UZUN ÇARŞININ ULULARI
Bu kitap, yüz yılımızın başlarındaki
Türk toplumundan canlı kesitler sunmaktadır. Kahramanları esnaf, meczup, yarıcı
yahut dul kadın gibi, aklınıza gelebilecek her türden ve sıradan insanlardır.
Hiç de, öyle saygıdeğer, çarşıdan geçerken, ayağa kalkılan şahsiyetlerden
değillerdir. Ancak, bu sıradan, hatta biraz çarpık tipler anlatılırken,
öylesine sağlam ve sıcak bir İnsanî ilişkiler ağı çizilir ki, o zayıf
kişilikler, yaşanan acılar ve yoksulluklar, müthiş bir güzelliğin içindeki
sevimli detaylar gibi kalır. Yazarın büyük ustalığı, her hikâyeye adını veren
tek tek kahramanların arka planına yerleştirdiği bu çerçevededir.
O arka planda, oturmuş, büyük ve
alabildiğine güzel bir kültürü; bizim tarihî kültürümüzü görüyor ve onu
derinden özlüyoruz. Kaçkınlıktan henüz dönülmüş, yıkılmış bir şehirdeki savaş
yorgunu insanlarda, yıkılmamış olan o İnsanî ilişkilerin inceliği, bozulmamış
tadı bizi etkiliyor. Değişmeyen ve değişmemesi gereken İnsanî değerleri,
hissederek anlıyoruz.
Eğitimci-yazarın büyük başarısında,
yaşanmış bir hayatı yansıtılması yanında, Türkçeye hakkını veren olağanüst sade
ve sıcak anlatımının da payı büyüktür.
Mitat Enç
Hikâyeler
ÖTÜKEN
YAYIN NU: 347
EDEBÎ ESERLER: 180
1. Basım: 1977, İnkılâp
ve Aka Kitabevleri Koli. Şti
2. Basım: 1993, Meteksan
A.Ş.
İstanbul -1997
1909 da Antepte doğmuş ilk öğrenimini burada bitirmiş ve İstanbul Erkek
Lisesi’nden 1929 yılında mezun olarak İstanbul Hukuk Fakültesine girmiştir.
Birinci ders yılı sonunda sınavlara hazırlanırken gözlerinden rahatsızlanıp
öğrenimine ara vermiş, üç yıl süre ile İstanbul ve Viyana’da tedavi çaresi
arayıp, sonuç alamayınca Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsü’nde özel eğitim
tahsiline başlamıştır. 1936’da bir bursla A.B.D’lerine gitmiş, Harvard ve
Columbia Üniversiteleri’nden 1938’de özel eğitim lisans, 1939’da ise yüksek
lisans diplomasını almıştır.
Aynı yıl ülkeye dönen Enç, Gazi
Eğitim Enstitüsü Pedogoji bölümüne "Marazi Ruhiyat" okutmak üzere
atanmış, daha sonra programa eklenen "Özel Eğitim, Ruh Sağlığı" gibi
dersleri de okutmakla görevlendirilmiştir.
1950’de Ankara Körler Okulunu,
1952’de Gazi Eğitim’de Özel Eğitim Bölümünü kurarak 1956 yılına kadar bu okulun
müdürlüğü ve bölümün başkanlığını yapmıştır. Bu süre içinde Özel Eğitim
Bölümündeki çalışma arkadaşlarıyla ülkenin çeşitli yerlerinde körler, sağırlar
okulları, ağır öğrenenler için alt sınıf ve rehberlik merkezlerinin açılmasını
gerçekleştirmiştir.
1956-58 yılları arasında bursla
A.B.D.’de Illinois Üniversitesi’nde doktora çalışmasını sonuçlandırarak yurda
dönmüştür.
Daha sonraki yıllarda Orta Doğu
Teknik Üniversitesi, Eğitim Fakültesi kuruculuk ve dekanlığı, Ankara Yüksek
Öğretmen Okulu, Sosyal Hizmetler Akademisi, Hacettepe Üniversitesi Temel
Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği, beş yıl süreyle M.E.B.
Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği,
Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyeliği ve Özel Eğitim Bölümü
Başkanlığını yapmıştır.
1985 yılında hayat arkadaşı emekli
İngilizce öğretmeni Sabahat Enç’i bir trafik kazasında kaybeden Mitat Enç,
emekli olduktan sonra yerleştiği Yalova’daki evinde 1991 yılında vefat
etmiştir. Çeşitli gazete ve meslek dergilerinde çıkan makalelerinden başka
telif ve çeviri eserleri şunlardır: "Ruh Sağlığı Bilgisi", "Eğitim
Psikolojisi" -ortak yazar, "Körlerin Psikoloji ve Eğitimleri",
"Üstün Beyin Gücü Gelişim, Uyum ve Eğitimleri", "Görme
Özürlüler", "Özel Eğitime Giriş" -ortak yazar, "Ruh Bilim
Terimleri Sözlüğü", "Tenasül Psikolojisi" -Freud’den çeviri,
"Allahaısmarladık Mr. Chips" -çeviri, "Mikrop Avcıları"
-çeviri, "Çocuklarda Yemek Yeme Sorunları", "Çocuklarda Korku,
Uyku ve Abdest Kontrolü Alışkanlıkları", "Bitmeyen Gece"
-otobiyografi, "Uzun Çarşının Uluları" -öyküler.
Aktar Musa Efendi /9
İmam Baba /23
Bilâder Ağa /36
Berber Hüseyn /52
Köse Hafız /61
Deli Bekir /77
Arzuhalci Hacı /86
Kuyucu Kör Hafız /94
Bodur/105
Eşek Kasabı Ali Bayram
/127
Kız Ali /137
Ahraz /146
Bir Malûl ve Bir Gazi
/157
Hacı Arap /168
Gelin Emine /177
Hapoba /191
İki Candan Komşu /202
Karabey /216
Fotinli Memet Efendi /229
Hacivatçı Vakas /238
Kendini Arayan Adam /245
Asiye Teyzenin Evi /261
O hiçbir yanıyla öteki
çarşı esnafına benzemezdi. Her kıvrımı üzerinde titizlikle durulmuş sarı, ince
ahmediye sarığından ayaklarındaki lapçinli mestlerine kadar kılığının tümü
titiz, temizlik ve düzene düşkün bir çelebiyi andırırdı. Kaşları daima, iki iri
uzatma işareti gibi hayretle kalkmış, burnunun aşağısına doğru yerleştirdiği,
teneke çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakan kahverengi gözlerinde, masal
dünyasını seyreden çocuksu bakışların duru hayranlığı ışıldardı. Soluk, ince
uzun, sakalsız bir yüzü vardı. Kısa kırpılmış bıyıklarının altında, dudakları
daima, derin düşüncelere dalmışçasına büzüşük dururdu. İnce narin parmaklarıyla,
dükkânın arkasındaki tezgâh boyunca dizili ufak teneke ibriklerinden beyaz
havanına niteliklerini ancak kendinin bildiği renk renk sıvılar aktarırken
görünce onu, toprağı altına çevirmenin yollarını arayan Ortaçağ
simyagerlerinden sanılabilirdi.
Musa efendinin mesleği de, hayatı da
iki boyutluydu. Dükkânın ön tarafında aktarlık yapardı. Çarşıya bakan ön
tezgâhın üstündeki camsız bölmelerde dikkatle dizilmiş ve hergün tozu alman
balmumu parçaları, her boyda çivi ve çuvaldızlar, sicim ve kaytan
yumaklarından başka çiğ kahve, tarçın, zencefil gibi sıcak iklim ürünleri,
kişniş şekeri parçaları görülürdü. Solundaki duvar boyunca tavana kadar yükselen
raf dizilerindeyse, hazırol nizamında, denetimi bekle
yen asker dizileri kadar düzenli, aynı
boyda tahta kutular sıralanmıştı. Çirişle üzerlerine yapıştırılan, aynı
boyuttaki etiketlerin tabandan yüksekliği ile, kapağa olan uzaklıkları milimetre
çapında bile değişkenlik göstermezdi.
Gözü keskin olan okur-yazarlar
bunların üzerinde "sinameki, hindiba, tenemezeki, miyan şekeri" gibi
yazılar okurdu.
Dükkânın arkasındaki tezgâhla üstünde
ve sağındaki raflarda kafa ve gönlünün tümünü adadığı gerçek mesleğiyle ilgili
araç ve gereçler sıralanmıştı. İçindeki sapları daima ayni yöne çevrik ibrik dizilerinin
solunda boy boy havanlar, bunların önünde de minik kefeli, duyarlı bir kuyumcu
terazisi dururdu.
Musa efendi, öteki esnaf gibi sağ ve
soluyla yarenlik etmez, biribirlerine yaptıkları kaba saba şakalara, oyunlara
hiç katılmaz, hatta gülümsemek zahmetine bile katlanmazdı. Esasen gülümseme,
yüksek sesle konuşma onun defterinde yoktu. Herkesin kasıklarına basarak
katıldığı tuhaflıklara bile ancak alnını biraz daha kırıştırıp kaşlarının
oluşturduğu açıları daraltarak tepki yapardı. Konuşurken sesinin gevşek ve bir
çeşit güvenlik aşılayan tonu zerre kadar değişmez, her cümlenin başında uzunca
bir "efendim" çekerdi.
Müşterisi olmadığı zamanlarda bile
boş durmazdı. Ya kutu dizilerinin tozunu alır, etiket yazılarını tazeler, ya da
kendine sezdirmeden değiştirilen mum, kişniş şekeri parçalarını, çivilerini
durmaları gereken yerlere yerleştirirdi. Buralarda el atması gereken bir
bozukluk yoksa kahverengi aktar paket kâğıtlarından bir tabaka çeker, aynı
boyda dikkatle bükerek keser, ayni titizlikle paket kâğıdı kutusuna
yerleştirirdi.
Musa efendi bütün boş vakitlerini
küçük dünyasının huzur bozan düzensizliklerini yoluna koymaya dâ harcamazdı.
Öteki esnafın namaza gittiği ve çarşıya göreli bir durgunluğun çöktüğü
saatlerde sağındaki kerevet minderine yerleşir, az ötedeki rafta dizili duran
iri, el yazması ya da taş basması ciltlerden birini çekerdi. Gözlüğünü özenerek
burun kemerine yerleştirdikten sonra sayfaları incitmekten çekiniyormuşcasma
özenle çevirip okumaya dalardı.
Onun dolu zaman, boş zaman demeden
saatle yaptığı tek bir keyfi vardı. Vaktin ne kadar kaldığını kestirmek gereğini
duyunca, yeleğinin cebinden Serkisofu çeker, nezaketle basarak kapağı açar,
kaşlarının açılarını iyice daraltarak gözlüklerinin üstünden bakardı:
"Daha onsekiz dakika varmış
efendim. Bana da vakti yaklaştı gibi gelmişti." diye kendi kendine
mırıldanırdı. Eşref saatin tamı tamına geldiğine karar verince sakosunun
cebinden tabakasını çeker, içinden, tam ortadan kesilmiş kalıp cigarasını
çıkarır, dudaklarını daha da büzerek kehribar ağızlığına takar ve nihayet
çakmağını özenle cebinden çekip çıkarırdı. Dudakları arasındaki ağızlığın
ucundaki yarım cigaranm çabucak bitivermesinden tasalanıyormuşcasına uzun
aralıklı hafif nefesler çeker, dumanı ağzında birkaç kez çevirdikten sonra
derin derin içine çekerdi. Kırk yıllık esrarkeşler bile uzun süre yoksun
kaldıkları kabaklarına kavuşunca, çektikleri nefeslerden onun kadar yoğun bir
mutluluk duyamazdı.
Aktar Musa efendi müşterileri
arasında öyle çocuk, yetişkin, zengin, yoksul ayrımı yapmazdı. Topacı için bir
kulaç kaytan almaya gelen oğlana da "Ne buyurdunuz efendim?" diye
sorardı. Ona göre iki sınıf müşteri vardı. Birincisi ön tezgâhtaki mallardan
alışverişe gelenlerdi. Ötekiler de kendilerinin ya da yakınlarının derdine
deva arayanlardı. Müşteri birinci sınıftansa, siparişi ayakta ahr, terazisini
yormak istemiyormuşcasma eline aldığı parçayı avucunda tartar, istenene
yaklaşık olduğu kanısına varınca kefenin üstündeki dört köşe paket kâğıdına
yerleştirirdi. Terazinin iyice dengelenmesini sabırla bekler, kimsenin kimseye
hakkı geçmediğine inanınca paket kağıdını ikiye katlayıp kenarlarını özenle
küçük küçük burarak kapatmaya girişirdi. Bu tür müşterilerle ancak o sırada
birkaç söz ederdi. Söyledikleri hiç alınıp satılanla ilişkili olmazdı. O sırada
kafasını hangi bilimsel ya da felsefe sorunu uğraştırıyorsa ondan söz ederdi.
Karşısındakinin ne demek istediğini anlayıp anlamayışının hiç önemi yoktu.
Onunki konuşmaktan çok, düşüncelerine sesli olarak devam etmekti.
"Efendim beşeri
hayvanattan ayıran akıldır, akıl. Akılla insanoğlu her şeyin çaresini, her
derdin devasını bulur. Bakın şu telgraf direklerine. Eskiden bir yere haber
ulaştırmak gerekince insanoğlu yemeniyi ayağına çeker yollara düşermiş. Derken
taban aşındırmaktan yılmış, çare aramış. Al sana telgrafı bulmuş. Oturduğun
yerde telin bir ucundan haberi koy, dilediğin yere alsın götürsün."
Bazan takılıp konuşturmak
için, bazan da gerçekten merak edenler "Eey! Tel haberi nasıl götürüyor
istediğimiz yere Musa efendi?" diye kışkırtmaya kalkardı. Yeryüzünde onun
cevapsız bırakacağı soru yoktu. Her şeyi uzun uzun düşünmüş, kendine göre bir
açıklama yolu bulmuştu. Bu gibi sorular karşısında kaşlarının açısı iyice
dikleşir ve uzun bir "efendim" çektikten sonra anlatmaya koyulurdu:
"Efendim bak, söz
temsili kâğıdın üstüne bir haber yazıp havuz suyunun yüzüne bıraksan ne olur?
Havuzun gelirinden çıkan su haberi giderine doğru iter. Sonra ne olur? Gidere
akan su alır onu sürükler götürür. Nereye götürür? Komşunun havuzunun gelirine.
Komşu havuz başında olsa da el atıp kâğıdı alıp okusa, ne demek istediğini
öğrenir değil mi efendim."
"Ama Musa efendi, bu
telgrafın tellerinden de su mu akıyor ki?"
"Söz temsili dedik
ya efendim. Onun içinden su yerine alatirik akar, haberi sürüp götürür."
"Alatirik dediğin su
gibi ıslak mı? Kağıttaki yazıları bozmaz mı Musa efendi?"
Bilgisizliğin bu denli
yoğunluğu karşısında gözlerine üzüntülü bir donukluk gelir, "Allah
yardımcın olsun" demesine başını ileri geri sallayarak açıklamaya devam
ederdi:
"Hayır efendim
hayır... Alatirik ıslak değil... Aksine güçlüsü yakıcıdır."
"Ama Musa efendi o
zaman da ateş haber tezkeresini yakmaz mı?"
Musa efendi lâhevle
çekercesine bu kez başını iki yana sallar, fakat bu kahn kafayı aydınlatmaktan
da yılgınlık getirmezdi. Esasen en ham şakaları bile ciddiye alırdı. Bazan
edep, erkân bilmeyen
saygısız bir dükkân komşusu, öğretip karşısına bir çocuk salardı:
"Emmi kırk paralık davul tohumu,
ya da minare gölgesi vermeliymiş."
O bu sözleri kılı kıpırdamadan
dinler, hiç renk vermeden de karşılığını söylerdi:
"O aradığın şey bizde yok
efendim... Öteki dükkânlara bir sor bakalım."
Onun önem verdiği asıl müşterileri
derdine deva aramaya gelenlerdi. Gelen, kulunçtan, ince ağrıdan yakınmaya, ya
da ona doğru uzanıp fısıltıyla karısının kısırlığı veya belgüçsüzlüğünden
dertlenmeye koyulunca hemen görünüşü değişiverirdi. Gözlerindeki donukluk
ışıltıya dönüşür, ağır ve ölçülü hareketleri canlanır gibi olurdu.
"Buyur efendim... Hele şöyle bir
otur." diye ön tezgâhın köşesindeki minderi ikramlardı. Kendi de
bitişikteki kerevetine kurulunca:
"Efendim anlatın bakalım şimdi,
nedir derdiniz?"
Mal çeşidi ve stoklarıyla aktar
olarak esnafın en alt basamağına bile sokulabilecek durumda değildi. Bütün
geçimi buna dayansa, belki de açlıktan ölebilirdi. Fakat dizdiği merhemler,
yuvarladığı haplar ve şuruplarının ünü sancağın hayli ötelerine kadar
yayılmıştı. Besni, Malatya hatta Sivas’tan gelen kervan sürücüleri bile ona
devasız dertler için siparişler verirler, devayı alıp giderlerdi. Özel bir
zambakyağı merhemi vardı. KıSır karıları kuluçka makinesine çevirirdi.
Terkibini eski bir Hind kitabından bulduğu söylenen bel gücü hapının, iki kat
olmuş kocaları bile ahırlamış aygırlar gibi eşindirdiği anlatılırdı. İnce
ağrıya tutulup kesik öksürünce ağzından kan gelenlere bir kınakına şurubu
dizerdi ki, iki şişesini bitirenler, yeri göğü yeseler doymazdı. Birkaç ay
içinde de bağ kütüklerine yapışıp kuzukulağı gibi sökecek duruma gelirdi.
Fakat korku şurubunun ünü hepsinden
baskındı. Bununla ilgili özel bir kuramı da vardı. Günümüzün psikiyatri
görüşlerinin henüz gelişmediği ve psikosomatik hastalıklar sözünün daha
piyasaya çıkmadığı o günlerde, Musa efendi,
bütün dertlerin kökeninin korku
olduğunu ileri sürerdi. Birden dili tutulan çocuktan gelinlik yaşma girdiği
halde altına işeyen kıza, habire "başım; başım!" diye, ovunan kandan
dert yananlara ilk sorduğu soru şuydu:
"Birşeyden korktuğu oldu
mu?" Sarığı öne yıkıp ensesini kaşıyarak anılarını gözden geçirdikten
sonra:
"Yok efendi neden korksun
elhamdülillah." diyenlere sanki acıyarak bakardı:
"İnsanoğlu uyuduğu yerde,
düşünde bile korkar da haberi bile olmaz.
"Marazların çoğunun anası
korkudur. Ona bir korku şurubu dizelim. Bir şişe içip denesin." diye
açıklardı.
Çok önem verdiği başka birşey de
devanın kullanılış yoluydu. Bu merhem ve şurupların yapısından da önemliydi.
Bu yüzden devasını yerleştirdiği şişe, çanak ya da kutuyu teslim etmeden önce
uzun uzun bütün ayrıntılarıyla kullanış yöntemini anlatır, sonra müşteriye tekrarlatırdı:
"Efendim günde üç kez içecek.
Birincisi güneşin yarısı ortaya çıkar çıkmaz, İkincisi güneş tam tepeye
dikilince, üçüncü de tam yarısı dağın ardına girince... Sol eline bir kaşık
alırsın. Şişeyi önce bir iyi çalkalar, ağzını açıp kaşığı sil me doldurursun.
Arkasından bismillahı çekip ağzına aktarırsın. De bakalım nasıl
içilecek?"
Devanın kâr etmediği, hiçbir sonuç
sağlamadığından yakınacak olanlara daima şunu söylerdi:
"Efendim suret-i istimale dikkat
edilmedi herhalde. Herkese bire bir gelen sana yoksa neden şifa vermesin?"
Bazan Musa efendinin devalarına biraz
kattığı sıçanotu ve benzeri tehlikeli nesnelerin, eli titreyip dozunu hafifçe
kaçırdığı da olurdu. Böyle olağan dışı durumlarda hasta hakkın rahmetine
kavuşur da yakınıp dövünmeye kalkanlar olursa o gene aynı karşılığı verirdi:
"Kabahat hapta değil. Suret-i
istimali hatırda tutmamışsınız efendim."
Bu yüzden birkaç kez başı derde girer
gibi olmuştu. Kentte Ermeni doktor ve eczacılar bulunduğu halde, hasta bakımı
henüz yasalarla onların tekeline verilmiş değildi. Bu sayede yakasını kanunun
pençesinden kurtarabilmişti.
Musa efendinin iş ve aile hayatı
arasında hemen hiçbir benzerlik yoktu. Dükkânında elinden gelse, uçan sineğin
konacağı yeri bile kendisi kararlaştırmak ister, başı boş toz habbeciklerine
bile sözünü geçirmeye uğraşırdı. Halbuki bütün çarşı esnafından sonra gittiği
evinde, düşkün bir akrabayı ziyarete gelmek zorunda kalan vezirler gibi bir
kenara ilişiverir, hemen kalkıp gidecekmiş izlenimini verirdi. Tutumunda da
tamamen haklıydı. Çünkü karısı Zelluh teyzeyle, her açıdan zıt kardeşleri
andırırlardı. İşin başında bir süre onu kendine uydurmaya çabalamıştı. Fakat
yıllar boyu sürüp giden denemelerden sonra onu değiştirebilmenin, kendini
değiştirmekten de zor olduğunu kavrayabilmişti. Bu yüzden kavga çıkarıp
çekişmeye mizacı elverişli değildi. Çekişmeyi bilmez demek daha doğru olurdu.
Sonunda uygun çözüm yolunu da bulmuştu. Camiye ancak bayramdan bayrama gittiği
halde hergün ezanla kalkıyor, karanlık basmadan da eve dönmüyordu. Hiç değilse
böylece Zelluh teyzenin avlu köşelerine biriktirdiği zibil kümelerini,
taşların üstünde uçuşan soğan kabuklarını görmek zorunda kalmıyordu.
Zelluh teyze bir kere görünüşte ondan
bambaşka bir yaratıktı. Açık yeşil gözleri, tombul-ablak yanaklarından güleçliğin
ışıltısı hiç eksilmezdi. Her şeye hemen kahkahayı basarken dört köşe gövdesinin
her yanından fırlayan yağ birikintileri donmaya vakit bulamamış pelte gibi
çalkanır dururdu. Altının çapma göre özel olarak yapılan kürsüsünü havuz başına
çekip yemek hazırlığına girişince dünya göçse umurunda değildi. Soyduğu
sebzelerin kabuğunu, sonra toplarım niyetiyle havuzun çevresine saçar,
doğradığı et ve ciğerden kapmaya gelen kedileri kovalamaya üşenirdi. Akşam
yatak sermeyi, sabah kalkınca toplamayı boşuna bir külfet saydığı için her şeyi
olduğu gibi bırakırdı. Yukarıdaki tek göz odaya misafir almak zoru baş
gösterirse kahkahayı basıp "Gel bacım şu döşekleri şöyle bükelim de yer
açılsın" diye yardım isterdi.
Erinin tam tersine, Zelluh teyze yalnız
duramazdı. İlle de çevresinde hikâye anlatacak, delişmenliklerine gülecek
bililerini arardı. Çıkmaya üşeniyorsa
sağdaki, soldaki komşulara duvardan seslenir, ya da gidip kapı karşının
tokmağını tıkırdatırdı. Dolma doldurduğunu, çamaşır yıkadığını ileri süren
çıkarsa "Kele al gel de havuzun başında beraber yapardık." derdi.
Esasen dinleyici müşteri bulmak için fazla uğraşmasına da ihtiyacı yoktu. Çoğu
zaman mahallenin gönül eğlendirmek, açık saçık hikâyeler dinleyip yalancıktan
utanmış gözükmek isteyen genci, ihtiyarı evinin işini koltuğuna çalar onun
havuzunun başını boylardı. Mahalledekilerden usandığı zamanlarda da çarşafı
başına alıp uzakça ahbapların yolunu tutardı. Üç kızıyla bir oğlunun bir kısmı
beşikte, bir kısmı eşikteyken bile ayağını evine bağlamak mümkün olmamıştı.
Şimdiyse kızları gelin etmiş, oğlan da zaten elden avuçtan çıkmıştı. Huyları ve
zevkleri hiçbir noktada birleşemeyen karı kocanın tek ortak dertleri vardı. O
da Vehbi’ydi. Filezof-şair Vehbi gibi bilgili, ferasetli olsun diye Musa efendi
ona bu adı takmıştı. Fakat oğlan tam anlamıyla şalgam ektim, turp bitti olmuş,
ne okumada ne de konduğu bir düzineye yakın sanatta dikiş tutturabilmişti.
Şamara geldiği yaşta âşık, gülleden göz açamamıştı. Fakat şamarla çocuk adam
etmenin felsefelerinde yeri yoktu. Karanlık bastıktan hayli sonra içeri
girdiği günlerde Musa efendi hayret dolu bakışlarını ona dikip başını iki yana
sallamakla yetinirdi. Zelluh teyze de kahkahayı basıp "Ulan âşıkların
hepsini ütüldün mü?" demekten öteye gitmezdi. Şimdiyse güç yetecek hali
kalmamış, bir de içkiye, kumara, esrara bulaşmıştı. Günlerce eve uğramıyor,
geldiği günlerde de ecinlilerin bile ortadan çekildiği saatleri seçiyordu.
Öğle ezanlarına kadar
horul horul uyuyor, gözlerini açınca da evin içini ana, avrat birbirine
sokuyordu. Edepsizliğinin tek nedeni ihtiyarları yıldırıp üç, beş mecidiye
daha koparmak, sonra da birkaç gün ortadan yok olmaktı. Musa efendi bunu çok
iyi bildiği için şafakla evden sıvışırken, kesede ne varsa Zelluh teyzenin
avucuna boşaltır "Allah alsın elimizden, Allah alsın" diye
mırıldanarak uzaklaşırdı. Fakat galiba Allah’ın da başına pek böyle bir belâ
almaya niyeti yoktu. Zelluh teyze de bıçağın iyice kemiğe dayandığı günlerde,
yüzünün güleçliğini bozmadan yakmıyordu:
"Anam, şu kendinden reziline bir
çatsa da sırtında sağlam kemik komasalar." derdi.
Gerçekten de teyzenin dileği Musa
efendinin bedduasından önce yerini buldu. Zilzurna sarhoşken, kendi gibi
ipsizlerle aşık atarken ütülen Vehbi, hır çıkarmaya kalkmıştı. Kendinden
baskın olan ötekileri başına çullanmış, şu da sabaha kalsın dememişlerdi. İki
kişinin koltuğunda eve getirilen ve yırtılıp morarmamış yanı kalmayan Vehbi
saatler geçtiği halde adını bilecek durumda değildi.
Zelluh teyzenin önce analık damarı
tutmuş "Aman töbe, keşke dilim tatulaydı da Allah’tan bunu
dilemeseydim" diye dizini dövüp gözyaşı dökmüş, Musa efendiyse en güçlü
merhemlerinden hazırlayıp yara berelerini tımara uğraşmıştı. Her fırsatta
"İnşallah bu belâdan ders alır da, akıllanır" diye umuyorlardı. Fakat
Vehbi Azrail’in pençesinden yakayı kurtarır gibi olduğunu sezinler sezinlemez
yeniden azıtmaya koyulmuştu. Yatağın içinde oturacak duruma gelmediği halde
"Kız ana, bana bir bardak rakı bul. Yüreğim yanıyor" diye inlemeye
başlıyordu. Dileği yerine gelmeyince de mecalsiz bir sesle din, iman
döşeniyordu. Günler geçip toparlandıkça azıtıyor, anasının, babasının üstüne
saldıracak gibi yataktan yekinmeye davranıyordu:
"Ulan ver bana şu bıçağı...
îkinizi de şöyle bir doğrayım soğan gibi." diye haykırıyordu.
Bu tür sahneler arka arkaya
yinelenince, ömründe ağzına içki koymamış olan Musa efendi sonunda gidip çolak
Kirkor’un meyhanesinden bir yatık doldurup gelmek zorunda kaldı. Artık
"Aman dirilse de başımızdan yıkılıp gitse." diye dua etmeye koyuldular.
Fakat kırığı, çıkığı olmadığı halde nedense Vehbi kendini bir türlü
toparlıyamıyor, anasının koltuğuna girmeden aptest bozmaya bile gitmiyordu.
Galiba babasının taşıdığı rakı yatıkları, anasının dizdiği mezelerle her akşam
hasta yatağında keyif çatmak hoşuna gidiyordu.
Vehbi oğlanın önemli bir derdi daha
vardı. Nefes bulmakta zorluk çekiyordu. Din, iman, ana, baba küfür ederek
edepsizlenmekten ve rakı istemekten utanmıyordu. Fakat
nedense nefes tiryakisi de olduğunu
evden bilmelerini istemiyor, bir tür çekingenlik duyuyordu. Bunun yarattığı
tedirginliği de olur olmaz nedenlerle ana, babasına edepsizlenerek ortaya
vuruyordu. Getirilen suyu ılık buluyor "Elin kırıldı mı, kuyudan taze
çeksene." diye tası anasının üstüne fırlatıyordu.
Dertleşmek için havuz
başında komşuların Zelluh teyze çevresinde toplanıp fısıldaşmaya
başladıklarını sezer sezmez "Kız ana" diye sesleniyor, anası
duymazdan gelmeye kalkacak olsa, ya da biraz gecikse yaralı camızlar gibi böğürüp
küfürler kusuyordu. Merdiven inip çıkmaktan, oğlanın keyfine hizmet etmekten
Zelluh hatunun yanakları süzülmüş, rengi kaçmıştı. Ne çarşafı sırtına atıp
komşuya gidebiliyor, ne de görmeye gelenlere oğlan rahat veriyordu.
Gündüz çektikleri
yetmiyormuşcasına uykularında da barıştan yoksundular. Yukardaki tek odada gece
karanlığında kendisi debel debel yatağın içinde dönerken ana, babasının
horultuyu basıp uyumalarını çekemiyor, bin tür neden bulup uyandırıyordu.
Herkes dünya dertlerini unutmuş horul horul uyurken Musa efendi kuyu dolabına
yapışmak, Zelluh teyze ateşi canlandırıp "başına him taşı
düşesicenin" dilediğini ısıtmakla uğraşıyordu.
Bu yüzden, şerrinden hiç
değilse geceleri kurtuluruz umuduyla Zelluh teyze kiler gibi kullandıkları
aşağıdaki gün görmez ait odayı silip süpürmüş, döşek ve yorganlarını oraya
taşımıştı.
Buysa Musa efendiyi tüm
tedirgin etmişti. Her sabah bir yanı tutulmuş, ya da sızım sızım sızıltılarla
uyanıyor, dükkândan getirdiği yağ ve merhemleri ağrıyan yanlarına sıvayıp
duruyordu.
İnsanı tatlı canından
bezdiren bu düzen bozukluğu bir rastlantıyla biraz yoluna girer gibi oldu.
Vehbi’nin tersinin iyice dönük olduğu bir gündü. Akşama kadar anasına kan
kusturup güleçliğini soldurmuş, akşam babası gelince de ona sataşmaya
girişmişti:
"Ulan kuru deyyus,
cihanın derdine çare bulursun. Ben haftalardır acıdan, ağrıdan yattığım yeri
bilmezken tükürdü
ğüm bıyığının bir teli
kıpırdar mı?" diye böğürüyordu. Musa efendi bu sözlü saldırıları
duymazlıktan gelmiş, alt odaya tıkılarak kapıyı çevirmişti. Fakat yedi mahalle
öteden duyulan haykırmaları kulağından uzat tutmak olanaksızdı. Lâhavle çekip
birşeyler mırıldanarak içerde gidip gidip geliyordu. Mutfakta, oğlanın
gönlünün çektiği pirinçli böreği yetiştirmeye uğraşan Zelluh teyzenin bile
sabrı tükenir gibi olmuştu. Yağ tavasını ateşten indirip alt odanın kapısını hışımla
açtı:
"Bire dükkâna git
de, şu yeri yanı yere gelesiceyi uyanmaz uykulara salacak birşey yap gel"
diye söylendi. Musa efendi önce kapıyı çekip kızlarından birine gitmeyi ve
geceyi orada geçirmeyi Jasarladı. Fakat damada ne diyecekti. Ne yapacağını
kestiremeden şaşkın düşünürken Zelluh teyze, elinde fener gene içeri girdi:
"Karanlıkta olmaz
dersen aha sana fener. Birşeyler karıştır da getir." komutunu verdi. Musa
efendi, fenerin kulpu elinde'bir süre daha şaşkın bakınıp durdu. Sonra ölçülü
adımlarla pabucunu sürükleyip dükkânın yolunu tuttu.
Yarı açık kepengin
arkasında, gaz lambasının soluk ışığı altında kerevetine ilişip bir süre daha
kaşlarını indirip kaldırarak düşündü. Sonunda davranıp raftan çektiği kutuların,
lambanın soluk ışığında etiketlerini denetlemeye uğraştı. Önüne çektiği
havanlardan birisine tutamla alıp duyar terazide tarttığı otlardan döküyor,
ibriklerden aktardığı birkaç damla sıvıyla havanlayıp karıyordu. Eline aldığı
"afyon" yazılı kutudan önce terazide biraz tartıp havana boşaltmıştı.
Bir süre şakağını kaşıyarak düşündükten sonra, bir tutam daha alıp tartmadan
havana atıvermişti. Yağını, balını, simid Ahmet ununu da katıp macunu iyice
koyulaştırdıktan sonra avucunda yuvarlamaya koyuldu. Hapları yerleştirdiği
kutuyu, cebine sokup evin yolunu tuttu.
Oğlana "Bir adet
gözünü sabah uykusundan açınca, bir adet de yatacağın zaman." diye
kullanış biçimini açıklamıştı. Vehbi de ilk gün onun sözünü tutmuştu. Fakat
hapın tadı herhalde hoşuna gitmiş olmalıydı. Çünkü birkaç gün içinde
"sureti istimali" unutmuş, her aklına geldikçe leblebi yer gibi
ağzına bir tane atmaya
koyulmuştu. Babası buna telaşlanır gibi olmuştu. Ama sonuç ikisinin de yüzünü
güldürecek nitelikteydi. Oğlan gece gündüz demiyor horul horul uyuyor, batası
haykırmaları da duyulmuyordu artık. Yalnız yeni bir sorun da ortaya çıkmıştı.
Bir hafta dayanması gereken hap kutusu iki günde boşalıyor, oğlan da ayılır
duruma gelip kutuyu boş bulunca bütün bütün kuduruyordu. Onun dükkân gelirini
ziftlendiği yetmiyormuş gibi şimdi de dükkânda ne var ne yok yutup
bitiriverecekti sanki. Musa efendi boşalan kutuları doldurmakta zorluk çekiyor,
ne yapacağını kestiremiyordu. Utanmasa ve alışık olsa esnaftan borç
isteyecekti. Borç yiğidin kamçısı derler amma Musa efendi bundan şeytan gibi
çekinirdi. Borçtan söz edene kaşlarını dikerek "Efendim insan ayağını
yorganına göre uzatmalı. El kesesinden geçinen adam, adam değildir."
derdi. Sıkıntısını sezen Zelluh teyze, evlendikleri gün yüz görümlüğü diye
boynuna takılan üç Hamit altınını sandığın dibinden çekip eline vermişti amma,
para parayı çekmeyince ne kadar dayanabilirdi bu.
Musa efendinin yüzü daha
da incelip uzamış, kaşlarının açısı alm derisinin izin verebildiği oranda
daralıp gitmişti. Verilen siparişleri, yakınılan dertleri bir dinleyişte
kavrayamıyor "Ne buyuruldu efendim." diye yinelemek zorunda kalıyordu.
Kutu, havan ve ibrikleriyle uğraşırken dudakları biteviye kıpırdıyor, her
haliyle kafasının karışık düşüncelerle cebelleştiği seziliyordu. Herhalde yeni
algıladığı bir tabiat sorunuyla ilgili olarak yeni bir kuram geliştirmeye
uğraşıyordu.
Kötürümleştiğinden, iki
hamalın arada bir büyük bir zembil içine oturtarak tezgâhtaki misafir minderine
yerleştirdiği eski dostu Müderris Abdullah efendiyle giriştiği sohbetlerden,
bu yeni kuramın yönünü biraz olsun sezinlemek mümkündü:
"Efendim hayatı
beşer hayır ve şer kuvvetlerinin savaşından başka birşey değil. Bir bakarsın
şer kuvvetleri zinciri koparıp ortaya dökülmüş... Her yanı kasıp kavuruyor.
Hayır kuvvetleri korkup sinmiş, deliğine çekilmişe benziyor. Ama
efendim gazâ meydanı
şerre bırakılmaz. Hayat cehennem olur. Yaşamanın tadı tuzu kalmaz. Hayır
kuvvetleri toparlanıp cihada girişmeli... Şerri yoketmeli."
Ağzından yıllardır şiddet, savaş
konularında tek bir söz işitmediği bu yumuşak başlı, yumuşak dostunun savaş
konusuna neden merak sardığını Abdullah efendi bir türlü kestiremiyordu.
Vehbi bir akşam yemeğinden sonra
kaptığı hap kutusunu da boşaltıp sızıvermişti. Kuşluğa kadar zıbarıp sesi çıkmaz
diye sevindiler. Fakat nasıl olduysa oğlan sabah horozları ötmeden hoplayıp
yatağın içine oturmuştu. Haykıra haykıra anasını uyandırıp kuyudan taze su
istedi. Anasının elde tas kapıya dikildiğini farkedince hap kutusunu araştırmaya
girişti.
Kapağı açıp içini boş bulunca sanki
böğrüne bıçak saplandı. Eline geçirdiğini kadının başına fırlatıyor "Tez
o kuru deyyusu kaldır,.koşup hap yuvarlasın." diye tepiniyordu.
Çaresiz Musa efendi kalkıp giyindi.
Feneri eline alıp dükkânın yolunu tuttu. Ölçüp tartmaya, havana koyup karmaya
girişti. Afyon kutusuna el atıp etiketi okumak için fenerin yanma sokuldu. Bir
göz atınca teneke çerçeveli gözlüğün arkasından gözleri ayrılıp kaşları iyicfe
dikleşti. Nasıl olup da eli aldanmış, yanlış kutu çekmişti. Onu yerine koyup
ötekini almayı tasarlarken durakladı. Yaftaya doğru bir kez daha baktı. Ağzı
hafifçe ayrılmış, şakakları hafifçe nemlenmişti. Nihayet kutuyu yarı yarıya
yerine soktu. Doğrusunu arayıp buldu. Havana cömert bir afyon dozu
boşalttıktan sonra karmaya koyuldu. Amma hareketlerinde bir kararsızlık vardı.
Eli de hafifçe titriyordu. Bir ara havan elini bırakıp doğruldu. Uzun uzun
yarı yarıya yerine sokulmuş kutuya dalıp gitti. Gözleri küçülmüş, lambanın
soluk ışığında uyurgezer olmuştu sanki. Sağ eli ürkek, yarı çıkık kutuya
uzandı. Sonra dokunmadan yanma sarktı. Hafif hafif şakağını kaşıdı. Nihayet
kararını vermişçesine hızla uzanıp kutuyu yerinden çekti. Havanın yanma
yerleştirdi. Titremesi artan elleriyle kapağı açmakta zorluk çekiyordu.
Kaşığın bur
nuyla aldığı tozu havana boşalttı.
Karıştırdı. Hapları yuvarlayıp kutuya yerleştirince, ibrikten su döküp elini
iyice sabunladı. Herkes sabah namazı için caminin yolunu tutarken Musa efendi
hırsızlıktan geliyormuşcasına telâşlı, kepengi indirip, arka yollardan evin
yolunu tuttu.
Afyonu patlayan Vehbi saatlerdir
anasını inletip duruyordu. Belki on kez olur olmaz buyruklarla onu merdivenlerden
indirip çıkarmış, tık nefes bırakmıştı. Zelluh hatunun uzattığı kutuyu
kaparcasına almış, kapağı açıp avucuna üç hap yerleştirmiş, onları ağzına
attıktan sonra tası başına dikmişti. Kısa bir süre uyuşup sızdı. Fakat çok
geçmeden karnını pençeleyerek oturdu:
"Aman karnım yanıyor... Kuru
keşiş ne yutturdun bana?" diye inlemeye koyuldu. Saatlerdir sürüp giden
edepsizliğin üstüne bu haykırıp inlemeler Zelluh hatuna olağandışı gelmemişti.
Yorgunluktan dizleri titriyor, yorganı başından aşırıp, işitmemeye çalışıyordu.
Neyse haykırmalar iniltiye dönüşmüş, sonunda da sesi kesilip zıbarmıştı.
Musa efendi hap kutusunu karısına
uzattıktan sonra hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip gitmişti. Saatlerce ıssız
sokaklarda dolaştıktan sonra yüzünde her zamanki barış ve sükûnet maskesiyle
işinin başına oturmuştu.
Vehbi’nin mosmor morarıp sesinin
kesildiği haberini komşunun oğlu Ökkeş getirmişti. Musa efendi pek şaşırmış ya
da üzülmüş gözükmedi. Baş sağlığı dileyen çarşı komşularının yardımıyla
dükkânı kapadı.
Ertesi gün cenazenin hazırlanmasını,
komşusu kebapçı şaşı Hamid’in evinin avlusunda bir köşeye ilişmiş bekliyordu.
Çarşı ve mahalle komşularından tabuta omuz vermeye gelenler baş sağlığı
diliyor, teselli sözleri mırıldanıyorlardı. Musa efendi söylenenleri sessiz,
başını sallayarak dinliyordu. Yalnız yüzünü dikkatle izleyenler soluk benzinde
alışık olmadıkları, hafif bir gülücüğe benzeyen bir ışıltı farkedebilirdi. Kim
bilir belki de Musa efendi kendini saldırgan şer kuvvetlerine karşı savaşan
hayır ordusunun komutanı gibi hissediyordu.
Uzunçarşı’nın, kuşkusuz
en renkli ve ilginç kişisiydi biz çocuklar için. Bu gerçek de yalnızca
filizlenen kuşak için geçerli değildi. Çarşı’nm en varlıklı, itibarlı tüccar ve
eşrafından tutun da, elden ağıza yaşayan yoksul esnafı bile ona karşı saygı ve
çekingenlik duyar, bir dileğini iki etmemeye çalışırlardı.
Yılın dört mevsiminde de
helvacı Said’in dükkânıyla, burcu burcu taze çörek ve simit kokan kahveci
fırınının kepenkleri arasındaki daracık boşlukta tünerdi. Yaşamı boyunca
berber makası, ya da sabun ve su yüzü görmemiş kirli, rengi belirsiz uzun
saçları omuzlarına dökülürdü. Başını çevreliyen bu kıl bolluğuna karşın, kirli,
esmer, avurtları çökük ince yüzünde tek bir tel bile yoktu. En anlamlı organı
iri, siyah gözleriydi. Aklan sapsan olduğu halde, bizim göremediğimiz başka ve
daha renkli bir âlemi seyreden bakışları büyüleyiciydi. Tırnak araları kirle
dolu, sıska, uzun parmaklı ellerinden ancak uyuduğu zaman bıraktığı esrar
nargilesinden derin nefesler çektiği zaman göz kapakları inip bu esrarlı
bakışı perdelerdi... O zamanlar tabutundan çıkarılıp, bağdaş kurdurularak iki
dükkân arasındaki taş duvara dayanmış, suyu çekik Mısır mumyalarını andırırdı.
Biz çocuklar onun bu
cezbe anını yakalamaya özenirdik. Tüneğinin tam karşısındaki yokuşun ağzında,
mevsimine göre bazan mısır koçanı, bazan yarı yenik bir hıyar par
çasıyla nargilesini nişan
alırdık. Hedefini buh r çevresine düşen atışlar ancak, yanı başında
pinekby^n çarşı köpeklerini hafifçe tedirgin ederdi. Ama atış başarılı olunca,
zembereği boşalan oyuncaklar gibi fırlayıp dizlerinin üstüne dikilir, alabildiğine
ayrılmış iki siyah projektörü öfkeyle yönümüze çevirir, yırtık yamalı
giysileri arasından kaburga kemikleri sayılan kavruk göğsü demirci körüğü gibi
şişip sönerdi. Her kez ince, soluk dudaklarından yüzümüze doğru
"Şeddadini" diye bir küfür tükürürdü. Ne anlama geldiğini hiçbirimiz
kestiremezdik. Fakat küfür ya da beddua olduğundan emindik ve bizi çarpması
olanağından da irkilirdik.
O böylece öfkesini boşalttıktan sonra
gene bağdaşını kurar, marpucunu ince dudakları arasına sokup çekiştirmeye koyulurdu.
Ama çevresindeki esnaf, tehlike
alarmı verilmişçesine dükkânlarından fırlar, eline geçirdikleri oklava, çekiç
ya da bir odun parçasını sallıyarak bizi yokuş yukarı bir süre kovalardı.
Onlara göre İmam Baha’yı kızdırmak cami duvarına işemek gibi birşeydi. Çünkü
Baba, fırsat buldukça sataşılacak, sıradan bir esrarkeş değildi. Dilediğini
bolluk ve mutluluğa eriştiren, dilediğini aç, kötürüm süründürebilen insanüstü
bir varlıktı. Bolluğu, kıtlığı, savaş ve salgınları herkesten önce sezinler,
kolayca anlaşılamayan peltek ve çarpık sözcüklerle çok önceden haber verirdi.
Sabah namazından sonra kepenkler
birer, ikişer açılmaya, yatsı ezanından beri Baha’yla birlikte koyun koyuna
uykuya dalmış olan çarşı canlanıp kapırdamaya koyulunca tezgâhının arkasına
geçen herkes siftah için Baha’nın içine büzüldüğü ve omuzundan hiç düşmeyen
çirkef renkli yorganın içinde kıpırdamasını beklerdi.
O yumulduğu yerde doğrulup bir elinde
esrar nargilesi, omuzundaki yorganın ucu yerleri süpürerek camiin yolunu
tutunca, siftahını sağlamak için yolunu kesmenin, minnet edip yalvarmanın sonuç
vermiyeceğini herkes bilirdi. Bakışları kara kaldırım taşlarına dikilmiş,
çıplak ayaklarıyle hangisine basmanın uygun düşeceğinden başka tasası yokmuşçasına,
peşini bırakmıyan birkaç çarşı itiyle birlikte câmi av
lusunun merdivenlerini iner ve
apteshanelerden birine dalardı. Oradaki işi bitince gene olağan donatımıyla
havuz başına gelir, nargilesinin sararmış suyunu boşaltıp bit iki çalkalar ve
sıvısını tazelerdi. Bu işlem süresinde suyun parmak uçlarından ötesine
sıvaşmamasına özenirdi. îşi bitince gene aynı hesaplı ve nazik adımlarla
çarşıya döner, tezgâhlarda sergilenen her tür yiyeceği, bin bir nimetle
donanmış saray sofrasının hangisinden başlasam diye gözden geçiren tok bir sultan
gibi incelemeye koyulurdu. Gerçekte yiyecek tutkusu hem nicelik hem de nitelik
açısından çok sınırlıydı. Günde iki övün çarşıdaki üç fırından birine iltifata
karar verir, pişiricinin fırından yeni çekip tezgâhın üstüne fırlattığı açma
pidelerden iki tane seçerdi. İkisi de fazla gevrememiş olmalıydı. Çünkü
gevrek pide hem dürüme elverişli değildi, hem de peşinden ayrılmayan itlerinin
damağına batardı. Pidelerden birini koltuğuna sıkıştırır, ötekini can
yoldaşlarına doğrayıp fırlatırdı. Onların itişip biri biri üzerinden atlıyarak
ekmek parçalarını havada yakalamaya uğraşmaları sanki keyiflendirirdi onu.
Sıska kirli suratında ve iri siyah gözlerinde gülücüğe benziyen donuk
ışıltılar belirirdi. O böyle eğlenirken, terazinin gerisindeki minderi üzerinde
dizlerine dikilen dükkân sahibi, umulmadık bir sadakaya konan Medine fıkaraları
gibi Baha’ya bin bir minnet sözcüğü döker dururdu.
Köpeklerini besledikten sonra Baba,
mevsimine ve keyfine göre öteki dükkânlardan birine yönelirdi. Bazan helvacı
Said’in mermer tezgâhının gerisine geçer, saldırmayı andıran iri helvacı
bıçaklarından biriyle tahan helvası külçesinden iri bir dilim keserek
pidesinin içine dürüm ederdi. Bazan da onu Güllü’nün dükkânından yayılan ve
sindirim salgılarını hızlandıran kebap kokusu çekerdi. Dilediğini ısmarlamak
adeti değildi. Sanki yeryüzünde kendinden başka canh yokmuşçasına tasasız ve
gevşek ocak başında şiş çeviren kalfanın yanına sokulur, gözüne kestirdiği tek
bir şiş kıyma kebabını, pişkinlik durumuna aldırış etmeden ekmeğinin arasına
çekip boş şişi ocağın kenarına bırakırdı. "Baba şuradan iki dilim de
baklava buyur" diye zorlamanın yararı yoktu. İçi çektiyse, kirli
parmaklarını baklava tepsisine dal
dırırdı. O gün tatlı damarı üstünde
değilse yalvarıp yakarma fayda etmezdi. Söylenenleri hiç duymuyormuşcasına dürümünden
ufacık ısırıklar alarak uzaklaşırdı.
Yaz sıcakları bastırıp çarşının
üstünü örten kamış hasırların seyrek dokuları arasından sızan sıcak ışın
hortumcukları içinde oynaşan toz habbecikleri belirmeye başlayınca Baha’nın
iştihası da yön değiştirirdi. O aylarda daha çok çarşının öbür yanındaki manav
dükkânlarına onur verir, katığını domates mahraları, hıyar ve yeşil biber
höyükleri arasından seçerdi. Nedense hiçbir mevsimde, biz çocukları,
gözlerinde aç ışıltılarla iri iri yutkunduran simitçi fırınına gönül
indirmezdi. Fırıncı Sâkıp’ın hatırını da, havaya damar damar güz ayazı düşmeye
başladığı zaman paslı mangalına fırından bir kürek kor attırarak alırdı. Kendi
kutsal elleriyle yapmadığı tek iş de buydu. Onun kapısına yöneldiğini farkeden
Sâkıp terazinin gerisinden fırlar, pişiriciyi bir yana iterek, uzun saplı ateş
küreğini fırının sağ yanındaki kor yığınının altına sürer ve Baha’nın
mangalına boşaltırdı.
Baba yalnız çarşının mor, kırmızı,
yeşil, sarı meyve ve sebze yığınlarıyle donandığı ve iri sineklerin
vızıltılarının arı kovanına çevirdiği bu sıcak aylarda bazan gönlünün çektiğini
alıp yemekte ufak tefek geçici zorluklarla karşılaşırdı. O günlerde hamama
giden ev horantasını, ya da birden bastıran yiyici konukları ağırlamak için
lahmacun yaptıranlar çoğalırdı. Bu işi evin yetişkin erkeği üstüne almışsa
Baba için sorun yoktu. Çünkü onlar da çarşı esnafı kadar kendisini sayar,
çekinirlerdi. Fakat kebapçıda bol domates, yeşil biber ve maydanozla lahmacunluk
kıymayı tepsiyle firma getiren, dünyanın kaç köşe olduğunu henüz öğrenmemiş
cahal bir yeniyetmeyse sorun çıkabilirdi. Fırından cızırdıyarak çekilen
lahmacunlar serinlesin diye kepengin üstüne serilmeye ve çevreye sarımsaklı
yoğun bir pişkin et kokusu yayılmaya başlayınca Baha’nın marpucu ağzından çekip
ekmekçi İbrahim efendinin fırınına edalı adımlarla ilerlediği olurdu. Geldiğini
farkeden İbrahim efendinin yüzü umutla ışıldardı. Fakat, "ulan eti
çaldırma, fırıncı çıraklarına kaptırma" diye kulağı bükülen yeniyetme,
serinleyen lahmacun dizilerine
uzanan kirli ele çaylak gibi atılmaya
kalkınca curcuna kopardı. Genç, henüz tonu oturuşmamış çatlak sesiyle harlayıp
gürlemeye kalkarsa İbrahim efendi tezgâhdan ekmek çektiği ucu çivili, uzun
değneği bu saygısıza doğru sallar, "Sus ulan.. Dokunma Baha’ya.. Aldığını
hamur ve pişirme hakkından düşerim." diye onu sindirmeye uğraşırdı. Babaysa
ne oğlanın yırtınmalarına, ne de fırıncının koruyucu aracılığına aldırış
ederdi. Lahmacunun birini çevresindeki itlerine-doğrar, İkincisini de sanki,
hatır için yiyormuşcasına ufak ufak dişlerdi.
Çarşı esnafı, aman
tezgâhımızdan birşey ahp ağzına atsın diye gözünün içine bakardı. Bütün
insancıl tutku ve ihtiyaçların üstüne yükselen yaşamında besin ancak gerekler
zorlayınca hatıra gelebilen önemsiz bir yüktü. İhtiras düzeyinde tek bir
bağlılığı vardı onun: Esrar!.. Nargilesinin dilediği zaman tütmesi, gece
gündüz tünediği, karataşla kaplı dükkân aralığından başka mülkü olmadığı için
kenevirini kendisi yetiştirip bu konuda bağımsızlığa kavuşamıyordu. Dumanı
ancak para karşılığında Tabakhane çevresinde iş gören kaçakçılardan
sağhyabilirdi. Para kazanabilecek bir zanaatı da yoktu. Hamallık etmeye
yeltense de, kemikleri sayılan kavruk gövdesiyle ufak bir üzüm küfesini bile
yokuş başına çıkaramazdı. Bereket versin bütün esnaf onun bu derdini de
bilirdi. Yiyecekte olduğu gibi para için de kimseye el açmayı onuruna
yediremezdi. Çarşının bütün para çekmeceleri ve kasaları onun emrindeydi.
Etiyle, yırtık, hiç sabun, su yüzü görmemiş gömleği arasında sakladığı esrar
kesesinin dibi gözükmeye başlayınca nargilesini helvacı Said’in kepengi altına
emanet eder ve yekinirdi. O gün hayır ve berekete boğmayı kararlaştırdığı
dükkân ya da han odasına dalar, para çekmecesi ya da kasanın önüne dikilirdi.
Anahtar üstündeyse sorgu sual etmeden çekmeceyi çeker gümüş bozukluklar
arasından bazan iki ellilik, bazan iki yüzlük seçerdi. Önünde altın da yığılı
olsa bundan fazlasına dokunmazdı.
Sonra çekmeceyi iter,
itleri peşinde, yorganın ucu taşları süpürerek Keçehane yokuşunu tutardı.
Kendi eliyle açmayı
beceremediği yer çarşı ağası Nuri efendinin şifreli kasasıydı. Ama bu nedenle
babanın kısmetini başka yerde araması gerekmezdi. Onun nazlı bir Van kedisi
gibi ağır ve ölçülü adımlarla Yenihan’ın kapı aralığından girdiğini farkeden
Nuri efendi, kent ünlüleri için bile küpeştesinin bir yanını hafifçe
kıpırdatarak selâmlayan ambarcı zengin, kerevet minderini örten acem
halısından kuş gibi fırlardı. Daha Baba odasının eşiğinden adımını atmaya
fırsat bulamadan, sadakor entarisinin cebinden anahtar destesini çeker,
şifreyi çevirip kasanın kapısını arkasına dayardı.
Çarşıda Baha’ya en çok
önem veren ve ilgilenen oydu. Sanki onun bütün insanüstü sezgi ve
yeteneklerinin ürünlerini tekeline almaya uğraşan bir tutum içindeydi. Onun
bildiğini okuyacağından emin olduğu halde her gelişinde yanı başına dikilir,
ince kemikli parmaklarını bozukluk tasından geride altın ve mecidiye
dizilerinin sıralandığı yöne doğru itelerdi. Onun bu zorlamalarına karşı
direnmiyen evliya mumyası bu dizilere dokunmakla yetinir, sonunda da gene
tasarladığı bozukluğu alıp giderdi.
Çarşı Ağasının ona bu
denli önem verişi boşuna değildi. Varlığının önemli bir kesimini Baha’ya
borçlu olduğunu bütün çarşı biliyordu. Ürünlerin pazara döküldüğü en ucuz
günlerde tahıl, kuru üzüm, fıstık alıp ambarlıyan, sonra da fiyatlar yeterince
kıpırdayınca elden çıkaran Nuri efendi, onun kerametine çarpmadan önce de
varlıklı bir adamdı. Ama faizli borç arayan köylü ve esnafın ilk düşündüğü para
babası durumuna gelişi onun yüzündendi.
Bilmiyenlere herkesin
anlattığına göre Büyük Kardan önceki yıllardan birinde fıstık bol olmuştu.
Balkan savaşı yüzünden ambarcılar ellerindekini dış ülkelere gönderememişlerdi.
Biteviye hancılara ambar kirası ödemekten kurtulmak için fıstığı yakıt olarak
fırıncılara satanlar bile çıkmıştı. Bu ürünün alım satımıyla uğraşanların
ağzını bıçak açmıyordu. Ellerindeki mala tahıl kadar bile para veren yoktu.
Nasıl olduysa ertesi yıl
da fıstıklar kudurmuştu sanki. Dört yana soluk yeşil şemsiye gibi açılan
dallar, mor fıstık
salkımlarının
ağırlığından nerdeyse kızıl toprağı süpürür olmuştu. Dökülen burnu çatlak
olgun ürünler ağaç altlarını halı gibi kaplıyordu.
Ama olağan yıllarda mülk
sahiplerinin, köylü ve ambarcıların yüzlerinde ışıl ışıl gülücükler yakan bu
bolluk karşısında herkes dertlenip kara kara düşünmekten başka birşey
yapamıyordu. Mülk sahipleri ve ortakçı köylüler üzgündü. Çünkü fıstığı
toplatsalar, satışın işçi parasını çıkaracağını bile ummuyorlardı. Ellerinde
bir yıl öncesinden tonlarla kuru fıstık kalan ambarcılar da, kursağı şişkin
Buğdaypazarı kumruları gibi tısırlaşıp duruyordu. Çünkü bu bolluk, ellerindeki
eski malın biraz olsun fiyat koyabilmesi olanağını yok ediyordu. Pazarlarda
sergilerden yeni kaldırılmış fıstık çuvallarını görenler, insafsız bir
alacaklıyla burun buruna gelmişçesine kelleyi yere dikip yan çiziyordu.
Nuri efendiyle birlikte
herkesin böyle tasaya boğulduğu sırada birgün Baba yorgan omuzda Çarşı Ağasının
kapı eşiğinde gözükmüştü. Nuri efendi tılsım tüm bozulur ve işler daha da
kötüye gidebilir endişesiyle isteksiz yerinden davranıp kasanın kapağını
açmıştı. Baba bozukluk tasından aldığı yüzlüğü, kirli, ince parmaklarının
arasında evirip çeviriyor nedense hemen çekip gitmek istemiyordu. Parmağı
arasındaki bozukluğa dikilip kalmış sanılan iri, siyah gözler Nuri efendinin
yüzüne doğru dönmüştü. Sanki görmeden bakan, fakat nedense iliklere bile
işlediği sanılan bu bakışlar ambarcıyı hafifçe ürpertmiş, elinin üstündeki
kıllar, yüzündeki sakal uçları dimdik oluvermişti. Baba sessiz onu bir süre
süzmüş, sonra esrar dumanından boğuklaşmış bir sesle mırıldanmıştı:
"Fıstık al
fıstık."
Nuri efendi yeterince
anladığı bu sözlerden şaşırıp donmuştu sanki. Kulaklarına inanamıyor, "Ne
dedin Baba, ne dedin?" diye kekeliyerek onu üsteliyordu. Ama Baba bir
söylediğini ikileyenlerden değildi. Yeryüzünde kendinden başka canlı
yokmuşçasına parmak uçlarına basarak Keçehane yokuşunu tutmuştu bile.
O gün Nuri efendinin kafası çıfıt
çarşısı kesilmişti sanki. Acem halısı üstünde biteviye dibinin sağ diliminden
sol dilimine yükleniyor, özgürlüğüne kavuşan yanı nefes almaya fırsat bulamadan
yeniden dayanağını değiştiriyordu. Elindeki kehribar teşbih durmadan dolap
beygiri gibi dönüyor, cigarasmdan çektiği her nefes çifte dert hortumu gibi
burun deliklerinden fışkırıyordu.
Baba "Fıstık al fıstık"
demişti. Herkes fıstıktan Azrail gibi kaçıyordu. Onu dinleyip bir alıma girişse
bütün anbarcılar "Herif aklını hoplatmış." diye ağzını bırakıp
ardıyla gülerdi. Ama Baha’ya aldırmamak da olamazdı. Adam Balkan Savaşını bir
yıl öncesinden "Durun hele kıran kırana" diye haber vermemiş miydi?
O akşam Nuri efendi evinde de ne
yediğini bilememiş, avrat, uşak kırıp geçirmiş, şafak sökünceye dek yorganın altında
debelenip durmuştu. Düşünde, o akı sararmış iki kara ışık tepsi gibi büyüye
büyüye üstüne geliyor, sözünü tutmazsa başına gelecekleri anıştırmak istiyordu
sanki. Kaç kez alnından, göğsünden leblebi tanesi gibi yuvarlanan ter seliyle
uyanıp yerinden fırlamıştı. Sonunda uykuyla cebelleşmeden vazgeçip mermer
avlunun ortasındaki havuzun başına inip, güz ayazında aptestini almış, bir
cigara yakarak ilk ezanı beklemeye koyulmuştu. Son rekâtı da kılıp hergünkünden
daha güçlü bir sesle "esselâmu aleyküm ve rahmetullahı" çekerek
seccadenin kulağını kıvırmıştı. Orada, Tanrı’nm karşısında sorunu kafasında
birkaç kez daha evirip çevirdikten sonra karar verenlerin kesin hareketleriyle
yerinden yekinip handaki odasının yolunu tutmuştu.
O sabah erkenden Nuri efendi en güvendiği
pazarcılarını başına topladı. Uykudan payını alamayan atbaşı uzun ve solgun
yüzünde esrarlı işler peşinde olanların hileciliği sezinleniyordu. Bir el
işaretiyle adamlarını kerevet çevresine topladı. Etrafa başka dinliyen var mı
gibilerden kuşkulu bir bakış fırlattıktan sonra, kısık sesle komutunu
fısıldadı:
"Fıstık alınacak... Ama kimin
aldığını kimse bilmiyecek... Soranlara, hiç canım fırıncılar için, odundan
ucuz, denecek... Piyasayı kızıştırıp fiyatları körüklemek yok... İstek
siz, seyrek sepenek alınacak... Bizim
handan başka hanlarda ambar edilecek. Adımı yayan bir daha bu eşikten içeri girmesin.
Anlaşıldı mı?"
Onu izliyen günlerde pazar
yerlerindeki fıstık çuvallarına avuçlarını daldırıp aldıkları parçada
fıstıkları sayan alıcılar belirmeye başladı. Sezdirmeden, sızdırmadan gelen
fıstıklar toplanıyor, kentin dört köşesindeki dağınık hanlara ambar
ediliyordu. İstanbul’un her yanı şaşkın perişan Balkan göçmenleri ve bozgun’
asker taburlarıyla dolup taşarken Nuri efendi de han odalarını habire yeni
ürün, eski ürün fıstıkla doldurup duruyordu. Eli nakit kesesinin dibini bulunca,
ev horantasının avadanlıklarını rehine koydurmuş, hatta el altından borç para
toplatmıştı.
Bu kentte yerin kulakları her
yerdekinden daha keskindi. Nuri efendinin varını yoğunu fıstığa bağladığım
duyanlar aklını hoplattı sanmıştı önce. Sonra bu işin içinde her hal bir iş
var, o at suratlı herif öyle pulunu sokağa savuranlardan değil, diye
düşünenler de olmuştu. Ama bu ötesi karanlık ve tehlikeli işte onunla aşık
atmaya davranan pek çıkmamıştı.
Derken kış içinde piyasa kıpırdamaya
başlamıştı. Halep ve Beyrut’daki Ermeni ihracatçılardan piyasa durumunu kolaçan
eden mektuplar geliyordu. Çok geçmeden bunları sipariş mektupları izlemişti.
Han avlularında tutulan kervan yükleri arasında fıstık çuvallarının oranı her
geçen gün biraz daha artıyordu. Kızışan alım yüzünden fiyat barometresi de
biteviye yükseliyordu. Bahar güneşinin kış ayazını yumuşatmaya başladığı
sırada Nuri efendi artık fıstığı aldığının on katma yüklüyordu.
Arka arkaya akan banka havalelerini
çekmeye yetişemiyordu. Handaki kasada altın, mecidiye dizilerine yer kalmamıştı.
Orası dolunca sıra evdeki kilitli dolaplara geldi. Çarşıdan geçerken herkes ona
haset yanan gözlerle bakıyor, kentin rakipsiz Yahudi banka müdürü bile onu
kapılara kadar geçirmek zorunluğunu duyuyordu. Onun tutumuna da iyice kasıntı
gelmişti. Uzun suratlı, dal fesli başını daha da arkaya atarak sanki herkese
tepeden bakıyordu. Her adım-
da kandilli selâmlar sarkıtan
tanıdıkların saygı gösterilerine, yüzünden sinek koyarcasına baştan savma
karşılık verip geçiyor, öyle eskisi gibi yolda önüne gelenle dikilip yarenlik
etmiyordu.
Buna karşın Baba’ya olan
saygı ve ilgisi göze batacak kadar yoğunlaşmıştı. Her sabah önünden geçerken
hal hatır sormaya özen gösteriyordu. Baba da çoğunlukla marpucunu dudakları
arasından çekmeden hafifçe başını sallamakla yetiniyordu. Nuri efendi birkaç
kez onu evinin selâmlığına götürüp yerleştirmeye bile uğraştı. Her ihtiyacını
dilediğinden daha iyi karşılayacaktı. Fakat her seferinde Baba, başını yok
anlamında geriye atıp sıska, kirli parmaklarını göğsüne bastırmakla
yetiniyordu.
O güz ayaz erken
bastırmıştı. Helvacı Said camekânlarını vakitsiz taktırmak zorunda kalmış,
fırınlardan bir kürek kor koparmaya gelen dükkân çırakları nerdeyse kuyruklar
yapıyordu. Ekmeğinin arasına bir dilim tahin helvası kesmek için girdiği
Said’in dükkânında Baba, biteviye ellerini mangaldaki ateşe gösterip ısınmaya
uğraşan ustaya bakmış, başını iki yana sallamıştı. Nafakasını alıp çıkarken de
renksiz, ince dudaklarının kenarından "Durun hele durun... hepiniz
donacaksınız." diye mınldanmıştı. Helvacı Said de onun ne soğuktan, ne
açlıktan etkilenmez duygusu veren kavruk gövdesine bakıp içinden "Baba
benimle mazzah geçiyor." diye düşünmüştü.
Halbuki onun
mırıldandıkları bir iki ay sonra bastıracak büyük karın habercisiydi. Yarım
yüzyıl sonra bile o günleri yaşayanlar, karların altından tünel açarak konu
komşuya gidebildiklerini anlatır dururlar. Bugün bile, doğum tarihinin
"Büyük kar" olduğunu söyleyen yaşlılara rastlanır.
O kış çarşının gölgelik
hasırlarını tutan çatma direkler karın ağırlığını çekemeyip yer yer çökmüştü.
Çarşı esnafının çoğu kepenklerini haftalardır açamamıştı. Fırıncılardan ancak
bir ikisi, o da gün aşırı, bütün kışlık giysilerine sarınıp yalnız gözleri
meydanda, arada bir gelip fakir fukaranın ekmeğini yetiştirmeye uğraşıyordu.
Tabiî bu ak afet çoğu kimseye Baha’yı da unutturmuştu. Onun birkaç gündür
kirli
yorganına bürünüp
çevresine büzüşen aç çarşı itlerinin arasında inliyerek yattığını ilk farkeden
gene helvacı Said olmuştu. Kahn yün elliğini çıkarıp yorganının ucunu
araştırırken parmak uçlarının dokunduğu soluk yüzün kor parçası gibi yandığını
farketmişti.
Haber Nuri efendiye de
çok geçmeden ulaştı. Hemen iki adam yollatıp onu salla sırt selamlığa getirtti.
Kirine ve kokusuna bakmadan altına çifte döşek serdirdi. Üstüne atlas
yorganlar örttürdü. Elleri kazma kürekli bir manga gönderip doktor Hoseb’i
getirtti. Bu sıcak ilgi ve bakım sonucu Baba kefeni yırtabildi. Göğsündeki
hırıltı ve öksürük hafiflemeye yüz tuttu. Onu birgün bitik, yatağın ortasına
bağdaş kurmuş bulan Nuri efendi, tek evlâdı Azrail’in pençesinden
kurtulmuşçasma sevinmişti. Derdini ve tutkusunu iyi bildiği için el altından
esrar buldurmuş, selâmlığın kristal nargilelerinden birini de emrine vermişti.
Biraz toparlanınca onu yıkattırıp yeni giysilerle de donatmıştı...
Her öğün tepsi, türlü
tefarik yemeklerle donanıp Baha’nın önüne geliyordu. Ama o bir iki lokma alıp
sofradan çekiliyor, sanki elindeki ekmek parçasını doğramak için itlerini
arıyordu.
Soğuklar kırılıp karlar
eriyince Baba epeyce toparlanmış gibiydi. Fakat dizine derman gelip kendi
başına dolaşabilir duruma girdikçe de tedirginliği artıyordu. Bir sabah
gitmeye davrandığını haber verdiler. Nuri efendi koşup geldi. Elini bırakıp
ayağına düştü:
"Etme Baba... Daha
iyi olmadın... Otur şurda." diye yalvardı. Fakat Baha’nın ağzından
"Nargilem, yorganım"dan başka söz çıkmıyordu. Onun dileklerine karşı
gelmenin tekin olmadığını bilen Nuri efendi boyun eğmek zorunda kaldı.
Yorganı omuzunda, nargilesi elinde selâmlık kapısından çıkışını görenler
nerdeyse, yüzünde tutuklu evinden salman kürek mahkûmlarının mutluluğunu
okuyabilirdi.
Baba seferberlik
davullarının çalışını, fırın tezgâhlarındaki ekmeklerin benzinin kararıp altın
fiyatlarına çıkışını kılı kıpırdamadan hep tüneğinden izledi. Künyesi çıkıp
silâh altına giden esnafın kepenkleri kapanıyor, çarşı nerdeyse "Büyük
kar"daki gibi ıssızlaşıp yoksullaşıyordu.
Derken Suriye cephesinde
bozgun başladı. Önce giysileri boz, kafaları taslı Alman subayları, otomobil
denen atsız, eşeksiz arabalarıyla homurdayarak Maraş yolunun toz bulutları
içinde kaybolup gittiler. Sonra postalları delik, üniformaları yırtılmış,
açlıktan avurtları çökük, bizimkilerden sırtına hançer, ya da göğsüne gâvur
kurşunu yemiyenler sökün etti.
Onların tozu yatışmadan
da İngiliz gâvuru çıkageldi. Bayram alayı gibi çeşitliydi bunlar. Sarıklı,
sakalı çenesinde topuzlanan Hintililer, avrat gibi eteklik giyen İskoçlar,
sırık gibi ince uzun saf kan İngilizler kente girdikleri gün dışarı çıkma
yasağı konmuştu. Çarşı’nm iki başına dikilen zırhlı araçların çevresinde frenk
askerleri nöbet tutuyor, kuş uçurmuyorlardı. Onlar bile, çevrfesine büzülmüş
itlerin ortasında kara gözlerini ayırmış kendilerini seyreden bu garip yaratığa
dokunamadılar. Belki yerli Ermeni tercüman onun kimliğini anlatmıştı. Fakat
herkes Baha’nın başka bir dünyaya bakan esrarlı, kara bakışlarının gâvuru bile
ürküttüğü karaşındaydılar.
İngiliz gâvuru çok
kalmadı. Nedense birkaç ay içinde toparlanıp gittiler. Ama giderken yerlerini
fesleri püskülsüz Tunuslu, gulyabani gibi kapkara Gobi askerlerine bıraktılar.
Fransız gâvuru ötekiler gibi sert ve keskin değildi. Meydanlarda davul,
borazan çaldırıp kentliyle iyi geçinmeye uğraşıyorlardı. Ne var ki bu barış
havası uzun sürmedi. Önce Çarşı’nın öteki ucundaki Kazancıpazarınm arka
yamacında oturan Ermeni bakırcılar, gece karanlığında yükte hafif, pahada
ağır neleri varsa sırtlayıp kentin öbür ucundaki Ermeni mahallesine göçe
kalkmışlardı. Derken bizimkiler varını yoğunu verip silâh almaya, gizli
toplantılar yapıp çete kurmaya girişmişti. Çok geçmeden Çınarlı’nın
karşısındaki Ermeni evlerinin duvarlarında açılan mazgallarla bizimkiler çatışmaya
girişti. Savaşın ilk ayları Çarşı’nm yaşamasını o kadar etkilememişti. Sadece
kaçkaçm başlamasında, kalabalık bir ölçüde seyrekleşmişti. İşin kurşunla
bitmiyeceğini anlıyan Fransızlar çevredeki tepelere top bataryalarını dizip
kente ver gitsin etmeye koyulunca işin rengi değişti. Dükkânlarda,
hanlarda nerdeyse kimse
kalmamıştı. Zaten hanlardan bir kesimi çete karargâhı yapılmış, Millet hanı da
savaş suçlularıyla, gömüsünün yerini haber vermeyen varlıklıların doldurulduğu
tutukluevine dönüşmüştü.
İşlerin böyle gidişi
elbette Baha’yı da etkileyecekti. Çarşı’da ot, ocak kalmamıştı. İtler bile yal
bulabilecekleri yörelere göçmüştü. O da çaresiz tüneğini Millet hanı’nın kapı
karşısına taşıdı. Orada bir ölçüde bakılıp beslenebiliyordu. Nöbetçi çeteler
karavana artıklarını ikramhyor, onu tanıyan içerdekilerse evden gelen
yemeklerden payını ayırıyordu. Hatta dumanının derdine çare olanlar bile
çıkmıştı. Boş lülesine rağmen elinden düşmiyen nargilesi arada bir de olsa
şenlenip şakıyordu.
Pazardamı’na çıkan Karabasamak’ın
dibindeki yeni tüneğinde, çevresindeki çalkantı ve didişmelere, mezartaşı kadar
ilgisiz kimbilir kaç yıl daha yaşıyabilirdi. Fakat Fransız gâvuru yedibuçukluk
toplarla kentin direncini kıramıyacağını anlayınca Mardin tepesinin gerisine bir
onbeşlik bataryasını yerleştirmiş ve gırgırlıyarak gelen mermilerini oraya buraya
savurmaya koyulmuştu. Bir sabah bunlardan birisi de Millet hanı’nın damına
düşmüştü. Avludaki tutuklular ve nöbetçi çetelerden bir kısmını kırıp geçirmiş,
taş duvarlardan birini aşağı indirmişti. Ölenler ölmüş gitmiş, canını kurtaranlarsa
kaçıp dağılmışlardı.
Tozlar yatışıp afetin
muhasebesinin yapılmasına sıra gelince onun da cesedini taş, toprak arasından
çıkardılar. Parçalanan nargilesinin kopuk marpucunu sımsıkı ince, kemikli
parmakları arasında tutuyordu. Ya koyu kirden, ya da damarlarında leke yapacak
kadar bile kan olmayışı yüzünden, yırtılıp yumaklanan yorganı ve yamalı
giysilerinde kan lekesi bile görülemiyordu.
Onunla birlikte yalnız
Uzunçarşı’nın değil tüm kentin yaşamında geriye dönmeyecek bir çağın perdesi
inmişti.
Yanık bir ezan okuduktan
sonra dedesinin sırayla iki kulağma seslendiği gerçek adını bilen yoktu.
Sorulsa belki kendi de hatırlayamazdı. O herkesi, herkes de onu
"Bilâder" diye çağırırdı.
İnsan türüyle akrabalık
bağı kuran böyle bir âlakaya da ihtiyacı vardı. Çünkü onu yaratırken Tanrı’nın
ya güçlü bir mizah duygusunun etkisi altında ya da aşırı bir tutumluluk çabası
içinde olduğuna insanın inanacağı gelirdi. Sanki yaratan, yaratıcılığından
artakalan döküntüler ziyan olmasın diye şöyle elinin kenarıyla onları gelişi
güzel bir araya iliştirivermişti.
Gövdesi on yaşlarındaki,
iyi beslenmemiş bir çocuğunkinden de çelimsizdi. Suyunu iyi alamamış kavruk bir
kelekten farksız yüzünün üst yanındaki kara boncuk gözleri, şişkin ve
kirpiksiz gözkapakları arasından çevresini değil de biri birini görmeye
uğraşıyormuşcasma burnuna doğru bakışırdı. Ama bu çabaları boşunaydı. İki gözü
ayıran ve nerdeyse alt dudağına kadar uzanan kızıl uçlu, iri burnu, ufacık bir
hortum gibi ikisinin arasına dikilmişti.
İş bu kadarla da
bitmiyordu. Tanrı kuluna, ya da soyuna bozulunca doğanın sırtına bir kanbur
konduruverirmiş. Bilâdere de herhalde iyice içerlemiş olmalı ki, bir tanesiyle
yetinmemiş, sırtmdakinden başka bir tane de göğsüne oturtuvermişti. Çarşı
içinde duraklayıp, daha kısa olan sağ baca
ğını dengeye almak için
koltuk değneğine dayanınca göğüs kanburu daha da dışarı fırlar, haline,
Osterliç zaferinden sonra ordusunu denetliyen Napolyon karikatürü azameti
verirdi.
Bilâderin yapısındaki bu
sınırsız çarpıklığa karşın giyim ve bakımı olağanüstüydü. Minicik fesinin
çevresine doladığı ahmediye sarık her zaman temizdi ve sağ yanından bir dal
fesleğen hiç eksik olmazdı. Kavruk, küçük yüzü hep tıraşlı, kısa, kırçıl
bıyıkları bakımlıydı. Sırtındaki sakosu, pazen gömleği, kıl şalvarında tek bir
yama, sökük ya da leke görülmezdi. Bir bakışta ya zengin bir kapının çalgın
çocuğu, ya da hükümdar soytarısı kanısını aşılardı.
Ama Bilâder’in, herkesin
bildiği geçim yolu bu bakımlı görünüşünü yorumlamayı zorlaştırırdı. Ekmeğini
eski fes alım satımıyla sağlardı. Kenarları kirden ve yağdan iyice yanırlaşmış
ve yer yer yirilmiş, güdük püsküllü eski fesleri parasız ya da yok pahasına
toplardı. Söylendiğine göre önce karısı Ayuş bacı bunları don kazanında bir iyi
kaynatıp kurulurmuş. Sonra Bilâder, yanır, yirik yanlarını boylu boyuna parmak
eninde keser, kalıplar, yeni püskül uydururmuş. Malları pazarlanabilecek duruma
gelince özenle iç içe yerleştirip satış torbasına istif edermiş.
Satışı yalnız sabah
saatlerinde Kadıkastel’i meydanına açılan köylü pazarında yapardı. Buradaki iki
sıra dükkânda köylü ve yoksul esnafın aradığı giysiler satılırdı. Çarşının
öteki ağzı da Buğday Pazarı’na açıldığından hemen her zaman öbek öbek köylü
alıcılar arasında yolunu bulup ilerliyebilmek her yiğitin kârı değildi.
Sırtındaki fes torbasını ezdirmeden Bilâder’in burada kendine nasıl yol
bulabildiği şaşılacak işlerdendi. Fakat o gövde gücüyle başaramıyacağı bu işi,
başka birisinin iri gövdesinden çıkıyor kanısını veren kaim ve tok sesiyle
başarırdı: "Savulun ulan yolumdan... Bilâder gelir... Başı dobaklarm,
fesi eskiyenlerin devacısı Bilâder." diye seslenirdi. Yerin dibinden
fışkırıyormuş sanılan bu kaim ses bilen bilmiyen herkesi irkiltir, açılıp ona
yol verirlerdi. Başı çıplak, ya da kafası yırtık, kirli bir bez parçasıyla
sarılı sümüklü dölünün eline yapışmış bir köylü önünde
duraklayınca Bilâder
koltuk değneğine şöyle bir abanıp kabarır, alıcıyı iyice süzüp değerlendirirdi.
Gönül eğlendirenlerden olmadığı kanısına varınca en yakınındaki dükkânın
kepengine kadar çeker, torbasını, koltuk değneğini kepengin üstüne yerleştirir,
sonra bir sıçrayışta kendi de çıkar malının yanma oturuverirdi:
"Gel ulan şu
karşıma... Bakayım kellen hangi numara... Ağa kellesi mi, paşa kellesi
mi?" diye alıcıyı davet ederdi. Yeni bulduğu insan kafası fosilini,
kasıntıyla inceliyen ünlü bir bilgin kuruntusuyla alıcıyı gözden geçirişi,
nereye baktığı kestirilemiyen gözlerinden değil, kavruk yüzündeki kıpırtılardan
farkedilirdi. İncelediği kafanın yapısı konusunda bir sonuca varınca torbasının
ağzındaki düğümü çözer, bileğine kadar içine daldırıp araştırır, sonra çekip
çıkardığı fesi önündeki kelleye yerleştirirdi. Fesin kulağa kadar inmesinin,
ya da tepede emanette kalmasının onca pek önemi yoktu.
"Olmadı hele bir
başkasını dene." diyecek olana horlayan bir gözle bakar, "Ulan nesi
var bunun? Kafası az daha büyürse tam oturur." der ya da saçlarını biraz
kestirmeyi öğütlerdi.
Bilâder öyle hırslı
satıcılardan da değildi. Fiyat sorana "Kaç paran var?" demekle
yetinirdi. Uzatılan bir yüzlük, bir mecidiye çeyreği de olsa "Bereket
versin." diye kabullenirdi. Bu işi sanki geçim için değil, bilâderini
Allah’ın sıcak güneşi altında başı açık gezmekten korumak için hayrına yaptığı
sanılırdı. Gerçekten de hizmetinin mistik bir yanı vardı. Kişin ayazı, yazın
kavurucu sıcağında, çedik yemenilerini eskimesin diye bellerine sokup köy
yollarını köseleleşmiş çatlak topuklarını sürükliyerek arşınlamaktan çekinmiyen
yoksul bilâderlerinin, nedense en yoksulu bile başı açık ortada dolanmak
istemezdi. Dolbak gezmek şöyle dursun fesle yetinmeyip altına bir de işlemeli
takke yerleştirmeden yapamazlardı. Sanki ataların "ayağını sıcak tut,
başını serin." dediklerinden hiçbirinin haberi yoktu. Aksine, insanın
içine bütün kötülük ve marazların kafadan girip ayaktan çıktığına inanıyorlardı
sanki Bu yüzden Bilâder yok pahasına, onları yal
nız dert ve günahtan
korumakla kalmıyor, iç güvenliklerinin bozulmamasma da yardım ediyordu.
Bilâderin bu işi Tanrı
aşkına yaptığını gösteren başka belirtiler de vardı. İki, üç kelleyi
donattıktan sonra, çevresini üç kat müşteri de sarsa torbasının ağzını
düğümler "Aman ağa bizimkini de" demeye kalkanları "Ulan biz bu
canı sokakta bulmadık. Bir dinlenek, yorgunluk kahvesi içek." diye
terslerdi. Sonra kepengin üstünden kayıp iner, değneğini koltuklar, torbasını
omuzuna vurup "Savulun ulan yolumdan." diye seslenerek seke seke
Kadıkastel’in yolunu tutardı. Bilâder Kadı çeşmesinde yüreğini iyice
soğutmadan geçemezdi. Hemen her akşam bir ulunun şöleninde ağırlığından fazla
çektiğinden, içi daima yanıktı. Geniş, yuvarlak havuzun kenarına erişince
sebil taslarına elini uzatmaz, durgun suyun üstünde yüzüşen saman ve çöpleri
üfledikten sonra, ufak bir hortumu andıran kızıl burnunu serin sulara gömerdi.
Derin bir "Oh" çekip elinin tersiyle kırçıl bıyıklarını şöyle bir
sildikten sonra bitişikteki Kavaf çarşısına yönelirdi. İçi, dışı kırmızı, mor,
sarı, boy boy yemenilerle donanmış iki sıra uzayıp giden dükkânlardan o gün
gözüne kestirdiğinin önünde duraklar, davet beklemeden güler yüzle karşılanacağından
emin değneğini dayayıp kepengin üstüne sıçrardı. Orada sevildiğinden emin,
şımarık bir çocuk gibi davranışı boşuna değildi. Bütün esnaf yorgunluk
kahvesini yanında içsin diye biri biriyle yarışırdı. Tüneyeceği kepenk belli
olunca en alımkâr ve hatırlı müşterilerle uğraşanlar bile ne yapar ne eder
onları baştan savar, Bilâder’le yarenliğe girişirdi:
"Selâmün aleyküm
Bilâder... Yemen şehidi rediflerin eski feslerini bugün kimlere sokuşturdun
bakalım?"
"Bilâderim develer
Allah’a şekvacı olmuş, niye bu Bilâder’i bizden çarpık yarattın diye."
"Bilâderim, de
bakalım dün gece mumu kimin sofrasının altında söndürdün?"
"Bilâder Ayuş bacı,
çirttiyin yanır fes kenarlarını kaynatıp kışlık yağı oradan çıkarır diyeler
doğru mu?"
Bilâder ardı arkası
kesilmiyen bu sataşmaların hiçbiri
nin altında kalmaz, her
birine uygun karşılığı bulurdu. Fakat ona en çok dokunan Ayuş bacının
mercimekliyi fes yağıyla pişirdiğiydi. O zaman başını geriye atıp sarığını
hafifçe arkaya iter, göğüs kamburunu şişirir, kirpiksiz göz kapaklarını yarı
yarıya kapardı:
"Gidin ulan dibi
delikler... Bilâderin her yıl Salman ağanın çiçek yağını yer." diye
böbürlenirdi. Her yıl ta Karadağ’dan eşek sırtında sürüp gelen bu iki tulum
yağ, tavada bir cızırdaymca her yana türlü bahar çiçeğinin kokusu yayılırdı.
Flem de bu ağanın gönülden kopan bir ikramı değil, Bilâder’in gerçek zenaati ve
alın teriyle kazandığı bir tür vakıftı.
Yıllarca önce bir güz
harmanlar kalkıp anbarlar ve keseler dolduktan sonra Karadağ’ın ağası küçük
oğlunu evermiye kalkmıştı. Salman ağa, sırtını meşe ormanlarıyla kaplı yalçın
tepelere dayamış ve yüzlerini de ovadan kıvrım kıvrım süzülüp giden dereye
çevirmiş onbeşe yakın köyde bir sözü iki edilmiyen zorlu bir ağaydı. Karadağ’da
uçan da kaçan da ondan sorulur, o buyursun demeden hükümet jandarmaları bile
sınırını aşamazdı. Bir seferinde sancağa yeni gelen toy ve ateşli bir komutan
bilenlerin öğüdüne aldırmayıp peşine kırk, elli atlı jandarma takarak o yöreye
sığındığı söylenen bir kanlıyı tutuklamaya kalkmıştı. Konağını sardırıp
kapısına dayanan komutanı Salman ağa yalancı bir uysallıkla atının başına
yapışmış:
"Aman kumandan bey
hökümetin buyruğu başım üstüne... Ama buyur önce bir kahvemizi içmeden
olmaz... Sonra istediğin adamın elini bağlar önüne katarız." diye beklemediği
bir yumuşak başlılık göstermişti. Tetik çekmeden sağladığı başarıdan
keyiflenen komutan davetin altında bir bit yeniği düşünmeyi yiğitliğe
yedirmemiş, atından inip ağanın beş adım önünde meydan savaşı kazanmışların
kasıntısıyla selâmlığa girmişti. Kuzular, kaymak ve ballar yenip karlı ayranlar
içildikten sonra, kumandan yerinden sıçrayıp "Eey ağa!, yolcu yolunda
gerek... Nerede adamımız?" diye davranmıştı.
Salman ağa hiç istifini
bozmadan:
"Ulan uşak bah
buraya." diye seslenmiş, el pençe karşısında divan tutan çam yarması
adamına, "Toplayın şu bizim adamları, kumandan bey hangisini istiyorsa
bağlayın elini götürsün." buyurmuştu. Az sonra konak avlusunun dış kapısına
gelen toy komutan gördüğüne önce anlam veremeyip apışmış, "Bu da ne demek
ağa?" diye kekelemişti. Köyün bütün sokakları, bitişikteki evlerin
avluları, tepeden tırnağa silâhlı yüzlerle savaşçıyle dolup taşıyordu. Konağı
saran jandarma atlıları, hayvanları yedekte bir yana sinivermişti. Ağa, ortada
olağandışı hiçbir şey yokmuşçasına, elinin tersiyle şöyle bir işaret yapmış:
"Buyur kumandan bey... hangisini dilersen kolunu bağlayıp önüne
katalım." demişti. İlk şaşkınlığı çabucak geçen komutan amacı hemen
sezinlemiş, yumuşayıp pis pis sırıtmaya geçmişti. "Eh bu seferlik tuz ekmek
olduk ağa. Bu işi bir dahaki sefere bırakalım." diyerek bölüğünü peşine
takıp uzaklaşmıştı.
İşte sancağın bütün
ünlüleriyle bir arada düğün okuntusu gönderen böyle bir Salman ağaydı.
Öteki davetliler gibi
Bilâder de, en iyi giysilerini heybeye basıp okuntu getirenin yedeğindeki
hayvanın terkisine bağlatmış, sonra kendi de heyamola beygire kurulup Karadağ’ın
yolunu tutmuştu.
Gelin getirilmeye
gidilmeden önce üç gün, üç gece yenilsin, içilsin dilemişti Salman ağa.
Durmadan toklular, düveler kesiliyor, kazanlar kaynıyor, boğma binlikleri
boşalıyor, davullar vuruluyordu. Konağın ve bitişikteki avluların duvarları
boyunca sekiler kurulmuş, kutnu döşekler yayılmış, divan sinilerinin
çevresinde konuklar durmadan yiyip içerek ortada dönen köçeklere alkış tutuyor,
kafası iyice kızışanlar belinden lüveri çekip havaya boşaltıyordu. Misafirler
yalnız yiyip içmek ve lüver boşaltmakta değil asıl Bilâder’e sataşmakta
birbiriyle yarışıyordu. Onu gelinlik kız gibi sekiden sekiye kaçırıyorlar, bir
tarafın oyunu bitmeden ötekininki başlıyordu. Birisi meze diye ağzına, içi
barut gibi biberle dolu bir domates sokuşturuyor, bir başkası tabancayı şakağına
dayayıp tas dolusu boğmayı bir nefeste dikmeye zorluyordu. Bilâder şakaların en
kaba ve hoyratı karşısında
bile gözünü kırpıp
yılgınlık getirmiyor, güler yüzle "Etme şeyhim... ellerinden öperim."
demekle yetiniyordu.
Bir ara sulandırılmamış
boğma içini iyice yakmaya başlamış, yalpalıyarak avlunun öbür ucundaki derme
çatma ayak yoluna yönelmişti. Habire konukları ağırlamakla uğraşan ağa nasılsa
farkına varıp ihtiyacını sezinlemiş, adamlarından birinin kulağına birşeyler
fısıldamıştı.
Damı kuru meşe
dallarından, duvarları harçsız yığma taş olan ayakyolunun kapısı Bilâder’in
peşinden yarı kapanınca buyruğu alan adam, elinde, iri bir eşek boyutunda zincire
vurulmuş azgın bir çoban itiyle sokulup zincirini kapının direğine
geçirivermişti. İşini bitirip kapıyı aralıyan Bilâder dişlerini göstererek
üstüne hırlıyan itle burun buruna gelince kül kesilip titremeye başlamıştı.
Dengesini yitirip kuburun içine yuvarlanma tehlikesini düşünmeden geri sıçrayıp
kapıyı çevirivermişti. Konukların bir çoğu divan sinilerinin çevresini bırakıp
keskin bir sidik kokusu yayılan ayak yolunun çevresine toplanmış, Bilâder’in
boğuk sesli yalvarmalarına aldırış etmeden kasıklarına bastırarak katılıyordu.
Azgınları gülmekle de yetinmeyip kapının üstünden içeriye taşlar atıyor, çalı
çırpıdan çatının üstüne kovayla sular boşaltıyorlardı:
"Etmen şeyhim...
ellerinden öperim... Kurtarın beni şu boh ambarından. Aman, ağa pohu da ne
keskin kokarmış. Boğuldum, genzim yandı." diye inleyip yakaran Bilâder’e
aldırış eden bile yoktu. Davul, zurnalar da o yana toplanmış "Paşa
Göçtü" havasını vuruyor, amacın ne olduğunu sanki sezinliyen it de
büsbütün azıp öfkeyle bavlıyarak kapıya saldırıyordu. Tutsak fareyle tok
kedilerin oynaması gibi uzun uzun ona, akla gelecek her eziyeti yaptıktan sonra
keskin dışkı kokusundan yarı baygın çekip dışarı aldılar. Üstü, başı toz, çamur
içinde, kıl şalvarının paçasından kirli sular sızarken de sırıtmaya
uğraşıyordu: "Ulan ağa pohu amma da keskin kokarmış."diye onları
eğlendirmeye çabalıyordu.
Üç gün, üç gece herkes
işkembesinin aldığından fazlasını da yiyip içerek Bilâder’e doya doya eziyet
ettikten sonra gelin getirme hazırlıklarına sıra gelmişti. Dünürcüler ipekli
poşularını sarıp
fişekliklerini kuşanıyor, atlar eğerleniyordu. Aralıksız yuvarladığı boğma
taslarıyla yalpası daha da artan Bilâder’in kelek kafasında o arada bir ilham
şimşeği çakıvermişti. Sallanarak ağanın karşısına dikildi:
"Ağa hani benim
binek... Dünürcülerin başını Bilâder çekmezse olur mu hiç?" diye niyetini
açıklamıştı. Ağa önce bu densizliği savuşturmaya kalkmış, sonra burma bıyıklı
ablak yüzünde birdenbire kurnazca bir gülücük belirmişti:
"Elbette olmaz
Bilâder.. Ulan uşak Bilâder’e bir poşu bir de lüver getirin. Benim demirkırı da
onun için eyerleyin." diye gürlemişti.
Püskülleri burnunun ucuna
inen poşusu, kubur namlusu dizine değen lüveriyle Bilâder donanmış ev itine
dönüşüvermişti. Salman ağa, kurnaz gülücüğüyle onun çöp gibi bileğini yakaladı
ve konağın avlu kapısına sürükledi. Kapının dışında eşinme ve azgın kişnemeler
duyuluyor, peşlerindeki konuklar, dur bakalım ne olacak diye, merakla
gülümsüyordu. Kapı önüne çekilen demirkırı aygır, kuyruğu şemsiye sapı gibi
kıvrık, ışıl ışıl derisinin altında kasları sıkışıp gevşiyerek eşinip kişniyor,
dizginine sıkı sıkıya yapışan iki ırgat zorla zaptetebiliyordu. Böylece
kaynayıp kuduran hayvanı görünce Bilâder’in benzi bozarmış, başına gelecekleri
sezinler gibi olmuştu:
"Aman ağam... Aman
Şeyhim Bilâder’e bir eşek yeter." diye sızıldanmaya koyulmuştu. Fakat ağa
sanki söylediklerini duymuyordu bile:
"Ulan uşak bindirin
Bilâder’i... Dünürcülerin başını o çekecek." diye gürlemişti. Bilâder
çelimsiz gövdesiyle kasılıp gerilerek direnmeye yeltendi. Ama adam azmanı iki
kişi koltuklarından yakalıyarak süslü eyerin üstüne oturtmuşlardı bile.
Bilâder’in korkudan dili tutulmuştu. Artık yakaramıyor, titreyen ufarak
elleriyle uzatılan dizginleri toparlamaya çabalıyordu. Bu tehlikeli oyundan
seyirciler de biraz ürkmüş, şaşkın, sırıtarak bakışıyor, ağanın işi sonuna dek
sürdürmiyeceğini umuyorlardı. Aygır önce binenin üstüne yerleşip
yerleşmediğini pek kestirememişti. Burun kanatlarını titreterek eşinip
duruyordu. Fakat ağa iri eliyle sağrısına bir
şaplak indirince dört
ayağı üstünde bir kasılıp tok ve dolgun bir kişnemeyle etrafı inlettikten sonra
şaha kalkmıştı. Yükselen toz bulutu içinde Bilâder bir anda, efsane tanrıları
gibi uçup göğe çekilivermişti sanki.
Salman ağa ve geride
kalan konuklar Bilâder’i ancak, dünürcüler silâh patlatarak uzaklaştıktan sonra
hatırlıyabilmişlerdi.
"Ulan uşak varın
bakın şu fakire ne oldu." diye etrafa adamlar salındı. Çok geçmeden aygırı
köyün arkasındaki fundalıklarda otlarken buldular. Bilâder de Koçlu’ya giden
tozlu patikanın kenarında baygın yatıyordu. Sağ ayağı baldır kemiğinden kırılmıştı.
Ama elinde, yüzünde birkaç çizikten öteye birşey yoktu. Acıdan çok, korkudan
bayılmıştı, Allah bilir.
Gene de iyi yürekli
adamdı ağa. Çevredeki en ünlü çıkıkçıları çağırtıp Bilâder’in kırık kemiğini
yerine yerleştirtmiş, bir aya yakın kutnu döşeklerde yatırıp yağ, balla beslemişti.
Bunlar yetmiyormuş gibi ona bir de meşeden koltuk değneği oydurmuş,
bindirildiği beygirin yedeğine de yağ, peynir tulumu yüklü bir de eşek
takılmıştı. Her ne kadar bu serüvenden sonra Bilâder’in sağ bacağı biraz kısa
ve aksak kaldıysa da bunu da zenaatinin doğal kazalarından saymak gerekirdi.
Evet, Bilâder’in giyim,
yiyim ve geçiminin paşadan farksız oluşunun sırrı buydu. O eşraf ve âyân
toplantılarının gülü ve gereğiydi. Adı sanı belli olanların düğünü, derneği ve
şöleni olunca Bilâder’in daveti zorunluydu. Halep’ten saz takımları, Urfa’dan
ünlü okuyucular da gelmiş olsa Bilâder’siz dernek eksik sayılırdı. O meclise
girer girmez içkinin donuklaştırdığı kafalar kıvılcımlanmaya, asık suratlar
sırıtmaya başlardı. Ona eziyet etmek, akla gelmeyecek oyunlar kurmak için
herkes birbiriyle yarışa kalkardı. Bu hoyratlıklar için onları kınamak da
doğru değildi. Tanrı’nm onu böyle bir görev için yarattığı ortadaydı. Esasen
çevresindekiler onu biraz unutup ihmal etmeye kalksalar Bilâder duramaz,
kaşmir, sataşılmaya çanak tutardı. Bu amaç için çokluk meclisteki setre
pantollu, sakalı tıraşlı memur takımından
birini seçerdi. Avucuna
ya biraz tuzlu fıstık ya da küçük bir meze dürümü alır boş eline yengeç gibi
abanarak avının dizinin dibine kadar emeklerdi:
"Hele şeyhim aç
ağzını... Kanım sana beter kaynadı." diye sulanırdı. Sonra bir yandan
dizini okşarken bir yandan da çevredekilerin işitebileceği bir sesle
fısıldardı:
"Bilâderim oğlanın
alma gimi yanakları var... Isırası geliyor adamın. Vallah billâh bunda kibar
illeti var."
Sataşılan onu tanıyorsa
hemen dilinden ankp kırıtarak karşı saldırıya geçer, Bilâder’in orasını
burasını gıdıklayıp gülüşmeye yardım ederdi. Fakat bazan yanlış kişi seçip baltayı
taşa vurduğu da olurdu. Davet sahibi sataşılanın yüzünün al al olup kaşlarının
çatıldığım farkedince hemen Bilâder’in ipini çeker, etsiz kıçına bir şaplak
indirip eziyete koyulur ve ortalığı yatıştırırdı.
Sancak eşrafından ve
vilâyet meclis-i idare azası Mehmet efendinin bağ evinde de Bilâder gene böyle
baltayı taşa vurmuştu. Sancak merkezine yeni gelen, dal fesli, iri kıyım genç
mektupçuya da aynı oğlancılık oyununu oynamaya yeltenmişti. Adam yüzü öfkeden
allak bullak olmuştu. Durumu izliyenler araya söz karıştırıp onu unutturmaya
çabaladı. Fakat Bilâder fırtına belirtilerini ayırt edemiyecek kadar
dumanlıydı. Biteviye
"Var şeyhim var...
Bunda kibar illeti var." diye sırnaşıp duruyordu.
Mehmet efendi de bir ara
durumu farketti. Yekinip sadakor entarisini savurarak başına dikildi. İnce bileklerinden
kavrayıp gürledi.
"Ulan Bilâder gene
itliğin tuttu. Seni bağlamaktan başka çarem kalmadı." dedi. Buyruğu
üzerine içerden büyükçe bir hurç alıp geldiler. Bilâder’i bir gözüne tıktılar.
Sonra hurcu üstlerindeki koca cevizin löküs sallanan dalının bir yanma
asıverdiler. Bilâder hurcun dibinde, çuvala girmiş it eniği gibi kıvıldayıp
inliyor, konuklarsa kasıklarına basarak gülüyorlardı. Az sonra bir yolunu bulup
hurcun kenarına iki eliyle yapışıp sarığı boynunda, dazlak kafası ışıldayarak
aşağıdaki sofrayı seyretmeye koyulmuştu. Bir süre böyle sessiz durdu.
Yaltaklanmaya uğraştı:
"Aman şeyhim töbe...
Ben ettim sen etme... Susuzluktan boğazım kurudu. Açlıktan karnım gurulduyor.
İndirin beni şurdan."
Yukarıdaki aşağıdakilerin
yüreğini yumuşatacağına sataşmaları körüklüyordu. Birisi elinde ocaktan yeni
gelmiş mis gibi kokan kebap şişiyle burnunun dibine sokuluyor, çektiği tikeleri
ağzına verecekmiş gibi yapıp yiyordu. Bir başkası içki tasını dudaklarına kadar
uzatıp çekiyor, habire onu yalvartıyordu. Kirpiksiz gözkapaklarını kırpıştırıp
yutkunarak Bilâder bu oyunlara hayli dayandı. Ama kimsenin beklemediği bir
sırada gövdesine yakışmayan koca sesiyle ağlamaya koyuldu. Önce onu oyun
oynuyor sanmışlardı. Fakat durmadan tısıldayan löküsün ışığında kavruk yanaklarından
ışıldıyarak sicim gibi inen gözyaşlarını farkedince yürekleri yumuşadı. Her
çeşit can acısına güler yüzle katlanan Bilâder, aşağıdaki şöleni ağaç dalından
aç saksağan gibi seyretmeye dayanamamıştı.
Çiftetelli oynamak
şartıyla indirdiler onu. Bir süre incesaz takımının kıvrak ahengine uyarak
koltuk değneğine abanıp göbek atmaya, gerdan kırmaya uğraşarak herkesi
güldürdü. Sonra da ikram yarışı başladı. Herkes elinde ya bir içki tası, ya bir
sıkım çiğ köfte ya da kebapla başına toplanmıştı. Bir tası tüketmeden
ötekisini ağzına dayıyorlar "Dik ulan dik dibi görünmeli." diye
zorluyorlardı. Avurtları şiş, ağzının iki yanında rakı artıkları, çiğköfte
kırpıntıları tilki çenesine doğru akışıp duruyordu. Bilâder ikram kasırgasına
gücünün yettiği kadar dayandı. Ağzına tıkıştırılanları gözleri yuvalarından
fırlıyarak yutmaya çalışıyordu. Ama bir süre sonra ağzındakileri yerlere saçıp
dökerek inlemeye koyuldu:
"Durun bir nefes
alayım acık... Ataşım sönsün."
Tepesine dikilenlerden
fıstıkçı Hacı efendi birden elindeki köfte sıkıntını kendi ağzına atıp,
etrafındakiler! bir yana iterek haykırdı:
"Aman durun
çekilin... Bilâder ateş almış... Bizi yakmadan söndürelim..."
Sözünü tüketmeden,
oyuncak bebek gibi onu koltuğu
nun altına çalmış az
ötedeki geniş sulama havuzunun başına getirmişti. Aman, zaman deyip boynuna
sarılmasına fırsat vermeden de yallah deyip Bilâder’i koca havuzun ortasına
fırlatıvermişti. İri kıyım kişilerin bile boyunu aşan suların içine Bilâder bir
iki batıp çıktı. Suyu her yüzleyişinde ufacık elini başının üstüne kaldırıyor,
birşey söyleyicekmişçesine ağzı ayrılıyor, fakat gıkı çıkmadan gene sulara
gömülüp gidiyordu. Bostancılardan ayık birisi şalvarı sıyırıp suya atlamasaydı,
Bilâder’in işkembesindeki içki ateşinden başka, çipil gözlerinin feri de sönüp
gidecekti.
Bir yandan onu bacak
bileklerinden yakalayıp baş aşağı getirdiler, yuttuğu suları boşalttılar, sonra
da ıslak giysilerini soyup birşeylere sardılar ve yeniden sofra başına
oturttular.
Bohçalandığı giysiler
içinde bir süre Bilâder sesini kesip kendini unutturmaya uğraştı. Fakat
soluğunu kazanır kazanmaz "Hele biraz rahı koyun bana." diye cumhura
katılmaya hazır duruma geldiğini bildirdi. Esasen doyasıya yiyip içmeyle,
sonunda cebine konacak birkaç mecidiye uğruna, o gece dayanması gerekenlerin
sonu da henüz alınmamıştı.
Doğduklarından beri
içlerinde sinişip kokuşan her tür ilkel ve yırtıcı duyguyu, bunu da Tanrı
yarattı demeden, şaka kılığı altında üstüne kusanlardan hiçbirine Bilâder’in
kırılıp küstüğü görülmemişti. En azgınları karşısında bile yılgınlık
göstermez, kirpiksiz gözkapaklarını kırpıştırarak her tür işkenceye katlanırdı.
Bunların çelimsiz, çarpuk bedeninde bıraktığı geçici ya da sürekli izlerden
hiç yakınmaz, aksine övünürdü:
"Falanın düğününde
filânın ziyaretinde oldu işte.1' derken, yüzündeki meç yaralarıyla
övünen Ortaçağ şövalyeleri gibi kabamdı. Sonra bu işin Tanrı yoluna hizmet gibi
bir görev olduğunu da sezinliyordu galiba. Öyle ya kentin dişli, tırnaklı
ünlülerinin içini dolduran bütün kin ve garezleri sünger gibi emerek onları
daha az kötülük edebilir duruma sokmak yırtıcı hayvan eğitimi gibi bir işti.
Yeryüzünde Bilâder’i
ürküten Tanrı’nın tek kulu İt Yusuf tu. O da kendisi gibi eşraf toplantılarının
soytarılarmdandı. Abani sarığı, sert kıllı top sakalı, iri gözleri, dolgun
ve tıknaz gövdesiyle
Karagöz kılığına girmiş besili ve azgın bir çoban itini andırırdı. Hele
ulumasıyla değme itler yarışamazdı. Ağzını havaya dikip ver gitsine başlayınca
yedi köy ötede uyuklayan kancık itler bile tedirgin olurdu.
Bilâder "Bu herifin
nesinden korkuyorsun yahu?" diyenlere acı acı sırıtırdı:
"Ondan yedi köyün
iti ürker." diye karşılık verirdi. Bu yüzden bir yere çağırılınca ilk
sorusu "İt Yusuf a da haber saldılar mı?" olurdu. Davetçi acemi ve
huyunu bilmiyen birisi olur da baklayı ağzından kaçırırsa Bilâder’i yedi
düvelin ordusu yerinden kıpırdatamazdı.
"Ağana selâm
söyle... o itin olduğu yerde benim yerim yok." der ve zorla götürülmek
tehlikesini önlemek için gözden kaybolurdu.
Mehmet efendi o gün bağ
evine İt Yusuf’u da çağırtmıştı: Onu bağın içindeki bir fıstığın altında
besletip baktırıyor, işlerin tavına girmesini bekliyordu. Havuzda ateşi sönen
Bilâder’in titremesi geçip sesi çıkmaya başlasın diye bekliyordu. Rakı
istediğini duyunca tası kendi eliyle doldurup ona sunmuş, sonra yastığa yanını
verip sokulan adamına birşeyler fısıldamıştı. Bilâder elindeki tastan uzun bir
yudum çekmiş, sofradaki mezelerden çimleniyor, hafiften çevresindekilere
sırnaşıyordu. İkinci bir yudum için tası soluk dudaklarına kaldırdığı sırada,
löküsün ışık kubbesinin ötesinde kıpırdaşan koyu gölgeler arasından uzun ve
yanık bir uluma yükselmişti. Konuklardan çoğu bunu bağın bekçi itlerinden
birisi sanarak pek oralı olmamıştı. Fakat kulağı bu sese iyice duyarlaşmış olan
Bilâder’in benzi birden alıvermiş, dudağına götürdüğü içki tası titreyen
elinden düşüvermişti. Tuzağa düştüğünü anlayan şaşkın bir fare gibi sığınacak
bir delik bulmaya çabalarken uluma saldırı havlamasına dönüşmüştü ve kaçmanın
yolunu araştıran Bilâder’in üstüne atıldı. Herifin tıknaz, iri gövdesi altında
yumruk kadar Bilâder kayboluvermişti. Yusuf bir yandan havlıyor, bir yandan da
Bilâder’in ele geçirebildiği yanlarını dişleyip duruyordu. Hem bu şakadan bir
ısırma değildi. Yakaladığı koyun budunu kemiren aç kurtlar gibi saldırıyordu
ona.
İt Yusuf itliğini
tamamlayınca abasının yakasından tutup geri çektiler. Herkes gülmekten
kırılıyor, Bilâder’se serildiği yerde inleyip duruyordu. Biraz kıpırdayacak
olsa, Yusuf hırhyarak üzerine atılacak gibi yapıyor, yeniden yerlere
yapıştırıyordu.
Bilâder İt Yusuf un
dişlerinden daha keskin acı ve ağrılara dayanıklıydı. Onu yıldıran herhalde
Yusuf’un dişleri değildi. Belki de kendi sınıfından bir herifçe alta düşürülmek,
onun tarafından öfelenip ezilmek meslek onuruna dokunuyordu. Öyle ya kentin
ulularının ezip işkence yapması başka şeydi; it Yusuf gibi bir soysuzun
maskarası olmak gene başka bir şeydi.
Fransız savaşı başlayınca
herkes canının derdine düşmüştü. Kimsenin onu düşünecek hali yoktu. Savaş süresince
ortadan kayboluvermişti. Silâhlar susup herkes yıkıntıları içinde eşinmeye
koyulunca Bilâder de ortaya çıktı. Kentin üç aylık muhasarası sırasında
avucunun etini değil sokaktaki it ve kedileri bile yemekten kaçınmayan
tanıdıklarının elinden tutacak hali kalmamıştı. Evde yokken tek göz damına top
düşmüş, Ayuş bacıyı da alıp götürmüştü. Açlıktan daha da kavrulmuş ve küçülmüş,
yırtık, yamalı giysileri üstünden kaçıyordu.
Kent ağır ağır canlanıp
damarlarına yeniden kan yürümeye başladığı zaman bile Bilâder çağını
doldurduğunu anlamak zorunda kalmıştı.
Tahılı mangır etmeyen
eski toprak ağaları, köylerini faizcilere ipotek ederek zorla geçinebiliyordu.
Sonra savaş sırasında ona aldırış etmeyen yeni bir kuşak türeyivermişti.
Bunların bazıları savaş sırasında silâh zoruyla varlıkhları soyup yükünü tutan
şimdi de particilik denen zorbalıkla Ermeni mallarını yok pahasına
kapatanlardı. Bir kesimi de "tomofil" denen o şeytan arabası alım
satımı ve işletmesiyle tüyleniyordu. Garajcı, tamirci diye adları önceleri
bilinmiyen zanaatlarla varlık toplayanları da vardı. Durmadan para kırıyor,
çarşı ve kahvelerde kasılarak dolanıp baş köşeyi kimseye bırakmak
istemiyorlardı. Bunların eğlenceleri de
başkaydı. Eskiler gibi
edepli, erkânlı düğünler, davetler yapmıyorlardı. Hovardalığı saz, bar denen
yerlerde önü, arkası açık kahbeleri oynatıp ayaklarına şampanya denen köpüklü
içkiler patlatıp keyfediyorlardı. "Tiyatora" sinama denen yerler de
açılmıştı artık. Çeyreği verip içeri girince herkesin gözü önünde sarmaş dolaş
nerdeyse çiftleşme utanmazlıklarından tut da adam öldürüp ev soymaya kadar ne
var ne yoksa seyredilebiliyordu. Kentin avratları bile kudurmuştu. Sanki hepsi
dört gözle çarşaf, peçe yasağını bekliyormuş gibi hemen yüz ve gözlerini açmış
ortaya dökülüvermişlerdi. Gelip gazinolara erkekleriyle birlikte oturdukları,
Kırkayak boyunda el yüz açık salınarak gezdikleri yetmiyormuşcasına sinamalar
kapatıp düğün, dernek kuruyorlar, saz kızlarının karşısına geçip göbek yarışına
bile kalkıyorlardı. En kötüsü fes de ortadan kalkmış, herkes başına bir gâvur
serpuşu uydurmuş, Bilâder’in geçim yollarını tüm kurutmuştu:
"Keşke top düştüğü
gün ben de Ayuş bacının yanında olaydım." diye hayıflanıyordu Bilâder.
Eski bir tanıdığı olmasa
bir köşede açlıktan geberip gidebilirdi. Varını yoğunu savaşta yitiren, bir iş
tutayım diye de malı, mülkü faizcilere kaptıran fıstıkçı Hacı efendi, belki de
işletirim umuduyla artık kuş uçup kervan konmayan hanlardan birini
kiralamıştı. Ama kervan katırlarının yerini tomofil alalıberi hancılıkta da
kazanç kalmamıştı. Koca avluyla dipteki sıra sıra ahırlar bomboş duruyordu.
Kapı arasındaki tüccar, ambarcı odalarının kapıları tüm kilitliydi. Üst
kattaki konuk odaları dizilerinde yurtsuz, yuvasız birkaç müşteri barınıyor,
ahırlardan arada bir tahıl yükçülerinin bıraktıkları eşek anırmaları
duyuluyordu.
Hacı efendi burada
Bilâder’e de bir oda vermişti. Kesesine, üç beş kâğıt iyi para girdiği
günlerde kapı arasının toz toprağına bir iki çapçak su serpiştiriyor, odanın
önüne bir kamış hasırla iki kürsü atıyor, Bilâder’i aşağıya davet ediyordu.
Şamşihoğlu’ndan bir şişe boyah ispirto ile kelleciden iki de kuzu başı
yakalarlarsa keyiflerine diyecek yoktu. Hintyağı içer gibi yüzlerini buruşturup
şişeyi sırayla kafaya dikiyorlar sonra bir kâğıt parçası üstüne ayıkladıkları
baş et
leriyle avurtlarını
doldurup eski günleri anarak son günlerini geçiriyorlardı.
"Nerde o eski
günler... eski adamlar..." diyordu Bilâder.
"Ağa ağalığını, uşak
uşaklığını bilirdi. Hele bir de efendi diye ortada dolanan dibi delik
soytarılara bak... Cebine beş on kuruş giren soytarı da hemen adam olmaz
ya..."
Kimbilir belki de
Bilâder’in Ayuş bacıyla birlikte göçüp gitmesi iyi olurdu. Devrini doldurduğu
halde yaşamı sürdürmek zorunda kalmak dayanılacak soytarılıklardan değildi.
Hüseyn ustanın dükkânı
Çarşı’nın Saraç pazarına kavuşan bitiminde tepeye çıkan yokuşun
köşesindeydi. Bu kesimin en gösterişli
berber dükkânı olduğu kuşku götürmezdi. Hem çarşı içine, hem de yokuşa açılan
iki kapısı vardı. Yaz sıcakları bastırıp uçarlar yoğunlaşınca bunları, renkli
boncuklardan oluşan teşbih dizileri gibi sinekliklerle donatırdı. Tavanından
pencere kanadı büyüklüğünde renkli ve tenteli bir yellik sarkardı. Ayağı
takunyalı acemi çırakların baş görevi, yelliğin ucundaki zinciri düzenli aralıklarla
çekerek sallamak ve tıraş olanları serinletmekti.
Çarşı yönündeki kapının
karşısı boydan boya kilim döşeli bir kerevetti. Kafa ya da sakal kazıtacak
esnaf ya da kervan sürücüleri buraya ilişerek kafalarını, takunyaları daha
yüksek olan kalfalara teslim ederdi. Çenelerinin altına soğuk su dolu bir
leğen sıkıştırılır, ellerindeki sabun kalıbıyla işine göre, ya kafayı ya da
sakalı sabunlayıp köpürtmeye girişirlerdi. Gül suyu ve pudra badanasıyla
işleri tamamlanınca da ellerine bir ayna verilir, tıraşın dileklerine uygun
olup olmadığını denetlerlerdi.
Kapının sağında bir de
gösterişli berber koltuğu vardı. Karşısındaki yarım beden aynası, önündeki
mermer tezgâhta dizili tarak, makas ve usturalarla daha itibarlı ve özel müşterilere
hizmet ettiği ortadaydı. Bu seçkinliğe rağmen saçı kesilmek için koltuğa
kurulan biz çocukların kasıntısı
pek uzun süremezdi. Hemen
gözlerimiz, aynanın sağındaki yeşil çuha kaplı duvar tahtasına ilişirdi. Bunu
bezeyen dizi dizi çivilerde engizisyon işkence araçlarını andıran dizi dizi
kerpetenler, kıskaçlar, vantus şişeleri sıralanırdı. Bunların ne amaçla
kullanıldığını birçok kez izlediğimizden, tıraş boyunca tüylerimizin
ürpermemesi olanaksızdı.
O yıllarda kentin düzeni
ve yaşamı her yönüyle eşitliğe dayanırdı bir açıdan. Varlıklı-yoksul mahallesi
diye bir ayırım yoktu. Her mahallede birkaç yavru kapılı eşraf konağı
bulunurdu. Bunların çevresinde de her boydan ve soydan esnaf, işçi, işsiz
barınakları öbeklenirdi.
Delisi, akıllısı,
bilgilisi, kara cahili fakiri ve zengini omuz omuza yaşar aynı yerlerden
alışveriş eder, selâmlaşır, yarenlik ederlerdi. Mahallenin deve dişi gibi önde
gelenleri hatır kırmamaya, yoksulları horlamamaya uğraşır, yeryüzünde
abasından başka varlığı olmayanlar da ululara saygıdan geri kalmazdı.
Buna rağmen belirsiz ve
önemsiz sınıf sınırları da yok değildi. Ortadan kişilerin hiçbirisi tıraş için
koltuğa kurulmayı aklından geçirmez, bilmeden sınırı aşmaya kalkanları da
kalfalardan birisi tutup kerevete çekerdi. Kesesi elvermiyenler Güdül’de
cartlak kebabı dürümü yer, kendine güvenen de Güllü’de ayranh, baklavalı
kebapla midesini doldururdu.
Hüseyn ustayı bizim
kuşaktan elinde makas, ya da usturayla birinin ensesi gerisinde dikilir gören
olmamıştı. Yıllar önce o bu tür güncel işleri kalfalarına bırakmıştı. Zaman ve
gücünün büyük kesimini yatığı ile yüksek düzeydeki uzmanlık işlerine atamıştı.
Kış bastırınca dükkândaki kerevetin kapı tarafındaki köşesi ona göre
donatılırdı. Yaz başı sıcakları bastırınca da tahtgâhı, çarşı yönündeki
kapının karşısındaki Saraç Pazarını ayıran boşluğa taşınırdı.
Buralarda küçük kürsüsünü
koltuğuna çeker, savaştan yeni dönen muzaffer Sezar gibi yanlamasına sedirin
üstüne uzanırdı. Tıknaz bir gövdesi, içkiden kızıllaşmış burnu ve dolgun yanakları,
donuk mavi gözleriyle güleçliği hiç eksilmiyen bir yüzü vardı. İçki ateşinden
mi, yoksa dervişçe kişi-
liginden mi bilinmez,
ahmediye sarıklı fesini daima geriye iter ve mintanın birkaç düğmesi açık
dururdu.
Çarşı kalabalığının henüz
sabah ekmeği ile safra sındırmaya uğraştığı saatlerde Hüseyn usta "Ya
bismillâh" diyerek, çırağın Şaraküstü yolundaki Ermeni meyhanelerinden
doldurtup getirdiği yatığının ağzındaki mısır koçanını çekip yudumlamaya
başlardı. Günah da sevap da gizli olur ilkesine uyarak, geçici olarak görevi
biten yatığı da arkasına saklardı. Dudaklarının ıslaklığını elinin tersiyle
kuruttuktan sonra şalvarının cebinden iki badem şekeri çekip ağzına atardı.
Tutkun olduğu tek meze buydu. Bu zıkkımı çiğköfte ya da cartlak kebabıyla içmeye
alışkın olanlar takılırdı ona:
"Usta tadı bu denli
sertse niye içersin bu zıkkımı?"
"Oğlum rahı keyf
için içilir... İşgenbe doldurmaya değil. Hemin şeker onu mayalandırır, karnında
gücü artar." karşılığını verirdi.
Gerçekten de onun
herhangi bir övünde oturup yemek yediği görülmüş değildi. Sanki gövdesindeki
bütün etler rakı ve badem şekerinden oluşmuştu.
Her mevsimde ustanın
kerevetinin çevresi alışveriş, ya da gönül eğlendirmeye gelen kent ulularının
durak yeriydi. O zamanlar Yunan tanrısı oturuşundan toparlanıp yarım bağdaş
durumuna geçer:
"Ulan Memik
seyirt" diye çıraklardan birini kahve ya da serinletici birşey ısmarlamaya
gönderirdi. Çarşı’nın meyan şerbetçisi kel Ökkeş konuk ağırladığını farkedince,
tulumunun musluk boynuna bağlı sarı, pirinç taslarını tıngırdatarak sokulmakta
gecikmezdi. Misafirlerden yüreği yanık çıkmasa da usta onun şaşmayan
tüketicilerindendi. Karnındaki içki ateşi aralıksız yandığından günde beş on
kez köpüklü serin şerbeti kafaya dikmeden olamazdı. Tasın dibindeki son damlaları
da ağzına akıttıktan sonra derin "oh" çeker, şerbet bulaşıklarıyla
kırçıl bıyıklarını büküp düzene sokmaya uğraşırdı.
Usta, konukları elleri
iki kat bellerine bağlı, teşbih çekerek yokuşa vurunca hemen yatığına yapışır,
ateşini yeniler ve önünden gelip geçen saraç çıraklarına sataşmaya koyulurdu:
"Ulan o elindeki
ne?... Kime iletirsin... Sohul hele şöyle yanı başıma." diye sarkıntılığa
koyulurdu. Huyunu henüz bellememiş olanlar yaklaşıp kekeliyerek görevlerini
anlatırken, o söylediklerine pek kulak vermeden hain gözlerle yüzlerini süzer
dururdu. Çok hoşuna gidenlere cebinden birkaç badem şekeri ikramlar, fırsat
bulursa küt parmaklarıyla yanaklarından bir de makas alırdı.
Çarşı’da adı oğlancıya
çıkmıştı. Ama bu ilginin eflâtunî düzeyden öteye gidecek gücü olmadığı da
belliydi. Bu sarkıntılığı da bademşekeri gibi sanki içkisine meze olarak kullanıyordu.
Ustanın bütün çarşı ve
kent için olan önemiyse ancak yanına suratını eliyle bastırarak sokulan bir
müşteri belirince ortaya çıkardı. Bu tür müşterileri önce uzandığı yerden bir
iyi süzer, dertlerine bir bakışta teşhis koymaya çalışırdı. Gelen, beyni diş
sancısıyla şişlenen birisi ise yanı başındaki arkalıklı sandalyeye oturtur,
yerinden doğrulup kırmızı yemenilerini ayağına geçirir ve komutunu verirdi:
"Ağzını aç ulan...
Eyle çarşı ağasının kapısı gibi aralama. Cami kapısı gibi arkasına daya... Aç,
az daha aç... Ulan parayla mı açarsın ağzı? Bu delikten el girer mi
içeri?"
înliyerek sonuna kadar
ayırttığı ağızdaki dişleri iki parmağı arasında ileri geri iterek birer birer
yoklardı.
"Of' ya da
"ah"m güçlendiği dişe gelince "Hah bulduk." diye sevinirdi.
Ele geçirdiği suçludan emin olmak istercesine aynı dişe bir iki kez daha
bastırıp sallar, geleni birkaç kez daha iyice inlettikten sonra yuval yuval
dükkândaki kerpeten dizilerinin önüne dikilirdi. Çekilecek olan köpek ya da
azı dişi oluşuna göre araçlarını seçer gelir, sonra mintanının yenlerini
kıvırmaya girişirdi. Hazırlığını izliyen kalfalardan en güçlü olan ikisi,
ellerindeki işi bırakır hasta sandalyesinin gerisinde yerlerini alırdı. Usta
hazırlığını tamamlayınca "Ya pir, ya Allah." her birisi müşterinin
bir koluna yapışır ve sandalye arkalığına doğru bükerdi. Kapana yakalanmış kurt
gibi debelenmeye başlayan hastayı usta da çenesinin altından yakalar, kafasını
geriye iter, alt çenesine bastırarak "Aç ulan aç." bombardımanına
koyulurdu. Kolayca teslim olma-
yanlan da "Ulan
yanlış diş çektirir beni günaha sokar, üstelik sabah ezanına kadar da ulur
durursun." diye tehdit ederdi.
Sonunda illetli diş
kerpetenin kıskacı arasına girer, ustanın yüz ve bilek kasları alabildiğine
gerilir, iniltiler nerdeyse bütün çarşıyı kapsardı. Ama dertlinin tutulduğu kapandan
kurtulmasına olanak yoktu. İnleyip kıpırdadıkça kalfalar kollarını daha beter
geriye büker, nerdeyse dişinin ağrısını unuttururlardı. Sonunda ustanın bilek
kasları gevşer, yüzünde yayvan bir zafer gülücüğüyle kerpetenin ucundaki
kanlı nesneyi onun gözlerine doğru uzatırdı:
"Ulan düşmanıym ömrü
bu kadar olsun." Nedense hiçbir müşterisi zaferinden onun kadar mutlu
olamazdı. Çırağın ağzını çalkalaması için su döktüğü sırada usta da çekilen
dişi dikkatle bir bez parçasına sarar, ücretini uzatan ele bunu yerleştirmeyi
hiç unutmazdı.
Çekilen dişlerin
kendilerine öz bir önemi, bir kutsallığı vardı. Öyle kaldırılıp yere, tozun
toprağın içine atılmazdı. Sahibince değerli bir mal gibi günlerce cepte taşınır
ve tanıdıklara gösterilir, ya da bir duvar deliğine sokulup gözden
uzaklaştırılırdı.
Berber Hüseyn’in belirli
bir diş çekme ücreti yoktu. Ne verirlerse "Eyvallah." edip koyun
cebine sokardı. Parası pulu olmayanlardan da hiçbir şey beklemez, ellerini
avurtlarına bastırarak uzaklaşmalarını hoş görürdü. Önemsediği tek şey, bu
kazancı dükkânın tıraş gelirine katmamaktı. Belki de can yakarak kazanılan
paraları hayırlı bir gelir saymazdı. Bununla yalnız rakı ve badem şekerini
aldırırdı.
Diş çekmek ustanın tek
marifeti de değildi. Başı ağrıyanlar, göğsü turlayanlar, devrilip düşecek gibi
olanlar da ona gelirdi. Hatta yeni doğanların pis kanını akıtmak için de ona
gelenler olurdu. Keskin usturasının ucuyla bebeklerin sırtına iki dizi çizik
çizer, sonra da alt uçlarında birer damla kan toparlanan çiziklerin üstüne tuz
ekerdi. Sıkıntı, zorluk, yokluk ve düş kırıklığıyla dolu yaşamın geleceğine
dayanabilmek için etkili bir sınavdı bu. Bebeklerin çizilirken çıkardığı iç
paralayıcı çığlıklar karşısında sanki çok önemli ve ya
rarlı bir iş
yapıyormuşçasına ablak yüzünü yumuşak bir gülücük kapsardı.
Ustanın uzmanlık alanının
sınırları bu kadar da değildi. Kurusatlıcan, sulusathcan, nefes darlığı, yel
girmesi, türlü baş ağrıları için de etkili sağıtım yöntemleri vardı. Baş ağrısı
ve yel girmesi gibi dertler için önce gene usturasını kullanırdı. Sol yan
migranı için sol şakakta üçlü, ya da beşli çizgiler çizer, çizik uçlarında
beliren kan damlalarının oracıkta soğuyup donmasını önerirdi. Boyun ağrıları
içinse ense çizilirdi. Bedeninin şu ya da bu yanma kulunç girenlere önce şişe
çekilir, gereken hallerdeyse sülük tutulurdu. İçinde kâğıt parçaları yakılan
vantus şişelerinin yapıştırıldığı sırtlarda tenin kabarıp kızararak şişmesi,
işin bitiminde acaip bir "lak" sesiyle çekilip koparılmasını merakla
seyrederdik.
Fakat içimizi, korkuya
benziyen bir ürperti ve tiksintiyle dolduran sülük tutma işiydi. Islak sülük
kesesinin içine elini daldırır, parmakları arasında kıvıldayıp yapışacak yer
arayan kara; ışıltılı üç beş sülüğü bir vantusun içine bırakır,
sonra da hastanın illetli yerine şişeyi yapıştırırdı. Bir ya da ikisi emziğini
deriye yapıştırınca şişeyi başka bir noktaya geçirirdi. İşin başında kara
iplik gibi olan sülükler şiştikçe şişer, kabarır ve uzardı. İyice dolup
şişenler önce küçük teneke kaptaki küllerin üstüne düşürülür, çok geçmeden
küller kızıl kana boyanır ve sülükler de eski boyutlarına dönerlerdi.
Anlaşıldığına göre bütün
dertlerin kökeni damarlarda dolaşan kötü kandı. Bundan birkaç damlasını şu, ya
da bu yoldan akıtınca dert de birlikte çıkıp gidiyordu.
Ustanın elleri,
sünnetçiliği dışında, kırık çıkıklar konusunda da hayli yetenekliydi. Çıkıkları
zeytinyağıyla iyice ovarak yumuşatırdı önce. Müşteri bu işin ağrısız, sızısız
kolayca sonuçlanacağına inanıp gevşemeye koyulunca, anî ve kesin bir bilek
hareketiyle yuvasından fırlayan kemiği yerine oturtuverir, gafil avlanan
müşteri de keskin bir çığlık atardı. Kırıklardaysa eli daha hafif ve
dikkatiydi. Parmak uçlarıyla kırılan kemiğin deri ve kaslar altındaki durumunu
iyice inceler, nerenin nereye oturtulması gerekeceğini kestirmeye
uğraşırdı. Bu daha acılı
bir işlem olduğundan, kemik yerine oturtulacağı zaman kalfalardan bir ya da
ikisi hastayı sağlam yanlarından sımsıkı yakalar, inilti ve haykırmalar yoğunlaştıkça
usta "Hös ulan dalını mı kopardık?" diye çıkışırdı. Kırık uçlar
yerli yerine oturtulunca deri karasakızla iyice sıvanır, kırık organ sımsıkı
sarılırdı. Hasta sahibi uzak görüşlü değil de saracak çaput getirmeyi
unutmuşsa ya onun ya da hastanın mintanı sırtından sıyrılıp berber makasıyla
doğranır ve iş bitirilirdi.
Kırık çıkık konusunda
Amerikan hastanesinin doktor •Hoseb’inden de üstün olduğu söylenirdi. Ortada
dolaşan söylentilere göre yanlış kaynatılıp kolu ya da bacağı kısa kalan kaç
kişinin dertli dalını yeniden kırıp yerli yerine oturtmuş, adamı ömür boyu
çolak ya da topallıktan kurtarmıştı.
Bununla beraber, müşteri
bulmak için böyle söylentilere ihtiyacı da yoktu. Hastaneyi esasen öncelikle
Ermeniler ve varlıklı, okumuş Müslümanlar kullanırdı. İçinde Lokman Hekim de
olsa çoğunluğunun hastaneye karşı güçlü bir çekingenliği vardı. Oraya bir kez
ayağı düşenlerin, dört kişinin omuzunda geri çıkabileceği inancı yaygındı.
Çünkü berber Hüseyn ya da aktar Musa efendiyi iyice deneyip derdine deva
bulamaz duruma gelenler, son bir umutla hastane kapısına dayanırdı. O zaman da
çoğunlukla iş işten geçmiş olur, dertli yakasını tümüyle Azrail’in pençesine
kaptırırdı.
Herşeye rağmen ustanın
önemli bir kamu hizmeti yaptığı da kuşku götürmezdi. İşlerin bu kadar
uzmanlaşıp zorlaşmadığı o dönemde o kimseyi git gelle oyalamazdı. Ayna
muayenesi, kan, idrar tahlilleri, bir de sinirci görsün gibi hem keseye, hem de
kunduraya zarar veren savsaklamaları yoktu onun. Karşısına gelen her derdi
anlar, devasını da elinin altında tutardı. Ancak zor ve ağrılı işlerde kalfa
ve çıraklarından yardım isterdi. Sonra muayene masasını kolayca görülebilen
bir yerinde "Muayene ücreti iki yüz lira" levhası da asılı değildi.
İşi biten gönlünden ne kopar, ya da gücü neye yeterse avucuna sıkıştırıp
savuşurdu. Meteliği olmadığı için yüzü yerde kalanları da hoş görürdü:
"Yeri! Allah şifanı versin. O sana verince sen de bana verirsin" diye
sırtı
nı sıvazlayıp savardı.
İnsan çıkar duygusundan bu kadar uzak, acılı yüzleri güldürmeye uğraşırken
arada bir eceli yeteni ölümden kurtaramazsa bu kadarı da hoş görülmeliydi.
Sanki etek dolusu para harcanan o diplomalı, kasıntılı doktorların da başına
gelmiyor muydu böyle işler.. Dişçi Artin’in yanlış çektiği dişleri bir toplasa
insan, bir tabur dişleğin ağzı donatılabilirdi. Eczacının dizdiği yanlış
ilâçlar, cerrahın neşterinin şöyle biraz kayıvermesi yüzünden kısmeti tükenenler
ustanın elinde can verenlerden daha ipi azdı?
Esasen kim ne yaparsa
yapsın bütün bu işlerin bir ucu Cenabı Hakk’m iradesine bağlıydı. Sağıtan kim
olursa olsun, kısmeti tükenen hakkın rahmetine kavuşur yer yüzünde yiyecek
kısmeti kalanlarıysa kimse top ve tüfekle yok edemezdi.
Berber Hüseyn’i de
ötekiler gibi, o uygarlık denen makine gürültüleri, mazot kokuları, uzmanlık
dalları ve meslek yasaları önüne katıp sildi süpürdü. Bugün iki kapılı dükkânının
yerinde, soğuk havalarda biteviye isli kömür dumanı kusan, kat sayısı belirsiz
büyük bir iş hanı oturuyor. Zemin katı süsliyen, vitrinleri tıka basa dolu
dükkânlar arasında bir de berber var. Usta mezarından kalkıp kerevetini bir
arayacağı tutsa da, ağa kapısı genişliğindeki vitrin camının gerisinde
çalışan eli elektrik makineli, beyaz giyimli, taranıp süslenmiş berber
kalfalarını bir görse ağzı iyice ayrık kalırdı. Tıraş makinesini bir o yana bir
bu yana gırıldatarak beş dakika içinde müşterilerini koyun gibi kırpıveren bu
yeni kuşağın berberlik ettiğine bile inanamazdı. Makasını tıkırdatarak
heykeltıraş özeniyle bir saat müşteri ensesinde oynamayan kalfasının ensesi
köküne bir şaplak indiriverirdi. Evet, kromlu, alüminyum dişçi koltuğuna
benzeyen berber sandalyeleri, duvarları boydan boya kaplayan beden aynaları,
önlerindeki sıcak ve soğuk sulu, parlak lavaboları, camlı dolapları dolduran
biçim biçim süslü şişeleriyle buranın berber dükkânına benziyen bir yanı yoktu.
Çırak, kalfa çalışanların hepsi de, yanaklarından makas alınacak kadar yarlı yakışıklıydı.
Amma bütün zenginlik ve gösterişine rağmen onun kârhanesinin köşe, bucak her
yanını dolduran elle tutula
maz, gözle görülemez
birşey eksikti burada. Bütün tıraş olanlar, sanki dövüşten çıkmışçasına yorgun,
asık yüzlü ve sabırsızdı. İşleri bitince duvardaki fiyat listesine acele bir
göz atıyor, borcunu ödüyor, bahşişi dağıtıyor, çoğunlukla tek söz etmeden çıkıp
gidiyorlardı. İnsanı birbiriyle kaynaştırıp birleştiren, şaka, takılma,
söyleşmeden eser bile yoktu. Dert dökme, dert dinleme hiç duyulmuyordu. Ustanın
dört duvar arasında güler yüzle yaptığı hizmetlerin çoğu, iş hanının birçok
kapısına uzman levhası oluvermişti.
Kim ne derse desin
ustanın bu gösterişli ve varlıklı meslek çevresinde bir gün bile çalışmak
istiyeceğini hiç sanmıyorum.
Ona öyle bir fırsat
verilse de kanlı gözleriyle kısa bir bakıştan sonra, toprağı hemen yeniden
sırtına çeker "Herşey vaktinde gerek oğlum" diye homurdanarak derin
uykusuna yeniden dalardı.
Köse oğlanı Çebiş imamın
üçüncü karısı Fatma bacı doğurmuştu. Babası kara kaşlı, kara gözlü, bakımlı
çember sakalıyle iri kıyım bir adamdı. Kan damlayan yüzü, katmerli ensesiyle
besili bir boğa kadar gösterişliydi. Üç kefenlik beyaz sarığı, yeri süpüren,
uzun siyah latası heybetini daha da artırırdı.
Çebiş imam Allah adamı
olduğu halde, dünyasını öyle horlayanlardan değildi. Kentin büyük bir camiinde
Tanrı ile kulları arasında aracılık yapardı. Varlıklı çarşı esnafının çoğuyla
mahallenin eşrafı cemaati arasındaydı. Gür, kulağı okşayan tatlı sesi, usûl ve
erkân bilişi yüzünden kentin adı bellilerinin mevlüt, hatim, nikâh gibi
törenlerinde aranırdı. İmam efendinin içini gizli gizli kemiren tek tasası
kalıbının erkeği olmadığı kuşkusuydu. İlk karısından çocuğunun olmayışını
kadının kısırlığına vermişti. Ocağının dumanını tüttürecek döl, döş sahibi
olmayı çok istiyordu. Fakat ne aktar Musa’nın zambak yağları, ne Ökkeşiye’ye
bağlanan adak beşikleri fayda etmemişti. İlk ayalinden iyice umudunu kesince,
imam efendi İkinciyi denemeyi kararlaştırmıştı. Öyle ya Peygamber efendimiz
"bakabildikten sonra dörde kadara" izin vermemiş miydi?
Elhamdülillah kileri, mutfağıyla dört gözlü evinin mermer avlusundaki
havuzundan şırıl şırıl sular akıp duruyordu. Yağ, peynir, turşu küpleri her
zaman doluydu. Zahire ambarının da vaktinden önce boşaldığı görülmemişti.
Hamdolsun geliri ikiye de üçe de yeterdi.
Bir yatsı namazından
dönüşünde İrebiş bacı mestini, çorabını sıyırıp onu yatmaya hazırlarken, sesini
daha da ballaştırıp niyetini ona açmış, rızasını almak istemişti. Bacı yüreği
saf bir hatundu. Kısırlık derdi onu da için için kemiriyor, kocasına toz
kondurmayı akıldan bile geçirmiyordu. Öyle ya dokunduğun yerinden kan fışkıran
böyle bir erin erkeklik gücünden kuşkulanmak kimin hatırına gelebilirdi. Bu
yüzden nereye koyacağını şaşırdığı çorap tekiyle yanaklarından sızan
gözyaşlarını kurulayıp "Sen bilirsin efendi." demekten ötesini
yapamadı. .
İmam efendinin ikinci
karısı Firdevs bacı sekiz çocuklu, orta halli bir esnafın kızıydı. Nedense
kısmeti gecikmiş, yaşı umut sınırını hafifçe geçivermişti. Ama soyunda kısırlık
belirtisi denebilecek hiçbir şey yoktu.
Gerdek gecesini izliyen
haftalar ve aylar süresince efendi elinden gelen gayreti gösterip hayli
süzülmüştü ama gene de ortada bir haberci yoktu. Aylar yıllara dönüşmeye,
yıllar birbirine eklenip çoğaldıkça efendinin kuşkuları sinsi sinsi kendi
üstüne yöneliyordu.
Bir yandan Firdevs bacı
da nökerinin yağ ve adaklarını yenilerken, bir yandan da imam efendi başının
boş olduğu saatlerde sık sık, Musa efendinin dükkânına uğrayıp fiskos eder
olmuştu. Aylarca gizli gizli şalvarının cebinden çektiği kutudan alıp ağzına
atıverdiği ve yüzünü buruşturarak yuttuğu haplar da pek bir işe yaramıyordu
galiba. Çünkü her ay, günü, saati gelip de Firdevs bacıya "Ne var ne
yok?" dedikçe zavallı kadının yüzü al al oluyor, göz pınarlarında yaşlar
birikiveriyordu. Birkaç kez iş birkaç gün gecikmiş, hepsini iyice
umutlandırmıştı. Fakat bu tür umutların üstüne kısa sürede soğuk suların
dökülüşü daha zor ve acı verici oluyordu.
İmam efendinin kasıntısı
havasını epeyce kaçırdığı halde gene açıktan sorumluluğu üzerine almak
istemiyordu:
"Tövbe
estağfurullah, ne günah işledim ki, Hak Taalâ kentin bütün kısır hatunlarını
bana musallat ediyor?" diye hayıflanıyordu.
Sonunda, baba olmak
özlemini içine gömmeden talihi-
ni birkez daha denemek
istedi. Öyle ya atalar "El oyun üçte" dememişler miydi?
Üçüncü gerdeğinde imam
efendi, odayı solgun bir ışıkla dolduran petrol lambasının aydınlığında
bismillah çekip Fatma bacının duvağını kaldırınca hemen gözlerinde yeni bir
umut ışığı yanıvermişti. İri kemikli gövdesi, iri, dolgun göğsü, geniş kalçası
ve al al yanaklarıyla Fatma bacı bir ekilip kırk biçilecek sulak tarlalara
benziyordu.
Gerçekten de bu kez umudu
boşa çıkmadı. Evlendiklerinin dördüncü ayı dolmadan Fatma bacı müjdeyi fısıldamıştı.
Öğle namazından önce
havuz başında efendinin aptest suyunu dökerken mutlu haberi söylemişti. İri
yanakları kızarmış, gözlerinde için için yanan zafer ışıltısıyla kekelemişti:
"Bir haftayı geçti
efendi... Dem gelmiyor."
Yenilemeye koyulduğu
tekbir ve tehlil imam efendinin ağzmda dönüvermişti. Havuzun kenar taşma
dayayıp yıkamaya uğraştığı sağ ayağını bırakarak oturduğu kürsüde
doğruluvermişti. Kötü bir şakaya mı kalktı diye eşini uzun uzun süzdü. Sonra
kuruyan boğazından zorla çıkan boğuk bir sesle:
"Doğru mu kız, doğru
mu? Başka derdin olmasın?" diye kekeledi. İçine iyice güvenlik gelince
yüksek sesle uzun bir "Elhamdülillah" çekti.
O gün efendinin öğle
namazında farzı sünnetle karıştırması, namazı camide yangın çıkmışçasına
telâşla kıldırmasından cemaat iyice işkillenmiş, başına kötü birşey geldiğini
sanmıştı.
Gebelik süresince Çebiş
imam; Fatma bacının elini soğuk sudan sıcağına sokturmak istememişti. Ne zaman
ona hizmet için ileri atılacak olsa hemen kaşlarını çatıp ötekilere
"Günah değil mi iki canlıyı ortaya sürüp yan gelir yatarsınız." diye
çıkışıyordu.
Doğrusu istenirse
ötekiler, kendilerinin başaramadığının üstesinden gelen Fatma’ya için için
hasetlenmiyor değil-
Alçak hasır tabure.
lerdi. Ama gebeliğin verimli
ve başarılı sonuçlanması için de güçlerinin yettiğini esirgemiyorlardı. Güçten
düşmesin diye iki günde bir yağlı, şekerli kaymak çalıyorlar, sütü bol olsun
diye soğanlı yemekler pişiriyorlardı. Aş erdiği sürece de Fatma’nın bir
dediğini iki etmemişlerdi. Fatma burnuna sarmısak ekşilisi koktuğunu mu
söyledi, birisi çarşafı hemen başına alıyor buluncaya dek komşu kapılarını
aşındırıyordu. Fatma taze üzüm mevsimi çoktan geçtiği halde canının bastık
çektiğini mi fısladı; kuru üzümler ıslatılıp dileği yerine getiriliyordu.
Komşu kanevetçi Nuri’nin
evinde benzi bozarmış, habire dualar mırıldanarak teşbih çekiştiren Çebiş
imama bir oğlu olduğunu muştuladıkları zaman sevinçten nerdeyse boğulayazdı.
Heyecandan kesesinin düğümlerini bir türlü çözememiş, elindeki mecidiyeyi
eşikteki habercinin önüne fırlatırken sevinçten çok, korkuyla karışık hayret
yansıtan boğuk bir sesle kekelemişti:
"Cenabı vacibülvücut
seni de bütün tasalarından böyle kurtarsın. Ömrün uzun olsun. Dert görme
inşallah."
Oğlan cıhzcaydı. Derisi
pörsük, saçı, yüzü renksizdi. Medrese yoldaşı ve kırk yıllık arkadaşı Tahtalı
camiin imam ve müderrisi hafız Abdurrahman efendi yanık sesiyle ezanı okuyup
iki kulağına "Ökkeş, Ökkeş" diye seslenince sanki ürküvermiş,
mecalsiz bir sesle ağlamaya koyulmuştu.
İmam efendi hemen
Ökkeş’in başındaki küfünü, kundağını, beşiğini boy boy nazarlıklarla
donatmıştı. Analıklarının, kaynatasının, cemaatinin hatırlı üyelerinin taktığı
altınlarla oğlanın yastığı müşir paşa üniforması gibi bezenmişti. Hoca efendi
her namazın son rekâti arkasından acele selâm vererek "Esselâmü
rahmetullah"ı çeker çekmez yekinip soluğu evde alıyordu. Nerdeyse Fatma
bacının yatağı çevresindeki lohusayı yoklamaya gelenleri kapı dışarı edip bebeğin
beşiği başından ayrılmak istemiyordu.
Ziyaretçiler ara verir
vermez hemen içeri dalıyor, beşiğin önüne çömeliyor, hayran bakışlarla eserini
uzun uzun seyrediyordu. Dizleri uyuşur gibi olunca da yüzünde yoğun bir
mutluluk ışığıyla doğruluyor, eninde sonunda erkekliğini
isbatlıyan Fatma’sını
kırk yatağında minnetle süzüyordu. Her ziyarette yatağın baş ucunda duran
lohusa emi çanağına iri, işaret parmağını daldırıp büyükçe bir lokma bülaştırıyor
ve kadınının ağzına ikramlıyordu:
"Nevse emini çok ye ki sütün iyi
söksün. Masumun boş yerleri dolup gelişsin." diye öğütlüyordu. Sonra
parmağındaki baharlı, tarçınh bulaşığı iştahla yahyarak çıkıp gidiyordu.
Ökkeş’in kırkı çıkar çıkmaz Çebiş
imam biri, iki, ikiyi üç etmek umuduyla ha ’’’ uğraşıp alın teri dökmüştü. Ama
emeklerinin hiçbirisi ürün vermedi. Anlaşıldığına göre Ökkeş üstüne nöker
istemiyordu. Umudu tüm kesmediyse de "Rabbime bin şükür olsun" diye
hazırdakiyle yetinmiş gözükmeye çalışıyordu.
Ökkeş’in doğumu gibi diş çıkarması,
yürümesi, konuşması da geç ve güç olmuştu. İkisine kadar emzirildiğı, daha
sonra da anası, analıkları ellerinde yemek sahanıyla havuzun çevresinde
peşinde koştukları halde bir türlü serpilip gelişemiyordu. Sessiz, hareketsiz
bir oğlandı. Bulgur ayıklayıp dolma dolduran anasının dizinin dibinden
saatlerce ayrılmıyor, öteki evlerin çocukları gibi önüne gelen herşeye burnunu
sokup karıştırmaya, araştırmaya kalkmıyordu. Ama imamın üç karısı da, komşular
da onun durumundan hiç işgillenmiyor, aksine hayra yoruyorlardı...
"Anasından doğduğu günden akıllı
uslu oğlumuz... Şöyle büyük adam gibi oturup, insana öyle bir anlar anlar
bakışı var ki... Nerdeyse elini kulağına atıp mevlüde başlayacak sanırsın."
diyorlardı.
Ökkeş büyüdükçe de, mahallenin öteki
oğlanları gibi sokağa fırlayıp aşık, gülle oyunlarına da merak duymadı. Anası
"Yeri oğlum dışarı çık ta oyna." dedikçe "Yok işte." diye
aksileniyordu. Sokağın ortasmd. n akan lağam arığında değirmen kurup çamur
oynayan döllerin ne keyifli haykırışmalarını duymuş gözüküyor, ne de aralarına
katılmak istiyordu. Ele geçirdiği çaput parçalarıyla havuz başında çamaşır
yıkamaya kalkıyor, avlu çomruğunu kapıp etrafı süpürmeye koyuluyordu.
Pısırıklıktan kurtulur
umuduyla beşini doldurur doldurmaz imam efendi onu Müzellef kızının Kur’an
okuluna vermişti. Değneğini takırdatıp yanık sesle İlâhiler okuyarak mektep
alayının başını çeken kör hafızın peşinde, başında atlas takyesi, boynunda
yeşil çuhadan cüz kesesi ile Ökkeş, ilginç ve meraklı yeni bir dünyaya giren
küçüklerden çok zindana götürülen kürek mahkûmu gibi duruyordu. Rahleleri
başında durmadan ileri geri sallanarak, düzensiz bir koro halinde habire
"elifi, küsü, enni" çeken çocuk sürüsünün Ökkeş’i adamcıllaştırmaya
yararı olmadı denemez. Her ne kadar daha çok kız çocuklarla düşüp kalkıyor,
oğlanların sokakta itişip döğüşmelerine pek karışmıyorsa da eski yab ıniliği
biraz aşınmış gibiydi. Üç yıllık avrat hoca öğretiminde epeyce tecvit bellemiş,
nerdeyse Kur’an’m yarısını ezbere geçirmişti. Ama Ökkeş’in kişiliğindeki önemli
değişmenin ilk belirtileri Tahtalı camii medresesine girdikten sonra belirmişti.
Babası onu hafız Abdurrahman efendiye "Eti senin kemiği benim" diye
teslim ettikten sonra bir süre işler yolunda gitmişti. Her rastlayışta
Abdurrahman efendi "senin oğlan akıllı... Bir duyduğunu ikiletmiyor."
diye onu övüyordu.
Tahtalı medresedeki
birinci yılla, İkincinin önemli bir kısmı oğlan hakkında yalnız övgü sözleri
duyularak geçti. Abdurrahman efendi, hafif yeşile çalan iri gözlerinin hiç değişmiyen
güleçliği ile onu yere göğe konduramıyordu.
"Tecvidi, usûlü ve
kıraati pek iyi kaptı. Bir de şöyle ergenliğe girer sesi kalınlaşırsa kentin
başta gelen hafızlarından olur." diyordu.
Fakat karlar kalkıp
kadınlar öbek öbek Çıksorut’un dulda kaya diplerinde bahar sahrelerine
başladığı sırada bir gün Ökkeş pufla yanakları sarkık medreseden vakitsiz çıkageldi.
Anası, analıkları aralıksız "Ne oldu oğlum neren ağrıyor? Hasta
mısın?" diye sıkıştırdıkları halde Ökkeş’in ağzından Tanrı kelâmı
alınamıyordu. Öğle yemeği için eve gelen babasının kaş çatıp kızması, okşayıp
yumuşatma çabaları da kâr etmedi. Ne kadar üstelenirse üstelensin domuzuna kafasını
yere dikiyor, burnunu çekerek susuyordu. Çebiş imam
o güne kadar oğluna fiske
vurmamıştı. Bu inadı ensesine şaplağı indirmesine kıl payı kalmıştı. Anası
kocasına yatıştırıcı bir sesle "Hele haline bırak... karnı doyunca ne
olduğunu anlarız elbet." demişti.
Babası havuz başında ağzını
çalkalayıp gittikten sonra da Ökkeş davranıp medresenin yolunu tutmak
istememişti. Yukarı kata çıkan merdivenin alt basamağına oturmuş, başı nerdeyse
paçasının arasında habire elindeki çöpü ufalayıp duruyordu. Ortakları sofrayı
toplayıp mutfağa bulaşığa girince Fatma bacı gene oğluna sokuldu. Minik
sarıklı başını okşayıp kucağına bastırdı:
"Hadi oğlum şeytana lânet de...
derdini söylemiyen devasını bulamaz" diye öğütledi. Bunun da pek kâr
etmediğini farkedince bileğine yapışıp kalkmaya zorladı:
"Kalk oğlum kalk... şeytana
lânet de... Yukarı çıkalım da anlat bana derdini."
Ökkeş gönülsüz yekindi. Bileğini
kurtarıp anasının önüne düştü. Fakat odaya girer girmez eşiğin bitişiğindeki
pencerenin önüne çöktü, kafasını iki avucu içine alarak sarsıla sarsıla
hıçkırmaya koyuldu. Anası bütün bütün telaşlanmıştı. Başını tutup iri
göğüslerine bastırdı. Nedenini kestiremeden kendinin de gözlerinden yaşlar
boşanmaya başlamıştı. Sonra yalın ayak koşup havuzdan bir tas su doldurup getirdi.
Zorla bir iki yudum içirdi. Sonra sarıklı küçük fesini bir yana atıp alnını,
şakaklarını ıslattı. Ama Ökkeş içindeki acı suları iyice akıtmadan duraklayıp
yatışmadı. Anası derdini dökmesi için gene üsteledi. Ökkeş önce gözleri yerde
elinin tersiyle burnundan akan sümükleri kuruladı. Sonra rengi belirsiz, ıslak,
iri gözlerini anasına dikti. Sanki ona bir kötülük etmek istermişçesine
bakıyordu. Bir, iki yutkunduktan sonra kekeledi:
"Uşaklar bana kız-oğlan
deyler... İndir tumanı bakalım şeyin var mı deyler." Sonra gene omuzları
sarsılarak ağlamağa koyuldu.
Fatma bacı başından aşağı kaynar don
kazanı devrildi sanmıştı. Yıllardır kafasının karanlık köşelerinde belli belirsiz
kıpırdaşan bir kuşku sanki yerinden fırlayıp bütün kor
kunç ayrıntılarıyla karşısına
dikilivermişti. Bebekliğinden beri silip temizler, daha sonraları da hamamda
bacakları arasına sıkıştırıp yıkarken hep içine, üstünde durup düşünmekten
kaçındığı bir kuşku düşerdi. Ökkeş’in hayasının bitiştiği yerde bir erkeklik
uzantısı vardı. Kırkını çıkarınca sünnet bile ettirmişlerdi. Fakat hepsi bu
kadardı. Altında yumurtaya benzer birşey yoktu. Kafası buna takıldıkça
"Kim bilir her hal büyüdükçe ortaya çıkar." diye kendini avutuyor,
kimseye açmıyordu. Çişini rahatça ayaküstü ettiğinden kimsenin hatırına birşey
de gelmemişti. Yalnız görünüş ve davranışında öteki oğlanların çaylaklığının
olmayışına bazan tasalanıp: "Eh Rabbim kullarının herbirini bir türlü
yaratır." diye kendi kendini avutmuştu.
Çebiş imam Ökkeş’in
derdini anladığı akşam kudurup köpürmüştü. Sağ yumruğunu sıkmış birini
dövercesine habire dizine vuruyor "Durun ulan itoğlu itler sabah olsun..
Kız-oğlan kimmiş ben size gösteririm." diye köpürüyordu.
Ertesi gün erkenden
Ökkeş’in elinden yapışmış Tahtalı medresenin yolunu tutmuştu. Gelişmiş
mollaların dersini tekrarlatan Abdurrahman efendi, eski dostunun halindeki
olağandışı belirtileri hemen sezinlemiş, rahlesi önünde diz çöküp sıralarını
bekliyen şakirtlerini azad edip onunla halvete kapanmıştı. Bir süre sonra
Ökkeş’i de içeri alıp sataşanların kimliğini öğrendiler. Arkasından hafız
efendi baş kalfası kazık Mehmed’e seslendi. Bütün mollaları hücresine getirtip
karşısındaki duvarın önüne üç sıra diz çökertti. Ayak pıtırtıları yatışınca
kalfasına "İndir şu falakayı." komutunu gürledi. Falakaya yatırılan
ilk sanık yüzünde yer yer koyu renkli kıllar uzamaya başlayan çalık Mahmut’tu.
Hafız efendi ayak bileklerine falakayı geçirip ipleri kıvırmaya koyulan kazık
Mehmed’e:
"Sıyır şunun
çoraplarını ayağından." diye gürleyince herkes bunalımın ne kadar güçlü
olduğunu sezinler gibi oldular. Çünkü hafız hoca kötek atmaktan yoğun bir zevk
duyan hocalardan değildi. Falaka kullanmak zorunda kaldığı zamanlar, altında
sopanın etkisini azaltan keçe ve benzeri şeyler olduğunu bildiği halde tabanı
deri kaplı yün çorapları
çıkarttırmaz, şöyle
okşarcasına bir iki sopa indirmekle yetinirdi. Çalık Mahmut çıplak tabanına
inen sopa şakırtıları altında "Aman hoca töbe." diye inledikçe sanki
daha da coşuyor, hırslanıyordu. Sanıkların hepsi falakadan geçirilip gözleri
yaşh, tabanlarını ovuşturarak yerlerine diz çökünce hoca bütün mollalara uzun
bir ahlâk dersine girişti. Sonunda da gürleyip töreni bağladı:
"Bir daha Ökkeş’e bir sataşan
olursa alimallah onu bir hafta tabanına basamıyacak hale sokarım."
O günden sonra gizli gizli diş
biliyenler eksik olmamakla beraber Ökkeş’e açıktan sataşan pek çıkmamıştı. Ama
Çebiş imamın içine de kuşku iyice girmişti. Ocağını tüttürecek tek evlâdının
köse olması olanağını havsalası bir türlü almıyordu. Namazlarda bile bu sorunu
kafasından sökemiyor, kaçıncı rekâtı kıldırdığını şaşırıyordu. Birkaç gece
yatağın ortasında bağdaş kurup sakal çekiştirerek öfledi, pöfledi. Lâhavle
çekip kuşku şeytanını çevresinden uzaklaştırmaya uğraştı. Ama sonunda gidip
Hosep hekimi bir kez görmeye karar verdi. Umut kesilen, ölümcül hastaları
çekip Azrail’in pençesinden kurtaran ünlü gâvur elbet onun derdine de bir çare
bulurdu.
Tıknaz, kıranta, beyaz gömlekli Hosep
hekim altın çerçeveli gözlükleri arkasından Ökkeş’in en ayıp yerlerini mıncıklayarak
iyice bir muayeneden geçirdi. Sonra onu giyinmeye bırakarak babasıyla bitişik
odaya çekilmiş ve gelmişi, geçmişi konusunda birçok sorulardan sonra yargısını
bildirmişti:
"Bir ameliyatla deri altındaki
yumurtalar dışarı alınabilir. Ama doğrusu bunun pek faydası olmaz. Senin
anlıyacağm oğlun köse.. Dölü, döşü olmaz... İşte böyle kadın-erkek arası büyür
gider."
Başını zembereği bozulmuş makine bir
oyuncak gibi sallayarak bu sözleri dinliyen imam efendinin yüzünden canı, cini
çekilmişti. Teşbihle oynayan elleri titriyordu. Fakat doktorun kesin teşhisi ne
onu ne de eşlerini durduramadı. Aktar Musa’nın bütün merhem ve hapları denendi.
Nefesi güçlü hocalara okutturuldu. Türbelere dilek taşları yapıştı
rıldı.. Kurbanlar adandı. Fakat
yıllar geçiyor, Ökkeş boylanıp boşlanıyordu. Ama ne sesi kalınlaşıyor, ne de
yüzünde ■ tek kıl beliriyordu. Yalnız bütün uğraşılar onun kişiliğinde,
büyükleri kara kara düşündüren önemli değişmelerden başka sonuç vermiyordu.
Oğlan sık sık medreseden kaçmaya
başlamıştı. O günlerde elde lastik sapan, boş gezen haytalarla mahalle aralarında
serçe avlayıp cam kırıyordu. Fakat daha çok mahalledeki Mehmet efendinin
selâmlık avlusuna dadanmıştı. Saatlerce seyis Ahzar’m peşinde dolanıyor,
atlafm timarma, yemlenmesine, ahırdaki gübrelerin kürelenmesine yardım
ediyordu. Mehmed efendinin demirkırı aygırına sanki tutulmuştu. Eli boş
kaldıkça ötekilerden uzak, arka ayakları demir bukağılı, yuları kısa bağlanmış
aygırın beş on adım ötesine dikiliyor, hayran hayran seyre koyuluyordu.
Ahraz’la Tısoğlan hamdaney kısrağı
yedeklerine alıp Belediye hanına götürdükleri günden beri oğlan aygıra tutulmuştu
sanki. O gün Sultan harasından birkaç günlüğüne getirilen hamdaney aygır,
kentin soylu kısraklarına çekilmiye başlanıyordu. O da kısrağın peşinde han
avlusuna dalmış, tüyleri ışıl ışıl yanan aygırın burun kanatları hırsla
titreyerek kısrağa atlayışını yepyeni bir coşkuyla seyretmişti. Esasen çevrede
dikilenlerin hemen hepsi de, elleri ceplerinde, zifaf odasının kapısını
dinliyen yaşlı gece yengeleri gibi baygın baygın bakıp duruyorlardı.
Babasının ensesine şaplağı çekip onu
Tahtalı’ya götürdüğü günlerden de artık pek hayır gelmiyordu. Hocasının önüne
diz çöküp elini öperek tövbe ettiği halde oğlan tek duramıyordu. Kendinin
alabildiğine azdığı yetmiyormuşcasına küçük, büyük öteki mollaları da baştan
çıkarıyordu. Öğle namazında secdeye yatılınca, sezdirmeden kendi kafasındaki
üç beşiyle camiden sıvışıyor, medrese avlusunda uzuneşek, kubbe çötürüm
oynamaya koyuluyorlardı. Bitişikteki evin avlu duvarını aşarak asmadaki
korukları yolup terleme yapanların başında da o vardı. Hafız Abdurrahman
birkez hücresini basıp tütün araştırmaları yapmıştı. Lânetullah on beşini yeni
bitirdiği halde kuşağının arasından bir tü
tün tabakası çıktığı yetmiyormuş
gibi, kaytanının ucunda da saldırma iriliğinde bir Bursa bıçağı vardı. Sonra
hiç tek durmuyor, olur olmaz herşeye öfkelenip büyük, küçük demeden hır çıkarıyordu.
Hemen her gün ya çelimsiz bir mollayı yere vurup başını yarıyor, ya da yukarı
hücrelerin kendinden iri mollalarına sataşarak bir iyi kötek yiyip yüz, göz
şişmiş yakınmaya geliyordu. Sanki Ökkeş anasının dizi iibinde uslu akıllı
geçen yılların açığını kapatmaya çabalıyordu.
Sonunda hafız Abdurrahman dostluk
hatırını da bir yana koyarak pes dedi. Babasına:
"Bilâder senin bu oğlanda hayır
yok... Al da başka bir zanaat denesin." diye öğütledi. Esasen babası da
ondan umudunu keser gibi olmuştu. Onun tasasından yemeği, içmeyi unutmuş,
rahat gece uykularını yitirmişti. Kafasında epeyce indirip kaldırdıktan sonra
onu dokumacı Şükrü çavuşun yanma ayak kalfalığı bellesin diye yerleştirdi.
Çavuş yüzü gülmez, sert, aksi bir adamdı. Ne de olsa asker ocağı görmüş derdi.
Elbet bu domuzu ancak onun gibi birisi yola getirebilirdi.
Ökkeş başından beyaz sarığı,
sırtından latayı sonsuz bir kıvançla sıyırıp attığı halde Çavuş’un dükkânında
adım köse Hafız takmışlardı. Artık köse sözüne içerlemiyor, arsız arsız sırıtıyordu.
İki, üç yıl da onun yanında yuvarlanıp gitti. Fakat ayak kalfalığından çok
edindiği hayta ahbaplarla içkili sahrelere, Kemikli Bedestan karşısındaki
Ermeni meyhanelerine gidip gelmeyi öğrendi. Bir kez de Marifin arkasındaki
sazda kantoya çıkan boyalı Ermeni kızlarından birisini üç beş arkadaşla
kaldırmaya yeltenmişti. Zaptiye karakolunda babasını tanıyan kürt Mustafa çavuş
olmasa epeyce sürünür, çuvalla dayak yerdi. Çavuş ötekilerin arasında onu da görünce
şaşırmış, koç boynuzu bıyığını çekiştirerek:
"Ulan deyyus sen de bunlara
sağdıçlık mı edecektin?" diye ensesine şaplağı indirip salıvermişti.
Seferberlik davulları çahp sevkiyat
taburları yoğun bir toz bulutu kaldırarak Batı’ya doğru gitmeye başladığı sıralarda
Çebiş imam "Benim Ökkeş adlı oğlum yok." diyecek hale gelmişti. Ama
ne edersin bir yandan babalık, bir yan
dan da Fatma bacının ağlayıp
dövünmeleri herşeye katlanıp bağrına taş basmasına sebep oluyordu. Bu yüzden
önce bedel verip onu askerlikten kurtarmış, sonra da yalvar yakar bir rapor
alıp çürüğe çıkartıp Gazze çölünü boylamasını engellemişti.
Ama köse Hafız Büyük Savaş bitip de
kentin çevresinde Fransız harbi başlayınca içindeki gerçek cevheri ortaya
koyma olanağını bulmuştu. İlk silâh patladıktan birkaç ay sonra işler iyice
kızışıp gökten onbeşlikler yağmaya başlayınca, çoğu kimseler gibi Çebiş imam
da üç karısını toparlayıp kuzeyin yolunu tutmayı kararlaştırmıştı. Ancak köse
Hafız onlara katılmak istemiyordu. Evin tüm horantası günlerce yalvarıp
üstüne düştüler. Ama o Nuh diyor, Peygamber demiyordu:
"Din, iman elden gidiyor...
Herkesi gâvurun eline bırakıp nereye gidecek mişim?" diye gürlüyordu.
İlk sıralarda Eskisaray’da çetelere
soğan, patates soymakla, Çınarlı’ya karavana taşımakla yetindi. Sonra ne edip
etti bir İngiliz filintasıyla iki kor fişek sağlayıp çeteye katıldı. Birkaç ay
içinde attığını vuran keskin bir nişancı, saldırıların başında Allah çekerek
atılan eşsiz bir yiğit kesilmişti. Savaşın ortalarına doğru da eski
tanıdıklardan beş onunu çevresine toplayıp kendi çetesini kurmuştu. Cahalhk
yıllarında onu horlayıp habire sataşan, savaş içinde de çete başılığma meydan
okumaya yeltenenler karnına altı kurşun yiyip yere yığılıvermişti. Onu
sevmiyenler cephede nöbette olmadığı günlerde, kentin dışına çıkıp kaçkaççıların
yolunu keserek soyduğunu söylüyorlardı. Fakat bu işi hangisi yapmıyordu sanki.
Şehirde üç aylık kuşatmadan sonra
yiyecek, içecek tükenince o da öteki savaşçılar gibi bir yolunu bulup cepheyi
yarmış, yakayı kurtarmıştı. Babasının ayallarıyla birlikte kaldığı Besni
çevresindeki köye geldiği zaman biraz besinsizlikten kötülemişti. Ama başında
ipek puşi, belinde sırma işlemeli fişeklik, altında da bakımlı demirkırı bir
tohumluk vardı.
Barış yapılıp Fransız gâvuru çekip
gidince arta kalan
kaçakçı kafileleri arasında onlar da
evlerine dönmüştü. Bereket versin evlerine top falan düşmemişti. Yalnız her
yanı yoğun kükürt kokan bir toz kabuğu kaplamıştı.
Çebiş imam camiini
ibadete elverişli duruma getirmeye uğraşırken köse Hafız da gece karanlığında
Ermeni evlerinden söküp taşıdığı kesme taşlarla avludaki geniş ekinliğin
yerine bir ahır konduruyordu. Yıkıntılar kaldırılıp herkes bir işin ucundan
tutmaya koyulduğu zaman da köse Hafız hayat boyunca özlemini çektiği geçim ve
seçkinlik yolunu bulmuştu. Her ne kadar çevrede "tomofil" denen atsız
bir araba dolaşmaya başlamışsa da henüz varlıklı herkesin ahırında bir iki
binek atı bağlıydı. Köse babasının imamlığında sabah namazını kılar kılmaz eve
dönüyor, aygırın yemini tutuyor, türküler mırıldanarak kaşağıya çekiyor,
hayvanın apışında atsineyi yaşatmıyordu. Kuşluk vakti gene özentiyle yağlı
hamurunu karıyor, avucunda lokma lokma yuvarlayıp yediriyordu. Her ikindi üzeri
aygırının üstüne binip Kavaklık yolunu tutunca boyu bir kat daha uzamış gibi
geliyordu insana. Hele hayvan karataşlar üstünde sekip oynamaya, kuyruk dikip
kişnemeye başlayınca keyfine sınır yoktu. Ürküp çevresinden telâşla
kaçınanlara, peşine takılan çocuk sürüsüne horlamasına bakınıp kasmıyordu. Her
haliyle köse bir hafızdan çok, kıtalar fethetmekten dönen ünlü bir hükümdarı
andırıyordu.
Aygırına kurulup kentin
en kalabalık çarşılarında, nal şıkırtıları ve kişnemeler arasında geçmek
Köse’yi dört köşe yapıyordu.
Eğerin üstüne oturup
dizginleri kasınca sanki benliğinin alışık olduğu sınırlar eriyip ortadan
kalkıyor, her kasından güç ve can fışkıran aygırın heybetli gövdesiyle kaynaşıyordu.
Bu durumda kendini dünyayı sapından yakalayıp topaç gibi başının üstünde
çevirecek kadar güçlü hissediyordu.
Bahar hafifçe yaza
dönüşüp kısrakları aygıra gösterme mevsimi geldiğinde ise Köse sanki bambaşka
bir adam kesilirdi. Hareketlerine olağandışı bir canlılık gelir, rengi belirsiz
iri gözlerinde coşan dervişlerin cezbeli ateşi yanardı sanki.
İlk iş Yenihan’m avlusuna açılan boş
odalardan birini tutar, kendi eliyle iyice silip süpürür, tabanına kuru ot yayardı.
Bu iş bitince aygırı oraya çeker ve sabah namazından çıkar çıkmaz hanın kapı
aralığına kürsüyü atıp kurulurdu. Köse her getirilen kısrağın üstüne aygırını
salmazdı. Beş değil, onbeş mecidiye de verseler kulak asmaz, getirilen hayvanı
alnının akıtması, burun kanatlarından tut da ayaklarının sekisi ve kuyruk
tutuşuna kadar uzun i zun inceler, anasını atasını soruştururdu. Ay girim
gerdeye sokmaya değecek bir dişi olduğuna kanaat ge .irince de hemen işe
girişmezdi. Önce kısrağın sahibine bir sigara sarıp tutuşturur, çaycı İmam’a
bir kahve ısmarlar bir süre havadan sudan söz ederdi. Eşref saati gelince
müşteriye "Hele az bekle." diyerek aygırın yanma hazırlığa girerdi.
Onu izliyen çarşı esnafı törenin başlayacağını sezinler sezinlemez elindeki
işi bırakır, gözlerinde umutlu bir bekleyişle avlunun çevresine toplanmaya
koyulurdu.
Köse önce büyük bir özenle aygırın
yağlı hamurunu yoğurup yumaklar, sonra leğendeki ılık suda bol köpüklü sabunlu
bir su hazırlardı. Kısrağın kokusunu alıp hırsla eşinip kişnemeye koyulan
aygıra, yatıştırıcı bir iki söz edip dışarı uğrar, müşteriye seslenirdi.
Kısrağın yularını kısaltıp
pekiştirmeyi, kuyruk sokum yerinin iki karış altından iple sıkıca bağlayıp bir
yana çekmeyi, onun görevi sayardı. Bu işler bitince iki elini sabun köpüğüne
daldırır kısrağın bacak arasını iyice sıyırarak kayganlaştırır, arkasından
ahırın kapısını açıp yularını çözerdi. Kapağı hamurlanmış kelle kazanı gibi
fıkır fıkır kaynıyarak eşinen aygır top gibi dışarı fırlar, burun kanatları
hırsla titriyerek kısrağın çevresinde bir iki yarım daire çevirerek uygun
sıçrama noktasını kestirmeye uğraşırdı. Bu sırada Köse’nin davranışları iyice
hızlanır, gözlerinde garip bir ateş yanarak dirseklerine kadar sabun köpüğü
bulaştırır, kısrağın sağrısının sol yanma dikilip beklerdi. Aygır sıçrama noktasını
kestirince camları titreten bir kişnemeyle şahlanır, dişlerini hafif tertip
kısrağın boynuna yapıştırırdı. O anda Köse yerinden atılır, sanki bu iş eli
değmeden olamazmışca-
sına aygırın erkekliğini sabunlu
eliyle bir sıvadıktan sonra yerli yerine yerleştirirdi. Han avlusundaki çocuk,
yaşlı üç sıra seyirciden çıt çıkmaz, hepsi baygın bakışlar ve hafif tertip
kızarmış yanaklarla vuslat sahnesini seyrederlerdi.
Aygırın işi bitip yerine kapatıldığı
zaman Köse’nin işi bitmiş sayılmazdı. Leğendeki sabunlu suyla hayvanın hayalarını,
kelek boyutundaki yumurtalarını, okşaya okşaya silip kuruturdu. Bu iş bitince
hamur kazanının üstündeki ıslak bezin bir ucunu açarak yumakları yeniden
mıncıklayıp yedirmeye koyulurdu. Ancak ondan sonra kuyu başında elini yüzünü
yıkamaya girişir, bunu da boy aptesti alıyormuşçasına titizlik ve törenle
yürütürdü.
Köse tohumluğunu bir kuşlukta bir de
ikindi üzeri iki kısraktan fazlasına salıvermezdi. Müşteri hatırlı birisi de olsa,
ücreti iki katı da vermeye kalksa sırasını beklemek zorundaydı. Öyle ya
Urfa’nın ünlü bir ağasının ahırından geldiği söylenen böyle eşsiz bir hayvanı,
para için zorlayıp vakitsiz güçten düşürmek akıllı bir iş olamazdı. Esasen
kösenin tek geçim yolu da değildi bu. Diplomasız bir baytar olarak ünü dört
vilâyete yayılmıştı. Döl tutmayan kısrakları kaç günlük yoldan ona getirirler,
idiş edilecek tayı olanlar, atının ayağı burkulup tökezliyenler hep onu
arardı. Bir kez kayalık bir yamaca zorlanırken arka ayakları üstüne çöküp
kuyruk sokumunun üstünden kemiği kırılan ünlü bir kısrağın bile kırığını
kaynatmış, düşen kuyruğunu doğrultmuştu. Bu yüzden haber salıp onu Urfa,
Adana’ya çağıranlar eksik olmuyordu. Eh bin bereket versin para da damlamıyor,
aralıksız akışıp geliyordu. Çoğu zaman kışlık zahire, yağ, peynir de, minneti
küllenmiyen müşterilerden ikram olarak gelirdi.
Azgınlaştığı cahalhk yıllarında, tek
evlât demeden onu yakasından silkip atmayı bile kuran babası Çebiş imam da
artık ona başka bir gözle bakıyordu. İyice yaşlanıp imamlığı bırakmak zorunda
kaldığından, beş, on kuruş kira getiren iki dükkânından başka bir geliri yoktu.
Köse hafızın her sabah dolgun kesesinden çekip "Evin masrafını görün"
diye önüne fırlattığı mecidiyeler olmasa belki de namerde muhtaç duruma
düşebilirlerdi. Bu yüzden önceleri "kuşçuluk, it-
çilik ve atçılık baba mirasını
batırmak istiyenlerin harcı" diye horladığı işe, düşkünlük yıllarında
nerdeyse kendisi de merak sarmışa benziyordu. Köse ahırda aygırla uğraşırken
yemenilerini sessizce sürükleyip kapıya sokuluyor, hafifçe aksu inen gözlerini
kısıp loşluğa uydurmaya çabalıyordu. Oğlu arada bir dilini şakırdatarak
kaşağıyı hayvanın tüyleri üzerinde yoğun bir sevgiyle şıkırdatırken "Hey
bu da ne tosun ya" diye sağrısına küçük şaplaklar indirirken onun da
gözlerinin içi gülüyor, koca sarıklı başını beğenceyle ileri geri sallayıp
duruyordu.
Çarşı’nm gülü, gülşeni
Bekir’di. Sürekli barınağı Yüzükçü hanının develiğiydi. Yapının oturduğu
yamaçtaki kayalığın içine oyulmuş, derince bir mağraydı burası.
Yazları Alidola camiinin havuzbaşı
kadar serin, soğuk kış aylarında da yorgansız uyunacak kadar ılıktı. Bir yandan
ıhmış, geviş getiren develerin nefesi, bir yandan da yanışan ceviz gibi
yuvarlak, kuru deve gübresiyle ısınırdı. Sabah namazından sonra kervanlar
tutulup yola konunca Bekir gübreleri kapının duldasındaki köşeye küreler, her
işi bitip yatsıyı kıldıktan sonra, kafasındaki tas biçimi, yuvarlak deveci
külahını bile çıkarmadan gübre yığınının üstüne uzanarak ya uykuya dalar, ya da
ellerini başına yastık yapıp düşlemeye koyulurdu.
Bir açıdan geçim yolu kervancılara
hizmetti. Akşamları, her yanları toz giyişine bürünmüş avluya giren kervanların
yükünü indirmeye, kuyudan su çekip yalaklarına boşaltmaya, deveğe çekip
yemlerini tutmaya yardım ederdi. Sabah erkence yola koyulacakları ahırdan
avluya alır, ıhtırır, güçlü kollarıyla yüklerinin çatılıp sarılmasına yardım
ederdi. Hem kervancılar, hem de hancı görürlerdi onu bu hizmetler için. Arada
bir eline bir kaç ellilik tutuşturulur, kebap, lahmacun artıkları ikramlanır,
baklava sahanlarının dibindeki şerbeti parmağıyla sıyırıp, gözlerini bayıltarak
yalanmasına gülünürdü.
Fakat onun asıl görevi ve
geçim yolu bu değildi sanki. Avlu boşalınca yüzüne kuyu başındaki yalaktan
birkaç avuç su çarparak toz, saman ve gübre artıklarını temizler, üstünü başını
silkerek sahneye çıkmaya hazırlanan ünlü bir soytarı gibi titizlenirdi.
Gülmek için birşey
söylemesi ya da yapmasını beklemeye ihtiyaç yoktu. Çarşı’nm Kazancı pazarına
kavuştuğu dört yolun ağzında gerilip kasılarak ortaya çıkışını görmek yeterdi.
Basık keçe külahı altındaki ablak güleç yüzü, patlak iri siyah gözleri, her ucu
bir yana kaymış gür bıyığıyla gerçekten çok karikatürü andırırdı hali. Bunun
altında, yamalarla bezenmiş mintana rağmen çöreklenmiş evran gibi kıpırdayan
geniş omuz ve kaslı iri gövdeyi, parmak uçları nerdeyse yere sürünen iki uzun
güçlü kolla, yeterince gelişmeye nedense fırsat bulamamış iki bodur bacak
süslerdi. Bütün haliyle insandan çok, mor şalvar ve yamalı mintan giydirilmiş
bir gorili andırırdı.
Bekir kuşluk vakti
dörtyol ağzına dikilince bir süre kafası geride göğsü dışarda, topraklarını
denetlemeye gelen köy ağası gibi kasılıp durur, en yakınındaki esnaftan birinin
sahneye çıktığını farketmesini beklerdi. Genellikle onu ilk gören ya köşedeki
ekmekçi Şerif, ya da karşısındaki manav Yirik Mustafa olurdu. Varlığını gören
elindeki işi bırakır, suratını yayvan bir gülüş kapsar, sesinin bütün gücüyle
"Çıkarır, çıkaramaz." diye gürlemeye koyulurdu. Bu sözü işiten
ötekiler de usta, çırak dükkânın önüne uğrar, iki yandan "Çıkarır,
çıkaramaz" nağraları korolaşmaya yüz tutardı. Şemsiye tamirciliği ve
ağızhkçılıkla uğraşan aksakallı Aziz dede bile başını kaldırıp gözlerinin içi
gülerek, onun sağa sola baş sallayarak çarşının ortasına doğru ilerleyişini seyretmekten
kendini alamazdı.
Bekir çarşının tam
ortasını bulunca, en önemli numarasını yapma zamanının geldiğini kestiren
marifetli bir gözboyayıcı gibi etrafında döner, ilginin yeterince üzerinde
toplanıp toplanmadığını denetler, sonra hafifçe eğilip uzun koluyla
şalvarının bir paçasını baldırına doğru sıyırır, iki parmağını sokarak ünlü
pipisinin ucunu çekip gözler önüne se
rerdi. Bu gösteri günde
birkaç kez yinelendiği halde ne o, ne de esnaf bir bıkkınlık gösterirdi.
Gösterinin doruğunda her yandan "Dahaaa, abooo, yuuf." naraları
yükselir "Ulan eşeğinkinden de beter." sözleri duyulurdu.
Ama Bekir’i çarşının neşe kaynağı
yapan bu numarası değildi. Bu sadece yaşam övgüsünün bir önsözü, ya da sahneye
çıktığının habercisiydi. Herkesin kahkahadan kasıklarını çatlatan yanı, ilk
bakışta abuk sabuk gelen fakat güçlü bir mizah duygusuyla düş ve gerçeği
kaynaştıran tekerlemeleriydi. Bu nedenle ilk numarası sona erince esnaf,
müşteri, gönül eğlendirmek için Bekir’i yakalayıp ağzından gülecek bir iki söz
koparabilmek için yarışırdı. Hoşuna giden, işine gelenin yanında durur,
yarenlik eder, oyunun ölçüsünü kaçıranların yanında zincirle bağlaşan durmaz
ve ağzını açmazdı. Çarşı da en çok hoşlandığı aktar Musa efendiyle ağızlıkçı
Aziz dedeydi. Onlar çağırmasa da sokulur, darabanın bir köşesindeki misafir
minderine ilişir, sohbet kapısı açmalarını belderdi.
Aziz dede ona birgün "Ulan Bekir
deve bohu gibi kokuysun. Şu camiin gusülhanesine git de çimereğe bir gir."
diyecek olmuştu.
Bekir güleç suratlı kafasını bir iki
sallayıp:
"Bire dede deveyle koyun koyuna
yatan gül goncası gibi kokmaz ya. Bugün çimsem sabaha faydası olmaz."
karşılığını vermiş, başına toplananları kırıp geçirmişti.
Başka bir kez ona "Ulan Bekir
Allah sana bir torba altın verse ne iş tutardın." diye sorulmuştu.
Abartılmış bir sevinç ışığıyla iri, patlak gözlerini ayırmış, birkaç kez
"Nişler miydim, nişler miydim?" diye kekelemişti. Sonra çözümü
bulanların sevinciyle:
"Bir kellim torbayı önüme
boşaltır, bir bir sayardım tamam mı diye... Sonra birer birer iki parmağımın
arasına alır, ağzıma baklava dilimi gibi sokar karnımı doyururdum."
demişti.
"Ulan deli altın yenir mi, karın
doyurur mu?" diye sataşanlara da "Karın doyurmazsa ne boha yarar bu
meret." karşılığını vermişti.
Hemen herkesle çok iyi
geçindiği halde nedense Bekir çarşıağası Nuri efendiden pek hoşlanmazdı. Soru
ve sarkıntılıklarına çoğunlukla karşılık vermez, kahve ikramlarına pek aldırış
etmezdi. Onun bu horlaması, bütün esnaf ve eşraftan saygı görmeye alışık olan
Nuri efendiye iyice koyardı hani. Bu yüzden çoğunlukla onu görmezlikten gelmeye
uğraşırdı. Fakat sıcak bir yaz günü Yenihan’ın esintili kapı aralığında,
kuşakları altın köstekli kent ulularından bir halka kurulmuş, şerbetçi Mıdığ’m
sakız gibi sünen, gül şuruplu dondurmasıyla serinlemeye uğraşıyorlardı. Herkes
gevşemiş, terliyor, yüzlerine konan sinekleri bile isteksiz kişeliyorlardı. O
sırada kapı ağzında Bekir gözüktü ve herkesin yüzünde bir gülücük belirip
topluluğa canlılık geldi. Bütün kervancıların sicimden çuvaldıza, balmumundan
çuvala kadar her tür ihtiyacını karşıladığı çarşının en büyük dükkâncısı
İbrahimoğlu ona el etti. Mıdığ’a bir dondurma da onun için ısmarladı. O arada
da sağdan, soldan sataşmaya koyuldular. Biraz önce sözün neresinden tutacağını
kestiremeyen halka canlanmış kahkaha üstüne kahkaha basıyordu. Nuri efendi de
onun farkında değilmişçesine kehribar teşbihini çevirip han avlusunun üstündeki
masmavi, bulutsuz gökte daireler çizen çaylakları seyreder gözükmeye
çabalıyordu. Kısa bir duraklama sırasında kendini tutamadı, ötekilere
katılabilmek umuduyla, ağız ucuyla Bekir’e:
"Ulan Bekir şu
çaylaklar gibi iki koca kanadın olsa ne yapardın?"
Bekir durakladı. Önce
soruyu duymazlıktan gelmek istercesine başını İbrahimoğlu’na çevirdi. Sonra
birden Nuri efendiye dönüp karşılık verdi:
"Nişler miydim,
nişler miydim?... Hanın saçağına konar beklerdim... Sen altından geçerken de
fesinin üstüne terslerdim."
Herkes yumruklarını
kasıklarına bastırarak gülerken Nuri efendinin uzun, at suratı mosmor
oluvermişti.
Nedense Bekir değnek
parçası, ya da baklavacı oklavasını tüfek gibi kaldırıp kendine nişan
alanlardan ürker, ya da yalancıktan korkmuş gözükürdü. O zaman uzun kollarını
havalanmaya çabalayan
kelkenes kanatları gibi iki yana salhyarak kaçmaya koyulurdu.
Onu kolundan yakalayıp "Dur ulan
niye korkarsın elindeki tüfek değil ki." diyenleri kuşkulu bakışlarla
süzer "Ya tüfekse, ya tüfekse." diye telâşla kekelerdi.
"Ulan tüfek olsa ne çıkar...
Senin gibi delinin kanma girip te ne edecekler?" diye yatıştırmaya
uğraşanlaraysa: "Ya ben kuşsam, ya ben kuşsam." deyip kaçışını
sürdürürdü.
Bir kez babam ve arkadaşları onu
minnet, rica selâmlığa getirmiş deli deli söylettirip gülüşüyorlardı. Ben de
eğlenceye katkıda bulunmak için içeri girdim. Dolaptan saçma tüfeğini kaptım.
Oturdukları sofanın kapısını arkasına dayayıp "Kıpırdama Bekir."
diye haykırdım. Bekir iri gözlerinde yoğun bir korkuyla yerinden fırladı.
Merdivenleri bırakıp korkuluğun üstünden avluya atladı: "Dur ulan,
dur"lara aldırış etmeden yokuş aşağı kaybolup gitti. Büyük bir iş başaranların
kasıntısıyla ben tüfek elde sırıtırken babam atıldı ve elinin tersiyle yüzüme
bir şamar yapıştırdı:
"Ulan herifi buraya getirinceye
kadar çatladık. Herşeyi pisledin" diye bir de azarladı. O günden sonra
Bekir’e bir daha tüfek çekemedim.
Herkesi eğlendirmesine karşın çarşıda
Bekir’i eğlendirenler de eksik değildi. Bunların başında lâhmacuncu Hoca
gelirdi. O ününü bu besinin üreticisi olarak kazanmamıştı. Tüketicilikteki
eşsizliği yüzünden adı çıkmıştı. Bir oturumda, gözünü kırpmadan otuz ekmek
lâhmacunu dürümleyip devirdiği söylenirdi. Hepsi bu kadar da değildi. Tepsi
boşalınca patlıcan dolması iriliğindeki parmaklarını şapırdatarak yalar,
dürümler arasında kalan boşlukları da yarım tepsi baklava ve bir külek karlı
ayranla doldururdu. Bu yüzden alabildiğine gelişip büyümüş asırlık çınar
gövdelerini andırırdı. Çarşıya piyade çok seyrek inerdi. O zamanlar bedenini
tüm saramadığı için önü ayrık kalan entarisinin yırtmaç uçlarını kuşağının
arasına sokar ve paçalı donunun nakışlı uçkurları, Alidola’daki adam boyu
saatlerin rakkası gibi sallanıp dururdu. Elindeki ucu çatallı değneğine
dayanarak
yalpalı yalpalı yürümeye uğraşırken
insandan çok karaya vurmuş bir suaygırım, ya da derya canavarını andırırdı.
Çoğunlukla bindirilmiş gezer ve ancak
dört kişinin yardımıyla katırının eyerine yerleşebilirdi. Hayvanın sırtına
oturunca beli nerdeyse yarım daire olur, karnı yere sürünecek hale girerdi. Bu
durumuyla da sıpaya binmiş fil sanılabilirdi.
Bekir ona ne zaman rastlaşa ilk kez
karşılaşıyormuşçasına duraklar kalır, iri patlak gözleri fincan tabağı gibi
ayrılır, ses algılama sınırının dışına çıktığını kestirince de muhakkak bir
iki tekerleme yuvarlardı arkasından. Bu yüzden Hocanın çarşıda heybetli
gövdesini görenler hemen Bekir’i araştırır ve ne diyeceğini duymak için
çevresine toplanırdı.
"Ulan bu ayıya kaç top alacadan
zubun çıkar olam?" "Döyyüsün karnının yağı bir köyü bir kış
geçindirir." "Ulan aman bu herifin katır sırtında dağ yolunda karnı
bozulsa ne boh döker olam?"
"Herifi görünce beni de dürüm
edip ağzına sokar diye korkuyorum."
Bu sözler de bir nefeste bir dükkân
komşusundan ötekine yapılır, bir uçtan ötekine ardı arkası gelmeyen bir kahkaha
zinciri boşanırdı.
Fazla takılıp onu kızdıranlara da
"İnşallah lâhmacuncu Hoca sırtına bine." di/e beddua ederdi.
Bir gün de piyade gezen Hoca
İkikapılı hanın ağzında Bekir’e rastlamış hal hatır sorup takılmaya
kalkışmıştı. Onun: "Nasılsın bakalım akıllı oğlum Bekir." sorusuna hemen
karşılığı yapıştırmıştı:
"Eyvallah Hoca efendi. Yiyip
içip Allah’a duacıyım... Senin katırın olmadığım için."
Onu ilgilendirenlerden bir başkası da
berber Hüseyn’ di. Çarşıdaki gezi ve yarenlikleri onun dükkânının önüyle
Yüzükçü hanının sınırını hemen hiç aşmazdı. Ne öte yandaki Saraçlar çarşısına
geçer, ne de kara fesli Ermeni bakırcıların çekiç tıkırtılarının içine
girerdi.
Sıcak günlerde Hüseyn usta da
dükkânın karşısındaki tahta kerevetinden bir yere kıpırdamazdı. Tıknaz,
yuvarlak bedeniyle, semiz bir Roma imparatoru gibi sedire yan gelip uzanır,
küçük kürsüsünü koltuğuna çeker, düzenli aralıklarla arkasına gizlediği siyah
yatıktan iri bir yudum alır, cebinden çektiği iki badem şekerini de ağzına
atardı.
Bekir onun kereveti önünde sık sık
mola verir, ellerini göbeği üstünde saygıyla kavuşturup kızıl burnunu, kanlı
açık mavi gözlerini seyre dalardı. Usta tedirgin olmuş’görünerek çatardı ona:
"Ne bakıp duruyn ulan... Şadı mı
gördün?"
"Estağfurullah usta... şu
şişeyle bugün ne sözler ettiğini dinlemeye geldim. İkide bir ağız ağıza verip
emişirsiniz."
Usta
yatığı boynundan yakalayıp ona doğru uzatır: "Getir ulan ağzını iki çift
söz de sana etsin."
O tövbe dercesine kafasını iki yana
sallar, irkilmiş gibi bir adım geri çekilirdi:
"Yok yok, eyvallah usta... Bende
ne meyhaneciye, ne de leblebici Said’e yatıracak pul var. Onun tatlı dilini bir
dinlersem develik zindan olur bana."
"Korkma ulan korkma... Gel şunun
sözünü bir tut. O zaman c 'ik seyran olur sana."
"Aferim sana usta... Benim makas
tıkırdatan kalfalarım, leğen tutan çıraklarım yok ki, yatağı dolu
tutsunlar."
Bir gün Hüseyn usta ona:
"Ulan deli, bir sabah gözünü
açsan ki üstünde yattığın o deve tersleri tüm çil altın kesilmiş... Gene mi
konuşmazsın bu yatıkla." diye sormuştu.
Bekir bir süre ne yapacağını
tasarlıyormuşçasma dalıp kalmıştı. Sonra söylenene aklı yatmamışçasma başını
geri doğru salladı:
"Hayır usta olamaz. Çil altın
deve tersi gibi yumuşak olmaz. Yatınca adamın her yanma batar. Sonra kışın da
buz gibi soğuk olur."
Böyle develerle gece gündüz içli,
dışlı olması Bekir’in sonunda bir deve depiği yemesine elbette yol açacaktı. Fakat
onlardan yediyi tekme de tam yaşam düzenine uygundu.
Herkesin gevşeyip uyukladığı bir öğle
sonu Bekir de deve gübrelerinin üstüne uzanıp, kaya serinliğinde mızırganmıştı.
Bir ara karışık düşler ortasında kulak mengillerinden birinin çekiştirildiğini
sezinler gibi oldu. Gözlerini zorla açan Bekir, suratında ılık bir nefes duymuş
ve sol kulağının mengilinin iştahla emildiğini farketmişti. Yanı başında yeni
doğan bir deve potuğunu annesi yalıyor, potuk da dudakları arasında habire onun
kulağını çekiştiriyordu.
Bekir telâşla yerinden fırlamış, han
avlusuna oradan da çarşının ortasına doğru koşmaya koyulmuştu. Bir yandan uzun
kollarını kerkenes kanatlan gibi sallıyor, bir yandan da sesinin bütün gücüyle:
"Vallah ben doğurmadım... Billâh
ben doğurmadım." diye haykırıyordu.
Onu ilk görenler ne olduğunu
kestirememiş, kolundan tutup durdurmayı da başaramamıştı. Ama çarşının ortasını
aşınca hızı biraz kesilmiş ve önleyerek yakalayanlar ne olduğunu soruşturmaya
girişmişti.
Bekir yöneltilen bütün sorulara
"Vallah ben doğurmadım... Billâh ben doğurmadım.."dan başka birşey
söylemiyordu. Sonunda birisi doğurmadığı şeyin develikte olduğunu
anlıyabildi. Bu kez herkes başına toplanıp sataşmaya koyuldu:
"Ulan Bekir; demek sen
sezdirmeden erkek develerle düşer kalkardın ha... Ulan nerde taşıdın o potuğu
bunca ay."
Oysa "Vallah billâh"
sözlerini yineleyip duruyordu. Bekir’in develerden gebe kaldığı şakası
çarşının aylarca güldürü kaynağı oldu.
Bekir ne oldu, nasıl sona erdi
bilemiyorum. Savaşlar ve değişen dünyanın silip süpürdüğü çarşının düzeni ve
renkleri arasında yok olup gitti sanırım.
Önce savaş çarşıyı, cemaati çekilmiş
yıkık bir tapmağa dönüştürmüştü. Aylarca ne bir çekiç sesi, ne de kervan katırlarının
nal şakırtıları duyulabilmişti. Havlayıp yal dilenen tek bir çarşı köpeği bile
kalmamıştı. Bir kesimi açlıktan kırılmış, bir kesimini de aylarca süren
kuşatma sırasında insanlar yiyip tüketmişti.
Daha sonra bu eski seslerin yerini
motor hırıltıları, korna yaygaraları ve otomatik tezgâhların tıkırtısı
almıştı. Çarşı yabancı, yeni seslerle dolup taşıyordu. Ama aralarında ne Bekir
ne de ötekiler vardı artık.
Eski bir yaşam bitmiş, bir yenisi
doğmaya başlamıştı. Daha hızh, daha gürültülü, şakalaşıp sataşmaya pek vakit
bulamayan telâşçı, hırsla gözleri dönmüş bir dünyaydı bu.
O zamanlar kentin
gösterişli bir hükümet konağı yoktu. Sürgün Ermenilerin evlerinden bir
kesiminin avlu du-
varlarında açılan
kapılarla bunlar biribirine bağlanmıştı. Birisi valilik, ötekisi adliye, bir
başkasıysa defterdarlık olarak kullanılıyordu. Devlet kapısında işi olanlar,
ellerinde arzuhalleri bu dolambaç içindeki merdivenlerden birini inip ötekini
çıkarak sorunlarının peşinden koşar dururdu.
Köyden ya da ilçelerden
gelen yabancıların rehbersiz bu dolambaçta yollarını bulabilmeleri ve iş
görebilmeleri olanaksızdı. Bu gibiler, her önüne geleni durdurur, sağlık ya da
eğitim müdürlüğüne gidebilmek için hangi köşeleri dönmeleri, hangi gediklerden
geçmeleri gerektiğini öğrenip akılda tutmaya uğraşırlardı. Bazısı avlusu mermer
havuzlu evi, bir kısmı iki katlı, merdiveni dışta küçük yapıyı araştırır
dururdu.
Bu tür hükümet kapısı
müşterilerinin kurtarıcısı arzuhalci Hacı’ydı. Ona gâvur Hacı diyenler de
vardı. Boyunsuz, belsiz, uzun aralıklarla ustura gören kara sakalının üstündeki
yanaklarıyla, terini elinin tersiyle sıyırmak için ikide birde arkaya ittiği
kasketinin altındaki dazlak kafası al bayrak gibi yanan tıknaz bir kişiydi
Hacı. Suratına göre oldukça ufak düşen ve biteviye fıldır fıldır çevresini
tarayan kara gözlerinde garip, ilk bakışta insanı irkilten bir ateş yanardı.
Yaşma göre dinç ve çevikti ve bir türlü olduğu yerde birkaç dakikadan fazla
duramazdı.
Sabahın köründe, daha
odacılar ellerinde süpürge, odaların tozunu kaldırırken hükümet mahallesinde
boy gösterirdi. Arzuhalci denmesine rağmen belli bir işi, bir görevi yoktu.
Koltuğundan hiç eksilmiyen dolgun bir dosya zarfıyla ortaya çıkar, sanki
herkesin görev başında olup olmadığını denetliyen bir daire başkamymışcasına
kapı kapı dolaşıp hatır sorar, sataşanlara karşılık yetiştirmeye uğraşırdı.
Hademelerin kaldırdığı temizlik tozu yatışıp görev saati gelince önce
kâtipler, dosya memurları gibi piramidin tabanını oluşturanlar birer ikişer
sökün ederdi. Hacı’ya yolda tasthyanlar "Kara’ya demli bir çay söyle.,
kahvem az şekerli olsun." diye siparişlerini verirdi. Mahmurluk kahvesini
odacılara ısmarhyanlar için de görevli merdiven başına çıkar elini kulağına
atıp "Ulan Hacı bizim başefendiye bir kaymak söyle." diye buyruğu
iletirlerdi.
Küçük memurlar kahve ya
da çaylarım höpürdeterek doyamadıkları günlük uykularından ayılmaya uğraşırken
avlularda da yavaş yavaş iş erbabı öbekleri oluşmaya başlardı. O zaman Hacı’nm
ikinci esas görevi başlardı. Abası yamalı, çarığı delik, şaşkın ve ürkek
bakışlı köylülerin, ya da daha giyimli ve gösterişlilerin yanına sokulur,
işinin ne olduğunu, davanın hangi kerteye geldiğini sorgu yargıcı titizliği ile
soruştururdu. İşi iyice kavradıktan sonra da ya gidilecek daireyi salık verir,
ya "Bu iş olamaz." diye kestirir atar, ya da güçlü bir iltimas
bulunmasını önerirdi. Davalara koyduğu teşhislerin ne kadar geçerli olabileceğini
kestirmek zordu. Fakat evrakın geldiği noktadan sonra nereye gitmesi gerektiğini
ve gidilecek dairenin yerini karıştırması olanaksızdı. Talimatını akılda iyi
tutabilenler gidecekleri yeri elleriyle koymuşçasına bulurdu.
Güneş tepeye dikilip öğle
namazı için cemaat havuz başlarında kolları sıvamaya koyulunca Hacı’nm üçüncü
görevi başlardı. Bu kez ya memurlar, ya da ululardan buyruk alan hademeler onu
öğle siparişlerini yerine getirmeye koştururdu:
"Ulan Hacı seyirt
bizim müdüre bir kişilik altı ezmeli ile iki yüz elli dirhem baklava kap
gel."
Bunların dışında Hacı’yı daireler
arasında dosya götürüp getirmekte de kullanırlardı. Ayıboğlu yokuşunun iki yanı
boyunca sıralanan avukat, dava vekili ve arzuhalcılar, müşterilerinin
dilekçelerini evraka kaydettirmekte yardımcı olmaya çağırır, yaptıracak işi
olmayanlar da "Ey Hacı senin dava ne oldu... hak ettin mi?" diye
takılıp derdini deşelerdi.
Hacı’yı kentin hükümet kesimine
bağlayan esas neden de bu davaydı. Akşam azadının peşinden memurlar daire kapılarından
oluk gibi evlerine doğru akmaya başlayıncaya kadar yamalı pabucu içinde, kıl
şalvarını savurarak çekirge gibi durmadan koşuşturması ne hademe aylığı ne de
avukat yardımcılığı ücretini hak etmek içindi. Geçimini, gördüğü işler için eli
açık olanların verdiği birkaç kuruş bahşişle sağlıyordu. Gerçekte geçim için
buna da pek ihtiyacı yoktu. Kahve ve çayını gönüllü meydancılığını yaptığı
Kara’dan parasız içerdi. Kebapçı imam da siparişleri almaya gelince hemen
hergün ona da pide içine bir şiş kebap çekip tutuşturur, boşalan baklava
tepsilerinin dibindeki şerbetli kırıkları sıyırıp tatlı damarını yatıştırmasını
hoş görürdü, Pabucu ayağında duramaz hale gelince bir eskisini bağışlayan, sakosuna
yeni bir yama uyduran da eksik olmazdı.
Onun bütün bu karşılıksız koşturma ve
didinmelerinin tek amacı yalan dolanla elinden kapılan baba mirasını kurtarmanın
yolunu bulmaktı.
Söylediğine bakılırsa, kentin içi ve
dışındaki en değerli mülkleri gerdanlık gibi dizip boynuna asan Hacı Ömer’in
varlığının özü, ondan, "İşleteyim." diye kandırıp aldığı ve tüm
üstüne yattığı altınlar ve mecidiyelerdi. Öyle az buz para da değildi bu.
Daire daire dolaştırıp havale topladığı dava dilekçesinde tam "beş küp
dolusu çil altınla, tırtıkları bile aşınmamış on küp mecidiyeden." söz
ediyordu. Hacı Ömer bunları işletip üretmek vaadiyle elinden almıştı.
Hacılığına bakarak ondan ne senet, ne de sepet istemişti. İlk yıl fıstık
ambarcılığı yapmış bu parayla, ertesi yıl ürün olmamış bire aldığını beşe satıp
servetini birkaç kat etmiştir. Fakat hissesini istemeye kalkınca eline gümüş
bir ellilik tutuşturup geçiştirmek istemişti.
O da hemen yüzüne
gelememiş, hadi bir yıl daha işletsin de iki yıllığı birden alırım diye
düşünmüştü. Ama adam peşi peşine onu bir ellilik yıllığa bağlamaya kalkınca
artık canına tak demiş paranın anasını kurtarma derdine düşmüştü.
Bir süre insaf ve imanına
sığınıp mirasını kurtarmak için yalvarmış durmuştu. Fakat herif ablak
suratındaki kara sakalı okşayarak sırıtmakla yetinmiş, bu ellilik yıllığını da
kesivermişti. Sonra Hacı’nın tepesi atmış, onun bulunduğu ya da bulunmadığı her
yerde "İt oğlu it... Gâvur hacı." diye ardı arkası kesilmiyen küfür
ve beddualar savurmaya koyulmuştu. Her rastlayışında önce yüzü al al olur,
sonra morarır, arkasından ağzından köpükler saçarak ana, avrat saçıp savurmaya
koyulur, araya giren çarşı esnafının gürültü ve gülüşmeleri arasında Ömer
efendi canını kurtarıp yoluna gidebilirdi.
Hacı Ömer’le başı derde
girmeden önce adı da, işi de başkaydı. Çarşı esnafı arasında hamallık yapardı
kara Memik. Hiçbir gün yaptığı iş, ya da taşıdığı yük için verileni horlayıp
daha çoğunu koparmaya uğraşmadığından esnaf da, müşteriler de severdi onu.
Sonra eline eteğine de atik, tetik meşe kütüğü gibi güçlü bir adamdı. Adam boyu
tahıl çuvalını kimseden yardım istemeden "Ya Pir, ya Allah" diye
sırtlar, yokuşları bile keklik gibi sekerek geçip giderdi.
Birgün hacı Ömer Buğday
pazarına evinden tahıl çekmek için onu da tutmuştu. Hacı yaz içinde sancağın
dört yöresindeki mülklerinden deve, beygir yükleriyle gelen tahılları kâgir
konağının samanlık ve kilerlerindeki iki adam boyu ambarlara doldurtup
bekletirdi. Kışın ağzında buğday, mercimek fiyatları baş yukarı oynamaya
koyulunca bunları yavaş yavaş Buğday pazarına döker, mendil dolusu gelen altın
ve mecidiyeleri fişek yapıp kasaya dizerdi.
Kara Memik Hacı’nın
siyah, beyaz, sarı mermerlerle nakışlanmış geniş iç avlusuna girince biraz
apışmıştı. İç avluda başını önüne eğerek kilere dalmak dururken ara kapının
önünde dikilip kalmış, oraya açılan sütunları oymalı, mermerleri ışıl ışıl
yanan sofaları, nakışlı merdiven trabzan-
larmı yoğun bir ilgiyle
izlemeye koyulmuştu. Böyle saray yavrusu bir konağa ilk kez giriyordu.
Gördükleri sanki onu büyülemişti.
Bütün gün pazara taşıdığı
her çuvalı boşaltıp döndükçe avlunun ara kapısına dikiliyor ve burayı ilk kez
görüyormuşçasına birkaç dakika içine sindirdikten sonra çuvalını yeniden
doldurmak için ağır ağır kilere dalıyordu. İşini böyle sürdürüp giderken bir
ara üstüne durgunluğa benziyen bir yorgunluk çökmüştü. Esasen hemen her güz
üstüne böyle bir kesiklik gelir, işini görürken kafasının içinde bir şeyler
evirip çeviriyor izlenimini bırakırdı. Bu dönemlerde Yüzükçü Hanı’nın ahır
katındaki, penceresi avluya bakan harap odasına erkenden kapanır, çarşı iyice
kaynamaya başlamadan da pek ortaya çıkmazdı. Bu dönemin özelliğini öğrenen
esnaf "Memik gene kış uykusuna yattı." derdi.
Fakat nisan gelip
Sarıgüllük ve öteki bahçeler bezenmeye başlayınca Memik kış uykusundan
silkinirdi. İçine bir huzursuzluk, kaslarına yeni bir güç yürümeye başlardı. Aylardır
kendisine söylenenleri çoğu zaman duymazlıktan gelen adamın çenesinin bağı da
çözülür, biteviye söylenir, önüne gelene sataşmaya koyulurdu. Günler uzayıp
sıcaklık yoğunlaştıkça konuşma ve sataşmaları daha da hızlanırdı. Bu dönemlerde
sanki içindeki uyur hatiplik ve şairlik yetenekleri yularını koparıp
şahlanırdı. Habire tekerlemeler, nükteler, şiir gibi kafiyeli sözler övütür
dururdu. Üstüne de bir kabarıp böbürlenme gelir, sanki çarşı hamah değil de kılık
değiştirmiş hükümdar kasıntısıyla dolaşırdı.
Hacı Ömer’in evinden
buğday taşıdığı güzü izliyen baharda çarşı esnafına önce gizli kapalı, Hacı’ya
işletmek için sermaye verdiğinden söz etmeye koyulmuştu. Bir süre sor ra
çarşıda ona rastladıkça yanına sokulup kazancın ne kertede olduğunu
soruşturmaya girişti. Biraz daha geçince payını istemeye başladı.
Hacı bu dilekleri birkaç
kez, seyrek sakallı ablak yüzünde yayvan bir gülücükle "Aha hissen."
diye avucuna bir ellilik koyarak geçiştirmişti. Memik işi saldırganlık ve küfüre
dökmeye başlayınca da ondan uzak durmaya, karşılaştık
ça da yolunu değiştirmeye
koyulmuştu. O kaçtıkça Memik hikâyeyi telleyip pulluyor, önüne gelen herkesin
yakasım avuçlayıp anlatıyordu. Biteviye ondan "Gâvur hacı" diye söz
etmesi geriye tepmiş, esnaf nerdeyse kara Memik’i unutup onu Gâvur Hacı diye
çağırmaya başlamıştı.
Birgün kurbanlarından birisi yakasını
pençesinden, kafasını da durmadan işleyen çenesinden kurtarmak umuduyla
"Ulan herifi gidip niye dava etmiyorsun?" lafını etmişti. Bu uyan
Memik’i iyice etkiledi. Günlerce dava edeceğini etrafa yaydıktan sonra günün
birinde arzuhalci Ali efendinin karşısına dikilivermişti. Dişleri kırık eski
daktilonun önüne çömelmiş ve uzun uzun derdini anlatmıştı. Ali efendi onun
dalgasını sezinleyip önce başından savmak istemişti. Fakat avucuna gümüş
mecidiye çeyreğini koyup "Yaz şikâyetimi valiye." diye zorlamasına
dayanamamış ve dileğini yerine getirmişti.
Önce vali yardımcısı onun pullu,
mühürlü dilekçesine bir göz atıp yüzüne fırlatıp, odacıya kapı dışarı
ettirmişti. Fakat o bu horlamadan yılmadı. Hükümet mahallesi avlularında her
önüne gelene "Gavurun hacısı valiyi de satın almış." diye dedikodu
yapmaya koyulunca işin rengi değişmişti. Ayrıca her sabah onudaire kapısında
boynu bükük bekler ve her seferinde kandilli bir selâmla yerlere kadar eğildiğini
görmesi vali muavinin yüreğini yumuşatmıştı. Bir gün gözlerinde muzip bir
ışıltıyla el edip odasına çağırmış, arzuhalinin altına
"Müddeiumumiliğe" havalesini koyduktan sonra kargacık, burgacık bir
de imza karalayıp eline vermişti. O odadan çıkınca da santralden savcıyı
isteyip gülerek hikâyeyi anlatmış ve hoşgörüyle karşılamasını rica etmişti.
O günden sonra hem adı Arzuhalci
Hacı’ya dönüşmüş, hem de yaşamı kökünden değişmişti. Çarşı hamallığını bırakıp
görevi hükümet mahallesine aktarmış, sabahtan akşama kadar yargıç, defterdar,
emniyet müdürü dilekçe gezdirip havale toplamağa koyulmuştu.
Çok geçmeden ilk dilekçeye yeni
havale sahifeleri eklenmeye, elindeki tomar kartopu gibi gelişip büyümeye başlamıştı.
Bunları bir arada tutabilmekte zorluk çekmeye baş
layınca, mahkeme kâtibi acıyıp eline
bir dosya zarfı tutuşturmuş, üzerini de gösterişli bir yazıyla "Hacı
Ömer-Kara Memik dava dosyası" ile donatmıştı. Bu yol açılınca aylar ve
yıllar geçtikçe zarflar çoğalmaya ve Hacı’nın odasında bir havale höyüğü
gelişmeye yüz tutmuştu.
Hacı bu işe, hükümet
mahallesindekiler de Hacı’ya git gide iyice ısınmış, işler iyice tıkırına
girmişti.
Hacı’nın en çok hareketlenip
telâşlandığı günler devlet görevlilerinden birinin naklen, ya da terfian başka
bir yere atandığı zamanlardı. Yerine gelenin derdine ve davasına alıştırılması,
direnmeden havale yazısını çiziktirip imzayı basacak duruma gelmesi her kez
oldukça yoğun ve tehlikeli bir eğitimi gerektiriyordu. Fakat en çatık kaşlı,
görev ve ciddilik düşkünleri bile sonunda yola geliyor Hacı’nın davasını
benimsiyordu.
Yıllar geçip dava bir yandan sürüp
giderken Hacı da devlet çarkının gereği gibi işlemesini sağhyan temel hizmet
kuramlarından birisi durumuna girmişti. Onun hastalık ya da başka bir neden
yüzünden göreve gelemediği günler çay, kahve ve öğle yemeği hizmetleri kökünden
aksar, dolambaçla yolunu şaşırıp nereye gideceğini kestiremiyenlerin sayısı
iyice artardı. Daire odacılarının da "Ulan Hacı Herdesin.. seyirt
yetiş." diye haykırmaktan sesleri kısılırdı.
O yıl kış hayli zorlu geçmişti. Üst
üste yağan karlardan kentin sokakları tıkanmış, yapı saçaklarından kol gibi
buzlar yere doğru uzayıp durmuştu. O kış Hacı önce öksürmeye başlamış, sonra
ekmekçi İbrahim efendinin fırınından doldurduğu gaz tenekesinden mangalının
başında tir tir titremişti. Peşinden ateşi çıkıp ot yatağının üstünde kat kat
eski çuvalların altında sayıklayıp durmuştu. Herkes tandırının başından pek
ayrılamadığmdan kaç gündür Hacı’nın ortada gözükmediğinin farkına varan
olmamıştı. Eksikliğini ilk sezinliyen hancı Durdu olmuş, kapısını yumruklayıp
"Ulan Hacı" diye bir hayli haykırmıştı. İçerden ne bir ses ne de bir
nefes çıkmayınca kapıyı kırıp içeri girmişler, donmaya ve hafif tertip
kokuşmaya yüz tutmuş cesedini çuval yığınının altında katılıp kalmış
bulmuşlardı. Odasının çevresindeki
duvarlarsa adliye kalemindeki kadar
düzenle sıralanmış dava dosyalarıyla doluydu. Hepsinin üstünde de gösterişli
bir el yazısıyla bezenmiş "Hacı Ömer-Kara Memik Dava Dosyası"
yazılıydı.
Soğuktan cenazesine ancak birkaç
esnafla camiin müezzin ve kayyumu katılabilmişti.
Ölümünü karışık duygularla
karşılayanlardan birisi de hancı Durdu’ydu. Yıllardır ayda iki gümüş yüzlük
kirasını aldığı müşterisini kaybetmekten üzülmüştü doğrusu. Fakat odasında
biriken dava dosyalarındaki kâğıtlar her sabah sobasını tutuşturmakta hayli
işine yaramış, onu bütün kış tutuşturucu aramak külfetinden kurtarmıştı.
Hacı Ömer’se bir belâdan kurtulduğuna
sevinmişti.
Yalnız hükümet mahallesi bir daha
eski rengini ve işleyiş düzenini kazanamadı.
Onu, hemen her sabah sağ
elinde ucu çatallı değneği, sol omuzunda ucu taslı; ince, uzun kuyu sırığıyla
yokuş aşağı inerken görürdük. Geriye doğru attığı kemikli, keskin çizgili, kuru
kafasını, gök yolunu araştıran sürübaşı turnalar gibi düzenli aralıklarla sağa
sola çevirerek ilerlerdi. İki gözü de perdeli olduğundan bayılıp kendinden geçmiş
sanılırdı. Kavruk yüzünün eski Mısır putları gibi taşlaşmış, hareketsiz görüntüsü
kendinden geçmişlik izlenimini güçlendirirdi. Attığı her adımdaki güven ve
kesinlik, değneğin kaldırımlarda çıkardığı aralıklı tıkırtı olmasa donup kalmış
sanılabilirdi. Buna karşın ayaklarının kaldırım taşlarıyle konuşan bir
canlılığı vardı. Her adımda ince, uzun ayak parmaklarının uçları önce yukarı
doğru kalkar, sonra bastığı taşı kucaklamak istiyormuşçasma kaldırım taşma
tabanını yapıştırırdı. Sanırım yokuş boyunca dizili çarpuk kara taşların
herbirinin biçimi, pürüzleri tabanının belleğine iyice yer etmişti. Çünkü
yaklaştığı yol kavşaklarını güvenle kestirir, orada duraklayıp tok bir sesle
"Kuyuya kova, sahan, taş düşürenler" diye haykırırdı.
Bütün gün kentin tepe
mahallesinin, köstebek yuvası kadar karışık ve dolambaçlı yollarında birşeye çarpmadan,
yanlış bir adımla yol ortalarındaki çirkef arıklarına girmeden dolaşıp
dururdu. Kapılardan birisi aralanıp da "Hafız... Hafız" diye seslenen
olunca hemen yerinde duraklar, boy
nunu biraz daha uzatarak
davetin geldiği yeri kestirir ve fazla yanılgıya düşmeden eşik taşını ayağıyla
bulup kuyu sırığını omuzundan indirmeye koyulurdu.
Çoğu zaman girdiği avluda kuyunun
yerinin gösterilmesine de ihtiyaç duymazdı. Çünkü yaşam bölgesindeki evlerin
büyük çoğunluğuna iş için girip çıkmıştı. İlk kez girdiği lerde de, çocuk varsa
kolunun yeninden tutar kuyu başına getirirdi. Evin kadınından başkası yoksa
"Aha az ötende, sağında" gibi birkaç sözcük ve değneğinin yardımıyla
hedefini bulurdu.
İşinde onunla yarışabilecek yetenekte
kimse yoktu. Olsa bile, kaç-göçün zorlu olduğu o yıllarda görmiyen bir işçiyi
içeri alıp çalıştırmak ev kadınları için hem az kuşkulu, hem de rahat olurdu.
Çünkü o içeri girince yeldirmesine bürünme, ya da avluya açılan bir oda
kapısının gerisine sinerek işini aksatma zorunluluğu yoktu. İşbaşı yapınca,
eteğini beline sokmuş, temizlik ya da yemek hazırlığı ile uğraşan evin
kadınının duraklamasına bile ihtiyaç yoktu.
Yalnız kuyu başında iniş için
hazırlıklarını yaparken onun kulakları ve burnuyla evin içinde olup bitenleri
görüyormuşçasına izliyebildiğini ya kestiremezler, ya da şaşırıp kalmakla
yetinirlerdi. Mutfak kapısından yayılan sebze, sarımsak kokularına, havan,
kapkacak tıkırtılarına; avludaki dut ağacı ya da asmanın yaprak hışırtıları,
serçe ya da kumruların mırıltısı, kedilerin miyavlayışını zihninde hall-i hamur
ederdi. Bu yoldan da evde ne piştiğini, kadının ne işle uğraştığını, avlunun
biçimini, oraya açılan oda kapılarının yerini oldukça kesinlikle ayırt
edebilirdi. Fakat o sırada bunlardan tek söz etmez, kuyu sırığının ucuna
tutturulan tasın menteşesinin gereğince oynak olup olmadığını, kabın karşı
kenarına bağlı ve sırık boyunca uzayıp giden ipin tası iyi hareket ettirip
ettirmediğini denetler gibi gözükürdü.
Eğer kuyunun dibini boylayan kova,
veya satıl gibi kulplu bir araçsa dibe inmesine ihtiyaç yoktu. Küçük demir bir
halkanın çevresine zincirle tutturulmuş dört beş çengelli aracını, ipinden
kulaç kulaç kuyunun deliğine salar, suyun dibini bulunca kolunu sağa sola
gererek çengelleri dipte do-
laştırır, kısa sürede birinden
birinin kulpa geçmesini sağlardı. Kuyudan kova çıkarmak işinin en kolay olan
yanıydı. Ellerinin duyarlığını en iyi kanıthyansa su çekerken parmaklardan,
ya da bilekten kayıp dibi boylayan yüzük, bilezik gibi takıları çıkarmakta
görülürdü.
Türkü çağırıp yuvarlak
kalçalarını bir sağa bir sola sallayarak kuyu dolabını kollarken bileziklerin
şıngırtısına dalan taze gelinler ya da gelinlik kızlar için kuyudan su çekmek,
sıkıcı bir görev olmaktan çok bütün cilvelerini döktürme olanağı sağlıyan bir
oyundu. Bu oyuna daldırıp parmaktaki yüzük ya da bilekteki bilezik
dizilerinden birinin elden kayıp gitmesi işten bile değildi.
O zaman Hafız aracını
iyice denetleyip kuyu bileziğinin yanma dayar, sonra uzun bacaklarını içeri
sarkıtarak kayaya oyulan iki yanlı ayak gediklerini tabanıyla araştırmaya geçerdi.
Ondan sonrası kolaydı. Bu gedikler iki yanlı kısa aralıklarla dibe inerdi.
Kuyu bileziğine, koltuk altlarına kadar giren Hafız el yordamıyla sırığını
bulur, hesaplı hareketlerle ucunu içeri alır, sonra da adım adım kuyunun
karanlığına dalar giderdi. O zaman evin kadını ya da çocukları kuyu başına
koşarlar, karınlarını bileziğin kenarına yapıştırıp hafifçe sarkarak Hafız’ın
inerken mırıldandığı ve alabildiğine yankılanan İlâhilerini dinlerlerdi.
Hafız kuyu diplerine can
kurtarıcı olarak da inerdi. Kuyu kapağını açık bulan evin yaramazı, ele
geçirdiği ile "attii!.." oyunu oynamak için buraya sokulur ve anası
farkına varıp dur deyinceye kadar tepe aşağı karanlığa kavuşabilirdi. O
zamanlar akraba, konu komşu dört yana yayılıp Hafız’ı ele geçirmeye koyulurdu..
Bazan evin yeniyetmeleri
anası ya da babasıyla çıkan bir gerginlik ya da bunalım sonucu içini dolduran
mutsuzluk ya da umutsuzluk dumanım kuyu dibinin serin sularında sindirip
söndürmeye de kalkabilirdi. Bu gibi hallerde de Hafız hemen bulunur, her
zamankinden telâşlı hareketlerle inişe geçer, kuyu dibindekini ölü ya da baygın
durumda omuzlayıp çıkarırdı.
Kentin bu kesiminin
suyunun sağlanışı ilginçti. Söylen
tiye göre yıllarca önce
oraya gelen bir kadı efendi Dülük suyunu kanal açtırıp, kiremit hamurundan
pişirilen borularla aşağı mahallelerin havuzlarına dağıtmak gibi cennetlik bir
iş görmüştü. Fakat karşılıklı iki tepeyi dolduran evlerin bu sudan
yararlanmasına olanak yoktu. Kafası herhalde Roma su mühendisleri kadar işlek
olan kadı efendi, her ev belirliye ceği kulaçta bir kuyu kazacak olursa
kendinin de su sağlatacağını tellal çağırtıp duyurmuştu. Kuyuculara gün doğmuştu.
Ama o kadar sert olmasa da tepeyi oluşturan kayalıkta yirmi, otuz, kırk kulaç
derinliğinde kuyu kazmak sonra da dibe sarnıç eşmek öyle kolay ve ucuz bir iş
değildi. Ama kentin kışlık zahireyi hazırlamak, şıra yapmak, yün yıkamak gibi
bulaşık ve yapışkan geleneklerini taşıma suyla yürütmek kolay olmadığından bu
yükün altına girmekten kaça pek olmamıştı. Varlıklılar iki ya da üç,
yoksullarsa birer kuyu kazdırmıştı.
Kadı efendi de su dağıtım
merkezi olarak seçtiği Tahtalı camiden bu kuyulara su götürecek kanalları
oydurmuştu. Böylece her onbeşte bir tepe mahallelerinin su kanalı açılır,
sarnıçları dolar, sonra su öteki mahallelere çevrilirdi. Yaz sıcağında çekilip
tas dolusu kafaya dikilen buz gibi suyu bitirince "Cennet mekânın
olsun." diyenlerin dualarının hesabı tutuluyorsa kadı efendinin rahmet-i
Firdevs’te hûri ve gılmanlar arasında mutlu bir yaşam sürdürdüğü kuşku götürmezdi...
Onun hayır dua
aldıklarından birisi de kuyucu kör Hafız’dı. Çünkü geçiminin büyük kesimini
Kadı efendinin hayratından sağlıyordu.
Hafız bu kuyu dolambacını
avucunun içi gibi bilirdi. Daha on bir, on iki yaşlarındayken bile bunlara inip
sarnıçları birbirine bağlayan basıkça livasları tutturup bütün bölgenin
kuyularını öğrenmeye koyulmuştu. Livas boyunca parmak uçlarına dokunan keski
izlerinden, döndüğü köşeleri yoklıyarak sarnıç genişliklerine bakarak indiği
kuyuyu hiç şaşırmadan yeniden bulabilmenin yollarını da iyice bellemişti. Daha
bir kez olsun indiği kuyu yerine başka bir evinkinden çıkıp avluda dolaşanları
şaşırtıp korkuttuğu görülmemişti.
İş için inip de sarnıcın
kenarını tabanıyle bulunca birkaç kez boğazını temizler, yayılan sesten
livasın yerini kestirir, oraya çömelip sınğının ucundaki tası sulara daldırır,
aracı dibi bulunca sınğı bir koltuğuna sıkıştırır, öteki eliyle tas kenarına
bağlı olan ipi tutardı. Tası hafif hafif dipte sürüterek gezdirir, aradığının
tasa dokunmasını sağlamaya uğraşırdı. Sanki uzun sırıklı elindeki ip ve
dipteki tas cansız bir araç değil, kol ve el parmaklarının sinir uçlarıyla
donanmış uzantılarıydı. Tasın dibine ya da kenarına dokunan ufacık bir yüzük de
olsa parmakları hemen bu engelciği sezinler, kıvrak el ve kol hareketleriyle
tasın sarkan kenarını düşüğe yaklaştırır, hafifçe dibi sıyırmaya uğraşırdı.
Aradığının kabın içine girdiği kanısına varınca elindeki ipi çekerek tasın kenarını
yukarı kaldırır ve ipi kaydırmadan sırığı karış karış yukarı alırdı. Tas su
yüzüne çıkınca parmaklarım sulu çirkefle dolu olan kaba daldırıp karıştırır,
aradığını bulamazsa bir küfür mırıldanarak yeniden işe koyulurdu. Fakat bu tür
yanılgılara çok seyrek düşerdi.
Kuyu çevresinde onu
merakla izleyenler, keyifli İlâhi mırıltılarının yükseldiğini işitince merakla
haykırırdı:
"Buldun mu Hafız,
buldun mu?"
Oysa tırmanışına ara
vermeden hemen daima aynı karşılığı verirdi:
"Kuyuya düşen;
Hafız’m elinden kurtulamaz."
İşi bitince kuyu
bileziğine oturup aracını da bir kenara dayadıktan sonra birkaç dakika
soluklanmak âdetiydi. Sanki inişten önce topladığı ses ve kokuların geri
kalanlarını da sömürmek istermişçesine uzun boynunu biraz daha uzatır, kafasını
kendine öz bir ahenkle iki yana sallıyarak çevreyi dinlerdi. Bu sırada çoğu
evlerde pişip taşan, ona ikramlanırdı. Eline uzatılan sahandaki yemeğin nakışlı
dolma mı, yoksa mercimekli pilav mı olduğunu kuyuya inmeden kestirmiş olması
mümkündü. Daha ağzına ilk lokmayı koymadan "Dolman da ne hoş kokuy."
diye ikramcıyı şaşırtmaktan hoşlanırdı. "Nerden bildin Hafız dolma
olduğunu?" diyenlere "Kokusu bar bar bağrıy." karşılığını
verirdi. İkramı kaşıklarken ev sahibini lafa tutmaktan hoşlanırdı. Kadınlar da
elin
körü karşısında dalları
kolları açık çekinmeden konuşurlar, kocalarının aksiliği, uşakların çeletüği,
kaynana dırıltısından söz etmekten çekinmezlerdi. Kendilerini göremiyen bu adamın
taş duvar gibi sır vermeyen, cansız birşey olduğunu sanırlardı.
Halbuki o iki kulağıyla
kadın seslerini susamış bir yolcu gibi iştahla içer, ses tonları ve sözlerinden
yaşlarını kestirmeye, yüz ve bedenlerine kendine göre bir biçim vermeye
uğraşırdı. Pürüzlü, boğuk ve buyrukçu seslerden hoşlanmaz, et yığınları ve
çıkıntılarına boğulmuş geçkin ve bezgin yaşlı bir ana ya da kaynana olduğu
sonucuna varırdı. Körpe gırtlaklardan çıkan dolgun, pürüzsüz ve cilveli
seslere bayılırdı. O zaman çiçekbozuğu donuk yüzünün canlı tek kesimi olan
dudaklarında geniş bir gülücük belirir, sahanmdakini kaşıklamaya uzunca
aralıklar vererek yarenliği uzatmaya uğraşırdı.
Yaşı kırka geldiği halde
Hafız bekârdı. Babadan kalma avlusu bir avuç, tek gözlü evceğinde yıllardanberi
kendi başına yaşardı. Beş altı yaşlarında gözlerini çiçekten kaybetmiş, otacı
Nussuya bacının bütün bakım ve ilaçları göznuru nu kurtaramamıştı. On
yaşlarındayken Uzunçarşı’daki ufak bir manav dükkânı işleten babasına nüzul
inip ölmüş, üç dört yıl sonra da karnına kızılkurt giren annesi günlerce kıvranıp
göçüp gitmişti. Hafız yarım ağızla kendini yanma almak istiyen amca ve
teyzelere kulak asmamış, ekmeğini eliyle kazanabileceğini ileri sürerek baba
ocağından kopmak istememişti. Gerçekten de bu işi başarabilecek güçteydi.
Daha parmak kadar çocukken anasına yardım için kuyudan düşük çıkarma işini
birkaç yılda rakipsiz bir sanat haline dönüştürmüştü. Ünü önce konu komşuya
yayılmış, herkes ufak tefek ödüllerle ondan medet umar olmuştu. İstek alanı
genişledikçe de bunu geçim yoluna dönüştürmüş ve babasının manav dükkânından
getirdiğinin birkaç katı kazanç sağlar olmuştu.
Marifeti yalnız kuyudan
düşük çıkarmak da değildi. Göznurunu yitirmeden birkaç ay önce başladığı Kur’an
derslerini kör olduktan sonra da bırakmamış, öteki öğrenci
lerin hep bir ağızdan
yinelediği dersleri kulaktan kafasına yerleştirerek çok kereler hatim indirmiş
ve düzinelerce dua, İlâhi ezberlemişti. Sesi tok ve gürdü. Okuduğunu duyarak ve
anlayarak okuyor etkisi yapardı. Bu nedenle onu, komşusunun teberiyi sayan
eski hocası mevlütlerde yanma alıp gitmeye, derslere yeni başlayacakların
"amin alaylan"nda okuyucu olarak kullanmaya başlamıştı. Amin
alaylarında eline yalnız değneğini alır, uzun boynunu sonundaki keskin çizgili
kafasına kendine öz düzenle iki yana sallıyarak kalabalığın önüne düşerdi. Onun
arkasında derslere yeni başlayan öğrenci, başında yeşil atlas takke, boynunda
sırma işlemeli cüz kesesi ve yepyeni giyisileriyle kasılıp gerilerek ilerlerdi.
Onu da düzensiz bir yığın mahalle çocukları izlerdi. Hafız "Şol cennetin
ırmakları..." diye bir İlâhi tutturur, mısralarm arasını "Alaaynı,
sırateyni, mubeyni" gibi anlamını kestiremediğimiz etkili tekerlemelerle
bezendirir ve her durak noktasında çocuk sürüsü, cırlak seslerinin bütün
gücüyle "amin" diye haykırırdı. Gürültüye kapılar aralanır, yüzlerini
başörtüsü ya da eteklerinin ucuyla örtmeye uğraşan, sevinç yaşlarıyla
bezenmiş kadın başlan uzanırdı.
Hafız "Allebe’nin
köprüsünden geçilmez... Akan sularından bir tas içilmez." diye gürliyerek
sürüyü birkaç sokak dolaştırıp Karpuz hocanın kapısına getirir, sonra da
saygılı bir uzaklıktan böbürlenerek töreni izliyen Baha’dan bahşişini alırdı.
Hafız’m yeryüzünde
içerleyip horladığı tek adam kör Ali’ydi. Çarşı ağzındaki köşeye yağlığını
yayan Ali, bağdaş kurduğu yerde durmadan ileri, geri sallanaıJ"Yarabbi
gönder... Çürük cevizden, kurtlu hıyardan... Kem kıçj-Ym başka ne gönderirsen
gönder." diye haykırarak dilenirdi. Yolu onun durağından her geçişinde
Hafız soluklanıyormuşçasma biraz duraklar, kör Ali’nin yanık çığlığı aralık verince
de işittirecek bir sesle homurdanırdı:
"Ulan kör döyyüs
utanman mı dilenmiye... Elin tutar, ayağın tutar, kulağın işitir. Git Hasırcı
çarşısına seyirt dur bari."
Ali de bu sözlerin hiç
altında kalmazdı. Bazan ona, uydurduğu tekerlemelerle karşılık verirdi:
"İndim kuyu dibine...
Baktım suyun içine..."
Bazan da ünlü düşünürler
kadar yaman sözler ederdi kör Ali:
"Ulan biz dilenmesek
günahkârlar cennetin kapısını nasıl bulur?" Ama onun hazırcevaplığı
Hafız’ı pek etkilemezdi. Onunla söz yarışını kazanamayacağını bilir, söylediklerini
bastırmak için değneğini daha da hızla takırdatır, çevrede hiç ev kapısı
olmadığı halde sesinin bütün gücüyle "Kuyuya kuva düşüren... satıl
düşüren." diye bağırarak uzaklaşırdı.
Bağımsızlığına taassup
düzeyinde düşkündü. Belki de bu yüzden ya da kısmetini bulamadığından tek göz
baba evinde kendi başına yaşıyordu. Evinin hasırını, kilimini silker, toprak
avlusunu süpürür, kısmetini kendi eliyle kaynatır, hatta kuyu başında
bulaşığını ve çamaşırını bile kendisi yıkardı. Ancak işi karşılığında
verilenleri kabul eder ve gül gibi geçinip giderdi. Hatta mahallede onun hayli
varlıklı olduğu dedikodusu da dolaşırdı. Bazıları indiği kuyu diplerinde
bulup sessizce koynuna indirdiği gömülerden söz eder, bazıları da savaş
sırasında Kayacık’a kaçan Ermenilerin kuyularından evlerine girerek yükte
hafif, pahada ağır ne bulduysa toparlayıp taşıdığını ileri sürerdi. Ama
gerçekte kuyu sırığı gibi dosdoğru bir adamdı. Kuyu dibine bilezik aramaya
indirilip bir de yüzük bulursa, ya da tasla birlikte değerlice bir süs eşyası
ele geçirirse cebine indirmezdi: "Haram mal buğazm bir sokumundan geçse
ötekine tıkanır kalır." der ve bulduğunu mal sahibinin eline teslim
ederdi. Bir tarafta beş on kuruş biriktirebildiyse son mangırına kadar alnının
teriyle kazanmıştı. Ama bu söylentiler mahallenin kısmeti kapalı yaşlı
kızlarını, kocası Yemen askerliğinden dönemiyen orta yaşlı dulları pek
ilgilendirirdi. İçin için "Şu kör herif boynumuza bir nikâh atsa da
gömüsünün yerini bulsak." diye düşlere dalanlar bile yok değildi.
Sonunda devlet kuşu
kırıkçı Şâkire bacının evde kalmış kızı Hattuç’un başına kondu. Daha doğrusu
Hattuç, el yor
damıyla oraya buraya
çarpman bu kuşu kafesine sokmayı başardı.
Hattuç yıllardır anasının
kolu kırık, bileği çıkmış müşterilerine karasakız kaynatıp, zeytinyağı
ılıtmaktan usanmıştı. Tombalak top gibi bedeni, iri, pürtlek gözleriyle görünüşü
hiç de çekici değildi. Fakat dolgun, renkli bir ses tonu vardı. Kapısının
önünde aşık oynarken fazlaca şamata yapan çocukları kovalamaya kalktığı zaman
sesini bütün mahalle duyardı.
Gözü gören, eli ayağı
tutan bir kısmetten ümidini kesmeğe başlayınca bütün yeteneklerini Hafız’ı
öksesine kondurmakta kullanmağa girişmişti. O da gömülerin hikâyesini
duymuştu. Elmas, avadanlıklarla dolu küp ve sandıklar onun da düşüne giriyordu.
Bu hayaller gerçek olmasa bile, mahallenin diline düşmeden amacını
gerçekleştirmeye en elverişli olan aday Hafız’dı.
Bu yüzden her fırsatta
kuyuya ya bir tas ya da sahan düşürüp "Aman başıma taş düştü." diye
feryadı basıyor, anasının yüreğini hoplatıyordu. Ondan sonra toprak avluya süpürge
çalarken, duvar dibindeki ekili fesleğenlerinin dibini kabartırken kulağı hep
kirişte bekler dururdu. Hafızın sesi yolun öbür başından yükselir yükselmez
hemen fırlayıp kapının arkasına siner yaklaşmasını beklemiye koyulurdu.
O kuyu dibinde işiyle
uğraşırken Hattuç köfte leğençesini kapar, simidi evsirir, bol yağ ve salça
katarak leğençeyi yumruklamaya koyulurdu. Bilezik taşının her kenarına oturuşunda
Hafız taze yağlı köfte, avrat salatası ve soğuk ayran şölenine konardı.
İlk birkaç kez Hafız,
bunu bir iş çağrısı sanarak ayranı kafaya diker dikmez değneğine sarılıp
davranıyordu. Fakat dave sıklaştıkça o da işin içinde bir bit yeniği olduğunu
sezinler gibi olmuştu. Bu yüzden sözü uzatmaya, hemen kalkıp yola düşmeği
geciktirmeye başladı. Hatta onun dolgun sesi de hoşuna gidiyordu. Ayrılırken
kapıyı göstermek bahanesiyle koluna sımsıkı yapışması, avucundan koluna, sonra
da bütün gövdesine yayılan sıcaklık yüreğini hırhır eritiyordu. Gözleri hafif
kataraklandığmdan gün ışığından hoşlan-
mıyan, yapısı üç taze
gelini donatacak çaptaki gerisini de minderinden kaldırmaya üşendiğinden Şâkire
bacı olup bitenleri pek farkedemiyordu. Bu yüzden de Hafız öksenin sakızına
koluyla, kanadıyla iyice sıvaşmaya fırsat bulmuştu. Sonunda bir gün gene kapıya
geçirmeye gelen Hattuç’un koluna yapışıp "Kız Allah’ın emriyle seni
anandan isteteceğim." diye fısıldamıştı.
Hafız’la Hattuç’un pekmez
şerbeti kadar tatlı evlilik ertesi günlerini gizlice izlemek bir süre mahalle
çocuklarının en çekici eğlencesi olmuştu. Avlularına bakan komşu evlerinin
damlarına karın üstü yatarak sessizce yaşamlarını izlerdi birçok çocuklar.
Onun işten dönüşüne yakın
Hattuç mutfaktaki işlerini bitirir, ekinliğin bitişiğini süpürüp hasırını
serer, üstüne bir döşek serip duvara bir yastık dayardı.
Bu işler tamamlanınca
tası ve tarağıyla kuyu başına kurulurdu. Örgülerini açar, tarağı su tasma
bandırarak özenle saçlarını tarar, yeniden örer, yemenisinin uçlarıyla alnına
fiyakalı bir fiyonk atar, sonunda aptest ibriğini doldurup, kulağı sokakta,
burnu mutfaktaki mangal üstünde tıkırdıyan tencerede, beklemeye koyulurdu.
Dışarda Hafız’m değnek
tıkırtıları yankılanmaya başlar başlamaz koşup sokak kapısının arkasına siner,
tokmağı tıkırdatmasına meydan vermeden aralayıp içeri alırdı.
Araç ve donatımı birer
birer alınıp kapı dibine dayanır, iki avucuyla kolundan sımsıkı tutulan Hafız
kuyu başına yöneltilirdi. Başkaları koluna yapışıp yön göstermiye kalktığı
zaman silkip atacak kadar bağımsızlığına düşkün Hafız’ın koluna yapışan bu iki
el sanki içki gibi başını döndürürdü. Kasları donuk yüzünde mutluluğun
aydınlığı pırıldamaya başlardı.
İbrikten temizlik suyunu
döken Hattuç bir yandan da onu konuşturup günün küçük serüvenlerini öğrenmeğe
uğraşır, bir yandan da kendinin ne işler tuttuğunu sıralar dururdu. Olağan
koşullarda dili pek işlek olmayan Hafız da onun yanında dil bezeği kesilirdi
sanki. Ayaklar, el ve yüz yıkamasından sonra uzatılan peşkire kurulanırken
sanki
Tanrı’nın bağışladığı mutluluğa
şükredermişçesine biteviye "Yarabbi şükür, elhamdülillâh." çeker
dururdu.
Mindere kurulup sırtını
yastığa verince akşam ekmeğinin hazırlığına koyulmak istiyen Hattuç’u hemen
sahvermezdi. Bileğinden tutup yanı başına çökertir, hemen solup sararacak bir
çiçekmişçesine saçını başını okşar, arada bir kendine doğru çekip derin derin
koklardı.
Bilmem Hattuç, varsa onun
gömüsünü bulup altın ve elmaslara kavuşabildi mi? Bulamadıysa bile kırk yıldır
içinde gömülü duran bir altın damarını ortaya çıkardığı kesindi. Balayım
izliyen ay ve yıllarda bu damarı işletmeyi sürdürebildi mi bilmem. Ne de kente
boru suyu gelip kuyular lağam çukurlarına dönüşünce Hafız’m nasıl bir geçim
yolu tutturabildiğini öğrenebildim. Fakat o bana bugün bile elinde değneği,
omuzunda kuyu sırığı, başını iki yana sallıyarak dikilen bir bağımsızlık ve
özgürlük anıtı gibi gelir.
Nurgana’lı Haşan çavuşun
iki oğlu Bodur’la Gebeş’in asıl adlarını nerdeyse anası babası bile unutmuştu.
Sanki bunlar ana-baba bir kardeş değil ayrı maya ve ayrı hamurdan yoğrulmuş
zıtlardı. Bir açıdan Haşan çavuş tepeden tırnağa keskin bir satırla ikiye
yarılıp Bodur’la Gebeş ortaya çıkmış da sayılabilirdi. Ama bu benzetme de tüm
doğru sayılamazdı. Çünkü Haşan çavuşun birbirine karşıt olan yanları dış
biçimi değil huyuydu. Onu da satırla ikiye bölmenin yolu yoktu. Huyu yüzünden
köylü de onun karşısında, bir türlü kaynaştırılamayan duygular içinde bocalar
dururdu. Kurgusu tükenmeyen, makineye benzer çalışma gücünü herkes kıskanırdı.
Çift sürüp çapa yaparken, döşürüm günleri patlıcan, domates ya da erik
toplarken kütük gövdesinin iki yanındaki kısa ve tıkız kollarının gidiş gelişini
nerdeyse gözle izliyebilmek zordu. Dur, duraklama bilmezdi. Bir nefes alıp bir
sigara tüttürüp dinleneyim diye elindekini bırakmak günahdan da beter bir
kötülüktü. Ama çavuşun öyle günleri olurdu ki, sırtını koca cevizin gövdesine
dayar, elinin kısa küt parmaklarını kırçıl sakalına gömer, saatlerce öyle
kalırdı. Çatık kaşları, asık yüzüne bakılırsa dünyanın en akıl ermedik
açmazlarını çözmeye uğraşıyor sanılırdı. Böyle zamanlarda ona soru sormak,
yaklaşıp sataşmak, ya da herhangi türden bir yarenliğe kalkmak barut fıçısına
kor atmaktan beterdi. Çavuşun önce çenesi açılır,
masal canavarları gibi
ateş püskürmeye, dünyayı ve üstündekiler! tepeden tırnağa donatmaya girişirdi.
Hızını sözle alıp istimi tükettiği görülmemişti. İçinde kaynaşmaya başlayan
kokuşmuş duygularını boşaltmaya ağzıyla burnunun yetmediğini sezinleyince
yerinden fırlar ya beli, ya da çapayı kapıp kesip biçmeye, eşip deşmeye
koyulurdu. İşte böyle zamanlarında çavuşun gücüne sultan Süleyman’ın
toprakları bile dayanamazdı. Efendinin köydeki kan değer mallarına onu ortak
seçmesinin gerçek nedeni de buydu: "Çavuş başkasının altı çift öküzüne
denktir." derdi.
Babasının iş üretme
yeteneği ile iyimser ve güleç yanı Bodur’a miras kalmıştı. Anası, babasından
tut da sümüklü küçük bacısına kadar kimsenin hatırını iki etmez, yusyuvarlak
yüzünün üstündeki iki kara gözün güleç ışıltısını hiç bir felâket karartamazdı.
O yüzden de hemen herkes herşeyde ona yüklenir, koştururdu. Askerlik onu
erkekleştirip adam eder diye umut ediyordu babası. Ama bu da boşa gitti. Bir ay
önce terhis olup geldiği zaman biraz kasılıp "Kız şunu getir, bunu
götür." diye erkekleşeceğine daha da güleç ve komutaya bakar olmuştu. Bu
yüzden de Çavuş "Harmanı kaldırınca onu baş göz edelim." diye
düşünürken bu halini görünce oğlunun daha o işin adamı olmadığı kanısına
varmıştı.
Cevizin altındaki kuşluk
ekmeyi yenirken babası "Kız Ayşe şu pınardan su..." demesine kalmadan
Bodur lokmasını leğençenin üstünde bırakıp yerinden fırlar, su tasını kapıp,
bahçenin ayak ucundaki pınarın yolunu tutardı. Evlendirse böyle bir çocuk
avrada söz geçirip dediğini yaptırabilir miydi?
Bodur’un huyu en çok
Gebeş ağasının işine geliyordu. Çünkü ancak aş leğençesi ortaya gelince
davranışlarına canlılık gelen Gebeş her yönden onun tersiydi. Bodur ufak tefek,
yusyuvarlak olduğu halde Gebeş sulak yerde gelişen çınarlar gibi enine boyuna
alıp gitmişti. Ayaklarına uygun postal bulmak bir sorundu. Çamaşır tokacı kadar
vardı. İri, siyah gözlerinden uykulu bir kendinden geçmişlik akar, dolgun,
sarkık yanaklarının ortasındaki etli dudakları esnemek
ten birbirine kavuşmazdı.
Erik bahçesinin alt başındaki koca cevizin koyu gölgesine serilince ikinci
birisine oturacak yer kalmazdı sanki. Bütün gücünü aş leğençesinin çevresinde
harcar, altı ekmeği temizlemeden "Elhamdülillâh" çekmez, sonra da
kılını kıpırdatacak hali kalmazdı. Babasının korkusundan, söylenen işin ucuna
yapışır gözükür, o öte yana döner dönmez de tümünü ya Bodur’un, ya karısının
üstüne yıkar, kimseyi bulamazsa beli, kazmayı toprağa dikip en yakınındaki
çocuğa: "Deden ararsa aptest bozmaya gitti." demesini fısıldayıp
ortadan toz oluverirdi. Çavuş onu her şafakta dürterek avradın koynundan
çıkarırken "Utan senin yediğin ekmek haram olmaya haram ama Allah bir kez
başıma dolamış seni." diye söylenirdi.
"İkinizin yerine
senin şu camız gövdenle Bodur’un ırgatlığını bir araya getirip tek evlat
verseydi yeterdi." Günde en az yüz kez bu hayıflanmayı yineleme olanağı
bulurdu. Ama Gebeş’i lâfın aşındıracağı yoktu. Kadir mevlâm onu yesin, içsin,
uyusun, fırsat buldukça da döl yapsın diye yaratmıştı.
Çavuşun yürüttüğü bu
düzen o temmuz gününün domates döşürümünde birkaç dakika içinde deprem gibi
alt üst oluverdi. Bostanın doğu yanındaki kavak dizilerinin gölgeleri daha
batı sınırına erişmemişti. Başta Çavuş, karısı, gelini, Bodur, Gebeş daha şafak
sökerken döşürüme girişmişlerdi. Maşara aralarına yerleştirilen zembillerden
her kime yakın olanı dolarsa kulplarından tutup cevizin altına boşaltıyordu.
Ayşe nineyle çocuklardan eli iş tutabilenleri de ufakları alta, iri ve
beresizleri üste gelecek biçimde ürünü mahralıyordu. Daha saat geçmeden Gebeş
sepetlerden birini yallah etmiş, fakat boşunu büyük oğluyla geri göndermişti:
"Babam, mahraları heder etmişsiniz, sepeti sen ilet de şunları düzene
koyayım." haberini getirdi. Çavuş kafasını iki yana sallayıp burnundan
uzunca bir soluk bıraktı. Döşürümü daha da hızlandırdı. Ham tezek kokusu gibi
hemen yayılıp geniz yakan öfkesinin korkusuyla ötekiler de hızlanmıştı. Böyle
ne kadar debelendiler bilinmez. Her hal kuşluk ekmeğine yakındı ki, Gebeş’in
sabrı tükenmiş olgun, iri doma
tesleri leblebi gibi
avurtlarına tepiştirmeye koyulmuştu. O ara döşürümcülerin hızını kuran Çavuş
hiç beklenmedik bir iş yapıvermişti. Birden doğrulmuş, görünmiyen bir pençenin
elinden gırtlağını kurtarmak istiyormuşçasına gömleğinin düğmesini çekip
koparmıştı. Herkes başına üşüştü. Pınardan su getirip başına döktüler. Kıl
yakıp burnuna tuttular. Büzüğünü sıktılar. Bostan, bahçe komşularıyla tüm köyün
bildiği ilk yardımlar denendi. Sonunda Kel İmam yanından hiç eksik etmediği,
yuvarlak el aynasını burnuna tuttu. Çevirip baktı: "Allah taksiratını bağışlasın,
hakkın rahmetine kavuşmuş... Mevlâm geride bıraktıklarına ömür versin."
diye son sözü söylemişti.
Çavuşun ölümü yalnız
evinin değil, köyün, hatta kentin dirliğini bozar gibi olmuştu. Bu işten en
kârlı çıkan Gebeş, en zararlı çıkansa Bodur oldu. Çünkü artık yiyip içtiği,
yatıp uzandığı zamanlar kimseye hesap vermek zorunda değildi. Ellerindeki bütün
ortak malların derilip devşirilmesiyse Bodur’un ufarak omuzlarına yüklenmişti.
Bodur işin kat kat artışından pek yakınmıyordu. Ufarak lastik bir top gibi o yana,
bu yana zıplayarak her işe yetişmeye uğraşıyordu. Ona asıl koyan, kara
gözlerindeki iyimserlik ışıltısını bulandıran Gebeş’in tutumundaki değişmeydi.
Eskiden babası duyar diye "Aman ağam Bodur şu çuvalı sen sırtla."
diye yalvarmaları şimdi nerdeyse komutaya dönüşmüştü. Akşamları damın
serinliği en iyi tutan ucuna serdirdiği koca döşeğin üstüne, kıyıya vurmuş iri
bir balina gibi yayılıyor "Ulan Bodur sabah büyük bahçe sulanacak... Ulan
Bodur sabah döşürüm var." diye kasıla kasıla sanki aylıkçı azabına komuta
veriyordu.
İşi karıştıran bu kadar
da değildi. Bunca bahçe ve bostana Gebeş’le Bodur’un ikisi de çalışsa
yetişemiyeceklerini bütün köy biliyordu. Çavuşun korkusundan yıllardır uzun
uzun yutkunmakla yetinen; malı, gücü kuvveti yerinde köylülerden ortağın evine
seçme domates, erik kovalarıyla gitmeye başlıyanlar bile olmuştu. Her gelen
kovasını efendinin selâmlık sofasına bırakıyor, içeride onu etekledikten sonra
kapı dibine çömeliyor, güya yalnız kendi akıl etmişçesine
efendiye başsağlığı
diliyordu. Bu ziyaretlerin gerçek nedenini efendi de hemen sezinliyecek kadar
tecrübeliydi. Ama akıllı ve insaflı adamdı. Bunca yıl hizmetini gören Çavuşun
kırk mevlidi okunmadan çoluk çocuğun elinden mal çekip almak olamazdı. Sonra
adaylar arasından en iyisinin kim olacağını da iyice kestirmek gerekti. Bir
tembel ya da hırsızına çatarsa kötü olurdu.
Umut ışığıyla içi
bulananların en kızgını Cafer kâhyaydı. Ağanın büyük erik bahçesinin
bitişiğinde fendinin de ufak, yarım dönümlük bir bahçesi vardı. Bu komşuluğu neden
göstererek efendinin bu bahçesinin ortaklığını elden kaçırmak istemiyordu. Bir
sabah erken, kuyunun başındaki parmakdutu. silkmiş, tertemiz etmiş, eşeğin
semerine yan gelip efendinin konağını boylamıştı. Onun parmakdutla, şekerpareye
bayıldığını Çavuştan duymuştu. Ötekiler gibi sepetini bırakmadı. Efendinin
önüne kadar iletti. Ağzı kapayan körpe sürgünleri aralayıp bir tadına bakmaya
zorladı. Cafer kâhya öyle karışık hesaplar kuracak kafada değildi. Ortaklık
hırsı gözünü karartmıştı. Kem, küm etmeden niyetini açığa vurdu:
"Efendi, Çavuş
hakkın rahmetine kavuştu. Gebeş oğlanda iş yok. Bodur’sa hangi birine
yetişsin. Yetişebilse de otuz parça malın olan köyde sana yırtıcı bir ortak
gerek. Yoksa köylü çekirge gibi başına çöker. Sana da, ona da hayır
göstermez."
Cafer kâhya eski
eşkiyalardandı. Ağa kısmına bıçağın ucunu göstermenin en iyi yol olduğunu
bilirdi. Onun biraz tehditle karışık tok sözlülüğü işi nerdeyse bitirmeye yetecekti.
Ama efendi onun bitişikteki yarım dönümlük bahçesinden iyice işkilleniyordu.
Döşürüm günleri kendi bahçesinden bir iki yük tutup, kendi malı arasına katsa
kim ne bilirdi. Bilseler de söyliyebilen olur muydu?
"İyi dedin, iyi
dedin ya daha erken. Bir görelim iki oğlan ne edecek. Başedemiyecekleri
meydanda ya gören, işiten ne der. Sen meraklanma. Erik bahçesine ortak ararsam
mal şenindir."
Efendiden bu kadarını
koparmak bile başarıydı. Çünkü
Cafer, iki toy
yeniyetmeyi çok geçmeden bezdireceğinden emindi.. O günden sonra büyük bahçenin
kaderi ters döndü. Birkaç kez döşürümden önce yüzlendi. Sonra, aç ve azgın
bir katır sürüsü salıverilmişçesine, gelişkin dağaçlardan bir kısmının alt
dalları kırıldı. Sulama günlerinde Bodur, elde kürek habire arız boyundaki
öteki bahçelerin hafilerini sıvayıp pekiştirdiği halde, yarım saatte bir, bir
yerden çöküntü oluyor, su azalıyor, Bodur ıslak ördek gibi arığın bir boyundan
ötekine koşturup duruyordu. Gebeş’se ancak akılsız kafasıyla bol bol akıl
hocalığı ediyordu:
"Ulan Bodur sen
çifteye sarılıp bahçenin haymasmda yatıcın. Çek vur ulan gördüğün gölgeyi.
Arkanda ben varım. Ya da su sularken şeyle iyice sin bir yana... Gözetle babalım..
. Tuttuğun bu haftleri kim çökertiyor?"
Bodur’sa her şeyin
nedenini avucunun içi gibi biliyordu ya, Cafer kâhyanın şer arayan tutumuna bulaşmak
istemiyordu. Dalaşmak onun kanında yoktu. Olsa da ne işe yarıyabilirdi. Kâhya
onu parmakları arasında kehle gibi öfeleyiverirdi. Gebeş’teyse onunla güreş
tutacak yürek yoktu. Ama Bodur’un güleç yüzünün, kötülük nedir bilmiyen
bakışlarının bir gün gelip Cafer kâhyayı insafa getirebileceğini ummak da
boştu.
O gün gene büyük bahçenin
sulama günüydü. Gebeş bütün işi Bodur’un üstüne yıkmış kimbilir nerede
uyuyordu. Daha güneş mızrak boyu yükselmemişti ama, iki saatlik sulama
süresinin nerdeyse yarısı geçmiş, bahçeninse ancak dörtte biri su görebilmişti.
Bir hafti onarıp suyu gürleştirmeye kalmadan, akan su sızıntı haline dönüşüyor,
Bodur ilerde başka bir haftin çöktüğünü anlıyordu. Haft tutmasını bilmez
değildi. Tuttuğu haftleri arığın olağan suyu değil sel gelse zor yıkardı. Bunu
yapan birisi vardı. Didinmekten bitkin otların üstüne çökmüş, ele geçirdiği
bir çakmak taşıyla habire küreğinin kenarlarını bileyip duruyordu. Bir ara kulağındaki
şırıltı gene ölür gibi oldu. Fırladı, ilerleyip arığa girdi. Bugün üç kezdir
Cafer’in hafti çöküyordu. Arığın kenarından birkaç kürek kızıl çamur doldurup
göçen yeri bir iyi pekiştirdi. Fakat bunu yaparken de içinden hiç tanımadı
ğı, yağmur bulutu gibi
kapkara bir duygu bulutu gırtlağına doğru yükselmeye başlamıştı. Çünkü, su
kesilince arığa doğru seyirtirken Cafer kâhyanın elde kürek, sinerek baymasının
öte yanma dolandığını farketmişti.
Hincik netmeliydi? Bu
kahbe analının durup haftinin başında beklese, bu kez gider başka bahçeninkini
yıkardı. Girip sataşsa, bu çocuksu gövdesiyle o adam azmanına ne yapabilirdi?
Çenesini küreğin sapma dayamış, gözünü kâhyanın baymasından yana dikmiş,
kararsız öylç duruyordu. Öyle dikilip durarak içinde yücelen öfke bulutunu
denetlemeye uğraşırken, bu karartı birden kafasına vurdu. Düşünme ve tartma
yeteneğini uyuşturdu. Haftin üstünden atlayıp Cafer’in bahçesine girdi. Cafer
sırtını haymanın direğine verip boylu boyuna yere uzanıvermişti. Bodur’u
birden karşısında görünce şaşırır gibi oldu. Sonra, yalvarıp ağlıyacak, yiğitliğine
sığınacak sandı. Pis pis sırıttı. Bodur çenesini gene küreğin sapma dayamış,
gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. Bu bakışlar Cafer’i hafifçe irkiltir gibi
oldu. Onlarda alışık olduğu çocuksu güleçlikten iz yoktu sanki. Aksine denetlemeyi
öğrenemediği koyu bir kin ve öfke koyu koyu yanıyordu gözlerinde:
"Ulan yaşından
başından da utanmıyan gahbe analı." diye gürledi. Sesi bile ikisine de
yabancı gelmişti. Bunu duyunca kâhya yekinmeye kalktı. Fakat Bodur yıldırım
hızıyla küreğinin keskin kenarını herifin şahdamarına indiriverdi. Yüksek
basınçlı su taşıyan bir hortum patlamışçasma etrafa kızıl kan fışkırmaya
başladı. Kâhya olduğu yere yığılıp kaldı. Bodur galiba ne yaptığının farkında
bile değildi. Hiç durmadan arkasını döndü. Arığı boyladı. Önce bahçesinin
haftini iyice sıvadı. Sonra bacağına, abasının kenarlarına sıçrayan kanları
yıkadı. Bahçeyi geçip Sacır’a indi. Kimseye gözükmeden suyun kenarından aşağı
bostana doğru ilerledi. Ev horantası bostanın ortasında döşürümle uğraşıyordu.
Gebeş’se ağacın gölgesinde habire esniyerek mahra tutuyordu. Sacırdan çıkmadan
kısık sesle seslendi.
"Ulan ağa, ulan
ağa."
Gebeş başını kaldırıp
derenin içinden ona el eden Bo
dur’u görünce daha da
aptallaşır gibi oldu. Sen buraya gel der gibi ona el etti. Bodur dayanamadı
kükredi:
"Gel ulan camızoğlu
camız. Kaldır kıçını biraz."
Olağandışı birşeylerin
döndüğünü sezinliyen Gebeş daha da sersemledi. Kendinden beklenmeyen bir
çeviklikle sıçrayıp Sacır’a indi. Olup biteni öğrenince benzi kül kesildi, eli
ayağı titremeye başladı:
"Aman nettin, nasıl
ettin ulan?" Sonra Bodur’un bakışlarının kararmaya başladığını farkedince
öğütledi.
"Kimseye görünme...
Doğru Kilisecik’te emminin yanına seyirt. Hayirlikte saklan. Ben de gidip
efendiyi göreyim."
Gebeş, boynuna çöp dürtüp,
karnını depilemekten kan ter içinde kaldığı boz eşekten, efendinin selâmlık
kapısında indiği zaman güneş tepeye dikilmiş, her yanda öğle ezanları
okunuyordu. Avlu bomboştu. Hayvanı yemliklerden birine bağladı. Sonra dünya
malını gerdanlık yapıp boynuna takıveren şu efendinin nasıl olup da avlusunda
bir de pınar kaynatmadığına içerledi. Şu tulumbanın yerinde bir pınar, ya da
hiç değilse bir çeşme olsa burnunu gömer hem doya doya içer hem yüzünün terini
yıkar temizlenirdi. Çaresiz tulumbanın koluna yapıştı. Önemli bir iş
yapıyormuşçasma indirip kaldırmaya koyuldu. Sofada öğleyi kılan hacı Arap bu
saatte kimdir acep diye namazı bozup merdiven başına geldi. Gebeş’in enine
boyuna serpilip sarkan gövdesini farkedince, dişlek ağzıyla sırıttı ve geveliyerek
sataştı:
"Ulan Gebeş kim
uyardı seni tatlı uykundan?"
Gebeş hacmin yüzünü
görünce terini, susuzluğunu unuttu ve kendinden umulmayan bir çeviklikle
merdivenleri tırmanıp yanma sokuldu:
"Aman hacı emmi
kulun kurbanın olam. Efendi evde mi? Acele görmem, olup biteni hemencecik
söylemem gerek." diye kekeledi. Hacı da onun bu olağandışı telâşından
işkillenmişti. Olup biteni öğrenmeye uğraştı:
"Ne oldu Gebeş yoksa
anan ekmeğini mi kesti? Bu telâşın neyeyse anlat bir bakalım. Belki devayı biz
buluruz. Efendiyi şimdik ya namazdan, ya da sofradan, ya da öğlen uykusundan
kaldırmak gerek. Bilirsin bu da öyle kolay işlerden değil."
BODUR/113
Gebeş bütün bütün
telâşlandı. Ama olup biteni ondan önce kimseye duyurmamak gerektiğini, uyuşuk
aklıyla değil içgüdüsüyle sezinliyebiliyordu:
"Aman hacı emmi
kurban sana. İşler mazzah götürecek gibi değil. Bir içeri sesleniver de Efendi
bir cigara içimi zahmet eriversin."
Hacı da iyice
meraklanmıştı. Ama içindekini, Efendiye dert yanarken dinlemeye uğraşmaktan
başka çare yoktu. Ara kapıyı bir ki yumrukladıktan sonra yaklaşan takunya tıkırtısına:
"Efendiye çebik
haber ver. Nurgana’lı Gebeş her hal hemen kendini görmeliymiş, de..."
Efendi önce çağrıya
aldırış etmek istemedi: "Gitsin ikindiye gelsin." demeye kalktı.
Sonra içinde bir kuşku belirdi. Sandığı gibi bu sadece bahçe aldı-verdisi olsa
Gebeş yon. düşmez, Bodur’u ileri sürerdi. Lâhavle çekip selâmlığn 'lunu tuttu.
Gebeş etek öpmeyi bile unutup Efendinin he men önüne diz çöktü. Dili damağına
dolanarak olup bitenleri sıralayıverdi. Efendi hemen bir tepki göstermedi. Sağ
elinin parmaklarıyla kurduğu kafesi, çiçekbozuğu uzun yüzündeki seyrek kısa
sakallar arasında gezdirdi durdu. Canı iyice sıkışmışa benziyordu. Sonra ağır
ağır sordu:
"Ölmüş mü Cafer
kâhya?"
"Bilmem ki, Efendi...
Bizim Bodur oğlandan olup biteni duyar duymaz ona kaç saklan dedim ve eşeğe
hoplayıp buranın yolunu tuttum. Emme küreyin keskin yanıyla herifin
şahdamarını biçtiğine bakılırsa ne almış ne de vermiştir."
Efendi de öyle tahmin
ediyordu. Bir süre daha sakal taradıktan sonra hiç beklenmedik bir öğüde
girişti:
"Bodur’a hemen haber
sal gitsin jandarmaya teslim olsun. Suyumu çalıyordu, beri öte söyledim.
Küreğiyle üstüme yürüdü. Boynumu biçe yazdı. Korktum ben de salladım küreği.
Böyle diye ifade versin. Ne kadar kötek atarlarsa atsınlar tek kelime
değiştirmesin. Abukatlığını ben yaparım."
Gebeş önüne sürülen
mercimekli pilav lengerinin dibini, son lokmasıyla iyice sıyırırken kafası
halâ öğüdü pek alamamıştı. Ama bunca yıldır kentin en seçkin abukatmdan da
daha iyisini bilecek değildi ya.
114/ UZUN ÇARŞININ ULULARI
Gebeş, Efendinin
söylediklerine pek akimı yatıramamakla beraber, böyle durumlarda da olsa aklını
yormaya uzun süre kutlanabileceklerden değildi. Dediklerini söylediği gibi
yerine getirdi. İşler Efendinin ısmarladığı yönde gelişti, onun etkili
savunması sonucu Bodur’un suçu bir çeşit nefis savunması sayıldı. Beş yıl
giyerek yakayı kurtardı. İki yıl sonra da cülûs affı çıktı ve kurtuldu.
Fakat Bodur’a ne olduysa
bu iki yıl içinde oluvermişti. Gerisini de döndüğü eski çevresi tamamladı.
Mapusluğun ilk günlerinde
eskisi gibi, gözlerinde çocuksu, tezcanlı, güleç, her işe ve her yana
seyirtmeye kalkmıştı. Fakat neden mahpushaneye girdiği haberi kendinden önce
oraya ulaşıvermişti. İki karışlık, tüysüz bodur oğlanın, yıllarca Carablus
yolunu kesip cendermelerin bile gözünü yıldıran Cafer kâhyanın boynunu armut
çöpü gibi uçuruverdiği haberi sanki onu birden yarı tanrı postuna oturtuvermişti.
Belediye hanının mapushaneye ayrılan kesiminin ağaları daha ilk günden ona
"saklı yerine bağla... yenlicekliği bir yana koy. Cana kıyan yiğit,
meydancı gibi eyle her yana koşmaz. Ötekilere komut verir" demişlerdi.
Herkesin gözünün içine bakarak, ağzını açmadan diyeceğini kestirip tavşan kokusu
almış tazı gibi yerinden sıçramayı unutmak o kadar kolay olmadı. Ağalar onun
da, oturduğu yerden koltuğunu kabartıp "Ulan beri bak." diye komuta
vermeyi öğrenmesi için hayli uğraşıp eteğini çektiler.
Bunu esrar kabağı
nefeslemek, mecidiye çeyreğine aşık atmayı öğrenmek, ufak tefek işlerden yatan
cebi kuruşlulardan haraç çekmenin yollarını kavramak izledi. Bodur içerdeki
yaşama hızla alışırken, arkada bıraktığı düzen de hızla bozulmuştu. Ağası
Gebeş’in, anasının haftalık ziyaretlerinde getirdikleri havadisler hiç de iç
açıcı değildi. Gebeş işlere bütün bütün yetişemez olmuştu. İhtiyar anası,
karısıyla dört boy dölden özge iş buyuracak kalmadığı için mecburen ağır
işlerin de bir ucundan yapışmaya zorlanıyordu ama boşuna. Herifin aşla ekmekten
başkasına gücü yetişmediğinden bahçeler, bostanlar bakımsızlık ve susuzluktan
ziyan olup gitmeye başlamıştı. Eh efendi de ne yapsın: Önce tezkereyi ya
zıp erik bahçesini
Uzunoğlan’a aktarmıştı. Bunları köy altındaki üç bitişik bostan izlemişti. İş
bu kadarla da kalmamış, çok geçmeden hacı Arap, Kaylı’nın başındaki kayısı
bahçesinin de tezkeresini muhtara getirmiş, bu da İslam Ömer’e bırakılmıştı.
Gebeş işinin azaldığına için için seviniyordu ama anasının yüreği kan
ağlıyordu. Sonra her övünde altı ekmekten azıyla yetinemiyen Gebeş’in sofrası
da gitgide daralıyordu. Duvar dibine çömelmiş, elindeki çöple toprağa karışık
çizgiler çiziktiren Bodur’un hiç sesi çıkmıyordu. Bir kez Gebeş, "Ne
dersin oğlum Bodur nitsek olanı?" diye akıl danışacak olmuştu. Güleç duruluğu
hayli bulanan Bodur bakışlarını onun ablak suratına dikmişti. Ağzından tek söz
çıkmadığı halde Gebeş içinden geçenleri sezinlemişçesine bakışlarını yere
dikmişti. Üzüm sergisinden sıvışan çingan çocuklarına benziyen şişkin avurtları
kızarıvermişti. Gene de Bodur kısık, öfkeli bir sesle hiç de ummadığını
söyleyiverince bütün bütün aptallaştı:
"O camuz götünü
kımıldatıp mala bakmazsan nidecek elin herifi. Aman Gebeş ağamın canı sıkılır
diye kan değerinde mallarını elinde batmaya mı bırakacaktı."
Gebeş ilk kez karşısındaki
Bodur’un eski Bodur olmadığını sezinlemiş ve ona karşı saygıyla karışık bir
çekingenlik duymaya başlamıştı.
Mapushane kapısında Bodur
şaşkın duralaya kalmıştı. Ötekiler gibi kendisi de bu aftan, elini kana
bulayanların yararlanamıyacağı kanısındaydı. Ama ne olduysa olmuş, ya hasabı
şaşırmıştı kadı, ya da mahpushana müdürü acımıştı haline. Çünkü öteki kanlıları
bırakmadıkları halde başefendi ona da "Haydi ulan Bodur ağa, Padişahım çok
yaşayı çek, köyün yolunu tut." demişti. Bu yüzden af günü onu kapıda
bekliyen kimse yoktu. Cebinde Gebeş’in getirdiği, aşıktan kazandığı üç beş
kuruş vardı. Bununla önce nitsem diye alıp vermeye koyuldu kafasından. Sonra
Belediye hanının ikinci katından zaman zaman büyük bir özlemle seyrettiği koca
havuzu hatırladı. Hanın öteki yarısındaki hükümet kapısının memurlarından, iş
kovalayanlardan, onun çevresine aptest
116/ UZUN ÇARŞININ ULULARI
almaya, burnunu ışıl ışıl sulara
gömerek içmeye gelenlere nasıl imrenirdi. Mübarekin kasteli köy önündeki koca
pınardan büyüktü. Kimbilir suyu da ne serindi. Köşeyi dolanıp öte yandaki
hükümet kapısından avluya girdi. Çekinerek havuza sokuldu. Sundurmanın altında
koca sarıklı birisi kalın ve yüksek sesle dua okuyarak aptest alıyordu. Uzakta
bir kenara çömeldi. Önce su başında oynayan çocuklar gibi iki elini bileğine
kadar daldırdı. îçinden "ülen karpuz çatlatandan da serin." diye
geçirdi. Sonra su yüzünde yüzüşen saman parçaları ve tozları üfledi. Burnunu
serin sulara gömüp uzun uzun içti. Sonra bir iyi elini, yüzünü yıkadı. Elinin
sularını silkip dineldi. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gitmeliydi? Kapıdan çıkıp
bir sağa, bir sola bakıştırdı. Sonra birden akima Ali Rıza efendi geldi.
Durgun, güleç yüzlü, Ali Rıza efendi. Erik domatesi zamanı gelince hemen her
gün aşırı yükleri onun dükkânının önüne yıkardı. Mahralar kantarlanır, Ali Rıza
efendi deftere, efendinin hesabına geçer, sonra da ille Bodur’a bir sürü
ikramlar, meyan şerbeti içirirdi. Meyan şerbetini içine sindirerek kafaya
dikince efendiye gidecek kovaları eline alır, eşekleri önüne katar, efendinin
selâmlığının yolunu tutardı. Orada tulumbanın başındaki duvarın gölgesine
sırtını verir, önüne konan sıcak simit aşı, ya da mercimekli pilavı iştahla
gövdeye indirirdi. Kesin karar vermediği halde ayakları onu Kadı Kastel’i
karşısındaki toptancı dükkânına doğru çekip götürüvermişti. Ali Rıza efendi
mahra kaldırmaya gelen perakendecilerin arasında kaybolan Bodur’u önce fark
bile edememişti. Kasıntılı bir sesle "Selâmünaleyküm Ali Rıza emmi."
deyince başını çevirmişti ondan yana. İlk bakışta tanıyamayışı Bodur’u
işkillendirdi. Sonra birden "Ulan Bodur oğlum nerden çıktın beyle? Sen
hapiste değil misin?" diye şaşırdı. İşini bıraktı. Onu bir kürsüye
zorladı. Öteden beriden birkaç söz ettiler. Toptancı yeni ortaklardan yakındı.
Nerede o babanın sağlığında kalkan kaile. Efendinin hakkını gümüş mecidiye bir
yağlığa, babanmkini başka bir yağlığa sarar, rahmetliyle selâmlığın yolunu
tutardık." diye hayıflandı. "Şimdi seksen yük domates inen tarladan
ellisi zor geliy."
Uzun uzun dertleştiler.
Ali Rıza efendi o güne kadar hiç girişmediği bir işi de tuttu. Bodur’u
omuzundan bastırıp oturttu ve kendisine lahmacunla bir tas karlı ayran ısmarlayıp
yedirdi. Bodur her kente gelişinde burcu burcu burnuna tüten kebap kokularıyla
içini ısıtıp karlı ayran tasını da kaldırıp kafasına dikti. Ali Rıza efendi
bir kürsü çekip yanı başına oturuvermişti. Boğazını bir temizledikten sonra,
"Sen köyün yolunu tutmadan efendiye bir gözük. Hem seni ipten çekti
kurtardı adam, hem belki seni görünce gene bir iki mal verir." diye
öğütledi.
Bodur’un karşısında hiç
şaşmayan efendi oldu: "Saldılar seni demek" ile yetindi. Sonra
niyetinin ne olduğunu sordu: "Köye dönecek misin?"
"Dönecek halımızı
komadm efendi ama başka nere gidek?"
Bodur’un sesinde biraz
serzeniş, biraz da tedirginlik aşılıyan yankılar vardı. Efendi anlamazlıktan
geldi:
"Ulan Gebeş tembelin
birisi. Bütün malları iki yılda batıracaktı. Babanin bunca yıllık hukuku var
amma, işte o yüzden geçimine yetecek bir iki şey bıraktım elinde. Onlara da
bakıp sürmüyor."
Sesinde özür diler gibi
bir hal vardı.
"Sen hapishaneden
çıkınca durum elbet değişir. Sabah sana anan iyi bir de kız alır. Çift çubuk
güçlenir." Sonra gene parmaklarıyla bir süre seyrek sakallarını
tırmıklayıp daldı gitti. Bodur, uyukluyor sandığı sırada toparlandı. Yanı
başından bir tabaka kâğıt çekti. Kalemi divite bandırıp birşeyler çiziktirmeye
koyuldu. Bodur’un yüreğinde birşeyler hop etti ama, pek de öyle birden
umutlanmak istemiyordu. Kurusun diye yanına koyduğu kâğıda dalgınca bir göz
attıktan sonra uykuda konuşurmuşçasına:
"Tezkereyi kâhyaya
ilet. Köy altındaki üç büyük tarladan ikisini güz gelince sana
saydırsın."
Bodur’un göbeğinden
yükselen bir ateş gelip gırtlağını çakıltaşı gibi tıkadı:
"Büyük erik bahçesi
ne olacak efendi?" demekten de kendini alamadı. Efendi bu soruya hemen
karşılık vermedi.
Dalıp gitti. Boğazını bir
iki temizledikten sonra sanki kendi kendine mırıldandı:
"Hele bunları hak
et. Gelecek yıla da Allah kerim."
Bodur tezkereyi Kutsal
Kitab’m yaprağı gibi saygıyla koynuna yerleştirdi. Öğle güneşinin beyni pişiren
sıcağına bakmadan, bostan aralarından köyün yolunu tuttu. Ama hiç acele
etmiyor, hoşuna giden gölgeliklerde terini silip dinleniyordu. Sacır boyuna
ulaşınca tozunu, talazını bir iyi yıkadı. Köye akşam üzeri, herkesin bahçe,
bostan dönüşü girmeyi tasarlamıştı. Sacır köprüsünü geçerken pınar başındaki
köy karılarından Bodur’u ilk gören keleş Ahmed’in İrebiş’i olmuştu. Esasen
köyde, gizli, açık olup bitenleri daima ilk gören de oydu:
"K’ele şu köprüden
geçen Çavuş’un değil mi? Af onu tutmaz dendiydi. Yoksa damı delip mi köyü
buldu?"
Pınar çevresinde su
dolduran, unluk yıkayan, tarla ve bahçeden topladığı felhanı temizlemeye
uğraşanların hepsi işini bırakıp köprüden yana baş çevirmişti. Pınarın yanı başındaki
koca dutun altındaki sekide öbek öbek toplanan köyün erkekleri de onu
farketmişlerdi. En başta cahallar kümesi yekinmişti. Ona doğru koştular.
Etrafını çevirip sekinin kendi uçlarına getirdiler. Ama yetişkin ve yaşlıların
merakı onlarınkinden de baskındı.
"Gel hele Bodur
oğul. Nasıl oldu bu iş. Hoş geldin sefa geldin." diye yanlarına
zorladılar. Sakalı ağaranlar bile oturduğu taştan yekinip ona yer göstermişti.
Eskiden kendine
"Ulan Bodur şunu getir, şunu götür" diye komuta vermekten başka söz
bilmiyenlerin böyle sekide oturdukları yeri ona ikramlaması onu bir açıdan
utandırmıştı. Erkek yerine koymayıp gelip geçerken sataşan köyün genç kızları
bile, pınar başında yazmalarının bir ucuyla yüzlerini kapayıp bakıyordu ona.
Hele döndüğünü duyup yuvarlana yuvarlana sekiyi boylayan Gebeş’in, elini mi
öpsün, boynuna mı sarılsın şaşırması da içini bütün karıştırmıştı. Onu
gözyaşlarını dirseğine silen annesi, yengesi ve sümüklü yiğeı eri izlemişti.
Hepsi de çevresinde halkalanmış ve ona, maiyeti ortasında kasılan bir başbuğ
havası vermişti. Ger
çekte de köyün toplum
düzeni içinde onu hangi kata oturtmak gerektiğinde herkesin kafası biraz
karışmış gibiydi. Eskiden burunları dibinde dururken hatırını sormayı bile düşünmeyen
yetişkin ve yaşlılar onu kendi saflarına katmakta yarışıyor, önüne cigara
üstüne cigara atıyorlardı. Öyle ya, köylünün çoğunun çekindiği ve yıllarca
hükümet zaptiyesine meydan okuyup yol kesen Cafer kâhyanın bir kürekte işini
bitirivermek, oğlanın yüreğinin gövdesinden de büyük olduğunu belli etmemiş
miydi?
Yeniyetmeler içinse o
sanki özdeşleşilecek bir kahraman durumuna girmişti. Kendi aralarından çok,
çocukların çelik çomak oyununa lâyık gördükleri Bodur onlar için düşlenecek bir
yiğit oluvermişti. Mapushanede Bodur, öteki kanlıların zoruyla çevresindekilere
höt, küt etmeyi öğrenmişti. Ama anasından doğduğunu bilen bu kişiler arasında
edindiği yeni kimliği hemen benimseyip kasılmakta zorluk çekiyordu. Ama köyün
donsuz döllerinden, sakalı göbeğini döven ihtiyarlarına kadar herkes onu, bu
rolü sürdürmeye zorluyordu sanki. Hele o ilk gün sekide, herkesin ortasında
Efendinin tezkeresini, muhtarın kucağına, önemsemiyen bir havayla atıverince
Bodur’un sandıkları eski Bodur olmadığım iyice kavramışlardı:
"Bu kâat da nesi oğul
Bodur?" diye muhtar anlamazlıktan gelmişti.
"İmam emmi bir
okusun." diye Bodur kasıldı.
İmam Kutsal Kitap’tan
birşeyler okuyacakmışçasına besmele çekerek kâğıdın katlarını açmış, tezkereye
önce mırıldanarak gözlerini bir alıştırmış, sonra da yüksek sesle
okuyuvermişti. İki bostanı onlardan devralan kulaksız Bekir orada değildi ya,
bu haber ötekiler üzerinde "Ey cemaat şanlı askerlerimiz kanalı
geçmiştir." etkisini yapmıştı. Hele Gebeş’in hali görülecek şeydi.
Utanmasa önüne diz çöküp Bodur’un ellerini öpüverecekti.
Fakat köye dönüşü izleyen
günlerde Bodur’un tutumu en çok ve en çabuk Gebeş ağasına karşı değişivermişti.
Sanki Gebeş birdenbire anasının küçük oğlu, Bodur da ağası oluvermişti. Uzun
yılların birikmiş hıncını alıyordu ondan.
Babası rahmetli "Ulan
yediğin ekmek haram" demekle yetinir, Gebeş’i koyu gölgelerde tohumluk
buğa gibi uyuklamaya bırakırdı. Ama Bodur haramdan hiç söz etmiyordu. Akşam
damda serilen yatağa girmeden, bir zamanlar kendine yapıldığı gibi, Gebeç’in
tepesine dikiliyor "Ulan sabah döşürüm var, erken kalkmalı. Yükler güneş
doğmadan Ali Rıza efendinin önüne yıkılacak." diye komutu bastırıyordu. Gebeş
uyanıp ayılmakta zorluk çekerse döşeğinin ayak ucuna dikilip basıyordu can
alacak yerine tekmeyi. Gebeş iyiden iyiye kötülemişti. Eskisinden çok yediği
halde sarkan yerleri toparlanmaya, göbeği erimeye yüz tutmuştu.
,Çok geçmeden işler
epeyce yoluna girmişti. Öküz ikilenmiş, bir eşek daha alınmış, kavakların
arasında otlayan koyun ve kuzuların sayısı artmıştı. Ama Bodur’un gönlü hâlâ o
erik bahçesindeydi. Yolunun üstünde diye daha bir kez Kalaylı pınara
geçememişti. Ne edip edip o bahçeyi Uzunoğlan’ın elinden kurtarmalıydı. Ama o
herif de sülüktü sanki. Gözünü yıldırmak zordu. Kız, oğlan kuvveti fazlaydı.
Öyle höt deyince yıkılacağa benzemiyordu. Sıska olmakla beraber boyu
Bodur’unkinin üç katma yakındı. Alimallâh isterse onun dalını kolunu evren gibi
sarıp nefesini boğabilirdi. Bodur gene de bir gün dayanamadı. Sabah erken bahçe
ve bostanlarm arasından yolunu uzatıp erik bahçesinin üst başındaki arığın
yanından geçmek istedi. Arığı gölgeliyen cevizlerin altında bir an durakladı.
Bahçenin yamaç aşağı gidişini iç çekerek izlemeye koyuldu. O gün döşürüm vardı.
Uzunoğlan’m kızları dalların altına çarşaf geriyor o da kavak gibi uzayıp giden
gövdesiyle yapışıp dalları sırkalıyordu. Bodur’un dikilip kendilerini
izlediğini ilk gören büyük kız Emo olmuştu. Emo, Bodur’un tersine dolgun
kalçalı, ince belli, dik göğüslü, iri yeşil gözlü, delikanlıları kıvrandıran
bir yosmaydı. Emmisinin oğluna kesildi kesilecek sözü dönmese peşinden dolanan
az olmazdı. Bodur’u farkeder etmez arkasında dal sırkalıyan babasına birşeyler
fısıldadı. Uzunoğlan kazlarmkine benziyen uzun boynunu bir an arıktan yana
çevirdi... Sanki ona gülümsemeye uğraşıyordu. Fakat oğlan suçüstü
yakalanmışçasma hızla uzaklaştı. Ama Uzu-
noğlan’ın içine bir
kurttur düşmüştü. O günden sonra bahçede yalnız kalmaktan çekiniyor, güneş
döner dönmez de evin yolunu tutuyordu. Her rastladığı yerde Bodur’a yaltaklanmaya
uğraşıyor, ama oğlan bu sürtünmelere pek metelik vermiyordu. Onun gönlü erik
bahçesine tutkundu. O yüzden elini kana boyamamış mıydı?...
Akşam üstü sekide,
konuşulanlara ilgisiz, kafasını iki avucunun arasına sokmuş çöple habire
toprağı çiziktirmesi bazılarını işkillendirmeye bile başlamıştı.
Efkârdan yeminini unutup
birgün de çifte kâğıtlı tüttürüp pınar başına gelmişti. "Ne var Bodur
ağa... Sanki bir derdin var." diyecek olmuşlardı oturanlar. Esrarın
etkisiyle olacak bu kez kafasındakileri dışa vurmuş. "Bu erik bahçesi gene
elimi kana bulaştıracak." gibi bir sözler etmişti. Haber yel gibi
"Uzunoğlan"ı buldu. Ama gel oğlum Bodur şu bahçeyi sana sayayım,
denemezdi. Uzunoğlan öyle kişilerden değildi. İşi usturubuyla, kendine
yakışacak biçimde çözmesi gerekirdi.
Bir akşam Bodur dama
herkesten önce çıkmıştı. Mindere kurulup sırtını da haymanın direğine vermiş,
dere boyundan gelen sesleri dinliyordu. En yakınında damın saçağında uyku
hazırlığına girişen gövercin ve atmacaların söyleşmeleri işitiliyordu. Daha
aşağıdan Sacır boyundan gelen ses cümbüşü kimlikleri birbirine kaynaşmış bir
koroydu sanki. Aralarında zaman zaman kurbağa viyaklamaları ayırt
edilebiliyordu. Gerisi her türden gece böceği, su şırıltısı ve yaprak hışırtısı
karışımıydı. Mahpus damında iki yıl bu uyutup gevşetici mırıltının özlemini
açlık, susuzluk gibi çekmişti. Çavuş’un evi dereye bakan yamacın ön
sırasındaydı. Bu yüzden o ses şölenini insan tiyatronun ön sırasından izler gibi
duyuyordu kendini. Arkadaki damlardan yükselen yorgun, uykulu söyleşmeler de
bu duyguyu pekiştiriyordu.
Bodur gözlerini, gökteki
iri güney yıldızlarına dikip Haçyolu’nun nereye kadar uzandığını izlerken dama
çıkan süllüm* ağır bir yük altında esneyip gıcırlamaya başladı. "Bu bizim
koca oğlan gene" diye düşündü. Hapis dönüşünden-
Merdiven.
beri içinde ona karşı öfke ve
küçümsemeden başka birşey duyamıyor, sanki yanma sokulsun istemiyordu. Gebeş de
bunu sezinliyor, karşısında, babası rahmetlinin yanmdakinden edepli durmaya
uğraşıyordu.
Çekinerek yanma sokuldu
ve karşısına çömeldi. Ses çıkarmadan tütün kesesini koynundan çekip bir cigara
sardı ve Bodur’a ikramladı. Ötekisi eyvallâh da demeden aldı. Gebeş söze
nereden başlasın kestiremiyordu. İşten açsa tümünün omuzuna yıkılacağını
biliyordu. Derken hatırına pınar başında rastladığı Süleyman kâhya geldi.
Gözlerine iyice aksu indiğinden ancak birinin yedeğinde dolanabiliyordu. Yanı
başında olduğu söylenince el yordamıyla şöyle bir araştırmış, elini omuzuna
yerleştirip: "Ey, nicesin Gebeş oğul? Bodur geldi geleli senin değirmen
dönmeye başladı ha? Bi akşam gelip kendiyle biraz yerenlik etmek isterim."
demişti.
"Ellâham, Bodur
ağam, Süleyman kâhyanın sana bir iki diyeceği var." Bodur soruşturan
bakışlarını ona çevirdiği sırada öte damdan duraklayarak gelen fener ışığını
farketti. Doğruldu. Damdan aşağı, "Kız Ayşe" diye seslendi. Kâhya
yetişmeden haymanm yanma bir döşek serdirip yastık dayattı.
Süleyman kâhya baba
dostu, eski hamur iyi bir ihtiyardı. Fakat gece vakti damlarına kadar
yorulmasından Bodur birşey anlayamamıştı. Cigaralar sarıldı, ikramlandı. Kahveler
söylendi.
Öteden beriden hoşbeş
ettikten sonra kâhya asıl konuya girmek istermişçesine boğazını bir iki
temizledi:
"Ey, mapusana nasıl
bakalım, Bodur oğul. Allah yardım etti yakayı er kurtardın. Beş yılı yediğin
zaman, yazık oldu cahala demiştim. Elini kana bulamak iyi şey değil ya, suç da
senin değildi. O eşkiya eskisi bahçeyi Çavuş’un döllerinden alırım diye
tutturmuştu. Sayanda köyden bir pislik temizlendi. Neyse meramım eski yaraları
deşmek değil. Ben bubanın çocukluktan yareniyim. Oğul Bodur bu senin Gebeş
ağanda iş yok. Askerlik geçti, mapusluk bitti, şu oğlan daha kaç yıl yastığa
sarılıp yatar diye bir akıl edemedi. Önüne düşmedi."
Boğazını yeniden
temizledi. Bodur dilinin altındakini sezer gibi olmuş, hafifçe utanmıştı.
"Eyvallah Süliman
emmi amma, daha biz kendi karnımızı doyuramıyok" diye mırıldandı. Emmi
çatlak, kaim sesiyle güldü durdu:
"Şuna bak hele,
mapushanede ne sözler de bellemiş. Ulan bubanm artıkları daha yarım köyü
doyurur. Sona avrat evin hayır bereketidir. Hem onlarla olmaz hem de onlarsız.
Emme olması gene de bir köynek iyice çalar. Pişirir, kutarır, şelek çeker,
hayvan sağar. Kafanı fazlaca kızdırırsa şeyle bir öfeler öfkeni alırsın. Seni
artık evermeli. Vaktin geldi de geçiyo bile."
Gebeş bu kışkırtmadan pek
hoşlanmamıştı. Düğün, gelin, ye iç, kalın parası, alışveriş kimin kesesinden
çıkacaktı hep bunlar.
"Emmi, Bodur ağam
mapusdeyken hiç kaile almadık. Hep hazır yedik. Ona da habire harçlık gitti.
Ben istemez olur muyum hiç evlenip barklanmasını. Ama felek yar olmeyki."
"Ulan Gebeş ekmeyine
ortak çıkmasın diye sen oğlanı, tek doğdu tek ölsüne getirirsen. Bereket versin
biz baba vekilleri ölmedik daha. Her birimiz bir ucunu tutar onu ev bark
sahibi ederik. Yeter ki o he desin."
Yüzünü Bodur’dan yana
çevirdi ve karşılık beklermişçesine sustu. Bodur ne diyeceğini bilemiyordu. Bu
iş birkaç kez kendinin kafasından da gelip geçmişti ya. Hangi kız babasının
onu damatlığa yakıştıracağını pek kestiremiyordu. "Şeyle mal mülkçe biraz
güçlenirsem belki temah eden olur." diye düşünüyordu.
"Yalnızlık Allah’a
mahsus. Dediğin doğru emmi ama bize de kim kızını verir?"
"Ülen istedin de yok
diyen mi oldu? Şu Uzunoğlan’ın kızma ne dersin?"
Bodur bu sözlere
içerledi. Nedense hemen akima kambur, yarım akıllı ortanca kız gelmişti.
Kırgın bir sesle:
"Demek emmi o çarpık
yarım akıllıyı yakıştırdın bana. Yoksa canın mazah yapmak mı istedi?"
Süleyman kâhya üst üste
bir iki gevrek kahkaha attı:
"Ulen o çarpığı da
nereden akıl ettin? Büyük ortada dururken çarpık ortanca sıraya girer mi
hiç?"
Bodur’un ağzı ayrık
kalmıştı:
"O emmisi oğluna
sözlü değil mi emmi?"
"Oğul emmi oğlunu
attan indirir derler amma bu köylü yakıştırması. Uzunoğlan eyle diz dıbıldak
yeğenlere kız mı verir? Oğlan iri kıyım emme yüreksizin birisi."
Birden Bodur’un
gözlerinin önüne Emo’nun kıvrımlı, taştan biçilmişe benziyen gövdesi, adamı
bahar karı gibi eritiveren iri yeşil gözleri geldi. Dolgun dolgun yutkundu. Ama
birden içini sonsuz bir umutsuzluk, acı bir değersizlik duygusu doldurdu. Emo
kız onun gibi iki karış bir süngüçlük erkeği n’edecekti. Emmisi oğlu
gösterişli ve yiğitti. Severdi onu doğrusu. Uzun uzun içini çektikten sonra
"Ben he desem de niye yarar emmi. Olamayacak duaya amin denemez. Emi kız
için köy cahalları birbirine girer. Ben neye güvenip de istiyem onu?"
Süleyman emminin ihtiyar
kulağı keskindi. Bodur’un içini dolduran özlemle karışık umutsuzluğu sezinledi:
"Hele oğul sen bir
yol he de. Gerisini bana bırak."
Bu teklife Gebeş’in
yalnız ağzı değil gözleri de ayrık kalmıştı. Kaç yıllık evli ve çoluk çocuğa
karıştığı halde Emo kızı görünce o da yutkunmaktan kendini alamazdı.
Şafak sökenedek Bodur
yorganın altında dehleyen beygir gibi döndü de durdu. İkide birde hoplayıp
döşeğin ortasına oturuyor, cigara, cigara üstüne dürüp içiyordu. Gündüz olsa
neder neder esrar bulur bir de çifte kâğıtlı tüttürebilirdi. Belki kerestesi
bol bir çifte kâğıtlı ancak uykusunu getirdi. Ama yıldızların belli belirsiz
aydınlattığı bu gece saatinde nasıl bulabilirdi nefesi. Süleyman kâhyanın
gitmeye davranırken "Sen işin ötesini bana bırak" deyişinden bu
konuda kestiremediği bir işlerin döndüğünü sezinliyordu. Galiba Uzunoğlan onu
hem elinden, hem de ayağından bağlama peşindeydi. Aralarında bunun sözü geçmese
koca Süleyman emmi, sen o işi bana bırak, der miydi?
Ama bu sezgisine rağmen
Bodur’un sanki ensesinden
BODUR/125
güçlü bir pençe kavramış onu Emo
kızın kıvrım kıvrım gövdesine doğru itiyordu. Yapraklar arasından gün ışığının
sızdığı pınar suları gibi yalap yalap yanan koyu yeşil gözleri açıla açıla
üstüne doğru geliyor, göbeğinden aşağı ateş deresi gibi birşey durmadan
akıyordu. İçinden başka bir şeyse, kör koyu ağzına sokulan çocuk gibi onu geri
geri itiyordu. İçinden "Dengi dengine demişler Bodur oğlum. Sen bu iki
karış bir süngüç gövdenle Emo kızı nasıl çekip çevirin babalım." diyor,
yıllanmış küçüklük tasası başkaldırı? gibi oluyordu. O zaman kendine iyice
kızıyor, babasının çocukken yaptığı gibi sanki iki kulağından yakalayıp
kafasını iki yana sallıyordu: "Oğlum sen yüreğe bak yüreğe. İki
boyumdakiler karşımda el öfelemey?" diye göğsünü şişirip sanki kabarmaya
uğraşıyordu.
Daha çoban kapılardan
davarları toplamaya girişmeden Bodur sessizce giyindi. Yemenisini eline alıp
yatakların ayak ucundan sülünüm yolunu tuttu. Erik bahçesinin alt yanındaki
Narh bende ulaşınca çalının dibinde soyundu. Lastik topu andıran yuvarlak
gövdesini serin suların ortasına fırlattı. O yana, bu yana bir iki tepik
savurduktan sonra eliyle yüzünün, kısa kollarının suyunu sırkıttı. Hızla
giyindi.
Efendi duyunca
Uzunoğlan’m kurduğu tertibi beğendi. Çözüm; kardeşioğlu dışında herkesin işine
geliyordu. Emi kızın gönlü için için emmisi oğluna kayşada neye yarardı bu...
Baba sözünü çiğneyip bildiğini yapacak değildi ya... O yüzden efendi Gebeş’e
her tür kolaylığı gösterdi. On altın karşılığında düzenlenen on iki altınlık ve
bir yıl vadeli senedin alan ve "şühudulhal" bölümlerini iyice
mühürlettikten sonra yarı şaka, yarı ciddî söylendi:
"Gelecek yıl bu
zaman borç kallenden kesilir. Yetmezse başka senet yaparık. Aman efendi bir
yıl daha kalsa dersen oniki yerine ondört altın olur. Duyduk duymadık demeyin
sonra."
Bundan ötesininse belki
de Çavuş’un gözbebeyi olan harman yerindeki İncirli bağın başına patlayacağını
herkes biliyordu. Ama ne Gebeş, ne Bodur ne de tanıklar arasındaki Uzunoğlan’m
buna aldırış ettiği vardı.
1Z0/ UZ.UİN ÇAKŞİİNİİN ULULAKL
Emi kız pazarlığın
bağlandığını öğrenince birkaç gün kenar köşe dolanmış, iri yeşil gözlerinin
pınarında toplanan yaşları yazmasının ucuyla kurulamıştı. Farkeden olursa da
"Gözüme toz kaçtı." deyip geçiştirivermişti.
Ama bu iş en çok Ömer
oğlan’a dokundu. Umduğu birşey yoktu ama işlerin sıkı olduğu günlerde emmisinin
ona gel bir ucundan tut demesinden birşeyler çıkacağını ummuştu. Emi kız da
her kez ona gözlerinin kuyruğu ile güleç güleç bakıyordu. Garip netsin başını
alıp İslahiye toprağında bir ağanın yanma yıllığı iki mecidiye, bir aba ve bir
çift postala azap girdiği duyuldu.
O çarşının gediklileri
arasında değildi. Ancak olağandışı durumlarda oradan gelir geçerdi. Kentte
bulunduğu sıralarda hayat alanı Kalealtı Pazarı’yla Salhane köprüsünden geçip
Hacibaba’daki taş ocağına giden toprak patikaydı. Onu daha çok bizim bağ
evinde yaptığımız kaçak ya da düzenli ziyaretler sırasında görebilirdik. Bağ
evi çevresinde oynarken, Nizip şosasım kesip geçen patikadan ufak bir toz
bulutunun yükselmeye başladığını görünce oyunu bırakır, bağı çevreliyen
duvarın gerisine gizlenerek gelenin Ali Bayram olup olmadığını kestirmeye
çalışırdık.. Toz bulutu yaklaştıkça, kemikleri sayılan lagar bir beygir ya da
eşek üzerinde, iki yandan sarkan bacakları nerdeyse yerde sürünen masal devleri
gibi iri bir gölge belirirse onun iş görmiye gittiğini anlardık. Adının başında
deli lakabı olmadığı halde kentin en zır delisi olduğunu bilmiyen yoktu. Bu yüzden
de karşısına geçip sataşmak, uzaktan da olsa elma, ya da mısır koçanı atmak
gibi çılgınlıklar aklımızdan bile geçmezdi. Onu, kaçıp kurtulmaya imkân veren
bir uzaklıktan izlemek, ağaç gölgeleri, ya da kaya diplerine gizlenerek yakınma
sokulup yaptıklarını sessiz gözetlemekle yetinirdik. Bu kadarı bile bize
tehlike ve gerilimlerle do'u bir kaplan avı gibi gelirdi. Sulak yerde
alabildiğine gelişmiş çam yarması bir herifti. Suratı ve boynu, başındaki uzun
püsküllü fesin uzantısı sanılacak kadar kızıldı. Sıcak yaz aylarında bu
128/ UZUN ÇARŞININ ULULARI
kızıllık daha da
koyulaşıldı. Yüzündeki kasların her birisi de ayrı makamdan oynaşır dururdu.
Çoğu zaman çevresindekileri öfke ya da kuşkulu bakışlarla süzer, kendi kendine
durmadan anlaşılmayan birşeyler mırıldanır dururdu. Bizi en çok ürküten saat
kösteyi gibi kuşağından sarkan kaim zincirle onun katları arasından ucu
gözüken iri, sustalı bıçaktı.
Ondan çekinen yalnız biz çocuklar da
değildik. Ortada gözükünce çarşı esnafı da gizlemeye uğraştıkları bir gerginlik
içine düşerdi. Hemen herkes bize bulaşmasın diye başını öte yana çevirip
görmezlikten gelmeye kalkardı. Ama birinin önünde durup da üzümleri ya da
domatesi yoklayıp fiyat sormaya kalkarsa komşular hemen seferberlik yapar,
sezdirmeden kimi küreğin sapını, kimisi de batman demirini eline alırdı. Çünkü
herifin ne zaman hangi nedenle hır çıkarıp karşısındakine saldıracağı
kestirilemezdi. Böyle bir durum oluşunca da kendisiyle ancak beş on kişi arada
baş edebilirdi. Sözgelişi Memik’in kepenkleri önünde dizilen meyve
mahralarından birisi ilgisini çekecek olsa başına dikilip bir süre, yüklükleri
karıştırır, sanki yığının altında saklı olan birşey arardı. Sonra birden
dikilip kendinden uzak durmaya uğraşan dükkân sahibine, dik fakat gövdesine
yakışmıyan ince, cırlak bir sesle sorardı:
"Üzüm neçiye?"
"Ne verirsen eyvallak
Bayram."
"Neden; ben senin babanın oğlu
muyum? Hayrat mı yapıyn ulan."
"Hayır, estağfurullah Bayram...
Söz gelişim dedim. Ne kadar isten?"
Ona fiyat söyleyip pazarlığa
kaldırmanın tehlikelerini bütün esnaf bilirdi. Memik’in talihi yolundaysa Ali
Bayram "Nalet olsun üzümüne." deyip savuşurdu. Yok verilecek zekâtı
varsa zorba müşteri beğendiyi salkımları terazinin kefesine koyar, doğru
tartıp tartmadığını iyice denetler, aldığını beyaz benekli kırmızı yağlığına
çıkınlar, mangır metelik ne uygun bulduysa tezgâha atıp giderdi.
Yaz aylarında azgınlığı daha da
artar, önüne gelenle Maşıp sövüşür, kafa göz patlatır, ya da kalabalık üstün
gelir
bayıltıncaya dek ona iyi bir sopa
atardı. Bazan kantarın topunu kaçırıp zaptiyelik de olurdu. Ayağına pırangayı,
bileklerine de kelepçeyi geçirebilmek için nerdeyse kentin tüm kanun
adamlarının seferber olması gerekirdi. Onu bağlayıp deliğe tıkmak için gönüllü
yardımcı aramanın da gereği yoktu. Kutsal savaş açılmışçasma herkes işini
bırakır, depik ya da yumruğundan kaçarak iri bedeninin bir yanını denetim
altına almaya uğraşırdı. Bir kez karakola girdi mi ilâcını herkes bilirdi.
Tutuklama sırasında başı yarılıp gözü şişenler kamçı, sopa ne ele geçirirse
başına üşüşür, Allah yarattı demeden ver gitsin ederlerdi. Dayağa iyice
doyduğu kanısına varılır, ya da dövenlerin dermanı kesilirse karakol kuyusundan
çekilen sular kova kova başına boca edilirdi.
Suçu iyi bir kötek ve beş on kova
suyla geçiştirilemiyecek kadar önemliyse ceza hâkiminin karşısına çıkarılması
olağandı...
Onun mahkemeleri, tanık dinlemek,
keşif yapmak, savunma gibi ardı arkası gelmiyen yasal törenlerle uzayıp gitmezdi.
Çoğu kez bir celsede sonuçlanırdı. Yargıç, zaptiye raporunu kâtibe okutur, iki
yanındaki ağır başlı, asık yüzlü üyelerle bir iki fısıldaşır ve yörede meristan
denen tımarhaneye yollanması kararlaşırdı. O zamanlar Ali Bayram işine göre
bazen birkaç ay, bazan da daha uzun süre ortada görülmez, herkes rahat bir
nefes alırdı. Fakat her seferinde yeniden çıkagelirdi. Bazan yolunu bulup
meristandan kaçar, bazan da doktorlar nedense sahverirdi onu.
Zemheri soğuklarında başka bir adam
olurdu Ali Bayram. Üzerine bir çöküntü gelir, delik balon gibi söner, dalı
kolu sarkardı. O zamanlar iki karış çocuk bile ağzına vurup lokmasını elinden
alabilirdi. Galiba bu döneme girince tımarhane doktorları akıllandı deyip
sahverirdi onu.
Böyle düşkünlük dönemlerinde
herkesten uzak durur, ya taş ocağında bir kaya dibine, ya da ıssız bir sokağın
duvar dibine çömelir, elindeki çöple toprağa habire karışık çizgiler çizer
dururdu. Durumuna bakan onu havası kaçmış bir davul ya da suyu boşalmış bir
tulum sanırdı. Ses çıkmıyan etli dudakları durmadan kıpırdar, arada bir iri
yumruğuyla ya
kafasını, ya da göğsünü döverek
inlerdi. Sanki kudurganlık döneminde yeniyi haltlar için kendini suçlayıp
cezalandırıyor sanılırdı.
Fakat bu çöküntü dönemi de hiç
beklenmedik bir günde sona erer, silkinir, kabarıp gerilir, solgunlaşan yüzü
yeniden al al yanmaya başlardı. Sanki düşkünlüğüne pişman olmuş da yeniden
içindeki kini ve öfke kaynağını çevresindekilere yöneltmiye karar vermiş
sanılırdı. Akları damar damar kanlanan kara gözleri gene ışıl ışıl yanmaya,
çevresindekileri kuşkulu ve kızgın bakışlarla incelemeye koyulurdu. Bereket
versin geçim yolu, insanlara karşı duyduğu kuşku, öfke ve nefreti bir ölçüde
zararsız bir yoldan boşaltmaya elverişliydi. Bu yoldan İrinini akıtmasa
çevresini belki de tümüyle kırıp geçirirdi. Onu birkaç kez iş başında
seyredebilmiştik. Canı, cindi çekilmiş bir eşeğin üstünde taş ocağının yolunu
tutardı. Onu farkedince, oyun arkadaşlarıyla birlikte, tepenin aksi yönünden
sinip sürüklenerek taş ocağının kıyısındaki sumak kümelerine sokulurduk.
Sumakların hemen dibinden, dik, kayalık bir yar ocak girişinin önündeki
genişliğe doğru inerdi. Burada, sanki açık hava tiyatrosunun üst basamağından
aşağıdaki oyunu seyredercesine onu korku ve merakla izlerdik. Farkımıza varsa
bile o bizim yönümüzü buluncaya dek tabanları kaldırıp bağ evine kapağı
atabilirdik.
Öeri ve kemikten başka taşıyacak yükü
kalmayan yularsız, semersiz eşeği Ali Bayram boşluğa sahverirdi. Hayvan toz
toprak içinde bulabildiği kuru ot artıklarını kemirirken kendisi de gölgelik
bir kayaya sırtını verir, bacaklarını boylu boyuna uzatırdı. Belinden çektiği
saldırma iriliğindeki bıçağını ele geçirdiği bir çakmak taşıyla iyice biler,
sözlerini ayırt edemediğimiz bir türkü mırıldanır dururdu. Mırıltısıyla
birlikte aşağıdan yoğun bir leş kokusu da yükselirdi. Açıklığın orasını
burasını donatan boy boy hayvan iskeletleriydi kokunun kaynakları.
Uzaktan bile onun bu ortam içinde
keyfinin iyice yerinde olduğu kuşku götürmezdi. Arada bir bıçağın demirine bir
tükrük atıp taşlamaya devam eder, bir türküyü yarıda bı-
rakip ötekine geçerdi. Sonunda
bıçağın keskinliğini tırnaklarından birinde dener, sonra kapatıp beline
sokardı. Bu iş bitince yorgunluk cigarasını dürer, derin nefesler çekip burnundan
salıverirdi. Arada bir kafasını yukarı kaldırıp güney göklerinde halkalar çizen
çaylaklara bakardı. Herhalde bu kuşlar da onu ve işini tanıyordu. Daha taşocağı
yolundayken sevinç çığlıkları atarak yücelerden onu izlerlerdi.
Hayvanını otlatan yaşlı bir köylü
gibi gün dönünceye kadar yerinden kıpırdamayacağı sanıldığı bir sırada birden
toparlanır, cigarasmm başını düşürüp izmariti tütün kesesinin içine atardı.
Tozlar arasında geveleyecek birşeyler araştıran eşeğe uzun bir göz atar, sonra
yanı başındaki urgan yumağını kavrayıp yekinirdi. Hayvanı uzun kulaklarından
avuçlayarak kesim yeri olarak seçtiği yere sürüklerdi. İşini çok iyi bilen
zenatkâr güveniyle hayvanın ön ayaklarını çeke çeke bağlardı. Direnip
debelenerek dengesini korumaya uğraşan hayvanın arka ayaklarından birine de
çelmeyi atar, iri gövdesiyle abanıp onu yere yıkardı. Sonra ipin öbür ucuyla da
mecalsiz, havayı tekmelemeye uğraşan arka ayakları bağlardı. Bunları yaparken
habire homurdanır, direnmeye yeltenen hayvanın orasına burasına yumruk tekme
atarak küfürler savururdu. Sonunda yeniden bıçağını çekip açar, cırlak
sesiyle "ya Pir, ya Allah" çekerek diziyle yere yapıştırdığı boynun
bir yerine güneşte ışıldıyan bıçak demirini bastırırdı. Eline, yüzüne fışkıran
kanlara aldırış etmez, testereyle tahta kesiyormuşçasma bıçağı ileri geri
işletirdi. Bu işi bitirince kanlı aracım çekip hayvanın tüyleri üzerinde
temizler, düşmanını yere seren gladyatörler gibi dim dik doğrulup göğsünü
şişirirdi. Elinin tersiyle yüzündeki kan izlerini temizlerken hayvanın
gittikçe zayıflayan tepilerini yoğun bir mutluluk içinde izlerdi.
O arada çaylaklar da daha aşağı bir
düzeye iner, halkalar çevirerek keyifli çığlıklar atar dururlardı...
Hayvanın kasları iyice gevşeyip
sarkmaya yüz tutunca ipleri çözerdi. Arka ayaklarından birine yapışarak cesedi
sırt üstü çevirir, bıçağının ucuyla kendinden yana olan uylukta ufarak bir
üçgen çizerdi. Belinden çektiği küt uçlu ma-
şadı üçgene sokarak deriyle et
arasında bir şişirme yeri oluştururdu. Sonra pos bıyıklı, etli dudaklarını bu
deliğe yapıştırıp demirci körüğü gibi kabarıp sönen göğsüyle şişirmeye
koyulurdu. Yoruldukça deliği bir avucuyla boğar, korkunç bir zafer ışıltısı
yanan kızıl yüzünü göğe doğru kaldırıp daha da alçalan çaylaklara bir göz
atardı. Bir süre sonra sıska hayvan varlıklı evin semiz eşeğine dönüşürdü.
Şişirme bitince bıçağın ucuyla göğüsten uyluktaki deliğe kadar uzun bir çizgi
çeker ve yüzmeye koyulurdu.
Kurban bayramlarında hayvan
kesilişini başından sonuna duygusuz izlemeye alışıktık. Fakat nedense onun
eşek kesimi hepimizin tüylerini ürpertir, arada bir korkuyla gözlerimizi sıkı
sıkıya kapardık. Bu duygu belki de onun davranışlarının daha çok avını alt
ettikten sonra parçalayıp yemeye girişen vahşî bir hayvana benzeyişinden ileri
geliyordu.
İşini bitirince deriyi güneş gören
bir kayaya sererdi. Tekrar leşin başına dönerek, hırsını yeterince alamamışçasına
karnını boydan boya yarar, kestiği ciğer parçasını çaylaklara doğru sallayarak
haykırırdı:
"Gâh, gâh etleme cuhey... gâh,
gâh etleme cuhey."
Sonra elindeki parçayı onlara doğru
havaya fırlatırdı. Çaylaklar da onun keyfine katılmak istermişçesine çığlıklarını
sıklaştırır ve atılan ciğere doğru dalışlar yaparlardı.
İşinin bu kesimi sona erince
avuçlarını toprağa sürterek arıtır. Sonra tozlu elleriyle yüzündeki kan ve ter
karmaşasını silip temizler, yüzünün son temizliğini de koynundan çektiği
çevresiyle tamamlardı.
Arkasından gene bıçak bilediği yere
uzanır, tütün kesesini koynundan çekerdi. Leşin üstüne uçuşup sarkan adımlarla
deşilen karından kopardıklarını çekiştiren kuşları keyifle izlerdi. Arada bir
leşe sokulamayıp serdiği deriye musallat olmaya kalkan çelimsiz çaylaklara
yerden bir taş fırlatıp ana, avrat küfür ederdi. Derinin suyunun yeterince
çekildiği kanısına varınca onu iç yüzüne katlayıp kıllı yüzünden omuzuna atar,
önemli bir işi başaranların mutluluk ve kasılımı içinde Tabakhanenin yolunu
tutardı.
Ali Bayram derisini dilediği fiyattan
satmakta pek zor
luk çekmezdi. Tabakhanede bir dizi
müşterisi vardı. Dükkân kapılarının bir yanma dayalı tezgâhlarına gerilen
derilerin iç yüzündeki yağ ve et parçalarını kazıyıp dururlardı. Bütün
çevreden çürük et kokusuna karışık ekşi bir havcar kokusu yayılırdı her yana.
Tümü de Tabakhane köprüsünü aşıp gelen karataş döşeli yola sırtları dönük
çalıştıklarından onun yaklaştığının farkına varamaz ve bir yana savuşup yakayı
kurtarmaya fırsat bulamazlardı. Bereket versin Ali Bayram onları sıraya
koymuştu. Aynı dükkâna üst üste musallat olduğu görülmüş değildi. Sırası
gelenin ense köküne sokulur, bir süre elde kesti, belde peştamal gövdelerinin
aşağı yukarı iniş çıkışlarını izlerdi. Sonra omuzundaki eşek, ya da beygir
derisini yere bırakırdı. Kendine ısmarlanan bir işi bitirenlerin rahatlığı
içinde:
"Derini getirdim Hanifi
usta." derdi.
Sesini duyan, elindeki işin en
beklemiyecek kertesinde de olsa hemen döner, tepesine dikilen deve çekingen bir
göz atar "Pekey, Ali Bayram" diye keseye davranırdı. Cebinde parası
yoksa konu komşudan borç alır, herifi başından savardı. Onun fiyatlarının
kesinliğini, pazarlığa girişmenin tehlikeli olduğunu bütün esnaf bilirdi.
Gücüne ve şerrine güvenip olmayacak para da istemezdi. Kesimlik hayvanı kaça
aldıysa üstüne yarım mecidiye emek eklerdi. Esasen canlı hayvanı alış fiyatı da
öyle satıcının keyfine bağlı bir iş değildi. Kalealtı pazarının hayvan alım
satımına ayrılan kesimine girer, gözüne kestirdiği en çelimsiz hayvana
sokulurdu. Soylu bir inek seçiyormuşçasma önden, arkadan bakar, dudaklarını
ayırıp dişlerini incelerdi. Dilediği gibi olduğu kanısına varınca yuları
bağladığı taştan sökmeye koyulurdu. Merak ve telâşla tepesine dikilen mal
sahibine aldırış bile etmezdi. Başına geleceklerden habersiz, geveliyecek
birşey ararken nefesiyle yerden küçük toz bulutları kaldıran hayvanın yularını
sıyırır, kemerini indirir, sonra da koynundan keseyi çekip mal sahibine
tasarladığı parayı uzatırdı. Satıcı onu tanıyorsa, uzatılan umduğundan da az
olsa sesini çıkaramaz, kafasını iki yana sallayarak "lâhevle"
çekerdi. Doğrusu seçtiğini öyle ölmüş eşek fiyatına da almazdı. Derisinden
başka işe
yaramayacak hayvanları seçtiğinden
çoğu mal sahibi onu bir tür kurtarıcı sayardı. Ama pazara ayda, yılda bir
uğrayan, pazarlıksız mal satmayı namusuna yediremeyen garip köylüler de
olurdu. Bir yandan satıp tuz, gaz gibi gereksinmelerini karşılamak için
getirdikleri çuval diplerindeki iki avuç nohut ya da mercimeklerini kapıp
kaçarlar diye kuşkuyla çevrelerini gözlerler, fırsat buldukça da kalenin
göklere yükselen burçlarına ağızları ayrık bakıp dururlardı.
Ali Bayram’m gözüne kestirdiği hayvan
böyle birininse olay çıkması kesindi. Döğüş ve sövüşme ya daha Ali Bayram
hayvanın yularına el atınca ya da parayı mal sahibinin eline sıkıştırırken
kopuverirdi. Yulara el attığını görünce mal sahibi eşek hırsızı sanarak
yerinden fırlar "Dur ulan o benim eşek" diye eline yapışır, sonra da
telâşına aldırış bile etmiyen Bayram’m yakasını avuçlamaya girişirdi. O zaman
saldırganı bileğinden yakalayıp boş çuval gibi bir yana fırlatır ve curcuna
kopardı. Bazen mal sahibinin köylüleri Bayram’ı alt eder, bazen de o saldıranı
altına alıp suyunu çıkarmaya koyulurdu. O zaman bütün pazar yeri karışır, her
yandan haykırmalar yükselir, ne olup bittiğini kestiremiyenler bile kavganın
bir ucundan tutmaya kalkardı. Ali Bayram’m gene bir halt ettiğini kestirenlerse
"Uymayın oğlum o deliye. Vallah kana bile girer." diye çevredekiler!
uyarmaya çabalardı. Fakat böyle kalabalık yerlerde çoğunlukla onun fazla ileri
gitme .ine fırsat verilmez, eşek sahibiyle helâllaştırılıp pazarlık
sonuçlandırılırdı. Bayram’m böyle oldubittili alışverişi mal: değerinden aşağı
kapatmak için değildi. Döğüşüp sövüşmeden verdiğini kabul edenler, umdukları
çevresinde bir satış yaptıklarını anlardı. Bütün sorun, kafasına koyduğunu
kimseye danışmadan, niyetini belli etmeden uygulamaya geçişinden doğardı. Bu
da belki insanlardan çok, dileğine karşı direnecek kadar güçleri kalmamış
hayvanlarla düşüp kalkmanın oluşturduğu bir alışkanlıktı. Bu yüzden de ağzı laf
edip direnen bir karşıtına çatınca, akışı engellenen güçlü bir nehir gibi
kudurup köpürür, önüne dikilenin sağından, solundan, gücü de yeterse üstünden
aşıp amacına ulaşmak isterdi.
Pazarda işlerin kesat gittiği
zamanlar Bayram köylerde kol gezmeye çıkardı. Yine böyle bir gün canı, cini
çekilmiş sıska bir eşeğin üstünde keyifli bir türkü tutturmuş, fesinin uzun püskülü
iki yana tempo tutarak bağlar arasındaki patikadan kente doğru geliyordu.
Yolun kıyısındaki iri cevizin gölgesinde soluklanan bir baba-oğula rastladı.
Çıkınlarını açmış hem kuşluk ekmeklerini yiyor hem dinleniyorlardı. Yakınlarına
gelince Bayram "Selâmüaleyküm, buğaz ola." diye aşinalık etti. Baba
"Eyvallah ağam. Buyur tuz ekmek olak." diye bir nezaket daveti
yapmıştı. Bayram’sa daveti ikiletmedi. Eşeğin durmasını bile beklemeden uzun
bacağını sağrıdan aşırıp indi. Babanın yanma çöktü. Soğuk bulgur pilâvını
yufkayla lokmalayıp ikramlanan soğanı ısırırken baba-oğulun hangi köyden
olduklarını ve bağa ot ayıklamaya geldiklerini öğrendi. Ağzındaki iri lokmayı
zorla yuttuktan sonra "Bağın varsa pekmezin nerde senin?" diye sordu.
Köylü amacını kestirememiş "İnşallah güze o da olur" karşılığını
vermişti. Ama Bayram dinlemiyor "Ulan pekmez nerde, çıkar pekmezi!"
diye direniyordu. Ötekinin şaşkınlığı iyice artıp ne diyeceğini bilemez duruma
geldikçe de onun suratı gittikçe daha da kızarıyor, yüz kaslarının her biri
başka bir düzende titreşiyordu. On üç, on dördünde gözüken oğlan ürkmüş,
elindeki lokmayı sahana bırakıvermişti. Babaysa işi tatlıya bağlarım umuduyla
"Nişlersin ağam misafir umduğunu değil bulduğunu yer" diye onu
yatıştırmaya uğraşıyordu. Ama o yatışacağı yerde gittikçe azıtıyor, kara, kanlı
gözlerini alabildiğine ayırarak "Ulan nereye sakladın pekmezi. Çıkar,
çıkar da yiyek." diye gürlüyordu. Sonunda koca elini uzatıp adamın
yakasına yapıştı. Ona yardıma yeltenen oğlanı öteki eliyle bağın içine doğru
fırlattı. Adamın başına çökerek sille yumruk "Ulan çıkar pekmezi
nerdeyse." diye haykırarak suyunu çıkarmaya koyuldu.
Oğlan yuvarlandığı yerden fırlayıp
"İmdat adam öldürüyler" diye bağ komşularını uyarmaya koşmuştu.
Ellerinde kazma, kürek komşular olay yerine yetiştikleri zaman burnundan
kanlar boşanan baba yerde baygın yatıyor, Bayram’sa hiçbir şey olmamışçasına
sıska eşeğine binip savuş
maya hazırlanıyordu. Hayli didişerek
onu al aşağı edebildiler. Elini ayağını sıkıca bağlayıp "cendermeye"
adam uçurdular. Bir süre sonra da cinayet mahkemesi yargıcının karşısına
çıkarıldı. Tanıklar dinlendikten az sonra hâkim "iyileşinceye dek
tımarhaneye kapatılmasına" karar verdi.
Elleri kelepçeli çıkıp giderken
dinleyiciler de "Dur bakalım Bayram meristandan ne zaman çıkar
gelir?" diye söyleşiyorlardı.
Bizim bağ evinin her mevsimde
çocukları büyüleyen bir yanı vardı. Mart güneşi, kış ayazını kırmaya
başlayınca, meyve bahçesinin çıplak dalları rüzgârda hu çekerken, arıkları
kaplayan kır menekşelerinin yeşil yaprakları temizlikten ışıl ışıl ve dimdik
olurdu. Birkaç gün içinde bu yeşilliğin arasından uzun boyunlu, açık mavi
çiçekler açar, biz de menekşe çayı tiryakisi dedemin başını şişirmeye koyulurduk:
"Aman dede menekşeler açtı. Geçmeden
toplayalım da kurutur içersin." derdik.
O da bir elinin parmaklarıyla
kafeslediği yüzündeki muzip gülücüğü göstermemeye uğraşarak bizi biraz yalvartır,
sonra yanımıza birini katıp kent kıyısındaki bağ evine yollardı.
Menekşeleri, bağın doğu sınırını çitleyen
sarıgül dönemi izlerdi. Yaz aylarında, içinde bacak kalınlığında evran var,
diye korkuttukları bu çah yığını sarıgül denizine dönüşünce kimseyi gitmek
için zorlamaya ihtiyaç kalmazdı. Yetişkinler bu dönemde gül dibinde kaymak
yemeye bayılırdı. Bostancı evlerinden gelen tepsi tepsi pideleri kaplayan sakızlı
çiğ kaymağın üstüne bal sürüp dürüm etmek, çenelerin iki yanından sızan
dereciklere aldırış etmeden avurtmak, doyulur bir şölen değildi.
Sarı gülü, kokulu gül izler, gülsuyu
çıkarmak için devşi
rime girişilirdi. Onun peşinden yeşil
erik ve ham şekerpareler gelir, ev horantası hiç değilse birkaç taze bağ
yaprağıyla yeşili sarma sahresine giderdi.
En çekici dönemse bağın koruklarına
şirinlik yürüdüğü zamandı. Haraf’in tahannebisi, en erken şirinleşen üzüm ününü
taşırdı kentte. Kesilen salkımları bağ evinin önündeki sulama havuzuna boca
eder, sonra da giysilerimizi sıyırıp bize derya kadar sınırsız gelen sulara
dalarak salkım avlama yarışı yapardık. Yaz ayı sıcak iyice yoğunlaşınca bir
yandan bağın içindeki fıstık ağaçlarının sarı salkımları morarmaya, bir yandan
da meyvelikle bostan arasındaki genişliği çevreliyen koyu gölgeli, iri ceviz
ağaçlarının ürünleri içlemeye yüz tutardı. O günlerde cevizlerin tepesinden
hemen hiçbir yere inmezdik. Dallara tutunarak bir ağaçtan ötekine geçer, maymun
yavruları gibi durmadan ceviz oyup tepiştirir, karnımızı bozardık.
Harafı sevenler yalnız biz de
değildik. Her mevsimde varlıklı, yoksul her düzeyde aile ve esnaf kümeleri
gelip yer tutarlar, bostancılara yaltaklanıp hoş bir gün geçirmeye çalışırlardı.
Onu ilk kez böyle bir esnaf
sahresinde görmüştüm. Dokuz, on yaşlarındaydım. Mahalle arkadaşlarıyla sıvışıp
ceviz yemeye gelmiştik. Bazısının omuzunda torba, ötekilerinin elinde bir sepet
ya da koltuğunda bir paketle kalabalıkça bir cahal kümesi üzüm itleri gibi
peşi-peşine dizilmiş, akarın üstündeki köprüyü aşıp bizim sınırı geçmişti.
Bostanda, kadın, çocuk çapa yapan Nunnuş Hüseyn doğrulup aracının sapma
dayandı. Onları izlemeye koyuldu. Cahal sahrelerini pek sevmezdi, Nunnuş. Çünkü
ağızlarında mısır koçanı tepili binliklerin içindeki zıkkım boğazlarından
geçmeye başlayınca azardı bu yeniyetmeler. Ya aralarında dövüş dava çıkar
zaptiye gelir, ya da bahçe bostan talana kalkarlardı. Çok geçmeden bu da duyulur,
dedemden iyi bir azar işitirdi.
Ellerinin boyasından tabak, ya da
saraç kalfası olduğu anlaşılan kalabalık aralıkta karargâh kurmaya kalkınca
Nunnuş’la yetişkin oğulları çapaları kavrayıp önlerini kesmeye kalktılar.
Sesler karşılıklı yükselmeye yüz tuttuğu sıra
da geriden, iki yeniyetmenin arasında
gelen yaşı, giyim ve davranışı onlara hiç benzemiyen birisi hızlanıp araya
girdi. İki tarafı yatıştırdı. Nunnuş’tan izin sağladı ve çayırın üstüne
açkılar serilip ocak kurularak sofra donatılmaya geçildi. Herşey hazırlanınca o
tuhaf giyimli adam binliği boğazından tutup halkanın bir yerine yerleşti.
Bu gibi meclislere daima götürdüğü
küçük kürsüsüne kurulmuş, binliği de yanı başına yerleştirmişti. Sonra koyun
cebinden pırıl pırıl yanan ufacık bir tas çekti. Binlikten boşalttığı
yudumları sofra çevresinde bağdaş kuranlara sırayla geçirmeye koyuldu.
Gençlerden acemileri, tası dudaklarına yaklaştırırken gözlerini sıkı şifaya
kapıyor ve baldıran zehiri çekermişçesine birden ağzına boşaltıyor, kızarıp
allak bullak oluyor, tası uzatırken öteki eliyle de sofradan birşeyler kapıp
ağzına tıkıştırıyordu. Çoğunun daha bu işte pişmeye vakit bulamadığı belliydi.
Bir kaçıysa, ayıp iş tuttukları duygusundan kurtulamadıklarından mey tasını
ağızlarına götürürken öteki elleriyle perdeliyor, sanki çevresindekilere ne
yaptıklarını belli etmemeye uğraşıyorlardı.
Sâki işini çok iyi bilenlerin
güveniyle tası birkaç kez dolandırdıktan sonra bir de kendisi için doldurdu.
Ufak yudumlar alıyor, boş eliyle de uzanıp sofradan meze seçiyordu.
Midelerin kazıntısı bir ölçüde
giderilip kafalar kıvılcımlanmaya yüz tutunca sahreciler çibik çalıp "De
bahalım Ali ağa" demeye başladılar. Zorlamalar yeterince yoğunlaşınca
telâşsız, kürsüsünden davrandı. Cevizlerden birinin gövdesi dibine ambar edilen
sepetlerden zilli tefini çekti, gelip yerine kuruldu. Boynunun kuğu kıvrımını
daha da abartıp gözlerini baygınlaştırarak ağırca bir şarkı okumaya koyuldu.
Sesi kalındı. Erkek sesi olduğu kuşku götürmezdi. Fakat göz süzüp boyun
kırışı, arada bir omuz titretişiyle şano kızları gibi gözükmeye iyice
özeniyordu. Şarkıyı, türküler, onları oynak köçek havaları izlerdi. Şaplak
temposu hızlanınca tefi bırakıp parmaklarına iki zil geçirdi. Omuz titretip
kıvırarak dönmeye başladı. Arada bir yeniyetmelerin birisinin önünde arka üstü
kıvrılıp geriliyor, alnına para yapıştırtıyordu.
Köçeklik sırasında bile
sakiliyi elden bırakmıyordu. İçenleri dikkatle izliyor, kantarın topunu kaçırma
yoluna girenleri lâfa tutup sıralarını atlatıyordu. Konuşması fazlaca peltekleşmeye
yüz tutanları koltuğuna girip "Gel hele yiğitim şöyle bir dolanak"
diye yerinden kaldırıyor, meyveliğin çevresindeki arka indirerek yüzüne birkaç
avuç su çarpıyordu.
Meslek hayatlarında
olduğu gibi işret meclisinde de henüz çıraklık eden bu yeniyetmelerin
hiçbirine sapıtma fırsatı vermiyordu.
O günden sonra Kız Ali’ye
çarşı pazar çeşitli yerlerde rastladım. Bu, yüzü sinek kaydı tıraşlı ve bol
pudralı, kaşları rastıklı adam beni hacivatçı Vakas’m Tarçın beyi kadar ilgilendirmişti.
Burma koç boynuzu bıyığın erkeklik simgesi sayıldığı o dönemde Ali’nin
burnunun altında irice bir sinek büyüklüğünde birkaç kıldan başkası görülmezdi.
Fesini çevreliyen ince ahmediye sarığın sağ yanında daima bir dal fesleğen
takılı durur, mintan ve kıl şalvarı nerdeyse etine yapışık dururdu. Yürürken
erkekçe kafasını geriye atıp koltuklarını kabartarak kütür kütür gidecek yerde
kötü mahallenin karıları gibi kırıtır, her yanı ayrı bir yönde oynar dururdu.
Küçük kafam neden onun böyle karılığa özendiğini bir türlü almaz, her
rastlayışımda büyülenmişçesine peşine takılmaktan kendimi alamazdım. Bu yüzden
kısa sürede Şaraküstü yolunda küçük bir berber dükkânı işlettiğini öğrendim. O
yöreye yolum düşünce karşı kaldırımdan, ya da birşeyi siper alarak bir süre
olsun onu gözlemekten kendimi ' alamazdım.
Müşterilerden tümü
çevredeki keçeci, huderci, kuyumcu esnafıyla köyden gelen yükçülerdi. Esnaf
sınıfından top sakallı, ağır başlı, eli tesbihli olanlar pek uğramıyordu ona.
Daha çok, berber kürsüsündeki tutukluluk sürelerim Kız Ali’ye sataşarak
geçirmek istiyenler gelirdi ona. Ustura ya da makas elde kırıtarak çevrelerinde
dönerken, orasını burasını çimdiklemeye kalkanlara "Dur ağam, ahıllı dur.
Ustura bir kayparsa al kana boyanırsın." derdi.
Yüklerini toptancıya
yıkıp hayvanlarını ya ağanın avlu
su ya da nalbant
dükkânına bırakan yükçülerden gelenlerse sakal, ya da kafa kazıtmak ihtiyacı
kadar onun yanına Karagöz gösterisine uğrardı.
Müşterileri öyle temizlik ve düzene
düşkün değildi. Ama doyurulmamış bütün bilinçsiz özlem ve iştahlarını sabun,
su ve silgi bezine atayan sinirli karılar kadar titizdi. Çevresi krepon
kâğıtlarıyla süslü aynasında, tarak, ustura ve makasların özenle dizildiği
tezgâhında tek bir sinek pisliği bulabilmek olanaksızdı. Her tıraştan sonra,
yeni müşterinin işine girişmeden çomruğunu kapar, yerdeki izmarit, saç kırpıntısı
ve daha ne varsa özenle köşeye toplar, küreğe alır ve köşede ışıl ışıl yanan
çöp tenekesine boşaltırdı. Çöp tenekesi bile herhalde birkaç kez boşaltılıp
parlatılırdı. Çünkü üstündeki kabartma camuz silüeti ve altındaki
"mariketilcâmus" sözlerinde bile pis, pas görülmezdi.
Nedense ne çırak, ne de kalfa
kullanırdı. Nerdeyse kundağından çıkan her dölü bir usta yanma verip, bileğini
altın bilezikle donatmaya önem veren bu kentde onun her işini tek başına
görüşünün nedenini anlayabilmek kolay değildi. Ya titizliği işinin herhangi
bir yönünü çoluk çocuğa bırakmasını engelliyor, ya da babalar çocuklarını bu
köçek kılıklı herifin yanma çırak vermeyi doğru bulmuyordu. Belki de gerçek
neden çalışma alışkanlığının özelliğiydi. Çoğu akşamları geç vakite kadar dolu
olduğundan dükkânın darabasmı kuşluktan önce indiremezdi. Yaradılışı sürekli
çalışmaya elverişli olmadığından arka arkaya birkaç kafa ya da sakal kazıyınca
sıkılır, ya alt kepengi kaldırıp çarşı esnafıyla yarenlik etmeye çıkar, ya da
tıraş koltuğuna yerleşip kişisel bakımıyla uğraşmaya koyulurdu. Kaşlarının
rastığı, gözlerinin sürmesi ve yüzünün pudrasını günde birkaç kere tazeler,
üst dudağındaki çukuru ancak doldurabilen bıyık artığını daha da belirsiz
duruma getirmeye çabalardı. Suratında sakal uçlarının belirmesine hiç fırsat
vermez, usturayı kapıp perdahlardı.
Dükkânın önüne en çok çocuk toplayan
uğraşılardan birisi de çorap örmekti. Her haliyle bunu erkekliğe yakışmayan
bir iş saymadığı belliydi. Her yerden izlenebilecek
bir yere kürsüyü atar, renk renk
yumaklarını berber önlüğüne yerleştirir, elleri şaşılacak bir hız ve ustalıkla
işler dururdu. Çorap koncu uzadıkça üzerinde sarı, kızıl, ya da mor çeşit çeşit
çiçek nakışları belirmeye başlardı. Baldırına yapışan dar şalvar parçasıyla,
bakımlı gülşeftali yemeni arasını donatan çoraplarına bakılırsa bu işi kazanç
için değil kişisel donatımı için yapıyordu.
Kız Ali kuşkusuz toplum düzeni içinde
kel bir kafa, şaşı bir göz ya da çarpık bir organ görünümündeydi. Buna rağmen
kendi iç yaşamı ve çevresindekilerle ilişkisi açısından hiçbir gerilim, çatışma
ve sıkıntısı olmadığı da ortadaydı. Kentin sakalı ağartmış oturaklı yaşlıları
bile onu horlamaz, selâmına, hafifçe sırıtarak karşılık vermekten geri
kalmazdı. Esnaf takımıysa "Ali bacı" diye başlayan sataşma ve şakalarına
rağmen onun karşısındaki çarşı delilerine gösterdikleri taşkınlığı
yapamazlardı. Hiç kimse câmiin aptest havuzu çevresinde yanma çömelip, rastık
ve sürmelerini korumaya özenerek aptest alışını yadırgamazdı. Camide yanma
dikildiği kim olursa olsun ondan bir omuz boyu uzak durmayı hatırdan
geçirmezdi. Kız Ali dini bütün bir adamdı. Ne bir vakit namazı atlatır, ne de
bazı esnaf gibi gizli gizli oruç yerdi. Bu mübarek ayda, kentin tüm
hovardaları gibi o da günah sayılandan elini eteğini çeker, avuç dolusu altın
da saysalar şakiliğe gitmezdi. Hatta oruç yerken yakalanıp yüzü boyanarak
belediye tellâklarının eşeğine ters bindirilmiş, çarşıdan geçirilen
günahkârların yüzüne tükürüp çürük domates atmakta kimseden geri kalmazdı.
Ama herşeye rağmen sonunda onun
testisi de su yolunda kırıldı gitti. Kışla baharın henüz çekişmekte olduğu günlerdeydi.
Bu dönemde kış aylarını mangal başında tepinerek ısınmaya uğraşan çarşı
esnafının ve gerçekte tüm kentin sahre’ damarı kıpırdamaya başlardı. O mevsim
arasının sahre yerleri Çıksorut ya da Hacıbabanm güneş gören, dulda
yamaçlarıydı. İlk çiğdemler buralarda kızıl toprağı yarar, fıstık yeşili çayır
uçları kış tutukluluğundan kurtuluşun müjdeciliğini yapardı. Kuşluk güneşi
Samsak tepenin üstüne iki ’ Kır gezisi.
mızrak boyu dikilir
dikilmez, Çıksorut eteklerini donatan mezar taşlarının arasından torbalı,
sepetli, leğençeli insan öbekleri yokuş yukarı tırmanmaya koyulurdu. Sahre
yerine vakitlice varıp herkesten önce en çekici kaya dibini kapmak için
yarışırlardı. Karargâhı kuran her sahreci kümesi hemen ocağını tüttürüp meyhane
pilavının harcını tencereye yerleştirmeye, künefeyi kırıp tepsiye basmaya
koyulurdu. Lobaz piyazının soğanları doğranırken şire sandığı diplerinden sıyrılan
sucuk ve bastıklar da ortaya dökülürdü.
Daha hafta başında kuyumcu esnafından
bazıları ondan sahrelerini şenlendirme sözünü almıştı. Hafta ortasına doğruysa
bıçakçı esnafından elçiler gelmişti. Bütün zorlamalara karşı Kız Ali
"Verilmiş sözüm var." diye dayatmıştı. Ücreti artırmak, zorlayıp
yıldırma çabaları sonuç vermemişti. Oysa hiç istifini bozmadan: "Ağam
adamın ağzından söz bi kelle çıhar... Ben bu zenaatı pulu için değil keyfi için
yapıyım" karşılığını veriyordu. Onu hiçbir yöntemle yumuşatıp verilmiş
sözünü geri aldıramıyacaklarmı anlayınca elçiler homurdanarak çekip
gitmişlerdi.
Sahre için kuyumcular dutluğu
seçmişlerdi. Her yanı alacakaranlık basıp fenerler yandığı zaman hemen herkes
iyice kıvamına gelmişti. Kız Ali tefini kürsüsünün üstüne bırakıp zillerini
takmış, durmadan çibiklerin temposuna uyarak göbek kıvırıp gerdan kırıyor,
omuz titreterek abanıp şaba topluyordu. Sahreciler de coşmuş "Yaşa ulan
Ali, yedi avrada bedelsin." diye nara atıyorlardı. Dut dalına asılan fenerin
aydınlattığı solgun aydınlıkta çevresinin ötesine kimsenin dikkat edecek hali
yoktu. Güneş battıktan sonra çıkan hafif ayaz da içilenlerin etkisini yel gibi
süpürüp götürdüğünden öyle fazlaca kendinden geçenler de yoktu. Bu nedenle
Ali mey tasını sık sık dolandırıyordu.
Tam keyifler doruğunu bulduğu sırada
fenerin camı bir şangırtıyla parçalanmış, lamba kırılıp sönmüş, kebap ve içki
kokularına yoğun bir gaz yağı kokusu da karışmıştı. Yaz tozuyla henüz
bulanmayan, pınar suyu kadar duru güney göklerinde, kalaycıdan yeni gelmiş
meze sahanları gibi ışıl ışıl yanan iri yıldızlara rağmen karanlıkta dostu
düşmandan ayı
rabilmek olanaksızdı. İçki tepsisi
devrilmiş, yere dökülen sahan ve besinler üzerinde herkes ele geçirdiğinin
yakasından yapışmış boğuşuyordu. Canı yananlardan arada bir "ah, of,
yandım" çığlıkları yükseliyordu.
Kız Ali her biri bir koluna yapışık
kendini sürüklemeye uğraşan iki elin mengenesinden kurtulmaya çabalıyordu.
Yaşından ve her zamanki edalı, kırıtkan halinden hiç umulmayan bir çeviklikle
baskıncıların elinden kurtulmaya uğraşıyordu. Bir ara usturubuna getirip sol
yanmdakinin karnına iyi bir diz atmış, adam "aman" çekerek iki kat
oluvermiş ve kolunu bırakmıştı. Fırsatı iyi kullanan Ali arkasından onun kıçına
iyi bir tekme yerleştirip boylu boyuna yere uzatmıştı. Boş kalan eliyle öteki
koluna yapışanı alt etmeye koyulmuştu. Birdenbire bacakları arasına daldı.
Hayalarından yakalayıp canevinden vurmak istiyordu. Fakat tehlikeyi sezinliyen
genç geri sıçramış ve öteki elinde tuttuğu anlaşılan bıçağı Ali’ye doğru
rasgele savurmaya girişmişti. Daha ilk vuruşta Ali "Yandım anam"ı
basmakla beraber savaşı bırakmadı. Bıçak tutan elini yakalamaya çabalarken eli
kurtulup bıçak Ali’nin boynuna alabildiğine dalıp gitmişti. O zaman elini
boynuna bastırıp derin bir "ah" çekerek yere yıkıldı. Yenilen
baskıncılar bayır aşağı kaçıp giderken kuyumcular da kim öldü kim kaldıyı
kestirmeye koyulmuştu. Çoğunda yırtılan içlik, tırmık yarası ve şişen gözden
öteye zayiat yoktu. Fakat yerde kıvranan Kız Ali’nin boynuna bastırdığı elinin
parmakları arasından habire kan sızdığı yıldız ışığında bile belli oluyordu.
Başına birikip bir çevreyle, soluğunu kesmiyecek kadar boynunu boğup sardılar.
İçlerinden en güçlüsü onu sırtladı. Yanma bir iki de yardımcı katıp
Sarıhastaneye yolladılar.
Ali’yi muayene odasında masa üzerine
uzattıkları zaman nerdeyse kendini bilmiyordu. Hayli kan kaybetmişti ve
yüzünün temiz kalan kesimleri kül gibiydi. Doktor boynundaki büyük damarlardan
birinin kesildiğini ve fazla ümit olmadığını söylüyordu. Sabaha kadar
sayıkladı durdu. Sesi ve nefesi gittikçe zayıflıyordu. Şafak sökerken son
soluğunu alıp verdi. Etraf iyice aydınlandığı zaman pansumancı Hacı
yatağının başucuna gelip üstüne doğru
eğildi. Öldüğüne kanaat getirince doğrulup kan lekeleri tüm giderilmemiş solgun
yüze merakla bakmaya koyuldu. Bu öyle acı çekerek ölen bir yüze hiç
benzemiyordu. Mutlu bir yaşamın sonunda, rahat döşeğinde ölenlerin durgunluğu
vardı yüzünde. Belki de ölürken, sanat hayatının doruğunda muhteşem bir
operanın son perdesinin kapanışında ölüm şarkısını söyleyen sanatçı gibi
hissetmişti kendini.
Cinayetin soruşturmasını yapan
taşralı sorgu hâkimi kız Ali’nin kimliği, kişiliği ve suçun hangi koşullar
altında işlendiğini öğrenince işi pek ciddiye almamış ve kısa süre içinde
dosyasının üstüne "faili meçhul kalan" damgası basılıp bir yana
kalkmıştı.
Fakat tabutu Pazaryeri’ndeki musalla
taşına konduğu gün önünde saf tutanların sayısı âyân cenazelerindekinden az
değildi.
Bütün çocuklar ve sanırım
ahırdaki her tür hayvan için selâmlığın en ilginç ve çekici kişisi oydu.
Seyisler gibi bir görevi vardı orada. Yılda bir aba,
kuşak, bir çift yemeniyle birkaç mecidiye ücret karşılığında hayvanların yemini
tutar, tımarını yapar, gübrelerini küreleyip altlarını temizlerdi. Kendini
bütün evin kethüdası sayan hacı Arap bunlara ek görevler de yüklemeye kalkardı.
Ama Ahraz onu hiç sallarnazdı. El, kol işaretleriyle içerden nargile ateşi istediklerini
anlatmaya, ya da alışveriş sepetlerinden birini koluna geçirmeye kalkınca
bazan başını öte yana çevirmekle yetinir, bazan da eline tutuşturulmak isteneni
yere fırlatarak kesin karşılığını verirdi. Hacı arada bir yüreklenip üstüne
yürümeğe yeltenince, istifini hiç bozmadan tütün kesesini koynundan çeker,
kaytana bağlı duran saldırma iriliğindeki bıçağını açar, tırnağına dokundurarak
keskinliğini denemeye girişirdi. Hacı, demiri ışıl ışıl yanan ve kimseye
emanet edemediği bıçağı görünce yelkenleri suya indirir, başını iki yana
sallayarak "Baş ağır, kulak sağır." diye lâhavle çeker, uzaklaşırdı.
Galiba Ahraz’m çevresinde en az
hoşlandığı Hacı’ydı. Ondan söz etmek zorunda kalınca, biteviye kırpıştırdığı çipil
gözlerinin bakışlarını taklit eder, sonra da bir elini yere doğru silkip
tükürürdü. Hacı’nın da sanırım evde en çok çekindiği oydu. Sarıya çalan açık
kahverengi gözlerini ayırıp
AHKAZ,/14/
avurtlarını şişirerek
üstüne yürümeye kalkınca hemen irkilip geriler, onu şaka yaptığına inandırmak
için kollarını telâşla sallamaya koyulurdu.
Ahraz’m yüzünün en güleç
olduğu zaman Alnısakar’la bir araya gelebildiği saatlerdi. Uzunçarşı’daki
fırınlardan birinde pişiricilik yapan Alnısakar haftada bir iki akşam dostunu
görmeye gelirdi. Hiçbir kez de eli boş olmazdı.
Kırmızı yağlığında bazan
iyi kızarmış birkaç pide, bazan da pişirici hakkından artırdığı üç beş
lahmacun taşırdı. Selâmlık sofrasının kapısından Alnısakar’ın girdiğini görünce
Ahraz’m sarkık yanakları pos bıyığının iki yanında katıngısız iki gülücük
yağmuruna dönüşürdü. Yerinden fırlar, birkaç kez omuzunu tapışladıktan sonra
altına bir kürsü sürerdi.. Hacı; kahve mangalını cemaatin kahvesi için kullanıyor
da olsa önünden çekip alır, dostunun önüne yerleştirir, kendi de tam karşısına
kurulurdu. Önce ateşin üstüne maşa uzatılır, ikramlar tazelenirdi. Biz çocuklar
ve Tısoğlan sanki açlıktan ölmüşçesine iri iri yutkunarak çevrelerinde döner
dururduk. Isınanlardan bize de ikramlamayı hiç ihmal etmezlerdi. Her
seferinde, şölenden belki de pay çıkar umuduyla mangal çevresinde yengeç gibi
eğri eğri dolanan Hacı’yı ikisi de görmezlikten gelirdi. Bu iş bitince Ahraz
kahve ocağına dalar, Hacı’nm herkesten çipil gözleri gibi esirgediği ve bir
tür otorite aracı olarak kullandığı kahve-şeker kutusunu bulup getirir,
cezveye alabildiğine şeker doldurup ateşe sürerdi. Sonra da tütün kesesini
çeker, ikram sigarasını sarardı.
Bizim için bu
buluşmaların en ilginç yanı, kahvelerin son yudumu kafaya dikilip izmaritler de
küle basıldıktan sonra başlardı. Yarenlik aşaması başlayınca her iki dilsizin
de gözleri, tüm yüz kasları, el ve kolları aralıksız işliyen koca karı
çeneleri gibi verimli bir iletişim aracına dönüşürdü. Ağızlarından tek söz
çıkmadan peşi sıra dizilen el kol hareketleri, kaş çatma, göz ayırma, ya da
sırıtmalarla birbirine neler anlattıklarını anlamayı çok isterdik. Fakat herşey
o kadar hızla akıp giderdi ki, küçük aklımız bunları birbirine bağlayabilmeyi
pek başaramazdı. Bununla beraber kullan-
148/ UZUN ÇARŞININ ULULARI
dıkları işaretlerden
bazılarını tanır kimden, ya da neden söz edildiğini kestirebilirdik. Ahraz
kaşlarını çatıp, avurtlarını şişirerek kollarını kabartıyorsa dedemden söz
ediyor demekti. Dedem bu işaretlerin yansıttığı gibi öyle etli butlu bir adam
değildi. Ama galiba bunlar semizlikten çok yetki, ya da komutan anlamına
geliyordu. Başa bir sarık işareti ve kırpıştırılan gözler Hacı’ydı. Buna karşın
elle gösterilen küçük boy işareti bizlerden ve tertiplediğimiz muzipliklerden
söz edildiğini belirtirdi. Yemeklerin bayatlık ya da tatsızlığı dedikodu
ediliyorsa ağza bir lokma işareti gider sonra da yere hafifçe tükürülürdü.
Giyim kuşamın yetersizliği için abanın havı dökülen yerleri ya da yemenilerin
tabanındaki delik gösterilirdi.
Babam, bıyık burma işareti, evin
kadın horantasıysa peçe açan bir el hareketiydi. Genç birisinden söz
ediliyorsa bel kırıp kırıtma, yaşlılarıysa iki büklüm olmaydı.
Alnısakar da o gün işin çok ve yorucu
olduğunu söylemek için dizinde habire pide tapılar ve fırın küreği sokar sokar
çekerdi. Konuşmadan kasları yorgun düşünce cigara ve kahveler yenilenirdi.
Kutudaki kahve ve şeker düzeyinin hızla düştüğünü büyük bir mutsuzlukla izliyen
Hacı, arada bir yetki kaynağını ellerinden kurtarmak için başarısız girişimler
yapardı. Tısoğlan’sa onun azarlanıp sindirilmesine sırıtır dururdu.
Bizlerle olan ilişkilerinde Ahraz’m
tutumu tümden değişikti. Muzipliğin ölçüsünü kaçırdığımız zamanlar bile yalancıktan
bir öfke gösteresi yapar, fakat o zamanlar bile gözlerinin içi gülerdi. Bağ
evine gittiğimiz zamanlar başına yığılan çocuk öbeğine usanmadan söğüt
dallarından boy boy düdükler yapar, taze ceviz oyardı. Mevsimine göre abasının
eteğine en gösterişli üzüm salkımlarını, en iri kayısı ya da körpe hıyarları
doldurup sulama havuzunun içine boca ederdi. Kapışıp tepişmemizi, çocuklarını
izleyen mutlu bir baba gibi seyreder dururdu. Bağın ortasındaki yüksek baymasına
çıkıp tepinmemize, bıyıklarına fıstık sakızı bulaştırmamıza, dürümünün içine
barut gibi acı biber doldurmamıza içerleyip kin tutmak yerine, oyuna yürekten
katılan bir yaşdaş gibi keyiflenirdi.
Yalnız ramazanlarda ona sataşılmaması
gerekirdi. Müslümanlığın şartları arasında tek bildiği oruç tutmak ve iftardan
önce iki rekât namaz kılmaktı. Hacı sık sık onu beş vakit namaza alıştırmaya
uğraşırdı. Özellikle yatsı ezanını okumak için mescidin kayyum odasının
sahanlığına çıkmadan önce giriştiği aptest yenilemeye onu da zorlamaya kalkardı.
Belki de gerçek amacı onu eksiksiz bir müslüman durumuna getirmekten çok
selâmlık yaşamındaki çeşitli görev ve yetkilerini ona göstererek önemini
benimsetmekti.
Fakat Ahraz karşısında onun lâtasının
eteklerini toplayıp yenlerini sıvayışına hiç aldırış etmez, başını öte yana çevirir,
daha da üstelenecek olursa elinin tersiyle onu itiverirdi. Hacı da duyup
anlamayacağından emin olduğu halde, yüreksizliği yüzünden mırıldanarak ona
verip veriştirirdi, öfkesini boşaltırdı:
"Herifte kulak duymaz, dil
söylemez ki, din iman olabilsin. Bunun gibileri sırat-ı müstakimi geçip
cennetin kapısını bulamaz." derdi.
Onun bu suçlamalarına rağmen Ahraz’ın
ramazanda gösterdiği din bütünlüğü ve inanç gücü sanırım öteki bütün
ihmallerini örtmeye yetebilirdi. O günlerde hayvanların bakımına erken
başlardı. Samanlarını özenle eler, yemlikleri uzun uzun temizler, kuyruk
altlarında gözüne ilişen kene ve atsineklerini birer birer yakalayıp parmakları
arasında ezerdi.
O günlerde bu işleri görev olarak,
gelip çatmasını bekliyemediği bir saatin yolunu kısaltmak umuduyla yapardı
Sanki hayvanlar da onun sıkıntı ve gerginliğini sezinler ellerinden geldiğince
sinip uslu dururlardı.
Yem kalburunu önlerine boşaltırken
sabırsızlanıp hemen burnunu samana gömmeye kalkanlara, gözlerini ayırıp
avurtlarını şişirir, boyunlarına öfkeli bir omuz vururdu. Sanki onlara,
"Ulan ben sahurdanberi aç, susuz, sigarasız dayanıp duruyorum da size ne
oluyor?" demek isterdi. Olağan günlerde arka ayaklarının gerisinden geniş
yarım daireler çizerek geçtiğimiz doru kısrak deli Ayuş’la azgın demirkır aygır
bile lokum gibi yumuşardı. Onu yatıştırmak istiyor-
muşçasma kafalarıyla omuzunu
okşarlar, yumuşak ve içten bir sesle hafif hafif kişnerlerdi.
Ahırın işi bitince tulumba başına
geçer, yenleri sıvar, ayaklarını soyar, Tısoğlan’a kolu bastırıp özenle apdest
almaya koyulurdu. İşin tuhafı, bu hazırlığı yaparken, dua ediyormuşçasma,
sessiz biteviye dudaklarını oynatışıydı.
Güneş kale burçlarına yarım mızrak
boyu kalınca selâmlık yazlığının eşiğine oturur, sırtını iyice korkuluğa dayar,
baygınlaşan bakışlarını bir an bile, iftar topunun atıldığı burçtan ayırmazdı.
O sırada elleri de boş durmazdı. Kesesinden çektiği sigara kâğıdı defterinden
yapraklar koparıp bol tütünle doldurur, baş parmağı kalınlığında dört kocaman
sigara sarardı.
İftar topunu doldurup atmakla görevli
Bektaşi babasının, batan güneş önündeki dilimli kavuğu ve dizden boğma
çakşırının silületi topu doldurmak için belirince Ahraz’m yüzünde umut ve
mutluluk ışığı yanardı. Topun ağzından barutun dolduruluşunu, paçavra
tepilişini, fitilin yerleştirilmesini gözünü kırpmadan izler namludan fırlayan
alevle etrafa savrulan paçavra parçalarını görür görmez, sigaralarını
avuçlayıp yekinirdi. Belki de besmele çekmeye sabırları kalmayarak habire
lengerdekini kaşıklamaya girişen Hacı ve Tısoğlan’a hiç aldırış etmez,
sigaralarını özenle kerevetin baş ucuna dizip, öteki ucunda namaza dururdu.
Namazı bitince emekliyerek sedirin
gerisine çekilir, sırtını duvara iyice yapıştırıp sigaralarını arka arkaya
ateşlemeye girişirdi. Ağzından, burnundan fışkıran yoğun dumanlar arasında
yüz kaslarının gevşeyip yayıldığı, kapalı gözlerinin gerisinde beyninin
esrarkeşlerinki gibi uyuşup rahatladığı farkedilirdi. Ancak dört sigarayı
bitirdikten sonra aşa, ekmeğe yönelirdi. O namazdayken Hacı ve Tısoğlan, oruç
açlığını gereğince denetliyemiyerek sahan dibinde yalnız birkaç lokma bırakmışsa
Ahraz’m cini tepesine vururdu. Böğrüne bıçak saplanan buğalar gibi böğürür,
gözlerini ayırıp yumruklarım sıkarak bir Hacı’nm bir Tısoğlan’m üstüne yürürdü.
Bu durumlarda Hacı selâmeti acele namaza durmakta bulur, ötekiyse ahırın
loşluğu içinde silinir giderdi. Onun
öfkesiyse bir türlü yatışmaz, içeriye
açılan kapıyı aralayıp yemek tepsisini fırlatır, acı acı bir iki ulurdu.
Belki de bizi o kadar sevişinin
nedenlerinden birisi de böyle buhranlı zamanlarda yardımına koşuşumuzdu. Sesini
duyunca sofrada da olsak birimiz fırlardık. Ona, "Dur bak sana ne
getireceğim." anlamına gelen bitişik parmaklı bir el işareti yapar, sonra
tepsiyi kapıp mutfağa dalardık. Ele ne geçirebilirsek tepsisini donatıp önüne
koyardık. Hacı bu iltimasa iyice sevinir, yüreği elverse namazı bozup
karşısına çömelebilirdi. Ama böyle bir girişimin nasıl sonuçlanabileceğini
kestiremediğinden dişini sıkar ve yan bakışlarını tepsiden uzaklaştırmakta
hayli zorluk çekerdi.
Tehlikeli olmasına rağmen oruç
keyfiyle kendinden geçtiği sıralarda ona sataşmaktan kendimizi alamazdık.
Özellikle iftar topu patlayıp namazda secdeye yatınca, el çabukluğuyla dört
sigarasından birini aşırarak içine kibrit başı yerleştirmemize pek kızardı.
Kutsal ay sırasında bu oyunun birkaç kez yenileceğini ya unutur, ya da bizi bu
eğlenceden yoksun bırakmak istemezdi. Namaz bitince sigara özlemi öyle
güçlenirdi ki, şöyle başlarını bir açarak barut yerleştirileni aramaya
sabredemezdi. İşimiz yolunda gitmez de ilk iftar sigarası pos bıyıklarının
kenarını kavurarak yerinden fırlatırsa birkaç gün gözüne görünmemek gerekirdi.
Üçüncü, ya da dördüncüsünde keyfi bombalanacak olursa yekinip yalancıktan
üstümüze yürür gibi yapardı. Sonra da tütün kesesinden yeni bir sigara sarmaya
koyulurdu.
Sanırım ona sataşmalarımızdan en çok
keyiflenen Hacı’ydı. Sigarasındaki kibritler parladığı, ya da abasının ucuna
bağladığımız küçük kürsü kendisiyle birlikte havalanıp bacaklarına dolandığı
zamanlar, hıçkırık tutmuşçasına acayip hırıltılar çıkararak pis pis gülerdi.
Ona karşı duyduğumuz yakınlığı da iyice kıskanırdı. Taze ekmek yapıldığı
günlerde ona bazlama dürümü ikramlamamıza iyice içerlerdi.
"Yedirin bahalım Allahın baş
ağır kulak sağırına. Ne var sanki bu döyyüste? Kulak işitmez, dil dönmez, din
iman hak getire. İyi etmişler de taşağını da kırmışlar herifin."
Son sözleriyle, onun hakkında
kendinin anlattığı ger
çek ya da uydurma olayı
anıştırıyordu. Güya dedem onu bir zaman Karadağ ağalarından biri yanına iş için
göndermiş. İçkili bir şölenle konuk ağırlıyan ağa, gönül eğlendirmek için
Ahraz’a da iyice içirip sarhoş etmiş, sonra da adamlarına çakşırını indirtip
yumurtalıklarını sicimle iyice boğdurmuş. Hacı bu yüzden onun evlenip döl döş
sahibi olamayacağını ileri sürerdi: "Bizim idiş rahvanadan farkı yok
onun." derdi.
Hikâyenin gerçekliğini
bir kez babamdan soruşturmaya kalkmıştık. Nedense kaşlarını çatıp gözlerini
ayırarak "Karışmayın böyle işlere" diye azarlamıştı. Sonra da
Hacı’yı karşısına alıp iyice ver gitsin etmişti. Gerçeği ne olursa olsun, o
gündenberi Karadağ ağasına hepimiz kin bağlamıştık.
En mutlu olduğu zamanlar
kuşkusuz hayvanlarıyla bir arada olduğusaatlerdi. Ahırın temizlik ve düzenine
yatıp kalktığı yerden daha çok önem verirdi. Saman ve arpalarını özenle eleyip,
evsirir, yonca, havuç, şalgam gibi taze yemlerini ayıklayıp doğrarken,
çocuklarına yiyecek hazırlayan annelerin titizliğini gösterirdi. Her sabah
tımarlarım özenerek yapar, yelelerini tarayıp örer, göz kapaklarını yağlardı.
Onlarla arasında sessiz, sözsüz duygusal bir iletişim vardı. Bakımları
sırasında arada bir gıdıklarını okşayıp sağrılarına sevgiyle dolu ufak bir
şaplak indirmekten öteye duygusal gösteri yapmazdı. Fakat daha o ahırın
kapısından içeri girmeden hayvanlar geldiğini sezerler, gırtlaktan kısa
kişnemelerle sevinçlerini belli ederlerdi. Yanlarına sokulur sokulmaz
başlarını omuzuna sürterek sanki ona yaltaklanmaya uğraşırlardı. Halbuki bazan
herhangi bir nedenle yemlerini Hacı tutmak zorunda kalınca kulakları kısılır,
kaslar gerilir, arka ayaklar çifte savurmaya hazır duruma geçerdi. Özellikle
deli Ayuş onu yanma yanaştırmak istemezdi. Hacı da bu değişikliğin farkındaydı.
"Ulan ille de o baş
ağır kulak sağır herifi mi istersin?" diye öfkelenirdi.
Onunla beraber olmaktan
en çok hoşlandığımız zamansa yaz aylarıydı. Sıcaklar iyice bastırıp
tahannebiler şirinleşmeye yüz tutunca önce o, sonra hepimiz bağ evine gö
çerdik. Bize uçsuz
bucaksız gelen yer yer fıstık ve zeytin ağaçlarıyla donanmış bağın Giro’nun
kuyusu yönündeki yamacında dört direk üzerine oturtulmuş, dalyan gözetleme
sırığı gibi yüksek bir hayması vardı. Atları yoncalığa çakıp Tısoğlan’a emanet
ettikten sonra dere boyundan bir kucak söğüt dalı keser ve tüneğinin onarımına
girişirdi. Söğüt kabuklarıyle tırmanma merdiveninin basamaklarını pekiştirir,
kış boyunca gevşemiş dalların boşluklarını tazeleriyle onarırdı. Bakım işi
bitince tırmanır, keçesini serer, tüfeğini asar, dört yana bakan pencere
benzeri deliklerden her yanı iyice görüp göremediğini denetlerdi. Hayvan
dostlarına Karabaş da eklenirdi. Bu boyu nerdeyse göbeğini geçert, yeleli, iri
yarı ve azgın bir bekçi köpeğiydi. Zincirle hayma direğine bağlı olduğu
zamanlar bile yanma sokulmaya çekinirdik. İkisi bir arada üzüm hırsızlığını
spora dönüştüren Tabakhane’nin yeniyetme çetelerine göz açtırmazdı. Gündüzleri
baymasının gözetleme deliklerinden beş yüz metre öteden olgun salkımlara
sataşmaya yeltenen kaplumbağaları bile farkeder, tıslayarak yola koyulur,
kabuklu hırsızı ayağıyla sırtüstü çevirir, yeniden dört ayağına dikilebilmek
için harcadığı sonuçsuz çabalara sırıtıp dururdu. Geceleriyse yön gösteren
Karabaş’ın kulaklarıydı. Zincirini hiç elden bırakmadan bağın içinde ve
çevresinde döner dururdu. Artık ikisinin göreve başladığını duyan Tabakhane
külhanileri, bağı çevreliyen duvarın yanma sokulmaya bile yeltenemezlerdi.
Korkuları yersiz de değildi. Çünkü ikisinin de şakası olmadığını
öğrenmişlerdi. Bostancılar arasında üzüm hırsızlarına neler yaptıkları
söylentileri dolaşır dururdu. Bir seferinde Karabaş’ın atlayıp altına aldığı
bir yeniyetmenin geçirdiği korku yetmiyormuşçasına Ahraz da onu bir fıstık
ağacına bağlamış, dere kenarından bir tutam ısırgan toplayıp gelmiş, çakşırını
indirip kaba etlerine iyice sürtmüştü. Başka bir seferinde de iki oğlanı,
ellerindeki üzüm sepetleriyle suçüstü yakalamış, ikisini de ağaca bağlayıp
biraz ötelerine de Karabaş’ı zincirlemişti. İki oğlan sabaha kadar her
kıpırdanışlarmda hırlıyarak üzerlerine yürüyen itin korkusundan çakşırlarına
kirletmişlerdi.
Bağda şafak söküp etrafın
aydınlanmaya başladığını hemen her sabah bize haber veren oydu. Güneş daha doğuda
burnunu göstermeden, elindeki sepete hafif kırağı düşmüş salkımları kesip
doldurur, sonra bunları evin önündeki geniş sulama havuzunun içine boca ederdi.
Arkasından ahıra girer, boz beygiri çekip kuyu dolabına koşar, gözlerini
bağlar ve sağrısına bir şaplak indirip işe başlatırdı. Dolabın gıcırtısı etrafa
yayılmaya başlayınca uyanır, yataktan fırlardık. Soluğu havuzun başında alır,
üstümüzü sıyırıp üzüm avı için sulara atlardık. Bir süre bizi sırıtarak izler,
sonra olukta elini yüzünü yıkar, iki kova doldurup yoncalığa hayvanlarını
sulamaya giderdi. Bu iş bitince havuzun dibindeki erik ağacının gölgesine
çöker, sırtını gövdeye dayayıp sigarasını sarar ve sabah ekmeğinin hazır
olmasını beklerdi. Yemek sahanı eline verilince aç gözlülük edip hemen başına
çökmez, haymanm yolunu tutar, Karabaş’m yalağına hissesini boşalttıktan sonra
hissesine kalanı yemeğe koyulurdu.
Yemek konusunda açgözlülüğüne yalnız
bir kez rastlamıştım. Kentte Fransızlarla savaş iyice kızışmıştı. Bir akşamüstü
gâvur, sanırım bütün toplarını bizim eve çevirmiş, saatlerce ver gitsin ederek
üst katı hallaç pamuğu gibi atmıştı. Evin altındaki mağarada bütün gece ayılıp
bayılan kadınlar, korkudan altına kaçıran çocuklar ve durmadan tövbe istiğfar
edip tekbir getiren yaşlılar inleyip durmuştu. Ev barınacak durumdan çıkınca
babam ne yapıp yaparak, Heyeti Merkeziye’den bir çıkış izni koparmış, herkesi
toparlayıp bir Karadağ köyüne getirmişti. Yalnız Ahraz’la Hacı evde bekçi
kalmıştı. Ayrıldıktan az sonra da kent her yanından çevrilmiş, içerden dışarı,
dışardan içeri kuş uçamaz olmuştu. Üç ay süren çevirme sırasında içerde
kalanlar, ambar diplerini bitirdikten sonra köpekleri ve ev kedilerine kadar,
açlık yüzünden el uzatmak zorunda kalmışlardı.
Kentin düştüğü ve çevirmenin
çözüldüğünün bize ilk haberini getiren Ahraz olmuştu. Bir akşam üzeri, alaca karanlık
bastırmaya yüz tuttuğu sırada, kara kayalar arasından dönerek kent yöresinden
köye çıkan tozlu pakitadan dermansız bir gölgenin, ayaklarını sürüyerek
geldiğini görmüş
tük. O saatlerde dağ ve bayırdaki
davar ve köylüler deliğine çekilmiş olurdu. Bu yüzden mescidin bitişiğindeki
dutun çevresinde oyalanan yetişkin, çocuk herkes gelenin kimliğini merak edip
dikilmiş, yaklaşan gölgeyi izliyordu. Yeterince sokulduğu zaman da ilk bakışta
kimliğini kestiremedik. Birbirine yapışmış iki avurt, soluk dudaklarının iki
yanından mecalsiz sarkan bakımsız bıyıklar, yuvasından fırlayacakmış duygusunu
veren iki iri göz, yırtık bir aba ve çıplak ayaklarla bunun Ahraz olduğunu
kestirebilmek hayli zordu. Beni görünce solgun yüzünde kısa bir mutluluk
pırıltısı yanıp söndü. Sokuldu dermansız, kemik ve deriden oluşan kolunu
kaldırarak elini sessizce omuzuma koyunca Ahraz olduğunu kestirebilmiştim.
Hemen önüne düşüp yerleştiğimiz eve getirdim. Burası toprak damlı, ahırdan
bozma, penceresiz, düz ayak bir yerdi: "Ahraz geldi, Ahraz geldi."
diye haykırdım. Kadın, erkek kaç göç gözetmeden herkes kapı önüne yığılıvermişti.
Babam, amcam, ninem etrafını almışlar, el kol sallayarak ondan ev, kent
konusunda birşeyler sormaya uğraşıyorlardı. Oysa biteviye eliyle lokma işareti
yapıp ağzına götürerek yemek işareti yapıyor, açlığını belirtmeye uğraşıyordu.
İçeriye koşuşup ekmek, pilâv ne bulduksa getirip çöktüğü kapı dibinde önüne
yığdık. Yiyeceklere el sürmeden gözlerini ayırmış hayran hayran bakıyor, iri
iri yutkunuyor ve biteviye eliyle "daha daha" işareti yapıyordu.
Nihayet titreyen elleriyle bir lokma yufka ekmek kopardı. Pilav lengerinden
iri bir lokma dürdü ve ağzına tepti. Sanırım tükrük bezlerinin kaynağı
kurumuştu. Çünkü lokmayı dermansız çiğniyor, bir türlü yutamıyordu. Eline bir
tas su tutuşturduk. Onun yardımıyla üç, dört lokma yedikten sonra dayanıp
kaldı. Açlıktan küçülen midesi daha fazlasını alamıyordu. Bir elinde bir lokma
ekmek, ötekisiyle, yer açmak istermişçesine biteviye midesini ovalıyor, pilav
lengerinden ayıramadığı, açık kahverengi gözlerinden solgun yanaklarına
aralıksız yaşlar sızıp duruyordu. Onunla birlikte hepimiz de ağlaşmaya koyulduk.
Babam gözyaşlarını belli etmemek için arkasını dönmüş, cebinden çektiği
tabakadan bir sigara dürmeye uğraşıyordu. Sonra sigarayı yakıp ona uzattı.
Ahraz,
her nefesin tadını son zerresine
kadar çıkarmak istiyormuşçasma dumanı ciğerlerine çekiyor, hemen boşaltmadan
bir süre nefesini tutuyor, sonra burun deliklerinden salıveriyordu. İzmarit
parmaklarını yakacak kadar kısaldığı halde atmak istemiyordu. Babam tabakayı
önüne sürdü. Getirilen süt ve yoğurttan birkaç yudumu zorla yutabildi. Sonra
olduğu yerde kıvrılıp bir avucunu başına yastık yaparak gözlerini kapadı.
Ancak birkaç günlük bakım ve beslenmeden sonra biraz canlanıp el, kol
sallayarak havadis verebilecek duruma gelebildi.
Gökten yağmur gibi
biteviye "pom pomlar" yağmış, her yandan havaya toz toprak savurup
mahalleyi alt üst etmişti. Günlerce ambar diplerindeki kuru üzüm, fıstık
artıklarını sıyırıp yemişler, sonra yıkıntılar arasında kedi, köpek avına
çıkmışlardı. Bağ evi dümdüz edilmiş, bahçe ve dere boyundaki bütün ağaçlar
kesilmişti. Söylemek istediklerinin anlaşıldığı kanısına vardıkça, iki avucunu
birbirine sürterek "Herşey battı bitti." demek istiyordu sanki.
İstanbul’a okumaya
gidişimin ikinci yaz tatili için eve dönmüştüm. Selâmlık avlusuna girer girmez
ilk iş gözlerim onu aramıştı. Göremeyince nerde olduğunu sormuştum. Sorumu
işitmemişler gibi herkes bir şeyle uğraşır gözüküyordu. Sonunda küçük kardeşim
yanıma sokuldu:
"Geçen kış öldü.
Sulu satlıcan oldu. Ne yaptıksa kurtulamadı. Üzülürsün diye sana
yazmadılar." dedi.
Birdenbire bana evin her
yanının benzi uçup tadı kaçmış gibi geldi. Boğazıma acı bir yumruk tıkandı ve
gözpınarlarımda birşeyler toplandı. Hacı’nm, "baş ağır kulak sağır"
diye horladığı o dilsiz meğer kafamda ve gönlümde ne kadar büyük bir yer
tutuyormuş...
Mahallenin
çocuklarını en çok ilgilendiren Şükrü çavuşsa hemen onun peşini izliyen de
topal Ahmet’ti.
Yaşam ve davranışlarında
benzerlik gösteren yanlar bulunmakla beraber, geceyle gündüz kadar karşıt olan
yanlan dâ vardı.
Şükrü çavuş mescit’in
kayyum odasının altındaki dükkânlardan birinde alaca dokurdu. Kayzer
Wilhelm’inkine meydan okuyan, özentiyle burulmuş kara bıyıkları, çökük
avurtlarının iki yanında nöbetçi süngüsü gibi dimdik dururdu. Gözleri oldukça
ileri bir aşamada tırahomluydu. Çapaklı, habire sulanır, mekiklerdeki
ipliklerin rengini burnuna yaklaştırmadan ayırt edemezdi. Çoğunlukla onu
tezgâhın çukurunda mekik sallarken gördüğümüzden, boy poşu konusunda fikir
yürütebilmek kolay değildi. Yalnız sürekli asık suratı, kalın ve öfkeli sesi ve
bıyıkları yüzünden bakana iri yarı bir adammış duygusu aşılardı. Bu yanılgı
yüzünden de hepimiz ondan çekinir, her söylediğinin doğru olduğuna inanırdık.
Seyrek fırsatlarla
kendini ortada gördüğümüz zamanlarsa çelimsiz, çalımlı bir herif olduğu hemen
farkedilirdi. Bu nedenle olsa gerek o da tezgâh çukurundan çıkmayı pek sevmez,
başmı habire bir yandan ötekine çevirerek mekik sallar dururdu.
Çavuş genellikle
çocuklardan hiç hoşlanmazdı. Yola
göre çukur ve daracık
olan dükkânı ancak ufarak bir pencereden belli belirsiz aydınlanırdı. Birisi o
pencerenin önüne dikilip de ortalığı karartır, gözünün ferini tüm işe yaramaz
durama sokarsa, "Yıkıl oradan ulan it oğlu it.” diye haykırırdı.
Çocukları ona bağlayan ne görünüşü ne
de mesleğiydi. Dilediği yerine getirilirse Çavuş Çanakkale savaşındaki serüvenlerini
anlatmakta çok ustaydı. Habire süngü hücumlarına kalkar, her seferinde en az
bir taburu önüne katıp ya delik deşik eder, ya da tümünü denize döküp boğardı.
Ama başladığı hikâyeyi, meraktan çatlanacak noktasında kesip ertelemekte bire
birdi. Zorlamaya kalkınca da kaşlarını iyice çatar, sesindeki öfkeli ton
yoğunlaşırdı:
"Bir peynir dürümüne bundan
fazla olmaz. Sabah hele şöyle iki ekmeğin arasına yağlı bir topaç sarın getirin
de bakalım belki olur." derdi. Annemizin, akdeve kapıya çökmeden topaç
küpünün yüz yağını bozanın elini kırarım, dediğini söyleyecek olsak, burma
bıyığının üstünden horlayıcı bir nefes bırakır, "Ulan sende heç mi akıl
yok. Anan görmeden al. Farkederse suçu başkasına atarsın." deyip geçerdi.
Ona hikâyelerini tamamlatabilmek için evden yiyecek, giyecek ve yakacak
aşırmakta hepimiz epeyce tecrübe kazandık.
Hacı Arap ona karşı düşkünlüğümüzü de
çekemezdi. Anlattığı savaş serüvenlerini kendine anlatmaya kalkınca, hor gören
bir el hareketi yapar: "Ulan askerlik nerde o nerde!.. Gözüne bakar bakmaz
çürüğe çıkardılar onu. Eline tüfek verilse namlusunu omuzuna dayar, dipceğiyle
ateşe kalkar düzenci herif, "derdi. Ama biz onun sözlerini kıskançlığına
verir, çekemediği için Çavuşu küçük düşürmeye uğraşıyor sayardık.
Çavuş dilediği getirilip önüne
konduğu, ya da selâmlık avlusunu evden ayıran duvarın üstünden öte yana kürelendiği
zaman da: "Ey nerde kalmıştık", diyerek tepiştirirdi. Çiğnerken iri,
dik bıyıkları gözleri düzeyine kadar inip inip çıkardı. Gelen giyimse evirip
çevirir, nefes tüketmeye değeri varsa söze başlardı. Bize işlettiği suçların
mahşer günü kestirilecek cezası, sanırım cehennemin yedinci katında katran
kazanlarında yüz yıl kaynamaya mahkûm
olmaktan daha kolay ve hafif olamazdı.
Bize işletemediği tek
suç, dedeme baskı yapıp dükkânda kira vermeden oturmasını sağlatmaktı.
Rahmetlinin bu konuda başını epeyce şişirdik ama hiçbir yararı olmadı. Onun
adını her duyuşunda cini tepesine fırlardı. "Ben size o utanmaz herifin
yanına gitmeyin diye kaç kez tembihledim? Bir daha gittiğinizi duyarsam
alimallah dükkândan da mahalleden de kovarım onu." diye bangır bangır
bağrırdı. Fakat nedense dedem bu işi pek başaramazdı. Boynunda yedi kişinin
kanı olan adam azmam köylü ortaklarını karşısında tiril tiril titrettiği halde
Çavuş’a bir türlü söz geçiremez, hatta sanki bundan kaçınırdı. Bu da onun
hayalimizdeki yiğitlik tablosunu bütün bütün renklendirirdi. Öyle ya İngiliz
dretnotunun barut ambarından içeri bombayı sokup kent büyüklüğündeki gâvur
gemisini, içindeki beş bin kişiyle birlikte havaya uçuran çavuşla dedem nasıl
baş edebilirdi. Atamanın Limanı' paşası bile göğsünü elmaslı altın nişanlarla
donatmamış mıydı? Nedense bu nişanları bize hiç göstermez "Sandıktan
çıkmaz onlar, günah" derdi. "Ya topal Ahmed’inki göğsünde sallanıp
duruyor." diyecek olsak karşılık hazırdı: "O dili dönmez sehlik herif
nerden bilecek bunu. Hem onun nişânı essah değil. Kim bilir kim mazzah olsun
diye tenikeden yapıp yakasına takıvermiş. Nişan dediğin güneş gibi yalp yalp
yanar." derdi...
Böyle ufak tefek
tartışmalara çok seyrek cesaret edebilirdik. Kızdırıp masalın gerisini
dinleyememek büyük bir tehlikeydi.
Bir kahve ya da nargile
artığı içmek için arada bir selâmlık sofasına uğrar, Hacı’dan yüz bulamazsa
biz hemen etrafını alır, kahvesini pişirmeye kalkardık. Hacı ona çatmaya
kalkınca daha çok biz kızardık:
"Gene hangi
bakiyelerle kandırdın bu masimleri. Utan, yatan günah diye kaç kez tembihledim
sana."
Bu sözleri duymazlıktan
gelir, birimizi el işaretiyle yanma çeker: "Hele içeri bir bak. Marpucu
dolayan varsa nargileyi kap da getir." diye fısıldardı. Hacı bu nargile
izmarit-
çiliğine tutkunluğunu bilir ve
engellemiye uğraşırdı. Başka zamanlar üç kez seslenilmeden yerinden
kıpırdamadığı halde, o varken her beş dakikada bir selâmlık odasına dalıp çıkardı.
Amacı, nargile nefeslemekten yorulup marpucu saranların lülesini ahp mangalın
kenarına dökmekti. Bu yüzden de dedemden her kez azar işitirdi:
"Hacı gene yedin
aynı haltı. Onu dışardaki mangala döksene." Ama Hacı elinde, bir iki
nefeslik duman kalan bir nargileyle o varken sofaya hiç çıkmaz, azar yemeyi yeğ
tutardı.
Hacı’nın ve başkalarının
Çavuş’un uydurmaları konusunda söyledikleri bazen içimde hafif bir kuşku
ayaklandırırdı. Kendi kendime, ama herif uydursa çavuşluğu nasıl sağlardı?
Askerlikte yiğitlik göstermeden adamı çavuş yaparlar mıydı? Yalnız biz değil,
Hacı bile onu Şükrü Çavuş diye çağrırdı. Birgün bu kanımı belirterek Hacı’yı
susturmaya kalkmıştım: "Yeri hey akılsız, çavuşluk kendi uydurması...
Herkes de mazzah olsun diye çavuş adını taktı o düzenbaz herife."
Hasetliğin bu kadarı
görülmüş değildi. Herif nerdeyse çavuşun adam olduğunu bile inkâr edecekti.
Topal Ahmet’le Çavuş’un
en önemli ortak yanları ikisinin de Çanakkale savaşma katılışlarıydı. Yalnız
bunu Ahmet’ten değil başkalarından duymuştuk. Bize hiç gerçek gibi de
gelmemişti. Esasen Çavuş da bu kanıdaydı. Çünkü herifin ağzı konuşmazdı.
Yüzünün sağ yanı iyice yukarı çekikti. Sağ gözü ve ağzının o yanı iyice kapanmaz,
habire omuzuna gözyaşı karışımı salya akar dururdu. Arada bir hatırlar, titrek
eliyle koynundan renkli bir yağlık çekip akan salya ve göz kuyruğundan sızan
yaşları kurulamaya uğraşırdı. Ama söylenen herşeyi anlar, iri, kara gözlerinin
içi güleç güleç yanar, kendisi de birşeyler söylemiye uğraşırdı. Fakat denetleyemediği
ağzından kesik ve garip hırıltılardan başka birşey çıkmazdı. Sağ ayağı da
dizden aşağı kesikti. Paçalı donun o yandaki malağı, tahta bacağının uç
demirine güzelce bağlıydı. Üstündeki yırtmaçlı entarisi, sırtındaki yakası
madalyalı sakosu her zaman bakımlıydı. Evli değildi. Yoksul bir akra
ba kadını ona bakıyor,
hükümetin bağladığı maaşla geçinip gidiyorlardı. Bayramlarda mahallenin hali
vakti yerinde olanlarının fitre ve kurban payı gönderdikleri evlerin başında
Ahmed’inki gelirdi. Dedem herkese verdiklerine ek olarak yılda bir iki top
alaca dokuma, bir çuval bulgurluk buğday eklemeyi de ihmal etmezdi. Herkesin
ona karşı gösterdiği bu ilgi ve yardımseverlik Çavuş’u kudurturdu:
"Ulan herifin
hastalıktan bir ayağı kesildi, dili tutuldu diye millet nereye koyacaklarını
bilmiyor. Biz bunca gâvur öldürdük, al şunu da sen ye Çavuş diyen yok."
der ve durmadan bizi ona karşı kışkırtmaya uğraşırdı:
"Yarın topal deyyus
yokuşun başındaki binektaşına oturunca koltuk deyneğini kaçırın."
Esasen bu şakayı biz de o
da, severdik. Sağlam ayağı üzerinde koltuk deyneğine abanarak seke seke, kan
ter içinde yokuşun sonuna ulaşınca mescit suluğunun önündeki binektaşına
yerleşir, biz de çevresine üşüşürdük. Önce koynundan çektiği yağlığıyla
ağzından akan salya ve gözyaşlarını kurular, sonra öteki koynundan tütün
kesesini çekerdi. Tabiî ellerini kullanabilmek için değneğini yanı başına dayamak
zorundaydı. Sigara sarmaya dalar dalmaz birimiz değneğini kapar, ilerdeki
mescit sebilinin yalağına dayardık. Ahmet buna aldırış bile etmez sigarasını
yakıp tüttürmeye koyulurdu. Bu arada gözlerinin içi parhyarak bize parmağını
sallar ve ayıplardı sanki. Biz deyneği orada bırakıp savuşsak bile nasıl olsa
oradan geçen birisi alıp eline verirdi. Dinlenmesi bitince de, seke seke evin
yoluna devam ederdi. Fakat onun iki yana bakarak deyneğini verecek birisini
beklemesi belki de Çavuş’un gülebildiği tek sahneydi.
Ahmet her gün öğleden
sonra çarşıdaki Mıdık’m kahvesine inerdi. Orada dinlenme kahvesi içen esnaf
eksik olmazdı. Ürün aylarında ortakların sağladığı yarıları toplamaktan başka
işi olmayan toprak sahipleri de vakitlerini orada geçirirdi. Ahmet konuşamadığı
halde konuşulanları dikkatle dinler, anlar, dileyenlerle kahvesine bir parti iskambil
ya da aznif oynardı. Bu işlerde de hayli usta olduğu
söylenirdi. Kahve
parasının cebinden çıktığını pek gören olmadı denirdi.
Böyle ağzının suyu,
gözünün yaşı durmadan akan bir topalın öyle marifetleri olabileceğine biz
çocuklar pek inanmak istemezdik. Her rastladığımız yerde ya sakosunun eteğini
çeker ya da dilimizi çıkarıp takılırdık. Çarpık yüzünü taklide uğraşanlarımız
da olurdu. Ama o koltuk deyneği kaçırmak gibi bu sataşmalara da hiç kızmaz,
gözlerindeki güleçlik daha da yoğunlaşarak kafasını iki yana sallar dururdu.
Bu sataşmalara Çavuş
dışında herkes iyice içerlerdi. Hatta hatır gönül demeyip ensemize şamarı
indiren esnaf da eksik olmazdı:
"Bire Allahtan
korkmaz, kuldan utanmazlar. Bu yaşta mı belleysiniz Allahın vurduğuna vurmayı?
Kaçılın oradan, z\hınet ağayı rahat bırakın." diye bizi başlarlardı.
Çarşıdaki öteki sarsak ve delikre takılmak başlıca eğlenceleri olduğu inilde
yetişkinlerin ona karşı bu koruyucu tutumlarına akıl erdiremezdik. Büyüklerin
ona karşı saygı ve hayranlık duyduğu hemen farkedilirdi. Bunun nedenini Hacı
bize birkaç kez açıklamış ama inandıramamıştı. Çavuş’a dediklerinin doğru olup
olmadığını sorduğumuz zamansa "Bırakın o bunağı. Başına iki dolam sarık
sarıp sırtına latayı giydi diye herşeyi bilirim sanıyor." diye
söylediklerini yalanlardı.
Hacı’nm söyledikleri de
pek öyle inanılır şeylerden değildi. Bu dilsiz, topal adamın söylediklerini
başarabilmesi olacak işlerden değildi. Hacı’ya göre Şükrü çavuş yalancı,
düzenbaz herifin birisiydi. Çanakkale savaşları konusunda anlattıklarının
hiçbirinin aslı yoktu. Bunları ya başkalarından dinlemişti, ya da selâmlıkta
posta günleri babamın yüksek sesle cemaata okuduğu Akşam gazetesi, Donanma ve
Harp dergilerindeki hikâyelerden öğrenmişti. Oralarda sel gibi müslüman kanı
akarken bu herif mekik sallayıp keyfine bakmıştı. Asıl gazi, gerçek kahraman
topal Ahmet’ti. Bunu yalnız kentin tümü değil köyler bile bilirdi. "Hele
Bebirgeli keleş Haşan gelince onunla bir konuş da gerçeği belle. Keleş
Ahmed’in takımındaymış. Hele Keleş gelince bir konuştur da sana Ahmed’in süngü
hücumlarında herkesin önünde
Allah Allahı çekip
İngilizleri kebap şişine dizercesine süngüleyişini bir anlatsın." derdi.
Bu uyarmalar bir kulağımızdan girer, ötekinden çıkar, söylediklerine kıskıs
güler geçerdik. Öyle ya akıl vardı yakin vardı. Çavuş’la Topal’ı bir araya
getirip yan yana diksek hangisinin yiğit olduğu hemen görülmez miydi? Yokuşu
seke seke çıkarken terliyen o adam mı İngilizleri şişe dizmiş? Hatta Çanakkale’de
dövüştün mü Ahmet ağa? diye ona da sormuştuk. Herşeyi anlayıp kafa sallayan ve
birşey söylemek istermişçesine gjrtlağı inip inip çıkan bu biçare nedense bu
soruyu hep duymazlıktan gelirdi. O zamanlar ya başını öte yana çevirir, ya da
akıntısı yoğunlaşan salyasını silmeye girişirdi. Bu konuda bir diyeceği olsa
tutumundan belli olmaz mıydı?
İstanbul’a okumaya
gidinceye kadar Çavuş hayranlığım sürdü gitti. Hikâyelerini dinleyebilmek için
ona hırsızlama ne rüşvetler verirdik. "Dedenin cebinden kesesini çek
getir." dese onu bile yapabilirdik.
İlk yaz tatilini geçirmek
için sılaya gelmiştim. Bir yıl içinde dalım kolum birden uzamaya başlamış,
yüzümün biçimi de tümden değişivermişti. Bu yüzden olsa gerek kalabalıktan
kaçıyor, kendi başıma uzun bisiklet gezilerine çıkıyordum. Bir akşam üstü
bisiklet yedekte, kan ter içinde eve dönüyordum. Topal Ahmet binektaşında
dinlenme sigarasını içiyordu. Haylâzm biri de gene koltuk deyneğini yalağa
dayamıştı. Önce iri, güleç gözlerini iyice üstüme dikti. Salya ve yaş damlaları
yoğunlaştı. Derken kimliğimi kestirebildi. Gözlerindeki güleçlik güçlendi. Ağzı
biraz ayrıldı ve boğazından garip hırıltılar çıktı. Biteviye gülümsiyerek
kafasını sallıyor, eliyle büyüdüğüme işaret ediyordu. Önce değneği ahp eline
verdim. Aferin, dercesine boş eliyle bisikletin demirini tuttu, okşadı. Onun
için birşeyler yapmak istiyordum. Ama ne yapabileceğimi kestiremiyordum. İçimi
güçlü bir acıma duygusu kaplamıştı. Ceplerimi karıştırıp bulduğum bozukluğu
avucuna koydum. Salya akıntısı hızlandı. Fakat koynundan çektiği kesenin
dolgunluğu beni yaptığımdan utandırdı. Ama yanlış bir iş yapılmamışçasına
kesenin düğümünü çözüp bozukluğu içine attı. İçimdeki acımaya bir an
tiksinti gibi birşey de
karışır gibi oldu. Bu herif kötü bir dilenciden başka birşey değildi. Tahta
bacağı, kurdelesinin feri kaçmış nişanı, salya ve gözyaşlarıyla işini iyi
bilen bir dilenciydi. Yoksa kesesi bu kadar dolu olduğu halde verdiğim
bozukluğu alıp içine atar mıydı?
Çıkmazın ağzındaki
Çavuş’un dükkânı kapalıydı. Herhalde ünlü koçunu alıp bostan aralarına
otlatmaya gitmişti. Anlattığı savaş serüvenleri kopuk filmler gibi kafamda uçuşuyordu.
Hacı ne derse desin gerçek kahraman oydu. Herifte pek boy pos yoktu ama o dik
bıyıklar yeterdi herşeyi anlatmaya.
Selâmlık avlusundan
girince Hacı’yı nargile şişelerinin suyunu değiştirirken buldum. Eski bir
tartışmayı yenilemek isteğiyle yanma sokuldum:
"Hacı emmi bu senin
Topal dilenciden başka birşey değil. Bir de İngilizleri şiş kebabı gibi
süngüye dizdi dersin."
Hacı gene eliyle bir
küçümseme hareketi yaptı:
"Boyun büyümüş ama
akılda fark yok. Git de birgün Keleş’le konuş." karşılığını verdi. Sonra
keyfi yerindeyken ağzına pelesenk ettiği manisini mırıldanmaya devam etti:
"Dülükbaba’dan
halledim. Kaşık sapıyla belledim. Haleb’e pekmez yolladım. Nesine benim
bağımın."
Nedense bu kez Keleş’le
konuşma, yapışkana tutulmuş sinek gibi kafama takıldı. Keleş öyle köyden kente
pek inmez, orada uğraşır dururdu. Galiba uzun bir bisiklet yolculuğu bahanesi
bulanların keyfi içinde sabahı zor edebildim. Cansız atı aldığına pişman olan
babamdan izin koparıp Bebirge’nin yolunu tuttum. Keleş’i Karapınar’ın başındaki
şeftali bahçesinde ağaç altlarını toplarken buldum. Pınarın suyundan iyice
ferahladıktan sonra Sacır kıyısındaki koca cevizin altına karşılıklı oturduk.
Topladığı şeftalilerden aramıza da büyükçe bir öbek yığmıştı. Evden,
İstanbul’dan biraz sözettik. Selimiye kışlasını, köprüyü, insanın fesini
tepesinden düşürten camileri, boğazı ve denizi soruşturup duruyordu. Merakını
biraz yatıştırınca derin bir iç çekti. Kendi kendine mırıldanırcasına
söylendi:
"Şehri İstanbul’u
dersen yedi dağı tutmuş ol. Nice şanlar gelmiş ise cümlesini tutmuş ol."
"Keleş emmi ne kadar
kaldın orada?"
"Ne bilem evlat kaç
kellim gittik geldik. Yanız dokuz ay hastanesinde yattım meredin."
"Niye yattın
hastanede?"
"Bilmez gibi deme.
Çanakkale yaraları azdı da durdu."
"Sahten Çanakkale
savaşında bulundun mu sen?" Gözlerinden horlayan bir bakış gelip geçti.
Sonra teker teker mırıldandı:
"Başından hastaneye
kalkıncaya dek."
"Yanında başka
hemşeri var mıydı?"
"Başçavuşumuz senin
mahalleden Kara Ahmet çavuştu."
"Şu bizim topal
Ahmet mi?"
"He ya senin topal
Ahmet! Tahta bacağına, ağzından akan sele baktın da onu anasından beyle mi
doğdu sandın. Alimallah hepimizin tepesinden bahardı. Gavur mermilerinin
dalını kolunu uçurduğu bağ kütüklerini şeyle iki eliyle bir tutar, ayrık
sökercesine çekip alırdı. Sen onu süngü hücumlarında görmeliydin. Mülâzımdan
emir gelince tabancayı çekip askeri urguna katıp siper eden çavuşlardan
değildi o. Borazan ötünce "yerin uşaklar" diye gürler, hepimizden
önce siperden fırlardı. Hele o kavak boylu, ince uzun İngiliz gâvuru da karşı
hücuma kalkarsa işler daha da keyiflenirdi. Başçavuş Ahmet "Ulan bu
döyyüsler etsiz yağsız. Üçü bir süngüye sığıy." diye mazahlanırdı.
Yiğitlikte, mertlikte onun gibisini görmedim. Bir kez bölükten iki askerin elli
adım ötede yaralanıp kıvrandıklarını görmüştü. Gâvur gemilerden, karadan
habire ver gitsin ediydi. Tozu dumana katarak bizi geri siperlere sindirmişti.
Ahmet çavuş yaralıları farkedince, kavurga gibi her yanı tarayan mitralyoza
bakmadan siperden fırladı. İkisini de koltuklayıp sipere getirdi. Sonra da
emlik kuzu taşır gibi alıp sıçan yollarından sıhhiyecilere götürdü."
"Ya Şükrü çavuş, ayağı
hastalıktan oldu. Harp bile görmedi o, diyor."
Sigarasından derin bir
nefes çekti. Burun deliklerinden öfkeyle püskürttü.
"Siktir et o it oğlu
iti. Asıl harp yüzü görmeyen kendi köpek. Ağzına bakınca İngilizi denize o
döktü sanırsın. Yüreği varsa gelsin bana söylesin bu hikâyeleri. O burma bıyıklarını
burun deliklerine tıkarım alimallah."
Daha öteye soruşturmaya
çekiniyordum. Çocukluk yıllarımın kahramanları kafamın içinde tepe aşağı
yuvarlanıp yıkılıyordu. Çavuş kafamda iğnelenen bir balon gibi sönüvermiş, dik
bıyıkları sanki başaşağı gelivermişti. Ayağımın böyle gerçeklere erişmesi beni
pek de mutlu kılmıyordu. Keleş’e sanki sevdiğim oyuncağı kıran bir düşman
gözüyle bakıyordum. Şükrü çavuşun nice rüşvetler karşılığı kafamızda yarattığı
yiğitlik putunun yerine topal Ahmed’i yerleştirmek nedense içimden gelmiyordu.
Son bir direnmeyle sormaktan kendimi alamadım:
"Ey hadi tahta
bacağını mermi uçurdu diyelim. Ya dili niye tutuldu. Neden durmadan ağzından
habire salya akıyor. Bunlar da mı savaş yarası?"
Keleş kafasını iki yana
salladı durdu:
"Oğlum harp demişler
buna.. Adamın yalnız kolunu bacağını alıp götürmey. Canını çıkarıp
kurtarmıyo... Daha Ahmet çavuşun aklı başında. Konuşmıyo emme dostu düşmanı
ayırt edebiliy. Ben hastanede harp yüzünden aklını sıpratıp bohuyla gülle
oynıyanı gördüm. Hem onun başına gelen başkasınmkine gelseydi şimdi yedek
kemikleri bilem çürümüştü."
Keleş bu eski anıları
deşelediğim için bana kızgın kızgın baktı. Yeni bir sigara sarmaya koyuldu.
Neredeyse onu mat ettiğimi sanıyordum. Birkaç derin nefes çekip bıraktıktan
sonra birdenbire gene söze koyuldu:
"O gün şafak
sökerken gâvur tuttuğumuz tepeyi karadan, denizden dövmeye başlamıştı. Bizi
dümdüz ettiğini sanınca süngüye kalkacağını bilirdik. Ahmet çavuş bize ‘İyi sinin
uşaklar siperlerin dibine’ deyor arada bir de başını kaldırıp kenardan dışarı
kaçamak bir göz atıyordu. İngiliz süngüsüne, siperde yatarken basılmak
istemezdi. Bombardı
man hafifleyince gene bir
göz attı. Davranın uşaklar geliy herifler, diye haykırdı. Ortalık toz duman
içindeydi. Dostu düşmandan ayırt etmek zordu. Bizden biri gidince ‘anam yandım’
sesi duyuluyordu. Onlardan birisi delinince "fanfin" diye
haykırıyordu. Mermiler seyrek de olsa yağıyor, bizi de onları da biçiyordu. Bir
ara yakınımızda bir mermi patladı. Toz duman içinde Ahmet çavuşun koca
gövdesini yitirdim. Aman ne oldu bizim hemşeriye diye sağa, sola debelendim.
Sonra toplar durdu. Herkes siperlerine çekildi.» Ahmet çavuş ortada yoktu.
Aman mülâzım bey izin ver gidip hemşerimi arayayım diye yalvardım. Aralarında
konuşup bıraktılar beni. Mermi çukurlarından birinin dibinde buldum onu. Her
yanından kan akıyordu. Bir ayağı uçup gitmişti. O haliyle koltuğuna çaldığı
yaralı erle çukurun dibinde yarı gömülü kalmıştı. Sırtıma vurup sürüne sürüne
sipere getirdim onu. Sıhhiyecilere teslim ederken giden ayağından başka
gövdesinde kimbilir kaç kurşun yarası ve süngü deliği vardı. Sonra İstanbul’da
hastanede yüzüne inme inip dilinin tutulduğunu öğrendim. Gözümün yaşı günlerce
durmadı o yiğiti o halde görünce..."
Gözleri de yeniden
nemlenmişti. Eski yaralarını deştiğime utandım. Sözü değiştirmek istedim, söz
bulamadım. Nasırlı eliyle dizime bir şaplak indirdi. Sözlerini sıralamakta
zorluk çekiyor gibiydi:
"Allah’a şükür ölen
öldü kalan kaldı. O günler de geride kaldı. Hele sen bi yol şu yeni hökümeti
bir anlat bana. Padişahsız, Enver paşasız nasıl olacak bu işler?"
O günden sonra Çavuş’un
dükkânının önünden geçerken başımı öte yana çevirir olmuştum. Geçtiğimi
farkedip seslense de duymazdan geliyordum.
Çavuş rastlaştığında
küçük kardeşime "Apan da İstanbul’a gitti diye burnu kafdağına çıkmış
ha" dermiş.
Güneşe bakamayan çipil,
kirpiksiz gözleri, iri beyaz sarığı ve
yeri süpüren latasıyla hacı Arap hizmetkârlardan çok ilmiye sınıfından, düşkün
bir müderrisi andırırdı.
Yalnız kılığı değil
tutumu ve konuşması da bu havayı aşılardı. Selâmlıkta işlerin en rahat ve
kolayını kendine ayırırdı. Tısoğlan bir yandan tulumba kolu basar, bir yandan
nargile şişesi fırçalayıp sularını yenilerdi. Ahraz pos bıyıklarını sallayarak
toz duman içinde hayvanlarla uğraşırdı. Onlar toz, toprak ve çamur içinde
böyle bocalayıp dururken Hacı, şöyle elinin ucuyla selâmlık sedirini düzler,
mangalları yakar ya da kahve kavururdu. Zor işleri yaparken bile öyle kendini
pek sıkmaz, onur ve mevkiinin altında bir işle uğraşanlar gibi parmak
uçlarından ötesini kullanmaya yanaşmazdı. Selâmlığını büyük kahve değirmeni
tasını tepeleme, burcu burcu kokan kavrulmuş kahve çekirdeği ile doldurup
oturak yerine kuruluşu görmeye değerdi. Değirmenin kolunu ağır, edalı
hareketlerle çevirirken kahve öğütmekten başka birşeyle uğraşıyor sanılırdı.
Gözlerini belirsiz bir noktaya diker, derin felsefe sorunları çözüyormuşçasma
alnını kırıştırır, çorak tarla ekini kadar seyrek ve kısa bıyık ve sakalları
arasından biteviye mâniler, koşmalar, İlâhiler mırıldanır dururdu.
Görevleri de, kendini bu
kadar önemsemesini haklı kılacak kadar çeşitli ve önemliydi. Selâmlığın
kahvecisi, bitişi-
ğindeki mescidin müezzini daha da
önemlisi evin vekilharcı da oydu. Bütün bu işlerde de kimseyi sallamaz,
sıkıştırılıp zorlanmaya kulak asmaz, her işi kişisel istek ve üslûbuna uydurarak
yapardı.
Selâmlık cemaatı arasında
hoşlanmadığı, horladığı kişiler vardı. Bunların kahve, nargile dileklerini üçletmeden
yerinden kıpırdamazdı. Kıpırdadığı zaman da ya kahvelerine soğuk su katar, ya
tönbekilerinin suyunu iyice sıkmaz, habire boşuna nefes çektirip sinirlerini
bozmaya uğraşırdı. Uykusu geldiği ya da gönül eğlendirecek birşey bulamadığı
zamanlar vaktin gelip gelmediğine aldırış etmeden kayyum odasının merdiven
başına tırmanır, cırlak sesiyle yatsıyı okumaya girişirdi. Çünkü yatsı kılınır
kılınmaz, kavşakları kireçlenmiş, tık nefes ihtiyarlar deynek ve şemsiyelerini
kapıp birer, ikişer evlerinin yolunu tutardı.
"Hacı hele bir
yorgunluk kahvesi daha getir de..." diye direnmeye kalkanları "Efendi
ateş söndü." diye baştan savardı.
Tahıl getiren ortaklardan
geceye kalan olur da onlarla tatlı konuşmalara girişmişse vaktin geçtiğine
aldırış bile etmezdi. Cemaata imamlık yapan tez canlı Ahmet amca, "Hadi
Hacı" diye sıkıştırdıkça, "efendi telâşın niye, yatsının sabah
ezanına kadar vakti var" diye karşılık verirdi.
Fakat Hacı’nın başına
buyrukluğu en çok alışverişte sinir bozucuydu. Her sabah yalancıktan bir
"kimse olmasın" diye seslendikten sonra iç avluya girer, dedemin
odasının merdivenlerine yönelirdi. Yukarda eşiğe çömelir, kafasını yere diker
siparişleri dinler gözükürdü. Huyunu bilen dedem istediği kadar komut tekrarı
yaptırsın, çoğu zaman alışveriş, şalgam ektim turp bittiye dönüşürdü. Dedemin
canı etli bamya mı istedi, Hacı gider kıyma, patlıcan, domates ahr gelirdi.
Dedem kaş çatıp haykırmaya başlayınca da, kendi dişsiz ağzına patlıcan
oturtmasının daha rahat geldiğini söylemez çarşıdaki bamyanın ya tohuma
kaçtığından ya da fiyatların yükseldiğinden söz ederdi. Alışverişte dedemin
buyruğuna uyduğu tek konu tatlılarla ilgiliydi. Şeker perhizine gizli gizli
hiyanet eden dedem, arada bir sesini alçalta
rak, bir kilo baklava ya
da memiye helvası ısmarlayınca Hacı, sadık bir müttefik gibi kafasını
anlayışla sallar, söylenenden hiç şaşmazdı. Dönüşte mutfak kapısına kadar
sokulmaz, çarşı sepetlerini avlunun ortasına bırakır, cübbesinin altındaki
tatlı sahanını kimseye sezdirmeden yukarı aşırırdı. Bu tür gizli ve önemli
görevleri yüzünden de dedem alışveriş konusunda pek üstüne gidemezdi.
Alışverişte göz boyaması
bu kadarla da kalmazdı. Vebali boynuna, mutfak halkı getirdiklerinin
istenenden az olduğunu söyler dururdu. Hacı gerçekten de paraya düşkündü. Her
seferinde koynunun dibine kadar ittiği para kesesinin ağzında en az üç düğüm
bulunurdu. Bağ ve bostan ürünlerinin kabala verilme dönemi gelince selâmlık
sofasında biriken alıcılarla uzun uzun fiskos eder, kim daha çok sapancalık
vadederse dedeme onu yontarlamaya çabalardı. Alışveriş bağlandıktan sonra
verilen sapancalığı beğenmezse kendi hiç ortaya çıkmazdı. Ahraz’ı bir yana
çeker, avuçlarına sıkıştırılan mecidiye çeyreğine yüzünü buruşturup tükürür
gibi yapar, merdivene yönelen alıcının arkasından yumruğunu sallardı. Ahraz
durumu hemen kavrar, avurtlarını şişirip pos bıyıklarını savurarak yolu tutanı
önler, yere tükürüp çeyreği önüne fırlatırdı. İri, açık kahverengi gözlerini
ayırıp avurtlarını şişirmesi alıcılar üstünde daima gereken etkiyi yapar,
lâhavle çekilerek eller yeniden keseye dalardı.
Hacı’nm arada bir
yokladığı evli bir kızından başka kimsesi yoktu. Kocası pideciydi, geçinip
gidiyorlar, kendine el açmıyorlardı. Evde yer içer, her yıl üstü başı görülür,
bizde yatar kalkardı. Hemen hiçbir masrafı yoktu. Öyleyse Hacı bu paraları ne
yapıyordu?
Gece yatısı selâmlıkta
kalan ortaklarla giriştiği fiskoslara kulak verince sırrının anahtarı ortaya
çıkardı. Arada bir iki sözünü duyabildiğimiz fiskoslar istisnasız para ve pazarlık
üstüne döner dururdu. Hacı ortaklar, ya da getirdikleri eli daralmış
köylüleriyle sıkı sıkıya pazarlık eder, gelecek harmana on mecidiyeyi on üç
olarak ödeyeceklerine yemin ettirir, borçlunun en az iki kefil göstermesinde
direnirdi.
Bütün bu tedbirlere rağmen
Hacı’nın arada bir batakçıya para kaptırdığı da olurdu. O günler hem keyfi hem
de uykusu iyice kaçardı. O zamanlar tüm söz dinlemez olur, aksi teresin
birisi kesilirdi. Her fırsatta bir bahane uydurur batakçının köyünde, ya da
ona yakın bir yerin bağ, bahçesini bir gidip görmek, iyi sürülüp sürülmediğini
denetlemek konusunda dedemin başının etini yer, izin koparırdı. Yalvarı,
zorlama, tehdit kâr etmezse boynunu büker dedemin karşısına dikilirdi:
"Efendi... Şu
Göğsüncük’lü garip yalvar yakar, cepte beş mecidiyem vardı borç aldı. İki yıl
geçti bir türlü vermiyor. Çoluğun çocuğun başı için kurtar şu paramı o namertten."
diye yalvarırdı. Dedem Hacı’nın gizli gizli faizcilik yaptığını bilir, fakat
nedense durduramazdı:
"Bana sordun mu
verirken? Hem be herif din adamı geçinirsin. Faizin günah olduğunu bilmiyor
musun?" diye baştan savmaya kalkardı. Fakat Hacı öyle bir kişlemede kalkacak
sineklerden değildi:
"Vallah billâh
efendi fayiz deyil. Anası babası hep beş mecidiye. Oğlumu evlendireceyim diye
yalvardı, yemin etti. Dayanamadım verdim. Ne bilirsin yüreğinin
bozukluğunu." diye yakınırdı.
Sözünü
geçirebileceği birisiyse, hiç değilse Hacı’nın parasının anasını kurtarabilmek
için dedem ondan yana bir iki söz etmekten kaçmmazdı. Fakat onun baskısının yeterli
olmadığı hallerde de Hacı kolayca ümitsizliğe düşmezdi. Arar, tarar, iki günde
bir borçlunun bir köylüsünü bulur, hani paralar, diye haber yollardı. Ne zaman
o yana yolu düşse, adam Azrail’le de pençeleşse karşısına dikilirdi. Borçlu
ölürse mirasçılarını kovalar, atanızı borç içinde yatırmayın, ahirette hesabı
sorulur, diye cehennem azabıyla tehdit ederdi. Aradan on yıl da geçse yılmaz,
batak parayı kovalamaktan bir çeşit mutluluk duyardı. Bunalıp bezip de
"Vermiyeceğim be Hacı, düş yakamdan... Borcum morcum yok sana." diye
alacağına sünger çekmeye kalkanlar da olurdu. O zamanlar dişsiz ağzı garip bir
gülücükle yayvanlaşır, "Vereceksin vereceksin Rûz-i mahşerde bile yakan elim
den gitmez." diye sarsılmaz
güvenini belirtirdi.
Hacı’nın başka bir pis
huyu da Tısoğlan’ı sızdırmaktı. On yedisine bastığı halde, anasının sütünün
yağsız oluşundan on üçünde bile gözükmeyen Tısoğlan’m eline sapancalık ya da
yıllığı geçince Hacı yengeç gibi yan yan çevresinde dönmeye başlar "Oğlum
ver şunları bana. Yitirirsin, işletip çoğaltayım sana." diye kandırmaya
kalkardı. Önceleri ona inanan Tısoğlan çok geçmeden parasının daima batakçılara
kaptırıldığmı duyardı: "Bana gerek, bir kuşak alacağım." gibi
mazeretlerle yola gelmezdi. Hacı, "Ulan sen onu ya aşığa basarsın, ya da
tütüne, içkiye yatırırsın." diye diretirdi. Tısoğlanı daha da zorlamaya
kalkarsa yağlı kara elinde hazırdı. Bir puntuna getirir "Gene bu oğlan
biz yatınca ipi koparmış... Meyhaneye mi alıştı, kerhaneye mi?" diye
babama gammazlar, zavallıya kötek yedirirdi.
Saman kalburuyla tuzak
kurup bize serçe tutan, bağ evinde söğüt dallarından düdük kavlatan Tısoğlan’ı
hepimiz severdik. Hacı’ya da bu yüzden iyice içerler, habire muziplik yaparak
öcümüzü almaya uğraşırdık. Kahve pişirirken cübbesinin eteğini oturduğu
kürsüye bağlar, kalkmaya davranınca da dengesi bozulup tepsideki fincanları
döküp kırardı. Dedem "Hay elin kınla Hacı. Gene kaçını kırdın?" diye
haykırdıkça istifini bozmadan başını iki yana sallar "Büyüğü deli,
küçüğü deli, beşikteki başını sallar." diye söylenirdi.
Bir kez Hacı’yı
canevinden vurmayı, serdiği yatağına girmeden önce özenle yastığın altına
yerleştirdiği para kesesini aşırmayı tasarlamıştık. Fakat hayli uğraştığımız
halde bir gelişme sağlayamamıştık bu işte. Daima bir kulağı tetikte uyuyan
Hacı, en ufak pıtırtıda işkilleniyor, ilk iş elini para kesesine atıp yatağın
içine oturuveriyordu. Kafaları hayli işlettikten sonra, banka soygunlarından
karışık bir plân hazırlandı. Hacı şiltesini serip aptest bozmaya inince, üst
katın balkonundan sıyrılıp selâmlık yazlığına inildi. Yorganının ayak ucuna bir
çamaşır ipi düğümleyip yukarı tırmanıldı. Küçük kardeşim de yazlığın bir
köşesine yığılan cemaat minderlerinin gerisine saklanmıştı. İşi bitince Hacı
dönüp geldi. Latasını çıkarıp devşirdi. Yastığın yanma yerleştirdi. Sarığını
üstüne koydu. En son şalvarı da sıvırıp yorganı üs
tüne çekti. Bir süre
takkeli başını göğe kaldırıp birşeyler mırıldandı. Nihayet sağ elini dirseğine
kadar gömleğinin koynuna daldırıp keseyi çekti, yastığın altına yerleştirdik
Yattıktan sonra bir süre daha bekledik. Heyecandan göğsümüzde davul çalıyordu
sanki. Mızırganır gibi olduğu kanısına varınca ipin ucunu hızla çekiverdim.
Yorgan Hacı’nm üstünden kayıp balkona doğru yükselmiye başlamıştı. Yorganın üstünden
ne yana gittiğini kestirmek için Hacı hızla doğruldu, oturdu. Göğe doğru
yükseldiğini farkedince dç iyice aptallaşmıştı. Bu anı gözetliyen küçük
kardeşim hemen sokulup yastığın altından keseyi çekmiş, tüneğine gizlenmişti.
Hacı’nın şaşkınlığı uzun sürmedi. Uçan yorgandan şüphelendi. Yastığa kapanıp
keseyi araştırmaya koyuldu. Bulamayınca yastığı arkaya yuvarladı. Ayın solgun
bir ışıkla aydınlattığı yazlıkta debelenip durdu. Sonunda kuşun kafesten uçtuğu
kanısına varınca, böğrüne bıçak saplanmışçasına inleyip böğürmeye, "verin
kesemi verin.. Böyle boktan oyun olmaz," diye haykırmaya koyuldu. Balkonda
oyunu seyreden büyüklerin dayanamayıp kıkırdaması üzerine durakladı. Başını
yukarı kaldırdı.
"Etmeyin verin
kesemi... Hem tamı tamına isterim... Son meteliğe kadar sayıh param."
Hacı çakallar gibi uluyup
o kadar gürültü etti ki, sonunda babam hışımla:
"Verin şu densiz
herifin kesesini. Bütün mahalleyi başımıza toplayacak gece yarısı." diye
oyunu sona erdirdi. Ama Hacı için iş bu kadarla sona ermiş değildi. Keseyi ele
geçirince düğümlerini iyice yokladı. Tarttı, gene de kuşkudan tüm kurtulamadı.
İçeri girip lâmbayı yeniden yaktı. Kapı kolunu sıkı sıkıya yerine geçirdi.
Selâmlık odasının açık pencerelerinden bir süre para şıkırtısı dinleyip durduk.
Hacı biz çocukların
eğitimi ile de ilgilenirdi. Dedemin kitap dolaplarından aldığımız ciltleri, ya
da Harp, Donanma dergilerinin resimli nüshalarını selâmlık sedirlerinin üstüne
yayıp kafamızı içine gömünce hemen tepemize dikilirdi. Bir süre omuzumuzun
üstünden resimlere bakar, sonra dişlek ağzıyla sırıtarak elini iki yana sallar,
söylenirdi:
"Bunlar da okuma mı?
Dede derede dan topluyor... eşek tepeden hopluyor. Okuma deyince nasara yansuru
çekmesini bellemeli." derdi. Sonra da aklından zinciri koparıp kaçar korkusuyla
aralık vermeden "lem yansur, lemmayansur" dizisini tamamlamaya
girişirdi.
Edebiyat
yanı da hayli güçlüydü. Nerdeyse halk edebiyatı antolojisine benzerdi. Sedir
düzeltip kahve çekerken biteviye Yunus’tan nefesler, Âşık Ömer’den koşmalar,
Karacaoğlan’dan mâniler mırıldanır dururdu. Biz yumrukları sıkıp gözlerimizi
ayırarak, sesimizin bütün gücüyle "Vatanın bağrına düşman " gibi okul şiirleri ezberlemeye uğraşır
ken çabamızı yarıda kesmeyi de
severdi:
"Bu gereksiz sözleri
bir yana koy... Sana Hazreti Yunus’tan bir İlâhi belleteyim." diye kültür
aşısı yapmaya kalkardı.
Gerçekten de halk
ozanlarının okul kitaplarında henüz küçümsendiği o yıllarda, Hacı, bazı
sözcükleri kafasmca uydurulmuş bir hayli koşma ve İlâhiler ezberletti bizlere.
Daha sonraları lisede, bize öğrettiklerinin doğrularını ona söylemeğe
yeltenirdim:
"Hacı emmi, budurur
cevabım hoş sana, değil uş sana olacak." Dişlek ağzı sırıtır, eliyle ünlü
küçümseme hareketini yapardı:
"O senin kafası
koyun kalpaklı hocalar mı dedi sana bunu. Söyle de gelsinler Hazreti Yunus’un
doğrusunu Hacı emminden bellesinler."
İlkokuldan sonra okumaya
İstanbul’a gitmem kesinleşmişti. Belde-i Rûmun düzen ve dolapları hakkında
beni önceden uyarmayı gerekli gören iki kişi çıkmıştı. Birincisi her İstanbul gezisinde
para çantasını yankesicilere çarptıran dedemdi. Gurbet yolunu tutmadan beni
yanına çağırmıştı. Önce dolaptan elime yol harçlığı diye iki çil altın
tutuşturmuş, sonra da dörde katlı bir kâğıt uzatmıştı:
"Oğul bunu iyi oku.
Ezberine al. İstanbul’da gerek olur." demişti. Dedemin, doktor
reçetesinden de zor sökülen el yazısıyla sıraladığı on iki öğütten birincisi
yaklaşık
olarak şöyleydi:
"İstanbul’da hırsız, düzenbaz taifesi kesiftir. Sokaktayken elini para
cebinin üstünden hiç ayırma."
Hacı’nın öğüdüyse daha
edîbaneydi. Selâmlık sofasında beni yakalamış, yüzünde pek seyrek görülen
şefkat ve sevgi aydınlığıyla uyarmıştı:
"Demek İstanbul’a
gideceksin okumaya? Öyleyse şuna iyi kulak ver. Bak Âşık Ömer ne demiş o belde
için. Şehr-i Stanbul’u dersen yedi dağı tutmuş ol. Nice şahlar gelmiş ise
cümlesini utmuş ol. Aman oğul gözü dört aç İstanbul’a utulma."
Sanırım Bebirge’li Keleş
de bu sözleri ondan öğrenmişti.
Dedemi bile gerektiğinde
sallamayan Hacı’nın çekindiği tek kişi Ahraz’dı. O gözlerini ayırıp üstüne
yürüyünce hemen kahve ocağının yolunu tutardı. İçerden yemek lengeri
verilince, gene de bencilliğini yenemez Ahraz’a belli etmeden yemeğin cıvığı
bol, etli yanını kendi önüne çevirirdi. Ahraz’sa onun bu huyunu iyi bilirdi.
Leğençe ya da lengerin yelkovan gibi hafifçe ondan yana dönmeye başladığını sezer,
atılıp ayarı düzeltiverirdi. Ahraz içerleyip tütün kesesinin ucundaki sustalı
çakıya el atınca Hacı’nın karnının enikleri tümden dökülürdü. O durumda gene
kahve ocağına sıvışır, elinde bir fincan kahveyle dönüp onu yatıştırmaya yeltenirdi.
Öyle ya, baş ağır kulak sağır, herifin sağı solu yoktu..
Canından çok sevdiği para
konusunda bile ona karşı yılgınlık gösterirdi. Kabalanın birinden iltimas
ettirip ötekilerden beş on kuruş fazla kopardığını sezince Ahraz, adalet
tanrısı gibi hışımla karşısına dikilir, açıp avucundakini göstermeyi zorlardı.
Yılışık bir gülücükle onun omuzunu okşayıp atlatmaya uğraşır, fakat yakayı
kurtaramazdı. Ahraz fil tabanına benziyen iri eliyle bileğine yapışınca hemen
yumuşar parmaklarım açıp burnuna tutardı. Ahraz gözlerini ayırıp bir onun
avucundakine bakar, fazlasını alıp üçe böler, herkese hakkını verirdi.
Hacı bu kul taksimine
kafasını sallar "Herif deli, bulaşmaya gelmez." diye avunmaya
uğraşırdı.
Hacı’yı yıldıran ikinci
kişiyse selâmlık cemaatinden Ekmekçi hocaydı. Karaya vurmuş dev boyutlu,
kemiksiz bir denizanası gibi sedire yan gelip habire taze kahve istiyen, nargilesinin
biteviye ateşini yenilettiren Hoca, onu canevinden vurmasını iyi bilirdi. Sahur
davulu gibi gümleyen ve duymazlıktan gelmeye imkân olmayan kalın sesini Hacı
arada bir duymazlıktan gelmeye yeltenirdi. Hoca yılmaz "Ulan Hacı uyudun
mu, geberdin mi? Şu ateşi tezele." diye gürlerdi. Hacı maşanın ucunda
taze bir korla önüne dikilince de dedeme döner, "Efendi bu Hacı’yı çayıra
çekmenin zamanı gelmiş. İş kalmamış bunda, iyice kocamış. Maşa tutan eli bile
titrer." diye akıl koyardı.
Hacı’nın bilinci altında
çöreklenen elden ayaktan düşme korkusu, bu sözlerle kıpırdanır, yüzü kızarır,
uyuşuk hareketlerine bir atik tetiklik gelirdi.
Ama hocanın sözlerinde
gerçek payı da yok değildi. Yıllar geçtikçe iyice düşkünleşiyor, ürün zamanı,
yaz güneşi altında harman ölçmeye gitmemek için bin bahane uyduruyordu.
Aksiliği de yaşıyla orantılı olarak artıyordu. Günlük alışverişten öğle
ezanından önce dönmüyor, bu ne zaman pişecek diye çıkışanlara da öfkeyle
karşılık veriyordu:
"Öğlen ekmeğine de
varsın akşamdan kalanı yesinler."
Sonunda dedem Ekmekçi
hocanın öğüdünü tutmak zorunda kaldı. Onu tam maaşla emekliliğe zorla razı
etti. Yıllığını alacak, üstü başı görülecek, zahiresi sağlanacak ve Hacı geri
kalan yıllarını artık dul olan kızının yanında geçirecekti. Bir süre bu
emekliliğe alışamadı. Akşamları selâmlığa gelip daha da çatallanan cırlak sesiyle
yatsı ezanını okumakta direndi. Gündüzleri iyice yüz göz olduğu esnafların dükkânlarında
kahve içip, alt çenesinde arta kalan iki dişiyle, havuç, hıyar rendeliyerek
vakit geçiriyordu.
Bir kış okuldayken evden
gelen bir yazıda hakkın rahmetine kavuştuğunu ve batak paralarını tahsil etmek
için ahirete göçtüğü haberini verdiler.
Emmun bacı mahalleye
Fransız savaşından sonra gelmişti. Kaçkaçtan biz de üç, dört ay önce
dönmüştük. Evin yıkılan üst katının yenilenmesiyle uğraşılıyordu.
Birgün kuşluk vakti ev halkı mutfakta toplanmış pişirip taşırmaya
girişmişlerdi. Selâmlığı iç avluya bağlayan ara kapıdan çarşafına iyice
bürünmüş çekingen bir kadın girmiş, başını bir o yana, bir bu yana çevirerek
etrafta erkek olup olmadığını araştırmaya girişmişti. Sonra da tencere
tıkırtılarının geldiği mutfak tarafına yönelmişti. Orada da erkek olmadığı
kanısına varınca, yeldirmesinin kenarıyla birlikte çenesinin altında sımsıkı
tuttuğu peçesini gevşetip ucunu başının üstüne atmıştı. Boncuk gibi ışıldıyan siyah
gözlerinin kuyruklu sürmeleri, rastıklı kaşları ve allıklı yanaklarıyla ilk
bakışta kötü kadın izlenimini bırakıyordu. Fakat bu beceriksiz düzgülerin
altında, kendini parayla satanların pişkinliği değil, yavuklusunun evine
götürülmeye hazırlanmış, utangaç bir köy gelini havası vardı.
Ev horantası
ellerindekini bir yana koyup gelenin kimliğini kestirmeye koyulmuştu. Ninem
ince kaşlarını çatıp, hafifçe kataraklanmaya başlayan gözleriyle onu bir süre
eleştirici bakışlarla süzdükten sonra kaim, tok sesiyle sordu:
"Hoş geldin kadın.
Kimsin?.. Dileğin ne?"
Oysa boncukluğunu sürme
kuyruğuyla değiştirmeye uğraştığı gözlerinde baygın bir bakışla sevimli
gözükmeye çabalıyordu:
"Hatun, Allah kısmet
ederse komşu olacağız. Aha şu öte yanınızdaki harabe emmimden kaldı. Elde beş
on kuruşum var. Bir göz ev yaptırıp sığınayım dedim."
Emmun bacı yeldirmesinin
ucuyla kupkuru gözpmarlarmı kurulayarak serüvenini aktarmayı sürdürdü:
Kocasını savaşta
yitirmişti. On yaşlarında bir yetimi vardı. Kaçkaçta kanat geren eri
olmadığından köy köy hayli sefil olmuştu. Evlâdı, uşağı olmayan emmisinin
başına da top düşüp rahmetlik olmuştu. Tek mirasçısı olduğundan harabesini
temizletip sığınacak bir yer yaptırmak istiyordu. Ama, Ermeniler gidince, geri
kalan yapıcı ustalarının hepsi; ni Emin efendi toplamıştı. Allah rızası için
ustalardan birinin, boş kaldıkça kendinin iki duvarını da çıkıversinler, diye
yalvarıyordu. Elbette o da bu insaniyetin altında kalmaz, artık eksik
işlerimize koştururdu.
Kuyruklu sürmesi,
rastıklı kaşları önce nenemin pek hoşuna gitmemişti. Fakat Allahtan korkan,
dini bütün bir kadın olduğundan kimsesiz dul, yetim bir kadının hikâyesine
yüreği dayanamamıştı:
"Dur bakalım,
oğlumla bir konuşayım. Elbet bir kolayı bulunur." diye yatıştırmaya
uğraştı. O günden sonra Emmun bacı ev horantasına katıldı. Nazlı bacı daha
sabah mangallarını tutuştururken kapıdan içeri girerdi. Yemeğe, bulaşığa yardım
eder, kuyudan su çeker, süpürgeyi kapıp koca iç avluyu temizlemeğe girişirdi.
Özellikle nenemin gözüne girmeye uğraştığı ortadaydı. Namaz hazırlığı için aptest
ibriğini eline alır almaz, ne yapıyorsa bırakıp koşar, suyunu döker, havlusunu
koşturur, seccadesini sererdi. Namaz bitince de "Allah kabul etsin
hatun." diye yaltaklanmayı ihmal etmezdi.
Bütün bunların arasında
günde beş, on kez üst kat yazlığına tırmanır, evinin yapımında çalışanları
denetlerdi.
Bu konuda babamın kanat
germesini dilediği halde bazı işlerde ondan da becerikli olduğu ortadaydı.
Savaş yüzünden işlemez duruma gelen taş ocaklarından birini çalıştırtıp
gerekli taşları sağlayabilmek için babam hayli uğraşıp para dökmüştü. Yontucu
usta bulabilmekse zor olmuştu. Halbu
ki Emmun bacı için böyle
bir sorun olmadığı ortadaydı. Sanki her gece Hızır aleyhüsselâm ona bir iki gün
yetecek yontulmuş keymıh taşları getirip avlusuna yığıveriyordu. Bunları nasıl
sağladığı konusunda sıkıştırılınca da, boncuk gözlerini işveli işveli süzüp
kaçamak lâflar ediyordu. Güya bir hısımı varmış da karanlık basınca Ermeni
harabelerinin içinden ayıklayıp getiriyormuş.
Bununla beraber günler
geçip mahallede boş duran Ermeni evlerinin önce cam çerçeve, sonra da baca ve
duvarları ortadan kaybolmaya başlayınca Emmun bacının hangi pazardan alışveriş
ettiği anlaşılır gibi oldu.
Bir göz damı bitip içine
yerleştikten sonra da Emmun bacı ayağını bizim evden kesmedi. Aptes namaz
bilmediği halde şafakla ayaklanıyor, toprak avlusunu süpürüyor, duvar
boylarına ektiği çiçeklerini suluyor, mangalı yakıp kuşluk çorbasını ateşe
koyuyordu. İşini bitirip kızını doyurduktan sonra uzun ve ayrıntılı tenbihler
geçerek evi ona teslim ediyor ve sokağa uğruyordu.
Havalar iyice ısınıp kış
hazırlıkları başlayınca kendini hiç aratmazdı. Yağlar sızdırılıp tenekelere
dolarken, peynir basılırken, salça çıkıp kuruluklar oyulurken, yazlıktan seslenilmesin!
beklemeden eteğini beline dolar koşardı. İç avlunun köşesindeki yasemin
çardağının altına salçalık domates, şiralık üzüm, kuruluk patlıcan öbeğinin
çevresinde halkalanan kadın çemberinin arasından hiç eksik olmazdı.
Yalnız, evine
yerleştikten sonra Emmun bacıda göze batan bir değişiklik olmuştu. İş görmeğe
gelirken bile başına haruh bir yemeni bağlıyor, alnındaki fiyakalı düğümün
arasına yeni açmış bir fesleğen sokuşturuyordu. Sürmelerinin kuyruğu biraz
daha uzamış, kaşlarının rastığı da koyulaşmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuşçasma,
solgun yanaklarına koyu bir allık da sürüyordu. Bu yüzden yaseminin altındaki
kadın halkasına sürekli soruşturma ve sataşma konusu oluyordu. Onu bir tür
rakip gibi gören Karpuz hoca ısırgan diliyle durmadan sataşıyordu:
"Kız şırfıntı bu
süsler de neyin nesi? Allah bilir canın erkek ister."
Bu sataşmalar sesinde
hafif bir kırgınlık yaratıyor, gene de sözün altında kalmıyordu:
"Hoca, yalnızlık
Allah’a mahsus. İki yaşımda varsın. Karnı geniş bir Allah kulu çıksa da, hoca
Allahın izniyle, dese haline bakar da, benden geçti, der misin?" Hoca laf
güreşinde sırtı yere gelmesin diye sesini daha da betleştirip saldırdı:
"Hele şu kahbenin
ağzına bak. Bizim işimiz Allah yolu. Kör nefsimizi ayak altı edeli çok oldu.
Erkeği, süsü senin gibi kahbelere terkedik."
Gerçekten de çok geçmedi.
Emmun bacı bir sabah erken, yüzünde esrarlı bir ışıltıyla, seccadesinin
üstünde teşbih çeken ninemin dizinin dibine sokuldu. Fiskos, ona birşeyler
anlatmaya koyuldu. Ninem gözleri yarı kapalı, dudaklarını uzatmış anlatılanları
kaçırmamaya uğraşıyordu. Herkesi bir meraktır almıştı. Fakat Emmun bacı sırrını
ortaya vurmuyordu. Sonunda ninem dayanamadı:
"Kız Allah’ın
bildiği kulundan gizlenir mi? Emmun’u birisi Allah’ın izniyle istiyormuş."
Bakla bir kez ağızdan
çıkınca büyük küçük herkes başına üşüştü. Damat adayının kimliği öğrenilmek
isteniyordu. Huderci yanında çalışırmış. Tüccar gibi bir şeymiş. Dul, çocuksuz,
gözü yerde bir kişi diyorlarmış. Babamın soruşturup kırık bir yanı olup
olmadığını öğrenmesini diliyormuş.
Fakat Emmun, babamın
vakit ayırıp soruşturma yapmasını bekliyemedi. İki günde bir sözünü almaya
gelen geleceğin görümcesine "Eh nişliyek, kısmet böyleymiş." deyiverdi.
Ona durmadan sataşanlara,
söz kesilince bir gayrettir geldi. Evi döşenip dayanmaya, gelinlik zubunu
dikilmeye başlandı. Evdeki kızlar hep sabah keçiyini düzlüyor, başındaki
çiçekleri tazeliyor, kırmızı krepon kâğıtları ıslatılıp yanakları
perdahlanıyordu. Daha küçüklerse ipliğe yasemin, mercan dizerek gelin gerdanlığı
hazırlıyordu. Yaseminin altındaki yazlık iş köşesinde kahkahadan geçilmiyor,
ikide birde leğençeler ters yüz edilip tutulan tempoyla türküler söylenip,
zılgıtlar çalınıyordu.
Sonunda Emmun bacı
burnunun iki yanında sevinç gözyaşları ışıldıyarak kızını bir geceliğine bize
emanet etti. Huderci yanaşması eşiyle gerdeğe girdi.
Birkaç ay yüzünü pek
göremedik. Ancak yukarı yazlığın köşesinden balayı mutluluğundan küçük
sahneler izliyebiliyorduk. Gün ağarırken kalkıyor, etrafı derleyip topluyor,
kuyu başında yıkanıp düzgünlerini tazeliyor, sonra damadın çorbasını
hazırlamaya, öğle azığını çıkınlamaya koyuluyordu. Her sabah güveğini avlu
kapısına kadar geçiriyor, çıkmadan önce aba, ya da sarığında düzeltecek bir
şey buluyordu.
Akşamın alaca karanlığı
bastırmaya başlayınca da süsleri tazelenmiş, sokak kapısının gerisinde dikilip
gelecek ayak seslerini dinlemeye koyuluyordu. Huderci çırağı da yeni evine
düşkün bir adama benziyordu. Her akşam yağlığının zorla düğüm tutturabilmiş
uçlarına parmağını geçirmiş, koltuğunda fırından yeni çıkan birkaç taze pideyle
giriyordu içeriye. Tıknaz, .düşük bıyıklı, abani sarıklı, gözlerini çevresindekilerden
kaçıran sessiz bir adamdı. Emmun onu, ekinliğin dibindeki, çevresi sulanıp
tozu yatıştırılmış mindere oturtarak ayağındaki yemenilere yapışınca, keyfinden
kabarıp şişecek yerde tedirgin olmuşa benziyordu.
Canım, ciğerim günleri
biraz aşınmaya başlayınca Emmun bacı da ortada biraz görünmeye başlamıştı.
Kılığına, düzgününe eskisi kadar düşkünlük göstermemekle beraber yemenisinin
düğümünden fesleğen eksilmiyordu. Karpuz hoca nedense sataşmayı büsbütün
artırmıştı. Her gelişinde sesi hasetten daha da çatlaklaşmış onu
sıkıştırıyordu:
"Kız kahbe, huderci
yüreğinin ataşını bir iyi söndürdü mü?"
Bu tür kinayeli sözler
karşısında nedense, görücüye yeni çıkmışçasına utanıyor: "Ayıp ayıp,
cahalların yanında. Bir de Allah adamıyım dersin." diye sitem ediyordu.
Evliliğin yılı dolmadan
huderciye bir haller oldu. İkide birde ikindi üzerleri, aman karnım diye
ovunarak eve geliyordu. Yasemin altındaki kadınlar halkasının teşhisi, nazara
geldiğiydi. Kulunç girmiştir, korku damarını tuttur, pavyaşa-
nı yuttur öğütleri de
sürüp gidiyordu. Aktar Musa efendiye, salyangoz merheminden korku şurubuna
kadar her tür deva dizdirilmişti. Nöbetler seyrek seperek de olsa gelip gidiyordu.
Sonunda marazın gerçek
nedenini kestiren Nazlı bacı oldu. İpliğe dizilen kuruluk patlıcanları asmak
için yazlığa çıkmıştı. Dizinin bir ucunu direğe tutturup ötekini düğümlemeye
uğraşırken birdenbire duraklayıp duvar dibine sinmiş, Emmun’un avlusunu biraz
gözetledikten sonra çıplak ayaklarının ucuna basarak merdivenleri inmişti. Tek
söz etmeden sırtı dönük patlıcan oyan Emmun’un kolundan tutarak çekmişti.
Herkes ne var, ne oldu? diye Nazlı’yı sıkıştırdığı halde ağzını açmıyor,
kolundan çekip Emmun’u kaldırmaya uğraşıyordu. Onlar önde, ötekiler arkada
baskına gidilircesine, sessiz merdivenler çıkıldı. Duvar dibine sinerek
yazlığın ucuna kadar ilerleyip gözetlemeye geçtiler. Emmun’un fırlayarak,
göğsünü yumruklayıp merdivenleri üçer, dörder inmesi çok sürmedi. Durmadan
"Başıma taş düştü." diye inliyordu. Gözleriyle etrafta birşeyler
araştırdıktan sonra ekinlikteki çiçek sopalarından birini çekti. Asmanın dibinde
yatan süllümü omuzhyarak bitişikteki arsaya geçmesi bir oldu. Merdiveni
sessizce avlusunun duvarına dayadı. Avının üstüne atılmaya hazır dişi kaplanlar
kadar gergindi bütün gövdesi. Duvarın üstünden atlamasıyla ekinliğin dibindeki
şiltenin üstünde kızını bağrına bastırmış orasını, burasını sıkıştıran
hudercinin üstüne saldırması bir oldu. "Irz düşmanı döyyüs. Demek karın
ağrın buymuş. Yiğitken yıkılası." diye haykırarak sopayı can alır yeridir
demeden sallıyordu. Huderci bir süre körpe et düşkünlüğünü, vallah billâh diye
yorumlamaya uğraşmış, sökmediğini görünce Emmun’u pazı gücüyle durdurmaya
kalkmıştı. Ama onun zaptolacağı kalmamıştı. Savaş narası gibi keskin ve yırtıcı
küfür ve beddualar savuruyor, her tutuşunda hudercinin elinden sıyrılıp diş,
tırnak yeniden girişiyordu. Sonunda huderci aba ve yemenisini bırakıp sokak
kapısını tutmaktan başka kurtuluş yolu olmadığını kestirebildi.
Ama Emmun’un öfkesi bir
türlü yatışmıyordu. Kapıyı
hırsla çarpıp sürgüyü
sürdükten sonra "Sıçan olmadan çuval delersin ha, itin eniği" diye
kızma kitleşti bu kez de.
Ninemin yazlıktan, dur
kız kudurdun mu? diye haykırmaları ile, Nazlı ve Fatma bacıların süllümden
tırmanıp aralarına girmeleri olmasaydı kızını belki de çiğ çiğ yiyecekti.
Bizim avluda başına bir
kova su boca ederek Emmun’un öfkesini biraz yatıştırdılar. Kızının damağını
kaldırıp çişini yaptırdılar. Sonunda ortalık yatışır gibi oldu. Oyacaklar
yeniden ele alındı. Nenem bir yandan oyulanları ipe dizerken bir yandan da
dizinin dibinde oturttuğu kızı sorguya çekiyordu. Onun burnunu çekerek kesik
kesik anlattıklarından herşeyin içyüzü ortaya çıkıvermişti. Huderci ikide
birde ikindi üzerleri karnım tuttu diye eve geldikçe Emmun’u evde bulursa
serilip yatıyor, hastaymışçasına kendine baktırıyordu. O yoksa ekinliğin yanma
şilte serdiriyor. "Aman kızım gel hele şu karnımı bir uğuştur." diye
kızdan şifa umuyordu. O yanına diz çöküp karnını ovaladıkça "Yok yok şu
uyluklarıma da bastır." diye ellerini aşağıya doğru itiyor, bir yandan da
"ellerin dert görmesin" diye butlarını sıkıştırıp salyalarını
yanaklarına sıvaştırıyordu. Arada bir de yastığın altından çektiği, mor yatığın
tıpasını çekiyor, hele şu "alaçtan" bir yudum alayım, diye kafasına
dikiyordu. Soruşturma sonucuna bakılırsa bu iş ancak bir iki kez olmuş. Gözü
yerde huderci daha ileri gidememişti. İkide birde burnunu silerek
anlattıklarını can kulağıyla dinliyor, "Yaşı kesilesice niye bana
söylemedin?" diye sıkılıyordu. El oyunlarının amacını kestiremese bile
yumurcağın bu el oyunlarından hoşlandığı da ortadaydı.
Emmun bacının gözyaşları,
kara kaderinden yakınması ve huderciye savurduğu beddualar birkaç gün sürüp
gitti. Yası uzun sürmedi.
Başının keçiği yavaş
yavaş düzelmeğe, sürmesi, rastığı koyulaşmaya, boncuk gözlerinde baygın
bakışlar ışıldamaya başladı. Onun bu uyum yeteneği Karpuz hocayı iyice hırslandırıyordu:
"Hele bak şu damarı
kırık kahbeye. Gene yüreğinde er
kek ataşı yanmaya
başladı. Kız daha Hudercinin nikâhı boynundayken bu takıp takıştırma gene kimin
için?"
"İmama danıştım...
Üç ay eve uğramaz, ortada gözükmezse boş düşermişim. Ömrümün sonunaca o sübyan
düşmanı döyyüsün yasını mı tutayım?"
Emmun’un karşılıklarında,
geleceğe ilişkin umut ve özlemlerinin ne olduğu seziliyordu. Karpuz hocanın
"Kız o üç ay değil üç yıl" diye düzeltmelerine kulak asmıyor
"Bösböyük cami imamından iyisini mi bileceksin" diye aldırmazlık
ediyordu.
Huderci yemenileri geride
bırakıp kaybolduktan dört beş ay sonra ikinci adayın kokusu çıktı. Bu bir
çerçiydi. Emmun bacı, vaktinin çoğu köy yollarında geçer, eziyeti az olur,
diye gönlünün yatkınlığını belli ediyordu. Ama bu kez evdekiler, Huderci’de
olduğu gibi kına gecesi yaparak şenliğe kalkmadı. Sessiz bir imam nikâhı
yapıldı. Gerdek gecesi de Emmun’un kızı, Nazh bacının evinde konuk oldu. Ondan
sonra da haftada birkaç gün şafakta Çerçinin eşeğinin anırmasıyla uyandık. Bu
kez Emmun akıllanmışa benziyordu. Kızını nereye giderse peşinden sürüklüyordu.
Çerçi gerçekten evine
düşkün bir adama benziyordu. Üç beş günlük aralıklarla toz toprak içinde eve
döndüğü zamanlar, dolaştığı köylerden yumurta, torba yoğurdu ve meyve
sepetleriyle geliyordu. Ortadan biraz uzun, genç mi yaşlı mı olduğu pek
kestirilmeyen bir adamdı. Sakalındaki aklara, yüzündeki çizgilere bakılırsa
içi göçmüş, Emmun’a pek bir yararı kalmamış sanılırdı. Eşeğini yükleyip yemini
tutarken, sırım gibi yağsız bedeninin çevik hareketlerine bakılırsa daha
birkaç karı eskitire benziyordu.
Emmun’un evine güveyisi
gireli nerdeyse yıl oluyordu. Hiçbir huysuzluğu, hiçbir pisliği çıkmamıştı.
Evin içi betbereket görmüştü. Her köyün ünlü yeysileri taşmıyor, peynir, yağ
küpü boşalmaya fırsat bulamıyordu. Eşeğin semer kaşına asılı gelen piliç ve
horozlar da avluda eşinip duruyordu. Daha iyisi Emmun için evlilik bir tür ek
görev gibi olmuştu. Çerçi haftanın ancak iki günü kente uğrayabiliyordu. Temizlenip
dinlendikten sonra yükünü yeniliyor ve köy yolları
nı tutuyordu. Gidişini
izliyen günlerde Emmun’un baygın ve doygun havasına bakılırsa gönlünü de epeyce
hoş ediyordu.
Derken Emmun’un üstüne
gene bir dalgınlık çöker gibi oldu. Soruları anlamıyor, söylenenleri, aklı
başka yerlerde, dinliyemiyordu. İkide birde çarşafı başına çekip, kızını Nazlı
bacıya emanet ederek, ayrıntısını belirtmediği işlerin peşinden dolanıyordu.
Bir sabah da neneme gelip, iki üç günlüğüne Kilis’e bir hısımına gideceğini
söylemiş, kızını da bize emanet etmek için izin istemişti. Yanında göt,ür,
denince, olamaz, horantaları kalabalık, karşılığını vermişti. Dilediği olunca
da "Allah gölgeni üstümüzden eksik etmesin." diye yaltaklanarak çekip
gitmişti.
Üç, dört gün sonra Emmun
bacı, kocası Çerçi gibi toz toprağa bulanmış çıkageldi. Düzgünsüz yüzü solgun
ve kederliydi. Bütün üstelemelere rağmen önce hiçbir şey anlatmadı. Fakat
Çerçinin seferden dönüşü geciktikçe herkes işin içinde bir bit yeniği olduğunu
sezinlemeğe başladı.
Nihayet derdini içine
gömmekle baş edemiyeceğini kestirmiş olmalı ki, Karpuz hocaya duyurma, diye
yemin ettirdikten sonra neneme açılmıştı. Meğer o ak sakallı Çerçi denen
döyyüsün her gittiği köyde başka bir nikâhlısı varmış. Bitişik mahalledeki köy
tahsildarının karısı anıştırınca, önce çekemediğine vermişti. Sonra içine düşen
ateşten kurtulmak için gidip gözüyle görmeğe karar vermişti. Tıhnatan’da,
Çerçinin öteki avratlarından birisinin oturduğu söylenen evin bitişiğine, bir
bahane uydurup bir iki günlüğüne tanrı misafiri olmuştu. İkinci günü sakallı
döyyüs eşeği önünde belirmiş, doğrulayıp eve girmişti. Emmun bitişik dama
gizlenip herifin öteki kadına nasıl hizmet ettirdiğini içi yanarak izlemişti.
Ama köylü ortağı döşeği sırtlayıp yatak sermek için dama çıkınca da haymanın
arkasına gizlenip gözlemeğe devam etmişti. Herifin arkasından avrat da yorganın
altına girince içindeki kıskançlık ateşinin alevleri gözlerinden, burnundan
fışkırmaya başlamıştı. Adını kestiremediği bir güç onu küllenen yemek ocağının
başına sürüklemişti. Bir yanda dayalı duran ateş küreğini bulmuş, tepeleme
kızgın kül, ve donuklaşan korlarla doldurmuştu. Sonra
gene sessizce dama
tırmanıp, sine sine Çerçinin ikinci karısıyla yattığı yatağa sokulmuştu. Boş
eliyle yorganı üzerlerinden savurup küreği aralarına boca etmiş, sonra da kim
kimdir kestirmeden küreğin tersiyle kafalarına indirmeye koyulmuştu. Çığlık
ve gürültüye koşan komşular olmasa o gâvur Çerçinin pençesi gırtlağında can
verecekmiş nerdeyse.
Emmun bacının üçüncü
gelinliği sessiz geçti. Anlaşıldığına göre bu kez soruşturmayı iyice
derinleştirmişti. İşin kesinleşmek üzere olduğunu öğrenen Karpuz hoca sanki kudurmuş,
hasedini iyice ortaya vurmuştu.
"Kız kahbe sen
orospuluğun adını, Allah’ın izniyle koymuşsun."
Onun ısırgan dili
karşısında serinkanlılığını çok iyi koruyan Emmun bu sözlere iyice
içerlemişti:
"Töbe, töbe de.
Başındaki yeşil örtüden utan. İçin de sıfatın gibi bozuk. Şahat, ısbatla nikâh
kıyılıyor. Kötülük bunun neresinde?"
Yeni damadın kentte
"Bacımın boku" diye ün saldığını sonra öğrendik. Adam azmanının,
yakışıklı denebilecek bir görünüşü vardı. Öte yandan tutum ve davranışı koca
bedeninden umulmayacak kadar mahcup ve çekingendi. Kütüğe benziyen kol ve
bacaklarını nereye saklayacağını kestiremiyor sanılırdı. Ama çok geçmeden gün
batınca bambaşka bir kişiliğe büründüğü, ortaya çıktı. Emmun’un evine ve mahalleye
iyice yerleştiği kanısı güçlenince gerçek belli oldu. Yatsıya yakın yokuşun
Kazancıpazarı ucundan sesi duyulurdu. Kâh akortsuz bir maya, kâh bir uzun hava
tuttururdu. Sık sık türküyü kesip uzun bir nara attıktan sonra, bütün gün içini
şişiren bilinmez düşmanlara ana, avrat sövmeye koyulurdu. Bazan bağırıp
çağırmadan nefesi daralınca mescidin önündeki kinektaşma oturur, derin derin
soluyarak küfür etmeyi sürdürürdü. Buna rağmen isliminin önemli bir kesimini
evine saklardı. Balyoz boyutunda yumruğuyla kapıyı yerinden sarsar "Kız
dinini, imanını, nerde kaldın ulan?" diye verip veriştirmeğe girişirdi.
Emmun eli ayağı dolaşarak onu içeri alır, yemenisini ayağından sıyırır, kuyudan
taze su çekip ateşini söndürür umuduyla eline tutuştururdu. Fakat
ne yapsa boşunaydı.
Adamın herşeyden maraza çıkarıp sıvaşmakta eşi yoktu. Su tasını ılık diye
kadının başına atar, önüne serilen sofranın üstündeki yemek lengerine bir tekme
savurup ortalığa saçardı. Arada bir Emmun’u da eline alıp öfeliyordu. Dayak
fasıllarının ertesi günü, yüz, göz morarmış ağlayıp yakınmaya kalkan Emmun’a
Karpuz hoca sataşmak fırsatını kaçırmıyor "Bakmayın kahbenin ağıdına.
Erkek köteği böylelerine bal şerbeti gibi gelir. Yedikçe iştahı açılır."
diyordu...
Bir gece Emmun’un kızı
"Aman yetişin babalığım anamı öldürür." feryadıyla bizim iç avluya
girmişti. Böyle bulaşık bir herifi mahalleye musallat ettiği için Emmun’a
içerliyen babam önce aldırış etmek istemedi. Sonunda ninem ve annemin
ısrarlarına dayanamadı. "Verin şu bastonumu" diye davrandı. Ben de
peşine takıldım. Selâmlık avlusunda Ahraz ve Tısoğlan da eklendiler. Herkes
eline bir savaş aracı geçirmişti. Emmun’un avlusuna girdiğimiz zaman o bal
şerbeti içiren kocasının elinden kurtulmuş, tek göz odasına canını atıp kapı
kolunu takıvermişti. Bacımın boku kapıyı yumrukluyor "Aç kız senin babanın
kahirine şöyle yaparım, böyle yaparım" diye kükreyip duruyordu.
"Ulan senin ettiğin
artık tilliyi aştı." diye babam omuzuna bir baston indirince koca herif
afalladı. Topaç gibi çevresinde döndü. Bir kenarda duran fenerin ışığında, her
boydan dört beş kişinin elde sopa dikildiğini görünce, bambaşka bir adam
oluverdi. Sanki ortadaki kudurgun arslan, ürkek bir kedi yavrusuna dönüşmüştü
birdenbire...
"Aman bey ben ettim
sen etme. Kulun kölen olayım." diye yalvarmaya başladı.
"Git nerde
zıkkımlandınsa orada yat." diye babam onu önüne kattı. Suçlu bir ev köpeği
gibi burnu yerde mescidin önüne kadar getirildi.
Fakat herifin yemin
tutabilecek yanı yoktu. Sesi ancak birkaç gün kesilebildi. Yatsı öncesi
konserleriyle küfür salvolarına yeniden girişti. Kantarın topunu fazlaca
kaçırdığı başka bir akşam da binektaşına oturmuş din, iman, ana, avrat okumaya
koyulmuştu. Arada bir "Nasıl vururmuş? Ben
şöyle yaparım, böyle
ederim." diye yediği köteğin hırsını boşaltmaya uğraştığı anlaşılıyordu.
Fakat yatsıya hazırlanan selâmlık cemaatini çileden çıkaran Allah, peygamber
diye küfüre başlaması olmuştu. Kireçlenmiş kavşaklarını tutarak merdivenleri
zorlukla çıkan ihtiyarlar birden gençleşip yiğitleşmişti. Herkes ele geçirdiği
baston, şemsiye, sopayı sallıyarak binektaşına yönelmişti. Bacının bokunda
yürek olsa bu ihtiyar dizisini bir kol savurmasıyla, iskanbil kâğıdı gibi yere
sererdi. Oysa binektaşında kıpırdamadan iri ellerini başına siper ederek
tepesine inen sopa ve bastonlardan korunmaya çalışıyordu. Bir yandan da
ağlamaklı bir sesle sanki yalvarıyordu:
"Vurun elinize
sağlık. Vurun eşeoğlu eşeğe."
Bacımın bokunun
yüreksizliği Emmun’u da etkilemişti. İri gövdesine ve sarhoşluğuna bakarak
önceleri ondan çekiniyor, dayağına karşı koymayı akıldan bile geçirmiyordu.
İki sillede köpekleyip uyuzladığını görünce durum tersine döndü. Emmun onun
dönüş saatine yakın elde iri bir sopa avlunun kapısının gerisinde nöbete
giriyordu. Herif kapıyı yumruklayıp tekmelemeğe fırsat bulamadan onu
kuşağından tutup içeri çekiyor ve başına çöküyordu:
"Zehir zuhum
içesice... Evin ekmeğini düşünme. Eline geçeni yatır meyhaneye... Biz de
derdini çekelim." diye sopayı ver gitsin ediyordu. Anlaşıldığına göre
erkek dayağına dayanıklı olan herifin karı köteğine pek idmanı yoktu. Eve
gelmeyi gitgide seyrekleştirdi. Sonra da büsbütün ortada gözükmez oldu.
Emmun bacı bir süre evlenmeğe
tövbe etmiş gözüktü:
"Hepsinin boyu
devrilsin. Benden yırak olsunlar." diye yaka silkiyordu. Karpuz hocaysa
onun gerçekten tövbe ettiğine inanmıyordu:
"Alışmayan kıçta
tuman durmaz. Orospu yemin tutmaz." diye sataşıyordu.
"Hoca gözünü yumup
çalık yüzünü görmeden seni istiyen bir karmsız çıksa sen de yok demezsin."
diye Emmun da karşı saldırıya geçiyordu.
Ama aradan yıl geçmeden
hocanın falcılığı doğru çıktı:
Emmun’un bir Sapancıyla
evleneceği sözü ortada dolanmaya başladı:
"Kız artık imam nikâhı
kalktı. Hökümat nikâhı başladı. Bir kelle adın kütüğe geçerse heriften yakayı
öyle kolay kurtaramazsın." diye takılıyorlardı. Bu sözler önce Emmun’u
biraz düşündürdü. Doğru mu eğri mi dedeme sorun diye yalvardı durdu. Fakat
soruşturma sonuçlanmadan birgün ağzı kulaklarında çıkageldi:
"İmama danıştım.
Kulak asma hökümat nikâhı da neymiş. Bin yıldır şeriatın yolundan gidenlerin
nikâhı bozuk mu düşecek?" dedi.
İşine gelen bu sözlere
Emmun iyice belbağlamışa benziyordu.
Sapancınm lakabı
Bodur’du. Bacımın bokundan sonra sanki Emmun parmağının altında tutabileceği
birini seçmeye özeniyor gibi geldi herkese. Arkadan bakınca şalvar, kasket
giydirilmiş; on yaşlarında bir çocuk izlenimi bırakıyordu. Fakat daha birkaç
hafta geçmeden Bodur’un marifetlerinin de boyundan hayli büyük olduğu ortaya
çıktı.
İlk belirti Sapancınm
hafta sonlarında işe gitmediği ya da kendi kendine izin verdiği günler ortaya
çıktı. Sabah kalkar kalkmaz kuyu başına koşuyor, bir kova taze su çekiyordu.
Sonra kutsal bir anlamı varmışçasına özenle bir yana yerleştirdiği esrar
kabağını güzelce yıkayıp temizliyor, koynundan çektiği keseden karışımlar yapıp
lüleye basıyordu. Ekinliğin dibindeki şiltenin yastığına Sezar gibi yaslanıp
gözleri kapalı kabağından uzun nefesler çekiyordu. Kafası kıvamına gelince
içerden getirdiği tencereyi ateşe yerleştirip kabaklamasını hazırlamaya
koyuluyordu. Sabahın gerisi esrar kabağıyla kabaklama tenceresi arasında
geçiyordu. İyice keyiflenince, kırmızı yemenilerinden tekini, tambura gibi
bağrına bastırıp, parmaklarını tabanında gezdirerek, sayıklamaya benziyen
türküler mırıldanıyordu. Kimseye zarar vermediğinden bu alışkanlık Emmun’u pek
tedirgin etmiyordu. Hatta onun kabaklaması kadar lezzetlisini yemediğiyle
övünüyordu. Yakındığı tek şey, ekinliğindeki fesleğen
lerin sökülüp yerine hint
keneviri dikilmesiydi. Bu yüzden de keçiği çoğu zaman çiçeksiz kalıyordu.
Yalnız bu solo esrar
oturumları uzun sürmedi. Bodur’un eski kabak arkadaşları birer, ikişer evine
damlamaya, esrar kabağı elden ele dolaşmaya başlamıştı. Emmun önce bundan da
pek yakınmadı. Ama kısa süre sonra ortaya boyalı aşık kesesi de çıkıvermişti.
Esrarcılar, nefesten donuklaşmış gözlerini dört açarak atılan aşıkların hangi
yönde duracağını izliyordu. Bazan aşık partileri geç vakte kadar sürüyor,
paralar tükenince de sedef kaplı bıçaklar, savatlı saatler ortaya sürülüyordu.
Bir akşam elde ne varsa
ütülen Bodur, Emmun’un yorgan ve tencerelerini kumara basmaya kalkmıştı. Kadın
direnince de dumanlı kafası ve boyundan umulmayan bir çeviklikle üstüne
atılmıştı.
Bu gidişle hem maldan hem
candan olacağını sezen Emmun esrar ve kumarın iyice koyulaştığı bir akşam,
zaptiyeye haber uçurup Bodur ve kabak arkadaşlarını adalete teslim
edivermişti. Hırsını bu kadarla da alamamış, ekinlikteki boylanan hint
kenevirlerini de yolup arkalarından sokağa fırlatmıştı.
Bodur’dan sonra Emmun’a
bir yılgınlık gelmişe benziyordu. Düzgünü, sürmeyi artık iyice boşlamıştı. Göz
kuyruklarında, ağzının iki yanında kırışıklar belirmişti. Değişen yalnız o da
değildi. Kızının da kalçaları yuvarlaklaşmış, göğüsleri dışarı fırlamıştı.
Artık annesinin peşinde sessiz, gölge gibi dolaşmıyor, herkesin karşısında
bile onu kınayıp eleştiriyordu.
Koca sözü edildikçe
"Aman töbe bir daha mı?" demesine Karpuz hoca hâlâ inanamıyordu:
"Kız kahbe, Azrail
aleyhüselâm gırtlağına yapıştığı zaman bile, gözlerini süzer, nikâh ne günü
diye sorarsın?.." diyordu.
Ama bu gidişle Emmun
görücüye çıkmaktan çok görücü karşılıyacağa benziyordu. Kızı, köşe bucak
sakladığı sürme ve düzgünlerini ele geçirip duvardaki, çatlak, sırrı dökülmüş
aynanın önünden hiç ayrılmıyordu.
Y.azlığın en uzun güneş
tutan yanlarına, tepsi ve amadanlarda dizilen domates salçalarının suyunun
çekişip küplere basılmasını ve korkuluklara asılan oyuk patlıcan ve biber
dizilerinin akşam esintisinde tıkırdamaya başlamasını dört gözle beklerdik.
Çünkü, karakışı beklemek için bunlar yerine girer girmez kış hazırlıklarına bir
süre ara verilirdi. O zaman da biz çocukların içinde, yatıştırılması olanaksız
bir köy sılası depreşirdi. Bunun bizim için tek anlamı vardı: Bebirge ve
Hapoba.
Her yıl büyükler bu
özlemin yönünü değiştirebilmek için boşuna uğraşır dururdu. Göğsüncük’ün serin
yayla havasından, kaynak ve armutlarından söz edilir, Arıl’ın fıstıkları, buz
gibi pınarları göklere çıkarılırdı. Ama Bebirge dışında herhangi bir teklif
koro halinde protesto çığlıkları, gözyaşı ve tepinmelerle karşılanır, sonunda
da nedense bizim dediğimiz olurdu.
Önce selâmlıkta dedemin
çevresini alır, başının etini yemeye koyulurduk. Boy boy bir tabur torunun
çevresini alıp yakarmasından iyice keyiflenir, bir eliyle yüzünü perdeliyerek
bir süre direnir gibi yapardı. Bunun tadını iyice çıkarınca, öfkeli gözükmeğe
uğraşan bir sesle "Hacı" diye seslenirdi. Bir yana öbeklenir,
tepeden tırnağa kulak kesilmiş beklerdik. Latasını savurarak gözüken Hacı’ya
amacı hemen açıklamaz, alışveriş, gelen gidenle ilgili sorularla bir sü-
re konu dışında dolaşır
dururdu. Yan gözle de bizim sabırsızlanıp kıvranışımızı sırıtarak seyrederdi.
Nihayet ona ne söylemek istediğini hatırlamak istiyormuşçasına uzun bir
"eeeee" çekerdi:
"Bebirge’ye İslâm
Memed’e haber sal. Hayvanları göndersin. Ev sahreye gelecek."
Bunu işitir işitmez
sofaya fırlar, çığlıklar kopararak iç avluya dalardık.
O zamanlar köye gitmek iki,
üç saatlik bir yol da olsa öyle kolay bir iş değildi. Bitip tükenmiyen bir
hazırlık dönemi vardı. Önce giysi bohçaları dolaplardan iner, ıskartaya
çıkarılmak için sıra bekliyenler ayrılırdı. Yüklüklerden hurçlar, heybeler
çekilir, tozları silkilir, sökük ve yırtıkları onardırdı. Arkasından boy boy
torbalara bulgur, pirinç, mercimek konur, yağ badyaları doldurulurdu. Büyükler
bunlarla uğraşırken, bizler de hemen yarım saat sonra yola çıkılıyormuşçasına
bağrışıp haykırarak, değnek yontar, lâstik sapanların bağlarını sıkılaştırır,
mutfağın kara taş eşiğinde cep çakılarını bilerdik.
Derken bir sabah şafak
ağarırken yokuş yukarı sürüp gelen eşek ve beygir taburunun nal sesleriyle
uyanırdık. Semeri en gösterişli ve yavuz görünüşlü eşeği kapmak için aramızda
bir yarış ve çekişmedir başlar, dövüşüp zırlamaya koyulanlarıri sayısı gittikçe
artardı. Daha kimbilir kaç saat sonra yola çıkılacağı halde, kapıştığımız
eşeklerin üstüne tüner, yol yorgunu hayvanları dört nala kaldırmak
istermişçesine sıkıştırır dururduk. Sonunda hurçlar, heybeler selâmlık avlusuna
taşınıp hayvanlara yüklenmeye başlanır, içerden kapı kilitlerinin şakırtısı,
ninem, ya da annemin "şunu da koydunuz mu?" feryatları duyulurdu.
Kadınların kent içinden,
hayvan üstünde geçmeleri uygun görülmezdi. Hepsi eski çarşaflara sımsıkı
sarılmış, ninemin peşinde bostan arasının yolunu tutardı. Bizse Tısoğlan’m
güdümünde ikinci kafileyi oluştururduk. Ağırlık taşıyan hayvanlarla kadınların
binekleri köylülerin yedeğinde yola düşer, Ahraz’sa oflayarak yedekçilik
ederdi.
Bostan arasında,
"aman iyi tut düşeceğim" feryatları
arasında kadınlar
bineklerine yerleşirken biz dayanamaz, kafile düzenini bozup eşek yarışma
girişirdik. Çoğunun sağrıları oluklu saça dönmüş eşeklerin öyle yarışa falan
pek mecalleri olmazdı. Habire topuklayıp sopayla dürtmemize rağmen birbirinden
ayrılamazlar, ancak tesadüfen itilen eşeğin binicisi keyfinden dört köşe olur,
naralar atardı.
Karatar’da dereyi geçip Nurgana’nm
koyu gölgeli bahçe yollarına dalınca kadınlar nerdeyse bir kurşun atımı geride
kaldı sanırdık. İki yanımızdaki ağaçlardan sarkan iri erikler, süt tutup
sertleşmeye yönelmiş cevizler bile' bizi bir an yolumuzdan alıkoyamazdı. Kutsal
kente erişmeyi kafasına koymuş düşe kalka durmadan ilerliyen Haçlı sürüleri gibi
Köprüaltı’na doğru ilerlerdik. Bizi oraya çeken Hapoba’ydı. Gerçek adı belki de
ya Fatma ya da Haçce nineydi. Fakat bunu kendisi de bilmez herkes onu Hapoba
diye çağırırdı. Hayatta ona kalan tek görev Köprüaltı’ndaki geniş şeftali
bahçesine bekçilik etmekti. Bahçenin üst başı ya da herhangi bir yönünden
açgözlü birisi sokulup bahçeyi talana kalksa kovalayacak mecali bile yoktu.
Kaynağı belirsiz, başka bir dünyadan geliyor duygusunu veren boğuk sesiyle
haykırıp kimseyi de korkutmazdı. Buna rağmen daha tanyeri ağarırken kalkar,
sofra bezinin içinden, akşamdan kalma bir iki darı tapılaması alıp çıkınlar,
çeşitli amaçlara yarayan eski postekisini koltuğuna sıkıştırırdı. Ucu çatallı
sopasına dayanarak dereye doğru inerken de iki kat beli biraz olsun doğrulamazdı.
Postekisini bahçenin ayak ucundaki koca cevizin gölgesine serer, sabah namazını
orada kılardı. Namaz bitince, uzun ve yorucu bir işi bitirmiş gibi görenler
tanrı kulu değil, ceviz gövdesinin çarpık bir uzantısı sanabilirdi. Elinin,
yüzünün ve boynunun görülebilen derileri, insan cildinden çok, yaşlı ve göçmeye
hazır duruma gelmiş, bir ağacın kabuğunu andırırdı. Gözlerinin iki yanındaki
buruşukluklar o organlarını nerdeyse iki küçük düğmeye dönüştürecek kadar
derindi. Güneşten kavrulup kurumuş, renksiz alt dudağının altındaki derin
çatlağı daima bir sigara kâğıdı parçasıyla kapatırdı. Sırtındaki, boyundan tek
düğmeli, kimliği belirsiz yamah entarisinin koynundan tütün kesesini çekmek
için
elini daldırınca göğüs etleri
görünebilirdi. Üstünde o entarisinden başka giyeceği olmadığından, aralanan
göğüs yırtmacından yüzü kadar buruşuk bir deriyle, ne olduğu hemen
kestirilmeyen pörsük iki torbacık sarkardı. Hapoba her haliyle zamanın daha
fazla yıpratamıyacağı, ölümün de artık erişemiyeceği bir yaşsızlık duygusu
aşılardı.
Köprünün bitimiyle bahçe
arasındaki açıklığa erişenler hemen eşeğinden atlar ve Hapoba’nm pöstekisi
çevresinde yerini alırdı. Bizi görünce feri çekilmiş gözlerinde hafif bir
mutluluk ışıltısı yanıp söner "Hoşgeldiniz, safa getirdiniz küçük
ortaklar" diye derinden derine sanki inlerdi. Sonucun ne olacağını iyi
bildiğimiz halde hep bir ağızdan tutturmaya koyulurduk:
"Hapoba bize hakiye
söyle." Gözlerinde gene o ışık bir an yanıp sönüverirdi:
"Aman ortak gündüz
gözü hakiye olur mu heç? Sona şeytan tumanımı çalar. Ayıbım ortada donar
kalırım hee."
"Dedeme söylerdik.
Yenisini alır Hapoba. Ne yar, ne var anlat."
Sanki başka dünyalardan
gelen boğuk sesiyle direnirdi:
"Yok ben tumanımdan
geçemem."
Bu yamaları aslından daha
çok olan şalvarın nesinden geçemediğini bir türlü anlıyamazdık. Biz bu soruyu
kafamızda evirip çevirirken o konuyu değiştirirdi:
"Bunca yol geldiniz.
Her hal karnınız acıktı. Durun size kol dürümü edeyim de yiyin."
Bunu söyledikten sonra
bir avucuyla yere, ötekiyle dizine abanarak oynak yerlerini harekete getirmeğe
çabalar, değneğini alıp bitişikteki domates tarlasının yolunu tutardı.
O zaman büyükçeler
giysisini sıyırıp köprü altına yüzmeğe, daha küçüklerse çamur oynayıp yengeç
yuvalarına çöp dürtmeye koşardı.
Kentli ortakların bir iki
haftalığına köye konuk gelmesi herkeste çeşitli çelişik duygular uyandıran bir
olaydı. Biz çocuklar, kente göre yetişkinlerin denetim ve baskısından uzak,
sırtımız kabarıp su toplaymcaya kadar yüzer, balık tutar, dut ve kayısı
ağaçlarına tırmanıp talan ederdik. Bizim
başına buyruk oyun ve
eğlencelerimizi ortakların kuzu güden, çalı çırpan, çapa yapan çocukları bir
süre sirk hayvanlarının akıl almayan ustalıklarını izliyormuşçasına uzaktan
dikilip gözlerlerdi. Sonra işlerini bırakıp yanımıza sokulmaya ve bize
katılmanın yollarını aramaya koyulurlardı. Ana ya da babaları arada onları
suçüstü yakalar, şamarı basıp işinin başına gönderirdi. Aramızda tutmak için
şefaat ve aracılığa kalkmak boşunaydı. Ortak İslâm Memet suratını daha da
asar:
"Yok ortak, köy yerinin işi
oyunla dönmez. Sen keyfine bak." diye sanki bizi ve oyunumuzu horlardı.
Köye gitmek evin kadın horantası için
de çekici bir değişiklikti. Bitip tükenmek bilmiyen kış hazırlıklarından biraz
olsun uzaklaşıp her gün bir başka bahçede sahre etmek, canının dilediğini
pişirip yemek, köylü kadınlarını dere boyuna gözcü dikip suya girmek, ortak
karılarıyla çene yarıştırmak dinlendirici bir değişiklik olurdu.
Bu ziyaretlerden en çok yararlananlar
da ortakların karıları olurdu. Her birisi bir bahane uydurup bahçe ve bostanlardaki
yorucu işlerden kaytarır, eline bir satıl süt, bir yumak tereyağı, ya da bir
sepet meyve alıp sahre yerinin yolunu tutardı. İkramlarını sunmakla yetinmez,
soğan soymak, ekmek açmak, ya da salıncak kurmak gibi işlerin bir ucundan da
tutuverirlerdi:
"Kız Ayşe nerdesin?" diye
sabırsızlanıp haykıran eşlerine "Hatmin işine baharım." diye yakayı
kurtarmaya kalkardı. Sonra günde iki kez, fazla yorulmadan pilâvı, cıvığıyla
yemek de vardı. Çoğu etin, yumurtanın tadını böyle fırsatlarda tadarlardı.
Onlar arasında bu ziyaretlerden en
çok tedirgin olan ortağın büyük karısı horoz Ayşe’ydi. Hapoba’nın evi olduğundan,
bizim zorumuzla her kez onun evine inilirdi. Bu teveccüh ortağın ağayla olan
ilişkilerini ve köydeki itibarını güçlendirirdi. Fakat horoz Ayşe’nin başına en
az onbeş konuğun işini yüklemekle kalmaz, çıngıraklı çeyiz sandığına
kilitleyip kimseye koklatmadığı yumurta, bal, tereyağ gibi çerçiden alışverişe
yarayan ürünlerinin köküne de kibritsu-
yu sıkardı. Her ne kadar açığını,
öteki ortakların hergün taşıdıkları aynı türden ikramların içinden sezdirmeden
ayırdığı paylarla kapatmaya uğraşırdı ama, bunda da biz çocuklar kendini pek
rahat bırakmazdık. Kavruk ve gergin gövdesi, sinirli ince dudakları, hain bakışlı,
yeşil, iri gözleriyle her an dövüşe hazır, Denizli horozlarım andırırdı. Bizi
huylandırışınm nedeni görünüşü değildi. Kaynanası Hapoba’yı durmadan horlar,
sadece ağzıyla değil, yüzü ve gözüyle durmadan döverdi. Sabah erken sofra
bezinin içinden alıp gittiği birkaç tapılama parçasını bile çok görür,
tazesini yapmaz "Gene o cadı karı ekmekleri alıp gitmiş." diye onu
suçlamaya kalkardı. Hapoba bir iki domates doğrayıp, kemikleşmiş tapılama
parçalarını, teneke şapşağmdaki dere suyunda ıslatıp dişsiz ağzında
geveliyerek nefis körletmese açlıktan ölebilirdi. Kocası ve çocuklarına hergün
azık hazırlayıp ulaştıran horoz Ayşe daha bir gün onun da önüne taze bir darı
tapılaması koyuvermemişti. Bu yüzden hepimiz ona iyice diş biler, çevirdiği
dolapları ortaya döküp İslâm Memet’den bir sopa yedirmekten sonsuz bir mutluluk
duyardık.
Sabahları dam boyunca
serilen kutnu yataklardaki konukları güneşin ilk ışınlarıyla erkenci
karasinekler gıdıklamaya koyulunca herkes birer, ikişer kalkıp ayaklanırdı. Sofadaki
ocağın bacasından dumanla karışık taze mısır tapılaması kokuları yükselir,
sabah temizliği için dere boyuna, ya da köy önündeki arığa inenler, bahçelere
bakan ön odadaki sofranın çevresinde toplanırdı. Büyük, küçük sofra örtüsünün
üstündeki bal, yağ, kaygana sahanlarına saldırır ve kaplar birer ikişer
boşalmaya başlardı. Bu arada çocuk ya da yetişkinlerin, sofrada tükenenlerden
daha canı ister, horoz Ayşe’nin nökeri yirik Fatma onu zor durumda bırakmak
için seslenirdi:
"Kız Ayşe bacı yağ
tükendi bir topa^kap da getir." Ayşe bunu önce duymazlıktan gelir, fakat
Fatma da yakasını bırakmazdı. O zaman Horoz; yüzündeki kavgacı gerginlik iyice
artar:
"Nerden gelecek bir
topak daha. Hepsi yendi tükendi." diye homurdanıldı. İşte biz de bu
fırsatı beklerdik:
"Ayşe bacı hani Cafer ağadan
gelen yağı sandığa kitledin ya." diye gammazlardık. Tükendiğini ileri
sürdüğü kayganalık yumurtaysa, gizlice izliyenlerden birisi yerinden fırlayıp,
ahırda samanların arasına sakladığı yumurtaları toparlayıp getirirdi.
Horoz Ayşe kendinin bile yemeğe
kıyamadığı bu değerli besinleri bizden esirgemekte haklıydı. Geçer akçesi
bunlardı. Köye çerçi gelince evin tuz, sabun ya da gazyağı ihtiyaçları bunlarla
karşılanırdı. Yahudi çerçiyle, bir kalıp sabuna tek yumurta eksik verebilmek
için saatlerce çekişir dururdu. O Yirik denen kahbenin bunlardan haberi yoktu.
Bütün derdi salınıp ortada dolaşmak, akşam olup İslâm’ın koynuna gireceği saati
beklemekti. Herifi artık kartlaşan Horoz’un elinden çekip almıştı, ama o da
Yiriği’n ev işlerine burnunu sokmasına hiç fırsat vermiyordu. Fakat Yirik de
ondan öcünü almanın yolunu buluyordu. Akşamları her yandan el ayak çekilip
kocasının koynuna girince olup bitenleri kulağına fıslıyordu:
"O Horoz kahbesi gene iki
yumurta için ağanın horantasına yüzümüzü kara etti." diye ettiklerinin
birine bini katarak onu dolduruyordu.
Mehmet iri fakat sakin bir adamdı.
Öyle herşeye kolay kızmazdı. Yalnız ağayla arasını açması olanağı bulunan işlere
önem verirdi. Çünkü herifin kafası kızarsa, bir tezkere yazıp yarıya işlettiği
bahçe ve bostanları elinden çeker alır, başkasına verebilirdi. Köylünün açı
çıplağı da esasen, Allah Allah, diye böyle bir günü bekliyordu. İçinin iyice
dolduğunu önce Fatma’yı azarlıyarak belli ederdi. Fakat ertesi gün fırsatını
bekler, olmayacak bir şeyden Ayşe ile maraza çıkarıp kafasına çullanırdı.
Sağı, solu demeden yumrukları indirirken de dayağın gerçek amacını ağzından
kaçırıverirdi:
"Yumurtayı samana gömen, yağı
sandığa kitlen de bizi irezil eden ha."
Horoz Ayşe’nin kaynanasına olmaz
eziyetleri edişinin nedeni de bizdik galiba. O ve masalları olmasa İslâm’ın evine
inmekte büyükleri bu kadar zorlamayacağımızı avucunun içi gibi biliyordu. O
olmasa evine konup bir iki haftada
aylığını günlük etmezdik. Başka
köylere gider, ya da hiç değilse bir iki kez öteki ortaklara inerdik. Evine
konuşumuzun kendine yararı olmuyor değildi. Öteki ortaklardan, hatta öteki
köylerden gelen ikram ve hediyeler eline teslim edildiğinden, köteğe falan
aldırış etmeden payını alıp açığını yeterince kapatabilmenin yolunu buluyordu.
Evden getirilen hurçlar dolusu erzaktan da ortak payını ihmal etmezdi. Ninem
sık sık "Gene mi tükendi pirinç, şeker." diye kızardı. Horoz hemen
ortaya atılır, "Aman hatm bunca ağız değirmen gibi ühütür." diye
kuşkuları dağıtmaya uğraşırdı. Sonra bahçede pişenin artıklarını, kesilen koyun
ve kuzuların deri ve kellelerini kimseye kaptırmazdı.
Horoz bu kadarla da
yetinmezdi. Yemeklerin tencerede kotarılma zamanı çevrede olanlarımız annemin
tepesine dikilir, "Ver Hapoba’ya bir sahan götürek" diye tuttururduk.
Vızıltıyla sahanı tepeleme doldurtur etinin budunun yerinde olmasını
sağlardık. İlgi ve sevgimiz Horoz’un gözlerinde öfke ve haset ateşlerini
tutuşturur, elimizdeki sahanı kapıp "Yorulma ben iletirim." derdi.
Huyunu iyi bildiğimiz için peşini bırakmaz cevizin altına kadar gözlerimiz
üstünde çevresinde giderdik. Gene de o sahanın yüzündeki etleri kapıp ağzına
tıkar, hiç değilse yalancıktan tökezleyip içindekinin bir bölümünü dökerdi.
Düzeninden kurtulanı, ite yem atarcasma ihtiyarın önüne fırlatır, "Al
zıhımlan. Döller gene sensiz edemedi." diye homurdanırdı.
Bahçede akşam ekmeğine
gün batmadan oturulurdu. Sanki göze görünmeyen gizli eller köylü, kentli
herkesi karanlık basmadan yamacı tırmanıp köye girmeğe zorlardı. Akşam loşluğu
koyulaştıkça dere boyu ve bahçeler arasında uzanan patikalardaki ayak sesleri
hızlanır, kuzu ya da oğlağı terslenip direnen çocukların cırlak sesli
"Şişe domala kalasıca" feryatları duyulurdu. Gecikip hızlanmayı
erkekliğe yediremiyen cahallar yanık bir maya tutturur, sesini sanki bekçilik
ettirirlerdi kendilerine. Günün batıp dere boyunu perde perde karanlığın
örtmesinden telâşa kapılmayan yalnız Hapoba’ydı. Akşam yemeğini getirdiğimiz
sahanı son lokma ekmeğiyle sıyırıp dişsiz ağzına teper, sonra emekliyerek de
re boyuna inerdi. Kabı
bir iyi kumlar, aptestini tazeler, bizim tepinip sıkıştırmalarımıza aldırış
etmeden "Dur kurban, sürü geçip köye gitsin de biz de giderik."
derdi. Her boydan bir çocuk halkası ortasında, değneğine abanarak köprüye
yönelir, eğer sürü akşam suyunu alıp köyün yolunu tutmamışsa bir yana ilişip
beklerdi. Onu gören çoban ıslığı basıp koyunları sıkıştırır, sanki o yürüyüp
kendinden önce köyün yolunu tutuverirse koyu gölgelere sinen bütün hortlak ve
zebaniler üstüne atılacakmışçasına tedirgin olurdu.
Evi bulunca sofadan dama çıkan
süllümde, bir kısmımız elinden çeker, ötekiler arkadan iterek damı bulurduk.
Kilimlerin, yatak dizilerinden arta kalan bir ucuna Hapoba inliyerek yerleşir,
değneyini yanı başına uzatır, biz de çevresine bir iki halka çevirirdik. Ne
kadar sabırsızlanıp sıkıştırsak hiç istifini bozmazdı:
"Durun kurban hele bir yorgunluk
cuvarası da mı içmiyek." diye elini koynuna atardı. Doğudaki tepelerin
üzerinde, pamuk yığını birkaç bulutun arkasından masal saatine katılmak için
koşa koşa ilerliyen ayın soluk ışığında kesesinden aldığı birkaç izmariti
paralayıp tütünlerini cigara kâğıdına boşaltır, dürüp tükrükler, ağzına
yerleştirirdi. Elindeki çakmaktaşından arada bir çıkan kıvılcımlar, solgun
aydınlığın perileştirdiği yüzünün kırışık ve yorgunluğunu bir an için
aydınlatıp sönerdi. Damın saçaklarında uyku tutturmaya uğraşan güvercin ve
atmacaların mırıltı ve kanat pıtırtılarının ötesinden, dere şırıltılarına
karışan gece böceklerinin uyutucu fasılları yükselirdi.
Uzun uğraşmalardan sonra tutuşan
kavdan yaktığı sigarasından bir iki nefes çeker, ağzından, burnundan dumanlar
fışkırtarak söze koyulurdu:
"Vaktin zamanında, deve tellâl
iken, eşek hamal iken." diye bütün sızıldanmalarımıza rağmen masal başı
tekerlemesini sonuna kadar yinelerdi. Keloğlanlar, zümrüdüanka kuşları, yiğit
şehzadeler, kafdağı ve devlerle masal koyulaştıkça ağzımız ve gözlerimiz
ayrık, tepeden tırnağa kulak kesilmiş, yorgunluğu, güneş yanıklarını, kesilen
parmakları unutur giderdik. Bütün direnmelere rağmen en küçükler,
günün koşturmasından bitkin uyur
kalırdı. Onları farkedince Hapo nine sigarasının başını toprağa sürüp söndürür,
izmariti kesesine yerleştirir, inliyerek uyuyakalanı kucaklar, en yakındaki
şiltenin içine bırakıp üstüne yorganı çekerdi. Halka gittikçe seyrekleşir,
yavaş yavaş sıra kucağına sığmayacak kadar boylanmışlara gelirdi. Onları da
yarı uyarıp koltuğundan tutarak yatağa sokardı. Dinleyici kalmadığına emin
olunca kendi de kimbilir evin hangi çulsuz köşesinde birkaç saatlik uykusuna
dalmak için çekilip giderdi. Onun ne zaman, nerede yattığını, ne zaman kalkıp
bahçeye indiğini hiç birimiz görememiştik. Ama ondan uzakta, derin uykudayken
bile etkisinden tüm kurtulamazdık. Düşümüzde, ağzının iki yanından salya akan,
kazma dişli devlerin korkusuyla inleyip,sayıklar, bulutlar arasında uçuşan
sihirli seccadenin üstünde peri padişahının kızıyla oynaşır dururduk. Bıyıklarım
terleyip boylandığım yıllarda bile onun sihirli, boğuk sesinin içimize doldurduğu
masal dünyası sürüp gitti. Bazan gün ağarmadan uyanırdım. Yüreğim çarparak ilk
sabah horozunun ötmesini beklerdim. O kurtarıcı ses içinde gecenin
durgunluğunu dinlerken, Kafdağı’nm altındaki tutuklu devlerin, mahpus
damlarını delmek için diş ve tırnaklarıyla eşinip uğraştıklarını işitir gibi
olurdum. Ya Allah göstermesin yeryüzünün tüm horozlarının uykuya dalacağı tutar
da gün ağarıverirse diye içim titrerdi. O zaman büyü bozulur ve yerin yedi kat
dibine kapatılan kazma dişli devler Kafdağı’nı yarıp yeryüzüne yayılır, Tanrı
kullarını kasar kavururdu. Fakat bereket versin horozların çoğu uyuyakalsa da
görev bilinçli birisi gözünü açıp çığlığı basıverirdi. Kafdağı’nm, sigara
kâğıdı kalınlığında kalan kayaları bu sesi duyunca yeniden bitişip devleri
yedi kat yerin dibine gömerdi. Şimdi bile gün doğuşunun yaklaştığını müjdeleyen
sabah horozunun sesini derin bir mutluluk içinde dinlerim.
Çocukluğun o büyülü
yılları artık geride kalmıştı. Uzak kentlere okumaya gidiyor, ancak yaz
aylarında sılaya dönebiliyordum. Kafada artık başka yeller esiyordu. Artık yaz
aylarında Bebirge diye tutturanların arasında değildim. Sözü edilince de surat
asıp ben gitmem diye tutturuyordum.
Ama bir tatil başında
dönüp de, gözü yaşlı küçük kardeşlerimden Hapoba’nın o kış göçtüğünü duyunca,
içimde bilemediğim bir bağ, sızlıyarak kopar gibi oldu.
Bir gün kendi başıma ata bindim.
Bebirge’de, belki de onunla beraber göçüp giden o sihirli çocukluğu aramaya gittim.
Büyük cevizin altı boştu. Onun yerine, toprağın üstüne oturup sırtımı ağacın
gövdesine dayadım. Ortadan silinip giden yalnız o değildi sanki. Tepesi
göklere karışan kavak ve cevizlerin boyları kısalıp bodurlamıştı. Dallardan
sarkan ürünlerde eski parlaklık ve çekicilik kalmamıştı. Dere boyundaki
yalangozların yapraklarını kızıl bir toz kaplamıştı. Yüzyılların seline, yeline
göğüs geren üç ayaklı taş köprü nerdeyse göçecekmiş gibi geldi bana. Altından
gürül gürül akan dere, çekilip bulanık bir su birikintisine dönüşmüştü. Galiba
Hapoba göçüp giderken herşeyin baş döndürücülüğünü, insanı büyüleyen sihir ve
güzelliğini de birlikte alıp götürmüştü.
Patpat Ali efendi ile Söylemez
Mustafa efendi hem KeJjrmikli Bedesten’de dükkân komşusu hem de aynı so kakta
mahalle arkadaşıydı. İkisi de manifaturacılıkla uğraşırdı. Her ikisinin de
müşterilerinin çoğu yazı köylerinden gelirdi. Oğluna, kızına ağırlık
görecekler, pırtıları yama tutmaz duruma girenler, su-smır davasından birbirine
düşüp kafakolluk olanlar, tohumluk, eşek, öküz parasına sıkışanlar, taşıtlarını
nalbant ahırına çeker çekmez onlardan birinin dükkânını boylardı. Sabah
namazını Hacmasır’da birlikte kılarlar, kahvelerini İbiş’te içip nerdeyse aynı
anda Bismillâh çekip anahtarlarını aynı zamanda kilide sokarlardı. İyi
tanımıyanlar ilişkilerinin dış görünüşüne bakınca nerdeyse bitişik kardeşler
sanırdı.
Halbuki, bir kez görünüşlerinin
benzer yanı yoktu. Patpat keyfine düşkün bir kişiydi. İri siyah gözlerinin
içinde biteviye gülücük ışıltıları pırıldar dururdu. Tezgâhın üstündeki
seccadesine yayılır, koltuğunun altına küçük kürsüsünü çekerdi. Kısa
aralıklarla kocaman ağzını alabildiğine ayırarak esnediğinden, uyanıkken bile
uyuyor kanısını verirdi. Ama öyle içi geçkinlerden de değildi. Olur olmaz her
şeye göbeğini hoplatarak güler, gelip geçen herkese sataşıp yarenlik ederdi.
Söylemez Mustafa ise gerçekten
söylemezdi. Uzun boylu, etsiz, yağsız, kavrukça bir adamdı. Kısa çember saka
lı, kemerli iri burnu, nereye baktığı
kolayca kestirilmeyen gözleriyle, durmadan kafasının gerisinde düzenler kuran
tertipçilere benzerdi. "Belli, hayır" gibi tek heceli sözlerden
fazlasını ağzından koparabilmek kolay değildi. Ama elleri durmadan işlerdi. Ya
püsküllü, iri, kehribar teşbihini aralıksız parmaklayıp çevirir, ya da
biteviye sigara sarıp tabakasına basardı. Bedestenin loş, hafif tertip küf
kokan uyuşuk havası içinde iki komşunun gül gibi geçinip gittiğini sanmak çok
kolaydı. Gerçekteyse durum hiç de böyle değildi. Yıllardan beri iki dükkân
komşusu arasında güleryüzlü, belli bir nedene dayanmayan bir çekişme, belki de
bir yarışma, daha da gerçeği ilân edilmemiş bir savaş sürüp giderdi. İkisi de
elden geldiğince bunu birbirlerine sezdirmemeğe uğraşır, içleri hırs,
kıskançlık ya da öfkeden yanıp kavrulsa da herşeyi gülücük maskesi altında
gizlemeğe uğraşırlardı. Bu yarışma ve çekişmenin karşılıklı ilişkilerinde
bulaşıp yayılmadığı iğne başı kadar yer kalmamıştı. Akşam haylan kabağının
dolmasını yemek niyeti ile Ali efendi Sarı Memik’le sabah alışverişine mi
koyuldu; Mustafa efendi, durumu izler izlemez doğrama ve bulgur pilâvı yemek
niyetinden vazgeçer alışverişi haylan kabağına çevirirdi. Arasıra da henüz
niyetlerinin belirgin olmadığı bir sırada karşılaştıkları da olurdu. Selâm
sabahtan sonra ustalıkla birbirinin ağzından lâf çekmeğe uğraşırlardı. İpucu
sağlıyamadıkları zaman da bakkal, manav, kasap dükkânlarına bakıştırmayı
uzatır, bir yandan da birbirini gözetlemeğe devam ederlerdi.
Bazan Ali efendi bir yolunu bulur ona
sezdirmeden öğle yemeği için Güllü’ye kebap, baklava ısmarlar, komşusu soracak
olursa öğle ekmeğine akşamdan kalma mıkşı yiyeceğini söylerdi. Öyle ezanını
duyup dükkân kepengini yarıya kaldırarak evin yolunu tutmaya hazırlanan Mustafa
efendi kebapçı çırağının getirdiği tepsiyi görünce hafif tertip kızarır,
birden niyeti değiştirip kepenk değneklerini yeniden dayayıp yerine otururdu.
Geri dönmeye davranan çırağa boğukça bir sesle "Bana da onlardan bir
kişilik çabuk getir." diye komutayı verirdi.
İkisinden birinin boş olduğu sırada
mazallah ötekine
bir müşteri gelecek olmasın. Boş
duranın kulakları ve gözkuyrukları hemen bitişik komşu yönüne ayarlanır, olup
bitenlerin hiçbir ayrıntısını kaçırmamak için beyin hücreleri ışıl ışıl
yanmaya başlardı. Tam pazarlığın bağlanıp arşına sarılmaya sıra gelince, öteki
yekinir, ya "Hele şu mecidiyeyi bir bozuver" ya da "Yoğrum hele
şu kalemini ver." gibi bahanelerle araya girip işi karıştırmaya
yeltenirdi. Bütün engelleme çabalarına rağmen alışveriş önlenemezse yenilen
taraf telâşla yemeniyi giyer, bedesten kapısının bir köşesine sinerek alıcının
çıkışını beklerdi. Aldıklarını koltuklayıp yolu tutan müşteriye çarşı içinde
sokulunur "Ey! oğlan mı everiysin?" aşinalığı ile fiyatlar sorulurdu.
Arkasından peşin mi harmana mı araştırılır, koltuktaki dükkân sahibinin ikramı
da olsa alıcının içine bir kuşku, tedirginlik sokmak için elden gelen
yapılırdı.
Birbirlerinin huyunu
avuçlarının içi gibi bildikleri halde bilmezlikten gelir, işlerini de ona göre
tutmaya çabalarlardı.
Ali efendi yıllık
alışveriş için Haleb’e gitmeyi tasarlıyorsa İstanbul’dan mal alacağını söyler,
Mustafa efendi kıraç tarlalarına o yıl mercimek ektirecekse, arpa saçtıracağım
diye yayardı. Yarışmalarını çevreye belli etmeyelim dedikleri halde hem
Bedesten esnafı hem de evlerinin horantası herşeyin farkındaydı. Onların bu
tutkularını da alabildiğine sömürmekten geri kalmazlardı. Komşulardan birisi
uğrayıp Ali efendinin acı bir kahvesini içmeye görsün. Mustafa efendi ne eder
eder onu öğle yemeğine karlı ayran ve lahmacun yemeğe zorlardı. Eli paraya
biraz daralıp Ali efendiden borç almayı tasarlıyan önce Mustafa efendiye
uğrar, işitilmiyecek bir sesle oradan buradan bir iki fiskos edip Ali efendinin
tezgâhına çökerdi:
"Aman iki
haftalığına bana on altın." demesine hacet yoktu. Şöyle önemsemiyen bir el
sallayışı ile "Elimiz biraz dardaydı, ama Allah razı olsun" demesi
yeterli. Ali efendi telâşla uzun oturuştan toparlanır, elini kasanın anahtarına
atar, sözü bitirmesine meydan vermeden sorunu çözerdi:
"Ey! Maşallah
arkadaş öldük mü? Komşu komşuya
beyle günde gerekli olur.
Kaç tane istersin. On mu yirmi mi?" diye nazsız keseye davranırdı.
Evlerde durum da
benzeriydi. Ali efendinin Ümmahan hatunun canı Kavaklık sahresi çekerse
"Beşire hatın dedi, cumaya Kavak’da çiğköfteyle fasulye tavası
yiyeceklermiş." diye havadis vermesi yeterliydi. Oğlanlar babalarına camız
gönü yemeniyi, kızlarsa sadakor zubunlukları da bu yöntemle aldırırdı.
Bu yarışma yıllardır iki
komşu arasında barışsever ve zararsız bir kılık altında sürüp gidiyordu. Fakat
nasıl oldu bilinmez işler birdenbire kızışmaya başladı ve tehlikeli olabilecek
bir boyuta dökülüverdi. Galiba bu hızlanmanın başlangıcı Birecik’ten hediye
gelen şapırt balığı olmuştu.
Birgün akşam üzeri
nasılsa Ali efendinin evine erken döneceği tutmuştu. Köşedeki fırına gelirken,
karşıdan Mustafa efendinin büyük oğlunun elinde bir tepsiyle yaklaştığını
farketti. Oğlan yanı başına gelince tepsinin içindeki, domates dilimleri,
yeşil biber ve bol maydanozla donanmış iri bir şapırtın yattığını gördü.
Ustalıkla oğlanı sorguya çekmeye koyuldu. Balığın kar içinde Birecik’ten hediye
geldiğini, komşusunun akşama, kimseye duyurmadan sineksiz bir yaz etmek
niyetinde olduğunu öğrenmiş ve içine kurt düşmüştü. Çarşıda satılsa gider hemen
iki tane alırdı. Yakın yer olsa adam koşturur, dinamit attırır, haft tutturur,
kendisi de şapırtı her hal yerdi. Ama ne çare bu meret her istenildiğinde ele
geçiveren şeylerden değildi. Mustafa efendi akşama fırında kızarmış şapırt
yesin, kendisi de patlıcan kızartmasıyla mercimekliye kaşık sallasın!.. Bu
olacak işlerden değildi. Ali efendinin kafası, müşteri baskınına uğramış ateş
değirmeni gibi işlemeye koyuldu.
Sokak kapısından girdi
gireli havuz başındaki kürsüye çöküp yüzünü sallandırarak suları seyreden
kocasının, yemeğin gecikmesine içerlediğini sanan Ümmahan hatun telâşla küçük
kızma seslendi:
"Kız Ayuş gel şu
ateşi körükle de balcanlar tez kızarsın."
Ama eri, her zaman
yaptığı gibi iri iri yutkunarak çev
resinde dolanıp
"Nerde kaldı yemek?" diye kendini sıkıştırmıyordu. Herhalde başka
bir tasası olmalı diye düşündü. Tavayı ateşten indirip yanı başına sokuldu:
"Hayrola efendi. Bir derdin mi
var?" diyerek, söz kapısı açmayı denedi. Fakat o sanki ne tepesine
dikilişinin, ne de sorduğunun farkına varmamış gibiydi. Bir süre kılı kıpırdamadı.
Sonra birdenbire etli dudaklarında bir gülücükle doğruldu:
"Ulan Ahmet!.. Kapının urguna
dikil. Mustafa Emmin eve gelince bana haber ulaştır. Kendine birşey deme.
Kafanı kırarım ha." diye gürledi. Sonra da eşine dönüp ekledi:
"Yeri, balcanı da mercimekliyi
de selenin altına koy. Çarşafı giy. Çoluğu çocuğu da hazır et. Gezmeğe
gedicik."
Donup kalan Ümmahan hatuna bütün
soruşturmalarına rağmen başka tek bir söz etmedi. Dudaklarındaki kurnaz
gülümseme, yoğun bir mutluluk ışıltısına dönüşüp bütün yüzüne yayılıvermişti.
Yalnız bir ara sabahtan Bebirgeli ortağın getirdiği şekerpare kovasını,
çocukların talan edip etmediğini sormuştu. Eşi de kaşlarını çatıp sitemle
"Yedirir miyen heç, kan kardeşinden esirgediğin şekerpareleri?" deyivermişti.
Gerçekten de öyleydi. Yıllarca önce Bebirge’deki bahçenin bir yanına özel
olarak getirtip diktirdiği şekerpare fidanlarının ürünlerinin balının nasıl
aktığını her yerde över durur, fakat kimseye koklatmazdı. "Hele bir tadına
baksak." diyenlereyse "Arhadaş, dört beş ağaç. Anca bize göre"
deyip yan çizerdi.
Şekerpare leğençesini havuz başına
getirtti. En gösterişlilerini seçip, kalayı ışıl ışıl yanan lengere özenle
yerleştirdi. Esrarlı bir işler döndüğünü sezinliyerek, top gibi avluya atılıp
Mustafa emminin geldiğini fısıldayan oğlunu bir yana itti. Hiçbir şey
kavrıyamadan onu izleyip duran Ümmahan hatuna döndü:
"Kız yeri, acer zubun giy.
Halep’ten getirdiğim canfas çarşafı da tak sırtına. Beşibiryerdeler de
boğazında olmalı. Uşakları da bir iyi donat. Düğün evine gider gibi. Hazır olun
beklen."
Sonra şekerpare lengerini kapıp
sokağı boyladı. Musta-
fa efendinin kapısının tokmağını
tıkırdattı. Dört elif uzunluğunda bir "Kim oooo?" çeken çocuğa
"Babanı kapıya sal." dedi. Mustafa efendi komşusunu, elinde şekerpare
lengeri Ali efendiyi dikilir görünce önce afalladı, sonra da hilelendi. Kuru
bir sesle şaşkın "Buyur komşu" demekle yetindi.
"Bizim ortak Bebirge’den
getirmiş. Doğrusu sensiz boğazımdan geçmedi." diyerek lengeri uzattı.
Mustafa efendi ne gözlerine, ne de kulaklarına inanabiliyor, işin altında yatan
yaramazlığı kestirmeğe uğraşıyordu. Fakat Ali efendinin lengeri eline
tutuşturup yüzgeri davranmaya kalktığım görünce kuşkuları telâşa dönüştü.
Yarış damarı gıdıklanmıştı:
"Dur hele, dur komşu...
Gelmişken gir içeri bir acı kahvemizi iç." Ali efendinin daveti
kabullenip kabullenmediğine bakmadan başını çevirip "Kız, kimse
olmasın." diye iç avluya seslendi.
Yukarı kat sofasının esintili
penceresi önündeki minderlere karşılıklı yayılıp sigaraları yaktılar. Biraz
öteden beriden söz ettiler. Ama Mustafa efendinin kafasının gerisinde
birşeylerin döndüğü tutukluğundan belli oluyordu. Kesik kesik konuşuyor, Ali
efendinin söylediklerini pek de izliyemiyordu. Bir ara hiçbir söz etmeden
yerinden davrandı ve merdivenleri indi. Bir süre avlunun köşesinde anlaşılmıyan
fiskoslar yükseldi. Sonra gelip yerine oturdu. Ali efendi dönmek için
davranınca Mustafa efendi dikleşti:
"Yok komşu bu saatte kalkıp
gidilmez. Selenin altında ne varsa birlikte yeriz." diye niyetini ortaya
vurdu. Ama Ali efendi kolayca alta yatmak niyetinde değildi:
"Sağol komşum. Yemediğimiz yer
mi? Evin horantası bekler." diye dizi üstüne doğruldu. Mustafa efendi
sıçrayıp omuzundan bastırdı:
"Dur yahu... Aha Şâkir’i salar
onları da çağırırık. Güle yala ne varsa barabar yirik." Karşılık
beklemeden de "Ulan Şâkir." diye aşağıya seslendi. Büyük oğlana da
aşağıda fısıltı talimatı verildikten sonra arkasından "Tez olsun
haaa." diye seslenilerek fırıncı Şâkir ustaya gönderildi.
Yemek biraz gecikmiş, bitişik
avlulardan yükselen yanık soğan kokulu yağ cızırtıları, kaşık, sahan
tıkırtıları ner-
deyse yatışır gibi olmuştu. Sonunda
yukarı sofada erkeklere, avlunun sofadan görünmeyen kuytu bir yerinde de kadın
ve kızlara sofra kurulmuştu. Şapırtın az kılçıklı kuyruk yanı erkeklere
gelmiş, hayırsız baş tarafı da ayallere kalmıştı. Ali efendi nefes almadan löp
etleri yolup lokma ediyor, biberli, salçalı suyuna banıp tıkmıyordu. Elinin
erişemediği yanlarını da çocuklarının önüne doğru iteleyip duruyordu.
"Evimi yıkar yüzümü ağartırım” çabası içinde olan Mustafa efendi ise,
herkese yetmiyecek tasasıyla iri iri yutkunuyor, ekmek lokmalarını salçaya
bandırıp ağzına sokmakla yetiniyordu. Bereket versin, balık amadanı bulaşıcının
elinden yeni kurtulmuşa benzeyince, ortaya tepeleme lahmacun tepsisi de gelmişti.
Mustafa efendi de beş, altısını dürümleyip midesinin sızısını dindirebilmişti.
Söylemez birkaç gün, şapırtı içine
sine sine yiyemediği halde, ikramda komşusundan geri kalmadığını anıştırarak
gerinip kasılmıştı. Fakat Patpat’m da önüne gelene, bir lenger şekerpareye
karşılık Söylemez’in Birecik’ten kar içinde gelen şapırtını yedik bitirdik,
diye böbürlendiğini duyunca geldiği oyunu anlar gibi olmuştu. O günden sonra
suratı daha da asılmıştı. "Dur ulan Patpat bunu senin yanma komam."
diye kötü kötü hesaplar kurmaya koyulmuştu. Birkaç gün kehribar teşbihini
sinirli sinirli çevirdikten sonra, aradığını bulmuşçasına haline bir durulma
geldi. Kimseye sezdirmeden Bedestan kapısı dibindeki, Ali efendinin hiç hoşlanmadığı
Hacı Kıllama’yla fiskoslaşmaya koyuldu. Sonra da Hacı Bedesten komşularını
birer ikişer dolanıp fısıldaştı. Derken bir akşam Ali efendi dükkânın
anahtarını beline sokup evin yolunu tutunca kurulan oyun adım adım gelişmeye
başladı. Ali efendi daha akşam namazı için havuz başında ayaklarını yıkarken
kapı çalınmıştı. Açan büyük oğlu da içeriye "kimse olmasın" diye
seslenivermişti. Patpat, bu da kim ola, diye kalın boynunu sokak kapısına doğru
çevirirken üç bedesten komşusunun arka arkaya avluya daldığını görmüştü.
Şaşkın şaşkın onlara baka kalan Patpat’la selâm alışverişi yaparken bir yandan
da "Niye sefil oldun Ali efendi yoğrum." diye özür diliyorlardı. Ali
efendi işin içinde bir bit yeniği olduğunu sezinlemişti. Fakat bozuntuya
vermeden mi
safirleri buyur edip yukarıya aldı.
Onları yerleştirmeye vakit bulmadan gene kapı çalınmış avluya bir dof Bedestan
esnafı daha sökün etmişti. Ali efendi ohlıya, bir yandan puflaya minderler
taşıyıp seriyor, bir yandan da bu beklenmedik misafirlerin karşısında küçük
düşmemek için ne yapabileceğini tasarlamaya uğraşıyordu. Yukardaki odalardan
birisiyle sofa nerdeyse dolup taşmıştı. Mutfakta şaşkın eli eteğine dolanarak
bu baskını izliyen Ümmahan hatunu yatıştırmak kolay bir iş olacağa
benzemiyordu. Onunla tez elden ortaya neler koyabileceğini tartışırken kapı
yeniden çalınmıştı. Bu kez, kimse olmasın, narası duyulmadı. Onun yerine
oğlanlar içeriye lâhmacun, baklava tepsileri taşımaya koyulmuşlardı. Tepsi
akını sona erince büyük oğlan, Güllü’nün çırağı tepsileri sabah ezanından
sonra gelir ahrım, dediği haberini getirdi. Patpat bunun bir Söylemez oyunu
olduğunu düşüne cek gibi olmuştu ama herifin ortada izi yoktu. Tam herkes iki
divan sinisinin çevresinde lâhmacunları dürümlemeye giriştiği sırada Mustafa
efendi çıkageldi. Gözlerinin içinde sinsi bir zafer ışıltısıyla "Kusura
kalma geciktik. Neye sefil oldun yoğrum Ali efendi." diye sofradan açılan
yere çökmüştü. Yemek boyunca ve acı kahveler içilirken de herkes sanki Ali
efendiden dibi mühürlü yemek davetiyesi almış gibi konuşuyordu. Patpat bütün
akşam renk vermemeye çalıştı ama ertesi gün Güllü’ye sekiz mecidiyeyi sayarken
yüreğine sanki evlât acısı çökmüş gibiydi.
Bereket versin öc alma
fırsatı gecikmedi. Bu kez Ali efendinin kafası iyice kızmıştı. "Dur ulan,
bağ serpenesi, bunu senin yanma komam" diye kendi kendine homurdanıp
duruyordu. Mazlum’un harafma esnaf sahresine gitmişlerdi. Ali efendi birkaç
ahbapla bağ boyunu dolanmaya gittikleri sırada adam boyu bir kara yılana
rastlamışlar, taş, sopayla kafasını ezip bir yana bırakıvermişlerdi. Bir ara
Ali efendi, kimseye sezdirmeden bu kılık değiştirmiş şeytan ölüsünü getirip
Mustafa efendinin bir ağaç dalma asıverdiği sakosunun cebine dolduruvermişti.
Söylemez yılanın lâfından bile huylanır, sözü edilince beti benzi solardı.
Çakır keyif eve dönme zamanı gelince, sırtına attığı sakonun ağır basan ce-
bindekinin ne olduğunu
kestirmek için elini daldırmıştı. Parmak uçlarına dokunan soğuk ve kaygan
halatın ne olduğunu önce kestirememişti. Ne olduğunu anlamak için tutup
çekince benzi kül gibi olmuş, dili damağına dolaşarak olduğu yere çöküp
kalmıştı. Günlerce kendini toplıyamamış, her rastlayışında içinden Patpat’ın
gırtlağına sarıhvermek gelmişti.
Düzenlemek zorunluğu duyduğu karşı
saldırıysa birgün kendiliğinden oluşuvermişti. Ali efendinin ev horantasını
Nurgana sahresine gönderdiğini duyunca o da evdekileri eşeklere yükleyip
Bebirge yoluna koyulmuştu. Bu zamanlarda evin erkekleri genellikle kentte,
işlerinin başında kalırdı. Fakat Mustafa efendi yaz sıcağında ikindiyi ohluya,
puflaya kıldıktan sonra birden atma atlayıp Bebirge yolunu tutuverrnişti. Sacır
suyu boyundaki koyu gölgelerde iki gün serinler gelirim diye düşünmüştü. Gün
devrildiği halde bütün gün güneş ışınlarını emen kızıl topraklardan sanki fırın
ateşi çıkıyordu. O yüzden de şoseyi bırakıp bostan aralarından Karatar’a
çıkmış, dereyi sürüp geçerek Nurgana’nm güneş sızamayan bahçe yollarına
dalmıştı. Kalayhpmar yolu yöresindeki sulak tarlalara gelince atının başını
çekti. Bu kan değerindeki mallardan ikisi Patpat’ındı. Söylemez ürünle yüklü,
ucu bucağı gözükmeyen patlıcan, domates dizilerini, boğazı kuruyarak hasetle
süzdü. Sonra gözlerine, ağacın altına yumulmuş kendini izliyen kadın ilişti.
Herhalde bu ortağın karısıydı. Ali efendinin horantası da derenin alt yanındaki
erik bahçesinde olmalıydı. Kafasında birden çakan şimşeğin etkisiyle, derin
derin içini çekti: "Hey gidi dünya hey... Sultan Süleyman’a kaldı mı ki,
sana kalaydı Ali efendi. Kim derdi beyle sabah kalkıp akşamı bulamıyacak
diye." Sonra donup kalan kadının birşeyler sormasına fırsat vermeden
atını topuklayıp uzaklaştı.
Ortağın karısı duyduklarını kısa bir
süre kafasında alıp vermiş, sonra da şalvarının ıslanmasına bakmadan Sacır sularını
tepeleyip erik bahçesinin yolunu tutmuştu. Orada hizmet gören nökerini bir
yana çekti. Sonra da "Kız nasıl etsek
de ortağın hakkın rahmetine
kavuştuğunu hatına duyursak." diye akıl danışmıştı.
Yirik Fatma öyle nökeri gibi
patavatlı değildi. Hemen Ümmahan hatuna koştu, olup bitenleri kendi
duymuşçasına anlatıverdi. Çoluk çocuk üst baş yolup hüngürdemeye, dizlerini
dövmeye koyuldular. Ortağın "Aman hatm sabah ola hayrola." demesine
aldırmıyan Ümmahan hatun, dolma tenceresini ateşte bırakıp beygir, eşek ne
bulduysa bindirip gün batarken yola koyulmuştu. Yatsıyı geçe kente giriıjce
doğru babası evine sürdü gitti. Kızını, gözler kançanağı, saçlarını yolar
karşısında bulunca ihtiyar neye uğradıklarını kestirememişti. Olanı işitince
şaşırmış, acap benden habersiz birşey oldu mu diye telâşlanmıştı. Fakat ağası
"Yahu akşam kahvede beraberdik. Yemeğe bize gidek diye zorladım gelmek
istemedi." deyince hepsi yeni bir şaşkınlığa kapılmıştı. Sonunda mekkâre
ve piyade taburu yola koyulup Ali efendinin kapısına dayandı. Kapıyı açmaya
gelen efendinin tok öksürüğü herkesin yüreğine serin sular serpmişti. Yitirdiği
eşeğine yeniden kavuşan yoksullar gibi Ümmahan hatun "Rabbime bin
şükür." diye onun dolgun yanaklarını sıvazlıyordu. Patpat’sa oyunu
sezinlemiş, suratı asık "Dur ulan domuzun serpenesi, bunu yanına kor
muyum." diye homurdanıp duruyordu. Söylemezse Bebirge’deki ortağın
damında kutnu yorganı gırtlağına çekmiş, bir yandan da saçakta uyuklıyan
güvercinlerin mırıltısını dinliyor, bir yandan da bir türlü keyiften uyku
uğramıyan gözleriyle gökteki iri, güney yıldızlarını sayıp duruyordu.
Aralarında sürüp giden bu savaşın
kendiliğinden oluşan iki yasası vardı: Birincisi gelip geçeni yapanın yüzüne
gelip, başına kakmamaktı. İkincisiyse ev horantasını işin içine
karıştırmamaktı. Patpat burnundan soluyarak imansız serpenenin ikinci ilkeyi kökünden
bozduğu yargısına varmıştı. Öyleyse ona uluslararası kuralları bozan bir
korsan gibi davranmakta sakınca yoktu. O da karşı saldırısını buna göre
düzenleme kararı aldı.
Patpat’ın kafası birkaç gün yemekte,
yatakta, namazda bundan başka düşünceyle uyuşamaz olmuştu. Müşterilere
keseceği malm arşınını şaşırıyor,
lâhavle çekerek al baştan ediyordu. Bir akşam yemekten sonra yukarı sofanın
penceresinde bağrını serin akşam esintisine vermiş kahvesini yudumluyordu. Bir
ara yolu aydınlatan petrol lâmbasının fersiz ışığında bakışları komşusunun
sokak kapısına takılmıştı. Sonra gözlerini avlu duvarının bittiği çizgiye kadar
yükseltti.
"Gâvurun serpenesi. Sanki evinde
padişah hâzinesi var. Duvarı herkesinkinden üç kat fazla çektirdiği yetmiyormuşçasma
bir de üstünü keskin cam kırıklarıyla döşetmiş." diye düşündü. Kahveden
bir yudum daha çekti. Sigarasını iyice nefesledi. Gerdanını iki parmağı
arasında çekip sündürdü. N’etmeliydi bu Söylemez gavvadına? Böyle dalıp
gitmişken birden toparlanıverdi. Komşu kapısını daha iyi görmek istermişçesine
kalın boynunu pencere parmaklarına doğru iyice uzattı. Uzun uzun baktı.
Çekilip sırtını yastığa verdiği zaman
etli dudağında belirgin bir zafer ışıltısı yanıyordu. Tombalak eliyle altına
çaldığı bacağının dizine keyifli bir şaplak indirdi.
Herkes yerli yerine çekilip sesler
kesilince Ali efendi yatsı aptesti bahanesiyle avluya indi. Henüz uykuya dalmıyanların
duyabileceği bir sesle "Allah, elhamdülillâh" çekerek aptestim aldı.
Sonra takunyaları havuz başında bırakıp parmak uçlarına basarak sokak kapısına
yöneldi. Kapı arasından kafasını uzatıp sokağın sağını solunu iyice denetledi.
Tek Allah kulu yoktu ortada. Sessizce süzülüp komşusunun kapı eşiği önünde
çömeldi. Enini, boyunu dikkatle karışladı. Bulduğu sayıları unutmamak için
pıtır pıtır söylenerek döndü kapısını kapadı. Ayaklarını yıkayıp takunyaları
giydi ve yukarı tırmandı.
Ertesi gün sabah namazını
Şaraküstü’de ufak bir mahalle mescidinde kıldı. Sonra az ötedeki duvarcılar
kahvesine geçti. Kalleşliği yüzünden kimsenin zorda kalmadan iş yaptırmadığı
duvarcı kel Ahmed’i buldu. Köşe peykesinde uzun uzun, fiskos ettiler. El, kol
sallayıp bıyık çekiştirmesinde Kel’in nazlandığı seziliyordu. Fakat avucuna
sıkıştırılanın iki altın olduğunu farkedince yumuşayıverdi. "Heç meraklanma
Ali efendi, görücün, dediğinden de iyi olacak" diye teminat verdi.
Patpat iki, üç gün
dükkânı açmadı. Karısına "Ben şu yazı köylerini dolanıp alacaklara bir
bakayım" demişti. Sonra da atını eyerleyip ortadan silinmişti.
îki gün sonra Söylemez
havuz başında sabah namazı aptestini almış, giyinmiş, sakosunun cebindeki
dükkân anahtarı, teşbih ve tabakasını denetledikten sonra sokak kapısına
yönelmişti. Bismillâh deyip önce sürgüleri çekmiş, sonra da kilidin yaylı
mandalını çekmişti. Kafası gene karışık hesaplarla uğraştığından kapıyı açtığı
halde aydınlık gelmediğini vaktinde algılayamamış alnı ve karga burnu bir duvara
çarpıp kalmıştı. Sokak kapısına ana yapının altındaki dar ve uzun bir tünelden
gidildiği için, günün en parlak saatlerinde bile loşluğuna gözlerin alışması
gerekirdi. Bu yüzden de kapıyı aralayıp sokağa atılıvermek isterken burnu ve
tüm gövdesiyle bir duvara çarpıvermişti. Burun direğindeki sızıdan başka bir
yeri acımadığı halde beklemediği bu engel onu serseme çevirmişti. Biteviye
kapının yerini dolduran engelin orasını burasını yokluyor, sanki gördüğü kötü
düşten kurtulmaya uğraşanları andırıyordu. Hiçbir yandan toplu iğne başı kadar
ışık sızmadığına göre işi yapan zenaatinin eriydi. Henüz kim yapar, niçin yapar
düşünecek halde değildi. Nedense camiye, sabah namazına nasıl yetişebileceğini
araştırıp duruyordu. Süllümü avlu duvarına dayasa öte yana nasıl
inebilecekti?... Çıkmanın penceresinden geçenlere seslense, duvarı zamanında
sökebilirler miydi? Sakalını çekiştirerek bunları indirip kaldırırken
merdivenlerden Beşire hatunun nalın tıkırtıları duyuldu. Erini havuz başında
dikilip sakal falına dalmış görünce şaşırdı:
"Ne o efendi.
Nerdeyse herkes namazdan çıkacak. Sen daha burada mısın?" diye söylendi.
Söylemez anlamsız anlamsız karısının yüzüne bakıp duruyordu. Sanki söylediklerini
duyn amıştı. Kafası karışık hesaplarla uğraşıyordu.
Yüzünü birden yoğun bir
öfke bulutu sardı:
"Bunu o yaptı her
hal... Patpat donuzu. Dini, imanı kırık döyyüs" diye homurdandı.
Karısı sözlerinden birşey
anlamamıştı:
"Neyi Patpat yaptı
efendi? Niye öyle öfkelisin?" diye
üsteledi. Söylemez tek
lâf etmeden uzun kolunun, kemikli işaret parmağım sokak kapısının karanlık
dehlizine doğru uzattı. Beşire hatun baktı birşey anlayamadı. Takunyasını tıkırdatarak
o yana ilerledi. Dehlizin loşluğuna daldı. Az sonra o yönden uzun bir
"aman", sonra da öfkeli bir "Yaşın ömrün tükene yağ
kalazı." sözleri duyuldu.
Söylemez’in kapısının önü o gün
saatlerce bayram yerine dönüşmüştü. Önce mahalleli dof dof gelip örülen kapıyı
uzun uzun incelemiş "Ulan yoğrum zindan kapısı gibi örmüş herifin oğlu.
Üstüne de sıva bile çekmiş" diye hayretlerini belirtiyorlardı. Sonra
havadis çevreye yayıldı. Ayağı çıplak döllerden, beli kuşaklı cahallara kadar
kim varsa toplandı oraya. Gülüşüldü, bağrışıldı, tekmeyle taş duvarı yıkmaya
uğraştılar. Evlerin sokağa bakan pencerelerinin kafesleri arkasından da kadın
fısıltı ve gülüşmeleri işitiliyordu. Kayını, iki işçi ve kazma kürekle sökün
edip gelinceye kadar Söylemez şakaklarında boncuklanan öfke terleriyle avluyu
kimbilir kaç kez arşınlayıp durmuştu. Durmadan:
"El âleme irezil etti döyyüs
beni, mahalleye maskara olduk." diye söylenip duruyordu. Bir yandan da
hayalhanesinde, Patpat’ı ayaklarının altında eziyor, evinin temeline barut
fıçısı koyup havaya uçuruyor, gazyağına çaput bulaştırıp damını ateşe
veriyordu.
Duvarın yıkılması sanıldığı kadar
kolay olmamıştı. Herif önce kapıya göre tıpıtıpma kesilmiş taşlarla girişi
örmüş, her yanını bol harçla beslemiş, bu kadarla yetinmeyip bol kendirli
harçla üstüne bir de sıva çekmişti. Kendirli sıva üç beş saat içinde kaya gibi
donup kalmıştı.
Söylemez o gün dükkâna gitmedi.
Öğleye doğru zindan duvarı yıkıldığı halde dışarı çıkmamıştı. Esnafla yüzyüze
gelmek, hele o domuz dölüyle karşılaşmak istemiyordu. Havadis yıldırım hızıyla
her yana yayılmış, Bedestende herkes elindeki işi bırakmış, bundan söz
ediyordu. Esnafın yaşlı ve tecrübelileri bir süre güldükten sonra sakal sıvayıp
düşüncelere dalmışlardı. Sonunda Hayri efendi ötekilere açıldı:
"Bu gidiş iyi gidiş değil. Sonu
pis olacak. İkisinin de iyi
ce zihni kararmış. Çok geçmez bıçak,
lüver çekmeğe kalkarlar. Bunun sonunu getirmeli artık."
Ötekiler "Doğru,
doğru dedin efendi." diye tasdiklediler.
Birkaç gün geçince Hayri
efendi Bedesten esnafının yaşlılarıyla Patpat ve Söylemez’i evine yemeğe
çağırmıştı. Yemekten sonra kahveler içilirken sözü açtı:
"Komşular iyi, hoş
ama bu iş iyice yolundan çıktı. Beyle giderse dostluk düşmanlığa dönecek. Ağız
tadı kaçacak. Gelin şu herkesin yanında bir sarmaşıp barışın. Beyle oyunlara
töbe edin de burada bitsin gitsin."
Ötekilerin de zorlaması
üzerine iki candan komşu omuz tokuşturdu. Sonra da bu işi vardığı yerde kesmeye
yemin ettiler.
Ama alışmayan kıçta don
durmaz, orospu yemin tutamazdı. Bununla beraber herkes bu yalancı mütarekenin
sürekli bir barışa dönüşeceğini umarak evlerine döndüler.
Ona hemen her gün okula
giderken kapılarının önünde rastlardım.
Havanın yağışsız olduğu günlerde caddeye açılan yavrulu büyük kapının bir
yanında sandalyeye oturturlardı. Entarisinin üstüne giydiği sakosu, paçaları
özenle fiyonklanmış kar beyazı, patiska donu, kulağı yatık siyah pabuçları ilk
giyilen bayramlıklar kadar temiz ve bakımlıydı. Çağdaş heykeller gibi keskin
çizgili koyu esmer yüzünde değişmiyen, katıksız bir mutsuzluk maskesi sanki donup
kalıvermişti. Gür siyah kaşlarıyla, nerdeyse bunların üstüne dökülen astıragan
kalpağının tüyleri birbirine karışırdı. Bunların altındaki, yuvalarına çökmüş,
iri iki siyah göz, ya kucağına yerleştirdiği gümüş tabakasından sigara saran
ince kemikli parmaklarına dönük olur, ya bizlerin görmeye güçlü olmadığımız bir
dünyayı seyredercesine boşluğa bakıp dururdu. Oturuşu, başını tutuşu hemen hiç
değişmez, önünden gelip geçenlerin hiç farkında değilmiş izlenimini bırakırdı.
Arada bir, ölçülü, değişmeyen el hareketleriyle sigara sarıp içmesi olmasa,
canlıdan çok oraya oturtulmuş taştan ya da tunçtan bir mutsuzluk anıtı
sayılabilirdi.
Kentteki başka delilere
sataşıp söyletmek için hiçbir fırsatı kaçırmayanlar bile, onun oturduğu yerin
açığından bir tür korku ve saygı ile başlarını öte yana çevirip geçerlerdi.
Topal Ahmed’in koltuk değneğini kaçırmaktan da çekinmiyen biz çocuklarsa onun
karşısında çekinip korkmaktan
başka birşey yapamazdık.
Kimseye saldırmaz, selâm verenlere karşılık vermezdi. Buna rağmen herkese bir
tür çekingenlik ya da saygı aşılardı. Gördüğüm ilk gündenberi kimliğini,
derdinin ne olduğunu merak eder dururdum. Kentin en varlıklı ailelerinden
birinin tek evlâdı olduğunu hemen herkes bilirdi. Hiç kimse gerçek adını
bilmez, ondan Kara bey diye söz ederdi. Her fırsatta erkek, kadın büyüklere
onun hakkında sorular sorar, bilgi toplamaya uğraşırdım. Yaşça küçükken
"Allah yardım etsin oğlum. Kipısenin başına vermesin." deyip
geçiştirirlerdi. Ama bu kaçamak sözler beni doyuracak yerde ilgimi daha çok
kamçılar önüme gelen herkesten onun hakkında birşey öğrenmeye uğraşırdım.
Yıllar boyunca sürüp giden bu soruşturmalar sonunda kafam onun bir ölçüde
gerçek, bir hayli de uydurma övgüsüyle dolup taşmıştı. Ben de bu yığından
kendime göre bir hikâye oluşturdum.
Kara beyin ceddi
sabuncuydu. Soy ve sopca kentin kalburüstü bir ailesiydi. Babası, Durdu
efendiye müşterileri sağlam, iyi işliyen bir sabunhane bırakmıştı. Çelimsiz
görünüşüne, işlek olmayan diline, ağır, ölçülü davranışlarına bakarak
gençliğinde çevresi, miras kalan varlığı işletip geliştirebileceğini pek de
ummamıştı. Ama o beklentilerin tam tersine bir kişi olduğunu ortaya koymuştu.
Çelimsizliğine rağmen babası ona, güzelliği dillere destan Kadir beyin kızını
almayı tasarlıyordu. Kadir bey, babadan kalan geniş toprak mirasının büyük
kesimini kapatmalarıyla kuşçuluk merakı yüzünden faizcilere kaptırmış,
düşkünce bir soyluydu.
Durdu’nun anasıysa başka
bir telden çalıyordu. Büyük ağasının, evde kalma sınırını oldukça aşmış büyük
kızı Şâkire ile oğlunu baş göz etmek istiyordu. Şâkire Durdu’nun nerdeyse
tepesinden bakan değnek yapılı, sakalı kesik keçi suratlı bir yaratıktı. Evin
içinde dolanırken bedeninin dış uzantıları, gövdesine gevşek ilmeklerle
tutturulmuşçasma sarsak ve savrukluk gösterirdi. Fakat kalabalık koca evin
bütün denetim ve işletme yetkisinin anasından çok onun biçimsiz kafasıyla,
eteğinin altındaki kenarı dantelli cepliğinden çıktığını herkes bilirdi.
Mutfağın tuzu ve biberinden,
kapağı zor bastırılan
çeyiz sandığına kadar herşeyi kilit altında tutar ve kendinden başka kimseyi
yanma yanaştırmazdı. Sonra, babasının varlığı da görünüş fakirliğini tümen tümen
örtebilecek durumdaydı. Düşkün Kadir beyin kan değer mallarının çoğunu da
babası varlığına katmıştı. Adam bir çift fitilli Bağdadî’ye göz koyar da verip
alacak parası olmazsa hemen kâhyasını yollayıp Şâkire’nin babasını selâmlığa
çağırtırdı. Sayılan on altın için bir yıl vadeyle on beş altınlık bir senet düzenlenir,
taraflarla iki tanığın mühürleri basılırdı. Ertesi yıl senet tutarı yeni
eklerle yirmi beşe, sonra da elliye yükselir, iki üç yıl geçmeden de ya bir
fıstıklık, ya da verimli bir bağın tapuda devri yapılıp borç kapanırdı.
Durdu’nun anası da babası da onu
dünya evine sokmanın yırtılıp canlanmasına yararı olacağından emindi. Fakat
uyuşamadıkları nokta bu pişkinliği kimin daha iyi sağlayacağıydı. Babası Kadir
beyin kızının ay parçası yüzü üstünde duruyor. Anasıyla yeğeni Şâkire’nin keçi
kahkülleri altında pörtlek, iri gözlerinden medet umuyordu. Sonunda seçimi tek
oğullarına bırakmakta anlaşmışlardı. Bir akşam yemeğinden sonra sorunu oğlanın
önüne koydular. Durdu anlatılanları, göz kapakları inik, solgun yanaklarında
hafif bir pembelik, kıpırdamadan dinlemişti. Yalnız, arada bir çenesindeki
seyiren yere işaret parmağını basıyor, hafifçe burnunu çekiyor ama ağzından
hak kelâmı çıkmıyordu. Anası "Ne dersin oğlum" diye hayli
üsteledikten sonra dudakları titriyerek kıpırdayabilmişti:
"İzin verin de hele bir yol
düşüneyim" diye yutkunarak fısıldamıştı.
Anası her Allah’ın günü üsteleyip
zorlamasa bu "hele bir düşünme" belki de haftalarca uzayabilecekti.
Ama sonunda fersiz bir sesle "Bana kalırsa Şâkire olsun" demekle
yetinmişti. Bu karar karşısında babasının nerdeyse ahmediye sarığı başından
fırlayacaktı:
' "Ulan oğlum kör
müsün sen. O keçi yüzlü, değnek bedenli, tohuma kaçmış kızı nedİcin?"
Durdu babasının çıkışmalarına,
saygılı bir sırıtmadan başka karşılık vermemişti. Fakat babası akşam yemeğinden
sonra komşu selâmlığına nargile
tokurdatıp dünyayı düzene sokmaya gidince anasına seçim nedenini açıklamıştı:
"Ana, dengi dengine
olmalı. Avradın güzelinin gönlünü hoş etmek zor olur. Dilin işlek, belin güçlü
olmalı. Şâkire bana yeter de, artar da."
İlk bakışta köklü bir
aşağılık duygusunun belirtisi gibi gelen bu gerekçe Durdu’nun güçlü
gerçekçiliğinin kanıtıydı. Kendinde olmayanı kuruntu etmek, olanı da olduğundan
büyük görmek onun yapısında yoktu. Bu yüzden, de, çevresinin haset ve yarışma
duygularını ayaklandırmadan babasından kalanı sessizce artırıp genişletmişti.
Sabunhanesi ve ürünlerinin ünü kentin sınırlarını hayli aşıyordu. Bir yandan
Sivas, Erzincan’a bir yandan da Halep ve Şam’a kalkan kervanların hemen
hepsinde üç beş katır yükü, çakıltaşı kadar kuru sabun kalıpları her yöne doğru
yola çıkıyordu.
İşi ve varlığı böylesine
şamatasız genişleyip gelişirken Durdu-Şakire evliliği gözü tıkanan pınar gibi
kısır kalmıştı. Şâkire hatun düzenli, her yanı ve yönü sıkı denetim altında
tutumlu bir ev işletmesi kurmuştu ama, bir türlü bütün uğraşılara rağmen döl
döş dökemiyordu. Anası, aktar Musa efendiye zambak yağları bağlatmış, Durdu’nun
aşına çeşit çeşit otlar, tütsüler karıştırılmış, yumak yumak kuvvet macunları
yutturulmuştu. Bunlar sonuç vermeyince nefesi güçlü hocalara okutulmuşlar, her
yanda yatır türbelerine adaklar adanıp, beşikler, salıncaklar asılmıştı. Ama
hepsi boşunaydı. Şâkire hatun her ayın üç haftasını umutla bekleyerek
geçiriyor, fakat âdet günü gelip çatınca pörtlek, kara gözlerini düş
kırıklığının donuk acılığı kaplıyordu. Evliliğin ilk üç beş yılı bu sonuçsuz
çabalarla geçip gitmişti. Sonunda baş vurulmayan bir tek Ökkeşiye kalmıştı.
Kısır karılara erkek evlât doğurtmakta ün salan bu yatırın övgüsünü duymuşlardı.
Ama yolu uzak ve yeri de sapa olduğundan üzerinde durmamışlardı. Bütün umut
kapıları kapanınca Şâkire hatun Ökkeşiye diye tutturmuş, Durdu efendiyi
törpülemeye girişmişti. Yüzlerine karşı "vah vah" çekip öğüt veren
komşuları bu verimsizlik iyice keyiflendiriyordu. Kendi aralarında
"Allah yaptığını bilir. Doğacak; anaya çekse bir türlü, ba
baya çekse başka bir
türlü. Kente de her birinden bi tene yeter de artar da" deyip
gülüşüyorlardı.
Nihayet yaz başında
Şâkire hatun Durdu efendiyi kıpırdatabilmişti. Çadır çatma, erzak çuvalları
hayvanlara yüklendi ve dokuz saatlik dolambaçlı dağ yolu tutuldu. Ertesi gün
de yakın köyden getirilen çifte kurban kesilip toplanan köylülere dağıtıldı.
Durdu efendi Şâkire hatunun bol kurban etiyle okuyup üfliyerek pişirdiği
patlıcan doğraması ve bulgur pilâvını iyice kaşıkladı. Sonra birdenbire
bastıran yayla ayazında çadıra çekilip yün yorganı başlarından aşırmış ve
eşinin girinti çıkıntıdan yoksun kemikli gövdesine sarıhvermişti. O gündenberi
Ökkeşiye’nin kerametine dudak bükmeye kalkanlara herkes Şâkire hatun örneğini
anlatır durur. Ökkeşiye ziyaretini izliyen ilk âdet tarihi geçip de âdet bezi
bohçasının katı, olduğu gibi durunca Şâkire hatunun çökük yanaklı uzun yüzünde
pembe bir umut ateşi yanmaya başlamıştı. İkinci ay da arızasız geçip beli
iyice berkiyince ilk müjdeyi kocasına, sonra da kaynanasına vermişti. Ayı günü
dolup da hatun tosun gibi bir erkek evlât dünyaya getirince kısırlığına
gülüşenlerin hepsinin yüzü yere gelmişti.
Doğduğu gün bile Ökkeş ne
babası gibi kavruk ve alımsız, ne de anası gibi kemikli ve köşesizdi. Esmer
bir teni, siyah gözleri, derli toplu bir gövdesi vardı. Anlaşıldığına göre
kısmeti de hayli açıktı. Dedesinin yastığına iğnelediği beşibirliğin çevresi
birkaç gün içinde boy boy çil altınlarla donanmıştı.
Kırkı çıkınca kınayıp
alay edenleri çatlatmak için Paşa hamamı kapıdan tutulmuş, bütün hısım akraba,
konu komşu kırk hamamına çağrılmıştı. Böyle fırsatlar çıkınca kadın taifesi
birbiriyle gösteriş yarışma kalkardı. Hamam torbalarına ipek peştamallar,
sırmalı hamam takımları, bakır ya da gümüşten nakışlı taraklıklar, balıklı
hamam tasları yerleştirilirdi. Bohçalar en yeni ve gösterişli giysilerle
doldurulurdu. Ama Durdu efendinin anası ve karısının dökülüp saçılmasıyla
kimse yarışabileceğe benzemiyordu. Peykelere serilen acem halılarından tutun
da sırma işmeli, kadife giysi
bohçalarına kadar eşi
bulunmaz neleri varsa hamama taşınmıştı. Bir yandan da aralıksız lâhmacun,
baklava tepsileri birbirini izliyordu. Soğuklukta dört, beş leğençede çiğköfte
yumruklanıyor, ayran karılıyor, çeşit çeşit piyazlar yapılıyordu.
Göbektaşında Karpuz hoca
Ökkeş’in sırtını usturanın ucuyla iki dizi çizgi çizerek tuzladığı zaman oğlan
mayasının da bir başka türlü olduğunu ortaya koymuştu. Bu, pis kan çıkarma
törenini geçiren öteki bebekler can acısıyla akciğerlerini patlatmcayadek
haykırdıkları halde Ökkeş bir iki bağırıp susuvermişti. Onun bebeklikte bile
böyle uslu ve güçlü olduğunu görenler hep bir ağızdan "Maşallah anam,
akıllı, dayanıklı olacak." diye övmekten kendilerini alamamışlardı.
Aylar, yıllar geçip Ökkeş
gelişip ayaklandıkça kırk hamamında ileri sürülen keramet doğru çıkacağa
benziyordu. Oğlanın öyle yırtıcı, durmadan dama, duvara tırmanan bir yanı
yoktu. Çoğunlukla mermer avlunun ortasındaki havuzun sularında çöp yüzdürüp
uçuşan eşekarılarım izlemekle geçiriyordu. Bazan da eline bir bıçak geçirip
duvar dibindeki ekinliğin topraklarını eşeleyip duruyordu. Büyüklere sokulmaktan,
yaşdaşlarıyla itişip kakışmaktan da pek hoşlanır gözükmüyordu. Sokağa çıkıp
aşık, gülle oynayanları seyretmek, ya da aralarına katılmak aklına bile
gelmiyordu. Nerdeyse vaktinin tümünü koca evde, annesinin peşinde merdivenleri
inip çıkmak, onun işlerine yardıma kalkmakla geçirip gidiyordu.
Bütün uğraşılara, adak ve
Ökkeşiye ziyaretlerine rağmen doğurganlığın arkasını getiremiyen anası onun bu
tutumundan çok mutluydu. Oğlanı giydirip kuşatıyor, üstünü, başını
kirletmemesine titizleniyordu. Eli iş tutmadığı sıralardaysa koyu esmer
yüzüyle, üzerinden hiç ayrılmayan iri siyah gözleri sonsuz bir hayranlıkla
izleyip duruyordu. Şâkire hatun da öyle konuşkan değildi; duygularını da
kolayca ortaya vurmazdı. Oğlunu da öyle öpüp okşayarak, biteviye bebek
konuşmaları yaparak büyütmüyordu. Elinde bir iş, saatlerce diz dize oturdukları
halde üç beş sözden öteye alışverişleri olmuyordu.
Dedesi ve ninesi, onun böyle anasının
dizi dibinden ayrılmak istemeyişinden tedirgin oluyordu. Elinden tutup çarşıya,
komşuya götürüp açmaya uğraşıyorlardı. Fakat bu girişimler karşısında Şâkire
hatunun yüzü daha da uzuyor, burnuna dönük iki yanlı hafif şaşılığı belirgin
duruma giriyordu. Büyükler, biraz açılıp yırtılsın diye amaçlarını ortaya vurunca
onlara kesik kesik "Yaşı ne başı ne? Elbet onun da vakti gelir" diye
geçiştirmeye uğraşıyordu. Ama bu vakit bir türlü gelemiyordu.
Okul yaşı gelip çattığı halde Ökkeş’i
mahalle çocuklarıyla daha itişip kakışırken gören olmamıştı. Bu halinden en
çok tasalanan dedesiydi. Kendi oğlu da öyle ağzı işlek, adamcıl birisi değildi.
Ama torununun tuttuğunu koparan, çevresindekileri yıldırıp sindiren birisi
olmasını çok istiyordu. Bu yüzden haratlara gidip topaç, çıkşa çevirttiriyor,
öteki çocuklardan parayla renk renk aşıklar alıp önüne yığıyordu. Bu kadarla
da yetinmiyor, kireçlenen boğmaklarına aldırmadan, avluda karşısına diz çöküp
bunların nasıl oynanacağını bile göstermeye uğraşıyordu.
Ama galiba bu oğlanda hiç oynama
yeteneği yoktu. Dede zoruyla sokağa çıkarılıp ötekilerin arasına katılmaya zorlandığı
zamanlarda bile çok geçmeden elleri boş, gözpmarlarında iki damla yaşla içeri
kaçıyordu. Avluya çağrılan komşu ve akraba çocuklarıyla da oynamayı pek
başaramıyordu. Oyuncaklarını onlara bırakıp bir kenara çekiliyor, itişip
kakışmalarını seyretmekten mutlu gözüküyordu.
Sarı mektebe başlaması ve burada
geçen altı ay da onu fazla değiştirmedi. Yalnız buradaki öğretmenler onu örnek
öğrenci sayıyorlardı. Bütün teneffüslerde bahçenin bir köşesine çömeliyor,
burnunu elindeki ders kitabına gömerek, seksek, uzuneşek, köşekapmaca
oynayanlara kaçamak bakışlar fırlatmakla yetiniyordu. Kitap ve defterleri,
üstü başı daima tertemizdi. Elinde kalan oyuncaklarını bile, arada bir
dolabından çıkarıp tozunu alıyor, elinde evirip çevirerek seyrediyor, sonra
yerlerine kapayıp kilidini basıyordu. Onda da anası gibi bir anahtar merakı
gelişmişti. Dolabı, çantası her kez açılıp yeniden kilitleniyordu. Bu iki
anahtarla da ye
tinmiyor, ele geçirebildiği, görev ya
da kilidini yitirmiş anahtarları bile zincire geçirip cebine sarkıtıyordu.
Okul bitince babası çekip yanına almıştı.
"Okuyup yazmayı, hesabı ele geçirdi. Tüccar adama bundan ötesi de zararlı.
Gelsin sabunculuk işinin nasıl döndüğünü öğrensin." demişti. O devirde
oğlunu öyle doktor, mühendis yapmaya uğraşanlara da rastlanmazdı.
Sabunhane Ökkeş’i okuldan çok ilgilendirmişe
benziyordu. Sabun pişirmenin ayrıntılarını, kalıplayıp sermeyi, kuruyanların
çuvallanıp kervan katırlarına yüklenmesini ilgiyle seyrediyordu. Odada
müşterilere yazılan mektupların mengeneyle kopyalarını çıkarmak, dosyalarına
yerleştirmek gibi işlerde kâtip topal Hikmet’e yardım ediyordu. Gelen mektup
zarfları üstünde, babasının adının altına yazılan "Tüccarânı
muteberân" sözlüğü onu en çok keyiflendiren şeylerden birisiydi. Her
zarfın üstünde bunu arıyor, gittikçe daha da koyulaşan esmer yüzünde gülücüğe
benziyen bir ışıltı yanıp sönüveriyor, ince dudakları fısıltıyla
"tüccaranı muteberân"ı mırıldanıp duruyordu.
Ergenliğe girip boyu bosu serpilince
oldukça yakışıklı bir genç olma yoluna girmişti. Gür kara kaşları altındaki iri
siyah gözleri, karayağız yüzüne pek yakışıyordu. Bu yüzden de gerek sabunhane
ve gerekse çarşı yöresinde adı unutulup ondan "Kara bey" diye söz
edilmeye başlanmıştı. Gerçekten de havasında bir bey oturaklılığı vardı. On
altısı içindeyken bile görmüş geçirmiş, oturmuş bir yetişkini andırıyordu. Çocukluğunda
yadırganan durgunluğu gençlikte onu, olduğundan daha çoğunu bilen yetişkin
kişi görünümüne sokmuştu.
On sekizine girip kendini pabucunu
çiftleyip babasının önüne koymadan, Durdu efendi ve Şâkire hatunun kafaları
başgöz etmek tasarılarıyla dolup taşmaya başlamıştı. Baş başa kalınca gelinlik
kızı olan ailelerden söz ediyorlar, Durdu efendi babalarının varlık durumunu
değerlendirirken Şâkire hatun da adayın görünüş ve huyunu, soy ve sopunu teraziden
geçiriyordu. Kendi evliliğinde varlığı görünüşten yeğ tutan Durdu efendi
oğlunun evliliğinde nedense güzelliğe ağırlık vereceğe benziyordu. Kent içi ve
çevresindeki en
değerli mallan ipliğe dizip boynuna
geçirdikten sonra evinin içinde yüzüne bakılabilecek alımlı bir dişinin bulunması
gereğini daha iyi kestirmeye başlamıştı sanki. Yorganın altında, evin sesi
soluğu kesildikten sonra günlerce sürüp giden fısıltı oturumları sonunda birkaç
aday belirir gibi olmuştu. Durdu efendi karısının kendi akrabaları arasından
ileri sürdüğü kızlar için, her zamanki ılımlı tutumuna rağmen yataktan
hoplayıp oturuyor avucuyla pat pat diye yorganının üstüne vuruyor, "Yok
hatun yok, bir eve bir tane yeter. Soya başka kan karışmalı." diye
diretiyordu.
Şâkire hatun canfes
çarşafı başına geçirip bacılarını da yanma düşürdükten sonra bir süre, kapı
kapı kız görmeye dolandı. Sonunda Nuri beyin büyük kızı Gülsüm üzerinde karar
kılındı. Şâkire hatunun tersine Gülsüm kıvrım kıvrım sarı saçları topuğunu
döven, yanakları al al yanan bir tazeydi. Babası bey oğlu beydi. Tümü kendinin
üç köyden başka, bahçe bostan epeyce mülkü de vardı. Her ne kadar son birkaç
yıldır toprak ürünlerinin çuvalı pul etmez olmuş, eli biraz daralmışsa da
Durdu efendi açısından bu da elverişli bir durumdu. Çünkü kentin kökü toprakta
soylu aileleri, Karun gibi de olsa tüccarı bir tür horlar, esnaf sınıfından
sayardı. Elinin paraca biraz darda oluşu Durdu efendinin dolup taşan kasası
karşısında, soy sop tutturup direnmesi ihtimalini zayıflatırdı.
Gerçekten de böyle oldu.
Durdu efendi kayın ve amcalarını alıp Nuri beyin selâmlığına söz kesmeye
gidince iyi karşılandı. Şeker, şerbet alabildiğine ikramlandı. Her ne kadar
Nuri bey söz sırası "Allah’ın emriyle"ye gelince hemen "verdim
gitti" demediyse de, "Ev horantasına bir danışalım." diye
karşılık verdi. Yine de istemeye gidenlerin hepsi bu işin olup bittiği
karaşındaydılar. Birkaç haftalık olağan bekletme ve "Hele durun
bakalım"dan sonra söz kesilince doğrusu Durdu efendi de, tek evlâdı için
kesenin ağzını sonuna kadar açıvermişti. Üşenmeden Halep, Şam’a kadar uzanmış,
nişan hediyesi olarak bohçalar dolusu renk renk ipekli, iri yakut gözlü yılan
bilezikler, kolbağları, elmas gerdanlık, sedef kakmalı altın boyun saatlerine
kadar ne bulduysa topar
layıp getirmişti. Bu da
yetmiyormuşçasına, Nuri beyin bir yakını eliyle "Eli bolalınca öder"
diye senetsiz, sepetsiz ve faizsiz beş yüz altın da göndermişti.
Düğün dernekse daha da
gösterişli olmuştu. Halep’ten pirinç baş topuzları pırıl pırıl yanan karyola
takımı getirtmiş, tepeden tırnağa en gösterişli hastane işleriyle donatılmıştı.
Üst kat sofalardan birisinin karşı odasıysa Şam işi, sedef kakmalı, oturmaya
kıyılamıyacak atlas kaplı bir oda takımıyla donatılmıştı. Kına getirmeye giden
genç kafilesinde en azından yirmi lüks ve fener vardı. Uzunluğu ise Cihan harbi
sevkiyat taburlarından kısa değildi. Öndeki lüksün yeniyetmeleri "Ey
hamamcı hamamına güzellerden kim gelir?" diye gürlerken kuyruktaki takımın
türküsü nerdeyse beş sokak geriden yükseliyordu.
Çeyiz getirmek içinse
kentteki kervancıların en süslü peşek katırları toparlanmıştı. Hayvanların her
biri ayrı tondan çıngırdayan çanlarına, dükkânlarından esnaf işini, çoluk
çocuk oyunlarını bırakıp seyreduruyor, kadınlar aralanmış kapı gerilerinde,
sokağa bakan pencere kafeslerinin gerisinde fısıldaşıp duruyorlardı.
Düğün gününden önce komşu
Flasan efendinin ara duvarından birkaç taş alınıp kapı açılmış ve avlusu aşevi
yapılmıştı. En azından altı yedi ocak kurulup alay kazanları yerleştirilmişti.
Günlerce önceden çuvallar dolusu pirinç, turfanda bakla yığılmış, gövde gövde
koyun etleri asılmıştı. Herkesin eli çalıp, eteği oynuyor, avludaki hazırlıkla
uğraşan kadın öbeklerinin durmadan çeneleri işliyor, maşallah zılgıtlarının
ardı arkası kesilmiyordu. Şâkire hatun biteviye yüzünü duvara dönüp eteğini
kaldırıyor, cepliğinden ünlü anahtar destesini çekip dolabın birini kilitleyip
ötekisini açıyor, yaşlandıkça daha da değnekleşen uzun boyuyla inip çıkıyordu.
Bütün bu telâş, koşturma,
gülüşüp itişmeden etkilenmemiş gözüken tek Tanrı kulu Kara beydi. Esmerliği
benzinin uçukluğunu pek belli etmiyordu ama, dili daha da bağlanmış, titreyen
elleriyle habire sigara sarıp bir iki nefes sonra atıp eziyor, sanki bu coşku
ve çalkantıdan iyice ürk
müşe benziyordu. Küçük
dayısı gerdek gecesinden birgün önce onu kenara çekip zifaf odasında nasıl
davranılması gerektiğini inceden inceye anlatmıştı. Yayvan yayvan sırıtarak
"Anladın mı yiğitim?" soruları karşısında Kara bey gözkapaklarını
yere indiriyor, yüzü sanki taş kesilmiş, hafifçe kafa sallamakla yetiniyordu.
Kara bey elden geldiğince
belli etmemeye çalışıyordu ya, kendini korkulu bir düş içinde bunalır
sanıyordu. Hani insan kovalayan canavardan kurtulmak için bütün canını ve
cinini harcar da bir arpa boyu yol alamaz, canavarın soluğu her an ensesine
biraz daha sokuluyor sanır ya.
Herkesi bu kadarla mutlu
kılan bu olaydan niçin ürktüğünü kendi de kestiremiyordu. Günlerden beri amca
ve dayızadeleri dirsekleriyle böğrünü dürtüp "Ulan Ökkeş kekliği gözünden
vurdun." diye sataşıyorlardı kendine. Anasının eline tutuşturduğu
fotoğraftaki kıza kendisi de yalnızken uzun uzun bakmış durmuştu. Düğün dernek,
güvey namazı, gerdek gecesi pek öyle bilmediği, duymadığı şeyler de değildi.
En büyük amcazadesinin sağdıçlığını da yapmıştı. O zaman, iki şamdanlı çocuğun
arasında getirilip gelin odasının dışında bekleşen gece yengelerine teslim
ettiği güveyinin bundan sonra başına neler geldiğini çok merak etmişti. Çünkü
günlerdir sürüp giden eğlence ve törenlere rağmen, gerdek gecesi zifaf kapısına
kadar getirdiği adam, öyle şölene giden birisine pek benzemiyordu. Yüzünün alı
fesininkine karışmış, eli ayağı biteviye titreyip duruyordu. Yaşı gelişip
çocukluktan kurtulunca, gelin odasının kapısının gerisinde ne işler döndüğünü
daha iyi öğrenmişti ama, amcazadesinin, kutsal tapmağa kurban edilmiye
götürülenlere benziyen halini de bir türlü unutmamıştı.
Bucak bucak saklanmasına
rağmen düğün günü akraba gençleri peşini bırakmamış, yatışıp yüreği güçlensin
düşüncesiyle bir iki tek de artırmışlardı. İçkiyle pek öyle başı hoş değildi.
Ama evlerinin avlusunda yükselen çalgı ve türkü sesleriyle, aralıksız
zılgıtların ayaklandırdığı ürpertiyi biraz uyuşturur gibi olmuştu. Düğün
şöleninin keme aşı, baklavası tatlı tuzlu öteki yemeklerinden bir tepsi
donatıp önüne
getirmişlerdi. Gene
akraba gençlerinin zoruyla bir iki kaşık alıp ağzına da koymuştu. Fakat ne
yediğinin farkındaydı, ne de aldığı lokmalar boğazından aşağı gidebiliyordu.
Yatsı namazından sonra
sağdıçları onu gece yengelerine aktarmıştı. Ama o iki yetişkin kadının
arasında duran kapının tokmağını çevirip içire girmesi gerektiğinin farkında
bile değilmiş gibiydi. Oracıkta donyağı gibi donup kahvermişti. Durumu pek de
umut verici görmeyen yengelerden birisi tokmağı çevirip öteki de sırtından
içeri itelemeseydi, belki de şafağın söktüğünü zifaf odasının kapısı önünde izleyecekti.
Arkasından kapı kapanınca
başı döner gibi olmuştu. Ne odanın içindekileri gereğince algılayabiliyor ne de
buraya niçin tıkıldığını açıkça hatırlıyabiliyordu. Eşikte derin bir nefes
alıp, birgün dayısının söylediklerini hatırlamaya uğraştı:
"Yatağın ayak
ucundaki seccadeyi serip iki rekât namaz kılarsın. Sonra devşirip bir yana
koyar, köşede dikilen gelinin duvağım açarsın. Elinden tutar fekke tepsisinin
başına getirip ikramlarsın...."
Odayı yoğun bir sis
kaplamıştı sanki. Büyük bir çabayla kendini toparlayıp kafasını doğrultmaya
uğraştı. Karanlıkta el yordamıyla bocalarcasma seccadeyi bulabildi. Sererken
nerdeyse fekke tepsisini devirip şeker, şerbet birbirine karıştıracaktı. Kösele
gibi kurumuş dudakları arasından "bismillah" sözcüğü bir türlü
çıkmayı başaramıyordu. Kara bey alnını seccadeye koyuncaya kadar, ipleri
başkasının elindeki kuklalar kadar sarsak ve savruktu. Ancak kafasını seccadeye
dokundurur dokundurmaz sanki kafasının içine kapkara bir kepenk çekilip
indirilmiş sandı.
Gülsüm duvağının
gerisinden onun donuk hareketlerini merakla izliyordu. İnsanüstü bir çabayla
seccadeden doğruldu. Fakat davranışları sanki bir uyurgezer gibiydi. Ancak
belirli şeyleri yapmak için düzenlenmiş bir robot gibi gelinin duvağını omuzuna
atmış, kızarmış, nemli yanağına dudaklarını hafifçe dokundurmuş, hiçbir söz
edemeden bileğinden tutup fekke tepsisinin önüne çekmişti. Sonra şaşkın el hare
ketleriyle gelinin
soyunup geceliğini giymesine yardım etmeye çabalamış, o yatağa girince de üstü
başıyla kenara ilişip kafasını avuçları arasına alıp dizleri üstüne iki kat
oluvermişti. Gülsüm önce onun böyle sevgi ve istekten yoksun, başkasının
komutunu gönülsüz yerine getirenlerin tutumuyla davranmasını, heyecanına ve
içkiyi fazla kaçırmasına vermişti. Birşey söyleyip daha fazla şaşırtmadan
kendiliğinden soyunup yorganın altına girmesini bekledi. Fakat o sanki iki kat
öyle donup kahvermişti. Öğretiye uyarak kapı aralayıp gece yengelerini çağırmayı
akimdan geçirdi. Fakat utandı. "Dur bakalım birazdan kendine gelir."
diye bekledi.
Fakat sabah olup akraba
gençleri onu güveyi hamamına götürmeye geldikleri zaman bile hâlâ yatağın
kenarında yumulmuş duruyordu. Yastığın altındaki bekâret tülbendine el bile
değmemişti.
Önce
yaşdaşları şenlendirip kendine getirmeye uğraştılar: "Olur böyle şey
arkadaş. Gerdek gecesi dili, beli tutulan ilk erkek sen değilsin, geçer her iş
yoluna girer." diyorlardı. Fakat o ne götürüldüğü tören gereği hamamda ne
de onu izliyen uğraşılar karşısında çözülüp açılma belirtisi gösteremedi.
Söylenenleri dinler gözüküyor, fakat ağzından iki söz almaya uğraşılınca
karayağız yüzü ve kupkuru dudakları titremekten öteye tepki yapmıyordu. Durum
birkaç gün böyle sürüp gidince büyükleri de telâş almıştı. Babası arabaya bindirip
Amerikan hastanesindeki frenk doktorlara götürdü. Hikâyesini dinleyip her
yanını muayene ettikten sonra "Önemli bir sarsıntı geçiriyor, dinlensin.
Evlilik durumuna zorlamayın. Zamanla açılabilir." dediler. Bir sürü de
güçlendirici ilâç verdiler. "
Kadınların yorumuysa
farklıydı:
"Nazar değdi. Büyü
yapıldı." diyorlardı. Kurşunlar döküldü, nefesi güçlü hocalara okutuldu,
herşeye baş vurup büyüyü çözmeye uğraştılar.
Fakat hepsi boşunaydı.
Gün geçtikçe Kara beyin dış dünyaya karşı giyindiği mutsuzluk zırhı kalınlaşıp
delinemez duruma giriyordu. Aylar sonra da bir yıl geçtiği halde yastığın
altındaki bekâret tülbendi katı bozulmamış bekleyip duruyordu.
Mevsinime göre yazlan
Maarif ba' çesinin salkım söğütlerinin gölgesinde, kışlarıy ; Camlı kahvenin sigara
dumanıyla sislenmiş hav ? nida kızışmış bir tavla ya da aznif partisine yum
manian en çok tedirgin eden arkalarında onun varlığını sezinlemeleriydi.
Başkaları gibi oyuncunun omuzu üstünden uzanıp "Yahu şeş beş şöyle
oynanır." gibi sinir bozucu girişimlerde bulunmazdı. Borçluya yalnızken
sokulduğunu gören olmamıştı. Daima borçlunun ya bir oyun partisine oturmasını,
veya meyhane, berber dükkânında birkaç dostuyla yaşam ve dünya sorunlarını
çözmeye koyulmasını beklerdi. Oyunun ya da sohbetin yeterince yoğunlaşıp
kızıştığına karar verince, sığındığı gölgeden sessizce sıyrılır ve avının
oturduğu sandalyenin bir adını gerisinde saygı anıtı gibi dikilip kalırdı. O
zamanlar başı hafifçe yere eğik, gözkapakları inik, sakosunun göbeği üzerinde
kavuşturduğu elleriyle tahsildardan çok tapınan dini bütün bir yurtdaşı
andırırdı. "Ne istersin?" diyen çıkmazsa, fare deliği başında
kulaklarını dikmiş sessizce bekliyen aç kedi gibi kıpırdamadan saygı duruşunu
saatlerce sürdürürdü.
Çoğu zaman dikildiği masa
çevresindekilerden birisi farkına varırdı. Hele bunlar arasında borçlunun
tedirgin olmasından hoşlanacak birisi varsa Memet efendinin saygı duruşu uzun
sürmezdi. "Ne o Memet efendi bir dileğin mi var?" sorusunu
duymazlıktan gelirdi. Fakat borçlu varlığının
farkında olmadan da,
geldiğini sezinleyip bilmezlikten gelse de bu soru karşısında başını çevirip
ona bir göz atmak zorunda kalırdı. O zaman Fotinli saygı görünümünü daha da
abartarak sokulur, kulağına birşeyler fısıldardı. Konuşma uğultusu, zar
tıkırtıları, domino şakırtıları arasında değil masa çevresindekiler dileğini
fısıldadığı borçlu bile söylediklerini yeterince anlayamazdı. Fakat onun boy
göstermesinin nedenini anlamak için söylediklerini işitmiye gerek yoktu.
Borçlu ne dediğini anlamada, biraz duygulu ve alınganca bir kişiyse pancar
gibi kızarır, bir iki karşı fısıltıyla başından savmaya kalkardı.
Fakat Fotinli öyle bir
kişelemeyle uçup gidecek kara sineklerinden değildi. Güz ayazıyla dişlenip
uyuşan asalak uçarlar gibi yüzden kaçar, ele enseye konar, kurbanını bezdirinceye
kadar uğraşırdı. İlk girişimde fısıldadığı "Beyin eli dar, sizin küçük
hesabı rica eder." sözleri, "Bugün git, yarın gel."
savuşturmasıyla geçiştirilecek olursa gene bir adım geriye çekilir, saygı
duruşunu sürdürürdü. Herifi başından savdığını sanarak yeniden zar sallamaya
ya da yarım kalan sözünü bitirmeye koyulunca yeniden ensesine sokulur
"Efendim üç kezdir yarın gel buyuruldu. Acep bu yarın ne günü
gelir?" diye sokuştururdu. Bu durumu borçlu sinirli bir kol sallama veya
"Yarın dedik ya adam" gibi sözlerle noktalamaya koyulacak da olsa
Memet efendi yılmazdı. Hiçbir şey olmamışçasına gözkapakları inik, elleri
göbeğinde sessiz bekler, üçüncü saldırı için uygun bir fırsat gözlerdi.
Üçüncü aşama pazarlık
oturumuydu: "Efendi hiç değilse yarısını ya da ne münasip görürseniz onu
lütfedin de..." diye fısıldardı.
Bu da etkili olmazsa,
masa başındakilerin de rahatça işitebileceği bir sesle yakınmaya girişirdi:
"Geçimim bu
tahsilâttan gelecek yüzdededir. Eli boş dönersem evin ekmeğini alacak meteliğim
yok.”
Sandalyesini öfkeyle
arkaya fırlatıp, oyunu da yarım bırakmayı göze alarak borçlunun kapıya
yönelmesi de yıldırmazdı onu. Çarşı boyunca borçluyu birkaç adım geriden izler,
yarenlik veya alışveriş için duraklayınca gene ensesinde
biterdi. Ağız dolusu
küfür savurarak kapıyı suratına kapatıverınek de kâr etmezdi. Düzenli
aralıklarla tokmağı tıkırdatır, gelen kim olursa olsun "Efendi birşey
verecekti onu beklerim." diye görevi terketmediğini hatırlatırdı.
Sesini yükseltmeden,
sinirini bozmadan, öfkeye kapılmadan sürdürülen bu saygılı baskı eninde
sonunda ürününü verirdi. Borçlu ya keseden ayıkladığı üç beş kuruşu suratına
atmadan, ya da eş dosttan borç bulup avucuna sıkıştırmadan rahat bir
"oh!" çekemezdi. Hanımın sandık, sepet dibine artırıp gizlediği cara
gün akçeleri bile onun şerrinden kurtulamazdı.
Fotinli Memet efendi
kentin en büyük manifatura mağazası Bonmarşe’nin tahsildarıydı. O günlerde bu
tür kurı mlardan peşin parayla alışveriş edecek kabadayı pek yoktu. Kasadar
Mısta efendinin masası gerisindeki gösterişli "bugün peşin yarın
veresiye" levhasına rağmen günlük satışın nerdeyse dörtte üçünden fazlası
kasaya metelik girmezdi. Alacak defterinin matlubat sayfasına kayıt düşer,
hizasına borçlunun imza ya da mührü basılıp alışveriş sonuçlandırılırdı.
Böyle yapılmazsa Bonmarşe’nin mallarının çoğu raf ve dolaplarda toz toplar
kalırdı.
Giyim, kuşam ve süs
eşyasına para yatırabilen üç tür insan vardı: Birincisi ve belki de
kaynaklarının en körü memur aileleriydi. Mutasarrıf ya da defterdarın eli,
yüzü açık eşi bin eda ve kasıntıyla içeri girer, saatlerce şunu indir bunu
kaldır diye tezgâhtarları terletir, sonunda beğendiği krep, jarse ya da
sadakorun doğru ölçülüp düzgün kesilmesine titizlenirdi. Sonunda "Bey
uğrayıp öder." diye borç defterini bile imzalamadan geçip giderdi.
Bunlardan para çıkabilmesi için ay başını beklemek gerekirdi. Çoğu parça bölük
de olsa kovalamaya ihtiyaç göstermeden hesabı kapardı. Bazan nakil ve tayini
çıkanlardan sessizce ortadan kayboluverenleri de bulunurdu. Ama bu kadar kusur
kadı kızında bile olurdu. Bu gibilerin peşine Fotinli’yi takmak olmazdı. Çünkü
böyle sıkıştırılıp kafası kızanlar hükümet kapısına iş düşünce insana kan
kustururdu. En iyisi borcunu unutan ya
da sürüncemede bırakan bu
gibilere ses çıkarmayıp omuzlarındaki suçluluk ve minnet yükünü
hafifletmemekti.
İkinci tür müşteriler,
kentin kalburüstü varlıklı âyânı ya da evlerinin horaııtasıydı. Çoğu köy,
bahçe, bostan konak sahibi adı belli kişilerdi. Fakat varlıkları kasadaki
paradan çok bahçe bostanm gelirine dayanırdı. Böylelerinin kesesi her zaman
dolu olmazdı. Ürün mevsimlerinde bunlar iyi para ediyorsa keseleri şişerdi.
Pişip taşanlardan sebze, meyve mülklerinden gelir, ötekiler de evin ambar ve
küplerinden çıkardı. Bu yüzden günlük yiyecek masrafları pek olmazdı. Unluk,
bulgurluk buğday harman zamanı köyden gelir, yıkanıp kaynatılır ve ambarlara
dolardı. Salça, yağ, peynir, kavurma gibi besinlerle kurutulmuş sebzelerin
kaynağı da aynıydı. Bunlar yaz, güz boyunca eritilir,
süzülür, kavrulur kurutulur ve evde yerli yerini bulurdu. Ama sıra oğlan
everip kız gelin etmeye veya giysileri yenilemeye gelince iş kesedeki
paraya dayanırdı. Kesesi dolu olanlar bile alışverişin tutarını hemen Mısta
efendinin önüne sayıp dökemezdi. Bir ucunu öder gerisini borç defterine
yazdırıp Allah’ın inayetine ve Fotinli’nin çabasına bırakırdı.
Peşin parayla alışverişe
gelenlerse saz kızları ve genelev sermayeleriydi. Alışverişe çoğunlukla fayton
içinde gelirlerdi. Arabanın durduğunu gören komşu esnaf, ip kırığı-incir
çürüğü bahanelerle aç ciğerci kedileri gibi ayak altında dolaşmaya geçerdi.
Bunlar çoğunlukla hiç pazarlık etmez, memur karıları gibi şunu indir, bunu
kaldır diye tezgâhtarları terletmezdi. Bir bakışta seçimi yapar, ya da
akıllarına o anda esivereni sardırır, parasını tıkır tıkır sayar, kırıtıp
sırıtarak çekilir giderlerdi.
Peşinciler arasında Mısta
efendinin yüreğini en çok yumuşatan taze güveylerdi. Bunlar gelin hanımın
ısmarladığı arslanlı pudra, bir deste firkete ya da paçaları keşkeşli kadın
donunu almak için hemen içeriye dalmaya pek cesaret edemezlerdi. Vitrinleri
yan gözle dikiz ederek Bonmarşe’nin önünden birkaç kez gidip gelir ve uzunca
bir ısınma dönemi geçirirlerdi. Sonunda bütün cesaretlerim toparlar, surat al
al, alnında ter boncukları Mısta efendinin kapı dibindeki
masasına sokulur ve
dileklerini fısıldarlardı. İstenen pudra, firkete gibi şeylerse tezgâhtarlardan
birine seslenilir ve paket, kınası ışıl ışıl yanan avuca sıkıştırılırdı.
Toyluğun kasıntısıyla örtbas etmeye kalkanların bile yüzünde minnet gülücüğü
yanıp sönerdi. Ama alışverişi keşkeşli don ya da boy gömleğine dayanıyorsa
çoğunun dili tutuluverirdi. Yutkunup terler, kaçamak sözlerle amacını iletmeye
uğraşırlardı. Bu durumu izliyen Mısta efendinin yüzünü anlayışlı bir sırıtma
kaplar ve müşteriye "keşkeşli tuman mı yoksa boy göyneği mi?" diye
fısıldardı.
Ne suratı allıklı,
gözleri sürmeli oyuncu kızları ne de elleri kınalı toy güveylerle Memet
efendinin işi olurdu. O geçimini âyân sınıfı borçlulardan sağlardı. Eline
verilen listeyle işi bitince, sabah namazını kılıp mağazanın yolunu tutardı.
Tezgâhtar Ali efendi yolun öteki ucunda, elindeki anahtar destesiyle
gözükünceye dek kapalı demir kepenklerin önünde gidip gelerek beklerdi. Boş
kalınca kahveye oturup bir çay içmek, ya da tanıdıklarla sokak ortasında
dikilip çene yarıştırmak onun defterinde yoktu. Bütün dünyası borçlu listesi,
mağaza ile iki göz toprak avlulu evindeki ayâlinden oluşuyordu. Çoluk çocuk
olmadığından birkaç mecidiye aylık ve bir de tahsilattan eline geçen
yüzdelerle gül gibi geçinip gidiyordu.
Kepenkler açılınca Mısta
efendinin masası dibindeki sandalyeye, fırlayıp kaçacakmışçasına ilişir,
tezgâhtarların sarkıntılıklarına yüzündeki maske hiç değişmeden kafa sallamakla
yetinir ve Mısta efendinin boy göstermesini beklerdi. Onun sabah kahvesi ve
sigarasını ağır ağır içişinden sabırsızlanmaz, keyfinin kıvamına gelmesini
beklerdi.
Sonunda Mısta efendi uzun
bir "Dur bakalım" çekerek alacak defterine yapışır ve tahsilât
listesini düzenlemeye koyulurdu. Eline sunulan listeyi, teneke çerçeveli
gözlüğünü düzleyerek uzun uzun inceler sanki girişeceği savaşın tâbiyesini
oluşturmaya koyulurdu. Borçluları sıralama, ele geçirebileceği yerleri
tasarlama hazırlığı tamamlanınca yerinden kalkardı. Lâkabının kökeni kılığıydı.
Fesi daima kalıplı, püskülüyse az önce yenilenmiş gibi dururdu. Solgun, ince,
avurtları çökük yüzünü
her sabah sinekkaydı tıraş eder, karga burnu altındaki kıranta bıyığını
makasla düzeltirdi. Yırtmaçsız entarisinin belinde ince bir kuşak bağlıydı.
Bunun üstüne giydiği, havı biraz dökülmüş temiz sakosunun önünü yukardan aşağı
düğmelerdi. Bu haliyle kılığının titizlik yansıtan özelliği bir yana, giyimi o
günlerin gereklerine tamamen uygundu. Ona seçkinliğini sağlayan ayaklarında
kırmızı yemeni yerine bir çift bakımlı fotin oluşuydu. Bunların ipleri yukarı
kadar özenle bağlanır ve koncun üstünde denk görüşte fiyonklanırdı. Yürürken
eskiyip aşınmalarından korkuyormuşçasma adımlarını ölçülü atar, çamura, su
birikintilerine basmaktan kaçınırdı. Bu yüzden de herkes nerdeyse ayaklarına
bakmak zorunda kalırdı.
Kem bakışlardan saklanmak
istermişçesine inik gözkapakları, göbeğine bağlı elleri, her söze uzun bir
"Efendiıri'le başlayışına bakıp onu kimseye kötülüğü dokunmayan sessiz ve
aşırı derecede saygılı birisi sanmak kolaydı. Gerçekteyse Bonmarşe’nin matlubat
sahifasmda adı ve imzası olanların Azrail kadar çekindiği bir kişiydi. Bazı
borçluların rüyasına girip karabasana tutturduğu bile söylenirdi. Bu
söylentilerin gerçekliği ne olursa olsun Bonmarşe sahibi Emin beye gelip
"Allah rızası için şu Fotinli deyyusu salma üstüme. Elimi kana
bulayacaksın." diyenler eksik olmazdı.
Memet efendinin tahsilât
yöntemi yalın, fakat çok etkiliydi. Borçluları ilk adımda evinde, ya da yalnız
dolaşırken rahatsız etmezdi. Kolayca "Hele bugün arabayı çek." diyebileceği
candan ahbaplarla bir aradayken de rahatsız etmezdi. En verimli av alanı Maarif
bahçesiyle Camlı kahveydi. Sanık orada tavla ya da aznif partisine oturunca
sessizce içeri dalardı. Onu görenler oyunu bırakır kimin arkasına dikileceğini
izlemeye koyulurlardı. Avlarından tecrübesiz ya da onurlu olanlar varlığını
hissedince kızarıp bozarır, oyunu şaşırırdı. Kurtuluş olmadığını kestirince
hışımla cebinden keseyi çeker, eline bir iki mecidiye sıkıştırıp başından
savmaya kalkardı. Verilen borcun yüzde biri de olsa üstelemez, saygıyla boyun
kırıp uzaklaşırdı.
"Bugün git yarın
gel" diyebilen pişkinlereyse en çok üç
kez rahat nefes alma
fırsatı tanırdı. Dördüncü girişiminde onu eli boş savmak olanaksız gibiydi. Aç
ve inatçı bir yara sineği gibi inatla kişelendiği aynı noktaya gelir konar,
borçluyu canından bezdirip tuşa getirinceye dek sessiz ve saygılı direnirdi.
Adam gittikçe yoğunlaşıp gırtlağında düğümlenen öfke kasırgasıyla yerinden
fırlayıp saldırıya kalksa da soğukkanlı ve saygılı duruşunu elden bırakmazdı.
Herkes suratına bir sille ya da kafasına bir sandalye inmek üzere olduğunu
sandığı sırada o istifini bozmadan kudurgan borçluya söyleyeceğini söyler,
sinirini felce uğratırdı:
"Aman efendi ya
öfkeyle birden emr-i Hak vâki olursa nidersin. Rûz-i mahşere sırtında borç
yüküyle gitmek Müslümana yakışır mı heç!..."
Bu sözleri işiten
kudurgan borçlu, bir anda onu canını almaya gelen bir Azrail gibi görmeye
başlar eli ayağı kesiliverirdi. Fotinli’ye göre mesleğinin en onur kırıcı
durumu Emin beye gelip "N’ettimse borcunu vermiyo" demekti. Borçlu
elinde can vermesi de gerekse hiçbirisi karşısında pes demeye niyeti yoktu. Bey
de bunu çok iyi bildiğinden, öteki esnafın batakçı diye bilip alışverişten
kaçındığı kişilere bile borca mal satmaktan kaçmmazdı. Fotinli’nin bu yeteneğinin
en iyi kanıtı ağzıkara Mahir beydi. Adam babadan kalan sayısı ve sınırı
belirsiz varlığı içki, avrat, kumar ve kuşçulukta harvurup harman savurmuştu.
Elde kalan üç beş parça toprakla yavru kapılı konak da giderini
karşılayabilmekten uzaktı. Yaşam yolunu değiştirip ayağını yorganına göre
uzatmak niyetinde ve gücünde olmadığından da kaç yıldır debdebe ve eğlenceyi
başkasının keselerinden sürdürüp gidiyordu. Meyhaneci, kasap, kuyumcudan tutun
da kapısından bir türlü kopamayan kâhyasına kadar herkese borçluydu.
Alacaklılara karşı da iyice şerbetlenmişti. Umudu kesmeyip kapısını yoklamayı
sürdürenleri "Allah bana ben de sana" diye geçiştirirdi. "Kaç
yıl oldu bey" diye ileri gitmeye kalkanlara da gözlerini ayırıp üstlerine
yürür, ağız dolusu küfürler savurur ve elini belindeki lüver kuburuna atarak
korkutup sindirirdi. Bu yüzden de çoğu esnaf borcunun altını çizip ona daha
fazla birşey kaptırmamaya çalışırdı. Ama
herkes onun kara ağzından
çekinirdi. Yeni bir alışveriş için karşılarına dikilince "olmaz"
diyemezlerdi. Çünkü insanı bir kez diline dolayınca kurtuluş yoktu. Her yerde
onu yerer, her türlü düzenbazlık ve dolandırıcılıkla suçlar, hatta avradının
bir süre kendine oynaşlık ettiğim anıştırmaktan bile kaçmmazdı.
Ağzıkara Mahir bey,
babasının yolunu tutup bir türlü ipe sapa gelmeyen büyük oğlunu evlendirip yola
getirmeyi kararlaştırınca pazarlık kesmek için Bonmarşe’nin kapısına
dayanmıştı. Emin bey de gerek ağzının karasından çekindiği gerekse Fotinli’ye
olan sonsuz güveni yüzünden bey eskisinin hiçbir dileğine hayır dememişti. Kat
kat ipekli entariler kesilmiş, saat dolabından en pahalı mineli gerdanlık
saatler seçilmiş, pudra kutuları, allık, sürmedanlıklar tezgâhın üstünde
höyüklenmişti. Satışın elli altını aştığım terliyerek hesaplayan Mısta efendi,
malını iyi tanıdığından deftere geçip Ağzıkara’nm mühürünü basmadan önce Emin
beye uzun uzun kuşkuyla bakmış, nasıl olup da batkına bu kadar mal vermeye razı
olduğuna şaşıp kalmıştı. Bey, Mahir efendiye: "Bu hayırlı işin bir ucu
peşin olmalı. Ne verebileceksin bakalım?" demekle yetinmişti. Onun,
kimbilir nereden borç aldığı üç altını Mısta efendinin önüne attıktan sonra
mührünü uzatması karşısında da tek söz edememişti. Kasadar içinden
"lâhavle" çekip bu gidişle ekmek kapısının batacağından tasalanarak
yazıp çizmekten ötesini yapamamıştı. Adam paketleri oğlu ve kâhyasıyla toparlayıp
yıkıldıktan sonra da beye "Gitti gider kırk yedi altın bey."
demekten kendini alamamıştı.
Fotinli Ağzıkarayı düğün
dernek bitip oğlan yavaş yavaş gelini evde bırakarak kahve ve meyhanelerde boy
göstermeye başlayıncaya kadar tedirgin etmedi. Ağzıkaranın cebi boş, kol ve
kanadının düşük olduğu günlerde ense köküne dikilmenin yararsızlığım bilecek
kadar tecrübeliydi. Fotinli, esasen böyle zamanlarda kahve, saz gibi yerlerde
pek gözükmez, gözüktüğü zamanlarda da koltuğundan geçinebileceği birisinin gölgesine
sığınırdı. Ona sokulacak zaman çarşıdan koltuğu kabarık, sağa sola tepeden
bakarak
geçtiği günlerdi. Bu
durumlarda kâhyası da kolunda alışveriş sepeti, ayağındaki çarpanağı
sürükleyerek dört beş adım gerisinden gelirdi. Böyle cebi ısındığı günlerde
kahvede yüksek sesle tanıdıklara içecek ısmarlar, sazda en ön masaya kurulup
yeni gelenleri ısrarla masasına davet ederdi.
Kasılıp kabardığı böyle
günlerde Memet efendi onun peşini hiç bırakmazdı. Birkaç tek yuvarlayıp kafayı
ısıtıp, kızlara köpüklü şarap ısmarlamaya, ya da çevresindekilere eski
hovardalıklarını anlatıp övünmeye koyulunca ense köküne yavaşça sokulurdu. Tam
saz kızı Sultan’ı sahne gerisinde namlusunun önüne katıp selâmlığa nasıl
attığı gibi bir hikâyenin doruğundayken kulağına doğru uzanıp fısıldamaya
başlardı:
"Afiyet olsun
beyzadem. Nerde o Sultan kıza çintikle altın attığın günler." Her
defasında bu gibi sözleri çevresindekiler de duysun diye onu "Hele berk
söyle" diye zorlar, yeterince yağlanınca da cebindekilerin bir kesimini Fotinli’nin
avucuna sıkıştırıp başından savardı.
Hesabın altının
çizilebilmesi iki yıldan fazla sürmüştü ama sonuç bütün esnafı şaşkına
çevirmişti. Batkın paralarını kurtarabilme umuduna kapılanlardan çevresinde
dolanıp "dörtte biri senin" teklifini yapanlar bile olmuştu. Fakat o
kazancı çoğaltayım diye efendileri artırmanın hem kendini ekmek kapısından
edebileceğini hem de borçlular dünyasındaki etkinliğini azaltacağını
biliyordu. Çünkü bu gibi tekliflere daima fısıltı halinde, borçluyu ne zaman
ve nerede sıkıştırırsan, yağını çıkarabileceğini bilirsen "ruz-û mahşere
borçlu giden Müslüman kalmaz." de diye başından savardı.
Bu işi herkesten çok iyi
bildiği de ortadaydı. Devlet baba yeteneğini takdir edip onu hazine tahsildarı
ataşa, en azgın, jandarma uğrayamayan toprak ağalarının bile âşar borçlarını
tereyağından kıl çekercesine sızdırmanın yolunu bulabilirdi. Düyun-u umumiye
örgütünün eline geçse, Allah bilir cebi delik Osmanlı devletini bile, ardı
arkası kesilmeyen bu borçlardan kurtarır ve ruz-û mahşere alnı açık, yüzü ak
gitmesini sağlayabilirdi.
.Ramazan yalnız çarşının
değil tüm kentin yaşamını kökünden etkilerdi. Herkes mübarek aym adım adım yaklaştığını bilir, fakat başlayacağı günü
kesin olarak kestiremezdi. Rumeli’nden Arabistan çöllerine kadar uzanan
İmparatorlukta bu gün, kentin bulunduğu boylama göre değişirdi. Bu yüzden de
çevresindeki tepelere akşam üzerleri tırmanıp, ince karpuz dilimi ayın bir göz
açımı ufukta boy göstermesini bekleyenler çoğalırdı. Ne zaman iki tanık koşarak
gelir ve yetkilinin karşısında, ilk hilâli gördüklerini yeminle belgelerlerse
o akşam Ramazan topları atılırdı.
Topu duyan ev kadınları
mutfağa koşar, ilk sahur hazırlıklarına koyulur, sokaklarda bekçi davulları
gümbürdemeye başlar, peşlerine takılan her boydan çocuk sürüsü "Ramazan
geldi hoş geldi." çığlıklarıyla etrafı çmlatırdı. O günden sonra bir ay
tüm kent okulları, devlet daireleri, çarşılar güneş tepeye dikilinceye dek
sessiz bir uykuya gömülür, ancak öğle ezanından sonra kıpırdamaya başlardı.
Gün doğup gölgeler
uzadıkça işler kızışır, ocakların dumanları yoğunlaşmaya, havan, çanak, çömlek
sesleri artmaya ve orucu başına vuranların öfkeli homurtu ve çığlıkları her
yanda yankılanmaya başlardı. O saatlerde çarşının görünümü bütün duyu
organları ve salgı bezlerini kamçılayan renk, biçim ve koku şölenine dönüşürdü.
Çevreye bir göz
atınca insanın, bütün
esnafın meslek yeteneklerini sergileyip birbiriyle yarışmak için bugünleri
beklediği sanılırdı. Helvacı Sait kırmızı mermer döşeli geniş tezgâhına sayısız
helva çeşitlerinin oluşturduğu öbekler döşer, dayardı: Tel, koz, susam,
leblebi, tahin, kabak helvalarının harmanları karşısında aç aç yutkunmaktan
gırtlaklar nerdeyse lâçka olurdu.
Bitişiğindeki çörekçi
fırınıysa gölgede kalmamak için elinden geleni yapardı. Boy boy, biçim biçim
çörekler, peksimetler börek tepsilerinden tezgâhın tahtaları gözükmez olurdu.
Çocukların belini kıransa köşedeki leblebiciydi. Her zaman dükkânı dolduran
leblebi, fıstık, çekirdek öbeklerinin önüne her renkten horoz, mangır, düdük
şekerleri yığılır, sanki varımızı, yoğumuzu buraya yatırmaya zorlardı.
İftar saati yaklaşınca
dükkânların önündeki kalabalık yoğunlaşır, herkes birbirini itip önündekinin
omuzu üstünden uzanarak iftar pidesi ya da yağlı kâhkesini kapıp kaçmaya
çabalar, Güllü’nün dükkânından varlıklı evlere baklava, sarığıburma tepsileri
taşıyan çırakların sırtından ter oluk gibi boşanırdı. Ama çarşı asıl ramazanlık
yüzünü, iftar furyası geçip cemaat teravihten çıkınca gösterirdi. Orucun bütün
yüzlere yapıştırdığı, bezgin, sinirli maske yok olur, davranışlara, dolgun
midenin verdiği iyimserlik, özgürlük ve mutluluk havası çökerdi. İftar
sofrasında hızını yeterince alamayan yetişkinler dükkânlardan bütün gün
özlemini çektiği yiyeceklerin başına çöker, her köşe başında bir kahve
höpürdetip nargile tokurdatmaya koyulurdu.
Çocuklarsa cepleri
leblebi, çekirdekle dolu, suratları boyalı şekerlerle renk renk bezenmiş,
elliliklerini yatıracakları hacivatçı Vakas’ın kahvesinin yolunu tutarlardı.
Vakas’m yüksek kahvesi,
Kavaf çarşısının başında, Fışfış kastelin üstündeydi. Burası yalnız onlara öz
de değildi. Ortadaki genişçe açıklığın çevresindeki peykelerde kahve, nargile
içen yaşlılar, arkadaşının arkasına sinip sigara tüttüren yeniyetmeler de
görülürdü. Bunlardan arta kalan yerleri de Karagöz perdesini iyice gören bir
yer kapabilmek için itişen çocuklar doldururdu. Kahve yükünü iyice alıp
ilişecek
yer kalmayınca ve
sabırlar taşıp haykırışmalar, ıslıklar yoğunlaşınca Vakas’m yardımcıları
ellerinde tepsi, ellilikleri toplamaya başlarlar, herkes bu iş bir an önce
bitsin, gösterici ortaya çıkabilsin diye, elindeki paradan kurtulabilmek için
yarışa geçerdi. Para toplamanın sonu gelir gibi olunca herkes perde gerisindeki
kandilin önünde duran Beberuhi’nin hayaline doğru döner ve meydanda olup
bitecekleri izlemeye hazırlanırdı. Son dakikalar bir türlü geçmez, sabırsızlıktan
leblebi, çekirdek tüketimi hızlanır, her yanda ufak tefek çatışma ve
söyleşmeler artardı.
Nihayet Vakas, ıslık ve
çığlık fırtınası ortasında, meydanın girişinde bütün ihtişamıyla boy
gösterirdi. İşlemeli takkesi, çatık kaşları altındaki donuk bakışlı gözleri,
boynundaki nazarlık muskası, yağlıca kaslı gövdesine yapışan fanila giysisi
içinde sağ eli beline dayalı durur, bu haliyle de mindere çıkmaya hazır cihan
pehlivanını andırırdı. Kısa bir süre böyle heykel gibi duraklar ve görünümünü
büyük, küçük herkesin iyice içine sindirmesini beklerdi. Sonra câmi kubbesi
kadar yüksek tavandan sarkan salıncağın altındaki o güzel yerdeki sandalyeye
doğru emin, kesin adımlarla ilerlerdi. Bir sıçrayışta önce sandalyeye, sonra
salıncak demirine yapışarak kendini yukarı çeker, iki yandaki halatı avuçlayarak
demirin üstüne yerleşirdi. Büyük, küçük herkes soluğunu tutmuş onu izlerken
bacaklarını ileri geri açıp çekerek salıncakta hızlanır, gidiş, gelişleri
kahvenin karşılıklı duvarlarına dokunacak kadar açılınca "haliyop"
diye bir çığlık atar, ayaklan halatlara dolanmış baş aşağı bir süre sallanırdı.
Bu numarayı kimbilir kaç kez gördüğümüz halde "her haliyop"
yüreğimizi ağzımıza getirir, bacakları kurtulur yere çakılır da öteki
numaralarını göremeyiz diye korkardık.
Salıncak numarası bitince
Vakas meydanın ortasında arka üstü bir köprü kurar, yardımcıları karnının
üstüne çaprazlama kimbilir kaç tane dolu tahıl çuvalı yığar, sonra da birisi
bunların üstüne çıkıp ayakta dikilirdi. Ağırlığın altında Vakas’m yüzü al
çuhaya dönüşür, boğa boynuzu bıyıkları daha da dikleşir, pembe fanilanın
altında kol ve bacak kasları yumruklaşırdı. Tam herşeyin ezilip yamyassı
olacağını
sandığımız bir sırada
yeni bir "haliyop" fırlatıp üstündeki herşeyi bir yana silker,
yerinden sıçrayıp muzaffer ayağa dikilirdi. Hepimizin kafasında o, topun
tüfeğin işliyemiyeceği çelikten bir insan kalesi, Azrail’in uzak durmayı yeğ saydığı
yenilmez adamdı. Ancak kendine karşı tutkunluğumuz Karagöz perdesinin
gerisinde kaybolunca azalmazdı. Bir ucu sigara kâğıdı yapışık düdüğüyle bir
tabur eşekarısı vızıltısı çıkararak Beberuhi’nin iğnelerini sökmeye girişince
herkes oturduğu alçak kürsülerin yönünü değiştirir, bütün bakışlar fersiz
kandilin aydınlattığı küçük, beyaz perdeye yapışır kalırdı. Tef eşliğinde
çatlak sesiyle okuduğu giriş gazelinin, "perde kurdum şema yaktım"
tekerlemesinin bir an önce sona ermesi için sabırsızlanırdık. Nihayet Hacivat
çelebi perde gerisinden görünüp Karagöz’le dövüşüp sövüşmeye girişince kahveyi
yerli yersiz kahkaha patlamaları inletirdi. Vakas iyi bir taklitçiydi de.
Elinde binlik deli Bekir’i dal fesli, setre pantollu Tarçın beyi, tepesi
çiçekli devrek çam biçimi zenneleri seslendirenin aynı kişi olduğuna
inanabilmek zordu. Yalnız o yıllarda çocuk ve yeniyetmeleri açık saçık yayınlardan
koruyan yasalar olmadığından, Vakas Tarçın bey ya da Karagöz’le zenneler
arasında açık saçık sevişme sahneleri düzenlemekte sakınca görmezdi.
Seyircilerden bir kısmı kızarıp bozararak, bir kesimi de iri iri yutkunarak
seyrederdi bu gösterileri. Öte yandan bugün her köşe başı sinemasının
panolarını dolduran çiftleşme ilânlarına ve film adlarına bakınca Vakas’ın
aşırılıkları çocuk oyuncağı gibi kalır.
Onun kentteki ünü sadece
cambazlık ve Karagözcülük sınırı içinde de kalmazdı. Yeme ve içmede de onunla
yarışa kalkacak Allah kulu olmadığı anlatılırdı. Bu konuda lâhmacuncu hocanın
bile karşısında aşık atamayacağı söylenirdi. Gerçek ya da abartma bu yeteneği
konusunda ortada hayli hikâye döner dururdu. Birine göre Vakas birgün dükkânın
önündeki taze hıyar höyüğünün bir yanma bağdaş kurup sepet ve yağlıklara,
kırkı elli paraya hıyar sayan Sarı Memik’in yanma sokulmuştu. Hıyarın kırkının
elli para olduğunu öğrenince Memik’e bir yüzlük uzatıp "Aha sana seksen
hıyar parası. Kömenin öte başına oturayım, doyuncaya dek yiye
yim." önerisini
yapmıştı. Sarı Memik kafasından "Ulan bu herif eşek olsa bir oturuşta
seksen hıyarı yiyemez." diye teklifi kabullenmişti. Sonra da müşteri
baskınından höyüğün öte yanma çöken Vakas'ı unutmuş ve sepetlere hıyar sayımını
sürdürmüştü. Bir süre sonra yığının kendi tarafındaki yamacı öte yana yıkılıp
Vakas’m kafası ortaya çıkınca olup biteni kavrayabilmişti. Vakas yiyime yeni
başlayanların iştahı ile iki avurdu şişkin, boğa boynuzu bıyıkları aşağı
yukarı gidip gelerek hıyar öğütmeye devam ediyordu. Memik ise gözleri mec’diye
gibi ayrılmış, yüzlüğünü eline tutuşturup anlaşmayı bozduğunu bildirmekten
başka şey yapamamıştı.
İçi iki litre şarap alan
çapçağı kafasına dikip soluk almadan bir nefeste temizleyişinden, toklu kuzuyu
tek başına evire çevire mideye indirişinden söz edilirdi. Baklavayı ağzına tek
dilim değil her avurduna birer, üçüncüsünü de ortalarına sokuşturup iki
solukta tepsiyi temizlediği anlatılırdı. Yediklerine göre öyle lâhmacuncu hoca
gibi yağ da bağlamıyordu. Kilot pantalonun içinde karnı göğsünden biraz daha
dışa vuruk gibiydi ama öyle aşırı bir şişmanlığı yoktu. Bütün yiyip içtiği
sanki iri kaslarına yakıt olup gidiyordu. Vakas çarşıda, avcı ceketi içinde
kasılıp püskülünü sallayarak dolaşırken herkesin ağzını ayrık bırakacak kuvvet
gösterileri yapmaktan da geri kalmazdı. Bu nedenle çarşı halkı, açıktan oruç
yediği için yüzü boyanıp belediye tellâlının eşeğine ters bindirilen dinsize
yuha çekip başına uluk yiyecek fırlatıyor da olsa, onun kasıntılı gövdesini
farkedince duraklar, Vakas’m gene ne behre göstereceğini umutla beklemeye koyulurdu.
Bazan manav dükkânının önünde duran içi dolu maharayı koltuğuna çalıp üzüm
sepeti taşıyormuşçasma yolun ortasına bırakır, bazan yüklü eşeğin altına sırt
verip omuzuna alırdı. Kaim demir çubukları söğüt dalı gibi büküp kıvırması,
bir yumrukta iri kaldırım taşlarını tuz buz etmesi olağan işlerdendi. Bu gücü
yüzünden de herkes karşısında saygılı bir çekingenlikle açıkta durur, her
dileğine "Baş üstüne Vakas ağa" diye boyun eğerdi. Ramazan ayı
dışındaki uğraşı ve geçimi de Yüksek kahvedendi. Mahallenin yaşlıları, eli boş
esnaf kahvesinin peykesinden eksik olmazdı. Fakat esas
geliri Kavaf çarşısı
esnafmdaydı. Meydancılarından birisi sağ elinde altı ocaklı iri kahve mırra
cezvesi, öteki elindeki kulpsuz kahve fincanlarını tıkırdatarak çarşının bir
ucundan ötekine mekik dokur dururdu. Boğazı kuruyan, ya da misafir
ağırlayanların bir el etmesi yeterdi. Hemen cezveden fincanların dibine üç
damla koyu kahve damlatılır, sonra bir elini boşaltıp cebinden çektiği tebeşir
parçasıyla kepengin el değmeyen bir yanma, kahve sayısınca çizik çizer giderdi.
Biriken kahve alacaklarını haftada bir toplamak Vakas’m işiydi. Ocakçı ya da
meydancıları gönderse "bugün git sabah gel daha siftah etmedik."
diyenlerin çoğalacağını bilirdi. Bu yüzden perşembe öğle sonları çarşının
başındaki dükkândan başlar, baştan savma bir selâmüaleyküm’den sonra tebeşir
çiziklerini saymaya koyulurdu. Çatık kaşları ve giyisileri altında bile evran
gibi kıvıldayan kaslarını görenlerin "daha siftah etmedik"
diyebilmesi olanaksızdı. Kese boş da olsa dükkân komşularıyla fısıldaşılıp onun
haftalığı ödenirdi. Bunların dışında bir gelir kaynağı daha vardı. Sık sık
gösteri için kentteki düğün, derneklerle çevre illere bile davet edildiği
olurdu. Ama her çağrılan yere birkaç mecidiye karşılığı da olsa gitmeyi mesleki
seçkinliğine yediremezdi. Küçümsediği kişi ve yerlerden gelen davetleri
reddeler ancak şanına yakıştırdığı yerlerde boy gösterirdi. Böylece de bin
bereket versin gül gibi geçinip gidiyordu.
Yine bir yıl, evlerin
yemek sonu sohbetleri öncelikle Ramazan’a kaç gün kaldı konusunda toplanmaya
başlamıştı. Herkes yazın sıcağı, günlerin uzunluğundan yakmıyor, tövbe tövbe
çekerek bu mevsimde aç susuz akşamı bulabilmenin zorluğundan tasalanıp
duruyordu. Çocuklar için yarım gün alıştırma oruçlarını birbirine diktirip on
beş günle Ramazan’ı sonuçlandırabilmek mümkün olduğundan yetişkinlerin tasası
onları pek ilgilendirmiyordu. O günlerde bizim uyanık olmamız gereken şey
iftar topunu elde saat bekleyen baygın ve sinirli yetişkinlerin yolundan uzak
durmaktı. Öte yandan selâmlıktaki iftar şölenleri ve künefe sohbetleriyle
Vakas’m gösterilerinin çekiciliği bu tehlikeyi önemsememize de pek yer
bırakmıyordu.
Ama daha ay dilimini
gören tanıklar bayır aşağı inmeden bir söylenti kentin çocuk ordusu arasında
çalkalanmaya başlamıştı. Hacivatçı Vakas’a inme inmiş, ne dili dönüyor, ne de
bir yanı tutuyormuş. Çoğumuz bu haberi önce bir eşek şakası saymış ve
inanmamıştı. Azrail’in bile çevresinde geniş bir daire çizdiğini sandığımız bu
çelik güç kalesine nasıl inme iner de eli, dili tutulurdu. Bu umutla yolumuz
her düştükçe Yüksek kahvenin merdivenlerini tırmanıp içeri bir göz atıyorduk.
Salıncak kurulmuş perdede yerini almışsa bu haber yalan demekti. Fakat ortada
Ramazan hazırlığına benzeyen hiçbir şey yoktu. Kahvenin nargile tokurdatıp
kahve höpürdeten müşterileri de seyrekleşmiş gibiydi. Kuşkuların güçlenmesine
rağmen ocakçıya sokulup söylentinin gerçekliğini araştırmaya da cesaret
edemiyorduk. Ya haber doğruysa, içimizdeki ölgün umut ışığı tüm sönecek ve ramazanlar
zindan olacaktı.
Ramazan topları atıldı.
Günler günleri izledi. Yüksek kahve, müritleri dağılmış bir tekke gibi
örümceklenip kaldı. O ramazandan aylarca sonraydı. Ona ilk kez kahvenin girişine
inen yokuşun başında rastladım. İri yapılı bir hamalın sırtında ağır ağır
yokuşu iniyordu. Gene başında fesi, sırtında avcı ceketi vardı. Fakat boğa
boynuzu, herkese meydan okuyan bıyıklarının süngüsü düşmüş, renkli yanakları
solup sararmıştı. En kötüsü yüzünün sol yanı, ipleri kopmuşçasma aşağı
sarkmıştı ve ancak bir koluyla hamalın boynuna sarılmıştı. Ötekisi boş bir
ceket yeni gibi yanıbaşında duruyordu. Geçip gidişlerini, kahvenin kapısında
gözden kayboluşlarını olduğum yerde donup kalarak izliyebildim. Boğazıma pütürlü
bir yumruk tıkandı. Gözpmarlarımda acı iki damla toplandı. Herşeyi iki adım
önümde bütün gerçekliği ile gördüğüm halde inanmak gelmiyordu içimden. Üstüne
adam dikilmiş bir yığın tahıl çuvalını silkip atabilen bu gövdeyi bu hale ne
getirmişti? Hıyar höyüklerine, lâhmacun, baklava tepsilerine "pes"
dedirten, yüklü eşeklere sırt verip ayaklarını yerden kesen bu yenilmez adamın
sırtını yere getiren kimdi?
O günden sonra insanın
yenilmezliğine karşı olan inancımı yineleyemedim.
M.ıstık ağa kente
Karadağ’daki köyünden göçmüştü.
Üç kuşak ötedenberi komşu
köyün ağasıyla sürüp gelen çatışma ve çekişmeden yılgınlık getirmişti artık.
Göçten üç ay önce tuzağa düşürülen küçük kardeşi yiğit Memo’ııun kana bulanmış
cesediyle, dipçiği kurşun yarasıyla paralanmış filintasını getirmişlerdi köye.
Günlerce avratlar bağırlarını dövüp saçlarını yolarak ağıtlar söylemişler,
kanlı poşuyla yaralı filinta da konak odasının baştaki duvarına asılmıştı.
Mistik ağa günlerce gözlerini bu öç simgelerinden ayırmadan düşünüp kalmıştı.
En yaşlısı dokuzunda üç erkek evlâdı vardı. Onları da bu kanlı yola mı
adayacaktı? Konağın yöresinde, köyün çevresinde silâhlı adamları gece gündüz
nöbet bekledikleri halde avludaki ayakyoluna giderken bile ürkek bakışlarla
çevresini kolaçan etmekten kurtulamıyordu. Yatağında kimbilir kaç gece karabasanlarla
debelendikten sonra kente göçü kafasına koydu. "Varsın korktu desinler..
Varsın kardeş kanı boynunda kaldı desinler."
Bu kararı vermesinde oğlu
Hamo’nun payı büyüktü. Dokuzuna yeni girdiği halde Hamo yaşından iki, üç yaş daha
büyük gözüküyordu. Konağın önündeki gübre yığınları çevresinde oynarken önüne
geleni kaldırıp yere vuruyor, dövüşken horozlar gibi daha şimdiden kas kas
kasılıyordu. Böyle giderse birgün onun da kanlı cesedini sırtlayıp getirirler
önüne, diye tasalanıyordu Mistik ağa.
Bu yüzden kimseye birşey
söylemeden yükte hafif pahada ağır nesi varsa toplattı. Çil altınlarını kemere
dizip beline sardı. Avradı, uşağı hayvanlara bindirip bir sabah şafak sökmeden
kentin yolunu tuttu. Malının mülkünün güdümünü büyük emmisiyle sadık kâhyasına
emanet etmişti.
Kentde üç beş gün bir
handa konakladılar. İyi bir tanıdığın yardımıyla emvali millîyeden metruk bir
Ermeni evi satın aldı. Burası tam dileğine göreydi. Sokağa bakan penceresi
yoktu. Avlu duvarları aşılamayacak kadar yüksekti. İki katın da pencereleri
avluya bakan dört göz odası, avlunun bir köşesinde mutfağı, ayak yolu, suyu
bol bir kuyusu vardı. Ferik hatun özellikle bu kuyudan hoşlanmıştı. Köyün
altındaki sacırdan yarım saatlik yolu sırtta su tulumu taşımak gerekmeyecekti.
Kovayı sallandır, dolaba yapışıp kulaçla, bir nefeste buz gibi su gelip önüne
dikiliveriyordu. Ama bu göç Hamo ile küçük kardeşinin işine pek gelmemişti.
Babası can korkusundan tüm kurtulamamıştı. Bu yüzden dışarı çıkarken bile
sokak kapısını kilitliyor "Dışarı adımını atanın kafasını kırarım"
diye gürlüyordu. Köyün gübre yığınları çevresinde çelik çomak, sacır boyunda
arık kazıp değirmen yapma, arkadaki meşe ormanında palamut toplayıp ayı
inlerini gezme düş olup gidivermişti artık. Tüm dünyaları kale duvarlarıyla
çevrilmiş avuç içi kadar avluya sıkışıp kahvermişti. Bu yüzden de bütün
günlerini birbiriyle güreşip boğuşarak, kafa yarıp burun kanatmaktan öteye
eğlence bulamıyorlardı.
Ama günler, haftalar
geçtikçe Mistik ağaya hafifçe güven gelmiş, köyden birlikte getirdiği iki
adamından birini önüne katıp çarşı pazar dolanacak kadar yüreklenmişti.
Özellikle büyük emmisinin öğütlediği mahalle komşusu Mehmet efendinin
selâmlığına ayağı iyice alışmıştı. Hemen hergün akşam ekmeğinden kalkar kalkmaz
Höso feneri yakıp önüne düşüyor, yatsıya kadar selâmlık sedirine bağdaş
kuruyor, nargile tokurdatıp kahve höpürdeterek öteki misafirlerin her akşam
sürdürdükleri söyleşmeleri tek sözünü kaçırmadan izliyordu. Buraya gelenlerin
hemen hepsi görmüş geçirmiş, okumuş, her sözün altından kalkabilen deve
dişi gibi kişilerdi.
Padişahın yerine gelen "hökümat"tan, frenk ellerinde olup
bitenlerden, kentin gidiş ve sorunlarından söz ediyorlardı. Evin büyük oğlu
arada bir ta İstanbul’dan gelen gazete dedikleri koca kâğıtları açıp en taze
havadisleri okuyordu. Yatsı namazı birlikte kılmıyor, sonra da evli evine,
köylü köyüne dağılıp gidiyordu. Mistik ağa üç, beş hafta içinde bilip etmediği
neler duymuş, neler öğrenmişti. Kendi işini bir ölçüde yoluna koymuştu ama
döller dört duvar arasında kapanıp kalmıştı. Bu yüzden birgün efendiye yüzünü
kızdırıp "Efendi acık şu senin torunlar arada bir gelip bizim döllerle
oynasa" demekten kendini alamamıştı. Öyle ya kendisi nasıl onlardan
bilmediği bir çok şeyler öğreniyorsa, döl de dölden öğrenir, kent adamı olmanın
yolunu bulur giderdi.
Mehmet efendinin büyük
torunundan Hamo, aşık-gülle oynamayı öğrenmeye işte böyle başlamıştı. Bu
oyunların kural ve inceliklerini öyle kolayca anlayıp hatırda tutamıyordu ama
iyice sardırmıştı bunlara. Evde et yendiği gün kemikler arasından aşık çıkarıp
temizlemekle yetinmiyor, babasından kopardığı yüzlük ve ellilikleri de Haso’ya
verip mahalle çocuklarından renk renk kınalı aşık toplattırıp habire torun
Ahmed’e ütülüyordu. Ondan daha iri yarı ve güçlüydü kuşkusuz. Güreşseler bir
yan bağdaşıyla kaldırıp onu yere vurmak işten bile değildi. Fakat aşık
oyunlarının hiçbirinde onunla baş edemiyordu. Kendisi zembereği gevşek oyuncak
ayılar gibi düzensiz el-kol ve bacak hareketleriyle aşık dizilerini devirip
çizgileri çiğnerken o beş adımdan dizideki dilediği aşığı vuruyor, ufacık bir
fiskeyle eneğini fırlatıp kendi aşıklarını çizgi dışına atıveriyordu. Babasının
tüm uyarı ve göz ayırmalarına rağmen bazan aşık cebi iyice boşalınca kan
tepesine vuruyor, oğlanın boynuna bir kol atıp ütüldüklerini elinden geri
almaya kalkıyordu. Fakat oğlan çelimsizliğine rağmen civa gibi bir şeydi. Daha
o bağdaşını tasarlayamadan kafasını koldan kurtarıyor ve iki atışta soluğu
kapıda alıyordu.
Böyle kendinden bir kafa
boyu küçük döle habire yenilmenin verdiği ezikliğe rağmen Hamo, yaz aşınıp
yaprak-
lar sararmaya koyulunca
onun aşık oyununa artık pek sık gelemeyeceğini söylemesine iyice canı
sıkılmıştı. Oyunu bir yana koyup ağzından köpükler savurarak "Niye ulan
niye gelmezsin. Aşıklar ütüp kaçar mısın." diye söylenmeye girişmişti.
Ötekiyse gülümsiyerek
"Artık mektep açılacak. Sabahtan akşama kadar oraya gidilecek."
karşılığını vermişti. Neydi bu mektep denen şey. Sıkıştıra, sıkıştıra, buranın
okuma-yazma öğrenilen bir yer olduğunu ağzından alabilmişti. Gerçekten de Ahmet
birden ortadan yok oluvermişti. Babası, artık yüreği güçlendiğinden evin
çevresinde, sokaklarda dolanıp oynamalarına izin veriyordu. Hamo da birkaç
sabah Ahmed’i ayağında çatal ayak, başında dal fes, elindeki çantayı
sallayarak yokuş aşağı giderken görmüştü. Bir kez de ona akşam dönüşü
rastlamış, elindeki çantanın içindekileri göstermesi için yalvarmıştı.
Gördüklerine kafası iyice takılmıştı. Resimli kitaplar, renk renk kalemler,
cetvel tahtası ve daha neler de neler tıkıştırılmıştı o deri kutunun içine.
Hamo da bu mektep denen
yeri görüp neler olup bittiğini bellemeyi kafasına koydu. Bir sabah Ahmed’in
uzaktan peşine takılıp izledi. Bir sürü yollar geçtiler, köşeler geçtiler, cami
kapılarının birinden girip ötekinden çıktılar. Hamo bu dolambaçtan geriye evin
yolunu nasıl bulacağını kestiremiyordu, fakat büyütenmişçesine otuz, kırk adım
ötesinde giden oğlandan da gözlerini ayıramıyordu. Sonunda akın akın çocuk
kümelerinin girdiği ve yoğun bir uğultunun yükseldiği koca kapıdan girip gözden
kaybolmuştu. Hamo bir süre şaşkın olduğu yerde dikilip kaldı. Sokağa bakan
pencerelerden itişe, kakışa sınıflara dolanları izledi. Odalardan bazısına başı
sarıklı, bazısına dal fesli ya da başı kalpaklı yetişkinler giriyor, cırlak bir
sesin verdiği keskin bir komutla sıradakiler ayağa fırlıyor, sonra gelen
yetişkin kafa sallayıp yüce bir yere oturuyordu. Duvarlarda çeşit çeşit koca
resimler, renkli çiziklerle donanmış ekmek sofrası genişliğinde levhalar
asılıydı. Bir odada, yüce yerdeki yetişkin duyamadığı birşeyler anlatıyor,
arkasındaki karatahtaya beyaz bir taşla birşeyler çiziktiriyordu. Başka
birisindeyse çocukları karatahtaya
çekip onlara
yazdırıyordu, bir başkasındaysa hep bir ağızdan türkü çağrılıyordu.
Mektep denilen bu çocuk
pazarı Hamo’yu iyice sarmıştı. Kimbilir o davar çanı kaç kez çalmış, çocuklar
sel gibi bahçeye doluşmuş, itişip kakışmış, sonra gene davar çıngırağının
tmgırtısıyle içeri girmişlerdi. Hamo’nun akh başına ancak, babasına kendini de
buraya göndermesini söylemeyi tasarladığı zaman gelebilmişti. Gözlerini
ayırarak "Herdeydin ulan bunca zaman" diye şaplağı çeken babası
kafasında canlanınca geri dönüş tasasına düştü. Kaç kez çıkmazlara saplanıp
gözpınarlarmda korku yaşları toplandı ama karşı tepenin yamacındaki Mehmet
efendinin üç katlı taş konağını nişan almıştı. Hayli bocaladıktan sonra yamaca
çıkan yokuşun başını bulabildi. Evin kapısını da görünce rahat bir nefes aldı.
Fakat o günden sonra Hamo sabah akşam demeden babasının başının etini yemeğe
koyuldu. Önceleri Mistik ağa "Okumak neyine ulan senin." diye
terslemişti. Fakat oğlanın vırvırı bitip tükenmek bilmiyordu. O böyle direndikçe
baba da sabahları yokuş aşağı giden eli çantalı çocuklara bir başka gözle
bakar olmuştu. Sonunda Mehmet efendiye akıl danışmayı kararlaştırdı. Sorusu
karşısında Mehmet efendi soluk almadan "Ver gitsin okusun adam
olsun." demişti. Demek kentte adam olabilmenin yolu buydu. Hemen ertesi
gün oğlanın elinden tutup baş muallimin kapısına dayandı. Başmuallim
Abdurrahman efendi gözlüğünü burnunun ucuna kaydırıp Mehmet efendiden
getirilen tavsiye mektubunu inceledikten sonra gözlüğün üstünden kapı yanında
rengi uçmuş dikilen Hamo’ya bir göz attı:
"Kaç yaşında
oğlan?"
"Sayende dokuz hoca
efendi."
Mistik ağanın bu sözü
üzerine başöğretmenin yüzünden hafif bir kuşku gülücüğü gelip geçiverdi.
"Kaç yıl önce girdi
dokuzuna. Nerdeyse bıyığı terliyor."
Mistik ağa biraz
telâşlandı. Hamo ise daha da bozardı:
"Vallah billâh bu
yıl girdi hoca efendi. Doğduğunda iri kıyımdı. Kucağa zor sığardı." diye
güvence vermeğe uğraştı. Hamo’nun bugüne kadar okul kapısından girmemiş oluşu
da tereddüdünü artırdı.
Kendi kendine söylenircesine: "Birinci sınıfa koysak koyun sürüsüne
katılmış deve gibi durur. Yukarı sınıflara koysak elifi görse mertek sanır.
N’edek bunu şimdi biz." diye mırıldandı. Birkaç kez işaret parmağıyla top
sakalında bir noktayı kaşıdı. Sonra masasının üstündeki çıngırağı tıngırdatıp
muidi istedi. "Bunu götür ikinci sınıfa koy. Muallim Osman efendi bir baksın
bakalım ötekilere ayak uydurabilecek mi?"
Hamo ikinci
sınıftakilerin bile tepesinden bakıyor, öğretmen Osman efendiyle nerdeyse omuz
tokuşturuyordu. Bereket versin o yıllarda bu durum olağan sayılabilirdi. Her
sınıfta, okula başlamakta gecikmiş, ya da bir süre bıraktıktan sonra askere
alınma korkusuyla yeniden yazdırılmış boylu poslu bir kaç kişi bulunurdu. Hamo
sınıftaki öğretime ayak uydurabilmek için elden gelen çabayı gösteriyor, fakat
ne çantasından çektiği kitaplar ne de karatahtaya yazılan kargacık burgacık
işaretler ona pek birşey söylemiyordu. Buna rağmen herşeyi anlıyormuşçasına
kafa sallıyor, bön bakışlarını öğretmenin ağzından hiç ayırmıyordu. Teneffüslerde
daha çok kendi çapma yakın olan üst sınıf öğrencilerinin arasına katılmaya
uğraşıyordu. Onların uzuneşek, kubbeçötürüm oyunlarının yanı başına dikiliyor,
bu konuda biraz güvenlenince kendi de katılmak için yırtmıyordu.
Önceleri onu "Kaç
ulan" diye aralarından uzaklaştırmaya kalkan kıdemli bıçkınlar, çok
geçmeden iyi niyet ve saflığından epeyce güldürü çıkarabileceklerini
keşfetmişlerdi. Kubbeçötürümde kuşağın ucunu eline verip ebe yapıyorlar, o
savruk ve düzensiz kol, bacak hareketleriyle iki yana koşturup kubbeyi
korumaya çabalarken atik bir açıkgöz sıçrayıp sırtına biniyordu. Gövdesinin
gösterişine rağmen atlayıp sıçramakta hayli beceriksiz ve hamhalattı. Böyle
olduğu halde herkesten daha hızlı koşabileceğini, herkesten uzun atlayabileceğini
ileri sürmekten çekinmiyor, giriştiği konularda biteviye katmer, yağlı kâhke
kaybederek açıkgözlere yemlik oluyordu. Bir seferinde okul bahçesinin üst
yanındaki geniş havuzun bir yanından ötekine atlama yarışı düzenlenmişti. Onu
kızıştırmak için son sınıfın kedi kadar çevik bir ikisi bir
nefeste fıskiyenin
üstünden aşıp karşı kenara erişmişti. Onları gören Hamo da sakosunu çıkardı.
Sanki bu işi uzun kollarıyla yapacakmışçasına mintanın kollarını sıvadı. Beş,
on metre öteden hız alarak havuzun yanında bir yallah çekip havalandı. Ama
bütün çabasına rağmen ayakları ancak karşı kenarın taşlarına erişebildi.
Dengesini yitirip sırt üstü, boylu boyuna havuzun suları içine yatıverdi. Kopan
gürültü ve kahkahalara koşan nöbetçi öğretmen onu suyun içinde ördek gibi
çırpınırken bulmuştu. Dışarı çıkınca "Ulan bu ayazda havuza girmek nerden
aklına geldi" diye ensesine bir şaplak indirip etli, sarkık kulağından
tutarak başöğretmenin yanma götürdü.
Kurtuluş savaşı biteli
bir yıl olmuştu. Hamo’nun okula yazıldığı yıl sınıf arkadaşı olanların
çoğunluğu diplomalarını almıştı. Cami avlusuna açılan giriş kapısının önünde
sandalyelere kurulmuş fesli, sarıklı, kalpaklı öğretmenlerinin gerisinde boy
sırasına girip resim çektiren son sınıf arasında o yoktu. Geçen üç yıl içinde
ancak ikiden üçe geçebilmişti. Okul bitirme töreni sırasında öteki sınıflar yaz
tatiline girdiğinden ortada dönüp dolaşan onbeş kadar öğrenci vardı. Ama Hamo
törenin bütün aşamalarını, bazan müsamere verilen okul bahçesinin
parmaklıkları gerisinden, bazan da camiin ayakyolu kapıları arasından büyük
bir özlemle izlemişti. Onlar gibi kendinin de bir gün okul kapısı önünde bitirme
sınıfı öğrencileri arasında fotoğraf çektireceğinden emindi. Fakat dördüncü
sınıftayken on dördünü bitirip on beşine basınca babasının kafasında onun için
başka tasarılar oluşmaya başlamıştı. O sıralarda Hamo birden gelişip daha da
irileşmeye, üst dudak ve şakaklarında siyah kıllar belirmeye sesi de
kalınlaşıp çatlaklaşmaya başlamıştı. Babasıyle göz göze değil, nerdeyse
tepesinden bakacak duruma gelmişti. Oğlan zor okuyordu. Okuyup ne olacaktı?
Malları ektirip biçtirmek, ürünü toplatıp kaldırmak için kavuklu bilgin olması
gerekmezdi ya!... Onu evlendirip baba ocağını tüttürmesini, çift çubuğu eline
alıp, babasını ortakçılardan, gelirin bir yanını yiyen amca çocuklarıyla
didişmekten kurtarması gerekirdi. Bu nedenle altı yıllık ilkokulun beşinci
sini-
fmda da çift dikiş attığı
belli olunca babası onu bir yana çekti. Uzun uzun yaşlanmaktan, her işe eskisi
gibi yetişemediğinden söz edip onu evlendirme zamanının geldiğini belirtti:
"İşi gücü eline al.
Kucağıma torunları ver, sevek."
Hamo hem kızarıp utanır
gibi olmuş, hem de damarlarında dolaşmaya başlayan yeniyetme kam içine bir
eziklik vermişti. O yaz halasının ortanca kızıyla söz kesilmiş, harmanlar
kalktıktan sonra düğün derneği yapılıp gerdeğe konmuştu.
Birkaç yıl Hamo’yu ancak
arada bir, kasıntıyla atının dizginlerini gerip, zincirle bileğine takılı
kamçıyı fiyakayla sallayarak köye gidip gelirken görebiliyorduk. Okuldaki bön
pısırıklığı ortadan kaybolmuş, adamlarına, ya da yükçülere kendinden emin
komutlar savurup duruyordu. İnce uzun boyu, dar omuzları üstündeki irice
kafası, üst dudaklarını süsliyen gür, burma bıyıklarıyla görünüşü de,
benimsediği genç ağa rolünü yeterince pekiştiriyordu.
Hamo’nun yaşamındaki
başka bir dönemeç de, gene bir okul yılını izliyen yaz tatilinde baş
göstermişti. Sıcak bir temmuz günü öğle sonunda bileğindeki gümüş saplı kamçısını
sallayıp çizmesini gıcırdatarak Maarif kahvesinin yanından geçiyordu. Esnaf
dükkânlarını denetleyen çarşı ağası kasıntısıyla başı geride, bir sağa bir sola
göz atarak ilerliyordu. Birden bakışları, kahvenin yerlere kadar sarkan salkımsöğüt
dalları altındaki bir masaya takıldı. Elinde olmayarak duraladı. Masa
çevresinde yüksek sesle tartışan gençlere baktı kaldı: "Ulan bunlar benim
eski mektep arkadaşları" diye düşündü. Kendisi gibi onların da boyu, poşu
görünüşleri iyice değişmişti ama şu karşıda oturanın Mehmet efendinin torunu
Ahmet olduğu kuşku götürmezdi. Yanı başındaki pekmezci Hasan’a benziyordu.
Ötekilerden bazısının sırtı yola dönüktü. Bazılarının yüzlerini de söğüt
dallarından yeterince seçemiyordu. Ayırt edebildiklerinin kaç yıldır İstanbul’a
okumaya gittiklerini işitmişti. Demek tatilde sılaya dönmüşlerdi. İçinden
denetimi zor dileğin biçimlendiğini farkeder gibi oldu: "Dur ulan şunlara
bir görüneyim. Rugan
çizmelerimi, gümüş saplı
kamçımı bir görsünler de nasıl bir adam olduğumu anlasınlar" diye düşündü.
Baş uçlarına dikilip kamçısıyla hafif hafif çizmesinin koncunda tempo tutarak
kasıntılı bir yüzle kendilerine bakan kaytan bıyıklı Hamo’yu önce hiçbirisi
tanıyamadı. Biteviye yüzlerinde dolaştırdığı bakışlarından sinirlenip ona
çıkışmayı tasarlayanlar bile vardı. Onu ilk tanıyan Ahmet oldu: "Ulan bu
bizim Hamo. Vay canına. Ulan çam yarması gibi herif olmuşsun. Otur hele gel.
Bir sandalye çek." diye davet etti. Ötekiler de ilkokulda biteviye güldürü
konusu yapıp itip kakıştırdıkları Hamo’nun bu gösterişli halinden
etkilenmişlerdi. Kahveler ısmarlandı. Gelmiş geçmiş üzerinde onu soru yağmuruna
tuttular. Evlendiğini, iki çocuğu olduğunu, köydeki mülkleri çekip çevirdiğini,
kış aylarında fıstık ambarcılığı yaptığını öğrendiler. Fincanları toplamaya
gelen garsona Hamo cebinden bir avuç bozukluk çekip ötekilerinin
protestolarına rağmen masanın üstüne fırlattı:
"Hepiniz artık burda
garip, yiğit misafir sayılırsınız." gibi sözler de etti. Böyle ilgi ve
dikkatin merkezi haline gelişi iyice hoşuna gitmişti. Onlar daha adam olalım,
elimiz ekmek tutsun diye uğraşırken o evlenip barklanmıştı. Harçlık diye
babasına el açmıyordu artık.
Fakat gençler meraklarını
doyurunca yeniden, yarıda kalan tartışmalarına dönmüşlerdi. Lisenin sonuna
gelip dayandıkları için hepsinin kafası ve ağzı meslek seçme sorunuyla dolup
taşıyordu. Birisi tıbbiyeye girmekten söz ediyor, doktorluğun kazanç ve prestij
açısından önem ve üstünlüğünü savunuyordu. Bir başkası, her yanda durmadan
tren hatları, köprüler yapıldığını, mühendisliğin hem kazançlı, hem de yararlı
bir uğraşı olduğunu ileri sürüyordu. Bir üçüncüsü ise Batı ülkelerinden
aktarılan yeni yasaların uygarca bir toplum düzeni kurabilmeye olan etkisini
savunuyor, tek bir davadan onbinlerce lira vekâlet ücreti alan avukatlardan söz
ediyordu. O yıllarda fakülte ve yüksek okullar öğrenci bulabilmek için
birbiriyle yarış halindeydi. Burslar, yatılılık, donatım gibi çekici yemlerle
öğrenci kadroları doldurulmaya çalışılıyor, hatta yeterince lise mezunu
bulunmadığı zaman-
larda kapılar ortaokulu
bitirenlere bile açık tutuluyordu. Öyle şimdiki gibi, hangi puanı tutturursam,
nereye girebilirim, gibi karışık hesaplarla kafa yormanın gereği yoktu. Kapı
gibi lise diplomasıyla hangi fakülteyi şereflendirsem uygun olur kararı
verilmek gerekiyordu.
Hamo konuşulanların
çoğundan pek birşey anlayamıyor, fakat herşeyi anlıyormuşçarma büyük bir
dikkat ve ilgiyle izliyordu. O akşam babasının dizi dibinde, yer sofrasına
bağdaş kurduğu zaman kafası epeyce karışmış gibiydi. Kaç yıldır kafasının bir
yanma itilip harman tozları altında unutulan, okuyup, adı belli bir kişi olmak
özlemi, sanki daldığı derin uykudan uyanmış toz, saman yığınları arasında
gerinerek kendine gelmeye uğraşıyordu. Dalgınlığına bakıp babası birkaç kez
"Ne o Hamo karnının içinde neler dönüp dolaşır." diyecek olmuştu. Ama
henüz o içinde dönüp dolaşanın ne olduğunu da açık-seçik olarak
sözlendirebilecek durumda değildi.
O yaz Hamo köy işlerini
oldukça savsaklayarak eski okul arkadaşlarının gölge gibi peşinde dolaştı
durdu. Yaz tatili sonlarına doğru birgün Ahmed’i yolda yakalamıştı. İlle de
gazinoya gidip kendisiyle birşey konuşmak istediğini söylemiş, karşılık vermesine
fırsat bırakmadan koluna asılıp dere boyuna sürüklemişti. Gazino’daki masaya
dirseklerini dayayıp kara gözlerini ona dikerek söylemek istediklerine kafasında
bir düzen vermeğe uğraşmıştı. Sonra da birden bire baklayı ağzından
çıkarıvermişti:
"Arhadaş ben de
sizler gibi ohuyup adam olmaya niyet ettim. Köy işinden hayır yok. Toz toprak
içinde debelen dur. Üstelik karşına alıp iki laf edecek adam da yok. Şincik
bana bir yol göster bakayım. Sakal bıyık çıktıktan sonra bu iş nasıl
olacak?"
Ahmet önce biraz
şaşırmış, onun hırsla yanan bakışlarına, kaytan bıyığına dalıp kalmıştı.
Kendinden böyle akıl danışmaya kalkışı da hoşuna gitmişti sanki:
"Bu yaşta gidip
yeniden Sarı mektebe yazılamazsın. Almazlar. Ama ilkokul kitaplarını şöyle bir
elden geçir, dışardan bitirme imtihanına girersin. Diplomayı koltuklayınca
ortaokul’u dışardan
bitirmelere hazırlanırsın. Arkasından gelir lise. Onu da bitirince ister
hukuka, ister mühendis mektebine yazılır okur gidersin."
Hamo tek söz etmeden bu
öneriyi kafasında epeyce evirip çevirdi. Sonunda "Olur mu be? Mektebe
gitmeden adama şahadetname verirler mi?" diye kuşkusunu belli etti.
Ahmed’in olabileceği konusundaki teminatı bu kuşkuyu tüm gideremedi. Sağda,
solda soruşturup araştırdıktan sonra yüreğine su serpildi. Arkasından eski
okul arkadaşlarını dolanıp ilkokul kitapları toplamaya koyuldu. Evde de çoluk
çocuk yattıkları odayı bırakmış öteki odaya çalışma masası, süslü bir lâmba
koymuş, sonra da yatağı yorganı da oraya taşıyıp kendini tüm derse vermişti.
Babası bu halinden yakınıyor iki de bir de ona: "Ulen aklını başına
topla. Bu yaştan sona ohuyup da ne olucun." diye öğüt vermeye uğraşıyordu.
Köy işi çıktıkça küçük kardeşlerinin üstüne aktarıyor, gündüzleri
yetmiyormuşçasma, gece yarılarına kadar lâmba ışığında burnu kitap sayfalarına
gömülü, saçlarını çekiştirip duruyordu. Niyeti o yılın sonunda açılacak
imtihanlara girip ilkokul şahadetnamesini koltuğuna çahvermekti. Fakat bahar
geçip yaz sıcaklarının ucu gözükünce Hamo’nun yüreğine bir ateş düşmeye
başladı: "Ya imtahana girer de geçemezsem. Herkese irezil olur
kalırım." diye tasalanıyordu. Sınav günleri yaklaştıkça uykusu kaçıyor,
siniri artıyor, olur olmaz şeyler için karısını azarlayıp çocuklara silleyi
basıyordu. Tedirginliğin iyice yoğunlaştığı bir akşam Kaph meyhaneye girmiş,
yarım topak yuvarlayıp yatışmanın yolunu aramıştı. İçki sinirlerini gevşetince
birden beyninin alaca karanlığında bir düşünce ışıldayıp söner gibi oldu:
"Ulan şahadetname,
imtihan ne ki? Ben okur beller kendimi yetiştiririm. İmtihanların tümünü de
sonadan hep birlikte verir işi bitiririm." diye düşündü. Bu umut kapısı
içini iyice rahatlatmıştı. Bardağın dibindekini kafasına dikti. Sahanın
dibindeki maydanozlu cacığını sıyırdı. Borcunu ödeyip gönül rahatlığıyla evin
yolunu tuttu.
O yaz tatilinde Ahmet
dönünce kararını ona da açtı.
Oğlan gülümseyerek
"Olur, olur neye olmasın. Arslan gibi hepsini birden kaldır yere
vur." demişti.
O yaz içinde Hamo arkadaşlarından
ortaokul kitapları toplamaya girişmişti. Yıl boyunca da yaşayışını iyice değiştirmişti.
Ayağından çizmeyi, bileğinden kamçıyı bir yana atmıştı. Kentin aydınları gibi
setre pantalon fötr şapka giyiyor, kıravat takıyordu. Köy işlerini tüm
kardeşlerinin üstüne aktarmıştı. Okuma yazması olmayan karısı da ona iyice
batıyor, çocukları yalınayak, sümükleri sarkık sokakta dolaştırmasına iyice
kızıyordu. Kafasının iyice kızdığı birgün karı, çocuk toparlayıp babası evine
gönderivermişti. Mistik ağa iyice kocayıp elden ayaktan düştüğü için ona söz
geçiremiyor "Ulan hala kızı evine gönderilir mi hiç." sözlerine omuz
silkiyordu. Daha da varacak olsalar: "Allah’ın kara cahili karıyla mı
bütün ömrü geçirelim." diye kestirip atıyordu. Hele dursun yatışır elbet,
diye bir süre haline bıraktılar. Fakat onun evdekileri hep hallerine bırakmaya
niyeti yoktu. Yer sofrasını kaldırtıp ortaya yemek masası koydurmuş, pufla
şilteleri toplayıp odaları koltuk kanepeyle döşemeye kalkmıştı. Duvarlardaki
"Tevekkeltü-ala-Allah” levhasını indirip yerine açık başlı, çenesi
sakallı, frenk benzeri adamların resimlerini asıyor, anasının kılığına,
babasının eliyle yemek yiyişine karışıyordu.
Bir de Halkevi denen yere dadanmıştı.
Orada verilen konser, müsamere gibi gösterilerden hiçbirini kaçırmıyordu.
Bunların dışındaki zamanınıysa okuma odasında önüne sözlükleri yığıp okur
gözükmekle ya da Oda’ya gelenlerin yarenlik ettikleri masalardan birine çöküp
konuşmaları büyük bir dikkatle izliyerek geçiriyordu. Kısa sürede başkandan
odacıya kadar herkes onu tanımıştı. Oturduğu masalarda çay paralarını vermekte
direniyor, yeni tanıdıklarına, ne emredersiniz diye sorup, kasıntılı bir
havayla garsona "Oğlum buraya bak." diye sesleniyordu.
O günlerde bir dergi büyük ozan
Abdülhak Hâmid’le yapılan bol resimli bir röportaj yayınlamıştı. Hamo’yu bu
nüsha nedense iyice sarmıştı. Cebinden ikide birde çekip çıkarıyor,
fotoğraflara hayran hayran dalıp gidiyordu. Birkaç
gün sonra evde kendini Hamo diye
çağıran anasına kaşlarını çatıp çıkışmıştı:
"Ne Hamo’su be ana. Benim adım
Hamit artık. Hamo lafını bir daha duymayayım ağızmdan." demişti. Sonra da
bu yeni kimliği çarşı pazar kendini tanıyan herkese benimsetmek için yoğun bir
kampanyaya girişmişti.
Bunu yeterince başardığı kanısına
varınca, baba ve kayınbabasmın bir minnet ve ricası ile evine dönen karısı Fato’ya
musallat olmuştu. Ona Ayten adını takmış,, herkesi de bu adı kullanmaya
zorluyordu. Bununla da yetinmedi. Onu sırtına manto, başına kuşlu şapka giyerek
kendisi ile birlikte Halkevi bahçesine götürmeye kalkınca dananın kuyruğu
koptu. Kayınbabası "Hele kızımı sokakta o gâvur kılığıyla bir göreyim
alimallah ikisini bir kurşuna sattırırım." diye gürlüyordu. Hamit bey bu
işi söktüremiyeceğini kestirince yeni baştan karıyı çarşaflayıp babası evinin
kapısına koyuvermişti.
Kendisi gibi bir aydına ancak okumuş,
giyinip kuşanmasını bilen Halkevi toplantılarına birlikte gidebileceği bir
hatun kişi gerekti. Her ne kadar şu Kanun-u medeni denen yeni düzen kadınlara
eşit hak tanımış, birden fazla evlenmeyi yasaklamıştı ama, hele şu tasarladığı
hukuk kültürünü bir tamamlasın ona da bir çare bulurdu.
Yaz başında eski okul arkadaşları
dönünce gene onların arasına katıldı. Fakat o artık bir yıl önceki Hamo değildi.
Burma bıyık tüm kazıtılıp yok olmuş, günün modasına göre uzatılıp özenle
taranan saçları biryantinden ışıl ışıl yanıyor ve boynunu yeşil-kırmızı göz
alıcı bir boyunbağı süslüyordu. Dolgun evrak çantası koltuğundan, gazete
tomarı yan cebinden hiç eksilmiyordu. Konuşmasında da köklü bir değişiklik
seziliyordu. Yerel lehçenin sözcük sonlarını atıveren "geliym, gediym."
yerine gırtlağını iyice zorhyarak "geliyorum, gidiyorum." diye
konuşmaya uğraşıyordu. Masasında daima açık duran ve çevrilmekten yaprakları
yıpranmış Kamus-u Türkî’den sözcük dağarcığını iyice zenginleştirmişti.
Anlamlarını iyice kavrayamadığından bunları yerli yersiz kullanmaya uğraşması
herkesi gülümsetiyordu. Ama
"karnım tok" yerine
"muhteviyatım memlû" diyebilmek kendini iyice mutlandırıyordu.
Halkevinde bir kez garsona "Methali set et" demiş, amacını
kavrayamayıp şaşkın şaşkın yüzüne bakan zavallıya "Türkçe bilmez
misin?" diye çıkışmıştı. Dil devrimi henüz yeterince hızlanmadığından bu
akımdan etkilenememiş, Osmanlıcaya aydın dili olarak iyice gönlünü kaptırmıştı.
O yaz, kendine dışardan
okul bitirme aklını veren Ahmet’le şöyle başbaşa oturup bir durum
değerlendirmesi yapmayı kafasına koydu. Onu ısrarla gazinoda bir öğle yemeğine
davet etti. Kebapçıya mevsim kebabı, baklava ve ayran ısmarlayıp koluna sımsıkı
girdi ve dere boyundaki gazinonun yolunu tuttular. Yemeği beklerken
gerçekleştirdiği gelişmeyi uzun uzun anlatmaya koyuldu:
"İlkmektebin bütün
derslerini kafaya yerleştirdim arkadaş. Ortamektebinkileri de birkaç kez
aktarıp iyice belledim. Lise dersen hazır sayılır. Yalnız şu Fransızcadan az
biraz zorluk çekiyorum. Ders kitabı, lügat, falan hep var ama okunması
bizimkinden farklı. "Maison" yazıyor, mezon okunuyor.
"File" yazıp fıy okuyorlar. Kafamı iyice karıştırıyor bu iş. N’etmeli
bana bir yolunu göster. Sona şu ilkmektep falan demeden lise bitirmeye girsem
nasıl olur? Bu yaşta ilkmektep sınavına girmek ayıp olur."
Hâmit bey o gün Ahmet’in
gün dönünceye dek yakasını bırakmadı. Bir yandan aralıksız edindiği bilgileri
sergiliyor, bir yandan da durmadan geleceği planlayacak sorular yağdırıp
duruyordu.
Ahmet onun elinden
kurtulabilmek için bir muziplik tasarlamıştı:
"Hâmit bey dur seni
ben derslerinden bir imtihan edeyim. Başarırsan liseyi bitirdin demektir.
Söyle bakalım iki sayı toplanınca mı, çarpılınca mı daha büyük bir sayı
çıkar?"
Bu soru karşısında Hâmit
bey önce şakağını kaşıyarak epeyce düşüncelere dalmış, sonra da gözleri
parlıyarak karşılık vermişti:
"Elbette çarpılınca
daha büyük sayı çıkar."
"Öyleyse dinle; bir
bir daha iki eder, bir kere birse bir
eder. Sonra iki, iki daha
dört eder, iki kere iki de dört eder. Bu nasıl oluyor?"
Hâmit beyin bu örnekler karşısında
bakışları şaşkınlaşmış, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Ahmet’se yerinden
kalkmış "haydi eyvallah, bugünlük bu kadar, yarma kadar düşün." diye
yolu tutmuştu.
Ahmed’in şakası bir süre geri teper
gibi olmuştu. Hâmit gece, gündüz, çarşı pazar demeden günde birkaç kez onu
arayıp buluyordu. Elindeki uzun çarpım diklerini içeren kâğıdı burnuna
uzatıyor "Bak arkadaş senin dediğin iki sayı dışında daima çarpma mecmudan
fazla çıkıyor." diye genellemesini savunuyordu. Ahmet’se her seferinde
yeni bir örnekle durulmaya yüz tutan kafasını yeniden bulandırıyordu:
"Arkadaş sıfır sıfır daha eder
sıfır, sıfır kere sıfır da sıfır eder. Buna ne dersin?"
"Ama arkadaş sıfırın ne hükmü
var? Adı üstünde sıfır."
"Amma yaptın ha. Sıfırı birin
önüne koyunca on olur. İki koyarsan yüz eder. Hükmü yok olur mu hiç. Hadi bunu
bir yana koy. Otuz bir daha otuz bir eder, bir kere otuzsa otuz eder. Buna ne
dersin."
Hamit yine başı yerde derin
düşüncelere dalıp gidiyordu.
Ertesi yaz Hamit bey lise kültürünü
tamamlayıp hukuka başlayacağını ilân etmişti. Bitirme sınavlarını soranlara
"Hepsi hazır olsun toptan girerim." diyordu. Çok geçmeden hukukta
hayli ilerlediğini fakat lise bitirmeden vazgeçtiğini söylemeye koyuldu:
"Sınav, diploma n’eki. Asıl olan
insanın kendini yetiştirip en yüce mevkilere kadar yükselmesidir."
diyordu.
Artık çantasında, tarih, edebiyat
değil, kanun-u medenî, ceza hukuku kitapları taşıyordu. Eski sınıf arkadaşları
hukuku bitirip kent adliyesinde staja başladıkları yaz o da çanta koltukta
adliye koridorlarında dolanmaya başladı. Tanıyanlardan neyle uğraştığını
soranlara "Bizim miras davasını takip ediyorum. Ben de işi avukatlar
kadar biliyorum. Onlara para dökeceğime Allah’ın izniyle çok geçmeden
hakkımı hak ederim." diyordu.
Onu arayanların bulabileceği en emin yer adliyedeki büro odasıyla evrak kalemi
olmuştu. Birkaç yıl içinde cübbeli dava vekilleriyle, davalı ve davacıların
doldurduğu, biteviye mübaşir çığlıklarıyla inliyen koridorların demirbaşı
durumuna girdi. Arada bir kendini oradan kovalamaya kalktıkları da oluyordu.
Bir seferinde kente atanan genç bir hâkim hanıma iyice tutulmuştu. Biteviye,
aşk mısralarıyla bezenmiş uzun mektuplar yazıyor ve kültür düzeyi kendininkine
benziyen bu hanıma evlenme teklifleri yapıyordu. İlk mektupta hâkim hanımın
cini tepesine fırlamış, şikâyet dilekçesiyle mektubu savcıya vermişti. Yazarın
kimliği ve kişiliği anlatılınca öfkesi yatışır gibi olmuştu. Ama Hâmit bey
karşılıksız kalan muhabbet dilekçelerinden yılmıyor, her hafta birkaç tane
yenisini postalıyordu. Dedikodusu bütün kente yayılmıştı. Hâkim hanım
gülümsiyen bakışlar altında, başı yerde evine gidip gelmek zorunda kalıyordu.
Yakınma ve ricası üzerine savcı bir süre Hâmit beyin adliye koridorlarından
uzak tutulması için emir verdi. Ama bunun da bir yararı olmadı. Mektuplar
makama değil ev adresine akıp gelmeye başladı. Sonunda genç kadın toparlanıp
Ankara yolunu tutmuştu. Hayli uğraştıktan sonra başka bir kente naklini
sağlayarak, kurumak bilmiyen bu sevda selinden kendini kurtarabildi.
Köyü kenti, malı mülkü unutup hukuk
biliminin gayyasında kendini yitiren Hamit bey yıllar geçtikçe kötülüyordu.
Babasından kalan üç beş parça mülkün gelirini kardeşleri deriyor, aydan aya
eline geçimine zor yetecek beş on kuruş koyuyorlardı. Eski baba ocağında tek
başına oturuyordu. Her yanı toz toprak ve örümcek ağları bürümüştü. Elbiselerinin
havı dökülmüş, saç sakal birbirine karışık, delik pabuçlarını sürükliyerek iş
saatlerinde yine adliye çevresinde dolanıyordu. Evine dönünce de çalışma
masasındaki, iyice yıpranmış ciltleri, dağılmaya yüz tutan kitaplardan birini
önüne açıyor, kirli tırnaklarıyla biteviye yapağılaşmış saçlarını parmaklarıyla
tarayarak hukuk kültürünü derinleştirmeye devam ediyordu.
Bahar girdiğinden beri
Asiye teyze ne yediğini ne de yattığını biliyordu. Eninde sonunda korktuğu
başına gelmişti. Cadde boyunca baba ocaklarının birer birer yıkılıp o güzelim
havuzlu, avlulu evlerin yerine pasaj, apartman diye dağ gibi yapıların
dikildiğini görelidenberi içini tasadır kaplamıştı. Önce Kadir beyin yavru
kapılı, selâmlıkh, avlusu talimhane meydanı gibi konağı bu yeni fırtınanın
kurbanı olmuştu. Adını bir türlü akılda tutamadığı o canavar gibi makinelerle
üç gün içinde koca konağı hallaç pamuğu gibi atıp dümdüz edişlerini gördükçe
içi kan ağlamıştı. Her önünden geçişinde bastonuna dayanıp yanmdakine "Hey
gidi günler hey. Kalk mezarında koca Kadir bey de kuş uçurup avrat oynattığın
baba ocağının halini bir gör." diye söylenmekten kendini alamazdı. Ama bu
dertlenmenin henüz kişisel bir yanı yoktu. Adamın evi ta caddenin alt başındaydı.
Kapısını kapayınca kendine anca o canavar makinelerin homurtusundan başka bir
şey erişemiyordu. Zaten kulakları da böyle seslere yıllardır alışmıştı. Artık
eskisi gibi Ayiboğlu müezzinin tath sesi, sabah simitçilerinin "yağlı
kâhke" çığlıklarıyla uyanmayı unutmuştu bile. Kamyon, otobüs, taksi homurtuları,
korna bağırtıları nerdeyse Allah’ın tüm günü sürüp gidiyordu. Minarenin
tepesine yerleştirdikleri "oparlar" mı neyse adı, ezan sesini bile
zorla duyurabiliyordu. Oğlunun hediye ettiği çıngıraklı saat de olmasa
kimbilir beş vakit namazın kaçı kazaya kalırdı.
Hepsi neyse ne ama bey konağının
tutulduğu zelzele olduğu yerde kalmamış önce yanı başmdakilere bulaşmış sonra
da cadde yukarı gelmiye başlamıştı. Asiye teyze bu yeni uygarlık seline, adım
adım kendine sokularak bir gün onu da yutuverecek bir canavar gibi bakıyor gece
uykularından titreyip inliyerek uyanıyordu.
Felâketin sonunda birgün kapısına da
dayanacağını sezinlediği halde, bütün kış dedikodusu sürüp giden, doktorun
hastanesi de pasaj olacakmış, sözlerine inanmak istememişti. Öyle ya bu keymıh
taşından üç katlı kaya gibi yapıya nasıl kıydırdı bir kere. Sonra o cennet
mekânı olasıca doktor tam elli yıldır burada ne canlar kurtarmış, ne yaralar
tımar edip dertlere derman olmuştu. Daha mezarının toprağı kurumadan
evlâtlarının böyle bir işe kalkacağını aklından bile geçirmek istemiyordu.
Mart güneşi ılık ılık damarları
ısıtmaya başlayınca inanmak istemediği gelip dayanmıştı komşu kapısına.
Doğramalar sökülüyor, çatı kiremitleri toplanıyor, bahçedeki ağaç ve asmalar
kesiliyor her yandan bir toz dumandır kalkıyordu. Üç beş gün içinde ara duvarın
dibindeki leylâğın körpe yaprakları ve gonca sürgünlerinin üstünü yoğun bir
toz örtüsü kaplamıştı. Avlunun karşı duvarı dibindeki zerdali ağacı bile
kurtulamamıştı bu toz afetinden. Her yıl avluya pencerenin önüne sabah
namazından sonra efendiyle karşı karşıya otururlar, dalları donatan o pembe
çiçeklere bakarak sabah kahvelerini içerlerdi. Sanki başlarına geleceği
kestiriyormuşçasına onlar da bu goncadan çiçeğe dönüşmeden gözyaşları gibi
dökülüp gövdenin dibinde birikiyorlardı.
Ağaç, çiçek neyse ama evin içinin de
oturulur hali kalmamıştı. Birlikte oturdukları altmışlık, kimsesiz dul yeğeniyle
sabahtan akşama ellerinde süpürge, silgi kovası, kireçlenen bellerini zorla
büküp kaldırarak siliyor, süpürüyorlardı. Fakat sabah temizliğinin akşama,
akşamın sabaha bir yararı olmuyordu.
İnşaat başlayınca tozun toprağın öyle
tedirginlik verecek bir sorun olmadığı ortaya çıktı. Yaz ortasını bulmadan, o
süslü otomobiliyle hergün gelen semiz mütaahhit zart zurt
çekip üçüncü kat betonunu
döktürmüştü. Daha şimdiden yapı gün ışıklarını ve havalarını kesmiş, dev anası
gibi tepelerine dikilivermişti. Bu da yetmiyormuşçasına biteviye çatının
üstüne avluya harç dökülüyor evin her yanı savaş meydanına dönüşüyordu. Hele o
beton kalıbı yapılıp ya da söküldüğü günlerin takırtısına, eski duyarlığını
yitirmiş ihtiyar kulakları bile dayanamıyordu.
Nefes alacak bir fırsat
bulur bulmaz Asiye teyzeyle yeğeni Hattuç bacı, caddeye bakan pencereye oturup
uzun uzun dertleşiyorlardı.
"Anam, Fransız
harbinde eski evimize top düştüğü zaman gibi oldu her yan. Yeni baştan
uykulardan dipdiri sıçrar oldum. Hep düşümde o gırgır diye gelen onbeşliklerin
sesini duyuyorum. Kan ter içinde yüreğim çarparak uyanıyorum. Hem nasıl ev
yapmak bu. O zamanlar taşçı eşeklerinin iki yanına çatılmış ham taşlar gelir
yıkılırdı. Taşçılar onları birer birer önlerine ahr, tıkır tıkır yontardı. Bu
homurtuların yanında o tıkırtılar şarkı gibi gelirdi adama. O taşlar teker
teker sırtta taşınır, Ökkeş usta harcını yayıp güzelce yerleştirip
bitiştirirdi. Üç günde bir kor duvar çıksa, aman anam eli ne çabık, derdik. Bir
de şuna bak. Adam o çimento dedikleri tozu basıyor kumla makinenin içine. Bir
iki gırgır, mancınıklarla çıkılıyor yukarı. Yastık serermişçesine malahyıp
düzleniyor. İki, üç günde de kaya gibi donup kalıyor. Güz basmadan herif
kimbilir daha kaç kat çıkar, bizi yıldız göremez eder."
Hattuç bacı, gözlerini
sokaktan akıp giden araç ve insan selinden ayırmadan hüzünle kafa sallıyor
"He he teyze. Bu gidişle de çalın çıkmasına çok kalmadı." diye
hayıflanıyordu. Sonra da bakışlarını bir türlü ayıramadığı karşı kaldırımda
itişip gülüşerek giden öğrenci seline işaret ediyordu:
"Hele şunlara bak
şunlara. Kız, oğlan karma karışık güle yala giderler. Şu kızların eteğine bir
bak. Nerdeyse ayıplan gözükecek. Saç, baş, kol, bacak açık. Önlerini artlarını
sallıya sallıya utanmadan giderler. Sanki erkeklere, gel beni kaldır yere vur,
derler. Töbe anam töbe. Bizi kızlığımızda on üçüne basmadan çarşafa sokarlar,
yüzümüze de iki kat
peçeyi takarlardı.
Anamızın önüne düşmeden kapıdan adım atamazdık. Öyle çarşı pazarın ortasından
kıçını sallıyarak geçmek kimin haddine. Kötü avrat diye arkasına düşerlerdi
alimallah. Bi kelle elimi yeldirmeden çıkarıp da çarşafın eteğini düzliyecek
olmuştum sokakta. Anamın koluma bastığı çimdiğin moru günlerce gitmediydi.
Orospu, sokakta dalını kolunu ortaya çıkarın mı? diye saatlerce başımın etini
yedi durdu. Oysa yolda erkek serçelerden özge kimse de yoktu. Mezarından bir
kalksa da sokakta tayatora oyuncuları gibi seke seke giden şu cahalları bir
görse."
Hattuç teyze derin derin içini çekti.
Kendi torunlarını hatırlamıştı:
"Anam dünya durmadan değişir.
Sanki bizimkilerin onlardan farkı var mı? Geçende Dündar’ın kızı Ayten’e, şu e
teğini azıcık uzatsan. Her yanın gözönünde ayıp değil mi? d>yecek oldum. Ne
dese beyenirsin. Nine sen gel de bir kızları deniz kıyısında gör. Aha
ayaklarında el kadar bir tuman, bir de göğüslerini örten yaprak kadar birşey
yayılıp dökülüp erkeklerin ortasında güneşlenirler. Hem meraklanma seneye
mahis modası çıkacak etekler yeri süpürecekmiş. O zaman avluna süpürge çalmaya
hacat kalmaz. Şeyle bütün torunlar gelir bir dolanır tertemiz olur ortalık.
Anam bu zamane döllerine insan söz de yetiştiremiyor. Bir söylüyorsun beş
karşılık veriyorlar. Anam babam konuşurken araya bir söz katmaya yeltensem
ikisinin de kaşı çatılır, hös kız boyundan büyük sözlere karışma, diye ağzımızı
tıkarlardı."
Asiye teyzenin sorunu doğusundaki
yapıyla da bitmedi. Ertesi bahar onun boya badanası çekilip camları takılırken
batısındaki değirmencinin de evine el atmışlardı. Gürültüden, toz dumandan
yakınmaya kalktıkça iki oğluna onlar da başına daha büyük bir derdi
oturtuverdiler. Büyük oğlu Dündar bu derdi epeydir ağzında geveliyor fakat
açıkça ortaya koymaya cesaret edemiyordu. Değirmenci Mehmed’in evi düzlendiği
bir akşam uğramış onu elindeki bastona dayanarak avludaki pislik ve
döküntüleri bir yana toparlamaya uğraşırken bulmuştu. Süpürgeyi, bastonunu
elinden alıp bir yana koymuş, koluna girerek yukarı kat merdivenine yöneltmişti:
"Gel ana gel. Boşuna canına
eziyet edip durma. Çıkalım da sana iki sözüm var." demişti.
Yukarı pencerenin iki yanındaki
sedirlere karşılıklı yerleştiler. Hattuç bacı, bir yorgunluk kahvesi
pişireyim, diye aşağıda kalmıştı.
Dündar söze neresinden başlasam iyi
olur tereddüdü içinde gözüküyordu. Cebinden çektiği paketten bir sigara yakıp
derin derin nefesledi. Annesinin merak ve endişeyle yüzünü aradığını gördü.
Lâfı tehlikesiz saydığı bjr noktadan başlattı:
"Bak ana, maşallah yaşın seksene
merdiven dayadı. İki yıldır şu inşaat ortasında çektiğin rezillik yeter.
Tepeden bakışan amelelerin gözü önünde avlunun öte başındaki mutfak ve
ayakyoluna bile dilediğin zaman gidemez oldun. Gürültüsü, tozu, pisi de bir
yana. Burası artık oturulur durumdan çıktı. Seni bize taşıyalım. Hattuç bacıyı
da Mahmut’lar alır yanma. Kalorifer, her zaman sıcak su, radyo, televizyon,
karşında mosmor Sof dağı. İhtiyarlık yaşlarında şöyle bir rahat yüzü gör.
Gelinin, torunların tadını çıkar. Ne hizmetin varsa görsünler. Doğrusu her
sofraya oturup yatağa girişimde rahatım kaçıyor, şimdi anacağızım ne yapar
olam diye. Neye bu yaşta mangal yakıp yemek pişiresin, bulaşık yıkayıp süpürge
çalasın. Bak sana kaç kez söyledik bunu. Yok ben baba ocağını ortada bırakıp
gidemem dedin durdun. Hadi o zaman neyse üstüne varmadık. Ama bak şu kepazeliğe
şimdi. Elinden süpürge düşmüyor. İki günde bir gidip mütaahhitle dalaşmak
zorunda kalıyoruz. Yok çatıya tuğla düşürdün, yok avluya harç döktüler
diye..."
Asiye teyze büyük oğlunun bu
söyledikçe hızlanan konuşmalarını kafasını sallayıp ses çıkarmadan dinledi.
Hattuç bacının getirdiği yorgunluk kahvesini yudumlamak için oğlu söz seline
bir nokta koymak zorunda kalınca da Asiye teyze hemen karşılık vermedi.
Elindeki fincandan bir yudum aldıktan sonra pencerenin içine, titriyen
elleriyle yerleştirdi. Kapı dibindeki mindere ilişip merakla yüzünü izliyen Hattuç’a
bir göz attı. Hafifçe boğazını temizledi:
"Sağol oğul sağol. Beni
düşünürsün bilirim. Ama biz
içindeyken bu boyu devrilesi herifler
evi bu hale sokarsa biz çekip size sığınınca talan ederler her yanı. Geçende
birisi çekiç düştü bahanesiyle gürp deyip hayatın içine hoplamaz mı? Ocaklıkta
dolma doldururduk. İkimizin de yüreği ağzına geldi. İmdat basıldık diye
çığlığı kopardık. Eşkiya gibi herif. Ne bağırırsın, şu çekici alıp gideceğim,
diye bizi susturmaya kalktı ama, kimse olmasa her hal içeri girer, neyim var
neyim yok toplar giderdi."
Hattuç bacı
desteklemesine kafa sallayıp duruyordu. Fakat oğlan bu savunma üzerine asıl
baklayı ağzından salıverdi:
"Ana bak. Sağına
soluna dağ gibi yapılar dikildi. Gelecek yıl da arkadaki Sıçan Hacı’nın evini
ele alacaklarmış. Cim karnında bir nokta ortada kahverirsin o zaman. Etraftaki
her pencereden bir salkım kafa uzanır avluna. Ne ayakyoluna, ne de ocaklığa
rahatça gidip gelebilirsin. Hem bak Sıçan Hacı’nın evini alan müteahhit bana
geldi. Ananı razı edersen arka ön birleştirir büyük bir pasaj, yedi katlı bir
iş hanı yaparız, dedi. Hem Sıçan’la yarı yarıya anlaşmış, bize biraz daha
fazlasını verebileceğini anıştırdı. Düşün bir kere payımıza en az otuz dükkân
nerdeyse üç buçuk kat düşecek. Ayda kaç para gelir getirir bilir misin bu.
Doktorun pasajında avuç kadar dükkânın aylığı üç bin. Aylık geliri bir ayda
sayıp tüketemezsin. Hem bak senin burada oturman ayda kaç kâğıda gelir farkında
mısın?.. Sen burada ayda en az yüzbin kâğıda oturuyorsun. Hem de bu kadar
rezillik çekerek. Akıllı insan işi değil bu. Gel şu inadı bırak. Evlâdın uşağınla
bir arada son yıllarını şöyle rahatça geçir."
Asiye teyze pencerede
soğuyan kahvesini unuttu. Yüreğinin içine sanki bir avuç kor atmışlardı. Canı,
cini çekilen damarlarında gençliğinin öfkeli kaynaşmasının yeniden kabarıp
kalktığını hisseder gibi oldu. Kemikli, kavşakları zorla oynayan elini birkaç
kez etsiz dizine vurdu:
"Bak oğul bak. Ben
kara toprağı sırtıma çekmeden hiçbir namert bu baba ocağının tek taşma
dokunamaz. Kaçkaçtan dönüp de eski evi yerle bir bulunca deden burasını tarla,
bağ satıp borca girerek
emvali milliyeden aldı. Onun da anamın da aha cenazesini şu hayaddaki havuzun
başında yıkayıp kefenlediler. Baban rahmetli bu eve iç güveysi girdi. Her
akşam eve gelince lüveri belinden, serkumser rubasını sırtından çıkarır boru
suyu gelince senin toprak doldurup ekinlik yaptığın şu havuzun başında
tepsisinin urguna otururdu. Ocaklıkta salatasını, kebabını hazırlar, havuzda
soğuyan şişesinden bardağına rakısını boşaltırdım. Her yudumda dedene rahmet
okur, şu havuz başında iki yudujn cana can katıyor, cennet mekânın olsun
kaymbaba der dururdu."
"Aha seni, kardeşini şu karşı
odada doğurdum. Şu zerdali ağacından güm diye düşüp kafanı yardığını unuttun
mu?. Doktorun Sakıb’ı alnını ilâçlayıp sardıktan sonra da saatlerce gözyaşı
döküp sümük akıtmıştın unuttun mu?. Oğul, oğul bu evin her köşe bucağı, her
taşında elimin emeği, gözümün nuru var. Hepsi bana ayrı dilden konuşur. Kimisi
anamı babamı, kimisi rahmetli babanı anlatır. Güpür güpür gençliğim buranın
taşı toprağı üstünde geçti kocadı. N’ideyim ben galiriferi, sıcak suyu,
apartmanı. Kış gelince tano.nm yeter. İbriğimi de içine koyar aptest suyumu
ılıtırım. Dokunmayın bana. Şurda üç beş yıllık ömrüm kaldı. Hakkın emri
geldikten sonra ne ederseniz edin. Hiç değilse güldür güldür çökertilip tozunun
savrulduğunu gözümle görmem."
Dündar anasının söyledikçe ellerinin
titremesi ve başının istemsiz sallantılarının arttığını, gözpınarlarında
yaşlar toplandığını görünce ısrardan vazgeçti. İçinden lâhavle çekerek iznini
aldı. Evin tapusu anasının üstündeydi. Böyle kan değer mülkün değirmen gibi
gelir akıtacak bir duruma getirilmesinin tam zamanıydı. Elhamdülillâh ne kendisi
ne de küçük kardeşi yok yoksul değillerdi. O pasajdaki elektronik araçlar
dükkânından Alamancı ve kaçakçıların getirdiği televizyon, radyo, diktafon gibi
şeylerden iyi para kazanıyordu. Kolej tepede girişi kırmızı mermer döşeli,
kaloriferli yeni bir apartmanda saray gibi bir daire almıştı. Altındaki
Mercedes arabayı bugün pazara çıkarsa üçyüz bini vardı. Bevliye uzmanı kardeşi
Mahmud’un muayenehanesi de do
lup dolup boşalıyordu. İkisinin
çocukları da özel koleje gidiyordu. Yazları ya İskenderun’da ya da Antalya’da
deniz kıyısında geçirebiliyorlardı. Baba yurdunu işe yaratmaya kendilerini
zorlayan hamdolsun yokluk yoksulluk değildi. Yalnız hısım akraba, bildik
tanıdık her yerde ve her fırsatta, yahu şu bir tane anacığınızı bu ihtiyar
yaşında o eski evde niye bırakırsınız, diye sataşıp duruyorlardı. Kimi gelinler
istemezmiş, kimisi torunlara habire dil uzatırmış da ondan, diye dedikodu edip
dururlarmış. Anasının inadını, söz dinlemediğini, baba yurdu da, baba yurdu
diye tutturduğunu söylemenin bir faydası yoktu. Millete çevresindekileri
kötüleyip küçük düşürecek fırsat gerekti. Onun kendilerinden tek metelik para
yardımı kabul etmediğine kim inanırdı. Paradan ne zaman söz edilse
"Elhamdülillâh rahmetlinin dul maaşı ve iki dükkânının kirasıyla gül gibi
geçinip gidiyoruz." deyip yardım tekliflerini kabullenmiyordu. Her hafta
çarşı pazar ihtiyaçlarını görüyor, mevsiminde tenekeyle yağını, peynirini alıp
getiriyordu. Kendi ona bir buzdolabı alıp koymuş, kardeşi de yorulmasınlar diye
bir elektrik süpürgesi hediye etmişti. Ama o dolaba yalnız yaz aylarında birkaç
şişe su koyuyor, süpürge de bıraktıkları gibi duruyordu. Kaç kez kızlar
bununla ev temizliğinin ne kadar kolay olduğunu göstermeye kalkmıştı. Her
seferinde "peh peh" diyor fakat yalnız kalınca fişini prize sokup
düğmesini çevirmekten korkuyordu.
Öte yandan da her yazın
ağzında bulgurluk buğday alınmasından, hedik kaynatıp kurutmaktan,
değirmencileri çağırıp öğütmekten söz ediyordu. Bulgur fabrikasından çuvallar
dolusu getirttiği bulgur, simide "sası çalıyor heç tadı yok." diye
kusur buluyor, ev bulgurundan yapılan pilavın hasretini çekiyordu. Hele güz
gelip de o şire nöbetine tutulması yok mu?. Torun torba herkesi güldürüyordu.
"Nine hangisinden istersen çarşıdan alıp getirelim." diyenlere
"Kızım kendi elinle saplayıp kendi elinle batırdığın sucuğun tadı heç
bir şey de bulunmaz." karşılığını veriyordu. Sanki bugünde değil elli yıl
öncesinde yaşamaya devam etmekte direniyordu.
Dündar öyle ucundan tuttuğunu hemen
bırakıverenlerden değildi. Aklı hesap kitaba ererdi. Evet ev annesinindi. Fakat
eninde sonunda kendilerinin olacak değil miydi. Ayda yüz bin lira getirecek
bir para değirmeni kurmak varken ihtiyar anasının direnmelerine göz yummak olur
muydu? Hem bu arkadaki evle birlikte, iki sokağa da kapısı açılan büyük bir
pasaj ve iş hanı teklifi her zaman ele geçecek bir fırsat değildi. Anası
direnir de bu fırsatı bir kaçırırlarsa, ilerde razı da olsa aynı avantajlı
durum elden kaçıp giderdi.
Dündar eve dönmeden kardeşi Mahmud’a
uğrayıp dertleşmek istedi. Doktor son hastasını da savmış günün gelirini
hesaplamaya uğraşıyordu. Para saymayı kesmeden ağasının, analarının inat ve
direncinden yakınmasını dinliyordu. Nihayet masanın üstündeki tomarları
çekmeceye tıkıp söze karıştı:
'Ağabey yaşlı kadın. Bütün dünyası o
ev. Ayda yılda bir kez kapı dışarı çıkıp bir, iki sokak ötedeki, Azrail’in el
atmadığı bir iki ahbabı görüyor. O kadar zorladığımız halde sana bana da pek
gelmek istemiyor. Galiba çocukların konuşmaları, giyimleri canını sıkıyor.
Dediğin iş de önemli ama böyle cepheden saldırmak yerine, sezdirmeden,
sızdırmadan gedik arasak daha iyi olur..."
İki kardeş uzun uzun konuşup
tartışarak kalenin neresinden içeri sızabileceklerini kararlaştırmaya
çalıştılar.
Birkaç gün sonra Mahmut anasına
uğradı. Elini öpüp boynuna sarıldıktan sonra onu iki bileğinden tutup yüzünü
uzun uzun süzdü. Sonra tasalı bir sesle: "Nasılsın iyi misin
anacığım?" diye sordu.
"Allaha şükür oğul. Elim tutar,
ayağım tutar. Bu yaşta da fazlası beklenmez." karşılığını verdi. Fakat
Mahmut onun rengini iyi görmediğini ileri sürerek nabzım saydı, sırtını
dinledi, gözkapaklarmı kaldırıp altına baktı. Sonra kafasını iki yana
sallıyarak:
"Seni biraz çıkarıp gezdirelim.
Temiz hava al. İki yıldır bu toz toprağın içinde bunaldın" gibi sözler
etti. Asiye teyze bu sözleri hatır almak için söylenmiş saydı ve üzerinde durmadı.
Birkaç gün sonra da öğle sofrasını
kurdukları sırada Dündar çıkageldi. Yemeği onlarla birlikte yedi. Sofra toplanıp
iki yaşlı bulaşık hazırlığına girişecekleri sırada:
"Ana o bulaşığı falan bir yana
koyun şimdi. Öğleden sonra boşum. Hadi ikiniz de mantoyu giyin. Sizi şöyle arabayla
kentin içinde bir dolandırayım. Yıllardır görmediğiniz yerleri bir görün."
Asiye teyze otomobilin başını
döndürdüğünden, kalabalığın yüreğini kaldırdığından söz ederek davetten
yakasını kurtarmaya uğraştı. Fakat Hattuç da oğlandan yana çıkmıştı. "Ne
var teyze, tozlandık kaldık şurada. Kimbilir kaç yıldır iki sokak ötesinden
fazlasını göremedik. Üstüne üstüne gelen o şeytan arabalarından insan sokağa
çıkmaktan korkar oldu" diye zorluyordu. Eve bitişikteki inşaattan hırsız
girip soyacağı, bilmem kimin öğleden sonra belki uğrarım dediği gibi bahaneler
de kâr etmedi. Sonunda getirip mantoyu zorla sırtına giydirdiler. Gitmekten başka
çare kalmadığını anlayınca odasına girdi. Kilitli dolaptan maaş cüzdanını, rahmetliden
kalan deri çantada biriktirdiği paraları cebine tıkıştırıp yola düştüler.
Teyze ve Hattuç bacı ön koltukların arkalıklarına iki elleriyle sımsıkı
yapışmıştı. Önlerinden ve yandan akıp giden taksi, kamyon, otobüs ve iki
tekerlekli araçlardan oluşan trafik seline gözlerini ayırmış bakıyorlar, her an
biriyle çarpışmak korkusuyla yürekleri ağızlarına geliyordu. Yol kavşaklarında
bu araç ve motor, korna sesi baskınına bir de telâşla bir kaldırımdan ötekine
koşarak geçmeğe çalışan yayalar ekleniyordu. İki yaşlı kadın içine düştükleri
gerilim ve şaşkınlıktan sağ ve sollarındaki yapılara göz atmaya bile fırsat
bulamıyorlardı. Dündar dikiz aynasından yüzlerindeki korku ve gerginliği
gülümsiyerek izliyor, bir yandan da yatıştırmak için "Korkmayın, yaslanın
arkanıza... Bakın şimdi solda hükümet konağının önünden geçiyoruz." gibi
sözler ediyordu. Hükümetin karşı sırasındaki evlerden bir kısmı da düzlenmiş
yeni yapılar yükseliyor, onların yanı başında, insanın fesini başından
düşürecek kadar yüksekleri dikiliyordu. Az sonra geçtikleri yol geniş bir meydanlığa
katıldı. Burası da daha beter bir mahşer yeriydi.
Asiye teyze nerelerden geçtiğini
kestirecek durumda değildi. Ağzı, boğazı kösele gibi kuruduğundan soru da
soramıyordu. Her ne kadar Dündar "Şurası Belediye pasajı, burası eski
postanenin yeri" gibi açıklamalar yapıyorsa da o doğup büyüdüğü kentte
değil de gurbet ellerde dolanıyormuş duygusundan bir türlü kurtulamıyordu.
Oğlu da bu duyguyu sezinler gibi olmuştu galiba. Çünkü geldikleri başka bir
yol ağzında trafik ışığını beklerken: "Ana bak şu sağındaki Camlı kahvenin
eski yeri, şu yolun sol köşesindeki yapı da eski Maarif kahvesinin yerine
yapıldı. Şimdi Başkarakol’a doğru gedip Kavaklığın yerini göreceğiz. Asiye
teyze geçtiği yolda yalnız eski Kendirli kilisesini tanıyabildi. Ortası ağaçlı
iki yanlı geniş yoldan yukarı doğru çıkarken de ağzı açık kalmıştı. Son
gördüğünde buraları hep bostan yeriydi. Şimdiyse iki yanlı, süslü ev ve
apartmanlarla dolmuştu. Bütün gücünü toparlıyarak "Oğul Kırkayak
nerde?" diye seslenmeyi başarabildi. Dündarm sağ eliyle işaret ettiği
yöne baktı, baktı da bir şeye benzetemedi. Evet bahçe gibi bir yerdi orası.
Fakat ne kırkayağı ne de demir parmaklıkları kalmıştı. Yanı başından bostan
aralarından İncirli pınara indikleri yerlerse sıvama, kat kat yapılarla
dolmuştu. Dayanamadı gene: "İncirli pınar ne oldu oğul?" diye
sormadan kendini alamadı. Dündar sırıttı: "Pınar falan hak getire ana"
diye geçiştirdi. Hele o Başkarakol’dan sonrası hiç akıl alacak gibi değildi. Ne
Kolej tepedeki Frenk okulunun yüksek taş duvarı gerisindeki okul yapıları
kalmış ne de Kavaklığın dere boyunu donatan söğüt ağaçları. Dağ, taş sıvama
yapıyla dolmuştu. Galiba nerdeyse kentle Kilis birleşivermişti. Eski bağlar,
bahçeler yok olmuş her yanı boz çimentodan bir yapı ormanına dönüşmüştü. Geri
dönüp de oğlunun "Eski Kargasekmez ve Mardin tepe etekleri" dediği
yola gelince ağzı tüm açık kaldı. Eskiden kenti kuşak gibi saran kabirlikten
eser kalmamıştı. Tüyleri ürperir gibi oldu. Bu yeni kuşakta ne korku ne de din
iman kalmış
tı. Altında kimbilir kaç ölü kemiği
yatan bu yerlere para döküp konaklar, mağazalar dikivermişlerdi.
"Oğul ölenleri
nereye gömüyorlar şimdi olam. Yoksa boklu akara atıp kurutuyorlar mı?"
diye sormaktan kendini alamamıştı. Bu soru üzerine oğlu arabasının burnunu çevirip
"Dur ana seni istasyona, asri mezarlığa da götüreyim" demişti.
Parmağıyla ilerde istasyonu gösteren oğlunu o pek dinlemiyor, yolun sağ
yanındaki kilim, plâstik fabrikaları gibi duman üfliyen yapılar arasında girip
çıkan kamyon dizilerini gözden geçiriyordu:
"Oğul bu duman
tüttüren yerler neresiydi eskiden?" diye sordu.
"Ana orası eski
Mazlum’un harafmm yeri. Hep fabrika doldu şimdi." Bu sözleri işiten Asiye
teyze kulaklarına inanamadı. Genç kızlığında kaç kez bahar, yaz sahresine gelmişlerdi
buraya. Uçsuz, bucaksız, fıstık ve zeytin ağaçlarıyla bezenmiş koca bağdan tek
kütük bile kalmamıştı. O mis gibi kokan güllük, meyve bahçesi nereye gitmişti?
"Vah miskilim har af
vah. Kalk da bırakıp gittiklerinin ne hale girdiğini gör Mazlum efendi."
diye hayıflanmaktan kendini alamadı.
Ama Asri mezarlığa
girince iki ihtiyarın parmakları ağızlarında kalmadı denemez. Burada çam
koruluğu içindeki mermerden çeşit çeşit yapıların mezar olduğu kuşku götürmezdi.
Ama her taraf saray bahçesi gibi ağaçlar ve çiçeklerle bezenmişti. Asiye teyze
mutluluk yansıtan derin iç çekmelerinden sonra:
"Bak burası gözel
olmuş, Adamın hemen öleceği geliy. Beni de buraya gömdürün oğul" demekten
kendini alamadı.
O gün eve döndükleri
zaman ikisi de uzun süre kendilerine gelip bir söz edemediler. İkisi de
yabancı ülkelerde hiç bilmedikleri başka bir âlemi dolanıp gelmiş gibiydi.
Asiye teyze yatsı
namazını yorgun argın kılıp seccadesinin burnunu katladıktan sonra bir süre
düşünceli teşbihini parmaklamış sonra izlenimini mırıltı halinde Hattuç bacıya
özetlemişti:
"Vah anam vah,
miskilim Antep komuş getmiş. Yerine
başka bir kent getirip
oturtmuşlar sanki." Öteki de esefle kafa sallayarak onun bu izlenimine
katıldı.
Fakat bu yeni dünya
gezileri teyzeyi gereğince, etkilemiyor "Ölüm çıkmadan kimse el
değiremez." inadından bir türlü gevşemiyordu.
Sonunda iki oğlan oldu
bitti yöntemini uygulamaya karar verdi.
” Asiye teyzenin doktor
oğlu arka arkaya gün aşırı onu yoklamaya başladı. Her gelişinde nabzını sayıp
sırtını dinliyor onun sağlığından tasalandığını belli ediyordu. Nihayet ona,
birkaç gün hastanede yatıp iyice her yanma bakılması gerektiğini söyledi.
İhtiyar kadının bedeninin dört yanındaki ağrılardan, arada bir gelen baş
dönmelerinden yakınması eksilmezdi. Fakat kendini öyle hastanelik
hissetmiyordu. Direndi. Gitmek istemedi. Fakat Mahmut bazı şeylerden
şüphelendiğini, herhalde birkaç gün yatıp kan, idrar tahlili, röntgen alınması
gerektiğinde ısrar etti. Sonra da bir sabah erkenden çıkagelip onu ve Hattuç
teyzeyi nerdeyse zorla taksiye bindirdi. Şehir hastanesinde bir odaya
yatırdılar. Hattuç teyze de yanında refakat kalacaktı. İdrarını topladılar.
Etsiz kollarından kan aldılar. Nefesini tut diye ayna muayenesi yaptılar. Dört
beş gün sonra da Mahmut "Ana her hal tebdil hava gerekmiş. Seni deniz
kenarına götüreceyim." diye tutturdu. Onları eve götürüp acele giyimlerini
bohçaladılar. Gözünün önünde Dündar oğlu her yanı iyice kilitledi. Evi hergün
iki kez yoklayacağına yemin etti. Mahmut, hanımı ve büyük kızı da taksilerine
binip Kızkalesi yanındaki motelin yolunu tuttular.
Dündar da annesinin umumî
vekâleti vardı. Hemen müteahhitle mukaveleyi imzaladı. Karısı, çocukları gelip
evi iki günde toparlayıp taşıdılar. Arkasından da yıkıcılar kiremitleri
toparlayıp çerçeveleri sökmeye giriştiler. Ev köy berberinin elinden yeni
kurtulmuş kafalara döner dönmez balyoz gümbürtüleri, kepçe homurtuları
başladı. Bir hafta sonra da temel kazılmaya geçildi.
Kızkalesinde Asiye
teyzenin nedense yüreğini bir sıkıntıdır basmıştı. Ne saçları omuzlarına
dökülen tumanh oğlan
larla oynaşıp gülüşen
çıplak kızlar, ve denizle göğün birleştiği çizgide her akşam kızıl bir tepsi
gibi eriye eriye batan güneş onu ilgilendirebiliyordu. Çevredeki limon,
portakal bahçelerine yapılan geziler, karşıdaki küçük ada üzerindeki kale
harabesinin sultanı hakkında anlatılan hikâyeler yüreğindeki nedeni bilinmez
tasayı güçlendirmekten başka bir sonuç vermiyordu. Arada bir motel odasında
başbaşa kaldıkları zaman Hattuç’a dertlenmekten kendini alamıyordu:
"Kele Hattuç şu
yüreğimin başında bir ataşdır yanar. Büyük oğlana mı bir hal oldu. Eve Hırsız
mı girdi. Yok Allah göstermesin yangın çıkıp yerle bir mi etti baba
ocağını?" diye kaygılarını açıklıyordu. O da "Töbe de teyze töbe. Allah
saldasın. Birşey olsa hemen haberi gelir." diye yatıştırmaya uğraşıyordu.
Mahmut oğlan bir hafta
onlarla kalmıştı. Sonra işim var, iki, üç gün sonra gelir sizi alır
götürürüm." deyip gitmişti. Gideli nerdeyse on günü bulduğu halde gelini
"Her hal işi bitiremedi. Bugün gelir, yarın gelir." deyip
tasalanmıyordu bile. Her gün kızıyla üstlerine o bikini mi mikini mi dedikleri
incir yaprakları takıp güneşte yatıyorlar, denize girip debeleniyorlardı.
Dünya batsa umurlarında değildi. Asiye teyze "Artık gidek. Benim evimi
göresim geldi." diye ayaklandıkça torunu boynuna sarılıyor "Aman
nine bu sıcakta ne yapacaksın o kuru, tozlu memlekette. Bak burası ne
güzel." diye onu susturmaya uğraşıyordu. Orada istemeden geçirdiği bir ay
nerdeyse içine zehir oldu. Sonunda gelin daha çok idare edilemiyeceğini
kestirdi. Telgraf çekti. İki gün sonra Dündar çıkageldi. Birkaç günde o
"Ana gözünü seveyim, yandım kavruldum. Bir iki denize gireyim,
gideriz." diye idare etti. Sonunda onun arabasına binip yola düştüler.
Kente girince Asiye teyze
ille de evime, diye diretiyordu. Fakat oğlu "Dur hele her taraf bir karış
toz. Bize inelim. Gitsin temizletsinler sonra götürürüz seni." diye diretti.
Alıp ikisini birden evine götürdü. Nedense bu temizlik işleri bir »ürlü bitmek
bilmiyordu. Günler geçtikçe de Asiye teyzenin tedirginliği artıyor. "Aman
şunu mu ne yaptılar, bunu mu kıldılar?" diye meraklanıp duruyordu.
Oğlunun, gelininin ve
torunlarının bütün
şaklabanlık ve oyalama çabalarına rağmen bu işin böyle sürüp gidemiyeceği de
ortadaydı. Dündar ve Mahmut uzun, özel bir oturumdan sonra annelerini gerçekle
yüz yüze getirmekten başka çare olmadığı kararma vardılar. Ertesi gün bütün
aile üyelerinin akşam yemeği için Dündar’ın evinde toplanılması uygun görüldü.
Torun torbanın har-gürü ve neşesi ortasında anaları olup bittiği daha kolay
benimser diye düşünmüşlerdi. Dündar, inşaat plânının gösterişli cephe plânını
da getirip onu olumlu yönde etkileyebileceğini sanıyordu.
Ertesi gün akşam yemeği gerçekten
curcunahydı. Her boydan torunlar televizyon programlarının gürültüsü ortasında
sofra kurmaya koşturuyor, verilen talimat gereğince sık sık babaannelerinin
boynuna sarılıp sevgi gösterileri yapıyorlardı. Asiye teyze gürültü ve
kaynaşmadan kafası şişip serseme dönmüş olmakla beraber gelinler ve torunlar
arasında epeyce mutlu görünüyordu.
Yemekler yenip kahveler içilirken,
herkes saldın komutunu bekliyen cephe erleri gibi bir yana sinmiş büyük oğlanın
baklayı ağzından çıkarmasını bekliyordu. Nihayet Dündar elindeki fincanı
sehpanın üstüne bırakıp boğazını temizledi:
"Bak ana sana iyi bir haberimiz.
Sakın yanlış anlama. Ne diyecektim. Bugün müteahhit pasajın üçüncü kat betonunu
döktü."
Asiye teyze önce söylenmek
istenenleri pek anlayamamıştı. Yoksa oğlu kendinden habersiz bir pasaj
yaptırmaya mı girişmişti. Dündar iyi haberi pekiştirmek için koltuğun arkasına
sakladığı gösterişli cephe plânını alıp açtı. Anasının kucağına serdi:
"Bak şu yanımız doktorun
yerindeki pasaj, şurası da Değirmencinin. Cadde üstüne iki yanlı tam altı
dükkân yerleşiyor..."
Asiye teyzenin sanki tepesine ağır
bir balyoz inmişti. Bütün o hastalık, hastane ve tebdil hava uydurmalarının nedenini
birden kavramıştı. Demek sözü edilen kendi evinin
yeriydi. Beti benzi kül kesilmişti.
Zorla işitilebilir boğuk bir sesle:
"Yoksa evimi mi yıktırdın oğul?
Öyleyse Allah’tan bul." diye mırıldanabildi ve koltuğun içine yığılıverdi.
Burdah öteye görev doktor oğlana
düşüyordu. Hemen • onu kucaklayıp odasındaki yatağa uzattılar. Düğmeleri, kuşağı
söküldü. İğneler yapılıp, ruhlar koklatıldı. Hattuç bacı ayak ucuna dikilmiş
sessiz gözyaşı döküyordu.
Asiye teyzenin kendine gelebilmesi
epeyce sürdü. Ayıldıktan sonra da bütün sorulara, mırıltı halinde
"Alah’tan bulun, hepiniz Allah’tan bulun." demekten başka karşılık
vermiyordu.
O günden sonra da bir daha belini
doğrultamadı. Yemeden içmeden kesilmiş, odasından çıkmaz olmuştu. Nihayet kış
içinde son nefesini verdi. Çocukları ona gösterişli bir cenaze töreni
düzenlediler. Hayrat yapıp sadaka dağıttılar. Mezarlıkta gömüldüğü Çamlı tepeye
de renk renk mermerlerden hayli alımlı bir mezar yapıldı.
Bilmem acaba ruhu bazan başını toprak
yastığından kaldırıp baba ocağının yerinde yükselen gösterişli yapıya bir göz
atıvermek zahmetine katlanıyor mu?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar