeyen bir projesi
vardı, Nil’i borular vasıtasıyla İsrail’e akıtmak. Yani alternatif bir barış
suyu projesi. Ortadoğu’da suyun kilitlediği barışı yine su açacak gibi. Ama
barış kime nasib olur o bilinmez.
medeniyetler ve dinler
arasında büyük bir dalgalanma yaşanıyor. Bu dalgalanma, ileride rayına
oturacak olan yapılanmanın ayak sesleri ya da doğum sancıları mesabesindedir.
Dünyada din ve kültürün öneminin bariz bir şekilde yeniden artmasından sonra
dinler ve medeniyetler arasında bir dalgalanma yaşanıyor. Bu ileride yeniden
yapılanmayı doğuracaktır. Arap- larla-İsrail, İsrail ile Vatikan arasında
anlaşmalar ve barış süreci, Anglikan kilisesi arasındaki çalkalanmalar hep bu
dalgalanmanın işaretleri. Dalgalanmalar nihaî kertede yeniden bir yapılanma
ve tabir caizse gerçek yeni dünya düzenini doğuracaktır.
Bu arada Bosna’da NATO ve Avrupa’nın başarısızlıkları OsmanlI’ya özlemi
de beraberinde getiriyor. Talat Halman naklettiğine göre; Amerikalı David
Rieff, Harper’s dergisinde, Balkanlar için OsmanlI’ya özlemini şöyle dile
getiriyor: “Dünya kabileciklikle sarsılırken Osmanlı ve Hapsburg gibi
çok-kültürlü imparatorluklar gitgide daha iyi gözüküyor... Saraybosna’daki
olaylara bakılırsa OsmanlIların vizyonu belki de milliyetçi görüşten daha
yararlıydı. Belki de Osmanlılar’a daha olumlu bakmalıyız. Avrupa’nın
dolayısıyla, Bosna’daki başarısızlığından ötürü, kendimize, uygarlık iddiamıza
daha
soğuk bakmamız gerekir. Talat Halman ise gayri ihtiyarî olarak bu yazıya
şöyle bir şerh düşmüş: “Tarihimizin birçok dönemlerinde, biz Batı’daki,
Doğu’daki, Kuzey’deki, Güney’deki nice uluslardan daha iyiydik diyebiliriz.
Çoğu zaman bugünün ‘ileri’ Batısı’ndan daha ‘insaniyetli’ idik. Bu gerçeği,
Batı’nın Bosna’daki gaddarlığını izleyen bazı Batılı aydınlar, arada bir, dile
getiriyorlar. Hiç yoktan iyi...” Bosna meselesinin âdil bir şekilde
uluslararası camia tarafından çözülme isteği, hep Batılı ülkelerin engelleriyle
karşılaşmıştır. İngiltere ve Fransa hep karşı çıkmış, ABD ise çekimser
kalmıştır. Son NATO zirvesinde İngiltere ve Fransa çarkederek, Türkiye’nin de
savunduğu noktaya gelmiştir. Amma nasıl? Bu değişimi yorumlayanlar bunun
arkasında tam bir MacCartizm\n yattığını keşfetmişler: Çekimser olan
ABD’yi istemediği bir müdahaleye zorlayarak Bosna konusundaki tezlerini Beyaz
Saray’a bu yolla empoze ve dikte etmek. Yani kısaca Amerikan yönetimini
İngilizlerin tercihi olan Bosna’nın üçe taksimine razı etmek. Sadece Bosna’da
değil, Ortadoğu’da da OsmanlI’ya özlem duygusu mut- tarid bir şekilde artıyor.
Körfez Savaşının üçüncü yıldönümünü idrak ettik. (16 Ocak 1994) Körfez
savaşı geriye Kuveyt’in işgalinden daha büyük problemler'bırakmıştır.
Meselâ Kuzey Irak problemi, Körfez Savaşı’nın üçüncü yılma rastlayan tarihte Califor-
nia’da büyük maddî ve manevî hasara sebep olan büyük bir depremin yaşanması
da manidardı. HafizEsadüe Clinton Cenevre’de yaptıkları zirve de
Ortadoğu barış sürecinin tüm Ortadoğu’ya yaygınlaştırılmasını hedefliyordu.
Ancak sun’î bir barış, sancıları ortadan kaldırmaya yetmiyor. Görüşmelerde
Hafız Esad manevra kabiliyetini bir kez daha ortaya sermiş, büyük tavizler
almadan taviz vermeye yanaşmamıştır. Gereği yokken terör meselesine mukabil
(Apo) su meselesini gündeme getirmiş ve Golan Tepeleri’yle alakalı İsrail’in
güvenliği ka
dar Suriye’nin güvenliğinin de sözkonusu olduğunu hatırlatmıştır.
. İngiltere’de de gerek Kraliyet Ailesi arasında, gerekse Anglikan
Kilisesi içinde çalkantılar ve dalgalanmalar yaşanıyor. Veliaht Prens
Charles İslâm’a olan sempatisini Oxford Üniversitesi’nde verdiği
konferansla dile getirmişti. Bu konuşmanın Arap dünyasında müsbet akisleri
olmuş, hatta Suriye Müslüman Kardeşler Hareketi bir mektup gödererek
Prens Charles’ı hem tebrik etmiş, hem de başta Esad olmak üzere Arap
dünyasındaki zalimlere karşı ondan destek talep etmişti. Prens Charles İslâm’a
eğilimini izhar ederken ailenin diğer üyelerinden Kent Düşesi Katherine
Worsley Katolikliği seçti. Son demlerde Anglikan mezhebi arasında
kadınların papaz olup olamayacağı yönünde ihtilaflar başgöstermiş ve bu, kilise
personeli arasında çatlaklara sebeb olmuştu. İngiltere’de resmi mezhep,
hıristiyan dininin Anglikan mezhebi. Bu, adanın ılıman ve sakin iklimine,
Roma’ya uzaklığına, Fransa’ya ezeli düşmanlığına uyarlanmış bir tür
Protestanlık. Anglikan mezhebi, bir sürü karısından boşanmaya takmış,
boşanamadığının kafasını uçurmuş 8. Henrfnin Katolikliğe inat uydurduğu
Protestanlığın sulandınlmış biçimi. 1688 yılından kalma bir kanunla
İngiltere’nin de resmî mezhebi. Yani kısaca millî bir kilise, Kral ise
Klise’nin sembolik lideri ve anayasaya göre hanedanlık üyelerinin mutlaka
Anglikan Kilisesine mensup olmaları gerekiyor. Kraliyet ailesinden kimse
Katolikler’le evlenemiyor. Aksi takdirde Anglikan Kilisesinden çıkması gerekiyor.
Kent Düşesi’nin Anglikan Kilisesinden çıkmasının ise istisnaî bir durum olarak
anayasayı zedelemediği ileri sürülüyor. Çünkü Kent Düşesi’nin eşi Edward,
Tahtın 18. varisi. Yani Charles gibi yarın ya da öbürgün kral olması sözkonusu
değil. Zaten Kent Düşesi Katolikliğe geçmeden önce Kraliçe’den izin almış,
Binaaneleyh kraliyet ailesinde yüzyıllarca bir ger
çekleşse bile Kent Düşesi’nin şahsında Katolikliğe geçiş şahsî bir mesele
olarak algılanıyor. Kent Düşesi’nin eşi Edward ise Mason Locası’nın en
üst düzeyindeki Üstad-ı Azam’ı ve tüm masonların lideri. İngiltere’nin resmî
mezhebi Anglikanlık ama kimse doğuştan Anglikan sayılmıyor. Bundan dolayı herkes
dinini ya da mezhebini seçmekte hür. 1991 yılıda yapılan son sayımda pazar
günleri kiliseye ayine gittiğini söyleyenlerin sayısı sadece 4 milyon.
Hıristiyanlığın tüm yükümlülüklerini yerine getirdiğini söyleyenlerin nisbeti
ise yüzde 7. Suni bir mezhep olan Anglikan mezhebinin altyapısı çökmüş durum-
Değişimler de bunu gösteriyor.
TÜRKİYE’NİN önündeki
en büyük mesele kimlik krizidir. Yıllardan beri kimlik krizimizi aşamadık,
rotamızı tayin edemedik. Batı’ya mı bakacağız, Doğu’ya mı bakacağız kestiremedik.
Rotamızı tayin edemediğimiz için yol da alamıyoruz. Bir zamanlar Beni
İsrail'in Tih Çölü’nde 40 yıl kayboldukları ve çıkış noktası bulamayarak
aynı güzergâhta dolaştıkları gibi biz de kaybettiğimiz yolu bulmakta
zorlanıyoruz. Beni İsrail 40 yılla cezalandırıldı, bizim cezamız ne kadar;
doldurduk mu doldurmadık mı bilemiyoruz. Tansu Çiller’in Moskova ’da
redd-i miras şeklinde Adriyatik’ten Çin Şeddi tie beklentimiz yok demesi,
tomurcuklanma dönemindeki emel ve ümitleri de yıkıyor. Tabiî burada bir
muhasebe yapmak lazım. Sürpriz bir şekilde önümüze kazanılmamış fırsatlar
çıktı. Bu yeni bir romantizm ve hamaset dönemini ibaşlattı ve bunun sonucu
olarak Adriyatik’ten Çin Seddi’ne sloganları medya tarafından dünyanın her
tarafına yayıldı. Şimdi ise havlu atmış vaziyetteyiz. Kaf- kaslar’da ve Orta
Asya’da Rusya’ya rağmen olmayacağımızı açıklamak istikbalimizin bağlı olduğu Büyük
Oyun’dan. çekilmektir. Aslıda bu hayal kırıklığı bir yönüyle iyi oldu.
Çünkü bize gerçekleri hatırlattı. Ama bu gerçekler Kızılelma’nm Kaf Dağı
gibi bir sembol bir remiz olduğunu da göstermez. Ancak
katedilmesi gereken, yollar var. İmkanlarımızın üzerinde vaad- lerde
bulunduk, gerekli fedakârlıkları da yapmadık. Ama tablodaki Rusya’nın yerine
bakınca da fazla bir değişiklik yok. Taşıma suyla değirmenin dönmesi mümkün
değil.
SSCB tıkanmıştı ve dağıldı. Şimdi Rusya tıkanıklığı aşabilmiş değil ama
çelişkilerden yararlanarak ve Kızılordu’nun gücüyle eski bendelerini yeniden
haziresine çekiyor. Rusya muhalefet yaparken ve Türkiye’nin tercihlerini
zorlarken, destabilize ederken iyi de, çare üretirken kötü. İşte Türkiye
Rusya’yı bu noktada yakalar. Ve Rusya’yı sıkıştım. Şimdi Rusya yine eski
cumhuriyetlerde iktidarda. Bundan dolayı da savunma pozisyonunda. Türkiye
saldırı pozisyonuna (normal savaş kastedilmiyor) geçerse Rusya’yı tıknefes
haline getirir. Bunun için dış politika tercihlerimizi mutlaka değiştirmeliyiz.
Bu açıdan Tansu Çiller’in Irak ambargosunun kaldırılması için Rusya ile
birlikte çaba gösterme yürekliliğine katılıyorum. Dünyanın geçiş döneminde
Türkiye sabitlerini bir yana bırakmalı ve rahat, seri ve değişken hareket
etmelidir. ABD’ye keyfî bir düşmanlığın zararı neyse, ölçüsüz, insiyaki
dostluğun faydası da odur. Orta Asya’da hareket serbestisi kazanmak isteyen Türkiye,
İran ve Pakistan faktörüne dikkatle yaklaşmalı ve bu ülkelerle
ortak işbirliğinin ufuklarını yeniden değerlendirmelidir. Akdedilen Ankara
Anlaşmasının üzerinden 30 yıl geçmiş bulunuyor. Ama ilişkiler 30 yıl
zarfında ileriye değil geriye gitmiştir. Hatta Avrupa topluluğu, AvrupalI
ülkelerle ikili ilişkilerimizi de geriletmiştir. ABD ile ilişkilerimiz ise
daha ziyade siyasî alanda ön plandadır.
ABD ile monoteist perspektifi olan ilişkilerimizi mutlaka gözden
geçirmeli ve onunla bize netice getiren ortaklıklara girmeliyiz. ABD Petrosyan
i ve Şevardnadze^'ı desteklediği kadar Türkiye’nin dostu ve İran’a
muhalif olan Elçibey’ı desteklememiştir. Daha da vahimi Amerikanın
nezdinde bir müs
lüman ülke olan Türkiye’nin büyük yarışta Rusya’ya karşı şa- yan-ı tercih
olmayışıdır.
ABD’de yayımlanan Foreign Affairs dergisinde Ortaasya ile alakalı
yayımlanan bir makalede Ortaasya’daki Türkiye’nin çıkarları konusunda ABD’nin
vurdumduymazlığının sebeble- rini görebiliyoruz. Makalede şu görüşlere yerveriliyor:
ABD Türkiye’ye, Portekiz ve Yunanistan gibi NATO’nun kanat ülkelerinden biri
olarak bakmaktan vazgeçmelidir. Washington Türk milletinin İslâmî boyutunu
gözden ırak tutmamalıdır. Türkiye son sıralarda Bosna-Hersek, Azerbaycan ve
Hazar Denizi kıyısındaki Türk illerine ilgisini yoğunlaştırmıştır ve Türk
liderlerinin ifadeleri de Türkiye’nin bu bölgede liderliğe oynadığını
göstermektedir. Özal: “Yaşadığımız yeni tarihi dönemeç Viyana kapılarında
1683’te başlayan ricatımızı durduracak, talihimizi tersine çevirebilecek
niteliktedir” demiştir. Kamran İnan ise: “Türkiye 2010 yılında Batı’nın en
güçlü devleti haline gelebilir” demişir. ABD uyanık davranmazsa Türkiye’nin
bu rüyaları gelecek yıllarda başımıza çok çeşitli ve değişik problem ve
belalar açacaktır.”
Dergi Amerikan yönetimine Türkiye hakkmdaki müsbet kanaatlerin
değiştirmesini ve Ankara’yı Avrupalı ülkeler dosyasından çıkararak Ortadoğulu
ülkeler tasnifine koymasını tavsiye ediyor. Dergiye göre ABD’nin çıkarlarını
tehdit eden Ortaasya’da iki unsur var, nükleer silahlar ve fundamentalizm.
Dergi nükleer silahlar mevzuunda Kazakistan’ın ikna edilmesini istiyor.
Fundamentalizm konusunda ise iki şık var. Türk Cumhuriyetlerinin ya Rusya’ya ya
da Türkiye’ye bağlanmaları. Amerikan yönetimi nezdinde etkili olan dergi bu
konuda Rusya’nın tercih edilmesini çünkü nihayetinde Türkiye’nin de bir İslâm
ülkesi olduğunu ve aynı tehditle karşı karşıya bulunduğunu ileri sürüyor. Foreign
Affairs dergisi İran’a alternatifinin Türkiye değil Rusya olduğunu
öngörmekte. Dergi ayrıca Orta-
asya petrolünü nakledecek petrol boru hatlarının Rusya üzerinden
geçmesinde yarar olduğunu savunuyor. Sözkonusu makalenin püf noktası ise şu
alıntıda gizli: “ABD artık Ortadoğu’da ilgisini Arap-İsrail mihverinden ve
mücadelesinden Türkiye, İran ve Irak’ı kapsayan bölgeye kaydırmalıdır. Amerikan
çıkarları bu bölgede yatıyor... ” Bu ifadeler ışığında Türkiye’nin Irak ve
İran’la ilişkilerini düzeltmesinin gerekliliği daha bariz olarak ortaya çıkmış
oluyor. Biz Ortaasya’da asıl kazığı Rusya’dan değil ABD’den yemiş bulunuyoruz.
ABD uzun dönemden beri bilinmeyenden korku sendromu yaşıyor. Bunun için
bölgedeki liderlik yarışında (eğer varsa) müttefiki Türkiye’yi değil sözde
klasik düşmanı Rusya’yı tercih ediyor. Bazılarını üzse de gerçekler bunlar.
GÜNÜMÜZÜN moda tabirlerinden biri değişim ve globalleşme yani
küreselleşmedir. Bu küreselleşme ile birlikte insanlık büyük bir kutuplaşma
yaşamaktadır. Halbuki çağımızın ateist filozoflarından olan Bernard Russel,
teknolojinin ve radyo gibi iletişim araçlarının insanları birleştiriceğini
sanmıştı. Ne var ki ne teknoloji, ne de Komünizm gibi sun’i ideolojiler
beşeriyeti birleştiremedi. Şimdi yine beşeriyeti birleştirmek için geri kalan
tek güçlü aday din müesseşesidir. Bununla birlikte bazı dinlerin bu hususta hiç
şansı yoktur. Hristiyanlık da şansım yitirenler arasındadır. Zira
Hristiyanlığın zaferi insanlığın hezimeti ve fıtratın mahkum olmasıdır. Bu
konuda daima muzaffer olan taraf mazlum ve haklı olan taraftır. Hristiyalar Roma’nın
zulmüne maruz kalmışlar ama onu aşmışlar. Roma onlara mağlup olmuştur. Keza
Moğollar Müslümanlar’a galip gelmişler ama İslâm’a yenilmişlerdi. Bunun gibi
misalleri artırmak mümkün.
Son sıralarda Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Orta- doksluk gibi
klasik değerler ataktadır. Bunların en büyük rakipleri de İslâm dünyasıdır.
Yüzyıllardan beri İslâm seciyye ve müsamahasının gölgesinde yaşayan Hırvatlar
ve Sırplar, Müs- lümalar’a hayat hakkı tanımak istemiyor. Batı’da Müslüman
göçmenlere karşı yoğun bir karşı saldırı ve kampanya vardır. Onlara karşı
yapılan saldırılar kültürel farklılıklarla izah edilmeye çalışılıyor. Halbuki
Batı Doğu’ya Pluralizm yani çoğulculuk değerini pazarlamaya çalışmaktadır
günümüzde. Halbuki onlara göre totaliter bir sistem olan İslâmiyet pekâlâ yüzyıllardan
beri bünyesinde çeşitli dinî ve etnik unsurları barın- dırabilmiştir. Pluralizm
ilkesini bilmeyen(l) müslümanlar bunu nasıl başarmıştır? Fransa ve İngiltere
imparatorluk bakiyye- leri olmalarına rağmen nedense ekonomileri bozulunca Müslüman
göçmenler karşısında bocalamaktadır. Yahudiler yüzyıllardan beri Müslümanların
himayesine mazhar olmalarına rağmen yine de mümkün olsa Müslümalar’ı mukaddes
topraklardan tümden atacaklar. Hatta İngiltere bile Müslümanlar’dan kurtulmak
için Yahudiler’i alet edeceği hamlelere hazırlanıyor diyebiliriz. Öteden beri
İngiliz Dışişleri Bakanlığında Yahu.di- ler’in nüfus ve etkinlikleri malumdur.
Hırvatlar da yüzyıllarca OsmanlI’nın şefkatine maruz kalmışlardır. Bununla
birlikte Müslüman-Hırvat çatışmasından dolayı yarıda kestiği Çin ziyareti
esnasında Tudjman, “Müslümanlar örtülü bir laiklik altında İslâmcılık
yapıyorlar” diyebilmiştir. Bravo doğrusu.
Siyon Liderinin protokolleri bilinen bir vakıadır.O Ama büyümek isteyen
her ideolojinin ve dinî çerçeveli görüşünde liderler seviyesinde protokolleri
vardır. Zaman zaman bu sütunlarda Naçataniye Planı gibi Sırp liderlerinin
protokollerine değindik. Ortodoksların da diğer Hıristiyanlar’m da İstanbul ve
Kudüs üzerinde emelleri vardır. Ermenilerin ve Hinduların da millî ve dinî
hedefleri vardır. Onlar planlı ve programlı bir şekilde hedeflerine varmanın
gayreti içindeler. Geçenlerde İsviçre’den Şamil Hazar kardeşimiz aradı..
Gorbaçov, Alp Dağ-
O Siyon liderlerin
protokolleri gibi bir gerçeğin olmadığını savunan müslümanlar da var. Ama
bizim kanaatimizde protokollerin gerçek olduğu yönündedir.
ları’nın eteklerinde stratejik konularda konuşmalar yapmış. Kendisini çok
sayıda Ermeni uzmanı da dinlemiş. Konuşmasında Ermeniler’e hak vermiş ve Türkler’in
birleşmesi ve bütünleşmesi halinde Üçüncü Dünya Savaşı’nın bile çıkabileceğinden
bahsetmiş. Gorbaçov’un en büyük suçlarından birisi Karabağ meselesinde
Ermeniler’i kollaması ve bu belayı Azeri- ler’in başına sarmasıdır. Bu işin
arkasında da Nobel Fizik Ödülü alan Andrei SakbarovbxAxxWLyovAu. Şimdi
bu misyonu eşi, ebeveynlerinden birinin Yahudi kanını taşıyan Elana Bonner sürdürmektedir.
Batı’da Ermeniler’in propaganda amacını taşıyan kampanyalarına büyük destek
vermektedir. Hatta eşinin “Karabağ meselesi Ermeniler için bir ölüm kalım
meselesi ama Azerbaycan için bir toprak ve zafer meselesidir” sözünü nakletmektedir
her zaman. Azerbaycan’da yaşanan kaos da işte, bu şer cephesinin gayretlerinin
acı ve zakkuma benzeyen meyvesidir. Hadiselerin, başrolündeki Suret
Huseyinov’un eşinin Rus ve kayınpederinin de Rus ordusunda bir general olduğu
ileri sürülüyor. Yine kesin olmayan haberlere göre destekleyenleri arasında
mollalar da bulunuyor. Hatta Azerbaycan’daki Farisi unsurlardan olan
Talişler’in de Suret Hüseyi- nov’a destek verdiği ileri sürülmüştü. Tabiî
künhüne vakıf olmadığımız pek çok mesele var. Tabiyatıyla işin özüyle ilgili
hatalar da var.
Hindistan 6 yamalı bohçadan oluşmasına ve bu yamalı bohçaların her an
ayrılabilme ihtimaline rağmen Nehru’nun da kızı İndra Gandi’ye aktardığı ve
Hindu Elitler tarafından bilinen bazı protokoller var. Meselâ onlar Fiji
Adaları’na kadar geniş bir Hind nüfûs alanının bulunduğuna inanırlar. Hakikaten
de İngilizler Fiji Adaları’na bile Hindular’ı taşımışlardır. Onlara göre
Endonezya aslında Hindonezya’dır. RRS gibi aşın Hindu teşkilatlar, Hindulara
aynen Sırplar’m Müslümanlar’a yaptıkları zulmü, iğfal ve tecavüzü tavsiye
etmektedir. Bütün
bu sebeplerden ve zulümlerden dolayı dinler arasında İslâm, insanlığı
sahil-i selamete götürecek yegâne dindir. İslâm dünyasının katalizör unsuru da
Türkiye’dir. Geçenlerde gazetemizi Cemaat-ı İslâmî’nin Azad Keşmir
Sorumlusu Abdurreşid Tıırabî ziyaret etti. Bize Keşmir’le ilgili ilginç
olaylar nakletti. Meselâ bir zamanlar Keşmir Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı
imiş. Ve Keşmir’de çok sayıda Türk ismini taşıyan köy ve yerleşim birimi
varmış. Üstad Mevdudî de bundan otuz yıl önce hads ve sezgi yoluyla ileride
İslâm dünyasının liderliğini Türkiye ve Sudan’ın üstleneceğini söylemiş.
Gerçekten de Sudan, Afrika’da önemli bir merkez. Türkiye ise hem bölgesi hem de
dünya için önemli. Bunun için gözler Türkiye’de.
İslâm dünyası Türkiye ile Türkiye İslâm dünyası ile yükselecektir. Ama
geleceğimiz pasif politikalar ışığında tehdit altında. Türkiye, Türk ve İslâm
dünyasının kalbi, Azerbaycan ise onun Aurt damarıdır. Keşmir’i de unutmayalım.
Bugüne kadar 20 binin üzerinde Müslüman şehid oldu bu cennet vadisinde. Manı
Banham alınbentli Hindu fanatikleri, Ermeni ve Sırplar’ı durduracak yegâne güç,
İslâm itihadı ve dayanışmasıdır. Bütün düğüm buna hazır olup olmadığımızdadır.
\Zaman, 26.6.1993]
FİLİSTİN topraklarını işgal eden siyonistlerin, 10 emir benzeri 10
dolayında stratejik sabiteleri vardı. Zamanla bu sabitelerinden vazgeçmek
zorunda kaldılar. Ortadoğu’da ve dünyada kendilerine karşı olan iradeyi ve
direnişi kıramadılar. Keza Sırpların da siyonistler gibi protokolleri ve
sabiteleri vardı ama bunları zamanla tadil etmek ve hafifletmek zorunda
kaldılar. Birinci Dünya Savaşı’na doğru, tabiî ondan çok önce de Müslümanlar
sabitelerini yitirmişlerdi. Bunun sonucu olarak da yenilmişlerdi. Şimdi
sabitelerini yitirme sırası musevîlerde.
Musevîler Filistin meselesinin nihaî olarak bittiğine ve Filistinlilerin
de muhtelif toplumlar içinde eridiklerine inanmaya başlamışlardı. Hatta basın
ve yayın organlarında Filistin isminin zikredilmesini yasaklamışlardı. Ama
bugün dünya ve dünya basını Filistin’in neresi, Filistinlerin kim olduğunu
bilmektedir. Filistin derinişi intifada tarihe malolmuştur. Musevîler ayrıca
Eretz yani Büyük İsrail’in kurulmasından sonra Araplarla barış yapmaya taraftar
idiler. Bütün vahametine rağmen FKÖ-İsrail barışı Eretz İsrail’in tabahhur
ettiğinin önemli bir delilidir. Musevîler daha önceki yıllarda barışçı
çözümlerin empoze edilmesine karşı direnmişlerdi. Sebebleri ne olursa olsun
bugün barışı kendileri istiyor. Üzerlerinde ağır bir baskı
var. İslâmî hareketlerin gelişmesi ve uluslararası dengelerin değişmesi
gibi. Büyük bir devlet kuramadıkları gibi emelleri olan üçüncü bir Commonwealth
kurmaları dahi gerçekçi görünmüyor. Türkiye’de her on yılda bir askerî darbe
olduğu gibi onlarda her on yılda bir topraklarını genişletiyorlardı. Ama
Lübnan’a doğru genişlemeyi başaramadılar. Beyrut’a kadar ulaştıktan sonra geri
dönmek zorunda kaldılar. Keza Süveyş ve Sina Yarımadası’ndan da çekilmek
zorunda kaldılar.
1990’da Körfez Savaşı sırasında Ürdün’ü işgal edebilirlerdi. Çünkü Şadda
m Hüseyin onlara böyle bir fırsat bahşetmişti. Hatta Ürdünlü zenginler yerleşmek
maksadıyla batılı ülkelerde evler ve villalar satın almaya başlamışlardı.
Tankların ulaşması için Ürdün’e doğru özel yollar inşa ettiler. Hatta herkes
onların nereden çıkarma yapabileceklerini biliyor ya da seziyordu. Ürdün’ün
işgali beklenen bir gelişmeydi ne var ki planları suya düştü. Şimdi İsrail
Gazze Şeridi’ni Araplara devretmek istiyor. Bu ise yakın tarihe kadar
İsrail’in sabitelerinden biriydi. Yahudilerin 10 sabitelerini
gerçekleştiremediler. Sabi- telerin sarsılması da İsrail’in yavaş ölümü
anlamına gelmektedir. Taşa rağmen İsrail’in büyümesi mümkün olmadı.
Bilindiği üzre Beni İsrail gibi Sırpların da protokolleri vardır.
Çeşitli isimler altında Bu protokoller yeniden tanzim edilmiştir. bu
protokoller Sırpların sabiteleridir. Ancak gelinen noktada bu sabitelerin çok
azını başarabilmişlerdir. Sırplar nihâî hedefelerine ulaşamadıkları gibi
sabitelerini birkaç kez gözden geçilmek ve değiştirmek mecburiyetinde
kalmışlardır. Savaşın bidayetinde eski Yugoslav Federal Birliğini muhafaza etmeye
çalışmış bu olmayınca ardından küçültülmüş bir federasyon- çağrısında
bulunmuşlardı. Bu da gerçekleşmedi. Sonunda Sırpların oturduğu bölgelerin de
ilhak ve iltihakıyla Büyük Sırbistan rüyası görmeye başladılar. Fakat bugüne
kadar bu hedeflerden hiçbirini gerçekleştiremediler. Görünür vade
de gerçekleştirilmesi de imkansız görünüyor. Çünkü beklentisinin üstünde
mukavemetle karşılaşmıştır. Sırplar büyük silah yığmağına rağmen uluslararası
planda hiçbir zaman siyasî hezimetten kurtulamamıştır. Her iki halde de
(İsrail ve Sırbistan’ın sabitelerinden vazgeçmeleri) en büyük âmil müslüman-
ların değişmesidir. Beni İsrail’in en büyük mütefekkirlerinden olan Nahum
Goldman bunu ta 1973 yılında itiraf etmiştir. Mezkur senede Dünya Yahudi
hareketi başkanlığından ayrılırken şunları söylemiştir: “Milletimin durumunun
daha da kötüleşmesinde pay sahibi olmak istemem. Müslümanlar değişti (tanıdığımız
eski müslümanlar değil)...” Demek ki müslümanlar sabitelerine sahip çıkmaya
başladı. Öyleyse müjdeler olsun...
Güvenliğimiz
İsrail’e endeksli
PAPA III. Şennude’nin de itiraf ettiği gibi Müslümanlar Mısır’ı
fethettiklerinde Kiptiler azınlık olarak Müslüman çoğunluğun arasında üçüncü
bir tarafın himayesi gerekmeden hür ve mutlu bir şekilde günümüze kadar
yaşadılar. Dahası Kiptiler ve müslümanlar müşterek bir şekilde 1919’da
İngilizlere karşı mücadele verdiler. Öyleyse bugünkü tablonun anlamı nedir?
Gayet açık: Batı’nın ve İsrail’in emelleridir. İsrail bölgedeki
potansiyel olarak güçlü İslâm ülkelerini bölücülük fitnesiyle zayfılatmak
istiyor. Mısır’dan sonra Arap dünyasının en güçlü ülkesi bulunan Irak neredeyse
üçe bölünmek üzere. Mısır’da ise Kıptî Devleti kurulması görünürdeki bir
tehlike. Halbuki Mısırlı Kiptiler, Türkiye’deki Kürtler gibi ülkenin bütün
sathına yayılmış bulunuyorlar. Geçmişte bu vakıa bir nebze emniyet sübabı
olarak telakki ediliyordu. Oysa anarşinin ve bölücülüğün mantığı olmadığı
bilinmeliydi. Histerik bölücülük cereyanları da batı tarafından kışkırtılıyor.
İsrail’in megaloman hedefleri konusunda Garaudy’nin Siyonizm Dosyası’na
başvurmak istiyorum. “Dünya Siyonist Örgütü” tarafından Kudüs’te çıkarılan Kıvunım
dergisi (Şubat 1982, 14. sy.) “Seksenli yıllarda İsrail’in Startejisi”
başlığıyla bir makale yayınlamıştı. Makale İsrail’in istikbale yönelik
projesini gözler önüne sermekte.
ORTADOĞU
DENKLEMİNDE. ı u k & ı. c a - n
Mısır’ın ekonomik durumu rejimin yapısı ve Arapları birleştirici
politikası İsrail’in müdahalesini zqpmlu kılacak bir zemin üzerinde
gelişmektedir. Mısır yaşadığı gerçekler ve iç çekişmeleri dolayısıyla bizim
için stratejik bir problem değildir. Onu 1967 savaşından sonraki duruma
getirmek bizim için 24 saatten fazla sürmez. Mısır’ın “Arap dünyası liderliği”
efsanesi çoktan ölmüştür. Bu ülke gerek İsrail ve gerekse diğer Arap ülkelerinin
önünde yüzde 50 değer kaybına uğramıştır. Belki yakın zamanda Sina’dan
istifade edecektir fakat bu temel kuvvet dengesini değiştirmeyecektir. Merkez
gücü açısından Mısır zaten bir cesettir. Bu ülkede, müslümanlarla hristiyanlar
arasındaki sürtüşme gittikçe daha hızlı gelişmektedir.
Mısır’ın coğrafî bölgelere ayrılması bizim Batı cehpesinde 1990 yılma
doğru başlıca hedefimiz olmalıdır. Mısır bir defa dağılıp merkez gücünın dışına
çıkınca, Libya, Sudan gibi ülkeler de daha uzaklarda bulunanlar aynı sonuca
boyun eğeceklerdir. Yukarı Mısır’da (Said bölgesi) bir Kıptî devletinin kuruluşu
daha küçük bölgesel ve az değer taşıyan siyasal birliklerin meydana gelişi şu
sırada barış andlaşması yüzünden gecikmekte olan tarihî bir gelişmenin anahtarıdır.
Ancak değişmeyecek olan netice, bir süre geriye atılmıştır. Ortada görünen
gerçeklerin tersine Batı sınırı Doğu, sınırına nisbetle daha az problemlidir.
Lübnan’ın beş vilayete bölünmesi Arap dünyasında meydana gelecek
olayların en önemli olanıdır. Suriye ve Irak’m etnik ve dinî kriterlere uygun
olarak belirli bölgeler oluşturacak şekilde patlaması İsrail için uzun vadeli
bir amaç olmalıdır. İlk aşama bu ülkelerin askerî gücünün yokedilmesidir.
(Körfez savaşıyla Irak’mki yok edildi) Suriye’nin etnik yapısı, sahil boyunca
uzanan bir Şiî devlete. Halep bölgesinde bir Sünnî devlete ve
Dürzîerin teşkil ettiği kendi öz devletine yol açacak şekilde parçalanmaya
uygundur. Dürzî devleti bizim Golan’a
yakın bölgede kurulabilir. Özellikle Huran ve Ürdün’ün kuzeyi
düşünülmelidir. Böyle bir bölünme bölgeye uzun süre barış ve güvenlik
getirebilir. Bu hedef şimdiden imkanlarımız arasına girmiştir.
Petrol zengini fakat iç savaşlarla yorgun Irak, İsrail’in ateş hattı
altındadır. Bu ülkenin dağılışı bizim için Suriye’nin dağılışından daha
önemlidir. Zira yakın dönemde Irak’tan gelecek tehlike diğerlerinden çok daha
ciddidir. (Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, Çeviri Nezih Uzel, Pınar
Yayınları Sayfa 173, 174, 175...) bu senaryoları Güneydoğu Anadolu’da yaşayan
gelişmelerle bir kıyaslayın. Senaryoların bir ikisi hariç hepsi tatbikat
safhasındadır. Mısır, Sudan, Türkiye ve Irak bölünme tehdidi altındadır.
Türkiye’de Kürtçülük meselesi, kısmen de alevilik meselesi kaşınmakta, gündemde
tutulmaktadır. Sudan’daki ayrılıkçılarla, Türkiye’deki ayrılıkçılar arasındaki
benzerliğe zaman zaman temas ediyoruz. Garang’ın lideri olduğu SPLA (Sudan
Halk Kurtuluş Ordusu) sosyalist eğilimi ve genelde Güneyli animist ve
hristiyanlara dayanıyor. Son sıralarda sözkonusu hareket propaganda olarak
etkili olabilmek için İslâmî literatürü de bünyesine dahil etmeye çalışıyor.
Haçlı kafalı John Garang’ın yardımcılarından biri isminden de anlaşılacağı
gibi Müslüman asıllı Mansur Halit, son sıralarda ayrılıkçı SPLA örgütüne bağlı
olarak İslâm Konseyi kuruldu. Başkanlığını yapan Buyur Abdullah bu sıfatla
Mısır’ı ziyaret etti.
Günümüzdeki ayrılıkçı hareketler batinîler gibi kamuflajı iyi
beceriyorlar. Bü konuda tefennün sahibidirler. Herhalde bir kısım İslâm
ülkeleri de sunulan bu imajlardan dolayı rahatlıkla ayrılıkçı hareketleri
destekliyorlar. Bu manzarayı, İsrail ile ilişkileri geliştirmek isteyen
devletlûlere İthaf ediyorum.
İkinci Bölüm
İsrail’in ideolojik ve ahlâkî temelleri
Son sıralarda milliyetçilik ve ırkçılık yeniden hortluyor. Milliyetçilik
adına bazı zayıf ülkeler bölünürken, güçlüler ise büyüyor. Yahudiler’in
kendileri için “Şabullabi’l-Muhtar’^ dedikleri bilinir. Yahudiler
kendilerini millet olarak meslek erbabla- rı arasında kuyumculara benzetirler.
Diğer milletler ise daha dûn mesleklere lâyıktırlar.
Dünyada hem kuyumculuk olmalı ve hem de diğer meslekler. Herkes
kuyumculuk yapacak olmadığına göre bu Yahudiler’in nasibine düşüyor:
kuyumculuk ne kadar önemliyse o kadar da sınırlıdır. Yahudiler de öyle değil
mi? Kemmiyet bakımından azdırlar, ama keyfiyet bakımından önemlidirler. Allah’ın
kendilerine böyle bir misyon biçtiğine inanırlar. Bundan dolayı onların
mantığına göre diğer milletler sürekli olarak ya- hudileri kıskanır. Buna
çağımızda anti-semiitizm diyorlar. İnançlarında ki bu temele göre de Mesih’i
kendi milletleri içinden beklerler. Brooklyn’li Haşidik Yahüdisi Mesih’in
inandığı gibi. Siyonizm bu seçilmişlik inancından doğmuştur. Almanların Cermen
milliyetçiliği de mâlum. Şimdi bir de Anglo-Sak- sonlar çıktı. “Yeni dünya
düzeni” ile birlikte bazı Anglo-Sak-
“Allah’ın seçilmiş
milleti.”
sonlar dinî açıdan olmasa bile sosyolojik açıdan kendilerinin seçilmiş
bir millet olduklarına inanmaya başladılar. Almanların şa’şaalı bir ilim,
Fransızlar’m muazzam bir sanat ve İtalyan- lar’ın eşsiz bir musikî üstadlığı
geleneğine sahip olduğunu lütfen itiraf eden Anglo-Amerikan yazar Noel Katkin
medeniyet konusunda en büyük payı da Anglb-Saksonlara biçmiş. Zaten tersi
olsaydı haber olurdu. Ona göre Anglo-Amerikalılar ticaret, kanun, siyasette
üniversal standartlar, kaideler, değerler geliştirmiştir. Diğer alanlarda
başarılar ise cabası.
Ancak, iddialarında bazı hakikat payı da var. Meselâ, İngiliz, Amerikan
kültür hakimiyeti İngilizce’yi dünya dili yapmış durumda. II. yüzyılda Uzak
Ada’da (Biritanya) sadece 1.5 milyon kişi İngilizce konuşurken, bugün
İngilizce konuşanların sayısı Çince konuşanların sayısından hemen sonradır.
Dünyada 700 milyon kişi bilfiil İngilizce konuşmaktadır. Birçok ülkede millî
lisan olduğu gibi kıtalararası bir hüviyeti de bulunmaktadır. (International
Herald Tribune, 7.7.1992)
Fransiz televizyon yorumcusu Bayan Chiristine Ockent ise şu tesbitte
bulunmakta: “Tek doğru Pan-Avrupa kültürü Amerikan kültürüdür...” Amerikan
kültürünü bu şekilde empoze eden yahudi asıllı bu bayan Fransa İnsanî İşler
Başkanı Bernard Kouchner’in de eski eşidir. Yahudi asıllı Bayan Mitterand,
Chiristine Ockrent ve Bernard Kouchner gibi Fransız ileri gelenleri
Yahudi-Ermeni lobisinin sözcülüğünü yapmaktalar. Bunların derdi İsrail’e
paralel bir Ermanistan kurmaktır. Zira komünizmin yıkılmasıyla yeni fırsatlara
kavuşan İslâm dünyasına tek İsrail yetmemektedir. Bundan dolayı söz konusu zümre
Ermenistan’da yeni bir İsrail kurma ümidindedir. Bunun için yahudiler ve
hristiyanlar Karabağ’ı Ermenî toprağı olarak görmektedirler.
Değerli okuyucumuz Tahir Doğruol, Azerbaycan ve Ermenistan’da Kızılhaç
merkezleri açılacağım, bunun için de Rusya
Federasyonu ile anlaşmaya varılmış olduğunu belirtiyor. Kızılhaç
şubeleri onlara göre sözde İnsanî bir koridor olan Laçin’de ve Karabağ’a bağlı
Agdam ve Hankendi’de açılacak. Okuyucumuz Tahir Doğruol bu konuda şunlan
kaydediyor: Halk Cephesine, Kızılhaç’ın uluslararası casus örgütü olduğunu, adı
üzerinde haç için çalıştığını, bölgelerine gelirlerse devamlı takip
etmelerini, mukayyed olmalarını söyledim. Sudan’ın güneyindeki Hristiyan Grang
Örgütü’ne yardım yollamayı, Sudan hükümeti Hartum’dan geçmesi şartıyla kabul
ettiğinde, bu Haçlı Kızılhaç küstahça ‘Biz Hartum’dan kontrol edilip geçmeyeceğiz,
bunun yerine paketleri uçaktan atacağız demişti.’’
İsrail gibi Ermenistan’ın da yaptırım gücüne ulaşması ve İslâm dünyasını
(özellikle Türk dünyası) tehdit edebilmesi için İsrail gibi nükleer tersaneye
sahip olması gerekir. İsrail’in nükleer silahlar elde etmesinde Fransa’nın
bariz bir rolü ve payı var. Şimdi Fransa Ermenistan’ı da nükleer güç yapmak
için Ermeni bilimadamlarını Fransa’da eğitiyor. Bu konuda Fransız Gizli
Servisleri büyük çaba harcıyor. Duyumlara göre Batı’nm tek başına nükleer
tersane kurmasına izin vermeyeceğini bilen komşu bir İslâm ülkesi de (İran)
Ermenistan ile bu konuda işbirliği yapıyormuş. Evet niyet ve hedef belli, bir
İsrail Arap dünyasına, bir İsrail Türk dünyasına...
[Zaman, 13 Temmuz 19931
her mevzuda olduğu gibi Tevrat,
cinsellik konusunda da akıl almaz türrehat ile doludur. Homoseksüelliğin ve
aile içi cinsel ilişkinin meşrulaştınlması yahudi ve yandaşlarının her türlü inhiraf
ve sakıphğı rahatça ve dinî bir ibadet olarak yapmalarına imkân veriyor.
Dürzîler arasında da rastlanan mum söndünün kaynağı yine büyük ihtimalle
İsrailiyat. Dönmeler arasında da bu geleneğin yaygın olduğu ileri sürülüyor.
Mum söndü geleneğinin İsrailiyat olmasının delili ise bu işin bühtan ve iftira
ile Şuayb’a (as) nisbet edilmesidir.
Şuayb günü
Suriyeli Dürziler’in her yıl Şuayb Günü ilan ettikleri günde mum söndü
âdetini icra ettikleri malûm. Anlatılanlara göre mum söndü günü ya da gecesi “Saha
dikü Şuayb ma bakiye ayb’^ tekerlemesiyle başlıyor.
Mum söndü âdetinin temelleri muhtemel olarak Tevrat’taki Lut (as) ve
kızlarının kıssasına dayanıyor. Muharref Tevrat Lut’a (as) çeşitli iftiralar
isnad ediyor. Dilerseniz konuyu Tev-
G “Şuayb’ın (as) horozu
öttü, ayıp kalmadı” anlamındadır.
rattan izlemeye devam edelim: “Lut (as) Zoar’a çıktı ve kızlarıyla
birlikte dağa yerleşti. Ablası kızkardeşine babamız ihtiyarladı ve yeryüzünde
gelenek olduğu gibi bizimle evlenebilecek bir erkek adayı da bulunmuyor.
Neslimiz kesilecek. Gel babamıza şarap verelim ve onunla yatarak neslini devam
ettirelim. O gece babalarına içki verirler. Büyük kız babasının yanına
girerek onunla yatar. Babası İçki almasından dolayı kızıyla yattığının
farkında değildi. Ertesi günü ablası kızkardeşine “Ben dün gece babamla yattım,
bu gece de yine içki verelim bu defa de neslini devam ettirmek için onunla sen
yat der. Aynı minval üzerine küçüğü de babasıyla yatar. Babası içki dolayısıyla
yine habersiz. Kızlar babalarına hamile kalırlar. Büyük kardeş erkek bir çocuk
doğrur ismini Moab koyarlar bu da bugüne kadar gelen Moab sülalesi ve
zürriyetinin atası olur. Küçüğü de yine erkek evlat doğrur ve ismini Benammi
koyarlar. Benammi de bugünkü Ammaniler’in aslıdır (Tekvin 19:30-34; Good
News Bible, s. 21-22)
Davud’a (as) iftira
Beni İsrail’in yüce peygamberlerinden Davud (as) da bu tür iftiralardan
masun kalamamıştır. Yahudiler tarafından homoseksüeller arasında ismi
zikrediliyor (haşa). Konu İsrail Parle- mentosuna kadar yansıyor. Görüşmeler
sırasında İsrail’in ünlü politikacısı ve Savunma eski bakanı Moşe Dayan’ın
milletvekili kızı Yael Dayan’ın yaptığı konuşmada, homoseksüel ve lez-
biyenlerin ayrımcılıkla karşı karşıya olduklarım belirtip bu durumu kınadıktan
sonra, Davud peygamberin de (haşa) homoseksüel olduğunu iddia ediyorlar. Yael
Dayan, Davud peygamber tarafından ölen yakın arkadaşı Jonthan için yazılmış
bir şiiri okuyarak, Bu şiirde Davud Peygamber’in, “Kardeşim senin için
kederleniyorum, benim için azizdin, benim için sev-
gin çok harikaydı. Kadınlarınkinden daha güzeldi” dediğini kaydediyor.
Muharref Tevrat’a göre Tanrı’yı yenerek “yenil- mez” (İsrail) sıfatı alan Davut
(as) yine aynı muharref kitabın tâbil erine göre (hâşâ) homoseksüellik gibi bir
za’fa yenik düşmüş. Ne diyelim: Fesübhanallah!
Tuzak
birgün ters dönebilir**’
Hile yolları, ihanet çemberleri bazen döner dolaşır, hainlerin ayaklarına
ve boğazların dolanır. Aslında her türlü hıyanet, mutlaka cezasını karşısında
bulacaktır ama bazen de ahirete tehir edildiği için insanlar kendi kısa
ömürleri ve dar ufukları itibariyle “yapanın yaptığı yanma kâr kalıyor” anlayış
ve ümitsizliğe kapılabiliyorlar. İster samimi olarak, isterse daha üst bir
organisazyonun planıyla, sırf alternatifini içinden çıkartmak ve insanlığı
yanıltmak için ortaya o kadar çok şey sızdı ki, artık yavaş yavaş insanların
gözleri bu sızıntılarla açılmaya başladı. Zaten bu kaçınılmazdı. Ekseriyetle
kemal ve zirve noktalar, aynı anda düşüşlerin de başlangıcıdr.
Siyonizm’in suç olmaktan çıkıp legal bir şey olduğu kabullenildikten
sonra şımanklıklar birbirini takip etmeye başladı. Artık yüzden perde atıldı.
Her şey pervasızca icra edilmeye başlandı. Bu da vicdan-i umumîde yeni bir
nefretin uyanmasına ve bölük pörçük düşmanlıkların biraraya gelmesine, mağdurluk
ve mazlumlukta aynı kaderi paylaşanların biraraya gelip, müştereken hak
aramalarına yolaçtı.
İsmail Yediler, Zaman,
27.51993 tarihli “Tuzak birgün ters dönebilir” yazısından alınmıştır.
Bir zamanlar TV kanallarında mühim toplantılarda görüşleri alman La
Roche, Yahudiler aleyhinde araştırma ve açıklamalarda bulunuyor diye, bu
punduna getirip hapse tıkıldı. Halbuki o bir ekolü temsil ediyordu. Onlar Depo
Inc isimli bir kitap neşrettiler. Fakat bu kitap meşhur Kissinger’e
varıncaya kadar pekçok Yahudi’yi ve insan hakları adına kurulmuş ADL teşkilatının
uyuşturucu işleriyle uğraşmakla suçluyordu. Hatta 1992 yılında yapılan baskının
ön kapağında “The Book That Drove Kissinger Crazy”yazılı idi ve bu
kitabın KissingeLi çılgına döndürdüğü ifade ediliyordu.
Bu kitabın baskı parasını La Roche’un mensupları plastik sanayiinde isim
yapmış Du Pont ailesinin oğulları Lewis Du Pont’tan almışlardı.Lewis’in
babasına yahudi baskıları artınca, adam oğlunu mirastan reddetmek
mecburiyetinde kaldı. Hatta Lewis, evliliğini bile Amerika’da yapamayıp
Roma’da Katolik Kilisesi’nde yapmak mecburiyetinde kaldı. Fakat Lewis;
mücadeleci birisiydi. Bütün gücüyle hakkını aramaya başladı.
Baktılar ki kendisiyle başedemeyecekler, bu sefer Lewis Du Pont’u
kaçırmaya hatta öldürmeye karar verdiler. Bunun için de Şerif Donald Moore
biçilmiş kaftandı. Zaten La Roche’u da onunla bertaraf edip hapse
artırmışlardı. Şerif Donald, yardımcı olarak Doug Poppa isimli bir polisi
seçti ve milyon dolarlık bir para teklifetti. Polis ise hemen FBI’ya durumu
anlattı. Onlar da hemen işe giriştiler. Bir dinleyici vasıtasıyla bütün her şey
tescil edildi. Bunun üzerine başta Şerif Donald Moore ve psikolog Galen Kelly
olmak üzere hepsinin ihanetleri belgelenmiş oldu.
Şu anda şerif hapiste, Lewis Du Pont tekrar miras alma hakkına ve diğer
haklarına kavuştu. Tescil edilen bu konuşmalar da şu günlerde Travesty
ismiyle kitaplaştrılıp piyasaya sürüldü. Tabiî kıyametler koptu ve La Roche
meselesi ve iddiaları tekrar gündeme geldi. Hatta şimdi La Roche, kendisine
oyun oynayıp tutuklayan ve şu anda hapiste olan şerifin durumunu tekrar
mahkemeye getirip hasipten kurtulmaya çalışıyor.
Bu grup New York’tâki patlamanın da Mossad’ın işi olduğunu gazetelerinde
yazmışlardı. Bunların araştırmalarına göre ! Olof Palme olayında
hatta David Koresh olayında da gene Mossad’ın parmağı var. Müslümanlar’ı
terörist gösterip haklarına kanun çıkartmaya çalışanlann, yavaş yavaş ayakları
dolaşmaya başladı. Belki de kazdıkları kuyulara kendileri düşece- ker.
Hakikatleri ilham eden hadis-i şeriflerden birisini tekrar hatırlayalım: “Küfür
devam eder ama zulüm devam etmez. ”
Yeni yeni şeyler gün yüzüne çıkınca kimbilir, insanlık daha ne biçim
düzenbazıklara şahit olacak!..
ASLINDA yahudilerle ilgili yazmak zorunda kaldığım için kendimi şanssız
addediyorum. Bazen gına getirdiğim oluyor. Elbette yahudilerle uğraşmak imanın
yedinci şartı değil. Ama olaylarda yahudilerin rolünü görmemek için herhalde
başka bir gezegene taşınmak lazım. Geçen gün Şarku’EEvsatgazetesini
okuyordum. (23.4.1993) Karşıma Eltsin mi, Yeksin mi tartışması çıktı. Bu da
nereden çıktı, demeyin.
Çift pasaportlu (Rus/tsrail) Rus mizah yazarı (birileri buna güldürü ya
da düttürü sanatı diyor) Gennadi Hazanov Yelt- sin’e “Sizin isminiz Yeltsin
değil Eltsin olmalı, zira yâhudi lakabı Eltsin olarak kullanılır” diyor.
Gerçekten de Latince olarak da Yeltsin, Eltsin olarak yazılmaktadır. Hazanov
sözlerinde haklıdır. Yeltsin ise bu şaka yollu sataşmaları hiç üzerine almıyor.
Kaçamak cevaplar veriyor, vurduymazlıktan geliyor. Eh herkes kökenini daha iyi
bilir. Kimseyi de kökeninden dolayı kınayacak değiliz. Ama kan dessastır, soya
çeker yine de.
Malumdur dini bütün hristiyan devlet adamlarından biri olan Fransa
Cumhurbaşkanı Mitterrand yahudi dostudur. Kib- butzlar da yaz tatilleri
geçirmiştir. Ne de olsa sosyalisttir ve sosyalist uygulamaları yerinde görmek
ister. Mitterand Cezayir doğumlu musevî Artalı kardeşlerin de tabiri caizse
velinimeti-
dir. Attali kardeşlerden Jacques’m bugünlerde başı skandallar- la fena
halde dertte. Basının diline düştü. Fransız atasözünde isabetle ortaya
koyulduğu gibi, musibetler gram gram değil batman batman geliyor. Halbuki
Colombus’un yeni kıtaya açıldığı, Müslüman ve Yahudiler’in techir edildiği,
katledildiği yılla ilgili yazdığı 1492’si sükse yapmış belki bestseller
olup hasılat rekoru kırmıştı. Ama defa sert kayaya çarptı. Bazı gözleri sadece
toprak doyurağacağı için Attalı’yı para doyuramamış. Bunda biraz Museviliğinin
payı var mı bilemiyoruz. Acaba İstanbul’la ilgili yazan yine intihal ya da
argo tabirle abartma kahramanlarından Jak Delon’la bir akrabalığı mı var? Olur
ya. Yine Mitterrand’ın evlatlıklarından sabık başbakan ve meclis başkanlarından
Fabius da yolsuzlukla suçlanmıştı. Halbuki başbakan olduğunda Fransız basını
kendisini bindiği mütevazı, az benzin yakan arabalarından tanıyordu.
Artalı, zekası, çelebiliği, rikkati ve terbiyesiyle Mitterrand katında
yer edinmişti. Kültürüyle Mitterrand’ı büyülemiş ve onu avuçlarının içine
almıştı. Bu arada İsrailli dindaş ve yoldaşlarını kolluyordu elinden geldiği
kadar. Ne verirsen elinle, o gider seninle tekerlemesini de tekrarlayarak. Bu
arada ikbal kapısı ardına kadar açılmış ve Avrupa İmar Ve Kalkınma Ban-
kası’nın müdürlüğüne getirilmişti. ANAP’lıların kulakları çınlasın. Herkes
Cavid Bey kadar namuslu olacak değil ya. Attali dağıttığı krediden fazla masraf
yaparak banka idareciliğinde yeni bir rekor kırmış. Özel seyahatlerinde kiralık
uçaklar kütlanıyormuş. Çelebiye ne layık değil ki.
İkincisi skandal tam bir Jak Delonluk hadise. Artalı, Mitterrand ile
ilgili olarak yazdığı ‘Verbatim’ adlı son eserinde müthiş abartmalar yapmış,
hem kimden? Kim olacak tabiî ki omuz omuza vererek birlikte yükseldikleri
hemcinslerinden. Dayanışmaya rağmen kahrolası Batı düşüncesi induvudualızm,
Elie Wiesel’in iliklerine kadar işlemiş, tehevvüs getirerek, dayanış-
ma duygusunu bile unutmuş. Meğer Wiesel’in Mitterrand’la yaptığı 43 küsur
konuşmayı, takdim ve tehirle ve tarihleriyle oynayarak kendi malıymış gibi
kitabına geçirmiş. Her halde yine dayanışma ruhuyla harçket ederek her
Musevi’nin malını kendi malı olarak düşünerek, Wiesel ise isyanları oynuyor.
“Pes doğrusu. Bu kadar da ahlâksız olunmaz ki.” diyor. Bana sorarsa Attalı
şöyle cevap vermeli/Anti Semitistler karşısında böyle davranmak revamıdır, bu
kadar acımasız nasıl olabiliyorsun. Sırrımızı faş ediyorsun. Halbuki bizde
adettir kol kırılır, yen içinde kalır... Fakat Wiesel, Nuh diyor Peygamber demiyor,
hababam bu işi mahkeme paklar diyor. Kolaylı gelsin. Fabius’da kitaba
içerlemiş, gerçek olmayan malumatlar içeriyor kabilinden sözler sarfediyor.
Mitterrand ise zavallı ortada kalmış, iktidardaki sağla mı, kamuoyuyla mı,
yoksa hempalarıyla mı uğraşsın. Bir de prostatı var hani.
Sahtekarlıkların en büyüğü ise 1492 tarihinin sadece Ya- hudilere
hasredilmesidir. Bu da Jacques Attalı’nın intihal ve abartmasından geri
kalmaycak bir skandaldir. 500. Yıl Vak- fı’nın kulakarı çınlasın. Halbuki,
katliam, tehcir ve engizisyon mahkemelrinin yakma, yoketme kararlarına maruz
kalanların sadece yüzde 10’u Musevidir. Geri kalanı müslümandır. Ülkemizi ziyaret
eden İspanya Kralı Jan Carlos’dan Yahudiler’den özür dilendiği gibi,
müslümanlardan da özür dilenmesini ve itibarlarının iade edilmesini
istiyoruz...
ARAP ve İsrail heyetleri arasında 9 tur görüşmeler yapılmasına rağmen
ortada müşahhas bir sonuçtan bahsetmek mümkün değil. Yahu diler’in belki büyük
bir kısmı Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edilmesine karşı. Ancak Rabin için
bu pek fazla bir dert değil. Görüşmelerde arpa boyu ilerleme sağlanama- masına
rağmen yine de tarafların barış umutları yüksek. İsrail halkı da belirli
tavizler karşığılmda barışa hazır. Dinî partiler arasında bile bu konuda fazla
büyük görüş ayrılığı yok. Denebilir ki yahudiler arasındaki ihtilaf
Arap-İsrail ihtilafı kadar derin. İki tarafın da ortak derdi dini kesimler.
Tarihte Yahudiler yine İsrail gibi bazı devletler kurmuşlar ancak kabileler
arasındaki anlaşmazlıklar mezkur devletlerin uzun ömürlü olmasını
engellememişti.
Moşe Dayan’ın kızı Yael Dayan’ın Hazreti Davud (as) ile il- gil
söyledikleri büyük bir tartışma başlatmış bulunuyor. Geçenlerde Paris’te
yapacağı bir konuşma dinibütün yahudiler tarafından kesilmiş bulunan Dayan,
polisin korumasında olay yerinden uzaklaşabilmiş!!.
Millî Eğitim Bakanı olan laik eğilimli Meretz partili 64 yaşındaki
Bayan Shulamit Aloni. Tevrat’ın dinî değil tarihî bir kitap olarak
incelenmesini salık veriyor. Koalisyonun öteki orta
ğı Shass ise bu tür laik çıkışlarından dolayı Millî Eğitim Baka- nı’nın
kellesini istiyor.
Arap cephesine bakınca burada da aynı şeyler geçerli. Biraz hürriyet
ortamı getireceği umuduyla Suriye’yi sessiz kitleler kerhen de olsa barış
sürecini destekliyorlar. Hafız Esad bu konuda toplumun bütün kesimlerinin
nabzını tutabilmek ve itirazları asgari seviyeye indirebilmek için ulema ile de
zaman zaman biraraya geliyor. Esad’ın biyografisini yazan İngiliz gazeteci Patrick
Sealö nin bu konuda ilginç tesbitleri var. “Biz barış konusunda iyi
niyetimizi gösterdik, şimdi barış topu İsrail’in kalesinde”diyor. Haklı
bir gerekçesi de var: Golan Tepeleri. Diğer Arap ülkelerine teminat vermek
maksadı için de İsrail ile münferit anlaşmalar yapmayacağını ilan etti. Tabiî
red cephesi günlerinden bahis yok. Bu konuda ağzını bıçak açmıyor. Dün dündür,
bugün bugündür havasında. Belki de Golan Tepeleri’nin işgali, barış kozu için
bugünler için hazırlanmıştı. Araplar da zaten birbirlerine İsrail kadar
güvenmiyor. 1973 savaşı dolayısıyla Mısırlılar, Suriyeliler’!, Suriyeliler
Mısırlılar’ı karşılıklı birbirini satmakla suçlamıştı. Ürdün Kralı Hüseyin de,
İsrailli yetkililere Mısır ve Suriye’nin ansızın saldıracağım ihbar etmiş.
İsrail karşısındaki red cephesi tamamen dağılmış ve kimliğini kaybetmiş
bulunuyor. Saddam Hüseyin, Ortadoğu barış sürecine katılması için Arafat’a açık
çek verdi ve onu desteklediğini açıkladı. Arap entellektüellere göre; bu tavır
karşılığında Saddam, siyasî ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Libya lideri
Muammer Kaddafi ise Mekke’ye hacı göndermekte zorlanınca Yahudi liderlerle
anlaşarak bari Kudüs’e ziyaretçi göndereyim çabası içine girdi. Kaddafi’nin
mafya bağlantıları dolayısıyla İtalyan yahudileriyle arasının bal-yağ gibi
olduğu malum. Yemen’e gelince, sözde karşı olduğu ABD, Somali’ye asker
çıkarırken lojistik destekde bulundu.
Kısaca İsrail’le mücadelede, devletler faktörü ortadan kalkmış bulunuyor.
Ancak o faktörün yerini kültürel savaş ve halkın doğrudan mücadelesi almış
bulunuyor. Halkın barışı reddedişi ve İslâmî hareketlerin bünyesine kayışı
Ortadoğu üzerine yapılan planları zorluyor. Bunun için İsrail ve Arap ülkeleri
bu faktöre karşı ortak mücadele zemini arıyorlar. New York’taki Ticaret
Merkezi’nin bombalanması, Cezayir, Mısır ve tunus’da iç savaş hali hep bu zemin
arayışının göstergeleri.
İslâm dünyasında millî eğitimler İsrail lehinde yeniden dizayn edilmeye
çalışıyor. Mısır’da ilk operasyon denendi. Zaten Camp David Anlaşması’nın
gizli maddelerinde, dinî duyguların İsrail antipatisinin önlenmesi ve
hutbelerde ve vaazlarda Camp David Andlaşması’nın tenkidine, mahal verilmemesi
hükme bağlanmıştı. Ama görüldüğü gibi kültürel savaş sürüyor. ..
[Zaman]
Üçüncü Bölüm
Kuzey Irak Sendromu
MISIRLI yazarlardan
Mustafa Mahmud saldırgan değil savunma pozisyonunda olduğumuz halde Batı’nın
şimşeklerini üzerimize çekmekten kurtulamadığımızı belirtir. Gayemez sadece
başkalarım sömürmek değil, sadece sömürülmemek olduğu halde. Yazara göre, biz
istemediğimiz halde 10 yıl içinde belki de 2000 yılından önce Batı ile nihaî
bir hesaplaşma mukadder görünüyor. Tabiî bu bir sezgi.
Bu böyle iken Türkiye olarak biz düşmanımızı bağnmızda barındırıyoruz.
Çevik Güç’ün PKK’ya yardım ettiğini tesbit ettiğimiz halde onlara hâlâ
kovamadık. Üstüne üstlük sivil idare hadiseyi inkâr cihetine gitmiştir. Şimdi
de İngiltere Kürtler’in özerkliğini himaye etmeyi bahane ederek ve Ruslar’ın
işgal için kullandıkları “Davet” takliğini de kullanarak bölgeye 12 bin asker
göndermeyi kararlaştırdı. İngiltere Ortadoğu’ya sızmak için eskiden
(OsmanlI'nın son döneminde) Arap ayrılıkçılarını kullanırken, bu defa oltasını
Kürtler’e atmış durumda. İngiltere petrol bölgelerine sızmak ve Müslümanların
adem-i vahdetlerini temin için İsrail’den başka yeni bir kriz devleti peşinde.
İngiliz milletvekili Jeffrey Archer ile yapılan bir mülakatta İngilizler’in
niyetleri açıkça ortaya çıkıyor. Onbeş yıl Thatcher ile birlikte çalışan
Archer 25 milyon olarak takdir ettiği
Kürtler’in “haddi edna-hakkı edna” olarak özerliğe kavuşmaları
gerektiğini savunuyor. “Hakk-ı aksa”y£b ise siz tasavvur edin!.. Bunu da demek
istiyor ama aynhkçı meselenin Türkiye’nin kontrolünden çıkabilmesi için
gereken vaktin kazanılmasına kadar ayıya dayı diyor. Archer ABD’nin Kültlere
gereken ihtimam ve ilgiyi göstermediğini buna mukabil İlgilte- re’nin
Kürtler’in himayesini üzerine aldığını belirtiyor. Himaye konusunda başbakan
Major’ın başkan Bush ile görüş alış verişinde bulunacağına da değiniyor.
“Kürtler’i nasıl himaye edeceksiniz, bu büyük, İngiltere’nin altında
kalkamayacağı bir taahhüt değil mi?” sorusuna ise küstah milletvekili şu
cevabı veriyor:
“Bu taahhüdümüz
önümüzdeki temmuz ayına kadar. Yani altın aylık. Asıl problem orada 6 ay sonra
varolup olmayacağı- mızdır. Bu büyük oranda Türklere bağlı. Uçaklanmız ve güçlerimiz
onların toprakları üzerinde, bizden çekilmemizi isteyebilirler. Burada asıl
problem Türkiye. Dışişleri Bakanımız Dauglos Hurd temmuzda dolacak altı aylık
sürenin yeniden uzatılması için Türklerle müzakerelerde bulunacak. Müzakerelerde
bulunmak da dışişleri bakanlığına düşüyor. Kültler özerk bölgelerine Kerkük ve
Süleymaniye’yi de dahil etmek için 36. enlem dairesinin 35. ile
değiştirilmesini istiyorlar. Kürtler Kerkük’ü barışçıl yollarla alamazlarsa,
savaşla alacaklar, bunun için hem güçleri var hem de hakları...”
İngiltere Başbakanı Major’ı ve Thatcher’ı bu konularda sürekli
bilgilendirdiğini aktaran Geoffrey Arthur Kürdistan ile ilgili intibalannda,
özetle şunları söylüyor: “Kürdistan’a aşık olduk. Şimdiye kadar gördüğüm en
güzel ülke. İnsanları uğurlarında savaşacak kadar harika...” Yani gerekirse
İngiltere’nin Kürtler’i bahane ederek ama aslında .Müslümanları daha da
G “Hakk-ı aksa”: Azamî
haklar.
bölmek ve Musul petrolleri üzerinde imtiyaz kazanmak .için savaşacağına
değiniyor. Yani biz İngilizleri ülkemizde barındırarak Misak-i Millî
sınırlarımız içindeki Kerkük ve Musul’un petrollerini de o hempalara peşkeş
çekeceğiz. Buna anayilik demezlerse başka ne derler. Mülâkatın sonlarında
(dönemin) Başbakanı Süleyman Demirel’in Kültlere karşı sempatizan olduğunu, bu
konuda problemin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kaynaklandığım ileri sürüyor.
Sanki Türk Silahlı Kuvvetleri vatandaş düşmanı. Açıkça Türk ordusunun Çevik
Kuvvetin topraklarımız üzerinde kalmasını istemediğini zikrediyor. (Şar-
ku’l-Avsat gazetesi 24.1.1992). Burada sivil hükümetin mantığım anlamak
mümkün değildir. Olsa olsa ordu-sivil çekişmesinde, üçüncü ve yabancı
tarafları mücadeleye ortak etmektir. Ama dıştan himayeli demokrasi bizzat
demorkasinin kendisi ile kabili telif değildir. Yani Cezayir’de askerlerin
yaptığını burada siviller mi yapmak istiyor. Bu, Mısır’da Urabi Paşa’ya karşı
Hidiv’in İngilizlerle işbirliğine benziyor. (Urabi Paşayıda dolaylı olarak
İngilizler kullanmıştı. Boylece Mısır’ı zayıflattılar). Bu sakim mantık son
bulmalıdır. Eğer iki müessese arasında rekabet varsa taraflar anayasal
haklarını korumak için öz güçlerini dayanarak mücadele etmelidirler. Vatan
sevgisi bunu gerektirir. Başkalarının himayesi ile demokrasiyi işletmek eğer
hiyanet-i vataniyye dağilse bile gaflet-i vataniyyedir. Misafir bulundukları
ülkemize ihanet ederek Kürt meselesini ileride bizim ve bölge ülkelerinin
kontrolü dşına çıkarmaya çalışıyorlar. Eğer İskoçlar’ın ve Kuzey
İrlandalılar’m özerliğini himaye için Britanya Adasa’na çıksak bize müsade
edecekler mi? Bu şöyle dursun Thacher Suudiler’in (Suudilerin daha sonra
Haseltine vasıtasıyla Muhafazakârlara mali yardımı sürdürdüğü ortaya çıktı)
paralarıyla binlerce mil ötedeki İngiliz sömürgesi Falkland’a çıkarma yapmadı
mı? Kim Kürler’e özerlik vermek istiyorsa kendi inisiyatifiyle versin. Bundan
dolayı İngiliz-
ler bir an önce topraklarımızın üzerinden koyulmalıdırlar. Daha fazla
ihanete göz yumulmasın...
Hiçbir millet, yılanı koynunda beslemez...
[Zaman, 29 Ocak 1992]
zaman, Nevruz ve Mehrecan’ın
mecusî âdeti olduğunu hatırlatmasına rağmen hükümet PKK istismarına açık olan
Nev- ruz’u meşrulaştırmıştır. Eskiden ideolojik maksatlar uğruna 1 Mayıs İşçi
Bayramı olarak kutlanıyordu. Bugün de Nezruz ayrılıkçılığa, ırkçılığa bir
sembol olarak kullanılmak isteniyor. Nevruz’un Kürtlerle bir ilişkisi olmadığı,
eski bir İran âdeti olduğu halka anlatılmalıydı. En azından Diyanet İşleri
Başkanlığı bunu anlatmalıydı. Gerçi hanlılar, bugün dahi Nevruz’u Şiî
gelenekleriyle bağdaştırarak kutluyorlar. Bazı Türkçüler de bu bayramı PKK’nın
elindeki bir malzeme olmadıktan çıkarmak maksadıyla Ergenekon’la illiyet bağı
kurarak Türkleştirme gayreti içine giriyorlar. Nevruz’u sadece Acemler ya da
Kürtler değil, Nuseyrî mezhebi gibi değişik mezhepler de kutluyor. Ama maalesef
bu bayram sebebiyle Doğu’da elim vakalar yaşandı. Birileri hayatını kaybetti.
1992 yılı Kürt meselesi açısından hareketli geçecek. Bir defa BM’nin
Güvenlik Konseyi’nin kararlarını tatbikat safhasına koyması için Irak’a verdiği
mühlet haziranda doluyor. Bush’un da prestij açısından yeni bir harekete
ihtiyacı olabilir. Yine haziran ayında Türkiye’de, mevzilendirilmiş bulunan
Çekiç Güç’ün süresi de doluyor. BM’nin kararlan konusunda İrak’a
108
ORTADOĞU DENKLEMİNDİ! lUKKL£iı-a.utı
baskılar artarken, Batılı ülkeler Çekiç Güç’ün nihai süresinin uzatılması
için Türkiye üzerindeki çabalarını yoğunlaştırdılar. Hatta Barzani daha da
ileri giderek Kürtler için uluslararası daimi bir koruma yani manda istedi.
Savaş tazminatı konusunda İrak Batıklara taviz vermiyor. Bunun yerine petrolünü
karaborsadan satıyor. Hatta Rusya Federasyonu bu konuda Ukrayna’nın İrak’tan
kalepir fiyatına petrol almaşım Batılılar’a şikayet etti. Buna karşılık Batı,
İrak’taki merkezî hükümeti devre- dışı bırakarak Kürtler’le anlaşmalı bir
şekilde Kuzey Irak’m petrolünü dışarıya sevketmeyi planlıyor. Bu işte elbette
Barza- ni’nin parmağı da var. Barzani, İngiltere, Fransa ve Almanya’yı ziyareti
sırasında bu konuda Batılı liderlerle müzakerelerde bulunmuş. Konu bir yönüyle
Türkiye’ye de intikal etmiş. Bar- zani’nin Batı başkentlerini ziyaretinin bir
yönü de güvenlikle alâkalı. Muhtemel Irak saldırılarına karşı bu ülkelerin
garantisini istiyor. Bu meyanda Almanya Dışişleri Bakanı Çekiç Güç’ün
süresinin uzatılması hakkında bizim adımıza Barza- ni’ye söz verdi. ABD
Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu ve Güney Asya’dan sorumlu yardımcısı Ermeni
asıllı Edward Ciğerciyan, Türkiye’nin Çekiç Güç’e desteğinin sürdüğünü ve
süresinin uzatılması konusunda Demirci’den anlayış beklediklerini açıklamıştır.
Margaret Thatcher ve Major’un dostlarından İngiliz yazar ve politikacı
Jeffrey Archer de Zaman’da yayınlanan mülakatında (29 Ocak 1992) Çekiç Güç’ün
süresinin uzatılması konusunda Demirel’in anlayışlı, Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin ise anlayışsız olduğunu ileri sürmüştü. Sözkonusu mülakatta
Kraliyet uğrunda savaşılmaya değer harika bir millet oladuğunu da beyan
etmişti. Geçmişte Irak’ta Kraliyet döneminde İngiliz uçaklarını Kürt halkını
zehirli gazlar atarak öldürdüklerini ve katliam yaptıklarını unutan bu
Britanya’nın necip evladındaki(i) Kürt sempatisinin kaynağı, 8 Mart tarihli The
Mail gazetesinde
gizli. Jeffrey Archer, sözkonusu gazetedeki makalesinde, Kültlerin elinde
bulunan Kerkük’ün petrol yönünden çok zengin olduğunu bu sebeple onların enaz
Kuveyt kadar yararlı bir müttefik olabileceklerini yazıyor. İngilizler’in
Saddam’ın verdiği fırsatı kullanarak, sureti haktan görünerek yeni koloni-
zasyon konusunda aldıkları mesafe ortada.
Bu arada Barzani de İdarî ve güvenlik boşluğu bahanesiyle Kuzey Irak’ta
amiyane tabirle çaktırmadan ‘de facto’ devlet organları tesis ediyor. Bunlar
daha sonra Türkiye’yi Ermenistan gibi hem köprü olarak kullanacak ve hem de
soydaşlarının haklarını savunmak fikriyle Türkiye ile pazarlığa kalkacaklar,
taleplerde bulunacaklar.
Biz, Körfez Krizi sırasında Türkiye’nin izlediği politikayı eleştirmiş ve
Doğu’da bir güvenlik boşluğu doğacağını haber vermiştik. Bu bir kehanet
değildi. Bugün Kürtler bu İdarî boşluğu kullanıyorlar. Türkiye’de de Kuzey
İraktaki gibi benzeri siyasî yapılanmalar olmadan Çekiç Güç’ü topraklarımızdan
atmalıyız. Bu uluslararası kuruluşların ve BM’nin saygınlığı varsa önce
Karabağ meselesini Azerîler’in yani hukukun lehine çözsünler. Karabağ meselesi
Azerîler’in lehine çözülmeden Türkiye Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasına
yanaşmamak.
\Zaman, 23 Mart 1992]
kuzey Irak’ta Çekiç Güç’ün
gölgesinde federe bir Kürt devleti kuruldu. Her ne kadar Kürt liderleri devlet
kurma eylemini bir niyet bildirimi olarak formüle ediyorlarsa da, bu bir
sonbahar şakası değil herhalde. Federe devlet içinde bir çok hukukî ve siyasî
tezadlar barındırıyor. Başta federe devletin sahibi belli değil. Bu federe
devlet Irak federasyonuna mı bağlı yoksa Türkiye federasyonuna mı bağlı
olacak? Irak Ve Türkiye bir federatif devlet olmadığına göre bu federe devlet
kimin? Türkie ve Irak nitelik olarak birer üniter devlet. Ama Barzaini’nin daha
önceleri söylediği: “Bağımsız devletimiz olsun ABD’nin 53. eyeleti olalım”
sözleri ışığında ve ABD’nin de federatif bir ülke olduğu dikkate alınırsa
federe devletin asıl sahibi belli oluyor, Türkiye’nin çekincelerini ortadan kaldırmak
için Kuzey Iraklı peşmergeler şimdilik PKK’yı sınırlarından defediyorlar ama
Türkiye’nin peşmergelere bağımlı kalması açısından ayrılıkçı hareketin toptan
da yok olmasını istemezler. Kürdistan Demokratik Partisi liderleri bunu açıkça
telaffuz ediyorlar. Arada Batılı ülkeler oldukça ve tarafların ilkeleri yek ve
tek olmadıkça güvensizlik uçurumları hiçbir şeyle dolduralamayacaktır. Bu
bunalım ancak Türkler, Kürtler ve Araplar birbirlerine Batı’dan çok
güvendikleri ve sevdikleri zaman aşılacaktır.
Türkiye son sıralarda Suriye ile yaptığı temaslar sonucu komşu ülkelerin
sınırlarını PKK elemanlarının sığınmasına kapatmayı hedeflemektedir. Kuzey
Irak’ta yapılan operesyonlar da bu yaklaşımnın bir sonucudur. TSK’nin bazı
unsurlarının PKK’ya karşı peşmergelerle birlikte operesyona katılması ya da
idareci pozisyonda yeralması bu görüşleri doğrulamaktadır. Londra’daki bazı
kaynaklar Türkiye’nin kışın PKK’ya karşı geniş bir operasyona gireceğini ve
bunun için de şimdiden sınırlarını ve sırtını emniyete almaya çalıştığını
zikrediyorlar. Cape Maleas gemisinin muhteviyatıyla birlikte İran’a iadesi bir
tavizdir.
Ama bu taviz oluşturmaya çalışılan sözkonusu politikanın bir zaruretidir.
Batı basını ve Arap basınının temas ettiği başka bir senaryo daha var. Bu
senaryo değerli tarihçi ve fikir adamı Kadir Mısı- roğlu tarafından İslâm
dergisinin son sayısında da (İslâm, Ekim 1992) dile getirildi. Şarku’l-Avsat
gazetesinde İbrahim Seleme bu senaryoyu yazdığında çek itibar etmemiştim. Ancak
Kadir Mısıroğlu’nun da müdellel bir şekilde mevzuya temas etmesi bize
“politikada yok, yoktur” kaidesini hatırlattı. Kuzey Irak’ta iki yıl önce bir
federe devletin kurulacağını kim söyleyebilirdi ki? Fakat mesele iki yıldan
beri olgunlaştırıldı. Adeta perşembenin gelişi çarşambadan belli oldu. Bundan
dolayı tepkiler de cılız kaldı. Beklenilen seviyede olmadı. Kadir Mısıroğlu bu
senaryo ile ilgili olarak şunları kaydediyor: “Amerika’nın şu anda Türkiye
üzerinde iki planı var. Birisi, Türkiye’nin yükselişinden rahatsız olan
Yahudileri teşvik ederek Kürdistan kurdurtmak istiyor. Ama Irak’tan alınacak
bir parça üzerine kurulacak. Kürdistan’m denize çıkışı olmadığı için, bir kara
ülkesi olacağı için istikbali, olmaz. Onun hedefi Türkiye’yi kandırarak Irak’m
kuzeyini Türkiye’ye vererek ve bizim Malatya, Erzurum ve İskenderun
vilayetlerini de kapsa
yacak bir Kürdistan muhtar ayeleti kurdurmak. Bir arazi alıyoruz diye
Türkiye’ye cazip geMr düşüncesi ile bunu yem olarak önümüze atıyorlar. Böyle
denize çıkışı olan bir federe devlet, sonunda ben Türkiye federasyonunda
ayrılıyorum diyecek. Bu aynen Ermeni meselesi gibidir. Ermeni meselesi de Rus-
lar’ın İskenderun’dan Karadeniz ve Akdeniz’e çıkmak maksadıyla ihdas ettikleri
bir meseledir. Türkiye’de şanslarını 1930’da Ağrı Hareketi ile 1936’da Dersim
Hareketi ile denediler. Baktılar ki Türkiye’de bu işi gerçekleştirmek çok zor.
1930’da Ağrı Hareketi’ni yapan Barzani’yi aldılar Rus Erkan-ı Harbiye mektebine
kaydettiler, subay yetiştirdiler, albay rütbesine kadar kendi ordularında
çalıştırdılar, onların terbiyesi altında yeşitikten sonra gitti Irak’ta baş
oldu.”
Ermeni meselesiyle Kürt meselesi arasında bir bağlantı var Ermeniler 19-
yüzyılda Doğu vilayetlerimizde daha çok Kürt reayanin oturduğu 6 vilayeti
istiyorlardı. Geçtiğimiz eylül ayında Forbes dergisinde PKK’nın istediği
toprakların Büyük Ermenistan toprakları arasında gösterilmesi de bir başka
garabetti.
Basınımızda ABD’deki Yahudi lobisinin adamı olarak bilinen Clinton’un
yardımcısı Algore’un Kürt federe devleti ilanım desteklediği kaydedildi.
Aslında coğrafyamızda daha iyi bir yeniden yapılanma kaydıyla çözülme sanıldığı
kadar kötü de olmayabilir. Başlangıçta nice şer gördüğümüz gelişmeler hayra
inkılap edebilir. Gönüllerimizin inşirahı için Erzurumlu İbrahim Hakkı
Hazretleri’nin rubaisini hatırlayalım:
Hak şerleri hayretler
Arif onu seyreyler
Görelim Mevla neyler
Neylerse güzey eyler!
[Zaman, 10 Ekim 1992]
Osman Abdulaziz
Son sıralarda Kuzey Irak’ta pek de hesapta olmayan gelişmeler yaşanıyor.
Talabanî’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtsever Birliği, Şeyh Osman bin
Abdulaziz’in liderliğindeki Kürdistan İslâmî Hareketi’ne karşı taarruza geçti.
Daha ziyade Erbil ve Sü- leymaniye kentleri ve çevresinde yoğunlaşan
çatışmalarda yüzlerce kişi yaralandı,yüzlerce kişi de hayatını kaybetti. Çatışmaların
herhangi bir sağlam gerekçesi yok. Tala-banî Kuzey Irak’da devlete giden son
marhalede merkezî otorite sağlamak için bütün milis güçlerini ortak bir
komutanlık altında toplamak istiyor. İslâmî Hareket ise kuvvetlerin Birleşik
Peşmerge Gücü’ne katılmayacaklarını ilan ediyor. Bunun üzerine, Talabanî
İran’ın Şeyh Osman b. Abdulaziz vasıtasıyla Kuzey İraklılar arasında fitne
sokmak istediğini ileri sürüyor. Talabanî’nin Londra’daki Temsilcisi Latif
Raşid’de Osman bin Abdulaziz’i Batı’ya şikayet ederek onun fundamentalist olduğunu
ileri sürüyor. Talabanî’nin adamı ve Peşmerge işlerinden Sorumlu Bakan Cebbar
Ferman, Beytavate’deki Şeyh Osman bin Abdulaziz’in karargahına saldırıyor,
bunun üzerine İslâmî Hareket’de karşılık veriyor. Hadisenin kısa hikayesi bu.
Çatış
malardan sonra IKYB Şeyh Osman’ı ele geçirdiklerini ileri sürerken,
Hareket bunu yalanlıyor. Bilindiği gibi Şeyh Osman bin Abdulaziz uzun yıllar
Müslüman kardeşler Irak Teşkila- tı’nın Kürdistan bölgesi temsiliciliğini yapmış.
Ancak Irak’taki dramatik gelişmeler üzerine Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan
İslâmî Hareketi’ni kurmuş. Halepçe katliamı üzerine de Saddam Hüseyin’e karşı
silahlı bir mücadele başlatmış. Hareket ikinci körfez savaşından sonra Kuzey
Irak’ta daha da güçlenmiş. Bu da Talabanî gibi laik hatta sosyalist
hareketleri tedirgin etmiş bulunuyor. Özellikle Kuzey Irak’ta İslâmî hareket
yüzde 20 gibi azımsanamayacak bir tabana sahip. Bununla birlikte Talabanî’nin
adamı Raşid bu gerçeği yalanlayarak şunları söylüyor: ‘Seçimlerde onlar sadece
yüzde 4e) oranında oy aldılar. Velakin isteklerini yüzde 96’ya
empoze etmek istiyorlar. İslâmî bir yönetim istiyorlar. Biz İslâm’a karşı
değiliz, müslümanız. Bununla birlikte halkımız öncelikle özgürlüğünü kazanmak
istiyor. Biz askerî bir yönetimden, yerleşik bir düzene, kanun ve nizama geçmek
istiyoruz...’ Talabanî bütün Batılı ülkelerden destek almasına rağmen İslâmî
Hareket’i gözden düşürmek için İran’dan destek aldığını ve bu yönde belgeler
ele geçirdiklerini ileri sürmesi riyakârane bir hareket. Gerçekten de İslâmî
Hareket’in İran’dan lojistik destek almasına rağmen aralarında bir anlayış
birliğinden sözetmek mümkün değil. Hareketin geçmişte faaliyet içinde olduğu
bölgelerden biri de Peşa- ver ve Afganistan’dı. Bundan dolayı da IKYB’li
yetkili, Kuzey Irak’ın İkinci bir Afganistan olmasına müsade etmeyeceğiz’ diyordu.
Şeyh Abdulaziz Kuzey Irak’ta laik güçler arasında bir denge unsuruydu. Bu
Barzani’den daha çok tek adam olmak isteyen Talabanî’yi rahatsız ediyordu. Çünkü
İslâmî Hareket’in
O Kürdistan İslâmî
Hareketi yetkilileri Kuzey İrak’da yapılan ve Talabanî ile Barza- ni’nin oylan
yarışıyor şekilde paylaştıkları seçime hile karıştırıldığını iddia ediyorlar.
tasfiyesinden sonra Talabanî’yi zaptetmek daha da güçleşecek. Barzani
Talabanî’nin niyetlerinden emin olamaz. Talabanî Barzani’ye karşı PKK gibi
yeni müttefikler bulabilir. Kültler beyninde İslâmî ve geleneksel güçlerle,
laik güçler arasında bir çatışma yaşanıyor. Bu mücadelede laik güçler birbirini
destekliyor. Şeyh Abdulaziz’in güçlerine karşı başlatmış olduğu silahlı
harekatta PKK’nın Talabanî taraftarlarına destek vermesi gibi Türkiye’nin işe
her zamanki gibi bir tercihi yok.
Küçüklüğünde beni en fazla etkileyen risalelelerden biri zannediyorum Akşemseddin’in
oruçla alâkalı bir risalesiydi. Risalenin üzerinde ise Akşemseddin’in çizilmiş
bir sureti vardı. O suret muhayyeleme nakşedilmişti adeta. Risale’de Akşam-
seddin’in aynı zamanda bir tabib olduğu kaydediliyordu. Hem ruhların hem de
bedenlerin tabibi. Kısaca Akşemseddin dibine ışık vermeyen bir mum gibi
değildi. Ölümüne yakın gözlerinin feri ve nuru artmış hazrete sebebini
sormuşlar o da ‘sofradaki ekmek kırıklarını ziyan etmeyerek onları yiyişimdir’
diye cevap vermiş. İstanbul’un bihakkın manevi fatihi olan Akşem- meddin’e olan
aşırı muhabbetimin sebeblerinden biri de Şam’da doğmuş olmasına rağmen Göynük
e yerleşmesi ve orada vefatı; dolayısıyla hemşehri olmamızdır Allah
şefaatına nail etsin, Akşemseddin ve risaleleriyle ikinci tanışmamız ise
rahmeti rahmana kavuşan Ali İhsan Yurt Hoca vasıtasıyla olmuştur. Yeni
yılı göremeden yitirdiğimiz Ali İhsan Yurt Hocamız da mübalağa olmasın ama
Akşemseddin’in fatihi ve kaşifi idi. Akşemseddin Hazretleri’nin 5 risalesini
tahkik etmiş ve Türkçe’ye çevirerek neşretmişti. Oruç risalesinden sonra Ali
İhsan Yurt Hoca’nın engin himmetiyle neşredilen 5 risale küçük yaşlarımda
tesadüfen elime geçmiş aşkla şevkle bir solukta okumuştum. Daha sonra
kütüphanemi arkada bırakarak Akşemseddin’in doğduğu diyar; Şam’a gitmiştim.
Sonra Mısır derken tekrar ülkeme avdet ettim. Geldiğimde viran olan kü
tüphanemde ilk aradığım kitaplardan biri de Ali İhsan Yurt Hoca’nın Akşemseddin
adlı çalışması olmuştur. Eserin yerinde yeller esiyordu. Onun sıcaklığını
içimde sakladım ta ki Enderun Kitabevi’n ’den ikinci kez edinişime
kadar. Hasretin sıcaklığıyla kitabı ikinci kez okudum ve Akşemseddin’in biim
ve İstanbul’un üzerindeki minnetini ve faziletini bir kez daha ya- dettim. O
dönemin uleması İstanbul’u ancak Hazreti Meh- di’nin fethedeceğine inanıyorlar
ve Hazreti Fâtih’i bu çabasından vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Akşemseddin ise
İstanbul’un fethinin Hazreti Fatih’e müyesser olacağını savunuyor ve ulemanın
görüşlerini şöyle tevil ediyordu: ‘İstanbul belki ikinci kez Hazreti Mehdi tarafından
fethedilir...’ Akşemseddin işte böyle bir zat. Şamlı olması İstanbul’un Türkler
tarafından fethedilmesin! aşkla istemesine hiç mani olmuyor. Çünkü onun vatanı
imanı. Ali İhsan Yurt Hoca da İstanbul’un bakiyyesi idi.
Ali İhsan Yurt Hoca çok yönlü bir insandı. Ulemadan olmasına rağmen
Risale meşreb sayılırdı. Hüsrev Altmbaşak, Mehmet Fevzi gibi (Kastamolulu)
Üstad’m talebeleriyle musahabe ederdi. Hekimoğlu İsmail Ağabeyim
anlattığına göre felç geçirdikten sonra nutku tutulmuş ama konuşulanları anlıyor
ve devamlı surette okuyormuş. Son günlerini de hep oruçlu geçirmiş. Salihane
yaşamış salihane vefat etmiş bir büyüğümüz. Sağlığında —şu anda Londra’da
bulunan— Mehmet Ali Eren kardeşimden beni, Ali. İhsan Yurt Hoca ile
tanıştırmasını istedim, nasip değilmiş. Vicahi tanıyamadık ama gıyabında tanıdık.
Ayaklı kütüphane, hafızül kütüp olarak anılan Hoca, İslâm Ansiklobedisi ve
IRCICA gibi teşkilatlann yanında mesaisini talebelere yardımcı olmaya
hasretmişti. Allah rahmet etsin.
zamanla bazı şeyler daha iyi
ve net anlaşılıyor. Bunlardan biri de Körfez savaşı. Bizler Körfez Savaşı’ndan
sonra “Gaflet-i Va- taniyye” isimli bir makalemizde İngiliz yazar ve
milletvekili Jeffrey Archer1 dan sözetmiştik. Neredeyse
hayatını ve bütün mesaisini Kuzey Irak’m bağımsızlığına vakfeden bu mezkur
şahıs iki de bir Türkiye’ye de hakaretler yağdırıyor. Riya derecesinde
Kürtleri sevdiğini iddia eden bü adam Çekiç Gtiç’ün uzatılmasına
askerlerin karşı olduğunu ancak başta Demirel olmak üzere o zamanın hükümet
üyelerinin meseleye yumuşak baktıklarını ileri sürüyordu. Kuzey İrlandcbfö
ve diğer İngiliz müstemlekelerine bağımsızlık hakkı vermeyen İngiltere’nin
bir milletvekilinin Kuzey Irakis bağımsızlık verilmesi için mücadelesi
oldukça manidar. Daha önce Kuze İraklılara 56 milyon Sterlin bağış toplayan
Archer İngiltere’nin Kuzey Irakta bir Kürt Devleti kurulması için öncülük
etmesini istiyor ve bunun için dostu Major11 ikna etmeye
çalışıyor. Observer gazetesine göre Archer, önce Kuzey Irak’a BM
ambargosunun kısmen kaldırılmasını ve ardından tüm Irak’a karşı ambargonun
kaldırılmasından önce İngiltere’nin bir Kürt devleti kurulması için önder rol
oynaması gerektiğine inanıyor. Observer’?. göre Iraklı Kültler de buna
mukabil Irak dışında toprak iddia
ları olmadığını açıkça ilan etmeliler. Tabiî İngiliz diplomatlar Kürt
devletine önderlik etmenin Türkiye ve İrariia karşı karşıya
gelmek anlamını taşıdığını biliyorlar. Tek püzür bu. Ancak Archer Türkiye ya
da İran’ın itirazlarının ikna yoluyla aşılmasını bile zahmet kabul ederek:
‘Türkiye ne zamandan beri politikalarını Batı’ya dikte ettiriyor?’ diye
soruyor. Türkiye’nin hayatî bir konuda itirazı bile zaid addediliyor. Kenan
Evren! in de belirttiği gibi şimdiye kadar Çekiç Güç’ün mutlaka kaldırılması
gerekirdi. Hükümetlerin önceliği bu olmalıydı. Ancak Türkiye’yi Çekiç Güç’ün
Güney Kıbrıs’a nakledilebileceği tehditleriyle korkutuyorlar.
İngiltere’nin öncülük etmek istediği Kuzey Irak’taki rejim her halükârda
Saddam rejimini aratmayacaktır. İddia ettikleri demokrasi ise Baas yönetiminde
pek farklı olmayacaktır. Son sıralarda Celal Talabanînin Kuzey Irak’taki
İslâmî Harekete saldırıları da bunu isbat etmektedir. Kuzey Irak İslâmî Hareketinin
yayınlamış olduğu bildiri de Talabanî taraftarlarının mukaddesatla alay
ettikleri ve camileri bombaladıkları ve hatta Sırplar gibi şehid Müslümanların
şehadet parmaklarım kestikleri iddia ediliyor. Kuzey Irak’ta bu tarz bir
oluşum ancak İsrail’i sevindirecektir. Malum ya Şah Rıza Pehlevfnin ve
ABD’nin desteklediği Mustafa Barzani gizlice İsrail’i ziyaret etmiş ve bu
ülkeden hertürlü himayeye mazhar olmuştur. Oğlu Mesud Barzani’de bunu itiraf
etmiştir. Talabanî ise Yahudilerle ilişkilerin bir an evvel tesisine daha
fazla can atıyor. ‘Saddam İsrail’le
ilişki kurmaya hazırlanıyor, öyleyse biz niye ilişki kurmuyoruz’
şeklinde laflar sarfediyor. Geçenlerde üzerinden gizliliği kaldırılan İngiliz
belgelerinde Kuzey Irak ve Barzani meselesinde İsmet İnönü’nün en fazla İsrail’in
Ankara’daki diplo-
O Şeyh Osman Abdulaziz,
İsrailli uzmanların Talabanî’nin himayesinde Kuzey hak’da aylarca kalarak
çeşitli alanlarda Kurdistan Yurtsever Birliği üyelerini eğittiklerini iddia
ediyor.
matlarına danıştığı ortaya çıktı. Belli ki İsmet İnönü meseleyi asıl
kaşıyan tarafın kim olduğunu biliyor ve bundan dolayı da meseleyi ilk elden
yani İsrail’den öğrenmek istiyor.
Yalancının mumu
Uzun bir dönemden beri Türkiye ve diğer bazı ülkelerde İslâm ile terör
kasıtlı olarak bağdaştırılmaya ve özleştirilmeye çalışılmıştı. Türkiye’de
profesyonelce işlenen faili meçhul bazı cinayetler İslâmî kesimlere
maledilmeye çalışılıyordu. Bahriye Uçok ve Uğur Mumcu cinayetleri gibi.
Nihayet, Doç. Dr. Bahriye Uçok’un Mumcu cinayetiyle de ilgili olarak aranırken
ortadan kaybolan Kargocu Gülay Calapİzrcûfde yakalandı. Uçok
cinayetinden sonra Calap DGM’de alman ifadesinde paketi veren kişinin eşkalini
ayrıntılı bir şekilde tanımlamış ve bir kez daha görse teşhis edebileceğini
söyleyerek hadisenin kilit ismi haline gelmişti. Aldığı tehditlerden sonra 20
Mayıs 199Tde kayıplara karışmıştı. Son olarak İzmir’de yakalanan Calap —eğer
iddialar doğruysa— şehirlerde kanlı eylemler gerçekleştirmek için PKK’nın
kurduğu bir örgüte iştirak etmiş. Şayet Calap meselesi saptırılmazsa,
araştırmalar doğru istikamette derinleştirilirse Türkiye’deki bütün faili
meçhul cinayetlerin düğümü çözülebilir. Zira Bahriye Uçok cinayetinde
kullanılan bombanın türü Uğur Mumcu suikastında kullanılanın aynısı. Geçenler
de Cumhuriyet gazetesinde yeralan başka bir haberde ise bazı suikast
eylemlerine giriştiği şüplelenilen İslâmî Hareketin içine MİT in
sızdığı iddia ediliyor. Bu iddia da daha önce gazetemizin ileri sürdüğü tezi
teyid eder mahiyette. MİT eski görevlilerinden Bahrettin Erman, MİT’in
yasadışı örgütlerin tümünde ajan bulundurduğunu belirterek, ‘Bundan polisin
bile haberi olmayabilir’ diyor. Türkiye’de her türlü illegal örgüt kuruluşu
içinde mutlaka MİT ajanı bulunduğunu ileri süren eski MİT görevlisi Erman bunun
sebebini şöyle açıklıyor: ‘Amaç, örgü
tün hareketlerine ilişkin bilgi sahibi olmaktır. Bunun daha ile- riki
aşamasında örgütün deşifre edilen yönetim kadrosu yakalanıp içeri atılır.
Dolayısıyla dışarda kalan ajanın önü açılarak, örgüt yönetimine gelmesi
sağlanır. Böylece örgütün tüm yönlendirmesi MİT tarafından ele alınmış olur.
‘Erman’ın İslâmî Hareket Örgütüne ilişkin anlattıkları ise şöyle:’ Şimdi burada
Mehmet Ali ŞekeıAn. polis baskınını nasıl haber aldığı önemli. Adamın
bir gece önce polis operasyonunu haber aldığı bilgisi ifadelerde var. Şimdi bu
altıncı kişi bana göre MİT’in örgüt içindeki ajanı olabilir. Bu kişi de Mustafa
Kayacan olabilir. İslâmî hareket Örgütü Mumcu olayına karışmış olabilir.
Bununla birlikle eylemi kimin önerdiği önemli. Bu arada İslâmî Hare- ■ket’in
istihbarat notlarını inceleyen uzmanlar, bu belgelerin askeri okullardaki
istihbarat derslerini iyi bilen bir kişinin kaleminden çıkmış olabileceğini
kaydediyorlar.
New Yortida Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasına fetva verdiği
ileri sürülen Ömer A bdurrahman’Az kendisinin komplocu olmadığını ancak
kendilerine komplo kurulduğunu kaydediyor. Amerikan Adalet Bakanını komplocu
olarak tanımlayan Ömer Abdurrahman muhbir-ajan îmadSalim’i de ‘iblis’
olarak damgalıyor. Ömer Abdurrahman New York Ticaret Merkezi’nin
bombalanmasına ve adam öldürülmesine fetva vermediğini keza Hüsnü Mübarek’in
öldürülmesiyle alakalı da bir plan ve komplo geliştinnediklerini bunun Mısır
istihbaratının elamanı olan İmad Selim’in tertibi olduğunu belirtiyor. Ömer
Abdurrahman önümüzdeki eylül ayında başlayacak mahkemeler esnasında bombaları
açıklacağını ve İslâmm da terör dini olmadığını göstereceğini kaydediyor.
Açıklandığı gibi bütün komplolar Müslümanların değil, Müslümanlara ve İslâma
karşı düzenlenmiş komplolardır.
JEFFREY Archer daha iki yıl önce, o tarihten sonra yazacağı üç
roman için 10 milyon dolar telif ücreti almıştı. Bir bölümü Türkçeye de
çevrilen romanlannın çoğu film ve televizyon dizisi haline getirildi. Ünlü
İngiliz romancının okurları tarafından fazla bilinmeyen bir özelliği onun
politikacı kimliği: Jeffrey Archer, son seçimlere kadar, genel başkan
yardımcısı sıfatını da taşıdığı muhafazakâr Partisi’nden milletvekiliydi. Adı,
sonradan ‘komplo’ olduğu ortaya çıkan, bir aşk skandalma da karıştı.
Kraliçe Elizabeth, 1992 yılında, kendi doğum gününde dağıttığı
ünvanlardan birini de romancı-polikacıya verdi. Ünlü romancı, sabık politikacı
Jeffrey Archer, kendi memleketinde ‘LordArcher’ olarak anılıyor
artık... Seçim derdi olmadığı için, Lordlar Kamarası’nda, kendi aklına estiği
gibi davranabiliyor, uluslararası sorunlarda da ahkâm kesiyor...
Lord Archefm adı, geçen pazar günü, pazar günleri yayınlanan
İngiliz Observer gazetesinde kendisiyle İlgili olarak çıkan bir yazıyla
gündeme geldi. Gazetenin muhabiri Jonathan Rugman, kısa süre önce Kuzey
Iraki ziyaret eden Jeffrey Arc- her’in görüşlerini başlığında şöyle özetlemiş:
“İngiltere, Kürt Devleti’nin kurulmasını zorlamalıdır.”
Jonathan, bir hafta önce bölgeyi gezip ilgililerle görüşen Jeffrey
Archer’m, son durumu ve görüşlerini Başbakan John Major1 a
aktarmak üzere Londra’ya döndüğünü yazmış. Yazdığı birşey de, o görüşlerin
İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve diplomatik çevreleri hop oturtup hop
kaldırdığı...
Observer1 daki makaleyi kaleme alan Jonathan Rugman,
hem bölgeyi hem de Türkiye’yi çok iyi tanıyor. İki yıldan fazla süreyle
Ankara’da BBC muhabiri olarak çalıştı. Bu sıfatıyla Güneydoğu Anadolu’ya
defalarca gitti geldi. Kuzey Irak’ı avucunun içi gibi biliyor. Türkiye ile
Nahcivan arasında inşa edilen Umut Köprüsünün açılış törenine
gittiğimizde, etrafı biraz daha iyi görebileyim derken uçağa vaktinde
dönememişti; biz havalandıktan sonra onu havaalanında elinde uçuş kartını sallarken
görmüştük...
Son karşılaşmamızda, BBC’den ayrılmıştı; daha serbest hareket imkânı
bulduğu Guardian ve Observer gibi gazetelerle bazı dergilerin
muhabiri olarak bölgede dolaştığını söylemişti. Archer ilgili yazısını, Kuzey
Irak’ın Selahuddin kentinden göndermiş Observer’a...
Jonathan Rugman’m görüşlerini aktardığı Lord Archer1 a
göre, İngiltere, 1923’te, Kürt Devleti konusundaki planından vazgeçme hatasını
işledi. O hatanın telâfisi şimdi mümkün: Bu defa, İngiltere, Kürtler’in
birleşik ve federal Irak’ta özerk olma hakkına sahip çıkmalı... Özerkliği,
Kuzey Irak’ta bağımsız bir ekonomiyle tanımlıyor. Bunu sağlamak için,
ambargonun, önce Kuzey Irak’la ilgili olarak kaldırılmasını, özerk devletin
petrol çıkarımıyla zenginleşmesinden sonra ve Saddarrîm ülkeyi Kürt,
Şiî ve Sünnî federasyonuna bölmeyi kabulü karşılığında, bütünüyle
kaldırılmasını istiyor... Buna karşılık, Kürt- ler de, “Kendi ülkeleri
dışındaki topraklarda gözleri olmadığı konusunda garanti vermeliler” imiş...
Romancı ya, entrika
künnakta da usta; Archer, bütün bun-
lan Türkiye’yi kızdırmadan gerçekleştirmenin yollanın anyor. Bir yandan,
aslında teklifi, bildiğimiz anlamda bir 'devlet’ kurulması olduğu
halde, bunu ‘özerk’ kelimesi ardına gizliyor (ama bir kaç yerde, kendini
tutamayıp, başlıktaki gibi ‘Kürt Devlet’i de diyor), bu arada Kuzey
Iraklı liderlerin işbirliğiyle PKK’nın işinin bitirilebileceği zokasını
sunmadan da edemiyor. Buna karşılık, İran ve Türkiye için, şu görüşü de
seslendiriyor: “Zaten bu ülkeler, Batı’ya politika dikte etme hakkına sahip
değiller.”
Jeffrey Archer’m son romanı Honour Among Thives (Hır- sızlann
Onuru) adım taşıyor. Londra’da doktora yapan bir dostum, yaz tatiline
gelirken, bana romanı getirmiş. Hiç mübalağasız söylüyorum, gecemi gündüze
katarak bir gecede okumuştum. Çok sürekieyici bir roman...
Romanın benim için bir özelliği de, kahramanlarının, hayatlarım
koydukları serüvenin sonunda, konunun düğümlendiği Bağdat’tan kaçmak için
seçtikleri yoldu: Kuzey Irak... Bir kaç ay önce romam okurken, Jeffrey
Archer’m Kürt Sorunu’na duyduğu ilgi dikkatimi çekmişti. Kürtler’in devletsiz
kalmış nâdir milletlerden biri olduğuna inamyordu romancı. Bölgeyi bilmeyen
okurları, kaçışı kafalarında daha iyi canlandırsınlar diye, bu bölümün ortasına
bir de harita koymuştu. Romanın 360-61. sayfalarındaki haritada, en büyük
parçası Türkiye’den olmak üzere, Irak, İran ve Suriye’den de kopardıklarıyla
yeni bir devlet yer alıyordu: Kürdistan...
Romanda birbirine geçmiş iki ayrı entrika var. Saddam Hüseyin,
kendisine ambargo uygulayan Amerika’yı küçük düşürecek bir büyük eylemin
peşinde: Ülkeyi kuran sosyal mukavele olan ‘Bağımsızlık Bildirgesini,
saklandığı yerden çalmak... Buna karşılık, Mossad ajanları da, vaktiyle
Bağdat rejimi tarafından bir başka ülkeye sipariş verilmiş kocaman bir kasayı
teslim etme bahanesiyle Saddam'a yaklaşma hesapları
yapmaktalar... Romanın kahramanları, kalpazanlar, sahtekârlar, Mafya
babaları ile Yale Üniversitesinden zaman zaman CIA adına görevler de üstlenen
bir profesör ve bütün ailesini öldüren Araplar’a karşı intikam irisleriyle
dolu, bunu sağlamak için Arapça öğrenmiş, sonra da Irak’m Paris Büyükelçiliğine
memur olarak girmeyi başarmış bir bayan Mossad ajanı...
Sonucu söyleyeyim: Ölenler ölüyor, ama sonunda Amerika bütün dünyaya
mahçup olmuyor... İsrail gizli servisi Mossad sayesinde...
İsrail sevgisini romanının her satırına sindiren Jeffrey Arched yo. Kürt
Devleti konusundaki görüşlerini yansıtan Jonathan Rug man m yazısını
bir daha dikkatle okudum; İsrail’in bu denklemdeki yerine ait tek bir satır
bile bulamadım...
Roman deyip geçmeyin... Geçen yılın ortalarında yayınlanmış, sanki
tarihi bir entrikaymış gibi sunulan bir romanda, eğer yazarının bir de
politikacı kimliği varsa, sonradan dile getirilecek görüşlerin provalarını
bulmak mümkün oluyor. Jeffrey Archer, o romanı yazarken kafasında
oluşturduğu tezi, şimdi politikacı şapkasıyla hayata geçirmeye çalışıyor...
Tansu Hanım kitap sevgisi ile ünlenmiş bir politikacı değil, o sebeple
Jeffrey Archer’m bu romanını okumuş olduğunu sanmıyorum. Okusaydı, şimdilerde
keşfettiği ve ne yapacağını şaşırdığı gerçekleri, o perspektiften
yakalayabilirdi...
[Zaman, 20 Ocak 1994]
TÜKİYE’DEKİ Kürt kökenli siyasîler ve hatta PKK’nın ileri gelenleri
Türk-Kürt kardeşliğinden sözetmektedirler. Kardeşlikten sözedildikçe de şiddet
eylemleri artmaktadır. Söylenenler yakınlaşmayı hedeflerken, eylemler
karşılıklı uzaklaşmayı sağlıyor. Bazı dergilerde Apo’nun yumuşak konuşmaları
yer alırken, PKK Güneydoğüdaki halka “milyonlar dahi ölse haklarımızı
alacağız” mesajım veriyor. Apo’nun yumuşak demeçlerini yayınlayanlar, acaba
Öcalan soyisminin ne anlama geldiğini kendisinden sormuyorlar mı? Dilinden bal,
kalbinden kin damlıyor. Nevruz münasebetiyle halkı toplu kıyamlara sevket-
meyeceklerini açıklamalarına rağmen aksi tahakkuk etmiş durumda. Bu olaylarda
başka mihrakların da parmağı varsa da, PKK sözünde durmamıştır. Zaten durması
yönündeki bir beklenti de boştur. Öyleyse bizi birbirimizden uzaklaştıran kardeşlik
anlayışına yeni bir formül bulmalıyız.
Dikkat çekicidir. Sudan’daki ayrılıkçı Hristiyan (SPLA) John Grang’m
hareketi ile şuubi PKK’nın hareketi aynı yıl ivme kazanmıştır: 1984. Grang
önceleri Sudan ordusunda bir subaydır. Ancak dış güçler onu kullanarak Güney
Sudan’da ayrılıkçı bir hareketin nüveleşmesine öncülük etmişlerdir. Bu yılda Güney
Sudan ile Güney Anadolu’daki aynlıkçı hareketler dönüm
noktasındadır. Hükümetler (Ankara ve Hartum) ve ayrılıkçı hareketler
nihaî kozlarını paylaşmaya ve kapsamlı bir çatışmaya hazırlanıyorlar. Her iki
coğrafyada da iklim şartları bu yıl anormal geçti. Güney Sudan’da meydana gelen
seller sıcakları ve yazı geciktirmiş ve dolaylı olarak ordunun yapacağı harekete
kolay bir zemin hazırlamıştır. Güney Anadolu’da ise kar ve tipi çığ
felaketleriyle sonuçlanmıştır.
Aslında diller ve ırklar bir realitedir. Ancak yegane sosyal bağ
değildirler. Aksi taktirde insanlararası kaynaşma vücuda gelmez ve insanın
gelişimi sınırlı kalırdı. Bu açıdan dinler insanlığı ırklarüstü bir birliğe
götürmüştür. Irkî bağlar maddî bağlardır. Din de manevî bağ ve rabıtadır.
Cenab-ı Hakk müminleri kardeş kılmıştır. Ancak genel bağ dışındaki tali bağlar
da inkâr edilmez. Edilirse dinin öngördüğü kardeşlik formülünün dışına
çıkılır. Ancak, dil meselesi de tabiî bir oluşumdur. Hiç kimse isyanla,
kavgayla dilini evrensel bir dil haline getiremez. Bunun için başka kıstaslar
gerekiyor. Yani dil konusunda baskı da yanlıştır, kompleks de yanlıştır. Evet
mahallî diller konusunda bazı baskılar yaşanmıştır. Ancak karşı taraflar da
tefrite düşerek komplekse saplanmışlardır. Her iki tavır da sağlıklı değil,
marazidir.
Osmanlı’nm son demlerinde Yahudiler Türkler arasında Turancılığı,
Hristiyanlar ise Araplar arasında Arapçılığı yaymaya çalışmışlardır.
Baasçılığı teorize edenler (tenzir) de onlar- dır. Bugünkü sözüm ona ulusal
Kürt hareketi de ulusal değildir, kökü dışardadır. Bugünkü Kürt hareketi laik
tabanlı ırkçı ve milliyetçi fikirlerin etkisinde kalmış ve lâdinî bir ortamda
neşvünema bulmuştur. Öyleyse bu şuubi hareketin panzehirini bulmak zorundayız.
Bunun için kıstaslarımızı tashih etmek durumundayız. Millî beraberliği ırkî
temeller üzerine değil de, daha kapsayıcı temeller üzerine oturtmalıyız. Ancak
lokal istekler de, evrensel değerlerle sınırlandırılmalıdır. Yoksa huzu-
run temini mümkün olmayacaktır. Bu yapıldığında ayrılıkçı hareketler
kendiliğinden krimonolojik bir boyuta indirgene- cektir. Ve buradan sonra da
şeriatın kestiği parmak acımaya- caktır.
12 Eylül döneminde getirilen ikinci dil yasağı aleyhimizde propaganda
malzemesi olarak kullanılmıştır. Ve Mussolini dönemindeki İtalyan Ceza
Kanunların’dan devşirme 140, 141, 142 ve 163. maddeler Türkiye’de derin sosyal
yaralara yolaç- mıştır.
Maalesef yeni kıstaslar arayan bazı İslâmî Kürt hareketleri de T.C.
mantığıyla düşünmekten kendilerini alamıyorlar. Kendilerini kemmiyetçi
mantıktan kurtaramıyor. Mesela Pakis- tan’da Benke Hek-Hakk’m Sesi
adındaki Rabıtatü’l-İslâmîye- tü’l-Kürdîyye’nin yayın organı neşrediliyor.
Burada Kürtler’le ilgili bazı rakamlar yeralıyor. Sözkonusu dergide (birinci
sayısı) Kürtler’in bölgedeki toplam nufusu 25 milyon, yaşadıkları bölgenin
yüzölçümü ise 500 bin kilometre kare olarak takdim ediliyor. Kuzey Kürdistan
olarak tanımladıkları Türkiye’de ise Kürt nüfusunun 15 milyon, yaşadıkları
yüzölçümünü ise 240 bin kilometrekare olarak takdir ediyorlar. Yine aynı dergi
Almanya’da 300 bin Kürt’ün yaşadığını varsayarken, Alman Dışişleri Bakanı
Genscher, bu rakamı 400 bin olarak veriyor (Mehmet Ali Birand ise yeni
gazetesinde yazdığı makalede Almanya’daki Kürt nüfusuyla ilgili Alman
makamlarının elinde bir bilgi olmadığını iddia ediyor!) Elbette bunlar kompleks
ihtiva eden keyfi rakamlar. Leyla Zana da bir konuşmasında Güneydoğu Anadolu
halkının yüzde 80’inin PKK’yı desteklediğini ileri sürüyordu. Derginin Türkiye
hakkındaki en kötü müta- alası da şunlar: “Kürt isimleri almak, Kürtçe konuşmak
yasak. Kürtçe nehir, dağ ve şehir isimleri Türkçeleştiriliyor. Hükümetleri
alenen, Türkiye Türklerindir. başkalarına yer yok, onlar ancak hizmetçimiz ve
kölemiz olabilirler diyor.” Bunlar bir
128
ORTADOĞU DENKlBMlWUt ı u *
Müslümana yakışmayacak tahrikler. Bunlar
insana “Bir kav- min aşırılığı ve sapkınlığı sizi adaletsizliğe
sevketmesin... ” âyet-i celîlesini hatırlatıyor.
Lübnanlı araştırmacı Salahaddin Arkadan’ın da değindiği gibi İslâm şeri
süreci batalamayan kabile, ırk ve düşünce çeşitliliğini makbul tutmuştur. Tek
ümmet (ümmet-i vahid) olmalarını engellemeyecek şekilde sahabeler
kabileleriyle bağlantılarını, intisablarını sürdüşmüşlerdir. Peygamberimiz
sahabi- lerin kabilelere intisab ve bağlantılarını dikkate alır ve kabileler
kendilerinden bir komutan atardı. Ve askerî birlikleri de kabilelere göre
teşkil ederdi. Ama mahzurlu olan asabiyet ve ırkçılıktır. Cemaat ne kadar
faydalı bir organsa, ırk nasıl tabiî bir oluşumsa, cemaatçılık ve ırkçılık da o
kadar zararlı, insanlar arasında bir fitne unsurudur. Maalesef İslâm’ın
öngördüğü bu ideal harmoni Emeviler döneminde korunamadı. Yeterince dikkat
gösterilemedi. Bu vahdet içindeki ideal harmoninin yeniden sağlanması
gerekiyor. Formül bu.
Benke Hek dergisi bir hoş sayı yayınladıktan sonra neşriyat
hayatına ara vermiştir. Dünyada iki-üç bin civarında dil mev- cuddur. Ama
dünyanın yarısına yakının sadece birkaç dil konuşulmaktadır. İngilizce,
Fransızca, Almanca, Arapça, Türkçe Farsça gibi. Dilin gelişimini sağlayan
faktör dildir. Dil coğrafî bir realidedir. Ancak medeniyetle inkişaf eder.
Balinalar arasında yapılan bir araştırmada aynı cins balinaların farklı coğrafyalarda
farklı şekillerde anlaştıklarını ortaya koymuştur. Bu kavimler ve milletler
içinde geçerlidir.
Dördüncü
Bölüm
İslâm ’a terör kisvesi
giydirmek ya da
İslâmî terör imajı
ŞÜPHESİZ Türkiye’de
müslümanlar dünyayı algılama açısından epey mesafe katettiler. Ancak İmam-ı
Ali’nin (keremallahu vechehu) dediği gibi “Hakkı bâtılda kullananlar”, İmam-ı
Şati- bî’nin dediği gibi “İslâm’ın bir cüziyle küllisini tahrip etmek isteyenler
de” çoktur. Bunlar her zaman olmaya da devam edecektir.
1981 yılında Sedat öldürüldüğünde Türkiye’deki İslâmî 'basın olayı iki
şıkta mütalaa etmişti. Bir kısmı “Fravun öldürüldü” gibi başlıklar atarken
diğer kısmı ise “Sedat şehid oldu” başlığıyla olayı vermişlerdi. Hakeza Nâsır
öldüğünde Bugün gazetesi “Fravun öldü” başlığını kullanırken, el-Ezber
dergisi “Nâsır’ın ruhunun cennet-i Âlâ’ya uçtuğunu” yazıyordu. Cihad Sedat
birinci şıkkı dorulayacak: “Nâsır ve Sedat Mısır’ın son iki Firavunuydu”
ifadesini kullanmıştı. Bu söz “Nâsır ve Sedat Fravun’lardan sonra Mısır’ı
yöneten tek iki yerliydi” sözleriyle tevil edilmeye çalışıyordu.
30 bin müslümanı Hama’da katleden Suriye rejimi siyasî sömürünün en
adisini yaparak Sedat’ı öldüren Halid Şevki İs- tanbuli’ye sahip çıkıyor, onu
yüceltiyordu. İranda İstanbulinin adını bir caddeye vermişti. Mısır ile
diplomatik normali- zasyon sürecine girmek isteyen İran yönetiminin kafası
Halid
Şevki İstanbul! isminden dolayı epeyce karışık. İslâm’da ölen dostlar
için aşırı tezahürat yapılmayacağı gibi düşman taraf için de aşırı şamata
yapılmaz. Ama bunu meslek edinenler var. Belki yapabildikleri tek şey bu.
Şamata bazıları için psikolojik tatmin aracıdır. Gerçekler ise ortadadır. Peygamberlerin
kabirlerinin çoğu bilinmezken; Firavunlar’ın azametli, şaşaalı kabirleri
ortadadır. Kemmiyet ölçü olsaydı peygamberler değer verirdi. Yücelik ve
fazilet kemmiyete göre olsaydı bu babda Fira- vunlar’ı kimse geçemezdi. Bazı
aklı evveller sistemli suikast eylemlerini cihad olarak algılayabilmekte.
Öyleyse bazılarının isbat etmeye çalıştığı gibi ferdi tedhiş eylemlerine “Cihad
mı diyeceğiz ve bunu genelleştirecek miyiz? Bu konudaki ender örneklerden biri
Nakraşi Paşa suikastidir. Hasan el-Benna’nın emirlerine riayet etmeyen İhvan’a
bağlı “Silahlı özel Bi- nm”den Abdülmecid Ahmed Hasan dönemin başbakanı
Nakraşi Paşa’yı öldürür. Bunun üzerine askerî mahkeme, aleyhinde idam kararı
verir. Karar o dönemin Mısır Müftüsü olan merhum Muhammed Haseneyn Mahluf
tarafından onaylanmıştır. Ulemânın en barizlerinden ve soylularından biri olan
Mahluf, aynı zamanda İhvan’a yakın bir şahsiyettir. Bu yakınlık ömrünün sonuna
kadar sürmüştür. İhvan’a çeşitli bâdirelerde yardımcı olmuştur.
İki şey birbirinden ayırdedilmeli. Bir insanın öldürülmeye müstahak
olması başka şey, birilerinin kendilerini “Hukukî Merci” makamına koyarak cezaî
ahkâm icra etmeleri başka şeydir. Bu takdirde favza ve kaosun önü nasıl
alınabilecektir? İslâm devletinde kısas cezası bile devlet reisinin varlığına
ve kararma bağlıdır. Bundan dolayı diyar-ı harpte müslümanla- rın kendi
aralarında kısas uygulamaları talik edilmiş, dondurulmuştur. Ama bu sözlerimiz
pasifizm olarak algılanmamalı. Bazı ferdi eylemlerin hukuka değil ama hikmete
uygun düştüğünü söyleyebiliriz. Sedat’ın katli gibi.
Cezayir’de İhvancı bir çizgide yeralan Mahfuz Nahnah pa- sifist bir
politikacı olarak tanınıyor. Burada bu tanımlamayı yaparken şunu da akıldan
ırak tutmamak lâzım: Pasifizmin (pasiflik) bir ölçüsü de yoktur. Meselâ
Cemiyet-i Ulemâu’l-Müsli- min Lideri Abdülhamid bin Badis’e göre zamanındaki
ehli tasavvuf pasifist idi. Hal böyle iken gönümüzde M. Kemal ve İsmet İnönü
için söylediklerinden dolayı, Cezayir ile ilgili kitaplar yazan tıfıllar
kendisini pasiflikle suçlamışlardır. Pasifizm Gandi gibi bazı siyasî liderlerin
başarıyla kullandıkları bir taktiktir Aynı zamanda, Atatürk yerine
müslümanların tereddi ve izmihlalinden ümmeti sorumlu tutuğu için Bin Badis
pasiflikle suçlanırken, günümüzün pasifistleri Atatürk’ün pradigmasını
reddediyorlar. Sözkonusu ettiğimiz pasifistlerden Mahfuz Nahnah bugün İslâm
dünyasında otontizm ile Atatürk’ün pra- digmasınm çarpışmakta olduğunu ileri
sürmekte. Aynı Nahnah Cezayir’e de bir Atatürk lâzım diyen Savunma Bakanı Halid
Nezzar’ı (8 aydır) Cezayir’de bir iç savaşa meydan vermediğinden dolayı
kutlamaktadır. Sonuçta çelişkili görünse bile bin Badis ile Nahnah arasında
zaman farkından başka bir fark bulunmuyor. Yiğidin hakkını vermek babından
söyleyecek olursak Nahnah millî mutabakat isteyecek ve darbeden bu yana
anayasanın askıya alındığını söyleyecek kadar da cesur.
Netice itibariyle şunu söylemek istiyorum Türkiye’de İslâmî basın ortak
siyah-beyaz tekdüzeliğini aşmış ve kendisini yenilemiştir. Şimdi Budiyaf için
kimse şehit demediği gibi gereksiz yere şamata yapanlar da azalmıştır. Kısaca
doğru yoldayız.
[Zaman, 19 Temmuz 1992]
uğur Mumcu cinayetiyle
ilgili tartışmalar sürüyor ve süreceğe de benziyor. Uğur Mumcu cinayetinden
sonra Jak Kamhi’ye başarısız bir suikastte bulunulması ve faillerini
yakalanması ve sile edilerek Mumcu cinayeti basbayağı saptırıldı. Kamhi’ye
yapılan suikast provası; sanki faili meçhul cinayetleri belirli bir hedefe
kanalize için yapıldı. Jak Kamhi suikastinde onca acemilikler sergileyen,
militanların ya da benzerlerinin teknik olarak öncekileri gerçekleştirmeleri
mümkün değil. Öyleyse bu işte bir iltibas var.
Mumcu cinayeti ve Jak Kamhi’ye suikast teşebbüsü anı gaye için
kullanıldı. Peki nedir bu gaye? Mumcu cinayetiyle Türkiye laikler ve
antilaikler şeklinde sun’î bir şekilde iki kampa bölünmek istendi. Jak Kamhi
suikastiyle de sözde bütün faili meçhul cinayetlere götüren iz keşfedildi.
Sürülen iz İran’ı ve birtakım müslüman unsurları gösteriyordu. Bu sahte
teshillerle varılmak istenen nokta belliydi. Türkiye’deki müslümanları mahkum
etmek ve İran-Türkiye arasında gerginlik meydana getirmek. Batıklar son
sıralarda İran aleyhinde kampanyalarını yeniden yoğunlaştırdılar.
Bill Clinton yönetimi ve Kissinger İran’ın bölgede Irak’m bıraktığı
boşluğu doldurduğuna ve aşırı silahlandığına inanı
yor. Türkiye’deki terör olayları da İran’ın aleyhinde Batı’ya yeni
deliller ve kozlar veriyor.
Bölgede İran-Türkiye kapışmasından ziyadesiyle istifade edecek ülkeler
var. Bu ülkelerden biri de İsrail. Bölgesel bir .güç olma savdasında olan Irak,
Körfez Savaşı ile hizaya getirilmişti. Dost Saddam kalmış düşman Irak
gitmiştir. Bölgede potansiyeli güçlü iki İslâm ülkesi bulunuyor. Türkiye ve
İran. Her iki ülke de İsrail için müstakbel bir tehdittir. Bu ülkeye göre
Türkiye’nin yöneticileri dost ama Türkiye potansiyel olarak düşmandır. İsrail,
Arap Birliği Birinci Genel Sekreteri Abdurrahman Azzam gibi Arap liderlerinin
“Kudüs’ü ikinci kez kur- tarsa kurtarsa Türkler kurtarır” dediklerini bilir ve
hisseder. İsrail’in amacı potansiyel bu nesli olgunlaşmadan önce koparmaktır.
Öyleyse potansiyel tehdit arzeden iki ülkeyi çarpıştırmak da İsrail’in
lehinedir.
Bu tezden yola çıkarak, Mumcu cinayetinin Kamhi suikasti için yem olarak
kullanıldığını söyleyebiliriz. Ya da sahte sui- kastle İsrail lehine Mumcu
cinayetinden yararlanılmak istenmiştir. Kamhi suikastini belirli hedeflere
yönlendirmek için paravan, protanör ve rezerv örgütler devreye sokulmuştur.
Böylece faili meçhul cinayetler istenilen hedefe ve istikamete
yönlendirilmiştir.
Aylar önce Mısır’da Ferec Fode adında laikliği fanatizme götüren bir
yazar öldürüldü. Bazıları özellikle yabancılar Uğur Mumcu’yu da aynı kefeye
koymak istiyorlar. Bu görüşte tutarsızlık var. Hüseyin Hatemi’nin de zikrettiği
gibi Mumcu laik olmasına rağmen kaşarlı bir din düşmanı değildi. Aksine Hatemi’nin
nakline göre Akşemseddin’in soyundan geliyormuş.
Daha önce Numan Abdurrazık Samarrai’nin el-Yahud VettahalufMeal Akviya
kitabına istinaden gazete olarak Mos- sad’ın sözde fundamentalist teröristler
yetiştirdiğini yazmıştık. Manşetimiz bazı şaibeli mihraklar tarafından
eleştirilmişti. Hal
buki Kamhi suikasti bazı fason isimlerin istihbarat teşkilatlan
tarafından kullanıldığı hissini kuvvetlendiriyor.
Mısır’da Mossad müslümanlarla hristiyanların arasını açmak için birçok
terör olayına karışmıştır. Birkaç ay pnce yakalanan Mossad ajanı Mısrati’nin
serüveni de Mossad’ın müslümanlarla Kiptiler arasındaki uçurumu açmam için
nasıl planlar yaptığını ortaya sermişti.
Bu yıl terörizm yüzünden kötü geçen turizm mevsimi dolayısıyla resmi
makamlara göre Mısır 200 milyon dolar kaybetmiştir. Kahire’de yayınlanan
muhalefetin ve Müslüman kardeşlerin yayın organı kabul edilen eş-Şaab
gazetesi bundan Mossad ajanlarının sorumlu olduğunu yazmıştır. Aynı gazeteye
göre bu işte altı ajanın parmağı vardır (bkz. eş-Şaab gazetesi 1 Ocak
1993). Mısır’da Alman turistlerinin otobüslerine yapılan saldırılar da
müslümanlarla Hristiyanlar’ın arasını açmak içindir. Bu olaylardan sonra Alman
Papazlar Birliği yayın organı müslümanlar aleyhinde karalama kampanyasına
başvurmuştur.
Mossad’ın doğrudan ve dolaylf olarak İslâm adı altında bazı fason örgüt
ve elemanları kullandığının bir nişanesi de Richard Dökmeciyan’m raporudur.
Güney Californialı araştırmacılardan Richard Dökmeciyan 150 sözde İslâmî'
teşkilatın Pentagon tarafından finanse edildiğini ileri sürüyor (el-Alem,
sayı 467 Keyfe nualic naksel hubera dahilel hareket’il-İslâmiye.) Herhalde
Pentagon’un ulaştıklarına, Mossad da ulaşıyordur.
Mısır’ın gelir kaynaklarının, dış yardım Süveyş Kanalı ve turizm
gelirleriyle sınırlı olduğu unutulmamalı.
ABD’ye
uyarlanan Kamhi komplosu
dünya İslâm’a yöneldikçe
İsrail’e bir şeyler oluyor. Keyfi kaçıyor. Huzursuz huzuru bozuluyor.
Müslümanları karalamak için orada burada komplolar düzenliyor. Müslümanları
mani- püle etmek için de komplolara mekan olan ülkelerdeki bazı resmî ve
gayriresmî kurum ve kanalları kullanıyor. Bunların başında da basın geliyor.
Yahudi sermayesiyle çıkan Newsweek son sayısında Dünya Ticaret
Merkezi’nin bombalanmasından yola çıkarak sözümona İslâm’la terörün
ilintilerini ve bağlantılarını sorguluyor. Türkiye’deki Jack Kamhi hadisesi de
benzeri bir misyon için kullanılmıştır.
Türkiye’de Uğur Mucu, hadisesinde de delil bulunamadan suçlu bulunmuştur,
anti laik kesimler. TRT ise bu olaydan skandal bir şekilde kurumun
müdürü Kerim Aydın Erdem’in bilgisi dışında kullanılmıştır. Kamhi’ye suikast
teşebbüsüyle de birkaç yıldan beri bulunamayan meçhul cinayetlerin failleri
derdest edilmiş yakayı ele vermişlerdir®.
New York’taki Dünya Ticareti Merkezi’ne bombalı saldırı da, Jack Kamhi
senaryosunun ABD’ye uyarlanmasından ibarettir. Geçmişte İsrail, ABD ile FKÖ
arasındaki ilişkileri baltalamak için benzeri yöntemlere yani teröre
başvurmuştu. ABD ile FKÖ arasında temas sağlayan bazı Filistinliler Mossad
tarafın
dan ortadan kaldırılmıştı. İsrail bu defa da özel olarak Hamas genel
olarak da İslâmî kesimler ile ABD arasındaki ilişkileri tamir edilmeyecek bir
şekilde baltalamak istemektedir.
Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasına rastlayan günlerde ABD “terörist
örgüt” olduğu gerekçesiyle Hamas’la diyalog ve teması kesme kararı almıştı.
Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından sonra da şüpheli örgütler arasında Hamas’m
adı zikredilmiştir.
ABD’nin İslâmî örgütler arasında Hamas’la irtibat kurması istisna
değildir İran devriminden sonra ABD bir daha böyle sürpriz vartalara düşmemek
için İslâmî kesimlerle diyalog ortamı aramaya başlamıştır. Bu bağlamda FIS
lideriyle ve daha başka İslâmî hareketlerle diyalog kurulmuştur.
Mesela Graham Fuller de Türkiye’de çeşitli İslâmî kesimle- in
temsilcilerde görüşmüştü. Aslında bu yaklaşım İkinci Dünya Savaşı’ndan önce
İngiltere’nin de taktiğiydi. Hasan el-Ben- na o dönemin İngiliz elçisiyle
Kahire’de birçok kez görüşmüştür. Hamas ile temaslar da Arap alemindeki
elçilikler vasıtasıyla gerçekleştiriliyordu. Hamas’m ABD ile diyalogdan gayesi
FKÖ yerine Hamas’m Filistinler’in meşru temsilcisi kabul edilmesidir. İsrail
ise buna karşı çıkmakta ve bundan rahatsız olmaktaydı. ABD, İsrail’in
iradesine ram olarak diyaloga son vermiş, onu Fransa izlemiştir. İsrail ise
ABD’nin bu yöndeki açıklamalarını sevinçle karşılamıştır.
Herzog’m talkını
Hollanda’yı ziyaret sırasında yaptığı açıklamada İsrail Cumhurbaşkanı
(eski) Haim Herzog güçlenen Hamas’m barışı baltalayıcı bir karakter taşıdığını
ileri sürerek, “Radikal İslâmî hareketler sadece Ortadoğu’yu değil bütün
dünyayı tehdit eder hale geliyer. Batı bu tehdidi gözardı ediyor” ifadesi
kullanmış
tır. İsrail sözümona radikal İslâm’a karşı Arap ülkeleriyle müşterek
cephe ve dayanışma kurma girişimini genişleterek cephe ve dayanışma kurma
girişimini genişleterek, cihanşümul hale getirmek istemektedir. Ticaret
Merkezi’nin bombalanmasından sonra ABD’de de bu tür yorumlar yapılmıştır.
Patlama ile birlikte gelen İsrail’in propaganda atağı bu işin çok boyutlu bir
plan ya da planın parçası olduğunu işmam etmektedir. Bu olayların arefesinde
İsrail, Hamas mensubu olmakla suçladığı Amerikan uyruklu üç Filistinli’yi
tutuklamış ve iki ülke arasındaki teamüllere aykırı olan bu davranış biçimi
konusundaki Washington’un uyarılarını da kaale almamıştır. Bu gelişmelerin
ardından Hamas mensuplarının ABD’ye girişlerini yasaklayan bir kanun tasarısı
hazırlandı.
Newsweek dergisinin yorumunun hilafına-, Dünya Ticaret Merkezi’ni
bombalamak ve masum insanların ölüm ve yaralanmasına yolaçmakla müslümanlar ne
kazanacaktır? Özellikle Amerikan kamuoyunun Bosna-Hersek meselesine ve İsrail’i
zor durumda bırakan sürgün 415 Filistinli’ye karşı sempati duyarken, İsrail 415
Filistinli’yi smırdışı etme hamakatını, Dünya Ticaret Merkezi’ni bombalayarak
ve bunun faturasını müslümanlara çıkartarak telafi etmeye çalışmıştır. Halbuki
asıl terörist 415 Filistinli’yi smırdışı etmede karar sahibi olan Genelkurmay
Başkam Ehud Barak ve onun devleti olan İsrail’dir. Barak ve İsrail Ebu Cihad
gibi nicelerinin katilidir.
Muhammed Salame’nin üzerinde telefon numarası çıkan Mossad ajanı Josie
Hodos Amerikan yargısı tarafından serbest bırakılmıştır. Büyük ihtimalle Muhammed
Salame’nin kiraladığı arabayı çalan ve bu çalıntı araçla elim hadiseyi
gerçekletiren Josie Hodos ya da hempalarıdır. İsrail terörist bir devlettir ve
oluşturduğu terörist ortamda boğulacaktır. Likülli atin karib.
dünyada cereyan eden
hadiselerin seyrine baksanız, Doğu’da hiç akıllı, Batı’da ise hiç vicdanlı
insan kalmadığını sanırsınız. Vicdanlı ve akıllı çok insan olsa bile akılsızlar
ve vicdansızlar onları filtreliyorlar. Vicdanlılar çıkıyorsa bile çarkların
dişlilerine takılmadan edemiyorlar. En çok örneklerinden biri de ABD Dışişleri
Bakanlığının Bosna Uzmanı Marshall Freeman Harris. Bosna hükümetine, ülkenin
bölünmesini öngören planı kabul etmesi için aşırı baskı uygulandığı
gerekçesiyle istifa ediyor. İstifa ayrıca Dışişleri Bakanı Christophe fi
protesto niteliği de taşıyor. New York Times gazetesi Harris’in istifa
mektubunda. ‘Bir Avrupa ülkesinin baskı yoluyla parçalanmasına, soykırıma ve
bunu yapan Sırp yetkililerine karşı harekete geçmeyen bir dışişleri
bakanlığında daha fazla çalışamam’ ifadelerini kullanıyor. Harris’in istifa
mektubu George Kennacay olarak, selefi George Kennedy’in aynı gerekçeyle
görevinden ayrılmasından bir yıl sonrasına rastlamış bulunuyor. Bu da Bush ile
Clinton arasında ne Irak ve ne de Bosna mevzuunda hiçbir fark olmadığını ortaya
koyuyor. Böylece vicdan sahipleri kendilerine vicdansız ortamlardan tecrid
ediyorlar.
ABD’nin Bosna politikası hipokrasinin en son numunelerinden biri.
Sırpların Saraybosna'yı ele geçirmeleri ihtimalinin
kuvvetlenmesi üzerine şehri kurtarmak için ABD, Nato’nun havadan
müdahalesini gündeme getirmişti. Ama beklenen acı akibet tahakkuk etmek
üzereykende amiyane tabirle kıvırıyor. Bakın Christopher neler diyor: ‘İgman
Tepeleri’nden sonra Saraybosna’da düşebilir. Bunu engellemek için Sırplara baskı
yapmalıyız. Burada önemli olan ne yapılması gerektiği ve bizim ne
yapabileceğimizdir.’ Amerikalılar Clinton’ın ve Chris- topher’in dönekliklerini
görmüyorlarmış gibi suçu Owen’e atıyorlar ve günde 10 defa fikir değiştirdiğini
hatırlatıyorlar. Batılıların bu tutumu ‘Tencere dibin kara, seninki benden kara’
tekerlemesini andırıyor. Gerçi Lord Owen’de utanmazların ve şaklabanlann piri
ama, Christopher’in de ondan geri kalır tarafı yok. Filistin konusundaki tavrı
da Bosna’yı aratmıyor. Bunun için son Ortadoğu ziyareti sırasında Filistin
Heyeti’nin Başkanı Haydar Abduşşafi Christopher’le görüşmeyi boykot
etti. Ama o yine de Faysal Hüseyni ve Haşan Aşravi gibi kendisiyle
görüşebilecek yandaşlar bulmakta zorlanmıyor. Ne de olsa dünya hali. Owen ise
planının dama atılmasına rağmen neyin peşindeyse istifa etmedi direniyor, hâlâ
pişkinliğin peşine takılarak arabuluculuk sanatını icra ediyor.
■ Batı’nın vicdansızlarından bazı misaller irad ettik sıra geldi bizim
akılsızlarımıza. Bu akılsızlarımız kendilerini kontrol etmeyi beceremezler,
onları başkaları kontrol eder, yönlendirir ve azmettirir. Ama zararları,
kendilerine kasır değildir, herkesi etkiler. Bunlar kendilerini dava adamı
sanarlar ama komplo aracı olarak kullanılırlar. Ömer Abdurrahman
meselesinde olduğu gibi. Hile Yolu (MOSSAD) yazarı Ostrovski’de New
York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından sonra yaptığı açıklamada
hadiseye ismi karışanların muhtemel olarak haberleri olmadan istihbarat
servisleri (MOSSAD-CIA-FBI) tarafından yönlendirildiklerini açıklamıştı. Son
sıralarda Ömer Abdurrahman’ın CIA ajanı olduğu yolunda iddialar ortaya atıl
mıştı. Fakat Hürriyet gazetesinin de haber verdiği gibi gerçek öyle
değil. Ömer Abdurrahman ajan değil bir ajan kuklası. O sadece kullanılan
bir isim. Sözkonusu haberde Ömer Abdurrahman’m FBI tarafından yönlendirilip
teröre teşvik edildiği belirtiliyor. Haberde şöyle deniliyor: ‘CIA ajanı olduğu
iddia edilen Mısırlı Şeyh Ömer Abdurrahman ile İslamcı örgüte (cemaat dalıa
doğru) sızan FBI muhbiri Emad Salem arasındaki konuşmaların bant
kayıtları bu kuşkuyu ortaya çıkardı. (Sözde) İslâmî teröre karşı yürütülen
operasyonun ardındaki bu provokasyon’ kokusu Amerikan Yönetimi’ni zor durumda
bıraktı. Salem’in tuzağına düşerek tutuklanan 11 İslâmcı örgüt üyesinin
yargılandığı mahkemeye de gölge düştü. New York Newsday Gazetesi’nde
yayımlanan bant kayıtlarına göre Ömer Abdurrahman’m herhangi bir eyleme
‘muvafakat’ ettiğini gösteren bir delil yok. Emad Salem, Ömer Abdurrahman’ı
dolduruşa getirmeye çalışarak, FBI New York’taki bürosunun da bulunduğu BM
binasına eylem düzenlemeye teşvik ediyor-, ‘Orası Şeytan’n evi. Eylem için
hedef olabilir’ diyor. Ömer Abdurrahman ise-.’ İslâm kanunlarına göre caizdir.
Ama orası aynı zamanda barışın merkezi olarak görülüyor. Müslümanların barışa
karşı olduğuna söyleyebilirler. Karşılığım veriyor. Salem bunun üzerine
Manhattan’daki FBI merkezine eylem düzenlenmesini teklif ediyor. Abdurrahman:
‘Aman Allah’ım, üzerinde çalışılması gerekir’ diye cevap veriyor. İşte
çevrelerine birkaç taraftar toplayanlar, macera- heveslileri tongaya düşerek
müslümanların başlarına felaket açıyorlar. ABD ve diğer çevrelerde bunları
kasıtlı olarak kullanıyor. Sudan yönetiminin, yakalanan terör zanlısı
Sudanlılar konusunda Washington Yönetimine yaptığı işbirliği teklifi kaale
alınmamıştı. Amerikan hükûmeti’nin Ömer Abdurrahman’ı Emad Salim vasıtasıyla
yönlendirdiği ve teröre azmettirdiği anlaşılmıyor. Bu konuda Amerikan Yönetimi
ile Mısır rejimi arasında da muvazaa ol
duğu anlaşılıyor. Zira Emad Salim Mısır ordusunun eski bir mensubu Hatta
Mısır Muhabareta yanında KGB ve FBI teşkilatları hesabına çalıştığı iddia
ediliyor.
Avrupa’da hayali bir Anadolu Federe İslâm devleti kuran Cemaleddin
Kaplan Hoca kendisinin 12 ilme vakıf olduğunu beyan ederek Halife Naibi
olduğunu ilan ediyor ve sağa sola atamalar yapıyor ve mesajlar gönderiyor. Peki
12 ilme vakıf olmak İslâm devletinin lideri olmak için yeterli mi? Peki ya
başka 12 ilme vakıf adaylar çıkarsa ne yapacağız? Ayrıca ahkam bildiğini iddia
eden kişilerin ahkama medar olan meseleleri de bilmesi gerekmez mi? Dünyayı
tanıma ve genel kültür gibi yetenekler hiç mi gerekmiyor. Zaten dünyayı
tamsalar iddiaları kendiliğinden düşecek.
Bu arada sözde Cemaleddin Kaplan’a cevap veren ve tekfir yarışında önde
giden, hiçlik kişvesi altında Firavun kibri taşıyanlara ne demeli? İşte bunlar
kurtarıcı pozisyonundaki mütecavizlerdir. Bunlar ancak Ömer Abdurrahman gibi
ajan aleti olmaya yararlar. Ama ne yapalım ki bunlar er zaman olmaya devam edecekler.
Bizden sadece uyarması...
ABD’NİN pasifliği Bosna’dan sonra Kafkaslar’da kendisini gösteriyor.
ABD’nin kararsızlığının ceremesini de Türkiye çekiyor. ABD’nin Bosna’yı
destekler gibi gözükerek ardından pasif tutumlar takınması şüphesiz Sırpları
cerasetlendirici bir faktör olmuştur. ABD’nin bu pasif tutumundan en fazla
hayal kırıklığına uğrayanlar da Türkiye-ABD eksenine inanan kesimler. Üzücü
ama gerçekler maalesef böyle. ABD’nin Kafsasya’ya yönelik net bir politikası
bulunmuyor. CIA Gürcistan gibi BDTden ayrılan Kafkas ülkelerini desteklemeyi
savunurken, Clinton yönetimi Yeltsin’i gücendirmek istemiyor. Bosna’ya müdahale
meselesinde de böyle olmuştu. Elçibey’i resmî olarak. destekleyen, referandumu
ve Aliyev’i tanımayan ABD maalesef Elçibey’in altının oyulmasından birinci
derecede sorumlu olan Ermeni işgalini ve işgalci Ermenistan’ı bile kınamıyor.
ABD Hükümetinin Karabağ meselesiyle ilgili özel Temsilcisi Büyükelçi Maresca,
Azerbaycan topraklarının işgalinin asıl sorumlusunun Ermenistan değil, Dağlık
Karabağ Ermenileri olduğu görüşünü savunuyor. Maresca, Moskova ve Ankara’daki
temaslarını Batı Avrupa başkentlerinde sürdürmek üzere Türkiye’den ayrılmadan
önce yaptığı açıklamada, Ermenistan hükümetinin, çatışmaların sona erdirilmesi
konusunda
iyi niyetli davrandığını da iddia etti. Buyrun cenaze namazına. Hangi
Batı, hangi Amerika, çıkın çıkabilirseniz işin içinden. ABD kime sırıtıyor
Ermenilere mi, bize mi? Aslında kendi göbeğimizi kendimiz kesebilsek bu
sorunun cevabını aramaya hiç luzum yok. Çünkü o zaman kul taifesinden değil
efendi taifesinden olursunuz. Azerbaycan feryat figan edip Türkiye’den yardım
ve İmdat istiyorsa, biz de pek farklı olmayarak aynı misyonu, eylemi ABD’den
bekliyoruz.
Numeyri: Ben İsrail'i
çok severim
Güney Sudan’da ayrılıkçı çatelerin baş destekçilerinden biri İsrail’dir.
Uganda sınırına çok sayıda uçak göndererek isyancılara arka çıktığı
bilinmekte. Kısaca Sudan’daki mevcut İslâmî rejimin en büyük muhaliflerinden
biri İsrail. Bu açıdan devrik lider Numeyri’nin İsrail’i çok sevmesi
yadırganacak bir husus değil. Meariv gazetesine bir açıklama yapmış. Numeyri
İsrailli subaylarla ilk tanışmasının 1965 yılında ABD’de askeri eğitim aldığı
sıralara rastladığım belirtiyor. Sedat’ı Kudüs’ü ziyaret ettiğinde ve daha
sonra Camd David anlaşması sırasında destekleyen tek Arap ülkesi lideri
Numeyri olmuştu. Bir çok kez İsrailli yetkililerle biraraya gelmiş. Mesela
Kenya'nın başkenti Nairobi’de Beyrut kasabı olarak da anılan İsrail eski
Savunma Bakam Ariel Şaron ile de görüşmüş. Meariv gazetesi muhabirine: ‘Ben
İsrail’in kadim dostuyum. Onun yenilmezliğine inanmıştım. Ve dostluk konusunda
hiç kusur etmedim’ diyor vefakar dost. Numeyri ayrıca ‘davet edilsem İsrail’e
mutlaka giderim’ dedikten sonra Musa Operasyonu olarak anılan Haşaların kaçırılmasında
oynadığı rolü de ikrar ediyor.
Mossad bağlantısı
Her geçen gün Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ko-
nusunda Mossad bağlantısı daha bariz hale geliyor. Jerusalem Post
gazetesinin neşrettiği bir haberde New York Ticaret Mer- kezi’ni bombaladığı
ileri sürülen zanlılardan biri olan Ahmet Ucac’ın Mossad ajanı olduğu ortaya
çıktı. Amerikan kaynakla- nna göre, Ahmet Ucac daha önce kalpazanlık suçundan
dolayı İsrail makamları tarafından tutuklanmış ancak ceza müddetinin yarısını
daha doldurmadan ajan olarak yetiştirilerek salıverilmiş. Mossad, Ahmet
Ucac’dan saldırıyı gerçekleştiren grubu organize etmesini istemiş. Gerçekten de
Ahmed Ucac, Ömer Abdurrahman’a bağlı bir grubu İndifada literatürüyle ve ayak-
1 anmadaki® rolüyle tavlayarak eyleme geçirmiş. Post, Alamet Ucac’ın daha önce
yaşadığı Cebeli el-Mekber ahalisiyle görüşmüş. Ahali Ahmet Ucac’ın sürpriz ve
garip bir şekilde İsrailli makamlar tarafından bölgeden uzaklaştırıldığını
söylemişler, ailesi ise yorum yapmaktan kaçınmış. Ucac’ın avukatı ise müvekkilinin
Mossad bağlantısını inkar ediyor. İmad Salem ise Ömer Abdurrahman ve grubunu
provoke ve tahrik etmiş. Netice de bir eylem ve Ömer Abdurrahman’m retoriğiyle
toplandığında ortaya bir İslâmî terör imajı çıktı. Planlayıcısı ise Mossad,
FBI ve Mısır. Ömer Abdurrahman’m Mısır’da kalan zevcesi ise eşinin teröre
bulaşmadığını ve masum olduğunu belirtiyor. Bu sözler doğru ama Ömer
Abdurrahman dolaylı olarak kullanılmasının ve malayani konuşmalarmın cezasını
çekiyor. Bülbül ne çektiyse dilinden çekti.
FKÖ-İsrail barışının hedef aldığı kitlenin HAMAS gibi İslâmî gruplar
olduğu bilinen bir gerçek. Bu konuda dış basında gün olmuyor ki teyid haberleri
çıkmasın. Sanki sözümona funde- mentalizme karşı dünya da zımnî bir ittifak
var. Makul bir kişiliğe sahip olan Nur Sultan Nazarbayev bile radikal
İslâm tehdidinden sözediyor. İslâm radikalizminin Tacikistan’dan sonra
sırasıyla Özbekistan, Kazakistan, ve hatta Rusya’yı tehdit edebileceği
uyarısında bulunuyor. Bugünlerde BDT ülkelerinde en fazla kullanılan sözcükler
arasında vofcik yani fundamentalizm geliyor. Rusyada fundamentalizm
tehlikesini abartarak bölgedeki nufuzunu pekiştirme gayreti içinde. Vofcik
tehlikesini bertaraf etmek için de işgal altındaki topraklarda (hanımı Süha
Tavil’in ifadesiyle) Filistin Sihirbazı Ebu Ammar’ı ön plana çıkarıyorlar. FKÖ
ile İsrail arasındaki anlaşmanın asıl ve gizli sebebi ise fundamentalizm
dalgasının önüne geçmek. Bu itibarle varılan anlaşma bir yerde dalgakıran.
Anlaşma kısaca İsrail’in güvenliğine yönelik bir ‘Filistin’de iç
savaş’ senaryosun’dan ibaret. The Christian Science Monitor
dergisinin (September 10-16, 1993) haberine göre, İsrailli görüşmeciler, FKÖ
ile müşterek düşmanları olarak: ‘fundamentalizm ve açlığı’ (Poverty)
gösteriyor. Katıire’de Haziran
ayında Nebil Şaas’la gizli görüşmeler yapan İsrail Çevre Bakanı, FKÖ ile
ortak düşmanlarının Hamas olduğunu açıklamıştı. Bu yönüyle Feth İntifada’ya
karşı İsrail’in taşerönlüğünü üstlenmiş oluyor. Zira İsrail ve Batılılar
İntifada’yı terör olarak değerlendiriyorlar. The Christian Science Monitor
dergisinin bu haftaki sayısında geniş yer verilen anlaşmanın arkaplanına ait
haberlerden, İsrail’in, işkence ile öldürerek, hapsederek, sürgün ederek
yıldıramadığı insanları kendi insanlarına kırdıracağı ve onları bir iş savaşa
sürükleyeceği anlaşılıyor. Derginin analizi yerden göğe kadar haklı. Zira
FKÖ’nün denetimine bırakılan Gazze ve Eriha’da. şiddeti yani
İntifada’yı durdurmak Arafat’a havale edilmiş bulunmakta. Ahmet Cibril’in de
ileri sürdüğü gibi 400 kilometre karelik bir toprak parçasının idaresi
karşılığında Arafat diğer Filistinlilerle mücadele ihalesini almıştır.
Gazze ve Eriha’da güvenliği üstlenecek olan 20 bin kişilik Filistin Polis
Gücü’nün İntifada’ya karşı bir alet ve mekanizma olarak kullanılması ihtimali
çok kuvvetli. İngiltere’de yayımlanan The Mail on Sunday gazetesi,
İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile üst düzey Filistinli yetkililer
arasında yapılan gizli görüşmelerde varılan anlaşmaya göre özellikle İslamcı
Hamas örgütü ve diğer gruplardan gelebilecek tehditlere karşı koyabilmesi
için İngiltere’nin FKÖ’ye istihbarat yardımında bulunacağını yazdı. Bu
çerçevede İngiltere FKÖ ve polis teşkilatına anti-terör eğitimi verecek.
Gazete, İngiltere’nin elinde FKÖ’-den Hamas’a geçen unsurlar ve fedailer
hakkında kapsamlı bilgiler olduğunu da duyuruyor. Anlaşmayı komplo olarak
değerlendiren Hamas ise Filistinli—Filistinli mücadelesine karşı olduklannı ve
bu uğurda bir damla kan dökülmesine bile taraftar olmadıklarını açıklamasını
yapıyor. Hamas adına açıklama yapan İbrahim Guşe ise intifada’ya karşı
silah doğrultarak FKÖ polis gücünün Antony Lahdxn Güney Lübnan’da sı-
' nır şerindeki gücünü örnek almayacağını umduklarını kaydediyor. Hamas’ın
FKÖ Polis Gücü’nü İsrail işbirlikçisi Antony Lahd birliklerine benzetmesi FKÖ
ile Hamas arasındaki derin uçurumu gösteriyor. Bilindiği gibi bir çok İslâmî
örgüt İsra- il—FKÖ barış anlaşmasını batıl addetmiş bulunuyor. Hamas
anlaşmayı, Allah, Peygamber, vatan ve dava için ihanet olarak telakki ediyor.
Sözkonusu örgüt, Arafat ve kadrosuna karşı altamatif bir liderlik teşkili için
muhalif 10 örgütle koordinasyon toplantıları tertip ediyor. Arafat’ın İsrail
ile herhangi bir anlaşma yapma yetkisi olmadığını ileri süren örgütler
meselenin halli için referanduma gidilmesi üzerinde duruyorlar. Bunlar arasında
Arafat yanlısı olarak bilinen İslâmî Cihad: Bey- tü’l-Makdis örgütü
Lideri Es’ad Beyud Temimi de var. Bilindiği gibi Temimi yıllar önce
yazmış olduğu İsrail’in Zevali kitabıyla şöhret bulmuştu. Ve bugünde
sabit kadem olarak: ‘Biz İslâmî Cihad olarak Filistin’de bir Yahudi devletini
kabul edemeyiz’ diyor. Es’ad Temimi ve büyük oğlu Nadir Temimi 1989
yılında Arafat ile anlaşmıştı. Körfez Savaşı sırasında da Arafat ile birlikte
müttefiklere karşı Irak’ı desteklemişlerdi. Şu an Filistin (FKÖ) Müftüsü
makamından olan Nadir Temimi tepki göstererek vazifesinden istifa etmeyi
düşünmemesine rağmen anlaşmayı babası gibi batıl kabul ediyor. Ancak Filistin
Müftüsü olarak kalmaya devam etse de bu makamın ileride hiçbir foksiyonu
kalmayacağa benziyor. Arafat’ın zevcesi Süha çok eşliliğe izin vermeyen
Twwws’un laik çerçeveli kanunlarını çok beğenmiş ve aynı kanunların Filistin’e
de adapte edilmesini istiyor.
İsrail ile FKÖ temsilcilerinin Norveç'te gizli yaptıkları 14 görüşme
sonunda varılan anlaşma ile Arafat’ın düşmekte olan popülaritesi de yenilenerek
altamatif İslâmî liderlerin önünün tıkanması hedefleniyor. Ayrıca Arafat’a
vadedilen paralarla Hamas örgütünün çökertilmesinin planlandığı da ileri sürülü
yor. Nasıl olsa Hamas para bulamaz, bu yönde FKÖ ile yanşamaz deniliyor.
ABD bu konuda Körfez ülkelerini teşvik ederken Avrupa Topluluğu bölgeyi
iktisaden Avrupa’ya bağlamanın planlarını yapıyor. İsrail-Mısır, Kuzey Afrika
ülkeleri ve Türkiye’nin gümrük birliği anlaşmalarıyla Avrupa Toplulu- ğu’na
bağlanması düşünülüyor. Filistinli siyasî analizci Zefee- riya Hak:
‘Artık İsrail askerlerinin Filistinlilere ateş açarken ve öldürürken
görülmeyeceğini, FKÖ güvenlik güçlerinin Hamas üyelerini yakalayıp öldürürken,
fotoğrafçı ve kameremanların da bunları görüntüleyeceğini’ öne sürüyor. İsrail
ayrıca İslâmcılarm önünü kesmek ve lojistik destek almalarına mani olmak için
Suriye, Ürdün ve Lübnan ile de anlaşma yapmayı tasarlıyor. Filistin’de de
modern bir kurtarıcı doğuyor. Filistin davasının bezirganı ya da eşinin
tabiriyle sihirbazı ya da cambazı olan bu kurtarıcı bundan böyle Filistin’i
intifada’dan ve vofcikten kurtaracak.
Sihirbazlarla vofcikler arasındaki mücadelenin sesi ta Was- hıngton’dan
duyuluyor. ABD bu ülke üzerinde faaliyet gösteren İslâmî, özellikle de
Filistin orijinli cemiyetleri takibat altına almış bulunuyor. Mossad bu ülkede
İslâmî faaliyetleri engellemek için her türlü desise ve dezinformasyona başvuruyor.
U.S. News and Report (20 Eylül 1993) dergisi Mossad kaynaklarının Kansas
City de Hamas yanlısı bir konferansın oturumunda bazı Filistinli gençlerin
bomba eğitimi aldığını ileri sürüyor. FBI yeni atanan Başkanı Louis Freeh
’de ülkedeki Hamas yanlılarının faaliyetlerinin araştırılması emrini
vermiş. Kısaca Eriha Gazze hattı ile ABD’de parelel bir çalışma yürütülüyor.
Mossad’ın mükerrer şikayetleri üzerine ABD’deki İslâmî faaliyetler inceleme ve
mercek altına alınmış bulunuyor. İşin garabeti şurada: bu ülkenin güvenliği ve
sözde İslâm fundamentalizm! tehlikesi mevzuunda bu ülkenin kuruluşlarından çok
Mossad’ın daha etkili olması. İşte bu etkileme Ömer Abdurrah-
man meselesinde olduğu gibi Amerikan tarafının da bulaştığı komplolara
yolaçıyor. Yani kemik kıran Rabin yerine kemik- kıran Arafat geliyor. Ama o
halkının.kemiklerini kırar.
IZamari
son sıralarda Türk halkı
üzerinde bir bedbinlik ve kötümserlik havası var. Herkes nereye gittiğimizi
soruyor. Ortada Tacikistan gibi iç savaş örnekleri var. Eski komünistler bu
ülkede yönetimi destabilize ederek bir iç savaşa yolaçmışlardı. Bu iç savaşın
sonucu yüzbinlerce kişi komşu ülke Afganistan’a sığınmak zorunda kalmıştı.
Birtakım çılgın insanlar çılgınlıklarını toplumun bütün kesimlerine yaymak
istiyorlar. Aziz Nesin gibiler saldırmadık insan, saçtırmadık kurum ve
saldırmadık değer bırakmıyorlar. Sadece Nesin değil memleketin selameti
açısından Nesin gibilerin bir kez daha müşahede altına alınması teklifini
yeniliyoruz. Kendisini destekleyen Cumhuriyet gazetesinde ‘Bu vahşet
derecesindeki saldırılar din adına, müslümanlık adına yapılıyor’ tarzındaki
kasıtlı soruya bakın ne cevap vermiş: ‘Siz ne diyorsunuz? Bu, vahşetin ta
kendisi. Bunlar insan biçimde yaratık.’
Aziz Nesin gibiler, M. Kemal’den başka gelmiş geçmiş Türkiye’de ne kadar
insan varsa suçluyorlar. Ona ve onlara göre- hepsi mürteci. Ve ikide'bir
Menemen olaylarını hatırlıyorlar. Menemen olaylarının da baş mimarları
kendilerine benzeyen provokatör düşünce mensuplan. Menemen hadisesinin kahramanı
Kubilay’m akrabaları ve Menemenliler bir kaç yıl önce
gerçekleri konuşmuşlardı. Gerçekler hiç de onların anlattıkları gibi
değil. Bakın Aziz Nesin hezeyanlarını nasıl sürdürüyor. ‘Bütün bu olaylardan,
Mustafa Kemal’den sonra gelen bütün devlet ve hükümet adamları sorumlu ve
suçludurlar. Biz de sorumlu ve suçluyuz. Suçlu arıyoruz... Aynaya bak ve
kendini gör. Baştan aşağı Türkiye suçlu. Halk, köylü, işçi de suçlu;’ Türk
milletinin büyük çoğunluğuna geri zekalı diyen birinden başka ne beklenir ve bu
mantıkla malul olan insan, Türk halkından ne bekleyebilir? Madem Türk
milletinden memnun değildir pasaportu da var istediği yere gidebilir. Zaten
Selman Rüşdide kendisini Şeytan yuvasına dönen Londra’ya çağırıyor. Kısaca Aziz
Nesin Ateizmin meczubu.
Adam ne Alevî ne de Sünnî ama Surınîleri ve Alevîler! birbirine
düşürmeye çalışıyor. Bakın Alevîlik ve Sünnîlik mevzuunda neler düşünüyor.
‘Ben vasiyetimde ‘Tören yapılmasın, Müslüman değilim’ diye yazdım. Ben
dinsizliğimi niçin açıklıyorum? Din, mezheb, tarikat, mertebe, hemeyse oradan
insanlara sesleniyorum. Ama o insanlar beni kendilerinden sanmasınlar.
Alevîler’in içinde Alevîymiş gibi görüneceğim, Sünnî- ler’in içinde de Sünnî
gibi görüneceğim...’ Aziz Nesin’in söyledikleri çok net şeyler. Bu açıdan
Alevî vatandaşlarımızın hem Aziz Nesin ve hem de benzerlerinden teberri
etmeleri gerekir. Alevîlik her türlü olumsuzluk, menfilik ve dinsizlik
değildir. Aziz Nesin meşrebli ve dünya görüşlü Arif Sağ gibilerin katıldığı
Bonn şehrindeki Sivas olaylarını protesto yürüyüşünde Türk bayrakları yer
almadı. PKK bayrakları ve Türkiye aleyhtarı pankartların gölgesinde yürüdüler.
İşte bunlar Kemaliye olayları için kıllarını kıpırdatmıyorlar ama Sivas
olayları için dünyayı ayağa kaldırmaya çalışıyorlar. PKK’nın bir ay önce örgütlü
bir biçimde Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde Türkiye elçiliklerine ve
kuruluşlarına saldırdığı ve İsviçre ile aramızı açtırdığı malumdur. Şimdi
Sivas olayları ile ilgili benzeri bir tır-
inandırma yaşanıyor. Avrupa Parlamentosu da fırsat bu fırsat diyerek
‘Avrupa Kapılarında Köktendincilik,’ oturumları tertipliyor. Bonn’dan sonra
Sivas olayları Hollanda ve İsviçre’de de protesto edildi. Sözkonusu protestolar
münasebetiyle, bölücü örgütlerin telefonla bazı camiî ve İslâmî kuruluşları
tehdit etmesi sonucunda Basel şehrindeki Kaseme Camiî, sardınlar olabileceği
ihtimali üzerine İsviçre polisi tarafından 3 gün kapatılıyor. Yapılan yürüyüş
ve mitinglerde Refah Partisi hedef alınmış ve kahrolsun şeriat, Sivas
katliamının sorumlusu faşişt TC’dir, Sivas katliamının hesabını soracağız
sloganları atılıyor. İsviçre’de biraraya gelen bölücü terör örgütleri TİKB
(Türkiye ihtilalci Komünistler Birliği) Dev-Sol, TDKP, KKP, PKK, TKP-ML,
MLSP-B, TDP, TKP, TKEP, KAWA yayınladıkları ortak bildiride Sivas olaylarını
Türk polisi şeriatçıları kullanarak ilerici insanların katliamına sebep olduğu
iddia edilerek Türkiye hükümeti ve Müslüman kuruluşlar ile mevcut siyasî
partiler ağır bir dille suçlanıyor. Cumhuriyet gazetesinin de solu diriltme ve
tek cephe arayışları manidardır. Bunların bu hareketleriyle akıl çizgisini
dışına taşarak fanatizme kaydıktan anlaşılıyor. Daha önceki yazılarımızda sol
düşüncenin laik cepheleşme açma çabalarına değinmiştik.
Türkiye’de bunlar olurken ABD’de Hacivat-Karagöz oyunu devam ediyor. ABD
bilerek Ömer Abdurrahman’ı ABD’ne kabul ettiği halde şimdi kıvırıyor. Aslında
Ömer Abdurrahman’m showmen kişiliği belirli hedeflere alet edildi. Ömer Ab-
durrahman’ın bu kişiliğinden dolayı Siyonist çevreler bu ülkede şimdi Müslümanların
ensesinde boza pişiriyorlar. Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haberde Ömer
Abdurahman’m Türkiye bağlantısı keşfedilmiş. Bu bağlantıyla birileri korkutulmak
ve sindirilmek isteniyor.
Ömer Abdurrahman’ın Türkiye’ye bir iki defa geldiği doğrudur ve eğer
1986 yılındaki gazeteleri tararlarsa bu gerçekle
karşılaşacaklardır. Kimse öküz altında buzağı aramasın. 1986 yılında Ömer
Abdurrahman Salem Azzam’m başında bulunduğu Avrupa İslâm Konseyi ile ESAM’m
birlikte düzenlediği bir toplantıya çağrılıydı. Henüz o sıralarda Ömer
Abdurrah- man’m yurtdışı seyahatlerinde bir kısıtlama yoktu. Hatta bu
toplantılara Mısır’ın yarı resmî günlük gazetesi el-Ahram’ın tanınmış yazarı
Ahmed Behçet ve yayıncı Ahmed Raif, gazeteci Adil (şa’b gazetesinin baş yazarı)
Hüseyin gibiler katılmıştı. Biz de gazeteci olarak oturumlan takip etmiştik.
New York Dünya Merkezi’ndeki patlamadan sonra yeniden gündeme gelince Dünya
basını ile birlikte Türk basını da Ömer Abdurrahman’m İran’la bağlantısını
(Hürriyet’in şimdi Türkiye bağlantısını keşfetmeye çalıştığı gibi) keşfetmeye
çalışmışlar ve İran’dan maddî ve manevî destek gördüğünü ileri sürmüşlerdi.
Halbuki o sıralarda Ömer Abdurrahman bazı dergilere yaptığı açıklamalarda
İran’ı kıyasıya eleştirmiş ve ellerinde bir Fatıma Kur’ân’ı bulunduğunu ileri
sürmüş hatta yanlış hatırlamıyorsam Girişim gibi dergilerde karşı cevap
mahiyetinde İran’ı savunan yazılar yayımlanmıştı. Bununla birlikte Ömer
Abdurrahman’m bir eylemi tesbit edilmiş değil. Bunun için Amerikan adaleti de
kendisini suçlayabilmiş değil. Ancak tahrikkar konuşmalarından müslümanların
karşı taraftan daha rahatsız oldukları da bir gerçek. Onlar sadece İbni
Teymiyye ile dünyada yön bulmaya çalışan insanlar. Aslında Ömer Abdurrahman’m
şova değil şefkate ihtiyacı var, yönetmeye değil yönetilmeye ihtiyacı olan
biri. Ama artık basın da sorumluluğunun sınırlarını bilsin... Yabancı basından
etkilenen Türk basını da hadiseden hemen sonra Ömer Abdurrahman’m İran’la
bağlantılı olduğunu hatta bu ülkeden para aldığını ileri sürmüşler daha sonra
da bütün bu iddialar unutuldu. Çünkü mesnedden uzak uydurma iddialardı.
[Zamire, 13-7.199J
günümüz müslümanının griftar
olduğu en büyük müptela ve dert slogancılık ve sathîliktir. Sathî yaklaşımlar
zamanla kemikleşiyor bunları kırmanın, düzeltmenin imkanı da kalmıyor ya da
zorlanıyorsunuz. Yanlış bilgi yüklenme sonucu cehliniz mürekkeb yani
kaşarlanmış hale geliyor. Bunun en büyük sebebi de her alanda ve her seviyede
ehliyeti ve liyakatli insanlar yetiştirmemek kısaca işi ehline bırakmamaktır.
Bu da olmayınca seviyesizliğe ahkam kestiriyoruz. Mesela bizler 10 yılı seçkin
bir süre Afgan destan/trajedisini yaşadığımız halde bundan yeterli dersi
çıkaramadık.
Tevafuken geçtiğimiz günlerde refikimiz olan bir gazeteye göz attık.
Gazete sayfalarında Somali meselesi değerlendiriliyordu. Somalili
direniş liderlerinden biri olan Aidid İslâmî bir lider olarak takdim
ediliyordu. Faraza bu yaklaşımı özümseyen ve kabul eden bir okuyucu bizim
sütunlarımızda farklı bir değerlendirme ile karşılaşınca şüphesiz tepki
duyacaktır. İlk kanaati oluştuğundan ve fikri sabit haline geldiğinden yorumu
değişmeyecektir de. Sahiplendiği galat-ı sabite ile bize saldıracaktır.
Aslında kitleleri yanlışa yönlendirmek ve sevketmek büyük vebaldir. Eğer tasnif
şeklimiz bu olacaksa Abdunnasır ve Kaddafî'de birer İslâm
kahramanıdır. Ama bu liderleri em-
paryalizme karşı çıkmış liderler olarak tasnif etmemiz mümkün. Mesela Ali
Şeriatı idealist bir şahsiyettir. Bunu kimse inkar edemez. Ne var ki Ali
Şeriatı farklı zaviyelerden de değerlendirilebilir. Hüseyin Nasr^e.
ardından Cemil Meriç, Ali Şeri- ati’yi marksizan (Marksist değil ama
metod olarak etkilenmiş biri) biri olarak tanımlar. Kimilerine göre Hüseyin
Nasr da bir pasifist ve gelenekçidir, bundan dolayı Batı ile uyum
içindedir. Yaşasaydı Ali Şeriatî, Aididi’yi öze dönüş hareketi liderlerinden
olarak kabul ederdi. Çünkü o Afrika ve Latin Amerika’da Eme Sezer, Franz Fanon,
Ojen Unesko ve Ömer Uzgan, Sene- gal’de Lomomba ve Sengor gibi liderleri,
Tanzanya’da Julios Nairere, Gana’da Como Kenyata, Rikinia ve Nikerome’yi Afrika
kültürüne geri dönüş hareketinin önderleri kabul etmiştir. Bunların bir
kısmının karizmatik özellikleri olsa bile Batı’nın istediği tiple liderlerdir.
Ali Şeriati’nin tasnifine ve tasvibine giren TanzanyalI Nairere bir papazdır
ve Madagaskar’da müslü- manlann elinde olan iktidarı devirmiştir.
Aynı sakim anlayışın tezahürleri iç ve dışta gelinen olaylara karşı
gösterilen tepki ve tavırlarda da ortaya çıkıyor. Geçenlerde
-d^apâzör/ndaydım. Adapazarı’nın kalburüstü şahsiyetleriyle biraraya geldik.
Düşünenleri hep dertli ve ızdırap yüklü gördük. Müslümanlar arasında sathîlik
almış başım gidiyor. Bu sathilik sebebiyle belirli kesimler olayları gerektiği
şekilde de değerlendiremiyorlar. Varsa yoksa marjinal ve reaksiyoner tiplerin
reklamı. Sathilikle malul bazı gruplar idealize ettikleri tiplerle nekadar
fikri beraberliğe sahipler bunu bile idrakten acizler. Bana gelen tepkilerden
biri Ömer Abdurrahman ile alakalıydı. Neden Ömer Abdurrahman’a showmen demişiz.
Eğer bir insan desteğine mazhar olamadığı kitleler adına ahkam kesiyorsa bu
insan gösterici değil midir? Ama marjinal insanların sıkıntılarım anlamakta
güçlük çekmiyoruz. Zira onlar fikirleriyle değil ama tepkileriyle cemiyetin
dikkatin çekmek,
kendilerini duyurmak ve isbat etmek istiyorlar. Sivas hadiseleri, New
York Ticaret Merkezi’nin bombalanması aynı sathiliğin patlayan saatli
bombalarıydı. Birileri tezgah kuruyor siz farkında bile olmadan içinde
bulunuyorsunuz. Bazıları bu sathiliği idealize ederek cinnet haline
vardırıyorlar. Bu cinnetin karşısındakiler de müfteri oluyor. Halbuki Ömer
Abdurrahman konusundaki haklı tesbit ve teşhisler sadece bize ait değil. Fehmi
Koru bey impact dergisinden bu mevzuu da alıntılar yaptı. Hatt-ı İmam’ı
takip ettiği halde Ömer Abdurrahman’\ savunan ve hoşgörüyle bakan
kimselerin bizi ve yazdıklarımızı da haydi haydi hoşça karşılaşmaları gerekir.
Zira Ömer Abdurrahman Şia konusunda tamamen selefıyye mantığına sahiptir.
Geçen yıllarda kitap Dergisi’nde ÜmitAktaş Beyefendi’ nin aleyhimizde
bir yazısı oldu. Cevap verme gereği hissetmedik. Zamanla bazı şeylerin
aşılacağını ve daha objektif bir seviyeden değerlendirileceğini düşündük. Zaten
yazı karşılık vermeye değmeyecek tarafgirlik ve basitlik içindeydi. Mamafih
biz de masum değiliz. Elbette zaman zaman değerlendirmelerde isabet
kaydetemediğimiz yerler ve yönler olmuştur. Bu açıdan bizi takvim edecek
tenkidler de olmalı. Bundan kaçınmamalıyız.
Bilindiği gibi Ömer Abdurrahman’m Kelimetü Hak adında bir eseri
var. Yöneliş Yayınları da Hak Söz adında bir dergi çı- karıyormuş. Geçen
sayısında Flash TV’de Ferid İlseverüe yaptığımız bir münazara mevzuu
edilmiş. Anladığım kadarıyla bizimle alakalı alıntılar, siyak ve sibakından
tecrid edilerek sanki Aziz Nesin’i haklı çıkarıyormuş şeklinde verilmiş.
Halbuki konuşmanın bidayetinde ilk suçladığım kişi Aziz Nesin olmuş ve bu zat
bu arbedeyi Sivas’ta patlatamasaydı Konya’da deneyecekti demiştik. Üstelik
yazdıklarımız da söylediklerimizi teyid ediyor. Böyle olunca bu dergi ile
aramızda uslub farklılığını anlamakla birlikte, bunun dışındaki maksat
arayışlarını kendi
lerine iade ediyorum. Bir daha Hak Söz’e batıl karıştırmayalım. Konuyu
toparlarsak işi ehline teslim etmeliyiz. Yaşadığımız hercü mere yani küçük
kıyametten ancak böyle kurtulabiliriz.
arap dünyası büyük bir
keşmekeşin içinde. Hemen hemen hiçbir arap ülkesinde istikrar yok. Yönetimlerin
alternatifleri İslâmî güçler. Halkın ibresi de giderek müslümanlardan yana
kayıyor. Acze düşen yönetimler çıkış yolu bulmak isterken kapalı sokaklarda
çare arıyorlar. Reçete belli ama onlar reçetenin dışında bir çare anyorlar.
Arap rejimleri şimdilik uzatmaları oynuyor. Nihayet uzatmalarda çok sınırlı
bir zaman dilimine bağlı. Zira halkın nefreti giderek artıyor. Nasır ve
Bumedyen gibi karizmatik milliyetçi liderlerin dönemi kapanalı da çok oldu. Ne
yazık ki sallanan rejimler ve onlara akıl veren batılılar bu gerçeği görmek istemiyorlar...
Bunun için de suni çareler peşindeler.
Cemal Aydın kardeşimizin Türk Edebiyatı hm Haziran ayı sayısında
“İslamcılığa Karşı Arapçılık” başlığı taşıyan bir haberi var. Haberde şu
görüşlere yer veriliyor: ‘İran’da başlayan, fakat mezhebe dayalı olduğu için
geniş bir yayılım gösteremeyen İslâmî hareketin Cezayir’de ve diğer İslâm
ülkelerinde de kendisini göstermesi Batı’yı iyiden iyiye telaşlandırmış bulunuyor.
İslâm’a dönüş hareketini yolundan saptırmak için Batı dünyası ve onun Müslüman
ülkelerdeki uzantıları ellerinden geleni yapıyorlar. Bir yandan misyonerlik
faliyetlerine hız ve-
rirken, diğer yandan başka şeytanî tuzaklar arıyorlar. Laiklik
hareketinin fayda vermediğini gördüklerinden şimdi de ırkçılığa ağırlık
veriyorlar.
Daha önce Arap milliyetçiliğinin temellerini Suriyeli bir Hristiyan olan Mişel
Eflak atmıştı, şimdi de Lübnanlı bir Hristi- yan olan Charles Rızk,
yeni Arapçılık cereyanını başlatmakla görevlendirilmiş bulunuyor. Sözkonusu
şahıs, Fransa’da Albin Michel Yayınları arasında çıkan Araplarveya tersine
tarih adlı 357 sayfalık eserinde bu işi başarmaya çalışıyor. Sözkonusu eser
hakkında L’Evenementdergisinde şu değerlendirme ye- ralıyor: Baskıdan
uzlaşmaya kadar herşey başarısızlıkla sonuçlandığına göre, entegrizmi yenmek
için geriye ne kaldı? Mısır’da olduğu gibi Cezayir’de Charles Rızk adım taşıyan
bir Lübnanlıya acilen başvurulsa isabet edilmiş olur. İslama kaos içinde Arap
kimliğinin paramparça olduğunu görmekten üzgün ve öfkeli bir adam. O yüzden
ses getirici bir deneme içinde son çözüm şansını teklif ediyor.’ Arapların
tepki göstermelerinin tam zamanı. Çünkü İslâmcılık onları Çin denizinden Fas’a
kadar uzanan karmakarışık bir yığın içinde eritip bitiriyor. PakistanlIlar,
Türkler veya 'İranlılar’la bizim ne alakamız vardır? Arapçılığın yeniden icat
edilmesi gerekiyor. Arapçılık modern ve her halükârda kitleleri İslamcılık
kuruntusundan kurtaran bir düşüncedir. Batılı düşünceleri bu toplumlarm üzerine
yamayarak islâmcılık kâbusuyla baş edilemez, fakat ondan bu toplumları kendi
köklerini yeniden bulmaya davet ederek kurtulanabilinir... Time dergisi
de son sayısında Cezayir’deki çatışmaları ve iç-savaş ortamını ‘Cezayirlilerin
kâbusu’ şeklinde veriyor. Batıcıların gözünde kâbus ancak aslında rahmet olan
bu gelişmeler batı temelli (West Backed) rejimlerin korkulu rüyası. Şimdi bu
rejimlerin ortak derdi müslümanlar. Batılı müesseseler de kendi yandaşı
rejimlere açık destek veriyor. Cezayir FIS Lideri Abbas Medeni’nin oğlu Ûsame
Medeni ve Rabih el-Kebir’in AlmanyaC) tarafından tutuklanması
bu yönde atılmış bir adımdır. Tacikistan, Somali ve Bosna Hersek’te büyük
güçler benzeri oyunlar içindedir. Güneydo- ğu’da ABD’nin PKK’ya yardım
malzemesi atması gibi Tacikistan’daki iç-savaşta da ABD, komünistleri aynı
şekilde yukarıdan atılan yardımlarla desteklemiştir. BM’de şimdi Duşen-
be’deki rejimi tutuklamak için, Afganistan’daki mültecilerin nakline çalışıyor.
Addis Ababa’daki BM gözetiminde yapılan toplantılara İslâmî gruplar dahil
edilmemiştir. Bosna’da BM karar alıyor ancak kararın uygulanmasını askıda
bekletiyor. Bunun gibi nice çifte standart uygulamalara başvuruluyor...
Arap rejimleri de İsrail’le dostluklarını geliştirirken, müslü- manlara
olan düşmanlıklarını artırıyorlar. Mesela Kaddafi geçenlerde fundamentalizme
küfrederken, şimdi de İsrail üzerinden ABD’ye yaranmak için İsrail işgali
altında olan Mescid-i Aksa’ya ziyaretçiler gönderdi. Körfez Savaşı’ndan sonra^
yüzbinlerce Filistinli’yi sınırdışı eden Kuveyt ise Ortadoğu Barış Görüşmeleri
çerçevesinde İsrail’e uygulanan ambargoyu kaldırıyor. İnanır mısınız Körfez
Savaşı’ndan sona Ebu Mazin kanalıyla Suud rejiminden özür dileyen Arafat,
İsrail’e olan ticari boykotu kaldırması için Körfez ülkelerine temsilciler gönderiyor.
Bu gelişmelere bir tepki olarak Filistin Ulusal Konseyi Başkanı Abdulhamid
el-Sayih, biraz gecikmeli de olsa, “Ben barışa değil, teslimiyete karşı olduğum
için görevimi bırakıyorum” açıklamasını yaptı. Kısaca Arap dünyasındaki
rejimler akıntıya karşı kürek çekiyorlar...
O ilerideki bölümlerde de
anlatılacağı gibi Usame Medenî ve Rabih el-Kebir salıverildikleri gibi serbest
bir ortama kavuşturulmuşlardı.
Ebu Mazım Peres’le
birlikte İsrail FKÖ anlaşmasını imzalayan ılımlı Filistinli politikacı. Arafat
1994’un başından itibaren Körfez ülkeriyle bilhassa Suudîa ilişkilerini yeniden
düzeltmiştir. Hamas’ı İran yanlısı olarak takdim ederek Körfez’de kaybettiği
itibarı yeniden kazanmaya çalışmıştır.
bugün terör ve terör
olayları dünyada en üst seviyeden ele alınıyor. New York’taki Dünya Ticaret
Merkezi bombalanınca Beyaz Saray’da operasyon odası teşkil edilmiştir. Terör
şimdi de Karaçi’de toplanacak olan IKT dışişleri bakanları toplantısının
gündem maddelerinden biri. Son sıralarda lâik İslâm ülkeleri ve ABD terör
konusunda Pakistan’a büyük baskı yapıyor. Mübarek, ABD’ye giderken Almanya
üzerinde Nevraz Şerifle görüşerek Peşaver’deki Cemaat-ı İslâmiyye
mensuplarının faaliyetlerinden yakınmıştı. Ardından ise ABD Dışişleri Bakanı,
İslâm’a düşman olmadıklarını, problemin bazı terörist İslâmî gruplarla sınırlı
olduğunu söyledi. Bununla birlikte Christopher , Pakistan Petrol Bakanı
ve Nevaz Şerif’in danışmanı Nas- sar Ali Han’ı terör konusunda uyardı.
Pakistan’ı Pencaplı Sih- ler’i Keşmir’deki ayrılıkçı müslümanları (Bağımsızlık
yanlıları kastediliyor) desteklemekle suçladı. Aba altından sopa gösteren
Christopher bu uyarılarıyla; Pakistan’ı terörü destekleyen ülkeler listesine
alabileceklerini ima etti. Bu “Ayaklarını denk al” ikazından sonra
Pakistan yüzlerce Arap kökenli mücahidi gözaltına aldı, sorguladı. Pakistan’da
12 bin dolayında Arap yaşıyor. Bunlardan büyük kısmı talebe. Üç bin kadarının
ise Afganistan cihadına fiilen katıldığı sanılıyor. Bu güçlerden
korkan Arap ülkeleri bunların teslimini istiyor. Bunlardan bazıları
İran’a giderken diğer bazıları sığınacak ülke arıyorlar. Cenaat-ı İslâmî eski
lideri Kadı Hüseyin Ahmed bu uygulamayı kınadı.
Tarihe ve Kur’ân ’a
ambargo
İsrail, büyüyen İslâm demografisi ve fundamentalizm bombasına karşı
kendisinin nükleer silahlar edinmesini bir savunma aracı olarak gayet meşru
farzediyor. Bununla da kalsa iyi. Müslümanların tarihine ve dinine de el
atmaya çalışıyor. “Ki- tab’da İsrailoğullanna şu hükmü verdik: Siz o ülkede
iki kere fesad çıkaracaksınız (kibirleneceksiniz) ” mealindeki İsra suresinin
üçüncü ayetinin anlamını tahrife yöneliyor. Fransız müşteşrikler tarafından
yapılan meallerde bu ayeti celilede geçen “Beni İsrail” lafzı kasten
atlanmıştır. Buna benzer bir skandal da bu günlerde Mısır’da yaşanıyor.
Müslümanlara karşı İsrail ile birlikte hareket eden Mısır rejimi neredeyse
İslâm tarihini okul kitaplarından ve müfredattan çıkarmış bulunuyor. Tarih
dersi kitaplarında yerâlan İslâm tarihi budanarak, 40 sayfaya indirilerek kuşa
çevrilmiştir. İsrail’i incitmemek için sözko- nusu tarih kitaplarında Peygamberimizin
Yahudiler’e karşı giriştiği muharebeler; Hayber, Beni Kaynuka, Beni Nadir ve
Beni Kureyza, Mute ve Tebük’e yer verilmemiş (El-Ahram Felmi Huveydi 6 Nisan
1993- Mustafa Mahmud 10 Nisan 1993)
Daha önce de ilişkileri normalleştirme döneminde Muhammed Mütevelli
Şaravi’nin televizyonda Beni İsrail’le ilgili ayetleri tefsiri İsrail’i
kızdırmış ve programın durdurulmasını istemişti...
Ben Gorion ’un
skandalları
Yahudi tarihi bunun gibi nice skandallarla doludur. Son dem
lerde Irak asıllı Yahudi tarihçi Na’eem Gala’adı (Eski lâkabi
Halisçi) “Ben Gorion Scandals” adında bir eser kaleme almış. Yahudi Komisyonu
ve Histodrpt Başkanı iken Gorion, Yahudi milletine karşı birçok mezalim
(atricfties) işlemiştir. İşte bunlardan bazıları:
•İngiltere’nin Yahudi göçmenlerine sınırlama getirme kararını protesto
etmek gayeşiyle İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa Yahudileri’ni taşıyan
gemileri batırma emri vermiştir.
• 17 Mart 1954’te Necef Çölü yakınlarında Ma’le Ha’grabe- em’de Ürdün’e
saldırı bahanesi yakalamak için otobüs yolcuları emriyle katliamdan geçirildi.
•1930’lu yıllarda Naziler’le gizli işbirliği.
•Filistin’e göçe zorlamak için Iraklı Yahudiler’e karşı çeşitli eylemler
tezgahlamak ve bu uğurda güç kullanmak. Mesela Bağdat’taki Yahudi evleri ve
dükkanları kundaklanmıştır.
•Abdunnasır ile Batı arasındaki bir ittifaka meydan vermemek için
Kahire’deki İngiliz ve Amerikan müesseselerine karşı bombalı saldırılar
düzenlemek. Kabaca tasnif edildiğinde, Ben Gorion’un günah galerisi veya
dağarcığından bunlar çıkıyor.
Ben Gorion’un terörist eylemleri bitti ama Gorionvari eylemler henüz
bitmedi. New York’taki Dünya Ticaret Merkezi ve Kahire’de Tahrir Meydanı’ndaki
kahveye bırakılan bomba bunlardan sadece birkaçı. Arap medyası artık Cezayir
Havaalanı, Bombay patlamaları ve Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasını
Mossad’m sorumluluğuna havale ediyor. Mısırlı Dr. Muhammed Asfur, Seyfü’l-İslâm
Hasan el-Benna, Dr. Ab- dulhalim Mendur, Memun Hudeybi Mısır’daki kahve bombalanması
olayından Mossad’ı sorumlu tutuyorlar. (el-Kadaya ed-Devliyye, sayı 169)
Kahire de Mısır’daki bazı terör olaylarından dolayı İsrail’i suçlamış,
İsrail de suçluluk psikolojisiyle tepki göstermiştir. Beynelmilel Yahudi ile
fanatik lâikler ve süngüsü düşmüş so-
laklar, Marksizmden ateizm savunuculuğuna yönelmiş kimseler şimdi
dünyada müslümanları mevcut rejimlere kırdırmaya çalışıyorlar. Ne demekse,
Güngör Mengi de kökten dinciliğin Erbakan’ı bile korkuttuğunu ve bu kimselerin
ferdî mülkiyete karşı olduklarını iddia etmiştir. Bu kadar hukuk cahili olan
bir kişinin bu tarzda konuşması bizatihî terör ve anarşi değil de nedir?
Bilmiyorsa sormayı da mı akletmiyor. Bir insan yaşadığı ülkeye ve kültürüne
ancak bu kadar bigâne olabilir.
roma dilini anlamadığı
sömürgesine barbar ismini vermiş. Kuzey Afrikalı Berberiler de Romalılar’ın
geriye bıraktıkları miraslardan biri. Batılılar da günümüzde ‘Batıklar ve
diğerleri’ diye bir genellemeye doğru gidiyorlar. Bu şemada kendilerine uygar
diğerlerine de ‘barbar1 yakıştırmasında bulunuyorlar. Eh tersinden
baktığımızda yalan da sayılmaz. Batı Roma’nın sömürü geleneğini devraldığına
göre bu tanımlamalar pek de yabana ahlamaz. İtalya’nın kuzeyinde hızla
güçlenen ayrılıkçı bir hareket olan Kuzey Birliği’nin Lideri Umberto Bossi,
Cumhuriyet ağzıyla konuşarakan ‘Bence dünya iki kısma ayrılıyor. Bir tarafta
uygarlık, diğer tarafta barbarlık var. Yani uygar Batı ve İslâm’ diyor. Acaba
Cumhuriyet bu kamplardan hangisinde? Bossi ayrıca İslâmiyet’in bütün Afrika’ya
yayılması ihtimalini de korkunç gördüğünü söylüyor, belki ona göre
Mussolini’nin faşist tanklarının çöllere yayılması daha iyi olurdu. İtalya’nın
önde gelen tarih profesörlerinden Sergio Quinzo bizim cevap vermemize gerek
kalmadan Bossi’nin dersini vermiş. ‘Eğer Bossi İslâm hakkında böyle birşey
söylemişse ya kötü niyetten ya da kaba cehalettendir’ diyerek.
Evet Roma gibi Batı da müslümanların dilinden anlamadığı için onları
barbar olaraka tanımlayabiliyor. Almanya eski Şan
sölyesi Schmidt, Batı’nın portolle ilgilendiği kadar müslümanlan anlamak
için ilgilenmediğini itiraf ediyor.
Bizim düşmanımız sadece bizi barbar olarak tanımlayan bazı Batılılar
değil. Siyonizm ve cehalet gibi düşmanlarımız da var. Son sıralarda pejmürde
kılık ve kıyafetler içindeki bazı insanlar Müslüman imajı olarak pompalanmaya
çalışılıyor. Mesela Ömer Abdurrahman bu tür bir imaj için farkında olmadan
kullanılıyor. Türkiye’de de standart dışı bazı kimseler basın aracılığıyla
standardize edilmeye çalışılıyor.
Sabah Gazetesi’nde Almanya Şeyhülislamı Ali Yüksel Beyefendi ile
bir mülakat var. Altında da sanki aynı imaj taze tutulmak istenircesine malum
kılık ve kıyafetteki bir kişinin fotoğrafı ve haberi yeralıyor. Bu tipten ve
marjinal insanlar müslümanlar içinde olduğu gibi her din ve medenî toplumda
vardır. Eğer bunlar ferdi bir vakıa ise meczup sayılırlar, mesela İsrail’de
aşırı dinciler şeklinde ifadelendirilen Guş Emunimin hareketi vardır. Türk
basını İsrail toplumu diyerek bunları hiçbir zaman gündeme getirmemiştir.
Cehalet de büyük bir düş- manımızdır. Bu harici düşmanlardan daha tehlikelidir.
Eğer cehalet cehli mürekkep terkibine ulaşmışsa sapmalara meydan verebilir.
Cemiyet bunalana düştüğünde, bu tip insanların yaygınlaşmasına vasat hazırlar.
1970’li yıllarda Adapazarı ve civarında saçlarını uzatan ve pejmürde kılık ve
kıyafetlerle dolaşan Yakup Efendi ve cemaati faaliyet gösteriyordu. Çeşitli
aykırı fikirleri ve eylemlerinden dolayı marjinal kalan bu insanlar cemiyet
tarafından dışlanmışlardı. Ve namazları ikişer rekate indirmişler ve en son
olarak kıblelerini Yuşa Aleyhisse- lam’ın İstanbul’daki malum türbesine doğru
çevirmişlerdi. Şimdi onların izine pek rastlanmıyor. Ama başka isim altında
benzeri gruplar türüyor. Hayat devam ettikçe böyle insanlar da olacaktır. Ama
bunların müslüman ümmeti temsil ettiklerini söylemek düpedüz bir ihanettir,
çarpıtmadır. Onlara, İslâ
miyet’i kendilerine göre anlayan insanlardır dememiz doğrudur. İslâmiyet
kimsenin tekelinde değildir. Batı ile İslâm Dünyası arasında bir kapışma
olmasını isteyen güçlerden biri de Si- yonizmdir. Geçenlerde ABD’de bir skandal
ortaya çıkarılmıştır. Amerika’daki Siyonist kuruluşlardan olan Anti-Defamati-
on League (ADL)nin, Amerikalı Araplar hakkında illegal casusluk faaliyetinde
bulunduğu ve bilgileri İsrail’e aktardığı tes- bit edilmişti. Meğer şehid
edilen Amerikalı zenci Lider Malcom X hem Amerikan polisi hem de sözkonusu
Siyonist kuruluş ADL tarafından 1957 ile 1963 yılları arasında sürekli izlenmiş
(Muslim World Monitor June 18, 1993).
Burada bir hatırlatma yerinde olur, her düşman zararlı ya da kötü
değildir. Mühim olan düşmandan bile yararlanabilmeyi öğrenmektir. Çünkü Dünya
düşmanlar arasında bile olsa bir denge üzerinde durur. İslâm Dünyası’nın
potansiyel düşmanları arasında Ortodoks Dünyası da vardır. Son sıralarda dağınık
vaziyette bulunan Ortodokslar kendi aralarında örgütlenmeye çalışıyorlar.
Şunun şurasında komünizm yıkılalı ne kadar oldu ki, ateizmden Ortodoksluğa
hemen yatay geçiş yaptılar. İslâm ümmeti ise OsmanlI’nın dağılmasından beri
paramparça. Peki reva mı bu? Yunanistan ile Mekedonya’nın arasım bulmaya
çalışan Gali’nin gençlik yıllarında en iyi dostları Er- menilermiş. Fener
Patrikhanesi ve Yunanistan ile birlikte Rusa, Katolik Dünyası ve İslâm
Dünyası’nın Ortodostluk alemine dini tesirlerini sınırlandırmaya çalışıyor.
Papa’nın ziyaret ajen- dasında Baltık ülkeleriyle birlikte Ukrayna da
bulunuyordu. Ne var ki Ukrayna’da Ortodostlar’ın Katolikler’i rahat bırakmamaları
sebebiyle Papa’nın sözkonusu ziyareti tehlikeye girdi. Kyev’de Katolikler’in
ayin yapacakları St. Cyril Kilisesi fanatik Ortodokslar tarafından işgal
ediliyor, ayine izin vermedikleri gibi kendi tarzlarında ayin yapıyorlar.
Stalin, Ukrayna’da Katolikliği yasaklamış, bunun üzerine kilise de yeraltına
inmişti. Ki
lisenin faaliyetleri savaş sonrası meydana çıkan Ukrayna milliyetçi
hareketinin paralelinde devam etti. Geçen üç yıl içinde Ortodoks ve Katolik
cemaatler arasında ihtilaf artarak devam etti. İhtilafın kaynaklarından biri
geçmişte müsadere edilen Ki- lise’nin malvarlığının mülkiyet hakkı.
Rusya’nın hariçten her türlü dini faaliyet ve misyonerlik hakkını
kısıtlaması, bunu Ortodoks Kilisesi’nin tekeline bırakması manidardır. Rusya
Parlamentosu tarafından alman ve Boris Yeltsin tarafından imzalanan yeni karar
yabancı dini grupların ve temsilcilerinin her türlü misyonerlik, davet, yayın,
reklam ve iş bağlantısı ile de propagandayı yasaklıyor. Amerikalı misyonerler
ise Rusya’da Hristiyanlığın Ortodosluğun monopolüne alınmasına sert tepki
gösteriyor. Amerikalı rahib Mark Finley bu kararın karakuşiliğine atıfta
bulunarak, Ruslar’m neye inanacaklarına kendilerinin karar vermesi gerektiğini
hatırlatıyor. Yeltsin’in sözcüsü Anatony Krasikov ise demagoji ile de olsa
kararı savunmanın bir yolunu buluyor. ‘Kanun illegal bir biçimde Rusya’ya giren
dini grupları hedef alıyor sadece. Bu şeytani gruplar halkın sağlığına zarar
veriyorlar. Bu sahte dini organizasyonların yasaklanması herkesin
menfaatinedir.’ Komünizm döneminde hürriyetpereslik nasıl hasta bir anlayış ise
günümüzde Ordokoslar’ın komünizm döneminden kalma tekelci anlayışlarına göre
farklı fikirler de hastalık ve veba mikrobudur. Rus Parlamenter ve Ortodok
Papazı Gleb Yakunin, kararın, Rusya’nın imzaladığı insan hakları anlaşmalarıyla
da çeliştiğini hatırlatıyor. Amerikalı bir Babtist Kenneth Hacken kararın
kendisini şok ettiğini anlatıyor. İşin daha da ilginci Fener Patriği
Barthemeo’nun Sovyet Parlementosunun aldığı bu karara Aleksi ile birlikte ortak
açıklamada destek vermesi. Bu açıklamasıyla başka dinlere ve inançlara
müsamahasızlığını ortaya koyan ve yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de faaliyet
gösteren Patrikhane’nin daha da tehlikeli hale getirilme
den kapatılmasını teklif ediyoruz. Bu altın tepsi içinde gelen bir
fırsat. Bilmem ki Türk devlet adamları bunu değerlendirebilecekler mi? Rusya
rotasını tayin etmiş durumda. Sadece geriye Solijenitsin’in dönüşü kaldı...
BELÇİKA’DA yayımlanan ve tirajı günde 100 bin dolayında seyreden Flaman
Katolik eğilimli Het Belong Limburg muhabiri Robert Capıot İstanbul’daki
IPS (international Press Service) Ajansı’nın haberlerine dayanak Karabağ
olayları hakkında bir yorum yazıyor. Yazıda Türk basını sansasyonca
olarak tanımlanıyor. Yazıda bizimle ilgili de bir bölüm var: “İslâmî eğilimli Zaman
Gazetesi Yazan Necati Özcan, “Türkiye, eski Sovyet- ler Birliği’nin Türkçe
konuşan müslümanları ile ortak bir mücadele için çalışmak durumundadır” diye
yazıyor. Bu tarz yorumlar, Türk-Ermeni ilişkilerinin kanlı tarihçesi ile ile
birleşin- ce İstanbul’daki Ermeni halkı arasında gitgide artan bir sinirlilik
göze çarpıyor.” (Dış Basında Karabağ Sorunu 11-22 Mart 1992 Başbakanlık Basın
Yayın Enformasyon Müdürlüğü sayfa 75)
Belli ki Necati Özcan’dan kastettikleri biziz. Ancak Türk basınını
sansasyonel olarak değerlendiren yazar Türkiye gazetesi yazarı Mustafa
Necati Özfatııraie Mustafa Özcarh karıştırarak ortaya ilginç bir bileşik
çıkarmış. İşte Batı basınının üstünkörlüğü ve lalettayinliği. Kitabı
Mukaddes’teki tabiriyle, bunlar: “Kendi gözlerinde merteği görmezler ama
başkalarının gözündeki saman çöpünü görürler...”
Nokta dergisi geçen haftaki sayısında Ortaasya, Balkanlar ve
Kafkasya’daki Türkiye’nin önüne çıkan fırsat ve imkânları kıskanan başta
Almanya olmak üzere Fransa ve İngiltere gibi batılı ülkelerin ayrılıkçı Kürt
hareketine sempati ile baktıklarını ve ondan medet umduklarını yazıyor. Ancak
bu ülkelerden bazıları taktik gayeler uğruna geçici tavır değişikliğine gidebilirler.
Biz daha önceki yazılarımızda Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak, Karabağ ve Güney
Sudan ve örnekleri arasında paralellikler kurmuştuk.
Türkiye gibi Sudan da bir güvenlik boşluğu yaşıyor. Her yerde silahlı
eylemler gerçekleştiriliyor. Batı burada da terörü destekliyor. Güney
Sudan’daki ayrılıkçı hareketleri destekleyenler ile Güneydoğu Anadolu’da ve
Karabağ’da ayrılıkçı hareketleri teşvik edenler aynı çevrelerdir.
Bu çerçevede, Frangız İnsanî İşler Bakanı Bernard Kucn- heı^ tek
başına bir inceleme konusudur. Kucnher daha önceleri Kuzey Irak, Güneydoğu
Anadolu, Hırvatistan ve Karabağ gibi içkanama geçiren bölgeleri ziyaret
etmişti.
Mitterrand’a yakın bu isim Sudan hükûmeti’nden izin alma ihtiyacı
hissetmeden Güney Sudan’daki ayrılıkçı hareketin liderini karargahında ziyaret
etmiş. Ayrılıkçı örgüt SPLA’nın lideri de, fiili denetimlerinde olan bir
şehirde Kucnher’i kendisini getiren uçağın merdivenlerinde karşılamış. Sanki
Güney Sudan uluslararası tanımaya sahip hukukî bir devletmiş gibi. Peki
Agik’in de NATO’nun da dışında kalan bu devlet Fransa’nın sömürgesi mi?
üstelik Sudan hükümeti Fransız Bakana Güney’i merkezî hükümetle koordinasyon
halinde ziyaret etmesini teklif etmiş ama Kucnher kabul etmemiş. Bu ne
yüzsüzlük. Bakan Kucnher son sıralarda Paris’in Güney Sudan’daki
içsavaşı G Bernard Kucnher’den
sonra Anglikan Kilisesi mensuplan da Hortum’dan izin almadan güneye gitmek
istemiş, bu da iki ülke arasında karşılıklı olarak diplomatların sımrdışı
edildiği bir krize dönüşmüştü.
sona erdirmek için BM’yi resmî olarak müdahaleye çağırabileceğim telmih
etmiştir. Peki Fransa madem iyi niyetli-niçin bu teklifini Somali için ya da
Güney Lübnan için gündeme getirmemektedir. Güney Sudan’daki durumu Güneydoğu
Anadolu’daki durumla karşılaştırırsak, buradan şu sonuç çıkıyor. Maazallah
Genscher veye Kucnher kendilerinde güç bulsalar ve PKK’da bölgede bazı
merkezleri ele geçirse, bu zevat uçakla Apo ile görüşmek için bu bölgeye
gitmeye çekinmezler. Güney Sudan’daki durum bunu gösteriyor. Orada yapan
burada neden yapmasın?
Güney Sudan’daki ayrılıkçı hareketi destekleyen ülkeler arasında İsrail
de bulunuyor. İsrail SPLA gerilalarını eğittiği gibi, Mustafa Barzani gibi
John Grang’ı da işgal altındaki topraklarda ağırlamıştır. er-Raid
dergisine göre (Eylül 1991 Sayı 132 sayfa 28) İsrail, Mısır ve Sudan’ı tehdit
için Güney Sudan’daki ayrılıkçıları destekleyerek Nil’in kaynaklarını denetim
altına almak istemektedir.
Niçin SPLA’nın Güney Sudan’da yüklendiği misyonu PKK Güney Anadolu’ya
yüklenmesin. PKK’yı Suriye veya Irak’m desteklenmesinin bu senaryo ile bağdaşıp
bağdaşmadığı yönünde istifham taşıyanlara şunu söyleyebiliriz: Körfez savaşı
sırasında Sudan’ın ters düştüğü Arap ülkelerinin de John Grang’ın
liderliğindeki SPLA örgütünü desteklediği bir vakıadır. Öyleyse olmaz, olmaz.
Terör komplike bir olay. İsrail’in bu gibi konularda uzun vadeli düşündüğünden
kuşku yok. Zaten GAP ve Türkiye’deki akarsularla ilgilendiğini hatırlatmak malumu
ilam kabilinden. Menfaatleri farklı bir çok Batılı devletin de Kürt
ayrılıkçılığını destekledikleri gün gibi aşikar değil mi? Peki Kucnher’e
Korsika veya Cezayir’deki insanların haklarını sormak hakkımıza değil mi?
Elbette ama oralardaki insanların hakları Batının çıkarlarıyla çelişmektedir.
Bunu unutmamalıyız.
Beşinci Bölüm
Buhranın tarihî ve kültürel boyutu
İKİ haftadır okurlarımızdan uzak düştük. Tunus ve Libya’ya planda olmayan
bir ziyaretimiz sözkonusu oldu ve bu beklediğimizden de uzun sürdü. İnşaallah
sizlere ziyaretimizle ilgili değerlendirmeleri daha geniş çerçevede sunmaya
çalışacağız. Bu arada ziyaretimiz sırasında tarihî bazı araştırmalar yapmaya
çalıştık. Bulunduğumuz müddet içinde arada sırada Libya’nın tek kanaldan oluşan
televizyonuna da sizler adına gözattık. Genelde televizyonda arzedilen filmler
kalitesiz, ucuz Mısır yapımı filmler. Bunlardan biri de “Beyaz Siyah”
dizişiydi. Biraz “Dallas”a biraz da “Kartallar Yüksek Uçar” dizilerini
hatırlatıyordu. “Beyaz Siyah”dizisi hayatta başka renklerin ve tonların da
bulunduğunu hatırlatıyordu. Libya’da bulunduğum sırada okuduğum eserlerden biri
de Mısır’ın en hassas döneminde “hidivlik” makamında bulunan İkinci Abbas Hilmi’nin
hayatıyla alâkalıydı. Muhammed Seyyid Keylanî’nim yazdığı bu eserde dikkatimi
çeken bazı konulara temas etmek istiyorum. Eserin büyük bölümü Lord Cromer ile
alakalı. Bilindiği gibi Lord Cromer Mısır tarihinde en büyük iz bırakmış
İngiliz idarecilerinden biridir. Muhammed Abduh gibi yenilikçi ekolü desteklemiştir.
Keza Saad Zağlol ve Butros Paşa Gali gibilerin yıldızları onun devresinde
parlamıştır. Avlanmaya giden bazı İn
giliz askerlerinin “Danışvay” denilen bir bölgede arbede çıkarmaları ve
yalışlıkla bir subayın öldürülmesi üzerine İngilizler Mısır’da sindirme furyası
başlatırlar. Bunun sonucu olarak bir çok masum insan idam edilir. Bu davada
Butros Gali paşa, Saad Zağlol’un kardeşi Ahmet Fethi Zağlol İngilizlerin kör
aleti durumundadırlar. Mısır’ın millî kahramanı olarak bilinen ve 1919 yılında
Müslüman ve Kıptileri işgalcilere karşı birleştirdiği ileri sürülen Saad
Zağlol Paşa aslında Cromefin önce maarif sonra da başbakanlığa hazırladığı
birisi, bir işbirlikçidir. Lord Cromer Mısır’dan ayrılırken de Saad Zağlol Paşa
hakkında tezkiyede bulunmuştur. Gali Paşa’nın Danışvay hadisesinden sonra
Meclis’teki Abaza Paşa gibi vatansever milletvekillerini azarlaması bardağı
taşıran son damla olur.
Gali Paşa ayrıca 40 yıllığına daha Süveyş Kanalı’nın imtiyaz hakkını
İngilizlere vermek üzeredir. Bunun üzerine İbrahim Nasıf Verdanî isimli
vatanperver genç Gali Paşa’yı öldürür. Bu hadise İngilizleri hatta
Amerikalıları kızdırır. Bu vasatta Mehmet Akif Ersoy’un dostu Abdulaziz
Çavi$*> gibi vatanseverler sırf tahrik edici mahiyette makale yazdıkları
iddiasıyla kovuşturmaya tâbi tutulmuş ve soruşturma geçirmişlerdir. Keza Mısır’ın
büyük yazarlarından ve şairlerinden Mustafa Lütfi Men- foliti’de yazdığı ve
İngiliz işgalini kınayan ve Abbas Hilmi’yi eleştiren kasidesinden dolayı mahkûm
olur. Bu ortamda Mısır Vatan Partisi’ni kuran Osmanlı tarafları Mustafa
Kamil’in halefi Türk asıllı Muhammed Ferid Mısırlı vatanseverlere karşı kurulan
tuzak ve komplolaradan dolayı çareyi İsviçre’ye kaçmakta bulur. Çünkü Dersaadet
İstanbul’a kaçmak bile tehlikelidir. Meselâ Abdulaziz Çaviş İstabul’dan
Kahire’ye iade edilmiştir.
C) Abdulaziz Çaviş,
merhum Mehmet Akif Ersoy’un arkadaş ve akranların- dandı. Anglikan
Kilisesi’ne Cevap gibi
eserleri Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında, neşredilmiştir. Büyük
bir vatansever ve İslamcıydı.
Bütün bunlardan daha önemlisi Amerika Birleşik Devlet- leri’nin yüzyıl
önce Galiler ailesini tezkiye etmesi ve övgüye mazhar bulmasıdır. Hatta bu övgü
Mısır’da büyük gürültü koparmıştır. Mısır’ı ziyaret eden dönemin Amerikan
Başkanı Roosevelt İngiliz işgalini övdüğü gibi vatansever Verdani tarafından
öldürülen Gali Paşa’yı savunmuştur. Roosevelt’in 1911 tarihinde Mısır’ı
ziyaret etmesi münasebetiyle Emirüşşuara ve Emirülbeyan olarak anılan Mısır’ın
Akif’i ve İkbal’! Ahmet Şevki parlak bir kaside yazmış ve Roosevelt’i haddini
bilmeye davet etmiştir. Bu konuya devam edelim.
bati, ilkelerini çiğnemeyi
adet haline getirmiştir. Sürekli demokrasiyi savundukları halde anti-demokratik
idareleri desteklemekten geri durmamışlardır. Bu açıdan Batı’nın demokrasi
havariliğine karşı kuşkular giderek artmaktadır. Batılılar demokrasiyi
beşeriyet için ideal bir sistemden ziyade Batı’nın vazgeçilmez değerlerinden
biri olarak görüyorlar. Aslında demokrasi insanlar arasında eşitlik
vazetmesine rağmen Batılılar demokrasiye sahip olmayı bir teali ve gurur
vesilesi olarak addediyorlar. Rest of the west yani Batı’nın dışında
kalan bölgelerde demokrasinin ikamesi umurlarında bile değil. Sadece siyasî
baskı aracı ve diğer milletleri yönlendirme amacı için kullanıyorlar. Üçüncü
dünya ülkerinde demokrasi, Batı için sadece bir elbeZi mesabesinde.
Libya’yı ziyaretimiz sırasında göze çarpan sloganlardan biri olan Cemabiriyye
sisteminin üçüncü dünya teorisi olarak adlandırılması taaccübümüze sebep oldu
ve garibimize gitti. Kendi kendimize ikinci dünya mı kaldı ki, üçüncü dünya
ülkelerinden ve nazariyesinden bahsedilsin diye sorduk. Besbelli ki eskiyen
sloganlar siestae) yapan yetkililer tarafından duvar-
Siesta uykusu: Kaylûle
uykusu gibi Akdeniz ülkelerinde öğleden sonra yapılan uyku ya da kestirme.
larda unutulmuş. Devran o kadar hızlı dönüyor ki herkes ayak uydurmakta
güçlük çekiyor. Batılılar düne kadar Saddaniı desteklemişlerdi, bugün
ise düşmanları oldu. Keza Abdullah öcalan da totaliter bir rejim kurma
taleplerini gizlemediği halde demokrasinin beşiği olarak kabul ettikleri
İngiltere’nin papazları PKK’ya destek veriyorlar. Hem de nasıl, bu örgütü ulular
arası mahfillerde gündeme getirecek ve savunacak kadar. Amerikan Kongresi’ni
ziyaret eden İngiliz Kilisesi temsilcilerinden Lord Averburyve Michael
Feeney, TCnin PKK ile ateşkese gitmesini ve bu örgütün resmen tanınmasını
talep ediyorlar. Ancak “İRA İçin de aynı çözüm düşünülebilir mi?” sorusuna
Kilise temsilcileri şu karşılığı veriyorlar: “İRA bir terör örgütüdür...”
Thatcher döneminde İRA’ya yardım ediyor diye Libya’yı tefe koyan
İngiltere bugün resmen PKK’yı desteklemektedir. Bunların bir yıl öncesine kadar
ilgi alanları Kuzey Irak’taki Kürtlerle sınırlıydı. Şimdi daha büyük
oynuyorlar. Hepimizin bildiği gibi Malezya, demokrasi ile idare edilen bir
ülke. Başbakanı Mahathir Muhammed ise demokratik bir lider. Ama ABD’nin
demokrasiyi istismar etmesinden şikayetçi. Geçen ağustos ayında yana yakıla
şunları söylüyordu: “ABD bizi istikrarsızlığa, ekonomik çöküntü ve yoksulluğa
götüren bir demokratik modeli izlememizi öngörüyor”... Mahathir Muhammed,
ABD’nin örgüt üzerinde egemenlik kurmak istediği gerekçesiyle Asya Pasifik
Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesini boykot etmiştir.
ABD eski başkanl arından Roosevelt in ifadelerinden yola çıkarak
Washington’un İslâm dünyasında ne tarz bir demokrasi istediğini
belgelendirmeye çalışalım. 1910 yılının"mart ayma rastlayan günlerde
Amerika Başkanı Roosevelt Kahire’yi ziyaret eder. Ve Mısır Üniversitesihde
şu konuşmayı irad eder: “Çalışmaya elverişli hale gelmesi için ferdin eğitimi
bile yılları
gerektirir. Milletin eğitimi ve istik nazırlanması da böyle- dir.
Özyönetim hükümetinin vazife * t mi layıkı veçhile yerine getirmesi için on ya
da yirmi yıl yeterli değildir. Belki müteakib nesillerin yetişmesini
gerektirir. Bazı yalancılar bir millete anayasa (ve demokrasi) bahşetmekle
kendi kendisini yönetebileceğini vehmetmekte ve bunun propagandasını
yapmaktalar. Gerçek ise bunun zıddır.
Roosevelt bilahare İngiltere’ye uğrar ve belediye binasında bir konuşma
yaparak şunları söyler: “Siz İngilizler Mısır’da sadece çıkarlarınızın
bekçileri değilsiniz. Medeniyetin taşıyıcıları ve bu memleket üzerinde
bekçilerisiniz. İki bin yıldan beri Mısır’ın gördüğü en güzel idare sizin
idareniz. Tarih hiçbir zaman, Mısır köylüsünün barbarlıktan uzak ve sizin
dönemimdeki kadar şefkatle muameleye maruz kaldığım yazmamıştır. Ama Butros
Gali Paşa’mn öldürülmesi sizin Mısırlılar’a haddinden fazla yumuşak
davrandığınızı da göstermiştir? Maalesef medeniyet, medenî olmayan toplumlara
karşı yumuşak davra- nılmamasını gerektirmektedir. Yumuşaklık Mısır’daki konumunuza
faydadan çok zarar getirir. Butros Gâli Paşa İngiliz- ler’in mutlak destekiçisi
olduğu için öldürülmüştür. Siz İngilizler Mısır’ı terkedemezsiniz çünkü sizin
yokluğunuzda yeniden kaosa dönecektir...”
Bu ifadeler yoruma gerek bırakmıyor. Butros Gali’nin torunu da bugün
İngiliz Kraliyeti’ne ve Beyaz Saray’a karşı vefa borcunu dedesi gibi aynı
cesaret ve kararlılıkla ödemektedir ve merbutiyetini sürdürmektedir.
■ <
Enver Sedat’ın öldürüldüğü
1981 yılına kadar Hüsnü Mübarek başkan yardımcılığı görevinde bulunuyordu.
Menufiye doğumlu olan ve askeri akademilerde öğrenim gören Mübarek bir dönem
Soyvetler Birliği’nde pilot eğitimi^ almıştı. Başkan Yardımcılığı döneminde
yüzünden suni gülümseme hiç eksik olmazdı. Derken Sedat’ın halefi ve varisi
olmasına rağmen başkanlığa geçtikten sora Sedat-Nasır arasında bir yol izledi.
Konuşmalarında bazen dinî kesimlere çok hoşgörülü davrandığı gerekçesiyle isim
vermeden Sedat’ı tenkid etmiştir. Bilindiği gibi Nasır döneminde Müslüman
Kardeşler hareketine ve cereyanına kaşı tavır alınmış ve kısmen Moskova yanlısı
bir hat izlenmişti. Ardından Sedat biramda sürpriz bir şekilde başkanlığa
gelmiş ve Güç merkezleri olarak isimlendirdiği eski Hasırcılardan kurtulmak
için Batı’ya yaklaşmış ve Moskova ile ters düşmüştü. Bu gelişmeler sonucunda
üçbin dolayındaki Rus uzmanı Mısır’da sınırdışı edilmişti. Sedat işte bu
dönemde Na-
O Bölgenin birçok
lideri pilottur. İran şahı pehlevi, Ürdün Kralı Hüseyin, Suriye Lideri Hafız
Esad, İsrail Cumhurbaşkanı Weizman vesaire İran Şahı İranlıları, Ürdün Kralı
Hüseyin Filistilileri, Hüsnü Mübarek ise Nasır ve Humeyni döneminde bizzat
kullandığı uçakla Sudan’da yönetime karşı çıkan Ensar kamplarını bombalamıştı.
sıralara karşı İslâmî hareketlere gözyummuş, onların lehinde tercihlerde
bulunmuş ve cezaevlerinde bulunan dinî liderleri salıvermişti.
Sedat döneminde 1970’li yıllarda İslâmî hareketler gelişmiş ve günümüze
kadar da gelişmesini sürdürmüştür. Hüsnü Mübarek böyle bir tabloyu
devralmıştır. Sedat sonrasında Mısır rejimiyle İslâmî hareketlerin arasını
açan en önemli unsur İsrail ile barış olmuştur. Nüfûs artışı, işsizlik ve
yolsuzuklar da rejim ile halkın arasında uçurumlar meydana getirmiştir. Mübarek’in
devraldığı tabloda kendisi açısından negatif yön İslâmî hareketin güçlenmiş
olmasıdır. Sözkonusu yaklaşıma göre, bu gelişmeler Sedat yönetiminin gölgesinde
nüvelenmiştir. Bu tabloyu dengelemek maksadıyla Hüsnü Mübarek, Enver Sedat’ın
tam aksi istikamette hareket ederek İslâmî hareketlere karşı Hasırcılarla,
kavmiyetçi ve milliyetçi hareketlerle işbirliğine gitmiştir. Sovyetler
Birliği’nin çökmesiyle de bu Nasırcı grupların elindeki tez gitmiş ve
dağarcıklarında anti-tez olan sadece İslâm düşmanlığı kalmıştır.
Mübarek ikinci başkanlık döneminde (1987) çok zorlu anlar geçirmiştir.
Eski Savunma bakanı Abdulhalim Ebu Gzala gücünden dolayı görevinden alınmış ve
başkan danışmanlığına (başkan Naibi değil Başkan Müsaidi) getirilmiş. Ardından
da Gzala’nm adı bazı yolsuzluklara karıştırılmış ve bu tür ayak oyunları sonucu
son görevinden de ayrılmak zorunda kalmıştır. Mübarek ikinci imtihanını Körfez
Savaşı sırasında Bağdat’a karşı kurulan ittifaka katılırken yaşamıştır. Yine
Mübarek döneminde çok sayıda içişleri bakanı aynı nisbette olmasa da sık sık
kabine değişmiştir. Kabinedeki sıkıntılardan en büyüğü ise Başbakan ile Yusuf
Vali kanadının çekişmesidir. Başbakan Atıf Sıdkı öğrenimini Almanya’da
tamamlamış ve bir Alman bayanla evli eski bir bürokrat. Yusuf Emin Vali ise
Mısır’daki ileri gelen İsrail ve ABD taraftarı politikacı olarak biliniyor. De
desi Miraz bir Yahudi. Yusuf Vali yıllardan beri tarım Bakanı olarak
görev yaptığı gibi aynı zamanda iktidar partisi Hizb el Vatani’nin de Genel
Sekreteri. Yani hem hükümeti ve hem de iktidar partisini kontrol ediyor. Butros
Gali’nin bir benzeri. Şimdiye kadar hiç evlenmemiş, mücerred yaşıyor.. İsrail
ile Mısır arasında tarım alanında tam bir tekamül yani entegrasyonu savunuyor.
İsrail’den ithal ettiği domates çekirdeklerinin bozuk çıkması sonucu binlerce
Mısırlı hastalığa yakalanmış. Yusuf Vali’nin izlediği politika neticesi ve buğday
üretimine tahsis edilen toprak diliminin azlığı dolayısıyla Mısır’ın bizzat
gıda üretimi alanında ABD ve İsrail’e tam bağımlı hale geldiği kaydediliyor.
Komşu ülke Sudan’ın buğday üretimi alanında kendi kendisine yeterli hale
gelmesi de Yusuf Vali’nin gazabına medar olmuş.
Aliyev gibi Hüsnü Mübarek’in de seçimler sonuçu üçüncü dönem başkanlığı
garantilemesine kesin gözüyle bakılıyor. Zaten adettir Arap dünyasında
liderleri insanlar değil sandıklar seçer ve netice hiç şaşmaz: yüzde 99.9C)
ile başkan seçimleri yeniden kazanır. Eğer başkan tabiî ya da gayri tabiî
hallerden dolayı makamından uzaklaşacak olursa o zamanda kitleler: “Başkan öldü
yaşasın yeni başkan” nakaratını tekarlarlar.
Gerçekten de Mübarek
üçüncü dönemini yüzde 90 hazır oyla garantilemiştir.
“şeytanca ÂYETLER” kitabı
ile müslüman dünyanın şimşeklerini üzerine çeken ve İran’ın 1989'da ölen dinî
lideri Ayetullah Humeyni tarafından hakkında ölüm fetvası verilen İngiliz yazar
Selman Rüşdî yine ortaya çıktı. Alman ARD televizyonu’na demeç veren Rüşdî
uluslararası kamuoyuna bir çağrıda bulunarak, hakkında verilen fetvanın
kaldırılması için İran’a baskı yapılmasını istedi. Rüşdî bu fetvanın İran’ın da
kabul ettiği uluslararası konvansiyonlar ve uluslararası hukukla çeliştiğini
ileri sürerek; “Bu iş siyasî bir mesele oldu ve çözümü sadece siyasî baskıya
bağlı” diyor...
Hindli/İngiliz, Selman/Sımon Rüşdi’nin ardından şimdi Mısır’da da bir
Rüşdi ortaya çıktı. Pek de reşit olmayan Mısırlı Rüşdî, Alaa Hamid’i takibata
maruz bırakan eseri “The Distance ina Man’s Mind” (İnsan Aklındaki
Mesele). Sözkonusu kitapta Alaa Hamid, “Doğu dünyasını geri bıraktığına göre
acaba dine sarılmak yararlı mı?” sorusunu ortaya atıyor. Alaa Hamid kitabın
inanmış insanlan kızdıracağını da tasavvur etmiş ve yakınlarına kitabı
“Sevginiz öfkeye dönüşmesin” diyerek imzalamış. Sünni dünyasının otorite
merkezlerinden el-Ezher Üniversitesi yazarın az tanınan bu eseriyle İslâmî
tahkir ettiği ka- naatma varmış ve kitabı takbih etmiş. Bunun üzerine Newswe-
ek’in ifadesiyle (Ocak 27-1992) Alaa Hmid, Mısır’da parya haline
geliyor. Dergi Alaa Hamid’in ölüm tehditleri aldığını, saldırı ve kundaklama
teşebbüslerine maruz kaldığını belirtiyor. Geçen ay Hamid özel bir Mısır
mahkemesi tarafından dine küfretmek suçundan 8 yıla mahkûm edildi.
Newsweek, İslâm ülkelerinin en töleranslılarından biri olarak tanımladığı
Mısır’da yükselen fundemantalistlerin baskılarıyla Hamid’in akibetinin
şekillendiğini ileri sürüyor. Dergi işin içine nerede ise Rufaileri de karıştıracak!
“İranlı din adamları (Iranian Clerics) ve Mısırlı Müslüman kardeşler Hüsnü Mü-
barek’e baskı yaparak İslâmî değerleri muhafaza etmesi için harekete geçmesini
istediler” ifadesini kullanıyor. Bir hafta önceki Newsweek Avrupa’da faaliyet
gösteren Süleyman Efendi talebelerinin organizasyonlarını Türkiye’deki Refah
Partisi’nin branş ve şubesi olarak tanıttığı gibi, bu haftaki sayısında da kopuk
olan Mısır-İran ilişkilerine rağmen Mübarek’i İranlı din adamlarının
baskılarına muhatap ve maruz bırakıyor. Dergicilik diye işte buna denir.
Newsweekte irtica haberlerinde; pozisyonunu Hürriyet gibi tashih etse iyi
eder. Çünkü çalakalem gidiyor. Yanlışlar sırıtıyor. Mübarek, Hamid konusunda
laik entellektüellerin “af’ başvurusunu da kaale almıyor. Başvuruda bulunan
entellektüeller ise Gali Şükrü gibi ya Hristiyan ya da dejenere olmuş mustağrib
Müslüman kısmından. Mübarek laik elitlerin baskısına karşı “İnancı muhafaza
mukaddestir”, savunmasını yapıyor. Alaa Hamid’in mahkûmiyetini isteyenler
sadece fundamentalist kesim değil elbet. Meselâ Mısır yönetimine yakın
el-Ahram’ın iki yazarı Ahmed Behçet ve Mustafa Mahmud da mahkûmiyet kararını
destekliyor...
Ahmed Behçet, Alaa Hamid ile ilgili bir yazısında İngiltere’de İsa ve
mukaddesatı koruma kanuna atıfta bulunarak, Mısır’ın da bu tür yaklaşımlarda
bulunmaya ve önlemler almaya hakkı olduğunu belirtti. Gerçekten de bazı İngiliz
milletvekile-
ri İngiltere’nin, Rüşdi konusunda müslümanların gösterdiği tepkinin
benzerini Madonna’ya göstermesini ister.
Mustafa Mahmud ise Alaa Hamid ile Necip Mahfuz’un karşılaştırılmasına
karşı çıkar. Geçmişte Necip Mahfuz’un da bazı eserleri Muhammed Ebu Zehra'nın
başında bulunduğu bir inceleme kurulu tarafından sakıncalı bulunmuş bunun
üzerine Abdunnasır da sözkonusu kitabı yasaklamıştı. Mustafa Mahmud, Alaa
Hamid ile Necip Mahfuz arasındaki benzerlikler konusunda şunları yazar. “Necib
Mahfuz’un sözkonusu yazıları semboliktir. Ama Alaa Hamid İslâm’a aşikar bir
şekilde saldırıyor. Necip Mahfuz’a Alaa Hamid’e verilen cezayı müstehak görmek
onu niyetlerinden dolayı yargılamak olur. Onun kullandığı sembolik ifadelerden
kasdettiğini bir kendisi bir de Allah bilir...”
Ezher Şeyhi Cadul Hak Ali Cadul Hak ise kitab hakkında bir konuşmasında;
Ezher’in sansür hakkının bulunduğunu, bunun fikir hürriyetini kısıtlama ile bir
alakası olmadığnı ve fikir hürriyeti ile küfretmeye ya da karalama
hürriyetinin birbirinden ayrılması gerektiğini kaydediyor. Ezher Şeyhi “Edep,
edebiyatın dışında değildir” diyor.
Ancak Mısır’ın bu yargılamada samimi olmadığı ve mahallî kaygıları
gözönüne aldığı ileri sürülebilir. Bu iddia doğrudur. Zira Selman Rüşdi’nin
aklanması için geçen yıl Ezher Üniversitesi devreye girmiş. Mısır müftüsü
Seyyid Muhammed Tantavi ile İngiltere’de dinî Tolerans Cemiyeti Başkam Hişam
es-Savî, Selman Rüşdi’yi tevbe ettirmişlerdi. Yani Mısır çelişkili bir konumda.
Bir taraftan İngiliz/Dinli Selman Rüşdi’nin affı için devreye girerken, diğer
taraftan mahallî kaygılar sebebiyle Mısırlı Rüşdi’yi mahkûm ediyor. Ve Mısır
bununla da iktifa etmeyerek İslâm’ın batıklaştırılması için Fransa, İngiltere
ve Belçika’ya yardımcı oluyor. Mısır Müftüsü Tantavi Batı’da ılımlı bir
İslâm’ın gelişirilmesi için Fransa’ya yardnncı olduklarım itiraf
ediyordu. Batı, bugün Tanrı’nm sosyal olarak öldüğünü ilan ediyor. Sebebi
Batı, Hrıstiyanlığı çığırından çıkarak Batıklaştırdı, maddileştirdi,
egoistleştirdi. Diğer taraftan da insan fıtratına aykırı olan ruhbanlık
marjinal olarak hayattan kopuk olarak kilise çevrelerinde yaşamaya devam
ediyor. Tabir yerindeyse Avrupa Hristiyanlığı, dünyaya indirdi, görünmeyen
hakikati, görünen realiteye çevirdi. Batılılaşan Hrıstiyanlık tabiat üstü
şeylere dahi, insan vücudunun remzini verdi. Hristiyanlıkta madde üstü
hakikatlara, hatta kâinatı yaratana dahi insan vücudunu bir sembol olarak
vermiştir. İşte bundan dolayı, Batılı bazı düşünürler bugünkü Hristiyanlığı
dahi bir garp müesse- sesi olarak addetmektedirler.
Fransa, İngiltere ve Belçika gibi ülkeler, bugün evrensel olan İslâm’dan
kurtulmak için İslâm’ı batılılaştırma gayreti içine düşmüşlerdir. Dün İran ve
Hindistan’daki Bahailik ve Kadı- yaniliğin ihdasında rol oynayan Avrupa
ülkeleri bugün aynı çalışmaları Avrupa’daki Müslüman topluluklar üzerinde denemeye
kalkıyorlar. Fransa bunu temin etmek için Paris yakınlarında Avrupa İnsan
Bilimleri Enstitüsü açtı. Enstitü Müdürü Züheyr Mahmud gayelerinin laik imamlar
yetiştirmek olduğunu saklamıyor.
Zaten Fransız İslâm Örgütleri Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed b. Mansur
da kimlik sorununun aşılabilmesi için laik dünya düzeninin benimsenmesi
gerektiğini ileri sürüyor. Mahallî bir İslâm anlayışı geliştirmek için Belçika
da, Fransa’yı izliyor. Kısaca Batı, Hristiyanlığı dejenere ettiği gibi, İslâm’ı
da dejenere etmek istiyor. Ama buna gücü yetmeyecek. Çünkü İslâm Allah’ın koruması
altında.
[Zaman, 9 Şubat 199Z\
dünya kaidedışılığm
saldırıları altında. Ve dünyada kaidedışı- lık moda olarak almış başını
gidiyor. Clinton’m ABD başkanlığına gelmesinden sonra kaidedışılık devletin
himayesine girmiş bulunuyor. Tabiî aykırılık ya da kaidedışılık adına faziletlere
saldırı sadece ABD’ne has değil bütün dünyada makes buluyor. Bu gidiş hayra
alamet değil. 27 Haziran’da Amerikalı lezbiyen ve homoseksüeller Özgürlük Günü
Nümayişinde 1993 yılını “The Year Of Queer” yani- “Aykırı Yıl” olarak ilan et-
mey tasarlıyorlarmış. Eski dilde aykırılığa şuzuz, kaide i umu- miyeye
uymayan, baric ez kaide, müstesna deniliyordu. Eskiden kaidedışılık
kaidenin önüne geçmemişti. Anormallik bir manaz olarak kabul ediliyordu. Ne var
ki günümüzde anormallik normalin yerini almış, faziletsizlik fazilet olarak
algm- maya başlanmıştır. Bu konuda medyanın rolü inkar edilemez. Medyanın
yardımıyla aykırılık, düzeni ve fazileti kovmaya başlamıştır. Homoseksüeller
ABD’de bir millet olarak örgütleniyorlar. Washington’daki görkemli nümayişleri
hafızalarımızda hâlâ taptaze. ABD’de cinsellik konusunda kaidedışılık öyle bir
hale gelmiş ki, aykırılar sahip oldukları basın-yaym organlarıyla kendi
davalarını kamuoyuna maletmeye çalışıyorlar. Hatta
homoseksüellerle-heteroseksüller arasında cep
heleşme başgöstemiş. Sadece cinsiyet alarmda değil düşünce alanında da
onlar yani aykırılar bütün dünyada histerik bir saldırı vaziyetine geçmişler,
kısaca mevzilenmişler. Marjinal kesimler ülkemizde de hakka ve fazilete karşı
aykırılık mücadelesi başlatmış bulunuyorlar. Tek silahları da şirretlikleri.
Şeytan Ayetleri’yle fenafilâh olmuş biri var kie) halk beni kaale
almıyor, tepki göstermiyor, tahriklere kapılmıyor diye neredeyse dikkat
çekmek için intihara başvuracak, kendini yakacak.
Mukaddesata saldığırdığı halde kendilerine saldırıldığı kanaatinde.
Edebiyatçılar Demeği de bu kanaate iştirak etmiş olmalı ki Nesin’e yapıldığı
ileri sürülen saldırıları kınıyor. İlhan Arsel’in de “Aydın ve Aydın ”
kitabına getirilen kısıtlamaları eleştiriyor. İlhan Arsel’in “Aydın ve Aydm
” kitabı Mısır’da şiddetli tartışmalara yolaçan Nasr Ebu Zeyd’in doktora
tezini hatırlatıyor. Mısır da son sıralarda İslâmî söylem ile başedebil- mek
için Nasr Ebu Zeyd gibi borazanları kullanıyor. Mısır rejimi aynı tarzda
mücadelesini sürdürebilmek için aykırı fikir ve insanlardan azamî istifade
yolunu deniyor. Meselâ son olarak “Tenvir; Aydınlanma” serisinden Kasım
Emin gibi modernist söylemin, İslâm’a aydınlanma çağı ve düşüncesi çerçevesinde
bakan sözde aydınlıkçı düşüncenin sembollerinden yararlanıyor. Hüsnü Mübarek
son olarak da Hasan el-Benna’nın arkadaşlarından olan Behi Huli’nin yeğeni,
Mısır’daki aydınlıkçı akımın temsilcilerinden Lütfi Huli’yu bu çerçevedeki
hizmetlerinden dolayı ödüllendirdi.
Komünizmin sona ermesinden sonra ateist ve laik kesimler İslâm’a karşı
sözde bir aydınlanma savaşı açtılar. Bu babda “Şeytan Ayetleri” gibi
konular malzeme olarak kulanılmakta- dır. Muhammed Gazali ve Kitabu’l-İbriz
sahibi Abdulaziz Debbağ benzeri âlimlerin söyledikleri şekilde dirayette zayıf
G Yazar Aziz Nesin
kastediliyor.
ibni Hacer gibi bu babda aykırı görüş belirten muhaddis çok azdır. Kadı
İyaz gibi onlarca mühakkik ve müdekkik alim bü iddiların uydurmadan ibaret
olduğunu söylemişlerdir. Böyle kem aletlerle, kem malzemelerle kemalata,
mukaddesata saldıranlar “hem suçlu, hem güçlü” misali kendilerinin saldırıya
maruz kaldıklarını ileri sürüyorlar.
Aydınık klişeler arkasına sığınarak karanlık örgütlerden biri de
Masonluktur? kapılarım genelde kadınlara kapalı tutmuştur. Kadınlar sadece
mason teşkilatlara ‘Hanımefendiler Gecesi"vAz misafir edilirlerdi.
Ancak son yıllarda masonluk kapılarını kadınlara dar dairede de olsa
açmaktadır. Dünya’da kadın masonların artmasıyla birlikte, üst kademelere
tırmanışları da parellelik arzetmeye başlamıştır. İsmail Berduk Olga- çay
Türkiye Büyük Millet Meçlisi çatısı altında ilk defa bir mason kadınının
yeraldığını yazmıştır. Bileniniz var mı bu kadın şimdi hangi makamdadır?..
AFGANİSTAN gibi ümmeti ilgilendiren bazı meselelerde okuyucuların haklı
olarak kafaları karışıyor. Çünkü olayların seyri kafalarındaki ideal tabloya
uygunluk arzetmiyor. Berrak ve temiz yürekleri ve kafaları bu hadiseleri
yorumlamakta güçlük çekiyor. Hafsalaları almıyor. Hadiselerin istedikleri ideal
istikamette seyretmemesi de ızdırap ve endişelerini artırıyor. Hadiseleri
siyah-beyaz bağlamında ele aldıklarını zannettiğim bir arkadaş grubu adına
Ankara’dan bize mektup gönderen İbrahim, birbirlerine karşı muharebe eden
Ahmet Şah Mesud ve Hikmetyar hakkında önceden hüsn-ü zanna sahip oldukarını son
gelişmeler karşısında ise şaşırdıklarını söylüyor ve bizden yorum bekliyor.
Siyah-beyaz perspektiften bakmak, olayları kavrayabilmek ve çözebilmek için yetmeyecektir.
Bunun için daha geniş ve daha renkli bir aynaya ihtiyaç var. Kısaca mesele
sanıldığından daha girift ve daha boyutludur.
Pakistan’da merhum Mevdudî’nin kurmuş oduğu Cema- at-i İslâmî’nin lider
Kadı Hüseyin Ahmed görevinden istifa etti. Bir iki dönem Cemaat-i İslâmî’nin
başkanlığını yürüten Hüseyin Ahmet, cemaatin bazı müzmin problemlerini
halletmekte güçlük çekiyordu. Afganistan meselesinde kendisi gibi peş- tun
asıllı olan Hikmetyar’a gerektiğinden fazla angaje olduğu
için diğer gruplar nezdindeki arabuluculuk misyonu zedelendi. Partinin
prestiji yara aldı. Halbuki yansız ve tarafsız bir Ce- maat-i İslâmî’nin
Afganistan’da oynayacağı büyük roller vardı. Pakistan iç politikasında da
Hüseyin Ahmed’in liderliğindeki cemaat büyük başarısızlıklara maruz kaldı.
Daha önce Navaz Şerif le yapılan ittifak iptal edildi ve hatta buna mazeret
bulmak için Benazir Butto’nun nisbeten Şeriften daha iyi olduğu tezi ortaya
atıldı. En son olarak büyük iddialarla girilen genel seçimlerde büyük fiyasko
ile karşılaşılmıştı. Pakistan’da en örgütlü parti olmasına rağmen Cemaat-i
İslâmî bu seçimlerde Millet Meclisi’ndeki 217 sandalyeden sadece üçünü kazanabildi.
Bütün bu birikimlerin ve peşpeşe gelen başarısızlıkların üzerine Kadı Hüseyin
Ahmed isabetli bir kararla parti genel başkanlığından istifa ettiğini
açıkladı. Yanlışta ısrar etmemek de bir fazilettir, bundan dolayı Kadı
Hüseyin Abmed sadece tebriği haketmektedir. Yerine parti Başkanlığına eski
Genel Sekreter Çavduri Rahmet Elabiatandı.
Dünyada, İslâm’ın mazlum imajı, saldırgana dönüştürülmek isteniyor.
Faziletsizlik adına fazilete saldırılıyor. Bu saldırılardan biri de ünlü Alman
manken Claudia Schiffer’in lager- feld Modaevi’nin defilesinde üzerinde
Kur’ân’dan âyetler yazan dekolte bir elbise giymesiydi. Daha sonra özür
dilendi ancak manken tehditler aldığı gerekçesiyle gizlendi ve meseleyi
mecrasından çıkardı. Haksızken mazlum rolünebüründü. Bu hadise vesilesiyle
İslâm’ın saldırgan imajı bir kez daha tazelenmek istendi. Hadise tamamen
tertip ve kasıt kokuyor. Sabık örnekeri de gözönüne alındığında Müslümanların
bu konudaki tepkilerini hesaba katmamak biraz garip değil mi? Mısır
Parlamentosu hadiseden sonra Müslümanlar’dan dantelli kıyafetlerinde âyetler
kullanan Chanel Modaevi’ni boykot etmeleri istedi.
Gün olmuyor ki İslâma ve mukaddesata fikir hürriyeti adı
na saldırılmasın. Bir süre önce Mısır Kültür Bakanı Faruk Hüs- nü’nün
kültür ve sanat alanındaki yayınlarla ilgili olarak el-Ez- her'vn
görüşlerine başvuruyoruz” diyerek kendini ve bakanlığını savunması bazı
fanatik laikleri tepkiye sevketmişti. Bu açıklamanın akabinde laik aydınlar
harekete geçmişler Ez- her’e meydan okuma anlamına gelebilecek bir adımla Rus
el-Yusuf dergisinde “Bin Bir Gece Masallarının Kırmızı Sayfalan”,
“Şeytan Ayetleri”gibi bütün yasaklı yayınlardan pasajlar yayınlamışlardı.
Bir nevi Aziz Nesin’in Türkiye’de yaptığım yapmışlardı. Yayınlanan
alıntılar arasında öldürülen laik yazar Ferec Fode, Yusuf îdris, Taha
Hüseyin’in bazı eserlerinin yanında, Nezzar Kabbani’nin “Arap Liderlerinin
Açıktan Yargılama” ve Necip Mahfuz”un Muhammed Ebu Zehra’nın bilirkişiliğini
yaptığı yasaklı “Evladu Haratüna” kitabından metinler de yeralıyordu. Dergi de
mukaddimesinde Ezher’in aktörlüğünde çeşitli yazarlara karşı engzisyon
mahkemesi usûllerinin kullanıldığım, bu kıdemli İslâmî kurumun fikre vasilik
rolü oynamak istediği iddilanna yer veriliyor. Ezher’in Ali Abdurrazık, Taha
Hüseyin, Necip Mahfuz, Luis İwad, Fuad Zekeriyya ve Ferec Fode ve Mısır Yüksek
Devlet Güvenlik Mahkemesi eski Başkanı Said Aşmavi’ye ait eserleri müsadere
ettirdiği ileri sürülüyor. Ezher’e ve fazilete karşı açılan bu yaylım
ateşinden sonra Mısırlı Nasır Ebu zeyd ile Fuad Zekeriyya (Kuveyt emi- ri’nin
danışmanlarından ve Arap dünyasının önde gelen laiklerinden) ve Cezayir asıllı
Fransız yurttaşı Muhammed Arkun adlı yazarların avukatı, İdarî mahkemede açılan
davada, Ezher’in yasaklama karar hakkında, yürütmenin durdurulmasını istiyor.
İşin aslına bakılacak olursa Mısırlı laiklerin bir kaşık suda kopardıkları
fırtınanın hiçbir haldi gerekçesi yok. Bu eserlerin yasaklanması bizde Özal döneminde çıkartılan muzır
yasası benzeri Adab-ı Amme Kanunu’nun kapsamına giriyor. Yani Ezher’le bir
alâkası yok. Keza Yusuf İdris’in yasaklanan piyesi
iyo o K i a u
de siyasî sebeplere dayanıyor. Gulat-ı laikler her yerde yerli veya
yersiz olarak İslâm ve sembolerini hedef alıyorlar. Halbuki farkında değiller
faziletin zaferi herkesin zaferi olacaktır.
Ocak’m son haftadaki sayısında Time dergisi Claudia Schiffer’ın
Kur’ân âyetleriyle yapılmış dekolte kıyafetiyle resmini neşretti. Podyumda
çekilen fotoğraf hem mukaddesatı tasvir hem de tahrik ediciydi. Müseccel bir
fahişenin bu rolü sahibine yakışan bir durum.
son alınan haberler de
Boşnakların Clinton yönetimine kızgın oldukları Vurgulanıyor. İçlerinden
bazıları, belki de Clinton’m kendilerini insan yerine bile koymadğını
hatırlatıyor. Görüşlerine başvurulan diğer bazıları da saksofoncu BiU’in(,)
sanıldığı gibi pek de hareketsiz olmadığını, müslümanların aleyhine olunca
harekete geçebildiğim anlatıyor. Bu haklı tepkiler karşısında Amerikan
görüşlerini savunan Dışişleri Bakanlığı, Bosna ile Bağdat’ın aynı olmadığım,
Bağdat’ın Amerikaya saldırdığım ve kendilerinin meşru müdafaa da
bulunduklarını, Bosna’da ise böyle birşeyin sözkonusu olmadığım belirtiyor.
Dünya Amerikan menfaatlerinden ibaret olunca böyle düşünmeleri çok normal.
Boşnaklar’dan silah ambargosunun kaldırılması hususuna gelince, Beyaz Saray,
Fransız ve İngiliz dostlarım üzmek istemiyormuş. Ancak sıra Bağdat’a gelince
nasıl da aym noktada birleşebiliyorlar. Bunun izahı nedir? Türk basım da biri
hariç saldırı günü ertesi gayet yerinde yorumlarda ve değerlendirmelerde
bulundular. Sadece Sedat Sertoğlu gibi bir iki sütün sahibi, Amerikan
propagandaları ve menfaatleri doğrul-
1993’ün son aylarında
saksofona Bili, fikir hürriyet adına İslâm’a hakeret eden Selman Rüşdi’yi Beyaz
Saray’a kabul etmişti.
tuöuuua. udiıa /iincuM açiKiauıa yapuiauan ııcrııaıuc veKaie- ten olsa
gerek, Bosna ile Bağdat arasında ilinti kurulmaması gerektiğini savundular.
Baktık ertesi günü Hürriyet de çarket- miş, Amerikan’m haklılığını vurguluyor.
Peki Bosnalılar mı doğru söylüyor, bizim basınımız mı? Eğer Bosnalılar doğru
söylüyorsa basın ahlâkımız nerede kaldı? İslâm dünyasındaki mevcut rejimler de
müslümana düşman batıla ve batılıya dost. Ne de olsa Lord Cromer’in kurduğu
okulların, yani İngiltere’nin ya da diğer batılı ülkelerin tezgâhlarından
geçmişler. Bugünlerde Kahire’de Afrika zirvesi yapılıyor. Zirveye katmanların
çoğunluğu müslüman ülkeler. Ancak Bosna meselesini ve Filistin meselesini
görüşeceklerine, İslâmî gelişmeleri nasıl önleriz derdindeler. Kendi aralarında
bugüne kadar birleşemeyen laik cephenin tek birleştiği nokta İslâm düşmanlığı.
W.C. Smith’in “İslâm m Modem History’’ kitabında vazettiği gibi
batılılar İslâm dünyasında kendilerine bende ve birbirlerine yabancı millî
devletlerin kurulmasını öngörmüşlerdir. Bu politikanın mayalanması sonucu İslâm
dünyası bugünkü perişan manzara ile karşı karşıya gelmiştir. Bu politikalar
sonucudur ki Türkiye Batı’nın övdüğü izolasyonist politikalar izlemesi ve
kendi tabiî dünyasından, Hinterlandından kopmuştur. Tabiî diğer İslâm ülkeleri
de Türkye örneğini izlemişlerdir. Batıklar millî devletleri muhkemleştirmek ve
güçlendirmek için İslâmî da millîleştirmeye gayret etmişler ve bu yönde
telkinler de bulunmuşlardır. Pakistan İslâmî, Mısır İslâmî ve Türkiye İslâmî
gibi. Bu anlayışı ikame etmek için Ali Abdurrazık, Satı Hüsri ve Ziya Gökalp
gibi mustağripler canla başla çalışmışlardır. Bugün bile yapılan yönlendirci
kamuoyu yoklamalarında çağı etkileyen en önemli eserler arasında Ali Abdurrazık
ve Sa- tı Hüsri’ninkiler sıralanmaktadır. Halbuki çağdaş Arap gençlerinin bu
zevatın eserlerinden haberdar oldukları bile şüphelidir.
Geçen aylarda Pakistan’da yapılan IKT zirvesinin gündem maddelerinden
biri terörizm ve fundamentalizmdi. Afrika Zirvesinin en önemli gündem
maddelerinden biri de terör ve fun- dandalizm. Zirveye katılan Cezayir Devlet
Başkanı Ali Kafi ve Hüsnü Mübarek bu konuda yine Sudan ve İran’ı suçladılar, Cezayir’de
cuntaya karşı mücadele eden müslümanları kınadılar. Müslümanların üzerine
frensiz bir vaziyette giden ABD, Irak’tan sonra şimdi de İran’ı suçlayan
ifadeler kullanıyor. İran politikalarının sertleştiğini ifade eden Warren
Christopher bir diplomatın göstermesi gereken nezaketi de bir tarafa bırakarak
İran için “uluslararası bir haydut” tabirini kullanmaktadır. İran Meclis
Başkanı Yardımcısı Ruhanî ise ABD’yi kimsenin iplemediği ve ciddiye almadığı
için sendrom geçirdiğini haklı olarak ileri sürüyor.
Batı’nm gerek Bosna konusunda gerek Avrupa’daki göçmenler karşısındaki
iflasının zincirleme olarak mustağribleri de iflasa sürüklediği bir gerçek. Son
müstagribler de artık günah çıkartıyorlar İstiğrabm iflası perçinleşiyor.
Geçen haftaki Newsweek dergisinde son müstagriblerden Faslı romancı ve
yazar Taher Ben Jelloun’nun hayal kırıklığını okuyabilirsiniz. Batı’nın
değerleri çökerken araftakiler, müstağribler de hızlı bir şekilde erozyona
uğruyorlar. Geçen haftalarda bir yazar Yaşar Kemal’in eşinin Yahudi olmasına
rağmen Nobel ödülü alamadağını yazmıştı. Nobel Edebiyat Ödülü’nün niçin Necip
Mahfuz’a verildiği kafanızı kurcalıyorsa bunu, BM Genel Sekreterliğine niçin
Gali’nin getirildiğinden çıkarabilirsiniz.Tahir Ben Jelloun her kriz döneminde
suçla arandığını, bu sefer de Avrupa’nın bula bula göçmenleri bulduğunu
belirtiyor. Gerek Almanya’yı gerek Fransa’yı kasıp kavuran ırkçılık dalgası konusunda
liderlerin birşey yapmadıklarını, tek dertlerinin koltuklarını muhafaza etmek
olduğunu acılı bir dille anlatıyor Goncourt ödüllü Jelloun. Gerçekten de Batılı
idareciler de son
yıllarda doğululara benzedier. Batı’da dahiyane idareciler dönemi çoktan
sona erdi. Onlarda hadiselerin aştığı kuralların içine hapsoldular. Doğu’da da
Batı’da da herşey kilitlenmiş durumda. Belki yeni ve taptaze bir rüzgâr bu
kilitleri açabilir. Ama kesin olan birşey varsa o da Batı’nın devrinin
kapandığıdır. Yaşayanlar görür.
1989’DA komünizmin çözülmesi ve iflasıyla birlikte birçok kavram,
boşlukta yüzmeye başlamıştı. 1967 yılından itibaren İsra- il-Sovyet ilişkileri
dondurulmuştu. İsrail’e karşı milliyetçi ve Sovyet destekli solcu örgütler
mücadele ediyordu. Komünizmin teslim-i ruh etmeye başladığı tarihlerde
İsrail’e karşı mücadelede yeni bir faktör belirdi: İslâm. İsrail’e karşı
mücadele eden FKÖ’ye rakip İslâmî hareketler de Hamas ve İslâmî Cihad çatısı
altında temsil ediliyordu. İsrail 1989 yılma kadar Ortadoğu’da Soveyt ve
komünizm nufûsuha karşı ABD ile stratejik işbirliği yapıyordu. Sovyetler’in
devreden çıkmasıyla birlikte tehdit değerlendirmesi de değişiyordu. Bu
değişimde tabiî faktörler yanında komünizma ideolocyasının çöküşü de rol
oynamıştı. İsrail bu tarih diliminde Rusya ve Çin ile kesik diplomatik
ilişkilerini yeniden başlattı.
İsrail için yeni tehdit belliydi: İslâmî güçler. Her ne kadar
doğrudan muhatap HAMAS ve İslâmî Cihad olsa bile bunlar İslâmî evrensel uyanış
ve düşüncesi gibi kuvvetli bir back graun- da (tabana) sahip durumdaydılar.
Bundan dolayı İsrail’in mücadelesinin HAMAS ya da İslâmî Cihad ile sınırlı
olması düşünülemezdi. ABD ile aynı paralelde giden ve onun hükümranlığını
kabul eden İslâmî hareketlere ılımlı İslâmî hareketler tabi
ri kullanılırken, diğerlerine İslâm fundamentalistleri dendi. Bu arada
Türkiye’de faili meçhul cinayetler sürüp gidiyordu. En sonunda tanınmış
gazeteci Uğur Mumcu da öldürülmüştü. Mısır’da ise benzeri gelişmeler
yaşanıyordu. Bir kahve kundaklanmış ve failleri yakalanamamıştı. Sudanlı bir
vatandaşın üzerine yıkılmak istendi. Bu hadiselerin akabinde New York’taki
Dünya Ticaret Merkezi bombalandı. Tabiî bütün ihtimaller gö- zardı edilerek,
hadise Müslümanların üzerine yıkıldı.
Bu hadiseler gelişirken İsrail Başbakanı İzak Rabin ABD’ye gitti. Bu
ziyaret sırasında CIA ve Pantagon uzmanlarının da tavsiyesi değişen dünya
şartları ve Rabin’in istekleri üzerine ABD ile İsrail arasındaki esk stratejik
işbirliği yeniden tanımlanarak başka bir alana kaydırıldı: terörizm ve İslâm
fundamentalizmi. Böylece İsrail ile ABD arasındaki kutsal protokolün yeni alanı
belirlenmişti.
İsrail’in bir başka hedefi de İslâm dünyasında geniş bir laik cephe
açarak İslamcılarla mücadele etmekti. Bu gaye için Türkiye’deki bazı İran
yanlısı hareketlerin tarz ve düşünceleri gündeme getirildi.Mısır ve ABD’de ise
Ömer Abdurrahman ve Cemaat-ı İslâmiye faktörü projektör altına alındı.
Türkiye’de Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle nasıl bir laik cephe teşkil edilmeye
çalışıldıysa, Mısır’da da laik yazar Ferec FodcvÂn öldürülmesiyle bu
minvalde suni bir akım oluşturulmaya çalışıldı. Kendisini laik cephenin
dışında 'hissedenler otomatikman kendilerini anti-laik cephede bulacaklardı.
Böyle bir cepheleşme ihdas edilmesi teşebbüslerinin Mumcu ve Dünya Ticaret
Merkezi’nin ardından meydana gelmesi, bu hadiselerdeki MOSSAD boyutunu gündeme
getirmektedir.
Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle Türkiye’de bilhassa sol kesimler nasıl
mobilize edilmeye çalışıldı ve solun birleşmesi gündeme getirildi ise Mısır’da
da benzerleri yaşandı. ABD-İsra- il ve Mısır arasında sözde İslâmî teröre karşı
işbirliğine gidilme-
sim ısuyordu. İsrail de böyle bir protokolü bütün İslâm dünyasına yaymak
niyetinde. Bu meyanda ABD vasıtasıyla Pakistan’a baskı yapılarak Arap
mücahidlerin sınırdışı edilmesi temin edilmeye çalışıldı.
Bunun için Mısır’da ve Türkiye’de laik cephe kurulması çalışmaları
mülahaza ediliyor. Mısırı tanınmış gazeteci Fehmi Huveydi, el-Ahram’daki
haftalık yazısında bu teşebbüsün arkasında İsrail’in olduğunu yazdı. Fehmi
Huveydi, Millî Cephe adı altında laik bir cephenin teşkilinin cemiyeti laikler
ve İslâmcılar şeklinde ikiye böleceği uyarısında bulunuyordu. Bu teşebbüsün
ardında ise başarısız bir suikast atlatan ve Müba- rek’le yakınlığı bilinen el~Musawer
dergisinin editörü Muhammed Mekrem Ahmed bulunuyor. Muhammed Mekrem Ahmed,
terörün kaynağını kurutmak için Millî Cephenin mutlak bir zaruret arzettiğini
yazmıştır. Bu çağrıya tek olumlu ses ise sosyalist ve komünist kanattan
gelmiştir. Mübarek, son sıralarda. sadece Cemaat-ı İslâmiye’yi karşısına
almakla kalmamış, Müslüman Kardeşler’in tesirindeki sendikaların gücünü meclis
kararıyla yonttuktan sonra, muhalefetin ve İhvan’m yayın organı mesabesindeki
eş-Şa’b gazetesini kapatmayı kararlaştırmış ama bunda başarılı olamamıştı.
Başta Mustafa Emin gibi liberal kanadı temsil eden Muhadram gazeteciler de demokrasi
adına eş-Şa’b’ın kapatılmasına karşı çıkmışlardı.O
Türkiye’de de bazı eserleriyle tanınan Febmi Huveydi, Müslüman
Kardeşler’den biri değil. Ancak ailesi itibariyle yakın bir isim. Esasen
Muhammed Haseneyn Heykel’in şakirtlerinden biri. Ferec Fode’nin
öldürülmesinden sonra el-Ah- ram’da “Bu zatın Müslümanları tahrik ettiğini ve
belki de bundan dolayı bu cezaya müstahak olduğunu” yazmasından dolayı
Mübarek tarafından aforoz edilmiştir. Lakin bazılarının ara-
tü eş-Şa’b gazetesi halen yayınına devam
etmektedir.
ya girmesinden sonra Mübarek bu kararından vazgeçmişti. Böylece
ei-Ahram'daki yazılarına ara vermek zorunda kalmamıştır.
Velhasılı kelam, İsrail ve onu destekleyen Yahudiler bu kerteden sonra
Neo-Nazizmi ya da başka bir gelişmeyi değil sadece İslâmî tehdit olarak
görüyorlar. Liderleri de böyle söylüyor.
sudan Ticaret Bakanı İbrahim
Ubeydullah Türkiye’nin Afrika kapısı olmak istediklerini söylemiştir. Ayrıca
Türkiye’yi İslâm dünyasının tabiî lideri olarak gördüklerini belirtmiştir.
Ezher Üniversitesi Davet bölümü Başkanı Abdulvedud Çelebi de bir akşam
yemeğinde “Yarabbî İstanbul’u yeniden hilafetin merkezi yap” diye dua ve
niyazda bulunmuştu. Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavî de bu konudaki tesbit ve
görüşlerini Kahire’de yayınlanan Hüseyin Aşur Bey’in el-Muhterü’l İslâmî
dergisinde yazdı. Nostalji dolu tesbitlerini size erzediyorum: “Osmanlılar 6
yüzyıl boyunca eski dünyanın bilinen üç denizi, Akdeniz, Karadeniz ve
Kızıldeniz’e hakim durumdaydılar. Hatta renklerine göre bu denizlere
isimlerini verenler de yine Osmanlılar Avusturya-Macar, Doğu ve Güney Avrupa’yı
ele geçirmişlerdi. Biz hilafeti Osmanlı olduğu için değil İslâm ve Müslümanları
temsil etliği için savunuyoruz. II. Abdulhamid devletin en güç ve zorluklar
içinde bulunduğu bir dönemde Filistin’i satmayı reddetmiş bunun için hayatını
ortaya koymuştur. Hilafet yeniden dizayn edilebilir, yapılanabilir. Ancak
önemli olan Müslümalar arasında mevcut sınırların ortadan kalkmasıdır. İslâm,
halife ya da emirü’l-mü’minin ile kaimdir. Bugünkü devlet başkanları ise ehl-i
hal ve akt’m üyeleri olarak hilafet
müessesini İslâm’ın ışığında yeniden formüle edebilirler. Sınırların
ortadan kaldırılması ve İslâm birliği, sokaktaki insanın ortak temennisi ve isteğidir.
Bu gerçeğe boyun eğmeli ve laiklik saplantılarından kurtulmalı. Eğer bugün
zayıf bile olsa bir hilafet müessesesi işler halde bulunsaydı, Bosna’da işler
böyle olmazdı. Osmanlılar Endülüs’ün düşmesine bir reaksiyon olarak
Balkanlar’ı fethetmişlerdir. Osmanlılar olmasaydı haçlı Ferdinand ve İzabella
Müslümanları sadece Endülüs’ten atmakla kalmayacak onları Kuzey Afrika’dan da
sürecekti. OsmanlIlar döneminde (Süveyş Kanalı kazılana kadar) Akdeniz bir
İslâm gölüydü. Portekiz donanmasına ait gemilerin burda seyrü seferleri
yasaklanmıştı. Akdeniz’de sadece Müslüman- lar’a ait gemiler seyrü sefer
yapabilirdi. Batılılara ait gemiler ise mallarını sınırlarda boşaltıyorlar bu
mallar Müslümalar’â ait gemilerle taşmıyordu. Arap halkları arasında suni sınırlar
yoktu. O dönemde Mısır’dan Şam’a posta dört günde gidiyordu sanki uçak postası
gibidi. Eğitim parasızdı.
Bugün eserini göremediğimiz tam bir demokratik ortam vardı. Biliyorsunuz
Babıali, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan önce Mısır Valisi olarak Hurşit Paşa’yı
atamıştı. Mavi gellabiyeli ve ayakları çıplak mısır fellahları istemedi diye
vali görevinden alındı. Böyle bir demokratik ortamın olduğunu bugün kim
söyleyebilir? Osmanlılar döneminde şeriat hukuku Mecelle, ile
maddeleştirilmişti. Bugün Mısır’da Sufi Ebu Talip’den Fethi Su- rur’a kadar
meclis başkanları şeriatı kanunlaştırmaya çalışıyor- lar(!) Heyhat. Sosyal
adalet denen şey bir vakıa idi. Fakirler için, bakıma muhtaç hayvanlar için
vakıflar, su sebilleri vardı, yemek yenebilen ve ibadet ihtiyacını gideren her
yerde tekkeler Vardı. Meclis-i Mebusan’da Arap milletvekilleri neredeyse
çoğunluk durumundaydılar. Mebus emeği karşılığı para almazdı, halka hizmet
şeref olarak ona yeter ve artardı. Ne bölücülük vardı ne de başka sosyal ve
siyasî yaralar. Binalarda es
tetik vardı. Camiler ve kubbeler harikaydı, sihirli estetik çizgileri
vardı, o zamanlar tam ve fiilî bağımsızlık. Ne Dünya Bankası vardı, ne de
işgal orduları, ne de Amerikan kartelleri. Şimdi ise petrolümüz var. Süveyş’in
gelirleri var. Dışarıda işçilerimiz var; bununla birlikte Dünya Bankası’na
borçluyuz, fiyatlar ateş gibi, tek kurtuluş yolu doğum kontrolü ve yeme
içmekten kesilmek. Buna rağmen yine de ABD ve İsrail’e bağımlıyız. OsmanlIlar
Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına, Nil’in kaynaklarına medeniyet ve ümran
götürdüler. Siyah Afrika denilen kıtanın Asvan’dan Ötesi bilinmezdi.
Osmanlılar aynı medeniyeti Avrupa’ya götürdüler. Siyah Afrika denilen kıtanın
Asvan’dan ötesi bilinmezdi. Osmanlılar aynı medeniyet Avrupa’ya götürdüler.
Burada tuvalet nedir, hamam nedir bilinmezdi. Bugün dünyada hamamlar Türk
Hamamı olarak anılıyor. Abdest alınması için doğuda ve batıda hamamları
genelleştirdiler.
Saç kesmesini, berberliği, mensucat işlemesini, terzilik sanatını yine
onlar Öğrettiler. Türk askerleri bir beldeyi fethettikten sonra oraya
yerleşirler ve kendilerini zanaata verirlerdi. Kimisi berber olurdu, kimisi
kahve açar,-kimisi de hamam işletirdi. Kahveler OsmanlI’dan önce bilinmezdi.
Bazıları da marangozluk yapar ve camiî süslerdi. Mısır gibi ülkelerde
büyük binaları Osmanlılar yapmışlardı. Nil vadi boyunca bomboştu ve sulama
kanalları bulunmuyordu. Fatimi- lerin ve Akşitlerin yaptıkları ise sadece
başkentle sınırlı kalmıştır. Türk yargısı vardı sadece. Ama bir hapishanesi ve
bir tutukevi bulunmazdı, sadece Kale’de (Muhammed Ali Kalesi Kahire) askerler
için bir tutukevi bulunurdu.
Görüşlerinden dolayı bir vatandaş işkence görmemiştir. Polis ve polis
kısımları bulunmazdı, medenî mahkemelerde davalar asırlar ve nesiller boyu
devam etmezdi. Bütün anlaşmazlıklar örfî olarak çözülürdü. Ezher, Sultan Hasan
gibi mes- cidler büyük, devlet daireleri küçüktü. Şimdi ise bakanlıklar,
208 ORTADOĞU D E IN ALE mi in me _______________ devlet
daireleri büyüdü camiler bodrum katlarına hapsedildi. Osmanlılar zamanında
ticaret çok canlıydı. Her grup bir alanda ihtisaslaşmıştı. Bunlar anlatmakla
bitmez...” İşte bir hilafet aşıkının gözlemleri bunlar. Biz OsmanlI’yı ve
Afrika’daki icraatlarını lâyık-ı veçhile bilmiyoruz. Oysa mutluluğumuz için o
eski reçeteye o kadar muhtacız ki...
Zaman, 9 Ekim 1992)
“KÜLLÜ Efrenci Birinci” bir Arap tekerlemesidir. “Her ecnebi birinci’
anlamına gelmektedir. Bu söz, 19. ve 20. yüzyıldaki Ba- tı’nın üstünlüğünü ve
bizim ise geriliğimizi vecize haline getiriyor. Bu geleneğin eskisi kadar
güçlü olmadığı da bir gerçek. Merkezi Islamabad’daki Institute of Policy
Studies, Arabic Section Müşaviri, Afgan Uzmanı Mısırlı Kemal el-Helbavi Afgan
cihadı ve İntifada’nm 20. yüzyılın şerefini kurtardığını ve bu anlamda 20.
yüzyılın Müslümanlar açısından olumlu işaretler ihtiva ettiğini belirtti. İyi
yöndeki bu gelişmelere rağmen Müslümanlar henüz bazı marazî karakter ve
hasletleri aşamadılar.
Batılılar kendi kurallarına göre oynuyorlar. Biz ise ne kendi
kurallarımıza ne de başkalarının kurallarına göre oynuyoruz. Bediüzzaman’m
teşbihinde olduğu gibi müslümanlar yağın bozulmuş halini hatırlatıyorlar.
Neticede asaletimizi kaybederek mukallid seviyesinde kalıyoruz.
Fethin 539- yılı münasebetile ESAM İslâm ülkelerinden gelen delegasyonun
iştirakiyle Yıldız Sarayı’nda iki günlük bir toplantı tertip etti. Yıldız
Sarayı’mn az ötesinde Swiss Otel’de 500. Yıl Vakfı da Osmanlı-Yahudi
münasebetlerini ele alan bir toplantı tertip etti. Toplantıya Bernard Lewis gib
yahudi ilim adamlarının yanında Feroz Ahmed gibi Hind asıllı laik çehreli
eğilim faklı da olsa, her iki tarafta da OsmanlI’ya hasret gibi ortak
bir nokta vardı. Bugün kavgalı olan Araplar ve Yahudiler Osmanlı döneminde
barış içinde yaşamışlardı. Hatta bir kısmı Endülüs’den birlikte bu topraklara
göçetmişlerdi. Bu barışı Osmanlı Pax’i sağlıyordu. Osmanlı rabıtası kaybolunca
denge de kayboldu. Dinî topluluklar birbirine yabancı belki de düşman hale
geldiler. Adaletsizlik adaletsizliği, şiddet şiddeti körükledi. Geniş ölçekli
adaletin yerini, taassub, tecavüz, gasp, haksızlık ve zulüm aldı.
Bazı gazetelerde ESAM’ın düzenlediği toplantının muhtevası çarpıtılarak
İhvanü’l-Müslimin Zirvesi gibi takdim edildi. Oysa toplatıda insiyatif Türk
tarafının elindeydi. Ve gelen delegeler arasında sadece Mısır ve Ürdün’den
Müslüman Kardeş- ler’e mensup davetliler bulunuyord. Ben bu kouyu Mısır İhvan
Lideri (Mürşidü’l-âm) Ebu Nasr’m yardımcısı Mustafa Meşhuda açtım. Meşhur
fethin yıldönümü münasebetiyle geldiklerini, zirve tabirinin yakıştırmadan
ibaret olduğunu söyledi.
Bu gibi toplantıların önemli faydaları oluyor. Eski dostlara kavuşmak,
yeni dostlar edinmek gibi. Benim için de güzel sürprizler oldu. Aslında baş
yazarımız Fehmi Koru takılmasay- dı belki de toplantıyı izlemeyecektim. Mısır
lideri Enver Sedat’ın öldürülmesinden sonra yani tam 10 yıl önce birlikte cezaevlerinin
hücrelerini paylaştığımız medrese-i Yusufîye arkadaşım Seyid Abdussettar
millici’yi gördüm. Önce ben tanıdım kendisini. Beni Türkiye’ye gelip giderken
sonnuş ancak izime rastlayamamış. Birlikte hatıraları tazeledik. Kenan illerinde
Hz. Yusuf’un kaldığı mekânlarda birlikte olmuştuk.
Toplantıya katılan, bir Azerî profesörden Ermeniler’in, Azerî ve
Kürtler’i birbirine düşürme gayretlerini soruyorum. Profesör Ermenistan’ın
Azerbaycan’da fedaratif bir yapı düşlediğini aktarıyor ve “Laçin’deki
Kürtler’le ilgili ayrı gayrımız
j vz uıaıııaı k/iıvûiı ud y d^d. y illl I
CZ1(J1
Kürder’dir diyor. Azerî delegeler geleceğe iyimser gözle bakıyorlar.
“Şimdiye kadar kozlar Ermenilerindi, bizi rahatsız ediyorlardı. Ama rahatsız
olma sırası onlarda. Ne Karabağ’ı, ne La- çin’i hazmedebilirler. Bu topraklar
onların kursağında bir kılçık gibi kalacak” diyorlar. Gerçekten de Ermenilerin
tarihî kinlerinin kurbanları oluyorlar. İslâm dünyasına düşmanlıkları her
halükârda onların aleyhinde olacaktır. Ruslar’la Türkler karşı karşıya gelse de
gelmese de onlar ezilecektir. İslâm Dünyası ile Batı’yı karşıya getirseler de
orada onlar kalacak ve ezilecekler. Arkalarında Batı dünyası olmasa zaten hiç
şansları olmayacak. Aslında kinin yerine sağduyuya hakim kılabilseler, belki
de maşa olmak vartasından kurtulabilecekler.
Eskisi gibi emn ve eman içinde yaşayacaklar. Ne yapalım ki bu yönde karar
vermek onlara düşüyor.
ESAM’ın düzenldiği toplantıda; ele alman önemli meselelerden biri dört
İslâm ülkesinde İslâm Birliği Sekreteryası kurulması fikriydi. Bu fikir çoktan
beri gündemde. Bir ara sekre- teryanm daimî merkezinin İslamabad’a alınması
düşünülmüştü. Bundan yıllar önce. Ancak nedense bu fikir kuvveden fiile
çıkamamıştı
Şimdi İslâmabad yerine sekreteryanın dört merkezde toplanması
öngörülüyor. Bu konuda tavsiye kararları alındı. İstanbul’da kurulması
tasarlanan ve Ortaasya’daki Türk-İslâm ülkeleri arasında koordinasyonu ve
işbirliğini temin edecek. İslamabad’da kurulacak sekreterya ise Afganistan,
Malezya, Endonezya gibi Doğu ve Uzakdoğu İslâm ülkeleri arasında koordinasyon
görevini sağlayacak. Kahire ise Afrika ve Arap ülkelerini koordine edecek.
Dördüncü sekreteryanın merkez üssü ise Avrupa olacak. Avrupa’daki sekreterya
Pasifik, ABD ve Avrupa’daki Müslümanlar arasında koordinasyonu sağlayacak. Bu
fikirler güzel de icraat safhasına sokmak epeyce zor.
Sebebi de, meselâ Sudan gibi bir ülke Kahire’yi koordinasyon merkezi
olarak tanımayabilir. Buradaki icraat mevkiindeki insanların muvafakati
alınmadan güzel de olsa böyle bir fikri tahakkuk ettirmek mümkün değil. Ancak
bu tavsiyeleri ve teklifleri yapan mercilerin yaptırım gücü olmasa da en
azından meseleleri gündeme getirmesi ve teorize etmesi güzel ve gelecek
açısından önemli. Bugün İslâm dünyası arasında dayanışma- nını yeterli seviyede
olmamasından dolayı İslâm dünyası “veren el” değil de “alan el”
mevkiindedir. Bu da uluslararası arenada potansyeline münasip ve mümasil
ağırlığının olmamasını engellemektedir. Dünya ticaret sistemi de müslümanlann
aleyhinde cereyan etmektedir. Siyasî ve ticarî açıdan aleyhteki gelişmeleri
engellemek için (en azından dengelemek) İslâm Birliği’nin temini acil bir
ihtiyaçtır. Bu düşünce siyasî ve ekonomik olarak hayata geçirildiğinde İslâm
dünyası liberal dünyaya rakip bir mevkiye yükselecektir. Bugün ve önümüzdeki
dönemde Müslümanlar Japonya, ABD ve Avrupa Topluluğu gibi dinozor güçlerin
arasında sıkışıp kalacaktır. İslâm dünyası toparlanmadığı takdirde de bu
güçlerin arasında rekabet sahnesi olmaktan kurtulamayacaktır.
İslâm Birliği, İlahî kanunlar muvacehesinde arz-talep ilkelerini de
dikkate alarak ideal bir sistem oluşturacaktır. Bu sistemde ribanın yerini
dayanışma, tekelleşmenin yerini serbest ticaret alacaktır. Bugün ABD
rakiplerine karşı ticarette daha avatajlı bir konumdadır. IMF ve Dünya Bankası
gibi uluslararası finans kurumlanın denetlemektedir. Ayrıca ithal ikâmesi uygulayan
Avrupa’yı gerektiğinde cezalandırmaktadır. ABD hem askerî gücünü ve hem de
Gümrük Tarifesi ve Genel Ticaret Anlaşması’nı (GAIT) kullanarak fakir ülkeleri
ve Üçücü Dünya ülkelerini mütemadiyen sömürmeyi hedeflemektedir. Ucuz hammedde
yine güneyden kuzeye akacak, mamul ve yarı mamul sınaî maddeler de kuzeyden
güneye gideceklerdir. İleride
GATT İslâm ülkeleri aleyhinde uluslararası bir ticaret mahkemesi gibi de
kullanılabilecektir. İslâm ülkeleri haksız rekabet karşısında korunmacı yollara
başvurması halinde GATT’in prensiplerinin hışmına uğrayabilecektir. Hatta GATT
İslâm Ortak Pazarı’nı engelleyici bir faktör olarak kullanılması ihtimal
dahilindedir.
ECO üyesi ülkeler arasında gümrük vergilerinin düşürülmesi teklifi,
Rusya ve ABD gibi menfaatlar ülkelerin baskısıyla geri çektirilmiştir. Türkiye
bu konuda yoğun baskılar altında tutulmuştur. İSEDAK’m hedefine varamaması ve
tökezlemesinin ardında da bu saikler vardır. Bu bozuk dengenin düzelmesi ve
İslâm ülkeleri lehinde tecelli etmesi için ilk etapta pahalı da olsa yerli
üretim teşvik edilmeli ve dolayısıyla ithalatta kısıtlamaya gidilmelidir.
İkinci etapta ise üretim kasrafları düşürülerek ihracata yönelmek
gerekmektedir (export promotion Approach). Bu hedefleri gerçekleştirmemeyi
Batılı ülkelerin baskılarına hamletme kolaycılık olur. Eğer devekuşu gibi başımızı
kuma gömersek ancak “Küllü Efrenci Birinci” geleneğinin devam etmesini
sağlamış oluruz.
[Zaman, 5 Haziran 1992]
NOT: ESAM: Ekonomik ve
Sosyal Araştırmalar Merkezi. İstanbul temsilciliğinin düzenlemiş olduğu
Müslüman Ülke ve Topluluklar Temsilcilerinin İşbirliği ve Dayanışma Toplantısı
31 Mayıs-1 Haziran tarihlerinde İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda yapıldı.
NOT: Muhterem Ertuğrul
Düzdağ ağabey, “Kibrit-i Ahmer” tabirinin sözlük anlamının “kırmızı kükürt”
anlamına gelmekle birlikte simya İstılahında eşyayı altına çeviren iksirin
karşılığında kullanıldığını hatırlattı. Ertuğrul Düzdağ ağabey hem bu
titizliğiyle eksiği gediği tamamlar, yanlışı düzeltirken hem de yazarları daha
dikkatli yazmaya zorluyor. Bütün iyilikler onunla olsun. İlgisinin de devamını
niyaz ederiz...
FKÖ ile İsrail arasında imzalanan antlaşma ve barış süreci Ürdün’ü
yakından ilgilendiriyor. İlgili tarafların başında ise ikinci kez seçimlere
katılan İslâmî Eylem Cephesi (İslamic Action Front) geliyor. Cephe
Müslüman kardeşler hareketine yakın bir siyasî hareket. Bununla birlikte
çeşitli kesimleri ve bağımsızları temsil eden yönü de var. İslâmî
eğilimlerinden dolayı Fi- listin—İsrail barışı konusunda yaklaşımı HAMAS’ı
andırıyor. Bu sebeble de son seçimler ve seçimlerden sonra hükümete katılması
konusunda hareket içinde yoğun tartışmalar yaşandı. Zi- ' yad Ebu Ganime gibi
üyelere göre seçimlere , katılmak bizatihî yanlış bir tercihdi. Bu konuda taviz
verildi. Cephe, Ürdün’deki seçimlerden en güçlü kitle olarak çıkmasına rağmen
hükümete iştirak etmiyor. Çünkü yeni hükümeti kuran daha önce İsrail ile banş
görüşmelerinde Ürdün’ü temsil eden Abdusselam Mecali. İsrail’le ilke olarak
barışı kabul eden ve bunun öncülüğünü yapan bir başbakan ile Cephe’nin
koalisyona gitmesi düşünülemezdi.
Önce Cephe’nin çıkış ve yükselişine bir gözatalım. İslâmî Eylem Cephesi
grup olarak ilk defa 1989 yılındaki seçimlere katılarak ismini duyurdu.
Sözkonusu seçimlerde; 80 milletvekili ÜrdünParlementosu’na 23 milletvekili
göndermeyi başar
dı. 1993 yılında girdiği seçimerde ise milletvekili nisbeti 17’ye düştü.
Bunlardan 16’sı Cephe listesinde biri de bağımsız listede katıldı seçimlere.
Bununla birlikte Cephe mensupları oylarının arttığını ancak seçim sisteminde
gidilen değişiklik yüzünden kazandıkları sandalyelerin düştüğüne inanıyorlar.
Seçim sistemi Cephe içinde gerilimlere ve hatta kamplaşmalara yolaçtı. Yabancı
basının tasnifine göre bu kamplaşmada sertlik yanlısı kanadı Ziyad Ebu
Ganime, ölçülü veya mutedil kanadı da İshak Ferban temsil ediyor.
İslâmî Eylem Cephesi Ürdün’de 20 seçim bölgesinden 6’smda birinci olmuş. Zerka
gibi bölgelerde ise banko/tulum çıkardı. Filistin kamplarının yeral- dığı seçim
bölgelerinde de Arafat’ın adayları karşısında Cephe ezici bir üstünlük
kaydetti. Ürdün seçimlerinde Çerkez ve Hristiyanlara kotalar tahsis edilmiş
bulunuyor. Son seçimler sırasında kadınlar için de kota uygulanması talepleri
gündeme geldi. SEçimleri kazanan Çerkez asıllı tek bayan milletvekili olan Tucan
Faysal oldu. Çerkezler ve Hristiyanların desteklediği Faysal 1800 oyla
seçimi kazanması olay olurken, aristokrat bir muhit olarak tanımlanan aynı
seçim bölgesinde İslâmî Cephe’nin adayı İbrahim Zeyd eb-Keylanî açık
farkla 9300 oyla sessiz sedasız milletvekili seçiliyordu. Kapalı bir toplumda
alışılmadık fikirler serdettiği için Faysal haliyle sansasyon konusu ve basına
malzeme olmuştu. Tucan Faysal örneğinden sonra İslâmî Eylem Partisi de ilk defa
120 kişilik istişare meclisine Nawal al-Faori adında bir okul müdiresini de
seçti. Amaç taze imaj ve Cephe’ye ılımlı bir yüz kazandırmak. Son sıralarda
İslâmî partiler kadını yeniden keşfediyorlar. Meselâ Refah Partisi boyalı
basının ifadesiyle imaj tazelemek gayesiyle Filiz Er- gün ve Gülay Pınarbaşı
gibi yeni yüzleri transfer etti. Ürdünlü Çeçenlerin liderlerinden ve ulemâdan Abdıılbaki
Cammu da ikinci kez parlamentoya girenler arasındaydı. İslâmî Cephe
mensuplarına bakılırsa daha çok dağlı olan Çeçenler dindar-
hkta Çerkezlerden daha ileriler. Onlara göre, parlamentoya gönderdikleri
temsilciler de bu hakikata parmak basıyor.
İslâmî Cephe mensupları kendilerini Suriye milliyetçisi olan hristiyan
yazarlardan George Haddad gibi hristiyanların bile desteklediğini beyan ederken
Cephe içinde bazı gedikler de açılıyor. Bu Hasan el-Benna döneminde Müslüman
Kardeşler ile Kıptîler arasında sınırlı bir diyalogu ve işbirliği ortamını
hatırlatıyor. Daha önce Cephe safları içinde seçimlere katılan ve Filistinli
tasavvuf şeyli Hatim Ebu Gzalaya. daha önce takibata maruz kalan
müridleri Leys Şebilafve. Karraş bu defa seçimlere iştirak etmemişler.
Bu gelişmeler Cephe’nin kuşatı- cılığma gölge düşürüyor.
Ziyad Ebu Ganimi tanınmış Ürdünlü yazarlarda biri. Üniversite
tahsilini Türkiye’de tamamlamış bulunan Ziyad Ebu Ganime eşine az rastlanır bir
Türk ve Osmanlı dostu. Arap dünyasındaki Osmanlı imajını değiştirmek için
kitaplar bile kaleme almış. İslâmî Eylem Partisi’nin hükümetin İslâmî hareketin
gücünü törpülemek için uygulamaya koyduğu yeni seçim sisteminden dolayı son
seçimleri boykot etmesini istiyordu. Aksi olunca seçimlere katılmayarak
Cephe’den istifa etti. Bunun da ötesinde Ziyad Ebu Ganime ve arkadaşları, İshak
Ferhan’ı, İsraille barış taraftarı hükümetle uzlaşma içine girmekle
suçluyorlar. Ferhan’ın Cephe içinde, başta eski meclis başkanı Abdullatif Arabiyat
olmak üzere; Ortadoğu barış sürecine karşı olan İhvana kanadı
kazanamayacakları bölgelerden aday göstererek harcadığı ileri sürülüyor. Bu
ihtilaflar tedavi edilemezse Cephe ile İhvan’ın yollarının tamamen ayrılmasından;
Ferhan ve yandaşlarının Cephe’yi, Ziyad Ebu Gani-
O Ürdün’deki bunalım
ishak Ferhan’ın lehinde neticelenmiş, Ziyad Ebu Ganime ise ABD’ye yerleşme
kararı almıştır. Bu şekilde ihtilâfların üstesinden gelinebildi.
me ve arkadaşlarının da İhvan’ı farklı farklı istikâmete sevket- melerinden
endişe ediliyor. Böyle bir bölünme 1950’li yıllarda vaki olmuştu. Şeyh
Takiyyüddin Nebhani, AbdülazizHayyat ve Es’ad Beyud Temimi İhvan’dan
ayrılarak tehlikeli bir örgüt sayılan Hizbu’t-Tahrir’ikurmuşlardı.
Altıncı Bölüm
Tarih sapağında kendini tekrarlayan tarih
gazeteler, Kaddafî’yi
Ramazan Bayramı’nda halka imamlık yaparken gösteren fotoğraflar yayınladılar.
Kaddafî iktidara geldiği ilk dönmelerde basına bu tür pozlar vermekten hoşlanıyordu.
Sunûsî Hanedanlığını yıkan Kaddafî ilk başlarda göstermelik İslâmî icraatlarda
bulumuştu. Ardından “Yeşil Kitap” gibi bir bidatle ortaya çıktı ve
sonra işi sünneti inkara kadar götürdü. İktidara geldikten sonra yaptığı ilk
icraatlardan biri de hilalli Libya bayrağını kaldırmak oldu. Mısır’da hür subaylar
da aynı yola başvurarak üç hilalli bayrağı terderek anlamsız renklerden oluşan
bir harmoniye bayrak diye sarılmışlardı. BÖylece devrimciliklerini isbatlamış
oldular. Muhalif Libya Anayasa Birliği (Libyan Constitutional union) Kaddafî’yi
devirdiklerinde eski bayrağa döneceklerini vaadediyorlar.
Kaddafî siyasî gayeler uğruna teröre cevaz veren bir yaklaşım içinde.
bunu bir felsefe olarak savunuyor. Hep Amerikalı- lar’ın yanlışlarını görüyor.
Aslında barışabilse, barışacak ama bu imkanı bulamıyor.
Kısaca Kaddafî netlikten uzak biri. Tam Batı’nın aradığı bir tip. Her
zaman kullanılmaya müsait, müzebzeb. Batı darboğaza girince, başı sıkışınca,
Saddam ve Kaddafî gibi şamar oğlanlarını kullanıyor. Bunlar cirmlerine
bakmadan cihangirlik yarı-
Şirin gırıyonar. tıcışcyı ıvuıı<11111 id. taraftar bulamıyorlar.
el-Hakim bi-Emrillah ’m izinde
Fas Kralı Haşan “Emürü’l-Müminin” geçinir. Kaddafî’de şu anda Saddam’dan
daha da ileri giderek ABD’ye karşı hilafeti kalkan olarak kullanma arayışları
içinde.
Londra’da yayımlanan el-Hayat gazetesinden öğrendiğimize göre (7
Nisan 1992) Kaddafî ivedi bir şekilde Arap birliğinin teşekkül etmemesi
halinde, İslâm ülkelerine yönelik Hris- tiyan saldırılarına karşı "HUafef^z
da “ ikinci Fatimi”devletini ilan edeceğini açıklıyor. Kaddafî
Trablus’da halka karşı yaptığı konuşmada daha da ileri giderek şunları
söylemiştir: “Hilafeti ya da İkinci Fatımi Devleti’ni ilan ederek kendimizi
bütün müslümanlarm sorumlusu olarak ilan edeceğiz. Eğer herhangi bir ülke İslâm
birliği bayrağını kaldırmazsa biz kaldıracağız ve bu bayrağın altına bütün
mücahid, müslüman, fundamenta- liste> ve fanatikleri, özsavunma
ve İslâm’ı savunma gayesiyle toplayacağız. Hangi ülke olursa olsun; İran,
Afganistan. Endonezya ya da Nijerya İslâm bayrağını kaldırırsa bizi destekçisi
bulacaktır...”
Kaddafî el-Hakim bi-Emrillah gibi kendisine ilahlık izafe edilen
sultanların devleti olan Fatimileri kendisine örnek almaktadır. O Fatimiler
ki, tarihen Haçlılarla işbirliği içine girmişler ve Mısır’ı Haçlılar’ın eline
düşmekten Selah addin-i Ey- yubi kurtarmıştır. Kaddafî İslâmî
terminolojiyle kendi heva ve hevesine göre oynayarak, hilafeti düşmanlarına
karşı bir koz
Kaddafî bazen aşın
derecede İslâmî hareketlere muhalefet etmek de ihvan, Ceınaat-ı İslâmiyye ve
el-Cihad gibi örgütleri Kâfirlikle suçlamaktadır. İslâmî kullanma konusunda
ise zaman zaman Fas Kralı İkinci Hasan’a yaklaşmaktadır-.
__________ mıaretın
öaşka fonksiyonu yok mu acaba? Maalesef bu anlayışta olan Haşan Hanefivt
Enver Abdulmelik gibi “İslâmî Sol’’ tandanslı yazarlar İslâm dünyasındaki
entelektüel çevrelerde hüsnü kabul görmüşlerdir. Kaddafî örneğinde de görüldüğü
gibi rejimler ve İdeolojiler sonraları yaklaştığında, başlarına felaket
geldiğinde savundukları ideolojiyi bırakarak dine yönelmektedirler. Peki bu insanlar
baştan nerede?
Libya’nın ikinci adamı Abdusselam Callud da fundamenta- lizmi
destekleyeceklerini ve dünya müslümanlarını silahlandıracaklarını söylemiş ve
ardından Venezüela elçiliğine saldırıdan sonra çarketmiş ve halkı itidale
davet etmiştir. Tarihen sabittir ki, Kaddafî bugün medet umduğu insanları daha
önce hücrelerde ve cezaevlerinde yoketmiştir.
Kaddafî de adamı Callud gibi karakolda doğru söylüyor, mahkemede şaşıyor.
Kaddafî Fransız basınına verdiği mülakatta, hilafet konusunda kaçamak
konuşmuştur. “Halen Libya’ya karşı yapılan hareketler, Arap halk kitlelerini
korkutuyor. Onların dinî taraflarını kuvvetlendiriyor. Tehlike budur.
Müslümanlar kutsal savaş ilan etmek için, şimdi bir halife etrafında toplanmayı
arzu ediyorlar. Eğer böyle bir faraziye gerçekleşirse, bütün dünyayı ateş
sarar. Dünya ikiye bölünür. Bir tarafta Hristiyanlar diğer tarafta
müslümanlar...”
Böyle bir konjonktür içinde kendi rolünün ne olabileceği konusunda ise
Libya lideri şunları söylüyor: “Büyük savaşa karar verilmesi için bana gelip
ısrar ediyorlar. Ve Libya’nın bir halife ülkesi olmasını istiyorlar.
Sicilya’nın, Avrupa’nın bir bölümünün, müslüman vatanının sınırları içinde
mülahaza edilip benim de halife sayılmamı istiyorlar. Yöneticiler bu haberi gelecek
hafta ilan etmemi arzu etmekteydiler! Bu elbette kabul edilemez. Benim görüşüme
göre, böyle birşey Avrupa’nın sömürgeleştirilmesin! tasdik etmek demektir. Biz
kendi sınırlan-
224
ORTADOĞU D t İN K L r, m un
mızın hangisi olduğunu çok iyi biliyoruz. Onlan iyi savunmakla
yetinelim... Kaddafî herşeye rağmen yine de Batılılar’a karşı yüzyüze
geldiğinde centilmen. Bayan konmandolar tarafından korunan Kaddafî hem
cihaddan söz ediyor hem de fethi sömürgecilikle karıştırıyor. Eğer fetih
sömürgecilikse Libya da Araplar tarafından sömürge ve asimile edilmiştir.
Saddam ve Kaddafî gibiler yaptıkları çıkışlarla, Bush gibi düşmanlara “İsa ve
Hristiyanlık galip geldi” dedirtiyorlar. Bari bunları tedip edenler Müslüman
olsalar...
NOT: Zaman zaman
Kaddafî’ye karşı Rallud’ün İslâmî muhalefetle dayanışmaya girdiği ileri
sürülüyor.
kuzey Afrika tikeleri askerî
ve dikta rejimler altında İslâm ile mücadele ediyor. Şadli b. Cedid döneminde
müslümanlar kısmı bir rahatlama içindeydi. Daha sonra olaylar çift taraflı
gerilim ve çatışmaya dönüştü. Hatta Cezayir’de hadiseler çığırından çıkarak
bir iç savaş boyutunu kazandı. Batılılar her şeyden önce güçlü bir Cezayir
istemiyorlar. Çünkü Afrika’yı ve Afrika’da örtülü sömürgeciliği etkileyebilecek
bir ülke. Müslümanları da iktidarda görmek istemiyorlar. İstedikleri tek şey
kaos ve perişanlık. Bu taplonun mefhum-u muhalifi geçerli olsaydı, Müslümanlar
ile Şadli’nin uzlaşmasına imkan tanınırdı. Kısmî bir çoğulculuk yaşayan
Mısır’ın dışındaki Kuzey Afrika ülkelerinden Libya ve Fas’da devlet tekeli bir
İslâmî anlayış sözkonusu...
Kendisine “Emİrüd-Mü’minin’5 sıfatını uygun gören Fas Kralı
İkinci Hasan, Fransa’nın Müslüman kızların başörtüsü aleyhinde izlediği
politikasını tasvib etmişti. Libya tamamen ayrı bir hikaye, Kaddafînin sünneti
inkar ettiği ve bu yönde tezler geliştirmeye çalıştığı bilinen bir gerçek.
Kaddafî, İslâm’ı şahsî emelleri için kullanmak istemiştir. Bu çerçevede Hafız
Esad ile bütünleşir. Bazı Alman matbuatı ve The Economist, Esadîn
ülkesinde Esadvarî bir İslâm geliştirmek istediğini ileri
sürer. Suriye Müftüsü Ahmed Köftaro gibiler ise bu planlarda maşa olarak
kullanılırlar. Alman basınının da yazdığı gibi Esad, Ramazan el-Butiy&
İslâmî bir parti kurdurmak istemiş ve ancak maksada arif olan Buti teklife
yanaşmamıştır. Butî, Economisfin yazdığı gibi Esadvarî doktrini besleyen
bir ilim adamı değil. Sadece imkânları Müslümanlar lehinde kullanmak isteyen
biridir. Rejim de Ramazan Butî popülizmini, meşruiyeti için kullanmaya çalışmaktadır.
Bu babda rejim ile hulul ve nüfuz etmeye çalıştığı halkı ayırdetmek gerekir.
Butî seçmiş olduğu metoduyla hizmetine devam ediyor.
Kaddafî’nin uzun yıllardan beri Müslümanlar aleyhinde dolaplar çevirdiği,
mezalim uyguladığı bilinir. Ama anti-em- peryalist imajı, öbür yüzünün net bir
şekilde ortaya çıkmasını engellemiştir.
Kaddafi’nin Müslümanlar aleyhindeki son. tavırlarını Yeni Amerikan
yönetimine kur yapma ile sınırlandırmak hata-i azim olur. Kaddafî, Saddam,
Arafat ve Ali Abdullah Salih gibi iki yüzlü liderlerin en uçlarından biridir.
Son sıralarda baklayı ağzından çıkarmıştır. Kaddafî, Trablusgarp yakınlarında
yaptığı konuşmasında İslâmî hareketleri, “sömürgeci ve şeytanca bir komplo”
yürütmekle suçlamış, bunlar için “Bu örgüt üyelerini köpek vurur gibi vurun”
demiştir. ABD’yi de Libya, Tunus ve Mısır’da İslâmcı eserleri bastırıp
dağıtmakla suçlayan Libya Lideri Muammer Kaddafî: “Müslüman kardeşler” ile
“Tekfir vel-Hicre”nin Mısır’daki kollarını “mezhebi sapkın” örgütler olarak
tanımlayarak bunların İslâmî inkâr ettiklerini savunuyor. Kaddafî “İslâm ve
Arapçılığı” karalamaya çalışan “bu mezhebî sapkınların” yargısız olarak ortadan
kaldırılmasını istiyor. “Mezhebî sapkınlardan herhangi birini tanıyan varsa,
onu bir köpek gibi ortadan kaldırsın” diyor. Bu sözler birer kurusıkı değil,
fiiliyata geçirilmiş eylemlerdir. Ancak Kaddafî her zamanki gibi burada sapla
samanı birbirine karıştırmaktadır.
Zira ihvan ile Tekfir vel-Hicre Sera ile Süreyya gibi birbirinden
uzaktır. İhvan bir realite, et—tekfir vel-Hicre şizofreninin en ilerlemiş
halidir. İtizal çizgisinde olan Kaddafî maalesef bir zamanlar İslâm dünyasının
popüler liderlerinden biriydi. Ay- nileştirmeden diyebiliriz ki, aynı çizgide
olan Muhammed Amara gibi yazarlar da bugün kimi İslâmî çevrelerde aynı alâkaya
mazhar durumda.
Kaddafî sözlerini fiiliyata geçirmiş bulunuyor. Libya’da yüzbinlerce
İnsan, insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya. Müs- lümanlara yönelik işkence
bütün fecaatiyle devam ediyor. Libya insan Haklarını Savunma Teşkilatı’mn
yayınladığı ilk bildiride (Sadal Cihad 13-1993) ihtiyar, kadın ve çocuk olmak
üzere birçok insanın işkence altında can verdiğini, yargısız infazların
yapıldığım bildiriyor. Aynı bildirde fikir suçlarından dolayı yirmibin
dolayındaki Libyalı’nın zindanlarda çürüdüğüne dikkat çekiyor. Bunların
Aynızore, Ebu Selim Askerî Hapishanesi, Mansura hapishanesi ve Mevlayı
Muhammed Camiî arkasında Mahallî İdare’de işkence gördükleri belirtilmekte.
Tarih birgün Sunusıler’le Kaddafî arasındaki iktidar değişiminin
ayrıntılarım ve arkasında kimlerin bulunduğunu, keza “Kayıp İmam Musa Bakır
es-Sadr’m nasıl Libya’da kaybolduktan sonra 1986 yılında İsrail zindanlarında
öldüğünü aydınlatacaktır.”
ETYOPYA dünyadaki ilk Hristiyan ülkedir. Müslümanların ilk göç ettikleri;
yardımcı pozisyondaki ülkedir. Etyopya mozaik bir ülkedir.
Kızıldeniz kıyısında çok stratejik bir mevkii haiz bulunan Eritre bazen
bağımsız bazen de Etyopya’ya bağlı olarak yaşamıştır. Etyopya ile Eritre’nin
tarihî ve kültürel ortak donelere sahip uniter bir ülke olup olmadığı
tarihçiler ve siyaset bilimciler arasında tartışılmıştır ve hâlâ
tartışılmaktadır.
Etyopya yine Kızıldeniz hattında Osmanlılar’a karşı Batıklar ile
stratejik işbirliğine giren ilk ülkedir. Kitab-ı Mukaddes’e konu edilmesiyle de
zengindir.
Eritre uzun ve yorucu bir maratondan sonra bağımsızlığını ilan etti.
Ardından geçtiğimiz ayın (28.4.1993) son günlerinde referandum yapıldı. Halkın
kahir-i ekserisi bağımsızlık yönünde görüş belirtti. Ardından Türkiye de bu ülkenin
bağımsızlığını tandığını ilan etti.
Ortaçağlarda İslâm’a karşı Batı’nın yanında yeralan Etyopya özellikle
Haile Selasiye’den sonra İsrail’le stratejik işbirliğine gitmiş ve bu
işbirliği günümüze kadar devam etmiştir. Fla- şaların göçünü bu babda değerlendirmek
lazım. Haile Selasiy- îe ya da nam-ı diğer Yehova Aslanı kendisinin Süleyman
(as)’m torunu olduğu iddiasıyla kendisini Yahudiler’in tabii müttefiki
kabul etmiştir. İsrail-Etyopya ilişkileri mazide Erit- re’nin bağımsızlığı
aleyhinde cereyan etmesine mukabil İsrail ahtapotu kollarını yeni bağımsızlığa
merhaba diyen Eritre’ye uzatmakta gecikmemiştir. Bu işbirliğinin tarihi seyrine
bir gö- zatalıml
Habeş İmparatoru Manlık 1880’de Ogaden’in başkenti ve- bir Osmanlı şehri
olan Harar’ı ele geçirir. Manlık’ın ölmesinden sonra 1913 yılında yerine
torunu Lig Yaso geçer ve ansızın Müslümanlığını ilan eder. Hristiyanlar şoke
olur. Geçmişte benzerine Rastlanmayan, bir şekilde müslümanlara iyi muamele
eder Yerel ve batılı Hristiyanlar tedbir almakta geçikmezler. 1914 yılında
Dünya Kiliseler Birliği ile birlikte İngiltere, Etyop- ya Kilisesi’nin başı
olarak Mısır Kıptî Patriği’ne mektup gönderir. Mektubun bir kopyası da Habeş
Metropoliti Metaus’a gönderilir. Bu mektuplarda Lig Yaso’nun Hristiyanların ve
Hristi- yanlığın menfaatlerine büyük bir tehlike arzettiği dile getirilir. Bu
komplolar meyvesini vermekte gecikmez ve Lig Yaso 27.9. 1917’de hapse atılır.
Yerine Yehova Aslanı geçirilir. İkinci Dünya Savaşı arefesinde yurt dışına
kaçmak üzere olan Haile Şelasiye hapisteki Lig Yaso’yu öldürür. Ali Nar Hoca’nm
çevirmiş olduğu bir eserde bu mevzuda detaylı bilgi vardır.
Eritre 1577 tarihinden itibaren Osmanlı hükümranlığı altına girmiştir.
1939’da İtalya, 1941’de ise bu bölgeyi İngiltere işgal etmiştir. İngiltere
Eritre mevzuunu BM’ye getirmiş ve görüşmeler sonucunda Eritre’ye tam
bağımsızlık hakkı verilmiştir. Ancak İsrail’in BM’deki yoğun kulisleri üzerine
1950’de bu karar tadil edilerek bağımsızlık hakkı muhtariyyete indirilmiştir.
Haile Şelasiye bu hükmü de iptal ederek anlaşmaya son darbeyi indirmiştir. Yine
muhtariyet kararı mucibince resmi dil olarak belirtilen Arapça ve Tigreyce rafa
kaldırılmıştır. Bilahare Arapça’ya karşı savaş, İslâm davetçileri ve Arapça
muallim
lerinin ülkeye girişleri yasaklanmıştır. İsrail ile Adis Ababa ilişkileri
bundan sonra daha da gelişmiş, İsrail’in Adis Ababa’daki büyükelçiliği yabancı
elçiliklerin en büyüğü ünvanını kazanmıştır. Eritre’de eğitim, ekonomi ve
askerî faaliyetler tamamen İsrail’in kontrolü altına girmiştir. Asmara
MOSSAD’ın bölgesel merkezi haline gelmiştir. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Haile Selasiye Eritre’yi ele geçirmek için İsrail’in hem bombalarına hem
de MOSSAD’ın yardımlarına başvurmak zorunda kalmıştır. Buna mukabil Etyopya
İsrail’in Afrika’ya açılan penceresi olmuştur. Haile Selasiye ve ardından
darbe yapan Mengistu Haile Mariam İsrail için hiçbir hizmette kusur etmediler.
Şimdi Eritre Kurtuluş Cephesi’nin Lideri İssaias Afe- werki’nin(,)
İsrail yandaşı olması da sürpriz değildir...
İssaias Afewerki
İsrail’in ve Batılılar’ın Kızıldeniz’deki Stratejik Müttefikidir. Sudan’ın iyi
ilişkiler geliştirme arzusuna rağmen Batılılar’ın ve Suud gibi ülkelerin
tahrikleri sonucu Eritre yönetimi Sudan’ı fundamentalist hareketleri
desdeklemekle suçluyor. Erineli fundamentalistlerin Sudan’dan ülkeye
sızdıklarını ileri sürüyor. Eritre, Kuzey Irak gibi yeni oluşumlar bölgedeki
emperyalizmin yeni bekçi ve müttefikleri konumundalar.
THE ASSOCIATED Press Ajansı’nın haberine göre, Çad’da
sol elinin iki ayrı yerine Arapça olarak “Muhammed” yazan bir mucize bebek
dünyaya gelmiş. Muhammed imzalı bu kız çocuğuna henüz bir isim verilmemiş. İşin
ilginç yanı kızın anne ve babası hristiyan Josephine Mormale ve Thomas Ndoubade
isimlerini taşıyorlar. Bu “mucize çocuk” Çad Lideri Albay İdris Deby ve Romen
Katolik Kilisesi’nin Ndjamena Başpiskoposu Monsin- yör Charles Vandema
tarafından da ziyaret ediliyor. Çad’ın başkentinde yayınlanan “Ndjamena-Hebdo”gazetesi
bebeğe “mucize bebek” ismini uygun görmüş. Çad Millî Haber Ajansı ve
televizyonu da bu kutlu doğum hadisesini duyurmuşlar. Bebeğin annesi ilk önce
yazı olduğunu farkedememiş, yara izi olduğunu düşünmüş. Yazının İslâm
Peygamberi Hz. Muhammed olduğunu ilk farkeden bebeğin annesinin kızkardeşi olmuş.
Daha sonra imamlar ve Müslümanlar çocuğu görmek için aileyi ziyarete gitmişler.
Ziyaretçilerin artması üzerine Müslüman liderlerin organizasyonu ile aile otele
yerleştirilmiş. (Turkish Daily News, 6 Ekim 1992 ve Meydan
gazetesi). Bu meselede sansasyon ihtimali var mı bilemiyoruz. Bu konulardaki
sansasyonel haberler kamuoyunu ve bizi de dikkatli olmaya zorluyor. İsevîler
Portekiz’in Fatima şehrinde Hz. Mer
yem’in görüldüğünü ileri sürmüşler ve konu medyalar tarafından kamuoyuna
intikal ettirilmişti. Fakat Çad’daki meselede üst makamlardaki insanların
hadiseye şahit olmaları sanki doğruluk derecesini arttınyor gibi. Bununla
birlikte bizin meşrebimiz bazı fenomenlerle insanların duygularını istismar değildir.
Mevzu ile alâkalı Bakillani ya da başka bir kelam aliminden enteresan bir
espri nakledilir. Bir kelamcı Bakillani’ye, “Allah’ın varlığının isbatı
konusunda bin delilim var” der. Bunun üzerine Bakillanî mukabele eder ve: “Bu,
senin bin şüphen olduğunu gösterir” der.
21. Yüzyılın
kıtası
Afrika bütün imkânsızlıklarına rağmen canlı bir kıta. Seyyid Kutup
çeşitli kitaplarında 21. yüzyılın Siyah Kıta’nın yüzyılı olacağını yazmıştır.
Keza Cezayir’in ünlü düşünürü Malik b. Nebi hayatını Afro-Asya dayanışmasına
vakfetmişti. AIDS, açlık ve sefalet Batı medeniyetinin bu kıtaya hediyeleri.
Müslümanların bu kıtada medeniyet savaşını kazanmalarıyla kıtanın makûs tahili
de yenilecektir. Afrika bir fırsatlar kıtası. Afrika OsmanlI’yı unutmadı. Biz
ise 70 yıldır onları unutmuştuk. Buna ramen dertlerimiz ve kaderimiz ortak.
Günümüzde evrensel olamayan değerlerin ve milletlerin yaşama şansı azalmıştır.
Gerisinde kaldığımız değerlerimiz yeniden bizi evrensel bir konuma
getirecektir. Bu da fırsatların değerlendirilmesiyle gerçekleşecektir. Yeniden
kalkınma istiyorsak, mutlaka Afrika’yı yeniden keşfetmek zorundayız. Batılılar
bugün Mısır, Sudan ve Nijerya gibi Afrika’nın en büyük ve en güçlü üç İslâm
ülkesini bölmek ve parçalamak ve bölünen parçalar üzerinde Hristiyan devletler
kurmak istiyorlar. Afrika ve Asya’da yeni Sykos-Picot’ların önüne geçmek için
Malik b. Nebi’nin kaldığı yerden Afrika-Asya dayanışmasını yeniden kurmak
zorundayız.
Yedinci
Bölüm
Kara Kıt’a da beyaz yapraklar
İslâm dünyasındaki
liderlerde ehliyet eksikliği söz konusudur. Yönettikleri toplundan temsilde
başarılı olamazlar. Çünkü genelde toplumdan kopukturlar. Ancak İslâmî
hareketleri yönlendiren manevî liderlerin de yeterli oldukları doğrusu kuşku
götürüyor. Bu liderler de bir nevi geçici ve gölge liderler. Halk gerçek liderlerini
arıyor.
Bu gölge liderlerden biri de Turabî. Çeşitli Müslüman teo- risyenler
zaman zaman İslâm’ı, seküler sistemlere benzetmekten geri kalmıyorlar. Mesela
bazıları İslâmiyet ile sosyalizm arasında ilinti kurarken, bazıları
kapitalizmle, diğer bazıları da laiklik ile irtibatlandırıyorlar. Hasan Turabî
ise, İslâm ile Arap milliyetçiliği arasında tezad görmüyor. Bundan dolayı iç
politika ve dış politikada tezadlara düşmekten kendini alamıyor. Mesela
İran-Irak savaşında Irak tarafım tutan Turabî, savaştan sonra ve yakın
zamanlarda dost ülkeler arasına İran’ı da sokmuştur. Keza Libya ile yakınlaşma
içinde olagelmiştir.
Ama ilginçtir, son İngiltere ve ABD ziyareti sırasında Sudan’ın Libya’ya
karşı uygulanan yaptırımlara saygı göstereceğini ve delme girişiminde
bulunmayacağını kaydetmiştir. İçte de kâh Numeyri gibi askerlerle kâh farklı
yelpazedeki sivillerle işbirliği içinde olagelmiştir. Son olarak da 1989’da
Ömer Be-
şir’in yaptığı darbeyi desteklemiş ve tabanıyla bu darbenin kılıcı
olmasını sağlamıştır. En azından şimdilik. Kısaca her alanda daldan dala
atlamakta.
Millî-İslâmî Cephe’nin lideri Hasan Turabî, İngiltere ve ABD’yi ziyaret
ederken, Askerî Konsey’in Başı Ömer Beşir de Suriye’yi ziyaret etti. Oysa
Suriye-Sudan açısından İsrail’e karşı radikalliğim kaybetmiş bir ülke (gerçi
ne zaman İsrail’e karşı radikal olduğu da ayn bir istifham konusudur.) Ve Şam,
uluslararası barış toplantılarına katıldığı gibi Suriye’de yaşayan Yahudi
göçmenlerin ülke dışına gitmelerine de imkân sağlamayı kabul etti. Herhalde
Falaşalar’ın salıverilmesine yardımcı olan Numeyri ile ittifaka giren
Turabi’nin Esad’la da ilişkilerini geliştirmede bir beis görmeyeceği tahmin
edilebiliyor. Beşir’in Suriye’yi ziyaretinin maksatlarından biri de, Suriye’nin
tavassutuyla Hartum-Kahire ilişkilerini yeniden rayına koymak. Halayib bölgesi
yüzünden son sıralarda iki ülkenin ilişkileri iyi değil. Sudan, Mısır ile
ilişkilerini düzelterek Körfez ülkelerine ve ABD’ye açılmayı umuyor. Beşir,
İran ile yakın ilişkilerini kullanarak Şam rejimi ile irtibata girmiştir.
Beşir’in bir diğer hedefi de Irak-Suriye yakınlaşmasını sağlamak. Sudan,
ayrıca Müslüman Kardeşler ile Suriye rejimi arasında arabuluculuk girişiminde
de bulunmak istiyor.
Hasan Turabi, Suriye Müslüman Kadeşleri’ni Uluslararası Müslüman
Kardeşler Organizasyonuna alternatif olarak kurduğu İslâm Arap-Halk
Kongresi’ne dahil etmek istiyor. Beşir, Suriye lideri Esat ile konuşurken, onu
İslâm ideolojisi ile Arap milliyetçiliği arasında bir fark bulunmadığı
konusunda ikna etmeye çalıştı. Halbuki Arap milliyetçiliği ile İslâm arasında
ihtilaf derililerdedir. Bunun anlamı Haşan el-Benna ile Mişel Eflakî
aynı kefeye koymaktır.
Zaten bu görüşlerinden dolayı Turabi’nin hareketi ile Uluslararası
Müslüman Kardeşler Organizasyonu’nun arası
bozulmuştu. Turabi’nin hareketi ile ihvan arasındaki ihtilaf noktalan
konusunda Memun Hudaybi şunları kaydediyor: “Millî-İslâmî Cephesi ile bizim
hareketimizin ilkeleri birbirine uymuyor. Onlarca yıldan beri Turabi ile
ihtilafımız sürüyor. Bi fıkhı konularda ve .çalışma metodu konusunda kendisiyle
anlaşamıyoruz. Mesela biz askerî darbelerin her türlüsüne karşıyız. Buna
rağmen Ömer Beşir iyi işler yapmıştır. İlk defa güneyde teröre karşı devlet
başarılı olmuştur. Biz bunları inkâr etmiyoruz, ancak Sudan’da Ömer Beşir
yönetimi 20 küsur kişiyi idam edince biz bunu kınadık. Biz bu metodu tasvib
etmiyoruz. Bizimle Turabi arasındaki asıl ihtilaf milliyetçi güçlerle ittifaka
gitmesidir. Turabi’nin savunduğu Halk kongreleri modeli de demokrasiyle
bağdaşmaz. Tek parti modelinin bir devamı niteliğindedir. Biz bu konuda Turabi
ile tartıştık. Bu model Nasır dönemindeki bazı uygulamaları andırıyor...”
Gerçekten de Hama’da 30 bin Müslümanı katleden Hafız Esad rejimiyle aynı
platformda buluşmak Turabi’nin oportünist ve fırsatçı kişiliğinin bir
yansımasıdır. Arapçılık ve darbe destekçiliği de işin cabası. Düne kadar
propaganda malzemeleri ABD muhalefeti olan bu gibi hareketlerin şimdi Yeni Dünya
Düzeni dostluğuna soyunmaları da inşaallah tezatların ve tuhaflıkların sonucusu
olur.
amerikan yönetimi Sudan ile
Somali arasında benzerlik kurmaya başladı. Bu illiyet rabıtası özellikle de
Papa’nın Sudana ziyaretinden sonra gündeme geldi. Batı basını sözbirliği etmişçesine,
Güney Sudan’daki iç-savaştan 4 milyon kişinin etkilendiğini ve 1.7 milyon
mültecinin de acil yardım beklediğin, ileri sürüyor. Batı’yı endişelendiren
Sudan yönetiminin güneyde isyanı sona erdirmeyi amaçlayan geniş çaplı askerî
operasyonlara girişmesi.
Papa’nın ziyareti her zamanki gibi Türk basını tarafından gözden
kaçırıldı. Halbuki Papa’nın ziyareti bütün ölçülere göre önemli bir ziyaretti.
Papa sözkonusu ziyareti sırasında- Sanla yokmuşçasına— Hartum yönetiminden
Hristiyanlar için din ve vicdan hürriyeti istemiştir. Papa: ‘Hürriyet
Kilise’nin hakkıdır. Devletin ve ferdin bu konudaki görevi kişi inanç ve vicdanına
saygı duymaktır’ diyor. Papa’nın Sudan ziyareti ile 1981 yılında Polonya’ya
yaptığı ziyaret arasında paralellikler bulunuyor. Papa her iki ziyaret
sırasında da benzeri ifadeler kullanmıştır. Mesela her iki ülkede de:
“İnsanlar zayıf ve aciz olduklarında onlara vekâleten konuşmam gerekir. Keza
açlık, savaş ve kıtlıktan dolayı dağınıklar güruhuna yakın olmam ve onlar adına
yardım istemem iktiza eder” diyor. Papa sözlerinin hita
mında uluslararası camiadan Sudan’da açlık çekenler için yardım istiyor.
Böylece dolaylı olarak Sudan’ın içişlerine de müdahale etmiş oluyor.
Hartum hükümetinin Kıpti Kilisesi gbi mahallî kiliselerle iyi ilişkiler
kurmasına rağmen Katolik Kilisesi ile büyük problemleri var. Katolik Kilisesi
geniş hürriyet ortamına rağmen hoşnut değil, çünkü yönetilmek değil yönetmek
istiyor. Problem burada düğümleniyor. İsviçre’de arkadaşımız Şamil Hazar’ın
bildirdiğine göre Sudanlı Evek'ler (Katolik hiyerarşisinde kardinalin bir alt
rütbesi) ziyareti öncesinde Papa’ya Sudan’ı ve Sudanlılar’ı suçlayan bir
mektup göndermişler.
Mektubu Le Monde gazetesinin 9 Şubat 1993 sayılı nüshasından
izlemeye devam edelim: “Aziz Papa, Hartum’da yere serilen kırmızı halılarla
kendinizin yanıltılmasma imkan vermeyin. Hartum’da tokalaşacağınız eller
Hristiyan kanlarıyla savanmışlardır. Sessizlik perdesini kaldırmamıza ve
yakarışımızı bütün dünyaya duyurmamız için bize yardım edin.”
Bu mektubun altında imzası bulunan 9 Evek, Güney Sudan’daki Katolik
Kilisesi’nin yüksek rütbeli temsilcileri. Bunlardan ikisi sözkonusu mektubu
ulaşırmak için, SPLA’nın hakimiyetinde olan bölgeden geçerek Papa’nın
bulunduğu yüz kilometre ötedeki Uganda şehri Gulu’ya giderler. Bu hareketler yerel
kilise otoritelerinin ayrılıkçıları desteklediklerini gösteren bir gelişmedir.
Bunlardan Torit şehri Eveği Papaz Paride Taban Papa’nın şehre gelişini
beklerken bir grup gazeteciyle görüşür. Sudan’ın güneyindeki Hristiyanların
dramlarını gösteren belgeleri hiç yanından ayırmadığını ve bir hava bombardımanıyla
yok olmalarını önlemek için, devamlı yer değiştirdiği bir çadırda korunduğunu
açıklayan papaz efendiye göre, Sudan’ın güneyindeki Hristiyanların durumlarının
Bosna’da yaşananlardan ve Somali’den hiç farkı yoktur. Fakat Sudan hükümeti
tarafından kasıtlı olarak saklanmaktadır. Torit’li Evek
240
ORTADOĞU DENKLEMİNDE IUKKLek-nuim
mektubunu şu şekilde bitiriyor-, “Biz hristiyanlar özyurdumuz- da parya,
sığınmacı gibiyiz. Sudan hükümeti askerleri bizlere karşı İslâmî cihad savaşı
yapıyorlar. Biz, hristiyanlara karşı da uygulanan şeriat kanunlarına ve
zulümlere son verilmesini istiyoruz.
Papa’nın ziyareti ve Evekler’in mektuplan meyvalarını vermekle geçikmez.
Papa’nın ziyaretinin hemen akabinde Avrupa Parlemontosu Sudan hükümetini
kınayarak Güney’de etnik ve dinî temizlik uygulandığını iddia etti Avrupa arka
bahçesindeki Bosna’da dinî ve etkin temizliği görmezlikten gelirken Sudan’ı
görmesine ne demeli. Bir Hristiyan olarak Kitab-ı Mukaddes’in meselelerini en
iyi onlar bilir. Kitab-ı Mukad- des’te onların hallerine uygun olarak şu mesele
irad edilir: “Kendi gözündeki merteği görmez başkasının gözündeki çöpü
görür...” Avrupa Parlamentosu’nun çuvaldızı önce kendisine batırması
gerekiyor. Avrupa’dan sonra ABD’de de Sudan’a karşı bazı kıpırdanmalar göze
çarpıyor. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı yetkilisi James Kunder, Sudan’ın
Somali’yi andırdığını ileri sürüyor. Bunun anlamı aynı müdahale Sudan'a
yapılsın demektir. Halbuki, Somali’ye yapılan çıkartmadan sonra ABD Dışişleri
Bakan Yardımcısı Cohen, Sudan’a bu konularda güvence vermişti.Cohen, ABD’nin
Somali’ye çıkmasını savunan yahudi asıllı ABD Dışişeri Bakanlığı görevlilerinden
biriydi. Amerikalı Senatör Frank Wolf da Avrupa Parlamentosu ve Kunder’in
iddialarını destekleyen görüşler beyan ediyor. Newsweek dergisi Sudanlı
hristiyanların ve uluslararası yardım kuruluşlarının bir iddiasını gündeme
getiriyor. Buna göre Hartum hükümeti din değiştirmeyi reddeden sekiz milyon
güneyli gayrimüslimi temizlemeye hazırlanıyor. Bütün bunlardan sonra insan
sormadan edemiyor. Acaba Sudan yönetimi iyi niyetiyle başına kötü bir iş mi
açtı?
[Zaman, 24 Şubat 19931
SUDAN’IN ABD tarafından kara listeye alınması fazla sürpriz teşkil
etmedi. Ancak hadise neresinden baksanız komplo kokuyor. Ömer Abdurrahman’ın
bahane edildiği kara listeye alma kararının gelişme seyri şöyle: Haziran ayında
FBI Merkezi ve New York’taki iki tüneli bombalama teşebbüsü ortaya çıkarılmış
ve zanlılar arasında Sudanlıların da bulunduğu açıklanmıştı. Hatırlanacağı
gibi komployu ortaya çıkarmakta eski bir Mısır ordusu mensubu ve FBI adına
çalışan Emad Salem kilit bir rol oynamıştı. Bilindiği gibi 1989 yılında
Sudan’da yapılan İslâmî eğilime sahip askerî darbeden sonra Kahire-Hartum
ilişkileri bozulmaya yüz tutmuştu. Hatta Mısır, İsrail gibi İslâmî hareketlerle
ABD arasında diyalog zemini oluşmasından kaygı duyuyordu. Bundan dolayı
muhtemel olarak Emad Salem Ömer Abdurrahman’ı manipüle etme işini de bir
anlamda Mısır istihbaratı adına yapıyordu. Zira böylece hem ABD ile korktuğu
İslâmî hareketleri karşı karşıya getirecek hem de Sudan’a karşı tavrında ABD’yi
de yanma alacaktı. Ve yine bilindiği gibi radikal gibi görünmesine rağmen Hasan
Turabi ve askeri rejim ABD ile diyalog yollarını arıyordu. Bundan dolayı Hasan
Turabi, Kanada ile ABD’yi de ziyaret etmiş ve çeşitli çevrelerle temaslarda
bulunmuştu. Sudan’ın bölgede manevî liderliğe so-
yunması ise başta Suudi Arabistan gibi muhafazakar rejimleri de rahatsız
etmişti. ABCtelevizyonu konuyla ilgili yaptığı yayınında Sudan elçiliğinden Ahmed
Muhammed ile Siraj Yusuf un kumpasla Sudan Yönetimi arasında bağlantıyı
kurduklarını hatta Hasan Turabi’ye danıştıklarını ve bunların iki istihbarat
görevlisi oldukları iddiasını ortaya attı. Bu iki diplomat. Ömer Abdurrahman’m
da adı karıştığı komploya teşebbüsten yakalanan 5 Sudan’lıya da yardımda
bulunmakla suçlanıyor. CNN ise komployu daha ileri boyuta vardırarak Sudan
İktidar Partisi (resmiyette böyle bir parti yok) Millî İslâmî Cephe ve yüksek
düzeyli Sudanlı görevlilerin de bu komploya karıştıkları tezini ortaya attı.
Bu gelişmeler üzerine ABD Dışişleri Bakanı Warron Christopher, Sudan’ı terörü
destekleyen ülkeler listesine alabileceklerini söylemişti. Ve ardından karar
alınarak Sudan’a tebliğ edildi.
Bilindiği gibi ABD, Pakistan’ı da terörü destekleyen ülkeler listesine
alacağını açıklamış ancak bu ülkedeki siyasî gelişmeler üzerine bu fikrinden
caymıştı. İran gibi bir çok ülke kapsamın içinde bulunuyor. Çoktan beridir de
Sudan’a uluslararası bir müdahale yapılabileceği yönünde yorumlar yapılıyor.
Son sıralarda Time gibi bazı uluslararası basın .organlarında yayımlanan açlık
fotoğrafları da karar ve müdahale için sinyal olarak telakki edilebilir. Bu
yılın başından beri Güneydeki ayrılıkçı John Grang ile Hartum yönetimi arasında
ateşkes anlaşması devam ediyordu. Son sıralarda müdahale ve Güney Sudan’da
korunmuş bölgelerin tesis ve ikamesi gündeme gelince Sudan yönetimi bu ihtimali
bertaraf için ayrılıkçılara karşı operasyonlarını yoğunlaştırdı. Bu da ABD’nin
tepkisini çekti. Hartum’da- ki İngiliz elçisinin ise Sadık Mehdi ile dışarıdaki
muhalifler arasında irtibatı sağladığı ortaya çıktı. Daha öncede Güvenlik
Konseyi, insan hakları meselelerini takip için Sudan’a özel bir temsilci
atamıştı. Evet Sudan’ın büyük devletler ve bilhassa İn
giltere ve ABD ile ilişkileri giderek daha fazla bozuluyor. Su- ‘ dan’m
terörü destekleyen ülkeler listesine alınması, ABD’den yardım alamayacağı ve
bir nevi ambargo ve yaptırımlar anlamına geliyor.
Gelgeldim Ömer Abdurrahman meselesine. Ahmak bir dostun olacağına akıllı
bir düşmanın olsun sözü ne kadar isabetli. Ömer Abdurrahman’m gelişi güzel
konuşmaları dünyayı birbirine kattı. Bir yazımızda ajan maskaraları tabirini
kullanmıştık. Ülkemizde de bu tür maskaralardan yeterince var. Ömer
Abdurrahman meselesi giderek ilginç boyutlar kazanıyor. Mesela onun adına uçak
kaçıran Halid Abdulmünim (Fotoğrafı için Şarku’l-Avsatgazetesine
bakılabilir: 18 Ağustos) in çehresi tam bir şarlatanı andırıyor. Mısırlılar
bunlara yavşak anlamında baltacı diyorlar. Etrafında bir çok rivayet var.
Kimisi namazını bile kılmazdı derken bazıları namaz kıldığını iddia ediyor.
Ancak karşılıksız çek vermekten dolayı suçlanmış. İlginç olanı, kardeşi
Mahmud’a göre ağabeyisinin daima Mısır’daki şiddet olaylarını kınamış olması.
Ama bu konuda gerçekleri görenler de var. Bunlardan biri de. İhvan’m
liderlerinden Mustafa Meşhur. ‘Ömer Abdurrahman imajını pompalayan ABD’-dir’
tesbitinde bulunuyor. Meşhur müslüman düşünür Fethi Osman’da Ömer
Abdurrahman’m ölçüsüz olduğunu ve Batılı herşeyi reddettiğini hatırlatıyor...
YARGISIZ infaz tabiri genellikle polisin teröristlere ya da şüphelilere
karşı giriştiği operasyonlarda karşı tarafın elemanlarını bilerek yani kasıtlı
olarak öldürmesi için kullanılır. Çeşitli ülkelerde zaman zaman müsademe
anlarında bu tür infazlar yapılmaktadır. Ancak yazımızın konusu o değil. Bazen
polis yerine büyük devletler de yargısız infazlar da bulunabiliyor. Son olarak
ABD’nin Sudan’ı terörü destekleyen ülkeler listesine der- i cetmesi gibi. ABD
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mike Me Curry, I ABD’nin sadece İnsanî yardım
yaptığı Sudan’a yönelik kararını ‘Sembolik bir cezalandırma’ olarak
nitelendirerek, Hartum’un dünyadan izolasyonunu getireceğini ileri sürdü.
Sudan’ın “Terörizmle bağlantımız konusunda tek bir örnek gösteren” talebine
ise Me Curry şu ibretamiz cevabı veriyor-, ‘Belirli bir eylem gerekmez. Sudan
hükümetinin bilgisi dahilinde teröristleri eğitmek, barındırmak, maddî destek
de böyle bir kararı getirir’ Yani ABD, Sudan’ı teröre yataklık yapmakla
suçluyor. Ve bundan dolayı sözümona Sudan’a sembolik bir ceza veriyor. Yargısız
infaz gibi ABD burada istim ve delilim arkadan gelsin havalarında.
ABD’nin terörizme destek veren devletler listesindekiler İran, Irak,
Suriye, Libya, Küba ve Kuzey Kore olarak sıralanı
yor ve bu ülkelere insani olmayan Amerikan yardımı, silah ve teknoloji
ihracatı kesiliyor ve Dünya Bankası’mn o ülkeye vereceği krediyi ABD
engelliyor. Bilindiği gibi Sudan’ın da büyük nisbette krediye ihtiyacı var.
Petrol alıntında nakit usulu uygulandığından zaman zaman Sudan enerji
darboğazına giriyor. Tabii- caizse hayat duruyor. ABD’nin Sudan’a askeri bir
müdahalesi (mevcut şartlar içinde) söz konusu değil. Zira Sudan en büyük
yüzölçümüne sahip ülkelerinden biri. Bu açıdan Sudan’ı denetlemek oldukça zor.
Ancak ülkeyi parçalamak mümkün. Türkiye’nin PKK ile mücadelesiyle, Sudan’ın
SPLA ile mücadelesi arasında benzerlik var. Her iki örgütte marksist eğilimli.
Ve zaman zaman oportünist açılımları oluyor. Grang’ın liderliğindeki bu örgütü
(SPLA) destekleyenler de yine batılılar. Güney Sudan’da hristiyan bir devlet
kurulmak isteniyor. Örgütün ideolejisi marksizm ama hedef hristiyan bir devlet
kurmak. Apo’nun ideolojisi de marksizm hedef ayrı bir kürt devletine varmak
olarak görünüyor. Grang ve Apo zaman zaman dini araç olarak kullandıkları da
oluyor. Avrupa’da PKK camileri ve hutbeleri gibi. Kısaca dışarıdan bir müdahale
ile Sudan’ı hizaya getirmek oldukça zor. Ama takip edilebilecek iki yol var.
Bunlardan biri ekonomik abluka, İkincisi de siyasî ve askeri muhalefeti
desteklemek. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler de bu metodu maharetle
uyguluyorlar... Yıllardan beri Küba’ya yaptıkları gibi. Netice alabilecekler
mi? O’nu zaman gösterecek. Bir milletin ve devletin kendisine güvenmesi tabiî
bir şeydir. Ama nevar ki bazen devrim kibri, bir virüs gibi devrim yapan
ülkelerin kanma giriyor. Tabiî bunun faturası oldukça yüklüdür. Bununla
birlikte hiçbir devletin başkasını: ı seçtiği ve izlediği yola müdahale hakkı
da yoktur. Ama bunun hep tersini gördük.
Eğitim kampları
Sudan’da İran’ın yardımı ile 20 militan eğitme kampının kurulduğu ve bu
kamplarda el-Cemaat el-İslâmiyye, Nahda ve İslâmî Kurtuluş Cephesi
taraftarlarının eğitildiği ileri sürülüyor. Daha önce ABD Pakistan için de aynı
iddiaları ortaya atmış ve Keşmirli mücahidlerin Pakistan topraklarında
eğitildiklerini iddia etmişti. Sudan Yönetimi bu iddialara açıklık getiriyor
Devrim Komuta Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı Ömer Be- şir, ülkesinin İslama
yönelmesi yüzünden ‘haksız bir kampanyanın kurbanı olduğunu’ belirtti. ABD’nin
terörist listesindeki 7 ülkeden 5’inin Müslüman ülkeler olduğunu hatırlatan
Beşir, ‘İslâm düşmanlığı Amerikan politikasının başlıca özelliği haline geldi’
diyor. Meclis Başkanı Halife ise İran’a giderek ilişkileri daha da
artıracaklarım kaydetti. Aslında Sudan ABD ile diyalog konusunda samimi, nevar
ki ABD bu iyiniyetli arayışlara iltifat etmiyor pek. Ne de olsa peyk ülkeler
alışkanlığından kurtulamamış. Sudan hükümeti iddialar konusunda ABD yönetimiyle
Hartum ya da Washington’da yetkililer arasında görüşmeler yapılmasını teklif
etmiş ama henüz karşı taraftan teklife olumlu bir mukabele yok. ABD’nin tavrı
‘konuşturma vur’ dan ibarettir. Sudan Yönetimi ABD’nin dolaylı olarak
desteklediği Grang’m bir cani ve suçlu olduğunu hatırlatıyor. Kanlı örgüt
PKK’ya benzer eylemlerde bulunmuş. Malakal şehri üzerinde 1986 yılında sivil
bir uçağı düşürmüş. 1992 yılında ise Cuba’da sivilleri bombalamış. Aynı
yıllarda Ekvator Eyaleti’nde yabancı yardım kuruluşlarının elemanlarım
öldürtmüş ve yine Bah- rül Gazal eyaletinde Altong’da Hareket’ten kaçan
yüzlerce inşam imha etmiş. Sudan Yönetimi ABD’yi çifte standart uygulamakla
suçluyor. Elbette ki bu durumda Sudan hükümeti haklı, ABD’nin en azından
Sudan’ı da kara listeye ilave etmeden önce bu ülkenin diyalog teklifini kaale
alabilir ve iddialar müştere-
ken araştırılabilirdi. Yargısız infazlar kanunsuz olduğuna göre ABD’nin
uygulaması da kanunsuzdur. Ayrıca Sudan güneyiyle ilgili endişelerinde de
haklıdır. Batılıların yaptıkları ise insan hakları adı altında başka ülkelerin
içişlerine müdahaledir. Maksad insan hakları olsa herhalde Bosna öncelik
taşımalıydı.
NOT: Sudan’da Devrim
Komuta Konseyi lağvedildi. Beşir Cumhurbaşkanı, Zubeyr ise yardımıncısı oldu.
(Bu konuda nasib olursa gelecek kitabımızda daha doyurucu bilgi verilecektir.)
dünya hızla bir belirsizliğe
doğru sürükleniyor. Daha önce yapılan tahminlerin doğrultusunda ABD artık
dünya sahnesinde ipin ucunu kaçırıyor. Bazı zorlukları göğüsleyemiyor. Bazı yazarların
haklı olarak temas ettikleri gibi ABD Vietnam’dan beri yabancı ülke
topraklarında büyük zayiat vermekten kaçınıyor. Vietnam’ın rövanşı Bağdat’ta
alınmadan, Bush Yönetimi zaferin sarhoşluğuyla Somali’de mevzilendi. Dünya
hakimiyetini pekiştirmek isteyen ABD Dünya’nın kilit noktalarına çöreklen- meyi
planlamıştı. Elbette bunlar yapılırken birtakım hesaplar da yapılmadı değil.
Ama bu hesaplar tutmadı. Öncelikle dünya değişmişti. İkinci olarak ABD hiçbir
zaman olmadığı gibi bugün de insan sevk ve idaresinde İngilizler kadar mahir
olamadı.
ABD Somali’ye gittiğinde mücadeleyi baştan kaybetmişti. Çünkü Amerikan
askerleri Somali halkına tepeden bakıyor, kendi ülkesinde parya muamelesi
yapıyordu. Somaliler ise herkes gibi izzet ve şereflerine düşkün insanlar.
Somali’de sureti hakdan görünen ABD, Bosna’da farklı politika izleyince
dünyadaki prestij ve itibarı sarsıldı. Bosna’da aykırı politika izleyen Baldılar
Somali’de de nazlanmaya başladılar. Öncelikle kurtlar sofrasında ABD
liderliğine karşı rahatsızlık İtalyanlar
arasında patlak verdi. ABD’nin eski ortağı iken asi çocuğu haline gelen Aidid
ile gizliden gizliye anlaştılar. Bunun sonucu olarak Aidid taraftarları Nijeryalî
askerlere saldırdı. Aidid öğrencilik devresini Moskova ve 7?om^da
geçirmiş. Eski patronu Said Barre’ye karşı amansızca çarpışanlar
arasında yeraldı. General Morgon ve Aidid tahripkarlığı ve şiddetli ile
ünsalmış- tı. Barre’yi devirenlerin önde gelenlerinden olduğu için gelecekte
oluşacak olan Somali yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak istiyordu. Nevar
ki ihtirasından dolayı ABD kendisini güvenilmez bulmuş ve desteğini Ali
Mehdi tarafına kaydırmıştı.
Aidid’in bu ihaneti ya da aşağılanmayı hazmetmesi mümkün olamazdı. Addis
Ababa görüşmelerinde yan çizmiş ve Somalili gruplar asında anlaşma
zemini oluşmasına mani olmuştu. Somaliliyi Somaliliye kırdırarak ayakta kalmak
şeklinde özetlenebilecek Amerikan politikası da fazla geçerli olmadı. Bu
politikanın iyi yönleri yanında yan tesirleri yani riskleri de vardı. Muhatap
bulamıyor ve saldırının kimden geleceğini tahmin edemiyordunuz. Düşmanınız dahi
belirsiz kısaca bir kördüğüşüne doğru yuvarlanıyorsunuz.
Sonunda Amerika’ya muhalefet sivil isyan şeklini aldı. Halkın ABD’ye
olan öfkesinden Pakistan ve Türk askerleri de nasibini aldı. Pakistan ve Türk
askeri ile Somali halkı arasındaki manevî yakınlıkla yara aldı. Somali halkı
Yankee’lere istemediği gibi onlarla birlik olanları da gözden çıkardı. Bunun
sonucu olarak da düne kadar şiddetin ve vahşetin timsali olan Aidid Somali
halkının millî gurur ve izzetinin tercümanı oldu. Ai- did’e toplum kesimleri
tarafından verilen desteği buna hamletmek lazım. Somali’deki bazı İslâmî
cemiyet ve cemaatlarda sırf ABD ile hesaplaşmasından dolayı Aidid’e kerhen
destek veriyorlar. Bazıları Aidid’i Somali’nin Salahaddin-i Eyyübi'si
olarak görüyor. Bazıları da onu Saddam Hüseyin'e benzetiyor.
Ama yine de Aidid iyi oynuyor. ABD’nin prestij ve itibarım kurtarması
için yardımcı oluyor. Amerikalı rehineyi salıvermesi bunun açık işareti. Böyle
makul davranmanın kendi lehine olduğunu biliyor. Zaten ABD ile ideolojik bir
ihtilafı yok. ABD’de karşılık olarak Aidid yanlısı bazı tutukluları salıverdi. Somali
ve Sudan-, Müslüman Afrika’nın efsanevî direniş liderleri çıkaran iki
ülkesi, 19- yüzyılda Sudan Mehdisi ile Somali Mehdisi yabancılara karşı uzun
nefesli bir mücadele vermişlerdi.
AvrupalIlar ABD’yi Somali bataklığında yalnızlığa mahkum ettiler.
İtalyanların serkeşliğinden sonra Fransızlar da askerlerini çekeceklerini
açıkladılar ve bu ülkedeki karanlık hedef ve emellerinden dolayı ABD’yi
kınadılar. ABD’in Somali politikası çelişkiler yumağı. İnsani gayelerle
başlatılan yardım kampanyası sistem kurma ameliyesine dönüştü. Son olarak
Clinton amaçlarının İnsanî yardımla sınırlı olduğunu tekrarlamak zorunda
kaldı.
Ama uygulamalar bu iddiayı nakzediyor. Almanlar’da anayasalarına rağmen
ilk defa BM ile sınırötesi askeri operasyona Somali’de katıldılar. Bu zoraki
katılım en nazik noktada ABD ’yi terke dönüştü. İnsanın aklına,
acaba Almanlar Amerikalıları yüzüstü bırakmak için mi Somali’ye gelmişlerdi
sorusu takılıyor, inter Star’ın yayınlamış olduğu bir kamuoyu yoklamasına göre
Türk halkının yüzde 94’ünün görüşü Türk askerinin Somali’den derhal
çekilmesi.yönünde.
Clinton’ın seçeneklerinden biri de Haiti. Bu ülkeye karşı
uygulanan ablukanın başarılı olması halinde Somali’den çekilme noktasında
kendisini daha rahat hissedecek. Somali fiyaskosunun Bosna-Hersek meselesi
üzerine de menfi tesirleri olacaktır. Müdahale konusunda ABD daha fazla
çekimser olacaktır. Somali ve Bosna meselesi müttefeklerin arasını da açmakla.
ABD Somali’deki hatasına mukabil Bosna meselesinde müttefiki İngiltere ve
Fransa’yı suçlamakta. ABD-İngiltere iliş
kilerinin mezartaşı kazılmasa bile Londra’nın Sırpları kollayan tutumu
ABD’ye pahalıya malolmuştur. Ne olursa olsun ABD’nin ayakları altındaki zemin
hızla kaymakla. Kitleler ABD’ye karşı öfke yüklü. Kitlelerin gazaplarını
emmekte, onların haklı taleplerini görmekten geçiyor.
Sekizinci
Bölüm
Cezayirli amazonlar ya da ters köşeye yatanlar
lizm ve çoğulculuk Batı düşüncesinin versiyonlarını dönüşümlü bir
şekilde iktidara yansıması şeklinde algılanıyor. Batı pluralizmi henüz İslâmî
bünyesine kabul edebilecek bir şeffat yapıda veya olgunlukta değil. Doğu’da
pluralizm ise Öz düşüncesinin yasaklanması ve Batı düşüncesinin hakimiyeti anlamına
geliyor. Yani bu empoze bir pluralizm. Empoze olan yerde plurazilm ve
çoğulculuk olur mu? Mısır’da bir zamanlar Sedat’ın çeşitlilik olsun diye siyasî
partilere müsaade etmesi gibi. Zaten çok geçmeden bu partileri ve liderlerini
de tasfiye etmeye kalkmıştı...
Yani Cezayir’de yaşanan bir demokrasi meselesi değil, sömürge
meselesidir. Batı dolaylı sömürüsünün devamından yanadır. Ama maalesef bizim aydınlarımız
bunu kabul edemiyor ve Batı’nın yaptıklarını tevil ediyor ya da “Ben Batı’yı da
aşmış bir kimseyim” diyerek işin içinden sıyrılıyor. Oysa realite Batı, muhatap
Batı. Bizim yazarlarımız da demokrasinin muhatabı kendisi olduğunu zannediyor.
İslâm dünyasında sandıklardan ancak Batı hakimiyetine sadakat çıkarsa meşru
kabul ediliyor. Doğu’da öz-düşünce, millî düşünceyi iktidara yansıtmak ise
yasak. Öyle değil mi? Bunu herkes biliyor. Öyleyse Müslüman- lar pluralizmin
nimetlerinden yararlanamıyorlar ve dahi bu denklem içinde yok kabul
ediliyorlar.
Bizim aydınlarımız da (aştıklarını söyleseler de) hakim olan Batı kültürü
ve ruhudur. Doğu’da, bizimli birlikte yaşarlar ama Batı’dan bakarlar. İşte
çarpıklık burada. Evrensel kültür adına kendi kültürlerini yok farzederler.
Daha da- kötüsü öz-kültüre hayat hakkı da tanımak istemezler. İşte Islâm dünyasında,
Cezayir’deki aydının marazı budur. Bir Arap atasözü- nün de ifade ettiği gibi
Müslümanlar için geçerli olan “Kötü hurma ve eksik tartıdır... ”O) Yani bize
Batı hem kötüsünü ve-
C> E haşefen ve sue ki
rir ve hem de eksik tartar. Bunun adına çifte kazık derler. Doğulu
aydınların geçirdiği bu istihale ya da transformasyon haline kültürel
meshlakültürasyon diyebiliriz. Bu aydınlar Molla Kasım’ın Batılı tipleridir.
Şekip Arslan İsviçre’de yaşarken bir yandan Avrupa dili konuşan Suriyeli
ve Mısırlı öğrenci sayısındaki artıştan mutluluk duyduğunu ifade ederken,
akültürasyon (başkasının kültürüyle kültürlenme) sürecine engel olmak
bakımından, Arap öğrencilerin Avrupa’ya gitmeden önce dinî eğitim almaları gerektiğini
söylüyordu. (Batı’ya karşı İslâm Şekip Arslan’m Mücadelesi sayfa 245) Yani
özkültürüne hakim olmadan başka kültürün etkisinde kalan, perspektif kaybına
düçar oluyor.
ABD’de eğitim gören Demirel ve Özal akültürasyon meselesine iki
örnektir. Erzurum’da bir konuşmasından sonra Da- daş’ın birisi Demirel’e,
“Sizin gibi Amerika’da öğrenim görenler hep Amerikancı mı oluyor? Sorusunu
tevcih ediyordu. Demirel ABD’ye giderken uğradığı Avrupa ülkelerinde, “Bizim
yerimiz Batı, İslâm ekonomik bloku gibi bir derdimiz yok” diyor. Demirel
lisan-ı haliyle Batılılar’a bölge ülkeleri arasındaki işbirliğinin Amerikan
sömürüsüne halel getirmeyeceğini ar- zetmek istiyor. Açıkoturumda. “Biz dünyayı
idare edemeyiz” demişti. Dünyayı idare etmeye talip olmayan bir adam idare
edilmeye talip demektir. O zaman Türkiye’de iktidarların değişmesinin,
demokratik mücadelenin ne anlamı kalıyor... “İşte akültürasyonun zararları
bunlar...”
[Zaman, 12 Şubat 1992]
16 ocakta ikinci tur
seçimlerde aynı minvalde seyrederse İslâmî hareketler dünyada ilk defa
demokratik yollarla iktidara gelmiş olacaklar. Tabiî militan laikler izin
verirse. Şimdiye kadar İslâmî hareketler İran’da devrim, Sudan’da ise darbe yoluyla
iktidara gelebilmişlerdi.
Yusuf el~Kardavi’nin deyimiyle İslâmî uyanış hâlâ taraftarlarının
taassup ve aşırılığı ile düşmanlarının inkâr ve nankörlüğü arasında. Mısırlı
mistik düşünür Mustafa Mahmud otokritik babında şunları yazıyor: “İslâm askerî
bir inkılap değildir. Gayesi insanları şiddete başvurarak İslah olmadığı gibi
fıtratları dışına zorlamak da değildir. Belki insanı fıtratına iade etmektir
ki, zaten Cenab-ı Hak insanları bu hal-i tabiî (fıtrat) üzerine yaratmıştır.
İslâm bir inkılap değil, çağrıdır. Kırbaç sallamak değil, insanlara iyilikle,
marufla emretmektir. İnsanlar davetçi- de iyi bir örnek, yaşantıları için bir
model görmek isterler. İslâm kendini bilmez bir gencin bildiği birkaç ayeti
kerimeyi kendi mantalitesine göre anlamlandırarak insanları hayvanlar gibi
kırbaçla istediği cihete sevketmesi değildir...” Bazı Müslü- manlar Mustafa
Mahmud’un vasıflandırdığı gibi belki. Peki münkir ve militan laiklere, laiklik
adı altında din düşmanlığı, İslâm düşmanlığı yapanlara ne demeli?
Cezayir örneğinde olduğu gibi bunlar ateşe benzinle gidiyorlar. el-Hayat
gazetesinin haberine göre, Cezayir’deki laik düzeni savunan çevreler (militan
laikler) İslâmî Selamet Cep- hesi’nin seçimleri kazanmasının laik düzenin sonu
demek olduğunu, bunu önlemenin tek yolunun da bir ordu müdahalesi olduğu
görüşünü savunuyorlar. Bu çevrelere göre, ikinci bir seçeneği ise İslâmî
Selamet Cephesi liderlerinin Cezayir’de meydana gelen bazı şiddet olayları ile
doğrudan ilişkilerinin bulunduğunun açıklanması bunun sonrasında da seçim sonuçlarının
iptal edilmesi oluşturuyor. Aynı çevreler, ayrıca ilk turda Selamet Cephesi
adaylarının kazandığı bazı seçim çevrelerindeki sonuçların iptal edilerek
Parlemento’da bir denge sağlanması yoluna gidilebileceğini, Cephelin bu çözümü
kabul etmemesi durumunda ise olağanüstü durum ilan edilebileceğini
belirtiyorlar.
Zavallılar bilmiyorlar ki, halkın teveccühü, FİS’den ziyade, eski
kokuşmuş rejimin gitmesinde. Ancak bu şekilde nefes alabileceklerini
düşünüyorlar. Buna karşın militan laiklerin hedefi halkın demokratik tercihini
hiçe sayarak hile ve zorba ile İslâmcılar’m iktidarını önleme... Peki bu
zorbalığa karşı FİS’de aynı şekilde karşı koyarsa, çıkacak sonucun mesuliyetini
kim üstlenecek? Ve bu haksızlık FİS’in şiddete başvumasma meşruiyet
kazandırmayacak mı? FİS’in böyle bir seçeneğe başvurması halinde, hangi
mantalite ile karşı konulacak?
Gerçekten de seçimler gergin bir ortamda geçtiği gibi FİS’in geçici
lideri Abdulkadir Hasani ile Ordu ve Bin Cedid arasında ağız düellosu yaşanmıştır.
Seçimlerden sonra bir bildiri yayınlanan Savunma Bakanlığı, Hasani’ye karşı
yargıya başvurma haklarını saklı tuttuğunu açıklamıştır.
{Zaman, 2 Ocak 1992]
HALKIN emek PARTîst’NiN benzeri bir parti de Cezayir’de var. Hüseyin
Ait Ahmed in liderliğindeki bu parti daha ziyade Ber- be-rîlere hitap
ediyor. HEP gibi genel bir isim taşımasına rağmen nedense bu Sosyalist
Güçlerde özel bir kesimden ve bloke oylar alıyor. Son seçimlerde Sosyalist
Güçler Birliği Cezayir’de Türkiye’nin Güneydoğu Anadolusu’na benzeyen Kabail
Bölgesi’nden 26 milletvekili çıkardı. Refah Partisi’nin son seçimlerde
Güneydoğu’daki azalan varlığı gibi FİS’de ülkenin sadece Kabail bölgesinde
Sosyalist Güçleri gölgeleyemedi. Hüseyin Ait Ahmed de Türkiye’deki benzerleri
gibi laik bir çizgide. Kürtçe gibi Berberice üzerindeki sözde baskıların kaldırılmasını
istiyor. Dünya’daki ikibin dilden biri olan ve sadece konuşma dili olarak
kullanılan Berbericeyi suni çabalarla Arapça karşısında alternatif bir dil
yapmaya çalışıyor. Ne yazık ki geçen yıllarda devlet tarafından Arapça'nın
resmi dil yapılmasına karşı çıkmış ve resmî dil olarak Fransızca’nın devam etmesini
savunagelmişti. Fransa’dan sürgünden dönen Hüseyin Ait Ahmedün Fransızca
ve Fransız emperyalizmini sakınması bundan dolayı garip değil. Fransa, Paris
Kürt Enstitüsü gibi yıllar önce Berberi Enstitüsü kurmuş ve Cezayir’de bu
vasıta ile ayrılıkçı yöreciliği, mahalliliği desteklemişti. Şimdi FÎS’in zafe
rinden en fazla korkanlarda Fransa ve Fransa’nın yetiştirdiği,
himayesindeki Berberi aydınları. Seçimlere hile karışmaması için şeffat camdan
sandıklar kullanılmasına rağmen Ait Ahmed FİS’in sandıklara hile
karıştırdığını ileri sürdü.
Berberilik ve Berberi dili konusunda Cezayir Müftüsü Ahmed Hammani
şunları zikrediyor: “İnancıma göre Berberili- ğin, Mizabiliğin, Kabailliğin,
Şevıyye’nin anılması bile sadece din konusunda değil vatan mevzuunda da bir
suçtur. Fransa’nın içimizde yaymak istediği budun Fransa giderayak Cezayir’i
bölmek ve parçalamak için her bölgeye bir hükümet tayin etmek ve bu sayede
Cezayir devriminin üstesinden gelmek istedi. Cezayir milleti (Türk milletini
gözönüne getirin) Tunus sı- nınndan Fas sınırına kadar olan coğrafi bölgedir.
Bu millete (Cezayir milletine) Arabi, Berberi, uleması ve askeriyle herkes
dahildir. Hiç kimse bunun dışında değildir. (Türk milletine de Kürdü, Lazı,
Çerkezi, Amavutu, Boşnakı herkes değildir.) Emperyalizmi imha etmek ancak
Berberi çağrışım yapanların ifna edilmesile mümkündür. Kur’ân-ı Kerim’in
diliyle bir tek ümmetiz. Berberice (Kürtçe gibi) İslâm’ın gölgesinde 15
asırdır yaşadı. Ve bugün dahi konuşma dilidir. Ama resmî ve millî dilimiz
Arapçadır. Bin Badis’de bu noktadan hareketle: “Dinimiz İslâm, dilimiz Arapça,
Cezayir vatanımız” sloganını benimsemiştir. Bu Sözlerden yola çıkarak
Türk-Kürt kardeşliğinin sembolü Üstad Bediüzzaman Said Nursftıİn dil
konusundaki şu sözlerine kulak vermez misiniz? “Medreset’üz-zehra’da Arapça
vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caizdir...” demiştir. Bunun anlamı isteyen istediği
dili konuşur, ama Türkçe millî ve resmî bir dil olarak herkese lazımdır. Şafii
fıkh İstılah ve terminolojisinde lazımın ne anlama geldiğini erbabı ve en iyi
de şafiiyyül mezheb olanlar bilir. (Müftü Ahmed Hammani’nin konuşması için,
bakınız: “el~Alem ” dergisi sayı: 395 Sayfa 31.)
Türkiye’de Kürt kimliğinden hareketle başlatılan olumsuz
ayrılıkçı hareketlerin olumlu yansıma ve neticeleri olacaktır. Mısırlı
yazar ve düşünür Fehmi Şinnaviye. göre, Kürtler’in ayrılıkçı
hareketleri, çare olarak İslâmî devreye sokmak suretiyle İslâm birliğine hizmet
edecektir. O’na göre Türk’ün, Kürt’le birliği İslâmî çerçevede olacağı için
bazı laik bünyeli sistemler kendilerini İslâm’a adapte etmek zorunda kalacak.
Bu açıdan Türkiye’yi zayıflatmak ve hatta bölmek isteyenler; (Almanya ve ABD
vs.) yani millî birliğin aleyhinde çalışanlar bilmeden ve bilmedikleri yerden
İslâm birliğine katkıda bulunuyorlar. Aksi takdirde dostlarımız bizi uyumaya
terkedeceklerdi. Ancak bunun farkında olan fanatik laik kesimler sonuna kadar
direnme niyetindeler. Çünkü onlar İslâm’ı ayrılıkçılıktan daha tehlikeli
görüyorlar. Hatta “küçük olsun, bizim olsun” hesabındalar. Bugün ne Kürt,
Türk’süz ne Türk Kürt’süz yaşabilir. Yaşarsa da başı hiçbir zaman beladan eksik
olmaz. Mehmet Akif merhumun dediği gibi ne Arap Türk’süz, ne de Türk Arap’sız
yaşabilir. Coğrafya bizleri ortak yaşamaya mahkûm ediyor. Zaten 1000 senedir
birlikte yaşamıyor muyuz? Hatta daha da fazla Abbasiler’den bu yana.
* ♦ ♦
Cezayir’deki son seçimlerde kitle partileri bir varlık gösteremezken
misyon partileri ilerleme kaydetti. Bunda şaşılacak bir durum da yok. Fransa’da
dahi öyle değil mi? .Fransa’daki bütün partiler lider yokluğundan ve misyon
eksikliğinden muzdaripler. Lider sıkıntısı had safhada. Bundan dolayı Le Pen’in
Milliyetçi Partisi giderek güçleniyor. Buna mukabil kitle partileri biz nerede
yanlış yaptık diye emekli olmuş politikacılardan yardım istiyorlar. Yani
Batı’da da çaresizlik ve bunalım gittikçe derinleşiyor. ABD’de de öyle değil
mi? Bush, Körfez zaferine rağmen gelecek seçimleri garantileyememenin şaşkınlığı
içinde. Kendisine Libya gibi yeni hedefler arıyor ki, yeniden
seçilebilsin.Batı çöken sistemini ayakta tutabilmek için ırkçılık ve
İslâm düşmanlığından medet umarken, İslâm dünyası neden özüne dönmekten mahrum
bırakılsın? Batı bizi tokatlarken, biz ona karşı mukabelede bulunmak
istediğimiz de içimizdeki beyinsizlerin engellerine takılmak zorunda mıyız?
Dünyadaki gelişmelere paralel olarak Cezayir’de de seçimleri İslâmî
Selamet Cephesi kazanırken ırkçı görünüm ar- zeden Sosyalist Güçler Cephesi de
ikinci parti oldu. Klasik partiler ve özellikle Fransa’da modası geçen
partilerin ve liderlerin bir prototipi olan Bin Bella benzerlerinin (entel
partilerin) bu seçimlerde bir varlık gösterememesi sürpriz değil. Cezayir
gerçeğine yabancı Mahfaz Nahnah’ın liderliğindeki Hamas Partisi de seçimlerde
ancak dördüncü parti olabildi. Daha çok Cemiyetü’l-Ulemâu’l-Müslimin ve Muhammed
Abduh’un terbiyeci metodunu esas alan Hamas siyasî faaliyetlerinde ted-
riciliği esas alıyor. Mahfaz NabnahyapUgı seçim değerlendirmesinde
“Monopolizm ve tekelcilik bitmiştir. Cezayir çoğulculuğa geçiyor” tabirini
kullanıyor. Hâlâ FİS’in başarısından kuşkulu olan Nahnah ile FİS liderleri
arasında kırgınlık var. Hamas, güçlü teşkilatı ve tabanı olan FİS’in
kendilerine kırıcı, sert ve haşin muamele ettiğine inanıyor. İktidardaki
Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi’nin inkiraz ve başarısızlığına gelince: Mevlud
Homruş’dan sonra başbakanlığa atanan Ahmed Gazali bazı taktik hatalar yaptı.
Elbette başansızlık sadece taktik hataları sonucu değil. 30 yılın menfî
birikimi var. Herşeyden önce Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi içinde birlik ve
dirlik bulunmuyordu. Homnış ve Gazali, Bin Cedid’in varisi olmak için aralarında
çekişiyorlardı. Rekabetten de öte düpedüz birbirlerini suçluyorlardı.
Böylece sistem halkın nazarında bütün prestijini yitirdi. Müflis oldu. Homruş
Gazali hükümetini Cezayir’in petrol rezervlerini yabancılara peşkeş çekmekle
suçlarken, Gazali de Homruş’u Cezayir’in altın stoklarını rehin bırakmak-
mekle meşguldü. FİS’in Geçici Başkanı Haşani, dâî ve propagandist olan
faal taraftarlarına sakallarını kesmelerini emrediyor ve izinsiz miting
düzenlemek ve gösteri yapmaktan menediyordu. Bu şekilde Cezayir Millî Kurtuluş
Cephesi, FİS’i ikinci kez gerilim tuzağına düşüremedi. Aksine Medeni ve
Belhac’m tutukluluğu cephenin mazlumiyet imajını pekiştirdi.
[Zaman, 2 Ocak 19921
FRANSA’NIN uzaktan kumandalı desteğiyle, askerlerden ve ja- koben FLN
(Millî Kurtuluş Cephesi) artıklarından oluşan unsurlar Cezayir’de demokrasiyi
rafa kaldırmak için sessiz bir darbe yaptılar. Ancak dünya hürriyete koşarken,
Avrupa’nın uzaktan kumandayla Cezayir’i çıktığı mağaraya yeniden kapatması
düşünülemez. Cezayir’de ikinci cumhuriyeti boğma teşebbüsü olsa olsa Fransa’ya
karşı ikinci kurtuluş savaşına yo- laçar.
Fransa’nın ve umumen Avrupa’nın Cezayir’deki anti-de- mokratik hareketi
tasvibi ancak hipokrasi ile açıklanabilir. Bu Avrupa’da bir gram demokrasinin
bulunmadığım da gösterir.
Cezayir’de 1955-1962 yılları arasında devam eden kurtuluş savaşının
Fransız kamuoyu ve aydınları arasında yolaçtığı panik hali ve sarsintı
Fransa’nın kapılarım yeniden çalıyor. Bütün Fransız basın ve yayın organları
darbe teşebbüsünden Paris’in haberdar olduğunu ortaya seriyor. Cezayir’deki
darbe teşebbüsü şöyle cereyan ediyor:
Birinci tur seçimlerden sonra geçici FİS lideri Abdülkadir Haşani, Bin
Cedid’i gizlice ziyaret ederek bazı üst düzeydeki askerlerin görevlerinden
alınmasını istiyor. Buna karşılık da 1993 Aralık ayında görev süresi dolana
kadar kendisiyle “kav
gasız gürültüsüz” geçineceklerine dair söz veriyor. Bu gizli
mutabakat ordu ve iktidar partisi kanatlarına kadar sızıyor. Bunun üzerine Bin
Cedid’e baskı yaparak istifasını istiyorlar. Bin Cedid netameli ve nazik
durumda direnmek yerine, istifa etmeyi yeğliyor. İstifa kararı cumartesi günü
(11 Ocak 1992) açıklanmadan çok önce, İçişleri Bakanı vasıtasıyla AT Büyükelçilerine
müjde verircesine gizlice uçuruluyor.
Fransız Le Matin ve Le Monde gazeteleri darbeden önce
ikinci tur seçimlerin iptal edileceğine dair istihbaratlar veriyorlar. Le
Monde ye Cezayir’de yayınlanan el-Vatan gazetesi Bin Cedid’in FİS
ile anlaşmasının orduyu memnun etmediğini ve cumhurbaşkanlığından el
çektirilmesi için gizli bir planın varlığından sözediyor. Bin Cedid’in:
“FİS’in hakim olacağı bir parlamento ile çalışırım. Aksi halde Cezayir’i kan
gölüne çeviririm” dediği naklediliyor.
Buna rağmen, İslâm ülkelerine yaptıkları yardımları demokrasi şartına
bağlayan, Paris Şartı’nın altına imza koyan başta Fransa ve Almanya olmak
üzere Avrupa Topluluğu ülkeleri Cezayir’de diktatörlüğü destekliyorlar.
FIS şaşkınlığı ve darbenin şokunu üzerinden atmasından sonra halka
direnme çağrısında bulunuyor. Onlardan oylarına ve verdikleri söze sadık
kalmalarını istiyor. Böylece Cezayir ordusu ve eski dikta mensupları gaspçı,
vurguncu olmakla kalmıyorlar, anı zamanda Avrupa'nın payandası ve Truva Atı
olduklarını ele veriyorlar. İşte kurtarıcıların kurtarıcılığından kurtarılması
gereken bir ülke de Cezayir.
Bu arada, Beyaz Saray ve CIA’nın eski Ortadoğu uzmanlarından Graham
Fuller, İslamcı partilerin Ortadoğu ülkelerinde seçime girip iktidara
geçmelerinin önlenmemesi gerektiğini savunuyor. Bu da dolaylı olarak FİS’e arka
çıkmak anlamına geliyor, yani Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de de ABD Avrupa
rekabeti kendisini gösteriyor. Avrupa’ya karşı Pasifik’te çare
arayan Bush anlaşılan Avrupa’yı İslâm’la vurmak istiyor. Gerçekten de
ABD’nin Ortadoğu’daki ekonomik emperyal gayesine karşı Avrupa, ekonomik, kültürel
ve askerî taarruz halinde. Bundan dolayı bu denklemde dikkatli davranmak
gerekiyor. Araplar gelişmenin farkında. Şarkul Avsat gazetesinden Basım
Cisr (Cezayir İran değil adlı makalesi tarih, 4.1.1992) şunları
kaydediyor: Yani kutuplaşmalar Arap dünyasını daha da parçalayacaktır.
Cezayir ile diğer Arap ülkeleri (Fas, Tunus gibi) ile ABD ve Batı Avrupa
arasında kutuplaşmalar yaşanacaktır. Bu da Arap dünyası üzerinde cereyan
edecektir. Oysa biz Araplar olarak bugün herkesin dostluğuna ve yardımına ihtiyacımız
var.”Gerçekten de eskiden Arap dünyası üzerinde Sovyet Amerikan rekabeti
şimdi yerini sanki Avrupa ABD rekabetine bırakıyor gibi. Bir müddet önce
Fransız basınında ABD Cezayir’in liberal ekonomiye geçebilmesi için FİS’i destekleyeceğini
iddia ediyordu. Zira gazetenin ifadesine göre bunu ancak halk tabanında güçlü
desteğe sahip olan İslâmcılar başarabilir.
Bugün İslâm dünyası Avrupa ile ABD arasında nufuz savaşına sahne
olmaktadır. Aynen 19. yüzyılda Fransa ve İngiltere arasında yaşanan rekabet gibi.
O zaman bu rekabet İslâm dünyasındaki aydınlar arasında da bölünmelere yol
açmıştı. O dönemde ülkesi İran’ın İngiliz baskısı altında olmasından dolayı
Cemaleddin Afgani gibi bazı entellektüel aydınlar, İngiltere’ye karşı Fransız
saflarında yer alırlarken, dostu ve dava arkadaşı Muhammed Abduh Lord Cromer’le
geçinmeyi, birlikte yaşamayı yeğlemiştir. Bugün de öyle değil mi? ABD ve
İngiliz tarafları Şah’ın iktidardan düşmesile birlikte yerine gelen yeni rejim
yüzünü Almanya ve Japonya ve Fransa gibi ülkelere çevirmiştir. Büyük şeytan,
küçük şeytan ayrımına gitmiştir. Görüldüğü gibi bugün Cezayir’in şeytanı da
Fransa.
FİS’in liderleri vasat bir kültür seviyesine sahip olmasına
rağmen halk neden onlan tercih etti? Bunun cevabı samimi ve y<
]cı.ızluğa bulaşmamış olmalarında yatıyordu. Bütün imkânsızlıklara ve
engellemelere rağmen kazandıkları belediyelerde iyi bir performans
sergilemişlerdi.
Buna mukabil iktidar partisi reformlara gitmediği, tufeylileri başından
atmadığı gibi, gücünü FİS’le ve halkla uğraşmaya teksif etmiştir. Ve birinci
tur seçimlerden sonra bütün ajitasyon ve tahriklere rağmen kendine ve
taraftarlarına hakim olmuştu. Birinci tur serbest seçimlerde tamamen demokratik
bir ortamda seçimi kazanmış olmasına rağmen Fransa’nın oyununa gelen
Sosyalist Güçler Cephesi lideri tahrik dolu demokrasi isteyen gösteriler
düzenledi. FIS bu gösterilere hiç müdahale ve itiraz etmedi. Zaten askerlerin
hedefi FIS ile diğer partiler arasında çıkacak gerginlik ortamından
yararlanarak demokratik sürece darbe vurmaktı. Ama FIS bu oyuna gelmedi. Haşani
orduya ve Başkan’a sahiplendiği gibi el-Ahram’a verdiği bir demeçte
sebeplerini ortadan kaldırmadan hadleri, cezaları uygulamayacaklarını
açıkladı. Hal böyle iken huylu huyundan vazgeçmedi ve dikta yanlıları
Cezayir’i geriye götürmek istediler. Bakalım bunu başarabilecekler mi?
[Zaman, 15 Ocak 19921
CEZAYİR’İN Gorbaçov’u Şadli bin Cedid istifa etti, olayların seyrinden
anlaşıldığına göre aslında istifa etmedi, ettirildi. Ardından Moskova’daki
ağustos darbesi gibi sivillerden ve askerlerden oluşan karma bir yönetim
konseyi kurulduğu açıklandı, bin Cedid son sıralarda askerlerle eskisi gibi iyi
anlaşamıyordu. İstifası FLN (Millî Kurtuluş Cephesi) Başkanı ve eski başbakanlardan
Kasdı Merbah tarafından olumlu karşılandıA/er- böhistifayı sadece olumlu
bulmakla kalmayarak fesadın ve ülkenin iflas ve kaosunun sorumlusu olarak bin
Cedid’in istifa etmekte geç kaldığını bile öne sürdü. Böylece bin Cedid’e demokrasinin
askıya alınmasının faturası da yüklendi. Cedid kullanılarak muhattem ve
muhakkak olan FİS’in zaferi ve iktidarı gasbedildi. Seçimlerin iki tur
yapılması bile Cezayir’deki laik güçlerin ne kadar kötü niyetli olduklarını
gözler önüne serdi. Moskova’daki ağustos darbesinin hilafına Batı, Cezayir’deki
demokrasinin rafa kaldırılmasına sessiz kaldı. Belki içten içe kutladı. Batı ve
Doğu’daki figüranlar Cezayir’deki demokrasiyi kurtarmak bir tarafa totaliter,
mutlakiyetçi ve otoriter bir rejimi destekliyor havasındalar.
Bunda şaşılacak bir taraf da yok. Zira Batı oldum olası Doğu’da
Müslümanları ezen zorba ve totaliter rejimleri destekli
yor. Bunun istisnaları sadece zorba rejimlerin Batı’nın tavsiyelerine
kulak asmadığında görülüyor. O zaman da zorba, zorba ile değiştiriliyor. İşte
sözde Afrika’da demokrasi rüzgârlarını destekleyen Fransa!. 40 küsûr İslâm
ülkesinden hangisi demokrasi ve halkın tercihleri doğrultusunda yönetiliyor.
Komünizm gibi totaliter rejimler yıkılırken, bizde hanedanlıklar dimdik
ayakta. Sadece ayakta değil, Batı’ya da (İngiltere ABD) hayat veriyor.
Kendisini İsrail’e cephe gören ülkeler var. Suriye, Ürdün ve Mısır gibi. Kelim
Sıddiki’nin deyimiyle bunlar İsrail’in koruyucu zırhları.
Bugün İslâm medeniyetine saldıran fanatik laik unsurlar Ortaçağ’da sözde
Müslüman ismi alarak Müslümanların hilafet merkezi Bağdat’a saldıran Moğollara
benzemiyor mu? Moğollar Bağdat’ı ele geçirdiklerinde ne yaptılar? 750 bin
civarında İslâm eserini Dicle’ye atarak yok ettiler. Peki Dersaadet’te aynı
akıbete maruz kalınca alfabe değişikliği yapılarak milyonlarca insan bir anda
ümmi haline getirilmedi mi? Yine İslâm eserleri ya kâğıt fabrikalarına, ya da
Bulgaristan’a gönderilmedi mi? Moğolların saldırıları karşısında ihtilafa düşen
Müslümanlar bugün de laiklik fitnesi konusunda benzeri reaksiyonları gösteriyorlar.
İbni Teymiyye, ismen Müslüman olsalar dahi Mo- ğolları tekfir ederken, diğer
ulema da bu hükmü, bu yargıyı mübalağalı buldular. Laikler ve laiklik konusunda
da Müslümanlar değişik yaklaşım içindeler.
Ortak düşmana saldırılardan dolayı Vatikan ve Batı devletleri Moğolları
tebrik etmediler mi? Hatta Moğollar’m İslâm’ın merkezine saldırmasından çok
memnun olan Papalık neşve- sinden dolayı Moğollar’a, Tatarlar’a Hristiyanlığa
davet için heyetler göndermedi mi? Peki tarihin bir tekerrürü olarak Cezayir’deki
çağdaş Moğollar, istilacılar, gaspçılar, Müslümanla- ra karşı Fransa ve Batı
ile ortak hareket etmiyorlar mı?
İslâm dünyasını baştan başa istila eden Moğollar’m çağdaş
liderleri/barbarlar (Cezayir’deki Romalılar tarafından Barbar denilen
laik Berberiler de buna dahil) Cezayir’deki baskıcı mutlakiyetçi, otoriter
rejimlere arka çıkmıyorlar mı? Cezayir’in ikinci İran olmadığını bile bile
neden barışçı bir harekete şiddetle karşılık veriyorlar? Neden Tunus lideri Bin
Ali ordusunu teyakkuz durumuna getiriyor, neden kendisini “Emirü’l-Mü’- minin”
addeden Fas Kralı İkinci Hasan inananların zaferinden korkuya kapılıyor?
Mü’minlerin lideri mü’minlerin zaferinden korkuya kapılır mı? Bir çağrı ile
yazımıza son verelim: Gelin ey hasta ruhlar; Moğollar, Haçlılar, sizi dünyanın
darlığından ahı- retin genişliğine çıkaralım, sizi bunalımlarınızdan, muzdarip
olduğunuz sosyal afet ve hastalıklarınızdan, İslâm’ın şıhhati- ne, selametine
çıkaralım. Göreceksiniz ki, dünya o zaman yaşamayı daha çok seveceğiniz bir
gezegen haline gelecektir.
[Zaman, 14 Ocak 1992]
L’EXPRESS’iN ifadesiyle Atatürk’ün mirasçılarının (heritiers) izinden
giden cunta lideri Halid Nazzar sonunda davalısı Ab- dulkadir
Haşani’yi kafese koydu. Le Scenario Turc (Türk Se- naryosu)’nun yazarı Paryves
Cuadnm ifade ettiği gibi 12 Eyülcülerin darbe öncesi vize almak için ABD’ye
gittikleri gibi el-Hac Halid Nazzar’da Paris’e gitmiş. Ve Nisan 1991’de darbenin
gerekliliğinden sözetmiş (L’Express 24 Ocak 1992)
Herkes Cezayir’den kendine göre dersler çıkardı. Bizce de Cezayir
örneğinden çıkarılması gereken evrensel dersler var. Birincisi mızrak çuvala
sağmamıştır. İkincisi, Batı Cezayir’de kendi silahıyla yenilmiştir. Cezayir’de
seçimler sonucu FİS iktidara gelseydi Müslümanlar mevzii bir zafer
kazanacaklardı. Ama Cezayir’de demokrasinin hezimeti İslâm dünyasında Ba- tı’nm
evrensel kabul edilen değerlerinin iflasıdır. Bu değerler Müslümanların
ağırlığını taşıyamamıştır. Neticede Batı kendi silahıyla vurulmuş ve Batı’nm
değerleri Cezayir’e' gömülmüştür.
Fransa’da darbeyi destekleyenler arasında Claude Ches- son, Edgar Pisani
ve Maxime Rodinsonda bulunuyormuş. Bu destek garip değil ki... FIS’e karşı
amansızca savaş açanlar sadece Cezayirli laikliğin bekçisi kesimler ve ordu
değil. Dünya
Amazonları da Cezayir’deki Amazonlarla dayanışma halinde FIS’e karşı
savaş açtılar. Ne diyelim tiynetleri bu. Savaşın icra edildiği kanallardan
birisi de Fransız basını.
Lenouvel Observateur'da bir grup Amazon’ya da feminist, FIS’e
karşı bayrak açmış. Darbeyi destekleyen feministler “Akdeniz’in güneyinde
kadınlar tehlikede” diye çığlık atıyorlar. İçlerinde Kenize Murad ve Nilüfer
Göle’nM de imzası bulunan bildiride şu ifadelere yer veriliyor-.
“Gericilik, hoşgörü ve ilerleme İslâm’ını karikatürize etmiştir. Hoşgörü ve
ilerleme olan İslâm’ı hegemonyası altına almıştır. Uğursuz gericilik eylemi
giderek yayılmaktadır. Bu eylem bazı ülkelerde mutlaki- yetçiliğe karşı
kollektif bir isyanı din devleti terörüne dönüştürmüştür.” Başka yerlerde ise
sözde muhafazakârlık petro dolarla ve Batı’nın silahlarıyla beslenerek korkunç
bir cinsiyet ayrımı ortaya koymuştur. Irkçı ayırımdan daha kötü olan bu ayrım
model olarak ihraç edilmeye çalışılmaktadır.
1920’lerde Türkiye’de, Mısır’da ve Ortadoğu’da başlamış olan İslâm’da
kadının özgürlüğü mücadelesi onun için bugün son derece önemlidir. Bu 1992
yılında pek çok kültürlerin kavşağı Mağrib’in kalbinde; kızları, eşleri ve
anneleri dün sömürgecilere karşı savaşmış olan bir halkın sinesinde Cezayirli
kadınlar en basit hürriyetlerini kaybetme tehlikesi içindeler. Her ülkede, her
şehirde Cezayir’deki saygıyı savunacak komiteler oluşturulmasını istiyoruz...”
Bu görüşlere imza atanlar arasında Magda Vasıf, Cihan Tahiri, Halime Bumedyen,
Fevziye Esed vs. kadınlar var. Garip olan İslâm’da Kadm adlı eseri bulunan
ve Modem Mahrem kitabının yazılmasında katkısı bulunduğu ileri sürülen
Dilipakların dostu Nilüfer Göle’nin de bildiride imzası bulunmasıdır. Oysa biz
yardımlaşmadan daha iyi meyveler ve neticeler bekliyorduk.
Halbuki dostumuz Abdurrahman Dilipak müşahedelerimize göre
Cezayir’de demokrasinin kesintiye uğratılmasına
karşıdır. Zaten içinde bulunduğu siyasî harekette bunu iktiza ediyor.
Feministleri bu kadar Amazonvari harekete sevkeden nedir? Kolektif
egoizm mi? Çocuk yapmaya ve babaerkil toplum yapısına isyan mı? Nedir? Yoksa
bunlar klasik mahremleri gibi erkeği sadece bir üreme aracı mı görüyorlar?
FİS’e düşmanlıkları babaerkil bir yapıyı savunduğu dan mıdır? Öyle ki eskiçağın
efsanevi kadın cengaverleri Amazonlar, erkek çocukları öldürürlermiş...
Halbuki Cezayir’deki kadınların kaçta kaça Amazonlar gibi düşünüyor.
Kadınlar FİS’e erkeklerle birlikte oy vermişlerdi. Oradaki kadınlar adına
istemediklerini istemek biraz kraldan fazla kralcılığa kaçmıyor mu? Eğer
tasavvur ettiğiniz gibi demokrasi çoğunluğun azınlığa tahakkümü değilse,
azınlığın çoğunluğa tahakkümü hiç değildir. FIS sizin egoizminizi düşünecek
ama siz halkın kahir-i ekserisinin tercihini gözardı edeceksiniz öyle mi? Bir
defasında Irak asıllı Dünya İslâm Birli- ği’nin ileri gelenlerinden Muhammed
Mahmud Sawaf Cezayir3 deki mütedeyyine kadınların laik
kadınlara karşı bire on, bire yüz nisbetinde gösteri yaptıklarını aktarmıştı.
Amazonların mantalitesine göre onlar ne istediklerini bilmeyenler. Ve
demokrasi ilaç gibidir, birden verirseniz hastayı öldürebilirsiniz, bundan
dolayı alıştıra alıştıra vermelisiniz. Hâlâ histerik Amazonlar pasif direnişle
de kalmıyorlar “FIS iktidara gelirse savaşacağız” diyorlar. Üniversite de
İngilizce öğretmenliği yapan Farida Majduh, kendisini frenleyemeyerek, “FIS
iktidara gelirse ne yaparsınız?” sorusuna tereddütsüz çağdaş bir Amazon gibi
cevap veriyor: “Savaşacağız... ” Mejduh, bir çok kadının, bu durumda
ülkeyi terkedeceğini söylediğine işaret ederek “Ama biz kalıp savaşacağız”
diye ısrarının altını çiziyor.
Eğer Cezayirli Amazonlar’m niyetleri yüzde 80 nisbetteki
seçmene karşı savaşmak ve anaerkil bir toplum oluşturmak ise bunun daha
kolay yolu var. Önce sanayî artıklarından ve atıklardan kirlenmemiş bir nehir
yattığı, bir havza bulurlar. Eğer burada Brigitte Bardot gibi sadece
hayvanlarla yaşamak istiyorlarsa bunu da yapabilirler. Herhalde FIS tecrid
olmaları kaybıyla bu kadarına müsaade ederdi. Böylece demokrasi de yerini
bulmuş olurdu. Çılgın Amazonlar’dan cevap yerine mızrak beklemeniz gerektiği
için, biz de yazının sonunu somsuz bitiriyoruz.
]Zaman, 24 Ocak 1992]
NOT: Meydan Lorousse
Amazonlar’ı şöyle tarif ediyor:
AMAZONLAR: Eskiçağın
efsanevî kadın cengâverieri. Karadeniz kıyılarında yaşadıkları söylenir. Yunan
mitolojisinde adı geçen Amazonlar, anaerkilli- ğin savaşçı bir şeklini
gerçekleştirmişlerdi. Bunların toplumunda erkeğe, ancak neslin sürdürülmesi
için yer veriliyordu; erkek çocuklar öldürülür, bazen de babalarına gönderilirdi.
Amazonlar okla ve at üzerinde savaşırlardı. Bazılarına göre, ok atmayı
kolaşlaştırmak üzere, kızların sağ memelerini yakalardı. Adlarının bir izahı
da buradan gelse gerektir, (a-madsos, “inememiş”). Yunanlılar’ın kadın sandığı
savaşçılar belki de, uzun saçlı iskitlerdi. Amazonların Akalara karşı açtıkları
savaşlar hakkında Hitit belgelerinde bilgi vardır. Yunan efsanesi de,
Herakles, Bellerophontes vb. vesilesiyle bu savaşlardan söz açar.
CUMHURİYET gazetesinde
Şerif Mardin. “Kur’ân kadın haklan konusuna kalın ve genel hatlarla
temas etmiştir, bu yeterli değildir, geliştirilmesi gerekir” demektedir.
Star-l’deki açık oturumda Nilüfer Gölede biraz da İslâm’ı, totaliter
rejimlere benzeterek şunları söylemektedir: “Totaliter hiçbir rejimde kadın
özgürlüğünden söz edilemez...”
Öteden beri üç sebep zikredilerek İslâm’ın kadına hürriyet vermediği
ileri sürülmekte. Bu sebeplerden birisi miras da kadının erkeğe oranla yarım
pay almasıdır.
Bunun sebebi ise çalışma düzeninde, iş hayatında erkeğin etken, kadının
edilgen bir konumda olmasındandır. Mirastaki üstünlük erkeğin bu alandaki
sorumluluğunu hafiflettirmek için verilmiş bir ek haktır diyebiliriz. Yani
kadın maişetini temin etmekle yükümlü değildir. Bu konuda Peygamber Efendimiz:
(sav) “Kefa bil mer’i şerren en yüdayyie ma yeuluhu ” Ya- ni “Şer
olarak bir kişinin baktıklarım ihmal ve zayiiîetmesi ona yeter”
buyurmuştur. Buradan olumsuz bir sonuç çıkarılmaması için de, erkeğin
sorumluluğunun kadının-isterse-ça- lışmasını engellemeyeceğini hatırlatalım...
İkinci sebep ise poligami yani taaddüd-ü zevcattır. Bu Öteden beri İslâm
konusunda zihinlerde şüpheler uyandıran bir
konudur. Öncelikle bu hak bir cevaz ve ruhsattır. Belirli şartlara haiz
olan erkek bu cevaz ve ruhsatı dilerse kullanabilir. İslâm, Hristiyanlık gibi
insan fıtratına aykırı olarak eşleri ilele- bed birarada olmaya zorlamamıştır.
Aksine boşanma ile ayrılığın yollan açılmıştır. Bazıları İslâm’ın neden
taaddüd-ü zevca- ta izin verirken, taaddüd-ü ezvaca (çok kocalt evliliğe)
izin vermediğini soruyor. Bunun birçok sebepleri var, bunlardan biri de nesebin
korunması gereğidir. İslâm ailesi İbraniler’de ya da Hind’de olduğu gibi
anaerkil değildir. Bu sistem kadına zor mesuliyetler yüklediği gibi beraberinde
neseb ayrımını ve üstünlüğünü de getirmektedir. İslâm’da bir köle anneden doğan
çocukla İbraniler’de bir köle anneden doğan çocuk aynı eşitliğe sahip değildir.
Yahudiler bu ayrım sebebiyle bir köle olan Sara’dan doğan İsmail (as)
zürriyetini bir hürre olan Ha- cer’den doğan İshak neslinden daha aşağı
görürler. Demokrasi de de öyle değil mi? Mısırlı yazar Ahmed Behçet’in
deyimiyle Avrupa demokrasiye layık bir hür çocuğu, müslümanlar ise aşağı
tabakalardan gelen bir cariye çocuğudur...
İslâm taaddüdü zevcatı dörtle sınırladığı gibi kadîn da uygulamada bu
hükmü/yargıyı fiili olarak “bir” ile sınırlandırabi- lir. Sadece bunun için
evlenme öncesi kocasıyla mütabakata, sözleşmeye varması yeterlidir. Kur’ân-ı
Kerim’de taaddüd-ü zevcata izin verilmesinin hikmeti ise kadın nüfûsunun erkekten
çok fazla olduğu toplumlarda apaçık ortaya çıkar. Dünyadaki demografik ve
nüfûs dengesi çoğu kez kadının lehinedir ve bazen bu cevazı zaruri kılar ki,
birçok canlı türünde taaddüd-ü zevcat asildir. Kadının örtünmesine gelince, bu
kadının erkek karşısında kendisini perdelemesi değildir. Örtünmenin uhrevi,
yani ibadete müteallik bir yönü vardır. Meselâ kadın namazda Cenab-ı Hakk’ın
huzurunda da örtülüdür. Bu bir saygının gereğidir. Yoksa Cenab-ı Hak değil
insanın vücudunu, insanın göğsünün derinliklerinde gizlediklerini de bilir.
Ve İslâm’da kadının örtünmesi bugünkü mantalitenin tam tersine olarak bir
hürriyet simgesidir. Meselâ köle kadınlar ör- tünmezlerdi. Örtünmenin müeyyide
ve cezası da mahza manevî yani uhrevidir. Dünyada bir cezası yok.
Anlatılanlara göre, zamanın birinde bir Kadı’nın kızı örtünmüyor. Buna karşılık
böyle bir olgu ile ilk defa karşılaşan âlimler şaşırıyorlar ve bu eyleme karşı
bir müeyyide olup olmadığını araştırıyorlar. Sonunda müeyyideye dair bir hüküm
bulamıyorlar.
Bundan dolayı da Raşid Gannıtşi Tunus’da iktidara gelmeleri
halinde devlet eliyle kimseyi örtünmeye zorlamayacaklarını kaydediyor. Eğer
Şerif Mardin kanaatime göre İslâm düşüncesini bildiği kadar İslâm
hukukunu da bilseydi bu alanda bu olumlu şeyler söylemekten kendisini alamazdı.
Bundan 5-10 yıl önce Amerika’daki hukukçular iki ayrı şehirde yaşayan eşlerin
haftada belirli günler veya geceler için evlenip ev- lenemeyeceklerini
tartışıyorlardı. Halbuki bu gibi konular İslâm hukukunda yüzyıllar önce tartışılmaz
ve cevaz yönüyle hükme bağlanmıştı. Medeni haklar konusunda İslâm —eğer iyi
araştılırsa— bugünkü hukuktan üstündür. Mensubu olduğumuz Hanefî mezhebi
evlenmede tercih hakkını babaya değil kızın kendisine vermiştir. Ancak kızın
mağdur olmaması için bu hürriyeti küfüv-denklik şartına bağlamıştır. Bunun anlamı
dengini bulan kız istediğiyle evlenebilirdi. Böylece kıza Seçme hakkı
tanınırken, bir taraftan da tefriti önlemek gayesiyle bu denklik şartına
bağlanmıştır. Derler ya, “Kızım serbest bınkırsan, ya zurnacıya gider ya
davulcuya... ” Tabiî kızın babasının müdahale hakkı sadece mağduriyet
halinde geçerli- dir. Ancak feministleri ya da agnostikleri bu kadarı ile
tatmin etmek mümkün değildir. Bundan dolayı izah gayesi ile hakları iki kısma
ayırmak gerekiyor. Müsbet haklar, menfi haklar. Müsbet haklar, insanın fıtrî ve
tabiî ihtiyaçlarının karşılanmasına araç olan herşey şeklinde tarif
edebiliriz. Peygamberimiz
(sav) meselâ her insanın bir bineği olmasının iyiliğinden ve evin
genişliğinin rahmet olmasından sözeder. İslâm’da muhafazası emredilen zorunlu
maslahatlar zımninde, din, can, akıl, nesil ve mal zikredilmiştir. Bunları
koruma yolunda ölen insan da şehittir.Yani zarurî ihtiyaçlarını koruma yolunda
ölen insana İslâm tarafından şehitlik mertebesi verilmiştir. Çünkü insanın
saygınlığı ve kerameti bunların korunmasıyla kaimdir.
Kötü haklar ise ahlâksızlığın teşhiri, örgütlenmesi, başkalarına örnek
olarak yaygınlaştırılmasıdır. Bugün Rusya’da 70 yıl iktidarından sonra komünizm
yasaklanmıştır. Birisi, bir aklı evvel çıksa da olur mu canım, komünizm nasıl
yasaklanır derse, kimse tarafından kale alınır mı? Yani ille de bazı şeylerin
yasaklanması için musibet olduğunun tecrübe ile sabit olması mı gerekir?
Rusya’da 20-30 milyon insanın kanma giren komünizm rejimi gibi... Eğer insan
bunu şuurlu bir şekilde istiyorsa, o insan bazı hasletleri kaybetmiş, sadist
bir insan demektir. Herhalde bazıları sadist diye sadizm iyi bir ahlâk olarak
kabul edilemez. Akıl için, evrensel akıl için yol birdir. Aklıyla gören insan
bile eğer maraz sahibi değilse tevhidi bulacaktır.
İslâm’da kadın imamet-i Kübra (devlet başkanlığı) ve yargıçlık dışında
her türlü devlet görevinde yeralabilir. Fiiliyatta bu sınırlama da zaman zaman
ortadan kalkmıştır. Mısır’daki Cevher Sakli gibi hatunlar devlet yönetmişler
hatta Haçlılar’a karşı savaşmışlardır. Kafkaslar’da, Hind’de bunun örnekleri
çoktur. Bahriye Uçok’un “Kadın Sultanlar” adında bir eserinin bulunduğunu da
hatırlayalım. Bütün bunlardan sonra de söyleyebilirim: Ah rninel feminizm...
[Zaman, 2?> Ocak 1992]
ya abd’Nİn İslâm ülkeleriyle
ya da İslâm ülkelerinin ABD ile ilişkilerini gözden geçirmesinin vakti
gelmiştir. İslâm dünyası yekpare hale gelmeden kendisine yapılan hücumları
engelleyemez. Geçmiş yazı i anınızda Garaudi’nin ABD’ye karşı İslâm dünyasının
Avrupa ;le dayanışmaya girmesi gerektiği yolundaki tekliflerini
kayaadeğer bulmamıştık. Ancak gelinen nok- ada ilişkilerin gözden geçirilmesi
zarureti giderek daha da önem kazanmakaıdır.
Geçenlerde budan’ı ziyaret eden ünlü Fransız düşünür ve mehtedi Garaudi
Yeni Dünya Düzeni’ni yarı sömürgecilik düzeni olarak tanımlayarak, sözlerini
şöyle sürdürüyor. ‘Bugün nerede katliamlar görürseniz oradu Amerika’nın
çıkarları yah maktadır.’
Biliyorsunuz ge< • 'erde ABD; Sudan’ı kara listeye aldı. Şimdi ise
Pakistan ve pire t rşı yaptırım kararı aldı. Bunun gerekçesi farklı; Çin’in
Pakistan’a balistik tüze teknolojisi satması. Halbuki bu mevzuda da ABD’nin
müşahhas delilleri bulunmuyor. Bundan dolayı Çinliler haklı olarak tepki
gösteriyor. Çin Dışişleri Bakanlığı taraf? ,.n yapılan açıklamada, “Çin’in
füze teknolojisiyle ilgili uluslararası anlaşmaları ihlal etmediğini defalarca
belirttiği ancak ABD’nin buna kulak as-
madiği” ifade edildi. Yine geçtiğimiz günlerde İran’a giden malzeme yüklü
bir Çin gemisi ABD tarafından zorla aranmıştı.
Görüldüğü gibi ABD’nin korsanlığı giderek yayılıyor. ABD İslâm dünyasını
kolonisi ola k görüyor. Laiklik, fundamentalizm ise hikaye. Gayesi
müslümanların, İslâm ümmetinin güçlenmesini engellemek. Müslümanlar ise İslâm
dünyasının güçlenmesini savundukları için kurulu düzenlere muhalif m anarşist
gösterilmeye çalışılıyor. Güçlenme mevzuunda W. hington kendisine yakın ülkeler
ya la uzak ülkeler aynmı ya mıyor. Mesela daha önce f '-sır Savunma Bakanı
Abdülhaln ı Ebu Gzala, iki adamının füze teknolojisiyle ilgili ABD’de araştırma
yaptığının ortaya çıkması üzerine dolaylı olarak görevinden azledilerek
cezalandırılmıştı. Bir de olaya Ermeni güzeli karıştırılarak iş Brezilya
dizilerine çevrilmiş Mübarek’in adan lan meseleyi Meclis’te gündeme
getirmişlerdi. Yani millilikle ABD dostluğu birarada gitmiyor. ABD’nin güvenini
kazanmak için başarılı bir köle olacaksınız.
İslâm dünyası için yasak olan füze teknolojisi İsrail’e serbest olduğu
gibi bu mevzuda hington ile Tel Aviv stratejik işbirliği yapıyor. İsrail’in
KazaiCiöLm gibi İslâm ülkelerinin ansızın nükleer silahlara sahip elmalarından
sonra helistik füze imali üzerine yoğunlaştığını bilmeyen yok. Aynı amaç
doğrul- ! sunda Fransa gibi ülkele 1 de ^birliğine gidiyor.
Bilindiği gibi Somali’ye müdahale Batı medyasının m. ülkedeki açlık
vakalarını abartmasından sn a gündeme gelmişti. Özellikle Amerikan ve F ansız
basını öu mevzuda yeterli tahşidat yapmışlardı. Amerikan medyası Sudan’a karşı
da benzeri bir histerik kampanya badattı. Açlık resimleri ve akıl almaz
iftiralarla meşbu yorumlar vasıtasıyla yürütülen kampanya hızlandırılıyor.
Tabiî v> limler üzerine oturtulan veriler kullanılarak iş başka mecralara
dökülmek isteniyor. Time dergisinin şaibeli fotoğraflanndan sonra bu defa da
Sudan’a yönelik
saldırılar U.S. NEWS AND REPORT kanalıyla yapılıyor. Sudan’daki İslâmî
yönetimin ülkeyi yeni bir taş devrine götürdüğü (New Stone Age) iddiası ileri
sürülüyor. Buna göre Sudan Yönetimi kokuşmuş Batı ile Güneydeki animist ve
Hristiyan unsurlara karşı cihad hareketi başlatmış durumda. Abartılmış ve
çarpıtılmış verilere göre 800 bin kişi hayatını kaybetmiş, 5 milyon kişi ise
mülteci durumuna düşmüş. BM tahminlerine göre ise Güney Sudan’da 1.5 milyon kişinin
yardıma ihtiyacı var, 700 bin kişi ise mahmasa halinde, yani ölümün kenarında.
Derginin akıl almaz iftiralarından bazıları ise İslâm hukukunun zorla
empozesi, halka İslâmî kıyafet mecburiyeti. Sudan Yönetiminin İran ve radikal
Arap terörist gruplarıyla ilişkiye girmesi. Sudan’a gidip de durumu yerinde
görmesek, belki bizi de inandırırlar. Askerlerin ve mollaların Sudan’ı ikinci
bir İran’a çevirdikleri yorumu da yapılıyor. Halbuki Sudan’da mollaların sınıfı
yok ve Hasan Turabi de bir klerik değil, hukukçu ve hatta eğitimini Batı’da
(Fransa-İngiltere) ikmal etmiş biri. Ayrılıkçı Sudanlılar ise kendi ülkelerinde
İslâm kanunları gölgesinde ikinci sınıf vatandaş haline geleceklerini ileri
sürüyorlar. SPLA temsilcilerinden Salva Kir, NIF yönetiminin (Hasan Turabi
kastediliyor) arabizasyon ve İslâmizasyonda ısrar ederek programlarını Sudanlı
diğer kavimler üzerinde de tatbik etmek istediklerini ileri sürüyor. Amerikan
dergisi Sudan’ın da Somali gibi anarşiye sürüklendiğini iddia ediyor. Bölgeyi
daha önce gezmiş olan Cumhuriyetçi Parti’nin Virgi- "nıâ Temsilcisi Frank
Wolf, ‘Orada yaşanan bir holocaust yani soykırımdır’ diyerek korunmuş bölgeler
teşkilini savunuyor. Bunun için de gerekirse askeri müdahale yapılmasını
tavsiye ediyor. Zaten Amerikan medyası son sıralarda suçlamalara birini daha
ekleyerek Sudan’ın Aidid’e yardım yaptığı iddiasını ortaya attı. Bu iddiayı
gerçekmiş gibi kabul eden ABD Yönetimi meseleyi tırmandırarak BM’ye getiriyor.
Görüldüğü gibi
ABD cezalandırmak için İslâm ülkelerini çarkıfelek gibi sıraya dizmiş
bulunuyor. Bu tehlikeyi daha önce sabık Pakistan Genelkurmay Başkanı Aslam Bey
Körfez Krizi sırasında teleffuz etmişti.
son sıralarda ziyadesiyle
Fransız Amerikan rekabetinden sö- zediliyor. Öyledir. Son haliyle bu rekabet
Cezayir semalarına yansımış durumda. “Ilımlı İslâm”\a diyalog
mimarlarından biri olan ABD Dışişleri Bakanı Ortaşark Yardımcısı Ciğerciyan,
Cezayir’e sürpriz bir ziyarette bulundu. İslâmî hareketlerin “Political
İslâm”, “The Islamic Revival”, “İslâmıc Fundamentalism” şeklinde vasıf!
andırılmamasını isteyen Ciğerciyan: "İslâm’a ‘İzm’ enceresinden
bakmamalıyız. Onun Batı ile cepheleştiğini ve dünya barışını tehdit ettiğini
söylememeliyiz. Amerikan yapımı (Made in American) modeller pazarlamama- h ve
kendi diğerlerimizi empoze etmemeliyiz. Ortadoğu ülke- lerile ilişkilerde din
belirleyici olmamalı” diyor. Daha önce Suriye’de bulunan ve ABD’nin Moskova
Büyükelçiliği için ismi geçen ancak son anda direkten dönerek Dışişleri Bakan
Yardımcısı olan Ciğerciyan güzel söylüyor da, bütün marifetleri bundan
değil ki! Meselâ şunları da söyleyebiliyor: “Biz İsrail’in layıkı veçhile
tanınmasına, Rusya, Türkiye, Hindistan, Çin ve diğer ülkelerle diplonıalik
ilişkilerini artırmasına yardımcı olduk. Etyopya, Sovyet ve Suriyeli
Yahudiler’in göçüne yardımcı olduk. İrak’ın İsrail’e saldırı kapasitesini imha
ettik. İsrail’in isteği olan komşularıyla doğrudan müzakerelere girmesine im
kân sağladık...” Ciğerciyan, ABD’nin İsrail’e olan doğrudan ve dolaylı
nimetlerini saymakla bitiremiyor.
Buradan anlaşıldığı kadarıyla demek —ki sanıldığının aksine— Türkiye
İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin seviyesinin yükseltilmesi Türkiye’nin
tercihi değil. Empozeye karşı olan ABD’nin empozesi. İsrail’in barışa meyli,
Yahudiler’in göçünün 500. yıl kutlamaları işin kılıfı ya da bahanesi. İsrail
Devlet Başkanı Haim Herzog’in ziyareti de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Biz yine Ermeni asıllı Dışişleri Başkan Yardımcısı Ciğerciyan’m ani Cezayir
ziyaretine dönelim. Ciğerciyan, ziyaret sırasında Ali Kafi ile görüşüyor ve
Budiyafla ilgili Bush’un taziyetlerini sunuyor. Ziyaretinin zamanlaması da
ilginç. Bu- lidy’nin Başbakanlığa atanmasına denk düşüyor. Abusselam Bulidy’nin
Fransa yerine Amerikan, Japon ve Batı Almanya işbirliğini tercih ettiği
biliniyor. Hatta kimilerine göre bariz bir Fransız düşmanı. Ciğerciyan da basın
mensuplarına Cezayir’deki gelişmeleri yakından takip ettiklerini söylemiş.
Bilindiği gibi ABD Cezayir’de yönetimle İslâmcılar arasında bir diyalog başlatılmasını
istiyor. Fransa ise diyaloğa karşı çıkıyor.
Mitterrand’ın Saraybosna’da şovu çalmasına karşılık Ciğerciyan da
Cezayir’de rövanşı aldı. ABD’nin Cezayir’e ekonomik yardım yapacağı ya da dost
Arap ülkelerini bu yönde teşvik edeceği haberleri alınıyor. Sabık Başbakan
Gazali gibi mon- sörler yardımın sadece Fransa ve Batı’dan alınmasını savunuyorlar,
aksi yönde görüş beyan eden (Arapçı kanattan) Ahdar îbrahimîyAn\7.
kalıyordu. Fransa’nın Yeni Başbakan Bulidy’e ihtiyatlı yaklaştığı belirtiliyor.
ABD’nin de isteğiyle FIS liderlerine karşı aynı sertlik ve müsamehasızlık
sürdürülmekle birlikte haklarında idam kararı verilmeyeceği kulislere sızan
duyum ve haberler manzumesinden...
[Zaman, 17 Temmuz 19921
CEZAYİR Savunma
Bakanı Halid Nezzar’m “Böyle giderse İslâmcıların kökünü kazıyacağım”
demesinden birkaç gün sonra Devlet Bakanı Budiyaf tertip bir suikasta kurban
gitti. Batı basını ve Türk basınının büyük kısmı önyargılı ve şartlanmış
olduklarından dolayı zanlıyı hemen teşhis ettiler. Yapsa yapsa bu işi FİS’in
fanatik taraftarları yapabilirdi. Türkiye’deki safderun bazı İslâmî basın
organları da bu iddialara adeta sahiplenerek Budiyaf’m Medeni’nin bedduasına
uğradığını ve çarpıldığını yazdılar. Bu da ayn bir garabet. Ama Sedat Sertoğ-
lu gibi görgü tanığı imişçesine olayı anlatan ve FİS’in aleyhinde şehadette
bulunan kalemler de vardı. Fahir Armaoğlu da ters köşeye yatanlardandı. Halbuki
resmî olarak ne FIS suçlandı ne de FIS böyle bir suikaste sahiplendi. Aksine
Abbas Medeni’nin oğlu Üsame Medeni olayla kendilerinin yakından uzaktan bir
bağlantısı olmadığını failin de rejimin kendisi olduğunu söyledi. Ancak
Cezayir basını da yukarıdan aldığı telkinlerle hadiseyi Müslümanlar’a
maletmeye, yamamaya çalışıyor. Hiç zahmet etmesinler, mızrak çuvala sığmaz.
Olayı basite indirenler için elbette, Halid Nezzar’ın deyimiyle suikastın faili
6 ay içinde 100 kadar güvenlik görevlisini öldüren FIS taraftarları
olmalıydı.
Suikastın baştan tertip olduğu erbabına sırlıyordu. Hadiseden birkaç gün
sonra Cezayir Haber Ajansı APS cinayeti failinin Cezayir İstihbarat Teşkilatı
Karşı Casusluk Bölümü mensuplarından bir teğmenin işlediği bildirdi. Siz buna
itiraf deyin. Budiyaf m mevcut yönetiminin her iki kanadıyla da; asker ve sivil,
arası bozuktu. Başbakan Sid Ahmed Gazali ile yürütülecek politikalar üzerinde
anlaşamıyordu. İkincisi yönetimin üzerinden asker gölgesini uzaklaştırmak
istiyordu. Tabiî yurtdışına çıkarılan 26 milyar dolann akıbetini ortaya
çıkaramaması, yolsuzlukların üzerine gidememesi, prestijini sarsıyordu. Kısaca
halk ile kendisini iktidara getiren soyguncular arasında kalmıştı. Daha
bağımsız hareket etmek ve yönetimi yeniden yapılandırmak istedi. Bu, askerler
tarafından yönetime sahiden sahiplenmek olarak algılandı. Onlar kukla getirmişler
karşılarına işi ciddiyete alan biri çıkmıştı. Zaten ölmeden önceki son sözleri
de iktidar muhterislerine çatmak olmuştu. Tuzak Annabar’da kurulmuştu. Öyle
ki, burası FTS’ın kalesi olarak biliniyordu. Ta ki fatura FIS’a çıkarılsın. The
Guardian\n deyimiyle rutin bir geziye çıkmıştı. Ama bu gezide rutin olmayan
şeyler de vardı. Tertip, tuzak, gibi. Gezilen diğer şehirlerde Budiyaf a eşlik
eden İçişleri ve Enformasyon bakanlan nedense Anna- ba’ya gitmemişlerdi.
Gelecek hafta Cezayir Devrimi’nin 30. yılı kutlanacaktı. Kutlama ağız
tadıyla yapılamayacak. Budiyaf öldürüldü. Yalnız adam Budiyaf iktidara
gelmekle düşmanlarının sayısını artırmıştı. Eski silah arkadaşlarından Hüseyin
Ait Ahmed’le bile arası açılmıştı. İnatçıydı ama dostunu, düşmanım daha da doğrusu
yönettiği ülkeyi tanımadan Öldürüldü. Zalim konumundayken mazlum oldu. Şimdi
kendisine en güçlü halef Savunma Bakanı Nezzar. Eğer dış dünya sivil bir
görüntüyü tercih ederse Ahmed Gazali askerlerin maskesi olarak daha da ön plana
çıkabilir. Ne tevafuk ki, Cezayir’in Birinci Devlet Başka
m Ben Bella ile Üçüncü Devlet Başkanı Şadlı Bin Cedid’in akıbeti aynı
oldu. Yönetimden uzaklaştırıldılar. İkinci Başkan Huvarı Bumedyen ile Dördüncü
Başkan Muhammed Budiyaf m kaderleri de ortak. Bumedyen’i İslâm bombası çalışmalarından
dolayı Fransa ile Mossad ortaklaşa ortadan kaldırırken Budiyafı da
Cezayirlİler’in kendisi öldürdü. Eğer olayın arkasında başka parmak yoksa.
Fransa gibi. Zira Cengiz Çan- dar’ın bahsettiğine göre bazı Araplar Budiyaf m
Amerika’nın adamı olduğu için öldürüldüğünü savunuyorlarmış. Böyle bir
adam için son söz ne olabilir ki. Duygularım karmakarışık...
IZaman, 3 Temmuz 1992]
CEZAYİR hadiseleri insanlık için büyük ibretler ve dersler taşıyor. Bu
gibi hadiseler öğretici oluyor. İnsanların, müessesele- rin gösterdikleri
tavırlar, onların gerçek kimliklerini ve yüzlerini ortaya koyuyor. Bazıları
hadiseyi bahane ederek Müslümanları suçlamaya yeltendi. Yalancının mumu
yatsıya kadar yandığı için; gerçekler ortaya çıkınca, gece yarısı fenersiz yakalandı.
Her yerde Müslümanların ezildiğini gören bazı kimseler de bu hadiseyi tatmin
aracı yaparak ters köşeye yattı. “Cinayeti Müslümanlar işlemese bile,
sahiplenelim, karşı tarafı korkutalım” zihniyetini taşıyorlar. İranlı bazı
basın—yayın organları hadiseyi bu zaviyeden değerlendirdi.
Mamafih herkes hadiseyi istediği gibi değerlendirebilir. Bununla birlikte
gerçekler ortaya çıkınca yorumlar sakıt olur.
Kurban Bayramı’nda Mısır’da laik elitlerin ileri gelenlerinden Ferec
Fude öldürüldü. Failler yakalandı. Fail belli meful belli olunca hadise netlik
kazandı. Cinayeti cihad hareketi işlemiş. Ancak Mısır’da netlik kazanmayan
hadiseler de vardı. Şeyh Zehebi’nin cinayeti gibi. Bu cinayetin, İslâm’a dayalı
şahsî hukuku laik hukukla değiştirmek isteyen Cihan Sedat’ın projesine karşı
geldiği için istihbarat teşkilatı tarafından işlendiği ve daha sonra da Şükrü
Mustafa ve cemaatinin üzerine yı
kıldığı anlatıldı. Cinayetten önce gerçekten de fıkhî bazıkonu- larda Şükrü.
Mustafa ve Şeyh Zehebi basın aracılığıyla tartışmışlardı.
Sedat’ların bu cinayetle hem bir engelden (Zehebi) kurtuldukları hem de Şükrü
Mustafa ve arkadaşlarını tasfiye ettikleri yorumları yapıldı. Tabiî devlet,
cinayeti Şükrü Mustafa’nın taraftarlarının işlediğinde ısrarlıydı.
Bir hakikati tescil için şunu da söylemek yerinde olur; Şükrü Mustafa ve
taraftarları reaksiyoner tiplerdi. Bu hükme varırken devletin hazırladığı
olumsuz ortamın payını da unutmamalıyız. Ve yine hatırlanmalıdır ki Türkiye’de
bazı kesimler o zaman (Şura, Tevhid dergileri gibi) Şükrü Mustafa ve
arkadaşlarını bayraklaştırıyorlardı.
Sedat suikastına gelince, bu spontane, kendiliğinden işlenmiş bir
cinayet. Yani sanıldığı gibi arkasında bir örgüt yok. Elbette işin ilahi
adalete müteallik tarafları var. Bugün Mısır’ın resmi otoriteleri bile Halici
İstanbuli ve arkadaşlarının suikastı tek başlarına işledikleri hükmüne
meylediyor. Hatta cinayetin Abdusselam Ferec ve Cihad Organizasyonu ile
doğrudan bağlantılı olmadığı da rapor ediliyor. Halbuki o sıralarda Mısır rejimi
hadisenin arkasında uluslararası boyutlar arıyordu.
Ferdî suikast ve tedhiş hareketlerine gelince, İslâm’ın bu tür
hareketleri tasvib ettiğini söyleyemeyiz. Ayrıca şahsî insi- yatifi kitlenin
inisiyatifine de bağlamamak gerekir. Ama böyle . hadiseler tahakkuk etmişse;
(Budiyaf’ın kendi korumaları ve emir komutasındaki insanlar tarafından
öldürülmesi gibi) belki istihkak kesbetmişti diyebiliriz. İhvan tarafından
eylemleri tasvibe mazhar olmayan Sudan Millî İslâm Cephesi lideri, teo- risyen Hasan
Turabi münferid eylemleri mahkum etmektedir. Biz “La vekse vela şataf”
yani “İfrat ve tefrit” yok diyen bir Resulün takipçileriyiz.
Yeniden Cezayir hadisesine dönecek olursak Budiyaf cinayeti kördüğüm
gibi görünse de cinayetin FIS tarafından iş-
lenmediği kesinleşmiştir. Aksini iddia edenler müfteridirler. Dana
altında buzağı arayan Mısır basını bile cinayetle ilgili İslâmcıları
suçlamaktan vazgeçmiştir. (2.7.1992 tarihli sayı) el-Ahram’^ göre
Budiyafm oğlu Nasır cinayeti komplo olarak niteleyerek özendiricileriyle
birlikte faillerinin ortaya çıkarılmasını istemiştir.
el-AhramA göre şüpheliler listesinde eski Başkan Şadli bin
Cedid de bulunuyor. Şadlı ile Budiyaf’m arası baştan bu yana açık. Cenazede
atılan sloganlardan biri de “Katil Şadli’dir. İkinci bir ihtimal de
FlS’lilerin salıverilmesine içerleyen bazı fanatik laik subaylar. Başka bir
ihtimal de Budiyafm devlet içine nafiz olmuş mafya tarafından öldürülmesidir.
Cezayir’den bildiren Hürriyet muhabiri Fatih Güllapoğlu aynı ihtimalleri
serdetmektedir.. Fatih Güllapoğlu’ nun bazı ilginç anekdotları şunlar:
“Budiyafm bundan birkaç hafta önce tele- vizyanda yaptığı bir konuşmada
“Danışma Konseyi kurmak is- tiyomm. Ne yazık ki henüz 60 dürüst adam bulamadım”
sözleri Cezayir’deki politik ve diplomatik kulisin kulaklarında çınlıyor. Bu
sözleriyle aralarında ordu mensuplarının da bulunduğu yakın çalışma
arkadaşlarını da suçlamış olan ve yine çok kısa bir süre öncesinde kim olursa
olsun rüşvete karışmış herkesi tek tek ortaya çıkarıp Cezayir halkı adına
adaletin hesap sormasını sağlayacağım” diyen Budiyafm devlet içerisinde kümelenmiş
“yolsuzluk mafyası”nm kurbanı olduğuna hemen herkesıkesin gözüyle bakıyor...”
Türk basıcında, ters köşeye yatarken böyle direkten dönenlere de rastlanıyor.
el-Ahram’ın Paris Temsilcisi Şerif Subaşı Fransa’nın demokratik
yollarla dahi olsa FIS’ın iktidara gelmesini istemediğini aksi takdirde
Afrika’nın toptan sarsılacağına inandığını kaydediyor. Fransızlar Türkkaya
Ataöv gibi FIS’e FLN’in yavrusu olarak bakıyorlar ve FLN yönetimini de istemiyorlar.
Şerif Şubası’ya göre Budiyaf iki şey yaptı, FIS’ın ve
askerlerin iktidara gelmelerini engelledi. Bunun için Fransa eski mirasın
tasfiyesi için Budiyaf a elinden geldiği kadar yardımcı oluyordu. Ama kimilerine
göre de Budiyaf kaldıramayacağı bir yükün altına sokularak baştan
kandırılmıştı. Bunun için cenazede atılan sloganlardan biri de: “Seni öldürmek
için getirdiler” di...
Yeni yönetim
Beklentilerin aksine devlet başkanlığına General Halid Nez- zar getirilmedi.
Bunun sebeplerinden biri zan altında olmasıdır. İkincisi içte ve dışta askeri
bir yönetimin tercih edilmemesidir. Sonuncusu da sağlığının pek yerinde
olmamasıdır. Nez- zar’m yerine dengelere daha uygun biri seçildi: Ali Kafi
(64) kurtuluş mücadelesi sırasında Messali Hac ile birlikte çalışmış. 1959
yılında Cezayir’in sürgündeki parlamentosu niteliğindeki Cezayir Devrimi Millî
Konseyi Sekreterliği’ni üstlenmek üzere ülkesinden ayrılmış. Ali Kafi 1961
yılında Kurtuluş Ordusu’na albay olarak atanır ve daha sonra Mısır, Suriye,
Lübnan, Libya ve Tunus’ta diplomat olarak çalışır. Başkanlığa seçilmesi ve
kariyeri Bin Cedid’i andırıyor. Şadli de albay rütbesinde ve tali bir
görevdeyken çeşitli dengeler sebebiyle Bumedyen’e halef seçilmişti. Kardeş Cezayir
için hayırlısını diliyoruz.
]Zaman, 5 Temmuz 1992]
ABD’NİN Sudan’ı suçlama gerekçelerinden bir diğeri de Cezayir İslâmî
Selamet Cephesi gibi radikal ve fanatik örgütlere yataklık yapması. ABD,
Sudan’ın barındırdığı sözde terör ve radikal İslâmî örgütlerin çetelesini
tutmuş. Buna göre Filistinli örgütlerden Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk
Cephesi, Filistin’in Kurtuluşu için demokratik Cephe, Hamas, İslâmî Cihad,
Cezayir İslâmî Selamet Cephesi, Tunus Nahda hareketi (İngiltere son olarak
Raşid Gannuşi’ye siyasî iltica hakkı tanıdı) Yemen’den Islah Hareketi,
Mısır’dan el-Cemaat el-İslâmiyye Sudan’da barınıyor. Hatta hatırlanacağı gibi
Ömer Abdurrahman ABD’ye vizeyi bu ülkeden almıştı. Ayrıca Hizbullah’ın
kurulmasında emeği geçen İranlı diplomat Macid Kamil’in Sudan’da görev yapması
da aleyhte bir delil sayılıyor. İstihbarat kaynaklarına göre Kamil
talimatlarını doğrudan doğruya Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin
Şeyhülislamdan alıyor. Hüseyin Şeyhülislam ise California Berkeley Üniversitesi
eski öğrencilerinden ve 1979 yılında Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin işgalinde
rol oynamış. Bunlar Sudan’ın aleyhine delil olarak kabul ediliyor. Ve ABD
Sudan’daki elçilik görevlilerinin sayısını azaltma kararı aldı.
Bağımsız ve hükümran bir devlet olan Sudan terörle suçla
nıyor. Ya zaferi çalman ve liderleri içeri atılan FİS’e ne demeli?
Basınımız hâlâ yanlışında ısrar ederek FİS’i bir terör örgütü olarak gösterme
hamakatı ve kastı içinde. Bunun böyle olmadığını kendileri de biliyor. Ama
bunu yapmak zorundalar çünkü gladyo, mafya ve bilumum gizli ve çirkin tezgahın
işlemesi için iftiradan, karalamadan ve dikkatleri başka yöne çekmekten başka
çare yok. Talihsiz Cezayir’de son terör kurbanlarından biri de eski
başbakanlardan Kasdı Merbah. Kasdı Merbah ılımlılığıyla bilinen ve FİS’e de
şans tanınmasını isteyen politikacılardan biri. Meğer değerli Türk basınına
göre diyaloğ kapılarını kapatmak için Merbah’ı aşırı dinciler öldürmüş. Delil
mi istersiniz, işkembei kübra ne güne duruyor. Halbuki Cezayir hadisesini
yakından takip edenlerin de bildiği gibi ordu içinde ve devlet kademelerinde
ılımlılar ile sertlik yanlıları arasında bir mücadele var. Müstafi Başbakan
Belaid Abdusselam’da ılımlı kanattan biri olarak tanınıyor.
Katiller yine devlet içinde. Aynen Budiyaf hadisesinde olduğu gibi.
Merbah’ın partisi olan Gelişim ve Adalet İçin Cezayir Hareketi’ne göre bu
cinayet de profesyonel katillerin işi. İşte gelin de bizdeki faili meçhul
cinayetleri hatırlamayın. Cinayeti binleri işliyor ama katillerin adresleri
önceden malum: İslâmî kesimler. Bu açıdan da Cezayir’i yakın takibe almak lazım.
Muhtemel olarak gerçek katiller Müslümanlar’ı terörizm ile suçlayan kesimler
arasında bulunuyor. Kanaatimizce Türkiye’deki faili meçhul cinayetler ile
Cezayir’deki cinayetleri örgütleyenler de aynı uluslararası güçler ve onların
içteki yardakçıları. Bunların adreslerini İsrail ve Batı’da aramak gerekiyor.
Abdullah Ceballah tarafından yönetilen İslâmî Yeniden Doğuş Hareketi’ne göre
ise, eski başbakanın öldürülmesi, ülkeyi uçurumdan aşağıya itmeyi amaçlayan
Batılıların işine yarıyor. Merbah’ın eşi Fatma Merbah’ın yeni başbakan Rıza
Ma- lik’e söylediği sözler de ilginç;
‘Dikkat edin, size zehirli bir hediye verdiler. Kocam her zaman
hükümetin adamlarını korudu ama onlardan hiçbiri onu düşünmedi...’
FİS de yayımladığı 7 no’lu bildirisinde Kasdi Merbah’m hükümet
tarafından öldürüldüğünü ilan etmiştir. Bildiri de şöyle denilmekte: ‘General
Lamari başkanlığındaki askeri cuntanın sopası altındaki bu rejim, onun kuyrukları
ve ajanları, eski Başbakan Merbah ve yanmdakilerin hayatına mal olan suikastin
düzenleyicilerdir...’ FİS, güvenilir kaynaklardan aldığı bilgiye göre,
Cezayir’deki yönetimin ‘Halka karşı uygulanan vahşi politikayı eleştiren
tanınmış kişileri ortadan kaldırmak için komplo kurduğunu da belirtiyor. Eğer
cinayetler İslâmî kesimler işlemiş olsaydı, suçlamaları yapanların iddialara
mesned teşkil edecek kanıtları bulmakta güçlük çekmemeleri gerekirdi. İftirayı
atanlarla cinayeti işleyenler aynı kesimler olduğu için cinayetler faili meçhul
olarak kalmaktadır. Cinayetten hemen sonra el~Cemaat el-İslâmiyye diye
daha önce Cezayir’de adı sanı duyulmamış fason bir örgüt cinayetin
sorumluluğunu üstlendi. Bizdeki faili meçhul cinayetlerin ardından yapılan sahiplenmeler
gibi. Merbah’m cenaze merasimine FİS’in temsilcilerinden emekli albay Emhadi
Said’in de katılması örgütün açıklamalarıyla paralellik arzediyor. Şarkul Avsat
gazetesinin de yazdığı gibi (25-8-1993) bütün işaretler gladyoya çıkıyor. İşte
asıl mesele bu düğümü çözmekte.
Cumhuriyet Gazetesi Çetin Emeç cinayeti konusunda yeni bir boyut
getirdi. Gazeteye göre cinayetin arkasında Suriye Muhaberatı ile ilişkisi olan
Türk vatandaşlığına geçmiş Muhammed Celal Zehebi var. Ama meselenin düğümleri
Hizbul- lah’a ve Victor Kamhi’ye kadar uzanıyor. Yani hadise de bir çok grift
boyut ve çapraz ilişkiler var. Hizbullah, Suriye Muhaberatı ve Museviler gibi.
Hatta gazete Zehebi’yi DGM’nin koruduğu yolundaki iddialara yerveriyor. Babı
Ali’de bu hadise
nin örtbas edilmesi için bazı Musevi grupların ilgili mercilere baskı
yaptıkları dedikodusu dolaşıyor. Bütün bu bulgular bizi iki yıl önce Zaman’ın
attığı bir manşet başlığına götürüyor: Fundamentalist Kılığında MOSSAD
Ajanları’
sosyal hayatta en müessir olan
iki grup ulema ve ümeradır. Bu konuda ne kadar yorum yapılsa yeridir. Tarih
boyunca iki grup da birbirini etkilemiştir. Ulema daima ümeraya menfi ya da
müsbet, yol göstermişlerdir. Yöneticileri başarıya sevkeden ilim adamlarıdır.
Keza bazen ulemanın yanlış telkinleriyle yöneticileri inhiraf çizgisine
taşıdığı da olmuştur. Bundan dolayı iyi çığır açanlar övülmüşler, kötü çığır
açanlar ise yerilmişler- dir. Asrımız,kelimenin tam anlamıyla dindar olmayan
liderlerin resmi geçit yaptığı bir devirdir. Bu bağlamda Hitler, Lenin,
Stalin ve nicelerini sayabiliriz. Hitler ve Stalin gibi liderlerin
meşhur Alman filozofu Nietzche’den etkilendikleri söylenir. ‘Böyle
Buyurdu Zerdüşt’ gibi sahasında erişilmez bir eser yazan Nietzche ne yazik
ki nihilist bir düşünce yapısına sahiptir. Ender yazdığı eserlerden birisi de
adeta Hristiyanlığa isyan ve başkaldırıdan ibarettir. Geçtiğimiz günlerde bazen
makalelerinde bir gözlemci gibi Müslümanların transformasyonunu mercek altına
alıp inceleyen Milliyetin yazarı Ahmet Oktay, Selim İleri ve Yakup
Kadriye atfen Atatürk’ün Nietzche’ci olduğunu ileri sürüyor. Atatürk’ün
okuduğu kitaplar listesinde yeralan bir başka eser de İtalyan müsteşrik Caetanîrim
İslâm Tarihidir. Eseri terceme eden İttihatçıların ileri gelenlerinden
Ahdullat Cevdet diye nam yapmış tıbbiye çıkışlı Abdullah
Cevdet’tir. 20 yıl kadar önce Mehmet Asım Koksal Hoca kendi çapında
bu esere bir reddiye yazmış idi. Ahmet Oktay’dan öğrendiğimize göre Selim
İleri, Kırık Deniz Kabuklan adlı eserinde Atatürk’ün ve döneminin fazla
konuşulmamış ya da konuşulanınmış özellik ve olgularını açık yüreklilikle
gündeme getiriyormuş. M. Kemal’i ve çağımızın diğer liderlerini, saplantılardan
azade, açık yüreklilikle ve tarafsız bir gözle ve Selim İleri’nin hikayeci
üslubuyla anlatacak eserlere ihtiyacımız var.
Türk ekonomisi üzerindeki PKK kamburunun boyutları tüm çarpıcılığıyla
yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Daha önce KDV oranlan terörle mücadele için
yukarıya çekilmişti. Hatta bazıları yapılan KDV zammını PKK vergisi şeklinde
algılamıştı. Ancak resmilerin açıklamalarıyla PKK’nın Türk ekonomisi üzerindeki
tahribatının vahametini kavramış olduk. Devlet Bakanı Ali Şevki Erek’in
açıklamasına göre devlet bu yıl PKK ile mücadele için 164 trilyon lira, yani
8.2 milyar dolar harcayacakmış. Aşağı yukarı bu rakam Türkiye bütçesinin
beşte birine, ihracatının da yansına tekabül ediyor. Yine tahminlere göre
PKK’nın turizm gelirlerine yaptığı muhtemel zarar 1 ile 1.5 milyar dolar
arasında. Geçen yıl ise PKK ile mücadele için 7 milyar dolar harcanmış. PKK
terörü 10 yıl içinde de 10 bin 600 kişinin ölümüyle sonuçlanmış. Neresinden
bakılırsa bakılsın rakamların ifade ettikleri gerçekler korkunç. Bu, genel
ekonomik gidişat üzerine de kötü şekilde yansıyor. Sudan gibi bir ülke de 1955
yılından beri ayrılıkçılarla mücadele ediyor. Geçmiş yıllarda SPLA (Sudan'ın
PKK’sı) ile mücadele için günde 1 milyon dolar harcıyorlarmış. Sudan
şartlarında düşünüldüğünde bu para büyük meblağ. Maalesef İngiltere Kuzey
İrlanddyr kaybetmemek için İrlanda Kurtuluş Ordusu ile mücadele ederken
öbür taraftan kalkıyor, Sudan’daki ve Kuzey Irak’taki ayrılıkçı hareketleri
destekliyor. İngiltere Parlamentosu’nda Archer gi
biler ve Anglikan Kilisesi hem Sudanlı, hem Kuzey Iraklı ayrılıkçıları
destekliyor ve hem de PKK meselesini kaşıyor. Nefesi kokan İngiltere’nin dünya
üzerinde bu kadar fırıldak çevirmesi çok garip ve ilginç. Bu kadar zayıf
dönemlerinde bu kadar aktif olmaları karşısında şapka çıkarmak gerekiyor.
Geçenlerde KolombiyalI Medellin Karteli ile PKK arasında terör ve uyuşturucu
kaçakçılığı kapsamında bir benzerlik kurmuştuk. Uzun yıllar terör örgütü olan
Asala ve PKK’ya yardım yaptığı ileri sürülen Behçet Cantürhün uyuşturucu
mafyası ile bağlantıları da aradaki benzerlik yoğunluğunu artırıyor. Medellin
Karteli gibi terör ye uyuşturucu ticareti alanında iştihar eden Behçet
Cantürk’ün bir başka önemli özelliği de annesi tarafından Ermeni olması.
Kendisinin de itiraf ettiği gibi; annesi sonradan ihtida etmiş bir Ermeni: Hatun
Demirciyan. Oğlu Behçet gibi Hatun Demirciyan’m ölümü de sis perdesiyle
kaplı.
25-26 ocak tarihlerinde
Cezayir’de Millî Konferans yapılacak. Bu konferans vesilesiyle gelecek üç yıl
için Cezayir’i yönetecek Üçlü Başkanlık Konseyi belirlenecek. Ocak 1992’den
beri ülke Budiyaf ve Ali Kafi liderliğinde ve Beşli. Konsey tarafından
yönetiliyordu. Yeni Üçlü Konsey için Buteflika gibi bazı liderlerin adı
geçiyor. Konferans öncesi Cezayir Yönetimi yeterli olmasa bile olumlu
denebilecek bazı adımlar atü. Tutuklu FİS liderlerinin cezaevlerindeki
durumları düzeltilirken Sah- ra’da bulunan iki tutuklama kampında (Ain M’Guel
ve Oued Namous) ve göz hapsindeki Müslümanların salıverilmesi kararlaştırıldı.
Kamplarda 780 civarında FİS mensubu bulunuyor. Ancak Batılı diplomatlar da bu salıvermelerin
iki taraf arasındaki diyalog ortamını geliştirmeye yetmeyeceği kanaatindeler.
Zaten FİS’in Almanya’daki temsilcilerinden Rabab el-Kebir Uluslararası
Fransız Radyosu’na yapüğı açıklamada: ‘Bazı kardeşlerimizin salıverilmesinden
çok sevinçliyiz. Fakat bu yeterli değil. Bütün şeyhlerimizin serbest
bırakılması gerekir’ şeklinde konuşuyor. Cezayir’de iki yıldan beri Müslüman,
güvenlik görevlisi ve sivillerden müteşekkil 1900 kişi hayatını yitirmişti.
Gelecek hafta yapılacak olan konferansa, Uluslararası Müslüman Kardeşler
Teşkilatı’na bağlı Hamas hareketi iş
tirak ederken, Berberi destekli Sosyalist Güçler Birliği boykot
ediyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri karanlık güçler ve bazı
istihbarat teşkilatlan özellikle İslâm’ın adını teröre bulaştırmaya özen
gösteriyorlar. Rabab el-Kebirise, son zamanlarda gerçekleştirilen bazı
suikast olaylarının ordu güçlerince yapıldığını, böylelikle askeri yönetimin
varlığını meşrulaştırmaya çalıştığını belirtiyor ve yabancılan öldürmekten
bizim ne gibi bir çıkarımız olabilir diye de soruyor. Zaten Frangda bazı
bakanlar Cezayir’de işlenen faili meçhul cinayetlerden bir çoğunun devletin
içindeki farklı fraksiyonlar tarafından tertip edildiğini açıkladılar. Fransa
bu konuda bir skandala da sahne oldu. Zamanında De Gaulle ile birlikte
Cezayir’de sürgünde yaşayan Fransa İçişleri Bakanı Pasqua’xxvn. adı
FİS’e karşı komploya karıştı. PKK, Nahda ve FİS aleyhine başlatılan kampanyalar
sırasında tutuklanan FİS yanlısı lider Musa Krauc- he\ın evinde yapılan
aramada ele geçen önemli bir belgenin aslında polis tarafından evine
yerleştirildiği ortaya çıktı (Milliyet 12 Şubat, FİS’in 14.1.1994 tarihli
Tabsira adlı bildirisi). Cezayir’de uzlaşma sağlanamaması halinde FİS’in
sürgünde bir hükümet kurma fikrinde olduğu da son gelen haberler arasında.
Bosna meselesini yaza yaza
konuşa konuşa neredeyse dilimizde tüy bitti ama henüz Galinin oyunları
ve madrabazlıkları bitmedi. Daha önce Genel Sekreterliğe gelmesinden dolay,
kıvanç duyan Mısırlı yazarlar bile Gali’den utanmaya başladılar.. Nasıl
ABD’nin Bosna’ya yönelik vurdum duymazcı politikasına reaksiyon olarak bazı
dışişleri bakanlığı görevlileri istifa ettiyse BM barış gücünün görev yaptığı
Bosna ve Somali- gibi bölgelerde bir çok komutan GöZfnin düzenbazlıkları ve savsaklamaları
yüzünden istifasını bastı. Gali ise müdahale konusunda Fransa ve benzeri nice
ülkelerle ters düştüğü halde koltuğuna mıhlanmış gibi istifa nedir bilmiyor.
Aslında görevini yapıyor çünkü onu bu makama tensib edenler sonucunu iyi biliyorlardı.
Şimdi de Bosnalı Sırplara hava müdahalesini engellemek için Temsilcisi Akaşîyi
gerekçe göstererek bahaneler uyduruyor. Sanki Akaşi Gali’nin günah keçisi.
Bütün kriz bölgelerinde Gali’nin Müslümanlar aleyhindeki tarafsızlığı tescil
edilmiş durumda. Bundan dolayı Ali İzzetbegoviç ‘gölge etme başka İhsan
istemem’ der gibi barışın temini ve maslahatı için Gali’nin derhal istifa
etmesini istiyor. Malezya Başbakanı Mabathor MuhammedAe. görüşmesinden
sonra Gali’nin Genel Sekreterliği döneminde dünyada küçük çaplı savaşların
arttığına ve BM’nin bu konuda kılını, kıpırdatmadığına dikkat çekmiştir.
Gali’nin Akaşi’nin Bosnadaki Sırp mevki ve mevzilerine bombardıman
istemediğini ileri sürerek ipe un serdiğini hatırlatıyor.
Bosna-Hersek Başbakanı ZıladziÇin defaatle istifasını is- ’
temesihe rağmen hâlâ makamını bırakmamakta direnen utanmazlardan biri de
İngiliz dayatması Lord Oweri’dir. Geçenler de Avrupa Birliği, Lord Owen
için güven oylaması yapılmasını istemişti. Sözde Avrupa Birliği’ni temsil eden
ancak arabuluculuk sürecindeki taraflı davranışlarından dolayı inandırıcılığını
dolayısıyla üzerindeki Avrupa Birliği siyanetini, şemsiyesini yitiren Owen ne
diye hâlâ bu makamı işgal ediyor ki! Ankara’da gazeteci bolluğuna sinirlendiği
gibi Avrupa Toplulu- ğu’nun Owen’in arabuluculuğunu tartışma mevzuu yapmasına
da içerleyen İngiltere Dışişleri Bakanı Hurd, İngiltere’nin tek başına
da olsa hazreti desteklemeye devam edeceğini açıkladı. Bu arada Rus Yeni
Parlementosu Duma’da Sırplara uygulanan ambargonun kaldırılmasını ve
NATO’nun sırplara hava müdahalesi yapmamasını istedi.
Her davanın küçük kahramanları vardır. İkinci Dünya Savaşı ve Bosna
dramının görgü şahitleri Arına Franklar gibi Bugünlerde Fransa’da
başörtüsünün yeni kahramanı Şehra- zatva yıldızı parlıyor. Fransız okul
müdürünün bütün ısrarlarına rağmen başörtüsünden vazgeçmiyor. Zaten daha önce
yaptığı türban uzlaşması reddedilmişti. Şehrezat bir haftayı geçkin bir
süreden beri açlık grevi yapıyor. Ama yalnız değil. Grev sırasında namaz
kılarken onun namına ziyaretçilerin sorularını kendisiyle birlikte greve
iştirak eden Hristiyan arkadaşı Sandra cevaplandırıyor. Fransa’nın
başörtüsü konusunda katı tutumunu yamuşatması için İslâmî Teşkilatlar Federasyonu
Başkanı Tihami İbriz Fransız toplumuna ve yönetimine çağrıda bulunuyor.
Fransa’nın bu katı tutumu sadece Fransdda değil ülke dışında
mesela Cezayir’de de askeri cuntayı desteklemek suretinde kendini ortaya
koyuyor. ABD ve Almanya Cezayir’de cuntanın İslâmî Kurtuluş Cephesi ile
diyalog kurmasını isterken Fransa askerleri aynı oranda teşvik etmiyor. TbeAurope-
an gazetesi FİS temsilcileri Rabih el-Kebir ve Ûsame el-Me- denz’nin
Almanya’da serbest hareket edebilmesinden dolayı Bonn’un radikal İslâmî
desteklediği kanaatma varmış. Hatta bizzat bu desteğin arkasında Alman
İstihbarat Teşkilatı BND’nin bulunduğunu ileri sürülüyor. Bu çerçevede gazete
Almanya’nın Fas Büyükelçisi muhtedi Wilfried (Murad) Hofmann’ in
Rabat’ta yaptığı Fransız kolonyalistlere ve kolonya- listler gibi davranan
yönetimlere karşı savaşı meşru addeden konuşmasını hatırlatıyor. Buradan yola
çıkılarak FİS’in iktidarı devralması halinde Almanya nufuzunun bu ülkede
Fransız nufuzunun yerini alacağı yorumu yapılıyor.
Buğun yarın Cezayir’de Millî Uzlaşma Konferansı yapılıyor. Ancak ülkedeki
laik ve İslâmî kesimler arasında çok çeşitli bölünmeler var. iktidarı temsil
eden ordu, Yüksek Devlet Konseyi ile yürütme yani hükümet arasında çatlak ve
didişme var. Hepsi ayrı telden çalıyor. Müslümanlar ise FİS, Nahda; Hamas ve
Silahlı gruplar olmak üzere bir kaç parça. Bu parçalanmalar Cezayir’deki
mücadele eden tarafları zayıflattığı gibi ülkeyi dış müdahaleye açık hale
getiriyor. Bu bağlamda Fransa ve ABD farklı grupları destekliyor. ABD
Afganistan örneğinde olduğu gib Fransa’nın Kuzey Afrika’daki nufuzunu sarsmak
için taktik olarak İslâmî hareketleri desteklediği imajım veriyor. Fransa ise
Cezayir’de Müslümanların iktidara gelmesi halinde batılılaşmış grupların
Fransa’ya kaçmasından ve bunun da yabancı meselesini depreştirerek sağı
güçlendirmesinden korkuyor. Tabiî en büyük sebeb de FİS’in gelmesi halinde
Cezayir’deki nufuzunu yitirme endişesi. Bu noktada Fransız çıkarlarıyla Ce
zayir ordusunun idealleri bir potada buluşuyor. Bir Cezayirli general
Fransa ile yaptıkları 100 milyon dolarlık yeni silah bağlantısı ve 70 bin yeni
asker celbi sayesinde fundamenta- listlerin işini bitireceklerini iddia ediyor.
Fransa sadece ordu içindeki bazı generalleri değil hükümet içindeki Rıza Malik,
Saad Sadi gibi diyaloga karşı çıkan grupları da destekliyor. Ancak Fransa ve
ABD, durum böyle giderse gelecek altı ay içinde İslâmcıların Cezayir’de
iktidarı devralmalarına muhakkak gözüyle bakıyor. ABD’nin eğilimlerine yakın
olan politikacılar ise FİS’le köprüleri yeniden kurabilecek kıratta olan ve
Arapçı kanadı temsil eden Talib îbrahimi, Enver Haddam, Savunma Bakanı Emin
Zerval ve son olarak bu gruba katılan Halit Nez- zar’den oluşuyor.
Geçenlerde Vatan ve diğer bazı gazeteler Halit Nezzar’a saldırarak
ABD’nin işaretiyle orduya karşı yürütülen şiddet operasyonlarına ortaklık
ettiğini ya Rıza Malik’in yolundan gitmesini ya da ABD’ye iltica etmesini
teklif ediyordu.
öncekİ gün siyonistler,
hafızalara nakşolan katliam zincirine bir yenisini daha ilâve ettiler. Medyanın
kasıtlı olarak manyak olarak tanıttığı ve yahudinin insanlığa karşı beslediği
maşerî kinin bir parçasına sahip katil Baruh Goldstein’in İsrail ordusunda
yedek asker olduğunu öğreniyoruz. Sözkonusu katliam ve devamında İsrail
askerlerinin de katliamı tamamlar nitelikteki eylemlerinde yetmiş civarında
masum müslüman hayatını kaybetti. 1967 yılından sonra da bazı yerleşimci
Yahudiler benzeri şekilde namaz kılanların üzerine histerik bir şekilde ateş
etmişler, onlarca kişi hayatını kaybetmişti.
Kan ve katliam hevesi, İsrailoğullarının garizesi ve içgüdüsüdür. Bundan
dolayı onların tarihî kan ve katliamlarla doludur. Peygamberleri dahi katleden
yahudilerdeki bu içgüdü, tarihte başlarına büyük belâlar da-getirmiştir.
Bundan dolayı kurdukları devletlerin ömrü yetmiş yılı geçmemiştir. Cenab-ı Hakk
bir zamanlar onları âlemler üzerine seçtiği halde, nâ- mertlikleri sebebiyle
lânetlemiş, Tih’den günümüze onları sürgüne mahkûm etmiştir. Yüzyılımızda
İngilizler’in ve emperyalist devletlerin yardımıyla yeniden Arz-ı Mevüd’da toplandılar.
Belki de bu, kaderin bir cilvesi, Gaybî haberlerin öngördü gibi bu belki de
yahudilerin son toplanmaları olacak.
Aslında bir müslüman olarak yahudinin taşıdığı kini anlamak oldukça zor.
Bugünkü tablonun tam tersine, Ortaçağlarda müslümanların müttefiki oldukları
için hristiyanların hışmına uğramışlardı.
Batıdan çıkıp yayılan anti-semitizmin pek çok sebebi ola- • bilir. Ana
nedenlerin bir tanesi, yahudilerin acımasız tefeciler olarak görüldüğü ve
hristiyanlarla yahudiler arasında sos- yo-ekonomik rekabetin yolaçtığı bir
husumetin sözkonusu olduğu ekonomi sahasıyla ilgilidir. Fakat bunun İslâm’a
ilişkin bir nedeni vardır. The Jews as an Ally of the Muslim (Müslümanların
Müttefiği Olarak Yahudi, Allan Cutler ve H. Cutler) isimli çalışma, ikna edici
bir şekilde ortaya koymuştur ki, Ortaçağ esnasındaki anti-semitizm kökenleri,
Yahudilerin Avrupa’daki müslüman gücün müttefikleri oldukları şeklindeki
hristiyan anlayışına bağlanabilecek nitelikledir (Batt’nın İslâm’la
Kavgası, Asaf Hüseyin).
Yahudilerin hasletlerinden biri de nankörlüktür. Müslümanlarla mazideki
ittifaklarına rağmen günümüzde müslü- manların en azılı düşmanı haline
gelmişlerdir. Baruh Goldste- in’in nevrotik hareketi yahudi şuuraltının bir
tezahürüdür. Bu hareket gerçekte Gazze-Eriha anlaşmasına bir nokta koymuştur.
Barış sürecini korumak için gösterilen telaş da bunun apaçık bir
göstergesidir. Bu hadisede faillerin cezalandırılması meseleyi kökünden
çözmeyecektir. Katliamcı düşünce, insanlığa karşı bağlanan korkunç kinden ve
onun mücessem şekli olan İsrail’in varlığından kaynaklanıyor. Mutasavvıfların,
“varlığın bizatihi suçtur, onun üzerinde suç olmaz” dedikleri gibi. Bölgeye
monte edilmiş bu sun’î devlet yaşadıkça Ortadoğu hiçbir zaman rahat ve huzur
bulmayacaktır. Şiddet şiddeti doğuracak, kin kini besleyecektir. Bittabi ki,
etki tepki teselsülünden kurtulmak için meseleyi kökten halletmek gerekmektedir.
Gazze-Eriha antlaşmasından sonra Ortadoğu’da dinlera- rası diyalog
denemeleri yaşanıyor. Bunlardan bir tanesi de —şayet gerçekleşirse— bu yılın
ortalarında; Haziran-Tem- muz ayında Libya’da yapılacak. Libya asıllı Libyalı
Yahudiler Dünya Birliği Teşkilâtı başkanı Refail Fellah bu
toplantıya İsrail’den bir heyetin de katılacağını açıkladı. Bilindiği gibi
1976 yılında Libya’da uluslararası bir dinlerarası diyalog toplantısı
yapılmıştı. Hatta ilâhiyatçılardan Ali Arslan Aydın izlenimlerini ve tebliğleri
bir kitap halinde neşretmişti. Benzeri bir toplantı da geçtiğimiz günlerde
Kahire’de yapıldı. Mısır Müftüsü Prof. Dr. Muhammed Seyyid Muhammed
Tantavî’nin gözetimi altında tertip edilen toplantıya İsrail’den (Kahire
eski büyükelçisi) Simon Şamir ve Haham Setifi Marks gibi simalar
katılır. Haham Marks, müslümanların huzurunda fütursuzca ve talihsiz bir
konuşma yapar. Konuşmasında konferansa katılan diğer üyelere sataşmalarda
bulunarak, onları tarihten ve gerçeklerden bihaber olmakla suçlar. İsrail’in
Mısır toprakları üzerinde tarihten gelen bir hakka sahip olduğunu ileri süren
Haham Marks, nedense bu gerçeğin gözardı edildiğini pervasız bir üslûpla dile
getirir. Ezcümle Talmut ve Tevrat’a dayanarak der ki: “Bu toprakların mülkiyeti
bize aittir.” Kısaca yahudi yahudi- ler.
Yahudiyi en güzel tarif eden yine başta Tevrat olmak üzere mukaddes
kitaplar. Yarın bir de onlara Kitab-ı Mukaddestin perspektifinden bakalım.
[Zaman, 27 Şubat 1994]
tarihî BİR GERÇEKTİR Kİ, İsrail her
zaman güçlüden yana ve güç- lünün yanında olmuştur. Ortaçağda müslümanlarm
müttefiki olmasının sebebi de yine güce perestişidir.
Yahudiler Babil esaretinden’döndükten sonra Pers esareti altında iken Büyük
İskender zuhur eder, Mısır, İran ve Suriye’yi alır. Yahudiler, bu defa
büyük gücü karşısında Büyük İskender’e yağ çekmeye başlar. Gönüllü bir şekilde
Grek yönetimi altına giren yahudiler onların işgali altındaki topraklarda
onlar namına uşaklık yaparlar ve yerli halklara karşı da komplo içine
girerler.
Trablusgarp’a İtalyan askerleri girince Osmanlıya ve yerli halka ilk
ihanet eden yine onlar olmuştur. Büyük İskender’den sonra yahudiler Greklerle
bütünleşmişler ve ibadetlerinde de onları taklit eder olmuşlardı. Dejenere
olmuşlar, tey- hid dininden putperestliğe dönüş yapmışlardı. Greklerden sonra
Romanın yıldızı parlayınca yahudiler bu sefer de onlara entegre olarak yerli
milletler üzerinde boza pişirmeye devam ettiler. Bilâhere Persler güçlerini
toparlamaya başladılar ve Grek vesayetinden kurtuldular. Bunun üzerine
yahudiler ma- beynlerinde yıldızı parlayan Perslerle Roma arasında rol dağılımına
gittiler.
Günümüzde yahudiler rol dağılımını iç politikalara da uyguladılar. Önce
İngiltere’de; hem İşçi Partisi ve hem de Muhafazakâr Parti çevresinde
kümelendiler. Ardından aynı politikayı ABD’ye uyguladılar. Persler ve
Romalılar arasında rol dağlımı yaptıkları gibi soğuk savaş dönemlerinde de
benzeri bir uygulamayı ABD ile Rusya arasında yürüttüler. Hatta Rusya’ya atom
bombasının sırlarını sızdırdılar.
Yahudilerin özelliklerinden biri de desisedir. Yine Babil esaretinden
kurtulduklarında ilk yaptıkları şey Mısır ile İran arasında fitne tohumları
ekmek oldu. Bu mezmun hasletlerinden dolayı yeryüzünde onbir defa
sürülmüşlerdir. İsrail’in oni- ki kabilede müteşekkil olduğu düşünülürse,
herhalde bugün son haklarını kullanıyor olmalılar.
Bir özellikleri de hak yola batıl bulaştırma gayretleridir. Pavlos’vm
Hristiyanlığın tahrifinde oynadığı rolü İbni Sebe İslâm’da oynamak
istemiştir. Cenab-ı Hakk yahudilerden zâlimleri maymuna çevirmiştir. Şimdiki
zalimleri ve Darwin gibi deccalları da Yahudiliğe vurulan damgayı
(maymunluk) bütün insanlık için genelleştirmeye çalışmışlardır. Kendi karakterlerini
insanlığa maletmeye uğraşmışlardır ve hâlâ da uğraş- maktalar.
Cinselliğin insan hayatında problem olduğunu iddia eden de yine Freud
adında bir yahudidir. İslâm ve Hristiyanlık insanı şerden ve hayırdan mürekkep
bir varlık olarak kabul ederken bilinçaltındaki Tevrat’a ait değerlerin
yönlendirilmesiyle Freud, insanı yoketme dürtüsüne sahip bir varlık kabul eder.
Bu vasıflandırma Yalı udi için doğru olsa bile diğer insanlar için yanlıştır. Freud’a
göre rüyalar insanda bastırılmış duyguların tezahürüdür. Freud yine insanın iç
âlemi itibariyle vahşi bir yaratık olduğunu savunur: “İnsan insanı yoketmekten
hoşlanır” der. Aslında bunları Freud’a söyleten bilinçaltındaki Tevrat tomarlarıdır.
Thomas Hobbes’m “insan insanın kurdudur” veci-
zesi bu felsefenin ruhunu ortaya koyuyor. Freud’un ortaya koyduğu gibi
yahudiler bu garizenin sâikiyle ya da tabiatlarının icaplarını ortaya koyarak
Filistin halkını ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Şimdi yahudiler “insanda öldürme içgüdüsü ya da dürtüsüyle” ilgili
Freud’un Tevrat kaynaklı doktrinini askerî düşünceye tatbik etmeye
çalışıyorlar. Bunu Cengiz Çandar’m makalesinden takip edelim: “İsrail
sadece aşın sağcı ve dinci fanatikleriyle ilginç değil. Dünya tarihinin ünlü
askerî strateji düşünürü Carl Von Clausewitz’den bu yana gördüğü en
yaratıcı askerî düşünürü Martin Van Creveld de (Çandar’dan menimi
[M.ö.]) İsrailli.” Van Creveld Kudüs’teki İbranî Üniversitesi nde askerî
tarihçi. Martin Van Creveld, The Transformation of War (Savaşın
Dönüşümü) adlı kitabıyla askerî düşüncede “devrim” yapmış olarak kabul
ediliyor. Kitabın tezi, Clausewitz’de ifadesini bulan “savaşın politikanın
devamı olduğu” yani bir “amaç” değil, tam tersine “araç” olduğu görünüşü kökten
değiştirmesi.
Pentagon yetkililerinin, “21nci yüzyılda savaşların özelliği ne olacak?”
sorusuna “Van Creveld’i okuyun” cevabını verecekleri kadar “savaş” ve “şiddet”
konusunda devrimci görüşler geliştiren Israilli askerî tarihçi “Fizikî
saldırının insan doğasının bir-parçası” olduğundan hareketle, “şiddet”in bir
“araç” olmaktan çıkıp “amaç” haline gelmekte olduğunun üzerinde duruyor.
Yeni dedikleri tez aslında Freud’un,»hezeyanlarının askerî düşünceye
tatbik edilmesinden başka bırşey değil. Cengiz Çandar’da tezin® üzerine balıklama
atlayıvermiş. Bu teze göre herkes biraz ruh hastası, fanatik.
Freud’un(hezeyanlarından yola çıkan ve İsrail’i ölçek alan Var Creveld, hakkı
olmadığı halde bir genellemeye varıyor. Bu genellemeye göre yoketme dürtüsüyle
meclub olan insanoğlu, önümüzdeki yıllarda ce
maatlar şeklinde birbirinin boğazını sıkacak. Deccal bozuntusu Freud’un
hezeyanları da Darwin’inki gibi tarihin çöplüğünü çoktan boyladı. Creveld’in
tezine gelince onu ancak Pentagon yutar. (Deccal bozuntusu Freud’un hezeyanları
için bkz. Time, “Is Freud Dead?”, November 28, 1993 ve Freud’un bu na-
zariyesinin Tevrat kaynaklı olduğu için bkz. Nihayetu İsrail
ve’s-sihyoniyye, Abdülhamid Vakid, s.67)
\Z, 28 Şubat 1994]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar