Print Friendly and PDF

Ortadoğu Denkleminde Türkler-Kürtler Araplar-Yahudiler





Ortadoğu
Denkleminde
Türkler-Kürtler
Araplar-Yahudiler

MUSTAFA ÖZCAN

Dizgi-lç Düzen:
Karakalem

 

Şubat 1994
İstanbul

İçindekiler

Önsöz........................................................................................... 9

Giriş............................................................................................ 11

BİRİNCİ BÖLÜM.:

Zoraki barış ve getirecekleri

Pazarlayıcılarımız...................................................................... 33

Arafat’ın rüyası........................................................................... 36

İkizler anlaşması......................................................................   39

Barışın sırları.............................................................................. 43

Barışı yaymak............................................................................. 46

İsrail-Vatikan protokolleri.......................................................... 49

Zor barış...................................................................................... 52

Talihsiz ziyaret..........................................................................   56

Araplar, Türkler ve Yahudiler.................................................... 60

Dalgalanma ve yapılanma........................................................... 64

Kimlik krizi................................................................................ 68

Protokoller................................................................................... 72

Sabiteler değişirken..................................................................... 76

Güvenliğimiz İsrail’e endeksli................................................... 79

İKİNCİ BÖLÜM:

İsrail’in ideolojik ve ahlâkî temelleri

God’s favored race..................................................................... 85

İsrail’in kıymet-i ahlâkiyesi....................................................... 88

Tuzak birgün ters dönebilir......................................................... 91

1492 .................................................... :............... ....................   94

Kültürel savaş....................................................... T................    97

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:

Kuzey Irak sendromt.

Gaflet-i vataniyye..................................................................... 103

Nevruz ve Şuubiyye ..............................................................    107

Federe devlet..........................................................................    110

Ayaklı kütüphane...................................................................... 113

Yalancının mumu....................................................................   117

Romancı, politikacı ve lord....................................................... 121

Kardeşlik formülü.................................................................... 125

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:

İslâm 'e terör kisvesi giydirmek ya da İslâmî terör imajı

Suikastın tahlili......................................................................... 131

Terörün gerçek adresi............................................................... 134

ABD’ye uyarlanan Kamhi komplosu....................................... 137

Ajan maskaraları....................................................................    140

Bülbülün dili..........................................................................     144

Vofcik ve sihirbaz...................................................................   147

Şeytan yuvası..........................................................................   152

Hak söz...................................................................................    156

Akıntıya kürek çekenler.........................................................    160

Terör gündemi.................................................................    i.... 163

Barbar ve uygar ....................................................................     167

Batı ve terör.............................................................................. 172

BEŞİNCİ BÖLÜM:

Buhranın tarihî ve kültürel boyutu

Galilerin hikâyesi...................................... '............................. 177

Roosevelt’in cevherleri..........................................................    180

Mübarek’in üçüncü dönemi..................................................... 183

Rüşdîler çifter çifter............................................................ .... 186

Ayrılığın saldırısı..................................................................... 190

Faziletin savunması.................................................................. 193

Son müstagribler....................................................................    197

Lâiklik cephesi........................................................................   201

Mazinin tanıklan.....................................................................   205

“Küllü Efrenci Birinci”..........................................................   209

• İslâmî cephe............................................................. ............. .   214

ALTINCI BÖLÜM:

Tarih sapağında kendini tekrarlayan tarih

Kaddafî ve el-Hakim bi-Emrillah............................................ 221

Kaddafî bilmecesi.................................................................     225

Yehova aslanı.......................................................................... 228

Mucize kıta............................................................................... 231

YEDİNCİ BÖLÜM:

Kara Kıt'a da beyaz yapraklar

Liderlik sendromu................................................................... 235

Günah keçisi............................................................................  238

Sudan kara listede.................... ................................................ 241

Yargısız infaz........................................................................... 244

Şeb’i Yelda............................................................................    248

SEKİZİNCİ BÖLÜM:

Cezayirli amazonlar ya da ters köşeye yatanlar

Kültürel mesh/akültürasyon....................................................   255

Kürt, Berberî: Türkiye,Cezayir................................................ 258

HEP-Sosyalist güçler.............................................................    260

Avrupa’nın Truva atı................................................................ 265

Haçlı-Moğol ortak saldırısı..... ............................................... 269

Cezayirli Amazonlar................................................................ 272

Ah... Minel feminizm.............................................................. 276

Amerikan korsanlığı............................................................... 280

Herzog ve Cezayir.................................................................. 284

Ters köşeye yatanlar..............................................................   286

Cezayir’de yeni dönem............................................................ 289

Cezayir gladyosu..................................................................    293

Çeşitlemeler...........................................................................   297

Geriye tepen tuzak.................................................................   300

Şehrazât.................................................................................... 302

Şeytan’ın müttefikleri...........................................................    306

Yoketme dürtüsü...................................................................    309

Önsöz

KELİME, söz ve yazı insana bir emânettir. Bu açıdan yerli yerin­de kullanmakta insana tevdi edilen bir vazifedir. Kitaplar beşe­riyetin hafızasıdır. İnsanlığın mirasını yansıtan aynadır. Bunun için Araplar “Hiçbir kitap diğerinin yerini doldurmaz” (Lâ yuğ- ni kitâbün an kitâbin) demişlerdir. Aristo da hocası Eflatun’u hakikatle kıyaslayarak şunları söyler” “Eflatun ve hakikat be­nim dostumdur, ama hakikat bana daha yakındır... ”

Bir sohbetiminde emekli büyükelçilerimizden İsmail Be- duk Olgaçay bana şunu sormuştu: “Acaba eski Yunan döne­minde Yahudilerin durumu neydi?” İşte bize bu soruların anahtarları, kitaplardır.

İslâm’ın ilme-ulemâya verdiği değer başka hiçbir değerle mukayese edilemez. Âlimlerin kullandığı mürekkeplerin şe- hidlerin kanma müreccah/ baskın olduğunu hepimiz biliyo­ruz. Buna rağmen zaman zaman müslümanların ilim düşmanı olduğuna dair iftiralara ve karalamalara şâhid olmaktayız. Me­selâ bir zamanlar İskenderiye Kütüphanesi’nin müslümanlar tarafından yakıldığı ileri sürülmüştü. Tarihî hakikatların çürüt­tüğü bu çürük iddialarla müslümanlar horlanmaya çalışılmıştı. Halbuki Dicle’nin sularına atılanlar müslümanların yazmaları olmuştu. Keza engizisyon mahkemelerinin yaptıkları müslü-

manlar ve onların kültürel mirası olmuştu. Bugün Bosna’da kültürel mirasımız berhava edildiği gibi binlerce yazma ve ese­rin bulunduğu Gazi Hüsrev Bey Medresesi de Sırplar tarafın­dan 21nci yüzyılın eşiğinde yakılmıştır.

Özellikle cumhuriyet ve harf inkılâbıyla birlikte mazimiz, günümüzden ve geleceğimizden koparılmış ve ümmî-yarı ummî nesiller yetişmiştir. Son yıllarda kitabın yeniden revaç bulduğunu görüyoruz. Ama estetik ve baskı tekniği açısından henüz Batının gerisindeyiz. Batıda 5-10 katlı kitapçı dükkan­larını temaşa ederken aynı seviyeyi Türkiye’de de görmek isti­yorsunuz.

Son yıllarda tercüme eksenli yayınların yanında telif eser­lerin artması da sevindirici bir gelişme. Bunun zenginleştiril­mesi ve kıymetlendirilmesi gerekir. Elinizdeki eser bu yönde atılmış mütevazi bir adımdır. İleride çalışmalarımızla “külliyat” şeklinde yayınlamayı düşünüyoruz. Çalışmak bizden, tevfik Allah’tandır.

Eserimi; bana içtenliği, iç derinliğini, edebi, insanı, kâinatı sevmeyi öğreten merhum hocam Mehmet Topal ve saatçi Bur­han Ağabey’e ithaf ederim.

Mustafa Özcan Yenibosna, İstanbul 21 Şubat 1994

son YILLARDA Türkiye’de belirli bir bilgi birikimine ve anlayış seviyesine varmış bulunuyoruz. Özellikle akranlarımız olan genç kuşaklardan bu bâbda çok ümitliyiz. Türkiye, Ortadoğu ve dolayısıyla dünyayı etkileyebilecek çapta bir ülkedir. Ama kendisinin gücünden bîhaber görünmektedir. “Sen kendini cirm-i sağir zannedersin, oysa ki âlem sende dürülmüştür" ifa­desini hatırlatırcasına âlemin istikbali Türkiye’ye bakmaktadır.

Türkiye’de ise sanki bu büyük ve kutlu doğum sancılarına tercüman olurcasına her alanda bir kaos ve buhran yaşanmak­tadır. Bu istihâleye endeksli buhranı sadece Türkiye’ye hasret­memek de lâzımdır. Bunalım âlemşümuldur. Ama bu bunalı­mın merkez üssü olarak Ortadoğu’yu tesbit edersek, herhalde yanılmış olmayız. Aslında belki bunalım 150-200 yıl geriye dö­nüyor. Ama bunu inside, yani bünye içinde bir bunalım olarak değerlendirmek gerekir. Bu bunalım tedavi edilememiş, mu­kadder olan akıbet gelmiş çatmıştır.

Cumhuriyetle birlikte yeni bir dönem başlamış ve bu anla­yış hemen hemen bütün İslâm dünyasında ma’kes bulmuştur. Kemalizm paradigma da bir eksen koymasıdır. Ama Osmanlı da devrini tamamlamıştır. Aynen ihyâsı, gayr-ı kabildir. Tec- dîd ve yenilenmenin hasıl olması için bir dejenerasyon devre-

sinin geçmesi gerekmektedir. Zorluk, kolaylık, iyilik ve kötü­lük deveran ve her zaman teceddüt halindedir. İyiler iyilerin, kötüler kötülerin farklı versiyonlarıdır.

Kurtuluş savaşı ve Mustafa Kemâl Suriye gibi birçok İslâm coğrafyasında müslümanları çeşitli beklentilere sevketmiştir. Hatta Mustafa Kemal hareketine mehdiyet hareketi olarak ba­kanlar olmuştur. Daha sonra ise Mustafa Kemal hareketine sa­hip çıkanlar genelde batılılaşmış aydınlar ve devlet adamları olmuştur. Kara Mustafa Paşa, Mustafa Reşid Paşa, Mustafa Ke­mal gibi isimler bazen talihsizliğin, bazen de batılılaşmanın sembolleri olmuşlardır. Mısır’da “dinde siyâset, siyasette din yoktur” söylemini baştâcı edenlerden Vefd Partisi’nin başı Mustafa Nahhas Paşa Anadolu Ajansı muhabirine şunları söy­lüyordu: “Tereddütsüz yaratıcı dehasıyla yeni Türkiye’yi di­zayn eden Mustafa Kemal’e hayranım...” (el-Mun’atif 4.3. 1992, Fas) Daha sonra Mısır’daki yönetimlerde Kemalist inkı­laplardan ilham alarak askerlerin şapka giymesini zorunlu kıl­mışlardır. Ancak M. Kemal’in de Mısır Büyükelçisiyle arasında geçen bir fes davası vardır. Haşan ePBennâ gibi modern ça­ğın İslâm önderleri Nahhas ve benzeri devlet adamlarının bu eğilimlerini kınamıştır. O dönemin liderleri birer İttihat-Te- rakki hayranıdırlar. Mustafa Nahhas, Mustafa Kemal’in çizgisi­ni benimserken, Cemal Abdunnasır ve Enver Sedat’ın isimleri­nin ilham kaynağı da İttihat ve Terakki öncüleri Enver ve Ce­mal paşalardır. İslâm dünyasında maddî terakki açıdan Nah- has’ların temsil ettiği modernist çizgi pek başarılı olmasa da, bazen Cezayir de olduğu gibi her ülkeye bir Mustafa Kemal te­menni edenler çıkmıştır. Savunma eski bakanlarından Halid NezzarFransız basınına verdiği beyanatlarda Cezayir’in kur­tuluşunun ulusal bir Mustafa Kemal çıkarmaktan geçtiğini ifa­de etmiştir. Ama her devrin kendisine has liderleri vardır. Mo- dernizm çizgisinin tebsih taneleri şeklindeki liderleri yüzyılı-

GİRİŞ 13

mızın başlarına mahsustur. Karizmayı günümüze taşıyamadı­lar. Onun için M. Kemal günümüzde ulaşılmaz bir nostaljidir.

Modernizm çizgisi aynı kaynaklardan beslenmesine rağ­men Ortadoğu üzerinde farklı yansımaları olmuş ve bölgenin tarihine ve kültürüne ters düşmüştür. Cemal Abdunnasır\n milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği birbirine tezad teşkil etmiş­tir. Satı Husn gibi Arap milliyetçiliğinin önde gelen lider ve sosyologlan OsmanlInın son dönemlerinde Osmanlı saltanatı­na hizmet ederken, sonra İngilizlerin himayesinde Irak kralı Melik Faysal’m hizmetine girmiştir. Körfez Savaşı’na kadar Irak Baas’ının hadimi olan Hasan Alevî gibi kavmiyetçiler de bilincin dönüşü bir ibret vesikasıdır. Daha önce Arap kavmi­yetçiliğinin onulmaz bir bendesi olan hatta “İslamcılık Araplan geri bıraktı” Çet-Te’sirat Türkiye fî meşrûu’l-kavmil Arabi fi’l-Irak, Londra, Zevra Yayınları, 1985).

Aynı insan, aynı yazar “Fedaihu’l- Bâtmiyye” gibi Arap kavmiyetçiliğinin bütün skandallarını ortaya koymuştur. Satı Husrî, Melik Faysal’dan Saddam Hüseyin’e kadar...

Nasır ve Saddam gibi liderler yüzünden Arap kavmiyetçili­ği hüsrana uğramıştır. Zaten aksi de mümkün olmayan bir se­raptan ibarettir. Son yıllarda özellikle Filistin meselesinden do­layı II. Abdülhamid Han’a ve OsmanlIlara karşı Araplann gön­lünde yeniden muhabbet yeşeriyor. Karşılıklı olarak bunun kıymetlendirilmesi gerekiyor. Türkler cengâver bir millet. Bundan dolayı İngiliz dışişleri eski bakanı Antony Eden in tel­kinleriyle kumlan Arap Birliğinin ilk genel sekreteri Abdur­rahman Azzam Paşa Kudüs’ün yeniden geri alınmasında Türklerin büyük rol oynayacağını öngörmüştür. Selâhaddin Eyyûbi'ye Kudüs’ün fethine giden yoldaki engelleri kaldıran Türkmen asıllı zenginlerdir.

Ortadoğu İslâm ümmetinin iki büyük unsurunu barındır­maktadır: Türkler ve Araplar. Bu iki milletin yeniden entegras­

yon ve tekâmülüyle yeni dünya düzeninin temelleri atılacak­tır. Bu entegrasyonun sağlanmasında Türkler çimento vazifesi göreceklerdir. Bu entegrasyonun sonucu da İsrail’in zevali olacaktır. Bu bir tahmin değil Kur’ân—ı Kerîm’in gaybî ihbarı­dır. İngiliz tarihçi (Hitler’in biyografisini kaleme almıştır) Da­vid Irwing İsrail’in 10 yıl içinde zeval bulacağını yazdığı için Kanada’dan tardedilmiş ve istenmeyen adam ilân edilmiş, ya- hudilerin hışmına uğramıştır.

Ortadoğu meselesinin kilit noktası, Filistin’dir. Filistin’in yahudilerin eline geçeceği haber verildiği, gibi ikinci defa da inananlar tarafından kurtarılacağı müjdelenmiştir. İsra sûresin­de Cenab-ı Hakk: “Biz kitabda îsrailoğullarına şu hükmü verdik: ‘Siz arz-ı mukaddesde (Holy Land) muhakkakki iki defa fesad çıkaracak ve muhakkak böbürleneceksiniz... ”ve devamında: “iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursu­nuz. Kötülük ederseniz o da kendi aleyhinizedir. Son taşkın­lığınızın zamanı gelince, yine öyle kullargönderirizki, yüzle­rinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebeb olsunlar) ve ilk kez girdikleri yine Mescid’e (Kudüs’e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler... ”(İsra, âyet 7).

Bir defasında Hulâsatü’l-Beyan sahibi Konyalı Vehbi Efendiye yahudilerin arz-ı mev’udda ilerlerdikleri ve müslü- manlan yendikleri anlatılır. Ve ondan bunun sebebi sorulur. O da hadîs-i şeriflerdeki müjdelere işâret eder. Hadîs-i şerifler­den birinde: “Müslümanlaryahudilerle muharabe etmedikçe ve onları öldürmedikçe kıyamet kopmaz. Yahudiler taşın ve ağacın arkasına gizlenirler. Ağaç ve taş lisân-ı hâliyle (dile gelerek) ‘ey müslümanlar, ey Allah’ın kulu; arkamda yahudi var, gel ve onu öldür’ der. Sadece garkad (bazı rivâyetlerde ar- kad ve farkad geçmekte) ağacı bunun dışında kalır. Çünkü o yahudilerin ağacıdır” duyurulmaktadır (Nihâyetü İsrail

ve’s-sıhyoniyye Abdulhamid Vakıd, s. 72). Bugün yahudilerin bol bol bu ağacı ektikleri, Filistinliler tarafından ifade edilmek­tedir. Konyalı Vehbi Efendi muhatabına bu hadîs-i şerifi hatır­lattıktan sonra; yahudilerin arz-ı meVuda toplanmaları, müs­lümanlarla ileride yapacakları nihâî bir hesaplaşmanın göster­gesidir. Bu da gaybî haberlerin mucizesini göstermektedir. Onlarca hadîs-i şerif özellikle eşrât-ı saat (kıyamet alâmetleri) ile alâkalı olanlar, müslümanlarla yahudiler arasında Ürdün nehri civarında vukua gelecek savaşı tasvir etmektedir. Buna göre müslümanlar nehrin doğu yakasında (Doğu Şerîa), yahu­diler de bu nehrin batısında (Batı Şerîa)da bulunurlar. Bu ha­disler yahudilerin bugünkü konumlarına işaret etmektedir. Suudi ArabistanlI Türkistan uzmanlarından Muhammed Ali Bor bu konularda da çeşitli eserler yazmıştır. Bunlardan biri de TihiArab ve Tibi Beni İsrail’dir. Bu eserde ve Ürdün Bey- tü’l-Makdis İslâmî cihad örgütü lideri Es’ad Beyud Temimîhin İsrail'in Zevali adlı eserinde konuyla ilgili doyurucu bilgiler vardır. Muharref Tevrat’da ise anti chrıst, yani Deccal’ın tasviri- vardır. Deccal Dicle veya Fırat nehirlerini geçerek Filistin’e gi­der ve burada Armegoddan, yani kıyamet savaşı yapılır ve Deccal yenilerek Hristiyanhğın bin yıllık altın devleti kurulur. Bugün Batı’da Reagan’ın dahi etkisinde kaldığı bu inanca sa­hip olanlara İncilciler deniliyor. ABD eski başkanı Jimmy Car­ter de Tevrat’ın müjdesi gerçekleştiği ve İsrail tesis edildiği için “bir hristiyan olarak ikinci kez doğdum” demektedir. ABD’de kimi istatistiklere göre sayıları seksen milyona varan İncilciler, Deccal ve ordusunu müslümanlar olarak göstermektedir. İki bin yılından önce müslümanlarla hristiyanlar arasında büyük bir savaşın kopacağına dair senaryolar üretmekle ve bunları film olarak tâbilerine takdim etmekteler. Kimi İncilciler Körfez Savaşı’nda müttefiklere karşı savaşan Saddam’m beklenen Deccal olabileceğini vehmetmişlerdi. Hatta Romanya’nın sa-

10 ORTADOĞU DENKLEMİNDE TÜRKLER-KÜRTLER...

bık lideri Çavuşesku öldürüldüğünde bazı spikerler ölümünü anti-chnst, yani Deccal’in ölümüne benzetmişlerdi. Komüniz­min çözülmesine kadar Doğu Bloku ve SSCB’yi şer imparator­luğu, Deccal impatorluğu olarak gören Batılılar bu tehlikenin bertaraf olmasıyla dikkatlerini müslümanlara yönettiler. Bu kez onların gözünde Deccal ve tabileri müslümanlar olmuşlar­dı.

Bu tarihî mücadelenin en önemli taraflanndan biri de Tür­kiye'dir. Özellikle Siyonizm, cumhuriyet dönemiyle birlikte Türkiye’yi Filistin’den uzak tutmaya gayret etmiştir. Bunun çe­şitli tarihî sebepleri var. İsrail’in kurulmasından sonra ABD’nin baskısıyla bu ülkeyi ilk tanıyan iki İslâm devleti İran ve Türki­ye olmuştur. İsrail iki sebebten dolayı bu ülkelere büyük ağırlık vermiştir. Birincisi müslüman olsalar dahi gayr-ı Arab iki unsur olarak Arap coğrafyasını kuşatmalarıdır. Bu açıdan onları Araplardan uzak tutmak İsrail için hayatî önemi hâizdir. Bu babda üçüncü ülke de Etyopya’dır. İsrail’in İslâmî bir siste­me sahip olmasına rağmen İran’a silah satımında aracılık et­mesi bunun bir göstergesidir. İrangate hadisesi bütün çarpıcı­lığı ile İsrail’in bu yöndeki anlayışını ortaya koymaktadır. İsrail su gibi stratejik ve etnik meseleleri kullanarak Türkiye ile Arap âlemi arasındaki anlaşmazlıkları derinleştirmeye çalışmıştır. Eskiden bu gibi meselelerde Türkiye ile Araplar arasındaki hassas dengeyi kaşırken, son sıralarda Araplarla birlikte Türki­ye’nin sularına müşteri olduğu dikkat çekmektedir.

Tarihte Belkıs ile Süleyman (a.s.) kıssası gibi bir kıssa daha vardır: Azametli İran hükümdarı Kurş ile Babilli yahudi kadın­lardan îştar arasında. Hatta bu hikayeye Binbir Gece Masalla- nnda da rastlamak mümkün. İran hükümdarı Kurş ile İştar ara­sındaki ilişkiler; Binbir Gece Masallarının iki kahramanı Şebri- yar ile Şehrâzâd arasındaki ilişkileri hatırlatıyor. Bundan do­layı Abdulbamİd Vakıd, Binbir Gece Masallarının aslının Fars­

ça veya Hind asıllı olmadığını, Tevrat ve Incil’den etkilenmiş Batıriîlerin işi olduğunu ileri sürüyor. Yahudiler Kurş ile ilişkisi olan İştar’a şehide makamını uygun görüyorlar. Kurş, Buhtı- nasr’ın esir aldığı ve Babil’de sürgüne gönderilen yahudileri esaretten kurtarmıştır. Hind âlimlerinden Ebu’l-Kelâm Azâd Kurş’wn büyük İskender olabileceği yönünde kanaat belirt­mektedir. Ancak bu konuda yanılmış olması pek muhtemel­dir. İsrail devleti Şah zamanında İran’la ilişkilerini takviye ve tevsik etmek için tarihî hadiseden ve rumuzlardan yararlan­mayı bilmiştir. Bunun için İran devleti ile birlikte ortak Kurş’u anma günleri tertip edilmiştir. Türkiye’de de aynı senaryoyu 500ncü Yıl Vakfı aracılığıyla oynamaya çalışmışlardır. Endü- lüsten Osmanlı topraklarına iltica eden yahudilerin hatırasını İsrail devletinin lehine istismara yeltenmişlerdir.

İsrail ve Siyonizmin Sonu adlı eserinde Abdulhamid Va- kıd, Türkiye’nin ve İran’ın İsrail’i zoraki tanıdıklarını ve birgüh bu iki ülkenin bu tanımayı geri çekeceklerini ileri sürüyor. 1971 yılında yazılan bu eserin önerdiği bu görüşün İran ile ilgi­li şıkkı doğrulanmış oldu. Sıra galiba Türkiye’de.

İsra sûresinin dördüncü ve yedinci âyetleri genelde müfes- sirler tarafından yanlış algılanmakta. “İlk defa girdikleri gibi Mescid’e ikinci defa gireceklerdir” ifadesi maziye hasredilmiş­tir. Halbuki Peygamber Efendimiz’in “isrâ” ve “mi’râc”mdan önceki tarihte Kudüs’teki Süleyman mabedi mescid değil hey­keldir. Bundan dolayı âyet-i celilede ikinci defa mescide gir­mekten murad, gelecekte vâki olacak hadiseyi haber vermek­tedir. Müslümanların birinci defa Kudüs’e girişleri Hazreti Ömer döneminde olmuştur. İkinci defa Selahaddin-i Eyyûbî döneminde girilmiştir. Ne var ki ikinci fetihde Kudüs sakinleri arasında tek bir yahudi dahi yoktur. Bu açıdan âyet-i edilenin verdiği müjde ve haber geleceğe intibah etmektedir. (İsrail ve Siyonizmin Sonu, Abdulhamid Vakid s. 224-225)

v/uu yjumm ud.-ji Komünizmin çökmesi, “yeni dünya dü­zeni” arayışı ve fundamentalizm uyarılarının arttığı bir dönem olmuştur. Körfez savaşından sonra bir eksen kayması olmuş­tur. ABD’nin eski Suudi Arabistan büyükelçisi James Akınz, Arap ülkeleri arasında, Suudi Arabistan ve Yemen’in dışındaki bütün sınırların emperyalizmin mirası olduğunu itiraf etmesi­ne rağmen Irak bir tuzağa düşürülerek cezalandırılmıştır.

Korkut Özal’ın ifadesiyle Körfez Savaşı’nın üç neticesi ol­muştur:

         Petrol kaynaklarının tamamen ABD’nin kontrolüne geç­mesi;

         İsrail’in güvenliğinin temin edilmesi ve İsrail ve Araplar arasında barış;

         Fundamentalizme, daha doğrudan tabirle İslâma karşı açıktan mücadele.

Körfez Savaşı’ndan sonra furdamentalizme karşı ortak bir cephe arayışları artmıştır. Suudi Arabistan yönetiminde liberal kanadı temsil eden eski Bahreyn ve şu anki Londra büyükelçi­si Gazi el- Kuseybî skud füzelerinin hem İsrailli ve hem de Arap çocuklarının başına aynı anda düştüğünden hareketle aynı duygu atmosferine sahip olmanın gereğinin altını çizer. Bush da Körfez Savaşı’nın Amerika’nın çıkarlarını ve refahını amaçladığını ve Araplarla İsrail arasında barış sürecinin tesis edilmesinin vakti geldiğini ifade eder. Körfez Savaşı sırasında Kaddafi ile birlikte Türkiye’yi uyaran Ürdün veliaht prensi Ha­sarı b. Tallâl: “İsrail Arap ülkelerinin gerçek düşmanı değildir. Arap hükümetlerinin ve İsrail’in gerçek düşmanı fundamenta­list dinî akımdır. Pakistan’la Fas’a kadar olan geniş coğrafyada bölge geniş bir savaşa sahne olmaması için bu dinî akıma karşı İsrail ve Arapların işbirliği yapmaları gerekir.” (bkz. Kemal Halbovi, Ortadoğu’da Amerikan Politikası, s. 95, IPS yayınla­rı, Pakistan).

Hatırlanacağı gibi Ürdün, Körfez Savaşı’nda sözde İsrail’i hedef alan Irak’ı destekliyordu. Karikatürlerde remzedildiği gibi Arap liderlerine göre Filistin’in yolu Kudüs’ten değil başka yerlerden geçiyor. Nasır’a göre bu yol Yemen’den, Saddam’a göre ise Kuveyt’den geçiyordu.

Nebil Şaas ile Kahire’de Filistin—İsrail barışı için gizli gö­rüşmelere katılan İsrail çevre bakanı Yossi Sarid, malî açıdan krize giren Arafat ve kadrosuna destek olunmasını ve Ha­mas’a karşı işbirliği yapılması gerektiğini savunuyordu. Ne­dense İsrail’e yakın Araplar, Araplara yakın barışçı yahudi li­derlerinin ortak paydası İslâm ve müslüman düşmanlığı.

Türkiye’ye geldiğinde İsrail cumhurbaşkanı “bay güver­cin” lâkablı Weizman, İslâmî grupları ezdikleri için Mübarek ve Esad’ı tebrik etmiştir.

İtalya dışişleri eski bakanı De Micheles gibi Batılı liderler NATO’nun İslâm’a ve müslümanlara karşı yeniden yapılandı­rılmasını savunmuşlardır. Araplarla İsrail arasında oluşturulan barış ortamı da Körfez Savaşı’mn bir sonucu ya da devamıdır. Filistinlilerin bulaştırıldığı bu barış sürecine bütün Araplar da ortak edilmek isteniyor. İlerideki bölümlerde de görüleceği gi­bi aslında 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da taraflar ara­sında imzalanan antlaşmanın Camp David anlaşmasından da­ha ileri bir boyutu yok.

Arafat HAMAS karşısında ve Körfez Savaşı’nda izlediği poli­tika sonucu petrol şeyhlerini karşısına alınca köşeye sıkıştı ve İsrail’le barışa mecbur kaldı. En azından kendisinin ve örgütü­nün geleceği açısından zaten yahudilerin de izlediği Filistin davasını İslâm ve Arap boyutundan ve hatta Filistin boyutun­dan soyutlayarak, tecrid ederek Arafat’la kaim hale getirmek.

İlkeler dekorasyonu

Washington’da varılan ilkeler deklerasyonu antlaşmasıyla Arafat elindeki bütün kartları İsrail’e teslim etmiştir. Bundan dolayı Araplar antlaşmaya selâm (banş) değil, istislâm (teslimi­yet) demektedirler. Arafat bu andlaşmaya karşılık İsrail’i tanı­mış; intifa damn durdurulmasını, güvenlik, İktisadî ve siyasî açıdan İsrail’in ortağı olduğunu kabul etmiştir. Keza Filistin an­dı ve misakının bazı kısımlarını iptal edeceğine dair güvence vermiştir. Ama İsrail anlaşmanın uygulanması gereken daha ilk bencilerini uygulamaya yanaşmamıştır.

13 Eylül andlaşmasına göre Filistinliler dört grupta mütalâa ediliyor:

(1)         Uluslararası örfe göre İsrail’in bugünkü meşrû sınırla­rı dahilinde (1948’de işgal edilen bölge) yaşayan 750 bin Filis­tinli antlaşmada bunların statülerine bir tek kelime ile dahi olsa işaret edilmiyor.

(2)         Büyük Kudüs bölgesi: Bu bölgeyi İsrail 1967 yılında işgal etmiş ve 1980 yılında ise ilhak ettiğini açıklamıştır. Antlaş­mada bu bölgenin nihâî statüsü üzerine görüşmeleri sonraki tarihlere bırakmıştır. Bununla birlikte İsrail liderleri daima ale­nen ve cehren birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedî başkenti olarak kalacağını vurgulamaktadırlar: 1996 yılında da Kudüs’ün ku­ruluşunun 3000inci yılının kutlamalarına hazırlanıyorlar.

(3)         Gazze şeridi ve Batı Şeria: Görüşmelerin ana konusu bu iki bölge. 5 yıllık uygulanacak özerklik yönetiminden sonra bu bölgelerin nihâî statüleri görüşmelerle belirlenecek. İsrail askerlerinin bu bölgelerden çekilme takvimi 1994 öncesi baş­laması gerekirken “Antlaşmanın bendleri mukaddes mi?” di­yerek antlaşmayı alaya alan Rabin çekilme işlemini savsakla­maktadır.

(4)   Batı Şeria’nın kalan bölümü: İsrail askerleri bu bölge­

de yeniden mevzilenecekler. Bu bölgede sivil idare (polis, ver­giler, durum, sağlık ve eğitim) Filistinlere terkedilecektir. Kısa­ca bu bölgede kısmî bir özellik uygulanması öngörülmektedir.

Bu bölgedeki yahudi yerleşim bölgeleri de olduğu gibi ka­lacaktır. Gazze ve Batı Şeria’nın bu bölümlerinde yaklaşık 130 bin yahudi yerleşimci yaşamakta. Suriye’ye ait Golan Tepele- rin’de ise yerleşimcilerin sayısı 13 bin. Doğu Kudüs’te ise ya­hudi yerleşimcilerin sayısı 100 bin civarında tahmin edilmek­tedir. Bununla birlikte Rusya’dan onbirlerce yahudi hâlâ “arz-ı mev’ud”a doğru göçlerini sürdürmektedirler.

Özerklik anlaşması mucibince Filistin polisinin yetkisi sa­dece Filistinliler üzerine geçerli. Yahudi yerleşimcileri hiçbir halükârda kapsamıyor. Yahudi yerleşimciler sebebiyle Gazze ve Batı Şeria’nın bir koridor vasıtasıyla' toprak birliği tezi de ha­vada kalıyor. “Toprağa karşı barış ilkesi” de o kadar dejenere edildi ki 242 sayılı BM kararının da altına düştü. İlkeler Dekle- rasyonu antlaşması, ayrıca 1948’den sonra yabancı ülkelere il­tica eden milyonlarca Filistinli’nin durumuna temas etmiyor.

Antlaşma self determinasyon hakin vermiyor. Bu da özerk bölgede Filistinlilere ait yasamayı yürütecek bir parlamento­nun teşkiline izin vermiyor.

Keza antlaşma Flistinlilerin dış ilişkiler kurmasına izin ver­miyor. Yine özerk bölgenin sınırlarının güvenliğinden de yine İsrail sorumlu olacaktır. Filistinlilere sivil yönetim haklarının verilmesi de özerklik bölgesinde Filistinli polisin güvenliği sağlanmasına bağlanmıştır. Özerklik antlaşması Filistin yöne­timini topraktan ziyade insana ilgiye dönük kılmıştır. Özerklik antlaşması Filistinlileri üç gruba taksim ediyor. 48 yılında işgal edilen topraklardakiler, Batı Şeria ve Gazze şeridindekiler ve dışarıdakiler.

Bir asırlık zaman dilimi içinde bu üç gruptan ikisi Filistinli kimliğini kaybedecektir. İsraille banştan sadece bir grup kısmı

özerklik şeklinde yararlanabilecektir, (ittifak Gazze-Eriha- Ebad ve Mahatır-Hartum 1993 Arap - İslâm Halk Kongresine sunulan tebliğ).

Antlaşmanın Arap-îslâm boyutu

Bu barışın alanı sadece Filistin meselesiyle sınırlı değildir. İsra­il bu anlaşmanın sırtından Arap-İslâm ve hatta Katolik dünya­sına ulaşmayı hedeflemektedir. Türkiye İsrail arasındaki dip­lomatik ilişkilerin artması, Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyareti, We- izman’ın Türkiyeyi ziyareti bu antlaşma sonrasına rastlamıştır. Hatta yahudilerle Vatikan arasındaki diplomatik ilişkilerin başlatılması da bu antlaşmaya mütevakkıf idi. Antlaşmanın akabinde İsrail ve Vatikan karşılıklı olarak tanışmışlardır. İsrail Filistinlilere verdiği kısmî özerklik karşılığında Arap ve İslâm dünyası ile ilişkilerini normalleştirmek istemektedir. ABD bu­nun için Tunus, Fas, Endonezya, Pakistan ve Malezya gibi Arap ve İslâm ülkesine baskı uygulamaktadır. Washington Körfez Savaşı’mn akabinde başta Kuveyt olmak üzere körfez , ülkesinden İsrail’e uyguladıkları ekonomik ambargoyu kaldır­malarım istemiştir. Araplar uluslararası siyonizmin kartelleriy-. le ticarî ilişkilere girmeye zorlanmışlardır. Batıklar ve İsrail ba­rışı politik İslâm’ın manevra alanını daraltıcı bir etken olarak mütalâa etmektedir. Madrid’de başlatılan barış süreci bütün Arapları da kapsamaktadır. Suriye, Ürdün ve Lübnan dışındaki Arap ülkelerinin İsrail ile bir toprak sorunu bulunmuyor. İsrail ötedenberi barış girişimlerinde önceliği Suriye’ye, Lübnan’a, Ürdün’e daha sonra da Filistin’e vermiştir. Bununla birlikte Su­riyelilerin taktik icabı uzlaşmazlıkları ve gizli görüşmelerde Fi­listinli görüşmecilerin istislâmı (teslimiyetleri) öncelik sırasını değiştirmiştir. Ancak Filistinlilerin İsrail ile anlaşması barış sü­recinde Suriye ve Lübnan’ın konumunu zayıflatmıştır. Aynı

anlaşma Ürdün tarafında panik meydana getirmiş ve o da he­men İsrail’le ilk anlaşmasını imzalamıştır. İsrail ile Suriye ara­sında varılacak bir anlaşma ise uzun bir zaman alacaktır. Kar­maşık bir zamanda ilerleyecek barış süreci aynı zamanda kar­şılıklı diplomatik ve siyasî mücadelelere sahne olacaktır. Suri­ye elindeki kartları zayıflatmamak için Arap Birliği’nden İsra­il’e karşı uygulanan ekonomik ambargodan vazgeçmemesini istiyor. Buna rağmen bazı Arap ülkeleri çevre, su ve ekonomik işbirliği gibi konularda İsrail ile üst düzeyde görüşmelerini sür­dürüyorlar. Bazı Arap ülkeleri de güvenlik alanında İsraille an­laşmak istiyor. Bâhusus fundamentalizme (usuliyye) karşı. Fi­listinlilerin Arap ve İslâm boyutundan dolayı normalizasyon döneminde İsrail’in ekonomik köprüsü olması tasarlanıyor.

Filistinli mülteciler Arap dünyasında çok yönlü buhranlara sebeb olmaya devam edecekler. Lübnan’da yarım milyon ci­varında Filistinli mülteci yaşıyor. 1970’li yıllarda çıkan iç sava­şın sebeblerinden biri buydu ve Filistinliler bu savaşta taraf ol­muşlardı. Filistinlilerin Suriye, Irak ve Mısır’da iskan edilmeleri bazı siyasî ve İçtimaî problemleri de beraberinde getirecektir. Mısır yönetimi uzun yıllardan beri Mısır belgesi taşıyan Gazze- lilere Mısır’daki akrabalarım ziyarete bile izin vermiyor. Diğer Arap ülkelerinin tavırları da Mısır’inkinden farklı değil. Suudi Arabistan ve körfezdeki yüzbinlerce Filistinli de kolay bir gele­cek beklemiyor. Özellikle de savaştan sonra Kuveytin gayr-ı İnsanî bir şekilde Filistinlileri göçe zorlamasından sonra, Filis­tinlilerin iskanında yine aslan payı Ürdün’e düşecektir. Ve Irak ile batılı ülkeler arasında bir bölüm Filistinlinin Irak’a yerleşti­rilmeleri için Bağdad yönetimiyle pazarlık yapıyor. Batı Şeria ve Doğu Şeria arasındaki özel bağdan dolayı Ürdün’ün Batı Şe- rialı göçmenlere karşı bazı özel görevleri var. Filistinlilerin devlet fikrinin tatmin edilememesi, onları Ürdün alternatifine itecektir. Bu da Filistin-Ürdün rekabetini kızıştırabilecek ve

bu durum tarafları birbirlerine karşı İsrail’in desteğini almaya sevkedecektir. Gazze ve Eriha anlaşması ABD ve Batı Avru­pa’nın dışında Rusya, Japonya ve Çin gibi düvel-i muazzama tarafından desteklenmektedir. Barıştan sonra bölgede nüfuz peşinde koşan ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkeler arasındaki rekabet keskin olmayacaktır. Çünkü böyle bir barış olmadan batının Ortadoğuda müslümanlara karşı kesin zaferi tescil edilmiş olmayacaktır. Araplar da barıştan sonra Filistinlilerin ekonomik durumunu Arafat’ı güçlendirecek şekilde düzelt­meye yanaşmamaktadır.

Ecevit’in bir zamanlar şikâyet ettiği bir durum vardı. Lib­ya’dan kredi istenir, LibyalIlarda kendilerine IMF yoluyla mü­racaat edilmesini isterler. Bunun gibi Arapların Filistinlilere sağlayacakları malî destek destek Dünya Bankası, Amerikan kararı ve İsrail komisyonlanndan geçirilir. Yani Arabm Filistin­liye yardımı İsrail şartına ve kontrolüne bağlanır. Böylece Filis­tin’in gelecek yönetimi İsrail tarafından askerî ve siyasî açıdan iğdiş edildiği gibi Araplar da onu malî açıdan iğdiş ederler. Bu anlaşma Filistinlilerin siyasî eğilimleri ne olursa olsun asgarî taleplerine bile cevap vermekten aciz kalmıştır. Mesela Kudüs meselesi görüşmelerin dışında tutulmuş Gazze ve Batı Şeria’da hükümranlık hakkı elde edilememiştir. Yahudi yerleşimcilerin durumu netlik kazanmamıştır. Konuşlandırılmasında değişik­lik arız olsa bile İsrail askerî varlığı sürmektedir. 1948 mütleci- leri vatanlarına dönemeyecekleri gibi, 1967 mültecilerinde çok gizli bir kısmı eski topraklarına dönebileceklerdir. Bu da demografik durumda herhangi bir değişiklik meydana getir­meyecektir.

Özerk Filistinin ekonomik atılmı da İsrail’in ekonomik stratejilerine bağımlı kalacaktır. Kapitalist üçgenin (ABD, Batı Avrupa ve Japonya) Doğu Avrupa, Rusya Afro-Asya’daki ge­lişmelerden dolayı Batı Şeria ve Gazze’ye ekonomik kaynak

ayırmaları zor olacaktır. Eskiden kapalı olan pazarlara ulaşma­sından dolayı bu anlaşmadan kârlı çıkacak tek taraf İsrail ola­caktır. Bununla birlikte Filistinli bazı kesimlerin anlaşmadan memnun kalmamaları, Filistin-İsrail ortaklığına mukavemeti en azından devam ettirecektir. Bu da İsrail’in dış dünya ile iliş­kilerini ve normalizasyon sürecini etkileyecektir. Bu tezadla- rın ileride misyonsuz kalacak olan Ürdün’ün Filistin devletine dönüşümüne yol açabilir.

FKÖ işirıdeki muhalif unsurlar

FKÖ içinde Halit Hasan (Ebû Said) Mahmut Derviş meşhur ya­zar Edward Said gibiler antlaşmaya tamamen karşı çıkıyorlar. Halid Hasarı antlaşmayı imzalamayı Arafat’ın yetkisi dışında görüyor ve dolayısıyla antlaşmayı batıl ve gayrimeşru ilân edi­yor. “İlkeler Dekierasyonundan sonra alternatif nedir?” adlı tebliğinde antlaşmayı CNN’in zaferi olarak değerlendiriyor. Hatırlanacağı gibi Körfez Savaşı’nm kahramanı da medya ve bizzat CNN idi. Halit Hasanîn da temas ettiği gibi antlaşmanın maddeleri plastik gibi nereye çeksen geliyor. Bu da taraflar arasında İzafî yorum anlaşmazlıklarına yolaçıyor. Yerleşimci­lerin kalması ve İsrail polisi ve askerinin varlığını meşrû addet­me ve yerleşimcileri onların sorumluluğuna bırakma, yolları ve köprüleri denetlemeleri ve hukukî açıdan bunun kabulü uluslararası hukuk ve İngiliz ve Amerikan hukuk içtihadları- nın öngördüğü gibi işgalin onaylanması anlamına gelmekte­dir.

Ortak yaşam formülü

Ötedenberi bazı Arap ve yahudi liderler tarafından ortaya müşterek yaşam formülü atılıyor. Bunlardan biri Benelux ül­kesi, diğeri de İsviçre modeli kanton devletler modeli. Halit

Hasan gibi bazı teorisyenler bu modeli ortaya atıyorlar. Bu­nunla birlikte anlaşma onları bu yönüyle tatmin etmekten uzak. İsviçre modeli ortak yaşam yerine ABD ve İsrail’in hego- manyasını esas alan bir modelin geliştirildiğine inanıyorlar. Bu da ileride ordular arasında olmasa bile halklar arasında savaş­lar çıkarmaya aday görünüyor.

İleriki bahislerde görüleceği gibi Erete İsrail yani Nil’den Fırat’a “Büyük İsrail Projesi” bilinen, mahut anlamda suya düş­müştür. Buna mukabil İsrail ekonomik ve emniyet açısından bunu tahrik ettirmeye çalışıyor.

Filistinliler’in kartlan

Filistinlilerin elindeki en büyük kartlardan biri zaman unsuru­dur. 1948 yılından kurulan İsrail 40 yıl sonra intifada ile kan kaybetmiştir. İsrail hâlâ Ortadoğu’ya monte edilmiş bir devlet durumunda. Tamamen dışarıya bağımlı.

Ancak İsrailli liderler barış vasıtasıyla Arap ve İslâm âle­mine iktisaden açılarak ABD’ye tam bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyorlar. Bunun gerçekleştirilmesinin yollarından biri de Ortadoğu Ortak Pazarı. Dün İslâm dünyasındaki bazı lâik ke­simler İslâm Ortak Pazarına dudak bükerken, şimdi İsrail’in kendisinin de ortak ya da müheymin/kontrolör olacağı bu tarz bir ortak pazarın peşinde koşmasından dolayı küçük dillerini yutuyor olmalılar. İsrail Dışişleri Bakanı Şirnon Peres de bunu açıkça itiraf ederek; ekonomik bir kaosa ve çıkmaza doğru sü­rüklenen İsrail’in Araplarla ilişkilerini normalleştirmesi saye­sinde ekonomik seviyesinin yüzde 50 puan artacağına işaret etmişti. ÇMalbedil? Ve malamel? bade tavkii “ilant mebadi?”, Halit Hasan s. 12).

Filistinliler lehlerindeki zaman mefhumuna da istinad ede­rek şuurlu bir muhalefette bölgedeki Amerikan- İsrail çıkarla­

rını baltalayabilirler. Bu da ABD’yi tavırlarını tashihe ya da göz­den geçirmeye zorlayacaktır.

İsrail-Vatikan banşı

İsrail ile Vatikan arasında uzun dönemden beri diplomatik iliş­kilerin başlatılması için görüşmeler sürüyordu 1994 yılına gi­rerken Filistin-İsrail antlaşmasının imzalanmasından aşağı yu­karı üç ay sonra İsrail ve vatikan karşılıklı olarak birbirini tanı­maya karar verdi.

1900 yıldan beri Hristiyanların Mesih’in kanından yahudi- leri sorumlu tutmalarına rağmen son yıllarda Vatikan ve Yahu­di liderleri birbirlerine yaklaşmanın yollarını aramışlardır. Bu mevzuda bazı kilometre taşlarına işâret etmekte fayda var.

(1)         100 yıl kadar önce Teodor Hertzi Vatikan’a müracaat ederek papa 10. Prus’dan diğer Avrupalı krallardan istediği gi­bi Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını desteklemelerini istemiştir. Prus’un buna verdiği cevap “imkânsız” olmuştur. Zi­ra Hazreti Ömer’in Kudüs’ü fethi sırasında Hristiyanların istek­lerinden biri, şehre Yahudilerin girişine izin verilmemesi ol­muştur. Hazreti Ömer de İlya (Kudüs) halkına verdiği emanda bu talebi kabul etmiştir. Yahudiler, Selâhaddin Eyyûbî^e, ka­dar Kudüs’e girememişlerdi. Prus, Teoder Hertzl’e verdiği ce­vabında ezcümle şunları söylemiştir: “Ben yahudi devletinin kurulmasını nasıl destekleyebilirim ki? Onlar Hazreti Mesih’i kabul etmemekle kalmamışlar, aynı zamanda onu çarmıha gerdirmişlerdir.”

(2)         1963-1994 yıllarında Alman ve Amerikan katolikleri İsrail konusunda Vatikan’ı etkilemeye çalışmışlardı. II. Vati- ken Konsülü toplantılarında kulis faaliyetleriyle yahudilerin Hazreti Mesih’in kanından masun tutulmasına çaba sarfedil- miştir. Buna mukabil karşı bir grup 900 sayfa tutarında Kili­

se’ye Komplo adlı bir kitap hazırlayarak elçiliklere ve önemli merkezlere postalamıştır. Kitap İsrail taraftarı birinci grubu ki­lise içindeki “Beşinci Tabur” olarak nitelendirmiştir.

(3)         1963 yılında birinci grup isteklerine nail olamamıştır. Papa 23. Yuhanna, yahudilcri aklayan belgeyi onaylamaya ka­tiyetle yanaşmamıştır. Ancak bir yıl sonra papa 6. Pavlos zama­nında belge çoğunluğun oyuyla kabul edilmiştir. Bu belgeye göre ortak yahudiler tek başlarına Mesih’in kanından sorumlu değillerdi ve yine o günkü suça iştirak eden atalarından dolayı bugün torunları muâhaze edilemezlerdi. Mezkûr belgenin ar­dından yüzyıllardan beri dua ve ibadet kitaplarında yahudiler aleyhindeki ibareler ayıklandı.

(4)         Bugünkü papa II. Jean Paul döneminde ise 1985’de ya­yımlanan bir vesikada ise daha da ileri gidilerek sadece yahu­diler affedilmekle kalmıyor, Filistin’in atalarının yurdu olduğu kabul ediliyordu. Hatta aynı belgede yahudiler “seçilmiş mil­let” ibaresiyle tanımlanıyordu.

(5)          1986 yılından beri ise diplomatik ilişkilerden sözedil- meye başlardı. Vatikan Papa’sı tarihte ilk defa Ronıa’da 1986 tarihinde yahudi sinagogunu ziyaret ediyordu. Bu da elbette Papa H Jean Paul’du. Aynı papa Dausıvitch kampı konusunda Polonya Kilisesine destek vermekten imtina etmiştir.

Ötedenberi yahudiler Vatikan’ı suçluyorlardı. Mesela Vati­kan’ın Hitler’i yükselişi sırasında tel’in etmediğini hatırlatıyor­du. Ayrıca yahudilerin elinde anti-semitizm ve papazların gayr-ı ahlâkîliklcri gibi silahlar vardı kiliseye yöneltecek. (Ko- doya ed-Devliyye, sayı 211, 17 Ocak 1994; Halfiyat el-alâka beyne’l-Vatikan ve’l-yebud). Şüphesiz Vatikan İsrail anlaş­masının müslümanları ilgilendiren hassas yönleri var. Bunlar­dan biri de Kudüs meselesi.

İsrail Kudüs meselesini oldu-bittiye getirmek istiyor. Mu­kaddes şehrin hristiyanları ilgilendiren kutsal mekânları konu-

1 Kİ

sunda Vatikan İsrail pazarlıkta. Geriye sadece Mescid-i Aksa ve Mescid-i Sahra’nın konumlan kalıyor. Arap Birliği Örgütü ve FKÖ sözkonusu anlaşmadan rahatsız olduklarını çeşitli ve­silelerle dile getirdiler. Kudüs latin patriği Mişel Sabah da Filis­tinlilerin bu anlaşmayı şüphe ile karşıladıklarını açıklamıştır. In God’s Name kitabında da bahis mevzuu olduğu gibi 'Vati­kan koridorlarında masonluk, masonlar ve İsrail lobisi cirit atıyor ve bunlar papaları dahi çeşitli yollarla, komplolarla or­tadan kaldırıp tasfiye edebiliyorlar. Bu girişimler sonucu 1960’11 yıllarda Musevilik Hristiyanlığa eşit bir din ve diyanet kabul edilmiştir. Vatikan’a İsrail’le diplomatik, ilişkiler kurma­sını isteyen devletler Fransa, İtalya, ABD ve İspanya olmuştur. Özellikle ABD’nin bu konuda Vatikan’a baskı yaptığı bir ger­çek. Buna mukabil bazı yahudi kuruluşlar da bu mevzuda lobi faaliyetinde bulunmuştur. İsrail ile Vatikan arasında tarihî uz­laşmanın sebeblerinden biri de Araplarla İsrail, İsrail ile Filis­tinliler arasındaki pazarlığa ve müzakerelere müdahil olabil­mek. .. Özellikle de Kudüs’ün nihâî statüsü konusunda, yahu- dilerle katoliklerin Kudüs konusunda zımnî ittifakları, müslü- manlarda ihanete uğradıkları ya da arkadan hançerlendikten intibaını uyandırıyor. Bununla birlikte Vatikan’la İsrail arasın­daki anlaşma ya da tarihî uzlaşma dinî mutevalı olmaktan çok, siyasî.

İsraiİ ile Suriye arasında barış sağlanması ise bir bakıma Golan tepelerine bağlı. Golon Tepeleri’nde 13 bin civarında yahudi yerleşimci yaşıyor. Financial Times gazetesine göre İsrail Golan Tepeleri’nden yılda 250 milyon dolar civarında ge­lir sağlıyor. Stratejik önemi bir tarafa turistik önemi haiz. İsrailli liderler Gorbaçov ve Mitterand gibi liderleri daha çok burada ağırlıyordu.

Golan Tepeleri zengin su rezervlerine sahip. Bu açıdan İs­rail Golan Tepeleri’nden kolay kolay vazgeçmek niyetinde de­

ğil. Suriye ile barış yapsa dahi Golan Tepeleri’nden çekilme iş­lemini 5-10 yıla yaymaya çalışacaktır.

Ortadoğu’nun geleceğiyle alâkalı son sözü söylemek ol­dukça zor. Ürdün Krallığı’nın ve Irak devletinin 21. yüzyılı bile göremeycekleri yönünde veriler, mütalâalar var. Dünyanın geleceği bir bakıma Filistin’de düzenlenmiş bulunuyor. Kur’- ân-ı Kerîm, hadîs-i şerifler, Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid’den oluşan Mukaddes Kitap Armey a ddan/kıyamet savaşlarının burada cerayan edeceğini haber veriyorlar. Bu açıdan Ortado­ğu’nun geleceği barıştan ziyade savaşla belirlenecektir ve bu savaşı âdil olan, mazlum olan taraf kazanacaktır. Allah beklen­tilerimizi boş çıkarmasın... Bosna gibi, Kafkaslar gibi,Ortado­ğu da İskender’ini bekliyor. Likülli âtin kârîb...

Birinci Bölüm

Zoraki barış ve getirecekleri

Pazarlayıcılarımız

çağimizin en gözde mesleklerinden biri pazarlamacılıktır. Pa­zarlamacılığın ise sınırları yok. Bazıları tencere, tabak; bazıları esrar, eroin; bazıları ise insan ve namus pazarlıyorlar. Gözde musevî işadamlarımız Göknel’i ABD’deki Yahudi Lobisine pa­zarlamışlar. Şimdi de aynı tarz-ı kadimle başbakanımızı İsviç­re’de ve ABD’de pazarlayacaklarmış.

Pazarlamacılığın esaslarından biri de prim usûlüdür. Ne kadar pazarlarsan, o kadar prim alırsın. Göknek pazarlamasın­da musevî vatandaşlarımızın aldıkları primler karşımıza kârlı ve usülsüz ihaleler olarak ortaya çıkıyor. Kimbilir başbakanı­mızı pazarlayarak ne kadar mal götürecekler. Biz baştan beri 500ncü Yıl Vakfı’nın istismar dolu kutlamalarına karşı çıktık. Zira müteşebbis bazı musevîlerin ne kadar muhteris, reklâmcı ve çıkarcı olduklarını biliyorduk. Bu masumane kutlamaların ardında büyük bir istismar yatıyordu. Bu vesile ile Türkiye an­gajmana sokuluyor ve markaja alınıyordu. Ama son hadise hepsinden vahim. İzak Alaton’un Başbakan Tansu Çiller hak­kında “pazarlıyoruz”tâbirini kullanması, istihfaf, istisgar ve hakaret anlamım taşımaktadır. Bu vesile ile İzak Alaton’a “ağ­zım topla” şeklinde ikazlar hafif bile kalıyor. Skandalin ortaya çıkmasıyla birlikte musevî vatandaşlarımız meseleyi anti-se-

mitizm suçlamasına indirgemeye yeltenmişlerdi. Halbuki, kendi itiraflarıyla da bu ülkede hiçbir zaman anti-semitizm dalga yaşanmamış ve Türk taht-ı idaresinde Yahudi vatandaş­larımız altıyüz sene mes’ud ve bahtiyar yaşamışlardı. Biz kim­senin dinî inancından dolayı küçümsenmesine ve kınanması­na taraftar değil, bilâkis saygı gösterilmesi gerektiğine inanıyo­ruz. Keza doğumla kazandığı ırkî kimliğinden dolayı, kimse­nin de horlanmasına taraftar değiliz. Türkler cibillî bir şekilde mazlumların yanındadır, ama enayi de değildirler. İslâm’da inanan insan üstün tutulmuştur. Ama Yahudi doğuştan üstün ve imtiyazlıdır. Yani yahudilerde kendilerine has ırkî bir üs­tünlük mefhumu vardır. Buna göre yahudiler sömüren, diğer­leri de sömürülen, sömürülmesi gereken sınıftır. Bazı musevî- ler, bu mantaliteyi terketmedikçe, bu yolsuzluklar ve usulsüz­lükler devam edecektir. Öyleyse musevî zenginlerimiz başka­larına çamur atacaklarına muhasebe-i nefs ve özeleştiri yapa­rak yanlıştan dönmeliler, doğruluktan ayrılmamalılar ve bu millete ve memlekete malî olarak da sadakatlerini tazelemeli­dirler. İşte o zaman sadakate karşı ancak sadakat görecekler­dir. Yoksa etraflarında örülen tabular birgün hiç beklemedik­leri bir şekilde yıkılır, yaptıkları sarayları kartona dönüşür.

Sedat’ın eski başbakanlarından Mustafa Halil, İsrail’e ya­kın bir isim olarak bilinir. Ve bu ülkeyi zaman zaman ziyaret eder. İsrail’e yaptığı son ziyaret sırasında FKÖ’yü İsrail’e pazar­lamaya çalışmıştır. Başarılı oldu mu,olmadı mı belli değil, ama teklifi ilginç. Halil şunları söylüyor: “Filistinli örgütler arasında en mutedili ve ılımlısı FKÖ’dür. Bugün malî olarak tam bir iflâ­sın eşiğindedir; bu ise Başkan Arafat’ın konumunu tehdit edi­yor. Krizi atlatması için Arafat’ın 70 milyon dolar acil para ihti­yacı var; aksi takdirde saha aşırı Filistinli örgütlere kalacaktır.”

Bu sözleri dinleyen İsrail İskân Bakanı Ben Yeazirşu mu­kabelede bulunuyor;

“İsrail FKÖ’nün yapısal ve malî buhranından dolayı memnun değildir. İsrail görüşmelere Filistinlilerin birlik ve beraberlik içinde katılmalarını arzular. Ve daha önce Gazze ve Batı Şe- ria’ya para pompalayan FKÖ’nün yıpranması hoş değil...”

Körfez Savaşından beri Arafat’ın tabanı oyuluyor. Örgütün malî krize girmiş ve Arafat akrabalarını kayırmakla suçlanma­ya (Nepotism) başlamıştı. Tabiî FKÖ’nün anti-demokratik ya­pısı da giderek daha fazla tepki çekiyor. Bunlar üzerine FKÖ saflarından istifalar sökün etmeye başladı. Filistinliler en ta­nınmış simalarından biri olan şair ve yazar Mahmut Derviş si­yasî hayattan itizal ettiğini açıklayarak. Arafat ve FKÖ’ye elve­da etti. Daha önce de Hani ve Halit el-Hasen kardeşler Arafat’ı yazdıkları raporla eleştirmişlerdi. Kısaca Arafat ve otoritesi dö­külüyor. Ayrıca içteki Filistinlilerle dıştaki Filistinliler tezadını da zikretmek gerekiyor. İçteki Filistinlilerin sembolleri Faysal Hüseynî, Aşravî ve Haydar Abduşşafî, Arafat’ın yerine göz di­kerken, Arafat’da onlara nal toplatmak istiyordu. Ne var ki, pa­ra musluklarının suyunu çekmesi, Arafat’ın sadakat celbinde zorlanmasına yolaçıyordu. Haydar Abdüşşafî, Newsweek ve diğer basın organları aracılığıyla Arafat’ı bombardımana tâbi tuttu. Yalpalayan Arafat ise yıkılmamak için çareyi İsrail’e daha fazla taviz vermekte buluyor. Bunun en son örneklerinden biri de ortaya atılan özerklik anlaşması. Kudüs özerklik anlaşması kapsamı dışında tutulduğu gibi, yerleşimci yahudiler için is­kân sınırlaması da getirilmiyor. Bundan dolayı “içteki” Filistin­liler Arafat’ı eleştiriyorlardı. Geçenlerde FKÖ ile İsrail arasında doğrudan diyalog dönemine girilmişti. Şimdi İsrail’in FKÖ’yü tanıyarak bu adımın taçlandırılması da azrulanıyor.

Kısaca herkesin pazarlandığı yolsuz ve yönsüz bir dünya­da yaşıyoruz. Musevî vatandaşlarımız müsterih olsunlar, üzül­mesinler; bu da geçecek (iddialar doğruysa) yaptıklan yanları­na kâr kalacaktır.

Arafat’ın rüyâsı

ARAFAT’IN rüyası gerçekleşiyor mu? Bu soruya cevap verme­den önce Arafat’ın rüyasının ne olduğunu açıklamakta yarar var. Birçok lakâplarının yanında “ihtiyar” lakâbıyla da tanınan Arafat , ölmeden önce ismini silinmeyecek bir şekilde tarihe kazımak istiyor. Bunun yolu ise İsrail’le barıştan geçiyor. Çün­kü uzun yıllardan beri Arafat savaş ve şiddet seçeneğini terket- miş bulunuyor. Tekrar geriye dönmesi sözkonusu olamaz. Bunu yapacak ne azmi, ne ruhu, ne morali, ne de ortam var. FKÖ’nün malî açıdan iflâsı ve Arafat’ın çöken prestiji geriye tek bir seçenek bırakmış bulunuyor: İsrail’e yamanmak. Kurtulu­şun reçetesi bu. Arafat’ın riyakârane bir şekilde sürdürdüğü, “zafere dek, zafere dek (Hattan nasr, hattan nasr)” sloganlan nehirden denize ulaşmıyor; artık sadece Eriha’ya kadar uzanı­yor. Aslında Gazze-Eriha hattı barış illüzyonist zaferden başka birşey değil. Seçilen bu pilot bölgeler ötedenberi İsrail’in başı­nı ağrıtıyor. İşçi Partisi’nin iktidara gelirken yaptığı planlardan birisi, tek taraflı olarak Gazze’den çekilmekti. Zira Gazze çö­zülmesi zor bir denklem. Mısır’a devredilse, Mısır kabul etmi­yor; Gazze Şeridi kendi haline terkedilse sözümona İsrail aşırı akımlardan çekiniyor. En iyi çözüm Gazze’yi Filistin davasının pazarlayıcısı ya da taciri olarak tanımlanan Arafat’ın zimmeti­

ne bağlamak. Erihaw da Gazze’nin hediyesi. Arafat ise böylece yoktan bir zafer kazanmış oluyor.

Bu anlamda Arafat’ın rüyası gerçekleşiyor... İhtiyar ömrü­nü işgal altındaki topraklarda İsrail ile yanyana kurulacak Filis­tin Devleti’nin cumhurbaşkanı olarak tamamlamayı murad ediyor. Tabiî bu rüyanın ya da özlemin önünde bazı teknik ve hukukî zorluklar bulunuyor. Bilindiği gibi FKÖ lideri daha ön­celeri Birleşmiş Milletler’in Filistin’in taksimiyle alâkalı 242 ye 338 nolu kararlarını tanıdıklarını açıklamıştı. Halbuki Filistin Misakı nehirden denize kadar Filistin topraklarının bütünlü­ğünü savunuyor ve İsrail’i yokedinceye kadar mücadelenin süreceğini öngörüyordu. Şimdi fiiliyatta Millî Misak aşılmış oluyor. Ancak İsrail hukuken de Misak’ın aşılmasını ve yürür­lükten kaldırılmasını istiyor ve bu takdirde Arafat’ı işgal altın­daki topraklarda ağırlayacaklarını açıklıyor. Bessam Ebu Şerif ve diğer yetkililer anlaşmanın parafe edilmesinden sonra Millî Misak’ı gözden geçireceklerini ve hatta bazı maddelerini iptal edebileceklerini açıkladılar. Bu da İsrail’i oldukça memnun ediyor. Kahene yanlıları barış girişiminden dolayı Rabin i, ba­zı Filistinliler ise Arafat’ı ihanetle suçluyorlar. Aslında FKÖ ile İsrail arasındaki barış ortamı Körfez Savaşı sonrası olgunlaştı. İlginçtir, ayrı kutuplarda yeraldıkları bir savaş sonunda İsrail ve FKÖ'yü birbirine yaklaştırdı. İsrail Arafat’tan memnun ol­masına memnun, ancak Ahmed Cibril, HAMAS ve İslâmî Ci- bad barış planına olumlu bakmıyor. HAMAS ilke olarak aşa­malı barışa karşı olmasına rağmen 415 Filistinlinin geri dönüşü konusunda olduğu gibi, bazen fiiliyatta esneklik de gösteri­yor. Haydar Abduşşafî bile barışın aceleye getirilir tarafı olma­dığı uyarısında bulunuyor. Arafat ile muhalif Filistinliler ara- sındaki en büyük ukde Kudüs meselesi. İsrail bu meseleyi sü- G Eriha, Kitab-ı Mukaddes’e (Yahudilere) göre oturulmaması gereken bir yerdi.

rekli olarak talik ediyor. Arafat hayatının son kumarını da Ku­düs mevzuunda İsrail’e muhalefet ederek kaybetmek istemi­yor. Hatta barış ile birlikte FKÖ’nün malî olarak rahatlığa erme­si bile mümkün. Zira barışın parafe edilmesiyle birlikte ABD, Japonya ve Avrupa kesenin ağzını açacak. Bu beklentiler mu­vacehesinde kendi adına gelecekten ümitli olan —kimilerine göre mason— Arafat, Gazze’ye ve mültecilere yardımı keser­ken Amman’da 1.800 milyon dolara havuzlu lüks bir villâ alı­yor. İşgal bittikten sonra da Filistin’e giderek bu villaya yerle­şecek.

Kudüs meselesi, mülteci kamplarındaki Filistinliler ve İsra­illi yerleşimciler meselesinin Barış Planı’ndâ muallakta bırakıl­ması başta Habaş olmak üzer bazı Filistinli örgütleri muhalefe­te zorluyor. HAMAS mensubu olarak bilinen sürgündeki 415 Filistinlinin sözcüsü konumundaki Abdulaziz Rantisi, barış planının imzalanmasını bir felâket olarak değerlendiriyor. İs­yancı komutan Ahmed Cibril ise Kudüs’e karşı Arafat’ın kelle­sini istiyor ve “Onu İsam Sartavîve Sedat’ın sonu bekliyor” diyor. Buna mukabil İsrail, Arafat’ın güvenliğini kendilerinin sağlayabileceği taahhüdünde bulunuyor. Şarku’l-Avsatgaze­tesi de Gazze’de yapılan kamuoyu yoklamasında Filistinlilerin yüzde 66’sının Arafat’a güvenmediklerini ve barışı tasvib et­mediklerini beyan ederken, İsrail gazetesi Yedioth Abro- noth ’a göre ise Filistinliler arasında barışı isteyenlerin oranı yüzde 74, reddedenlerin ise yüzde 24. Haziran’da Kahire’de Dr. Nebil Şaasve. İsrail Çevre Bakanı Yossi Sarid arasında baş­layan FKÖ-İsrail doğrudan diyaloğu bu hafta Filistinliler adına Ebu Mazin, İsrail adına ise Peresin barış anlaşmasını imzala­masıyla finale dönüşüyor. Ama maratonda hâlâ katedilecek çok mesafe var.

İkizler anlaşması

diş POLİTİKA ile ilgili gelişmeler nedense ülkemizde hep pole­mik malzemesi yapılıyor. Bunlardan biri de Çetin 'in İsrail zi­yareti ve İsrail-FKÖ barışı çerçevesinde yitirdiklerimiz... Sanıl­dığının aksine Türkiye bu alanda hiçbir şey ne kaçırmış, ne yi­tirmiştir. Osmanlı devletinin mirasçısı olarak Türkiye’nin Orta­doğu’da aktif politika izlemesi yerindedir ve bu mevzudaki iti­razlar da yersizdir. Ne var ki, bu aşamada Türkiye’nin izleyece­ği aktif politikalar sınırlıdır. Tersi olması gerekirken FKÖ’yü İs­rail, ABD’den önce tanımıştır. Bu ABD’nin büyüklüğüne bir ha­lel getirmemiştir. Saniyen FKÖ ile İsrail arasında gizli yürütülen görüşmelerin İskandinav ülkelerinde ve bizzat Os/o'da yapıl­masının önemli sebepleri vardır. Bunlardan birincisi, 1988 yı­lındaki beri Oslo taraflar arasında yapılan gizli görüşmelerin buluşma yeridir. Salisen ArafatM itiraf ettiği gibi bazı FKÖ yetkililerinden dahi gizlenen temaslar, Türkiye’de yapılsaydı basının eline ve diline düşmesi daha kolay olurdu. Ve maksat gerçekleşmezdi. Zira barış görüşmeleri hazırlık devresinde muhalefetin ağına ve engellerine takılırdı. Bu açıdan bakıldı­ğında Türk basınının Ortadoğu barışı ile ilgili olarak fırsatların kaçırıldığı yönündeki eleştirilerini haklı ve makul bulmak mümkün değildir. Kaldı ki Mübarek İsrail’e ikinci kez davet

edildiği halde barış görüşmelerinde ilerlemeyi şart koşmuştur. Ve İsrail-FKÖ barışının mimarlarından biri olmasına rağmen Mısır bile bölgede kalmayı tercih etmiştir. Barışın mimarları arasında Simon Peres, Ebu Mazin (Mahmut Abbas), NebilŞa- as ve Mübarektim danışmanlarından Üsame ek-Baz’ı zikret­memiz mümkün. Aslında FKÖ-İsrail anlaşması Camp David anlaşmasının devamından başka birşey değil. Camp David an­laşmasında Filistinlilere özerklik verilmesi ve özerklik için beş yıllık bir geçiş süreci öngörülüyordu. Bu vesile ile Enver Se­dat, Begin yeniden hatırlanmış oldu. Camp David’in hayatta kalan tek mimarı Carter ise anlaşmanın imzalanmasına katılan konuklar arasındaydı. Hatta Clinton’un adını zikretmesi sıra­sında televizyon kameralarının spotlarını kendine çevirmeleri üzerine gözyaşlarını tutamamış. Aslında Carter ince bir insan. Camp David anlaşmasının Carter’e benzetilen Clinton döne­minde imzalanmış olması da, tarihin cilvelerinden bir başkası.

Clinton, Rabin ve Peres’in ısrarla Filistin Devleti diye bir varlığı kabul etmediklerini açıklamalarına rağmen Arafat’ın Fi­listin Devleti’nden bahsetmesinin anlamı nedir? Vizyon ve il­lüzyon meselesi. Aslında bu konuda Clinton ve Rabin’in söyle­dikleri doğru. Arafat ise bir yalancı. Bu, yarıya kadar dolu olan bardağın boş mu, yoksa dolu mu olduğuna dair yapılan tartış­maları hatırlatıyor. İşin gerçeği şu. FKÖ-İsrail anlaşması Ür~ dün-Filistin (+îsrail) konfederasyonu yolunda sadece bir ki­lometre taşı. Yani Filistinliler’in Ürdün’den bağımsız varlıkları tam olarak tanınmıyor. Sadece taraflar aramda orta bir yol bu­lunmuş oluyor. Öteden beri radikal İsrailliler Filistin diye bir ülkenin olmadığını ve Filistinlilerin vatanının Ürdün olduğunu söylerdi. Ürdün ise bu tezden ürkerdi hep. Bilindiği gibi Kral Hüseyin’in dedesi Abdullah’ı Filistinliler öldürmüştü. Galde Meirde: “Filistinliler diye bir mill,et yoktur” demiştir. Orta bir yolun bulunması en fazla İsraillilerle Ürdünlülerin işine gel-

inektedir. Bağımsız bir Filistin her iki devlet için de bir felâket­tir. Çünkü Filistin’in Gazze ve Batı Şeria dışındaki topraklan bu iki devlet tarafından paylaşılmıştır. Ürdün-Filistin konfederas­yonu ile bu tehlike bertaraf edilmiş oluyor. Barış anlaşmasıyla FKÖ ve İsrail büyüyen rakipleri HAMAS’a karşı ortak mücadele­nin zemini bulmuş oluyorlar. Bugünlerde Washington’da Pe- res’in “İkiz Anlaşma” olarak sözettiği Filistin-Ürdün Konfede­rasyonu yolunda Ürdün ile İsrail arasında bir önanlaşma sağla­nıyor. Bilndiği gibi 1967 yılında Yom Kippur Savaşı hda Ür­dün sahip olduğu Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü İsrail’e kaptırdı. Ancak hukukî ve İdarî olarak bu topraklar dolaylı olarak yine Ürdün’ün kontrolünde kaldı. Çünkü İsrail her ne kadar bu top­rakları fiilen işgal etmiş olsa da hukuken ilhak etmemişti. Kral Hüseyin’in birkaç yıl önce aniden Ürdün’ün Batı Şeria ile hu­kukî ilişkilerini kestiğini (Faddu’l-İrtibat) açıklaması üzerine askerî olarak İsrail’in, İdarî olarak Ürdün’ün elinde olan bu topraklar da boşluk doğmuştu. Bu tarihten sonra FKÖ kısmî, fiilî ve dolaylı bir yoldan bu topraklarda İdarî sorumluluk üst­lendi. FKÖ-İsrail anlaşmasından sonra bu toprakların bir kısmı (Gazze ve Eriha) hukukî olarak da FKÖ’nün denetiminden ge­çiyor. İsrail şiddet yoluyla sağlayamadığı bu toprakların kont­rolünü FKÖ’ye bırakıyor.

Sözkonusu Washington Anlaşması, Filistinliler adına değil FKÖ adına imzalanmıştır. Böylece FKÖ’nün siyasî bir organ olarak da anlaşmada taraf olduğu onaylandığı gibi, Filistinlile­rin tamamının da bu anlaşmayı benimsemediği zımnen tescil edilmiş oldu. Keza İsrail tarafından Dışişleri Bakanı Simon Pe- res’in imzaladığı anlaşmayı, FKÖ adına Siyasî Büro Şefi Faruk Kaddumî’nin imzalaması gerekirdi. Anlaşmaya taraftar olma­dığı için onun yerine anlaşmayı Ebu Mazin yani Mahmut Ab­bas imzalamış oldu. Kissinger’in de belirttiği gibi anlaşma ko­nusunda İsrail muhalefetinin bir tesiri olamaz, ama Filistinli

muhaliflerin tesiri gibi anlaşma konusunda İsrail muhalefeti­nin bir tesiri olamaz, ama Filistinli muhaliflerin tesiri sözkonu- su. Zira varılan anlaşma Camp David’in mütemmimi duru­munda. Camp David anlaşmasını ise dönemin Likud lideri Be­gin imzalamıştı. Yine de İsrail cephesinde bazı pürüzler olabi­lir. Likud lideri Natanyahu anlaşmaya karşı olduğunu açıkla­dı. Gerekirse medis muhalefetini aşmak için Rabin anlaşmayı halkın reyine sunabileceğini ima etti. Arap basınına göre Na- tanyahu’nun muhalefeti ciddiye alınamaz. Sadece iç-tüketime yönelik. Anlaşma sağdandıktan sonra İsrail’in varlığını tanı­mayan Yahudi tarikatı Natura Karta lideri Arafat’ı kutladı. Herhalde geriye Nasirüddin el-Banî kaldı.

Barışın sırları

İslâm tarihi hurûfîlerin eserleriyle doludur. Mistik anlayışın bir boyutu olarak zaman zaman tezahür eder, sonra yeniden sö­ner. Bu vakıadan bir kaçıştır. Bu anlayışın zaman zaman Şiiîlikle de yakınlığı bulunmuştur. Bunların karşısında da bazı nasçılar ya da nasçı muhaddisler tabir edebileceğimiz zümre bulunur. Nasirüddin Elbanîbunlardan biridir. Elbanî, ismin­den de anlaşılacağı gibi aslen Arnavut. Babası Osmanlı medre­selerinin son dönemlerinde yetişmiş. Elbanî uzun yıllar Şam’da selefîliğin başını çekti. Hatta Time ve Yedi İklim dergi­lerinde fotoğrafları yayımlanan bir ciltçi kardeşi vardı. Emevî Camii’nin kenarındaki dükkanlardan birinde ciltçilik yapardı, ama kimse onun Emevî Camii’nde namaz kıldığına şahid ol­mamıştı. Mazeretine gelince; Harun aleyhisselâmm kabrinin bulunmasından dolayı namaza camiye gitmiyormuş. Şam’daki klasik medreseler teveccühlerine ve anlayışlarına karşıydılar, âdeta onu kara listeye almışlardı. Görüşleri o zaman bile sathî­likle malûldü. Sonra Suudî Arabistan’a yerleşti ve burada ders vermeye başladı. Ama Suudî Arabistan’da kendini alamayarak cumhura ve hatta icmaya ters düşen fetvalar vermesi, gözden düşmesine yolaçmıştı. Kadınların da zinet eşyası olarak altın takmalarının haram olduğuna dair fetva verdi. Ardından Mes-

cid—i Nebevinin ziyaretini men’e çalışan görüşler serdetti. Bu­nun sonucu olarak da sınırdışı edildi ve Ürdün’e yerleşti. Ama kâide dışı fetva venneyi burada da bırakmış değil. En son ver­diği fetva ise, Filistinlilerin dinlerinden dolayı eza ve cefa çek­tikleri ve Daru’l-Küfr’e dönüştüğü için Filistinden hicret etme­lerinin vacib olduğunu öngörüyor. Zeki olmak, muhaddis ol­mak da yetmiyor. İnsanlara yol göstermek ve irşad faaliyetleri biraz da muhakeme kabiliyetinin olmasını geretiriyor. Sathî­liklerinden dolayı Elbanî, Muhammed Gazalî gibi müttezin ve dengeli ulemâ tarafından eleştirilmiştir. Bu zatın eserleri Türkiye’de de yıllardan beri çevrilir. En son çevrilen eserlerin­den biri de, herhalde Sıfatu Salati’n-Nebi olsa gerek.

Bu fetvasına binaen Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesi ho­caları toplanarak, Elbanî’nin sözkonusu Filistinlilerin toprak­larından hicretiyle ilgili fetvasını çürütmüşler (ez-Zeytune ga­zetesi, sayr. 54, 6.8.1993)- Elbanî, zaman zaman Abdulfettah Ebu Gudde gibi âlimleri de çok uğraştırmıştır. Onlarca âlimin altında imzası bulunan karşı fetva, Filistinlilerin İsrail’in her türlü baskısına karşı sabır, sebat ve metanet göstermelerini tavsiye ediyor. İsrail, bu fetvasından dolayı Nasirüddin Elba- nî’yi ödüllendirse yeridir.

İsrail ile barış mevzuunda çelişkili fetvalar verilmişti. Nasır döneminde ve Camp David anlaşlasına kadar verilen fetvalar­da, İsrail ile barış yapılmasının uygun olmadığı üzerinde gö- rüşbirliği vardı. Ezher Üniversitesi bu yönde fetva vermişti. An­cak Camp David barış sürecine girildiğinde, dönemin Ezher şeyhi Abdurrahman Bisarvc bazı zevat siyasî baskı altında, İsrail ile barış yapılabileceğine dair fetvalar vermişlerdi. Suri­ye’de ise Hafız Esat, uzun bir dönemden beri, İsrail ile banş ko­nusunda kamuoyunu olgunlaştırmaya çalışıyor. Halkın nabzı­nı tutuyor ve ulemâ ile birlikte oluyor. Halk ise özellikle eko­nomik açıdan nefes alabilmek ve barışın beraberinde gelecek

dışa açılma politikalarından yararlanabilmek için kerhen olsa İsrail’le banşı destekliyor. En azından pragmatist kitleler için bu böyle.

Filistinliler arasında toptancılar olduğu gibi, İsrailliler ara­sında da toptancılar var. Özellikle yerleşimciler arasında. HA­MAS ve Filistin’in Kurtuluşu İçin Millî Cephe gibi bazı önemli örgütler İsrail ile barıştan ziyade teslimiyeti andıran anlşmalara karşılar. Hatta basın organlarında ciddi ciddi Filistinliler ara­sında patlak verebilecek bir iç savaştan sözediliyor. Eretz İsrail tezini ortadan kaldırdığı için barışa karşı çıkan eski bir haham olan Sblomo Goren, “Arafat binlerin ölümlerinden sorumlu­dur. Binaenaleyh bundan dolayı herhangi bir yahudinin ilk karşılaştığı yerde Arafat’ı öldürmesi hakkıdır...” diyor. Time dergisi, Rabin’in barış mesajının Büyük İsrail Savaşının kaybe­dildiği anlamına geldiğini kaydediyor. Buna karşılık Filistinli­lerin Gazze-Eriha anlaşmasını kabul etmeleri de Büyük Filis­tin’in sonu anlamına gelmektedir. Büyük Filistin-Eretz İsrail birbirini sıfırlamış oluyor. Körfez Arapları şimdiden anlaşmayı tebrik ediyorlar. Arap Birliği ise İsrail’e ticarî ambargoyu (mu- kataa) kaldırmanın yollannı anyor. Barışın çok farklı yansıma­ları olacak.

(Zaman)

Barışı yaymak

BARIŞ anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte kullanılan entere­san başlıklardan bazıları şunlar: “Düşmanlığın some ” (Ending enmity), “Şimdi hep birlikte’’together now). Bu başlıklar­dan aynı zamanda barıştan beklenilen semereleri de ortaya koyuyor. Elbette İsrail’in isteği Filistinlilerle mücerret barıştan ibaret değil. Asıl çıkarları barışın yayılmasında yatıyor. Barışın yayılması İsrail’e siyasî ve ekonomik çıkarlar sağlayacak. Böy- lece varlığı meşruiyete bürünecek ve bölgede ekonomik atı­lım imkânı bulacak. Hatta şimdiden İsrail’e Ortadoğu’nun Sin­gapur’u olarak bakanlar var.

Barışın esas mimarı olan Şimon Peresin uzun vadeli amacı da bu. 11 yaşında Polonya’dan gelen Peres askerlik yapmasına rağmen profesyonel bir asker değil. Bunun için ekonomik al­ternatifler üzerinde yoğunlaşıyor. Barışın imzalanmasının ar­dından Warren Christopher tabuların yıkıldığını beyan edi­yordu. Rabin istisnasız bütün Arap ülkeleriyle barış istedikleri­ni vurguluyor.

Bu bağlamda İsrail bu yıl içinde en az beş İslâm ülkesinin İsrail’i tanıyacağını umuyor. Bunun temini maksadıyla Rabin ve Peres alelacele New York üzerinden Fas’a uçtular. Böylece sıcağı sıcağına Fas’ın İsrail’i tanıma garantisini de aldılar.

FKÖ-İsrail banşı nasıl Oslo üzerinden geçmiş ise, Camp David anlaşması da Fas üzerinden geçmişti.

Yarım kalmış bir bikâye

Filhakika Camp David anlaşmasının mazisi 1976 gibi bayağı eskilere dayanıyor. CIA’nın eski başkan yardımcılarından, Tahran ve Rabat elçiliği yapmış, şimdilerde emekli hayatı yaşa­yan General Vemon Wolters, Amerikan idaresi tarafından 1973 yılında Filistinliler ile gizli temasları sağlamak için Rabat’a gönderilir. Bu ziyaretten üç hafta önce Kissinger, FKÖ’den, ABD’nin Filistinlilerin meşrû ve temel haklarını kabulü ve ba­ğımsız Filistin devletinin tanıması halinde İsrail’in varlığını ta­nıyacakları yolunda bir mesaj alır. Ancak Kissinger’in çizdiği Amerikan dış politikasında, bağımsız bir Filistin devleti anlayı­şı yoktur; onun yerine Filistin meselesi Ürdün üzerinden çözü­lecektir. Amerikan ve İsrail idaresinin bugün bile ısrar ettikleri bu tez, Arafat tarafından dolambaçlı ifadelerle kabul edilmiş­tir. Ancak Fas’ın gözetim ve himayesinde yapılan görümşeler basına aksedince netice alınamaz. 1976 yılında II. Hasan, dö­nemin İsrail Başbakanı îzak Rabin ’den Sedat’a ulaştırılması için bir mesaj alır. Mesajda iki unsur var:

          İsrail ile barış karşılığında Mısır ne istiyor?

         İsrail ile savaş durumunu sona erdirme karşılığında Mısır bizden ne bekliyor?

Sedat’ın cevap vermekte ağırdan alması üzerine temaslar bir netice vermez.

Bu arada 1977 yılında İsrail’de seçimler olur, Likud seçim­leri kazanır, Rabin kaybeder. Ancak Kral Hasan arabuluculuk rolünü sürdürmektedir. Batılı dostları da netice alınması için kendisini sıkıştırmaktadır. Bu baskılar üzerine Kral Hasan, Se­dat’a ülkesi toprakları üzerinde Begin le buluşturmayı ya da o

dönemin Dışişleri Bakanı Moşe Dayan ile görüştürmek üzere bir temsilci göstermesini teklif eder. Sedat ikinci tercihte karar kılar ve yardımcısı Hasan Tihamifi Rabat’a gönderir. 16 Eylül 1977’de Tibami ile Moşe Dayan, Rabat’da biraraya gelirler; böylece Camp David’e giden yol açılmış olur. 1977 yılında se­çimleri kaybetmesi üzerine İşçi Partisi, Camp David anlaşma­sını imzalama şansım yitirir. Ne var ki Camp David’in Filistinle ilgili uygulanamayan maddelerini yeni bir anlaşma halinde ha­yata geçirmekte az ve uz gittikten sonra yine Rabin’in nasibine düştü. Aslında süreç bir... Rabin kaldığı ve Likud’un bıraktığı yerden devam ediyor.

Barışın bize bakan yüzü

Suriye ile İsrail arasında muhtemel bir barış anlaşması herhal­de Türkiye’nin lehine addedilemez. Bilakis aleyhinedir. Keza Filistinliler ile İsrail arasında varılan barış anlaşması da bazı çevreler tarafından Kürt meselesinin kaşınmasına medhalder olabilir. Meselâ Amerikan-Kürt Enformasyon Ağı (American Kurdish Information Network) bir açık mektup yayımlamış. Bu mektupta FKÖ-İsrail barışıyla ilgili coşkulu oldukları ifade ediliyor. Ardından grup baklayı ağzından çıkarıyor: “Kürt sa­vaşı da eşitlik arıyor. İsrail’in kuzeyinde; ABD tarafından gör­memezlikten gelinen ülkede (bölge)... işgalci Türk askerleri de Kürdistan’da Kürt halkını biçiyor, köylerini yakıyor, şehir­lerini bombalıyor. Sözkonusu barışın dansı Türk Hükümeti ile PKK'yı da kapsayan Kürt gerillalarının başına olsun.”

Sözkonusu grubun mektubunda ayrıca Oslo’da yapılan gizli görüşmelerin benzerinin Türkiye ile PKK arasında da ger­çekleştirilmesi temennisi dile getiriliyor. Kürt meselesinin ha­ricinde Kıbrıs konusunda ise BM Genel Sekreteri Butros Gali pusuda bekliyor. Tabiî bu gelişmeler Türkiye için kaygı verici.

İsrail-Vatikan protokolleri

“MİHENK” yazılarına ara vereli epey zaman oldu. Libya ve Su­dan ziyaretlerimiz ve ardından gelen diziler, köşe yazıları ile aramızı biraz açtı. “Mihenk”te kaldığımız yerden yeniden baş­layalım derken, baktık ki, yeni yıl kapıdan görünmüş. Bu du­rumda ister istemez geçmiş yılı elemek lüzumunu hissettik. Eh, geçmiş yılı elemek bir yazıya sığmayacağı için biz son gün­lerin en önemli bir—iki olayını değerlendirelim istedik. Kanaa­timce son günlerin belli başlı olayları arasında ilk sırayı İsra­il-Vatikan tanışması işgal eder. Bugünkü bazı hristiyan ya­zarlar da itiraf ediyorlar ki, Hazreti İsa, Musevîliği ihya ve ıslah için gelmiş muslih bir peygamberden başkası değildi. Yeni bir şeriat, yeni bir düşünce getirmemiş; sadece Musevîliğin aksa­yan taraflarını yeniden düzenlemek istemişti. Hazreti İsa’nın misyonu tamir, revizyon ve bugünkü moda tabirle Musevîliği yeniden yapılandırmak idi. Ancak Allah’ın gönderdiği ile zi­hinlerinde bekledikleri arasındaki çelişkiden dolayı, Musevî­ler Hazreti İsa’yı tanımamışlar ve ona karşı çıkmışlardı. Dolayı­sıyla Hazreti İsa’ya inananlarla, eski inançlarını sürdüren mu- sevî toplulukları arasında inanç tezadı zamanla düşmanlığa dönüştü. Hristiyanların da Ahd-i Atik’e inanmalarına rağmen bu düşmanlık ve kavga ikibin yıldır sürüyordu.

İsrail ve Vatikan ülkelerinin karşılıklı olarak diplomatik ilişkiler başlatacakları son yılların gündemini oluşturan önem­li mevzularından biriydi. Nihayet 30 Aralık 1993 tarihinde, bu ilişkiler resmiyete kavuştu. İsrail ile Vatikan arasında birkaç ay içinde tam diplomatik ilişki kurulmasını sağlayacak tarihî an­laşmayı İsrail adına Dışişleri Bakan Yardımcısı Yossi Bellin, Vatikan adına da Claudio Celli imzaladı.

Vatikan Kudüs dahil, Filistin topraklarındaki işgal ve Kato­lik Kilisesi’nin mülkiyet haklarından dolayı İsrail’i kurulduğu 1948 yılından bu yana tanımıyordu. 1968 yılında Vatikan İsra­il’e karşı yeni bir yaklaşım geliştirmiş ve mevcut sınırları dahi­linde İsrail’in varolma hakkını tanıdığını açıklamıştı. Vati­kan’ın, İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs yerine çoğunlukla Arapların yaşadığı Tel-Aviv’in Yafa bölümünde açmak istedi­ği belirtiliyor. İsrail-Vatikan tanışmasından sonra Papa II. Je­an Paul bazı Ortadoğu ülkelerini ziyaret edecek. Bunlar ara­sında Lübnan ve Kudüs ağırlıklı İsrail’de bulunuyor. Papa VI. Paul 29 yıl önce (1964) o sıralarda Ürdün hakimiyeti altında bulunan Doğu Kudüs’ü ziyaret etmişti.

Vatikan ile İsrail arasında varılan Temel antlaşma 15 proto­kolden oluşuyor. Bu protokoller üzerine, ortak bir komisyon tam 17 ay dirsek çürütüyordu. Antlaşmaya varılmasında FKÖ ile İsrail arasında Washington’da varılan Gazze-Eriha antlaş­ması yardımcı olmuş, taraflara cesaret vermişti. Protokollere göre taraflar anti-semitizm ve her türlü ırkçılığa karşı mücade­le edeceklerini taahhüt ediyorlar. Bilindiği gibi daha önce ka- tolikler Hazreti İsa’nın kanından, Yahudileri sorumlu tutuyor­du. Buna arşılık İsrail’de Vatikan’ın Nazilerin yükselişi ve ya- hudilere karşı soykırım uygulaması karşısında sessiz kalmakla itham ediyordu. 1962-1965 yılları arasında toplanan İkinci Vatikan Konsili, Yahudi halkım kollektif olarak Mesih’in ka­nından sorumlu tutma alışkanlığından ve kararlılığından vaz­

geçtiğini açıklamış ve müslümanları ve yahudileri diyaloğa ça­ğırmıştı. Vatikan-İsrail arasındaki antlaşmanın katolik ülkeleri ve İsrail arasında karşılıklı ilişkileri normalleştirmeye yardımcı olacağı sanılıyor. Vatikan önceleri ilişkilerin normalleştirilmesi için Filistinlilerle İsrail arasında barış görüşmelerinde ilerleme sağlanmasını şart koşuyor ve Kudüs’e İslâm, Hristiyanlık ve Yahudilik için mukaddes bir şehir statüsü verilmesinin garanti edilmesini istiyordu. Son sıralarda Doğu Kudüs’ün İsrail’e ilha­kına karşı çıkmasına rağmen Vatikan eskisi gibi, yasal olarak Kudüs’ün İsrail’den ayrı gayrı olmasını şartını ileri sürmüyor. Uluslararası Yahudi kuruluşları da İsrail ile Vatikan arasında varılan anlaşmadan memnuniyet duyduklarını açıkladılar.

Bilindiği gibi Papa II. Jean Paul’un de mensubu olduğu Po­lonya Katolik Kilisesi ile İsrail arasında Auschwitz Toplama Kampı çerçevesinde anlaşmazlıklar başgöstermiş, ancak ne Walesa ne de Vatikan, İsrail karşısında Polonya Katolik Kilise- si’ne tam destek'vermişlerdi. B’Nai B’Rith’in Anti-De amatian League Lideri Kenneth Jacobson, Vatikan-İsrail antlaşmasının Auschwitz gibi askıdaki ihtilâfların halledilmesine de yaraya­cağını kaydediyor. Kanaatimce bu yılın en önemli hadiselerin­den biri FKÖ-İsrail, Îsrail-Vatikan antlaşmalarıdır.

bu hafta dış politika açısından önemli bir haftaydı. Haftanın panoraması; NATO zirvesi, Moskova’da üçlü zirve ve Cenev­re’de Esat-Clinton görüşmelerini kapsıyordu. NATO zirvesi­nin çoklarını tatmin etmese de, en önemli sonucu bir ara for­mülle NATO’nun Doğu Avrupa’ya açılması ya da yayılması ol­muştur. Bu meselede Rusya’nın endişeleri dikkate alındı ve ra­hatsız edilmemek için azamî çaba gösterildi. Clinton NA­TO’nun Doğu Avrupa’ya yayılmasını Avrupa’nın birleştirilme­si argümanıyla savundu. NATO’nun Bosna ile ilgili müzakere­leri ise her zamanki gibi fos çıktı. İki yıldan beri ağızları pele­senk haline gelmiş ifadeler tekrarlandı. Mesele yine Bosna me­selesinden ziyade oradaki barış gücü meselesine indirgendi. Tuzla Havaalanının açılması meselesinde de muğlak ifadeler kullanıldı ve yine Gali’nin insafına terkedildi. İngilizler özellik­le hava harekâtı istemediklerini bir kez daha tekrarladılar. Fransa ise, Sırpların savaşı daha da uzatacağı bahanesiyle karşı çıktığı Tuzla Havaalanının açılmasını isteme cesaretini göster­di, ama yine sonuç yok. NATO meselesinde olduğu gibi Bosna meselesinde de Rusya bir türlü aşılamıyor. Zaten müttefikler arasında da yeter derecede Sırbofil uzmanlar ve idareciler bu­lunuyor. Bu uzmanladan biri olan Peter Wilson, “Konu tekrar

ölüm kavramına kilitlendi.' Daha önce ortaya koyduğumuz çe­kinceler hâlâ orta yerde duruyor. Muhtemel operasyonda ne­reye kadar devam edebiliriz. Herkesin gelip durduğu nokta iş­te bu. Kısacası, daha çok büyüyebilecek bir çatışmaya müda­hale edecek kadar hazır değiliz...” demektedir. CIA eski mü­dürlerinden William Colby’rûn. de birçok pilotun kaybına se- beb olacağından ve sivil hedeflerin vurulabileceğinden dolayı hava operasyonlarına itirazı var. Müdahaleye gönlü olmayan batılı, bin dereden su getiriyor. Sıralanan gerekçeler İngilizle- rin, “Eğer Bosna-Hersek’e silah ambargosunu kaldırırsak sa­vaş daha çok uzar ve yayılır” şeklindeki argümanlarım hatırla­tıyor. Bu yaklaşımdan dolayı Bosnalılar İngilizleri Uluslararası Adalet Divam’na vermişlerdi. Ama bütün Batı ve batıldan da mahkemeye verecek halleri yok ya!

Haftanın ikinci mühim hadisesi ise Ukrayna’nın nükleer si­lahlarından vazgeçmesiydi. Uzun dönemden beri ABD, Ukray­na’ya nükleer silahlarım Rusya’ya teslim etmesi için baskı yapı­yordu. Ukrayna ise postu ucuza satmak istemiyor ve şantaja başvurarak ABD’den para sızdırmaya çalışıyordu. En son 12 milyar dolar karşılığında haklanndan vazgeçerek terk-i silâhı kabul etti. Clinton, Kravçukve Yeltsin arasındaki anlaşmanın mühim bencilerinden biri de füze başlıklarının sabit hedefleri­nin değiştirilmesi. Önümüzdeki aylarda artık hedefler Rusya veya ABD’yi göstermeyecek. ABD’nin ve Rusya’nın hassasiyet­le üzerinde durduğu bu anlaşmanın sağlanmasından sonra Washington muhtemel olarak Kazakistan’ın elindeki başlıkla­ra yönelecektir. Belki Nazarbayev üzerine baskılar yoğunla­şacaktır. Kazakistan bunu terk şartla kabul etmelidir; müteka­bil olarak Rusya, Çin ve ABD’nin elindeki nükleer silahlardan vazgeçmesi. Çünkü Kazakistan toprakları hem aşırı milliyetçi Rusların, hem de Çin’in tehdidi altındadır.

Haftanın diğer en önemli gelişmesi ise, bugün Cenevre’de

yapılan Clinton-Esat zirvesidir. Burada Lockerbie ve PKK gibi meselelerin, yanında ağırlıklı olarak Golan Tepeleri hin Şam’a iadesi ve bunun karşılığı, kapsamlı barış ele alındı. Esasen ba­rış konusunda taraflar arasında bir önkabul mevcut. Mesele karşılıklı tavizlerde düğümleniyor. İsrail kapsamlı bir barış is­terken, Suriye Golan Tepeleri’nin iadesini istiyor. Tabiî bu ön- şartların tahkik edilmesinin önünde bazı siyasî ve teknik pü­rüzler var. Esat ve Clinton bu pürüzleri ve karşılıklı tavizleri gö­rüşecekler. Şam barış hususunda ABD’nin garantörlüğünü vazgeçilmez bir şart olarak görüyor. Zirvenin önemi de bura­dan kaynaklanıyor. Gerçi Suriye ile İsrail’in birgün bir gece içinde barışa gitmeleri mümkün değil. İsrail’in Gazze’den kur­tulmak için FKÖ ile yaptığı Gazze-Eriha anlaşmasını hazmet­mesi gerekiyor öncelikle. Bundan dolayı Rabin görüşmelere çok hızlı bir tempoda girmek istemiyor. Yine de Suriye ile ba­rış, İsrail için kaçırılmaması gereken altın bir fırsat. Civar ülke­ler arasında barış mevzuunda İsrail’in önceliği Suriye. Çünkü Lübnan’la barış da Şam’dan geçiyor. İsrail’in en önemli ihtilâfı da Suriye ile. Ürdün ile İsrail arasında tek pürüz 1967 yılında iş­gal ettiği Araba Vadisi ve bu vadiyi Amman’a kiraya vermeye hazır.

İsrail Mısır’la yaptığı soğuk barıştan ders almışa benziyor. Bundan dolayı Suriye ile yapacağı barışın muhkem olmasına azamî itina gösterecek. Suriye ise Sina’yı alan Mısır’dan daha azma razı değil, Golan’ın tamamını istiyor. İsrail’in Golan Te­peleri üzerinden Suriye’nin hükümranlığını gizlice kabul et­miş ve Christopher vasıtasıyla Şam’a iletilmiş. Ancak Rabin gizlice itirafını Ams'seZteki hassas dengeleri bozmamak ve meclisteki çoğunluğunu yitirmemek için açıktan yapamıyor. Suriye barış için yeterli esneklik gösteriyor. Meselâ Golan’dan çekilmenin aşama aşama gerçekleşmesini kabul ediyor. Bun­lara ilâveten son sıralarda Suriye’de kalan son Yahudilerin de

çıkışlarına izin vermiş bulunuyor. Suriye-İsrail barış görüşme­lerindeki paradoks, İsrail’in güvenliğine karşı Suriye’nin eko­nomik ihtiyaçlarıdır. Barış vasıtasıyla Suriye kapalı kapıların açacağım ve ekonomik bir refah elde edeceğini umuyor. İsrail sağı Golan Tepeleri’nden çekilmeyi güvenlik açısından çok riskli mütalaa ediyor. Ancak silah teknolojisinin gelişmesiyle Golan’ın eski stratejik ehemmiyetinin pabucu da dama atılmış oldu. Eskisi kadar hayatiyet (vital) arzetmiyor. İsrail eski istih­barat başkanı Şolomo Gazit, Golan Tepeleri’nin eski stratejik önemini yitirdiğini itiraf ediyor. Ancak sağ ajitasyon deneme­lerini bırakmıyor. ABD Ortadoğu barışına Suriye’nin dahil edil­memesi halinde barış operasyonunun tümden yıkılabileceği­ne inanıyor. Daha önce Nebil Şaas ile Kahire’de gizli görüş­meleri tedvir eden ve FKÖ ile birlikte HAMAS’ın hakkından gel­meliyiz diyen İsrail Çevre Bakanı Yossi Sarid, “İsrail barış için Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğinden vazgeçmelidir” di­yor. Evet, bugünkü Clinton-Esat zirvesiyle Suriye-İsrail ara­sındaki barış için geriye sayma başlamış oluyor.

Talihsiz ziyaret”

ÇETİNİN İsrail’e gecikmeli ziyareti başlama sürecine girdi. An­cak hangi zaviyeden bakarsak bakalım bu ziyaret talihsiz ol­muştur. İsrail, Cumhurbaşkanı Ezer Weizman’in kuzeye ziya­reti sırasında Güney Lübnan’dan Hizbullah kamplarından atı­lan Katyuşa füzelerini bahane ederek Lübnan’a saldırmış ve düzinelerce insan hayatını kaybetmiş ya da yaralanmış du­rumda.

Ziyaretin asıl önemli yanı da görüşmelerin Kudüs’te yapıl­ması ihtimalidir. Bu, Türkiye’nin dış politikasında İsrail lehine köklü bir değişim anlamına gelecektir. Bilindiği gibi İsrail 1967 yılında silah zoruyla ele geçirdiği Kudüs’ü 1980 yılında “ebedî başkent” ilan etmiş ve ardından kendisine yakın ve dost addet­tiği ülkelerden elçiliklerini Kudüs’e taşımalarını istemiştir. An­cak çok az sayıda ülke İsrail’in bu isteğine ram olmuştur. Batılı ülkelerden bile birçoğu elçiliğini Tel Aviv’de bırakmış Ku­düs'te sadece konsolosluk açmakla yetinmiştir. Hikmet Çe- tin’in görüşmeleri Kudüs’te gerçekleştimıesi ‘de facto’ olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti saymak olacaktır. Filistinliler de Çe­lloin bu ziyaretine ve görüşmelerin Kudüs’te icra edilmesine O Bu ziyaret 28 Temmuz 1993 tarihinde yapılmamış, ancak Kasım 1993’de gerçekleştirilebilmiştir.

karşı çıkıyorlar. Türkiye ötedenberi ısrarla İsrail’le ilişkileri ge­liştirmek için Filistin konusunda olumlu gelişmeler olmasını şart koşmuştur. Henüz bu şart yerine getirilmiş değil. Gazze Belediye Başkam Zekeriyya Mekkî de aynı paraleldeki rahat­sızlıklarını dile getiriyor:

“Çetin Kudüs’e gitmesin. Gitse bile görüşmeleri orada yapma­sın. Eğer görüşmeler orada yapılırsa bunun anlamı Türki­ye’nin İsrail işgalini onaylaması demektir. İsrail’in hedefi de görüşmeleri burada yaparak işgali meşrûlaştırmak ve hukukî zemine çekmek...”

Tabiî tavsiye mahiyetindeki bu talepleri kâale alıp almamak Türkiye’nin bileceği iştir. Ne var ki İsrail’in tuzağına düşme­mek de yaranmızadır. 1980 yılında İsrail, Kudüs’ü “Ebedî Baş­kent” ilan edince Türkiye’deki askerî rejim, ilişkileri kâtiplik seviyesine indirmişti. Bunun üzerine 13 yıldan beri yapılan yo­ğun baskılar sonucu İsrail’le ilişkilerimiz yeniden üst seviyeye yükseltildi. İlişkilerin gizli kapaklı olacağına açıktan, gözler önünde olması yeğdir. Ne var ki, bu bir haksızlığın tescili, ada­letsizliğin kabulü için kullanılmamalıdır. Viyana’da yapılan in­san hakları konferansı sırasında Filistinli sürgünler konferansa şu mealde bir mesaj göndermişler: “Discrimination against Jews is racism. Discrimination againist Palestinianes is..Yani yahudiler aleyhine ayrımcılık ırkçılıktır da, Filistinlilere karşı yapılan nedir? Acaba haksız değiller mi?

ABD ilk kez olarak İsrail’den “nükleer silahların sınırlandı­rılması anlaşmasf'na imza amasını istedi. ABD son günlerde ilk defa iyi bir eylemde bulundu, bunun gerisini getirir mi, getir­mez mi bilemeyiz.

Ancak Ortadoğulu insanların Çetin’den bir beklentisi de Washington’un bu meyandaki talebini İsrailli yetkililere tek­rarlamasıdır. ABD’nin ne kadar samimi olduğunu daha sonra­ları göreceğiz. Zira beş yıl önce “üçüncü dünya” ülkelerine si­

lah satışında payı yüzde 13’ü geçmeyen ABD’nin sözkonusu yapı 1992 itibarıyla yüzde 57’ye yükselmiştir.

İslâm davetçi bir dindir. Musevîlik ise partikalarist, yani özelliğini koruyan, başkalarıyla karışmamayı esas alan bir sis­teme sahiptir. Davetçi bir din değildir. Buna rağmen Türki­ye’de din kültürü dersinin mecburî hale getirilmesine David Esseo hun karşı çıktığını okumuştuk. Ama İsrail’de ise “başka­larına verir talkını, kendi yutar salkımı” misali Arapça tedrisat yapılan medreselerde bile din-ahlâk kültürü değil, Tevrat’ın bile mecburî ders olarak okutulduğunu biliyoruz.

Eskiden Rusya namı hesabına çalışan solcular bugün her yerde Amerikan ve İsrail namı hesabına çalışmaktalar. Bunda da pek garipsenecek birşey yok. Meselâ Mısır solcu ve fanatik laikleri Fereç Fode konusunda şehadetinden dolayı Muham­med GazalPp hedef aldıkları gibi, terörü azdırdıkları yönün­de tanınmış âlimlerden Muhammed Mütevelli Şaravî ve Şeyh Yasin Rüşdîyı de suçluyorlar. İtidalin sembolü oldukları hal­de. Kaddafi de İsrail’le ilişkilerini düzeltmek için dolambaçlı yollar kullanıyor. Libyalı sözde hacıların Kudüs’ü ziyaretleri­nin Adnan Kaşıkçı ile Yakup Nemrudı’nin Paris’teki ortak bü­rolarından organize edildiği belirtiliyor. Libyalı hacıların dev­let görevlisi oldukları da işin başka bir boyutu.

İsrail basınından anlaşıldığına göre İsrail tarafının amaçla­rından biri de Çetin’in ziyareti münasebetiyle Türkiye ile gü­venlik alanında ve terörizme karşı bir anlaşma akdetmek. Ma­yıs ayında Mısır’da Ezher ulemâsından Dr. Ömer Abdulaziz in aracına bir elbombası yerleştirilmiş ve bombanın patlaması so­nucu üçü kardeş olmak üzere yedi kişi hayatını kaybetmiş ve ondört kişi de yaralanmıştı. Muhalefet basını ve aracın sahibi Dr. Ömer Abdülaziz, eylemin MOSSAD işi olduğunu kaydedi­yorlar. Hadiseden sonra MOSSAD ile bağlantısı olan şüpheli yakan!anmış, ancak Mısır yönetimi bu konuda bir açıklamada

bulunmaktan kaçınmıştı. Türkiye ile güvenlik anlaşmasından önce İsrail’in ne kadar güvenilir olduunu isbat etmesi gereki­yor.

\Zaman, 28.7.1993]

Araplar, Türkler ve Yahudiler

Ortadoğu çok esrarlı bir bölge. Özellikle günümüzde bura­daki gelişmeler kişiler üzerine kurulu denklemlere bağlıdır. Bundan dolayı Ortadoğu’da olmaz, olmazdır. Zannediyorum bütün gücüne rağmen İsrail’i korkutan, gelecekten ürküten; sürekli güven bunalımı yaşamasına sebep olan da bu. İsrailli­ler en ucuz fiyata barışı kapatmak için uluslararası basın vasıta­sıyla Suriye’ye bindirme yapsalar da nihaî kertede Esad’ın ken­dileri için belki de bulunmaz bir fırsat olduğunu biliyorlardır. Suriye tam barış sürecine girdiği bir sırada beklenmedik bir şekilde Hafız Esad sonrası iktidar denkleminde adı geçen Ba­sıl Esad trafik kazası sonucu hayatım kaybetti. Elbette bu Ha­fız için bir sadme yani şok bir hadise. Esad ailesinin gelecek hesaplarını karıştıracağı gibi Esad sonrası için iktidar mücade­lesini de kızıştıracaktır. Hafız Esad sonrası için banko isim şim­di Rıfat Esad tır. Ancak Rıfat Esad seçeneği başta Hafız Esad olmak üzere Askerî İstihbarat Başkam AH Duba gibi alevî elit yönetim temsilcileri tarafından da tasvib görmüyor. Bilindiği gibi Hafız Esad’ın Hama katliamından hemen sonra ağır bir şekilde kalp ve şeker hastalığına yakalanmasının ardından ra­kip kanatlar arasında iktidar kavgası kızışmış ve ardından Ha­fız Esad’ın da desteğiyle Rıfat Esad bir çeşit gönüllü ve muva­

zaalı olarak sürgüne gönderilmişti. Geçtiğimiz yıllarda ise an­nelerinin devreye girmesiyle Rıfat tekrar Suriye’ye gönderil­mişti. Geçtiğimiz yıllarda ise annelerinin devreye girmesiyle. Rıfat tekrar Suriye’ye dönmüştü. Hafız Esad hayatı boyunca 100 bin kişiden fazla insanın kanına girdi. Tabiî ciğerparesinin ansızın gelen ölümü belki de onu fena halde sarsmıştır, ölüm gerçeğini hatırlatmıştır. Esad ailesinin başına gelen felaketle­rin genelde büyük günahlarından sonrasına rastladığı yönün­de bende bir kanaanat hasıl oldu. Esad Hama katliamından sonra hasta olmuş ve halefinin belirlenmesi için ülkede iktidar kavgası başgöstermişti. Belki de Esad’ın en en büyük günahla­rından birisi de yıllar yılı aksini savunduğu halde İsrail’le barışa yanaşmasıdır. Bilemiyoruz bu barışın laneti midir, nedir; Os­lo’da İsrail-FKÖ arasındaki varılan anlaşmanın mühendisliğini ve mimarlığını yapan Norveç Dışişleri Bakanı Johan Jorgen Holst da geçenlerde vefat etti. Ama tevafuka bakınki Suri- ye-İsrail Barış Mimarı Esad’ın oğlu Basıl ile Johan Jorgen Holst aynı günde toprağa verildiler. (22 Ocak 1994)

Esad’ın hayallerinden biri büyük Suriye idi. Bu konuda bil­hassa Esad’ın şansı olmamasına rağmen terör, ikili oyunlar, düzenbazlıklar ve madrabazlıklarla gemisini yüzdürmeye, Şam’ı hatırı sayılır bir başkent yapmaya çalıştı. Amerikan Araş­tırma Komisyonu Evi’ne göre Esad’ın yaptığı kirli işlerden biri de kalpazanlıktı. İddiaya göre İran’ın bastırdığı sahte paraların dağıtımını Suriye yapıyormuş (Büyük Suriye adında eseri bu­lunan Suriye uzmanı Daniel Pipes, 19 Ocak 1994) Daniel Pi­pes, Esad’ın Suriye’nin barış sürecine katılmasını istismar ede­rek Türkiye’nin PKK terörüne karşı şikayetlerini savsakladığı­nı yazıyor. Açıkçası Suriye, Türkiye’ye karşı katıldığı barış sü­recinden güç ve kuvvet almaktadır. Onu asıl şımartan Batkılar­dır. Cenevre zirvesi bile tek başına bunun bir delilidir. Esad’ın uluslararası dengeleri iyi gözeten tilki kadar kurnaz bir politi-

kaçı olduğunu söyleyebiriliz. Ancak herşeyin ve Herkesin Dır sının ve sonu var. Zamanla yanşan Hafız Esad kendisini bekle­yen sona doğru hızla adeta sürükleniyor.

Ortadoğu’nun gelecğini Türker, Araplar ve Yahudiler be­lirleyecek. Araplar, Türkler ve Yahudiler aynı zamanda Yahu­di müellife ait bir eser. Bu eserde Arap milliyetçiliği, Türk milli­yetçiliği gibi ana başlıkların yanında Türkiye’deki İslâmî geliş­melerin de âdeta bir atlası çıkarılmış, tarikatlardan ve nurculuk hareketinden dahi bahsadeliyor. Türkiye’nin Ortadoğu için ne denli önemli olduğunu bildiğinden dolayı İsrail’deki güver­cinlerin ileri gelenlerinden Cumhurbaşkanı Weizman dört günlük yurtdışma ilk ziyaretini bugün Türkiye’ye yapıyor. We­izman, yıllar önce Türkiye’yi gizli olarakda ziyaret etmiş. Arap­ları ve Türkleri yakından tanıyor, üç amcasının da iyi derecede Türkçe bildiğini söyleyen ve Camp DavidYx mimarlarından biri olan Weizman da ana dili gibi Arapça biliyor. Aynı zaman­da Kartalların Kanatlarında ve Banşİçin .Srimş'gibi eserleri olan bir yazar. Hiçbir dine karşı olmadığını söyleyen Weizman yine de Sedat Sertoğlu karşısında kendisini zaptedememiş ol­malı ki, “Sonuna dek Türkiye’de aşırı dincilerle mücadele et­melidir” şeklinde bir tavsiyede bulunuyor. Weizman tavsiyele­rinde kendi açısından haklı. İsrail, Ortadoğu’da ilelebed yaşa­yabilmesi için İslâm faktörünü en azından tahyid etmek yani tarafsız ve nötr hale getirmek zorundadır. Bunu kısmen başar­dığı için de Weizman, “Cenevre’de İsrail yerine Clinton’la dost­luğunu ilerletti” şeklinde serzenişte bulunsa, mülâhaza hane­sini açık tutsa dahi, Esad ve Mübarek gibi liderlere minnettar.

Weizman dört günlük ziyareti sırasında özellikle GAP böl­gesini ziyaret edecek. Bu yıllar önce Erbakan in “İsrail’in gözü GAP’ta” tezini de doğrulamış olacak. Buna ilaveten ziyaret Ma­navgat su projesiyle de ilgili. Bu ziyaret sırasında Batılı ülkele­rin de desteğiyle Türkiye’nin komşu ülkelere daha fazla su ver-

meşini ısteyeceK. ram uaııçm ou yu                             __ r_,

hudiler barış yapacaklar, faturasını da biz tediye edeceğiz. Bir yönüyle, Arap-İsrail barışı Türkiye’den, Türkiye’nin su rezerv­lerinin üzerlerinden geçiyor. Bugüne kadar Suriye’ye karşı İs­rail kartını kullanmamızı savunan Sedat Sertoğlu, Weiznamla görüşürken ondan bu yönde aykın tezler işitinci herhalde şok olmuştur. Ama tevil yoluna sapma veya eski tezleri unutma gi­bi bir ihtimal daha var. Araplar da İsrail’in su tasallutundan kurtulabilmek için Türkiye’nin İsrail’e su satmasına sıcak bakı- yorlarmış. Asnn meselesi haline gelen su meselesinin halli için birçok seçenek var ama hepsi pahalı. Ama yine de en şayan-ı tercih Türk suyu galiba. Su meselesinde kilitlenme potansiyeli taşıyan Ortadoğu barışının önünün açılması, ileri götürülmesi için Türkiye kilit ülke konumunda. Elbette bunun için son sö­zünü ve kozlarını söyleyecektir. Ama kozlarını söyletmemek için terör konusunu dayatıyorlar. Türkiye ve Mısır bölgenin su rezervuarı. Ürdün su meselesini mega bir baraj yaparak çöz­mek isterken, İsrail’in bazı alternatif planları var. Meselâ Akde­niz ile Ölüdeniz arasında ya da Kızıldeniz ile Ölüdeniz arasın­da bir kanalın inşası dünüşünüyor. Enver Sedat’ın bu yöde da­ha önce hayata geçirilemeyen bir projesi vardı, Nil’i borular va­sıtasıyla İsrail’e akıtmak. Yani alternatif bir barış suyu projesi. Ortadoğu’da suyun kilitlediği barışı yine su açacak gibi. Ama barış kime nasib olur o bilinmez.

Dalgalanma ve yapılanma

medeniyetler ve dinler arasında büyük bir dalgalanma yaşanı­yor. Bu dalgalanma, ileride rayına oturacak olan yapılanmanın ayak sesleri ya da doğum sancıları mesabesindedir. Dünyada din ve kültürün öneminin bariz bir şekilde yeniden artmasın­dan sonra dinler ve medeniyetler arasında bir dalgalanma ya­şanıyor. Bu ileride yeniden yapılanmayı doğuracaktır. Arap- larla-İsrail, İsrail ile Vatikan arasında anlaşmalar ve barış süre­ci, Anglikan kilisesi arasındaki çalkalanmalar hep bu dalgalan­manın işaretleri. Dalgalanmalar nihaî kertede yeniden bir ya­pılanma ve tabir caizse gerçek yeni dünya düzenini doğura­caktır.

Bu arada Bosna’da NATO ve Avrupa’nın başarısızlıkları Os­manlI’ya özlemi de beraberinde getiriyor. Talat Halman naklettiğine göre; Amerikalı David Rieff, Harper’s dergisinde, Balkanlar için OsmanlI’ya özlemini şöyle dile getiriyor: “Dün­ya kabileciklikle sarsılırken Osmanlı ve Hapsburg gibi çok-kültürlü imparatorluklar gitgide daha iyi gözüküyor... Saraybosna’daki olaylara bakılırsa OsmanlIların vizyonu belki de milliyetçi görüşten daha yararlıydı. Belki de Osmanlılar’a daha olumlu bakmalıyız. Avrupa’nın dolayısıyla, Bosna’daki başarısızlığından ötürü, kendimize, uygarlık iddiamıza daha

soğuk bakmamız gerekir. Talat Halman ise gayri ihtiyarî olarak bu yazıya şöyle bir şerh düşmüş: “Tarihimizin birçok dönem­lerinde, biz Batı’daki, Doğu’daki, Kuzey’deki, Güney’deki ni­ce uluslardan daha iyiydik diyebiliriz. Çoğu zaman bugünün ‘ileri’ Batısı’ndan daha ‘insaniyetli’ idik. Bu gerçeği, Batı’nın Bosna’daki gaddarlığını izleyen bazı Batılı aydınlar, arada bir, dile getiriyorlar. Hiç yoktan iyi...” Bosna meselesinin âdil bir şekilde uluslararası camia tarafından çözülme isteği, hep Batılı ülkelerin engelleriyle karşılaşmıştır. İngiltere ve Fransa hep karşı çıkmış, ABD ise çekimser kalmıştır. Son NATO zirvesinde İngiltere ve Fransa çarkederek, Türkiye’nin de savunduğu noktaya gelmiştir. Amma nasıl? Bu değişimi yorumlayanlar bu­nun arkasında tam bir MacCartizm\n yattığını keşfetmişler: Çekimser olan ABD’yi istemediği bir müdahaleye zorlayarak Bosna konusundaki tezlerini Beyaz Saray’a bu yolla empoze ve dikte etmek. Yani kısaca Amerikan yönetimini İngilizlerin tercihi olan Bosna’nın üçe taksimine razı etmek. Sadece Bos­na’da değil, Ortadoğu’da da OsmanlI’ya özlem duygusu mut- tarid bir şekilde artıyor.

Körfez Savaşının üçüncü yıldönümünü idrak ettik. (16 Ocak 1994) Körfez savaşı geriye Kuveyt’in işgalinden daha büyük problemler'bırakmıştır. Meselâ Kuzey Irak problemi, Körfez Savaşı’nın üçüncü yılma rastlayan tarihte Califor- nia’da büyük maddî ve manevî hasara sebep olan büyük bir depremin yaşanması da manidardı. HafizEsadüe Clinton Ce­nevre’de yaptıkları zirve de Ortadoğu barış sürecinin tüm Or­tadoğu’ya yaygınlaştırılmasını hedefliyordu. Ancak sun’î bir barış, sancıları ortadan kaldırmaya yetmiyor. Görüşmelerde Hafız Esad manevra kabiliyetini bir kez daha ortaya sermiş, büyük tavizler almadan taviz vermeye yanaşmamıştır. Gereği yokken terör meselesine mukabil (Apo) su meselesini günde­me getirmiş ve Golan Tepeleri’yle alakalı İsrail’in güvenliği ka­

dar Suriye’nin güvenliğinin de sözkonusu olduğunu hatırlat­mıştır.

. İngiltere’de de gerek Kraliyet Ailesi arasında, gerekse Anglikan Kilisesi içinde çalkantılar ve dalgalanmalar yaşanı­yor. Veliaht Prens Charles İslâm’a olan sempatisini Oxford Üniversitesi’nde verdiği konferansla dile getirmişti. Bu konuş­manın Arap dünyasında müsbet akisleri olmuş, hatta Suriye Müslüman Kardeşler Hareketi bir mektup gödererek Prens Charles’ı hem tebrik etmiş, hem de başta Esad olmak üzere Arap dünyasındaki zalimlere karşı ondan destek talep etmişti. Prens Charles İslâm’a eğilimini izhar ederken ailenin diğer üyelerinden Kent Düşesi Katherine Worsley Katolikliği seçti. Son demlerde Anglikan mezhebi arasında kadınların papaz olup olamayacağı yönünde ihtilaflar başgöstermiş ve bu, kilise personeli arasında çatlaklara sebeb olmuştu. İngiltere’de res­mi mezhep, hıristiyan dininin Anglikan mezhebi. Bu, adanın ılıman ve sakin iklimine, Roma’ya uzaklığına, Fransa’ya ezeli düşmanlığına uyarlanmış bir tür Protestanlık. Anglikan mez­hebi, bir sürü karısından boşanmaya takmış, boşanamadığının kafasını uçurmuş 8. Henrfnin Katolikliğe inat uydurduğu Protestanlığın sulandınlmış biçimi. 1688 yılından kalma bir ka­nunla İngiltere’nin de resmî mezhebi. Yani kısaca millî bir kili­se, Kral ise Klise’nin sembolik lideri ve anayasaya göre hane­danlık üyelerinin mutlaka Anglikan Kilisesine mensup olma­ları gerekiyor. Kraliyet ailesinden kimse Katolikler’le evlene­miyor. Aksi takdirde Anglikan Kilisesinden çıkması gereki­yor. Kent Düşesi’nin Anglikan Kilisesinden çıkmasının ise istisnaî bir durum olarak anayasayı zedelemediği ileri sürülü­yor. Çünkü Kent Düşesi’nin eşi Edward, Tahtın 18. varisi. Yani Charles gibi yarın ya da öbürgün kral olması sözkonusu değil. Zaten Kent Düşesi Katolikliğe geçmeden önce Kraliçe’den izin almış, Binaaneleyh kraliyet ailesinde yüzyıllarca bir ger­

çekleşse bile Kent Düşesi’nin şahsında Katolikliğe geçiş şahsî bir mesele olarak algılanıyor. Kent Düşesi’nin eşi Edward ise Mason Locası’nın en üst düzeyindeki Üstad-ı Azam’ı ve tüm masonların lideri. İngiltere’nin resmî mezhebi Anglikanlık ama kimse doğuştan Anglikan sayılmıyor. Bundan dolayı her­kes dinini ya da mezhebini seçmekte hür. 1991 yılıda yapılan son sayımda pazar günleri kiliseye ayine gittiğini söyleyenle­rin sayısı sadece 4 milyon. Hıristiyanlığın tüm yükümlülükleri­ni yerine getirdiğini söyleyenlerin nisbeti ise yüzde 7. Suni bir mezhep olan Anglikan mezhebinin altyapısı çökmüş durum-

Değişimler de bunu gösteriyor.

Kimlik krizi

TÜRKİYE’NİN önündeki en büyük mesele kimlik krizidir. Yıllar­dan beri kimlik krizimizi aşamadık, rotamızı tayin edemedik. Batı’ya mı bakacağız, Doğu’ya mı bakacağız kestiremedik. Ro­tamızı tayin edemediğimiz için yol da alamıyoruz. Bir zaman­lar Beni İsrail'in Tih Çölü’nde 40 yıl kayboldukları ve çıkış noktası bulamayarak aynı güzergâhta dolaştıkları gibi biz de kaybettiğimiz yolu bulmakta zorlanıyoruz. Beni İsrail 40 yılla cezalandırıldı, bizim cezamız ne kadar; doldurduk mu doldur­madık mı bilemiyoruz. Tansu Çiller’in Moskova ’da redd-i mi­ras şeklinde Adriyatik’ten Çin Şeddi tie beklentimiz yok de­mesi, tomurcuklanma dönemindeki emel ve ümitleri de yıkı­yor. Tabiî burada bir muhasebe yapmak lazım. Sürpriz bir şe­kilde önümüze kazanılmamış fırsatlar çıktı. Bu yeni bir roman­tizm ve hamaset dönemini ibaşlattı ve bunun sonucu olarak Adriyatik’ten Çin Seddi’ne sloganları medya tarafından dünya­nın her tarafına yayıldı. Şimdi ise havlu atmış vaziyetteyiz. Kaf- kaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’ya rağmen olmayacağımızı açıklamak istikbalimizin bağlı olduğu Büyük Oyun’dan. çekil­mektir. Aslıda bu hayal kırıklığı bir yönüyle iyi oldu. Çünkü bi­ze gerçekleri hatırlattı. Ama bu gerçekler Kızılelma’nm Kaf Dağı gibi bir sembol bir remiz olduğunu da göstermez. Ancak

katedilmesi gereken, yollar var. İmkanlarımızın üzerinde vaad- lerde bulunduk, gerekli fedakârlıkları da yapmadık. Ama tab­lodaki Rusya’nın yerine bakınca da fazla bir değişiklik yok. Ta­şıma suyla değirmenin dönmesi mümkün değil.

SSCB tıkanmıştı ve dağıldı. Şimdi Rusya tıkanıklığı aşabil­miş değil ama çelişkilerden yararlanarak ve Kızılordu’nun gü­cüyle eski bendelerini yeniden haziresine çekiyor. Rusya mu­halefet yaparken ve Türkiye’nin tercihlerini zorlarken, desta­bilize ederken iyi de, çare üretirken kötü. İşte Türkiye Rusya’yı bu noktada yakalar. Ve Rusya’yı sıkıştım. Şimdi Rusya yine es­ki cumhuriyetlerde iktidarda. Bundan dolayı da savunma po­zisyonunda. Türkiye saldırı pozisyonuna (normal savaş kaste­dilmiyor) geçerse Rusya’yı tıknefes haline getirir. Bunun için dış politika tercihlerimizi mutlaka değiştirmeliyiz. Bu açıdan Tansu Çiller’in Irak ambargosunun kaldırılması için Rusya ile birlikte çaba gösterme yürekliliğine katılıyorum. Dünyanın geçiş döneminde Türkiye sabitlerini bir yana bırakmalı ve ra­hat, seri ve değişken hareket etmelidir. ABD’ye keyfî bir düş­manlığın zararı neyse, ölçüsüz, insiyaki dostluğun faydası da odur. Orta Asya’da hareket serbestisi kazanmak isteyen Tür­kiye, İran ve Pakistan faktörüne dikkatle yaklaşmalı ve bu ül­kelerle ortak işbirliğinin ufuklarını yeniden değerlendirmeli­dir. Akdedilen Ankara Anlaşmasının üzerinden 30 yıl geçmiş bulunuyor. Ama ilişkiler 30 yıl zarfında ileriye değil geriye git­miştir. Hatta Avrupa topluluğu, AvrupalI ülkelerle ikili ilişkile­rimizi de geriletmiştir. ABD ile ilişkilerimiz ise daha ziyade si­yasî alanda ön plandadır.

ABD ile monoteist perspektifi olan ilişkilerimizi mutlaka gözden geçirmeli ve onunla bize netice getiren ortaklıklara girmeliyiz. ABD Petrosyan i ve Şevardnadze^'ı desteklediği kadar Türkiye’nin dostu ve İran’a muhalif olan Elçibey’ı des­teklememiştir. Daha da vahimi Amerikanın nezdinde bir müs­

lüman ülke olan Türkiye’nin büyük yarışta Rusya’ya karşı şa- yan-ı tercih olmayışıdır.

ABD’de yayımlanan Foreign Affairs dergisinde Ortaasya ile alakalı yayımlanan bir makalede Ortaasya’daki Türkiye’nin çıkarları konusunda ABD’nin vurdumduymazlığının sebeble- rini görebiliyoruz. Makalede şu görüşlere yerveriliyor: ABD Türkiye’ye, Portekiz ve Yunanistan gibi NATO’nun kanat ülke­lerinden biri olarak bakmaktan vazgeçmelidir. Washington Türk milletinin İslâmî boyutunu gözden ırak tutmamalıdır. Türkiye son sıralarda Bosna-Hersek, Azerbaycan ve Hazar Denizi kıyısındaki Türk illerine ilgisini yoğunlaştırmıştır ve Türk liderlerinin ifadeleri de Türkiye’nin bu bölgede liderliğe oynadığını göstermektedir. Özal: “Yaşadığımız yeni tarihi dö­nemeç Viyana kapılarında 1683’te başlayan ricatımızı durdu­racak, talihimizi tersine çevirebilecek niteliktedir” demiştir. Kamran İnan ise: “Türkiye 2010 yılında Batı’nın en güçlü dev­leti haline gelebilir” demişir. ABD uyanık davranmazsa Türki­ye’nin bu rüyaları gelecek yıllarda başımıza çok çeşitli ve deği­şik problem ve belalar açacaktır.”

Dergi Amerikan yönetimine Türkiye hakkmdaki müsbet kanaatlerin değiştirmesini ve Ankara’yı Avrupalı ülkeler dos­yasından çıkararak Ortadoğulu ülkeler tasnifine koymasını tavsiye ediyor. Dergiye göre ABD’nin çıkarlarını tehdit eden Ortaasya’da iki unsur var, nükleer silahlar ve fundamentalizm. Dergi nükleer silahlar mevzuunda Kazakistan’ın ikna edilme­sini istiyor. Fundamentalizm konusunda ise iki şık var. Türk Cumhuriyetlerinin ya Rusya’ya ya da Türkiye’ye bağlanmaları. Amerikan yönetimi nezdinde etkili olan dergi bu konuda Rus­ya’nın tercih edilmesini çünkü nihayetinde Türkiye’nin de bir İslâm ülkesi olduğunu ve aynı tehditle karşı karşıya bulundu­ğunu ileri sürüyor. Foreign Affairs dergisi İran’a alternatifinin Türkiye değil Rusya olduğunu öngörmekte. Dergi ayrıca Orta-

asya petrolünü nakledecek petrol boru hatlarının Rusya üze­rinden geçmesinde yarar olduğunu savunuyor. Sözkonusu makalenin püf noktası ise şu alıntıda gizli: “ABD artık Ortado­ğu’da ilgisini Arap-İsrail mihverinden ve mücadelesinden Türkiye, İran ve Irak’ı kapsayan bölgeye kaydırmalıdır. Ameri­kan çıkarları bu bölgede yatıyor... ” Bu ifadeler ışığında Türki­ye’nin Irak ve İran’la ilişkilerini düzeltmesinin gerekliliği daha bariz olarak ortaya çıkmış oluyor. Biz Ortaasya’da asıl kazığı Rusya’dan değil ABD’den yemiş bulunuyoruz. ABD uzun dö­nemden beri bilinmeyenden korku sendromu yaşıyor. Bunun için bölgedeki liderlik yarışında (eğer varsa) müttefiki Türki­ye’yi değil sözde klasik düşmanı Rusya’yı tercih ediyor. Bazıla­rını üzse de gerçekler bunlar.

Protokoller

GÜNÜMÜZÜN moda tabirlerinden biri değişim ve globalleşme yani küreselleşmedir. Bu küreselleşme ile birlikte insanlık bü­yük bir kutuplaşma yaşamaktadır. Halbuki çağımızın ateist fi­lozoflarından olan Bernard Russel, teknolojinin ve radyo gibi iletişim araçlarının insanları birleştiriceğini sanmıştı. Ne var ki ne teknoloji, ne de Komünizm gibi sun’i ideolojiler beşeriyeti birleştiremedi. Şimdi yine beşeriyeti birleştirmek için geri ka­lan tek güçlü aday din müesseşesidir. Bununla birlikte bazı dinlerin bu hususta hiç şansı yoktur. Hristiyanlık da şansım yi­tirenler arasındadır. Zira Hristiyanlığın zaferi insanlığın hezi­meti ve fıtratın mahkum olmasıdır. Bu konuda daima muzaffer olan taraf mazlum ve haklı olan taraftır. Hristiyalar Roma’nın zulmüne maruz kalmışlar ama onu aşmışlar. Roma onlara mağlup olmuştur. Keza Moğollar Müslümanlar’a galip gelmiş­ler ama İslâm’a yenilmişlerdi. Bunun gibi misalleri artırmak mümkün.

Son sıralarda Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Orta- doksluk gibi klasik değerler ataktadır. Bunların en büyük ra­kipleri de İslâm dünyasıdır. Yüzyıllardan beri İslâm seciyye ve müsamahasının gölgesinde yaşayan Hırvatlar ve Sırplar, Müs- lümalar’a hayat hakkı tanımak istemiyor. Batı’da Müslüman

göçmenlere karşı yoğun bir karşı saldırı ve kampanya vardır. Onlara karşı yapılan saldırılar kültürel farklılıklarla izah edil­meye çalışılıyor. Halbuki Batı Doğu’ya Pluralizm yani çoğul­culuk değerini pazarlamaya çalışmaktadır günümüzde. Hal­buki onlara göre totaliter bir sistem olan İslâmiyet pekâlâ yüz­yıllardan beri bünyesinde çeşitli dinî ve etnik unsurları barın- dırabilmiştir. Pluralizm ilkesini bilmeyen(l) müslümanlar bu­nu nasıl başarmıştır? Fransa ve İngiltere imparatorluk bakiyye- leri olmalarına rağmen nedense ekonomileri bozulunca Müs­lüman göçmenler karşısında bocalamaktadır. Yahudiler yüz­yıllardan beri Müslümanların himayesine mazhar olmalarına rağmen yine de mümkün olsa Müslümalar’ı mukaddes toprak­lardan tümden atacaklar. Hatta İngiltere bile Müslümanlar’dan kurtulmak için Yahudiler’i alet edeceği hamlelere hazırlanıyor diyebiliriz. Öteden beri İngiliz Dışişleri Bakanlığında Yahu.di- ler’in nüfus ve etkinlikleri malumdur. Hırvatlar da yüzyıllarca OsmanlI’nın şefkatine maruz kalmışlardır. Bununla birlikte Müslüman-Hırvat çatışmasından dolayı yarıda kestiği Çin zi­yareti esnasında Tudjman, “Müslümanlar örtülü bir laiklik al­tında İslâmcılık yapıyorlar” diyebilmiştir. Bravo doğrusu.

Siyon Liderinin protokolleri bilinen bir vakıadır.O Ama bü­yümek isteyen her ideolojinin ve dinî çerçeveli görüşünde li­derler seviyesinde protokolleri vardır. Zaman zaman bu sü­tunlarda Naçataniye Planı gibi Sırp liderlerinin protokollerine değindik. Ortodoksların da diğer Hıristiyanlar’m da İstanbul ve Kudüs üzerinde emelleri vardır. Ermenilerin ve Hinduların da millî ve dinî hedefleri vardır. Onlar planlı ve programlı bir şekilde hedeflerine varmanın gayreti içindeler. Geçenlerde İs­viçre’den Şamil Hazar kardeşimiz aradı.. Gorbaçov, Alp Dağ-

O Siyon liderlerin protokolleri gibi bir gerçeğin olmadığını savunan müslü­manlar da var. Ama bizim kanaatimizde protokollerin gerçek olduğu yö­nündedir.

ları’nın eteklerinde stratejik konularda konuşmalar yapmış. Kendisini çok sayıda Ermeni uzmanı da dinlemiş. Konuşma­sında Ermeniler’e hak vermiş ve Türkler’in birleşmesi ve bü­tünleşmesi halinde Üçüncü Dünya Savaşı’nın bile çıkabilece­ğinden bahsetmiş. Gorbaçov’un en büyük suçlarından birisi Karabağ meselesinde Ermeniler’i kollaması ve bu belayı Azeri- ler’in başına sarmasıdır. Bu işin arkasında da Nobel Fizik Ödü­lü alan Andrei SakbarovbxAxxWLyovAu. Şimdi bu misyonu eşi, ebeveynlerinden birinin Yahudi kanını taşıyan Elana Bonner sürdürmektedir. Batı’da Ermeniler’in propaganda amacını ta­şıyan kampanyalarına büyük destek vermektedir. Hatta eşinin “Karabağ meselesi Ermeniler için bir ölüm kalım meselesi ama Azerbaycan için bir toprak ve zafer meselesidir” sözünü nak­letmektedir her zaman. Azerbaycan’da yaşanan kaos da işte, bu şer cephesinin gayretlerinin acı ve zakkuma benzeyen meyvesidir. Hadiselerin, başrolündeki Suret Huseyinov’un eşinin Rus ve kayınpederinin de Rus ordusunda bir general ol­duğu ileri sürülüyor. Yine kesin olmayan haberlere göre des­tekleyenleri arasında mollalar da bulunuyor. Hatta Azerbay­can’daki Farisi unsurlardan olan Talişler’in de Suret Hüseyi- nov’a destek verdiği ileri sürülmüştü. Tabiî künhüne vakıf ol­madığımız pek çok mesele var. Tabiyatıyla işin özüyle ilgili ha­talar da var.

Hindistan 6 yamalı bohçadan oluşmasına ve bu yamalı bohçaların her an ayrılabilme ihtimaline rağmen Nehru’nun da kızı İndra Gandi’ye aktardığı ve Hindu Elitler tarafından bi­linen bazı protokoller var. Meselâ onlar Fiji Adaları’na kadar geniş bir Hind nüfûs alanının bulunduğuna inanırlar. Hakika­ten de İngilizler Fiji Adaları’na bile Hindular’ı taşımışlardır. Onlara göre Endonezya aslında Hindonezya’dır. RRS gibi aşın Hindu teşkilatlar, Hindulara aynen Sırplar’m Müslümanlar’a yaptıkları zulmü, iğfal ve tecavüzü tavsiye etmektedir. Bütün

bu sebeplerden ve zulümlerden dolayı dinler arasında İslâm, insanlığı sahil-i selamete götürecek yegâne dindir. İslâm dün­yasının katalizör unsuru da Türkiye’dir. Geçenlerde gazetemi­zi Cemaat-ı İslâmî’nin Azad Keşmir Sorumlusu Abdurreşid Tıırabî ziyaret etti. Bize Keşmir’le ilgili ilginç olaylar nakletti. Meselâ bir zamanlar Keşmir Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı imiş. Ve Keşmir’de çok sayıda Türk ismini taşıyan köy ve yer­leşim birimi varmış. Üstad Mevdudî de bundan otuz yıl önce hads ve sezgi yoluyla ileride İslâm dünyasının liderliğini Tür­kiye ve Sudan’ın üstleneceğini söylemiş. Gerçekten de Sudan, Afrika’da önemli bir merkez. Türkiye ise hem bölgesi hem de dünya için önemli. Bunun için gözler Türkiye’de.

İslâm dünyası Türkiye ile Türkiye İslâm dünyası ile yükse­lecektir. Ama geleceğimiz pasif politikalar ışığında tehdit altın­da. Türkiye, Türk ve İslâm dünyasının kalbi, Azerbaycan ise onun Aurt damarıdır. Keşmir’i de unutmayalım. Bugüne kadar 20 binin üzerinde Müslüman şehid oldu bu cennet vadisinde. Manı Banham alınbentli Hindu fanatikleri, Ermeni ve Sırplar’ı durduracak yegâne güç, İslâm itihadı ve dayanışmasıdır. Bü­tün düğüm buna hazır olup olmadığımızdadır.

\Zaman, 26.6.1993]

Sâbiteler değişirken

FİLİSTİN topraklarını işgal eden siyonistlerin, 10 emir benzeri 10 dolayında stratejik sabiteleri vardı. Zamanla bu sabitelerinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Ortadoğu’da ve dünyada kendi­lerine karşı olan iradeyi ve direnişi kıramadılar. Keza Sırpların da siyonistler gibi protokolleri ve sabiteleri vardı ama bunları zamanla tadil etmek ve hafifletmek zorunda kaldılar. Birinci Dünya Savaşı’na doğru, tabiî ondan çok önce de Müslümanlar sabitelerini yitirmişlerdi. Bunun sonucu olarak da yenilmişler­di. Şimdi sabitelerini yitirme sırası musevîlerde.

Musevîler Filistin meselesinin nihaî olarak bittiğine ve Fi­listinlilerin de muhtelif toplumlar içinde eridiklerine inanmaya başlamışlardı. Hatta basın ve yayın organlarında Filistin ismi­nin zikredilmesini yasaklamışlardı. Ama bugün dünya ve dün­ya basını Filistin’in neresi, Filistinlerin kim olduğunu bilmekte­dir. Filistin derinişi intifada tarihe malolmuştur. Musevîler ayrı­ca Eretz yani Büyük İsrail’in kurulmasından sonra Araplarla barış yapmaya taraftar idiler. Bütün vahametine rağmen FKÖ-İsrail barışı Eretz İsrail’in tabahhur ettiğinin önemli bir delilidir. Musevîler daha önceki yıllarda barışçı çözümlerin empoze edilmesine karşı direnmişlerdi. Sebebleri ne olursa olsun bugün barışı kendileri istiyor. Üzerlerinde ağır bir baskı

var. İslâmî hareketlerin gelişmesi ve uluslararası dengelerin değişmesi gibi. Büyük bir devlet kuramadıkları gibi emelleri olan üçüncü bir Commonwealth kurmaları dahi gerçekçi gö­rünmüyor. Türkiye’de her on yılda bir askerî darbe olduğu gibi onlarda her on yılda bir topraklarını genişletiyorlardı. Ama Lübnan’a doğru genişlemeyi başaramadılar. Beyrut’a kadar ulaştıktan sonra geri dönmek zorunda kaldılar. Keza Süveyş ve Sina Yarımadası’ndan da çekilmek zorunda kaldılar.

1990’da Körfez Savaşı sırasında Ürdün’ü işgal edebilirlerdi. Çünkü Şadda m Hüseyin onlara böyle bir fırsat bahşetmişti. Hatta Ürdünlü zenginler yerleşmek maksadıyla batılı ülkeler­de evler ve villalar satın almaya başlamışlardı. Tankların ulaş­ması için Ürdün’e doğru özel yollar inşa ettiler. Hatta herkes onların nereden çıkarma yapabileceklerini biliyor ya da sezi­yordu. Ürdün’ün işgali beklenen bir gelişmeydi ne var ki plan­ları suya düştü. Şimdi İsrail Gazze Şeridi’ni Araplara devret­mek istiyor. Bu ise yakın tarihe kadar İsrail’in sabitelerinden biriydi. Yahudilerin 10 sabitelerini gerçekleştiremediler. Sabi- telerin sarsılması da İsrail’in yavaş ölümü anlamına gelmekte­dir. Taşa rağmen İsrail’in büyümesi mümkün olmadı.

Bilindiği üzre Beni İsrail gibi Sırpların da protokolleri var­dır. Çeşitli isimler altında Bu protokoller yeniden tanzim edil­miştir. bu protokoller Sırpların sabiteleridir. Ancak gelinen noktada bu sabitelerin çok azını başarabilmişlerdir. Sırplar nihâî hedefelerine ulaşamadıkları gibi sabitelerini birkaç kez gözden geçilmek ve değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardır. Savaşın bidayetinde eski Yugoslav Federal Birliğini muhafaza etmeye çalışmış bu olmayınca ardından küçültülmüş bir fede­rasyon- çağrısında bulunmuşlardı. Bu da gerçekleşmedi. So­nunda Sırpların oturduğu bölgelerin de ilhak ve iltihakıyla Bü­yük Sırbistan rüyası görmeye başladılar. Fakat bugüne kadar bu hedeflerden hiçbirini gerçekleştiremediler. Görünür vade­

de gerçekleştirilmesi de imkansız görünüyor. Çünkü beklenti­sinin üstünde mukavemetle karşılaşmıştır. Sırplar büyük silah yığmağına rağmen uluslararası planda hiçbir zaman siyasî he­zimetten kurtulamamıştır. Her iki halde de (İsrail ve Sırbis­tan’ın sabitelerinden vazgeçmeleri) en büyük âmil müslüman- ların değişmesidir. Beni İsrail’in en büyük mütefekkirlerinden olan Nahum Goldman bunu ta 1973 yılında itiraf etmiştir. Mez­kur senede Dünya Yahudi hareketi başkanlığından ayrılırken şunları söylemiştir: “Milletimin durumunun daha da kötüleş­mesinde pay sahibi olmak istemem. Müslümanlar değişti (ta­nıdığımız eski müslümanlar değil)...” Demek ki müslümanlar sabitelerine sahip çıkmaya başladı. Öyleyse müjdeler olsun...

Güvenliğimiz İsrail’e endeksli

PAPA III. Şennude’nin de itiraf ettiği gibi Müslümanlar Mısır’ı fethettiklerinde Kiptiler azınlık olarak Müslüman çoğunluğun arasında üçüncü bir tarafın himayesi gerekmeden hür ve mut­lu bir şekilde günümüze kadar yaşadılar. Dahası Kiptiler ve müslümanlar müşterek bir şekilde 1919’da İngilizlere karşı mücadele verdiler. Öyleyse bugünkü tablonun anlamı nedir?

Gayet açık: Batı’nın ve İsrail’in emelleridir. İsrail bölgedeki potansiyel olarak güçlü İslâm ülkelerini bölücülük fitnesiyle zayfılatmak istiyor. Mısır’dan sonra Arap dünyasının en güçlü ülkesi bulunan Irak neredeyse üçe bölünmek üzere. Mısır’da ise Kıptî Devleti kurulması görünürdeki bir tehlike. Halbuki Mısırlı Kiptiler, Türkiye’deki Kürtler gibi ülkenin bütün sathına yayılmış bulunuyorlar. Geçmişte bu vakıa bir nebze emniyet sübabı olarak telakki ediliyordu. Oysa anarşinin ve bölücülü­ğün mantığı olmadığı bilinmeliydi. Histerik bölücülük cere­yanları da batı tarafından kışkırtılıyor. İsrail’in megaloman he­defleri konusunda Garaudy’nin Siyonizm Dosyası’na başvur­mak istiyorum. “Dünya Siyonist Örgütü” tarafından Kudüs’te çıkarılan Kıvunım dergisi (Şubat 1982, 14. sy.) “Seksenli yıllar­da İsrail’in Startejisi” başlığıyla bir makale yayınlamıştı. Makale İsrail’in istikbale yönelik projesini gözler önüne sermekte.

Metin Kutusu: 80ORTADOĞU DENKLEMİNDE. ı u k & ı. c a - n

Mısır’ın ekonomik durumu rejimin yapısı ve Arapları bir­leştirici politikası İsrail’in müdahalesini zqpmlu kılacak bir ze­min üzerinde gelişmektedir. Mısır yaşadığı gerçekler ve iç çe­kişmeleri dolayısıyla bizim için stratejik bir problem değildir. Onu 1967 savaşından sonraki duruma getirmek bizim için 24 saatten fazla sürmez. Mısır’ın “Arap dünyası liderliği” efsanesi çoktan ölmüştür. Bu ülke gerek İsrail ve gerekse diğer Arap ül­kelerinin önünde yüzde 50 değer kaybına uğramıştır. Belki ya­kın zamanda Sina’dan istifade edecektir fakat bu temel kuvvet dengesini değiştirmeyecektir. Merkez gücü açısından Mısır za­ten bir cesettir. Bu ülkede, müslümanlarla hristiyanlar arasın­daki sürtüşme gittikçe daha hızlı gelişmektedir.

Mısır’ın coğrafî bölgelere ayrılması bizim Batı cehpesinde 1990 yılma doğru başlıca hedefimiz olmalıdır. Mısır bir defa dağılıp merkez gücünın dışına çıkınca, Libya, Sudan gibi ülke­ler de daha uzaklarda bulunanlar aynı sonuca boyun eğecek­lerdir. Yukarı Mısır’da (Said bölgesi) bir Kıptî devletinin kuru­luşu daha küçük bölgesel ve az değer taşıyan siyasal birliklerin meydana gelişi şu sırada barış andlaşması yüzünden gecik­mekte olan tarihî bir gelişmenin anahtarıdır. Ancak değişme­yecek olan netice, bir süre geriye atılmıştır. Ortada görünen gerçeklerin tersine Batı sınırı Doğu, sınırına nisbetle daha az problemlidir.

Lübnan’ın beş vilayete bölünmesi Arap dünyasında mey­dana gelecek olayların en önemli olanıdır. Suriye ve Irak’m et­nik ve dinî kriterlere uygun olarak belirli bölgeler oluşturacak şekilde patlaması İsrail için uzun vadeli bir amaç olmalıdır. İlk aşama bu ülkelerin askerî gücünün yokedilmesidir. (Körfez savaşıyla Irak’mki yok edildi) Suriye’nin etnik yapısı, sahil bo­yunca uzanan bir Şiî devlete. Halep bölgesinde bir Sünnî dev­lete ve Dürzîerin teşkil ettiği kendi öz devletine yol açacak şe­kilde parçalanmaya uygundur. Dürzî devleti bizim Golan’a

yakın bölgede kurulabilir. Özellikle Huran ve Ürdün’ün kuze­yi düşünülmelidir. Böyle bir bölünme bölgeye uzun süre barış ve güvenlik getirebilir. Bu hedef şimdiden imkanlarımız arası­na girmiştir.

Petrol zengini fakat iç savaşlarla yorgun Irak, İsrail’in ateş hattı altındadır. Bu ülkenin dağılışı bizim için Suriye’nin dağılı­şından daha önemlidir. Zira yakın dönemde Irak’tan gelecek tehlike diğerlerinden çok daha ciddidir. (Roger Garaudy, Si­yonizm Dosyası, Çeviri Nezih Uzel, Pınar Yayınları Sayfa 173, 174, 175...) bu senaryoları Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gelişmelerle bir kıyaslayın. Senaryoların bir ikisi hariç hepsi tatbikat safhasındadır. Mısır, Sudan, Türkiye ve Irak bölünme tehdidi altındadır. Türkiye’de Kürtçülük meselesi, kısmen de alevilik meselesi kaşınmakta, gündemde tutulmaktadır. Su­dan’daki ayrılıkçılarla, Türkiye’deki ayrılıkçılar arasındaki benzerliğe zaman zaman temas ediyoruz. Garang’ın lideri ol­duğu SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu) sosyalist eğilimi ve genelde Güneyli animist ve hristiyanlara dayanıyor. Son sıra­larda sözkonusu hareket propaganda olarak etkili olabilmek için İslâmî literatürü de bünyesine dahil etmeye çalışıyor. Haç­lı kafalı John Garang’ın yardımcılarından biri isminden de an­laşılacağı gibi Müslüman asıllı Mansur Halit, son sıralarda ayrı­lıkçı SPLA örgütüne bağlı olarak İslâm Konseyi kuruldu. Baş­kanlığını yapan Buyur Abdullah bu sıfatla Mısır’ı ziyaret etti.

Günümüzdeki ayrılıkçı hareketler batinîler gibi kamuflajı iyi beceriyorlar. Bü konuda tefennün sahibidirler. Herhalde bir kısım İslâm ülkeleri de sunulan bu imajlardan dolayı rahat­lıkla ayrılıkçı hareketleri destekliyorlar. Bu manzarayı, İsrail ile ilişkileri geliştirmek isteyen devletlûlere İthaf ediyorum.

İkinci Bölüm

İsrail’in ideolojik ve ahlâkî temelleri

God’s favored race

Son sıralarda milliyetçilik ve ırkçılık yeniden hortluyor. Milli­yetçilik adına bazı zayıf ülkeler bölünürken, güçlüler ise büyü­yor. Yahudiler’in kendileri için “Şabullabi’l-Muhtar’^ dedik­leri bilinir. Yahudiler kendilerini millet olarak meslek erbabla- rı arasında kuyumculara benzetirler. Diğer milletler ise daha dûn mesleklere lâyıktırlar.

Dünyada hem kuyumculuk olmalı ve hem de diğer mes­lekler. Herkes kuyumculuk yapacak olmadığına göre bu Ya­hudiler’in nasibine düşüyor: kuyumculuk ne kadar önemliyse o kadar da sınırlıdır. Yahudiler de öyle değil mi? Kemmiyet ba­kımından azdırlar, ama keyfiyet bakımından önemlidirler. Al­lah’ın kendilerine böyle bir misyon biçtiğine inanırlar. Bundan dolayı onların mantığına göre diğer milletler sürekli olarak ya- hudileri kıskanır. Buna çağımızda anti-semiitizm diyorlar. İnançlarında ki bu temele göre de Mesih’i kendi milletleri için­den beklerler. Brooklyn’li Haşidik Yahüdisi Mesih’in inandığı gibi. Siyonizm bu seçilmişlik inancından doğmuştur. Almanla­rın Cermen milliyetçiliği de mâlum. Şimdi bir de Anglo-Sak- sonlar çıktı. “Yeni dünya düzeni” ile birlikte bazı Anglo-Sak-

“Allah’ın seçilmiş milleti.”

sonlar dinî açıdan olmasa bile sosyolojik açıdan kendilerinin seçilmiş bir millet olduklarına inanmaya başladılar. Almanla­rın şa’şaalı bir ilim, Fransızlar’m muazzam bir sanat ve İtalyan- lar’ın eşsiz bir musikî üstadlığı geleneğine sahip olduğunu lüt­fen itiraf eden Anglo-Amerikan yazar Noel Katkin medeniyet konusunda en büyük payı da Anglb-Saksonlara biçmiş. Zaten tersi olsaydı haber olurdu. Ona göre Anglo-Amerikalılar tica­ret, kanun, siyasette üniversal standartlar, kaideler, değerler geliştirmiştir. Diğer alanlarda başarılar ise cabası.

Ancak, iddialarında bazı hakikat payı da var. Meselâ, İngi­liz, Amerikan kültür hakimiyeti İngilizce’yi dünya dili yapmış durumda. II. yüzyılda Uzak Ada’da (Biritanya) sadece 1.5 mil­yon kişi İngilizce konuşurken, bugün İngilizce konuşanların sayısı Çince konuşanların sayısından hemen sonradır. Dünya­da 700 milyon kişi bilfiil İngilizce konuşmaktadır. Birçok ülke­de millî lisan olduğu gibi kıtalararası bir hüviyeti de bulunmak­tadır. (International Herald Tribune, 7.7.1992)

Fransiz televizyon yorumcusu Bayan Chiristine Ockent ise şu tesbitte bulunmakta: “Tek doğru Pan-Avrupa kültürü Ame­rikan kültürüdür...” Amerikan kültürünü bu şekilde empoze eden yahudi asıllı bu bayan Fransa İnsanî İşler Başkanı Ber­nard Kouchner’in de eski eşidir. Yahudi asıllı Bayan Mitterand, Chiristine Ockrent ve Bernard Kouchner gibi Fransız ileri ge­lenleri Yahudi-Ermeni lobisinin sözcülüğünü yapmaktalar. Bunların derdi İsrail’e paralel bir Ermanistan kurmaktır. Zira komünizmin yıkılmasıyla yeni fırsatlara kavuşan İslâm dünya­sına tek İsrail yetmemektedir. Bundan dolayı söz konusu züm­re Ermenistan’da yeni bir İsrail kurma ümidindedir. Bunun için yahudiler ve hristiyanlar Karabağ’ı Ermenî toprağı olarak görmektedirler.

Değerli okuyucumuz Tahir Doğruol, Azerbaycan ve Erme­nistan’da Kızılhaç merkezleri açılacağım, bunun için de Rusya

Federasyonu ile anlaşmaya varılmış olduğunu belirtiyor. Kızıl­haç şubeleri onlara göre sözde İnsanî bir koridor olan Laçin’de ve Karabağ’a bağlı Agdam ve Hankendi’de açılacak. Okuyu­cumuz Tahir Doğruol bu konuda şunlan kaydediyor: Halk Cephesine, Kızılhaç’ın uluslararası casus örgütü olduğunu, adı üzerinde haç için çalıştığını, bölgelerine gelirlerse devamlı ta­kip etmelerini, mukayyed olmalarını söyledim. Sudan’ın gü­neyindeki Hristiyan Grang Örgütü’ne yardım yollamayı, Su­dan hükümeti Hartum’dan geçmesi şartıyla kabul ettiğinde, bu Haçlı Kızılhaç küstahça ‘Biz Hartum’dan kontrol edilip geçme­yeceğiz, bunun yerine paketleri uçaktan atacağız demişti.’’

İsrail gibi Ermenistan’ın da yaptırım gücüne ulaşması ve İslâm dünyasını (özellikle Türk dünyası) tehdit edebilmesi için İsrail gibi nükleer tersaneye sahip olması gerekir. İsrail’in nük­leer silahlar elde etmesinde Fransa’nın bariz bir rolü ve payı var. Şimdi Fransa Ermenistan’ı da nükleer güç yapmak için Er­meni bilimadamlarını Fransa’da eğitiyor. Bu konuda Fransız Gizli Servisleri büyük çaba harcıyor. Duyumlara göre Batı’nm tek başına nükleer tersane kurmasına izin vermeyeceğini bi­len komşu bir İslâm ülkesi de (İran) Ermenistan ile bu konuda işbirliği yapıyormuş. Evet niyet ve hedef belli, bir İsrail Arap dünyasına, bir İsrail Türk dünyasına...

[Zaman, 13 Temmuz 19931

İsrail’in kıymet-i ahlâkiyesi

her mevzuda olduğu gibi Tevrat, cinsellik konusunda da akıl almaz türrehat ile doludur. Homoseksüelliğin ve aile içi cinsel ilişkinin meşrulaştınlması yahudi ve yandaşlarının her türlü in­hiraf ve sakıphğı rahatça ve dinî bir ibadet olarak yapmalarına imkân veriyor. Dürzîler arasında da rastlanan mum söndünün kaynağı yine büyük ihtimalle İsrailiyat. Dönmeler arasında da bu geleneğin yaygın olduğu ileri sürülüyor. Mum söndü gele­neğinin İsrailiyat olmasının delili ise bu işin bühtan ve iftira ile Şuayb’a (as) nisbet edilmesidir.

Şuayb günü

Suriyeli Dürziler’in her yıl Şuayb Günü ilan ettikleri günde mum söndü âdetini icra ettikleri malûm. Anlatılanlara göre mum söndü günü ya da gecesi “Saha dikü Şuayb ma bakiye ayb’^ tekerlemesiyle başlıyor.

Mum söndü âdetinin temelleri muhtemel olarak Tevrat’ta­ki Lut (as) ve kızlarının kıssasına dayanıyor. Muharref Tevrat Lut’a (as) çeşitli iftiralar isnad ediyor. Dilerseniz konuyu Tev-

G “Şuayb’ın (as) horozu öttü, ayıp kalmadı” anlamındadır.

rattan izlemeye devam edelim: “Lut (as) Zoar’a çıktı ve kızla­rıyla birlikte dağa yerleşti. Ablası kızkardeşine babamız ihti­yarladı ve yeryüzünde gelenek olduğu gibi bizimle evlenebi­lecek bir erkek adayı da bulunmuyor. Neslimiz kesilecek. Gel babamıza şarap verelim ve onunla yatarak neslini devam etti­relim. O gece babalarına içki verirler. Büyük kız babasının ya­nına girerek onunla yatar. Babası İçki almasından dolayı kızıy­la yattığının farkında değildi. Ertesi günü ablası kızkardeşine “Ben dün gece babamla yattım, bu gece de yine içki verelim bu defa de neslini devam ettirmek için onunla sen yat der. Ay­nı minval üzerine küçüğü de babasıyla yatar. Babası içki dola­yısıyla yine habersiz. Kızlar babalarına hamile kalırlar. Büyük kardeş erkek bir çocuk doğrur ismini Moab koyarlar bu da bu­güne kadar gelen Moab sülalesi ve zürriyetinin atası olur. Kü­çüğü de yine erkek evlat doğrur ve ismini Benammi koyarlar. Benammi de bugünkü Ammaniler’in aslıdır (Tekvin 19:30-34; Good News Bible, s. 21-22)

Davud’a (as) iftira

Beni İsrail’in yüce peygamberlerinden Davud (as) da bu tür if­tiralardan masun kalamamıştır. Yahudiler tarafından homo­seksüeller arasında ismi zikrediliyor (haşa). Konu İsrail Parle- mentosuna kadar yansıyor. Görüşmeler sırasında İsrail’in ünlü politikacısı ve Savunma eski bakanı Moşe Dayan’ın milletveki­li kızı Yael Dayan’ın yaptığı konuşmada, homoseksüel ve lez- biyenlerin ayrımcılıkla karşı karşıya olduklarım belirtip bu du­rumu kınadıktan sonra, Davud peygamberin de (haşa) homo­seksüel olduğunu iddia ediyorlar. Yael Dayan, Davud pey­gamber tarafından ölen yakın arkadaşı Jonthan için yazılmış bir şiiri okuyarak, Bu şiirde Davud Peygamber’in, “Kardeşim senin için kederleniyorum, benim için azizdin, benim için sev-

gin çok harikaydı. Kadınlarınkinden daha güzeldi” dediğini kaydediyor. Muharref Tevrat’a göre Tanrı’yı yenerek “yenil- mez” (İsrail) sıfatı alan Davut (as) yine aynı muharref kitabın tâbil erine göre (hâşâ) homoseksüellik gibi bir za’fa yenik düş­müş. Ne diyelim: Fesübhanallah!

Tuzak birgün ters dönebilir**’

Hile yolları, ihanet çemberleri bazen döner dolaşır, hainlerin ayaklarına ve boğazların dolanır. Aslında her türlü hıyanet, mutlaka cezasını karşısında bulacaktır ama bazen de ahirete tehir edildiği için insanlar kendi kısa ömürleri ve dar ufukları itibariyle “yapanın yaptığı yanma kâr kalıyor” anlayış ve ümit­sizliğe kapılabiliyorlar. İster samimi olarak, isterse daha üst bir organisazyonun planıyla, sırf alternatifini içinden çıkartmak ve insanlığı yanıltmak için ortaya o kadar çok şey sızdı ki, artık yavaş yavaş insanların gözleri bu sızıntılarla açılmaya başladı. Zaten bu kaçınılmazdı. Ekseriyetle kemal ve zirve noktalar, aynı anda düşüşlerin de başlangıcıdr.

Siyonizm’in suç olmaktan çıkıp legal bir şey olduğu kabul­lenildikten sonra şımanklıklar birbirini takip etmeye başladı. Artık yüzden perde atıldı. Her şey pervasızca icra edilmeye başlandı. Bu da vicdan-i umumîde yeni bir nefretin uyanması­na ve bölük pörçük düşmanlıkların biraraya gelmesine, mağ­durluk ve mazlumlukta aynı kaderi paylaşanların biraraya ge­lip, müştereken hak aramalarına yolaçtı.

İsmail Yediler, Zaman, 27.51993 tarihli “Tuzak birgün ters dönebilir” yazı­sından alınmıştır.

Bir zamanlar TV kanallarında mühim toplantılarda görüş­leri alman La Roche, Yahudiler aleyhinde araştırma ve açıkla­malarda bulunuyor diye, bu punduna getirip hapse tıkıldı. Halbuki o bir ekolü temsil ediyordu. Onlar Depo Inc isimli bir kitap neşrettiler. Fakat bu kitap meşhur Kissinger’e varıncaya kadar pekçok Yahudi’yi ve insan hakları adına kurulmuş ADL teşkilatının uyuşturucu işleriyle uğraşmakla suçluyordu. Hatta 1992 yılında yapılan baskının ön kapağında “The Book That Drove Kissinger Crazy”yazılı idi ve bu kitabın KissingeLi çılgı­na döndürdüğü ifade ediliyordu.

Bu kitabın baskı parasını La Roche’un mensupları plastik sanayiinde isim yapmış Du Pont ailesinin oğulları Lewis Du Pont’tan almışlardı.Lewis’in babasına yahudi baskıları artınca, adam oğlunu mirastan reddetmek mecburiyetinde kaldı. Hat­ta Lewis, evliliğini bile Amerika’da yapamayıp Roma’da Kato­lik Kilisesi’nde yapmak mecburiyetinde kaldı. Fakat Lewis; mücadeleci birisiydi. Bütün gücüyle hakkını aramaya başladı.

Baktılar ki kendisiyle başedemeyecekler, bu sefer Lewis Du Pont’u kaçırmaya hatta öldürmeye karar verdiler. Bunun için de Şerif Donald Moore biçilmiş kaftandı. Zaten La Roche’u da onunla bertaraf edip hapse artırmışlardı. Şerif Donald, yar­dımcı olarak Doug Poppa isimli bir polisi seçti ve milyon do­larlık bir para teklifetti. Polis ise hemen FBI’ya durumu anlattı. Onlar da hemen işe giriştiler. Bir dinleyici vasıtasıyla bütün her şey tescil edildi. Bunun üzerine başta Şerif Donald Moore ve psikolog Galen Kelly olmak üzere hepsinin ihanetleri belge­lenmiş oldu.

Şu anda şerif hapiste, Lewis Du Pont tekrar miras alma hakkına ve diğer haklarına kavuştu. Tescil edilen bu konuş­malar da şu günlerde Travesty ismiyle kitaplaştrılıp piyasaya sürüldü. Tabiî kıyametler koptu ve La Roche meselesi ve iddia­ları tekrar gündeme geldi. Hatta şimdi La Roche, kendisine

oyun oynayıp tutuklayan ve şu anda hapiste olan şerifin duru­munu tekrar mahkemeye getirip hasipten kurtulmaya çalışı­yor.

Bu grup New York’tâki patlamanın da Mossad’ın işi oldu­ğunu gazetelerinde yazmışlardı. Bunların araştırmalarına göre ! Olof Palme olayında hatta David Koresh olayında da gene Mossad’ın parmağı var. Müslümanlar’ı terörist gösterip hakla­rına kanun çıkartmaya çalışanlann, yavaş yavaş ayakları dolaş­maya başladı. Belki de kazdıkları kuyulara kendileri düşece- ker.

Hakikatleri ilham eden hadis-i şeriflerden birisini tekrar hatırlayalım: “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez. ”

Yeni yeni şeyler gün yüzüne çıkınca kimbilir, insanlık da­ha ne biçim düzenbazıklara şahit olacak!..

1492

ASLINDA yahudilerle ilgili yazmak zorunda kaldığım için ken­dimi şanssız addediyorum. Bazen gına getirdiğim oluyor. El­bette yahudilerle uğraşmak imanın yedinci şartı değil. Ama olaylarda yahudilerin rolünü görmemek için herhalde başka bir gezegene taşınmak lazım. Geçen gün Şarku’EEvsatgaze­tesini okuyordum. (23.4.1993) Karşıma Eltsin mi, Yeksin mi tartışması çıktı. Bu da nereden çıktı, demeyin.

Çift pasaportlu (Rus/tsrail) Rus mizah yazarı (birileri buna güldürü ya da düttürü sanatı diyor) Gennadi Hazanov Yelt- sin’e “Sizin isminiz Yeltsin değil Eltsin olmalı, zira yâhudi laka­bı Eltsin olarak kullanılır” diyor. Gerçekten de Latince olarak da Yeltsin, Eltsin olarak yazılmaktadır. Hazanov sözlerinde haklıdır. Yeltsin ise bu şaka yollu sataşmaları hiç üzerine almı­yor. Kaçamak cevaplar veriyor, vurduymazlıktan geliyor. Eh herkes kökenini daha iyi bilir. Kimseyi de kökeninden dolayı kınayacak değiliz. Ama kan dessastır, soya çeker yine de.

Malumdur dini bütün hristiyan devlet adamlarından biri olan Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand yahudi dostudur. Kib- butzlar da yaz tatilleri geçirmiştir. Ne de olsa sosyalisttir ve sos­yalist uygulamaları yerinde görmek ister. Mitterand Cezayir doğumlu musevî Artalı kardeşlerin de tabiri caizse velinimeti-

dir. Attali kardeşlerden Jacques’m bugünlerde başı skandallar- la fena halde dertte. Basının diline düştü. Fransız atasözünde isabetle ortaya koyulduğu gibi, musibetler gram gram değil batman batman geliyor. Halbuki Colombus’un yeni kıtaya açıldığı, Müslüman ve Yahudiler’in techir edildiği, katledildiği yılla ilgili yazdığı 1492’si sükse yapmış belki bestseller olup hasılat rekoru kırmıştı. Ama defa sert kayaya çarptı. Bazı gözle­ri sadece toprak doyurağacağı için Attalı’yı para doyuramamış. Bunda biraz Museviliğinin payı var mı bilemiyoruz. Acaba İs­tanbul’la ilgili yazan yine intihal ya da argo tabirle abartma kahramanlarından Jak Delon’la bir akrabalığı mı var? Olur ya. Yine Mitterrand’ın evlatlıklarından sabık başbakan ve meclis başkanlarından Fabius da yolsuzlukla suçlanmıştı. Halbuki başbakan olduğunda Fransız basını kendisini bindiği müteva­zı, az benzin yakan arabalarından tanıyordu.

Artalı, zekası, çelebiliği, rikkati ve terbiyesiyle Mitterrand katında yer edinmişti. Kültürüyle Mitterrand’ı büyülemiş ve onu avuçlarının içine almıştı. Bu arada İsrailli dindaş ve yol­daşlarını kolluyordu elinden geldiği kadar. Ne verirsen elinle, o gider seninle tekerlemesini de tekrarlayarak. Bu arada ikbal kapısı ardına kadar açılmış ve Avrupa İmar Ve Kalkınma Ban- kası’nın müdürlüğüne getirilmişti. ANAP’lıların kulakları çınla­sın. Herkes Cavid Bey kadar namuslu olacak değil ya. Attali dağıttığı krediden fazla masraf yaparak banka idareciliğinde yeni bir rekor kırmış. Özel seyahatlerinde kiralık uçaklar kütla­nıyormuş. Çelebiye ne layık değil ki.

İkincisi skandal tam bir Jak Delonluk hadise. Artalı, Mitter­rand ile ilgili olarak yazdığı ‘Verbatim’ adlı son eserinde müthiş abartmalar yapmış, hem kimden? Kim olacak tabiî ki omuz omuza vererek birlikte yükseldikleri hemcinslerinden. Daya­nışmaya rağmen kahrolası Batı düşüncesi induvudualızm, Elie Wiesel’in iliklerine kadar işlemiş, tehevvüs getirerek, dayanış-

ma duygusunu bile unutmuş. Meğer Wiesel’in Mitterrand’la yaptığı 43 küsur konuşmayı, takdim ve tehirle ve tarihleriyle oynayarak kendi malıymış gibi kitabına geçirmiş. Her halde yi­ne dayanışma ruhuyla harçket ederek her Musevi’nin malını kendi malı olarak düşünerek, Wiesel ise isyanları oynuyor. “Pes doğrusu. Bu kadar da ahlâksız olunmaz ki.” diyor. Bana sorarsa Attalı şöyle cevap vermeli/Anti Semitistler karşısında böyle davranmak revamıdır, bu kadar acımasız nasıl olabili­yorsun. Sırrımızı faş ediyorsun. Halbuki bizde adettir kol kırı­lır, yen içinde kalır... Fakat Wiesel, Nuh diyor Peygamber de­miyor, hababam bu işi mahkeme paklar diyor. Kolaylı gelsin. Fabius’da kitaba içerlemiş, gerçek olmayan malumatlar içeri­yor kabilinden sözler sarfediyor. Mitterrand ise zavallı ortada kalmış, iktidardaki sağla mı, kamuoyuyla mı, yoksa hempala­rıyla mı uğraşsın. Bir de prostatı var hani.

Sahtekarlıkların en büyüğü ise 1492 tarihinin sadece Ya- hudilere hasredilmesidir. Bu da Jacques Attalı’nın intihal ve abartmasından geri kalmaycak bir skandaldir. 500. Yıl Vak- fı’nın kulakarı çınlasın. Halbuki, katliam, tehcir ve engizisyon mahkemelrinin yakma, yoketme kararlarına maruz kalanların sadece yüzde 10’u Musevidir. Geri kalanı müslümandır. Ülke­mizi ziyaret eden İspanya Kralı Jan Carlos’dan Yahudiler’den özür dilendiği gibi, müslümanlardan da özür dilenmesini ve itibarlarının iade edilmesini istiyoruz...

Kültürel savaş

ARAP ve İsrail heyetleri arasında 9 tur görüşmeler yapılmasına rağmen ortada müşahhas bir sonuçtan bahsetmek mümkün değil. Yahu diler’in belki büyük bir kısmı Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edilmesine karşı. Ancak Rabin için bu pek fazla bir dert değil. Görüşmelerde arpa boyu ilerleme sağlanama- masına rağmen yine de tarafların barış umutları yüksek. İsrail halkı da belirli tavizler karşığılmda barışa hazır. Dinî partiler arasında bile bu konuda fazla büyük görüş ayrılığı yok. Dene­bilir ki yahudiler arasındaki ihtilaf Arap-İsrail ihtilafı kadar de­rin. İki tarafın da ortak derdi dini kesimler. Tarihte Yahudiler yine İsrail gibi bazı devletler kurmuşlar ancak kabileler arasın­daki anlaşmazlıklar mezkur devletlerin uzun ömürlü olmasını engellememişti.

Moşe Dayan’ın kızı Yael Dayan’ın Hazreti Davud (as) ile il- gil söyledikleri büyük bir tartışma başlatmış bulunuyor. Ge­çenlerde Paris’te yapacağı bir konuşma dinibütün yahudiler tarafından kesilmiş bulunan Dayan, polisin korumasında olay yerinden uzaklaşabilmiş!!.

Millî Eğitim Bakanı olan laik eğilimli Meretz partili 64 ya­şındaki Bayan Shulamit Aloni. Tevrat’ın dinî değil tarihî bir ki­tap olarak incelenmesini salık veriyor. Koalisyonun öteki orta­

ğı Shass ise bu tür laik çıkışlarından dolayı Millî Eğitim Baka- nı’nın kellesini istiyor.

Arap cephesine bakınca burada da aynı şeyler geçerli. Bi­raz hürriyet ortamı getireceği umuduyla Suriye’yi sessiz kitle­ler kerhen de olsa barış sürecini destekliyorlar. Hafız Esad bu konuda toplumun bütün kesimlerinin nabzını tutabilmek ve itirazları asgari seviyeye indirebilmek için ulema ile de zaman zaman biraraya geliyor. Esad’ın biyografisini yazan İngiliz ga­zeteci Patrick Sealö nin bu konuda ilginç tesbitleri var. “Biz barış konusunda iyi niyetimizi gösterdik, şimdi barış topu İs­rail’in kalesinde”diyor. Haklı bir gerekçesi de var: Golan Te­peleri. Diğer Arap ülkelerine teminat vermek maksadı için de İsrail ile münferit anlaşmalar yapmayacağını ilan etti. Tabiî red cephesi günlerinden bahis yok. Bu konuda ağzını bıçak açmı­yor. Dün dündür, bugün bugündür havasında. Belki de Golan Tepeleri’nin işgali, barış kozu için bugünler için hazırlanmıştı. Araplar da zaten birbirlerine İsrail kadar güvenmiyor. 1973 sa­vaşı dolayısıyla Mısırlılar, Suriyeliler’!, Suriyeliler Mısırlılar’ı karşılıklı birbirini satmakla suçlamıştı. Ürdün Kralı Hüseyin de, İsrailli yetkililere Mısır ve Suriye’nin ansızın saldıracağım ihbar etmiş.

İsrail karşısındaki red cephesi tamamen dağılmış ve kimli­ğini kaybetmiş bulunuyor. Saddam Hüseyin, Ortadoğu barış sürecine katılması için Arafat’a açık çek verdi ve onu destekle­diğini açıkladı. Arap entellektüellere göre; bu tavır karşılığın­da Saddam, siyasî ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Libya lide­ri Muammer Kaddafi ise Mekke’ye hacı göndermekte zorla­nınca Yahudi liderlerle anlaşarak bari Kudüs’e ziyaretçi gön­dereyim çabası içine girdi. Kaddafi’nin mafya bağlantıları do­layısıyla İtalyan yahudileriyle arasının bal-yağ gibi olduğu malum. Yemen’e gelince, sözde karşı olduğu ABD, Somali’ye asker çıkarırken lojistik destekde bulundu.

Kısaca İsrail’le mücadelede, devletler faktörü ortadan kalkmış bulunuyor. Ancak o faktörün yerini kültürel savaş ve halkın doğrudan mücadelesi almış bulunuyor. Halkın barışı reddedişi ve İslâmî hareketlerin bünyesine kayışı Ortadoğu üzerine yapılan planları zorluyor. Bunun için İsrail ve Arap ül­keleri bu faktöre karşı ortak mücadele zemini arıyorlar. New York’taki Ticaret Merkezi’nin bombalanması, Cezayir, Mısır ve tunus’da iç savaş hali hep bu zemin arayışının göstergeleri.

İslâm dünyasında millî eğitimler İsrail lehinde yeniden di­zayn edilmeye çalışıyor. Mısır’da ilk operasyon denendi. Za­ten Camp David Anlaşması’nın gizli maddelerinde, dinî duy­guların İsrail antipatisinin önlenmesi ve hutbelerde ve vaazlar­da Camp David Andlaşması’nın tenkidine, mahal verilmemesi hükme bağlanmıştı. Ama görüldüğü gibi kültürel savaş sürü­yor. ..

[Zaman]

Üçüncü Bölüm

Kuzey Irak Sendromu

Gaflet-i vataniyye

MISIRLI yazarlardan Mustafa Mahmud saldırgan değil savunma pozisyonunda olduğumuz halde Batı’nın şimşeklerini üzeri­mize çekmekten kurtulamadığımızı belirtir. Gayemez sadece başkalarım sömürmek değil, sadece sömürülmemek olduğu halde. Yazara göre, biz istemediğimiz halde 10 yıl içinde belki de 2000 yılından önce Batı ile nihaî bir hesaplaşma mukadder görünüyor. Tabiî bu bir sezgi.

Bu böyle iken Türkiye olarak biz düşmanımızı bağnmızda barındırıyoruz. Çevik Güç’ün PKK’ya yardım ettiğini tesbit etti­ğimiz halde onlara hâlâ kovamadık. Üstüne üstlük sivil idare hadiseyi inkâr cihetine gitmiştir. Şimdi de İngiltere Kürtler’in özerkliğini himaye etmeyi bahane ederek ve Ruslar’ın işgal için kullandıkları “Davet” takliğini de kullanarak bölgeye 12 bin asker göndermeyi kararlaştırdı. İngiltere Ortadoğu’ya sız­mak için eskiden (OsmanlI'nın son döneminde) Arap ayrılık­çılarını kullanırken, bu defa oltasını Kürtler’e atmış durumda. İngiltere petrol bölgelerine sızmak ve Müslümanların adem-i vahdetlerini temin için İsrail’den başka yeni bir kriz devleti pe­şinde. İngiliz milletvekili Jeffrey Archer ile yapılan bir mülakat­ta İngilizler’in niyetleri açıkça ortaya çıkıyor. Onbeş yıl Thatc­her ile birlikte çalışan Archer 25 milyon olarak takdir ettiği

Kürtler’in “haddi edna-hakkı edna” olarak özerliğe kavuş­maları gerektiğini savunuyor. “Hakk-ı aksa”y£b ise siz tasav­vur edin!.. Bunu da demek istiyor ama aynhkçı meselenin Tür­kiye’nin kontrolünden çıkabilmesi için gereken vaktin kaza­nılmasına kadar ayıya dayı diyor. Archer ABD’nin Kültlere ge­reken ihtimam ve ilgiyi göstermediğini buna mukabil İlgilte- re’nin Kürtler’in himayesini üzerine aldığını belirtiyor. Himaye konusunda başbakan Major’ın başkan Bush ile görüş alış veri­şinde bulunacağına da değiniyor. “Kürtler’i nasıl himaye ede­ceksiniz, bu büyük, İngiltere’nin altında kalkamayacağı bir ta­ahhüt değil mi?” sorusuna ise küstah milletvekili şu cevabı ve­riyor:

“Bu taahhüdümüz önümüzdeki temmuz ayına kadar. Yani al­tın aylık. Asıl problem orada 6 ay sonra varolup olmayacağı- mızdır. Bu büyük oranda Türklere bağlı. Uçaklanmız ve güç­lerimiz onların toprakları üzerinde, bizden çekilmemizi iste­yebilirler. Burada asıl problem Türkiye. Dışişleri Bakanımız Dauglos Hurd temmuzda dolacak altı aylık sürenin yeniden uzatılması için Türklerle müzakerelerde bulunacak. Müzake­relerde bulunmak da dışişleri bakanlığına düşüyor. Kültler özerk bölgelerine Kerkük ve Süleymaniye’yi de dahil etmek için 36. enlem dairesinin 35. ile değiştirilmesini istiyorlar. Kürtler Kerkük’ü barışçıl yollarla alamazlarsa, savaşla alacak­lar, bunun için hem güçleri var hem de hakları...”

İngiltere Başbakanı Major’ı ve Thatcher’ı bu konularda sü­rekli bilgilendirdiğini aktaran Geoffrey Arthur Kürdistan ile il­gili intibalannda, özetle şunları söylüyor: “Kürdistan’a aşık ol­duk. Şimdiye kadar gördüğüm en güzel ülke. İnsanları uğurla­rında savaşacak kadar harika...” Yani gerekirse İngiltere’nin Kürtler’i bahane ederek ama aslında .Müslümanları daha da

G “Hakk-ı aksa”: Azamî haklar.

bölmek ve Musul petrolleri üzerinde imtiyaz kazanmak .için savaşacağına değiniyor. Yani biz İngilizleri ülkemizde barın­dırarak Misak-i Millî sınırlarımız içindeki Kerkük ve Musul’un petrollerini de o hempalara peşkeş çekeceğiz. Buna anayilik demezlerse başka ne derler. Mülâkatın sonlarında (dönemin) Başbakanı Süleyman Demirel’in Kültlere karşı sempatizan ol­duğunu, bu konuda problemin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kaynaklandığım ileri sürüyor. Sanki Türk Silahlı Kuvvetleri va­tandaş düşmanı. Açıkça Türk ordusunun Çevik Kuvvetin top­raklarımız üzerinde kalmasını istemediğini zikrediyor. (Şar- ku’l-Avsat gazetesi 24.1.1992). Burada sivil hükümetin mantı­ğım anlamak mümkün değildir. Olsa olsa ordu-sivil çekişme­sinde, üçüncü ve yabancı tarafları mücadeleye ortak etmektir. Ama dıştan himayeli demokrasi bizzat demorkasinin kendisi ile kabili telif değildir. Yani Cezayir’de askerlerin yaptığını bu­rada siviller mi yapmak istiyor. Bu, Mısır’da Urabi Paşa’ya karşı Hidiv’in İngilizlerle işbirliğine benziyor. (Urabi Paşayıda do­laylı olarak İngilizler kullanmıştı. Boylece Mısır’ı zayıflattılar). Bu sakim mantık son bulmalıdır. Eğer iki müessese arasında rekabet varsa taraflar anayasal haklarını korumak için öz güç­lerini dayanarak mücadele etmelidirler. Vatan sevgisi bunu gerektirir. Başkalarının himayesi ile demokrasiyi işletmek eğer hiyanet-i vataniyye dağilse bile gaflet-i vataniyyedir. Mi­safir bulundukları ülkemize ihanet ederek Kürt meselesini ile­ride bizim ve bölge ülkelerinin kontrolü dşına çıkarmaya çalı­şıyorlar. Eğer İskoçlar’ın ve Kuzey İrlandalılar’m özerliğini hi­maye için Britanya Adasa’na çıksak bize müsade edecekler mi? Bu şöyle dursun Thacher Suudiler’in (Suudilerin daha sonra Haseltine vasıtasıyla Muhafazakârlara mali yardımı sürdürdü­ğü ortaya çıktı) paralarıyla binlerce mil ötedeki İngiliz sömür­gesi Falkland’a çıkarma yapmadı mı? Kim Kürler’e özerlik ver­mek istiyorsa kendi inisiyatifiyle versin. Bundan dolayı İngiliz-

ler bir an önce topraklarımızın üzerinden koyulmalıdırlar. Da­ha fazla ihanete göz yumulmasın...

Hiçbir millet, yılanı koynunda beslemez...

[Zaman, 29 Ocak 1992]

Nevruz ve Şuûbiyye

zaman, Nevruz ve Mehrecan’ın mecusî âdeti olduğunu hatır­latmasına rağmen hükümet PKK istismarına açık olan Nev- ruz’u meşrulaştırmıştır. Eskiden ideolojik maksatlar uğruna 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlanıyordu. Bugün de Nezruz ay­rılıkçılığa, ırkçılığa bir sembol olarak kullanılmak isteniyor. Nevruz’un Kürtlerle bir ilişkisi olmadığı, eski bir İran âdeti ol­duğu halka anlatılmalıydı. En azından Diyanet İşleri Başkanlı­ğı bunu anlatmalıydı. Gerçi hanlılar, bugün dahi Nevruz’u Şiî gelenekleriyle bağdaştırarak kutluyorlar. Bazı Türkçüler de bu bayramı PKK’nın elindeki bir malzeme olmadıktan çıkarmak maksadıyla Ergenekon’la illiyet bağı kurarak Türkleştirme gayreti içine giriyorlar. Nevruz’u sadece Acemler ya da Kürtler değil, Nuseyrî mezhebi gibi değişik mezhepler de kutluyor. Ama maalesef bu bayram sebebiyle Doğu’da elim vakalar ya­şandı. Birileri hayatını kaybetti.

1992 yılı Kürt meselesi açısından hareketli geçecek. Bir de­fa BM’nin Güvenlik Konseyi’nin kararlarını tatbikat safhasına koyması için Irak’a verdiği mühlet haziranda doluyor. Bush’un da prestij açısından yeni bir harekete ihtiyacı olabilir. Yine ha­ziran ayında Türkiye’de, mevzilendirilmiş bulunan Çekiç Güç’ün süresi de doluyor. BM’nin kararlan konusunda İrak’a

108 ORTADOĞU DENKLEMİNDİ! lUKKL£iı-a.utı

baskılar artarken, Batılı ülkeler Çekiç Güç’ün nihai süresinin uzatılması için Türkiye üzerindeki çabalarını yoğunlaştırdılar. Hatta Barzani daha da ileri giderek Kürtler için uluslararası dai­mi bir koruma yani manda istedi. Savaş tazminatı konusunda İrak Batıklara taviz vermiyor. Bunun yerine petrolünü kara­borsadan satıyor. Hatta Rusya Federasyonu bu konuda Ukray­na’nın İrak’tan kalepir fiyatına petrol almaşım Batılılar’a şika­yet etti. Buna karşılık Batı, İrak’taki merkezî hükümeti devre- dışı bırakarak Kürtler’le anlaşmalı bir şekilde Kuzey Irak’m petrolünü dışarıya sevketmeyi planlıyor. Bu işte elbette Barza- ni’nin parmağı da var. Barzani, İngiltere, Fransa ve Almanya’yı ziyareti sırasında bu konuda Batılı liderlerle müzakerelerde bulunmuş. Konu bir yönüyle Türkiye’ye de intikal etmiş. Bar- zani’nin Batı başkentlerini ziyaretinin bir yönü de güvenlikle alâkalı. Muhtemel Irak saldırılarına karşı bu ülkelerin garanti­sini istiyor. Bu meyanda Almanya Dışişleri Bakanı Çekiç Güç’ün süresinin uzatılması hakkında bizim adımıza Barza- ni’ye söz verdi. ABD Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu ve Güney Asya’dan sorumlu yardımcısı Ermeni asıllı Edward Ciğerciyan, Türkiye’nin Çekiç Güç’e desteğinin sürdüğünü ve süresinin uzatılması konusunda Demirci’den anlayış beklediklerini açıklamıştır.

Margaret Thatcher ve Major’un dostlarından İngiliz yazar ve politikacı Jeffrey Archer de Zaman’da yayınlanan mülaka­tında (29 Ocak 1992) Çekiç Güç’ün süresinin uzatılması konu­sunda Demirel’in anlayışlı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ise anla­yışsız olduğunu ileri sürmüştü. Sözkonusu mülakatta Kraliyet uğrunda savaşılmaya değer harika bir millet oladuğunu da be­yan etmişti. Geçmişte Irak’ta Kraliyet döneminde İngiliz uçak­larını Kürt halkını zehirli gazlar atarak öldürdüklerini ve katli­am yaptıklarını unutan bu Britanya’nın necip evladındaki(i) Kürt sempatisinin kaynağı, 8 Mart tarihli The Mail gazetesinde

gizli. Jeffrey Archer, sözkonusu gazetedeki makalesinde, Kültlerin elinde bulunan Kerkük’ün petrol yönünden çok zengin olduğunu bu sebeple onların enaz Kuveyt kadar yararlı bir müttefik olabileceklerini yazıyor. İngilizler’in Saddam’ın verdiği fırsatı kullanarak, sureti haktan görünerek yeni koloni- zasyon konusunda aldıkları mesafe ortada.

Bu arada Barzani de İdarî ve güvenlik boşluğu bahanesiyle Kuzey Irak’ta amiyane tabirle çaktırmadan ‘de facto’ devlet or­ganları tesis ediyor. Bunlar daha sonra Türkiye’yi Ermenistan gibi hem köprü olarak kullanacak ve hem de soydaşlarının haklarını savunmak fikriyle Türkiye ile pazarlığa kalkacaklar, taleplerde bulunacaklar.

Biz, Körfez Krizi sırasında Türkiye’nin izlediği politikayı eleştirmiş ve Doğu’da bir güvenlik boşluğu doğacağını haber vermiştik. Bu bir kehanet değildi. Bugün Kürtler bu İdarî boş­luğu kullanıyorlar. Türkiye’de de Kuzey İraktaki gibi benzeri siyasî yapılanmalar olmadan Çekiç Güç’ü topraklarımızdan at­malıyız. Bu uluslararası kuruluşların ve BM’nin saygınlığı var­sa önce Karabağ meselesini Azerîler’in yani hukukun lehine çözsünler. Karabağ meselesi Azerîler’in lehine çözülmeden Türkiye Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasına yanaşmamak.

\Zaman, 23 Mart 1992]

Federe devlet

kuzey Irak’ta Çekiç Güç’ün gölgesinde federe bir Kürt devleti kuruldu. Her ne kadar Kürt liderleri devlet kurma eylemini bir niyet bildirimi olarak formüle ediyorlarsa da, bu bir sonbahar şakası değil herhalde. Federe devlet içinde bir çok hukukî ve siyasî tezadlar barındırıyor. Başta federe devletin sahibi belli değil. Bu federe devlet Irak federasyonuna mı bağlı yoksa Tür­kiye federasyonuna mı bağlı olacak? Irak Ve Türkiye bir fede­ratif devlet olmadığına göre bu federe devlet kimin? Türkie ve Irak nitelik olarak birer üniter devlet. Ama Barzaini’nin daha önceleri söylediği: “Bağımsız devletimiz olsun ABD’nin 53. eyeleti olalım” sözleri ışığında ve ABD’nin de federatif bir ülke olduğu dikkate alınırsa federe devletin asıl sahibi belli oluyor, Türkiye’nin çekincelerini ortadan kaldırmak için Kuzey Iraklı peşmergeler şimdilik PKK’yı sınırlarından defediyorlar ama Türkiye’nin peşmergelere bağımlı kalması açısından ayrılıkçı hareketin toptan da yok olmasını istemezler. Kürdistan De­mokratik Partisi liderleri bunu açıkça telaffuz ediyorlar. Arada Batılı ülkeler oldukça ve tarafların ilkeleri yek ve tek olmadık­ça güvensizlik uçurumları hiçbir şeyle dolduralamayacaktır. Bu bunalım ancak Türkler, Kürtler ve Araplar birbirlerine Ba­tı’dan çok güvendikleri ve sevdikleri zaman aşılacaktır.

Türkiye son sıralarda Suriye ile yaptığı temaslar sonucu komşu ülkelerin sınırlarını PKK elemanlarının sığınmasına ka­patmayı hedeflemektedir. Kuzey Irak’ta yapılan operesyonlar da bu yaklaşımnın bir sonucudur. TSK’nin bazı unsurlarının PKK’ya karşı peşmergelerle birlikte operesyona katılması ya da idareci pozisyonda yeralması bu görüşleri doğrulamakta­dır. Londra’daki bazı kaynaklar Türkiye’nin kışın PKK’ya karşı geniş bir operasyona gireceğini ve bunun için de şimdiden sı­nırlarını ve sırtını emniyete almaya çalıştığını zikrediyorlar. Cape Maleas gemisinin muhteviyatıyla birlikte İran’a iadesi bir tavizdir.

Ama bu taviz oluşturmaya çalışılan sözkonusu politikanın bir zaruretidir.

Batı basını ve Arap basınının temas ettiği başka bir senaryo daha var. Bu senaryo değerli tarihçi ve fikir adamı Kadir Mısı- roğlu tarafından İslâm dergisinin son sayısında da (İslâm, Ekim 1992) dile getirildi. Şarku’l-Avsat gazetesinde İbrahim Seleme bu senaryoyu yazdığında çek itibar etmemiştim. An­cak Kadir Mısıroğlu’nun da müdellel bir şekilde mevzuya te­mas etmesi bize “politikada yok, yoktur” kaidesini hatırlattı. Kuzey Irak’ta iki yıl önce bir federe devletin kurulacağını kim söyleyebilirdi ki? Fakat mesele iki yıldan beri olgunlaştırıldı. Adeta perşembenin gelişi çarşambadan belli oldu. Bundan dolayı tepkiler de cılız kaldı. Beklenilen seviyede olmadı. Ka­dir Mısıroğlu bu senaryo ile ilgili olarak şunları kaydediyor: “Amerika’nın şu anda Türkiye üzerinde iki planı var. Birisi, Türkiye’nin yükselişinden rahatsız olan Yahudileri teşvik ede­rek Kürdistan kurdurtmak istiyor. Ama Irak’tan alınacak bir parça üzerine kurulacak. Kürdistan’m denize çıkışı olmadığı için, bir kara ülkesi olacağı için istikbali, olmaz. Onun hedefi Türkiye’yi kandırarak Irak’m kuzeyini Türkiye’ye vererek ve bizim Malatya, Erzurum ve İskenderun vilayetlerini de kapsa­

yacak bir Kürdistan muhtar ayeleti kurdurmak. Bir arazi alıyo­ruz diye Türkiye’ye cazip geMr düşüncesi ile bunu yem olarak önümüze atıyorlar. Böyle denize çıkışı olan bir federe devlet, sonunda ben Türkiye federasyonunda ayrılıyorum diyecek. Bu aynen Ermeni meselesi gibidir. Ermeni meselesi de Rus- lar’ın İskenderun’dan Karadeniz ve Akdeniz’e çıkmak maksa­dıyla ihdas ettikleri bir meseledir. Türkiye’de şanslarını 1930’da Ağrı Hareketi ile 1936’da Dersim Hareketi ile denedi­ler. Baktılar ki Türkiye’de bu işi gerçekleştirmek çok zor. 1930’da Ağrı Hareketi’ni yapan Barzani’yi aldılar Rus Erkan-ı Harbiye mektebine kaydettiler, subay yetiştirdiler, albay rüt­besine kadar kendi ordularında çalıştırdılar, onların terbiyesi altında yeşitikten sonra gitti Irak’ta baş oldu.”

Ermeni meselesiyle Kürt meselesi arasında bir bağlantı var Ermeniler 19- yüzyılda Doğu vilayetlerimizde daha çok Kürt reayanin oturduğu 6 vilayeti istiyorlardı. Geçtiğimiz eylül ayın­da Forbes dergisinde PKK’nın istediği toprakların Büyük Er­menistan toprakları arasında gösterilmesi de bir başka gara­betti.

Basınımızda ABD’deki Yahudi lobisinin adamı olarak bili­nen Clinton’un yardımcısı Algore’un Kürt federe devleti ilanım desteklediği kaydedildi. Aslında coğrafyamızda daha iyi bir yeniden yapılanma kaydıyla çözülme sanıldığı kadar kötü de olmayabilir. Başlangıçta nice şer gördüğümüz gelişmeler hay­ra inkılap edebilir. Gönüllerimizin inşirahı için Erzurumlu İb­rahim Hakkı Hazretleri’nin rubaisini hatırlayalım:

Hak şerleri hayretler

Arif onu seyreyler

Görelim Mevla neyler

Neylerse güzey eyler!

[Zaman, 10 Ekim 1992]

Ayaklı Kütüphane

Osman Abdulaziz

Son sıralarda Kuzey Irak’ta pek de hesapta olmayan gelişmeler yaşanıyor. Talabanî’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtsever Bir­liği, Şeyh Osman bin Abdulaziz’in liderliğindeki Kürdistan İs­lâmî Hareketi’ne karşı taarruza geçti. Daha ziyade Erbil ve Sü- leymaniye kentleri ve çevresinde yoğunlaşan çatışmalarda yüzlerce kişi yaralandı,yüzlerce kişi de hayatını kaybetti. Ça­tışmaların herhangi bir sağlam gerekçesi yok. Tala-banî Kuzey Irak’da devlete giden son marhalede merkezî otorite sağlamak için bütün milis güçlerini ortak bir komutanlık altında topla­mak istiyor. İslâmî Hareket ise kuvvetlerin Birleşik Peşmerge Gücü’ne katılmayacaklarını ilan ediyor. Bunun üzerine, Talabanî İran’ın Şeyh Osman b. Abdulaziz vasıtasıyla Kuzey İraklılar arasında fitne sokmak istediğini ileri sürüyor. Talabanî’nin Londra’daki Temsilcisi Latif Raşid’de Osman bin Abdulaziz’i Batı’ya şikayet ederek onun fundamentalist oldu­ğunu ileri sürüyor. Talabanî’nin adamı ve Peşmerge işlerinden Sorumlu Bakan Cebbar Ferman, Beytavate’deki Şeyh Osman bin Abdulaziz’in karargahına saldırıyor, bunun üzerine İslâmî Hareket’de karşılık veriyor. Hadisenin kısa hikayesi bu. Çatış­

malardan sonra IKYB Şeyh Osman’ı ele geçirdiklerini ileri sü­rerken, Hareket bunu yalanlıyor. Bilindiği gibi Şeyh Osman bin Abdulaziz uzun yıllar Müslüman kardeşler Irak Teşkila- tı’nın Kürdistan bölgesi temsiliciliğini yapmış. Ancak Irak’taki dramatik gelişmeler üzerine Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan İslâmî Hareketi’ni kurmuş. Halepçe katliamı üzerine de Sad­dam Hüseyin’e karşı silahlı bir mücadele başlatmış. Hareket ikinci körfez savaşından sonra Kuzey Irak’ta daha da güçlen­miş. Bu da Talabanî gibi laik hatta sosyalist hareketleri tedirgin etmiş bulunuyor. Özellikle Kuzey Irak’ta İslâmî hareket yüzde 20 gibi azımsanamayacak bir tabana sahip. Bununla birlikte Talabanî’nin adamı Raşid bu gerçeği yalanlayarak şunları söy­lüyor: ‘Seçimlerde onlar sadece yüzde 4e) oranında oy aldılar. Velakin isteklerini yüzde 96’ya empoze etmek istiyorlar. İslâ­mî bir yönetim istiyorlar. Biz İslâm’a karşı değiliz, müslümanız. Bununla birlikte halkımız öncelikle özgürlüğünü kazanmak istiyor. Biz askerî bir yönetimden, yerleşik bir düzene, kanun ve nizama geçmek istiyoruz...’ Talabanî bütün Batılı ülkeler­den destek almasına rağmen İslâmî Hareket’i gözden düşür­mek için İran’dan destek aldığını ve bu yönde belgeler ele ge­çirdiklerini ileri sürmesi riyakârane bir hareket. Gerçekten de İslâmî Hareket’in İran’dan lojistik destek almasına rağmen ara­larında bir anlayış birliğinden sözetmek mümkün değil. Hare­ketin geçmişte faaliyet içinde olduğu bölgelerden biri de Peşa- ver ve Afganistan’dı. Bundan dolayı da IKYB’li yetkili, Kuzey Irak’ın İkinci bir Afganistan olmasına müsade etmeyeceğiz’ di­yordu. Şeyh Abdulaziz Kuzey Irak’ta laik güçler arasında bir denge unsuruydu. Bu Barzani’den daha çok tek adam olmak isteyen Talabanî’yi rahatsız ediyordu. Çünkü İslâmî Hareket’in

O Kürdistan İslâmî Hareketi yetkilileri Kuzey İrak’da yapılan ve Talabanî ile Barza- ni’nin oylan yarışıyor şekilde paylaştıkları seçime hile karıştırıldığını iddia ediyor­lar.

tasfiyesinden sonra Talabanî’yi zaptetmek daha da güçleşe­cek. Barzani Talabanî’nin niyetlerinden emin olamaz. Tala­banî Barzani’ye karşı PKK gibi yeni müttefikler bulabilir. Kült­ler beyninde İslâmî ve geleneksel güçlerle, laik güçler arasında bir çatışma yaşanıyor. Bu mücadelede laik güçler birbirini des­tekliyor. Şeyh Abdulaziz’in güçlerine karşı başlatmış olduğu silahlı harekatta PKK’nın Talabanî taraftarlarına destek vermesi gibi Türkiye’nin işe her zamanki gibi bir tercihi yok.

Küçüklüğünde beni en fazla etkileyen risalelelerden biri zannediyorum Akşemseddin’in oruçla alâkalı bir risalesiydi. Risalenin üzerinde ise Akşemseddin’in çizilmiş bir sureti vardı. O suret muhayyeleme nakşedilmişti adeta. Risale’de Akşam- seddin’in aynı zamanda bir tabib olduğu kaydediliyordu. Hem ruhların hem de bedenlerin tabibi. Kısaca Akşemseddin dibi­ne ışık vermeyen bir mum gibi değildi. Ölümüne yakın gözle­rinin feri ve nuru artmış hazrete sebebini sormuşlar o da ‘sofra­daki ekmek kırıklarını ziyan etmeyerek onları yiyişimdir’ diye cevap vermiş. İstanbul’un bihakkın manevi fatihi olan Akşem- meddin’e olan aşırı muhabbetimin sebeblerinden biri de Şam’da doğmuş olmasına rağmen Göynük e yerleşmesi ve orada vefatı; dolayısıyla hemşehri olmamızdır Allah şefaatına nail etsin, Akşemseddin ve risaleleriyle ikinci tanışmamız ise rahmeti rahmana kavuşan Ali İhsan Yurt Hoca vasıtasıyla ol­muştur. Yeni yılı göremeden yitirdiğimiz Ali İhsan Yurt Hoca­mız da mübalağa olmasın ama Akşemseddin’in fatihi ve kaşifi idi. Akşemseddin Hazretleri’nin 5 risalesini tahkik etmiş ve Türkçe’ye çevirerek neşretmişti. Oruç risalesinden sonra Ali İhsan Yurt Hoca’nın engin himmetiyle neşredilen 5 risale kü­çük yaşlarımda tesadüfen elime geçmiş aşkla şevkle bir soluk­ta okumuştum. Daha sonra kütüphanemi arkada bırakarak Akşemseddin’in doğduğu diyar; Şam’a gitmiştim. Sonra Mısır derken tekrar ülkeme avdet ettim. Geldiğimde viran olan kü­

tüphanemde ilk aradığım kitaplardan biri de Ali İhsan Yurt Hoca’nın Akşemseddin adlı çalışması olmuştur. Eserin yerin­de yeller esiyordu. Onun sıcaklığını içimde sakladım ta ki En­derun Kitabevi’n ’den ikinci kez edinişime kadar. Hasretin sı­caklığıyla kitabı ikinci kez okudum ve Akşemseddin’in biim ve İstanbul’un üzerindeki minnetini ve faziletini bir kez daha ya- dettim. O dönemin uleması İstanbul’u ancak Hazreti Meh- di’nin fethedeceğine inanıyorlar ve Hazreti Fâtih’i bu çabasın­dan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Akşemseddin ise İstanbul’un fethinin Hazreti Fatih’e müyesser olacağını savunuyor ve ule­manın görüşlerini şöyle tevil ediyordu: ‘İstanbul belki ikinci kez Hazreti Mehdi tarafından fethedilir...’ Akşemseddin işte böyle bir zat. Şamlı olması İstanbul’un Türkler tarafından fet­hedilmesin! aşkla istemesine hiç mani olmuyor. Çünkü onun vatanı imanı. Ali İhsan Yurt Hoca da İstanbul’un bakiyyesi idi.

Ali İhsan Yurt Hoca çok yönlü bir insandı. Ulemadan olma­sına rağmen Risale meşreb sayılırdı. Hüsrev Altmbaşak, Meh­met Fevzi gibi (Kastamolulu) Üstad’m talebeleriyle musahabe ederdi. Hekimoğlu İsmail Ağabeyim anlattığına göre felç ge­çirdikten sonra nutku tutulmuş ama konuşulanları anlıyor ve devamlı surette okuyormuş. Son günlerini de hep oruçlu ge­çirmiş. Salihane yaşamış salihane vefat etmiş bir büyüğümüz. Sağlığında —şu anda Londra’da bulunan— Mehmet Ali Eren kardeşimden beni, Ali. İhsan Yurt Hoca ile tanıştırmasını iste­dim, nasip değilmiş. Vicahi tanıyamadık ama gıyabında tanı­dık. Ayaklı kütüphane, hafızül kütüp olarak anılan Hoca, İslâm Ansiklobedisi ve IRCICA gibi teşkilatlann yanında mesai­sini talebelere yardımcı olmaya hasretmişti. Allah rahmet et­sin.

Yalancının mumu

zamanla bazı şeyler daha iyi ve net anlaşılıyor. Bunlardan biri de Körfez savaşı. Bizler Körfez Savaşı’ndan sonra “Gaflet-i Va- taniyye” isimli bir makalemizde İngiliz yazar ve milletvekili Jeffrey Archer1 dan sözetmiştik. Neredeyse hayatını ve bütün mesaisini Kuzey Irak’m bağımsızlığına vakfeden bu mezkur şahıs iki de bir Türkiye’ye de hakaretler yağdırıyor. Riya dere­cesinde Kürtleri sevdiğini iddia eden bü adam Çekiç Gtiç’ün uzatılmasına askerlerin karşı olduğunu ancak başta Demirel olmak üzere o zamanın hükümet üyelerinin meseleye yumu­şak baktıklarını ileri sürüyordu. Kuzey İrlandcbfö ve diğer İn­giliz müstemlekelerine bağımsızlık hakkı vermeyen İngilte­re’nin bir milletvekilinin Kuzey Irakis bağımsızlık verilmesi için mücadelesi oldukça manidar. Daha önce Kuze İraklılara 56 milyon Sterlin bağış toplayan Archer İngiltere’nin Kuzey Irakta bir Kürt Devleti kurulması için öncülük etmesini istiyor ve bunun için dostu Major11 ikna etmeye çalışıyor. Observer gazetesine göre Archer, önce Kuzey Irak’a BM ambargosunun kısmen kaldırılmasını ve ardından tüm Irak’a karşı ambargo­nun kaldırılmasından önce İngiltere’nin bir Kürt devleti kurul­ması için önder rol oynaması gerektiğine inanıyor. Observer’?. göre Iraklı Kültler de buna mukabil Irak dışında toprak iddia­

ları olmadığını açıkça ilan etmeliler. Tabiî İngiliz diplomatlar Kürt devletine önderlik etmenin Türkiye ve İrariia karşı kar­şıya gelmek anlamını taşıdığını biliyorlar. Tek püzür bu. An­cak Archer Türkiye ya da İran’ın itirazlarının ikna yoluyla aşıl­masını bile zahmet kabul ederek: ‘Türkiye ne zamandan beri politikalarını Batı’ya dikte ettiriyor?’ diye soruyor. Türkiye’nin hayatî bir konuda itirazı bile zaid addediliyor. Kenan Evren! in de belirttiği gibi şimdiye kadar Çekiç Güç’ün mutlaka kaldırıl­ması gerekirdi. Hükümetlerin önceliği bu olmalıydı. Ancak Türkiye’yi Çekiç Güç’ün Güney Kıbrıs’a nakledilebileceği teh­ditleriyle korkutuyorlar.

İngiltere’nin öncülük etmek istediği Kuzey Irak’taki rejim her halükârda Saddam rejimini aratmayacaktır. İddia ettikleri demokrasi ise Baas yönetiminde pek farklı olmayacaktır. Son sıralarda Celal Talabanînin Kuzey Irak’taki İslâmî Harekete saldırıları da bunu isbat etmektedir. Kuzey Irak İslâmî Hare­ketinin yayınlamış olduğu bildiri de Talabanî taraftarlarının mukaddesatla alay ettikleri ve camileri bombaladıkları ve hat­ta Sırplar gibi şehid Müslümanların şehadet parmaklarım kes­tikleri iddia ediliyor. Kuzey Irak’ta bu tarz bir oluşum ancak İs­rail’i sevindirecektir. Malum ya Şah Rıza Pehlevfnin ve ABD’­nin desteklediği Mustafa Barzani gizlice İsrail’i ziyaret etmiş ve bu ülkeden hertürlü himayeye mazhar olmuştur. Oğlu Mesud Barzani’de bunu itiraf etmiştir. Talabanî ise Yahudilerle ilişki­lerin bir an evvel tesisine daha fazla can atıyor. ‘Saddam İsra­il’le ilişki kurmaya hazırlanıyor, öyleyse biz niye ilişki kurmu­yoruz’ şeklinde laflar sarfediyor. Geçenlerde üzerinden gizlili­ği kaldırılan İngiliz belgelerinde Kuzey Irak ve Barzani mese­lesinde İsmet İnönü’nün en fazla İsrail’in Ankara’daki diplo-

O Şeyh Osman Abdulaziz, İsrailli uzmanların Talabanî’nin himayesinde Kuzey hak’da aylarca kalarak çeşitli alanlarda Kurdistan Yurtsever Birliği üyelerini eğittik­lerini iddia ediyor.

matlarına danıştığı ortaya çıktı. Belli ki İsmet İnönü meseleyi asıl kaşıyan tarafın kim olduğunu biliyor ve bundan dolayı da meseleyi ilk elden yani İsrail’den öğrenmek istiyor.

Yalancının mumu

Uzun bir dönemden beri Türkiye ve diğer bazı ülkelerde İslâm ile terör kasıtlı olarak bağdaştırılmaya ve özleştirilmeye çalışıl­mıştı. Türkiye’de profesyonelce işlenen faili meçhul bazı cina­yetler İslâmî kesimlere maledilmeye çalışılıyordu. Bahriye Uçok ve Uğur Mumcu cinayetleri gibi. Nihayet, Doç. Dr. Bah­riye Uçok’un Mumcu cinayetiyle de ilgili olarak aranırken orta­dan kaybolan Kargocu Gülay Calapİzrcûfde yakalandı. Uçok cinayetinden sonra Calap DGM’de alman ifadesinde paketi ve­ren kişinin eşkalini ayrıntılı bir şekilde tanımlamış ve bir kez daha görse teşhis edebileceğini söyleyerek hadisenin kilit ismi haline gelmişti. Aldığı tehditlerden sonra 20 Mayıs 199Tde ka­yıplara karışmıştı. Son olarak İzmir’de yakalanan Calap —eğer iddialar doğruysa— şehirlerde kanlı eylemler gerçekleştirmek için PKK’nın kurduğu bir örgüte iştirak etmiş. Şayet Calap me­selesi saptırılmazsa, araştırmalar doğru istikamette derinleştiri­lirse Türkiye’deki bütün faili meçhul cinayetlerin düğümü çö­zülebilir. Zira Bahriye Uçok cinayetinde kullanılan bombanın türü Uğur Mumcu suikastında kullanılanın aynısı. Geçenler de Cumhuriyet gazetesinde yeralan başka bir haberde ise bazı suikast eylemlerine giriştiği şüplelenilen İslâmî Hareketin içi­ne MİT in sızdığı iddia ediliyor. Bu iddia da daha önce gazete­mizin ileri sürdüğü tezi teyid eder mahiyette. MİT eski görevli­lerinden Bahrettin Erman, MİT’in yasadışı örgütlerin tümün­de ajan bulundurduğunu belirterek, ‘Bundan polisin bile ha­beri olmayabilir’ diyor. Türkiye’de her türlü illegal örgüt kuru­luşu içinde mutlaka MİT ajanı bulunduğunu ileri süren eski MİT görevlisi Erman bunun sebebini şöyle açıklıyor: ‘Amaç, örgü­

tün hareketlerine ilişkin bilgi sahibi olmaktır. Bunun daha ile- riki aşamasında örgütün deşifre edilen yönetim kadrosu yaka­lanıp içeri atılır. Dolayısıyla dışarda kalan ajanın önü açılarak, örgüt yönetimine gelmesi sağlanır. Böylece örgütün tüm yön­lendirmesi MİT tarafından ele alınmış olur. ‘Erman’ın İslâmî Hareket Örgütüne ilişkin anlattıkları ise şöyle:’ Şimdi burada Mehmet Ali ŞekeıAn. polis baskınını nasıl haber aldığı önemli. Adamın bir gece önce polis operasyonunu haber aldığı bilgisi ifadelerde var. Şimdi bu altıncı kişi bana göre MİT’in örgüt içindeki ajanı olabilir. Bu kişi de Mustafa Kayacan olabilir. İs­lâmî hareket Örgütü Mumcu olayına karışmış olabilir. Bunun­la birlikle eylemi kimin önerdiği önemli. Bu arada İslâmî Hare- ■ket’in istihbarat notlarını inceleyen uzmanlar, bu belgelerin askeri okullardaki istihbarat derslerini iyi bilen bir kişinin kale­minden çıkmış olabileceğini kaydediyorlar.

New Yortida Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasına fetva verdiği ileri sürülen Ömer A bdurrahman’Az kendisinin komplocu olmadığını ancak kendilerine komplo kurulduğu­nu kaydediyor. Amerikan Adalet Bakanını komplocu olarak tanımlayan Ömer Abdurrahman muhbir-ajan îmadSalim’i de ‘iblis’ olarak damgalıyor. Ömer Abdurrahman New York Tica­ret Merkezi’nin bombalanmasına ve adam öldürülmesine fet­va vermediğini keza Hüsnü Mübarek’in öldürülmesiyle alakalı da bir plan ve komplo geliştinnediklerini bunun Mısır istihba­ratının elamanı olan İmad Selim’in tertibi olduğunu belirtiyor. Ömer Abdurrahman önümüzdeki eylül ayında başlayacak mahkemeler esnasında bombaları açıklacağını ve İslâmm da terör dini olmadığını göstereceğini kaydediyor. Açıklandığı gi­bi bütün komplolar Müslümanların değil, Müslümanlara ve İslâma karşı düzenlenmiş komplolardır.

Romancı, politikacı ve lord

JEFFREY Archer daha iki yıl önce, o tarihten sonra yazacağı üç roman için 10 milyon dolar telif ücreti almıştı. Bir bölümü Türkçeye de çevrilen romanlannın çoğu film ve televizyon di­zisi haline getirildi. Ünlü İngiliz romancının okurları tarafın­dan fazla bilinmeyen bir özelliği onun politikacı kimliği: Jeff­rey Archer, son seçimlere kadar, genel başkan yardımcısı sıfa­tını da taşıdığı muhafazakâr Partisi’nden milletvekiliydi. Adı, sonradan ‘komplo’ olduğu ortaya çıkan, bir aşk skandalma da karıştı.

Kraliçe Elizabeth, 1992 yılında, kendi doğum gününde dağıttığı ünvanlardan birini de romancı-polikacıya verdi. Ün­lü romancı, sabık politikacı Jeffrey Archer, kendi memleketin­de ‘LordArcher’ olarak anılıyor artık... Seçim derdi olmadığı için, Lordlar Kamarası’nda, kendi aklına estiği gibi davranabi­liyor, uluslararası sorunlarda da ahkâm kesiyor...

Lord Archefm adı, geçen pazar günü, pazar günleri yayın­lanan İngiliz Observer gazetesinde kendisiyle İlgili olarak çı­kan bir yazıyla gündeme geldi. Gazetenin muhabiri Jonathan Rugman, kısa süre önce Kuzey Iraki ziyaret eden Jeffrey Arc- her’in görüşlerini başlığında şöyle özetlemiş: “İngiltere, Kürt Devleti’nin kurulmasını zorlamalıdır.”

Jonathan, bir hafta önce bölgeyi gezip ilgililerle görüşen Jeffrey Archer’m, son durumu ve görüşlerini Başbakan John Major1 a aktarmak üzere Londra’ya döndüğünü yazmış. Yaz­dığı birşey de, o görüşlerin İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve diplo­matik çevreleri hop oturtup hop kaldırdığı...

Observer1 daki makaleyi kaleme alan Jonathan Rugman, hem bölgeyi hem de Türkiye’yi çok iyi tanıyor. İki yıldan fazla süreyle Ankara’da BBC muhabiri olarak çalıştı. Bu sıfatıyla Gü­neydoğu Anadolu’ya defalarca gitti geldi. Kuzey Irak’ı avucu­nun içi gibi biliyor. Türkiye ile Nahcivan arasında inşa edilen Umut Köprüsünün açılış törenine gittiğimizde, etrafı biraz da­ha iyi görebileyim derken uçağa vaktinde dönememişti; biz havalandıktan sonra onu havaalanında elinde uçuş kartını sal­larken görmüştük...

Son karşılaşmamızda, BBC’den ayrılmıştı; daha serbest ha­reket imkânı bulduğu Guardian ve Observer gibi gazetelerle bazı dergilerin muhabiri olarak bölgede dolaştığını söylemişti. Archer ilgili yazısını, Kuzey Irak’ın Selahuddin kentinden gön­dermiş Observer’a...

Jonathan Rugman’m görüşlerini aktardığı Lord Archer1 a göre, İngiltere, 1923’te, Kürt Devleti konusundaki planından vazgeçme hatasını işledi. O hatanın telâfisi şimdi mümkün: Bu defa, İngiltere, Kürtler’in birleşik ve federal Irak’ta özerk olma hakkına sahip çıkmalı... Özerkliği, Kuzey Irak’ta bağımsız bir ekonomiyle tanımlıyor. Bunu sağlamak için, ambargonun, önce Kuzey Irak’la ilgili olarak kaldırılmasını, özerk devletin petrol çıkarımıyla zenginleşmesinden sonra ve Saddarrîm ül­keyi Kürt, Şiî ve Sünnî federasyonuna bölmeyi kabulü karşılı­ğında, bütünüyle kaldırılmasını istiyor... Buna karşılık, Kürt- ler de, “Kendi ülkeleri dışındaki topraklarda gözleri olmadığı konusunda garanti vermeliler” imiş...

Romancı ya, entrika künnakta da usta; Archer, bütün bun-

lan Türkiye’yi kızdırmadan gerçekleştirmenin yollanın anyor. Bir yandan, aslında teklifi, bildiğimiz anlamda bir 'devlet’ ku­rulması olduğu halde, bunu ‘özerk’ kelimesi ardına gizliyor (ama bir kaç yerde, kendini tutamayıp, başlıktaki gibi ‘Kürt Devlet’i de diyor), bu arada Kuzey Iraklı liderlerin işbirliğiyle PKK’nın işinin bitirilebileceği zokasını sunmadan da edemi­yor. Buna karşılık, İran ve Türkiye için, şu görüşü de seslendi­riyor: “Zaten bu ülkeler, Batı’ya politika dikte etme hakkına sa­hip değiller.”

Jeffrey Archer’m son romanı Honour Among Thives (Hır- sızlann Onuru) adım taşıyor. Londra’da doktora yapan bir dos­tum, yaz tatiline gelirken, bana romanı getirmiş. Hiç mübala­ğasız söylüyorum, gecemi gündüze katarak bir gecede oku­muştum. Çok sürekieyici bir roman...

Romanın benim için bir özelliği de, kahramanlarının, ha­yatlarım koydukları serüvenin sonunda, konunun düğümlen­diği Bağdat’tan kaçmak için seçtikleri yoldu: Kuzey Irak... Bir kaç ay önce romam okurken, Jeffrey Archer’m Kürt Sorunu’na duyduğu ilgi dikkatimi çekmişti. Kürtler’in devletsiz kalmış nâdir milletlerden biri olduğuna inamyordu romancı. Bölgeyi bilmeyen okurları, kaçışı kafalarında daha iyi canlandırsınlar diye, bu bölümün ortasına bir de harita koymuştu. Romanın 360-61. sayfalarındaki haritada, en büyük parçası Türkiye’den olmak üzere, Irak, İran ve Suriye’den de kopardıklarıyla yeni bir devlet yer alıyordu: Kürdistan...

Romanda birbirine geçmiş iki ayrı entrika var. Saddam Hüseyin, kendisine ambargo uygulayan Amerika’yı küçük düşürecek bir büyük eylemin peşinde: Ülkeyi kuran sosyal mukavele olan ‘Bağımsızlık Bildirgesini, saklandığı yerden çalmak... Buna karşılık, Mossad ajanları da, vaktiyle Bağdat rejimi tarafından bir başka ülkeye sipariş verilmiş kocaman bir kasayı teslim etme bahanesiyle Saddam'a yaklaşma hesapları

yapmaktalar... Romanın kahramanları, kalpazanlar, sahtekâr­lar, Mafya babaları ile Yale Üniversitesinden zaman zaman CIA adına görevler de üstlenen bir profesör ve bütün ailesini öldüren Araplar’a karşı intikam irisleriyle dolu, bunu sağlamak için Arapça öğrenmiş, sonra da Irak’m Paris Büyükelçiliğine memur olarak girmeyi başarmış bir bayan Mossad ajanı...

Sonucu söyleyeyim: Ölenler ölüyor, ama sonunda Ameri­ka bütün dünyaya mahçup olmuyor... İsrail gizli servisi Mos­sad sayesinde...

İsrail sevgisini romanının her satırına sindiren Jeffrey Arc­hed yo. Kürt Devleti konusundaki görüşlerini yansıtan Jonat­han Rug man m yazısını bir daha dikkatle okudum; İsrail’in bu denklemdeki yerine ait tek bir satır bile bulamadım...

Roman deyip geçmeyin... Geçen yılın ortalarında yayın­lanmış, sanki tarihi bir entrikaymış gibi sunulan bir romanda, eğer yazarının bir de politikacı kimliği varsa, sonradan dile ge­tirilecek görüşlerin provalarını bulmak mümkün oluyor. Jeff­rey Archer, o romanı yazarken kafasında oluşturduğu tezi, şimdi politikacı şapkasıyla hayata geçirmeye çalışıyor...

Tansu Hanım kitap sevgisi ile ünlenmiş bir politikacı değil, o sebeple Jeffrey Archer’m bu romanını okumuş olduğunu sanmıyorum. Okusaydı, şimdilerde keşfettiği ve ne yapacağı­nı şaşırdığı gerçekleri, o perspektiften yakalayabilirdi...

[Zaman, 20 Ocak 1994]

Kardeşlik formülü

TÜKİYE’DEKİ Kürt kökenli siyasîler ve hatta PKK’nın ileri gelen­leri Türk-Kürt kardeşliğinden sözetmektedirler. Kardeşlikten sözedildikçe de şiddet eylemleri artmaktadır. Söylenenler ya­kınlaşmayı hedeflerken, eylemler karşılıklı uzaklaşmayı sağlı­yor. Bazı dergilerde Apo’nun yumuşak konuşmaları yer alır­ken, PKK Güneydoğüdaki halka “milyonlar dahi ölse hakları­mızı alacağız” mesajım veriyor. Apo’nun yumuşak demeçleri­ni yayınlayanlar, acaba Öcalan soyisminin ne anlama geldiğini kendisinden sormuyorlar mı? Dilinden bal, kalbinden kin damlıyor. Nevruz münasebetiyle halkı toplu kıyamlara sevket- meyeceklerini açıklamalarına rağmen aksi tahakkuk etmiş du­rumda. Bu olaylarda başka mihrakların da parmağı varsa da, PKK sözünde durmamıştır. Zaten durması yönündeki bir bek­lenti de boştur. Öyleyse bizi birbirimizden uzaklaştıran kar­deşlik anlayışına yeni bir formül bulmalıyız.

Dikkat çekicidir. Sudan’daki ayrılıkçı Hristiyan (SPLA) John Grang’m hareketi ile şuubi PKK’nın hareketi aynı yıl ivme kazanmıştır: 1984. Grang önceleri Sudan ordusunda bir subay­dır. Ancak dış güçler onu kullanarak Güney Sudan’da ayrılıkçı bir hareketin nüveleşmesine öncülük etmişlerdir. Bu yılda Gü­ney Sudan ile Güney Anadolu’daki aynlıkçı hareketler dönüm

noktasındadır. Hükümetler (Ankara ve Hartum) ve ayrılıkçı hareketler nihaî kozlarını paylaşmaya ve kapsamlı bir çatışma­ya hazırlanıyorlar. Her iki coğrafyada da iklim şartları bu yıl anormal geçti. Güney Sudan’da meydana gelen seller sıcakları ve yazı geciktirmiş ve dolaylı olarak ordunun yapacağı hare­kete kolay bir zemin hazırlamıştır. Güney Anadolu’da ise kar ve tipi çığ felaketleriyle sonuçlanmıştır.

Aslında diller ve ırklar bir realitedir. Ancak yegane sosyal bağ değildirler. Aksi taktirde insanlararası kaynaşma vücuda gelmez ve insanın gelişimi sınırlı kalırdı. Bu açıdan dinler in­sanlığı ırklarüstü bir birliğe götürmüştür. Irkî bağlar maddî bağlardır. Din de manevî bağ ve rabıtadır. Cenab-ı Hakk mü­minleri kardeş kılmıştır. Ancak genel bağ dışındaki tali bağlar da inkâr edilmez. Edilirse dinin öngördüğü kardeşlik formülü­nün dışına çıkılır. Ancak, dil meselesi de tabiî bir oluşumdur. Hiç kimse isyanla, kavgayla dilini evrensel bir dil haline getire­mez. Bunun için başka kıstaslar gerekiyor. Yani dil konusunda baskı da yanlıştır, kompleks de yanlıştır. Evet mahallî diller ko­nusunda bazı baskılar yaşanmıştır. Ancak karşı taraflar da tefri­te düşerek komplekse saplanmışlardır. Her iki tavır da sağlıklı değil, marazidir.

Osmanlı’nm son demlerinde Yahudiler Türkler arasında Turancılığı, Hristiyanlar ise Araplar arasında Arapçılığı yayma­ya çalışmışlardır. Baasçılığı teorize edenler (tenzir) de onlar- dır. Bugünkü sözüm ona ulusal Kürt hareketi de ulusal değil­dir, kökü dışardadır. Bugünkü Kürt hareketi laik tabanlı ırkçı ve milliyetçi fikirlerin etkisinde kalmış ve lâdinî bir ortamda neşvünema bulmuştur. Öyleyse bu şuubi hareketin panzehiri­ni bulmak zorundayız. Bunun için kıstaslarımızı tashih etmek durumundayız. Millî beraberliği ırkî temeller üzerine değil de, daha kapsayıcı temeller üzerine oturtmalıyız. Ancak lokal is­tekler de, evrensel değerlerle sınırlandırılmalıdır. Yoksa huzu-

run temini mümkün olmayacaktır. Bu yapıldığında ayrılıkçı hareketler kendiliğinden krimonolojik bir boyuta indirgene- cektir. Ve buradan sonra da şeriatın kestiği parmak acımaya- caktır.

12 Eylül döneminde getirilen ikinci dil yasağı aleyhimizde propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Ve Mussolini dö­nemindeki İtalyan Ceza Kanunların’dan devşirme 140, 141, 142 ve 163. maddeler Türkiye’de derin sosyal yaralara yolaç- mıştır.

Maalesef yeni kıstaslar arayan bazı İslâmî Kürt hareketleri de T.C. mantığıyla düşünmekten kendilerini alamıyorlar. Ken­dilerini kemmiyetçi mantıktan kurtaramıyor. Mesela Pakis- tan’da Benke Hek-Hakk’m Sesi adındaki Rabıtatü’l-İslâmîye- tü’l-Kürdîyye’nin yayın organı neşrediliyor. Burada Kürtler’le ilgili bazı rakamlar yeralıyor. Sözkonusu dergide (birinci sayı­sı) Kürtler’in bölgedeki toplam nufusu 25 milyon, yaşadıkları bölgenin yüzölçümü ise 500 bin kilometre kare olarak takdim ediliyor. Kuzey Kürdistan olarak tanımladıkları Türkiye’de ise Kürt nüfusunun 15 milyon, yaşadıkları yüzölçümünü ise 240 bin kilometrekare olarak takdir ediyorlar. Yine aynı dergi Al­manya’da 300 bin Kürt’ün yaşadığını varsayarken, Alman Dı­şişleri Bakanı Genscher, bu rakamı 400 bin olarak veriyor (Mehmet Ali Birand ise yeni gazetesinde yazdığı makalede Al­manya’daki Kürt nüfusuyla ilgili Alman makamlarının elinde bir bilgi olmadığını iddia ediyor!) Elbette bunlar kompleks ih­tiva eden keyfi rakamlar. Leyla Zana da bir konuşmasında Gü­neydoğu Anadolu halkının yüzde 80’inin PKK’yı desteklediği­ni ileri sürüyordu. Derginin Türkiye hakkındaki en kötü müta- alası da şunlar: “Kürt isimleri almak, Kürtçe konuşmak yasak. Kürtçe nehir, dağ ve şehir isimleri Türkçeleştiriliyor. Hükü­metleri alenen, Türkiye Türklerindir. başkalarına yer yok, on­lar ancak hizmetçimiz ve kölemiz olabilirler diyor.” Bunlar bir

128 ORTADOĞU DENKlBMlWUt ı u *

Müslümana yakışmayacak tahrikler. Bunlar insana “Bir kav- min aşırılığı ve sapkınlığı sizi adaletsizliğe sevketmesin... ” âyet-i celîlesini hatırlatıyor.

Lübnanlı araştırmacı Salahaddin Arkadan’ın da değindiği gibi İslâm şeri süreci batalamayan kabile, ırk ve düşünce çeşit­liliğini makbul tutmuştur. Tek ümmet (ümmet-i vahid) olma­larını engellemeyecek şekilde sahabeler kabileleriyle bağlan­tılarını, intisablarını sürdüşmüşlerdir. Peygamberimiz sahabi- lerin kabilelere intisab ve bağlantılarını dikkate alır ve kabile­ler kendilerinden bir komutan atardı. Ve askerî birlikleri de ka­bilelere göre teşkil ederdi. Ama mahzurlu olan asabiyet ve ırk­çılıktır. Cemaat ne kadar faydalı bir organsa, ırk nasıl tabiî bir oluşumsa, cemaatçılık ve ırkçılık da o kadar zararlı, insanlar arasında bir fitne unsurudur. Maalesef İslâm’ın öngördüğü bu ideal harmoni Emeviler döneminde korunamadı. Yeterince dikkat gösterilemedi. Bu vahdet içindeki ideal harmoninin ye­niden sağlanması gerekiyor. Formül bu.

Benke Hek dergisi bir hoş sayı yayınladıktan sonra neşriyat hayatına ara vermiştir. Dünyada iki-üç bin civarında dil mev- cuddur. Ama dünyanın yarısına yakının sadece birkaç dil ko­nuşulmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça, Türkçe Farsça gibi. Dilin gelişimini sağlayan faktör dildir. Dil coğrafî bir realidedir. Ancak medeniyetle inkişaf eder. Balinalar ara­sında yapılan bir araştırmada aynı cins balinaların farklı coğ­rafyalarda farklı şekillerde anlaştıklarını ortaya koymuştur. Bu kavimler ve milletler içinde geçerlidir.

Dördüncü Bölüm

İslâm ’a terör kisvesi

giydirmek ya da

İslâmî terör imajı

Suikastın tahlili

ŞÜPHESİZ Türkiye’de müslümanlar dünyayı algılama açısından epey mesafe katettiler. Ancak İmam-ı Ali’nin (keremallahu vechehu) dediği gibi “Hakkı bâtılda kullananlar”, İmam-ı Şati- bî’nin dediği gibi “İslâm’ın bir cüziyle küllisini tahrip etmek is­teyenler de” çoktur. Bunlar her zaman olmaya da devam ede­cektir.

1981 yılında Sedat öldürüldüğünde Türkiye’deki İslâmî 'basın olayı iki şıkta mütalaa etmişti. Bir kısmı “Fravun öldürül­dü” gibi başlıklar atarken diğer kısmı ise “Sedat şehid oldu” başlığıyla olayı vermişlerdi. Hakeza Nâsır öldüğünde Bugün gazetesi “Fravun öldü” başlığını kullanırken, el-Ezber dergisi “Nâsır’ın ruhunun cennet-i Âlâ’ya uçtuğunu” yazıyordu. Ci­had Sedat birinci şıkkı dorulayacak: “Nâsır ve Sedat Mısır’ın son iki Firavunuydu” ifadesini kullanmıştı. Bu söz “Nâsır ve Sedat Fravun’lardan sonra Mısır’ı yöneten tek iki yerliydi” sözleriyle tevil edilmeye çalışıyordu.

30 bin müslümanı Hama’da katleden Suriye rejimi siyasî sömürünün en adisini yaparak Sedat’ı öldüren Halid Şevki İs- tanbuli’ye sahip çıkıyor, onu yüceltiyordu. İranda İstanbu­linin adını bir caddeye vermişti. Mısır ile diplomatik normali- zasyon sürecine girmek isteyen İran yönetiminin kafası Halid

Şevki İstanbul! isminden dolayı epeyce karışık. İslâm’da ölen dostlar için aşırı tezahürat yapılmayacağı gibi düşman taraf için de aşırı şamata yapılmaz. Ama bunu meslek edinenler var. Belki yapabildikleri tek şey bu. Şamata bazıları için psikolojik tatmin aracıdır. Gerçekler ise ortadadır. Peygamberlerin kabir­lerinin çoğu bilinmezken; Firavunlar’ın azametli, şaşaalı kabir­leri ortadadır. Kemmiyet ölçü olsaydı peygamberler değer ve­rirdi. Yücelik ve fazilet kemmiyete göre olsaydı bu babda Fira- vunlar’ı kimse geçemezdi. Bazı aklı evveller sistemli suikast eylemlerini cihad olarak algılayabilmekte. Öyleyse bazılarının isbat etmeye çalıştığı gibi ferdi tedhiş eylemlerine “Cihad mı diyeceğiz ve bunu genelleştirecek miyiz? Bu konudaki ender örneklerden biri Nakraşi Paşa suikastidir. Hasan el-Benna’nın emirlerine riayet etmeyen İhvan’a bağlı “Silahlı özel Bi- nm”den Abdülmecid Ahmed Hasan dönemin başbakanı Nak­raşi Paşa’yı öldürür. Bunun üzerine askerî mahkeme, aleyhin­de idam kararı verir. Karar o dönemin Mısır Müftüsü olan mer­hum Muhammed Haseneyn Mahluf tarafından onaylanmıştır. Ulemânın en barizlerinden ve soylularından biri olan Mahluf, aynı zamanda İhvan’a yakın bir şahsiyettir. Bu yakınlık ömrü­nün sonuna kadar sürmüştür. İhvan’a çeşitli bâdirelerde yar­dımcı olmuştur.

İki şey birbirinden ayırdedilmeli. Bir insanın öldürülmeye müstahak olması başka şey, birilerinin kendilerini “Hukukî Merci” makamına koyarak cezaî ahkâm icra etmeleri başka şeydir. Bu takdirde favza ve kaosun önü nasıl alınabilecektir? İslâm devletinde kısas cezası bile devlet reisinin varlığına ve kararma bağlıdır. Bundan dolayı diyar-ı harpte müslümanla- rın kendi aralarında kısas uygulamaları talik edilmiş, dondu­rulmuştur. Ama bu sözlerimiz pasifizm olarak algılanmamalı. Bazı ferdi eylemlerin hukuka değil ama hikmete uygun düştü­ğünü söyleyebiliriz. Sedat’ın katli gibi.

Cezayir’de İhvancı bir çizgide yeralan Mahfuz Nahnah pa- sifist bir politikacı olarak tanınıyor. Burada bu tanımlamayı ya­parken şunu da akıldan ırak tutmamak lâzım: Pasifizmin (pa­siflik) bir ölçüsü de yoktur. Meselâ Cemiyet-i Ulemâu’l-Müsli- min Lideri Abdülhamid bin Badis’e göre zamanındaki ehli ta­savvuf pasifist idi. Hal böyle iken gönümüzde M. Kemal ve İs­met İnönü için söylediklerinden dolayı, Cezayir ile ilgili kitap­lar yazan tıfıllar kendisini pasiflikle suçlamışlardır. Pasifizm Gandi gibi bazı siyasî liderlerin başarıyla kullandıkları bir tak­tiktir Aynı zamanda, Atatürk yerine müslümanların tereddi ve izmihlalinden ümmeti sorumlu tutuğu için Bin Badis pasiflikle suçlanırken, günümüzün pasifistleri Atatürk’ün pradigmasını reddediyorlar. Sözkonusu ettiğimiz pasifistlerden Mahfuz Nahnah bugün İslâm dünyasında otontizm ile Atatürk’ün pra- digmasınm çarpışmakta olduğunu ileri sürmekte. Aynı Nah­nah Cezayir’e de bir Atatürk lâzım diyen Savunma Bakanı Ha­lid Nezzar’ı (8 aydır) Cezayir’de bir iç savaşa meydan vermedi­ğinden dolayı kutlamaktadır. Sonuçta çelişkili görünse bile bin Badis ile Nahnah arasında zaman farkından başka bir fark bulunmuyor. Yiğidin hakkını vermek babından söyleyecek olursak Nahnah millî mutabakat isteyecek ve darbeden bu ya­na anayasanın askıya alındığını söyleyecek kadar da cesur.

Netice itibariyle şunu söylemek istiyorum Türkiye’de İslâ­mî basın ortak siyah-beyaz tekdüzeliğini aşmış ve kendisini yenilemiştir. Şimdi Budiyaf için kimse şehit demediği gibi ge­reksiz yere şamata yapanlar da azalmıştır. Kısaca doğru yolda­yız.

[Zaman, 19 Temmuz 1992]

Terörün gerçek adresi

uğur Mumcu cinayetiyle ilgili tartışmalar sürüyor ve süreceğe de benziyor. Uğur Mumcu cinayetinden sonra Jak Kamhi’ye başarısız bir suikastte bulunulması ve faillerini yakalanması ve sile edilerek Mumcu cinayeti basbayağı saptırıldı. Kamhi’ye yapılan suikast provası; sanki faili meçhul cinayetleri belirli bir hedefe kanalize için yapıldı. Jak Kamhi suikastinde onca ace­milikler sergileyen, militanların ya da benzerlerinin teknik ola­rak öncekileri gerçekleştirmeleri mümkün değil. Öyleyse bu işte bir iltibas var.

Mumcu cinayeti ve Jak Kamhi’ye suikast teşebbüsü anı ga­ye için kullanıldı. Peki nedir bu gaye? Mumcu cinayetiyle Tür­kiye laikler ve antilaikler şeklinde sun’î bir şekilde iki kampa bölünmek istendi. Jak Kamhi suikastiyle de sözde bütün faili meçhul cinayetlere götüren iz keşfedildi. Sürülen iz İran’ı ve birtakım müslüman unsurları gösteriyordu. Bu sahte teshiller­le varılmak istenen nokta belliydi. Türkiye’deki müslümanları mahkum etmek ve İran-Türkiye arasında gerginlik meydana getirmek. Batıklar son sıralarda İran aleyhinde kampanyaları­nı yeniden yoğunlaştırdılar.

Bill Clinton yönetimi ve Kissinger İran’ın bölgede Irak’m bıraktığı boşluğu doldurduğuna ve aşırı silahlandığına inanı­

yor. Türkiye’deki terör olayları da İran’ın aleyhinde Batı’ya ye­ni deliller ve kozlar veriyor.

Bölgede İran-Türkiye kapışmasından ziyadesiyle istifade edecek ülkeler var. Bu ülkelerden biri de İsrail. Bölgesel bir .güç olma savdasında olan Irak, Körfez Savaşı ile hizaya getiril­mişti. Dost Saddam kalmış düşman Irak gitmiştir. Bölgede po­tansiyeli güçlü iki İslâm ülkesi bulunuyor. Türkiye ve İran. Her iki ülke de İsrail için müstakbel bir tehdittir. Bu ülkeye göre Türkiye’nin yöneticileri dost ama Türkiye potansiyel olarak düşmandır. İsrail, Arap Birliği Birinci Genel Sekreteri Abdur­rahman Azzam gibi Arap liderlerinin “Kudüs’ü ikinci kez kur- tarsa kurtarsa Türkler kurtarır” dediklerini bilir ve hisseder. İs­rail’in amacı potansiyel bu nesli olgunlaşmadan önce kopar­maktır. Öyleyse potansiyel tehdit arzeden iki ülkeyi çarpıştır­mak da İsrail’in lehinedir.

Bu tezden yola çıkarak, Mumcu cinayetinin Kamhi suikasti için yem olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Ya da sahte sui- kastle İsrail lehine Mumcu cinayetinden yararlanılmak isten­miştir. Kamhi suikastini belirli hedeflere yönlendirmek için paravan, protanör ve rezerv örgütler devreye sokulmuştur. Böylece faili meçhul cinayetler istenilen hedefe ve istikamete yönlendirilmiştir.

Aylar önce Mısır’da Ferec Fode adında laikliği fanatizme götüren bir yazar öldürüldü. Bazıları özellikle yabancılar Uğur Mumcu’yu da aynı kefeye koymak istiyorlar. Bu görüşte tutar­sızlık var. Hüseyin Hatemi’nin de zikrettiği gibi Mumcu laik ol­masına rağmen kaşarlı bir din düşmanı değildi. Aksine Hate­mi’nin nakline göre Akşemseddin’in soyundan geliyormuş.

Daha önce Numan Abdurrazık Samarrai’nin el-Yahud VettahalufMeal Akviya kitabına istinaden gazete olarak Mos- sad’ın sözde fundamentalist teröristler yetiştirdiğini yazmıştık. Manşetimiz bazı şaibeli mihraklar tarafından eleştirilmişti. Hal­

buki Kamhi suikasti bazı fason isimlerin istihbarat teşkilatlan tarafından kullanıldığı hissini kuvvetlendiriyor.

Mısır’da Mossad müslümanlarla hristiyanların arasını aç­mak için birçok terör olayına karışmıştır. Birkaç ay pnce yaka­lanan Mossad ajanı Mısrati’nin serüveni de Mossad’ın müslü­manlarla Kiptiler arasındaki uçurumu açmam için nasıl planlar yaptığını ortaya sermişti.

Bu yıl terörizm yüzünden kötü geçen turizm mevsimi dola­yısıyla resmi makamlara göre Mısır 200 milyon dolar kaybet­miştir. Kahire’de yayınlanan muhalefetin ve Müslüman kar­deşlerin yayın organı kabul edilen eş-Şaab gazetesi bundan Mossad ajanlarının sorumlu olduğunu yazmıştır. Aynı gazete­ye göre bu işte altı ajanın parmağı vardır (bkz. eş-Şaab gazete­si 1 Ocak 1993). Mısır’da Alman turistlerinin otobüslerine yapı­lan saldırılar da müslümanlarla Hristiyanlar’ın arasını açmak içindir. Bu olaylardan sonra Alman Papazlar Birliği yayın orga­nı müslümanlar aleyhinde karalama kampanyasına başvur­muştur.

Mossad’ın doğrudan ve dolaylf olarak İslâm adı altında ba­zı fason örgüt ve elemanları kullandığının bir nişanesi de Ric­hard Dökmeciyan’m raporudur. Güney Californialı araştırma­cılardan Richard Dökmeciyan 150 sözde İslâmî' teşkilatın Pen­tagon tarafından finanse edildiğini ileri sürüyor (el-Alem, sayı 467 Keyfe nualic naksel hubera dahilel hareket’il-İslâmiye.) Herhalde Pentagon’un ulaştıklarına, Mossad da ulaşıyordur.

Mısır’ın gelir kaynaklarının, dış yardım Süveyş Kanalı ve turizm gelirleriyle sınırlı olduğu unutulmamalı.

ABD’ye uyarlanan Kamhi komplosu

dünya İslâm’a yöneldikçe İsrail’e bir şeyler oluyor. Keyfi kaçı­yor. Huzursuz huzuru bozuluyor. Müslümanları karalamak için orada burada komplolar düzenliyor. Müslümanları mani- püle etmek için de komplolara mekan olan ülkelerdeki bazı resmî ve gayriresmî kurum ve kanalları kullanıyor. Bunların başında da basın geliyor. Yahudi sermayesiyle çıkan Newswe­ek son sayısında Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasın­dan yola çıkarak sözümona İslâm’la terörün ilintilerini ve bağ­lantılarını sorguluyor. Türkiye’deki Jack Kamhi hadisesi de benzeri bir misyon için kullanılmıştır.

Türkiye’de Uğur Mucu, hadisesinde de delil bulunamadan suçlu bulunmuştur, anti laik kesimler. TRT ise bu olaydan skandal bir şekilde kurumun müdürü Kerim Aydın Erdem’in bilgisi dışında kullanılmıştır. Kamhi’ye suikast teşebbüsüyle de birkaç yıldan beri bulunamayan meçhul cinayetlerin failleri derdest edilmiş yakayı ele vermişlerdir®.

New York’taki Dünya Ticareti Merkezi’ne bombalı saldırı da, Jack Kamhi senaryosunun ABD’ye uyarlanmasından iba­rettir. Geçmişte İsrail, ABD ile FKÖ arasındaki ilişkileri baltala­mak için benzeri yöntemlere yani teröre başvurmuştu. ABD ile FKÖ arasında temas sağlayan bazı Filistinliler Mossad tarafın­

dan ortadan kaldırılmıştı. İsrail bu defa da özel olarak Hamas genel olarak da İslâmî kesimler ile ABD arasındaki ilişkileri ta­mir edilmeyecek bir şekilde baltalamak istemektedir.

Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasına rastlayan günlerde ABD “terörist örgüt” olduğu gerekçesiyle Hamas’la diyalog ve teması kesme kararı almıştı. Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından sonra da şüpheli örgütler arasında Ha­mas’m adı zikredilmiştir.

ABD’nin İslâmî örgütler arasında Hamas’la irtibat kurması istisna değildir İran devriminden sonra ABD bir daha böyle sürpriz vartalara düşmemek için İslâmî kesimlerle diyalog or­tamı aramaya başlamıştır. Bu bağlamda FIS lideriyle ve daha başka İslâmî hareketlerle diyalog kurulmuştur.

Mesela Graham Fuller de Türkiye’de çeşitli İslâmî kesimle- in temsilcilerde görüşmüştü. Aslında bu yaklaşım İkinci Dün­ya Savaşı’ndan önce İngiltere’nin de taktiğiydi. Hasan el-Ben- na o dönemin İngiliz elçisiyle Kahire’de birçok kez görüşmüş­tür. Hamas ile temaslar da Arap alemindeki elçilikler vasıtasıy­la gerçekleştiriliyordu. Hamas’m ABD ile diyalogdan gayesi FKÖ yerine Hamas’m Filistinler’in meşru temsilcisi kabul edil­mesidir. İsrail ise buna karşı çıkmakta ve bundan rahatsız ol­maktaydı. ABD, İsrail’in iradesine ram olarak diyaloga son ver­miş, onu Fransa izlemiştir. İsrail ise ABD’nin bu yöndeki açıkla­malarını sevinçle karşılamıştır.

Herzog’m talkını

Hollanda’yı ziyaret sırasında yaptığı açıklamada İsrail Cum­hurbaşkanı (eski) Haim Herzog güçlenen Hamas’m barışı bal­talayıcı bir karakter taşıdığını ileri sürerek, “Radikal İslâmî ha­reketler sadece Ortadoğu’yu değil bütün dünyayı tehdit eder hale geliyer. Batı bu tehdidi gözardı ediyor” ifadesi kullanmış­

tır. İsrail sözümona radikal İslâm’a karşı Arap ülkeleriyle müş­terek cephe ve dayanışma kurma girişimini genişleterek cep­he ve dayanışma kurma girişimini genişleterek, cihanşümul hale getirmek istemektedir. Ticaret Merkezi’nin bombalanma­sından sonra ABD’de de bu tür yorumlar yapılmıştır. Patlama ile birlikte gelen İsrail’in propaganda atağı bu işin çok boyutlu bir plan ya da planın parçası olduğunu işmam etmektedir. Bu olayların arefesinde İsrail, Hamas mensubu olmakla suçladığı Amerikan uyruklu üç Filistinli’yi tutuklamış ve iki ülke arasın­daki teamüllere aykırı olan bu davranış biçimi konusundaki Washington’un uyarılarını da kaale almamıştır. Bu gelişmele­rin ardından Hamas mensuplarının ABD’ye girişlerini yasakla­yan bir kanun tasarısı hazırlandı.

Newsweek dergisinin yorumunun hilafına-, Dünya Ticaret Merkezi’ni bombalamak ve masum insanların ölüm ve yara­lanmasına yolaçmakla müslümanlar ne kazanacaktır? Özellik­le Amerikan kamuoyunun Bosna-Hersek meselesine ve İsra­il’i zor durumda bırakan sürgün 415 Filistinli’ye karşı sempati duyarken, İsrail 415 Filistinli’yi smırdışı etme hamakatını, Dünya Ticaret Merkezi’ni bombalayarak ve bunun faturasını müslümanlara çıkartarak telafi etmeye çalışmıştır. Halbuki asıl terörist 415 Filistinli’yi smırdışı etmede karar sahibi olan Ge­nelkurmay Başkam Ehud Barak ve onun devleti olan İsrail’dir. Barak ve İsrail Ebu Cihad gibi nicelerinin katilidir.

Muhammed Salame’nin üzerinde telefon numarası çıkan Mossad ajanı Josie Hodos Amerikan yargısı tarafından serbest bırakılmıştır. Büyük ihtimalle Muhammed Salame’nin kiraladı­ğı arabayı çalan ve bu çalıntı araçla elim hadiseyi gerçekletiren Josie Hodos ya da hempalarıdır. İsrail terörist bir devlettir ve oluşturduğu terörist ortamda boğulacaktır. Likülli atin karib.

Ajan maskaraları

dünyada cereyan eden hadiselerin seyrine baksanız, Doğu’da hiç akıllı, Batı’da ise hiç vicdanlı insan kalmadığını sanırsınız. Vicdanlı ve akıllı çok insan olsa bile akılsızlar ve vicdansızlar onları filtreliyorlar. Vicdanlılar çıkıyorsa bile çarkların dişlileri­ne takılmadan edemiyorlar. En çok örneklerinden biri de ABD Dışişleri Bakanlığının Bosna Uzmanı Marshall Freeman Har­ris. Bosna hükümetine, ülkenin bölünmesini öngören planı kabul etmesi için aşırı baskı uygulandığı gerekçesiyle istifa ediyor. İstifa ayrıca Dışişleri Bakanı Christophe fi protesto ni­teliği de taşıyor. New York Times gazetesi Harris’in istifa mek­tubunda. ‘Bir Avrupa ülkesinin baskı yoluyla parçalanmasına, soykırıma ve bunu yapan Sırp yetkililerine karşı harekete geç­meyen bir dışişleri bakanlığında daha fazla çalışamam’ ifade­lerini kullanıyor. Harris’in istifa mektubu George Kennacay olarak, selefi George Kennedy’in aynı gerekçeyle görevinden ayrılmasından bir yıl sonrasına rastlamış bulunuyor. Bu da Bush ile Clinton arasında ne Irak ve ne de Bosna mevzuunda hiçbir fark olmadığını ortaya koyuyor. Böylece vicdan sahip­leri kendilerine vicdansız ortamlardan tecrid ediyorlar.

ABD’nin Bosna politikası hipokrasinin en son numunele­rinden biri. Sırpların Saraybosna'yı ele geçirmeleri ihtimalinin

kuvvetlenmesi üzerine şehri kurtarmak için ABD, Nato’nun havadan müdahalesini gündeme getirmişti. Ama beklenen acı akibet tahakkuk etmek üzereykende amiyane tabirle kıvırı­yor. Bakın Christopher neler diyor: ‘İgman Tepeleri’nden son­ra Saraybosna’da düşebilir. Bunu engellemek için Sırplara bas­kı yapmalıyız. Burada önemli olan ne yapılması gerektiği ve bizim ne yapabileceğimizdir.’ Amerikalılar Clinton’ın ve Chris- topher’in dönekliklerini görmüyorlarmış gibi suçu Owen’e atıyorlar ve günde 10 defa fikir değiştirdiğini hatırlatıyorlar. Batılıların bu tutumu ‘Tencere dibin kara, seninki benden ka­ra’ tekerlemesini andırıyor. Gerçi Lord Owen’de utanmazların ve şaklabanlann piri ama, Christopher’in de ondan geri kalır tarafı yok. Filistin konusundaki tavrı da Bosna’yı aratmıyor. Bunun için son Ortadoğu ziyareti sırasında Filistin Heyeti’nin Başkanı Haydar Abduşşafi Christopher’le görüşmeyi boykot etti. Ama o yine de Faysal Hüseyni ve Haşan Aşravi gibi ken­disiyle görüşebilecek yandaşlar bulmakta zorlanmıyor. Ne de olsa dünya hali. Owen ise planının dama atılmasına rağmen neyin peşindeyse istifa etmedi direniyor, hâlâ pişkinliğin peşi­ne takılarak arabuluculuk sanatını icra ediyor.

■ Batı’nın vicdansızlarından bazı misaller irad ettik sıra geldi bizim akılsızlarımıza. Bu akılsızlarımız kendilerini kontrol et­meyi beceremezler, onları başkaları kontrol eder, yönlendirir ve azmettirir. Ama zararları, kendilerine kasır değildir, herkesi etkiler. Bunlar kendilerini dava adamı sanarlar ama komplo aracı olarak kullanılırlar. Ömer Abdurrahman meselesinde olduğu gibi. Hile Yolu (MOSSAD) yazarı Ostrovski’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından sonra yaptığı açıklamada hadiseye ismi karışanların muhtemel ola­rak haberleri olmadan istihbarat servisleri (MOSSAD-CIA-FBI) tarafından yönlendirildiklerini açıklamıştı. Son sıralarda Ömer Abdurrahman’ın CIA ajanı olduğu yolunda iddialar ortaya atıl­

mıştı. Fakat Hürriyet gazetesinin de haber verdiği gibi gerçek öyle değil. Ömer Abdurrahman ajan değil bir ajan kuklası. O sadece kullanılan bir isim. Sözkonusu haberde Ömer Abdur­rahman’m FBI tarafından yönlendirilip teröre teşvik edildiği belirtiliyor. Haberde şöyle deniliyor: ‘CIA ajanı olduğu iddia edilen Mısırlı Şeyh Ömer Abdurrahman ile İslamcı örgüte (ce­maat dalıa doğru) sızan FBI muhbiri Emad Salem arasındaki konuşmaların bant kayıtları bu kuşkuyu ortaya çıkardı. (Söz­de) İslâmî teröre karşı yürütülen operasyonun ardındaki bu provokasyon’ kokusu Amerikan Yönetimi’ni zor durumda bı­raktı. Salem’in tuzağına düşerek tutuklanan 11 İslâmcı örgüt üyesinin yargılandığı mahkemeye de gölge düştü. New York Newsday Gazetesi’nde yayımlanan bant kayıtlarına göre Ömer Abdurrahman’m herhangi bir eyleme ‘muvafakat’ ettiği­ni gösteren bir delil yok. Emad Salem, Ömer Abdurrahman’ı dolduruşa getirmeye çalışarak, FBI New York’taki bürosunun da bulunduğu BM binasına eylem düzenlemeye teşvik ediyor-, ‘Orası Şeytan’n evi. Eylem için hedef olabilir’ diyor. Ömer Ab­durrahman ise-.’ İslâm kanunlarına göre caizdir. Ama orası aynı zamanda barışın merkezi olarak görülüyor. Müslümanların barışa karşı olduğuna söyleyebilirler. Karşılığım veriyor. Sa­lem bunun üzerine Manhattan’daki FBI merkezine eylem dü­zenlenmesini teklif ediyor. Abdurrahman: ‘Aman Allah’ım, üzerinde çalışılması gerekir’ diye cevap veriyor. İşte çevreleri­ne birkaç taraftar toplayanlar, macera- heveslileri tongaya dü­şerek müslümanların başlarına felaket açıyorlar. ABD ve diğer çevrelerde bunları kasıtlı olarak kullanıyor. Sudan yönetimi­nin, yakalanan terör zanlısı Sudanlılar konusunda Washington Yönetimine yaptığı işbirliği teklifi kaale alınmamıştı. Ameri­kan hükûmeti’nin Ömer Abdurrahman’ı Emad Salim vasıtasıy­la yönlendirdiği ve teröre azmettirdiği anlaşılmıyor. Bu konu­da Amerikan Yönetimi ile Mısır rejimi arasında da muvazaa ol­

duğu anlaşılıyor. Zira Emad Salim Mısır ordusunun eski bir mensubu Hatta Mısır Muhabareta yanında KGB ve FBI teşkilat­ları hesabına çalıştığı iddia ediliyor.

Avrupa’da hayali bir Anadolu Federe İslâm devleti kuran Cemaleddin Kaplan Hoca kendisinin 12 ilme vakıf olduğunu beyan ederek Halife Naibi olduğunu ilan ediyor ve sağa sola atamalar yapıyor ve mesajlar gönderiyor. Peki 12 ilme vakıf ol­mak İslâm devletinin lideri olmak için yeterli mi? Peki ya başka 12 ilme vakıf adaylar çıkarsa ne yapacağız? Ayrıca ahkam bildi­ğini iddia eden kişilerin ahkama medar olan meseleleri de bil­mesi gerekmez mi? Dünyayı tanıma ve genel kültür gibi yete­nekler hiç mi gerekmiyor. Zaten dünyayı tamsalar iddiaları kendiliğinden düşecek.

Bu arada sözde Cemaleddin Kaplan’a cevap veren ve tekfir yarışında önde giden, hiçlik kişvesi altında Firavun kibri taşı­yanlara ne demeli? İşte bunlar kurtarıcı pozisyonundaki müte­cavizlerdir. Bunlar ancak Ömer Abdurrahman gibi ajan aleti olmaya yararlar. Ama ne yapalım ki bunlar er zaman olmaya devam edecekler. Bizden sadece uyarması...

Bülbülün dili

ABD’NİN pasifliği Bosna’dan sonra Kafkaslar’da kendisini gös­teriyor. ABD’nin kararsızlığının ceremesini de Türkiye çekiyor. ABD’nin Bosna’yı destekler gibi gözükerek ardından pasif tu­tumlar takınması şüphesiz Sırpları cerasetlendirici bir faktör olmuştur. ABD’nin bu pasif tutumundan en fazla hayal kırıklı­ğına uğrayanlar da Türkiye-ABD eksenine inanan kesimler. Üzücü ama gerçekler maalesef böyle. ABD’nin Kafsasya’ya yö­nelik net bir politikası bulunmuyor. CIA Gürcistan gibi BDTden ayrılan Kafkas ülkelerini desteklemeyi savunurken, Clinton yönetimi Yeltsin’i gücendirmek istemiyor. Bosna’ya müdahale meselesinde de böyle olmuştu. Elçibey’i resmî ola­rak. destekleyen, referandumu ve Aliyev’i tanımayan ABD ma­alesef Elçibey’in altının oyulmasından birinci derecede so­rumlu olan Ermeni işgalini ve işgalci Ermenistan’ı bile kınamı­yor. ABD Hükümetinin Karabağ meselesiyle ilgili özel Temsil­cisi Büyükelçi Maresca, Azerbaycan topraklarının işgalinin asıl sorumlusunun Ermenistan değil, Dağlık Karabağ Ermenileri olduğu görüşünü savunuyor. Maresca, Moskova ve Anka­ra’daki temaslarını Batı Avrupa başkentlerinde sürdürmek üzere Türkiye’den ayrılmadan önce yaptığı açıklamada, Erme­nistan hükümetinin, çatışmaların sona erdirilmesi konusunda

iyi niyetli davrandığını da iddia etti. Buyrun cenaze namazına. Hangi Batı, hangi Amerika, çıkın çıkabilirseniz işin içinden. ABD kime sırıtıyor Ermenilere mi, bize mi? Aslında kendi göbe­ğimizi kendimiz kesebilsek bu sorunun cevabını aramaya hiç luzum yok. Çünkü o zaman kul taifesinden değil efendi taife­sinden olursunuz. Azerbaycan feryat figan edip Türkiye’den yardım ve İmdat istiyorsa, biz de pek farklı olmayarak aynı misyonu, eylemi ABD’den bekliyoruz.

Numeyri: Ben İsrail'i çok severim

Güney Sudan’da ayrılıkçı çatelerin baş destekçilerinden biri İsrail’dir. Uganda sınırına çok sayıda uçak göndererek isyancı­lara arka çıktığı bilinmekte. Kısaca Sudan’daki mevcut İslâmî rejimin en büyük muhaliflerinden biri İsrail. Bu açıdan devrik lider Numeyri’nin İsrail’i çok sevmesi yadırganacak bir husus değil. Meariv gazetesine bir açıklama yapmış. Numeyri İsrailli subaylarla ilk tanışmasının 1965 yılında ABD’de askeri eğitim aldığı sıralara rastladığım belirtiyor. Sedat’ı Kudüs’ü ziyaret et­tiğinde ve daha sonra Camd David anlaşması sırasında destek­leyen tek Arap ülkesi lideri Numeyri olmuştu. Bir çok kez İsra­illi yetkililerle biraraya gelmiş. Mesela Kenya'nın başkenti Nai­robi’de Beyrut kasabı olarak da anılan İsrail eski Savunma Ba­kam Ariel Şaron ile de görüşmüş. Meariv gazetesi muhabirine: ‘Ben İsrail’in kadim dostuyum. Onun yenilmezliğine inanmış­tım. Ve dostluk konusunda hiç kusur etmedim’ diyor vefakar dost. Numeyri ayrıca ‘davet edilsem İsrail’e mutlaka giderim’ dedikten sonra Musa Operasyonu olarak anılan Haşaların ka­çırılmasında oynadığı rolü de ikrar ediyor.

Mossad bağlantısı

Her geçen gün Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ko-

nusunda Mossad bağlantısı daha bariz hale geliyor. Jerusalem Post gazetesinin neşrettiği bir haberde New York Ticaret Mer- kezi’ni bombaladığı ileri sürülen zanlılardan biri olan Ahmet Ucac’ın Mossad ajanı olduğu ortaya çıktı. Amerikan kaynakla- nna göre, Ahmet Ucac daha önce kalpazanlık suçundan dolayı İsrail makamları tarafından tutuklanmış ancak ceza müddeti­nin yarısını daha doldurmadan ajan olarak yetiştirilerek salıve­rilmiş. Mossad, Ahmet Ucac’dan saldırıyı gerçekleştiren grubu organize etmesini istemiş. Gerçekten de Ahmed Ucac, Ömer Abdurrahman’a bağlı bir grubu İndifada literatürüyle ve ayak- 1 anmadaki® rolüyle tavlayarak eyleme geçirmiş. Post, Alamet Ucac’ın daha önce yaşadığı Cebeli el-Mekber ahalisiyle görüş­müş. Ahali Ahmet Ucac’ın sürpriz ve garip bir şekilde İsrailli makamlar tarafından bölgeden uzaklaştırıldığını söylemişler, ailesi ise yorum yapmaktan kaçınmış. Ucac’ın avukatı ise mü­vekkilinin Mossad bağlantısını inkar ediyor. İmad Salem ise Ömer Abdurrahman ve grubunu provoke ve tahrik etmiş. Ne­tice de bir eylem ve Ömer Abdurrahman’m retoriğiyle toplan­dığında ortaya bir İslâmî terör imajı çıktı. Planlayıcısı ise Mos­sad, FBI ve Mısır. Ömer Abdurrahman’m Mısır’da kalan zevce­si ise eşinin teröre bulaşmadığını ve masum olduğunu belirti­yor. Bu sözler doğru ama Ömer Abdurrahman dolaylı olarak kullanılmasının ve malayani konuşmalarmın cezasını çekiyor. Bülbül ne çektiyse dilinden çekti.

Vofcik ve sihirbaz

FKÖ-İsrail barışının hedef aldığı kitlenin HAMAS gibi İslâmî gruplar olduğu bilinen bir gerçek. Bu konuda dış basında gün olmuyor ki teyid haberleri çıkmasın. Sanki sözümona funde- mentalizme karşı dünya da zımnî bir ittifak var. Makul bir kişi­liğe sahip olan Nur Sultan Nazarbayev bile radikal İslâm teh­didinden sözediyor. İslâm radikalizminin Tacikistan’dan son­ra sırasıyla Özbekistan, Kazakistan, ve hatta Rusya’yı tehdit edebileceği uyarısında bulunuyor. Bugünlerde BDT ülkelerin­de en fazla kullanılan sözcükler arasında vofcik yani funda­mentalizm geliyor. Rusyada fundamentalizm tehlikesini abar­tarak bölgedeki nufuzunu pekiştirme gayreti içinde. Vofcik tehlikesini bertaraf etmek için de işgal altındaki topraklarda (hanımı Süha Tavil’in ifadesiyle) Filistin Sihirbazı Ebu Ammar’ı ön plana çıkarıyorlar. FKÖ ile İsrail arasındaki anlaşmanın asıl ve gizli sebebi ise fundamentalizm dalgasının önüne geçmek. Bu itibarle varılan anlaşma bir yerde dalgakıran.

Anlaşma kısaca İsrail’in güvenliğine yönelik bir ‘Filistin’de iç savaş’ senaryosun’dan ibaret. The Christian Science Moni­tor dergisinin (September 10-16, 1993) haberine göre, İsrailli görüşmeciler, FKÖ ile müşterek düşmanları olarak: ‘funda­mentalizm ve açlığı’ (Poverty) gösteriyor. Katıire’de Haziran

ayında Nebil Şaas’la gizli görüşmeler yapan İsrail Çevre Baka­nı, FKÖ ile ortak düşmanlarının Hamas olduğunu açıklamıştı. Bu yönüyle Feth İntifada’ya karşı İsrail’in taşerönlüğünü üst­lenmiş oluyor. Zira İsrail ve Batılılar İntifada’yı terör olarak de­ğerlendiriyorlar. The Christian Science Monitor dergisinin bu haftaki sayısında geniş yer verilen anlaşmanın arkaplanına ait haberlerden, İsrail’in, işkence ile öldürerek, hapsederek, sür­gün ederek yıldıramadığı insanları kendi insanlarına kırdıra­cağı ve onları bir iş savaşa sürükleyeceği anlaşılıyor. Derginin analizi yerden göğe kadar haklı. Zira FKÖ’nün denetimine bı­rakılan Gazze ve Eriha’da. şiddeti yani İntifada’yı durdurmak Arafat’a havale edilmiş bulunmakta. Ahmet Cibril’in de ileri sürdüğü gibi 400 kilometre karelik bir toprak parçasının idare­si karşılığında Arafat diğer Filistinlilerle mücadele ihalesini al­mıştır.

Gazze ve Eriha’da güvenliği üstlenecek olan 20 bin kişilik Filistin Polis Gücü’nün İntifada’ya karşı bir alet ve mekanizma olarak kullanılması ihtimali çok kuvvetli. İngiltere’de yayımla­nan The Mail on Sunday gazetesi, İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile üst düzey Filistinli yetkililer arasında yapılan gizli görüşmelerde varılan anlaşmaya göre özellikle İslamcı Ha­mas örgütü ve diğer gruplardan gelebilecek tehditlere karşı koyabilmesi için İngiltere’nin FKÖ’ye istihbarat yardımında bulunacağını yazdı. Bu çerçevede İngiltere FKÖ ve polis teşki­latına anti-terör eğitimi verecek. Gazete, İngiltere’nin elinde FKÖ’-den Hamas’a geçen unsurlar ve fedailer hakkında kap­samlı bilgiler olduğunu da duyuruyor. Anlaşmayı komplo ola­rak değerlendiren Hamas ise Filistinli—Filistinli mücadelesine karşı olduklannı ve bu uğurda bir damla kan dökülmesine bile taraftar olmadıklarını açıklamasını yapıyor. Hamas adına açık­lama yapan İbrahim Guşe ise intifada’ya karşı silah doğrulta­rak FKÖ polis gücünün Antony Lahdxn Güney Lübnan’da sı-

' nır şerindeki gücünü örnek almayacağını umduklarını kayde­diyor. Hamas’ın FKÖ Polis Gücü’nü İsrail işbirlikçisi Antony Lahd birliklerine benzetmesi FKÖ ile Hamas arasındaki derin uçurumu gösteriyor. Bilindiği gibi bir çok İslâmî örgüt İsra- il—FKÖ barış anlaşmasını batıl addetmiş bulunuyor. Hamas anlaşmayı, Allah, Peygamber, vatan ve dava için ihanet ola­rak telakki ediyor. Sözkonusu örgüt, Arafat ve kadrosuna kar­şı altamatif bir liderlik teşkili için muhalif 10 örgütle koordinas­yon toplantıları tertip ediyor. Arafat’ın İsrail ile herhangi bir an­laşma yapma yetkisi olmadığını ileri süren örgütler meselenin halli için referanduma gidilmesi üzerinde duruyorlar. Bunlar arasında Arafat yanlısı olarak bilinen İslâmî Cihad: Bey- tü’l-Makdis örgütü Lideri Es’ad Beyud Temimi de var. Bilin­diği gibi Temimi yıllar önce yazmış olduğu İsrail’in Zevali ki­tabıyla şöhret bulmuştu. Ve bugünde sabit kadem olarak: ‘Biz İslâmî Cihad olarak Filistin’de bir Yahudi devletini kabul ede­meyiz’ diyor. Es’ad Temimi ve büyük oğlu Nadir Temimi 1989 yılında Arafat ile anlaşmıştı. Körfez Savaşı sırasında da Arafat ile birlikte müttefiklere karşı Irak’ı desteklemişlerdi. Şu an Fi­listin (FKÖ) Müftüsü makamından olan Nadir Temimi tepki göstererek vazifesinden istifa etmeyi düşünmemesine rağmen anlaşmayı babası gibi batıl kabul ediyor. Ancak Filistin Müftü­sü olarak kalmaya devam etse de bu makamın ileride hiçbir foksiyonu kalmayacağa benziyor. Arafat’ın zevcesi Süha çok eşliliğe izin vermeyen Twwws’un laik çerçeveli kanunlarını çok beğenmiş ve aynı kanunların Filistin’e de adapte edilmesi­ni istiyor.

İsrail ile FKÖ temsilcilerinin Norveç'te gizli yaptıkları 14 görüşme sonunda varılan anlaşma ile Arafat’ın düşmekte olan popülaritesi de yenilenerek altamatif İslâmî liderlerin önünün tıkanması hedefleniyor. Ayrıca Arafat’a vadedilen paralarla Hamas örgütünün çökertilmesinin planlandığı da ileri sürülü­

yor. Nasıl olsa Hamas para bulamaz, bu yönde FKÖ ile yanşa­maz deniliyor. ABD bu konuda Körfez ülkelerini teşvik eder­ken Avrupa Topluluğu bölgeyi iktisaden Avrupa’ya bağlama­nın planlarını yapıyor. İsrail-Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri ve Türkiye’nin gümrük birliği anlaşmalarıyla Avrupa Toplulu- ğu’na bağlanması düşünülüyor. Filistinli siyasî analizci Zefee- riya Hak: ‘Artık İsrail askerlerinin Filistinlilere ateş açarken ve öldürürken görülmeyeceğini, FKÖ güvenlik güçlerinin Hamas üyelerini yakalayıp öldürürken, fotoğrafçı ve kameremanların da bunları görüntüleyeceğini’ öne sürüyor. İsrail ayrıca İslâmcılarm önünü kesmek ve lojistik destek almalarına mani olmak için Suriye, Ürdün ve Lübnan ile de anlaşma yapmayı tasarlıyor. Filistin’de de modern bir kurtarıcı doğuyor. Filistin davasının bezirganı ya da eşinin tabiriyle sihirbazı ya da cam­bazı olan bu kurtarıcı bundan böyle Filistin’i intifada’dan ve vofcikten kurtaracak.

Sihirbazlarla vofcikler arasındaki mücadelenin sesi ta Was- hıngton’dan duyuluyor. ABD bu ülke üzerinde faaliyet göste­ren İslâmî, özellikle de Filistin orijinli cemiyetleri takibat altına almış bulunuyor. Mossad bu ülkede İslâmî faaliyetleri engelle­mek için her türlü desise ve dezinformasyona başvuruyor. U.S. News and Report (20 Eylül 1993) dergisi Mossad kaynak­larının Kansas City de Hamas yanlısı bir konferansın oturu­munda bazı Filistinli gençlerin bomba eğitimi aldığını ileri sü­rüyor. FBI yeni atanan Başkanı Louis Freeh ’de ülkedeki Hamas yanlılarının faaliyetlerinin araştırılması emrini vermiş. Kısaca Eriha Gazze hattı ile ABD’de parelel bir çalışma yürütülüyor. Mossad’ın mükerrer şikayetleri üzerine ABD’deki İslâmî faali­yetler inceleme ve mercek altına alınmış bulunuyor. İşin gara­beti şurada: bu ülkenin güvenliği ve sözde İslâm fundamenta­lizm! tehlikesi mevzuunda bu ülkenin kuruluşlarından çok Mossad’ın daha etkili olması. İşte bu etkileme Ömer Abdurrah-

man meselesinde olduğu gibi Amerikan tarafının da bulaştığı komplolara yolaçıyor. Yani kemik kıran Rabin yerine kemik- kıran Arafat geliyor. Ama o halkının.kemiklerini kırar.

IZamari

Şeytan yuvası

son sıralarda Türk halkı üzerinde bir bedbinlik ve kötümserlik havası var. Herkes nereye gittiğimizi soruyor. Ortada Tacikis­tan gibi iç savaş örnekleri var. Eski komünistler bu ülkede yö­netimi destabilize ederek bir iç savaşa yolaçmışlardı. Bu iç sa­vaşın sonucu yüzbinlerce kişi komşu ülke Afganistan’a sığın­mak zorunda kalmıştı. Birtakım çılgın insanlar çılgınlıklarını toplumun bütün kesimlerine yaymak istiyorlar. Aziz Nesin gi­biler saldırmadık insan, saçtırmadık kurum ve saldırmadık de­ğer bırakmıyorlar. Sadece Nesin değil memleketin selameti açısından Nesin gibilerin bir kez daha müşahede altına alın­ması teklifini yeniliyoruz. Kendisini destekleyen Cumhuriyet gazetesinde ‘Bu vahşet derecesindeki saldırılar din adına, müslümanlık adına yapılıyor’ tarzındaki kasıtlı soruya bakın ne cevap vermiş: ‘Siz ne diyorsunuz? Bu, vahşetin ta kendisi. Bunlar insan biçimde yaratık.’

Aziz Nesin gibiler, M. Kemal’den başka gelmiş geçmiş Tür­kiye’de ne kadar insan varsa suçluyorlar. Ona ve onlara göre- hepsi mürteci. Ve ikide'bir Menemen olaylarını hatırlıyorlar. Menemen olaylarının da baş mimarları kendilerine benzeyen provokatör düşünce mensuplan. Menemen hadisesinin kah­ramanı Kubilay’m akrabaları ve Menemenliler bir kaç yıl önce

gerçekleri konuşmuşlardı. Gerçekler hiç de onların anlattıkları gibi değil. Bakın Aziz Nesin hezeyanlarını nasıl sürdürüyor. ‘Bütün bu olaylardan, Mustafa Kemal’den sonra gelen bütün devlet ve hükümet adamları sorumlu ve suçludurlar. Biz de so­rumlu ve suçluyuz. Suçlu arıyoruz... Aynaya bak ve kendini gör. Baştan aşağı Türkiye suçlu. Halk, köylü, işçi de suçlu;’ Türk milletinin büyük çoğunluğuna geri zekalı diyen birinden başka ne beklenir ve bu mantıkla malul olan insan, Türk hal­kından ne bekleyebilir? Madem Türk milletinden memnun de­ğildir pasaportu da var istediği yere gidebilir. Zaten Selman Rüşdide kendisini Şeytan yuvasına dönen Londra’ya çağırıyor. Kısaca Aziz Nesin Ateizmin meczubu.

Adam ne Alevî ne de Sünnî ama Surınîleri ve Alevîler! bir­birine düşürmeye çalışıyor. Bakın Alevîlik ve Sünnîlik mevzu­unda neler düşünüyor. ‘Ben vasiyetimde ‘Tören yapılmasın, Müslüman değilim’ diye yazdım. Ben dinsizliğimi niçin açıklı­yorum? Din, mezheb, tarikat, mertebe, hemeyse oradan insan­lara sesleniyorum. Ama o insanlar beni kendilerinden sanma­sınlar. Alevîler’in içinde Alevîymiş gibi görüneceğim, Sünnî- ler’in içinde de Sünnî gibi görüneceğim...’ Aziz Nesin’in söyle­dikleri çok net şeyler. Bu açıdan Alevî vatandaşlarımızın hem Aziz Nesin ve hem de benzerlerinden teberri etmeleri gerekir. Alevîlik her türlü olumsuzluk, menfilik ve dinsizlik değildir. Aziz Nesin meşrebli ve dünya görüşlü Arif Sağ gibilerin katıldı­ğı Bonn şehrindeki Sivas olaylarını protesto yürüyüşünde Türk bayrakları yer almadı. PKK bayrakları ve Türkiye aleyhta­rı pankartların gölgesinde yürüdüler. İşte bunlar Kemaliye olayları için kıllarını kıpırdatmıyorlar ama Sivas olayları için dünyayı ayağa kaldırmaya çalışıyorlar. PKK’nın bir ay önce ör­gütlü bir biçimde Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde Türkiye el­çiliklerine ve kuruluşlarına saldırdığı ve İsviçre ile aramızı aç­tırdığı malumdur. Şimdi Sivas olayları ile ilgili benzeri bir tır-

inandırma yaşanıyor. Avrupa Parlamentosu da fırsat bu fırsat diyerek ‘Avrupa Kapılarında Köktendincilik,’ oturumları ter­tipliyor. Bonn’dan sonra Sivas olayları Hollanda ve İsviçre’de de protesto edildi. Sözkonusu protestolar münasebetiyle, bö­lücü örgütlerin telefonla bazı camiî ve İslâmî kuruluşları tehdit etmesi sonucunda Basel şehrindeki Kaseme Camiî, sardınlar olabileceği ihtimali üzerine İsviçre polisi tarafından 3 gün ka­patılıyor. Yapılan yürüyüş ve mitinglerde Refah Partisi hedef alınmış ve kahrolsun şeriat, Sivas katliamının sorumlusu faşişt TC’dir, Sivas katliamının hesabını soracağız sloganları atılıyor. İsviçre’de biraraya gelen bölücü terör örgütleri TİKB (Türkiye ihtilalci Komünistler Birliği) Dev-Sol, TDKP, KKP, PKK, TKP-ML, MLSP-B, TDP, TKP, TKEP, KAWA yayınladıkları ortak bildiride Sivas olaylarını Türk polisi şeriatçıları kullanarak ile­rici insanların katliamına sebep olduğu iddia edilerek Türkiye hükümeti ve Müslüman kuruluşlar ile mevcut siyasî partiler ağır bir dille suçlanıyor. Cumhuriyet gazetesinin de solu dirilt­me ve tek cephe arayışları manidardır. Bunların bu hareketle­riyle akıl çizgisini dışına taşarak fanatizme kaydıktan anlaşılı­yor. Daha önceki yazılarımızda sol düşüncenin laik cepheleş­me açma çabalarına değinmiştik.

Türkiye’de bunlar olurken ABD’de Hacivat-Karagöz oyu­nu devam ediyor. ABD bilerek Ömer Abdurrahman’ı ABD’ne kabul ettiği halde şimdi kıvırıyor. Aslında Ömer Abdurrah­man’m showmen kişiliği belirli hedeflere alet edildi. Ömer Ab- durrahman’ın bu kişiliğinden dolayı Siyonist çevreler bu ülke­de şimdi Müslümanların ensesinde boza pişiriyorlar. Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haberde Ömer Abdurahman’m Türkiye bağlantısı keşfedilmiş. Bu bağlantıyla birileri korku­tulmak ve sindirilmek isteniyor.

Ömer Abdurrahman’ın Türkiye’ye bir iki defa geldiği doğ­rudur ve eğer 1986 yılındaki gazeteleri tararlarsa bu gerçekle

karşılaşacaklardır. Kimse öküz altında buzağı aramasın. 1986 yılında Ömer Abdurrahman Salem Azzam’m başında bulun­duğu Avrupa İslâm Konseyi ile ESAM’m birlikte düzenlediği bir toplantıya çağrılıydı. Henüz o sıralarda Ömer Abdurrah- man’m yurtdışı seyahatlerinde bir kısıtlama yoktu. Hatta bu toplantılara Mısır’ın yarı resmî günlük gazetesi el-Ahram’ın ta­nınmış yazarı Ahmed Behçet ve yayıncı Ahmed Raif, gazeteci Adil (şa’b gazetesinin baş yazarı) Hüseyin gibiler katılmıştı. Biz de gazeteci olarak oturumlan takip etmiştik. New York Dünya Merkezi’ndeki patlamadan sonra yeniden gündeme gelince Dünya basını ile birlikte Türk basını da Ömer Abdurrahman’m İran’la bağlantısını (Hürriyet’in şimdi Türkiye bağlantısını keş­fetmeye çalıştığı gibi) keşfetmeye çalışmışlar ve İran’dan mad­dî ve manevî destek gördüğünü ileri sürmüşlerdi. Halbuki o sı­ralarda Ömer Abdurrahman bazı dergilere yaptığı açıklama­larda İran’ı kıyasıya eleştirmiş ve ellerinde bir Fatıma Kur’ân’ı bulunduğunu ileri sürmüş hatta yanlış hatırlamıyorsam Giri­şim gibi dergilerde karşı cevap mahiyetinde İran’ı savunan ya­zılar yayımlanmıştı. Bununla birlikte Ömer Abdurrahman’m bir eylemi tesbit edilmiş değil. Bunun için Amerikan adaleti de kendisini suçlayabilmiş değil. Ancak tahrikkar konuşmaların­dan müslümanların karşı taraftan daha rahatsız oldukları da bir gerçek. Onlar sadece İbni Teymiyye ile dünyada yön bulmaya çalışan insanlar. Aslında Ömer Abdurrahman’m şova değil şef­kate ihtiyacı var, yönetmeye değil yönetilmeye ihtiyacı olan biri. Ama artık basın da sorumluluğunun sınırlarını bilsin... Yabancı basından etkilenen Türk basını da hadiseden hemen sonra Ömer Abdurrahman’m İran’la bağlantılı olduğunu hatta bu ülkeden para aldığını ileri sürmüşler daha sonra da bütün bu iddialar unutuldu. Çünkü mesnedden uzak uydurma iddia­lardı.

[Zamire, 13-7.199J

günümüz müslümanının griftar olduğu en büyük müptela ve dert slogancılık ve sathîliktir. Sathî yaklaşımlar zamanla ke­mikleşiyor bunları kırmanın, düzeltmenin imkanı da kalmıyor ya da zorlanıyorsunuz. Yanlış bilgi yüklenme sonucu cehliniz mürekkeb yani kaşarlanmış hale geliyor. Bunun en büyük se­bebi de her alanda ve her seviyede ehliyeti ve liyakatli insanlar yetiştirmemek kısaca işi ehline bırakmamaktır. Bu da olmayın­ca seviyesizliğe ahkam kestiriyoruz. Mesela bizler 10 yılı seç­kin bir süre Afgan destan/trajedisini yaşadığımız halde bun­dan yeterli dersi çıkaramadık.

Tevafuken geçtiğimiz günlerde refikimiz olan bir gazeteye göz attık. Gazete sayfalarında Somali meselesi değerlendirili­yordu. Somalili direniş liderlerinden biri olan Aidid İslâmî bir lider olarak takdim ediliyordu. Faraza bu yaklaşımı özümse­yen ve kabul eden bir okuyucu bizim sütunlarımızda farklı bir değerlendirme ile karşılaşınca şüphesiz tepki duyacaktır. İlk kanaati oluştuğundan ve fikri sabit haline geldiğinden yorumu değişmeyecektir de. Sahiplendiği galat-ı sabite ile bize saldı­racaktır. Aslında kitleleri yanlışa yönlendirmek ve sevketmek büyük vebaldir. Eğer tasnif şeklimiz bu olacaksa Abdunnasır ve Kaddafî'de birer İslâm kahramanıdır. Ama bu liderleri em-

paryalizme karşı çıkmış liderler olarak tasnif etmemiz müm­kün. Mesela Ali Şeriatı idealist bir şahsiyettir. Bunu kimse in­kar edemez. Ne var ki Ali Şeriatı farklı zaviyelerden de değer­lendirilebilir. Hüseyin Nasr^e. ardından Cemil Meriç, Ali Şeri- ati’yi marksizan (Marksist değil ama metod olarak etkilenmiş biri) biri olarak tanımlar. Kimilerine göre Hüseyin Nasr da bir pasifist ve gelenekçidir, bundan dolayı Batı ile uyum içindedir. Yaşasaydı Ali Şeriatî, Aididi’yi öze dönüş hareketi liderlerin­den olarak kabul ederdi. Çünkü o Afrika ve Latin Amerika’da Eme Sezer, Franz Fanon, Ojen Unesko ve Ömer Uzgan, Sene- gal’de Lomomba ve Sengor gibi liderleri, Tanzanya’da Julios Nairere, Gana’da Como Kenyata, Rikinia ve Nikerome’yi Afri­ka kültürüne geri dönüş hareketinin önderleri kabul etmiştir. Bunların bir kısmının karizmatik özellikleri olsa bile Batı’nın istediği tiple liderlerdir. Ali Şeriati’nin tasnifine ve tasvibine gi­ren TanzanyalI Nairere bir papazdır ve Madagaskar’da müslü- manlann elinde olan iktidarı devirmiştir.

Aynı sakim anlayışın tezahürleri iç ve dışta gelinen olaylara karşı gösterilen tepki ve tavırlarda da ortaya çıkıyor. Geçenler­de -d^apâzör/ndaydım. Adapazarı’nın kalburüstü şahsiyetle­riyle biraraya geldik. Düşünenleri hep dertli ve ızdırap yüklü gördük. Müslümanlar arasında sathîlik almış başım gidiyor. Bu sathilik sebebiyle belirli kesimler olayları gerektiği şekilde de değerlendiremiyorlar. Varsa yoksa marjinal ve reaksiyoner tiplerin reklamı. Sathilikle malul bazı gruplar idealize ettikleri tiplerle nekadar fikri beraberliğe sahipler bunu bile idrakten acizler. Bana gelen tepkilerden biri Ömer Abdurrahman ile alakalıydı. Neden Ömer Abdurrahman’a showmen demişiz. Eğer bir insan desteğine mazhar olamadığı kitleler adına ah­kam kesiyorsa bu insan gösterici değil midir? Ama marjinal in­sanların sıkıntılarım anlamakta güçlük çekmiyoruz. Zira onlar fikirleriyle değil ama tepkileriyle cemiyetin dikkatin çekmek,

kendilerini duyurmak ve isbat etmek istiyorlar. Sivas hadisele­ri, New York Ticaret Merkezi’nin bombalanması aynı sathili­ğin patlayan saatli bombalarıydı. Birileri tezgah kuruyor siz farkında bile olmadan içinde bulunuyorsunuz. Bazıları bu sat­hiliği idealize ederek cinnet haline vardırıyorlar. Bu cinnetin karşısındakiler de müfteri oluyor. Halbuki Ömer Abdurrah­man konusundaki haklı tesbit ve teşhisler sadece bize ait değil. Fehmi Koru bey impact dergisinden bu mevzuu da alıntılar yaptı. Hatt-ı İmam’ı takip ettiği halde Ömer Abdurrahman’\ savunan ve hoşgörüyle bakan kimselerin bizi ve yazdıklarımı­zı da haydi haydi hoşça karşılaşmaları gerekir. Zira Ömer Ab­durrahman Şia konusunda tamamen selefıyye mantığına sa­hiptir. Geçen yıllarda kitap Dergisi’nde ÜmitAktaş Beyefen­di’ nin aleyhimizde bir yazısı oldu. Cevap verme gereği hisset­medik. Zamanla bazı şeylerin aşılacağını ve daha objektif bir seviyeden değerlendirileceğini düşündük. Zaten yazı karşılık vermeye değmeyecek tarafgirlik ve basitlik içindeydi. Mama­fih biz de masum değiliz. Elbette zaman zaman değerlendir­melerde isabet kaydetemediğimiz yerler ve yönler olmuştur. Bu açıdan bizi takvim edecek tenkidler de olmalı. Bundan ka­çınmamalıyız.

Bilindiği gibi Ömer Abdurrahman’m Kelimetü Hak adında bir eseri var. Yöneliş Yayınları da Hak Söz adında bir dergi çı- karıyormuş. Geçen sayısında Flash TV’de Ferid İlseverüe yap­tığımız bir münazara mevzuu edilmiş. Anladığım kadarıyla bi­zimle alakalı alıntılar, siyak ve sibakından tecrid edilerek sanki Aziz Nesin’i haklı çıkarıyormuş şeklinde verilmiş. Halbuki ko­nuşmanın bidayetinde ilk suçladığım kişi Aziz Nesin olmuş ve bu zat bu arbedeyi Sivas’ta patlatamasaydı Konya’da deneye­cekti demiştik. Üstelik yazdıklarımız da söylediklerimizi teyid ediyor. Böyle olunca bu dergi ile aramızda uslub farklılığını anlamakla birlikte, bunun dışındaki maksat arayışlarını kendi­

lerine iade ediyorum. Bir daha Hak Söz’e batıl karıştırmayalım. Konuyu toparlarsak işi ehline teslim etmeliyiz. Yaşadığımız hercü mere yani küçük kıyametten ancak böyle kurtulabiliriz.

Akıntıya kürek çekenler

arap dünyası büyük bir keşmekeşin içinde. Hemen hemen hiçbir arap ülkesinde istikrar yok. Yönetimlerin alternatifleri İslâmî güçler. Halkın ibresi de giderek müslümanlardan yana kayıyor. Acze düşen yönetimler çıkış yolu bulmak isterken ka­palı sokaklarda çare arıyorlar. Reçete belli ama onlar reçetenin dışında bir çare anyorlar. Arap rejimleri şimdilik uzatmaları oy­nuyor. Nihayet uzatmalarda çok sınırlı bir zaman dilimine bağ­lı. Zira halkın nefreti giderek artıyor. Nasır ve Bumedyen gibi karizmatik milliyetçi liderlerin dönemi kapanalı da çok oldu. Ne yazık ki sallanan rejimler ve onlara akıl veren batılılar bu gerçeği görmek istemiyorlar... Bunun için de suni çareler pe­şindeler.

Cemal Aydın kardeşimizin Türk Edebiyatı hm Haziran ayı sayısında “İslamcılığa Karşı Arapçılık” başlığı taşıyan bir habe­ri var. Haberde şu görüşlere yer veriliyor: ‘İran’da başlayan, fa­kat mezhebe dayalı olduğu için geniş bir yayılım göstereme­yen İslâmî hareketin Cezayir’de ve diğer İslâm ülkelerinde de kendisini göstermesi Batı’yı iyiden iyiye telaşlandırmış bulu­nuyor. İslâm’a dönüş hareketini yolundan saptırmak için Batı dünyası ve onun Müslüman ülkelerdeki uzantıları ellerinden geleni yapıyorlar. Bir yandan misyonerlik faliyetlerine hız ve-

rirken, diğer yandan başka şeytanî tuzaklar arıyorlar. Laiklik hareketinin fayda vermediğini gördüklerinden şimdi de ırkçı­lığa ağırlık veriyorlar.

Daha önce Arap milliyetçiliğinin temellerini Suriyeli bir Hristiyan olan Mişel Eflak atmıştı, şimdi de Lübnanlı bir Hristi- yan olan Charles Rızk, yeni Arapçılık cereyanını başlatmakla görevlendirilmiş bulunuyor. Sözkonusu şahıs, Fransa’da Albin Michel Yayınları arasında çıkan Araplarveya tersine tarih adlı 357 sayfalık eserinde bu işi başarmaya çalışıyor. Sözkonusu eser hakkında L’Evenementdergisinde şu değerlendirme ye- ralıyor: Baskıdan uzlaşmaya kadar herşey başarısızlıkla so­nuçlandığına göre, entegrizmi yenmek için geriye ne kaldı? Mısır’da olduğu gibi Cezayir’de Charles Rızk adım taşıyan bir Lübnanlıya acilen başvurulsa isabet edilmiş olur. İslama kaos içinde Arap kimliğinin paramparça olduğunu görmekten üz­gün ve öfkeli bir adam. O yüzden ses getirici bir deneme için­de son çözüm şansını teklif ediyor.’ Arapların tepki gösterme­lerinin tam zamanı. Çünkü İslâmcılık onları Çin denizinden Fas’a kadar uzanan karmakarışık bir yığın içinde eritip bitiri­yor. PakistanlIlar, Türkler veya 'İranlılar’la bizim ne alakamız vardır? Arapçılığın yeniden icat edilmesi gerekiyor. Arapçılık modern ve her halükârda kitleleri İslamcılık kuruntusundan kurtaran bir düşüncedir. Batılı düşünceleri bu toplumlarm üzerine yamayarak islâmcılık kâbusuyla baş edilemez, fakat ondan bu toplumları kendi köklerini yeniden bulmaya davet ederek kurtulanabilinir... Time dergisi de son sayısında Ceza­yir’deki çatışmaları ve iç-savaş ortamını ‘Cezayirlilerin kâbusu’ şeklinde veriyor. Batıcıların gözünde kâbus ancak as­lında rahmet olan bu gelişmeler batı temelli (West Backed) re­jimlerin korkulu rüyası. Şimdi bu rejimlerin ortak derdi müslü­manlar. Batılı müesseseler de kendi yandaşı rejimlere açık des­tek veriyor. Cezayir FIS Lideri Abbas Medeni’nin oğlu Ûsame

Medeni ve Rabih el-Kebir’in AlmanyaC) tarafından tutuklan­ması bu yönde atılmış bir adımdır. Tacikistan, Somali ve Bosna Hersek’te büyük güçler benzeri oyunlar içindedir. Güneydo- ğu’da ABD’nin PKK’ya yardım malzemesi atması gibi Tacikis­tan’daki iç-savaşta da ABD, komünistleri aynı şekilde yukarı­dan atılan yardımlarla desteklemiştir. BM’de şimdi Duşen- be’deki rejimi tutuklamak için, Afganistan’daki mültecilerin nakline çalışıyor. Addis Ababa’daki BM gözetiminde yapılan toplantılara İslâmî gruplar dahil edilmemiştir. Bosna’da BM karar alıyor ancak kararın uygulanmasını askıda bekletiyor. Bunun gibi nice çifte standart uygulamalara başvuruluyor...

Arap rejimleri de İsrail’le dostluklarını geliştirirken, müslü- manlara olan düşmanlıklarını artırıyorlar. Mesela Kaddafi ge­çenlerde fundamentalizme küfrederken, şimdi de İsrail üze­rinden ABD’ye yaranmak için İsrail işgali altında olan Mescid-i Aksa’ya ziyaretçiler gönderdi. Körfez Savaşı’ndan sonra^ yüzbinlerce Filistinli’yi sınırdışı eden Kuveyt ise Ortadoğu Ba­rış Görüşmeleri çerçevesinde İsrail’e uygulanan ambargoyu kaldırıyor. İnanır mısınız Körfez Savaşı’ndan sona Ebu Mazin kanalıyla Suud rejiminden özür dileyen Arafat, İsrail’e olan ti­cari boykotu kaldırması için Körfez ülkelerine temsilciler gön­deriyor. Bu gelişmelere bir tepki olarak Filistin Ulusal Konseyi Başkanı Abdulhamid el-Sayih, biraz gecikmeli de olsa, “Ben barışa değil, teslimiyete karşı olduğum için görevimi bırakıyo­rum” açıklamasını yaptı. Kısaca Arap dünyasındaki rejimler akıntıya karşı kürek çekiyorlar...

O ilerideki bölümlerde de anlatılacağı gibi Usame Medenî ve Rabih el-Kebir salıverildikleri gibi serbest bir ortama kavuşturulmuşlardı.

Ebu Mazım Peres’le birlikte İsrail FKÖ anlaşmasını imzalayan ılımlı Filis­tinli politikacı. Arafat 1994’un başından itibaren Körfez ülkeriyle bilhassa Suudîa ilişkilerini yeniden düzeltmiştir. Hamas’ı İran yanlısı olarak tak­dim ederek Körfez’de kaybettiği itibarı yeniden kazanmaya çalışmıştır.

bugün terör ve terör olayları dünyada en üst seviyeden ele alı­nıyor. New York’taki Dünya Ticaret Merkezi bombalanınca Beyaz Saray’da operasyon odası teşkil edilmiştir. Terör şimdi de Karaçi’de toplanacak olan IKT dışişleri bakanları toplantısı­nın gündem maddelerinden biri. Son sıralarda lâik İslâm ülke­leri ve ABD terör konusunda Pakistan’a büyük baskı yapıyor. Mübarek, ABD’ye giderken Almanya üzerinde Nevraz Şerifle görüşerek Peşaver’deki Cemaat-ı İslâmiyye mensuplarının fa­aliyetlerinden yakınmıştı. Ardından ise ABD Dışişleri Bakanı, İslâm’a düşman olmadıklarını, problemin bazı terörist İslâmî gruplarla sınırlı olduğunu söyledi. Bununla birlikte Christop­her , Pakistan Petrol Bakanı ve Nevaz Şerif’in danışmanı Nas- sar Ali Han’ı terör konusunda uyardı. Pakistan’ı Pencaplı Sih- ler’i Keşmir’deki ayrılıkçı müslümanları (Bağımsızlık yanlıları kastediliyor) desteklemekle suçladı. Aba altından sopa göste­ren Christopher bu uyarılarıyla; Pakistan’ı terörü destekleyen ülkeler listesine alabileceklerini ima etti. Bu “Ayaklarını denk al” ikazından sonra Pakistan yüzlerce Arap kökenli mücahidi gözaltına aldı, sorguladı. Pakistan’da 12 bin dolayında Arap yaşıyor. Bunlardan büyük kısmı talebe. Üç bin kadarının ise Afganistan cihadına fiilen katıldığı sanılıyor. Bu güçlerden

korkan Arap ülkeleri bunların teslimini istiyor. Bunlardan ba­zıları İran’a giderken diğer bazıları sığınacak ülke arıyorlar. Cenaat-ı İslâmî eski lideri Kadı Hüseyin Ahmed bu uygulama­yı kınadı.

Tarihe ve Kur’ân ’a ambargo

İsrail, büyüyen İslâm demografisi ve fundamentalizm bomba­sına karşı kendisinin nükleer silahlar edinmesini bir savunma aracı olarak gayet meşru farzediyor. Bununla da kalsa iyi. Müs­lümanların tarihine ve dinine de el atmaya çalışıyor. “Ki- tab’da İsrailoğullanna şu hükmü verdik: Siz o ülkede iki kere fesad çıkaracaksınız (kibirleneceksiniz) ” mealindeki İsra su­resinin üçüncü ayetinin anlamını tahrife yöneliyor. Fransız müşteşrikler tarafından yapılan meallerde bu ayeti celilede ge­çen “Beni İsrail” lafzı kasten atlanmıştır. Buna benzer bir skan­dal da bu günlerde Mısır’da yaşanıyor. Müslümanlara karşı İs­rail ile birlikte hareket eden Mısır rejimi neredeyse İslâm tarihi­ni okul kitaplarından ve müfredattan çıkarmış bulunuyor. Ta­rih dersi kitaplarında yerâlan İslâm tarihi budanarak, 40 sayfa­ya indirilerek kuşa çevrilmiştir. İsrail’i incitmemek için sözko- nusu tarih kitaplarında Peygamberimizin Yahudiler’e karşı gi­riştiği muharebeler; Hayber, Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Be­ni Kureyza, Mute ve Tebük’e yer verilmemiş (El-Ahram Felmi Huveydi 6 Nisan 1993- Mustafa Mahmud 10 Nisan 1993)

Daha önce de ilişkileri normalleştirme döneminde Mu­hammed Mütevelli Şaravi’nin televizyonda Beni İsrail’le ilgili ayetleri tefsiri İsrail’i kızdırmış ve programın durdurulmasını istemişti...

Ben Gorion ’un skandalları

Yahudi tarihi bunun gibi nice skandallarla doludur. Son dem­

lerde Irak asıllı Yahudi tarihçi Na’eem Gala’adı (Eski lâkabi Halisçi) “Ben Gorion Scandals” adında bir eser kaleme almış. Yahudi Komisyonu ve Histodrpt Başkanı iken Gorion, Yahudi milletine karşı birçok mezalim (atricfties) işlemiştir. İşte bun­lardan bazıları:

•İngiltere’nin Yahudi göçmenlerine sınırlama getirme ka­rarını protesto etmek gayeşiyle İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa Yahudileri’ni taşıyan gemileri batırma emri vermiştir.

• 17 Mart 1954’te Necef Çölü yakınlarında Ma’le Ha’grabe- em’de Ürdün’e saldırı bahanesi yakalamak için otobüs yolcu­ları emriyle katliamdan geçirildi.

•1930’lu yıllarda Naziler’le gizli işbirliği.

•Filistin’e göçe zorlamak için Iraklı Yahudiler’e karşı çeşit­li eylemler tezgahlamak ve bu uğurda güç kullanmak. Mesela Bağdat’taki Yahudi evleri ve dükkanları kundaklanmıştır.

•Abdunnasır ile Batı arasındaki bir ittifaka meydan verme­mek için Kahire’deki İngiliz ve Amerikan müesseselerine karşı bombalı saldırılar düzenlemek. Kabaca tasnif edildiğinde, Ben Gorion’un günah galerisi veya dağarcığından bunlar çıkıyor.

Ben Gorion’un terörist eylemleri bitti ama Gorionvari ey­lemler henüz bitmedi. New York’taki Dünya Ticaret Merkezi ve Kahire’de Tahrir Meydanı’ndaki kahveye bırakılan bomba bunlardan sadece birkaçı. Arap medyası artık Cezayir Havaa­lanı, Bombay patlamaları ve Dünya Ticaret Merkezi’nin bom­balanmasını Mossad’m sorumluluğuna havale ediyor. Mısırlı Dr. Muhammed Asfur, Seyfü’l-İslâm Hasan el-Benna, Dr. Ab- dulhalim Mendur, Memun Hudeybi Mısır’daki kahve bomba­lanması olayından Mossad’ı sorumlu tutuyorlar. (el-Kadaya ed-Devliyye, sayı 169)

Kahire de Mısır’daki bazı terör olaylarından dolayı İsrail’i suçlamış, İsrail de suçluluk psikolojisiyle tepki göstermiştir. Beynelmilel Yahudi ile fanatik lâikler ve süngüsü düşmüş so-

laklar, Marksizmden ateizm savunuculuğuna yönelmiş kimse­ler şimdi dünyada müslümanları mevcut rejimlere kırdırmaya çalışıyorlar. Ne demekse, Güngör Mengi de kökten dinciliğin Erbakan’ı bile korkuttuğunu ve bu kimselerin ferdî mülkiyete karşı olduklarını iddia etmiştir. Bu kadar hukuk cahili olan bir kişinin bu tarzda konuşması bizatihî terör ve anarşi değil de nedir? Bilmiyorsa sormayı da mı akletmiyor. Bir insan yaşadığı ülkeye ve kültürüne ancak bu kadar bigâne olabilir.

Barbar ve uygar

roma dilini anlamadığı sömürgesine barbar ismini vermiş. Ku­zey Afrikalı Berberiler de Romalılar’ın geriye bıraktıkları mi­raslardan biri. Batılılar da günümüzde ‘Batıklar ve diğerleri’ di­ye bir genellemeye doğru gidiyorlar. Bu şemada kendilerine uygar diğerlerine de ‘barbar1 yakıştırmasında bulunuyorlar. Eh tersinden baktığımızda yalan da sayılmaz. Batı Roma’nın sö­mürü geleneğini devraldığına göre bu tanımlamalar pek de ya­bana ahlamaz. İtalya’nın kuzeyinde hızla güçlenen ayrılıkçı bir hareket olan Kuzey Birliği’nin Lideri Umberto Bossi, Cumhuri­yet ağzıyla konuşarakan ‘Bence dünya iki kısma ayrılıyor. Bir tarafta uygarlık, diğer tarafta barbarlık var. Yani uygar Batı ve İslâm’ diyor. Acaba Cumhuriyet bu kamplardan hangisinde? Bossi ayrıca İslâmiyet’in bütün Afrika’ya yayılması ihtimalini de korkunç gördüğünü söylüyor, belki ona göre Mussolini’nin faşist tanklarının çöllere yayılması daha iyi olurdu. İtalya’nın önde gelen tarih profesörlerinden Sergio Quinzo bizim cevap vermemize gerek kalmadan Bossi’nin dersini vermiş. ‘Eğer Bossi İslâm hakkında böyle birşey söylemişse ya kötü niyetten ya da kaba cehalettendir’ diyerek.

Evet Roma gibi Batı da müslümanların dilinden anlamadığı için onları barbar olaraka tanımlayabiliyor. Almanya eski Şan­

sölyesi Schmidt, Batı’nın portolle ilgilendiği kadar müslümanlan anlamak için ilgilenmediğini itiraf ediyor.

Bizim düşmanımız sadece bizi barbar olarak tanımlayan bazı Batılılar değil. Siyonizm ve cehalet gibi düşmanlarımız da var. Son sıralarda pejmürde kılık ve kıyafetler içindeki bazı in­sanlar Müslüman imajı olarak pompalanmaya çalışılıyor. Me­sela Ömer Abdurrahman bu tür bir imaj için farkında olmadan kullanılıyor. Türkiye’de de standart dışı bazı kimseler basın aracılığıyla standardize edilmeye çalışılıyor.

Sabah Gazetesi’nde Almanya Şeyhülislamı Ali Yüksel Be­yefendi ile bir mülakat var. Altında da sanki aynı imaj taze tu­tulmak istenircesine malum kılık ve kıyafetteki bir kişinin fo­toğrafı ve haberi yeralıyor. Bu tipten ve marjinal insanlar müs­lümanlar içinde olduğu gibi her din ve medenî toplumda var­dır. Eğer bunlar ferdi bir vakıa ise meczup sayılırlar, mesela İs­rail’de aşırı dinciler şeklinde ifadelendirilen Guş Emunimin hareketi vardır. Türk basını İsrail toplumu diyerek bunları hiç­bir zaman gündeme getirmemiştir. Cehalet de büyük bir düş- manımızdır. Bu harici düşmanlardan daha tehlikelidir. Eğer cehalet cehli mürekkep terkibine ulaşmışsa sapmalara mey­dan verebilir. Cemiyet bunalana düştüğünde, bu tip insanların yaygınlaşmasına vasat hazırlar. 1970’li yıllarda Adapazarı ve civarında saçlarını uzatan ve pejmürde kılık ve kıyafetlerle do­laşan Yakup Efendi ve cemaati faaliyet gösteriyordu. Çeşitli aykırı fikirleri ve eylemlerinden dolayı marjinal kalan bu in­sanlar cemiyet tarafından dışlanmışlardı. Ve namazları ikişer rekate indirmişler ve en son olarak kıblelerini Yuşa Aleyhisse- lam’ın İstanbul’daki malum türbesine doğru çevirmişlerdi. Şimdi onların izine pek rastlanmıyor. Ama başka isim altında benzeri gruplar türüyor. Hayat devam ettikçe böyle insanlar da olacaktır. Ama bunların müslüman ümmeti temsil ettikleri­ni söylemek düpedüz bir ihanettir, çarpıtmadır. Onlara, İslâ­

miyet’i kendilerine göre anlayan insanlardır dememiz doğru­dur. İslâmiyet kimsenin tekelinde değildir. Batı ile İslâm Dün­yası arasında bir kapışma olmasını isteyen güçlerden biri de Si- yonizmdir. Geçenlerde ABD’de bir skandal ortaya çıkarılmış­tır. Amerika’daki Siyonist kuruluşlardan olan Anti-Defamati- on League (ADL)nin, Amerikalı Araplar hakkında illegal ca­susluk faaliyetinde bulunduğu ve bilgileri İsrail’e aktardığı tes- bit edilmişti. Meğer şehid edilen Amerikalı zenci Lider Malcom X hem Amerikan polisi hem de sözkonusu Siyonist kuruluş ADL tarafından 1957 ile 1963 yılları arasında sürekli izlenmiş (Muslim World Monitor June 18, 1993).

Burada bir hatırlatma yerinde olur, her düşman zararlı ya da kötü değildir. Mühim olan düşmandan bile yararlanabilme­yi öğrenmektir. Çünkü Dünya düşmanlar arasında bile olsa bir denge üzerinde durur. İslâm Dünyası’nın potansiyel düşman­ları arasında Ortodoks Dünyası da vardır. Son sıralarda dağı­nık vaziyette bulunan Ortodokslar kendi aralarında örgütlen­meye çalışıyorlar. Şunun şurasında komünizm yıkılalı ne ka­dar oldu ki, ateizmden Ortodoksluğa hemen yatay geçiş yaptı­lar. İslâm ümmeti ise OsmanlI’nın dağılmasından beri param­parça. Peki reva mı bu? Yunanistan ile Mekedonya’nın arasım bulmaya çalışan Gali’nin gençlik yıllarında en iyi dostları Er- menilermiş. Fener Patrikhanesi ve Yunanistan ile birlikte Ru­sa, Katolik Dünyası ve İslâm Dünyası’nın Ortodostluk alemine dini tesirlerini sınırlandırmaya çalışıyor. Papa’nın ziyaret ajen- dasında Baltık ülkeleriyle birlikte Ukrayna da bulunuyordu. Ne var ki Ukrayna’da Ortodostlar’ın Katolikler’i rahat bırakma­maları sebebiyle Papa’nın sözkonusu ziyareti tehlikeye girdi. Kyev’de Katolikler’in ayin yapacakları St. Cyril Kilisesi fanatik Ortodokslar tarafından işgal ediliyor, ayine izin vermedikleri gibi kendi tarzlarında ayin yapıyorlar. Stalin, Ukrayna’da Kato­likliği yasaklamış, bunun üzerine kilise de yeraltına inmişti. Ki­

lisenin faaliyetleri savaş sonrası meydana çıkan Ukrayna milli­yetçi hareketinin paralelinde devam etti. Geçen üç yıl içinde Ortodoks ve Katolik cemaatler arasında ihtilaf artarak devam etti. İhtilafın kaynaklarından biri geçmişte müsadere edilen Ki- lise’nin malvarlığının mülkiyet hakkı.

Rusya’nın hariçten her türlü dini faaliyet ve misyonerlik hakkını kısıtlaması, bunu Ortodoks Kilisesi’nin tekeline bırak­ması manidardır. Rusya Parlamentosu tarafından alman ve Bo­ris Yeltsin tarafından imzalanan yeni karar yabancı dini grup­ların ve temsilcilerinin her türlü misyonerlik, davet, yayın, rek­lam ve iş bağlantısı ile de propagandayı yasaklıyor. Amerikalı misyonerler ise Rusya’da Hristiyanlığın Ortodosluğun mono­polüne alınmasına sert tepki gösteriyor. Amerikalı rahib Mark Finley bu kararın karakuşiliğine atıfta bulunarak, Ruslar’m ne­ye inanacaklarına kendilerinin karar vermesi gerektiğini hatır­latıyor. Yeltsin’in sözcüsü Anatony Krasikov ise demagoji ile de olsa kararı savunmanın bir yolunu buluyor. ‘Kanun illegal bir biçimde Rusya’ya giren dini grupları hedef alıyor sadece. Bu şeytani gruplar halkın sağlığına zarar veriyorlar. Bu sahte dini organizasyonların yasaklanması herkesin menfaatinedir.’ Komünizm döneminde hürriyetpereslik nasıl hasta bir anlayış ise günümüzde Ordokoslar’ın komünizm döneminden kalma tekelci anlayışlarına göre farklı fikirler de hastalık ve veba mik­robudur. Rus Parlamenter ve Ortodok Papazı Gleb Yakunin, kararın, Rusya’nın imzaladığı insan hakları anlaşmalarıyla da çeliştiğini hatırlatıyor. Amerikalı bir Babtist Kenneth Hacken kararın kendisini şok ettiğini anlatıyor. İşin daha da ilginci Fe­ner Patriği Barthemeo’nun Sovyet Parlementosunun aldığı bu karara Aleksi ile birlikte ortak açıklamada destek vermesi. Bu açıklamasıyla başka dinlere ve inançlara müsamahasızlığını ortaya koyan ve yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de faali­yet gösteren Patrikhane’nin daha da tehlikeli hale getirilme­

den kapatılmasını teklif ediyoruz. Bu altın tepsi içinde gelen bir fırsat. Bilmem ki Türk devlet adamları bunu değerlendire­bilecekler mi? Rusya rotasını tayin etmiş durumda. Sadece ge­riye Solijenitsin’in dönüşü kaldı...

Batı ve terör

BELÇİKA’DA yayımlanan ve tirajı günde 100 bin dolayında sey­reden Flaman Katolik eğilimli Het Belong Limburg muhabiri Robert Capıot İstanbul’daki IPS (international Press Service) Ajansı’nın haberlerine dayanak Karabağ olayları hakkında bir yorum yazıyor. Yazıda Türk basını sansasyonca olarak tanım­lanıyor. Yazıda bizimle ilgili de bir bölüm var: “İslâmî eğilimli Zaman Gazetesi Yazan Necati Özcan, “Türkiye, eski Sovyet- ler Birliği’nin Türkçe konuşan müslümanları ile ortak bir mü­cadele için çalışmak durumundadır” diye yazıyor. Bu tarz yo­rumlar, Türk-Ermeni ilişkilerinin kanlı tarihçesi ile ile birleşin- ce İstanbul’daki Ermeni halkı arasında gitgide artan bir sinirli­lik göze çarpıyor.” (Dış Basında Karabağ Sorunu 11-22 Mart 1992 Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Müdürlüğü sayfa 75)

Belli ki Necati Özcan’dan kastettikleri biziz. Ancak Türk basınını sansasyonel olarak değerlendiren yazar Türkiye ga­zetesi yazarı Mustafa Necati Özfatııraie Mustafa Özcarh ka­rıştırarak ortaya ilginç bir bileşik çıkarmış. İşte Batı basınının üstünkörlüğü ve lalettayinliği. Kitabı Mukaddes’teki tabiriyle, bunlar: “Kendi gözlerinde merteği görmezler ama başkaları­nın gözündeki saman çöpünü görürler...”

Nokta dergisi geçen haftaki sayısında Ortaasya, Balkanlar ve Kafkasya’daki Türkiye’nin önüne çıkan fırsat ve imkânları kıskanan başta Almanya olmak üzere Fransa ve İngiltere gibi batılı ülkelerin ayrılıkçı Kürt hareketine sempati ile baktıkları­nı ve ondan medet umduklarını yazıyor. Ancak bu ülkelerden bazıları taktik gayeler uğruna geçici tavır değişikliğine gidebi­lirler. Biz daha önceki yazılarımızda Güneydoğu Anadolu, Ku­zey Irak, Karabağ ve Güney Sudan ve örnekleri arasında para­lellikler kurmuştuk.

Türkiye gibi Sudan da bir güvenlik boşluğu yaşıyor. Her yerde silahlı eylemler gerçekleştiriliyor. Batı burada da terörü destekliyor. Güney Sudan’daki ayrılıkçı hareketleri destekle­yenler ile Güneydoğu Anadolu’da ve Karabağ’da ayrılıkçı ha­reketleri teşvik edenler aynı çevrelerdir.

Bu çerçevede, Frangız İnsanî İşler Bakanı Bernard Kucn- heı^ tek başına bir inceleme konusudur. Kucnher daha önce­leri Kuzey Irak, Güneydoğu Anadolu, Hırvatistan ve Karabağ gibi içkanama geçiren bölgeleri ziyaret etmişti.

Mitterrand’a yakın bu isim Sudan hükûmeti’nden izin alma ihtiyacı hissetmeden Güney Sudan’daki ayrılıkçı hareketin li­derini karargahında ziyaret etmiş. Ayrılıkçı örgüt SPLA’nın lide­ri de, fiili denetimlerinde olan bir şehirde Kucnher’i kendisini getiren uçağın merdivenlerinde karşılamış. Sanki Güney Su­dan uluslararası tanımaya sahip hukukî bir devletmiş gibi. Peki Agik’in de NATO’nun da dışında kalan bu devlet Fransa’nın sö­mürgesi mi? üstelik Sudan hükümeti Fransız Bakana Güney’i merkezî hükümetle koordinasyon halinde ziyaret etmesini teklif etmiş ama Kucnher kabul etmemiş. Bu ne yüzsüzlük. Ba­kan Kucnher son sıralarda Paris’in Güney Sudan’daki içsavaşı G Bernard Kucnher’den sonra Anglikan Kilisesi mensuplan da Hortum’dan izin almadan güneye gitmek istemiş, bu da iki ülke arasında karşılıklı ola­rak diplomatların sımrdışı edildiği bir krize dönüşmüştü.

sona erdirmek için BM’yi resmî olarak müdahaleye çağırabile­ceğim telmih etmiştir. Peki Fransa madem iyi niyetli-niçin bu teklifini Somali için ya da Güney Lübnan için gündeme getir­memektedir. Güney Sudan’daki durumu Güneydoğu Anado­lu’daki durumla karşılaştırırsak, buradan şu sonuç çıkıyor. Ma­azallah Genscher veye Kucnher kendilerinde güç bulsalar ve PKK’da bölgede bazı merkezleri ele geçirse, bu zevat uçakla Apo ile görüşmek için bu bölgeye gitmeye çekinmezler. Gü­ney Sudan’daki durum bunu gösteriyor. Orada yapan burada neden yapmasın?

Güney Sudan’daki ayrılıkçı hareketi destekleyen ülkeler arasında İsrail de bulunuyor. İsrail SPLA gerilalarını eğittiği gi­bi, Mustafa Barzani gibi John Grang’ı da işgal altındaki toprak­larda ağırlamıştır. er-Raid dergisine göre (Eylül 1991 Sayı 132 sayfa 28) İsrail, Mısır ve Sudan’ı tehdit için Güney Sudan’daki ayrılıkçıları destekleyerek Nil’in kaynaklarını denetim altına almak istemektedir.

Niçin SPLA’nın Güney Sudan’da yüklendiği misyonu PKK Güney Anadolu’ya yüklenmesin. PKK’yı Suriye veya Irak’m desteklenmesinin bu senaryo ile bağdaşıp bağdaşmadığı yö­nünde istifham taşıyanlara şunu söyleyebiliriz: Körfez savaşı sırasında Sudan’ın ters düştüğü Arap ülkelerinin de John Grang’ın liderliğindeki SPLA örgütünü desteklediği bir vakıa­dır. Öyleyse olmaz, olmaz. Terör komplike bir olay. İsrail’in bu gibi konularda uzun vadeli düşündüğünden kuşku yok. Zaten GAP ve Türkiye’deki akarsularla ilgilendiğini hatırlatmak ma­lumu ilam kabilinden. Menfaatleri farklı bir çok Batılı devletin de Kürt ayrılıkçılığını destekledikleri gün gibi aşikar değil mi? Peki Kucnher’e Korsika veya Cezayir’deki insanların haklarını sormak hakkımıza değil mi? Elbette ama oralardaki insanların hakları Batının çıkarlarıyla çelişmektedir. Bunu unutmamalı­yız.

Beşinci Bölüm

Buhranın tarihî ve kültürel boyutu

Galiler’in hikâyesi

İKİ haftadır okurlarımızdan uzak düştük. Tunus ve Libya’ya planda olmayan bir ziyaretimiz sözkonusu oldu ve bu bekledi­ğimizden de uzun sürdü. İnşaallah sizlere ziyaretimizle ilgili değerlendirmeleri daha geniş çerçevede sunmaya çalışacağız. Bu arada ziyaretimiz sırasında tarihî bazı araştırmalar yapmaya çalıştık. Bulunduğumuz müddet içinde arada sırada Libya’nın tek kanaldan oluşan televizyonuna da sizler adına gözattık. Genelde televizyonda arzedilen filmler kalitesiz, ucuz Mısır yapımı filmler. Bunlardan biri de “Beyaz Siyah” dizişiydi. Biraz “Dallas”a biraz da “Kartallar Yüksek Uçar” dizilerini hatırlatı­yordu. “Beyaz Siyah”dizisi hayatta başka renklerin ve tonların da bulunduğunu hatırlatıyordu. Libya’da bulunduğum sırada okuduğum eserlerden biri de Mısır’ın en hassas döneminde “hidivlik” makamında bulunan İkinci Abbas Hilmi’nin haya­tıyla alâkalıydı. Muhammed Seyyid Keylanî’nim yazdığı bu eserde dikkatimi çeken bazı konulara temas etmek istiyorum. Eserin büyük bölümü Lord Cromer ile alakalı. Bilindiği gibi Lord Cromer Mısır tarihinde en büyük iz bırakmış İngiliz idare­cilerinden biridir. Muhammed Abduh gibi yenilikçi ekolü des­teklemiştir. Keza Saad Zağlol ve Butros Paşa Gali gibilerin yıl­dızları onun devresinde parlamıştır. Avlanmaya giden bazı İn­

giliz askerlerinin “Danışvay” denilen bir bölgede arbede çıkar­maları ve yalışlıkla bir subayın öldürülmesi üzerine İngilizler Mısır’da sindirme furyası başlatırlar. Bunun sonucu olarak bir çok masum insan idam edilir. Bu davada Butros Gali paşa, Sa­ad Zağlol’un kardeşi Ahmet Fethi Zağlol İngilizlerin kör aleti durumundadırlar. Mısır’ın millî kahramanı olarak bilinen ve 1919 yılında Müslüman ve Kıptileri işgalcilere karşı birleştirdi­ği ileri sürülen Saad Zağlol Paşa aslında Cromefin önce maarif sonra da başbakanlığa hazırladığı birisi, bir işbirlikçidir. Lord Cromer Mısır’dan ayrılırken de Saad Zağlol Paşa hakkında tez­kiyede bulunmuştur. Gali Paşa’nın Danışvay hadisesinden sonra Meclis’teki Abaza Paşa gibi vatansever milletvekillerini azarlaması bardağı taşıran son damla olur.

Gali Paşa ayrıca 40 yıllığına daha Süveyş Kanalı’nın imtiyaz hakkını İngilizlere vermek üzeredir. Bunun üzerine İbrahim Nasıf Verdanî isimli vatanperver genç Gali Paşa’yı öldürür. Bu hadise İngilizleri hatta Amerikalıları kızdırır. Bu vasatta Meh­met Akif Ersoy’un dostu Abdulaziz Çavi$*> gibi vatanseverler sırf tahrik edici mahiyette makale yazdıkları iddiasıyla kovuş­turmaya tâbi tutulmuş ve soruşturma geçirmişlerdir. Keza Mı­sır’ın büyük yazarlarından ve şairlerinden Mustafa Lütfi Men- foliti’de yazdığı ve İngiliz işgalini kınayan ve Abbas Hilmi’yi eleştiren kasidesinden dolayı mahkûm olur. Bu ortamda Mısır Vatan Partisi’ni kuran Osmanlı tarafları Mustafa Kamil’in halefi Türk asıllı Muhammed Ferid Mısırlı vatanseverlere karşı kuru­lan tuzak ve komplolaradan dolayı çareyi İsviçre’ye kaçmakta bulur. Çünkü Dersaadet İstanbul’a kaçmak bile tehlikelidir. Meselâ Abdulaziz Çaviş İstabul’dan Kahire’ye iade edilmiştir.

C) Abdulaziz Çaviş, merhum Mehmet Akif Ersoy’un arkadaş ve akranların- dandı. Anglikan Kilisesi’ne Cevap gibi eserleri Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında, neşredilmiştir. Büyük bir vatansever ve İslamcıydı.

Bütün bunlardan daha önemlisi Amerika Birleşik Devlet- leri’nin yüzyıl önce Galiler ailesini tezkiye etmesi ve övgüye mazhar bulmasıdır. Hatta bu övgü Mısır’da büyük gürültü ko­parmıştır. Mısır’ı ziyaret eden dönemin Amerikan Başkanı Ro­osevelt İngiliz işgalini övdüğü gibi vatansever Verdani tarafın­dan öldürülen Gali Paşa’yı savunmuştur. Roosevelt’in 1911 ta­rihinde Mısır’ı ziyaret etmesi münasebetiyle Emirüşşuara ve Emirülbeyan olarak anılan Mısır’ın Akif’i ve İkbal’! Ahmet Şev­ki parlak bir kaside yazmış ve Roosevelt’i haddini bilmeye da­vet etmiştir. Bu konuya devam edelim.

Roosevelt’in cevherleri

bati, ilkelerini çiğnemeyi adet haline getirmiştir. Sürekli de­mokrasiyi savundukları halde anti-demokratik idareleri des­teklemekten geri durmamışlardır. Bu açıdan Batı’nın demok­rasi havariliğine karşı kuşkular giderek artmaktadır. Batılılar demokrasiyi beşeriyet için ideal bir sistemden ziyade Batı’nın vazgeçilmez değerlerinden biri olarak görüyorlar. Aslında de­mokrasi insanlar arasında eşitlik vazetmesine rağmen Batılılar demokrasiye sahip olmayı bir teali ve gurur vesilesi olarak ad­dediyorlar. Rest of the west yani Batı’nın dışında kalan bölge­lerde demokrasinin ikamesi umurlarında bile değil. Sadece si­yasî baskı aracı ve diğer milletleri yönlendirme amacı için kul­lanıyorlar. Üçüncü dünya ülkerinde demokrasi, Batı için sade­ce bir elbeZi mesabesinde.

Libya’yı ziyaretimiz sırasında göze çarpan sloganlardan bi­ri olan Cemabiriyye sisteminin üçüncü dünya teorisi olarak adlandırılması taaccübümüze sebep oldu ve garibimize gitti. Kendi kendimize ikinci dünya mı kaldı ki, üçüncü dünya ülke­lerinden ve nazariyesinden bahsedilsin diye sorduk. Besbelli ki eskiyen sloganlar siestae) yapan yetkililer tarafından duvar-

Siesta uykusu: Kaylûle uykusu gibi Akdeniz ülkelerinde öğleden sonra yapılan uyku ya da kestirme.

larda unutulmuş. Devran o kadar hızlı dönüyor ki herkes ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Batılılar düne kadar Saddaniı desteklemişlerdi, bugün ise düşmanları oldu. Keza Abdullah öcalan da totaliter bir rejim kurma taleplerini gizlemediği hal­de demokrasinin beşiği olarak kabul ettikleri İngiltere’nin pa­pazları PKK’ya destek veriyorlar. Hem de nasıl, bu örgütü ulu­lar arası mahfillerde gündeme getirecek ve savunacak kadar. Amerikan Kongresi’ni ziyaret eden İngiliz Kilisesi temsilcile­rinden Lord Averburyve Michael Feeney, TCnin PKK ile ateş­kese gitmesini ve bu örgütün resmen tanınmasını talep ediyor­lar. Ancak “İRA İçin de aynı çözüm düşünülebilir mi?” sorusuna Kilise temsilcileri şu karşılığı veriyorlar: “İRA bir terör örgütü­dür...”

Thatcher döneminde İRA’ya yardım ediyor diye Libya’yı tefe koyan İngiltere bugün resmen PKK’yı desteklemektedir. Bunların bir yıl öncesine kadar ilgi alanları Kuzey Irak’taki Kürtlerle sınırlıydı. Şimdi daha büyük oynuyorlar. Hepimizin bildiği gibi Malezya, demokrasi ile idare edilen bir ülke. Baş­bakanı Mahathir Muhammed ise demokratik bir lider. Ama ABD’nin demokrasiyi istismar etmesinden şikayetçi. Geçen ağustos ayında yana yakıla şunları söylüyordu: “ABD bizi istik­rarsızlığa, ekonomik çöküntü ve yoksulluğa götüren bir de­mokratik modeli izlememizi öngörüyor”... Mahathir Muham­med, ABD’nin örgüt üzerinde egemenlik kurmak istediği ge­rekçesiyle Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesini boykot etmiştir.

ABD eski başkanl arından Roosevelt in ifadelerinden yola çıkarak Washington’un İslâm dünyasında ne tarz bir demokra­si istediğini belgelendirmeye çalışalım. 1910 yılının"mart ayma rastlayan günlerde Amerika Başkanı Roosevelt Kahire’yi ziya­ret eder. Ve Mısır Üniversitesihde şu konuşmayı irad eder: “Çalışmaya elverişli hale gelmesi için ferdin eğitimi bile yılları

gerektirir. Milletin eğitimi ve istik nazırlanması da böyle- dir. Özyönetim hükümetinin vazife * t mi layıkı veçhile yerine getirmesi için on ya da yirmi yıl yeterli değildir. Belki müteakib nesillerin yetişmesini gerektirir. Bazı yalancılar bir millete ana­yasa (ve demokrasi) bahşetmekle kendi kendisini yönetebile­ceğini vehmetmekte ve bunun propagandasını yapmaktalar. Gerçek ise bunun zıddır.

Roosevelt bilahare İngiltere’ye uğrar ve belediye binasın­da bir konuşma yaparak şunları söyler: “Siz İngilizler Mısır’da sadece çıkarlarınızın bekçileri değilsiniz. Medeniyetin taşıyıcı­ları ve bu memleket üzerinde bekçilerisiniz. İki bin yıldan beri Mısır’ın gördüğü en güzel idare sizin idareniz. Tarih hiçbir za­man, Mısır köylüsünün barbarlıktan uzak ve sizin dönemim­deki kadar şefkatle muameleye maruz kaldığım yazmamıştır. Ama Butros Gali Paşa’mn öldürülmesi sizin Mısırlılar’a haddin­den fazla yumuşak davrandığınızı da göstermiştir? Maalesef medeniyet, medenî olmayan toplumlara karşı yumuşak davra- nılmamasını gerektirmektedir. Yumuşaklık Mısır’daki konu­munuza faydadan çok zarar getirir. Butros Gâli Paşa İngiliz- ler’in mutlak destekiçisi olduğu için öldürülmüştür. Siz İngiliz­ler Mısır’ı terkedemezsiniz çünkü sizin yokluğunuzda yeniden kaosa dönecektir...”

Bu ifadeler yoruma gerek bırakmıyor. Butros Gali’nin to­runu da bugün İngiliz Kraliyeti’ne ve Beyaz Saray’a karşı vefa borcunu dedesi gibi aynı cesaret ve kararlılıkla ödemektedir ve merbutiyetini sürdürmektedir.

■ <

Mübarek’in üçüncü dönemi

Enver Sedat’ın öldürüldüğü 1981 yılına kadar Hüsnü Mübarek başkan yardımcılığı görevinde bulunuyordu. Menufiye do­ğumlu olan ve askeri akademilerde öğrenim gören Mübarek bir dönem Soyvetler Birliği’nde pilot eğitimi^ almıştı. Başkan Yardımcılığı döneminde yüzünden suni gülümseme hiç eksik olmazdı. Derken Sedat’ın halefi ve varisi olmasına rağmen başkanlığa geçtikten sora Sedat-Nasır arasında bir yol izledi. Konuşmalarında bazen dinî kesimlere çok hoşgörülü davran­dığı gerekçesiyle isim vermeden Sedat’ı tenkid etmiştir. Bilin­diği gibi Nasır döneminde Müslüman Kardeşler hareketine ve cereyanına kaşı tavır alınmış ve kısmen Moskova yanlısı bir hat izlenmişti. Ardından Sedat biramda sürpriz bir şekilde başkan­lığa gelmiş ve Güç merkezleri olarak isimlendirdiği eski Hasır­cılardan kurtulmak için Batı’ya yaklaşmış ve Moskova ile ters düşmüştü. Bu gelişmeler sonucunda üçbin dolayındaki Rus uzmanı Mısır’da sınırdışı edilmişti. Sedat işte bu dönemde Na-

O Bölgenin birçok lideri pilottur. İran şahı pehlevi, Ürdün Kralı Hüseyin, Su­riye Lideri Hafız Esad, İsrail Cumhurbaşkanı Weizman vesaire İran Şahı İranlıları, Ürdün Kralı Hüseyin Filistilileri, Hüsnü Mübarek ise Nasır ve Humeyni döneminde bizzat kullandığı uçakla Sudan’da yönetime karşı çıkan Ensar kamplarını bombalamıştı.

sıralara karşı İslâmî hareketlere gözyummuş, onların lehinde tercihlerde bulunmuş ve cezaevlerinde bulunan dinî liderleri salıvermişti.

Sedat döneminde 1970’li yıllarda İslâmî hareketler geliş­miş ve günümüze kadar da gelişmesini sürdürmüştür. Hüsnü Mübarek böyle bir tabloyu devralmıştır. Sedat sonrasında Mı­sır rejimiyle İslâmî hareketlerin arasını açan en önemli unsur İsrail ile barış olmuştur. Nüfûs artışı, işsizlik ve yolsuzuklar da rejim ile halkın arasında uçurumlar meydana getirmiştir. Mü­barek’in devraldığı tabloda kendisi açısından negatif yön İslâ­mî hareketin güçlenmiş olmasıdır. Sözkonusu yaklaşıma göre, bu gelişmeler Sedat yönetiminin gölgesinde nüvelenmiştir. Bu tabloyu dengelemek maksadıyla Hüsnü Mübarek, Enver Se­dat’ın tam aksi istikamette hareket ederek İslâmî hareketlere karşı Hasırcılarla, kavmiyetçi ve milliyetçi hareketlerle işbirli­ğine gitmiştir. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle de bu Nasırcı grupların elindeki tez gitmiş ve dağarcıklarında anti-tez olan sadece İslâm düşmanlığı kalmıştır.

Mübarek ikinci başkanlık döneminde (1987) çok zorlu an­lar geçirmiştir. Eski Savunma bakanı Abdulhalim Ebu Gzala gücünden dolayı görevinden alınmış ve başkan danışmanlığı­na (başkan Naibi değil Başkan Müsaidi) getirilmiş. Ardından da Gzala’nm adı bazı yolsuzluklara karıştırılmış ve bu tür ayak oyunları sonucu son görevinden de ayrılmak zorunda kalmış­tır. Mübarek ikinci imtihanını Körfez Savaşı sırasında Bağdat’a karşı kurulan ittifaka katılırken yaşamıştır. Yine Mübarek dö­neminde çok sayıda içişleri bakanı aynı nisbette olmasa da sık sık kabine değişmiştir. Kabinedeki sıkıntılardan en büyüğü ise Başbakan ile Yusuf Vali kanadının çekişmesidir. Başbakan Atıf Sıdkı öğrenimini Almanya’da tamamlamış ve bir Alman bayanla evli eski bir bürokrat. Yusuf Emin Vali ise Mısır’daki ileri gelen İsrail ve ABD taraftarı politikacı olarak biliniyor. De­

desi Miraz bir Yahudi. Yusuf Vali yıllardan beri tarım Bakanı olarak görev yaptığı gibi aynı zamanda iktidar partisi Hizb el Vatani’nin de Genel Sekreteri. Yani hem hükümeti ve hem de iktidar partisini kontrol ediyor. Butros Gali’nin bir benzeri. Şimdiye kadar hiç evlenmemiş, mücerred yaşıyor.. İsrail ile Mı­sır arasında tarım alanında tam bir tekamül yani entegrasyonu savunuyor. İsrail’den ithal ettiği domates çekirdeklerinin bo­zuk çıkması sonucu binlerce Mısırlı hastalığa yakalanmış. Yu­suf Vali’nin izlediği politika neticesi ve buğday üretimine tah­sis edilen toprak diliminin azlığı dolayısıyla Mısır’ın bizzat gıda üretimi alanında ABD ve İsrail’e tam bağımlı hale geldiği kay­dediliyor. Komşu ülke Sudan’ın buğday üretimi alanında ken­di kendisine yeterli hale gelmesi de Yusuf Vali’nin gazabına medar olmuş.

Aliyev gibi Hüsnü Mübarek’in de seçimler sonuçu üçüncü dönem başkanlığı garantilemesine kesin gözüyle bakılıyor. Zaten adettir Arap dünyasında liderleri insanlar değil sandıklar seçer ve netice hiç şaşmaz: yüzde 99.9C) ile başkan seçimleri yeniden kazanır. Eğer başkan tabiî ya da gayri tabiî hallerden dolayı makamından uzaklaşacak olursa o zamanda kitleler: “Başkan öldü yaşasın yeni başkan” nakaratını tekarlarlar.

Gerçekten de Mübarek üçüncü dönemini yüzde 90 hazır oyla garantile­miştir.

Rüşdîler çifter çifter

“şeytanca ÂYETLER” kitabı ile müslüman dünyanın şimşekleri­ni üzerine çeken ve İran’ın 1989'da ölen dinî lideri Ayetullah Humeyni tarafından hakkında ölüm fetvası verilen İngiliz ya­zar Selman Rüşdî yine ortaya çıktı. Alman ARD televizyonu’na demeç veren Rüşdî uluslararası kamuoyuna bir çağrıda bulu­narak, hakkında verilen fetvanın kaldırılması için İran’a baskı yapılmasını istedi. Rüşdî bu fetvanın İran’ın da kabul ettiği uluslararası konvansiyonlar ve uluslararası hukukla çeliştiğini ileri sürerek; “Bu iş siyasî bir mesele oldu ve çözümü sadece si­yasî baskıya bağlı” diyor...

Hindli/İngiliz, Selman/Sımon Rüşdi’nin ardından şimdi Mısır’da da bir Rüşdi ortaya çıktı. Pek de reşit olmayan Mısırlı Rüşdî, Alaa Hamid’i takibata maruz bırakan eseri “The Distan­ce ina Man’s Mind” (İnsan Aklındaki Mesele). Sözkonusu ki­tapta Alaa Hamid, “Doğu dünyasını geri bıraktığına göre acaba dine sarılmak yararlı mı?” sorusunu ortaya atıyor. Alaa Hamid kitabın inanmış insanlan kızdıracağını da tasavvur etmiş ve ya­kınlarına kitabı “Sevginiz öfkeye dönüşmesin” diyerek imzala­mış. Sünni dünyasının otorite merkezlerinden el-Ezher Üni­versitesi yazarın az tanınan bu eseriyle İslâmî tahkir ettiği ka- naatma varmış ve kitabı takbih etmiş. Bunun üzerine Newswe-

ek’in ifadesiyle (Ocak 27-1992) Alaa Hmid, Mısır’da parya ha­line geliyor. Dergi Alaa Hamid’in ölüm tehditleri aldığını, sal­dırı ve kundaklama teşebbüslerine maruz kaldığını belirtiyor. Geçen ay Hamid özel bir Mısır mahkemesi tarafından dine küf­retmek suçundan 8 yıla mahkûm edildi.

Newsweek, İslâm ülkelerinin en töleranslılarından biri olarak tanımladığı Mısır’da yükselen fundemantalistlerin bas­kılarıyla Hamid’in akibetinin şekillendiğini ileri sürüyor. Dergi işin içine nerede ise Rufaileri de karıştıracak! “İranlı din adam­ları (Iranian Clerics) ve Mısırlı Müslüman kardeşler Hüsnü Mü- barek’e baskı yaparak İslâmî değerleri muhafaza etmesi için harekete geçmesini istediler” ifadesini kullanıyor. Bir hafta ön­ceki Newsweek Avrupa’da faaliyet gösteren Süleyman Efendi talebelerinin organizasyonlarını Türkiye’deki Refah Partisi’nin branş ve şubesi olarak tanıttığı gibi, bu haftaki sayısında da ko­puk olan Mısır-İran ilişkilerine rağmen Mübarek’i İranlı din adamlarının baskılarına muhatap ve maruz bırakıyor. Dergici­lik diye işte buna denir. Newsweekte irtica haberlerinde; po­zisyonunu Hürriyet gibi tashih etse iyi eder. Çünkü çalakalem gidiyor. Yanlışlar sırıtıyor. Mübarek, Hamid konusunda laik entellektüellerin “af’ başvurusunu da kaale almıyor. Başvuru­da bulunan entellektüeller ise Gali Şükrü gibi ya Hristiyan ya da dejenere olmuş mustağrib Müslüman kısmından. Mübarek laik elitlerin baskısına karşı “İnancı muhafaza mukaddestir”, savunmasını yapıyor. Alaa Hamid’in mahkûmiyetini isteyenler sadece fundamentalist kesim değil elbet. Meselâ Mısır yöneti­mine yakın el-Ahram’ın iki yazarı Ahmed Behçet ve Mustafa Mahmud da mahkûmiyet kararını destekliyor...

Ahmed Behçet, Alaa Hamid ile ilgili bir yazısında İngilte­re’de İsa ve mukaddesatı koruma kanuna atıfta bulunarak, Mı­sır’ın da bu tür yaklaşımlarda bulunmaya ve önlemler almaya hakkı olduğunu belirtti. Gerçekten de bazı İngiliz milletvekile-

ri İngiltere’nin, Rüşdi konusunda müslümanların gösterdiği tepkinin benzerini Madonna’ya göstermesini ister.

Mustafa Mahmud ise Alaa Hamid ile Necip Mahfuz’un kar­şılaştırılmasına karşı çıkar. Geçmişte Necip Mahfuz’un da bazı eserleri Muhammed Ebu Zehra'nın başında bulunduğu bir in­celeme kurulu tarafından sakıncalı bulunmuş bunun üzerine Abdunnasır da sözkonusu kitabı yasaklamıştı. Mustafa Mah­mud, Alaa Hamid ile Necip Mahfuz arasındaki benzerlikler ko­nusunda şunları yazar. “Necib Mahfuz’un sözkonusu yazıları semboliktir. Ama Alaa Hamid İslâm’a aşikar bir şekilde saldırı­yor. Necip Mahfuz’a Alaa Hamid’e verilen cezayı müstehak görmek onu niyetlerinden dolayı yargılamak olur. Onun kul­landığı sembolik ifadelerden kasdettiğini bir kendisi bir de Al­lah bilir...”

Ezher Şeyhi Cadul Hak Ali Cadul Hak ise kitab hakkında bir konuşmasında; Ezher’in sansür hakkının bulunduğunu, bunun fikir hürriyetini kısıtlama ile bir alakası olmadığnı ve fi­kir hürriyeti ile küfretmeye ya da karalama hürriyetinin birbi­rinden ayrılması gerektiğini kaydediyor. Ezher Şeyhi “Edep, edebiyatın dışında değildir” diyor.

Ancak Mısır’ın bu yargılamada samimi olmadığı ve mahallî kaygıları gözönüne aldığı ileri sürülebilir. Bu iddia doğrudur. Zira Selman Rüşdi’nin aklanması için geçen yıl Ezher Üniversi­tesi devreye girmiş. Mısır müftüsü Seyyid Muhammed Tantavi ile İngiltere’de dinî Tolerans Cemiyeti Başkam Hişam es-Savî, Selman Rüşdi’yi tevbe ettirmişlerdi. Yani Mısır çelişkili bir ko­numda. Bir taraftan İngiliz/Dinli Selman Rüşdi’nin affı için devreye girerken, diğer taraftan mahallî kaygılar sebebiyle Mı­sırlı Rüşdi’yi mahkûm ediyor. Ve Mısır bununla da iktifa etme­yerek İslâm’ın batıklaştırılması için Fransa, İngiltere ve Belçi­ka’ya yardımcı oluyor. Mısır Müftüsü Tantavi Batı’da ılımlı bir İslâm’ın gelişirilmesi için Fransa’ya yardnncı olduklarım itiraf

ediyordu. Batı, bugün Tanrı’nm sosyal olarak öldüğünü ilan ediyor. Sebebi Batı, Hrıstiyanlığı çığırından çıkarak Batıklaştır­dı, maddileştirdi, egoistleştirdi. Diğer taraftan da insan fıtratına aykırı olan ruhbanlık marjinal olarak hayattan kopuk olarak kilise çevrelerinde yaşamaya devam ediyor. Tabir yerindeyse Avrupa Hristiyanlığı, dünyaya indirdi, görünmeyen hakikati, görünen realiteye çevirdi. Batılılaşan Hrıstiyanlık tabiat üstü şeylere dahi, insan vücudunun remzini verdi. Hristiyanlıkta madde üstü hakikatlara, hatta kâinatı yaratana dahi insan vü­cudunu bir sembol olarak vermiştir. İşte bundan dolayı, Batılı bazı düşünürler bugünkü Hristiyanlığı dahi bir garp müesse- sesi olarak addetmektedirler.

Fransa, İngiltere ve Belçika gibi ülkeler, bugün evrensel olan İslâm’dan kurtulmak için İslâm’ı batılılaştırma gayreti içi­ne düşmüşlerdir. Dün İran ve Hindistan’daki Bahailik ve Kadı- yaniliğin ihdasında rol oynayan Avrupa ülkeleri bugün aynı çalışmaları Avrupa’daki Müslüman topluluklar üzerinde dene­meye kalkıyorlar. Fransa bunu temin etmek için Paris yakınla­rında Avrupa İnsan Bilimleri Enstitüsü açtı. Enstitü Müdürü Züheyr Mahmud gayelerinin laik imamlar yetiştirmek olduğu­nu saklamıyor.

Zaten Fransız İslâm Örgütleri Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed b. Mansur da kimlik sorununun aşılabilmesi için laik dünya düzeninin benimsenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Mahallî bir İslâm anlayışı geliştirmek için Belçika da, Fransa’yı izliyor. Kısaca Batı, Hristiyanlığı dejenere ettiği gibi, İslâm’ı da dejenere etmek istiyor. Ama buna gücü yetmeyecek. Çünkü İslâm Allah’ın koruması altında.

[Zaman, 9 Şubat 199Z\

Aykırılığın saldırısı

dünya kaidedışılığm saldırıları altında. Ve dünyada kaidedışı- lık moda olarak almış başını gidiyor. Clinton’m ABD başkanlı­ğına gelmesinden sonra kaidedışılık devletin himayesine gir­miş bulunuyor. Tabiî aykırılık ya da kaidedışılık adına fazilet­lere saldırı sadece ABD’ne has değil bütün dünyada makes bu­luyor. Bu gidiş hayra alamet değil. 27 Haziran’da Amerikalı lezbiyen ve homoseksüeller Özgürlük Günü Nümayişinde 1993 yılını “The Year Of Queer” yani- “Aykırı Yıl” olarak ilan et- mey tasarlıyorlarmış. Eski dilde aykırılığa şuzuz, kaide i umu- miyeye uymayan, baric ez kaide, müstesna deniliyordu. Eski­den kaidedışılık kaidenin önüne geçmemişti. Anormallik bir manaz olarak kabul ediliyordu. Ne var ki günümüzde anor­mallik normalin yerini almış, faziletsizlik fazilet olarak algm- maya başlanmıştır. Bu konuda medyanın rolü inkar edilemez. Medyanın yardımıyla aykırılık, düzeni ve fazileti kovmaya başlamıştır. Homoseksüeller ABD’de bir millet olarak örgütle­niyorlar. Washington’daki görkemli nümayişleri hafızaları­mızda hâlâ taptaze. ABD’de cinsellik konusunda kaidedışılık öyle bir hale gelmiş ki, aykırılar sahip oldukları basın-yaym organlarıyla kendi davalarını kamuoyuna maletmeye çalışı­yorlar. Hatta homoseksüellerle-heteroseksüller arasında cep­

heleşme başgöstemiş. Sadece cinsiyet alarmda değil düşünce alanında da onlar yani aykırılar bütün dünyada histerik bir sal­dırı vaziyetine geçmişler, kısaca mevzilenmişler. Marjinal ke­simler ülkemizde de hakka ve fazilete karşı aykırılık mücade­lesi başlatmış bulunuyorlar. Tek silahları da şirretlikleri. Şey­tan Ayetleri’yle fenafilâh olmuş biri var kie) halk beni kaale al­mıyor, tepki göstermiyor, tahriklere kapılmıyor diye neredey­se dikkat çekmek için intihara başvuracak, kendini yakacak.

Mukaddesata saldığırdığı halde kendilerine saldırıldığı ka­naatinde. Edebiyatçılar Demeği de bu kanaate iştirak etmiş ol­malı ki Nesin’e yapıldığı ileri sürülen saldırıları kınıyor. İlhan Arsel’in de “Aydın ve Aydın ” kitabına getirilen kısıtlamaları eleştiriyor. İlhan Arsel’in “Aydın ve Aydm ” kitabı Mısır’da şid­detli tartışmalara yolaçan Nasr Ebu Zeyd’in doktora tezini ha­tırlatıyor. Mısır da son sıralarda İslâmî söylem ile başedebil- mek için Nasr Ebu Zeyd gibi borazanları kullanıyor. Mısır reji­mi aynı tarzda mücadelesini sürdürebilmek için aykırı fikir ve insanlardan azamî istifade yolunu deniyor. Meselâ son olarak “Tenvir; Aydınlanma” serisinden Kasım Emin gibi modernist söylemin, İslâm’a aydınlanma çağı ve düşüncesi çerçevesinde bakan sözde aydınlıkçı düşüncenin sembollerinden yararlanı­yor. Hüsnü Mübarek son olarak da Hasan el-Benna’nın arka­daşlarından olan Behi Huli’nin yeğeni, Mısır’daki aydınlıkçı akımın temsilcilerinden Lütfi Huli’yu bu çerçevedeki hizmet­lerinden dolayı ödüllendirdi.

Komünizmin sona ermesinden sonra ateist ve laik kesim­ler İslâm’a karşı sözde bir aydınlanma savaşı açtılar. Bu babda “Şeytan Ayetleri” gibi konular malzeme olarak kulanılmakta- dır. Muhammed Gazali ve Kitabu’l-İbriz sahibi Abdulaziz Debbağ benzeri âlimlerin söyledikleri şekilde dirayette zayıf

G Yazar Aziz Nesin kastediliyor.

ibni Hacer gibi bu babda aykırı görüş belirten muhaddis çok azdır. Kadı İyaz gibi onlarca mühakkik ve müdekkik alim bü iddiların uydurmadan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Böyle kem aletlerle, kem malzemelerle kemalata, mukaddesata sal­dıranlar “hem suçlu, hem güçlü” misali kendilerinin saldırıya maruz kaldıklarını ileri sürüyorlar.

Aydınık klişeler arkasına sığınarak karanlık örgütlerden biri de Masonluktur? kapılarım genelde kadınlara kapalı tut­muştur. Kadınlar sadece mason teşkilatlara ‘Hanımefendiler Gecesi"vAz misafir edilirlerdi. Ancak son yıllarda masonluk kapılarını kadınlara dar dairede de olsa açmaktadır. Dünya’da kadın masonların artmasıyla birlikte, üst kademelere tırmanış­ları da parellelik arzetmeye başlamıştır. İsmail Berduk Olga- çay Türkiye Büyük Millet Meçlisi çatısı altında ilk defa bir ma­son kadınının yeraldığını yazmıştır. Bileniniz var mı bu kadın şimdi hangi makamdadır?..

Faziletin savunması

AFGANİSTAN gibi ümmeti ilgilendiren bazı meselelerde okuyu­cuların haklı olarak kafaları karışıyor. Çünkü olayların seyri kafalarındaki ideal tabloya uygunluk arzetmiyor. Berrak ve te­miz yürekleri ve kafaları bu hadiseleri yorumlamakta güçlük çekiyor. Hafsalaları almıyor. Hadiselerin istedikleri ideal isti­kamette seyretmemesi de ızdırap ve endişelerini artırıyor. Ha­diseleri siyah-beyaz bağlamında ele aldıklarını zannettiğim bir arkadaş grubu adına Ankara’dan bize mektup gönderen İb­rahim, birbirlerine karşı muharebe eden Ahmet Şah Mesud ve Hikmetyar hakkında önceden hüsn-ü zanna sahip oldukarını son gelişmeler karşısında ise şaşırdıklarını söylüyor ve bizden yorum bekliyor. Siyah-beyaz perspektiften bakmak, olayları kavrayabilmek ve çözebilmek için yetmeyecektir. Bunun için daha geniş ve daha renkli bir aynaya ihtiyaç var. Kısaca mesele sanıldığından daha girift ve daha boyutludur.

Pakistan’da merhum Mevdudî’nin kurmuş oduğu Cema- at-i İslâmî’nin lider Kadı Hüseyin Ahmed görevinden istifa et­ti. Bir iki dönem Cemaat-i İslâmî’nin başkanlığını yürüten Hü­seyin Ahmet, cemaatin bazı müzmin problemlerini halletmek­te güçlük çekiyordu. Afganistan meselesinde kendisi gibi peş- tun asıllı olan Hikmetyar’a gerektiğinden fazla angaje olduğu

için diğer gruplar nezdindeki arabuluculuk misyonu zedelen­di. Partinin prestiji yara aldı. Halbuki yansız ve tarafsız bir Ce- maat-i İslâmî’nin Afganistan’da oynayacağı büyük roller var­dı. Pakistan iç politikasında da Hüseyin Ahmed’in liderliğin­deki cemaat büyük başarısızlıklara maruz kaldı. Daha önce Navaz Şerif le yapılan ittifak iptal edildi ve hatta buna mazeret bulmak için Benazir Butto’nun nisbeten Şeriften daha iyi ol­duğu tezi ortaya atıldı. En son olarak büyük iddialarla girilen genel seçimlerde büyük fiyasko ile karşılaşılmıştı. Pakistan’da en örgütlü parti olmasına rağmen Cemaat-i İslâmî bu seçim­lerde Millet Meclisi’ndeki 217 sandalyeden sadece üçünü ka­zanabildi. Bütün bu birikimlerin ve peşpeşe gelen başarısızlık­ların üzerine Kadı Hüseyin Ahmed isabetli bir kararla parti ge­nel başkanlığından istifa ettiğini açıkladı. Yanlışta ısrar etme­mek de bir fazilettir, bundan dolayı Kadı Hüseyin Abmed sa­dece tebriği haketmektedir. Yerine parti Başkanlığına eski Ge­nel Sekreter Çavduri Rahmet Elabiatandı.

Dünyada, İslâm’ın mazlum imajı, saldırgana dönüştürül­mek isteniyor. Faziletsizlik adına fazilete saldırılıyor. Bu saldı­rılardan biri de ünlü Alman manken Claudia Schiffer’in lager- feld Modaevi’nin defilesinde üzerinde Kur’ân’dan âyetler ya­zan dekolte bir elbise giymesiydi. Daha sonra özür dilendi an­cak manken tehditler aldığı gerekçesiyle gizlendi ve meseleyi mecrasından çıkardı. Haksızken mazlum rolünebüründü. Bu hadise vesilesiyle İslâm’ın saldırgan imajı bir kez daha tazelen­mek istendi. Hadise tamamen tertip ve kasıt kokuyor. Sabık örnekeri de gözönüne alındığında Müslümanların bu konu­daki tepkilerini hesaba katmamak biraz garip değil mi? Mısır Parlamentosu hadiseden sonra Müslümanlar’dan dantelli kı­yafetlerinde âyetler kullanan Chanel Modaevi’ni boykot etme­leri istedi.

Gün olmuyor ki İslâma ve mukaddesata fikir hürriyeti adı­

na saldırılmasın. Bir süre önce Mısır Kültür Bakanı Faruk Hüs- nü’nün kültür ve sanat alanındaki yayınlarla ilgili olarak el-Ez- her'vn görüşlerine başvuruyoruz” diyerek kendini ve bakanlı­ğını savunması bazı fanatik laikleri tepkiye sevketmişti. Bu açıklamanın akabinde laik aydınlar harekete geçmişler Ez- her’e meydan okuma anlamına gelebilecek bir adımla Rus el-Yusuf dergisinde “Bin Bir Gece Masallarının Kırmızı Say­falan”, “Şeytan Ayetleri”gibi bütün yasaklı yayınlardan pasaj­lar yayınlamışlardı. Bir nevi Aziz Nesin’in Türkiye’de yaptığım yapmışlardı. Yayınlanan alıntılar arasında öldürülen laik yazar Ferec Fode, Yusuf îdris, Taha Hüseyin’in bazı eserlerinin ya­nında, Nezzar Kabbani’nin “Arap Liderlerinin Açıktan Yargıla­ma” ve Necip Mahfuz”un Muhammed Ebu Zehra’nın bilirkişili­ğini yaptığı yasaklı “Evladu Haratüna” kitabından metinler de yeralıyordu. Dergi de mukaddimesinde Ezher’in aktörlüğün­de çeşitli yazarlara karşı engzisyon mahkemesi usûllerinin kullanıldığım, bu kıdemli İslâmî kurumun fikre vasilik rolü oy­namak istediği iddilanna yer veriliyor. Ezher’in Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin, Necip Mahfuz, Luis İwad, Fuad Zekeriyya ve Ferec Fode ve Mısır Yüksek Devlet Güvenlik Mahkemesi eski Başkanı Said Aşmavi’ye ait eserleri müsadere ettirdiği ileri sü­rülüyor. Ezher’e ve fazilete karşı açılan bu yaylım ateşinden sonra Mısırlı Nasır Ebu zeyd ile Fuad Zekeriyya (Kuveyt emi- ri’nin danışmanlarından ve Arap dünyasının önde gelen laik­lerinden) ve Cezayir asıllı Fransız yurttaşı Muhammed Arkun adlı yazarların avukatı, İdarî mahkemede açılan davada, Ez­her’in yasaklama karar hakkında, yürütmenin durdurulmasını istiyor. İşin aslına bakılacak olursa Mısırlı laiklerin bir kaşık su­da kopardıkları fırtınanın hiçbir haldi gerekçesi yok. Bu eserle­rin yasaklanması bizde Özal döneminde çıkartılan muzır yasa­sı benzeri Adab-ı Amme Kanunu’nun kapsamına giriyor. Yani Ezher’le bir alâkası yok. Keza Yusuf İdris’in yasaklanan piyesi

iyo o K i a u

de siyasî sebeplere dayanıyor. Gulat-ı laikler her yerde yerli veya yersiz olarak İslâm ve sembolerini hedef alıyorlar. Halbu­ki farkında değiller faziletin zaferi herkesin zaferi olacaktır.

Ocak’m son haftadaki sayısında Time dergisi Claudia Schiffer’ın Kur’ân âyetleriyle yapılmış dekolte kıyafetiyle res­mini neşretti. Podyumda çekilen fotoğraf hem mukaddesatı tasvir hem de tahrik ediciydi. Müseccel bir fahişenin bu rolü sahibine yakışan bir durum.

Son müstağribler

son alınan haberler de Boşnakların Clinton yönetimine kızgın oldukları Vurgulanıyor. İçlerinden bazıları, belki de Clinton’m kendilerini insan yerine bile koymadğını hatırlatıyor. Görüşle­rine başvurulan diğer bazıları da saksofoncu BiU’in(,) sanıldığı gibi pek de hareketsiz olmadığını, müslümanların aleyhine olunca harekete geçebildiğim anlatıyor. Bu haklı tepkiler kar­şısında Amerikan görüşlerini savunan Dışişleri Bakanlığı, Bos­na ile Bağdat’ın aynı olmadığım, Bağdat’ın Amerikaya saldırdı­ğım ve kendilerinin meşru müdafaa da bulunduklarını, Bos­na’da ise böyle birşeyin sözkonusu olmadığım belirtiyor. Dün­ya Amerikan menfaatlerinden ibaret olunca böyle düşünmele­ri çok normal. Boşnaklar’dan silah ambargosunun kaldırılması hususuna gelince, Beyaz Saray, Fransız ve İngiliz dostlarım üz­mek istemiyormuş. Ancak sıra Bağdat’a gelince nasıl da aym noktada birleşebiliyorlar. Bunun izahı nedir? Türk basım da bi­ri hariç saldırı günü ertesi gayet yerinde yorumlarda ve değer­lendirmelerde bulundular. Sadece Sedat Sertoğlu gibi bir iki sütün sahibi, Amerikan propagandaları ve menfaatleri doğrul-

1993’ün son aylarında saksofona Bili, fikir hürriyet adına İslâm’a hakeret eden Selman Rüşdi’yi Beyaz Saray’a kabul etmişti.

tuöuuua. udiıa /iincuM açiKiauıa yapuiauan ııcrııaıuc veKaie- ten olsa gerek, Bosna ile Bağdat arasında ilinti kurulmaması gerektiğini savundular. Baktık ertesi günü Hürriyet de çarket- miş, Amerikan’m haklılığını vurguluyor. Peki Bosnalılar mı doğru söylüyor, bizim basınımız mı? Eğer Bosnalılar doğru söylüyorsa basın ahlâkımız nerede kaldı? İslâm dünyasındaki mevcut rejimler de müslümana düşman batıla ve batılıya dost. Ne de olsa Lord Cromer’in kurduğu okulların, yani İngilte­re’nin ya da diğer batılı ülkelerin tezgâhlarından geçmişler. Bugünlerde Kahire’de Afrika zirvesi yapılıyor. Zirveye katman­ların çoğunluğu müslüman ülkeler. Ancak Bosna meselesini ve Filistin meselesini görüşeceklerine, İslâmî gelişmeleri nasıl önleriz derdindeler. Kendi aralarında bugüne kadar birleşe­meyen laik cephenin tek birleştiği nokta İslâm düşmanlığı. W.C. Smith’in “İslâm m Modem History’’ kitabında vazettiği gibi batılılar İslâm dünyasında kendilerine bende ve birbirleri­ne yabancı millî devletlerin kurulmasını öngörmüşlerdir. Bu politikanın mayalanması sonucu İslâm dünyası bugünkü peri­şan manzara ile karşı karşıya gelmiştir. Bu politikalar sonucu­dur ki Türkiye Batı’nın övdüğü izolasyonist politikalar izleme­si ve kendi tabiî dünyasından, Hinterlandından kopmuştur. Tabiî diğer İslâm ülkeleri de Türkye örneğini izlemişlerdir. Ba­tıklar millî devletleri muhkemleştirmek ve güçlendirmek için İslâmî da millîleştirmeye gayret etmişler ve bu yönde telkinler de bulunmuşlardır. Pakistan İslâmî, Mısır İslâmî ve Türkiye İslâmî gibi. Bu anlayışı ikame etmek için Ali Abdurrazık, Satı Hüsri ve Ziya Gökalp gibi mustağripler canla başla çalışmışlar­dır. Bugün bile yapılan yönlendirci kamuoyu yoklamalarında çağı etkileyen en önemli eserler arasında Ali Abdurrazık ve Sa- tı Hüsri’ninkiler sıralanmaktadır. Halbuki çağdaş Arap gençle­rinin bu zevatın eserlerinden haberdar oldukları bile şüpheli­dir.

Geçen aylarda Pakistan’da yapılan IKT zirvesinin gündem maddelerinden biri terörizm ve fundamentalizmdi. Afrika Zir­vesinin en önemli gündem maddelerinden biri de terör ve fun- dandalizm. Zirveye katılan Cezayir Devlet Başkanı Ali Kafi ve Hüsnü Mübarek bu konuda yine Sudan ve İran’ı suçladılar, Ce­zayir’de cuntaya karşı mücadele eden müslümanları kınadılar. Müslümanların üzerine frensiz bir vaziyette giden ABD, Irak’tan sonra şimdi de İran’ı suçlayan ifadeler kullanıyor. İran politikalarının sertleştiğini ifade eden Warren Christopher bir diplomatın göstermesi gereken nezaketi de bir tarafa bıraka­rak İran için “uluslararası bir haydut” tabirini kullanmaktadır. İran Meclis Başkanı Yardımcısı Ruhanî ise ABD’yi kimsenin ip­lemediği ve ciddiye almadığı için sendrom geçirdiğini haklı olarak ileri sürüyor.

Batı’nm gerek Bosna konusunda gerek Avrupa’daki göç­menler karşısındaki iflasının zincirleme olarak mustağribleri de iflasa sürüklediği bir gerçek. Son müstagribler de artık gü­nah çıkartıyorlar İstiğrabm iflası perçinleşiyor. Geçen haftaki Newsweek dergisinde son müstagriblerden Faslı romancı ve yazar Taher Ben Jelloun’nun hayal kırıklığını okuyabilirsiniz. Batı’nın değerleri çökerken araftakiler, müstağribler de hızlı bir şekilde erozyona uğruyorlar. Geçen haftalarda bir yazar Yaşar Kemal’in eşinin Yahudi olmasına rağmen Nobel ödülü alamadağını yazmıştı. Nobel Edebiyat Ödülü’nün niçin Necip Mahfuz’a verildiği kafanızı kurcalıyorsa bunu, BM Genel Sek­reterliğine niçin Gali’nin getirildiğinden çıkarabilirsiniz.Tahir Ben Jelloun her kriz döneminde suçla arandığını, bu sefer de Avrupa’nın bula bula göçmenleri bulduğunu belirtiyor. Gerek Almanya’yı gerek Fransa’yı kasıp kavuran ırkçılık dalgası ko­nusunda liderlerin birşey yapmadıklarını, tek dertlerinin kol­tuklarını muhafaza etmek olduğunu acılı bir dille anlatıyor Goncourt ödüllü Jelloun. Gerçekten de Batılı idareciler de son

yıllarda doğululara benzedier. Batı’da dahiyane idareciler dö­nemi çoktan sona erdi. Onlarda hadiselerin aştığı kuralların içine hapsoldular. Doğu’da da Batı’da da herşey kilitlenmiş durumda. Belki yeni ve taptaze bir rüzgâr bu kilitleri açabilir. Ama kesin olan birşey varsa o da Batı’nın devrinin kapandığı­dır. Yaşayanlar görür.

Lâiklik cephesi

1989’DA komünizmin çözülmesi ve iflasıyla birlikte birçok kav­ram, boşlukta yüzmeye başlamıştı. 1967 yılından itibaren İsra- il-Sovyet ilişkileri dondurulmuştu. İsrail’e karşı milliyetçi ve Sovyet destekli solcu örgütler mücadele ediyordu. Komüniz­min teslim-i ruh etmeye başladığı tarihlerde İsrail’e karşı mü­cadelede yeni bir faktör belirdi: İslâm. İsrail’e karşı mücadele eden FKÖ’ye rakip İslâmî hareketler de Hamas ve İslâmî Cihad çatısı altında temsil ediliyordu. İsrail 1989 yılma kadar Ortado­ğu’da Soveyt ve komünizm nufûsuha karşı ABD ile stratejik iş­birliği yapıyordu. Sovyetler’in devreden çıkmasıyla birlikte tehdit değerlendirmesi de değişiyordu. Bu değişimde tabiî faktörler yanında komünizma ideolocyasının çöküşü de rol oynamıştı. İsrail bu tarih diliminde Rusya ve Çin ile kesik dip­lomatik ilişkilerini yeniden başlattı.

İsrail için yeni tehdit belliydi: İslâmî güçler. Her ne kadar doğrudan muhatap HAMAS ve İslâmî Cihad olsa bile bunlar İs­lâmî evrensel uyanış ve düşüncesi gibi kuvvetli bir back graun- da (tabana) sahip durumdaydılar. Bundan dolayı İsrail’in mü­cadelesinin HAMAS ya da İslâmî Cihad ile sınırlı olması düşü­nülemezdi. ABD ile aynı paralelde giden ve onun hükümranlı­ğını kabul eden İslâmî hareketlere ılımlı İslâmî hareketler tabi­

ri kullanılırken, diğerlerine İslâm fundamentalistleri dendi. Bu arada Türkiye’de faili meçhul cinayetler sürüp gidiyordu. En sonunda tanınmış gazeteci Uğur Mumcu da öldürülmüştü. Mı­sır’da ise benzeri gelişmeler yaşanıyordu. Bir kahve kundak­lanmış ve failleri yakalanamamıştı. Sudanlı bir vatandaşın üze­rine yıkılmak istendi. Bu hadiselerin akabinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi bombalandı. Tabiî bütün ihtimaller gö- zardı edilerek, hadise Müslümanların üzerine yıkıldı.

Bu hadiseler gelişirken İsrail Başbakanı İzak Rabin ABD’ye gitti. Bu ziyaret sırasında CIA ve Pantagon uzmanlarının da tav­siyesi değişen dünya şartları ve Rabin’in istekleri üzerine ABD ile İsrail arasındaki esk stratejik işbirliği yeniden tanımlanarak başka bir alana kaydırıldı: terörizm ve İslâm fundamentalizmi. Böylece İsrail ile ABD arasındaki kutsal protokolün yeni alanı belirlenmişti.

İsrail’in bir başka hedefi de İslâm dünyasında geniş bir laik cephe açarak İslamcılarla mücadele etmekti. Bu gaye için Tür­kiye’deki bazı İran yanlısı hareketlerin tarz ve düşünceleri gündeme getirildi.Mısır ve ABD’de ise Ömer Abdurrahman ve Cemaat-ı İslâmiye faktörü projektör altına alındı. Türkiye’de Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle nasıl bir laik cephe teşkil edilmeye çalışıldıysa, Mısır’da da laik yazar Ferec FodcvÂn öl­dürülmesiyle bu minvalde suni bir akım oluşturulmaya çalışıl­dı. Kendisini laik cephenin dışında 'hissedenler otomatikman kendilerini anti-laik cephede bulacaklardı. Böyle bir cephe­leşme ihdas edilmesi teşebbüslerinin Mumcu ve Dünya Tica­ret Merkezi’nin ardından meydana gelmesi, bu hadiselerdeki MOSSAD boyutunu gündeme getirmektedir.

Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle Türkiye’de bilhassa sol kesimler nasıl mobilize edilmeye çalışıldı ve solun birleşmesi gündeme getirildi ise Mısır’da da benzerleri yaşandı. ABD-İsra- il ve Mısır arasında sözde İslâmî teröre karşı işbirliğine gidilme-

sim ısuyordu. İsrail de böyle bir protokolü bütün İslâm dünya­sına yaymak niyetinde. Bu meyanda ABD vasıtasıyla Pakis­tan’a baskı yapılarak Arap mücahidlerin sınırdışı edilmesi te­min edilmeye çalışıldı.

Bunun için Mısır’da ve Türkiye’de laik cephe kurulması ça­lışmaları mülahaza ediliyor. Mısırı tanınmış gazeteci Fehmi Huveydi, el-Ahram’daki haftalık yazısında bu teşebbüsün ar­kasında İsrail’in olduğunu yazdı. Fehmi Huveydi, Millî Cephe adı altında laik bir cephenin teşkilinin cemiyeti laikler ve İslâmcılar şeklinde ikiye böleceği uyarısında bulunuyordu. Bu teşebbüsün ardında ise başarısız bir suikast atlatan ve Müba- rek’le yakınlığı bilinen el~Musawer dergisinin editörü Mu­hammed Mekrem Ahmed bulunuyor. Muhammed Mekrem Ahmed, terörün kaynağını kurutmak için Millî Cephenin mut­lak bir zaruret arzettiğini yazmıştır. Bu çağrıya tek olumlu ses ise sosyalist ve komünist kanattan gelmiştir. Mübarek, son sı­ralarda. sadece Cemaat-ı İslâmiye’yi karşısına almakla kalma­mış, Müslüman Kardeşler’in tesirindeki sendikaların gücünü meclis kararıyla yonttuktan sonra, muhalefetin ve İhvan’m ya­yın organı mesabesindeki eş-Şa’b gazetesini kapatmayı karar­laştırmış ama bunda başarılı olamamıştı. Başta Mustafa Emin gibi liberal kanadı temsil eden Muhadram gazeteciler de de­mokrasi adına eş-Şa’b’ın kapatılmasına karşı çıkmışlardı.O

Türkiye’de de bazı eserleriyle tanınan Febmi Huveydi, Müslüman Kardeşler’den biri değil. Ancak ailesi itibariyle ya­kın bir isim. Esasen Muhammed Haseneyn Heykel’in şakirtle­rinden biri. Ferec Fode’nin öldürülmesinden sonra el-Ah- ram’da “Bu zatın Müslümanları tahrik ettiğini ve belki de bun­dan dolayı bu cezaya müstahak olduğunu” yazmasından dola­yı Mübarek tarafından aforoz edilmiştir. Lakin bazılarının ara-

eş-Şa’b gazetesi halen yayınına devam etmektedir.

ya girmesinden sonra Mübarek bu kararından vazgeçmişti. Böylece ei-Ahram'daki yazılarına ara vermek zorunda kalma­mıştır.

Velhasılı kelam, İsrail ve onu destekleyen Yahudiler bu kerteden sonra Neo-Nazizmi ya da başka bir gelişmeyi değil sadece İslâmî tehdit olarak görüyorlar. Liderleri de böyle söy­lüyor.

Mazinin tanıklan

sudan Ticaret Bakanı İbrahim Ubeydullah Türkiye’nin Afrika kapısı olmak istediklerini söylemiştir. Ayrıca Türkiye’yi İslâm dünyasının tabiî lideri olarak gördüklerini belirtmiştir. Ezher Üniversitesi Davet bölümü Başkanı Abdulvedud Çelebi de bir akşam yemeğinde “Yarabbî İstanbul’u yeniden hilafetin mer­kezi yap” diye dua ve niyazda bulunmuştu. Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavî de bu konudaki tesbit ve görüşlerini Kahire’de yayın­lanan Hüseyin Aşur Bey’in el-Muhterü’l İslâmî dergisinde yazdı. Nostalji dolu tesbitlerini size erzediyorum: “Osmanlılar 6 yüzyıl boyunca eski dünyanın bilinen üç denizi, Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz’e hakim durumdaydılar. Hatta renkle­rine göre bu denizlere isimlerini verenler de yine Osmanlılar Avusturya-Macar, Doğu ve Güney Avrupa’yı ele geçirmişler­di. Biz hilafeti Osmanlı olduğu için değil İslâm ve Müslümanla­rı temsil etliği için savunuyoruz. II. Abdulhamid devletin en güç ve zorluklar içinde bulunduğu bir dönemde Filistin’i sat­mayı reddetmiş bunun için hayatını ortaya koymuştur. Hilafet yeniden dizayn edilebilir, yapılanabilir. Ancak önemli olan Müslümalar arasında mevcut sınırların ortadan kalkmasıdır. İslâm, halife ya da emirü’l-mü’minin ile kaimdir. Bugünkü devlet başkanları ise ehl-i hal ve akt’m üyeleri olarak hilafet

müessesini İslâm’ın ışığında yeniden formüle edebilirler. Sı­nırların ortadan kaldırılması ve İslâm birliği, sokaktaki insanın ortak temennisi ve isteğidir. Bu gerçeğe boyun eğmeli ve laik­lik saplantılarından kurtulmalı. Eğer bugün zayıf bile olsa bir hilafet müessesesi işler halde bulunsaydı, Bosna’da işler böyle olmazdı. Osmanlılar Endülüs’ün düşmesine bir reaksiyon ola­rak Balkanlar’ı fethetmişlerdir. Osmanlılar olmasaydı haçlı Ferdinand ve İzabella Müslümanları sadece Endülüs’ten at­makla kalmayacak onları Kuzey Afrika’dan da sürecekti. Os­manlIlar döneminde (Süveyş Kanalı kazılana kadar) Akdeniz bir İslâm gölüydü. Portekiz donanmasına ait gemilerin burda seyrü seferleri yasaklanmıştı. Akdeniz’de sadece Müslüman- lar’a ait gemiler seyrü sefer yapabilirdi. Batılılara ait gemiler ise mallarını sınırlarda boşaltıyorlar bu mallar Müslümalar’â ait gemilerle taşmıyordu. Arap halkları arasında suni sınırlar yok­tu. O dönemde Mısır’dan Şam’a posta dört günde gidiyordu sanki uçak postası gibidi. Eğitim parasızdı.

Bugün eserini göremediğimiz tam bir demokratik ortam vardı. Biliyorsunuz Babıali, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan ön­ce Mısır Valisi olarak Hurşit Paşa’yı atamıştı. Mavi gellabiyeli ve ayakları çıplak mısır fellahları istemedi diye vali görevinden alındı. Böyle bir demokratik ortamın olduğunu bugün kim söyleyebilir? Osmanlılar döneminde şeriat hukuku Mecelle, ile maddeleştirilmişti. Bugün Mısır’da Sufi Ebu Talip’den Fethi Su- rur’a kadar meclis başkanları şeriatı kanunlaştırmaya çalışıyor- lar(!) Heyhat. Sosyal adalet denen şey bir vakıa idi. Fakirler için, bakıma muhtaç hayvanlar için vakıflar, su sebilleri vardı, yemek yenebilen ve ibadet ihtiyacını gideren her yerde tekke­ler Vardı. Meclis-i Mebusan’da Arap milletvekilleri neredeyse çoğunluk durumundaydılar. Mebus emeği karşılığı para al­mazdı, halka hizmet şeref olarak ona yeter ve artardı. Ne bölü­cülük vardı ne de başka sosyal ve siyasî yaralar. Binalarda es­

tetik vardı. Camiler ve kubbeler harikaydı, sihirli estetik çizgi­leri vardı, o zamanlar tam ve fiilî bağımsızlık. Ne Dünya Ban­kası vardı, ne de işgal orduları, ne de Amerikan kartelleri. Şim­di ise petrolümüz var. Süveyş’in gelirleri var. Dışarıda işçileri­miz var; bununla birlikte Dünya Bankası’na borçluyuz, fiyatlar ateş gibi, tek kurtuluş yolu doğum kontrolü ve yeme içmekten kesilmek. Buna rağmen yine de ABD ve İsrail’e bağımlıyız. Os­manlIlar Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına, Nil’in kaynak­larına medeniyet ve ümran götürdüler. Siyah Afrika denilen kı­tanın Asvan’dan Ötesi bilinmezdi. Osmanlılar aynı medeniyeti Avrupa’ya götürdüler. Siyah Afrika denilen kıtanın Asvan’dan ötesi bilinmezdi. Osmanlılar aynı medeniyet Avrupa’ya götür­düler. Burada tuvalet nedir, hamam nedir bilinmezdi. Bugün dünyada hamamlar Türk Hamamı olarak anılıyor. Abdest alın­ması için doğuda ve batıda hamamları genelleştirdiler.

Saç kesmesini, berberliği, mensucat işlemesini, terzilik sa­natını yine onlar Öğrettiler. Türk askerleri bir beldeyi fethettik­ten sonra oraya yerleşirler ve kendilerini zanaata verirlerdi. Ki­misi berber olurdu, kimisi kahve açar,-kimisi de hamam işletir­di. Kahveler OsmanlI’dan önce bilinmezdi.

Bazıları da marangozluk yapar ve camiî süslerdi. Mısır gibi ülkelerde büyük binaları Osmanlılar yapmışlardı. Nil vadi bo­yunca bomboştu ve sulama kanalları bulunmuyordu. Fatimi- lerin ve Akşitlerin yaptıkları ise sadece başkentle sınırlı kalmış­tır. Türk yargısı vardı sadece. Ama bir hapishanesi ve bir tutu­kevi bulunmazdı, sadece Kale’de (Muhammed Ali Kalesi Kahi­re) askerler için bir tutukevi bulunurdu.

Görüşlerinden dolayı bir vatandaş işkence görmemiştir. Polis ve polis kısımları bulunmazdı, medenî mahkemelerde davalar asırlar ve nesiller boyu devam etmezdi. Bütün anlaş­mazlıklar örfî olarak çözülürdü. Ezher, Sultan Hasan gibi mes- cidler büyük, devlet daireleri küçüktü. Şimdi ise bakanlıklar,

208 ORTADOĞU D E IN ALE mi in me                                                                           _______________ devlet daireleri büyüdü camiler bodrum katlarına hapsedildi. Osmanlılar zamanında ticaret çok canlıydı. Her grup bir alan­da ihtisaslaşmıştı. Bunlar anlatmakla bitmez...” İşte bir hilafet aşıkının gözlemleri bunlar. Biz OsmanlI’yı ve Afrika’daki icra­atlarını lâyık-ı veçhile bilmiyoruz. Oysa mutluluğumuz için o eski reçeteye o kadar muhtacız ki...

Zaman, 9 Ekim 1992)

“Küllü efrenci birinci”

“KÜLLÜ Efrenci Birinci” bir Arap tekerlemesidir. “Her ecnebi bi­rinci’ anlamına gelmektedir. Bu söz, 19. ve 20. yüzyıldaki Ba- tı’nın üstünlüğünü ve bizim ise geriliğimizi vecize haline getiri­yor. Bu geleneğin eskisi kadar güçlü olmadığı da bir gerçek. Merkezi Islamabad’daki Institute of Policy Studies, Arabic Sec­tion Müşaviri, Afgan Uzmanı Mısırlı Kemal el-Helbavi Afgan cihadı ve İntifada’nm 20. yüzyılın şerefini kurtardığını ve bu anlamda 20. yüzyılın Müslümanlar açısından olumlu işaretler ihtiva ettiğini belirtti. İyi yöndeki bu gelişmelere rağmen Müs­lümanlar henüz bazı marazî karakter ve hasletleri aşamadılar.

Batılılar kendi kurallarına göre oynuyorlar. Biz ise ne ken­di kurallarımıza ne de başkalarının kurallarına göre oynuyo­ruz. Bediüzzaman’m teşbihinde olduğu gibi müslümanlar ya­ğın bozulmuş halini hatırlatıyorlar. Neticede asaletimizi kay­bederek mukallid seviyesinde kalıyoruz.

Fethin 539- yılı münasebetile ESAM İslâm ülkelerinden ge­len delegasyonun iştirakiyle Yıldız Sarayı’nda iki günlük bir toplantı tertip etti. Yıldız Sarayı’mn az ötesinde Swiss Otel’de 500. Yıl Vakfı da Osmanlı-Yahudi münasebetlerini ele alan bir toplantı tertip etti. Toplantıya Bernard Lewis gib yahudi ilim adamlarının yanında Feroz Ahmed gibi Hind asıllı laik çehreli

eğilim faklı da olsa, her iki tarafta da OsmanlI’ya hasret gibi or­tak bir nokta vardı. Bugün kavgalı olan Araplar ve Yahudiler Osmanlı döneminde barış içinde yaşamışlardı. Hatta bir kısmı Endülüs’den birlikte bu topraklara göçetmişlerdi. Bu barışı Osmanlı Pax’i sağlıyordu. Osmanlı rabıtası kaybolunca denge de kayboldu. Dinî topluluklar birbirine yabancı belki de düş­man hale geldiler. Adaletsizlik adaletsizliği, şiddet şiddeti kö­rükledi. Geniş ölçekli adaletin yerini, taassub, tecavüz, gasp, haksızlık ve zulüm aldı.

Bazı gazetelerde ESAM’ın düzenlediği toplantının muhte­vası çarpıtılarak İhvanü’l-Müslimin Zirvesi gibi takdim edildi. Oysa toplatıda insiyatif Türk tarafının elindeydi. Ve gelen de­legeler arasında sadece Mısır ve Ürdün’den Müslüman Kardeş- ler’e mensup davetliler bulunuyord. Ben bu kouyu Mısır İhvan Lideri (Mürşidü’l-âm) Ebu Nasr’m yardımcısı Mustafa Meş­huda açtım. Meşhur fethin yıldönümü münasebetiyle geldik­lerini, zirve tabirinin yakıştırmadan ibaret olduğunu söyledi.

Bu gibi toplantıların önemli faydaları oluyor. Eski dostlara kavuşmak, yeni dostlar edinmek gibi. Benim için de güzel sürprizler oldu. Aslında baş yazarımız Fehmi Koru takılmasay- dı belki de toplantıyı izlemeyecektim. Mısır lideri Enver Se­dat’ın öldürülmesinden sonra yani tam 10 yıl önce birlikte ce­zaevlerinin hücrelerini paylaştığımız medrese-i Yusufîye ar­kadaşım Seyid Abdussettar millici’yi gördüm. Önce ben tanı­dım kendisini. Beni Türkiye’ye gelip giderken sonnuş ancak izime rastlayamamış. Birlikte hatıraları tazeledik. Kenan ille­rinde Hz. Yusuf’un kaldığı mekânlarda birlikte olmuştuk.

Toplantıya katılan, bir Azerî profesörden Ermeniler’in, Azerî ve Kürtler’i birbirine düşürme gayretlerini soruyorum. Profesör Ermenistan’ın Azerbaycan’da fedaratif bir yapı düşle­diğini aktarıyor ve “Laçin’deki Kürtler’le ilgili ayrı gayrımız

j                                                          vz         uıaıııaı k/iıvûiı ud y d^d. y illl I CZ1(J1

Kürder’dir diyor. Azerî delegeler geleceğe iyimser gözle bakı­yorlar. “Şimdiye kadar kozlar Ermenilerindi, bizi rahatsız edi­yorlardı. Ama rahatsız olma sırası onlarda. Ne Karabağ’ı, ne La- çin’i hazmedebilirler. Bu topraklar onların kursağında bir kıl­çık gibi kalacak” diyorlar. Gerçekten de Ermenilerin tarihî kin­lerinin kurbanları oluyorlar. İslâm dünyasına düşmanlıkları her halükârda onların aleyhinde olacaktır. Ruslar’la Türkler karşı karşıya gelse de gelmese de onlar ezilecektir. İslâm Dün­yası ile Batı’yı karşıya getirseler de orada onlar kalacak ve ezi­lecekler. Arkalarında Batı dünyası olmasa zaten hiç şansları ol­mayacak. Aslında kinin yerine sağduyuya hakim kılabilseler, belki de maşa olmak vartasından kurtulabilecekler.

Eskisi gibi emn ve eman içinde yaşayacaklar. Ne yapalım ki bu yönde karar vermek onlara düşüyor.

ESAM’ın düzenldiği toplantıda; ele alman önemli mesele­lerden biri dört İslâm ülkesinde İslâm Birliği Sekreteryası ku­rulması fikriydi. Bu fikir çoktan beri gündemde. Bir ara sekre- teryanm daimî merkezinin İslamabad’a alınması düşünülmüş­tü. Bundan yıllar önce. Ancak nedense bu fikir kuvveden fiile çıkamamıştı

Şimdi İslâmabad yerine sekreteryanın dört merkezde top­lanması öngörülüyor. Bu konuda tavsiye kararları alındı. İs­tanbul’da kurulması tasarlanan ve Ortaasya’daki Türk-İslâm ülkeleri arasında koordinasyonu ve işbirliğini temin edecek. İslamabad’da kurulacak sekreterya ise Afganistan, Malezya, Endonezya gibi Doğu ve Uzakdoğu İslâm ülkeleri arasında koordinasyon görevini sağlayacak. Kahire ise Afrika ve Arap ülkelerini koordine edecek. Dördüncü sekreteryanın merkez üssü ise Avrupa olacak. Avrupa’daki sekreterya Pasifik, ABD ve Avrupa’daki Müslümanlar arasında koordinasyonu sağla­yacak. Bu fikirler güzel de icraat safhasına sokmak epeyce zor.

Sebebi de, meselâ Sudan gibi bir ülke Kahire’yi koordinasyon merkezi olarak tanımayabilir. Buradaki icraat mevkiindeki in­sanların muvafakati alınmadan güzel de olsa böyle bir fikri ta­hakkuk ettirmek mümkün değil. Ancak bu tavsiyeleri ve teklif­leri yapan mercilerin yaptırım gücü olmasa da en azından me­seleleri gündeme getirmesi ve teorize etmesi güzel ve gelecek açısından önemli. Bugün İslâm dünyası arasında dayanışma- nını yeterli seviyede olmamasından dolayı İslâm dünyası “ve­ren el” değil de “alan el” mevkiindedir. Bu da uluslararası are­nada potansyeline münasip ve mümasil ağırlığının olmaması­nı engellemektedir. Dünya ticaret sistemi de müslümanlann aleyhinde cereyan etmektedir. Siyasî ve ticarî açıdan aleyhteki gelişmeleri engellemek için (en azından dengelemek) İslâm Birliği’nin temini acil bir ihtiyaçtır. Bu düşünce siyasî ve eko­nomik olarak hayata geçirildiğinde İslâm dünyası liberal dün­yaya rakip bir mevkiye yükselecektir. Bugün ve önümüzdeki dönemde Müslümanlar Japonya, ABD ve Avrupa Topluluğu gibi dinozor güçlerin arasında sıkışıp kalacaktır. İslâm dünyası toparlanmadığı takdirde de bu güçlerin arasında rekabet sah­nesi olmaktan kurtulamayacaktır.

İslâm Birliği, İlahî kanunlar muvacehesinde arz-talep ilke­lerini de dikkate alarak ideal bir sistem oluşturacaktır. Bu sis­temde ribanın yerini dayanışma, tekelleşmenin yerini serbest ticaret alacaktır. Bugün ABD rakiplerine karşı ticarette daha avatajlı bir konumdadır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslarara­sı finans kurumlanın denetlemektedir. Ayrıca ithal ikâmesi uy­gulayan Avrupa’yı gerektiğinde cezalandırmaktadır. ABD hem askerî gücünü ve hem de Gümrük Tarifesi ve Genel Ticaret Anlaşması’nı (GAIT) kullanarak fakir ülkeleri ve Üçücü Dünya ülkelerini mütemadiyen sömürmeyi hedeflemektedir. Ucuz hammedde yine güneyden kuzeye akacak, mamul ve yarı ma­mul sınaî maddeler de kuzeyden güneye gideceklerdir. İleride

GATT İslâm ülkeleri aleyhinde uluslararası bir ticaret mahke­mesi gibi de kullanılabilecektir. İslâm ülkeleri haksız rekabet karşısında korunmacı yollara başvurması halinde GATT’in prensiplerinin hışmına uğrayabilecektir. Hatta GATT İslâm Ortak Pazarı’nı engelleyici bir faktör olarak kullanılması ihti­mal dahilindedir.

ECO üyesi ülkeler arasında gümrük vergilerinin düşürül­mesi teklifi, Rusya ve ABD gibi menfaatlar ülkelerin baskısıyla geri çektirilmiştir. Türkiye bu konuda yoğun baskılar altında tutulmuştur. İSEDAK’m hedefine varamaması ve tökezlemesi­nin ardında da bu saikler vardır. Bu bozuk dengenin düzelme­si ve İslâm ülkeleri lehinde tecelli etmesi için ilk etapta pahalı da olsa yerli üretim teşvik edilmeli ve dolayısıyla ithalatta kısıt­lamaya gidilmelidir. İkinci etapta ise üretim kasrafları düşürü­lerek ihracata yönelmek gerekmektedir (export promotion Approach). Bu hedefleri gerçekleştirmemeyi Batılı ülkelerin baskılarına hamletme kolaycılık olur. Eğer devekuşu gibi başı­mızı kuma gömersek ancak “Küllü Efrenci Birinci” geleneği­nin devam etmesini sağlamış oluruz.

[Zaman, 5 Haziran 1992]

NOT: ESAM: Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi. İstanbul temsilciliği­nin düzenlemiş olduğu Müslüman Ülke ve Topluluklar Temsilcilerinin İşbir­liği ve Dayanışma Toplantısı 31 Mayıs-1 Haziran tarihlerinde İstanbul’da Yıl­dız Sarayı’nda yapıldı.

NOT: Muhterem Ertuğrul Düzdağ ağabey, “Kibrit-i Ahmer” tabirinin sözlük anlamının “kırmızı kükürt” anlamına gelmekle birlikte simya İstılahında eş­yayı altına çeviren iksirin karşılığında kullanıldığını hatırlattı. Ertuğrul Düz­dağ ağabey hem bu titizliğiyle eksiği gediği tamamlar, yanlışı düzeltirken hem de yazarları daha dikkatli yazmaya zorluyor. Bütün iyilikler onunla ol­sun. İlgisinin de devamını niyaz ederiz...

İslâmî cephe

FKÖ ile İsrail arasında imzalanan antlaşma ve barış süreci Ür­dün’ü yakından ilgilendiriyor. İlgili tarafların başında ise ikinci kez seçimlere katılan İslâmî Eylem Cephesi (İslamic Action Front) geliyor. Cephe Müslüman kardeşler hareketine yakın bir siyasî hareket. Bununla birlikte çeşitli kesimleri ve bağım­sızları temsil eden yönü de var. İslâmî eğilimlerinden dolayı Fi- listin—İsrail barışı konusunda yaklaşımı HAMAS’ı andırıyor. Bu sebeble de son seçimler ve seçimlerden sonra hükümete katıl­ması konusunda hareket içinde yoğun tartışmalar yaşandı. Zi- ' yad Ebu Ganime gibi üyelere göre seçimlere , katılmak bizatihî yanlış bir tercihdi. Bu konuda taviz verildi. Cephe, Ürdün’deki seçimlerden en güçlü kitle olarak çıkmasına rağmen hüküme­te iştirak etmiyor. Çünkü yeni hükümeti kuran daha önce İsrail ile banş görüşmelerinde Ürdün’ü temsil eden Abdusselam Me­cali. İsrail’le ilke olarak barışı kabul eden ve bunun öncülüğü­nü yapan bir başbakan ile Cephe’nin koalisyona gitmesi düşü­nülemezdi.

Önce Cephe’nin çıkış ve yükselişine bir gözatalım. İslâmî Eylem Cephesi grup olarak ilk defa 1989 yılındaki seçimlere katılarak ismini duyurdu. Sözkonusu seçimlerde; 80 milletve­kili ÜrdünParlementosu’na 23 milletvekili göndermeyi başar­

dı. 1993 yılında girdiği seçimerde ise milletvekili nisbeti 17’ye düştü. Bunlardan 16’sı Cephe listesinde biri de bağımsız liste­de katıldı seçimlere. Bununla birlikte Cephe mensupları oyla­rının arttığını ancak seçim sisteminde gidilen değişiklik yü­zünden kazandıkları sandalyelerin düştüğüne inanıyorlar. Se­çim sistemi Cephe içinde gerilimlere ve hatta kamplaşmalara yolaçtı. Yabancı basının tasnifine göre bu kamplaşmada sert­lik yanlısı kanadı Ziyad Ebu Ganime, ölçülü veya mutedil ka­nadı da İshak Ferban temsil ediyor. İslâmî Eylem Cephesi Ür­dün’de 20 seçim bölgesinden 6’smda birinci olmuş. Zerka gibi bölgelerde ise banko/tulum çıkardı. Filistin kamplarının yeral- dığı seçim bölgelerinde de Arafat’ın adayları karşısında Cephe ezici bir üstünlük kaydetti. Ürdün seçimlerinde Çerkez ve Hristiyanlara kotalar tahsis edilmiş bulunuyor. Son seçimler sı­rasında kadınlar için de kota uygulanması talepleri gündeme geldi. SEçimleri kazanan Çerkez asıllı tek bayan milletvekili olan Tucan Faysal oldu. Çerkezler ve Hristiyanların destekle­diği Faysal 1800 oyla seçimi kazanması olay olurken, aristok­rat bir muhit olarak tanımlanan aynı seçim bölgesinde İslâmî Cephe’nin adayı İbrahim Zeyd eb-Keylanî açık farkla 9300 oy­la sessiz sedasız milletvekili seçiliyordu. Kapalı bir toplumda alışılmadık fikirler serdettiği için Faysal haliyle sansasyon ko­nusu ve basına malzeme olmuştu. Tucan Faysal örneğinden sonra İslâmî Eylem Partisi de ilk defa 120 kişilik istişare mecli­sine Nawal al-Faori adında bir okul müdiresini de seçti. Amaç taze imaj ve Cephe’ye ılımlı bir yüz kazandırmak. Son sıralarda İslâmî partiler kadını yeniden keşfediyorlar. Meselâ Refah Par­tisi boyalı basının ifadesiyle imaj tazelemek gayesiyle Filiz Er- gün ve Gülay Pınarbaşı gibi yeni yüzleri transfer etti. Ürdünlü Çeçenlerin liderlerinden ve ulemâdan Abdıılbaki Cammu da ikinci kez parlamentoya girenler arasındaydı. İslâmî Cephe mensuplarına bakılırsa daha çok dağlı olan Çeçenler dindar-

hkta Çerkezlerden daha ileriler. Onlara göre, parlamentoya gönderdikleri temsilciler de bu hakikata parmak basıyor.

İslâmî Cephe mensupları kendilerini Suriye milliyetçisi olan hristiyan yazarlardan George Haddad gibi hristiyanların bile desteklediğini beyan ederken Cephe içinde bazı gedikler de açılıyor. Bu Hasan el-Benna döneminde Müslüman Kar­deşler ile Kıptîler arasında sınırlı bir diyalogu ve işbirliği orta­mını hatırlatıyor. Daha önce Cephe safları içinde seçimlere ka­tılan ve Filistinli tasavvuf şeyli Hatim Ebu Gzalaya. daha önce takibata maruz kalan müridleri Leys Şebilafve. Karraş bu defa seçimlere iştirak etmemişler. Bu gelişmeler Cephe’nin kuşatı- cılığma gölge düşürüyor.

Ziyad Ebu Ganimi tanınmış Ürdünlü yazarlarda biri. Üniversite tahsilini Türkiye’de tamamlamış bulunan Ziyad Ebu Ganime eşine az rastlanır bir Türk ve Osmanlı dostu. Arap dünyasındaki Osmanlı imajını değiştirmek için kitaplar bile kaleme almış. İslâmî Eylem Partisi’nin hükümetin İslâmî hare­ketin gücünü törpülemek için uygulamaya koyduğu yeni se­çim sisteminden dolayı son seçimleri boykot etmesini istiyor­du. Aksi olunca seçimlere katılmayarak Cephe’den istifa etti. Bunun da ötesinde Ziyad Ebu Ganime ve arkadaşları, İshak Ferhan’ı, İsraille barış taraftarı hükümetle uzlaşma içine gir­mekle suçluyorlar. Ferhan’ın Cephe içinde, başta eski meclis başkanı Abdullatif Arabiyat olmak üzere; Ortadoğu barış süre­cine karşı olan İhvana kanadı kazanamayacakları bölgeler­den aday göstererek harcadığı ileri sürülüyor. Bu ihtilaflar te­davi edilemezse Cephe ile İhvan’ın yollarının tamamen ayrıl­masından; Ferhan ve yandaşlarının Cephe’yi, Ziyad Ebu Gani-

O Ürdün’deki bunalım ishak Ferhan’ın lehinde neticelenmiş, Ziyad Ebu Ga­nime ise ABD’ye yerleşme kararı almıştır. Bu şekilde ihtilâfların üstesin­den gelinebildi.

me ve arkadaşlarının da İhvan’ı farklı farklı istikâmete sevket- melerinden endişe ediliyor. Böyle bir bölünme 1950’li yıllarda vaki olmuştu. Şeyh Takiyyüddin Nebhani, AbdülazizHayyat ve Es’ad Beyud Temimi İhvan’dan ayrılarak tehlikeli bir örgüt sayılan Hizbu’t-Tahrir’ikurmuşlardı.

Altıncı Bölüm

Tarih sapağında kendini tekrarlayan tarih

Kaddafî ve

el-Hakim bi-Emrillâh

gazeteler, Kaddafî’yi Ramazan Bayramı’nda halka imamlık yaparken gösteren fotoğraflar yayınladılar. Kaddafî iktidara geldiği ilk dönmelerde basına bu tür pozlar vermekten hoşla­nıyordu. Sunûsî Hanedanlığını yıkan Kaddafî ilk başlarda göstermelik İslâmî icraatlarda bulumuştu. Ardından “Yeşil Ki­tap” gibi bir bidatle ortaya çıktı ve sonra işi sünneti inkara ka­dar götürdü. İktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan biri de hilalli Libya bayrağını kaldırmak oldu. Mısır’da hür su­baylar da aynı yola başvurarak üç hilalli bayrağı terderek an­lamsız renklerden oluşan bir harmoniye bayrak diye sarılmış­lardı. BÖylece devrimciliklerini isbatlamış oldular. Muhalif Libya Anayasa Birliği (Libyan Constitutional union) Kaddafî’yi devirdiklerinde eski bayrağa döneceklerini vaadediyorlar.

Kaddafî siyasî gayeler uğruna teröre cevaz veren bir yakla­şım içinde. bunu bir felsefe olarak savunuyor. Hep Amerikalı- lar’ın yanlışlarını görüyor. Aslında barışabilse, barışacak ama bu imkanı bulamıyor.

Kısaca Kaddafî netlikten uzak biri. Tam Batı’nın aradığı bir tip. Her zaman kullanılmaya müsait, müzebzeb. Batı darboğa­za girince, başı sıkışınca, Saddam ve Kaddafî gibi şamar oğlan­larını kullanıyor. Bunlar cirmlerine bakmadan cihangirlik yarı-

Şirin gırıyonar. tıcışcyı ıvuıı<11111 id. taraftar bulamıyorlar.

el-Hakim bi-Emrillah ’m izinde

Fas Kralı Haşan “Emürü’l-Müminin” geçinir. Kaddafî’de şu an­da Saddam’dan daha da ileri giderek ABD’ye karşı hilafeti kal­kan olarak kullanma arayışları içinde.

Londra’da yayımlanan el-Hayat gazetesinden öğrendiği­mize göre (7 Nisan 1992) Kaddafî ivedi bir şekilde Arap birliği­nin teşekkül etmemesi halinde, İslâm ülkelerine yönelik Hris- tiyan saldırılarına karşı "HUafef^z da “ ikinci Fatimi”devleti­ni ilan edeceğini açıklıyor. Kaddafî Trablus’da halka karşı yap­tığı konuşmada daha da ileri giderek şunları söylemiştir: “Hila­feti ya da İkinci Fatımi Devleti’ni ilan ederek kendimizi bütün müslümanlarm sorumlusu olarak ilan edeceğiz. Eğer herhangi bir ülke İslâm birliği bayrağını kaldırmazsa biz kaldıracağız ve bu bayrağın altına bütün mücahid, müslüman, fundamenta- liste> ve fanatikleri, özsavunma ve İslâm’ı savunma gayesiyle toplayacağız. Hangi ülke olursa olsun; İran, Afganistan. Endo­nezya ya da Nijerya İslâm bayrağını kaldırırsa bizi destekçisi bulacaktır...”

Kaddafî el-Hakim bi-Emrillah gibi kendisine ilahlık izafe edilen sultanların devleti olan Fatimileri kendisine örnek al­maktadır. O Fatimiler ki, tarihen Haçlılarla işbirliği içine gir­mişler ve Mısır’ı Haçlılar’ın eline düşmekten Selah addin-i Ey- yubi kurtarmıştır. Kaddafî İslâmî terminolojiyle kendi heva ve hevesine göre oynayarak, hilafeti düşmanlarına karşı bir koz

Kaddafî bazen aşın derecede İslâmî hareketlere muhalefet etmek de ih­van, Ceınaat-ı İslâmiyye ve el-Cihad gibi örgütleri Kâfirlikle suçlamakta­dır. İslâmî kullanma konusunda ise zaman zaman Fas Kralı İkinci Hasan’a yaklaşmaktadır-.

__________ mıaretın öaşka fonksiyonu yok mu acaba? Maalesef bu anlayışta olan Haşan Hanefivt Enver Abdulmelik gibi “İslâmî Sol’’ tandanslı yazarlar İslâm dünya­sındaki entelektüel çevrelerde hüsnü kabul görmüşlerdir. Kaddafî örneğinde de görüldüğü gibi rejimler ve İdeolojiler sonraları yaklaştığında, başlarına felaket geldiğinde savun­dukları ideolojiyi bırakarak dine yönelmektedirler. Peki bu in­sanlar baştan nerede?

Libya’nın ikinci adamı Abdusselam Callud da fundamenta- lizmi destekleyeceklerini ve dünya müslümanlarını silahlandı­racaklarını söylemiş ve ardından Venezüela elçiliğine saldırı­dan sonra çarketmiş ve halkı itidale davet etmiştir. Tarihen sa­bittir ki, Kaddafî bugün medet umduğu insanları daha önce hücrelerde ve cezaevlerinde yoketmiştir.

Kaddafî de adamı Callud gibi karakolda doğru söylüyor, mahkemede şaşıyor. Kaddafî Fransız basınına verdiği müla­katta, hilafet konusunda kaçamak konuşmuştur. “Halen Lib­ya’ya karşı yapılan hareketler, Arap halk kitlelerini korkutu­yor. Onların dinî taraflarını kuvvetlendiriyor. Tehlike budur. Müslümanlar kutsal savaş ilan etmek için, şimdi bir halife etra­fında toplanmayı arzu ediyorlar. Eğer böyle bir faraziye ger­çekleşirse, bütün dünyayı ateş sarar. Dünya ikiye bölünür. Bir tarafta Hristiyanlar diğer tarafta müslümanlar...”

Böyle bir konjonktür içinde kendi rolünün ne olabileceği konusunda ise Libya lideri şunları söylüyor: “Büyük savaşa ka­rar verilmesi için bana gelip ısrar ediyorlar. Ve Libya’nın bir ha­life ülkesi olmasını istiyorlar. Sicilya’nın, Avrupa’nın bir bölü­münün, müslüman vatanının sınırları içinde mülahaza edilip benim de halife sayılmamı istiyorlar. Yöneticiler bu haberi ge­lecek hafta ilan etmemi arzu etmekteydiler! Bu elbette kabul edilemez. Benim görüşüme göre, böyle birşey Avrupa’nın sö­mürgeleştirilmesin! tasdik etmek demektir. Biz kendi sınırlan-

224 ORTADOĞU D t İN K L r, m un

mızın hangisi olduğunu çok iyi biliyoruz. Onlan iyi savunmak­la yetinelim... Kaddafî herşeye rağmen yine de Batılılar’a karşı yüzyüze geldiğinde centilmen. Bayan konmandolar tarafın­dan korunan Kaddafî hem cihaddan söz ediyor hem de fethi sömürgecilikle karıştırıyor. Eğer fetih sömürgecilikse Libya da Araplar tarafından sömürge ve asimile edilmiştir. Saddam ve Kaddafî gibiler yaptıkları çıkışlarla, Bush gibi düşmanlara “İsa ve Hristiyanlık galip geldi” dedirtiyorlar. Bari bunları tedip edenler Müslüman olsalar...

NOT: Zaman zaman Kaddafî’ye karşı Rallud’ün İslâmî muhalefetle dayanış­maya girdiği ileri sürülüyor.

kaddafî bilmecesi

kuzey Afrika tikeleri askerî ve dikta rejimler altında İslâm ile mücadele ediyor. Şadli b. Cedid döneminde müslümanlar kıs­mı bir rahatlama içindeydi. Daha sonra olaylar çift taraflı geri­lim ve çatışmaya dönüştü. Hatta Cezayir’de hadiseler çığırın­dan çıkarak bir iç savaş boyutunu kazandı. Batılılar her şeyden önce güçlü bir Cezayir istemiyorlar. Çünkü Afrika’yı ve Afri­ka’da örtülü sömürgeciliği etkileyebilecek bir ülke. Müslü­manları da iktidarda görmek istemiyorlar. İstedikleri tek şey kaos ve perişanlık. Bu taplonun mefhum-u muhalifi geçerli olsaydı, Müslümanlar ile Şadli’nin uzlaşmasına imkan tanınır­dı. Kısmî bir çoğulculuk yaşayan Mısır’ın dışındaki Kuzey Afri­ka ülkelerinden Libya ve Fas’da devlet tekeli bir İslâmî anlayış sözkonusu...

Kendisine “Emİrüd-Mü’minin’5 sıfatını uygun gören Fas Kralı İkinci Hasan, Fransa’nın Müslüman kızların başörtüsü aleyhinde izlediği politikasını tasvib etmişti. Libya tamamen ayrı bir hikaye, Kaddafînin sünneti inkar ettiği ve bu yönde tezler geliştirmeye çalıştığı bilinen bir gerçek. Kaddafî, İslâm’ı şahsî emelleri için kullanmak istemiştir. Bu çerçevede Hafız Esad ile bütünleşir. Bazı Alman matbuatı ve The Economist, Esadîn ülkesinde Esadvarî bir İslâm geliştirmek istediğini ileri

sürer. Suriye Müftüsü Ahmed Köftaro gibiler ise bu planlarda maşa olarak kullanılırlar. Alman basınının da yazdığı gibi Esad, Ramazan el-Butiy& İslâmî bir parti kurdurmak istemiş ve ancak maksada arif olan Buti teklife yanaşmamıştır. Butî, Economisfin yazdığı gibi Esadvarî doktrini besleyen bir ilim adamı değil. Sadece imkânları Müslümanlar lehinde kullan­mak isteyen biridir. Rejim de Ramazan Butî popülizmini, meş­ruiyeti için kullanmaya çalışmaktadır. Bu babda rejim ile hulul ve nüfuz etmeye çalıştığı halkı ayırdetmek gerekir. Butî seçmiş olduğu metoduyla hizmetine devam ediyor.

Kaddafî’nin uzun yıllardan beri Müslümanlar aleyhinde dolaplar çevirdiği, mezalim uyguladığı bilinir. Ama anti-em- peryalist imajı, öbür yüzünün net bir şekilde ortaya çıkmasını engellemiştir.

Kaddafi’nin Müslümanlar aleyhindeki son. tavırlarını Yeni Amerikan yönetimine kur yapma ile sınırlandırmak hata-i azim olur. Kaddafî, Saddam, Arafat ve Ali Abdullah Salih gibi iki yüzlü liderlerin en uçlarından biridir. Son sıralarda baklayı ağzından çıkarmıştır. Kaddafî, Trablusgarp yakınlarında yaptı­ğı konuşmasında İslâmî hareketleri, “sömürgeci ve şeytanca bir komplo” yürütmekle suçlamış, bunlar için “Bu örgüt üyele­rini köpek vurur gibi vurun” demiştir. ABD’yi de Libya, Tunus ve Mısır’da İslâmcı eserleri bastırıp dağıtmakla suçlayan Libya Lideri Muammer Kaddafî: “Müslüman kardeşler” ile “Tekfir vel-Hicre”nin Mısır’daki kollarını “mezhebi sapkın” örgütler olarak tanımlayarak bunların İslâmî inkâr ettiklerini savunu­yor. Kaddafî “İslâm ve Arapçılığı” karalamaya çalışan “bu mezhebî sapkınların” yargısız olarak ortadan kaldırılmasını is­tiyor. “Mezhebî sapkınlardan herhangi birini tanıyan varsa, onu bir köpek gibi ortadan kaldırsın” diyor. Bu sözler birer ku­rusıkı değil, fiiliyata geçirilmiş eylemlerdir. Ancak Kaddafî her zamanki gibi burada sapla samanı birbirine karıştırmaktadır.

Zira ihvan ile Tekfir vel-Hicre Sera ile Süreyya gibi birbirinden uzaktır. İhvan bir realite, et—tekfir vel-Hicre şizofreninin en ilerlemiş halidir. İtizal çizgisinde olan Kaddafî maalesef bir zamanlar İslâm dünyasının popüler liderlerinden biriydi. Ay- nileştirmeden diyebiliriz ki, aynı çizgide olan Muhammed Amara gibi yazarlar da bugün kimi İslâmî çevrelerde aynı alâkaya mazhar durumda.

Kaddafî sözlerini fiiliyata geçirmiş bulunuyor. Libya’da yüzbinlerce İnsan, insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya. Müs- lümanlara yönelik işkence bütün fecaatiyle devam ediyor. Lib­ya insan Haklarını Savunma Teşkilatı’mn yayınladığı ilk bildi­ride (Sadal Cihad 13-1993) ihtiyar, kadın ve çocuk olmak üze­re birçok insanın işkence altında can verdiğini, yargısız infaz­ların yapıldığım bildiriyor. Aynı bildirde fikir suçlarından dola­yı yirmibin dolayındaki Libyalı’nın zindanlarda çürüdüğüne dikkat çekiyor. Bunların Aynızore, Ebu Selim Askerî Hapisha­nesi, Mansura hapishanesi ve Mevlayı Muhammed Camiî arka­sında Mahallî İdare’de işkence gördükleri belirtilmekte.

Tarih birgün Sunusıler’le Kaddafî arasındaki iktidar değişi­minin ayrıntılarım ve arkasında kimlerin bulunduğunu, keza “Kayıp İmam Musa Bakır es-Sadr’m nasıl Libya’da kaybolduk­tan sonra 1986 yılında İsrail zindanlarında öldüğünü aydınla­tacaktır.”

Yehova aslanı

ETYOPYA dünyadaki ilk Hristiyan ülkedir. Müslümanların ilk göç ettikleri; yardımcı pozisyondaki ülkedir. Etyopya mozaik bir ülkedir.

Kızıldeniz kıyısında çok stratejik bir mevkii haiz bulunan Eritre bazen bağımsız bazen de Etyopya’ya bağlı olarak yaşa­mıştır. Etyopya ile Eritre’nin tarihî ve kültürel ortak donelere sahip uniter bir ülke olup olmadığı tarihçiler ve siyaset bilimci­ler arasında tartışılmıştır ve hâlâ tartışılmaktadır.

Etyopya yine Kızıldeniz hattında Osmanlılar’a karşı Batık­lar ile stratejik işbirliğine giren ilk ülkedir. Kitab-ı Mukaddes’e konu edilmesiyle de zengindir.

Eritre uzun ve yorucu bir maratondan sonra bağımsızlığını ilan etti. Ardından geçtiğimiz ayın (28.4.1993) son günlerinde referandum yapıldı. Halkın kahir-i ekserisi bağımsızlık yö­nünde görüş belirtti. Ardından Türkiye de bu ülkenin bağım­sızlığını tandığını ilan etti.

Ortaçağlarda İslâm’a karşı Batı’nın yanında yeralan Etyop­ya özellikle Haile Selasiye’den sonra İsrail’le stratejik işbirliği­ne gitmiş ve bu işbirliği günümüze kadar devam etmiştir. Fla- şaların göçünü bu babda değerlendirmek lazım. Haile Selasiy- îe ya da nam-ı diğer Yehova Aslanı kendisinin Süleyman

(as)’m torunu olduğu iddiasıyla kendisini Yahudiler’in tabii müttefiki kabul etmiştir. İsrail-Etyopya ilişkileri mazide Erit- re’nin bağımsızlığı aleyhinde cereyan etmesine mukabil İsrail ahtapotu kollarını yeni bağımsızlığa merhaba diyen Eritre’ye uzatmakta gecikmemiştir. Bu işbirliğinin tarihi seyrine bir gö- zatalıml

Habeş İmparatoru Manlık 1880’de Ogaden’in başkenti ve- bir Osmanlı şehri olan Harar’ı ele geçirir. Manlık’ın ölmesin­den sonra 1913 yılında yerine torunu Lig Yaso geçer ve ansızın Müslümanlığını ilan eder. Hristiyanlar şoke olur. Geçmişte benzerine Rastlanmayan, bir şekilde müslümanlara iyi muame­le eder Yerel ve batılı Hristiyanlar tedbir almakta geçikmezler. 1914 yılında Dünya Kiliseler Birliği ile birlikte İngiltere, Etyop- ya Kilisesi’nin başı olarak Mısır Kıptî Patriği’ne mektup gönde­rir. Mektubun bir kopyası da Habeş Metropoliti Metaus’a gön­derilir. Bu mektuplarda Lig Yaso’nun Hristiyanların ve Hristi- yanlığın menfaatlerine büyük bir tehlike arzettiği dile getirilir. Bu komplolar meyvesini vermekte gecikmez ve Lig Yaso 27.9. 1917’de hapse atılır. Yerine Yehova Aslanı geçirilir. İkinci Dünya Savaşı arefesinde yurt dışına kaçmak üzere olan Haile Şelasiye hapisteki Lig Yaso’yu öldürür. Ali Nar Hoca’nm çevir­miş olduğu bir eserde bu mevzuda detaylı bilgi vardır.

Eritre 1577 tarihinden itibaren Osmanlı hükümranlığı altı­na girmiştir. 1939’da İtalya, 1941’de ise bu bölgeyi İngiltere iş­gal etmiştir. İngiltere Eritre mevzuunu BM’ye getirmiş ve gö­rüşmeler sonucunda Eritre’ye tam bağımsızlık hakkı verilmiş­tir. Ancak İsrail’in BM’deki yoğun kulisleri üzerine 1950’de bu karar tadil edilerek bağımsızlık hakkı muhtariyyete indirilmiş­tir. Haile Şelasiye bu hükmü de iptal ederek anlaşmaya son darbeyi indirmiştir. Yine muhtariyet kararı mucibince resmi dil olarak belirtilen Arapça ve Tigreyce rafa kaldırılmıştır. Bilaha­re Arapça’ya karşı savaş, İslâm davetçileri ve Arapça muallim­

lerinin ülkeye girişleri yasaklanmıştır. İsrail ile Adis Ababa iliş­kileri bundan sonra daha da gelişmiş, İsrail’in Adis Ababa’daki büyükelçiliği yabancı elçiliklerin en büyüğü ünvanını kazan­mıştır. Eritre’de eğitim, ekonomi ve askerî faaliyetler tamamen İsrail’in kontrolü altına girmiştir. Asmara MOSSAD’ın bölgesel merkezi haline gelmiştir. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Haile Selasiye Eritre’yi ele geçirmek için İsrail’in hem bombalarına hem de MOSSAD’ın yardımlarına başvurmak zo­runda kalmıştır. Buna mukabil Etyopya İsrail’in Afrika’ya açı­lan penceresi olmuştur. Haile Selasiye ve ardından darbe ya­pan Mengistu Haile Mariam İsrail için hiçbir hizmette kusur et­mediler. Şimdi Eritre Kurtuluş Cephesi’nin Lideri İssaias Afe- werki’nin(,) İsrail yandaşı olması da sürpriz değildir...

İssaias Afewerki İsrail’in ve Batılılar’ın Kızıldeniz’deki Stratejik Müttefiki­dir. Sudan’ın iyi ilişkiler geliştirme arzusuna rağmen Batılılar’ın ve Suud gi­bi ülkelerin tahrikleri sonucu Eritre yönetimi Sudan’ı fundamentalist hare­ketleri desdeklemekle suçluyor. Erineli fundamentalistlerin Sudan’dan ülkeye sızdıklarını ileri sürüyor. Eritre, Kuzey Irak gibi yeni oluşumlar böl­gedeki emperyalizmin yeni bekçi ve müttefikleri konumundalar.

Mucize kıta

THE ASSOCIATED Press Ajansı’nın haberine göre, Çad’da sol eli­nin iki ayrı yerine Arapça olarak “Muhammed” yazan bir muci­ze bebek dünyaya gelmiş. Muhammed imzalı bu kız çocuğuna henüz bir isim verilmemiş. İşin ilginç yanı kızın anne ve babası hristiyan Josephine Mormale ve Thomas Ndoubade isimlerini taşıyorlar. Bu “mucize çocuk” Çad Lideri Albay İdris Deby ve Romen Katolik Kilisesi’nin Ndjamena Başpiskoposu Monsin- yör Charles Vandema tarafından da ziyaret ediliyor. Çad’ın başkentinde yayınlanan “Ndjamena-Hebdo”gazetesi bebeğe “mucize bebek” ismini uygun görmüş. Çad Millî Haber Ajansı ve televizyonu da bu kutlu doğum hadisesini duyurmuşlar. Bebeğin annesi ilk önce yazı olduğunu farkedememiş, yara izi olduğunu düşünmüş. Yazının İslâm Peygamberi Hz. Muham­med olduğunu ilk farkeden bebeğin annesinin kızkardeşi ol­muş. Daha sonra imamlar ve Müslümanlar çocuğu görmek için aileyi ziyarete gitmişler. Ziyaretçilerin artması üzerine Müslüman liderlerin organizasyonu ile aile otele yerleştirilmiş. (Turkish Daily News, 6 Ekim 1992 ve Meydan gazetesi). Bu meselede sansasyon ihtimali var mı bilemiyoruz. Bu konular­daki sansasyonel haberler kamuoyunu ve bizi de dikkatli ol­maya zorluyor. İsevîler Portekiz’in Fatima şehrinde Hz. Mer­

yem’in görüldüğünü ileri sürmüşler ve konu medyalar tarafın­dan kamuoyuna intikal ettirilmişti. Fakat Çad’daki meselede üst makamlardaki insanların hadiseye şahit olmaları sanki doğruluk derecesini arttınyor gibi. Bununla birlikte bizin meş­rebimiz bazı fenomenlerle insanların duygularını istismar de­ğildir. Mevzu ile alâkalı Bakillani ya da başka bir kelam alimin­den enteresan bir espri nakledilir. Bir kelamcı Bakillani’ye, “Allah’ın varlığının isbatı konusunda bin delilim var” der. Bu­nun üzerine Bakillanî mukabele eder ve: “Bu, senin bin şüp­hen olduğunu gösterir” der.

21. Yüzyılın kıtası

Afrika bütün imkânsızlıklarına rağmen canlı bir kıta. Seyyid Kutup çeşitli kitaplarında 21. yüzyılın Siyah Kıta’nın yüzyılı olacağını yazmıştır. Keza Cezayir’in ünlü düşünürü Malik b. Nebi hayatını Afro-Asya dayanışmasına vakfetmişti. AIDS, aç­lık ve sefalet Batı medeniyetinin bu kıtaya hediyeleri. Müslü­manların bu kıtada medeniyet savaşını kazanmalarıyla kıtanın makûs tahili de yenilecektir. Afrika bir fırsatlar kıtası. Afrika OsmanlI’yı unutmadı. Biz ise 70 yıldır onları unutmuştuk. Bu­na ramen dertlerimiz ve kaderimiz ortak. Günümüzde evren­sel olamayan değerlerin ve milletlerin yaşama şansı azalmıştır. Gerisinde kaldığımız değerlerimiz yeniden bizi evrensel bir konuma getirecektir. Bu da fırsatların değerlendirilmesiyle gerçekleşecektir. Yeniden kalkınma istiyorsak, mutlaka Afri­ka’yı yeniden keşfetmek zorundayız. Batılılar bugün Mısır, Su­dan ve Nijerya gibi Afrika’nın en büyük ve en güçlü üç İslâm ülkesini bölmek ve parçalamak ve bölünen parçalar üzerinde Hristiyan devletler kurmak istiyorlar. Afrika ve Asya’da yeni Sykos-Picot’ların önüne geçmek için Malik b. Nebi’nin kaldığı yerden Afrika-Asya dayanışmasını yeniden kurmak zorunda­yız.

Yedinci Bölüm

Kara Kıt’a da beyaz yapraklar

Liderlik Sendromu

İslâm dünyasındaki liderlerde ehliyet eksikliği söz konusudur. Yönettikleri toplundan temsilde başarılı olamazlar. Çünkü ge­nelde toplumdan kopukturlar. Ancak İslâmî hareketleri yön­lendiren manevî liderlerin de yeterli oldukları doğrusu kuşku götürüyor. Bu liderler de bir nevi geçici ve gölge liderler. Halk gerçek liderlerini arıyor.

Bu gölge liderlerden biri de Turabî. Çeşitli Müslüman teo- risyenler zaman zaman İslâm’ı, seküler sistemlere benzetmek­ten geri kalmıyorlar. Mesela bazıları İslâmiyet ile sosyalizm arasında ilinti kurarken, bazıları kapitalizmle, diğer bazıları da laiklik ile irtibatlandırıyorlar. Hasan Turabî ise, İslâm ile Arap milliyetçiliği arasında tezad görmüyor. Bundan dolayı iç politi­ka ve dış politikada tezadlara düşmekten kendini alamıyor. Mesela İran-Irak savaşında Irak tarafım tutan Turabî, savaştan sonra ve yakın zamanlarda dost ülkeler arasına İran’ı da sok­muştur. Keza Libya ile yakınlaşma içinde olagelmiştir.

Ama ilginçtir, son İngiltere ve ABD ziyareti sırasında Su­dan’ın Libya’ya karşı uygulanan yaptırımlara saygı gösterece­ğini ve delme girişiminde bulunmayacağını kaydetmiştir. İçte de kâh Numeyri gibi askerlerle kâh farklı yelpazedeki sivillerle işbirliği içinde olagelmiştir. Son olarak da 1989’da Ömer Be-

şir’in yaptığı darbeyi desteklemiş ve tabanıyla bu darbenin kı­lıcı olmasını sağlamıştır. En azından şimdilik. Kısaca her alan­da daldan dala atlamakta.

Millî-İslâmî Cephe’nin lideri Hasan Turabî, İngiltere ve ABD’yi ziyaret ederken, Askerî Konsey’in Başı Ömer Beşir de Suriye’yi ziyaret etti. Oysa Suriye-Sudan açısından İsrail’e kar­şı radikalliğim kaybetmiş bir ülke (gerçi ne zaman İsrail’e karşı radikal olduğu da ayn bir istifham konusudur.) Ve Şam, ulusla­rarası barış toplantılarına katıldığı gibi Suriye’de yaşayan Ya­hudi göçmenlerin ülke dışına gitmelerine de imkân sağlamayı kabul etti. Herhalde Falaşalar’ın salıverilmesine yardımcı olan Numeyri ile ittifaka giren Turabi’nin Esad’la da ilişkilerini ge­liştirmede bir beis görmeyeceği tahmin edilebiliyor. Beşir’in Suriye’yi ziyaretinin maksatlarından biri de, Suriye’nin tavas­sutuyla Hartum-Kahire ilişkilerini yeniden rayına koymak. Halayib bölgesi yüzünden son sıralarda iki ülkenin ilişkileri iyi değil. Sudan, Mısır ile ilişkilerini düzelterek Körfez ülkelerine ve ABD’ye açılmayı umuyor. Beşir, İran ile yakın ilişkilerini kullanarak Şam rejimi ile irtibata girmiştir. Beşir’in bir diğer he­defi de Irak-Suriye yakınlaşmasını sağlamak. Sudan, ayrıca Müslüman Kardeşler ile Suriye rejimi arasında arabuluculuk girişiminde de bulunmak istiyor.

Hasan Turabi, Suriye Müslüman Kadeşleri’ni Uluslararası Müslüman Kardeşler Organizasyonuna alternatif olarak kur­duğu İslâm Arap-Halk Kongresi’ne dahil etmek istiyor. Beşir, Suriye lideri Esat ile konuşurken, onu İslâm ideolojisi ile Arap milliyetçiliği arasında bir fark bulunmadığı konusunda ikna et­meye çalıştı. Halbuki Arap milliyetçiliği ile İslâm arasında ihti­laf derililerdedir. Bunun anlamı Haşan el-Benna ile Mişel Ef­lakî aynı kefeye koymaktır.

Zaten bu görüşlerinden dolayı Turabi’nin hareketi ile Uluslararası Müslüman Kardeşler Organizasyonu’nun arası

bozulmuştu. Turabi’nin hareketi ile ihvan arasındaki ihtilaf noktalan konusunda Memun Hudaybi şunları kaydediyor: “Millî-İslâmî Cephesi ile bizim hareketimizin ilkeleri birbirine uymuyor. Onlarca yıldan beri Turabi ile ihtilafımız sürüyor. Bi fıkhı konularda ve .çalışma metodu konusunda kendisiyle an­laşamıyoruz. Mesela biz askerî darbelerin her türlüsüne karşı­yız. Buna rağmen Ömer Beşir iyi işler yapmıştır. İlk defa gü­neyde teröre karşı devlet başarılı olmuştur. Biz bunları inkâr etmiyoruz, ancak Sudan’da Ömer Beşir yönetimi 20 küsur kişi­yi idam edince biz bunu kınadık. Biz bu metodu tasvib etmi­yoruz. Bizimle Turabi arasındaki asıl ihtilaf milliyetçi güçlerle ittifaka gitmesidir. Turabi’nin savunduğu Halk kongreleri mo­deli de demokrasiyle bağdaşmaz. Tek parti modelinin bir de­vamı niteliğindedir. Biz bu konuda Turabi ile tartıştık. Bu mo­del Nasır dönemindeki bazı uygulamaları andırıyor...”

Gerçekten de Hama’da 30 bin Müslümanı katleden Hafız Esad rejimiyle aynı platformda buluşmak Turabi’nin oportü­nist ve fırsatçı kişiliğinin bir yansımasıdır. Arapçılık ve darbe destekçiliği de işin cabası. Düne kadar propaganda malzeme­leri ABD muhalefeti olan bu gibi hareketlerin şimdi Yeni Dün­ya Düzeni dostluğuna soyunmaları da inşaallah tezatların ve tuhaflıkların sonucusu olur.

Günah keçisi

amerikan yönetimi Sudan ile Somali arasında benzerlik kur­maya başladı. Bu illiyet rabıtası özellikle de Papa’nın Sudana ziyaretinden sonra gündeme geldi. Batı basını sözbirliği etmiş­çesine, Güney Sudan’daki iç-savaştan 4 milyon kişinin etki­lendiğini ve 1.7 milyon mültecinin de acil yardım beklediğin, ileri sürüyor. Batı’yı endişelendiren Sudan yönetiminin güney­de isyanı sona erdirmeyi amaçlayan geniş çaplı askerî operas­yonlara girişmesi.

Papa’nın ziyareti her zamanki gibi Türk basını tarafından gözden kaçırıldı. Halbuki Papa’nın ziyareti bütün ölçülere gö­re önemli bir ziyaretti. Papa sözkonusu ziyareti sırasında- San­la yokmuşçasına— Hartum yönetiminden Hristiyanlar için din ve vicdan hürriyeti istemiştir. Papa: ‘Hürriyet Kilise’nin hakkı­dır. Devletin ve ferdin bu konudaki görevi kişi inanç ve vicda­nına saygı duymaktır’ diyor. Papa’nın Sudan ziyareti ile 1981 yılında Polonya’ya yaptığı ziyaret arasında paralellikler bulu­nuyor. Papa her iki ziyaret sırasında da benzeri ifadeler kullan­mıştır. Mesela her iki ülkede de: “İnsanlar zayıf ve aciz olduk­larında onlara vekâleten konuşmam gerekir. Keza açlık, savaş ve kıtlıktan dolayı dağınıklar güruhuna yakın olmam ve onlar adına yardım istemem iktiza eder” diyor. Papa sözlerinin hita­

mında uluslararası camiadan Sudan’da açlık çekenler için yar­dım istiyor. Böylece dolaylı olarak Sudan’ın içişlerine de mü­dahale etmiş oluyor.

Hartum hükümetinin Kıpti Kilisesi gbi mahallî kiliselerle iyi ilişkiler kurmasına rağmen Katolik Kilisesi ile büyük prob­lemleri var. Katolik Kilisesi geniş hürriyet ortamına rağmen hoşnut değil, çünkü yönetilmek değil yönetmek istiyor. Prob­lem burada düğümleniyor. İsviçre’de arkadaşımız Şamil Ha­zar’ın bildirdiğine göre Sudanlı Evek'ler (Katolik hiyerarşisin­de kardinalin bir alt rütbesi) ziyareti öncesinde Papa’ya Su­dan’ı ve Sudanlılar’ı suçlayan bir mektup göndermişler.

Mektubu Le Monde gazetesinin 9 Şubat 1993 sayılı nüsha­sından izlemeye devam edelim: “Aziz Papa, Hartum’da yere serilen kırmızı halılarla kendinizin yanıltılmasma imkan ver­meyin. Hartum’da tokalaşacağınız eller Hristiyan kanlarıyla savanmışlardır. Sessizlik perdesini kaldırmamıza ve yakarışı­mızı bütün dünyaya duyurmamız için bize yardım edin.”

Bu mektubun altında imzası bulunan 9 Evek, Güney Su­dan’daki Katolik Kilisesi’nin yüksek rütbeli temsilcileri. Bun­lardan ikisi sözkonusu mektubu ulaşırmak için, SPLA’nın haki­miyetinde olan bölgeden geçerek Papa’nın bulunduğu yüz ki­lometre ötedeki Uganda şehri Gulu’ya giderler. Bu hareketler yerel kilise otoritelerinin ayrılıkçıları desteklediklerini göste­ren bir gelişmedir. Bunlardan Torit şehri Eveği Papaz Paride Taban Papa’nın şehre gelişini beklerken bir grup gazeteciyle görüşür. Sudan’ın güneyindeki Hristiyanların dramlarını gös­teren belgeleri hiç yanından ayırmadığını ve bir hava bombar­dımanıyla yok olmalarını önlemek için, devamlı yer değiştirdi­ği bir çadırda korunduğunu açıklayan papaz efendiye göre, Sudan’ın güneyindeki Hristiyanların durumlarının Bosna’da yaşananlardan ve Somali’den hiç farkı yoktur. Fakat Sudan hü­kümeti tarafından kasıtlı olarak saklanmaktadır. Torit’li Evek

240 ORTADOĞU DENKLEMİNDE IUKKLek-nuim

mektubunu şu şekilde bitiriyor-, “Biz hristiyanlar özyurdumuz- da parya, sığınmacı gibiyiz. Sudan hükümeti askerleri bizlere karşı İslâmî cihad savaşı yapıyorlar. Biz, hristiyanlara karşı da uygulanan şeriat kanunlarına ve zulümlere son verilmesini is­tiyoruz.

Papa’nın ziyareti ve Evekler’in mektuplan meyvalarını ver­mekle geçikmez. Papa’nın ziyaretinin hemen akabinde Avru­pa Parlemontosu Sudan hükümetini kınayarak Güney’de et­nik ve dinî temizlik uygulandığını iddia etti Avrupa arka bah­çesindeki Bosna’da dinî ve etkin temizliği görmezlikten gelir­ken Sudan’ı görmesine ne demeli. Bir Hristiyan olarak Kitab-ı Mukaddes’in meselelerini en iyi onlar bilir. Kitab-ı Mukad- des’te onların hallerine uygun olarak şu mesele irad edilir: “Kendi gözündeki merteği görmez başkasının gözündeki çö­pü görür...” Avrupa Parlamentosu’nun çuvaldızı önce kendi­sine batırması gerekiyor. Avrupa’dan sonra ABD’de de Su­dan’a karşı bazı kıpırdanmalar göze çarpıyor. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı yetkilisi James Kunder, Sudan’ın Somali’yi andırdığını ileri sürüyor. Bunun anlamı aynı müdahale Su­dan'a yapılsın demektir. Halbuki, Somali’ye yapılan çıkartma­dan sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Cohen, Sudan’a bu konularda güvence vermişti.Cohen, ABD’nin Somali’ye çık­masını savunan yahudi asıllı ABD Dışişeri Bakanlığı görevlile­rinden biriydi. Amerikalı Senatör Frank Wolf da Avrupa Parla­mentosu ve Kunder’in iddialarını destekleyen görüşler beyan ediyor. Newsweek dergisi Sudanlı hristiyanların ve uluslararası yardım kuruluşlarının bir iddiasını gündeme getiriyor. Buna göre Hartum hükümeti din değiştirmeyi reddeden sekiz mil­yon güneyli gayrimüslimi temizlemeye hazırlanıyor. Bütün bunlardan sonra insan sormadan edemiyor. Acaba Sudan yö­netimi iyi niyetiyle başına kötü bir iş mi açtı?

[Zaman, 24 Şubat 19931

Sudan kara listede

SUDAN’IN ABD tarafından kara listeye alınması fazla sürpriz teş­kil etmedi. Ancak hadise neresinden baksanız komplo koku­yor. Ömer Abdurrahman’ın bahane edildiği kara listeye alma kararının gelişme seyri şöyle: Haziran ayında FBI Merkezi ve New York’taki iki tüneli bombalama teşebbüsü ortaya çıkarıl­mış ve zanlılar arasında Sudanlıların da bulunduğu açıklan­mıştı. Hatırlanacağı gibi komployu ortaya çıkarmakta eski bir Mısır ordusu mensubu ve FBI adına çalışan Emad Salem kilit bir rol oynamıştı. Bilindiği gibi 1989 yılında Sudan’da yapılan İslâmî eğilime sahip askerî darbeden sonra Kahire-Hartum ilişkileri bozulmaya yüz tutmuştu. Hatta Mısır, İsrail gibi İslâmî hareketlerle ABD arasında diyalog zemini oluşmasından kaygı duyuyordu. Bundan dolayı muhtemel olarak Emad Salem Ömer Abdurrahman’ı manipüle etme işini de bir anlamda Mı­sır istihbaratı adına yapıyordu. Zira böylece hem ABD ile kork­tuğu İslâmî hareketleri karşı karşıya getirecek hem de Sudan’a karşı tavrında ABD’yi de yanma alacaktı. Ve yine bilindiği gibi radikal gibi görünmesine rağmen Hasan Turabi ve askeri rejim ABD ile diyalog yollarını arıyordu. Bundan dolayı Hasan Tura­bi, Kanada ile ABD’yi de ziyaret etmiş ve çeşitli çevrelerle te­maslarda bulunmuştu. Sudan’ın bölgede manevî liderliğe so-

yunması ise başta Suudi Arabistan gibi muhafazakar rejimleri de rahatsız etmişti. ABCtelevizyonu konuyla ilgili yaptığı yayı­nında Sudan elçiliğinden Ahmed Muhammed ile Siraj Yu­suf un kumpasla Sudan Yönetimi arasında bağlantıyı kurduk­larını hatta Hasan Turabi’ye danıştıklarını ve bunların iki istih­barat görevlisi oldukları iddiasını ortaya attı. Bu iki diplomat. Ömer Abdurrahman’m da adı karıştığı komploya teşebbüsten yakalanan 5 Sudan’lıya da yardımda bulunmakla suçlanıyor. CNN ise komployu daha ileri boyuta vardırarak Sudan İktidar Partisi (resmiyette böyle bir parti yok) Millî İslâmî Cephe ve yüksek düzeyli Sudanlı görevlilerin de bu komploya karıştık­ları tezini ortaya attı. Bu gelişmeler üzerine ABD Dışişleri Baka­nı Warron Christopher, Sudan’ı terörü destekleyen ülkeler lis­tesine alabileceklerini söylemişti. Ve ardından karar alınarak Sudan’a tebliğ edildi.

Bilindiği gibi ABD, Pakistan’ı da terörü destekleyen ülkeler listesine alacağını açıklamış ancak bu ülkedeki siyasî gelişme­ler üzerine bu fikrinden caymıştı. İran gibi bir çok ülke kapsa­mın içinde bulunuyor. Çoktan beridir de Sudan’a uluslararası bir müdahale yapılabileceği yönünde yorumlar yapılıyor. Son sıralarda Time gibi bazı uluslararası basın .organlarında yayım­lanan açlık fotoğrafları da karar ve müdahale için sinyal olarak telakki edilebilir. Bu yılın başından beri Güneydeki ayrılıkçı John Grang ile Hartum yönetimi arasında ateşkes anlaşması devam ediyordu. Son sıralarda müdahale ve Güney Sudan’da korunmuş bölgelerin tesis ve ikamesi gündeme gelince Sudan yönetimi bu ihtimali bertaraf için ayrılıkçılara karşı operasyon­larını yoğunlaştırdı. Bu da ABD’nin tepkisini çekti. Hartum’da- ki İngiliz elçisinin ise Sadık Mehdi ile dışarıdaki muhalifler ara­sında irtibatı sağladığı ortaya çıktı. Daha öncede Güvenlik Konseyi, insan hakları meselelerini takip için Sudan’a özel bir temsilci atamıştı. Evet Sudan’ın büyük devletler ve bilhassa İn­

giltere ve ABD ile ilişkileri giderek daha fazla bozuluyor. Su- ‘ dan’m terörü destekleyen ülkeler listesine alınması, ABD’den yardım alamayacağı ve bir nevi ambargo ve yaptırımlar anla­mına geliyor.

Gelgeldim Ömer Abdurrahman meselesine. Ahmak bir dostun olacağına akıllı bir düşmanın olsun sözü ne kadar isa­betli. Ömer Abdurrahman’m gelişi güzel konuşmaları dünyayı birbirine kattı. Bir yazımızda ajan maskaraları tabirini kullan­mıştık. Ülkemizde de bu tür maskaralardan yeterince var. Ömer Abdurrahman meselesi giderek ilginç boyutlar kazanı­yor. Mesela onun adına uçak kaçıran Halid Abdulmünim (Fo­toğrafı için Şarku’l-Avsatgazetesine bakılabilir: 18 Ağustos) in çehresi tam bir şarlatanı andırıyor. Mısırlılar bunlara yavşak anlamında baltacı diyorlar. Etrafında bir çok rivayet var. Kimisi namazını bile kılmazdı derken bazıları namaz kıldığını iddia ediyor. Ancak karşılıksız çek vermekten dolayı suçlanmış. İl­ginç olanı, kardeşi Mahmud’a göre ağabeyisinin daima Mı­sır’daki şiddet olaylarını kınamış olması. Ama bu konuda ger­çekleri görenler de var. Bunlardan biri de. İhvan’m liderlerin­den Mustafa Meşhur. ‘Ömer Abdurrahman imajını pompala­yan ABD’-dir’ tesbitinde bulunuyor. Meşhur müslüman düşü­nür Fethi Osman’da Ömer Abdurrahman’m ölçüsüz olduğunu ve Batılı herşeyi reddettiğini hatırlatıyor...

Yargısız infaz

YARGISIZ infaz tabiri genellikle polisin teröristlere ya da şüphe­lilere karşı giriştiği operasyonlarda karşı tarafın elemanlarını bilerek yani kasıtlı olarak öldürmesi için kullanılır. Çeşitli ülke­lerde zaman zaman müsademe anlarında bu tür infazlar yapıl­maktadır. Ancak yazımızın konusu o değil. Bazen polis yerine büyük devletler de yargısız infazlar da bulunabiliyor. Son ola­rak ABD’nin Sudan’ı terörü destekleyen ülkeler listesine der- i cetmesi gibi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mike Me Curry, I ABD’nin sadece İnsanî yardım yaptığı Sudan’a yönelik kararını ‘Sembolik bir cezalandırma’ olarak nitelendirerek, Hartum’un dünyadan izolasyonunu getireceğini ileri sürdü. Sudan’ın “Te­rörizmle bağlantımız konusunda tek bir örnek gösteren” tale­bine ise Me Curry şu ibretamiz cevabı veriyor-, ‘Belirli bir eylem gerekmez. Sudan hükümetinin bilgisi dahilinde teröristleri eğitmek, barındırmak, maddî destek de böyle bir kararı getirir’ Yani ABD, Sudan’ı teröre yataklık yapmakla suçluyor. Ve bun­dan dolayı sözümona Sudan’a sembolik bir ceza veriyor. Yar­gısız infaz gibi ABD burada istim ve delilim arkadan gelsin ha­valarında.

ABD’nin terörizme destek veren devletler listesindekiler İran, Irak, Suriye, Libya, Küba ve Kuzey Kore olarak sıralanı­

yor ve bu ülkelere insani olmayan Amerikan yardımı, silah ve teknoloji ihracatı kesiliyor ve Dünya Bankası’mn o ülkeye ve­receği krediyi ABD engelliyor. Bilindiği gibi Sudan’ın da bü­yük nisbette krediye ihtiyacı var. Petrol alıntında nakit usulu uygulandığından zaman zaman Sudan enerji darboğazına giri­yor. Tabii- caizse hayat duruyor. ABD’nin Sudan’a askeri bir müdahalesi (mevcut şartlar içinde) söz konusu değil. Zira Su­dan en büyük yüzölçümüne sahip ülkelerinden biri. Bu açıdan Sudan’ı denetlemek oldukça zor. Ancak ülkeyi parçalamak mümkün. Türkiye’nin PKK ile mücadelesiyle, Sudan’ın SPLA ile mücadelesi arasında benzerlik var. Her iki örgütte marksist eğilimli. Ve zaman zaman oportünist açılımları oluyor. Grang’ın liderliğindeki bu örgütü (SPLA) destekleyenler de yi­ne batılılar. Güney Sudan’da hristiyan bir devlet kurulmak iste­niyor. Örgütün ideolejisi marksizm ama hedef hristiyan bir devlet kurmak. Apo’nun ideolojisi de marksizm hedef ayrı bir kürt devletine varmak olarak görünüyor. Grang ve Apo zaman zaman dini araç olarak kullandıkları da oluyor. Avrupa’da PKK camileri ve hutbeleri gibi. Kısaca dışarıdan bir müdahale ile Sudan’ı hizaya getirmek oldukça zor. Ama takip edilebilecek iki yol var. Bunlardan biri ekonomik abluka, İkincisi de siyasî ve askeri muhalefeti desteklemek. Başta ABD olmak üzere Ba­tılı ülkeler de bu metodu maharetle uyguluyorlar... Yıllardan beri Küba’ya yaptıkları gibi. Netice alabilecekler mi? O’nu za­man gösterecek. Bir milletin ve devletin kendisine güvenmesi tabiî bir şeydir. Ama nevar ki bazen devrim kibri, bir virüs gibi devrim yapan ülkelerin kanma giriyor. Tabiî bunun faturası ol­dukça yüklüdür. Bununla birlikte hiçbir devletin başkasını: ı seçtiği ve izlediği yola müdahale hakkı da yoktur. Ama bunun hep tersini gördük.

Eğitim kampları

Sudan’da İran’ın yardımı ile 20 militan eğitme kampının kurul­duğu ve bu kamplarda el-Cemaat el-İslâmiyye, Nahda ve İslâ­mî Kurtuluş Cephesi taraftarlarının eğitildiği ileri sürülüyor. Daha önce ABD Pakistan için de aynı iddiaları ortaya atmış ve Keşmirli mücahidlerin Pakistan topraklarında eğitildiklerini iddia etmişti. Sudan Yönetimi bu iddialara açıklık getiriyor Devrim Komuta Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı Ömer Be- şir, ülkesinin İslama yönelmesi yüzünden ‘haksız bir kampan­yanın kurbanı olduğunu’ belirtti. ABD’nin terörist listesindeki 7 ülkeden 5’inin Müslüman ülkeler olduğunu hatırlatan Beşir, ‘İslâm düşmanlığı Amerikan politikasının başlıca özelliği hali­ne geldi’ diyor. Meclis Başkanı Halife ise İran’a giderek ilişkile­ri daha da artıracaklarım kaydetti. Aslında Sudan ABD ile diya­log konusunda samimi, nevar ki ABD bu iyiniyetli arayışlara il­tifat etmiyor pek. Ne de olsa peyk ülkeler alışkanlığından kur­tulamamış. Sudan hükümeti iddialar konusunda ABD yöneti­miyle Hartum ya da Washington’da yetkililer arasında görüş­meler yapılmasını teklif etmiş ama henüz karşı taraftan teklife olumlu bir mukabele yok. ABD’nin tavrı ‘konuşturma vur’ dan ibarettir. Sudan Yönetimi ABD’nin dolaylı olarak desteklediği Grang’m bir cani ve suçlu olduğunu hatırlatıyor. Kanlı örgüt PKK’ya benzer eylemlerde bulunmuş. Malakal şehri üzerinde 1986 yılında sivil bir uçağı düşürmüş. 1992 yılında ise Cuba’da sivilleri bombalamış. Aynı yıllarda Ekvator Eyaleti’nde yaban­cı yardım kuruluşlarının elemanlarım öldürtmüş ve yine Bah- rül Gazal eyaletinde Altong’da Hareket’ten kaçan yüzlerce in­şam imha etmiş. Sudan Yönetimi ABD’yi çifte standart uygula­makla suçluyor. Elbette ki bu durumda Sudan hükümeti haklı, ABD’nin en azından Sudan’ı da kara listeye ilave etmeden önce bu ülkenin diyalog teklifini kaale alabilir ve iddialar müştere-

ken araştırılabilirdi. Yargısız infazlar kanunsuz olduğuna göre ABD’nin uygulaması da kanunsuzdur. Ayrıca Sudan güneyiyle ilgili endişelerinde de haklıdır. Batılıların yaptıkları ise insan hakları adı altında başka ülkelerin içişlerine müdahaledir. Maksad insan hakları olsa herhalde Bosna öncelik taşımalıydı.

NOT: Sudan’da Devrim Komuta Konseyi lağvedildi. Beşir Cumhurbaşkanı, Zubeyr ise yardımıncısı oldu. (Bu konuda nasib olursa gelecek kitabımızda daha doyurucu bilgi verilecektir.)

dünya hızla bir belirsizliğe doğru sürükleniyor. Daha önce ya­pılan tahminlerin doğrultusunda ABD artık dünya sahnesinde ipin ucunu kaçırıyor. Bazı zorlukları göğüsleyemiyor. Bazı ya­zarların haklı olarak temas ettikleri gibi ABD Vietnam’dan beri yabancı ülke topraklarında büyük zayiat vermekten kaçınıyor. Vietnam’ın rövanşı Bağdat’ta alınmadan, Bush Yönetimi zafe­rin sarhoşluğuyla Somali’de mevzilendi. Dünya hakimiyetini pekiştirmek isteyen ABD Dünya’nın kilit noktalarına çöreklen- meyi planlamıştı. Elbette bunlar yapılırken birtakım hesaplar da yapılmadı değil. Ama bu hesaplar tutmadı. Öncelikle dünya değişmişti. İkinci olarak ABD hiçbir zaman olmadığı gibi bu­gün de insan sevk ve idaresinde İngilizler kadar mahir olama­dı.

ABD Somali’ye gittiğinde mücadeleyi baştan kaybetmişti. Çünkü Amerikan askerleri Somali halkına tepeden bakıyor, kendi ülkesinde parya muamelesi yapıyordu. Somaliler ise herkes gibi izzet ve şereflerine düşkün insanlar. Somali’de su­reti hakdan görünen ABD, Bosna’da farklı politika izleyince dünyadaki prestij ve itibarı sarsıldı. Bosna’da aykırı politika iz­leyen Baldılar Somali’de de nazlanmaya başladılar. Öncelikle kurtlar sofrasında ABD liderliğine karşı rahatsızlık İtalyanlar

arasında patlak verdi. ABD’nin eski ortağı iken asi çocuğu hali­ne gelen Aidid ile gizliden gizliye anlaştılar. Bunun sonucu olarak Aidid taraftarları Nijeryalî askerlere saldırdı. Aidid öğ­rencilik devresini Moskova ve 7?om^da geçirmiş. Eski patro­nu Said Barre’ye karşı amansızca çarpışanlar arasında yeraldı. General Morgon ve Aidid tahripkarlığı ve şiddetli ile ünsalmış- tı. Barre’yi devirenlerin önde gelenlerinden olduğu için gele­cekte oluşacak olan Somali yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak istiyordu. Nevar ki ihtirasından dolayı ABD kendisini güvenilmez bulmuş ve desteğini Ali Mehdi tarafına kaydırmış­tı.

Aidid’in bu ihaneti ya da aşağılanmayı hazmetmesi müm­kün olamazdı. Addis Ababa görüşmelerinde yan çizmiş ve So­malili gruplar asında anlaşma zemini oluşmasına mani ol­muştu. Somaliliyi Somaliliye kırdırarak ayakta kalmak şeklin­de özetlenebilecek Amerikan politikası da fazla geçerli olma­dı. Bu politikanın iyi yönleri yanında yan tesirleri yani riskleri de vardı. Muhatap bulamıyor ve saldırının kimden geleceğini tahmin edemiyordunuz. Düşmanınız dahi belirsiz kısaca bir kördüğüşüne doğru yuvarlanıyorsunuz.

Sonunda Amerika’ya muhalefet sivil isyan şeklini aldı. Hal­kın ABD’ye olan öfkesinden Pakistan ve Türk askerleri de nasi­bini aldı. Pakistan ve Türk askeri ile Somali halkı arasındaki manevî yakınlıkla yara aldı. Somali halkı Yankee’lere isteme­diği gibi onlarla birlik olanları da gözden çıkardı. Bunun sonu­cu olarak da düne kadar şiddetin ve vahşetin timsali olan Aidid Somali halkının millî gurur ve izzetinin tercümanı oldu. Ai- did’e toplum kesimleri tarafından verilen desteği buna hamlet­mek lazım. Somali’deki bazı İslâmî cemiyet ve cemaatlarda sırf ABD ile hesaplaşmasından dolayı Aidid’e kerhen destek veri­yorlar. Bazıları Aidid’i Somali’nin Salahaddin-i Eyyübi'si ola­rak görüyor. Bazıları da onu Saddam Hüseyin'e benzetiyor.

Ama yine de Aidid iyi oynuyor. ABD’nin prestij ve itibarım kur­tarması için yardımcı oluyor. Amerikalı rehineyi salıvermesi bunun açık işareti. Böyle makul davranmanın kendi lehine ol­duğunu biliyor. Zaten ABD ile ideolojik bir ihtilafı yok. ABD’de karşılık olarak Aidid yanlısı bazı tutukluları salıverdi. Somali ve Sudan-, Müslüman Afrika’nın efsanevî direniş liderleri çıka­ran iki ülkesi, 19- yüzyılda Sudan Mehdisi ile Somali Mehdisi yabancılara karşı uzun nefesli bir mücadele vermişlerdi.

AvrupalIlar ABD’yi Somali bataklığında yalnızlığa mahkum ettiler. İtalyanların serkeşliğinden sonra Fransızlar da askerle­rini çekeceklerini açıkladılar ve bu ülkedeki karanlık hedef ve emellerinden dolayı ABD’yi kınadılar. ABD’in Somali politikası çelişkiler yumağı. İnsani gayelerle başlatılan yardım kampan­yası sistem kurma ameliyesine dönüştü. Son olarak Clinton amaçlarının İnsanî yardımla sınırlı olduğunu tekrarlamak zo­runda kaldı.

Ama uygulamalar bu iddiayı nakzediyor. Almanlar’da ana­yasalarına rağmen ilk defa BM ile sınırötesi askeri operasyona Somali’de katıldılar. Bu zoraki katılım en nazik noktada ABD ’yi terke dönüştü. İnsanın aklına, acaba Almanlar Ameri­kalıları yüzüstü bırakmak için mi Somali’ye gelmişlerdi sorusu takılıyor, inter Star’ın yayınlamış olduğu bir kamuoyu yokla­masına göre Türk halkının yüzde 94’ünün görüşü Türk askeri­nin Somali’den derhal çekilmesi.yönünde.

Clinton’ın seçeneklerinden biri de Haiti. Bu ülkeye karşı uygulanan ablukanın başarılı olması halinde Somali’den çekil­me noktasında kendisini daha rahat hissedecek. Somali fiyas­kosunun Bosna-Hersek meselesi üzerine de menfi tesirleri olacaktır. Müdahale konusunda ABD daha fazla çekimser ola­caktır. Somali ve Bosna meselesi müttefeklerin arasını da aç­makla. ABD Somali’deki hatasına mukabil Bosna meselesinde müttefiki İngiltere ve Fransa’yı suçlamakta. ABD-İngiltere iliş­

kilerinin mezartaşı kazılmasa bile Londra’nın Sırpları kollayan tutumu ABD’ye pahalıya malolmuştur. Ne olursa olsun ABD’nin ayakları altındaki zemin hızla kaymakla. Kitleler ABD’ye karşı öfke yüklü. Kitlelerin gazaplarını emmekte, onla­rın haklı taleplerini görmekten geçiyor.

Sekizinci Bölüm

Cezayirli amazonlar ya da ters köşeye yatanlar

lizm ve çoğulculuk Batı düşüncesinin versiyonlarını dönü­şümlü bir şekilde iktidara yansıması şeklinde algılanıyor. Batı pluralizmi henüz İslâmî bünyesine kabul edebilecek bir şeffat yapıda veya olgunlukta değil. Doğu’da pluralizm ise Öz dü­şüncesinin yasaklanması ve Batı düşüncesinin hakimiyeti an­lamına geliyor. Yani bu empoze bir pluralizm. Empoze olan yerde plurazilm ve çoğulculuk olur mu? Mısır’da bir zamanlar Sedat’ın çeşitlilik olsun diye siyasî partilere müsaade etmesi gi­bi. Zaten çok geçmeden bu partileri ve liderlerini de tasfiye et­meye kalkmıştı...

Yani Cezayir’de yaşanan bir demokrasi meselesi değil, sö­mürge meselesidir. Batı dolaylı sömürüsünün devamından ya­nadır. Ama maalesef bizim aydınlarımız bunu kabul edemiyor ve Batı’nın yaptıklarını tevil ediyor ya da “Ben Batı’yı da aşmış bir kimseyim” diyerek işin içinden sıyrılıyor. Oysa realite Batı, muhatap Batı. Bizim yazarlarımız da demokrasinin muhatabı kendisi olduğunu zannediyor. İslâm dünyasında sandıklardan ancak Batı hakimiyetine sadakat çıkarsa meşru kabul ediliyor. Doğu’da öz-düşünce, millî düşünceyi iktidara yansıtmak ise yasak. Öyle değil mi? Bunu herkes biliyor. Öyleyse Müslüman- lar pluralizmin nimetlerinden yararlanamıyorlar ve dahi bu denklem içinde yok kabul ediliyorlar.

Bizim aydınlarımız da (aştıklarını söyleseler de) hakim olan Batı kültürü ve ruhudur. Doğu’da, bizimli birlikte yaşarlar ama Batı’dan bakarlar. İşte çarpıklık burada. Evrensel kültür adına kendi kültürlerini yok farzederler. Daha da- kötüsü öz-kültüre hayat hakkı da tanımak istemezler. İşte Islâm dün­yasında, Cezayir’deki aydının marazı budur. Bir Arap atasözü- nün de ifade ettiği gibi Müslümanlar için geçerli olan “Kötü hurma ve eksik tartıdır... ”O) Yani bize Batı hem kötüsünü ve-

C> E haşefen ve sue ki

rir ve hem de eksik tartar. Bunun adına çifte kazık derler. Do­ğulu aydınların geçirdiği bu istihale ya da transformasyon hali­ne kültürel meshlakültürasyon diyebiliriz. Bu aydınlar Molla Kasım’ın Batılı tipleridir.

Şekip Arslan İsviçre’de yaşarken bir yandan Avrupa dili konuşan Suriyeli ve Mısırlı öğrenci sayısındaki artıştan mutlu­luk duyduğunu ifade ederken, akültürasyon (başkasının kül­türüyle kültürlenme) sürecine engel olmak bakımından, Arap öğrencilerin Avrupa’ya gitmeden önce dinî eğitim almaları ge­rektiğini söylüyordu. (Batı’ya karşı İslâm Şekip Arslan’m Mü­cadelesi sayfa 245) Yani özkültürüne hakim olmadan başka kültürün etkisinde kalan, perspektif kaybına düçar oluyor.

ABD’de eğitim gören Demirel ve Özal akültürasyon mese­lesine iki örnektir. Erzurum’da bir konuşmasından sonra Da- daş’ın birisi Demirel’e, “Sizin gibi Amerika’da öğrenim gören­ler hep Amerikancı mı oluyor? Sorusunu tevcih ediyordu. De­mirel ABD’ye giderken uğradığı Avrupa ülkelerinde, “Bizim yerimiz Batı, İslâm ekonomik bloku gibi bir derdimiz yok” di­yor. Demirel lisan-ı haliyle Batılılar’a bölge ülkeleri arasındaki işbirliğinin Amerikan sömürüsüne halel getirmeyeceğini ar- zetmek istiyor. Açıkoturumda. “Biz dünyayı idare edemeyiz” demişti. Dünyayı idare etmeye talip olmayan bir adam idare edilmeye talip demektir. O zaman Türkiye’de iktidarların de­ğişmesinin, demokratik mücadelenin ne anlamı kalıyor... “İş­te akültürasyonun zararları bunlar...”

[Zaman, 12 Şubat 1992]

Kürt, Berberî:

Türkiye, Cezayir

16 ocakta ikinci tur seçimlerde aynı minvalde seyrederse İslâ­mî hareketler dünyada ilk defa demokratik yollarla iktidara gelmiş olacaklar. Tabiî militan laikler izin verirse. Şimdiye ka­dar İslâmî hareketler İran’da devrim, Sudan’da ise darbe yo­luyla iktidara gelebilmişlerdi.

Yusuf el~Kardavi’nin deyimiyle İslâmî uyanış hâlâ taraftar­larının taassup ve aşırılığı ile düşmanlarının inkâr ve nankörlü­ğü arasında. Mısırlı mistik düşünür Mustafa Mahmud otokritik babında şunları yazıyor: “İslâm askerî bir inkılap değildir. Ga­yesi insanları şiddete başvurarak İslah olmadığı gibi fıtratları dışına zorlamak da değildir. Belki insanı fıtratına iade etmektir ki, zaten Cenab-ı Hak insanları bu hal-i tabiî (fıtrat) üzerine yaratmıştır. İslâm bir inkılap değil, çağrıdır. Kırbaç sallamak değil, insanlara iyilikle, marufla emretmektir. İnsanlar davetçi- de iyi bir örnek, yaşantıları için bir model görmek isterler. İslâm kendini bilmez bir gencin bildiği birkaç ayeti kerimeyi kendi mantalitesine göre anlamlandırarak insanları hayvanlar gibi kırbaçla istediği cihete sevketmesi değildir...” Bazı Müslü- manlar Mustafa Mahmud’un vasıflandırdığı gibi belki. Peki münkir ve militan laiklere, laiklik adı altında din düşmanlığı, İslâm düşmanlığı yapanlara ne demeli?

Cezayir örneğinde olduğu gibi bunlar ateşe benzinle gidi­yorlar. el-Hayat gazetesinin haberine göre, Cezayir’deki laik düzeni savunan çevreler (militan laikler) İslâmî Selamet Cep- hesi’nin seçimleri kazanmasının laik düzenin sonu demek ol­duğunu, bunu önlemenin tek yolunun da bir ordu müdahalesi olduğu görüşünü savunuyorlar. Bu çevrelere göre, ikinci bir seçeneği ise İslâmî Selamet Cephesi liderlerinin Cezayir’de meydana gelen bazı şiddet olayları ile doğrudan ilişkilerinin bulunduğunun açıklanması bunun sonrasında da seçim so­nuçlarının iptal edilmesi oluşturuyor. Aynı çevreler, ayrıca ilk turda Selamet Cephesi adaylarının kazandığı bazı seçim çevre­lerindeki sonuçların iptal edilerek Parlemento’da bir denge sağlanması yoluna gidilebileceğini, Cephelin bu çözümü ka­bul etmemesi durumunda ise olağanüstü durum ilan edilebile­ceğini belirtiyorlar.

Zavallılar bilmiyorlar ki, halkın teveccühü, FİS’den ziyade, eski kokuşmuş rejimin gitmesinde. Ancak bu şekilde nefes alabileceklerini düşünüyorlar. Buna karşın militan laiklerin hedefi halkın demokratik tercihini hiçe sayarak hile ve zorba ile İslâmcılar’m iktidarını önleme... Peki bu zorbalığa karşı FİS’de aynı şekilde karşı koyarsa, çıkacak sonucun mesuliyeti­ni kim üstlenecek? Ve bu haksızlık FİS’in şiddete başvumasma meşruiyet kazandırmayacak mı? FİS’in böyle bir seçeneğe baş­vurması halinde, hangi mantalite ile karşı konulacak?

Gerçekten de seçimler gergin bir ortamda geçtiği gibi FİS’in geçici lideri Abdulkadir Hasani ile Ordu ve Bin Cedid arasında ağız düellosu yaşanmıştır. Seçimlerden sonra bir bil­diri yayınlanan Savunma Bakanlığı, Hasani’ye karşı yargıya başvurma haklarını saklı tuttuğunu açıklamıştır.

{Zaman, 2 Ocak 1992]

HEP-Sosyalist güçler

HALKIN emek PARTîst’NiN benzeri bir parti de Cezayir’de var. Hüseyin Ait Ahmed in liderliğindeki bu parti daha ziyade Ber- be-rîlere hitap ediyor. HEP gibi genel bir isim taşımasına rağ­men nedense bu Sosyalist Güçlerde özel bir kesimden ve blo­ke oylar alıyor. Son seçimlerde Sosyalist Güçler Birliği Ceza­yir’de Türkiye’nin Güneydoğu Anadolusu’na benzeyen Kabail Bölgesi’nden 26 milletvekili çıkardı. Refah Partisi’nin son se­çimlerde Güneydoğu’daki azalan varlığı gibi FİS’de ülkenin sadece Kabail bölgesinde Sosyalist Güçleri gölgeleyemedi. Hüseyin Ait Ahmed de Türkiye’deki benzerleri gibi laik bir çiz­gide. Kürtçe gibi Berberice üzerindeki sözde baskıların kaldı­rılmasını istiyor. Dünya’daki ikibin dilden biri olan ve sadece konuşma dili olarak kullanılan Berbericeyi suni çabalarla Arapça karşısında alternatif bir dil yapmaya çalışıyor. Ne yazık ki geçen yıllarda devlet tarafından Arapça'nın resmi dil yapıl­masına karşı çıkmış ve resmî dil olarak Fransızca’nın devam et­mesini savunagelmişti. Fransa’dan sürgünden dönen Hüseyin Ait Ahmedün Fransızca ve Fransız emperyalizmini sakınması bundan dolayı garip değil. Fransa, Paris Kürt Enstitüsü gibi yıl­lar önce Berberi Enstitüsü kurmuş ve Cezayir’de bu vasıta ile ayrılıkçı yöreciliği, mahalliliği desteklemişti. Şimdi FÎS’in zafe­

rinden en fazla korkanlarda Fransa ve Fransa’nın yetiştirdiği, himayesindeki Berberi aydınları. Seçimlere hile karışmaması için şeffat camdan sandıklar kullanılmasına rağmen Ait Ah­med FİS’in sandıklara hile karıştırdığını ileri sürdü.

Berberilik ve Berberi dili konusunda Cezayir Müftüsü Ah­med Hammani şunları zikrediyor: “İnancıma göre Berberili- ğin, Mizabiliğin, Kabailliğin, Şevıyye’nin anılması bile sadece din konusunda değil vatan mevzuunda da bir suçtur. Fran­sa’nın içimizde yaymak istediği budun Fransa giderayak Ceza­yir’i bölmek ve parçalamak için her bölgeye bir hükümet tayin etmek ve bu sayede Cezayir devriminin üstesinden gelmek is­tedi. Cezayir milleti (Türk milletini gözönüne getirin) Tunus sı- nınndan Fas sınırına kadar olan coğrafi bölgedir. Bu millete (Cezayir milletine) Arabi, Berberi, uleması ve askeriyle herkes dahildir. Hiç kimse bunun dışında değildir. (Türk milletine de Kürdü, Lazı, Çerkezi, Amavutu, Boşnakı herkes değildir.) Em­peryalizmi imha etmek ancak Berberi çağrışım yapanların ifna edilmesile mümkündür. Kur’ân-ı Kerim’in diliyle bir tek üm­metiz. Berberice (Kürtçe gibi) İslâm’ın gölgesinde 15 asırdır yaşadı. Ve bugün dahi konuşma dilidir. Ama resmî ve millî dili­miz Arapçadır. Bin Badis’de bu noktadan hareketle: “Dinimiz İslâm, dilimiz Arapça, Cezayir vatanımız” sloganını benimse­miştir. Bu Sözlerden yola çıkarak Türk-Kürt kardeşliğinin sembolü Üstad Bediüzzaman Said Nursftıİn dil konusundaki şu sözlerine kulak vermez misiniz? “Medreset’üz-zehra’da Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caizdir...” demiştir. Bunun anlamı isteyen istediği dili konuşur, ama Türkçe millî ve resmî bir dil olarak herkese lazımdır. Şafii fıkh İstılah ve terminoloji­sinde lazımın ne anlama geldiğini erbabı ve en iyi de şafiiyyül mezheb olanlar bilir. (Müftü Ahmed Hammani’nin konuşması için, bakınız: “el~Alem ” dergisi sayı: 395 Sayfa 31.)

Türkiye’de Kürt kimliğinden hareketle başlatılan olumsuz

ayrılıkçı hareketlerin olumlu yansıma ve neticeleri olacaktır. Mısırlı yazar ve düşünür Fehmi Şinnaviye. göre, Kürtler’in ay­rılıkçı hareketleri, çare olarak İslâmî devreye sokmak suretiyle İslâm birliğine hizmet edecektir. O’na göre Türk’ün, Kürt’le birliği İslâmî çerçevede olacağı için bazı laik bünyeli sistemler kendilerini İslâm’a adapte etmek zorunda kalacak. Bu açıdan Türkiye’yi zayıflatmak ve hatta bölmek isteyenler; (Almanya ve ABD vs.) yani millî birliğin aleyhinde çalışanlar bilmeden ve bilmedikleri yerden İslâm birliğine katkıda bulunuyorlar. Aksi takdirde dostlarımız bizi uyumaya terkedeceklerdi. Ancak bu­nun farkında olan fanatik laik kesimler sonuna kadar direnme niyetindeler. Çünkü onlar İslâm’ı ayrılıkçılıktan daha tehlikeli görüyorlar. Hatta “küçük olsun, bizim olsun” hesabındalar. Bugün ne Kürt, Türk’süz ne Türk Kürt’süz yaşabilir. Yaşarsa da başı hiçbir zaman beladan eksik olmaz. Mehmet Akif merhu­mun dediği gibi ne Arap Türk’süz, ne de Türk Arap’sız yaşabi­lir. Coğrafya bizleri ortak yaşamaya mahkûm ediyor. Zaten 1000 senedir birlikte yaşamıyor muyuz? Hatta daha da fazla Abbasiler’den bu yana.

* ♦ ♦

Cezayir’deki son seçimlerde kitle partileri bir varlık göste­remezken misyon partileri ilerleme kaydetti. Bunda şaşılacak bir durum da yok. Fransa’da dahi öyle değil mi? .Fransa’daki bütün partiler lider yokluğundan ve misyon eksikliğinden muzdaripler. Lider sıkıntısı had safhada. Bundan dolayı Le Pen’in Milliyetçi Partisi giderek güçleniyor. Buna mukabil kitle partileri biz nerede yanlış yaptık diye emekli olmuş politikacı­lardan yardım istiyorlar. Yani Batı’da da çaresizlik ve bunalım gittikçe derinleşiyor. ABD’de de öyle değil mi? Bush, Körfez za­ferine rağmen gelecek seçimleri garantileyememenin şaşkınlı­ğı içinde. Kendisine Libya gibi yeni hedefler arıyor ki, yeniden

seçilebilsin.Batı çöken sistemini ayakta tutabilmek için ırkçılık ve İslâm düşmanlığından medet umarken, İslâm dünyası ne­den özüne dönmekten mahrum bırakılsın? Batı bizi tokatlar­ken, biz ona karşı mukabelede bulunmak istediğimiz de içi­mizdeki beyinsizlerin engellerine takılmak zorunda mıyız?

Dünyadaki gelişmelere paralel olarak Cezayir’de de se­çimleri İslâmî Selamet Cephesi kazanırken ırkçı görünüm ar- zeden Sosyalist Güçler Cephesi de ikinci parti oldu. Klasik par­tiler ve özellikle Fransa’da modası geçen partilerin ve liderle­rin bir prototipi olan Bin Bella benzerlerinin (entel partilerin) bu seçimlerde bir varlık gösterememesi sürpriz değil. Cezayir gerçeğine yabancı Mahfaz Nahnah’ın liderliğindeki Hamas Partisi de seçimlerde ancak dördüncü parti olabildi. Daha çok Cemiyetü’l-Ulemâu’l-Müslimin ve Muhammed Abduh’un terbiyeci metodunu esas alan Hamas siyasî faaliyetlerinde ted- riciliği esas alıyor. Mahfaz NabnahyapUgı seçim değerlendir­mesinde “Monopolizm ve tekelcilik bitmiştir. Cezayir çoğul­culuğa geçiyor” tabirini kullanıyor. Hâlâ FİS’in başarısından kuşkulu olan Nahnah ile FİS liderleri arasında kırgınlık var. Hamas, güçlü teşkilatı ve tabanı olan FİS’in kendilerine kırıcı, sert ve haşin muamele ettiğine inanıyor. İktidardaki Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi’nin inkiraz ve başarısızlığına gelince: Mevlud Homruş’dan sonra başbakanlığa atanan Ahmed Gaza­li bazı taktik hatalar yaptı. Elbette başansızlık sadece taktik ha­taları sonucu değil. 30 yılın menfî birikimi var. Herşeyden önce Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi içinde birlik ve dirlik bulunmu­yordu. Homnış ve Gazali, Bin Cedid’in varisi olmak için ara­larında çekişiyorlardı. Rekabetten de öte düpedüz birbirleri­ni suçluyorlardı. Böylece sistem halkın nazarında bütün pres­tijini yitirdi. Müflis oldu. Homruş Gazali hükümetini Cezayir’in petrol rezervlerini yabancılara peşkeş çekmekle suçlarken, Gazali de Homruş’u Cezayir’in altın stoklarını rehin bırakmak-

mekle meşguldü. FİS’in Geçici Başkanı Haşani, dâî ve propa­gandist olan faal taraftarlarına sakallarını kesmelerini emredi­yor ve izinsiz miting düzenlemek ve gösteri yapmaktan mene­diyordu. Bu şekilde Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi, FİS’i ikinci kez gerilim tuzağına düşüremedi. Aksine Medeni ve Belhac’m tutukluluğu cephenin mazlumiyet imajını pekiştirdi.

[Zaman, 2 Ocak 19921

Avrupa’nın Truva Atı

FRANSA’NIN uzaktan kumandalı desteğiyle, askerlerden ve ja- koben FLN (Millî Kurtuluş Cephesi) artıklarından oluşan un­surlar Cezayir’de demokrasiyi rafa kaldırmak için sessiz bir darbe yaptılar. Ancak dünya hürriyete koşarken, Avrupa’nın uzaktan kumandayla Cezayir’i çıktığı mağaraya yeniden ka­patması düşünülemez. Cezayir’de ikinci cumhuriyeti boğma teşebbüsü olsa olsa Fransa’ya karşı ikinci kurtuluş savaşına yo- laçar.

Fransa’nın ve umumen Avrupa’nın Cezayir’deki anti-de- mokratik hareketi tasvibi ancak hipokrasi ile açıklanabilir. Bu Avrupa’da bir gram demokrasinin bulunmadığım da gösterir.

Cezayir’de 1955-1962 yılları arasında devam eden kurtu­luş savaşının Fransız kamuoyu ve aydınları arasında yolaçtığı panik hali ve sarsintı Fransa’nın kapılarım yeniden çalıyor. Bü­tün Fransız basın ve yayın organları darbe teşebbüsünden Pa­ris’in haberdar olduğunu ortaya seriyor. Cezayir’deki darbe te­şebbüsü şöyle cereyan ediyor:

Birinci tur seçimlerden sonra geçici FİS lideri Abdülkadir Haşani, Bin Cedid’i gizlice ziyaret ederek bazı üst düzeydeki askerlerin görevlerinden alınmasını istiyor. Buna karşılık da 1993 Aralık ayında görev süresi dolana kadar kendisiyle “kav­

gasız gürültüsüz” geçineceklerine dair söz veriyor. Bu gizli mutabakat ordu ve iktidar partisi kanatlarına kadar sızıyor. Bu­nun üzerine Bin Cedid’e baskı yaparak istifasını istiyorlar. Bin Cedid netameli ve nazik durumda direnmek yerine, istifa et­meyi yeğliyor. İstifa kararı cumartesi günü (11 Ocak 1992) açıklanmadan çok önce, İçişleri Bakanı vasıtasıyla AT Büyü­kelçilerine müjde verircesine gizlice uçuruluyor.

Fransız Le Matin ve Le Monde gazeteleri darbeden önce ikinci tur seçimlerin iptal edileceğine dair istihbaratlar veriyor­lar. Le Monde ye Cezayir’de yayınlanan el-Vatan gazetesi Bin Cedid’in FİS ile anlaşmasının orduyu memnun etmediğini ve cumhurbaşkanlığından el çektirilmesi için gizli bir planın var­lığından sözediyor. Bin Cedid’in: “FİS’in hakim olacağı bir par­lamento ile çalışırım. Aksi halde Cezayir’i kan gölüne çeviri­rim” dediği naklediliyor.

Buna rağmen, İslâm ülkelerine yaptıkları yardımları de­mokrasi şartına bağlayan, Paris Şartı’nın altına imza koyan baş­ta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu ülkeleri Cezayir’de diktatörlüğü destekliyorlar.

FIS şaşkınlığı ve darbenin şokunu üzerinden atmasından sonra halka direnme çağrısında bulunuyor. Onlardan oylarına ve verdikleri söze sadık kalmalarını istiyor. Böylece Cezayir ordusu ve eski dikta mensupları gaspçı, vurguncu olmakla kalmıyorlar, anı zamanda Avrupa'nın payandası ve Truva Atı olduklarını ele veriyorlar. İşte kurtarıcıların kurtarıcılığından kurtarılması gereken bir ülke de Cezayir.

Bu arada, Beyaz Saray ve CIA’nın eski Ortadoğu uzmanla­rından Graham Fuller, İslamcı partilerin Ortadoğu ülkelerinde seçime girip iktidara geçmelerinin önlenmemesi gerektiğini savunuyor. Bu da dolaylı olarak FİS’e arka çıkmak anlamına geliyor, yani Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de de ABD Avrupa rekabeti kendisini gösteriyor. Avrupa’ya karşı Pasifik’te çare

arayan Bush anlaşılan Avrupa’yı İslâm’la vurmak istiyor. Ger­çekten de ABD’nin Ortadoğu’daki ekonomik emperyal gayesi­ne karşı Avrupa, ekonomik, kültürel ve askerî taarruz halinde. Bundan dolayı bu denklemde dikkatli davranmak gerekiyor. Araplar gelişmenin farkında. Şarkul Avsat gazetesinden Ba­sım Cisr (Cezayir İran değil adlı makalesi tarih, 4.1.1992) şun­ları kaydediyor: Yani kutuplaşmalar Arap dünyasını daha da parçalayacaktır. Cezayir ile diğer Arap ülkeleri (Fas, Tunus gibi) ile ABD ve Batı Avrupa arasında kutuplaşmalar yaşana­caktır. Bu da Arap dünyası üzerinde cereyan edecektir. Oysa biz Araplar olarak bugün herkesin dostluğuna ve yardımına ihtiyacımız var.”Gerçekten de eskiden Arap dünyası üzerin­de Sovyet Amerikan rekabeti şimdi yerini sanki Avrupa ABD rekabetine bırakıyor gibi. Bir müddet önce Fransız basınında ABD Cezayir’in liberal ekonomiye geçebilmesi için FİS’i des­tekleyeceğini iddia ediyordu. Zira gazetenin ifadesine göre bunu ancak halk tabanında güçlü desteğe sahip olan İslâmcılar başarabilir.

Bugün İslâm dünyası Avrupa ile ABD arasında nufuz sava­şına sahne olmaktadır. Aynen 19. yüzyılda Fransa ve İngiltere arasında yaşanan rekabet gibi. O zaman bu rekabet İslâm dün­yasındaki aydınlar arasında da bölünmelere yol açmıştı. O dö­nemde ülkesi İran’ın İngiliz baskısı altında olmasından dolayı Cemaleddin Afgani gibi bazı entellektüel aydınlar, İngiltere’ye karşı Fransız saflarında yer alırlarken, dostu ve dava arkadaşı Muhammed Abduh Lord Cromer’le geçinmeyi, birlikte yaşa­mayı yeğlemiştir. Bugün de öyle değil mi? ABD ve İngiliz taraf­ları Şah’ın iktidardan düşmesile birlikte yerine gelen yeni rejim yüzünü Almanya ve Japonya ve Fransa gibi ülkelere çevirmiş­tir. Büyük şeytan, küçük şeytan ayrımına gitmiştir. Görüldüğü gibi bugün Cezayir’in şeytanı da Fransa.

FİS’in liderleri vasat bir kültür seviyesine sahip olmasına

rağmen halk neden onlan tercih etti? Bunun cevabı samimi ve y< ]cı.ızluğa bulaşmamış olmalarında yatıyordu. Bütün imkân­sızlıklara ve engellemelere rağmen kazandıkları belediyelerde iyi bir performans sergilemişlerdi.

Buna mukabil iktidar partisi reformlara gitmediği, tufeyli­leri başından atmadığı gibi, gücünü FİS’le ve halkla uğraşmaya teksif etmiştir. Ve birinci tur seçimlerden sonra bütün ajitasyon ve tahriklere rağmen kendine ve taraftarlarına hakim olmuştu. Birinci tur serbest seçimlerde tamamen demokratik bir ortam­da seçimi kazanmış olmasına rağmen Fransa’nın oyununa ge­len Sosyalist Güçler Cephesi lideri tahrik dolu demokrasi iste­yen gösteriler düzenledi. FIS bu gösterilere hiç müdahale ve itiraz etmedi. Zaten askerlerin hedefi FIS ile diğer partiler ara­sında çıkacak gerginlik ortamından yararlanarak demokratik sürece darbe vurmaktı. Ama FIS bu oyuna gelmedi. Haşani or­duya ve Başkan’a sahiplendiği gibi el-Ahram’a verdiği bir de­meçte sebeplerini ortadan kaldırmadan hadleri, cezaları uygu­lamayacaklarını açıkladı. Hal böyle iken huylu huyundan vaz­geçmedi ve dikta yanlıları Cezayir’i geriye götürmek istediler. Bakalım bunu başarabilecekler mi?

[Zaman, 15 Ocak 19921

Haçlı-Moğol ortak saldırısı

CEZAYİR’İN Gorbaçov’u Şadli bin Cedid istifa etti, olayların sey­rinden anlaşıldığına göre aslında istifa etmedi, ettirildi. Ardın­dan Moskova’daki ağustos darbesi gibi sivillerden ve askerler­den oluşan karma bir yönetim konseyi kurulduğu açıklandı, bin Cedid son sıralarda askerlerle eskisi gibi iyi anlaşamıyor­du. İstifası FLN (Millî Kurtuluş Cephesi) Başkanı ve eski başba­kanlardan Kasdı Merbah tarafından olumlu karşılandıA/er- böhistifayı sadece olumlu bulmakla kalmayarak fesadın ve ül­kenin iflas ve kaosunun sorumlusu olarak bin Cedid’in istifa etmekte geç kaldığını bile öne sürdü. Böylece bin Cedid’e de­mokrasinin askıya alınmasının faturası da yüklendi. Cedid kul­lanılarak muhattem ve muhakkak olan FİS’in zaferi ve iktidarı gasbedildi. Seçimlerin iki tur yapılması bile Cezayir’deki laik güçlerin ne kadar kötü niyetli olduklarını gözler önüne serdi. Moskova’daki ağustos darbesinin hilafına Batı, Cezayir’deki demokrasinin rafa kaldırılmasına sessiz kaldı. Belki içten içe kutladı. Batı ve Doğu’daki figüranlar Cezayir’deki demokrasi­yi kurtarmak bir tarafa totaliter, mutlakiyetçi ve otoriter bir reji­mi destekliyor havasındalar.

Bunda şaşılacak bir taraf da yok. Zira Batı oldum olası Do­ğu’da Müslümanları ezen zorba ve totaliter rejimleri destekli­

yor. Bunun istisnaları sadece zorba rejimlerin Batı’nın tavsiye­lerine kulak asmadığında görülüyor. O zaman da zorba, zorba ile değiştiriliyor. İşte sözde Afrika’da demokrasi rüzgârlarını destekleyen Fransa!. 40 küsûr İslâm ülkesinden hangisi de­mokrasi ve halkın tercihleri doğrultusunda yönetiliyor. Komü­nizm gibi totaliter rejimler yıkılırken, bizde hanedanlıklar dim­dik ayakta. Sadece ayakta değil, Batı’ya da (İngiltere ABD) ha­yat veriyor. Kendisini İsrail’e cephe gören ülkeler var. Suriye, Ürdün ve Mısır gibi. Kelim Sıddiki’nin deyimiyle bunlar İsra­il’in koruyucu zırhları.

Bugün İslâm medeniyetine saldıran fanatik laik unsurlar Ortaçağ’da sözde Müslüman ismi alarak Müslümanların hilafet merkezi Bağdat’a saldıran Moğollara benzemiyor mu? Moğol­lar Bağdat’ı ele geçirdiklerinde ne yaptılar? 750 bin civarında İslâm eserini Dicle’ye atarak yok ettiler. Peki Dersaadet’te aynı akıbete maruz kalınca alfabe değişikliği yapılarak milyonlarca insan bir anda ümmi haline getirilmedi mi? Yine İslâm eserleri ya kâğıt fabrikalarına, ya da Bulgaristan’a gönderilmedi mi? Moğolların saldırıları karşısında ihtilafa düşen Müslümanlar bugün de laiklik fitnesi konusunda benzeri reaksiyonları gös­teriyorlar. İbni Teymiyye, ismen Müslüman olsalar dahi Mo- ğolları tekfir ederken, diğer ulema da bu hükmü, bu yargıyı mübalağalı buldular. Laikler ve laiklik konusunda da Müslü­manlar değişik yaklaşım içindeler.

Ortak düşmana saldırılardan dolayı Vatikan ve Batı devlet­leri Moğolları tebrik etmediler mi? Hatta Moğollar’m İslâm’ın merkezine saldırmasından çok memnun olan Papalık neşve- sinden dolayı Moğollar’a, Tatarlar’a Hristiyanlığa davet için heyetler göndermedi mi? Peki tarihin bir tekerrürü olarak Ce­zayir’deki çağdaş Moğollar, istilacılar, gaspçılar, Müslümanla- ra karşı Fransa ve Batı ile ortak hareket etmiyorlar mı?

İslâm dünyasını baştan başa istila eden Moğollar’m çağdaş

liderleri/barbarlar (Cezayir’deki Romalılar tarafından Barbar denilen laik Berberiler de buna dahil) Cezayir’deki baskıcı mutlakiyetçi, otoriter rejimlere arka çıkmıyorlar mı? Cezayir’in ikinci İran olmadığını bile bile neden barışçı bir harekete şid­detle karşılık veriyorlar? Neden Tunus lideri Bin Ali ordusunu teyakkuz durumuna getiriyor, neden kendisini “Emirü’l-Mü’- minin” addeden Fas Kralı İkinci Hasan inananların zaferinden korkuya kapılıyor? Mü’minlerin lideri mü’minlerin zaferinden korkuya kapılır mı? Bir çağrı ile yazımıza son verelim: Gelin ey hasta ruhlar; Moğollar, Haçlılar, sizi dünyanın darlığından ahı- retin genişliğine çıkaralım, sizi bunalımlarınızdan, muzdarip olduğunuz sosyal afet ve hastalıklarınızdan, İslâm’ın şıhhati- ne, selametine çıkaralım. Göreceksiniz ki, dünya o zaman ya­şamayı daha çok seveceğiniz bir gezegen haline gelecektir.

[Zaman, 14 Ocak 1992]

Cezayirli Amazonlar

L’EXPRESS’iN ifadesiyle Atatürk’ün mirasçılarının (heritiers) izinden giden cunta lideri Halid Nazzar sonunda davalısı Ab- dulkadir Haşani’yi kafese koydu. Le Scenario Turc (Türk Se- naryosu)’nun yazarı Paryves Cuadnm ifade ettiği gibi 12 Eyülcülerin darbe öncesi vize almak için ABD’ye gittikleri gibi el-Hac Halid Nazzar’da Paris’e gitmiş. Ve Nisan 1991’de dar­benin gerekliliğinden sözetmiş (L’Express 24 Ocak 1992)

Herkes Cezayir’den kendine göre dersler çıkardı. Bizce de Cezayir örneğinden çıkarılması gereken evrensel dersler var. Birincisi mızrak çuvala sağmamıştır. İkincisi, Batı Cezayir’de kendi silahıyla yenilmiştir. Cezayir’de seçimler sonucu FİS ikti­dara gelseydi Müslümanlar mevzii bir zafer kazanacaklardı. Ama Cezayir’de demokrasinin hezimeti İslâm dünyasında Ba- tı’nm evrensel kabul edilen değerlerinin iflasıdır. Bu değerler Müslümanların ağırlığını taşıyamamıştır. Neticede Batı kendi silahıyla vurulmuş ve Batı’nm değerleri Cezayir’e' gömülmüş­tür.

Fransa’da darbeyi destekleyenler arasında Claude Ches- son, Edgar Pisani ve Maxime Rodinsonda bulunuyormuş. Bu destek garip değil ki... FIS’e karşı amansızca savaş açanlar sa­dece Cezayirli laikliğin bekçisi kesimler ve ordu değil. Dünya

Amazonları da Cezayir’deki Amazonlarla dayanışma halinde FIS’e karşı savaş açtılar. Ne diyelim tiynetleri bu. Savaşın icra edildiği kanallardan birisi de Fransız basını.

Lenouvel Observateur'da bir grup Amazon’ya da feminist, FIS’e karşı bayrak açmış. Darbeyi destekleyen feministler “Ak­deniz’in güneyinde kadınlar tehlikede” diye çığlık atıyorlar. İçlerinde Kenize Murad ve Nilüfer Göle’nM de imzası bulu­nan bildiride şu ifadelere yer veriliyor-. “Gericilik, hoşgörü ve ilerleme İslâm’ını karikatürize etmiştir. Hoşgörü ve ilerleme olan İslâm’ı hegemonyası altına almıştır. Uğursuz gericilik ey­lemi giderek yayılmaktadır. Bu eylem bazı ülkelerde mutlaki- yetçiliğe karşı kollektif bir isyanı din devleti terörüne dönüş­türmüştür.” Başka yerlerde ise sözde muhafazakârlık petro dolarla ve Batı’nın silahlarıyla beslenerek korkunç bir cinsiyet ayrımı ortaya koymuştur. Irkçı ayırımdan daha kötü olan bu ayrım model olarak ihraç edilmeye çalışılmaktadır.

1920’lerde Türkiye’de, Mısır’da ve Ortadoğu’da başlamış olan İslâm’da kadının özgürlüğü mücadelesi onun için bugün son derece önemlidir. Bu 1992 yılında pek çok kültürlerin kav­şağı Mağrib’in kalbinde; kızları, eşleri ve anneleri dün sömür­gecilere karşı savaşmış olan bir halkın sinesinde Cezayirli ka­dınlar en basit hürriyetlerini kaybetme tehlikesi içindeler. Her ülkede, her şehirde Cezayir’deki saygıyı savunacak komiteler oluşturulmasını istiyoruz...” Bu görüşlere imza atanlar arasın­da Magda Vasıf, Cihan Tahiri, Halime Bumedyen, Fevziye Esed vs. kadınlar var. Garip olan İslâm’da Kadm adlı eseri bu­lunan ve Modem Mahrem kitabının yazılmasında katkısı bu­lunduğu ileri sürülen Dilipakların dostu Nilüfer Göle’nin de bildiride imzası bulunmasıdır. Oysa biz yardımlaşmadan daha iyi meyveler ve neticeler bekliyorduk.

Halbuki dostumuz Abdurrahman Dilipak müşahedeleri­mize göre Cezayir’de demokrasinin kesintiye uğratılmasına

karşıdır. Zaten içinde bulunduğu siyasî harekette bunu iktiza ediyor.

Feministleri bu kadar Amazonvari harekete sevkeden ne­dir? Kolektif egoizm mi? Çocuk yapmaya ve babaerkil toplum yapısına isyan mı? Nedir? Yoksa bunlar klasik mahremleri gibi erkeği sadece bir üreme aracı mı görüyorlar? FİS’e düşmanlık­ları babaerkil bir yapıyı savunduğu dan mıdır? Öyle ki eskiça­ğın efsanevi kadın cengaverleri Amazonlar, erkek çocukları öldürürlermiş...

Halbuki Cezayir’deki kadınların kaçta kaça Amazonlar gi­bi düşünüyor. Kadınlar FİS’e erkeklerle birlikte oy vermişlerdi. Oradaki kadınlar adına istemediklerini istemek biraz kraldan fazla kralcılığa kaçmıyor mu? Eğer tasavvur ettiğiniz gibi de­mokrasi çoğunluğun azınlığa tahakkümü değilse, azınlığın çoğunluğa tahakkümü hiç değildir. FIS sizin egoizminizi düşü­necek ama siz halkın kahir-i ekserisinin tercihini gözardı ede­ceksiniz öyle mi? Bir defasında Irak asıllı Dünya İslâm Birli- ği’nin ileri gelenlerinden Muhammed Mahmud Sawaf Ceza­yir3 deki mütedeyyine kadınların laik kadınlara karşı bire on, bire yüz nisbetinde gösteri yaptıklarını aktarmıştı. Amazonla­rın mantalitesine göre onlar ne istediklerini bilmeyenler. Ve demokrasi ilaç gibidir, birden verirseniz hastayı öldürebilirsi­niz, bundan dolayı alıştıra alıştıra vermelisiniz. Hâlâ histerik Amazonlar pasif direnişle de kalmıyorlar “FIS iktidara gelirse savaşacağız” diyorlar. Üniversite de İngilizce öğretmenliği ya­pan Farida Majduh, kendisini frenleyemeyerek, “FIS iktidara gelirse ne yaparsınız?” sorusuna tereddütsüz çağdaş bir Ama­zon gibi cevap veriyor: “Savaşacağız... ” Mejduh, bir çok ka­dının, bu durumda ülkeyi terkedeceğini söylediğine işaret ederek “Ama biz kalıp savaşacağız” diye ısrarının altını çizi­yor.

Eğer Cezayirli Amazonlar’m niyetleri yüzde 80 nisbetteki

seçmene karşı savaşmak ve anaerkil bir toplum oluşturmak ise bunun daha kolay yolu var. Önce sanayî artıklarından ve atık­lardan kirlenmemiş bir nehir yattığı, bir havza bulurlar. Eğer burada Brigitte Bardot gibi sadece hayvanlarla yaşamak isti­yorlarsa bunu da yapabilirler. Herhalde FIS tecrid olmaları kaybıyla bu kadarına müsaade ederdi. Böylece demokrasi de yerini bulmuş olurdu. Çılgın Amazonlar’dan cevap yerine mız­rak beklemeniz gerektiği için, biz de yazının sonunu somsuz bitiriyoruz.

]Zaman, 24 Ocak 1992]

NOT: Meydan Lorousse Amazonlar’ı şöyle tarif ediyor:

AMAZONLAR: Eskiçağın efsanevî kadın cengâverieri. Karadeniz kıyılarında yaşadıkları söylenir. Yunan mitolojisinde adı geçen Amazonlar, anaerkilli- ğin savaşçı bir şeklini gerçekleştirmişlerdi. Bunların toplumunda erkeğe, an­cak neslin sürdürülmesi için yer veriliyordu; erkek çocuklar öldürülür, ba­zen de babalarına gönderilirdi. Amazonlar okla ve at üzerinde savaşırlardı. Bazılarına göre, ok atmayı kolaşlaştırmak üzere, kızların sağ memelerini ya­kalardı. Adlarının bir izahı da buradan gelse gerektir, (a-madsos, “ineme­miş”). Yunanlılar’ın kadın sandığı savaşçılar belki de, uzun saçlı iskitlerdi. Amazonların Akalara karşı açtıkları savaşlar hakkında Hitit belgelerinde bil­gi vardır. Yunan efsanesi de, Herakles, Bellerophontes vb. vesilesiyle bu sa­vaşlardan söz açar.

Ah... Minei feminizm

CUMHURİYET gazetesinde Şerif Mardin. “Kur’ân kadın haklan konusuna kalın ve genel hatlarla temas etmiştir, bu yeterli de­ğildir, geliştirilmesi gerekir” demektedir. Star-l’deki açık otu­rumda Nilüfer Gölede biraz da İslâm’ı, totaliter rejimlere ben­zeterek şunları söylemektedir: “Totaliter hiçbir rejimde kadın özgürlüğünden söz edilemez...”

Öteden beri üç sebep zikredilerek İslâm’ın kadına hürriyet vermediği ileri sürülmekte. Bu sebeplerden birisi miras da ka­dının erkeğe oranla yarım pay almasıdır.

Bunun sebebi ise çalışma düzeninde, iş hayatında erkeğin etken, kadının edilgen bir konumda olmasındandır. Mirastaki üstünlük erkeğin bu alandaki sorumluluğunu hafiflettirmek için verilmiş bir ek haktır diyebiliriz. Yani kadın maişetini te­min etmekle yükümlü değildir. Bu konuda Peygamber Efendi­miz: (sav) “Kefa bil mer’i şerren en yüdayyie ma yeuluhu ” Ya- ni “Şer olarak bir kişinin baktıklarım ihmal ve zayiiîetmesi ona yeter” buyurmuştur. Buradan olumsuz bir sonuç çıkarıl­maması için de, erkeğin sorumluluğunun kadının-isterse-ça- lışmasını engellemeyeceğini hatırlatalım...

İkinci sebep ise poligami yani taaddüd-ü zevcattır. Bu Öte­den beri İslâm konusunda zihinlerde şüpheler uyandıran bir

konudur. Öncelikle bu hak bir cevaz ve ruhsattır. Belirli şartla­ra haiz olan erkek bu cevaz ve ruhsatı dilerse kullanabilir. İslâm, Hristiyanlık gibi insan fıtratına aykırı olarak eşleri ilele- bed birarada olmaya zorlamamıştır. Aksine boşanma ile ayrılı­ğın yollan açılmıştır. Bazıları İslâm’ın neden taaddüd-ü zevca- ta izin verirken, taaddüd-ü ezvaca (çok kocalt evliliğe) izin vermediğini soruyor. Bunun birçok sebepleri var, bunlardan biri de nesebin korunması gereğidir. İslâm ailesi İbraniler’de ya da Hind’de olduğu gibi anaerkil değildir. Bu sistem kadına zor mesuliyetler yüklediği gibi beraberinde neseb ayrımını ve üstünlüğünü de getirmektedir. İslâm’da bir köle anneden do­ğan çocukla İbraniler’de bir köle anneden doğan çocuk aynı eşitliğe sahip değildir. Yahudiler bu ayrım sebebiyle bir köle olan Sara’dan doğan İsmail (as) zürriyetini bir hürre olan Ha- cer’den doğan İshak neslinden daha aşağı görürler. Demokra­si de de öyle değil mi? Mısırlı yazar Ahmed Behçet’in deyimiyle Avrupa demokrasiye layık bir hür çocuğu, müslümanlar ise aşağı tabakalardan gelen bir cariye çocuğudur...

İslâm taaddüdü zevcatı dörtle sınırladığı gibi kadîn da uy­gulamada bu hükmü/yargıyı fiili olarak “bir” ile sınırlandırabi- lir. Sadece bunun için evlenme öncesi kocasıyla mütabakata, sözleşmeye varması yeterlidir. Kur’ân-ı Kerim’de taaddüd-ü zevcata izin verilmesinin hikmeti ise kadın nüfûsunun erkek­ten çok fazla olduğu toplumlarda apaçık ortaya çıkar. Dünya­daki demografik ve nüfûs dengesi çoğu kez kadının lehinedir ve bazen bu cevazı zaruri kılar ki, birçok canlı türünde taad­düd-ü zevcat asildir. Kadının örtünmesine gelince, bu kadının erkek karşısında kendisini perdelemesi değildir. Örtünmenin uhrevi, yani ibadete müteallik bir yönü vardır. Meselâ kadın namazda Cenab-ı Hakk’ın huzurunda da örtülüdür. Bu bir saygının gereğidir. Yoksa Cenab-ı Hak değil insanın vücudu­nu, insanın göğsünün derinliklerinde gizlediklerini de bilir.

Ve İslâm’da kadının örtünmesi bugünkü mantalitenin tam tersine olarak bir hürriyet simgesidir. Meselâ köle kadınlar ör- tünmezlerdi. Örtünmenin müeyyide ve cezası da mahza ma­nevî yani uhrevidir. Dünyada bir cezası yok. Anlatılanlara gö­re, zamanın birinde bir Kadı’nın kızı örtünmüyor. Buna karşı­lık böyle bir olgu ile ilk defa karşılaşan âlimler şaşırıyorlar ve bu eyleme karşı bir müeyyide olup olmadığını araştırıyorlar. Sonunda müeyyideye dair bir hüküm bulamıyorlar.

Bundan dolayı da Raşid Gannıtşi Tunus’da iktidara gel­meleri halinde devlet eliyle kimseyi örtünmeye zorlamayacak­larını kaydediyor. Eğer Şerif Mardin kanaatime göre İslâm dü­şüncesini bildiği kadar İslâm hukukunu da bilseydi bu alanda bu olumlu şeyler söylemekten kendisini alamazdı. Bundan 5-10 yıl önce Amerika’daki hukukçular iki ayrı şehirde yaşa­yan eşlerin haftada belirli günler veya geceler için evlenip ev- lenemeyeceklerini tartışıyorlardı. Halbuki bu gibi konular İslâm hukukunda yüzyıllar önce tartışılmaz ve cevaz yönüyle hükme bağlanmıştı. Medeni haklar konusunda İslâm —eğer iyi araştılırsa— bugünkü hukuktan üstündür. Mensubu oldu­ğumuz Hanefî mezhebi evlenmede tercih hakkını babaya de­ğil kızın kendisine vermiştir. Ancak kızın mağdur olmaması için bu hürriyeti küfüv-denklik şartına bağlamıştır. Bunun an­lamı dengini bulan kız istediğiyle evlenebilirdi. Böylece kıza Seçme hakkı tanınırken, bir taraftan da tefriti önlemek gayesiy­le bu denklik şartına bağlanmıştır. Derler ya, “Kızım serbest bınkırsan, ya zurnacıya gider ya davulcuya... ” Tabiî kızın babasının müdahale hakkı sadece mağduriyet halinde geçerli- dir. Ancak feministleri ya da agnostikleri bu kadarı ile tatmin etmek mümkün değildir. Bundan dolayı izah gayesi ile hakları iki kısma ayırmak gerekiyor. Müsbet haklar, menfi haklar. Müsbet haklar, insanın fıtrî ve tabiî ihtiyaçlarının karşılanması­na araç olan herşey şeklinde tarif edebiliriz. Peygamberimiz

(sav) meselâ her insanın bir bineği olmasının iyiliğinden ve evin genişliğinin rahmet olmasından sözeder. İslâm’da muha­fazası emredilen zorunlu maslahatlar zımninde, din, can, akıl, nesil ve mal zikredilmiştir. Bunları koruma yolunda ölen insan da şehittir.Yani zarurî ihtiyaçlarını koruma yolunda ölen insa­na İslâm tarafından şehitlik mertebesi verilmiştir. Çünkü insa­nın saygınlığı ve kerameti bunların korunmasıyla kaimdir.

Kötü haklar ise ahlâksızlığın teşhiri, örgütlenmesi, başka­larına örnek olarak yaygınlaştırılmasıdır. Bugün Rusya’da 70 yıl iktidarından sonra komünizm yasaklanmıştır. Birisi, bir aklı evvel çıksa da olur mu canım, komünizm nasıl yasaklanır der­se, kimse tarafından kale alınır mı? Yani ille de bazı şeylerin ya­saklanması için musibet olduğunun tecrübe ile sabit olması mı gerekir? Rusya’da 20-30 milyon insanın kanma giren komü­nizm rejimi gibi... Eğer insan bunu şuurlu bir şekilde istiyorsa, o insan bazı hasletleri kaybetmiş, sadist bir insan demektir. Herhalde bazıları sadist diye sadizm iyi bir ahlâk olarak kabul edilemez. Akıl için, evrensel akıl için yol birdir. Aklıyla gören insan bile eğer maraz sahibi değilse tevhidi bulacaktır.

İslâm’da kadın imamet-i Kübra (devlet başkanlığı) ve yar­gıçlık dışında her türlü devlet görevinde yeralabilir. Fiiliyatta bu sınırlama da zaman zaman ortadan kalkmıştır. Mısır’daki Cevher Sakli gibi hatunlar devlet yönetmişler hatta Haçlılar’a karşı savaşmışlardır. Kafkaslar’da, Hind’de bunun örnekleri çoktur. Bahriye Uçok’un “Kadın Sultanlar” adında bir eserinin bulunduğunu da hatırlayalım. Bütün bunlardan sonra de söy­leyebilirim: Ah rninel feminizm...

[Zaman, 2?> Ocak 1992]

Amerikan korsanlığı

ya abd’Nİn İslâm ülkeleriyle ya da İslâm ülkelerinin ABD ile ilişkilerini gözden geçirmesinin vakti gelmiştir. İslâm dünyası yekpare hale gelmeden kendisine yapılan hücumları engelle­yemez. Geçmiş yazı i anınızda Garaudi’nin ABD’ye karşı İslâm dünyasının Avrupa ;le dayanışmaya girmesi gerektiği yolun­daki tekliflerini kayaadeğer bulmamıştık. Ancak gelinen nok- ada ilişkilerin gözden geçirilmesi zarureti giderek daha da önem kazanmakaıdır.

Geçenlerde budan’ı ziyaret eden ünlü Fransız düşünür ve mehtedi Garaudi Yeni Dünya Düzeni’ni yarı sömürgecilik dü­zeni olarak tanımlayarak, sözlerini şöyle sürdürüyor. ‘Bugün nerede katliamlar görürseniz oradu Amerika’nın çıkarları yah maktadır.’

Biliyorsunuz ge< • 'erde ABD; Sudan’ı kara listeye aldı. Şimdi ise Pakistan ve pire t rşı yaptırım kararı aldı. Bunun gerekçesi farklı; Çin’in Pakistan’a balistik tüze teknolojisi sat­ması. Halbuki bu mevzuda da ABD’nin müşahhas delilleri bu­lunmuyor. Bundan dolayı Çinliler haklı olarak tepki gösteri­yor. Çin Dışişleri Bakanlığı taraf? ,.n yapılan açıklamada, “Çin’in füze teknolojisiyle ilgili uluslararası anlaşmaları ihlal etmediğini defalarca belirttiği ancak ABD’nin buna kulak as-

madiği” ifade edildi. Yine geçtiğimiz günlerde İran’a giden malzeme yüklü bir Çin gemisi ABD tarafından zorla aranmıştı.

Görüldüğü gibi ABD’nin korsanlığı giderek yayılıyor. ABD İslâm dünyasını kolonisi ola k görüyor. Laiklik, fundamenta­lizm ise hikaye. Gayesi müslümanların, İslâm ümmetinin güç­lenmesini engellemek. Müslümanlar ise İslâm dünyasının güçlenmesini savundukları için kurulu düzenlere muhalif m anarşist gösterilmeye çalışılıyor. Güçlenme mevzuunda W. hington kendisine yakın ülkeler ya la uzak ülkeler aynmı ya mıyor. Mesela daha önce f '-sır Savunma Bakanı Abdülhaln ı Ebu Gzala, iki adamının füze teknolojisiyle ilgili ABD’de araş­tırma yaptığının ortaya çıkması üzerine dolaylı olarak görevin­den azledilerek cezalandırılmıştı. Bir de olaya Ermeni güzeli karıştırılarak iş Brezilya dizilerine çevrilmiş Mübarek’in adan lan meseleyi Meclis’te gündeme getirmişlerdi. Yani millilikle ABD dostluğu birarada gitmiyor. ABD’nin güvenini kazanmak için başarılı bir köle olacaksınız.

İslâm dünyası için yasak olan füze teknolojisi İsrail’e ser­best olduğu gibi bu mevzuda hington ile Tel Aviv stratejik işbirliği yapıyor. İsrail’in KazaiCiöLm gibi İslâm ülkelerinin an­sızın nükleer silahlara sahip elmalarından sonra helistik füze imali üzerine yoğunlaştığını bilmeyen yok. Aynı amaç doğrul- ! sunda Fransa gibi ülkele 1 de ^birliğine gidiyor.

Bilindiği gibi Somali’ye müdahale Batı medyasının m. ül­kedeki açlık vakalarını abartmasından sn a gündeme gelmiş­ti. Özellikle Amerikan ve F ansız basını öu mevzuda yeterli tahşidat yapmışlardı. Amerikan medyası Sudan’a karşı da ben­zeri bir histerik kampanya badattı. Açlık resimleri ve akıl al­maz iftiralarla meşbu yorumlar vasıtasıyla yürütülen kampan­ya hızlandırılıyor. Tabiî v> limler üzerine oturtulan veriler kul­lanılarak iş başka mecralara dökülmek isteniyor. Time dergisi­nin şaibeli fotoğraflanndan sonra bu defa da Sudan’a yönelik

saldırılar U.S. NEWS AND REPORT kanalıyla yapılıyor. Su­dan’daki İslâmî yönetimin ülkeyi yeni bir taş devrine götürdü­ğü (New Stone Age) iddiası ileri sürülüyor. Buna göre Sudan Yönetimi kokuşmuş Batı ile Güneydeki animist ve Hristiyan unsurlara karşı cihad hareketi başlatmış durumda. Abartılmış ve çarpıtılmış verilere göre 800 bin kişi hayatını kaybetmiş, 5 milyon kişi ise mülteci durumuna düşmüş. BM tahminlerine göre ise Güney Sudan’da 1.5 milyon kişinin yardıma ihtiyacı var, 700 bin kişi ise mahmasa halinde, yani ölümün kenarında. Derginin akıl almaz iftiralarından bazıları ise İslâm hukuku­nun zorla empozesi, halka İslâmî kıyafet mecburiyeti. Sudan Yönetiminin İran ve radikal Arap terörist gruplarıyla ilişkiye girmesi. Sudan’a gidip de durumu yerinde görmesek, belki bi­zi de inandırırlar. Askerlerin ve mollaların Sudan’ı ikinci bir İran’a çevirdikleri yorumu da yapılıyor. Halbuki Sudan’da mollaların sınıfı yok ve Hasan Turabi de bir klerik değil, hu­kukçu ve hatta eğitimini Batı’da (Fransa-İngiltere) ikmal etmiş biri. Ayrılıkçı Sudanlılar ise kendi ülkelerinde İslâm kanunları gölgesinde ikinci sınıf vatandaş haline geleceklerini ileri sürü­yorlar. SPLA temsilcilerinden Salva Kir, NIF yönetiminin (Ha­san Turabi kastediliyor) arabizasyon ve İslâmizasyonda ısrar ederek programlarını Sudanlı diğer kavimler üzerinde de tat­bik etmek istediklerini ileri sürüyor. Amerikan dergisi Su­dan’ın da Somali gibi anarşiye sürüklendiğini iddia ediyor. Bölgeyi daha önce gezmiş olan Cumhuriyetçi Parti’nin Virgi- "nıâ Temsilcisi Frank Wolf, ‘Orada yaşanan bir holocaust yani soykırımdır’ diyerek korunmuş bölgeler teşkilini savunuyor. Bunun için de gerekirse askeri müdahale yapılmasını tavsiye ediyor. Zaten Amerikan medyası son sıralarda suçlamalara bi­rini daha ekleyerek Sudan’ın Aidid’e yardım yaptığı iddiasını ortaya attı. Bu iddiayı gerçekmiş gibi kabul eden ABD Yöneti­mi meseleyi tırmandırarak BM’ye getiriyor. Görüldüğü gibi

ABD cezalandırmak için İslâm ülkelerini çarkıfelek gibi sıraya dizmiş bulunuyor. Bu tehlikeyi daha önce sabık Pakistan Ge­nelkurmay Başkanı Aslam Bey Körfez Krizi sırasında teleffuz etmişti.

Herzog ve Cezayir

son sıralarda ziyadesiyle Fransız Amerikan rekabetinden sö- zediliyor. Öyledir. Son haliyle bu rekabet Cezayir semalarına yansımış durumda. “Ilımlı İslâm”\a diyalog mimarlarından bi­ri olan ABD Dışişleri Bakanı Ortaşark Yardımcısı Ciğerciyan, Cezayir’e sürpriz bir ziyarette bulundu. İslâmî hareketlerin “Political İslâm”, “The Islamic Revival”, “İslâmıc Fundamen­talism” şeklinde vasıf! andırılmamasını isteyen Ciğerciyan: "İslâm’a ‘İzm’ enceresinden bakmamalıyız. Onun Batı ile cep­heleştiğini ve dünya barışını tehdit ettiğini söylememeliyiz. Amerikan yapımı (Made in American) modeller pazarlamama- h ve kendi diğerlerimizi empoze etmemeliyiz. Ortadoğu ülke- lerile ilişkilerde din belirleyici olmamalı” diyor. Daha önce Su­riye’de bulunan ve ABD’nin Moskova Büyükelçiliği için ismi geçen ancak son anda direkten dönerek Dışişleri Bakan Yar­dımcısı olan Ciğerciyan güzel söylüyor da, bütün marifetleri bundan değil ki! Meselâ şunları da söyleyebiliyor: “Biz İsrail’in layıkı veçhile tanınmasına, Rusya, Türkiye, Hindistan, Çin ve diğer ülkelerle diplonıalik ilişkilerini artırmasına yardımcı ol­duk. Etyopya, Sovyet ve Suriyeli Yahudiler’in göçüne yardımcı olduk. İrak’ın İsrail’e saldırı kapasitesini imha ettik. İsrail’in is­teği olan komşularıyla doğrudan müzakerelere girmesine im­

kân sağladık...” Ciğerciyan, ABD’nin İsrail’e olan doğrudan ve dolaylı nimetlerini saymakla bitiremiyor.

Buradan anlaşıldığı kadarıyla demek —ki sanıldığının ak­sine— Türkiye İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin seviyesi­nin yükseltilmesi Türkiye’nin tercihi değil. Empozeye karşı olan ABD’nin empozesi. İsrail’in barışa meyli, Yahudiler’in gö­çünün 500. yıl kutlamaları işin kılıfı ya da bahanesi. İsrail Dev­let Başkanı Haim Herzog’in ziyareti de bu çerçevede değerlen­dirilmelidir. Biz yine Ermeni asıllı Dışişleri Başkan Yardımcısı Ciğerciyan’m ani Cezayir ziyaretine dönelim. Ciğerciyan, ziya­ret sırasında Ali Kafi ile görüşüyor ve Budiyafla ilgili Bush’un taziyetlerini sunuyor. Ziyaretinin zamanlaması da ilginç. Bu- lidy’nin Başbakanlığa atanmasına denk düşüyor. Abusselam Bulidy’nin Fransa yerine Amerikan, Japon ve Batı Almanya iş­birliğini tercih ettiği biliniyor. Hatta kimilerine göre bariz bir Fransız düşmanı. Ciğerciyan da basın mensuplarına Ceza­yir’deki gelişmeleri yakından takip ettiklerini söylemiş. Bilin­diği gibi ABD Cezayir’de yönetimle İslâmcılar arasında bir di­yalog başlatılmasını istiyor. Fransa ise diyaloğa karşı çıkıyor.

Mitterrand’ın Saraybosna’da şovu çalmasına karşılık Ciğer­ciyan da Cezayir’de rövanşı aldı. ABD’nin Cezayir’e ekonomik yardım yapacağı ya da dost Arap ülkelerini bu yönde teşvik edeceği haberleri alınıyor. Sabık Başbakan Gazali gibi mon- sörler yardımın sadece Fransa ve Batı’dan alınmasını savunu­yorlar, aksi yönde görüş beyan eden (Arapçı kanattan) Ahdar îbrahimîyAn\7. kalıyordu. Fransa’nın Yeni Başbakan Bulidy’e ihtiyatlı yaklaştığı belirtiliyor. ABD’nin de isteğiyle FIS liderleri­ne karşı aynı sertlik ve müsamehasızlık sürdürülmekle birlikte haklarında idam kararı verilmeyeceği kulislere sızan duyum ve haberler manzumesinden...

[Zaman, 17 Temmuz 19921

Ters köşeye yatanlar

CEZAYİR Savunma Bakanı Halid Nezzar’m “Böyle giderse İslâmcıların kökünü kazıyacağım” demesinden birkaç gün sonra Devlet Bakanı Budiyaf tertip bir suikasta kurban gitti. Batı basını ve Türk basınının büyük kısmı önyargılı ve şartlan­mış olduklarından dolayı zanlıyı hemen teşhis ettiler. Yapsa yapsa bu işi FİS’in fanatik taraftarları yapabilirdi. Türkiye’deki safderun bazı İslâmî basın organları da bu iddialara adeta sa­hiplenerek Budiyaf’m Medeni’nin bedduasına uğradığını ve çarpıldığını yazdılar. Bu da ayn bir garabet. Ama Sedat Sertoğ- lu gibi görgü tanığı imişçesine olayı anlatan ve FİS’in aleyhinde şehadette bulunan kalemler de vardı. Fahir Armaoğlu da ters köşeye yatanlardandı. Halbuki resmî olarak ne FIS suçlandı ne de FIS böyle bir suikaste sahiplendi. Aksine Abbas Medeni’nin oğlu Üsame Medeni olayla kendilerinin yakından uzaktan bir bağlantısı olmadığını failin de rejimin kendisi olduğunu söyle­di. Ancak Cezayir basını da yukarıdan aldığı telkinlerle hadise­yi Müslümanlar’a maletmeye, yamamaya çalışıyor. Hiç zahmet etmesinler, mızrak çuvala sığmaz. Olayı basite indirenler için elbette, Halid Nezzar’ın deyimiyle suikastın faili 6 ay içinde 100 kadar güvenlik görevlisini öldüren FIS taraftarları olmalıy­dı.

Suikastın baştan tertip olduğu erbabına sırlıyordu. Hadise­den birkaç gün sonra Cezayir Haber Ajansı APS cinayeti failinin Cezayir İstihbarat Teşkilatı Karşı Casusluk Bölümü mensupla­rından bir teğmenin işlediği bildirdi. Siz buna itiraf deyin. Bu­diyaf m mevcut yönetiminin her iki kanadıyla da; asker ve si­vil, arası bozuktu. Başbakan Sid Ahmed Gazali ile yürütülecek politikalar üzerinde anlaşamıyordu. İkincisi yönetimin üzerin­den asker gölgesini uzaklaştırmak istiyordu. Tabiî yurtdışına çıkarılan 26 milyar dolann akıbetini ortaya çıkaramaması, yol­suzlukların üzerine gidememesi, prestijini sarsıyordu. Kısaca halk ile kendisini iktidara getiren soyguncular arasında kal­mıştı. Daha bağımsız hareket etmek ve yönetimi yeniden yapı­landırmak istedi. Bu, askerler tarafından yönetime sahiden sa­hiplenmek olarak algılandı. Onlar kukla getirmişler karşılarına işi ciddiyete alan biri çıkmıştı. Zaten ölmeden önceki son söz­leri de iktidar muhterislerine çatmak olmuştu. Tuzak Anna­bar’da kurulmuştu. Öyle ki, burası FTS’ın kalesi olarak bilini­yordu. Ta ki fatura FIS’a çıkarılsın. The Guardian\n deyimiyle rutin bir geziye çıkmıştı. Ama bu gezide rutin olmayan şeyler de vardı. Tertip, tuzak, gibi. Gezilen diğer şehirlerde Budiyaf a eşlik eden İçişleri ve Enformasyon bakanlan nedense Anna- ba’ya gitmemişlerdi.

Gelecek hafta Cezayir Devrimi’nin 30. yılı kutlanacaktı. Kutlama ağız tadıyla yapılamayacak. Budiyaf öldürüldü. Yal­nız adam Budiyaf iktidara gelmekle düşmanlarının sayısını ar­tırmıştı. Eski silah arkadaşlarından Hüseyin Ait Ahmed’le bile arası açılmıştı. İnatçıydı ama dostunu, düşmanım daha da doğ­rusu yönettiği ülkeyi tanımadan Öldürüldü. Zalim konumun­dayken mazlum oldu. Şimdi kendisine en güçlü halef Savun­ma Bakanı Nezzar. Eğer dış dünya sivil bir görüntüyü tercih ederse Ahmed Gazali askerlerin maskesi olarak daha da ön plana çıkabilir. Ne tevafuk ki, Cezayir’in Birinci Devlet Başka­

m Ben Bella ile Üçüncü Devlet Başkanı Şadlı Bin Cedid’in akı­beti aynı oldu. Yönetimden uzaklaştırıldılar. İkinci Başkan Huvarı Bumedyen ile Dördüncü Başkan Muhammed Budi­yaf m kaderleri de ortak. Bumedyen’i İslâm bombası çalışma­larından dolayı Fransa ile Mossad ortaklaşa ortadan kaldırır­ken Budiyafı da Cezayirlİler’in kendisi öldürdü. Eğer olayın arkasında başka parmak yoksa. Fransa gibi. Zira Cengiz Çan- dar’ın bahsettiğine göre bazı Araplar Budiyaf m Amerika’nın adamı olduğu için öldürüldüğünü savunuyorlarmış. Böyle bir adam için son söz ne olabilir ki. Duygularım karmakarışık...

IZaman, 3 Temmuz 1992]

Cezayir’de yeni dönem

CEZAYİR hadiseleri insanlık için büyük ibretler ve dersler taşı­yor. Bu gibi hadiseler öğretici oluyor. İnsanların, müessesele- rin gösterdikleri tavırlar, onların gerçek kimliklerini ve yüzleri­ni ortaya koyuyor. Bazıları hadiseyi bahane ederek Müslü­manları suçlamaya yeltendi. Yalancının mumu yatsıya kadar yandığı için; gerçekler ortaya çıkınca, gece yarısı fenersiz ya­kalandı. Her yerde Müslümanların ezildiğini gören bazı kim­seler de bu hadiseyi tatmin aracı yaparak ters köşeye yattı. “Ci­nayeti Müslümanlar işlemese bile, sahiplenelim, karşı tarafı korkutalım” zihniyetini taşıyorlar. İranlı bazı basın—yayın or­ganları hadiseyi bu zaviyeden değerlendirdi.

Mamafih herkes hadiseyi istediği gibi değerlendirebilir. Bununla birlikte gerçekler ortaya çıkınca yorumlar sakıt olur.

Kurban Bayramı’nda Mısır’da laik elitlerin ileri gelenlerin­den Ferec Fude öldürüldü. Failler yakalandı. Fail belli meful belli olunca hadise netlik kazandı. Cinayeti cihad hareketi işle­miş. Ancak Mısır’da netlik kazanmayan hadiseler de vardı. Şeyh Zehebi’nin cinayeti gibi. Bu cinayetin, İslâm’a dayalı şahsî hukuku laik hukukla değiştirmek isteyen Cihan Sedat’ın projesine karşı geldiği için istihbarat teşkilatı tarafından işlen­diği ve daha sonra da Şükrü Mustafa ve cemaatinin üzerine yı­

kıldığı anlatıldı. Cinayetten önce gerçekten de fıkhî bazıkonu- larda Şükrü. Mustafa ve Şeyh Zehebi basın aracılığıyla tartış­mışlardı. Sedat’ların bu cinayetle hem bir engelden (Zehebi) kurtuldukları hem de Şükrü Mustafa ve arkadaşlarını tasfiye et­tikleri yorumları yapıldı. Tabiî devlet, cinayeti Şükrü Musta­fa’nın taraftarlarının işlediğinde ısrarlıydı.

Bir hakikati tescil için şunu da söylemek yerinde olur; Şük­rü Mustafa ve taraftarları reaksiyoner tiplerdi. Bu hükme varır­ken devletin hazırladığı olumsuz ortamın payını da unutma­malıyız. Ve yine hatırlanmalıdır ki Türkiye’de bazı kesimler o zaman (Şura, Tevhid dergileri gibi) Şükrü Mustafa ve arkadaş­larını bayraklaştırıyorlardı.

Sedat suikastına gelince, bu spontane, kendiliğinden iş­lenmiş bir cinayet. Yani sanıldığı gibi arkasında bir örgüt yok. Elbette işin ilahi adalete müteallik tarafları var. Bugün Mısır’ın resmi otoriteleri bile Halici İstanbuli ve arkadaşlarının suikastı tek başlarına işledikleri hükmüne meylediyor. Hatta cinayetin Abdusselam Ferec ve Cihad Organizasyonu ile doğrudan bağ­lantılı olmadığı da rapor ediliyor. Halbuki o sıralarda Mısır reji­mi hadisenin arkasında uluslararası boyutlar arıyordu.

Ferdî suikast ve tedhiş hareketlerine gelince, İslâm’ın bu tür hareketleri tasvib ettiğini söyleyemeyiz. Ayrıca şahsî insi- yatifi kitlenin inisiyatifine de bağlamamak gerekir. Ama böyle . hadiseler tahakkuk etmişse; (Budiyaf’ın kendi korumaları ve emir komutasındaki insanlar tarafından öldürülmesi gibi) bel­ki istihkak kesbetmişti diyebiliriz. İhvan tarafından eylemleri tasvibe mazhar olmayan Sudan Millî İslâm Cephesi lideri, teo- risyen Hasan Turabi münferid eylemleri mahkum etmekte­dir. Biz “La vekse vela şataf” yani “İfrat ve tefrit” yok diyen bir Resulün takipçileriyiz.

Yeniden Cezayir hadisesine dönecek olursak Budiyaf ci­nayeti kördüğüm gibi görünse de cinayetin FIS tarafından iş-

lenmediği kesinleşmiştir. Aksini iddia edenler müfteridirler. Dana altında buzağı arayan Mısır basını bile cinayetle ilgili İslâmcıları suçlamaktan vazgeçmiştir. (2.7.1992 tarihli sayı) el-Ahram’^ göre Budiyafm oğlu Nasır cinayeti komplo ola­rak niteleyerek özendiricileriyle birlikte faillerinin ortaya çıka­rılmasını istemiştir.

el-AhramA göre şüpheliler listesinde eski Başkan Şadli bin Cedid de bulunuyor. Şadlı ile Budiyaf’m arası baştan bu yana açık. Cenazede atılan sloganlardan biri de “Katil Şad­li’dir. İkinci bir ihtimal de FlS’lilerin salıverilmesine içerleyen bazı fanatik laik subaylar. Başka bir ihtimal de Budiyafm dev­let içine nafiz olmuş mafya tarafından öldürülmesidir. Ceza­yir’den bildiren Hürriyet muhabiri Fatih Güllapoğlu aynı ihti­malleri serdetmektedir.. Fatih Güllapoğlu’ nun bazı ilginç anekdotları şunlar: “Budiyafm bundan birkaç hafta önce tele- vizyanda yaptığı bir konuşmada “Danışma Konseyi kurmak is- tiyomm. Ne yazık ki henüz 60 dürüst adam bulamadım” sözle­ri Cezayir’deki politik ve diplomatik kulisin kulaklarında çınlı­yor. Bu sözleriyle aralarında ordu mensuplarının da bulundu­ğu yakın çalışma arkadaşlarını da suçlamış olan ve yine çok kı­sa bir süre öncesinde kim olursa olsun rüşvete karışmış herke­si tek tek ortaya çıkarıp Cezayir halkı adına adaletin hesap sor­masını sağlayacağım” diyen Budiyafm devlet içerisinde kü­melenmiş “yolsuzluk mafyası”nm kurbanı olduğuna hemen herkesıkesin gözüyle bakıyor...”

Türk basıcında, ters köşeye yatarken böyle direkten dö­nenlere de rastlanıyor. el-Ahram’ın Paris Temsilcisi Şerif Su­başı Fransa’nın demokratik yollarla dahi olsa FIS’ın iktidara gelmesini istemediğini aksi takdirde Afrika’nın toptan sarsıla­cağına inandığını kaydediyor. Fransızlar Türkkaya Ataöv gibi FIS’e FLN’in yavrusu olarak bakıyorlar ve FLN yönetimini de is­temiyorlar. Şerif Şubası’ya göre Budiyaf iki şey yaptı, FIS’ın ve

askerlerin iktidara gelmelerini engelledi. Bunun için Fransa eski mirasın tasfiyesi için Budiyaf a elinden geldiği kadar yar­dımcı oluyordu. Ama kimilerine göre de Budiyaf kaldıramaya­cağı bir yükün altına sokularak baştan kandırılmıştı. Bunun için cenazede atılan sloganlardan biri de: “Seni öldürmek için getirdiler” di...

Yeni yönetim

Beklentilerin aksine devlet başkanlığına General Halid Nez- zar getirilmedi. Bunun sebeplerinden biri zan altında olması­dır. İkincisi içte ve dışta askeri bir yönetimin tercih edilmeme­sidir. Sonuncusu da sağlığının pek yerinde olmamasıdır. Nez- zar’m yerine dengelere daha uygun biri seçildi: Ali Kafi (64) kurtuluş mücadelesi sırasında Messali Hac ile birlikte çalışmış. 1959 yılında Cezayir’in sürgündeki parlamentosu niteliğindeki Cezayir Devrimi Millî Konseyi Sekreterliği’ni üstlenmek üzere ülkesinden ayrılmış. Ali Kafi 1961 yılında Kurtuluş Ordusu’na albay olarak atanır ve daha sonra Mısır, Suriye, Lübnan, Libya ve Tunus’ta diplomat olarak çalışır. Başkanlığa seçilmesi ve kariyeri Bin Cedid’i andırıyor. Şadli de albay rütbesinde ve tali bir görevdeyken çeşitli dengeler sebebiyle Bumedyen’e halef seçilmişti. Kardeş Cezayir için hayırlısını diliyoruz.

]Zaman, 5 Temmuz 1992]

Cezayir gladyosu

ABD’NİN Sudan’ı suçlama gerekçelerinden bir diğeri de Cezayir İslâmî Selamet Cephesi gibi radikal ve fanatik örgütlere yatak­lık yapması. ABD, Sudan’ın barındırdığı sözde terör ve radikal İslâmî örgütlerin çetelesini tutmuş. Buna göre Filistinli örgüt­lerden Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi, Filistin’in Kurtu­luşu için demokratik Cephe, Hamas, İslâmî Cihad, Cezayir İs­lâmî Selamet Cephesi, Tunus Nahda hareketi (İngiltere son olarak Raşid Gannuşi’ye siyasî iltica hakkı tanıdı) Yemen’den Islah Hareketi, Mısır’dan el-Cemaat el-İslâmiyye Sudan’da ba­rınıyor. Hatta hatırlanacağı gibi Ömer Abdurrahman ABD’ye vizeyi bu ülkeden almıştı. Ayrıca Hizbullah’ın kurulmasında emeği geçen İranlı diplomat Macid Kamil’in Sudan’da görev yapması da aleyhte bir delil sayılıyor. İstihbarat kaynaklarına göre Kamil talimatlarını doğrudan doğruya Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Şeyhülislamdan alıyor. Hüseyin Şeyhülis­lam ise California Berkeley Üniversitesi eski öğrencilerinden ve 1979 yılında Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin işgalinde rol oynamış. Bunlar Sudan’ın aleyhine delil olarak kabul edili­yor. Ve ABD Sudan’daki elçilik görevlilerinin sayısını azaltma kararı aldı.

Bağımsız ve hükümran bir devlet olan Sudan terörle suçla­

nıyor. Ya zaferi çalman ve liderleri içeri atılan FİS’e ne demeli? Basınımız hâlâ yanlışında ısrar ederek FİS’i bir terör örgütü ola­rak gösterme hamakatı ve kastı içinde. Bunun böyle olmadığı­nı kendileri de biliyor. Ama bunu yapmak zorundalar çünkü gladyo, mafya ve bilumum gizli ve çirkin tezgahın işlemesi için iftiradan, karalamadan ve dikkatleri başka yöne çekmekten başka çare yok. Talihsiz Cezayir’de son terör kurbanlarından biri de eski başbakanlardan Kasdı Merbah. Kasdı Merbah ılım­lılığıyla bilinen ve FİS’e de şans tanınmasını isteyen politikacı­lardan biri. Meğer değerli Türk basınına göre diyaloğ kapıları­nı kapatmak için Merbah’ı aşırı dinciler öldürmüş. Delil mi is­tersiniz, işkembei kübra ne güne duruyor. Halbuki Cezayir ha­disesini yakından takip edenlerin de bildiği gibi ordu içinde ve devlet kademelerinde ılımlılar ile sertlik yanlıları arasında bir mücadele var. Müstafi Başbakan Belaid Abdusselam’da ılımlı kanattan biri olarak tanınıyor.

Katiller yine devlet içinde. Aynen Budiyaf hadisesinde ol­duğu gibi. Merbah’ın partisi olan Gelişim ve Adalet İçin Ceza­yir Hareketi’ne göre bu cinayet de profesyonel katillerin işi. İş­te gelin de bizdeki faili meçhul cinayetleri hatırlamayın. Cina­yeti binleri işliyor ama katillerin adresleri önceden malum: İs­lâmî kesimler. Bu açıdan da Cezayir’i yakın takibe almak la­zım. Muhtemel olarak gerçek katiller Müslümanlar’ı terörizm ile suçlayan kesimler arasında bulunuyor. Kanaatimizce Tür­kiye’deki faili meçhul cinayetler ile Cezayir’deki cinayetleri ör­gütleyenler de aynı uluslararası güçler ve onların içteki yar­dakçıları. Bunların adreslerini İsrail ve Batı’da aramak gereki­yor. Abdullah Ceballah tarafından yönetilen İslâmî Yeniden Doğuş Hareketi’ne göre ise, eski başbakanın öldürülmesi, ül­keyi uçurumdan aşağıya itmeyi amaçlayan Batılıların işine ya­rıyor. Merbah’ın eşi Fatma Merbah’ın yeni başbakan Rıza Ma- lik’e söylediği sözler de ilginç;

‘Dikkat edin, size zehirli bir hediye verdiler. Kocam her za­man hükümetin adamlarını korudu ama onlardan hiçbiri onu düşünmedi...’

FİS de yayımladığı 7 no’lu bildirisinde Kasdi Merbah’m hü­kümet tarafından öldürüldüğünü ilan etmiştir. Bildiri de şöyle denilmekte: ‘General Lamari başkanlığındaki askeri cuntanın sopası altındaki bu rejim, onun kuyrukları ve ajanları, eski Baş­bakan Merbah ve yanmdakilerin hayatına mal olan suikastin düzenleyicilerdir...’ FİS, güvenilir kaynaklardan aldığı bilgiye göre, Cezayir’deki yönetimin ‘Halka karşı uygulanan vahşi po­litikayı eleştiren tanınmış kişileri ortadan kaldırmak için komplo kurduğunu da belirtiyor. Eğer cinayetler İslâmî kesim­ler işlemiş olsaydı, suçlamaları yapanların iddialara mesned teşkil edecek kanıtları bulmakta güçlük çekmemeleri gerekir­di. İftirayı atanlarla cinayeti işleyenler aynı kesimler olduğu için cinayetler faili meçhul olarak kalmaktadır. Cinayetten he­men sonra el~Cemaat el-İslâmiyye diye daha önce Cezayir’de adı sanı duyulmamış fason bir örgüt cinayetin sorumluluğunu üstlendi. Bizdeki faili meçhul cinayetlerin ardından yapılan sa­hiplenmeler gibi. Merbah’m cenaze merasimine FİS’in temsil­cilerinden emekli albay Emhadi Said’in de katılması örgütün açıklamalarıyla paralellik arzediyor. Şarkul Avsat gazetesinin de yazdığı gibi (25-8-1993) bütün işaretler gladyoya çıkıyor. İşte asıl mesele bu düğümü çözmekte.

Cumhuriyet Gazetesi Çetin Emeç cinayeti konusunda ye­ni bir boyut getirdi. Gazeteye göre cinayetin arkasında Suriye Muhaberatı ile ilişkisi olan Türk vatandaşlığına geçmiş Mu­hammed Celal Zehebi var. Ama meselenin düğümleri Hizbul- lah’a ve Victor Kamhi’ye kadar uzanıyor. Yani hadise de bir çok grift boyut ve çapraz ilişkiler var. Hizbullah, Suriye Muha­beratı ve Museviler gibi. Hatta gazete Zehebi’yi DGM’nin ko­ruduğu yolundaki iddialara yerveriyor. Babı Ali’de bu hadise­

nin örtbas edilmesi için bazı Musevi grupların ilgili mercilere baskı yaptıkları dedikodusu dolaşıyor. Bütün bu bulgular bizi iki yıl önce Zaman’ın attığı bir manşet başlığına götürüyor: Fundamentalist Kılığında MOSSAD Ajanları’

Çeşitlemeler

sosyal hayatta en müessir olan iki grup ulema ve ümeradır. Bu konuda ne kadar yorum yapılsa yeridir. Tarih boyunca iki grup da birbirini etkilemiştir. Ulema daima ümeraya menfi ya da müsbet, yol göstermişlerdir. Yöneticileri başarıya sevkeden ilim adamlarıdır. Keza bazen ulemanın yanlış telkinleriyle yö­neticileri inhiraf çizgisine taşıdığı da olmuştur. Bundan dolayı iyi çığır açanlar övülmüşler, kötü çığır açanlar ise yerilmişler- dir. Asrımız,kelimenin tam anlamıyla dindar olmayan liderle­rin resmi geçit yaptığı bir devirdir. Bu bağlamda Hitler, Lenin, Stalin ve nicelerini sayabiliriz. Hitler ve Stalin gibi liderlerin meşhur Alman filozofu Nietzche’den etkilendikleri söylenir. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ gibi sahasında erişilmez bir eser ya­zan Nietzche ne yazik ki nihilist bir düşünce yapısına sahiptir. Ender yazdığı eserlerden birisi de adeta Hristiyanlığa isyan ve başkaldırıdan ibarettir. Geçtiğimiz günlerde bazen makalele­rinde bir gözlemci gibi Müslümanların transformasyonunu mercek altına alıp inceleyen Milliyetin yazarı Ahmet Oktay, Selim İleri ve Yakup Kadriye atfen Atatürk’ün Nietzche’ci ol­duğunu ileri sürüyor. Atatürk’ün okuduğu kitaplar listesinde yeralan bir başka eser de İtalyan müsteşrik Caetanîrim İslâm Tarihidir. Eseri terceme eden İttihatçıların ileri gelenlerinden

Ahdullat Cevdet diye nam yapmış tıbbiye çıkışlı Abdullah Cevdet’tir. 20 yıl kadar önce Mehmet Asım Koksal Hoca kendi çapında bu esere bir reddiye yazmış idi. Ahmet Oktay’dan öğ­rendiğimize göre Selim İleri, Kırık Deniz Kabuklan adlı ese­rinde Atatürk’ün ve döneminin fazla konuşulmamış ya da ko­nuşulanınmış özellik ve olgularını açık yüreklilikle gündeme getiriyormuş. M. Kemal’i ve çağımızın diğer liderlerini, saplan­tılardan azade, açık yüreklilikle ve tarafsız bir gözle ve Selim İleri’nin hikayeci üslubuyla anlatacak eserlere ihtiyacımız var.

Türk ekonomisi üzerindeki PKK kamburunun boyutları tüm çarpıcılığıyla yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Daha önce KDV oranlan terörle mücadele için yukarıya çekilmişti. Hatta bazı­ları yapılan KDV zammını PKK vergisi şeklinde algılamıştı. An­cak resmilerin açıklamalarıyla PKK’nın Türk ekonomisi üze­rindeki tahribatının vahametini kavramış olduk. Devlet Baka­nı Ali Şevki Erek’in açıklamasına göre devlet bu yıl PKK ile mü­cadele için 164 trilyon lira, yani 8.2 milyar dolar harcayacak­mış. Aşağı yukarı bu rakam Türkiye bütçesinin beşte birine, ihracatının da yansına tekabül ediyor. Yine tahminlere göre PKK’nın turizm gelirlerine yaptığı muhtemel zarar 1 ile 1.5 mil­yar dolar arasında. Geçen yıl ise PKK ile mücadele için 7 milyar dolar harcanmış. PKK terörü 10 yıl içinde de 10 bin 600 kişinin ölümüyle sonuçlanmış. Neresinden bakılırsa bakılsın rakam­ların ifade ettikleri gerçekler korkunç. Bu, genel ekonomik gi­dişat üzerine de kötü şekilde yansıyor. Sudan gibi bir ülke de 1955 yılından beri ayrılıkçılarla mücadele ediyor. Geçmiş yıl­larda SPLA (Sudan'ın PKK’sı) ile mücadele için günde 1 milyon dolar harcıyorlarmış. Sudan şartlarında düşünüldüğünde bu para büyük meblağ. Maalesef İngiltere Kuzey İrlanddyr kay­betmemek için İrlanda Kurtuluş Ordusu ile mücadele ederken öbür taraftan kalkıyor, Sudan’daki ve Kuzey Irak’taki ayrılıkçı hareketleri destekliyor. İngiltere Parlamentosu’nda Archer gi­

biler ve Anglikan Kilisesi hem Sudanlı, hem Kuzey Iraklı ayrı­lıkçıları destekliyor ve hem de PKK meselesini kaşıyor. Nefesi kokan İngiltere’nin dünya üzerinde bu kadar fırıldak çevirme­si çok garip ve ilginç. Bu kadar zayıf dönemlerinde bu kadar aktif olmaları karşısında şapka çıkarmak gerekiyor. Geçenler­de KolombiyalI Medellin Karteli ile PKK arasında terör ve uyuşturucu kaçakçılığı kapsamında bir benzerlik kurmuştuk. Uzun yıllar terör örgütü olan Asala ve PKK’ya yardım yaptığı ileri sürülen Behçet Cantürhün uyuşturucu mafyası ile bağ­lantıları da aradaki benzerlik yoğunluğunu artırıyor. Medellin Karteli gibi terör ye uyuşturucu ticareti alanında iştihar eden Behçet Cantürk’ün bir başka önemli özelliği de annesi tarafın­dan Ermeni olması. Kendisinin de itiraf ettiği gibi; annesi son­radan ihtida etmiş bir Ermeni: Hatun Demirciyan. Oğlu Beh­çet gibi Hatun Demirciyan’m ölümü de sis perdesiyle kaplı.

Geriye tepen tuzak

25-26 ocak tarihlerinde Cezayir’de Millî Konferans yapılacak. Bu konferans vesilesiyle gelecek üç yıl için Cezayir’i yönete­cek Üçlü Başkanlık Konseyi belirlenecek. Ocak 1992’den beri ülke Budiyaf ve Ali Kafi liderliğinde ve Beşli. Konsey tarafın­dan yönetiliyordu. Yeni Üçlü Konsey için Buteflika gibi bazı liderlerin adı geçiyor. Konferans öncesi Cezayir Yönetimi ye­terli olmasa bile olumlu denebilecek bazı adımlar atü. Tutuklu FİS liderlerinin cezaevlerindeki durumları düzeltilirken Sah- ra’da bulunan iki tutuklama kampında (Ain M’Guel ve Oued Namous) ve göz hapsindeki Müslümanların salıverilmesi ka­rarlaştırıldı. Kamplarda 780 civarında FİS mensubu bulunu­yor. Ancak Batılı diplomatlar da bu salıvermelerin iki taraf ara­sındaki diyalog ortamını geliştirmeye yetmeyeceği kanaatin­deler. Zaten FİS’in Almanya’daki temsilcilerinden Rabab el-Kebir Uluslararası Fransız Radyosu’na yapüğı açıklamada: ‘Bazı kardeşlerimizin salıverilmesinden çok sevinçliyiz. Fakat bu yeterli değil. Bütün şeyhlerimizin serbest bırakılması gere­kir’ şeklinde konuşuyor. Cezayir’de iki yıldan beri Müslüman, güvenlik görevlisi ve sivillerden müteşekkil 1900 kişi hayatını yitirmişti. Gelecek hafta yapılacak olan konferansa, Uluslara­rası Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na bağlı Hamas hareketi iş­

tirak ederken, Berberi destekli Sosyalist Güçler Birliği boykot ediyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri karanlık güçler ve bazı istihbarat teşkilatlan özellikle İslâm’ın adını teröre bu­laştırmaya özen gösteriyorlar. Rabab el-Kebirise, son zaman­larda gerçekleştirilen bazı suikast olaylarının ordu güçlerince yapıldığını, böylelikle askeri yönetimin varlığını meşrulaştır­maya çalıştığını belirtiyor ve yabancılan öldürmekten bizim ne gibi bir çıkarımız olabilir diye de soruyor. Zaten Frangda ba­zı bakanlar Cezayir’de işlenen faili meçhul cinayetlerden bir çoğunun devletin içindeki farklı fraksiyonlar tarafından tertip edildiğini açıkladılar. Fransa bu konuda bir skandala da sahne oldu. Zamanında De Gaulle ile birlikte Cezayir’de sürgünde yaşayan Fransa İçişleri Bakanı Pasqua’xxvn. adı FİS’e karşı komploya karıştı. PKK, Nahda ve FİS aleyhine başlatılan kam­panyalar sırasında tutuklanan FİS yanlısı lider Musa Krauc- he\ın evinde yapılan aramada ele geçen önemli bir belgenin aslında polis tarafından evine yerleştirildiği ortaya çıktı (Milli­yet 12 Şubat, FİS’in 14.1.1994 tarihli Tabsira adlı bildirisi). Ce­zayir’de uzlaşma sağlanamaması halinde FİS’in sürgünde bir hükümet kurma fikrinde olduğu da son gelen haberler arasın­da.

Bosna meselesini yaza yaza konuşa konuşa neredeyse dili­mizde tüy bitti ama henüz Galinin oyunları ve madrabazlıkla­rı bitmedi. Daha önce Genel Sekreterliğe gelmesinden dolay, kıvanç duyan Mısırlı yazarlar bile Gali’den utanmaya başladı­lar.. Nasıl ABD’nin Bosna’ya yönelik vurdum duymazcı politi­kasına reaksiyon olarak bazı dışişleri bakanlığı görevlileri isti­fa ettiyse BM barış gücünün görev yaptığı Bosna ve Somali- gibi bölgelerde bir çok komutan GöZfnin düzenbazlıkları ve sav­saklamaları yüzünden istifasını bastı. Gali ise müdahale konu­sunda Fransa ve benzeri nice ülkelerle ters düştüğü halde kol­tuğuna mıhlanmış gibi istifa nedir bilmiyor. Aslında görevini yapıyor çünkü onu bu makama tensib edenler sonucunu iyi biliyorlardı. Şimdi de Bosnalı Sırplara hava müdahalesini en­gellemek için Temsilcisi Akaşîyi gerekçe göstererek bahane­ler uyduruyor. Sanki Akaşi Gali’nin günah keçisi. Bütün kriz bölgelerinde Gali’nin Müslümanlar aleyhindeki tarafsızlığı tes­cil edilmiş durumda. Bundan dolayı Ali İzzetbegoviç ‘gölge etme başka İhsan istemem’ der gibi barışın temini ve maslahatı için Gali’nin derhal istifa etmesini istiyor. Malezya Başbakanı Mabathor MuhammedAe. görüşmesinden sonra Gali’nin Ge­nel Sekreterliği döneminde dünyada küçük çaplı savaşların

arttığına ve BM’nin bu konuda kılını, kıpırdatmadığına dikkat çekmiştir. Gali’nin Akaşi’nin Bosnadaki Sırp mevki ve mevzi­lerine bombardıman istemediğini ileri sürerek ipe un serdiğini hatırlatıyor.

Bosna-Hersek Başbakanı ZıladziÇin defaatle istifasını is- ’ temesihe rağmen hâlâ makamını bırakmamakta direnen utan­mazlardan biri de İngiliz dayatması Lord Oweri’dir. Geçenler de Avrupa Birliği, Lord Owen için güven oylaması yapılmasını istemişti. Sözde Avrupa Birliği’ni temsil eden ancak arabulu­culuk sürecindeki taraflı davranışlarından dolayı inandırıcılığı­nı dolayısıyla üzerindeki Avrupa Birliği siyanetini, şemsiyesini yitiren Owen ne diye hâlâ bu makamı işgal ediyor ki! Anka­ra’da gazeteci bolluğuna sinirlendiği gibi Avrupa Toplulu- ğu’nun Owen’in arabuluculuğunu tartışma mevzuu yapması­na da içerleyen İngiltere Dışişleri Bakanı Hurd, İngiltere’nin tek başına da olsa hazreti desteklemeye devam edeceğini açıkladı. Bu arada Rus Yeni Parlementosu Duma’da Sırplara uygulanan ambargonun kaldırılmasını ve NATO’nun sırplara hava müdahalesi yapmamasını istedi.

Her davanın küçük kahramanları vardır. İkinci Dünya Sa­vaşı ve Bosna dramının görgü şahitleri Arına Franklar gibi Bugünlerde Fransa’da başörtüsünün yeni kahramanı Şehra- zatva yıldızı parlıyor. Fransız okul müdürünün bütün ısrarla­rına rağmen başörtüsünden vazgeçmiyor. Zaten daha önce yaptığı türban uzlaşması reddedilmişti. Şehrezat bir haftayı geçkin bir süreden beri açlık grevi yapıyor. Ama yalnız değil. Grev sırasında namaz kılarken onun namına ziyaretçilerin so­rularını kendisiyle birlikte greve iştirak eden Hristiyan arkada­şı Sandra cevaplandırıyor. Fransa’nın başörtüsü konusunda katı tutumunu yamuşatması için İslâmî Teşkilatlar Federasyo­nu Başkanı Tihami İbriz Fransız toplumuna ve yönetimine çağrıda bulunuyor.

Fransa’nın bu katı tutumu sadece Fransdda değil ülke dı­şında mesela Cezayir’de de askeri cuntayı desteklemek sure­tinde kendini ortaya koyuyor. ABD ve Almanya Cezayir’de cuntanın İslâmî Kurtuluş Cephesi ile diyalog kurmasını ister­ken Fransa askerleri aynı oranda teşvik etmiyor. TbeAurope- an gazetesi FİS temsilcileri Rabih el-Kebir ve Ûsame el-Me- denz’nin Almanya’da serbest hareket edebilmesinden dolayı Bonn’un radikal İslâmî desteklediği kanaatma varmış. Hatta bizzat bu desteğin arkasında Alman İstihbarat Teşkilatı BND’nin bulunduğunu ileri sürülüyor. Bu çerçevede gazete Almanya’nın Fas Büyükelçisi muhtedi Wilfried (Murad) Hof­mann’ in Rabat’ta yaptığı Fransız kolonyalistlere ve kolonya- listler gibi davranan yönetimlere karşı savaşı meşru addeden konuşmasını hatırlatıyor. Buradan yola çıkılarak FİS’in iktidarı devralması halinde Almanya nufuzunun bu ülkede Fransız nufuzunun yerini alacağı yorumu yapılıyor.

Buğun yarın Cezayir’de Millî Uzlaşma Konferansı yapılı­yor. Ancak ülkedeki laik ve İslâmî kesimler arasında çok çeşitli bölünmeler var. iktidarı temsil eden ordu, Yüksek Devlet Kon­seyi ile yürütme yani hükümet arasında çatlak ve didişme var. Hepsi ayrı telden çalıyor. Müslümanlar ise FİS, Nahda; Hamas ve Silahlı gruplar olmak üzere bir kaç parça. Bu parçalanmalar Cezayir’deki mücadele eden tarafları zayıflattığı gibi ülkeyi dış müdahaleye açık hale getiriyor. Bu bağlamda Fransa ve ABD farklı grupları destekliyor. ABD Afganistan örneğinde olduğu gib Fransa’nın Kuzey Afrika’daki nufuzunu sarsmak için taktik olarak İslâmî hareketleri desteklediği imajım veriyor. Fransa ise Cezayir’de Müslümanların iktidara gelmesi halinde batılı­laşmış grupların Fransa’ya kaçmasından ve bunun da yabancı meselesini depreştirerek sağı güçlendirmesinden korkuyor. Tabiî en büyük sebeb de FİS’in gelmesi halinde Cezayir’deki nufuzunu yitirme endişesi. Bu noktada Fransız çıkarlarıyla Ce­

zayir ordusunun idealleri bir potada buluşuyor. Bir Cezayirli general Fransa ile yaptıkları 100 milyon dolarlık yeni silah bağlantısı ve 70 bin yeni asker celbi sayesinde fundamenta- listlerin işini bitireceklerini iddia ediyor. Fransa sadece ordu içindeki bazı generalleri değil hükümet içindeki Rıza Malik, Saad Sadi gibi diyaloga karşı çıkan grupları da destekliyor. An­cak Fransa ve ABD, durum böyle giderse gelecek altı ay içinde İslâmcıların Cezayir’de iktidarı devralmalarına muhakkak gö­züyle bakıyor. ABD’nin eğilimlerine yakın olan politikacılar ise FİS’le köprüleri yeniden kurabilecek kıratta olan ve Arapçı ka­nadı temsil eden Talib îbrahimi, Enver Haddam, Savunma Bakanı Emin Zerval ve son olarak bu gruba katılan Halit Nez- zar’den oluşuyor. Geçenlerde Vatan ve diğer bazı gazeteler Halit Nezzar’a saldırarak ABD’nin işaretiyle orduya karşı yürü­tülen şiddet operasyonlarına ortaklık ettiğini ya Rıza Malik’in yolundan gitmesini ya da ABD’ye iltica etmesini teklif ediyor­du.

Şeytan’ın müttefikleri

öncekİ gün siyonistler, hafızalara nakşolan katliam zincirine bir yenisini daha ilâve ettiler. Medyanın kasıtlı olarak manyak olarak tanıttığı ve yahudinin insanlığa karşı beslediği maşerî kinin bir parçasına sahip katil Baruh Goldstein’in İsrail ordu­sunda yedek asker olduğunu öğreniyoruz. Sözkonusu katliam ve devamında İsrail askerlerinin de katliamı tamamlar nitelik­teki eylemlerinde yetmiş civarında masum müslüman hayatını kaybetti. 1967 yılından sonra da bazı yerleşimci Yahudiler benzeri şekilde namaz kılanların üzerine histerik bir şekilde ateş etmişler, onlarca kişi hayatını kaybetmişti.

Kan ve katliam hevesi, İsrailoğullarının garizesi ve içgüdü­südür. Bundan dolayı onların tarihî kan ve katliamlarla dolu­dur. Peygamberleri dahi katleden yahudilerdeki bu içgüdü, ta­rihte başlarına büyük belâlar da-getirmiştir. Bundan dolayı kurdukları devletlerin ömrü yetmiş yılı geçmemiştir. Cenab-ı Hakk bir zamanlar onları âlemler üzerine seçtiği halde, nâ- mertlikleri sebebiyle lânetlemiş, Tih’den günümüze onları sürgüne mahkûm etmiştir. Yüzyılımızda İngilizler’in ve em­peryalist devletlerin yardımıyla yeniden Arz-ı Mevüd’da top­landılar. Belki de bu, kaderin bir cilvesi, Gaybî haberlerin ön­gördü gibi bu belki de yahudilerin son toplanmaları olacak.

Aslında bir müslüman olarak yahudinin taşıdığı kini anla­mak oldukça zor. Bugünkü tablonun tam tersine, Ortaçağlar­da müslümanların müttefiki oldukları için hristiyanların hışmı­na uğramışlardı.

Batıdan çıkıp yayılan anti-semitizmin pek çok sebebi ola- • bilir. Ana nedenlerin bir tanesi, yahudilerin acımasız tefeciler olarak görüldüğü ve hristiyanlarla yahudiler arasında sos- yo-ekonomik rekabetin yolaçtığı bir husumetin sözkonusu olduğu ekonomi sahasıyla ilgilidir. Fakat bunun İslâm’a ilişkin bir nedeni vardır. The Jews as an Ally of the Muslim (Müslü­manların Müttefiği Olarak Yahudi, Allan Cutler ve H. Cutler) isimli çalışma, ikna edici bir şekilde ortaya koymuştur ki, Orta­çağ esnasındaki anti-semitizm kökenleri, Yahudilerin Avru­pa’daki müslüman gücün müttefikleri oldukları şeklindeki hristiyan anlayışına bağlanabilecek nitelikledir (Batt’nın İs­lâm’la Kavgası, Asaf Hüseyin).

Yahudilerin hasletlerinden biri de nankörlüktür. Müslü­manlarla mazideki ittifaklarına rağmen günümüzde müslü- manların en azılı düşmanı haline gelmişlerdir. Baruh Goldste- in’in nevrotik hareketi yahudi şuuraltının bir tezahürüdür. Bu hareket gerçekte Gazze-Eriha anlaşmasına bir nokta koymuş­tur. Barış sürecini korumak için gösterilen telaş da bunun apa­çık bir göstergesidir. Bu hadisede faillerin cezalandırılması meseleyi kökünden çözmeyecektir. Katliamcı düşünce, insan­lığa karşı bağlanan korkunç kinden ve onun mücessem şekli olan İsrail’in varlığından kaynaklanıyor. Mutasavvıfların, “var­lığın bizatihi suçtur, onun üzerinde suç olmaz” dedikleri gibi. Bölgeye monte edilmiş bu sun’î devlet yaşadıkça Ortadoğu hiçbir zaman rahat ve huzur bulmayacaktır. Şiddet şiddeti do­ğuracak, kin kini besleyecektir. Bittabi ki, etki tepki teselsü­lünden kurtulmak için meseleyi kökten halletmek gerekmek­tedir.

Gazze-Eriha antlaşmasından sonra Ortadoğu’da dinlera- rası diyalog denemeleri yaşanıyor. Bunlardan bir tanesi de —şayet gerçekleşirse— bu yılın ortalarında; Haziran-Tem- muz ayında Libya’da yapılacak. Libya asıllı Libyalı Yahudiler Dünya Birliği Teşkilâtı başkanı Refail Fellah bu toplantıya İs­rail’den bir heyetin de katılacağını açıkladı. Bilindiği gibi 1976 yılında Libya’da uluslararası bir dinlerarası diyalog toplantısı yapılmıştı. Hatta ilâhiyatçılardan Ali Arslan Aydın izlenimlerini ve tebliğleri bir kitap halinde neşretmişti. Benzeri bir toplantı da geçtiğimiz günlerde Kahire’de yapıldı. Mısır Müftüsü Prof. Dr. Muhammed Seyyid Muhammed Tantavî’nin gözetimi al­tında tertip edilen toplantıya İsrail’den (Kahire eski büyükelçi­si) Simon Şamir ve Haham Setifi Marks gibi simalar katılır. Haham Marks, müslümanların huzurunda fütursuzca ve talih­siz bir konuşma yapar. Konuşmasında konferansa katılan di­ğer üyelere sataşmalarda bulunarak, onları tarihten ve gerçek­lerden bihaber olmakla suçlar. İsrail’in Mısır toprakları üzerin­de tarihten gelen bir hakka sahip olduğunu ileri süren Haham Marks, nedense bu gerçeğin gözardı edildiğini pervasız bir üslûpla dile getirir. Ezcümle Talmut ve Tevrat’a dayanarak der ki: “Bu toprakların mülkiyeti bize aittir.” Kısaca yahudi yahudi- ler.

Yahudiyi en güzel tarif eden yine başta Tevrat olmak üzere mukaddes kitaplar. Yarın bir de onlara Kitab-ı Mukaddestin perspektifinden bakalım.

[Zaman, 27 Şubat 1994]

Yoketme dürtüsü

tarihî BİR GERÇEKTİR Kİ, İsrail her zaman güçlüden yana ve güç- lünün yanında olmuştur. Ortaçağda müslümanlarm müttefiki olmasının sebebi de yine güce perestişidir.

Yahudiler Babil esaretinden’döndükten sonra Pers esareti altında iken Büyük İskender zuhur eder, Mısır, İran ve Suri­ye’yi alır. Yahudiler, bu defa büyük gücü karşısında Büyük İs­kender’e yağ çekmeye başlar. Gönüllü bir şekilde Grek yöne­timi altına giren yahudiler onların işgali altındaki topraklarda onlar namına uşaklık yaparlar ve yerli halklara karşı da komp­lo içine girerler.

Trablusgarp’a İtalyan askerleri girince Osmanlıya ve yerli halka ilk ihanet eden yine onlar olmuştur. Büyük İsken­der’den sonra yahudiler Greklerle bütünleşmişler ve ibadetle­rinde de onları taklit eder olmuşlardı. Dejenere olmuşlar, tey- hid dininden putperestliğe dönüş yapmışlardı. Greklerden sonra Romanın yıldızı parlayınca yahudiler bu sefer de onlara entegre olarak yerli milletler üzerinde boza pişirmeye devam ettiler. Bilâhere Persler güçlerini toparlamaya başladılar ve Grek vesayetinden kurtuldular. Bunun üzerine yahudiler ma- beynlerinde yıldızı parlayan Perslerle Roma arasında rol dağı­lımına gittiler.

Günümüzde yahudiler rol dağılımını iç politikalara da uy­guladılar. Önce İngiltere’de; hem İşçi Partisi ve hem de Muha­fazakâr Parti çevresinde kümelendiler. Ardından aynı politika­yı ABD’ye uyguladılar. Persler ve Romalılar arasında rol dağlı­mı yaptıkları gibi soğuk savaş dönemlerinde de benzeri bir uy­gulamayı ABD ile Rusya arasında yürüttüler. Hatta Rusya’ya atom bombasının sırlarını sızdırdılar.

Yahudilerin özelliklerinden biri de desisedir. Yine Babil esaretinden kurtulduklarında ilk yaptıkları şey Mısır ile İran arasında fitne tohumları ekmek oldu. Bu mezmun hasletlerin­den dolayı yeryüzünde onbir defa sürülmüşlerdir. İsrail’in oni- ki kabilede müteşekkil olduğu düşünülürse, herhalde bugün son haklarını kullanıyor olmalılar.

Bir özellikleri de hak yola batıl bulaştırma gayretleridir. Pavlos’vm Hristiyanlığın tahrifinde oynadığı rolü İbni Sebe İs­lâm’da oynamak istemiştir. Cenab-ı Hakk yahudilerden zâ­limleri maymuna çevirmiştir. Şimdiki zalimleri ve Darwin gibi deccalları da Yahudiliğe vurulan damgayı (maymunluk) bü­tün insanlık için genelleştirmeye çalışmışlardır. Kendi karak­terlerini insanlığa maletmeye uğraşmışlardır ve hâlâ da uğraş- maktalar.

Cinselliğin insan hayatında problem olduğunu iddia eden de yine Freud adında bir yahudidir. İslâm ve Hristiyanlık insa­nı şerden ve hayırdan mürekkep bir varlık olarak kabul eder­ken bilinçaltındaki Tevrat’a ait değerlerin yönlendirilmesiyle Freud, insanı yoketme dürtüsüne sahip bir varlık kabul eder. Bu vasıflandırma Yalı udi için doğru olsa bile diğer insanlar için yanlıştır. Freud’a göre rüyalar insanda bastırılmış duyguların tezahürüdür. Freud yine insanın iç âlemi itibariyle vahşi bir ya­ratık olduğunu savunur: “İnsan insanı yoketmekten hoşlanır” der. Aslında bunları Freud’a söyleten bilinçaltındaki Tevrat to­marlarıdır. Thomas Hobbes’m “insan insanın kurdudur” veci-

zesi bu felsefenin ruhunu ortaya koyuyor. Freud’un ortaya koyduğu gibi yahudiler bu garizenin sâikiyle ya da tabiatları­nın icaplarını ortaya koyarak Filistin halkını ortadan kaldırma­ya çalışıyor.

Şimdi yahudiler “insanda öldürme içgüdüsü ya da dürtü­süyle” ilgili Freud’un Tevrat kaynaklı doktrinini askerî düşün­ceye tatbik etmeye çalışıyorlar. Bunu Cengiz Çandar’m ma­kalesinden takip edelim: “İsrail sadece aşın sağcı ve dinci fana­tikleriyle ilginç değil. Dünya tarihinin ünlü askerî strateji düşü­nürü Carl Von Clausewitz’den bu yana gördüğü en yaratıcı askerî düşünürü Martin Van Creveld de (Çandar’dan menimi [M.ö.]) İsrailli.” Van Creveld Kudüs’teki İbranî Üniversitesi nde askerî tarihçi. Martin Van Creveld, The Transformation of War (Savaşın Dönüşümü) adlı kitabıyla askerî düşüncede “devrim” yapmış olarak kabul ediliyor. Kitabın tezi, Clausewitz’de ifa­desini bulan “savaşın politikanın devamı olduğu” yani bir “amaç” değil, tam tersine “araç” olduğu görünüşü kökten de­ğiştirmesi.

Pentagon yetkililerinin, “21nci yüzyılda savaşların özelliği ne olacak?” sorusuna “Van Creveld’i okuyun” cevabını vere­cekleri kadar “savaş” ve “şiddet” konusunda devrimci görüşler geliştiren Israilli askerî tarihçi “Fizikî saldırının insan doğasının bir-parçası” olduğundan hareketle, “şiddet”in bir “araç” ol­maktan çıkıp “amaç” haline gelmekte olduğunun üzerinde du­ruyor.

Yeni dedikleri tez aslında Freud’un,»hezeyanlarının askerî düşünceye tatbik edilmesinden başka bırşey değil. Cengiz Çandar’da tezin® üzerine balıklama atlayıvermiş. Bu teze gö­re herkes biraz ruh hastası, fanatik. Freud’un(hezeyanlarından yola çıkan ve İsrail’i ölçek alan Var Creveld, hakkı olmadığı halde bir genellemeye varıyor. Bu genellemeye göre yoketme dürtüsüyle meclub olan insanoğlu, önümüzdeki yıllarda ce­

maatlar şeklinde birbirinin boğazını sıkacak. Deccal bozuntu­su Freud’un hezeyanları da Darwin’inki gibi tarihin çöplüğünü çoktan boyladı. Creveld’in tezine gelince onu ancak Pentagon yutar. (Deccal bozuntusu Freud’un hezeyanları için bkz. Ti­me, “Is Freud Dead?”, November 28, 1993 ve Freud’un bu na- zariyesinin Tevrat kaynaklı olduğu için bkz. Nihayetu İsrail ve’s-sihyoniyye, Abdülhamid Vakid, s.67)

\Z, 28 Şubat 1994]

 

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar