Print Friendly and PDF

II. ABDÜLHAMİD SİYONİSTLER VE FİLİSTİN MESELESİ






1955’d.e İstanbul’da doğan Mim Kemâl Bülent Öke, 1973 yılında İstanbul Amerikan Kolejinden mezun olduktan sonra İngiltere’ye giderek Cambridge'de İktisat ve Tarih dallarında yüksek tahsilini tamamladı. Sussex, Cambridge ve İstanbul Üniversitelerinde ihtisas yaptı. 1979 yazında Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna bağlı Filistin

  Dairesinde bir süre çalışarak, 1949 Cenevre Konvansiyonunun Batı Şeria ve Gazze’de uygulanması hakkında bir rapor hazırladı. Amerika’da çıkan Arab Studies Quarterly i dergisinde makalesi yayınlanan yazar halen İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyasî İlimler Kürsüsünde Uluslararası İlişkiler asistanı olarak görevini sürdürmektedir.

II. ABDÜLHAMİD SİYONİSTLER VE FİLİSTİN MESELESİ

Bu kitap Kervan Kitapçılık Tesislerinde hazırlanmış ve basılmıştır.

IL ABDÜLHAMİD
SİYONİSTLER VE FİLİSTİN MESELESİ

Mim Kemal Bülent ÖKE

İSTANBUL 1981

önemli bir hadisedir. Siyonistlerin, Filistin’de başvurduğu iskân politikaları, Osmanlılar nezdinde giriştikleri diplomatik teşebbüsler artık tarihin malı olmuşsa da, Filistin meselesi halen memleketimizde hassas bir konu olarak addedilmektedir. Ayrıca, bu meselenin tasviri olsun, tahlili olsun ciddî ve İlmî bir eserin vücûda gelmesine sebep olacağı yerde, peşin hükümlerin ve hurafelerin kurbanı olmaktadır. Biz bu çalışmamızda tahlillerimizi sağlam isbatlar ve esaslı deliller üzerine inşa etmeye çalıştık. Eserin yazılmasında birinci elden kaynaklara değer verdik. Değişik ülkelerde yapılan araştırmalarda elde edilen ve genellikle arşiv materyali olan malzemeyi titizlikle ayıklamaya, karşılaştırmaya ve değerlendirmeye çalıştık. Bu vesile ile, araştırmalarım sırasında bana gerekli imkânı tanıyan mercilere teşekkür etmeyi bir borç olarak telâkki ederim. Türkiye'de Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürü Sayın Nejat Göyünç ve Dışişleri Bakanlığı Arşiv Genel Müdürlüğünden Sayın Çetin Oran ve Sayın Kemal Girgin arşivlerde çalışmam için bana gerekli izni verdiler. Ayrıca, arşivlerdeki çalışmalarım sırasında Dışişleri, Hazine—i Evrak Dairesinden Sayın Günay Dikermaner ve Sayın Osman Taşkan, Başbakanlık arşiv yöneticileri benden en ufak yardımlarını esirgemediler. Ispanya'daki çalışmalarım esnasında bana yardımcı olan Dr. Jose Alberto Jaen'e, İngiltere Public Record Office yöneticilerine ve Cambridge Kütüphanesi Evrak Bölümü âmirlerine minnettarlığımı iletirim. Tezimin yazılma safhasına benden nasihatlerini esirgemeyen hocalarım Cambridge üniversitesi’nden Sayın R.T.B Langhorne'a, Sayın Dr. S. A. Skilliter'a ve Sayın J. M. Murphy'ye yardımlarından dolayı teşekkür ederim.

Mim Kemâl Bülent  ÖKE
24 Mart 1980—Nişantaşı

KISALTMALAR

YEE Yıldız Esas Evrakı

BVA Başvekâlet Arşivi

OHN Osmanlı Hariciye Nezareti

PRO Public Record Office (Kamu Kayıtları Ofisi, Londra)

FO Foreing Office Files (İngiliz Hariciye Vekaleti Dosyaları)

OP Official Publications Department (Resmî Neşriyat Dairesi, Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi)

CP Confidential Print (Gizli Belgeler)

AP Accounts and Papers (İngiliz Parlamentosu Zabıtları)

DDF Documents Diplomatiques Français (Fransız Diplomatik Evrakı)

GDD German Diplomatic Documents (Alman Diplomatik Evrakı)

FRUS Foreign Relations of cje United States (Amerika Dış İşleri Dosyaları)

CZA Central Zionist Archives (Merkezî Siyonist Arşivleri)

RMAE Registros del Minesterio de Asuntos Exteriores (İspanya Dış İşleri Bakanlığı Arşivleri)

(I) BAŞLANGIÇ

 Bugün hâlâ Ortadoğu'daki bazı ilmi çevreler Arap dünyasının üzerine çökmüş bütün felâketlerin Türk hakimiyetinin kötü bir yadigârı olduğunu savunur ve bu sebeple Osmanlı idaresini lânetledir

Nitekim, 1972 senesinde Cezayir'de toplanan "İslâm Düşüncesi Üzerine Araştırmalar" adlı konferansta Mısırlı tarihçi Abdullah İnan Türklerin sömürgeci olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşe göre, 1517'den 1917’ye kadar dört yüz sene Orta-şark'ı ellerinde tutan Osmanlı emperyalizmi Arapların fikrî inkişâfına, İktisadî kalkınmasına ve siyasî istiklâline mâni olmuştur. (I) Sadece bu kadarla da kalmayarak, Osmanlılar bir Arap toprağı olan Filistin'e Yahudilerin yerleşmesini sağlayarak, bugünkü "Filistin Meselesinin" tohumlarını atmışlardı. Aslında Araplar ilk başta Yahudilere düşman değillerdi, bilâkis "Filistinliler Sami kardeşlerini ellerini açarak karşılamışlardır. . (2)

Filistinliler, Yahudilerin vaad edilmiş topraklara getirdiği zenginliklerden ve ileri teknolojiden faydalanmış ve bu iki ulus Siyonizmin boy attığı ilk günlerde barış ve.huzur içinde yaşamıştır. Fakat, ne var ki, Arap ile Yahudinin birarada kardeşçe yaşamasını Türkler çekememiş ve bu iki dost millet arasına nifak tohumlarını aşılamakta gecikmemişlerdir. Türklerin, Yahudileri Filistin'e yerleşmelerini teşvik etmelerindeki neden gittikçe alevlenmeye başlamış olan Arap milliyetçiliğine bir sed çekme fikridir. Osmanlı hükümeti, Arapların karşısında düşman olarak Yahudileri diktikleri takdirde bu iki milletin birbirlerine düşeceğini sanmış ve böylece çökmeye yüz tutmuş imparatorluklarının bir müddet için daha berhayat olacağını tahmin ve hayal etmişlerdir. (3) 

Yukarıda ana hatlarını verdiğimiz bu görüş Cumhuriyetimizin kuruluşundans beri Türk—Arap münasebetlerini menfi yönde etkileyen bir faktör olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında, Arapların ortak bir tarihi, dini ve kültürel değerleri paylaştıkları Türklere son elli senedir neden soğuk davrandıklarım başka bir şekilde izah etmek mümkün müdür?

Elinizdeki bu kitap, milletlerarası plâtformda halen çözüm bekleyen Filistin Meselesinin menşeine dair Türkleri mesul tutan tahlilini red etmek ve bunu delillerle çürütmek için yazılmıştır. Topladığımız bilgilerin ışığı altmda parlayan hakikat Osmanlı Devleti'nin Siyonistlerle cansiperane bir mücadeleye giriştiğini, Siyonistlerin Filistin'i iskân etmelerine ellerinden geldiği kadar mâni olmaya çalıştığını söylemektedir. Türkler Filistin'de muhtemel bir Yahudi kolonizasyonuna sed çekmek istemişlerse, onları bu davranışa iten en büyük âmil mukaddes toprakların yerli balla olan Filistinlilerin Siyonistlere karşı olan tutumu ve reaksiyonudur. Araplar, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak isteyen Siyonistleri protesto etmiş ve durumu İstanbul hükümetine telgrafla bildirmişti. O zaman Osmanlı tahtında bulunan Sultan Hamid meseleyi derhal kavramış ve "Eğer Filistin'de Müslüman Arap unsurunun, faaliyetinin muhafaza etmesini istiyorsak Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararım imzala mış oluruz" demiştir. Nitekim, Siyonist lider Herzl durumu müzakere etmek için İstanbul'a gelince II. Sultan Abdülhamid Han, "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer bire Plevne'de şehid düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanında kalmışlardır "demiş ve Yahudilerin bu teklifini reddetmişti. ) Abdülhamid bununla da yetinmemiş ve Siyonistleriı Filistin'e sızmasını önlemek amacı ile bir hükûme programı hazırlanmasını Bâb—ı Ali'ye tebliğ etmiştir Osmanlı hükümeti derhal bu meseleye eğilmiş ve Yahudilerin Filistin'e girebilmelerini ve yerleşebilmektim yasaklayan bir seri tedbir almıştır.

Osmanlıların Siyonizme karşı açıkça cephe aldıklar ve metanetle mücadele ettikleri düşünülecek olursa, Türk hükümetinin Yahudileri Araplara karşı bir denge unsuru olarak Filistin'e yerleştirdikleri fikri kabul edilebilir mi? Hayır, Osmanlılar asla sömürgeci olmamışlar ve imparatorlukları dahilindeki Müslüman milletlere "Böl ve yönet” politikasını uygulamışlardır. Hiç bû zaman unutulmamalıdır ki, bu tezi ortaya atanlar kattiyetle Müslümanlar değillerdir, bu fikir Avrupa propagandasının bir tertibi olarak düşünülmelidir. Tarihin eski çağlarından beri gözünü Ortadoğu'ya dikmiş olanlar Batı, hakikatleri saptırarak istilâcı emellerine vakıf ola cağım sanıyordu. Gerçekleri tahrif ederek yaptığı propaganda başarılı olmuş ve Birinci Dünya Savaşı'ndı Araplar Hıristiyan güçlerle birleşerek Halife'ye karşı kılıç çekmişlerdir. Bu büyük harpten sonra Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış, yerini ulu önder Atatürk' ün gayreti ile hür ve mütecanis bir Türkiye kurulmuş tur. Fakat Araplar, Osmanlı Devleti dönemindeki muhtariyetlerini yitirmiş, Batı emperyalizminin pençesinedüşmüşlerdir. Zamanla Araplar istiklâllerini koparmayı başarmışlardır ama Batı'nın Ortadoğu'daki Müslüman devletlerini bölme arzu ve siyaseti halen devam etmektedir. Yukarıda sergilediğimiz gerçekler artık yavaş yavaş Islâm dünyasında anlaşılmaya ve benimsenmeye başlamıştır. Nitekim, Libya Üniversitesi profesörlerinden Ömer Mevlûd Abdülhamid bir konferansta "Öyle görünüyor ki, Türkler hakkında sömürgeci tabirini bizzat sömürgeciler bizi birbirimize düşürüp daha çok sömürebilmek için kullanmış bulunmaktadırlar" demiştir. 1975 Nisan'ındaki bu mülâkatta da Kaddafi, Tercüman yazarlarından Ergun Göze'ye "Türkler emperyalist değildir. Osmanlı sadece Libya'da değil hiç bir yerde sömürgeci olmamıştır. Bu iddia asıl emperyalistlerin aşağılık bir iddiasıdır ve biz bölmek gayesine matuftur" diyerek .gerçeği dile getirmiştir. (4)

Bu düşünce " çerçevesi dahilinde incelendiği vakit, Filistin meselesinin nasıl kaynaklandığını ve geliştiğini tasvir etmek elbette güç bir iş olmayacaktır. 1880'lerden başlayarak Avrupa'da boy atan aşırı Yahudi aleyhtarlığı ırkçı teorilerin süzgecinden geçerek ülkelerine sığman Musevi vatandaşlara hayat hakkı tanımayacak boyutlara ulaşmıştı. Birtakım gülünç iddialarla Yahudiİeri aşağılık ırk olarak telâkki eden bu nazariyelerin tabiî bir sonucu olarak Almanya başta olmak üzere bazı Orta Avrupa devletleri Yahudi vatandaşlarını bir an önce yurtlarından atmak için sabırsızlanıyor, Yahudi göçünü hızlandırabilmek için ülkelerinde bir baskı rejimi uyguluyorlardı, işte, bu nedenle Almanya ve Rusya gibi devletler Yahudileri Filistin'e yerleştirecek bir projenin gerçekleştirilebilmesi için ellerinden gelen her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını taahhüt ediyorlardı. İngiltere ve Amerika gibi bazı devletler ise, Yahudi aleyhtarlığının hakim olduğu bu batı ülkelerinden kaçan Yahudilere sınır kapılarını kapamıştı. Bu devletler sözde "insancıl” bir açıdan Yahudi meselesine eğilmiş görünüyorlar, yüzyıllardan beri Avrupa mezaliminden kaçmış Yahudilerin sığınağı olan Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmeleri için uğraşıyorlardı. Yahudi meselesini, Musa ırkına daima hoşgörü ile davranmış ve yardımım esirgememiş olan Türklere ihraç ediyorlardı. Ayrıca, bütün Avrupa ülkeleri Yahudileri Ortadoğu'daki ulusal menfaatleri için kullanabileceklerini de düşünüyorlardı. Himayeleri altına aldıkları Museviler Avrupalı lara Osmanlı Devleti nezdindeki nüfuzlarını geliştirebilmek için bir imkân kapısı, Türk Hükûmeti'nin iç işlerine karışabilmek için de bir vesile teşkil ediyordu. Bütün bu bilgilerin ışığında, Yahudi meselesinin Filistin meselesine dönüşünden veya Filistin sorununun kaynaklanmasından Batı sorumludur.

Biz, bu çalışmamızda bir ilmi araştırmanın gerektirdiği objektiflikten kaçmamaya, peşin hükümlere iltifat etmeden hadiseleri değerlendirmeye çalıştık. Bu maksatla Musevileri tâciz edecek en küçük bir yorumdan dahi kaçındık. Hiç bir şekilde mitlere kapılmadan Siyonizm denilen felsefeyi ve hareketi değerlendirmenin gerekli olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, kitabın birinci bölümünde 19. yüzyılda Yahudilerin içinde bulunduğu ahval incelenecek, Siyonizm denilen Yahudi milliyetçiliğinin doğuşu ve gelişmesi hakkında derinliğine bir tahlil verilecektir. 1880’lerde Avrupa'da şiddetlenen Yahudi aleyhtarlığı bazı Yahudi aydınlarına ırkdaşlarının diğer devletlerin bağrında beşeri hak ve hürriyetlere sahip olarak yaşayamıyacakları kanaatini uyandırmıştır. Siyonizmin öncüleri denilen bu çevrelere göre "Yahudi Meselesi" Musevilerin müstakil bir devlet olarak kendilerine ait bir ülkede hiç bir yabancı idarenin zulmüne ve istibdâdına tâbi olmadan refah ve hürriyet içinde yaşamaları ile halledilecekti. Müstakbel vatanları için seçdikleri yer dinî inançlarına göre Süleyman mabedinin bulunduğu Siyon dağı, yani Filistin idi. Ne var ki, Filistin ne boş bir ülke ne de sahipsiz idi. Filistin, padişahın Arap tebasının yaşadığı Osmanlı imparatorluğu'nun nice şark vilâyetlerinin biri idi.Ayrıca, Filistin her üç Semavi dince de kutsal olarak addedildiği için Doğu ve Batı kültürlerinin çarpıştığı bir arena, Avrupalı ların İktisâdi ve siyasî menfaatlerinin uzandığı bir alan idi. Bu itibarla, biz ikinci bölümde Filistin üzerinde oynanan oyunları, siyasî rekâbeti devletlerarası politika yönünden inceleyeceğiz. Aynı zamanda da bu bölümde konuyla ilgili olarak Osmanlı Devleti'nin dış politikasının temel prensipleri tasvir edilecektir. Üçüncü ve son bölümde ise, Osmanlı Devleti'nin Siyonizm karşısındaki tutumu, bu reaksiyonu doğuran âmiller ve izlenen politikalar bütün açıklığı ile gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.

(2) SİYONİZM: MAHİYETİ, AMACI VE FAALİYETLERİ:

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Batı düşünce sistemi içerisinde bir siyasî doktrin olarak filizlenen "Modern Siyonizm)* in umumî bir tarifini Yahudilerin Filistin'de müstakil bir devlet tarzında ihya ve iskânını amaçlayan cihanşümul bir hareket olarak yapabiliriz. Siyonizmin esas gayesinin Garp siyasî cereyanları içinde yeni bir felsefe olmadığını belirtmekte de yarar vardır. Zira, Yahudilerin Filistin'de teceddüdü rüyası Beni İsrail'in Romalılar târafından_bu böİgeden kovıılup. sürgüne gönderildiği günden beridir zaman zaman değişik kaliplarda da olsa savunulmuştu. Hattâ, yakın Tâeihten örnek verlilecek olursa Akka kuşatması sırasında Napolyon, Filistin'deki Yahudileri kendi safına çekmek ve bilâhare Türk Komutanlarına karşı isyana kışkırtmak için Musa'nın torunlarına Suriye'nin fethini müteakip, Kudüs ve dolaylarında bir hükümet, kurma şansı tanıyacağını vaad ediyordu (1) Filistin’de Yahudileri tesis etme çabası Napolyoniçin siyasî bir taktik olsa bile, Lord Shaftesbury ve Henri Dunant gibi ondokuzuncu yüzyılın tanınmış simaları için bir "hayır severlik" örneği idi. İngiliz İmparatorluğu'nun hatırı sayılan lordlanndan olan Shaftesbury, bir yandan zamanın Başbakanı Palmerston'a Filistin'de bir Yahudi kolonisinin İngiliz haricî politikası açısından ne kadar yararlı olacağına inandırmaya çalışırken, (2) diğer yandan da sırf Incil'den derlenen cümlelerden müteşekkil uzunca bir mektupla Avrupa 'nın bütün protestan kral ve prenslerine Yahudileri Filistin'de "yeniden" tesis etmenin bir dinî görev olduğunu anlatıyor, bu hususta işbirliği yapmaları için yalvarıyordu. (3) (Tarihin Kızılhaç örgütünün insaniyetçi kurucusu olarak minnetle andığı Henri Durant Osmanlı’ya karşı yeni bir haçlı seferinin vurucu gücü olarak Yahudileri kullanmayı düşlemiştî) "Ateş ve kılıç ile cebrî istilâya muhalif bir milletlerarası sistem içerisinde şark meselesini çözmek için diplomatik metodlann birçok zorluklarla karşılanacağına ve kısır neticeler vereceğine" inanan Durant aslında Avrupa'nın elinde daha kuvvetli bir silâh olduğuna değiniyor ve bunun da Batı medeniyetinin Islâm ülkelerine barışçı yollardan aşılanması fikrini savunuyordu. Peki bu "modern" zihniyetteki Haçlı hücumu hangi usullerle gerçekleştirilecekti? Durant'ın cevabı basitti: "Bunun en sağlam yolu Avrupalı  devletlerin hususî menfaatlerini kollayacak milletlerarası mahiyette bir cemiyetin (Filistin'de) kurulmasıdır." Avrupa'nın Doğu’daki karakolu vazifesini Yahudilerin üstlenmesi gerektiğine imaneden Durant, bu cemiyetin batıya yeni ve bol servet kaynaklarının kapısını açacağını yazıyordu. (4) Unutmamak lazımdır ki, yukarıda açıkladığımız bu ve benzeri fikirler aslen Yahudi olmayan Hrıstiyan Avrupalılar tarafından gelmişti. Aslında hakiki ve "Modern Siyonizm" dediğimiz hareket tamamen bir Yahudi teşebbüsü ve vak'ası idi. Din, ırkçılık, komünizm ve Yahudi aleyhtarlığına reaksiyon gibi dört âmilden mürekkepti.

Siyonizm'in doğuşu ve gelişmesini konu edinen bir çalışma, tabiatiyle başlangıç noktasını Yahudilerin din, itikat ve ananelerinden başlatmak mecburiyetindedir.

(5) Çünkü.  Musevilerin Siyon dedikleri Filistin'e dönme hülyası Tevrat'ın esas prensibini" teşkil eder. Tevrat'a göre, Tanrı Yahudi kutsal toprakları kıyamete kadar onların tasarrufunda kalmak üzere Abraham Peygamber ve ümmetine vaad etmişti. Bu inanç, Yahudilerin benliklerine öylesine yerleşmişti Id; büyük bir metanet ve tevekkülle dünyanın dört bir yanma dağılmış Musa ümmetini toplayacak, Kral Davud'un altı köşeli yıldızı altında birleştirecek ve onlara kutsal topraklara kadar rehberlik edecek liderleri Mehdî'nin zuhurunu bekliyorlardı.  Sinagog ayinleri dönüş dualarından müteşekkildi. Gerek günün muntazam üç servisi arasında ve gerekse de yemek sonrası mufassal şükran dualarında, (Benî İsrail Salamon (Süleyman) Peygamber'in meşhur mabedini Kudüs'te yeniden onarıp, ihya etmek için tanrılarına yakarırlardı. Hiç bir İbrani vaizinin hutbesini "Kurtarıcı bir gün Siyon (Filistin) a gelse" demeden ve onu takiben de cemaatın "Amin" cevabini yapıştırmadan bitirmesi düşünülemezdi.)Senede iki defa, ilk olarak Fısıh bayramı şenliklerinde ve onun akabindeki Kefâret gününün bitişinde büyük bir heyecanla "Gelecek sene Kudüs'te!" diye bağırırlardı. Anlaşılacağı üzere, Yahudilerin nezdinde îman ile milliyet yekvücuttur, birbirlerinden tecrit edilmiyecek kadar içiçe kenetlenmişlerdir. Şöyle ki; geçmişlerinin gelenek ve görenekleri ile mücehhez ve geleceğe yönelik emelleri ile dopdolu olan dinî itikat ve umdeleri Yahudi milletini yaratmış ve yaşatmıştır. Buna karşılık Yahudi dini en manâlı ifadesini ancak kaynaklandığı topraklarda yeşerecek bir millî hayat içerisinde bulabilir, fşte Siyonizm, uluslararası Yahudinin millî vatanı addettiği Filistin'i, Mesihi beklemeksizin ele geçirmeyi amaçlıyor, dinlerinin esas düşüncesini gerçekleştirmeyi üzerine vazife addediyordu.

Milliyetçilik cereyanları Avrupa kıtasını allak bullak ederken, aynı topraklarda yaşayan Yahudinin fikri gelişiminin mezkûr akımın tesir sahası dışında kalması düşünülemezdi. . Yahudi aydınlarının pek çoğu artık Museviliğin sadece bir îman felsefesi olmadığım aynı zamanda da başlı başına bir milliyet teşkil edecek unsurlara sahip olduğunu kabul ediyor ve savunuyorlardı.  Yahudi mütefekkirleri Museviliğin vatanı, devleti ve bu iki değeri tamamlayacak maddî müesseselerden yoksun olsa dahi, manevî bir millet vücuda getirdiğine inanıyorlardı. (6) Meselenin özü, Dr. Pinsker'in "Kendi Kendini Azad" adlı eserinde de yazdığı gibi Yahudilerin vatandaşı oldukları milletlerin bağrında kendilerine has özellikleri olan müstakil bir nüve teşkil etmeleri idi. Odessa'lı doktora göre Musevilik başka milletler içinde erimiyecek, yerli halkla karışıp kültürünü unutmayacak kadar sağlam iman temelleri üzerine inşa edilmişti. Fakat gene de Pinsker, Yahudilerin bu özelliklerinden dolayı devlet içinde devlet teşkil ettiklerini, böylece ev sahipleri milletler tarafından hoşgörü ile karşılanmadıklarını, bilâkis nefret, korku ve tiksinti uyandırdıklarını kaydediyordu. Yahudiler misafir oldukları ülke halklarının duygu ve düşünce yapısını benimsemedikleri için onlardan diğer vatandaşlara tanınan haklar esirgeniyordu. Bu, Yahudilerin yaşadığı her memlekette aşağı yukarı böyle idi. Devletlerarası politikada bir milletin diğer bir millet ile olan ilişkilerinde eşitlik ve karşılıklı saygı ilkelerinin hakim olduğuna işaret eden Dr. Pinsker, Yahudi ne selesinin çözümünün de ancak Benî İsrail'in diğer milletlerle denk bir statüye kavuşması ile çözülebileceğini söylüyordu. Şöyle ki, ne zaman Yahudiler tarih sahnesine çıktıkları topraklara döner, orada millî hakimiyet esasına dayalı bir devlet kurarlar ve böylece milletler cemiyetine diğer milletlerle eşit bir statü ile idrak ederler, işte o zaman Yahudileri kınamak veya aşağılamak için hiçbir neden kalmaz ve Yahudi meselesi kökünden halledilirdi. Musevi millî mücadelesi başkalarının, meselâ Avrupa devletlerinin teşebbüsü ve yardımları ile değil de milletlerarası Yahudinin şahsî fedakârlığı ve çabaları sonucu gerçekleşmeli idi.

Pinsker'iii çağrısı basitti: Yahudiler millî değerlerine sahip çıkıp, millî mücadelelerini azimkar bir surette yalnız başlarına yürütmeli idiler. Diğer bir söyleyişle , siyasî fikirlerini topladığı eserin adında olduğu gibi Yahudi kendi kendine azad etmeli, bunun yollarını araştırmalı idi. (7)

Siyonizm! meydana getiren dört unsurdan birinin de komünizm olduğunu söylemiştik. 8) Siyonizmin İlk savunucuları Rusya ve Orta Avrupa doğumlu idiler. Daha Siyonizm emekleme çağında iken bu Yahudi asıllı aydınlar Sosyalist ve devrimci partilere rağbet etmişler, Marksist fikrin ateşli taraftarları olmuşlardı. Siyonistlerin Sosyalisme yakınlık duyması aslında gayet tabiî bir hadise idi; zira Yahudi aleyhtarlığının adeta hükümet politikası haline geldiği Rusya ve Orta Avrupa krallık rejimlerinin devrilmesi, devrimci sol güçlerin olduğu kadar da Siyonistlerin de başlıca amaçları idi.  Eğer Musevi vatandaşlara zulmeden hükümetler yıkılırsa, Yahudiler inançları yüzünden uğradıkları ızdırap ve işkencelerden kurtulacaklardı. Bu fikrî akıl en ateşli temsilcisini Musa Hess’in benliğinde bulmuştu. (9) Kendini Siyonizme adamadan evvel Hess azılı bir komünist olarak tanınırdı. Hattâ uzun bir süre Kari Marks'a yoldaşlık etmiş, fakat gayri meşru faaliyetleri yüzünden Almanya'dan tard edilince hayatını Fransa! da idame ettirmeye mecbur kalmıştı. Roma veya Kııdüs”admı verdiği kitabında zamanın meşhur solcularından Louis Blanc'ın gönüllü kooperatif sistemini savunmuş ve teşekküllerin Filistin'de kurulmasını arzuladığım belirtmişti. "Toprak" demişti, "Fertlerin değil toplumun malı olmalı Hess için Yahudi devleti başlı başına bir amaç değil, bilâkis özlemini çektiği Marksist bir sosyo—ekonomik düzenin deneneceği bir laboratuvardı. Binaenaleyh, Yahudilerin kutsal topraklara yerleştirilmesi Siyonistlerin başlıca amacı olmaktan öte idi, Siyonistler, Filistin'de teşekkül edecek Yahudi Devletinin bünye ve müesseselerinin sosyalist prensiplere göre inşa edilmesini plânlıyorlardı. -Hıristiyan cemiyetlerini bir veba salgını gibi saran ateşli Yahudi aleyhtarlığı bir baskı mekanizması olarak menfî yönden de olsa Siyonizmin oluşması ve gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Rusya'da olsun Romanya'da olsun Yahudi cemaatleri devamlı ve sistematik bir şekilde hor görülüyorlar, vatandaşlık haklarından yoksun bırakılıyorlar ve akla gelmedik her türlü işkenceye muhatap oluyorlardı. Meselâ, Rusya Yahudileri imparatorluk Rusyası ile Polonya Krallığı arasında bir yerleşim mıntıkasına istif edilmişler ve pasaportsuz memleket içi seyahatten mesujtutulrnıışlardı. İş ve kazançlarını tayin edecek birçok meslek kapısı yüzlerine kapanmıştı. Öğretim istekleri karşılıksız kalmış, kendi okullarını dahi açmalarına müsaade edilmemişti. Mülkiyet hakları kısıtlanmış devlet ve belediye hizmetlerinde görev almaları kat'iyetle yasaklanmıştı. Museviler en basit vatandaşlık haklarından ne kadar yoksun idi iseler, o kadar da Çarlık hükümetine yerine getirmekle mükellef oldukları ağır yükümlülükleri vardı. Bir yandan ağır vergiler altında inliyen Musa'nın torunları diğer yandan da gayet sıkı askerî mesuliyetlerini deruhte etmek mecburiyetinde idiler. Hele Rus Çarı ikinci Alexandre'ın bir Yahudi tarafından öldürüldüğü şayiası ortaya çıkınca halk zaten her vesile ile aşağıladığı Yahudilere karşı boyutları iç savaşa yaklaşan bir taarruza geçmiş, bilhassa köylerde Yahudiler toplu halde Rus köylülerinin tırpanlarının altında canlarım teslim etmişlerdi. Bir de bu yetmiyormuş gibi Rus hükümeti onlardan adetâ kütlevî intikam almak istercesine 1882 yılında "Mayıs Kanunları" adı altında bir dizi kararla Yahudileri her türlü insancıl yaşam tarzından mahsur bırakmış ve halkı Yahudi katliamına teşvik edecek geniş çaplı bir propaganda çabasından da kaçınmamıştı. (10) Romanya'da da Musevilere medenî ve beşerî kanunun gerektirdiği haklar tanınmamıştı. Romanya Hükümeti 1878 Berlin Muahedesinde Musevi vatandaşlarına bu hakları bağışlayacağını vaad etti ise de bu politikadan şiddetle kaçınmıştı. (11) Rusya ve Doğu Avrupa'da Yahudi düşmanhğı Avrupalı nm dinî inançlarından kaynaklanıyordu. Hıristiyanlığa göre, Yahudi onların biricik peygamberi hazreti İsa'nın çarmıha gerilmesine sebep olmuş ve bu yüzden kıyamete dek lânedenmişti. Böylece Yahudiyi bir baskı ve eziyet rejimine tâbi tutan Hıristiyan ülkeler dinin manevî bir gereğini yerine getirdiklerine inanır, Yahudi katliamım meşru sebeplere dayandırmaya çalışırdı. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ise Yahudi aleyhtarhğı yeni bir boyut kazanmaya başlamıştı. Antropoloji ve ırk bilimi (Etnoloji) gibi bilgi sahalarında ilerlemeler kaydedilmiş ve insanlar maddî ve manevî özelliklerine göre değişik gruplara ayrılmışlardı. Fransız Gobineau ve İngiliz Chamberlain gibi teorisyenlerin düşüncelerine göre insarilan millet yapan en önemli unsur onların ırkî özellikleri idi. Böylece Batı Avrupa'da Yahudi aleyhtarhğı ırkçı bir filtreden geçmiş ve "Anti—Semitism" yani Sami düşmanhğı adı verilen bir felsefe ile tanınmaya başlamıştı. Bu demekti ki, din değişikliği bir Yahudiyi Hıristiyan yapabilirdi ama, bu onun Yahudi olma özelliğini kaybetmesi anlamına gelemezdi.Irkçı nazariyelere göre Yahudi diğer ırklara nazaran aşağı bir statüye sahipti. En önemlisi, Yahudinin bir milletin koynunda yaşaması o millet için çok zararlı bir vaka idi. Çünkü

ırkî karışım sonucu Yahudiler herhangi bir ırkın, bilhassa Hind Avrupalıları dediğimiz Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinin saflığını eritebilir, bünyesine aşağılık unsurlar katarak ırkın asaletini bozabilirlerdi. Böylece Yahudi'nin bu halkları zehirlenmesine mahâl vermeden, onları millî vücuttan söküp atmak, izale(yok)etmek lâzımdı. (12) Bilhassa Almanya'da tesirini açık bir şekilde gösteren bu ırkçı akımların ateşli temsilcileri Yahudileri vatanlarından tard etmenin yollarını arıyorlardı ve bu arada onlara hayatı zindan ediyorlardı. Buna nazaran, Siyonizm, Avrupa’da gittikçe kuvvetlenen Yahudi aleyhtarlığına bir baş kaldırma ve Yahudi katliamına bir çare olarak tecelli etmişti. Yahudi meselesinin Yahudilerce çözümü Yahudinin Avrupa'dan Filistin'e göçü ve bunu müteakkip orada tesisi ile mümkün olabileceği düşüncesi idi.

Şunu hemen belirtmek lâzımdır ki, yukarıda sözünü ettiğimiz dört unsur— Din, Sosyalizm, Milliyetçilik ve Yahudi aleyhtarlığına tepki— ve bunların terkibi Siyonizmin ne felsefesini ne de faaliyetlerini daha iyi anlamak açısından sarih bir formül vermekten uzaktır. Siyonistler, ilk olarak ellerindeki meselenin muhtevası, ikinci olarak yerleşim merkezlerinin coğrafî korumu ve son olarak ta Yahudi'nin o mıntıkada ne suretle tesis edileceği hakkında aralarında bölünmüşlerdi. Siyonistlerin büyük bir çoğunluğu için Yahudi meselesi bir maddî hadise idi. Avrupa'da Yahudi düşmanlığının hızla tırmanması ile hayat bu kıtada Yahudi için yaşamım sürdürmesini imkânsız hâle getirmiştir. Eğer Yahudinin diğer milletler gibi b. rış ve özgürlük içinde yaşayacakları ve kazançlarını hiç bir işkence ve kötü davranışa muzdarip olmadan temin edebilecekleri bir vatanı olursa mesele kalmayacaktı. Oysa ki Achad Ha'am (13) gibi "Kültür Siyonistleri" adım verdiğimiz bir siyasî —içtimâi okul yaratan Yahudi mütefekkirleri sadece

maddî menfaatlere dayanan bir millet— devlet tesisi düşüncesini, Yahudi meslesini çözmek için yanlış bir yaklaşım tarzı olarak nitelendiriyorlardı Ha'am,bir Yahudi devleti kurulsa bile Musevilerin tedricen iskân edebileceklerine işaret etmiş ve bu yerleşme politikasını tayin edecek faktörlerin bir yandan muhacirlerin çaba ve gayretleri diğer yandan da göçe çekleri memleketin İktisadî kalkınma düzeyi ve hızına bağlı olacağım iddia etmiştir. Buna karşı olarak Ha'am, gerek koloni tayin ettikleri mıntıkada ve gerekse dışarda X Diaspora) kalan Yahudilerin nüfusunun artacağı gerçeğini dile getirmişti. Bunun kaçınılmaz bir neticesinin ise Yahudi göçmenlerine gittikçe Filistin’de kısıtlı yer kalacağım ve sürekli göçe rağmen Filistin dışında kalan Musevi nüfusunun ciddî bir düşüş kaydetmeyeceğini savunmuş ve Siyon liderlerinin politikasını gayet sert bir biçimde tenkid etmişti. (14)

Ha'am ise meseleyi manevî açıdan ele alıyordu; bu milletlerarası Yahudi'nin değil de Yahudiliğin kültür problemi idi? Ha'am,Yahudi millî ve dinî kültürünün bir takım dış güçlerin ve tazyiklerin baskısı altında gittikçe erimekte olduğunu ve adetâ yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını büyük bir hayal kırıklığı ve ümitsizlikle itiraf ediyordu. Yahudiler, kendilerine bir takım İçtimaî ve siyasî haklar tamnan ülkelerde, meselâ İngiltere'de, yaşadıkları ortama adetâ bir bukalemun gibi tamamen intibak ediyorlar ve kendi benliklerinden sıyrılıp, o millet ile kaynaşıyorlardı. Böylece, Yahudi, kendi ırkına has karakter ve ülküsü değil de, içinde yaşadıkları milletin özellikleri doğrultusunda bir İçtimaî gelişmeye tâbi tutuluyor. Öte yandan ise, Ha'am işkenceye muzdarip Yahudiler için kültürel bir gelişmeden söz edilemeyeceğim yazıyordu. Yıllar boyu işleyen baskı çarkları Yahudi millî karakterini rencide etmiş, onun yapıcı öğelerini unufak yapmıştı. Her iki halde de

Yahudi nillî şuur ve heyecanından, ulusal gururundan ve manevî değerlerinden soyutlandırılnuştı. Yukarıda bahsettiğimiz zararlı gelişmeleri önlemek amacı ile Ha'am »Yahudi'nin tekrar Filistin'de bir yurt edinmesi gerektiğine inanıyordu. Ancak, onun düşünce silsilesine göre, Filistin dünya'ya dağılmış bütün Yahudileri bir bayrak altında toplayan bir depo değil de, Yahudiliğin manevî bir merkezi durumunda olmalı idi. Ha'am Filistin'de kurulacak bir Yahudi devletine Yahudiliği temsil eden herşeyin kaynağı ve aynası olabilecek bir atelye gözüyle bakıyordu. Bu merkezden kanatlanacak Yahudilik ruhu bütün dünyayı kaplamak, ırkdaşlarını sarıp manevî bir bağla birleştirmeli, onlara yeni bir kan ve hâyat aşıhyarak yüzyıllarca erozyona uğramış haysiyetlerini yeniden inşa etmeli idi. (15)

Yahudi halkının iskânı için düşünülen mıntıkanın seçimi de Siyonistlerin aralarında büyük tartışmalara sebep otan diğer bir mesele olmuştu. Yahudilerin büyük bir kısmı tarihin eski çağlarında yaşadıkları Filistin’e vazgeçilmez bir aşkta bağlı idiler. (16) Fakat, gene de Yahudi yerleşim merkezî olarak başka alternatifleri de göz önünde tutuyorlardı. Meselâ, bir aralık Amerika'da bir Yahudi kolonisi kurmayı düşünmüşlerdi. Şurası unutulmamalıdır ki, Siyonizmin öncüleri aynı zamânda sosyalizme sempati duyuyorlardı. Hattâ Rusya'da bir süre devrimcilerle işbirliği yapmışlar, fakat bu partilerin Siyonizm ve benzeri fikirleri benimsememeleri sonucu onlardan ayrılmışlardi/ Karl Marks aslen bir Yahudi olmakla beraber-az ıdi Yahudisiz bir Dünya. adlı kitabında kimsenin kapitalizmin ve ona bağlı olarak da sömürünün ağından kurtulmadığını ileri süren Marks, Yahudi'nin neden bütün insanlığın hayrı için kapitalist sistemi devirmekle içinde yaşadıkları memleketin işçileri ile birleşmediğini onlara yardım etmediklerini, fakat şahsî menfaatleri doğrultusunda sadece kendi kurtuluşunu düşündüğünü gayet alaylı bir ifade ile sorar. Cevabı da gene kendisi verir. Marks, Yahudi'nin ibadetinin tefecilik, din ve imanın ise para olduğunu yazar J(17)|Düny anın Yahudilerden kurtuluşunun, tefecilik ve haksız kazançtan kurtuluş olacağını iddia eden Marks, ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde devrimci taraftarlarına Yahudi—devrimci münasebetlerinde de rehber ohnuşturAZ/Böylece Rus devrimcileri Siyonizmin ırkçı bir felsefe7 olduğunu, sosyalizmin beynelmilel ideolojisi ilebağdaşmıyacağmı savunur ve Siyonistleri partilerinden kapı dışarı ederle.  Fakat, bu Siyonistlerin sosyo—ekonomik fikirlerinin değiştiği manâsına gelmez. Siyonistler, gene devrimci hüviyeti içerisinde memleket seçimi yapacaklardır. Siyonizmin Rus asıllı Yahudi taraftarları, Amerika gibi sömürgen bir kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülkeyi benimseyemeyeceklerine ve o düzene ayak uyduramayacaklarma inanıyorlardı. Hem Avrupa'yı zehirleyen Yahudi aleyhtarlığının bir gün Amerika'ya sokulmayacağına dair kim garanti verebilirdi? Büyük Britanya imparatorluğu, müstemlekesi olduğu Uganda ülkesini Yahudilere istimlâk etme hakkım bağışlayınca Siyonistler gene birbirlerine düştüler. Mezkûr mevzu, Yedinci Siyonist Kongresinde tartışılmış ve meselenin halli için delegelerin oyuna baş vurulmuştu. Sandıktan büyük bir çoğunluğun talebi olan Filistin çıkınca, İsrail Zangwill ve Lucien Wolf gibi bazı siyonistler pılı pırtılarım toplayarak Kongre'den istifa ettiler ve taraftarları ile beraber müstakil bir teşekkül olan "Yahudi İskân Organizasyonunu" kurdular. Amaçlan, gene Sİyon dedikleri Yahudi vatanım kurmaktı, ama kendilerine hangi memleket bir bağışta bulunursa fırsatı kaçırmadan oraya göç edeceklerdi. Kongrenin büyük bir çoğunluğu sadece Filistin'i Siyon addettikleri ve oylamada tercihlerini bu doğrultuda belirttikleri için 1905'den sonra Siyon'un bu "sadık" evlâtlarına "Siyon Siyonistleri" denildi. (18)

Yahudi meselesini çözüme ulaştıracak politikanın tayini ve bu yolda kullanılacak araçların seçimi de Siyonist çevreler arasında bir ihtilâf mevzuu olmuştu. (19) "Siyon Aşıkları” (20) diye Yahudi edebiyatına geçmiş bir bölüm Yahudi milliyetçileri Filistin'de millî kolonizasyon yapılmasının diplomasinin zeminini hazırlamak açısı bakımından hayatî önemi olduğuna inanıyorlardı. Siyon Aşıkları için kolonizasyon diplomasinin öncüsü ve hazırlığı olmalı idi, sonucu değil. Filistin'deki kolonileşmiş yerleşim merkezleri Siyonistlerin büyük Avrupa devletleri ile olan diplomatik müzakerelerinde politikalarının temel taşı, onları Siyonizmin amacına ikna edebilmek için öne sürebilecekleri bir koz olacaktı. Siyon aşıklarının düşüncelerine göre, eğer Avrupalı devlet adamlarına ve diplomatlarına Filistin'de Yahudi millî yurdu tesis etmek için haklı bir bahane gösterebilirlerse, Batı Siyonizmin tezini benimseyebilirdi. Aslında bu Avrupa'nın üzerinde nüfuz sahibi olduğu Osmanlı İmparatorluğu’n a Filistin'de Siyonistlerin istediklerinin gerçekleşmesi için gerekli tazyiki yapması demekti. Siyon aşıldarı hareketi bir anda dünyanın her tarafında dayanışma demekleri açacak, Amerika'da Chicago kentinden Rusya'da Odessa şehrine kadar cihanın belli başlı merkezlerine kadar yayılacaktı. 1884 yılında Dr. Pinsker'in şahsî teşebbüsü ve çabası ile dünya yüzeyine yayılmış yüzlerce Siyon aşıkları teşekkülleri yukan Silezya'nın Kattowitz şehrinde toplanan bir konferansta bir araya gelir ve faaliyetlerini koordine etmek kararını alırlar. Hahamlardan esnaf gruplarına, bankerlerden talebelere ve devrimcilere kadar her tipten Yahudi'nin oluşturduğu ve tarihe Kattowitz Konferansı olarak geçen bu toplantıda Siyonistler kafilelerle Filistin'e akın eden Yahudi muhacirlerini desteklemek için bir şirket kurmayı başarırlar. Dr. Pinsker'in başkanlığına seçildiği ve merkezinin Odessa'da olduğu bu şirket Yahudi göçlerini organize etmeyi ve göçmenlere gerekli malî yardımı yapmayı üstlenir.

"Bugüne kadar (Kolonizatör Siyonistlerin) yaptıklarına müteşekkirim" diyen politik Siyonizmin babası Dr. Theodor Herzl (21) hâtırâlarmda prensip itibarı ile Filistin'e "sızma” yolu ile Yahudilerin tesis edilmesine karşı olduğunu açıkça belirtmişti. Eğer bu usûl üzerinde ısrar edilirse sonucun Filistin'de gayrimenkul fiyatlarının korkunç yükselme kaydedeceğine değinen Herzl, bu tür çabaların Yahudilerin arazi satm alma şansını gitgide zorlaştıracağını iddia etmekte halisiz değildi. (22)“Yahudi Devleti'adını verdiği lâyihasında da belirttiği gibi Herzl için Yahudi'nin acıklı durumu "milletlerarası" bir mesele idi. Çözümü ise meselenin beynelmilel plâtoya çıkarılıp, devletlerin dikkatini toplamak ve bu hususa eğilmelerini sağlamak ve bunlara müteakkip milletlerarası forumlarda müzâkere edilmesi ile gerçekleşebilirdi. Dr. Herzl, Yahudi meselesinin çok ciddi olduğunu ve yegâne çözümünün ise Yahudilerin Filistin'de hükümranlık haklarının tanınarak bir devlet tesis etmeleri ile mümkün olacağını ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde dünya politikasına şekil veren güçlü devletlere inandırmayı kendisine vazife edinmişti. Amacına ulaşabilmek için de kendi tâbiri ile fikir olarak basit olmakla beraber icra safhasında pek çetrefilli problemler çıkartacak bir plân hazırlamıştı. Plâna göre, iki cemiyet kurulacaktı. İlki "Yahudi Cemiyeti" adını alacak bu siyasî teşekkülün gayesi Avrupa Hükümetleri ile temasa geçip, Siyonizmin Filistin'de devlet kurma hakkının tanınabilmesi için diplomatik alanda mücadele vermekti. Ne zaman Batı iknâ olur da Siyonistlerin arzularına baş eğerse, işte o zaman Yahudi Cemiyeti Filistin’de millî bir hükümet kuruluncaya kadar geçici statü ile icra yetkisini yürütecekti. Dr. Herzl'in tahayyül ettiği ikinci teşekkül Yahudilerin Filistin'e göçü ve yerleştirilmesi için kurulacak ticari bir şirketti. İngiliz ticarî kanunlarının esnekliği nedeni ile şirketi Londra'da kaydettirmek isteyen Herzl bu şirketin, sermayesinin elverdiği sürece muhacirlerin terk ettiği memleketlerdeki servetlerini likide edeceğini ve aynı muhacirlere Filistin'de arazi satacağım ve mesken yapımı için yardım yapacağını tasarlamıştı. Siyonist lider, bu şirketin Filistin'de ticareti ve sanayileşmeyi de teşvik edeceğini düşünmüştü. (23)

Filistin'de bir Yahudi devleti tesis etmek için Ortadoğu ve dünya politikasında yeni düzenlemeler gerekeceğine inanan Dr. Herzl bir siyasal bilimci olmasa bile milletlerarası münasebetleri tayin eden en önemli öğenin kuvvet tasarrufu olduğunu takdirde de aciz değildi. Hâtırâlarında "Milletler arasındaki münasebetler bir kuvvet meselesidir" diye not düşen Dr. Herzl, "Bugün ve gelecekte belki de kıyamete kadar güçlü, daima haklı karşısında galebe çalacaktır" diyordu. (24) Böylece Dr. Herzl, Avrupa devletleri ile olan diplomatik münasebetlerinde Siyonizmin siyasetini yürütebilmek için sağlam temellere, başka bir deyişle kendisine maddî ve manevî desteği sağlayacak bir alt yapıya ihtiyacı vardı. Bir hükümeti veya belli bir devleti temsil etmiyordu. Viyanada çıkan "Neve Freie Press" gazetesinin yazarlarından biri idi. Bu etiket ile Dr. Herzl'in yalnız başma Batı kentlerini dolaşıp, Hariciye vekâletlerinin kapısını çalması ve Yahudilere vatan istemesi yalnızca tuhaf değil aynı zamanda da gülünç olurdu. Gerçekleri pekiyi idrak eden Herzl amacına ancak Siyonist hareketi devletlerarası politikada hatırı sayılan bir aktör olarak yetiştirebildiği müddetle erişebileceğine emindi. Kollarını sıvayarak şimdiye kadar bir hayır cemiyeti hüviyetinde olan Siyonist kongresi Sekretaryasmı siyasî münasebet

leri ve propaganda cihazları ile teçhizath bir devlet olarak yaratma çabasma girişti. İlk olarak Herzl, Siyonist hareketin yasama yetkisini üzerine alacak bir temsilciler meclisi kurmayı başardı. Herzl'e göre bu meclisin mahiyeti, yapısı ve faaliyeti her hangi bir millî meclis gibi olacaktı. "Shekel" adı verilen ve adetâ bir vergi mahiyetinde olan ilimli, mahallî Siyonist cemiyetlere yatıran her Yahudi meclisteki temsilcilerini seçme hakkına sahip olacaktı.. Mahallî seçim bölgelerinde Siyonist dernekler her yüz üyeye karşıhk bir temsilci çıkartabileceklerdi. Bu şartlara bağlı olarak, 27 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre'nin Bazel (Basle) şehrinde üç gün sürecek olan Birinci Siyonist Kongresi toplandı. Uluslararası Yahudiyi temsil etmek üzere Bazel'e gelen ikiyüzü aşkın delege her sosyal tabakadan, değişik fizikî tiplerden oluşan, bambaşka düşünce yapısından meydana gelen bir mozaikti. Kongre, Batı'nin Eşkenazisinden,

Doğu'nun Sefhardimini, ortodoks ve inkılâpçıları, fanatik hahamlardan, hür düşünce sahibi aydınları, emekli Siyon âşıklarından mücadeleye yeni katılmış milliyetçileri, burjuva bankerlerden sosyalistlere, esnaflardan talebelere kadar her cins Yahudi'yi aynı çatı altında toplayan küçük bir Musevi âlemi yaratmıştı/Adetâ hükümran bir parlamento havasına bürünen Kongre ilk olarak da propaganda aygıtlarını tesis etmeyi başarmıştı. Dr. Herzl 3 Eylül 1897 tarihinde hatıralarına şu notu düşmüştü. "Bugün Bazel'de Yahudi Devletini kurdum. Eğer bugün bunu (Dünya kamuoyuna) açıklarsam, herkes beni alaya alır. Oysaki, belki beş, fakat hiç şüphesiz ki elli sene içinde herkes bu gerçeği görecektir. Yahudi devletinin mevcudiyeti manevî temellere oturtulmuştur, bu devlet Yahudi halkının bu husustaki arzu ve azmi ile kurulmuştur" (25) Hakikaten de Herzl, kehânetinde haklı çıkmış ve o, bu yukardaki satırları yazdığı andan tam elli sene sonra, 1948 yılında İsrail kurulmuştur.

Kongrede Siyonizmin nihaî hedefinin belirlenmesi söz konusu olunca, hiç şüphesiz ki Herzl ve arkadaşlarının kalbinde Filistin'de her türlü hükümrânlık haklanna sahip müstakil bir Yahudi devletinin kurulması yatıyordu. Herzl'in yakın arkadaşı ve danışmanlarından Bodenheimer kendisini Filistin’e götürecek gemide Çanakkale boğazını geçerken Siyonizmin niyetini' 'Bizim rüyalarımızın kanatları vardır hudud tanımazlar. Yahova'nın Incil'de vaad ettiği gibi Nil'den Fırat'a kadar bütün bölgeler Yahudi kolonizasyonuna açılmalıdır" diyerek büyük bir samimiyetle itiraf etmişti. (26) Fakat Osmanlı İmparatorluğu dahil olmak üzere bütün Avrupa devletlerinin dikkatle takip ettiği Kongre'de bu kadar açık konuşamazlardı. Aksi takdirde, ihtiraslı tasavvurları Batı'nın şüphesini, Osmanlı Devleti'nin ise düşmanlığını uyandırabilirdi. Bunu düşünerek esas amaçlarını kamufle etmek yoluna gittiler. Fakat, zamanın Berlin Büyükelçisi Ahmet Tevfik Paşa Siyonistlerin bu taktiğine kanmamış ve*Bâb—ı Âli 'ye yolladığı raporunda Yahudilerin Filistin'de büyük bir devlet kurmayı tasarladıklarını yazmıştı. Filistin'e yerleşen Siyonistlerin yayılma ve genişleme siyaseti güdeceğine Hariciye Nezareti'nin dikkatini çeken Ahmet Tevfik Paşa kongredeki Yahudi hatiplerinin sözlerine dikkat ettiklerini ve bu gerçeği Yahudi milletinin hayatı meselelerinden bahsetmek suretiyle geçiştirdiklerini, müphem beyanlarla esas amaçlarını gizlediklerini kaydediyordu. (27) Amaçları ne kadar da Kongre'yi bir milletlerarası forum gibi kullanıp dünya kamuoyunun Yahudi meselesi karşısında merhamet duygularını kabartması olsa da Siyonistler bir noktada hareketlerinin manâsını açıklamak zorunda idiler. îlk olarak, emellerinin "kendilerine normal hayat şartlarının tanınmadığı ülkelerde yaşıyan Yahudilere Filistin'de devletler hukukunun garantisi altında bir yurt teşkil edilmesi" olduğunu açıkladılar. Ancak, devletler hukukunun muhatabı gene devletler olabilirdi. Böylece, bir devletin devletler hukukunun garantisi altına alınması o devletin mutlak bağunsızlığının tanınması demekti. Bu ise, Filistin'in Osmanlı İmparatorluğu bünyesinden kopması ile mümkün olabilirdi. Vatanın bölünmezliği ilkesine sıla sıkıya sarılmış Türkler için hiç bir vilâyetin kansız ve savaşsız terkedilmeyeceği Türk'ü tanıyan herkes için aşikârdı. Binaenaleyh, bu safhada Osmanlı Hükümeti’ni karşılarına hasım olarak almaktan çekinen Siyonistler Filistin üzerindeki amaçlarını törpülemeyi daha doğru buldular. Herzl, devletler hukuku teriminin terkedilip yerine "Umumî" hukuk tâbirini kullanmayı teklif etti. Taslak "Siyonizmin amacı Yahudi halkı için umumî hukuk çerçevesinde Filistin'de bir yurt tesis etmektir” diye değiştirildi. Umumî hukuk tâbiri o kadar müphem bir kavramdı ki, Yahudiler Osmanlılara karşı bunun mahallî veya Türk dahili hukuku, Avrupa devletlerine karşı ise, devletler arası hukuk anlamına geldiğini savunacaklardı.

Siyonistler için hedef belirlendikten sonra sıra amaçlarına ulaşabilmekte kullanacakları vasıtaları tayin etmeye gelmişti. Kongredeki müzakereler sırasında Herzl büyük fikir ayrılıklarının oluşmasına müsaade etmemiş, daima her konuda uzlaşma yoluna gitmiştir. Maksadı Siyonist hareketin bütünlüğünü korumak ve bu sayede dünya efkâr—ı umıımiyesine karşı tek bir ağızla konuşan sağlam bir teşekkül havasım verdirmekti. Bunun için düşüncelerini tasvib etmese bile diğer Siyonist teşekküllerin politikalannm esas programa yansımasına göz yumdu. Meselâ Siyon aşıkları dediğimiz bir grup Yahudi, Filistin'de kolonizasyona devam edilmesini, hattâ bu yönde çabalarm arttırılmasını istiyordu. Kültür Siyonistleri ise programa Yahudi milli şuurunun

kuvvetlendirilmesini ön gören bir tasarının eklenmesinde ısrar ediyorlardı. Herzl bu fraksiyonlara gerekli tavizi vererek kararlarını onayladı. Herzl için önemli olan kongrenin yabancı devletler ile olan diplomatik münasebetlerinin başlaması için yeşil ışık yakması idi. Kongre bu çeşit bir hareket tarzının Siyonist hareketin amacına ulaşması için çok tehlikeli bir yol olacağım düşünebilir. Her hangi bir Avrupa devletinin düşmanlığım kazanma riski olduğunu farkedip Herzl'in şahsî tasavvurlarını veto edebilirdi. Fakat Herzl, kongreyi ikna etmeyi başarmıştı. Program "Siyonizmin esas amacınm gerçekleşmesi için diğer hükümetlerin rızasının alınmasını ve bu hususta ne lâzım gelirse yapılmasını"teklif ediyordu. Program bir bütün olarak değerlendirildiği vakit ortaya Siyonistlerin Filistin'de kök satabilmeleri için gerekli her türlü imkânın seferber edilerek bir kaç düzeyde fakat biribirine paralel politikaların aynı hedefe doğru yürütülmeye başlandığı gerçeği çıkar.

Bazel programı, milletlerarası Yahudi'yi teşkilâtlandırabilmek amacı ile bir takım merkezî ve mahalli örgütlerin kurulması için gerekli adımları atmaktan da gecikmemişti. Birinci Kongre'de alman karar doğrultusunda her hangi bir memleketteki Siyonistler bulunduğu bölgelerde mahallî dernekler teşekkül edecekler ve bunların yurt çapında birleşmesinden de bir federasyon vücuda gelecekti. Her federasyon ise Viyana’daki merkez büro ile vasıtasız muhabere edebilecekti. Herzl, Siyonist hareketin icra kurulu olarak bir "Hareket Komitesi" tesis edilmesini teklif etmişti. Bu teklife uygun olarak, Dr. Herzl'in başkanlığında Siyonizmin siyasetini yürütmek amacı ile adetâ hükümet görünümünde bir komite kuruldu. Gene bu komitenin icraatını denetlemek ve politikasını tayin vazifesi "Büyüle Hareket Komitesi" adı ile alman umumî bir konseye verildi. 1898 Ağustos'unda gene İsviçre'nin Bazel şehrinde yapılan

İkinci Büyük Kongre ile Siyonistler malî meselelerini tartıştılar ve sonunda teşkilatm İktisadî politikasına yön verecek bir banka kurulmasını kararlaştırdılar. Londra'da sınırlı sorumlu bir Anonim Şirket olarak kurulan bir banka daha ilk kalemde iki milyon sterling sermaye ile "Yahudi Müstemleke Vakfı" ismi ile çalışmaya başladı. Adı geçen banka Filistin'de faaliyetlerini yürütebilmek amacı ile 1903 de sermayesi yüzbin sterling olan "İngiliz Filistin Şirketi" ni kurdu. Bu şirket Hayfa, Yafa, Kudüs, Hebron, Beyrut, Safed, Tiberyas ve Gaza'da şubeler açarak Yahudi göçmenlerin her türlü arazi alım satım işlerine eğilmeye başladı (28) 1901 Arahk'mda toplanan Beşinci Büyük Siyonist Kongresi "Yahudi Millî Fon" unun gerçekleşmesine sebep oldu. Gene bir İngiliz müessesesi olarak Londra'da kayıt edilen bir fon milletlerarası Yahudi’nin gönüllü tasarruflarının toplandığı bir hesap olacaktı. Fonun kuruluşunun daha birinci yılında üç yüzbin sterlinge çıkan sermayesi Yahudi göçmenlerinin Filistin'de toprak sahibi olabilmesi yolunda kullanılacaktı. Zamanla, Yahudi Millî Fonu çalışma sahasını genişletmiş ve toprak alım satımı yanında Yahudi arazi sahiplerinin mahsullerinin daha iyi değerlendirilmesi için kooperatifler kurmaya hattâ Filistin'de Yahudi kültürünü yaymaya kadar değişik çabalar içine girmişti.

Tesirli bir propaganda mekanizmasının kurulması Siyonistler için çok önemli bir mesele idi. Siyonistler bu alanda da epey başarı göstermişler; ve gerek birbiri ardı sıra toplanan kongrelerin etkisi ve gerekse dünya nın her bölümündeki Yahudilerin kendilerini acındırma kampanyaları Bazel programına binlerce taraftar kazan dırmış, Amerika'dan Güney Afrika'ya, Uzak Şark'tan Avusturalya'ya kadar yer kürenin belli başh her yerinde Viyana'flaki merkez bürolarına bağlılıklarını belirten yüzlerce Siyonist dernek adetâ mantar gibi bitmiş ve Siyonizme uzak duran pek çok Yahudi teşekkülleri de Herzl'e biat etmekle gecikmemişlerdi.

Yahudi'yi Siyonist saflara kazanan Herzl için şimdi önemli olan diğer milletleri iknâ edebilmekti. Bu maksatla, dünyanın her bucağına dağılmış Siyonist dernekleri tarih boyunca Yalı udi'nin çektiği ızdırabı dile getiren kampanyalar açtılar ve milletlerin merhamet hislerini körüklemeye çalıştılar. Bu zeminin üzerine Siyonist tohumları atmak işten bile değildi. Yahudi meselesinin yegâne çözüm yolunun, Siyonizm'den geçtiğini iddia ederek bu hususta tonlarca kitap yazdılar, tebliğler dağıttılar, broşürler bastırdılar. Hülâsa, Siyonistler Yahudilerin Filistin'de yerleştirilmesini başka devletlere ve o ülkenin kamuoyuna benimsetebilmek amacı ile lobiler kuruyor, gerekli her türlü kulis faaliyetinden kaçınmıyorlardı. (29)

Siyonist hareketi Yahudilerin selâmeti için uğraşan hayır dernekleri mozaiği olmaktan kurtararak, milletlerarası politikada hatırı sayılır bir kuvvet durumuna yükselten Dr. Herzl, amaçlarına erişebilmek için diplomatik manevralara başlama zamanının gelip çattığına inanıyordu. Siyonist liderin stratejisi Batı Hükümetlerine Filistin'de bir Yahudi hükümeti kurulmasının bu devletlerin millî menfaatleri açısından ne kadar yararlı olacağına mantıkî bir takım canbazlık oyunları ile, iddia ve ikna etmekti. Herzl, eğer Avrupa devletlerinin Siyonizme yakınlık duymalarını sağlarsa, Batı'nın ona Türk Sultanın Şark Vilâyetlerinden biri olan Filistin'i Osmanlı İmparatorluğu nezdinde tavassut edeceklerini ve hattâ yerinde kuvvet kullanarak Osmanlı hükümetine bu yolda baskı yapacaklarını umuyordu. (30) Böylece Herzl, Siyonist tezini Batılılara satmak ve onları kendi safına katmak amacı ile Viyana, Berlin, Petrograd, Roma ve Londra olmak üzere Avrupa'nın belli başlı şehirleri arasında mekik dokumaya başlamış, devlet ve hükümet yetkilileri ile müzakerelere girişmişti.

(3) MİLLETLERARASI POLİTİKA İÇERİSİNDE FİLİSTİN

Herzl'in dünya Yahudiliğine vatan olarak seçtiği Filistin 1880 yıllarında sahipsiz bir ülke değil, bilâkis Osmanlı İmparatorluğu'nun nice Asya vilâyetlerinden biri idi. Yavuz Sultan Selim'in Memlüklüler önündeki Mercidabîk ve Ridaniye seferlerinden beridir Filistin'de Turk bayrağı dalgalanıyordu?!!) Gerçi bugün Fîlîstih dediğimiz Ürdün nehrinin batısındaki topraklar Osmanlıların kafi idaresinde idi ama Kudüs—ü Şerifin her üç semâvi dinde de —Yahudilik— Hıristiyanlık ve Müslümanlık— mukaddes sayılmasının sonucu bölgede Avrupa Devletleri yoğun misyoner faaliyetlerine ve dinî propaganda çabalatma girişmişlerdi.

Batı ulusları arasında Filistin'le ilk irtibatı kuran Fransızlar olmuştu. (2) Kanuni Sultan Süleyman'ın Habsburglara karşı ortak bir cephe oluşturmak gayesi ile birinci Fransuva ile yaptığı bir dizi anlaşma ile Fransızlar Filistin'deki Katolik mabedlerin muhafazasmı ve lâtin ruhban heyetinin himayesini tekellerine almışlardı. (3) Fakat Kırım harbini takip eden yıllarda Dalyanlar (4), Almanlar (5) ve İspanyollar dindaşlarının haklarını korumakta İsrar edince Filistin'deki Fransız nüfuzu ehemmiyetli bir düşüş kaydetmiş, Paris sadece kendi vatandaşlarının himayesi ile yetinmek zorunda bırakılmıştı. (6) Abdülhamid'in tahta çıktığı sıralarda Rusya’da Filistin'e gittikçe artan bir nüfusla duhûl etmekte idi. 1774 yılında Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rus Hükümeti, Osmanlı Devleti nezrimdeki Ortodoksları himayesine almayı başarmıştı. (7) Gerçi Kırım Harbi Rusların Filistin'le rabıtalarını bir müddet için de olsa koparmış ise de, Petrograd yılmamış ve 1882'de Rus çarının amcası Büyük Dük Serge'nin başkanlığında "İmparatorluk Ortodoks Filistin Cemiyetinin" temellerini atmıştı. Böylece Rusya bir kere daha, fakat bu sefer eskisinden daha azimli bir şekilde Suriye Ortodokslarının hâmisi kesilmiş, dindaşlarına okullar, kervansaraylar, hastaneler ve misyonla.  kurmuştu. (8)Qngilizler dahi Filistin'deki misyoner faaliyetlerine iştirak etmekten kendilerini alamamışlar ve Londra Hükümeti Filistin'e bir Protestan kilisesi ve "Londra Yahudi Cemiyeti" ve "Londra Misyoner Cemiyeti" adlan altmda iki misyoner teşkilatı ile adımını atmıştı. (9) İngilizleri Almanlar izlemiş ve Filistin'de Hazreti İsa'nın kabir bekçiliğini üzerine alan ve ashabının da hayat tarzını benimseyen bir ibadet anlayışı içinde . Xemplar" adı verilen bir çeşit mason teşkilatı tesis etmişlerdi.  10)

Avrupalı yı Ortadoğu'ya bağlayan sebep sadece dinî hesaplar olmaktan öte, bir takım maddî temellere dayanıyordu. Batı, bu bölgede stratejik, siyasî ve İktisadî bir çok menfaatler peşinde idi. Hele, Fransa daha onaltıncı yüzyıldan beridir Suriye ve Filistin'i adetâ kendi tapulu malı gibi farz ve nüfuz bölgesi olarak da ilân etmişti. Bunun yanında Avrupa'nın güneydoğu Akdeniz’le olan ticaretini tekelinde yürütmeyi becermişti. Berlin kongresini takip eden yıllarda da Fransız İktisadî kuruluşları Türk topraklan üzerinde gayet hummalı bir faaliyet içerisinde idiler. Tüccari ve gemicilik kampanyaları Avrupa ve Osmanlı ülkesi arasında mekik dokurken bankerleri de Süveyş kanalı projesinin hisse senetlerini kapışmışlardı. (11) Stratejik nokta—i nazardan ise Fransız hükümeti kuzey Afrika'da rahatça yerleşmiş ve 1830'da Cezayir, 1881'de Tunus ve 1904'de Fas'ı işgal ederek Akdeniz'de üç tane önemli deniz üssü ele geçirmeyi başarmıştı (12)

İngilizlerin Orta-şark'la olan bağlantıları Hindistan'ı ele geçirmelerinin tabiî bir sonucu idi. (13) Hindistan müstemlekelerine yönelecek muhtemel saldırılara sed çekmek amacı ile Büyük Britanya Hükümeti Hind'e açılan kara olsun deniz olsun bütün ulaşım yollarını kontrol altında tutmayı en önemli haricî prensiplerinden biri olarak benimsemişti. (14) Osmanlı İmparatorluğu Asya'ya açılan köprü durumunda olduğuna göre, Londra Rus tecavüzleri karşısında Türkleri müdafaa etme mecburiyetinde idi. İşte, bu sebepten Berlin'de Lord Salisbury Türklerin yanında yer almış ve kongrede Rusların toprak kazançlarını Osmanlıların lehine azaltmıştı. Şunu da unutmamak gerekir ki, Salisbury] nin halefleri de aynı politikayı istemiş ve 1789'da Napolyon'a 1830'da Kavalah Mehmet Ali Paşa'ya ve 1853'de de Ruslara karşı Osmanlı ile işbirliği yapmışlar, Devlet-i Âliye'yi desteklemişlerdi. (15)

Rus Hükûmeti'nin Ortaşark politikasına yön verenler arasında olan Rusya'nın İstanbul büyük elçisi Ignatiev ve selefi Nelidof gibi Balkanlarda ve Suriye'de yaşayan Ortodoks biraderlerini Türk'ün pençesinden kurtarıp, Akdeniz'de büyük bir "Rus Ortodoks İmparatorluğu" kurmayı hayâl eden Pan Islavcılar yok değildi, ama gene de Berim konferansının akabindeki yıllarda Petrograd, Osmanlı Devleti karşısında iki siyasî meslek icra etmekle mükellefti. İlk olarak Rusya, Sultanla anlaşma yoluna giderek İstanbul'da diğer Avrupa devletlerinin gıpta edecekleri imtiyazlı bir mevkii ele geçir

mek niyetinde idi. İkinci olarak ta, Boğazlardan serbest geçiş hakkını elde etmeye uğraşıyor, faka t bu haklan diğer ulusların garp gemilerine verilmemesinde bilhassa İsrar ediyordu. Aslında, Rusların bu hususta haldi endişeleri vardı. İngiliz armadası Çanakkale'den geçip Karadeniz'e çıkması ile Rusya'nın güney sahillerinin İmparatorluk filosunun toplarından çıkan güllelerle hallaç pamuğu gibi atılması işten bile değildi. Ayrıca Çarlık Hükümetinin İktisadî hayatı da ticarî filosunun boğazlardan geçişine bağlı idi. Bir örnekle belirtilirse, 1880 yıllarında Rusya'nın ihracatının yansı ve hububat ticaretinin de yüzde sekseni Avrupa pazarlarını boğazlar yoluyla buluyordu. (16)

Almanya'nm dış politikası ise ihtiraslarla örülmüştü. Cermen İmparatorluğu'nun Kayzeri İkinci Wilhelm Osmanlı Devleti'nin, Almanya'nın "Dünya Politikası" (Weltpolitik) anlayışı içerisinde önemli rolü olduğuna inanmıştı. Baltık Denizi'den Basra Körfezi kıyılanna kadar yayılacak büyük bir dünya imparatorluğu tahayyül eden Wilhelm Almanya'nın Ortadoğu'ya açılmasının, Balkanlar yolu ile Mezopotamya'ya sızmasının getireceği menfaatlerin cazibesi ile büyülenmişti. Ortadoğu, Uzakşark ve Asya'daki nimetlere konmak için sadece bir atlama taşı veya bir geçit yolu değil, fakat mümbit Anadolu yaylası ve Mezopotamya ovaları ile yeni sanayileşmiş Alman ekonomisine iptidaî madde kaynaklan ve ihracatı için pazar kapılarını açabilecek başlı başına bir arz—ı Mevûd'du. (17) Berlin'in (Drang Nach Osten) denilen "Doğu'ya açılma siyaseti" daha Alman birliği kurulmadan önce Lagerde, List, Rocher gibi Pan-Cermen milliyetçileri tarafından savunulmuştu. Büyük Moltke gibi başarılı bir asker de aynı fikri vurgulamıştı. (18) Türkiye'yi Alman İmparatorluğunun müstemlekesi yapma politikası aslında 1899 baharında Alman banker ve iş adamlanmn Mannara Denizi

kıyılarında Basra Körfezi’ne kadar uzanacak bir demiryolu hattının döşenmesi için Bâb—ı Âli'den gerekli tavizi kopartmasından sonra kesinlikle başlamıştı. (19) Berlin—Bağdat demiryolu projesi Almanya'ya maden aramacılığından tutunuz da petrol yataklarını keşfetmeye, sulama tesislerinin inşaa müsaadesinden ticarî alanda imtiyazlar elde etmeye kadar külliyetli bir menfaatler paketi sağlamıştı. (20)

Bir milletin dış politikasına yön veren en önemli bir âmilin millî menfaatler olduğu şüphesizdir. Fakat, şunu da hemen belirtmek lâzımdır ki devletler dış politikalarını tespit ederken aynı zamanda da bir boşlukta olmadıklarını, milletlerarası sistemin bir parçasını oluşturduklarını ve buna nazaran tutum ve davranışlarını diğer devletler nezdinde bir takım reaksiyonlar doğurabileceğini de hesap etmek zorundadırlar. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde de Osmanlıların düvel—i muâzzama dedikleri İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya İmparatorluğu'nun doğrultusunda tayin edilmişti ama, o zamanın güçlü ülkeleri olarak bu dörtlü aynı zamanda milletlerarası sistemde barışın ve düzenin korunması için devletler arasındaki kuvvetler dengesini de muhafaza ve müdafaa etmekle de yükümlü idiler. (21) Onları düşündüren husus, Avusturya ve Osmanlı imparatorlukları gibi birçok ırkı bünyesinde barındıran köklü devletlerin içinde filizlenen milliyetçilik cereyanları idi (22). Bu iki devlet nezdindeki azınlıklar, Milliyetçilik akımının tesirinde kalmış ve imparatorluktan kopup kendi müstakil hükümetlerini kurmak temayülü içerisine girmişlerdi. Aslında İngiliz İmparatorluğu da bir milletler mozaiği idi ama, devletin kuvvetli oluşu bölücülük cereyanlarını daha ana karnında iken boğmayı başarıyordu. Ama gittikçe kuvvetinden kaybeden Osmanlı İmparatorluğu için durum hiç de iç açıcı değildi. Bâb—ı Âli gerek Balkanlarda ve gerekse de Doğuda —Ermenileri kastediyorum— bölücü güçleri zapt ve hapsedecek siyasî kudrete sahip değildi. Kanla kazanılan Osmanlı Ülkesi'nin bölünmezliği ilkesine büyük bir vatan aşkı ve sadâkat ile bağlı İstanbul Hükûmeti'nin bu konuya kat'i bir şekilde eğilmesini önley en en önemli âmil bünyesini kurt gibi kemiren bu milliyetçilik cereyanlarının dışardan desteklenmesi idi. Meselâ, Ruslar Osmanlı’nın ortodoks tebaasının hamisi durumunda olduğu müddetçe Türklerin Balkan komitacılarına kesin darbe indirmesi düşünülemezdi. İngiltere'nin de başlarında olduğu Batı'h devletler her hangi bir bölücülük hareketinin patlak vermesinin o bölücü grubun koruyucusu kesilen Avrupa Devleti'nin Osmanlı Hükûmeti'ne silâhh müdâhalesini davet edeceğinden haklı olarak çekiniyorlardı. Eğer böyle bir durum vaki olursa, müdâhale eden güç Osmanlı Devleti nezdindeki nüfuzunu kendi lehine değiştireceğinden, adetâ bir pamuk ipliğine bağlı olan dünya kuvvetler dengesi değişecekti. Bu durum karşısında diğer Avrupa devletlerinin eh kolu bağlı oturacaklarını sanmak büyült bir saflık olurdu. Menfaatlerinin zedelendiğini gören Avrupa devletleri bozulan düzeni tekrar kurabilmek için bir takım tedbirler almaya mecbur kalacaklar ve bu kargaşalık umumî bir harbin patlamasına sebebiyet verecekti. Bunu ise, Rusya dahil hiç bir devlet arzulamıyordu. Binaenaleyh, Batı devletlerinin dünya barışını bozmaya yönelik muhtemel gelişmelere mâni olmak için iki alternatifleri vardı; ya düvel—i muâzzama Osmanlı İmparatorluğu'nu aralarında taksim edecek ve artıklarını bölücü grupların iştahını köreltmek için önlerine yem olarak atacak, yahut da İstanbul Hükûmeti'nin azınlık gruplarının durumunu düzeltecek inkılâblan gerçekleştirmesi ümidi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü muhafaza etmeyi kendilerine bir vazife bileceklerdi.

Osnıanlı İmparatorluğu'nun dağılması hususu ele alındığında, Batılı güçlerin Abdülhamid'in padişahlığı döneminde bir taksimatın gerçekleşebilmesi için hiç bir zaman birlik olamadıkları görülür. Plevne kalesinin düşüşünden ve Rus orduları İstanbul kapılarına kadar dayandıktan sonra Çar, eğer öbür Avrupa devletleri rıza gösterse idi Osmanlı İmparatorluğu'nun taksimini dikte ettirebilecek güçte idi. Ünlü Ahnan Şansölyesi Bismark'da Türkiye'nin aleyhine olsa bile, Avrupa barışının korunabileceğine inanıyor ve İngiltere'nin Rusya üe bir savaştan kaçınmasını ve Petrograd'ın kazançlarına karşılık tazminat olarak Süveyş kanalını ve İskenderiye'yi işgal etmesini teklif ediyordu.'(23) Londra hükümeti ise tatbik edildiği takdirde, Türkiye, mirasının en büyük bölümünü Rusya'ya devredecek bir plâna iştirak etmeye hiç de gönüllü değildi. Böylece, Rusya'nın hırsı ile gerçekleştirilmesine ramak kalan Osmanlı İmparatorluğu'nu taksim projesi, İngiltere'nin teşebbüsü ile bir müddet için de olsa donduruldu. O zamana kadar Rus tecavüzlerine karşı Padişah'ın, müdafii kesilen İngiltere 1874 yılında Osmanlı Ülkesi'nin muhtemel taksimini hoşgörü ile karşılayacağını açıklayınca, (24) bu seferde Deli Petro'dan beridir Türk vatanına göz dikmiş Ruslar kendilerini Türkiye'nin kurtarıcıları ilân etmiş ve Osmanlı topraklarının, olduğu gibi muhafazasına vakfettiklerini dünya kamuoyuna ifşa etmişlerdi. Uzak Şark'ta zaten başı derde girmiş olan Rusya, Japonya ile uğraşırken Ortadoğu'da bir kargaşalığın çıkmasından haklı olarak çekiniyordu. Avrupa devletlerinin Hariciye vekâletlerine hitaben bir notada Petograd, Rus Hükûmeti'nin artık ciddî milletlerarası meseleler çıkaracak olan Osmanlı İmparatorluğu'nun çökme ve taksimini kat'iyetle arzulamadığını temin ediyor ve kendi dış politikasını da bu sonuca mâni olacak veya tehirini sağlayacak bir şekilde yön vereceğine söz veriyordu. (25)

Fransa da, müttefîği Rusya’nın görüşüne katılıyor ve Dışişleri Bakanı Mösyö Hanotaux, iki hükümetin Osmanlı imparatorluğu'nun bütünlüğünün muhafaza edilmesi için uyum içersinde olduklarını söylüyordu. (26) Maamafıh, daha ileri bir tarihte Osmanlı Devleti’nin dağılması meselesi yeniden Batı’nın gündemine gelmişti. İşte bu sefer Avrupa’nın "Hasta adam" dediği Osmanlı İmparatorluğu’nun yirminci yüzyıla yetişeceğine pek kanaatleri yoktu. İstanbul’daki elçisi Nelidof Çarı, Rusya 'nın hiç bir milletlerarası sürtüşmeye mahal vermeden boğazlara sahip çıkmasının ve Osmanlı payitahtını işgal etmesinin mümkün olduğuna inandırmayı başarmıştı. Fakat, Rusya'nın bu sinsi plânının gerçekleşmesine bu sefer de Berlin karşı çıkmış ve Alman Dış İşleri Bakanı Holstein, "Bizim iki arkadaşımız mirastan paylarını almadan Türkiye çekmemelidir; Avusturya ve İtalya'ya intikâl edeceklerin hesabı yapılmadan, İstanbul’un istikbâli hakkında her türlü teklife Hükümet olarak karşıyız" demişti. (27)

Düvel—i muâzzamanm Osmanlı Ülkelerinin taksimi hususunda mutabakata varamamalarının en önemli sebebi bu devletlerin Türk'ün mirasından kimin ne kadar alacağını bir türlü halledememeleri idi. Rusya ve Avusturya'nın Balkanlarda, İngiltere ve Almanya'nın Anadolu ve Mezopatamya’da, İtalya ve Fransa 'nın ise de Trablusgarb'da biribirleri ile çatışan emelleri vardı. Binaenaleyh tam teşekküllü bir taksim yerine, hasta adamuı acil tedavi bekleyen kanseri,bünyesinden temizlemek için ameliyata giriştiler. Bu operasyondan amaçları Hıristiyanların çoğunluğu teşkil ettiği bölgelerde müstakil devletler kurma yolu ile bu bölgeleri Osmanlı yönetiminden ayırmaktı. Böylece 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Muahedesi (28) ile Türkiye, kendisine tâbi olan Romanya, Sırbistan ve Karadağ

prensliklerine tam istiklâl tanıyor ve bu devletçiklerin Türk İmparatorluğu'nadn ayrılmalarını kabul ediyordu. Sırbistan, Türkiye'ye vergi vermekten ve tâbi olmaktan kurtulmakla kalmıyor, Niş sancağını da alıyordu/Romanya'ya gelince, Türkiye'den Dobruca sancağını alıyor, fakat Rusya'ya Türkiye'nin 1856 Paris Muahedesi ile Rusya'dan geri aldığı Güney Moldavya'yı iade ediyordu. 1878'de istiklâllerini kazanan Romanya 1881de Sırbistan 1882'de Karadağ ise ancak 1913'te prenslikten krallık derecesine yükselmişlerdi. Bu suretle tarihte ilk defa olarak tam bağımsız bir Romen devleti kurulmuş oluyordu) Ayastefanos Muahedesi, Bosna— Hersek'i Türkiye'ye bırakıyordu. Berlin Muahedesi ise, bu ülkeyi Avusturya—Macaristan'ın idaresine veriyordu. Ülke gene hukuken Türkiye İmparatorluğu'nun bir parçasını teşkil ediyor, fakat Avusturya—Macaristan tarafından yönetiliyordu. Tuna ile Balkan dağlan arasında —Romanya'ya bırakılan Dobruca dışında— merkezi Sofya olmak üzere bir ortodoks Slav Prensliği, Bulgaristan devletçiği kuruluyordu. İç işlerinde bağımsız olan bu prenslik, Türkiye'ye tâbi olacak ve vergi verecekti. Balkan dağlarının güneyinde ise Doğu Rumeli eyâleti teşekkül ediyordu. Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Artvin ve Ardahan sancakları ve bu arada Battım kazası Rusya'ya veriliyordu. (29) Avrupa Devletlerinin arasında eşitliği bozmamak ve Rusya ile Avusturya— Macaristan'm kazançlarını dengelemek üzere İngiltere önce Kıbrıs sancağımıza (4 Haziran 1878) daha ileri bir tarihte de Mısır Hidivliğimize (15 Eylül 1882) sahip çıkmış, Fransa'da Tunus'u gasbetmiş (12 Mayıs 1881) ve Teselya'da Abdülhamid'in İsrarına rağmen Yunanistan'a bırakılmış (2 Temmuz 1881) oluyordu.

Pekii, Padişahın Hıristiyan ve Müslüman tebalannın biribiri içerisinde yaşadığı ve Müslüman Türk unsurunun çoğunluğu teşkil ettiği bölgelerde ne gibi düzenle

meler yapılacaktı? Gerek Makedonya'da yaşayan Hıristiyanların ve gerekse Doğu Anadolu'da iskân edilen Ermenilerin müstakil veya muhtar devletçikler kurablmeleri İstanbul Hükümeti'nce büyük tepkilere sebebiyet verirdi. Buna nazaran, Avrupa devletleri Berlin Muahedesinin maddeleri içerisine azınlıkların bulundukları bu iki bölgede, bu kavimler lehine İslâhat yapılmasını şart koşmuşlardı. Ancak toprak ve anayasal bütünlüğünü korumayı taahhüt ediyorlardı. Lord Salisbury, İmparatorluğun istikrarım müessir bir biçimde sağlayabilmesi yolunda Osmanlı Hükümet ve dahilî yönetiminde ne gibi değişikliklerin gerekli olduğunu hükümetlerine rapor etmeleri için İstanbul'daki temsilcilerine altı güç' ün'—Almanya, Avusturya, Macaristan, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya— talimat vermelerini teklif ediyordu. Salisbury, azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu içindeki statülerinde düzenlemeler gerektiğini kaydediyor ve bu gruplar lehine bir takım ıslahatların tatbik edilmesi halinde onların Osmanlı bünyesinden kopma temayüllerinin törpüleneceğini imâ ediyordu. (30) Bilhassa 1895 yılında Ermeni hadisesi (31) patlak verince Türk İmparatorluğumdan ayrılmalarını kabul ediyordu, mucibince tatbik etmekle yükümlü olduğu ve azınlıkların durumları ile ilgili ıslahatların bir an önce işleme konulabilmesi için Avrupa Devletlerinin Türkiye üzerinde bir takım müeyyideler uygulamalarının zorunlu olduğunu savunmuş ve bu hususta onları elinden geldiği kadar teşvik etmişti.

Avrupa birliği taksim mevzuunda olduğu gibi Osmanlı ıslahatları meselesinde de ortak bir zemin yaratmaktan acizdi ve bu hususta değişik görüşlere sahipti. İngiltere'nin ıslahattan kastettiği Makedonya ve Doğu Anadolu'da Batı'nın denetimine tâbi mahallî hıristiyanlardan müteşekkil mahkemelerin ve Jandarma teşkilatlarının tesisi idi. (32) Rus Hükümeti ise, İngiltere'nin

büyük bir heyecanla Ermeni ıslahatlarını desteklemesinden son derece şüphelenmişti. Petrograd, İngilizlerin Rus sınırında müstakil bir Ermeni devletçiği kurma arzusunu tıpkı Bulgaristan'm tesisinde olduğu gibi, burada da Rusların Akdeniz'e açılmalarım frenliyecek bir tampon bölge meydana getirmek gibi gizli bir maksada bağlıyordu. Fakat Rusya'nın bir ikinci Bulgaristan'ı görmeye tahammülü yoktu. Muhtar bir Ermeni Devletçiğinin Rusya sınırlan dahilindeki Ermenileri kışkırtacağı onların bu devletçikle birleşmelerine çahşacağı tehlikesi Çarlık Hükümetini için için düşündürüyordu.

(33) Fransa ise, müttefîği Rusya'yı kızdırmaktan çekimenilerin müstakil veya muhtar devletçikler kurabiltesis etme gibi fikirleri asla yoktu. Fransa, ıslahat kabilinden Düyûn—u umûmiye komisyonu ’nun yetkilerinin arttırılmasını ileri sürmüş ve komisyonunun bu bölgelerde faaliyeti geliştirilebilirse husûle gelecek İktisadî kalkınmanın mahallî azınlıkların hoşnutsuzluğunu gidererek ihtilâlci ruhlarını körelteceğini iddia etmişti.

(34) İki hükümet birleşerek Almanya'ya İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun dahilindeki azınlıklar lehine kararlarını frenleyici bir rol oynayacaklarını anlatmışlardı. Almanya ise, doğudaki siyasî ve İktisadî yatırımları için iyi niyetine muhtaç olduğu padişahı kızdırmamaya bilhassa dikkat ediyordu. Abdülhamid Han'ın Ermeni ve Makedonya'da düzenlemeler yapılmasına ne kadar karşı olduğunu bilen Berlin Hükûmeti'nin İstanbul'daki Büyükelçisi Prens Von Radolin, Sultan Abdülhamid'e yolladığı bir lâyihada "Dost bir devletin temsilcisi olarak imparatorluğun yeni ıslahatlara ihtiyacı olmadığını" belirtmiştir. Radolin, mevcut kanunların ve müesseselerin tam ve doğru olarak tatbik edilebildiği sürece memleketin ihtiyaçlarına cevap verdiklerini kaydetmiştir. İmparatorluk dahilindeki karışıklıklara ve düzensizliklere mâni olmanın en emin yolunun devlet

memurlarının seçimine azami dikkat göstermek olacağına anlatan Alman Büyükelçisi, eyaletlere Hükümet—i İngiliz Başbakanı, Türk Hükûmeti'nin Berlin Muahedesi büyük bir dirayet ve adaletle yöneten memurlar yerleştirildiği takdirde Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının önlenebileceğini büyük bir isabetle belirtmişti. (36) Binaenaleyh, İngiltere'nin çabalarına rağmen diğer devletler Türkiye'ye ıslahat hususunda tazyik yapmamışlardı. (37) Yalnız kalan İngiltere, donanmasını Çanakkale boğazına kadar getirtti ise de, Sultan Hamid Londra Hükûmeti'nin blöfünü gördü ve 3 Haziran 1895 tarihli bir nota ile ıslahatları kesin bir şekilde reddettiğini bildirdi. İngiltere tahdidini tek başına yerine getirmeye, Türkiye'ye silâhla tazyik etmeye cesaret edemedi, donanmasını geri çekti.

Devletlerarası politika yönünden incelendiği vakit Filistin'in sadece milletlerarası misyoner faaliyetlerinin yoğun olduğu, Garb ve Şark kültürlerinin mücadelesiydi. Onun için Paris'in müstakil bir Ermeni devletçiği görürüz. Ermenilerin yaşadıkları, Doğu Anadolu bölgesinde olduğu gibi Filistin'de de azınlıklar Müslüman denizinin sathında küçük adacıklar teşkil ediyorlardı. Avrupa'nın "İnsancıl" duygulan bu adacıkların kendi kaderlerine terk edilmesine razı göstermemiş, ve Müslüman Türk ve Arap nüfuzunun "yobazlığından" çektikleri için dindaşlarını korumayı kendilerine vazife bilmişlerdi. Fransa, katolikliğin temsilcisi ve müdafii olarak Maronitleri, Yakubileri ve diğer Şark kiliselerini koruyucu kanatları altma almış, aynı işi de İngiltere Protestanlar, Almanya Templar'lar, Ruslar ise Ortodoks, Kıptî ve Habeşiler için yapmışlardı.

Yukanda belirttiğimiz "Himaye" sistemi, acaba Avrupa devletlerinin, memleketlerinde tanınan hak ve imkânlardan rnahsun olarak "geri" kalmış ülkelerde yaşayan dindaşlarını kollamak maksadım güden bir "hayır

severlik" gösterisi mi idi? Şu kadarı söylemek lâzım gelir ki, ne kadar merhamet duygusundan kaynaklanırsa kaynaklansın, himaye sistemi gitgide dejenere olarak büyük devletlerin Ortaşark'taki menfaatlerini kollamak üzere kullanılan bir vasıta haline dönüştü. Bu hususta, misyonların ve taraftarlarının rolü önemli idi. Şöyle ki; meselâ "Templer" cemiyeti, Alman Hükûmeti’ni doğuya açılma dâvâsında faydalı olabileceklerine ikna edebildikleri takdirde, Berlin'in onları mükâfatlandıracağına, bil’ takım maddî nimetlerle donatabileceğine inanıyorlardı. (38) İngiltere'nin Kudüs konsolosu Finn'in de desteğini kazanan Protestan misyoner heyetleri sanki bu hususta Londra'nın talimatı varmış gibi Filistin'de bir İngiliz kolonisi kurma havalarına girmiş ve azınlık gruplara himaye vesikası dağıtmaktan tutun da onları kendi dinlerine çevirmeye kadar türlü işlere kalkışmıştı. (39) Gerçi Alman olsun, İngiliz Hükümeti olsun misyonerlerinin bu çabalarını hoş görmüyorlar ve zaman zaman onlara çıkışıyorlardı, ama, ne var ki olan olmuş, bir misyonun siyaseti diğer bir misyonun şüphesini çekmeye, düşmanlığını kazanmaya başlamıştı bile. Hıristiyan kiliseler arasındaki bu mücadele gitgide körüklenmiş ve Filistin sokakları Batı kiliselerinin birbiri aralarındaki çatışmalarına sık sık şahit olmuştu. (40)

Bu hadiseler Batı hariciye nezaretlerine ulaştığı vakit zaten Afrika ve Uzakdoğu'da sömürgecilik yarışma girişmiş Avrupa ülkeleri rakiplerinin Ortaşark ve bilhassa Filistin'de kendi menfaatleri aleyhinde bir takım mütecaviz plânları olduğu intibâı altında kalmışlardı. Böylece, mâkamât—ı mübareke'de bir devletin temsilcisi diğer bir Batı'lı konsolosluğun nüfuz sahsım geliştirdiğini sanarsa, hiç vakit kaybetmeden diğer partinin lehine bozulan dengeyi düzeltebilmek kendi tesir sahasını genişletebilmek için harekete geçerdi. Bu siyasetin

tipik bir örneği Fransız konsolosu Mösyö Ledoulx'un cenaze merasiminde görülmüştü, Mukaddes topraklarda, Rum, Ortodoks kilisesinin Lâtin Katolik misyonlarını gölgede bırakacak şekilde gelişmesi Katolik kilisesinin hamisi durumunda olan Fransızlar tarafından kendi itibarlarının zedelenmesi şeklinde yorumlanmıştı. Buna nazaran Fransızlar, Fransizkan papazlarının desteği ve bütün Roma katolik kilisesi taraftarlarının iştiraki ile ahrete intikâl etmiş konsoloslarının son törenini Filistin'de kuvvetlerini en açık bir biçimde sergileyecek bir vesile addederek, muhteşem bir gösteri hazırlamışlardı. (41) Rusya'nın politikası ise belli idi; Filistin'deki İstanbul—Rum patrikhanesini otoritesini yıkarak, bu kutsal makama kendi adammı geçirmek istiyordu. Bâb—ı Ali tarafından tayin edilen Rum asıllı Ortodoks patriğinin yerine Suriyeli Ortodokslardan birinin bu vazifeyi almasını sağlarsa Osmanlı Hükûmeti'nin Filistin' de Ortodoks kilisesi üzerindeki itibar ve kontrolünün yıkılacağını sanıyor, bu fırsattan yararlanarak da kendi nüfuzunu şırıngalamayı düşünüyordu. (42) Bir İngiliz memurunun Şam'dan yazdığı gibi "Rusya'nın nüfûzu her gün artıyordu. Petrograd'ın Suriye ve Filistin'deki Rum—Ortodoks cemiyetlerini Ruslaştırmak için sistemli bir şekilde çalıştığını söylemek mübalâğa olmaz sanırım." (43) Çar'ın Filistin'de ikinci bir Balkanlar yaratma düşüncesi en çok Fransızları düşündürüyordu. (44) Müttefiği ve dostu olan Rusları kırmadan, Pedrograd'ın Filistin'de gittikçe artan nüfûzlarına set çekmek istemişler ve Kudüs'teki İngiliz konsolosunun da fark ettiği gibi "Cizvit papazları tarafından Beyrut'ta bir okul açılması Rusların kültürel faaliyetlerine karşı bir dengeleme hareketi idi" (45) Almanya'nm Filistinde her gün artış kaydeden tesiri ve yayılma çabalan bu bölgede her hıristiyan kilisesini ve Avrupa devletlerini tedirgin eden bir husustu. (46) "Templer" cemiyeti,

Alman politikasının aksine Berlin Hükûmeti'nin Filistin'deki karakolları addediliyor ve Almanya'nın Ortaşark'taki İktisadî ve siyasî yayılmasında önemli bir rol oynadıkları düşünülüyordu. (47) Mukaddes topraklarda dinler, mezhepler ve milletler arasındaki mücadele o kadar şiddetli idi ki İstanbul'daki Rus elçisi Mauravief'in Almanya'nın doğuya açılmasını önlemek amacı ile ortak bir cephe teşkil edilmesi teklifi hem İngilizler hem de Fransıziar tarafndan reddedilmişti.

Mukaddes topraklar üzerindeki devletlerarası rekâbet pek tabiî olarak Sultan Abdülhamid'in hoşuna gitmiyor, bilâkis Batı'nın bu bölgeye de göz diktiğini sanıyordu. (49) Avrupa birliğinin Osmanlı İmparatorluğu 'nun siyasî bütünlüğünü koruyacağını düşünmenin büyük bir saflık olacağını söyleyen Abdülhamid Han, Devlet'i Âliye'nin dış politikasına yön veren muhtıralarının birinde Berlin konferansının "Zaten bizi iğfal ile harpsiz ve vukuatsız mukasem. t—ı mukarrereyi vücuda getirmek için sathice bazı mmScîdemâtın müzakeresi garazıyla akdolunmuş olduğu ve ahiren olunan kongre dahi bu mukaddemata netice vermek maksadına mübteni bulunduğunu" iddia etmişti. (50) Saltanatının ilk yıllan sırasında muhatap olduğu tatsız hadiseler, Sultan Abdülhamid'in Batı'nın Ortaşark siyasetleri karşısında daima şüpheci, karamsar ve uyanık bir tutum içerisine girmesine sebep olmuştur. 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta geçince kendisini, tecrübe ve bilgisinin fevkinde meseleler bekliyordu. Bosna, Hersek isyanları çıkmış, Sırplar ve Bulgarlar ayaklanmışlardı. Rusya ise, bir yırtıcı kaplan gibi bu fırsatın üzerine atlamış ve OsmanlI imparatorluğu'nu köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Mithat Paşa gibi vezirlerin savaş kundakçılığı sayesinde Devlet'i Âliye bir facianın eşiğine gelmiş, Çar'm askerleri Yeşilköy'e kadar dayanmışlardı. Abdülhamid, Pedrograd hükümetinin bu haksız saldırısı karşısında İngü-

tere'nin Kırım Harbi'nde olduğu gibi, Rus ordularına karşı sırt sırta savaşmak şöyle dursun, Osmanlı Devleti'ne mühimmat yardımı bile yapmadığını yazıyordu. 1293 Harbi (51) sırasında Londra Hükûmeti'nin "iltizâm—ı sükût olarak, Rusya devleti ile uyuşmak ve uzlaşmak her halde hayırlıdır gibi nasihatlere kalkışmış" olduğunu belirten Osmanlı padişahı, "Rusya askeri Ayastefanos'a kadar yaklaştığı esnada mücerred İstanbul'da bulunan frenkleri ve müste'minleri te'min ve muhafaza için donanmasını cebren Haliç—i Dersaadet'e kadar sokmağa kıyamından başka bir teşebbüsü görülmediğini" üzülerek kaydetmişti. (52) Saltanat ve halifeliğe idrak ettiğinin ikinci yılında ise, İmparatorluğunun; beşte ikisini ve tebaasının yarısının müslüman olan beşteibirini(aşağı yukarı beş buçuk milyon kişi) elden çıkarmaya mecbur bırakılmıştır. Devletlerarası politikada Osmanlı İmparatorluğu'nun hükümranlığını muhafaza etmesinin bir hayat ve memat meselesi olduğunu anlayan halife Abdülhamid, Hükümetinin dış politikasının yokluğuna parmak basmış ve "Hükümet'i Aliye'ce muayyen ve mukarrer bir maksat ve meslek olmayıp her meselede serkârda bulunan zat ve kendi içtihadına göre hareke.t eylemekte ve adem—i muvaffakiyet halinde halef selefe ve selef halefe isnâd—ı kusur ederek arada menaif—i mukaddese—i devlet rehin—i ziya olmaktır" demişti. (53) Abdülhamid Han, Batı’nm Osmanlı Ülkesi'ni parselleyenlemesinin nedenini Avrupa devletlerinin bu bölgede birbirleri ile ters düşen ihtirasları olduğu gerçeğine bağlamıştı. Böylece, Sultan İkinci Abdülhamid, Osmanlıların "İttifâkat-ı Umûmiye—i Ecnebiyye" dediği Abnanya, Avusturya, Macaristan, Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya'dan müteşekkir Avrupa birliğinin önemli milletlerarası meseleleri konferansı kanalı ile halletme siyasetinin en zayıf noktasını keşfetmiş oluyordu. Dünya barışmı tehdit eden her

hangi bir tehlikeye karşı ortak bir meslek tutmayı prensip sayan sözüm ona Avrupa birliği aslında Ortaşark'da gözledikleri amaçlar ve izledikleri politikalar söz konusu olunca birbirlerinden rekabetlerini gizleyemiyecek kadar ayrı idiler. Abdülhamid siyasî iktidarı boyunca bu gerçeği, Batı ile münasebetlerinde büyük bir maharetle diplomasinin büyük bir aracı, Osmanlılar lehine bir koz olarak kullanacaktı. İkinci Abdülhamid! in dış politikasının karışık, ne yaptığmı bilmez ve hattâ tezatlarla dolu olduğu zaman zaman söylenmiştir. Gerçek şu idi ki, Türk sultanı hiç bir zaman doğmatik değildi; peşin hükümlerle tesbit edilmiş bir politikaya saplanmamayı ve devletler arası münasebetlerde yeni faktörler oluştukça dış politikasını gözden geçirip yeni gelişmelerin ışığında düzenlemeler yapmayr düstur edinen akılcı bir devlet adamı idi. Abdülhamid diplomasisi kalyedsoptaki renkli parçalar gibi devamlı değişmeler gösterse bile gene de sultanın otuz üç yıllık icraatı sırasında dış politikasını belirli hareket rotaları içerisinde sürdürdüğü dönemlere ayırarak müşâhede etmek mümkündür.

Uluslararası ilişkilerde, ikinci Sultan Abdülhamid, saltanatının Berlin Konferansı ile yirminci yüzyıl başlarına kadar olan yirmi küsur yıllık dönemi süresince bir "tarafsızlık" denemesine girişmiş, ve bunda da hayli başarılı ohnuştur.Padişah, desteğini ve iltifatım bir devletten diğer bir devlete adetâ bir saat rakkasının ihtizâzı gibi teveccüh etmekle dünya politikasına yön veren Avrupa güçlerinin Osmanlı imparatorluğumun dış politikasının rakipleri değil de kendi millî menfaatleri doğrultusunda bir yörünge takip etmesini sağlamak için Devlet—i Âliye'yi hoş tutacaklarını onun prensiplerine saygı göstereceklerini umuyordu. Ancak, bu politikanın tatbikatta başarılı olabilmesi için Batı'nın aralarında bölünmüş ve Ortaşark'da ortak bir meslek tayin et

mekten adz olması gerekiyordu. Bu gerçeği gayet iyi kavrayan' Padişah Avrupa ülkelerini mümkün olduğu kadar birbirinden ayırabilmek için çeşitli siyasî canbazlıklara girişmişti. Abdülhamid Fransa'nın Süveyş kanalı hisse senetlerinin büyük bir kısmını sahtekârlıkla üzerine geçiren cebrî bir komiserlik kurup Mısır hidivliğini adeta gayr—i resmî bir müstemlekesi gibi idareye kalkan İngiliz İmparatorluğu'na diş bilediğini biliyordu. Aslında Süveyş Kanalı'nın inşaasını yapan Fransa İngiltere'nin bu olup bitlisini kabullenmiş ve Londra Hükûmeti'nin sinsi oyunu sayesinde Mısır'ın ellerinden kaçırılışma çok yalanmıştı. İşte, Osmanlı Sultanı İngiltere.  nin unutturmaya çalıştığı bu meseleyi Fransa Hükûmeti'ne değişik vesilelerle hatırlatıyor, Paris'in millî gururuna dokunan bu yenilginin iki devlet arasında bir çıban başı gibi filizlenmesine dikkat gösteriyordu. (54) Fransa ve İngiltere'yi Mısır'da karşı karşıya getiren Abdülhamid diplomasisi, Mezopotamya ve Basra körfezinde de İngiltere ile Almanya arasında bir rekâbet körüklemeyi bilmişti. Berlin Hükûmeti'nin doğuya açılma politikasının gayet açık bir tezahürü olan Berlin—Bağdat demiryolunun inşaasına başlanması İngiliz hâriciyesini tedirgin etmişti. Londra, Almanya'nın Basra Körfezine kadar açılacağından ve böylece bu mıntıkadaki menfaatlerini sekteye uğratabileceğinden ve daha önemlisi İngilizler için altın yumurtlayan bir tavuk mahiyetinde olan Hind müstemlekesini, ulaşım yollarını tutmak sureti ile, zor durumda bırakacağından korkuyordu. Abdülhamid, Tunus ve Libya'da çakışan emelleri olan Fransa ve İtalya’yı da kuzey Afrika'da birbirlerine düşman edebilmek için her türlü diplomatik teşebbüsten kaçınmamıştı. Batı kuvvetlerini her fırsatta birbirine düşürmeyi dış politika anlayışının bir mihenk taşı hâline getirmiş, Abdülhamid diplomasisinin en açık bir şekilde izlenebileceği ve en mükemmel bir tarzda tatbik edildiği bölge hiç şüphesiz ki Balkanlardır. Berlin Konferansının uluslararası plâtoya kazandırdığı Balkan devletçiklerinin hiç bir şekilde fikir ve güç birliği yapmasına ve Osmanlı İmparatorluğu aleyhine genişleme siyasetine kalkışmasına mâni olan Abdülhamid bu devletleri de birbirine karşı oynayarak Balkanlarda mahallî bir kuvvet dengesinin kurulmasına ve barışın muhafazasına sebep olmuştur. Aynı zamanda Sultan İkinci Abdülhamid’in çabaları sayesinde Avusturya—Macaristan İmparatorluğu ile Çarlık Rusyası bir türlü Balkanları aralarında nasıl bölüşeceklerine ittifak edememişler, bilâkis, Türk hükümdarının iki taraflı kışkırtmalarının tesiri altında kalarak birbirlerinin gırtlağına sarılmaya hazır iki ezelî düşman olmuşlardı.

 ÇİRusya'nın Balkanlarda yayılmasını zaptetmenin sadece azgın Rus emelleri karşısına Avusturya—Macaristan İmparatorluğu'ndan bir set çekmenin kifâyet edemeyeceğini gayet iyi anlayan Abdülhamid ,Petrograd Hükümeti ile uzlaşma yoluna gidilmesi taraftarıydı. "Boğazlardaki mânii ortadan kaldırmak şüphesiz Ruslar için mühimdir. Fakat bizim için Boğakları elimizde tutmanın hayatî bir ehemmiyeti vardır''/diyen halife, Boğazların İngiltere veya her hangi bir Avrupa devleti tarafından Rusya'ya saldırmak için bir geçit yolu haline getirilniyeceğine dair teminat verildiği takdir ve sürece PetrogradTa anlaşılabileceğini iddia ediyordu. (55) . Rusları Osmanlı İmparatorluğu ile barış içinde yaşamaya zorlayabilmek için Sultan Abdülhamid, Japonya ile ittifak etmeyi düşünmüştü. Rusların hem Ortadoğu hem de Uzak Şark'ta yayılma siyasetleri olduğu gerçeğine değinen Sultan Hamid, Japonya'nın da Osmanlı İmparatorluğu gibi Petrograd'ın gem vurulmaz emellerinin bir kurbanı olduğunu söylemiş ve bu suretle iki mazlum ülke arasında yakınlaşma sağlayabilmek için hissi bir zeminin mevcudiyetine, dikkatleri çekmişti.

İkinci Abdülhamid'in "Japonya'nın muvaffakiyeti bizi memnun eder, onların Rusya'ya karşı kazandıkları zafer bizim için de zafer sayılır" demesi saldırgan bir komşuya karşı aynı kaderi paylaşan bir ülke hükümdarlarının sadece iyi niyet ve temennilerinin tezâhürü değildi. Abdülhamid Han, gayet akılcı bir tahlil ile RıısyaL nın kuvvetinin çoğunun Uzak Şark'a nakletmesinin Karadeniz'deki taarruz gücünü azaltması demek olduğuna işaret etmiş, bu cephede meşgul olmasının ise Türkiye üzerine hücûm ihtimâlini azalttığını ve bu suretle Osmanlı Devleti'nin rahat bir nefes alma imkânını bulacağını savunmuştu.  (56) Abdülhamid, işleri tarihin akışına bırakmamak ve Japonya ile bir an evvel Rusya'. ya karşı bir cephe kurmak istiyordu.Bu hususta; "Rusya asırlardan beri her iki devletin de müşterek düşmanı olduğuna göre, Japonya ile aktedeceğimiz ittifakların temin edeceği faydaları ciddî olarak mütâlaa etmek icap eder. Her ne kadar aramızda dâimî bir diplomatik münasebet dahi mevcut değil ise de böyle bir anlaşma her iki tarafa da faydalı olabilir" demişti. (57) Japonlarla yakınlaşmayı başlatabilmek amacı ile Ertuğrul fırkateyni'ni Uzak Doğu'ya yollamış fakat meş'um kazada iki ülke arasındaki münasebetlerin ciddî bir şekilde tesis edilebilmesindeki coğrafî engellerin adetâ bir kurbanı olarak sulara gömülmüştü. Dış politika anlayışı Abdülhamid'e yeni ufuklar araştırmayı ne kadar dikte ettiriyorsa da, hükümdarın gerçekleri pek iyi gören diplomatik zekâsı eski dostlan da unutmamasını hatırlatıyordu. Osmanlı ülkesi üzerinde menfaatleri ne olursa olsun, Sultan Hamid, Londra Hükûmeti'nin tamamen gücendirilmesine ve İngiltere ile bağların bir daha düzelmiyecek şekilde koparılmasına karşı idi. Çünkü, İkinci Abdülhamid İngiltere'nin milletlerarasındaki politikada düzenin muhafaza ve barışın devamında önemli bir rolü olduğunu ve adı geçen ülkenin âdeta bir manivela gibi

hareket ederek devletlerarasındaki dengeyi sağlayıp kargaşalıklara mahâl vermediğini pekâlâ biliyordu. Bunun için Abdülhamid 1890 yıllarından itibaren OsmanlI Devleti'nin eski kuvvetini bulacağından artık ümidini kesmiş ve onu kendi kaderine terk eden İngiltere'ye bir takım problemler çıkarıyor ve Londra Hükümetine Devlet—i Âliye'nin hâlâ işbirliğine ihtiyacı duyulan hatırı sayılır bir kuvvet olduğuna inandırmaya çalışıyordu. (58) Bu amaçla Basra körfezine ve Yemen'e ordu yollamış ve senelerce unutulmuş bu Arap ülkelerini yeniden Osmanlı bayrağı altında toplamıştı. Basra körfezinde ticari menfaatleri olan İngiltere emirliklerle iş yapabilmek için Osmanlıların suyuna gitmek zorunda olduklarını işte böyle öğrenmişlerdi. (59)

Yirminci yüzyılın idraki ile birlikte Abdülhamid Han "Devlet—i Aliye'ce fevkalâde asker beslemeyi ilcâ eden mehâziri bertaraf etmek için şimdiye kadar ittihaz olunan meslek—i bî—tarafiden ayrılıp, iki şile olan devletlerden bir tarafın ittifakına istinad etmek'' gerektiğini anlamıştı. Abdülhamid'in yirmiyi aşkın yıldır sürdürdüğü "Tarafsızlık" politikasından vaz geçmesinin yegâne sebebi malî değildi. Türk Hükümdarı milletlerarası sistemin gittikçe esnekliğini kaybedip, bir tarafta Almanya, Avusturya—Macaristan ve İtalya'dan müteşekkil Üçlü İttifak ve diğer yandan bu gruba karşı İngiltere, Fransa ve Rusya'nın yakınlaşmaları sonucu kutuplaşması ile tarafsız bir devletin manevra sahasının gittikçe daralacağını ve böylece tarafsızlık politikasının amacını yitirdiğini savunmuştu. Fakat, gelişen bu yeni şartlar içinde mesele bu iki cephelerden hangisine iştirak etmekti. Bu konuda da Abdülhamid Han'ın son derece dikkatli ve akılcı olduğu hemen meydana çıkar. Bir muhtırasında Abdülhamid; "Beynel—düvel husûl— ü ittifak, ittihâd—ı menâfi ve makaside mevkuf olduğundan Devlet—i Âliye’nin maksad—ı siyasîsi ne olmak lâzım gelip

bunda hangi devletlerin menâifi'i müttehiddir. Evvel emirde burası taayyün ederek ,ba'dehû ittifakların dahil olacağımız bize ne gibi ahvalde ne türlü muâvenet edeceklerinin ve kezâlik Devlet—i Aliyye tarafından ne yolda muavenet bekleyeceklerinin ve bir muhârebe zuhuru ile, galibiyet ve mağlubiyet hallerinde Devlet'i Âliye'nin nef'ü zararı ne vechle tayin ve tahdit kılınacağının ve Devlet—i Âliye'nin bitaraf kalması halinde göreceği zarara ve dâhil—i ittifak olması takdirinde edeceği kârm neden ibaret olduğunun her türlü ihtimalata göre bil—etraf teemmül ve mülâhazası ile müdellel ve muvazzafı olarak kâğıt üzerine konulmadıkça bu bâbda bir karar ittihazı kabul ve câiz olamıyacağı muhtaç—ı tavzih ve beyan değildir." (60) demişti. Abdülhamid'in yukarıda verilen anlayışına göre yapılan muhasebe sonunda Bâb—ı Ali tarafsızlık siyasetini terk ederek, Almanya'ya uygun bir meslek edindi. Türklerin Almanya'ya yakınlık duymasının sebeplerinden biri her iki millet arasındaki benzerlikler idi. Sultan Hamid' de hâtırâtmda "Hakikaten de Almanlarla aramızda bir karakter benzerliği vardır ve belki de bundan dolayı onlara doğru dönmekteyiz" diye itiraf etmişti. Sükûnet, ihtiyatlı olmak, sabır, tahammül, cesaret, dürüstlük, nezâket ve misafirperverliğin iki milletin de karakteristik vasıflarından olduğunu yazan Türk Hükümdarı en önemli olarak Almanların da Türkler gibi cengâver yetiştiklerini ve tarihte İmparatorluklar kurduklarım belirtmişti. (61) Bunun haricinde Almanya, Fransa ve İngiltere'nin aksine İmparatorluk sınırlan dahilinde hiç bir Müslüman tahakküm etmemiş ve hiç bir Müslüman ülkesini sömürgelerine katmamıştı. İkinci Alman İmparatorluğu'nun Osmanlı Devleti'nin prensiplerine saygı ve siyasetine de anlayış duyduğu Türklerin gözünden kaçmamıştı. Berlin, Ermeni meselelerinin patlak verdiği sıralarda İngiltere gibi azınlıklar lehine ıslahat

diye tutturmamış ve Abdülhamid'i Batı, "Kızıl Sultan" diye karaladığı zamanlarda İmparator İkinci Wilhelm İstanbul'a gelip Padişahı ziyaret etmişti. Türkiye'yi ziyareti sırasında ise Alman Kayzer'i,Şam'da etrafını çeviren Arapların pek güzel takdir edeceği heyecanlı bir nutuk çekmiş ve "Kendisinin bütün müslümanların yakın bir dostu" olduğunu haykırmıştı.

Samîmi duyguların tezahür ve tecellisi olsun veya olmasın bütün bu jestler Almanların Türkler nezdindeki itibarmı yükseltmişti. Fakat Abdülhamid gibi hassas fakat duygularının esiri olmayan, akılcı fakat asla katı olmayan bir hükümdar için Almanya ’nın iyi niyetini daha elle tutulur bir biçimde ortaya koymak gerekiyordu. Bu hususta Sultan Hamid'in şartı Berlin Hükümetinin Avusturya—Macaristan'a tesir ederek, onun Balkanlardaki Devlet—i Aliye aleyhine gelişecek politikasını frenlemekti. Abdülhamid, Almanya'nın rolünü şöyle açıklıyordu:

"Avusturya'nın menâfimi bir şehrin sularını çevirmek gibi başka cihete atf ederek o cihetten göstermek yani Hersek—Bosna cihetinden Selânik üzerine olan meyelânmı ve Balkanlar cihetinden âdeta Dersaadet'e doğru vukuu melhuz bulunan harekâtını kat etmek ve bu fırsattan istifade ile menba—i fesâd olan Sırp ve Romanya gibi küçük Hükümetler üzerine Avusturya'nın sıkletini tahmil eylemek ve bu suretle hukuk ve menâifimizi ve hududumuzu velhasıl devletin müstakbelini temin etmek (tir!)" (62)

Abdülhamid Han'm bu siyaseti son derece başarılı olmuş ve hattâ Sultan'ın hal'inden sonra bile Avusturya yayılma politikasını Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde olan Makedonya'ya 'değil de bağımsız bir devletçik olan Sırbistan'a saldırması ile fiilen başlamıştı. Eğer Jön Türkler Abdülhamid Han'ın politikasını takip ve taklit etseler idi, büyük bir ihtimâlle OsmanlI Devleti 1914 ile 1918 yılları arasında o korkunç ateş çemberinden geçmeyecek ve istiklâlini koruyabilecekti. Sultan Hamid Türkiye'yi Üçlü İttifak devletlerine yakınlaştırmanın mahzurlarını da pek alâ görüyordu. Bu devletlerle Devlet—i Âliye arasında imzalanacak bir askerî muahede Türkiye için gayet ehemmiyetli meseleler çıkarabilirdi. Padişah, "Avusturya (ve Almanya) gibi bazı Devletler menfaatleri iktizasmca muhârebe arzusunda olup, husûl—ü fâide—i zâide için bizi dahi daire—i ittifaklarına almak isterlerse de, bizim onların kucaklarına atılmaktan bir faidemiz olamayıp bil'akis menfaatimiz sulhun bekâsmda bulunduğu beyan buyurulmuş idüğünden burası hiç bir vakitte nazar—ı itibardan dûr tutulmamak lâzımdır! diyordu. (63) 1876—7 Osmanlı — Rus Harbi'nin acı hâtıralarını halen zihninde memleketi tehdid eden bir tehlikenin serenadı olarak yaşatan ikinci Abdülhamid,büyük devletlerden birini veya onlardan birinin koalisyonunu hasmı olacak bir genel savaştan son derece çekiniyordu. Çünkü, eğer bir daha böyle bir durum vaki olursa İstanbul Hükümeti bu zelzeleyi imparatorluğun beşte birini dağıtmakla atlatamaz ve tümünü tasfiye etmek zorunda kalırdı. Türk Hükümdaruıın bu husustaki haklı endişesinin mutlu bir ürünü olarak Osmanlı Devleti, Alman ikinci İmparatorluğu ile bu yakınlaşmadan husule gelecek faydalardan yararlanabileceği, mesuliyetlerinden ise muaf kalabileceği bir münasebet çerçevesi kurmayı başarmıştı. Berlin ile ilişkilerin resmî ve siyasî mahiyette olacağı yerde İktisadî düzeyde gelişmesini tercih eden Abdülhamid, Almanya'nın Osmanlı imparatorluğu ekonomisine iştiraki ve bu hususta malî yatırımları olduğu takdirde bu menfaatleri korumak için Devlet—i Âliye'yi herhangi bir önemli tehlike karşısında yalnız bırakmayacağına inanıyordu. Aslında ihâlesini Alman sanayicilerinin aldığı Berlin—Bağdat demiryolu projesi sadece Türk vatanını iktisadî. kalkmdırma plânının bir parçası değil,aynı zamanda da yurt savunması için tasarlanmış bir gayri resmî tertip idi.

Sultan İkinci Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğunun toprak ve anayasal bütünlüğünün devamının birtakım dış güçlere bırakılmayacağı, koca devletin selâmetinin diplomatik cambazlıklara kalmıyacağını takdir edecek kadar ileri görüşlü bir hükümdardı. Koca Hünkâra göre, Devlet—i Aliye'nin istikbâli ve yükselme devrindeki sıhhatini tekrar bulabilmesi ancak İçtimaî ıslahatlarla, rejimin ve onu meydana getiren müesseselerde yapılacak düzenlemelerle bağlıydı. Abdülhamid askerî, merkezî ve mahallî yönetimden, maarif teşekküllerinden, adalet mekanizmasına, güzel sanatlardan İktisadî ve malî müesseselere kadar Osmanlı toplumunun her bölümünü ihtivâ eden bir ıslahat programı hazırlatmış ve 1879 yılında bu muhtırayı vezirlerine tevdi ettirmişti. (64) Ne yazık ki, bu gerçeğe rağmen Abdülhamid Han hâlâ millî tarihimizde gerici bir hükümdar ve tanzimatm başlattığı Batılılaşma ve çağdaşlaşma akımım sekteye uğratan bir despot olarak tanıtılır}(65) Bu "tarihî yanılgı" nm en önemli iki sebebinden biri muhakkak ki Sultan Hamid'in gerek Makedonya'da ve gerek de Doğu Anadolu'da gayri müslim azınlıkların lehine ıslahat yapmayı İsrarla reddetmesidir. Avrupa'nın Berlin Muadehesi'nde dikte ettirdiği bu ıslahatların tatbik edildiği takdirde, bu bölgelerin muhtariyetlerine kavuşacaklarmı ve bu yolla da Osmanlı bünyesinden kopacaklarını düşünen (66) Sultan Hamid, 1878 de müstakil bir Bulgaristan teşkil edilmesini Mithat Paşanın Tuna boyundaki memuriyeti sırasında bu vilâyette uygulamış olduğu yeni yönetime bağlamıştı. (67) Batı devletlerinin Mithat Paşa'nın çabalarını takdirle izledi

ğini müşahede eden Abdülhamid, Berlin Muahedesi'nin Anadolu ve Rumeli vilâyetlerinde icrasını tavsiye ettiği ıslahatların da aynı sonucu vereceğini ve bu bölgelerin de Bulgaristan gibi memleketten kopacağını yazıyordu. Abdülhamid, Berlin konferansından sonra Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan topraklarındaki Müslüman ahalisinin yeni efendilerinin istibdâdı altında ezilmelerine ve ızdırap çektiklerine işaret eder ve Batı insan haklarının bu kadar küstah bir şekilde hiçe sayılmasına neden seyirci kalır diye sorar. Osmanlı Hükûmeti'ne tatbik etmesi için tazyik ettikleri ıslahatların kapsamı içine giren hak ve hürriyetleri acaba Avrupa kendi imparatorluk tebasına bahşetmiş midir? Bu hususta Abdülhamid şöyle der:

"Hindistan'm fethinden beri bu kadar seneler geçtiği halde Hindistan'da Müslümandan Vali, mutasarrıf, kaymakam var mıdır? Ahâlinin ceplerinde altın meskûkât kalmış mıdır? Hattâ nefislerini müdafaa için ellerinde Avrupa silâhlarından silâh bulunmakta mıdır? İngiltere parlamentosu gibi cesim bir parlamentoda şu iki seneye gelinceye kadar mecûsi bir mebustan başka şu kadar milyon halkın hukukunu hiç olmazsa bir sözle müdafaa etmek için bir Hindli mebus var mıdır? Hayvan gibi bunların mal ve mülk ve vücudlarından istifade etmekten başka hükümet ne yapıyor?" (68)

Hindlileri ve onlar gibi nice müstemleke ahalisini sömüren İngiliz zihniyetinin sıra Osmanlı Devleti'nin iç işlerine gelince insan haklarının bir numaralı müdafii haline dönüşmesinde mutlaka bir ard fikrin, sinsi bir çıkarın olduğunu düşünen padişah Londra Hükümetinin "Anadolu ıslahatı nâmıyle Anadolu'da dahi bir takım prenslik (lerin) teşkiline sarf—ı mâ—hasal—ı ikti

dar" ettiğini düşünüyordu. (69) İngiltere geleneksel siyaseti olan Devlet—i Aliye'nin istiklâl ve tamamiyetini muhafaza etme prensibini terketmişti. Anadolu ıslahatının sonucunda Doğu Anadolu'da tesis edilecek muhtar bir Ermeni devleti Akdeniz'e sarkacak Rus akınları karşısmda köhneleşmiş Osmanlı İmparatorluğu'ndan daha kavi bir "Sedd—i mümânaat" teşkil edebileceği sanılıyordu. (70) Londra Hükûmeti'nin bu düşüncesini pek iyi anlayan İkinci Abdülhamid, eğer Berlin Kongresi'nin Makedonya reformlarım içeren yirmiüçüncü maddesini uygulamayı reddetti ise, sebebi Padişahın Rumeli'yi gözden çıkarmasıdır. (71) Zaten ahalinin çoğunluğunu gayr—i müslimlerin teşkil ettiği bu bölge için Abdülhamid hâtıra defterinde "idaresi çok güç olan ve millî gücümüzü yiyip bitiren Balkan devletlerini kaybetmiş olduğumuza üzülmüyorum. Ne kadar küçülür, teksif olursak o kadar kuvvetlenir "hastahk'tan kurtuluruz" demişti. (72) Hele Rumeli'deki müslümanlann akın akın Anadolu'ya hicrete kalkışmasından sonra Makedonya'da ıslahata kalkmanın sadece bir para ziyanından öteye gitmeyeceği aşikârdı. (73) Fakat, sıra Türk'ün esas vatanının bir bölümü olan Doğu Anadolu'da ıslahat meselesine gelince, Sultan Hamid son derece hassas davranmış ve İstanbul'daki Alman elçisine "Ölürüm de gene Berlin Konferansı'nm altmışbirinci maddesini tatbik etmem" demişti. (74) Abdülhamid Han, Türkiye'yi her ne pahasına olursa olsun savunmaya kararlı idi.

Sultan Hamid'in büyük bir haksızlıkla müstebit bir hükümdar olarak anılmasının ikinci bir sebebi kendisinin Meşrutiyet karşısındaki menfî tutumudur. Mithat Paşa'nın "Liberal" görüşlü bir prens diyerek taht—ı hümâyûna oturttuğu Abdülhamid, saltanatının birinci yılında Meşrutiyeti ilân etmek ve meclisi açmak zorunda bırakılmıştı. Padişah olduğu sıralarda Sultan

Hamid'in Meşrutiyet rejimi üzerinde ne gibi düşüncelerinin olduğunu söylemek imkânsız ise de Birinci Meşrutiyet'in acı hatıraları onun pek tabiî olarak bu idare tarzından soğutmuş ve siyasî temâyülünün mutlakiyetçilik ilkesi doğrultusunda gelişmesine sebep olmuştur. Meclise seçilenlerin gayreti devletin yücelmesi yönünde teksif edilmesi beklenildiği halde, mebuslar ya kendi şahsî hırslarının ya da temsil ettikleri grupların sözcüsü olmuşlardı. Abdülhamid bu konuda şöyle yazıyordu.

"Milletin vekilleri ve memleket çıkarlarının hizmetçileri ohnası lâzım gelirken, mebuslar paraya olan açgözlülüklerinden birtakım nüfuzlu kişilerin kertesine düşmüşlerdir. Hıristiyan mebusların her biri ise, kendi milletinin emel ve maksatlarını yürürlüğe koymaya pek çok çalışıyorlardı. Ermeniler, Ermenistan hakkında nutuklar çekiyorlar; Rumlar, Tırhala ve diğer yerler hakkında isteklerini yaptırmaya girişerek meclisin içinde vekillere emretmeye cesaret etmişlerdir." (75)

"Hasta Adam'm bünyesini kemiren her türlü musibete devâ kabilinden büyük umutlarla Avrupa'dan memleketimize, aktarılan bu siyasî müessesenin ilk tecrübesinin bu kadar tatsız ve üzücü olması devrin aklı başında devlet adamlarının da dikkatini çekmiş ve Said Halim Paşa gibi Sultan Hamid'le hiç te samîmi hukuku olmayan bir zat, "Acaba Meşrutiyetin kabul edildiği her yerde siyasî faaliyetler sadece bu bölücü şekilde mi cereyan etmeye mahkûmdur?” diye isyan etmişti. Türk siyasî tarihinin geçirdiği bu tecrübeyi Said Halim Paşa "Osmanlı Parlamentosu, münakaşa ve çekişmeler sahnesi olacağı yerde bereketli bir tenkit ve konuşma zemini, sadece Osmanlılığın ilerlemesi ve yücelmesi his ve heyecanı ile birleşmiş bir vatanperverler topluluğu olmalı idi." diyerek özetlemişti. (76). Meclis—i Mebusan 13 Şubat 1878'de süresiz olarak kapatıldı. Bir müddet daha devam etmiş olsaydı, zararların gittikçe büyüyüp korkunç şekil alabileceğin (e) her tarafta karışıklıklar ve ihtilâller çıkmasına sebep ola (bileceğine) işaret eden Sultan Hamid'in endişesinde hiç de haksız olmadığım Meclis'in etnik kompozisyonunu incelediğimiz vakit pek açık olarak görürüz.  r Şöyle ki, Düvel—i muazzama'ya jest olsun diye seçim v kanunu İmparatorluğun gayr—i müslim tebasının lehine işleyecek bir biçimde ayarlanmış, Osmanlı Devleti'nin Avrupa kıtasındaki eyâletleri Asya Türkiye'sine kıyasla daha fazla mebus çıkarmak hakkını kazanmıştı. Gerçi meclisteki sandalye sayısı, 44 Hıristiyan ve 4 Yahudi mebusa karşı 77 Müslüman tarafından işgal olunmuştu, ama bu Müslüman çoğunluk sadece Türklerden müteşekkil değildi, aralarında, Araplar, Arnavutlar ve Kültler vardı. Meclis—i Mebusan'a seçilen Türk olmayan Müslüman temsilciler de aynı çatı altındaki gayr—i müslim grupların tesirinde kalarak onlar gibi kendi milletlerinin menfaatlerini dile getirselerdi vaziyet Osmanlı imparatorluğu için pek vahim olurduJTürk mebuslar azınlıkta kaldıkları için her millet kendi bağımsızlığına dair kararları hiç bir ciddî muhalefete mâruz kalmaksızın Meclisten çıkaracak ve bu gelişmenin tabiî bir sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğu dağılacaktı.

Binaenaleyh, yukarıda naklettiğimiz bilgilerin ışığı altmda Abdülhamid Han'm aslında yobaz ve müstebit bir hükümdar olmadığı gayet açık bir şekilde gözler önüne çıkmaktadır. Sultan Hamid, esas olarak başarılı ve çalışkan bir ıslahatçı idi. Meşrutiyet fikrine ne kadar düşman idi ise, bir o kadar da Osmanlı Devleti'nin toptan bir yenileme ve düzenlemeden geçirilmesi taraftarıydı. Sadrazamı ona Batı'yı etkisi içine alan siyasî cereyanlardan liberalizme mi yoksa muhafazakar bir ideolojiye mi inandığım sorunca İkinci Abdülhamid,

"Eğer muhafazakârlık, her hangi bir rejimin faydalı unsurlarım muhafaza etme temayülü ise, evet ben bir muhafazakarım" demişti. Padişah, Osmanlı Devleti'nin temelini oluşturan ve varlığının mânâsını teşkil eden Türk Göçebe kültürünün Islâm'ın mirası ile etle tırnak gibi pekişip Türk İslâm medeniyetini yaratması ülküsüne inanıyor ve bu millî—dinî değerleri muhafaza ve müdafaa etmeyi mevkiinin gereği olarak düşünüyordu. Fakat, aynı zamanda Abdülhamid memleketin umumî ahvalinden hiç de memnun değildi. Suîstimâllerin başını alıp yürüdüğü tefessüh etmiş pek çok millî müessesenin bazılarının ilgâsının diğerlerinin ise İslahının farz olduğuna inanmıştı. Sıra ıslahat meselesine gelip çatmca Sultan Hamid çabalarına örnek olarak Avrupa'yı almayacağım ve o devir Batı'da pek moda olan "Liberalizm" den etkilenmeyeceğini Sadrazamına açıklamıştı. 'Esas olarak, liberalizmin, hürriyet ve serbestlik kavramlarını ihtiva ettiği için, İslâmiyet açısmdan gayet meşru ve arzulanabilir bir düzen" olduğunu belirten Abdülhamid aynı siyasî düşüncenin Avrupa'daki cemiyetlerde tatbik edildiği vakit ciddî mahsurlara ve bilhassa aşağı sınıfların ezilmesine sebebiyet verdiğini iddia etmişti. (77) Sultan Hamid'in görüşüne göre, Batı prensiplerinin intikâli ve müesseselerinin takdimi Osmanlı Devleti'ne hiç bir şekilde hayır getirmeyeceği gibi, bünyemize ve kültürümüze aykırı ve yabancı unsurların tesisi ile Osmanlı toplumu daha da karışıklıklara ve kavram kargaşalığına sürüklenecek ve kendini dağılma felâketinden kurtaramayacaktı. Böylece Abdülhamid, Avrupa devletlerinin kendisine sundukları OsmanlI İmparatorluğu'nu reform programlarını elinin kenarı ile bir tarafa itecek ve "Düşmanlarımızın tavsiye ettiği programlan kabul ederek ıslahat yapmaya ve inkilâblar getirmeye ihtiyacımız yoktur. Kendi programımızı tatbik etmeliyiz ve herşeyden evvel de şeriatın gösterdiği yoldan gitmeliyiz" demişti. (78) Eğer Osmanlı ülkesi bugüne kadar kötü yönetimden, ihtilâllerden ve düzensizliklerden yakındı ise bütün bunların mesuliyeti Avrupa Devletlerinindir. Zira düvel—i muâzzama kâh devletin iç işlerine müdahale etmekle ve kâh aleyhine dolaplar çevirmekle Türklere bir rahat vermemişler, kendi meselelerine eğitebilmek için sulhü ve zamanı çok görmüşlerdir. (79) Hâlbuki, Osmanlılar Batı'nın yıkıcı tesirlerinden muaf kalabilse ve Kur'an'm esaslarını birer birer yerine getirebilselerdi devlet—i âtiye milletlerarası plâtoda Fatih Sultan Mehmet ve Kanunîlerin açtığı nadide yeri koruyabilecekti.

Osmanlı imparatorluğu'nun bekâsının esash bir ıslahata bağlı olduğunu pek iyi takdir eden Sultan Hamid bu husustaki tasavvurlarım gerçekleştirebilmek için siyasî bir mekanizmayı da kurma kararında idi. Birinci Meşrutiyet dönemim kastederek, liberal müesseseler! kurup, ikna yolu ile ıslahat yapmanın, memleket idare etmenin büyük bir hatâ olduğunu itiraf eden Halife Abdülhamid, bundan sonra büyük babası Sultan Mahmud'un izinden gideceğini ve milleti harekete geçirmenin yegâne yolunun kuvvet zoru olduğunu anladığım yazıyordu. (80) İkinci Abdülhamid, reformların yukarı dan hazırlanıp cemiyete aktarılması taraftarı idi. Bu nedenle, Yıldız Sarayı önemli ıslahat tekliflerinin ve içtimai kararların kararlaştırıldığı bir yönetim merkezi haline geldi. Padişah Yıldız'da kapalı kapılar ardında hükümet bölümlerinin, nezaretlerinin ve mahallî idarelerin çalışmalarını tahkik, tenkit ve teftiş görevi ile yükümlü tam teşekküllü bir bürokrasi kurdurmuştu. Ali ve Fuat Paşaların zamanından beridir saraya karşı hükümet meselelerinde tam selâhiyet kazanmış Bâb—ı Âli’nin Abdülhamid'in bütün yönetimi elinde toplamasını ite ikinci plâna düşmeyi rahatlıkla kabul etmeyeceği meydanda idi. Fakat ne var ki, Abdülhamid vüzeraya başka bir şans tanımamıştı. Memleketin iç meselelerine yabancıların burnunu sokmamasına son derece dikkat gösteren Abdülhamid'in sedaret makamına "İngiliz" lâkabı ile tanınan ve liberal görüşlü oldukları bilinen Kamil ve Said Paşaları görevlendirmesi oldukça manâlıdır. Son derece kurnaz olan Türk Hükümdarı bu tayinlerin düvel—i muazzâmaya Osmanlı Devleti'nin kendi görüşlerine uygun Sadrazamlar tarafından idare edildiği intibâını verir de Batı, Türkiye'nin İçtimaî siyasetine her dakika müdahâle etme ihtiyacını hissetmez diye düşülüyordu. Abdülhamid için kimin sadrazam olması önemli değildi. Kendi tabiri ile "Her sadrazam değişişinde kıyametlerin kopmasını çok lüzumsuz buluyorum. Çünkü, Kâmil veya Said hangisi olursa olsun, asıl sadrazam Yıldız'da ikâmet eden benim" demişti. (81)

Abdülhamid'in İçtimaî ıslahatlarındaki esas manâ ecnebi devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'nun iç işlerine karışmasını gittikçe kısıtlayarak, fesh etmekti. (82) Eğer Devlet—i Aliye, tam bir revizyondan geçirilir de bütün müesseseler! kusursuz ve eksiksiz olarak çalışmaya başlarsa, Avrupa, Osmanlı ülkesine müdâhale edecek bir vesile bulmaktan aciz kalırdı. Bu da Türk yöneticilerinin işine yarar ve böylece İçtimaî, iktisadi ve siyasî mesleklerini Batı devletlerinin değil de kendi millî menfaatleri yörüngesinde tayin edebilirlerdi. Türkiye.  nin bütün Asya vilâyetleri içerisinde Filistin, o bölgedeki yoğun yabancı nüfuzuna istinaden Abdülhamid devri Osmanlı yöneticilerini son derece uğraştırmış ve özel muameleye tâbi tutulmuştu.

1876 yılında kabul edilen mahallî idari kanununa (83) göre bir çok eyâletin olduğu gibi Filistin'de vilâyet sınırları yeniden çizilmiş, bu bölge eşit nüfus yoğunluğuna haiz bölümlere ayrılmıştı. 1887 yılında ise bir düzenleme daha yapılmış ve Kudüs-ü Şerif sancağı başlı başına bir mutasarrıflık hâline getirilmişti. Bir sene sonra Beyrut vilâyeti oluşturulmuş ve Filistin'in kuzeyindeki iki sancak, Nablus ve Akka, bu vilâyetin sınırları içine dahil edilmişti. Böylece Sultan Hamid'in saltanatı sırasında "Arz—ı Filistin" yekpâre bir İdarî bölge değildi. İki bölüme ayrılmıştı. Kuzey» Filistin, Beyrut valiliğinden idare edilirken, Kudüs mutasarrıfı ise mukaddes toprakların güney cihetinden mesuldü. Gerek Beyrut valisi ve gerekse de Kudüs mutasarrıfı tasarrufu altında bulunan bu mıntıkanın içtimai,' İktisadî, güvenlik ve siyasî her türlü meseleleri ile ilgilenmek; Bâb—ı Âli'nin kararlarını ve kanunlarını tatbik etmekle mükelleftiler. Abdülhamid Filistin'deki Osmanlı memurlarının kendi insiyatifleri doğrultusunda hareket etmek yerine onları merkezî idareye gayet sıkı bir şekilde bağlamayı ecnebi devletlerin temsilcilerinin tesir sahalarından muaf tutmak batanımdan faydalı olacağım düşünmüştü. Filistin'deki Osmanlı idarecileri ve Yıldız arasında öyle bir münasebet bağı oluşmuştu ki, bu sistem içerisinde mutasarrıflık her hangi bir harekete geçmeden saraya baş vurmak ve dolayısı ile padişahın tasvibini almak zorunda idi. Telgraf hatlarının çekilmesiyle merkez ile mahallî idareler arasındaki muhabere oldukça süratli ve vasıtasız olarak işlemeye başlamıştı. Sultan Hamid eyaletlerde Devlet—i Seniye'nin iradesini temsil edecek memurların son derece dirayetli, istidatlı ve namuslu olmasına dikkat ederdi. Vali ve mutasarrıflardan daha aşağı düzeyde görev alan memurların atamasını da padişahın tasvibi ile Bâb—ı Âli yapardı. Filistin'deki değişik İdarî kısımların çalışmaları İstanbul Hükümeti tarafmdan bizzat teftiş edilse bile vilâyet ve mutasarrıflık sınırları dahilindeki bütün meselelerin koordine edildiği vali, bölüm başkanları ve üçü Müslüman diğer üçü de gayr—i Müslim olan altı halk temsilcilerinden müteşekkil bir "İdarî Meclis" vardı. Bundan başka halkın mahallî idareye iştirakini sağlamak amacı ile her sancak dahilinde sivil ahaliden oluşan "Danışma komisyonları" kurulmuştu. Bu komisyonlar aldıkları kararları idari meclise tebliğ etmekle mükelleftiler. Filistin'deki en önemli idari organ, hiç şüphesiz ki, "Mahallî Umumî Meclisi" idi. Her sancaktan iki müslüman ve iki gayr—i müslim üyenin seçildiği Akka, Beyrut ve Kudüs temsilcileri, Kudüs mutasarrıfının teşebbüsü ile yılın belirli zamanlarmda toplanır, vergi toplamadan, tarımın ve ticaretin geliştirilmesine, köprü ve yolların bakımından, güvenliğinin sağlanmasına kadar her mevzuuda çeşitli kararlar alırlardı. Abdülhamid'in ıslahatları ile bölgesel yönetime çağın ihtiyaçlarına uygun bir takım düzenlemeler getirilmişti ise de geleneksel "ihtiyarlar meclisine" ilişilmemişti. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında olduğu gibi onsekiz yaşından yukarı her erkek kendi milletinin ihtiyarlar heyetini ve bu gruba başkanlık edecek muhtarı seçme hakkına sahipti.

Sultan Hamid'in teşebbüsü ile çıkarılan yeni mahalli idare sisteminin esas amacı eyaletleri merkezî idareye bağlamak ve böylece ıslahatların memleket sathında tatbik edilmesini sağlamaktı. İlk olarak adalet mekanizmasından bahs edecek olursak, Osmanlı Hukuk sisteminin en göze çarpan özelliği ittihad'dan yoksun oluşu idi. Şöyle ki, imparatorluk dahilinde çalışmaları arasında hiç bir münasebet olmayan dört ayrı adalet mercii vardı. Düvel—i muazzama tebasının Osmanlı Devleti nezdinde bulaşacağı ticarî ve malî anlaşmazlıkları halletmek amacı ile konsolosluklarına talimat vermiş ve kapitülasyonlardaki bu hususta verilen haklara istinaden özel mahkemeler kurdurmuştu. İslâmî anlayışa göre azınlıklar, camiaları içerisinde çıkacak kargaşalıklardan kendileri sorumlu idiler. Bu tip dâvalara bakan

millet mahkemeleri vardı. Padişahın Müslüman tebaası ise şeriat kurallarına uygun olarak, Şeyh—ül—İslâm'a bağlı dinî mahkemelerde adaletin karşısına getirilirlerdi.. Osmanlı Devleti'nin adalet mekanizmasındaki bu anarşiye son vermek amacı ile İkinci Abdülhamid Han muhataplarının inanç ve milliyetine dayanmayan ve bütün tebaasını aynı ölçü ve kaidelerden mesul tutan dâvâ ve usûllerine has "Nizâmiye mahkemeleri" kurdurmuştu. Cevdet Paşa gibi dirayetli vezirlerin iyi niyeti ve çabaları sayesinde Osmanlı adalet mekanizması son derece ileri bir düzeyde namus ve ehliyet seviyesine yükselmişti. Buna rağmen bir takım peşin hükümlerin tesiri altında kalan azınlıklar Nizâmiye mahkemelerine iltifat etmemişlerdi. Batı Devletleri Müslümanların Hıristiyanları âdil bir biçimde muhakeme etmelerinin kattiyetle mümkün olamayacağını büyük bir küstâhhkla savunmuş ve yeni düzenlemenin kendileri için geçerli olmadığını Bâb—ı Ali'ye bildirmişlerdi(84)

kuvvetlerinin durumu ile ilgilenmeyi de ihmâl etmemişti. (85) Suriye ve Filistin'de sulh ve nizâmın muhafazası, karargâhı Şam'da olan ve halk dilinde "Arab Ordusu" olarak tanınan Beşinci Ordu'nun mesuliyeti dahilinde idi. Hükümdarın merkezîleştirme politikasından askerî kuvvetlerde nasibini almış, Beşinci Ordu, Şam valisinin kumandasından alınarak İstanbul tarafından atanan ve Harbiye Vekâletine (Seraskerliğe) bağlı bir müşir'in emrine tevdi edilmişti. Malî darboğazların elverdiği veçhile Beşinci ordu yeniden düzenlenmiş ve mümkün olduğu kadar modern teçhizatla donatılmıştı. Avrupa devletlerinin müdahalesini gerektirecek herhangi bir ihtilâlin önünü alabilmek için sadece orduya güvenmenin mahzurları olacağını düşünen Sultan Hamid, eyâlet dahilindeki ahalinin bir kısmından "mahallî milis kuvvetleri" vücuda getirmişti. Bu Abdülhamid vilâyetlerde üslenmiş Osmanlı silâhlı kuvvetler -içerisinde en tanınmışı hiç şüphesiz ki Ermeni isyanlarını bastırmakta büyük bir başarı gösteren Kürt aşiretlerinden kurulu "Hamidiye alayları" idi. 1877— 80 Osmanlı—Rus Harbi'nden sonra Balkanlardan ve Kafkasya’dan akın akın Türkiye’ye göçen Müslümanların bir kısmı Filistin'de Horan bölgesine yerleştirilmişlerdi. (86) Geçimlerini temin için mahallî milis kuvvetlerine yazılan Müslüman göçmenlerin, Filistin'de patlak vermesi muhtemel herhangi bir azınlık isyanına karşı son derece etkili bir polis gücü teşkil edecekleri meydanda idi. Halâ Rus—Hıristiyan mezâliminin hâtırası ile yaşıyan Müslümanlar yakınlarını kılıçtan geçiren ve mallarını talan eden düşmanlarının dindaşları isyana kajkıştıldart takdirde bu asilere karşı hoş görü ile davranmayacakları malûmdur. Yukarıda bahsettiğimiz milis kuvvetlerinin sulhü ve nizamı korumadaki azmi ve dirayeti o kadar engindi ki, bu faktör psikolojik olarak gayr—i müslim toplulukları sindirmiş ve onları her türlü baş kaldırmadan caydırmayı başarmıştı. İngilterenin Kudüs konsolosu Dickson’da bu hususa bizzat şahit olmuş ve "Polisin fesatçılara ve sulhun muhafazasına karşı gittikçe artan bir hassasiyet ve hazırlık gösterdiğini" yazmıştı. (87)

İkinci Abdülhamid, Filistin'in İktisadî kalkınmasının da ehemmiyetini anlamış ve bu hususta gerekli tedbirleri almıştı. Her şeyden önce Sultan Hamid devrinde, ekilebilir toprakların oranında bir artma baş göstermiş ve bu bölgelerde yeni tarım araç ve metotlarının kullanılışını yerli halka gösteren model çiftlikler tesis edilmişti. Aynı zamanda ticaretin bir vilâyetin kalkınması için ne kadar önemli bir faktör olduğunu takdir eden padişah, Hayfa ile Yafa ve Yafa ile Kudüs arasında demiryolu hattının döşenmesi için 1888 yılında bir Fransız şirketine, çalışmalarına başlaması için gerekli imtiyazı vermişti. Daha bu projenin yapımı tamamlanma

dan Filistin'in diğer eyaletlerle münasebetini sağlayacak adımlan da atmış ve aynı Fransız işletmesine Filistin'i Beyrut, Şam ve Halep'e bağlayacak demiryolu ihalesini tevdî etmişti. Bütün bu hatlar yirminci yüzyıl idrak edildiğinde açılmış, kargo ve yolcu taşımacılığına başlamıştı. Berlin—Bağdat ve Hicaz demiryolu tesisatını üzerine alan Alman iş adamlanna her iki demiryolunun da Filistin ile temas kurmasının ş.art olduğu anlatılmıştı. Bütün bu çabaların sonunda, Yafa ve Hayfa limanlan Arap pazarlanın Avrupa müşterisine açan önemli ticaret merkezleri olpıuş ve gittikçe zenginleşmeye başlamışlardı. Filistin'den-Avrupa'ya ihraç edilen yağ, şarap, tahıl ürünleri, susam, tütün, ipek ve turunçgiller gibi maddelerin satışından elde edilen kazanç mahallî üreticinin cebine kâr ve Osmanlı İmparatorluğu bütçesine de gümrük olarak giriyordu. Ticareti daha da geliştirmek ve düzenlemek amacı ile 1880 gibi erken bir tarihte Beyrut, Hayfa, Horan, Kudüs ve Yafada ticaret odaları kurulmuştu. Ticaret odalarını bankalar takip etmiş ve 1887 yılında Fransız sermayesi ile Osmanlı Bankası Beyrut, Hama, Hayfa, Homs, Kudüs, Sayda ve Yafa'da şubeler açmıştı. İki sene sonra da Alman—Filistin Bankası adında yeni bir banka teşekkül etmiş ve yukarıda saydığımız şehirlerin dışında Gaza, Nazare t ve Nablus'ta bile şubeler açmayı başarmıştı. Abdülhamid devrinde Filistin'deki İktisadî hayat o kadar inkişâf etmişti ki, padişahın otuz yılı aşkın saltanatı sırasında hiç bir zaman mahallî bütçesinde açık vermemiş, zarar göstermemişti. Gelirler, vilâyetin bakımı ve gelişmesi için harcanan giderlerin her devrede fevkinde olmuş ve bu artık miktar Osmanlı umumî ekonomisine katılmıştı.

Filistin'in her bakımdan bu kadar rahat ve refah düzeyi içinde olması, sınırlan dahilinde sulh ve nizamın korunması Osmanlı ülkesinde her dakika kargaşalık ve

sıkıntı bekleyen İngiliz Hariciye Nezâreti'ni şaşırtmıştı. Hazırladıkları bir layihada "Filistin'deki Hamid rejimi bir bütün olarak ele alındığında bir terâkki ve inkişâf devridir." diyen Ingilizler Filistin'de gene bir takım fena (!) unsurların olduğunu,bunların başında yabancı tasallutlarına karşı hassasiyet geldiğini fakat genel anlamda tedhiş ve zulmün mevcut olmadığını âdeta büyük bir kıskançlıkla itiraf etmişlerdir (88).

(4) SİYONİZM KARŞISINDA ABDÜLHAMİD’İN TUTUMU:

5 Mart 1899 yılında hâtıra defterine Osmanlı İmparatoru ile siyasî müzakerelere girişmenin tam zamanı olduğunu not eden Dr. Herzl bu iş için bütün hazırlıkların tamamlandığından emindi. Siyonist lidere göre, bir işaretiyle milyonlarca taraftarı hedefe doğru harekete geçebilirdi. Casuslarından aldığı güvenilir tahminlere dayanarak, Herzl bir kaç sene içinde Filistin'e dört milyonu aşkın Yahudi'nin yerleşebileceğini söylüyordu. Operasyonun malî cephesinin de daha başlangıçtan hazır olduğuna inanan Herzl, milletlerarası ortamın da şu anda böyle bir teşebbüse girişmek için oldukça ümit verici olduğunu yazıyordu. Bu hususta Herzl, "En önemli güçler dâvâmıza karşı lehte bir tutum içinde olmasalar bile hiç olmazsa düşman değildirler"diyordu. Düvel—i Muazzama'nın dikkati Uzakşark'ta toplanmış iken Ortadoğu'da ciddî bir muhalefete mâruz kalmadan siyasî "olup bitti" lerin gerçekleşmesine müsaitti. "Hakkımızdaki nihaî karan Hükümdar hazretleri verecektir" diye itiraf eden Herzl, Abdülhamid'i dâvâsına ikna edebilmek için 1896 ile 1902 yıllan arasında ikisi Padişahın kendi kesesinden olmak üzere İstanbul'a beş kere gelmiş ve ziyaretlerinde hem yıldız Sarayı’nda ve

hem de Bâb-ı Âli'de Osmanlı Devlet adanılan tarafından kabul edilmişti. Sadrazam Halil Rıfat ve Said Paşalar ile görüşen Dr. Herzl, huzur—u hümâyûn'a da alınmış, Abdülhamid Han'la iki saate yakın görüşme imkânını bulmuştu. (1)

İstanbul'da temaslarma başlamasının üzerinden uzun müddet geçmeden Herzl, Abdülhamid'in Filistin’de müstakil bir Yahudi devleti kurulmasına şiddetle karşı olduğunu öğrenmişti. (2) Siyonist liderinin Padişah'a arabulucuk yapması için gönderdiği Polonya'lı asilzade Newlinski asık bir suratla Yıldız'dan dönmüştü. Zat-ı şâhâne Herzl'e nakletmesi için Newlinski'ye şöyle demişti:

"Eğer Bay Herzl senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu İmparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım Yahudiler milyarlarım saklasınlar, benim İmparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat, yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canh bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem" (3).

Gerçi Abdülhamid Han, ülkesinin bütünlüğünü kanının son damlasına kadar muhafaza etmeye azimli ve

bölücülük tehlikelerine karşı amansız ve acımasız olabilirdi ama padişahın iyi kalbi sırf dinî inançları ve ırkî özellikleri yüzünden diğer devletler tarafından devamlı hırpalanmış bir ulusun ızdırabma lâ—kayd kalmasma elvermiyordu. Müslümanların Halife'si, Musevilerin Hıristiyan efendilerinden çektikleri işkencelere acımış ve Herzl'e hiç karşılık beklemeden Yahudilerin Türk tabiiyetini kabul etmeleri kayd—ı şartı ile OsmanlI Hükûmeti'nin tesbit ettiği mıntıkalara yerleşebileceklerini anlatmıştı. (4) Yahudi kolonizasyonuna açılacak bölgeler içinde Filistin'in bulunmayışı asıl hedefi Nil'den, Fırat'a kadar olan toprakları Osmanlı imparatorluğu ’ndan koparmak ve oralarda bir Yahudi Devleti tesis etmek olan Herzl'in, Sultan Hamid'in büyük bir hayırseverlik örneği olan teklifini reddetmesine sebep olmuştu.

Herzl, Abdülhamid'i kandırabilmenin yegâne yolunun Filistin'i vermelerinin karşılığında Osmanlı Devleti'ne bir takım faydalı hizmetler görmek olduğunu sanıyordu. İlk olarak Dr. Herzl, Avrupa basın hayatında mühim nüfuzu olan Yahudileri seferber ederek Ermenilerin Sultan Hamid'e karşı başlatmış oldukları karalama kampanyasını susturabileceğini ve hattâ Batı kamuoyunu Türkler lehine çevirebileceğini iddia ediyordu. Daha çalıştığı gazetede istediklerini yazmaktan aciz olan Viyanah muhabir kısa bir süre sonra bu tasavvurundan vazgeçerek, Türklerin karşısına daha ihtiraslı bir plânla çıktı. Dr. Herzl, Newlinski'nin de teşviki ile Türkler ile Ermeni tedhiş örgütleri arasında arabuluculuk yapmayı teklif ediyordu. 1896 Temmuz'unda Londra'da Hınçak örgütünün lideri Nazarbek ile temas eden Dr. Herzl, kendisini Osmanlılarla aralarında olan anlaşmazlıkları barışçı yollardan halletmesinin gerektiğine ikna etmeye çalıştı ise de muvaffak olamadı. Adamın lâf anlamaz tutumu ve inatçı davranışı kar-

şısmda Dr. Herzl, "Ermenistan'da katledilen zavallılar bu adamın sözüne uyarak hareket ederken, kendisi de Londra'da rahat bir hayat yaşıyor" diyerek Hınçak liderine duymuş olduğu nefret ve tiksintiyi dile getirmişti. Ermenilere gelince, onlar Osmanlılarla sulh tesis etmelerinde Yahudilerin ne gibi menfaati olabileceğini araştırıyorlardı. Hınçak ve benzeri tedhiş örgütleri Türklerin Siyonistlerle bir olup Filistin'de muhtar bir Yahudi Devleti kurulmasına karşılık Doğu Anadolu'da Ermeniler lehine ıslahat yapılması fikrinden vazgeçmeleri için Avrupa güçlerini ikna ettiklerini sanıyorlardı. (5) Yahudilerin kendilerini sattıklarım iddia eden Ermeni örgütleri bir yandan Abdülhamid aleyhine propagandaya girişirken diğer yandan da "Kızıl Sultan'la flört ettikleri için Siyonistlere de çatmayı ihmâl etmemişlerdi. Osmanlılar ise Avrupa’da Türkiye aleyhine gittikçe yoğunlaşan neşriyatın arkasında Herzl'in olduğunu ve Filistin'i Yahudilere teslim etmeyen Abdülhamid'den intikam almak için Siyonist liderini» bu yola başvurduğunu sanıyorlardı.

Osmanlı Devleti'nin malî zorluklar ve İktisadî dar boğazlar içinde olduğunu gören Dr. Herzl, Abdülhamid'i ikna edebilmek için ikinci bir yol olarak Türkiye'ye bir takım maddî hizmetlerde bulunmayı teklif etmişti. Avrupa para piyasasını elinde tutan Yahudi bankerlerin desteğinden emin görünen Dr. Herzl'in aklında Osmanlılara sunmak amacı ile kesin çizgilerle belirlenmiş bir "Yardım Paketi" yoktu. Siyonist lider, bu hususun Osmanlılarla müzakereye giriştikten sonra Türkiye'nin ihtiyaç ve menfaatleri açısından değerlendirilip, berraklaştırılacağına inanıyordu. Türkiye'ye ilk ziyaretim 1896 Haziran'da yapan Herzl, yirmi milyon sterlin karşılığında "Vaad edilmiş topraklan" Osmanlı Hükümeti'nden satm alabileceğinden âdeta emindi. Kendisini İstanbul'a getirecek Şark Ekspresi'nin vagon restora

nında Yusuf Ziya, Ahmed Tevfik ve Karatodori Paşalarla tanışan Dr. Herzl, Moskova'daki taç giyme merasiminde bulunmak üzere seyahat eden üç hariciyecimize tasavvurlarım açıklayınca,Ziya Paşa "Hiç bir şartlaFilistin'i bağımsız bir devlet kurmak üzere ele geçiremezsiniz, belki Osmanlı hakimiyetini kabul eden bir devlet olabilir" demişti. Ondokuz Haziran'da Bâb—ı Ali'ye kabul edilen Dr. Herzl plânını bir tercüman aracılığı ile Halil Rıfat Paşa'ya naklediyor ve Sadrazama teklifin kabul edildiği takdirde yüzbin sterlini ilk kalemde verebileceklerini, geri kalanını da her sene birer milyonluk taksitler halinde, Filistin bağımsızlığını kazanana kadar vergi olarak ödeyeceklerini söylüyordu. Kendisini büyük bir soğukkanlılıkla dinleyen Halil Rıfat Paşa'nın projesi karşısında son derece "müstenkif" ve "itimatsız" olduğunu belirten Dr. Herzl, İstanbul'dan ayrılmadan Hariciye Nezareti Katiplerinden Yahudi asıllı Davud Efendi ve Nuri Bey ile görüşür. Kendisine bu vesile ile yeniden müstakbel Yahudi devletinin "bağımsız" olması şartının kaldırmasının ve Osmanlılan rnetbû tanıyan bir yurd kurulmasının daha iyi olacağı tavsiye ediliyordu. Filistin'de tesis edilecek bir Yahudi devletinin her türlü siyasî hükümranlık haklarına sahip olması gerektiğini savunan Herzl, Osmanlıları bu gerçeğe ikna edebilmek için hatırı sayılır tavizler verdiğini sanmaktadır. Siyonist liderine göre, yirmi milyon sterlin küçümsenecek bir meblâğ değildir. Bu miktarı Osmanlılar dahilî ıslahat hareketleri için sarf ederlerse, Türkiye kalkınacak ve bunun tabiî bir sonucu olarak Avrupa, İstanbul Hükûmeti'nin iç işlerine müdahale etmeye vesile bulamayacaktır .Abdülhamid'in de zaten istediği bu değil midir? Peki öyleyse neden projesine karşı menfî bir tavır almışlardır? İstanbul'dan boş ellerle ayrılan Dr. Herzl'in yegâne tesellisi üçüncü dereceden bir "Mecidiye" nişanı ile taltif edilmiş olmasıdır. Abdülhamidin bu iltifatını .Türklerle Siyonistlerin yakınlaşmasının bir işareti olarak yorumlayan Dr. Herzl, hayatı boyunca hiç bir zaman Osmanlılarla anlaşabileceğine dair umudunu kaybetmeyecektir.

Dr. Herzl'in ikinci denemesi 1901 yıllarına raslar. Beşbin altın vaad ettiği Yahudi asıllı müsteşrik, Armenius Vambery'nin aracılığı ile Sultan Hamid'le bir randevu tesis etmeyi (6) becermiş olan Siyonist lideri 19 Mayıs 1901 tarihinde bir Cuma namazından sonra Yıldız Sarayı selâmlığında Padişahın huzuruna alınır. Mabeyn teşrifatçısı İbrahim Bey'in tercümanlığı ile Abdülhamid'e Batı memleketlerinde ırkdaşlarımn uğradığı haksızlıkları ve çektikleri zulümleri anlatan Dr. Herzl, Musevi tebaasına göstermiş olduğu iyilik ve adaletten dolayı dünya Yahudiliğinin şükranlarını iletir. Sultan Hamid, imparatorluğunun kapısının Yahudi mültecilere açık olduğunu söyler. Ziyaretinin esas gayesine sıra gelince Dr. Herzl, Osmanlı Ülkesi'nin Mezopotamya'da bulunan petrol yatakları, altın ve gümüş madenleri ve de münbit topraklan ile son derece ileri düzeyde bir İktisadî potansiyelinin olduğunu hatırlatır. Fakat ne var ki, bütün bu zenginlikler Avrupa devletleri tarafından sömürülmektedir. "Avrupalılar buraya sırf kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve memleketlerine dönmek için gelmektedirler" diyen Dr. Herzl, Berlin—Bağdat demiryolu projesini alan Alman sanayicilerin olsun, İnhisarlar idaresini ellerine geçirmiş olan Fransız bankerlerinin olsun Türkiye'nin çıkarlarını düşünmediklerini, sadece kendi ceplerini doldurduklarını belirtir. Herzl'e göre büyük kuvvetler Türkiye'yi daimî bir boyunduruk, siyasî bir tahakküm altında tutabilmek için memleketin İktisadî kalkınmasını engellemektedirler. Oysa ki, bu memleketin ihtiyacı kavminin sınaî bilgi, kabiliyet ve imkânlarıdır. Filistin'de yerleşmeleri kabul edildiği takdirde Yahudiler Osmanlı mâliyesini Batı'nın velâyetinden kurtarabilir ve Türklerle birlikte seferber olarak devlet—i âliye'yi tekrar şahlandıracak kalkınma hamlesinin gerçekleşmesini sağlayabilirler. Çünkü, Batı devletlerinin aksine, Yahudilerin Filistin'de tesis edildikleri veçhile Ortadoğu'nun yükselmesi millî menfaatleri icabıdır. Herzl'i dikkatle dinleyen Abdülhamid, Osmanlı borçlarının konsolide edilmesi için bir plân hazırlamasını söyleyerek Siyonist liderinin iyi niyetini ve kaabiliyetini denemek ister. İki saatten fazla süren bu görüşmeden sonra Yıldız:'dan ayrılan Dr. Herzl, intihalarını yazarken Abdülhamid'i "İyi Tabiatlı" ve "Üstün Zekâlı'' bir insan olarak tarif eder. Ermenilerin aleyhte propagandalarına rağmen Sultan Hamid "Ne zalim ne de dessas bir kimsedir, fakat kendi adına haris, rezil bir entrikacılar zümresinin habaseti icra ettikleri bir çember içine alınmış bir mahpustur." Herzl'i tedirgin eden bu saray efkârının başında "Sahtekâr bir canavar" dediği Arap İzzet Paşa'dır. Osmanlı borçlarının tasfiye edilmesi meselesinde kendisine danışılmadığını fakat bu hususun bir Yahudiye tevdi edildiğini gören İzzet Paşa, Herzl'i kösteklemek için elinden gelen her şeyi yapmaya azimlidir. İzzet Paşa'nın muhalefetine rağmen Dr. Herzl, İstanbul'da ayrılışından tam bir ay sonra Abdülhamid'e plânını sunar. Sultan Hamid'e hitaben yazdığı mektupta bir iki yıl içinde Yahudi bankerlerin Avrupa borsasında Osmanlı borçlanma tahvillerinin hemen hepsini toplayabileceklerini yazar. Aynı mektupta Dr. Herzl, Türkiye'de ziraat, endüstri ve ticaret hayatını geliştirecek bir Osmanlı Yahudi kumpanyasının kurulmasını da teklif ediyordu. Bütün bu çalışmalara başlamanın yegâne şartı ise Padişahın Yahudilere Filistin'de yerleşme ve devlet kurma hakkını tanıması idi. Abdülhamid'in cevabı ise red olur.

Abdülhamid ile mülâkatının üzerinden dalıa bir yıl geçmeden, 5 Şubat 1902'de Dr. Herzl, Yıldız'dan bir telgraf alar: "Lütfen projelerinizi açıklamak üzere derhal İstanbul'a geliniz—İbrahim". Bir ümid ışığının yandığım gören Dr. Herzl, karısını hasta yatağında terkederek Şark Ekspresi'ne atlar ve soluğu Mabeyn'de alır. İzzet Paşa, Zat—ı şâhâne'nin İmparatorluğunun kapılarım bütün dünyadan gelecek Yahudi muhacirlere açmaya hazır olduğunu Dr. Herzl’e tebliğ eder. Ancak, bu gelenler Osmanlı tebaasına girmeyi başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdir. Bu takdirde Yahudilere Filistin dışında her yerde kolonizasyon müsaadesi tanınacaktı. Buna karşılık ise, Siyonistler bir sendika kurmak sureti ile Osmanlı borçlarım konsolide edecek ve hâlen mevcut ve bundan sonra da bulunacak olan bütün madenleri işleteceklerdi. İzzet Paşa, Dr. Herzl’e hitaben, "Kuvvetli bir Türkiye istediğinizi bildiğimiz için sîzlerin bizi istismar etmeyeceğinizi ve bunları işleteceğinize itimat etmek istiyoruz. Mamâfîh, bu bir Osmanlı Şirketi olacak ve idare meclisinde Yahudiler yanında Müslümanlar da bulunacaktır" diyerek Abdülhamid'in işi ne kadar sıkıya aldığını belirtmek istemişti. Filistin'siz bir imtiyazı derhal geri çeviren. Dr. Herzl, Sultan Hamid'in bu tavizinin Yahudi camiasını Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün borçlarını tasfiye etmek için harekete geçirmeye yeterli olmadığına inanıyordu. Viyana'ya döndüğünde gene de ümitsiz değildi. Herhangi bir anlaşma sağlanmadan Abdülhamid'in huzurundan ayrıldığı halde, Osmanlı devleti ile müzakerelerin devam etmesi için mükemmel bir ilişki kurduğunu yazan Dr. Herzl, Türk hükümdarı ile "İki devlet başkanı gibi" görüştüğünü belirtiyor ve bundan dolayı son derece gururlanıyordu. Osmanlı hükümdarı onu muhatap saymış, sarayına davet etmişti. Yıldız'da saray erkânı ile tartışma masasına oturan Dr. Herzl bütün bu teşrifatı Siyonizmin artık düşünen dünya politikasında hatırı saydır bir güç olduğunun âdeta vatansız bir devlet olarak tanındığınin işareti olarak yorumluyordu. Herzl'e göre önemli olan da bu "Tanınma" meselesi idi. O elde edildikten sonra Filistin'de bir devlet tesis edilmesi diplomasi kuralları içinde gerçekleşebilecek bir oyundan başka birşey değildi, artık.

Aynı senenin Temmuz ayında Londra'da bulunan Dr. Herzl, Osmanlı sefaretinden bir ataşenin kendisini aradığını öğrenince önce şaşırırsa da daha sonra kendini toparlayarak İngiltere temsilcimiz Kostak! Antopulos Paşa'yı kabul eder. Herzl'e Abdülhamid'in şifahî mesajım ileten Antopulos Paşa, Siyonist liderine Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Fransız bankeri Mösyö Rouvier ile anlaşmak üzere olduklarını fakat Musevilerin daha iyi şartlar teklif ederlerse bu projeyi onlara havale edebileceklerini, buna karşılık ise padişahın eski geleneği doğrultusunda Yahudilerden adalet ve himayesini eksik etmeyeceğini söyler. Hiç vakit kaybetmeden İstanbul'a koşan Dr. Herzl, plânın ana hatlarını Türk Hükümdarı'na sunmak üzere mufassal bir memorandum hazırlar. Herzl'in banker arkadaşları Osmanlı borçlarının birikmiş faizlerinin ödenmesi için bir buçuk milyon sterlini temin etmeyi taahhüd etmişlerdir. Bundan başka Yahudi para babalan birleşip şirket kuracaklar ve bu şirkette otuz milyon sterlin olan Osmanlı borçlanma tahvillerini para borsasından toplayacaklardı. Bu Avrupalı  tahvil sahiplerinin paralarının karşılığını almaları demekti. Böylece Türkiye, Batılı alacaklıların mengenesinden kurtulacak, Düvel—i muazzama'nın siyasî tazyik aracı olarak kullandığı İktisadî temellerin yıkılması ile de Osmanlı Devleti katıksız bağımsızlığına kavuşacaktı. Abdülhamid bu hizmetlerini otuz milyon sterlin değerinde yeni borçlanma tahvilleri çıkarıp, alacaklı Yahudilere dağıtarak ödemeyi düşünüyordu. Yahudiler Batı devletleri gibi bu fırsatı kötüye kullanmayacaklarından, Osmanlı İmparatorluğu

için yeniden borçlanmanın hiçbir mahsuru yoktu. Fakat ne var ki, Dr. Herzl maddî bir takım menfaatlerle yetinecek bir insan değildi. Yardımının karşılığı olarak zat—ı şâhâne'den Hayfa'da dahil olmak üzere bütün Mezopotamya'nın Siyonist Kolonizasyonuna açılabilmesi için gerekli imtiyaz ve müsaadeyi taleb ediyordu. Abdülhamid'in Filistin'i elden çıkarmamak için son derece hassas olduğunu bilen Dr. Herzl, Mezopotamya ile iktifa edeceğini bildirmişti. Siyonist lider, Fırat vadisinde bir üs ele geçirdikten sonra Filistin'i işgal etmenin bir mesele olmayacağına inanıyordu. Berlin Kongresi'nde Türkiye'yi temsil eden Karatodori Paşa tarafından tercüme edilen memorandum, önce padişah dalıa sonra da Sadrazam tarafından okunur ve müzakere edilir. "İyi kalpli, babacan fakat son derece kurnaz" dediği Said Paşa ile de görüştükten kısa bir süre sonra Dr. Herzl, Osmanlı borçlarının tasfiyesi işinin Fransızlara bırakıldığını öğrenir. Kolonizasyon imtiyâzı isteyip Osmanlıları ürküten Dr. Herzl'e Sultan Hamid'in Filistin'de Yahudi devleti kurulması için kattiyetle rıza göstermeyeceği, fakat âdil hükümdarın toplu olarak iskân edilmedikleri takdirde Yahudi muhacirlere mukaddes topraklar hariç her yerde yerleşme müsaadesi verdiği hatırlatılır, istediğini bir kere daha elde edemeyen Herzl, bir daha gelmemek üzere Türkiye'den ayrılır.

Herzl’in İstanbul operasyonlarının hepsinin birden başarısızlığa uğramasının satıhta görülen ilk sebebi Siyonist liderinin Abdülhamid'e sunduğu taahhütleri ifa edebilecek maddî kaynakları bulamamış olmasıdır. Başta Rothscihlds'lann olduğu halde bütün zengin Yahudi sanayici, iş adamı ve bankerleri Herzl'in Arz—ı Mevud'da bir devlet tesis edebilme çabalarını "melânkolik fantazi" olarak nitelendiriyorlar, bu teşebbüsün dünya devletlerinin düşmanhğını çekeceğini ve böylece bu memleketlerde yaşayan Musevilerin huzur ve rahatinı kaçıracağını iddia ediyorlardı. Herzl'in Siyonizmini daha ana karnında boğmak için en ufacık bir nakdî yardımdan kaçınmışlardı. Bu husus, Londra Büyükelçimizin gözünden kaçmamış ve Antopulos Paşa Bâb—ı Âli'ye yolladığı bir raporda "Siyonistlerin en büyük düşmanının Müslümanların veya Hıristiyanların değil de Yahudilerin bilhassa zengin Yahudilerin olduğunu" yazmıştı. (7). Aslında Herzl'in konsolidasyon projesini gerçekleştirebilecek maddî kaynakları bulması hiç bir şeyi değiştirmezdi. Zira Osmanlılar "Konsolidasyon" projesi ile "Kolonizasyon" plânını birbirinden ayrı iki mesele olarak görüyorlardı. Bu hususu, Said Paşa Herzl’e açıkça belirtmişti. Sultan Hamid Herzl'i bir siyonist lideri olarak değil de, Osmanlı borçlarının tasfiyesini deruhte edecek Yahudi bankerlerle arasında gerekli teması sağlayacak bir arabulucu hüviyetinde kabul etmişti. Abdülhamid'in düşüncesinin ne olduğunu kendisinden dinliyoruz. 20 Eylül 1327 (20 Teşrin'i evvel 1911) tarihinde Selânik'de sürgünde iken özel doktoru Atıf Bey'e şöyle demişti:

"Onların (Yahudilerin) bizim memleketimizde bir maksatları vardır. Yafa, Kudüs cihetlerinde arazi satın almak isterler— zannedersem şimdi alabiliyorlar— Viyana'da çıkan Neve Freie Press'in ser muharriri vardı. Yahudi idi. Alim bir adam idi.»Şimdi öldü. Bir vakit onu bana zengin Museviler mebus gönderdiler. Yafa, Kudüs taraflarında arazi satın alıp Yahudileri her taraftan oraya iskân etmek istiyorlar.Teklifleri de devletin düyun-u umûmîyesini kamilen deruhte'etmek idi. Güzel bir şey, zira Düyûn—u umûmîyi, bir gün gelip de borçlarımızı ödeyemez isek, devletin mâliyesini murakabeye almak gibi bir tehlike mevcuttur." (8)

Avrupa'nın Düyun—u umûmîye idaresi yolu ile bir. gün Osmanlı Imparatorluğu'nun hükümranlığını elinden alabileceğinden endişelenen Sultan Hamid, Türkiye'nin borçlarının tamamen ödenebilmesi için Yahudileri kullanmayı düşünmüştü. Musevilere bu hizmetlerinin karşılığı olarak yeni borçlanma tahvilleri verilecekti. "Kolonizasyon" projesi ise Osmanlı Ülkesi dahilinde bir devlet kurma teşebbüsünün ilk adımı olduğu için derhal reddedilmişti. İkinci Abdülhamid »Yahudi mültecilerin Bâb—ı Âli Hükûmeti'nce tesbit edilen mekânlara yerleştirilmesine bir iyilikseverlik örneği kabilinden karşı değil ise de Filistin'de bir devlet kurma amacı ile kolonizasyon müsaadesi verilmesini kattiyetle düşünemezdi. Hele, "Konsolidasyon" a karşılık "Kolonizasyon" takası mânâ itibarı ile para mukabilinde vatanın satılması demekti ki Abdülhamid gibi Milliyetçi bir hükümdarın bu alışverişe rıza göstermeyeceği aşikârdı. Nitekim, Washington Şehbenderimiz 24 Nisan 1899 yılında mahallî bir gazeteye verdiği demeçte "Kırım Harbi'nden beri hiç bir zaman Osmanlı mâliyesi (Borçlarını deruhte etmek için) bugünkü kadar mücehhez olmamıştır." demişti. Osmanlı borçlarının her sene azalarak cüzî bir miktara indiğini hatırlatan Ali Ferruh Bey, bütçe gelirlerinin süratle arttığım, bu nedenle artan talebi karşılayabilmek amacı ile İktisadî düzenlemeler yapıldığım da sözlerine eklemişti: "Binaenaleyh, Filistin'in satın alınma hususu Maliye Nâzınmızı ilgilendirmez, o siyasî bir meseledir." (9)

Herzl'in İstanbul'da karşılaştığı engellerden bir tanesi Osmanlılarla münasebetlerindeki acemiliği, Osmanlı siyasî sistemine olan yabancılığı idi. Sultan Hamid'le bağlarını kopardıktan sonra Dr. Herzl, İngiliz müstemleke Nâzırı Chamberlain'e Türk diplomasisinin Kapalı Çarşı'da halı almak gibi bir şey olduğunu itiraf etmiştir. "Önce yarım düzine kahve, yüzlerce sigara içeceksiniz, sonra aile hikâyelerini anlatacaksınız, arada sırada ise halı hakkında bir iki söz söyleyeceksiniz". Herzl, kendisinin sabırsız insan olduğunu söylüyor ve bir an önce Filistin'de bir Yahudi Devleti kurmak için vakti kalmadığını savunuyordu. Herzl'in bu telâşı ve acemiliği İstanbul'daki yardımcısı Newünski'nin de dikkatini çekmiş ve PolonyalI asilzade "Türklerle yaşamasını öğrenmelisin, onlara kendini sevdirebilmek ve iyi niyetini anlatabilmek için bir şeyler, belirli hizmetler yapmaksın" diyerek Siyonist liderinin kulağını bükmüştü. Sanki kendisine tam tersi ikaz edilmiş gibi Herzl, Abdülhamid'e "Konsolidasyon" operasyonunun başlaması için önce Filistin'de bir Yahudi Kolonizasyortunun müsaadesine dair irade—i seniye'nin verilmesini; şart» koşmuştu. Sultan Hamid insancıl bir hükümdar olarak Yahudilere acımış ve Dr. Herzl'e "Israiloğulları birarada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri mevkiler Hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiiyetini kabul etmek ve üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifâ etmek şartları ile Osmanlı Imparatorluğu'na kabul edilebilirler" demişti. Herzl'in esas amacı Yahudi ırkdaşlannı Avrupa'da gark oldukları zulüm ve işkenceden kurtarmak olsa idi Abdülhamidin tanıdığı bu fırsatı kaçırmaz, bilâkis dört elle sarılırdı. Ama Herzl, devlet diye tutturmuştu bir kere.Koca bir imparatorluğun hükümdarına kendi şartlarım dikte ettirmek istiyordu. Üstelik Osmanlıları ikna etmenin en emin ve en süratli yolunun ise rüşvet olduğunu sanıyordu. "Diplomasi hırsızlarla iş yapma sanatıdır" diyen Dr. 'Herzl, listesini yapmış, idari mekanizmadaki mevkilerine göre bu memurlar Abdülhamid'in Siyonizmi benimsemesi için eklerinden gelen kulis faaliyetini yürüteceklerdi. Rüşvet hususunda son derece titiz olan Sultan Hamid, Herzl'in Türkleri tesir altında bırakmak için birer milyonluk üç çeki depozito kabilinden İstanbul'da Mabeyn'de bırakmasını hiç de hoş karşılamamış ti. Bu çeklerin rüşvet amacı ile verildiğinden şüphelenen Hünkâr, Herzl’e parasını derhal geri almasını söylemiş, bununla da yetinmiyerek çeklerini gözünün önünde yırtınıştı. Osmanlı devlet erkânına rüşvet dağıtmayı düşünmesi yetmiyormuş gibi Dr. Herzl, Abdülhamid'i daha fazla kızdırabilmek için açık açık tehdid etmekten bile kaçınmamıştı. İngiltere İmparatorluğu, Kıbrıs veya Uganda'yı Siyoııistlere yerleşim merkezi olarak bağışlamasından sonra Herzl, Londra Hükümeti ile anlaştığı takdirde Türkler Filistin'e karşılık vermeyi taahhüd ettikleri maddî imkânlardan yoksun kalacaklardır demişti. Herzl, Kıbrıs'ı bir askerî üs olarak ele geçiren Siyonistlerin ileri bir tarihte İsrail'i zorla işgal edecekleri tehdidini de savurmuş tu. Bu tehdidler ters tepki yapmış ve Abdülhamid'i korkutacak yerde Siyonistlerin Filistin 'deki tasavvurlarına daha azimli bir muhalefet uygulamasını sağlamıştır. 1909'da Selânik'teki Yasturiye tarikatı şeyhi Mabmud Ebu Samad'a gönderdiği-bir mektupta Abdülhamid "bütün tehdidlere rağmen Yahudilerin Kudüs'te bir vatanî kavmi kurma tekliflerine yanaşmadığını" yazıyordu.

Osmanlıların Siyonizm karşısında düşmanca tavır almasının nedenleri aslında Herzl'in vaadlerini gerçekleştirmesine, nakdî yardımı bulabilmesine veya Türklerle olan münasebetlerindeki davranışlarına bağlı değildi. Eğer Türkler, Siyonizmi hasım olarak karşılatma almışlarsa bunun sebebi siyasî idi ve iki unsura bağlıydı. İlk olarak, Osmanlı Hükümeti İmparatorluk sınırları dahilinde yeni bir milliyetçilik akımının, bölücülük harekâtının filizlenmesini istemiyordu, ikinci olarak ta, İstanbul, düvel—i muazzama'nın memleketin üzerindeki nüfûzunu arttırmasından çekiniyordu. Bu iki faktörü tarif ve Osmanlıların Siyonizme karşı olan tutumu ile aralarındaki bağı tesis edebilmek için hem kapitülasyonların hem de "Millet" sisteminin ana prensiplerinin anlaşılmasında faydalı olacağı kanaatindeyim.

Avrupa devletlerinin Osmanlıları tesir sahalarına alabilmelerinin en "önemli yolu kapitülasyonlar idi. (10) Osmanlı Padişahlarının birbiri arkasına bu imtiyazları vermelerinin sebebi mutlaka devlet—i âliye'nin İktisadî anlayış ve yapısında aranmalıdır. Şöyle ki, onaltmcı yüzyılda Osmanlı Devleti'nin yerkürenin üç kıtasına yayılması ve Akdeniz'e hakim bir güç olarak "Cihan İmparatorluğu’nu" kurması İktisadî açıdan ele alınınca Osmanlıların Kuzey ile Güney, Doğu ile Batı arasındaki deniz ulaşunı ve ticaret yollarını ele geçirmesi demekti. Türklerin aslen cihangir bir ırk olduğunu, ticaret ile uğraşmayı küçüklük saydıklarını pek iyi bilen Kanunî SultanSüleyman kılıcının açtığı bölgelerin coğrafî konumundan yararlanarak bir takım ekonomik faydalar tahsil etmek istiyorsa imparatorluk dahilinde ve aynı zamanda da Osmanlı Ülkesi ile diğer devletler arasındaki ticarî imkânların işletilmesini sağlayacak bir tedbir düşünmeli idi. Ticarî faaliyetin artması memlekete İktisadî canlılık getirecek ve imparatorluk sağlam malî temeller üzerinde yükselecekti. Böylece cihan padişahı Avrupalı  tacirlere bir talanı ticarî imtiyazlar vermekten çekinmedi. Türkiye'yi İktisadî açıdan cazip bir ülke hâline getirip, Avrupa'nın zenginliğini Doğuya akıtmasını tasarlayan Kanunî'nin halefleri yabancılara Osmanlı İmparatorluğu dahilinde verilen hakların sadece ticarî olmayıp diğer alanlara da yansımasında hiç bir mahsur görmemişlerdi. Kapitülasyonlar gümrük resim ve vergilerinden muafiyetten tutunuz da ibadet, seyahat, yerleşim ve arazi satın alımı hürriyetine kadar her türlü imtiyazı yabancı devletlerin vatandaşlarına bahşediyordu

Ecnebiler, Osmanlı Ülkesi’nde işlediği suçlardan dolayı Türk Mahkemelerine çıkarılamazlardı, konsoloshanelerinde kendi adalet anlayışına göre dâvâlanna bakılırdı? Bu kadar geniş kapsamlı hakları Avrupa devletlerine dağıtıp, Osmanlı İmparatorluğu’nu boyunduruk altına soktular diye Kanunî ve diğer padişahları tenkit etmek doğru olmaz. Zira bütün bu hak ve selâhiyetler Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünün doruğunda olduğu bir devrede verilmişti. Milletinin lehine işlemediğini fark ettiği takdirde kapitülasyonların topunu birden tek taraflı fesh edecek kuvvet Kanunî'nin elinde mevcuttu. Yükselme devirlerinde Türk Hükümdarları dünya siyasî sisteminden uzak durmuşlar, Batı ve diğer ülkelerle olan münasebetlerini kendi şartlarını dikte ettirerek geliştirmişlerdi. Ne var ki, ondokuzuncu yüzyılda durum Osmanlılar için hiç de iç açıcı değildi. Gücünü yitiren Osmanlı Devleti, 1856 yılında Paris antlaşması ile Avrupa politik sistemine dahil edilmiş ve bu çerçeve içerisinde düvel—i muazzama imparatorluğun istiklâl ve tamamiyetini muhafaza etmeyi garantilemişti. Bunun tabiî bir sonucu olarak, kapitülasyonlar kanun hükmünü kazanmış ve uluslararası sistemde Osmanlı Devleti'nin yerine getirmekle mükellef olduğu bir dizi angarya, Avrupa'nın, Türkiye'nin iç işlerine rahatça karışabilmesi için hukukî bir vesile olup çıkmıştı. Binaenaleyh, Kapitülasyonların Garb'm elinde Osmanlı Devleti'ni kendi menfaatleri doğrultusunda çekip çevirmeleri için bir nüfuz kaynağı ve siyasî bir tahakküm aracı olduğunu belirtmek hiç de mübalâğa olmaz sanırız, işte, Batı Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki bu gücü her vesile ile seferber ederek, kâh millî çıkarlarını gütmek, kâh azınlıklar lehinde ıslahatlar çıkarılması için Bâb—ı Âli'ye tazyik edecekti.

Osmanlıların açısından Kapitülasyonların en kötü bir biçimde sûistimâli "himaye” (proteje) sisteminin ortaya çıkışı olmuştu. HimayelSstemi prensip olarak, OsmanlI tebaasından olan bir kimsenin ecnebi milliyeti ve himayesi elde ederek, kendisini himayesi altına almış devletin değil de tebaası olmaktan istifa ettiği Osmanlı Ülkesi’nde yeni milliyeti ile yaşaması demekti. İlk başlarda, bu hak sadece mukaddes topraklarda yaşayan bir avuç rahip ve misyonerlere verilmişti. Osmanlı Ülkesinde yaşayan diğer gayr—i müslim ahalinin hak ve vazifeleri ise "Millet" sisteminin kapsamı içerisinde belirlenmişti. Bu sistemin ana prensibi Türk—Islâm medeniyetinin milletlerarası münasebetler anlayışından kaynaklanır. (11) Bu inanca göre, dünya birbirlerine düşman iki kampa bölünmüştür. Bir yandan "dar—ül—İslâm" adı verilen Müslüman ülkeleri, öte yanda ise kafirlerden müteşekkil "dar—ül harb" Böyle bir dünyada Müslümanlara düşen görev Allah âdma dar—ül harb'ı fesh etmek, Islâmiyete açmaktır. İslâm'm kılıcının altına düşen memleketlerde yaşayan Hıristiyan ve Musevi gibi tek bir Tanrıya tapman semavî dinlerin taraftarlarına dokunulmaz. Ehl—i kitab adı verilen bu insanlar dilediğince ibadet edebilir, iş ve ticaret yapıp kazançlarını hiç bir engele maruz kalmadan temin edebilirler. Hükümet tarafından miktarı tayin edilen bir vergiyi (cizye) öderler; askerlik yükümlülüklerinden muaf tutulurlar. Şeriat hükümleri sadece İslâmiyet'e inananlar için geçerli olduğuna göre, gayr—i müslimler Osmanlı Hükûmeti'nin denetimi altında kendi kendilerini yönetmekle mükelleftirler. Böylece, Osmanlı toplumu dinî inançlarına göre cemiyetlere ayrılmış bir milletler manzumesidir. Osmanlılarm "Millet" adını verdikleri bu gayr—i müslim cemiyetlerin kendi dinî, İlmî ve adlî müesseseierini tesis ve muhafaza etme yetkisine haiz sınırlı bir muhtariyetleri vardır.

"Millet" sistemi Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri hem hünkârı hem de tebaasını memnun eden bir düzen olmuşsa da, ne yazık ki ondokuzuncu yüzyılda birçok Osmanlı müessesesi gibi tefessüh etmişti. Ganimet gibi fetihten elde edilen gelir kaynaklarının kuruması, imparatorluğun devamı için pek çok İçtimaî hizmeti yerine getirmek zorunda olan Osmanlı Hükümeti. ni oldukça güç durumda bırakmıştı. Bu şartlar dahilinde Bâb—ı Âli, çareyi reâyânın vergi yükünü arttırmakta bulmuştu. Bu gayr—ı müslim grupların kazançlarının, azalması, kâr hadlerinin düşürülmesi demekti. Bilindiği gibi kapitülasyonlardan yararlanan ecnebiler Osmanlı vergi sisteminden muaf tutulmuşlardır. Bunu çok iyi bilen gayr—ı müslim azınlık grupları için proteje (himaye) sistem vergi kaçakçılığının en sağlam yolu olmuştu. Her hangi bir Batı Devleti'nin milliyetini kabul eden azınlıklar için vergi keyfiyeti söz konusu değildi. Azınlıkların himaye sistemine iltifat etmelerinin diğer bir sebebi de siyasî idi. Yıkılmaya yüz tutmuş sandıklan imparatorluğun içinde yaşamak azınlıklar için parlak bir gelecek vaad etmiyordu. Batan gemiyi terk eden fareler misali kendilerin bu girdaptan kurtarmak istiyorlardı. Avrupa'nın milliyetçilik fikirleri de padişahın gayr-ı müslim tebaasının bölücülük temâyülünü körüklemiş, o düşünceyi ideolojik bir takım kavramlarla pekiştirmişti. Onlar için, dindaş oldukları yabancı devletin himayesi altına girmek istiklâl yolunda atılmış ilk adımdı. Güçlü hamileri bir gün gelir Osmanlı İmparatorluğu'na tazyik yapar ve padişahtan o milletin lehine hükümranlığını koparırdı. Böylece Eflâk ve Boğdan Avusturya—Macaristan İmparatorluğu’nun kanatları altına sığınmış. Rusya îslavlann hamisi kesilmiş, Fransızlar Katoliklerin, İngilizler ise Protestanların şampiyonluğunu yapmaya kalkışmışlardı. Bu alışverişten kârlı çıkan sadece Osmanlı Ülkesi’nde yaşayan gayr—ı müslim millet, grup ve azınlıklar değildi. Düvel—i mııazzama Osmanlı tebaasını himayesine almakta iki büyük menfaati olmuştu. İlk olarak, Batı’nın Doğu'daki nüfusu artmıştı. Kendi milliyetinden ne kadar çok kişi Osmanlı İmparatorluğu bünyesine yerleştirilirse kapitülasyonlardan faydalanması da o oranda artacaktı. İkinci olarak, himayeleri altma alınmış grupların Osmanlı İmparatorluğu içindeki konumu düvel—i muazzama için Bâb—ı Âli'nin dahilî siyasetine karışmak için bir vesile teşkil ediyordu. Batı, dindaşlarının can ve mal güvenliğini bahane ederek, defalarca müdahale edecek ve Osmanlı siyasetine kendi menfaatleri doğrultusunda yön verecektir. Nitekim, İngiltere'nin Ermeni haklarının bir numaralı savunucusu kesilmesi, Abdülhamid'in de haklı olarak tesbit ettiği gibi Rusların Akdeniz'e inmesine mâni olmak maksadına hizmet için müstakbel bir Ermeni devletinden bir tampon bölge kurma tahayyülünün tabiî bir gereği değil miydi?

Yukarıda açıklamış olduğumuz hususlar göz önünde tutulursa, Abdülhamid Han'm Filistin'de müstâkil bir devlet olarak teşkil edilmesine hasmane bir tavır almasının sebepleri açıkça belirlenmiş olur. Herzl, Yıldız Sarayı'nda kabul edildiği vakit kendisine Yahudi muhacirlerinin Osmanlı tebaasına geçmelerinin ve "Millet" sistemi içerisinde yer almalarının şart olduğu anlatılmıştır. Devlet—i Âliye'nin kuruluş döneminden beri zaten Yahudiler Osmanlı toplumu içerisinde başlarında payitahtta oturan hamhambaşları olduğu halde bir millet teşkil ediyorlardı. (12) Türkler, Yahudilere daima insaflı davranmışlar, hattâ İkinci Bayezid— i Veli'nin emri ile Murat Reis Engizisyon'un pençesinden kaçan Musevileri Osmanlı İmparatoriuğu'na taşımıştı. İspanya, Polonya, Avusturya ve Rusya'daki mezalimden kaçıp, Türkiye'ye sığınan Yahudilerin Osmanlı ülkesindeki durumları gittikçe lehte gelişmeye tabi, tutulmuş, gittikçe ticaret ve zenaatkârlıkla uğraşarak zenginleşmişlerdi. Tanzimat ve ıslahat fermanları ile öbür gayr—i müslim milletlerle birlikte kanun önünde Müslüman çoğunlukla aynı haklan kazanan Yahudilere bir defa daha can ve mal güvenliklerinin, ibadet ve çalışma hürriyetlerinin kısıtlanmayacağı Hünkâr'ın adalet ve hoşgörüsünün tescili olarak vurgulanmıştı. Abdülhamid gayr-ı müslim tebasına has müesseselere de bir çeki düzen verilmesinin Tanzimatın gereği olduğuna inanıyordu. Buna nazaran, millet sistemi de düzenlemelerden nasibini almış, Tanzimat'ın diğer müesseseleri gibi çağdaşlaştırılmış ve lâikleştirilmişti. Şöyle ki, bundan evvel Yahudi milletinin idaresi ruhban sınıfının elinde bir imtiyaz iken şimdi ruhban sınıf halkın denetimine bırakılmıştı. Halkın yönetime iştiraki teşvik edilmiş ve seksen kişilik bir meclis kurulması öngörülmüştü. Bu meclis içinden bir komisyon vücuda getirecekti. Hahambaşının mevkii muhafaza edilmişse de artık bu makam yukarıda sözünü ettiğimiz komisyonun karar ve nasihatlarını dikkate alarak milletini yönetecekti. Osmanlılar millet sisteminin laikleştirilip demokratlaştırılması ile gayr—ı müslim azınlıkların bağımsızlık temayüllerini törpüleyeceklerini, bölücülük cereyanlarına sed çekeceklerini sanıyorlardı. Tanzimat erkanının bu düşüncesi Yahudiler için geçerli olmuştu. Museviler, Halife'den ve idaresinden memnundular.

Herzlin bu husustaki taahhüdüne rağmen, Filistin'e akın eden Siyonist kolonizatörler Osmanlı tebasına girmeyi reddederek, ecnebi himayesi aradılar ve tabiî ki buldular. Siyonist muhacirlerini kanatlan altında siper eden ilk kuvvet İngiltere idi. Londra Hükûmeti'nin Yahudileri himayesine almaya başlaması esas olarak Abdülhamid öncesi devirlere rastlar. Şöyle ki, Lord Shaftesbury'nın gayreti ve İngiltere'deki Yahudi lobisinin tazyiki ile Başbakan Palmerston daha 1847 yılında İstanbul Büyükelçisine telgraf çekerek "Ne zaman Avusturya, Rus, Fransız veya herhangi bir milliyetten Yahudi adaletsizlikten ve zulümden şikâyetçi olduğu ve bu durum karşısında tebası olduğu devletin temsilcileri sessiz kaldığı takdirde o mahalde bulunan Ingiliz konsolosu Yahudiler lehine müdahale etmeye yetkilidir" demişti. (13) Ingilizlerin Yahudi muhacirlerine göstermiş olduğu bu yakınlık diğer devletlerin şüphesini çekmiş, Londra Hükûmeti’nin Yahudileri kullanarak Filistin'deki nüfuzlarını arttırma çabasına giriştikleri intibaını bırakmıştı. Böylece, diğer devletler Ingilizlerin bu teşebbüsünü boşa çıkarabilmek ve artan nüfuzlarım dengeleyebilmek için derhal harekete geçerek, Filistin topraklarına ayağını basan Siyonistleri himaye evrakları ile donatmaya başlamışlardı. Osmanlıların açısından ise bu husus son derece endişe verici idi. Zira, "Yahudi kolonizasyonunun aslında Türkiye'de Avrupa nüfuzunun yayılması için bir başka usûl" olduğu düşünülüyordu. (14) Acaba Siyonistler Batı emperyalizminin Orta Doğudaki karakolları olmasınlardı? Washington elçimiz Ali Ferruh Bey 29 Nisan 1898 tarihli raporunda Hariciye Nâzırı Tevfik Paşa'ya Siyonistlerin emellerinin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söylemekle beraber bu gelişmelerin Türkiye için tehlikeli olduğuna da dikkati çekmişti. Almanya İmparatoru Wilhelm'in Kudüs gezisi sırasında gayet açık bir şekilde de görüldüğü gibi makamat—ı mukaddese'de her devlet kendi dinî ve siyasî nüfuz alanını genişletmek için uğraşmaktadır. Yahudilerin de Filistin'e yerleştirilmeleri Museviliğin dinî, onların arkasında olan devletlerin de siyasî itibarını yükselteceğine nazaran Siyonizm Osmanlı İmparatorluğu'nu tehdid eden ciddî meseledir demişti. (İS)

Türkleri endişelendiren yegâne husus Avrupa devletlerinin Yahudileri kullanarak Osmanlı politikasına burunlarını sokmaları değildi. İstanbul Hükümeti, aynı zamanda yeni bir millî cereyanm ortaya çıkmasını istemi

yordu. Sırp, Girit ve Ermeni isyanlarının zorlukla bastırılabildiği bu dönemde Osmanlıların yeni bir bölücülük hareketi ile mücadele etmeye ne gönlü ne de takati vardı. Basel kongrelerinde Siyonistler "umumi hukuk" kapsamı altında bir "Yahudi Yurdu" tesis edilmesinin hedefleri olduğunu açıklamışlarsa da Abdülhamid bu ifşaatlara kanacak kadar saf bir devlet adamı değildi. Dr. Herzl'in Yahudi Devleti adlı kitabını Türkçeye çevirten Hünkâr, Siyonistlerin samimi fikirlerinin ne olduğunu çoktan öğrenmiş oluyordu. Nitekim, Siyonist kongrelerini büyük bir ilgi ve dikkatle izleyen Tevfik Paşa, Herzl'in esas amacının bağımsız bir Yahudi devleti kurmak olduğunu, bunun içinde Filistin'le yetinmeyeceğini, komşu memleketlere de el atacağını yazıyordu. (16) Filistin kadar küçük bir mıntıkanın milyonlarca Yahudiyi banndıramayacağmı düşünen Osmanlılar, Siyonistlerin diğer bölgelere yayılmak için Arz—ı Mevud'u bir üs olarak kullanacaklarından emindiler. Türkler, bu endişelerinde ne kadar haklı olduklarını Dr. Herzl'in İngiliz Müstemleke Nâzırı Chamberlain'le müzakerelerin kamuoyuna yansımasıyla gördüler. Mısır'ı cebren ellerinde tutan İngiliz Hükümeti,Yahudilere yerleşmek üzere Sina yarımadasını vaad ediyordu. Unutmamalıdır ki, Herzl bir süre önce aynı Nâzırdan Kıbrıs'ta kolonizasyon müsaadesi almıştı. Herzl'in Kıbrıs ve Sina için İngilizlerle, Filistin için de Osmanlılarla müzakere masasına oturması Siyonistlerin bir Yahudi imparatorluğu kurma isteklerinin bir tecellisi olarak yorumlanıyordu. Siyonistlerin Filistin'de "Yurt" değil devlet peşinde olduklarını gayet iyi anlayan Abdülhamid Han "umumî hukuk" tâbiri ile neyi kastettiklerini de biliyordu. Zira, Londra Büyükelçimiz 8 Haziran 1898'de Bâb—ı Ali'ye yolladığı bir raporunda "Onlar (Siyonistler) için umumî hukuk bir otonom devletin kurulmasıdır. Filistin'de Siyonizmi yeşerten Yahudi kolonileri (kapsamı içine alındıkları Osmanlı) iç hukukunu kolonizasyon denemesinin bir gereği olduğunu düşünüyorlar ise de bu onlan tatmin etmiyor, (Milletlerarası hukuk çerçevesi içinde) hakiki bir vatan kurmayı düşünüyorlardı" yazmıştı. (17) Elindeki raporlara dayanarak Abdülhamid Han, Siyonistlerin esas maksadının Avrupa'daki zulümden kaçan Yahudileri Filistin'e yerleştirip onların tarımla uğraşmalarım sağlamak değil de müstakil bir devlet hattâ devlet—i âliye'nin Asya vilâyetlerini de içine alan bir imparatorluk kurmak olduğundan hiç şüphesi kalmamıştı. Sultan Hamid bu hususta:

"Siyonistlerin şefi olan Herzl fikirleriyle beni ikna edemez. Siyonistler Filistin'de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu ediyorlar. Bu haris tasavvurlarının manâsını gayet iyi anlıyorum. Lâkin Siyonistler bu teşebbüslerini kabul edeceğini zannetmekle saflık ediyorlar. İmparatorluğumuz dahilinde, halkımızın fertleri olarak ve Bâb—ı Ali'nin dirayetli hizmetkârları olarak Yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam, Filistin’e dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düşmanım." demişti. (18)

Sultan Hamid 21 Zilkâde 1300 (28 Haziran 1890) tarihli iradesi ile de Siyonistlerin Filistin'e "iskânları begayet—i muzır ve ileride bir Musevi hükümetini meselesine müntec olabileceği cihetle bunların ademi kabulleri lâzım gelir" demiş ve bilhassa "ortada bir Ermeni fesadı varken hiç caiz değildir." diye de ilâve etmişti. (19)

Osmanlı Hükümeti'ni korkutan husus sadece Filistin'i Sîyonistlere kaptırmak değildi. Dr. Herzl ve taraftarlarının Arz—ı Mevud'da bir Yahudi devleti kurması Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşayan Araplara da kendi kaderlerini yönetme ilhamını verebilirdi. Yahudi komşuları gibi bir bayrak altında toplanma sevdasına, ayrı bir hükümet tesis etme ihtirasına kapılıp da isyan ederlerse Osmanlı Devleti'nin hali nice olurdu .. Aslında Sultan Hamid'in padişah olduğu yıllarda Arap tebaasının şikayet etmeye, ayaklanmaya hakları yok da değildi. 1877—8 Osmanlı — Rus Harbi'nin patlak vermesi ile devlet—i âliye'nin Müslüman Arap kullan Rumeli ellerine, Kafkasya'ya yollanmış, Rus alanlarına göğsünü siper etmiş, Plevne'de şehit olmuşlardı. Bu fedakârlıklarına karşılık geride kalanlar ve gaziler Türk efendilerinin mahallî yönetiminden istediklerini elde edemiyorlardı. Osmanlı vali ve kaymakamları Arap vilâyetlerindeki düzen bozukluklarını, sûistimalleri önlemekten acizdiler. Kan dâvâları ve aşiret kavgalarının hüküm sürdüğü bu yörede huzur ve güven içinde yaşamak imkânsız hâle gelmişti. Tabiat dahi Müslüman Arapların aleyhine idi sanki; yağış azlığı yüzünden kuraklık baş göstermiş, ekinler mahvolmuştu. Ahalinin içinde bulunduğu şartlardan hoşnutsuzluğu gitgide artmış ve feverân etme noktasına erişmişti. İngiltere'nin Şam konsolosunun bizzat müşahade ettiği gibi 1880'lerde "Müslüman ahali Türk olan herşeyden nefret ediyordu." (20) Kudüs'deki İngiliz konsolosu da meslektaşının teşhisine katılıyor ve 1879 yılında Londra'ya yolladığı bir raporda "bu talihsiz ortamda en çok muzdarip olanlar fıiç şüphesiz ki memleketin belkemiğini teşkil eden Müslümanlardı. Bir sıkıntı zamanında başka cemiyetler kudretli müdafilerinin himaye ve şefkâtine sığınırken Müslümanların elinden tutacak hiç bir mercii yoktu" diyordu. (21) Bu durumda Müslümanların birleşerek Türk efendilerine karşı ayaklanmaktan başka çareleri yoktu.

Tarihçilerin "Arab uyanışı" adını verdikleri hadise bir yandan Arap düşünürlerinin edebî yazıları,diğer yandan ise Beyrut Gizli Arap Cemiyeti'nin Türkler aleyhine başlattığı propaganda kampanyaları ile başladı. (22) Arap milliyetçilik hareketinin ondokuzuncu yüzyıldaki ilk tezahürü olarak nitelendirilen Arap Cemiyeti'nin temelleri Abdülhamid'in tahta çıkmasından bir yıl önce Beyrut'ta atıldı. Kurucularının Suriye Protestan Kolejinin mezunlan olduğu bu derneğin amacı Arap ülkelerindeki Türk hakimiyetine son verip, yerine müstakil bir Arap devleti tesis etmekti. Azalarının gizli gizli buluşup fikir mübadelesi ile yetindiği bu cemiyet, kuruluşundan bir müddet sonra faaliyetlerini arttırmak istemiş ve sokaklara siyasî pankart ve afişleri asmaya başlamıştı. Türk idaresine karşı son derece ağır bir dille çatan bu yazılardan birinde "Türkler size zulüm ediyorlar, kanımızı emiyorlar, malınızı mülkünüzü talanlarım zı ve çocuklannızı iğfal ediyorlar. Size vaad etmiş olduk lan ıslahattan tatbik edecekleri yerde sizden daha ağu vergiler talep ediyorlar. Ödemeniz gereken malî külfetin vatanın savunmasında kullanılacağını söyleyip sizi kandırıyorlar. Aslında Türkler, o paralan her türlü ahlâksızlık ve israf etmek için topluyorlar. Sizi, memleket elden gidiyor diye cepheye sürüyorlar, sonra da kanlarınızı dökerek savunduğunuz topraklan böyle icap etti diyerek Bulgar, Karadağ, Rum, Rus ve Sırplara peşkeş çekiyorlar" deniliyordu. Osmanlı yönetimine karşı kin ve düşmanlıklarını kusan bu satırlardan sonra Arapların bütün bu şartlara rağmen uyuşuk durmamaları icap ettiği anlatılıyor ve Türk efendilerine baş kaldırmaları için kışkırtılıyorlardı. Arapların bu dâvâlarında bir birlik olmaları lâzım geldiği, Hıristiyanların da Müslüman Arapların safında Türk idaresine karşı isyan bayrağını açmaları vurgulanıyordu. "Araplar, kalben birleşiniz; çünkü mütecavizlerinizden hürriyetinizi koparma dâvâsmda menfaatleriniz birdir." (23) Beyrut Gizli Cemiyeti'nin dağıttığı bu afiş ve broşürler tarihte ilk defa olarak laik ve millî bir Arap devleti kurulmasını, savunduğu için son derece önemlidir. Beyrut Cemiyeti'nin ihtilâlci üyeleri müstâkbel Arap devletine vatan olarak ilk adımda Suriye, Filistin ve Lübnan'ı içine «lan bölgeyi düşünmüşlerse de, imzalarım taşıyan broşürlerin Arabistan'dan Fas’a, Yemen'den Mısır'a kadar her Arap ülkesinde görünmesi adı geçen cemiyetin laik bir rejim altında bütün Arapları birleştirme hülyası içinde olduğu intihamı bırakıyordu.

Edebî alanda da Türklere karşı şiddetli bir savaş veriliyor, Arapların istiklâllerine sahip çıkmaları teşvik ediliyordu. Milliyetçilik fikri Araplar arasında en ateşi temsilcisini Abdul Rahman Kavakebi'nin şahsında bulmuş tu.''tstibdâd'ın Hususiyetleri’adlı kitabında İsâmiyetîn ondokuzüncu yüzyılın son çeyreğinde gerilmesinin sebeplerini Sultan Hamid'in idaresine bağlar. Osmanlı padişahının istibdâdı Müslüman dünyasında ilim, sanat ve teknoloji alanında her türlü ilerlemeyi burdurmuş, beyinleri hapsetmiş, yapıcı hisleri köreltuiştir . Araplar arasında tesânüd sağlamanın imkânsız olduğuna değinen yazar, bu hususta Abdülhamid'in ’Böl ve Yönet" politikasının çok etkili olduğunu, irapları birbirine düşman ettiğini belirtmiştir." Padişah imparatorluğunun devamı için Arap tebaasını harcamaktan çekinmemiştir" diyen Kavakebi, Abdülhamid'in halifeliği temsil etmeye hakkı bulunmadığımı, İslâm'ın bu yüce makamının ona lâyık olmadığım iddia eder\İslâm'ın İstikbâli adlı ikinci bir kitabında da Sultan Hamid'in halifelik salâhiyetlerinin feshedilmesihalifeliğin Mekke'de tesisini ve bu mevkiye Kureyşli bir zatın getirilmesini savunur. Kavakebi için, Müslümanhk'ta Arap ile diğer inananlar arasında seviye ve asalet farkı vardır. Hazreti Peygamber'in (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) aslen Arap oluşu ve Kur'an-ı Kerim'in Arapça nazil olması Araplar için büyük bir gurur vesilesi olduğu kadar onları diğer Müslüman topluluklardan üstün kılan bir özelliktir. Aslında Müslümanlık Allah huzurunda eşit kardeşlerden müteşekkil bir ümmettir, bu milletlerarası cemiyet içinde bir grubu diğerine nazaran üstün yapan kıstas "takva" dır ama Kavakebi gene de yukarıda belirttiğimiz özelliklere dayanarak Arapların Türkler'den daha asil bir millet ve halifeliğin de onları devredilmek tasarrufu olduğunu şiddetle iddia eder İslâmiyet'e olan bütün ilgisine rağmen, Kavakebi "laik" Arap milliyetçiliği okulundandır. Ona göre halife bütün Müslümanları manen birleştiren dinî bir otoritedir. Fakat politika, dinî hükümlerden arındırılmalı ve ruhban sınıfının imtiyazı olmaktan çıkmalıdır. (24) Kavakebi'nin fikirleri Necip Azuri adh bir başka Arap tarafından benimsenecek ve yazarın Paris'te Fransızca olarak yayınladığı "Arap Milleti'nin Yeniden Doğuşu" adlı eserinde de önemli ölçüde berraklığa kavuşacaktır. Öğrenimini Paris'te tamamlayan Azuri, Osmanlı bürokrasisine girerek Filistin mahalli yönetiminde görev alır. Fakat kısa bir süre geçtikten sonra Arapları ihtilâle kışkırttığı gerekçesi ile tutuklama kararı alınmış, fakat atik davrann Azuri,Paris'e kaçmayı başarmıştı. Paris'te Osmanlılar aleyhine kampanyasını sürdürmüş ve 1904 yılında "Yurtsever Arap Cephesi" adh bir dernek kurmuştu. Fikirlerini ise Arap İstiklâli adh gene kendi kurduğu bir dergide açıklıyan Azuri, hududlannın Fırat vadisi, Süveyş Kanalı, Akdeniz ve Hind Okyanusu olduğu geniş bir Arap İmparatorluğu tasavvur ediyordu. Bu imparatorluğun başına ise Mısır Hidiv'i geçmeli idi. (25)

Osmanlılar ise Arap vilâyetlerinde idarelerine karşı beliren hoşnutsuzluk emarelerini fark etmiyecek kadar kör, isyan kıvılcımlarından endişe duymayacak kadar vurdum duymaz değillerdi. Nitekim, Sadrazam'ın 1879 yılındaki bir mülâkatta İngiliz büyük elçisi Henry Layard'a dediği gibi "Sultan Hamid bu durumdan fevkâlade haberdardır ve bu hususa bir an önce son verebilmek için derhal müessir tedbirlerin alınması gereğini duymaktadır" (26) Arap kullarının da İmparatorluğun bütünlüğünü tehdit eden "Milliyetçilik—Bölücülük" cereyanlarına kapılacağım düşünen İkinci Abdülhamid, bu vilâyetlerin İstanbul'daki merkezî otoriteye daha sıkı sıkıya bağlanabilmesi için faaliyete girişti. Valilerin tayini ve vilâyet memurlarının teftişi gibi hususları bundan önceki bölümlerde anlatmış ve sarayın nüfuzunun eyaletlerin en ücra köşelerine kadar yayıldığını belirtmiştik. Burada ilâve edeceğimiz husus, çağın teknik gelişmelerinin Abdülhamid idaresinin kuvvetlenmesindeki rolüdür. Kırım Harbi ile Osmanlı Ülkesi’nde ilk defa olarak kurulan telgraf sistemi Padişahın emirlerini valilere, vilâyetlerde olup bitenleri de Bâb-ı Âli ve Mabeyn'e süratle ulaştırması sayesinde merkezin imparatorluk üzerinde tam bir kontrol tesis etmesi sağlanmıştı. Demiryollarının döşenmesi ile de her hangi bir vilâyette patlak verecek bir vakanın bastırılabilmesi için asker ve mühimmat şevki derhal yapılabiliyordu. Osmanlı Hükümeti Arap vilâyetlerini elinde tutabilmek için sadece bir takım teknolojik gelişmelere bel bağlayacak değildi. Sultan Hamid, Ârap tebaasının hoşnutsuzluğunu gidermek onların yüzünü güldürebilmek için bir seri ıslahat ve inkılâblan da gerçekleştirmekten geri kalmamıştı. Mahallî vergilerdi toplanması bir düzene bağlanmış; "iltizam" usûlünün ön gördüğü biçimde valilerin imtiyazına terk edilmemiş, Maliye Nezareti tarafından vilâyetlerde görevlendirilen memurlara yüklenmişti. Vilâyetlere gönderilen memurlar büyük bir titizlikle se

çilmiş, görev, dirayetli ve namuslu olanlara verilmişti. Jandarma ve milis kuvvetleri devamlı takviye edilmiş, vilâyetlerde hüküm süren anarşinin önü ahnmış, yerli halkın mal ve can güvenliği sağlanmıştı. Böylece 1889 yılında İngiltere'nin İstanbul nezdindeki büyük elçisi Rosebery Kontu "Bir zamanlar bu vilâyetlerde hüküm süren hoşnutsuzluk ve sabırsızlık memleketin İktisadî kaynaklarını geliştirmek ve halkın durumunu düzeltmek gibi bir kaç basit tedbirle tamamen ortadan kaldırıldı" demişti. (27) Abdülhamid Han'ın ıslahatları fayda vermiş ve Arap tebaasının şikayetçi olabileceği her türlü düzensizlik ve adaletsizlikler yok edilmişti ama padişah bu vilâyetlerde boy gösterecek bir isyan hareketine mani olmak amacı ile bir dizi sert tedbirleri de almaktan çekinmemişti. İlk olarak, Saray'ın "zararlı" addettiği İstanbul Hükümeti'ni tenkid eden fikirlerin halk arasında yayılmasını önlemek amacı ile koyu bir sansür uygulanmaya, Arap dünyasmda çıkan bütün gazete ve dergileri denetimden geçirmeye başlamıştı. İkinci olarak, Abdülhamid'in kafiyeleri kendilerine derviş ve molla süsü vererek yerli ahali arasına karışmışlar, nifâk tohumlarının kaynaklarını araştırmışlar, teşhislerini ise muntazaman saraya jurnal etmişlerdi. Bu jurnallar, Yıldız'da değerlendirilmiş ve Sultan'ın iradesi ile gerekli tedbirler ahnmıştıZ Sultan Hamid'in idam cezasına karşı olduğu amcası Abdülaziz'in katlinde parmağı olduğu bilinen Mithat Paşa'mn canını bağışlaması ile bellidir.  Bu nazarla Padişah, Arap vilâyetlerinde idaresine karşı tertip hazırlıyanlara ihsanlar dağıtarak barışçı yollardan yola getirmek ister; nush ile uslanmayanları ise sürgüne göndermekten başka çare bulamazdı. Abdülhamid Osmanlı Devleti’nden kopma fikrini benimseyen bazı şüpheli Arap emirlerim de İstanbul'a getirtmiş ve onları devamh göz hapsinde tutmuştu. Padişahın bu tip misafirlerinden biri 1915 yılında İngizlerle birleşerek Osmanlılara karşı savaşan Mekke Şerifi Hüseyin idi. Abdülhamid'in hal'inden sonra Jön— Türkler kendisini serbest bırakınca Şerif Hüseyin Arabistan'a dönüp isyanı başlatmaya imkân bulabilmişti.

Arapları Osmanlı Devleti'ne sadakatle bağlayabilmek için Abdülhamid yukarıda saydığımız bir takım tedbirlere başvurmuştu. Sultan Hamid, bütün bu çabalarının yanı sıra Türkler ile Araplar arasındaki manevî irtibata da önem vermiş, aynı tarih, din ve manevî değerlerle yoğrulan bu iki Müslüman devletinin de bu ülküyü paylaşmasının gerektiğine işaret etmişti. Abdülhamid'in sözünü ettiği bu ülkü, İslâmiyet'i yaşatma ve ileri götürmek düşüncesi idi. Avrupalı  ilim adamlarının "Panislâmizm" adım verdikleri bu felsefe ile Abdülhamid Müslüman uluslara önemli bir çağrıda bulunur. (28) Abdülhamid'e göre Araplarla Türkleri birbirlerine düşürmek isteyen Avrupalı lardır. Arapların gönlüne isyan tohumlarım da serpiştirenler onlardır. Batı, daha rahat sömürebilsin diye İslâm ülkelerinde sun'i kargaşalıklar çıkarmakta, emperyalizminin kurbanı Müslümanları güç birliği yapmasını istememektedir. Arapların "istiklâl" Hareketleri esas amaçtan bir sapmadır. Hakiki Müslümanlar dünyadaki yegâne bağımsız İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorluğu 'nun ayyıldızh bayrağı altında birleşmeli, Batı'mn tahakküm ve sömürüsünden kurtulabilmek için Türklerle sırt sırta savaşmalıdırlar. Ancak bu suretle Islâm'ı diriltebilir ve ikinci bir "Devr—i Saadeti" yaratabilirler. Böylece, Sultan Hamid Osmanlı Padişahlarının arasında "Halifelik" payesine en ziyade önemi veren, temsil eden ve yaşatan bir hükümdardır. Özel hayatında da son derece dindar olan ikinci Abdülhamid maiyetini sofu ve din adamlarından seçmiştir. Payitahtda bir dinî ilimler merkezi kurulmuş İslâmî bir eğitimle teçhiz edilmiş genç müridler yerli halkı irşad edebilmek hak yolundan sapmalarına mani olabilmek için imparatorluk dahilinde sefere çıkmışlardı. Medrese ve tekkelerin de ihtiyacı için her türlü ihsandan kaçmayan ikinci Abdulhamid, başta Mekke, Medine ve Kudüs gibi dinimizin kutsal üç şehrinde olmak üzere camilerimizi de ihyâ etmişti. Kabe—i Muazzama'nın yağmur olukları saf altından olup, Sultan Hamid'in zamanında yapılmıştır. Abdülhamid'in İslâm siyasetine yön veren iki kişiden biri Saray'da yaşayan ünlü mutasavvıf Abül Hûda ile Mabeyn ikinci kâtibi İzzet Paşa idi. Siyonizme karşı olan düşmanlığı yüzünden Herzl'in "Sahtekâr bir canavar" dediği izzet Paşa’nın Şam ile Mekke'yi birleştirecek Hicaz demiryolu projesi tasarladığı bilinir. înşaası için gerekli maddî imkânların sırf dünya Müslümanlarının gönüllü tasarrufları ile sağlandığı bu demiryolu Hac seyahatini kolaylaştırmış ve Padişah'a tebaasından şükran , Allahından sevap kazandırmıştı. Kısa bir şekilde özetlemek gerekirse, Sultan Hamid'in Islâm siyaseti, Osmanlı idaresine halkın sadakatini yeniden tesisini sağlamak sureti ile Padişah'a karşı ayaklanmalara son vermiş, böylece İçtimaî tesanüdü gerçekleştirmişti.

Abdülhamid'in Arap vilâyetlerinde tatbik ettiği ıslahatlar ve İslâm siyaseti meyvesini vermiş Arap milliyetçiliği daha ana karnında iken boğulmuş tu .Eğer en ufacık bir Arap direnişi mevcut ise, bu can çekişen yavru bir yandan Hıristiyan Arapların bir yandan da Jön Türklerin ortak çabaları sonucunda yaşayabiliyordu. Hatırlanacağı üzere, gerek Beyrut Gizli Cemiyeti'nin üyeleri gerekse Necip Azuri, İsa'nın dininden idiler. Müslüman Araplar, Osmanlı İmparatorluğu'nun şeriat hükümlerine bağlı teokratik bir İslâm devleti olması veçhile kendilerini Devlet—i Ali'ye yakın hissedebilirler ve onu kendilerinin addedebilirlerdi. Fakat Hıristiyanlar için durum öyle niydi? Arap, Müslüman Türk devletinin içinde Müslüman ırkdaşlarına kıyasla daha aşağı bir seviyede bulunuyordu; Ehl—i kitab'dan olduğu için hoş görü ile karşılanıyorsa da gene Müslüman idarecilerin üstünlüğünü kabullenmek zorunda idi. Böylece kendilerini yabancı hissettikleri ve bir türlü ısınamadıkları bir imparatorluktaki en kısa zamanda ayrılıp kendi hükümetlerini tesis etmek isteyen Hıristiyan Araplar Beyrut’ta bir araya gelmiş ve Gizli Cemiyet'i kurmuşlardı. Bu Araplar, tahsillerini Amerikalıların Orta Şark'taki kültür faaliyetlerinden biri olan Suriye Protestan Koleji’nde ikmal ettikleri için fikrî gelişmeleri Doğu felsefesi değil de Batı'nın düşüncesi sistemi istikâmeti doğrultusunda olmuştu. Binaenaleyh milliyetçilik anlayışları Batı kültüründeki gibi, laik temellere dayanıyordu. Ne var ki amaçlarına ulaşabilmek, Türk hakimiyetine nihayet verip, laik bir Arap devleti kurabilmek için Müslüman ırkdaşlarınm desteğine ihtiyaç duymuşlardı. Çünkü Hıristiyan Araplar Müslüman çoğunluk içinde küçücük bir ada idi. Müslümanlarla eylem birliği yapmak isteyen Hıristiyan Araplar bir takım usullerle ırkdaşlarmı Mason localarına çekmeye çalıştılar. Dirayetleri altında olan bu localarda Müslümanların beynini yıkayacaklarım sanıyorlardı. Gayretleri sonuçsuz kalmış ve bir avuç zatın dışmda hiç bir Müslüman Arap ne Masanluğa ne de Gizli Cemiyet'e iltifat ve iştirak etmişti. O günleri gayet iyi hatırlayan Nimr Paşa, kendisinin de dahil olduğu Beyrut Cemiyeti’nin Suriye’de Türklere karşı Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında hiç bir şekilde anlaşmaya varılamayacağını ve ortak cephe kurulamayacağını anladığını itiraf ettiğini söyler ve "harika bir fırsatın kaçtığına" yakınır. (29)

Abdülhamid Han'ın saltanatı sırasında Arap milliyetçilik hareketini körükleyen, onu kendi maksatlarını hizmet için besleyen bir başka grupda Jön Türklerden başkası değildi. Yönetimi ele geçirmek isteyen genç Türkler Abdülhamid'i tahtından edebilmek ve boşalan yere kendileri konabilmek için imparatorluğun en yoğun nüfusuna sahip Arapları arkalarına almak, isyanlarına ortak etmek istiyorlardı. Ecnebi konsolosların raporlarına göre, Jön Türkler "Beyrut ve Kudüs başta olmak üzere belli başlı Arap yerleşim merkezlerinde sivil halk arasında başarılı adımlar atmış" Ve onları Abdülhamid'e karşı ayaklanmaya teşvik etmeye başlamışlardı. (30) Jön Türkler Sultan Hamid'in "Halifelikten atılmasının maiyeti ile beraber topyekûn imhasının münasip olduğunu" savunuyorlardı. (31) Suriye valisi iken Mithat Paşa bir Mason olarak localarla ve aynı zamanda Beyrut Gizli Cemiyetiyle teşrik—i mesai halinde idi. Hattâ: Mithat Paşa Beyrut Cemiyeti'nin başkanı olduğu sanılan Türk düşmanı Süleyman Efendi'nin evine sık sık gider ve hazrete "fikirlerini alenî olarak vaaz etmesini" tavsiye ve teşvik edermiş. (32) Oysa ki, yurtsever bir valinin imparatorluğu tehdid eden bir ihtilâlin tertip komitesi liderine karşı daha başka türlü davranması, Süleyman Efendi'yi tutuklaması gerekmez mi idi. Türkiye'nin düşmanlarının faaliyetlerine göz yumması, hattâ onlarla işbirliği yapması Mithat Paşa'mn bir vatan haini olduğunu açıkça belirtmiyor mu? Mithat Paşa'nın halefi Mesuhi Bey de Jön Türk takımındandı, fakat o Arap milliyetçiliği dâvâsının selefinden daha ateşli bir taraftan idij. Mesuhi Bey, Arap ihtilâlini başlatabilmek için İngilizlerle işbirliği yapmış ve Suriye yerli halkına dağıtabilmek için Kıbns'tan silâh ve cephane getirtmişti. (33) 1894 yılında Jön Türk liderlerinden Dağıstanlı Murad Bey (Mizancı Murad) İstanbul'dan Mısır'a kaçmış ve Kahire'de diğer Jön Türklerle birlikte Meşrutiyet'in yeniden ilân etmesi için Abdülhamid'e bir tertip hazırlamıştır) Mısır Hidiv'i İsmail Paşa'nın da tasvibi ile, Mizancı Murad Bey bir Arap halifeliği fikrinin yerli halk arasında benimsendiği ve bu hususta faaliyete geçildiği yolunda şayia çıkara-

çaktı. Bu teşebbüsün arkasında Jön Türklerin de olduğunu gören Sultan, Arap vilâyetlerini kaybetmemek için Mizana Murad'â bu sevdadan vazgeçmesi için yalvaracaktı. işte o zaman, Mizancı Murad Bey Abdülhamid'e bunun yegâne şartının Meşrutiyetin yeniden ilânı olduğunu söyleyecek ve Padişah'dan gerekli tavizi koparacaktı. Bu bilginin ışığı altında yukarıda bahsettiğimiz Kavakebi'nin Arap halifeliği fikrinin aslında yazarın şahsî düşüncesinin mahsulü değil de, Kahire'de iken temasa geçtiği Jön Türklerle ortaklaşa çevirdiği entrikanın bir bölümü olduğu açıkça ortaya çıkar. (34)

Saltanatı boyunca Abdulhamid Han hiç bir zaman ciddî bir Müslüman muhalefeti ile karşılaşmamış ve dindaşlarının hilafete karşı silâha davranması gibi bir endişesi mevzu—u bahis olmamıştı. 1789 Fransız ihtilâli ile Batı siyasî edebiyatına giren fnilliyetçilik kavramı Osmanlılar arasında henüz boy atmamış ,benimsenmemişti. Devlet—i AÎiye'nin resmi dini İslâm olduğu için, padişahın tebaasının siyasî hüviyetini de belirten unsur dindi. Daha önce açıkladığımız "Millet" Sistemine göre din, herhangi bir Osmanlı vatandaşının milliyetini tayin ederdi. Osmanlı imparatorluğu 'nun bir İslâm devleti olması onları gururlandıran ve bu suretle Türklerin idaresine rıza göstermelerini sağlayan en önemli âmildi. 1258 yılında Bağdat'nî Hülagü'nün Moğolları tarafından yerle bir edilmesi ile büyük bir çözülme tehlikesi baş gösteren İslâmiyet'i Türkler kalkındırmamışlar, Allah yolunda savaşan Gaziler olarak Avrupa'ya korku salmamışlar, bu yüce ülküyü Viyana kapılarına dek getirmemişler miydi? Araplar, Müslüman oldukları için İslâmiyet yolundaki sonsuz başarılarından dolayı Türklere müteşekkirdiler. Şunu da bu meyanda hatırlatmakta yarar vardır: Türkler, Arap ülkelerini Araplarla savaşarak ve onların yenilgisi sonucunda kazanmamışlardır. Yavuz Sultan Selim meşhur Doğu seferinde

gene Türk asıllı olan Memlüklülere kılıç çekmiş ve onların yenilgisi üzerine Suriye, Filistin ve Mısır'ı OsmanlI İmparatorluğu'na katmıştır. Bu fetihten sonra Türkler, Anadolu'nun aksine olarak, Arap ülkelerini hiç bir zaman "Türkleştirmeye" çalışmamışlar, onlarm Arap hususiyetlerini muhafaza etmelerine müsaade etmişlerdir. İmparatorluğu teşkil eden milletler içerisinde en fazla nüfus yoğunluğuna sahip olan Araplar, Türk İşgalinden büyük faydalar elde etmişlerdi. Gibb ve Bowen gibi meşhur iki müsteşrikin de belirttiği gibi "Osmanlı İmparatorluğu ile birleşmesi bütün Arap vilâyetleri içinde en çok Suriye (ve Filistin'e) yaramıştır. Bu suretle tesis edilen ticarî irtibatlar sayesinde Suriye'nin gittikçe gelişen bir İçtimaî ve İktisadî hayatı vardı" (35) Osmanlı İmparatorluğu içinde yöneten ile yönetileni tesbit eden kıstasın da din olduğu göz önünde tutulursa şeriat hükümlerine göre kurulmuş ve idare edilen devletin idareci sınıfının da Müslüman ohnası gerekirdi. Böylece Araplar da Türkler gibi Müslüman oldukları veçhile imparatorluğun idareci sınıfına dahildiler. Memleketin İçtimaî, İktisadî ve siyasî pek çok müesseselerinde önemli roller almışlardı. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusu saflarında çarpışan ve modern Irak’ın kurucusu Said Nuri Paşa, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Araplar Müslüman oldukları için (devlet meselelerinde) Türklerle ortak sayılırlardı. Hiç bir şekilde ırk ayırımına tâbi tutulmadan Araplar Türklerle beraber imparatorluğun imtiyaz ve mesuliyetlerini paylaşmışlardı. Askerî veya sivil devlet bünyesindeki yüksek memuriyetler Araplara açıktı. Araplar, hem meclis—i Mebusan'da hem de Âyan meclisinde temsil edilirlerdi. Her zaman Araplar bütün devlet hizmetlerinde bulundukları gibi, pek çok Arap da Sadrazam, Şeyh—ül İslâm, Paşa ve Vali rütbesine kadar yükselmişlerdir" demişti. (36)

Eğer devr—i Hamid süresince Müslüman Araplar arasında bir hoşnutsuzluk varsa, bu hareketin hedef aldığı mihraklar Türkler değil Hıristiyanlardı. Reşid Rida gibi Müslüman düşünürler Arap ırkdaşlarının Türk idaresine değil de Batı'nın Osmanlı Devleti'ne tecavüzlerine karşı ayaklanmalarını teşvik ediyorlardı. (37) İslâm mütefekkirleri Batı kültürünün Osmanlı İmparatorluğuna sızmasının çok tehlikeli olduğunu savunuyorlar ve bu gelişmenin Ortaşark'ın bir veya birden fazla Avrupa devletinin işgal etmesi ile sonuçlanacağını iddia ediyorlardı. O tarihte, Mısır ve Cezayir gibi iki Müslüman Arap ülkesinin Batı'nın çizmesi altında inlediği hatırlanırsa, İslâm büyklerinin endişelerinde hiç de mübalâğa etmemiş oldukları anlaşılacaktır. Bu üzücü durum karşısında Müslüman'ın cevabı Abdülhamid Han'ın başlattığı "İslâmcılık" cereyanına sıkı sıkıya sarılması ve Batı ’nın emperyalizmine karşı dinini bir nefis müdafaası aracı olarak kullanmasıdır. Müslümanların Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopma veya Türk hakimiyetine son verme gibi arzulan yoktu. Halife Abdülhamid'den onları Avrupa'nın güç seviyesine çıkaracak bir takım İçtimaî ve İktisadî ıslahatların vilâyetlere takdim ve tatbik edilmesini istiyorlardı. Bu itibarla, bazı Batı tarihçilerinin büyük bir yanlışlıkla Arap milliyetçiliğinin tecellisi şeklinde yorumladıkları Arap uyanışı aslında Batı medeniyetinin müdahale ve tecavüzleri karşısında Osmanlı imparatorluğu'nu İslâmiyet'in özüne dönülmesi sureti ile güç takviyesi yapılması ve devletin bünyesinin zararlı yabancı unsurlardan arındırılması hareketidir. (38) Sultan Hamid, Arap vilâyetlerinde ıslahat hareketlerine giriştikten ve Islâm siyasetine başladıktan sonra Müslümanların yüzü gülmüş ve halifelerine daha büyük bir sadakatle bağlanmışlardı. Müslüman Araplar Abdülhamid'e ne kadar bağlı idiyseler, hilafet düşmanları diye belledikleri Hıristiyan devletlere de o kadar düşman idiler. Müslümanlığın bu uyanışı Avrupa devletlerini tedirgin etmeye başlamıştı. Düvel—i muazzama'nın Türkiyedeki temsilcileri hariciye nezaretlerine her gün raporlar yolluyor Ve "Müslüman itibarının kademe kademe yükselmesi ile Batı'nın menfaatleri yok olma yolundadır" diyerek korkularını dile getiriyorlardı. (39) Müslüman Araplar her vesile ile Batı'ya karşı birikmiş kinlerini kusmaktan çekinmiyorlar, ellerine geçen her fırsattan yararlanarak Müslüman Türkiye'sinde yaşayan Hıristiyanları taciz ediyorlardı. İstanbul'daki İngiliz büyükelçisi Londra'ya çektiği bir telgrafta durumun çok ciddi olduğunu, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çıkacak en ufacık bir sürtüşmenin dahi kısa süre içinde tehlikeli boyutlara ulaşacağını, ecnebileri ve himayeleri altına aldıkları misyonerleri panik ve korku içinde bıraktığını söylüyordu. (40) Müslümanların Hıristiyanlara karşı bu tutumu sadece Suriye'ye has bir hadise olmayıp bütün Arap ülkelerinde aynı tansiyonun teşhis edildiği vakidir. Nitekim, 1895 yılının yazında bir gece Hicaz'da akşam serinliğinden yararlanmak üzere sokağa çıkan ecnebi konsoloslar bir manga silâhlı Bedevi'nin saldırısına uğramış, çıkan çatışma sonunda Fransız ve Rus temsilcisi ağır yaralanmış, İngiliz konsolosu ise hemen ölmüştü. Tarihe "Cidde Meselesi" diye geçen bu hadise Avrupa'yı ayağa kaldırmış,İngiltere ve Fransa Hicaz'a isyanı bastırsın diye deniz filolarını göndermekten çekinmemişlerdi. (41)

Müslümanların dini heyecanı ve Batı'ya karşı galeyânı Filistin'e sızmayı başarmış Siyonist göçmenleri de etkilemişti. Vaad edilmiş topraklara ayak basan her Siyonist yerli ahalinin ciddî muhalefeti ile karşı karşıya kalmıştı. Müslümanlar, Yahudileri de Hıristiyanlar gibi Osmanlı bünyesi içinde yabancı ve zararlı unsurlar olarak görüyor, memleketten bir an önce tard edilmelerinin farz olduğunu düşünüyorlardı. Araplar arasında hü

küm süren ecnebi düşmanlığından başka Yahudiler Hıristiyanlara nazaran bir diğer sebepten de Müslümanların muhalefetine maruz kalıyorlardı. Çünkü, Kur’an— ı Kerim'in Mâide sûresinin seksen ikinci ayeti "İnananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun" diyordu. (42) Kuran—ı Kerim'deki Yahudi düşmanlığının nedenlerini İslâm tarihinin ilk safhalarını incelediğimiz vakit büyük bir açıklıkla görebiliriz. Kureyş ve ona katılan diğer aşiretler Allah'ın çağrısının kalplere düşmesine mani olmak amacı ile Müslümanlara savaş ilân edince Hazreti Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) onların da semavi bir dine iman ettikleri düşüncesi ile Yahudilere sığınmak istemişti. Fakat Yahudiler ise, Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem'i taşladılar, onu köylerinden kovdular. Bir de bu yetmezmiş gibi düşmanları ile birleşerek Müslümanı arkadan vurdular, İslâmiyet'i yok etmeye çalıştılar. (43) Bu itibarla;

"Nerede olsalar, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. (Ezilmeye mahkûmdurlar) Meğerki Allah’ın ahdine ve mü'minlerin ahdine sığınmış olsunlar. Böyledir çünkü onlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere Peygamberlerini öldürüyorlardı ve onlar isyan etmişlerdi, haddi aşıyorlardı." (44)

Müslüman Araplar, Allah'ın peygamberlerinden birini çarmıha gerdiren diğerini ise katletmek isteyen hak yolundan çıktıkları için Allah tarafından lânetlenip mukaddes topraklardan kovulan Yahudi'yi yüzyıllar sonra Siyonistlerin direktifleri altında Filistin'e yeniden yerleşmesini elbette hoş karşılamayacaklardı. Nitekim, Arz—ı mevud'a çiftçilik yapmak için gelen Siyonist Moşe Şimilanski yerli halkın kendilerini "Kâfir" addettiğini, onları Allah'ın günahlarının kefâretini ödemeleri amacı ile sürgüne yolladığmı söylemişti. (45) 1903 yılında bir Arap'ın "Kanımızı son damlasına kadar harcarız da gene Mescid—i Aksa'nın sizin elinize düşmesine razı olmayız" demesi Siyonistleri korku ile titretmişti. Siyonistlere karşı cephe alan sadece Müslüman ahali değildi. Filistin eşrafı da Yahudi akınından son derece şikâyetçi idiler. Reşid Rida, Kahire’de çıkan Al—Manar adlı gazetesinde milletinin Siyonist tehlikeye karşı lâkayt olmamasını birleşmek suretiyle cihad açmasını salık veriyordu. Rida, "Siyonistler memleketimize sahip çıkarken, topraklarımız üzerinde koloniler kurarken ve bu ülkenin efendilerini ücretli işçiye, zenginlerini fakire çevirirken susup oturacak bütün bu olanlar karşısında seyirci mi kalacaksınız? diyerek Arap'ın millî gururuna dokunuyor, onu harekete çağırıyordu. (46) Rida'yı takiben, Filistin'in tanınmış ailelerinden olan Kudüs mahalli komitesi başkanı Yusuf Ziya Paşa, Dr. Herzl'in arkadaşlarından, Fransa Hahambaşısı Zadoc Kahn'a Fransızca bir mektup göndermiş ve "Siyonizmin esas itibarı ile tabiî, âdil ve iyi bir fikir olduğunu fakat mukaddes toprakların, Türklerin elinden top ve savaş gemilerine hacet duymadan alınmasının imkânsızlığı karşısında korktuğunu" belirtmişti. Yusuf Ziya Paşa, Müslümanların Makâmat— ı Mübâreke'yi dirençlerinin sonuna kadar savunacaklarım da ilâve etmişti. Siyonistler emellerinde İsrar ederlerse bütün Müslümanların Türkiye'deki Yahudilere karşı ayaklanacağım da yazan Ziya Paşa, "Türk Hükümeti bütün iyi niyetine rağmen bir katliama mâni olamaz. Onun için, dünya büyüktür, üzerinde insan yaşamayan münbit mıntıkalar vardır. Gidin, oralara yerleşin. Milyonlarca Yahudi orada mutlu olacak ve hükümet tesis edebilecektir. Fakat, Allah aşkına Filistin'i rahat bırakın" demişti. (47) Kudüs müftüsü Muhammed Tahir el Hüseyin ise, Yusuf Ziya Paşa kadar mülâyim bir insan değildi. Siyonist muhacirlerin derhal geri gönderilmesini, karşı koydukları takdirde şiddet yoluna başvurulmasının vacip olduğunu savunuyordu. (48)

Müslümanlar arasında hüküm süren Yahudi ve Siyonizm düşmanlığı Filistin’de yaşayan Avrupalı lar tarafından körükleniyor; dinî temellere dayanan bu husûmet Batı'nın ırkçı fikirleri ile de besleniyor daha da koyulaşıyordu. Müslümanlıktaki Yahudi düşmanhğı Hıristiyanlıkta da aynen mevcuttur. Yahudiler Hazreti Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kalleşlik etmişler, Müslümanlığı arkadan vurmaya çalışmışlardı ama yedi yüz sene evvel Allah'ın elçisi Hazreti İsa'yı da taşlamışlar, onu çarmıha germişler, Peygamber'in ölüsüne karşı her türlü edepsizliği yapmaktan çekinme inişlerdir. Avrupa'da yetiştirilip, Filistin'e misyoner olarak yollanan Hıristiyanların bu tarihî gerçeği unutmaları imkânsızdı. Bilâkis, onlar mukaddes topraklara hak yolundan çıkmış saydıkları Yahudileri Hazreti İsa'nın dinine sokarak Musa neslinden bir nevi intikam almak istiyorlardı. (49) 1899 yılında Eli Sapir adlı bir Filistin Yahudisi Katolik ve Proteston misyonerlerinin manastır ve okullarındaki tedrisatın Yahudi düşmanlığı ile dopdolu olduğunu yazar. (50) Yukarıda da açıklandığı üzere, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısmdan itibaren "Irkçılık" teorileri Avrupa'da yaygınlaşmaya başlamış ve Yahudilerin diğer milletlere kıyasla daha aşağı bir ırk oldukları iddiaları ortaya atılmıştı. İkinci Abdülhamid döneminde Filistin'e gelen misyonerler Avrupa'daki eğitimleri sırasında bu teorilere aşina olmuş ve Yahudilere karşı besledikleri kinlerini ırkçı bir takım nazariyelerle de pekiştirmişlerdi. Filistin'deki ecnebiler arasındaki Yahudi düşmanlığını sadece misyonerlerin üzerine yıkmak insafsızlık olur. Konsolosluk memurlarından tutunuz da, iş adamları ve tüccarlara kadar Filistin.  deki pek çok yabancı, Yahudi husûmeti ile yoğrulmuştu. Ecnebiler bu duygularım yerli halka aktarmaktan da Iıiç çekinmiyorlardı. Kudüs'deki Alman konsolosu Rus meslekdaşının son derece Yahudi düşmanı olduğunu söylemiş ve Yafa Purim kasabasında Müslümanların Yahudi mahallelerini talan etmesi ile sonuçlanan hadisenin onun başmm altından çıktığından şüphelenmiş ti. (51) Bilindiği gibi, Dr. Herzl'in direktifi ile Filistin'de Siyonistler, şirketler kurarak arazi alım—satımına, bankalar kurarak ticarî işlere kadar her türlü İktisadî faaliyetlere girişmişlerdi. Bu hususa, yabancı malî teşebbüsler çok bozulmuştu. Birdenbire İngiliz—Filistin Şirketi'nin rekabeti ile karşılaşan Alman, Fransız ve İngiliz sanayicileri Kudüs mutasarrıfına Siyonistlerden şikâyetçi olduklarından yakınmışlar ve Türk idarecisinin siyasî nüfuzunu kullanarak bu duruma son vermesini rica etmişlerdi. Filistin'de Yahudi düşmanlığı o seviyeye çıkmıştı ki 1900 yılında "Almanya'daki aşırı Yahudi düşmanlığının Filistin'e yansıdığını ve orada da aynen tezahür ettiği" iddia ediliyordu. (52)

Hiç şüphesiz ki dinî duygular, Müslüman Arap halkı Yahudilere düşman edebilmek için yeterli tahrik gücüne sahip değildi. Araplar, yüzyıllardan beridir Filistinde Şark Yahudileri ile beraber yaşamışlardır . Hatırlatmak gerekirse, Filistin'de yaşayan ve Araplaşmış Yahudiler "Sefhardim " soyundandır, Avrupa'da yaşayan dindaşlarına ise "Eskenazi' adı verilir. Bu itibarla şunu belirtmek gerekir ki, Filistin'deki Yahudi aleyhtarlığı Sefhardimlere ilişilmemiş, onlara en küçük bir düşmanca hareket mevzu—u bahis olmamıştır. Bu hususu Yahudiler bile itiraf etmişler ve o günleri yaşayanlar Sefhardimlerin Arapça konuştuğuna, çalışma ve ticarî hayatlarında ise Araplarla münasebet kurduklarına ve hattâ onlarla sağlam dostluklar tesis ettiklerine şahit olmuşlardı.  Araplarla Sefhardim arasında dostluk bazen öyle kavi idi ki iki taraf dinî bayramlarında birbirlerini tebrik ederler, karşılıklı misafirliğe giderlerdi. (53) Bu bilgilerin ışığı altında Arapların Yahudilere karşı olan düşmanlıklarının nedenini, Siyonistlerin siyasetinde ve yerli Araplara karşı olan tutum ye davranışlarında aramak lâzımdır. Siyonizm kurulduğu vakit nasıl Filistin'in Türkiye'nin bir parçası olduğuna önem vermemişlerse, aynı şekilde Filistin'in Filistinlilere ait olduğunu da düşünmemişlerdi(Siyonistler için, Arz—ı Mevud Yahudinin olmalı idi. Bu uğurda başka hiç bir şey bu maksad kadar önemli değildi.  Arapların Filistin'in esas sahipleri olması Siyonisfleri ilgilendirmiyordu bile. Bu kayıtsızlık Dr. Herzl'in ünlü sloganında bütün açıklığı ile vurgulanıyordu. Dr. Herzl "Vatanı olmayan bir millete, milleti olmayan bir vatan" vaad etmişti. Aslen Kudüs doğumlu olan A.S. Yahuda, Frankfurt'ta talebe iken Birinci Siyonist Kongresi'ne delege olarak iştirak etmiş ve müzakereler sırasında Dr. Herzle Filistin'in boş olmadığım anlatmış, eğer Arz—ı Mevud'a yerleşmek isteniyorsa Araplarla bir anlaşmaya varılması gerektiğini haykırmıştı. Yahuda'nın bu hassasiyeti karşısında Dr. Herzl ve danışmanları onu alaya almışlar, düşünceleri üzerinde durmamışlardı. (54) Bu hadiseden sekiz sene sonra, Galile'de bir çiftçi olan Yitshak Epstein isimli bir Yahudi, Yedinci Siyonist Kongresi'nde aynı hususu Dr. Herzl'e hatırlatmış ve "Unutmayalım ki, o topraklarda (Filistin'de) yaşayan insanların da bir kalbi ve ruhu vardır. Bütün diğer milletler gibi Araplar da memleketlerine kuvvetli duygularla bağlanmıştır. "Yahudilerin sadece kendilerinden öteyi görmeyen dar kapsamlı ve milliyetçilik fikrine saplanmamalarını" hatırlatan Epstein "Araplarla yapılacak bir anlaşmanın hem iki taraf açısından hem de insanlık bakımından çok yararlı olacağını" söylemişti. Epstein'in tenkitçileri çoktu. Siyonistlerin yaym organlarından biri, olan Ha—Olam gazetesi, "Filistinli Arapların kaderinden başka düşüneceğimiz birşey kalmadı mı?" diyerek Epstein'i "kendi fantazilerinin kurbanı" olmakla suçlamıştır. Aynı gazete

de yazan bir başka Yahudi de "Siyonistler yalnız kendileri için neyin iyi ve faydalı olabileceğine dikkat etmeli ve onları kaale almalıdır" der. (55) Siyonistler için Filistinlilerin müstakbel Yahudi devletine karşı tavırları mesele değildi, çünkü Dr. Herzl ve taraftarları Yahudi kolonizasyonunun Araplar için son derece faydalı olacağına peşin hükümlerle inanıyorlardı, Siyonistler Batı'nın teknik ve medeniyetini Doğuya getirecek ve husûle gelecek İktisadî ve İçtimaî kalkınmadan hem Araplar ve hem de Yahudiler faydalanacaktı. Bu durum karşısında Arab'ın kendisine bu kadar nimetler sağlayan Yahudi'ye düşman olması düşünülemezdi. Arap ve Yahudi huzur, refah ve sulh içerisinde yanyana yaşıyacaklardı. (56)

Siyonist muhacirler, Araplarla arkadaşça münasebet kuracak yaradılışta insanlar değillerdi.Şöyle ki, hiç biri ne kolonizasyona kalktıkları memleketin kültür ve adetlerini ne de insanlarının lisanını biliyorlardı. Avrupa'dan ve Rusya'dan gelen bu insanlar doğdukları memleketin âdet ve usullerini Filistin'de tatbik etmeye kalkınca, Şark ve Garb arasındaki kültür ve medeniyet farkından dolayı, tamiri güç yanlışlıklar yaptılar. Arap ev sahiplerini gücendirdiler. Osmanlı toprak yasasına göre, otlaklar mirî arazi hükmündedir, hiç kimsenin özel mülkiyetine tâbi olmayıp köyün ortak malıdır. Bu gerçeği Yahudiler çok geç anlamışlardı. Filistin'e ilk yerleşen Siyonist gruptan olan İsrael Belkind isimli bir Yahudi "Araplar hayvanları için özel meralar tayin etmiyorlar. Hayvanlar herhangi bir köy sının içerisine alınmaksızın her açık sahada otlatılabiliyor, böylece bir köyün sakinleri hayvanlarını otlatmak için komşu köyün topraklarına yollayabiliyor. Bizim kolonimizin topraklarının hepsi ekili olduğu için hayvanlarımızı beslensinler diye komşularımız olan Arapların otlaklarına gönderiyorduk. Hayvanlarımız ekili araziye girmediği müddetçe Araplar hiç bir zaman şikâyet etmezlerdi. Fakat, biz hiçbir zaman Arapların hayvanlarını bizim topraklarımızda otlatmalarına müsaade etmezdik" demiştir. (57) Yahudiler ekinlerine zarar vermesinler diye Arap sürülerini köylerinin yakınında otlatmaz ve çobanlar yolunu kolonilerin yanından geçirecek olsa onları şiddetle cezalandırırlardı. Yanlışlıkla sürüden bir hayvan kaçıp da Yahudi kolonilerinin tarlalarına girse, Siyonistler ya o hayvanı gasp eder ya da çobanı yakalar döverlerdi. Osmanlı toprak yasası İslâmî esaslara göre düzenlenmişti, yerli halk dinî âdetlerinin bu şekilde ihlâl edilmesine karşı sessiz kalmamış ve gerektiğinde silâha sarılıp haklarını savunmuşlardır. Arap ve Yahudi arasında çatışmalar böylece başlamıştı. Siyonistler Islâm âdetlerini öğrendikten sonra bile bu çatışmalar sona ermemiş, Yahudi kolonizatörler gene de bildikleri usulden şaşmamışlar, hattâ gittikçe daha mütecaviz olmuşlardı. Almanya'nın Kudüs konsolos yardımcısı Rössler'in Ingiliz meslektaşına yakındığı gibi "yeni muhacirler kavgacı, mütecaviz ve sosyalist fikirlerle dopdolu” idiler. (58) Gözleri hiç bir şeyi görmüyor, ne pahasına olursa olsun kendi mülkleri addettikleri Filistin'e bir an önce sahip çıkmak istiyorlardı. Filistin'de Arapların hakkı yoktu ve olamazdı da. (59.) Siyonistlerin yerli halka karşı takındıkları tavır kültürel Siyonizmin babası Achad Ha-am'ın da gözünden kaçmamış ve ünlü düşünür 1891 yılında kaleme aldığı "İsrail'den hakikatler" adh makalesinde esefle şunları yazmıştır.

"Yahudiler sürgünde iken köle idiler. Şimdi ise kendilerini sonsuz bir hürriyet içinde buldular. Bu büyük değişiklik onların bir kölenin kral olması misalinde de görüleceği gibi istibdat ve zorbalığa meyi etmelerine sebep oldu. Araplara büyük bir düşmanlık ve gaddarlıkla davranıyorlar, haksızlıkla topraklarına tecavüz ediyor, onları hiç bir sebep olmaksızın ve hem de hayasızca dövüyorlar. Hiç kimse de çıkıp Yahudilere bu tehlikeli ve rezil temayüle son vermelerini söylemiyor." (60)

Dr. Herzl'in tasavvurlarının aksine Yahudi kolonizasyonu Filistin'e ne refah ne de terakki getirdi. Şunu hemen hatırlatmak gerekir ki, Siyonistler iyi çiftçi değillerdi. Avrupa'da sürgün hayatı yaşarken tarımla uğraşmak sadece asillerin imtiyazı olduğundan, onlara bu meslek kapısı kapanmıştı. Yahudiler, ticaret ve bilhassa bankerlik onun da tefessüh etmiş bir şekli Olan tefecilikle hayatlarını kazanır, para yaparlardı. Tarımla ilgili hiç bir staj devresine sokmadan bu adamları Filistin'e yerleştirilir ve ellerine de çapa verilirse, o topraktan artık bir mahsul beklemek büyük saflık olmaz mı? Nitekim, İktisadî açıdan ele alınacak olursa Siyonist kolonilerin faaliyetleri tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Eğer Fransa'nın meşhur bankerlerinden Yahudi asıllı Baron Rothschild yardım elini uzatmasa idi Avrupa'da katliamdan kaçan Yahudiler Filistin'de açlıktan öleceklerdi. (61) Türkiye’de demiryolu ihalelerini koparmak için uğraşan gene Yahudi asıllı Baron Hirsch'm kurmuş olduğu "Yahudi Kolonizasyon Şirketi" ni devr alan Rothschild ailesi servetini Filistin'e akıttı. Siyonistleri bağ kurup şarap yapmaları, avokado «adlı bir yemişi yetiştirmeleri için teşvik etti. Fakat bütün bu çabalar zengin bir iş adamının kapris oyunlarından öteye gitmedi. Baron'un çabalan Filistin' in İktisadî kalkınmasına hiç bir katkıda bulunmadı, bilâkis Siyonistlerin Filistin'e faydalan olmadığı gibi nerede ise yerli ahalinin kazancını da ellerinden alacaklardı. Şöyle ki, Filistin’de toprak, bundan önce de belirttiğimiz gibi köy halkınındı. Fakat, maddi sıkıntıya giren köy sakinleri ellerindeki tarlaları Osmanlı Devleti'ne vergi borcunu verebilmek veya sıkıntılı bir zamanı aşabilmek için nakit karşılığı ipotek etmişti. Zaman gelip de köylü biriken faizini ödeyemeyince Arap Bey veya Yahudi tefeci tarlaya konmuş toprağı haciz etmişti. Arazisi üzerindeki mülkiyetini kaybeden Arap köylüleri gene aynı tarla üzerinde fakat bu sefer rençber olarak çalışmaya ve hayatını kazanmaya başlamıştı. Köylü Araplar, belirli bir kira karşılığında toprağı işletme hakkını ödüyorlardı. Filistin'e gelen Siyonistler, İngiliz—Filistin Şirketi'nin aracılığı ile toprak satın almaya başlayınca meydana çıkan durum köylü Arapların aleyhine olmuştu. Çünkü, Siyonistler, peşin para ödüyor ve tarlaya sahip çıkıyorlardı. Aldıkları arazi üzerinde geçimlerini temin eden Arap köylülerinin istikbali onları ilgilendirmiyordu. Hiç bir tazminat dahi ödemeden köylüleri kovmuşlar ve satın aldıkları toprakları Yahudi kolonizasyonuna hazırlamışlardı. Buna karşılık Araplar ne yapmıştı? Filistinli bir Yahudinin Siyonist kolonizasyoh projesini hazırlayan Dr. Pinsker'e yazdığı gibi, "Toprağı kardeşlerimizin çalıştıracağını ve ne kadar para verseler kiralayamayacaklannı anlayan fellahlann ekmek parasını kazanmak için bizimle savaşmaktan başka çareleri var mı idi?” (62) Böylece, Siyonistlerin Filistin'de kurdukları her koloni yerli halkın saldırısına uğramıştı, denilirse hiç de mübalâğa edilmiş olmaz. Siyonistlerden şikâyetçi olan sadece köylüler değildi, şehirliler de Yahudi göçmenlerinden son derece kötü bir şekilde etkilenmişti. Siyonist göçmenlerin Filistin'e duhûlü yerli tüccar ve zenaatkârların işlerini elinden almış, Avrupai nın ileri tekniği ile donatılmış Siyonistlerin rekabeti Filistin'in esnafına yaramamıştı. Rusya'dan bir başka göçmen dalgasının geleceği şayiası Kudüs’e yayılınca, Arap esnaf birleşerek Bâb—ı Âli'ye bir telgraf çek

inişlerdi. 24 Haziran 1891 tarihinde Sadrazam'ın eline geçen bu notada Müslüman tüccar ve zenaatkârlar Yahudilerin ülkeye duhûlünün bir an önce men edilmesi için yalvarıyorlardı. îşçi piyasası fazlası ile istihdam edilmişti. Yahudilerin bir kısmının işçi olarak kazançlarını temin edeceği düşünülürse, işsizlik artacak; bu faktörde Filistin ekonomisini olumsuz yönde etkileyecekti. Filistinli esnaf ikinci olarak da muhacirlerin terk ettikleri memleketlerin sınaî yapısı ve teknik gelişmesi daha ileri olması itibariyle bu imtiyazlardan yararlana.  rak Filistin piyasasını kolayca tekellerine alacaklarından korkuyorlardı. (63)

Filistinli esnafın Sadrazam'a telgraf çekmesinden bir yıl kadar kısa bir zaman sonra Sultan Hamid de onların bu kuşkusuna değinerek, "Filistin'e Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vaz geçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz" demişti. (64) Bir başka Osmanlı erkânı da Hükümet—i seniye'yi aynı şekilde ikaz ederek "Kalem—i Hilâfet penâhın bazı noktalarında enasır-ı gayr—ı müslümenin unsur—u islâma adeden galebe gelmesine mümanaat etmemekle affolunmaz sehveden eslafın işbu kusurlarımızın tamiri çarelerinin taharrisi ve elcümle Filistin kıtasında bizzat müşahede eylediğim ve fakat kısmen Alman ve Yahudi kolonilerinin ibade ve yağmalarına terk olunduğunu görmekle dilhun olduğum şol kadar arazi—i vasra ve mümbit—i şehr—i yârinin ehl—i hırfet ve zırâaT-ı muhacirin—i Islâmiye ile meskûn ve mâmur eyleyerek Yahudi ve sair akvama manen ve maddeten yer bırakılmaması esvabınıjrçuden ve hemen istikmaline gidilmesini" tavsiye etmişti. (65) Nitekim, Abdülhamid Han'da ayni fikri paylaşıyordu. Siyonistlerin "Ziraat ve felâhatla iştigal etmeyip matrut oldukları memleketlercte yaptıkları gibi ahaliyi izra-

ra çalışacaklarını" (66) düşünen Sultan Hamid Yahudi kolonizasyonunun son derece sakat bir fikir olduğunu gayet iyi anlamıştı. Padişahın selefleri ecnebilerin Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleşmelerine ses çıkarmamışlardı. Oysa ki düvel—i muazzama Türkiye'de koloniler kurmuş, misyoner faaliyetlerine girişmiş, menfaatlerinin bekçiliğini kültürünün ise tezgâhtarlığını yapmaya başlamıştı. Zamanla bu yabancı unsurlar kapitülasyonlardan faydalanarak devlet—i âliye içinde büyük nüfûz sahibi olmuşlar, ve memleketin esas sahibi olan Müslüman çoğunluktan fazla haklar elde etmişlerdi. Kendi ülkesinde ikinci sınıf vatandaş durumuna düşen Müslümanların lehine bu dengeyi bozmak, bu güne kadar sürdürülen adaletsizliği bertaraf etmek lâzımdı. Binaenaleyh, Abdülhamid Han "İmparatorluğumuz dahilindeki boş araziyi iskân etmek için münasip şekilde muhaceret tertibine ihtiyaç var, fakat Yahudi muhaceretini münasip telâkki etmeyiz. Yabancı dinden olanları, kıymık gibi etimize, kendimiz soktuğumuz devirler geçti. Devletimizin hududlan dahiline ancak kendi milletimizden olanları ve bizimle aynı dinî inançları paylaşanları kabul edebiliriz. Türk unsurunu kuvvetlendirmeğe dikkat etmeliyiz. Bosna—Hersek ve Bulgaristan'daki Müslüman halkın çoğalıp, artanını muntazaman buraya getirip yerleştirmeliyiz" demiştir. (67) Berlin Kongresi ile Kafkasya'da bazı bölgeler elimizden çıkınca, Rus istibdad ve mezaliminden kaçan Türk asıllı Müslüman Çerkezler Osmanlı Devleti’ne sığınmıştı. Padişah onları Filistin'de iskân etmiş ve bu suretle de mıntıkadaki Müslüman unsurunu takviye etmişti.

Osmanlı Devleti'nin Siyonizm karşısındaki tutum ve politikası yukarıdaki bilgilerin ışığı altında incelendiği vakit, Sultan Hamid'in Filistin’deki Yahudi kolonizasyonuna biri dinî,diğeri ise millî olmak üzere iki sebepten karşı olduğu açıkça tesbit edilebilir. Filistin Arap halkının Siyonizme olan muhalefeti düşünülecek olursa,Sultan Abdulhamid'in halifesi olarak Müslüman tebaasının isteklerine aykırı bir mesleğe tasvip, Filistin Müslümanlarının Siyonistlerin elinde duçar olmasını da takdis etmesi beklenemezdi. Müslüman kullarının selâmeti halife Abdulhamid'in manevî ve dinî mesuliyetlerinden en önemlisi idi. Sultan Hamid'in Siyonizmin Türkiye üzerindeki emellerine set çekme politikasını tayin eden ikinci bir unsur da Devlet—i Âliye'nin millî menfaatlerinden kaynaklanır. Daha evvelce de açıklandığı gibi Siyonistler, Filistin'de bir hükümet tesis etmek, mukaddes toprakları istilacı ihtiraslarına bir askerî üs olarak kullanmak istiyorlardı. Bu husus, Osmanlı Devleti için başlı başına bir mesele olmakla beraber Türklerin Siyonizme iltifat etmeleri ikinci bir tehlikeyi de beraberinde getirir ve sönmeye yüz tutmuş olan Arap milliyetçilik ateşini körükleyebilirdi. İmparatorlukta çıkan yangın Arap vilâyetlerimizin ayrı bir devlet olarak tesisinden başka bir şekilde söndürülemezdi. Bu tehlikenin karşısına Abdulhamid vatanperver bir Türk Hükümdarı olarak dikilmişti. Türk vatanının bölünmezliğine, Türk devletinin istiklâline kendisini vakfetmiş bir Hünkâr olarak elbetteki Siyonizme cephe alacaktı. 24 Nisan 1899'da Abdülhamid'in iradesi ile Bâb—ı Âli bir nota yayınlamış ve "Hükümetimiz Arap memleketlerinin hiç bir bölümünü satmak niyetinde değildir. Ceplerimizi milyonlarca altınla doldursalar bu azmimizden ricad etmeyiz" diyerek Türk Hükûmeti'nin kararlılığını dünyaya ilân etmişti. (68) Sultan Hamid'in Osmanlı Devleti'ni tehdit eden Siyonizm tehlikesi karşısında cansiperâne çalışmasını kızı Ayşe Osmanoğlu da teyid etmiş ve bu hususta şöyle yazmıştı: " (Babam) dünya Yahudiliğinin Osmanlı imparatorluğu’nu parçalamak için 1789'da İsviçre'nin Basel şehrinde verilen karan biliyordu. Daima tetikte idi. Yahudi'ye mübarek Filistin'de toprak vermemek için elinden gelen her şeyi yaptı." (69)

Abdülhamid Siyonizmi daha başından beri ciddiye almış ve Saltanatı boyunca bu tehlikeye karşı son derece istikrarlı bir politika takip etmişti. Daha siyasî Siyonizm Dr. Herzl'in kafasında bir tasavvur dahi değilken Osmanlı Hükûmeti'nin Filistin'deki Yahudi kolonizasyonu hakkındaki tutumu belirmiş, siyaseti çizilmişti. Birinci Siyonist Kongresi'nin Basel'de toplanmasından tam onbeş sene önce Amerikan konsolosluğunun aracılığı ile zengin İngiliz Yahudilerinden Lawrence Oliphant ırkdaşlarını Filistin'de yerleştirmek amacı ile Bâb—ı Ali'ye baş vurunca Osmanlı Hükümeti yirmi sene sonra Dr. Herzl'e tekrarlayacağı şartlarını dalıa 1882 Temmuz'unda Siyonistlere tebliğ ediyordu. Said Paşa, Yahudilerin Osmanlı tebaasına geçmeleri kabul edildiği takdirde Filistin hariç imparatorluğun iskân edilmemiş herhangi bir mıntıkasında, meselâ Mezopotamya'da, gruplar halinde yerleştirilebileceğini söylüyordu. (70) Abdülhamid'in Siyonizm karşısında bu kadar atik davranması padişahın Avrupa'daki temsilcilerimiz vasıtası ile bu harekâtın zuhûrunu ve terakkisini müşahede edebilme imkânını bulmuş olmasındandır. Şöyle ki, Osmanlı Hariciye sistemi Abdülhamid tarafından öyle ıslah edilmişti ki, Talisin Paşa'nın da kaydettiği gibi, sefirlerimiz dışarıda Türkiye aleyhindeki fesatçıların faaliyetlerini Saray'a jurnal etmede âdeta İstanbul zabıtasının memalik—i ecnebiyede birer ajanı gibi idiler. (71) Washington, Berlin, Viyana, Londra, Paris Büyükelçilerimiz tayin edildikleri memleketlerde, padişahın hususi iradesi ile, Siyonizm hakkında malûmat toplarlar ve bu bilgiler raporlar halinde Bâb—ı Ali'den önce Mabeyn'e sunarlardı. (72) Sefirler, kâh bulundukları ülkelerdeki Yahudi ilerigelenleri ile mülakat yaparak kâh Siyonist kongrelerine casus yollayarak Siyonizmin gelişmelerini takip ederlerdi. (73) Bu hususta bir nüshası Saray'a diğeri de Bâb-ı Âli'ye olmak üzere Avrupa gazete ve dergilerinde Siyonizm hakkında çıkan yazıların kupürlerini de Türkiye'ye yollamaktan kaçınmazlardı. (74) İstanbul'da bu bilgiler değerlendirilir, memleketin dış politikasına yön vermek üzere kataloglanırdı. Tahsin Paşa bu hususta Saray'ın ne kadar düzenli çalıştığını, intizam, inzibat ve sürat itibariyle Bâb—ı Âli ve diğer nezaretlerin fevkinde olduğunu yazar. Evrak, tanzim ve tahlil edildikten sonra Abdülhamid Han Siyonizme karşı tayin edilecek politikanın ana hatlarını bizzat kendi çizmişti. 21 Zilkade 1308 (28 Haziran 1890) ve 29 Zilkade 1308 (7 Temmuz 1890) tarihli elimize geçen iki irade-i seniyesi ile Sultan Hamid Siyonistlerin Memalik—i şâhâneye adem—i kabullerinin vacip geldikleri memleketlere iade edilmelerinin münasip olduğunu bildirir ve teferruatın meclis—i vükelâca müzakere edilip, ciddî ve kesin bir karar verilmesini emreder. (75) Nitekim kabine toplanmış, hususu tartışmış ve Siyonizme karşı bir tedbirler paketi hazırlanmıştı. Buna göre, dört kısımdan müteşekkil bu plânın icraatı için nezaretler arasında işbölümü yapılmıştı. Hariciye Nezareti yurt dışında bütün diplomatik gayretini göstererek Siyonizmin diğer devletler tarafından benimsenmesine mani olacak düvel—i muazzamanm Dr. Herzl ve taraftarlarını Filistin tariki doğrultusunda teşvik etmemesine çalışacaktı. Bu arada Dahiliye Nezareti ise Siyonistlerin Filistin'de duhûlünü önlemek için gerekli tedbirleri alacak, valileri haberdar edecek, herhangi bir durum için güvenlik kuvvetlerini hazır tutacaktı. Dahiliye Nezareti'nin çabalarına rağmen Filistin'e sızan Yahudileri kapitülasyonlardan muaf tutmak ve ecnebi himayesinden esirgemek Bâb—ı Ali'ye düşmüştü. Bâb—ı Ali, Siyonistleri Osmanlı vatandaşlığını

kabul etmek sureti ile denetimine almak, hiç olmazsa duhûllerinden meydana gelecek zararı asgariye indirmek istiyordu. Son olarak da, Defter—i Hâkânî Nezareti muhacirlerin Filistin'de arazi satın almamaları için uyarılmıştı. Bu son iki tedbirle İstanbul Hükümeti, ecnebi milliyeti elde edemeyen ve toprak satın alamayan Siyonistlerin sevdalarından vaz geçerek, Osmanlı İmparatorluğu'nu terk edeceğini zannediyordu.

Almanya, Devlet—i Aliye'ye en yalan Avrupalı  güç olduğu için Abdülhamid Han Siyonizme karşı giriştiği mücadelede ilk önce Berlin Hükûmeti'nin desteğini almak istiyordu. Fakat, ne tuhaftır ki, Avrupa'da Siyonizmi en çok benimseyen devlet Kayser Almanya'sı idi. Hemen hatırlatmak gerekir ki, Almanya'da rastlanan Yahudi aleyhtarlığı hiç bir Batı ülkesinde o kadar yoğun değildi. Almanya'nın aynı zamanda hem Siyoniz

min bir numaralı destekçisi hem de koyu Yahudi düşmanı olması aslında bizi şaşırtmamalı. Bundan evvel de açıklandığı gibi Almanlar, Yahudilerin aşağı ırktan olduğunu iddia ediyorlar ve toplumlar! için zehirli addettikleri bu unsurları bir an önce memleketlerinden def etmek için sabırsızlanıyorlardı. Siyonizm ise dindaşlarını Almanya'dan Filistin'e nakletmeyi hedef aldığı için Berlin Hükûmeti'nin onayını almış ve desteğini kazanmıştı. Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri demek Almanların bünyelerini kemiren bu aşağılık mahlûklardan kurtulmaları demekti. Bu itibarla Kayser, 1898 yılında İstanbul'u ziyareti sırasında Yıldız Sarayı'nda Herzlile görüştüğü vakit "Siyonizmin ana fikri benim her zaman ilgimi çekti, hattâ sempatimi bile uyandırdı" demişti. (76) Zaten bu görüşmeden bir ay önce, Viyana'daki Alman sefiri Eulenburg Kontu Herzl’e "Majesteleri (sizler için) Osmanlı padişahına tavassut etmeye ve Şark'tâki bütün Yahudileri himayesine almaya hazırdır" demişti. (77) Alman İmparatoru sözünü tutmuş ve

Yıldız'da ağırlandığı vakit vaziyeti Sultan Hamid'e açmıştı. "Siyonistler Türkiye için hiç birzaman tehlikeli değillerdir. Fakat Yahudiler, her tarafta baş belâsı oldukları için onları Almanya'dan kovup kurtulmak istiyoruz” deyince, Abdülhamid Han, Kayser'e cevaben Yahudi tebaasından oldukça memnun olduğunu söyleyip, mevzuyu büyük bir nezaketle kapatmıştı (78) İstanbuldan sonra Kudüs'e geçen Alman İınparatoru'nup yanına Hariciye Nâzırı Tevfik Paşa'yı da katan Sultan Hamid ona Kayser'in bu sevdadan vazgeçmesi için usûl—ü nazikânede tesir etmesini tebliğ etmişti. Tevfik Paşa da Filistin'deki Siyonist koloniler gezilirken Kayzer Wilhelm'in kulağına eğilmiş ve Padişahın "ne Siyonizmle ne de bağımsız bir Yahudi krallığı ile işi olduğunu” söylemişti. (79) Abdülhamid'in Siyonizme karşı olduğunu bu vesile ile öğrenen Alman İmparatoru iç politika ile dış politika gerekleri arasmda bir seçim yapmak zorunda kalmıştı. Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri ve bu suretle Almanya'dan tard edilmeleri bir İçtimaî meselenin halli demekti. Fakat Almanya'nın bir de dış politikası vardı. Orta Şark'a açıbna siyaseti güden Berlin Hükümeti Türklerle iyi geçirmek zorunda idi. Kayzer kısa bir muhakemeden sonra kararını vermiş ve dış politika prensiplerinin ağır çekmesi sonucunda Abdiâhamid'i gücendirmemek için Siyonistlerden desteğini çekmişti. Bu işe en çok sevinen Şansölye Kont Bülow olmuştu. Büloıv daha başından beri Siyonizmin Türkiye'nin hükümranlık haklan ile bağdaşmayacağını savunmuş ve Kayzer'e Herzl'in plânlarının Almanya'nın geleneksel politikası olan Osmanlı İmparatorluğu'nun istiklâl ve tamamiyetini taahhüt etme prensibi ile ters düştüğünü defalarca anlatmaya çalışmıştı. (80) Türkler de gene bu tip bir mantıkla Alman dostlarının karşısına çıkmışlar ve bu temayı devamlı işlemişlerdi. Avrupa devletlerini eğer Berlin Kongresi'-

nde kararlaştırdıkları gibi kendilerini barışa adamışlarsa ve bu barışta ancak Osmanlı imparatorluğu’nun dağılması tehlikesi tehdit ederse, Siyonizmi teşvik etmekten vaz geçmelidirler. Çünkü Filistin'de bağımsız bir Yahudi yurdu kurulması Osmanlı Devleti'nin tam göbeğinde bir devlet teşkil edeceğinden, bu imparatorluğun çözülmesinden başka bir şekilde izah edilemez. OsmanlI Hükûmeti'nin propaganda çabalan heba olmamış, bilakis Alman kamuoyunda epey taraftar toplamıştı. Almanya'mn meşhur gazetelerinden  Hegemeine Zeitung Ağustos 1900 tarihinde "Yaşa ve yaşat! Büyük devletlerin bu prensibi yalnız Yahudiler için değil Türkler için de geçerli olmalı" diyordu. Avrupalı lar, Osmanlı imparatorluğu nezdindeki gayr—ı müslim unsurları her Vesile ile himaye etmeyi biliyorlar âdetâ "kraldan fazla kral taraftan" oluyorlardı. Ama, Türklerin bazı hayati endişeleri olduğu bilinmeli, "Sezar'm hakkı Sezar'a verilmeli" idi. Siyonizm, Türkiye için büyük bir tehlike idi ve bu nedenle Batı, Siyonizm hayranlığım frenlemek mecburiyetindeydi. (81)

Almanya'nın Siyonizme karşı tavır değiştirmesi diğer Avnıpa devletlerinin de aklını başına getirmiş ve siyasetlerini bir daha gözden geçirmelerine sebep olmuştu. Dr. Herzl’e sağlamış oldukları destek ve teşviği Almanya'dan sonra çeken ikinci kuvvet Ruslardı. 1903 Ağustos'unda Rus Dahiliye Nâzın Plehve, Dr. Herzl’e hitaben yazdığı bir mektupta "Amacı Filistin'de müstakil bir devlet kurmak olduğu müddetçe Rus Hükümeti olarak Siyonizmin arkasındayız" cfemişti. (82) Fakat Petrograd 'ın Siyonizmi desteklemesindeki neden Berlin'in Siyonizmin şampiyonluğunu yapma temayülü idi. Berlin Hükûmeti'nin Orta Şark'taki emellerinden daima şüphe eden Rusya, Almanya'nın Siyonistleri desteklemesinde bir ard fikir olduğunu düşünmüştü. Petrograd'a göre daha önce de belirttiğimiz gibi, Almanlar Orta Doğu'ya açılma politikasında Yahudileri kullanıyorlardı. Buna nazaran, Filistin'de Alman himayesi altında bir Yahudi Devleti kurulacağına, Ruslar atik davranmak bu devleti kendi kanatlan altına almalı idi. Ne zaman ki Almanlar Siyonistleri desteldemekten vazgeçtiler, Ruslar da buna bağlı olarak Dr. Herzl’i ve arkadaşlarım desteklemenin anlamsız olduğunu görerek yaadlerini unutuverdiler. Çarlık Hükûmeti'nin Filistin’de bir devlet kurma teşebbüsünü teşvik ederek milletlerarası bir mesele çıkarmaya hiç niyeti yoktu. Böylece, Plehve'de bu mevzuyu unuttu. Sıra Fransa'ya gelince şunu hemen söylemek gerekir ki, Paris Hükümeti Siyonizme başından beri karşı idi) Zaten Dr. Herzl, nerede ise bütün Avrupa şehirlerini dolaşmasına rağmen, Fransa'ya gitmemiş, Fransız Hariciye Nezâreti yetkilileri ile görüşmemişti. Filistin'deki Lâtin haklarının koruyucusu Fransa fle irtibat kurmaması Dr. Herzl için aslında büyük bir-hatâ idi. Herzl, Viyana'. a bir muhabir iken Yahudi bir teğmen olan Dreyfus'un dâvâsını izlemek için Paris'e gitmiş, Fransa'dan tamamen kötü intibalarla dönmüştü. Diplomatik çabalarına Fransa'yı ilâve etmemesi bu kötü tecrübeden olsa gerekir. Herzl Fransa'yı önemsemese bile, Paris Hükümeti Siyonistler için çetin bir ceviz olmuş, plânlarını altüst etmişti. Herzl ile beraber Kudüs gezisine çıkan arkadaşı Bodenheimer "Paris'in Filistin'deki bütün olup bitenleri dikkat ve şüphe ile izlediğini" yazar. (83) Herhangi bir Avrupa Devleti tarafından tek taraflı olarak Filistin'de bir Yahudi Devleti'nin teşkili ve himayesi ilân edilecek olursa, milletlerarası politika bir anda karışabilir. Fransız donanması alârma geçirilmiştir ve Suriye kıyılarına demir atmıştır. Paris Hükûmeti’ni sinirlendirecek her hangi bir vaka donanmayı harekete geçirecek, bu da bir umumî harbin başlaması demek olacaktı. Dünya barışına yönelik bu tehlike karşısında İngiltere de Siyonistlere yardımdan elini eteğini çekecek ve Dr. Herzl'e Afrika'nın ücra köşelerinden biri olan Uganda'yı vaad ederek Siyonistlerin dikkatini Ortaşark gibi hassas bir bölgeden uzaklaştırmaya çalışacaktır.

Diplomatik alanda başarılı bir imtihan veren OsmanlI Hükümeti çabalarına ek olarak da Herzl'in ideolojisi ile daha şartlandırılmamış Yahudilerin Siyonizmin ne arzulanır ne de gerçekleşebilir bir proje olmadığına inandırmak istemişti. Bu hususta başarılı olduğu takdirde, Siyonist saflara katılan gönüllülerin sayısındaki artma azalacak, Herzl en büyük desteği olan halkının gücünü kaybedecekti. Osmanlıların Siyonistlerin heyecanlarını giderebihnek için başvurdukları çarelerden en tipiği Herzl’in Siyonist kongresinde verdiği iyimser nutukları tekzip ederek, Sultan Hamid'in hiç bir şey vaad etmediğini delegelere duyurmak olmuştur. Makam-ı Sedaret'den Hariciye nezaretine gelen 22 Kanun—u evvel 1317 tarihli tezkere "Basle şehrinde inikad eden bir Siyonist kongresinde Dr. Herzl'in irad eylediği nutukda huzuru hümâyûnu mülükânede şerefe mütevviç olacağı esnada Siyonistlerin arz—ı Filistin'de yerleşebilmeleri için müsaade buyurulacağım beyan eylemiş olacağını Berlin sefaret—i seniyesinin işan leddülarz mumaileyh Dr. Herzl huzuru hümâyûnu hazret—i Padişah'ı mail—i arza mütevvecih olmuş ise de Siyonistlerin Arz—ı Filistirt'e yerleşmelerine müsaade buyurulacağına dair kendisine bir gûna tebligat kılmmadığı cihetle ol baptaki beyan hilaf—ı hakikat olduğu ve keyfiyetin ona göre red ve tekzip edilmesi" buyurulmuş tu. (84)

Osmanlı Hariciye Nezâreti, Avrupa ve Amerika'daki Yahudilerin Siyonizme meyletmelerini önlemek amacı ile aldığı tedbirlerden bir başkası da Siyonizm aleyhtarı gruplarla ortak bir cephe teşkiledip, kuvvetli bir muhalefet vücuda getirmesidir. Meselâ, Washington elçimiz Ali Ferruh Bey, Amerikan Müslümanlarının Başkanı

Muhammed Webb ile Mayıs 1898'de görüşmüş ve Türk Hükûmeti'ne yardım etmelerini rica etmiş, Amerikalı dindaşlarının halifenin tezini desteklemesini istemiştir. Elçimizin ricasını kabul eden Muhammed Webb, gerekli kulis faaliyetine girişmiş, Amerikan Hükümetini Siyonizm yanhsı bir politikadan vazgeçmesi için taraftarlarım bir tazyik grubu olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Hattâ, Amerikan Müslümanlarının reisi Amerikan Siyonist Federasyonun Başkanf Richard Gotheil ile irtibat kurmuş, ona Siyonizmin Osmanlı Devleti tarafından benimsenmediğini, bu hususta İsrar etmenin akıntıya kürek çekmek olacağmı anlatmıştır. (85) Türk Hariciyecilerinin temasa geçtiği diğer bir grup da Yahudilerden başka kimseler değildi. Siyonizmin bütün Yahudi tarafından bir ideoloji olarak kabul edildiğini sanmak, her Yahudi'nin aynı zamanda Siyonist olduğunu iddia etmek büyük bir yanlışlık ve haksızlık olur. "Ortodoks" yani dindar Yahudiler, Siyonizme en az Türkler kadar düşmandılaı. Eğer Siyonizm, Yahudilerin Filistin'de yeniden teessüs ve teceddüdü ise sinagog buna karşı değildi; bu hülya her dindar Yahudi'nin kalbinde zaten yatıyordu. Fakat bir farkla, sinagog bu hülyanın insanlar tarafından değil de Mesih'in dirilmesi ve onlan Filistin'e kadar rehberlik etmesi ile gerçekleştirileceğine inanıyorduMBu itibarla Dr. Herzl, bir Mesih olamazdı, o bir şarlatandı. Kul kısmının ise dinin tasarrufunda bir takım işlere karışması kâfirlikti. Dr. Herzl'e düşman olan Yahudiler arasında "reformcu" Yahudiler de vardı. Reformcu Yahudiler, Yahudiliğin sadece bir din olduğunu ve Yahudilerin Filistin'de millet olarak teşekkül edecekleri yerde bağrında yaşadıkları kültür içinde eriyip onlardan biri olmaları gerektiğine inanıyorlardı) (86) Siyonizm eğer amacına ulaşır da Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulursa, reformcu Yahudilerin rahatı kaçardı;

onlara ev sahipliği yapan memleket kapıyı gösteriverirdi. Bu itibarla, onlar da ortodoks Yahudiler gibi Siyonizme karşı idiler. Osmanlılar bu gerçekten de yararlanmayı bildiler. Ali Ferruh Bey'in yazdığı gibi "Washington Hahambaşısı Reverend Stoden nam zatın suret—i muhasebede ağzı araştırıldıkta, kendisi museviye’iin reform kısmına mensup olduğunu ve binaenaleyh reforme olmayan mu sevilerin meydana koyduğu bu lîkrin taraftarı olmadığını suret—i kafiyede beyân eylemiştir." (87)

Siyonizmle mücadelede Hariciye Nezâreti'nin baş vurduğu diğer bir usul de gazetelere beyânatlar vererek Türk Devleti'nin tezini ortaya koymaktır. Siyonistlere iıitaben yapılan bu açıklamalar zaman zaman tehdit havası taşır; Siyonistlere bu hususta direnmenin kendilerinin selâmeti açısından hiç de iyi olmayacağı anlatılırdı. Mezkûr beyânatlardan en tipiği gene Ali Ferruh Bey tarafından kaleme alınmış ve 1898 ilk baharında Amerika'nın en büyük tirajlı gazetelerinde yayınlanmıştır. Gazetecilere Yahudilerin Filistin hakkında bazı teşebbüsleri olduğunu bildiğini söyleyen Washington elçimiz Yahu dilerin Avrupa'da duçar oldukları halde Memalik—i Şehriyari'de iskân olunan hemşerilerinin memnun ve rahat yaşadıklarını ve mühim memuriyetlerde istihdam olduklarını da sözlerine ilâve etmiştir. Ali Ferruh Bey'in beyânatının bundan sonrası fevkalâde önemlidir: "Buna kanaat etmeyip ve bundan cesaretlenip böyle bir hülya—ı mevk—i icraya koymak tecrübeliyle Hükümet—i seniyeye ika—ı müşkilât etmek muvafık değildir sanırım. Korkarım ki, bu fikre ön ayak olanların istihsal edecekleri netice saye—i Şâhâne de kemal—i rahatla yaşayan hem mezheplerine muzır olacağı (bellidir). Bu münasebetle şunu da ilâve edeyim ki, asırlardan beri Hükümet—i seniyenin taht— ı himayesinde bahtiyarâne yaşamakla mübayi bir cemaat—i haricin nesayih—ı garazkârânesine uyduklarından dolayı bugün bir netice istihsal etmeksizin hareketlerine pişman olmuşlardır." (88) Ali Ferruh Bey'in tahriratında "Cemaat—ı Haricin" dediği Ermenilerden başkaları değildir. İstiklâl sevdasının Ermenilere hiç bir şey kazandırmadığını hatırlatan sefirimiz, Yahudilerin de Siyonizmin peşine takılıp gittikleri takdirde aynı sonuca ulaşacağını söylemiş, bundan ibret dersi çıkarmalarını belirtmiştir. Ali Ferruh Bey'in yukarıda verilen açıklaması Amerikan kamuoyu tarafından olumlu karşılanmış ve Yahudi gazeteleri bile Siyonistleri tenkid ederek "Bu Donkişotlann hakikate uyanmaları zamanı gelmiştir" şeklinde tepki göstermişlerdir. Beyânâtm ne kadar tesirli olduğunu bizzat izleyen Washington sefirimiz Mabeyn'e yazdığı bir raporda sevinçle Amerikan Siyonizminin"Şu darbe-i acizâne ile perişan ve Filistin hülya—ı İbraniyesi neş—ü nüma bulamıyarak ashabıyla beraber duçar—ı yeis ve hırman olmuştur" demişti. (89) Ali Ferruh Bey hiç de mübalâğa etmiyordu. Amerikan Siyonistleri Federasyonu aynı yıl verdiği bir beyânatta Siyonizme yeni taraftarlar bulamadıkları gibi eski üyelerini de birer ikişer kaybettiklerini itiraf ediyordu.

Osmanlı Hariciye Nezâreti beyânatlardan ürkmeyen bazı doktriner Yahudilerin Siyonistlerle Filistin'e yerleşmelerini önlemek amacı ile başka tedbirler de almayı bilmişti. Hariciye Nezâreti'nden sefaretlere hükümetin umumî politikası bildirilmiş ve Türkiye'ye gitmek üzere sefaretlerimize baş vuran şüpheli Yahudilerin pasaportlarının vize edilmemesi için emir verilmişti. Sefirlerimiz de görev sahaları içindeki bütün şehbenderlere (Konsolos) talimat göndererek gerekenin yapılmasu arz etmişti. (90) Bu demekti ki, Yafa ve Hayfa limanına inen Yahudilerin pasaportları geldikleri memleketlerdeki Osmanlı temsilcilerinin vizelerine haiz değilse Filistin'e alınmayacaklardı. (91) Osmanlı sefaretlerine uğramadan, "Nasıl olsa bir yolunu bulup girerim "felsefesi ile yola çıkan Siyonistler Osmanlı Filistin'ine ayak bastıkları vakit güvenlik kuvvetlerinin alârma geçirilmiş olduğu ve âdeta kendilerini beklediklerini görüp şaşırmışlardı. Hakikaten de, çoğu zaman Filistin'deki polis ve gümrük memurlarımız bu kaçak Yahudilerin hangi limandan hareket etmiş, hangi yolla Filistin'e geleceklerini ve kaç kişiden müteşekkil olduklarını daha önceden biliyorlardı. Avrupa ve Amerika'daki temsilcilerimiz Siyonistlerin faaliyetlerini son derece dikkatle izliyor ve her şeyi muntazaman Saray'a ve Bâb—ı Ali'ye bildiriyorlardı. Filistin'e gizlice sızmak isteyen Siyonistler demir alır almaz, sefirlerimiz şifreli telgrafla durumu İstanbul'a arzediyorlar ve hükümet de, Hayfa ve Yafa limanlarımız başta olmak üzere, hudud yöneticilerimizi uyarıyor, gerekli bilgiyi onlara aktarıyordu. (92) Hariciye ve Dahiliye Nezâretlerimiz arasında öylesine ahenkli bir dialog vardı ki, Siyonistler bu işe şaşmışlar, Filistin'e sızabilmek için başka çareler araştırmaya başlamışlardı.

Siyonizmle mücadelede Dahiliye Nezâreti de seferber olmuş ve Filistin'in Akdeniz sahillerine ayak basan Yahudi muhacirleri bir dizi "Duhûliye Nizamları" ile karşılaşmıştır. 1882 Ekim'i kadar erken bir tarihte Osmanlı otoriteleri hacılar hariç tutulmak üzere bütün ecnebi Yahudilerin Filistin'e girmesini yasaklamıştı. (93) Siyonistler bu tehdidten de kurtulma yolunu bulmuşlar ve kendilerine hacı süsü vererek Filistin'e dahil olmuş, izini kaybettirerek memlekete yerleşmeyi başarmışlardı. (94) Bu husus Kudüs mutasarrıfımızın gözünden kaçmamış. Rauf Paşa durumu Bâb—ı Âli'ye bildirmiş ve yeni tedbirler alınması gerektiğini kaydetmişti. Bunun üzerine, 1884 yılında Dahiliye Nezâreti yeni bir takım kanunlar hazırlamıştı. Buna göre, pasaportları yurt dışındaki Osmanlı temsilcileri tarafmdan vizelenmeyen Yahudiler Filistin’e alınmıyacaklardı. (95) Fakat bu tedbir de fayda etmemişti; Siyonistler sahte evrakla Filistin'e sızmaya devam ediyorlardı. İşlerin ciddî olduğunu farkeden Dahiliye Nezâreti 1887 ilk baharında acil tedbirler aldı. Yeni talimata göre, Filistin'e gelen Yahudi hacılar sadece bir ay müddetle yurda sokulacaklardı. Müddetini doldurmuş Yahudilerin memleketi terk etmeleri için Osmanlılar külliyetli bir nakdî miktarı, o zamanın parası ile 50 lira, depozito olarak alıyor, fakat dönüşlerinde kendilerine iade ediyordu. (96) Şunu hemen hatırlatmak gerekir ki, önceleri bütün bu yukarıda sözünü ettiğimiz kısıtlamalar Rus ve Doğu Avrupa Yahudileri için konmuştu. Avrupa'da en feci mezalim bu memleketlerde olduğu için Filistin'e iltica etmek isteyenler de daha ziyade Rus ve Polonya Yahudileri idi. Bâb—ı Âli'nin adı geçen tehditlerinin kendileri için geçerli olduğunu, fakat Ingiliz ve Alman dindaşlarının serbestçe Filistin'e girdiğini gören Doğu Avrupa Yahudileri memleketlerinden kaçarken önce Almanya veya Avusturya'ya gidiyor, ondan sonra Filistin yolculuğuna çıkıyorlardı. (97) İstanbul Hükümeti, nizamlarının nasıl suistimâl edildiğini hemen fark etmekte gecikmemişti. 1898 Ağustos'unda Kudüs mutasarrıfımız yabancı devletlerin Filistin temsilcilerine bir bildiri dağıtarak, bundan böyle Filistin'in kapılarının milliyet ayırunı gözetmeksizin her Yahudiye kapalı olduğunu tebliğ etmişti. (98)

Yukarıda bahsettiğimiz tahditler bir müddet etkisini göstermiş ve mukaddes topraklarla Siyonist akımı azalmaya başlamıştı. Fakat ne var ki Doğu Avrupa'da baş gösteren kıtlık ve açlık, gözü kararan köylülerin acılarını Yahudilerden çıkarmalarına sebep olmuş ve Siyonistler bunu fırsat bulup ırkdaşlarını tekrardan arz—ı Mevud yollarına dökmüşlerdi. Gelişmeleri dik

katle izleyen Dahiliye Nezâreti bir takım yeni tedbirler almaya mecbur kalmıştı. 21 Kasım 1900 tarihinde Bâb—ı Âli, "İbrani Misafirler İçin Mukaddes Topraklara Duhuliye Şartları" adı altında yeni bir tedbirler paketini ilân etmişti. (99) Dört maddeden müteşekkil olan bu yeni nizamname aynı gün Filistin'deki bütün ecnebi konsoloslara da tevdi edilmişti. Nizâmnâmenin birinci maddesine göre, Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere dünyanın her hangi bir yerinden kalkıp Filistin'i ziyaret etmek isteyen her Yahudi herşeyden önce üzerinde mesleğini, milliyetini ve seyahat sebebini yazan bir tezkere veya pasaport edinmek mecburiyetindedir. Nizâmnâmenin ikinci maddesi ise, yukarıdaki evraka haiz olan Yahudilerin Filistin'e vardıkları zaman bu tezkereleri pasaport memuruna teslim etmelerini, bunun karşılığında ise kendilerine geçici ziyaret ve ikâmet tezkeresi verileceğini söyler. Adı geçen tezkere, diğer evraktan kolaylıkla ayırt edilebilmesi için,kırmızı renkte olacaktı. Vilâyet otoriteleri veya güvenlik kuvvetleri şüpheli gördükleri kişileri çevirip, mezkur belgeyi teftiş için talep edebilme hakkına sahiptirler. Otuz günün sonunda Yahudiler memleketi terk etmek zorunda idiler. Aksi takdirde, konsolosluklarının tasvibi ve Türk zaptiyelerinin yardımı ile tard edileceklerdi. Nizâmnâmenin üçüncü maddesi ise, mahallî otoritelerin bu hususta ne yapmaları gerektiğini kapsıyordu. Buna göre, karakollar, neşredilen tezkereyi verdikleri şahsın adını, Filistin'e giriş tarihini ve adresini aylık sicillere geçirmek mecburiyetinde idiler. Nizâmnâmenin son maddesi olan Dördüncü maddesi de, müddeti dolan Yahudi'nin elinden kırmızı tezkeresi alınarak, orijinal pasaportunun verilmesini ve bu muameleden sonra uğurlanmasını emrediyordu. Otuz günü doldurduğu halde karakola müracaat etmeyen Yahudiler derhal emniyet kuvvetleri tarafından yakalanacak ve memleketten atı-

Uçaklardı; karşı koydukları takdirde ise cezaya çarptırılabileceklerdi. Bütün bu tahditler, suisthnale mahal vermeden Osmanlı memurları tarafından tatbik edilmişti, kanunların sıkı olmasına rağmen hiç kimseye haksızlık yapılmamıştı. İngiltere'nin Kudüs konsolosu Dickson "Bu nizamların uygulandığı sürece hiç bir Yahudi kattiyetle kötü muameleye tâbi tutulmadı" demiştir (100)

Duhûliye Nizamları, İngiliz konsolosunun tabiri ile "sonuna kadar tatbik edildiği" halde (101) Siyonistler ne yapıp yapıp Filistin'e sızmayı başarıyorlardı. Siyonistler, Osmanlıların koydukları tahditleri atlatmalarının en kolay yolu olarak kaçtıkları memleketten direkt Filistin'e gelecek yerde, üçüncü bir ülkeye gitmekle bulmuşlardı. Meselâ, Rusya'dan kaçan bir Siyonist önce Amerika veya İngiltere'ye gidiyor, orada o ülkenin vatandaşlığını kabul ediyordu. Bu suretle, Filistin'deki Türk memurlarının karşısına bir İngiliz vatandaşı olarak çıkıyordu. Batı devletlerinin kanunlarına göre pasaportlarda vatandaşın din ve mezhebine ait bir kayıt bulunmadığı için Osmanlı otoriteleri Filistin'e kabul olmak isteyen bu şahsın Yahudi olup olmadığını hiç bir şekilde meydana çıkaramayacaklarından, Siyonistler herhangi bir muhalefete maruz kalmadan vaad edilmiş topraklara yerleşiyorlardı. İşte bu husus, Bâb—ı Âli'yi oldukça düşündürüyordu. Himaye (proteje) sisteminin "bitmez tükenmez bir suistimaller kaynağı" (102) olduğunu söyleyen Said Paşa, 1869'dan beri yürürlükte olan "Milliyet Nizâmnâmesi" (103) büyük bir titizlikle tatbik edildiği takdirde Siyonistlerin ecnebi devletlerin himayesinde veya vatandaşlığında Osmanlı İmparatorluğu ’na giremiyeceklerine inanıyordu. 19 Haziran 1869 (6 Şevval 1285) tarihinde bir irade—i seniye ile uygulanmasına seçilen Milliyet kanunu dokuz maddeden müteşekkildi. Kanunun beşinci maddesi, hiç bir

Osmanlı tebaasının hükümetin tasvibi ve yazılı tasdikini almadan ecnebi vatandaşlığına geçemiyeceğini, geçtiği takdirde bile bu vatandaşlık hakkının Türkiye'de geçersiz sayılacağını yazıyordu. Ancak aynı kanunun altıncı maddesine göre Bab—ı Ali’nin iznini almadan yabancı bir devlete iltica etmiş ve vatandaşlığına geçmiş bir şahıs sadece Osmanlı tabiyetini kaybetmekle kalmaz aynı zamanda da Osmanlı İmparatorluğu'na, kısa bir ziyaret için de olsa, dönme şansını yitirirdi. Yukarıdaki kanunların ışığı altında sırf Filistin'e sızmak ve orada yerleşmek için herhangi bir Avrupa veya Amerikan devletinin tabiyetine giren Siyonistler Osmanlı İmparatorluğu hududlanndan içeri sokulmayacaklardır. Hangi memleketin vatandaşlığını kabul etmişlerse o ülkede yaşamaya mecburdurlar. Yoksa, ecnebi bir devletin vatandaşı olarak Siyonistler Duhûliye Nizamlarını atlatarak Filistin'e giremez ve kapitülasyonların yabancılara verdiği imtiyazlardan yararlanarak Osmanlı İmparatorluğu'nda yerleşip, yaşayamazlar. (104) Bu hususta İsrar ettikleri takdirde Abdülhamid'in iradesinde olduğu gibi" nereden geldilerse yine oraya hicret eylemeleri münasip olur." (105) Binaenaleyh, Sedaret 1867'de Tanzimatla kurulmuş olan "Milliyet dairesi" ne Filistin'e gelen her ecnebi ziyaretçinin pasaportunun ne kadar sağlam olduğunu inceleme emrini verdi. Filistin'deki Kaymakam ve mutasarrıflar Yahudi olduğundan şüphelendikleri herhangi bir şahsın ecnebi olduğuna dair delilleri yetersiz ise Filistin'e girmesine müsaadeetmiyeceklerdi. (106) Osmanlı Hükümeti Avrupa devletlerini ve Amerika'yı da ikaz etmiş ve onlardan sırf memalik—i şahanede yaşamak için milliyetlerine geçmek isteyen gruplan himaye etmemelerini tebliğ etmişti. Osmanlılar bu işi o kadar sıkı tutuyorlardı ki kimlik kontrollan sırasında Yahudi veya Siyonist olmayan dost devletlerin vatandaşları bile Osmanlı mahalli idarecileri tarafından şüpheli görüldükleri için Filistin'e kabul edilmemişlerdi. Türk Hükûmeti'nin bu husustaki ciddiyeti yabancı devletlerin gözünden kaçmamış ve İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi White "Bâb—ı Âli hükümranlık haklarım korumak için dostlarının hatırını kırmaktan, haklarını hiçe saymaktan çekinmiyor" demişti. (107)

Siyonizmle mücadelenin diğer bir boyutu da Yahudilerin Filistin'de arazi satm almalarını önlemekti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu vazife Defter—i Hâkânî Nezâreti'ne tevdi edilmişti. Esasen şunu söylemek lâzım gelir ki, 1867 Osmanlı Arazi Kanunnâmesi Yahudilerin kolonizasyona geçebilmek için mukaddes topraklarda gayri menkul almalarına mâni olacak mahiyette değildi. (108) Mezkur kanunun ikinci maddesine göre yabancı hükümetlerin vatandaşları, tıpkı Osmanlı tebası gibi, Hicaz hariç tutulmak kayd—ı şartı ile, İmparatorluğun her hangi bir yerinde mülkiyet haklarını kullanabilir ve arazi satm alabilirler. Tekrar edelim ki, bu hususta Osmanlı vatandaşları hangi haklardan yararlanıyorlarsa, aynı haklar ecnebiler için de geçerlidir. Kanun bu şekilde kabul edildiği takdirde Siyonistler Filistin'de istedikleri kadar arazi toplayabilirlerdi. Fakat, Osmanlı Hükümeti 5 Mart 1883 (25 Rebiülahir 1300) tarihinde yeni bir kanunname çıkararak, yukarıdaki mahzurları ortadan kaldırdı. (109) Yeni kanunnamenin ikinci maddesi şimdi yalnız Osmanlı Yahudilerine emlâk alım satım hakkını veriyordu. Osmanlı Hükûmeti'nin müsaadesini almadan milliyetini değiştirmiş olanlar ve yabancı devletlerin tabiyetine geçip de Bâb-ı Âli'nin Osmanlı tabiyetini silmiş olduğu şahıslar suret—i kattiyede Türkiye'de arazi alamayacaklardı. Bu demekti ki, Avrupa ve Amerika'nın himayesine sığınmış Siyonistler Filistin'de emlâk alına şansından mahrum bırakılmışlardır. Fakat, ne var ki Osmanlı Yahııdileri benzeri bir tahdide tâbi tutulmadıkları için Siyonistlere tavassut etmelerine mâni olunamıyordu. Yerli arazi sahipleri ile onlar görüşüyor, malın pazarlığını ve mübadelesini yapıyorlar daha sonra da toprağı iki taraflı bir anlaşma ile Siyonistlere devrediyorlardı. Tapu Osmanlı tebasının üstünde olduğu için Türk otoriteleri birşey yapamıyor, Siyonistler kolonilerini gönüllerince kuruyorlardı.

Siyonistlerin Osmanlı Arazi Kanunnâmesini bu kadar kolaylıkla ihlâl ettiğini teessüfle izleyen Bâb—ı Âli 1892 sonbaharında bir takım yeni tedbirler almak zorunda kalmıştı. Bu karar mucibince, Kudüs Mutasarrıfı İbrahim Hakkı Paşa, bundan böyle milliyet ayırımı yapılmaksızın hiç bir Yahudinin Filistin'de arazi satm alamayacağını mahalli kadastroya tebliğ, umuma ilân etmişti. (110) 3 Nisan 1893 talihli beyânnâmesi ile de Said Paşa, Bâb—ı Âli'nin bu yasağını teyid ediyor ve bu kararın mevcut Duhûliye tehditlerine rağmen Filistin'e sızmaya muvaffak olmuş Yahudi göçmenlerinin bu memlekette yerleşmelerine mâni olmak amacı ile alındığını da belirtiyordu. Fakat şunu hemen unutmadan kaydetmek lâzımdır ki, Filistin'de toprak almak isteyen her Yahudi mutlaka bir Siyonist ajanı veya onun yerli işbirlikçisi değildi. Son günlerini mukaddes topraklarda ibadet ile geçirmek isteyen ecnebi asıllı Yahudiler de Filistin'de arazi talebinin bir kısmım oluşturuyorlardı. Sırf bu insanlara haksızlık edilmesin diye Said Paşa 1893 ilkbaharına kadar Filistin'de usulü ile arazi satın almış olanların tapularının defterdarlık tarafından verileceğini vaad ediyordu. Gayrimenkul sahipleri, Siyonizmle ilişkileri olmadığına dair konsolosluklarından aldıkları bir belgeyi mutasarrıflıkta tasdik ettirdikten sonra tapularmı almak için bir dilekçe ile İstanbul defterdarlığına müracaat edeceklerdi. Yalnız, defterdarlığa gönderdikleri dilekçelerinde şehirde bir ev aldı ise o evde oturacağına, köyde bir arazi satın aldı ise koloni kurmayacağına dair teminat vermeleri lâzımdı. (111) Bâb—ı Âli bu kararla 1893'e kadar Siyonistlerin hile ve desise ile almış oldukları toprakları da tasdik etme durumuna düşüyordu. Osmanlılar, meşru yoldan arazi satın alan Yahudilerle, koloni kurmak için arazi talep eden Siyonistlerden tecrit edemedikleri ve ona göre birinci grubun mübadelesini tasdik, İkincisinin ise men edemediği için bu karan almaya âdetâ mecbur kalmıştı.

Fakat ne var ki, "Yaşın yanında kuru da yanar" misali ister Osmanlı tebasmdan olsun, ister ecnebi vatandaşı, isterse Siyonist olsun, isterse dindar bir hacı, hiç bir Yahudi vatandaşı kanunnâmenin yürürlüğe girdiği 3 Nisan 1893'den evvel Filistin'e yerleşmemiş olmadığı takdirde toprak alması yasaklanmıştı. Nitekim, 1896 yılında ünlü Rothschilds ailesi mukaddes topraklarda bir kız okulu açabilmek için gerekli temaslara girişmişler ve yerli satıcı ile anlaşmışlarsa da Kudüs Defter—i Hâkânî (Tapu ve Kadastro) Müdürlüğü bu mübadeleyi onaylamamış ve Rothschilds'ler bozularak Fransa'ya dönmüşlerdi. (112)

Hemen belirtmek gerekir ki, Osmanlılann koyduğu yasak ve tahditler Filistin topraklarının yüzde sekseni teşkil eden "Mirî" arazi içindi. Mirî topraklar aslında devletin olup, işletme hakkı halkın ortak tasarrufunda idi. Bunun yanı sıra Filistin'de bir de şahsi mülkiyetine haiz "Mülk" arazileri vardı. Haliyle, bu tip arazilerin alım ve satımı devletin denetiminden kaçabilirdi. Yerli toprak sahipleri satmayı kabul ettiği müddetçe Bâb—ı ÂH, Siyonistlerin Filistin'deki toprak alış verişine müdâhale edemezdi. Bu husus Abdülhamid Han'ın gözünden kaçmamış ve daha Siyonistler kanundaki buboşluktan yararlanmadan hazine -i hassadaki şahsi ser vetiyle Filistin'de mümkün olduğu kadar çok toprak kapatmıştır. (113)

(5) SONUÇ:

Siyonistler müstakil bir Devlet kurabilmek için İkinci Hamid'den bir irade—i seniye koparamayacaklarını anlamışlardı. Ama, Osmanlıların yoğun muhalefetine rağmen binlerce taraftarlarını Filistin'e sızdırmayı ve yerleştirmeyi başarmışlardı. İkinci Meşrutiyet'in ilân edildiği 1908 yılında mukaddes topraklarda yaşayan Yahudi nüfusu göçmen akınları sayesinde Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı 1876 senesine kıyasla üç misli artmış ve seksen bine yükselmişti. (1) Bu zaman zarfında Siyonistler kırk bin dönüm toprak satm almayı becermişler ve otuzüç yerleşim merkezi (koloniler) kurmuşlardı) (2)

Abdülhamid'm bütün mücadelesine rağmen eğer Siyonistler Filistin'de İsrail Devleti'nin tohumlarını atabilmişlerse bunun vebali mukaddes topraklardaki Türk idarecilerine yüklenemez. Sultan Hamid'in saltanatı boyunca arz—ı Filistin'de görev alan Osmanlı mutasarrıfları ve emirleri altındaki zevatm bu hususta kusur, ihmal veya suistimali aramak son derece büyük bir yanlışlık ve haksızlık olur. Çünkü, Siyonizmin çabalarının merkezi olan Kudüs gayet dirayetli ve namuslu mutasarrıflarımız tarafından idare edilmekte idi. Filistin'de sırası ile Mehmet Şerif Rauf (1877—89), Reşat (1889— 90), İbrahim Hakkı (1890—97) Paşalar ve 1897'denmitibaren de Osman Kâzım (lr897. i9Q4jr, Ahmed Reşid (1904—5), Ali Ekrem (1905—8) Beyler görev almışlardı. Bunların içinde Reşad Paşa, Yahudi ve Hnîstiyanlara Bâb—ı Ali'nin koyduğu hadlerin fevkinde inşaat müsaadesi verdiği için yerli halk tarafından İstanbul Hükümeti'ne şikâyet edilmişti. Bunu müteakip, mutasarrıflığı daha birinci senesine idrak etmeden görevinden uzaklaştırılmıştı. Aynı akibet, Osman Kâzım ve halefi Ahmed Reşid Beylerin de başına gelmişti. Osman Kazım Bey, tayininin başmda Siyonistlere karşı Bâb—ı Ali'nin tesbit ettiği nizamları büyük bir metanetle uygulamıştı. Siyonistlerin malî organı olan Ingiliz—Filistin şirketi mübarek topraklarda şubeler açıp bir banka gibi faaliyete girişince Osman Kâzım Bey mutasarrıflığın bazı İçtimaî hizmetlerini karşılamak için teşekkülden borç almaktan çekinmemiştir. Sultan Hamid ise bu durumu öğrenince dehşetli sinirlenmiş ve Osman Kâzım Bey'i Kudüs’dçp alıp Halep'e sevketmiştir. Sanki salefi aynı sebepten azledilmemiş gibi 1904 yılında Osman Kâzım Bey'in yerine tayin edilen Ahmet Reşit Bey de, Bâb-4-Aitjyc vilâyetin vergi açığını kapatabilmek için Ingiliz—Filistin şirketinden kredi alınca derhal görevinden alınmıştır.

Birer sene görev yapan Osman Kâzım ve Ahmed Reşid Beyleri bir kenara bırakacak olursak Filistin'de Siyonizmle savaş veren cephenin komutanları olarak üç abide şahsiyetle karşılaşırız. 1877 ile 18|9 yılları arasında Kudüs mutasarrıflığı yapan Mehmet Şerif Rauf Paşa işinin ehli bir idareci olma sıfatiyle kendini halfana sevdirmeyi bilmişti. Gayr—i Müslim gruplara karşı adaletli davranışı ile de büyük devletlerin Filistin temsilcilerinin saygısını kazanmıştı. Kudüs'de yirmiiki sene başarı ile görevini sürdüren Rauf Paşa'nın Beyrut'a tayin edildiği haberi üzerine İngiliz Konsolosu Moöre, "Yazık, Kudüs adil, serbest düşünceli ve ileri görüşlü mutasarrıfını kaybediyor" diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. (3) İngiltere, Kudüs Konsolosu Rauf Paşa'nın gidişine ne kadar üzülmüşse, Beyrut'taki meslektaşı da aynı paşanın Beyrut Vilâyetine tayinine o kadar sevinmişti. "Osmanlı Hükümeti bu mevkiye bu kadar yerinde bir tayin yapamazdı"diyen Elridge Rauf Paşa'nın Beyrut'da görev almasını bütün halkın memnuniyetle karşıladığını belirtmiştir. Rauf Paşanın 1876—7 Rus Harbi sırasında Beyrut'da görev aldığına değinen Elridge, Osmanlıların bu dirayetli memurunun Müslümanların Hıristiyanlara karşı kinlerinin kabardığı ve heyecanlarının taştığı bu devirde büyük bir kudret ve maharetle halkı teskin ettiğini ve hiç bir hadisenin patlak vermesine müsaade etmediğini yazmıştır. İngiliz konsolosu devamla, "Rauf Paşa buradan (Beyrut) namuslu, hareketli ve zeki bir idareci şöhreti bırakarak ayrılmıştır; şimdi kendisini başta ben olmak üzere bütün halk ellerimizi açmış bekliyoruz" demiştir. (4) Rauf Paşa, Beyrut'ta da kariyerindeki başarı çizgisini devam ettirmiş, Abdülhamid'in haE inden sonra kısa bir süre Dahiliye Nâzırlığına getirildi ise de 1909'da yüksek komiserimiz olarak Mısır'a tayin olmuştu.

Kudüs mutasarrıfı olarak 1890 ile 1897 yılları arasında Filistin'de Siyonizme karşı mücadeleyi yürüten İbrahim Hakkı Paşa'da son derece işinin ehli bir devlet adamı idi. Mutasarrıflığı sırasında İngiliz Konsolosu, Rauf Paşa'dan nasıl sitayişle bahsetmiş ise, meslekdaşı ve halefi Dickson da İbrahim Hakkı Paşa'dan aynı saygılı dille söz etmiştir. Londra Hükûmeti'ne hazırladığı bir raporda Dickson, İbrahim Paşa'nın "İdaresi altında bulunan bu memleketi İslah, halkın ise huzur ve refahım tesis etmekte ciddî ve kararlı olduğunu" yazar. Dickson, herkes tarafından son derece namuslu olduğu kabul edilen İbrahim Hakkı Paşa'nın vilâyette Müslüman ile

Hıristiyan ayınım yapmadan düzeni kurduğunu toplumlararası ahenk ve huzuru sağladığını ilâve ederek Paşa'yı över. (5) 1904 yılına kadar Kudüs'te görev alan mutasarrıflar padişahın tasvibi ve iradesi ile Bâb—ı Âli tarafından tayin ohnu şiarsa da bu tarihte atamalarda bir değişiklik yapılır. Artık, tayinler Mabeyn'den yapılacaktır.Siyonistlerin çabalarına hız vermesi üzerine Abdülhamid Filistin'de görev alacakların Saray'ın sıkı denetimi altında olabilmesini temin edebilmek için mutasarrıf olarak Kudüs'e yollanacak devlet erkânmı Mâbeyn'den seçmeye başlar. Bu suretle mukaddes topraklara giden şahıs Yıldız Sarayı'nda senelerce Mabeyn kâtipliği yapmış olan milliyetçi şair Namık Kemal Bey'in oğlu Ali Ekrem (sonradan Bolayır) Bey'dir.Ali Ekrem Bey Filistin'e tayin olur olmaz derhal kolları sıvayarak Siyonizmle olan mücadeleye güç verir. Siyonistlere karşı Osmanlı siyasetini dirayetle uygulayan Ali Ekrem Bey, yürürlükte olan kanunlarla yetinmeyerek Yahudi kolohizasyonunun daha fazla yayılmasını önlemek amacı ile bir takım şahsî teşebbüslerde bulunur. Ali Ekrem Bey, Siyonistlerin o güne kadar kurmuş oldukları kolonilerin faaliyetlerini tahdit eder. Siyonistler artık mevcut tarlaların dışında arazileri ekemeyeceklerdir, daha evvelden satın alınmış dahi olsalar, bu topraklar boş kalacak, üzerinde kattiyetle tarım yapılmayacaktır. Aynı şekilde, şehirlerde de Siyonistler inşaat yapamayacaklardır. (6) Kolonilerin mahallî idareye vermekle yükümlü oldukları vergilerin oranlarını kademeli olarak her sene yükselten Ali Ekrem Bey, bu tedbiri âdeta siyasî tazyik aracı olarak kullanır. Vergilerin artması ile gittikçe büyüyen maddî külfet Siyonistler için dayanılmaz bir hâle gelir de Filistin'i terk etmeye mecbur kalırlar diye düşünür.

Eğer Siyonistler, Abdülhamid Han başta olmak üzere Bâb—ı Âli ve Filistin’deki Osmanlı idarecilerinin cansiperane gayretlerine rağmen Arz—ı Mevud'a girebilmiş ve orada müstakbel İsrail Devleti’nin çekirdeğini teşkil edecek Yahudi kolonilerini tesis edebilmişlerse bunun sebebi Avrupa ve Amerika'nın Siyonistler lehine Türkiye'ye müdâhale etmeleri ve siyasî kudretlerini kuUanarak Türk Hükûmeti'nin uyguladığı tahdit ve yasaklan birer birer ortadan kaldırarak Siyonistlerin işini kolaylaştırmalarıdır. Düvel—i muazzama dediğimiz büyük devletler acaba neden bu kadar birbirleriyle yarışırcasına Siyonizmi bağırlarına basmış, himaye etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ’ndaki faaliyetlerini teşvik etmişlerdir? Batı'yı bu siyasete meylettiren sebepler çeşitlidir.

İlk olarak şunu söylemek gerekirse, düvel—i muazzama Siyonistlerin lehine Osmanlı İmparatorluğu nezrimde müdahalelerini "İnsaniyet" açısından yaptıklarım iddia eder ve Bâb—ı Âli Hükûmeti'nin iç işlerine karışmalarını bu suretle izah ederlerdi. Avrupa devletleri ve Amerika arasında yukarıdaki mazerete en yakın tutum içerisinde olanı İngiltere'dir. Hakikaten de, Londra Hükûmeti'nin Orta Şark'taki millî menfaatleri ile Başbakan Palmerston'un 1814 yılında bütün Asya Yahudilerini himayeleri altına aldığını ilân etmesi arasında bir bağ, beyanâtının ardında da bir ard fikir aramak yersiz olur. îngilizlerin Filistin üzerindeki emelleri daha ileri tarihte oluşmuştur. Gerçi Filistin, İngiliz dış politikasının mihenk taşı olan Hindistan sömürgesine giden kara yolunun Akdeniz'e açılan bir liman olması ve aynı zamanda Hindistan'a denizden ulaşım yolu olan Süveyş kanalına komşu bir mıntıkada olması bakmamdan Londra Hükümeti için son derece ehemmiyete haiz stratejik nokta idi. Ne var ki, 1890lara kadar İngiltere mukaddes topraklarda direkt olarak nüfuzunu göstermemiş onun yerine Filistin'in Arap vilâyetle birini teşkil ettiği Osmanlı imparatorluğu'nun Hind'e açılan ve

deniz ulaşım yollarının koruyuculuğunu yapmasını millî menfaatlerine daha uygun bulmuştu. Bu suretle, diğer devletlerin şüphesini uyandırmayacak, onlara İngiltere Ortadoğu'ya açılma politikası güdüyor intihamı vermeyecekti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu hizmetine karşılık da İngiltere Devlet—i Aliye'nin milletlerarası plâtoda istiklâl ve tamamiyetini muhafaza ve müdafaa etmeyi taahhüd ediyordu. Gerçekten de Lord Palmerston'unTürkiye'deki konsoloslarını talimat verip, onların Filistin'de kaderleri ile başbaşa bıraktıkları Yahudi vatandaşlarının haklarını koruma selâhiyeti vermesinin sebebi 1840 yılında Şam'da patlak veren ve yüzlerce musevi'nin ölümü ile sonuçlanan katliamın galeyana getirdiği acıma ve insanlık histeridir. (7). 840 yılında Şam'da bir Fransiskan papazının ölü bulunması ile şehrin Hıristiyan ahalisi "Yahudiler ayinlerinde insan kanı akıtıyorlar ve pederi de bu yüzden öldürdüler" diyerek Musevi mahallelerine saldırmış ve meydana gelen katliama bütün iyi niyetine rağmen Osmanlı zaptiyeleri mâni olamamışlardır. ) Bu vakh karşısında, Avrupa çalkalanmış ve dünya Yahudileri kulis faaliyetine girişerek Batı'lı güçleri Osmanlı imparatorluğu’nda yaşayan Yahudilerin can ve mal güvenliğinin temin edilebilmesi için acil tedbirler almaya davet etmişlerdir. Bu çağaya ilk karşılık veren İngiltere olmuştur. Londra Hükümeti, Yahudileri himayesi altına almakla kalmamış aynı zamanda da Avrupa'da mezalime tâbi tutulan Yahudilerin de Filistin'e yerleştirilmesini savunmuştur. Bunu yaparken de, Filistin'de tesis olunacak bir Yahudi yurdunun Türkiye için faydalı olacağım iddia etmiştir. İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi'ne yazdığı bir mektupta Başvekil Pâlmerston, Yahudi göçmenlerin servetinin, yerli halka iş imkânları açacağı, zekâlarının ise sanayinin gelişmesini sağlayacağı için Osmanlı Devleti'nin zenginlik kaynakları artacak ve Batı'nın "Hasta Adam'ı olmaktan kurtulacaktır der. (8)

Ne kadar insancıl bir zihniyetten kaynaklanırsa kaynaklansın İngiltere'nin Ortadoğu’da izlediği Yahudileri himaye etme sistemi zamanla tefessüh eder. Daha sonra Siyonizm ortada yok iken, İngiltere'nin haklarına sahip çıkacağını düşünerek Filistin'e göç eden Yahudiler, Avrupa'daki âdetlerini Osmanlı imparatorluğu'nda da devam ettirmek isterler. Avrupa'da tefecilikle para yapan Museviler Filistin'e yerleştikleri zaman birikmiş servetlerini fahiş faizle yerli halka borç olarak verip hayatlarını kazanmaya başlarlar. Alacaklı olduğu herhangi bir hesabın halledilmesi için konsolosluğa koşan Yahudiler borçlarının veya faizlerinin halktan tahsil edilebilmesi için İngiltere'nin Ortadoğu'daki temsilcilerini kullanmaktadır .Himayelerinin bu kadar kötü maksatlara âlet edildiğini gören Ingiliz Konsoloslar durumu derhal Londra'ya iletirler. 24 Ocak 1871'de İngiltere' nin Şam Konsolosu Burton, "Onların (Yahudilerin) can, mal ve hürriyetlerini korumaya hazırım, fakat benden büyük bir gayretle gizledikleri sahte isnatlarla zavallı borçluları hapse attıramam, köyleri harap etmelerine razı olamam" demiştir. (9) Üç yıl sonra, Reşit Paşa İngiltere'nin İstanbul sefirine bu mevzuyu açmış ve Londra Hükûmeti'nin tefeci Yahudilere yardım etmemesinin insaniyet açısından daha yerinde bir davranış olacağım savunmuştur. "Korkak ve kötü oldukları kadar da haris olan bu adamlar kurbanlarını seçtikleri köyler içinde bir felâkettir" diyen Reşid Paşa, Ingilizlere Şam katliamının üzerinden yıllar geçtiğini, Türklerin memleketlerinde yaşayan ecnebilerin veya gayr—i müslimlerin can ve mal güvenliğini sağlayacak güce sahip olduklarını ve bu nedenle de himaye sisteminin devam ettirilmesinin gereği kalmadığını açıklar. (10) Bâb—ı Âli'nin teşebbüsü üzerine İngiltere, Yahudilere bahşettiği himayesini kademeli olarak geri çekmeyi kabul eden ve bu hususta bir plân hazırlar. (11) Fakat, ne var ki, zaman değişmiş ve İngiltere Hükûmeti'nin Ortadoğu siyaseti de geleneksel yörüngesinden çıkmıştır. Devlet—i Âliye'nin bekâsına olan inancı sarsılmış, muhtemel bir taksimatı kabullenmeye hazır bir anlayış içine girmiştir. Eğer Osmanlı Devleti yakın bir gelecekte dağılacaksa, padişah mirasından İngiltere kendine düşecek payı şimdiden parsellemek zorunda idi. Almanya ve Rusya'nın da Ortadoğu'daki faaliyetlerini arttırması ile İngiltere, Osmanlı Devleti'nde tesir sahaları yaratmaya, ecnebi veya gayr—ı müslim unsurları himayesi altına almaya başlamıştı. İngiltere Hükümeti'nüj bu politikası içinde Yahudiler daha Osmanlı İmparatorluğu can çekişirken memleket üzerinde İngiltere'nin nüfuzunu geliştirecek bir vasıta olabilirlerdi. Devlet—i Âliye'nin tarihe karışması ile de İngiltere'nin himayesi altında Filistin'de kurulacak bir Yahudi Devleti, Londra Hükûmeti'nin Orta Şark ve dolayısı ile Hindistan'da olan menfâatleri açısından oldukça faydalı olabilirdi. Binaenaleyh, Londra Yahudileri himayelerinden çıkartmaktan vazgeçti. Eğer 1841'de Yahudileri kanatları altına almakta en küçük bir insaniyet duygusu rol oynamış ise de bu duygu 1890 larda yerini tamamiyle maddî menfaatlere bırakmıştı. İnsaniyet duyguları İngiltere tarafından da Filistin'deki çıkarlarını kamufle edecek bir cübbe oluvermiş ti.Çünkü, Osmanlıların,aksine verdikleri teminata rağmen Siyonistleri korumaya devam edeceklerini açıkladıkları vakit mazeret olarak Avrupa ve Rusya'da Yahudi aleyhtarhğının bütün şiddeti ile yeniden alevlendiğini söylemişler ve Filistin'e kaçan Musevilere mutlaka yardım edilmesi gerektiğini savunmuşlardı. (12)

Daha bir asır önce istiklâline kavuşmuş olan Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupalı lar gibi Osmanlı Devleti üzerinde istilâcı emelleri veya maddî menfaatleri yoktu. Bu itibarla, Amerika'nın Osmanlı imparatorluğu nezdindeki Yahudilerin haklarını bu kadar heyecanla korumasını bu genç cumhuriyetin insaniyet duygularından kaynaklandığım sanabiliriz. Amerikalılar da, memleketlerinde en mükemmel şekilde tesis ettikleri hürriyet rejiminin başka ülkelerde de benimsenmesini isterler ve Osmanlı imparatorluğu gibi istibdatla yönetildiğini sandıkları bir Şark devletinde en çok eziyete uğradığını sandıkları gruplan himayeleri altına almayı âdeta dünya inançlarının bir gereği, Cumhuriyetlerinin varoluş sebebi olarak addederler. (13) Amerika, ulaştırma imkânlarının pek gelişmediği o günlerde kendisinden binlerce kilometre ötede olan Osmanlı Devleti'ni, kültürünü ve siyasetini hiç anlamamış, mazlumlara yardım ediyorum derken Ermeni tedhiş örgütlerini beslemiş, Türklere karşı kışkırtmış, Doğu Anadolu'daki zincirleme katliamların altına imzasını koymuştur. Amerikalıların Ermenilerden sonra destekledikleri diğer bir Osmanlı tebası da Yahudilerdi. Amerika bu nedenle, Türkiye'ye yolladığı temsilcilerini bile Yahudilerden seçerdi. Sultan Hamid'in cülûsundan itibaren Amerika'yı Oscar Straus adında Yahudi asıllı bir sefir temsil etmiştir. Bu zat son derece dindar olup, Türkiye'ye ilk gelişinde padişaha itimatnâmesini vermesi gerekirken önce havraya gitmiş, duasmı yapmış, bu zaman zarfında da Abdülhamid'i bekletmek küstahlığını göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşayan dindaşlarının emellerini desteklemeye son derece meyilli olan Straus her vesile ile Türk Hükûmeti'ne müdahale etmiş ve İstanbul'daki memuriyeti sırasında canla başla Siyonistlerin Filistin’e sızmalarını önlemek amacı ile konulmuş yasakları kaldırmak için çalışmıştır. (14) Amerika'nın Kudüs Konsolosu Merril ise, üstünün Yahudiler lehine bu kadar sebatla uğraşmasını tasvip etmiyordu. Merril bir keresinde Straus'u Washington'a şikâyet etmiş ve elçinin bu tutumu ile Amerika'yı Siyonizme âlet ettiğini savunmuştu. (15) Amerikan Devlet Başkanlığının ikazlarına rağmen (16) Straus gene bildiği yoldan dönmemiş, Washington'un emirlerinin aksine, Yahudileri her fırsatta kayırmaya devam etmiştir. Amerika'nın Ortadoğu politikasının Yahudi bir sefirin insiyatifî eline bırakıldığını ve bu politikanın Amerika'nın değil de Siyonistlerin menfaati doğrultusunda çizildiğini gören Washington sefirimiz Ali Ferruh Bey bu hususta yalnız Amerikan Hükûmeti'ni ikaz etmekle kalmamış, aynı zamanda da durumu İstanbul'a bildirmiştir. 24 Ocak 1899 tarihli raporunda Ali Ferruh Bey bir evvelld raporuna istinad ederek şöyle der:

"II Teşrin—i Evvel 1298 tarihli ve 80 numaralı Ariza—ı kemteranemde Amerikan sefiri Mister Straus işbu Filistin meselesinin mürevviçlerinden bulunduğundan bahisle usul ve elvannın nazar—ı dikkatten dûr tutulmasını defaaten arz eylemiştim. Şu ihtiyat—ı kemteranemin ne kadar lâzım olduğunu kaziye—i hazıra pekâlâ ispat ettim. Çünkü merkunun arz—ı Filistin meselesinden gayet hafi ve musırane ifşadatta bulunmakta olduğunu tekrar temin ve ona göre ihtiyata ve kuyud—u ihtiraziyeye riayet buyruhnası istirhamını vazife addederim efendim." (17)

Ali Ferruh Bey'in kendisini Saray'a şikâyet ettiğini duyan Straus, Türkiye'nin bu uyanık temsilcisinin ayağını kaydırmayı düşünür. Bu hususta bir teşebbüse girişti ise de sonunda kaybeden gene kendisi olur. Washington elçimizin, Straus'un Filistin'de Yahudilerin yerleşmesi için padişahı iknâ edebilecek Osmanlı devlet ricaline rüşvet vermeyi tasarladığını Yıldız'a jurnal etmesi üzerine Sultan Hamid, derhal Amerika'ya elçilerini değiştirmelerini tebliğ eder. Görevinden alman

Straus 1900 yılında Türkiye'den ayrılır. Straus işinden olmuştur, ama Siyonizmin Osmanlı ülkesinde yeşerebilmesi için göstermiş olduğu çabalar hiç bir zaman unutulmayacak, hâtırası Yahudi kardeşleri tarafından her zaman takdirle anılacaktır. 20 Nisan 1880*tarihinde Kudüs'te Siyonizmin bir yan teşekkülü olan Bnai Brith locası "Bugüne kadar biz (Yahudiler) tüccar prensler yetiştirmekle övünmüştük, fakat siz muhterem beyefendi bir devlet adamı olarak Yahudi'nin ismini zaferle kuşattınız. Siz, Kudüs'e sadece muzaffer geçmişimizin kutsal hâtıralarım hatırlamaya gelmediniz; ecnebi Yahudi muhacirlerinin tâbi tutulduğu yasak ve tahditleri görünce; Türk Hükümeti nezdinde bütün nüfuzunuzu kullanarak bu kanunların kaldırılmasını sağladınız" diyerek bütün dünya Yahudiliğinin Straus'a olan minnettarlığını dile getirmiştir. (18)

Almanya ve Rusya’nın ise Siyonizmin hedefine ulaşmasında ciddî ve ehemmiyetli menfaatleri vardı. Dr. Herzl'in Alman Kayzer'i VVilhelm'e ve Rus içişleri Bakam Phelve'ye anlattığı gibi Yahudilerin bu memleketlerden ihracı sosyalist partileri ve ihtilalci örgütleri başsız ve başkansız bırakacağı için Siyonizmin bu iki devlet tarafından benimsenmesi iç politika açısından son derece yerinde bir davranış olacaktır. İkinci olarak da, Yahudilerin ihracı ile milliyetçi unsurların hükümetten şikâyetçi oldukları vesile ortadan kalkmış olacak; zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaşan Yahudi aleyhtarlığı nihayete ermiş olacaktı. Dış politika açısından da Siyonistler bu iki devletin işine yanyabilirlerdi. Gerek Rusya ve gerekse Almanya bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar, diğer yandan da kendi memleketlerinde istemedikleri bu unsurları Osmanlı Imparatorluğu'na himayeleri altmda nakl ederek, onlardan dış politikaları açısından bir takım faydalar iktibas etmeyi düşünüyorlardı. Bundan evvel de belirtildiği gibi Osmanlı imparatorlu-

ğu bünyesine yerleştirilmiş bu yabancı unsurlar Avrupalı lar için Şark'daki menfaatlerinin bekçileri, dış siyasetlerinin ileri karakolları idiler. Batı, bu unsurlar sayesisinde Osmanlı imparatorluğumdaki nüfûzunu geliştiriyor, tesir sahasını genişletebiliyor ve onların can ve mal güvenliğini bahane ederek Osmanlıların iç işlerine müdahale ediyorlardı.

Gayr—i Müslim grupların büyük devletler için Osmanlı sahnesinde oynadıkları rolü gayet iyi bilen Dr. Herzl, Batı'nın bu zaafından oldukça yararlanmayı bilmişti. Alman İmparatoru ile görüşen Siyonist lider Yahudilerin Berlin Hükûmeti'nin Doğu'ya açılma politikasında yararlı hizmetler görebileceğini söylemişti. Berlin—Bağdat demiryolu projesine değinen Dr. Herzl bu ihaleye tek başına Almanya'nın talip olmasının milletlerarası rekâbete sebep olacağını belirtmişti. (19) Eğer, İkinci VVilhelm Doğu'daki siyasî ve İktisadî emellerinin tahakkuku ve Osmanlı ülkesini daha rahat sömürebilmesi için Bâb—ı Ali'nin kendini toparlamasını arzu ediyorsa, Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerine rıza göstermesi menfaati icabıdır. Beraberlerinde getirdikleri hüner ve servetleri ile Yahudiler Avrupa'nın hasta adamı Osmanlı Devleti'nin tedavisi için âcil bir kuvvet şurubu vazifesi göreceklerdir. Dr. Herzl, Alman İmparatoru'nu ikna etmeyi bilmişti. Nitekim, Wilhehn "Benî İsrail'in çalışkan ve zengin çocuklarının Filistin'e yerleştirilmesi mukaddes topraklara refah ve bereket getirecek, bu da Türkiye'yi diriltip, kalkındırmak için önemli bir faktör olacaktır. Bu iskân ile Türklerin kesesine akacak milyonları hasta adam'ı iflâstan kurtaracak... Türk iyileşecek., ve böylece Türkiye'yi parçalamak kolay olmayacaktır" demişti. (20)

Ruslara gelince, Petograd Hükümeti yurdunda büyük bir kinle zulmettiği Yahudileri. Filistin'e ihraç eder etmez büyük bir şefkatle himaye etmeye başlamıştı.

Bundan önce de belirtildiği gibi, Çarlık Hükümeti Siyönistleri Ortadoğu'daki siyasî amaçlarına âlet etmeyi bilmişti. İngiltere'nin Kudüs Konsolosu Bigham'ın 24 Aralık 1898 tarihli pusulasında (21) Londra Hariciye vekâletine yazdığı gibi Makedonya'daki Panislavcıhk hareketini Asya Türkiye'sinde de görmek mümkündü. Nasıl ki Ruslar din ve ırk kardeşliği kisvesi altında"Rumeli ve Balkanlarda Sırpları ve Bulgarları himayeleri al, tına almışlarsa, aynı politikayı Suriye'de de izliyorlar, yerli Ortodoks halkın hâmisi kesiliyorlardı. Yalnız Rusların Suriye’de kanaatlan altma aldığı yerli halk Ortodoks olmasına rağmen Balkanlardaki Sırp ve Bulgarların aksine İslav değillerdi. Ruslarla aynı ırktan gelmiyorlardı. Süryanilerin çoğu Arap'tı. Bu itibarla, Rusların Dpğu'daki istilâcı emellerin tahakkuku için yerli halkın sempatisini kazanma çabaları din kardeşliği propagandası altında yürütülüyordu. Fakat, Rusların Balkanlarda olduğu gibi Suriye'deki yayılma politikalarının da dinî temelleri yamnda ırkî boyutları vardı. Batıdaki İslav milletlerini destekleyen Çar Hükümeti Doğul da Yahudilerin muhafızlığını yapmayı yeğlemişti. Filistin'de bir avuç Rus Konsolos ve misyonlarından başka İslav ırkının temsilcileri olmadığından Petrograd bu yörede Yahudilerin hâmiliğini üzerine alıp, mukaddes topraklardaki himayecilik rekabetinde kendine de bir yer açmak istemişti. Polonya, Ukranya ve Kafkasya’daki Rus mezaliminden kaçan Yahudiler arz—ı Mevud'a varınca Rus Konsoloslarının kendilerini kollarını açarak beklediğini ve her vesile ile haklarını savunduklarını görünce çok şaşırıyorlardı. Ne var ki, Rusların bu alicenaplığı hiç de karşılıksız değildi. Yahudiler,bilerek veya bilmeyerek Rus ihtiraslarının esiri idiler. Fakat bu hususta kaybeden, Rusya'nın Doğu'da gittikçe kuvvetlenmesini endişe ile izleyen Osmanlı Devleti oluyordu.

Büyük devletlerin Siyonizm karşısındaki tavır ve hareketini tayin eden diğer bir unsur da kapitülasyonlar sayesinde Osmanlı İmparatorluğu dahilinde sahip oldukları hak ve imtiyazları muhafaza etme keyfiyeti idi. Avrupalı lar, Ortaşark'taki sjyasî, İktisadî ve kültürel menfaatlerini koruyabilmek ve emellerini gerçekleştirebilmek için Türkiye'yi velâyet altında tutmaları icap ediyordu. Bunu yapmanın en kolay yolu da kapitülasyonlardan ve bu antlaşmaların Batı'ya verdiği imtiyazlardan faydalanmaktan geçiyordu. Siyonistler Batı'lı devletlere tanınan bu haklardan yararlanarak hiç bir muhalefete maruz kalmadan Filistin'e girebilmek için ve ondan sonra da gene kapitülasyonların yabancılara bahşettiği imtiyazları kullanarak serbestçe koloniler kurabilmek için ecnebi devletlerin himayesine girmek istemişler, bunda da epeyi başarılı olmuşlardı. Avrupa, Siyonistlerin sırf Osmanlı kanunlarını çiğnemek ve Filistin'e yerleşmelerini önlemek üzere konmuş olan yasaklarını atlatmak için kendi vatandaşlığını tercih ettiklerini anlamakta gecikmemişti. (22) Böylece, düvel—i muazzama himayesini dağıtmaktaki eski cömertliğini frenlemişti. Fakat, Siyonistler gene bir yolunu buluyor ve sahte evraklar tanzim edip amaçlarına ulaşabiliyorlardı. Siyonistlerin en çok baş vurduğu çarelerden biri ahirete intikal etmiş dindaşlarının tezkerelerine el koyup, isimlerini değiştirerek yeni taliplere satmaktı.(23) Konsoloslar, Siyonistlerin bu tezkereleri hile ve desise ile ele geçirmelerini pekala bilmelerine karşılık gene de seslerini çıkarmıyorlar ve Osmanlı Hükümeti nezdinde Yahudilerin haklarını müdafaa etmeye çalışıyorlardı. (24) Çünkü, Batı bilmeden ve istemeden kendini çok kötü bir pozisyona sokmuştu. Şöyle ki; himayesi ve vatandaşlığı altındaki Yahudilerin menfaatlerini korumadiği ve buna sebep olarak da Siyonistlerin bu himayeye hile ile sahip oldukları takdirde himaye sisteminin bir bölümünü teşkil ettiği tüm kapitülasyonlar müessesesinin tefessüh ettiğini kabullenmek ve suistimallere mahal verdiğini itiraf etmek durumu ile karşı karşıya kalıyordu. Bu ise, Türkiye'nin bugüne kadar kapitülasyonlar hakkındaki tezinin düvel—i muazzama tarafından tescil ve tasdik olunması demekti. OsmanlI, senelerden beridir kapitülasyonların amacım yitirdiğini savunuyor ve karşılıklı fesh edilmelerini taleb ediyordu. Fakat, Batı'nın Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzunun en önemli kaynağı olan kapitülasyonlardan vazgeçmesi düşünülemezdi. Bu nedenle, büyük güçler Siyonistler tarafından kullanıldıklarını bile bile Filistinl in Yahudiler tarafından istilâ ve iskân edilmesine ses çıkarmadılar ve onları Türk Hükûmeti'nin yasaklarından muaf tuttular. Bu gerçek bilhassa Fransa için geçerli idi. Paris başından beri Siyonizm düşmanı olmasına rağmen, prensip olarak Bâb—ı Ali'nin Yahudi dininden olan vatandaşlarına Filistin'e girişte zorluk çıkartmasını doğru bulmuyor ve bu hususta diplomatik teşebbüslerde bulunmaktan kaçınmıyordu. (25) İspanya ve İtalya gibi Avrupa'nın küçük devletlerine gelince, bunlar diğer büyük güçlerin tesiri altında kalmışlar ve sanki büyüdüklerini ispatlamak istercesine Doğu'ya imtiyaz avma çıkmışlardı. Bu arada, nasılsa Türkiyel den birkaç kapitülasyon imtiyazını koparabilmişlerdi. Bu itibarla, Yahudi vatandaşlarının hâmiliğini yapmak onlar için bir büyüklük kompleksinin tezahürü, kendilerinden daha güçsüz sandıklan Osmanlı Devleti'ne karşı bir kuvvet denemesine kalkışmaları idi. (26)

Avrupa devletlerinin ve Amerika'nın müteaddit müdahaleleri sonucunda, Türk Hükûmeti'nin Siyonistlerin Filistin'e yerleşmelerini ve orada koloniler kurmalarını engellemek üzere aldıkları tedbirler bir biri ardına kal-

dirildi. Ne zaman Bir Yahudi Hayfa veya Yafa Limanı.  nda geri çevrilse derhal bir dilekçe veya bir Siyonistin aracılığı ile Kudüs'deki vatandaşı olduğu devletin temsilciliğine başvuruyordu. Haberi alan konsolos, durumu İstanbul'daki elçisine bildiriyor ve elçi de kâh kendi şahsî nüfûzunu, kâh memleketinin otoritesini kullanarak Bâb—ı Ali'ye şikâyette bulunuyordu. Eğer İstanbul Hükümeti direnir de yabancı elçinin isteklerine boyun eğmezse, o zaman elçi vaziyeti derhal ülkesine jurnal ediyordu. Bunu takiben büyük güçler bir ültimatom kadar sert bir nota ile Bâb—ı Ali'yi ikâz ediyorlar, kapitülasyonlarla nakşedilmiş siyasî haklarının bir an evvel tanınmasını talep ediyorlardı. Bu durum karşısında Hariciye Nâzırımız ısrar edemiyor ve yasakları o sefer için geçersiz addetmeye mecbur kalıyordu. Bâb—ı Ali, Kudüs mutasarrıfı ile muhaberata geçiyor ve Yahudilere güçlük çıkarılmamasını febliğ ediyordu. (27) Binaenaleyh, düvel—i muazzama'mn her vesile ile Osmanlı Devleti'ne müdahale etmesi Siyonizme karşı alınmış tedbirlerin tatbik edilmesini imkânsız hâle getirmiştir. Batı, Yahudi de olsa herhangi bir vatandaşının Türkiyel ye rahatlıkla girebilme hakkının kısıtlanmasına şiddetle karşı çıkmıştı (28)

Büyük devletler, bu kısıtlamayı ortadan kaldırabilmek için bir teşebbüse girişmişler ve Türkiye'den bir kaç kişilik gruplar veya aileler şeklinde Filistin'e göç edenlere dokunulmayacağı ve rahatlıkla memlekete girebilecekleri tavizini koparmıştır. Filistin'e sadece "Kütle" halinde akın edenler yukarıda açıkladığımız kanunlardan mesul tutulacaklardır. (29) Toprak alım— satımına göre, daha önce de belirtildiği gibi, 1893 yılında Kudüs mutasarrıfımız mirî arazinin İliç bir suretle Yahudilere devredilmeyeceğini açıklamıştı. (30) Osmanlı Hükûmeti’nin almış olduğu bu karar üzerine Filistin'de arsa spekülasyonuna girişen bütün ecnebiler

konsoloslarına şikâyete kalkmışlardı. Durumdan haberdar olan Avrupa Devletleri, Türk Hükûmeti'nin bu tutumunun ecnebilere kapitülasyonlarla tanınan sahip oldukları araziyi istediği şahsa satabilme hakkını ihlâl ettiği gereçeksiyle Bâb—ı Ali nezdinde protesto etmişlerdi. Bunun üzerine Osmanlılar, ecnebi Yahudilerin Siyonistlere koloni yapılmaması şartı ile arazi satın almasına müsaade etmişlerdi. (31) Artık mukaddes topraklara Siyonistlerin hiç bir muhalefete maruz kalmadan girdiklerini ve yerleştiklerini gören Osmanlı Hükümeti, 1900 yıknda Büyük Devletlere, Filistin'e yerleşmeye kararlı Yahudileri Türkiye'ye taşunamaları için gemicilik kumpanyalarına emir vermelerini rica etmişse de Batı, Türk Hükûmeti'nin bu arzusunu dikkate almamıştı. (32)

Düvel—i muazzamanın kendi hudud kapılarını Rusya'ya ve Doğu Avrupa'daki zulümden kaçan Yahudilere kapattığını, fakat sıra aynı Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri söz konusu olunca hayırseverlik kisvesi altında Siyonizm'in bir numaralı müdafii kesildiğini gören Sultan Hamid esefle "Musevileri memleketlerinden tard ve ihraç eden medenî devlet ile yine bunları memleketlerine kabul etmeyen sair medenî devletlerin itiraz ve şiddetli lisan istimal etmeyip yalnız Musevileri kabul etmediğimizi bahane ittihaz ederek aleyhimizde itirafatta bulunmaya ne hakları olabilirYlttihaz etmeye haklan varsa düvel—i müşarünileyhima aleyhinde etsinler" diyerek (33) çabalarının heba edilmesi karşısındaki isyanını dile getirmiştrir. Hal' edilmesinden iki yıl sonra Selânik'de sürgünde olduğu Alaitini Köşkü'nde doktoru Atıf Hüseyin'e, Siyonistlerin Filistin'de koloniler tesis etmelerinin İsrail Devleti'nin temelini atmak yolunda bir ön çalışma olduğunu söyleyen Abdülhamid Han "Onlar da bugün hükümet teşkil edecek değiller ya, bu bir mukaddimedir, gaye—i emeldir. Şimdiden işe başlayıp bir çok sene sonra maksadlarına muvaffak olabilirler. Ben zannederim ki olacaklardır da" demiştir. (34)

NOTLAR

(1) BAŞLANGIÇ BÖLÜMÜNÜN NOTLARI :

1) İ. Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, (İstanbul, 1973)

2) N. Sokolow,History of Zionism, 1 .Cilt,s. 300—3;2. Cilt, s. 52, 107—8, 110—121, 141; Esco, Palestine; A Study of Jewish, Arab and British Policies, (New Haven, 1947), Introduction.

3) RMAE, İstanbul muhaberatı, no. 22,12 Haziran 1906.

4) Tercüman, Ramazan İlavesi, 3 Ağustos 1979.

(2) İKİNCİ BÖLÜMÜN NOTLARI:

1) Sokolow, a.g.e., I. cilt, s. 84 vd; 2. cilt, s. 220 vd.

2) Aynı eser, 2. cilt, s. 229-31.

3) Aynıeser,2.cilt,s.231-5.

4) Aynı eser, I. cilt, s. 198-9; 2. cilt, s. 259-61.

5) P. Goodman ve A.D. Lewis, Zionism: Problems and Views, (Londra, 1916), XXI ve XXX bölümleri; Rev. Gaster, "Judaism: A National Religion", H. Sacher (derleyen), Zionism and the Jewish Future,(Londra, 1917).

6) Goodman, a.g.e., XV. bölüm.

7) L. Pinsker, Autoemancipation, (Londra, 1891), D. Vital, The Origİns of Zionism, (Oxford, 1975), 5. bölüm.

8) B. Borochow, Nationalism and Class Strugglç, (New York, 1937); A. Leon, The Jewish Question: A Marxist Interpretation, (New York, 1970).

9) A. Hertzberg (derleyen), The Zionist Idea, (New York,

1959), s. 116-141. M. Schulman, Moses Hess: Prophet of Zionism, (Londra, 1963); E. Sibner, Moses Hess, (Leiden, 1966)

10) S. M. Dubnow, History of the J ews in Russia and Poland 3 cilt, (Philadelphia, 1918), bilhassa 2. cilt, I. Friedlaender, The Jews of Russia and Poland (New York, 1915).

11) J. H. Adeney, The Jews of Eastern Europe, (Londra, 1921)

12) H. Arendt, The Origins of Totalitarianism, (New York, 1951); R. Butler, The Roots of National Sdcialism 1783-1933, (Londra, 1941); L. Poliakov, A History of Anti-Semitism, 3 cilt, (Londra, 1975); F. Stern, The Politics of Cultural Despair, (California, 1961);

U.N.E.S.C.O., The Third Reich, (Londra, 1955), ilk bömü.

13) L. Simon, A Biography of Achad Ha-am, (Londra,

1960) .

14) A. Ha-am, Ten Essays on Zionism and Judaism, (Londra, 1922), s. 1-24.

15) L. Simon,Studies in Jewish Nationalism,(Londra, 1960) s. 50—1, 83, 167-174; Selected Essays by Achad Ha-am, (Philadelphia, 1962), s. 253-305.

16) B. Halphern, The Idea of the Jewish State, (Harvard,

1961) , 4. bölüm.

17) K. Marx, A World Without Jews, (New York, 1959).

18) OHN, Karton no. 332, Dosya no. 17, Evrak no. 1809/ 159, Musurus Paşa'dan Tevfik Paşa'ya, Londra, 26 Nisan 1906.

19) OHN, 332/17, Evrak no. 23598/216, Antopulos Paşat dan Tevfik Paşa'ya, Londra, 8 Haziran 1898.

20) A. M, Hyamson, Palestine: A Policy, (Londra, 1942), IV. bölüm; I. Cohen,The Zionist Movement, (Londra, 1945) III. bölüm; Vital, a.g.e., 6. bölüm.

21) J.Adler,The Herzl Paradox,(New York,1962); I.Cohen, Theodor Herzl: Founder of Political Zionism, (New York, 1958); A. Elon, Herzl, (Londra, 1975); A. Bein, Herzl: A Biography, (Londra, 1956); D. Stewart, Theodor Herzl, (Londra, 1974); Vital, a.g.e., 9. bölüm.

22) Vital, a. .e., s. 272.

23) T. Herzl,The Jewish State, (Londra, 1946).

24) Hertzberg, a.g.e., s. 209.

25) Herzl, The Complete Diaries of Theodor Herzl, (derleyen) R. Patai, (New York, 1960), 2. cilt, s. 581.

26) H. H. Bodenheimer (derleyen), The Memoirs of Max Bodenheimer: Prelüde to Israel, (New York, 1963), s.122.

27) OHN, 332/17, 1683/136, A. Tevfik Paşa'dan Tevfik Paşa'ya, Berlin, 17.8.1900.

28) OHN, 332/17, 28858, Tevfik Paşa'dan bütün sefaretlere tamim, İstanbul, 9.7.1898.

29) OHN, 332/17, Ali Ferruh Bey’den Tevfik Paşa'ya, Washington, 14.7.1908; New York— Daily Tribune'ün 9.6.1898 tarihli nüshası mezkur dosyada bulunmuştur.

30) F. Sayegh, Zionist Diplomacy, (Beyrut, 1967); A. R. Taylor, Prelüde to Israel: An Analysis of Zionist Diplomacy 1897—1947, (New York), I. Bölüm.

(3) ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN NOTLARI:

1) Filistin tarihi için, bkz: İslâm Ansiklopedisi, "Filistin", P. M. Holt ve arkadaşları, The Cambridge History of İslam, I. cilt, (Cambridge, 1970), 3. bölüm, I. kısım; P. K. Hitti, History of Syria Including Lebanon and Palestine. (Londra, 1957); C. T. Karasapan, Filistin ve Şark-üÜrdün, (İstanbul, 1942).

2) A. L. Tibawi, Anglo—Arab Relations and the Question of Palestine, (Londra, 1978), s. 10-15.

3) DDF, 2. seri, II. cilt, no. 440, Delcasse'den Boppe'a, Paris, 14 Ekim 1902.

4) DDF, 2. seri, VI. cilt, Constans'dan Delcasse'ye, Istn bul, 16 Mayıs 1905; DDF 2. seri, VII. cilt, Legrand'dan Rouivier'e, Roma, 1 Eylül 1905.

5) DDF, 2. seri, VI. cilt, no: d/460, Reverseaux’dan Delcasse'ye, Viyana, 27 Mayıs 1905.

6) DDF, 2. seri, IV. cilt. no. 148, Constans'dan Loubet'ye İstanbul, 1903.

7) D. Hopwood, The Russian Presence İn Syria and Palestine 1843-1914, (Oxford, 1969).

8) OPFOCP, Dosya no. 6958, Evrak no. 34, Currie'den Salisbury'ye, İstanbul, 7.1.1897.

9) A. L. Tibawi, British Interest in Palestine 1800—1901, (Oxford, 1961).

10) OPFOCP, 8202/2, Dickson'dan O'Conor'a, Kudüs, 8 Aralık 1902; C. R. Conder Tentwork in Palestine, (Londra, 1878); L. Oliphant, The Land of Gliead, (Londra, 1880)

11) T. Y. Ismael, The Middle east in World Politics, (Syracuse, 1974), I. ve 3. bölümler; A, Williams, Britain and France in de Middle East, (Londra, 1968), Başlangıç bölümü.

12) A. Çaycı, Büyük Sahra'da Türk—Fransız Rekabeti 1858— 1911, (Erzurum, 1970); E. Kuran, Cezayir'in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti18271847, (İstanbul, 1957); j. Ganiage, Les Origines du Prootectorat Françaisen Tunisie 1861—1881,(Paris, 1959).

13) Chatham House, British Interests in the Mediterranean and the Middle east.

14) H. L. Hoskins, British Routes to India, (Londra, 1966).

15) A'. H. Anderson, The Eastern Ouestion, (Londra, 1974, s. 28-9,77,93,99,124,130,141,182-202.

16) A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918, (Oxford, 1974), s. 191-6,229,238,243.

17) I. Geiss, German Foreign Policy 1871—1914, (Londra, 1976), s. 89—90; P. E. Lewin, The German Road to the East, (Londra, 1916); J. L. Wallach (derleyen), Germany-and the Middle East 1835-1839, (Tel-Aviv, 1975); R. Seton—Watson, "Pan—German Aspirations in the Near East", Journal of the Royal Society of Arts, 64,31 Mart 1916, no. 3306.

18) Moltke. Essays, Speeches, and Memoirs, (Londra,! 893).

19) E.M. Earle, Turkey, the Great Powers and the Baghdad Railway, (Londra, 1923).

20) OPFOCP, 8664/79, O'Conor'dan Landsdowne'a, İstanbul, 16 Ağustos 1905.

21) E. Kedourie, England and the Middle East, (Sussex, 1978), 1. bölüm.

22) F. H. Hinsley, Power and the Pursuit of Peace, (Cambridge, 1963), 2. kısım.

23) GDD, I. Cilt, evrak no. 11/69, Bismarck'ın tamimi, 20

Ekim 1876.

24) OPFOCP, 6823/49, Monson'dan Salisbury'ye, Viyana, II Ocak 1896.

25) London Times, 20 Kasım 1896.

26) DDF, I. seri, XIII. cilt, no. 422, Hanotaux'dan Cambon'a, Paris, 24 Ekim 1896.

27) GDD, 2. cilt, no. X/19, Holstein, 3 Ağustos 1895.

28) Berlin Konferansı için, bkz: R. Albrecht-Carrie, A Diplomatic History of Europe, (Londra, 1958); J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, I. cilt (1535-1914), (New York, 1958), s. 189-191; W. N. Medlicott, The Congress of Berlin 1878—80, (Londra, 1938),-G.P.Gooch ve A.W.Ward (derleyen),The Cambridge History of British Foreign Policy, 3. cilt (18661919), (Cambridge, 1923), 2—4. bölümler; A. F. Türkgeldi, Mesail—i Mühimme—i Siyasiye, (Ankara, 1960), I. bölüm.

29) T. Y. Öztuna, Türkiye Tarihi, 12. cilt, (İstanbul, 1965), s. 127-132.

30) OPFOCP, 6823/80,Salisbury'den O'Conor'a,Londra, 20 Ekim 1896.

31) Ermeni meselesi için, bkz: L. Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, (Berkeley, 1963); Nazım Paşa, Ermeni Tarih—i Vukuatı, BVA, 36/2/131/139/80; M. Hocaoğlu, Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, (İstanbul, 1976); W.L.Langer,The Diplomacy of Imperialism, (New York, 1960), V.,VII, ve X. bölümler.

32) Y. H. Bayur,Türk İnkılabı Tarihi, I. cilt, (İstanbul,1940) s. 16-17.

33) GDD, 2. cilt, no. LX/224, Radolin'den Hohenlohe'ye, İstanbul, 17 Nisan 1895.

34) DDF, I. seri,XIII. cilt,no. 21, Montebello'dan HanotauxL ya, Petrograd, 12 Kasım 1896.

35) GDD, 2. cilt, no. 8/91-2, Radolin'den Hohenloheye, Petrograd, 29 Ekim 1895.

36) GDD, 2. cilt, no. IX/193, Portales'den Caprivi'ye, Petrograd, 15 eylül 1890.

37) DDF, I. seri, XIII. cilt, no. 39, Courcel'den Hanotaux'ya Londra, 9 Aralık 1896; GDD, 2. cilt, no. LX/236, Saurma'dan Hohenlohe'ye, İstanbul, 27 Haziran 1895;

OPFOCP, 6958/120, Currie'den Salisbury'ye, İstanbul, 10 Şubat 1897; OPFOCP, 6958/145, Currie'den Salisbury'ye, İstanbul, 23 Şubat 1897.

38) A. Carmel, "The Political Significance of German Settlements in Palestine1868-1918", Wallach, a.g.e., s,76.

39) J. Finn, Stirring Times: Records from Jerusalem Consular Chronicles, 2 cilt, (Londra, 1878).

40) RMAE, İstanbul yazışmaları, no. 3, 24 Ocak 1905, ve no. 40, 11 Ağustos 1907; Kudüs yazışmaları, no. 30/78, 1893.

41) OPFOCP, 7063/38, Currie'den Salisbury’ye, Kudüs, 16 Ocak 1898.

42) OPFOCP, 7308/17, O’Conor'dan Salisbury'ye, İstanbul, 2 Şubat 1899.

43) OPFOCP, 7308/17, ek no. 4, Richards'dan O'Conor'a, Şam, 17 Ocak 1899.

44) DDF, 1. seri, XVI. cilt, no. D/369, Nisard'dan Delcasse' ye, Roma, 10 Kasım 1900.

45) OPFOCP, 7655/55, O’Conor'dan Salisbury'ye, İstanbul, 22 Mayıs 1900.

46) DDF, I. seri, XIV. cilt, no. D/235, Montrbello'dan Hanotaux'ya, Petrograd, 20 Haziran 1898; DDF, I. seri, XIV. cilt, no. D/182, Cambon'dan Hanotaux'ya, Beyoğlu, 10 Mayıs 1898.

47) Lewin, a.g.e., s. 30.

48) DDF, I. seri, XIV. cilt, no. D/247, Montebello'dan Delcasse'ye, Petrograd, 5 Temmuz 1898; ve no. D/292, Cambon'dan Delcasse'ye, Tarabya, 15 Ağustos 1898.

49) OPFOCP, 7308/76, O’Conor'dan Salisbury'ye, İstanbul, 27 Nisan 1899.

50) BVA, YEE, Kısım: 8, Evrak: 2625, Zarf: 77, Karton: 3.

51) 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi için, bkz. Y. T. Kurat 

1877-78 Osmanlı-Rus Harbinin Sebepleri, "Belleten, 26,1962; s. 567 vd.,T. Y. üztuna, Resimlerle 93 Harbi: 1877—78 Türk—Rus Savaşı, (İstanbul, 1969).

52) BVA, YEE, 8/2625/77/3.

53) BVA, YEE, 9/1820/72/4.

54) DDF, 2. seri, VII. cilt, no. T/581, Spuler'den Montebello’ya, Paris, 12 Mayıs 1890, L. Ragats, The Question of Egypt in Anglo—French Relations 1875—1904, (Edinburg, 1922); OHN, Mısır Meselesi, (İstanbul, 1915).

55) Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, s. 166.

56) Aynı eser, s. 165.

57) Aynı eser, s. 136—137.

58) BVA,YEE,11/989/120/5; Atıf Hüseyin,Defter II,Y-255, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi.

59) OPFOCP, no. 2431, veno. 2437.

60) BVA, YEE, 9/2627/72/4.

61) Abdülhamid, a.g.e., s. 136—137.

62) BVA, YEE, 8/2609/77/3.

63) BVA, YEE, 9/2627/72/4.

64) Abdülhamid'in ıslahat programı için, bkz:S. J.Shaw, "A Promise of Reform: Two Complimentary Documents," International Journal of Middle Eastern Studies,4,1973, s. 359 vd; BVA, YEE, 31/9/2622/72/4.

65) Abdülhamid'i bir despot olarak tanıtan eserler için bkz: E. Pears, Life of Abdul Hamid, (Londra, 1917);G. Roy, Abdul Hamid le Sultan Rouge, (Paris, 1936); R. Davey The Sultan and His Subjects, 2. cilt, (New York, 1897). Daha objektif bir tahlil için, bkz: B. Lewis, The Emergence of Modern Turkey, (Oxford, 1961), s. 174-175; J. Haslip, The Sultan, Life of Abdülhamid II, (Londra, 1973); Shaw, a.g.e., s. 211-213; W. L. Langer,The Diplomacy of Imperialism, (New York, 1935).

66) BVA, YEE, 9/2626/72; Abdülhamid, a.g.e.,s. 114—115.

67) BVA, YEE, 9/1820/72/4.

68) BVA, YEE, 9/2006/72/4

69) BVA, YEE, 9/2003/72/4.

70) BVA, YEE, 9/2625/77/3.

71) Makedonya meselesi için, bkz: E. Barker, Macedonia, Its Place in Balkan Power Politics, (Londra, 1950); G. Anastâsoff, The Tragic Peninsula: A History of the Macedonian—Movement for Independence Since 1878, (St. Louis, 1938); D. Sliyepceviç, The Macedonian Question: The Struggle for South Serbia, (Chicago, 1958) N. N. Tepedelenlioğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, (İstanbul, 1978).

72) Abdülhamid, a.g.e., s. 101.

73) PRO, FOCP, 73/4201, no. 4, White'dan Salisbury'ye, İstanbul.  Ocak 1889.

74) GDD, 2. cilt, no. IX/201, Radolin'den Hohenlohe'ye, İstanbul, 16 Kasım 1894 ve BVA, YEE, 9/2626/72, M. Hocaoğlu, Abdülhamid Han'ın Muhtıraları, (İstanbul s. 716)

75) BVA, YEe, 9/2008/72; Hocaoğlu,a.g.e., s. 113.

76) Sait Halim Paşa, Buhranlarımız, (İstanbul, 1973), s.83.

77) BVA, YEE, 31/1819/97/80 (1881 Şubat); BVA, YEE, 31/1526/97/80 (1881 Şubat); E. Akarlı, The Problems of External Pressures, Power Struggles, and Budgetary Deficits under— Abdülhamid, Princeton, doktora tezi,

1976.

78) Abdülhamid, a.g.e., s. 130.

79) Aynı eser, s. 115.

80) Haslip, a. g. e., s. 151.

81) Abdülhamid, a.g.e., s. 118.

82) Sultan Hamid'in bu husustaki görüşleri için, bkz:Khayr al-din al Tunusi (çeviren) L. C. Brown, The Surest Path, (Cam., Mass., 1967).

83) BVA, YEE, 1/156/XX1/156/3.

84) Sultan Hamid'in Adalet Sistemi ile ilgili ıslahatları için, bkz: Osman Nuri Abdul Hamid-i Sani ve Devr—1 Saltanatı, (İstanbul, 1911), s. 700 vd.

85) Sultan Hamid'in askeriye ile ilgili ıslahatları için bkz: BVA, YEE, 9/2645/72/4.

86) BVA, Muhacirin Defterleri, senelik koleksiyonlar, A. R. Altınay, "Mülteciler Meselesine Dair," TTEM, 12/89, 13/90; A. C. Eren, Türkiye'de Göç ve Göçmen Meseleleri (İstanbul, 1966).

87) OPFOCP, 8664/54, Dickson'dan O'Conor'a, Kudüs, 26 Mayıs 1906.

88) H.M.S.O., Handbook on Syria and Palestine, 1920, s. 45.

(4) DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN NOTLARI:

1) Dr. Herzl'in İstanbul'daki temasları için, bkz: Herzl, Diaries, I. cilt, s. 80, 366-7, 374-94, 403, 412, 419-22, 427; II. cilt, s. 435, 439-46, 457, 467-71, 479-85, 496, 581, 588, 609-11, 813, 827; III cilt, s. 847-8, 866—7, 899-900, 961-3, 967-73, 979, 997, 1006, 1016-18, 1079, 186, 1092-3, 1112-17, 1121-36, 1144, 1150-66, 1187-93, 1216-30; IV. cilt,s. 12741310,1314-23.

2) OHN, 332/17, no. 45624/5, Tevfik Paşa'dan Tevfik Paşa'ya, Bâb—ı Âli, 9 Ocak 1902.

3) Diaries, l, s. 378.

4) Aynı eser, IV, s. 1340—1; FRUS, evrak no. 319, Wallacedan Frelinghuysen'e, İstanbul, 11 Temmuz 1882.

5) M.Buheiry/Thedor Herzl and the Armenian Question," Journal of Palestine Studies, cilt VII, No. I, Ağustos

1977.

6) CZA, H VIII 870.

7) OHN, 332/17, evrak no. 1683/136, ek. I, A. Tevfik Paşamdan Tevfik Paşa'ya, Berlin 17 Ağustos 1900; aynı dosya, 23598/216, ek, I. Antopulos Paşa'dan Tevfik Paşa'ya, Londra 8 Haziran 1898.

8) Atıf Hüseyin Bey, Hatıralar, TTK, Y255, defter no. VII, s. 17.

9) OHN, 332/17, 9796/34, Ali Ferruh Bey'den Tevfik PaşaL ya, Washington, 5 Mayıs 1899.

10) Kapitülasyonlar hakkında Batı'da esaslı bir eşer neşredilmemiştir. Gene de yanlışlıklarla dolu olsa da iki tahlilin adını veriyoruz: J. B. Angeli, 'TheTurkish Capitulationş "American Historica! Review, VI, Ocak 1901, s. 254—9;

N. Sousa, The Capitulatory Regime of Turkey, (Londra, 1933).

11) Türk-Islâm medeniyetinin Milletlerarası Politika anlayışı için, bkz: K. Öke, Murad IV and Persia, Sussex Üniversitesi, Master tezi, 1978.

12) Osmanlı İmparatorluğumdaki Yahudiler için, bkz: A. Galante, Histoire des juîfsd'lstanbul, (İstanbul, 1942); Histoire des juifs Anatolie, (İstanbul 1939); Documents officiels turcs concernant les juifs des Turquie, (İstanbul, 1941); Recueil de nouveaux documents concernant les juifs des Turquie, (İstanbul 1949);Turcs et Juifs, (İstanbul, 1932).

13) PRO, FO, 78/2068, evrak no. 5, Palmerston'dan Rose'a, Londra, 14 Mayıs 1847.

14) M. Feinstein, American Zionism (1884—1904), (New York, 1965), p. 199.

16) OHN, 332/17, 1683/136, A. Tevfik Paşa'dan Tevfik Paşa'ya, Berlin, 17 Ağustos 1900.

17) OHN, 332/17, 23598/216, Antopulos'dan Tevfik Paşa' ya, Londra, 8 Haziran 1898.

18) Abdulhamid, a.g.e., s. 76/77.

19) C.R. Atilhan, İttihad ve Terakki'nin Suikastleri, (Istan-, bul, 1973), s. 200.

20) OPFOCP, 4307, 86, Jago'dan Layard'a, Şam, 10 Şubat 1880.

21) PRO, FO, 78/2992, 30, Moore'dan Layard'a, Kudüs, 30 Temmuz 1879.

22) G. Antonius, The Arab Awakening, (New York, 1934), V. bölüm.

23) J. M. Landau, "An Arab Anti-Turk Handbili (1881)," Turcica.

24) S. Haim, Arab Nationalism: An Anthology, (Berkeley, 1962), s. 78-81.

25) Aynı eser, s. 29-31, 81-83; N. Azoury, Le Reveil de la Nation Arabe dans l'Asie Turquie, (Paris, 1905).

26) AP, LXXX (449), Layard'dan Salisbury'ye, Tarabya, 12 Haziran 1879; OPFOCP, 6820, 311, Herbert'den Salisbury'ye, İstanbul, 4 Kasım 1895.

27) OPFOCP, 5396, 13, Rosebery'den Thornton'a, İstanbul, 6 Temmuz 1886.

28) H. M. S. O., Mohammedanism in Asia, cilt X, 1920;Âbdülhamid, a.g.e., III. bölüm.

29) C.E. Dawn, From Ottomanism to Arabism, (Illinois, 1973), s. 132.

30) OPFOCP, 6823,154, Eyres, Şam 18 Mayıs 1896.

31) OPFOCP, 6957,27,1 Ekim 1896.

32) OPFOCP, 4307,113, Elridge'den Layard'a, 1880.

33) OPFOCP, 6957,278,1896.

34) Haim, a.g.e., s. 29, ve E. Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali (İstanbul, 1972), s. 54,55,64.

35) H.A.R. Gibb ve H. Bowen, Islamic Society and the West, 2 cilt, (Londra, 1950-7).

36) General Nuri As—Said, Arab Independence and Unity.

37) Raşid Rida için, bkz: Haim, a.g.e., s. 19 vd, 75—78; Antonius, a.g.e., s. 109,159—60.

38) AP, evi, Richards'dan Currie'ye, Şam, 1 Nisan 1897.

39) OPFOCP, 2621, "Correspondence respeeting Religious and Political Revival among Mussulmans, "bilhassa Green'den Granville'e, Şam, 17 Eylül 1873; AP, XCVI, Hay'den Currie'ye, Beyrut, 16 Nisan 1895, ve Hay'den Herbert’e, Beyrut, 19 Ağustos 1896.

40) OPFOCP, 5571, "Administrative Reforms in Asiatic Turkey," 26, White'dan Salisbury'ye İstanbul, 7 Mart 1888.

41) OPFOCP, 6775, 49, Deniz Kuvvetlerinden İngiliz Hariciye Vekaletine, 5 T emmuz 1895.

42) Kur'an—ı Kerim, sure: 5, ayet: 82.

43) A. A. Tabbara, Kur'an Açısından Yahudi Menşei ve Karakteri, (Konya, 1978).

44) Kur'an-ı Kerim, sure:3, ayet: 112.

45) N. J. Mandel, The Arabs and Zionism Before World War I, (Berkeley, 1976), s. 43.

46) Aynıeser, s. 45.

47) Aynı eser, s. 47—48.

48) Aynıeser, s. 67.

49) Filistin'deki Hıristiyan misyonerlerin Yahudi düşmanlığı için, bkz: PRO, FO, 78/2514, 27, Moore, Kudüs, 19 Ekim 1876; ve PRO, FO, 195/1984, 36, Dickson'dan Currie'ye, 25 Haziran 1897.

50) Mandel, a.g.e., s. 53.

51) Aynı eser, s. 54.

52) Aynı eser, s. 54.

53) A. Cohen, Israel, and the Arab World, (Londra, 1970), s. 46.

54) Aynıeser,s.65.

55) Aynı eser, s. 67.

56) H. Sacher (derleyen), Zionism and the jewish Future, (Londra, 1916); A. Ruppin, The Jews of Today, (Londra, 1913), VI. kısım;Sokolow, a.g.e., s. 114,175,190.

57) A. Cohen, a.g.e., s. 59—60.

58) PRO, FO, 195/2287, 16, Blech'den O'Conor'a, 19 Mart 1908.

59) W. Laqueur, A History of Zionism, (Londra, 1972), s. 217.

60) Cohen, a.g.e., s. 60.

61) Rotschilds için, bkz: I. Margalith, Le Baron Edmond de Rothshild et la Colonisation juive en Palestine, 1882— 1899, (Paris, 1957); S. Schama, Two Rothschilds and the Land of Israel, (Londra, 1978).

62) Cohen, a.g.e., s. 57.

63) PRO, FO, 195/1727,25, Dickson'dan Fane'e, Kudüs, 16 Temmuz 1891.

64) Abdülhamid, a.g.e., s. 76.

65) BVA, YE E, Çl 1/48—49/54/136.

66) Atilhan, a.g.e., s. 200—1.

67) Abdülhamid, a.g.e., s. 73.

68) OHN, 332/17,9796/34, Ali Ferruh Bey'den Tevfik Paşa' ya, Washington, 5 Mayıs 1899.

69) A. Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, (İstanbul, 1960), s. 46.

70) FRUS, (1882), 319/107, Wallace'dan Frelinghuysen'e, İstanbul, 11 Temmuz 1882, ekler ile birlikte.

71) Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, (İstanbul, 1931), s. 32.

72) BVA, YEE, 36/140/106/140/XXIV, Siyonistlerin Filistin'e yerleşmek hususundaki çalışmalarına dair Hariciye Nezaretine gönderilen muhaberat suretlerini ihtiva eden New York Şehbenderi Ali Şefik Bey'e ait natamam bir defter.

73) BVA, YEE, Çl 1/35-37/54/136, Ali Ferruh Bey’den Mabeyn'e, Washington, 22 Nisan 1898.

74) OHN, 332/17 sayılı dosyada Washington sefirimizin sadece 1898 yılında İstanbul’a gönderdiği küpürler Washington Post, Jewish Messenger, Sun, New York Daily Tribune, Press, Der Zionist adlı gazetelerden kesilmişti.

75) Atilhan, a.g.e., s. 200—1'de bu iki iradeyi bulmak mümkündür.

76) I. Friedman, Germany, Turkey and Zionism, (Oxford, 1977), s. 65.

77) Aynı eser, s. 68.

78) Herzl, Diaries, III, s. 770.

79) Friedman, a.g.e., s. 79.

80) Bülow, Memoirs, 2. cilt, s. 250.

81) OHN, 332/17, 1683/136, Ahmed Tevfik’den Tevfik Pa şa'ya, Berlin, 17 Ağustos 1900.

82) OHN, 332/17, 3309/179. Ahmed Tevfik’den Tevfik Paşa’ya, Berlin, 31 Kasım 1903.

83) Bodenheimer,a.g.e.,s. 124—5.

84) OHN, 33e/17 numaralı dosyada.

85) OHN, 332/17, 9557/66, Ali Ferruh Bey'den Tevfîk Paşa'ya, Washington, 12 Mayıs 1898.

86) P.W. Gunter, The Rise of Reform Judaism, (New York, 1963).

87) BVA, YEE, Çli/48—49/54/136, Ali Ferruh Bey’den Tahsin Paşa'ya, Washington, 27 Nisan 1898.

88) OHN, 332/17,9597/81, Ali Ferruh Bey’den Tevfik Paşa' ya, Washington, 23 Temmuz 1898; BVA, YEE, Çll/85— 86/54/136, Ali Ferruh Bey’den Tahsin Paşa'ya, Washington, 15 Haziran 1898.

89) BVA, YEE, Çl 1/98/54/136, Ali Ferruh Bey’den Tahsin Paşa'ya, Washington, 23 Haziran 1898.

90) BVA, YEE, Çl 1/275-276/54/136, Ali Ferruh Bey’den Tahsin Paşa'ya, Washington, 24 Ocak 1899.

91) FRUS (188), 1068, Straus'dan Bayard'a, İstanbul, 23 Şubat 1888; PRO, FO, 195/1581,21, Hariciye Nezareti'nden Moore'a, Londra, 24 Eylül 1887.

92) BVA, YEE, Çl 1/226-229/54/156, Ali Ferruh Bey’den Tahsin Paşa'ya, Washington, 1 Ekim 1898.

93) PRO, FO, 195/1410,86, Elridge'den Dufferin'e, Beyrut,

24 Ekim 1882.

94) PRO, FO, 78/3506,48, eki, Wyndam'dan Granville’e, 22 Ocak 1883.

95) Bkz. dipnot no. 91.

96) PRO, FO, 195/1581, 9, Moore'dan White'a, Kudüs, 5 Mart 1887.

97) FRUS (1898), 12, Ali Ferruh Bey’den Hay'a, Washington, 20 Ekim 1898.

98) PRO, FO, 195/2028, 41 Dickson'dan Bunsen'e, Kudüs,

25 Ağustos 1898.

99) PRO, FO, 78/5479, 71, Dickson'dan Bunsen'e, Kudüs, 29 Aralık 1900; PRO, FO, 78/5479, 34, O'Conor'dan Landsdowne'a, İstanbul, 27 Ocak 1901; FRUS (1901), 316, Grimscom'dan Hay'e, İstanbul, 31 Ocak 1901.

100) PRO, FO, 195/2028, 54, Dickson'dan O’Conor'a, Kudüs, 12 Ekim 1898.

101) PRO, FO, 195/1806, 46, Dickson'dan Nicolson'a, Kudüs, 25 Ağustos 1893.

102) PRO, FO, 83/1723, 394, White'dan Salisbury'ye, Tarabya, 10 Eylül 1891.

•103) FRUS (1893), Mavroyeni'den Gresham'a, Washington, 22 Kasım 1893 tarihli pusulada bu kanunun İngilizce tercümesi mevcuttur.

104) FRUS (1884), 414, Arif Paşa'dan Wallace'a, İstanbul, 22 Ocak 1884.

105) Atilhan, a.g.e.,s. 201.

106) FRUS (1886), 445, Cox'dan Bayard'a, İstanbul, 5 Ocak 1886.

107) PRO, FO, 78/3997, 21, White'dan Salisbury'ye, İstanbul, 4 Nisan 1887.

108) Arazi Kanunnamesinin İngilizce bir tercümesi için, bkz: FRUS (1898), 73, ekno. I, AngelI'den Sherman'a, İstanbul, 5 Ocak 1898.

109) FRUS (1906), 1370, Jay'den Washington'a, İstanbul, 25 Nisan 1906.

110) PRO, FO, 195/1765, 35, Dickson'dan Clare-Ford'a, Kudüs, 30 Aralık 1892.

111) PRO, FO, 195/1789, 278 (eki Sait Paşa’nın 3 Nisan 1893 tarihli beyannamesi ile birlikte), Nicolson'dan Dickson'a, Tarabya, 23 Temmuz 1893.

112) PRO, FO, 195/1940, I. Dickson'dan Currie'ye, Kudüs, 20 Ocak 1896.

113) Atilhan, 31 Mart Faciası, s. 6.

(5) SONUÇ BÖLÜMÜNÜN NOTLARI:

1) OHN, 254/346, "Emigration des İsrealites en Palestine, "N. Bentwich, Palestine of the Jews, (Londra, 1919), 3, 4, 5 ve 6. bölümler; M. Burnstein, Self Government of the Jews in Palestine Since 1900, (Tel—Aviv, 1934);

A. Ruppin,Three Decades of Palestine, (Londra,1936).

2) Sokolow, a.g.e., 2. cilt, s. 238—9'dan alınan bir listeye göre Filistin'deki Yahudi kolonileri:

a) Batı Şeria’da: Nikveh İsrael (1870), Petak Tikva

(1878), Kafir Saba (1904), Rişon leSiyon (1882), Wadal Hanin (1882), Nes Siyonah (1897), Ekron (1884), Katrah (1884), Castinieh (1895), Mozah (1891), Rehoboth (1890), Bir Yakob (1907), Artuf (1896), Zikron Yakob (1882), Bath Şelomo (1889), Şeveya (1891), Marah (1907), Çederah (1891), Şefzibah (1905), Atlit (1907).

b) Galile'de: Roş Pinah (1882), Yessod Hamaleh (1883) Mişmar Hayarden (1884), Ain Zeytun (1891), Metula (1896), Mahanaim (1899), Secera (1899), Comma (1902), Bedcen (1905), Mesha (1902), Melhamieh (1902), Mizpah (1908), Kinnereth (1908).

c) Ürdün'de: Bene Yehudah (1886). Toplam: 33.

3) OPFOCP, 5900,36, Moore'dan White'a, Beyrut, 11 Mart 1889.

4) Aynı dosya, 27, Elridge'den White'a, Beyrut, 11 Mart 1889.

5) AP, Cl (1897), Dickson'dan Currie'ye, Kudüs, 25 Kasım 1896.

6) Mandel, a.g.e., s. 25.

7) PRO, FO, 195/181, 95, Palmerston'dan Ponsonby'ye, Londra, 21 Nisan 1841.

8) PRO, FO, 78/390, 134, Palmerston'dan Ponsonby'ye, Londra, 11 Ağustos 1840; 78/391, 248, Londra, 24 Kasım 1840.

9) PRO, FO, 195/944, II, ek no. 3, Burton'dan Kennedy'ye Şam, 24 Ocak 1871.

10) PRO, FO, 78/2375 A, Locock'dan Derby'ye, Tarabya,

12 Mayıs 1874. . ... , •.

11) PRO, FO, 78/3631,76, Wyndam'dan Granvılle e, İstanbul. 24 Kasım 1884) (Eklerle beraber).

12) PRO, FO, 78/3423, 14 Elridge'den Granville'e, Beyrut, 25 Mayıs 1882.

13) C. Adler ve A.M. Margalith, With Firmness in the Right (American Diplomatic Aetion Affecting Jews 1840— 1945), (New York, 1946).

14) 05. Straus, Under Four Administrations, (New York, 1923).

15) Feinstein, a.g.e., s. 146.

16) FRUS (1888), 1101, Adee'den Straus'a, Washington, 6 Kasım 1888.

17) BVA, YEE, Ç11/275-276/54/136, Ali Ferruh Bey'den Tahsin Paşa'ya, Washington, 24 Ocak 1899.

18) FRUS (1889), 191, ek no. 1, Straus'dan Blaine'e, İstanbul, 20 Nisan 1889.

19) Herzl, Diaries, 2. cilt, s. 669-71.

20) Friedman, a.g.e., s. 66.

21) OPFOCP, 7307, 91, Bigham'dan İngiliz Hariciye Nezaretine, Kudüs, 24 Aralık 1898.

22) PRO, FO, 195/2028,67, Dickson'dan O’Conor'a, Kudüs, 21 Kasım 1898.

23) PRO, FO, 78/1692, Finn'den Earl Russell'a, Kudüs, 19 Haziran 1862.

24) PRO, FO, 195/1510, Elridge'den Wyndam'a, Beyrut, 8 Ocak 1885.

25) DDF, 2. seri, I. cilt, D/146;Delcasse'den Constans'a, Paris, 19 Mart 1901.

26) RMAE, Kudüs Yazışmaları, 45/5 a, Savier'den Devlet Bakanına, Kudüs, 19 Aralık 1895.

27) PRO, FO, 195/1575, White'dan Moore'a, Tarabya 19 Ekim 1887; FRUS (1888), 1083, Straus'dan Bayard'a, İstanbul, 19 Mayıs 1888.

28) PRO, FO, 195/1607, White'dan Moore'a, İstanbul, 3 Mayıs 1888.

29) PRO, FO, 195/1607, White'dan Moore'a, İstanbul, 6 Ekim 1888; FRUS (1888), 1098, King'den Bayard'a, İstanbul , 22 Ekim 1888.

30) PRO, FO, 195/1765,35, Dickson'dan Clare-Ford'a, Kudüs, 30 Aralık 1892.

31) PRO, FO, 195/1789, 278, ek no. I, Nicolson'dan Dickson'a, Tarabya, 23 Temmuz 1893.

32) PRO, FO, 78/5479, 218, O'Conor'dan Salisbury'ye, İstanbul, 27 Haziran 1900; PRO, FO, 78/5479, 239, Salisbury'den White'a, Londra, 9 Kasım 1891.

33) Atilhan, İttihad..., s. 200.

34) Atıf Hüseyin, a.g.e., s. 18.

KAYNAKLAR

A. ARŞİV MATERYELİ:

1) Yıldız Esas Evrakı, Başvekalet Arşivi, İstanbul.

2) Hariciye Nezareti Arşivleri, Hazine—i Evrak Dairesi, İstanbul.

3) Foreign Office Files (İngiliz Hariciye Vekaleti Dosyaları) Public Record Office (Kamu Kayıtları Ofisi), Londra.

4) Registros del Ministerio de Asuntos Exteriores (İspanya Dış İşleri Bakanlığı Arşivleri), Madrid.

5) Central Zionist Archives (Merkezî Siyonist Arşivleri), Kudüs.

B. BASILI DİPLOMATİK BELGELER:

1) D ocu m en ts Diplomatiques Français (1871—1914), Fransız Dış İşleri Vekaleti, Paris.

2) German Diplomatic Documents (1871—1914), (Derleyen) E.T.S. Duğdale, (Londra, 1928), iki cilt.

3) Mohammedanism in Turkey, (Londra, H.M.S.O., 1920), İngiliz Hariciye Vekaletinin direktifiyle hazırlanan tarihi elkitapları serisi cilt X, no. 24.

4) Zionism, (Londra, H.M.S.O., 1920), cilt X, no. 162.

5) Syria and Palestine, (Londra, H.M.S.O., 1920), cilt —, no. 60.

6) Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, Washington senelik koleksiyonlar: 1880—1908.

7) Correspondence Concerning the Asiatic Provinces of Turkey, Foreign Office (İngiliz Hariciye Vekaleti), Confidentia) Print (Gizli Belgeler), Official Publications Department (Resmî Neşriyat Dairesi), Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi.

C. YABANCI ESERLER:

1) J. H. Adeney, The Jews of Eastern Europe, (Londra, 1921).

2) C. Adler ve A. M. Margalith, With Firmness in the Right (American Diplomatic Aetion Affecting Jews 18401945), (New York, 1946).

3) J. Adler,The Herzl Paradox, (New York, 1962).

4) R. Albrecht—Carrie, A Diplomatic History of Europe, (Londra, 1958).

5) C. Anastasoff, The Tragic Peninsula: A History of the Macedonian Movement—for Inıdependence Since 1878, (St. Louis, 1938).

6) A. H. Anderson, The Eastern Question, (Londra, 1974)

7) G. Antonius, The Arab Awakening, (New York, 1934).

8) H. Arendt, The Origins of Totalitarianism, (New York, 1951).

9) N. As-Said, Arab Independence and Unity.

10) N. Azoury, Le Reveil de la Nation Arabe dans l'Asie Turquie, (Paris, 1905).

11) E. Barker, Macedonia: Its Place in Balkan Power Politics. (Londra, 1950):

12) A. Bein,Theodor Herzl; A. Biography, (Londra, 1957)

13) N.Bentwich, Palestine of the Jews, (Londra, 1919).

14) B. Borochov, Nationalism and Class Struggle, (New York, 1937).

15) H. H. Bodenheimer (derleyen), The Memoirs of Max Bodenheimer: Prelüde to Israel, (New York, 1963).

16) R. Butler, The Roots of National Socialism 1783—1933, (Londra, 1941)

17) B. Bülow, Memoirs, 4 cilt, (Londra, 1931).

18) Chatham House, British Interests in the Mediterranean and the Middle East, (Oxford, 1958).

19) A. Cohen, Israel and the Arab World, (Londra, 1970).

20) I. Cohen, Theodor Herzl: The Founder of Political Zionism, (Londra, 1959).

21) , The Zionist Movement, (Londra, 1945).

22) C. R. Conder, Tent Work in Palestine, 2 cilt, (Londra, 1878).

23) R. Davey, The Sultan and His Subjects, 2 cilt, (New York, 1897).

24) R. H. Davidson, Reform in the Ottoman Empire 18561876, (Princeton, 1963).

25) S. M. Dubnow, History of the Jews in Russia and Poland, (Phiiedelphia, 1916).

26) E. M. Earle, Turkey, The Great Powers and the Baghdad Railway: A Study in Imperialism, (Londra, 1923).

27) A. Elon, Herzl, (Londra, 1975).

28) Esco Foundation for Palestine, Palestine: A Study of Jewish, Arab and British Policies, 2 cilt, (New Haven, 1947).

29) M. Feinstein, American Zionism 1884—1904, (New York, 1965).

30) J. Finn, Stirring Times: Records from Jerusalem Consular Chronicles, 2 cilt, (Londra, 1878).

31) I. Freiedlander, The Jews of Russia and Poland, (New York, 1915).

33) A. Galante,Turcs et Juifs, (İstanbul, 1932).

34) , Histoire Des Juifs d'lstanbul, (İstanbul, 1942).

35) ., Histoire Des Juifs d'Anatolie, (İstanbul, 1939)

36) , Documents Officiels Turcs Concernant les

Juifs de Turquie, (İstanbul, 1941).

37)   Recueil de Nouveaux Documents Concernant

les Juifs deTurquie, (İstanbul, 1942).

38) J. Ganiage, Les Origines du Protectorat Français en

32) I. Friedman, Germany, Turkey and Zionism 1897—1918 (Oxford, 19’77).

Tunisie 1861-1881 (Paris, 1959).

39) I. Geiss, German Foreign Policy 1871-1914, (Londra, 1976).

40) H. A. R. Gibb ve H. Bowen, Islamic Society and the West: A Study of the lmpact-of Western Civilization on

Mosi em Culture in the Near East, cilt I; 1950; Cilt 2, 1957, Londra.

41) G. P. Gooch ve R. W. Ward, The Cambridge History of British Froeign Policy, Cilt 3,1866-1919, (Cambridge; 1923).

42) P. Goodman ve A. D. Lewis (derleyen), Zionism: Problems and Views, (Londra 1916)

43) P. Goodman, Zionism in England, (Londra, 1949).

44) L. Greenberg, The Jews in Russia: The Struggle for Emancipation 1881—1917,2. cilt, (Yale, 1951).

45) P. W. Gunter, The Rise of Reform Judaism, (New York, 1963).

46) A. Ha-am, Ten Essays on Zionism and Judaism, (Londra, 1922).

47) S. Haim, Arab Nationalism: An Anthology, (Berkeley, 1962).

48) B. Halpern, The Idea of the Jewish State, (Cambridge, Mass., 1961).

49) J. Haslip, The Sultan: The Life of Abdulhamid, (Londra, 1958).

50) A. Herzberg (derleyen), The Zionist Idea: A Historical Analysis and Reader, (New York, 1959).

51) H. Herzl,The Jewish State,(New York, 1946).

52) , The Complete Diaries of Theodor Herzl, 5 cilt,

(Londra, 1960).

53) F. H. Hinsley, Power and the Pursuit of Peace, (Cambridge,1963).

54) P. K. Hitti, History of Syria including Lebanon and Palestine, (Londra, 1957).

55) P. M. Holt, A. S. Lambton ve B. Lewis (derleyen), The Cambridge History of İslam, 2 cilt, (Cambridge, 1970).

56) D. Hopwood, The Russian Presence in Syria and Palestine 1843-1914, (Oxford, 1969).

57) H. L. Hoskins, British Routes to India, (Londra, 1966).

58) J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, cilt I (1535-1914), (New York, 1958).

59) A. N. Hyamson, Palestine-. A Policy, (Londra,1942).

60) T. Y. Ismael, The Middle East in World Politics, (Syracuse,1974).

61) E. Kedourie, England and the Middle East:The Destruction of the Ottoman Empire 1914-1921, (Sussex, 1978).

62) Khayr Al-Din Al-Tunusi, The Surest Path, (Cambridge, Mass.,1967).

63) W. Langer, European Alliances and Alignments 1871 — 1890, (New York, 1950).

64) ...., The Diplomapy of Imperialism 1890—1902,

(New York, 1935 ), 2 cilt.

65) W. Laqueur, A History of Zionism, (Londra, 1972).

66) The Arab—Israelİ Reader, (Londra, 1969).

67) A. Leon,The Jewish Question: A Marxist Interpretation, (New York, 1970).

68) P. E. Lewin, The German Road to the East, (Londra, 1916).

69) B. Lewis, The Emergence of Modern Turkey (Londra 1961)

70) N. Mandell, The Arabs and Zionism before World War I, (California, 1976).

71) I. Margalith, Le baron Edmond de Rothschild et la Colo.nisation Juive en Palestine 1882—1899, (Paris, 1957).

72) K. Marx, A World Without Jews, (New York, 1959).

73) W. N. Medlicott, The Congress of Berlin and After, Londra, 1938).

74) W. Miller, The Ottoman Empire and Its Successors 1801-1927, (Cambridge, 1836).

75) H. von Moltke, essays, Speeches and Memoirs, (Londra, 1893).

76) M. Hess, Rome and Jerusalem, (New York, 1945).

77) L. Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, (Berkeley, 1963).

78) E. Pears, Life of Abdul Hamid, (Londra, 1917).

79) D. Philipson,The Reform Movement in Judaism, (Londra, 1931).

80) L. Pinsker, Autoemancipation!, (Londra, 1891).

81) L. Poliakov, A History of Anti—Semitism, 3 cilt, (Londra, 1975).

82) P. C. J. Pulzer, The Rişe of Political Anti-Semitism in Germany and Austria, 1964.

83) L. Ragatz, The Ouestion of Egypt in Anglo—French Relations 1875—1904, (Edinburgh, 1922).

84) G. Roy, Abdul Ham id Le Sultan Rouge, (Paris, 1936).

85) A. Ruppin, The Jews of Today, (Londra, 1913).

86) , Three Decades of Palestine, (Londra, 1936).

87) , Building Israel: Selected Essays: 1907-1935,

(New York. 1949).

88) H. Sacher (derleyen), Zionism and the Jewish Future, (Londra, 1916).

89) , Zionist Portraits and Other Essays, (Londra,

1959).

90) F. Sayegh, Zionist Diplomacy, (Beyrut, 1967)

’91) S. Schama, Two Rothschilds and the Land of Israel, (Londra, 1978).

92) M. Schulman, Moses Hess, (Leiden, 1963).

93) E. Sibner, Moses Hess, (Londra, 1966).

94) L. Simon, Achad Ha-am: A Biography, (Londra, 1960).

95) (derleyen), Selected Essays by Achad Ha-am,

(Philadelphia, 1962).

96) , Ştudies in Jewish Nationalism, (Londra, 1960).

97) D. Sliyepceviç, The Macedonian Question: Struggle for Southern Serbia, (Chicago, 1958).

98) S. J. ve E. K. Shaw, History of the Ottomon Empire and Modern Turkey, 2 cilt, (Cambridge, 1978).

99) N. Sokolow, History of Zionism, 2 cilt, (Londra, 1918).

100) N. Sousa, The Capitulatory Regime of Turkey, (Londra, 1933).

101) F. Stern, The Politics of Cultural Despair, (California, 1961).

102) D. Steward, Theodor Herzl, (Londra, 1974).

103) O. S. Straus, Under Four Administrations, (New York, 1923).

104) A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918, (Oxford, 1974).

105) A. R. Taylor, Prelüde to Israel: An Analysis of Zion'ıst Diplomacy 1897—1947, (New York, 1959).

106) A. L. Tibawi, Anglo—Arab Relations and the Question of Palestine, (Londra, 1978).

107) .............. British Interests in Palestine 1800-1901, (Londra, 1961).

108) U.N.E.S.C.O., The Third Reich, (Londra, 1955).

109) D. Vitai, The Origins of Zionism, (Oxford, 1975).

110) J. L. Wallach (derleyen), Germany and the Middle East 1835-1939, (Tel-Aviv, 1975).

111) A. Williams, Britain and France in the Middle East,

(Londra, 1919).

112) L. Wolf, Notes on the Diplomatic History of the Jewish Question, (Londra, 1919).

113) Z. Zeine, Arab-Turkish Relations and the Emergence of Arab Nationalism, (Beyrut, 1958).

D. TÜRKÇE ESERLER:

1) Sultan İkinci Abdülhamid Han, Siyasî Hatıratım, Hareket Yayınları, (İstanbul, 1975).

2) İ. Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, (İstanbul, 1973).

3) Atıf Hüseyin Bey, Hatıralar, Y—255, Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, Ankara.

4) C. R. Atilhan, İttihad ve Terakki'nin Suikastleri, (İstanbul, 1973).

5) , 31 Mart Faciası, (İstanbul, 1972).

6) İğneli fıçı, (İstanbul, 1973).

7) ,Türk, işte Düşmanın, (İstanbul, 1965).

8) Bâb-ı Âli, Hariciye Nezareti, Mısır Meselesi, (İstanbul, 1915).

9) Y. H. Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, cilt 1, (İstanbul, 1940)

10) H. K. Bayur, Sadrazam Kamil Paşa: Siyasî Hayatı, (Ankara, 1954).

11) A. Çaycı, Büyük Sahra’da Türk—Fransız Rekabeti 1858— 1911, (Erzurum, 1970).

12) A. C. Eren, Türkiye'de Göç ve Göçmen Meseleleri, (İstanbul, 1966).

13) Kamil Paşa, Hatırat—ı Sadr—ı Esbak Kamil Paşa, (İstanbul, 1913).

14) E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VIIII, (Ankara, 1956).

15) .., Tanzimat, (İstanbul, 1940).

16) E. Kuran, Cezayir'in Fransızlar tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti: 1827-47, (İstanbul, 1957).

17) Y. Kutluay, Siyonizm ve Türkiye, (İstanbul, 1973).

18) Osman Nuri, Abdülhamid Han-ı Sani ve Devr-i Saltanatı, 3 cilt, (İstanbul, 1911).

19) A. Osmanoğlu,Babam Abdülhamid, (İstanbul, 1960).

20) T. Y, öztuna, Resimlerle 93 Harbi: 1877-78 Türk-Rus Savaşı, (İstanbul, 1969).

21) , Türkiye Tarihi, cilt 3, (İstanbul, 1965).

22) Sait Paşa, Hatırat—ı Sait Paşa, 3 cilt, (İstanbul, 1912).

23) A. A. Tabbara, Kur'an Açısından Yahudi: Menşei ve Karakteri, (Konya, 1978).

24) Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, (İstanbul, 1976).

25) H. Tanyu, Tarih Boyunca Yahudiler ve Türkler, 2 cilt, (İstanbul, 1931).

26) N. N. Tepedelenlioğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, (İstanbul, 1978).

27) A. F. Türkgeldî, Mesail—i Mühimme—i Siyasiye, 2 cilt, (Ankara, 1957-60).

E. MAKALELER:

1) A. R. Aitınay, "Mülteciler Meselesine Dair" T.T.E.M.,

12/89,13/90.

2) j.B. Angeli, "TheTurkish Capitulations" American Historica! Review, VI Ocak, 1901.

3) M. R. Buheiry, "Theodor Herzl and the Armenian Question, "lournal of Palestine Stııdies, cilt VII, No. . Sonbahar, 1971.

4) I. Friedman, "Lord Palmerston and the Protection of Jews in Palestine 1839-1851" Jewish Social Studies, XXX, Ocak, 1968, no. 1.

5) Y. T. Kurat, "1877—78 Osmanlı—Rus Harbinin Sebepleri" Belleten, 26 (1962).

6) J. M. Landau, "An Arab anti—Türk Handbill 1881," Turcica.

7) R. Seton—Watson, 'Pan—German Aspirations in the Near Esat, "Journal of the Royal Society of Arts, 64, 31 Mart 1916, no. 3306.

8) S. J 'Shaw, "A Promise of Reform: Two Complimentary Documents, "International Journal of Middle Eastern Studies, 4,1973.

9) A. Vambery, "Personal Recollections of Abdulhamid II and His Court, "The_Nineteenth Century and After, IXV, 388,1909; IXVI, 389,1909.

F. TEZLER:

1) E. Akarh, The Problems of External Pressures, Power Struggles and Budgetary-.Deficits Under Abdulhamid, Princeton Üniversitesi, Doktora tezi.

2) K. Öke, Murad IV and Persia (1624-1640), Sussex Üniversitesi, Master tezi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar