Print Friendly and PDF

UZUN ÇARŞININ ULULARI

 

Bu kitap, yüz yılımızın başlarındaki Türk toplumundan canlı kesitler sunmaktadır. Kahramanları esnaf, meczup, yarıcı yahut dul kadın gibi, aklınıza gelebilecek her türden ve sıradan insanlardır. Hiç de, öyle saygıdeğer, çarşıdan geçerken, ayağa kalkılan şahsiyetlerden değillerdir. Ancak, bu sıradan, hatta biraz çarpık tipler anlatılırken, öylesine sağlam ve sıcak bir İnsanî ilişkiler ağı çizilir ki, o zayıf kişilikler, yaşanan acılar ve yoksulluklar, müthiş bir güzelliğin içindeki sevimli detaylar gibi kalır. Yazarın büyük ustalığı, her hikâyeye adını veren tek tek kahramanların arka planına yerleştirdiği bu çerçevededir.

O arka planda, oturmuş, büyük ve alabildiğine güzel bir kültürü; bizim tarihî kültürümüzü görüyor ve onu derinden özlüyoruz. Kaçkınlıktan henüz dönülmüş, yıkılmış bir şehirdeki savaş yorgunu insanlarda, yıkılmamış olan o İnsanî ilişkilerin inceliği, bozulmamış tadı bizi etkiliyor. Değişmeyen ve değişmemesi gereken İnsanî değerleri, hissederek anlıyoruz.

Eğitimci-yazarın büyük başarısında, yaşanmış bir hayatı yansıtılması yanında, Türkçeye hakkını veren olağanüst sade ve sıcak anlatımının da payı büyüktür.

 

 

Mitat Enç

UZUN ÇARŞININ ULULARI

Hikâyeler

ÖTÜKEN

YAYIN NU: 347

EDEBÎ ESERLER: 180

1. Basım: 1977, İnkılâp ve Aka Kitabevleri Koli. Şti

2. Basım: 1993, Meteksan A.Ş.

 İstanbul -1997

1909 da Antepte doğmuş  ilk öğrenimini burada bitirmiş ve İstanbul Erkek Lisesi’nden 1929 yılında mezun olarak İstanbul Hukuk Fakültesine girmiştir. Birinci ders yılı sonunda sınavlara hazırlanırken gözlerinden rahatsızlanıp öğrenimine ara vermiş, üç yıl süre ile İstanbul ve Viyana’da tedavi çaresi arayıp, sonuç alamayınca Viyana Yüksek Pedagoji Enstitüsü’nde özel eğitim tahsiline başlamıştır. 1936’da bir bursla A.B.D’lerine gitmiş, Harvard ve Columbia Üniversiteleri’nden 1938’de özel eğitim lisans, 1939’da ise yüksek lisans diplomasını almıştır.

Aynı yıl ülkeye dönen Enç, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedogoji bölümüne "Marazi Ruhiyat" okutmak üzere atanmış, daha sonra programa eklenen "Özel Eğitim, Ruh Sağlığı" gibi dersleri de okutmakla görevlendirilmiştir.

1950’de Ankara Körler Okulunu, 1952’de Gazi Eğitim’de Özel Eğitim Bölümünü kurarak 1956 yılına kadar bu okulun müdürlüğü ve bölümün başkanlığını yapmıştır. Bu süre içinde Özel Eğitim Bölümündeki çalışma arkadaşlarıyla ülkenin çeşitli yerlerinde körler, sağırlar okulları, ağır öğrenenler için alt sınıf ve rehberlik merkezlerinin açılmasını gerçekleştirmiştir.

1956-58 yılları arasında bursla A.B.D.’de Illinois Üniversitesi’nde doktora çalışmasını sonuçlandırarak yurda dönmüştür.

Daha sonraki yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Eğitim Fakültesi kuruculuk ve dekanlığı, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu, Sosyal Hizmetler Akademisi, Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyeliği, beş yıl süreyle M.E.B.

Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyeliği ve Özel Eğitim Bölümü Başkanlığını yapmıştır.

1985 yılında hayat arkadaşı emekli İngilizce öğretmeni Sabahat Enç’i bir trafik kazasında kaybeden Mitat Enç, emekli olduktan sonra yerleştiği Yalova’daki evinde 1991 yılında vefat etmiştir. Çeşitli gazete ve meslek dergilerinde çıkan makalelerinden başka telif ve çeviri eserleri şunlardır: "Ruh Sağlığı Bilgisi", "Eğitim Psikolojisi" -ortak yazar, "Körlerin Psikoloji ve Eğitimleri", "Üstün Beyin Gücü Gelişim, Uyum ve Eğitimleri", "Görme Özürlüler", "Özel Eğitime Giriş" -ortak yazar, "Ruh Bilim Terimleri Sözlüğü", "Tenasül Psikolojisi" -Freud’den çeviri, "Allahaısmarladık Mr. Chips" -çeviri, "Mikrop Avcıları" -çeviri, "Çocuklarda Yemek Yeme Sorunları", "Çocuklarda Korku, Uyku ve Abdest Kontrolü Alışkanlıkları", "Bitmeyen Gece" -otobiyografi, "Uzun Çarşının Uluları" -öyküler.

İÇİNDEKİLER

Aktar Musa Efendi /9
İmam Baba /23
Bilâder Ağa /36
Berber Hüseyn /52
Köse Hafız /61
Deli Bekir /77
Arzuhalci Hacı /86
Kuyucu Kör Hafız /94
Bodur/105

Eşek Kasabı Ali Bayram /127
Kız Ali /137
Ahraz /146

Bir Malûl ve Bir Gazi /157
Hacı Arap /168

Gelin Emine /177
Hapoba /191
İki Candan Komşu /202
Karabey /216

Fotinli Memet Efendi /229
Hacivatçı Vakas /238
Kendini Arayan Adam /245
Asiye Teyzenin Evi /261

AKTAR MUSA EFENDİ

O hiçbir yanıyla öteki çarşı esnafına benzemezdi. Her kıvrımı üzerinde titizlikle durulmuş sarı, ince ahmediye sarığından ayaklarındaki lapçinli mestlerine kadar kılığının tümü titiz, temizlik ve düzene düşkün bir çelebiyi andırırdı. Kaşları daima, iki iri uzatma işareti gibi hayretle kalkmış, burnunun aşağısına doğru yerleştirdiği, teneke çer­çeveli gözlüklerinin üstünden bakan kahverengi gözlerinde, masal dünyasını seyreden çocuksu bakışların duru hayranlı­ğı ışıldardı. Soluk, ince uzun, sakalsız bir yüzü vardı. Kısa kırpılmış bıyıklarının altında, dudakları daima, derin düşün­celere dalmışçasına büzüşük dururdu. İnce narin parmakla­rıyla, dükkânın arkasındaki tezgâh boyunca dizili ufak tene­ke ibriklerinden beyaz havanına niteliklerini ancak kendinin bildiği renk renk sıvılar aktarırken görünce onu, toprağı al­tına çevirmenin yollarını arayan Ortaçağ simyagerlerinden sanılabilirdi.

Musa efendinin mesleği de, hayatı da iki boyutluydu. Dükkânın ön tarafında aktarlık yapardı. Çarşıya bakan ön tezgâhın üstündeki camsız bölmelerde dikkatle dizilmiş ve hergün tozu alman balmumu parçaları, her boyda çivi ve çu­valdızlar, sicim ve kaytan yumaklarından başka çiğ kahve, tarçın, zencefil gibi sıcak iklim ürünleri, kişniş şekeri parça­ları görülürdü. Solundaki duvar boyunca tavana kadar yük­selen raf dizilerindeyse, hazırol nizamında, denetimi bekle­

yen asker dizileri kadar düzenli, aynı boyda tahta kutular sı­ralanmıştı. Çirişle üzerlerine yapıştırılan, aynı boyuttaki eti­ketlerin tabandan yüksekliği ile, kapağa olan uzaklıkları mi­limetre çapında bile değişkenlik göstermezdi.

Gözü keskin olan okur-yazarlar bunların üzerinde "si­nameki, hindiba, tenemezeki, miyan şekeri" gibi yazılar okurdu.

Dükkânın arkasındaki tezgâhla üstünde ve sağındaki raflarda kafa ve gönlünün tümünü adadığı gerçek mesleğiy­le ilgili araç ve gereçler sıralanmıştı. İçindeki sapları daima ayni yöne çevrik ibrik dizilerinin solunda boy boy havanlar, bunların önünde de minik kefeli, duyarlı bir kuyumcu tera­zisi dururdu.

Musa efendi, öteki esnaf gibi sağ ve soluyla yarenlik et­mez, biribirlerine yaptıkları kaba saba şakalara, oyunlara hiç katılmaz, hatta gülümsemek zahmetine bile katlanmaz­dı. Esasen gülümseme, yüksek sesle konuşma onun defte­rinde yoktu. Herkesin kasıklarına basarak katıldığı tuhaflık­lara bile ancak alnını biraz daha kırıştırıp kaşlarının oluştur­duğu açıları daraltarak tepki yapardı. Konuşurken sesinin gevşek ve bir çeşit güvenlik aşılayan tonu zerre kadar değiş­mez, her cümlenin başında uzunca bir "efendim" çekerdi.

Müşterisi olmadığı zamanlarda bile boş durmazdı. Ya kutu dizilerinin tozunu alır, etiket yazılarını tazeler, ya da kendine sezdirmeden değiştirilen mum, kişniş şekeri parça­larını, çivilerini durmaları gereken yerlere yerleştirirdi. Bu­ralarda el atması gereken bir bozukluk yoksa kahverengi aktar paket kâğıtlarından bir tabaka çeker, aynı boyda dik­katle bükerek keser, ayni titizlikle paket kâğıdı kutusuna yerleştirirdi.

Musa efendi bütün boş vakitlerini küçük dünyasının huzur bozan düzensizliklerini yoluna koymaya dâ harca­mazdı. Öteki esnafın namaza gittiği ve çarşıya göreli bir durgunluğun çöktüğü saatlerde sağındaki kerevet minderi­ne yerleşir, az ötedeki rafta dizili duran iri, el yazması ya da taş basması ciltlerden birini çekerdi. Gözlüğünü özenerek burun kemerine yerleştirdikten sonra sayfaları incitmekten çekiniyormuşcasma özenle çevirip okumaya dalardı.

Onun dolu zaman, boş zaman demeden saatle yaptığı tek bir keyfi vardı. Vaktin ne kadar kaldığını kestirmek ge­reğini duyunca, yeleğinin cebinden Serkisofu çeker, neza­ketle basarak kapağı açar, kaşlarının açılarını iyice daralta­rak gözlüklerinin üstünden bakardı:

"Daha onsekiz dakika varmış efendim. Bana da vakti yaklaştı gibi gelmişti." diye kendi kendine mırıldanırdı. Eş­ref saatin tamı tamına geldiğine karar verince sakosunun cebinden tabakasını çeker, içinden, tam ortadan kesilmiş kalıp cigarasını çıkarır, dudaklarını daha da büzerek kehri­bar ağızlığına takar ve nihayet çakmağını özenle cebinden çekip çıkarırdı. Dudakları arasındaki ağızlığın ucundaki ya­rım cigaranm çabucak bitivermesinden tasalanıyormuşcasına uzun aralıklı hafif nefesler çeker, dumanı ağzında birkaç kez çevirdikten sonra derin derin içine çekerdi. Kırk yıllık esrarkeşler bile uzun süre yoksun kaldıkları kabaklarına ka­vuşunca, çektikleri nefeslerden onun kadar yoğun bir mut­luluk duyamazdı.

Aktar Musa efendi müşterileri arasında öyle çocuk, ye­tişkin, zengin, yoksul ayrımı yapmazdı. Topacı için bir kulaç kaytan almaya gelen oğlana da "Ne buyurdunuz efendim?" diye sorardı. Ona göre iki sınıf müşteri vardı. Birincisi ön tezgâhtaki mallardan alışverişe gelenlerdi. Ötekiler de ken­dilerinin ya da yakınlarının derdine deva arayanlardı. Müş­teri birinci sınıftansa, siparişi ayakta ahr, terazisini yormak istemiyormuşcasma eline aldığı parçayı avucunda tartar, is­tenene yaklaşık olduğu kanısına varınca kefenin üstündeki dört köşe paket kâğıdına yerleştirirdi. Terazinin iyice den­gelenmesini sabırla bekler, kimsenin kimseye hakkı geçme­diğine inanınca paket kağıdını ikiye katlayıp kenarlarını özenle küçük küçük burarak kapatmaya girişirdi. Bu tür müşterilerle ancak o sırada birkaç söz ederdi. Söyledikleri hiç alınıp satılanla ilişkili olmazdı. O sırada kafasını hangi bilimsel ya da felsefe sorunu uğraştırıyorsa ondan söz eder­di. Karşısındakinin ne demek istediğini anlayıp anlamayışı­nın hiç önemi yoktu. Onunki konuşmaktan çok, düşüncele­rine sesli olarak devam etmekti.

"Efendim beşeri hayvanattan ayıran akıldır, akıl. Akılla insanoğlu her şeyin çaresini, her derdin devasını bulur. Ba­kın şu telgraf direklerine. Eskiden bir yere haber ulaştırmak gerekince insanoğlu yemeniyi ayağına çeker yollara düşer­miş. Derken taban aşındırmaktan yılmış, çare aramış. Al sa­na telgrafı bulmuş. Oturduğun yerde telin bir ucundan ha­beri koy, dilediğin yere alsın götürsün."

Bazan takılıp konuşturmak için, bazan da gerçekten merak edenler "Eey! Tel haberi nasıl götürüyor istediğimiz yere Musa efendi?" diye kışkırtmaya kalkardı. Yeryüzünde onun cevapsız bırakacağı soru yoktu. Her şeyi uzun uzun düşünmüş, kendine göre bir açıklama yolu bulmuştu. Bu gi­bi sorular karşısında kaşlarının açısı iyice dikleşir ve uzun bir "efendim" çektikten sonra anlatmaya koyulurdu:

"Efendim bak, söz temsili kâğıdın üstüne bir haber ya­zıp havuz suyunun yüzüne bıraksan ne olur? Havuzun geli­rinden çıkan su haberi giderine doğru iter. Sonra ne olur? Gidere akan su alır onu sürükler götürür. Nereye götürür? Komşunun havuzunun gelirine. Komşu havuz başında olsa da el atıp kâğıdı alıp okusa, ne demek istediğini öğrenir de­ğil mi efendim."

"Ama Musa efendi, bu telgrafın tellerinden de su mu akıyor ki?"

"Söz temsili dedik ya efendim. Onun içinden su yerine alatirik akar, haberi sürüp götürür."

"Alatirik dediğin su gibi ıslak mı? Kağıttaki yazıları bozmaz mı Musa efendi?"

Bilgisizliğin bu denli yoğunluğu karşısında gözlerine üzüntülü bir donukluk gelir, "Allah yardımcın olsun" deme­sine başını ileri geri sallayarak açıklamaya devam ederdi:

"Hayır efendim hayır... Alatirik ıslak değil... Aksine güçlüsü yakıcıdır."

"Ama Musa efendi o zaman da ateş haber tezkeresini yakmaz mı?"

Musa efendi lâhevle çekercesine bu kez başını iki yana sallar, fakat bu kahn kafayı aydınlatmaktan da yılgınlık ge­tirmezdi. Esasen en ham şakaları bile ciddiye alırdı. Bazan

edep, erkân bilmeyen saygısız bir dükkân komşusu, öğretip karşısına bir çocuk salardı:

"Emmi kırk paralık davul tohumu, ya da minare gölgesi vermeliymiş."

O bu sözleri kılı kıpırdamadan dinler, hiç renk verme­den de karşılığını söylerdi:

"O aradığın şey bizde yok efendim... Öteki dükkânlara bir sor bakalım."

Onun önem verdiği asıl müşterileri derdine deva ara­maya gelenlerdi. Gelen, kulunçtan, ince ağrıdan yakınmaya, ya da ona doğru uzanıp fısıltıyla karısının kısırlığı veya belgüçsüzlüğünden dertlenmeye koyulunca hemen görünüşü değişiverirdi. Gözlerindeki donukluk ışıltıya dönüşür, ağır ve ölçülü hareketleri canlanır gibi olurdu.

"Buyur efendim... Hele şöyle bir otur." diye ön tezgâhın köşesindeki minderi ikramlardı. Kendi de bitişikteki kere­vetine kurulunca:

"Efendim anlatın bakalım şimdi, nedir derdiniz?"

Mal çeşidi ve stoklarıyla aktar olarak esnafın en alt ba­samağına bile sokulabilecek durumda değildi. Bütün geçimi buna dayansa, belki de açlıktan ölebilirdi. Fakat dizdiği merhemler, yuvarladığı haplar ve şuruplarının ünü sancağın hayli ötelerine kadar yayılmıştı. Besni, Malatya hatta Si­vas’tan gelen kervan sürücüleri bile ona devasız dertler için siparişler verirler, devayı alıp giderlerdi. Özel bir zambakyağı merhemi vardı. KıSır karıları kuluçka makinesine çevirir­di. Terkibini eski bir Hind kitabından bulduğu söylenen bel gücü hapının, iki kat olmuş kocaları bile ahırlamış aygırlar gibi eşindirdiği anlatılırdı. İnce ağrıya tutulup kesik öksü­rünce ağzından kan gelenlere bir kınakına şurubu dizerdi ki, iki şişesini bitirenler, yeri göğü yeseler doymazdı. Birkaç ay içinde de bağ kütüklerine yapışıp kuzukulağı gibi söke­cek duruma gelirdi.

Fakat korku şurubunun ünü hepsinden baskındı. Bu­nunla ilgili özel bir kuramı da vardı. Günümüzün psikiyatri görüşlerinin henüz gelişmediği ve psikosomatik hastalıklar sözünün daha piyasaya çıkmadığı o günlerde, Musa efendi,

bütün dertlerin kökeninin korku olduğunu ileri sürerdi. Bir­den dili tutulan çocuktan gelinlik yaşma girdiği halde altına işeyen kıza, habire "başım; başım!" diye, ovunan kandan dert yananlara ilk sorduğu soru şuydu:

"Birşeyden korktuğu oldu mu?" Sarığı öne yıkıp ensesi­ni kaşıyarak anılarını gözden geçirdikten sonra:

"Yok efendi neden korksun elhamdülillah." diyenlere sanki acıyarak bakardı:

"İnsanoğlu uyuduğu yerde, düşünde bile korkar da ha­beri bile olmaz.

"Marazların çoğunun anası korkudur. Ona bir korku şurubu dizelim. Bir şişe içip denesin." diye açıklardı.

Çok önem verdiği başka birşey de devanın kullanılış yoluydu. Bu merhem ve şurupların yapısından da önemliy­di. Bu yüzden devasını yerleştirdiği şişe, çanak ya da kutuyu teslim etmeden önce uzun uzun bütün ayrıntılarıyla kullanış yöntemini anlatır, sonra müşteriye tekrarlatırdı:

"Efendim günde üç kez içecek. Birincisi güneşin yarısı ortaya çıkar çıkmaz, İkincisi güneş tam tepeye dikilince, üçüncü de tam yarısı dağın ardına girince... Sol eline bir ka­şık alırsın. Şişeyi önce bir iyi çalkalar, ağzını açıp kaşığı sil me doldurursun. Arkasından bismillahı çekip ağzına akta­rırsın. De bakalım nasıl içilecek?"

Devanın kâr etmediği, hiçbir sonuç sağlamadığından yakınacak olanlara daima şunu söylerdi:

"Efendim suret-i istimale dikkat edilmedi herhalde. Herkese bire bir gelen sana yoksa neden şifa vermesin?"

Bazan Musa efendinin devalarına biraz kattığı sıçanotu ve benzeri tehlikeli nesnelerin, eli titreyip dozunu hafifçe kaçırdığı da olurdu. Böyle olağan dışı durumlarda hasta hakkın rahmetine kavuşur da yakınıp dövünmeye kalkanlar olursa o gene aynı karşılığı verirdi:

"Kabahat hapta değil. Suret-i istimali hatırda tutma­mışsınız efendim."

Bu yüzden birkaç kez başı derde girer gibi olmuştu. Kentte Ermeni doktor ve eczacılar bulunduğu halde, hasta bakımı henüz yasalarla onların tekeline verilmiş değildi. Bu sayede yakasını kanunun pençesinden kurtarabilmişti.

Musa efendinin iş ve aile hayatı arasında hemen hiçbir benzerlik yoktu. Dükkânında elinden gelse, uçan sineğin konacağı yeri bile kendisi kararlaştırmak ister, başı boş toz habbeciklerine bile sözünü geçirmeye uğraşırdı. Halbuki bütün çarşı esnafından sonra gittiği evinde, düşkün bir akra­bayı ziyarete gelmek zorunda kalan vezirler gibi bir kenara ilişiverir, hemen kalkıp gidecekmiş izlenimini verirdi. Tutu­munda da tamamen haklıydı. Çünkü karısı Zelluh teyzeyle, her açıdan zıt kardeşleri andırırlardı. İşin başında bir süre onu kendine uydurmaya çabalamıştı. Fakat yıllar boyu sü­rüp giden denemelerden sonra onu değiştirebilmenin, ken­dini değiştirmekten de zor olduğunu kavrayabilmişti. Bu yüzden kavga çıkarıp çekişmeye mizacı elverişli değildi. Çe­kişmeyi bilmez demek daha doğru olurdu. Sonunda uygun çözüm yolunu da bulmuştu. Camiye ancak bayramdan bay­rama gittiği halde hergün ezanla kalkıyor, karanlık basma­dan da eve dönmüyordu. Hiç değilse böylece Zelluh teyze­nin avlu köşelerine biriktirdiği zibil kümelerini, taşların üs­tünde uçuşan soğan kabuklarını görmek zorunda kalmıyor­du.

Zelluh teyze bir kere görünüşte ondan bambaşka bir yaratıktı. Açık yeşil gözleri, tombul-ablak yanaklarından gü­leçliğin ışıltısı hiç eksilmezdi. Her şeye hemen kahkahayı basarken dört köşe gövdesinin her yanından fırlayan yağ bi­rikintileri donmaya vakit bulamamış pelte gibi çalkanır du­rurdu. Altının çapma göre özel olarak yapılan kürsüsünü havuz başına çekip yemek hazırlığına girişince dünya göçse umurunda değildi. Soyduğu sebzelerin kabuğunu, sonra toplarım niyetiyle havuzun çevresine saçar, doğradığı et ve ciğerden kapmaya gelen kedileri kovalamaya üşenirdi. Ak­şam yatak sermeyi, sabah kalkınca toplamayı boşuna bir külfet saydığı için her şeyi olduğu gibi bırakırdı. Yukarıdaki tek göz odaya misafir almak zoru baş gösterirse kahkahayı basıp "Gel bacım şu döşekleri şöyle bükelim de yer açılsın" diye yardım isterdi.

Erinin tam tersine, Zelluh teyze yalnız duramazdı. İlle de çevresinde hikâye anlatacak, delişmenliklerine gülecek

bililerini arardı. Çıkmaya üşeniyorsa sağdaki, soldaki kom­şulara duvardan seslenir, ya da gidip kapı karşının tokmağı­nı tıkırdatırdı. Dolma doldurduğunu, çamaşır yıkadığını ile­ri süren çıkarsa "Kele al gel de havuzun başında beraber ya­pardık." derdi. Esasen dinleyici müşteri bulmak için fazla uğraşmasına da ihtiyacı yoktu. Çoğu zaman mahallenin gö­nül eğlendirmek, açık saçık hikâyeler dinleyip yalancıktan utanmış gözükmek isteyen genci, ihtiyarı evinin işini koltu­ğuna çalar onun havuzunun başını boylardı. Mahalledekilerden usandığı zamanlarda da çarşafı başına alıp uzakça ahbapların yolunu tutardı. Üç kızıyla bir oğlunun bir kısmı beşikte, bir kısmı eşikteyken bile ayağını evine bağlamak mümkün olmamıştı. Şimdiyse kızları gelin etmiş, oğlan da zaten elden avuçtan çıkmıştı. Huyları ve zevkleri hiçbir nok­tada birleşemeyen karı kocanın tek ortak dertleri vardı. O da Vehbi’ydi. Filezof-şair Vehbi gibi bilgili, ferasetli olsun diye Musa efendi ona bu adı takmıştı. Fakat oğlan tam an­lamıyla şalgam ektim, turp bitti olmuş, ne okumada ne de konduğu bir düzineye yakın sanatta dikiş tutturabilmişti. Şamara geldiği yaşta âşık, gülleden göz açamamıştı. Fakat şamarla çocuk adam etmenin felsefelerinde yeri yoktu. Ka­ranlık bastıktan hayli sonra içeri girdiği günlerde Musa efendi hayret dolu bakışlarını ona dikip başını iki yana salla­makla yetinirdi. Zelluh teyze de kahkahayı basıp "Ulan âşık­ların hepsini ütüldün mü?" demekten öteye gitmezdi. Şim­diyse güç yetecek hali kalmamış, bir de içkiye, kumara, esra­ra bulaşmıştı. Günlerce eve uğramıyor, geldiği günlerde de ecinlilerin bile ortadan çekildiği saatleri seçiyordu.

Öğle ezanlarına kadar horul horul uyuyor, gözlerini açınca da evin içini ana, avrat birbirine sokuyordu. Edepsiz­liğinin tek nedeni ihtiyarları yıldırıp üç, beş mecidiye daha koparmak, sonra da birkaç gün ortadan yok olmaktı. Musa efendi bunu çok iyi bildiği için şafakla evden sıvışırken, ke­sede ne varsa Zelluh teyzenin avucuna boşaltır "Allah alsın elimizden, Allah alsın" diye mırıldanarak uzaklaşırdı. Fakat galiba Allah’ın da başına pek böyle bir belâ almaya niyeti yoktu. Zelluh teyze de bıçağın iyice kemiğe dayandığı gün­lerde, yüzünün güleçliğini bozmadan yakmıyordu:

"Anam, şu kendinden reziline bir çatsa da sırtında sağ­lam kemik komasalar." derdi.

Gerçekten de teyzenin dileği Musa efendinin beddu­asından önce yerini buldu. Zilzurna sarhoşken, kendi gibi ipsizlerle aşık atarken ütülen Vehbi, hır çıkarmaya kalkmış­tı. Kendinden baskın olan ötekileri başına çullanmış, şu da sabaha kalsın dememişlerdi. İki kişinin koltuğunda eve geti­rilen ve yırtılıp morarmamış yanı kalmayan Vehbi saatler geçtiği halde adını bilecek durumda değildi.

Zelluh teyzenin önce analık damarı tutmuş "Aman töbe, keşke dilim tatulaydı da Allah’tan bunu dilemeseydim" diye dizini dövüp gözyaşı dökmüş, Musa efendiyse en güçlü merhemlerinden hazırlayıp yara berelerini tımara uğraşmış­tı. Her fırsatta "İnşallah bu belâdan ders alır da, akıllanır" diye umuyorlardı. Fakat Vehbi Azrail’in pençesinden yakayı kurtarır gibi olduğunu sezinler sezinlemez yeniden azıtmaya koyulmuştu. Yatağın içinde oturacak duruma gelmediği halde "Kız ana, bana bir bardak rakı bul. Yüreğim yanıyor" diye inlemeye başlıyordu. Dileği yerine gelmeyince de me­calsiz bir sesle din, iman döşeniyordu. Günler geçip topar­landıkça azıtıyor, anasının, babasının üstüne saldıracak gibi yataktan yekinmeye davranıyordu:

"Ulan ver bana şu bıçağı... îkinizi de şöyle bir doğrayım soğan gibi." diye haykırıyordu.

Bu tür sahneler arka arkaya yinelenince, ömründe ağ­zına içki koymamış olan Musa efendi sonunda gidip çolak Kirkor’un meyhanesinden bir yatık doldurup gelmek zorun­da kaldı. Artık "Aman dirilse de başımızdan yıkılıp gitse." diye dua etmeye koyuldular. Fakat kırığı, çıkığı olmadığı halde nedense Vehbi kendini bir türlü toparlıyamıyor, ana­sının koltuğuna girmeden aptest bozmaya bile gitmiyordu. Galiba babasının taşıdığı rakı yatıkları, anasının dizdiği me­zelerle her akşam hasta yatağında keyif çatmak hoşuna gidi­yordu.

Vehbi oğlanın önemli bir derdi daha vardı. Nefes bul­makta zorluk çekiyordu. Din, iman, ana, baba küfür ederek edepsizlenmekten ve rakı istemekten utanmıyordu. Fakat

nedense nefes tiryakisi de olduğunu evden bilmelerini iste­miyor, bir tür çekingenlik duyuyordu. Bunun yarattığı tedir­ginliği de olur olmaz nedenlerle ana, babasına edepsizlenerek ortaya vuruyordu. Getirilen suyu ılık buluyor "Elin kırıl­dı mı, kuyudan taze çeksene." diye tası anasının üstüne fırla­tıyordu.

Dertleşmek için havuz başında komşuların Zelluh tey­ze çevresinde toplanıp fısıldaşmaya başladıklarını sezer sez­mez "Kız ana" diye sesleniyor, anası duymazdan gelmeye kalkacak olsa, ya da biraz gecikse yaralı camızlar gibi böğürüp küfürler kusuyordu. Merdiven inip çıkmaktan, oğlanın keyfine hizmet etmekten Zelluh hatunun yanakları süzül­müş, rengi kaçmıştı. Ne çarşafı sırtına atıp komşuya gidebi­liyor, ne de görmeye gelenlere oğlan rahat veriyordu.

Gündüz çektikleri yetmiyormuşcasına uykularında da barıştan yoksundular. Yukardaki tek odada gece karanlığın­da kendisi debel debel yatağın içinde dönerken ana, babası­nın horultuyu basıp uyumalarını çekemiyor, bin tür neden bulup uyandırıyordu. Herkes dünya dertlerini unutmuş ho­rul horul uyurken Musa efendi kuyu dolabına yapışmak, Zelluh teyze ateşi canlandırıp "başına him taşı düşesicenin" dilediğini ısıtmakla uğraşıyordu.

Bu yüzden, şerrinden hiç değilse geceleri kurtuluruz umuduyla Zelluh teyze kiler gibi kullandıkları aşağıdaki gün görmez ait odayı silip süpürmüş, döşek ve yorganlarını ora­ya taşımıştı.

Buysa Musa efendiyi tüm tedirgin etmişti. Her sabah bir yanı tutulmuş, ya da sızım sızım sızıltılarla uyanıyor, dükkândan getirdiği yağ ve merhemleri ağrıyan yanlarına sı­vayıp duruyordu.

İnsanı tatlı canından bezdiren bu düzen bozukluğu bir rastlantıyla biraz yoluna girer gibi oldu. Vehbi’nin tersinin iyice dönük olduğu bir gündü. Akşama kadar anasına kan kusturup güleçliğini soldurmuş, akşam babası gelince de ona sataşmaya girişmişti:

"Ulan kuru deyyus, cihanın derdine çare bulursun. Ben haftalardır acıdan, ağrıdan yattığım yeri bilmezken tükürdü­

ğüm bıyığının bir teli kıpırdar mı?" diye böğürüyordu. Musa efendi bu sözlü saldırıları duymazlıktan gelmiş, alt odaya tı­kılarak kapıyı çevirmişti. Fakat yedi mahalle öteden duyu­lan haykırmaları kulağından uzat tutmak olanaksızdı. Lâhavle çekip birşeyler mırıldanarak içerde gidip gidip geli­yordu. Mutfakta, oğlanın gönlünün çektiği pirinçli böreği yetiştirmeye uğraşan Zelluh teyzenin bile sabrı tükenir gibi olmuştu. Yağ tavasını ateşten indirip alt odanın kapısını hı­şımla açtı:

"Bire dükkâna git de, şu yeri yanı yere gelesiceyi uyan­maz uykulara salacak birşey yap gel" diye söylendi. Musa efendi önce kapıyı çekip kızlarından birine gitmeyi ve geceyi orada geçirmeyi Jasarladı. Fakat damada ne diyecekti. Ne yapacağını kestiremeden şaşkın düşünürken Zelluh teyze, elinde fener gene içeri girdi:

"Karanlıkta olmaz dersen aha sana fener. Birşeyler ka­rıştır da getir." komutunu verdi. Musa efendi, fenerin kulpu elinde'bir süre daha şaşkın bakınıp durdu. Sonra ölçülü adımlarla pabucunu sürükleyip dükkânın yolunu tuttu.

Yarı açık kepengin arkasında, gaz lambasının soluk ışı­ğı altında kerevetine ilişip bir süre daha kaşlarını indirip kaldırarak düşündü. Sonunda davranıp raftan çektiği kutu­ların, lambanın soluk ışığında etiketlerini denetlemeye uğ­raştı. Önüne çektiği havanlardan birisine tutamla alıp duyar terazide tarttığı otlardan döküyor, ibriklerden aktardığı bir­kaç damla sıvıyla havanlayıp karıyordu. Eline aldığı "afyon" yazılı kutudan önce terazide biraz tartıp havana boşaltmıştı. Bir süre şakağını kaşıyarak düşündükten sonra, bir tutam daha alıp tartmadan havana atıvermişti. Yağını, balını, simid Ahmet ununu da katıp macunu iyice koyulaştırdıktan sonra avucunda yuvarlamaya koyuldu. Hapları yerleştirdiği kutuyu, cebine sokup evin yolunu tuttu.

Oğlana "Bir adet gözünü sabah uykusundan açınca, bir adet de yatacağın zaman." diye kullanış biçimini açıklamıştı. Vehbi de ilk gün onun sözünü tutmuştu. Fakat hapın tadı herhalde hoşuna gitmiş olmalıydı. Çünkü birkaç gün içinde "sureti istimali" unutmuş, her aklına geldikçe leblebi yer gibi

ağzına bir tane atmaya koyulmuştu. Babası buna telaşlanır gibi olmuştu. Ama sonuç ikisinin de yüzünü güldürecek ni­telikteydi. Oğlan gece gündüz demiyor horul horul uyuyor, batası haykırmaları da duyulmuyordu artık. Yalnız yeni bir sorun da ortaya çıkmıştı. Bir hafta dayanması gereken hap kutusu iki günde boşalıyor, oğlan da ayılır duruma gelip ku­tuyu boş bulunca bütün bütün kuduruyordu. Onun dükkân gelirini ziftlendiği yetmiyormuş gibi şimdi de dükkânda ne var ne yok yutup bitiriverecekti sanki. Musa efendi boşalan kutuları doldurmakta zorluk çekiyor, ne yapacağını kestiremiyordu. Utanmasa ve alışık olsa esnaftan borç isteyecekti. Borç yiğidin kamçısı derler amma Musa efendi bundan şey­tan gibi çekinirdi. Borçtan söz edene kaşlarını dikerek "Efendim insan ayağını yorganına göre uzatmalı. El kesesin­den geçinen adam, adam değildir." derdi. Sıkıntısını sezen Zelluh teyze, evlendikleri gün yüz görümlüğü diye boynuna takılan üç Hamit altınını sandığın dibinden çekip eline ver­mişti amma, para parayı çekmeyince ne kadar dayanabilirdi bu.

Musa efendinin yüzü daha da incelip uzamış, kaşlarının açısı alm derisinin izin verebildiği oranda daralıp gitmişti. Verilen siparişleri, yakınılan dertleri bir dinleyişte kavraya­mıyor "Ne buyuruldu efendim." diye yinelemek zorunda ka­lıyordu. Kutu, havan ve ibrikleriyle uğraşırken dudakları bi­teviye kıpırdıyor, her haliyle kafasının karışık düşüncelerle cebelleştiği seziliyordu. Herhalde yeni algıladığı bir tabiat sorunuyla ilgili olarak yeni bir kuram geliştirmeye uğraşı­yordu.

Kötürümleştiğinden, iki hamalın arada bir büyük bir zembil içine oturtarak tezgâhtaki misafir minderine yerleş­tirdiği eski dostu Müderris Abdullah efendiyle giriştiği soh­betlerden, bu yeni kuramın yönünü biraz olsun sezinlemek mümkündü:

"Efendim hayatı beşer hayır ve şer kuvvetlerinin sava­şından başka birşey değil. Bir bakarsın şer kuvvetleri zinciri koparıp ortaya dökülmüş... Her yanı kasıp kavuruyor. Hayır kuvvetleri korkup sinmiş, deliğine çekilmişe benziyor. Ama

efendim gazâ meydanı şerre bırakılmaz. Hayat cehennem olur. Yaşamanın tadı tuzu kalmaz. Hayır kuvvetleri toparla­nıp cihada girişmeli... Şerri yoketmeli."

Ağzından yıllardır şiddet, savaş konularında tek bir söz işitmediği bu yumuşak başlı, yumuşak dostunun savaş konu­suna neden merak sardığını Abdullah efendi bir türlü kestiremiyordu.

Vehbi bir akşam yemeğinden sonra kaptığı hap kutusu­nu da boşaltıp sızıvermişti. Kuşluğa kadar zıbarıp sesi çık­maz diye sevindiler. Fakat nasıl olduysa oğlan sabah horoz­ları ötmeden hoplayıp yatağın içine oturmuştu. Haykıra haykıra anasını uyandırıp kuyudan taze su istedi. Anasının elde tas kapıya dikildiğini farkedince hap kutusunu araştır­maya girişti.

Kapağı açıp içini boş bulunca sanki böğrüne bıçak sap­landı. Eline geçirdiğini kadının başına fırlatıyor "Tez o kuru deyyusu kaldır,.koşup hap yuvarlasın." diye tepiniyordu.

Çaresiz Musa efendi kalkıp giyindi. Feneri eline alıp dükkânın yolunu tuttu. Ölçüp tartmaya, havana koyup kar­maya girişti. Afyon kutusuna el atıp etiketi okumak için fe­nerin yanma sokuldu. Bir göz atınca teneke çerçeveli gözlü­ğün arkasından gözleri ayrılıp kaşları iyicfe dikleşti. Nasıl olup da eli aldanmış, yanlış kutu çekmişti. Onu yerine ko­yup ötekini almayı tasarlarken durakladı. Yaftaya doğru bir kez daha baktı. Ağzı hafifçe ayrılmış, şakakları hafifçe nemlenmişti. Nihayet kutuyu yarı yarıya yerine soktu. Doğrusu­nu arayıp buldu. Havana cömert bir afyon dozu boşalttıktan sonra karmaya koyuldu. Amma hareketlerinde bir kararsız­lık vardı. Eli de hafifçe titriyordu. Bir ara havan elini bıra­kıp doğruldu. Uzun uzun yarı yarıya yerine sokulmuş kutu­ya dalıp gitti. Gözleri küçülmüş, lambanın soluk ışığında uyurgezer olmuştu sanki. Sağ eli ürkek, yarı çıkık kutuya uzandı. Sonra dokunmadan yanma sarktı. Hafif hafif şaka­ğını kaşıdı. Nihayet kararını vermişçesine hızla uzanıp kutu­yu yerinden çekti. Havanın yanma yerleştirdi. Titremesi ar­tan elleriyle kapağı açmakta zorluk çekiyordu. Kaşığın bur­

nuyla aldığı tozu havana boşalttı. Karıştırdı. Hapları yuvar­layıp kutuya yerleştirince, ibrikten su döküp elini iyice sa­bunladı. Herkes sabah namazı için caminin yolunu tutarken Musa efendi hırsızlıktan geliyormuşcasına telâşlı, kepengi indirip, arka yollardan evin yolunu tuttu.

Afyonu patlayan Vehbi saatlerdir anasını inletip duru­yordu. Belki on kez olur olmaz buyruklarla onu merdiven­lerden indirip çıkarmış, tık nefes bırakmıştı. Zelluh hatunun uzattığı kutuyu kaparcasına almış, kapağı açıp avucuna üç hap yerleştirmiş, onları ağzına attıktan sonra tası başına dikmişti. Kısa bir süre uyuşup sızdı. Fakat çok geçmeden karnını pençeleyerek oturdu:

"Aman karnım yanıyor... Kuru keşiş ne yutturdun ba­na?" diye inlemeye koyuldu. Saatlerdir sürüp giden edepsiz­liğin üstüne bu haykırıp inlemeler Zelluh hatuna olağandışı gelmemişti. Yorgunluktan dizleri titriyor, yorganı başından aşırıp, işitmemeye çalışıyordu. Neyse haykırmalar iniltiye dönüşmüş, sonunda da sesi kesilip zıbarmıştı.

Musa efendi hap kutusunu karısına uzattıktan sonra hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip gitmişti. Saatlerce ıssız sokaklarda dolaştıktan sonra yüzünde her zamanki barış ve sükûnet maskesiyle işinin başına oturmuştu.

Vehbi’nin mosmor morarıp sesinin kesildiği haberini komşunun oğlu Ökkeş getirmişti. Musa efendi pek şaşırmış ya da üzülmüş gözükmedi. Baş sağlığı dileyen çarşı komşu­larının yardımıyla dükkânı kapadı.

Ertesi gün cenazenin hazırlanmasını, komşusu kebapçı şaşı Hamid’in evinin avlusunda bir köşeye ilişmiş bekliyor­du. Çarşı ve mahalle komşularından tabuta omuz vermeye gelenler baş sağlığı diliyor, teselli sözleri mırıldanıyorlardı. Musa efendi söylenenleri sessiz, başını sallayarak dinliyor­du. Yalnız yüzünü dikkatle izleyenler soluk benzinde alışık olmadıkları, hafif bir gülücüğe benzeyen bir ışıltı farkedebilirdi. Kim bilir belki de Musa efendi kendini saldırgan şer kuvvetlerine karşı savaşan hayır ordusunun komutanı gibi hissediyordu.

İMAM BABA

Uzunçarşı’nın, kuşkusuz en renkli ve ilginç kişisiydi biz çocuklar için. Bu gerçek de yalnızca filizlenen kuşak için geçerli değildi. Çarşı’nm en varlıklı, itibarlı tüccar ve eşrafından tutun da, elden ağıza yaşayan yoksul esnafı bi­le ona karşı saygı ve çekingenlik duyar, bir dileğini iki etme­meye çalışırlardı.

Yılın dört mevsiminde de helvacı Said’in dükkânıyla, burcu burcu taze çörek ve simit kokan kahveci fırınının ke­penkleri arasındaki daracık boşlukta tünerdi. Yaşamı bo­yunca berber makası, ya da sabun ve su yüzü görmemiş kir­li, rengi belirsiz uzun saçları omuzlarına dökülürdü. Başını çevreliyen bu kıl bolluğuna karşın, kirli, esmer, avurtları çö­kük ince yüzünde tek bir tel bile yoktu. En anlamlı organı iri, siyah gözleriydi. Aklan sapsan olduğu halde, bizim göre­mediğimiz başka ve daha renkli bir âlemi seyreden bakışları büyüleyiciydi. Tırnak araları kirle dolu, sıska, uzun parmaklı ellerinden ancak uyuduğu zaman bıraktığı esrar nargilesin­den derin nefesler çektiği zaman göz kapakları inip bu es­rarlı bakışı perdelerdi... O zamanlar tabutundan çıkarılıp, bağdaş kurdurularak iki dükkân arasındaki taş duvara da­yanmış, suyu çekik Mısır mumyalarını andırırdı.

Biz çocuklar onun bu cezbe anını yakalamaya özenirdik. Tüneğinin tam karşısındaki yokuşun ağzında, mevsimi­ne göre bazan mısır koçanı, bazan yarı yenik bir hıyar par­

çasıyla nargilesini nişan alırdık. Hedefini buh r çevresi­ne düşen atışlar ancak, yanı başında pinekby^n çarşı köpek­lerini hafifçe tedirgin ederdi. Ama atış başarılı olunca, zem­bereği boşalan oyuncaklar gibi fırlayıp dizlerinin üstüne di­kilir, alabildiğine ayrılmış iki siyah projektörü öfkeyle yönü­müze çevirir, yırtık yamalı giysileri arasından kaburga ke­mikleri sayılan kavruk göğsü demirci körüğü gibi şişip sö­nerdi. Her kez ince, soluk dudaklarından yüzümüze doğru "Şeddadini" diye bir küfür tükürürdü. Ne anlama geldiğini hiçbirimiz kestiremezdik. Fakat küfür ya da beddua oldu­ğundan emindik ve bizi çarpması olanağından da irkilirdik.

O böylece öfkesini boşalttıktan sonra gene bağdaşını kurar, marpucunu ince dudakları arasına sokup çekiştirme­ye koyulurdu.

Ama çevresindeki esnaf, tehlike alarmı verilmişçesine dükkânlarından fırlar, eline geçirdikleri oklava, çekiç ya da bir odun parçasını sallıyarak bizi yokuş yukarı bir süre kova­lardı. Onlara göre İmam Baha’yı kızdırmak cami duvarına işemek gibi birşeydi. Çünkü Baba, fırsat buldukça sataşıla­cak, sıradan bir esrarkeş değildi. Dilediğini bolluk ve mutlu­luğa eriştiren, dilediğini aç, kötürüm süründürebilen insa­nüstü bir varlıktı. Bolluğu, kıtlığı, savaş ve salgınları herkes­ten önce sezinler, kolayca anlaşılamayan peltek ve çarpık sözcüklerle çok önceden haber verirdi.

Sabah namazından sonra kepenkler birer, ikişer açıl­maya, yatsı ezanından beri Baha’yla birlikte koyun koyuna uykuya dalmış olan çarşı canlanıp kapırdamaya koyulunca tezgâhının arkasına geçen herkes siftah için Baha’nın içine büzüldüğü ve omuzundan hiç düşmeyen çirkef renkli yorga­nın içinde kıpırdamasını beklerdi.

O yumulduğu yerde doğrulup bir elinde esrar nargilesi, omuzundaki yorganın ucu yerleri süpürerek camiin yolunu tutunca, siftahını sağlamak için yolunu kesmenin, minnet edip yalvarmanın sonuç vermiyeceğini herkes bilirdi. Bakış­ları kara kaldırım taşlarına dikilmiş, çıplak ayaklarıyle han­gisine basmanın uygun düşeceğinden başka tasası yokmuş­çasına, peşini bırakmıyan birkaç çarşı itiyle birlikte câmi av­

lusunun merdivenlerini iner ve apteshanelerden birine da­lardı. Oradaki işi bitince gene olağan donatımıyla havuz ba­şına gelir, nargilesinin sararmış suyunu boşaltıp bit iki çal­kalar ve sıvısını tazelerdi. Bu işlem süresinde suyun parmak uçlarından ötesine sıvaşmamasına özenirdi. îşi bitince gene aynı hesaplı ve nazik adımlarla çarşıya döner, tezgâhlarda sergilenen her tür yiyeceği, bin bir nimetle donanmış saray sofrasının hangisinden başlasam diye gözden geçiren tok bir sultan gibi incelemeye koyulurdu. Gerçekte yiyecek tutkusu hem nicelik hem de nitelik açısından çok sınırlıydı. Günde iki övün çarşıdaki üç fırından birine iltifata karar verir, pişi­ricinin fırından yeni çekip tezgâhın üstüne fırlattığı açma pi­delerden iki tane seçerdi. İkisi de fazla gevrememiş olmalıy­dı. Çünkü gevrek pide hem dürüme elverişli değildi, hem de peşinden ayrılmayan itlerinin damağına batardı. Pidelerden birini koltuğuna sıkıştırır, ötekini can yoldaşlarına doğrayıp fırlatırdı. Onların itişip biri biri üzerinden atlıyarak ekmek parçalarını havada yakalamaya uğraşmaları sanki keyiflendirirdi onu. Sıska kirli suratında ve iri siyah gözlerinde gülü­cüğe benziyen donuk ışıltılar belirirdi. O böyle eğlenirken, terazinin gerisindeki minderi üzerinde dizlerine dikilen dükkân sahibi, umulmadık bir sadakaya konan Medine fıkaraları gibi Baha’ya bin bir minnet sözcüğü döker dururdu.

Köpeklerini besledikten sonra Baba, mevsimine ve keyfine göre öteki dükkânlardan birine yönelirdi. Bazan helvacı Said’in mermer tezgâhının gerisine geçer, saldırmayı andıran iri helvacı bıçaklarından biriyle tahan helvası külçe­sinden iri bir dilim keserek pidesinin içine dürüm ederdi. Bazan da onu Güllü’nün dükkânından yayılan ve sindirim salgılarını hızlandıran kebap kokusu çekerdi. Dilediğini ıs­marlamak adeti değildi. Sanki yeryüzünde kendinden başka canh yokmuşçasına tasasız ve gevşek ocak başında şiş çevi­ren kalfanın yanına sokulur, gözüne kestirdiği tek bir şiş kıyma kebabını, pişkinlik durumuna aldırış etmeden ekme­ğinin arasına çekip boş şişi ocağın kenarına bırakırdı. "Baba şuradan iki dilim de baklava buyur" diye zorlamanın yararı yoktu. İçi çektiyse, kirli parmaklarını baklava tepsisine dal­

dırırdı. O gün tatlı damarı üstünde değilse yalvarıp yakarma fayda etmezdi. Söylenenleri hiç duymuyormuşcasına dürümünden ufacık ısırıklar alarak uzaklaşırdı.

Yaz sıcakları bastırıp çarşının üstünü örten kamış ha­sırların seyrek dokuları arasından sızan sıcak ışın hortumcukları içinde oynaşan toz habbecikleri belirmeye başlayın­ca Baha’nın iştihası da yön değiştirirdi. O aylarda daha çok çarşının öbür yanındaki manav dükkânlarına onur verir, ka­tığını domates mahraları, hıyar ve yeşil biber höyükleri ara­sından seçerdi. Nedense hiçbir mevsimde, biz çocukları, gözlerinde aç ışıltılarla iri iri yutkunduran simitçi fırınına gönül indirmezdi. Fırıncı Sâkıp’ın hatırını da, havaya damar damar güz ayazı düşmeye başladığı zaman paslı mangalına fırından bir kürek kor attırarak alırdı. Kendi kutsal elleriyle yapmadığı tek iş de buydu. Onun kapısına yöneldiğini farkeden Sâkıp terazinin gerisinden fırlar, pişiriciyi bir yana ite­rek, uzun saplı ateş küreğini fırının sağ yanındaki kor yığını­nın altına sürer ve Baha’nın mangalına boşaltırdı.

Baba yalnız çarşının mor, kırmızı, yeşil, sarı meyve ve sebze yığınlarıyle donandığı ve iri sineklerin vızıltılarının arı kovanına çevirdiği bu sıcak aylarda bazan gönlünün çektiği­ni alıp yemekte ufak tefek geçici zorluklarla karşılaşırdı. O günlerde hamama giden ev horantasını, ya da birden bastı­ran yiyici konukları ağırlamak için lahmacun yaptıranlar ço­ğalırdı. Bu işi evin yetişkin erkeği üstüne almışsa Baba için sorun yoktu. Çünkü onlar da çarşı esnafı kadar kendisini sa­yar, çekinirlerdi. Fakat kebapçıda bol domates, yeşil biber ve maydanozla lahmacunluk kıymayı tepsiyle firma getiren, dünyanın kaç köşe olduğunu henüz öğrenmemiş cahal bir yeniyetmeyse sorun çıkabilirdi. Fırından cızırdıyarak çeki­len lahmacunlar serinlesin diye kepengin üstüne serilmeye ve çevreye sarımsaklı yoğun bir pişkin et kokusu yayılmaya başlayınca Baha’nın marpucu ağzından çekip ekmekçi İbra­him efendinin fırınına edalı adımlarla ilerlediği olurdu. Gel­diğini farkeden İbrahim efendinin yüzü umutla ışıldardı. Fakat, "ulan eti çaldırma, fırıncı çıraklarına kaptırma" diye kulağı bükülen yeniyetme, serinleyen lahmacun dizilerine

uzanan kirli ele çaylak gibi atılmaya kalkınca curcuna ko­pardı. Genç, henüz tonu oturuşmamış çatlak sesiyle harla­yıp gürlemeye kalkarsa İbrahim efendi tezgâhdan ekmek çektiği ucu çivili, uzun değneği bu saygısıza doğru sallar, "Sus ulan.. Dokunma Baha’ya.. Aldığını hamur ve pişirme hakkından düşerim." diye onu sindirmeye uğraşırdı. Babay­sa ne oğlanın yırtınmalarına, ne de fırıncının koruyucu ara­cılığına aldırış ederdi. Lahmacunun birini çevresindeki itle­rine-doğrar, İkincisini de sanki, hatır için yiyormuşcasına ufak ufak dişlerdi.

Çarşı esnafı, aman tezgâhımızdan birşey ahp ağzına at­sın diye gözünün içine bakardı. Bütün insancıl tutku ve ihti­yaçların üstüne yükselen yaşamında besin ancak gerekler zorlayınca hatıra gelebilen önemsiz bir yüktü. İhtiras düze­yinde tek bir bağlılığı vardı onun: Esrar!.. Nargilesinin dile­diği zaman tütmesi, gece gündüz tünediği, karataşla kaplı dükkân aralığından başka mülkü olmadığı için kenevirini kendisi yetiştirip bu konuda bağımsızlığa kavuşamıyordu. Dumanı ancak para karşılığında Tabakhane çevresinde iş gören kaçakçılardan sağhyabilirdi. Para kazanabilecek bir zanaatı da yoktu. Hamallık etmeye yeltense de, kemikleri sayılan kavruk gövdesiyle ufak bir üzüm küfesini bile yokuş başına çıkaramazdı. Bereket versin bütün esnaf onun bu derdini de bilirdi. Yiyecekte olduğu gibi para için de kimse­ye el açmayı onuruna yediremezdi. Çarşının bütün para çekmeceleri ve kasaları onun emrindeydi. Etiyle, yırtık, hiç sabun, su yüzü görmemiş gömleği arasında sakladığı esrar kesesinin dibi gözükmeye başlayınca nargilesini helvacı Said’in kepengi altına emanet eder ve yekinirdi. O gün hayır ve berekete boğmayı kararlaştırdığı dükkân ya da han oda­sına dalar, para çekmecesi ya da kasanın önüne dikilirdi. Anahtar üstündeyse sorgu sual etmeden çekmeceyi çeker gümüş bozukluklar arasından bazan iki ellilik, bazan iki yüzlük seçerdi. Önünde altın da yığılı olsa bundan fazlasına dokunmazdı.

Sonra çekmeceyi iter, itleri peşinde, yorganın ucu taşla­rı süpürerek Keçehane yokuşunu tutardı.

Kendi eliyle açmayı beceremediği yer çarşı ağası Nuri efendinin şifreli kasasıydı. Ama bu nedenle babanın kısme­tini başka yerde araması gerekmezdi. Onun nazlı bir Van kedisi gibi ağır ve ölçülü adımlarla Yenihan’ın kapı aralığın­dan girdiğini farkeden Nuri efendi, kent ünlüleri için bile küpeştesinin bir yanını hafifçe kıpırdatarak selâmlayan am­barcı zengin, kerevet minderini örten acem halısından kuş gibi fırlardı. Daha Baba odasının eşiğinden adımını atmaya fırsat bulamadan, sadakor entarisinin cebinden anahtar des­tesini çeker, şifreyi çevirip kasanın kapısını arkasına dayar­dı.

Çarşıda Baha’ya en çok önem veren ve ilgilenen oydu. Sanki onun bütün insanüstü sezgi ve yeteneklerinin ürünle­rini tekeline almaya uğraşan bir tutum içindeydi. Onun bil­diğini okuyacağından emin olduğu halde her gelişinde yanı başına dikilir, ince kemikli parmaklarını bozukluk tasından geride altın ve mecidiye dizilerinin sıralandığı yöne doğru itelerdi. Onun bu zorlamalarına karşı direnmiyen evliya mumyası bu dizilere dokunmakla yetinir, sonunda da gene tasarladığı bozukluğu alıp giderdi.

Çarşı Ağasının ona bu denli önem verişi boşuna değil­di. Varlığının önemli bir kesimini Baha’ya borçlu olduğunu bütün çarşı biliyordu. Ürünlerin pazara döküldüğü en ucuz günlerde tahıl, kuru üzüm, fıstık alıp ambarlıyan, sonra da fiyatlar yeterince kıpırdayınca elden çıkaran Nuri efendi, onun kerametine çarpmadan önce de varlıklı bir adamdı. Ama faizli borç arayan köylü ve esnafın ilk düşündüğü para babası durumuna gelişi onun yüzündendi.

Bilmiyenlere herkesin anlattığına göre Büyük Kardan önceki yıllardan birinde fıstık bol olmuştu. Balkan savaşı yüzünden ambarcılar ellerindekini dış ülkelere göndereme­mişlerdi. Biteviye hancılara ambar kirası ödemekten kurtul­mak için fıstığı yakıt olarak fırıncılara satanlar bile çıkmıştı. Bu ürünün alım satımıyla uğraşanların ağzını bıçak açmı­yordu. Ellerindeki mala tahıl kadar bile para veren yoktu.

Nasıl olduysa ertesi yıl da fıstıklar kudurmuştu sanki. Dört yana soluk yeşil şemsiye gibi açılan dallar, mor fıstık

salkımlarının ağırlığından nerdeyse kızıl toprağı süpürür ol­muştu. Dökülen burnu çatlak olgun ürünler ağaç altlarını halı gibi kaplıyordu.

Ama olağan yıllarda mülk sahiplerinin, köylü ve am­barcıların yüzlerinde ışıl ışıl gülücükler yakan bu bolluk kar­şısında herkes dertlenip kara kara düşünmekten başka bir­şey yapamıyordu. Mülk sahipleri ve ortakçı köylüler üzgün­dü. Çünkü fıstığı toplatsalar, satışın işçi parasını çıkaracağı­nı bile ummuyorlardı. Ellerinde bir yıl öncesinden tonlarla kuru fıstık kalan ambarcılar da, kursağı şişkin Buğdaypazarı kumruları gibi tısırlaşıp duruyordu. Çünkü bu bolluk, elle­rindeki eski malın biraz olsun fiyat koyabilmesi olanağını yok ediyordu. Pazarlarda sergilerden yeni kaldırılmış fıstık çuvallarını görenler, insafsız bir alacaklıyla burun buruna gelmişçesine kelleyi yere dikip yan çiziyordu.

Nuri efendiyle birlikte herkesin böyle tasaya boğulduğu sırada birgün Baba yorgan omuzda Çarşı Ağasının kapı eşi­ğinde gözükmüştü. Nuri efendi tılsım tüm bozulur ve işler daha da kötüye gidebilir endişesiyle isteksiz yerinden davra­nıp kasanın kapağını açmıştı. Baba bozukluk tasından aldığı yüzlüğü, kirli, ince parmaklarının arasında evirip çeviriyor nedense hemen çekip gitmek istemiyordu. Parmağı arasın­daki bozukluğa dikilip kalmış sanılan iri, siyah gözler Nuri efendinin yüzüne doğru dönmüştü. Sanki görmeden bakan, fakat nedense iliklere bile işlediği sanılan bu bakışlar am­barcıyı hafifçe ürpertmiş, elinin üstündeki kıllar, yüzündeki sakal uçları dimdik oluvermişti. Baba sessiz onu bir süre süzmüş, sonra esrar dumanından boğuklaşmış bir sesle mırıldanmıştı:

"Fıstık al fıstık."

Nuri efendi yeterince anladığı bu sözlerden şaşırıp donmuştu sanki. Kulaklarına inanamıyor, "Ne dedin Baba, ne dedin?" diye kekeliyerek onu üsteliyordu. Ama Baba bir söylediğini ikileyenlerden değildi. Yeryüzünde kendinden başka canlı yokmuşçasına parmak uçlarına basarak Keçehane yokuşunu tutmuştu bile.

O gün Nuri efendinin kafası çıfıt çarşısı kesilmişti san­ki. Acem halısı üstünde biteviye dibinin sağ diliminden sol dilimine yükleniyor, özgürlüğüne kavuşan yanı nefes almaya fırsat bulamadan yeniden dayanağını değiştiriyordu. Elinde­ki kehribar teşbih durmadan dolap beygiri gibi dönüyor, cigarasmdan çektiği her nefes çifte dert hortumu gibi burun deliklerinden fışkırıyordu.

Baba "Fıstık al fıstık" demişti. Herkes fıstıktan Azrail gibi kaçıyordu. Onu dinleyip bir alıma girişse bütün anbarcılar "Herif aklını hoplatmış." diye ağzını bırakıp ardıyla gü­lerdi. Ama Baha’ya aldırmamak da olamazdı. Adam Balkan Savaşını bir yıl öncesinden "Durun hele kıran kırana" diye haber vermemiş miydi?

O akşam Nuri efendi evinde de ne yediğini bilememiş, avrat, uşak kırıp geçirmiş, şafak sökünceye dek yorganın al­tında debelenip durmuştu. Düşünde, o akı sararmış iki kara ışık tepsi gibi büyüye büyüye üstüne geliyor, sözünü tutmaz­sa başına gelecekleri anıştırmak istiyordu sanki. Kaç kez al­nından, göğsünden leblebi tanesi gibi yuvarlanan ter seliyle uyanıp yerinden fırlamıştı. Sonunda uykuyla cebelleşmeden vazgeçip mermer avlunun ortasındaki havuzun başına inip, güz ayazında aptestini almış, bir cigara yakarak ilk ezanı beklemeye koyulmuştu. Son rekâtı da kılıp hergünkünden daha güçlü bir sesle "esselâmu aleyküm ve rahmetullahı" çe­kerek seccadenin kulağını kıvırmıştı. Orada, Tanrı’nm kar­şısında sorunu kafasında birkaç kez daha evirip çevirdikten sonra karar verenlerin kesin hareketleriyle yerinden yekinip handaki odasının yolunu tutmuştu.

O sabah erkenden Nuri efendi en güvendiği pazarcıla­rını başına topladı. Uykudan payını alamayan atbaşı uzun ve solgun yüzünde esrarlı işler peşinde olanların hileciliği sezinleniyordu. Bir el işaretiyle adamlarını kerevet çevresi­ne topladı. Etrafa başka dinliyen var mı gibilerden kuşkulu bir bakış fırlattıktan sonra, kısık sesle komutunu fısıldadı:

"Fıstık alınacak... Ama kimin aldığını kimse bilmiyecek... Soranlara, hiç canım fırıncılar için, odundan ucuz, de­necek... Piyasayı kızıştırıp fiyatları körüklemek yok... İstek­

siz, seyrek sepenek alınacak... Bizim handan başka hanlarda ambar edilecek. Adımı yayan bir daha bu eşikten içeri gir­mesin. Anlaşıldı mı?"

Onu izliyen günlerde pazar yerlerindeki fıstık çuvalları­na avuçlarını daldırıp aldıkları parçada fıstıkları sayan alıcı­lar belirmeye başladı. Sezdirmeden, sızdırmadan gelen fıs­tıklar toplanıyor, kentin dört köşesindeki dağınık hanlara ambar ediliyordu. İstanbul’un her yanı şaşkın perişan Bal­kan göçmenleri ve bozgun’ asker taburlarıyla dolup taşarken Nuri efendi de han odalarını habire yeni ürün, eski ürün fıs­tıkla doldurup duruyordu. Eli nakit kesesinin dibini bulun­ca, ev horantasının avadanlıklarını rehine koydurmuş, hatta el altından borç para toplatmıştı.

Bu kentte yerin kulakları her yerdekinden daha keskin­di. Nuri efendinin varını yoğunu fıstığa bağladığım duyanlar aklını hoplattı sanmıştı önce. Sonra bu işin içinde her hal bir iş var, o at suratlı herif öyle pulunu sokağa savuranlar­dan değil, diye düşünenler de olmuştu. Ama bu ötesi karan­lık ve tehlikeli işte onunla aşık atmaya davranan pek çıkma­mıştı.

Derken kış içinde piyasa kıpırdamaya başlamıştı. Halep ve Beyrut’daki Ermeni ihracatçılardan piyasa durumunu kolaçan eden mektuplar geliyordu. Çok geçmeden bunları sipariş mektupları izlemişti. Han avlularında tutulan kervan yükleri arasında fıstık çuvallarının oranı her geçen gün biraz daha artıyordu. Kızışan alım yüzünden fiyat barometresi de biteviye yükseliyordu. Bahar güneşinin kış ayazını yumuşat­maya başladığı sırada Nuri efendi artık fıstığı aldığının on katma yüklüyordu.

Arka arkaya akan banka havalelerini çekmeye yetişemiyordu. Handaki kasada altın, mecidiye dizilerine yer kal­mamıştı. Orası dolunca sıra evdeki kilitli dolaplara geldi. Çarşıdan geçerken herkes ona haset yanan gözlerle bakıyor, kentin rakipsiz Yahudi banka müdürü bile onu kapılara ka­dar geçirmek zorunluğunu duyuyordu. Onun tutumuna da iyice kasıntı gelmişti. Uzun suratlı, dal fesli başını daha da arkaya atarak sanki herkese tepeden bakıyordu. Her adım-

da kandilli selâmlar sarkıtan tanıdıkların saygı gösterilerine, yüzünden sinek koyarcasına baştan savma karşılık verip ge­çiyor, öyle eskisi gibi yolda önüne gelenle dikilip yarenlik etmiyordu.

Buna karşın Baba’ya olan saygı ve ilgisi göze batacak kadar yoğunlaşmıştı. Her sabah önünden geçerken hal hatır sormaya özen gösteriyordu. Baba da çoğunlukla marpucunu dudakları arasından çekmeden hafifçe başını sallamakla ye­tiniyordu. Nuri efendi birkaç kez onu evinin selâmlığına gö­türüp yerleştirmeye bile uğraştı. Her ihtiyacını dilediğinden daha iyi karşılayacaktı. Fakat her seferinde Baba, başını yok anlamında geriye atıp sıska, kirli parmaklarını göğsüne bas­tırmakla yetiniyordu.

O güz ayaz erken bastırmıştı. Helvacı Said camekânlarını vakitsiz taktırmak zorunda kalmış, fırınlardan bir kürek kor koparmaya gelen dükkân çırakları nerdeyse kuyruklar yapıyordu. Ekmeğinin arasına bir dilim tahin helvası kes­mek için girdiği Said’in dükkânında Baba, biteviye ellerini mangaldaki ateşe gösterip ısınmaya uğraşan ustaya bakmış, başını iki yana sallamıştı. Nafakasını alıp çıkarken de renk­siz, ince dudaklarının kenarından "Durun hele durun... he­piniz donacaksınız." diye mınldanmıştı. Helvacı Said de onun ne soğuktan, ne açlıktan etkilenmez duygusu veren kavruk gövdesine bakıp içinden "Baba benimle mazzah ge­çiyor." diye düşünmüştü.

Halbuki onun mırıldandıkları bir iki ay sonra bastıra­cak büyük karın habercisiydi. Yarım yüzyıl sonra bile o gün­leri yaşayanlar, karların altından tünel açarak konu komşu­ya gidebildiklerini anlatır dururlar. Bugün bile, doğum tari­hinin "Büyük kar" olduğunu söyleyen yaşlılara rastlanır.

O kış çarşının gölgelik hasırlarını tutan çatma direkler karın ağırlığını çekemeyip yer yer çökmüştü. Çarşı esnafının çoğu kepenklerini haftalardır açamamıştı. Fırıncılardan an­cak bir ikisi, o da gün aşırı, bütün kışlık giysilerine sarınıp yalnız gözleri meydanda, arada bir gelip fakir fukaranın ek­meğini yetiştirmeye uğraşıyordu. Tabiî bu ak afet çoğu kim­seye Baha’yı da unutturmuştu. Onun birkaç gündür kirli

yorganına bürünüp çevresine büzüşen aç çarşı itlerinin ara­sında inliyerek yattığını ilk farkeden gene helvacı Said ol­muştu. Kahn yün elliğini çıkarıp yorganının ucunu araştırır­ken parmak uçlarının dokunduğu soluk yüzün kor parçası gibi yandığını farketmişti.

Haber Nuri efendiye de çok geçmeden ulaştı. Hemen iki adam yollatıp onu salla sırt selamlığa getirtti. Kirine ve kokusuna bakmadan altına çifte döşek serdirdi. Üstüne at­las yorganlar örttürdü. Elleri kazma kürekli bir manga gön­derip doktor Hoseb’i getirtti. Bu sıcak ilgi ve bakım sonucu Baba kefeni yırtabildi. Göğsündeki hırıltı ve öksürük hafif­lemeye yüz tuttu. Onu birgün bitik, yatağın ortasına bağdaş kurmuş bulan Nuri efendi, tek evlâdı Azrail’in pençesinden kurtulmuşçasma sevinmişti. Derdini ve tutkusunu iyi bildiği için el altından esrar buldurmuş, selâmlığın kristal nargilele­rinden birini de emrine vermişti. Biraz toparlanınca onu yı­kattırıp yeni giysilerle de donatmıştı...

Her öğün tepsi, türlü tefarik yemeklerle donanıp Ba­ha’nın önüne geliyordu. Ama o bir iki lokma alıp sofradan çekiliyor, sanki elindeki ekmek parçasını doğramak için itle­rini arıyordu.

Soğuklar kırılıp karlar eriyince Baba epeyce toparlan­mış gibiydi. Fakat dizine derman gelip kendi başına dolaşa­bilir duruma girdikçe de tedirginliği artıyordu. Bir sabah gitmeye davrandığını haber verdiler. Nuri efendi koşup gel­di. Elini bırakıp ayağına düştü:

"Etme Baba... Daha iyi olmadın... Otur şurda." diye yal­vardı. Fakat Baha’nın ağzından "Nargilem, yorganım"dan başka söz çıkmıyordu. Onun dileklerine karşı gelmenin te­kin olmadığını bilen Nuri efendi boyun eğmek zorunda kal­dı. Yorganı omuzunda, nargilesi elinde selâmlık kapısından çıkışını görenler nerdeyse, yüzünde tutuklu evinden salman kürek mahkûmlarının mutluluğunu okuyabilirdi.

Baba seferberlik davullarının çalışını, fırın tezgâhların­daki ekmeklerin benzinin kararıp altın fiyatlarına çıkışını kı­lı kıpırdamadan hep tüneğinden izledi. Künyesi çıkıp silâh altına giden esnafın kepenkleri kapanıyor, çarşı nerdeyse "Büyük kar"daki gibi ıssızlaşıp yoksullaşıyordu.

Derken Suriye cephesinde bozgun başladı. Önce giysi­leri boz, kafaları taslı Alman subayları, otomobil denen at­sız, eşeksiz arabalarıyla homurdayarak Maraş yolunun toz bulutları içinde kaybolup gittiler. Sonra postalları delik, üni­formaları yırtılmış, açlıktan avurtları çökük, bizimkilerden sırtına hançer, ya da göğsüne gâvur kurşunu yemiyenler sö­kün etti.

Onların tozu yatışmadan da İngiliz gâvuru çıkageldi. Bayram alayı gibi çeşitliydi bunlar. Sarıklı, sakalı çenesinde topuzlanan Hintililer, avrat gibi eteklik giyen İskoçlar, sırık gibi ince uzun saf kan İngilizler kente girdikleri gün dışarı çıkma yasağı konmuştu. Çarşı’nm iki başına dikilen zırhlı araçların çevresinde frenk askerleri nöbet tutuyor, kuş uçur­muyorlardı. Onlar bile, çevrfesine büzülmüş itlerin ortasında kara gözlerini ayırmış kendilerini seyreden bu garip yaratığa dokunamadılar. Belki yerli Ermeni tercüman onun kimliği­ni anlatmıştı. Fakat herkes Baha’nın başka bir dünyaya ba­kan esrarlı, kara bakışlarının gâvuru bile ürküttüğü karaşın­daydılar.

İngiliz gâvuru çok kalmadı. Nedense birkaç ay içinde toparlanıp gittiler. Ama giderken yerlerini fesleri püskülsüz Tunuslu, gulyabani gibi kapkara Gobi askerlerine bıraktılar. Fransız gâvuru ötekiler gibi sert ve keskin değildi. Meydan­larda davul, borazan çaldırıp kentliyle iyi geçinmeye uğraşı­yorlardı. Ne var ki bu barış havası uzun sürmedi. Önce Çarşı’nın öteki ucundaki Kazancıpazarınm arka yamacında otu­ran Ermeni bakırcılar, gece karanlığında yükte hafif, paha­da ağır neleri varsa sırtlayıp kentin öbür ucundaki Ermeni mahallesine göçe kalkmışlardı. Derken bizimkiler varını yo­ğunu verip silâh almaya, gizli toplantılar yapıp çete kurmaya girişmişti. Çok geçmeden Çınarlı’nın karşısındaki Ermeni evlerinin duvarlarında açılan mazgallarla bizimkiler çatış­maya girişti. Savaşın ilk ayları Çarşı’nm yaşamasını o kadar etkilememişti. Sadece kaçkaçm başlamasında, kalabalık bir ölçüde seyrekleşmişti. İşin kurşunla bitmiyeceğini anlıyan Fransızlar çevredeki tepelere top bataryalarını dizip kente ver gitsin etmeye koyulunca işin rengi değişti. Dükkânlarda,

hanlarda nerdeyse kimse kalmamıştı. Zaten hanlardan bir kesimi çete karargâhı yapılmış, Millet hanı da savaş suçlula­rıyla, gömüsünün yerini haber vermeyen varlıklıların doldu­rulduğu tutukluevine dönüşmüştü.

İşlerin böyle gidişi elbette Baha’yı da etkileyecekti. Çarşı’da ot, ocak kalmamıştı. İtler bile yal bulabilecekleri yörelere göçmüştü. O da çaresiz tüneğini Millet hanı’nın ka­pı karşısına taşıdı. Orada bir ölçüde bakılıp beslenebiliyor­du. Nöbetçi çeteler karavana artıklarını ikramhyor, onu ta­nıyan içerdekilerse evden gelen yemeklerden payını ayırı­yordu. Hatta dumanının derdine çare olanlar bile çıkmıştı. Boş lülesine rağmen elinden düşmiyen nargilesi arada bir de olsa şenlenip şakıyordu.

Pazardamı’na çıkan Karabasamak’ın dibindeki yeni tü­neğinde, çevresindeki çalkantı ve didişmelere, mezartaşı ka­dar ilgisiz kimbilir kaç yıl daha yaşıyabilirdi. Fakat Fransız gâvuru yedibuçukluk toplarla kentin direncini kıramıyacağını anlayınca Mardin tepesinin gerisine bir onbeşlik batarya­sını yerleştirmiş ve gırgırlıyarak gelen mermilerini oraya bu­raya savurmaya koyulmuştu. Bir sabah bunlardan birisi de Millet hanı’nın damına düşmüştü. Avludaki tutuklular ve nöbetçi çetelerden bir kısmını kırıp geçirmiş, taş duvarlar­dan birini aşağı indirmişti. Ölenler ölmüş gitmiş, canını kur­taranlarsa kaçıp dağılmışlardı.

Tozlar yatışıp afetin muhasebesinin yapılmasına sıra gelince onun da cesedini taş, toprak arasından çıkardılar. Parçalanan nargilesinin kopuk marpucunu sımsıkı ince, ke­mikli parmakları arasında tutuyordu. Ya koyu kirden, ya da damarlarında leke yapacak kadar bile kan olmayışı yüzün­den, yırtılıp yumaklanan yorganı ve yamalı giysilerinde kan lekesi bile görülemiyordu.

Onunla birlikte yalnız Uzunçarşı’nın değil tüm kentin yaşamında geriye dönmeyecek bir çağın perdesi inmişti.

BİLÂDER AĞA

Yanık bir ezan okuduktan sonra dedesinin sırayla iki kulağma seslendiği gerçek adını bilen yoktu. Sorulsa belki kendi de hatırlayamazdı. O herkesi, herkes de onu "Bilâder" diye çağırırdı.

İnsan türüyle akrabalık bağı kuran böyle bir âlakaya da ihtiyacı vardı. Çünkü onu yaratırken Tanrı’nın ya güçlü bir mizah duygusunun etkisi altında ya da aşırı bir tutumluluk çabası içinde olduğuna insanın inanacağı gelirdi. Sanki ya­ratan, yaratıcılığından artakalan döküntüler ziyan olmasın diye şöyle elinin kenarıyla onları gelişi güzel bir araya iliştirivermişti.

Gövdesi on yaşlarındaki, iyi beslenmemiş bir çocuğunkinden de çelimsizdi. Suyunu iyi alamamış kavruk bir kelek­ten farksız yüzünün üst yanındaki kara boncuk gözleri, şiş­kin ve kirpiksiz gözkapakları arasından çevresini değil de bi­ri birini görmeye uğraşıyormuşcasma burnuna doğru bakışırdı. Ama bu çabaları boşunaydı. İki gözü ayıran ve nerdeyse alt dudağına kadar uzanan kızıl uçlu, iri burnu, ufacık bir hortum gibi ikisinin arasına dikilmişti.

İş bu kadarla da bitmiyordu. Tanrı kuluna, ya da soyu­na bozulunca doğanın sırtına bir kanbur konduruverirmiş. Bilâdere de herhalde iyice içerlemiş olmalı ki, bir tanesiyle yetinmemiş, sırtmdakinden başka bir tane de göğsüne oturtuvermişti. Çarşı içinde duraklayıp, daha kısa olan sağ baca­

ğını dengeye almak için koltuk değneğine dayanınca göğüs kanburu daha da dışarı fırlar, haline, Osterliç zaferinden sonra ordusunu denetliyen Napolyon karikatürü azameti verirdi.

Bilâderin yapısındaki bu sınırsız çarpıklığa karşın giyim ve bakımı olağanüstüydü. Minicik fesinin çevresine doladığı ahmediye sarık her zaman temizdi ve sağ yanından bir dal fesleğen hiç eksik olmazdı. Kavruk, küçük yüzü hep tıraşlı, kısa, kırçıl bıyıkları bakımlıydı. Sırtındaki sakosu, pazen gömleği, kıl şalvarında tek bir yama, sökük ya da leke görül­mezdi. Bir bakışta ya zengin bir kapının çalgın çocuğu, ya da hükümdar soytarısı kanısını aşılardı.

Ama Bilâder’in, herkesin bildiği geçim yolu bu bakımlı görünüşünü yorumlamayı zorlaştırırdı. Ekmeğini eski fes alım satımıyla sağlardı. Kenarları kirden ve yağdan iyice yanırlaşmış ve yer yer yirilmiş, güdük püsküllü eski fesleri pa­rasız ya da yok pahasına toplardı. Söylendiğine göre önce karısı Ayuş bacı bunları don kazanında bir iyi kaynatıp ku­rulurmuş. Sonra Bilâder, yanır, yirik yanlarını boylu boyuna parmak eninde keser, kalıplar, yeni püskül uydururmuş. Malları pazarlanabilecek duruma gelince özenle iç içe yer­leştirip satış torbasına istif edermiş.

Satışı yalnız sabah saatlerinde Kadıkastel’i meydanına açılan köylü pazarında yapardı. Buradaki iki sıra dükkânda köylü ve yoksul esnafın aradığı giysiler satılırdı. Çarşının öteki ağzı da Buğday Pazarı’na açıldığından hemen her za­man öbek öbek köylü alıcılar arasında yolunu bulup ilerliyebilmek her yiğitin kârı değildi. Sırtındaki fes torbasını ezdir­meden Bilâder’in burada kendine nasıl yol bulabildiği şaşı­lacak işlerdendi. Fakat o gövde gücüyle başaramıyacağı bu işi, başka birisinin iri gövdesinden çıkıyor kanısını veren ka­im ve tok sesiyle başarırdı: "Savulun ulan yolumdan... Bilâ­der gelir... Başı dobaklarm, fesi eskiyenlerin devacısı Bilâ­der." diye seslenirdi. Yerin dibinden fışkırıyormuş sanılan bu kaim ses bilen bilmiyen herkesi irkiltir, açılıp ona yol ve­rirlerdi. Başı çıplak, ya da kafası yırtık, kirli bir bez parçasıy­la sarılı sümüklü dölünün eline yapışmış bir köylü önünde

duraklayınca Bilâder koltuk değneğine şöyle bir abanıp ka­barır, alıcıyı iyice süzüp değerlendirirdi. Gönül eğlendiren­lerden olmadığı kanısına varınca en yakınındaki dükkânın kepengine kadar çeker, torbasını, koltuk değneğini kepengin üstüne yerleştirir, sonra bir sıçrayışta kendi de çıkar ma­lının yanma oturuverirdi:

"Gel ulan şu karşıma... Bakayım kellen hangi numara... Ağa kellesi mi, paşa kellesi mi?" diye alıcıyı davet ederdi. Yeni bulduğu insan kafası fosilini, kasıntıyla inceliyen ünlü bir bilgin kuruntusuyla alıcıyı gözden geçirişi, nereye baktığı kestirilemiyen gözlerinden değil, kavruk yüzündeki kıpırtı­lardan farkedilirdi. İncelediği kafanın yapısı konusunda bir sonuca varınca torbasının ağzındaki düğümü çözer, bileğine kadar içine daldırıp araştırır, sonra çekip çıkardığı fesi önündeki kelleye yerleştirirdi. Fesin kulağa kadar inmesi­nin, ya da tepede emanette kalmasının onca pek önemi yok­tu.

"Olmadı hele bir başkasını dene." diyecek olana horla­yan bir gözle bakar, "Ulan nesi var bunun? Kafası az daha büyürse tam oturur." der ya da saçlarını biraz kestirmeyi öğütlerdi.

Bilâder öyle hırslı satıcılardan da değildi. Fiyat sorana "Kaç paran var?" demekle yetinirdi. Uzatılan bir yüzlük, bir mecidiye çeyreği de olsa "Bereket versin." diye kabullenirdi. Bu işi sanki geçim için değil, bilâderini Allah’ın sıcak güneşi altında başı açık gezmekten korumak için hayrına yaptığı sanılırdı. Gerçekten de hizmetinin mistik bir yanı vardı. Ki­şin ayazı, yazın kavurucu sıcağında, çedik yemenilerini eski­mesin diye bellerine sokup köy yollarını köseleleşmiş çatlak topuklarını sürükliyerek arşınlamaktan çekinmiyen yoksul bilâderlerinin, nedense en yoksulu bile başı açık ortada do­lanmak istemezdi. Dolbak gezmek şöyle dursun fesle yetin­meyip altına bir de işlemeli takke yerleştirmeden yapamaz­lardı. Sanki ataların "ayağını sıcak tut, başını serin." dedikle­rinden hiçbirinin haberi yoktu. Aksine, insanın içine bütün kötülük ve marazların kafadan girip ayaktan çıktığına inanı­yorlardı sanki Bu yüzden Bilâder yok pahasına, onları yal­

nız dert ve günahtan korumakla kalmıyor, iç güvenliklerinin bozulmamasma da yardım ediyordu.

Bilâderin bu işi Tanrı aşkına yaptığını gösteren başka belirtiler de vardı. İki, üç kelleyi donattıktan sonra, çevresi­ni üç kat müşteri de sarsa torbasının ağzını düğümler "Aman ağa bizimkini de" demeye kalkanları "Ulan biz bu canı sokakta bulmadık. Bir dinlenek, yorgunluk kahvesi içek." di­ye terslerdi. Sonra kepengin üstünden kayıp iner, değneğini koltuklar, torbasını omuzuna vurup "Savulun ulan yolum­dan." diye seslenerek seke seke Kadıkastel’in yolunu tutar­dı. Bilâder Kadı çeşmesinde yüreğini iyice soğutmadan ge­çemezdi. Hemen her akşam bir ulunun şöleninde ağırlığın­dan fazla çektiğinden, içi daima yanıktı. Geniş, yuvarlak ha­vuzun kenarına erişince sebil taslarına elini uzatmaz, dur­gun suyun üstünde yüzüşen saman ve çöpleri üfledikten sonra, ufak bir hortumu andıran kızıl burnunu serin sulara gömerdi. Derin bir "Oh" çekip elinin tersiyle kırçıl bıyıkları­nı şöyle bir sildikten sonra bitişikteki Kavaf çarşısına yöne­lirdi. İçi, dışı kırmızı, mor, sarı, boy boy yemenilerle donan­mış iki sıra uzayıp giden dükkânlardan o gün gözüne kestir­diğinin önünde duraklar, davet beklemeden güler yüzle kar­şılanacağından emin değneğini dayayıp kepengin üstüne sıç­rardı. Orada sevildiğinden emin, şımarık bir çocuk gibi dav­ranışı boşuna değildi. Bütün esnaf yorgunluk kahvesini ya­nında içsin diye biri biriyle yarışırdı. Tüneyeceği kepenk belli olunca en alımkâr ve hatırlı müşterilerle uğraşanlar bi­le ne yapar ne eder onları baştan savar, Bilâder’le yarenliğe girişirdi:

"Selâmün aleyküm Bilâder... Yemen şehidi rediflerin eski feslerini bugün kimlere sokuşturdun bakalım?"

"Bilâderim develer Allah’a şekvacı olmuş, niye bu Bilâder’i bizden çarpık yarattın diye."

"Bilâderim, de bakalım dün gece mumu kimin sofrası­nın altında söndürdün?"

"Bilâder Ayuş bacı, çirttiyin yanır fes kenarlarını kayna­tıp kışlık yağı oradan çıkarır diyeler doğru mu?"

Bilâder ardı arkası kesilmiyen bu sataşmaların hiçbiri­

nin altında kalmaz, her birine uygun karşılığı bulurdu. Fa­kat ona en çok dokunan Ayuş bacının mercimekliyi fes ya­ğıyla pişirdiğiydi. O zaman başını geriye atıp sarığını hafifçe arkaya iter, göğüs kamburunu şişirir, kirpiksiz göz kapakla­rını yarı yarıya kapardı:

"Gidin ulan dibi delikler... Bilâderin her yıl Salman ağanın çiçek yağını yer." diye böbürlenirdi. Her yıl ta Kara­dağ’dan eşek sırtında sürüp gelen bu iki tulum yağ, tavada bir cızırdaymca her yana türlü bahar çiçeğinin kokusu yayı­lırdı. Flem de bu ağanın gönülden kopan bir ikramı değil, Bilâder’in gerçek zenaati ve alın teriyle kazandığı bir tür va­kıftı.

Yıllarca önce bir güz harmanlar kalkıp anbarlar ve ke­seler dolduktan sonra Karadağ’ın ağası küçük oğlunu evermiye kalkmıştı. Salman ağa, sırtını meşe ormanlarıyla kaplı yalçın tepelere dayamış ve yüzlerini de ovadan kıvrım kıv­rım süzülüp giden dereye çevirmiş onbeşe yakın köyde bir sözü iki edilmiyen zorlu bir ağaydı. Karadağ’da uçan da ka­çan da ondan sorulur, o buyursun demeden hükümet jan­darmaları bile sınırını aşamazdı. Bir seferinde sancağa yeni gelen toy ve ateşli bir komutan bilenlerin öğüdüne aldırma­yıp peşine kırk, elli atlı jandarma takarak o yöreye sığındığı söylenen bir kanlıyı tutuklamaya kalkmıştı. Konağını sardı­rıp kapısına dayanan komutanı Salman ağa yalancı bir uy­sallıkla atının başına yapışmış:

"Aman kumandan bey hökümetin buyruğu başım üstü­ne... Ama buyur önce bir kahvemizi içmeden olmaz... Sonra istediğin adamın elini bağlar önüne katarız." diye bekleme­diği bir yumuşak başlılık göstermişti. Tetik çekmeden sağla­dığı başarıdan keyiflenen komutan davetin altında bir bit yeniği düşünmeyi yiğitliğe yedirmemiş, atından inip ağanın beş adım önünde meydan savaşı kazanmışların kasıntısıyla selâmlığa girmişti. Kuzular, kaymak ve ballar yenip karlı ay­ranlar içildikten sonra, kumandan yerinden sıçrayıp "Eey ağa!, yolcu yolunda gerek... Nerede adamımız?" diye dav­ranmıştı.

Salman ağa hiç istifini bozmadan:

"Ulan uşak bah buraya." diye seslenmiş, el pençe karşı­sında divan tutan çam yarması adamına, "Toplayın şu bizim adamları, kumandan bey hangisini istiyorsa bağlayın elini götürsün." buyurmuştu. Az sonra konak avlusunun dış kapı­sına gelen toy komutan gördüğüne önce anlam veremeyip apışmış, "Bu da ne demek ağa?" diye kekelemişti. Köyün bütün sokakları, bitişikteki evlerin avluları, tepeden tırnağa silâhlı yüzlerle savaşçıyle dolup taşıyordu. Konağı saran jan­darma atlıları, hayvanları yedekte bir yana sinivermişti. Ağa, ortada olağandışı hiçbir şey yokmuşçasına, elinin ter­siyle şöyle bir işaret yapmış: "Buyur kumandan bey... hangi­sini dilersen kolunu bağlayıp önüne katalım." demişti. İlk şaşkınlığı çabucak geçen komutan amacı hemen sezinlemiş, yumuşayıp pis pis sırıtmaya geçmişti. "Eh bu seferlik tuz ek­mek olduk ağa. Bu işi bir dahaki sefere bırakalım." diyerek bölüğünü peşine takıp uzaklaşmıştı.

İşte sancağın bütün ünlüleriyle bir arada düğün okun­tusu gönderen böyle bir Salman ağaydı.

Öteki davetliler gibi Bilâder de, en iyi giysilerini heybe­ye basıp okuntu getirenin yedeğindeki hayvanın terkisine bağlatmış, sonra kendi de heyamola beygire kurulup Kara­dağ’ın yolunu tutmuştu.

Gelin getirilmeye gidilmeden önce üç gün, üç gece ye­nilsin, içilsin dilemişti Salman ağa. Durmadan toklular, dü­veler kesiliyor, kazanlar kaynıyor, boğma binlikleri boşalı­yor, davullar vuruluyordu. Konağın ve bitişikteki avluların duvarları boyunca sekiler kurulmuş, kutnu döşekler yayıl­mış, divan sinilerinin çevresinde konuklar durmadan yiyip içerek ortada dönen köçeklere alkış tutuyor, kafası iyice kı­zışanlar belinden lüveri çekip havaya boşaltıyordu. Misafir­ler yalnız yiyip içmek ve lüver boşaltmakta değil asıl Bilâ­der’e sataşmakta birbiriyle yarışıyordu. Onu gelinlik kız gibi sekiden sekiye kaçırıyorlar, bir tarafın oyunu bitmeden ötekininki başlıyordu. Birisi meze diye ağzına, içi barut gibi bi­berle dolu bir domates sokuşturuyor, bir başkası tabancayı şakağına dayayıp tas dolusu boğmayı bir nefeste dikmeye zorluyordu. Bilâder şakaların en kaba ve hoyratı karşısında

bile gözünü kırpıp yılgınlık getirmiyor, güler yüzle "Etme şeyhim... ellerinden öperim." demekle yetiniyordu.

Bir ara sulandırılmamış boğma içini iyice yakmaya baş­lamış, yalpalıyarak avlunun öbür ucundaki derme çatma ayak yoluna yönelmişti. Habire konukları ağırlamakla uğra­şan ağa nasılsa farkına varıp ihtiyacını sezinlemiş, adamla­rından birinin kulağına birşeyler fısıldamıştı.

Damı kuru meşe dallarından, duvarları harçsız yığma taş olan ayakyolunun kapısı Bilâder’in peşinden yarı kapa­nınca buyruğu alan adam, elinde, iri bir eşek boyutunda zin­cire vurulmuş azgın bir çoban itiyle sokulup zincirini kapı­nın direğine geçirivermişti. İşini bitirip kapıyı aralıyan Bilâ­der dişlerini göstererek üstüne hırlıyan itle burun buruna gelince kül kesilip titremeye başlamıştı. Dengesini yitirip kuburun içine yuvarlanma tehlikesini düşünmeden geri sıç­rayıp kapıyı çevirivermişti. Konukların bir çoğu divan sinile­rinin çevresini bırakıp keskin bir sidik kokusu yayılan ayak yolunun çevresine toplanmış, Bilâder’in boğuk sesli yalvar­malarına aldırış etmeden kasıklarına bastırarak katılıyordu. Azgınları gülmekle de yetinmeyip kapının üstünden içeriye taşlar atıyor, çalı çırpıdan çatının üstüne kovayla sular bo­şaltıyorlardı:

"Etmen şeyhim... ellerinden öperim... Kurtarın beni şu boh ambarından. Aman, ağa pohu da ne keskin kokarmış. Boğuldum, genzim yandı." diye inleyip yakaran Bilâder’e al­dırış eden bile yoktu. Davul, zurnalar da o yana toplanmış "Paşa Göçtü" havasını vuruyor, amacın ne olduğunu sanki sezinliyen it de büsbütün azıp öfkeyle bavlıyarak kapıya sal­dırıyordu. Tutsak fareyle tok kedilerin oynaması gibi uzun uzun ona, akla gelecek her eziyeti yaptıktan sonra keskin dışkı kokusundan yarı baygın çekip dışarı aldılar. Üstü, başı toz, çamur içinde, kıl şalvarının paçasından kirli sular sızar­ken de sırıtmaya uğraşıyordu: "Ulan ağa pohu amma da keskin kokarmış."diye onları eğlendirmeye çabalıyordu.

Üç gün, üç gece herkes işkembesinin aldığından fazla­sını da yiyip içerek Bilâder’e doya doya eziyet ettikten sonra gelin getirme hazırlıklarına sıra gelmişti. Dünürcüler ipekli

poşularını sarıp fişekliklerini kuşanıyor, atlar eğerleniyordu. Aralıksız yuvarladığı boğma taslarıyla yalpası daha da artan Bilâder’in kelek kafasında o arada bir ilham şimşeği çakıvermişti. Sallanarak ağanın karşısına dikildi:

"Ağa hani benim binek... Dünürcülerin başını Bilâder çekmezse olur mu hiç?" diye niyetini açıklamıştı. Ağa önce bu densizliği savuşturmaya kalkmış, sonra burma bıyıklı ab­lak yüzünde birdenbire kurnazca bir gülücük belirmişti:

"Elbette olmaz Bilâder.. Ulan uşak Bilâder’e bir poşu bir de lüver getirin. Benim demirkırı da onun için eyerle­yin." diye gürlemişti.

Püskülleri burnunun ucuna inen poşusu, kubur namlu­su dizine değen lüveriyle Bilâder donanmış ev itine dönüşüvermişti. Salman ağa, kurnaz gülücüğüyle onun çöp gibi bi­leğini yakaladı ve konağın avlu kapısına sürükledi. Kapının dışında eşinme ve azgın kişnemeler duyuluyor, peşlerindeki konuklar, dur bakalım ne olacak diye, merakla gülümsüyor­du. Kapı önüne çekilen demirkırı aygır, kuyruğu şemsiye sa­pı gibi kıvrık, ışıl ışıl derisinin altında kasları sıkışıp gevşiyerek eşinip kişniyor, dizginine sıkı sıkıya yapışan iki ırgat zor­la zaptetebiliyordu. Böylece kaynayıp kuduran hayvanı gö­rünce Bilâder’in benzi bozarmış, başına gelecekleri sezinler gibi olmuştu:

"Aman ağam... Aman Şeyhim Bilâder’e bir eşek yeter." diye sızıldanmaya koyulmuştu. Fakat ağa sanki söyledikleri­ni duymuyordu bile:

"Ulan uşak bindirin Bilâder’i... Dünürcülerin başını o çekecek." diye gürlemişti. Bilâder çelimsiz gövdesiyle kasılıp gerilerek direnmeye yeltendi. Ama adam azmanı iki kişi koltuklarından yakalıyarak süslü eyerin üstüne oturtmuşlar­dı bile. Bilâder’in korkudan dili tutulmuştu. Artık yakaramı­yor, titreyen ufarak elleriyle uzatılan dizginleri toparlamaya çabalıyordu. Bu tehlikeli oyundan seyirciler de biraz ürk­müş, şaşkın, sırıtarak bakışıyor, ağanın işi sonuna dek sürdürmiyeceğini umuyorlardı. Aygır önce binenin üstüne yer­leşip yerleşmediğini pek kestirememişti. Burun kanatlarını titreterek eşinip duruyordu. Fakat ağa iri eliyle sağrısına bir

şaplak indirince dört ayağı üstünde bir kasılıp tok ve dolgun bir kişnemeyle etrafı inlettikten sonra şaha kalkmıştı. Yük­selen toz bulutu içinde Bilâder bir anda, efsane tanrıları gibi uçup göğe çekilivermişti sanki.

Salman ağa ve geride kalan konuklar Bilâder’i ancak, dünürcüler silâh patlatarak uzaklaştıktan sonra hatırlıyabilmişlerdi.

"Ulan uşak varın bakın şu fakire ne oldu." diye etrafa adamlar salındı. Çok geçmeden aygırı köyün arkasındaki fundalıklarda otlarken buldular. Bilâder de Koçlu’ya giden tozlu patikanın kenarında baygın yatıyordu. Sağ ayağı baldır kemiğinden kırılmıştı. Ama elinde, yüzünde birkaç çizikten öteye birşey yoktu. Acıdan çok, korkudan bayılmıştı, Allah bilir.

Gene de iyi yürekli adamdı ağa. Çevredeki en ünlü çı­kıkçıları çağırtıp Bilâder’in kırık kemiğini yerine yerleştirtmiş, bir aya yakın kutnu döşeklerde yatırıp yağ, balla besle­mişti. Bunlar yetmiyormuş gibi ona bir de meşeden koltuk değneği oydurmuş, bindirildiği beygirin yedeğine de yağ, peynir tulumu yüklü bir de eşek takılmıştı. Her ne kadar bu serüvenden sonra Bilâder’in sağ bacağı biraz kısa ve aksak kaldıysa da bunu da zenaatinin doğal kazalarından saymak gerekirdi.

Evet, Bilâder’in giyim, yiyim ve geçiminin paşadan farksız oluşunun sırrı buydu. O eşraf ve âyân toplantılarının gülü ve gereğiydi. Adı sanı belli olanların düğünü, derneği ve şöleni olunca Bilâder’in daveti zorunluydu. Halep’ten saz takımları, Urfa’dan ünlü okuyucular da gelmiş olsa Bilâder’siz dernek eksik sayılırdı. O meclise girer girmez içkinin donuklaştırdığı kafalar kıvılcımlanmaya, asık suratlar sırıt­maya başlardı. Ona eziyet etmek, akla gelmeyecek oyunlar kurmak için herkes birbiriyle yarışa kalkardı. Bu hoyratlık­lar için onları kınamak da doğru değildi. Tanrı’nm onu böy­le bir görev için yarattığı ortadaydı. Esasen çevresindekiler onu biraz unutup ihmal etmeye kalksalar Bilâder duramaz, kaşmir, sataşılmaya çanak tutardı. Bu amaç için çokluk meclisteki setre pantollu, sakalı tıraşlı memur takımından

birini seçerdi. Avucuna ya biraz tuzlu fıstık ya da küçük bir meze dürümü alır boş eline yengeç gibi abanarak avının di­zinin dibine kadar emeklerdi:

"Hele şeyhim aç ağzını... Kanım sana beter kaynadı." diye sulanırdı. Sonra bir yandan dizini okşarken bir yandan da çevredekilerin işitebileceği bir sesle fısıldardı:

"Bilâderim oğlanın alma gimi yanakları var... Isırası ge­liyor adamın. Vallah billâh bunda kibar illeti var."

Sataşılan onu tanıyorsa hemen dilinden ankp kırıtarak karşı saldırıya geçer, Bilâder’in orasını burasını gıdıklayıp gülüşmeye yardım ederdi. Fakat bazan yanlış kişi seçip bal­tayı taşa vurduğu da olurdu. Davet sahibi sataşılanın yüzü­nün al al olup kaşlarının çatıldığım farkedince hemen Bilâ­der’in ipini çeker, etsiz kıçına bir şaplak indirip eziyete ko­yulur ve ortalığı yatıştırırdı.

Sancak eşrafından ve vilâyet meclis-i idare azası Meh­met efendinin bağ evinde de Bilâder gene böyle baltayı taşa vurmuştu. Sancak merkezine yeni gelen, dal fesli, iri kıyım genç mektupçuya da aynı oğlancılık oyununu oynamaya yel­tenmişti. Adam yüzü öfkeden allak bullak olmuştu. Duru­mu izliyenler araya söz karıştırıp onu unutturmaya çabaladı. Fakat Bilâder fırtına belirtilerini ayırt edemiyecek kadar dumanlıydı. Biteviye

"Var şeyhim var... Bunda kibar illeti var." diye sırnaşıp duruyordu.

Mehmet efendi de bir ara durumu farketti. Yekinip sa­dakor entarisini savurarak başına dikildi. İnce bileklerinden kavrayıp gürledi.

"Ulan Bilâder gene itliğin tuttu. Seni bağlamaktan baş­ka çarem kalmadı." dedi. Buyruğu üzerine içerden büyükçe bir hurç alıp geldiler. Bilâder’i bir gözüne tıktılar. Sonra hurcu üstlerindeki koca cevizin löküs sallanan dalının bir yanma asıverdiler. Bilâder hurcun dibinde, çuvala girmiş it eniği gibi kıvıldayıp inliyor, konuklarsa kasıklarına basarak gülüyorlardı. Az sonra bir yolunu bulup hurcun kenarına iki eliyle yapışıp sarığı boynunda, dazlak kafası ışıldayarak aşa­ğıdaki sofrayı seyretmeye koyulmuştu. Bir süre böyle sessiz durdu. Yaltaklanmaya uğraştı:

"Aman şeyhim töbe... Ben ettim sen etme... Susuzluk­tan boğazım kurudu. Açlıktan karnım gurulduyor. İndirin beni şurdan."

Yukarıdaki aşağıdakilerin yüreğini yumuşatacağına sa­taşmaları körüklüyordu. Birisi elinde ocaktan yeni gelmiş mis gibi kokan kebap şişiyle burnunun dibine sokuluyor, çektiği tikeleri ağzına verecekmiş gibi yapıp yiyordu. Bir başkası içki tasını dudaklarına kadar uzatıp çekiyor, habire onu yalvartıyordu. Kirpiksiz gözkapaklarını kırpıştırıp yut­kunarak Bilâder bu oyunlara hayli dayandı. Ama kimsenin beklemediği bir sırada gövdesine yakışmayan koca sesiyle ağlamaya koyuldu. Önce onu oyun oynuyor sanmışlardı. Fa­kat durmadan tısıldayan löküsün ışığında kavruk yanakla­rından ışıldıyarak sicim gibi inen gözyaşlarını farkedince yü­rekleri yumuşadı. Her çeşit can acısına güler yüzle katlanan Bilâder, aşağıdaki şöleni ağaç dalından aç saksağan gibi sey­retmeye dayanamamıştı.

Çiftetelli oynamak şartıyla indirdiler onu. Bir süre in­cesaz takımının kıvrak ahengine uyarak koltuk değneğine abanıp göbek atmaya, gerdan kırmaya uğraşarak herkesi güldürdü. Sonra da ikram yarışı başladı. Herkes elinde ya bir içki tası, ya bir sıkım çiğ köfte ya da kebapla başına top­lanmıştı. Bir tası tüketmeden ötekisini ağzına dayıyorlar "Dik ulan dik dibi görünmeli." diye zorluyorlardı. Avurtları şiş, ağzının iki yanında rakı artıkları, çiğköfte kırpıntıları til­ki çenesine doğru akışıp duruyordu. Bilâder ikram kasırga­sına gücünün yettiği kadar dayandı. Ağzına tıkıştırılanları gözleri yuvalarından fırlıyarak yutmaya çalışıyordu. Ama bir süre sonra ağzındakileri yerlere saçıp dökerek inlemeye ko­yuldu:

"Durun bir nefes alayım acık... Ataşım sönsün."

Tepesine dikilenlerden fıstıkçı Hacı efendi birden elin­deki köfte sıkıntını kendi ağzına atıp, etrafındakiler! bir ya­na iterek haykırdı:

"Aman durun çekilin... Bilâder ateş almış... Bizi yakma­dan söndürelim..."

Sözünü tüketmeden, oyuncak bebek gibi onu koltuğu­

nun altına çalmış az ötedeki geniş sulama havuzunun başına getirmişti. Aman, zaman deyip boynuna sarılmasına fırsat vermeden de yallah deyip Bilâder’i koca havuzun ortasına fırlatıvermişti. İri kıyım kişilerin bile boyunu aşan suların içine Bilâder bir iki batıp çıktı. Suyu her yüzleyişinde ufacık elini başının üstüne kaldırıyor, birşey söyleyicekmişçesine ağzı ayrılıyor, fakat gıkı çıkmadan gene sulara gömülüp gi­diyordu. Bostancılardan ayık birisi şalvarı sıyırıp suya atlamasaydı, Bilâder’in işkembesindeki içki ateşinden başka, çipil gözlerinin feri de sönüp gidecekti.

Bir yandan onu bacak bileklerinden yakalayıp baş aşağı getirdiler, yuttuğu suları boşalttılar, sonra da ıslak giysilerini soyup birşeylere sardılar ve yeniden sofra başına oturttular.

Bohçalandığı giysiler içinde bir süre Bilâder sesini ke­sip kendini unutturmaya uğraştı. Fakat soluğunu kazanır kazanmaz "Hele biraz rahı koyun bana." diye cumhura katıl­maya hazır duruma geldiğini bildirdi. Esasen doyasıya yiyip içmeyle, sonunda cebine konacak birkaç mecidiye uğruna, o gece dayanması gerekenlerin sonu da henüz alınmamıştı.

Doğduklarından beri içlerinde sinişip kokuşan her tür ilkel ve yırtıcı duyguyu, bunu da Tanrı yarattı demeden, şa­ka kılığı altında üstüne kusanlardan hiçbirine Bilâder’in kı­rılıp küstüğü görülmemişti. En azgınları karşısında bile yıl­gınlık göstermez, kirpiksiz gözkapaklarını kırpıştırarak her tür işkenceye katlanırdı. Bunların çelimsiz, çarpuk bedenin­de bıraktığı geçici ya da sürekli izlerden hiç yakınmaz, aksi­ne övünürdü:

"Falanın düğününde filânın ziyaretinde oldu işte.1' der­ken, yüzündeki meç yaralarıyla övünen Ortaçağ şövalyeleri gibi kabamdı. Sonra bu işin Tanrı yoluna hizmet gibi bir gö­rev olduğunu da sezinliyordu galiba. Öyle ya kentin dişli, tırnaklı ünlülerinin içini dolduran bütün kin ve garezleri sünger gibi emerek onları daha az kötülük edebilir duruma sokmak yırtıcı hayvan eğitimi gibi bir işti.

Yeryüzünde Bilâder’i ürküten Tanrı’nın tek kulu İt Yusuf tu. O da kendisi gibi eşraf toplantılarının soytarılarmdandı. Abani sarığı, sert kıllı top sakalı, iri gözleri, dolgun

ve tıknaz gövdesiyle Karagöz kılığına girmiş besili ve azgın bir çoban itini andırırdı. Hele ulumasıyla değme itler yarışamazdı. Ağzını havaya dikip ver gitsine başlayınca yedi köy ötede uyuklayan kancık itler bile tedirgin olurdu.

Bilâder "Bu herifin nesinden korkuyorsun yahu?" di­yenlere acı acı sırıtırdı:

"Ondan yedi köyün iti ürker." diye karşılık verirdi. Bu yüzden bir yere çağırılınca ilk sorusu "İt Yusuf a da haber saldılar mı?" olurdu. Davetçi acemi ve huyunu bilmiyen biri­si olur da baklayı ağzından kaçırırsa Bilâder’i yedi düvelin ordusu yerinden kıpırdatamazdı.

"Ağana selâm söyle... o itin olduğu yerde benim yerim yok." der ve zorla götürülmek tehlikesini önlemek için göz­den kaybolurdu.

Mehmet efendi o gün bağ evine İt Yusuf’u da çağırtmıştı: Onu bağın içindeki bir fıstığın altında besletip baktırı­yor, işlerin tavına girmesini bekliyordu. Havuzda ateşi sö­nen Bilâder’in titremesi geçip sesi çıkmaya başlasın diye bekliyordu. Rakı istediğini duyunca tası kendi eliyle doldu­rup ona sunmuş, sonra yastığa yanını verip sokulan adamına birşeyler fısıldamıştı. Bilâder elindeki tastan uzun bir yu­dum çekmiş, sofradaki mezelerden çimleniyor, hafiften çev­resindekilere sırnaşıyordu. İkinci bir yudum için tası soluk dudaklarına kaldırdığı sırada, löküsün ışık kubbesinin öte­sinde kıpırdaşan koyu gölgeler arasından uzun ve yanık bir uluma yükselmişti. Konuklardan çoğu bunu bağın bekçi it­lerinden birisi sanarak pek oralı olmamıştı. Fakat kulağı bu sese iyice duyarlaşmış olan Bilâder’in benzi birden alıver­miş, dudağına götürdüğü içki tası titreyen elinden düşüver­mişti. Tuzağa düştüğünü anlayan şaşkın bir fare gibi sığına­cak bir delik bulmaya çabalarken uluma saldırı havlamasına dönüşmüştü ve kaçmanın yolunu araştıran Bilâder’in üstüne atıldı. Herifin tıknaz, iri gövdesi altında yumruk kadar Bilâ­der kayboluvermişti. Yusuf bir yandan havlıyor, bir yandan da Bilâder’in ele geçirebildiği yanlarını dişleyip duruyordu. Hem bu şakadan bir ısırma değildi. Yakaladığı koyun budu­nu kemiren aç kurtlar gibi saldırıyordu ona.

İt Yusuf itliğini tamamlayınca abasının yakasından tu­tup geri çektiler. Herkes gülmekten kırılıyor, Bilâder’se se­rildiği yerde inleyip duruyordu. Biraz kıpırdayacak olsa, Yu­suf hırhyarak üzerine atılacak gibi yapıyor, yeniden yerlere yapıştırıyordu.

Bilâder İt Yusuf un dişlerinden daha keskin acı ve ağrı­lara dayanıklıydı. Onu yıldıran herhalde Yusuf’un dişleri değildi. Belki de kendi sınıfından bir herifçe alta düşürül­mek, onun tarafından öfelenip ezilmek meslek onuruna do­kunuyordu. Öyle ya kentin ulularının ezip işkence yapması başka şeydi; it Yusuf gibi bir soysuzun maskarası olmak ge­ne başka bir şeydi.

Fransız savaşı başlayınca herkes canının derdine düş­müştü. Kimsenin onu düşünecek hali yoktu. Savaş süresince ortadan kayboluvermişti. Silâhlar susup herkes yıkıntıları içinde eşinmeye koyulunca Bilâder de ortaya çıktı. Kentin üç aylık muhasarası sırasında avucunun etini değil sokaktaki it ve kedileri bile yemekten kaçınmayan tanıdıklarının elin­den tutacak hali kalmamıştı. Evde yokken tek göz damına top düşmüş, Ayuş bacıyı da alıp götürmüştü. Açlıktan daha da kavrulmuş ve küçülmüş, yırtık, yamalı giysileri üstünden kaçıyordu.

Kent ağır ağır canlanıp damarlarına yeniden kan yürü­meye başladığı zaman bile Bilâder çağını doldurduğunu an­lamak zorunda kalmıştı.

Tahılı mangır etmeyen eski toprak ağaları, köylerini fa­izcilere ipotek ederek zorla geçinebiliyordu. Sonra savaş sı­rasında ona aldırış etmeyen yeni bir kuşak türeyivermişti. Bunların bazıları savaş sırasında silâh zoruyla varlıkhları so­yup yükünü tutan şimdi de particilik denen zorbalıkla Er­meni mallarını yok pahasına kapatanlardı. Bir kesimi de "tomofil" denen o şeytan arabası alım satımı ve işletmesiyle tüyleniyordu. Garajcı, tamirci diye adları önceleri bilinmiyen zanaatlarla varlık toplayanları da vardı. Durmadan para kırıyor, çarşı ve kahvelerde kasılarak dolanıp baş köşeyi kimseye bırakmak istemiyorlardı. Bunların eğlenceleri de

başkaydı. Eskiler gibi edepli, erkânlı düğünler, davetler yap­mıyorlardı. Hovardalığı saz, bar denen yerlerde önü, arkası açık kahbeleri oynatıp ayaklarına şampanya denen köpüklü içkiler patlatıp keyfediyorlardı. "Tiyatora" sinama denen yerler de açılmıştı artık. Çeyreği verip içeri girince herkesin gözü önünde sarmaş dolaş nerdeyse çiftleşme utanmazlıkla­rından tut da adam öldürüp ev soymaya kadar ne var ne yoksa seyredilebiliyordu. Kentin avratları bile kudurmuştu. Sanki hepsi dört gözle çarşaf, peçe yasağını bekliyormuş gi­bi hemen yüz ve gözlerini açmış ortaya dökülüvermişlerdi. Gelip gazinolara erkekleriyle birlikte oturdukları, Kırkayak boyunda el yüz açık salınarak gezdikleri yetmiyormuşcasına sinamalar kapatıp düğün, dernek kuruyorlar, saz kızlarının karşısına geçip göbek yarışına bile kalkıyorlardı. En kötüsü fes de ortadan kalkmış, herkes başına bir gâvur serpuşu uy­durmuş, Bilâder’in geçim yollarını tüm kurutmuştu:

"Keşke top düştüğü gün ben de Ayuş bacının yanında olaydım." diye hayıflanıyordu Bilâder.

Eski bir tanıdığı olmasa bir köşede açlıktan geberip gi­debilirdi. Varını yoğunu savaşta yitiren, bir iş tutayım diye de malı, mülkü faizcilere kaptıran fıstıkçı Hacı efendi, belki de işletirim umuduyla artık kuş uçup kervan konmayan han­lardan birini kiralamıştı. Ama kervan katırlarının yerini tomofil alalıberi hancılıkta da kazanç kalmamıştı. Koca avluy­la dipteki sıra sıra ahırlar bomboş duruyordu. Kapı arasın­daki tüccar, ambarcı odalarının kapıları tüm kilitliydi. Üst kattaki konuk odaları dizilerinde yurtsuz, yuvasız birkaç müşteri barınıyor, ahırlardan arada bir tahıl yükçülerinin bı­raktıkları eşek anırmaları duyuluyordu.

Hacı efendi burada Bilâder’e de bir oda vermişti. Kese­sine, üç beş kâğıt iyi para girdiği günlerde kapı arasının toz toprağına bir iki çapçak su serpiştiriyor, odanın önüne bir kamış hasırla iki kürsü atıyor, Bilâder’i aşağıya davet edi­yordu. Şamşihoğlu’ndan bir şişe boyah ispirto ile kelleciden iki de kuzu başı yakalarlarsa keyiflerine diyecek yoktu. Hintyağı içer gibi yüzlerini buruşturup şişeyi sırayla kafaya dikiyorlar sonra bir kâğıt parçası üstüne ayıkladıkları baş et­

leriyle avurtlarını doldurup eski günleri anarak son günleri­ni geçiriyorlardı.

"Nerde o eski günler... eski adamlar..." diyordu Bilâder.

"Ağa ağalığını, uşak uşaklığını bilirdi. Hele bir de efen­di diye ortada dolanan dibi delik soytarılara bak... Cebine beş on kuruş giren soytarı da hemen adam olmaz ya..."

Kimbilir belki de Bilâder’in Ayuş bacıyla birlikte göçüp gitmesi iyi olurdu. Devrini doldurduğu halde yaşamı sürdür­mek zorunda kalmak dayanılacak soytarılıklardan değildi.

BERBER HÜSEYN

Hüseyn ustanın dükkânı Çarşı’nın Saraç pazarına kavuşan bitiminde tepeye çıkan yokuşun köşesindeydi.  Bu kesimin en gösterişli berber dükkânı olduğu kuş­ku götürmezdi. Hem çarşı içine, hem de yokuşa açılan iki kapısı vardı. Yaz sıcakları bastırıp uçarlar yoğunlaşınca bun­ları, renkli boncuklardan oluşan teşbih dizileri gibi sineklik­lerle donatırdı. Tavanından pencere kanadı büyüklüğünde renkli ve tenteli bir yellik sarkardı. Ayağı takunyalı acemi çırakların baş görevi, yelliğin ucundaki zinciri düzenli ara­lıklarla çekerek sallamak ve tıraş olanları serinletmekti.

Çarşı yönündeki kapının karşısı boydan boya kilim dö­şeli bir kerevetti. Kafa ya da sakal kazıtacak esnaf ya da ker­van sürücüleri buraya ilişerek kafalarını, takunyaları daha yüksek olan kalfalara teslim ederdi. Çenelerinin altına so­ğuk su dolu bir leğen sıkıştırılır, ellerindeki sabun kalıbıyla işine göre, ya kafayı ya da sakalı sabunlayıp köpürtmeye gi­rişirlerdi. Gül suyu ve pudra badanasıyla işleri tamamlanın­ca da ellerine bir ayna verilir, tıraşın dileklerine uygun olup olmadığını denetlerlerdi.

Kapının sağında bir de gösterişli berber koltuğu vardı. Karşısındaki yarım beden aynası, önündeki mermer tezgâh­ta dizili tarak, makas ve usturalarla daha itibarlı ve özel müşterilere hizmet ettiği ortadaydı. Bu seçkinliğe rağmen saçı kesilmek için koltuğa kurulan biz çocukların kasıntısı

pek uzun süremezdi. Hemen gözlerimiz, aynanın sağındaki yeşil çuha kaplı duvar tahtasına ilişirdi. Bunu bezeyen dizi dizi çivilerde engizisyon işkence araçlarını andıran dizi dizi kerpetenler, kıskaçlar, vantus şişeleri sıralanırdı. Bunların ne amaçla kullanıldığını birçok kez izlediğimizden, tıraş bo­yunca tüylerimizin ürpermemesi olanaksızdı.

O yıllarda kentin düzeni ve yaşamı her yönüyle eşitliğe dayanırdı bir açıdan. Varlıklı-yoksul mahallesi diye bir ayı­rım yoktu. Her mahallede birkaç yavru kapılı eşraf konağı bulunurdu. Bunların çevresinde de her boydan ve soydan esnaf, işçi, işsiz barınakları öbeklenirdi.

Delisi, akıllısı, bilgilisi, kara cahili fakiri ve zengini omuz omuza yaşar aynı yerlerden alışveriş eder, selâmlaşır, yarenlik ederlerdi. Mahallenin deve dişi gibi önde gelenleri hatır kırmamaya, yoksulları horlamamaya uğraşır, yeryü­zünde abasından başka varlığı olmayanlar da ululara saygı­dan geri kalmazdı.

Buna rağmen belirsiz ve önemsiz sınıf sınırları da yok değildi. Ortadan kişilerin hiçbirisi tıraş için koltuğa kurul­mayı aklından geçirmez, bilmeden sınırı aşmaya kalkanları da kalfalardan birisi tutup kerevete çekerdi. Kesesi elvermiyenler Güdül’de cartlak kebabı dürümü yer, kendine güve­nen de Güllü’de ayranh, baklavalı kebapla midesini doldu­rurdu.

Hüseyn ustayı bizim kuşaktan elinde makas, ya da us­turayla birinin ensesi gerisinde dikilir gören olmamıştı. Yıl­lar önce o bu tür güncel işleri kalfalarına bırakmıştı. Zaman ve gücünün büyük kesimini yatığı ile yüksek düzeydeki uz­manlık işlerine atamıştı. Kış bastırınca dükkândaki kereve­tin kapı tarafındaki köşesi ona göre donatılırdı. Yaz başı sı­cakları bastırınca da tahtgâhı, çarşı yönündeki kapının kar­şısındaki Saraç Pazarını ayıran boşluğa taşınırdı.

Buralarda küçük kürsüsünü koltuğuna çeker, savaştan yeni dönen muzaffer Sezar gibi yanlamasına sedirin üstüne uzanırdı. Tıknaz bir gövdesi, içkiden kızıllaşmış burnu ve dolgun yanakları, donuk mavi gözleriyle güleçliği hiç eksilmiyen bir yüzü vardı. İçki ateşinden mi, yoksa dervişçe kişi-

liginden mi bilinmez, ahmediye sarıklı fesini daima geriye iter ve mintanın birkaç düğmesi açık dururdu.

Çarşı kalabalığının henüz sabah ekmeği ile safra sındır­maya uğraştığı saatlerde Hüseyn usta "Ya bismillâh" diye­rek, çırağın Şaraküstü yolundaki Ermeni meyhanelerinden doldurtup getirdiği yatığının ağzındaki mısır koçanını çekip yudumlamaya başlardı. Günah da sevap da gizli olur ilkesi­ne uyarak, geçici olarak görevi biten yatığı da arkasına sak­lardı. Dudaklarının ıslaklığını elinin tersiyle kuruttuktan sonra şalvarının cebinden iki badem şekeri çekip ağzına atardı. Tutkun olduğu tek meze buydu. Bu zıkkımı çiğköfte ya da cartlak kebabıyla içmeye alışkın olanlar takılırdı ona:

"Usta tadı bu denli sertse niye içersin bu zıkkımı?"

"Oğlum rahı keyf için içilir... İşgenbe doldurmaya değil. Hemin şeker onu mayalandırır, karnında gücü artar." karşı­lığını verirdi.

Gerçekten de onun herhangi bir övünde oturup yemek yediği görülmüş değildi. Sanki gövdesindeki bütün etler rakı ve badem şekerinden oluşmuştu.

Her mevsimde ustanın kerevetinin çevresi alışveriş, ya da gönül eğlendirmeye gelen kent ulularının durak yeriydi. O zamanlar Yunan tanrısı oturuşundan toparlanıp yarım bağdaş durumuna geçer:

"Ulan Memik seyirt" diye çıraklardan birini kahve ya da serinletici birşey ısmarlamaya gönderirdi. Çarşı’nın meyan şerbetçisi kel Ökkeş konuk ağırladığını farkedince, tulumu­nun musluk boynuna bağlı sarı, pirinç taslarını tıngırdatarak sokulmakta gecikmezdi. Misafirlerden yüreği yanık çıkmasa da usta onun şaşmayan tüketicilerindendi. Karnındaki içki ateşi aralıksız yandığından günde beş on kez köpüklü serin şerbeti kafaya dikmeden olamazdı. Tasın dibindeki son damlaları da ağzına akıttıktan sonra derin "oh" çeker, şerbet bulaşıklarıyla kırçıl bıyıklarını büküp düzene sokmaya uğra­şırdı.

Usta, konukları elleri iki kat bellerine bağlı, teşbih çe­kerek yokuşa vurunca hemen yatığına yapışır, ateşini yeniler ve önünden gelip geçen saraç çıraklarına sataşmaya koyu­lurdu:

"Ulan o elindeki ne?... Kime iletirsin... Sohul hele şöyle yanı başıma." diye sarkıntılığa koyulurdu. Huyunu henüz bellememiş olanlar yaklaşıp kekeliyerek görevlerini anlatır­ken, o söylediklerine pek kulak vermeden hain gözlerle yüz­lerini süzer dururdu. Çok hoşuna gidenlere cebinden birkaç badem şekeri ikramlar, fırsat bulursa küt parmaklarıyla ya­naklarından bir de makas alırdı.

Çarşı’da adı oğlancıya çıkmıştı. Ama bu ilginin eflâtunî düzeyden öteye gidecek gücü olmadığı da belliydi. Bu sar­kıntılığı da bademşekeri gibi sanki içkisine meze olarak kul­lanıyordu.

Ustanın bütün çarşı ve kent için olan önemiyse ancak yanına suratını eliyle bastırarak sokulan bir müşteri belirin­ce ortaya çıkardı. Bu tür müşterileri önce uzandığı yerden bir iyi süzer, dertlerine bir bakışta teşhis koymaya çalışırdı. Gelen, beyni diş sancısıyla şişlenen birisi ise yanı başındaki arkalıklı sandalyeye oturtur, yerinden doğrulup kırmızı ye­menilerini ayağına geçirir ve komutunu verirdi:

"Ağzını aç ulan... Eyle çarşı ağasının kapısı gibi arala­ma. Cami kapısı gibi arkasına daya... Aç, az daha aç... Ulan parayla mı açarsın ağzı? Bu delikten el girer mi içeri?"

înliyerek sonuna kadar ayırttığı ağızdaki dişleri iki par­mağı arasında ileri geri iterek birer birer yoklardı.

"Of' ya da "ah"m güçlendiği dişe gelince "Hah bulduk." diye sevinirdi. Ele geçirdiği suçludan emin olmak istercesi­ne aynı dişe bir iki kez daha bastırıp sallar, geleni birkaç kez daha iyice inlettikten sonra yuval yuval dükkândaki kerpe­ten dizilerinin önüne dikilirdi. Çekilecek olan köpek ya da azı dişi oluşuna göre araçlarını seçer gelir, sonra mintanının yenlerini kıvırmaya girişirdi. Hazırlığını izliyen kalfalardan en güçlü olan ikisi, ellerindeki işi bırakır hasta sandalyesinin gerisinde yerlerini alırdı. Usta hazırlığını tamamlayınca "Ya pir, ya Allah." her birisi müşterinin bir koluna yapışır ve sandalye arkalığına doğru bükerdi. Kapana yakalanmış kurt gibi debelenmeye başlayan hastayı usta da çenesinin altın­dan yakalar, kafasını geriye iter, alt çenesine bastırarak "Aç ulan aç." bombardımanına koyulurdu. Kolayca teslim olma-

yanlan da "Ulan yanlış diş çektirir beni günaha sokar, üste­lik sabah ezanına kadar da ulur durursun." diye tehdit eder­di.

Sonunda illetli diş kerpetenin kıskacı arasına girer, us­tanın yüz ve bilek kasları alabildiğine gerilir, iniltiler ner­deyse bütün çarşıyı kapsardı. Ama dertlinin tutulduğu ka­pandan kurtulmasına olanak yoktu. İnleyip kıpırdadıkça kalfalar kollarını daha beter geriye büker, nerdeyse dişinin ağrısını unuttururlardı. Sonunda ustanın bilek kasları gev­şer, yüzünde yayvan bir zafer gülücüğüyle kerpetenin ucun­daki kanlı nesneyi onun gözlerine doğru uzatırdı:

"Ulan düşmanıym ömrü bu kadar olsun." Nedense hiç­bir müşterisi zaferinden onun kadar mutlu olamazdı. Çıra­ğın ağzını çalkalaması için su döktüğü sırada usta da çekilen dişi dikkatle bir bez parçasına sarar, ücretini uzatan ele bu­nu yerleştirmeyi hiç unutmazdı.

Çekilen dişlerin kendilerine öz bir önemi, bir kutsallığı vardı. Öyle kaldırılıp yere, tozun toprağın içine atılmazdı. Sahibince değerli bir mal gibi günlerce cepte taşınır ve tanı­dıklara gösterilir, ya da bir duvar deliğine sokulup gözden uzaklaştırılırdı.

Berber Hüseyn’in belirli bir diş çekme ücreti yoktu. Ne verirlerse "Eyvallah." edip koyun cebine sokardı. Parası pu­lu olmayanlardan da hiçbir şey beklemez, ellerini avurtları­na bastırarak uzaklaşmalarını hoş görürdü. Önemsediği tek şey, bu kazancı dükkânın tıraş gelirine katmamaktı. Belki de can yakarak kazanılan paraları hayırlı bir gelir saymazdı. Bununla yalnız rakı ve badem şekerini aldırırdı.

Diş çekmek ustanın tek marifeti de değildi. Başı ağrı­yanlar, göğsü turlayanlar, devrilip düşecek gibi olanlar da ona gelirdi. Hatta yeni doğanların pis kanını akıtmak için de ona gelenler olurdu. Keskin usturasının ucuyla bebeklerin sırtına iki dizi çizik çizer, sonra da alt uçlarında birer damla kan toparlanan çiziklerin üstüne tuz ekerdi. Sıkıntı, zorluk, yokluk ve düş kırıklığıyla dolu yaşamın geleceğine dayana­bilmek için etkili bir sınavdı bu. Bebeklerin çizilirken çıkar­dığı iç paralayıcı çığlıklar karşısında sanki çok önemli ve ya­

rarlı bir iş yapıyormuşçasına ablak yüzünü yumuşak bir gü­lücük kapsardı.

Ustanın uzmanlık alanının sınırları bu kadar da değildi. Kurusatlıcan, sulusathcan, nefes darlığı, yel girmesi, türlü baş ağrıları için de etkili sağıtım yöntemleri vardı. Baş ağrısı ve yel girmesi gibi dertler için önce gene usturasını kullanır­dı. Sol yan migranı için sol şakakta üçlü, ya da beşli çizgiler çizer, çizik uçlarında beliren kan damlalarının oracıkta so­ğuyup donmasını önerirdi. Boyun ağrıları içinse ense çizilir­di. Bedeninin şu ya da bu yanma kulunç girenlere önce şişe çekilir, gereken hallerdeyse sülük tutulurdu. İçinde kâğıt parçaları yakılan vantus şişelerinin yapıştırıldığı sırtlarda te­nin kabarıp kızararak şişmesi, işin bitiminde acaip bir "lak" sesiyle çekilip koparılmasını merakla seyrederdik.

Fakat içimizi, korkuya benziyen bir ürperti ve tiksintiy­le dolduran sülük tutma işiydi. Islak sülük kesesinin içine elini daldırır, parmakları arasında kıvıldayıp yapışacak yer arayan kara; ışıltılı üç beş sülüğü bir vantusun içine bırakır, sonra da hastanın illetli yerine şişeyi yapıştırırdı. Bir ya da ikisi emziğini deriye yapıştırınca şişeyi başka bir noktaya ge­çirirdi. İşin başında kara iplik gibi olan sülükler şiştikçe şi­şer, kabarır ve uzardı. İyice dolup şişenler önce küçük tene­ke kaptaki küllerin üstüne düşürülür, çok geçmeden küller kızıl kana boyanır ve sülükler de eski boyutlarına dönerler­di.

Anlaşıldığına göre bütün dertlerin kökeni damarlarda dolaşan kötü kandı. Bundan birkaç damlasını şu, ya da bu yoldan akıtınca dert de birlikte çıkıp gidiyordu.

Ustanın elleri, sünnetçiliği dışında, kırık çıkıklar konu­sunda da hayli yetenekliydi. Çıkıkları zeytinyağıyla iyice ovarak yumuşatırdı önce. Müşteri bu işin ağrısız, sızısız ko­layca sonuçlanacağına inanıp gevşemeye koyulunca, anî ve kesin bir bilek hareketiyle yuvasından fırlayan kemiği yerine oturtuverir, gafil avlanan müşteri de keskin bir çığlık atardı. Kırıklardaysa eli daha hafif ve dikkatiydi. Parmak uçlarıyla kırılan kemiğin deri ve kaslar altındaki durumunu iyice in­celer, nerenin nereye oturtulması gerekeceğini kestirmeye

uğraşırdı. Bu daha acılı bir işlem olduğundan, kemik yerine oturtulacağı zaman kalfalardan bir ya da ikisi hastayı sağ­lam yanlarından sımsıkı yakalar, inilti ve haykırmalar yo­ğunlaştıkça usta "Hös ulan dalını mı kopardık?" diye çıkışır­dı. Kırık uçlar yerli yerine oturtulunca deri karasakızla iyice sıvanır, kırık organ sımsıkı sarılırdı. Hasta sahibi uzak gö­rüşlü değil de saracak çaput getirmeyi unutmuşsa ya onun ya da hastanın mintanı sırtından sıyrılıp berber makasıyla doğranır ve iş bitirilirdi.

Kırık çıkık konusunda Amerikan hastanesinin doktor •Hoseb’inden de üstün olduğu söylenirdi. Ortada dolaşan söylentilere göre yanlış kaynatılıp kolu ya da bacağı kısa ka­lan kaç kişinin dertli dalını yeniden kırıp yerli yerine oturt­muş, adamı ömür boyu çolak ya da topallıktan kurtarmıştı.

Bununla beraber, müşteri bulmak için böyle söylentile­re ihtiyacı da yoktu. Hastaneyi esasen öncelikle Ermeniler ve varlıklı, okumuş Müslümanlar kullanırdı. İçinde Lokman Hekim de olsa çoğunluğunun hastaneye karşı güçlü bir çe­kingenliği vardı. Oraya bir kez ayağı düşenlerin, dört kişinin omuzunda geri çıkabileceği inancı yaygındı. Çünkü berber Hüseyn ya da aktar Musa efendiyi iyice deneyip derdine de­va bulamaz duruma gelenler, son bir umutla hastane kapısı­na dayanırdı. O zaman da çoğunlukla iş işten geçmiş olur, dertli yakasını tümüyle Azrail’in pençesine kaptırırdı.

Herşeye rağmen ustanın önemli bir kamu hizmeti yap­tığı da kuşku götürmezdi. İşlerin bu kadar uzmanlaşıp zor­laşmadığı o dönemde o kimseyi git gelle oyalamazdı. Ayna muayenesi, kan, idrar tahlilleri, bir de sinirci görsün gibi hem keseye, hem de kunduraya zarar veren savsaklamaları yoktu onun. Karşısına gelen her derdi anlar, devasını da eli­nin altında tutardı. Ancak zor ve ağrılı işlerde kalfa ve çı­raklarından yardım isterdi. Sonra muayene masasını kolay­ca görülebilen bir yerinde "Muayene ücreti iki yüz lira" lev­hası da asılı değildi. İşi biten gönlünden ne kopar, ya da gü­cü neye yeterse avucuna sıkıştırıp savuşurdu. Meteliği olma­dığı için yüzü yerde kalanları da hoş görürdü: "Yeri! Allah şifanı versin. O sana verince sen de bana verirsin" diye sırtı­

nı sıvazlayıp savardı. İnsan çıkar duygusundan bu kadar uzak, acılı yüzleri güldürmeye uğraşırken arada bir eceli ye­teni ölümden kurtaramazsa bu kadarı da hoş görülmeliydi. Sanki etek dolusu para harcanan o diplomalı, kasıntılı dok­torların da başına gelmiyor muydu böyle işler.. Dişçi Artin’in yanlış çektiği dişleri bir toplasa insan, bir tabur dişle­ğin ağzı donatılabilirdi. Eczacının dizdiği yanlış ilâçlar, cer­rahın neşterinin şöyle biraz kayıvermesi yüzünden kısmeti tükenenler ustanın elinde can verenlerden daha ipi azdı?

Esasen kim ne yaparsa yapsın bütün bu işlerin bir ucu Cenabı Hakk’m iradesine bağlıydı. Sağıtan kim olursa ol­sun, kısmeti tükenen hakkın rahmetine kavuşur yer yüzün­de yiyecek kısmeti kalanlarıysa kimse top ve tüfekle yok edemezdi.

Berber Hüseyn’i de ötekiler gibi, o uygarlık denen ma­kine gürültüleri, mazot kokuları, uzmanlık dalları ve meslek yasaları önüne katıp sildi süpürdü. Bugün iki kapılı dükkâ­nının yerinde, soğuk havalarda biteviye isli kömür dumanı kusan, kat sayısı belirsiz büyük bir iş hanı oturuyor. Zemin katı süsliyen, vitrinleri tıka basa dolu dükkânlar arasında bir de berber var. Usta mezarından kalkıp kerevetini bir araya­cağı tutsa da, ağa kapısı genişliğindeki vitrin camının geri­sinde çalışan eli elektrik makineli, beyaz giyimli, taranıp süslenmiş berber kalfalarını bir görse ağzı iyice ayrık kalırdı. Tıraş makinesini bir o yana bir bu yana gırıldatarak beş da­kika içinde müşterilerini koyun gibi kırpıveren bu yeni kuşa­ğın berberlik ettiğine bile inanamazdı. Makasını tıkırdata­rak heykeltıraş özeniyle bir saat müşteri ensesinde oynama­yan kalfasının ensesi köküne bir şaplak indiriverirdi. Evet, kromlu, alüminyum dişçi koltuğuna benzeyen berber san­dalyeleri, duvarları boydan boya kaplayan beden aynaları, önlerindeki sıcak ve soğuk sulu, parlak lavaboları, camlı do­lapları dolduran biçim biçim süslü şişeleriyle buranın berber dükkânına benziyen bir yanı yoktu. Çırak, kalfa çalışanların hepsi de, yanaklarından makas alınacak kadar yarlı yakışık­lıydı. Amma bütün zenginlik ve gösterişine rağmen onun kârhanesinin köşe, bucak her yanını dolduran elle tutula­

maz, gözle görülemez birşey eksikti burada. Bütün tıraş olanlar, sanki dövüşten çıkmışçasına yorgun, asık yüzlü ve sabırsızdı. İşleri bitince duvardaki fiyat listesine acele bir göz atıyor, borcunu ödüyor, bahşişi dağıtıyor, çoğunlukla tek söz etmeden çıkıp gidiyorlardı. İnsanı birbiriyle kaynaş­tırıp birleştiren, şaka, takılma, söyleşmeden eser bile yoktu. Dert dökme, dert dinleme hiç duyulmuyordu. Ustanın dört duvar arasında güler yüzle yaptığı hizmetlerin çoğu, iş hanı­nın birçok kapısına uzman levhası oluvermişti.

Kim ne derse desin ustanın bu gösterişli ve varlıklı meslek çevresinde bir gün bile çalışmak istiyeceğini hiç san­mıyorum.

Ona öyle bir fırsat verilse de kanlı gözleriyle kısa bir bakıştan sonra, toprağı hemen yeniden sırtına çeker "Herşey vaktinde gerek oğlum" diye homurdanarak derin uyku­suna yeniden dalardı.

KÖSE HAFIZ

Köse oğlanı Çebiş imamın üçüncü karısı Fatma bacı do­ğurmuştu. Babası kara kaşlı, kara gözlü, bakımlı çem­ber sakalıyle iri kıyım bir adamdı. Kan damlayan yüzü, katmerli ensesiyle besili bir boğa kadar gösterişliydi. Üç ke­fenlik beyaz sarığı, yeri süpüren, uzun siyah latası heybetini daha da artırırdı.

Çebiş imam Allah adamı olduğu halde, dünyasını öyle horlayanlardan değildi. Kentin büyük bir camiinde Tanrı ile kulları arasında aracılık yapardı. Varlıklı çarşı esnafının ço­ğuyla mahallenin eşrafı cemaati arasındaydı. Gür, kulağı okşayan tatlı sesi, usûl ve erkân bilişi yüzünden kentin adı bellilerinin mevlüt, hatim, nikâh gibi törenlerinde aranırdı. İmam efendinin içini gizli gizli kemiren tek tasası kalıbının erkeği olmadığı kuşkusuydu. İlk karısından çocuğunun ol­mayışını kadının kısırlığına vermişti. Ocağının dumanını tüt­türecek döl, döş sahibi olmayı çok istiyordu. Fakat ne aktar Musa’nın zambak yağları, ne Ökkeşiye’ye bağlanan adak beşikleri fayda etmemişti. İlk ayalinden iyice umudunu ke­since, imam efendi İkinciyi denemeyi kararlaştırmıştı. Öyle ya Peygamber efendimiz "bakabildikten sonra dörde kada­ra" izin vermemiş miydi? Elhamdülillah kileri, mutfağıyla dört gözlü evinin mermer avlusundaki havuzundan şırıl şırıl sular akıp duruyordu. Yağ, peynir, turşu küpleri her zaman doluydu. Zahire ambarının da vaktinden önce boşaldığı gö­rülmemişti. Hamdolsun geliri ikiye de üçe de yeterdi.

Bir yatsı namazından dönüşünde İrebiş bacı mestini, çorabını sıyırıp onu yatmaya hazırlarken, sesini daha da bal­laştırıp niyetini ona açmış, rızasını almak istemişti. Bacı yü­reği saf bir hatundu. Kısırlık derdi onu da için için kemiri­yor, kocasına toz kondurmayı akıldan bile geçirmiyordu. Öyle ya dokunduğun yerinden kan fışkıran böyle bir erin er­keklik gücünden kuşkulanmak kimin hatırına gelebilirdi. Bu yüzden nereye koyacağını şaşırdığı çorap tekiyle yanakların­dan sızan gözyaşlarını kurulayıp "Sen bilirsin efendi." de­mekten ötesini yapamadı. .

İmam efendinin ikinci karısı Firdevs bacı sekiz çocuklu, orta halli bir esnafın kızıydı. Nedense kısmeti gecikmiş, yaşı umut sınırını hafifçe geçivermişti. Ama soyunda kısırlık be­lirtisi denebilecek hiçbir şey yoktu.

Gerdek gecesini izliyen haftalar ve aylar süresince efendi elinden gelen gayreti gösterip hayli süzülmüştü ama gene de ortada bir haberci yoktu. Aylar yıllara dönüşmeye, yıllar birbirine eklenip çoğaldıkça efendinin kuşkuları sinsi sinsi kendi üstüne yöneliyordu.

Bir yandan Firdevs bacı da nökerinin yağ ve adaklarını yenilerken, bir yandan da imam efendi başının boş olduğu saatlerde sık sık, Musa efendinin dükkânına uğrayıp fiskos eder olmuştu. Aylarca gizli gizli şalvarının cebinden çektiği kutudan alıp ağzına atıverdiği ve yüzünü buruşturarak yut­tuğu haplar da pek bir işe yaramıyordu galiba. Çünkü her ay, günü, saati gelip de Firdevs bacıya "Ne var ne yok?" de­dikçe zavallı kadının yüzü al al oluyor, göz pınarlarında yaş­lar birikiveriyordu. Birkaç kez iş birkaç gün gecikmiş, hepsi­ni iyice umutlandırmıştı. Fakat bu tür umutların üstüne kısa sürede soğuk suların dökülüşü daha zor ve acı verici oluyor­du.

İmam efendinin kasıntısı havasını epeyce kaçırdığı hal­de gene açıktan sorumluluğu üzerine almak istemiyordu:

"Tövbe estağfurullah, ne günah işledim ki, Hak Taalâ kentin bütün kısır hatunlarını bana musallat ediyor?" diye hayıflanıyordu.

Sonunda, baba olmak özlemini içine gömmeden talihi-

ni birkez daha denemek istedi. Öyle ya atalar "El oyun üçte" dememişler miydi?

Üçüncü gerdeğinde imam efendi, odayı solgun bir ışık­la dolduran petrol lambasının aydınlığında bismillah çekip Fatma bacının duvağını kaldırınca hemen gözlerinde yeni bir umut ışığı yanıvermişti. İri kemikli gövdesi, iri, dolgun göğsü, geniş kalçası ve al al yanaklarıyla Fatma bacı bir eki­lip kırk biçilecek sulak tarlalara benziyordu.

Gerçekten de bu kez umudu boşa çıkmadı. Evlendikle­rinin dördüncü ayı dolmadan Fatma bacı müjdeyi fısılda­mıştı.

Öğle namazından önce havuz başında efendinin aptest suyunu dökerken mutlu haberi söylemişti. İri yanakları kı­zarmış, gözlerinde için için yanan zafer ışıltısıyla kekelemişti:

"Bir haftayı geçti efendi... Dem gelmiyor."

Yenilemeye koyulduğu tekbir ve tehlil imam efendinin ağzmda dönüvermişti. Havuzun kenar taşma dayayıp yıka­maya uğraştığı sağ ayağını bırakarak oturduğu kürsüde doğruluvermişti. Kötü bir şakaya mı kalktı diye eşini uzun uzun süzdü. Sonra kuruyan boğazından zorla çıkan boğuk bir sesle:

"Doğru mu kız, doğru mu? Başka derdin olmasın?" di­ye kekeledi. İçine iyice güvenlik gelince yüksek sesle uzun bir "Elhamdülillah" çekti.

O gün efendinin öğle namazında farzı sünnetle karıştır­ması, namazı camide yangın çıkmışçasına telâşla kıldırma­sından cemaat iyice işkillenmiş, başına kötü birşey geldiğini sanmıştı.

Gebelik süresince Çebiş imam; Fatma bacının elini so­ğuk sudan sıcağına sokturmak istememişti. Ne zaman ona hizmet için ileri atılacak olsa hemen kaşlarını çatıp ötekile­re "Günah değil mi iki canlıyı ortaya sürüp yan gelir yatarsı­nız." diye çıkışıyordu.

Doğrusu istenirse ötekiler, kendilerinin başaramadığı­nın üstesinden gelen Fatma’ya için için hasetlenmiyor değil-

Alçak hasır tabure.

lerdi. Ama gebeliğin verimli ve başarılı sonuçlanması için de güçlerinin yettiğini esirgemiyorlardı. Güçten düşmesin diye iki günde bir yağlı, şekerli kaymak çalıyorlar, sütü bol olsun diye soğanlı yemekler pişiriyorlardı. Aş erdiği sürece de Fatma’nın bir dediğini iki etmemişlerdi. Fatma burnuna sarmısak ekşilisi koktuğunu mu söyledi, birisi çarşafı hemen başına alıyor buluncaya dek komşu kapılarını aşındırıyordu. Fatma taze üzüm mevsimi çoktan geçtiği halde canının bas­tık çektiğini mi fısladı; kuru üzümler ıslatılıp dileği yerine getiriliyordu.

Komşu kanevetçi Nuri’nin evinde benzi bozarmış, ha­bire dualar mırıldanarak teşbih çekiştiren Çebiş imama bir oğlu olduğunu muştuladıkları zaman sevinçten nerdeyse boğulayazdı. Heyecandan kesesinin düğümlerini bir türlü çö­zememiş, elindeki mecidiyeyi eşikteki habercinin önüne fır­latırken sevinçten çok, korkuyla karışık hayret yansıtan bo­ğuk bir sesle kekelemişti:

"Cenabı vacibülvücut seni de bütün tasalarından böyle kurtarsın. Ömrün uzun olsun. Dert görme inşallah."

Oğlan cıhzcaydı. Derisi pörsük, saçı, yüzü renksizdi. Medrese yoldaşı ve kırk yıllık arkadaşı Tahtalı camiin imam ve müderrisi hafız Abdurrahman efendi yanık sesiyle ezanı okuyup iki kulağına "Ökkeş, Ökkeş" diye seslenince sanki ürküvermiş, mecalsiz bir sesle ağlamaya koyulmuştu.

İmam efendi hemen Ökkeş’in başındaki küfünü, kun­dağını, beşiğini boy boy nazarlıklarla donatmıştı. Analıkları­nın, kaynatasının, cemaatinin hatırlı üyelerinin taktığı altın­larla oğlanın yastığı müşir paşa üniforması gibi bezenmişti. Hoca efendi her namazın son rekâti arkasından acele selâm vererek "Esselâmü rahmetullah"ı çeker çekmez yekinip so­luğu evde alıyordu. Nerdeyse Fatma bacının yatağı çevre­sindeki lohusayı yoklamaya gelenleri kapı dışarı edip bebe­ğin beşiği başından ayrılmak istemiyordu.

Ziyaretçiler ara verir vermez hemen içeri dalıyor, beşi­ğin önüne çömeliyor, hayran bakışlarla eserini uzun uzun seyrediyordu. Dizleri uyuşur gibi olunca da yüzünde yoğun bir mutluluk ışığıyla doğruluyor, eninde sonunda erkekliğini

isbatlıyan Fatma’sını kırk yatağında minnetle süzüyordu. Her ziyarette yatağın baş ucunda duran lohusa emi çanağı­na iri, işaret parmağını daldırıp büyükçe bir lokma bülaştırıyor ve kadınının ağzına ikramlıyordu:

"Nevse emini çok ye ki sütün iyi söksün. Masumun boş yerleri dolup gelişsin." diye öğütlüyordu. Sonra parmağın­daki baharlı, tarçınh bulaşığı iştahla yahyarak çıkıp gidiyor­du.

Ökkeş’in kırkı çıkar çıkmaz Çebiş imam biri, iki, ikiyi üç etmek umuduyla ha ’’’ uğraşıp alın teri dökmüştü. Ama emeklerinin hiçbirisi ürün vermedi. Anlaşıldığına göre Ök­keş üstüne nöker istemiyordu. Umudu tüm kesmediyse de "Rabbime bin şükür olsun" diye hazırdakiyle yetinmiş gö­zükmeye çalışıyordu.

Ökkeş’in doğumu gibi diş çıkarması, yürümesi, konuş­ması da geç ve güç olmuştu. İkisine kadar emzirildiğı, daha sonra da anası, analıkları ellerinde yemek sahanıyla havu­zun çevresinde peşinde koştukları halde bir türlü serpilip gelişemiyordu. Sessiz, hareketsiz bir oğlandı. Bulgur ayıkla­yıp dolma dolduran anasının dizinin dibinden saatlerce ay­rılmıyor, öteki evlerin çocukları gibi önüne gelen herşeye burnunu sokup karıştırmaya, araştırmaya kalkmıyordu. Ama imamın üç karısı da, komşular da onun durumundan hiç işgillenmiyor, aksine hayra yoruyorlardı...

"Anasından doğduğu günden akıllı uslu oğlumuz... Şöy­le büyük adam gibi oturup, insana öyle bir anlar anlar bakışı var ki... Nerdeyse elini kulağına atıp mevlüde başlayacak sa­nırsın." diyorlardı.

Ökkeş büyüdükçe de, mahallenin öteki oğlanları gibi sokağa fırlayıp aşık, gülle oyunlarına da merak duymadı. Anası "Yeri oğlum dışarı çık ta oyna." dedikçe "Yok işte." diye aksileniyordu. Sokağın ortasmd. n akan lağam arığında değirmen kurup çamur oynayan döllerin ne keyifli haykırışmalarını duymuş gözüküyor, ne de aralarına katılmak isti­yordu. Ele geçirdiği çaput parçalarıyla havuz başında çama­şır yıkamaya kalkıyor, avlu çomruğunu kapıp etrafı süpür­meye koyuluyordu.

Pısırıklıktan kurtulur umuduyla beşini doldurur dol­durmaz imam efendi onu Müzellef kızının Kur’an okuluna vermişti. Değneğini takırdatıp yanık sesle İlâhiler okuyarak mektep alayının başını çeken kör hafızın peşinde, başında atlas takyesi, boynunda yeşil çuhadan cüz kesesi ile Ökkeş, ilginç ve meraklı yeni bir dünyaya giren küçüklerden çok zindana götürülen kürek mahkûmu gibi duruyordu. Rahle­leri başında durmadan ileri geri sallanarak, düzensiz bir ko­ro halinde habire "elifi, küsü, enni" çeken çocuk sürüsünün Ökkeş’i adamcıllaştırmaya yararı olmadı denemez. Her ne kadar daha çok kız çocuklarla düşüp kalkıyor, oğlanların so­kakta itişip döğüşmelerine pek karışmıyorsa da eski yab ıniliği biraz aşınmış gibiydi. Üç yıllık avrat hoca öğretiminde epeyce tecvit bellemiş, nerdeyse Kur’an’m yarısını ezbere geçirmişti. Ama Ökkeş’in kişiliğindeki önemli değişmenin ilk belirtileri Tahtalı camii medresesine girdikten sonra be­lirmişti. Babası onu hafız Abdurrahman efendiye "Eti senin kemiği benim" diye teslim ettikten sonra bir süre işler yo­lunda gitmişti. Her rastlayışta Abdurrahman efendi "senin oğlan akıllı... Bir duyduğunu ikiletmiyor." diye onu övüyor­du.

Tahtalı medresedeki birinci yılla, İkincinin önemli bir kısmı oğlan hakkında yalnız övgü sözleri duyularak geçti. Abdurrahman efendi, hafif yeşile çalan iri gözlerinin hiç değişmiyen güleçliği ile onu yere göğe konduramıyordu.

"Tecvidi, usûlü ve kıraati pek iyi kaptı. Bir de şöyle er­genliğe girer sesi kalınlaşırsa kentin başta gelen hafızların­dan olur." diyordu.

Fakat karlar kalkıp kadınlar öbek öbek Çıksorut’un dulda kaya diplerinde bahar sahrelerine başladığı sırada bir gün Ökkeş pufla yanakları sarkık medreseden vakitsiz çıka­geldi. Anası, analıkları aralıksız "Ne oldu oğlum neren ağrı­yor? Hasta mısın?" diye sıkıştırdıkları halde Ökkeş’in ağzın­dan Tanrı kelâmı alınamıyordu. Öğle yemeği için eve gelen babasının kaş çatıp kızması, okşayıp yumuşatma çabaları da kâr etmedi. Ne kadar üstelenirse üstelensin domuzuna ka­fasını yere dikiyor, burnunu çekerek susuyordu. Çebiş imam

o güne kadar oğluna fiske vurmamıştı. Bu inadı ensesine şaplağı indirmesine kıl payı kalmıştı. Anası kocasına yatıştı­rıcı bir sesle "Hele haline bırak... karnı doyunca ne olduğu­nu anlarız elbet." demişti.

Babası havuz başında ağzını çalkalayıp gittikten sonra da Ökkeş davranıp medresenin yolunu tutmak istememişti. Yukarı kata çıkan merdivenin alt basamağına oturmuş, başı nerdeyse paçasının arasında habire elindeki çöpü ufalayıp duruyordu. Ortakları sofrayı toplayıp mutfağa bulaşığa gi­rince Fatma bacı gene oğluna sokuldu. Minik sarıklı başını okşayıp kucağına bastırdı:

"Hadi oğlum şeytana lânet de... derdini söylemiyen de­vasını bulamaz" diye öğütledi. Bunun da pek kâr etmediğini farkedince bileğine yapışıp kalkmaya zorladı:

"Kalk oğlum kalk... şeytana lânet de... Yukarı çıkalım da anlat bana derdini."

Ökkeş gönülsüz yekindi. Bileğini kurtarıp anasının önüne düştü. Fakat odaya girer girmez eşiğin bitişiğindeki pencerenin önüne çöktü, kafasını iki avucu içine alarak sar­sıla sarsıla hıçkırmaya koyuldu. Anası bütün bütün telaşlanmıştı. Başını tutup iri göğüslerine bastırdı. Nedenini kestiremeden kendinin de gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış­tı. Sonra yalın ayak koşup havuzdan bir tas su doldurup ge­tirdi. Zorla bir iki yudum içirdi. Sonra sarıklı küçük fesini bir yana atıp alnını, şakaklarını ıslattı. Ama Ökkeş içindeki acı suları iyice akıtmadan duraklayıp yatışmadı. Anası der­dini dökmesi için gene üsteledi. Ökkeş önce gözleri yerde elinin tersiyle burnundan akan sümükleri kuruladı. Sonra rengi belirsiz, ıslak, iri gözlerini anasına dikti. Sanki ona bir kötülük etmek istermişçesine bakıyordu. Bir, iki yutkunduk­tan sonra kekeledi:

"Uşaklar bana kız-oğlan deyler... İndir tumanı bakalım şeyin var mı deyler." Sonra gene omuzları sarsılarak ağla­mağa koyuldu.

Fatma bacı başından aşağı kaynar don kazanı devrildi sanmıştı. Yıllardır kafasının karanlık köşelerinde belli belir­siz kıpırdaşan bir kuşku sanki yerinden fırlayıp bütün kor­

kunç ayrıntılarıyla karşısına dikilivermişti. Bebekliğinden beri silip temizler, daha sonraları da hamamda bacakları arasına sıkıştırıp yıkarken hep içine, üstünde durup düşün­mekten kaçındığı bir kuşku düşerdi. Ökkeş’in hayasının bi­tiştiği yerde bir erkeklik uzantısı vardı. Kırkını çıkarınca sünnet bile ettirmişlerdi. Fakat hepsi bu kadardı. Altında yumurtaya benzer birşey yoktu. Kafası buna takıldıkça "Kim bilir her hal büyüdükçe ortaya çıkar." diye kendini avutuyor, kimseye açmıyordu. Çişini rahatça ayaküstü ettiğinden kim­senin hatırına birşey de gelmemişti. Yalnız görünüş ve dav­ranışında öteki oğlanların çaylaklığının olmayışına bazan ta­salanıp: "Eh Rabbim kullarının herbirini bir türlü yaratır." diye kendi kendini avutmuştu.

Çebiş imam Ökkeş’in derdini anladığı akşam kudurup köpürmüştü. Sağ yumruğunu sıkmış birini dövercesine habi­re dizine vuruyor "Durun ulan itoğlu itler sabah olsun.. Kız-oğlan kimmiş ben size gösteririm." diye köpürüyordu.

Ertesi gün erkenden Ökkeş’in elinden yapışmış Tahtalı medresenin yolunu tutmuştu. Gelişmiş mollaların dersini tekrarlatan Abdurrahman efendi, eski dostunun halindeki olağandışı belirtileri hemen sezinlemiş, rahlesi önünde diz çöküp sıralarını bekliyen şakirtlerini azad edip onunla hal­vete kapanmıştı. Bir süre sonra Ökkeş’i de içeri alıp sata­şanların kimliğini öğrendiler. Arkasından hafız efendi baş kalfası kazık Mehmed’e seslendi. Bütün mollaları hücresine getirtip karşısındaki duvarın önüne üç sıra diz çökertti. Ayak pıtırtıları yatışınca kalfasına "İndir şu falakayı." komu­tunu gürledi. Falakaya yatırılan ilk sanık yüzünde yer yer koyu renkli kıllar uzamaya başlayan çalık Mahmut’tu. Hafız efendi ayak bileklerine falakayı geçirip ipleri kıvırmaya ko­yulan kazık Mehmed’e:

"Sıyır şunun çoraplarını ayağından." diye gürleyince herkes bunalımın ne kadar güçlü olduğunu sezinler gibi ol­dular. Çünkü hafız hoca kötek atmaktan yoğun bir zevk du­yan hocalardan değildi. Falaka kullanmak zorunda kaldığı zamanlar, altında sopanın etkisini azaltan keçe ve benzeri şeyler olduğunu bildiği halde tabanı deri kaplı yün çorapları

çıkarttırmaz, şöyle okşarcasına bir iki sopa indirmekle yeti­nirdi. Çalık Mahmut çıplak tabanına inen sopa şakırtıları al­tında "Aman hoca töbe." diye inledikçe sanki daha da coşu­yor, hırslanıyordu. Sanıkların hepsi falakadan geçirilip göz­leri yaşh, tabanlarını ovuşturarak yerlerine diz çökünce ho­ca bütün mollalara uzun bir ahlâk dersine girişti. Sonunda da gürleyip töreni bağladı:

"Bir daha Ökkeş’e bir sataşan olursa alimallah onu bir hafta tabanına basamıyacak hale sokarım."

O günden sonra gizli gizli diş biliyenler eksik olmamak­la beraber Ökkeş’e açıktan sataşan pek çıkmamıştı. Ama Çebiş imamın içine de kuşku iyice girmişti. Ocağını tüttüre­cek tek evlâdının köse olması olanağını havsalası bir türlü almıyordu. Namazlarda bile bu sorunu kafasından sökemi­yor, kaçıncı rekâtı kıldırdığını şaşırıyordu. Birkaç gece yata­ğın ortasında bağdaş kurup sakal çekiştirerek öfledi, pöfledi. Lâhavle çekip kuşku şeytanını çevresinden uzaklaştırma­ya uğraştı. Ama sonunda gidip Hosep hekimi bir kez gör­meye karar verdi. Umut kesilen, ölümcül hastaları çekip Azrail’in pençesinden kurtaran ünlü gâvur elbet onun der­dine de bir çare bulurdu.

Tıknaz, kıranta, beyaz gömlekli Hosep hekim altın çer­çeveli gözlükleri arkasından Ökkeş’in en ayıp yerlerini mın­cıklayarak iyice bir muayeneden geçirdi. Sonra onu giyin­meye bırakarak babasıyla bitişik odaya çekilmiş ve gelmişi, geçmişi konusunda birçok sorulardan sonra yargısını bildir­mişti:

"Bir ameliyatla deri altındaki yumurtalar dışarı alınabi­lir. Ama doğrusu bunun pek faydası olmaz. Senin anlıyacağm oğlun köse.. Dölü, döşü olmaz... İşte böyle kadın-erkek arası büyür gider."

Başını zembereği bozulmuş makine bir oyuncak gibi sallayarak bu sözleri dinliyen imam efendinin yüzünden ca­nı, cini çekilmişti. Teşbihle oynayan elleri titriyordu. Fakat doktorun kesin teşhisi ne onu ne de eşlerini durduramadı. Aktar Musa’nın bütün merhem ve hapları denendi. Nefesi güçlü hocalara okutturuldu. Türbelere dilek taşları yapıştı­

rıldı.. Kurbanlar adandı. Fakat yıllar geçiyor, Ökkeş boyla­nıp boşlanıyordu. Ama ne sesi kalınlaşıyor, ne de yüzünde ■ tek kıl beliriyordu. Yalnız bütün uğraşılar onun kişiliğinde, büyükleri kara kara düşündüren önemli değişmelerden baş­ka sonuç vermiyordu.

Oğlan sık sık medreseden kaçmaya başlamıştı. O gün­lerde elde lastik sapan, boş gezen haytalarla mahalle arala­rında serçe avlayıp cam kırıyordu. Fakat daha çok mahalle­deki Mehmet efendinin selâmlık avlusuna dadanmıştı. Saat­lerce seyis Ahzar’m peşinde dolanıyor, atlafm timarma, yemlenmesine, ahırdaki gübrelerin kürelenmesine yardım ediyordu. Mehmed efendinin demirkırı aygırına sanki tutul­muştu. Eli boş kaldıkça ötekilerden uzak, arka ayakları de­mir bukağılı, yuları kısa bağlanmış aygırın beş on adım öte­sine dikiliyor, hayran hayran seyre koyuluyordu.

Ahraz’la Tısoğlan hamdaney kısrağı yedeklerine alıp Belediye hanına götürdükleri günden beri oğlan aygıra tu­tulmuştu sanki. O gün Sultan harasından birkaç günlüğüne getirilen hamdaney aygır, kentin soylu kısraklarına çekilmiye başlanıyordu. O da kısrağın peşinde han avlusuna dalmış, tüyleri ışıl ışıl yanan aygırın burun kanatları hırsla titreyerek kısrağa atlayışını yepyeni bir coşkuyla seyretmişti. Esasen çevrede dikilenlerin hemen hepsi de, elleri ceplerinde, zifaf odasının kapısını dinliyen yaşlı gece yengeleri gibi baygın baygın bakıp duruyorlardı.

Babasının ensesine şaplağı çekip onu Tahtalı’ya götür­düğü günlerden de artık pek hayır gelmiyordu. Hocasının önüne diz çöküp elini öperek tövbe ettiği halde oğlan tek duramıyordu. Kendinin alabildiğine azdığı yetmiyormuşcasına küçük, büyük öteki mollaları da baştan çıkarıyordu. Öğle namazında secdeye yatılınca, sezdirmeden kendi kafa­sındaki üç beşiyle camiden sıvışıyor, medrese avlusunda uzuneşek, kubbe çötürüm oynamaya koyuluyorlardı. Bitişik­teki evin avlu duvarını aşarak asmadaki korukları yolup ter­leme yapanların başında da o vardı. Hafız Abdurrahman birkez hücresini basıp tütün araştırmaları yapmıştı. Lânetullah on beşini yeni bitirdiği halde kuşağının arasından bir tü­

tün tabakası çıktığı yetmiyormuş gibi, kaytanının ucunda da saldırma iriliğinde bir Bursa bıçağı vardı. Sonra hiç tek dur­muyor, olur olmaz herşeye öfkelenip büyük, küçük deme­den hır çıkarıyordu. Hemen her gün ya çelimsiz bir mollayı yere vurup başını yarıyor, ya da yukarı hücrelerin kendin­den iri mollalarına sataşarak bir iyi kötek yiyip yüz, göz şiş­miş yakınmaya geliyordu. Sanki Ökkeş anasının dizi iibinde uslu akıllı geçen yılların açığını kapatmaya çabalıyordu.

Sonunda hafız Abdurrahman dostluk hatırını da bir ya­na koyarak pes dedi. Babasına:

"Bilâder senin bu oğlanda hayır yok... Al da başka bir zanaat denesin." diye öğütledi. Esasen babası da ondan umudunu keser gibi olmuştu. Onun tasasından yemeği, iç­meyi unutmuş, rahat gece uykularını yitirmişti. Kafasında epeyce indirip kaldırdıktan sonra onu dokumacı Şükrü ça­vuşun yanma ayak kalfalığı bellesin diye yerleştirdi. Çavuş yüzü gülmez, sert, aksi bir adamdı. Ne de olsa asker ocağı görmüş derdi. Elbet bu domuzu ancak onun gibi birisi yola getirebilirdi.

Ökkeş başından beyaz sarığı, sırtından latayı sonsuz bir kıvançla sıyırıp attığı halde Çavuş’un dükkânında adım köse Hafız takmışlardı. Artık köse sözüne içerlemiyor, arsız arsız sırıtıyordu. İki, üç yıl da onun yanında yuvarlanıp gitti. Fa­kat ayak kalfalığından çok edindiği hayta ahbaplarla içkili sahrelere, Kemikli Bedestan karşısındaki Ermeni meyhane­lerine gidip gelmeyi öğrendi. Bir kez de Marifin arkasında­ki sazda kantoya çıkan boyalı Ermeni kızlarından birisini üç beş arkadaşla kaldırmaya yeltenmişti. Zaptiye karakolunda babasını tanıyan kürt Mustafa çavuş olmasa epeyce sürünür, çuvalla dayak yerdi. Çavuş ötekilerin arasında onu da gö­rünce şaşırmış, koç boynuzu bıyığını çekiştirerek:

"Ulan deyyus sen de bunlara sağdıçlık mı edecektin?" diye ensesine şaplağı indirip salıvermişti.

Seferberlik davulları çahp sevkiyat taburları yoğun bir toz bulutu kaldırarak Batı’ya doğru gitmeye başladığı sıra­larda Çebiş imam "Benim Ökkeş adlı oğlum yok." diyecek hale gelmişti. Ama ne edersin bir yandan babalık, bir yan­

dan da Fatma bacının ağlayıp dövünmeleri herşeye katlanıp bağrına taş basmasına sebep oluyordu. Bu yüzden önce be­del verip onu askerlikten kurtarmış, sonra da yalvar yakar bir rapor alıp çürüğe çıkartıp Gazze çölünü boylamasını en­gellemişti.

Ama köse Hafız Büyük Savaş bitip de kentin çevresin­de Fransız harbi başlayınca içindeki gerçek cevheri ortaya koyma olanağını bulmuştu. İlk silâh patladıktan birkaç ay sonra işler iyice kızışıp gökten onbeşlikler yağmaya başla­yınca, çoğu kimseler gibi Çebiş imam da üç karısını toparla­yıp kuzeyin yolunu tutmayı kararlaştırmıştı. Ancak köse Ha­fız onlara katılmak istemiyordu. Evin tüm horantası günler­ce yalvarıp üstüne düştüler. Ama o Nuh diyor, Peygamber demiyordu:

"Din, iman elden gidiyor... Herkesi gâvurun eline bıra­kıp nereye gidecek mişim?" diye gürlüyordu.

İlk sıralarda Eskisaray’da çetelere soğan, patates soy­makla, Çınarlı’ya karavana taşımakla yetindi. Sonra ne edip etti bir İngiliz filintasıyla iki kor fişek sağlayıp çeteye katıldı. Birkaç ay içinde attığını vuran keskin bir nişancı, saldırıların başında Allah çekerek atılan eşsiz bir yiğit kesilmişti. Sava­şın ortalarına doğru da eski tanıdıklardan beş onunu çevre­sine toplayıp kendi çetesini kurmuştu. Cahalhk yıllarında onu horlayıp habire sataşan, savaş içinde de çete başılığma meydan okumaya yeltenenler karnına altı kurşun yiyip yere yığılıvermişti. Onu sevmiyenler cephede nöbette olmadığı günlerde, kentin dışına çıkıp kaçkaççıların yolunu keserek soyduğunu söylüyorlardı. Fakat bu işi hangisi yapmıyordu sanki.

Şehirde üç aylık kuşatmadan sonra yiyecek, içecek tü­kenince o da öteki savaşçılar gibi bir yolunu bulup cepheyi yarmış, yakayı kurtarmıştı. Babasının ayallarıyla birlikte kal­dığı Besni çevresindeki köye geldiği zaman biraz besinsizlik­ten kötülemişti. Ama başında ipek puşi, belinde sırma işle­meli fişeklik, altında da bakımlı demirkırı bir tohumluk var­dı.

Barış yapılıp Fransız gâvuru çekip gidince arta kalan

kaçakçı kafileleri arasında onlar da evlerine dönmüştü. Be­reket versin evlerine top falan düşmemişti. Yalnız her yanı yoğun kükürt kokan bir toz kabuğu kaplamıştı.

Çebiş imam camiini ibadete elverişli duruma getirmeye uğraşırken köse Hafız da gece karanlığında Ermeni evlerin­den söküp taşıdığı kesme taşlarla avludaki geniş ekinliğin yerine bir ahır konduruyordu. Yıkıntılar kaldırılıp herkes bir işin ucundan tutmaya koyulduğu zaman da köse Hafız hayat boyunca özlemini çektiği geçim ve seçkinlik yolunu bulmuştu. Her ne kadar çevrede "tomofil" denen atsız bir araba dolaşmaya başlamışsa da henüz varlıklı herkesin ahı­rında bir iki binek atı bağlıydı. Köse babasının imamlığında sabah namazını kılar kılmaz eve dönüyor, aygırın yemini tu­tuyor, türküler mırıldanarak kaşağıya çekiyor, hayvanın apı­şında atsineyi yaşatmıyordu. Kuşluk vakti gene özentiyle yağlı hamurunu karıyor, avucunda lokma lokma yuvarlayıp yediriyordu. Her ikindi üzeri aygırının üstüne binip Kavak­lık yolunu tutunca boyu bir kat daha uzamış gibi geliyordu insana. Hele hayvan karataşlar üstünde sekip oynamaya, kuyruk dikip kişnemeye başlayınca keyfine sınır yoktu. Ür­küp çevresinden telâşla kaçınanlara, peşine takılan çocuk sürüsüne horlamasına bakınıp kasmıyordu. Her haliyle köse bir hafızdan çok, kıtalar fethetmekten dönen ünlü bir hü­kümdarı andırıyordu.

Aygırına kurulup kentin en kalabalık çarşılarında, nal şıkırtıları ve kişnemeler arasında geçmek Köse’yi dört köşe yapıyordu.

Eğerin üstüne oturup dizginleri kasınca sanki benliği­nin alışık olduğu sınırlar eriyip ortadan kalkıyor, her kasın­dan güç ve can fışkıran aygırın heybetli gövdesiyle kaynaşı­yordu. Bu durumda kendini dünyayı sapından yakalayıp to­paç gibi başının üstünde çevirecek kadar güçlü hissediyor­du.

Bahar hafifçe yaza dönüşüp kısrakları aygıra gösterme mevsimi geldiğinde ise Köse sanki bambaşka bir adam kesi­lirdi. Hareketlerine olağandışı bir canlılık gelir, rengi belir­siz iri gözlerinde coşan dervişlerin cezbeli ateşi yanardı san­ki.

İlk iş Yenihan’m avlusuna açılan boş odalardan birini tutar, kendi eliyle iyice silip süpürür, tabanına kuru ot ya­yardı. Bu iş bitince aygırı oraya çeker ve sabah namazından çıkar çıkmaz hanın kapı aralığına kürsüyü atıp kurulurdu. Köse her getirilen kısrağın üstüne aygırını salmazdı. Beş de­ğil, onbeş mecidiye de verseler kulak asmaz, getirilen hayva­nı alnının akıtması, burun kanatlarından tut da ayaklarının sekisi ve kuyruk tutuşuna kadar uzun i zun inceler, anasını atasını soruştururdu. Ay girim gerdeye sokmaya değecek bir dişi olduğuna kanaat ge .irince de hemen işe girişmezdi. Ön­ce kısrağın sahibine bir sigara sarıp tutuşturur, çaycı İmam’a bir kahve ısmarlar bir süre havadan sudan söz eder­di. Eşref saati gelince müşteriye "Hele az bekle." diyerek ay­gırın yanma hazırlığa girerdi. Onu izliyen çarşı esnafı töre­nin başlayacağını sezinler sezinlemez elindeki işi bırakır, gözlerinde umutlu bir bekleyişle avlunun çevresine toplan­maya koyulurdu.

Köse önce büyük bir özenle aygırın yağlı hamurunu yo­ğurup yumaklar, sonra leğendeki ılık suda bol köpüklü sa­bunlu bir su hazırlardı. Kısrağın kokusunu alıp hırsla eşinip kişnemeye koyulan aygıra, yatıştırıcı bir iki söz edip dışarı uğrar, müşteriye seslenirdi.

Kısrağın yularını kısaltıp pekiştirmeyi, kuyruk sokum yerinin iki karış altından iple sıkıca bağlayıp bir yana çek­meyi, onun görevi sayardı. Bu işler bitince iki elini sabun köpüğüne daldırır kısrağın bacak arasını iyice sıyırarak kay­ganlaştırır, arkasından ahırın kapısını açıp yularını çözerdi. Kapağı hamurlanmış kelle kazanı gibi fıkır fıkır kaynıyarak eşinen aygır top gibi dışarı fırlar, burun kanatları hırsla titriyerek kısrağın çevresinde bir iki yarım daire çevirerek uy­gun sıçrama noktasını kestirmeye uğraşırdı. Bu sırada Köse’nin davranışları iyice hızlanır, gözlerinde garip bir ateş yanarak dirseklerine kadar sabun köpüğü bulaştırır, kısra­ğın sağrısının sol yanma dikilip beklerdi. Aygır sıçrama nok­tasını kestirince camları titreten bir kişnemeyle şahlanır, dişlerini hafif tertip kısrağın boynuna yapıştırırdı. O anda Köse yerinden atılır, sanki bu iş eli değmeden olamazmışca-

sına aygırın erkekliğini sabunlu eliyle bir sıvadıktan sonra yerli yerine yerleştirirdi. Han avlusundaki çocuk, yaşlı üç sı­ra seyirciden çıt çıkmaz, hepsi baygın bakışlar ve hafif tertip kızarmış yanaklarla vuslat sahnesini seyrederlerdi.

Aygırın işi bitip yerine kapatıldığı zaman Köse’nin işi bitmiş sayılmazdı. Leğendeki sabunlu suyla hayvanın haya­larını, kelek boyutundaki yumurtalarını, okşaya okşaya silip kuruturdu. Bu iş bitince hamur kazanının üstündeki ıslak bezin bir ucunu açarak yumakları yeniden mıncıklayıp ye­dirmeye koyulurdu. Ancak ondan sonra kuyu başında elini yüzünü yıkamaya girişir, bunu da boy aptesti alıyormuşçası­na titizlik ve törenle yürütürdü.

Köse tohumluğunu bir kuşlukta bir de ikindi üzeri iki kısraktan fazlasına salıvermezdi. Müşteri hatırlı birisi de ol­sa, ücreti iki katı da vermeye kalksa sırasını beklemek zo­rundaydı. Öyle ya Urfa’nın ünlü bir ağasının ahırından gel­diği söylenen böyle eşsiz bir hayvanı, para için zorlayıp va­kitsiz güçten düşürmek akıllı bir iş olamazdı. Esasen köse­nin tek geçim yolu da değildi bu. Diplomasız bir baytar ola­rak ünü dört vilâyete yayılmıştı. Döl tutmayan kısrakları kaç günlük yoldan ona getirirler, idiş edilecek tayı olanlar, atı­nın ayağı burkulup tökezliyenler hep onu arardı. Bir kez ka­yalık bir yamaca zorlanırken arka ayakları üstüne çöküp kuyruk sokumunun üstünden kemiği kırılan ünlü bir kısra­ğın bile kırığını kaynatmış, düşen kuyruğunu doğrultmuştu. Bu yüzden haber salıp onu Urfa, Adana’ya çağıranlar eksik olmuyordu. Eh bin bereket versin para da damlamıyor, ara­lıksız akışıp geliyordu. Çoğu zaman kışlık zahire, yağ, peynir de, minneti küllenmiyen müşterilerden ikram olarak gelirdi.

Azgınlaştığı cahalhk yıllarında, tek evlât demeden onu yakasından silkip atmayı bile kuran babası Çebiş imam da artık ona başka bir gözle bakıyordu. İyice yaşlanıp imamlığı bırakmak zorunda kaldığından, beş, on kuruş kira getiren iki dükkânından başka bir geliri yoktu. Köse hafızın her sa­bah dolgun kesesinden çekip "Evin masrafını görün" diye önüne fırlattığı mecidiyeler olmasa belki de namerde muh­taç duruma düşebilirlerdi. Bu yüzden önceleri "kuşçuluk, it-

çilik ve atçılık baba mirasını batırmak istiyenlerin harcı" di­ye horladığı işe, düşkünlük yıllarında nerdeyse kendisi de merak sarmışa benziyordu. Köse ahırda aygırla uğraşırken yemenilerini sessizce sürükleyip kapıya sokuluyor, hafifçe aksu inen gözlerini kısıp loşluğa uydurmaya çabalıyordu. Oğlu arada bir dilini şakırdatarak kaşağıyı hayvanın tüyleri üzerinde yoğun bir sevgiyle şıkırdatırken "Hey bu da ne to­sun ya" diye sağrısına küçük şaplaklar indirirken onun da gözlerinin içi gülüyor, koca sarıklı başını beğenceyle ileri geri sallayıp duruyordu.

DELİ BEKİR

Çarşı’nm gülü, gülşeni Bekir’di. Sürekli barınağı Yüzükçü hanının develiğiydi. Yapının oturduğu yamaçtaki kayalığın içine oyulmuş, derince bir mağraydı burası.

Yazları Alidola camiinin havuzbaşı kadar serin, soğuk kış aylarında da yorgansız uyunacak kadar ılıktı. Bir yandan ıhmış, geviş getiren develerin nefesi, bir yandan da yanışan ceviz gibi yuvarlak, kuru deve gübresiyle ısınırdı. Sabah na­mazından sonra kervanlar tutulup yola konunca Bekir güb­releri kapının duldasındaki köşeye küreler, her işi bitip yat­sıyı kıldıktan sonra, kafasındaki tas biçimi, yuvarlak deveci külahını bile çıkarmadan gübre yığınının üstüne uzanarak ya uykuya dalar, ya da ellerini başına yastık yapıp düşleme­ye koyulurdu.

Bir açıdan geçim yolu kervancılara hizmetti. Akşamla­rı, her yanları toz giyişine bürünmüş avluya giren kervanla­rın yükünü indirmeye, kuyudan su çekip yalaklarına boşalt­maya, deveğe çekip yemlerini tutmaya yardım ederdi. Sabah erkence yola koyulacakları ahırdan avluya alır, ıhtırır, güçlü kollarıyla yüklerinin çatılıp sarılmasına yardım ederdi. Hem kervancılar, hem de hancı görürlerdi onu bu hizmetler için. Arada bir eline bir kaç ellilik tutuşturulur, kebap, lahmacun artıkları ikramlanır, baklava sahanlarının dibindeki şerbeti parmağıyla sıyırıp, gözlerini bayıltarak yalanmasına gülü­nürdü.

Fakat onun asıl görevi ve geçim yolu bu değildi sanki. Avlu boşalınca yüzüne kuyu başındaki yalaktan birkaç avuç su çarparak toz, saman ve gübre artıklarını temizler, üstünü başını silkerek sahneye çıkmaya hazırlanan ünlü bir soytarı gibi titizlenirdi.

Gülmek için birşey söylemesi ya da yapmasını bekle­meye ihtiyaç yoktu. Çarşı’nm Kazancı pazarına kavuştuğu dört yolun ağzında gerilip kasılarak ortaya çıkışını görmek yeterdi. Basık keçe külahı altındaki ablak güleç yüzü, patlak iri siyah gözleri, her ucu bir yana kaymış gür bıyığıyla ger­çekten çok karikatürü andırırdı hali. Bunun altında, yama­larla bezenmiş mintana rağmen çöreklenmiş evran gibi kı­pırdayan geniş omuz ve kaslı iri gövdeyi, parmak uçları ner­deyse yere sürünen iki uzun güçlü kolla, yeterince gelişmeye nedense fırsat bulamamış iki bodur bacak süslerdi. Bütün haliyle insandan çok, mor şalvar ve yamalı mintan giydiril­miş bir gorili andırırdı.

Bekir kuşluk vakti dörtyol ağzına dikilince bir süre ka­fası geride göğsü dışarda, topraklarını denetlemeye gelen köy ağası gibi kasılıp durur, en yakınındaki esnaftan birinin sahneye çıktığını farketmesini beklerdi. Genellikle onu ilk gören ya köşedeki ekmekçi Şerif, ya da karşısındaki manav Yirik Mustafa olurdu. Varlığını gören elindeki işi bırakır, suratını yayvan bir gülüş kapsar, sesinin bütün gücüyle "Çı­karır, çıkaramaz." diye gürlemeye koyulurdu. Bu sözü işiten ötekiler de usta, çırak dükkânın önüne uğrar, iki yandan "Çıkarır, çıkaramaz" nağraları korolaşmaya yüz tutardı. Şemsiye tamirciliği ve ağızhkçılıkla uğraşan aksakallı Aziz dede bile başını kaldırıp gözlerinin içi gülerek, onun sağa sola baş sallayarak çarşının ortasına doğru ilerleyişini sey­retmekten kendini alamazdı.

Bekir çarşının tam ortasını bulunca, en önemli numara­sını yapma zamanının geldiğini kestiren marifetli bir gözboyayıcı gibi etrafında döner, ilginin yeterince üzerinde topla­nıp toplanmadığını denetler, sonra hafifçe eğilip uzun ko­luyla şalvarının bir paçasını baldırına doğru sıyırır, iki par­mağını sokarak ünlü pipisinin ucunu çekip gözler önüne se­

rerdi. Bu gösteri günde birkaç kez yinelendiği halde ne o, ne de esnaf bir bıkkınlık gösterirdi. Gösterinin doruğunda her yandan "Dahaaa, abooo, yuuf." naraları yükselir "Ulan eşeğinkinden de beter." sözleri duyulurdu.

Ama Bekir’i çarşının neşe kaynağı yapan bu numarası değildi. Bu sadece yaşam övgüsünün bir önsözü, ya da sah­neye çıktığının habercisiydi. Herkesin kahkahadan kasıkla­rını çatlatan yanı, ilk bakışta abuk sabuk gelen fakat güçlü bir mizah duygusuyla düş ve gerçeği kaynaştıran tekerleme­leriydi. Bu nedenle ilk numarası sona erince esnaf, müşteri, gönül eğlendirmek için Bekir’i yakalayıp ağzından gülecek bir iki söz koparabilmek için yarışırdı. Hoşuna giden, işine gelenin yanında durur, yarenlik eder, oyunun ölçüsünü ka­çıranların yanında zincirle bağlaşan durmaz ve ağzını aç­mazdı. Çarşı da en çok hoşlandığı aktar Musa efendiyle ağızlıkçı Aziz dedeydi. Onlar çağırmasa da sokulur, daraba­nın bir köşesindeki misafir minderine ilişir, sohbet kapısı açmalarını belderdi.

Aziz dede ona birgün "Ulan Bekir deve bohu gibi kokuysun. Şu camiin gusülhanesine git de çimereğe bir gir." diyecek olmuştu.

Bekir güleç suratlı kafasını bir iki sallayıp:

"Bire dede deveyle koyun koyuna yatan gül goncası gibi kokmaz ya. Bugün çimsem sabaha faydası olmaz." karşılığı­nı vermiş, başına toplananları kırıp geçirmişti.

Başka bir kez ona "Ulan Bekir Allah sana bir torba al­tın verse ne iş tutardın." diye sorulmuştu. Abartılmış bir se­vinç ışığıyla iri, patlak gözlerini ayırmış, birkaç kez "Nişler miydim, nişler miydim?" diye kekelemişti. Sonra çözümü bulanların sevinciyle:

"Bir kellim torbayı önüme boşaltır, bir bir sayardım ta­mam mı diye... Sonra birer birer iki parmağımın arasına alır, ağzıma baklava dilimi gibi sokar karnımı doyururdum." demişti.

"Ulan deli altın yenir mi, karın doyurur mu?" diye sata­şanlara da "Karın doyurmazsa ne boha yarar bu meret." kar­şılığını vermişti.

Hemen herkesle çok iyi geçindiği halde nedense Bekir çarşıağası Nuri efendiden pek hoşlanmazdı. Soru ve sarkın­tılıklarına çoğunlukla karşılık vermez, kahve ikramlarına pek aldırış etmezdi. Onun bu horlaması, bütün esnaf ve eş­raftan saygı görmeye alışık olan Nuri efendiye iyice koyardı hani. Bu yüzden çoğunlukla onu görmezlikten gelmeye uğ­raşırdı. Fakat sıcak bir yaz günü Yenihan’ın esintili kapı aralığında, kuşakları altın köstekli kent ulularından bir hal­ka kurulmuş, şerbetçi Mıdığ’m sakız gibi sünen, gül şuruplu dondurmasıyla serinlemeye uğraşıyorlardı. Herkes gevşe­miş, terliyor, yüzlerine konan sinekleri bile isteksiz kişeliyorlardı. O sırada kapı ağzında Bekir gözüktü ve herkesin yüzünde bir gülücük belirip topluluğa canlılık geldi. Bütün kervancıların sicimden çuvaldıza, balmumundan çuvala ka­dar her tür ihtiyacını karşıladığı çarşının en büyük dükkân­cısı İbrahimoğlu ona el etti. Mıdığ’a bir dondurma da onun için ısmarladı. O arada da sağdan, soldan sataşmaya koyul­dular. Biraz önce sözün neresinden tutacağını kestiremeyen halka canlanmış kahkaha üstüne kahkaha basıyordu. Nuri efendi de onun farkında değilmişçesine kehribar teşbihini çevirip han avlusunun üstündeki masmavi, bulutsuz gökte daireler çizen çaylakları seyreder gözükmeye çabalıyordu. Kısa bir duraklama sırasında kendini tutamadı, ötekilere katılabilmek umuduyla, ağız ucuyla Bekir’e:

"Ulan Bekir şu çaylaklar gibi iki koca kanadın olsa ne yapardın?"

Bekir durakladı. Önce soruyu duymazlıktan gelmek is­tercesine başını İbrahimoğlu’na çevirdi. Sonra birden Nuri efendiye dönüp karşılık verdi:

"Nişler miydim, nişler miydim?... Hanın saçağına konar beklerdim... Sen altından geçerken de fesinin üstüne ters­lerdim."

Herkes yumruklarını kasıklarına bastırarak gülerken Nuri efendinin uzun, at suratı mosmor oluvermişti.

Nedense Bekir değnek parçası, ya da baklavacı oklava­sını tüfek gibi kaldırıp kendine nişan alanlardan ürker, ya da yalancıktan korkmuş gözükürdü. O zaman uzun kollarını

havalanmaya çabalayan kelkenes kanatları gibi iki yana salhyarak kaçmaya koyulurdu.

Onu kolundan yakalayıp "Dur ulan niye korkarsın elin­deki tüfek değil ki." diyenleri kuşkulu bakışlarla süzer "Ya tüfekse, ya tüfekse." diye telâşla kekelerdi.

"Ulan tüfek olsa ne çıkar... Senin gibi delinin kanma gi­rip te ne edecekler?" diye yatıştırmaya uğraşanlaraysa: "Ya ben kuşsam, ya ben kuşsam." deyip kaçışını sürdürürdü.

Bir kez babam ve arkadaşları onu minnet, rica selâmlı­ğa getirmiş deli deli söylettirip gülüşüyorlardı. Ben de eğ­lenceye katkıda bulunmak için içeri girdim. Dolaptan saçma tüfeğini kaptım. Oturdukları sofanın kapısını arkasına daya­yıp "Kıpırdama Bekir." diye haykırdım. Bekir iri gözlerinde yoğun bir korkuyla yerinden fırladı. Merdivenleri bırakıp korkuluğun üstünden avluya atladı: "Dur ulan, dur"lara al­dırış etmeden yokuş aşağı kaybolup gitti. Büyük bir iş başa­ranların kasıntısıyla ben tüfek elde sırıtırken babam atıldı ve elinin tersiyle yüzüme bir şamar yapıştırdı:

"Ulan herifi buraya getirinceye kadar çatladık. Herşeyi pisledin" diye bir de azarladı. O günden sonra Bekir’e bir daha tüfek çekemedim.

Herkesi eğlendirmesine karşın çarşıda Bekir’i eğlendi­renler de eksik değildi. Bunların başında lâhmacuncu Hoca gelirdi. O ününü bu besinin üreticisi olarak kazanmamıştı. Tüketicilikteki eşsizliği yüzünden adı çıkmıştı. Bir oturum­da, gözünü kırpmadan otuz ekmek lâhmacunu dürümleyip devirdiği söylenirdi. Hepsi bu kadar da değildi. Tepsi boşa­lınca patlıcan dolması iriliğindeki parmaklarını şapırdatarak yalar, dürümler arasında kalan boşlukları da yarım tepsi baklava ve bir külek karlı ayranla doldururdu. Bu yüzden alabildiğine gelişip büyümüş asırlık çınar gövdelerini andı­rırdı. Çarşıya piyade çok seyrek inerdi. O zamanlar bedeni­ni tüm saramadığı için önü ayrık kalan entarisinin yırtmaç uçlarını kuşağının arasına sokar ve paçalı donunun nakışlı uçkurları, Alidola’daki adam boyu saatlerin rakkası gibi sal­lanıp dururdu. Elindeki ucu çatallı değneğine dayanarak

yalpalı yalpalı yürümeye uğraşırken insandan çok karaya vurmuş bir suaygırım, ya da derya canavarını andırırdı.

Çoğunlukla bindirilmiş gezer ve ancak dört kişinin yar­dımıyla katırının eyerine yerleşebilirdi. Hayvanın sırtına oturunca beli nerdeyse yarım daire olur, karnı yere sürüne­cek hale girerdi. Bu durumuyla da sıpaya binmiş fil sanılabilirdi.

Bekir ona ne zaman rastlaşa ilk kez karşılaşıyormuşçasına duraklar kalır, iri patlak gözleri fincan tabağı gibi ayrı­lır, ses algılama sınırının dışına çıktığını kestirince de mu­hakkak bir iki tekerleme yuvarlardı arkasından. Bu yüzden Hocanın çarşıda heybetli gövdesini görenler hemen Bekir’i araştırır ve ne diyeceğini duymak için çevresine toplanırdı.

"Ulan bu ayıya kaç top alacadan zubun çıkar olam?" "Döyyüsün karnının yağı bir köyü bir kış geçindirir." "Ulan aman bu herifin katır sırtında dağ yolunda karnı bozulsa ne boh döker olam?"

"Herifi görünce beni de dürüm edip ağzına sokar diye korkuyorum."

Bu sözler de bir nefeste bir dükkân komşusundan öte­kine yapılır, bir uçtan ötekine ardı arkası gelmeyen bir kah­kaha zinciri boşanırdı.

Fazla takılıp onu kızdıranlara da "İnşallah lâhmacuncu Hoca sırtına bine." di/e beddua ederdi.

Bir gün de piyade gezen Hoca İkikapılı hanın ağzında Bekir’e rastlamış hal hatır sorup takılmaya kalkışmıştı. Onun: "Nasılsın bakalım akıllı oğlum Bekir." sorusuna he­men karşılığı yapıştırmıştı:

"Eyvallah Hoca efendi. Yiyip içip Allah’a duacıyım... Senin katırın olmadığım için."

Onu ilgilendirenlerden bir başkası da berber Hüseyn’ di. Çarşıdaki gezi ve yarenlikleri onun dükkânının önüyle Yüzükçü hanının sınırını hemen hiç aşmazdı. Ne öte yanda­ki Saraçlar çarşısına geçer, ne de kara fesli Ermeni bakırcı­ların çekiç tıkırtılarının içine girerdi.

Sıcak günlerde Hüseyn usta da dükkânın karşısındaki tahta kerevetinden bir yere kıpırdamazdı. Tıknaz, yuvarlak bedeniyle, semiz bir Roma imparatoru gibi sedire yan gelip uzanır, küçük kürsüsünü koltuğuna çeker, düzenli aralıklar­la arkasına gizlediği siyah yatıktan iri bir yudum alır, cebin­den çektiği iki badem şekerini de ağzına atardı.

Bekir onun kereveti önünde sık sık mola verir, ellerini göbeği üstünde saygıyla kavuşturup kızıl burnunu, kanlı açık mavi gözlerini seyre dalardı. Usta tedirgin olmuş’görünerek çatardı ona:

"Ne bakıp duruyn ulan... Şadı mı gördün?"

"Estağfurullah usta... şu şişeyle bugün ne sözler ettiğini dinlemeye geldim. İkide bir ağız ağıza verip emişirsiniz."

Usta yatığı boynundan yakalayıp ona doğru uzatır: "Getir ulan ağzını iki çift söz de sana etsin."

O tövbe dercesine kafasını iki yana sallar, irkilmiş gibi bir adım geri çekilirdi:

"Yok yok, eyvallah usta... Bende ne meyhaneciye, ne de leblebici Said’e yatıracak pul var. Onun tatlı dilini bir din­lersem develik zindan olur bana."

"Korkma ulan korkma... Gel şunun sözünü bir tut. O zaman c 'ik seyran olur sana."

"Aferim sana usta... Benim makas tıkırdatan kalfala­rım, leğen tutan çıraklarım yok ki, yatağı dolu tutsunlar."

Bir gün Hüseyn usta ona:

"Ulan deli, bir sabah gözünü açsan ki üstünde yattığın o deve tersleri tüm çil altın kesilmiş... Gene mi konuşmazsın bu yatıkla." diye sormuştu.

Bekir bir süre ne yapacağını tasarlıyormuşçasma dalıp kalmıştı. Sonra söylenene aklı yatmamışçasma başını geri doğru salladı:

"Hayır usta olamaz. Çil altın deve tersi gibi yumuşak ol­maz. Yatınca adamın her yanma batar. Sonra kışın da buz gibi soğuk olur."

Böyle develerle gece gündüz içli, dışlı olması Bekir’in sonunda bir deve depiği yemesine elbette yol açacaktı. Fa­kat onlardan yediyi tekme de tam yaşam düzenine uygundu.

Herkesin gevşeyip uyukladığı bir öğle sonu Bekir de deve gübrelerinin üstüne uzanıp, kaya serinliğinde mızırganmıştı. Bir ara karışık düşler ortasında kulak mengillerinden birinin çekiştirildiğini sezinler gibi oldu. Gözlerini zorla açan Bekir, suratında ılık bir nefes duymuş ve sol kulağının mengilinin iştahla emildiğini farketmişti. Yanı başında yeni doğan bir deve potuğunu annesi yalıyor, potuk da dudakları arasında habire onun kulağını çekiştiriyordu.

Bekir telâşla yerinden fırlamış, han avlusuna oradan da çarşının ortasına doğru koşmaya koyulmuştu. Bir yandan uzun kollarını kerkenes kanatlan gibi sallıyor, bir yandan da sesinin bütün gücüyle:

"Vallah ben doğurmadım... Billâh ben doğurmadım." diye haykırıyordu.

Onu ilk görenler ne olduğunu kestirememiş, kolundan tutup durdurmayı da başaramamıştı. Ama çarşının ortasını aşınca hızı biraz kesilmiş ve önleyerek yakalayanlar ne oldu­ğunu soruşturmaya girişmişti.

Bekir yöneltilen bütün sorulara "Vallah ben doğurma­dım... Billâh ben doğurmadım.."dan başka birşey söylemi­yordu. Sonunda birisi doğurmadığı şeyin develikte olduğu­nu anlıyabildi. Bu kez herkes başına toplanıp sataşmaya ko­yuldu:

"Ulan Bekir; demek sen sezdirmeden erkek develerle düşer kalkardın ha... Ulan nerde taşıdın o potuğu bunca ay."

Oysa "Vallah billâh" sözlerini yineleyip duruyordu. Be­kir’in develerden gebe kaldığı şakası çarşının aylarca güldü­rü kaynağı oldu.

Bekir ne oldu, nasıl sona erdi bilemiyorum. Savaşlar ve değişen dünyanın silip süpürdüğü çarşının düzeni ve renkle­ri arasında yok olup gitti sanırım.

Önce savaş çarşıyı, cemaati çekilmiş yıkık bir tapmağa dönüştürmüştü. Aylarca ne bir çekiç sesi, ne de kervan ka­tırlarının nal şakırtıları duyulabilmişti. Havlayıp yal dilenen tek bir çarşı köpeği bile kalmamıştı. Bir kesimi açlıktan kı­rılmış, bir kesimini de aylarca süren kuşatma sırasında in­sanlar yiyip tüketmişti.

Daha sonra bu eski seslerin yerini motor hırıltıları, kor­na yaygaraları ve otomatik tezgâhların tıkırtısı almıştı. Çarşı yabancı, yeni seslerle dolup taşıyordu. Ama aralarında ne Bekir ne de ötekiler vardı artık.

Eski bir yaşam bitmiş, bir yenisi doğmaya başlamıştı. Daha hızh, daha gürültülü, şakalaşıp sataşmaya pek vakit bulamayan telâşçı, hırsla gözleri dönmüş bir dünyaydı bu.

ARZUHALCİ HACI

O zamanlar kentin gösterişli bir hükümet konağı yoktu. Sürgün Ermenilerin evlerinden bir kesiminin avlu du-

varlarında açılan kapılarla bunlar biribirine bağlanmış­tı. Birisi valilik, ötekisi adliye, bir başkasıysa defterdarlık olarak kullanılıyordu. Devlet kapısında işi olanlar, ellerinde arzuhalleri bu dolambaç içindeki merdivenlerden birini inip ötekini çıkarak sorunlarının peşinden koşar dururdu.

Köyden ya da ilçelerden gelen yabancıların rehbersiz bu dolambaçta yollarını bulabilmeleri ve iş görebilmeleri olanaksızdı. Bu gibiler, her önüne geleni durdurur, sağlık ya da eğitim müdürlüğüne gidebilmek için hangi köşeleri dön­meleri, hangi gediklerden geçmeleri gerektiğini öğrenip akılda tutmaya uğraşırlardı. Bazısı avlusu mermer havuzlu evi, bir kısmı iki katlı, merdiveni dışta küçük yapıyı araştırır dururdu.

Bu tür hükümet kapısı müşterilerinin kurtarıcısı arzu­halci Hacı’ydı. Ona gâvur Hacı diyenler de vardı. Boyunsuz, belsiz, uzun aralıklarla ustura gören kara sakalının üstünde­ki yanaklarıyla, terini elinin tersiyle sıyırmak için ikide birde arkaya ittiği kasketinin altındaki dazlak kafası al bayrak gibi yanan tıknaz bir kişiydi Hacı. Suratına göre oldukça ufak düşen ve biteviye fıldır fıldır çevresini tarayan kara gözlerin­de garip, ilk bakışta insanı irkilten bir ateş yanardı. Yaşma göre dinç ve çevikti ve bir türlü olduğu yerde birkaç dakika­dan fazla duramazdı.

Sabahın köründe, daha odacılar ellerinde süpürge, odaların tozunu kaldırırken hükümet mahallesinde boy gös­terirdi. Arzuhalci denmesine rağmen belli bir işi, bir görevi yoktu. Koltuğundan hiç eksilmiyen dolgun bir dosya zarfıyla ortaya çıkar, sanki herkesin görev başında olup olmadığını denetliyen bir daire başkamymışcasına kapı kapı dolaşıp ha­tır sorar, sataşanlara karşılık yetiştirmeye uğraşırdı. Hade­melerin kaldırdığı temizlik tozu yatışıp görev saati gelince önce kâtipler, dosya memurları gibi piramidin tabanını oluş­turanlar birer ikişer sökün ederdi. Hacı’ya yolda tasthyanlar "Kara’ya demli bir çay söyle., kahvem az şekerli olsun." diye siparişlerini verirdi. Mahmurluk kahvesini odacılara ısmarhyanlar için de görevli merdiven başına çıkar elini kulağına atıp "Ulan Hacı bizim başefendiye bir kaymak söyle." diye buyruğu iletirlerdi.

Küçük memurlar kahve ya da çaylarım höpürdeterek doyamadıkları günlük uykularından ayılmaya uğraşırken av­lularda da yavaş yavaş iş erbabı öbekleri oluşmaya başlardı. O zaman Hacı’nm ikinci esas görevi başlardı. Abası yamalı, çarığı delik, şaşkın ve ürkek bakışlı köylülerin, ya da daha giyimli ve gösterişlilerin yanına sokulur, işinin ne olduğunu, davanın hangi kerteye geldiğini sorgu yargıcı titizliği ile soruştururdu. İşi iyice kavradıktan sonra da ya gidilecek daire­yi salık verir, ya "Bu iş olamaz." diye kestirir atar, ya da güç­lü bir iltimas bulunmasını önerirdi. Davalara koyduğu teş­hislerin ne kadar geçerli olabileceğini kestirmek zordu. Fa­kat evrakın geldiği noktadan sonra nereye gitmesi gerektiği­ni ve gidilecek dairenin yerini karıştırması olanaksızdı. Tali­matını akılda iyi tutabilenler gidecekleri yeri elleriyle koy­muşçasına bulurdu.

Güneş tepeye dikilip öğle namazı için cemaat havuz başlarında kolları sıvamaya koyulunca Hacı’nm üçüncü gö­revi başlardı. Bu kez ya memurlar, ya da ululardan buyruk alan hademeler onu öğle siparişlerini yerine getirmeye koş­tururdu:

"Ulan Hacı seyirt bizim müdüre bir kişilik altı ezmeli ile iki yüz elli dirhem baklava kap gel."

Bunların dışında Hacı’yı daireler arasında dosya götü­rüp getirmekte de kullanırlardı. Ayıboğlu yokuşunun iki ya­nı boyunca sıralanan avukat, dava vekili ve arzuhalcılar, müşterilerinin dilekçelerini evraka kaydettirmekte yardımcı olmaya çağırır, yaptıracak işi olmayanlar da "Ey Hacı senin dava ne oldu... hak ettin mi?" diye takılıp derdini deşelerdi.

Hacı’yı kentin hükümet kesimine bağlayan esas neden de bu davaydı. Akşam azadının peşinden memurlar daire kapılarından oluk gibi evlerine doğru akmaya başlayıncaya kadar yamalı pabucu içinde, kıl şalvarını savurarak çekirge gibi durmadan koşuşturması ne hademe aylığı ne de avukat yardımcılığı ücretini hak etmek içindi. Geçimini, gördüğü işler için eli açık olanların verdiği birkaç kuruş bahşişle sağ­lıyordu. Gerçekte geçim için buna da pek ihtiyacı yoktu. Kahve ve çayını gönüllü meydancılığını yaptığı Kara’dan pa­rasız içerdi. Kebapçı imam da siparişleri almaya gelince he­men hergün ona da pide içine bir şiş kebap çekip tutuştu­rur, boşalan baklava tepsilerinin dibindeki şerbetli kırıkları sıyırıp tatlı damarını yatıştırmasını hoş görürdü, Pabucu ayağında duramaz hale gelince bir eskisini bağışlayan, sakosuna yeni bir yama uyduran da eksik olmazdı.

Onun bütün bu karşılıksız koşturma ve didinmelerinin tek amacı yalan dolanla elinden kapılan baba mirasını kur­tarmanın yolunu bulmaktı.

Söylediğine bakılırsa, kentin içi ve dışındaki en değerli mülkleri gerdanlık gibi dizip boynuna asan Hacı Ömer’in varlığının özü, ondan, "İşleteyim." diye kandırıp aldığı ve tüm üstüne yattığı altınlar ve mecidiyelerdi. Öyle az buz pa­ra da değildi bu. Daire daire dolaştırıp havale topladığı da­va dilekçesinde tam "beş küp dolusu çil altınla, tırtıkları bile aşınmamış on küp mecidiyeden." söz ediyordu. Hacı Ömer bunları işletip üretmek vaadiyle elinden almıştı. Hacılığına bakarak ondan ne senet, ne de sepet istemişti. İlk yıl fıstık ambarcılığı yapmış bu parayla, ertesi yıl ürün olmamış bire aldığını beşe satıp servetini birkaç kat etmiştir. Fakat hisse­sini istemeye kalkınca eline gümüş bir ellilik tutuşturup ge­çiştirmek istemişti.

O da hemen yüzüne gelememiş, hadi bir yıl daha işlet­sin de iki yıllığı birden alırım diye düşünmüştü. Ama adam peşi peşine onu bir ellilik yıllığa bağlamaya kalkınca artık canına tak demiş paranın anasını kurtarma derdine düşmüş­tü.

Bir süre insaf ve imanına sığınıp mirasını kurtarmak için yalvarmış durmuştu. Fakat herif ablak suratındaki kara sakalı okşayarak sırıtmakla yetinmiş, bu ellilik yıllığını da kesivermişti. Sonra Hacı’nın tepesi atmış, onun bulunduğu ya da bulunmadığı her yerde "İt oğlu it... Gâvur hacı." diye ardı arkası kesilmiyen küfür ve beddualar savurmaya koyul­muştu. Her rastlayışında önce yüzü al al olur, sonra mora­rır, arkasından ağzından köpükler saçarak ana, avrat saçıp savurmaya koyulur, araya giren çarşı esnafının gürültü ve gülüşmeleri arasında Ömer efendi canını kurtarıp yoluna gi­debilirdi.

Hacı Ömer’le başı derde girmeden önce adı da, işi de başkaydı. Çarşı esnafı arasında hamallık yapardı kara Me­mik. Hiçbir gün yaptığı iş, ya da taşıdığı yük için verileni horlayıp daha çoğunu koparmaya uğraşmadığından esnaf da, müşteriler de severdi onu. Sonra eline eteğine de atik, tetik meşe kütüğü gibi güçlü bir adamdı. Adam boyu tahıl çuvalını kimseden yardım istemeden "Ya Pir, ya Allah" diye sırtlar, yokuşları bile keklik gibi sekerek geçip giderdi.

Birgün hacı Ömer Buğday pazarına evinden tahıl çek­mek için onu da tutmuştu. Hacı yaz içinde sancağın dört yö­resindeki mülklerinden deve, beygir yükleriyle gelen tahılla­rı kâgir konağının samanlık ve kilerlerindeki iki adam boyu ambarlara doldurtup bekletirdi. Kışın ağzında buğday, mer­cimek fiyatları baş yukarı oynamaya koyulunca bunları ya­vaş yavaş Buğday pazarına döker, mendil dolusu gelen altın ve mecidiyeleri fişek yapıp kasaya dizerdi.

Kara Memik Hacı’nın siyah, beyaz, sarı mermerlerle nakışlanmış geniş iç avlusuna girince biraz apışmıştı. İç av­luda başını önüne eğerek kilere dalmak dururken ara kapı­nın önünde dikilip kalmış, oraya açılan sütunları oymalı, mermerleri ışıl ışıl yanan sofaları, nakışlı merdiven trabzan-

larmı yoğun bir ilgiyle izlemeye koyulmuştu. Böyle saray yavrusu bir konağa ilk kez giriyordu. Gördükleri sanki onu büyülemişti.

Bütün gün pazara taşıdığı her çuvalı boşaltıp döndükçe avlunun ara kapısına dikiliyor ve burayı ilk kez görüyormuş­çasına birkaç dakika içine sindirdikten sonra çuvalını yeni­den doldurmak için ağır ağır kilere dalıyordu. İşini böyle sürdürüp giderken bir ara üstüne durgunluğa benziyen bir yorgunluk çökmüştü. Esasen hemen her güz üstüne böyle bir kesiklik gelir, işini görürken kafasının içinde bir şeyler evirip çeviriyor izlenimini bırakırdı. Bu dönemlerde Yüzük­çü Hanı’nın ahır katındaki, penceresi avluya bakan harap odasına erkenden kapanır, çarşı iyice kaynamaya başlama­dan da pek ortaya çıkmazdı. Bu dönemin özelliğini öğrenen esnaf "Memik gene kış uykusuna yattı." derdi.

Fakat nisan gelip Sarıgüllük ve öteki bahçeler bezen­meye başlayınca Memik kış uykusundan silkinirdi. İçine bir huzursuzluk, kaslarına yeni bir güç yürümeye başlardı. Ay­lardır kendisine söylenenleri çoğu zaman duymazlıktan ge­len adamın çenesinin bağı da çözülür, biteviye söylenir, önüne gelene sataşmaya koyulurdu. Günler uzayıp sıcaklık yoğunlaştıkça konuşma ve sataşmaları daha da hızlanırdı. Bu dönemlerde sanki içindeki uyur hatiplik ve şairlik yete­nekleri yularını koparıp şahlanırdı. Habire tekerlemeler, nükteler, şiir gibi kafiyeli sözler övütür dururdu. Üstüne de bir kabarıp böbürlenme gelir, sanki çarşı hamah değil de kı­lık değiştirmiş hükümdar kasıntısıyla dolaşırdı.

Hacı Ömer’in evinden buğday taşıdığı güzü izliyen ba­harda çarşı esnafına önce gizli kapalı, Hacı’ya işletmek için sermaye verdiğinden söz etmeye koyulmuştu. Bir süre sor ra çarşıda ona rastladıkça yanına sokulup kazancın ne kertede olduğunu soruşturmaya girişti. Biraz daha geçince payını is­temeye başladı.

Hacı bu dilekleri birkaç kez, seyrek sakallı ablak yü­zünde yayvan bir gülücükle "Aha hissen." diye avucuna bir ellilik koyarak geçiştirmişti. Memik işi saldırganlık ve küfüre dökmeye başlayınca da ondan uzak durmaya, karşılaştık­

ça da yolunu değiştirmeye koyulmuştu. O kaçtıkça Memik hikâyeyi telleyip pulluyor, önüne gelen herkesin yakasım avuçlayıp anlatıyordu. Biteviye ondan "Gâvur hacı" diye söz etmesi geriye tepmiş, esnaf nerdeyse kara Memik’i unutup onu Gâvur Hacı diye çağırmaya başlamıştı.

Birgün kurbanlarından birisi yakasını pençesinden, ka­fasını da durmadan işleyen çenesinden kurtarmak umuduy­la "Ulan herifi gidip niye dava etmiyorsun?" lafını etmişti. Bu uyan Memik’i iyice etkiledi. Günlerce dava edeceğini et­rafa yaydıktan sonra günün birinde arzuhalci Ali efendinin karşısına dikilivermişti. Dişleri kırık eski daktilonun önüne çömelmiş ve uzun uzun derdini anlatmıştı. Ali efendi onun dalgasını sezinleyip önce başından savmak istemişti. Fakat avucuna gümüş mecidiye çeyreğini koyup "Yaz şikâyetimi valiye." diye zorlamasına dayanamamış ve dileğini yerine getirmişti.

Önce vali yardımcısı onun pullu, mühürlü dilekçesine bir göz atıp yüzüne fırlatıp, odacıya kapı dışarı ettirmişti. Fakat o bu horlamadan yılmadı. Hükümet mahallesi avlula­rında her önüne gelene "Gavurun hacısı valiyi de satın al­mış." diye dedikodu yapmaya koyulunca işin rengi değişmiş­ti. Ayrıca her sabah onudaire kapısında boynu bükük bek­ler ve her seferinde kandilli bir selâmla yerlere kadar eğildi­ğini görmesi vali muavinin yüreğini yumuşatmıştı. Bir gün gözlerinde muzip bir ışıltıyla el edip odasına çağırmış, arzu­halinin altına "Müddeiumumiliğe" havalesini koyduktan sonra kargacık, burgacık bir de imza karalayıp eline vermiş­ti. O odadan çıkınca da santralden savcıyı isteyip gülerek hi­kâyeyi anlatmış ve hoşgörüyle karşılamasını rica etmişti.

O günden sonra hem adı Arzuhalci Hacı’ya dönüşmüş, hem de yaşamı kökünden değişmişti. Çarşı hamallığını bıra­kıp görevi hükümet mahallesine aktarmış, sabahtan akşama kadar yargıç, defterdar, emniyet müdürü dilekçe gezdirip havale toplamağa koyulmuştu.

Çok geçmeden ilk dilekçeye yeni havale sahifeleri ek­lenmeye, elindeki tomar kartopu gibi gelişip büyümeye baş­lamıştı. Bunları bir arada tutabilmekte zorluk çekmeye baş­

layınca, mahkeme kâtibi acıyıp eline bir dosya zarfı tutuş­turmuş, üzerini de gösterişli bir yazıyla "Hacı Ömer-Kara Memik dava dosyası" ile donatmıştı. Bu yol açılınca aylar ve yıllar geçtikçe zarflar çoğalmaya ve Hacı’nın odasında bir havale höyüğü gelişmeye yüz tutmuştu.

Hacı bu işe, hükümet mahallesindekiler de Hacı’ya git gide iyice ısınmış, işler iyice tıkırına girmişti.

Hacı’nın en çok hareketlenip telâşlandığı günler devlet görevlilerinden birinin naklen, ya da terfian başka bir yere atandığı zamanlardı. Yerine gelenin derdine ve davasına alıştırılması, direnmeden havale yazısını çiziktirip imzayı basacak duruma gelmesi her kez oldukça yoğun ve tehlikeli bir eğitimi gerektiriyordu. Fakat en çatık kaşlı, görev ve cid­dilik düşkünleri bile sonunda yola geliyor Hacı’nın davasını benimsiyordu.

Yıllar geçip dava bir yandan sürüp giderken Hacı da devlet çarkının gereği gibi işlemesini sağhyan temel hizmet kuramlarından birisi durumuna girmişti. Onun hastalık ya da başka bir neden yüzünden göreve gelemediği günler çay, kahve ve öğle yemeği hizmetleri kökünden aksar, dolam­baçla yolunu şaşırıp nereye gideceğini kestiremiyenlerin sa­yısı iyice artardı. Daire odacılarının da "Ulan Hacı Herde­sin.. seyirt yetiş." diye haykırmaktan sesleri kısılırdı.

O yıl kış hayli zorlu geçmişti. Üst üste yağan karlardan kentin sokakları tıkanmış, yapı saçaklarından kol gibi buzlar yere doğru uzayıp durmuştu. O kış Hacı önce öksürmeye başlamış, sonra ekmekçi İbrahim efendinin fırınından dol­durduğu gaz tenekesinden mangalının başında tir tir titre­mişti. Peşinden ateşi çıkıp ot yatağının üstünde kat kat eski çuvalların altında sayıklayıp durmuştu. Herkes tandırının başından pek ayrılamadığmdan kaç gündür Hacı’nın ortada gözükmediğinin farkına varan olmamıştı. Eksikliğini ilk sezinliyen hancı Durdu olmuş, kapısını yumruklayıp "Ulan Hacı" diye bir hayli haykırmıştı. İçerden ne bir ses ne de bir nefes çıkmayınca kapıyı kırıp içeri girmişler, donmaya ve hafif tertip kokuşmaya yüz tutmuş cesedini çuval yığınının altında katılıp kalmış bulmuşlardı. Odasının çevresindeki

duvarlarsa adliye kalemindeki kadar düzenle sıralanmış da­va dosyalarıyla doluydu. Hepsinin üstünde de gösterişli bir el yazısıyla bezenmiş "Hacı Ömer-Kara Memik Dava Dos­yası" yazılıydı.

Soğuktan cenazesine ancak birkaç esnafla camiin mü­ezzin ve kayyumu katılabilmişti.

Ölümünü karışık duygularla karşılayanlardan birisi de hancı Durdu’ydu. Yıllardır ayda iki gümüş yüzlük kirasını aldığı müşterisini kaybetmekten üzülmüştü doğrusu. Fakat odasında biriken dava dosyalarındaki kâğıtlar her sabah so­basını tutuşturmakta hayli işine yaramış, onu bütün kış tutuşturucu aramak külfetinden kurtarmıştı.

Hacı Ömer’se bir belâdan kurtulduğuna sevinmişti.

Yalnız hükümet mahallesi bir daha eski rengini ve işle­yiş düzenini kazanamadı.

KUYUCU KÖR HAFIZ

Onu, hemen her sabah sağ elinde ucu çatallı değneği, sol omuzunda ucu taslı; ince, uzun kuyu sırığıyla yokuş aşağı inerken görürdük. Geriye doğru attığı kemikli, keskin çizgili, kuru kafasını, gök yolunu araştıran sürübaşı turnalar gibi düzenli aralıklarla sağa sola çevirerek ilerlerdi. İki gözü de perdeli olduğundan bayılıp kendinden geç­miş sanılırdı. Kavruk yüzünün eski Mısır putları gibi taşlaş­mış, hareketsiz görüntüsü kendinden geçmişlik izlenimini güçlendirirdi. Attığı her adımdaki güven ve kesinlik, değne­ğin kaldırımlarda çıkardığı aralıklı tıkırtı olmasa donup kal­mış sanılabilirdi. Buna karşın ayaklarının kaldırım taşlarıyle konuşan bir canlılığı vardı. Her adımda ince, uzun ayak par­maklarının uçları önce yukarı doğru kalkar, sonra bastığı ta­şı kucaklamak istiyormuşçasma kaldırım taşma tabanını ya­pıştırırdı. Sanırım yokuş boyunca dizili çarpuk kara taşların herbirinin biçimi, pürüzleri tabanının belleğine iyice yer et­mişti. Çünkü yaklaştığı yol kavşaklarını güvenle kestirir, orada duraklayıp tok bir sesle "Kuyuya kova, sahan, taş dü­şürenler" diye haykırırdı.

Bütün gün kentin tepe mahallesinin, köstebek yuvası kadar karışık ve dolambaçlı yollarında birşeye çarpmadan, yanlış bir adımla yol ortalarındaki çirkef arıklarına girme­den dolaşıp dururdu. Kapılardan birisi aralanıp da "Hafız... Hafız" diye seslenen olunca hemen yerinde duraklar, boy­

nunu biraz daha uzatarak davetin geldiği yeri kestirir ve faz­la yanılgıya düşmeden eşik taşını ayağıyla bulup kuyu sırığı­nı omuzundan indirmeye koyulurdu.

Çoğu zaman girdiği avluda kuyunun yerinin gösteril­mesine de ihtiyaç duymazdı. Çünkü yaşam bölgesindeki ev­lerin büyük çoğunluğuna iş için girip çıkmıştı. İlk kez girdiği lerde de, çocuk varsa kolunun yeninden tutar kuyu başına getirirdi. Evin kadınından başkası yoksa "Aha az ötende, sa­ğında" gibi birkaç sözcük ve değneğinin yardımıyla hedefini bulurdu.

İşinde onunla yarışabilecek yetenekte kimse yoktu. Ol­sa bile, kaç-göçün zorlu olduğu o yıllarda görmiyen bir işçiyi içeri alıp çalıştırmak ev kadınları için hem az kuşkulu, hem de rahat olurdu. Çünkü o içeri girince yeldirmesine bürün­me, ya da avluya açılan bir oda kapısının gerisine sinerek işini aksatma zorunluluğu yoktu. İşbaşı yapınca, eteğini be­line sokmuş, temizlik ya da yemek hazırlığı ile uğraşan evin kadınının duraklamasına bile ihtiyaç yoktu.

Yalnız kuyu başında iniş için hazırlıklarını yaparken onun kulakları ve burnuyla evin içinde olup bitenleri görü­yormuşçasına izliyebildiğini ya kestiremezler, ya da şaşırıp kalmakla yetinirlerdi. Mutfak kapısından yayılan sebze, sa­rımsak kokularına, havan, kapkacak tıkırtılarına; avludaki dut ağacı ya da asmanın yaprak hışırtıları, serçe ya da kum­ruların mırıltısı, kedilerin miyavlayışını zihninde hall-i ha­mur ederdi. Bu yoldan da evde ne piştiğini, kadının ne işle uğraştığını, avlunun biçimini, oraya açılan oda kapılarının yerini oldukça kesinlikle ayırt edebilirdi. Fakat o sırada bunlardan tek söz etmez, kuyu sırığının ucuna tutturulan ta­sın menteşesinin gereğince oynak olup olmadığını, kabın karşı kenarına bağlı ve sırık boyunca uzayıp giden ipin tası iyi hareket ettirip ettirmediğini denetler gibi gözükürdü.

Eğer kuyunun dibini boylayan kova, veya satıl gibi kulplu bir araçsa dibe inmesine ihtiyaç yoktu. Küçük demir bir halkanın çevresine zincirle tutturulmuş dört beş çengelli aracını, ipinden kulaç kulaç kuyunun deliğine salar, suyun dibini bulunca kolunu sağa sola gererek çengelleri dipte do-

laştırır, kısa sürede birinden birinin kulpa geçmesini sağlar­dı. Kuyudan kova çıkarmak işinin en kolay olan yanıydı. El­lerinin duyarlığını en iyi kanıthyansa su çekerken parmak­lardan, ya da bilekten kayıp dibi boylayan yüzük, bilezik gibi takıları çıkarmakta görülürdü.

Türkü çağırıp yuvarlak kalçalarını bir sağa bir sola sal­layarak kuyu dolabını kollarken bileziklerin şıngırtısına da­lan taze gelinler ya da gelinlik kızlar için kuyudan su çek­mek, sıkıcı bir görev olmaktan çok bütün cilvelerini döktür­me olanağı sağlıyan bir oyundu. Bu oyuna daldırıp parmak­taki yüzük ya da bilekteki bilezik dizilerinden birinin elden kayıp gitmesi işten bile değildi.

O zaman Hafız aracını iyice denetleyip kuyu bileziğinin yanma dayar, sonra uzun bacaklarını içeri sarkıtarak kayaya oyulan iki yanlı ayak gediklerini tabanıyla araştırmaya ge­çerdi. Ondan sonrası kolaydı. Bu gedikler iki yanlı kısa ara­lıklarla dibe inerdi. Kuyu bileziğine, koltuk altlarına kadar giren Hafız el yordamıyla sırığını bulur, hesaplı hareketlerle ucunu içeri alır, sonra da adım adım kuyunun karanlığına dalar giderdi. O zaman evin kadını ya da çocukları kuyu ba­şına koşarlar, karınlarını bileziğin kenarına yapıştırıp hafif­çe sarkarak Hafız’ın inerken mırıldandığı ve alabildiğine yankılanan İlâhilerini dinlerlerdi.

Hafız kuyu diplerine can kurtarıcı olarak da inerdi. Ku­yu kapağını açık bulan evin yaramazı, ele geçirdiği ile "attii!.." oyunu oynamak için buraya sokulur ve anası farkına varıp dur deyinceye kadar tepe aşağı karanlığa kavuşabilirdi. O zamanlar akraba, konu komşu dört yana yayılıp Hafız’ı ele geçirmeye koyulurdu..

Bazan evin yeniyetmeleri anası ya da babasıyla çıkan bir gerginlik ya da bunalım sonucu içini dolduran mutsuzluk ya da umutsuzluk dumanım kuyu dibinin serin sularında sindirip söndürmeye de kalkabilirdi. Bu gibi hallerde de Hafız hemen bulunur, her zamankinden telâşlı hareketlerle inişe geçer, kuyu dibindekini ölü ya da baygın durumda omuzlayıp çıkarırdı.

Kentin bu kesiminin suyunun sağlanışı ilginçti. Söylen­

tiye göre yıllarca önce oraya gelen bir kadı efendi Dülük su­yunu kanal açtırıp, kiremit hamurundan pişirilen borularla aşağı mahallelerin havuzlarına dağıtmak gibi cennetlik bir iş görmüştü. Fakat karşılıklı iki tepeyi dolduran evlerin bu su­dan yararlanmasına olanak yoktu. Kafası herhalde Roma su mühendisleri kadar işlek olan kadı efendi, her ev belirliye ceği kulaçta bir kuyu kazacak olursa kendinin de su sağlata­cağını tellal çağırtıp duyurmuştu. Kuyuculara gün doğmuş­tu. Ama o kadar sert olmasa da tepeyi oluşturan kayalıkta yirmi, otuz, kırk kulaç derinliğinde kuyu kazmak sonra da dibe sarnıç eşmek öyle kolay ve ucuz bir iş değildi. Ama kentin kışlık zahireyi hazırlamak, şıra yapmak, yün yıkamak gibi bulaşık ve yapışkan geleneklerini taşıma suyla yürüt­mek kolay olmadığından bu yükün altına girmekten kaça pek olmamıştı. Varlıklılar iki ya da üç, yoksullarsa birer ku­yu kazdırmıştı.

Kadı efendi de su dağıtım merkezi olarak seçtiği Tah­talı camiden bu kuyulara su götürecek kanalları oydurmuştu. Böylece her onbeşte bir tepe mahallelerinin su kanalı açılır, sarnıçları dolar, sonra su öteki mahallelere çevrilirdi. Yaz sıcağında çekilip tas dolusu kafaya dikilen buz gibi suyu bitirince "Cennet mekânın olsun." diyenlerin dualarının he­sabı tutuluyorsa kadı efendinin rahmet-i Firdevs’te hûri ve gılmanlar arasında mutlu bir yaşam sürdürdüğü kuşku gö­türmezdi...

Onun hayır dua aldıklarından birisi de kuyucu kör Hafız’dı. Çünkü geçiminin büyük kesimini Kadı efendinin hay­ratından sağlıyordu.

Hafız bu kuyu dolambacını avucunun içi gibi bilirdi. Daha on bir, on iki yaşlarındayken bile bunlara inip sarnıç­ları birbirine bağlayan basıkça livasları tutturup bütün böl­genin kuyularını öğrenmeye koyulmuştu. Livas boyunca parmak uçlarına dokunan keski izlerinden, döndüğü köşele­ri yoklıyarak sarnıç genişliklerine bakarak indiği kuyuyu hiç şaşırmadan yeniden bulabilmenin yollarını da iyice belle­mişti. Daha bir kez olsun indiği kuyu yerine başka bir evinkinden çıkıp avluda dolaşanları şaşırtıp korkuttuğu görül­memişti.

İş için inip de sarnıcın kenarını tabanıyle bulunca bir­kaç kez boğazını temizler, yayılan sesten livasın yerini kesti­rir, oraya çömelip sınğının ucundaki tası sulara daldırır, aracı dibi bulunca sınğı bir koltuğuna sıkıştırır, öteki eliyle tas kenarına bağlı olan ipi tutardı. Tası hafif hafif dipte sü­rüterek gezdirir, aradığının tasa dokunmasını sağlamaya uğ­raşırdı. Sanki uzun sırıklı elindeki ip ve dipteki tas cansız bir araç değil, kol ve el parmaklarının sinir uçlarıyla donanmış uzantılarıydı. Tasın dibine ya da kenarına dokunan ufacık bir yüzük de olsa parmakları hemen bu engelciği sezinler, kıvrak el ve kol hareketleriyle tasın sarkan kenarını düşüğe yaklaştırır, hafifçe dibi sıyırmaya uğraşırdı. Aradığının kabın içine girdiği kanısına varınca elindeki ipi çekerek tasın ke­narını yukarı kaldırır ve ipi kaydırmadan sırığı karış karış yukarı alırdı. Tas su yüzüne çıkınca parmaklarım sulu çirkefle dolu olan kaba daldırıp karıştırır, aradığını bulamazsa bir küfür mırıldanarak yeniden işe koyulurdu. Fakat bu tür yanılgılara çok seyrek düşerdi.

Kuyu çevresinde onu merakla izleyenler, keyifli İlâhi mırıltılarının yükseldiğini işitince merakla haykırırdı:

"Buldun mu Hafız, buldun mu?"

Oysa tırmanışına ara vermeden hemen daima aynı kar­şılığı verirdi:

"Kuyuya düşen; Hafız’m elinden kurtulamaz."

İşi bitince kuyu bileziğine oturup aracını da bir kenara dayadıktan sonra birkaç dakika soluklanmak âdetiydi. Sanki inişten önce topladığı ses ve kokuların geri kalanlarını da sömürmek istermişçesine uzun boynunu biraz daha uzatır, kafasını kendine öz bir ahenkle iki yana sallıyarak çevreyi dinlerdi. Bu sırada çoğu evlerde pişip taşan, ona ikramlanırdı. Eline uzatılan sahandaki yemeğin nakışlı dolma mı, yok­sa mercimekli pilav mı olduğunu kuyuya inmeden kestirmiş olması mümkündü. Daha ağzına ilk lokmayı koymadan "Dolman da ne hoş kokuy." diye ikramcıyı şaşırtmaktan hoşlanırdı. "Nerden bildin Hafız dolma olduğunu?" diyenlere "Kokusu bar bar bağrıy." karşılığını verirdi. İkramı kaşıklar­ken ev sahibini lafa tutmaktan hoşlanırdı. Kadınlar da elin

körü karşısında dalları kolları açık çekinmeden konuşurlar, kocalarının aksiliği, uşakların çeletüği, kaynana dırıltısından söz etmekten çekinmezlerdi. Kendilerini göremiyen bu ada­mın taş duvar gibi sır vermeyen, cansız birşey olduğunu sa­nırlardı.

Halbuki o iki kulağıyla kadın seslerini susamış bir yolcu gibi iştahla içer, ses tonları ve sözlerinden yaşlarını kestir­meye, yüz ve bedenlerine kendine göre bir biçim vermeye uğraşırdı. Pürüzlü, boğuk ve buyrukçu seslerden hoşlanmaz, et yığınları ve çıkıntılarına boğulmuş geçkin ve bezgin yaşlı bir ana ya da kaynana olduğu sonucuna varırdı. Körpe gırt­laklardan çıkan dolgun, pürüzsüz ve cilveli seslere bayılırdı. O zaman çiçekbozuğu donuk yüzünün canlı tek kesimi olan dudaklarında geniş bir gülücük belirir, sahanmdakini kaşık­lamaya uzunca aralıklar vererek yarenliği uzatmaya uğraşır­dı.

Yaşı kırka geldiği halde Hafız bekârdı. Babadan kalma avlusu bir avuç, tek gözlü evceğinde yıllardanberi kendi ba­şına yaşardı. Beş altı yaşlarında gözlerini çiçekten kaybet­miş, otacı Nussuya bacının bütün bakım ve ilaçları göznuru nu kurtaramamıştı. On yaşlarındayken Uzunçarşı’daki ufak bir manav dükkânı işleten babasına nüzul inip ölmüş, üç dört yıl sonra da karnına kızılkurt giren annesi günlerce kıv­ranıp göçüp gitmişti. Hafız yarım ağızla kendini yanma al­mak istiyen amca ve teyzelere kulak asmamış, ekmeğini eliyle kazanabileceğini ileri sürerek baba ocağından kop­mak istememişti. Gerçekten de bu işi başarabilecek güçtey­di. Daha parmak kadar çocukken anasına yardım için kuyu­dan düşük çıkarma işini birkaç yılda rakipsiz bir sanat hali­ne dönüştürmüştü. Ünü önce konu komşuya yayılmış, her­kes ufak tefek ödüllerle ondan medet umar olmuştu. İstek alanı genişledikçe de bunu geçim yoluna dönüştürmüş ve babasının manav dükkânından getirdiğinin birkaç katı ka­zanç sağlar olmuştu.

Marifeti yalnız kuyudan düşük çıkarmak da değildi. Göznurunu yitirmeden birkaç ay önce başladığı Kur’an derslerini kör olduktan sonra da bırakmamış, öteki öğrenci­

lerin hep bir ağızdan yinelediği dersleri kulaktan kafasına yerleştirerek çok kereler hatim indirmiş ve düzinelerce dua, İlâhi ezberlemişti. Sesi tok ve gürdü. Okuduğunu duyarak ve anlayarak okuyor etkisi yapardı. Bu nedenle onu, komşu­sunun teberiyi sayan eski hocası mevlütlerde yanma alıp git­meye, derslere yeni başlayacakların "amin alaylan"nda oku­yucu olarak kullanmaya başlamıştı. Amin alaylarında eline yalnız değneğini alır, uzun boynunu sonundaki keskin çizgili kafasına kendine öz düzenle iki yana sallıyarak kalabalığın önüne düşerdi. Onun arkasında derslere yeni başlayan öğ­renci, başında yeşil atlas takke, boynunda sırma işlemeli cüz kesesi ve yepyeni giyisileriyle kasılıp gerilerek ilerlerdi. Onu da düzensiz bir yığın mahalle çocukları izlerdi. Hafız "Şol cennetin ırmakları..." diye bir İlâhi tutturur, mısralarm ara­sını "Alaaynı, sırateyni, mubeyni" gibi anlamını kestiremedi­ğimiz etkili tekerlemelerle bezendirir ve her durak nokta­sında çocuk sürüsü, cırlak seslerinin bütün gücüyle "amin" diye haykırırdı. Gürültüye kapılar aralanır, yüzlerini başör­tüsü ya da eteklerinin ucuyla örtmeye uğraşan, sevinç yaşla­rıyla bezenmiş kadın başlan uzanırdı.

Hafız "Allebe’nin köprüsünden geçilmez... Akan sula­rından bir tas içilmez." diye gürliyerek sürüyü birkaç sokak dolaştırıp Karpuz hocanın kapısına getirir, sonra da saygılı bir uzaklıktan böbürlenerek töreni izliyen Baha’dan bahşişi­ni alırdı.

Hafız’m yeryüzünde içerleyip horladığı tek adam kör Ali’ydi. Çarşı ağzındaki köşeye yağlığını yayan Ali, bağdaş kurduğu yerde durmadan ileri, geri sallanaıJ"Yarabbi gönder... Çürük cevizden, kurtlu hıyardan... Kem kıçj-Ym başka ne gönderirsen gönder." diye haykırarak dilenirdi. Yolu onun durağından her geçişinde Hafız soluklanıyormuşçasma biraz duraklar, kör Ali’nin yanık çığlığı aralık ve­rince de işittirecek bir sesle homurdanırdı:

"Ulan kör döyyüs utanman mı dilenmiye... Elin tutar, ayağın tutar, kulağın işitir. Git Hasırcı çarşısına seyirt dur bari."

Ali de bu sözlerin hiç altında kalmazdı. Bazan ona, uy­durduğu tekerlemelerle karşılık verirdi:

"İndim kuyu dibine... Baktım suyun içine..."

Bazan da ünlü düşünürler kadar yaman sözler ederdi kör Ali:

"Ulan biz dilenmesek günahkârlar cennetin kapısını nasıl bulur?" Ama onun hazırcevaplığı Hafız’ı pek etkile­mezdi. Onunla söz yarışını kazanamayacağını bilir, söyledik­lerini bastırmak için değneğini daha da hızla takırdatır, çev­rede hiç ev kapısı olmadığı halde sesinin bütün gücüyle "Ku­yuya kuva düşüren... satıl düşüren." diye bağırarak uzaklaşırdı.

Bağımsızlığına taassup düzeyinde düşkündü. Belki de bu yüzden ya da kısmetini bulamadığından tek göz baba evinde kendi başına yaşıyordu. Evinin hasırını, kilimini silker, toprak avlusunu süpürür, kısmetini kendi eliyle kayna­tır, hatta kuyu başında bulaşığını ve çamaşırını bile kendisi yıkardı. Ancak işi karşılığında verilenleri kabul eder ve gül gibi geçinip giderdi. Hatta mahallede onun hayli varlıklı ol­duğu dedikodusu da dolaşırdı. Bazıları indiği kuyu diplerin­de bulup sessizce koynuna indirdiği gömülerden söz eder, bazıları da savaş sırasında Kayacık’a kaçan Ermenilerin ku­yularından evlerine girerek yükte hafif, pahada ağır ne bul­duysa toparlayıp taşıdığını ileri sürerdi. Ama gerçekte kuyu sırığı gibi dosdoğru bir adamdı. Kuyu dibine bilezik arama­ya indirilip bir de yüzük bulursa, ya da tasla birlikte değerli­ce bir süs eşyası ele geçirirse cebine indirmezdi: "Haram mal buğazm bir sokumundan geçse ötekine tıkanır kalır." der ve bulduğunu mal sahibinin eline teslim ederdi. Bir ta­rafta beş on kuruş biriktirebildiyse son mangırına kadar al­nının teriyle kazanmıştı. Ama bu söylentiler mahallenin kıs­meti kapalı yaşlı kızlarını, kocası Yemen askerliğinden dönemiyen orta yaşlı dulları pek ilgilendirirdi. İçin için "Şu kör herif boynumuza bir nikâh atsa da gömüsünün yerini bul­sak." diye düşlere dalanlar bile yok değildi.

Sonunda devlet kuşu kırıkçı Şâkire bacının evde kalmış kızı Hattuç’un başına kondu. Daha doğrusu Hattuç, el yor­

damıyla oraya buraya çarpman bu kuşu kafesine sokmayı başardı.

Hattuç yıllardır anasının kolu kırık, bileği çıkmış müş­terilerine karasakız kaynatıp, zeytinyağı ılıtmaktan usanmıştı. Tombalak top gibi bedeni, iri, pürtlek gözleriyle görünü­şü hiç de çekici değildi. Fakat dolgun, renkli bir ses tonu vardı. Kapısının önünde aşık oynarken fazlaca şamata ya­pan çocukları kovalamaya kalktığı zaman sesini bütün ma­halle duyardı.

Gözü gören, eli ayağı tutan bir kısmetten ümidini kes­meğe başlayınca bütün yeteneklerini Hafız’ı öksesine kon­durmakta kullanmağa girişmişti. O da gömülerin hikâyesini duymuştu. Elmas, avadanlıklarla dolu küp ve sandıklar onun da düşüne giriyordu. Bu hayaller gerçek olmasa bile, mahallenin diline düşmeden amacını gerçekleştirmeye en elverişli olan aday Hafız’dı.

Bu yüzden her fırsatta kuyuya ya bir tas ya da sahan düşürüp "Aman başıma taş düştü." diye feryadı basıyor, ana­sının yüreğini hoplatıyordu. Ondan sonra toprak avluya sü­pürge çalarken, duvar dibindeki ekili fesleğenlerinin dibini kabartırken kulağı hep kirişte bekler dururdu. Hafızın sesi yolun öbür başından yükselir yükselmez hemen fırlayıp ka­pının arkasına siner yaklaşmasını beklemiye koyulurdu.

O kuyu dibinde işiyle uğraşırken Hattuç köfte leğençesini kapar, simidi evsirir, bol yağ ve salça katarak leğençeyi yumruklamaya koyulurdu. Bilezik taşının her kenarına otu­ruşunda Hafız taze yağlı köfte, avrat salatası ve soğuk ayran şölenine konardı.

İlk birkaç kez Hafız, bunu bir iş çağrısı sanarak ayranı kafaya diker dikmez değneğine sarılıp davranıyordu. Fakat dave sıklaştıkça o da işin içinde bir bit yeniği olduğunu se­zinler gibi olmuştu. Bu yüzden sözü uzatmaya, hemen kal­kıp yola düşmeği geciktirmeye başladı. Hatta onun dolgun sesi de hoşuna gidiyordu. Ayrılırken kapıyı göstermek baha­nesiyle koluna sımsıkı yapışması, avucundan koluna, sonra da bütün gövdesine yayılan sıcaklık yüreğini hırhır eritiyor­du. Gözleri hafif kataraklandığmdan gün ışığından hoşlan-

mıyan, yapısı üç taze gelini donatacak çaptaki gerisini de minderinden kaldırmaya üşendiğinden Şâkire bacı olup bi­tenleri pek farkedemiyordu. Bu yüzden de Hafız öksenin sakızına koluyla, kanadıyla iyice sıvaşmaya fırsat bulmuştu. Sonunda bir gün gene kapıya geçirmeye gelen Hattuç’un koluna yapışıp "Kız Allah’ın emriyle seni anandan istetece­ğim." diye fısıldamıştı.

Hafız’la Hattuç’un pekmez şerbeti kadar tatlı evlilik er­tesi günlerini gizlice izlemek bir süre mahalle çocuklarının en çekici eğlencesi olmuştu. Avlularına bakan komşu evleri­nin damlarına karın üstü yatarak sessizce yaşamlarını izlerdi birçok çocuklar.

Onun işten dönüşüne yakın Hattuç mutfaktaki işlerini bitirir, ekinliğin bitişiğini süpürüp hasırını serer, üstüne bir döşek serip duvara bir yastık dayardı.

Bu işler tamamlanınca tası ve tarağıyla kuyu başına ku­rulurdu. Örgülerini açar, tarağı su tasma bandırarak özenle saçlarını tarar, yeniden örer, yemenisinin uçlarıyla alnına fi­yakalı bir fiyonk atar, sonunda aptest ibriğini doldurup, ku­lağı sokakta, burnu mutfaktaki mangal üstünde tıkırdıyan tencerede, beklemeye koyulurdu.

Dışarda Hafız’m değnek tıkırtıları yankılanmaya başlar başlamaz koşup sokak kapısının arkasına siner, tokmağı tı­kırdatmasına meydan vermeden aralayıp içeri alırdı.

Araç ve donatımı birer birer alınıp kapı dibine dayanır, iki avucuyla kolundan sımsıkı tutulan Hafız kuyu başına yö­neltilirdi. Başkaları koluna yapışıp yön göstermiye kalktığı zaman silkip atacak kadar bağımsızlığına düşkün Hafız’ın koluna yapışan bu iki el sanki içki gibi başını döndürürdü. Kasları donuk yüzünde mutluluğun aydınlığı pırıldamaya başlardı.

İbrikten temizlik suyunu döken Hattuç bir yandan da onu konuşturup günün küçük serüvenlerini öğrenmeğe uğ­raşır, bir yandan da kendinin ne işler tuttuğunu sıralar du­rurdu. Olağan koşullarda dili pek işlek olmayan Hafız da onun yanında dil bezeği kesilirdi sanki. Ayaklar, el ve yüz yıkamasından sonra uzatılan peşkire kurulanırken sanki

Tanrı’nın bağışladığı mutluluğa şükredermişçesine biteviye "Yarabbi şükür, elhamdülillâh." çeker dururdu.

Mindere kurulup sırtını yastığa verince akşam ekmeği­nin hazırlığına koyulmak istiyen Hattuç’u hemen sahvermezdi. Bileğinden tutup yanı başına çökertir, hemen solup sararacak bir çiçekmişçesine saçını başını okşar, arada bir kendine doğru çekip derin derin koklardı.

Bilmem Hattuç, varsa onun gömüsünü bulup altın ve elmaslara kavuşabildi mi? Bulamadıysa bile kırk yıldır için­de gömülü duran bir altın damarını ortaya çıkardığı kesindi. Balayım izliyen ay ve yıllarda bu damarı işletmeyi sürdürebildi mi bilmem. Ne de kente boru suyu gelip kuyular lağam çukurlarına dönüşünce Hafız’m nasıl bir geçim yolu tutturabildiğini öğrenebildim. Fakat o bana bugün bile elinde değ­neği, omuzunda kuyu sırığı, başını iki yana sallıyarak dikilen bir bağımsızlık ve özgürlük anıtı gibi gelir.

BODUR

Nurgana’lı Haşan çavuşun iki oğlu Bodur’la Gebeş’in asıl adlarını nerdeyse anası babası bile unutmuştu. Sanki bunlar ana-baba bir kardeş değil ayrı maya ve ayrı hamurdan yoğrulmuş zıtlardı. Bir açıdan Haşan çavuş tepeden tırnağa keskin bir satırla ikiye yarılıp Bo­dur’la Gebeş ortaya çıkmış da sayılabilirdi. Ama bu benzet­me de tüm doğru sayılamazdı. Çünkü Haşan çavuşun birbi­rine karşıt olan yanları dış biçimi değil huyuydu. Onu da sa­tırla ikiye bölmenin yolu yoktu. Huyu yüzünden köylü de onun karşısında, bir türlü kaynaştırılamayan duygular içinde bocalar dururdu. Kurgusu tükenmeyen, makineye benzer çalışma gücünü herkes kıskanırdı. Çift sürüp çapa yaparken, döşürüm günleri patlıcan, domates ya da erik toplarken kü­tük gövdesinin iki yanındaki kısa ve tıkız kollarının gidiş ge­lişini nerdeyse gözle izliyebilmek zordu. Dur, duraklama bilmezdi. Bir nefes alıp bir sigara tüttürüp dinleneyim diye elindekini bırakmak günahdan da beter bir kötülüktü. Ama çavuşun öyle günleri olurdu ki, sırtını koca cevizin gövdesi­ne dayar, elinin kısa küt parmaklarını kırçıl sakalına gömer, saatlerce öyle kalırdı. Çatık kaşları, asık yüzüne bakılırsa dünyanın en akıl ermedik açmazlarını çözmeye uğraşıyor sanılırdı. Böyle zamanlarda ona soru sormak, yaklaşıp sa­taşmak, ya da herhangi türden bir yarenliğe kalkmak barut fıçısına kor atmaktan beterdi. Çavuşun önce çenesi açılır,

masal canavarları gibi ateş püskürmeye, dünyayı ve üstün­dekiler! tepeden tırnağa donatmaya girişirdi. Hızını sözle alıp istimi tükettiği görülmemişti. İçinde kaynaşmaya başla­yan kokuşmuş duygularını boşaltmaya ağzıyla burnunun yetmediğini sezinleyince yerinden fırlar ya beli, ya da çapayı kapıp kesip biçmeye, eşip deşmeye koyulurdu. İşte böyle za­manlarında çavuşun gücüne sultan Süleyman’ın toprakları bile dayanamazdı. Efendinin köydeki kan değer mallarına onu ortak seçmesinin gerçek nedeni de buydu: "Çavuş baş­kasının altı çift öküzüne denktir." derdi.

Babasının iş üretme yeteneği ile iyimser ve güleç yanı Bodur’a miras kalmıştı. Anası, babasından tut da sümüklü küçük bacısına kadar kimsenin hatırını iki etmez, yusyuvar­lak yüzünün üstündeki iki kara gözün güleç ışıltısını hiç bir felâket karartamazdı. O yüzden de hemen herkes herşeyde ona yüklenir, koştururdu. Askerlik onu erkekleştirip adam eder diye umut ediyordu babası. Ama bu da boşa gitti. Bir ay önce terhis olup geldiği zaman biraz kasılıp "Kız şunu ge­tir, bunu götür." diye erkekleşeceğine daha da güleç ve ko­mutaya bakar olmuştu. Bu yüzden de Çavuş "Harmanı kal­dırınca onu baş göz edelim." diye düşünürken bu halini gö­rünce oğlunun daha o işin adamı olmadığı kanısına varmış­tı.

Cevizin altındaki kuşluk ekmeyi yenirken babası "Kız Ayşe şu pınardan su..." demesine kalmadan Bodur lokması­nı leğençenin üstünde bırakıp yerinden fırlar, su tasını ka­pıp, bahçenin ayak ucundaki pınarın yolunu tutardı. Evlendirse böyle bir çocuk avrada söz geçirip dediğini yaptırabilir miydi?

Bodur’un huyu en çok Gebeş ağasının işine geliyordu. Çünkü ancak aş leğençesi ortaya gelince davranışlarına can­lılık gelen Gebeş her yönden onun tersiydi. Bodur ufak te­fek, yusyuvarlak olduğu halde Gebeş sulak yerde gelişen çı­narlar gibi enine boyuna alıp gitmişti. Ayaklarına uygun postal bulmak bir sorundu. Çamaşır tokacı kadar vardı. İri, siyah gözlerinden uykulu bir kendinden geçmişlik akar, dol­gun, sarkık yanaklarının ortasındaki etli dudakları esnemek­

ten birbirine kavuşmazdı. Erik bahçesinin alt başındaki ko­ca cevizin koyu gölgesine serilince ikinci birisine oturacak yer kalmazdı sanki. Bütün gücünü aş leğençesinin çevresin­de harcar, altı ekmeği temizlemeden "Elhamdülillâh" çek­mez, sonra da kılını kıpırdatacak hali kalmazdı. Babasının korkusundan, söylenen işin ucuna yapışır gözükür, o öte ya­na döner dönmez de tümünü ya Bodur’un, ya karısının üs­tüne yıkar, kimseyi bulamazsa beli, kazmayı toprağa dikip en yakınındaki çocuğa: "Deden ararsa aptest bozmaya gitti." demesini fısıldayıp ortadan toz oluverirdi. Çavuş onu her şafakta dürterek avradın koynundan çıkarırken "Utan senin yediğin ekmek haram olmaya haram ama Allah bir kez başı­ma dolamış seni." diye söylenirdi.

"İkinizin yerine senin şu camız gövdenle Bodur’un ır­gatlığını bir araya getirip tek evlat verseydi yeterdi." Günde en az yüz kez bu hayıflanmayı yineleme olanağı bulurdu. Ama Gebeş’i lâfın aşındıracağı yoktu. Kadir mevlâm onu yesin, içsin, uyusun, fırsat buldukça da döl yapsın diye yarat­mıştı.

Çavuşun yürüttüğü bu düzen o temmuz gününün do­mates döşürümünde birkaç dakika içinde deprem gibi alt üst oluverdi. Bostanın doğu yanındaki kavak dizilerinin göl­geleri daha batı sınırına erişmemişti. Başta Çavuş, karısı, gelini, Bodur, Gebeş daha şafak sökerken döşürüme giriş­mişlerdi. Maşara aralarına yerleştirilen zembillerden her ki­me yakın olanı dolarsa kulplarından tutup cevizin altına bo­şaltıyordu. Ayşe nineyle çocuklardan eli iş tutabilenleri de ufakları alta, iri ve beresizleri üste gelecek biçimde ürünü mahralıyordu. Daha saat geçmeden Gebeş sepetlerden biri­ni yallah etmiş, fakat boşunu büyük oğluyla geri göndermiş­ti: "Babam, mahraları heder etmişsiniz, sepeti sen ilet de şunları düzene koyayım." haberini getirdi. Çavuş kafasını iki yana sallayıp burnundan uzunca bir soluk bıraktı. Döşürümü daha da hızlandırdı. Ham tezek kokusu gibi hemen yayı­lıp geniz yakan öfkesinin korkusuyla ötekiler de hızlanmıştı. Böyle ne kadar debelendiler bilinmez. Her hal kuşluk ek­meğine yakındı ki, Gebeş’in sabrı tükenmiş olgun, iri doma­

tesleri leblebi gibi avurtlarına tepiştirmeye koyulmuştu. O ara döşürümcülerin hızını kuran Çavuş hiç beklenmedik bir iş yapıvermişti. Birden doğrulmuş, görünmiyen bir pençenin elinden gırtlağını kurtarmak istiyormuşçasına gömleğinin düğmesini çekip koparmıştı. Herkes başına üşüştü. Pınar­dan su getirip başına döktüler. Kıl yakıp burnuna tuttular. Büzüğünü sıktılar. Bostan, bahçe komşularıyla tüm köyün bildiği ilk yardımlar denendi. Sonunda Kel İmam yanından hiç eksik etmediği, yuvarlak el aynasını burnuna tuttu. Çevi­rip baktı: "Allah taksiratını bağışlasın, hakkın rahmetine ka­vuşmuş... Mevlâm geride bıraktıklarına ömür versin." diye son sözü söylemişti.

Çavuşun ölümü yalnız evinin değil, köyün, hatta kentin dirliğini bozar gibi olmuştu. Bu işten en kârlı çıkan Gebeş, en zararlı çıkansa Bodur oldu. Çünkü artık yiyip içtiği, yatıp uzandığı zamanlar kimseye hesap vermek zorunda değildi. Ellerindeki bütün ortak malların derilip devşirilmesiyse Bo­dur’un ufarak omuzlarına yüklenmişti. Bodur işin kat kat artışından pek yakınmıyordu. Ufarak lastik bir top gibi o ya­na, bu yana zıplayarak her işe yetişmeye uğraşıyordu. Ona asıl koyan, kara gözlerindeki iyimserlik ışıltısını bulandıran Gebeş’in tutumundaki değişmeydi. Eskiden babası duyar diye "Aman ağam Bodur şu çuvalı sen sırtla." diye yalvarma­ları şimdi nerdeyse komutaya dönüşmüştü. Akşamları da­mın serinliği en iyi tutan ucuna serdirdiği koca döşeğin üs­tüne, kıyıya vurmuş iri bir balina gibi yayılıyor "Ulan Bodur sabah büyük bahçe sulanacak... Ulan Bodur sabah döşürüm var." diye kasıla kasıla sanki aylıkçı azabına komuta veriyor­du.

İşi karıştıran bu kadar da değildi. Bunca bahçe ve bostana Gebeş’le Bodur’un ikisi de çalışsa yetişemiyeceklerini bütün köy biliyordu. Çavuşun korkusundan yıllardır uzun uzun yutkunmakla yetinen; malı, gücü kuvveti yerinde köy­lülerden ortağın evine seçme domates, erik kovalarıyla git­meye başlıyanlar bile olmuştu. Her gelen kovasını efendinin selâmlık sofasına bırakıyor, içeride onu etekledikten sonra kapı dibine çömeliyor, güya yalnız kendi akıl etmişçesine

efendiye başsağlığı diliyordu. Bu ziyaretlerin gerçek nedeni­ni efendi de hemen sezinliyecek kadar tecrübeliydi. Ama akıllı ve insaflı adamdı. Bunca yıl hizmetini gören Çavuşun kırk mevlidi okunmadan çoluk çocuğun elinden mal çekip almak olamazdı. Sonra adaylar arasından en iyisinin kim olacağını da iyice kestirmek gerekti. Bir tembel ya da hırsı­zına çatarsa kötü olurdu.

Umut ışığıyla içi bulananların en kızgını Cafer kâhyay­dı. Ağanın büyük erik bahçesinin bitişiğinde fendinin de ufak, yarım dönümlük bir bahçesi vardı. Bu komşuluğu ne­den göstererek efendinin bu bahçesinin ortaklığını elden kaçırmak istemiyordu. Bir sabah erken, kuyunun başındaki parmakdutu. silkmiş, tertemiz etmiş, eşeğin semerine yan gelip efendinin konağını boylamıştı. Onun parmakdutla, şe­kerpareye bayıldığını Çavuştan duymuştu. Ötekiler gibi se­petini bırakmadı. Efendinin önüne kadar iletti. Ağzı kapa­yan körpe sürgünleri aralayıp bir tadına bakmaya zorladı. Cafer kâhya öyle karışık hesaplar kuracak kafada değildi. Ortaklık hırsı gözünü karartmıştı. Kem, küm etmeden niye­tini açığa vurdu:

"Efendi, Çavuş hakkın rahmetine kavuştu. Gebeş oğ­landa iş yok. Bodur’sa hangi birine yetişsin. Yetişebilse de otuz parça malın olan köyde sana yırtıcı bir ortak gerek. Yoksa köylü çekirge gibi başına çöker. Sana da, ona da ha­yır göstermez."

Cafer kâhya eski eşkiyalardandı. Ağa kısmına bıçağın ucunu göstermenin en iyi yol olduğunu bilirdi. Onun biraz tehditle karışık tok sözlülüğü işi nerdeyse bitirmeye yete­cekti. Ama efendi onun bitişikteki yarım dönümlük bahçe­sinden iyice işkilleniyordu. Döşürüm günleri kendi bahçe­sinden bir iki yük tutup, kendi malı arasına katsa kim ne bi­lirdi. Bilseler de söyliyebilen olur muydu?

"İyi dedin, iyi dedin ya daha erken. Bir görelim iki oğ­lan ne edecek. Başedemiyecekleri meydanda ya gören, işi­ten ne der. Sen meraklanma. Erik bahçesine ortak ararsam mal şenindir."

Efendiden bu kadarını koparmak bile başarıydı. Çünkü

Cafer, iki toy yeniyetmeyi çok geçmeden bezdireceğinden emindi.. O günden sonra büyük bahçenin kaderi ters dön­dü. Birkaç kez döşürümden önce yüzlendi. Sonra, aç ve az­gın bir katır sürüsü salıverilmişçesine, gelişkin dağaçlardan bir kısmının alt dalları kırıldı. Sulama günlerinde Bodur, el­de kürek habire arız boyundaki öteki bahçelerin hafilerini sıvayıp pekiştirdiği halde, yarım saatte bir, bir yerden çö­küntü oluyor, su azalıyor, Bodur ıslak ördek gibi arığın bir boyundan ötekine koşturup duruyordu. Gebeş’se ancak akılsız kafasıyla bol bol akıl hocalığı ediyordu:

"Ulan Bodur sen çifteye sarılıp bahçenin haymasmda yatıcın. Çek vur ulan gördüğün gölgeyi. Arkanda ben varım. Ya da su sularken şeyle iyice sin bir yana... Gözetle baba­lım.. . Tuttuğun bu haftleri kim çökertiyor?"

Bodur’sa her şeyin nedenini avucunun içi gibi biliyordu ya, Cafer kâhyanın şer arayan tutumuna bulaşmak istemi­yordu. Dalaşmak onun kanında yoktu. Olsa da ne işe yarıyabilirdi. Kâhya onu parmakları arasında kehle gibi öfeleyiverirdi. Gebeş’teyse onunla güreş tutacak yürek yoktu. Ama Bodur’un güleç yüzünün, kötülük nedir bilmiyen bakışları­nın bir gün gelip Cafer kâhyayı insafa getirebileceğini um­mak da boştu.

O gün gene büyük bahçenin sulama günüydü. Gebeş bütün işi Bodur’un üstüne yıkmış kimbilir nerede uyuyordu. Daha güneş mızrak boyu yükselmemişti ama, iki saatlik su­lama süresinin nerdeyse yarısı geçmiş, bahçeninse ancak dörtte biri su görebilmişti. Bir hafti onarıp suyu gürleştirmeye kalmadan, akan su sızıntı haline dönüşüyor, Bodur ilerde başka bir haftin çöktüğünü anlıyordu. Haft tutmasını bilmez değildi. Tuttuğu haftleri arığın olağan suyu değil sel gelse zor yıkardı. Bunu yapan birisi vardı. Didinmekten bit­kin otların üstüne çökmüş, ele geçirdiği bir çakmak taşıyla habire küreğinin kenarlarını bileyip duruyordu. Bir ara ku­lağındaki şırıltı gene ölür gibi oldu. Fırladı, ilerleyip arığa girdi. Bugün üç kezdir Cafer’in hafti çöküyordu. Arığın ke­narından birkaç kürek kızıl çamur doldurup göçen yeri bir iyi pekiştirdi. Fakat bunu yaparken de içinden hiç tanımadı­

ğı, yağmur bulutu gibi kapkara bir duygu bulutu gırtlağına doğru yükselmeye başlamıştı. Çünkü, su kesilince arığa doğ­ru seyirtirken Cafer kâhyanın elde kürek, sinerek bayması­nın öte yanma dolandığını farketmişti.

Hincik netmeliydi? Bu kahbe analının durup haftinin başında beklese, bu kez gider başka bahçeninkini yıkardı. Girip sataşsa, bu çocuksu gövdesiyle o adam azmanına ne yapabilirdi? Çenesini küreğin sapma dayamış, gözünü kâh­yanın baymasından yana dikmiş, kararsız öylç duruyordu. Öyle dikilip durarak içinde yücelen öfke bulutunu denetle­meye uğraşırken, bu karartı birden kafasına vurdu. Düşün­me ve tartma yeteneğini uyuşturdu. Haftin üstünden atlayıp Cafer’in bahçesine girdi. Cafer sırtını haymanın direğine ve­rip boylu boyuna yere uzanıvermişti. Bodur’u birden karşı­sında görünce şaşırır gibi oldu. Sonra, yalvarıp ağlıyacak, yi­ğitliğine sığınacak sandı. Pis pis sırıttı. Bodur çenesini gene küreğin sapma dayamış, gözlerini kırpmadan ona bakıyor­du. Bu bakışlar Cafer’i hafifçe irkiltir gibi oldu. Onlarda alı­şık olduğu çocuksu güleçlikten iz yoktu sanki. Aksine denet­lemeyi öğrenemediği koyu bir kin ve öfke koyu koyu yanı­yordu gözlerinde:

"Ulan yaşından başından da utanmıyan gahbe analı." diye gürledi. Sesi bile ikisine de yabancı gelmişti. Bunu du­yunca kâhya yekinmeye kalktı. Fakat Bodur yıldırım hızıyla küreğinin keskin kenarını herifin şahdamarına indiriverdi. Yüksek basınçlı su taşıyan bir hortum patlamışçasma etrafa kızıl kan fışkırmaya başladı. Kâhya olduğu yere yığılıp kaldı. Bodur galiba ne yaptığının farkında bile değildi. Hiç durma­dan arkasını döndü. Arığı boyladı. Önce bahçesinin haftini iyice sıvadı. Sonra bacağına, abasının kenarlarına sıçrayan kanları yıkadı. Bahçeyi geçip Sacır’a indi. Kimseye gözük­meden suyun kenarından aşağı bostana doğru ilerledi. Ev horantası bostanın ortasında döşürümle uğraşıyordu. Gebeş’se ağacın gölgesinde habire esniyerek mahra tutuyordu. Sacırdan çıkmadan kısık sesle seslendi.

"Ulan ağa, ulan ağa."

Gebeş başını kaldırıp derenin içinden ona el eden Bo­

dur’u görünce daha da aptallaşır gibi oldu. Sen buraya gel der gibi ona el etti. Bodur dayanamadı kükredi:

"Gel ulan camızoğlu camız. Kaldır kıçını biraz."

Olağandışı birşeylerin döndüğünü sezinliyen Gebeş da­ha da sersemledi. Kendinden beklenmeyen bir çeviklikle sıçrayıp Sacır’a indi. Olup biteni öğrenince benzi kül kesildi, eli ayağı titremeye başladı:

"Aman nettin, nasıl ettin ulan?" Sonra Bodur’un bakış­larının kararmaya başladığını farkedince öğütledi.

"Kimseye görünme... Doğru Kilisecik’te emminin yanı­na seyirt. Hayirlikte saklan. Ben de gidip efendiyi göreyim."

Gebeş, boynuna çöp dürtüp, karnını depilemekten kan ter içinde kaldığı boz eşekten, efendinin selâmlık kapısında indiği zaman güneş tepeye dikilmiş, her yanda öğle ezanları okunuyordu. Avlu bomboştu. Hayvanı yemliklerden birine bağladı. Sonra dünya malını gerdanlık yapıp boynuna takıveren şu efendinin nasıl olup da avlusunda bir de pınar kay­natmadığına içerledi. Şu tulumbanın yerinde bir pınar, ya da hiç değilse bir çeşme olsa burnunu gömer hem doya do­ya içer hem yüzünün terini yıkar temizlenirdi. Çaresiz tu­lumbanın koluna yapıştı. Önemli bir iş yapıyormuşçasma in­dirip kaldırmaya koyuldu. Sofada öğleyi kılan hacı Arap bu saatte kimdir acep diye namazı bozup merdiven başına gel­di. Gebeş’in enine boyuna serpilip sarkan gövdesini farke­dince, dişlek ağzıyla sırıttı ve geveliyerek sataştı:

"Ulan Gebeş kim uyardı seni tatlı uykundan?"

Gebeş hacmin yüzünü görünce terini, susuzluğunu unuttu ve kendinden umulmayan bir çeviklikle merdivenleri tırmanıp yanma sokuldu:

"Aman hacı emmi kulun kurbanın olam. Efendi evde mi? Acele görmem, olup biteni hemencecik söylemem ge­rek." diye kekeledi. Hacı da onun bu olağandışı telâşından işkillenmişti. Olup biteni öğrenmeye uğraştı:

"Ne oldu Gebeş yoksa anan ekmeğini mi kesti? Bu te­lâşın neyeyse anlat bir bakalım. Belki devayı biz buluruz. Efendiyi şimdik ya namazdan, ya da sofradan, ya da öğlen uykusundan kaldırmak gerek. Bilirsin bu da öyle kolay işler­den değil."

BODUR/113

Gebeş bütün bütün telâşlandı. Ama olup biteni ondan önce kimseye duyurmamak gerektiğini, uyuşuk aklıyla değil içgüdüsüyle sezinliyebiliyordu:

"Aman hacı emmi kurban sana. İşler mazzah götürecek gibi değil. Bir içeri sesleniver de Efendi bir cigara içimi zah­met eriversin."

Hacı da iyice meraklanmıştı. Ama içindekini, Efendiye dert yanarken dinlemeye uğraşmaktan başka çare yoktu. Ara kapıyı bir ki yumrukladıktan sonra yaklaşan takunya tı­kırtısına:

"Efendiye çebik haber ver. Nurgana’lı Gebeş her hal hemen kendini görmeliymiş, de..."

Efendi önce çağrıya aldırış etmek istemedi: "Gitsin ikindiye gelsin." demeye kalktı. Sonra içinde bir kuşku belir­di. Sandığı gibi bu sadece bahçe aldı-verdisi olsa Gebeş yon. düşmez, Bodur’u ileri sürerdi. Lâhavle çekip selâmlığn 'lunu tuttu. Gebeş etek öpmeyi bile unutup Efendinin he men önüne diz çöktü. Dili damağına dolanarak olup biten­leri sıralayıverdi. Efendi hemen bir tepki göstermedi. Sağ elinin parmaklarıyla kurduğu kafesi, çiçekbozuğu uzun yü­zündeki seyrek kısa sakallar arasında gezdirdi durdu. Canı iyice sıkışmışa benziyordu. Sonra ağır ağır sordu:

"Ölmüş mü Cafer kâhya?"

"Bilmem ki, Efendi... Bizim Bodur oğlandan olup bite­ni duyar duymaz ona kaç saklan dedim ve eşeğe hoplayıp buranın yolunu tuttum. Emme küreyin keskin yanıyla heri­fin şahdamarını biçtiğine bakılırsa ne almış ne de vermiştir."

Efendi de öyle tahmin ediyordu. Bir süre daha sakal ta­radıktan sonra hiç beklenmedik bir öğüde girişti:

"Bodur’a hemen haber sal gitsin jandarmaya teslim ol­sun. Suyumu çalıyordu, beri öte söyledim. Küreğiyle üstüme yürüdü. Boynumu biçe yazdı. Korktum ben de salladım kü­reği. Böyle diye ifade versin. Ne kadar kötek atarlarsa atsın­lar tek kelime değiştirmesin. Abukatlığını ben yaparım."

Gebeş önüne sürülen mercimekli pilav lengerinin dibi­ni, son lokmasıyla iyice sıyırırken kafası halâ öğüdü pek ala­mamıştı. Ama bunca yıldır kentin en seçkin abukatmdan da daha iyisini bilecek değildi ya.

114/ UZUN ÇARŞININ ULULARI

Gebeş, Efendinin söylediklerine pek akimı yatıramamakla beraber, böyle durumlarda da olsa aklını yormaya uzun süre kutlanabileceklerden değildi. Dediklerini söyledi­ği gibi yerine getirdi. İşler Efendinin ısmarladığı yönde ge­lişti, onun etkili savunması sonucu Bodur’un suçu bir çeşit nefis savunması sayıldı. Beş yıl giyerek yakayı kurtardı. İki yıl sonra da cülûs affı çıktı ve kurtuldu.

Fakat Bodur’a ne olduysa bu iki yıl içinde oluvermişti. Gerisini de döndüğü eski çevresi tamamladı.

Mapusluğun ilk günlerinde eskisi gibi, gözlerinde ço­cuksu, tezcanlı, güleç, her işe ve her yana seyirtmeye kalk­mıştı. Fakat neden mahpushaneye girdiği haberi kendinden önce oraya ulaşıvermişti. İki karışlık, tüysüz bodur oğlanın, yıllarca Carablus yolunu kesip cendermelerin bile gözünü yıldıran Cafer kâhyanın boynunu armut çöpü gibi uçuruverdiği haberi sanki onu birden yarı tanrı postuna oturtuvermişti. Belediye hanının mapushaneye ayrılan kesiminin ağa­ları daha ilk günden ona "saklı yerine bağla... yenlicekliği bir yana koy. Cana kıyan yiğit, meydancı gibi eyle her yana koş­maz. Ötekilere komut verir" demişlerdi. Herkesin gözünün içine bakarak, ağzını açmadan diyeceğini kestirip tavşan ko­kusu almış tazı gibi yerinden sıçramayı unutmak o kadar ko­lay olmadı. Ağalar onun da, oturduğu yerden koltuğunu ka­bartıp "Ulan beri bak." diye komuta vermeyi öğrenmesi için hayli uğraşıp eteğini çektiler.

Bunu esrar kabağı nefeslemek, mecidiye çeyreğine aşık atmayı öğrenmek, ufak tefek işlerden yatan cebi kuruşlulardan haraç çekmenin yollarını kavramak izledi. Bodur içer­deki yaşama hızla alışırken, arkada bıraktığı düzen de hızla bozulmuştu. Ağası Gebeş’in, anasının haftalık ziyaretlerin­de getirdikleri havadisler hiç de iç açıcı değildi. Gebeş işlere bütün bütün yetişemez olmuştu. İhtiyar anası, karısıyla dört boy dölden özge iş buyuracak kalmadığı için mecburen ağır işlerin de bir ucundan yapışmaya zorlanıyordu ama boşuna. Herifin aşla ekmekten başkasına gücü yetişmediğinden bah­çeler, bostanlar bakımsızlık ve susuzluktan ziyan olup git­meye başlamıştı. Eh efendi de ne yapsın: Önce tezkereyi ya­

zıp erik bahçesini Uzunoğlan’a aktarmıştı. Bunları köy al­tındaki üç bitişik bostan izlemişti. İş bu kadarla da kalma­mış, çok geçmeden hacı Arap, Kaylı’nın başındaki kayısı bahçesinin de tezkeresini muhtara getirmiş, bu da İslam Ömer’e bırakılmıştı. Gebeş işinin azaldığına için için sevini­yordu ama anasının yüreği kan ağlıyordu. Sonra her övünde altı ekmekten azıyla yetinemiyen Gebeş’in sofrası da gitgide daralıyordu. Duvar dibine çömelmiş, elindeki çöple toprağa karışık çizgiler çiziktiren Bodur’un hiç sesi çıkmıyordu. Bir kez Gebeş, "Ne dersin oğlum Bodur nitsek olanı?" diye akıl danışacak olmuştu. Güleç duruluğu hayli bulanan Bodur bakışlarını onun ablak suratına dikmişti. Ağzından tek söz çıkmadığı halde Gebeş içinden geçenleri sezinlemişçesine bakışlarını yere dikmişti. Üzüm sergisinden sıvışan çingan çocuklarına benziyen şişkin avurtları kızarıvermişti. Gene de Bodur kısık, öfkeli bir sesle hiç de ummadığını söyleyive­rince bütün bütün aptallaştı:

"O camuz götünü kımıldatıp mala bakmazsan nidecek elin herifi. Aman Gebeş ağamın canı sıkılır diye kan değe­rinde mallarını elinde batmaya mı bırakacaktı."

Gebeş ilk kez karşısındaki Bodur’un eski Bodur olma­dığını sezinlemiş ve ona karşı saygıyla karışık bir çekingen­lik duymaya başlamıştı.

Mapushane kapısında Bodur şaşkın duralaya kalmıştı. Ötekiler gibi kendisi de bu aftan, elini kana bulayanların yararlanamıyacağı kanısındaydı. Ama ne olduysa olmuş, ya hasabı şaşırmıştı kadı, ya da mahpushana müdürü acımıştı haline. Çünkü öteki kanlıları bırakmadıkları halde başefendi ona da "Haydi ulan Bodur ağa, Padişahım çok yaşayı çek, köyün yolunu tut." demişti. Bu yüzden af günü onu kapıda bekliyen kimse yoktu. Cebinde Gebeş’in getirdiği, aşıktan kazandığı üç beş kuruş vardı. Bununla önce nitsem diye alıp vermeye koyuldu kafasından. Sonra Belediye hanının ikinci katından zaman zaman büyük bir özlemle seyrettiği koca havuzu hatırladı. Hanın öteki yarısındaki hükümet kapısının memurlarından, iş kovalayanlardan, onun çevresine aptest

116/ UZUN ÇARŞININ ULULARI

almaya, burnunu ışıl ışıl sulara gömerek içmeye gelenlere nasıl imrenirdi. Mübarekin kasteli köy önündeki koca pı­nardan büyüktü. Kimbilir suyu da ne serindi. Köşeyi dola­nıp öte yandaki hükümet kapısından avluya girdi. Çekine­rek havuza sokuldu. Sundurmanın altında koca sarıklı birisi kalın ve yüksek sesle dua okuyarak aptest alıyordu. Uzakta bir kenara çömeldi. Önce su başında oynayan çocuklar gibi iki elini bileğine kadar daldırdı. îçinden "ülen karpuz çatlatandan da serin." diye geçirdi. Sonra su yüzünde yüzüşen sa­man parçaları ve tozları üfledi. Burnunu serin sulara gömüp uzun uzun içti. Sonra bir iyi elini, yüzünü yıkadı. Elinin su­larını silkip dineldi. Şimdi ne yapacaktı? Nereye gitmeliydi? Kapıdan çıkıp bir sağa, bir sola bakıştırdı. Sonra birden ak­ima Ali Rıza efendi geldi. Durgun, güleç yüzlü, Ali Rıza efendi. Erik domatesi zamanı gelince hemen her gün aşırı yükleri onun dükkânının önüne yıkardı. Mahralar kantarlanır, Ali Rıza efendi deftere, efendinin hesabına geçer, sonra da ille Bodur’a bir sürü ikramlar, meyan şerbeti içirirdi. Meyan şerbetini içine sindirerek kafaya dikince efendiye gi­decek kovaları eline alır, eşekleri önüne katar, efendinin se­lâmlığının yolunu tutardı. Orada tulumbanın başındaki du­varın gölgesine sırtını verir, önüne konan sıcak simit aşı, ya da mercimekli pilavı iştahla gövdeye indirirdi. Kesin karar vermediği halde ayakları onu Kadı Kastel’i karşısındaki top­tancı dükkânına doğru çekip götürüvermişti. Ali Rıza efen­di mahra kaldırmaya gelen perakendecilerin arasında kay­bolan Bodur’u önce fark bile edememişti. Kasıntılı bir sesle "Selâmünaleyküm Ali Rıza emmi." deyince başını çevirmişti ondan yana. İlk bakışta tanıyamayışı Bodur’u işkillendirdi. Sonra birden "Ulan Bodur oğlum nerden çıktın beyle? Sen hapiste değil misin?" diye şaşırdı. İşini bıraktı. Onu bir kür­süye zorladı. Öteden beriden birkaç söz ettiler. Toptancı ye­ni ortaklardan yakındı. Nerede o babanın sağlığında kalkan kaile. Efendinin hakkını gümüş mecidiye bir yağlığa, babanmkini başka bir yağlığa sarar, rahmetliyle selâmlığın yolu­nu tutardık." diye hayıflandı. "Şimdi seksen yük domates inen tarladan ellisi zor geliy."

Uzun uzun dertleştiler. Ali Rıza efendi o güne kadar hiç girişmediği bir işi de tuttu. Bodur’u omuzundan bastırıp oturttu ve kendisine lahmacunla bir tas karlı ayran ısmarla­yıp yedirdi. Bodur her kente gelişinde burcu burcu burnuna tüten kebap kokularıyla içini ısıtıp karlı ayran tasını da kal­dırıp kafasına dikti. Ali Rıza efendi bir kürsü çekip yanı ba­şına oturuvermişti. Boğazını bir temizledikten sonra, "Sen köyün yolunu tutmadan efendiye bir gözük. Hem seni ipten çekti kurtardı adam, hem belki seni görünce gene bir iki mal verir." diye öğütledi.

Bodur’un karşısında hiç şaşmayan efendi oldu: "Saldı­lar seni demek" ile yetindi. Sonra niyetinin ne olduğunu sor­du: "Köye dönecek misin?"

"Dönecek halımızı komadm efendi ama başka nere gidek?"

Bodur’un sesinde biraz serzeniş, biraz da tedirginlik aşılıyan yankılar vardı. Efendi anlamazlıktan geldi:

"Ulan Gebeş tembelin birisi. Bütün malları iki yılda ba­tıracaktı. Babanin bunca yıllık hukuku var amma, işte o yüz­den geçimine yetecek bir iki şey bıraktım elinde. Onlara da bakıp sürmüyor."

Sesinde özür diler gibi bir hal vardı.

"Sen hapishaneden çıkınca durum elbet değişir. Sabah sana anan iyi bir de kız alır. Çift çubuk güçlenir." Sonra ge­ne parmaklarıyla bir süre seyrek sakallarını tırmıklayıp dal­dı gitti. Bodur, uyukluyor sandığı sırada toparlandı. Yanı başından bir tabaka kâğıt çekti. Kalemi divite bandırıp birşeyler çiziktirmeye koyuldu. Bodur’un yüreğinde birşeyler hop etti ama, pek de öyle birden umutlanmak istemiyordu. Kurusun diye yanına koyduğu kâğıda dalgınca bir göz attık­tan sonra uykuda konuşurmuşçasına:

"Tezkereyi kâhyaya ilet. Köy altındaki üç büyük tarla­dan ikisini güz gelince sana saydırsın."

Bodur’un göbeğinden yükselen bir ateş gelip gırtlağını çakıltaşı gibi tıkadı:

"Büyük erik bahçesi ne olacak efendi?" demekten de kendini alamadı. Efendi bu soruya hemen karşılık vermedi.

Dalıp gitti. Boğazını bir iki temizledikten sonra sanki kendi kendine mırıldandı:

"Hele bunları hak et. Gelecek yıla da Allah kerim."

Bodur tezkereyi Kutsal Kitab’m yaprağı gibi saygıyla koynuna yerleştirdi. Öğle güneşinin beyni pişiren sıcağına bakmadan, bostan aralarından köyün yolunu tuttu. Ama hiç acele etmiyor, hoşuna giden gölgeliklerde terini silip dinle­niyordu. Sacır boyuna ulaşınca tozunu, talazını bir iyi yıka­dı. Köye akşam üzeri, herkesin bahçe, bostan dönüşü girme­yi tasarlamıştı. Sacır köprüsünü geçerken pınar başındaki köy karılarından Bodur’u ilk gören keleş Ahmed’in İrebiş’i olmuştu. Esasen köyde, gizli, açık olup bitenleri daima ilk gören de oydu:

"K’ele şu köprüden geçen Çavuş’un değil mi? Af onu tutmaz dendiydi. Yoksa damı delip mi köyü buldu?"

Pınar çevresinde su dolduran, unluk yıkayan, tarla ve bahçeden topladığı felhanı temizlemeye uğraşanların hepsi işini bırakıp köprüden yana baş çevirmişti. Pınarın yanı ba­şındaki koca dutun altındaki sekide öbek öbek toplanan kö­yün erkekleri de onu farketmişlerdi. En başta cahallar kü­mesi yekinmişti. Ona doğru koştular. Etrafını çevirip seki­nin kendi uçlarına getirdiler. Ama yetişkin ve yaşlıların me­rakı onlarınkinden de baskındı.

"Gel hele Bodur oğul. Nasıl oldu bu iş. Hoş geldin sefa geldin." diye yanlarına zorladılar. Sakalı ağaranlar bile otur­duğu taştan yekinip ona yer göstermişti.

Eskiden kendine "Ulan Bodur şunu getir, şunu götür" diye komuta vermekten başka söz bilmiyenlerin böyle seki­de oturdukları yeri ona ikramlaması onu bir açıdan utandırmıştı. Erkek yerine koymayıp gelip geçerken sataşan köyün genç kızları bile, pınar başında yazmalarının bir ucuyla yüz­lerini kapayıp bakıyordu ona. Hele döndüğünü duyup yuvarlana yuvarlana sekiyi boylayan Gebeş’in, elini mi öpsün, boynuna mı sarılsın şaşırması da içini bütün karıştırmıştı. Onu gözyaşlarını dirseğine silen annesi, yengesi ve sümüklü yiğeı eri izlemişti. Hepsi de çevresinde halkalanmış ve ona, maiyeti ortasında kasılan bir başbuğ havası vermişti. Ger­

çekte de köyün toplum düzeni içinde onu hangi kata oturt­mak gerektiğinde herkesin kafası biraz karışmış gibiydi. Es­kiden burunları dibinde dururken hatırını sormayı bile dü­şünmeyen yetişkin ve yaşlılar onu kendi saflarına katmakta yarışıyor, önüne cigara üstüne cigara atıyorlardı. Öyle ya, köylünün çoğunun çekindiği ve yıllarca hükümet zaptiyesi­ne meydan okuyup yol kesen Cafer kâhyanın bir kürekte işi­ni bitirivermek, oğlanın yüreğinin gövdesinden de büyük ol­duğunu belli etmemiş miydi?

Yeniyetmeler içinse o sanki özdeşleşilecek bir kahra­man durumuna girmişti. Kendi aralarından çok, çocukların çelik çomak oyununa lâyık gördükleri Bodur onlar için düşlenecek bir yiğit oluvermişti. Mapushanede Bodur, öteki kanlıların zoruyla çevresindekilere höt, küt etmeyi öğren­mişti. Ama anasından doğduğunu bilen bu kişiler arasında edindiği yeni kimliği hemen benimseyip kasılmakta zorluk çekiyordu. Ama köyün donsuz döllerinden, sakalı göbeğini döven ihtiyarlarına kadar herkes onu, bu rolü sürdürmeye zorluyordu sanki. Hele o ilk gün sekide, herkesin ortasında Efendinin tezkeresini, muhtarın kucağına, önemsemiyen bir havayla atıverince Bodur’un sandıkları eski Bodur olmadı­ğım iyice kavramışlardı:

"Bu kâat da nesi oğul Bodur?" diye muhtar anlamazlık­tan gelmişti.

"İmam emmi bir okusun." diye Bodur kasıldı.

İmam Kutsal Kitap’tan birşeyler okuyacakmışçasına besmele çekerek kâğıdın katlarını açmış, tezkereye önce mı­rıldanarak gözlerini bir alıştırmış, sonra da yüksek sesle okuyuvermişti. İki bostanı onlardan devralan kulaksız Bekir orada değildi ya, bu haber ötekiler üzerinde "Ey cemaat şanlı askerlerimiz kanalı geçmiştir." etkisini yapmıştı. Hele Gebeş’in hali görülecek şeydi. Utanmasa önüne diz çöküp Bodur’un ellerini öpüverecekti.

Fakat köye dönüşü izleyen günlerde Bodur’un tutumu en çok ve en çabuk Gebeş ağasına karşı değişivermişti. San­ki Gebeş birdenbire anasının küçük oğlu, Bodur da ağası oluvermişti. Uzun yılların birikmiş hıncını alıyordu ondan.

Babası rahmetli "Ulan yediğin ekmek haram" demekle yeti­nir, Gebeş’i koyu gölgelerde tohumluk buğa gibi uyuklama­ya bırakırdı. Ama Bodur haramdan hiç söz etmiyordu. Ak­şam damda serilen yatağa girmeden, bir zamanlar kendine yapıldığı gibi, Gebeç’in tepesine dikiliyor "Ulan sabah döşürüm var, erken kalkmalı. Yükler güneş doğmadan Ali Rıza efendinin önüne yıkılacak." diye komutu bastırıyordu. Ge­beş uyanıp ayılmakta zorluk çekerse döşeğinin ayak ucuna dikilip basıyordu can alacak yerine tekmeyi. Gebeş iyiden iyiye kötülemişti. Eskisinden çok yediği halde sarkan yerleri toparlanmaya, göbeği erimeye yüz tutmuştu.

,Çok geçmeden işler epeyce yoluna girmişti. Öküz iki­lenmiş, bir eşek daha alınmış, kavakların arasında otlayan koyun ve kuzuların sayısı artmıştı. Ama Bodur’un gönlü hâ­lâ o erik bahçesindeydi. Yolunun üstünde diye daha bir kez Kalaylı pınara geçememişti. Ne edip edip o bahçeyi Uzunoğlan’ın elinden kurtarmalıydı. Ama o herif de sülüktü sanki. Gözünü yıldırmak zordu. Kız, oğlan kuvveti fazlaydı. Öyle höt deyince yıkılacağa benzemiyordu. Sıska olmakla beraber boyu Bodur’unkinin üç katma yakındı. Alimallâh isterse onun dalını kolunu evren gibi sarıp nefesini boğabilirdi. Bodur gene de bir gün dayanamadı. Sabah erken bah­çe ve bostanlarm arasından yolunu uzatıp erik bahçesinin üst başındaki arığın yanından geçmek istedi. Arığı gölgeliyen cevizlerin altında bir an durakladı. Bahçenin yamaç aşa­ğı gidişini iç çekerek izlemeye koyuldu. O gün döşürüm var­dı. Uzunoğlan’m kızları dalların altına çarşaf geriyor o da kavak gibi uzayıp giden gövdesiyle yapışıp dalları sırkalıyordu. Bodur’un dikilip kendilerini izlediğini ilk gören büyük kız Emo olmuştu. Emo, Bodur’un tersine dolgun kalçalı, in­ce belli, dik göğüslü, iri yeşil gözlü, delikanlıları kıvrandıran bir yosmaydı. Emmisinin oğluna kesildi kesilecek sözü dön­mese peşinden dolanan az olmazdı. Bodur’u farkeder etmez arkasında dal sırkalıyan babasına birşeyler fısıldadı. Uzunoğlan kazlarmkine benziyen uzun boynunu bir an arıktan yana çevirdi... Sanki ona gülümsemeye uğraşıyordu. Fakat oğlan suçüstü yakalanmışçasma hızla uzaklaştı. Ama Uzu-

noğlan’ın içine bir kurttur düşmüştü. O günden sonra bah­çede yalnız kalmaktan çekiniyor, güneş döner dönmez de evin yolunu tutuyordu. Her rastladığı yerde Bodur’a yaltak­lanmaya uğraşıyor, ama oğlan bu sürtünmelere pek metelik vermiyordu. Onun gönlü erik bahçesine tutkundu. O yüz­den elini kana boyamamış mıydı?...

Akşam üstü sekide, konuşulanlara ilgisiz, kafasını iki avucunun arasına sokmuş çöple habire toprağı çiziktirmesi bazılarını işkillendirmeye bile başlamıştı.

Efkârdan yeminini unutup birgün de çifte kâğıtlı tüttü­rüp pınar başına gelmişti. "Ne var Bodur ağa... Sanki bir derdin var." diyecek olmuşlardı oturanlar. Esrarın etkisiyle olacak bu kez kafasındakileri dışa vurmuş. "Bu erik bahçesi gene elimi kana bulaştıracak." gibi bir sözler etmişti. Haber yel gibi "Uzunoğlan"ı buldu. Ama gel oğlum Bodur şu bah­çeyi sana sayayım, denemezdi. Uzunoğlan öyle kişilerden değildi. İşi usturubuyla, kendine yakışacak biçimde çözmesi gerekirdi.

Bir akşam Bodur dama herkesten önce çıkmıştı. Min­dere kurulup sırtını da haymanın direğine vermiş, dere bo­yundan gelen sesleri dinliyordu. En yakınında damın saça­ğında uyku hazırlığına girişen gövercin ve atmacaların söy­leşmeleri işitiliyordu. Daha aşağıdan Sacır boyundan gelen ses cümbüşü kimlikleri birbirine kaynaşmış bir koroydu san­ki. Aralarında zaman zaman kurbağa viyaklamaları ayırt edilebiliyordu. Gerisi her türden gece böceği, su şırıltısı ve yaprak hışırtısı karışımıydı. Mahpus damında iki yıl bu uyu­tup gevşetici mırıltının özlemini açlık, susuzluk gibi çekmiş­ti. Çavuş’un evi dereye bakan yamacın ön sırasındaydı. Bu yüzden o ses şölenini insan tiyatronun ön sırasından izler gi­bi duyuyordu kendini. Arkadaki damlardan yükselen yor­gun, uykulu söyleşmeler de bu duyguyu pekiştiriyordu.

Bodur gözlerini, gökteki iri güney yıldızlarına dikip Haçyolu’nun nereye kadar uzandığını izlerken dama çıkan süllüm* ağır bir yük altında esneyip gıcırlamaya başladı. "Bu bizim koca oğlan gene" diye düşündü. Hapis dönüşünden-

Merdiven.

beri içinde ona karşı öfke ve küçümsemeden başka birşey duyamıyor, sanki yanma sokulsun istemiyordu. Gebeş de bunu sezinliyor, karşısında, babası rahmetlinin yanmdakinden edepli durmaya uğraşıyordu.

Çekinerek yanma sokuldu ve karşısına çömeldi. Ses çı­karmadan tütün kesesini koynundan çekip bir cigara sardı ve Bodur’a ikramladı. Ötekisi eyvallâh da demeden aldı. Gebeş söze nereden başlasın kestiremiyordu. İşten açsa tü­münün omuzuna yıkılacağını biliyordu. Derken hatırına pı­nar başında rastladığı Süleyman kâhya geldi. Gözlerine iyi­ce aksu indiğinden ancak birinin yedeğinde dolanabiliyor­du. Yanı başında olduğu söylenince el yordamıyla şöyle bir araştırmış, elini omuzuna yerleştirip: "Ey, nicesin Gebeş oğul? Bodur geldi geleli senin değirmen dönmeye başladı ha? Bi akşam gelip kendiyle biraz yerenlik etmek isterim." demişti.

"Ellâham, Bodur ağam, Süleyman kâhyanın sana bir iki diyeceği var." Bodur soruşturan bakışlarını ona çevirdiği sı­rada öte damdan duraklayarak gelen fener ışığını farketti. Doğruldu. Damdan aşağı, "Kız Ayşe" diye seslendi. Kâhya yetişmeden haymanm yanma bir döşek serdirip yastık da­yattı.

Süleyman kâhya baba dostu, eski hamur iyi bir ihtiyar­dı. Fakat gece vakti damlarına kadar yorulmasından Bodur birşey anlayamamıştı. Cigaralar sarıldı, ikramlandı. Kahve­ler söylendi.

Öteden beriden hoşbeş ettikten sonra kâhya asıl konu­ya girmek istermişçesine boğazını bir iki temizledi:

"Ey, mapusana nasıl bakalım, Bodur oğul. Allah yardım etti yakayı er kurtardın. Beş yılı yediğin zaman, yazık oldu cahala demiştim. Elini kana bulamak iyi şey değil ya, suç da senin değildi. O eşkiya eskisi bahçeyi Çavuş’un döllerinden alırım diye tutturmuştu. Sayanda köyden bir pislik temizlen­di. Neyse meramım eski yaraları deşmek değil. Ben bubanın çocukluktan yareniyim. Oğul Bodur bu senin Gebeş ağanda iş yok. Askerlik geçti, mapusluk bitti, şu oğlan daha kaç yıl yastığa sarılıp yatar diye bir akıl edemedi. Önüne düşmedi."

Boğazını yeniden temizledi. Bodur dilinin altındakini sezer gibi olmuş, hafifçe utanmıştı.

"Eyvallah Süliman emmi amma, daha biz kendi karnı­mızı doyuramıyok" diye mırıldandı. Emmi çatlak, kaim se­siyle güldü durdu:

"Şuna bak hele, mapushanede ne sözler de bellemiş. Ulan bubanm artıkları daha yarım köyü doyurur. Sona avrat evin hayır bereketidir. Hem onlarla olmaz hem de onlarsız. Emme olması gene de bir köynek iyice çalar. Pişirir, kutarır, şelek çeker, hayvan sağar. Kafanı fazlaca kızdırırsa şeyle bir öfeler öfkeni alırsın. Seni artık evermeli. Vaktin geldi de geçiyo bile."

Gebeş bu kışkırtmadan pek hoşlanmamıştı. Düğün, ge­lin, ye iç, kalın parası, alışveriş kimin kesesinden çıkacaktı hep bunlar.

"Emmi, Bodur ağam mapusdeyken hiç kaile almadık. Hep hazır yedik. Ona da habire harçlık gitti. Ben istemez olur muyum hiç evlenip barklanmasını. Ama felek yar olmeyki."

"Ulan Gebeş ekmeyine ortak çıkmasın diye sen oğlanı, tek doğdu tek ölsüne getirirsen. Bereket versin biz baba ve­killeri ölmedik daha. Her birimiz bir ucunu tutar onu ev bark sahibi ederik. Yeter ki o he desin."

Yüzünü Bodur’dan yana çevirdi ve karşılık beklermiş­çesine sustu. Bodur ne diyeceğini bilemiyordu. Bu iş birkaç kez kendinin kafasından da gelip geçmişti ya. Hangi kız ba­basının onu damatlığa yakıştıracağını pek kestiremiyordu. "Şeyle mal mülkçe biraz güçlenirsem belki temah eden olur." diye düşünüyordu.

"Yalnızlık Allah’a mahsus. Dediğin doğru emmi ama bize de kim kızını verir?"

"Ülen istedin de yok diyen mi oldu? Şu Uzunoğlan’ın kızma ne dersin?"

Bodur bu sözlere içerledi. Nedense hemen akima kam­bur, yarım akıllı ortanca kız gelmişti. Kırgın bir sesle:

"Demek emmi o çarpık yarım akıllıyı yakıştırdın bana. Yoksa canın mazah yapmak mı istedi?"

Süleyman kâhya üst üste bir iki gevrek kahkaha attı:

"Ulen o çarpığı da nereden akıl ettin? Büyük ortada dururken çarpık ortanca sıraya girer mi hiç?"

Bodur’un ağzı ayrık kalmıştı:

"O emmisi oğluna sözlü değil mi emmi?"

"Oğul emmi oğlunu attan indirir derler amma bu köylü yakıştırması. Uzunoğlan eyle diz dıbıldak yeğenlere kız mı verir? Oğlan iri kıyım emme yüreksizin birisi."

Birden Bodur’un gözlerinin önüne Emo’nun kıvrımlı, taştan biçilmişe benziyen gövdesi, adamı bahar karı gibi eritiveren iri yeşil gözleri geldi. Dolgun dolgun yutkundu. Ama birden içini sonsuz bir umutsuzluk, acı bir değersizlik duy­gusu doldurdu. Emo kız onun gibi iki karış bir süngüçlük er­keği n’edecekti. Emmisi oğlu gösterişli ve yiğitti. Severdi onu doğrusu. Uzun uzun içini çektikten sonra "Ben he de­sem de niye yarar emmi. Olamayacak duaya amin denemez. Emi kız için köy cahalları birbirine girer. Ben neye güvenip de istiyem onu?"

Süleyman emminin ihtiyar kulağı keskindi. Bodur’un içini dolduran özlemle karışık umutsuzluğu sezinledi:

"Hele oğul sen bir yol he de. Gerisini bana bırak."

Bu teklife Gebeş’in yalnız ağzı değil gözleri de ayrık kalmıştı. Kaç yıllık evli ve çoluk çocuğa karıştığı halde Emo kızı görünce o da yutkunmaktan kendini alamazdı.

Şafak sökenedek Bodur yorganın altında dehleyen bey­gir gibi döndü de durdu. İkide birde hoplayıp döşeğin orta­sına oturuyor, cigara, cigara üstüne dürüp içiyordu. Gündüz olsa neder neder esrar bulur bir de çifte kâğıtlı tüttürebilirdi. Belki kerestesi bol bir çifte kâğıtlı ancak uykusunu getir­di. Ama yıldızların belli belirsiz aydınlattığı bu gece saatin­de nasıl bulabilirdi nefesi. Süleyman kâhyanın gitmeye dav­ranırken "Sen işin ötesini bana bırak" deyişinden bu konuda kestiremediği bir işlerin döndüğünü sezinliyordu. Galiba Uzunoğlan onu hem elinden, hem de ayağından bağlama peşindeydi. Aralarında bunun sözü geçmese koca Süleyman emmi, sen o işi bana bırak, der miydi?

Ama bu sezgisine rağmen Bodur’un sanki ensesinden

BODUR/125

güçlü bir pençe kavramış onu Emo kızın kıvrım kıvrım göv­desine doğru itiyordu. Yapraklar arasından gün ışığının sız­dığı pınar suları gibi yalap yalap yanan koyu yeşil gözleri açıla açıla üstüne doğru geliyor, göbeğinden aşağı ateş dere­si gibi birşey durmadan akıyordu. İçinden başka bir şeyse, kör koyu ağzına sokulan çocuk gibi onu geri geri itiyordu. İçinden "Dengi dengine demişler Bodur oğlum. Sen bu iki karış bir süngüç gövdenle Emo kızı nasıl çekip çevirin baba­lım." diyor, yıllanmış küçüklük tasası başkaldırı? gibi oluyor­du. O zaman kendine iyice kızıyor, babasının çocukken yap­tığı gibi sanki iki kulağından yakalayıp kafasını iki yana sal­lıyordu: "Oğlum sen yüreğe bak yüreğe. İki boyumdakiler karşımda el öfelemey?" diye göğsünü şişirip sanki kabarma­ya uğraşıyordu.

Daha çoban kapılardan davarları toplamaya girişme­den Bodur sessizce giyindi. Yemenisini eline alıp yatakların ayak ucundan sülünüm yolunu tuttu. Erik bahçesinin alt ya­nındaki Narh bende ulaşınca çalının dibinde soyundu. Las­tik topu andıran yuvarlak gövdesini serin suların ortasına fırlattı. O yana, bu yana bir iki tepik savurduktan sonra eliy­le yüzünün, kısa kollarının suyunu sırkıttı. Hızla giyindi.

Efendi duyunca Uzunoğlan’m kurduğu tertibi beğendi. Çözüm; kardeşioğlu dışında herkesin işine geliyordu. Emi kızın gönlü için için emmisi oğluna kayşada neye yarardı bu... Baba sözünü çiğneyip bildiğini yapacak değildi ya... O yüzden efendi Gebeş’e her tür kolaylığı gösterdi. On altın karşılığında düzenlenen on iki altınlık ve bir yıl vadeli sene­din alan ve "şühudulhal" bölümlerini iyice mühürlettikten sonra yarı şaka, yarı ciddî söylendi:

"Gelecek yıl bu zaman borç kallenden kesilir. Yetmez­se başka senet yaparık. Aman efendi bir yıl daha kalsa der­sen oniki yerine ondört altın olur. Duyduk duymadık deme­yin sonra."

Bundan ötesininse belki de Çavuş’un gözbebeyi olan harman yerindeki İncirli bağın başına patlayacağını herkes biliyordu. Ama ne Gebeş, ne Bodur ne de tanıklar arasında­ki Uzunoğlan’m buna aldırış ettiği vardı.

1Z0/ UZ.UİN ÇAKŞİİNİİN ULULAKL

Emi kız pazarlığın bağlandığını öğrenince birkaç gün kenar köşe dolanmış, iri yeşil gözlerinin pınarında toplanan yaşları yazmasının ucuyla kurulamıştı. Farkeden olursa da "Gözüme toz kaçtı." deyip geçiştirivermişti.

Ama bu iş en çok Ömer oğlan’a dokundu. Umduğu birşey yoktu ama işlerin sıkı olduğu günlerde emmisinin ona gel bir ucundan tut demesinden birşeyler çıkacağını um­muştu. Emi kız da her kez ona gözlerinin kuyruğu ile güleç güleç bakıyordu. Garip netsin başını alıp İslahiye toprağın­da bir ağanın yanma yıllığı iki mecidiye, bir aba ve bir çift postala azap girdiği duyuldu.

EŞEK KASABI ALİ BAYRAM

O çarşının gediklileri arasında değildi. Ancak olağandışı durumlarda oradan gelir geçerdi. Kentte bulunduğu sıralarda hayat alanı Kalealtı Pazarı’yla Salhane köp­rüsünden geçip Hacibaba’daki taş ocağına giden toprak pa­tikaydı. Onu daha çok bizim bağ evinde yaptığımız kaçak ya da düzenli ziyaretler sırasında görebilirdik. Bağ evi çevre­sinde oynarken, Nizip şosasım kesip geçen patikadan ufak bir toz bulutunun yükselmeye başladığını görünce oyunu bı­rakır, bağı çevreliyen duvarın gerisine gizlenerek gelenin Ali Bayram olup olmadığını kestirmeye çalışırdık.. Toz bu­lutu yaklaştıkça, kemikleri sayılan lagar bir beygir ya da eşek üzerinde, iki yandan sarkan bacakları nerdeyse yerde sürünen masal devleri gibi iri bir gölge belirirse onun iş görmiye gittiğini anlardık. Adının başında deli lakabı olmadığı halde kentin en zır delisi olduğunu bilmiyen yoktu. Bu yüz­den de karşısına geçip sataşmak, uzaktan da olsa elma, ya da mısır koçanı atmak gibi çılgınlıklar aklımızdan bile geç­mezdi. Onu, kaçıp kurtulmaya imkân veren bir uzaklıktan izlemek, ağaç gölgeleri, ya da kaya diplerine gizlenerek ya­kınma sokulup yaptıklarını sessiz gözetlemekle yetinirdik. Bu kadarı bile bize tehlike ve gerilimlerle do'u bir kaplan avı gibi gelirdi. Sulak yerde alabildiğine gelişmiş çam yar­ması bir herifti. Suratı ve boynu, başındaki uzun püsküllü fesin uzantısı sanılacak kadar kızıldı. Sıcak yaz aylarında bu

128/ UZUN ÇARŞININ ULULARI

kızıllık daha da koyulaşıldı. Yüzündeki kasların her birisi de ayrı makamdan oynaşır dururdu. Çoğu zaman çevresindeki­leri öfke ya da kuşkulu bakışlarla süzer, kendi kendine dur­madan anlaşılmayan birşeyler mırıldanır dururdu. Bizi en çok ürküten saat kösteyi gibi kuşağından sarkan kaim zin­cirle onun katları arasından ucu gözüken iri, sustalı bıçaktı.

Ondan çekinen yalnız biz çocuklar da değildik. Ortada gözükünce çarşı esnafı da gizlemeye uğraştıkları bir gergin­lik içine düşerdi. Hemen herkes bize bulaşmasın diye başını öte yana çevirip görmezlikten gelmeye kalkardı. Ama biri­nin önünde durup da üzümleri ya da domatesi yoklayıp fiyat sormaya kalkarsa komşular hemen seferberlik yapar, sezdir­meden kimi küreğin sapını, kimisi de batman demirini eline alırdı. Çünkü herifin ne zaman hangi nedenle hır çıkarıp karşısındakine saldıracağı kestirilemezdi. Böyle bir durum oluşunca da kendisiyle ancak beş on kişi arada baş edebilir­di. Sözgelişi Memik’in kepenkleri önünde dizilen meyve mahralarından birisi ilgisini çekecek olsa başına dikilip bir süre, yüklükleri karıştırır, sanki yığının altında saklı olan birşey arardı. Sonra birden dikilip kendinden uzak durmaya uğraşan dükkân sahibine, dik fakat gövdesine yakışmıyan ince, cırlak bir sesle sorardı:

"Üzüm neçiye?"

"Ne verirsen eyvallak Bayram."

"Neden; ben senin babanın oğlu muyum? Hayrat mı yapıyn ulan."

"Hayır, estağfurullah Bayram... Söz gelişim dedim. Ne kadar isten?"

Ona fiyat söyleyip pazarlığa kaldırmanın tehlikelerini bütün esnaf bilirdi. Memik’in talihi yolundaysa Ali Bayram "Nalet olsun üzümüne." deyip savuşurdu. Yok verilecek ze­kâtı varsa zorba müşteri beğendiyi salkımları terazinin kefe­sine koyar, doğru tartıp tartmadığını iyice denetler, aldığını beyaz benekli kırmızı yağlığına çıkınlar, mangır metelik ne uygun bulduysa tezgâha atıp giderdi.

Yaz aylarında azgınlığı daha da artar, önüne gelenle Maşıp sövüşür, kafa göz patlatır, ya da kalabalık üstün gelir

bayıltıncaya dek ona iyi bir sopa atardı. Bazan kantarın to­punu kaçırıp zaptiyelik de olurdu. Ayağına pırangayı, bilek­lerine de kelepçeyi geçirebilmek için nerdeyse kentin tüm kanun adamlarının seferber olması gerekirdi. Onu bağlayıp deliğe tıkmak için gönüllü yardımcı aramanın da gereği yok­tu. Kutsal savaş açılmışçasma herkes işini bırakır, depik ya da yumruğundan kaçarak iri bedeninin bir yanını denetim altına almaya uğraşırdı. Bir kez karakola girdi mi ilâcını herkes bilirdi. Tutuklama sırasında başı yarılıp gözü şişenler kamçı, sopa ne ele geçirirse başına üşüşür, Allah yarattı de­meden ver gitsin ederlerdi. Dayağa iyice doyduğu kanısına varılır, ya da dövenlerin dermanı kesilirse karakol kuyusun­dan çekilen sular kova kova başına boca edilirdi.

Suçu iyi bir kötek ve beş on kova suyla geçiştirilemiyecek kadar önemliyse ceza hâkiminin karşısına çıkarılması olağandı...

Onun mahkemeleri, tanık dinlemek, keşif yapmak, sa­vunma gibi ardı arkası gelmiyen yasal törenlerle uzayıp git­mezdi. Çoğu kez bir celsede sonuçlanırdı. Yargıç, zaptiye raporunu kâtibe okutur, iki yanındaki ağır başlı, asık yüzlü üyelerle bir iki fısıldaşır ve yörede meristan denen tımarha­neye yollanması kararlaşırdı. O zamanlar Ali Bayram işine göre bazen birkaç ay, bazan da daha uzun süre ortada gö­rülmez, herkes rahat bir nefes alırdı. Fakat her seferinde yeniden çıkagelirdi. Bazan yolunu bulup meristandan kaçar, bazan da doktorlar nedense sahverirdi onu.

Zemheri soğuklarında başka bir adam olurdu Ali Bay­ram. Üzerine bir çöküntü gelir, delik balon gibi söner, dalı kolu sarkardı. O zamanlar iki karış çocuk bile ağzına vurup lokmasını elinden alabilirdi. Galiba bu döneme girince tı­marhane doktorları akıllandı deyip sahverirdi onu.

Böyle düşkünlük dönemlerinde herkesten uzak durur, ya taş ocağında bir kaya dibine, ya da ıssız bir sokağın duvar dibine çömelir, elindeki çöple toprağa habire karışık çizgiler çizer dururdu. Durumuna bakan onu havası kaçmış bir da­vul ya da suyu boşalmış bir tulum sanırdı. Ses çıkmıyan etli dudakları durmadan kıpırdar, arada bir iri yumruğuyla ya

kafasını, ya da göğsünü döverek inlerdi. Sanki kudurganlık döneminde yeniyi haltlar için kendini suçlayıp cezalandırı­yor sanılırdı.

Fakat bu çöküntü dönemi de hiç beklenmedik bir gün­de sona erer, silkinir, kabarıp gerilir, solgunlaşan yüzü yeni­den al al yanmaya başlardı. Sanki düşkünlüğüne pişman ol­muş da yeniden içindeki kini ve öfke kaynağını çevresinde­kilere yöneltmiye karar vermiş sanılırdı. Akları damar da­mar kanlanan kara gözleri gene ışıl ışıl yanmaya, çevresin­dekileri kuşkulu ve kızgın bakışlarla incelemeye koyulurdu. Bereket versin geçim yolu, insanlara karşı duyduğu kuşku, öfke ve nefreti bir ölçüde zararsız bir yoldan boşaltmaya el­verişliydi. Bu yoldan İrinini akıtmasa çevresini belki de tü­müyle kırıp geçirirdi. Onu birkaç kez iş başında seyredebilmiştik. Canı, cindi çekilmiş bir eşeğin üstünde taş ocağının yolunu tutardı. Onu farkedince, oyun arkadaşlarıyla birlik­te, tepenin aksi yönünden sinip sürüklenerek taş ocağının kıyısındaki sumak kümelerine sokulurduk. Sumakların he­men dibinden, dik, kayalık bir yar ocak girişinin önündeki genişliğe doğru inerdi. Burada, sanki açık hava tiyatrosunun üst basamağından aşağıdaki oyunu seyredercesine onu kor­ku ve merakla izlerdik. Farkımıza varsa bile o bizim yönü­müzü buluncaya dek tabanları kaldırıp bağ evine kapağı atabilirdik.

Öeri ve kemikten başka taşıyacak yükü kalmayan yularsız, semersiz eşeği Ali Bayram boşluğa sahverirdi. Hay­van toz toprak içinde bulabildiği kuru ot artıklarını kemirir­ken kendisi de gölgelik bir kayaya sırtını verir, bacaklarını boylu boyuna uzatırdı. Belinden çektiği saldırma iriliğindeki bıçağını ele geçirdiği bir çakmak taşıyla iyice biler, sözlerini ayırt edemediğimiz bir türkü mırıldanır dururdu. Mırıltısıy­la birlikte aşağıdan yoğun bir leş kokusu da yükselirdi. Açıklığın orasını burasını donatan boy boy hayvan iskeletle­riydi kokunun kaynakları.

Uzaktan bile onun bu ortam içinde keyfinin iyice yerin­de olduğu kuşku götürmezdi. Arada bir bıçağın demirine bir tükrük atıp taşlamaya devam eder, bir türküyü yarıda bı-

rakip ötekine geçerdi. Sonunda bıçağın keskinliğini tırnak­larından birinde dener, sonra kapatıp beline sokardı. Bu iş bitince yorgunluk cigarasını dürer, derin nefesler çekip bur­nundan salıverirdi. Arada bir kafasını yukarı kaldırıp güney göklerinde halkalar çizen çaylaklara bakardı. Herhalde bu kuşlar da onu ve işini tanıyordu. Daha taşocağı yolundayken sevinç çığlıkları atarak yücelerden onu izlerlerdi.

Hayvanını otlatan yaşlı bir köylü gibi gün dönünceye kadar yerinden kıpırdamayacağı sanıldığı bir sırada birden toparlanır, cigarasmm başını düşürüp izmariti tütün kesesi­nin içine atardı. Tozlar arasında geveleyecek birşeyler araş­tıran eşeğe uzun bir göz atar, sonra yanı başındaki urgan yu­mağını kavrayıp yekinirdi. Hayvanı uzun kulaklarından avuçlayarak kesim yeri olarak seçtiği yere sürüklerdi. İşini çok iyi bilen zenatkâr güveniyle hayvanın ön ayaklarını çeke çeke bağlardı. Direnip debelenerek dengesini korumaya uğ­raşan hayvanın arka ayaklarından birine de çelmeyi atar, iri gövdesiyle abanıp onu yere yıkardı. Sonra ipin öbür ucuyla da mecalsiz, havayı tekmelemeye uğraşan arka ayakları bağ­lardı. Bunları yaparken habire homurdanır, direnmeye yel­tenen hayvanın orasına burasına yumruk tekme atarak kü­fürler savururdu. Sonunda yeniden bıçağını çekip açar, cır­lak sesiyle "ya Pir, ya Allah" çekerek diziyle yere yapıştırdığı boynun bir yerine güneşte ışıldıyan bıçak demirini bastırırdı. Eline, yüzüne fışkıran kanlara aldırış etmez, testereyle tahta kesiyormuşçasma bıçağı ileri geri işletirdi. Bu işi bitirince kanlı aracım çekip hayvanın tüyleri üzerinde temizler, düş­manını yere seren gladyatörler gibi dim dik doğrulup göğsü­nü şişirirdi. Elinin tersiyle yüzündeki kan izlerini temizler­ken hayvanın gittikçe zayıflayan tepilerini yoğun bir mutlu­luk içinde izlerdi.

O arada çaylaklar da daha aşağı bir düzeye iner, halka­lar çevirerek keyifli çığlıklar atar dururlardı...

Hayvanın kasları iyice gevşeyip sarkmaya yüz tutunca ipleri çözerdi. Arka ayaklarından birine yapışarak cesedi sırt üstü çevirir, bıçağının ucuyla kendinden yana olan uy­lukta ufarak bir üçgen çizerdi. Belinden çektiği küt uçlu ma-

şadı üçgene sokarak deriyle et arasında bir şişirme yeri oluş­tururdu. Sonra pos bıyıklı, etli dudaklarını bu deliğe yapıştı­rıp demirci körüğü gibi kabarıp sönen göğsüyle şişirmeye koyulurdu. Yoruldukça deliği bir avucuyla boğar, korkunç bir zafer ışıltısı yanan kızıl yüzünü göğe doğru kaldırıp daha da alçalan çaylaklara bir göz atardı. Bir süre sonra sıska hayvan varlıklı evin semiz eşeğine dönüşürdü. Şişirme bitin­ce bıçağın ucuyla göğüsten uyluktaki deliğe kadar uzun bir çizgi çeker ve yüzmeye koyulurdu.

Kurban bayramlarında hayvan kesilişini başından sonu­na duygusuz izlemeye alışıktık. Fakat nedense onun eşek kesimi hepimizin tüylerini ürpertir, arada bir korkuyla göz­lerimizi sıkı sıkıya kapardık. Bu duygu belki de onun davra­nışlarının daha çok avını alt ettikten sonra parçalayıp yeme­ye girişen vahşî bir hayvana benzeyişinden ileri geliyordu.

İşini bitirince deriyi güneş gören bir kayaya sererdi. Tekrar leşin başına dönerek, hırsını yeterince alamamışçasına karnını boydan boya yarar, kestiği ciğer parçasını çaylak­lara doğru sallayarak haykırırdı:

"Gâh, gâh etleme cuhey... gâh, gâh etleme cuhey."

Sonra elindeki parçayı onlara doğru havaya fırlatırdı. Çaylaklar da onun keyfine katılmak istermişçesine çığlıkla­rını sıklaştırır ve atılan ciğere doğru dalışlar yaparlardı.

İşinin bu kesimi sona erince avuçlarını toprağa sürte­rek arıtır. Sonra tozlu elleriyle yüzündeki kan ve ter karma­şasını silip temizler, yüzünün son temizliğini de koynundan çektiği çevresiyle tamamlardı.

Arkasından gene bıçak bilediği yere uzanır, tütün kese­sini koynundan çekerdi. Leşin üstüne uçuşup sarkan adım­larla deşilen karından kopardıklarını çekiştiren kuşları ke­yifle izlerdi. Arada bir leşe sokulamayıp serdiği deriye mu­sallat olmaya kalkan çelimsiz çaylaklara yerden bir taş fırla­tıp ana, avrat küfür ederdi. Derinin suyunun yeterince çekil­diği kanısına varınca onu iç yüzüne katlayıp kıllı yüzünden omuzuna atar, önemli bir işi başaranların mutluluk ve kası­lımı içinde Tabakhanenin yolunu tutardı.

Ali Bayram derisini dilediği fiyattan satmakta pek zor­

luk çekmezdi. Tabakhanede bir dizi müşterisi vardı. Dük­kân kapılarının bir yanma dayalı tezgâhlarına gerilen derile­rin iç yüzündeki yağ ve et parçalarını kazıyıp dururlardı. Bü­tün çevreden çürük et kokusuna karışık ekşi bir havcar ko­kusu yayılırdı her yana. Tümü de Tabakhane köprüsünü aşıp gelen karataş döşeli yola sırtları dönük çalıştıklarından onun yaklaştığının farkına varamaz ve bir yana savuşup ya­kayı kurtarmaya fırsat bulamazlardı. Bereket versin Ali Bayram onları sıraya koymuştu. Aynı dükkâna üst üste mu­sallat olduğu görülmüş değildi. Sırası gelenin ense köküne sokulur, bir süre elde kesti, belde peştamal gövdelerinin aşağı yukarı iniş çıkışlarını izlerdi. Sonra omuzundaki eşek, ya da beygir derisini yere bırakırdı. Kendine ısmarlanan bir işi bitirenlerin rahatlığı içinde:

"Derini getirdim Hanifi usta." derdi.

Sesini duyan, elindeki işin en beklemiyecek kertesinde de olsa hemen döner, tepesine dikilen deve çekingen bir göz atar "Pekey, Ali Bayram" diye keseye davranırdı. Cebin­de parası yoksa konu komşudan borç alır, herifi başından savardı. Onun fiyatlarının kesinliğini, pazarlığa girişmenin tehlikeli olduğunu bütün esnaf bilirdi. Gücüne ve şerrine güvenip olmayacak para da istemezdi. Kesimlik hayvanı ka­ça aldıysa üstüne yarım mecidiye emek eklerdi. Esasen canlı hayvanı alış fiyatı da öyle satıcının keyfine bağlı bir iş değil­di. Kalealtı pazarının hayvan alım satımına ayrılan kesimine girer, gözüne kestirdiği en çelimsiz hayvana sokulurdu. Soy­lu bir inek seçiyormuşçasma önden, arkadan bakar, dudak­larını ayırıp dişlerini incelerdi. Dilediği gibi olduğu kanısına varınca yuları bağladığı taştan sökmeye koyulurdu. Merak ve telâşla tepesine dikilen mal sahibine aldırış bile etmezdi. Başına geleceklerden habersiz, geveliyecek birşey ararken nefesiyle yerden küçük toz bulutları kaldıran hayvanın yula­rını sıyırır, kemerini indirir, sonra da koynundan keseyi çe­kip mal sahibine tasarladığı parayı uzatırdı. Satıcı onu tanı­yorsa, uzatılan umduğundan da az olsa sesini çıkaramaz, ka­fasını iki yana sallayarak "lâhevle" çekerdi. Doğrusu seçtiği­ni öyle ölmüş eşek fiyatına da almazdı. Derisinden başka işe

yaramayacak hayvanları seçtiğinden çoğu mal sahibi onu bir tür kurtarıcı sayardı. Ama pazara ayda, yılda bir uğrayan, pazarlıksız mal satmayı namusuna yediremeyen garip köylü­ler de olurdu. Bir yandan satıp tuz, gaz gibi gereksinmeleri­ni karşılamak için getirdikleri çuval diplerindeki iki avuç nohut ya da mercimeklerini kapıp kaçarlar diye kuşkuyla çevrelerini gözlerler, fırsat buldukça da kalenin göklere yükselen burçlarına ağızları ayrık bakıp dururlardı.

Ali Bayram’m gözüne kestirdiği hayvan böyle birininse olay çıkması kesindi. Döğüş ve sövüşme ya daha Ali Bayram hayvanın yularına el atınca ya da parayı mal sahibinin eline sıkıştırırken kopuverirdi. Yulara el attığını görünce mal sa­hibi eşek hırsızı sanarak yerinden fırlar "Dur ulan o benim eşek" diye eline yapışır, sonra da telâşına aldırış bile etmiyen Bayram’m yakasını avuçlamaya girişirdi. O zaman sal­dırganı bileğinden yakalayıp boş çuval gibi bir yana fırlatır ve curcuna kopardı. Bazen mal sahibinin köylüleri Bayram’ı alt eder, bazen de o saldıranı altına alıp suyunu çıkarmaya koyulurdu. O zaman bütün pazar yeri karışır, her yandan haykırmalar yükselir, ne olup bittiğini kestiremiyenler bile kavganın bir ucundan tutmaya kalkardı. Ali Bayram’m gene bir halt ettiğini kestirenlerse "Uymayın oğlum o deliye. Vallah kana bile girer." diye çevredekiler! uyarmaya çabalardı. Fakat böyle kalabalık yerlerde çoğunlukla onun fazla ileri gitme .ine fırsat verilmez, eşek sahibiyle helâllaştırılıp pazar­lık sonuçlandırılırdı. Bayram’m böyle oldubittili alışverişi mal: değerinden aşağı kapatmak için değildi. Döğüşüp sö­vüşmeden verdiğini kabul edenler, umdukları çevresinde bir satış yaptıklarını anlardı. Bütün sorun, kafasına koyduğunu kimseye danışmadan, niyetini belli etmeden uygulamaya ge­çişinden doğardı. Bu da belki insanlardan çok, dileğine kar­şı direnecek kadar güçleri kalmamış hayvanlarla düşüp kalkmanın oluşturduğu bir alışkanlıktı. Bu yüzden de ağzı laf edip direnen bir karşıtına çatınca, akışı engellenen güçlü bir nehir gibi kudurup köpürür, önüne dikilenin sağından, solundan, gücü de yeterse üstünden aşıp amacına ulaşmak isterdi.

Pazarda işlerin kesat gittiği zamanlar Bayram köylerde kol gezmeye çıkardı. Yine böyle bir gün canı, cini çekilmiş sıska bir eşeğin üstünde keyifli bir türkü tutturmuş, fesinin uzun püskülü iki yana tempo tutarak bağlar arasındaki pati­kadan kente doğru geliyordu. Yolun kıyısındaki iri cevizin gölgesinde soluklanan bir baba-oğula rastladı. Çıkınlarını açmış hem kuşluk ekmeklerini yiyor hem dinleniyorlardı. Yakınlarına gelince Bayram "Selâmüaleyküm, buğaz ola." diye aşinalık etti. Baba "Eyvallah ağam. Buyur tuz ekmek olak." diye bir nezaket daveti yapmıştı. Bayram’sa daveti iki­letmedi. Eşeğin durmasını bile beklemeden uzun bacağını sağrıdan aşırıp indi. Babanın yanma çöktü. Soğuk bulgur pi­lâvını yufkayla lokmalayıp ikramlanan soğanı ısırırken baba-oğulun hangi köyden olduklarını ve bağa ot ayıklamaya geldiklerini öğrendi. Ağzındaki iri lokmayı zorla yuttuktan sonra "Bağın varsa pekmezin nerde senin?" diye sordu. Köy­lü amacını kestirememiş "İnşallah güze o da olur" karşılığını vermişti. Ama Bayram dinlemiyor "Ulan pekmez nerde, çı­kar pekmezi!" diye direniyordu. Ötekinin şaşkınlığı iyice ar­tıp ne diyeceğini bilemez duruma geldikçe de onun suratı gittikçe daha da kızarıyor, yüz kaslarının her biri başka bir düzende titreşiyordu. On üç, on dördünde gözüken oğlan ürkmüş, elindeki lokmayı sahana bırakıvermişti. Babaysa işi tatlıya bağlarım umuduyla "Nişlersin ağam misafir umduğu­nu değil bulduğunu yer" diye onu yatıştırmaya uğraşıyordu. Ama o yatışacağı yerde gittikçe azıtıyor, kara, kanlı gözleri­ni alabildiğine ayırarak "Ulan nereye sakladın pekmezi. Çı­kar, çıkar da yiyek." diye gürlüyordu. Sonunda koca elini uzatıp adamın yakasına yapıştı. Ona yardıma yeltenen oğla­nı öteki eliyle bağın içine doğru fırlattı. Adamın başına çö­kerek sille yumruk "Ulan çıkar pekmezi nerdeyse." diye hay­kırarak suyunu çıkarmaya koyuldu.

Oğlan yuvarlandığı yerden fırlayıp "İmdat adam öldürüyler" diye bağ komşularını uyarmaya koşmuştu. Ellerinde kazma, kürek komşular olay yerine yetiştikleri zaman bur­nundan kanlar boşanan baba yerde baygın yatıyor, Bay­ram’sa hiçbir şey olmamışçasına sıska eşeğine binip savuş­

maya hazırlanıyordu. Hayli didişerek onu al aşağı edebildi­ler. Elini ayağını sıkıca bağlayıp "cendermeye" adam uçur­dular. Bir süre sonra da cinayet mahkemesi yargıcının karşı­sına çıkarıldı. Tanıklar dinlendikten az sonra hâkim "iyile­şinceye dek tımarhaneye kapatılmasına" karar verdi.

Elleri kelepçeli çıkıp giderken dinleyiciler de "Dur ba­kalım Bayram meristandan ne zaman çıkar gelir?" diye söy­leşiyorlardı.

KIZ ALİ

Bizim bağ evinin her mevsimde çocukları büyüleyen bir yanı vardı. Mart güneşi, kış ayazını kırmaya başlayınca, meyve bahçesinin çıplak dalları rüzgârda hu çekerken, arıkları kaplayan kır menekşelerinin yeşil yaprakları temiz­likten ışıl ışıl ve dimdik olurdu. Birkaç gün içinde bu yeşilli­ğin arasından uzun boyunlu, açık mavi çiçekler açar, biz de menekşe çayı tiryakisi dedemin başını şişirmeye koyulur­duk:

"Aman dede menekşeler açtı. Geçmeden toplayalım da kurutur içersin." derdik.

O da bir elinin parmaklarıyla kafeslediği yüzündeki muzip gülücüğü göstermemeye uğraşarak bizi biraz yalvar­tır, sonra yanımıza birini katıp kent kıyısındaki bağ evine yollardı.

Menekşeleri, bağın doğu sınırını çitleyen sarıgül döne­mi izlerdi. Yaz aylarında, içinde bacak kalınlığında evran var, diye korkuttukları bu çah yığını sarıgül denizine dönü­şünce kimseyi gitmek için zorlamaya ihtiyaç kalmazdı. Ye­tişkinler bu dönemde gül dibinde kaymak yemeye bayılırdı. Bostancı evlerinden gelen tepsi tepsi pideleri kaplayan sa­kızlı çiğ kaymağın üstüne bal sürüp dürüm etmek, çenelerin iki yanından sızan dereciklere aldırış etmeden avurtmak, doyulur bir şölen değildi.

Sarı gülü, kokulu gül izler, gülsuyu çıkarmak için devşi­

rime girişilirdi. Onun peşinden yeşil erik ve ham şekerpare­ler gelir, ev horantası hiç değilse birkaç taze bağ yaprağıyla yeşili sarma sahresine giderdi.

En çekici dönemse bağın koruklarına şirinlik yürüdüğü zamandı. Haraf’in tahannebisi, en erken şirinleşen üzüm ününü taşırdı kentte. Kesilen salkımları bağ evinin önünde­ki sulama havuzuna boca eder, sonra da giysilerimizi sıyırıp bize derya kadar sınırsız gelen sulara dalarak salkım avlama yarışı yapardık. Yaz ayı sıcak iyice yoğunlaşınca bir yandan bağın içindeki fıstık ağaçlarının sarı salkımları morarmaya, bir yandan da meyvelikle bostan arasındaki genişliği çevreliyen koyu gölgeli, iri ceviz ağaçlarının ürünleri içlemeye yüz tutardı. O günlerde cevizlerin tepesinden hemen hiçbir yere inmezdik. Dallara tutunarak bir ağaçtan ötekine geçer, maymun yavruları gibi durmadan ceviz oyup tepiştirir, kar­nımızı bozardık.

Harafı sevenler yalnız biz de değildik. Her mevsimde varlıklı, yoksul her düzeyde aile ve esnaf kümeleri gelip yer tutarlar, bostancılara yaltaklanıp hoş bir gün geçirmeye çalı­şırlardı.

Onu ilk kez böyle bir esnaf sahresinde görmüştüm. Do­kuz, on yaşlarındaydım. Mahalle arkadaşlarıyla sıvışıp ceviz yemeye gelmiştik. Bazısının omuzunda torba, ötekilerinin elinde bir sepet ya da koltuğunda bir paketle kalabalıkça bir cahal kümesi üzüm itleri gibi peşi-peşine dizilmiş, akarın üs­tündeki köprüyü aşıp bizim sınırı geçmişti. Bostanda, kadın, çocuk çapa yapan Nunnuş Hüseyn doğrulup aracının sapma dayandı. Onları izlemeye koyuldu. Cahal sahrelerini pek sevmezdi, Nunnuş. Çünkü ağızlarında mısır koçanı tepili binliklerin içindeki zıkkım boğazlarından geçmeye başlayın­ca azardı bu yeniyetmeler. Ya aralarında dövüş dava çıkar zaptiye gelir, ya da bahçe bostan talana kalkarlardı. Çok geçmeden bu da duyulur, dedemden iyi bir azar işitirdi.

Ellerinin boyasından tabak, ya da saraç kalfası olduğu anlaşılan kalabalık aralıkta karargâh kurmaya kalkınca Nunnuş’la yetişkin oğulları çapaları kavrayıp önlerini kes­meye kalktılar. Sesler karşılıklı yükselmeye yüz tuttuğu sıra­

da geriden, iki yeniyetmenin arasında gelen yaşı, giyim ve davranışı onlara hiç benzemiyen birisi hızlanıp araya girdi. İki tarafı yatıştırdı. Nunnuş’tan izin sağladı ve çayırın üstü­ne açkılar serilip ocak kurularak sofra donatılmaya geçildi. Herşey hazırlanınca o tuhaf giyimli adam binliği boğazından tutup halkanın bir yerine yerleşti.

Bu gibi meclislere daima götürdüğü küçük kürsüsüne kurulmuş, binliği de yanı başına yerleştirmişti. Sonra koyun cebinden pırıl pırıl yanan ufacık bir tas çekti. Binlikten bo­şalttığı yudumları sofra çevresinde bağdaş kuranlara sırayla geçirmeye koyuldu. Gençlerden acemileri, tası dudaklarına yaklaştırırken gözlerini sıkı şifaya kapıyor ve baldıran zehiri çekermişçesine birden ağzına boşaltıyor, kızarıp allak bullak oluyor, tası uzatırken öteki eliyle de sofradan birşeyler ka­pıp ağzına tıkıştırıyordu. Çoğunun daha bu işte pişmeye va­kit bulamadığı belliydi. Bir kaçıysa, ayıp iş tuttukları duygu­sundan kurtulamadıklarından mey tasını ağızlarına götürür­ken öteki elleriyle perdeliyor, sanki çevresindekilere ne yap­tıklarını belli etmemeye uğraşıyorlardı.

Sâki işini çok iyi bilenlerin güveniyle tası birkaç kez do­landırdıktan sonra bir de kendisi için doldurdu. Ufak yu­dumlar alıyor, boş eliyle de uzanıp sofradan meze seçiyor­du.

Midelerin kazıntısı bir ölçüde giderilip kafalar kıvılcımlanmaya yüz tutunca sahreciler çibik çalıp "De bahalım Ali ağa" demeye başladılar. Zorlamalar yeterince yoğunlaşınca telâşsız, kürsüsünden davrandı. Cevizlerden birinin gövdesi dibine ambar edilen sepetlerden zilli tefini çekti, gelip yeri­ne kuruldu. Boynunun kuğu kıvrımını daha da abartıp göz­lerini baygınlaştırarak ağırca bir şarkı okumaya koyuldu. Se­si kalındı. Erkek sesi olduğu kuşku götürmezdi. Fakat göz süzüp boyun kırışı, arada bir omuz titretişiyle şano kızları gibi gözükmeye iyice özeniyordu. Şarkıyı, türküler, onları oynak köçek havaları izlerdi. Şaplak temposu hızlanınca tefi bırakıp parmaklarına iki zil geçirdi. Omuz titretip kıvırarak dönmeye başladı. Arada bir yeniyetmelerin birisinin önün­de arka üstü kıvrılıp geriliyor, alnına para yapıştırtıyordu.

Köçeklik sırasında bile sakiliyi elden bırakmıyordu. İçenleri dikkatle izliyor, kantarın topunu kaçırma yoluna gi­renleri lâfa tutup sıralarını atlatıyordu. Konuşması fazlaca peltekleşmeye yüz tutanları koltuğuna girip "Gel hele yiğitim şöyle bir dolanak" diye yerinden kaldırıyor, meyveliğin çevresindeki arka indirerek yüzüne birkaç avuç su çarpıyor­du.

Meslek hayatlarında olduğu gibi işret meclisinde de he­nüz çıraklık eden bu yeniyetmelerin hiçbirine sapıtma fırsatı vermiyordu.

O günden sonra Kız Ali’ye çarşı pazar çeşitli yerlerde rastladım. Bu, yüzü sinek kaydı tıraşlı ve bol pudralı, kaşları rastıklı adam beni hacivatçı Vakas’m Tarçın beyi kadar ilgi­lendirmişti. Burma koç boynuzu bıyığın erkeklik simgesi sa­yıldığı o dönemde Ali’nin burnunun altında irice bir sinek büyüklüğünde birkaç kıldan başkası görülmezdi. Fesini çevreliyen ince ahmediye sarığın sağ yanında daima bir dal fes­leğen takılı durur, mintan ve kıl şalvarı nerdeyse etine yapı­şık dururdu. Yürürken erkekçe kafasını geriye atıp koltuk­larını kabartarak kütür kütür gidecek yerde kötü mahalle­nin karıları gibi kırıtır, her yanı ayrı bir yönde oynar durur­du. Küçük kafam neden onun böyle karılığa özendiğini bir türlü almaz, her rastlayışımda büyülenmişçesine peşine ta­kılmaktan kendimi alamazdım. Bu yüzden kısa sürede Şaraküstü yolunda küçük bir berber dükkânı işlettiğini öğren­dim. O yöreye yolum düşünce karşı kaldırımdan, ya da birşeyi siper alarak bir süre olsun onu gözlemekten kendimi ' alamazdım.

Müşterilerden tümü çevredeki keçeci, huderci, kuyum­cu esnafıyla köyden gelen yükçülerdi. Esnaf sınıfından top sakallı, ağır başlı, eli tesbihli olanlar pek uğramıyordu ona. Daha çok, berber kürsüsündeki tutukluluk sürelerim Kız Ali’ye sataşarak geçirmek istiyenler gelirdi ona. Ustura ya da makas elde kırıtarak çevrelerinde dönerken, orasını bu­rasını çimdiklemeye kalkanlara "Dur ağam, ahıllı dur. Ustu­ra bir kayparsa al kana boyanırsın." derdi.

Yüklerini toptancıya yıkıp hayvanlarını ya ağanın avlu­

su ya da nalbant dükkânına bırakan yükçülerden gelenlerse sakal, ya da kafa kazıtmak ihtiyacı kadar onun yanına Kara­göz gösterisine uğrardı.

Müşterileri öyle temizlik ve düzene düşkün değildi. Ama doyurulmamış bütün bilinçsiz özlem ve iştahlarını sa­bun, su ve silgi bezine atayan sinirli karılar kadar titizdi. Çevresi krepon kâğıtlarıyla süslü aynasında, tarak, ustura ve makasların özenle dizildiği tezgâhında tek bir sinek pisliği bulabilmek olanaksızdı. Her tıraştan sonra, yeni müşterinin işine girişmeden çomruğunu kapar, yerdeki izmarit, saç kır­pıntısı ve daha ne varsa özenle köşeye toplar, küreğe alır ve köşede ışıl ışıl yanan çöp tenekesine boşaltırdı. Çöp teneke­si bile herhalde birkaç kez boşaltılıp parlatılırdı. Çünkü üs­tündeki kabartma camuz silüeti ve altındaki "mariketilcâmus" sözlerinde bile pis, pas görülmezdi.

Nedense ne çırak, ne de kalfa kullanırdı. Nerdeyse kundağından çıkan her dölü bir usta yanma verip, bileğini altın bilezikle donatmaya önem veren bu kentde onun her işini tek başına görüşünün nedenini anlayabilmek kolay de­ğildi. Ya titizliği işinin herhangi bir yönünü çoluk çocuğa bı­rakmasını engelliyor, ya da babalar çocuklarını bu köçek kı­lıklı herifin yanma çırak vermeyi doğru bulmuyordu. Belki de gerçek neden çalışma alışkanlığının özelliğiydi. Çoğu ak­şamları geç vakite kadar dolu olduğundan dükkânın darabasmı kuşluktan önce indiremezdi. Yaradılışı sürekli çalış­maya elverişli olmadığından arka arkaya birkaç kafa ya da sakal kazıyınca sıkılır, ya alt kepengi kaldırıp çarşı esnafıyla yarenlik etmeye çıkar, ya da tıraş koltuğuna yerleşip kişisel bakımıyla uğraşmaya koyulurdu. Kaşlarının rastığı, gözleri­nin sürmesi ve yüzünün pudrasını günde birkaç kere tazeler, üst dudağındaki çukuru ancak doldurabilen bıyık artığını daha da belirsiz duruma getirmeye çabalardı. Suratında sa­kal uçlarının belirmesine hiç fırsat vermez, usturayı kapıp perdahlardı.

Dükkânın önüne en çok çocuk toplayan uğraşılardan birisi de çorap örmekti. Her haliyle bunu erkekliğe yakış­mayan bir iş saymadığı belliydi. Her yerden izlenebilecek

bir yere kürsüyü atar, renk renk yumaklarını berber önlüğü­ne yerleştirir, elleri şaşılacak bir hız ve ustalıkla işler durur­du. Çorap koncu uzadıkça üzerinde sarı, kızıl, ya da mor çe­şit çeşit çiçek nakışları belirmeye başlardı. Baldırına yapışan dar şalvar parçasıyla, bakımlı gülşeftali yemeni arasını do­natan çoraplarına bakılırsa bu işi kazanç için değil kişisel donatımı için yapıyordu.

Kız Ali kuşkusuz toplum düzeni içinde kel bir kafa, şaşı bir göz ya da çarpık bir organ görünümündeydi. Buna rağ­men kendi iç yaşamı ve çevresindekilerle ilişkisi açısından hiçbir gerilim, çatışma ve sıkıntısı olmadığı da ortadaydı. Kentin sakalı ağartmış oturaklı yaşlıları bile onu horlamaz, selâmına, hafifçe sırıtarak karşılık vermekten geri kalmazdı. Esnaf takımıysa "Ali bacı" diye başlayan sataşma ve şakala­rına rağmen onun karşısındaki çarşı delilerine gösterdikleri taşkınlığı yapamazlardı. Hiç kimse câmiin aptest havuzu çevresinde yanma çömelip, rastık ve sürmelerini korumaya özenerek aptest alışını yadırgamazdı. Camide yanma dikil­diği kim olursa olsun ondan bir omuz boyu uzak durmayı hatırdan geçirmezdi. Kız Ali dini bütün bir adamdı. Ne bir vakit namazı atlatır, ne de bazı esnaf gibi gizli gizli oruç yer­di. Bu mübarek ayda, kentin tüm hovardaları gibi o da gü­nah sayılandan elini eteğini çeker, avuç dolusu altın da saysalar şakiliğe gitmezdi. Hatta oruç yerken yakalanıp yüzü boyanarak belediye tellâklarının eşeğine ters bindirilmiş, çarşıdan geçirilen günahkârların yüzüne tükürüp çürük do­mates atmakta kimseden geri kalmazdı.

Ama herşeye rağmen sonunda onun testisi de su yolun­da kırıldı gitti. Kışla baharın henüz çekişmekte olduğu gün­lerdeydi. Bu dönemde kış aylarını mangal başında tepinerek ısınmaya uğraşan çarşı esnafının ve gerçekte tüm kentin sahre’ damarı kıpırdamaya başlardı. O mevsim arasının sahre yerleri Çıksorut ya da Hacıbabanm güneş gören, dulda yamaçlarıydı. İlk çiğdemler buralarda kızıl toprağı yarar, fıs­tık yeşili çayır uçları kış tutukluluğundan kurtuluşun müjdeciliğini yapardı. Kuşluk güneşi Samsak tepenin üstüne iki ’ Kır gezisi.

mızrak boyu dikilir dikilmez, Çıksorut eteklerini donatan mezar taşlarının arasından torbalı, sepetli, leğençeli insan öbekleri yokuş yukarı tırmanmaya koyulurdu. Sahre yerine vakitlice varıp herkesten önce en çekici kaya dibini kapmak için yarışırlardı. Karargâhı kuran her sahreci kümesi hemen ocağını tüttürüp meyhane pilavının harcını tencereye yerleş­tirmeye, künefeyi kırıp tepsiye basmaya koyulurdu. Lobaz piyazının soğanları doğranırken şire sandığı diplerinden sıy­rılan sucuk ve bastıklar da ortaya dökülürdü.

Daha hafta başında kuyumcu esnafından bazıları on­dan sahrelerini şenlendirme sözünü almıştı. Hafta ortasına doğruysa bıçakçı esnafından elçiler gelmişti. Bütün zorla­malara karşı Kız Ali "Verilmiş sözüm var." diye dayatmıştı. Ücreti artırmak, zorlayıp yıldırma çabaları sonuç vermemiş­ti. Oysa hiç istifini bozmadan: "Ağam adamın ağzından söz bi kelle çıhar... Ben bu zenaatı pulu için değil keyfi için ya­pıyım" karşılığını veriyordu. Onu hiçbir yöntemle yumuşatıp verilmiş sözünü geri aldıramıyacaklarmı anlayınca elçiler homurdanarak çekip gitmişlerdi.

Sahre için kuyumcular dutluğu seçmişlerdi. Her yanı alacakaranlık basıp fenerler yandığı zaman hemen herkes iyice kıvamına gelmişti. Kız Ali tefini kürsüsünün üstüne bı­rakıp zillerini takmış, durmadan çibiklerin temposuna uya­rak göbek kıvırıp gerdan kırıyor, omuz titreterek abanıp şaba topluyordu. Sahreciler de coşmuş "Yaşa ulan Ali, yedi avrada bedelsin." diye nara atıyorlardı. Dut dalına asılan fe­nerin aydınlattığı solgun aydınlıkta çevresinin ötesine kim­senin dikkat edecek hali yoktu. Güneş battıktan sonra çıkan hafif ayaz da içilenlerin etkisini yel gibi süpürüp götürdü­ğünden öyle fazlaca kendinden geçenler de yoktu. Bu ne­denle Ali mey tasını sık sık dolandırıyordu.

Tam keyifler doruğunu bulduğu sırada fenerin camı bir şangırtıyla parçalanmış, lamba kırılıp sönmüş, kebap ve içki kokularına yoğun bir gaz yağı kokusu da karışmıştı. Yaz to­zuyla henüz bulanmayan, pınar suyu kadar duru güney gök­lerinde, kalaycıdan yeni gelmiş meze sahanları gibi ışıl ışıl yanan iri yıldızlara rağmen karanlıkta dostu düşmandan ayı­

rabilmek olanaksızdı. İçki tepsisi devrilmiş, yere dökülen sa­han ve besinler üzerinde herkes ele geçirdiğinin yakasından yapışmış boğuşuyordu. Canı yananlardan arada bir "ah, of, yandım" çığlıkları yükseliyordu.

Kız Ali her biri bir koluna yapışık kendini sürüklemeye uğraşan iki elin mengenesinden kurtulmaya çabalıyordu. Yaşından ve her zamanki edalı, kırıtkan halinden hiç umul­mayan bir çeviklikle baskıncıların elinden kurtulmaya uğra­şıyordu. Bir ara usturubuna getirip sol yanmdakinin karnına iyi bir diz atmış, adam "aman" çekerek iki kat oluvermiş ve kolunu bırakmıştı. Fırsatı iyi kullanan Ali arkasından onun kıçına iyi bir tekme yerleştirip boylu boyuna yere uzatmıştı. Boş kalan eliyle öteki koluna yapışanı alt etmeye koyulmuş­tu. Birdenbire bacakları arasına daldı. Hayalarından yakala­yıp canevinden vurmak istiyordu. Fakat tehlikeyi sezinliyen genç geri sıçramış ve öteki elinde tuttuğu anlaşılan bıçağı Ali’ye doğru rasgele savurmaya girişmişti. Daha ilk vuruşta Ali "Yandım anam"ı basmakla beraber savaşı bırakmadı. Bı­çak tutan elini yakalamaya çabalarken eli kurtulup bıçak Ali’nin boynuna alabildiğine dalıp gitmişti. O zaman elini boynuna bastırıp derin bir "ah" çekerek yere yıkıldı. Yenilen baskıncılar bayır aşağı kaçıp giderken kuyumcular da kim öldü kim kaldıyı kestirmeye koyulmuştu. Çoğunda yırtılan içlik, tırmık yarası ve şişen gözden öteye zayiat yoktu. Fakat yerde kıvranan Kız Ali’nin boynuna bastırdığı elinin par­makları arasından habire kan sızdığı yıldız ışığında bile belli oluyordu. Başına birikip bir çevreyle, soluğunu kesmiyecek kadar boynunu boğup sardılar. İçlerinden en güçlüsü onu sırtladı. Yanma bir iki de yardımcı katıp Sarıhastaneye yol­ladılar.

Ali’yi muayene odasında masa üzerine uzattıkları za­man nerdeyse kendini bilmiyordu. Hayli kan kaybetmişti ve yüzünün temiz kalan kesimleri kül gibiydi. Doktor boynun­daki büyük damarlardan birinin kesildiğini ve fazla ümit ol­madığını söylüyordu. Sabaha kadar sayıkladı durdu. Sesi ve nefesi gittikçe zayıflıyordu. Şafak sökerken son soluğunu alıp verdi. Etraf iyice aydınlandığı zaman pansumancı Hacı

yatağının başucuna gelip üstüne doğru eğildi. Öldüğüne ka­naat getirince doğrulup kan lekeleri tüm giderilmemiş sol­gun yüze merakla bakmaya koyuldu. Bu öyle acı çekerek ölen bir yüze hiç benzemiyordu. Mutlu bir yaşamın sonun­da, rahat döşeğinde ölenlerin durgunluğu vardı yüzünde. Belki de ölürken, sanat hayatının doruğunda muhteşem bir operanın son perdesinin kapanışında ölüm şarkısını söyle­yen sanatçı gibi hissetmişti kendini.

Cinayetin soruşturmasını yapan taşralı sorgu hâkimi kız Ali’nin kimliği, kişiliği ve suçun hangi koşullar altında iş­lendiğini öğrenince işi pek ciddiye almamış ve kısa süre içinde dosyasının üstüne "faili meçhul kalan" damgası bası­lıp bir yana kalkmıştı.

Fakat tabutu Pazaryeri’ndeki musalla taşına konduğu gün önünde saf tutanların sayısı âyân cenazelerindekinden az değildi.

AHRAZ

Bütün çocuklar ve sanırım ahırdaki her tür hayvan için selâmlığın en ilginç ve çekici kişisi oydu. Seyisler gibi bir görevi vardı orada. Yılda bir aba, kuşak, bir çift ye­meniyle birkaç mecidiye ücret karşılığında hayvanların ye­mini tutar, tımarını yapar, gübrelerini küreleyip altlarını te­mizlerdi. Kendini bütün evin kethüdası sayan hacı Arap bunlara ek görevler de yüklemeye kalkardı. Ama Ahraz onu hiç sallarnazdı. El, kol işaretleriyle içerden nargile ateşi iste­diklerini anlatmaya, ya da alışveriş sepetlerinden birini ko­luna geçirmeye kalkınca bazan başını öte yana çevirmekle yetinir, bazan da eline tutuşturulmak isteneni yere fırlatarak kesin karşılığını verirdi. Hacı arada bir yüreklenip üstüne yürümeğe yeltenince, istifini hiç bozmadan tütün kesesini koynundan çeker, kaytana bağlı duran saldırma iriliğindeki bıçağını açar, tırnağına dokundurarak keskinliğini deneme­ye girişirdi. Hacı, demiri ışıl ışıl yanan ve kimseye emanet edemediği bıçağı görünce yelkenleri suya indirir, başını iki yana sallayarak "Baş ağır, kulak sağır." diye lâhavle çeker, uzaklaşırdı.

Galiba Ahraz’m çevresinde en az hoşlandığı Hacı’ydı. Ondan söz etmek zorunda kalınca, biteviye kırpıştırdığı çipil gözlerinin bakışlarını taklit eder, sonra da bir elini yere doğru silkip tükürürdü. Hacı’nın da sanırım evde en çok çe­kindiği oydu. Sarıya çalan açık kahverengi gözlerini ayırıp

AHKAZ,/14/

avurtlarını şişirerek üstüne yürümeye kalkınca hemen irki­lip geriler, onu şaka yaptığına inandırmak için kollarını te­lâşla sallamaya koyulurdu.

Ahraz’m yüzünün en güleç olduğu zaman Alnısakar’la bir araya gelebildiği saatlerdi. Uzunçarşı’daki fırınlardan bi­rinde pişiricilik yapan Alnısakar haftada bir iki akşam dos­tunu görmeye gelirdi. Hiçbir kez de eli boş olmazdı.

Kırmızı yağlığında bazan iyi kızarmış birkaç pide, ba­zan da pişirici hakkından artırdığı üç beş lahmacun taşırdı. Selâmlık sofrasının kapısından Alnısakar’ın girdiğini görün­ce Ahraz’m sarkık yanakları pos bıyığının iki yanında katıngısız iki gülücük yağmuruna dönüşürdü. Yerinden fırlar, birkaç kez omuzunu tapışladıktan sonra altına bir kürsü sü­rerdi.. Hacı; kahve mangalını cemaatin kahvesi için kullanı­yor da olsa önünden çekip alır, dostunun önüne yerleştirir, kendi de tam karşısına kurulurdu. Önce ateşin üstüne maşa uzatılır, ikramlar tazelenirdi. Biz çocuklar ve Tısoğlan sanki açlıktan ölmüşçesine iri iri yutkunarak çevrelerinde döner dururduk. Isınanlardan bize de ikramlamayı hiç ihmal et­mezlerdi. Her seferinde, şölenden belki de pay çıkar umu­duyla mangal çevresinde yengeç gibi eğri eğri dolanan Hacı’yı ikisi de görmezlikten gelirdi. Bu iş bitince Ahraz kahve ocağına dalar, Hacı’nm herkesten çipil gözleri gibi esirgedi­ği ve bir tür otorite aracı olarak kullandığı kahve-şeker ku­tusunu bulup getirir, cezveye alabildiğine şeker doldurup ateşe sürerdi. Sonra da tütün kesesini çeker, ikram sigarası­nı sarardı.

Bizim için bu buluşmaların en ilginç yanı, kahvelerin son yudumu kafaya dikilip izmaritler de küle basıldıktan sonra başlardı. Yarenlik aşaması başlayınca her iki dilsizin de gözleri, tüm yüz kasları, el ve kolları aralıksız işliyen ko­ca karı çeneleri gibi verimli bir iletişim aracına dönüşürdü. Ağızlarından tek söz çıkmadan peşi sıra dizilen el kol hare­ketleri, kaş çatma, göz ayırma, ya da sırıtmalarla birbirine neler anlattıklarını anlamayı çok isterdik. Fakat herşey o kadar hızla akıp giderdi ki, küçük aklımız bunları birbirine bağlayabilmeyi pek başaramazdı. Bununla beraber kullan-

148/ UZUN ÇARŞININ ULULARI

dıkları işaretlerden bazılarını tanır kimden, ya da neden söz edildiğini kestirebilirdik. Ahraz kaşlarını çatıp, avurtlarını şişirerek kollarını kabartıyorsa dedemden söz ediyor de­mekti. Dedem bu işaretlerin yansıttığı gibi öyle etli butlu bir adam değildi. Ama galiba bunlar semizlikten çok yetki, ya da komutan anlamına geliyordu. Başa bir sarık işareti ve kırpıştırılan gözler Hacı’ydı. Buna karşın elle gösterilen kü­çük boy işareti bizlerden ve tertiplediğimiz muzipliklerden söz edildiğini belirtirdi. Yemeklerin bayatlık ya da tatsızlığı dedikodu ediliyorsa ağza bir lokma işareti gider sonra da yere hafifçe tükürülürdü. Giyim kuşamın yetersizliği için abanın havı dökülen yerleri ya da yemenilerin tabanındaki delik gösterilirdi.

Babam, bıyık burma işareti, evin kadın horantasıysa pe­çe açan bir el hareketiydi. Genç birisinden söz ediliyorsa bel kırıp kırıtma, yaşlılarıysa iki büklüm olmaydı.

Alnısakar da o gün işin çok ve yorucu olduğunu söyle­mek için dizinde habire pide tapılar ve fırın küreği sokar so­kar çekerdi. Konuşmadan kasları yorgun düşünce cigara ve kahveler yenilenirdi. Kutudaki kahve ve şeker düzeyinin hızla düştüğünü büyük bir mutsuzlukla izliyen Hacı, arada bir yetki kaynağını ellerinden kurtarmak için başarısız giri­şimler yapardı. Tısoğlan’sa onun azarlanıp sindirilmesine sı­rıtır dururdu.

Bizlerle olan ilişkilerinde Ahraz’m tutumu tümden de­ğişikti. Muzipliğin ölçüsünü kaçırdığımız zamanlar bile ya­lancıktan bir öfke gösteresi yapar, fakat o zamanlar bile gözlerinin içi gülerdi. Bağ evine gittiğimiz zamanlar başına yığılan çocuk öbeğine usanmadan söğüt dallarından boy boy düdükler yapar, taze ceviz oyardı. Mevsimine göre abasının eteğine en gösterişli üzüm salkımlarını, en iri kayısı ya da körpe hıyarları doldurup sulama havuzunun içine boca ederdi. Kapışıp tepişmemizi, çocuklarını izleyen mutlu bir baba gibi seyreder dururdu. Bağın ortasındaki yüksek bay­masına çıkıp tepinmemize, bıyıklarına fıstık sakızı bulaştır­mamıza, dürümünün içine barut gibi acı biber doldurmamı­za içerleyip kin tutmak yerine, oyuna yürekten katılan bir yaşdaş gibi keyiflenirdi.

Yalnız ramazanlarda ona sataşılmaması gerekirdi. Müslümanlığın şartları arasında tek bildiği oruç tutmak ve iftardan önce iki rekât namaz kılmaktı. Hacı sık sık onu beş vakit namaza alıştırmaya uğraşırdı. Özellikle yatsı ezanını okumak için mescidin kayyum odasının sahanlığına çıkma­dan önce giriştiği aptest yenilemeye onu da zorlamaya kal­kardı. Belki de gerçek amacı onu eksiksiz bir müslüman du­rumuna getirmekten çok selâmlık yaşamındaki çeşitli görev ve yetkilerini ona göstererek önemini benimsetmekti.

Fakat Ahraz karşısında onun lâtasının eteklerini topla­yıp yenlerini sıvayışına hiç aldırış etmez, başını öte yana çe­virir, daha da üstelenecek olursa elinin tersiyle onu itiverirdi. Hacı da duyup anlamayacağından emin olduğu halde, yüreksizliği yüzünden mırıldanarak ona verip veriştirirdi, öfkesini boşaltırdı:

"Herifte kulak duymaz, dil söylemez ki, din iman ola­bilsin. Bunun gibileri sırat-ı müstakimi geçip cennetin kapı­sını bulamaz." derdi.

Onun bu suçlamalarına rağmen Ahraz’ın ramazanda gösterdiği din bütünlüğü ve inanç gücü sanırım öteki bütün ihmallerini örtmeye yetebilirdi. O günlerde hayvanların ba­kımına erken başlardı. Samanlarını özenle eler, yemlikleri uzun uzun temizler, kuyruk altlarında gözüne ilişen kene ve atsineklerini birer birer yakalayıp parmakları arasında ezer­di.

O günlerde bu işleri görev olarak, gelip çatmasını bekliyemediği bir saatin yolunu kısaltmak umuduyla yapardı Sanki hayvanlar da onun sıkıntı ve gerginliğini sezinler elle­rinden geldiğince sinip uslu dururlardı.

Yem kalburunu önlerine boşaltırken sabırsızlanıp he­men burnunu samana gömmeye kalkanlara, gözlerini ayırıp avurtlarını şişirir, boyunlarına öfkeli bir omuz vururdu. San­ki onlara, "Ulan ben sahurdanberi aç, susuz, sigarasız daya­nıp duruyorum da size ne oluyor?" demek isterdi. Olağan günlerde arka ayaklarının gerisinden geniş yarım daireler çizerek geçtiğimiz doru kısrak deli Ayuş’la azgın demirkır aygır bile lokum gibi yumuşardı. Onu yatıştırmak istiyor-

muşçasma kafalarıyla omuzunu okşarlar, yumuşak ve içten bir sesle hafif hafif kişnerlerdi.

Ahırın işi bitince tulumba başına geçer, yenleri sıvar, ayaklarını soyar, Tısoğlan’a kolu bastırıp özenle apdest al­maya koyulurdu. İşin tuhafı, bu hazırlığı yaparken, dua ediyormuşçasma, sessiz biteviye dudaklarını oynatışıydı.

Güneş kale burçlarına yarım mızrak boyu kalınca se­lâmlık yazlığının eşiğine oturur, sırtını iyice korkuluğa da­yar, baygınlaşan bakışlarını bir an bile, iftar topunun atıldığı burçtan ayırmazdı. O sırada elleri de boş durmazdı. Kese­sinden çektiği sigara kâğıdı defterinden yapraklar koparıp bol tütünle doldurur, baş parmağı kalınlığında dört koca­man sigara sarardı.

İftar topunu doldurup atmakla görevli Bektaşi babası­nın, batan güneş önündeki dilimli kavuğu ve dizden boğma çakşırının silületi topu doldurmak için belirince Ahraz’m yüzünde umut ve mutluluk ışığı yanardı. Topun ağzından barutun dolduruluşunu, paçavra tepilişini, fitilin yerleştiril­mesini gözünü kırpmadan izler namludan fırlayan alevle et­rafa savrulan paçavra parçalarını görür görmez, sigaralarını avuçlayıp yekinirdi. Belki de besmele çekmeye sabırları kal­mayarak habire lengerdekini kaşıklamaya girişen Hacı ve Tısoğlan’a hiç aldırış etmez, sigaralarını özenle kerevetin baş ucuna dizip, öteki ucunda namaza dururdu.

Namazı bitince emekliyerek sedirin gerisine çekilir, sır­tını duvara iyice yapıştırıp sigaralarını arka arkaya ateşle­meye girişirdi. Ağzından, burnundan fışkıran yoğun duman­lar arasında yüz kaslarının gevşeyip yayıldığı, kapalı gözleri­nin gerisinde beyninin esrarkeşlerinki gibi uyuşup rahatladı­ğı farkedilirdi. Ancak dört sigarayı bitirdikten sonra aşa, ek­meğe yönelirdi. O namazdayken Hacı ve Tısoğlan, oruç aç­lığını gereğince denetliyemiyerek sahan dibinde yalnız bir­kaç lokma bırakmışsa Ahraz’m cini tepesine vururdu. Böğ­rüne bıçak saplanan buğalar gibi böğürür, gözlerini ayırıp yumruklarım sıkarak bir Hacı’nm bir Tısoğlan’m üstüne yü­rürdü. Bu durumlarda Hacı selâmeti acele namaza durmak­ta bulur, ötekiyse ahırın loşluğu içinde silinir giderdi. Onun

öfkesiyse bir türlü yatışmaz, içeriye açılan kapıyı aralayıp yemek tepsisini fırlatır, acı acı bir iki ulurdu.

Belki de bizi o kadar sevişinin nedenlerinden birisi de böyle buhranlı zamanlarda yardımına koşuşumuzdu. Sesini duyunca sofrada da olsak birimiz fırlardık. Ona, "Dur bak sana ne getireceğim." anlamına gelen bitişik parmaklı bir el işareti yapar, sonra tepsiyi kapıp mutfağa dalardık. Ele ne geçirebilirsek tepsisini donatıp önüne koyardık. Hacı bu ilti­masa iyice sevinir, yüreği elverse namazı bozup karşısına çömelebilirdi. Ama böyle bir girişimin nasıl sonuçlanabileceği­ni kestiremediğinden dişini sıkar ve yan bakışlarını tepsiden uzaklaştırmakta hayli zorluk çekerdi.

Tehlikeli olmasına rağmen oruç keyfiyle kendinden geçtiği sıralarda ona sataşmaktan kendimizi alamazdık. Özellikle iftar topu patlayıp namazda secdeye yatınca, el ça­bukluğuyla dört sigarasından birini aşırarak içine kibrit başı yerleştirmemize pek kızardı. Kutsal ay sırasında bu oyunun birkaç kez yenileceğini ya unutur, ya da bizi bu eğlenceden yoksun bırakmak istemezdi. Namaz bitince sigara özlemi öyle güçlenirdi ki, şöyle başlarını bir açarak barut yerleştiri­leni aramaya sabredemezdi. İşimiz yolunda gitmez de ilk if­tar sigarası pos bıyıklarının kenarını kavurarak yerinden fır­latırsa birkaç gün gözüne görünmemek gerekirdi. Üçüncü, ya da dördüncüsünde keyfi bombalanacak olursa yekinip yalancıktan üstümüze yürür gibi yapardı. Sonra da tütün ke­sesinden yeni bir sigara sarmaya koyulurdu.

Sanırım ona sataşmalarımızdan en çok keyiflenen Hacı’ydı. Sigarasındaki kibritler parladığı, ya da abasının ucuna bağladığımız küçük kürsü kendisiyle birlikte havalanıp ba­caklarına dolandığı zamanlar, hıçkırık tutmuşçasına acayip hırıltılar çıkararak pis pis gülerdi. Ona karşı duyduğumuz yakınlığı da iyice kıskanırdı. Taze ekmek yapıldığı günlerde ona bazlama dürümü ikramlamamıza iyice içerlerdi.

"Yedirin bahalım Allahın baş ağır kulak sağırına. Ne var sanki bu döyyüste? Kulak işitmez, dil dönmez, din iman hak getire. İyi etmişler de taşağını da kırmışlar herifin."

Son sözleriyle, onun hakkında kendinin anlattığı ger­

çek ya da uydurma olayı anıştırıyordu. Güya dedem onu bir zaman Karadağ ağalarından biri yanına iş için göndermiş. İçkili bir şölenle konuk ağırlıyan ağa, gönül eğlendirmek için Ahraz’a da iyice içirip sarhoş etmiş, sonra da adamları­na çakşırını indirtip yumurtalıklarını sicimle iyice boğdur­muş. Hacı bu yüzden onun evlenip döl döş sahibi olamaya­cağını ileri sürerdi: "Bizim idiş rahvanadan farkı yok onun." derdi.

Hikâyenin gerçekliğini bir kez babamdan soruşturmaya kalkmıştık. Nedense kaşlarını çatıp gözlerini ayırarak "Ka­rışmayın böyle işlere" diye azarlamıştı. Sonra da Hacı’yı kar­şısına alıp iyice ver gitsin etmişti. Gerçeği ne olursa olsun, o gündenberi Karadağ ağasına hepimiz kin bağlamıştık.

En mutlu olduğu zamanlar kuşkusuz hayvanlarıyla bir arada olduğusaatlerdi. Ahırın temizlik ve düzenine yatıp kalktığı yerden daha çok önem verirdi. Saman ve arpalarını özenle eleyip, evsirir, yonca, havuç, şalgam gibi taze yemle­rini ayıklayıp doğrarken, çocuklarına yiyecek hazırlayan an­nelerin titizliğini gösterirdi. Her sabah tımarlarım özenerek yapar, yelelerini tarayıp örer, göz kapaklarını yağlardı. On­larla arasında sessiz, sözsüz duygusal bir iletişim vardı. Ba­kımları sırasında arada bir gıdıklarını okşayıp sağrılarına sevgiyle dolu ufak bir şaplak indirmekten öteye duygusal gösteri yapmazdı. Fakat daha o ahırın kapısından içeri gir­meden hayvanlar geldiğini sezerler, gırtlaktan kısa kişneme­lerle sevinçlerini belli ederlerdi. Yanlarına sokulur sokul­maz başlarını omuzuna sürterek sanki ona yaltaklanmaya uğraşırlardı. Halbuki bazan herhangi bir nedenle yemlerini Hacı tutmak zorunda kalınca kulakları kısılır, kaslar gerilir, arka ayaklar çifte savurmaya hazır duruma geçerdi. Özellik­le deli Ayuş onu yanma yanaştırmak istemezdi. Hacı da bu değişikliğin farkındaydı.

"Ulan ille de o baş ağır kulak sağır herifi mi istersin?" diye öfkelenirdi.

Onunla beraber olmaktan en çok hoşlandığımız za­mansa yaz aylarıydı. Sıcaklar iyice bastırıp tahannebiler şi­rinleşmeye yüz tutunca önce o, sonra hepimiz bağ evine gö­

çerdik. Bize uçsuz bucaksız gelen yer yer fıstık ve zeytin ağaçlarıyla donanmış bağın Giro’nun kuyusu yönündeki ya­macında dört direk üzerine oturtulmuş, dalyan gözetleme sırığı gibi yüksek bir hayması vardı. Atları yoncalığa çakıp Tısoğlan’a emanet ettikten sonra dere boyundan bir kucak söğüt dalı keser ve tüneğinin onarımına girişirdi. Söğüt kabuklarıyle tırmanma merdiveninin basamaklarını pekiştirir, kış boyunca gevşemiş dalların boşluklarını tazeleriyle ona­rırdı. Bakım işi bitince tırmanır, keçesini serer, tüfeğini asar, dört yana bakan pencere benzeri deliklerden her yanı iyice görüp göremediğini denetlerdi. Hayvan dostlarına Ka­rabaş da eklenirdi. Bu boyu nerdeyse göbeğini geçert, yeleli, iri yarı ve azgın bir bekçi köpeğiydi. Zincirle hayma direğine bağlı olduğu zamanlar bile yanma sokulmaya çekinirdik. İkisi bir arada üzüm hırsızlığını spora dönüştüren Tabakhane’nin yeniyetme çetelerine göz açtırmazdı. Gündüzleri baymasının gözetleme deliklerinden beş yüz metre öteden olgun salkımlara sataşmaya yeltenen kaplumbağaları bile farkeder, tıslayarak yola koyulur, kabuklu hırsızı ayağıyla sırtüstü çevirir, yeniden dört ayağına dikilebilmek için har­cadığı sonuçsuz çabalara sırıtıp dururdu. Geceleriyse yön gösteren Karabaş’ın kulaklarıydı. Zincirini hiç elden bırak­madan bağın içinde ve çevresinde döner dururdu. Artık iki­sinin göreve başladığını duyan Tabakhane külhanileri, bağı çevreliyen duvarın yanma sokulmaya bile yeltenemezlerdi. Korkuları yersiz de değildi. Çünkü ikisinin de şakası olma­dığını öğrenmişlerdi. Bostancılar arasında üzüm hırsızlarına neler yaptıkları söylentileri dolaşır dururdu. Bir seferinde Karabaş’ın atlayıp altına aldığı bir yeniyetmenin geçirdiği korku yetmiyormuşçasına Ahraz da onu bir fıstık ağacına bağlamış, dere kenarından bir tutam ısırgan toplayıp gelmiş, çakşırını indirip kaba etlerine iyice sürtmüştü. Başka bir se­ferinde de iki oğlanı, ellerindeki üzüm sepetleriyle suçüstü yakalamış, ikisini de ağaca bağlayıp biraz ötelerine de Karabaş’ı zincirlemişti. İki oğlan sabaha kadar her kıpırdanışlarmda hırlıyarak üzerlerine yürüyen itin korkusundan çakşır­larına kirletmişlerdi.

Bağda şafak söküp etrafın aydınlanmaya başladığını hemen her sabah bize haber veren oydu. Güneş daha doğu­da burnunu göstermeden, elindeki sepete hafif kırağı düş­müş salkımları kesip doldurur, sonra bunları evin önündeki geniş sulama havuzunun içine boca ederdi. Arkasından ahı­ra girer, boz beygiri çekip kuyu dolabına koşar, gözlerini bağlar ve sağrısına bir şaplak indirip işe başlatırdı. Dolabın gıcırtısı etrafa yayılmaya başlayınca uyanır, yataktan fırlar­dık. Soluğu havuzun başında alır, üstümüzü sıyırıp üzüm avı için sulara atlardık. Bir süre bizi sırıtarak izler, sonra olukta elini yüzünü yıkar, iki kova doldurup yoncalığa hayvanlarını sulamaya giderdi. Bu iş bitince havuzun dibindeki erik ağa­cının gölgesine çöker, sırtını gövdeye dayayıp sigarasını sa­rar ve sabah ekmeğinin hazır olmasını beklerdi. Yemek sa­hanı eline verilince aç gözlülük edip hemen başına çökmez, haymanm yolunu tutar, Karabaş’m yalağına hissesini boşalt­tıktan sonra hissesine kalanı yemeğe koyulurdu.

Yemek konusunda açgözlülüğüne yalnız bir kez rastla­mıştım. Kentte Fransızlarla savaş iyice kızışmıştı. Bir akşa­müstü gâvur, sanırım bütün toplarını bizim eve çevirmiş, sa­atlerce ver gitsin ederek üst katı hallaç pamuğu gibi atmıştı. Evin altındaki mağarada bütün gece ayılıp bayılan kadınlar, korkudan altına kaçıran çocuklar ve durmadan tövbe istiğ­far edip tekbir getiren yaşlılar inleyip durmuştu. Ev barına­cak durumdan çıkınca babam ne yapıp yaparak, Heyeti Merkeziye’den bir çıkış izni koparmış, herkesi toparlayıp bir Karadağ köyüne getirmişti. Yalnız Ahraz’la Hacı evde bekçi kalmıştı. Ayrıldıktan az sonra da kent her yanından çevril­miş, içerden dışarı, dışardan içeri kuş uçamaz olmuştu. Üç ay süren çevirme sırasında içerde kalanlar, ambar diplerini bitirdikten sonra köpekleri ve ev kedilerine kadar, açlık yü­zünden el uzatmak zorunda kalmışlardı.

Kentin düştüğü ve çevirmenin çözüldüğünün bize ilk haberini getiren Ahraz olmuştu. Bir akşam üzeri, alaca ka­ranlık bastırmaya yüz tuttuğu sırada, kara kayalar arasından dönerek kent yöresinden köye çıkan tozlu pakitadan der­mansız bir gölgenin, ayaklarını sürüyerek geldiğini görmüş­

tük. O saatlerde dağ ve bayırdaki davar ve köylüler deliğine çekilmiş olurdu. Bu yüzden mescidin bitişiğindeki dutun çevresinde oyalanan yetişkin, çocuk herkes gelenin kimliğini merak edip dikilmiş, yaklaşan gölgeyi izliyordu. Yeterince sokulduğu zaman da ilk bakışta kimliğini kestiremedik. Bir­birine yapışmış iki avurt, soluk dudaklarının iki yanından mecalsiz sarkan bakımsız bıyıklar, yuvasından fırlayacakmış duygusunu veren iki iri göz, yırtık bir aba ve çıplak ayaklarla bunun Ahraz olduğunu kestirebilmek hayli zordu. Beni gö­rünce solgun yüzünde kısa bir mutluluk pırıltısı yanıp sön­dü. Sokuldu dermansız, kemik ve deriden oluşan kolunu kaldırarak elini sessizce omuzuma koyunca Ahraz olduğunu kestirebilmiştim. Hemen önüne düşüp yerleştiğimiz eve ge­tirdim. Burası toprak damlı, ahırdan bozma, penceresiz, düz ayak bir yerdi: "Ahraz geldi, Ahraz geldi." diye haykırdım. Kadın, erkek kaç göç gözetmeden herkes kapı önüne yığılıvermişti. Babam, amcam, ninem etrafını almışlar, el kol sal­layarak ondan ev, kent konusunda birşeyler sormaya uğraşı­yorlardı. Oysa biteviye eliyle lokma işareti yapıp ağzına gö­türerek yemek işareti yapıyor, açlığını belirtmeye uğraşıyor­du. İçeriye koşuşup ekmek, pilâv ne bulduksa getirip çöktü­ğü kapı dibinde önüne yığdık. Yiyeceklere el sürmeden göz­lerini ayırmış hayran hayran bakıyor, iri iri yutkunuyor ve biteviye eliyle "daha daha" işareti yapıyordu. Nihayet titre­yen elleriyle bir lokma yufka ekmek kopardı. Pilav lengerin­den iri bir lokma dürdü ve ağzına tepti. Sanırım tükrük bez­lerinin kaynağı kurumuştu. Çünkü lokmayı dermansız çiğni­yor, bir türlü yutamıyordu. Eline bir tas su tutuşturduk. Onun yardımıyla üç, dört lokma yedikten sonra dayanıp kaldı. Açlıktan küçülen midesi daha fazlasını alamıyordu. Bir elinde bir lokma ekmek, ötekisiyle, yer açmak istermiş­çesine biteviye midesini ovalıyor, pilav lengerinden ayıra­madığı, açık kahverengi gözlerinden solgun yanaklarına aralıksız yaşlar sızıp duruyordu. Onunla birlikte hepimiz de ağlaşmaya koyulduk. Babam gözyaşlarını belli etmemek için arkasını dönmüş, cebinden çektiği tabakadan bir sigara dürmeye uğraşıyordu. Sonra sigarayı yakıp ona uzattı. Ahraz,

her nefesin tadını son zerresine kadar çıkarmak istiyormuşçasma dumanı ciğerlerine çekiyor, hemen boşaltmadan bir süre nefesini tutuyor, sonra burun deliklerinden salıveriyor­du. İzmarit parmaklarını yakacak kadar kısaldığı halde at­mak istemiyordu. Babam tabakayı önüne sürdü. Getirilen süt ve yoğurttan birkaç yudumu zorla yutabildi. Sonra oldu­ğu yerde kıvrılıp bir avucunu başına yastık yaparak gözlerini kapadı. Ancak birkaç günlük bakım ve beslenmeden sonra biraz canlanıp el, kol sallayarak havadis verebilecek duruma gelebildi.

Gökten yağmur gibi biteviye "pom pomlar" yağmış, her yandan havaya toz toprak savurup mahalleyi alt üst etmişti. Günlerce ambar diplerindeki kuru üzüm, fıstık artıklarını sıyırıp yemişler, sonra yıkıntılar arasında kedi, köpek avına çıkmışlardı. Bağ evi dümdüz edilmiş, bahçe ve dere boyun­daki bütün ağaçlar kesilmişti. Söylemek istediklerinin anla­şıldığı kanısına vardıkça, iki avucunu birbirine sürterek "Herşey battı bitti." demek istiyordu sanki.

İstanbul’a okumaya gidişimin ikinci yaz tatili için eve dönmüştüm. Selâmlık avlusuna girer girmez ilk iş gözlerim onu aramıştı. Göremeyince nerde olduğunu sormuştum. So­rumu işitmemişler gibi herkes bir şeyle uğraşır gözüküyor­du. Sonunda küçük kardeşim yanıma sokuldu:

"Geçen kış öldü. Sulu satlıcan oldu. Ne yaptıksa kurtu­lamadı. Üzülürsün diye sana yazmadılar." dedi.

Birdenbire bana evin her yanının benzi uçup tadı kaç­mış gibi geldi. Boğazıma acı bir yumruk tıkandı ve gözpınarlarımda birşeyler toplandı. Hacı’nm, "baş ağır kulak sağır" diye horladığı o dilsiz meğer kafamda ve gönlümde ne ka­dar büyük bir yer tutuyormuş...

BİR MALÛL VE BİR GAZİ

Mahallenin çocuklarını en çok ilgilendiren Şükrü çavuşsa hemen onun peşini izliyen de topal Ahmet’ti.

Yaşam ve davranışlarında benzerlik gösteren yanlar bulunmakla beraber, geceyle gündüz kadar karşıt olan yanlan dâ vardı.

Şükrü çavuş mescit’in kayyum odasının altındaki dük­kânlardan birinde alaca dokurdu. Kayzer Wilhelm’inkine meydan okuyan, özentiyle burulmuş kara bıyıkları, çökük avurtlarının iki yanında nöbetçi süngüsü gibi dimdik durur­du. Gözleri oldukça ileri bir aşamada tırahomluydu. Çapak­lı, habire sulanır, mekiklerdeki ipliklerin rengini burnuna yaklaştırmadan ayırt edemezdi. Çoğunlukla onu tezgâhın çukurunda mekik sallarken gördüğümüzden, boy poşu ko­nusunda fikir yürütebilmek kolay değildi. Yalnız sürekli asık suratı, kalın ve öfkeli sesi ve bıyıkları yüzünden bakana iri yarı bir adammış duygusu aşılardı. Bu yanılgı yüzünden de hepimiz ondan çekinir, her söylediğinin doğru olduğuna inanırdık.

Seyrek fırsatlarla kendini ortada gördüğümüz zaman­larsa çelimsiz, çalımlı bir herif olduğu hemen farkedilirdi. Bu nedenle olsa gerek o da tezgâh çukurundan çıkmayı pek sevmez, başmı habire bir yandan ötekine çevirerek mekik sallar dururdu.

Çavuş genellikle çocuklardan hiç hoşlanmazdı. Yola

göre çukur ve daracık olan dükkânı ancak ufarak bir pence­reden belli belirsiz aydınlanırdı. Birisi o pencerenin önüne dikilip de ortalığı karartır, gözünün ferini tüm işe yaramaz durama sokarsa, "Yıkıl oradan ulan it oğlu it.” diye haykırır­dı.

Çocukları ona bağlayan ne görünüşü ne de mesleğiydi. Dilediği yerine getirilirse Çavuş Çanakkale savaşındaki se­rüvenlerini anlatmakta çok ustaydı. Habire süngü hücumla­rına kalkar, her seferinde en az bir taburu önüne katıp ya delik deşik eder, ya da tümünü denize döküp boğardı. Ama başladığı hikâyeyi, meraktan çatlanacak noktasında kesip ertelemekte bire birdi. Zorlamaya kalkınca da kaşlarını iyi­ce çatar, sesindeki öfkeli ton yoğunlaşırdı:

"Bir peynir dürümüne bundan fazla olmaz. Sabah hele şöyle iki ekmeğin arasına yağlı bir topaç sarın getirin de ba­kalım belki olur." derdi. Annemizin, akdeve kapıya çökme­den topaç küpünün yüz yağını bozanın elini kırarım, dediği­ni söyleyecek olsak, burma bıyığının üstünden horlayıcı bir nefes bırakır, "Ulan sende heç mi akıl yok. Anan görmeden al. Farkederse suçu başkasına atarsın." deyip geçerdi. Ona hikâyelerini tamamlatabilmek için evden yiyecek, giyecek ve yakacak aşırmakta hepimiz epeyce tecrübe kazandık.

Hacı Arap ona karşı düşkünlüğümüzü de çekemezdi. Anlattığı savaş serüvenlerini kendine anlatmaya kalkınca, hor gören bir el hareketi yapar: "Ulan askerlik nerde o nerde!.. Gözüne bakar bakmaz çürüğe çıkardılar onu. Eline tü­fek verilse namlusunu omuzuna dayar, dipceğiyle ateşe kal­kar düzenci herif, "derdi. Ama biz onun sözlerini kıskançlı­ğına verir, çekemediği için Çavuşu küçük düşürmeye uğraşı­yor sayardık.

Çavuş dilediği getirilip önüne konduğu, ya da selâmlık avlusunu evden ayıran duvarın üstünden öte yana kürelendiği zaman da: "Ey nerde kalmıştık", diyerek tepiştirirdi. Çiğnerken iri, dik bıyıkları gözleri düzeyine kadar inip inip çıkardı. Gelen giyimse evirip çevirir, nefes tüketmeye değeri varsa söze başlardı. Bize işlettiği suçların mahşer günü kes­tirilecek cezası, sanırım cehennemin yedinci katında katran

kazanlarında yüz yıl kaynamaya mahkûm olmaktan daha kolay ve hafif olamazdı.

Bize işletemediği tek suç, dedeme baskı yapıp dükkân­da kira vermeden oturmasını sağlatmaktı. Rahmetlinin bu konuda başını epeyce şişirdik ama hiçbir yararı olmadı. Onun adını her duyuşunda cini tepesine fırlardı. "Ben size o utanmaz herifin yanına gitmeyin diye kaç kez tembihledim? Bir daha gittiğinizi duyarsam alimallah dükkândan da ma­halleden de kovarım onu." diye bangır bangır bağrırdı. Fa­kat nedense dedem bu işi pek başaramazdı. Boynunda yedi kişinin kanı olan adam azmam köylü ortaklarını karşısında tiril tiril titrettiği halde Çavuş’a bir türlü söz geçiremez, hat­ta sanki bundan kaçınırdı. Bu da onun hayalimizdeki yiğitlik tablosunu bütün bütün renklendirirdi. Öyle ya İngiliz dret­notunun barut ambarından içeri bombayı sokup kent bü­yüklüğündeki gâvur gemisini, içindeki beş bin kişiyle birlik­te havaya uçuran çavuşla dedem nasıl baş edebilirdi. Ata­manın Limanı' paşası bile göğsünü elmaslı altın nişanlarla donatmamış mıydı? Nedense bu nişanları bize hiç göster­mez "Sandıktan çıkmaz onlar, günah" derdi. "Ya topal Ahmed’inki göğsünde sallanıp duruyor." diyecek olsak karşılık hazırdı: "O dili dönmez sehlik herif nerden bilecek bunu. Hem onun nişânı essah değil. Kim bilir kim mazzah olsun diye tenikeden yapıp yakasına takıvermiş. Nişan dediğin gü­neş gibi yalp yalp yanar." derdi...

Böyle ufak tefek tartışmalara çok seyrek cesaret edebi­lirdik. Kızdırıp masalın gerisini dinleyememek büyük bir tehlikeydi.

Bir kahve ya da nargile artığı içmek için arada bir se­lâmlık sofasına uğrar, Hacı’dan yüz bulamazsa biz hemen etrafını alır, kahvesini pişirmeye kalkardık. Hacı ona çatma­ya kalkınca daha çok biz kızardık:

"Gene hangi bakiyelerle kandırdın bu masimleri. Utan, yatan günah diye kaç kez tembihledim sana."

Bu sözleri duymazlıktan gelir, birimizi el işaretiyle ya­nma çeker: "Hele içeri bir bak. Marpucu dolayan varsa nar­gileyi kap da getir." diye fısıldardı. Hacı bu nargile izmarit-

çiliğine tutkunluğunu bilir ve engellemiye uğraşırdı. Başka zamanlar üç kez seslenilmeden yerinden kıpırdamadığı hal­de, o varken her beş dakikada bir selâmlık odasına dalıp çı­kardı. Amacı, nargile nefeslemekten yorulup marpucu sa­ranların lülesini ahp mangalın kenarına dökmekti. Bu yüz­den de dedemden her kez azar işitirdi:

"Hacı gene yedin aynı haltı. Onu dışardaki mangala döksene." Ama Hacı elinde, bir iki nefeslik duman kalan bir nargileyle o varken sofaya hiç çıkmaz, azar yemeyi yeğ tu­tardı.

Hacı’nın ve başkalarının Çavuş’un uydurmaları konu­sunda söyledikleri bazen içimde hafif bir kuşku ayaklandı­rırdı. Kendi kendime, ama herif uydursa çavuşluğu nasıl sağlardı? Askerlikte yiğitlik göstermeden adamı çavuş ya­parlar mıydı? Yalnız biz değil, Hacı bile onu Şükrü Çavuş diye çağrırdı. Birgün bu kanımı belirterek Hacı’yı susturma­ya kalkmıştım: "Yeri hey akılsız, çavuşluk kendi uydurma­sı... Herkes de mazzah olsun diye çavuş adını taktı o düzen­baz herife."

Hasetliğin bu kadarı görülmüş değildi. Herif nerdeyse çavuşun adam olduğunu bile inkâr edecekti.

Topal Ahmet’le Çavuş’un en önemli ortak yanları ikisi­nin de Çanakkale savaşma katılışlarıydı. Yalnız bunu Ah­met’ten değil başkalarından duymuştuk. Bize hiç gerçek gibi de gelmemişti. Esasen Çavuş da bu kanıdaydı. Çünkü heri­fin ağzı konuşmazdı. Yüzünün sağ yanı iyice yukarı çekikti. Sağ gözü ve ağzının o yanı iyice kapanmaz, habire omuzuna gözyaşı karışımı salya akar dururdu. Arada bir hatırlar, tit­rek eliyle koynundan renkli bir yağlık çekip akan salya ve göz kuyruğundan sızan yaşları kurulamaya uğraşırdı. Ama söylenen herşeyi anlar, iri, kara gözlerinin içi güleç güleç ya­nar, kendisi de birşeyler söylemiye uğraşırdı. Fakat denetleyemediği ağzından kesik ve garip hırıltılardan başka birşey çıkmazdı. Sağ ayağı da dizden aşağı kesikti. Paçalı donun o yandaki malağı, tahta bacağının uç demirine güzelce bağlıy­dı. Üstündeki yırtmaçlı entarisi, sırtındaki yakası madalyalı sakosu her zaman bakımlıydı. Evli değildi. Yoksul bir akra­

ba kadını ona bakıyor, hükümetin bağladığı maaşla geçinip gidiyorlardı. Bayramlarda mahallenin hali vakti yerinde olanlarının fitre ve kurban payı gönderdikleri evlerin başın­da Ahmed’inki gelirdi. Dedem herkese verdiklerine ek ola­rak yılda bir iki top alaca dokuma, bir çuval bulgurluk buğ­day eklemeyi de ihmal etmezdi. Herkesin ona karşı göster­diği bu ilgi ve yardımseverlik Çavuş’u kudurturdu:

"Ulan herifin hastalıktan bir ayağı kesildi, dili tutuldu diye millet nereye koyacaklarını bilmiyor. Biz bunca gâvur öldürdük, al şunu da sen ye Çavuş diyen yok." der ve dur­madan bizi ona karşı kışkırtmaya uğraşırdı:

"Yarın topal deyyus yokuşun başındaki binektaşına oturunca koltuk deyneğini kaçırın."

Esasen bu şakayı biz de o da, severdik. Sağlam ayağı üzerinde koltuk deyneğine abanarak seke seke, kan ter için­de yokuşun sonuna ulaşınca mescit suluğunun önündeki binektaşına yerleşir, biz de çevresine üşüşürdük. Önce koynundan çektiği yağlığıyla ağzından akan salya ve gözyaşları­nı kurular, sonra öteki koynundan tütün kesesini çekerdi. Tabiî ellerini kullanabilmek için değneğini yanı başına daya­mak zorundaydı. Sigara sarmaya dalar dalmaz birimiz değ­neğini kapar, ilerdeki mescit sebilinin yalağına dayardık. Ahmet buna aldırış bile etmez sigarasını yakıp tüttürmeye koyulurdu. Bu arada gözlerinin içi parhyarak bize parmağı­nı sallar ve ayıplardı sanki. Biz deyneği orada bırakıp savuşsak bile nasıl olsa oradan geçen birisi alıp eline verirdi. Din­lenmesi bitince de, seke seke evin yoluna devam ederdi. Fa­kat onun iki yana bakarak deyneğini verecek birisini bekle­mesi belki de Çavuş’un gülebildiği tek sahneydi.

Ahmet her gün öğleden sonra çarşıdaki Mıdık’m kah­vesine inerdi. Orada dinlenme kahvesi içen esnaf eksik ol­mazdı. Ürün aylarında ortakların sağladığı yarıları topla­maktan başka işi olmayan toprak sahipleri de vakitlerini orada geçirirdi. Ahmet konuşamadığı halde konuşulanları dikkatle dinler, anlar, dileyenlerle kahvesine bir parti is­kambil ya da aznif oynardı. Bu işlerde de hayli usta olduğu

söylenirdi. Kahve parasının cebinden çıktığını pek gören ol­madı denirdi.

Böyle ağzının suyu, gözünün yaşı durmadan akan bir topalın öyle marifetleri olabileceğine biz çocuklar pek inan­mak istemezdik. Her rastladığımız yerde ya sakosunun ete­ğini çeker ya da dilimizi çıkarıp takılırdık. Çarpık yüzünü taklide uğraşanlarımız da olurdu. Ama o koltuk deyneği ka­çırmak gibi bu sataşmalara da hiç kızmaz, gözlerindeki gü­leçlik daha da yoğunlaşarak kafasını iki yana sallar dururdu.

Bu sataşmalara Çavuş dışında herkes iyice içerlerdi. Hatta hatır gönül demeyip ensemize şamarı indiren esnaf da eksik olmazdı:

"Bire Allahtan korkmaz, kuldan utanmazlar. Bu yaşta mı belleysiniz Allahın vurduğuna vurmayı? Kaçılın oradan, z\hınet ağayı rahat bırakın." diye bizi başlarlardı. Çarşıdaki öteki sarsak ve delikre takılmak başlıca eğlenceleri olduğu inilde yetişkinlerin ona karşı bu koruyucu tutumlarına akıl erdiremezdik. Büyüklerin ona karşı saygı ve hayranlık duy­duğu hemen farkedilirdi. Bunun nedenini Hacı bize birkaç kez açıklamış ama inandıramamıştı. Çavuş’a dediklerinin doğru olup olmadığını sorduğumuz zamansa "Bırakın o bu­nağı. Başına iki dolam sarık sarıp sırtına latayı giydi diye herşeyi bilirim sanıyor." diye söylediklerini yalanlardı.

Hacı’nm söyledikleri de pek öyle inanılır şeylerden de­ğildi. Bu dilsiz, topal adamın söylediklerini başarabilmesi olacak işlerden değildi. Hacı’ya göre Şükrü çavuş yalancı, düzenbaz herifin birisiydi. Çanakkale savaşları konusunda anlattıklarının hiçbirinin aslı yoktu. Bunları ya başkaların­dan dinlemişti, ya da selâmlıkta posta günleri babamın yük­sek sesle cemaata okuduğu Akşam gazetesi, Donanma ve Harp dergilerindeki hikâyelerden öğrenmişti. Oralarda sel gibi müslüman kanı akarken bu herif mekik sallayıp keyfine bakmıştı. Asıl gazi, gerçek kahraman topal Ahmet’ti. Bunu yalnız kentin tümü değil köyler bile bilirdi. "Hele Bebirgeli keleş Haşan gelince onunla bir konuş da gerçeği belle. Ke­leş Ahmed’in takımındaymış. Hele Keleş gelince bir konuş­tur da sana Ahmed’in süngü hücumlarında herkesin önünde

Allah Allahı çekip İngilizleri kebap şişine dizercesine süngüleyişini bir anlatsın." derdi. Bu uyarmalar bir kulağımız­dan girer, ötekinden çıkar, söylediklerine kıskıs güler geçer­dik. Öyle ya akıl vardı yakin vardı. Çavuş’la Topal’ı bir ara­ya getirip yan yana diksek hangisinin yiğit olduğu hemen görülmez miydi? Yokuşu seke seke çıkarken terliyen o adam mı İngilizleri şişe dizmiş? Hatta Çanakkale’de dövüş­tün mü Ahmet ağa? diye ona da sormuştuk. Herşeyi anlayıp kafa sallayan ve birşey söylemek istermişçesine gjrtlağı inip inip çıkan bu biçare nedense bu soruyu hep duymazlıktan gelirdi. O zamanlar ya başını öte yana çevirir, ya da akıntısı yoğunlaşan salyasını silmeye girişirdi. Bu konuda bir diyece­ği olsa tutumundan belli olmaz mıydı?

İstanbul’a okumaya gidinceye kadar Çavuş hayranlığım sürdü gitti. Hikâyelerini dinleyebilmek için ona hırsızlama ne rüşvetler verirdik. "Dedenin cebinden kesesini çek getir." dese onu bile yapabilirdik.

İlk yaz tatilini geçirmek için sılaya gelmiştim. Bir yıl içinde dalım kolum birden uzamaya başlamış, yüzümün bi­çimi de tümden değişivermişti. Bu yüzden olsa gerek kala­balıktan kaçıyor, kendi başıma uzun bisiklet gezilerine çıkı­yordum. Bir akşam üstü bisiklet yedekte, kan ter içinde eve dönüyordum. Topal Ahmet binektaşında dinlenme sigarası­nı içiyordu. Haylâzm biri de gene koltuk deyneğini yalağa dayamıştı. Önce iri, güleç gözlerini iyice üstüme dikti. Salya ve yaş damlaları yoğunlaştı. Derken kimliğimi kestirebildi. Gözlerindeki güleçlik güçlendi. Ağzı biraz ayrıldı ve boğa­zından garip hırıltılar çıktı. Biteviye gülümsiyerek kafasını sallıyor, eliyle büyüdüğüme işaret ediyordu. Önce değneği ahp eline verdim. Aferin, dercesine boş eliyle bisikletin de­mirini tuttu, okşadı. Onun için birşeyler yapmak istiyordum. Ama ne yapabileceğimi kestiremiyordum. İçimi güçlü bir acıma duygusu kaplamıştı. Ceplerimi karıştırıp bulduğum bozukluğu avucuna koydum. Salya akıntısı hızlandı. Fakat koynundan çektiği kesenin dolgunluğu beni yaptığımdan utandırdı. Ama yanlış bir iş yapılmamışçasına kesenin düğü­münü çözüp bozukluğu içine attı. İçimdeki acımaya bir an

tiksinti gibi birşey de karışır gibi oldu. Bu herif kötü bir di­lenciden başka birşey değildi. Tahta bacağı, kurdelesinin fe­ri kaçmış nişanı, salya ve gözyaşlarıyla işini iyi bilen bir di­lenciydi. Yoksa kesesi bu kadar dolu olduğu halde verdiğim bozukluğu alıp içine atar mıydı?

Çıkmazın ağzındaki Çavuş’un dükkânı kapalıydı. Her­halde ünlü koçunu alıp bostan aralarına otlatmaya gitmişti. Anlattığı savaş serüvenleri kopuk filmler gibi kafamda uçu­şuyordu. Hacı ne derse desin gerçek kahraman oydu. Herif­te pek boy pos yoktu ama o dik bıyıklar yeterdi herşeyi an­latmaya.

Selâmlık avlusundan girince Hacı’yı nargile şişelerinin suyunu değiştirirken buldum. Eski bir tartışmayı yenilemek isteğiyle yanma sokuldum:

"Hacı emmi bu senin Topal dilenciden başka birşey de­ğil. Bir de İngilizleri şiş kebabı gibi süngüye dizdi dersin."

Hacı gene eliyle bir küçümseme hareketi yaptı:

"Boyun büyümüş ama akılda fark yok. Git de birgün Keleş’le konuş." karşılığını verdi. Sonra keyfi yerindeyken ağzına pelesenk ettiği manisini mırıldanmaya devam etti:

"Dülükbaba’dan halledim. Kaşık sapıyla belledim. Ha­leb’e pekmez yolladım. Nesine benim bağımın."

Nedense bu kez Keleş’le konuşma, yapışkana tutulmuş sinek gibi kafama takıldı. Keleş öyle köyden kente pek in­mez, orada uğraşır dururdu. Galiba uzun bir bisiklet yolcu­luğu bahanesi bulanların keyfi içinde sabahı zor edebildim. Cansız atı aldığına pişman olan babamdan izin koparıp Bebirge’nin yolunu tuttum. Keleş’i Karapınar’ın başındaki şef­tali bahçesinde ağaç altlarını toplarken buldum. Pınarın su­yundan iyice ferahladıktan sonra Sacır kıyısındaki koca ce­vizin altına karşılıklı oturduk. Topladığı şeftalilerden aramı­za da büyükçe bir öbek yığmıştı. Evden, İstanbul’dan biraz sözettik. Selimiye kışlasını, köprüyü, insanın fesini tepesin­den düşürten camileri, boğazı ve denizi soruşturup duruyor­du. Merakını biraz yatıştırınca derin bir iç çekti. Kendi ken­dine mırıldanırcasına söylendi:

"Şehri İstanbul’u dersen yedi dağı tutmuş ol. Nice şan­lar gelmiş ise cümlesini tutmuş ol."

"Keleş emmi ne kadar kaldın orada?"

"Ne bilem evlat kaç kellim gittik geldik. Yanız dokuz ay hastanesinde yattım meredin."

"Niye yattın hastanede?"

"Bilmez gibi deme. Çanakkale yaraları azdı da durdu."

"Sahten Çanakkale savaşında bulundun mu sen?" Göz­lerinden horlayan bir bakış gelip geçti. Sonra teker teker mırıldandı:

"Başından hastaneye kalkıncaya dek."

"Yanında başka hemşeri var mıydı?"

"Başçavuşumuz senin mahalleden Kara Ahmet çavuş­tu."

"Şu bizim topal Ahmet mi?"

"He ya senin topal Ahmet! Tahta bacağına, ağzından akan sele baktın da onu anasından beyle mi doğdu sandın. Alimallah hepimizin tepesinden bahardı. Gavur mermileri­nin dalını kolunu uçurduğu bağ kütüklerini şeyle iki eliyle bir tutar, ayrık sökercesine çekip alırdı. Sen onu süngü hü­cumlarında görmeliydin. Mülâzımdan emir gelince tabanca­yı çekip askeri urguna katıp siper eden çavuşlardan değildi o. Borazan ötünce "yerin uşaklar" diye gürler, hepimizden önce siperden fırlardı. Hele o kavak boylu, ince uzun İngiliz gâvuru da karşı hücuma kalkarsa işler daha da keyiflenirdi. Başçavuş Ahmet "Ulan bu döyyüsler etsiz yağsız. Üçü bir süngüye sığıy." diye mazahlanırdı. Yiğitlikte, mertlikte onun gibisini görmedim. Bir kez bölükten iki askerin elli adım ötede yaralanıp kıvrandıklarını görmüştü. Gâvur gemiler­den, karadan habire ver gitsin ediydi. Tozu dumana katarak bizi geri siperlere sindirmişti. Ahmet çavuş yaralıları farkedince, kavurga gibi her yanı tarayan mitralyoza bakmadan siperden fırladı. İkisini de koltuklayıp sipere getirdi. Sonra da emlik kuzu taşır gibi alıp sıçan yollarından sıhhiyecilere götürdü."

"Ya Şükrü çavuş, ayağı hastalıktan oldu. Harp bile gör­medi o, diyor."

Sigarasından derin bir nefes çekti. Burun deliklerinden öfkeyle püskürttü.

"Siktir et o it oğlu iti. Asıl harp yüzü görmeyen kendi köpek. Ağzına bakınca İngilizi denize o döktü sanırsın. Yü­reği varsa gelsin bana söylesin bu hikâyeleri. O burma bıyık­larını burun deliklerine tıkarım alimallah."

Daha öteye soruşturmaya çekiniyordum. Çocukluk yıl­larımın kahramanları kafamın içinde tepe aşağı yuvarlanıp yıkılıyordu. Çavuş kafamda iğnelenen bir balon gibi sönüvermiş, dik bıyıkları sanki başaşağı gelivermişti. Ayağımın böyle gerçeklere erişmesi beni pek de mutlu kılmıyordu. Keleş’e sanki sevdiğim oyuncağı kıran bir düşman gözüyle bakıyordum. Şükrü çavuşun nice rüşvetler karşılığı kafamız­da yarattığı yiğitlik putunun yerine topal Ahmed’i yerleştir­mek nedense içimden gelmiyordu. Son bir direnmeyle sor­maktan kendimi alamadım:

"Ey hadi tahta bacağını mermi uçurdu diyelim. Ya dili niye tutuldu. Neden durmadan ağzından habire salya akı­yor. Bunlar da mı savaş yarası?"

Keleş kafasını iki yana salladı durdu:

"Oğlum harp demişler buna.. Adamın yalnız kolunu ba­cağını alıp götürmey. Canını çıkarıp kurtarmıyo... Daha Ah­met çavuşun aklı başında. Konuşmıyo emme dostu düşmanı ayırt edebiliy. Ben hastanede harp yüzünden aklını sıpratıp bohuyla gülle oynıyanı gördüm. Hem onun başına gelen başkasınmkine gelseydi şimdi yedek kemikleri bilem çürü­müştü."

Keleş bu eski anıları deşelediğim için bana kızgın kız­gın baktı. Yeni bir sigara sarmaya koyuldu. Neredeyse onu mat ettiğimi sanıyordum. Birkaç derin nefes çekip bıraktık­tan sonra birdenbire gene söze koyuldu:

"O gün şafak sökerken gâvur tuttuğumuz tepeyi kara­dan, denizden dövmeye başlamıştı. Bizi dümdüz ettiğini sa­nınca süngüye kalkacağını bilirdik. Ahmet çavuş bize ‘İyi si­nin uşaklar siperlerin dibine’ deyor arada bir de başını kal­dırıp kenardan dışarı kaçamak bir göz atıyordu. İngiliz sün­güsüne, siperde yatarken basılmak istemezdi. Bombardı­

man hafifleyince gene bir göz attı. Davranın uşaklar geliy herifler, diye haykırdı. Ortalık toz duman içindeydi. Dostu düşmandan ayırt etmek zordu. Bizden biri gidince ‘anam yandım’ sesi duyuluyordu. Onlardan birisi delinince "fanfin" diye haykırıyordu. Mermiler seyrek de olsa yağıyor, bizi de onları da biçiyordu. Bir ara yakınımızda bir mermi patladı. Toz duman içinde Ahmet çavuşun koca gövdesini yitirdim. Aman ne oldu bizim hemşeriye diye sağa, sola debelendim. Sonra toplar durdu. Herkes siperlerine çekildi.» Ahmet ça­vuş ortada yoktu. Aman mülâzım bey izin ver gidip hemşerimi arayayım diye yalvardım. Aralarında konuşup bıraktı­lar beni. Mermi çukurlarından birinin dibinde buldum onu. Her yanından kan akıyordu. Bir ayağı uçup gitmişti. O ha­liyle koltuğuna çaldığı yaralı erle çukurun dibinde yarı gö­mülü kalmıştı. Sırtıma vurup sürüne sürüne sipere getirdim onu. Sıhhiyecilere teslim ederken giden ayağından başka gövdesinde kimbilir kaç kurşun yarası ve süngü deliği vardı. Sonra İstanbul’da hastanede yüzüne inme inip dilinin tutul­duğunu öğrendim. Gözümün yaşı günlerce durmadı o yiğiti o halde görünce..."

Gözleri de yeniden nemlenmişti. Eski yaralarını deşti­ğime utandım. Sözü değiştirmek istedim, söz bulamadım. Nasırlı eliyle dizime bir şaplak indirdi. Sözlerini sıralamakta zorluk çekiyor gibiydi:

"Allah’a şükür ölen öldü kalan kaldı. O günler de geri­de kaldı. Hele sen bi yol şu yeni hökümeti bir anlat bana. Padişahsız, Enver paşasız nasıl olacak bu işler?"

O günden sonra Çavuş’un dükkânının önünden geçer­ken başımı öte yana çevirir olmuştum. Geçtiğimi farkedip seslense de duymazdan geliyordum.

Çavuş rastlaştığında küçük kardeşime "Apan da İstan­bul’a gitti diye burnu kafdağına çıkmış ha" dermiş.

HACI ARAP

Güneşe bakamayan çipil, kirpiksiz gözleri, iri beyaz sarığı  ve yeri süpüren latasıyla hacı Arap hizmetkârlardan çok ilmiye sınıfından, düşkün bir müderrisi andırırdı.

Yalnız kılığı değil tutumu ve konuşması da bu havayı aşılardı. Selâmlıkta işlerin en rahat ve kolayını kendine ayı­rırdı. Tısoğlan bir yandan tulumba kolu basar, bir yandan nargile şişesi fırçalayıp sularını yenilerdi. Ahraz pos bıyıkla­rını sallayarak toz duman içinde hayvanlarla uğraşırdı. On­lar toz, toprak ve çamur içinde böyle bocalayıp dururken Hacı, şöyle elinin ucuyla selâmlık sedirini düzler, mangalları yakar ya da kahve kavururdu. Zor işleri yaparken bile öyle kendini pek sıkmaz, onur ve mevkiinin altında bir işle uğra­şanlar gibi parmak uçlarından ötesini kullanmaya yanaş­mazdı. Selâmlığını büyük kahve değirmeni tasını tepeleme, burcu burcu kokan kavrulmuş kahve çekirdeği ile doldurup oturak yerine kuruluşu görmeye değerdi. Değirmenin kolu­nu ağır, edalı hareketlerle çevirirken kahve öğütmekten başka birşeyle uğraşıyor sanılırdı. Gözlerini belirsiz bir nok­taya diker, derin felsefe sorunları çözüyormuşçasma alnını kırıştırır, çorak tarla ekini kadar seyrek ve kısa bıyık ve sa­kalları arasından biteviye mâniler, koşmalar, İlâhiler mırıl­danır dururdu.

Görevleri de, kendini bu kadar önemsemesini haklı kı­lacak kadar çeşitli ve önemliydi. Selâmlığın kahvecisi, bitişi-

ğindeki mescidin müezzini daha da önemlisi evin vekilharcı da oydu. Bütün bu işlerde de kimseyi sallamaz, sıkıştırılıp zorlanmaya kulak asmaz, her işi kişisel istek ve üslûbuna uy­durarak yapardı.

Selâmlık cemaatı arasında hoşlanmadığı, horladığı kişi­ler vardı. Bunların kahve, nargile dileklerini üçletmeden ye­rinden kıpırdamazdı. Kıpırdadığı zaman da ya kahvelerine soğuk su katar, ya tönbekilerinin suyunu iyice sıkmaz, habire boşuna nefes çektirip sinirlerini bozmaya uğraşırdı. Uy­kusu geldiği ya da gönül eğlendirecek birşey bulamadığı za­manlar vaktin gelip gelmediğine aldırış etmeden kayyum odasının merdiven başına tırmanır, cırlak sesiyle yatsıyı okumaya girişirdi. Çünkü yatsı kılınır kılınmaz, kavşakları kireçlenmiş, tık nefes ihtiyarlar deynek ve şemsiyelerini ka­pıp birer, ikişer evlerinin yolunu tutardı.

"Hacı hele bir yorgunluk kahvesi daha getir de..." diye direnmeye kalkanları "Efendi ateş söndü." diye baştan sa­vardı.

Tahıl getiren ortaklardan geceye kalan olur da onlarla tatlı konuşmalara girişmişse vaktin geçtiğine aldırış bile et­mezdi. Cemaata imamlık yapan tez canlı Ahmet amca, "Ha­di Hacı" diye sıkıştırdıkça, "efendi telâşın niye, yatsının sa­bah ezanına kadar vakti var" diye karşılık verirdi.

Fakat Hacı’nın başına buyrukluğu en çok alışverişte si­nir bozucuydu. Her sabah yalancıktan bir "kimse olmasın" diye seslendikten sonra iç avluya girer, dedemin odasının merdivenlerine yönelirdi. Yukarda eşiğe çömelir, kafasını yere diker siparişleri dinler gözükürdü. Huyunu bilen de­dem istediği kadar komut tekrarı yaptırsın, çoğu zaman alış­veriş, şalgam ektim turp bittiye dönüşürdü. Dedemin canı etli bamya mı istedi, Hacı gider kıyma, patlıcan, domates ahr gelirdi. Dedem kaş çatıp haykırmaya başlayınca da, ken­di dişsiz ağzına patlıcan oturtmasının daha rahat geldiğini söylemez çarşıdaki bamyanın ya tohuma kaçtığından ya da fiyatların yükseldiğinden söz ederdi. Alışverişte dedemin buyruğuna uyduğu tek konu tatlılarla ilgiliydi. Şeker perhi­zine gizli gizli hiyanet eden dedem, arada bir sesini alçalta­

rak, bir kilo baklava ya da memiye helvası ısmarlayınca Ha­cı, sadık bir müttefik gibi kafasını anlayışla sallar, söylenen­den hiç şaşmazdı. Dönüşte mutfak kapısına kadar sokul­maz, çarşı sepetlerini avlunun ortasına bırakır, cübbesinin altındaki tatlı sahanını kimseye sezdirmeden yukarı aşırırdı. Bu tür gizli ve önemli görevleri yüzünden de dedem alışve­riş konusunda pek üstüne gidemezdi.

Alışverişte göz boyaması bu kadarla da kalmazdı. Ve­bali boynuna, mutfak halkı getirdiklerinin istenenden az ol­duğunu söyler dururdu. Hacı gerçekten de paraya düşkün­dü. Her seferinde koynunun dibine kadar ittiği para kesesi­nin ağzında en az üç düğüm bulunurdu. Bağ ve bostan ürünlerinin kabala verilme dönemi gelince selâmlık sofasın­da biriken alıcılarla uzun uzun fiskos eder, kim daha çok sapancalık vadederse dedeme onu yontarlamaya çabalardı. Alışveriş bağlandıktan sonra verilen sapancalığı beğenmez­se kendi hiç ortaya çıkmazdı. Ahraz’ı bir yana çeker, avuçla­rına sıkıştırılan mecidiye çeyreğine yüzünü buruşturup tü­kürür gibi yapar, merdivene yönelen alıcının arkasından yumruğunu sallardı. Ahraz durumu hemen kavrar, avurtla­rını şişirip pos bıyıklarını savurarak yolu tutanı önler, yere tükürüp çeyreği önüne fırlatırdı. İri, açık kahverengi gözle­rini ayırıp avurtlarını şişirmesi alıcılar üstünde daima gere­ken etkiyi yapar, lâhavle çekilerek eller yeniden keseye da­lardı.

Hacı’nm arada bir yokladığı evli bir kızından başka kimsesi yoktu. Kocası pideciydi, geçinip gidiyorlar, kendine el açmıyorlardı. Evde yer içer, her yıl üstü başı görülür, biz­de yatar kalkardı. Hemen hiçbir masrafı yoktu. Öyleyse Ha­cı bu paraları ne yapıyordu?

Gece yatısı selâmlıkta kalan ortaklarla giriştiği fiskosla­ra kulak verince sırrının anahtarı ortaya çıkardı. Arada bir iki sözünü duyabildiğimiz fiskoslar istisnasız para ve pazar­lık üstüne döner dururdu. Hacı ortaklar, ya da getirdikleri eli daralmış köylüleriyle sıkı sıkıya pazarlık eder, gelecek harmana on mecidiyeyi on üç olarak ödeyeceklerine yemin ettirir, borçlunun en az iki kefil göstermesinde direnirdi.

Bütün bu tedbirlere rağmen Hacı’nın arada bir batakçıya para kaptırdığı da olurdu. O günler hem keyfi hem de uyku­su iyice kaçardı. O zamanlar tüm söz dinlemez olur, aksi te­resin birisi kesilirdi. Her fırsatta bir bahane uydurur batak­çının köyünde, ya da ona yakın bir yerin bağ, bahçesini bir gidip görmek, iyi sürülüp sürülmediğini denetlemek konu­sunda dedemin başının etini yer, izin koparırdı. Yalvarı, zorlama, tehdit kâr etmezse boynunu büker dedemin karşı­sına dikilirdi:

"Efendi... Şu Göğsüncük’lü garip yalvar yakar, cepte beş mecidiyem vardı borç aldı. İki yıl geçti bir türlü vermi­yor. Çoluğun çocuğun başı için kurtar şu paramı o namert­ten." diye yalvarırdı. Dedem Hacı’nın gizli gizli faizcilik yap­tığını bilir, fakat nedense durduramazdı:

"Bana sordun mu verirken? Hem be herif din adamı geçinirsin. Faizin günah olduğunu bilmiyor musun?" diye baştan savmaya kalkardı. Fakat Hacı öyle bir kişlemede kal­kacak sineklerden değildi:

"Vallah billâh efendi fayiz deyil. Anası babası hep beş mecidiye. Oğlumu evlendireceyim diye yalvardı, yemin etti. Dayanamadım verdim. Ne bilirsin yüreğinin bozukluğunu." diye yakınırdı.

Sözünü geçirebileceği birisiyse, hiç değilse Hacı’nın pa­rasının anasını kurtarabilmek için dedem ondan yana bir iki söz etmekten kaçmmazdı. Fakat onun baskısının yeterli ol­madığı hallerde de Hacı kolayca ümitsizliğe düşmezdi. Arar, tarar, iki günde bir borçlunun bir köylüsünü bulur, hani paralar, diye haber yollardı. Ne zaman o yana yolu düşse, adam Azrail’le de pençeleşse karşısına dikilirdi. Borçlu ölürse mirasçılarını kovalar, atanızı borç içinde yatır­mayın, ahirette hesabı sorulur, diye cehennem azabıyla teh­dit ederdi. Aradan on yıl da geçse yılmaz, batak parayı ko­valamaktan bir çeşit mutluluk duyardı. Bunalıp bezip de "Vermiyeceğim be Hacı, düş yakamdan... Borcum morcum yok sana." diye alacağına sünger çekmeye kalkanlar da olur­du. O zamanlar dişsiz ağzı garip bir gülücükle yayvanlaşır, "Vereceksin vereceksin          Rûz-i mahşerde bile yakan elim­

den gitmez." diye sarsılmaz güvenini belirtirdi.

Hacı’nın başka bir pis huyu da Tısoğlan’ı sızdırmaktı. On yedisine bastığı halde, anasının sütünün yağsız oluşun­dan on üçünde bile gözükmeyen Tısoğlan’m eline sapancalık ya da yıllığı geçince Hacı yengeç gibi yan yan çevresinde dönmeye başlar "Oğlum ver şunları bana. Yitirirsin, işletip çoğaltayım sana." diye kandırmaya kalkardı. Önceleri ona inanan Tısoğlan çok geçmeden parasının daima batakçılara kaptırıldığmı duyardı: "Bana gerek, bir kuşak alacağım." gibi mazeretlerle yola gelmezdi. Hacı, "Ulan sen onu ya aşığa basarsın, ya da tütüne, içkiye yatırırsın." diye diretirdi. Tısoğlanı daha da zorlamaya kalkarsa yağlı kara elinde hazır­dı. Bir puntuna getirir "Gene bu oğlan biz yatınca ipi kopar­mış... Meyhaneye mi alıştı, kerhaneye mi?" diye babama gammazlar, zavallıya kötek yedirirdi.

Saman kalburuyla tuzak kurup bize serçe tutan, bağ evinde söğüt dallarından düdük kavlatan Tısoğlan’ı hepimiz severdik. Hacı’ya da bu yüzden iyice içerler, habire muziplik yaparak öcümüzü almaya uğraşırdık. Kahve pişirirken cüb­besinin eteğini oturduğu kürsüye bağlar, kalkmaya davra­nınca da dengesi bozulup tepsideki fincanları döküp kırardı. Dedem "Hay elin kınla Hacı. Gene kaçını kırdın?" diye hay­kırdıkça istifini bozmadan başını iki yana sallar "Büyüğü de­li, küçüğü deli, beşikteki başını sallar." diye söylenirdi.

Bir kez Hacı’yı canevinden vurmayı, serdiği yatağına girmeden önce özenle yastığın altına yerleştirdiği para kese­sini aşırmayı tasarlamıştık. Fakat hayli uğraştığımız halde bir gelişme sağlayamamıştık bu işte. Daima bir kulağı tetik­te uyuyan Hacı, en ufak pıtırtıda işkilleniyor, ilk iş elini para kesesine atıp yatağın içine oturuveriyordu. Kafaları hayli iş­lettikten sonra, banka soygunlarından karışık bir plân hazır­landı. Hacı şiltesini serip aptest bozmaya inince, üst katın balkonundan sıyrılıp selâmlık yazlığına inildi. Yorganının ayak ucuna bir çamaşır ipi düğümleyip yukarı tırmanıldı. Küçük kardeşim de yazlığın bir köşesine yığılan cemaat minderlerinin gerisine saklanmıştı. İşi bitince Hacı dönüp geldi. Latasını çıkarıp devşirdi. Yastığın yanma yerleştirdi. Sarığını üstüne koydu. En son şalvarı da sıvırıp yorganı üs­

tüne çekti. Bir süre takkeli başını göğe kaldırıp birşeyler mı­rıldandı. Nihayet sağ elini dirseğine kadar gömleğinin koy­nuna daldırıp keseyi çekti, yastığın altına yerleştirdik Yattık­tan sonra bir süre daha bekledik. Heyecandan göğsümüzde davul çalıyordu sanki. Mızırganır gibi olduğu kanısına varın­ca ipin ucunu hızla çekiverdim. Yorgan Hacı’nm üstünden kayıp balkona doğru yükselmiye başlamıştı. Yorganın üs­tünden ne yana gittiğini kestirmek için Hacı hızla doğruldu, oturdu. Göğe doğru yükseldiğini farkedince dç iyice aptallaşmıştı. Bu anı gözetliyen küçük kardeşim hemen sokulup yastığın altından keseyi çekmiş, tüneğine gizlenmişti. Hacı’nın şaşkınlığı uzun sürmedi. Uçan yorgandan şüphelendi. Yastığa kapanıp keseyi araştırmaya koyuldu. Bulamayınca yastığı arkaya yuvarladı. Ayın solgun bir ışıkla aydınlattığı yazlıkta debelenip durdu. Sonunda kuşun kafesten uçtuğu kanısına varınca, böğrüne bıçak saplanmışçasına inleyip bö­ğürmeye, "verin kesemi verin.. Böyle boktan oyun olmaz," diye haykırmaya koyuldu. Balkonda oyunu seyreden büyük­lerin dayanamayıp kıkırdaması üzerine durakladı. Başını yukarı kaldırdı.

"Etmeyin verin kesemi... Hem tamı tamına isterim... Son meteliğe kadar sayıh param."

Hacı çakallar gibi uluyup o kadar gürültü etti ki, so­nunda babam hışımla:

"Verin şu densiz herifin kesesini. Bütün mahalleyi başı­mıza toplayacak gece yarısı." diye oyunu sona erdirdi. Ama Hacı için iş bu kadarla sona ermiş değildi. Keseyi ele geçi­rince düğümlerini iyice yokladı. Tarttı, gene de kuşkudan tüm kurtulamadı. İçeri girip lâmbayı yeniden yaktı. Kapı kolunu sıkı sıkıya yerine geçirdi. Selâmlık odasının açık pencerelerinden bir süre para şıkırtısı dinleyip durduk.

Hacı biz çocukların eğitimi ile de ilgilenirdi. Dedemin kitap dolaplarından aldığımız ciltleri, ya da Harp, Donanma dergilerinin resimli nüshalarını selâmlık sedirlerinin üstüne yayıp kafamızı içine gömünce hemen tepemize dikilirdi. Bir süre omuzumuzun üstünden resimlere bakar, sonra dişlek ağzıyla sırıtarak elini iki yana sallar, söylenirdi:

"Bunlar da okuma mı? Dede derede dan topluyor... eşek tepeden hopluyor. Okuma deyince nasara yansuru çek­mesini bellemeli." derdi. Sonra da aklından zinciri koparıp kaçar korkusuyla aralık vermeden "lem yansur, lemmayansur" dizisini tamamlamaya girişirdi.

Edebiyat yanı da hayli güçlüydü. Nerdeyse halk edebi­yatı antolojisine benzerdi. Sedir düzeltip kahve çekerken bi­teviye Yunus’tan nefesler, Âşık Ömer’den koşmalar, Karacaoğlan’dan mâniler mırıldanır dururdu. Biz yumrukları sı­kıp gözlerimizi ayırarak, sesimizin bütün gücüyle "Vatanın bağrına düşman  " gibi okul şiirleri ezberlemeye uğraşır­

ken çabamızı yarıda kesmeyi de severdi:

"Bu gereksiz sözleri bir yana koy... Sana Hazreti Yu­nus’tan bir İlâhi belleteyim." diye kültür aşısı yapmaya kal­kardı.

Gerçekten de halk ozanlarının okul kitaplarında henüz küçümsendiği o yıllarda, Hacı, bazı sözcükleri kafasmca uy­durulmuş bir hayli koşma ve İlâhiler ezberletti bizlere. Daha sonraları lisede, bize öğrettiklerinin doğrularını ona söyle­meğe yeltenirdim:

"Hacı emmi, budurur cevabım hoş sana, değil uş sana olacak." Dişlek ağzı sırıtır, eliyle ünlü küçümseme hareketi­ni yapardı:

"O senin kafası koyun kalpaklı hocalar mı dedi sana bunu. Söyle de gelsinler Hazreti Yunus’un doğrusunu Hacı emminden bellesinler."

İlkokuldan sonra okumaya İstanbul’a gitmem kesinleş­mişti. Belde-i Rûmun düzen ve dolapları hakkında beni ön­ceden uyarmayı gerekli gören iki kişi çıkmıştı. Birincisi her İstanbul gezisinde para çantasını yankesicilere çarptıran de­demdi. Gurbet yolunu tutmadan beni yanına çağırmıştı. Ön­ce dolaptan elime yol harçlığı diye iki çil altın tutuşturmuş, sonra da dörde katlı bir kâğıt uzatmıştı:

"Oğul bunu iyi oku. Ezberine al. İstanbul’da gerek olur." demişti. Dedemin, doktor reçetesinden de zor sökü­len el yazısıyla sıraladığı on iki öğütten birincisi yaklaşık

olarak şöyleydi: "İstanbul’da hırsız, düzenbaz taifesi kesiftir. Sokaktayken elini para cebinin üstünden hiç ayırma."

Hacı’nın öğüdüyse daha edîbaneydi. Selâmlık sofasın­da beni yakalamış, yüzünde pek seyrek görülen şefkat ve sevgi aydınlığıyla uyarmıştı:

"Demek İstanbul’a gideceksin okumaya? Öyleyse şuna iyi kulak ver. Bak Âşık Ömer ne demiş o belde için. Şehr-i Stanbul’u dersen yedi dağı tutmuş ol. Nice şahlar gelmiş ise cümlesini utmuş ol. Aman oğul gözü dört aç İstanbul’a utul­ma."

Sanırım Bebirge’li Keleş de bu sözleri ondan öğrenmiş­ti.

Dedemi bile gerektiğinde sallamayan Hacı’nın çekindi­ği tek kişi Ahraz’dı. O gözlerini ayırıp üstüne yürüyünce he­men kahve ocağının yolunu tutardı. İçerden yemek lengeri verilince, gene de bencilliğini yenemez Ahraz’a belli etme­den yemeğin cıvığı bol, etli yanını kendi önüne çevirirdi. Ahraz’sa onun bu huyunu iyi bilirdi. Leğençe ya da lengerin yelkovan gibi hafifçe ondan yana dönmeye başladığını se­zer, atılıp ayarı düzeltiverirdi. Ahraz içerleyip tütün kesesi­nin ucundaki sustalı çakıya el atınca Hacı’nın karnının enik­leri tümden dökülürdü. O durumda gene kahve ocağına sı­vışır, elinde bir fincan kahveyle dönüp onu yatıştırmaya yeltenirdi. Öyle ya, baş ağır kulak sağır, herifin sağı solu yok­tu..

Canından çok sevdiği para konusunda bile ona karşı yılgınlık gösterirdi. Kabalanın birinden iltimas ettirip öteki­lerden beş on kuruş fazla kopardığını sezince Ahraz, adalet tanrısı gibi hışımla karşısına dikilir, açıp avucundakini gös­termeyi zorlardı. Yılışık bir gülücükle onun omuzunu okşa­yıp atlatmaya uğraşır, fakat yakayı kurtaramazdı. Ahraz fil tabanına benziyen iri eliyle bileğine yapışınca hemen yumu­şar parmaklarım açıp burnuna tutardı. Ahraz gözlerini ayı­rıp bir onun avucundakine bakar, fazlasını alıp üçe böler, herkese hakkını verirdi.

Hacı bu kul taksimine kafasını sallar "Herif deli, bulaş­maya gelmez." diye avunmaya uğraşırdı.

Hacı’yı yıldıran ikinci kişiyse selâmlık cemaatinden Ek­mekçi hocaydı. Karaya vurmuş dev boyutlu, kemiksiz bir de­nizanası gibi sedire yan gelip habire taze kahve istiyen, nar­gilesinin biteviye ateşini yenilettiren Hoca, onu canevinden vurmasını iyi bilirdi. Sahur davulu gibi gümleyen ve duy­mazlıktan gelmeye imkân olmayan kalın sesini Hacı arada bir duymazlıktan gelmeye yeltenirdi. Hoca yılmaz "Ulan Hacı uyudun mu, geberdin mi? Şu ateşi tezele." diye gürler­di. Hacı maşanın ucunda taze bir korla önüne dikilince de dedeme döner, "Efendi bu Hacı’yı çayıra çekmenin zamanı gelmiş. İş kalmamış bunda, iyice kocamış. Maşa tutan eli bi­le titrer." diye akıl koyardı.

Hacı’nın bilinci altında çöreklenen elden ayaktan düş­me korkusu, bu sözlerle kıpırdanır, yüzü kızarır, uyuşuk ha­reketlerine bir atik tetiklik gelirdi.

Ama hocanın sözlerinde gerçek payı da yok değildi. Yıllar geçtikçe iyice düşkünleşiyor, ürün zamanı, yaz güneşi altında harman ölçmeye gitmemek için bin bahane uyduru­yordu. Aksiliği de yaşıyla orantılı olarak artıyordu. Günlük alışverişten öğle ezanından önce dönmüyor, bu ne zaman pişecek diye çıkışanlara da öfkeyle karşılık veriyordu:

"Öğlen ekmeğine de varsın akşamdan kalanı yesinler."

Sonunda dedem Ekmekçi hocanın öğüdünü tutmak zo­runda kaldı. Onu tam maaşla emekliliğe zorla razı etti. Yıl­lığını alacak, üstü başı görülecek, zahiresi sağlanacak ve Ha­cı geri kalan yıllarını artık dul olan kızının yanında geçire­cekti. Bir süre bu emekliliğe alışamadı. Akşamları selâmlığa gelip daha da çatallanan cırlak sesiyle yatsı ezanını okumak­ta direndi. Gündüzleri iyice yüz göz olduğu esnafların dük­kânlarında kahve içip, alt çenesinde arta kalan iki dişiyle, havuç, hıyar rendeliyerek vakit geçiriyordu.

Bir kış okuldayken evden gelen bir yazıda hakkın rah­metine kavuştuğunu ve batak paralarını tahsil etmek için ahirete göçtüğü haberini verdiler.

GELİN EMİNE

Emmun bacı mahalleye Fransız savaşından sonra gelmiş­ti. Kaçkaçtan biz de üç, dört ay önce dönmüştük. Evin  yıkılan üst katının yenilenmesiyle uğraşılıyordu. Birgün kuşluk vakti ev halkı mutfakta toplanmış pişirip taşırmaya girişmişlerdi. Selâmlığı iç avluya bağlayan ara kapıdan çar­şafına iyice bürünmüş çekingen bir kadın girmiş, başını bir o yana, bir bu yana çevirerek etrafta erkek olup olmadığını araştırmaya girişmişti. Sonra da tencere tıkırtılarının geldiği mutfak tarafına yönelmişti. Orada da erkek olmadığı kanısı­na varınca, yeldirmesinin kenarıyla birlikte çenesinin altın­da sımsıkı tuttuğu peçesini gevşetip ucunu başının üstüne atmıştı. Boncuk gibi ışıldıyan siyah gözlerinin kuyruklu sür­meleri, rastıklı kaşları ve allıklı yanaklarıyla ilk bakışta kötü kadın izlenimini bırakıyordu. Fakat bu beceriksiz düzgülerin altında, kendini parayla satanların pişkinliği değil, ya­vuklusunun evine götürülmeye hazırlanmış, utangaç bir köy gelini havası vardı.

Ev horantası ellerindekini bir yana koyup gelenin kim­liğini kestirmeye koyulmuştu. Ninem ince kaşlarını çatıp, hafifçe kataraklanmaya başlayan gözleriyle onu bir süre eleştirici bakışlarla süzdükten sonra kaim, tok sesiyle sordu:

"Hoş geldin kadın. Kimsin?.. Dileğin ne?"

Oysa boncukluğunu sürme kuyruğuyla değiştirmeye uğraştığı gözlerinde baygın bir bakışla sevimli gözükmeye çabalıyordu:

"Hatun, Allah kısmet ederse komşu olacağız. Aha şu öte yanınızdaki harabe emmimden kaldı. Elde beş on kuru­şum var. Bir göz ev yaptırıp sığınayım dedim."

Emmun bacı yeldirmesinin ucuyla kupkuru gözpmarlarmı kurulayarak serüvenini aktarmayı sürdürdü:

Kocasını savaşta yitirmişti. On yaşlarında bir yetimi vardı. Kaçkaçta kanat geren eri olmadığından köy köy hayli sefil olmuştu. Evlâdı, uşağı olmayan emmisinin başına da top düşüp rahmetlik olmuştu. Tek mirasçısı olduğundan ha­rabesini temizletip sığınacak bir yer yaptırmak istiyordu. Ama, Ermeniler gidince, geri kalan yapıcı ustalarının hepsi; ni Emin efendi toplamıştı. Allah rızası için ustalardan biri­nin, boş kaldıkça kendinin iki duvarını da çıkıversinler, diye yalvarıyordu. Elbette o da bu insaniyetin altında kalmaz, ar­tık eksik işlerimize koştururdu.

Kuyruklu sürmesi, rastıklı kaşları önce nenemin pek hoşuna gitmemişti. Fakat Allahtan korkan, dini bütün bir kadın olduğundan kimsesiz dul, yetim bir kadının hikâyesi­ne yüreği dayanamamıştı:

"Dur bakalım, oğlumla bir konuşayım. Elbet bir kolayı bulunur." diye yatıştırmaya uğraştı. O günden sonra Em­mun bacı ev horantasına katıldı. Nazlı bacı daha sabah mangallarını tutuştururken kapıdan içeri girerdi. Yemeğe, bulaşığa yardım eder, kuyudan su çeker, süpürgeyi kapıp koca iç avluyu temizlemeğe girişirdi. Özellikle nenemin gö­züne girmeye uğraştığı ortadaydı. Namaz hazırlığı için aptest ibriğini eline alır almaz, ne yapıyorsa bırakıp koşar, su­yunu döker, havlusunu koşturur, seccadesini sererdi. Na­maz bitince de "Allah kabul etsin hatun." diye yaltaklanmayı ihmal etmezdi.

Bütün bunların arasında günde beş, on kez üst kat yaz­lığına tırmanır, evinin yapımında çalışanları denetlerdi.

Bu konuda babamın kanat germesini dilediği halde ba­zı işlerde ondan da becerikli olduğu ortadaydı. Savaş yüzün­den işlemez duruma gelen taş ocaklarından birini çalıştırtıp gerekli taşları sağlayabilmek için babam hayli uğraşıp para dökmüştü. Yontucu usta bulabilmekse zor olmuştu. Halbu­

ki Emmun bacı için böyle bir sorun olmadığı ortadaydı. Sanki her gece Hızır aleyhüsselâm ona bir iki gün yetecek yontulmuş keymıh taşları getirip avlusuna yığıveriyordu. Bunları nasıl sağladığı konusunda sıkıştırılınca da, boncuk gözlerini işveli işveli süzüp kaçamak lâflar ediyordu. Güya bir hısımı varmış da karanlık basınca Ermeni harabelerinin içinden ayıklayıp getiriyormuş.

Bununla beraber günler geçip mahallede boş duran Er­meni evlerinin önce cam çerçeve, sonra da baca ve duvarları ortadan kaybolmaya başlayınca Emmun bacının hangi pa­zardan alışveriş ettiği anlaşılır gibi oldu.

Bir göz damı bitip içine yerleştikten sonra da Emmun bacı ayağını bizim evden kesmedi. Aptes namaz bilmediği halde şafakla ayaklanıyor, toprak avlusunu süpürüyor, du­var boylarına ektiği çiçeklerini suluyor, mangalı yakıp kuş­luk çorbasını ateşe koyuyordu. İşini bitirip kızını doyurduk­tan sonra uzun ve ayrıntılı tenbihler geçerek evi ona teslim ediyor ve sokağa uğruyordu.

Havalar iyice ısınıp kış hazırlıkları başlayınca kendini hiç aratmazdı. Yağlar sızdırılıp tenekelere dolarken, peynir basılırken, salça çıkıp kuruluklar oyulurken, yazlıktan sesle­nilmesin! beklemeden eteğini beline dolar koşardı. İç avlu­nun köşesindeki yasemin çardağının altına salçalık domates, şiralık üzüm, kuruluk patlıcan öbeğinin çevresinde halkalanan kadın çemberinin arasından hiç eksik olmazdı.

Yalnız, evine yerleştikten sonra Emmun bacıda göze batan bir değişiklik olmuştu. İş görmeğe gelirken bile başı­na haruh bir yemeni bağlıyor, alnındaki fiyakalı düğümün arasına yeni açmış bir fesleğen sokuşturuyordu. Sürmeleri­nin kuyruğu biraz daha uzamış, kaşlarının rastığı da koyulaşmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuşçasma, solgun yanakla­rına koyu bir allık da sürüyordu. Bu yüzden yaseminin altın­daki kadın halkasına sürekli soruşturma ve sataşma konusu oluyordu. Onu bir tür rakip gibi gören Karpuz hoca ısırgan diliyle durmadan sataşıyordu:

"Kız şırfıntı bu süsler de neyin nesi? Allah bilir canın erkek ister."

Bu sataşmalar sesinde hafif bir kırgınlık yaratıyor, gene de sözün altında kalmıyordu:

"Hoca, yalnızlık Allah’a mahsus. İki yaşımda varsın. Karnı geniş bir Allah kulu çıksa da, hoca Allahın izniyle, de­se haline bakar da, benden geçti, der misin?" Hoca laf güre­şinde sırtı yere gelmesin diye sesini daha da betleştirip sal­dırdı:

"Hele şu kahbenin ağzına bak. Bizim işimiz Allah yolu. Kör nefsimizi ayak altı edeli çok oldu. Erkeği, süsü senin gi­bi kahbelere terkedik."

Gerçekten de çok geçmedi. Emmun bacı bir sabah er­ken, yüzünde esrarlı bir ışıltıyla, seccadesinin üstünde teşbih çeken ninemin dizinin dibine sokuldu. Fiskos, ona birşeyler anlatmaya koyuldu. Ninem gözleri yarı kapalı, dudaklarını uzatmış anlatılanları kaçırmamaya uğraşıyordu. Herkesi bir meraktır almıştı. Fakat Emmun bacı sırrını ortaya vurmu­yordu. Sonunda ninem dayanamadı:

"Kız Allah’ın bildiği kulundan gizlenir mi? Emmun’u birisi Allah’ın izniyle istiyormuş."

Bakla bir kez ağızdan çıkınca büyük küçük herkes başı­na üşüştü. Damat adayının kimliği öğrenilmek isteniyordu. Huderci yanında çalışırmış. Tüccar gibi bir şeymiş. Dul, ço­cuksuz, gözü yerde bir kişi diyorlarmış. Babamın soruşturup kırık bir yanı olup olmadığını öğrenmesini diliyormuş.

Fakat Emmun, babamın vakit ayırıp soruşturma yap­masını bekliyemedi. İki günde bir sözünü almaya gelen ge­leceğin görümcesine "Eh nişliyek, kısmet böyleymiş." deyi­verdi.

Ona durmadan sataşanlara, söz kesilince bir gayrettir geldi. Evi döşenip dayanmaya, gelinlik zubunu dikilmeye başlandı. Evdeki kızlar hep sabah keçiyini düzlüyor, başın­daki çiçekleri tazeliyor, kırmızı krepon kâğıtları ıslatılıp ya­nakları perdahlanıyordu. Daha küçüklerse ipliğe yasemin, mercan dizerek gelin gerdanlığı hazırlıyordu. Yaseminin al­tındaki yazlık iş köşesinde kahkahadan geçilmiyor, ikide bir­de leğençeler ters yüz edilip tutulan tempoyla türküler söy­lenip, zılgıtlar çalınıyordu.

Sonunda Emmun bacı burnunun iki yanında sevinç gözyaşları ışıldıyarak kızını bir geceliğine bize emanet etti. Huderci yanaşması eşiyle gerdeğe girdi.

Birkaç ay yüzünü pek göremedik. Ancak yukarı yazlı­ğın köşesinden balayı mutluluğundan küçük sahneler izliyebiliyorduk. Gün ağarırken kalkıyor, etrafı derleyip topluyor, kuyu başında yıkanıp düzgünlerini tazeliyor, sonra damadın çorbasını hazırlamaya, öğle azığını çıkınlamaya koyuluyor­du. Her sabah güveğini avlu kapısına kadar geçiriyor, çık­madan önce aba, ya da sarığında düzeltecek bir şey buluyor­du.

Akşamın alaca karanlığı bastırmaya başlayınca da süs­leri tazelenmiş, sokak kapısının gerisinde dikilip gelecek ayak seslerini dinlemeye koyuluyordu. Huderci çırağı da ye­ni evine düşkün bir adama benziyordu. Her akşam yağlığı­nın zorla düğüm tutturabilmiş uçlarına parmağını geçirmiş, koltuğunda fırından yeni çıkan birkaç taze pideyle giriyordu içeriye. Tıknaz, .düşük bıyıklı, abani sarıklı, gözlerini çevre­sindekilerden kaçıran sessiz bir adamdı. Emmun onu, ekin­liğin dibindeki, çevresi sulanıp tozu yatıştırılmış mindere oturtarak ayağındaki yemenilere yapışınca, keyfinden kaba­rıp şişecek yerde tedirgin olmuşa benziyordu.

Canım, ciğerim günleri biraz aşınmaya başlayınca Em­mun bacı da ortada biraz görünmeye başlamıştı. Kılığına, düzgününe eskisi kadar düşkünlük göstermemekle beraber yemenisinin düğümünden fesleğen eksilmiyordu. Karpuz hoca nedense sataşmayı büsbütün artırmıştı. Her gelişinde sesi hasetten daha da çatlaklaşmış onu sıkıştırıyordu:

"Kız kahbe, huderci yüreğinin ataşını bir iyi söndürdü mü?"

Bu tür kinayeli sözler karşısında nedense, görücüye ye­ni çıkmışçasına utanıyor: "Ayıp ayıp, cahalların yanında. Bir de Allah adamıyım dersin." diye sitem ediyordu.

Evliliğin yılı dolmadan huderciye bir haller oldu. İkide birde ikindi üzerleri, aman karnım diye ovunarak eve geli­yordu. Yasemin altındaki kadınlar halkasının teşhisi, nazara geldiğiydi. Kulunç girmiştir, korku damarını tuttur, pavyaşa-

nı yuttur öğütleri de sürüp gidiyordu. Aktar Musa efendiye, salyangoz merheminden korku şurubuna kadar her tür deva dizdirilmişti. Nöbetler seyrek seperek de olsa gelip gidiyor­du.

Sonunda marazın gerçek nedenini kestiren Nazlı bacı oldu. İpliğe dizilen kuruluk patlıcanları asmak için yazlığa çıkmıştı. Dizinin bir ucunu direğe tutturup ötekini düğüm­lemeye uğraşırken birdenbire duraklayıp duvar dibine sin­miş, Emmun’un avlusunu biraz gözetledikten sonra çıplak ayaklarının ucuna basarak merdivenleri inmişti. Tek söz et­meden sırtı dönük patlıcan oyan Emmun’un kolundan tuta­rak çekmişti. Herkes ne var, ne oldu? diye Nazlı’yı sıkıştırdı­ğı halde ağzını açmıyor, kolundan çekip Emmun’u kaldır­maya uğraşıyordu. Onlar önde, ötekiler arkada baskına gidilircesine, sessiz merdivenler çıkıldı. Duvar dibine sinerek yazlığın ucuna kadar ilerleyip gözetlemeye geçtiler. Em­mun’un fırlayarak, göğsünü yumruklayıp merdivenleri üçer, dörder inmesi çok sürmedi. Durmadan "Başıma taş düştü." diye inliyordu. Gözleriyle etrafta birşeyler araştırdıktan son­ra ekinlikteki çiçek sopalarından birini çekti. Asmanın di­binde yatan süllümü omuzhyarak bitişikteki arsaya geçmesi bir oldu. Merdiveni sessizce avlusunun duvarına dayadı. Avının üstüne atılmaya hazır dişi kaplanlar kadar gergindi bütün gövdesi. Duvarın üstünden atlamasıyla ekinliğin di­bindeki şiltenin üstünde kızını bağrına bastırmış orasını, bu­rasını sıkıştıran hudercinin üstüne saldırması bir oldu. "Irz düşmanı döyyüs. Demek karın ağrın buymuş. Yiğitken yıkı­lası." diye haykırarak sopayı can alır yeridir demeden sallı­yordu. Huderci bir süre körpe et düşkünlüğünü, vallah billâh diye yorumlamaya uğraşmış, sökmediğini görünce Em­mun’u pazı gücüyle durdurmaya kalkmıştı. Ama onun zaptolacağı kalmamıştı. Savaş narası gibi keskin ve yırtıcı küfür ve beddualar savuruyor, her tutuşunda hudercinin elinden sıyrılıp diş, tırnak yeniden girişiyordu. Sonunda huderci aba ve yemenisini bırakıp sokak kapısını tutmaktan başka kurtu­luş yolu olmadığını kestirebildi.

Ama Emmun’un öfkesi bir türlü yatışmıyordu. Kapıyı

hırsla çarpıp sürgüyü sürdükten sonra "Sıçan olmadan çuval delersin ha, itin eniği" diye kızma kitleşti bu kez de.

Ninemin yazlıktan, dur kız kudurdun mu? diye haykır­maları ile, Nazlı ve Fatma bacıların süllümden tırmanıp ara­larına girmeleri olmasaydı kızını belki de çiğ çiğ yiyecekti.

Bizim avluda başına bir kova su boca ederek Emmun’un öfkesini biraz yatıştırdılar. Kızının damağını kaldı­rıp çişini yaptırdılar. Sonunda ortalık yatışır gibi oldu. Oya­caklar yeniden ele alındı. Nenem bir yandan oyulanları ipe dizerken bir yandan da dizinin dibinde oturttuğu kızı sorgu­ya çekiyordu. Onun burnunu çekerek kesik kesik anlattıkla­rından herşeyin içyüzü ortaya çıkıvermişti. Huderci ikide birde ikindi üzerleri karnım tuttu diye eve geldikçe Em­mun’u evde bulursa serilip yatıyor, hastaymışçasına kendine baktırıyordu. O yoksa ekinliğin yanma şilte serdiriyor. "Aman kızım gel hele şu karnımı bir uğuştur." diye kızdan şifa umuyordu. O yanına diz çöküp karnını ovaladıkça "Yok yok şu uyluklarıma da bastır." diye ellerini aşağıya doğru iti­yor, bir yandan da "ellerin dert görmesin" diye butlarını sı­kıştırıp salyalarını yanaklarına sıvaştırıyordu. Arada bir de yastığın altından çektiği, mor yatığın tıpasını çekiyor, hele şu "alaçtan" bir yudum alayım, diye kafasına dikiyordu. So­ruşturma sonucuna bakılırsa bu iş ancak bir iki kez olmuş. Gözü yerde huderci daha ileri gidememişti. İkide birde bur­nunu silerek anlattıklarını can kulağıyla dinliyor, "Yaşı kesilesice niye bana söylemedin?" diye sıkılıyordu. El oyunları­nın amacını kestiremese bile yumurcağın bu el oyunların­dan hoşlandığı da ortadaydı.

Emmun bacının gözyaşları, kara kaderinden yakınması ve huderciye savurduğu beddualar birkaç gün sürüp gitti. Yası uzun sürmedi.

Başının keçiği yavaş yavaş düzelmeğe, sürmesi, rastığı koyulaşmaya, boncuk gözlerinde baygın bakışlar ışıldamaya başladı. Onun bu uyum yeteneği Karpuz hocayı iyice hırs­landırıyordu:

"Hele bak şu damarı kırık kahbeye. Gene yüreğinde er­

kek ataşı yanmaya başladı. Kız daha Hudercinin nikâhı boynundayken bu takıp takıştırma gene kimin için?"

"İmama danıştım... Üç ay eve uğramaz, ortada gözük­mezse boş düşermişim. Ömrümün sonunaca o sübyan düş­manı döyyüsün yasını mı tutayım?"

Emmun’un karşılıklarında, geleceğe ilişkin umut ve öz­lemlerinin ne olduğu seziliyordu. Karpuz hocanın "Kız o üç ay değil üç yıl" diye düzeltmelerine kulak asmıyor "Bösböyük cami imamından iyisini mi bileceksin" diye aldırmazlık ediyordu.

Huderci yemenileri geride bırakıp kaybolduktan dört beş ay sonra ikinci adayın kokusu çıktı. Bu bir çerçiydi. Em­mun bacı, vaktinin çoğu köy yollarında geçer, eziyeti az olur, diye gönlünün yatkınlığını belli ediyordu. Ama bu kez evdekiler, Huderci’de olduğu gibi kına gecesi yaparak şenli­ğe kalkmadı. Sessiz bir imam nikâhı yapıldı. Gerdek gecesi de Emmun’un kızı, Nazh bacının evinde konuk oldu. Ondan sonra da haftada birkaç gün şafakta Çerçinin eşeğinin anır­masıyla uyandık. Bu kez Emmun akıllanmışa benziyordu. Kızını nereye giderse peşinden sürüklüyordu.

Çerçi gerçekten evine düşkün bir adama benziyordu. Üç beş günlük aralıklarla toz toprak içinde eve döndüğü za­manlar, dolaştığı köylerden yumurta, torba yoğurdu ve mey­ve sepetleriyle geliyordu. Ortadan biraz uzun, genç mi yaşlı mı olduğu pek kestirilmeyen bir adamdı. Sakalındaki akla­ra, yüzündeki çizgilere bakılırsa içi göçmüş, Emmun’a pek bir yararı kalmamış sanılırdı. Eşeğini yükleyip yemini tutar­ken, sırım gibi yağsız bedeninin çevik hareketlerine bakılır­sa daha birkaç karı eskitire benziyordu.

Emmun’un evine güveyisi gireli nerdeyse yıl oluyordu. Hiçbir huysuzluğu, hiçbir pisliği çıkmamıştı. Evin içi betbereket görmüştü. Her köyün ünlü yeysileri taşmıyor, peynir, yağ küpü boşalmaya fırsat bulamıyordu. Eşeğin semer kaşı­na asılı gelen piliç ve horozlar da avluda eşinip duruyordu. Daha iyisi Emmun için evlilik bir tür ek görev gibi olmuştu. Çerçi haftanın ancak iki günü kente uğrayabiliyordu. Te­mizlenip dinlendikten sonra yükünü yeniliyor ve köy yolları­

nı tutuyordu. Gidişini izliyen günlerde Emmun’un baygın ve doygun havasına bakılırsa gönlünü de epeyce hoş ediyordu.

Derken Emmun’un üstüne gene bir dalgınlık çöker gibi oldu. Soruları anlamıyor, söylenenleri, aklı başka yerlerde, dinliyemiyordu. İkide birde çarşafı başına çekip, kızını Nazlı bacıya emanet ederek, ayrıntısını belirtmediği işlerin peşin­den dolanıyordu. Bir sabah da neneme gelip, iki üç günlü­ğüne Kilis’e bir hısımına gideceğini söylemiş, kızını da bize emanet etmek için izin istemişti. Yanında göt,ür, denince, olamaz, horantaları kalabalık, karşılığını vermişti. Dilediği olunca da "Allah gölgeni üstümüzden eksik etmesin." diye yaltaklanarak çekip gitmişti.

Üç, dört gün sonra Emmun bacı, kocası Çerçi gibi toz toprağa bulanmış çıkageldi. Düzgünsüz yüzü solgun ve ke­derliydi. Bütün üstelemelere rağmen önce hiçbir şey anlat­madı. Fakat Çerçinin seferden dönüşü geciktikçe herkes işin içinde bir bit yeniği olduğunu sezinlemeğe başladı.

Nihayet derdini içine gömmekle baş edemiyeceğini kestirmiş olmalı ki, Karpuz hocaya duyurma, diye yemin et­tirdikten sonra neneme açılmıştı. Meğer o ak sakallı Çerçi denen döyyüsün her gittiği köyde başka bir nikâhlısı varmış. Bitişik mahalledeki köy tahsildarının karısı anıştırınca, önce çekemediğine vermişti. Sonra içine düşen ateşten kurtul­mak için gidip gözüyle görmeğe karar vermişti. Tıhnatan’da, Çerçinin öteki avratlarından birisinin oturduğu söy­lenen evin bitişiğine, bir bahane uydurup bir iki günlüğüne tanrı misafiri olmuştu. İkinci günü sakallı döyyüs eşeği önünde belirmiş, doğrulayıp eve girmişti. Emmun bitişik da­ma gizlenip herifin öteki kadına nasıl hizmet ettirdiğini içi yanarak izlemişti. Ama köylü ortağı döşeği sırtlayıp yatak sermek için dama çıkınca da haymanın arkasına gizlenip gözlemeğe devam etmişti. Herifin arkasından avrat da yor­ganın altına girince içindeki kıskançlık ateşinin alevleri göz­lerinden, burnundan fışkırmaya başlamıştı. Adını kestiremediği bir güç onu küllenen yemek ocağının başına sürükle­mişti. Bir yanda dayalı duran ateş küreğini bulmuş, tepele­me kızgın kül, ve donuklaşan korlarla doldurmuştu. Sonra

gene sessizce dama tırmanıp, sine sine Çerçinin ikinci karı­sıyla yattığı yatağa sokulmuştu. Boş eliyle yorganı üzerlerin­den savurup küreği aralarına boca etmiş, sonra da kim kim­dir kestirmeden küreğin tersiyle kafalarına indirmeye ko­yulmuştu. Çığlık ve gürültüye koşan komşular olmasa o gâ­vur Çerçinin pençesi gırtlağında can verecekmiş nerdeyse.

Emmun bacının üçüncü gelinliği sessiz geçti. Anlaşıldı­ğına göre bu kez soruşturmayı iyice derinleştirmişti. İşin ke­sinleşmek üzere olduğunu öğrenen Karpuz hoca sanki ku­durmuş, hasedini iyice ortaya vurmuştu.

"Kız kahbe sen orospuluğun adını, Allah’ın izniyle koy­muşsun."

Onun ısırgan dili karşısında serinkanlılığını çok iyi ko­ruyan Emmun bu sözlere iyice içerlemişti:

"Töbe, töbe de. Başındaki yeşil örtüden utan. İçin de sıfatın gibi bozuk. Şahat, ısbatla nikâh kıyılıyor. Kötülük bu­nun neresinde?"

Yeni damadın kentte "Bacımın boku" diye ün saldığını sonra öğrendik. Adam azmanının, yakışıklı denebilecek bir görünüşü vardı. Öte yandan tutum ve davranışı koca bede­ninden umulmayacak kadar mahcup ve çekingendi. Kütüğe benziyen kol ve bacaklarını nereye saklayacağını kestiremiyor sanılırdı. Ama çok geçmeden gün batınca bambaşka bir kişiliğe büründüğü, ortaya çıktı. Emmun’un evine ve mahal­leye iyice yerleştiği kanısı güçlenince gerçek belli oldu. Yat­sıya yakın yokuşun Kazancıpazarı ucundan sesi duyulurdu. Kâh akortsuz bir maya, kâh bir uzun hava tuttururdu. Sık sık türküyü kesip uzun bir nara attıktan sonra, bütün gün içini şişiren bilinmez düşmanlara ana, avrat sövmeye koyu­lurdu. Bazan bağırıp çağırmadan nefesi daralınca mescidin önündeki kinektaşma oturur, derin derin soluyarak küfür etmeyi sürdürürdü. Buna rağmen isliminin önemli bir kesi­mini evine saklardı. Balyoz boyutunda yumruğuyla kapıyı yerinden sarsar "Kız dinini, imanını, nerde kaldın ulan?" di­ye verip veriştirmeğe girişirdi. Emmun eli ayağı dolaşarak onu içeri alır, yemenisini ayağından sıyırır, kuyudan taze su çekip ateşini söndürür umuduyla eline tutuştururdu. Fakat

ne yapsa boşunaydı. Adamın herşeyden maraza çıkarıp sı­vaşmakta eşi yoktu. Su tasını ılık diye kadının başına atar, önüne serilen sofranın üstündeki yemek lengerine bir tek­me savurup ortalığa saçardı. Arada bir Emmun’u da eline alıp öfeliyordu. Dayak fasıllarının ertesi günü, yüz, göz mo­rarmış ağlayıp yakınmaya kalkan Emmun’a Karpuz hoca sa­taşmak fırsatını kaçırmıyor "Bakmayın kahbenin ağıdına. Erkek köteği böylelerine bal şerbeti gibi gelir. Yedikçe işta­hı açılır." diyordu...

Bir gece Emmun’un kızı "Aman yetişin babalığım ana­mı öldürür." feryadıyla bizim iç avluya girmişti. Böyle bula­şık bir herifi mahalleye musallat ettiği için Emmun’a içerliyen babam önce aldırış etmek istemedi. Sonunda ninem ve annemin ısrarlarına dayanamadı. "Verin şu bastonumu" di­ye davrandı. Ben de peşine takıldım. Selâmlık avlusunda Ahraz ve Tısoğlan da eklendiler. Herkes eline bir savaş ara­cı geçirmişti. Emmun’un avlusuna girdiğimiz zaman o bal şerbeti içiren kocasının elinden kurtulmuş, tek göz odasına canını atıp kapı kolunu takıvermişti. Bacımın boku kapıyı yumrukluyor "Aç kız senin babanın kahirine şöyle yaparım, böyle yaparım" diye kükreyip duruyordu.

"Ulan senin ettiğin artık tilliyi aştı." diye babam omuzu­na bir baston indirince koca herif afalladı. Topaç gibi çevre­sinde döndü. Bir kenarda duran fenerin ışığında, her boy­dan dört beş kişinin elde sopa dikildiğini görünce, bambaş­ka bir adam oluverdi. Sanki ortadaki kudurgun arslan, ür­kek bir kedi yavrusuna dönüşmüştü birdenbire...

"Aman bey ben ettim sen etme. Kulun kölen olayım." diye yalvarmaya başladı.

"Git nerde zıkkımlandınsa orada yat." diye babam onu önüne kattı. Suçlu bir ev köpeği gibi burnu yerde mescidin önüne kadar getirildi.

Fakat herifin yemin tutabilecek yanı yoktu. Sesi ancak birkaç gün kesilebildi. Yatsı öncesi konserleriyle küfür sal­volarına yeniden girişti. Kantarın topunu fazlaca kaçırdığı başka bir akşam da binektaşına oturmuş din, iman, ana, av­rat okumaya koyulmuştu. Arada bir "Nasıl vururmuş? Ben

şöyle yaparım, böyle ederim." diye yediği köteğin hırsını bo­şaltmaya uğraştığı anlaşılıyordu. Fakat yatsıya hazırlanan selâmlık cemaatini çileden çıkaran Allah, peygamber diye küfüre başlaması olmuştu. Kireçlenmiş kavşaklarını tutarak merdivenleri zorlukla çıkan ihtiyarlar birden gençleşip yiğit­leşmişti. Herkes ele geçirdiği baston, şemsiye, sopayı sallıyarak binektaşına yönelmişti. Bacının bokunda yürek olsa bu ihtiyar dizisini bir kol savurmasıyla, iskanbil kâğıdı gibi yere sererdi. Oysa binektaşında kıpırdamadan iri ellerini başına siper ederek tepesine inen sopa ve bastonlardan korunmaya çalışıyordu. Bir yandan da ağlamaklı bir sesle sanki yalvarı­yordu:

"Vurun elinize sağlık. Vurun eşeoğlu eşeğe."

Bacımın bokunun yüreksizliği Emmun’u da etkilemişti. İri gövdesine ve sarhoşluğuna bakarak önceleri ondan çeki­niyor, dayağına karşı koymayı akıldan bile geçirmiyordu. İki sillede köpekleyip uyuzladığını görünce durum tersine dön­dü. Emmun onun dönüş saatine yakın elde iri bir sopa avlu­nun kapısının gerisinde nöbete giriyordu. Herif kapıyı yum­ruklayıp tekmelemeğe fırsat bulamadan onu kuşağından tu­tup içeri çekiyor ve başına çöküyordu:

"Zehir zuhum içesice... Evin ekmeğini düşünme. Eline geçeni yatır meyhaneye... Biz de derdini çekelim." diye so­payı ver gitsin ediyordu. Anlaşıldığına göre erkek dayağına dayanıklı olan herifin karı köteğine pek idmanı yoktu. Eve gelmeyi gitgide seyrekleştirdi. Sonra da büsbütün ortada gö­zükmez oldu.

Emmun bacı bir süre evlenmeğe tövbe etmiş gözüktü:

"Hepsinin boyu devrilsin. Benden yırak olsunlar." diye yaka silkiyordu. Karpuz hocaysa onun gerçekten tövbe etti­ğine inanmıyordu:

"Alışmayan kıçta tuman durmaz. Orospu yemin tut­maz." diye sataşıyordu.

"Hoca gözünü yumup çalık yüzünü görmeden seni istiyen bir karmsız çıksa sen de yok demezsin." diye Emmun da karşı saldırıya geçiyordu.

Ama aradan yıl geçmeden hocanın falcılığı doğru çıktı:

Emmun’un bir Sapancıyla evleneceği sözü ortada dolanma­ya başladı:

"Kız artık imam nikâhı kalktı. Hökümat nikâhı başladı. Bir kelle adın kütüğe geçerse heriften yakayı öyle kolay kur­taramazsın." diye takılıyorlardı. Bu sözler önce Emmun’u biraz düşündürdü. Doğru mu eğri mi dedeme sorun diye yalvardı durdu. Fakat soruşturma sonuçlanmadan birgün ağzı kulaklarında çıkageldi:

"İmama danıştım. Kulak asma hökümat nikâhı da ney­miş. Bin yıldır şeriatın yolundan gidenlerin nikâhı bozuk mu düşecek?" dedi.

İşine gelen bu sözlere Emmun iyice belbağlamışa ben­ziyordu.

Sapancınm lakabı Bodur’du. Bacımın bokundan sonra sanki Emmun parmağının altında tutabileceği birini seçme­ye özeniyor gibi geldi herkese. Arkadan bakınca şalvar, kas­ket giydirilmiş; on yaşlarında bir çocuk izlenimi bırakıyordu. Fakat daha birkaç hafta geçmeden Bodur’un marifetlerinin de boyundan hayli büyük olduğu ortaya çıktı.

İlk belirti Sapancınm hafta sonlarında işe gitmediği ya da kendi kendine izin verdiği günler ortaya çıktı. Sabah kal­kar kalkmaz kuyu başına koşuyor, bir kova taze su çekiyor­du. Sonra kutsal bir anlamı varmışçasına özenle bir yana yerleştirdiği esrar kabağını güzelce yıkayıp temizliyor, koynundan çektiği keseden karışımlar yapıp lüleye basıyordu. Ekinliğin dibindeki şiltenin yastığına Sezar gibi yaslanıp gözleri kapalı kabağından uzun nefesler çekiyordu. Kafası kıvamına gelince içerden getirdiği tencereyi ateşe yerleştirip kabaklamasını hazırlamaya koyuluyordu. Sabahın gerisi es­rar kabağıyla kabaklama tenceresi arasında geçiyordu. İyice keyiflenince, kırmızı yemenilerinden tekini, tambura gibi bağrına bastırıp, parmaklarını tabanında gezdirerek, sayık­lamaya benziyen türküler mırıldanıyordu. Kimseye zarar vermediğinden bu alışkanlık Emmun’u pek tedirgin etmi­yordu. Hatta onun kabaklaması kadar lezzetlisini yemedi­ğiyle övünüyordu. Yakındığı tek şey, ekinliğindeki fesleğen­

lerin sökülüp yerine hint keneviri dikilmesiydi. Bu yüzden de keçiği çoğu zaman çiçeksiz kalıyordu.

Yalnız bu solo esrar oturumları uzun sürmedi. Bodur’un eski kabak arkadaşları birer, ikişer evine damlama­ya, esrar kabağı elden ele dolaşmaya başlamıştı. Emmun önce bundan da pek yakınmadı. Ama kısa süre sonra ortaya boyalı aşık kesesi de çıkıvermişti. Esrarcılar, nefesten do­nuklaşmış gözlerini dört açarak atılan aşıkların hangi yönde duracağını izliyordu. Bazan aşık partileri geç vakte kadar sürüyor, paralar tükenince de sedef kaplı bıçaklar, savatlı saatler ortaya sürülüyordu.

Bir akşam elde ne varsa ütülen Bodur, Emmun’un yor­gan ve tencerelerini kumara basmaya kalkmıştı. Kadın dire­nince de dumanlı kafası ve boyundan umulmayan bir çevik­likle üstüne atılmıştı.

Bu gidişle hem maldan hem candan olacağını sezen Emmun esrar ve kumarın iyice koyulaştığı bir akşam, zapti­yeye haber uçurup Bodur ve kabak arkadaşlarını adalete teslim edivermişti. Hırsını bu kadarla da alamamış, ekinlik­teki boylanan hint kenevirlerini de yolup arkalarından soka­ğa fırlatmıştı.

Bodur’dan sonra Emmun’a bir yılgınlık gelmişe benzi­yordu. Düzgünü, sürmeyi artık iyice boşlamıştı. Göz kuy­ruklarında, ağzının iki yanında kırışıklar belirmişti. Değişen yalnız o da değildi. Kızının da kalçaları yuvarlaklaşmış, gö­ğüsleri dışarı fırlamıştı. Artık annesinin peşinde sessiz, göl­ge gibi dolaşmıyor, herkesin karşısında bile onu kınayıp eleştiriyordu.

Koca sözü edildikçe "Aman töbe bir daha mı?" demesi­ne Karpuz hoca hâlâ inanamıyordu:

"Kız kahbe, Azrail aleyhüselâm gırtlağına yapıştığı za­man bile, gözlerini süzer, nikâh ne günü diye sorarsın?.." di­yordu.

Ama bu gidişle Emmun görücüye çıkmaktan çok görü­cü karşılıyacağa benziyordu. Kızı, köşe bucak sakladığı sür­me ve düzgünlerini ele geçirip duvardaki, çatlak, sırrı dö­külmüş aynanın önünden hiç ayrılmıyordu.

HAPOBA

Y.azlığın en uzun güneş tutan yanlarına, tepsi ve amadanlarda dizilen domates salçalarının suyunun çekişip küplere basılmasını ve korkuluklara asılan oyuk patlı­can ve biber dizilerinin akşam esintisinde tıkırdamaya başlamasını dört gözle beklerdik. Çünkü, karakışı beklemek için bunlar yerine girer girmez kış hazırlıklarına bir süre ara verilirdi. O zaman da biz çocukların içinde, yatıştırılması olanaksız bir köy sılası depreşirdi. Bunun bizim için tek an­lamı vardı: Bebirge ve Hapoba.

Her yıl büyükler bu özlemin yönünü değiştirebilmek için boşuna uğraşır dururdu. Göğsüncük’ün serin yayla ha­vasından, kaynak ve armutlarından söz edilir, Arıl’ın fıstık­ları, buz gibi pınarları göklere çıkarılırdı. Ama Bebirge dı­şında herhangi bir teklif koro halinde protesto çığlıkları, gözyaşı ve tepinmelerle karşılanır, sonunda da nedense bi­zim dediğimiz olurdu.

Önce selâmlıkta dedemin çevresini alır, başının etini yemeye koyulurduk. Boy boy bir tabur torunun çevresini alıp yakarmasından iyice keyiflenir, bir eliyle yüzünü perdeliyerek bir süre direnir gibi yapardı. Bunun tadını iyice çıka­rınca, öfkeli gözükmeğe uğraşan bir sesle "Hacı" diye sesle­nirdi. Bir yana öbeklenir, tepeden tırnağa kulak kesilmiş beklerdik. Latasını savurarak gözüken Hacı’ya amacı he­men açıklamaz, alışveriş, gelen gidenle ilgili sorularla bir sü-

re konu dışında dolaşır dururdu. Yan gözle de bizim sabır­sızlanıp kıvranışımızı sırıtarak seyrederdi. Nihayet ona ne söylemek istediğini hatırlamak istiyormuşçasına uzun bir "eeeee" çekerdi:

"Bebirge’ye İslâm Memed’e haber sal. Hayvanları gön­dersin. Ev sahreye gelecek."

Bunu işitir işitmez sofaya fırlar, çığlıklar kopararak iç avluya dalardık.

O zamanlar köye gitmek iki, üç saatlik bir yol da olsa öyle kolay bir iş değildi. Bitip tükenmiyen bir hazırlık döne­mi vardı. Önce giysi bohçaları dolaplardan iner, ıskartaya çıkarılmak için sıra bekliyenler ayrılırdı. Yüklüklerden hurçlar, heybeler çekilir, tozları silkilir, sökük ve yırtıkları onardırdı. Arkasından boy boy torbalara bulgur, pirinç, mercimek konur, yağ badyaları doldurulurdu. Büyükler bunlarla uğraşırken, bizler de hemen yarım saat sonra yola çıkılıyormuşçasına bağrışıp haykırarak, değnek yontar, lâs­tik sapanların bağlarını sıkılaştırır, mutfağın kara taş eşiğin­de cep çakılarını bilerdik.

Derken bir sabah şafak ağarırken yokuş yukarı sürüp gelen eşek ve beygir taburunun nal sesleriyle uyanırdık. Se­meri en gösterişli ve yavuz görünüşlü eşeği kapmak için ara­mızda bir yarış ve çekişmedir başlar, dövüşüp zırlamaya koyulanlarıri sayısı gittikçe artardı. Daha kimbilir kaç saat son­ra yola çıkılacağı halde, kapıştığımız eşeklerin üstüne tüner, yol yorgunu hayvanları dört nala kaldırmak istermişçesine sıkıştırır dururduk. Sonunda hurçlar, heybeler selâmlık av­lusuna taşınıp hayvanlara yüklenmeye başlanır, içerden kapı kilitlerinin şakırtısı, ninem, ya da annemin "şunu da koydu­nuz mu?" feryatları duyulurdu.

Kadınların kent içinden, hayvan üstünde geçmeleri uy­gun görülmezdi. Hepsi eski çarşaflara sımsıkı sarılmış, nine­min peşinde bostan arasının yolunu tutardı. Bizse Tısoğlan’m güdümünde ikinci kafileyi oluştururduk. Ağırlık taşı­yan hayvanlarla kadınların binekleri köylülerin yedeğinde yola düşer, Ahraz’sa oflayarak yedekçilik ederdi.

Bostan arasında, "aman iyi tut düşeceğim" feryatları

arasında kadınlar bineklerine yerleşirken biz dayanamaz, kafile düzenini bozup eşek yarışma girişirdik. Çoğunun sağ­rıları oluklu saça dönmüş eşeklerin öyle yarışa falan pek mecalleri olmazdı. Habire topuklayıp sopayla dürtmemize rağmen birbirinden ayrılamazlar, ancak tesadüfen itilen eşeğin binicisi keyfinden dört köşe olur, naralar atardı.

Karatar’da dereyi geçip Nurgana’nm koyu gölgeli bah­çe yollarına dalınca kadınlar nerdeyse bir kurşun atımı geri­de kaldı sanırdık. İki yanımızdaki ağaçlardan sarkan iri erik­ler, süt tutup sertleşmeye yönelmiş cevizler bile' bizi bir an yolumuzdan alıkoyamazdı. Kutsal kente erişmeyi kafasına koymuş düşe kalka durmadan ilerliyen Haçlı sürüleri gibi Köprüaltı’na doğru ilerlerdik. Bizi oraya çeken Hapoba’ydı. Gerçek adı belki de ya Fatma ya da Haçce nineydi. Fakat bunu kendisi de bilmez herkes onu Hapoba diye çağırırdı. Hayatta ona kalan tek görev Köprüaltı’ndaki geniş şeftali bahçesine bekçilik etmekti. Bahçenin üst başı ya da herhan­gi bir yönünden açgözlü birisi sokulup bahçeyi talana kalksa kovalayacak mecali bile yoktu. Kaynağı belirsiz, başka bir dünyadan geliyor duygusunu veren boğuk sesiyle haykırıp kimseyi de korkutmazdı. Buna rağmen daha tanyeri ağarır­ken kalkar, sofra bezinin içinden, akşamdan kalma bir iki darı tapılaması alıp çıkınlar, çeşitli amaçlara yarayan eski postekisini koltuğuna sıkıştırırdı. Ucu çatallı sopasına daya­narak dereye doğru inerken de iki kat beli biraz olsun doğrulamazdı. Postekisini bahçenin ayak ucundaki koca cevizin gölgesine serer, sabah namazını orada kılardı. Namaz bitin­ce, uzun ve yorucu bir işi bitirmiş gibi görenler tanrı kulu değil, ceviz gövdesinin çarpık bir uzantısı sanabilirdi. Elinin, yüzünün ve boynunun görülebilen derileri, insan cildinden çok, yaşlı ve göçmeye hazır duruma gelmiş, bir ağacın kabu­ğunu andırırdı. Gözlerinin iki yanındaki buruşukluklar o or­ganlarını nerdeyse iki küçük düğmeye dönüştürecek kadar derindi. Güneşten kavrulup kurumuş, renksiz alt dudağının altındaki derin çatlağı daima bir sigara kâğıdı parçasıyla ka­patırdı. Sırtındaki, boyundan tek düğmeli, kimliği belirsiz yamah entarisinin koynundan tütün kesesini çekmek için

elini daldırınca göğüs etleri görünebilirdi. Üstünde o entari­sinden başka giyeceği olmadığından, aralanan göğüs yırtma­cından yüzü kadar buruşuk bir deriyle, ne olduğu hemen kestirilmeyen pörsük iki torbacık sarkardı. Hapoba her ha­liyle zamanın daha fazla yıpratamıyacağı, ölümün de artık erişemiyeceği bir yaşsızlık duygusu aşılardı.

Köprünün bitimiyle bahçe arasındaki açıklığa erişenler hemen eşeğinden atlar ve Hapoba’nm pöstekisi çevresinde yerini alırdı. Bizi görünce feri çekilmiş gözlerinde hafif bir mutluluk ışıltısı yanıp söner "Hoşgeldiniz, safa getirdiniz kü­çük ortaklar" diye derinden derine sanki inlerdi. Sonucun ne olacağını iyi bildiğimiz halde hep bir ağızdan tutturmaya koyulurduk:

"Hapoba bize hakiye söyle." Gözlerinde gene o ışık bir an yanıp sönüverirdi:

"Aman ortak gündüz gözü hakiye olur mu heç? Sona şeytan tumanımı çalar. Ayıbım ortada donar kalırım hee."

"Dedeme söylerdik. Yenisini alır Hapoba. Ne yar, ne var anlat."

Sanki başka dünyalardan gelen boğuk sesiyle direnirdi:

"Yok ben tumanımdan geçemem."

Bu yamaları aslından daha çok olan şalvarın nesinden geçemediğini bir türlü anlıyamazdık. Biz bu soruyu kafa­mızda evirip çevirirken o konuyu değiştirirdi:

"Bunca yol geldiniz. Her hal karnınız acıktı. Durun size kol dürümü edeyim de yiyin."

Bunu söyledikten sonra bir avucuyla yere, ötekiyle dizi­ne abanarak oynak yerlerini harekete getirmeğe çabalar, değneğini alıp bitişikteki domates tarlasının yolunu tutardı.

O zaman büyükçeler giysisini sıyırıp köprü altına yüz­meğe, daha küçüklerse çamur oynayıp yengeç yuvalarına çöp dürtmeye koşardı.

Kentli ortakların bir iki haftalığına köye konuk gelmesi herkeste çeşitli çelişik duygular uyandıran bir olaydı. Biz ço­cuklar, kente göre yetişkinlerin denetim ve baskısından uzak, sırtımız kabarıp su toplaymcaya kadar yüzer, balık tu­tar, dut ve kayısı ağaçlarına tırmanıp talan ederdik. Bizim

başına buyruk oyun ve eğlencelerimizi ortakların kuzu gü­den, çalı çırpan, çapa yapan çocukları bir süre sirk hayvan­larının akıl almayan ustalıklarını izliyormuşçasına uzaktan dikilip gözlerlerdi. Sonra işlerini bırakıp yanımıza sokulma­ya ve bize katılmanın yollarını aramaya koyulurlardı. Ana ya da babaları arada onları suçüstü yakalar, şamarı basıp işi­nin başına gönderirdi. Aramızda tutmak için şefaat ve aracı­lığa kalkmak boşunaydı. Ortak İslâm Memet suratını daha da asar:

"Yok ortak, köy yerinin işi oyunla dönmez. Sen keyfine bak." diye sanki bizi ve oyunumuzu horlardı.

Köye gitmek evin kadın horantası için de çekici bir de­ğişiklikti. Bitip tükenmek bilmiyen kış hazırlıklarından biraz olsun uzaklaşıp her gün bir başka bahçede sahre etmek, ca­nının dilediğini pişirip yemek, köylü kadınlarını dere boyu­na gözcü dikip suya girmek, ortak karılarıyla çene yarıştır­mak dinlendirici bir değişiklik olurdu.

Bu ziyaretlerden en çok yararlananlar da ortakların ka­rıları olurdu. Her birisi bir bahane uydurup bahçe ve bostanlardaki yorucu işlerden kaytarır, eline bir satıl süt, bir yu­mak tereyağı, ya da bir sepet meyve alıp sahre yerinin yolu­nu tutardı. İkramlarını sunmakla yetinmez, soğan soymak, ekmek açmak, ya da salıncak kurmak gibi işlerin bir ucun­dan da tutuverirlerdi:

"Kız Ayşe nerdesin?" diye sabırsızlanıp haykıran eşleri­ne "Hatmin işine baharım." diye yakayı kurtarmaya kalkar­dı. Sonra günde iki kez, fazla yorulmadan pilâvı, cıvığıyla yemek de vardı. Çoğu etin, yumurtanın tadını böyle fırsat­larda tadarlardı.

Onlar arasında bu ziyaretlerden en çok tedirgin olan ortağın büyük karısı horoz Ayşe’ydi. Hapoba’nın evi oldu­ğundan, bizim zorumuzla her kez onun evine inilirdi. Bu te­veccüh ortağın ağayla olan ilişkilerini ve köydeki itibarını güçlendirirdi. Fakat horoz Ayşe’nin başına en az onbeş ko­nuğun işini yüklemekle kalmaz, çıngıraklı çeyiz sandığına kilitleyip kimseye koklatmadığı yumurta, bal, tereyağ gibi çerçiden alışverişe yarayan ürünlerinin köküne de kibritsu-

yu sıkardı. Her ne kadar açığını, öteki ortakların hergün ta­şıdıkları aynı türden ikramların içinden sezdirmeden ayırdı­ğı paylarla kapatmaya uğraşırdı ama, bunda da biz çocuklar kendini pek rahat bırakmazdık. Kavruk ve gergin gövdesi, sinirli ince dudakları, hain bakışlı, yeşil, iri gözleriyle her an dövüşe hazır, Denizli horozlarım andırırdı. Bizi huylandırışınm nedeni görünüşü değildi. Kaynanası Hapoba’yı durma­dan horlar, sadece ağzıyla değil, yüzü ve gözüyle durmadan döverdi. Sabah erken sofra bezinin içinden alıp gittiği bir­kaç tapılama parçasını bile çok görür, tazesini yapmaz "Ge­ne o cadı karı ekmekleri alıp gitmiş." diye onu suçlamaya kalkardı. Hapoba bir iki domates doğrayıp, kemikleşmiş tapılama parçalarını, teneke şapşağmdaki dere suyunda ısla­tıp dişsiz ağzında geveliyerek nefis körletmese açlıktan ölebilirdi. Kocası ve çocuklarına hergün azık hazırlayıp ulaştı­ran horoz Ayşe daha bir gün onun da önüne taze bir darı tapılaması koyuvermemişti. Bu yüzden hepimiz ona iyice diş biler, çevirdiği dolapları ortaya döküp İslâm Memet’den bir sopa yedirmekten sonsuz bir mutluluk duyardık.

Sabahları dam boyunca serilen kutnu yataklardaki ko­nukları güneşin ilk ışınlarıyla erkenci karasinekler gıdıkla­maya koyulunca herkes birer, ikişer kalkıp ayaklanırdı. So­fadaki ocağın bacasından dumanla karışık taze mısır tapılaması kokuları yükselir, sabah temizliği için dere boyuna, ya da köy önündeki arığa inenler, bahçelere bakan ön odadaki sofranın çevresinde toplanırdı. Büyük, küçük sofra örtüsü­nün üstündeki bal, yağ, kaygana sahanlarına saldırır ve kap­lar birer ikişer boşalmaya başlardı. Bu arada çocuk ya da ye­tişkinlerin, sofrada tükenenlerden daha canı ister, horoz Ayşe’nin nökeri yirik Fatma onu zor durumda bırakmak için seslenirdi:

"Kız Ayşe bacı yağ tükendi bir topa^kap da getir." Ay­şe bunu önce duymazlıktan gelir, fakat Fatma da yakasını bırakmazdı. O zaman Horoz; yüzündeki kavgacı gerginlik iyice artar:

"Nerden gelecek bir topak daha. Hepsi yendi tükendi." diye homurdanıldı. İşte biz de bu fırsatı beklerdik:

"Ayşe bacı hani Cafer ağadan gelen yağı sandığa kitledin ya." diye gammazlardık. Tükendiğini ileri sürdüğü kay­ganalık yumurtaysa, gizlice izliyenlerden birisi yerinden fır­layıp, ahırda samanların arasına sakladığı yumurtaları to­parlayıp getirirdi.

Horoz Ayşe kendinin bile yemeğe kıyamadığı bu de­ğerli besinleri bizden esirgemekte haklıydı. Geçer akçesi bunlardı. Köye çerçi gelince evin tuz, sabun ya da gazyağı ihtiyaçları bunlarla karşılanırdı. Yahudi çerçiyle, bir kalıp sabuna tek yumurta eksik verebilmek için saatlerce çekişir dururdu. O Yirik denen kahbenin bunlardan haberi yoktu. Bütün derdi salınıp ortada dolaşmak, akşam olup İslâm’ın koynuna gireceği saati beklemekti. Herifi artık kartlaşan Horoz’un elinden çekip almıştı, ama o da Yiriği’n ev işleri­ne burnunu sokmasına hiç fırsat vermiyordu. Fakat Yirik de ondan öcünü almanın yolunu buluyordu. Akşamları her yandan el ayak çekilip kocasının koynuna girince olup bi­tenleri kulağına fıslıyordu:

"O Horoz kahbesi gene iki yumurta için ağanın horan­tasına yüzümüzü kara etti." diye ettiklerinin birine bini kata­rak onu dolduruyordu.

Mehmet iri fakat sakin bir adamdı. Öyle herşeye kolay kızmazdı. Yalnız ağayla arasını açması olanağı bulunan işle­re önem verirdi. Çünkü herifin kafası kızarsa, bir tezkere yazıp yarıya işlettiği bahçe ve bostanları elinden çeker alır, başkasına verebilirdi. Köylünün açı çıplağı da esasen, Allah Allah, diye böyle bir günü bekliyordu. İçinin iyice dolduğu­nu önce Fatma’yı azarlıyarak belli ederdi. Fakat ertesi gün fırsatını bekler, olmayacak bir şeyden Ayşe ile maraza çıka­rıp kafasına çullanırdı. Sağı, solu demeden yumrukları indi­rirken de dayağın gerçek amacını ağzından kaçırıverirdi:

"Yumurtayı samana gömen, yağı sandığa kitlen de bizi irezil eden ha."

Horoz Ayşe’nin kaynanasına olmaz eziyetleri edişinin nedeni de bizdik galiba. O ve masalları olmasa İslâm’ın evi­ne inmekte büyükleri bu kadar zorlamayacağımızı avucu­nun içi gibi biliyordu. O olmasa evine konup bir iki haftada

aylığını günlük etmezdik. Başka köylere gider, ya da hiç de­ğilse bir iki kez öteki ortaklara inerdik. Evine konuşumuzun kendine yararı olmuyor değildi. Öteki ortaklardan, hatta öteki köylerden gelen ikram ve hediyeler eline teslim edildi­ğinden, köteğe falan aldırış etmeden payını alıp açığını ye­terince kapatabilmenin yolunu buluyordu. Evden getirilen hurçlar dolusu erzaktan da ortak payını ihmal etmezdi. Ni­nem sık sık "Gene mi tükendi pirinç, şeker." diye kızardı. Horoz hemen ortaya atılır, "Aman hatm bunca ağız değir­men gibi ühütür." diye kuşkuları dağıtmaya uğraşırdı. Sonra bahçede pişenin artıklarını, kesilen koyun ve kuzuların deri ve kellelerini kimseye kaptırmazdı.

Horoz bu kadarla da yetinmezdi. Yemeklerin tencere­de kotarılma zamanı çevrede olanlarımız annemin tepesine dikilir, "Ver Hapoba’ya bir sahan götürek" diye tuttururduk. Vızıltıyla sahanı tepeleme doldurtur etinin budunun yerin­de olmasını sağlardık. İlgi ve sevgimiz Horoz’un gözlerinde öfke ve haset ateşlerini tutuşturur, elimizdeki sahanı kapıp "Yorulma ben iletirim." derdi. Huyunu iyi bildiğimiz için pe­şini bırakmaz cevizin altına kadar gözlerimiz üstünde çevre­sinde giderdik. Gene de o sahanın yüzündeki etleri kapıp ağzına tıkar, hiç değilse yalancıktan tökezleyip içindekinin bir bölümünü dökerdi. Düzeninden kurtulanı, ite yem atarcasma ihtiyarın önüne fırlatır, "Al zıhımlan. Döller gene sensiz edemedi." diye homurdanırdı.

Bahçede akşam ekmeğine gün batmadan oturulurdu. Sanki göze görünmeyen gizli eller köylü, kentli herkesi ka­ranlık basmadan yamacı tırmanıp köye girmeğe zorlardı. Akşam loşluğu koyulaştıkça dere boyu ve bahçeler arasında uzanan patikalardaki ayak sesleri hızlanır, kuzu ya da oğlağı terslenip direnen çocukların cırlak sesli "Şişe domala kalasıca" feryatları duyulurdu. Gecikip hızlanmayı erkekliğe yediremiyen cahallar yanık bir maya tutturur, sesini sanki bekçi­lik ettirirlerdi kendilerine. Günün batıp dere boyunu perde perde karanlığın örtmesinden telâşa kapılmayan yalnız Hapoba’ydı. Akşam yemeğini getirdiğimiz sahanı son lokma ekmeğiyle sıyırıp dişsiz ağzına teper, sonra emekliyerek de­

re boyuna inerdi. Kabı bir iyi kumlar, aptestini tazeler, bi­zim tepinip sıkıştırmalarımıza aldırış etmeden "Dur kurban, sürü geçip köye gitsin de biz de giderik." derdi. Her boydan bir çocuk halkası ortasında, değneğine abanarak köprüye yönelir, eğer sürü akşam suyunu alıp köyün yolunu tutma­mışsa bir yana ilişip beklerdi. Onu gören çoban ıslığı basıp koyunları sıkıştırır, sanki o yürüyüp kendinden önce köyün yolunu tutuverirse koyu gölgelere sinen bütün hortlak ve zebaniler üstüne atılacakmışçasına tedirgin olurdu.

Evi bulunca sofadan dama çıkan süllümde, bir kısmı­mız elinden çeker, ötekiler arkadan iterek damı bulurduk. Kilimlerin, yatak dizilerinden arta kalan bir ucuna Hapoba inliyerek yerleşir, değneyini yanı başına uzatır, biz de çevre­sine bir iki halka çevirirdik. Ne kadar sabırsızlanıp sıkıştır­sak hiç istifini bozmazdı:

"Durun kurban hele bir yorgunluk cuvarası da mı içmiyek." diye elini koynuna atardı. Doğudaki tepelerin üzerin­de, pamuk yığını birkaç bulutun arkasından masal saatine katılmak için koşa koşa ilerliyen ayın soluk ışığında kesesin­den aldığı birkaç izmariti paralayıp tütünlerini cigara kâğı­dına boşaltır, dürüp tükrükler, ağzına yerleştirirdi. Elindeki çakmaktaşından arada bir çıkan kıvılcımlar, solgun aydınlı­ğın perileştirdiği yüzünün kırışık ve yorgunluğunu bir an için aydınlatıp sönerdi. Damın saçaklarında uyku tutturma­ya uğraşan güvercin ve atmacaların mırıltı ve kanat pıtırtıla­rının ötesinden, dere şırıltılarına karışan gece böceklerinin uyutucu fasılları yükselirdi.

Uzun uğraşmalardan sonra tutuşan kavdan yaktığı si­garasından bir iki nefes çeker, ağzından, burnundan du­manlar fışkırtarak söze koyulurdu:

"Vaktin zamanında, deve tellâl iken, eşek hamal iken." diye bütün sızıldanmalarımıza rağmen masal başı tekerle­mesini sonuna kadar yinelerdi. Keloğlanlar, zümrüdüanka kuşları, yiğit şehzadeler, kafdağı ve devlerle masal koyulaş­tıkça ağzımız ve gözlerimiz ayrık, tepeden tırnağa kulak ke­silmiş, yorgunluğu, güneş yanıklarını, kesilen parmakları unutur giderdik. Bütün direnmelere rağmen en küçükler,

günün koşturmasından bitkin uyur kalırdı. Onları farkedince Hapo nine sigarasının başını toprağa sürüp söndürür, iz­mariti kesesine yerleştirir, inliyerek uyuyakalanı kucaklar, en yakındaki şiltenin içine bırakıp üstüne yorganı çekerdi. Halka gittikçe seyrekleşir, yavaş yavaş sıra kucağına sığma­yacak kadar boylanmışlara gelirdi. Onları da yarı uyarıp koltuğundan tutarak yatağa sokardı. Dinleyici kalmadığına emin olunca kendi de kimbilir evin hangi çulsuz köşesinde birkaç saatlik uykusuna dalmak için çekilip giderdi. Onun ne zaman, nerede yattığını, ne zaman kalkıp bahçeye indiği­ni hiç birimiz görememiştik. Ama ondan uzakta, derin uy­kudayken bile etkisinden tüm kurtulamazdık. Düşümüzde, ağzının iki yanından salya akan, kazma dişli devlerin korku­suyla inleyip,sayıklar, bulutlar arasında uçuşan sihirli secca­denin üstünde peri padişahının kızıyla oynaşır dururduk. Bı­yıklarım terleyip boylandığım yıllarda bile onun sihirli, bo­ğuk sesinin içimize doldurduğu masal dünyası sürüp gitti. Bazan gün ağarmadan uyanırdım. Yüreğim çarparak ilk sa­bah horozunun ötmesini beklerdim. O kurtarıcı ses içinde gecenin durgunluğunu dinlerken, Kafdağı’nm altındaki tu­tuklu devlerin, mahpus damlarını delmek için diş ve tırnak­larıyla eşinip uğraştıklarını işitir gibi olurdum. Ya Allah göstermesin yeryüzünün tüm horozlarının uykuya dalacağı tutar da gün ağarıverirse diye içim titrerdi. O zaman büyü bozulur ve yerin yedi kat dibine kapatılan kazma dişli devler Kafdağı’nı yarıp yeryüzüne yayılır, Tanrı kullarını kasar kavururdu. Fakat bereket versin horozların çoğu uyuyakalsa da görev bilinçli birisi gözünü açıp çığlığı basıverirdi. Kafdağı’nm, sigara kâğıdı kalınlığında kalan kayaları bu sesi du­yunca yeniden bitişip devleri yedi kat yerin dibine gömerdi. Şimdi bile gün doğuşunun yaklaştığını müjdeleyen sabah horozunun sesini derin bir mutluluk içinde dinlerim.

Çocukluğun o büyülü yılları artık geride kalmıştı. Uzak kentlere okumaya gidiyor, ancak yaz aylarında sılaya döne­biliyordum. Kafada artık başka yeller esiyordu. Artık yaz aylarında Bebirge diye tutturanların arasında değildim. Sö­zü edilince de surat asıp ben gitmem diye tutturuyordum.

Ama bir tatil başında dönüp de, gözü yaşlı küçük kardeşle­rimden Hapoba’nın o kış göçtüğünü duyunca, içimde bile­mediğim bir bağ, sızlıyarak kopar gibi oldu.

Bir gün kendi başıma ata bindim. Bebirge’de, belki de onunla beraber göçüp giden o sihirli çocukluğu aramaya git­tim. Büyük cevizin altı boştu. Onun yerine, toprağın üstüne oturup sırtımı ağacın gövdesine dayadım. Ortadan silinip gi­den yalnız o değildi sanki. Tepesi göklere karışan kavak ve cevizlerin boyları kısalıp bodurlamıştı. Dallardan sarkan ürünlerde eski parlaklık ve çekicilik kalmamıştı. Dere bo­yundaki yalangozların yapraklarını kızıl bir toz kaplamıştı. Yüzyılların seline, yeline göğüs geren üç ayaklı taş köprü nerdeyse göçecekmiş gibi geldi bana. Altından gürül gürül akan dere, çekilip bulanık bir su birikintisine dönüşmüştü. Galiba Hapoba göçüp giderken herşeyin baş döndürücülüğünü, insanı büyüleyen sihir ve güzelliğini de birlikte alıp götürmüştü.

İKİ CANDAN KOMŞU

Patpat Ali efendi ile Söylemez Mustafa efendi hem KeJjrmikli Bedesten’de dükkân komşusu hem de aynı so kakta mahalle arkadaşıydı. İkisi de manifaturacılıkla uğraşırdı. Her ikisinin de müşterilerinin çoğu yazı köylerin­den gelirdi. Oğluna, kızına ağırlık görecekler, pırtıları yama tutmaz duruma girenler, su-smır davasından birbirine dü­şüp kafakolluk olanlar, tohumluk, eşek, öküz parasına sıkı­şanlar, taşıtlarını nalbant ahırına çeker çekmez onlardan bi­rinin dükkânını boylardı. Sabah namazını Hacmasır’da bir­likte kılarlar, kahvelerini İbiş’te içip nerdeyse aynı anda Bismillâh çekip anahtarlarını aynı zamanda kilide sokarlardı. İyi tanımıyanlar ilişkilerinin dış görünüşüne bakınca ner­deyse bitişik kardeşler sanırdı.

Halbuki, bir kez görünüşlerinin benzer yanı yoktu. Pat­pat keyfine düşkün bir kişiydi. İri siyah gözlerinin içinde bi­teviye gülücük ışıltıları pırıldar dururdu. Tezgâhın üstünde­ki seccadesine yayılır, koltuğunun altına küçük kürsüsünü çekerdi. Kısa aralıklarla kocaman ağzını alabildiğine ayıra­rak esnediğinden, uyanıkken bile uyuyor kanısını verirdi. Ama öyle içi geçkinlerden de değildi. Olur olmaz her şeye göbeğini hoplatarak güler, gelip geçen herkese sataşıp ya­renlik ederdi.

Söylemez Mustafa ise gerçekten söylemezdi. Uzun boylu, etsiz, yağsız, kavrukça bir adamdı. Kısa çember saka­

lı, kemerli iri burnu, nereye baktığı kolayca kestirilmeyen gözleriyle, durmadan kafasının gerisinde düzenler kuran tertipçilere benzerdi. "Belli, hayır" gibi tek heceli sözlerden fazlasını ağzından koparabilmek kolay değildi. Ama elleri durmadan işlerdi. Ya püsküllü, iri, kehribar teşbihini aralık­sız parmaklayıp çevirir, ya da biteviye sigara sarıp tabakası­na basardı. Bedestenin loş, hafif tertip küf kokan uyuşuk havası içinde iki komşunun gül gibi geçinip gittiğini sanmak çok kolaydı. Gerçekteyse durum hiç de böyle değildi. Yıllar­dan beri iki dükkân komşusu arasında güleryüzlü, belli bir nedene dayanmayan bir çekişme, belki de bir yarışma, daha da gerçeği ilân edilmemiş bir savaş sürüp giderdi. İkisi de elden geldiğince bunu birbirlerine sezdirmemeğe uğraşır, içleri hırs, kıskançlık ya da öfkeden yanıp kavrulsa da herşeyi gülücük maskesi altında gizlemeğe uğraşırlardı. Bu yarış­ma ve çekişmenin karşılıklı ilişkilerinde bulaşıp yayılmadığı iğne başı kadar yer kalmamıştı. Akşam haylan kabağının dolmasını yemek niyeti ile Ali efendi Sarı Memik’le sabah alışverişine mi koyuldu; Mustafa efendi, durumu izler izle­mez doğrama ve bulgur pilâvı yemek niyetinden vazgeçer alışverişi haylan kabağına çevirirdi. Arasıra da henüz niyet­lerinin belirgin olmadığı bir sırada karşılaştıkları da olurdu. Selâm sabahtan sonra ustalıkla birbirinin ağzından lâf çek­meğe uğraşırlardı. İpucu sağlıyamadıkları zaman da bakkal, manav, kasap dükkânlarına bakıştırmayı uzatır, bir yandan da birbirini gözetlemeğe devam ederlerdi.

Bazan Ali efendi bir yolunu bulur ona sezdirmeden öğ­le yemeği için Güllü’ye kebap, baklava ısmarlar, komşusu soracak olursa öğle ekmeğine akşamdan kalma mıkşı yiye­ceğini söylerdi. Öyle ezanını duyup dükkân kepengini yarıya kaldırarak evin yolunu tutmaya hazırlanan Mustafa efendi kebapçı çırağının getirdiği tepsiyi görünce hafif tertip kıza­rır, birden niyeti değiştirip kepenk değneklerini yeniden da­yayıp yerine otururdu. Geri dönmeye davranan çırağa bo­ğukça bir sesle "Bana da onlardan bir kişilik çabuk getir." diye komutayı verirdi.

İkisinden birinin boş olduğu sırada mazallah ötekine

bir müşteri gelecek olmasın. Boş duranın kulakları ve gözkuyrukları hemen bitişik komşu yönüne ayarlanır, olup bi­tenlerin hiçbir ayrıntısını kaçırmamak için beyin hücreleri ışıl ışıl yanmaya başlardı. Tam pazarlığın bağlanıp arşına sa­rılmaya sıra gelince, öteki yekinir, ya "Hele şu mecidiyeyi bir bozuver" ya da "Yoğrum hele şu kalemini ver." gibi ba­hanelerle araya girip işi karıştırmaya yeltenirdi. Bütün en­gelleme çabalarına rağmen alışveriş önlenemezse yenilen taraf telâşla yemeniyi giyer, bedesten kapısının bir köşesine sinerek alıcının çıkışını beklerdi. Aldıklarını koltuklayıp yo­lu tutan müşteriye çarşı içinde sokulunur "Ey! oğlan mı everiysin?" aşinalığı ile fiyatlar sorulurdu. Arkasından peşin mi harmana mı araştırılır, koltuktaki dükkân sahibinin ikramı da olsa alıcının içine bir kuşku, tedirginlik sokmak için el­den gelen yapılırdı.

Birbirlerinin huyunu avuçlarının içi gibi bildikleri halde bilmezlikten gelir, işlerini de ona göre tutmaya çabalarlardı.

Ali efendi yıllık alışveriş için Haleb’e gitmeyi tasarlıyor­sa İstanbul’dan mal alacağını söyler, Mustafa efendi kıraç tarlalarına o yıl mercimek ektirecekse, arpa saçtıracağım di­ye yayardı. Yarışmalarını çevreye belli etmeyelim dedikleri halde hem Bedesten esnafı hem de evlerinin horantası herşeyin farkındaydı. Onların bu tutkularını da alabildiğine sö­mürmekten geri kalmazlardı. Komşulardan birisi uğrayıp Ali efendinin acı bir kahvesini içmeye görsün. Mustafa efendi ne eder eder onu öğle yemeğine karlı ayran ve lah­macun yemeğe zorlardı. Eli paraya biraz daralıp Ali efendi­den borç almayı tasarlıyan önce Mustafa efendiye uğrar, işitilmiyecek bir sesle oradan buradan bir iki fiskos edip Ali efendinin tezgâhına çökerdi:

"Aman iki haftalığına bana on altın." demesine hacet yoktu. Şöyle önemsemiyen bir el sallayışı ile "Elimiz biraz dardaydı, ama Allah razı olsun" demesi yeterli. Ali efendi telâşla uzun oturuştan toparlanır, elini kasanın anahtarına atar, sözü bitirmesine meydan vermeden sorunu çözerdi:

"Ey! Maşallah arkadaş öldük mü? Komşu komşuya

beyle günde gerekli olur. Kaç tane istersin. On mu yirmi mi?" diye nazsız keseye davranırdı.

Evlerde durum da benzeriydi. Ali efendinin Ümmahan hatunun canı Kavaklık sahresi çekerse "Beşire hatın dedi, cumaya Kavak’da çiğköfteyle fasulye tavası yiyeceklermiş." diye havadis vermesi yeterliydi. Oğlanlar babalarına camız gönü yemeniyi, kızlarsa sadakor zubunlukları da bu yön­temle aldırırdı.

Bu yarışma yıllardır iki komşu arasında barışsever ve zararsız bir kılık altında sürüp gidiyordu. Fakat nasıl oldu bilinmez işler birdenbire kızışmaya başladı ve tehlikeli ola­bilecek bir boyuta dökülüverdi. Galiba bu hızlanmanın baş­langıcı Birecik’ten hediye gelen şapırt balığı olmuştu.

Birgün akşam üzeri nasılsa Ali efendinin evine erken döneceği tutmuştu. Köşedeki fırına gelirken, karşıdan Mus­tafa efendinin büyük oğlunun elinde bir tepsiyle yaklaştığını farketti. Oğlan yanı başına gelince tepsinin içindeki, doma­tes dilimleri, yeşil biber ve bol maydanozla donanmış iri bir şapırtın yattığını gördü. Ustalıkla oğlanı sorguya çekmeye koyuldu. Balığın kar içinde Birecik’ten hediye geldiğini, komşusunun akşama, kimseye duyurmadan sineksiz bir yaz etmek niyetinde olduğunu öğrenmiş ve içine kurt düşmüştü. Çarşıda satılsa gider hemen iki tane alırdı. Yakın yer olsa adam koşturur, dinamit attırır, haft tutturur, kendisi de şa­pırtı her hal yerdi. Ama ne çare bu meret her istenildiğinde ele geçiveren şeylerden değildi. Mustafa efendi akşama fı­rında kızarmış şapırt yesin, kendisi de patlıcan kızartmasıyla mercimekliye kaşık sallasın!.. Bu olacak işlerden değildi. Ali efendinin kafası, müşteri baskınına uğramış ateş değirmeni gibi işlemeye koyuldu.

Sokak kapısından girdi gireli havuz başındaki kürsüye çöküp yüzünü sallandırarak suları seyreden kocasının, ye­meğin gecikmesine içerlediğini sanan Ümmahan hatun te­lâşla küçük kızma seslendi:

"Kız Ayuş gel şu ateşi körükle de balcanlar tez kızar­sın."

Ama eri, her zaman yaptığı gibi iri iri yutkunarak çev­

resinde dolanıp "Nerde kaldı yemek?" diye kendini sıkıştır­mıyordu. Herhalde başka bir tasası olmalı diye düşündü. Tavayı ateşten indirip yanı başına sokuldu:

"Hayrola efendi. Bir derdin mi var?" diyerek, söz kapısı açmayı denedi. Fakat o sanki ne tepesine dikilişinin, ne de sorduğunun farkına varmamış gibiydi. Bir süre kılı kıpırda­madı. Sonra birdenbire etli dudaklarında bir gülücükle doğ­ruldu:

"Ulan Ahmet!.. Kapının urguna dikil. Mustafa Emmin eve gelince bana haber ulaştır. Kendine birşey deme. Kafanı kırarım ha." diye gürledi. Sonra da eşine dönüp ekledi:

"Yeri, balcanı da mercimekliyi de selenin altına koy. Çarşafı giy. Çoluğu çocuğu da hazır et. Gezmeğe gedicik."

Donup kalan Ümmahan hatuna bütün soruşturmaları­na rağmen başka tek bir söz etmedi. Dudaklarındaki kurnaz gülümseme, yoğun bir mutluluk ışıltısına dönüşüp bütün yü­züne yayılıvermişti. Yalnız bir ara sabahtan Bebirgeli orta­ğın getirdiği şekerpare kovasını, çocukların talan edip etme­diğini sormuştu. Eşi de kaşlarını çatıp sitemle "Yedirir miyen heç, kan kardeşinden esirgediğin şekerpareleri?" deyivermişti. Gerçekten de öyleydi. Yıllarca önce Bebirge’deki bahçenin bir yanına özel olarak getirtip diktirdiği şekerpare fidanlarının ürünlerinin balının nasıl aktığını her yerde över durur, fakat kimseye koklatmazdı. "Hele bir tadına baksak." diyenlereyse "Arhadaş, dört beş ağaç. Anca bize göre" deyip yan çizerdi.

Şekerpare leğençesini havuz başına getirtti. En göste­rişlilerini seçip, kalayı ışıl ışıl yanan lengere özenle yerleştir­di. Esrarlı bir işler döndüğünü sezinliyerek, top gibi avluya atılıp Mustafa emminin geldiğini fısıldayan oğlunu bir yana itti. Hiçbir şey kavrıyamadan onu izleyip duran Ümmahan hatuna döndü:

"Kız yeri, acer zubun giy. Halep’ten getirdiğim canfas çarşafı da tak sırtına. Beşibiryerdeler de boğazında olmalı. Uşakları da bir iyi donat. Düğün evine gider gibi. Hazır olun beklen."

Sonra şekerpare lengerini kapıp sokağı boyladı. Musta-

fa efendinin kapısının tokmağını tıkırdattı. Dört elif uzunlu­ğunda bir "Kim oooo?" çeken çocuğa "Babanı kapıya sal." dedi. Mustafa efendi komşusunu, elinde şekerpare lengeri Ali efendiyi dikilir görünce önce afalladı, sonra da hilelendi. Kuru bir sesle şaşkın "Buyur komşu" demekle yetindi.

"Bizim ortak Bebirge’den getirmiş. Doğrusu sensiz bo­ğazımdan geçmedi." diyerek lengeri uzattı. Mustafa efendi ne gözlerine, ne de kulaklarına inanabiliyor, işin altında ya­tan yaramazlığı kestirmeğe uğraşıyordu. Fakat Ali efendinin lengeri eline tutuşturup yüzgeri davranmaya kalktığım gö­rünce kuşkuları telâşa dönüştü. Yarış damarı gıdıklanmıştı:

"Dur hele, dur komşu... Gelmişken gir içeri bir acı kah­vemizi iç." Ali efendinin daveti kabullenip kabullenmediği­ne bakmadan başını çevirip "Kız, kimse olmasın." diye iç av­luya seslendi.

Yukarı kat sofasının esintili penceresi önündeki min­derlere karşılıklı yayılıp sigaraları yaktılar. Biraz öteden be­riden söz ettiler. Ama Mustafa efendinin kafasının gerisin­de birşeylerin döndüğü tutukluğundan belli oluyordu. Kesik kesik konuşuyor, Ali efendinin söylediklerini pek de izliyemiyordu. Bir ara hiçbir söz etmeden yerinden davrandı ve merdivenleri indi. Bir süre avlunun köşesinde anlaşılmıyan fiskoslar yükseldi. Sonra gelip yerine oturdu. Ali efendi dönmek için davranınca Mustafa efendi dikleşti:

"Yok komşu bu saatte kalkıp gidilmez. Selenin altında ne varsa birlikte yeriz." diye niyetini ortaya vurdu. Ama Ali efendi kolayca alta yatmak niyetinde değildi:

"Sağol komşum. Yemediğimiz yer mi? Evin horantası bekler." diye dizi üstüne doğruldu. Mustafa efendi sıçrayıp omuzundan bastırdı:

"Dur yahu... Aha Şâkir’i salar onları da çağırırık. Güle yala ne varsa barabar yirik." Karşılık beklemeden de "Ulan Şâkir." diye aşağıya seslendi. Büyük oğlana da aşağıda fısıltı talimatı verildikten sonra arkasından "Tez olsun haaa." diye seslenilerek fırıncı Şâkir ustaya gönderildi.

Yemek biraz gecikmiş, bitişik avlulardan yükselen ya­nık soğan kokulu yağ cızırtıları, kaşık, sahan tıkırtıları ner-

deyse yatışır gibi olmuştu. Sonunda yukarı sofada erkeklere, avlunun sofadan görünmeyen kuytu bir yerinde de kadın ve kızlara sofra kurulmuştu. Şapırtın az kılçıklı kuyruk yanı er­keklere gelmiş, hayırsız baş tarafı da ayallere kalmıştı. Ali efendi nefes almadan löp etleri yolup lokma ediyor, biberli, salçalı suyuna banıp tıkmıyordu. Elinin erişemediği yanları­nı da çocuklarının önüne doğru iteleyip duruyordu. "Evimi yıkar yüzümü ağartırım” çabası içinde olan Mustafa efendi ise, herkese yetmiyecek tasasıyla iri iri yutkunuyor, ekmek lokmalarını salçaya bandırıp ağzına sokmakla yetiniyordu. Bereket versin, balık amadanı bulaşıcının elinden yeni kur­tulmuşa benzeyince, ortaya tepeleme lahmacun tepsisi de gelmişti. Mustafa efendi de beş, altısını dürümleyip midesi­nin sızısını dindirebilmişti.

Söylemez birkaç gün, şapırtı içine sine sine yiyemediği halde, ikramda komşusundan geri kalmadığını anıştırarak gerinip kasılmıştı. Fakat Patpat’m da önüne gelene, bir len­ger şekerpareye karşılık Söylemez’in Birecik’ten kar içinde gelen şapırtını yedik bitirdik, diye böbürlendiğini duyunca geldiği oyunu anlar gibi olmuştu. O günden sonra suratı da­ha da asılmıştı. "Dur ulan Patpat bunu senin yanma ko­mam." diye kötü kötü hesaplar kurmaya koyulmuştu. Birkaç gün kehribar teşbihini sinirli sinirli çevirdikten sonra, aradı­ğını bulmuşçasına haline bir durulma geldi. Kimseye sezdir­meden Bedestan kapısı dibindeki, Ali efendinin hiç hoşlan­madığı Hacı Kıllama’yla fiskoslaşmaya koyuldu. Sonra da Hacı Bedesten komşularını birer ikişer dolanıp fısıldaştı. Derken bir akşam Ali efendi dükkânın anahtarını beline so­kup evin yolunu tutunca kurulan oyun adım adım gelişmeye başladı. Ali efendi daha akşam namazı için havuz başında ayaklarını yıkarken kapı çalınmıştı. Açan büyük oğlu da içe­riye "kimse olmasın" diye seslenivermişti. Patpat, bu da kim ola, diye kalın boynunu sokak kapısına doğru çevirirken üç bedesten komşusunun arka arkaya avluya daldığını görmüş­tü. Şaşkın şaşkın onlara baka kalan Patpat’la selâm alışverişi yaparken bir yandan da "Niye sefil oldun Ali efendi yoğ­rum." diye özür diliyorlardı. Ali efendi işin içinde bir bit ye­niği olduğunu sezinlemişti. Fakat bozuntuya vermeden mi­

safirleri buyur edip yukarıya aldı. Onları yerleştirmeye vakit bulmadan gene kapı çalınmış avluya bir dof Bedestan esnafı daha sökün etmişti. Ali efendi ohlıya, bir yandan puflaya minderler taşıyıp seriyor, bir yandan da bu beklenmedik mi­safirlerin karşısında küçük düşmemek için ne yapabileceğini tasarlamaya uğraşıyordu. Yukardaki odalardan birisiyle so­fa nerdeyse dolup taşmıştı. Mutfakta şaşkın eli eteğine dola­narak bu baskını izliyen Ümmahan hatunu yatıştırmak ko­lay bir iş olacağa benzemiyordu. Onunla tez elden ortaya neler koyabileceğini tartışırken kapı yeniden çalınmıştı. Bu kez, kimse olmasın, narası duyulmadı. Onun yerine oğlanlar içeriye lâhmacun, baklava tepsileri taşımaya koyulmuşlardı. Tepsi akını sona erince büyük oğlan, Güllü’nün çırağı tepsi­leri sabah ezanından sonra gelir ahrım, dediği haberini ge­tirdi. Patpat bunun bir Söylemez oyunu olduğunu düşüne ­cek gibi olmuştu ama herifin ortada izi yoktu. Tam herkes iki divan sinisinin çevresinde lâhmacunları dürümlemeye gi­riştiği sırada Mustafa efendi çıkageldi. Gözlerinin içinde sinsi bir zafer ışıltısıyla "Kusura kalma geciktik. Neye sefil oldun yoğrum Ali efendi." diye sofradan açılan yere çök­müştü. Yemek boyunca ve acı kahveler içilirken de herkes sanki Ali efendiden dibi mühürlü yemek davetiyesi almış gi­bi konuşuyordu. Patpat bütün akşam renk vermemeye çalış­tı ama ertesi gün Güllü’ye sekiz mecidiyeyi sayarken yüreği­ne sanki evlât acısı çökmüş gibiydi.

Bereket versin öc alma fırsatı gecikmedi. Bu kez Ali efendinin kafası iyice kızmıştı. "Dur ulan, bağ serpenesi, bu­nu senin yanma komam" diye kendi kendine homurdanıp duruyordu. Mazlum’un harafma esnaf sahresine gitmişlerdi. Ali efendi birkaç ahbapla bağ boyunu dolanmaya gittikleri sırada adam boyu bir kara yılana rastlamışlar, taş, sopayla kafasını ezip bir yana bırakıvermişlerdi. Bir ara Ali efendi, kimseye sezdirmeden bu kılık değiştirmiş şeytan ölüsünü getirip Mustafa efendinin bir ağaç dalma asıverdiği sakosunun cebine dolduruvermişti. Söylemez yılanın lâfından bile huylanır, sözü edilince beti benzi solardı. Çakır keyif eve dönme zamanı gelince, sırtına attığı sakonun ağır basan ce-

bindekinin ne olduğunu kestirmek için elini daldırmıştı. Parmak uçlarına dokunan soğuk ve kaygan halatın ne oldu­ğunu önce kestirememişti. Ne olduğunu anlamak için tutup çekince benzi kül gibi olmuş, dili damağına dolaşarak oldu­ğu yere çöküp kalmıştı. Günlerce kendini toplıyamamış, her rastlayışında içinden Patpat’ın gırtlağına sarıhvermek gel­mişti.

Düzenlemek zorunluğu duyduğu karşı saldırıysa birgün kendiliğinden oluşuvermişti. Ali efendinin ev horantasını Nurgana sahresine gönderdiğini duyunca o da evdekileri eşeklere yükleyip Bebirge yoluna koyulmuştu. Bu zamanlar­da evin erkekleri genellikle kentte, işlerinin başında kalırdı. Fakat Mustafa efendi yaz sıcağında ikindiyi ohluya, puflaya kıldıktan sonra birden atma atlayıp Bebirge yolunu tutuverrnişti. Sacır suyu boyundaki koyu gölgelerde iki gün serinler gelirim diye düşünmüştü. Gün devrildiği halde bütün gün güneş ışınlarını emen kızıl topraklardan sanki fırın ateşi çı­kıyordu. O yüzden de şoseyi bırakıp bostan aralarından Karatar’a çıkmış, dereyi sürüp geçerek Nurgana’nm güneş sızamayan bahçe yollarına dalmıştı. Kalayhpmar yolu yöre­sindeki sulak tarlalara gelince atının başını çekti. Bu kan değerindeki mallardan ikisi Patpat’ındı. Söylemez ürünle yüklü, ucu bucağı gözükmeyen patlıcan, domates dizilerini, boğazı kuruyarak hasetle süzdü. Sonra gözlerine, ağacın al­tına yumulmuş kendini izliyen kadın ilişti. Herhalde bu or­tağın karısıydı. Ali efendinin horantası da derenin alt yanın­daki erik bahçesinde olmalıydı. Kafasında birden çakan şimşeğin etkisiyle, derin derin içini çekti: "Hey gidi dünya hey... Sultan Süleyman’a kaldı mı ki, sana kalaydı Ali efen­di. Kim derdi beyle sabah kalkıp akşamı bulamıyacak diye." Sonra donup kalan kadının birşeyler sormasına fırsat ver­meden atını topuklayıp uzaklaştı.

Ortağın karısı duyduklarını kısa bir süre kafasında alıp vermiş, sonra da şalvarının ıslanmasına bakmadan Sacır su­larını tepeleyip erik bahçesinin yolunu tutmuştu. Orada hiz­met gören nökerini bir yana çekti. Sonra da "Kız nasıl etsek

de ortağın hakkın rahmetine kavuştuğunu hatına duyursak." diye akıl danışmıştı.

Yirik Fatma öyle nökeri gibi patavatlı değildi. Hemen Ümmahan hatuna koştu, olup bitenleri kendi duymuşçasına anlatıverdi. Çoluk çocuk üst baş yolup hüngürdemeye, diz­lerini dövmeye koyuldular. Ortağın "Aman hatm sabah ola hayrola." demesine aldırmıyan Ümmahan hatun, dolma ten­ceresini ateşte bırakıp beygir, eşek ne bulduysa bindirip gün batarken yola koyulmuştu. Yatsıyı geçe kente giriıjce doğru babası evine sürdü gitti. Kızını, gözler kançanağı, saçlarını yolar karşısında bulunca ihtiyar neye uğradıklarını kestirememişti. Olanı işitince şaşırmış, acap benden habersiz bir­şey oldu mu diye telâşlanmıştı. Fakat ağası "Yahu akşam kahvede beraberdik. Yemeğe bize gidek diye zorladım gel­mek istemedi." deyince hepsi yeni bir şaşkınlığa kapılmıştı. Sonunda mekkâre ve piyade taburu yola koyulup Ali efen­dinin kapısına dayandı. Kapıyı açmaya gelen efendinin tok öksürüğü herkesin yüreğine serin sular serpmişti. Yitirdiği eşeğine yeniden kavuşan yoksullar gibi Ümmahan hatun "Rabbime bin şükür." diye onun dolgun yanaklarını sıvazlı­yordu. Patpat’sa oyunu sezinlemiş, suratı asık "Dur ulan do­muzun serpenesi, bunu yanına kor muyum." diye homurda­nıp duruyordu. Söylemezse Bebirge’deki ortağın damında kutnu yorganı gırtlağına çekmiş, bir yandan da saçakta uyuklıyan güvercinlerin mırıltısını dinliyor, bir yandan da bir türlü keyiften uyku uğramıyan gözleriyle gökteki iri, gü­ney yıldızlarını sayıp duruyordu.

Aralarında sürüp giden bu savaşın kendiliğinden olu­şan iki yasası vardı: Birincisi gelip geçeni yapanın yüzüne gelip, başına kakmamaktı. İkincisiyse ev horantasını işin içi­ne karıştırmamaktı. Patpat burnundan soluyarak imansız serpenenin ikinci ilkeyi kökünden bozduğu yargısına var­mıştı. Öyleyse ona uluslararası kuralları bozan bir korsan gi­bi davranmakta sakınca yoktu. O da karşı saldırısını buna göre düzenleme kararı aldı.

Patpat’ın kafası birkaç gün yemekte, yatakta, namazda bundan başka düşünceyle uyuşamaz olmuştu. Müşterilere

keseceği malm arşınını şaşırıyor, lâhavle çekerek al baştan ediyordu. Bir akşam yemekten sonra yukarı sofanın pence­resinde bağrını serin akşam esintisine vermiş kahvesini yudumluyordu. Bir ara yolu aydınlatan petrol lâmbasının fer­siz ışığında bakışları komşusunun sokak kapısına takılmıştı. Sonra gözlerini avlu duvarının bittiği çizgiye kadar yükseltti.

"Gâvurun serpenesi. Sanki evinde padişah hâzinesi var. Duvarı herkesinkinden üç kat fazla çektirdiği yetmiyormuşçasma bir de üstünü keskin cam kırıklarıyla döşetmiş." diye düşündü. Kahveden bir yudum daha çekti. Sigarasını iyice nefesledi. Gerdanını iki parmağı arasında çekip sündürdü. N’etmeliydi bu Söylemez gavvadına? Böyle dalıp gitmişken birden toparlanıverdi. Komşu kapısını daha iyi görmek is­termişçesine kalın boynunu pencere parmaklarına doğru iyice uzattı. Uzun uzun baktı.

Çekilip sırtını yastığa verdiği zaman etli dudağında be­lirgin bir zafer ışıltısı yanıyordu. Tombalak eliyle altına çal­dığı bacağının dizine keyifli bir şaplak indirdi.

Herkes yerli yerine çekilip sesler kesilince Ali efendi yatsı aptesti bahanesiyle avluya indi. Henüz uykuya dalmıyanların duyabileceği bir sesle "Allah, elhamdülillâh" çeke­rek aptestim aldı. Sonra takunyaları havuz başında bırakıp parmak uçlarına basarak sokak kapısına yöneldi. Kapı ara­sından kafasını uzatıp sokağın sağını solunu iyice denetledi. Tek Allah kulu yoktu ortada. Sessizce süzülüp komşusunun kapı eşiği önünde çömeldi. Enini, boyunu dikkatle karışladı. Bulduğu sayıları unutmamak için pıtır pıtır söylenerek dön­dü kapısını kapadı. Ayaklarını yıkayıp takunyaları giydi ve yukarı tırmandı.

Ertesi gün sabah namazını Şaraküstü’de ufak bir ma­halle mescidinde kıldı. Sonra az ötedeki duvarcılar kahvesi­ne geçti. Kalleşliği yüzünden kimsenin zorda kalmadan iş yaptırmadığı duvarcı kel Ahmed’i buldu. Köşe peykesinde uzun uzun, fiskos ettiler. El, kol sallayıp bıyık çekiştirmesin­de Kel’in nazlandığı seziliyordu. Fakat avucuna sıkıştırıla­nın iki altın olduğunu farkedince yumuşayıverdi. "Heç me­raklanma Ali efendi, görücün, dediğinden de iyi olacak" di­ye teminat verdi.

Patpat iki, üç gün dükkânı açmadı. Karısına "Ben şu ya­zı köylerini dolanıp alacaklara bir bakayım" demişti. Sonra da atını eyerleyip ortadan silinmişti.

îki gün sonra Söylemez havuz başında sabah namazı aptestini almış, giyinmiş, sakosunun cebindeki dükkân anahtarı, teşbih ve tabakasını denetledikten sonra sokak ka­pısına yönelmişti. Bismillâh deyip önce sürgüleri çekmiş, sonra da kilidin yaylı mandalını çekmişti. Kafası gene karı­şık hesaplarla uğraştığından kapıyı açtığı halde aydınlık gel­mediğini vaktinde algılayamamış alnı ve karga burnu bir du­vara çarpıp kalmıştı. Sokak kapısına ana yapının altındaki dar ve uzun bir tünelden gidildiği için, günün en parlak sa­atlerinde bile loşluğuna gözlerin alışması gerekirdi. Bu yüz­den de kapıyı aralayıp sokağa atılıvermek isterken burnu ve tüm gövdesiyle bir duvara çarpıvermişti. Burun direğindeki sızıdan başka bir yeri acımadığı halde beklemediği bu engel onu serseme çevirmişti. Biteviye kapının yerini dolduran en­gelin orasını burasını yokluyor, sanki gördüğü kötü düşten kurtulmaya uğraşanları andırıyordu. Hiçbir yandan toplu iğ­ne başı kadar ışık sızmadığına göre işi yapan zenaatinin eriydi. Henüz kim yapar, niçin yapar düşünecek halde değil­di. Nedense camiye, sabah namazına nasıl yetişebileceğini araştırıp duruyordu. Süllümü avlu duvarına dayasa öte yana nasıl inebilecekti?... Çıkmanın penceresinden geçenlere seslense, duvarı zamanında sökebilirler miydi? Sakalını çekişti­rerek bunları indirip kaldırırken merdivenlerden Beşire ha­tunun nalın tıkırtıları duyuldu. Erini havuz başında dikilip sakal falına dalmış görünce şaşırdı:

"Ne o efendi. Nerdeyse herkes namazdan çıkacak. Sen daha burada mısın?" diye söylendi. Söylemez anlamsız an­lamsız karısının yüzüne bakıp duruyordu. Sanki söyledikle­rini duyn amıştı. Kafası karışık hesaplarla uğraşıyordu.

Yüzünü birden yoğun bir öfke bulutu sardı:

"Bunu o yaptı her hal... Patpat donuzu. Dini, imanı kı­rık döyyüs" diye homurdandı.

Karısı sözlerinden birşey anlamamıştı:

"Neyi Patpat yaptı efendi? Niye öyle öfkelisin?" diye

üsteledi. Söylemez tek lâf etmeden uzun kolunun, kemikli işaret parmağım sokak kapısının karanlık dehlizine doğru uzattı. Beşire hatun baktı birşey anlayamadı. Takunyasını tı­kırdatarak o yana ilerledi. Dehlizin loşluğuna daldı. Az son­ra o yönden uzun bir "aman", sonra da öfkeli bir "Yaşın öm­rün tükene yağ kalazı." sözleri duyuldu.

Söylemez’in kapısının önü o gün saatlerce bayram yeri­ne dönüşmüştü. Önce mahalleli dof dof gelip örülen kapıyı uzun uzun incelemiş "Ulan yoğrum zindan kapısı gibi örmüş herifin oğlu. Üstüne de sıva bile çekmiş" diye hayretlerini belirtiyorlardı. Sonra havadis çevreye yayıldı. Ayağı çıplak döllerden, beli kuşaklı cahallara kadar kim varsa toplandı oraya. Gülüşüldü, bağrışıldı, tekmeyle taş duvarı yıkmaya uğraştılar. Evlerin sokağa bakan pencerelerinin kafesleri ar­kasından da kadın fısıltı ve gülüşmeleri işitiliyordu. Kayını, iki işçi ve kazma kürekle sökün edip gelinceye kadar Söyle­mez şakaklarında boncuklanan öfke terleriyle avluyu kimbilir kaç kez arşınlayıp durmuştu. Durmadan:

"El âleme irezil etti döyyüs beni, mahalleye maskara ol­duk." diye söylenip duruyordu. Bir yandan da hayalhanesin­de, Patpat’ı ayaklarının altında eziyor, evinin temeline barut fıçısı koyup havaya uçuruyor, gazyağına çaput bulaştırıp da­mını ateşe veriyordu.

Duvarın yıkılması sanıldığı kadar kolay olmamıştı. He­rif önce kapıya göre tıpıtıpma kesilmiş taşlarla girişi örmüş, her yanını bol harçla beslemiş, bu kadarla yetinmeyip bol kendirli harçla üstüne bir de sıva çekmişti. Kendirli sıva üç beş saat içinde kaya gibi donup kalmıştı.

Söylemez o gün dükkâna gitmedi. Öğleye doğru zindan duvarı yıkıldığı halde dışarı çıkmamıştı. Esnafla yüzyüze gelmek, hele o domuz dölüyle karşılaşmak istemiyordu. Ha­vadis yıldırım hızıyla her yana yayılmış, Bedestende herkes elindeki işi bırakmış, bundan söz ediyordu. Esnafın yaşlı ve tecrübelileri bir süre güldükten sonra sakal sıvayıp düşünce­lere dalmışlardı. Sonunda Hayri efendi ötekilere açıldı:

"Bu gidiş iyi gidiş değil. Sonu pis olacak. İkisinin de iyi­

ce zihni kararmış. Çok geçmez bıçak, lüver çekmeğe kalkar­lar. Bunun sonunu getirmeli artık."

Ötekiler "Doğru, doğru dedin efendi." diye tasdiklediler.

Birkaç gün geçince Hayri efendi Bedesten esnafının yaşlılarıyla Patpat ve Söylemez’i evine yemeğe çağırmıştı. Yemekten sonra kahveler içilirken sözü açtı:

"Komşular iyi, hoş ama bu iş iyice yolundan çıktı. Beyle giderse dostluk düşmanlığa dönecek. Ağız tadı kaçacak. Gelin şu herkesin yanında bir sarmaşıp barışın. Beyle oyun­lara töbe edin de burada bitsin gitsin."

Ötekilerin de zorlaması üzerine iki candan komşu omuz tokuşturdu. Sonra da bu işi vardığı yerde kesmeye ye­min ettiler.

Ama alışmayan kıçta don durmaz, orospu yemin tuta­mazdı. Bununla beraber herkes bu yalancı mütarekenin sü­rekli bir barışa dönüşeceğini umarak evlerine döndüler.

KARA BEY

Ona hemen her gün okula giderken kapılarının önünde  rastlardım. Havanın yağışsız olduğu günlerde caddeye açılan yavrulu büyük kapının bir yanında sandalyeye oturturlardı. Entarisinin üstüne giydiği sakosu, paçaları özenle fiyonklanmış kar beyazı, patiska donu, kulağı yatık siyah pabuçları ilk giyilen bayramlıklar kadar temiz ve ba­kımlıydı. Çağdaş heykeller gibi keskin çizgili koyu esmer yü­zünde değişmiyen, katıksız bir mutsuzluk maskesi sanki do­nup kalıvermişti. Gür siyah kaşlarıyla, nerdeyse bunların üs­tüne dökülen astıragan kalpağının tüyleri birbirine karışırdı. Bunların altındaki, yuvalarına çökmüş, iri iki siyah göz, ya kucağına yerleştirdiği gümüş tabakasından sigara saran ince kemikli parmaklarına dönük olur, ya bizlerin görmeye güçlü olmadığımız bir dünyayı seyredercesine boşluğa bakıp du­rurdu. Oturuşu, başını tutuşu hemen hiç değişmez, önünden gelip geçenlerin hiç farkında değilmiş izlenimini bırakırdı. Arada bir, ölçülü, değişmeyen el hareketleriyle sigara sarıp içmesi olmasa, canlıdan çok oraya oturtulmuş taştan ya da tunçtan bir mutsuzluk anıtı sayılabilirdi.

Kentteki başka delilere sataşıp söyletmek için hiçbir fırsatı kaçırmayanlar bile, onun oturduğu yerin açığından bir tür korku ve saygı ile başlarını öte yana çevirip geçerler­di. Topal Ahmed’in koltuk değneğini kaçırmaktan da çekinmiyen biz çocuklarsa onun karşısında çekinip korkmaktan

başka birşey yapamazdık. Kimseye saldırmaz, selâm veren­lere karşılık vermezdi. Buna rağmen herkese bir tür çekin­genlik ya da saygı aşılardı. Gördüğüm ilk gündenberi kimli­ğini, derdinin ne olduğunu merak eder dururdum. Kentin en varlıklı ailelerinden birinin tek evlâdı olduğunu hemen herkes bilirdi. Hiç kimse gerçek adını bilmez, ondan Kara bey diye söz ederdi. Her fırsatta erkek, kadın büyüklere onun hakkında sorular sorar, bilgi toplamaya uğraşırdım. Yaşça küçükken "Allah yardım etsin oğlum. Kipısenin başı­na vermesin." deyip geçiştirirlerdi. Ama bu kaçamak sözler beni doyuracak yerde ilgimi daha çok kamçılar önüme ge­len herkesten onun hakkında birşey öğrenmeye uğraşırdım. Yıllar boyunca sürüp giden bu soruşturmalar sonunda ka­fam onun bir ölçüde gerçek, bir hayli de uydurma övgüsüyle dolup taşmıştı. Ben de bu yığından kendime göre bir hikâye oluşturdum.

Kara beyin ceddi sabuncuydu. Soy ve sopca kentin kal­burüstü bir ailesiydi. Babası, Durdu efendiye müşterileri sağlam, iyi işliyen bir sabunhane bırakmıştı. Çelimsiz görü­nüşüne, işlek olmayan diline, ağır, ölçülü davranışlarına ba­karak gençliğinde çevresi, miras kalan varlığı işletip gelişti­rebileceğini pek de ummamıştı. Ama o beklentilerin tam tersine bir kişi olduğunu ortaya koymuştu. Çelimsizliğine rağmen babası ona, güzelliği dillere destan Kadir beyin kızı­nı almayı tasarlıyordu. Kadir bey, babadan kalan geniş top­rak mirasının büyük kesimini kapatmalarıyla kuşçuluk me­rakı yüzünden faizcilere kaptırmış, düşkünce bir soyluydu.

Durdu’nun anasıysa başka bir telden çalıyordu. Büyük ağasının, evde kalma sınırını oldukça aşmış büyük kızı Şâki­re ile oğlunu baş göz etmek istiyordu. Şâkire Durdu’nun nerdeyse tepesinden bakan değnek yapılı, sakalı kesik keçi suratlı bir yaratıktı. Evin içinde dolanırken bedeninin dış uzantıları, gövdesine gevşek ilmeklerle tutturulmuşçasma sarsak ve savrukluk gösterirdi. Fakat kalabalık koca evin bütün denetim ve işletme yetkisinin anasından çok onun bi­çimsiz kafasıyla, eteğinin altındaki kenarı dantelli cepliğin­den çıktığını herkes bilirdi. Mutfağın tuzu ve biberinden,

kapağı zor bastırılan çeyiz sandığına kadar herşeyi kilit al­tında tutar ve kendinden başka kimseyi yanma yanaştırmazdı. Sonra, babasının varlığı da görünüş fakirliğini tümen tü­men örtebilecek durumdaydı. Düşkün Kadir beyin kan de­ğer mallarının çoğunu da babası varlığına katmıştı. Adam bir çift fitilli Bağdadî’ye göz koyar da verip alacak parası ol­mazsa hemen kâhyasını yollayıp Şâkire’nin babasını selâmlı­ğa çağırtırdı. Sayılan on altın için bir yıl vadeyle on beş al­tınlık bir senet düzenlenir, taraflarla iki tanığın mühürleri basılırdı. Ertesi yıl senet tutarı yeni eklerle yirmi beşe, sonra da elliye yükselir, iki üç yıl geçmeden de ya bir fıstıklık, ya da verimli bir bağın tapuda devri yapılıp borç kapanırdı.

Durdu’nun anası da babası da onu dünya evine sokma­nın yırtılıp canlanmasına yararı olacağından emindi. Fakat uyuşamadıkları nokta bu pişkinliği kimin daha iyi sağlayaca­ğıydı. Babası Kadir beyin kızının ay parçası yüzü üstünde duruyor. Anasıyla yeğeni Şâkire’nin keçi kahkülleri altında pörtlek, iri gözlerinden medet umuyordu. Sonunda seçimi tek oğullarına bırakmakta anlaşmışlardı. Bir akşam yeme­ğinden sonra sorunu oğlanın önüne koydular. Durdu anlatı­lanları, göz kapakları inik, solgun yanaklarında hafif bir pembelik, kıpırdamadan dinlemişti. Yalnız, arada bir çene­sindeki seyiren yere işaret parmağını basıyor, hafifçe burnu­nu çekiyor ama ağzından hak kelâmı çıkmıyordu. Anası "Ne dersin oğlum" diye hayli üsteledikten sonra dudakları titriyerek kıpırdayabilmişti:

"İzin verin de hele bir yol düşüneyim" diye yutkunarak fısıldamıştı.

Anası her Allah’ın günü üsteleyip zorlamasa bu "hele bir düşünme" belki de haftalarca uzayabilecekti. Ama so­nunda fersiz bir sesle "Bana kalırsa Şâkire olsun" demekle yetinmişti. Bu karar karşısında babasının nerdeyse ahmediye sarığı başından fırlayacaktı:

' "Ulan oğlum kör müsün sen. O keçi yüzlü, değnek be­denli, tohuma kaçmış kızı nedİcin?"

Durdu babasının çıkışmalarına, saygılı bir sırıtmadan başka karşılık vermemişti. Fakat babası akşam yemeğinden

sonra komşu selâmlığına nargile tokurdatıp dünyayı düzene sokmaya gidince anasına seçim nedenini açıklamıştı:

"Ana, dengi dengine olmalı. Avradın güzelinin gönlünü hoş etmek zor olur. Dilin işlek, belin güçlü olmalı. Şâkire bana yeter de, artar da."

İlk bakışta köklü bir aşağılık duygusunun belirtisi gibi gelen bu gerekçe Durdu’nun güçlü gerçekçiliğinin kanıtıydı. Kendinde olmayanı kuruntu etmek, olanı da olduğundan büyük görmek onun yapısında yoktu. Bu yüzden, de, çevresi­nin haset ve yarışma duygularını ayaklandırmadan babasın­dan kalanı sessizce artırıp genişletmişti. Sabunhanesi ve ürünlerinin ünü kentin sınırlarını hayli aşıyordu. Bir yandan Sivas, Erzincan’a bir yandan da Halep ve Şam’a kalkan ker­vanların hemen hepsinde üç beş katır yükü, çakıltaşı kadar kuru sabun kalıpları her yöne doğru yola çıkıyordu.

İşi ve varlığı böylesine şamatasız genişleyip gelişirken Durdu-Şakire evliliği gözü tıkanan pınar gibi kısır kalmıştı. Şâkire hatun düzenli, her yanı ve yönü sıkı denetim altında tutumlu bir ev işletmesi kurmuştu ama, bir türlü bütün uğ­raşılara rağmen döl döş dökemiyordu. Anası, aktar Musa efendiye zambak yağları bağlatmış, Durdu’nun aşına çeşit çeşit otlar, tütsüler karıştırılmış, yumak yumak kuvvet ma­cunları yutturulmuştu. Bunlar sonuç vermeyince nefesi güç­lü hocalara okutulmuşlar, her yanda yatır türbelerine adak­lar adanıp, beşikler, salıncaklar asılmıştı. Ama hepsi boşunaydı. Şâkire hatun her ayın üç haftasını umutla bekleyerek geçiriyor, fakat âdet günü gelip çatınca pörtlek, kara gözle­rini düş kırıklığının donuk acılığı kaplıyordu. Evliliğin ilk üç beş yılı bu sonuçsuz çabalarla geçip gitmişti. Sonunda baş vurulmayan bir tek Ökkeşiye kalmıştı. Kısır karılara erkek evlât doğurtmakta ün salan bu yatırın övgüsünü duymuşlar­dı. Ama yolu uzak ve yeri de sapa olduğundan üzerinde durmamışlardı. Bütün umut kapıları kapanınca Şâkire ha­tun Ökkeşiye diye tutturmuş, Durdu efendiyi törpülemeye girişmişti. Yüzlerine karşı "vah vah" çekip öğüt veren kom­şuları bu verimsizlik iyice keyiflendiriyordu. Kendi araların­da "Allah yaptığını bilir. Doğacak; anaya çekse bir türlü, ba­

baya çekse başka bir türlü. Kente de her birinden bi tene yeter de artar da" deyip gülüşüyorlardı.

Nihayet yaz başında Şâkire hatun Durdu efendiyi kıpırdatabilmişti. Çadır çatma, erzak çuvalları hayvanlara yük­lendi ve dokuz saatlik dolambaçlı dağ yolu tutuldu. Ertesi gün de yakın köyden getirilen çifte kurban kesilip toplanan köylülere dağıtıldı. Durdu efendi Şâkire hatunun bol kur­ban etiyle okuyup üfliyerek pişirdiği patlıcan doğraması ve bulgur pilâvını iyice kaşıkladı. Sonra birdenbire bastıran yayla ayazında çadıra çekilip yün yorganı başlarından aşır­mış ve eşinin girinti çıkıntıdan yoksun kemikli gövdesine sarıhvermişti. O gündenberi Ökkeşiye’nin kerametine dudak bükmeye kalkanlara herkes Şâkire hatun örneğini anlatır durur. Ökkeşiye ziyaretini izliyen ilk âdet tarihi geçip de âdet bezi bohçasının katı, olduğu gibi durunca Şâkire hatu­nun çökük yanaklı uzun yüzünde pembe bir umut ateşi yan­maya başlamıştı. İkinci ay da arızasız geçip beli iyice berki­yince ilk müjdeyi kocasına, sonra da kaynanasına vermişti. Ayı günü dolup da hatun tosun gibi bir erkek evlât dünyaya getirince kısırlığına gülüşenlerin hepsinin yüzü yere gelmiş­ti.

Doğduğu gün bile Ökkeş ne babası gibi kavruk ve alım­sız, ne de anası gibi kemikli ve köşesizdi. Esmer bir teni, si­yah gözleri, derli toplu bir gövdesi vardı. Anlaşıldığına göre kısmeti de hayli açıktı. Dedesinin yastığına iğnelediği beşibirliğin çevresi birkaç gün içinde boy boy çil altınlarla do­nanmıştı.

Kırkı çıkınca kınayıp alay edenleri çatlatmak için Paşa hamamı kapıdan tutulmuş, bütün hısım akraba, konu kom­şu kırk hamamına çağrılmıştı. Böyle fırsatlar çıkınca kadın taifesi birbiriyle gösteriş yarışma kalkardı. Hamam torbala­rına ipek peştamallar, sırmalı hamam takımları, bakır ya da gümüşten nakışlı taraklıklar, balıklı hamam tasları yerleşti­rilirdi. Bohçalar en yeni ve gösterişli giysilerle doldurulur­du. Ama Durdu efendinin anası ve karısının dökülüp saçıl­masıyla kimse yarışabileceğe benzemiyordu. Peykelere seri­len acem halılarından tutun da sırma işmeli, kadife giysi

bohçalarına kadar eşi bulunmaz neleri varsa hamama taşın­mıştı. Bir yandan da aralıksız lâhmacun, baklava tepsileri birbirini izliyordu. Soğuklukta dört, beş leğençede çiğköfte yumruklanıyor, ayran karılıyor, çeşit çeşit piyazlar yapılıyor­du.

Göbektaşında Karpuz hoca Ökkeş’in sırtını usturanın ucuyla iki dizi çizgi çizerek tuzladığı zaman oğlan mayasının da bir başka türlü olduğunu ortaya koymuştu. Bu, pis kan çıkarma törenini geçiren öteki bebekler can acısıyla akci­ğerlerini patlatmcayadek haykırdıkları halde Ökkeş bir iki bağırıp susuvermişti. Onun bebeklikte bile böyle uslu ve güçlü olduğunu görenler hep bir ağızdan "Maşallah anam, akıllı, dayanıklı olacak." diye övmekten kendilerini alama­mışlardı.

Aylar, yıllar geçip Ökkeş gelişip ayaklandıkça kırk ha­mamında ileri sürülen keramet doğru çıkacağa benziyordu. Oğlanın öyle yırtıcı, durmadan dama, duvara tırmanan bir yanı yoktu. Çoğunlukla mermer avlunun ortasındaki havu­zun sularında çöp yüzdürüp uçuşan eşekarılarım izlemekle geçiriyordu. Bazan da eline bir bıçak geçirip duvar dibinde­ki ekinliğin topraklarını eşeleyip duruyordu. Büyüklere so­kulmaktan, yaşdaşlarıyla itişip kakışmaktan da pek hoşlanır gözükmüyordu. Sokağa çıkıp aşık, gülle oynayanları seyret­mek, ya da aralarına katılmak aklına bile gelmiyordu. Nerdeyse vaktinin tümünü koca evde, annesinin peşinde merdi­venleri inip çıkmak, onun işlerine yardıma kalkmakla geçi­rip gidiyordu.

Bütün uğraşılara, adak ve Ökkeşiye ziyaretlerine rağ­men doğurganlığın arkasını getiremiyen anası onun bu tutu­mundan çok mutluydu. Oğlanı giydirip kuşatıyor, üstünü, başını kirletmemesine titizleniyordu. Eli iş tutmadığı sıra­lardaysa koyu esmer yüzüyle, üzerinden hiç ayrılmayan iri siyah gözleri sonsuz bir hayranlıkla izleyip duruyordu. Şâkire hatun da öyle konuşkan değildi; duygularını da kolayca ortaya vurmazdı. Oğlunu da öyle öpüp okşayarak, biteviye bebek konuşmaları yaparak büyütmüyordu. Elinde bir iş, saatlerce diz dize oturdukları halde üç beş sözden öteye alışverişleri olmuyordu.

Dedesi ve ninesi, onun böyle anasının dizi dibinden ay­rılmak istemeyişinden tedirgin oluyordu. Elinden tutup çar­şıya, komşuya götürüp açmaya uğraşıyorlardı. Fakat bu giri­şimler karşısında Şâkire hatunun yüzü daha da uzuyor, bur­nuna dönük iki yanlı hafif şaşılığı belirgin duruma giriyordu. Büyükler, biraz açılıp yırtılsın diye amaçlarını ortaya vurun­ca onlara kesik kesik "Yaşı ne başı ne? Elbet onun da vakti gelir" diye geçiştirmeye uğraşıyordu. Ama bu vakit bir türlü gelemiyordu.

Okul yaşı gelip çattığı halde Ökkeş’i mahalle çocukla­rıyla daha itişip kakışırken gören olmamıştı. Bu halinden en çok tasalanan dedesiydi. Kendi oğlu da öyle ağzı işlek, adamcıl birisi değildi. Ama torununun tuttuğunu koparan, çevresindekileri yıldırıp sindiren birisi olmasını çok istiyor­du. Bu yüzden haratlara gidip topaç, çıkşa çevirttiriyor, öte­ki çocuklardan parayla renk renk aşıklar alıp önüne yığıyor­du. Bu kadarla da yetinmiyor, kireçlenen boğmaklarına al­dırmadan, avluda karşısına diz çöküp bunların nasıl oynana­cağını bile göstermeye uğraşıyordu.

Ama galiba bu oğlanda hiç oynama yeteneği yoktu. De­de zoruyla sokağa çıkarılıp ötekilerin arasına katılmaya zor­landığı zamanlarda bile çok geçmeden elleri boş, gözpmarlarında iki damla yaşla içeri kaçıyordu. Avluya çağrılan komşu ve akraba çocuklarıyla da oynamayı pek başaramıyordu. Oyuncaklarını onlara bırakıp bir kenara çekiliyor, iti­şip kakışmalarını seyretmekten mutlu gözüküyordu.

Sarı mektebe başlaması ve burada geçen altı ay da onu fazla değiştirmedi. Yalnız buradaki öğretmenler onu örnek öğrenci sayıyorlardı. Bütün teneffüslerde bahçenin bir köşe­sine çömeliyor, burnunu elindeki ders kitabına gömerek, seksek, uzuneşek, köşekapmaca oynayanlara kaçamak ba­kışlar fırlatmakla yetiniyordu. Kitap ve defterleri, üstü başı daima tertemizdi. Elinde kalan oyuncaklarını bile, arada bir dolabından çıkarıp tozunu alıyor, elinde evirip çevirerek seyrediyor, sonra yerlerine kapayıp kilidini basıyordu. Onda da anası gibi bir anahtar merakı gelişmişti. Dolabı, çantası her kez açılıp yeniden kilitleniyordu. Bu iki anahtarla da ye­

tinmiyor, ele geçirebildiği, görev ya da kilidini yitirmiş anah­tarları bile zincire geçirip cebine sarkıtıyordu.

Okul bitince babası çekip yanına almıştı. "Okuyup yaz­mayı, hesabı ele geçirdi. Tüccar adama bundan ötesi de za­rarlı. Gelsin sabunculuk işinin nasıl döndüğünü öğrensin." demişti. O devirde oğlunu öyle doktor, mühendis yapmaya uğraşanlara da rastlanmazdı.

Sabunhane Ökkeş’i okuldan çok ilgilendirmişe benzi­yordu. Sabun pişirmenin ayrıntılarını, kalıplayıp sermeyi, kuruyanların çuvallanıp kervan katırlarına yüklenmesini il­giyle seyrediyordu. Odada müşterilere yazılan mektupların mengeneyle kopyalarını çıkarmak, dosyalarına yerleştirmek gibi işlerde kâtip topal Hikmet’e yardım ediyordu. Gelen mektup zarfları üstünde, babasının adının altına yazılan "Tüccarânı muteberân" sözlüğü onu en çok keyiflendiren şeylerden birisiydi. Her zarfın üstünde bunu arıyor, gittikçe daha da koyulaşan esmer yüzünde gülücüğe benziyen bir ışıltı yanıp sönüveriyor, ince dudakları fısıltıyla "tüccaranı muteberân"ı mırıldanıp duruyordu.

Ergenliğe girip boyu bosu serpilince oldukça yakışıklı bir genç olma yoluna girmişti. Gür kara kaşları altındaki iri siyah gözleri, karayağız yüzüne pek yakışıyordu. Bu yüzden de gerek sabunhane ve gerekse çarşı yöresinde adı unutulup ondan "Kara bey" diye söz edilmeye başlanmıştı. Gerçekten de havasında bir bey oturaklılığı vardı. On altısı içindeyken bile görmüş geçirmiş, oturmuş bir yetişkini andırıyordu. Ço­cukluğunda yadırganan durgunluğu gençlikte onu, olduğun­dan daha çoğunu bilen yetişkin kişi görünümüne sokmuştu.

On sekizine girip kendini pabucunu çiftleyip babasının önüne koymadan, Durdu efendi ve Şâkire hatunun kafaları başgöz etmek tasarılarıyla dolup taşmaya başlamıştı. Baş başa kalınca gelinlik kızı olan ailelerden söz ediyorlar, Dur­du efendi babalarının varlık durumunu değerlendirirken Şâ­kire hatun da adayın görünüş ve huyunu, soy ve sopunu te­raziden geçiriyordu. Kendi evliliğinde varlığı görünüşten yeğ tutan Durdu efendi oğlunun evliliğinde nedense güzelli­ğe ağırlık vereceğe benziyordu. Kent içi ve çevresindeki en

değerli mallan ipliğe dizip boynuna geçirdikten sonra evinin içinde yüzüne bakılabilecek alımlı bir dişinin bulunması ge­reğini daha iyi kestirmeye başlamıştı sanki. Yorganın altın­da, evin sesi soluğu kesildikten sonra günlerce sürüp giden fısıltı oturumları sonunda birkaç aday belirir gibi olmuştu. Durdu efendi karısının kendi akrabaları arasından ileri sür­düğü kızlar için, her zamanki ılımlı tutumuna rağmen yatak­tan hoplayıp oturuyor avucuyla pat pat diye yorganının üs­tüne vuruyor, "Yok hatun yok, bir eve bir tane yeter. Soya başka kan karışmalı." diye diretiyordu.

Şâkire hatun canfes çarşafı başına geçirip bacılarını da yanma düşürdükten sonra bir süre, kapı kapı kız görmeye dolandı. Sonunda Nuri beyin büyük kızı Gülsüm üzerinde karar kılındı. Şâkire hatunun tersine Gülsüm kıvrım kıvrım sarı saçları topuğunu döven, yanakları al al yanan bir tazey­di. Babası bey oğlu beydi. Tümü kendinin üç köyden başka, bahçe bostan epeyce mülkü de vardı. Her ne kadar son bir­kaç yıldır toprak ürünlerinin çuvalı pul etmez olmuş, eli bi­raz daralmışsa da Durdu efendi açısından bu da elverişli bir durumdu. Çünkü kentin kökü toprakta soylu aileleri, Karun gibi de olsa tüccarı bir tür horlar, esnaf sınıfından sayardı. Elinin paraca biraz darda oluşu Durdu efendinin dolup ta­şan kasası karşısında, soy sop tutturup direnmesi ihtimalini zayıflatırdı.

Gerçekten de böyle oldu. Durdu efendi kayın ve amca­larını alıp Nuri beyin selâmlığına söz kesmeye gidince iyi karşılandı. Şeker, şerbet alabildiğine ikramlandı. Her ne ka­dar Nuri bey söz sırası "Allah’ın emriyle"ye gelince hemen "verdim gitti" demediyse de, "Ev horantasına bir danışalım." diye karşılık verdi. Yine de istemeye gidenlerin hepsi bu işin olup bittiği karaşındaydılar. Birkaç haftalık olağan bekletme ve "Hele durun bakalım"dan sonra söz kesilince doğrusu Durdu efendi de, tek evlâdı için kesenin ağzını sonuna ka­dar açıvermişti. Üşenmeden Halep, Şam’a kadar uzanmış, nişan hediyesi olarak bohçalar dolusu renk renk ipekli, iri yakut gözlü yılan bilezikler, kolbağları, elmas gerdanlık, se­def kakmalı altın boyun saatlerine kadar ne bulduysa topar­

layıp getirmişti. Bu da yetmiyormuşçasına, Nuri beyin bir yakını eliyle "Eli bolalınca öder" diye senetsiz, sepetsiz ve faizsiz beş yüz altın da göndermişti.

Düğün dernekse daha da gösterişli olmuştu. Halep’ten pirinç baş topuzları pırıl pırıl yanan karyola takımı getirt­miş, tepeden tırnağa en gösterişli hastane işleriyle donatıl­mıştı. Üst kat sofalardan birisinin karşı odasıysa Şam işi, se­def kakmalı, oturmaya kıyılamıyacak atlas kaplı bir oda ta­kımıyla donatılmıştı. Kına getirmeye giden genç kafilesinde en azından yirmi lüks ve fener vardı. Uzunluğu ise Cihan harbi sevkiyat taburlarından kısa değildi. Öndeki lüksün yeniyetmeleri "Ey hamamcı hamamına güzellerden kim gelir?" diye gürlerken kuyruktaki takımın türküsü nerdeyse beş so­kak geriden yükseliyordu.

Çeyiz getirmek içinse kentteki kervancıların en süslü peşek katırları toparlanmıştı. Hayvanların her biri ayrı ton­dan çıngırdayan çanlarına, dükkânlarından esnaf işini, çoluk çocuk oyunlarını bırakıp seyreduruyor, kadınlar aralanmış kapı gerilerinde, sokağa bakan pencere kafeslerinin gerisin­de fısıldaşıp duruyorlardı.

Düğün gününden önce komşu Flasan efendinin ara du­varından birkaç taş alınıp kapı açılmış ve avlusu aşevi yapıl­mıştı. En azından altı yedi ocak kurulup alay kazanları yer­leştirilmişti. Günlerce önceden çuvallar dolusu pirinç, tur­fanda bakla yığılmış, gövde gövde koyun etleri asılmıştı. Herkesin eli çalıp, eteği oynuyor, avludaki hazırlıkla uğra­şan kadın öbeklerinin durmadan çeneleri işliyor, maşallah zılgıtlarının ardı arkası kesilmiyordu. Şâkire hatun biteviye yüzünü duvara dönüp eteğini kaldırıyor, cepliğinden ünlü anahtar destesini çekip dolabın birini kilitleyip ötekisini açı­yor, yaşlandıkça daha da değnekleşen uzun boyuyla inip çı­kıyordu.

Bütün bu telâş, koşturma, gülüşüp itişmeden etkilen­memiş gözüken tek Tanrı kulu Kara beydi. Esmerliği benzi­nin uçukluğunu pek belli etmiyordu ama, dili daha da bağ­lanmış, titreyen elleriyle habire sigara sarıp bir iki nefes sonra atıp eziyor, sanki bu coşku ve çalkantıdan iyice ürk­

müşe benziyordu. Küçük dayısı gerdek gecesinden birgün önce onu kenara çekip zifaf odasında nasıl davranılması ge­rektiğini inceden inceye anlatmıştı. Yayvan yayvan sırıtarak "Anladın mı yiğitim?" soruları karşısında Kara bey gözkapaklarını yere indiriyor, yüzü sanki taş kesilmiş, hafifçe kafa sallamakla yetiniyordu.

Kara bey elden geldiğince belli etmemeye çalışıyordu ya, kendini korkulu bir düş içinde bunalır sanıyordu. Hani insan kovalayan canavardan kurtulmak için bütün canını ve cinini harcar da bir arpa boyu yol alamaz, canavarın soluğu her an ensesine biraz daha sokuluyor sanır ya.

Herkesi bu kadarla mutlu kılan bu olaydan niçin ürktü­ğünü kendi de kestiremiyordu. Günlerden beri amca ve da­yızadeleri dirsekleriyle böğrünü dürtüp "Ulan Ökkeş kekliği gözünden vurdun." diye sataşıyorlardı kendine. Anasının eline tutuşturduğu fotoğraftaki kıza kendisi de yalnızken uzun uzun bakmış durmuştu. Düğün dernek, güvey namazı, gerdek gecesi pek öyle bilmediği, duymadığı şeyler de değil­di. En büyük amcazadesinin sağdıçlığını da yapmıştı. O za­man, iki şamdanlı çocuğun arasında getirilip gelin odasının dışında bekleşen gece yengelerine teslim ettiği güveyinin bundan sonra başına neler geldiğini çok merak etmişti. Çünkü günlerdir sürüp giden eğlence ve törenlere rağmen, gerdek gecesi zifaf kapısına kadar getirdiği adam, öyle şöle­ne giden birisine pek benzemiyordu. Yüzünün alı fesininkine karışmış, eli ayağı biteviye titreyip duruyordu. Yaşı geli­şip çocukluktan kurtulunca, gelin odasının kapısının gerisin­de ne işler döndüğünü daha iyi öğrenmişti ama, amcazade­sinin, kutsal tapmağa kurban edilmiye götürülenlere benziyen halini de bir türlü unutmamıştı.

Bucak bucak saklanmasına rağmen düğün günü akraba gençleri peşini bırakmamış, yatışıp yüreği güçlensin düşün­cesiyle bir iki tek de artırmışlardı. İçkiyle pek öyle başı hoş değildi. Ama evlerinin avlusunda yükselen çalgı ve türkü sesleriyle, aralıksız zılgıtların ayaklandırdığı ürpertiyi biraz uyuşturur gibi olmuştu. Düğün şöleninin keme aşı, baklava­sı tatlı tuzlu öteki yemeklerinden bir tepsi donatıp önüne

getirmişlerdi. Gene akraba gençlerinin zoruyla bir iki kaşık alıp ağzına da koymuştu. Fakat ne yediğinin farkındaydı, ne de aldığı lokmalar boğazından aşağı gidebiliyordu.

Yatsı namazından sonra sağdıçları onu gece yengeleri­ne aktarmıştı. Ama o iki yetişkin kadının arasında duran ka­pının tokmağını çevirip içire girmesi gerektiğinin farkında bile değilmiş gibiydi. Oracıkta donyağı gibi donup kahvermişti. Durumu pek de umut verici görmeyen yengelerden birisi tokmağı çevirip öteki de sırtından içeri itelemeseydi, belki de şafağın söktüğünü zifaf odasının kapısı önünde iz­leyecekti.

Arkasından kapı kapanınca başı döner gibi olmuştu. Ne odanın içindekileri gereğince algılayabiliyor ne de bura­ya niçin tıkıldığını açıkça hatırlıyabiliyordu. Eşikte derin bir nefes alıp, birgün dayısının söylediklerini hatırlamaya uğraş­tı:

"Yatağın ayak ucundaki seccadeyi serip iki rekât namaz kılarsın. Sonra devşirip bir yana koyar, köşede dikilen geli­nin duvağım açarsın. Elinden tutar fekke tepsisinin başına getirip ikramlarsın...."

Odayı yoğun bir sis kaplamıştı sanki. Büyük bir çabayla kendini toparlayıp kafasını doğrultmaya uğraştı. Karanlıkta el yordamıyla bocalarcasma seccadeyi bulabildi. Sererken nerdeyse fekke tepsisini devirip şeker, şerbet birbirine ka­rıştıracaktı. Kösele gibi kurumuş dudakları arasından "bis­millah" sözcüğü bir türlü çıkmayı başaramıyordu. Kara bey alnını seccadeye koyuncaya kadar, ipleri başkasının elindeki kuklalar kadar sarsak ve savruktu. Ancak kafasını seccadeye dokundurur dokundurmaz sanki kafasının içine kapkara bir kepenk çekilip indirilmiş sandı.

Gülsüm duvağının gerisinden onun donuk hareketleri­ni merakla izliyordu. İnsanüstü bir çabayla seccadeden doğ­ruldu. Fakat davranışları sanki bir uyurgezer gibiydi. Ancak belirli şeyleri yapmak için düzenlenmiş bir robot gibi gelinin duvağını omuzuna atmış, kızarmış, nemli yanağına dudakla­rını hafifçe dokundurmuş, hiçbir söz edemeden bileğinden tutup fekke tepsisinin önüne çekmişti. Sonra şaşkın el hare­

ketleriyle gelinin soyunup geceliğini giymesine yardım et­meye çabalamış, o yatağa girince de üstü başıyla kenara ili­şip kafasını avuçları arasına alıp dizleri üstüne iki kat olu­vermişti. Gülsüm önce onun böyle sevgi ve istekten yoksun, başkasının komutunu gönülsüz yerine getirenlerin tutumuy­la davranmasını, heyecanına ve içkiyi fazla kaçırmasına ver­mişti. Birşey söyleyip daha fazla şaşırtmadan kendiliğinden soyunup yorganın altına girmesini bekledi. Fakat o sanki iki kat öyle donup kahvermişti. Öğretiye uyarak kapı aralayıp gece yengelerini çağırmayı akimdan geçirdi. Fakat utandı. "Dur bakalım birazdan kendine gelir." diye bekledi.

Fakat sabah olup akraba gençleri onu güveyi hamamı­na götürmeye geldikleri zaman bile hâlâ yatağın kenarında yumulmuş duruyordu. Yastığın altındaki bekâret tülbendine el bile değmemişti.

Önce yaşdaşları şenlendirip kendine getirmeye uğraştı­lar: "Olur böyle şey arkadaş. Gerdek gecesi dili, beli tutulan ilk erkek sen değilsin, geçer her iş yoluna girer." diyorlardı. Fakat o ne götürüldüğü tören gereği hamamda ne de onu izliyen uğraşılar karşısında çözülüp açılma belirtisi göstere­medi. Söylenenleri dinler gözüküyor, fakat ağzından iki söz almaya uğraşılınca karayağız yüzü ve kupkuru dudakları tit­remekten öteye tepki yapmıyordu. Durum birkaç gün böyle sürüp gidince büyükleri de telâş almıştı. Babası arabaya bin­dirip Amerikan hastanesindeki frenk doktorlara götürdü. Hikâyesini dinleyip her yanını muayene ettikten sonra "Önemli bir sarsıntı geçiriyor, dinlensin. Evlilik durumuna zorlamayın. Zamanla açılabilir." dediler. Bir sürü de güçlen­dirici ilâç verdiler.                                     "

Kadınların yorumuysa farklıydı:

"Nazar değdi. Büyü yapıldı." diyorlardı. Kurşunlar dö­küldü, nefesi güçlü hocalara okutuldu, herşeye baş vurup büyüyü çözmeye uğraştılar.

Fakat hepsi boşunaydı. Gün geçtikçe Kara beyin dış dünyaya karşı giyindiği mutsuzluk zırhı kalınlaşıp delinemez duruma giriyordu. Aylar sonra da bir yıl geçtiği halde yastı­ğın altındaki bekâret tülbendi katı bozulmamış bekleyip du­ruyordu.

FOTİNDİ MEMET EFENDİ

Mevsinime göre yazlan Maarif ba' çesinin salkım söğütlerinin gölgesinde, kışlarıy ; Camlı kahvenin sigara dumanıyla sislenmiş hav ? nida kızışmış bir tav­la ya da aznif partisine yum manian en çok tedirgin eden arkalarında onun varlığını sezinlemeleriydi. Başkaları gibi oyuncunun omuzu üstünden uzanıp "Yahu şeş beş şöyle oynanır." gibi sinir bozucu girişimlerde bulunmazdı. Borçlu­ya yalnızken sokulduğunu gören olmamıştı. Daima borçlu­nun ya bir oyun partisine oturmasını, veya meyhane, berber dükkânında birkaç dostuyla yaşam ve dünya sorunlarını çözmeye koyulmasını beklerdi. Oyunun ya da sohbetin yete­rince yoğunlaşıp kızıştığına karar verince, sığındığı gölgeden sessizce sıyrılır ve avının oturduğu sandalyenin bir adını ge­risinde saygı anıtı gibi dikilip kalırdı. O zamanlar başı hafif­çe yere eğik, gözkapakları inik, sakosunun göbeği üzerinde kavuşturduğu elleriyle tahsildardan çok tapınan dini bütün bir yurtdaşı andırırdı. "Ne istersin?" diyen çıkmazsa, fare de­liği başında kulaklarını dikmiş sessizce bekliyen aç kedi gibi kıpırdamadan saygı duruşunu saatlerce sürdürürdü.

Çoğu zaman dikildiği masa çevresindekilerden birisi farkına varırdı. Hele bunlar arasında borçlunun tedirgin ol­masından hoşlanacak birisi varsa Memet efendinin saygı duruşu uzun sürmezdi. "Ne o Memet efendi bir dileğin mi var?" sorusunu duymazlıktan gelirdi. Fakat borçlu varlığının

farkında olmadan da, geldiğini sezinleyip bilmezlikten gelse de bu soru karşısında başını çevirip ona bir göz atmak zo­runda kalırdı. O zaman Fotinli saygı görünümünü daha da abartarak sokulur, kulağına birşeyler fısıldardı. Konuşma uğultusu, zar tıkırtıları, domino şakırtıları arasında değil masa çevresindekiler dileğini fısıldadığı borçlu bile söyle­diklerini yeterince anlayamazdı. Fakat onun boy gösterme­sinin nedenini anlamak için söylediklerini işitmiye gerek yoktu. Borçlu ne dediğini anlamada, biraz duygulu ve alın­ganca bir kişiyse pancar gibi kızarır, bir iki karşı fısıltıyla ba­şından savmaya kalkardı.

Fakat Fotinli öyle bir kişelemeyle uçup gidecek kara si­neklerinden değildi. Güz ayazıyla dişlenip uyuşan asalak uçarlar gibi yüzden kaçar, ele enseye konar, kurbanını bezdirinceye kadar uğraşırdı. İlk girişimde fısıldadığı "Beyin eli dar, sizin küçük hesabı rica eder." sözleri, "Bugün git, yarın gel." savuşturmasıyla geçiştirilecek olursa gene bir adım ge­riye çekilir, saygı duruşunu sürdürürdü. Herifi başından sav­dığını sanarak yeniden zar sallamaya ya da yarım kalan sö­zünü bitirmeye koyulunca yeniden ensesine sokulur "Efen­dim üç kezdir yarın gel buyuruldu. Acep bu yarın ne günü gelir?" diye sokuştururdu. Bu durumu borçlu sinirli bir kol sallama veya "Yarın dedik ya adam" gibi sözlerle noktala­maya koyulacak da olsa Memet efendi yılmazdı. Hiçbir şey olmamışçasına gözkapakları inik, elleri göbeğinde sessiz bekler, üçüncü saldırı için uygun bir fırsat gözlerdi.

Üçüncü aşama pazarlık oturumuydu: "Efendi hiç değil­se yarısını ya da ne münasip görürseniz onu lütfedin de..." diye fısıldardı.

Bu da etkili olmazsa, masa başındakilerin de rahatça işitebileceği bir sesle yakınmaya girişirdi:

"Geçimim bu tahsilâttan gelecek yüzdededir. Eli boş dönersem evin ekmeğini alacak meteliğim yok.”

Sandalyesini öfkeyle arkaya fırlatıp, oyunu da yarım bı­rakmayı göze alarak borçlunun kapıya yönelmesi de yıldırmazdı onu. Çarşı boyunca borçluyu birkaç adım geriden iz­ler, yarenlik veya alışveriş için duraklayınca gene ensesinde

biterdi. Ağız dolusu küfür savurarak kapıyı suratına kapatıverınek de kâr etmezdi. Düzenli aralıklarla tokmağı tıkırda­tır, gelen kim olursa olsun "Efendi birşey verecekti onu bek­lerim." diye görevi terketmediğini hatırlatırdı.

Sesini yükseltmeden, sinirini bozmadan, öfkeye kapıl­madan sürdürülen bu saygılı baskı eninde sonunda ürününü verirdi. Borçlu ya keseden ayıkladığı üç beş kuruşu suratına atmadan, ya da eş dosttan borç bulup avucuna sıkıştırma­dan rahat bir "oh!" çekemezdi. Hanımın sandık, sepet dibi­ne artırıp gizlediği cara gün akçeleri bile onun şerrinden kurtulamazdı.

Fotinli Memet efendi kentin en büyük manifatura ma­ğazası Bonmarşe’nin tahsildarıydı. O günlerde bu tür kurı mlardan peşin parayla alışveriş edecek kabadayı pek yok­tu. Kasadar Mısta efendinin masası gerisindeki gösterişli "bugün peşin yarın veresiye" levhasına rağmen günlük satı­şın nerdeyse dörtte üçünden fazlası kasaya metelik girmez­di. Alacak defterinin matlubat sayfasına kayıt düşer, hizası­na borçlunun imza ya da mührü basılıp alışveriş sonuçlandı­rılırdı. Böyle yapılmazsa Bonmarşe’nin mallarının çoğu raf ve dolaplarda toz toplar kalırdı.

Giyim, kuşam ve süs eşyasına para yatırabilen üç tür in­san vardı: Birincisi ve belki de kaynaklarının en körü me­mur aileleriydi. Mutasarrıf ya da defterdarın eli, yüzü açık eşi bin eda ve kasıntıyla içeri girer, saatlerce şunu indir bu­nu kaldır diye tezgâhtarları terletir, sonunda beğendiği krep, jarse ya da sadakorun doğru ölçülüp düzgün kesilme­sine titizlenirdi. Sonunda "Bey uğrayıp öder." diye borç def­terini bile imzalamadan geçip giderdi. Bunlardan para çıka­bilmesi için ay başını beklemek gerekirdi. Çoğu parça bölük de olsa kovalamaya ihtiyaç göstermeden hesabı kapardı. Bazan nakil ve tayini çıkanlardan sessizce ortadan kayboluverenleri de bulunurdu. Ama bu kadar kusur kadı kızında bile olurdu. Bu gibilerin peşine Fotinli’yi takmak olmazdı. Çünkü böyle sıkıştırılıp kafası kızanlar hükümet kapısına iş düşünce insana kan kustururdu. En iyisi borcunu unutan ya

da sürüncemede bırakan bu gibilere ses çıkarmayıp omuzla­rındaki suçluluk ve minnet yükünü hafifletmemekti.

İkinci tür müşteriler, kentin kalburüstü varlıklı âyânı ya da evlerinin horaııtasıydı. Çoğu köy, bahçe, bostan konak sahibi adı belli kişilerdi. Fakat varlıkları kasadaki paradan çok bahçe bostanm gelirine dayanırdı. Böylelerinin kesesi her zaman dolu olmazdı. Ürün mevsimlerinde bunlar iyi pa­ra ediyorsa keseleri şişerdi. Pişip taşanlardan sebze, meyve mülklerinden gelir, ötekiler de evin ambar ve küplerinden çıkardı. Bu yüzden günlük yiyecek masrafları pek olmazdı. Unluk, bulgurluk buğday harman zamanı köyden gelir, yı­kanıp kaynatılır ve ambarlara dolardı. Salça, yağ, peynir, ka­vurma gibi besinlerle kurutulmuş sebzelerin kaynağı da ay­nıydı. Bunlar yaz, güz boyunca eritilir, süzülür, kavrulur ku­rutulur ve evde yerli yerini bulurdu. Ama sıra oğlan everip kız gelin etmeye veya giysileri yenilemeye gelince iş kesede­ki paraya dayanırdı. Kesesi dolu olanlar bile alışverişin tuta­rını hemen Mısta efendinin önüne sayıp dökemezdi. Bir ucunu öder gerisini borç defterine yazdırıp Allah’ın inayeti­ne ve Fotinli’nin çabasına bırakırdı.

Peşin parayla alışverişe gelenlerse saz kızları ve genelev sermayeleriydi. Alışverişe çoğunlukla fayton içinde gelirler­di. Arabanın durduğunu gören komşu esnaf, ip kırığı-incir çürüğü bahanelerle aç ciğerci kedileri gibi ayak altında do­laşmaya geçerdi. Bunlar çoğunlukla hiç pazarlık etmez, me­mur karıları gibi şunu indir, bunu kaldır diye tezgâhtarları terletmezdi. Bir bakışta seçimi yapar, ya da akıllarına o an­da esivereni sardırır, parasını tıkır tıkır sayar, kırıtıp sırıta­rak çekilir giderlerdi.

Peşinciler arasında Mısta efendinin yüreğini en çok yu­muşatan taze güveylerdi. Bunlar gelin hanımın ısmarladığı arslanlı pudra, bir deste firkete ya da paçaları keşkeşli kadın donunu almak için hemen içeriye dalmaya pek cesaret ede­mezlerdi. Vitrinleri yan gözle dikiz ederek Bonmarşe’nin önünden birkaç kez gidip gelir ve uzunca bir ısınma dönemi geçirirlerdi. Sonunda bütün cesaretlerim toparlar, surat al al, alnında ter boncukları Mısta efendinin kapı dibindeki

masasına sokulur ve dileklerini fısıldarlardı. İstenen pudra, firkete gibi şeylerse tezgâhtarlardan birine seslenilir ve pa­ket, kınası ışıl ışıl yanan avuca sıkıştırılırdı. Toyluğun kasın­tısıyla örtbas etmeye kalkanların bile yüzünde minnet gülü­cüğü yanıp sönerdi. Ama alışverişi keşkeşli don ya da boy gömleğine dayanıyorsa çoğunun dili tutuluverirdi. Yutku­nup terler, kaçamak sözlerle amacını iletmeye uğraşırlardı. Bu durumu izliyen Mısta efendinin yüzünü anlayışlı bir sı­rıtma kaplar ve müşteriye "keşkeşli tuman mı yoksa boy göyneği mi?" diye fısıldardı.

Ne suratı allıklı, gözleri sürmeli oyuncu kızları ne de el­leri kınalı toy güveylerle Memet efendinin işi olurdu. O ge­çimini âyân sınıfı borçlulardan sağlardı. Eline verilen listey­le işi bitince, sabah namazını kılıp mağazanın yolunu tutar­dı. Tezgâhtar Ali efendi yolun öteki ucunda, elindeki anah­tar destesiyle gözükünceye dek kapalı demir kepenklerin önünde gidip gelerek beklerdi. Boş kalınca kahveye oturup bir çay içmek, ya da tanıdıklarla sokak ortasında dikilip çe­ne yarıştırmak onun defterinde yoktu. Bütün dünyası borçlu listesi, mağaza ile iki göz toprak avlulu evindeki ayâlinden oluşuyordu. Çoluk çocuk olmadığından birkaç mecidiye ay­lık ve bir de tahsilattan eline geçen yüzdelerle gül gibi geçi­nip gidiyordu.

Kepenkler açılınca Mısta efendinin masası dibindeki sandalyeye, fırlayıp kaçacakmışçasına ilişir, tezgâhtarların sarkıntılıklarına yüzündeki maske hiç değişmeden kafa sal­lamakla yetinir ve Mısta efendinin boy göstermesini bekler­di. Onun sabah kahvesi ve sigarasını ağır ağır içişinden sa­bırsızlanmaz, keyfinin kıvamına gelmesini beklerdi.

Sonunda Mısta efendi uzun bir "Dur bakalım" çekerek alacak defterine yapışır ve tahsilât listesini düzenlemeye ko­yulurdu. Eline sunulan listeyi, teneke çerçeveli gözlüğünü düzleyerek uzun uzun inceler sanki girişeceği savaşın tâbiyesini oluşturmaya koyulurdu. Borçluları sıralama, ele geçi­rebileceği yerleri tasarlama hazırlığı tamamlanınca yerinden kalkardı. Lâkabının kökeni kılığıydı. Fesi daima kalıplı, püs­külüyse az önce yenilenmiş gibi dururdu. Solgun, ince,

avurtları çökük yüzünü her sabah sinekkaydı tıraş eder, kar­ga burnu altındaki kıranta bıyığını makasla düzeltirdi. Yırt­maçsız entarisinin belinde ince bir kuşak bağlıydı. Bunun üstüne giydiği, havı biraz dökülmüş temiz sakosunun önünü yukardan aşağı düğmelerdi. Bu haliyle kılığının titizlik yan­sıtan özelliği bir yana, giyimi o günlerin gereklerine tama­men uygundu. Ona seçkinliğini sağlayan ayaklarında kırmızı yemeni yerine bir çift bakımlı fotin oluşuydu. Bunların iple­ri yukarı kadar özenle bağlanır ve koncun üstünde denk gö­rüşte fiyonklanırdı. Yürürken eskiyip aşınmalarından korkuyormuşçasma adımlarını ölçülü atar, çamura, su birikinti­lerine basmaktan kaçınırdı. Bu yüzden de herkes nerdeyse ayaklarına bakmak zorunda kalırdı.

Kem bakışlardan saklanmak istermişçesine inik gözkapakları, göbeğine bağlı elleri, her söze uzun bir "Efendiıri'le başlayışına bakıp onu kimseye kötülüğü dokunmayan sessiz ve aşırı derecede saygılı birisi sanmak kolaydı. Gerçekteyse Bonmarşe’nin matlubat sahifasmda adı ve imzası olanların Azrail kadar çekindiği bir kişiydi. Bazı borçluların rüyasına girip karabasana tutturduğu bile söylenirdi. Bu söylentilerin gerçekliği ne olursa olsun Bonmarşe sahibi Emin beye gelip "Allah rızası için şu Fotinli deyyusu salma üstüme. Elimi ka­na bulayacaksın." diyenler eksik olmazdı.

Memet efendinin tahsilât yöntemi yalın, fakat çok etki­liydi. Borçluları ilk adımda evinde, ya da yalnız dolaşırken rahatsız etmezdi. Kolayca "Hele bugün arabayı çek." diyebi­leceği candan ahbaplarla bir aradayken de rahatsız etmezdi. En verimli av alanı Maarif bahçesiyle Camlı kahveydi. Sanık orada tavla ya da aznif partisine oturunca sessizce içeri da­lardı. Onu görenler oyunu bırakır kimin arkasına dikileceği­ni izlemeye koyulurlardı. Avlarından tecrübesiz ya da onur­lu olanlar varlığını hissedince kızarıp bozarır, oyunu şaşırır­dı. Kurtuluş olmadığını kestirince hışımla cebinden keseyi çeker, eline bir iki mecidiye sıkıştırıp başından savmaya kal­kardı. Verilen borcun yüzde biri de olsa üstelemez, saygıyla boyun kırıp uzaklaşırdı.

"Bugün git yarın gel" diyebilen pişkinlereyse en çok üç

kez rahat nefes alma fırsatı tanırdı. Dördüncü girişiminde onu eli boş savmak olanaksız gibiydi. Aç ve inatçı bir yara sineği gibi inatla kişelendiği aynı noktaya gelir konar, borç­luyu canından bezdirip tuşa getirinceye dek sessiz ve saygılı direnirdi. Adam gittikçe yoğunlaşıp gırtlağında düğümlenen öfke kasırgasıyla yerinden fırlayıp saldırıya kalksa da soğuk­kanlı ve saygılı duruşunu elden bırakmazdı. Herkes suratına bir sille ya da kafasına bir sandalye inmek üzere olduğunu sandığı sırada o istifini bozmadan kudurgan borçluya söyle­yeceğini söyler, sinirini felce uğratırdı:

"Aman efendi ya öfkeyle birden emr-i Hak vâki olursa nidersin. Rûz-i mahşere sırtında borç yüküyle gitmek Müslümana yakışır mı heç!..."

Bu sözleri işiten kudurgan borçlu, bir anda onu canını almaya gelen bir Azrail gibi görmeye başlar eli ayağı kesiliverirdi. Fotinli’ye göre mesleğinin en onur kırıcı durumu Emin beye gelip "N’ettimse borcunu vermiyo" demekti. Borçlu elinde can vermesi de gerekse hiçbirisi karşısında pes demeye niyeti yoktu. Bey de bunu çok iyi bildiğinden, öteki esnafın batakçı diye bilip alışverişten kaçındığı kişilere bile borca mal satmaktan kaçmmazdı. Fotinli’nin bu yetene­ğinin en iyi kanıtı ağzıkara Mahir beydi. Adam babadan ka­lan sayısı ve sınırı belirsiz varlığı içki, avrat, kumar ve kuşçu­lukta harvurup harman savurmuştu. Elde kalan üç beş par­ça toprakla yavru kapılı konak da giderini karşılayabilmek­ten uzaktı. Yaşam yolunu değiştirip ayağını yorganına göre uzatmak niyetinde ve gücünde olmadığından da kaç yıldır debdebe ve eğlenceyi başkasının keselerinden sürdürüp gi­diyordu. Meyhaneci, kasap, kuyumcudan tutun da kapısın­dan bir türlü kopamayan kâhyasına kadar herkese borçluy­du. Alacaklılara karşı da iyice şerbetlenmişti. Umudu kesmeyip kapısını yoklamayı sürdürenleri "Allah bana ben de sana" diye geçiştirirdi. "Kaç yıl oldu bey" diye ileri gitmeye kalkanlara da gözlerini ayırıp üstlerine yürür, ağız dolusu küfürler savurur ve elini belindeki lüver kuburuna atarak korkutup sindirirdi. Bu yüzden de çoğu esnaf borcunun altı­nı çizip ona daha fazla birşey kaptırmamaya çalışırdı. Ama

herkes onun kara ağzından çekinirdi. Yeni bir alışveriş için karşılarına dikilince "olmaz" diyemezlerdi. Çünkü insanı bir kez diline dolayınca kurtuluş yoktu. Her yerde onu yerer, her türlü düzenbazlık ve dolandırıcılıkla suçlar, hatta avra­dının bir süre kendine oynaşlık ettiğim anıştırmaktan bile kaçmmazdı.

Ağzıkara Mahir bey, babasının yolunu tutup bir türlü ipe sapa gelmeyen büyük oğlunu evlendirip yola getirmeyi kararlaştırınca pazarlık kesmek için Bonmarşe’nin kapısına dayanmıştı. Emin bey de gerek ağzının karasından çekindiği gerekse Fotinli’ye olan sonsuz güveni yüzünden bey eskisi­nin hiçbir dileğine hayır dememişti. Kat kat ipekli entariler kesilmiş, saat dolabından en pahalı mineli gerdanlık saatler seçilmiş, pudra kutuları, allık, sürmedanlıklar tezgâhın üs­tünde höyüklenmişti. Satışın elli altını aştığım terliyerek he­saplayan Mısta efendi, malını iyi tanıdığından deftere geçip Ağzıkara’nm mühürünü basmadan önce Emin beye uzun uzun kuşkuyla bakmış, nasıl olup da batkına bu kadar mal vermeye razı olduğuna şaşıp kalmıştı. Bey, Mahir efendiye: "Bu hayırlı işin bir ucu peşin olmalı. Ne verebileceksin ba­kalım?" demekle yetinmişti. Onun, kimbilir nereden borç aldığı üç altını Mısta efendinin önüne attıktan sonra mührü­nü uzatması karşısında da tek söz edememişti. Kasadar için­den "lâhavle" çekip bu gidişle ekmek kapısının batacağından tasalanarak yazıp çizmekten ötesini yapamamıştı. Adam pa­ketleri oğlu ve kâhyasıyla toparlayıp yıkıldıktan sonra da be­ye "Gitti gider kırk yedi altın bey." demekten kendini alama­mıştı.

Fotinli Ağzıkarayı düğün dernek bitip oğlan yavaş ya­vaş gelini evde bırakarak kahve ve meyhanelerde boy gös­termeye başlayıncaya kadar tedirgin etmedi. Ağzıkaranın cebi boş, kol ve kanadının düşük olduğu günlerde ense kö­küne dikilmenin yararsızlığım bilecek kadar tecrübeliydi. Fotinli, esasen böyle zamanlarda kahve, saz gibi yerlerde pek gözükmez, gözüktüğü zamanlarda da koltuğundan geçi­nebileceği birisinin gölgesine sığınırdı. Ona sokulacak za­man çarşıdan koltuğu kabarık, sağa sola tepeden bakarak

geçtiği günlerdi. Bu durumlarda kâhyası da kolunda alışve­riş sepeti, ayağındaki çarpanağı sürükleyerek dört beş adım gerisinden gelirdi. Böyle cebi ısındığı günlerde kahvede yüksek sesle tanıdıklara içecek ısmarlar, sazda en ön masa­ya kurulup yeni gelenleri ısrarla masasına davet ederdi.

Kasılıp kabardığı böyle günlerde Memet efendi onun peşini hiç bırakmazdı. Birkaç tek yuvarlayıp kafayı ısıtıp, kızlara köpüklü şarap ısmarlamaya, ya da çevresindekilere eski hovardalıklarını anlatıp övünmeye koyulunca ense kö­küne yavaşça sokulurdu. Tam saz kızı Sultan’ı sahne geri­sinde namlusunun önüne katıp selâmlığa nasıl attığı gibi bir hikâyenin doruğundayken kulağına doğru uzanıp fısıldama­ya başlardı:

"Afiyet olsun beyzadem. Nerde o Sultan kıza çintikle altın attığın günler." Her defasında bu gibi sözleri çevresin­dekiler de duysun diye onu "Hele berk söyle" diye zorlar, yeterince yağlanınca da cebindekilerin bir kesimini Fotinli’nin avucuna sıkıştırıp başından savardı.

Hesabın altının çizilebilmesi iki yıldan fazla sürmüştü ama sonuç bütün esnafı şaşkına çevirmişti. Batkın paralarını kurtarabilme umuduna kapılanlardan çevresinde dolanıp "dörtte biri senin" teklifini yapanlar bile olmuştu. Fakat o kazancı çoğaltayım diye efendileri artırmanın hem kendini ekmek kapısından edebileceğini hem de borçlular dünyasın­daki etkinliğini azaltacağını biliyordu. Çünkü bu gibi teklif­lere daima fısıltı halinde, borçluyu ne zaman ve nerede sı­kıştırırsan, yağını çıkarabileceğini bilirsen "ruz-û mahşere borçlu giden Müslüman kalmaz." de diye başından savardı.

Bu işi herkesten çok iyi bildiği de ortadaydı. Devlet ba­ba yeteneğini takdir edip onu hazine tahsildarı ataşa, en az­gın, jandarma uğrayamayan toprak ağalarının bile âşar borçlarını tereyağından kıl çekercesine sızdırmanın yolunu bulabilirdi. Düyun-u umumiye örgütünün eline geçse, Allah bilir cebi delik Osmanlı devletini bile, ardı arkası kesilme­yen bu borçlardan kurtarır ve ruz-û mahşere alnı açık, yüzü ak gitmesini sağlayabilirdi.

HACİVATÇI VAKAS

.Ramazan yalnız çarşının değil tüm kentin yaşamını kökünden etkilerdi. Herkes mübarek aym adım adım  yaklaştığını bilir, fakat başlayacağı günü kesin olarak kestiremezdi. Rumeli’nden Arabistan çöllerine kadar uza­nan İmparatorlukta bu gün, kentin bulunduğu boylama gö­re değişirdi. Bu yüzden de çevresindeki tepelere akşam üzerleri tırmanıp, ince karpuz dilimi ayın bir göz açımı ufukta boy göstermesini bekleyenler çoğalırdı. Ne zaman iki tanık koşarak gelir ve yetkilinin karşısında, ilk hilâli gördük­lerini yeminle belgelerlerse o akşam Ramazan topları atılır­dı.

Topu duyan ev kadınları mutfağa koşar, ilk sahur ha­zırlıklarına koyulur, sokaklarda bekçi davulları gümbürde­meye başlar, peşlerine takılan her boydan çocuk sürüsü "Ramazan geldi hoş geldi." çığlıklarıyla etrafı çmlatırdı. O günden sonra bir ay tüm kent okulları, devlet daireleri, çar­şılar güneş tepeye dikilinceye dek sessiz bir uykuya gömü­lür, ancak öğle ezanından sonra kıpırdamaya başlardı.

Gün doğup gölgeler uzadıkça işler kızışır, ocakların du­manları yoğunlaşmaya, havan, çanak, çömlek sesleri artma­ya ve orucu başına vuranların öfkeli homurtu ve çığlıkları her yanda yankılanmaya başlardı. O saatlerde çarşının görü­nümü bütün duyu organları ve salgı bezlerini kamçılayan renk, biçim ve koku şölenine dönüşürdü. Çevreye bir göz

atınca insanın, bütün esnafın meslek yeteneklerini sergile­yip birbiriyle yarışmak için bugünleri beklediği sanılırdı. Helvacı Sait kırmızı mermer döşeli geniş tezgâhına sayısız helva çeşitlerinin oluşturduğu öbekler döşer, dayardı: Tel, koz, susam, leblebi, tahin, kabak helvalarının harmanları karşısında aç aç yutkunmaktan gırtlaklar nerdeyse lâçka olurdu.

Bitişiğindeki çörekçi fırınıysa gölgede kalmamak için elinden geleni yapardı. Boy boy, biçim biçim çörekler, pek­simetler börek tepsilerinden tezgâhın tahtaları gözükmez olurdu. Çocukların belini kıransa köşedeki leblebiciydi. Her zaman dükkânı dolduran leblebi, fıstık, çekirdek öbekleri­nin önüne her renkten horoz, mangır, düdük şekerleri yığı­lır, sanki varımızı, yoğumuzu buraya yatırmaya zorlardı.

İftar saati yaklaşınca dükkânların önündeki kalabalık yoğunlaşır, herkes birbirini itip önündekinin omuzu üstün­den uzanarak iftar pidesi ya da yağlı kâhkesini kapıp kaç­maya çabalar, Güllü’nün dükkânından varlıklı evlere bakla­va, sarığıburma tepsileri taşıyan çırakların sırtından ter oluk gibi boşanırdı. Ama çarşı asıl ramazanlık yüzünü, iftar fur­yası geçip cemaat teravihten çıkınca gösterirdi. Orucun bü­tün yüzlere yapıştırdığı, bezgin, sinirli maske yok olur, dav­ranışlara, dolgun midenin verdiği iyimserlik, özgürlük ve mutluluk havası çökerdi. İftar sofrasında hızını yeterince alamayan yetişkinler dükkânlardan bütün gün özlemini çek­tiği yiyeceklerin başına çöker, her köşe başında bir kahve höpürdetip nargile tokurdatmaya koyulurdu.

Çocuklarsa cepleri leblebi, çekirdekle dolu, suratları boyalı şekerlerle renk renk bezenmiş, elliliklerini yatıracak­ları hacivatçı Vakas’ın kahvesinin yolunu tutarlardı.

Vakas’m yüksek kahvesi, Kavaf çarşısının başında, Fışfış kastelin üstündeydi. Burası yalnız onlara öz de değildi. Ortadaki genişçe açıklığın çevresindeki peykelerde kahve, nargile içen yaşlılar, arkadaşının arkasına sinip sigara tüttü­ren yeniyetmeler de görülürdü. Bunlardan arta kalan yerleri de Karagöz perdesini iyice gören bir yer kapabilmek için iti­şen çocuklar doldururdu. Kahve yükünü iyice alıp ilişecek

yer kalmayınca ve sabırlar taşıp haykırışmalar, ıslıklar yo­ğunlaşınca Vakas’m yardımcıları ellerinde tepsi, ellilikleri toplamaya başlarlar, herkes bu iş bir an önce bitsin, gösteri­ci ortaya çıkabilsin diye, elindeki paradan kurtulabilmek için yarışa geçerdi. Para toplamanın sonu gelir gibi olunca herkes perde gerisindeki kandilin önünde duran Beberu­hi’nin hayaline doğru döner ve meydanda olup bitecekleri izlemeye hazırlanırdı. Son dakikalar bir türlü geçmez, sabır­sızlıktan leblebi, çekirdek tüketimi hızlanır, her yanda ufak tefek çatışma ve söyleşmeler artardı.

Nihayet Vakas, ıslık ve çığlık fırtınası ortasında, mey­danın girişinde bütün ihtişamıyla boy gösterirdi. İşlemeli takkesi, çatık kaşları altındaki donuk bakışlı gözleri, boy­nundaki nazarlık muskası, yağlıca kaslı gövdesine yapışan fanila giysisi içinde sağ eli beline dayalı durur, bu haliyle de mindere çıkmaya hazır cihan pehlivanını andırırdı. Kısa bir süre böyle heykel gibi duraklar ve görünümünü büyük, kü­çük herkesin iyice içine sindirmesini beklerdi. Sonra câmi kubbesi kadar yüksek tavandan sarkan salıncağın altındaki o güzel yerdeki sandalyeye doğru emin, kesin adımlarla iler­lerdi. Bir sıçrayışta önce sandalyeye, sonra salıncak demiri­ne yapışarak kendini yukarı çeker, iki yandaki halatı avuçlayarak demirin üstüne yerleşirdi. Büyük, küçük herkes solu­ğunu tutmuş onu izlerken bacaklarını ileri geri açıp çekerek salıncakta hızlanır, gidiş, gelişleri kahvenin karşılıklı duvar­larına dokunacak kadar açılınca "haliyop" diye bir çığlık atar, ayaklan halatlara dolanmış baş aşağı bir süre sallanırdı. Bu numarayı kimbilir kaç kez gördüğümüz halde "her haliyop" yüreğimizi ağzımıza getirir, bacakları kurtulur yere çakılır da öteki numaralarını göremeyiz diye korkardık.

Salıncak numarası bitince Vakas meydanın ortasında arka üstü bir köprü kurar, yardımcıları karnının üstüne çap­razlama kimbilir kaç tane dolu tahıl çuvalı yığar, sonra da birisi bunların üstüne çıkıp ayakta dikilirdi. Ağırlığın altında Vakas’m yüzü al çuhaya dönüşür, boğa boynuzu bıyıkları daha da dikleşir, pembe fanilanın altında kol ve bacak kas­ları yumruklaşırdı. Tam herşeyin ezilip yamyassı olacağını

sandığımız bir sırada yeni bir "haliyop" fırlatıp üstündeki herşeyi bir yana silker, yerinden sıçrayıp muzaffer ayağa di­kilirdi. Hepimizin kafasında o, topun tüfeğin işliyemiyeceği çelikten bir insan kalesi, Azrail’in uzak durmayı yeğ saydığı yenilmez adamdı. Ancak kendine karşı tutkunluğumuz Ka­ragöz perdesinin gerisinde kaybolunca azalmazdı. Bir ucu sigara kâğıdı yapışık düdüğüyle bir tabur eşekarısı vızıltısı çıkararak Beberuhi’nin iğnelerini sökmeye girişince herkes oturduğu alçak kürsülerin yönünü değiştirir, bütün bakışlar fersiz kandilin aydınlattığı küçük, beyaz perdeye yapışır ka­lırdı. Tef eşliğinde çatlak sesiyle okuduğu giriş gazelinin, "perde kurdum şema yaktım" tekerlemesinin bir an önce so­na ermesi için sabırsızlanırdık. Nihayet Hacivat çelebi perde gerisinden görünüp Karagöz’le dövüşüp sövüşmeye girişin­ce kahveyi yerli yersiz kahkaha patlamaları inletirdi. Vakas iyi bir taklitçiydi de. Elinde binlik deli Bekir’i dal fesli, setre pantollu Tarçın beyi, tepesi çiçekli devrek çam biçimi zen­neleri seslendirenin aynı kişi olduğuna inanabilmek zordu. Yalnız o yıllarda çocuk ve yeniyetmeleri açık saçık yayınlar­dan koruyan yasalar olmadığından, Vakas Tarçın bey ya da Karagöz’le zenneler arasında açık saçık sevişme sahneleri düzenlemekte sakınca görmezdi. Seyircilerden bir kısmı kı­zarıp bozararak, bir kesimi de iri iri yutkunarak seyrederdi bu gösterileri. Öte yandan bugün her köşe başı sinemasının panolarını dolduran çiftleşme ilânlarına ve film adlarına ba­kınca Vakas’ın aşırılıkları çocuk oyuncağı gibi kalır.

Onun kentteki ünü sadece cambazlık ve Karagözcülük sınırı içinde de kalmazdı. Yeme ve içmede de onunla yarışa kalkacak Allah kulu olmadığı anlatılırdı. Bu konuda lâhmacuncu hocanın bile karşısında aşık atamayacağı söylenirdi. Gerçek ya da abartma bu yeteneği konusunda ortada hayli hikâye döner dururdu. Birine göre Vakas birgün dükkânın önündeki taze hıyar höyüğünün bir yanma bağdaş kurup se­pet ve yağlıklara, kırkı elli paraya hıyar sayan Sarı Memik’in yanma sokulmuştu. Hıyarın kırkının elli para olduğunu öğ­renince Memik’e bir yüzlük uzatıp "Aha sana seksen hıyar parası. Kömenin öte başına oturayım, doyuncaya dek yiye­

yim." önerisini yapmıştı. Sarı Memik kafasından "Ulan bu herif eşek olsa bir oturuşta seksen hıyarı yiyemez." diye tek­lifi kabullenmişti. Sonra da müşteri baskınından höyüğün öte yanma çöken Vakas'ı unutmuş ve sepetlere hıyar sayı­mını sürdürmüştü. Bir süre sonra yığının kendi tarafındaki yamacı öte yana yıkılıp Vakas’m kafası ortaya çıkınca olup biteni kavrayabilmişti. Vakas yiyime yeni başlayanların işta­hı ile iki avurdu şişkin, boğa boynuzu bıyıkları aşağı yukarı gidip gelerek hıyar öğütmeye devam ediyordu. Memik ise gözleri mec’diye gibi ayrılmış, yüzlüğünü eline tutuşturup anlaşmayı bozduğunu bildirmekten başka şey yapamamıştı.

İçi iki litre şarap alan çapçağı kafasına dikip soluk al­madan bir nefeste temizleyişinden, toklu kuzuyu tek başına evire çevire mideye indirişinden söz edilirdi. Baklavayı ağzı­na tek dilim değil her avurduna birer, üçüncüsünü de orta­larına sokuşturup iki solukta tepsiyi temizlediği anlatılırdı. Yediklerine göre öyle lâhmacuncu hoca gibi yağ da bağla­mıyordu. Kilot pantalonun içinde karnı göğsünden biraz da­ha dışa vuruk gibiydi ama öyle aşırı bir şişmanlığı yoktu. Bü­tün yiyip içtiği sanki iri kaslarına yakıt olup gidiyordu. Va­kas çarşıda, avcı ceketi içinde kasılıp püskülünü sallayarak dolaşırken herkesin ağzını ayrık bırakacak kuvvet gösterileri yapmaktan da geri kalmazdı. Bu nedenle çarşı halkı, açıktan oruç yediği için yüzü boyanıp belediye tellâlının eşeğine ters bindirilen dinsize yuha çekip başına uluk yiyecek fırlatıyor da olsa, onun kasıntılı gövdesini farkedince duraklar, Vakas’m gene ne behre göstereceğini umutla beklemeye koyu­lurdu. Bazan manav dükkânının önünde duran içi dolu maharayı koltuğuna çalıp üzüm sepeti taşıyormuşçasma yolun ortasına bırakır, bazan yüklü eşeğin altına sırt verip omuzu­na alırdı. Kaim demir çubukları söğüt dalı gibi büküp kıvır­ması, bir yumrukta iri kaldırım taşlarını tuz buz etmesi ola­ğan işlerdendi. Bu gücü yüzünden de herkes karşısında say­gılı bir çekingenlikle açıkta durur, her dileğine "Baş üstüne Vakas ağa" diye boyun eğerdi. Ramazan ayı dışındaki uğraşı ve geçimi de Yüksek kahvedendi. Mahallenin yaşlıları, eli boş esnaf kahvesinin peykesinden eksik olmazdı. Fakat esas

geliri Kavaf çarşısı esnafmdaydı. Meydancılarından birisi sağ elinde altı ocaklı iri kahve mırra cezvesi, öteki elindeki kulpsuz kahve fincanlarını tıkırdatarak çarşının bir ucundan ötekine mekik dokur dururdu. Boğazı kuruyan, ya da misa­fir ağırlayanların bir el etmesi yeterdi. Hemen cezveden fin­canların dibine üç damla koyu kahve damlatılır, sonra bir elini boşaltıp cebinden çektiği tebeşir parçasıyla kepengin el değmeyen bir yanma, kahve sayısınca çizik çizer giderdi. Bi­riken kahve alacaklarını haftada bir toplamak Vakas’m işiy­di. Ocakçı ya da meydancıları gönderse "bugün git sabah gel daha siftah etmedik." diyenlerin çoğalacağını bilirdi. Bu yüzden perşembe öğle sonları çarşının başındaki dükkândan başlar, baştan savma bir selâmüaleyküm’den sonra tebeşir çiziklerini saymaya koyulurdu. Çatık kaşları ve giyisileri al­tında bile evran gibi kıvıldayan kaslarını görenlerin "daha siftah etmedik" diyebilmesi olanaksızdı. Kese boş da olsa dükkân komşularıyla fısıldaşılıp onun haftalığı ödenirdi. Bunların dışında bir gelir kaynağı daha vardı. Sık sık gösteri için kentteki düğün, derneklerle çevre illere bile davet edil­diği olurdu. Ama her çağrılan yere birkaç mecidiye karşılığı da olsa gitmeyi mesleki seçkinliğine yediremezdi. Küçümse­diği kişi ve yerlerden gelen davetleri reddeler ancak şanına yakıştırdığı yerlerde boy gösterirdi. Böylece de bin bereket versin gül gibi geçinip gidiyordu.

Yine bir yıl, evlerin yemek sonu sohbetleri öncelikle Ramazan’a kaç gün kaldı konusunda toplanmaya başlamış­tı. Herkes yazın sıcağı, günlerin uzunluğundan yakmıyor, tövbe tövbe çekerek bu mevsimde aç susuz akşamı bulabil­menin zorluğundan tasalanıp duruyordu. Çocuklar için ya­rım gün alıştırma oruçlarını birbirine diktirip on beş günle Ramazan’ı sonuçlandırabilmek mümkün olduğundan yetiş­kinlerin tasası onları pek ilgilendirmiyordu. O günlerde bi­zim uyanık olmamız gereken şey iftar topunu elde saat bek­leyen baygın ve sinirli yetişkinlerin yolundan uzak durmaktı. Öte yandan selâmlıktaki iftar şölenleri ve künefe sohbetle­riyle Vakas’m gösterilerinin çekiciliği bu tehlikeyi önemse­memize de pek yer bırakmıyordu.

Ama daha ay dilimini gören tanıklar bayır aşağı inme­den bir söylenti kentin çocuk ordusu arasında çalkalanmaya başlamıştı. Hacivatçı Vakas’a inme inmiş, ne dili dönüyor, ne de bir yanı tutuyormuş. Çoğumuz bu haberi önce bir eşek şakası saymış ve inanmamıştı. Azrail’in bile çevresinde geniş bir daire çizdiğini sandığımız bu çelik güç kalesine na­sıl inme iner de eli, dili tutulurdu. Bu umutla yolumuz her düştükçe Yüksek kahvenin merdivenlerini tırmanıp içeri bir göz atıyorduk. Salıncak kurulmuş perdede yerini almışsa bu haber yalan demekti. Fakat ortada Ramazan hazırlığına benzeyen hiçbir şey yoktu. Kahvenin nargile tokurdatıp kahve höpürdeten müşterileri de seyrekleşmiş gibiydi. Kuş­kuların güçlenmesine rağmen ocakçıya sokulup söylentinin gerçekliğini araştırmaya da cesaret edemiyorduk. Ya haber doğruysa, içimizdeki ölgün umut ışığı tüm sönecek ve rama­zanlar zindan olacaktı.

Ramazan topları atıldı. Günler günleri izledi. Yüksek kahve, müritleri dağılmış bir tekke gibi örümceklenip kaldı. O ramazandan aylarca sonraydı. Ona ilk kez kahvenin giri­şine inen yokuşun başında rastladım. İri yapılı bir hamalın sırtında ağır ağır yokuşu iniyordu. Gene başında fesi, sırtın­da avcı ceketi vardı. Fakat boğa boynuzu, herkese meydan okuyan bıyıklarının süngüsü düşmüş, renkli yanakları solup sararmıştı. En kötüsü yüzünün sol yanı, ipleri kopmuşçasma aşağı sarkmıştı ve ancak bir koluyla hamalın boynuna sarıl­mıştı. Ötekisi boş bir ceket yeni gibi yanıbaşında duruyordu. Geçip gidişlerini, kahvenin kapısında gözden kayboluşlarını olduğum yerde donup kalarak izliyebildim. Boğazıma pü­türlü bir yumruk tıkandı. Gözpmarlarımda acı iki damla toplandı. Herşeyi iki adım önümde bütün gerçekliği ile gör­düğüm halde inanmak gelmiyordu içimden. Üstüne adam dikilmiş bir yığın tahıl çuvalını silkip atabilen bu gövdeyi bu hale ne getirmişti? Hıyar höyüklerine, lâhmacun, baklava tepsilerine "pes" dedirten, yüklü eşeklere sırt verip ayakları­nı yerden kesen bu yenilmez adamın sırtını yere getiren kimdi?

O günden sonra insanın yenilmezliğine karşı olan inan­cımı yineleyemedim.

KENDİNİ ARAYAN ADAM

M.ıstık ağa kente Karadağ’daki köyünden göçmüştü.

Üç kuşak ötedenberi komşu köyün ağasıyla sürüp gelen çatışma ve çekişmeden yılgınlık getirmişti ar­tık. Göçten üç ay önce tuzağa düşürülen küçük kar­deşi yiğit Memo’ııun kana bulanmış cesediyle, dipçiği kur­şun yarasıyla paralanmış filintasını getirmişlerdi köye. Gün­lerce avratlar bağırlarını dövüp saçlarını yolarak ağıtlar söy­lemişler, kanlı poşuyla yaralı filinta da konak odasının baş­taki duvarına asılmıştı. Mistik ağa günlerce gözlerini bu öç simgelerinden ayırmadan düşünüp kalmıştı. En yaşlısı do­kuzunda üç erkek evlâdı vardı. Onları da bu kanlı yola mı adayacaktı? Konağın yöresinde, köyün çevresinde silâhlı adamları gece gündüz nöbet bekledikleri halde avludaki ayakyoluna giderken bile ürkek bakışlarla çevresini kolaçan etmekten kurtulamıyordu. Yatağında kimbilir kaç gece ka­rabasanlarla debelendikten sonra kente göçü kafasına koy­du. "Varsın korktu desinler.. Varsın kardeş kanı boynunda kaldı desinler."

Bu kararı vermesinde oğlu Hamo’nun payı büyüktü. Dokuzuna yeni girdiği halde Hamo yaşından iki, üç yaş da­ha büyük gözüküyordu. Konağın önündeki gübre yığınları çevresinde oynarken önüne geleni kaldırıp yere vuruyor, dövüşken horozlar gibi daha şimdiden kas kas kasılıyordu. Böyle giderse birgün onun da kanlı cesedini sırtlayıp getirir­ler önüne, diye tasalanıyordu Mistik ağa.

Bu yüzden kimseye birşey söylemeden yükte hafif pa­hada ağır nesi varsa toplattı. Çil altınlarını kemere dizip be­line sardı. Avradı, uşağı hayvanlara bindirip bir sabah şafak sökmeden kentin yolunu tuttu. Malının mülkünün güdümü­nü büyük emmisiyle sadık kâhyasına emanet etmişti.

Kentde üç beş gün bir handa konakladılar. İyi bir tanı­dığın yardımıyla emvali millîyeden metruk bir Ermeni evi satın aldı. Burası tam dileğine göreydi. Sokağa bakan pen­ceresi yoktu. Avlu duvarları aşılamayacak kadar yüksekti. İki katın da pencereleri avluya bakan dört göz odası, avlu­nun bir köşesinde mutfağı, ayak yolu, suyu bol bir kuyusu vardı. Ferik hatun özellikle bu kuyudan hoşlanmıştı. Köyün altındaki sacırdan yarım saatlik yolu sırtta su tulumu taşı­mak gerekmeyecekti. Kovayı sallandır, dolaba yapışıp ku­laçla, bir nefeste buz gibi su gelip önüne dikiliveriyordu. Ama bu göç Hamo ile küçük kardeşinin işine pek gelme­mişti. Babası can korkusundan tüm kurtulamamıştı. Bu yüz­den dışarı çıkarken bile sokak kapısını kilitliyor "Dışarı adı­mını atanın kafasını kırarım" diye gürlüyordu. Köyün gübre yığınları çevresinde çelik çomak, sacır boyunda arık kazıp değirmen yapma, arkadaki meşe ormanında palamut topla­yıp ayı inlerini gezme düş olup gidivermişti artık. Tüm dün­yaları kale duvarlarıyla çevrilmiş avuç içi kadar avluya sıkı­şıp kahvermişti. Bu yüzden de bütün günlerini birbiriyle gü­reşip boğuşarak, kafa yarıp burun kanatmaktan öteye eğlen­ce bulamıyorlardı.

Ama günler, haftalar geçtikçe Mistik ağaya hafifçe gü­ven gelmiş, köyden birlikte getirdiği iki adamından birini önüne katıp çarşı pazar dolanacak kadar yüreklenmişti. Özellikle büyük emmisinin öğütlediği mahalle komşusu Mehmet efendinin selâmlığına ayağı iyice alışmıştı. Hemen hergün akşam ekmeğinden kalkar kalkmaz Höso feneri ya­kıp önüne düşüyor, yatsıya kadar selâmlık sedirine bağdaş kuruyor, nargile tokurdatıp kahve höpürdeterek öteki misa­firlerin her akşam sürdürdükleri söyleşmeleri tek sözünü kaçırmadan izliyordu. Buraya gelenlerin hemen hepsi gör­müş geçirmiş, okumuş, her sözün altından kalkabilen deve

dişi gibi kişilerdi. Padişahın yerine gelen "hökümat"tan, frenk ellerinde olup bitenlerden, kentin gidiş ve sorunların­dan söz ediyorlardı. Evin büyük oğlu arada bir ta İstan­bul’dan gelen gazete dedikleri koca kâğıtları açıp en taze havadisleri okuyordu. Yatsı namazı birlikte kılmıyor, sonra da evli evine, köylü köyüne dağılıp gidiyordu. Mistik ağa üç, beş hafta içinde bilip etmediği neler duymuş, neler öğren­mişti. Kendi işini bir ölçüde yoluna koymuştu ama döller dört duvar arasında kapanıp kalmıştı. Bu yüzden birgün efendiye yüzünü kızdırıp "Efendi acık şu senin torunlar ara­da bir gelip bizim döllerle oynasa" demekten kendini alama­mıştı. Öyle ya kendisi nasıl onlardan bilmediği bir çok şeyler öğreniyorsa, döl de dölden öğrenir, kent adamı olmanın yo­lunu bulur giderdi.

Mehmet efendinin büyük torunundan Hamo, aşık-gülle oynamayı öğrenmeye işte böyle başlamıştı. Bu oyunların kural ve inceliklerini öyle kolayca anlayıp hatırda tutamı­yordu ama iyice sardırmıştı bunlara. Evde et yendiği gün ke­mikler arasından aşık çıkarıp temizlemekle yetinmiyor, ba­basından kopardığı yüzlük ve ellilikleri de Haso’ya verip mahalle çocuklarından renk renk kınalı aşık toplattırıp habire torun Ahmed’e ütülüyordu. Ondan daha iri yarı ve güçlüydü kuşkusuz. Güreşseler bir yan bağdaşıyla kaldırıp onu yere vurmak işten bile değildi. Fakat aşık oyunlarının hiçbi­rinde onunla baş edemiyordu. Kendisi zembereği gevşek oyuncak ayılar gibi düzensiz el-kol ve bacak hareketleriyle aşık dizilerini devirip çizgileri çiğnerken o beş adımdan dizi­deki dilediği aşığı vuruyor, ufacık bir fiskeyle eneğini fırlatıp kendi aşıklarını çizgi dışına atıveriyordu. Babasının tüm uyarı ve göz ayırmalarına rağmen bazan aşık cebi iyice boşa­lınca kan tepesine vuruyor, oğlanın boynuna bir kol atıp ütüldüklerini elinden geri almaya kalkıyordu. Fakat oğlan çelimsizliğine rağmen civa gibi bir şeydi. Daha o bağdaşını tasarlayamadan kafasını koldan kurtarıyor ve iki atışta solu­ğu kapıda alıyordu.

Böyle kendinden bir kafa boyu küçük döle habire ye­nilmenin verdiği ezikliğe rağmen Hamo, yaz aşınıp yaprak-

lar sararmaya koyulunca onun aşık oyununa artık pek sık gelemeyeceğini söylemesine iyice canı sıkılmıştı. Oyunu bir yana koyup ağzından köpükler savurarak "Niye ulan niye gelmezsin. Aşıklar ütüp kaçar mısın." diye söylenmeye giriş­mişti.

Ötekiyse gülümsiyerek "Artık mektep açılacak. Sabah­tan akşama kadar oraya gidilecek." karşılığını vermişti. Ney­di bu mektep denen şey. Sıkıştıra, sıkıştıra, buranın okuma-yazma öğrenilen bir yer olduğunu ağzından alabilmişti. Gerçekten de Ahmet birden ortadan yok oluvermişti. Baba­sı, artık yüreği güçlendiğinden evin çevresinde, sokaklarda dolanıp oynamalarına izin veriyordu. Hamo da birkaç sabah Ahmed’i ayağında çatal ayak, başında dal fes, elindeki çan­tayı sallayarak yokuş aşağı giderken görmüştü. Bir kez de ona akşam dönüşü rastlamış, elindeki çantanın içindekileri göstermesi için yalvarmıştı. Gördüklerine kafası iyice takıl­mıştı. Resimli kitaplar, renk renk kalemler, cetvel tahtası ve daha neler de neler tıkıştırılmıştı o deri kutunun içine.

Hamo da bu mektep denen yeri görüp neler olup bitti­ğini bellemeyi kafasına koydu. Bir sabah Ahmed’in uzaktan peşine takılıp izledi. Bir sürü yollar geçtiler, köşeler geçtiler, cami kapılarının birinden girip ötekinden çıktılar. Hamo bu dolambaçtan geriye evin yolunu nasıl bulacağını kestiremiyordu, fakat büyütenmişçesine otuz, kırk adım ötesinde gi­den oğlandan da gözlerini ayıramıyordu. Sonunda akın akın çocuk kümelerinin girdiği ve yoğun bir uğultunun yükseldiği koca kapıdan girip gözden kaybolmuştu. Hamo bir süre şaş­kın olduğu yerde dikilip kaldı. Sokağa bakan pencerelerden itişe, kakışa sınıflara dolanları izledi. Odalardan bazısına başı sarıklı, bazısına dal fesli ya da başı kalpaklı yetişkinler giriyor, cırlak bir sesin verdiği keskin bir komutla sıradakiler ayağa fırlıyor, sonra gelen yetişkin kafa sallayıp yüce bir yere oturuyordu. Duvarlarda çeşit çeşit koca resimler, renk­li çiziklerle donanmış ekmek sofrası genişliğinde levhalar asılıydı. Bir odada, yüce yerdeki yetişkin duyamadığı birşeyler anlatıyor, arkasındaki karatahtaya beyaz bir taşla birşeyler çiziktiriyordu. Başka birisindeyse çocukları karatahtaya

çekip onlara yazdırıyordu, bir başkasındaysa hep bir ağız­dan türkü çağrılıyordu.

Mektep denilen bu çocuk pazarı Hamo’yu iyice sarmış­tı. Kimbilir o davar çanı kaç kez çalmış, çocuklar sel gibi bahçeye doluşmuş, itişip kakışmış, sonra gene davar çıngıra­ğının tmgırtısıyle içeri girmişlerdi. Hamo’nun akh başına ancak, babasına kendini de buraya göndermesini söylemeyi tasarladığı zaman gelebilmişti. Gözlerini ayırarak "Herdey­din ulan bunca zaman" diye şaplağı çeken babası kafasında canlanınca geri dönüş tasasına düştü. Kaç kez çıkmazlara saplanıp gözpınarlarmda korku yaşları toplandı ama karşı tepenin yamacındaki Mehmet efendinin üç katlı taş konağı­nı nişan almıştı. Hayli bocaladıktan sonra yamaca çıkan yo­kuşun başını bulabildi. Evin kapısını da görünce rahat bir nefes aldı. Fakat o günden sonra Hamo sabah akşam deme­den babasının başının etini yemeğe koyuldu. Önceleri Mis­tik ağa "Okumak neyine ulan senin." diye terslemişti. Fakat oğlanın vırvırı bitip tükenmek bilmiyordu. O böyle diren­dikçe baba da sabahları yokuş aşağı giden eli çantalı çocuk­lara bir başka gözle bakar olmuştu. Sonunda Mehmet efen­diye akıl danışmayı kararlaştırdı. Sorusu karşısında Mehmet efendi soluk almadan "Ver gitsin okusun adam olsun." de­mişti. Demek kentte adam olabilmenin yolu buydu. Hemen ertesi gün oğlanın elinden tutup baş muallimin kapısına da­yandı. Başmuallim Abdurrahman efendi gözlüğünü burnu­nun ucuna kaydırıp Mehmet efendiden getirilen tavsiye mektubunu inceledikten sonra gözlüğün üstünden kapı ya­nında rengi uçmuş dikilen Hamo’ya bir göz attı:

"Kaç yaşında oğlan?"

"Sayende dokuz hoca efendi."

Mistik ağanın bu sözü üzerine başöğretmenin yüzün­den hafif bir kuşku gülücüğü gelip geçiverdi.

"Kaç yıl önce girdi dokuzuna. Nerdeyse bıyığı terliyor."

Mistik ağa biraz telâşlandı. Hamo ise daha da bozardı:

"Vallah billâh bu yıl girdi hoca efendi. Doğduğunda iri kıyımdı. Kucağa zor sığardı." diye güvence vermeğe uğraştı. Hamo’nun bugüne kadar okul kapısından girmemiş oluşu

da tereddüdünü artırdı. Kendi kendine söylenircesine: "Bi­rinci sınıfa koysak koyun sürüsüne katılmış deve gibi durur. Yukarı sınıflara koysak elifi görse mertek sanır. N’edek bu­nu şimdi biz." diye mırıldandı. Birkaç kez işaret parmağıyla top sakalında bir noktayı kaşıdı. Sonra masasının üstündeki çıngırağı tıngırdatıp muidi istedi. "Bunu götür ikinci sınıfa koy. Muallim Osman efendi bir baksın bakalım ötekilere ayak uydurabilecek mi?"

Hamo ikinci sınıftakilerin bile tepesinden bakıyor, öğ­retmen Osman efendiyle nerdeyse omuz tokuşturuyordu. Bereket versin o yıllarda bu durum olağan sayılabilirdi. Her sınıfta, okula başlamakta gecikmiş, ya da bir süre bıraktık­tan sonra askere alınma korkusuyla yeniden yazdırılmış boylu poslu bir kaç kişi bulunurdu. Hamo sınıftaki öğretime ayak uydurabilmek için elden gelen çabayı gösteriyor, fakat ne çantasından çektiği kitaplar ne de karatahtaya yazılan kargacık burgacık işaretler ona pek birşey söylemiyordu. Buna rağmen herşeyi anlıyormuşçasına kafa sallıyor, bön bakışlarını öğretmenin ağzından hiç ayırmıyordu. Teneffüs­lerde daha çok kendi çapma yakın olan üst sınıf öğrencileri­nin arasına katılmaya uğraşıyordu. Onların uzuneşek, kubbeçötürüm oyunlarının yanı başına dikiliyor, bu konuda bi­raz güvenlenince kendi de katılmak için yırtmıyordu.

Önceleri onu "Kaç ulan" diye aralarından uzaklaştırma­ya kalkan kıdemli bıçkınlar, çok geçmeden iyi niyet ve saflı­ğından epeyce güldürü çıkarabileceklerini keşfetmişlerdi. Kubbeçötürümde kuşağın ucunu eline verip ebe yapıyorlar, o savruk ve düzensiz kol, bacak hareketleriyle iki yana koş­turup kubbeyi korumaya çabalarken atik bir açıkgöz sıçra­yıp sırtına biniyordu. Gövdesinin gösterişine rağmen atlayıp sıçramakta hayli beceriksiz ve hamhalattı. Böyle olduğu hal­de herkesten daha hızlı koşabileceğini, herkesten uzun atla­yabileceğini ileri sürmekten çekinmiyor, giriştiği konularda biteviye katmer, yağlı kâhke kaybederek açıkgözlere yemlik oluyordu. Bir seferinde okul bahçesinin üst yanındaki geniş havuzun bir yanından ötekine atlama yarışı düzenlenmişti. Onu kızıştırmak için son sınıfın kedi kadar çevik bir ikisi bir

nefeste fıskiyenin üstünden aşıp karşı kenara erişmişti. On­ları gören Hamo da sakosunu çıkardı. Sanki bu işi uzun kol­larıyla yapacakmışçasına mintanın kollarını sıvadı. Beş, on metre öteden hız alarak havuzun yanında bir yallah çekip havalandı. Ama bütün çabasına rağmen ayakları ancak karşı kenarın taşlarına erişebildi. Dengesini yitirip sırt üstü, boylu boyuna havuzun suları içine yatıverdi. Kopan gürültü ve kahkahalara koşan nöbetçi öğretmen onu suyun içinde ör­dek gibi çırpınırken bulmuştu. Dışarı çıkınca "Ulan bu ayaz­da havuza girmek nerden aklına geldi" diye ensesine bir şaplak indirip etli, sarkık kulağından tutarak başöğretmenin yanma götürdü.

Kurtuluş savaşı biteli bir yıl olmuştu. Hamo’nun okula yazıldığı yıl sınıf arkadaşı olanların çoğunluğu diplomalarını almıştı. Cami avlusuna açılan giriş kapısının önünde sandal­yelere kurulmuş fesli, sarıklı, kalpaklı öğretmenlerinin geri­sinde boy sırasına girip resim çektiren son sınıf arasında o yoktu. Geçen üç yıl içinde ancak ikiden üçe geçebilmişti. Okul bitirme töreni sırasında öteki sınıflar yaz tatiline girdi­ğinden ortada dönüp dolaşan onbeş kadar öğrenci vardı. Ama Hamo törenin bütün aşamalarını, bazan müsamere ve­rilen okul bahçesinin parmaklıkları gerisinden, bazan da ca­miin ayakyolu kapıları arasından büyük bir özlemle izlemiş­ti. Onlar gibi kendinin de bir gün okul kapısı önünde bitir­me sınıfı öğrencileri arasında fotoğraf çektireceğinden emindi. Fakat dördüncü sınıftayken on dördünü bitirip on beşine basınca babasının kafasında onun için başka tasarılar oluşmaya başlamıştı. O sıralarda Hamo birden gelişip daha da irileşmeye, üst dudak ve şakaklarında siyah kıllar belir­meye sesi de kalınlaşıp çatlaklaşmaya başlamıştı. Babasıyle göz göze değil, nerdeyse tepesinden bakacak duruma gel­mişti. Oğlan zor okuyordu. Okuyup ne olacaktı? Malları ek­tirip biçtirmek, ürünü toplatıp kaldırmak için kavuklu bilgin olması gerekmezdi ya!... Onu evlendirip baba ocağını tüt­türmesini, çift çubuğu eline alıp, babasını ortakçılardan, ge­lirin bir yanını yiyen amca çocuklarıyla didişmekten kurtar­ması gerekirdi. Bu nedenle altı yıllık ilkokulun beşinci sini-

fmda da çift dikiş attığı belli olunca babası onu bir yana çek­ti. Uzun uzun yaşlanmaktan, her işe eskisi gibi yetişemedi­ğinden söz edip onu evlendirme zamanının geldiğini belirt­ti:

"İşi gücü eline al. Kucağıma torunları ver, sevek."

Hamo hem kızarıp utanır gibi olmuş, hem de damarla­rında dolaşmaya başlayan yeniyetme kam içine bir eziklik vermişti. O yaz halasının ortanca kızıyla söz kesilmiş, har­manlar kalktıktan sonra düğün derneği yapılıp gerdeğe kon­muştu.

Birkaç yıl Hamo’yu ancak arada bir, kasıntıyla atının dizginlerini gerip, zincirle bileğine takılı kamçıyı fiyakayla sallayarak köye gidip gelirken görebiliyorduk. Okuldaki bön pısırıklığı ortadan kaybolmuş, adamlarına, ya da yükçülere kendinden emin komutlar savurup duruyordu. İnce uzun boyu, dar omuzları üstündeki irice kafası, üst dudaklarını süsliyen gür, burma bıyıklarıyla görünüşü de, benimsediği genç ağa rolünü yeterince pekiştiriyordu.

Hamo’nun yaşamındaki başka bir dönemeç de, gene bir okul yılını izliyen yaz tatilinde baş göstermişti. Sıcak bir temmuz günü öğle sonunda bileğindeki gümüş saplı kamçı­sını sallayıp çizmesini gıcırdatarak Maarif kahvesinin yanın­dan geçiyordu. Esnaf dükkânlarını denetleyen çarşı ağası kasıntısıyla başı geride, bir sağa bir sola göz atarak ilerliyor­du. Birden bakışları, kahvenin yerlere kadar sarkan salkımsöğüt dalları altındaki bir masaya takıldı. Elinde olmayarak duraladı. Masa çevresinde yüksek sesle tartışan gençlere baktı kaldı: "Ulan bunlar benim eski mektep arkadaşları" di­ye düşündü. Kendisi gibi onların da boyu, poşu görünüşleri iyice değişmişti ama şu karşıda oturanın Mehmet efendinin torunu Ahmet olduğu kuşku götürmezdi. Yanı başındaki pekmezci Hasan’a benziyordu. Ötekilerden bazısının sırtı yola dönüktü. Bazılarının yüzlerini de söğüt dallarından ye­terince seçemiyordu. Ayırt edebildiklerinin kaç yıldır İstan­bul’a okumaya gittiklerini işitmişti. Demek tatilde sılaya dönmüşlerdi. İçinden denetimi zor dileğin biçimlendiğini farkeder gibi oldu: "Dur ulan şunlara bir görüneyim. Rugan

çizmelerimi, gümüş saplı kamçımı bir görsünler de nasıl bir adam olduğumu anlasınlar" diye düşündü. Baş uçlarına di­kilip kamçısıyla hafif hafif çizmesinin koncunda tempo tuta­rak kasıntılı bir yüzle kendilerine bakan kaytan bıyıklı Hamo’yu önce hiçbirisi tanıyamadı. Biteviye yüzlerinde dolaş­tırdığı bakışlarından sinirlenip ona çıkışmayı tasarlayanlar bile vardı. Onu ilk tanıyan Ahmet oldu: "Ulan bu bizim Ha­mo. Vay canına. Ulan çam yarması gibi herif olmuşsun. Otur hele gel. Bir sandalye çek." diye davet etti. Ötekiler de ilkokulda biteviye güldürü konusu yapıp itip kakıştırdıkları Hamo’nun bu gösterişli halinden etkilenmişlerdi. Kahveler ısmarlandı. Gelmiş geçmiş üzerinde onu soru yağmuruna tuttular. Evlendiğini, iki çocuğu olduğunu, köydeki mülkleri çekip çevirdiğini, kış aylarında fıstık ambarcılığı yaptığını öğrendiler. Fincanları toplamaya gelen garsona Hamo ce­binden bir avuç bozukluk çekip ötekilerinin protestolarına rağmen masanın üstüne fırlattı:

"Hepiniz artık burda garip, yiğit misafir sayılırsınız." gi­bi sözler de etti. Böyle ilgi ve dikkatin merkezi haline gelişi iyice hoşuna gitmişti. Onlar daha adam olalım, elimiz ek­mek tutsun diye uğraşırken o evlenip barklanmıştı. Harçlık diye babasına el açmıyordu artık.

Fakat gençler meraklarını doyurunca yeniden, yarıda kalan tartışmalarına dönmüşlerdi. Lisenin sonuna gelip da­yandıkları için hepsinin kafası ve ağzı meslek seçme soru­nuyla dolup taşıyordu. Birisi tıbbiyeye girmekten söz ediyor, doktorluğun kazanç ve prestij açısından önem ve üstünlüğü­nü savunuyordu. Bir başkası, her yanda durmadan tren hat­ları, köprüler yapıldığını, mühendisliğin hem kazançlı, hem de yararlı bir uğraşı olduğunu ileri sürüyordu. Bir üçüncüsü ise Batı ülkelerinden aktarılan yeni yasaların uygarca bir toplum düzeni kurabilmeye olan etkisini savunuyor, tek bir davadan onbinlerce lira vekâlet ücreti alan avukatlardan söz ediyordu. O yıllarda fakülte ve yüksek okullar öğrenci bula­bilmek için birbiriyle yarış halindeydi. Burslar, yatılılık, do­natım gibi çekici yemlerle öğrenci kadroları doldurulmaya çalışılıyor, hatta yeterince lise mezunu bulunmadığı zaman-

larda kapılar ortaokulu bitirenlere bile açık tutuluyordu. Öyle şimdiki gibi, hangi puanı tutturursam, nereye girebili­rim, gibi karışık hesaplarla kafa yormanın gereği yoktu. Ka­pı gibi lise diplomasıyla hangi fakülteyi şereflendirsem uy­gun olur kararı verilmek gerekiyordu.

Hamo konuşulanların çoğundan pek birşey anlayamı­yor, fakat herşeyi anlıyormuşçarma büyük bir dikkat ve il­giyle izliyordu. O akşam babasının dizi dibinde, yer sofrası­na bağdaş kurduğu zaman kafası epeyce karışmış gibiydi. Kaç yıldır kafasının bir yanma itilip harman tozları altında unutulan, okuyup, adı belli bir kişi olmak özlemi, sanki dal­dığı derin uykudan uyanmış toz, saman yığınları arasında gerinerek kendine gelmeye uğraşıyordu. Dalgınlığına bakıp babası birkaç kez "Ne o Hamo karnının içinde neler dönüp dolaşır." diyecek olmuştu. Ama henüz o içinde dönüp dola­şanın ne olduğunu da açık-seçik olarak sözlendirebilecek durumda değildi.

O yaz Hamo köy işlerini oldukça savsaklayarak eski okul arkadaşlarının gölge gibi peşinde dolaştı durdu. Yaz tatili sonlarına doğru birgün Ahmed’i yolda yakalamıştı. İlle de gazinoya gidip kendisiyle birşey konuşmak istediğini söy­lemiş, karşılık vermesine fırsat bırakmadan koluna asılıp de­re boyuna sürüklemişti. Gazino’daki masaya dirseklerini da­yayıp kara gözlerini ona dikerek söylemek istediklerine ka­fasında bir düzen vermeğe uğraşmıştı. Sonra da birden bire baklayı ağzından çıkarıvermişti:

"Arhadaş ben de sizler gibi ohuyup adam olmaya niyet ettim. Köy işinden hayır yok. Toz toprak içinde debelen dur. Üstelik karşına alıp iki laf edecek adam da yok. Şincik bana bir yol göster bakayım. Sakal bıyık çıktıktan sonra bu iş nasıl olacak?"

Ahmet önce biraz şaşırmış, onun hırsla yanan bakışları­na, kaytan bıyığına dalıp kalmıştı. Kendinden böyle akıl da­nışmaya kalkışı da hoşuna gitmişti sanki:

"Bu yaşta gidip yeniden Sarı mektebe yazılamazsın. Al­mazlar. Ama ilkokul kitaplarını şöyle bir elden geçir, dışar­dan bitirme imtihanına girersin. Diplomayı koltuklayınca

ortaokul’u dışardan bitirmelere hazırlanırsın. Arkasından gelir lise. Onu da bitirince ister hukuka, ister mühendis mektebine yazılır okur gidersin."

Hamo tek söz etmeden bu öneriyi kafasında epeyce evirip çevirdi. Sonunda "Olur mu be? Mektebe gitmeden adama şahadetname verirler mi?" diye kuşkusunu belli etti. Ahmed’in olabileceği konusundaki teminatı bu kuşkuyu tüm gideremedi. Sağda, solda soruşturup araştırdıktan son­ra yüreğine su serpildi. Arkasından eski okul arkadaşlarını dolanıp ilkokul kitapları toplamaya koyuldu. Evde de çoluk çocuk yattıkları odayı bırakmış öteki odaya çalışma masası, süslü bir lâmba koymuş, sonra da yatağı yorganı da oraya taşıyıp kendini tüm derse vermişti. Babası bu halinden yakı­nıyor iki de bir de ona: "Ulen aklını başına topla. Bu yaştan sona ohuyup da ne olucun." diye öğüt vermeye uğraşıyordu. Köy işi çıktıkça küçük kardeşlerinin üstüne aktarıyor, gün­düzleri yetmiyormuşçasma, gece yarılarına kadar lâmba ışı­ğında burnu kitap sayfalarına gömülü, saçlarını çekiştirip duruyordu. Niyeti o yılın sonunda açılacak imtihanlara girip ilkokul şahadetnamesini koltuğuna çahvermekti. Fakat ba­har geçip yaz sıcaklarının ucu gözükünce Hamo’nun yüreği­ne bir ateş düşmeye başladı: "Ya imtahana girer de geçe­mezsem. Herkese irezil olur kalırım." diye tasalanıyordu. Sı­nav günleri yaklaştıkça uykusu kaçıyor, siniri artıyor, olur olmaz şeyler için karısını azarlayıp çocuklara silleyi basıyor­du. Tedirginliğin iyice yoğunlaştığı bir akşam Kaph meyha­neye girmiş, yarım topak yuvarlayıp yatışmanın yolunu ara­mıştı. İçki sinirlerini gevşetince birden beyninin alaca ka­ranlığında bir düşünce ışıldayıp söner gibi oldu:

"Ulan şahadetname, imtihan ne ki? Ben okur beller kendimi yetiştiririm. İmtihanların tümünü de sonadan hep birlikte verir işi bitiririm." diye düşündü. Bu umut kapısı içi­ni iyice rahatlatmıştı. Bardağın dibindekini kafasına dikti. Sahanın dibindeki maydanozlu cacığını sıyırdı. Borcunu ödeyip gönül rahatlığıyla evin yolunu tuttu.

O yaz tatilinde Ahmet dönünce kararını ona da açtı.

Oğlan gülümseyerek "Olur, olur neye olmasın. Arslan gibi hepsini birden kaldır yere vur." demişti.

O yaz içinde Hamo arkadaşlarından ortaokul kitapları toplamaya girişmişti. Yıl boyunca da yaşayışını iyice değiş­tirmişti. Ayağından çizmeyi, bileğinden kamçıyı bir yana at­mıştı. Kentin aydınları gibi setre pantalon fötr şapka giyiyor, kıravat takıyordu. Köy işlerini tüm kardeşlerinin üstüne ak­tarmıştı. Okuma yazması olmayan karısı da ona iyice batı­yor, çocukları yalınayak, sümükleri sarkık sokakta dolaştır­masına iyice kızıyordu. Kafasının iyice kızdığı birgün karı, çocuk toparlayıp babası evine gönderivermişti. Mistik ağa iyice kocayıp elden ayaktan düştüğü için ona söz geçiremi­yor "Ulan hala kızı evine gönderilir mi hiç." sözlerine omuz silkiyordu. Daha da varacak olsalar: "Allah’ın kara cahili ka­rıyla mı bütün ömrü geçirelim." diye kestirip atıyordu. Hele dursun yatışır elbet, diye bir süre haline bıraktılar. Fakat onun evdekileri hep hallerine bırakmaya niyeti yoktu. Yer sofrasını kaldırtıp ortaya yemek masası koydurmuş, pufla şilteleri toplayıp odaları koltuk kanepeyle döşemeye kalk­mıştı. Duvarlardaki "Tevekkeltü-ala-Allah” levhasını indirip yerine açık başlı, çenesi sakallı, frenk benzeri adamların re­simlerini asıyor, anasının kılığına, babasının eliyle yemek yi­yişine karışıyordu.

Bir de Halkevi denen yere dadanmıştı. Orada verilen konser, müsamere gibi gösterilerden hiçbirini kaçırmıyordu. Bunların dışındaki zamanınıysa okuma odasında önüne söz­lükleri yığıp okur gözükmekle ya da Oda’ya gelenlerin ya­renlik ettikleri masalardan birine çöküp konuşmaları büyük bir dikkatle izliyerek geçiriyordu. Kısa sürede başkandan odacıya kadar herkes onu tanımıştı. Oturduğu masalarda çay paralarını vermekte direniyor, yeni tanıdıklarına, ne emredersiniz diye sorup, kasıntılı bir havayla garsona "Oğ­lum buraya bak." diye sesleniyordu.

O günlerde bir dergi büyük ozan Abdülhak Hâmid’le yapılan bol resimli bir röportaj yayınlamıştı. Hamo’yu bu nüsha nedense iyice sarmıştı. Cebinden ikide birde çekip çı­karıyor, fotoğraflara hayran hayran dalıp gidiyordu. Birkaç

gün sonra evde kendini Hamo diye çağıran anasına kaşları­nı çatıp çıkışmıştı:

"Ne Hamo’su be ana. Benim adım Hamit artık. Hamo lafını bir daha duymayayım ağızmdan." demişti. Sonra da bu yeni kimliği çarşı pazar kendini tanıyan herkese benimset­mek için yoğun bir kampanyaya girişmişti.

Bunu yeterince başardığı kanısına varınca, baba ve kayınbabasmın bir minnet ve ricası ile evine dönen karısı Fato’ya musallat olmuştu. Ona Ayten adını takmış,, herkesi de bu adı kullanmaya zorluyordu. Bununla da yetinmedi. Onu sırtına manto, başına kuşlu şapka giyerek kendisi ile birlikte Halkevi bahçesine götürmeye kalkınca dananın kuyruğu koptu. Kayınbabası "Hele kızımı sokakta o gâvur kılığıyla bir göreyim alimallah ikisini bir kurşuna sattırırım." diye gürlüyordu. Hamit bey bu işi söktüremiyeceğini kestirince yeni baştan karıyı çarşaflayıp babası evinin kapısına koyuvermişti.

Kendisi gibi bir aydına ancak okumuş, giyinip kuşan­masını bilen Halkevi toplantılarına birlikte gidebileceği bir hatun kişi gerekti. Her ne kadar şu Kanun-u medeni denen yeni düzen kadınlara eşit hak tanımış, birden fazla evlenme­yi yasaklamıştı ama, hele şu tasarladığı hukuk kültürünü bir tamamlasın ona da bir çare bulurdu.

Yaz başında eski okul arkadaşları dönünce gene onla­rın arasına katıldı. Fakat o artık bir yıl önceki Hamo değil­di. Burma bıyık tüm kazıtılıp yok olmuş, günün modasına göre uzatılıp özenle taranan saçları biryantinden ışıl ışıl ya­nıyor ve boynunu yeşil-kırmızı göz alıcı bir boyunbağı süslü­yordu. Dolgun evrak çantası koltuğundan, gazete tomarı yan cebinden hiç eksilmiyordu. Konuşmasında da köklü bir değişiklik seziliyordu. Yerel lehçenin sözcük sonlarını atıveren "geliym, gediym." yerine gırtlağını iyice zorhyarak "geli­yorum, gidiyorum." diye konuşmaya uğraşıyordu. Masasın­da daima açık duran ve çevrilmekten yaprakları yıpranmış Kamus-u Türkî’den sözcük dağarcığını iyice zenginleştirmişti. Anlamlarını iyice kavrayamadığından bunları yerli yersiz kullanmaya uğraşması herkesi gülümsetiyordu. Ama

"karnım tok" yerine "muhteviyatım memlû" diyebilmek ken­dini iyice mutlandırıyordu. Halkevinde bir kez garsona "Methali set et" demiş, amacını kavrayamayıp şaşkın şaşkın yüzüne bakan zavallıya "Türkçe bilmez misin?" diye çıkışmıştı. Dil devrimi henüz yeterince hızlanmadığından bu akımdan etkilenememiş, Osmanlıcaya aydın dili olarak iyice gönlünü kaptırmıştı.

O yaz, kendine dışardan okul bitirme aklını veren Ah­met’le şöyle başbaşa oturup bir durum değerlendirmesi yap­mayı kafasına koydu. Onu ısrarla gazinoda bir öğle yemeği­ne davet etti. Kebapçıya mevsim kebabı, baklava ve ayran ısmarlayıp koluna sımsıkı girdi ve dere boyundaki gazino­nun yolunu tuttular. Yemeği beklerken gerçekleştirdiği ge­lişmeyi uzun uzun anlatmaya koyuldu:

"İlkmektebin bütün derslerini kafaya yerleştirdim arka­daş. Ortamektebinkileri de birkaç kez aktarıp iyice belle­dim. Lise dersen hazır sayılır. Yalnız şu Fransızcadan az bi­raz zorluk çekiyorum. Ders kitabı, lügat, falan hep var ama okunması bizimkinden farklı. "Maison" yazıyor, mezon oku­nuyor. "File" yazıp fıy okuyorlar. Kafamı iyice karıştırıyor bu iş. N’etmeli bana bir yolunu göster. Sona şu ilkmektep falan demeden lise bitirmeye girsem nasıl olur? Bu yaşta ilkmek­tep sınavına girmek ayıp olur."

Hâmit bey o gün Ahmet’in gün dönünceye dek yakasını bırakmadı. Bir yandan aralıksız edindiği bilgileri sergiliyor, bir yandan da durmadan geleceği planlayacak sorular yağdı­rıp duruyordu.

Ahmet onun elinden kurtulabilmek için bir muziplik tasarlamıştı:

"Hâmit bey dur seni ben derslerinden bir imtihan ede­yim. Başarırsan liseyi bitirdin demektir. Söyle bakalım iki sayı toplanınca mı, çarpılınca mı daha büyük bir sayı çıkar?"

Bu soru karşısında Hâmit bey önce şakağını kaşıyarak epeyce düşüncelere dalmış, sonra da gözleri parlıyarak kar­şılık vermişti:

"Elbette çarpılınca daha büyük sayı çıkar."

"Öyleyse dinle; bir bir daha iki eder, bir kere birse bir

eder. Sonra iki, iki daha dört eder, iki kere iki de dört eder. Bu nasıl oluyor?"

Hâmit beyin bu örnekler karşısında bakışları şaşkınlaş­mış, derin düşüncelere dalıp gitmişti. Ahmet’se yerinden kalkmış "haydi eyvallah, bugünlük bu kadar, yarma kadar düşün." diye yolu tutmuştu.

Ahmed’in şakası bir süre geri teper gibi olmuştu. Hâ­mit gece, gündüz, çarşı pazar demeden günde birkaç kez onu arayıp buluyordu. Elindeki uzun çarpım diklerini içe­ren kâğıdı burnuna uzatıyor "Bak arkadaş senin dediğin iki sayı dışında daima çarpma mecmudan fazla çıkıyor." diye genellemesini savunuyordu. Ahmet’se her seferinde yeni bir örnekle durulmaya yüz tutan kafasını yeniden bulandırıyor­du:

"Arkadaş sıfır sıfır daha eder sıfır, sıfır kere sıfır da sıfır eder. Buna ne dersin?"

"Ama arkadaş sıfırın ne hükmü var? Adı üstünde sıfır."

"Amma yaptın ha. Sıfırı birin önüne koyunca on olur. İki koyarsan yüz eder. Hükmü yok olur mu hiç. Hadi bunu bir yana koy. Otuz bir daha otuz bir eder, bir kere otuzsa otuz eder. Buna ne dersin."

Hamit yine başı yerde derin düşüncelere dalıp gidiyor­du.

Ertesi yaz Hamit bey lise kültürünü tamamlayıp huku­ka başlayacağını ilân etmişti. Bitirme sınavlarını soranlara "Hepsi hazır olsun toptan girerim." diyordu. Çok geçmeden hukukta hayli ilerlediğini fakat lise bitirmeden vazgeçtiğini söylemeye koyuldu:

"Sınav, diploma n’eki. Asıl olan insanın kendini yetişti­rip en yüce mevkilere kadar yükselmesidir." diyordu.

Artık çantasında, tarih, edebiyat değil, kanun-u mede­nî, ceza hukuku kitapları taşıyordu. Eski sınıf arkadaşları hukuku bitirip kent adliyesinde staja başladıkları yaz o da çanta koltukta adliye koridorlarında dolanmaya başladı. Ta­nıyanlardan neyle uğraştığını soranlara "Bizim miras davası­nı takip ediyorum. Ben de işi avukatlar kadar biliyorum. Onlara para dökeceğime Allah’ın izniyle çok geçmeden

hakkımı hak ederim." diyordu. Onu arayanların bulabileceği en emin yer adliyedeki büro odasıyla evrak kalemi olmuştu. Birkaç yıl içinde cübbeli dava vekilleriyle, davalı ve davacı­ların doldurduğu, biteviye mübaşir çığlıklarıyla inliyen kori­dorların demirbaşı durumuna girdi. Arada bir kendini ora­dan kovalamaya kalktıkları da oluyordu. Bir seferinde kente atanan genç bir hâkim hanıma iyice tutulmuştu. Biteviye, aşk mısralarıyla bezenmiş uzun mektuplar yazıyor ve kültür düzeyi kendininkine benziyen bu hanıma evlenme teklifleri yapıyordu. İlk mektupta hâkim hanımın cini tepesine fırla­mış, şikâyet dilekçesiyle mektubu savcıya vermişti. Yazarın kimliği ve kişiliği anlatılınca öfkesi yatışır gibi olmuştu. Ama Hâmit bey karşılıksız kalan muhabbet dilekçelerinden yıl­mıyor, her hafta birkaç tane yenisini postalıyordu. Dediko­dusu bütün kente yayılmıştı. Hâkim hanım gülümsiyen ba­kışlar altında, başı yerde evine gidip gelmek zorunda kalı­yordu. Yakınma ve ricası üzerine savcı bir süre Hâmit beyin adliye koridorlarından uzak tutulması için emir verdi. Ama bunun da bir yararı olmadı. Mektuplar makama değil ev ad­resine akıp gelmeye başladı. Sonunda genç kadın toparlanıp Ankara yolunu tutmuştu. Hayli uğraştıktan sonra başka bir kente naklini sağlayarak, kurumak bilmiyen bu sevda selin­den kendini kurtarabildi.

Köyü kenti, malı mülkü unutup hukuk biliminin gayya­sında kendini yitiren Hamit bey yıllar geçtikçe kötülüyordu. Babasından kalan üç beş parça mülkün gelirini kardeşleri deriyor, aydan aya eline geçimine zor yetecek beş on kuruş koyuyorlardı. Eski baba ocağında tek başına oturuyordu. Her yanı toz toprak ve örümcek ağları bürümüştü. Elbisele­rinin havı dökülmüş, saç sakal birbirine karışık, delik pabuç­larını sürükliyerek iş saatlerinde yine adliye çevresinde do­lanıyordu. Evine dönünce de çalışma masasındaki, iyice yıp­ranmış ciltleri, dağılmaya yüz tutan kitaplardan birini önüne açıyor, kirli tırnaklarıyla biteviye yapağılaşmış saçlarını par­maklarıyla tarayarak hukuk kültürünü derinleştirmeye de­vam ediyordu.

ASİYE TEYZENİN EVİ

Bahar girdiğinden beri Asiye teyze ne yediğini ne de yattığını biliyordu. Eninde sonunda korktuğu başına gelmişti. Cadde boyunca baba ocaklarının birer birer yıkı­lıp o güzelim havuzlu, avlulu evlerin yerine pasaj, apartman diye dağ gibi yapıların dikildiğini görelidenberi içini tasadır kaplamıştı. Önce Kadir beyin yavru kapılı, selâmlıkh, avlusu talimhane meydanı gibi konağı bu yeni fırtınanın kurbanı olmuştu. Adını bir türlü akılda tutamadığı o canavar gibi makinelerle üç gün içinde koca konağı hallaç pamuğu gibi atıp dümdüz edişlerini gördükçe içi kan ağlamıştı. Her önünden geçişinde bastonuna dayanıp yanmdakine "Hey gi­di günler hey. Kalk mezarında koca Kadir bey de kuş uçu­rup avrat oynattığın baba ocağının halini bir gör." diye söy­lenmekten kendini alamazdı. Ama bu dertlenmenin henüz kişisel bir yanı yoktu. Adamın evi ta caddenin alt başınday­dı. Kapısını kapayınca kendine anca o canavar makinelerin homurtusundan başka bir şey erişemiyordu. Zaten kulakları da böyle seslere yıllardır alışmıştı. Artık eskisi gibi Ayiboğlu müezzinin tath sesi, sabah simitçilerinin "yağlı kâhke" çığlık­larıyla uyanmayı unutmuştu bile. Kamyon, otobüs, taksi ho­murtuları, korna bağırtıları nerdeyse Allah’ın tüm günü sü­rüp gidiyordu. Minarenin tepesine yerleştirdikleri "oparlar" mı neyse adı, ezan sesini bile zorla duyurabiliyordu. Oğlu­nun hediye ettiği çıngıraklı saat de olmasa kimbilir beş vakit namazın kaçı kazaya kalırdı.

Hepsi neyse ne ama bey konağının tutulduğu zelzele olduğu yerde kalmamış önce yanı başmdakilere bulaşmış sonra da cadde yukarı gelmiye başlamıştı. Asiye teyze bu ye­ni uygarlık seline, adım adım kendine sokularak bir gün onu da yutuverecek bir canavar gibi bakıyor gece uykularından titreyip inliyerek uyanıyordu.

Felâketin sonunda birgün kapısına da dayanacağını se­zinlediği halde, bütün kış dedikodusu sürüp giden, dokto­run hastanesi de pasaj olacakmış, sözlerine inanmak isteme­mişti. Öyle ya bu keymıh taşından üç katlı kaya gibi yapıya nasıl kıydırdı bir kere. Sonra o cennet mekânı olasıca dok­tor tam elli yıldır burada ne canlar kurtarmış, ne yaralar tı­mar edip dertlere derman olmuştu. Daha mezarının toprağı kurumadan evlâtlarının böyle bir işe kalkacağını aklından bile geçirmek istemiyordu.

Mart güneşi ılık ılık damarları ısıtmaya başlayınca inan­mak istemediği gelip dayanmıştı komşu kapısına. Doğrama­lar sökülüyor, çatı kiremitleri toplanıyor, bahçedeki ağaç ve asmalar kesiliyor her yandan bir toz dumandır kalkıyordu. Üç beş gün içinde ara duvarın dibindeki leylâğın körpe yap­rakları ve gonca sürgünlerinin üstünü yoğun bir toz örtüsü kaplamıştı. Avlunun karşı duvarı dibindeki zerdali ağacı bile kurtulamamıştı bu toz afetinden. Her yıl avluya pencerenin önüne sabah namazından sonra efendiyle karşı karşıya otu­rurlar, dalları donatan o pembe çiçeklere bakarak sabah kahvelerini içerlerdi. Sanki başlarına geleceği kestiriyormuşçasına onlar da bu goncadan çiçeğe dönüşmeden göz­yaşları gibi dökülüp gövdenin dibinde birikiyorlardı.

Ağaç, çiçek neyse ama evin içinin de oturulur hali kal­mamıştı. Birlikte oturdukları altmışlık, kimsesiz dul yeğe­niyle sabahtan akşama ellerinde süpürge, silgi kovası, kireç­lenen bellerini zorla büküp kaldırarak siliyor, süpürüyorlar­dı. Fakat sabah temizliğinin akşama, akşamın sabaha bir ya­rarı olmuyordu.

İnşaat başlayınca tozun toprağın öyle tedirginlik vere­cek bir sorun olmadığı ortaya çıktı. Yaz ortasını bulmadan, o süslü otomobiliyle hergün gelen semiz mütaahhit zart zurt

çekip üçüncü kat betonunu döktürmüştü. Daha şimdiden yapı gün ışıklarını ve havalarını kesmiş, dev anası gibi tepe­lerine dikilivermişti. Bu da yetmiyormuşçasına biteviye çatı­nın üstüne avluya harç dökülüyor evin her yanı savaş mey­danına dönüşüyordu. Hele o beton kalıbı yapılıp ya da sö­küldüğü günlerin takırtısına, eski duyarlığını yitirmiş ihtiyar kulakları bile dayanamıyordu.

Nefes alacak bir fırsat bulur bulmaz Asiye teyzeyle ye­ğeni Hattuç bacı, caddeye bakan pencereye oturup uzun uzun dertleşiyorlardı.

"Anam, Fransız harbinde eski evimize top düştüğü za­man gibi oldu her yan. Yeni baştan uykulardan dipdiri sıç­rar oldum. Hep düşümde o gırgır diye gelen onbeşliklerin sesini duyuyorum. Kan ter içinde yüreğim çarparak uyanı­yorum. Hem nasıl ev yapmak bu. O zamanlar taşçı eşekleri­nin iki yanına çatılmış ham taşlar gelir yıkılırdı. Taşçılar on­ları birer birer önlerine ahr, tıkır tıkır yontardı. Bu homur­tuların yanında o tıkırtılar şarkı gibi gelirdi adama. O taşlar teker teker sırtta taşınır, Ökkeş usta harcını yayıp güzelce yerleştirip bitiştirirdi. Üç günde bir kor duvar çıksa, aman anam eli ne çabık, derdik. Bir de şuna bak. Adam o çimento dedikleri tozu basıyor kumla makinenin içine. Bir iki gırgır, mancınıklarla çıkılıyor yukarı. Yastık serermişçesine malahyıp düzleniyor. İki, üç günde de kaya gibi donup kalıyor. Güz basmadan herif kimbilir daha kaç kat çıkar, bizi yıldız göremez eder."

Hattuç bacı, gözlerini sokaktan akıp giden araç ve in­san selinden ayırmadan hüzünle kafa sallıyor "He he teyze. Bu gidişle de çalın çıkmasına çok kalmadı." diye hayıflanı­yordu. Sonra da bakışlarını bir türlü ayıramadığı karşı kaldı­rımda itişip gülüşerek giden öğrenci seline işaret ediyordu:

"Hele şunlara bak şunlara. Kız, oğlan karma karışık gü­le yala giderler. Şu kızların eteğine bir bak. Nerdeyse ayıp­lan gözükecek. Saç, baş, kol, bacak açık. Önlerini artlarını sallıya sallıya utanmadan giderler. Sanki erkeklere, gel beni kaldır yere vur, derler. Töbe anam töbe. Bizi kızlığımızda on üçüne basmadan çarşafa sokarlar, yüzümüze de iki kat

peçeyi takarlardı. Anamızın önüne düşmeden kapıdan adım atamazdık. Öyle çarşı pazarın ortasından kıçını sallıyarak geçmek kimin haddine. Kötü avrat diye arkasına düşerlerdi alimallah. Bi kelle elimi yeldirmeden çıkarıp da çarşafın eteğini düzliyecek olmuştum sokakta. Anamın koluma bas­tığı çimdiğin moru günlerce gitmediydi. Orospu, sokakta dalını kolunu ortaya çıkarın mı? diye saatlerce başımın etini yedi durdu. Oysa yolda erkek serçelerden özge kimse de yoktu. Mezarından bir kalksa da sokakta tayatora oyuncula­rı gibi seke seke giden şu cahalları bir görse."

Hattuç teyze derin derin içini çekti. Kendi torunlarını hatırlamıştı:

"Anam dünya durmadan değişir. Sanki bizimkilerin on­lardan farkı var mı? Geçende Dündar’ın kızı Ayten’e, şu e teğini azıcık uzatsan. Her yanın gözönünde ayıp değil mi? d>yecek oldum. Ne dese beyenirsin. Nine sen gel de bir kız­ları deniz kıyısında gör. Aha ayaklarında el kadar bir tu­man, bir de göğüslerini örten yaprak kadar birşey yayılıp dökülüp erkeklerin ortasında güneşlenirler. Hem meraklan­ma seneye mahis modası çıkacak etekler yeri süpürecekmiş. O zaman avluna süpürge çalmaya hacat kalmaz. Şeyle bü­tün torunlar gelir bir dolanır tertemiz olur ortalık. Anam bu zamane döllerine insan söz de yetiştiremiyor. Bir söylüyor­sun beş karşılık veriyorlar. Anam babam konuşurken araya bir söz katmaya yeltensem ikisinin de kaşı çatılır, hös kız boyundan büyük sözlere karışma, diye ağzımızı tıkarlardı."

Asiye teyzenin sorunu doğusundaki yapıyla da bitmedi. Ertesi bahar onun boya badanası çekilip camları takılırken batısındaki değirmencinin de evine el atmışlardı. Gürültü­den, toz dumandan yakınmaya kalktıkça iki oğluna onlar da başına daha büyük bir derdi oturtuverdiler. Büyük oğlu Dündar bu derdi epeydir ağzında geveliyor fakat açıkça or­taya koymaya cesaret edemiyordu. Değirmenci Mehmed’in evi düzlendiği bir akşam uğramış onu elindeki bastona da­yanarak avludaki pislik ve döküntüleri bir yana toparlamaya uğraşırken bulmuştu. Süpürgeyi, bastonunu elinden alıp bir yana koymuş, koluna girerek yukarı kat merdivenine yönelt­mişti:

"Gel ana gel. Boşuna canına eziyet edip durma. Çıka­lım da sana iki sözüm var." demişti.

Yukarı pencerenin iki yanındaki sedirlere karşılıklı yer­leştiler. Hattuç bacı, bir yorgunluk kahvesi pişireyim, diye aşağıda kalmıştı.

Dündar söze neresinden başlasam iyi olur tereddüdü içinde gözüküyordu. Cebinden çektiği paketten bir sigara yakıp derin derin nefesledi. Annesinin merak ve endişeyle yüzünü aradığını gördü. Lâfı tehlikesiz saydığı bjr noktadan başlattı:

"Bak ana, maşallah yaşın seksene merdiven dayadı. İki yıldır şu inşaat ortasında çektiğin rezillik yeter. Tepeden ba­kışan amelelerin gözü önünde avlunun öte başındaki mut­fak ve ayakyoluna bile dilediğin zaman gidemez oldun. Gü­rültüsü, tozu, pisi de bir yana. Burası artık oturulur durum­dan çıktı. Seni bize taşıyalım. Hattuç bacıyı da Mahmut’lar alır yanma. Kalorifer, her zaman sıcak su, radyo, televizyon, karşında mosmor Sof dağı. İhtiyarlık yaşlarında şöyle bir ra­hat yüzü gör. Gelinin, torunların tadını çıkar. Ne hizmetin varsa görsünler. Doğrusu her sofraya oturup yatağa girişim­de rahatım kaçıyor, şimdi anacağızım ne yapar olam diye. Neye bu yaşta mangal yakıp yemek pişiresin, bulaşık yıkayıp süpürge çalasın. Bak sana kaç kez söyledik bunu. Yok ben baba ocağını ortada bırakıp gidemem dedin durdun. Hadi o zaman neyse üstüne varmadık. Ama bak şu kepazeliğe şim­di. Elinden süpürge düşmüyor. İki günde bir gidip mütaahhitle dalaşmak zorunda kalıyoruz. Yok çatıya tuğla düşür­dün, yok avluya harç döktüler diye..."

Asiye teyze büyük oğlunun bu söyledikçe hızlanan ko­nuşmalarını kafasını sallayıp ses çıkarmadan dinledi. Hattuç bacının getirdiği yorgunluk kahvesini yudumlamak için oğlu söz seline bir nokta koymak zorunda kalınca da Asiye teyze hemen karşılık vermedi. Elindeki fincandan bir yudum al­dıktan sonra pencerenin içine, titriyen elleriyle yerleştirdi. Kapı dibindeki mindere ilişip merakla yüzünü izliyen Hattuç’a bir göz attı. Hafifçe boğazını temizledi:

"Sağol oğul sağol. Beni düşünürsün bilirim. Ama biz

içindeyken bu boyu devrilesi herifler evi bu hale sokarsa biz çekip size sığınınca talan ederler her yanı. Geçende birisi çekiç düştü bahanesiyle gürp deyip hayatın içine hoplamaz mı? Ocaklıkta dolma doldururduk. İkimizin de yüreği ağzı­na geldi. İmdat basıldık diye çığlığı kopardık. Eşkiya gibi herif. Ne bağırırsın, şu çekici alıp gideceğim, diye bizi sus­turmaya kalktı ama, kimse olmasa her hal içeri girer, neyim var neyim yok toplar giderdi."

Hattuç bacı desteklemesine kafa sallayıp duruyordu. Fakat oğlan bu savunma üzerine asıl baklayı ağzından salı­verdi:

"Ana bak. Sağına soluna dağ gibi yapılar dikildi. Gele­cek yıl da arkadaki Sıçan Hacı’nın evini ele alacaklarmış. Cim karnında bir nokta ortada kahverirsin o zaman. Etraf­taki her pencereden bir salkım kafa uzanır avluna. Ne ayakyoluna, ne de ocaklığa rahatça gidip gelebilirsin. Hem bak Sıçan Hacı’nın evini alan müteahhit bana geldi. Ananı razı edersen arka ön birleştirir büyük bir pasaj, yedi katlı bir iş hanı yaparız, dedi. Hem Sıçan’la yarı yarıya anlaşmış, bize biraz daha fazlasını verebileceğini anıştırdı. Düşün bir kere payımıza en az otuz dükkân nerdeyse üç buçuk kat düşecek. Ayda kaç para gelir getirir bilir misin bu. Doktorun pasajın­da avuç kadar dükkânın aylığı üç bin. Aylık geliri bir ayda sayıp tüketemezsin. Hem bak senin burada oturman ayda kaç kâğıda gelir farkında mısın?.. Sen burada ayda en az yüzbin kâğıda oturuyorsun. Hem de bu kadar rezillik çeke­rek. Akıllı insan işi değil bu. Gel şu inadı bırak. Evlâdın uşa­ğınla bir arada son yıllarını şöyle rahatça geçir."

Asiye teyze pencerede soğuyan kahvesini unuttu. Yü­reğinin içine sanki bir avuç kor atmışlardı. Canı, cini çekilen damarlarında gençliğinin öfkeli kaynaşmasının yeniden ka­barıp kalktığını hisseder gibi oldu. Kemikli, kavşakları zorla oynayan elini birkaç kez etsiz dizine vurdu:

"Bak oğul bak. Ben kara toprağı sırtıma çekmeden hiç­bir namert bu baba ocağının tek taşma dokunamaz. Kaçkaçtan dönüp de eski evi yerle bir bulunca deden burasını tarla,

bağ satıp borca girerek emvali milliyeden aldı. Onun da anamın da aha cenazesini şu hayaddaki havuzun başında yı­kayıp kefenlediler. Baban rahmetli bu eve iç güveysi girdi. Her akşam eve gelince lüveri belinden, serkumser rubasını sırtından çıkarır boru suyu gelince senin toprak doldurup ekinlik yaptığın şu havuzun başında tepsisinin urguna otu­rurdu. Ocaklıkta salatasını, kebabını hazırlar, havuzda soğu­yan şişesinden bardağına rakısını boşaltırdım. Her yudumda dedene rahmet okur, şu havuz başında iki yudujn cana can katıyor, cennet mekânın olsun kaymbaba der dururdu."

"Aha seni, kardeşini şu karşı odada doğurdum. Şu zer­dali ağacından güm diye düşüp kafanı yardığını unuttun mu?. Doktorun Sakıb’ı alnını ilâçlayıp sardıktan sonra da saatlerce gözyaşı döküp sümük akıtmıştın unuttun mu?. Oğul, oğul bu evin her köşe bucağı, her taşında elimin eme­ği, gözümün nuru var. Hepsi bana ayrı dilden konuşur. Ki­misi anamı babamı, kimisi rahmetli babanı anlatır. Güpür güpür gençliğim buranın taşı toprağı üstünde geçti kocadı. N’ideyim ben galiriferi, sıcak suyu, apartmanı. Kış gelince tano.nm yeter. İbriğimi de içine koyar aptest suyumu ılıtı­rım. Dokunmayın bana. Şurda üç beş yıllık ömrüm kaldı. Hakkın emri geldikten sonra ne ederseniz edin. Hiç değilse güldür güldür çökertilip tozunun savrulduğunu gözümle görmem."

Dündar anasının söyledikçe ellerinin titremesi ve başı­nın istemsiz sallantılarının arttığını, gözpınarlarında yaşlar toplandığını görünce ısrardan vazgeçti. İçinden lâhavle çe­kerek iznini aldı. Evin tapusu anasının üstündeydi. Böyle kan değer mülkün değirmen gibi gelir akıtacak bir duruma getirilmesinin tam zamanıydı. Elhamdülillâh ne kendisi ne de küçük kardeşi yok yoksul değillerdi. O pasajdaki elektro­nik araçlar dükkânından Alamancı ve kaçakçıların getirdiği televizyon, radyo, diktafon gibi şeylerden iyi para kazanı­yordu. Kolej tepede girişi kırmızı mermer döşeli, kaloriferli yeni bir apartmanda saray gibi bir daire almıştı. Altındaki Mercedes arabayı bugün pazara çıkarsa üçyüz bini vardı. Bevliye uzmanı kardeşi Mahmud’un muayenehanesi de do­

lup dolup boşalıyordu. İkisinin çocukları da özel koleje gidi­yordu. Yazları ya İskenderun’da ya da Antalya’da deniz kı­yısında geçirebiliyorlardı. Baba yurdunu işe yaratmaya ken­dilerini zorlayan hamdolsun yokluk yoksulluk değildi. Yal­nız hısım akraba, bildik tanıdık her yerde ve her fırsatta, ya­hu şu bir tane anacığınızı bu ihtiyar yaşında o eski evde niye bırakırsınız, diye sataşıp duruyorlardı. Kimi gelinler iste­mezmiş, kimisi torunlara habire dil uzatırmış da ondan, diye dedikodu edip dururlarmış. Anasının inadını, söz dinleme­diğini, baba yurdu da, baba yurdu diye tutturduğunu söyle­menin bir faydası yoktu. Millete çevresindekileri kötüleyip küçük düşürecek fırsat gerekti. Onun kendilerinden tek me­telik para yardımı kabul etmediğine kim inanırdı. Paradan ne zaman söz edilse "Elhamdülillâh rahmetlinin dul maaşı ve iki dükkânının kirasıyla gül gibi geçinip gidiyoruz." deyip yardım tekliflerini kabullenmiyordu. Her hafta çarşı pazar ihtiyaçlarını görüyor, mevsiminde tenekeyle yağını, peyniri­ni alıp getiriyordu. Kendi ona bir buzdolabı alıp koymuş, kardeşi de yorulmasınlar diye bir elektrik süpürgesi hediye etmişti. Ama o dolaba yalnız yaz aylarında birkaç şişe su ko­yuyor, süpürge de bıraktıkları gibi duruyordu. Kaç kez kız­lar bununla ev temizliğinin ne kadar kolay olduğunu göster­meye kalkmıştı. Her seferinde "peh peh" diyor fakat yalnız kalınca fişini prize sokup düğmesini çevirmekten korkuyor­du.

Öte yandan da her yazın ağzında bulgurluk buğday alınmasından, hedik kaynatıp kurutmaktan, değirmencileri çağırıp öğütmekten söz ediyordu. Bulgur fabrikasından çu­vallar dolusu getirttiği bulgur, simide "sası çalıyor heç tadı yok." diye kusur buluyor, ev bulgurundan yapılan pilavın hasretini çekiyordu. Hele güz gelip de o şire nöbetine tutul­ması yok mu?. Torun torba herkesi güldürüyordu. "Nine hangisinden istersen çarşıdan alıp getirelim." diyenlere "Kı­zım kendi elinle saplayıp kendi elinle batırdığın sucuğun ta­dı heç bir şey de bulunmaz." karşılığını veriyordu. Sanki bu­günde değil elli yıl öncesinde yaşamaya devam etmekte di­reniyordu.

Dündar öyle ucundan tuttuğunu hemen bırakıverenlerden değildi. Aklı hesap kitaba ererdi. Evet ev annesinindi. Fakat eninde sonunda kendilerinin olacak değil miydi. Ay­da yüz bin lira getirecek bir para değirmeni kurmak varken ihtiyar anasının direnmelerine göz yummak olur muydu? Hem bu arkadaki evle birlikte, iki sokağa da kapısı açılan büyük bir pasaj ve iş hanı teklifi her zaman ele geçecek bir fırsat değildi. Anası direnir de bu fırsatı bir kaçırırlarsa, iler­de razı da olsa aynı avantajlı durum elden kaçıp giderdi.

Dündar eve dönmeden kardeşi Mahmud’a uğrayıp dertleşmek istedi. Doktor son hastasını da savmış günün ge­lirini hesaplamaya uğraşıyordu. Para saymayı kesmeden ağasının, analarının inat ve direncinden yakınmasını dinli­yordu. Nihayet masanın üstündeki tomarları çekmeceye tı­kıp söze karıştı:

'Ağabey yaşlı kadın. Bütün dünyası o ev. Ayda yılda bir kez kapı dışarı çıkıp bir, iki sokak ötedeki, Azrail’in el atma­dığı bir iki ahbabı görüyor. O kadar zorladığımız halde sana bana da pek gelmek istemiyor. Galiba çocukların konuşma­ları, giyimleri canını sıkıyor. Dediğin iş de önemli ama böyle cepheden saldırmak yerine, sezdirmeden, sızdırmadan ge­dik arasak daha iyi olur..."

İki kardeş uzun uzun konuşup tartışarak kalenin nere­sinden içeri sızabileceklerini kararlaştırmaya çalıştılar.

Birkaç gün sonra Mahmut anasına uğradı. Elini öpüp boynuna sarıldıktan sonra onu iki bileğinden tutup yüzünü uzun uzun süzdü. Sonra tasalı bir sesle: "Nasılsın iyi misin anacığım?" diye sordu.

"Allaha şükür oğul. Elim tutar, ayağım tutar. Bu yaşta da fazlası beklenmez." karşılığını verdi. Fakat Mahmut onun rengini iyi görmediğini ileri sürerek nabzım saydı, sır­tını dinledi, gözkapaklarmı kaldırıp altına baktı. Sonra kafa­sını iki yana sallıyarak:

"Seni biraz çıkarıp gezdirelim. Temiz hava al. İki yıldır bu toz toprağın içinde bunaldın" gibi sözler etti. Asiye teyze bu sözleri hatır almak için söylenmiş saydı ve üzerinde dur­madı.

Birkaç gün sonra da öğle sofrasını kurdukları sırada Dündar çıkageldi. Yemeği onlarla birlikte yedi. Sofra topla­nıp iki yaşlı bulaşık hazırlığına girişecekleri sırada:

"Ana o bulaşığı falan bir yana koyun şimdi. Öğleden sonra boşum. Hadi ikiniz de mantoyu giyin. Sizi şöyle ara­bayla kentin içinde bir dolandırayım. Yıllardır görmediğiniz yerleri bir görün."

Asiye teyze otomobilin başını döndürdüğünden, kala­balığın yüreğini kaldırdığından söz ederek davetten yakasını kurtarmaya uğraştı. Fakat Hattuç da oğlandan yana çıkmış­tı. "Ne var teyze, tozlandık kaldık şurada. Kimbilir kaç yıldır iki sokak ötesinden fazlasını göremedik. Üstüne üstüne ge­len o şeytan arabalarından insan sokağa çıkmaktan korkar oldu" diye zorluyordu. Eve bitişikteki inşaattan hırsız girip soyacağı, bilmem kimin öğleden sonra belki uğrarım dediği gibi bahaneler de kâr etmedi. Sonunda getirip mantoyu zor­la sırtına giydirdiler. Gitmekten başka çare kalmadığını an­layınca odasına girdi. Kilitli dolaptan maaş cüzdanını, rah­metliden kalan deri çantada biriktirdiği paraları cebine tı­kıştırıp yola düştüler. Teyze ve Hattuç bacı ön koltukların arkalıklarına iki elleriyle sımsıkı yapışmıştı. Önlerinden ve yandan akıp giden taksi, kamyon, otobüs ve iki tekerlekli araçlardan oluşan trafik seline gözlerini ayırmış bakıyorlar, her an biriyle çarpışmak korkusuyla yürekleri ağızlarına ge­liyordu. Yol kavşaklarında bu araç ve motor, korna sesi bas­kınına bir de telâşla bir kaldırımdan ötekine koşarak geç­meğe çalışan yayalar ekleniyordu. İki yaşlı kadın içine düş­tükleri gerilim ve şaşkınlıktan sağ ve sollarındaki yapılara göz atmaya bile fırsat bulamıyorlardı. Dündar dikiz aynasın­dan yüzlerindeki korku ve gerginliği gülümsiyerek izliyor, bir yandan da yatıştırmak için "Korkmayın, yaslanın arkanı­za... Bakın şimdi solda hükümet konağının önünden geçiyo­ruz." gibi sözler ediyordu. Hükümetin karşı sırasındaki ev­lerden bir kısmı da düzlenmiş yeni yapılar yükseliyor, onla­rın yanı başında, insanın fesini başından düşürecek kadar yüksekleri dikiliyordu. Az sonra geçtikleri yol geniş bir mey­danlığa katıldı. Burası da daha beter bir mahşer yeriydi.

Asiye teyze nerelerden geçtiğini kestirecek durumda değil­di. Ağzı, boğazı kösele gibi kuruduğundan soru da soramıyordu. Her ne kadar Dündar "Şurası Belediye pasajı, burası eski postanenin yeri" gibi açıklamalar yapıyorsa da o doğup büyüdüğü kentte değil de gurbet ellerde dolanıyormuş duy­gusundan bir türlü kurtulamıyordu. Oğlu da bu duyguyu se­zinler gibi olmuştu galiba. Çünkü geldikleri başka bir yol ağzında trafik ışığını beklerken: "Ana bak şu sağındaki Camlı kahvenin eski yeri, şu yolun sol köşesindeki yapı da eski Maarif kahvesinin yerine yapıldı. Şimdi Başkarakol’a doğru gedip Kavaklığın yerini göreceğiz. Asiye teyze geçtiği yolda yalnız eski Kendirli kilisesini tanıyabildi. Ortası ağaçlı iki yanlı geniş yoldan yukarı doğru çıkarken de ağzı açık kalmıştı. Son gördüğünde buraları hep bostan yeriydi. Şim­diyse iki yanlı, süslü ev ve apartmanlarla dolmuştu. Bütün gücünü toparlıyarak "Oğul Kırkayak nerde?" diye seslenme­yi başarabildi. Dündarm sağ eliyle işaret ettiği yöne baktı, baktı da bir şeye benzetemedi. Evet bahçe gibi bir yerdi ora­sı. Fakat ne kırkayağı ne de demir parmaklıkları kal­mıştı. Yanı başından bostan aralarından İncirli pınara indikleri yerlerse sıvama, kat kat yapılarla dolmuştu. Dayanamadı gene: "İncirli pınar ne oldu oğul?" diye sormadan kendini alamadı. Dündar sırıttı: "Pınar falan hak getire ana" diye geçiştirdi. Hele o Başkarakol’dan sonrası hiç akıl alacak gibi değildi. Ne Kolej tepedeki Frenk okulunun yüksek taş duvarı gerisindeki okul ya­pıları kalmış ne de Kavaklığın dere boyunu donatan söğüt ağaçları. Dağ, taş sıvama yapıyla dolmuştu. Gali­ba nerdeyse kentle Kilis birleşivermişti. Eski bağlar, bahçeler yok olmuş her yanı boz çimentodan bir yapı ormanına dönüşmüştü. Geri dönüp de oğlunun "Eski Kargasekmez ve Mardin tepe etekleri" dediği yola ge­lince ağzı tüm açık kaldı. Eskiden kenti kuşak gibi sa­ran kabirlikten eser kalmamıştı. Tüyleri ürperir gibi oldu. Bu yeni kuşakta ne korku ne de din iman kalmış­

tı. Altında kimbilir kaç ölü kemiği yatan bu yerlere pa­ra döküp konaklar, mağazalar dikivermişlerdi.

"Oğul ölenleri nereye gömüyorlar şimdi olam. Yoksa boklu akara atıp kurutuyorlar mı?" diye sormaktan kendini alamamıştı. Bu soru üzerine oğlu arabasının burnunu çevi­rip "Dur ana seni istasyona, asri mezarlığa da götüreyim" demişti. Parmağıyla ilerde istasyonu gösteren oğlunu o pek dinlemiyor, yolun sağ yanındaki kilim, plâstik fabrikaları gi­bi duman üfliyen yapılar arasında girip çıkan kamyon dizile­rini gözden geçiriyordu:

"Oğul bu duman tüttüren yerler neresiydi eskiden?" di­ye sordu.

"Ana orası eski Mazlum’un harafmm yeri. Hep fabrika doldu şimdi." Bu sözleri işiten Asiye teyze kulaklarına ina­namadı. Genç kızlığında kaç kez bahar, yaz sahresine gel­mişlerdi buraya. Uçsuz, bucaksız, fıstık ve zeytin ağaçlarıyla bezenmiş koca bağdan tek kütük bile kalmamıştı. O mis gibi kokan güllük, meyve bahçesi nereye gitmişti?

"Vah miskilim har af vah. Kalk da bırakıp gittiklerinin ne hale girdiğini gör Mazlum efendi." diye hayıflanmaktan kendini alamadı.

Ama Asri mezarlığa girince iki ihtiyarın parmakları ağızlarında kalmadı denemez. Burada çam koruluğu içinde­ki mermerden çeşit çeşit yapıların mezar olduğu kuşku gö­türmezdi. Ama her taraf saray bahçesi gibi ağaçlar ve çiçek­lerle bezenmişti. Asiye teyze mutluluk yansıtan derin iç çek­melerinden sonra:

"Bak burası gözel olmuş, Adamın hemen öleceği geliy. Beni de buraya gömdürün oğul" demekten kendini alamadı.

O gün eve döndükleri zaman ikisi de uzun süre kendi­lerine gelip bir söz edemediler. İkisi de yabancı ülkelerde hiç bilmedikleri başka bir âlemi dolanıp gelmiş gibiydi.

Asiye teyze yatsı namazını yorgun argın kılıp seccadesi­nin burnunu katladıktan sonra bir süre düşünceli teşbihini parmaklamış sonra izlenimini mırıltı halinde Hattuç bacıya özetlemişti:

"Vah anam vah, miskilim Antep komuş getmiş. Yerine

başka bir kent getirip oturtmuşlar sanki." Öteki de esefle kafa sallayarak onun bu izlenimine katıldı.

Fakat bu yeni dünya gezileri teyzeyi gereğince, etkile­miyor "Ölüm çıkmadan kimse el değiremez." inadından bir türlü gevşemiyordu.

Sonunda iki oğlan oldu bitti yöntemini uygulamaya ka­rar verdi.

” Asiye teyzenin doktor oğlu arka arkaya gün aşırı onu yoklamaya başladı. Her gelişinde nabzını sayıp sırtını dinli­yor onun sağlığından tasalandığını belli ediyordu. Nihayet ona, birkaç gün hastanede yatıp iyice her yanma bakılması gerektiğini söyledi. İhtiyar kadının bedeninin dört yanındaki ağrılardan, arada bir gelen baş dönmelerinden yakınması eksilmezdi. Fakat kendini öyle hastanelik hissetmiyordu. Direndi. Gitmek istemedi. Fakat Mahmut bazı şeylerden şüphelendiğini, herhalde birkaç gün yatıp kan, idrar tahlili, röntgen alınması gerektiğinde ısrar etti. Sonra da bir sabah erkenden çıkagelip onu ve Hattuç teyzeyi nerdeyse zorla taksiye bindirdi. Şehir hastanesinde bir odaya yatırdılar. Hattuç teyze de yanında refakat kalacaktı. İdrarını topladı­lar. Etsiz kollarından kan aldılar. Nefesini tut diye ayna mu­ayenesi yaptılar. Dört beş gün sonra da Mahmut "Ana her hal tebdil hava gerekmiş. Seni deniz kenarına götüreceyim." diye tutturdu. Onları eve götürüp acele giyimlerini bohçaladılar. Gözünün önünde Dündar oğlu her yanı iyice kilitledi. Evi hergün iki kez yoklayacağına yemin etti. Mahmut, hanı­mı ve büyük kızı da taksilerine binip Kızkalesi yanındaki motelin yolunu tuttular.

Dündar da annesinin umumî vekâleti vardı. Hemen müteahhitle mukaveleyi imzaladı. Karısı, çocukları gelip evi iki günde toparlayıp taşıdılar. Arkasından da yıkıcılar kire­mitleri toparlayıp çerçeveleri sökmeye giriştiler. Ev köy ber­berinin elinden yeni kurtulmuş kafalara döner dönmez bal­yoz gümbürtüleri, kepçe homurtuları başladı. Bir hafta son­ra da temel kazılmaya geçildi.

Kızkalesinde Asiye teyzenin nedense yüreğini bir sıkın­tıdır basmıştı. Ne saçları omuzlarına dökülen tumanh oğlan­

larla oynaşıp gülüşen çıplak kızlar, ve denizle göğün birleşti­ği çizgide her akşam kızıl bir tepsi gibi eriye eriye batan gü­neş onu ilgilendirebiliyordu. Çevredeki limon, portakal bah­çelerine yapılan geziler, karşıdaki küçük ada üzerindeki ka­le harabesinin sultanı hakkında anlatılan hikâyeler yüreğin­deki nedeni bilinmez tasayı güçlendirmekten başka bir so­nuç vermiyordu. Arada bir motel odasında başbaşa kaldık­ları zaman Hattuç’a dertlenmekten kendini alamıyordu:

"Kele Hattuç şu yüreğimin başında bir ataşdır yanar. Büyük oğlana mı bir hal oldu. Eve Hırsız mı girdi. Yok Al­lah göstermesin yangın çıkıp yerle bir mi etti baba ocağını?" diye kaygılarını açıklıyordu. O da "Töbe de teyze töbe. Al­lah saldasın. Birşey olsa hemen haberi gelir." diye yatıştır­maya uğraşıyordu.

Mahmut oğlan bir hafta onlarla kalmıştı. Sonra işim var, iki, üç gün sonra gelir sizi alır götürürüm." deyip gitmiş­ti. Gideli nerdeyse on günü bulduğu halde gelini "Her hal işi bitiremedi. Bugün gelir, yarın gelir." deyip tasalanmıyordu bile. Her gün kızıyla üstlerine o bikini mi mikini mi dedikle­ri incir yaprakları takıp güneşte yatıyorlar, denize girip de­beleniyorlardı. Dünya batsa umurlarında değildi. Asiye tey­ze "Artık gidek. Benim evimi göresim geldi." diye ayaklan­dıkça torunu boynuna sarılıyor "Aman nine bu sıcakta ne yapacaksın o kuru, tozlu memlekette. Bak burası ne güzel." diye onu susturmaya uğraşıyordu. Orada istemeden geçirdi­ği bir ay nerdeyse içine zehir oldu. Sonunda gelin daha çok idare edilemiyeceğini kestirdi. Telgraf çekti. İki gün sonra Dündar çıkageldi. Birkaç günde o "Ana gözünü seveyim, yandım kavruldum. Bir iki denize gireyim, gideriz." diye ida­re etti. Sonunda onun arabasına binip yola düştüler.

Kente girince Asiye teyze ille de evime, diye diretiyor­du. Fakat oğlu "Dur hele her taraf bir karış toz. Bize inelim. Gitsin temizletsinler sonra götürürüz seni." diye diretti. Alıp ikisini birden evine götürdü. Nedense bu temizlik işleri bir »ürlü bitmek bilmiyordu. Günler geçtikçe de Asiye teyzenin tedirginliği artıyor. "Aman şunu mu ne yaptılar, bunu mu kıldılar?" diye meraklanıp duruyordu. Oğlunun, gelininin ve

torunlarının bütün şaklabanlık ve oyalama çabalarına rağ­men bu işin böyle sürüp gidemiyeceği de ortadaydı. Dündar ve Mahmut uzun, özel bir oturumdan sonra annelerini ger­çekle yüz yüze getirmekten başka çare olmadığı kararma vardılar. Ertesi gün bütün aile üyelerinin akşam yemeği için Dündar’ın evinde toplanılması uygun görüldü. Torun torba­nın har-gürü ve neşesi ortasında anaları olup bittiği daha kolay benimser diye düşünmüşlerdi. Dündar, inşaat plânı­nın gösterişli cephe plânını da getirip onu olumlu yönde et­kileyebileceğini sanıyordu.

Ertesi gün akşam yemeği gerçekten curcunahydı. Her boydan torunlar televizyon programlarının gürültüsü orta­sında sofra kurmaya koşturuyor, verilen talimat gereğince sık sık babaannelerinin boynuna sarılıp sevgi gösterileri ya­pıyorlardı. Asiye teyze gürültü ve kaynaşmadan kafası şişip serseme dönmüş olmakla beraber gelinler ve torunlar ara­sında epeyce mutlu görünüyordu.

Yemekler yenip kahveler içilirken, herkes saldın ko­mutunu bekliyen cephe erleri gibi bir yana sinmiş büyük oğ­lanın baklayı ağzından çıkarmasını bekliyordu. Nihayet Dündar elindeki fincanı sehpanın üstüne bırakıp boğazını temizledi:

"Bak ana sana iyi bir haberimiz. Sakın yanlış anlama. Ne diyecektim. Bugün müteahhit pasajın üçüncü kat beto­nunu döktü."

Asiye teyze önce söylenmek istenenleri pek anlayama­mıştı. Yoksa oğlu kendinden habersiz bir pasaj yaptırmaya mı girişmişti. Dündar iyi haberi pekiştirmek için koltuğun arkasına sakladığı gösterişli cephe plânını alıp açtı. Anası­nın kucağına serdi:

"Bak şu yanımız doktorun yerindeki pasaj, şurası da Değirmencinin. Cadde üstüne iki yanlı tam altı dükkân yer­leşiyor..."

Asiye teyzenin sanki tepesine ağır bir balyoz inmişti. Bütün o hastalık, hastane ve tebdil hava uydurmalarının ne­denini birden kavramıştı. Demek sözü edilen kendi evinin

yeriydi. Beti benzi kül kesilmişti. Zorla işitilebilir boğuk bir sesle:

"Yoksa evimi mi yıktırdın oğul? Öyleyse Allah’tan bul." diye mırıldanabildi ve koltuğun içine yığılıverdi.

Burdah öteye görev doktor oğlana düşüyordu. Hemen • onu kucaklayıp odasındaki yatağa uzattılar. Düğmeleri, ku­şağı söküldü. İğneler yapılıp, ruhlar koklatıldı. Hattuç bacı ayak ucuna dikilmiş sessiz gözyaşı döküyordu.

Asiye teyzenin kendine gelebilmesi epeyce sürdü. Ayıl­dıktan sonra da bütün sorulara, mırıltı halinde "Alah’tan bulun, hepiniz Allah’tan bulun." demekten başka karşılık vermiyordu.

O günden sonra da bir daha belini doğrultamadı. Ye­meden içmeden kesilmiş, odasından çıkmaz olmuştu. Niha­yet kış içinde son nefesini verdi. Çocukları ona gösterişli bir cenaze töreni düzenlediler. Hayrat yapıp sadaka dağıttılar. Mezarlıkta gömüldüğü Çamlı tepeye de renk renk mermer­lerden hayli alımlı bir mezar yapıldı.

Bilmem acaba ruhu bazan başını toprak yastığından kaldırıp baba ocağının yerinde yükselen gösterişli yapıya bir göz atıvermek zahmetine katlanıyor mu?

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar