Dr. Theodor Herzl GÜNLÜKLERİ
SİYONİZM VE TÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl
GÜNLÜKLERİ 1. BÖLÜM
Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY
Siyonizm ve Siyonist kelimelerinin çok eski bir tarihi vardır. İkibin yıla
yakın zamandır kullanılan ve görünüşe göre daha da kullanılacak olan bu
kelimelere verilen anlamlar bilhassa Türkçede çok değişik ve ekseriya da
yanlıştır.
Siyonizm ve Siyonist’in ne olduğunu bilmek için önce «Siyon» un ne
olduğunu bilmek, bunun için de milattan 12 yüzyıl geriye giderek Mısır’da
Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) ve Firavun arasında başlayan mücadeleden
itibaren Yahudi tarihine kuş bakışı bir göz atmak lâzımdır.
Milattan önce 1200 yılları civarı, tamamen kesin olmamakla birlikte,
Hazreti Musa’nın bi’setinin yani peygamberliğinin başladığı yıllardır. O
devirlerde İsrailoğulları Mısır’da esir olarak bulunuyorlar, çok daha önceden
Hazreti Yakub ve oğlu Hazreti Yusuf’tan tevarüs ettikleri t e v h i d dinine
sarılarak putperest mısırlılar arasında yaşıyorlardı. Gerek Ahdi Atik’te ve
gerek Kur’ân-ı Kerîm’de oradaki hayatları hakkında pek çok şeyler
anlatılmaktadır. Firavun’un gördüğü bir rüya üzerine, doğan bütün Yahudi erkek
çocuklarının öldürülmesini emretmesi, o sıralarda doğan Hazreti Musa’nın ise bizzat Firavunun sarayında büyütülmesi meşhurdur.
Gençlik yıllarında bir mısırlıyı kazaen öldürünce korkarak Mısır’dan kaçan
Hazreti Musa Tûr-ı Sina’da İlâhî vahye mazhar olur ve kardeşi Harun ile beraber
tekrar Mısır’a, Firavun’un diyarına onu hak dine davet etmek vazifesiyle gider.
Bu vazifenin mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Kerîm ile Ahd’i Atîk’in elimizde
bulunan mensuh nüshasının ifadeleri arasında farklar vardır. Gayemiz iki din
arasındaki görüş farklarını tespit olmadığı için burada tamamen Yahudi
ananesindeki silsileye sadık kalarak olayların gelişmesini göreceğiz.
Hazreti Musa çeşitli mucizeler göstererek İsrailoğullarını Firavun’un
elinden kurtarmış ve yine mucizevî bir şekilde Kızıldeniz’den geçirerek
Mısır’dan çıkarmıştır. Bugün Sina dağının bulunduğu çölde kavmi ile kırk yıl
kadar dolaşan ve Tevrat’ı tebliğ eden Hazreti Musa bu süreyi yeniden bir
millet yaratmak için kullanmıştır denebilir. Köle hayatına alışmış bir kavme
millet hüviyeti vermenin imkânsız olduğunu görünce gözlerini yeni nesle
çevirmiş, onları belirli prensipler dairesinde eğiterek âdeta yeniden
yarattığı bir kavim ile kuzeye doğru hareket etmiştir. Hedef kendilerine
«Vadedilmiş Toprak». Arz-ı Mev’ûd yani bugünkü Filistindir. Hazreti Musa daha
Şeria vadisinde iken, Filistine giremeden vefat edince halefi Yoşu’a kavmin
başına geçmiş ve bu toprakların asıl sahipleri «Filistîleri» kovarak kendileri
yerleşmişlerdir. Şilo şehri yakınında Gerizim dağında kurbanlarını takdim
edebilecekleri bir «Mezbah» inşa etmişlerdir. An’aneye göre dinî emir ve
nehiylere hakkiyle riayet etmedikleri için Allah Filistîleri bunların başına
musallat etmiş ve M.Ö. 1100 yıllarında Yahudiler yenilmişler, memleketten
kovulmuşlar ve mezbahları da yıkılmıştır. Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerinde
Yahudilerin dinden uzaklaşmaları ve Allahtan başka ilah edindikleri için
cezalandırıldıkları anlatılır. O sıralarda gelen Samuel adlı nebileri bunları
tekrar ıslah ile eski itikatlarına döndürür, birliği yeniden kurar. Saul’un
riyasetinde bir krallık kurarlar. M.Ö. 1015 yılında tahta geçen Hazreti Davud
(David) bugünkü Kudüs’ü başşehir yapar. Krallık en muhteşem devrini Hazreti
Süleyman devrinde yaşar. Hârika kuvvetlerin sahibi olan Hazreti Süleyman
başşehir Yeruşalaym’da (Kudüs) meşhur «Süleyman Mabed»ini «Siyon» Dağının
üzerinde inşa ettirir. Bu mabede Yahudi an’anesinde «Beyt Hamikdaş» (Kutsal Ev)
denilir.
Allah tarafından seçilmiş ve Hazreti Süleymana bildirilmiş olan yerde inşa
edildiğine inanılan Mabed’in Yahudi dinindeki yeri pek büyük ve önemlidir. Bina
edildiği yer bugünkü Kudüs’te «Ömer Camii»nin bulunduğu sahadır ki zamanımıza
ancak bir tek «Batı Duvarı» intikal etmiş bulunmaktadır. Yahudilerin «Ağlama
Duvarı» diye tanınan bu duvar halen durmakta ve ziyaret edilmektedir. Mukaddes
kitapları olan Ahdi Atîk’de ve bunun ilk beş kitabını teşkil eden Tevrat’ta,
yerine getirilmesi sadece Mabed’in varlığına dayanan yüzlerce emir
bulunmaktadır. Mabed, buradaki Başkohen ve Kohenlerin yani din adamlarının
gerek kurbanlar, gerek diğer takdimeler ve bilhassa vergilerin toplanmasında
görevleri bulunmaktadır. Belirli ibadetler ancak Mabed ve Başkohen’in varlığı
ile mümkün olabilmektedir. Dolayısiyle Mabed olmaksızın Yahudi dininin
vecibelerinin ifasına imkân yoktur.
Bu Mabed M.Ö. 586 yılında Babil Kralının Filistini işgali sırasında yıkıldı
ve Yahudiler esir olarak Babilonya’ya yani bugünkü Irak’a götürüldüler.
Tarihteki meşhur «Babil Esareti Devri» budur. Yetmiş yıl devam etmiştir.
İran’ın Babilin hâkimiyetine son vermesi ve İmparatorun Yahudilere lütufkâr
davranması sonucu tekrar Filistine gelen Yahudiler 70 yıl sonra M.Ö. 516
yılında Mabed’i ikinci defa ayni yerde yeniden inşa ettiler. İlk Mabed’in o
zamana kadar duran temelleri ve duvarları aynen muhafaza edildi.
Tarihte «İkinci Mabed Devri» diye tanınan bu devirde M.Ö. 332 yılında Büyük
İskender’in Doğu Seferi sırasında bağımsızlıklarını yeniden kaybettiler.
İskender sadece siyasî hakimiyetlerine son vermiş fakat din işlerinde tamamen
serbest bırakmıştı. Fakat ani ölümü üzerine bu bölgeye hâkim olan Ptoleme Soter
idaresinde Yahudiler rahat durmayıp isyan ettiler. Ptoleme Soter isyanı
şiddetle bastırdı ve büyük bir kısmını esir olarak Mısır’a götürüp İskenderiye
şehrine yerleştirdi.
Sonra da din işlerinde yeniden serbesti tanıdı. İskenderiye’deki Yahudi
cemaatinin düşünce tarihinde önemli bir yeri vardır. Yeni-Eflatuncu görüşün
vatanı, Philo’nun yetiştiği muhit burasıdır.
Filistin bölgesinin yeni hâkimi İmparator Antiyokus Epifanes daha önceki
müsaadeleri iptal edip, Yahudi dinini ortadan kaldırarak yerine yunan dinini
ipka faaliyetine girişti. Her şehre stadyumlar, tiyatrolar ve tapınaklar inşa
ettirerek halkı yunan tanrılarına ibadete zorladı. Yahudilerin bir kısmı bu sırada
«yunanlaş»makla beraber, dine sadakatla bağlı olanlar da vardı. Bunlar önceleri
pasif mukavemete başladılar. Kâhin Matityahu ve oğullarının başa geçmesiyle
isyan mahiyeti kazanan «Makabi harekâtı» M.Ö. 157 yılında başarı kazandı ve
Makabi Devleti kuruldu. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde Yahudiler tarafından
kurulan Makabi Cemiyetleri ismini buradan almaktadır. Bu hâkimiyet Roma İmparatorluğunun
fetihleri sebebi ile pek uzun ömürlü olamadı ve M.Ö. 37 yılında sona erdi. Roma,
Herod’u başlarına kral tayin edip din işlerinde de serbesti tanıdı. Fakat
Yahudilerin her fırsatta isyan etmeleri üzerine Titus kat’î harekete girişerek
M.S. 70 yılında Mabed’i yerle bir etti, çoğunu kılıçtan geçirdi, kalanların
çoğunu da dünyanın dört bucağına sevkederek esir pazarlarında sattırdı.
Mabed’in Babil Krallığı ve Romalılar tarafından tahripleri, calib-i
dikkattir ki ayni ayın ayni gününde (9 Ab) vaki olmuştur. Bu gün Yahudi
dininde en büyük yas günüdür.
Mabed’in ortadan kalkması ve birkaç şehirdeki küçük cemaat hariç bütün
Yahudilerin dağıtılmaları ile dinin de ortadan kalkmasından endişe eden din
bilginleri derhal Yohanan Ben Zekkay’ın başkanlığı altında Yavne şehrinde
toplanarak bir okul açarlar ve öğretime başlarlar. Bu okul birkaç yüzyıl
Yahudilerin dinî merkezi olarak hizmet görür. Bundan sonra dinî merkezlik Irak
Yahudilerinin kurdukları akademilere geçer. Filistin’deki Talmud’dan sonra Babil
Talmud’u burada tedvin edilir (499 yılı). Ahdi Atikten sonra dinin kaynağını bu
kitaplar teşkil etmektedir. Bu arada eski bir Yahudi mezhebi tarafından
kurulmuş olan Sinagog (Havra) müessesesi dinde Mabed’in yerine ikame edilir.
Yabancı diyarlarda «Sürgün»de bulunulduğuna nazaran dinî emirlerin nasıl yerine
getirilecekleri hususunda kararlara varılır ve bugün yaşadığı şekliyle
«Ortadoks Yahudilik» kurulur. İşte bu andan itibaren de Siyonizm ideali doğar.
Siyonizm, en geniş anlamı ile, Arzı Mev’ûd yani Filistin dışındaki bütün
Yahudileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedini Siyon Dağı
üzerinde yeniden inşa etmek idealidir şeklinde tarif edilebilir.
Tevrat ve Ahdi Atîk’in mahiyeti icabı, Yahudilikte din ile devleti
kesinlikle biribirinden ayırmak imkânsız görünmektedir. Bu itibarla dinî
bağımsızlıktan hemen sonra siyasî bağımsızlık da şart bulunmaktadır. Daha
Mabed romalılar tarafından tahrip edilip dinî serbestîye son verilmezden
önceki yıllarda sahneye çıkan bazı kimseler «Mesih» olduklarını iddia ederek
Yahudileri çevrelerinde birleşmeye çağırmış ve siyasî bağımsızlık için
uğraşmışlardır.
Bu kimseler Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerindeki Mesih görüşüne istinat
etmekte idiler. Kitap’ta anlatılan bu görüş çok mübhem ve dolayısiyle her türlü
tevile müsaittir.
Meselâ şöyle cümleler vardır: «İsrail üzerine hükümdar olacak adam bana
senden çıkacaktır; onun çıkışı eski vakitten, ezelî günlerdendir».
«Ey Siyon Kızı! Büyük sevinçle coş, ey Yeruşalaym kızı bağır, işte kralın
âdildir ve kurtarıcıdır, alçak gönüllü ve bir eşek üzerine, evet, eşek yavrusu
üzerine binmiş sana geliyor». Burada geçen «Siyon
Kızı» ve «Yeruşalaym Kızı» deyimleri İbrani dilinde İsrailoğulları
anlamındadır.
Diğer bir ibare de şöyledir :
«îşte rabbin büyük ve korkunç günü gelmeden önce ben size Peygamber
Eliyahu’yu göndereceğim». Büyük ve korkunç gün kıyamet günüdür.
Hıristiyanlara göre Ahdi Atîk’in Mika, Zekeriya ve Malaki kitaplarında bu
şekilde anlatılan ve haber verilen Hazreti İsa’dan başkası değildir. O,
ananelerine göre, gerçekten bir beyaz eşek yavrusuna binerek zuhur etmiş, ama
Yahudiler ona inanmamışlardır. İddialarına göre Mabed’in tahribinden sonra
hıristiyanlığı kabul eden bir kısım Yahudiler deliller göstererek İsanm Mesih
olduğunu ispat etmişler ve Romanın zulmü ile Mabed’in tahribinin asıl sebebinin
M e s i h ’i kabul etmemelerinden dolayı İlahî cezayı hak etmiş olmaları
olduğunu söylemişlerdir.
Tarihî gerçek şudur ki, münferit vak’alar dışında Yahudiler genellikle
İsa’yı «sahte mesih» saymışlar ve hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Bununla da
kalmamışlar, hristiyan inancına göre, onun aleyhinde çalışmışlar ve sonunda
çarmıha gerilmesine sebep olmuşlardır. Onun için Yahudiler lânetlenmişlerdir.
Bu lânetten sonra gelen nesiller de kurtulamamışlardır. Günlük ibadetlerde
Yahudiler için okunagelen bu lânetleme bedduaları şu son yıllarda Papanın
emriyle dua mecmualarından çıkarılmaya başlanmıştır.
İsa’nın mesih olduğu hususu Yahudilerce kabul edilmeyince «Mesih’in
gelmesini bekleme»ye devam etmeleri tabii idi. Nitekim miladın 44. yılında
Theudas’ın zuhur ettiğini görüyoruz. Roma valisinin gönderdiği süvariler
tarafından kılıçtan geçirilen Theudas ve taraftarlarından sonra 55-60 kadar
mesih iddiacısının bir yüzyıldan çok daha az zaman içinde zuhur ettiği eski
kaynaklar tarafından bildirilmektedir.
Mabed’in tahribi ve Yahudilerin büyük çoğunluğunun sürülmesi üzerine
mesihlerin de arası yarım yüzyıl kadar kesilmiştir. 132 yılında ortaya çıkan
Bar Kohba Filistin’de Roma’ya karşı giriştiği mücadeleden galip çıktı ve bağımsız
bir Yahudi Devleti kurmayı başardı. Dinî lider Rabbi Akiba, Tevrat’ın Sayılar
kitabı ile Talmud’ta bulunan şu cümlelerin Bar Kohba’ya işaret ettiğini, onun
beklenen Kral-Mesih olduğunu ilân etti: «Yakuboğullarından (Yahudilerden) bir
yıldız çıkacak ve İsrailden bir âsa kalkacak, bir uçtan bir uca kadar Moab’ı
(düşman) vurup kıracak, bütün mütecavizleri ezecek», «Ben gökleri ve yeri
sarsacak, dünyadaki kralların taçlarını yıkacağım». Bar Kohba devleti kurduktan
üç yıl sonra romalılarla savaşırken öldürülünce herşey bir kere daha sona
ermiştir.
Bar Kohba hareketinin doğurduğu hayal sukutu tam üçyüz yıl devam etmiştir.
Bütün gözler ufuklarda kendilerini yabancıların hakimiyetinden kurtaracak m e s
i h ’i beklemektedir. Bu defa Filistin dışında, Girit adasındaki Yahudi cemaati
içerisinden Moşe zuhur etti.
Moşe, kendisinin vaktiyle İsrailoğullarmı mısırlıların esaretinden
kurtaran Moşe (Hazreti Musa) ile ayni şahıs olduğunu, Allahın kendisini
İsrailoğullarmı yeniden kurtarmak üzere gökten yeryüzüne indirdiğini, kavmi
tıpkı Kızıldeniz’den geçirdiği gibi bu defa da yürütüp Akdenizden geçirip
Filistine götüreceğini iddia ve vadediyordu.
Girit Adası Yahudileri derhal işlerini tasfiyeye girişmişler ve Mesih’in
hareket işaretini beklemeye başlamışlardı. «Mesih Çağı» başlamak üzere
olduğuna göre para ve altının lüzum ve değeri kalmıyordu. Belirli gün gelince
Moşe adanın jssız bir burnunda kavmini toplamış ve oradan denize atlamalarını
emretmişti. Ellerindeki altın ve paraları mesihe teslim eden büyük bir
çoğunluk emre uyarak atlayıp Akdenizin dalgaları arasında kaybolmuşlar,
civardaki balıkçıların yardımı ile kurtulan bir kısmı ise aldatıldıklarını
anlayınca Moşe’nin kendilerini aldatmaya memur şeytan olduğuna hükmetmişlerdi.
Zira Moşe, bütün aramalara rağmen ele geçirilememiş, altınlarla beraber
kaybolmuştu.
Moşe tecrübesinden üç yüzyıl sonra çıkmaya başlayan bir sıra mesihin gayesi
Yahudileri müslüman hâkimiyetinden kurtararak Filistine götürüp orada devlet
kurmak olarak görünmektedir.
Emevi Halifesi İkinci Ömer’in (717-720) zamanında Suriye Yahudilerinden
Serene faaliyete geçmiş, kavmini uçurarak götürüp devleti Filistinde
kuracağını vadetmişti. Yakalanıp Halifenin huzuruna götürüldüğünde «Sırf Yahudilerle eğlenmek için böyle
hareket ettim» deyince cezalandırılmak üzere kavmine teslim edilmişti.
Serene’den az sonra, Abbasî hâkimiyetinin ilk yıllarında devletin geçirdiği
sarsıntı ve dahilî isyanları fırsat bilen îran Yahudilerinden Ebu İsa Isfahanî
ve muakkibi Yudgân zuhur etmişler, ayni iddiaları ileri sürmüşler ve kılıçtan
geçirilmişlerdir. Ebu İsa’nın çevresinde toplananların onbinleri aştığı
bilinmektedir.
Bu mesihler arasında en enteresanı 1140-1160 yılları arasında ortaya çıkan
David Alroy veya arapça ismiyle İbn erRuhî’dir.
İkinci haçlı seferi ile Doğu dünyasında meydana gelen kargaşalık,
Filistinin hıristiyanlar tarafından zaptedilmiş olması, Abbâsî hilâfetinin
zayıflaması sırasında İbn er-Ruhî ortaya çıkınca Yahudiler de bu arada
kurtulacaklarına inanmış ve ona dört elle sarılmışlardı.
İbn er-Ruhî Musul’da zuhur etmiş, fakat Irak’tan Azerbeycan’a kadar uzanan
bölgedeki Yahudilere kendisini m e s i h olarak kabul ettirmişti. Plânına göre
önce Musul ve çevresinde bir devlet kuracak, ileride hâkimiyetini Filistine
kadar geliştirecek ve komşu ülkelerdeki Yahudileri uçurarak götürecekti.
Fakat daha plânın ilk safhasında, Musul’un yanındaki Amadiye kalesini ele
geçirme çabası sırasında yenilip öldürülmüştü. Ona büyük ümitlerle bağlanmış
olan Yahudiler ölümünü kabul etmemişler ve birgün dönüp tekrar başlarına
geçeceğini beklemeye başlamışlardı.
Bu «bekleme» durumundan faydalanan iki açıkgözün oynadıkları oyun hala
hafızalarda yaşamaktadır :
İbn er-Ruhi’nin emriyle hareket ettiklerini bildirerek Bağdad Yahudileri
ile temasa geçen iki kafadar onları uçurarak Kudüs’e göndereceklerini, orada m
e s i h ’in kendilerini karşılayacağını ve «Mesih Çağı»nm başlayacağını ilan
etmişlerdi. Şehirdeki Yahudiler bütün varlıklarını altına çevirerek ikisine
teslim ile hareket emrini beklemeye başlamışlardı. İki açıkgöz mehtapsız bir
gecenin ilerlemiş saatinde vaktin geldiğini söyleyip Yahudileri şehrin surları
üzerinde toplamışlar ve yeşil elbiseler giydirerek aşağıya atlamalarını
emretmişlerdi. Meleklerin kanatlarına binerek uçmak hayali ile kadın-erkek,
büyükküçük hepsi sabahın ilk ışıkları görünene kadar atlamaya devam etmişler,
ancak o zaman vaziyet anlaşılmıştı. Lâkin altınları alan açıkgözleri ele
geçirmek mümkün olmamıştı.
XI ve XII. yüzyıllarda mesihler zuhur etmeye devam etmiş, bunlardan yemenli
olanı başı kesilse dahi ölmeyeceğini ileri sürmüş, San’a’nın müslüman valisi «Eğer dediğin doğru çıkarsa ecdad yâdigârı
dinimizi bırakıp peşinden geliriz» demiş, ama başı kesilince «yalancı» olduğu anlaşılmıştı.
XIII. Yüzyıldan itibaren «Kabalist mesihler»in ortaya çıktığı
görülmektedir.
Kabala hareketinin kökü Her nekadar çok eski devirlere dayandırılmak
istenirse de aslında İhvan-ı Safa risaleleri ve İslâmiyetin tesiri altında
meydana gelmiş bir Yahudi tasavvuf hareketidir. XIII-XVII. Yüzyıllar arasında Abraham Abulafia, Nişim ben Abraham,
Aşer Lemlein, David Reubeni, İzak Luria ve Hayim Vital mesihlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu ve ismi üzerinde en
çok alaka toplayanı İzmirli Yahudi mesih Şabtay
Sivi’dir. (Günümüzde Sabetay Sevi olarak yazılıyor. Metne sadık kalmak için
değiştirmedim)
Şabtay Sivi (1626-1676) İzmirde, gördüğü rüyaları ilân ile işe
başlamış, Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerinde büyük başarı ve taraftar
kazanmıştı. Tam Yahudiler mesihin savaşa başlayıp devleti kurmasını
beklerlerken kendisi İstanbul’da sorguya çekilmiş ve ihtida ederek müslüman
olmuştur. Buna rağmen İzmir’e dönmesine müsaade edilmeyerek Arnavutlukta
ikamete memur edilmiş ve orada ölmüştür.
Onun ölümü üzerine taraftarları üç büyük guruba ayrılmışlardır :
1— İzmirliler : Bunlar Şabtay’ın ölümünün gerçek değil sadece görünüşte
olduğunu, ölmediği cihetle de birgün gizlendiği yerden geriye döneceğini kabul
ederler ve onu beklerler.
2— Yakubcular : Şabtay ölünce mesihlik onun üvey kardeşi Yakub’a
geçmiştir. İleride rücu edip başa geçecek olan da Yakubtur görüşünde
olanlardır.
3— Dönmeler : Bunlara göre Şabtay Sivi müslümanlığı
zahiren kabul etmiştir, aslında ise Yahudi dinine sadık kalmıştır. Mesihin yolundan giderek bunlar da görünüşte müslüman gibi davranırlar,
müslüman ismi alırlar, her türlü merasimi ifa ederler, fakat gizli gizli asıl
dinlerine göre amel eder, emir ve nehiylere uyarlar. Meselâ cumartesi günleri
çalışmak Yahudi dinine göre kesinlikle yasaktır, onlar da çalışmazlar. Bir
yakınları öldüğünde gömleklerini yırtıp bir ay müddetle —Yahudi dini üzre—
yerde otururlar v.s.
Bildiğimiz son mesih 1868 yılında Yemen’de zuhur eden Şukr el-Kuheyl’dir.
Yemen Yahudilerine mesihliğini kabül ettirmiş, rivayete göre onlara bazı
mucizeler göstermiştir. Adamlarını silahlandırması üzerine San’a valisi
üzerine asker şevketmiş, o da dağlara çekilerek mücadeleye girişmiştir. Şukr
el-Kuheyl de yediyüzyıl önceki hemşehrisi gibi, başı kesilse dahi ölmeyeceğini,
daha doğrusu ölümünün «görünüşte» bir ölüm olacağını, bir süre sonra «geri
döneceğini» iddia ediyordu. Yakalandığında başı kesilerek îstanbula
gönderilmiş ve mesele kapanmıştı. Fakat Yahudi cemaati kısmen onun «ölmediğine»
kısmen de «döneceğine» inanmaya devam etmişlerdi.
Sadece dinî yönden hareketle mesihliklerini iddia dışında bazı kimseler de
Avrupa ve dünyadaki Yahudi Meselesini halletmek için görüşler ortaya atmış,
faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu faaliyetlerin başlangıcı XVII. yüzyılın son
çeyreği olarak görünmektedir. Bu faaliyetler genellikle münferit ve mevziî
karakterdedir.
1695 Yılında İngilterede Oliger Paulli Kral William III. a bir ariza
vererek Filistinde bir Yahudi devleti kurulması hususunda yardımını talep
etmiştir.
1714 de Fransız Yahudisi Langallerie Marki’si Hague şehrindeki Türkiye
Sefiri ile ayni hususu müzakereye girişti. Sonraki faaliyetleri sırasında
Viyana’da tevkif edilerek hapishanede ölümüne kadar kaldı.
Saksonyalı Hermann Moritz (1696-1750) Yahudileri çevresinde toplayarak
Güney Amerikada bir devlet kurmak ve kral olmak için çalıştı.
îtalya Yahudilerinin gidip toplu halde Filistine yerleşmek için Kudüs
Valisi Ali Bey ile pazarlığa giriştikleri anlatılmaktadır. Malî hususta
anlaşma olmadan valinin ölmesiyle iş sonuçlanmadan kapanmıştır.
1798 yılında Fransa Yahudileri hükümete müracaat ederek himaye altında
Filistinde bir devlet kurmalarına yardım edilmesini istediler. Bundan bir yıl
sonra 1799 Martında Mısır seferi sırasında Napolyon Bonapart Eski Kudüsü ihya
etmek isteyen Yahudilerin bayrağı altında toplanmalarını ilân etti. Her iki teşebbüs de sonuç vermedi.
1820 Yılında Rus Yahudisi Albay Pestel, Pravda’da yazdığı bir seri
makalede Yahudilerin Küçük Asya’da (Anadolu) bir devlet kurmaları fikrini
ortaya attı.
Amerikada Mordahay Noah 1825 de Yahudileri Niyağara çevresinde bir devlet
kurmaya davet etti. Bundan yedi yıl sonra alman B. Behrend Kuzey Amerikada
satın alınacak bir kısım arazi üzerinde bir Yahudi kolonisi kurmak için
faaliyete geçti.
1839 da İngiltere Yahudileri kendilerine Suriye ve Filistin’de yerleşme
hakkının verilmesi için büyük bir kampanya açtılar. İngiliz devlet adamlarından
Lord Palmerston ve Lord Shaftesbury de bu kampanyaya katıldılar. İkibin yıl
önce işlenmiş bir haksızlığın ancak Yahudilerin anavatanlarına dönmeleri ile
düzeltilebileceğini beyan ettiler. İş Kraliçe Viktorya’ya intikal etti ve orada
kaldı.
Meşhur bibliyografya bilgini Moritz Steinschneider 1840 da Viyana’da
Filistinde Yahudi bağımsızlığının ihyasını gaye edinen bir dernek kurdu,
birkaç şehirde arkadaşları vasıtası ile şube açtırdı. Ayni gaye ile İngilterede
Albay Churchill, Amerikada Emma Lazarus faaliyete geçtiler. Yahudi çevreler hiçbirine
iltifat etmedi.
Kırım savaşından sonra 1856 yılında Pariste toplanan sulh konferansında
Yahudi Meselesinin ele alınması için girişilen kampanya sonuç vermedi. Ancak
George Elliot «Daniel Deronda», Lazar Levy ve III. Napolyon’un hususi kâtibi
Ernest Laharanne «Yahudi Milletinin Dirilişi», «Yahudi Milliyetinin Yeniden
Kuruluşu» gibi kitaplar yazdılar.
1891 Yılında Amerika Cumhurbaşkanı Benjamin Harrison’a bir ariza verildi.
Bunda Başkan’ın nüfuzunu kullanarak Rusya, İngiltere, Almanya,
Avusturya-Macaristan, İtalya ve Türkiye nezdinde teşebbüse geçmesi ve bir
milletlerarası konferansın toplanmasını temin etmesi isteniyordu. Bu konferans
halen dünyadaki Yahudilerin içinde bulundukları şartları ve bilhassa Filistinde
yerleşme haklarının tespitini hedef tutacaktı. Bu arizanın altmda John
Rockfeller, Russel Sage, Başhâkim W. Fuller’in imzaları vardı.
Dünyadaki Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğunca benimsenen ve Ortadoks
Yahudilik dediğimiz büyük kitle bir m e s i h ’in gelip, onun liderliği altmda
Filistin’de yeniden bir Yahudi Devleti kurulmasını beklerken XIX. Yüzyılda
doğup gelişen yeni bir dinî cereyan bu görüşe kesin cephe aldı. Bu cereyan Reformist
Yahudiliktir. Birçok dinî emir ve nehiylerde değişiklik
yapan, bilhassa Cumartesi yasaklarının hududlarını çok darlaştıran Reformistler
mesih görüşüne de cephe aldılar. «Gayemiz Filistinde bir devlet kurmak ve bütün Yahudileri orada toplamak
değil, dünyadaki Yahudilerin Allahın birliği akidesine sarılmalarını ve diğer
milletler arasında erimemelerini temin etmektir» dediler. 1845 Yılında Frankfurtta toplanan reformcu din adamlarının
görüşleri 1869 da Filadelfiya ve 1885 de Pittsburg’da yapılan toplantılarda
teyid edildi. Sonuncu kongrenin açıklanan tebliğinde açıkça şöyle
denilmekteydi: «Biz
kendimizi hiçbir zaman bir millet olarak telakki etmiyoruz, biz dinî bir
cemaatten ibaretiz. Bu sebeple ne Filistine dönmeyi, ne orada devlet kurmayı ve
ne de bir Yahudi Devleti kurulmasına yol açacak hukukî düzeni isteriz».
HOVEVEY SİYON (Siyon Âşıkları)
Hemen hemen bütün Avrupa ve Amerika devletlerindeki Yahudilerin yukarıda
bahsettiğimiz münferit faaliyetleri sonucunda çeşitli Yahudi cemaatleri,
bilhassa Rusya Yahudileri arasında yeni bir fikir doğdu: Kolonizasyon.
Önceleri reformist Yahudiliğin ilhamı ile dünyanın herhangi bir yerinde, başka
devletlerin idaresine bağlı fakat Yahudilerin birarada yaşayabileceği bir veya
birkaç koloni tesisi fikri yavaş yavaş gelişti. Koloninin yeri olarak Filistin
seçildi.
Rusya’da P. Rabinovitz, Pinsker, H. Schapira’nın liderliklerinde kurulan Hovevey Siy on
cemiyeti Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika Yahudileri arasında derhal
yankı uyandırdı. Londra’da Hovevey siy on, Amerikada Şavesiyon, Pariste Yişuv
Eretz Yisrael cemiyetlerinin gayeleri hep ayni idi: Filistinde bir Yahudi
kolonisi meydana getirmek. 1879 yılına kadar gözle görülür bir başarı
gösteremeyen bu cemiyetler zengin Yahudilerin para yardımına da kavuşunca bu
yıldan itibaren gönüllü idealist Yahudileri Rusya ve diğer Avrupa ülkelerinden
toplayıp Filistine sevketmeye başladılar. Wilna’da 1889 yılında yapılan bu
cemiyetlerin federasyon toplantısında sayılarının otuzbeşe yükseldiği
görülmektedir.
Hibbat Siyon veya Hovevey Siyon genel adı altında toplanan bu cemiyetlerin
zuhur sebebinin başında XIX yüzyılın ikinci yarısında Avrupada şiddetlenen
Yahudi aleyhdarlığı gösterilebilir. Getto denilen ve Yahudilere mahsus, etrafı
duvarlarla çevrili mahallelerde yaşayan Yahudilere karşı uyanan nefret ve
aleyhte gösterilerin sonu geleceği yerde tedricen artmaya başlaması, Rusya ve
Galiçya’daki Yahudilerin zaman zaman kitle halinde hudut dışına çıkarılmaları
ile düştükleri sefalet onları bir çıkar yol aramaya şevketti.
1878 Yılında Berlin’de toplanan sulh konferansına başvurarak Filistine
dönme haklarının münakaşa edilmesini istedikleri zaman, konferans başkanı
Prens Otto von Bismarck’ın bunu şiddetle reddedip gündeme bile almamasını
unutmazlar.
İşte bu karışık ve bir sürü cemiyetin çeşitli gayeler peşinde koştukları
günlerde sahneye Viyanalı bir Yahudinin çıktığını görmekteyiz. Bu, hukuk
tahsil etmiş, doktora yapmış, Viyana’da Neue Freie Press gazetesinin edebiyat
ve siyaset konularındaki yazılarını tertip ve tanzim eden genç bir adamdır:
Theodor Herzl.
Önce en çok takibata maruz kalan Galiçya ve Rusya, sonra da bütün dünya
Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Yahudi Devleti kurma fikri diye tarif
edebileceğimiz Politik
Siyonizm hareketinin kurucusu Dr. Theodor Herzl’dir. Avrupada uyanan Yahudi aleyhdarlığı ile ortaya çıkan «Yahudi Meselesine
bir hal yolu bulmak için 1895 yılında, daha 35 yaşında iken harekete geçen
Herzl, 1904 yılında ölümüne kadar bütün faaliyet ve düşüncelerini hatıra
defterine geçirmiştir. Halen Kudüs’ün İsrali kesiminde Merkez Siyonist
Arşivinde muhafaza edilmekte olan bu hatıraların tamamı ikibin kitap sahifesi
tutacak genişliktedir. Rusya, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve
Türkiye devlet adamları ile giriştiği muhabereler, müzakereler, yaptığı
teklifler ve aldığı sonuçlar gün be gün bu deftere işlenmiş bulunmaktadır.
Bu hatıraların yayınlanması
Avrupa’da bazı skandallara sebebiyet verecek nitelikte olduğu için
yayınlanırken bazı kısımları çıkarılmış ve ancak son on yıl içerisinde tamamı
yayınlanmıştır.
Filistin’in sahibi olması hasebiyle, hatıralarda bir kısım yeri de Türkiye,
Sultan Abdülhamid ve o zamanki devlet adamları almaktadır. Biz diğer bölümleri
ihtisar ve hulasa edip Türkiyeye taalluk eden kısımları aynen vermeye çalıştık.
Hatıraların tamamının çevrilmesi ve yayınlanması bilhassa siyasî tarih
bakımından son derece faydalı olacaktır kanaatindeyiz.
Bundan sonraki sahifelerde Dr. Theodor Herzl’in hatıralarını nakledecek,
1904 yılında onun ölümünden sonra meydana gelen gelişmeleri, Filistin’de Yahudi
Devletinin kuruluşuna kadar olup bitenleri hatıraların sonunda anlatacağız.
Şavuot Bayramı, 1895-Paris
Son zamanlardaki vazifem gayet rahat ve tatminkâr, fakat şu anda bu
vazifeye devam edip etmeyeceğimi bilmiyorum. Zihnimdekiler bana muazzam bir rüya
gibi geliyor, ama günler ve haftalardır şuuruma hâkim; nereye gitsem, ne
yapsam peşimde, günlük muhabirlik ve gazetecilik görevimi yaparken dahi onunla
meşgul oluyorum.
Neler olup biteceğini tahmin için henüz vakit çok erken, lâkin
tecrübelerimle biliyorum ki bu bir rüya olsa dahi calibi dikkattir ve bu
sebeple yazılmalıdır. Beşeriyet için bir hatıra olmazsa da, hiç değilse sonraki
yıllara benim görüş ve hislerimi aksettirir. Bu iki ihtimal arasında belki de
edebî bir eser olur. Düşündüklerim gerçekleşmezse bile faaliyetim bir roman
meydana getirir.
Romanın başlığı: Arz-ı Mevûd (Vadedilmiş Vatan).
Gerçeği söylemek lâzımsa, bu benim aklıma sadece «edebî» bir roman konusu
olarak gelmiş değildir. Bu, bir maksada hizmet edecektir.
Paris’e daha gelir gelmez edindiğim tecrübeleri ve bir gazeteye yazılması
imkânsız müşahedeleri hatıra defterime yazmaya başlamadığıma çok hayıflandım,
bu yüzden çok şey kaybettim. Fakat bir gazete muhabirinin tecrübeleri ile
benim şimdiki çalıştığım konuyu bir mukayese etmeli! Ne rüyalar, düşünceler,
mektuplar, toplantılar ve faaliyetler olacak. Eğer herşey yolunda giderse ne
korkunç mücadeleler yapılacak. Bütün bunlar not edilmeye değer.
Stanley, küçücük «Livingstone’u nasıl buldum» adlı seyahat kitabı ile
bütün dünyanın ilgisini çekti. Ve o, Siyah Kıt’ayı baştan başa geçerken, bütün
dünyayı, bütün bir medeni dünyayı teshir etti. Benimki ile mukayese edilince
bütün bu kahramanlıklar ne kadar basit. Bugün yine söylüyorum: Benim rüyamla
mukayese ediniz.
Ben «Yahudi Meselesi» ile bilfiil ne zaman meşgul olmaya başladım?
Muhtemelen bu mesele ortaya çıktığından beri, daha doğrusu Dühring’in [[1]] kitabını okuduğum günden itibaren.
Şimdi Viyana’da bir köşeye atılmış eski not defterlerimden birinde
Dühring’in kitabı ve «Mesele» hakkındaki müşahedelerim yazılıdır. O zamanlar,
zannediyorum 1881 veya 1882 yılıydı, yazılarımı yayınlayabileceğim bir gazete
yoktu. Fakat bugün bile o zaman yazdıklarımı tekrar tekrar söyleyebilirim.
Yıllar geçtikçe bu «Yahudi Meselesi» içime işliyor, acı veriyor, beni perişan
ediyor.
Gayet tabii, geçen her yıl düşüncelerimde değişiklik yapıyor, bazı
görüşlerimden ayrılıyorum. Bu yüzden aynada eskisinden başka bir adam bana
bakıyor. Ama değişen hususlar dışında şahıs ayni şahıstır. Yılların bıraktığı izlerle
olgunlaştığını görüyorum.
Önceleri «Yahudi Meselesi» beni çok acı yaraladı. Hıristiyanlığa geçerek
bundan kurtulmayı düşündüğüm zamanlar oldu. Fakat bu, gençlikteki bir zaaftan
başka birşey değildi, ama bu hatıralarda kendi kendime doğruyu söylemeliyim
—zira kendime karşı riyakâr davranmam bu hatıraların kıymetini ortadan
kaldırır—. Hiçbir zaman ciddi şekilde hıristiyan olmayı veya ismimi
değiştirmeyi düşünmedim. Hele ikinci hususu teyid edecek bir de vesile oldu.
Çok genç, müptedi bir yazar iken Viyanada Deutsche Wochenschrift’e bir makale
gönderdim, Dr. Friedjung bana, şimdiki Yahudi ismimden vaz geçip bir müstear
ad kullanmamı tavsiye etti. Kat’iyetle reddettim, babamın adını taşımaya devam
edeceğimi, gerekirse makalemi geri alabileceğimi söyledim. Maamafih Dr.
Friedjung makalemi kabul etti.
«Yahudi Meselesi» benim için tabiatiyle, her köşe bucakta mevcuttu. Bazan
üzülüyor, bazan da eğleniyordum. Huzursuzluk hissediyordum, Her nekadar buraya
gelmezden önce Yahudiler hakkında bir roman yazmayı düşünmüşsem de bu beni tam
sarmış değildi. Bunu 1891 yılında İspanya’ya gittiğim sırada düşünmüştüm. O
zamanlar bu benim edebî bir projemdi. Romanın kahramanı, o yılın şubatında
Berlin’de intihar eden aziz arkadaşım Heinrich Kana olacaktı. İlk müsvettede
romanın adı «Samuel Kohn» idi. Buna ait notlarım da hep kaybolmuş olsa
gerektir. Bunda bilhassa zavallı, fakir Yahudi kitlelerinin zenginlere nazaran
çektiklerini belirtmek istiyordum. Muhit Kana’nın zengin akrabalarına karşı
koyup, yaşadığı muhitti.
«Neue Freie Presse» gazetesi (Viyana) beni Paris’e muhabir olarak
gönderdi. Bu vazifeyi kabul ettim, zira dünyayı oradan görmek istedim. Ama
roman projemin bu sebeple akim kalmasına da hala hayıflanırım.
Paris’te, hiç değilse müşahit olarak, politikanın tam ortasındaydım.
Dünyanın nasıl yürütüldüğünü gördüm. Burada Yahudi aleyhdarlığı olmadığı için
meseleyi daha iyi tahlil edecek seviyeye yükseldim. Avusturya veya Almanya’da
arkamdan birisinin «Hep, Hep» [[2]] diye bağıracağından devamlı olarak endişe duyardım. Ama burada
kalabalıkta hiç tanınmadan dolaşabiliyordum.
Şimdiye kadar «Hep» diye bağırılmaya iki defa hedef oldum. Birincisi
1888’de Mainz’den geçerken oldu. Bir akşam ucuz gece kulüplerinden birine
gittim, bira içtim. Kalkıp kapıya yöneldiğim sırada, kalabalığın içinde,
sigara dumanları arasında birisi bana «Hep, Hep» diye bağırdı. At kişnemesine
benzer kahkahalar koptu. İkincisi Viyana yakınında Baden’de oldu. Tam arabaya bineceğim sırada birisi «Pis Yahudi» diye bağırdı.
*
* *
Bir roman yazmak fikrinden nasıl olup da, bu romanı Yahudi meselesini
halletmek, onları vatanlarına döndürmek faaliyetine çevirdiğim, her ne kadar
son birkaç hafta içinde vaki oldu ise de, bu benim için tamamen bir sırdır,
şuur dışı olmuş bir şeydir.
Belki bu fikirler pratik değildir, belki bunları ciddî ciddî anlatacağım
kimselere alay mevzuu olacağım. Kendi romanımda kendim bir karakter olabilir
miyim?
Bir gün aniden Yahudiler için milyonlar harcamış olan Baron Hirsch’e [[3]] bir mektup yazdım. Mektubu bitirdikten sonra tam ondört gün ondört gece
bir kenara bıraktım. Bu kadar aradan sonra mektubu tekrar okudum. Bana manasız
görünmedi ve postaladım, mektupta şöyle diyordum :
Muhterem Efendim,
Acaba sizi ziyaret şerefine ne zaman nail olabilirim? Yahudi Meselesini
tartışmayı arzu ederdim. Sizinle ne gizli ne açık malî meseleler üzerinde
röportaj veya münakaşa yapmak istemiyorum. Sadece sizinle Yahudi Siyaseti
konularını konuşmayı arzu ediyorum. Öyle bir mesele münakaşası ki, zamanla
doğuracağı sonuçları ne siz ne de bendeniz görebileceğiz. Bu sebeple bana
meseleyi rahatlıkla konuşabileceğimiz bir veya iki saatinizi hasredebileceğiniz
bir zamanda karşılaşmamızı dilerim. Benim için en uygunu Pazar günüdür. Bu,
önümüzdeki pazar değil, sizin lütfedeceğiniz herhangi bir zamandır.
Düşüncelerim sizi ilgilendirecektir. Öyle olduğu halde bu mektupta fazla
birşey söylemek istemiyorum. Lütfen bu mektubu dahi çevrenizdekilere
—sekreterleriniz ve sair kimselere— göstermeyip gizli tutmanızı rica edeceğim.
Belki benim ismim sizin meçhulünüz değildir, herhalde burada muhabiri
olarak bulunduğum gazeteyi olsun tanırsınız.
Hürmetkârmız Dr. Herzl
Neue Freie Presse Muhabiri
Bu mektubun müsvettesi hala elimdedir. Temize çekerken üzerinde bazı
değişiklikler yaptım. Bu gibi şeyleri o tarihlerde vesika olarak saklamayı
henüz düşünmüyordum.
Birkaç gün geçti, cevap Londra’dan geldi:
Dr. Theodor Herzl, Paris.
Mektubunuzu iki ay kalacağım bu şehirde aldım. İstediğiniz ve benim de
dünyanın en büyük arzusu ile istediğim randevuyu yerine getiremiyeceğim için
son derece müteessirim. Acaba zarfın üzerine «ŞAHSİDİR» diye işaret koyarak
bana, karşı karşıya geldiğimizde söyleyeceklerinizi bildiremez misiniz?
Size cevabı sekreterimin el yazısı ile ve fransızca yazdığım için özür
dilerim. Fakat avda vuku bulan bir kaza sebebi ile sağ elimi kullanacak halde
değilim.
Saygılarımla
M.de Hirsch
Bu mektuba şu cevabı yazdım:
Cambon Sokağı No. 37
24 Mayıs 1895
Muhterem Efendim,
Burada karşılaşamamamızdan ötürü son derece müteessirim.
Size anlatmak istediklerimi yazmak kolay değil, maamafih yazacağım. Yalnız,
eski bir darbı meselin ifade ettiği gibi, şimdi kısa yazmak için vaktim müsait
değil; tumturaklı söz ve ifadelerle başınızı ağrıtmayacağım. Vakit bulur
bulmaz size yeni Yahudi siyaseti konusunda bir plân takdim edeceğim.
Bütün arzum sizin dikkatinizi tam olarak çekebilmektir. Karşılıklı konuşmuş
olsak bunu temin ederdim ama mektuplaşma ile yapmak çok daha güç; benim
mektubum masanızdaki diğer mektuplar arasına karışıp kalacak; sizin hergün dilencilerden,
merhamet istismarcılarından, asalaklardan, dolandırıcı ve sahtekârlardan pekçok
mektup almakta olduğunuzu tahmin ederim. Bu sebeple benim mektubum size çift
zarfla gelecektir, ikinci zarfın üzerinde şöyle yazılı olacaktır: «Dr.
Herzl’den mektup».
Sizden ricam bu mektubu tam manası ile istirahat edip günlük meşgalenizden
uzaklaşmadan açmamanızdır. Gerçekleşmeyen karşılıklı konuşma talebimin sebebi
de esasen bu idi.
Hürmetkârmız
Dr. Herzl.
Bu mektubu temize çekerken zannederim birkaç yerinde ifadesini değiştirdim.
Hirsch’in veya onun omuz başından bakıp okuyacak üçüncü bir şahsın beni bir
para avcısı ve istismarcı zannetmesini istemiyordum.
Müteakip günler bir memorandum tuttum. Bir sürü kâğıda notlar çıkardım.
Yürürken, lokantada yemek yerken, tiyatroda veya parlamentoda iken yazı
yazdım.
Tam bu hazırlıkların ortasında iken Hirsch başka bir mektupla bana sürpriz
yaptı:
Londra,
26 Mayıs 1895
Mösyö Herzl, 37 rue Cambon, Paris.
Dün değil evvelsi günkü mektubunuzu aldım. Eğer henüz uzun bir rapor
hazırlamadı iseniz bu sıkıntıdan kurtuldunuz demektir. Birkaç güne kadar
kırksekiz saat için Paris’e geleceğim. Gelecek Pazar, 2 Haziranda saat 10.30
da Elysee sokağı 2 numarada beni emre âmade bulacaksınız.
Saygılarımla,
M.de Hirsch
Bu mektup beni çok rahatlattı. Hakkımda yanlış kanaatlara saplanmamış
olmasına memnun oldum. Notlarımın üzerine daha ciddiyetle eğildim, bunlar
Şavuot’tan [[4]] önceki Cumartesi günü artık koca bir tomar olmuştu. Tasnif ettim ve muhtevalarına
göre üç bölüme ayırdım:
Giriş, Yahudi ırkının seçkinliği,
Hicret.
Böylece tanzim ettikten sonra temiz bir kopyasını çıkardım, tam 22 sahife
tuttu.
Beklenen Pazar sabahı son derece itina ile giyindim. Bir gün önce yeni
satın aldığım eldivenin henüz alındığı belli olmasın diye biraz hırpaladım.
İnsan zengin kimselere karşı onlardan çok farklı görünmemeli.
Rue de L’Elysee’ye gittim. Bir saray. Geniş bahçesi ve muhteşem girişi bana
son derece tesir etti. Her yerde gerçek güzellik vardı. Eski tablolar,
mermerler, sessiz duvarlar... Harika.
Ben bilardo odasında yalnız beklerken Hirsch girdi, sanki daha önceden
tanışıklığımız varmış gibi acele elimi sıktı ve biraz beklememi söyleyip gözden
kayboldu. Oturup cam mahfaza içindeki Tanagra figürlerini inceleyip Baron’un
zevk sahibi bir kimse olduğunu düşünürken bitişik odadan sesler işittim.
Konuşanın, Baron’un hayır işleri ile uğraşan ve kendisiyle bir defa Viyana’da,
bir iki fırsatta da burada konuştuğum birisi olduğunu anladım. Onun çıkarken
beni görmesi hoşuma gitmeyecekti. Belki bunu bir maksatla Hirsch tanzim
etmişti. Bu düşünce beni güldürdü, zira ben kendisine tamamen bağlı olmayı
düşünmemiştim. Ona ya kendi arzumla meylederdim, yahut da vazifemi tam
başaramadan terkederdim. Konuşmamız sırasında onun «Jewish Association»da [[5]] bir vazife almam hususundaki muhtemel teklifine bile cevabım hazırdı:
«Sizin hizmetinize girmek mi? Hayır. Yahudilerin hizmetine mi? Evet.»
Az sonra iki adam dışarı çıktı. Önceden tanıdığımın elini sıktım. Baron’a,
«Bana bir saatinizi ayırabilir misiniz? Eğer hiç değilse bir saat olmazsa
konuşmaya başlamayayım daha iyi» dedim.
Gülümseyerek «Haydi bakalım, buyurun» dedi.
Notlarımı çektim, «Meseleyi vazıh olarak ortaya koyabilmek için birkaç şey
hazırlamıştım», telefonun çaldığı ana kadar ilk beş dakika güçlükle konuştum.
Telefon ahizesini alarak, kim ve ne için ararsa arasın evde olmadığını söyledi.
Plânımı ona şöyle anlattım:
«Size söyleyeceklerimin bir kısmını çok basit, bir kısmını da çok fantastik
bulacaksınız. Fakat insanlar basit ve fantastik ile idare edilirler. Ben
hiçbir zaman Yahudi Meselesini bizzat halledebileceğimi düşünmedim. Siz de
aslında Yahudilerin patronu olmayı plânlamış değilsiniz. Siz bir bankerdiniz ve
bir yığın iş yaptınız, vaktinizi ve servetinizi Yahudiler için hasrettiniz.
Ayni şekilde, başlangıçta ben, Yahudiler hakkında bir düşüncesi olmayan bir
yazar ve gazeteci idim. Fakat tecrübelerim ve müşahedelerim, Yahudi
aleyhdarlığmm büyümesi beni bu Mesele ile ilgilenmeye şevketti.
Kendimi bu kadar takdim yeter.
Her ne kadar konuya tarihten başlayacaksam da Yahudi tarihine
girmeyeceğim, nasıl olsa malumdur, yalnız üzerinde duracağım bir nokta var:
Dağıtılmamızdan beri geçen ikibin yıldır bir siyasi liderden mahrum
bulunuyoruz. Ben bunu^ bizim en büyük talihsizliğimiz olarak kabul ediyorum, Bu
yoksunluk, bizim için, tarihte uğradığımız bütün takibat ve işkencelerden
daha kötü olmuştur. Bizim içten içe dağılma, ve yokluğa gidişimizin sebebi
budur. Çünkü hiç kimse bizi gerçek insan olma yolunda eğitmemiştir, tam aksine
hep aşağılık meşgalelere itilmiş, ghettolara [[6]] kapatılmış ve oralarda biribirimizi dejenere etmeğe uğraşmışızdır. Ve
onlar bizi dışan salıverdikleri zaman bizden birdenbire, hürriyete alışkın
insanların vasıflarını haiz olmamızı beklemişlerdir.
Şimdi, eğer çevresinde birleşilmiş bir siyasî liderliğimiz olsaydı, ki
bunun için daha fazla delil göstermeyeceğim ve bu hiçbir zaman gizli bir
cemiyet demek değildir, böyle bir liderliğe sahip olsaydık, Yahudi Meselesini
yukarıdan, aşağıdan, her cihetten halle girişebilirdik.
Hedef, önce bir merkez kurmak ve bir baş bulmaktır.
İki istikamet de mümkündür: Ya bulunduğumuz yerlerde kalırız, ya da
herhangi bir yere hicret ederiz.
Her halükârda kavmimizi eğitmek, yetiştirmek için müşterek ölçülere
muhtacız. Zira hicret etsek bile, Aız-ı Mev’ûd’a ulaşmamızdan önce uzun zaman
geçecektir. Bu zaman Moşe’de kırk yıl tutmuştur [[7]]. Biz yirmi veya otuz yılda yapabiliriz. Her hâlükârda, gelecek yeni
nesilleri kendi maksatlarımıza uygun şekilde yetiştirmeliyiz.
Şimdi eğitim için sizin kullandığınızdan oldukça farklı metodlar teklif
ediyorum.
Her şeyden önce, hayırseverlik prensibi üzerinde duralım. Ben bunun tamamen
hatalı olduğu mütaleasmdayım. Siz bir sürü dilenci yetiştiriyorsunuz. Başka
hiçbir kavim, Yahudilerde olduğu kadar hayır işlemeye ve bundan faydalanmaya
meyil göstermemektedir. Bu iki fenomen arasında bir irtibat vardır, yani böyle
sonunda dilenciliği terviç eden bir hayırseverlik bizim millî karakterimizi
alçaltmaktadır».
Hirsch burada sözümü keserek: «Çok haklısınız» dedi, ben devam ettim:
«Yıllar önce işittiğime göre, sizin, Yahudileri Arjantin’de yerleştirme
gayretiniz çok cüz’î sonuçlar verdi, yahut hiç vermedi. Kulağıma çalınanların
tartışmasını yapacak değilim, fakat şunu söylemek mümkün ki, herşey sizin
düşündüğünüz şekilde olmadı. Olsa, olmuş olsa dahi yaptığınız nedir? Onbeş veya
yirmi bin Yahudiyi denizaşırı bir ülkede çiftçiliğe başlatmış olmak değil mi?
Bunlardan daha çok sayıda Yahudi Leopoldstadt’ın bir tek sokağında
oturmaktadır».
Hirsch, «Tenkid yeter, ne yapmalı?»
«Yahudiler ister bulundukları yerlerde kalsınlar, ister hicret etsinler,
ırk bir defa bir istikamete sevkedilmelidir. Savaş için kuvvetlendirilmeli
çalışmaya arzulu ve faziletli olmalıdır. Ondan sonra bırakın onları, zaruret
varsa hicret etsinler ne yaparlarsa yapsınlar.
Bu gelişmeyi temin için, bugüne kadar yaptığınızdan başka şekilde
kaynaklarınızı kullanabilirsiniz.
Sizin yaptığınız gibi, Yahudileri teker teker satın almak yerine, belli
başlı Yahudi aleyhdarı memleketlerde dikkati çekici, ahlâkî üstünlük
konularında, san’at, ilim, salgın hastalıklarla mücadele, kahramanlık gösteren
askerler v.s. v.s. büyük olan her konuda muazzam mükâfatlar tesis edersiniz. Bu
mükâfatlar iki şey temin edecektir: Herkesin terakki etmesi ve reklâm.
Anlıyorsunuz ya, mükâfat verilen olay sebebiyle her yerde konuşmalar olacaktır.
Böylece insanlar iyi Yahudilerin de bulunduğunu öğreneceklerdir.
Fakat birinci sonuç daha önemlidir. Genel bir seviye yükselmesi, terakki.
Münferit olarak, mükâfatı kazanmış olanların önemi yok, beni alâkadar eden,
mükâfat kazanmak için çalışacak olanlardır. Bu şekilde ahlâkî seviye
yükselecektir».
Bu noktada sabırsızca sözümü kesti:
«Hayır, hayır, hayır! Ben genel seviyenin yükselmesini istemem. Bizim
bütün talihsizliğimiz Yahudilerin çok yükseklere tırmanmak istemesi
vakıasından gelmektedir. Bizim lüzumundan fazla aydınımız var. Bence, asıl
Yahudilerin bu ileri fırlamalarını durdurmalıdır. Böyle büyük hamleler yapmamalıdırlar.
Yahudilere olan bütün nefret bundan ileri gelmektedir. Benim Arjantindeki
plânlarıma gelince. Başlangıçta bazı aksaklıkların olduğu doğrudur, fakat şimdi
orada çok iyi insanlar vardır. Eğer koloni başarı kazanırsa niyetim yüz kadar
gazete muhabirini davet etmek —siz şimdiden davet edilmiş sayılırsınız— ve
onları Arjantine götürmektir. Şüphesiz herşey mahsul durumuna bağlı, birkaç iyi
yıldan sonra, dünyaya Yahudilerin iyi çiftçiler de olduklarını
gösterebileceğim. Bundan sonra onların Rusya’da bile kalmalarına müsaade
edilebilir».
Şöyle söyledim :
«Her ne kadar sözümü henüz bitirmediysem de, sizin sözünüzü kesmedim.
Sizin kafanızdan geçenleri öğrenmek istedim. Fakat görüyorum ki fikirlerimi
size anlatmanın faydası yok».
Bunun üzerine, sanki ben bankasında vazife isteyen bir adammışım gibi bir
pozla ve yumuşak bir sesle :
«Sizin zeki bir insan olduğunuzu anlıyorum» dedi. Kendi kendime sadece
tebessüm ettim. «Fakat çok fantastik fikirleriniz var».
«Evet, size ya çok basit, ya çok fantastik geleceğini başlangıçta
söylemiştim, siz gerçekten fantastiğin ne olduğunu bilmiyorsunuz» diye cevap
verdim.
«Hicret yegâne hal şeklidir, satın alınabilecek geniş ve yeterli arazi
var» dedi. Ben, neredeyse bağırarak,
«Benim hicreti istemediğimi kim söyledi? Herşey bu notların içinde var.
Alman Kayzer’ine gideceğim, o beni anlıyacaktır. Zira o büyük konularda
hükmetmek için gelmiş bir kimsedir» dedim.
Bu sözlerimi Hirsch gözlerini kırpıştırarak dinledi. Acaba saygısız
davranışım mı, yoksa Kayzer’le konuşma fikrim mi ona tesir etmişti? Belki her
ikisi de. Notlarımı cebime koydum ve sözlerimi bağladım :
«Kayzer’e şöyle diyeceğim: Bizim kavmimizi bırak, biz burada yabancıyız.
Bizim diğer insanlara karışma, onlar arasında erime müsaademiz yok, zaten
yapamayız da, gidelim! Bizim “Çıkış”ımızm [[8]] şekil ve manasını size anlatacağım. Öyle ki bizim ayrılmamızdan sonra
arkamızda ne boşluk kalacak ne de herhangi bir ekonomik kriz olacaktır».
Hirsch: «Parayı nereden bulacaksın? Rotschild ancak 500 frank bağışta
bulunacaktır».
Küstah bir gülüşle, «Para mı?» dedim «10 Milyar marklık bir Milli Yahudi
İkraz Fonu» kuracağım».
Baron, «Bir fantezi» diye tebessüm etti «Zengin Yahudiler on para
vermezler, zengin kişiler fakirlerin ıztırabını anlamazlar».
«Bir sosyalist gibi konuştunuz, Baron Hirsch!»
«Evet, diğerlerine de ayni şeyi yaptırmak uğruna herşey imden vazgeçmeye
hazırım».
Ayrılırken son sözleri: «Bu bizim son konuşmamız değildir. Londradan döner
dönmez size haber vereceğim» oldu. Ayni yollardan geçerek çıktım ve hemen yazı
masamın başına koştum.
*
*
Burada Dr. Theodor Herzl hatıralarını yazmaya sekiz ay kadar ara verir.
Sadece tarih atarak kâğıtlar üzerine notlar alır. Bunlar yürürken, otururken,
uzanırken, kahvede veya gazinoda iken, uyurken kalkıp oturarak aklına geldikçe
yazdığı «Yahudi DEVLETİ» konusundaki düşünceleridir.
Bu düşünceler bazan bir roman malzemesi niteliğinde, bazan devlet sanki
gerçekmiş de onun meselelerinin teferruatını ele alış şeklindedir. 3 Haziran
1895 tarihinde Paris’ten Baron Hirsch’e yazdığı mektupta onun kendisini
sabırla, sonuna kadar dinlemediğinden yakınır. Konuşmasının daha birinci bölümünü
anlattığı sırada vaktin gecikmesi veya bilmem hangi iş ziyareti için kendisini
başından savdığını söyler ve şöyle devam eder :
«Plânımı bütün ayrıntıları ile hazırlamış bulunuyorum, bütün plânı!
Herşeyi etrafı ile biliyorum: Para, para ve yine para. Nakliye için para,
büyük insan kitlelerinin nakli için para (ki şimdi Musa’nın zamanındaki gibi
sadece yemek ve su insanların ihtiyaçlarını karşılamıyor). Bölümlerin
organizesi, bazı devlet başkanları ile muhaceret anlaşmaları, diğerleriyle
Yahudilerin geçişlerine müsaade ve bunların garantisi meselesi, yeni ve
mükemmel yerler hazırlanması için para lazım. Bunlardan önce tesirli bir
propoganda, fikrin gazeteler, kitaplar, risaleler, konferanslar, resimler ve
şarkılarla halka maledilmesi. Herşey bir merkezden idare edilecek ve maksat
tahakkuk ettirilecektir.
Nasıl bir bayrak çekeceğimi size söylerken, alay edercesine “Bayrak mı, o
da nedir, bir direk ve üzerinde bir bez parçası değil mi?” dediniz.
Hayır efendim, bayrak bundan çok daha fazla birşeydir. Bir bayrakla insan
diğerlerinin önüne geçip onları istediği yere, hatta Mev’ûd Arza bile
götürebilir. İnsan bayrak için yaşar ve ölür. Eğer birisi onları eğitip
yetiştirmişse, kitleler sadece ve sadece bayrak için ölüme koşa koşa giderler.
Siz Alman İmparatorluğunu neyin meydana getirdiğini bilir misiniz? Hayaller,
şarkılar, fanteziler, siyah-kırmızı-sarı bir bez ve kısacık bir emir.
Bismarck’ın yaptığı, daha önce idealistlerin diktiği ağacı sallayıp meyvesini
toplamaktan ibarettir.
Ne! Siz gayr-ı makulu ve dini anlamaz mısınız? İsterseniz Yahudilerin
ikibin senedir bu hayal uğruna çektiklerini düşünün. Evet, hayaller, yalnızca
hayaller insanların ruhlarını kavrarlar. Ve bunlara istikamet vermeyen
herhangi bir kimse, belki mükemmel bir insandır, zengindir, çok geniş ölçüde hayırseverdir
ama insanların lideri değildir ve ondan ileride hiçbirşey kalmayacaktır.
Görmüyor musunuz ki bir hamlede hem Yahudi sermayesini hem işgücünü ve
heyecanlarını maksadımız için bir araya getiriyorum.
Bunlar hiç şüphesiz kaba hatlardır. Fakat benim detayları hazırlamadığımı
nereden biliyordunuz? Bana sözümü bitirme imkânını verdiniz mi?
Yahudiler için 10 milyar mark nedir? Onlar halen Fransanın 1871’deki
durumundan daha zengindirler. Eğer mecburiyet varsa işe bir milyarla bile
girişebiliriz. Zira bu bizim müstakbel demiryollarımız, muhacirlerimizi
taşıyacak filolarımız ve donanmamız için çalışan bir sermaye olacaktır. Onunla
evler, oteller, işçi meskenleri, okullar, tiyatrolar, müzeler, devlet daireleri,
hapishaneler, hastaneler, kısaca şehirler inşa edecek ve bir yeni vatan
yaratacağız, öyle bir vatan ki bu Mev’ûd Arza dönecektir...
Bütün samimiyetimle temin ederim ki konuşmamız pek satıhta kalmış olsa
bile enteresandı. “Gel beni gör” demenizi bekleyeceğim.
Selâm ve saygılarımla,
Dr. T. Herzl».
Bundan sonra Dr. Herzl, yazdığı siyasi risale olan «Yahudi Devleti»nde
anlattığı görüşlerin ana fikirlerini sıralıyor. Devlette bulunacak ana
müesseseleri ve bunların nasıl çalışacaklarını anlatıyor. Meselâ bir «Merkezi
İş Bürosu» olacak ve memleketteki her türlü işçi ihtiyacını orası
karşılayacak. Bütün çiftlikler telefon şebekesi içine alınacak, «Filan güne
1000 tarla işçisi lâzım» diye bir çiftlikten talep geldiğinde, merkez askerlikte
cepheye sevkiyat yapar gibi bu bin kişiyi ihtiyaç olan çiftliğe sevkedecek.
Bunun yanında yardımcıya ihtiyacı olan bir terzinin veya kunduracının da
istediğini bulup temin edecek.
Memleketin filan yerine bir şeker fabrikası kurulmalı, veya falanca yerdeki
maden işletilmeli, yahut filan yerde petrol araştırmaları yapılmalı şeklindeki
kararları verebilecek selahiyetli bir ekip bulunmalı.
Sermaye hareketleri ve kredi meseleleri tek merkezden ve âmmenin menfaatine
en uygun şekilde tek merkezden ayarlanmalı, ayarlanacak.
Bütün Yahudileri müştereken ilgilendiren hususlarda sırf kendi zengin olmak
için çalışanların, çalışacak olanların vay haline. Bu gibiler en sert şekilde
cezalandırılacaktır.
Biz, bütün Siyonistler birleşeceğiz.
Zorlu mücadeleler yapacağız: İnsafsız bir firavunla, düşmanlarla ve
bilhassa kendi kendimizle. Altın Buzağı! [[9]]...
Temmuz ayının ilk haftasına ait notlarında artık Baron Hirsch’e önem
vermemeye başladığını görüyoruz. Dr. Herzl artık ondan çok daha zengin,
milyarder bir Yahudiye yaklaşmayı düşünmektedir. Bu, servetleri ve yaşayışları
dillere destan, Londra ve Paris’in en zengin ailesi, Rothscild âilesidir.
Kendisi bu düşüncesini, meşhur kumandan Moltke’nin yüz bulmadığı Danimarkayı
bırakıp Prusya’ya geçişine benzetmektedir. «Eğer ayni zamanda Rothschild’i
kazanırsam artık zavallı Baron Hirsch’i bir kenara atmak istemem. Ona bir yerde
ikinci başkanlık veririm. Bu, benim plânımla ilgilenmesi ve geçmişte
Yahudilere yaptığı hizmetlerin mükâfatı olur. Onu ve diğer büyük Yahudileri bir
çatı altmda toplamayı çok daha tercih ederim.
Önce «Cemiyet»in yüksek idare konseyi gelir, sonra buraya bağlı olarak
Camondos ve Mendelsohn’un [[10]] başkanlıklarında alt komiteler kurulur.
Rothschild’leri ve diğer zengin Yahudileri tarihî vazifelerine
çağıracağım, bütün iyi niyetli insanları bir araya toplayacağım.
*
* *
Viyanadan Paris’e gidip dönmem tarihî bir zaruretti. Bu şekilde hicret
etmenin ne demek olduğunu öğrenmiş oldum. Güdemann [[11]] : Seni başşehrin başrahibi yapacağım. Eğer
Rotchild’ler istemezlerse, meseleyi bütün Yahudi camiasının önüne
getireceğim. Bunun Rothcild’ler için de dezavantajı var, herkesin vaziyeti
bilmesi fırtınalar yaratacaktır. Bunu muhakkak başaracağım, zira kalemim bugüne
kadar temiz kaldı ve bundan sonra da satılmayacaktır. Rotschildlere asla bağlı
değilim, ben onları sadece bir odak noktası olarak kullanmayı tercih ederim.
Zira lazım olan bütün parayı, sırf kalem kuvveti ile yarım günde
toplayabilirim.
*
* *
Hiçbir Yahudi dışarıda bırakılmaksızın, kabiliyet ve kapasitesine göre bir
işte kullanılmalı.
Yirmi yıl içinde, erkekleri birer asker olarak yetiştirmeliyim, fakat
profesyonel bir ordu. Kuvvetli. Erkek nüfusun onda biri. Bundan daha aşağısı
olmaz. Onlara hür olmayı, kuvvetli olmayı ve ihtiyaç vukuunda öncü olarak
hizmete hazır olmayı öğreteceğim. Eğitim faaliyetleri sırasında onlara vatan
şarkıları, Makabiler, din, kahramanlık öyküleri v.s. öğretilecektir. Goldmark,
Brüll ve diğer Yahudi kompozitörleri tarafından popüler şarkılar
hazırlanacaktır.
Biz muhtemelen Venedik’in gittiği yoldan giderek devlet tesis edeceğiz,
fakat onların tecrübelerinden faydalanıp ayni akıbete uğramıyacağız. Eğer
Rothschild’ler bize iltihak ederlerse birinci «Doj» onlardan biri olacaktır.
Ben asla ve kafa doj olmayacağım, ben devleti kendi şahsî hayatımdan tamamen
ayrı tutacağım, vazife almayacağım.
Birinci nokta : Meseleyi Rothschild’ler olsa da olmasa da halledeceğim.
İkinci nokta : Eğer onlarla birlikte yapamazsam, onlara rağmen yine
halledeceğim.
*
* *
Tulieries’de büyük hukukçu ve devlet adamı Leon Gambettanın heykelinin önü.
Yahudilerin benim için bundan daha güzelini yapacaklarını ümit ederim.
Bir toprak parçası için karar verip, onun şimdiki malik ve hâkimi ile
anlaşma yapar yapmaz, bütün büyük kuvvetlerle tarafsızlık konusunda diplomatik
faaliyete başlarız.
Alman Kayzer’i bana şöyle söylese : Eğer bu bize karışmamış olan kavminin
başına geçip onları buradan çıkarırsan sana müteşekkir olurum.
Bu bana otorite kazandırır ve Yahudiler üzerinde büyük tesir bırakır.
İlk senatörümüz babam olacaktır.
Senatoya bizimle birlikte gelen bütün ileri gelen Yahudiler gireceklerdir.
*
* *
Birinci adım : Rothschildler
İkinci adım : Orta derecedeki milyonerler
Üçüncü adım : Halk. Eğer bu mertebeye gelebilirsem, ilk ikidekiler bir
günde iltihak ederler.
8 Haziran
Şehirlerimizi yaparken önce kanalizasyon, su, gaz v.s. yi halletmeliyiz.
Sadece Paris, Floransa veya başka birini kopya etmemeliyiz, huzur ve hürriyet
ifade eden bir Yahudi stili de ortaya koymalıyız. Kasabalar arasında boşluklar
bırakılmalı, her kasaba büyük ve bakımlı bir bahçe içindeki büyük bir ev gibi
görünmelidir.
Rothschild aile meclisine :
Siz bir fakire 100 frank verirsiniz. Benim hiçbir şeyim olmasa bile ben
ona bir iş veririm. En kötü ihtimal benim o yüz frangı kaybetmemdir, ama ben
böylece faydalı bir varlık meydana getiririm, siz ise bu usulünüzle ancak bir
dilenci yaratmış olursunuz. Oysa ben bir iş vermekle ayni zamanda bir de pazar
edinmiş olurum.
9 Haziran
Salo ve Güdemann [[12]] bana birer rapor hazırlıyacaklar. Güdemann moral ve politik bakımdan
Yahudi aleyhdarlığı konusunda bildiklerini bir araya getirecek. Salo ise
Yahudilerin içinde bulundukları şartları, mülklerin ve servetlerin dağılışını,
Yahudilerin bulundukları devletlerdeki durumlarını, iş muhit ve merkezlerini
tespit edecek.
10 Haziran
Rothschild aile meclisine :
Kavmimizin ananevi iç ağrısını dindirmek için bir hamle de ben yapıyorum.
Onların başına geçip Mev’ûd Arza götüreceğim. Bunu bir fantezi zannetmeyiniz.
Ben havada kale inşa eden bir mimar değilim. Ben gerçek bir ev inşa ediyorum.
Bunun malzemesini gözlerinizle görebilir, ellerinizle dokunabilirsiniz.
*
* *
İstikbaldeki bir Avrupa savaşı bizim teşebbüsümüze bir zarar vermez,
bilakis faydalı olur. Zira bütün Yahudiler bütün varlıkları ile karşı tarafa,
emîn olan tarafa geçiverirler.
*
* *
11 Haziran
Güney Amerikaya gidebiliriz. Orasının birçok avantajları var, üstelik
silahlı ve mendebur Avrupadan da uzaktır. İlk devletimizin anlaşmaları da
Güney Amerika cumhuriyetleri ile yapılır. Onlara bölgede bize verecekleri
haklar ve garantilere karşılık borç verebiliriz.
Başlangıçta onların müsaadelerine muhtacız. Tedricen kuvvetlenir ve
ihtiyacımız olan herşeyi kendimiz temin eder ve kendi kendimizi de
savunabiliriz.
Bir Güney Amerika ve bir de Avrupa politikamız olur.
Eğer Güney Amerikada olursak, orada kuracağımız devlet hayli uzun bir
müddet Avrupa tarafından mütalea dahi edilmez-
*
* *
Eğer Rothschildleri ve orta dereceli milyonerleri cezbedemezsem, bütün
plânımı bir kitap halinde neşrederim: «Yahudi Meselesinin Halli» (The Solution
of the Jewish Question). Giriş kısmında da Hirsch’ten itibaren bütün olup
bitenleri Yahudi efkârına naklederim.
*
* *
Hicret etmek? Ama nereye? İsviçreye mi? Yahudilere karşı dünyada ilk
kanunu çıkaran memlekete mi?
Nereye? Bu soru beni içten içe perişan ediyor.
*
* *
Tanınmış romancı A. Daudet, bu Yahudi kampanyamı bir roman haline koyup
koymayacağımı sordu. Bana «Uncle Tom’s Cabin» adlı romanı misal gösterdi.
11 Haziran, Güdemann’a mektup
Aziz Doktor Güdemann,
Bu mektup sizi söylenenler ve söylenmeyenler bakımından iki cihetle
şaşırtacaktır.
Ben, bütün Yahudilerin lideri olmaya karar verdim ve şimdi senden
soruyorum, benim yardımcım olur musun olmaz mısın?
Birinci işiniz yalnız Viyadaki değil Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya,
Romanya v.s. memleketlerdeki Yahudilerin halihazır moral ve politik durumları
hakkında bir rapor hazırlamak olacaktır. Bu raporun çok dakik istatistiklere
dayanarak hazırlanması şart değil, bu şekil çok uzun vaktinizi alır. Bana bir
kaç gün içerisinde ana hatları ile bildirin, eksiklerini sonra telafi
edersiniz. Siz bu mevzularla ötedenberi ilgilendiğiniz için hemen
hazırlayabilirsiniz. Yalnız eğer bunu birisine dikte ederek yazdıracaksanız,
aman o kimse bunun ne için yazıldığını bilmesin.
Size muhaberemizi son derece gizli tutmanızı rica edeceğim. Konu son
derece önemli ve ciddidir. Ciddiyeti şuradan anlayın ki ben ne ana babama ve
ne de en yakın akrabama bu hususta tek kelime söylemiş değilim.
Yukarıda bahsettiğim raporu bana 18 Haziran Salı günü, Geneva (Cenevre)
gölü yanındaki kahvede, tabii bana yardıma karar vermişseniz, verirsiniz. Caux
kahvesinde göreceksiniz ki benim bir dünya işleri ile bir de ahiret işleri ile
meşgul iki yardımcıya ihtiyacım var. Dünyevî işler için Bay Salo’yu seçtim,
zannederim kendisini çok iyi tanırsınız. Ona geçen Perşembe, ayın altısında
yazdım. Cevabının dün veya bugün gelmesi lazımdı. Maamafih daha fazla
bekleyecek değilim.
Kararınızı verir vermez lütfen bana telgraf çekiniz. Eğer cevabınız müsbet
ise «Kabul», değilse «Müteessirim, imkânsız» şeklinde bildiriniz. Eğer Salo’dan
ses çıkmazsa onun yerine birini seçmeyi size bırakacağım. Eğer siz de
katılmıyorsanız, o zaman babama danışacağım.
Caux’ta sizi bir vazife bekliyor. Bizim zavallı, talihsiz kardeşlerimiz
için büyük bir plânım var. Lütfen gelin.
Derin saygılarımın kabulü ricasiyle,
Hürmetkarınız Theodor Herzl 37, rue Cambon
*
* *
11 Haziran
Hirsch’e yazdığım mektupta «Benim yaşım olan 35 içerisinde iken Fransa’da
Napolyon İmparator olmuştu ve ayni yaşta kimseler başvekillik ediyorlardı»
demiştim. Kullandığım ifadenin kötü olduğunu ve bundan benim bir megaloman
olduğum sonucuna varılabileceğini düşünüyorum. Oysa ben sadece, benim de politikaya
atılmaya ve böyle şeyleri düşünmeye hakkım olduğunu ifade etmek istemiştim.
*
* *
Fahişelik konusu :
Bu konunun derhal halledilmesi için bir yol görünmüyor. Pederşahi aile
tipine gidilerek, erken evlenme teşvik ve bu gibilere tatminkâr ücretli iş
temin edilirse, bunlara birer ev temin edilirse... böylece ortadan
kaldırılabilirler. Kadın pazarlarına paydos demeliyiz.
*
* *
14 Haziran
Mev’ûd Arz! Orada bizim bütün haklarımız olarak, hür insanlar olarak
yaşayacak, kendi vatanımızda huzur içinde öleceğiz. «Yahudi!» hitabı bugünkü
hakaret anlamını kaybedecek, «Alman» veya «İngiliz» yahut «Fransız» denildiği,
kullanıldığı gibi kullanılacak.
Bayrağımız olacak. Belki şöyle bir bayrak, beyaz zemin üstünde yedi altın
yıldız.. Beyaz zemin bizim yeni, temiz hayatımızı, yedi yıldız da, günde yedi
saat çalışma prensibini temsil edecek. Çalışma, içtihad etme sancağının
altında Mev’ûd Arza gireceğiz.
*
* *
[13] Haziran
Bugün Güdemann’dan telgraf aldım :
«Seyahat yapamam. Salo da Kuzey Cape’de, mektup postada, Pazar günü
Baden’e gidiyorum — Güdemann».
Evet, Yahudilerin alakalarını çekmek güç olacak, fakat olacak. Kendimde
devlerin gücünü hissediyorum.
15 Haziran
Bugün terkedilmiş bir münzevi adamım, fakat belki yarın yüzbinlerin fikrî
lideri olacağım.
Orta sınıf milyonerlere temsilcilerimi göndereceğim: Schiff, Goldmann, Wolf
Schulmann.
Kalplerinde birazcık Yahudilik kalmış olan milyonerlerin bir rabbi [*] ile
temas etmesini isteyeceğim. Rabbi onlara benim vaazımı okuyacaktır. Bizimle
beraber olmak istemeyen rabbiler terkedilecektir, fakat program yürütülecektir.
Rabbiler benim düşündüğüm teşkilatın direkleri olacaklardır. Halkı onlar
harekete geçirecek ve bilgiyi onlar vereceklerdir. Bu hizmetlerinin karşılığı
olarak da ileride devlete bağlı ve daima himaye altında bulunan bir teşkilat
haline getirileceklerdir.
16 Haziran, 1895
Bugünler birkaç defa aklımı kaçırıyorum zannettim ve bundan korktum.
İnsanın düşündüklerini yapmasına bir ömür yetmez ki. Fakat arkamda manevî bir
miras bırakacağım. Kime? Bütün insanlara. İnsanlığın en büyük hayırhahları
arasında sayılacağıma inanıyorum. Yoksa bu bile bir megalomani mi?
*
* *
Paris’te Neue Freire Presse’in muhabiri bulunduğu sıralarda Dr. Herzl daha
pek çok faaliyet gösterir. Mektupla, ziyaretle, karşılıklı konuşma ile, araya
başkalarını koyarak birçok kimseyi kendi fikrine meylettirir. Bunlar arasında
rabbiler (haham), bankerler, banka müdürleri, kömür madenleri sahipleri,
gazete sahipleri, diplomatlar, askerler vardır. Meselâ İngiliz Yahudilerinden
Albay Goldsmith (ki kendisi İngilteredeki Hovevey Siyon cemiyetinin de
kurucusudur) hemen gemi tedarik edilerek Filistin’in yeniden ele geçirilmesine
girişilmesini tavsiye eder.
Rothschildlerin davaya celbedilmesi için, kendisi reddedilmek ihtimali
olduğu için doğrudan doğruya harekete geçmez, fakat uzun, bir rapor hazırlar ve
bir din adamı tarafından ailenin reisi olan Albert Rothschild’e okunmasını
temine uğraşır.
Viyanada belediye reisi seçimini çetin bir Yahudi düşmanı kazanır. Buna
üzülür. Öte taraftan Avusturya başvekili Kont Badeni ile gizli temas kurar ve
onu el altından desteklemeye söz verir. Doğrudan doğruya Prens Bismarck’a
mektup yazarak Yahudilerin hicret etmeleri konusundaki fikirlerini anlatır.
Günlerce, heyecan içinde mektubuna cevap bekler, fakat bir türlü gelmez.
Kasımda Viyanada, gazetesinde ve bu faaliyetler içinde iken ilk defa Türkiye
hakkında bir görüşünü not eder.
Viyana, 10 Kasım 1895
Türkiyede telaş. Acaba Şark Meselesi Türkiyenin bölünmesi suretiyle bir
hal şekline bağlanamaz mı? Avrupa kongresinde mümkündür ki (Belçika veya
İsviçre gibi) tarafsız fakat bize ait olacak bir toprak parçası da biz alalım.
Paris, 16 Kasım
Başhaham Zadoc Kahn ile konuştum. Ona plânım hakkında hazırladığım risaleyi
okudum. Sonuna kadar dinledi veya öyle göründü. Sonra kendisinin de bir
Siyonist olduğunu itiraf etti, ama Fransaya da bağlı olduğunu söyledi.
Evet, bir insan Siyon ile Fransa’dan birini seçmek zorundadır.
Baş Haham «küçük» bir Yahudi. Eğer ciddi bir yardımını görürsem doğrusu
şaşarım.
17 Kasım
Bugün Nordau [[14]] ile konuştum.
Bizim gazetenin naşiri Benedikt’ten sonra, beni en iyi olarak anlayanların
İkincisidir. Her zaman benimle beraber olacağına emin olduğum bir kimse.
İleride devletimiz kurulduğu zaman iyi bir akademi başkanı ve Maarif vekili
olabilir. Londraya gitmeyi düşündüğüm zaman bana Yahudi yazarların, artistlerin
devam ettikleri Maccabean kulübüne gitmemi tavsiye etti.
Londra, 23 Kasım
Tanınmış İngiliz Yahudisi, banker Sir Samuel Montagu’nun evindeyim. Evde
herşey kitabın yazdığı şekilde yenilip içiliyor. Bana, kendisini bir ingilizden
ziyade İsrailli hissettiğini ifade ile bütün ailesiyle Filistine yerleşeceğini
söyledi. Eski devirlerde olduğundan çok daha geniş bir Filistin..
Kardif, 25 Kasım
Albay Goldsmith’le beraberim.
İstasyona vardığımda beni üniforma giymiş olarak karşıladı. Orta boylu,
küçük siyah sakallı, kara gözlü, zeki, sempatik bir İngiliz Yahudisi.
İstasyonun arkasına bıraktığı tek atlı arabasına bindiğimiz zaman bana
neş’eli bir ifadeyle: «İsrailin bağımsızlığı için uğraşacağız» dedi. Sonra
bana Kardif ve civar bölgenin kumandanı olduğunu söyleyip şehir hakkında
izahat verdi.
Evde karısı ve Rahel ve Karmel adlı iki kızı ile tanıştım. Yemekten sonra
Albay’a planımı okudum. Almancası mükemmel olmadığı için bütün teferruatını
anlamadı ama «Bu benim hayatımın fikridir» dedi.
Bulunduğu mevki itibariyle harekette herhangi bir liderlik almasına imkân
olmadığını, fakat hareket başladıktan sonra Britanyayı terkederek Yahudi
hizmetine girebileceğini belirtti. Konuşurken «Yahudi» yerine «İsrailli»
demeye bilhassa dikkat ediyordu. Çünkü «İsrail» kelimesi bütün kabileleri içine
alıyordu. Bana «Hovevey Siyon» [[15]] un oniki kabileyi temsil eden oniki işaretli bayrağını gösterdi. Ben de
ona yedi yıldızlı bayrak fikrim hakkında izahat verdim.
Tam anlaştık, ben onu, o da beni anladı. Harikulade bir insan. Başka
albayların da bulunduğu akşam yemeğinden sonra ikimiz bir odaya çekildik. Bana
orada hayat hikayesini anlattı :
«Benim adım Daniel Deronda’dır. Hıristiyan olarak doğdum. Annem ve babam
hıristiyanlığa Yahudilikten dönmedir. Bunu Hindistanda iken öğrendim ve
ecdadımın itikadına dönmeye karar verdim. O sırada teğmendim, tekrar Yahudi
dinine intisap ettim. Şimdiki karım da Yahudi asıllı hıristiyandı. Onunla
İskoçya’da medenî nikahla evlenmiştik. Sonra o da dinini değiştirmeye karar
verdi ve bir Sinagogta tekrar evlendik. Ben ortadoks Yahudiyim. Bu bana
îngilterede hiçbir zorluk çıkarmadı. Kızlarım da tam bir dini terbiye görüyor
ve daha şimdiden ibranice öğreniyorlar.»
Onun Hirsch adına Güney Amerikaya gidişi de bir roman kadar renkli. Oraları
ve şartlarını gördükten sonra vardığı sonuç şu: Sadece Filistin bizim
vatanımız olabilir. Kanaatine göre dindar ingilizler de biz Filistine gitmek
istersek yardım edeceklerdir. Çünkü onlara göre Mesih, ancak Yahudilerin
Filistine gitmelerinden sonra r ü c u edecektir.
Goldsmith ile kendimi birdenbire başka bir dünyada buldum. Tıpkı Mantagu
gibi o da eskisinden daha büyük bir Filistin düşünüyor.
26 Kasım, Kardif
Albay Goldsmith’e elveda. Onu bir kardeş gibi tutacağım.
Ayni gün akşam Londra
«Jewish Chronicle» # gazetesinden Asher Myers, Hovevey Siyon
sekreteri Dr. Hirsch ve ressam Solomon ile buluştum.
Myers bana «Ahdi Atikle münasebetiniz ne durumda?» diye sordu. Ben «Ben hür
düşünceliyim ve kavmimiz de öyle olmalıdır. Bırakalım bu yolda herkes kendi
kurtuluş yolunu bulsun» dedim.
Sonra konuşmalar dağıldı. Rothschild, Mocatta, Montefiore gibi büyük
zenginlerin mutlaka elde edilmesi ileri sürüldü.
Myers: «Sen bu uğurda şehid olabilirsin. Dindar Yahudiler senin peşinden
gelirler, ama sen son derecede kötü bir dindarsın. Bunu düşünmen lazım. Sonra
Yahudiler hiçbir zaman Arjantine gitmek istemezler, onların istedikleri yer F i
1 i s t i n ’dir» dedi.
Gazetesinde neşredilmek üzere fikirlerimin bir özetini yazmamı istedi.
Bunlar iyi güzel şeyler ama, Londrada istediğim gibi bir merkez kuramadım.
Maamafih Rev. Singer benim Londra temsilcim olarak kalacak.
Viyana, 18 Ocak 1896
Bugün Londradan Schidrowitz’den aldığım telgrafta Jewish Chronicle’de
«Yahudi Meselesinin Halli» konusundaki yazımın çıktığı bildiriliyor. Halk
efkârı arenasına ilk adım.
19 Ocak
Bugün naşir Breitenstein ile kontrat imzaladım. Nihayet bitirebildiğim
metinden birkaç sahifeyi okuduğum zaman çok heyecanlandı. Kitabın başlığını
değiştirdim: Der Judenstaat (Yahudi Devleti) yaptım.
Bugün vazifesini tamamlamış bir kimsenin huzurunu duyuyorum. Büyük bir
muvaffakiyet beklemiyorum. Şimdi rahatça edebî projelerime bakabilirim.
Herşeyden önce «Ghetto» piyesim üzerinde yeniden çalışacağım.
22 Ocak
Makalenin akisleri gelmeye başladı. Prag’dan rabbi A. Kaminka beni
Avusturyada bir millî Yahudi partisi kurmaya teşvik ediyor. Ona, şahsen
politikanın dışında kalmak kararında olduğum cevabını gönderdim.
24 Ocak
Mahalli Yahudi Cemaati sekreteri Dr. Lieben bugün daireme geldi. Jewish
Chronicle’da intişar eden ütopyanın sahibinin ben olup olmadığım hususunda
suale maruz kalmış. Karşılıklı konuştuk. Milliyetçi bir Yahudi olduğumu
söylediğim zaman «Bu kendini inandırdığın birşey» dedi.
2 Şubat
Prater’de Güdemann ile karşılaştım. «Şimdi seni düşünüyordum» dedi «Ne
kadar büyük bir iş yaptığının sen farkında değilsin[16].
Bundan sonraki iki hafta,
çalıştığı Neue Freie Presse gazetesi sahibi ile mücadele içinde geçer.
Gazetenin sahipleri Yahudi olmakla beraber, Avusturyada liberallerin organı ve
en çok satan bir gazete durumunda bulunduklarından Dr. Herzl’in «Yahudi
Devleti» adlı kitabının tefrika edilmesi teklifine karşı koydukları gibi, onu
bu kitabı neşretmekten de alıkoymak isterler. Böyle bir kitabın üstünde imzası
bulunduğu için doğması muhtemel mahzurlar ve reaksiyonlar sebebiyle gazetenin
zarar göreceğini söylerler. Vazgeçmesi için para verebileceklerini ima ederler.
O, asla vazgeçmeyeceğini söyler.
Müsvetteleri verdiği naşir de kendisine müstakbel tehlike ve risklerden
bahseder fakat yolundan döndüremez.
Bu arada Viyana’da bir bankanın
müdürü olan Dessauer kitabın yayınlanmasında zarar değil fayda gördüğünü ifade
ederek ona cesaret verir. Şehir parkında karlar üzerinde müstakbel Yahudi D e
v 1 e t ini hayal ederler. Bu devletin elli yıl içinde [*] kurulabileceğini,
bunun büyük bir devlet olacağını, kuvvetinin, İngiltere misalinde olduğu gibi,
nüfus fazlalığından değil zekâdan ileri geleceğini düşünürler. Yahudilerin
istikbalde insanlık için neler yapabileceğini tahayyül ederler.
Bir salonda toplanan Yahudi öğrenciler Dr. Herzl’i davet ederler. Orada
heyecanla karşılanır. Onlara bir saatten fazla zaman hitabeder, fikirlerini
anlatır. Tam beklediği gibi büyük bir başarı kazanır. Öğrenciler kendisiyle
beraber ve peşinde olduklarını ifade ederler.
Nihayet eser basılır ve ilk 500 nüsha paketlenmiş olarak eline geçer. Artık
ok yaydan çıkmıştır. Hayatının bir dönüm noktasındadır. Eskiden tanıdığı bir
balıkçının söylediği bir sözü hatırlar: «Calibi dikkattir, insan asla ümitsiz
olmaz»...
Babası, kitabın vitrinlerde teşhir edildiği haberini getirir. Bütün
dostlarının hemen ortadan kaybolduklarını farkeder. Herkes kitabın uyandıracağı
yankıyı görüp ona göre davranmak üzere bir kenara çekilmiştir. Yanında yalnız
babası, bir kaya gibi sağlam ve dimdik durmakta ve ona destek olmaktadır.
Neşri takibeden bir kaç gün içinde yankılar gelmeye başlar. Üniversite
profesörlerinden Siegmund Feilbogen bu kitabın Siyonist edebiyatının o zamana
kadar görülen en dikkate değer eseri olduğunu ifade eder. Talebe ve esnaf
teşekküllerinden konuşma yapmak üzere davetler başlar. Yankıların büyük
çoğunluğu müsbettir. Her Yahudi kitapta ortaya atılan fikrin azameti karşısında
şaşırmaktadır. Dr. Landau [[17]] hareketin fikriyatını yaymak ve Dr. Herzl’in organı olmak üzere haftalık
bir mecmua çıkarılması teklifini ortaya atar.
Dr. Landau’nun «güzel» bir fikri vardır: Correspondance de L’est gazetesi
naşiri Newlinsky [[18]] ile temas sağlamak. Bu zat türklerin sultanı Abdülhamid ile dost olduğuna
göre, rüşvet karşılığı onlara üzerinde hükümran olacakları bir toprak parçası
temin edebilir.
23 Şubat
Halk tiyatrosu’nda birçok gazeteci ile konuştum. Şehir hep benim kitaptan
bahsediyor. Bazıları tebessüm ediyor ve hatta gülüyorlar ama kitap genellikle
bir tesir bırakmış görünüyor.
Hermann Bahr bana karşıt olarak yazı yazacağını söyledi, zira insanlar
Yahudisiz edemezlermiş!
Dr. Landau burada idi. Yahudi Devleti’nde ziraat bölümünü ihmal ettiğim
kanaatinde. Cevap basit: Elbette ziraat kooperatiflerimiz ve küçük ziraî
endüstrimiz olacak.
Sonra «dil» konusunu görüştük. Landau birçok siyonistler gibi müstakbel
konuşma dilimizin «îbranice» olması fikrinde. Bence ana dil hiçbir zorlama
olmadan kendisini kabül ettiren dil olmalıdır. Eğer biz bir Yeni-İbrani devleti
kurarsak tıpkı yunanlılara benzeriz. Kendimizi linguistik bir ghetto içine
hapsetmemeliyiz, bütün dünya bizim olmalıdır.
Viyana’da bana takılıyorlar. Julius Bauer şöyle diyor: «Pekala Filistin’e
gidelim, ama ben başında Büyük Herzl’in bulunacağı bir cumhuriyet istiyorum».
27 Şubat
Daily Chronicle gazetesinde benim «Yahudi Devleti» dolayısiyle ressam
Holman Hunt ve milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış bir röportaj
yayınlandı.
Montagu’ye göre birisi Filistini Türklerin Sultanından iki milyon altına
alabilir.
28 Şubat
Viyana Şehir Meclisi için dün yapılan seçimlerin sonuçları beni haklı
çıkardı. Eylülden beri Yahudi aleyhdarı reyler tedricen artıyor. Heryerde,
hatta liberallerin «kale»lerinde, İçşehir ve Leopoldstadt’da bile vaziyet ayni.
*
* *
Viyana Yahudilerinden Dr. J. Gans-Ludassy, filozof Theodor Gomperz, «Yahudi
Devleti» ile «Siyonizm» aleyhine belli başlı gazetelerde yayınlarda
bulunurlarken, siyonist olarak tanınmış Birnbaum, J. Kohn, Landau gibi
yakınları da biribirlerine düşerler. «Kadîma» cemiyeti, ayni gaye için kurulmuş
«Gamala» aleyhine çalışır. Meselâ Birnbaum kendi sosyalist görüşleri etrafında
birleşilmesi kanaatindedir. Filistinde sosyalist lider olmayı tahayyül eder. Dr. Herzl «Daha memleketi ele geçirmeden
onu parçalamaya başlıyoruz» diye hayıflanır. Oysa adı geçen Birnbaum «Siyonizm»
tabirini ilk defa ortaya atan, «Siyonizm»den önce «Hovevey Siyon» teşkilatını
kuran, Berlin’deki meşhur «Siyon» (Zion) dergisini çıkaran kimsedir.
Mahallî siyonistler, Berlindeki «Genç İsrail» derneği kendisini
tartışmaya, görüşlerini savunmağa çağırırlar, reddeder. Öte yandan Sofya Baş
Haham’ı Dr. Herzl’i Mesih olarak tanıdığını beyan eder. Büyük Yahudi
topluluklarına bulgar ve İspanyol dillerinde onun yazıları ve fikirleri
konusunda açıklamalar yayınlar.
Bu sıralarda Viyanadaki İngiltere Sefarethanesi papazı William Hechler ile
tanışır. Bu papaz eski metinlerden çıkardığı cümlelere ebced hesabı ile
anlamlar verip sonuçlar çıkarması ile tanınmıştır. Ona göre Dr. Herzl beklenen
adam dır. İkinci İslâm halîfesi Hazreti Ömer’in hilâfet yıllarından (637-638)
42 nübüvvet ayı (yani 1260 yıl) geçince Filistin Yahudiler tarafından ele
geçirilecektir ki bu tarih 1897 veya 1898 yılma tekabül etmektedir. Bu sebeple
Herzl’in kitabına ve onun Filistini kurtaracağına iman etmektedir. Onun
Filistini ele geçirmesinin akabinde de hıristiyanların beklediği Mesih (yani
Hz. İsa) rücü edecektir. Ona elinden gelen yardımı yapmaya âmadedir. Alman
Kayzerinden veya Baden dükünden hemen randevu alıp kendisini konuşturabilecek
durumdadır.
Yahudiler arasında Dr. Herzl için bir kaynaşma vardır. Bulgar Yahudileri
kendisini m e s i h olarak selamlarken, Viyana Üniversitesi profesörlerinden
bir «ırkdaşı» ona «Sahte Mesih Şabtay Sivi»den bahseder. Onun Yahudileri nasıl dolandırdığını, istismar ettiğini anlatır. Gerçekten
Şabtay Sivi 17 nci asırda İzmir’de zuhur edip «mesihliğini» ilân ile
Yahudilerin başına geçmiş, paralar toplamış, sonra Osmanlı İmparatorunun idam
edeceği korkusu ile müslüman olmuş, Türkiye ve Balkanlarda ona bel bağlamış
onbinlerce Yahudiyi yüz üstü bırakmıştı. Halen Türkiyedeki «Dönmeler» onun —
tabir caizse— yadigârıdır. Bir defa ağızları yanmış olan Yahudiler, kendilerini
Filistine götüreceğini vadeden Herzl’i haklı olarak şüphe ile
karşılamaktadırlar.
Viyana Siyon cemiyetinden Dr. Schnirer ve Dr. Kokesch ziyaretine gelirler
ve faaliyetine gizli olarak ve cemiyet adına devam etmesi teklifini getirirler.
Bütün dünyadaki Yahudi aydınları arasında irtibat kurulması ve bunun merkezi
olarak da 15-20 kişilik bir ekip çıkarılması görüşündedirler. Bunların her biri
diğer memleketlerdeki arkadaşları ile temas kuracak ve böylece binlerce «imza»
biraraya getirilecektir. Bunu Dr. Herzl olumlu karşılar.
İngiliz sefarethanesi papazı W. Hechler nihayet Baden Grandükası ile
konuşmuş ve Dr. Herzl için bir randevu almıştır. Grandük Alman
İmparatorluğunun kuruluşunda söz sahibi olmuş ve Kayzer’in müşavirlerinden
başlıcası olmakla tanınmıştır. Herzl’i makamında kabul eder, saatlerce
konuşurlar. Yahudilerin ayrılması ile hasıl olacak krizlerden, halkın göstereceği
reaksiyondan v.s. bahsederler. Herzl bu hususta Kayzer’in alakasını çekmesini
ister. Eğer büyükleri bu konu üzerinde meşgul ederse Yahudiler de kendi
etrafında toplanacaklar ve çalışması çok daha kolay ve verimli olacaktır.
Böylece bir yandan kendisini bütün Yahudilere kabul ettirmeye uğraşırken bir
yandan da Filistini elde etme çarelerini aramaktadır. Akla ilk gelen hal çaresi
dış borçlar ve mali imkânsızlıklar içerisinde çırpınan Türkiye’ye birkaç
milyon altın sarfederek Filistini almaktır. Grandükle konuşma şöyle devam
eder:
Karlsruhe, 23 Nisan 1896
Grandük — Her halü kârda bu proje muvaffak olur, fakat bunu halka maletmek
lazımdır.
Bundan sonra bana Türk sultanı ile bu hususta temasa geçip geçmediğimi
sordu. Ben Newlinsky’yi düşünerek «Birisinin sultanla konuşacağını» söyledim.
Bu noktada benim projemin
«Şark»a getireceği avantajları sayıp dökmeğe başladım. Eğer Türkiye eninde
sonunda parçalanırsa Filistinde bir tampon devlet meydana getirilebilir.
Maamafih Türkiyenin korunması için çok şey yapabiliriz. Sultan’ın (yani İkinci
Abdülhamid) mali işlerini düzeltebilir ve bunun karşılığı olarak, onun için pek
de mühim değeri olmayan bu bölgeye dönüp yerleşebiliriz.
Grandük önce Filistine birkaçyüzbin Yahudi gönderip, meseleyi sonra ortaya
atmanın daha iyi olup olmayacağını sordu. Ben, bunun aleyhinde olduğumu ifade
ettim. O takdirde bu Yahudiler Sultan tarafından âsi veya ihtilalci olarak
kabul edileceklerdir. «Oysa ben herşey i apaçık ve tamamen hukuk kaideleri
içinde yapmak, halletmek istiyorum» dedim.
Sonra Yahudi Devletinin Avrupaya sağlayacağı faydaları saymaya başladım.
Biz şarkın fesat ocağını ıslah edebiliriz. Asyaya doğru demiryolları,
karayolları inşa edebiliriz. Bu yollar hiçbir «Büyük Kuvvet »in elinde olmaz.
Grandük: «Bu Mısır problemini de halleder. İngiltere Hind yolu üzerinde
olması sebebiyle Mısır üzerinde durmaktadır. Bu sebeple de Mısır ettiğinden
daha pahalıya gelmektedir».
Burada Hechler söze karıştı: «Rusyanm Filistin üzerinde emelleri olabilir
mi?»
Grandük: «Zannetmem. Daha uzun müddet Uzakdoğu Rusyaya yetecektir.»
Ben sordum: «Majesteleri bendenizin Çar tarafından kabul edilmekliğimi
mümkün görürler mi?»
Aldığım son raporlara göre Çar sadece zaruret olduğu zamanlarda temas
ettiği nazırlarından başka kimse ile görüşmemektedir. Maamafih birisi senin
kitabını Çarın görmesini temin edebilir. Zannederim Çarın Yahudilere karşı bir
düşmanlığı yoktur, ama tabii herşeyden önce kendi milletinin çıkarlarını
düşünecektir. Bir imparator daima mutlak hareket etmez.»
Grandükle konuşmamız ikibuçuk saatten fazla sürdü. Onu tamamen kazandığım
kanaatindeyim. Ayrılırken «Hedefime ulaşmamı ve başarı kazanmamı» temenni etti.
Viyana, 26 Nisan 1896
Orient Ekspresle Hechlerle birlikte döndük. Trende hemen haritasını çıkardı
ve müstakbel devlet üzerinde konuşmaya başladık. Kuzey hududu Kapadokyaya bakan
(Kayseri civarının eski adı) dağlar, güneyi Süveyş Kanalı. Slogan da şu olacak:
Davud ve Süleyman’ın Filistini [[19]].
Budapeşte, 3 Mayıs 1896
İstanbul’da yayınlanan «Osmanische Post» gazetesinin editörü Dionys
Rosenfeld beni buraya çağırdı [[20]].
Kendisinin aracı olduğunu bildirdi. Sultan Abdülhamid’in yakınlarından
İzzet Bey ile arasının iyi olduğunu söyledi [[21]]. Ona birkaç cümle ile vaziyeti anlattım. Eğer Filistine sahip olursak
Türkiyeye ve bu işte aracılık edenlere muazzam iyiliklerimiz olacaktır. Asgari
şartımız burasının müstakil bir memleket olmasıdır. Bunun karşılığında
Türkiyenin malî meselelerini tesviye ederiz.
memlekette Sultana ait olan toprakları kanunun himayesi altına alacağız.
Rosenfeld, zamanın son derece müsait olduğunu, zira Türkiyenin ciddî malî
sıkıntılar içinde bulunduğunu söyledi. Maamafih kendisinin hükümranlıktan
vazgeçilebileceğine kani olmadığını, en iyisi Bulgaristan gibi bir statüye
gidilmesi olacağını ileri sürdü (Yani bir nevi muhtariyet). Ben bunu reddettim.
Rosenfeld İstanbul’a dönmekte acele ediyor. Benim için Sultan Abdülhamidden
bu Mayıs’ın sonuna doğru bir randevu temin edebileceğini söylüyor. Göreceğiz.
Her halü kârda İstanbul’a geleceğimi, fakat İzzet Beyin benim Sultanla
görüşmem hususunda garanti vermesini bildirdim.
Viyana, 7 Mayıs 1896
Bugün telefonum üzerine Newlinsky beni görmeye geldi.
İstanbul’a son seyahatinden önce benim «Yahudi Devleti»ni okumuş, bu konuda
Sultan Abdülhamid ile de konuştuğunu söyledi. Sultan Yeruşalaym’dan (Kudüs)
asla ayrılmayacağını, Ömer Camiinin daima müslümanlar elinde kalması gerektiğini
ifade etmiş.
«Bu güçlüğü hallederiz. Orasını müşterek bölge haline getiririz, bir
kimsenin değil herkesin olur, bütün müminlerin malı ve bir kültür ve ahlak
merkezi olur» dedim.
Newlinskiye göre Sultan Abdülhamid bize Anadoluda bir yeri çok geçmeden
verir. Onun için paranın önemi yoktur, paraya mutlak olarak hiç değer
vermemektedir. Fakat Sultanı kazanacak başka bir yol vardır: Onu Ermeni
Meselesinde desteklemek.
Newlinsky şu anda bile Sultan adına Brüksel, Paris ve Londra’daki ermeni
komiteleri ile temas için gizlice vazifelendirilmiş bulunmaktadır. Onları
sultanın hâkimiyetini kabule ikna edecektir, öyle ki Sultan, «Büyük
Kuvvetler»in tazyiki altında müsaade etmediği değişikliklere «rızası ile»
muvafakat edecektir.
Newlinsky bana, ermeni meselesinde Yahudilerin yardım etmesi karşılığında,
dönüşünde işlerinin hallinde Yahudilerden gördüğü yardımı Sultana anlatacağını
ve bu konuda Sultanın lütufkâr davranacağını söyledi.
Bu fikir bana birdenbire mükemmel göründü. Fakat yardımı boşuna
yapmayacağımızı, karşılığında Yahudi meselesinde müsbet icraat görmek
isteyeceğimizi bildirdim.
Bu konuda Newlinsky, ermenilerden bir mütareke temininden fazlasını teklif
etmiyor. Ermeni komiteleri temmuz içinde bir darbeye hazırlanmaktadırlar. Bir
ay daha beklemeye ikna edilebilirler. Biz bu müddeti Sultan Abdülhamid ile
müzakere hususunda kullanabiliriz. Newlinsky Yahudi meselesinde enteresan bir
bölümü teşkil ediyor. Ermeni meselesini öyle ileri sürüyor ki, hem kendisi
kazançlı çıkacak hem de bir mesele bir diğerini halledecek.
Şöyle dedim: «Yahudi meselesi size Ermenilerinkinden çok daha fazla menfaat
sağlar. Para konusunda, emin olunuz, ben birşey yapacak durumda değilim, fakat
sizi bizim zenginlere tavsiye edebilirim».
Sultan’a yakınlığı ile maruf olan Newlinsky bu davranışla bizim başarı
kazanacağımız kanaatinde. Fakat resmî diplomatik çevreler hiçbir şekilde araya
girmemelidirler, hatta bu çevreler bizim yolumuza engeller çıkarırlarsa daha
iyi olur. O zaman Sultan bizim arzularımızı nazarı dikkate alır.
*
* *
Akşam karımın kuzeni bizde idi. Bana, Türkiyenin malî durumu hakkında geniş
açıklamalarda bulundu.
Görüşüme göre malî plân şöyle olmalı: Biz (Yahudiler) Avrupa Kontrol
Komisyonu’ndan [[22]] çekilmeli ve ödemeyi Yahudi çıkarları açısından ele almalıyız. Öyle ki
Sultan bu küçük düşürücü kontrolün sıkıntısından kurtulsun ve bizden yeni
ikrazlarda bulunsun.
*
* *
Bugün Romadaki heykeltraş ve bana söylendiğine göre Siyonist olan Moise
Ezekiel’e mektup yazdım. Kendisi Kardinal Hohenlohe ile iyi tanışıyormuş.
10 Mayıs
Newlinsky Brüksel’e gitmeden önce bugün gelip veda etti.
Sultan Abdülhamid’in yanında her halü kârda bizim tarafımızdan çalışacak.
Biz ermeni meselesinde herhangi bir hal çaresi bulmazsak bile, Sultan’a bizim
kendisine yardım ettiğimizi ifade edecek.
Bize herhangi bir menfaat sağladığı zaman Yahudilerin cömert
davranacaklarına inanıyor.
11 Mayıs
Nordau’dan mektup aldım. Araya Zadoc Kahn’ı koyarak milyarder Edmond
Rothschild ile temas çaresi aradığını bildiriyor.
Ona hemen ermeniler konusunu anlattım ve yardımını rica ettim.
İngiltere sefareti papazı Hechler ile konuşup, Sultan’ın yarı resmî bir
temsilcisinin Brüksel ve Londra’ya gittiğini, vazifesinin ermenileri
yatıştırmak olduğunu Büyükelçi Monson’a haber vermesini söyledim. Monson bunu
derhal Salisbury’ye [[23]] bildirecektir. Bu da Salisbury için büyük bir diplomatik başarı
olacaktır.
12 Mayıs
Hechler burada idi. İngilizler ermeniler konusunda sulh arzuladıklarından
verdiğim haber Büyükelçi Monson’un çok hoşuna gitmiş.
Büyük şeylerin sağlam temele ihtiyacı yoktur. Elma masanın üzerine öyle
yerleştirilmeli ki düşmemelidir. Unutmamalı ki dünya boşlukta dönmektedir.
Buna benzer olarak ben de Yahudi Devletini kurmalıyım.
13 Mayıs
Londra’da Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Sizin için bazı işler yaptım, bunların sonuçlarını göreceğinizi ümit
ederim. Bilhassa Lord Salisbury’ye yakınlaşmayı temin ettim, bana öyle geliyor
ki o cihetten maslahata uygun davranışlar gelecektir. Dindaşlarıma gelince,
onların da Paris ve Londra’da işe girişmelerini temin ettim. Fakat arkadaşlarım
arasında oldukça ciddi şekilde muhalefet edenler var. Prusya İmparatorunun
işini yapmakla kendimizi büyük bir riske atıyoruz, bir defa anlaşma vuku
bulacak olursa biz süratle unutuluruz fikrindeler. Bizim son derece müessir ve
kudretli arkadaşlarımızdan birisi bu hal şekline mutlak muhalif durumda. Ona
göre bu büyük kuvvetin infisahı bizim için daha avantajlı olacaktır.
Maamafih size önce de ifade ettiğim gibi, ben sizin işaret ettiğiniz yolun
doğru olduğuna kaniim. Ben halihazır kuvvetleri muhafaza etmek ve daha da
kuvvetlendirmek isterim, zira çok geçmeden biz bunlarla işbirliği yapacağız.
Eğer önemli bilgiler varsa bana yazınız, size muvaffakiyetler dilerim.
Saygılarımla.
Dr. Th. Terzi
13 Mayıs
Nordau’dan tek kelimelik bir telgraf geldi: «Hayır».
Bunun anlamı ermeni meselesinde hiçbirşey yapamıyoruz demektir.
Tafsilat veren mektubunu sabırsızlıkla bekleyeceğim.
14 Mayıs
Benim «Yahudi Devleti»ni rusçaya çevirecek olan Yahudi gazeteci S.
Klatschko burada idi.
Konuşurken bana kendisinin bir nihilist olduğunu ifade ederken ben ona
ermeni komiteleri hakkında bir bilgisi olup olmadığını sordum.
Biliyor. Tiflis’teki lider Alawerdof, Klatschko’nun evinde oturan bir
hanımın nişanlısı imiş. Ayrıca rus asıllı Zaikowski vasıtası ile Londra’daki
lider Nikoladze ile de teması varmış.
Zaikoswki’ye şöyle yazmasını söyledim: Öğrendiğime göre Sultan Abdülhamid
ermeni meselesinde bir mütarekeye taraftardır ve bunun için de müzakere
istemektedir. Ermeniler gizlice bunu kabul etmelidirler. Benim mütaleama göre
bu sulh gerçek olabilir, fakat tabiatiyle müzakere için gelene benim
öğrendiğimin mahiyeti sorulabilir. Ermeniler hiçbir şekilde riske girecek
değillerdir. Eğer Sultan Abdülhamid verdiği söze rağmen bahis konusu
değişiklikleri yapmazsa aldatıldıklarını ve arada yapılan müzakereleri halk
efkârına açıklarlar.
Klatscko bu konuyu derhal Londra’ya yazacağına dair söz verdi.
15 Mayıs
Newlinsky’ye mektup :
Muhterem Efendim,
Telgrafınızı şimdi aldım. Dün değil evvelsi gün size Berkeley Oteli
adresine bir mektup yazmıştım. Lütfen mektubumu oradan alınız.
Kısaca yazdıklarımı arzedeyim. Sizin için Lord Salisbury nezdinde imkân
hazırladım ve arkadaşlarıma ermeni hareketi temsilcileri ile temasa geçmelerini
bildirdim. Zannederim Londrada bu konuda konuşulacak kimse Nikoladze’dir. Bir
arkadaşım da Tiflis’teki rus komiteleri başkanı ile temasa geçecektir.
Ermenilerin endişelerini izale etmelisiniz. Ermenilerin liderleri
semeresiz bir inkıyadın bütün hareketi felce uğratacağı hususuna inanacaklardır.
Dün gece aldığım haberlere göre her hangi zararlı bir sonuç meydana
getirmeyecek bir mütareke müzakeresine girişebiliriz.
Tiflis lideri Viyana’ya gelebilir, onu göreceğim.
Saygılarımı sunarım.
Herzl
15 Mayıs
Newlinsky’ye ikinci mektup :
Muhterem Efendim,
Bir hata yaptım hemen tashih etmeliyim. Londradaki hareketin lideri Avetis
Nazarbek’tir ve «Hutschak» gazetesini idare etmektedir. Birisi onunla temas
kuracaktır.
Herzl
16 Mayıs
Nordau’dan bugün mektup aldım. «Hayır» diye çektiği telgrafın bende meydana
getirdiği şoku izale ediyor. Bana yazdıktan biraz sonra Zadoc Kahn’ın
aracılığı ile Edmond Rothschild ile görüşmüş. Anlattığına göre aralarındaki
mülakat 63 dakika sürmüş, bunun 53 ünde Rothschild konuşmuş, ancak 10 dakikası
da Nordau’ya düşmüş.
Rothschild meseleyi dinlemek bile istemiyor. Sultan Abdülhamid’den birşey
elde edilebileceğine katiyen inanmıyor ve hiç bir şekilde de işbirliğine
girişmiyor. Onun görüşüne göre ben çok tehlikeli bir oyun oynuyorum ve böylece
de Filistin’de kurmakta olduğu Yahudi kolonisini de tehlikeye düşürüyorum [*].
Paristen gelen haberler sokaklarda Yahudiler ve bilhassa
[*] Edmond Rothschild’in işaret ettiği koloniler bu milyarder ailenin finansmanı
ile 1880 yılından itibaren yerli halktan satın alınan topraklara küçük guruplar
halinde yerleştirilen Yahudilerdir. Önce «Rişon Letsiyon» diye tanınan ve bugün
hayli büyük bir şehir olan yer ele alınmış, sonra yavaş yavaş diğer bölgelere
yayılmışlardır. Safed, Nasıra ve Kudüs bunlardandır.
1897 yılından itibaren Beyrut’ta kilise tarafından çıkarılan «El-Maşrık»
adlı arapça mecmuanın 1897 ve 98 yılı kolleksiyonlarında «Filistinde Yahudi
Kolonileri» konusu işlenmekte ve istikbalde yaratacakları tehlike hususunda
Sultanın dikkati çekilmektedir.
Rothschildler aleyhinde gösteriler yapıldığını bildiriyorlar. Tesadüfe
bakınız ki E. Rothschild’in Cuma günü arkadaşım Nordau’yu reddettiği Rue
Laffitte’deki evin önünde, Pazar günü toplanmış bir kalabalık gösteri yapıyor
ve «Kahrolsun Yahudiler» diye bağırıyordu.
19 Mayıs
Agliardi de Nuncio bugün saat 10 da kabul edeceğine dair haber gönderdi.
Kendisi Papalık temsilcisidir.
Hemen konuya geldik. Ona genel hatları ile yapmayı düşündüklerimi
anlattım. Kuracağımız «Yeni Krallığın durumu ve bilhassa Büyük Devletlere karşı
tutumunun ne olacağını» ileri gelen Yahudilerin —Rothschildler gibi— bu konuda
ne düşündüklerini v.s. sordu.
Krallık değil aristokratik bir cumhuriyet düşündüğümüzü, Büyük Devletlerin
ve bilhassa Papalığın sadece rızasını talep ettiğimizi, bunları temin edersek
Jerusalem (Kudüs) i beynelmilel kılıp bir devlet kuracağımızı, Sultan
Abdülhamidin mâliyesini de ıslah edeceğimizi söyledim. Gülümseyerek «Buna pek
memnun olacaktır. Kudüs’ün yanısıra (Hıristiyanlarca mukaddes) Bethlehem ve
Nasıra’yı da beynelmilel saymalısınız ve başşehri kuzeyde bir yere almalısınız»
dedi, «Evet» diye cevap verdim. Fakat o Büyük Devletlerin buna muvafakat
edeceklerinden şüphesi olduğunu, bilhassa Rusyanın buna yanaşmıyacağını ifade
etti. Sonra, bütün Yahudileri de alıp Filistine götürmenin imkânsızlığından
bahsetti. Meselâ Viyanayı ele alalım. Buradaki 130 000 Yahudinin diyelim ki 100
000 ini götürdünüz, geri kalan 30 bin kişi Yahudi aleyhdarlığı için yeter. Bu
sırada Fransız Büyükelçisinin ziyaret için beklemekte olduğu haberi geldi ve
ben «tekrar görüşmek üzere» huzurdan ayrıldım.
Mülakattan çıkan sonuç: Bana göre Roma bizim aleyhimizde. Zira Yahudi
Meselesinin Yahudi Devleti şeklinde bir sonuca varmasını istemiyor hatta
bundan korkuyor.
21 Mayıs
Londra’dan Sylvia d’Avigdor’un bildirdiğine göre Samuel Montagu benim
«Yahudi Devletinin İngilizce tercümesini sabık başvekli William Gladstone’a
takdim etmiş ve mültefit bir mektup almış.
Pazar Günü
Yarın, önce Hirsch’i ziyaretle giriştiğim faaliyetin birinci yıldönümü.
Eğer bu seneki kadar gelecek yıl da ilerleyebilirsem, «Seneye Yeruşalaymda» oluruz [[24]].
Ayni Pazar
Newlinsky Londradan önce telgraf çekti arkasından da mektubu geldi,
hiçbirşey yapamadığını söylüyor: Daily Telegram gazetesinden Lawson’a tavsiye
edilmesini istiyor. Başvekilin hiçbirşey yapmak istemediğini bildiriyor.
Telgrafla Daily Graphic gazetesinden Lucien Wolf ile görüşmesini söyledim,
Hechler’i de tekrar Monson’a yollayacağım. Newlinsky’ye gönderdiğim mektupta
şunları yazdım: «Herşey çok kötü başladı ve hepsinin üstünde çok geç oldu».
Hemen geri gelmesini, işi elime bizzat alacağımı ifade ettim.
26 Mayıs
Newlinsky telgraf çekiyor :
«S(alisbury) kabul etmeyi reddetti, elinden geleni yap».
Cevap verdim :
«Tavsiyem mümkün olduğu kadar çabuk memlekete dönmendir. Salisbury ile
Haziran sonunda bizzat görüşeceğim. Önce senin patrona (Sultan Abdülhamid)
gidelim».
Rev.Singer’e mektup (cevap) :
Aziz Arkadaşım,
Ben Sir Samuel Montagu’ye doğrudan doğruya mektup yazmayacağım, zira
İngilizce istediğimi tam anlamı ile ifade edemem. Bu sebeple sen gidip konuş,
meseleyi enine boyuna anlat. Onun daha ne kadar yaşayacağını bilmeyiz. Ben bunu
Baron Hirsch ile konuşurken düşünmüş fakat söyleyememiştim. Bugün, Yahudiler için
bu kadar iyilik yapmış olan bu insan ölmüş bulunuyor. Hayırseverlik sadece
dilenci yaratıyor. Milletimiz için ne yapabileceğini sor kendisine. Çok ciddi
konuş. Ben kendisini hatırlı bir kudret sayıyorum. Mesele para sahibi olmasında
veya bunu sarfetmesinde değil. Bir penny bile vermeyebilir. Eğer bize iştirak
etmezse yolumuza onsuz devam edeceğiz.
Temmuz başları benim için uygun değil. Buradan Haziranın ortalarından önce
ayrılamam ve önce İstanbul’’a gitmek istiyorum. Maamafih bu seyahatim herhangi
bir sebeple geri kalırsa hemen Londraya gelirim...
*
* *
Rosenfeld İstanbul’dan yazdığı mektupta, temaslara girişmeden önce, benim
arkamda ne gibi malî kudretlerin bulunduğunu bilmesi gerektiğini, zira
ermeniler konusu suya düşecek olursa başının tehlikeye gireceğini söylüyor.
Rosenfeld ile daha Budapeşte’de ilk tanışmamızda benden para istemesinden beri
fazla temasım olmamıştı. Bu sırada Londradan Newlinsky’den iyi haberler geldi.
Kısa mektuplarından anladığıma göre ona itimat edilir. Haziran ortasında onunla
birlikte İstanbul’a giderim.
*
* *
Londra ermenileri arasındaki faaliyeti hakkında Klatscko’dan enteresan bir
mektup aldım. Adamı Nazarbek ile konuşmuş, o Sultan’a itimad etmiyor fakat
«Yahudi hareketi liderine samimi alakasından dolayı teşekkür ediyor»muş.
6 Haziran
Newlinsky üç gündür burada ama henüz yüzünü göstermedi. «15 Haziranda
hareket etmeyi düşünüyorum. Benimle birlik misin?» şeklinde bir mektup
gönderdim.
7 Haziran
Bugün Baden’de iken Newlinsky geldi. Mesele şu, hala benimle birlik mi yoksa
emniyetini kayıp mı etti?
Haziran
Bana biraz soğukluk intibaı vermiş olan Newlinsky’yi davet ettim.
Halihazır durumun İstanbul’a seyahat için elverişli olmadığını, Sultan’ın Girit
isyanından başka şeyle meşgul olmadığını v.s. ifade etti.
Belki Londra’ya hareket etmezden önce bana söylediklerini sırf benim
kendisini orada desteklemem için söylemişti. Şimdi dönüşünde İstanbul’’a
davetsiz olarak gidemiyeceğini söylüyor
9 Haziran
Bu sabah birbuçuk saat Newlinsky ile beraberdim. Onu davamıza tekrar kazanmak
için uğraştım. Cesaretini açıkça Londrada ve burada yitirmişti. Son derece
kuvvetle konuştum, kaynaklarımızı önüne serdim ve bize hizmet etmesini söyledim.
Daha ilk günden büyük menfaatler sağlayacağını anlattım.
Gazete mahfillerinde, bunun sonucu olarak da diplomatik ve malî mahfillerde
benim projemin bir ütopia olarak kabul edildiğini anlattı. Landerbank direktörü
bunu bir fantazi, bizim gazetenin editörü Benedikt aptallık diye
vasıflandırmalardı, gazeteciler de gülüşüyorlardı.
Şöyle cevap verdim: «Bütün bu ayak takımı bir sene sonra benim pabuçlarımı
yalacaklardır».
Fikrine göre bu sırada İstanbul’a gitmem doğru değildir. Simdi orada herkes
sadece ve sadece Girit isyanını düşünmektedir.
Eğer bana katılmazsa oraya yalnız gideceğimi, orada Rosenfeld’in aracılığı
ile İzzet Bey’in bana bir mülakatı nasıl olsa temin edeceğini söyledim.
Newlinsky Londra intibalarını nakletti. Oradaki halk Türkiyenin
yıkılmasının yakın olduğu kanaatindedir. Halk oyunun karşı koyduğunu bile bile
hiçbir başvekil Sultana yakınlık gösteremez. Bulgar Prensi Ferdinand’ı
imparatorluğun varisi yapma düşüncesinde olanlar dahi mevcut. Newlinsky’ye göre
Sultan için tek çıkar yol Makedonyalılar, Giritliler ve Ermeniler v.s. ile
araları gayet iyi olan Jöntürklerle anlaşıp onların yardımı ile reformları
gerçekleştirmektir. Bu tavsiyelerini bir rapor halinde Sultan Abdülhamide de
vermiş.
Şimdi bu programa Yahudi yardımı hususunu da ekleyip yeniden vermesini
teklif ettim. Sultan bize o toprak parçasını versin, bunun karşılığı olarak
saltanatını kuvvetlendirelim, mâliyesini ıslah edelim ve dünya efkârı
umumiyesini tamamen onun lehine çevirelim.
Newlinsky Viyana gazetelerinin bana karşıt olan tutumlarını düşünerek bu
sözlerimi şüphe ile karşıladı. Buna mukabil eğer istersem onların hepsini
lahzada çevirebileceğimi söyledim.
Üçbin kişi tarafından imzalanan Siyonist deklarasyonu ile benim
kastedildiğimi bu pazar öğrendiğimi ona naklettim.
Biraz çarpılmış ve yarı yarıya yeniden kazanılmış olarak benden ayrıldı.
Sultana derhal yazması hususunda ısrar ettim o da söz verdi.
*
* *
Avusturya Macaristan Dışişleri Bakanı Kont Goluchowsky bugün Türkiyeye
ihtarlarla dolu bir konuşma yaptı. Bunun üzerine Newlinsky’ye derhal şunları
yazdım :
Muhterem Efendim,
Budapeşte konuşması size İstanbul’a hemen tavsiyelerinizi yenilemek için
müstesna bir fırsat yaratmış bulunuyor. Kullanabileceğimiz bütün fırsatlarda
enerjik davranınız.
Eğer benimle seyahata karar verdiyseniz, yolda benim misafirim olmak
şerefini bahşetmenizi rica edeceğim.
Derin saygılarımla.
Th. Herzl
15 Haziran
Gece trendeyim. Viyana’dan Orient Eksprese yalnız başıma bindim.
Newlinsky sabah saat 2 de Budapeşteden binecek.
Şimdi alelacele geçen haftanın olaylarını defterime geçirmeliyim.
İntibalar daha zihnimde taze iken meşguliyetimden fırsat bulup maalesef
yazamadım.
Londra dönüşü Newlinsky hiçbir şekilde benimle İstanbul’a gitmek niyetinde değildi.
Birkaç uzun konuşma seansı bana mukavemet gösterdi. Belli idiydi ki benim
hakkımda yaptığı tahkikatta kendisine benim taraftarım olanlar bazı şeyler
söylemişlerdi. Bu gibi birkaç kişiden kendisinin benim hakkımda soruşturma
yaptığını öğrendim.
İstanbul’a gitmeye kararlı olduğumu göstererek onu nihayet kazandım. Beni
takip ederse göreceği menfaatler sebebiyle böyle yaptı.
Cuma günü uzun bir müzakereden sonra 15 Haziranda İstanbul’a hareket
konusunda düşünmek üzere mutabık kaldık: Ben İstanbul’a meseleyi onsuz götürüp
götürmeyeceğimi yahut İstanbul’daki diğer adamlarım aracılığı ile gitmeyi o ise
bana iltihak edip etmemeyi düşünecekti.
Cumartesi günü tekrar onu görmeye gittim. «Eh, gidiyor musun» diye sordu
«Evet, gidiyorum» cevabını verdim. Benim kararlı olduğumu görünce o da benimle
gelmeye hazır olduğunu söyledi.
Dün tekrar buluşarak ayrılmazdan önceki son hazırlıkları yaptık. Bugün
öğleden sonra Peşte’ye gideceğini ve Eksprese oradan bineceğini söyledi.
Sorularının cevaplarını henüz tam hazırlamış değilim. Malî planı ele
alalım, en küçük teferruata kadar inmek gerekiyor ki ben henüz bunu yapmış
değilim. Nekadar hazırlıksız olsam da Filistin için 20 Milyon altın
verebileceğimizi tahayyül ettiğimi söyledim (Maamafih Montagu Daily
Chronicle’de sadece 2 milyon teklif ediyordu).
Daha sonra Baden’e gittim, orada karımın kuzeni Reichenfeld’e telefon
ederek akşam gelip bana bazı hususlarda bilgi vermesini söyledim.
Baden’e saat 9 da geldi. Beni Osmanlı Devlet borçları konusunda
aydınlatmasını söyledim. O bana bu borçların statülerini anlatırken ben de
mali portresini çıkardım.
Biz Türkiye mâliyesini düzeltmek için 20 Milyon Osmanlı lirası harcarız. Bu
mikdara 2 milyon da Filistin için ilave ederiz ki bu da halen 80 milyon lira
olan borçların yıllık faizini karşılar. 18 Milyon sarfı ile de Türkiyeyi Avrupa
Kontrol Komisyonundan kurtarırız...
Reichenfeld detayları ile ileri sürdüğüm bu plana şaşıp kaldı ve bana bunu
hangi maliyecilerin hazırladıklarım sordu. Ona esrarlı bir sükûtla cevap
verdim.
Bugün Newlinsky için İstanbul’’a kadar bir bilet getirttim. Tutarı oldukça
fazla. Bunun dışında Türk heyeti için meyve de aldırtmamı söylemişti, Hotel
Sacher’den çilek, şeftali v.s. ki hepsi Fransadan ithal edilmişti,
hazırlattım..
17 Haziran
Sabahın saat 6 sı, Orient Ekspres, Eski Baba istasyonu.
Seyahatin dünkü kısmı son derece enteresan geçti. Newlinsky trene gece saat
2 de Budapeşte’de bindi, trende birkaç Türk paşanın da bulunduğunu haber verdi,
bilhassa Ziya Paşa’nın bulunduğunu söyledi, Moskova’daki taç giyme merasimine
giden heyetin başkanı bulunuyormuş [[25]].
Dün sabah Newlinsky beni Ziya, Karatodori ve Tevfik Paşalara takdim etti.
Tevfik Paşa halen Belgrad Sefiri imiş [[26]]. Daha sonra bana bu ekselansların en önemlisinin Ziya Paşa olduğunu ve
benim İstanbul’a ne maksadla gitmekte olduğumu ona anlattığını söyleyerek
başbaşa bıraktı. Ziya Paşa mesele ile hemen ilgilendi ve konuşmamızın gizli
olması için yalnız kalmamızı temin etti.
Ziya Paşa ufak tefek, zarif, efendi, parisiyen tipli bir zat, insana hürmet
telkin eden bir havası var. Ciddi bakışlı siyah gözleri, kısa siyah sakalı var.
Burnu biraz kemerli.
Karatodori aksakallı, şişman, boyuna nükte yapan, çok güzel fransızca
konuşan, Moskovadaki taç giyme merasiminin ihtişamını anlata anlata
bitiremiyen, her istasyonda oraya has meyveleri hemen oracıkta yıkayıp yiyen
bir paşa.
Tevfik Paşa daha genç bir paşa, Neue Freie Presse gazetesinden sitayişle
bahseden, eski sayılarında çıkmış yazılardan dahi söz edebilen bir kimse.
Öğleden sonra Karatodori Paşa lokantalı vagonun sigara içilen kısmına
geçtiği sırada, vagonda yalnızca Ziya, Newlinsky ve ben kaldığımız zaman
plânımı açıkladım. Ziya ciddiyet ve dikkatle dinledi.
Şöyle dedi: «Görüyorum ki herşeyi açık açık konuşuyorsunuz» (Zira konuşmam
sırasında Filistin’de tamamen bağımsız bir devlet istediğimizi, eğer bunu elde
edemezsek bu plandan tamamen vazgeçip Arjantin’e gideceğimizi söylemiştim).
«Fikrinizi açıkça anlattınız» dedi «Fakat size hemen şunu söylemeliyim ki eğer
siz bağımsız bir Filistinden söz açarsanız hiçkimse sizinle müzakereye
girişmez. Para ve basın yoluyla destek şeklinde sağlayacağınız menfaatler
gerçekten büyük ve önemli, ve teklifiniz gerçekten ilgi çekici, fakat bütün
bunlar bizim vatanın herhangi bir köşesini satmama prensibimizle uyuşmuyor».
Şöyle cevap verdim: «Bu tarihte sayısız defalar olmuş birşeydir».
Newlinsky müdahale ederek, buna misal olarak sadece İngilizlerin Heligoland
adasını almanlara vermeleri gösterilebilir dedi.
Ziya Paşa tekid etti: «Hiçbir şartla Filistini bağımsız bir devlet kurmak
üzere ele geçiremezsiniz, belki Osmanlı hakimiyetini kabul eden bir devlet
olabilir».
Bu daha başlangıçta mürailiğe girişmek demek olur. Tâbi olarak kurulmuş
olan bütün devletler, daha başlangıçtan itibaren ne yapıp da tam bağımsızlığa
kavuşmalı konusunu ele alacaklardır. Bunu mümkün olduğu kadar kısa zamanda elde
edeceklerdir.
Konuşma Zaribrod’a kadar sürdü, orada Bulgar nazır Natchowitch Newlinsky’yi
karşılamak üzere beklemekteydi.
Beni de Sofya Siyonistleri adına bir heyet karşıladı. Onlara hareketimi
önceden telgrafla bildirmiştim.
Heyetten iki üye Siyonizm konusundaki çalışmalarımın nasıl gittiğini
sordu. Newlinsky ve Bulgar nazır ile vagonda buluşabilmek için onlara son
derece kısa izahat verdim ve ayrılmak zorunda bulunduğumu anlattım.
Sofya’da dokunaklı bir manzara beni beklemekteydi. Trenimizin durduğu
yerde beni karşılamaya gelmiş kadınlı erkekli, çocuklu büyük bir kalabalık
vardı. Sfaradîm, Eşkinazim [[27]], aksakallı ihtiyarlar, başlarında da Dr. Ruben Bierer. Bir çocuk gül ve
karanfillerden mürekkep bir buket verdi. Bierer almanca bir konuşma yaptı,
sonra Caleb fransızca bir hitabede bulundu ve mümanaatıma rağmen elimi öptü.
Konuşmalarda Önder, İsrailoğullarının kalbi gibi büyük vasıflarla tavsif
edildim. Herkes bu manzarayı alaka ile seyretti.
Veda makamında Bierer’i öptüm, elimi sıkmak için adeta yarışa girdiler.
Halk «Leşana habaa biyeruşalaym» [[28]] diye bağırdılar. Tren yavaş yavaş hareket etti..
Newlinsky ve Ziya gösterilerin tesirinde benim tahminimden az kalmışlardı.
Yahut da ihtisaslarını gizliyorlardı. Newlinsky Bulgaristan kilisesi
temsilcilerinden Gregory tarafından karşılanmıştı. Allah bilir geleceğini ona
telle bildirmiş ve bana Bulgaristandaki nüfuzunu göstermek istemişti.
*
* *
Akşam Newlinsky ile lokanta
vagonunda başbaşa oturduğumuzda ona 20 milyonluk projemi açtım. Türk
Hükümetinin Avrupa Kontrol Komisyonundan 18 milyon karşılığında
kurtarılabileceğini, 2 milyonun da Filistin için ayrıldığını anlattım.
Newlinsky buna şiddetle muhalefet etti. Kendisinin Ziya Paşa’ya benim
aşağıdaki şekilde Avrupa Kontrol Komisyonundan kurtarmayı düşündüğümü anlatmış
imiş :
Birinci üçte biri para olarak öderiz. İkinci üçte bir için ke' fil oluruz
(veya eğer tâbi bir devlet olursak bu üçte biri haraç olarak veririz), üçüncü
üçte biri de mevcut Komisyondan devralarak itfa ederiz.
Newlinsky’ye göre biz Sultan
Abdülhamide Filistin mukabili 20 milyonu açıkça teklif edemeyiz. Bu sadece
ticarî bir iş olur. Önceden de biraz prim
vermek gerekir. Maamafih bazı şartlar ileri sürerek ek menfaatler
gösterebiliriz, mesela bütün Türkiyeye raci bir «Elektrik enerjisi tekeli»
v.s.den bahsedebiliriz. Fakat, onun ifadesine göre, üçlü taksime gidiş nazarı
itibara dahi alınmaz.
Bu konu üzerinde düşündüm taşındım ve Newlinsky’nin haklı olduğu sonucuna
vardım. İşteki bu dönümden yeni avantajlar dahi çıkartabilirim. İstanbul’da
şartların mutlak olarak gizli tutulmasını söyleyebilirim ve söyleyeceğim, zira
herşeyi önce Komiteme anlatmak, onlara kabul ettirmek zorundayım. Bu şekilde
Edmond Rotchild veya S. Montagu tarafından girişilebilecek herhangi bir karşı
hareketi de önlemiş olurum.
Fakat Londraya Sultan tarafından teyid edilmiş olarak bir gelirsem işte o
zaman her istediğimi yapabilirim.
Eğer zaruret olursa Barnato ile de temas kuracağım [[29]].
*
* *
Bierer Sofyada iken bana, Edmond Rothschild’in bir temsilcisini İstanbul’a
gönderdiğini, Filistindeki koloni faaliyetine mani olmaması için Sultana para
teklif edeceğini öğrendiğini söyledi.
Bu bana karşı düşünülmüş bir hamle olabilir mi?
18 Haziran, İstanbul’
Newlinsky bizim dava için son derece kıymetli bir koz. Onun maharet ve
samimiyeti her türlü övgünün üzerinde doğrusu. Kendisine fevkalâde bir mükâfat
verilecektir.
İstanbul’’a dün öğleden sonra vardık. İstasyonda Viyanalı Baron B. Popper [[30]]
ve Newlinsky’nin tanıdığı iki gazeteci tarafından karşılandık. Ayni trende
bulunan paşalar daha şehre varmadan merasim elbiselerini giymişler ve fazla
gecikmeden Sultana gidebilmek için hazır olmuşlardı. İstasyonda onları kalabalık
bir halk kitlesi karşıladı.
Bu şaşılacak şekilde güzel ve pis şehirde yürüdük. Parlak güneş, rengârenk
sefalet, bakımsız binalar. Royal Otelindeki penceremizden Halic’e kadar olan
manzara uzanıyor.
Newlinsky’nin burada iyi bir şöhreti ve büyük tesiri var. Yol
arkadaşlarımız Ziya ve Karatodori paşalar gibi birçok ileri gelen türkle gayet
iyi münasebeti var.
Elbiselerini değiştirir değiştirmez Yıldız Sarayına gitti. Arabada ona
refakat ettim. Sokaktaki hayat acaip şekilde sefalet ve neşe aksettiriyor.
Kafesli haremler cazip bir esrarlı manzara teşkil ediyor. Arkasında, herhalde
gireni hayal sukutu beklemektedir.
Beyaz Dolma Bahçe sarayının penceresinden Boğazın harikulade güzel bir
görünüşü var.
Newlinsky Yıldız’da inince ben arabayı yamru yumru yollardan sürerek
Beyoğlu’na çıktım, oradan aşağıya köprüye kadar geldim.
Newlinsky geç vakit, bozulmuş olarak döndü. Sultan Abdülhamid’in başkâtibi
İzzet Bey bizim projemize karşı açık açık menfi davranmıştı. «Bu mevzuda bir
sürü komisyoncu söz üstüne söz veriyor» demişti. Newlinsky’nin düşüncesine
göre burada birisi düşüncesiz bazı adımlar atmış bulunuyor. Önce bunu
halletmemiz lazım ki hiç de kolay olacağa benzemiyor.
Diğer bir güçlük: Görünüşe göre Sultan hastadır. Newlinsky huzura kabul
edilmemiştir. Sultanın hastalığının ne olduğu öğrenilememiştir. Baron Popperin
kızkardeşinden duyduğuna göre viyanalı doktor Nothnagel’e buraya gelip gelemiyeceği
sorulmuştur. Eğer bunlar benim mülakatıma mani olursa çok büyük talihsizlik
demektir.
Akşam yemeğinden sonra, bir İtalyan opera kumpanyasının açık hava konseri
verdiği Beyoğlunda bir bahçeye gittik. Konserin birinci kısmından sonra verilen
arada Sadrazam Halil Rifat Paşanın oğlu Cavid Beyin yanma gittik.
Tanıştırılmış ve hemen derhal mevzuun ortasına daldırılmıştım [[31]]. Bir bahçe kanepesine oturup karşılıklı konuşmaya başladığımız zaman
sanatkârların şarkı sesleri artık bize uzaklardan geliyordu.
Onun muhalif kaldığı noktalar şunlardı: Mukaddes makamlar, Kudüs mutlak
surette Türk hâkimiyeti altında kalmalıdır. Buralarının terkedilmesi halkın
mukaddesat duyguları ile oynamak demektir. Ona geniş ölçüde bir ekstra
territorialite söz verdim. Medenî dünyanın kabul ettiği mukaddes makamlar
hiçkimseye değil herkese ait olacaktır. Sonunda zannederim Kudüs’ün hali hazır
statü içinde kalması hususunda mutabakata vardık. Cavid Bey müstakbel Yahudi
Devleti ile Türkiye’nin münasebetlerinin nasıl olacağı konusu üzerinde durdu.
Tâbi bir devlet olması hususundaki fikirleri Ziya Paşanın fikirlerine çok
benziyor.
Ben, tam başarıyı bağımsızlıkta gördüğümü, fakat her halükârda Mısır veya
Bulgaristan’ın durumu gibi, yıllık vergiye bağlanma şeklini de müzakere edebileceğimizi
söyledim.
Sonunda Cavid Bey müstakbel hükümet şeklimizin ne olacağını sordu.
«Aristokratik bir cumhuriyet» cevabını verdim.
Cavid Bey şiddetle reddederek «Sakın “Cumhuriyet” kelimesini Sultan’ın
önünde telaffuz etme. Halk burada bunun öldüreceğinden korkar. Bu ihtilalci
devlet şeklinin bir vilayetten diğerine sari hastalık gibi bulaşacağından
endişe ederler.»
Ona, zihnimde mesela Venedik’te olduğu gibi bir hükümet şekli düşünüp
tasarladığımı anlattım.
Babası Sadrazam Halil Rifat Paşa’dan beni huzuruna kabul etmesi hususunda
yardımını rica ettim.
Bu hususta bana söz verdi. Diğer hususlarda da tavsiye ve faaliyet şeklinde
yardım etmeyi arzuladığını söyledi. Tekliflerim hakkındaki sorusuna cevaben
de, teferrut üzerinde ancak Sultan ile konuşabileceğimi söyledim.
18 Haziran
Bugün Newlinsky bana, Rusya’nın Yıldız Sarayında en muteber yeri almış
olduğunu bildirdi. Rusya ile dost olduğu müddetçe Türkiye hiçbir tehlikeye
maruz kalmaz. İzzet’in de Rusya’ya meyilli olduğunu söyledi. Sadrazama ne söylesen
o da Rusya’ya yönelecektir.
Bu sebeple Sadrazama gitmeden önce Rus Sefaretinin nüfuzlu tercümanı
Yakovlev ile konuşmak hususunda mutabık kaldık.
Yakovlev’e derhal bir tezkere yazarak randevu istedim. Saat bir için
derhal muvafakat etti. Diplomatik çevrelerde benim gelişimle çıkan
dedikodulardan haberi olduğu meydanda idi.
19 Haziran
Dün, sonu başarısız gelen hararetli bir gündü.
İlk durağım rus tercümanı Yakovlev idi. Bey oğlundaki konsoloshanede
kalıyor. Türk stilinde yapılmış bir bina. Bahçede kavaslar, hizmetçiler
dolaşıyorlar. Kartımı gönderdim. On dakika sonra kabul edildim.
Ona ziyaret maksadımı kısaca anlattım. Yapacağı şoka hazırlamak için önce
Filistindeki kolonizasyon faaliyetinden bahsettim. Türk hükümeti ile temastan
önce Rus Sefaretinden çağırıldığım hususunu not etmesini istedim. Ailesinden
birisinin aracılığı ile Çar Hazretleri tarafından kabul edilmek ümid ve
dileğinde olduğumu söyledim (Valler Prensini kastediyordum, ama adını
zikretmedim).
Yakovlev bana cevap verirken, Kudüs’te Konsolos olarak bulunduğu sırada
edindiği tecrübelerden bahsedeceğini söyleyerek, Filistine gelen Yahudileri
onlar rus vatandaşı oldukları halde sempati ile karşılayamadığım, konsolosluğa
karşı hilekâr davrandıklarını, konsolosluğa vermeleri gereken vergileri vermekten
kaçındıklarını, menfaatlerinden başkasını düşünmediklerini anlattı.
Irkdaşlarımın asırlardan beri uğradıkları takibat sonucu böyle davranmaya
alıştıklarını, ahlaklarının sukutunda bir fevkaladelik aramamak lazımgeldiğini
söyledim, hak verdi.
Sonra planımdan biraz daha derin şekilde bahsetmeye girişerek, bunun
sadece basit bir kolonizasyon olmayıp, bölgede kendimizin olan bir yer
istediğimizi anlattım.
Gittikçe artan bir dikkat ve sempati ile beni dinliyordu. «Bu fikrin bütün
iyi insanlar tarafından paylaşılacağına inanıyorum» dedim.
Sonuç olarak, planın gerçekleşmesinin birçok on yıllar alacağına işaret
etti. Ben belki bunun meyvelerini göremeyecektim, bununla beraber bana
başarılar, kuvvet, sıhhat temennisinde bulundu ve ayrıldım.
Vedalaşırken bana mahalli Rus Maslahatgüzarı ile temas etmemi tavsiye ve
merdivenlere kadar teşyi etti. Sonra başlangıçtaki sözlerini tamir etmek
istercesine şöyle dedi: «Kavmin arasında çok iyi ahlaklı olmayan belki yüzde
yirmi bulacaksın, fakat bu diğer kavimler arasında da böyledir». «Evet» dedim
«Bizim durumumuzda bu iki mislidir, öyle ki birisi yüzde kırk olduğuna
inanabilir».
*
* *
Yakovlev’den sonra Bâb-ı Âli’ye gittim. Önceden çağrılmış bulunuyordum.
Tercümanım kırmızı fesli arabacının yanma oturdu.
İstanbul’un dolambaçlı ve pis sokakları. Bâb-ı Âlî eski, kirli bir bina
fakat son derece hareketli bir yer. Nizamiye nöbetçileri giriş holünün
yanındaki küçük yerlerde dikiliyorlardı. Sayısız vazifeli ve subay yukarı aşağı
inip çıkıyorlardı.
İlk ziyaretim Sadrıazam’ın Umumî Kâtibi Hayreddin Beyefendiye. İsimleri
benim kulağıma geldiği gibi hıfzedip yazıyorum, doğru olup olmadıklarını
bilmiyorum tabii. Mesela bugün öğrendiğime göre Sadrıazamın oğlunun adı Cavid
değil galiba Cevad Bey imiş.
Hayreddin otuz yaşlarında, iyi görünüşlü, düz, soluk benizli, güzel siyah
sakallı, iri kulaklı bir adam. Her sözünden sonra tebessüm ediyor, arkadaşça
davranıyor. Birkaç dakika sonra Sadrıazam tarafından çağırıldık. Bir antre ve
iç içe birkaç odadan geçtik. Büyük bir salonda, sırtını duvara dönmüş olarak
devletli Sadrıazam Halil Rifat Paşa duruyordu. Girdiğim zaman ayağa kalkıp
bana elini uzattı. Uzun boylu, ak sakallı, buruşuk ve kuru yüzlü bir zat.
Masada, tam önünde iki takım teşbih duruyordu.
Kendisi oturdu ve bana yanındaki bir koltuğa oturmam için işaret etti.
Hayreddin Bey de tercüman olarak kaldı ve bir iskemle de o çekti.
Bir sigara verdi, seyahatimin nasıl geçtiğini, ne zaman geldiğimi ve ne
kadar kalacağımı sordu. Sonra Neue Freie Presse hakkında iltifatkâr birkaç
cümle söyledi. Hayreddin bunları ciddiyetle tercüme etti. Neue Freie Presse’in
Türkiyeye teveccühü olduğunu, İmparatorluk hakkında iyi bir haber aldığı zaman
daima memnun kaldığını anlattım. Verdiğimiz haberlerde belki bazan yanıldığımız
olmuştur, ama daima doğru haber vermeye çalıştığımızı da ekledim.
Sadrıazam, bizim muhabirimizin kendisini her zaman arayabileceğini ve
kendisine herşeyi söyleyebileceğini bildirdi.
Bundan dolayı teşekkürlerimi arzettim.
Sonra tercümana Sadrıazam hazretlerinin benim seyahatimin maksadından
haberdar olup olmadığını sormasını söyledim.
Teşbihlerle oynayarak cevap verdi: «Hayır».
Hazırladığım teklifleri sadrıazama nakletmek üzere Hayreddin Beye verdim.
Sadrıazam gayet soğukkanlılıkla dinledi. Şuna benzer sualler sordu: «Filistin
büyüktür. Hangi kısmını düşünüyorsunuz ? »
Tercümana cevap verdim: «Bu bizim temin edeceğimiz menfaatin cesametine
bağlı bir husus. Daha çok arazi için, daha büyük kurbanlar takdim edebiliriz».
Devletlileri bazı terimler üzerinde açıklamalar istediler.
Ben fazla teferruata girmediğim için itizar beyan ettim. Tekliflerimi
teferruatlı olarak sadece Haşmetmeâb’a arzedebileceğimi söyledim. Bunlar acaba
prensip olarak kabul edilebilir hususlar mıdır? Sir Samual Montagu bizim malî
programımızı teklif olarak getirecektir.
Halil Rifat Paşa konuşma arasında uzun zaman susup duraklıyor, teşbihi
parmaklarının arasına alıyor, onu ağır ağır çekerken kelimeler de ağzından
ayni zaman aralıkları ile çıkıyor.
Ayrılırkenki intibaıma göre o bu proje karşısında yalnız müstenkif değil
ayni zamanda itimatsızdır.
Konuşma devamınca orada devamlı bir memur ve hizmetli akımı vardı. Yerlere
kadar eğilerek bazı evrak getiriyorlar bırakıp geri geri giderek çıkıyorlardı.
Başka bir yaşlı adamın görünmesi üzerine Halil Rifat Paşa tercümana
müzakerenin sona erdiğini bildirdi, yarım ayağa kalkıp elini uzattı.
Aradaki odada, dudaklarında arkadaşça bir tebessüm olan Hayreddin’e
Sadrıazamın huzurunda yanlış bir hareket veya söz sarf edip etmediğimi sordum.
O gülümseyerek «Hayır» dedi «O filozof adamdır, onun görüşlerine karşı senin
kendi görüşlerini ileri sürmenden memnun olur. Eğer Efendimiz Hazretleri ile
direkt temas kurabilirseniz iyi olur».
Hayreddin de bana Boğaziçi’nin muhteşem manzarasını, uzakta Dolma Bahçe ile
birlikte seyrettirdi ve elimi neşe ile uzun uzun saktı.
Aşağıda birsürü koridorların, muhafızların, hademelerin ve memurların
arasından geçip Hâriciye Nezâretine Nuri Beye götürüldüm [*].
[*] Reşat Bey Chateauneuf diye tanınan fransız asıllı bir babanın oğludur.
Sonradan müslüman olmuş, fransada ziraat tahsil etmiş, 1893 den itibaren
hâriciyeye intisap ile 1908 de ölümüne kadar Hariciye Nezareti Başkâtipliğinde
bulunmuştur.
Koyu kızıl saçlı, zarif, zeki kültürlü, Pariste uzun seneler kalmış
olmasından ötürü parislileşmiş bir ermeni. Birkaç yabancı diplomat gelip
gittiler. Biryerde haydutların eline düşmüş iki kadın için istenen fidye-i
necat konusunda konuşmalar geçti. Bir sefaretten gelen ateşe de Nuri Beyden
bütün mühim olmayan evrakı göndermeyi tecil etmesini, tatile gideceği için
bunları başına sarmamasını rica etti. İnsan onun için mutlak olarak hiçbir
önemli evrakın bulunmayacağını rahatlıkla söyleyebilir.
Yalnız kaldığımız zaman Nuri Beye ne istediğimi söyledim. Gözlerini
kırpıştırdı, meseleyi tam anladı.
Daha önce Sadrıazama da söylediğim gibi, Türkiyeyi Düyunu Umumiyeden
kurtarmayı istediğimizi söylediğim zaman «Bu muhteşem birşey» dedi. Bu
tekliften çok hoşlandı. Fakat Mukaddes makamlar hususunda büyük şüpheler
içindeydi. «Onları kim yönetecek?» «Bu düzenlenebilir» dedim «Sadece bizim
herkes için kıymetsiz olan bir maddenin alacaklısı olduğumuzu düşünün, hem de
en yüksek fiyatla alıcı».
Bunun üzerine Nuri Bey beni Davud Efendiye götürdü. Davud efendi bir Yahudi
idi ama ayni zamanda Hariciye Nezaretinin baş tercümanı olduğu için Hariciye
Nazırının sağ kolu ve bu nezarette sözü geçen bir kimse idi.
İçeri girenlerin eğilme nisbetlerinden onun durumunun üstünlüğünü müşahede
ettim. Memurlar evrakı onun ayaklarının yanma bırakıyorlardı, öyle ki boyuna
eğilmiş duruyordu. Bir koltuğa oturarak çalışıyor, önünde masa olmadığı için de
yazıyı kâğıdı elinin üzerine alarak yazıyordu.
Uzun boylu, şişman, kısa sakallı bir adam. Patlak gözlerinin önünde
kemerli burnunda gözlük taşıyor.
Önce beni anlayıp dinledi, fakat gözle görülür şekilde korktu. Türkiye
için muazzam menfaati gördü, fakat bir Yahudi olarak son derece ihtiyatlı olmak
durumunda.
«Bunda ciddi güçlükler ortaya çıkacaktır» dedi, gerçekte meselenin gayrı
kabili tatbik olduğu kanaatinde. Çok geçmeden benimle kardeş gibi konuşmaya
başladı. Hariciye Nazırına beni bir başkasının takdim etmesinin çok daha uygun
olacağını, kendisini bundan affetmemi rica etti ve İstanbul’dan ayrılmazdan
önce tekrar görüşmemizi diledi.
Yahudilerin Türkiyede iyi çalıştıklarını ve iyi şartlar içinde
yaşadıklarını söyledi.
Basın bürosu şefi Nişan Efendiyi de gördüm. Birkaç gazeteciye Türkiyenin
görüşlerini anlatmaya çalışıyordu.
Akşam Newlinsky kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü.
Garsona —yas alameti olarak— yarım şişe şampanya getirmesini emrettikten
sonra iki kelime ile bana vaziyeti anlattı: «Hiçbirşey yapamadım. Zatı Şahane
bu konuda hiçbirşey işitmek istemiyor».
«Sultan dedi ki: “Eğer Mr. Herzl
senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci
bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam, zira bu vatan bana
değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar
ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar
kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer
Plevne’de şehid düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi
muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir, Türk Milletinindir,
ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını
saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistini hiç
karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim
edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem!»
Bundan sonra başka şeyler konuşmuşlar. Newlinsky ona, Jön-Türkleri devlet
hizmetine almasını tavsiye etmiş.
Sultan istihza ile: «Bir Anayasa, sonra? Benim bildiğime göre Polonya
anayasası sizin baba yurdunuzu parçalanmaktan kurtaramamıştır».
*
* *
Sultan Abdülhamidin doğru ve
büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve
parçalanmaya giden fatalizmde trajik bir güzellik var. Maamafih son nefese
kadar, passif mukavemet şeklinde de olsa mücadele edeceğiz.
19 Haziran
Cuma Selamlığı.
Bu pırıl pırıl güneşli günde Yıldız Sarayına doğru arabamızı sürdük. Yol
merasim üniformalılarla dolu. Boğaz muhteşem bir görünüş içinde.
Yıldızda, misafirlere ayrılan kısmın önünde Sultan’ın iki hizmetkârı
tarafından karşılandık. Bir saatten az zaman içinde önümüzde en ihtişamlı
manzaralar geçit resmi yaptı: Güneş ışığı altında beyaz Yıldız Sarayı, onun
karşısında masmavi boğaziçi, uzaklarda sisler içerisinde Adalar. İyi giyimli, talimli,
enerji dolu askerî birlikler. Sağ tarafta dağ tarafından inen kırmızı serpuşlu
süvariler, tam önümüzde yeşil ve kırmızı türbanlı hafif piyadeler. Borazanlar
boruları ağızlarında çalmaya hazır bekliyorlar.
Paşalar merasim üniformaları içinde ya araba ya at ile bize doğru
geliyorlar.
Din adamları ve müslüman halk son derece renkli elbiseleri ile camiyi
dolduruyorlar.
Paşa çocukları da resmî elbiseler giyerek alaya katılmışlar.
Nihayet Sultan’ın maiyeti göründü. Önde sultanın oğlu ve diğer prensler. Yıldız
tepesinin eteklerinde atlarından indiler, Halifenin görünmesini bekliyorlar.
Prenslerin arasında iki tane kır sakallı subay duruyor, bunlar prenslerin
askerlik hocaları.
Haremağası, iriyan, şişman bir hadım mağrur tavırlarla geçti. Orada kapalı
kupalar içerisinde iyice örtünmüş saray kadınları yer aldılar.
Sonra iki sıralı saray muhafızlarının peşisıra tepeye bir merasim havası
çöktü. Arkasından yarı yarıyaaçık bir saray arabası Sultan’ın landosu göründü.
Arabada Sultan oturuyor, karşısında Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa
var.
Minarede müezzin güzel bir sesle salatu selâm ve arkasından ezan okudu.
İkisi arasında askerî marşlar çalındı.
Birlikler yüksek sesle halîfeyi selâmladılar.
Sultan ince yapılı, hasta görünüşlü, iri kemerli burunlu, orta uzunlukta
sakallı, sakalı kahverengine boyanmış hissini veriyor. Selâmlara selâmla
mukabele etti.
Önünde bulunduğumuz kısımdan geçerken Newlinsky ve bana gayet keskin bir
nazar atfetti.
Arabası camiin yanında durdu, sol taraftan hafif bir hareketle indi. Çevresindekileri
yeniden selâmladı, bu defa yüzlerini kendisinden tarafa çevirmiş muhafızların
arasından camiye girdi.
Namaz takriben yirmi dakika kadar sürdü. Camiin avlusunda yere seccade
sererek birçok kişi namaza iştirak ettiler.
Yakıcı güneş altında bekleyen askerlere su dağıtıldı.
Namazdan sonra Sultan camiden çıktı ve iki atlı bir arabaya bindi ve
kendisi sürerek gitti. Avluda paşalar ve kumandanlar eğilerek kendisini
selâmladılar. Prensler tekrar kendi atlarına bindiler.
Sultan ikinci defa önümüzden geçerken, çelik gibi sert bir bakışla beni
süzdü.
Bir gurup muhafız acele peşinden gittiler. Ve bu peri masallarındakine
benzeyen muhteşem merasim sona erdi.
*
* *
Öğleden sonra, Sadrıazamm yakın dostu Margueritte ile beraberim. Take
Margueritte bana yardım etmeyi teklif etti. İddiasına göre Sadrıazama her
istediğini yaptırabilirmiş. Çok yakın zamanda İskenderun petrol kuyularının
imtiyazını alacağını söyledi. Baron Popper’in başarısız ikraz hikâyesini anlattı.
Adı geçen Osmanlı bankasından üç milyon osmanlı lirası borç almak istemişti.
Herşeyi hazırlamış, İzzet ve Tahsin beylerle diğer birkaç kişiyi ayarlamıştı.
Sadrıazam hediye kabul etmezdi, fakat Popper onun karısına bir bilezik veya ona
benzer şeyler takdim ediyordu... Margueritte’in söylediğine göre Popper şimdi
İskenderiye-Şam demiryolunun imtiyazını almaya uğraşmaktadır. Bu öyle bir
hattır ki, Asya’dan Süveyş kanalı yolu ile gelen trafiğin bir kısmını
çekecektir.
Margueritte, dün gece Newlinsky’nin ona benim adıma
bana haber dahi vermeden— ricada bulunmuş olduğunu, meseleyi bildiğini
ifade etti. Sadrıazamm oğlu Cavit Beyi bu işle ilgilendireceğine söz verdi. Ona
göre Cavit beyle herşey «açıkça konuşulabilir».
20 Haziran
Newlinsky’ye Sultan’ın beni kabul etmesi için ne lazımsa yapmasını rica ettim.
Eğer Sultan Abdülhamitle görüşemeden memlekete dönüp de «Olmadı» diyecek
olursam onların bütün rüyalarım yıkmış olurum.
Maamafih Münir Paşa, İzzet Bey ve daha başkalarının önünde beni kabul
etmeği reddettiğine göre, şüphesiz hiçkimse beni açıktan açığa Sultana takdim
edemez.
Bununla beraber İzzet Bey şunları tavsiye ediyor: Yahudiler başka bir yeri
tespit ve orasını daha ilâve şartlarla teklif etmelidirler.
Benim aklıma derhal Kıbrıs geldi.
İzzet Beyin fikri güzel ve bu gösteriyor ki bizimle beraber ve bizim için
düşünüyor. Menfaatin bir kısmının şahsen kendisine isabet etmesi temayülünde..
21 Haziran
Dün öğleden sonra, Newlinsky’nin yanından ayrılmasının akabinde Nuri Beyi
tekrar gördüm. Bâb-ı Âlî’nin önünde, sıcak bir ikindi vaktinde Newlinsky’nin
çıkmasını bekledim. Bir saat sonra Newlinsky çıktı. Bu müddet içinde Sadrıazam
ve Nuri Beyle bizim meselenin münakaşasını yapmış. Sadrıazam buna karşı, fakat
Nuri Bey hararetle taraftar.
Nuri Bey beni son derece samimi kabul etti. Beni ziyaretçilerin bekleştiği
odadan başka tenha bir odaya aldı ve orada oldukça açık şekilde konuştu.
Tamamen bizim tarafımızda olduğunu, fakat bazı odun kafalıların da hesaba
katılmaları gerektiğini söyledi. «Bu kör insanların arasında ben tek gözü açık
bir kimseyim» dedi. Gerçekten diğerlerine nazaran çok daha zeki bir insan.
Tavsiyeleri şunlar : Yahudiler Avrupadaki osmanlı bonolarını satın almalı
ve böylece «Komisyon»un yerine geçmelidirler. Ona göre bu Komisyon kriz çıkan
her yerde büyük tesirleri haizdir.
Sonradan görüştüğümüzde bu fikri Newlinsky’ye de söylemiş olduğunu
öğrendim. Newlinsky bunu derhal reddetmiş, zira bu tahakkuk ettiği takdirde
şimdi Komisyona karşı duyulan nefret Yahudilere çevrilecektir.
Newlinsky, onun zekâsından bahsettiğim zaman, «Eğer bu teklifi Yahudi
Meselesini uzlaşmaya bağlamak için yapmışsa gerçekten zeki olduğuna delalet
eder» dedi.
Nuri Bey bilhassa, malî güçlükleri mesuliyeti altına almış olan Osmanlı
Bankasına karşı girişeceğimiz bir harekette bizi dört elle destekleyeceğine söz
verdi.Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona
göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat
sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet
kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk
yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına
dair söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi
davranacağız.
Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona
göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat
sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet
kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk
yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.
Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına dair
söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi
davranacağız.
Dün gece Newlinsky, beni İzzet Beyin (Başmabeynci) bugün kabul edeceğini
haber verdi.
21 Haziran
Davut Efendiye, bu aralarda nâzır ile bizim mesele hakkında hiçbirşey
konuşmamasını tenbih eden bir tezkere yazdım.
*
* *
Sultan dün Newlinsky’ye beni bir «Gazeteci» olarak kabul edemiyeceğini
bildirmiş, zira bizim gazete Neue Freie Presse’de Bacher doğrudan doğruya
Sultan Abdülhamidin şahsına hücum eden bir yazı yazmış.
Dün sabah İzzet Bey ile görüşmek üzere Newlinsky ile beraber Yıldız
Sarayına gittik. Konuşmaların sadece nezaket cümleleri hududu içinde kalması
hususunda peşinen söz verdim.
Saat dokuzbuçukta artık bana tanıdık gelen ve muhteşem manzaralarla sefalet
tablolarının çevrelediği Dolmabahçe yolundan Yıldıza gidiyorduk. Bir binanın
tamiri faaliyetinin devam ettiği avluya girdik.
İzzet Bey avluda ayakta duruyordu, onu selâmladık ve beraberce onun
dairesinin bulunduğu kısma girdik. Oldukça fakir döşeli bir yer. Odalar plaj
kabinelerine benziyor. İzzet Beyin odası bile bu kaidenin dışında değil. İzzet
Beyin masası, biraz daha küçüğü kâtibi için, birkaç iskemle ve perdeli dört
pencere. Hepsi bu kadar. Fakat pencere Yıldız Camii, Boğaziçi ve hatta Adalar’ı
dahi içine alıyor.
İzzet Beyi bekleyen diğer ziyaretçi bir Yahudi kuyumcu idi. Sultanın
siparişi üzerine gümüş bir sarkaçlı saat getirmişti. Birkaç gün önce Sultanın
bir çıbanını tedavi eden askerî doktora hediye olarak verilecekmiş.
İzzet Beye takdimimden sonra o kuyumcu ile meşgul oldu.
İzzet Bey kırk yaşlarında gösteren, orta ağırlıkta, narin bir adam.
Buruşuk, yorgun fakat zeki ifadeli yüzü çirkince. Büyük bir burun, seyrek,
orta boyda siyah bir sakal ve zekâ dolu gözler...
Bu büyük memleketin en dikkate değer siması ile görüşmeden burasını
terketmeyi arzulamadığımı, eğer buna muvaffak olursam İstanbul’da edindiğim
müspet intibaları gazetede yayınlayacağımı söyledim. Türkiyenin siyasî
mahfilleri konusunda bir seri makale plânladığımı, böyle bir kabulle bunun
tamamlanacağını ifade ettim.
İzzet Bey bütün bunları tebessüm ederek nazikâne dinledi ve «Sizi konuşturmaktan
memnun kalacağım» dedikten bir çeyrek saat sonra kendisinden ayrıldık.
Newlinsky, çıkarken bütün hizmetkârlara bahşiş vermem gerektiğini söyledi.
İkinci katta İzzet Beyin odasının bulunduğu koridora bakan hizmetkâr iki
mecidiye, alt katta benim bastonumu almış olan bir mecidiye aldılar. Yıldızın
çıkışında komik bir şey oldu. Orada iki kapıcı dikiliyordu, ben elimi cebime
atınca, ikisi birden avuçlarını uzatıp beklemeye başladılar. Herbirine bir
mecidiye verdim.
Sonra arabamızı Boğaz boyunca Bebek’e doğru sürdük. Güneş ortalığı
kavuruyor fakat boğazdan nefis bir meltem esiyordu.
Ancak bundan sonra Newlinsky evvelsi gün Babıâli ve Saray’da olup
bitenleri anlatmaya geçti. Bunları bana mahsus anlatmamıştı ki İzzet Beyle
konuşurken bir atıfta bulunmayayım.
Sadrıazam benim yaptığım tekliflerin karşısındadır (Oysa Sadrıazamın yakını
Margueritte bana bunun aksini söyledi. Hangisi yalancı? Muhtemelen Sadrıazam
beni elaltmda tutmak için Newlinsky ile konuşurken iki manâya gelecek sözler
söylemiş olsun).
Newlinsky Sadrıazam’a, aleyhte bulunsa bile bu hususta Sultan’a birşey
söylememesi ricasında bulunmuş. Ona göre Sadrıazam, Sultanın bu meselede
muhalif tutumda olduğunu bilmemektedir.
Newlinsky Cumartesi günü Yıldız Sarayında bana karşı olan tutumda değişiklikler
olduğunu müşahede etmiş. Sultan Abdülhamid, Newlinsky’nin benim hakkımda
konuşmasına müsaade bile etmiş. Benim Sultanın reddedişini hürmetle karşıladığımı
anlatmış ve benim Türkiye’nin dostu olup Sultana hizmet arzusunda bulunduğumu
söylemiş. Sultan beni muhakkak kabul etmelidir.
Halife Abdülhamid bunu kabule temayül etti Neue Freie Presse temsilcisi
Bacher tecrübesinden sonra beni bir gazete muhabiri sıfatı ile kabul edemez ve
etmeyecektir. Zira Bacher’in mülakatından birkaç ay sonra bizim gazete Sultan
hakkında İngiliz ve ermeni gazetelerinde bile görülemiyecek şiddette hücuma
geçti. Hatta Sultan bu hususta Avusturya Sefiri Calice’e i Bacher’i kendisine
takdim etmesinden dolayı tarizlerde buî lundu.
Diğer taraftan, kendisine hizmet etmek arzusunda bulunduğumu bildirmemden
ötürü beni pekâlâ bir arkadaş, dost olarak kabul edebilir ve etmelidir de.
Onun benden isteyeceği hizmet şudur: Bir kere ben ermeni meselesini bütün
Avrupa matbuatının Türklere karşı dostça ele almasını temin edecek ve bu
matbuata (Londra, Paris, Berlin ve Viyana gazetelerine) tesir edecek
kudretteyim. Bundan başka ben ermeni liderlerinin doğrudan doğruya Sultana
inkıyadlarını ve onun bu konuda söyleyeceklerini kabul etmelerini temin edecek
kimseyim...
Sultan Abdülhamid, Newlinsky ile konuşurken şairane bir ifade tarzı ile :
«Bana göre emrim altındaki kavimler başka başka zevcelerimden doğmuş çocuklar
gibidir. Onların hepsi benim çocuklarımdır. Kendi aralarında fikir ayrılıkları
ve geçimsizlikler olabilir, fakat benimle asla...»
Newlinsky’ye hemen kampanyaya girişebileceğimi bildirdim. Onlara ermeni
meselesinin prağmatik bir takdimini yapalım : Londrada hangi şahıs elde
edilecek, hangi gazete kazanılacak v.s. Sultan beni kabul edecek olursa
işlerim hiç şüphesiz çok daha kolaylaşacaktır.
Newlinsky, «Seni bir müddet sonra, bazı hazırlıklardan sonra kabul edecek»
dedi.
Ben, «Benim hazırlığa ihtiyacım yok. Bütün istediğim Sultan ile bir
mülakattır. İlk adımda, şimdiki işimiz sadece budur» diye cevap verdim.
Bu şekilde konuşmaya Bebek’te bir sahil gazinosunda devam ettik. Sıcak bir
günde, bir ağacın gölgesi altında oturmuştuk.
*
* *
Bundan sonra tepeye tırmanarak Madam Gropler’in evine gittik. Bu asil ve
şayan-ı dikkat hanımefendi, dışarıda kurulan Polonya Hükümetinin Türkiye
temsilcisi Henryk Gropler’in zevcesi. Evleri bütün sürgün veya kaçak
diplomatların, başları sıkışan san’atkârların sığınağı olmuş vaziyette.
Polonyalı bir kemancı, ev sahibemizin yeğeni, yemekten sonra bize bazı
parçalar çaldı. Orada Reşid Bey —meşhur Reşid Paşanın oğlu ve Fuat Paşanın
torunu— de vardı. Reşid Bey şişman, zeki, halâ genç kalmış bir kimse. -Viyanada
ateşe olarak bulunmuş, iki küçük oğlu da almanca konuşuyorlar. Bize güzel
alman şarkıları söylediler.
Yemekten sonra Newlinsky benim projem konusunda Reşid Beyle konuştu.
Sultanın bu beye karşı teveccühü varmış. Reşid’in reaksiyonu sempatikti.
Ayrılmazdan önce terasta onunla birkaç dakika konuştum, bana yardım edeceğine
dair söz verdi.
*
* *
Newlinsky akşam Yıldız’dan yorgun
ve kötü haberlerle döndü. İmparatorluğun her köşesinden berbat haberler geliyordu
: Girit kana bulanmıştı, Dürziler bir
tabur askeri teker teker katletmişlerdi. Rusya hudutlarındaki Ermeniler
başkaldırmış ve üçyüz müslümanı kılıçtan geçirmişlerdi.
Sultan Ermenilerle ne pahasına
olursa olsun sulh yapacaktır. İstikbale sıkıntı ile bakıp Newlinsky’ye şunları
söylemiş: «Bu Türkiyeye karşı düzenlenmiş bir haçlı seferidir».
Güneş battıktan sonra küçük bir yatla Büyükdereye doğru yelken açtık.
Akşamın tülleri yavaş yavaş o güzel ve mağrur beyaz sarayları
sarıyorlardı. O saraylar ki içlerinde önceki sultanın dul bıraktığı kadınlarla
şimdikinin dul bıraktıkları yaşamaktadırlar. Şimdikinin dul bırakmasına sebep
onlarla yaşamamakta olmasıdır.
22 Haziran
Newlinsky’nin siyasi deha ve ferasetine günden güne daha çok hayran
oluyorum. Herşeyden önce benim sarayda bir pozisyon almam ve ondan sonra
şahsen —kimseyi aracı olarak kullanmadan, herşey kendi kendine olmuşçasına—
Yahudilerin tekliflerini ileri sürmemi düşünüyor. Bu çok mükemmel bir fikir.
Her an bana bu mülakatı temin etmesi için Newlinsky’yi sıkıştırıyorum. Bunu
temin etmeli ki Londradaki arkadaşlarım benim burada olduğuma inansınlar.
Eğer sultan «Evet» derse beni kabul etmesine lüzum dahi yok. Hemen şehri
terkederdim ve herşey kendi kendine olurdu.
«Hayır» dediği sürece de beni kabul etmesi şart ki arkadaşlarım henüz
herşeyin bitmemiş olduğunu anlasınlar, anlayabilsinler.
23 Haziran
Dün pek fazla birşey cereyan etmedi. Take Margueritte Sadrıazam ile
konuşup, benim kendisiyle bir köportaj yapmak istediğimi söyledi. Halil Rifat
Paşa bunun üzerine beni kabul edeceğini bildirdi. Ben de bizim patron
Benedikt’e telgraf çekip, Sadrıazamla umumi siyasi meseleler üzerinde konuşup
bütün röportajı telle göndereceğimi, ancak gazetede neşredilirken benim burada
gördüğüm hüsnü kabul ve teveccühün belirtilmesinin şart olduğunu bildirdim.
Benedikt telgrafla cevap verdi: «İstediğin herşey yapılacaktır». Benim de
beklediğim zaten bu idi.
24 Haziran
Dün Sadrıazamla Neue Freie Presse adına birbuçuk saat süren bir röportaj
yaptım. Hayreddin Bey yine mütebessim tercümanımızdı. Güneşli pencerenin önüne
oturdum ve dizlerimin üzerinde yazdım. Güneş kâğıtları parlatıyor ve beni âdeta
kör ediyordu. Son derece yorucu bir işti.
Tam bir şark manzarası: Halicin üzerindeki köprüden geçiyordum, bir
dilenci çocuk kendisine birşeyler verdikten sonra dahi beni tacizden
vazgeçmiyordu. Take Margueritte’e beni kurtarmasını söyledim. O zavallı çocuğun
yüzüne bir şamar aşketti.
Yarım saat sonra otelde idik.
*
* *
Newlinsky dün öğleden sonrayı İzzet ve Nuri Beylerle sarayda geçirmişti.
Her ikisi üzerinde de son derece müspet tesir icra etmişim. İzzet Bey benim
ilhama maruz bir kimse olduğumu söylemiş.
*
* *
Sultan tarafından kabul edilmem meselesi tecrübe ile sabit ki olmuyor.
Maamafih bu pek korkulacak bir şey değil, zira dün beraber yemek yediğimiz
Szechenyi Paşa [[32]] on yıldır Sultan ile bir defa olsun konuşmamış fakat bir tek selâmlık
merasimini dahi ihmal etmemiş ve bir süre önce rütbesi müşirliğe (mareşal)
yükseltilmiş.
25 Haziran
Sultan Abdülhamid dün bana haber göndererek bugün hareket etmememi
bildirdi. İstanbul’dan ayrılmamdan önce birşey söylemesi ihtimali var. Bu, pek
emin değilim ama, bir başarıdır.
Öğleden sonra küçük bir yatla Büyükdereye, Avusturya sefiri Baron Calic’i
görmeye gittim.
Beni ilk defa olduğundan çok daha fazla iltifat göstererek
kabul etti. Sefarethanenin Büyükderedeki yazlığının büyük salonunda
oturduk. Pencereden mavi Boğaziçi bütün güzelliği ile görünüyordu.
Calice bana durumu kendi anlayışına göre detayları ile anlattı. Tıpkı
Gregor Samarow’un romanlarındaki diplomatlar gibi konuşuyordu. Durumu tıpkı bir
satranç problemi gibi ortaya koydu. Bu oyunu bilen bir kimse yapılan hamlenin
değerini anlayabilirdi. Rusyanın tesiri coğrafî durumu dolayısiyle büyüktü.
İngiltere ise burada önemini kaybetmişti, zira Çanakkale Boğazı konusunda
pasif kalmıştı, diğer taraftan boğazlar Rusyaya açık bulunmaktaydı...
Türkiyenin durumuna gelince. Calice bunu ciddiyetle mü| talea ediyor, fakat
bu İmparatorluğun hayatiyeti öyle isbat edilmiştir ki herşeye rağmen varlığını
idame edebilir. Gayet tabii isyanlar, malî krizler tevali edebilir. Türkiyenin
bir çıkar yol bulacağı ümidinde olmakla beraber bundan emin de değil.
O, ermeni meselesini de gerçekleri tahrif ederek açıklayan türklerden çok
daha başka şekilde ortaya koyuyor. Şu anda, şüphesiz hiçbir yabancının müdahale
etmesini istemiyorlar, reformları v.s. herşeyi kendileri yapmak istiyorlar.
Fakat hadise bir defa geçiştirilirse üzerinde fazla durmazlar.
Ona göre Avusturya daima Türkiyeyi muhafaza edici bir siyaset takip
etmektedir., v.s. v.s. Kısa söylemek gerekirse kısır, verimsiz bir konuşma
yaptık. Sonra Boğaziçinde Petala’da yemek yedik. Deniz ve gece harikulade idi.
Mehtapta yatla İstanbul’a döndük. Take Margueritte sarhoştu.
25 Haziran
Bugün Sadrıazamla yaptığım röportajı Orient Ekspreste giden bir yolcu
vasıtası ile gönderdim.
Akşam üzeri Newlinsky Saray’dan döndü. Oradakilerin bana karşı tutumları
menfi değil. Yahudi fikrini benimsiyor görünüyorlar.
Şimdi para mevzuundaki tutumları fena. Maamafih mesele daha başka bir
şekilde ortaya atılabilirdi.
İzzet (hiç şüphesiz onun ağzıyla Sultan konuşuyor) yahut Sultan (yahut onun
ağzıyla İzzet konuşuyor) eğer Filistin için uygun bir formül bulunursa kabul
etmek temayülündeler. İşler onlar bakımından kötüye gidiyor, ama hiçbir toprak
parçasını da satamazlar. Ama Newlinsky’nin verdiği rapora göre benim fikrim
de yavaş yavaş o muhitte ilerliyor, yerleşiyor.
Birkaç ay içerisinde, Yıldız’da oturanlar muhtemelen bu görüşe gelecekler.
Görülüyor ki fikir onları hayli sarsmış.
Nuri Bey de bizim davaya sempati besliyor. Bugün Çar’ı kazanabileceğimizi
ifade etti.
Bugün Anadoludan yine berbat haberler var. Van’da bir sürü insan
katledilmiş.
26 Haziran
Yine Selâmlık merasimindeyim. Bir hafta önceki merasimin tıpkısı tıpkısına
ayni.
Newlinsky, Türklerin Filistini bize vermeyi arzu ettikleri kanaatinde. Bunu
şuna benzetiyor: Bir adam avlamak istediği bir kadınla yemek yer, ama hiçbir
zaman bu yemeğin ne maksatla olduğunu hiçbirisi hiçbir zaman açıkça ifade
etmez. «Niçin bilmiyorum fakat size onun bir fahişe olduğunu söylüyorum,
bundan eminim» diyor Polonya kırması almancası ile.
Selâmlıktan sonra Tarabya’ya gittim. Sultan Newlinsky’yi orada kabul edecek.
Akşam dönüşte Sultanla konuşması hakkında bilgi verdi.
Sultan benden bahsedip Neue Freie Presse’e yazdığım makaleden dolayı
teşekkür etmiş. Sonra konu Filistin’e intikal etmiş. Meseleyi düşüncesiz bir
şekilde ortaya atan Newlinsky’ye sitemlerde bulunmuş. Mahalli durumu bilen biri
olmak itibariyle Newlinsky’nin bir ticaret metaı gibi Filistinin
verilemiyeceğini takdir etmesi gerekirmiş. Fakat Sultan’ın işittiğine göre Bay
Herzl’in arkadaşları mümkün bir mübadele şekli üzerinde düşünmekte imişler.
Bu «mübadele» fikrinin sahibi İzzet Beydir, ama öyle görünüyor ki bu fikir
bizden gelmiş gibi Sultan Abdülhamide arzedilmiş bulunmaktadır. Bugün Newlinsky
Sultan ile görüşürken, İzzet Bey de tercüman olarak hazır bulunmuş.
Newlinsky bu konuda hemen ne söyleyeceğini bilememiş. Buna ancak benim
cevap verebileceğimi, ve en büyük arzumun da Haşmetmeâb tarafından kabul
edilmek olduğunu bildirmiş.
Bunun üzerine Sultan «Göreceğim, her halü kârda Bay Herzl’i kabul edeceğim,
bu şimdi veya sonra olabilir» demiş.
Newlinsky, benim temmuz başlarında Londrada olup oradaki arkadaşlarımla
konuşmak mecburiyetinde bulunduğumu arzedince de verdiği cevap kısa :
«Göreceğim».
Demek ki herşeyden sonra kabul edilmem mümkün olacak.
Bundan sonra Sultan Newlinsky’yi şaşkına çeviren bir açıklama yapmış :
Benim tekliflerime karşı tutumunun Büyük Kuvvetler tarafından duyulmuş olduğunu
söylemiş.
Bunların hangi Büyük Kuvvetler olduğunu Newlinsky soramazdı tabii.
Sultan şöyle sormuş: «Yahudiler Filistini her ne pahasına olursa olsun
alırlar mı?» «Başka bir bölgede yerleştirilemezler mi?»
Newlinsky’nin cevabı: «Filistin onların beşikleridir, dönmeyi istedikleri
yer burasıdır».
Sultan: «Fakat Filistin diğer dinlere de beşiklik etmiştir».
Newlinsky : «Eğer Yahudiler Filistini alamazlarsa Arjantine gitmeye mecbur
kalırlar».
Bundan sonra Sultan İzzet Beyle benim hakkımda türkçe konuşmaya başlamış.
Newlinsky sadece benim adımın geçtiğini tespit edebilmiş, bir de İzzet Beyin
benden arkadaşça bahsettiğine kani olmuş.
Sonra Sultan Newlinsky’e başka bir sual tevcih etmiş : «Selânikte kaç Yahudi yaşamaktadır?» Newlinsky bu sualin cevabını
bilmemektedir. Ben de bilmem.
Acaba bize Selanik civarını vermeyi mi kurmaktadır?
Sultan bundan sonra umumi duruma
geçmiş. Bir gün önce Büyük Devletlerin (Düvel-i Muazzama) Van mezalimini protesto
ettiklerini anlatmış, oysa Van’da olanların mahiyeti bambaşka, başkaldıran
ermeniler ve katledilenler de müslümanlar. Fakat Büyüklerin davranışı sanki
bunun tam zıttı olmuş gibi.
27 Haziran
Newlinsky Yıldız Sarayına dair
hikâyeler anlatıyor. Orada rüyanın büyük
rolü var. Sultanın maiyetinden bir Lutfi Ağa var ki boyuna rüya görür ve hergün
de Sultanın çevresindedir, şahsını muhafaza eder ve boyuna onu bekler, üzerinde
de büyük tesiri var. Eğer
Lutfi Ağa «şöyle şöyle bir rüya gördüm» dese, Sultan onun tesiri altında kalır.
Meselâ Lutfi Ağa bir gün şöyle dese : «Rüyamda Yahudilerin Filistine geldiklerini
gördüm», bu bütün diplomatik korp’un hep birden çalışsa attıramıyacağı bir
adımı attırabilir.
Bir peri masalına benziyor, ama Newlinsky’nin söylediklerini mutlak sır
olarak muhafaza edeceğim.
Bulgaristan Prensi ile uzlaşma olduğu zaman Lutfi Ağanın rüyası büyük rol
oynamış. Bedava rüya da görmüyor bu Lutfi Ağa. Bulgar Prensi Ferdinand Lutfi
Ağanın niçin 20 000 franklık bir hediye kabul ettiğini hemen anlayamamış,
fakat ayni Ferdinand «Müşir» rütbesini almasını Lutfi Ağanın rüyasına borçlu..
Diplomatik dedikodular..
Ben Avusturya Sefiri Calice’e demişim ki, Szechenyi Paşa Sultanın bizzat
yazdığı bir mektupla Viyana’ya gidecek. Calice güldü ve «Küçük bir değişme»
dedi.
Maamafih bunu kendisine bir sır olarak tevdi ettiğim halde, o dünkü
selâmlık merasimi sırasında Szechenyi Paşanın önünde durup: «Dr. Herzl’in bana
söylediğine göre siz İmparatorumuz nezdinde özel bir vazife almışsınız» dedi.
İstanbul itfaiyesini kuran ve yıllardır başında bulunan, bu sebeple de
müşirliğe yükseltilmeyi bekleyen Paşa paniğe kapıldı, hayatını, müşirliğini ve
«vazifesini» kaybetmekten korktu, zira Calice onu kıskanıp aleyhinde
çalışabilirdi.
*
* *
Hariciye Nezaretinin en iyi düşünen kafası Nuri Beyin Sultan ile arası çok
iyi ve görünüşe bakılırsa benim tekliflerim üzerinde Sultana uygun bir rapor da
vermiş durumda. Nuri Bey tam benim fikirlerimin adamı. Sultanın davranışındaki
dikkate değer değişmenin sebebi belki de Nuri Beydir.
îzzet Bey biraz bozulmuş, sinirlenmişti —ama bana değil—, zira Nuri Bey bu
raporu ondan habersiz vermişti.
Zahiren İzzet ve Nuri beyler arkadaşlar.
28 Haziran
Dün sabah Newlinsky’ye şunları söyledim :
«Eğer Sultan beni kabul etmeyecekse bile bana gözle görülür birşey
vermelidir.. Londradaki arkadaşlarımla konuşurken, onun bana vereceği herhangi
bir işarete son derece muhtacım».
Newlinsky bunu derhal İzzet Beye yazıp gönderdi, fakat bütün gün boyunca
cevap gelmedi.
Bunun yerine öğleden sonra Sarayın protokol işlerine bakan Münir Paşa’dan
«Bugün Sultanın hazine dairesi ve saraylarının bana gösterileceğini» haber
veren bir mesaj geldi.
Ben bu davet karşısında hayal kırıklığına uğramıştım, fakat Newlinsky bu
davetin bir şeref olduğunu söyledi. «Ben bu teveccüh karşısında gözü yaşaracak
bir çikolata fabrikatörü değilim» dedim.
Newlinsky ayni kanaatte değildi, bu gibi teveccüh gösterilerini minnetle
kabul edebileceğini söyledi.
Bu gece Sofya’ya müteveccihen ayrılıyoruz.
Bu seyahat bana tam üçbin franka maloldu.
Bir daha geri gelmeyecek cinsten masraflar artıyor.
28 Haziran
İnsan görünce niçin bütün dünyanın İstanbul’u ele geçirmek istediğini
anlıyor.
Herkes onu ister ve bu da Türkiyenin varlığının devamının bir garantisidir.
Korsanların hiçbiri bir diğerinin burasını ele geçirmesine göz yummaz ve
ele geçirilemeden kalmaya devam eder.
29 Haziran, SOFYA
Dün öğleden sonra Sultanın yaverinin refakatinde Eski Saray (Topkapı)
hazine dairesini, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını gezdim.
Yaver biraz fransızca biliyordu, fakat lüzumundan fazla da nazikti. Ne
dersem «Evet efendim»den başka cevap vermiyordu.
Saraylar muhteşemdi.
Bu sıcak fakat güzel seyahatten Royal Otel’e döndüğüm zaman Newlinsky
mektup yazıyordu, «Bunu sana gönderdi» dedi, bir kutu verdi, içinde bir
«Mecidiye Nişanı» vardı.
*
* *
Margueritte ve arkadaşları ile yemekten sonra trene bindik ve İstanbul’dan
hareket ettik.
Trende Newlinsky şunları anlattı:
«Ben bile istemediğim halde Sultan sara bir nişan verdiğini söyledi. Fakat
seni bu ziyaretinde kubul edemezdi, zira planın gizli kalmadı ve hatta birkaç
kişi o konuda raporlar verdiler. Bunlar ismen söylenecek olursa Sadrıazam,
Nuri Bey, Davut Efendi ve Cavit Beydir. Bu şartlar altında yapılacak bir
konuşma malumu ilâmdan öteye geçemezdi ve bu sebepten Sultan senin tekliflerini
hali hazır şekliyle reddetti, reddetmek zorunda kaldı. Hiç nazarı itibara
almadı. Ama bana şöyle dedi: “Yahudiler zekidirler, kabule şayan bir formül,
hal çaresi bulacaklardır”. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz, Sultan sadece
zevahiri kurtarmak istemiştir, sonunda kabul edeceğine ben şahsen eminim. İzzet
Bey de senin tarafından çalışır görünüyor, yahut bende bıraktığı intiba öyle».
«Sadrıazam teklifler hakkında menfi bir raporla geldi. O plânı bir fantezi
olarak kabul ediyor. Nuri Bey verdiği raporda müsbet ifade kullandıktan başka,
diğerleri tarafından ileri sürülen mahzurları cevaplandırdı. Bilhassa o
noktalar üzerinde durdu. Muhtemelen Nuri Bey, Sadrıazamm aleyhte olduğunu
öğrenmişti. En akıllıca raporu Davut Efendi vermiş, plânı bütün detayları ile
enine boyuna tahlil ettikten sonra kendisi bir Yahudi olduğu cihetle ne lehte,
ne aleyhte bir mütalea serdedemiyeceğini ilave etmişti. Sadrıazamm oğlu Cavit
Bey planın lehinde olduğunu, Sultanın himayesi altına girecek Yahudilerin
faydalı olacakları v.s. hususları üzerinde durmuştu. Sultan bu son rapor
üzerine, Selânik valisinin bir raporunu hatırlamıştı. Valinin raporuna göre
Selânik Yahudileri biraz para sahibi olur olmaz hicret ediyorlardı. Bunun
üzerine ben sultana Yahudilerin hicret edecekleri bir vatanları olmadığını, bir
yerden diğerine gitmelerinin tamamen günlük hâdiseler sebebiyle olduğunu
arzettim».
«Sultan Abdülhamid şimdi sizden Ermeni meselesinde yardım bekliyor. Bundan
fazla olarak fenerlerin geliri karşılığı ödenmek üzere biraz borç para
bulmanızı arzu ediyor. Bu maksatla size fransız maliyeci Collas ile bir
kontrat gönderiyor. Borç tutarı yıllık 45.000 Osmanlı Lirası olacak ve borç
yekûnu 2.000.000 liraya kadar yükselecek».
*
* *
Sofya yolundayız. Yolda, bundan sonra atılacak adımları münakaşa ettik.
Alman İmparatoru Bismarck bu mesele ile ilgilenecektir. Newlinsky’nin onunla
da münasebeti var.
Trende Newlinsky bana diplomatik korp ve devlet adamları hakkında bir sürü
hikâye anlattı. Bunlardan anlıyorum ki dünyayı idare edenlerin büyüklüğü, bizim
onlar hakkında duyduğumuz hürmetten ileri geliyor. Anlatılan her anekdot beni
teyid ediyor. Meselâ Newlinsky’nin Bulgar Harbiye Nazırı Patrow hakkında anlattıklarını
ele alalım. Sultan bu adama bir defa at hediye edeceğini söz vermiş. Ondan
sonra adam her hafta İstanbul’daki Bulgar temsilciliğine mektup yazmaya
başlamış «Nerede benim at?». Ve bu adam söz verilen atı almadığı için
makedonyalı asilere tek kurşun atmamış.
30 Haziran
Sofya istasyonunda Siyonist Teşkilatından iki centilmen tarafından
karşılandım. Filopopolis’ten benim gelmekte olduğum kendilerine telefonla
bildirilmişti.
Şehirde tam bir sansasyon var. Şapka ve bereler havalara atılıyor. Daha
fazla merasim yapmamalarını rica zorunda kaldım.
Siyonist Cemiyetinde konuşmalardan sonra, yüzlerce kişinin beni beklediği
Sinagoga gittim. Gösterilerden kaçınmalarını, Yahudilerin aleyhinde tefsir
edilebilecek her türlü davranıştan sakınmalarını söyledim. Ben almanca ve
fransızca konuştuktan sonra, söylediklerim bulgarca ve İspanyolca tekrar ediliyordu.
Mihrabın yanında duruyor ve ibadet sırasında ne yapıp da orada duran
Tevrat’a sırtımı dönmeyeceğimi düşünürken, cemaatten birisi yüksek sesle şöyle
söyledi: «Sen arkanı dönebilirsin, sen Tevrattan daha mukaddessin». Birkaç
kişi elimi öpmek istedi.
*
* *
Akşam nazır Natchevitch’le yemek yedim. Oralı Yahudilerin beşyüz senelik
sinagoglarının çevresinin istimlak edileceği haberinin onları üzdüğünü
anlattım. Nazır uygun bir hal şekli bulacağına söz verdi.
Liberal Bulgarlar Türklerden daha müsamahasız davranıyorlar.
1 Temmuz Baden’de ebeveynimin yanında
Newlinsky trendeki seyahatimizin son gününde dahi teşvikçiliğinden birşey
kaybetmemişti. Şu fikirdedir :
Sultana Siyonist hareketini uhdesine alması ve Yahudilere Filistini
kendilerine açık tuttuğunu, kendi himaye ve tebaiyetini kabul etmek şartiyle
gelebileceklerini ilân etmesi hususu telkin edilmelidir. Buna karşılık olarak
Yahudiler her yıl bir milyon haraç ödeyeceklerdir.
Bu fikri pek mükemmel buldum. îstanbulda buna benzer birşey düşünmüş ve
fakat hakkında kimseyle konuşmaınıştım. Zira bu kabul edilebilir bir fikirdi,
oysa ben kabul edilemiyecek tipte teklifler yapmak zorunda idim, zira
Londradakilerle henüz tamamen anlaşmamıştım. Son dakikada beni terketmemeleri
lazım.
Şimdi bu teklifleri Londraya götüreceğim. Orada biraz da sabırsızlıkla
beklenmekteyim zannederim.
Newlinsky Bismarck’ın arkadaşı Sidney Whitmann’ın aracılığı ile dikkatinin
bu konuya çekilebileceği kanaatinde. Whitmann Londra’dan çağrılmış ve
Carlsbad’da Newlinsky’yi karşılayıp Friedrichsruh’a gitmek üzere çağrılmıştır.
Bütün bu masraflar benim hesabıma... Bismarck Sultan Abdülhamid’e Newlinsky’nin
trende ileri sürdüğü teklifleri mektup ile yazacak. Bunun sonucu Abdülhamid
beni kabul edecek, bütün dünyaya yayılmış olan Yahudileri çağırmakla beni
görevlendirecek ve mesele böylece halledilmiş olacak.
Newlinsky diyor ki: «Eğer ermenileri pasifleştirme işinde başarı
kazanırsan, fener gelirleri karşılığı iki milyonluk bir borç bulabilirsen ve
bir de Bismarck’a mektup yazdırabilirsek sonucu bir hafta içinde alırız».
2 Temmuz
Dün gece ebeveynimin apartmanında Tiflis ermenileri lideri Alawerdow ile
konuştum, Klatscko da tercümanlık etti. Ermenilere arabuluculuk teklif ettiğimi
bildirdim. Alawerdow rus ermenisi olduğu ve hükümetinden çekindiği için konuşmadı.
Keza bana da pek itimat etmiş görünmedi. Sonunda beni Londradaki ermeni
çevrelerine bir dost olarak takdim etmesi ve kendi çevresinde de pasifliği
savunması hususunda mutabakata vardık.
*
* *
İki milyonluk ikraz konusunda Union Bank müdürü Reichenfeld ile konuştum.
Birisinin gidip bazı sorular sorması, araştırmalar yapması vesairden bahsetti,
ben de tafsilât vermeyi reddettim.
*
* *
Dün Hechler Karlsruhe’den telgraf çekerek Kayzer’den mülakat için söz
alındığını, Grand Duke’ün aracılık, ettiğini bildirdi.
2 Temmuz
Karlsruhe yolunda, Orient Ekspresteyim.
Bu arada Bismarck’ın Newlinsky’nin arkadaşı Whitmann aracılığı sonunda
Sultan Abdülhamid’e gönderdiği muhteşem mesajı not etmeyi unuttum.
Sultan Abdülhamid Bismarck’a içinde bulunduğu güçlüklerle ilgili bir
telgraf gönderir, Bismarck buna şu cevabı verir: «Tehdidlere kulak asmamak
metanet, ahidlere sadakat göstermek aydınlık verir». «Ahidlere sadakat» sözü harikulade.
«Newlinsky her zaman söyler: «Bismarck’ın siyasetten bahsettiğini
dinlerken, piyanist Rubinstein’in piyanosunu dinliyorum zannederim».
*
* *
Bu sabah istasyonda, beni görmelerini rica ettiğim Viyana Siyonist
Teşkilatı başkanı Schnirer ile ayaküstü konuştum.
İstanbul seyahatimin müspet sonuçlarından bahsettim. Aldığım Mecidiye
nişanını gösterdiğim zaman yüzü karardı. Hemen bu fırsattan istifade ile
Edmond Rothschild’e benim liderlikten ayrılmamı ve kendisinin gelmesini teklif
edeceğimi anlattım.
Sh:5-100
Kaynak: SİYONİZM VE TÜRKİYE, Hazırlayan
Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA
SİYONİZM VETÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl
GÜNLÜKLERİ 2. BÖLÜM
Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY
İkinci bir telgraf haberinde Kayzer’in
yolunu değiştirdiğini öğrenen Dr. Herzl, şimdilik onunla konuşmasının şart
olmadığını bildirerek Londra’ya gider. Orada çeşitli Yahudi teşekkülleri ve
ileri gelenleri ile temas eder. Hepsinin iştiraki ile münakaşalı toplantılar
tertipler. Bu arada Filistine giden Yahudi kolonistlerine güçlük çıkarıldığı,
karaya çıkmalarına müsaade edilmediğini duyar ve Newlinsky’ye telgraf çekerek
Türk idarecilerine derhal vaziyeti anlatmasını, bu durum devam ederse
ermenilerle giriştiği müzakerelerin hiçbirzaman iyi sonuçlanamıyacağını
bildirir. Bu arada Londra Yahudilerinin ileri gelenlerinden gazeteci Lucien
Wolf aracılığı ile basında ermeni meselesini yumuşatacak birkaç yazının
çıkmasını temin eder.
Milyoner Montagu’ya İstanbul intibalarını
anlatır. Para bulma konusunu müzakere eder. Hirsch’in kurduğu vakfın 10 milyon
sterlin civarında olduğunu, bu ele geçirilse bile pek az geleceğini. Hemen
bulunacak daha beş milyon sterlinle (bugünkü rayiçle 250 ve 125 milyon lira)
ancak bir yıllık masrafın karşılanabileceğini, Rothschildleri temin etmenin
şart olduğunu düşünürler. Bunun için hemen Paris Başhahamı Zadoc Kahn’a mektup
yazıp üstü kapalı şekilde İstanbul temaslarını anlatıp Edmond Rothschild’in
davaya kazanılması zaruretinden bahseder. Onun «Yahudi Cemiyeti yahut
Şirketi»nin başına getirileceğini bildirir. «Bütün bunlar son derece önemli ve
gizlidir, bana inanınız. Gelince size delillerimi göstereceğim, siz lütfen
Rothschild’i hazırlayınız» diye bitirir.
*
* *
Londra, 11 Temmuz
Rusyada çıkan Novosti gazetesinin muhabirlerinden Rapoport bugün benimle
konuşmaya geldi.
Söz arasında kendisinin ermeni komiteleriyle bilhassa Nazarbeck —
Hınçakların lideri — ile irtibatı bulunduğunu söyledi. Rapoport ermenilerin ingilizlerden para aldıklarından şüphe ediyor.
Ondan beni Nazarbeck ile temasa geçirmesini istedim. Onlara Sultanla şimdi
sulh yapabileceklerini, bunun ileride Türkiye parçalandığı zamanki program ve
emellerine bir zararı olmayacağını anlatacağım.
*
* *
Newlinsky’ye bugün yzdığım mektupta Montagu ve Goldsmid’in «Tâbi Devlet»
fikrinde mutabık olduklarını bildirdim. Bundan başka verilecek yıllık haraç
nisbeti hakkında da yaptığımız planı anlattım. Vergi 100 000 sterling ile
başlayacak ve artarak yılda bir milyona yükselecek ve 20 milyonluk borç da ödenmiş
olacak. Newlinsky’e bunlardan başka ermeni meselesinde bugüne kadar attığım
adımlar hakkında da malûmat yazdım.
Montagu’lerde öğle yemeğinden sonra Albay Goldsmid, Landau ve bir polonyalı
Yahudinin de iştirakiyle toplandık. Ben durumu anlattım, Bismarck’ın Sultan
Abdülhamid nezdinde tavassutu ile «Tâbi Devlet» statüsünün kabul
edilebileceğini ileri sürdüm. Montagu üç şartın gerçekleşmesi gerektiği kanaatinde
:
— Büyük devletlerin muvafakati
— Hirsh vakfının hazır 10 milyon parasının elde edilmesi
— Edmond Rothschild’in «Komite»ye alınması.
Landau komitenin gizli kalmasını, ancak iş garantiye bindikten sonra
ortaya çıkması tezini savundu.
Goldsmid beni göstererek «O bir komiteden daha fazla bir adamdır» dedi.
13 Temmuz, Londra
Rev.Singer, Dr. Clifford ve onların Mr. Atkin’e söylemeleri üzerine ermeni
ihtilalci lider Nazarbeck ile karşılaştım.
Ev gürültülü, ikinci derecede, orta zevkte bir yer. Zaman zaman açılan
kapıların ardında ermeni suratları görünüyor.
Rusyalı gazeteci Rapoport beni takdim etmişti. Onunla ve bayan Nazarbeckle
birlikte evin beyini bekledik. Ben, henüz yemeğimi yemediğimi söyleyince kadın
asık bir yüzle kalktı ve bana yemem için bir parça et getirdi.
Nihayet Nazarbeck eve geldi. Quartier Latin’de rastlanan tiplerden, kara
sakallı bir adam.
Sultana itimad etmiyor ve anlaşmadan önce garanti verilmesini istiyor.
Siyasi görüşleri karışık ve Avrupa devletleri arasındaki münasebetler
konusundaki görüşleri çocukça. «Avusturya Karadenizde müstahkem mevkiler inşa
ediyor» diyor.
Görünüşe göre ermenistanda katledilen zavallılar bu adamın sözüne uyarak
hareket ediyorlar, kendisi ise Londrada rahat bir hayat yaşıyor.
Kendisine bütün bu karışıklıklardan faydalananın kim olduğunu sordum,
Rusya mı, İngiltere mi?
Umurunda olmadığı cevabını verdi, kendisi sadece türklere karşı isyanı
düşünürmüş.
Kadın ermenice konuşarak araya girdi, bakışından benim aleyhimde şeyler
söyledikleri aşikâr. Cadı gibi bakıyor, kimbilir kan dökülmesinden ne kadar
hoşlanıyordur. Yoksa bu bakışlar tedib ve tenkil korkusundan mı böyledir?
Göstereceği iyi niyet ve davranış karşılığı olarak Sultan Abdülhamid’den
tevkif ve katliamın durdurulmasını isteyeceğime söz verdim.
*
* *
Dr. Herzl’in Londra’daki diğer günleri Yahudi ileri gelenleri ni fikirleri
etrafında birleşmeye uğraşmakla geçer. Oradan Paris’e gider. Programının en
hassas köşelerinden birini Baron Rothschild teşkil etmektedir. Londrada yaptığı
çalışma ve planlarda bu şahıs milyonları sebebiyle büyük yer işgal etmekte ve
dolayısıyla proğramın tahakkuku bir bakıma ona bağlı bulunmaktadır. Diğer
taraftan Filistinde kolonizasyon faaliyetine girişmiş ve bazı Yahudileri oraya
yerleştirmiş, iş sahibi yapmış olan bu zengin Siyonist faaliyete karışmak
istememekte, kitle halinde bir muhaceretin faydadan çok zarar husule getireceği
fikrini savunmaktadır. O kadar insan, ki pek çoğu hiç şüphesiz fakir ve
işsiz olacaktır, bir araya gelince ne yapacağız? Bu olacak iş değildir
demektedir. Herzl ise bir hükümetin teşekkül edeceğini, müstakbel meseleler ve
güçlüklerle onun uğraşıp bir sonuca varacağını, şimdi teferruat üzerinde
durmanın lüzumsuz olacağını söylemektedir. On gün bu faaliyetlerle geçer.
22 Temmuz, Karlsbad
Newlinsky’yi beni aşağıdaki malumatla bekler buldum:
1-Bulgaristan prensi beni burada kabul edecektir.
2-Viyanadaki Türkiye Sefiri Filistindeki Yahudi kolonicilerinin tedip
edildiğine dair haberleri kesinlikle tekzip etmektedir.
3-Bazı Yahudi çevreleri Yıldız Sarayında bana karşı gizli gizli entrikalar
çevirmektedirler.
Ben de seyahatlerimi anlattım ve dedim ki: Ben kendimi bir sürü acemi
askerle savaşa giden bir subaya benzetiyorum, öyle bir subay ki onların
arkasında elinde silah olduğu halde duracak ve kaçmalarına imkân vermeyecek.
Edmond Rothschild’in, herşey kendisine bağlı olduğu bir sıradaki
davranışını fesatlıkla tavsif ettim.
Newlinsky, E. Rothschild’e ait haberin kendisini bu konuda ilk defa
ümitsizliğe düşürdüğünü söyledi.
Ayni gün
Edmond Rothschild’e şu telgrafı çektim :
«Viyanadaki Türk Sefiri yazıyor :
Filistindeki Yahudileri veya yeniden gelenleri Türk makamları taciz ve
tedip etmişlerdir şeklindeki haberleri kesinlikle tekzip edebilirsiniz. Bu
haberler bir takım kötü niyetli kimseler tarafından kasden çıkarılmıştır».
Bazılarının Yıldız Sarayında benim aleyhimde entrikalar çevirdiklerini haber aldım.
Eğer bunu yapan kimse senin kullarından ise bu seni ciddî mesuliyetlerin
altına atar. Bunun böyle olmadığını ümit ederim, biz birbirimizi tanımalıyız.»
Ayni gün
Bu sabah Posthof bahçesinde Newlinsky ile kahvaltı ederken Bulgaristan
Prensi Ferdinand da maiyeti ile birlikte birkaç masa ilerimizde oturuyorlardı.
Kendisine benim gösterilmiş olduğumu farkettim. Haber göndererek benimle
yürüyerek konuşacağını ve derhal kabul edeceğini bildirdi.
Kaldırımda, ağaçların altında yaklaşıp şapkamı çıkardım, elini uzattı.
Fazla merasime lüzum görmüyordu. Ben son derece hürmetkâr davranarak hemen
sadede geldim ve planımı anlattım.
«Mükemmel ve muhteşem bir fikir» dedi «Kimse Yahudi meselesini şimdiye
kadar benimle böyle konuşmamıştı. Ama ben sık sık dediğiniz şekilde düşünürdüm.
Aslında ben Yahudiler tarafından yetiştirildim. Gençliğim Baron Hirsch ile beraber
geçti. Dolayısiyle herşeyi yakinen bilirim, esasen halk beni yarı Yahudi sayar.
Fikrinize tamamen katılıyorum, sizin için ne yapabilirim?».
«Zat-ı Şahanelerinden dileğim Çar’ı benim bu plânıma alıştırmanız ve eğer
mümkünse kendisinden bana bir randevu almanızdır».
«Bu çok zor. İşin içine din karışıyor.» dedi. Beni yukarıdan aşağı bir
süzdü. Maamafih bana karşı çok mültefit davrandı. Ben hürmet eseri ne zaman bir
adım geriden yürüsem, sanki o farkında olmadan ileri geçmiş gibi duraklayıp
«Pardon» diyordu. Sultan Abdülhamid ve Baden Grand Dükü ile olan konuşmalarımdan
bahsederken boyuna Yahudilerin dostu olduğunu, memnun kaldığını söyleyip durdu.
Rusyada Grandük Wladimir’in beni en iyi anlayacak kimse olduğunu, onun
dışındakilerin Yahudileri insan bile addetmediklerini anlattı. Bu bahsettiği
prense kitabımın almanca, rusça ve İngilizce nüshalarından birer tane göndermekliğimi
tavsiye etti. Zaman zaman kendisini ziyaret ederek işlerin gidişine dair bilgi
vermeme müsaade etti. Son derece dostça ayrıldık.
Daha sonra Newlinsky, onun, bizim proje ile ilgilenip elinden gelen
yardımı yapacağına söz verdiğini söyledi.
Ayni gün
Öğleden sonra Newlinsky ile yürürken bundan sonraki hareket tarzımız
üzerinde durduk. Bismarck’ın alakası henüz celbedilememişti. Bismarck, Sidney
Whitmann’a benim kitabımı bildiğini, sekreterinin kitabın içindekileri
kendisine anlattığını ve benim görüş ve fikirlerimi melankolik fantazi bulduğunu
söylemiş.
Newlinsky bana Bismarck’ın Sultan Abdülhamid’e yazdığı bir mektubu okudu.
Girit, Ermenistan ve Suriye olayları hakkında yazılmış, son derece enteresan.
Bütün dünyaya yayılmış olan İngiltere’den hiç çekinmeyip Rusya ile birlikte
çalışmasını tavsiye ediyor. Bismarck Sultanın durumunda hiç tehlike görmüyor
ve giritlilerden son derece hakaretamiz bir şekilde bahsediyor.
Şimdilik Bismarck’ı elde edemediğimize göre, Yahudileri davet hususunda
Sultana telkinde bulunabilecek başka bir köşe bulmamız gerekiyor.
*
* *
Rothschild’in menfi tutumundan sonra ne mümkünse kurtarmalıyım. Onun
«Hayır»ı karşısında, Alman Kayzer’inden bir «Evet» temin etmeliyim.
Sidney Whitmann’ın başarısız seyahatinin ücreti olarak Newlinsky’ye 500
frank gönderdim.
Paris Başhahamı Zadoc Kahn’a mektup :
Aussee, 26 Temmuz 1896
Saygıdeğer Efendim,
Parise geldiğim zaman sizin orada bulunmayışınızdan çok ama çok müteessif
oldum. Zira çok mühim bir zamandı, sizin yüksek görüş ve ikazlarınızdan mahrum
kaldım.. Sizin almanca bildiğinizi bildiğim ve fransızcayı güç ve geç yazdığım
için mektubumu almanca yazıyorum.
Hemen olaylara geleyim.
İstanbul’a gittim ve orada beni dahi hayretlere düşüren sonuçlar aldım.
Sultan Abdülhamid benim «Filistin Yahudilerindir» planıma önem verdi. Bunun
gerçekleşmesi için esasta değil fakat teferruatta ihtilaf çıktı. Kabule layık
herhangi bir plânla tekrar huzuruna çıkılabilir: Sultana yakın çevrelerden
şöyle bir şekil tavsiye edilmektedir: Zâhiren Sultan Yahudileri tarihî
vatanlarına dönmeye çağırır, orada muhtar ve imparatorluğa tabi bir devlet
kurarlar ve bunun karşılığında da yıllık muayyen bir vergi öderler.
Bu sonuçla Londraya gittim. Sir S. Montagu ve diğerleri bana üç şartla
yardım edeceklerine dair söz verdiler: 1)
Büyük Devletlerin muvafakati, 2) Hirsch vakfının elde edilmesi ve 3) Edmond
Rothschild’in elde edilmesi.
Zannederim birinci şart tahakkuk edecek, zira şimdiden iki prensten söz
almış durumdayım. Bunun için hemen Parise geçip E. Rothschild ile konuştum. Ona
da diğer centilmenlere söylediklerimi tekrar ettim. Şarta muallak olarak davaya
iştirak etmesini rica ettim. Yani herhangi bir şey için imza verdiği ve
yapılacak iş zuhur ettiği zaman işe karışacak, onun dışında görünmeyecek bile.
Ben Sultan Abdülhamid ve diğer devletlerle herşeyi düzenleyip işi kemale
erdirdikten sonra ortaya çıkacaktır. Plân tahakkuk safhasına geçtiği anda
kendisi veya Montagu veya diğer herhangi birisi idareyi alabilir. Bütün kuvvetleri
birleştirip de liderliğimi ilân etmek gibi bir şüphenin gölgesinin bile üzerime
düşmesini istemem. Harekete geçecek komite teşekkül etsin ben derhal çekilmeye
hazırım. Bu efendiler benim gayemi kendilerine gaye edineceklerine dair şeref
sözü versinler, hiçbir işe karışmayacağımı ben de şerefimle temin edeyim. O
zaman en iyi bildikleri şekilde idare etsinler. Bugüne kadar ben ve
arkadaşlarım Siy on Dostları öyle hareket ettim.
Maalesef E. Rothschild beni anlamadı veya anlayamadı. Bütün siyasî
kaziyeler doğru olsa ve hatta biz Filistini elde etsek bile meselenin tatbik
kabiliyeti olmadığını söyledi, çünkü oraya dolacak fakir kitleleri doyurmak,
onlara iş bulmak ve orada tutmak imkânsızdır dedi.
Siz benim kitabımı okumuşsunuzdur. Bütün bunlar düşünülmüş, çareleri
gösterilmiştir. Esasen bütün dünyadaki milliyetçi Yahudiler birkaç ay gibi
kısa bir zamanda güçlükleri yenebilecek şekilde teşkilatlanacak kudrettedirler.
Bütün bunları ona anlatınız, sizden bunu rica ve istirham ediyorum.
Makamınız ve davaya olan inancınız bunu en iyi şekilde yapmanızı sağlar.
Halen Türk resmî makamları karşısında resmî bir durumumuz da var. Orada
yerleşmiş bulunanlar veya yeniden gelmekte olanlar hiçbir şekilde taciz
edilmemektedirler. Bu husus Viyanadaki Türkiye Sefiri tarafından da ifade edilmiştir.
Bu hususu Edmond Rothschild’e telgrafla bildirdim. Yakın arkadaşlarımın
bulunduğu İstanbul’dan aldığım haberlerde Saray çevrelerinde aleyhimde
Yahudiler tarafından entrikalar çevrildiği hususu yer alıyor. Bunlar yakışıksız
şeylerdir.
Yahudi millî hareketi Yahudi aleyhdarlığı meselesi kadar ciddidir. Halk
bunu iyi anlamalıdır.
Bugüne kadar yoksul Yahudiler örs, Yahudi aleyhdarları da çekiç
olagelmişlerdir. Vay çekiçle örsün arasında kalanların haline.
Eğer derhal cevap vermek lütfunda bulunursanız mektubunuz burada elime
geçer. Ağustosun 3 ünden itibaren yine Viyana’da olacağım.
Derin saygılarımla
Th. Herzl
Aussee, 1 Ağustos
Temmuz başlarında Kolonya’dan Wolfsohn’un yazdığı bir mektup
daha bugün burada elime geçti. Berlin Siyonist Konvansiyonunda bana karşı çok
sert bir muhalefet varmış. Beni tutan yalnız Wolffsohn olmuş ve Siyonistlerin
aleyhimde girişecekleri bir kampanyayı zorlukla önlemiş. Verdiğim cevapta
Siyonistler arasında çıkacak düşmanca davranışlar olursa herşeyden
vazgeçeceğimi, E. Rothschildle olan münasebetleri anlattım. Berlin
Siyonistleri ile beraber olmak arzusunda olduğumu, yakında Viyana’da bir
konferans toplayıp Genel Siyonist Assamblesi konusunu tartışacağımızı yazdım.
*
* *
Weggis’te bulunan Paris Başhahamı Zadoc Kahn’dan güzel bir mektup aldım.
Bütün büyük Yahudi cemaatlerinin temsil edileceği bir gizli konferans
akdedilmesinin iyi olacağını söylüyor. Parise 20-25 Ağustosta döneceğini ve E.
Rothschild ile çok ciddi şekilde konuşacağını yazıyor. Fakat bu hususta pek de
ümitli görünmüyor.
Gizli konferans fikrine ben de iştirak ediyorum. Öyle birşey yaparsak
diplomatik yönden daha müessir faaliyette bulunabileceğim. Hemen bu husustaki
muvafakatimi Zadoc Kahn’a yazdım.
3 Ağustos, Viyana
Nihayet tekrar gazetedeki odamdayım.
Bacher gelip, İstanbul seyahati sonucu bir seri tenkid makalesi yazıp
yazmayacağımı sordu.
İstanbul’da sadece «tarihî» tecrübelerim olduğunu söyledim. Cevap vermeden
aptal aptal sırıttı.
«Bana inanmıyor musun?» dedim.
«İnanmıyorum» dedi.
«İnanacaksın, inanacaksın» deyip kapattım.
*
* *
Newlinsky Karlsbad’da Bulgar Prensi Ferdinand ile karşılaşmış, bizim
mesele üzerinde uzun uzun konuşmuşlar. Ferdinand’a göre meselenin hal yolu Roma
’dan geçmektedir.
Ben de ayni kanaatteyim. Papa beni kabul etmeli ve Roma Katolik Kilisesi
meseleyi dünya ölçüsünde ele almalı. Sultan Abdülhamid Rus Çarından değil de
Papa’dan gelecek bir tavsiyeyi yerine getirmeye hazırdır.
Şurası da aşikâr ki benim tekliflerim hıristiyanlarla Yahudiler arasında
sulhun yeniden tesisini hedef almaktadır.
Siyonist Teşkilatımn halihazır idarecileri herşeyi arzu ediyor ama hiçbir
iş de yapmıyor. Siyonist Federasyonu çalışmaz durumda, muhakkak yeniden
teşkilatlandırmak lazım. Cemiyetlerin herşeyden önce paraları yok.
Viyana gurubu başkanı ile üyelere muntazaman «Haber Bülteni» gönderilmesi
hususunda mutabık kaldık. Hiç değilse bunun karşılığı biraz para toplanmak.
Halen Siyonist Teşkilatın para durumu bu merkezde ve ben bunları
kalkındıracağım, yükselteceğim ve ondan sonra da muhtemeldir ki unutulacağım.
10 Ağustos
Newlinsky bugün, «Eğer Türkiyeden istediğimizde muvaffak
olamazsak, Sultan’dan hiç değilse bütün Yahudilerin Filistine gelip koloni
kurabilmeleri hususunda bir ferman çıkarmağa uğraşır mıyız» dedi.
Bundan anlıyorum ki arzusu Edmond Rothschild ve Siyonist Teşkilatları ile
bir işbirliğine gitmektir. «Eğer bu işte başarı kazanamazsan seni o
Siyonistlerle bizzat tanıştırırım. Fakat şu hususa dikkatini çekerim: Sadece
koloni kurmak ve üçbeş bin aileyi oraya göndermek hiçbirşeyi halletmez. Ben
buna şiddetle muarızım».
Newlinsky Roma’da Kardinal Rampolla’ya Papa’yı bizim konuya hazırlaması
için mektup yazmak istediğini söyledi. Tabiatiyle tam muvafakat verdim.
Journal de Saint Petersburg gazetesi muharrirlerinden ve benim çocukluk
arkadaşlarımdan Horn ile karşılaştım. Ona göre Rusya işe yarar, çalışabilir
Yahudilerin Filistine gitmelerine katiyen göz yummaz.
12 Ağustos
Londradan aldığım haberlere göre «Hovevey Siyon» tamamen bana iştirak
ediyor.
13 Ağustos
Bugün Türkiye Sefiri Mahmud Nedim Bey [*] beni çağırdı. Belki bir saat hiç
durmadan konuştu ama hiçbirşey de söylemedi.
[*] Damat Mahmud Nedim Paşa’dan ayrıdır. Uzun müddet hâriciyede bulunmuş,
çeşitli sefaretlerde çalışmış ve 1904 de vezir ye paşa olmuştur.
İzzet Bey bana onun hakkında enteresan şeyler yazmıştı.
Mahmud Nedim daha önce Nevvlinsky’ye yazdığı hususları bana da açıkladı.
Türk makamları Yahudi kolonicilerini tardetmemektedirler. Fakat bu hususu umuma
açıklamamamı söyledi. «Güvenilir bir kaynaktan öğrendiğimize göre» veya «Kesinlikle
iddia ediyoruz ki» şeklinde bir girişle haber ajanslarına vereceğimi söyledim.
25 Ağustos
Newlinsky Macaristandan döndü ve şu haberleri verdi:
Malî yönden bıçak türklerin kemiklerine dayanmış durumdadır. İzzet Bey ona
yazdığı mektupta, eğer teklifimizde ciddi isek tadil edilmiş plânın Sultana
takdim edilmek üzere hemen gönderilmesini istiyor. Bunun için Newlinsky plâna
malî bir formül bulmak zamanının geldiği kanaatinde.
Benim plan Montagu, Landau ve diğerlerinin muvafakatlarına bağlı, ama şöyle
bir teklifte bulunabiliriz:
Bizim gurup Sultana 20 milyon İngiliz altınını tedricen ödeyebilir. Bu
Filistine yerleştirilecek kimseler eliyle verilecek, ilk sene 100 bin altın
ile başlayarak yerleşenlerin sayısı arttıkça artarak bir milyon yıllık vergi miktarına
kadar çıkacaktır. Teferruat İstanbul’da akdedilecek bir konferansta
halledilebilr.
Bunun karşılığı olarak Sultan şunları lutfedecektir :
Yahudilerin Filistine hicreti önlenmediği gibi, Türk İmparatorluğunca
teşvik edilecektir. Gelen Yahudilere iç işleri, adliye ve kanun yapımında
muhtariyet tanınacaktır (Tam tâbi devlet şekli).
İstanbul’da akdedilecek konferansta Haşmetmeâbm bu devlet karşısındaki
durumu, selahiyetleri teferruatı ile gözden geçirilecektir.
Anlaşmaya varıldıktan sonra Haşmetpenahileri bütün Yahudileri ecdadının
vatanına dönmeye davet edeceklerdir. Bu dönüş kanunun himayesi altında
olacaktır.
*
* *
Dr. Herzl derhal Sir Samual Montagu ve Zadoc Kahn’a mektup yazarak durumu
anlatır. Türklerin son derece malî müzayaka içinde bulunduklarını, planın şimdi
olmazsa hiçbir zaman tatbik kabiliyeti bulunmayacağını, anlatır. Montagu’ya
lütfedip kendisi ile hemen İstanbul’a gelip gelmeyeceğini sorar. Kendisinin ve
Edmond Rothschild’in tarihî vazifelerine koşmalarının zamanının geldiğini
anlatır.
*
* *
29 Ağustos
İstanbul’dan müthiş haberler geliyor. İstanbul’da Osmanlı Bankasına
ermeniler hücum etmişler. Ölenler, öldürülenler, patlayan bombalar, sokak
kavgaları bir birini kovalamış. Görünüşe göre hadiseler bastırılmış. Bütün
dünya olanlara teessüf ediyor.
Sultanla müzakerelere girişmek için tam uygun zaman, zira şu vaziyette
kimseden on para bulmasına imkân yok görünüyor.
*
* *
Viyana Siyonist Cemiyeti bana «İcra Komitesi Başkanlığı» teklif etti, ben
de kabul ettim.
12 Eylül, Viyana
Londradan gelen haberlere göre «Büyükler» Abdülhamid’i tahttan
uzaklaştırmayı düşünüyorlarmış. Eğer bunu yapacak olurlarsa Siyonist İdeali
uzun zaman için öldü demektir. Çünkü yeni Sultan para bulabilir ve bizim
tekliflerimiz de suya düşer.
16 Eylül
Dün Siyonist Federasyonu toplantısı sonsuz münakaşalarla geçti. Yalnız
Galiçya’dan 400-600 000 imza toplanıp «Büyükler» den ricada bulunabiliriz
diyorlar. «Haydi» derlerse ne olacak, nereye ve nasıl gidecekler?
13 Eylül
Bugün gazeteye geldiğimde Türkiye Sefaretinden arandığım ve Sefirin
öğleden sonra benimle konuşmak istediği şeklinde bir not buldum. Hemen Mahmud
Nedim Paşa’ya tezkere yazarak telefon edildiği sırada bulunamadığım için özür
diledim.
«Sadece bazı evrak verecektim, bir de sigara içerdik» diye cevap verdi.
Vereceği evrak Mecidiye nişanına ait olmalı idi. Bunu vesile ederek bazı
dedikodular üzerinde konuşacağı aşikardı. Muhakkak ki Neue Freie Presse’nin
türkler aleyhindeki tutumu da buna sebepti. Fakat bütün bunlara karşı
söyleyecek birşeyim yoktu, hazırlıksızdım.
Bugünkü gazetelerde Türkiye Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın Filistin’den
doğuya bir demiryolu yapılarak Hindistanm Akdenize bağlanacağı hususundaki
beyanatı da yer alıyordu ki bu benim teklifimdi.
14 Ekim
Bugün Türkiye Sefiri Mahmud Nedim Paşa’ya gittim. Mecidiye nişanının
evrakını verip, yakında göğsümde bir de yıldız görmeyi temenni etti.
Son derece sevinmiş, gururlanmış gibi göründüm.
Sonra gevezelik ettik. Mahmud Nedim komik ifade tarzıyla şöyle dedi:
Farzedelim ki siz siyasî bir kimse ve AvusturyalI değilsiniz, ben de Sefir
değilim, siz şilili ben de perulu’yum. Şimdi Türkiye hakkında konuşalım.
Yani serbestçe ve açıkça konuşalım demek istiyordu.
Görüşlerimi serbestçe açıkladım: Türkiye için bir tek kurtuluş yolu
vardır, Filistini vererek Yahudilerle anlaşmak. Bu şekilde maliye ıslah edilir,
reformlar yapılır ve böylece herhangi yabancı müdahale katiyetle önlenmiş
olur. Türklere teklif edilen bütün malî imkânlar birkaç borsacının cebini
dolduracak kıratta ve hepsi de kısa vadelidir.
Mahmud Nedim istemeyerek de olsa mâliyenin bir çıkmazda bulunduğunu kabul
ve ifade etti. Halk son derece güç şartlar içinde yaşamaktadır, vergiler zorla
toplanabilmektedir. Sultan bütün kuvvetini yitirmiş durumdadır.
Kendisi benim görüşlerimi tamamen paylaşmaktadır. Türkiyenin Yahudilerin
yardımı ile yeniden hayata döndürüleceğine kanidir. Fakat «İstanbul’a benim
sözüm geçmez» dedi, ona göre Filistine gidecek Yahudilerin de muhakkak türk
tabiyetini kabul etmeleri şarttır.
Bütün olarak benim ne demek istediğimi anlamadığını zannediyorum. Ona
Türkiyenin Yahudi yardımı ile yeniden dirilebileceğim anlatıyorum, yoksa
Türkiye gidiyor, mirasçıları bile ortada.
Mahmud Nedim de benimle oldukça açık konuştu. «İki hafta İstanbul’dan
hiçbir haber almadım. Bu iyi bir işaret, eğer hasta bir adamın ağırlaştığı
sırada yeni bir haber çıkmazsa o iyiye işarettir» dedi.
Bir kenara terkedilmişti demek, zavallı Sefir.
Mahmud Nedim bizim din hakkında da bir tuhaf konuştu: «Müslümanlar» dedi
«Yahudilere hıristiyanlardan daha yakındır. Bizde birisi Musa veya İbrahim
Peygamber hakkında kötü söz söylese başı kesilir. Keza biz de sizin gibi sünnet
oluruz. Mesela sen müslüman, ben de Yahudi diye geçinebiliriz. Mesih’i biz
Allahın oğlu olarak kabul etmeyiz, o da diğer insanlar gibi bir insandır, bize
göre bunların hepsi peygamberdirler».
16 Ekim
Bugün Neue Freie Presse’de gürültü çıkaracak bir makale intişar etti:
«Boğaziçinde Durum».
Wiener Allgemeine Zeitung gazetesinin 18 Ekim 1896 tarihli sayısında bir
yazı:
«Siyonist Gayeler için 150 milyon»
Lvov’daki tanınmış Siyonist liderlerden birisi «Yahudi Devleti» yazarı Dr.
Theodor Herzl’den bir İngiliz milyonerinin Filistinde yeniden bir Yahudi
devleti kurulabilmesi için 150 milyon vermeye hazır olduğunu bildiren bir
mektup almıştır. Bu milyoner herşeyden önce Yahudilerin Filistine gitmeye hazır
olup olmadıklarını bilmek istemektedir. Dr. Herzl şimdi Lvov Siyonistlerine
sesleniyor ve aralarında derhal teşkilat kurmalarını, imza toplamalarını ve
Siyonist Teşkilatı İcra Komitesi toplantısında göstermek üzere kendisine
göndermelerini istemektedir...»
22 Ekim
Mahmud Nedim Beye mektup :
«Ekselans,
Haşmetli İmparator Sultanhamid’in bendenize lütfettikleri nişan sebebiyle
en derin minnet ve tazimlerimi sunarım».
Sultan’a hitaben yazılmış mektup ektedir :
«Efendimiz,
Ekselansları Mahmud Nedim Bey bendenize lütfettiğiniz nişanın beratını
tevdi buyurdular.
Bu büyük teveccühten ötürü arz-ı tazimat eder, Yahudilere karşı lutufkâr
davranışınızın devamını istirham ederim. Yahudilerin hizmetlerini kabul
ettiğiniz gün onlar asil idarenizin yanında bütün güçleriyle çalışacaklardır.
Size en derin hürmet hisleri ile bağlı bulunuyorum, âciz bendeleri
Dr. Theodor Herzl».
Sondaki saygı ifade eden cümleler biraz müfrit görülebilir. Bunları
Baroness de Staffe’ın «Mühim kimselere mektuplar» ından kopya ederek kullandım.
8 Kasım
Dün İsrailliler Birliği’nde halk önünde ilk büyük konuşmamı yaptım. Tasvip
gördüm. Konuşmamın esası şuna dayanıyordu :
«Türkiyeye rus-fransız müşterek yardımı gidecek olursa bize Filistinin
kapıları ebediyen kapanır. Büyük Yahudi bankerleri meteliksiz Yahudilerin
ıstırabını düşünerek ve Yahudi meselesinin ancak bu yoldan halledilebileceğini
kabul ederek bize iltihak etmeli ve vazifelerini yapmalıdırlar, yoksa korkunç
bir mesuliyet altına gireceklerdir».
İngiltere ve Amerikada bu hususta gösteriler yapılmasını ve harekete
geçilmesini teminen talimat gönderdim.
Ayni zamanda bir «Millî Fon» tesisine girişilmesi lüzumunu anlattım. Bunu
başarabilirsek bankerlerden bağımsız olarak davranabiliriz.
8 Kasım
Lvov’da Adolf Stand’a bir mektup yazdım, kendisini İcra Komitesi başkanı
olarak takdim etmişti;
«Siyonizm şu anda çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyor.
Biliyorsunuz ki Türkiye mâliyesini ıslah için bir rus-fransız yardımı
planlanmaktadır. Eğer bu tahakkuk ederse Sultan Filistin konusunda hiçbirşey
yapamaz duruma gelecektir. Böylece Filistine dair bütün ümitlerimiz
kaybolacaktır. Bu sebeple bütün Yahudi bankerler bu işin tahakkuk etmesini önlemelidirler.
Dün bu konuda bir konuşma yaptım ve İngilteredeki komiteme bunu önlemeleri için
talimat yazdım. Siz de çevrenizde ayni şeyleri yapınız. Fakat son derece
dikkatli ve gizli hareket edin, hiçbirşey dışarıya sızmasın.
Mahalli İcra Komite Başkanı olarak ilk önemli vazifeyi alıyorsunuz,
tesirinizi gösterin. Orada tesir sahası geniş olan Haham ile de işbirliği
yapabilirsiniz...»
Siyon’un selâmları ile
Th.Herzl.
11 Aralık
Newlinsky’nin haber verdiğine göre İzzet Bey padişahın gözünden düşmüş ve
yerini muhtemelen Tahsin Bey alacakmış. Ragıp Beyin geçeceği de söyleniyormuş
[[33]].
6 Ocak 1897
Nihayet 1897 yılma, Hechler’in deyimiyle «Kritik yıla» girdik.
Dünyanın dört köşesinden ziyaretçiler kabul ediyorum. Filistin’den Paris’e
giden yol benim Viyana’daki odamdan geçiyor. İş hayli genişledi. Siyonizm
yavaş yavaş her memlekette hatırı sayılır bir kuvvet haline geliyor. Yavaş
yavaş daha ciddiye alınıyoruz.
10 Ocak
Bugün Newlinsky kahvaltıya bana geldi.
Haber aldığına göre «Bâb-ı âli bana ateş püskürüyor». Zira İstanbul’da iken
söz verdiğim gibi basın Türkiyeyi desteklemiyor, bilakis aleyhde yazılarla
dolup taşıyormuş. Bu yazıların da menşei ben imişim, buna da sebep Filistini
bize satmaya razı olmadıkları imiş.
Türklerin bu yanlış yorumlarına kızmadım. Demek ki ben İstanbul’da bir
«kuvvet» olarak kabul ediliyorum.
Ona, basının desteğini ben şarta muallak olarak teklif etmiştim, dedim.
Eğer Türkiye bizimle müzakereye oturursa onları basında müdafaa edecektik,
veren alır.
Newlinsky: «Eğer basında Türkiyeye hücumlar devam ederse orada da Yahudi
aleyhdarlığı başlar».
Ben bundan çekinmiyorum. Eğer Bab-ı âli Yahudi aleyhdarlığına başlarsa
hiçbir yerden para alamazlar, bulamazlar. Bütün büyük bankerler de benim arkama
geçerler.
26 Ocak
Bu sabah Neue Freie Presse «Bütün Kuvvetlerin garantisi altında Türkiyeye
yardım konusunun düzenlendiği» haberini verdi. Hemen inanamayıp Newlinsky’ye
telefon ettim, o tasdik etti. Bu bizim için kötü oldu.
Akşama doğru tamamlayıcı malumat geldi. Anlaşmaya varıldığı doğru idi. Türklere
dört milyon «verilecekti».
îstanbuldan gelen bir dosttan öğrendiğime göre İzzet Bey hala «gözde» imiş.
*
* *
Herzl tamamen kendi davasını savunacak bir gazete kurmak, bütün Yahudi
teşekküllerini kendi gayesi etrafında birleştirmek çabalarına devam eder. Bir
yıl önce kendisiyle alay eden, fikirlerini ütopya diye tavsif eden çevreler
yanında yer almaya başlamışlardır. Girit buhranı dolayısiyle Osmanlı Hâzinesi
yine para sıkıntısı çekmektedir. Bunu haber almış ve Filistinde ikibin hektar
toprak karşılığı para bulmak teklifini ortaya atmıştır. Bu onun prensibine
aykırı gibi görünürse de, kendisine cephe alan bir kısım siyonistlere yaklaşmak
ve hem de Filistinde bir köprübaşı kurmak istemektedir. Filistindeki mahalli
Yahudi teşekküllerinin başkanlan ile de temas halindedir. Kudüs’ün şimdiden
bir Yahudi şehri manzarası aldığını bilmektedir. Şehirdeki bütün türkler
altıyüz askerden ibarettir.
*
* *
24 Mart
Mısırlı gizli ajan Mustafa Kâmil geçenlerde beni ziyaret etmişti, tekrar
geldi. Mısır’ı İngilterenin himayesi altına sokmak istiyorlar. Bu genç şarklı
insanda iyi bir intiba bırakıyor. Tahsilli, terbiyeli, münevver, nazik ve kibar
bir insan. Onu bir tarafa not ediyorum, bu adam bir gün Şark’ta önemli roller
oynayabilir.
Ona açıkça söylemedim ama, İngilizlerin Mısır’dan uzaklaşmaları bizim
lehimize olur. Zira o zaman Süveyş Kanalı ellerinde olmayacağı veya tam
emniyette bulunmayacağı için Hindistan için başka bir yol aramaya mecbur
kalırlar. O zaman Filistin onlara uygun gelir. Yafa’dan İran körfezine çekilecek
bir demiryolu...
*
* *
Dün Newlinsky’de Türkiye Sefiri Mahmud Nedimle yemek yedik. M. Nedim bizim
gazetenin Türkiye aleyhdarı neşriyatından ötürü bana karşı soğuk davranıyordu.
Ona gazetenin şahsî değil, hükümet görüşünü aksettirdiğini, elimden birşey
gelmiyeceğini anlattım.
Sonra Türkiyenin hayatiyetini övücü sözler söyledim, eğer Yahudi
muhacirleri meselesini kabul ederlerse çok daha iyi günlerin geleceğini
anlattım.
Zavallı sefir : «Şimdikinden daha kötü bir durum olabileceği kanaatinde değilim»
diye cevap verdi.
26 Mart
Büyük edip Alphonse Daudet’den mektup aldım. Konuşmalarımızı hala
hatırlıyor. Eğer Yahudi Devleti gerçekleşirse gelip bir seri konferans
verecekmiş...
21 Nisan
Türklerle yunanlılar arasındaki soğuk harp birkaç gündür gerçek savaşa
inkılap etti. Bu savaş bizim durumumuza da tesir edebilir, ama nasıl?
Ara bulmak için bir sulh kongresi toplanırsa biz de Kuvvetler’e
isteklerimizi bildiririz.
Eğer türkler kazanacak olurlarsa ve yunanlılardan harp tazminatı alırlarsa
durum değişir, Yahudi yardımına bir müddet ihtiyaçları kalmaz.
23 Nisan
Kadima adlı Yahudi derneğinden gelen Schalit benden Türkiye Sefirine bir
tavsiye vermemi istedi. Gönüllü birkaç doktorla birlikte Türk-Yunan savaş
sahasına gitmek istiyor.
Mahmud Nedim’e, tezkere hamilinin yaralı türk askerlerine yardım etmek
için bir kısım gönüllü ile hazır olduğunu yazdım.
28 Nisan
Mahmud Nedim’e mektup :
«Ekselans,
Türk ordularının zaferlerini tebrik etmeme müsaadelerini rica ederim.
Birkaç Yahudi gencinin türk ordusunun saflarına gönüllü olarak iştirak arzuları
Yahudilerin türkler hakkındaki hissiyatının küçük bir misalidir.
Burada daha birkaç komitenin de yaralı askerler için bağış toplama
faaliyetinde olduğunu biliyorum. Toplanan bağışlar Haşmetli Sultanın çeşitli
memleketlerdeki sefirleri vasıtası ile gönderilecektir.
Bu şekilde bir sempati tezahürüne fırsat bulduğumuz için gerçekten
memnunuz. Eğer bu hususlar Yıldız tarafından da müsait karşılanırsa
memnuniyetimiz artacaktır.
Derin saygılarımla
Th.Herzl».
20 Mayıs
İstanbul’da Sidney Whitmann’dan mektup aldım. Sultan’ın yakınlarından Ahmed
Midhat Efendi’nin bizim davaya alakasını temin etmiş. Ahmed Midhat Efendiye
göre [[34]] biz biraz «yavaş» hareket etmeli ve birdenbire «çok fazla» istememeliyiz,
böylece Sultan Abdülhamid’in «Hayır» diyerek meseleyi kökten kesip atmasını
önlemiş oluruz. Bilhassa «Muhtariyet» kelimesini kullanmamalıyız, zira bu
yüzden Türkiyenin başına pekçok gaile açılmıştır. Ben mektubumu fransızca
yazacağım ve öylece Sultan’a takdim edilecek.
Bugün Whitmann’a hemen iki mektup yazdım. Birisi al-
manca ve içinde kendisine mükâfat vadi var, diğeri fransızca, etrafa
göstermesi için. Fransızca olanı şöyle :
Aziz Dostum,
Size bu mektubu haftada bir davamızı desteklemek üzere çıkaracağımız yeni
ve kaliteli bir mecmuanın «Die Welt» (Dünya) başlıklı kâğıdına yazıyorum. «Die
Welt» 4 Haziran 1897 tarihinde intişar edecek [[35]]. Bu mecmuada Türkiye lehinde yazılar yayınlayacağız. Ahmed Midhat
Efendiye, yazacağı makaleleri burada yayınlamaya hazır olduğumuzu
söyleyebilirsiniz. Makalelerin Sultan Abdülhamidin resmî görüşlerine uygun
tarzda olacağını hatırlatmaya dahi lüzum görmüyorum.
Bu basının Türkiyenin menfaatleri istikametine döndürülmesi hususunda
atılmış adımlardan birisidir. Bu yolda cesaretle yürüyeceğiz.
Sizin telkininizle girişmiş olduğumuz yaralı türk askerlerine yardım
kampanyasının sonuçlarının hemen yerine ulaşamadığını biliyorsunuz. Bunun için
«maalesef» tabirini kullanmayacağım, zira bunun ulaşmayış sebebi Türklerin çok
kısa zamanda zafere ulaşmış olmalarıdır. Fransa ve İngilteredeki Yahudi
toplulukları da böyle bir sempati gösterisine hazırdılar, fakat teşebbüsleri
mezkur devletler tarafından önlendi, fırsat verilmedi. Almanya, Avusturya ve
Macaristanda toplanmış olan bağışlar en kısa zamanda gönderilecektir.
Bunların yanısıra üzülerek söyleyeyim ki, Yıldız Sarayı çevresinde bizim
davamız ve benim şahsım hakkında bazı entrikalar çevrilmekte olduğunu haber
aldım. Düşmanlarım işin gerçek mahiyetini tahrif ederek ortaya atmış
olabilirler...
Burada birkaç kelime ile durumu izah etmek isterim :
Eğer Haşmetli Sultan Abdülhamid Han hazretleri bizim için elzem şartları
lütfedecek olursa bizler de tedricen İmparatorluk mâliyesini ıslah eder
kuvvetlendiririz.
Bir defa bu prensip kabul edilirse, her iki taraf da memnuniyetle işin
teferruat kısmına eğilebilir.
Ancak Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasını ve parçalanmasını isteyen
kimseler az veya çok bizim planımızın düşmanıdırlar, bunun böyle olduğunu
anlamak çok kolaydır.
Türkiyeyi fahiş faizlerle borç almaya icbar edenler de bizim projemizin
düşmanıdırlar. Çünkü bu yolla Zat-ı Şahanenin memleketindeki bütün istihsal
kaynakları kontrol altına alınmış olacaktır.
Söylediklerim boş sözler değildir ve Haşmetli Sultan Hazretleri Münih’te
25, 26 ve 27 Ağustos 1897 tarihinde toplanacak olan Siyonist Kongresine
temsilci göndermek suretiyle bizi tuttuğunu gösterebilecek bir fırsata da
sahip bulunmaktadır.
Zat-ı Şahanelerinin temsilcileri bütün toplantılarımıza iştirak edecek ve
bizi iyi tanıyacaklardır.
Fakat —burası çok tekid edilmelidir—biz Türk Hükümetince tanzim
edilmedikçe ırkdaşlarımızın Filistine hicret etmesine taraftar değiliz.
Şurası gerçektir ki ırkdaşlarımız birçok memleketlerde sefil şartlar
altında bulunmaktadırlar. Fakat meşkûk şartlar altında bu sefaletin sadece
yerini değiştirmek istemeyiz.
Şimdi sizin suallerinize geliyorum :
Filistine hicret edecek Yahudiler Zat-ı Şahanenin tabiyetinde olacaklar ve
hayatları mutlak garanti altında bulunacaktır.
Lüzumlu topraklar hiçbir zorlama olmadan satın alınacaktır. Hiçkimsenin
mülkiyet hakkının elinden alınması bahis konusu değildir. Mülkiyet özel bir
haktır ve elden alınamaz. Sultanın şahsına ait kısımlar değeri mukabilinde ve
kendileri arzu ederse satın alınacaktır.
Vatandaşlık haklarını tam iktisap edecekler ve her yıl muayyen bir vergi
ödeyeceklerdir. Bu vergi başlangıçta 100 000 altın olacaktır ve muhaceretler
tevali ettikçe bir milyona kadar yükselecektir...
Size defaatle söylediklerimi şimdi yeniden tekrar etmeyeyim.
Aziz Dostum, Yahudi Meselesinin halli Türkiyenin güçlüklerini ortadan
kaldıracaktır. Ticaret ve mâliyede Yahudilerin enerji ve maharetleri herkes
tarafından bilinen bir husustur.
bir altın, terakki ve hayatiyet nehridir ve Sultan Abdülhamid Han onları
tebaası arasına alırsa, Yahudiler Ortaçağdan beri Türklere olan minnet
borçlarını da ödeme imkânını elde edeceklerdir.
Mâliyenin düzeltilmesinden sonra «sülükler» «Düyun-u Umumiye» ortadan
kalkacaklardır.
Bizim projemizin vüs’atı, faydalılığı acaba İstanbul’da anlaşılacak mıdır?
Öyle ümit edelim.
Size bu mektubun gizli olduğunu hatırlatmaya lüzum görmüyorum. Siz
türklerin çok yakın dostusunuz bu itibarla sahte dostlar tarafından teklif ve
düşüncelerimiz öğrenilecek olursa Türkiyenin menfaatine davranmayacakları
tabiidir.
Samimi selâm ve saygılarımla
Th.Herzl.
23 Mayıs
Amerikada hareket başlıyor. M. Singer New-York ve başka yerlerde yapılan
toplantılar hakkında bilgi veriyor.
*
* *
îstanbuldan şu mektup geldi:
İstanbul’, 24 V 1897
Aziz Dostum,
20 Mayıs tarihli nazik mektubunuzu
hemen cevaplandırıyorum.
Muhteviyatını derhal Ahmed Midhat Efendiye okudum ve «Die Welt» için bir
makale istedim.
Görünüşten anladığıma göre bizzat Sultan’ı görerek mesele hakkında da
konuşabileceğim. Durumu ortaya koyuş tarzınız son derece açık ve başarılı.
Devamını dilerim.
Sidney Whitman
Not:
Tam yukarıdaki mektubu yazmıştım ki Ahmed Midhat ile yeniden görüştüm.
Sizin mektubunuzu baştan aşağı ona okudum ve bir de kopyasını çıkarıp verdim.
Meseleye karşı son derece müsait bir tutumu var ve kendisini «manen ve maddeten»
buna hasretmek arzusunda, ve bu çalışmaları için de «on para bile» istemiyor.
İkimiz bir faaliyet planı çizelim ve Sultan ile tekrar muhabere edelim,
mümkündür ki buradan ayrılmazdan önce görüşebileyim. Münih Kongresine bir
heyet gönderilecek, yahut da Midhat Efendinin tesiri de tıpkı benimki gibi
sıfır demektir.
S. W.
*
* *
Bir zaman önce Sultan Abdülhamid’in Ahmed Midhat Efendiyi sadarete
getirmesinin beklendiğini işitmiştim..
27 Mayıs
Rothschild’ler yaralı askerler kampanyasına 500 guilder bağışlamışlar.
Bugün de Zadoc Kahn’dan 1000 franklık bir çek ve mektup aldım.
Parayı Viyana sefiri Mahmud Nedim’e, Kahn’ın mektubunu da İstanbul’a S.
Whitmann’a göndereceğim. Ayni zamanda Whitmann’a benim Şavuot Bayramından sonra
İstanbul’a gelmeğe hazır olduğumu Sultan Abdülhamid’e bildirmesini yazacağım. * *
* *
Viyana, 11 Haziran
Sidney Whitmann İstanbul’dan döndü. Sultanla görüşememiş. Yaptığı sadece
Ahmed Midhat Efendi ile temas kurmaktan ibaret kaldı. Benim ona doğrudan
doğruya yazabileceğimi söylüyor. S. Whitmann Bükreş’te Başvekil Stourdza ile
bir mülakat yapmış, yakında New-York Herald gazetesinde intişar edecek.
Başvekil bizim görüşümüzü ve tezimizi benimsediğini tekraren ifade etmiş.
15 Haziran Ahmed Midhat Efendiye mektup :
Ekselans,
Buradan geçmekte olan arkadaşım Sidney Whitmann sizin bildiğiniz husus
hakkında doğrudan doğruya size mektup yazabileceğimi söyledi.
Sizinle bu ilk temastan şeref duyuyorum, fakat işlerimin çokluğu sebebiyle
de kısa yazmak zorundayım. Whitmann sizin yüksek siyasî fikirlerinizden bana
bahsetmişti, böyle bir şahsiyetin benim şahsımı hasrettiğim bir davada
karşımıza çıkması bizim için büyük şanstır.
Yahudilerin faaliyete geçmesiyle Türkiye’nin sıhhatini yeniden
kazanacağına, mali bağımsızlığını yeniden elde edeceğine ve hayat kudretlerine
tekrar kavuşacağına sonsuz itimadım vardır.
Size hizmet etmek istediğimiz «Die Welt» mecmuasını gönderiyorum. Şu
organı tamamen sizin emrinize tahsis ediyorum. Bu hususu Zat-ı Şahane de
bilirse çok memnun olacağım.
Göndereceğiniz her şey —Avusturya İmparatoru Franz Josef ve saltanatı
aleyhinde olmamak şartiyle— derhal intişar edecektir.
Derin hürmetlerimin kabulü ricasiyle Ekselansınızın hürmetkârı
Theodor Herzl.
*
* *
Münih’te toplayacağı kongre aleyhinde bazı Yahudi teşekküllerin aleyhte
faaliyetleri üzerine kongreyi daha sakin bir yer olan İsviçre’nin Basel
şehrinde toplamaya karar verir. Bu arada İstanbul’un itfaiye teşkilatının
kurucusu Szechenyi Paşa ile temasını arttırır. Müşirlik verilmesinden sonra bu
paşanın Abdülhamid ile olan münasebetleri gelişmiştir. Dr. Herzl ona sırası
geldikçe Padişaha Yahudi meselesini hatırlatmasını ve böylece üzerinde imal-i
fikirde bulunmasını sağlamasını rica eder. Aralarındaki mektuplaşmalardan
Paşanın talimata uygun hareket ettiği anlaşılmaktadır. «Ben ve arkadaşlarım
Szechenyi Paşanın hizmetlerini kat’iyen unutmayacağız» der.
BasePdeki kongre hakkında Sultan’a malumat vermekle Newlinsky
görevlendirilmiştir. Bu kendisinin ifadesi ve ben de inanmaya mütemayilim diyen
Herzl şöyle devam eder :
Newlinsky, Sultan’ın kongreye bir selam telgrafı göndermesi ihtimali
bulunduğunu yazıyor.
3 Eylül, Viyana Basel’deki kongre, münakaşalar gürültüler sona erdi. Sonucu
en kısa şekilde hulasa edebilirim :
Basel’de ben Yahudi Devletini kurdum.
Eğer bunu yüksek sesle söylesem bana bütün dünya güler. Fakat beş sene
içinde fakat elli sene sonra garantili olarak herkes bunu böylece bilecektir.
Bir devletin kurulması, o devleti kurmak isteyen kimselerin iradelerinde
mündemiçtir. Evet, sadece isteyen bir kimse bile kuvvetli bir ferddir (Devlet
benim: Louis XIV). Toprak sadece maddeden ibarettir. Devlet, bir toprağa malik
olsa bile, yine de mücerret bir mefhumdur. Kilise Devleti vardır, toprağının
bulunmaması birşey ifade etmez, aksi takdirde Papanın saltanatı bahis konusu
olamazdı. Basel’de işte bu abstraksiyonu yarattım. Delegeleri tedricen bu
Devlet mod’una hazırladım tve onlara kendilerinin bir «Milli Meclis»
olduklarını hissettirdim.
Basel Siyonist Kongresinde Filistin meselesinin görüşülmesi ve Yahudilerin
tekrar oraya dönerek bir devlet kurmaları fikri basında yer alır almaz Papalık
harekete geçer ve Ortadoğudaki hıristiyanları koruyacağını, böyle birşeye asla
müsaade edilemiyeceğini ilân eder. Ayni şekilde menfi davranışlar büyük
merkezlerde de husule gelir. Kongrenin ve bu fikirlerin mürevvici ve başkanı
olmak hasebiyle derhal harekete geçen Dr. Herzl, Komadaki Kardinallere, Devlet
adamlarına, imparatorlara mektuplar yazar. Bir Yahudi devleti kurulmasının kimseye
zarar vermeyeceğini anlatır. Desteklerini temin kampanyasına girişir.
Sadece koloni kurma fikrinin taraftarı ve Herzl’in temsil ettiği Siyonizmin
Yahudiler için zararlı olduğu kanaatinin sahibi olan milyarder Edmond
Rothschild de onun aleyhinde faaliyete girişir. Bu ailenin çok güvendiği
milyarlardan fayda olmadığını gören Herzl onu bırakarak küçük hisseler halinde
her Yahudinin katılabileceği bir fon kurma faaliyetine geçer. Pariste toplanan
Hirsch Vakfının kendi cephesinde yer alması için uğraşır.
Newlinsky bir ara onu bırakarak Edmond Rothschild ile temasa geçmekle
beraber yine de en yakın yardımcılarındandır. Türkiyenin mâlî yönden durumunun
gittikçe kötüleştiği haberini verir. Avrupadaki Türk Sefirleri tahsisat
yokluğundan bakkal ve kasapların faturalarını dahi ödeyemeyecek duruma
düşmüşlerdir.
Newlinsky kendisinin protokol müdürü gibi davranmaktadır. Onunla Sultana
yazacağı mektubun anahatlarını kararlaştırır. O, bu arada Nuri B e y ’e 20 000
frank göndermesini tenbih eder. Padişaha yazılacak mektubun zarfının nasıl beş
yerinden mühürlenip üzerine de birşey yazılmayacağını anlatır. Şöyle der:
«Belli ki bundan sonra yolumuzun üstüne bir sürü dilenci çıkacak».
*
* *
Berlin, 4 Şubat 1898
Dört hafta önce buraya geldiğimde Türkiyenin Berlin Sefiri Ahmet Tevfik
[*] ile birkaç defa uzun uzadıya konuştum. Meselenin önemini anlamamışa
benziyor. Yahudilerin Türkiye-
ye celbedilmesine taraftar görünüyor, ama onlara ait bir bölge, bir köşe
bulunmasını kabul edemiyor.
[*] 1918 yılından Saltanatın ilgasına kadar sadaret makamını işgal eden ı
Osmanlı Sadnazamı Ahmet Tevfik Paşadır.
Biz Türkiyeyi kuracağımız fonlarla desteklemek istiyoruz, buna karşı o
sadece «arkadaşça kabul »den bahsediyor.
Kendisine bunun değer ifade eden bir hal şekli olmadığını söyledim. Bu
tıpkı Türkiyeye bir kısım ermeni daha yerleştirmeye benziyor.
Sonuç olarak, konuştuklarımızı Sultan Abdülhamide bir memorandumla
aksettirebileceğini söyledi.
Viyanaya döndüğümde Newlinsky’ye, Ahmet Tevfik Paşa’nın meseleyi pek anlamamış olduğunu söyledim.
Belki de —pek aptalca olmayan— şu şıkkı düşünüyor: Yahudiler nasıl
Türkiye’nin daha kötü hale düşeceğini bekliyorlarsa, biz de Yahudilerin kötü
hale düşmelerini bekleriz.
Dün gece Ahmet Tevfik Paşa ile tekrar görüştüm. Otelde yemek yiyecektim,
bana arkadaşlık etmemi söyledi. Dört hafta önce söylediklerini tekrar etti.
Niçin Küçük Asya’da (Anadolu) bir yer istemiyor muşuz.
Bunu kesinlikle reddettim.
Berlin, 5 Şubat
Dün yemekte Ahmet Tevfik Paşa ile yine beraberdim. Ben lokanta salonuna
girdiğimde o yemeğini bitirmiş çıkmaya hazırlanıyordu. Beni görünce yanıma
gelip masama oturdu. Bir saat kadar gevezelik ettik, zannederim, hatta eminim
bu defa onu kazandım.
Onun gözlerinin önüne müstakbel bir Türkiye ve İstanbul inşa ettim.
«Ekselans, ne zaman Sadrıazam olacaksınız? Ekselansları
zaman bendenizi İstanbul’a davet edersiniz ve sizin için şehri tekrar inşa
ederiz, yani sizin için plânlar yaparım».
Gözle görülecek derecede heyecanlandı.
Newlinsky’nin hakkı varmış. Bir kimse türklerle bir arada bulunduğunda
onlara hizmet ederse minnetterlıklarını kazanıyor ve tedricen bizi sevmelerini
sağlıyor.
İcra Komitesi’nin çalışmaları teferruata inhisar ediyor. Schnirer şahsî
işleri sebebiyle Komiteye pek zaman ayıramıyor. Kokesch ve Mintz ise ekseriya
somurtuyorlar. Kremenzky’yi her haliyle içinde bulunduğu durum sınırlandırıyor.
Boşuna müzakereler yapıyoruz. En büyük eksiğimiz de harekete geçmek için hazır
paranın bulunmayışı.
Plan ve projelerimi katiyen Komiteye getirmiyorum. Zira Birnbaum Umumi
Kâtip olarak hemen ileride kullanacağı «malzemeyi» toplamaya başlıyor. Tipik
bir düşman...
*
* *
Son derece yorgunum. Kalbim muntazam çalışmıyor.
*
* *
Dr. Herzl teşkilata para bulmak çabasındadır. Giriştiği birçok teşebbüsler
vardır ama kesin sonucu hiçbirinden almış değildir. Arkadaşı Nordau’ya yazdığı
mektupta bunları anlatır ve bilhassa şu husus üzerinde durur: Türk Hükümeti
henüz proje halinde olan bu banka çalışmasını katiyen duymamalıdır.
Kuvvetli bir günlük gazeteye ihtiyaç vardır. Sadece haftalık Die Welt’in
neşriyatı kâfi gelmemektedir. İki milyon ile Neue Freie Presse gazetesi satın
alınabilir ve o zaman dava çok şey kazanmış olur. Halihazır halimizle Fransız
ihtilalinin askerlerine benziyoruz. Ayağımızda pabuç ve çorap olmaksızın savaş
kazanmaya mecburuz.
*
* *
1 Temmuz
Harekete daha yakın bir muvakkat hedef tayin edip, «SİYON»u gaye hedef
olarak saklamayı düşünüyorum.
Zavallı fakir Yahudi kitleleri derhal yardım görmek ıztırarındalar, Türkiye
ise bizim arzularımızı kabul etmekten henüz uzak duruyor.
Çok yakın istikbalde Türkiyede bizim aleyhimizde gösterilerin başlaması da
kuvvetle muhtemeldir. Filistini bize asla vermeyeceklerini pekala nümayişlerde
söyleyebilirler.
Bu sebeple daha kısa bir zamanda erişebileceğimiz bir hedef ittihaz
etmemiz gerekli, bu hedef de Siyon bayrağı altında ve tarihî haklarımızı tespit
edecek tarzda olmalıdır.
Belki İngiltereden Kıbrıs’ı alabiliriz, bir taraftan da Güney Afrika veya
Amerika’yı el altında bulundurmalıyız ve o halde Türkiyenin dağılmasını
beklemeliyiz.
Bu hususları Kongre’den önce Nordau ile münakaşa etmeli.
6 Temmuz
Amerikadaki arkadaşım Schauer Washington’daki Türk Sefiri ile yaptığı
temasları anlatıyor. Fikir ve görüşleri tamamiyle antisiyonist.
12 Temmuz
Pall Mail Gazette’in Viyana muhabirine Alman Kay zer’inin Filistin seyahati
konusunda bir beyanat verdim. Diğer kuvvetlerin bizim niyetlerimizden dolayı
duydukları kıskançlığı tebarüz ettirdim. Filistini hiçbir kuvvet ele
geçiremiyecektir.
*
* *
Basel’de Kongre yeniden toplanır. Büyük sermayeli fakat bankerlere istinat
etmeyen, küçük hisselere bölünmüş bir Siyonist Bankası kurma projesi büyük
zenginlerin mukavemeti ile karşılaşır. 5 milyon mark gibi «mütevazi» bir
sermaye ile işe başlanması ileri sürülür. Dr. Herzl kendi topladığı ve başkanlık
ettiği çevrede kendisinin anlanmadığı kanaatindedir.
Kongre’den sonra Grand Duke’ü tekrar görmeye gider, aralarında dostça
konuşmalar olur, çeşitli meselelerin münakaşası yapılır.
«Alman hükümeti İstanbul’da Siyonist hareketine karşı ne gibi bir davranış
ve tutum olduğu hususunda araştırmalar yaptı ve Sultanın bizim görüşümüze
uygun paralelde bulunduğunu tespit etti. Araştırma Von Marschall aracılığı ile
yapıldı ki kendisi Sultanın yakın ahbabıdır» dedi.
Bu bilgiyi ben de teyid edecek durumdayım, zira ben de Sultan’dan bir
teşekkür telgrafı almış bulunuyorum.
Grand Duke, Siyonizm hakkında Alman Kayzer’ine teferruatlı bir rapor
vermiş olduğunu, bunun üzerine Kayzer’in Eulenburg Kont’una bu konuda daha
teferruatlı bilgi toplaması emrini verdiğini anlattı.
Grand Duke’e göre şimdi Kayzer ile Abdülhamid’in arası son derece iyidir.
Bu iyi münasebetlerin başlangıcı da Girit meselesidir. Giritteki birliklerin
geri çekilmesi hususunda Almanyanm tutumu Türkiyede çok derin akisler ve müspet
tesirler meydana getirmiştir.
Şimdi Yıldız Sarayında alman nüfuzu hemen hemen sonsuzdur. İngiltere
tamamen bir kenara itilmiştir. Kayzerimiz Sultan Abdülhamid’e bir tek kelime
söylese hemen yerine getirileceğinden emindir. Fakat şimdi çok daha dikkatli
davranmak gereklidir. Tarih göstermiştir ki şahsen atılan adımlar bazan çok
uzun ömürlü olmaktadır, ama sabırlı olmak şarttır.
Duke’e göre Kayzer’in dönüşüne kadar beklemeliyiz. Eğer bu tarihten önce
beni kabul ederse çok iyi olur. «Biliyorsunuz Kayzer’in Filistin seyahati
üzerine çok lâf edildi. Genellikle bu seyahat dinî bir karakter taşıyor, şimdi
ise siyasî bir hüviyet almak üzeredir. Zira Kayzer önce îstanbula gitmektedir,
halbuki doğrudan doğruya Filistine gitmesi kararlaştırılmıştı. Böylece
memleketin hâkimini ziyaret etmektedir. Filistin’den sonra da Mısır’a
geçecektir. Yani Sultan’a bağlı muhtar bir devlete..»
Kayzer yola çıkmadan kendisinden bir randevu alabilirsem çok iyi olacak. O
zaman Yıldız Sarayında Siyonizm’den bahsetmesi ihtimali belirecektir. Hem de
müspet şekilde bahsedecektir.
Grand Duke şöyle sordu: «Bir devlet mi kurmak istiyorsunuz? Kanaatımca
yapacağınız en yerinde hareket bu olacaktır, fakat kanunî emniyeti temin
etmeniz şarttır. Sultan’ın hâkimiyetini kabul etmeniz şeklinde bir formül
pekala bulunabilir, bunun benzerleri eski Tuna vilâyetlerinde görülmüştür.
Fakat sonra nasıl olur? —Gülerek—, bir nesil sonra ne olur, haydi bunu şimdi
söylemeyelim».
Kendisine Rusya’da Siyonizmin ilerleyişini, Sosyalist ve Anarşist
Yahudilerin bile bize iltihak ettiklerini, çünkü ortaya bir ideal attığımızı bu
sebeple birliği temin ettiğimizi anlattığım zaman, «Bunu Pobodonostsev
işitmeli, bunu ona söylemelisiniz» [[36]] dedi.
*
* *
Unterach, 9 Eylül Kayzer’in Viyana Sefiri Eulenburg’a mektup yazarak Grand
Duke’ün bizim hareketimiz hakkında rapor hazırlamakla Kayzer’in kendisini
görevlendirdiğini bildirdiğini, Kayzer ile Filistin seyahatinden önce muhakkak
konuşmak arzusunda olduğumu eğer Eulenburg daha fazla bilgi arzu ediyorsa
derhal Viyanaya gelmeye hazır olduğumu bildirdim.
15 Eylül
Viyana treninde Dün Eulenburg’tan şu telgrafı aldım: «16 Eylül sabahı saat
9 da Aldan Sefarethanesinde görüşebilir miyiz — Eulenburg».
Derhal Viyana’ya doğru yola çıktım. Alman Kayzer’i ayın 17 sinde öldürülen
İmparatoriçenin cenaze merasiminde bulunmak üzere gelecek ve belki de beni
kabul eder.
16 Eylül, Viyana
Bu sabah Eulenburg ile konuştum.
Uzun boylu zarif, 55 yaş civarında bir insan. Düşündükleri yüz ifadesinden
katiyen anlaşılmıyor, insanı tesiri altına alıyor. İstikbali olan bir kimse
intibaı veriyor..
Konuşmasına iki endişesini izharla başladı: Birisi Filistinde bereketli
toprakların azlığı, diğeri de Sultan’ın iki milyon muhacirin oraya gitmesini
kabul edip etmeyeceği, ki şüpheli.
«Çünkü Sultan» dedi ve bakışlarını derinleştirerek» Son derecede korkak».
Hayli konuştuk ama anladım ki projemizden yeterli derecede haberdar
değildir.
Kayzer’den İstanbul’da Sultan’a ne söylemesini istediğimi, muhakkak
muhtariyet üzerinde mi durduğumu sordu.
Çıkarken bana, Kayzer’in Doğu Prusya’da çıkacağı bir av partisinde beni
kabul edeceğine, kendisi de o partiye davetli olduğu için bu buluşmayı temin
edeceğine dair söz verdi.
Görünüşe göre Kayzer beni yarın Viyana’da kabul etmeyecek, zira saat birde
gelip dokuzda tekrar dönecekmiş. Bu birkaç saat içinde de son derece mahmul
olacak, bir sürü merasimde bulunacak, resmî kişilerle konuşacak.. Bununla beraber
Eulenburg eğer yarın bir fırsat bulursa beni görüştüreceğini söyledi.
Onun üzerinde en büyük tesiri şu sözlerim yaptı zannederim :
«Bizim hareketimiz bugün için artık mevcuttur. Bu veya şu büyük devletin
onu benimseyeceğini bekliyorum. Aslında ben bunun İngiltere olacağını
düşünmüştüm, eşyanın tabiatı bunun böyle olmasını gerektiriyor gibi geliyordu.
Fakat Almanya da olsa bizim için birşey değişmez. Bugünün Yahudileri büyük
ekseriyetle Alman kültürünün tesiri altında yetişmişlerdir. Bunu şu anda Alman
Sefarethanesinde olduğum için söylemiyorum. Size delil gösterebilirim. Basel’de
toplanmış olan her iki kongrenin resmî dili almanca idi».
*
* *
Öğleden sonra İcra Komitesi bizim evde toplandı. Onlara rapor verdim. Bir
kısmı heyecanla tebrik ettiler, bir kısmı da gayet normal karşıladılar.
*
* *
Ischl, 18 Eylül
Dün çok önemli bir gündü, hareketimizin kader günü de sayılabilirdi. Kayzer
beni kabul edecek mi?
Geç uyudum. Saat ancak 10’a doğru Die Welt’in yazıhanesine geldim. Alman
Sefarethanesinden saat 11 de orada bulunmam için telefon etmişlerdi.
Saat tam 11 de gittim. Kapıcı Eulenburg’un orada bulunmadığını söyledi,
Von Bülow’u görebileceğimi söyledim. O sırada merdiven başından çıkıveren
birisi «Ekselansları sizi bekliyorlar dedi, bu Bülow idi.
Almanyanm Avusturyadaki askerî ateşesi ve sayılı kumandanlarından olan
Bülow bizim ikinci kongreden haberdardı. Uzun boylu gevezelik ettik. Kont
Eulenburg vasıtası ile gelmemden pek hoşlanmamıştı..
Sonuç : Eulenburg ve Bülow’dan söz almıştım. Alman hükümeti bize İstanbul
nezdinde yardımcı olacaklardı.
Paris, 30 Eylül
Fransız Yahudilerinin bize kesin surette hayırları dokunmayacak. Gerçekten
bunlar Yahudiliklerini yitirmiş ve tam birer fransız olmuş dürümdalar. Bunlar
sadece Avrupalı anarşistlerin liderleri olabilirler.
Bize hiçbir yardımda bulunmayacakları aşikâr. Yataklarını ateşe vermiş
dürümdalar. Kurtuluşu sosyalistlerde ve hali hazır statüyü tahribe
çalışanlardan bekliyorlar.
Fransa, Hollanda ve Londra’da Yahudi teşekküller ve liderlerle temaslarda
bulunan Dr. Herzl henüz kendisini herkese, bütün Yahudilere kabul ettirebilmiş
değildir. Bu seyahatinde sadece bankanın sermayesi konusunda olumlu sonuçlar
alır. Bir taraftan da Kont Eulenburg ve Bülow ile muhabereyi devam ettirir.
Grand Duke kendisini destekler. Bütün istediği İstanbul yolu ile Filistin’e
gidecek olan Alman Kayzer’ine İstanbul’da kendi projeleri ve görüşleri lehinde
bir konuşma yaptırmaktır. Bu olursa işlerin daha kolaylaşacağı kanaatindedir.
Çeşitli sebeplerden Kayzer ile karşı karşıya gelerek konuşamaz, fakat
fikirlerinden haberdar olmasını sağlar. Bir aya yakın bir zaman bu gibi
faaliyetlerle geçer. Kendisi de ayni yolu takip etmek, önce İstanbul’a sonra
da Kayzer’in gideceği Filistin’e, Yeruşalaym’a (Kudüs) varmak istemektedir.
İcra Komitesini toplantıya çağırır. Bu seyahatinde birkaç üyenin kendisine
refakat etmesini istemektedir. Fakat herbirisi çeşitli bahaneler ileri sürerek
istinkâf ederler. Kalarak günlük işlerle meşgul olmayı tercih ederler.
*
* *
Viyana, 11 Ekim
İcra Komitesi toplantısından sonra Newlinsky beni görmeye geldi.
Ben İstanbul ve Kudüs yolunda iken onu da Roma’ya göndermek istiyorum.
Orada bana saha ve imkân hazırlansın. Dönüşte Roma’ya gitmek niyetindeyim.
İcra Komitesinin kararı ile kendisine 2000 guilder yol parası verdim.
14 Ekim
Orient Ekspresi, İstanbul yolu, Sofya yakınları.
Yola çıkmazdan önce hayli şeyler oldu.
Dün değil evvelsi gün Sefir Mahmud Nedim Bey tarafından çağırıldım. Bir
saat mutlak surette boş konuşma yaptık. İstanbul için bana bir tavsiyede
bulunması ricama karşılık bir arap hikâyesi anlattı: Bir bahçevan zengin bir adama gelip
borç para ister. Zengin vermeyi reddeder. Altı ay sonra bahçevan elinde bir
sepet meyve olduğu halde zengine gelir ve teşekkür eder. Zengin şaşırmıştır,
bunda bir yanlışlık olduğu kanaatindedir. Fakir, «Hayır» der, «Ben size minnet
borçluyum, siz bana hemen hayır demekle benim hiç vakit geçirmeden yardım
edecek bir başka birine gitmemi temin ettiniz».
Bu sebeple bana tavsiye mektubu vermeyecek imiş, fakat benim hakkımda bir
sual açacak olurlarsa müspet şekilde cevaplandıracakmış.
«Ekselans, ümit ederim ki altı ay sonra size bir sepet meyve ile gelirim», dedim.
*
* *
Viyana’da bekleme salonunda Mahmud Nedim’in yanında Berlin Sefiri Ahmed
Tevfik’i gördüm. Dün akşam yemekten sonra Ahmed Tevfik ile gevezelik ettik.
Avusturya Sefiri Calice de trende idi. Başlangıçta onu farketmemiştim.
Sonra benim aleyhimde yaptığı çalışmayı düşünerek bir ara görmezden gelmeyi
dahi düşündüm. Fakat sigara salonunda karşılaştığımızda tebessüm etti, ben de
selâm verdim.
15 Ekim Trende, İstanbul yakınlarında
Dün akşam yemekten sonra sigara salonunda tam iki saat Ahmed Tevfik ile
gevezelik ettik. Bilhassa Sultan’ın Alman Kayzer’ine karşı durumunu öğrenmek
istiyordum. Ayni konudaki bir soruma Viyanadaki sefir Mahmud Nedim şüpheli bir
cevap vermişti. Girit konusunda Almanya ve Avusturya’nın Türkiyeye pek
yardımları olmadığını, sadece Girit’in Türkiyede kalması gerektiğini ifade
etmiş olduklarını söylemişti.
Ahmed Tevfik ise Kay zer ve Almanya’ya hayrandı. «Sultan Abdülhamid ve
bütün türk halkı bu büyük dosta karşı minnettarlık ve şükran hisleriyle
meşbudurlar» dedi.
Bu bilgi son derece hoşuma gitti, bizim davanın yürümesi için böyle bir
havanın bulunması da şart.
*
* *
İcra Komitesi üyesi ve ülkü arkadaşım Max Bodenheimer ile yapacağımız
talepler üzerinde konuştuk.
Bölge : Nil nehrinden Fırat’a kadar uzanacak. Gerekli müesseselerimizin
kurulması için bir «geçit devri» şart. Bu devre için Yahudi asıllı bir vali
düşünülebilir. Bundan sonra Mısır ile Sultan arasındaki münasebete benzer bir
şekil düşünülebilir. Fakat Yahudi nüfusu bölgedeki nüfusun 2/3 ini geçtiği anda
kuvvete baş vurarak ve diplomatik yollarla Yahudi idaresi kurulur.
Bunlar Bodenheimer’in düşünceleri ve kısmen mükemmel. Hele «geçit devri»
mertebesi iyi bir fikir.
*
* *
İstanbul’da trenden inip otelde elbisemi değiştirir değiştirmez, geldiğimi
haber vermek üzere bir arabaya atlayıp hemen Yıldız Sarayına gittim.
Herşey iki sene önceki gibi, değişen bir manzara hemen hemen yok. Hava
yağmurlu ve şehir olabileceği kadar güzel.
Araba ile istasyondan otele giderken köprüde Ziya Paşa ile karşılaştım.
Beni tanıdı ve uzun uzun baktı.
Yıldız Sarayında yine bir yığın hizmetkâr var. Geldiğimi ikinci kâtip
Cevad’a bildirecektim fakat yerinde yoktu. Sanki bırakıp niçin yarın gelmedim
(yani bugün)? Newiinsky’nin tavsiye mektubunu bıraktım. Mektupta «Sultanın
ayağına yüz sürmek ve hürmetlerimi arzetmek için geldiğim» yazılıydı.
Sonra yine sarayda vazifeli Münir Paşa’ya gittim. O da yerinde
görünmüyordu. Newlinsky’den ona hitaben yazılmış ayni mahiyette ve beni
Siyonistierin Lideri olarak takdim eden bir mektubu vardı.
Bodenheimer’i Alman Sefiri Marschall’a gönderdim.
Bodenheimer ve yanında Wolfsohn ben Yıldız’dan döndüğüm sırada işlerini
bitirmiş olarak otele, Londra Oteline geldiler.
Bodenheimer yaptıklarını şöyle anlattı:
«Alman Sefaretine gittim ve Dr. Herzl adına çok mühim bir hususta görüşmek
üzere geldiğimi bildiren kartımı Marschall’a gönderdim. Beni çok soğuk
karşıladı, sizin kendisinden bir mülakat rica ettiğinizi bildirdim. “Dr. Herzl
de kim” diye sordu. Bunun üzerine “Dr. Herzl Siyonistlerin lideridir, şahsen ve
mektupla Kont Eulenburg ile temas halindedir. Majeste Kayzer tarafından kabul
edilmeyi beklemektedir” dedim. Bunun üzerine yüzünün daha da fitneci bir ifade
aldığını farkettim. Fakat şöyle cevap verdi: “Şu anda Dr. Herzl’i kabul edemem,
zira yarım saat sonra Çanakkale’ye Haşmetli Kayzer’i karşılamaya gideceğim”.
Bunun üzerine ben de ayrıldım. Eğer Marschall’ı hala görmek istiyorsan derhal
sefarethaneye gitmelisin».
Hemen ayrılacağına göre gitmemeye karar verdim. Bodenheimer Kont
Eulenburg’un adını vermekle pek iyi etmemiş, çünkü o «geride çalışan
kimselerdendir».
*
* *
Yemekte Lionel Bey Bondy ile beraberdik. Kendisi AvusturyalI bir
Yahudidir. Bir zaman Türkiyenin Avusturyada fahrî konsolosluğunu yapardı.
Burada da bizim gazeteye muhabirlik ediyor. Bana akşam gazetelerinde «Neue
Freie Presse’in müdürü Dr. Herzl İstanbul’a geldi. İmparatorun seyahat
intihalarını nakledecektir, belki de Yıldız’da temaslarda bulunacaktır» şeklinde
haberler çıktığını söyledi. Kendisine hiçbir maksatla değil, sadece
arkadaşlarımla sıhhatimin düzelmesi için seyahata çıktığımı söyledim.
Bana Sultanın yakınlarından Tahsin ve Nuri Beylerle «içli dışlı samimi»
olduğunu söyleyince, bu ikisi ile beni karşılaştırmasını söyledim.
Bugünlerde hep imkânsız şeyler istiyorum.
Bütün geceyi nasıl davranmam gerektiği hususunda düşünmekle geçirdim.
Acaba Suriye’de bir arazi şirketi şekline mi dönsek? Ama bunun da teferruatı
türkleri hemen aleyhe döndürür. Yine «Yahudi Kumpanyası» fikrine döndüm
geldim.
İstanbul’, 17 Ekim Dün bütün gün hiçbirşey olmadı. Bebek’te bayan zavallı
Gropler’i ziyaret ettim, kendisine görmeye yine geleceğimi söyledim ve Boğazın
nefis manzarasını seyrettim. Bunun dışında hep mektuplarla meşgul oldum.
Almanya Sefarethânesi vasıtası ile Alman İmparatoruna :
Büyük İmparator, Merhametli Kayzer
Efendimiz,
Ekselans Baden Grand Dukası’nın
geçen Pazar günü Potsdam’da size bildirdikleri hususlarda bir konuşma
yapmak üzere bendelerini 'burada, İstanbul’da isterseniz gizli olarak kabul
etmenizi istirham edeceğim. Bu istirhamın sebepleri şunlardır: Arz-ı Mukaddeste
bir Siyonist murahhas heyetinin yüksek huzurunuza kabul edilmesi Avrupa’da
münakaşa ve dedikodu mevzuu olabilir. Böyle bir konuşmanın sonuçları tek
taraflı olarak sizin tarafınızdan açıklanabilir. Bu durumda Fransa hiçbirşey
yapamıyacak kadar zayıf durumdadır. Yahudi meselesinin Siyonist tarzda
çözülmesi Rusya için önem taşımamaktadır. Bunlara ilâveten mukaddes yerler
meselesi kolaylıkla bir hal yoluna bağlanacaktır.
İngiltereden de muhalif bir davranış beklenmemelidir, zira İngiliz
Kilisesinin bizim tarafımızda olduğu bilinmektedir. Herşey yaratılacak bir emri
vakie bağlı bulunmaktadır. Benim âciz kanaatime glfre Almanyanm himayesi
altında kurulmasına müsaade edilecek «Suriye ve Filistin Yahudi Arazi Şirketi»
bu gün için maksada kifayet edecektir. Bu şirket tedricen ilerleyecek ve diğer
hususları gerçekleştirecektir..
*
* *
Beyoğlu, 18 Ekim Sabahın 10.15 i
Yazdığım mektupların temiz kopyelerini çıkardım. Kayzere yazdığım mektupta
ufak tefek ifade değişiklikleri yaptım.
Wolffsohn, en esaslı adamım az önce bir arabaya atlayıp mektupları vermek
üzere Yıldız’a gitti.
Bu sabah Schnirer ve Seidener geldiler (Komite üyeleri).
Bir taraftan traş oluyor ve elbiselerimi «kabul» için hazırlıyorum.
Ayni gün, akşam, saat 8.00 Beyoğlu, Londra Oteli
Kayzerle konuştum. Tafsilâtını defterime yolda yazacağım. Şimdi Filistinde
haşmetli împarator’a hitaben yapmayı düşündüğüm konuşmanın müsvettelerini
hazırlamalıyım:
«İsrailoğulları delegeleri bir zaman cedlerinin vatanı ve çok geçmeden
bizim vatanımız olacak bu topraklarda Alman Kayzerini en derin hürmetleri ile
selâmlarlar. Bu toprakların Yahudi oluşundan bu yana pek çok nesiller gelip
geçmiştir. Bunlar hakkında konuşmak eski günlerin rüyasını yeniden görmek
olacaktır. Fakat rüya hala yaşamaktadır, yüzbinlerce gönülde tazeliğini,
canlılığını muhafaza etmektedir... Siyon bizim mazlum gönüllerimizden
yükselecektir.
Bugün Siyonist hareketi tam manasiyle modern bir hareket haline gelmiştir.
Bugünün hayat şartları ve durumu onun gelişmesinin sebebi olmuştur. Gayesi,
zamanımızın imkânlarından faydalanarak Yahudi meselesine bir hal çaresi
bulmaktır. Buna nihayet muvaffak olduğumuz inancındayız. Hayat şartları
değişmiş, muhabere ve haberleşme vasıtaları artmıştır. Bütün bunların üzerinde
biz kardeşlik şuurunu yeniden uyandırmış bulunuyoruz. Basel’de bütün dünyanın
gözü önünde biz programımızı yapmış ve tespit etmiş bulunuyoruz : Kanunun
himayesi altında Yahudilere bir Vatan yaratmak...
Bu toprak bizim ecdadımızın. Ziraate ve yerleşmeye elverişlidir.
Majesteleri memleketi görmüş bulunuyorsunuz. Kendişini işleyecek kimseleri
çağırmaktadır ve bizim kardeşlerimiz arasında korkusuz işçiler bulunmaktadır.
Bunlar da işleyecek bir arazi için bağırmakta, ağlamaktadırlar.. Projemizin
kuvveden fiile çıkmasında majestelerinin lutfunu, keremini istirham ediyoruz.
Gayet samimi olarak iddia ediyoruz ki Siyonist plânının tahakkuk etmesi
Türkiye için de bir kurtuluş olacaktır. Enerji ve materyel kaynakları memlekete
getirilecek, her köşe daha mesut ve müreffeh hale getirilecektir.
Suriye ve Filistin için bir arazi kumpanyası kurmayı düşünüyoruz, bütün
büyük projeleri bu kumpanya realize edecektir. Bu kumpanyayı himayesi altına
almasını Alman Kayzerinden istirham ederiz.
Bizim idealimiz hiç kimsenin hakkına ve diğer dinlere tecavüzü
öngörmemektedir. Biz her inanca karşı hürmet besler ve anlayışla karşılarız.
Bütün bu inançlar arasında ecdadımızın inancı da yükselecek, yeniden
doğacaktır...»
19 Ekim 1898 «İmparator II. Nikola Gemisi»
İstanbul’da Alman İmparatorunun karşılanışı, Yıldızdaki ikameti, şehir
içinde yaptığı ziyaretler, alınan sıkı muhafaza tedbirleri, kendisine verilen
randevu ve bu randevuya gelişini bütün teferruatı ile anlatan Dr. Herzl nihayet
İmparator ile başbaşa kalır:
«Nereden başlıyacağım İmparator Hazretleri?»
«Nasıl istersen öyle yap» dedi ve arkasına yaslandı.
Ona Bülow vasıtasıyla gönderdiğim mektuptan, daha önceki muhaberattan
bahsettim. «Arazi Şirketi»nin Almanyanm himayesi altında olması meselesini
açtım..
Sonra sözü o aldı. Bana adeta imkân ve fırsat vermeden konuşuyor ve
Yahudilerden bahsederken «Kavminiz» tâbirini kullanıyordu. Siyonizm’in
kendisini niçin ilgilendirdiğinden bahsetti.
«Yahudiler arasında çok kuvvetli ve iyi elemanlar var. Bunlar Filistine
yerleşirlerse orada çok şey yapabilirler. Çok faydalı olurlar» dedikten sonra
Almanya’daki Yahudilerin vefasızlığından bahsetti. Hohenzolarn hânedanı
Yahudilere karşı hiçbir zaman düşmanlık beslemediği halde Yahudilerden daima
düşmanlık görmüştür, daima aleyhlerinde çalışmışlar ve hatta kraliyet aleyhdarı
faaliyetlere iştirak etmişlerdir, dedi.
Cevaben bütün Yahudileri ihtilâlci teşekküllerden tamamen uzaklaştırma
yolunda ve çabasında olduğumuzu arzettim.
Kayzer, kendisinin himayesi altına aldığını duyunca Yahudiler Filistinde
koloniler kurmak fikrini destekleyeceklerdir ve bu sebeple Almanya’yı katiyen
gerçekten terketmiyeceklerdir kanaatinde olduğunu ifade etti, Bülow buna şunu
ekledi: «Ve bundan dolayı da minnettar kalacaklarını bekleyelim». Benim
dikkatimi, zengin Yahudilerin benim fikrime itibar etmedikleri hususuna çekti.
«Büyük gazeteler, hatta bizzat sizin çalıştığınız gazete bile bu yolda değil.
Birkaç büyük gazeteyi kendi tarafınıza kazanmanın çaresine bakmalısınız» dedi.
«Ekselans bu sadece para meselesidir» diye cevap verdim. Bülow bu sözüyle
Kayzer’e benim arkamda kuvvet bulunmadığını ihsas etmek istemişti. Bülow
herşeyde cephe alıyordu. Hiçbir zaman «Hayır» demiyor, «Ha, evet», yahut «Evet,
fakat..», «Evet, yalnız..» gibi ifadelerle hep menfi yönde konuşuyordu.
Maamafih ileri sürdüğüm delillerin Kayzer’i ikna ettiğini görüyordum.
Aktüel meselelere geçince Fransanm dahilî vaziyetinin zafiyetine sözü
getirdim. «Prens Napolyonun birlik kurma konusundaki faaliyetlerinde ne
dereceye kadar şans tanırsınız?» «Siz şartları biliyorsunuz» diye sordu.
«Majeste, hiç şansı olmadığına inanıyorum. Memleket onu kat’iyen tanımıyor»
dediğimde Bülow söze karışarak :
«Fakat başaracaktır, o bir rus subayıdır» dedi, hemen şu cevabı verdim :
«Evet ama Rusyanm prestiji silahsızlanma meselesinde büyük ölçüde
sarsıldı». Kayzer gözlerinin içine kadar güldü. Dreyfüs davasının akisleri,
orduyu nasıl sarstığı hususlarında uzun uzun konuştuk.
Tam bir soru sormaya hazırlanırken saatine baktı ve «Adresinizi yazıp
Bülow’a veriniz. Şimdi bana bir kelime ile Sultan Abdülhamid’e ne söylememi
istediğinizi açıklayınız» dedi.
«Almanyanm himayesinde bir şirkete müsaade etmesi» dedim.
«îyi, imtiyazlı bir şirket için müsaade» deyip elini uzattı ve ortadaki
kapıdan çıktı.
Yıldız’ın bahçesindeki arabada Wolffsohn heyecan ve merakla bekliyordu.
Müspet gittiğini söyledim, doğruca Alman Sefarethanesine gittik. Fakat Sefir
Yıldızda verilecek gala için ayrılmıştı, sadece kartımı bıraktım.
Diğer arkadaşlar Londra Otelinde bizi bekliyorlardı. Onlara da vaziyeti
anlattım «Filistine gidiyoruz, giriyoruz».
*
* *
Limandaki Rus gemisine binme ve yerleşme formalitelerini arkadaşlar
tamamladılar. Gittiğimiz yerlerde Türk makamlarının bana karşı nasıl davranacaklarını
merak ediyordum. İzmir’e vardığımızda benim geleceğimin önceden bildirildiğini
davranışlarından anladım. İzmir gazetelerinde benim Kayzerle konuşmam hakkında
bir haber olup olmadığını araştırdım, birşey bulamadım.
*
* *
27 Ekim 1898 Rişon Letsiyon
Yafa’da sahile çıkarken bir aksiliğe uğramamak için hemen oradaki alman
polislerine yaklaşarak buraya Kayzer’in emriyle gelmiş olduğumu söyledim. Hemen
alâkadar oldular. «Tezkere»yi inceleyen Türk memurlar da bir aksaklık bulmadılar.
Kudüs, 29 Ekim Kayzer’e hitabeme şu cümleleri de koydum :
«Burası ideallerin anayurdu olan bir memlekettir, bir tek kavme veya dine
inhisar edemez. Mukaddes Kudüs şehri surları ile birlikte bir sembol şehir
haline getirilmeli ve bütün medeni dünyaya açık olmalıdır.
Bu ebedî şehre bir büyük İmparator ayak basmaktadır. Bütün Yahudiler bu
müteheyyiç anda bütün kalpleriyle selâmlarlar ve bütün insanlık dünyası için
bir sulh ve sükun devresinin doğmasını temenni ederler».
Son birkaç günün intibaları:
Filistinde kurulmuş koloniler, Yahudi okulları, hastahaneleri ile temas
ettim. Ellerinden geleni yapmışlar ama genellikle çaresizlik içindeler.
Rothschildlerin öğündükleri Rişon Letsiyon bile mükemmel durumda değil, zoraki
biraz yeşillik o kadar.
Alman Kayzer’i gezisine devam ediyor. «Mikve İsrail»de iken karşılaşmak
mümkün oldu. O sabah saat dokuz sıralarında önde Türk süvarileri olduğu halde
Kayzer ve mahiyeti göründüler. Etraf her cins ve yaştan insanlarla dolu idi.
Ben okullu çocuklara İmparatorun almanca nasıl selâmlanacağmı öğrettim,
yaklaştığı zaman onlar «Allah Kralı Korusun» diye almanca bağırdılar.
Kayzer kalabalık içerisinde beni teşhis etti, atını bana doğru sürdü, ben
de iki adım öne çıktım. Yaklaştı, elini uzattı, gülerek:
«Nasılsınız?»
«Teşekkür ederim haşmetmeâb. Memleketi geziyordum. Sizin seyahatiniz nasıl
geçiyor majeste?»
«Çok sıcak, ama bu memlekette istikbal var».
«Fakat şu anda oldukça hasta değil mi?»
«Suya ihtiyacı var, bol suya».
«Evet Majeste, büyük bir sulama projesi lâzım».
«Burasının istikbali var».
Buna benzer birkaç şey daha konuştuk. O sırada yakınlara gelmiş olan
İmparatoriçe de hafif bir selâm verdi. Sonra çocukların «Allah Kralı Korusun»
avazeleri arasında uzaklaştılar.
Kayzer’in son derece dik ve mağrur duruşu dikkatimi çekti.
Etrafta bulunanların çoğu ziyaretçinin kim olduğunun bile farkında
değildiler. Bazıları bana sordular. Kimse Kayzer’in buralara geleceğine
inanmıyordu.
Wolfsohn ben Kayzer ile konuşurken iki fotoğraf çekmişti. Kodak makinesini
gururla gösterdi ve «Bu negatifleri 10 bin marka değişmem» dedi. Fakat öğleden
sonra Yafa’da bir fotoğrafçı filmleri banyo ettiğinde gördük ki, birisinde
İmparatorun yanında yalnız benim sol bacağım görünüyor, İkincisinde hiçbir şey
çıkmamış..
Akşam trenle berbat bir seyahatten sonra Kudüs’e gelebildik. Gezip
dolaştım. Şehir benim üzerimde çok büyük tesirde bulundu. Davud’un başşehrinde
Siyon’un surlarının silüeti karanlıkta pek muhteşem görünüyordu.
Gece ateşim yükseldi. Kinin aldım, arkadaşlarım masaj yaptılar, rahatsız
bir gece geçirdim. Sabah Kayzer’in önce Yahudi sonra da Türklerin
hazırladıkları tâklarm altından geçişini otelimin penceresinden seyredebildim.
*
* *
Süleyman Mabedinin bugüne kadar kalmış meşhur batı duvarını «Ağlama
Duvarı»nı ziyaret ettim. Etrafı hep dilencilerle doluydu.
Sonra da Davud’un türbesini ziyaret ettik...
Kudüs, 31 Ekim
Kayzer tarafından kabul edilmem hususunda maiyet nazırına gönderdiğim
mektuba hala cevap gelmedi. Şimdi saat 1.30 ve Kayzer’in Jericho’ya gideceğini
haber aldık. Acaba bi’ zim kabul dönüşüne mi kaldı?
Saat 3.00 de Hechler heyecanla geldi. Kayzer seyahatini derhal kesip
Berlin’e dönmeye karar vermiş. Yarın sabah doğru Berlin’e gidiyormuş zira
Fransa İngiltereye harp ilân etmiş.
Bu haberlere inanmaya imkân yok, bililtizam çıkarılmış şeyler bence. Bana
öyle geliyor ki Kay zerle mülâkat yapmamızı önlemek için belirli bir kaynak
tarafından ortaya atılıyor.
Kayzer’in bizi kabul etmesini temin için ona bizi hatırlatmak lâzım. Ne
yapmalı? Yahudi kolonilerinin fotoğraflarını çekmiştik, onlardan bir albüm
yaparak Kayzer’e hatıra olarak göndersek belki de bizi hatırlayıp huzuruna
çağırtır. Fakat Alman Başkonsolosu ve Kayzer’in çevresindeki diğer görevliler
onun Siyonistlerle fazla ilgilenmesinden hoşlanmaz görünüyorlar. Her fırsatta
önüme engel çıkartıyorlar. Garip davranışlar birbirini kovalıyorlar.
Kudüs, 2 Kasım
Kabul edilmemiz nihayet bugün gerçekleşti. Davet edildik. îlk defa olarak
«Mecidiye» nişanımı göğsüme taktım, bir arabaya binip arkadaşlarımla beraber
tozlu yollardan geçip davet yerine ulaştık.
Kayzer bizi gri üniforması içinde kabul etti.
Bu kısacık kabul Yahudi tarihinde ebediyen hatırlanacak ve büyük bir
ihtimalle tarihî sonuçlara müncer olacaktır.
İçeri girince eğilerek Kayzeri selâmladım, dört arkadaşım da ayni şekilde
davrandılar. Onları takdim ettim, her birinin elini sıktı, memnuniyetini
bildirdi.
Kayzerin yanında duran Bülow’a bir nazar atfettikten sonra hazırladığım
hitabeyi çıkardım ve ağır ağır okumaya başladım. Ara sıra gözümü kâğıttan
ayırıp Kayzer’in yüzüne bakıyor, dikkatini devamlı olarak uyamk tutmak
istiyordum. Bitirdiğim zaman o konuştu, şunları söyledi:
«Beni çok alâkalandıran bu konuşmanıza teşekkür ederim. Mesele etüd
edilmeye ve daha derin tartışmalar yapmaya muhtaçtır», deyip kolonilerin
durumuna geçti: «Memleket herşeyden önce su ve gölgeye muhtaç durumdadır» diye
başlayıp ziraat ve ormancılık konusunda çoğu teknik olan bir sürü söz söyledi,
sonra elini uzattı. Ama bu konuşmanın bittiğine işaret değildi, beni Bülow’a
doğru çekerek «Herr von Bülow’u tanırsınız değil mi?» dedi. Onu tanıyor
muydum! Bütün konuşmamı esrarengiz bir tebessümle takip etmişti. Onunla seyahat
hakkında konuşmaya başladık.
Kayzer: «Seyahat için en sıcak mevsimi seçmişiz. Dün Ramle’de hararet
gölgede 31, güneşte 41 santigrattı» deyince Bülow, «Efendimiz onun için bir
Yunan şairi en iyi şey sudur demiş» cevabını verdi.
«Memleketi sulayabiliriz, bu milyonlar alır ama milyonlar da getirir»
deyince, Kayzer:
«Sizde de en çok bulunan şey paradır» dedi «Hepimizden çok para sizde
vardır». Bülow da tekiden : «Evet, bizim için daima mesele olan paranın sizde
tam bolluğu vardır» dedi.
Arkadaşım Seidener mühendis olması hasebiyle söze karışıp nerelere nasıl
barajlar yapılabileceğini, suların nasıl çoğaltılıp getirileceğini anlattı.
Söz göz hastalıklarına, sağlık konularına intikal etti. Eski Kudüs şehrinde
açılacak bir sürü müessesede bütün bu dertlere derman bulunabileceğini anlattım.
Diğer arkadaşlarım daha söze başlamadan Kayzer elini uzatıp mülâkatın
bittiğini işaret etti, çıktık.
*
* *
Kayzer açıkça «Evet» veya «Hayır» dememişti. Aşikârdı ki perde arkasında
birşeyler cereyan ediyordu.
5 Kasım Yafa ile İskenderiye arasında «Dundee» gemisinde
Olup bitenleri ancak şimdi gözden geçiriyorum ve görüyorum ki oldukça
başarılı oldu.
Eğer Türk Hükümetinin zerre kadar siyasî basireti olsaydı benim oyunuma
bir son verirdi. Bu seferki İstanbul seyahatimde ellerinde böyle bir fırsat da
vardı, pekâla oradan geri dönmezdim. Kovabilirlerdi veya herhangi bir sebeple
jandarmaya teslim edebilirlerdi.
Türk Hükümeti benim devam etmeme ve seyahatimi tamamlamama göz yumdu ve
eğer hislerim beni yanıltmıyorsa şimdi siyasî bir faktör oldum.
Bu seyahatin bir hususiyeti de 19 Ekimden beri dünya ile rabıtamın kesilmiş
olması. Gazete hiç gelmiyor. Bir telgrafın çekildiği yere ulaşması dört beş gün
alıyor. Onun için buradaki temaslarımın herhangi bir yankı uyandırıp
uyandırmadığından tamamen habersizim.
Birkaç gün önce İngiltere ile Fransa arasında neredeyse savaşa müncer
olabilecek sertlikte atışmalar olduğunu duyduk kadar...
*
* *
8 Kasım «Regina Margherita»da, Napoli yolunda Kuzeye doğru gidiyoruz.
Muhteşem Mısır benim için sürprizlerle dolu idi. İnsan bu sıcak memleketin
nasıl enerji dolu olduğunu, nasıl bir sanayi kurulabileceğini ilk bakışta
görüyor. Bizim memlekette bir Nil nehri yok ama binbir türlü imkân orada da var
ve yaratılabilir.
*
* *
15 Kasım, Udine treninde Napoli’de ilk defa dünya ile alâka kurabildik.
Günlük haberlerden sonra eski günlerin kolleksiyonlarını karıştırdık. Bizim
Kudüs’te Alman Kayzer’i tarafından kabul edilişimiz hakkında Alman Ajansı şu
haber bültenini neşretmişti:
Kudüs, 2 Kasım: Kayzer Wilhelm kendisine Filistindeki Yahudi kolonilerinin
bir albümünü takdime gelen bir heyeti kabul etmiştir. Heyet başkanının
konuşmasına cevaben Kayzer
Wilhelm Filistinde ziraatin geliştirilmesine matuf hareketleri ilgi ile
karşıladığını, bu şekilde Türk İmparatorluğunun inkişaf edeceğini, Sultan
Abdülhamidin saltanatına son derece hürmet beslediğini ifade eylemişlerdir.
Aşikârdı ki bu Bülow’un eseri marifeti idi. Yol arkadaşlarım alt üst
oldular. En çok sarsılan Bodenheimer oldu. Sadık Wolffsohn bile biraz
bozulmuştu, onları teskin etmek bana düştü.
«İşte bu sebeple lideriniz benim. Hemen ilk fırsatta maneviyatınız
bozuluyor, berbat oluyorsunuz. Bundan daha kötü zamanlar oldu, hiçbirzaman
cesaretimi kaybetmedim..» dedim.
*
* *
Roma’ya yapmayı düşündüğüm seyahat suya düştü. Orada Newlinsky’den gelen
mektup beni bekliyordu: «Hastalanmış ve seyahata çıkamamıştı».
17 Kasım, Viyana
Dün Newlinsky’yi ziyarete gittim, gerçekten çok hasta. İstanbul’dan
haberler almıştı: Kayzer Wilhelm Sultan Abdülhamid’e şöyle söylemiş:
«Siyonistler Türkiye için hiçbir zaman tehlikeli değildirler, fakat Yahudiler
her tarafta başa belâ oldukları için onları kovar kurtuluruz*. Buna karşı
Sultan Yahudi tebaasından oldukça memnun bulunduğunu kendine has ifade ile
söylemiş. İmparatoriçe de seyahatinin çok iyi geçtiğini, yalnız bir sürü Yahudi
ile karşılaştığı için biraz sıkıldığını söylemiş.
İstanbul’dan gelen diğer dedikodular şöyle: Nuri Bey şimdiye kadar bizden
on para almadığı için ateş püskürüyormuş. Berlin Sefiri Ahmed Tevfik de bizim
aleyhimizde imiş. Türkiyede şimdi tam bir sukutu hayal havası esiyor. Alman
İmparatoru Wilhelm için sarfedilen 16 milyon lira bir tarafa, Girit seferinin
masrafları bile elde edilebilmiş değil..
*
* *
Dr. Herzl Baden Grand Düka’sı ve doğrudan doğruya Kayzer Wilhelm’e yazdığı
mektuplarla «İmtiyazlı Şirket» konusunda himaye talebinde ısrar eder. Eğer
kendi ismi allerji uyandırırsa bir İngiliz bankerinin adının
kullanılabileceğini, şirketin merkezinin Almanya’da olması ile Kayzer’in
himayesinin elde edilmiş sayılacağını, fakat bunun açıklanması gerektiğini
savunur. Bir taraftan da Filistindeki mahalli teşekküller ile temasa geçerek
orada durumlarını kuvvetlendirmek için bir gazete kurma tekliflerini
destekler. Siyonizm ve Yahudiler hakkında Türk halk oyunun neler düşündüğünü
araştırır. Bu soruya gazeteci Ben Yehuda şöyle cevap verir:
«Şarkta herkes biribirinden korkar, halk vahşi hayvanlar gibidir,
bağlanamaz ama istenilen yere sevkedilebilir. Eğer idareciler bir işaret verse
bütün müslümanlar Yahudileri bastırır, ermenilere yaptıklarmı yaparlar.
Yükseklerde ise durum tamamen Sultan’a bağlı bulunmaktadır, Sadrıazam bile bir
uşaktan başka birşey değildir.»
İngiltere ve Fransada Dr. Herzl’in «Politik Siyonizm» görüşüne cephe alan
çevreler onun Basel’de topladığı kongreye benzer bir kongreyi Paris’te toplama
faaliyetine girişirler. Rothschildler bu faaliyeti desteklemektedirler. Basma
aksettirdikleri haberlerde Filistinde şimdiye kadar 40 bin dönüm toprak satın
almış olduklarını tedricen bu miktarın artacağını, sadece ziraatin gelişmesi
ile halkın istikbalini garanti altına alabileceği görüşünde olduklarını,
metruk Keysarya limanını onararak hizmete açacaklarını, bu hususta Sultan’ın
müsaadesi için Alman Kayzer’inin tavassutunu dilediklerini işae ederler. Fakat
Dr’ Herzl’in durumu daima kuvvetlidir ve çizdiği yolda fütursuzca
ilerlemektedir.
Kurmayı tasarladığı banka tahakkuk yolundadır. Satılan ilk hisselerin
haberleri gelmeye başlamıştır.
Temaslarını Almanya, İstanbul ve Roma çevrelerinde devam ettirmektedir.
*
* *
29 Mart 1899
Newlinsky yarm îstanbula hareket edecek. Fakat kalp hastası olması beni
düşündürüyor. Aile doktoru ile konuşarak tren seyahatinin bir zararı olabilir
mi diye sordum, «Yatakta veya trende olması önemli değil, her an bir kriz
gelebilir» cevabını verdi. Bizzat Newlinsky gitmek ve «birşeyler» yapmak
arzusunda ama ben onu seyahate göndermekle mesuliyet altına girdiğimi
hissediyorum. Yanma Dr. Poborsky’yi koyayım diye düşünüyorum. İstanbul’da
yapacağı temaslar sonucunda Sultan’dan mülakatı temin edebilecek şimdilik tek
insan.
Bana İstanbul’’a gitmekte olan Mahmut Nedim’in muhtemelen bir daha geri
dönmeyeceğini, zira artık gözden düşmüş olduğunu işittiğini söyledi. Amma
memleket ha.
Mahmut Nedim burada kelimenin tam manası ile aç idi. Maaş bile alamıyordu
da yemeklerini kendisi pişiriyordu. Halifenin Sefir-i Kebiri. Bütün bunlar bir
romanda olsa halk inanmazdı.
2 Nisan
İstanbul’dan Dr. Poborski’den telgraf var :
«Newlinsky birden bire öldü. Karısına mümkünse birşeyler gönderin, yarm
akşam Viyanaya dönüyorum».
Hemen Madam Newlinsky’ye telgraf çektim, ömrümün sonuna kadar kendisinin
ve çocuklarının hizmetinde bulunduğumu, derin acılarına yürekten katıldığımı
anlattım ve şimdilik bin frank gönderdiğimi bildirdim.
Newlinsky’nin ölümü bizim için gerçekten büyük kayıp oldu. İstanbul ve
Roma’da çok iyi bir muhiti vardı. Onunla Siyonist hareketi romanı en esaslı karakterlerinden
birini kaybetmiş oldu.
4 Nisan
Bugün postadan Newlinsky’nin 1 Nisan günü postaya vermiş olduğu mektup
çıktı:
«Çok Aziz Arkadaşım,
Salimen İstanbul’’a geldik, iyi bir seyahat yaptık, yol arkadaşım Dr.
Poborski iyi bir insan. Şimdi Yıldız Sarayından geldim, orada çok iyi
karşılandım, Salı günü öğleden sonra tekrar gelmemi söylediler. Selâmlar.
M.de Newlinsky»
Dışarıda soğuk berbat bir hava var.
Türk maslahatgüzarı Ahmet Resmi Bey’e mektup :
Ekselans,
Dünden önceki gün M. de Newlinsky’nin İstanbul’da ani ölümünü haber aldım,
ekselansları herhalde dünkü gazetelerden muttali olmuşlardır.
Bu sabah aziz arkadaşımızın İstanbul’dan yazmış olduğu son mektubu aldım.
Vasıl olur olmaz Yıldız Sarayına gittiğini, son derece iyi karşılandığını ve
Majestelerinin kendisini bu Salı günü öğleden sonra kabul edeceğini
bildiriyordu.
Türkiyenin iyi ve en sadık dostlarından birisi kaybolmuş bulunuyor. Kendisi
bizim davamızın da kıymetli bir rüknü idi. Bu günlerde zatı âlinizle onun ölümü
ile hasıl olan durum hususunda konuşmak arzusundayım.
Derin saygılarımla
Dr. Th.Herzl
7 Nisan
Birçok hükümet ileri gelenleri, prensesler ile dost oluşu, tavırları,
davranışları ile Newlinsky tam bir «gizli ajan» görünüşünde idi. Doğrusu bana
bir yığın paraya mal oldu, bir o kadar da Komite’den aldı. Bizim için ne yaptı?
Gerçekten lehimizde çalıştı mı? Bu sorunun cevabını bir sır olarak beraberinde
mezarına götürdü.
Ölümü üzerine Viyana’da çeşitli dedikodular çıktı, esrarengiz bir manzara
vermek isteyenler oldu. O kadar ki aile doktoru Ludwig Frey onun sıhhî durumu,
hastalığı ve ölüm sebebi hakkında tıbbî bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve
bunu bizim gazetede yayınladık. Böylece dedikodular biraz olsun hafifledi.
İstanbul’dan Newlinsky’nin tabutu ile gelen zevcesini istasyonda ben de
karşıladım, cenazesinin birinci sınıf merasimle kaldırılmasını sağladım. Sonra
evlerine gittim. Pek sarsılmışa benzemiyorlardı. Zevcesine şimdilik ayda 200
guilder maaş vereceğimizi, Kongre toplandığında daha fazlasını yapmaya çalışacağımızı
söyledim.
Anlatılanlara göre mektubunda bahsettiği gün Sultan tarafından kabul
edilmemişti. İstanbul’da bizim karşı teşkilâtın bir adamının aleyhimizde
çalıştığı şeklindeki haberleri tahkik Ş edemedim.
11 Nisan
Mahmut Nedim’in İstanbul’a dönmesi üzerine maslahatgüzarlık makamına
getirilen Türkiyenin ayni zamanda Viyana [ Başkonsolosu Ahmet Resmi Bey ile
konuştum. İstanbul’daki yeni durum hakkında gayet açık bilgi verdi.
Kendisine İstanbul’’da şantajcılık yapan ve bana karşı çalışan Josef Graf
ve Bernard Stern’in içyüzlerini bütün çıplaklığı ile umumî efkâra
açıklayabileceğimi söylediğim zaman, tam Türklere has bir şekilde omuz silkerek
«Bu hiçbirşey temin etmez» dedi.
Sonra daha da ileri giderek, benim davam için Nuri Beyi yahut Tahsin Beyi
kazanmam gerektiğini, Lutfi Beyin rüya tâbirciliği ve merasim nezaretçiliğinden
fazla bir mevkii olmadığını, fakat Tahsin Beyin halen gözdelerden bulunduğunu,
siyasî konularda elde edilecek en uygun şahsın Tahsin Bey olduğunu söyledi.
Correspondance de l’Est gazetesinin Newlinsky’nin zevcesinin hesabına
çıkmaya devam edeceğini ve Türk Hükümeti taraftarı durumunu devam ettireceğini
söylediğimde teşekkür etti.
Sonra tekrar Nuri ve Tahsin Beyler meselesine döndük. Her ikisini birden
kazanmanın daha iyi olacağı fikrimi ifade edince, arkadaşça gülümseyip, Tahsin
Bey Nuri Beye pek benzemez, dedi.
Bugün Londradan aldığım bir telgrafta bizim banka hisselerinin 228 000
adedinin hemen satılmış olduğu bildiriliyordu. Gözlerime inanamıyor, telgrafı
tekrar tekrar okuyordum. Bu cidden çok büyük muvaffakiyet ve iyi bir haber.
13 Nisan
Dün öğleden sonra Resmi Bey ziyaretime geldi. «Correspondance»m güttüğü
fikirleri beğendiğini, tebrik ettiğini ifadeden sonra söz Newlinsky’ye intikal
etti. «Zavallı çok çabuk öldü, pek şüpheli bir şahsiyeti vardı» dedi.
17 Nisan
Viyanada şöyle bir fıkra dolaşıyor :
Güya Kayzer Wilhelm mülâkatımız sırasında bana şöyle demiş :
«Siyonizm çok güzel bir fikir ama bunu Yahudilerle gerçekleştirmeye imkân
yoktur».
28 Nisan
Bugün Wolffsohn’a Wiener Tageblatt gazetesine bu yıl için 20 bin guilder
yardım yapmamızın mümkün olup olmadığını yazdım. Bu gazetenin bizim tarafımıza
kazanılması lâzım.
Bugün İstanbul’da bulunan İngiliz avukat Sir Ellis Bartlett’e aşağıdaki
mektubu gönderdim :
«Muhterem Efendim,
Profesör Kellner sizin ilgilendiğinizi söyleyerek bizim Siyonist
hareketinin gayelerini açıklamamı bildirdi. Size bu konuda bir «expose»
yazacağım. İngilizcem mükemmel değildir, böyle bir konuda da tercüman kullanmak
işime gelmiyor, bu sebeple size açıklamayı birkaç cümle içerisinde yapacağım.
Siyonistler darmadağın edilmiş
Yahudi kavminin temsilcisidirler. Talihsiz kardeşliklerini Majeste Sultan
Abdülhamid’in ve kanunların himayesi altında Filistinde yeniden tesis
edeceklerdir. Türkiye Hükümeti Siyonistlerle bir anlaşmaya vararak
İmparatorluk mâliyesini yeniden kurabilirler. Bu maksatla biz 2 milyon sterlin
sermayeli bir banka tesis etmiş bulunuyoruz. Bu banka bizim malî işlerimizde
aracımız olacaktır. Meseleyi detayları ile majeste Sultan Abdülhamid’e açıklamaya
hazır bulunuyorum.
1 milyon sermayenin böyle bir plânı gerçekleştirmek için gayrı kâfi
olduğunu anlamak çok kolaydır, fakat bunun sadece ilk adım olduğu
unutulmamadır. İkinci adım milyonlara varan sermayesi ile bir «Arazi Şirketi»
olacaktır. Çok yakın istikbalde İstanbul’a gelmek niyetindeyim.
Kavmimizin maddî ve manevî menfaati için demiryolları, limanlar ve yepyeni
bir kültür yaratacağız. Buralara hıristiyan işçiler de kabul edileceklerdir.
Dünya birçok faaliyetler için kâfi derecede büyüktür kanaatindeyim.
Bana inanmanızı rica ederim, saygılarımla
Th.Herzl».
İstanbul’daki adamlarımdan Danusso aracılığı ile Hâriciye Nezâretinde
vazifeli ermeni asıllı Artin Paşa’ya da şu mektubu yazdım:
«Ekselans,
Size müteveffa Newlinsky’yi hatırlatarak kendimi takdime müsaadelerinizi
rica ederim. O Majeste Sultanın ve türklerin çok yakın ve samimi bir dostu idi.
İşte bu samimiyet dolayısiyle de bendenizin mümessili bulunduğum Siyonizmin sadık
bir propagandacısı idi.
Siyonizmin maksadı çeşitli memleketlerde takibat ve tedibe uğrayan bahtsız
ırkdaşlarına emin bir melce bulmaktır. Biz bu melcein Filistin olması
arzusundayız, tabii bu ancak majeste Sultan hazretlerinin kabulüne bağlı
bulunmaktadır. Halen orada bulunan Yahudi kolonistleri Sultana tam manası ile
bağlı bulunduklarını göstermiş ve böyle bir tebaaya malik bulunduğu için
Sultanı gururlandırmışlardır. Onlar memlekette meydana getirilecek yeni
teşkilâtlar vasıtasiyle vergiler ödeyeceklerdir. Kendileri çoğaldıkları gibi
İmparatorluğun o bölgesini ihya edecekler ve dolayısiyle memleketin bütününe
faydalı olacaklardır.
Majeste Sultan’ın hükümetine halihazırdaki ikraz şartları içinde ikraz
teklifinde bulunacağız, fakat bizim ikrazımız derhal birkaç yüz milyon frank
tutarına yükseltilebilir. Bunun karşılığında istediğimiz sadece emniyet ve
zavallı ezilmiş halk kitlelerimize çalışma garantisi verilmesidir.
Plân ve projelerimizi halk önünde Basel şehrinde iki defa açıklamış ve
üzerinde tartışmış bulunuyoruz. Gizli birşeyimiz yoktur ve her defasında da
Majeste Sultana bağlılıklarımızı teyid ettik.
Türkiyeye sunmak istediğimiz malî yardım kabul edilirse bu hiç şüphesiz
vergiler ve fonlarla tahdid edilmeyecektir. Bütün malî hususlar yardımımızla
bir düzene konulacaktır.
Siz devlet borçlarını tamamen ödeyecek ve kendi öz kaynaklarınızı
serbestçe kullanabilir hale geleceksiniz. Plânlanan işlerin gerçekleşmesi
şüphesiz birkaç yılı alacaktır ama sonuç hiç şüphesiz başarılı olacaktır.
Bu iş son derece gizli ve sessiz yapılmalıdır, zira Türkiyenin düşmanları
sizin tekrar kalkınmanızı ve maddeten kuvvetlenmenizi asla istemeyeceklerdir.
Ben sadece ekselanslarının dikkatini şimdiye kadar yapılmış olan dış
yardımların hepsinin daima birkaç el değiştirerek ve Türkiyeye tam faydalı
olmayacak şekilde yapılmış olduğu hususuna çekmek isterim. Bizimki bunun gibi
olmayacaktır. Siz parayı makul çerçeve şartlarla alacaksınız. Sizi dış kontrolden
kurtarmayı tekeffül ediyoruz. Ve nihayet bu insanlar (Yahudiler) sizi
mahvetmek, sarsmak yıkmak değil, kaderlerini sizinki ile birleştirmek isteyen
kimselerdir.
Malî plânlarımızı gerçekleştirmek üzere Londrada «Jewish Colonial Trust»
teşekkül etmiş bulunmaktadır. Burası sadece aracı olarak hizmet görecektir.
Asıl büyük şirketleri istikbalde tesis edeceğiz.
Bugün için daha fazlasına gitmeyeceğim, zira kabul edilip edilmeyeceğimizi
ve plânlarımızı başka bir bölgeye tevcih edip etmeyeceğimizi henüz bilmiyoruz.
Eğer Majeste Sultan bendelerini kabul etmek lütfunda bulunurlarsa bütün
süratimle İstanbul’a gelir, ayaklarına yüz sürer, sadakatlerimi arzeder ve her
türlü sorularına cevap veririm, delillerimi gösteririm.
Meşgalelerim bir mülâkat sözü alınmadan beni İstanbul’a gitmekten
alıkoyuyor.
Ekselans derin saygılarımı lütfen kabul buyurunuz.
Dr. Th.Herzl».
13 Haziran
Rusya Devlet Bakanlığı Müsteşarı Bloch’la öğle yemeğini beraber yedik [[37]]. Bana Çar’ın manifestosunun hikâyesini anlattı.
Çar ona, Avusturya İmparatorundan enteresan telkinler geldiğini söylemiş.
Avusturya İmparatorunu bu fikirleri serdetmeye Alman Kayzer’i teşvik etmiş, bu
sebepten de Filistin konusundaki bu görüşleri Çar’ın kabul etme imkânı tamamen
ortadan kalkmış, çünkü Alman Kayzer’inden gelen bir teklifi Çar’ın kabul
etmesi halk nezdinde itibarını düşürürmüş...
Haziran
Bloch bana Çar’dan bir randevu temin etmeye çalışacak. Sanki bizim mesele
hususundaki görüşünü bilmiyormuş gibi fikirlerimi anlatacağım. Bloch bunun çok
faydalı olacağı kanaatinde.
*
* *
Dün akşam Nuri Bey beni görmeye geldi. Müstakil bir odaya çekilerek yemek
yedik, baş başa konuşmak istiyordum. Nuri’nin nahoş ve hilekâr bir suratı var.
Masada konuşma başlangıçta çok sıkıntılı idi. Konuyu çeşitli yönlere götürdüm.
Newlinsky ismi konuya girmeye vesile oldu. Nuri onun hakkında çok ağır şeyler
söyledi. «Newlinsky beni aldattı, tekliflerimi hiçbir zaman gereken yerlere
ulaştırmadı, casusluk yapmayı tercih etti. Mahmut Nedim daima onun
söylediklerini yaptı çünkü Newlinsky’nin karısı ile yatıyordu» dedi.
İçilen şampanyaların tesiriyle konuşma daha samimileşince Nuri Bey
«Kelimeyi söylemekten kaçınmayalım : Nevvlinsky pis sefihin biriydi» dedi.
Nuri söylediği hususlarda benim tasvipkâr davrandığımı görünce daha da
açıldı: «Bazı insanlar vardır, hamle yapmayı isterler. Gel seninle bir birlik
kurup Yıldız’da iş görelim. Bâb-ı âlinin hiçbir zaman önemi yoktur, bu adam şu
kadar çok, şu adam bu kadar çok almalıdır. Onlarm hepsiyle de aram iyidir, zira
herkese herzaman açıkça söyleyeceğimi söylerim. Meselâ İzzet Beyi alalım,
kendisi şimdi gözden düşmüştür, fakat eskiden olduğu gibi şimdi de benim
tavsiyelerime kulak verir. Kendisine yine ayni hediyeleri veririm. Dolayısiyle
bana minnettar kalır».
Maamafih Filistin işi zorlaşmaya doğru gidiyor. Bazı şeyler vardır ki ona
baştan değil yanlardan hücum edilir. Haleb’i al, Beyrut civarında arazi satın
al ve sonra bunları genişlet. Onlar sizin yardımınıza ihtiyaç duydukları zaman
Filistini iste.
Kendisine bu yoldan gidemiyeceğimi anlatıp taraftarlarıma ancak ve ancak
Filistin için uğraşacağıma söz verdim, dedim.
Sözü tekrar «İmtiyazlı Şirket» mevzuuna getirdim. Sordu:
«Alman Kayzerini yine ayni pozisyona getirebilir misin?»
«Evet».
«O zaman olmuş bil. Sadece Kayzer’in tavsiyesi veya yalnız Yıldızda
kuracağımız ortaklaşa iş kifayet etmez, ama her ikisi de olursa bu iş tahakkuk
eder».
«Ne kadar zaman alır?»
«Bir veya iki ay».
«Ben İstanbul’’a gidecek miyim?»
«Evet, seni Tahsin’e takdim edeceğim, o arkadaşımdır».
Nuri Bey daha başka hususlarda da konuştu. İpotek usulü ile İstanbul’da iyi
bir mevkie sahip olabilecek miyiz? Birkaç yıl içinde İstanbul’un yarısının
sahibi olabiliriz.
Ben bu fikri reddettim, çünkü böyle bir durum hemen Yahudi aleyhdarlığı
doğurur.
Sonra Nuri Bey İstanbul’da bütün kamu oyunu 3-400 000 franka satın almayı
teklif etti, kısaca ne istersem onu alabilirmiş..
Bugün ilk karşılaştığımızda bana «Mösyö» diye hitabediyordu, masada «Mösyö
lö doktor», Ren şarabmdan sonra «Mösyö Herzl» şampanyanın üzerine «Mösyö dö
Herzl» ve en sonra yediğimiz peynirden sonra ise «Aziz dostum» diye
hitabediyordu.
Kolay bir macera, bakalım.
Dr. Herzl bir aydan fazla süren bir müddet tekrar Fransa ve İngiltereyi
dolaşır. Artık banka tam anlamı ile kurulmuş ve faaliyete geçmiştir. Bütün
Yahudi teşekkülleri birkaçı müstesna kendisinin arkasında vaziyet almıştır.
Çar ve Alman Kayzeri ile yazışmalarına devam etmektedir. Bu sırada Nuri
Bey de boş durmamaktadır.
*
* *
28 Temmuz, Viyana Nuri Bey bizim komite üyelerinden Kann aracılığı ile
nihayet beklediğim listeyi gönderdi. Artık bir «alfabe»ye malikim [[38]]
:
Hacı Ali Bey A
Tahsin Bey B
İzzet Bey C
Faik Bey D
Arif Bey E
Kâmil Bey F
İlyas Bey G
Ragıb Bey H
Hacı Mahmut Efendi İ
Sadrıazam J
Nazırlar K
(*) Listede her sınıftan şahıs bulunmaktadır. Meselâ (A) Başmabeynci,(B) ve
(C) padişahın yakınları, (D) Harbiye Nazırı Memduh PaşanIN hususikâtibi, (E)
Hariciye memuru, (F) Sultanın şifre memuru, (G) ermeni asıllı hariciyeci (H)
Sarıca Ragıp Paşa, (1) Sultanın ahır ve atlarına bakan hizmetkârı, (J) Halil
Rifat Paşa v.s. dir.
Hayat düsturum şudur :
İnsanları değiştirmek isteyen kimse,
önce onların hayat şartlarını değiştirmelidir.
12 Ağustos
Hechler’in tavassutu ile Hesse Grand Dükü ile konuştum. Ona herşeyi bütün
açıklığı ile anlattım, tamamen bizim tarafımızda olduğunu tespit ettim.
Kendisi bu günlerde resmî ziyarette bulunmak üzere Rusyaya gidiyor. Bunları
Çar’a anlatacağına ve «İmtiyazlı Şirket» konusunda onun muvafakatini istihsale
çalışacağına söz verdi.
13 Ağustos, Basel
Merasim Nazırı Münir Paşa hazretleri delâletiyle Haşmetli Sultan Abdülhamid
Han — Yıldız Sarayı — İstanbul adresine şu telgrafı gönderdim :
«Basel’de toplanan Siyonist Kongresi azalarının ilk işi Yahudi tebaasına
karşı gösterdiği âlicenablıktan ötürü Sultan Abdülhamid Han hazretlerine içten
gelen minnet ve şükran duygularını arzetmek olmuştur. Siyonistlerin arzusu
Avrupanın çeşitli ülkelerinde bulunan talihsiz kardeşlerinin imdadına koşmak
ve Osmanlı İmparatorluğunun büyüklük ve cömertliğine tevdi etmektir. Onlar bu
maksadın sadakatinin Halife’nin hakim şahsiyeti tarafından da
cesaretlendirileceğine samimiyetle inanmaktadırlar.
Bu hislerimizin ve arzularımızın Majeste Sultan’a iletilmesi hususunda
delâletlerinizi rica ederim.
Dr. Theodor Herzl Siyonist Kongresi Başkanı».
20 Ağustos, Basel’den dönüş yolunda
Kongre sakin ve istediğim şekilde cereyan etti. Gizli maksatlar için bir
miktar fon ayrıldı. Nuri Beye vadettiğim şekilde rüşvet verebilmek ve Türkiyede
«ilerleyebilmek» için bu paraya çok acele ihtiyacım vardı.
23 Ağustos, Unterach
Evvelsi gün Salsburg’tan Nuri Beye bir kart yazarak Karlsbad’da ne kadar
kalacağını, kendisiyle muhakkak görüşmek istediğimi, bana «Charles» imzası ile
telgraf çekmesini istedim. Bunun üzerine dün şu telgraf geldi :
«Ayın 27 sine kadar buradayım — Charles».
Nuri Beye şu mektubu yazdım :
23 Ağustos 1899
«Ekselans,
Viyanaya dönüş yolundayım. İşte iki kelime ile hikâye. Başlangıç olarak
Sultan Abdülhamid tarafından kendisine Siyonist plânmı anlatmak üzere kabul
edildiğim gün size 20 000 frank takdim edeceğim. Bu küçük meblâğı size sırf bir
arkadaşlık nişanesi olarak veriyorum. Sadece Sultana bizim plânı, Türkiyeye
kazandıracağımız menfaatleri v.s. anlatabileceğim bir randevu kâfi.
Diğer hususlarda bir anlaşmaya varmak ve müzakerede bulunmak üzere sizi
Viyanada bekleyeceğim.
Viyanaya gelişinizi lütfen ev adresime bildirin ve evimde buluşup
konuşalım. Herhangi umumi bir yerde görünmemiz doğru olmaz.
Saygılarımla
Th.H.»
*
* *
28 Ağustos, Viyana
Dün gece «Venedik Lokantası»na gittim, zira Nuri Bey Viyanaya gelmişse
muhakkak oradadır, bana geleceğini bildirmedi.
Tahminim doğru çıktı. Türkiyenin fahrî Başkonsolosu Ladislas Dirsztay ile
beraber orada idiler. Bu L. Dirsztay bana Newlinsky’nin söylediğine göre para
kuvvetiyle osmanlılardan nişan ve ünvan koparmış bir macar Yahudisidir. Ben
onunla konuşurken Nuri Bey sanki tanışmıyormuş gibi uzakta durdu.
Bu sabah kendisine konuşmak istediğimi yazdım. Tezkereyi götüren
bahçevanım vasıtasiyle saat 4 de İmperyal Otelinde bulunacağını bildirdi.
29 Ağustos
Dün İmperyal Otelinde Nuri Beyi ziyarete gittim. Elbisesini giymiş,
eşyalarını hazırlamış Semmering’e gitmek üzereydi.
Başlangıçta soğuk davrandı, sanki ne için geldiğim hakkında hiç fikri
yoktu. Çok geçmeden anladım ki 20 000 frankı az gördüğü için böyle
davranıyordu. Dedi ki:
«Sizin Siyonist hareketi içindeki mevkiinizi düşünürsek, bir randevunun
bedelinin sonsuz olması lâzım gelir. Sultanla konuşabilmek için herhangi bir
banker bana sizin verdiğinizin en az iki mislini verirdi».
Cevaben : «40 000 alacaksınız» dedim. Bunun üzerine biraz daha
«insanlaştı». Mesele öyle çok basit değildi. Türk çevrelerde rahatlıkla
çalışabilecek bir ajana ihtiyaç vardı. Kendisi böyle birisini tanıyordu ki bu
da bizzat kendisinin gizli ajanı Eduard Crespi idi. Birçok ileri gelenlerin
adına yazılmış çekleri toplama işinde de çalışmışlığı vardı. Bunları
anlattıktan sonra :
«Crespi’ye 10, 15 veya 20 000 frank vermelisin ki istenildiği gibi
çalışsın. Eğer sen bana bizim mâliyemizi düzelteceğini söylersen, ben resmî
sıfat sahibi bir kimse olarak sana, bizim işimize karışmamanı söylerim, fakat
arkadaş olarak konuşursam derim ki, mahsulü biçmek istiyorsan önce tohum
ekmelisin».
Görüyordum ki artık para konuşacaktı. Kaba bir şekilde şöyle söyledim:
«Size şimdi 10 000 frank vereceğim, 30 000 de randevu gerçekleştiğinde
alırsın. Parayı hangi işte ve nasıl kullanacağın seni alâkadar eder ben karışmam,
ne yaptığını da soracak değilim».
Sanki yağ gibi eridi, yumuşadı: «Öyle yap. Zaten cebime koyacak değilim,
oynadığım kumar onu değerlendirecektir. Bunu iki milyona çıkarabileceğimi
zannederim. İnsan bu konuda biraz riske girmeli».
Anlattığı herşeye inanmış gibi hareket ediyordum. Bana yapabileceği şeyleri
anlattı durdu. Kendisi hem hukukçu hem inşaat mühendisi imiş, herhangi bir
fabrikayı kurabilirmiş, türkçe veya fransızca bir gazete makalesini derhal
yazabilirmiş. Eğer istersem şimdi oturup Avusturya kibrit endüstrisinin önemi
hakkında birkaç sütunluk yazıyı derhal çıkartabilirmiş. Onun Sultana yakınlığı
derecesinde kimse yokmuş v.s. v.s. nihayet sadede tekrar geldi:
«Şimdi Semmering’e gidiyorum, Cumartesi günü döneceğim, 10 bin frankı
hazırla, ama sakın çek şeklinde olmasın, kimse görmeksizin ve şahit de
bulunmaksızın efektif olarak isterim» dedi.
Parayı kendisine avukatım Dr. Kokesch’in getireceğini söylediğim zaman
biraz direndi ama sonunda razı oldu. Arkadaşça ayrıldık.
Bir nokta : Crespi’nin adını kendisi yazmadı, bana dikte ettirdi.
000 frankı kendisine makbuzsuz vermeyeceğim. «Basın masrafları» veya
«Crespi» adına düzenlenecek bir fatura Dr. Kokesch’i tatmin edecektir.
30 Ağustos
Bugün Nuri Bey Semmering’den yarım bir kâğıt üzerine şu satırları yazıp
gönderdi:
«Mösyö Charles başlangıçta ödenecek meblâğın 15 000 frank olmasını daha
uygun bulmaktadır. Fazla olan 5000 frank daha sonraki kısım ödenirken tenzil
edilecektir».
Bu kâğıda kendi kartvizitini eklemişti:
Nuri Bey Hariciye Nezareti Kâtib-i Umumîsi
Kartın sağ üst köşesi kıvrılmış ve sonra yeniden düzeltilmişti. Bununla da
sanki kart ziyaret için bırakılan bir yerden alınmış hissi verilmek istenmişti.
Onun kendi elyazısı ile yazılmış bir zarf ve üzerindeki Semmering
postahanesinin mührü benim için doküman mahiyetindedir. Onu saklaması için
arkadaşım Kremenzky’ye vereceğim.
31 Ağustos
Bugün aşağıdaki mektubu yazıp Kremenzky vasıtasiyle Nuri Beye gönderdim :
1 Eylül 1899
Ekselans,
Dr. Kokesch gelmek fırsatı bulamadığı için 10 bin frankı yakın arkadaşım ve
sırdaşım Mösyö Kremenzky ile gönderiyorum. Komite size verdiğim sözü tasvip
etti, fakat avansın daha fazla ödenmesi için karar çıkmadı. Bunun münasebetlerimize
tesir edeceğini zannetmiyorum. 30 000 mülâkatın akabinde hemen ödenecektir.
Üzerinde anlaşmazlık çıkmayacağını ümidettiğim bir husus daha var. Ne Dr.
Kokesch ne de Kremenzky ellerinde bir makbuz olmadan para ödeme mesuliyetini
üzerlerine almak istemiyorlar. Bu hususta elimden birşey gelmiyor.
Diğer taraftan sizin arzunuza hürmet etmek istiyorum, niçin öyle
davrandığınızı çok iyi anlıyorum. Bu itibarla lütfen şu iki yoldan birisini
seçmenizi rica edeceğim :
Ya « Kremenzky’den basın masrafları olarak 10 bin frank alındı» diye bir
not yazınız ve imzalayınız, yahut Kremenzky size birkaç saat içinde Crespi
adına bir çek hazırlayıp takdim etsin, istediğiniz bankadan gidip o çeksin.
Arzu ettiğiniz şekli seçiniz, her halü kârda bunun mutlak gizlilik içinde
kalacağına emin olunuz. Bizler en küçük nezaketsizlikte bulunacak insanlar
değiliz. Bundan başka sizinle şimdi ve daima tam ahenk içinde çalışmak
arzusundayız. Bu sadece küçük bir başlangıçtan ibarettir.
Lütfen en iyi dileklerimi ve iyi yolculuk ile büyük başarı temennilerimi
kabul ediniz.
Dr. Th.Herzl
2 Eylül
Kremenzky Nuri’den geldi. Nuri Bey kartvizitinin arkasına şu satırları
yazmıştı: «Bana verilen 10 bin frankı aldım». Bundan başka mutlaka iyi sonuç
almayı ümidettiğini de ifade etmiş.
4 Eylül
Önceleri Baron Hirsch’in şimdi de Bulgar Prensi Ferdinand’ın sekreteri olan
Martin Fürth’le Bristol Otelinde yemek yedik. O gün öğleden sonra Nuri Bey ile
yarışlarda olduklarını, onun Siyonizm hakkında sitayişkâr sözler söylediğini,
Yahudilerin dostu olan Sultan Abdülhamidi bu konuda kazanmanın imkânsız
olmadığını ifade ettiğini anlattı.
Yalnız şu var ki gazeteler bizim bir «İmparatorluk» kuracağımızı etrafa
yaymamalılar imiş.
Bana onu tanıyıp tanımadığımı sordu, «Biraz» dedim.
13 Eylül
Bugün toplanan gazete kupürleri arasında bir tanesi çok enteresandı. Güney
Amerikalı diplomatlardan birinin karısı Madam Vera imzası taşıyan bu röportajda
Nuri Beye atfedilen calibi dikkat cümleler var. Röportaj şöyle :
GÜNÜN HABERLERİ
Siyonizm havarisi ile bir konuşma.
Siyonizm herkesin bildiği gibi Yahudi Krallığını ve Kudüsün duvarlarını
yeniden kurma rüyasıdır.
Pratik bakımdan bunun önünde çeşitli engeller vardır. Türkler hiç şüphesiz
Filistini ciddi olarak hiçbirzaman Yahudilere vermek niyetinde değildirler. Bu
engeli şu veya bu şekilde aşsalar bile hıristiyanlar mesihlerini haça geren
kimselere o mukaddes yerleri vermemek hususunda direneceklerdir.
Bu sebeple Siyonistler sayı bakımından çok değildirler. Çoğunlukla
İsrailoğullan kendilerine muhayyel bir Kudüs yaratmayı tercih edegelmişlerdir.
Mistikler ise istikbalde zuhur edecek bir mesihin onların başına geçerek Arz-ı
Mev’ûda götüreceğine inanırlar ve o zamanın gelmesini beklerler.
Bu ayın başlarında Basel’de toplanan kongre bu plânda ne gibi bir ilerleme
kaydetti? Bilmiyoruz. Muhabirlerimizden birisi Siyonizmin en sadık
havarilerinden Herzl ile yapılmış bir röportaj gönderdi. Muhabirimizin yaptığı
sadece söylenenleri tespitten ibaret kalmıştır. Sonuç çıkarmak okuyucularımızın
takdirine bırakılmıştır.
Bay Herzl şöyle konuştu:
«Siyonizm nedir ve ben ne yapmak istiyorum? Ben dört yıldır ne rüya görüyorum
ve ömrümün her anını işgal eden düşünce nedir? İşte bu odur. Ben her memlekette
bulunan Yahudilere, içinde yaşayabilecekleri, takibe, tahkire uğramadan sulh ve
sükûn içinde yaşayabilecekleri bir dünya köşesi vermek istiyorum. İçimizde her
çeşit ve her sınıftan insan bulunmaktadır. Fakat siz çeşitli memleketlere
dağılmış olan Yahudilerin çektikleri sıkıntı ve sefaleti bilemezsiniz. İşte ben
bunlara kendilerinin olacak bir memleket vermek çabasındayım.
Rüyalarımda gördüğüm yeni Yeruşalaym (Kudüs) bambaşka, pırıl pırıl bir
şehir..»
«Fakat» dedim Bay Herzl’e «Rüyanızı nasıl gerçekleştireceksiniz?»
«Ah evet» dedi «Önce bir memlekete ihtiyacımız var. Türkiye oraya
gitmemize müsaade edecek mi? Vaktiyle bizim olan bu memlekete girmemize müsaade
edilmesinden daha âdil, daha tabiî ne olabilir? Bir de büyük Avrupa Devletleri
var, bu da bir mesele ve nihayet benim ırkdaşlarım, kavmim. Evet, Yahudilerin
arasında bile benim projemin düşmanları olduğuna inanmazsınız. Bir kısmı bunu
anlamaz, bir kısmı anlamak istemez, bir kısmı benim bundan ne çıkarım olduğunu
düşünür v.s. Fakat ne olursa olsun ben rüyama devam edeceğim. Bu rüya bana o
kadar azizdir ki ona daima bir şekil vermek arzusu ile yanıyorum, bir roman
haline getirebilirim, ırkımızın istikbali meselesi.»
Birkaç gün sonra diplomatlar arasında Türkiye Hâriciyesinin umumi kâtibi
Nuri Beyi gördüm. Konuşma konusu çeşitli idi, arada Siyonizm de vardı.
Ekselans bana gülümseyerek bunun, hiç değilse şimdiki şekliyle bir rüyadan
ibaret olduğunu söyledi. «Gerçekten Türkiyenin toprakları geniştir. Yapabildiği
kadar gelişme çabasındadır. Bu topraklarda daha milyonlarca kişiye bu arada
takibat ve işkencelerden uzak kalmak, kurtulmak isteyen Yahudilere de yer
vardır. Fakat Mukaddes Topraklar onlara verilemez, Türk kanunları Yahudilerin
o mahallere yerleşmelerini yasak dahi edebilir...»
Nuri Beye mektup : 7 Kasım,
Viyana
Ekselans,
Şimdiye kadar olup bitenleri kısaca arzetmeme müsaade ediniz.
Basel’deki son kongreden sonra hareket yön değiştirerek Kıbrıs adasına
teveccüh etmeye meyletti. Görünüşe göre Türk Hükümeti bize anlayış göstereceğe
pek benzemiyor, bu sebeple arkadaşlarım ingilizlerin kontrolü altında bulunan
ve bize daima verilebilecek olan Kıbrıs adasına yöneliyorlar.
Gelecek kongreye kadar ben duruma hâkim bulunacağım, fakat eğer o zamana
kadar birşey yapamazsam plânlarımız Kıbrıs’ın sularına düşecek demektir.
Durumu Türk devlet adamlarına anlatmak sizin elinizdedir. Filistine
Yahudilerin yerleşmesine müsaade etmek karşılığında derhal muazzam mikdarda
paraya kavuşacaksınız, bütün malî meseleleriniz halledilecek, modern bir filo,
endüstri ve ticaret hayatına kavuşacaksınız, kısacası mükemmel bir İmparatorluk
olacaksınız.
Fakat Yahudilerin yerleşmesine müsaade etmezseniz oralara başkaları yerleşecek
ve bu da size pahalıya mal olacaktır. «Dost milletlerin» oraya hicretine mani
olamıyacaksınız. Bir anlaşmadan diğerine, her el sıkışta menfaatiniz karşılığı
vermediğiniz yerleri karşılıksız terkedeceksiniz. Diğerleri sizin gittikçe
daha zayıflamanızı istemektedirler, oysa biz bizi korumanız karşılığı sizi
gittikçe daha kuvvetlendirmeyi istiyoruz.
Majeste Sultan Abdülhamidin saltanatı bizimle kuvvetli ve devamlı
olacaktır.
Yalnız kendi kavminin değil ayni zamanda Türkiyenin menfaatini düşünen bu
sadık dostunuzun sözlerine lütfen kulak veriniz. Siyonistlerin taşan
sabırlarını teskin ve onları yeniden cesaretlendirmek için muhakkak surette
Majeste Sultan tarafından kabul edilmem şarttır. En kısa zamanda tekliflerimi
onun hakîm nazarları önüne sermeliyim.
En iyi dileklerimin kabulünü rica ederim.
Sadık bendeniz
Th.Herzl
» Sultan herhalde benimle konuştuktan sonra kararını verecektir.
Sh:101-169
Kaynak: SİYONİZM VETÜRKİYE, Hazırlayan
Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA
SİYONİZM VETÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl
GÜNLÜKLERİ 3. BÖLÜM
Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY
8 Kasım
Şöyle düşünüyorum: Dördüncü kongreye kadar Türk Hükümeti ile bir anlaşma
zemini bulamazsam, en kısa zamanda Kıbrıs projesini hazırlayıp Londra’ya gider,
Salisbury (Başbakan) ile konuşur ve bir müddet için Kıbrısa gitmek hususunda
kongreyi ikna ederim.
Fakat ne olursa olsun, inanıyorum ki önümüzdeki kongreden sonra bir
memlekete, herhangi bir memlekete gideceğiz.
25 Kasım
Bulgaristan İmar ve İskân Bakanı ve bizim teşkilât üyelerinden Cari
Herbst’in bildirdiğine göre Genç Türkler (Jön Türkler) gazetelerinde bizim
projeden bahsediyorlar ve böyle bir avantajdan faydalanmadığı için de hükümeti
itham ediyorlarmış.
27 Aralık
İstanbul’dan hiçbir haber yok.
İstanbul’dan gazetelere gelen haberlere göre Bab-ı âli ile Deutsche Bank
arasında borç para konusunda bir anlaşmaya varılmak üzere, belki para
ihtiyacının şimdilik ortadan kalkmış olması Yahudilerden bir müddet yüz
çevirmelerine sebep oldu.
29 Aralık
Dün buradan geçmekte olan Amerikanın İstanbul’daki Sefiri Oscar Straus ile
konuştum.
Ona göre bizim Filistini ele geçirmemiz imkânsızdır. Grek ve Roma Katolik
Kiliseleri buna imkân vermeyeceklerdir. Cevaben sadece Roma Kilisesinin muarız
olacağını hesapladığımı, diğer millî kiliselerin Jerusalem ile doğrudan
doğruya bir dinî bağa sahip bulunmadıklarım, yalnız Roma’nın tıpkı Yahudi
dininde olduğu gibi ekumenik karakterde olduğunu söyledim.
Strauss Mezopotamyayı ileri sürdü. Oraya yerleşmemiz konusunda hiçbir
kilise ses çıkarmayacaktır ve nihayet orası İsrailoğullarının asıl vatanı
mesabesindedir. İbrahim Peygamber orada zuhur etmiştir ve daha birçok mistik
bağlantılar vardır.
Bu bana Nuri Beyin Scheveningen’de iken açıkladığı bir fikirdi. Artin Paşa
da hemen buna yakın şeyler yazmıştı. Artin’in Straus ile temas sonucu öyle
yazdığını zannediyorum.
Straus kesin olarak şunu ifade etti: Bütün kuvvetler Yıldız Sarayının
içinde ve çevresinde toplanmıştır. Bütün kuvvetler Sultan’ın şahsında temerküz
etmektedir. Nazırlar bir sürü aptal ve müfsit kimselerdir. Sultan bütün
Türkiyeye dahi kıymet vermez, bildiğini ve istediğini yapar..
Sefir bana ısrarla İstanbul’daki «aracı»mm kim olduğunu sordu ama ben de
söylememekte ısrar ettim, merakta kalmasını istedim. Arkadaşça ayrıldık, bana
zaman zaman «Mezopotamyalı» imzası ile haberler göndereceğine söz verdi.
12 Ocak 1900
İstanbul’daki ajanım Crespi «İstanbul» adlı gazeteyi satın almamız gibi
manasız bir teklifte bulunuyor. Ramazan dolayısiyle işlerin biraz geri
kalacağını bildiriyor.
Hiç değilse Ramazandan sonra biraz ilerleme ümidimiz var demektir.
30 Ocak
Cumartesi günkü gazeteler Nuri Beyin yanında Turhan Paşa olduğu halde
Hauge’dan dönmekte olduklarını yazdılar. Hemen Kremenzky’yi Hotel Imperial’a
gönderdim, saatlerce beklemiş görememiş, Pazar sabahı gittiği zaman da ayrıldığını
öğrenmiş.
Buraya geldiği halde aramaması midemi bulandırdı. Hemen Crespi vasıtası
ile şu mektubu gönderdim:
Ekselans,
Crespi’den işittiğime göre Viyanadan geçmişsiniz. Sizinle görüşememiş
olmaktan dolayı son derece müteessirim.
Projemiz hakkında ne düşünmeliyim?
Son derece kıymetli zamanlar kaybetmekte olduğumuz kanaatindeyim, bu fırsat
bir daha ele geçmeyecektir. Bay Crespi’nin son mektubundan öğrendiğime göre
Sultan Hazretleri benim muhaliflerimin görüşlerini kabul etmemiştir. Beni bir
kere dinlemek tenezzülünde bulunsun. Ben tekliflerimin İmparatorluk için o
kadar faydalı olduğuna kaniim ki başarı elde edeceğime yürekten inanıyorum.
Şimdi yeni ve çok kuvvetli bir delil daha var. Damat Mahmut Paşa ve Jön
Türkler her tarafta halihazır hükümetin aczinden, yeni kaynaklar
bulamamasından, bir filo tertip edememesinden bahsetmektedirler. Yardımınızla
biz bütün bunları çok kısa zamanda gerçekleştiririz.
Lütfen bu konuda düşününüz. Mümkün olan en kısa zamanda bana randevu
hususunda bilgi veriniz.
Sadakatımdan emin olmanızı rica ederim,
Th.H.
18 Mart 1900
Crespi’nin İstanbul’dan 15 Martta yazdığı mektup geldi. Çalışmakta
olduklarını yazıyor. Ona İzzet Beye verilmek üzere yeni bir mektup gönderdim :
Ekselans,
Belki size mektup gönderdiğim arkadaş vasıtası ile Filistine yapılacak bir
Yahudi muhaceretinin sağlayacağı avantajlar konusuna muttali bulunmaktasınız.
Şu hususa yürekten inanıyorum ki eğer bendeniz Sultanın ayaklarına yüz sürmek
imkânı bulup da bütün Siyonist plânını açıklayacak olursam hüsnü kabul ile
karşılanacağım. Bendenizin Sultanın üstün vasıfları ve rakik kalbi hakkında
duyduklarım onun zavallı Yahudileri himayesi altına alacağına ve bu şekilde
kendi İmparatorluğunun menfaatlerini de koruyacağına inandırıyor.
Sizden istirhamım Majeste Hükümdar Abdülhamid Handan bir randevu alarak
bizim plânımızı bütün açıklığı ve teferruatı ile kendilerine arzetmeme fırsat
bahşetmenizdir.
Bütün bunlar ancak şifahen anlatılabilecek hususlardır. Arkadaşlarım
tarafından bazı büyük meblâğlara ihtiyaç gösteren konular da bildirilmiş
bulunmaktadır. Eğer İmparatorluğun bir donanmaya ihtiyacı varsa bunu ancak
Avrupanın lutfu ve ağır şartları karşısınde elde etmek durumundadır. Halbuki
tam aksine, bu memleketin zenginliğini ve Majeste Sultanın tebaasının artmasını
temin edecektir. Türkiyenin kavuşacağı imkânlar ve elde edeceği menfaatler her
türlü şüphe ve tartışmanın üzerindedir. İnsan ancak arkasında şüpheli ve
esrarlı şeylerin bulunduğu konularda şüpheye düşebilir.
Maamafih burada da «arkada olan bir şey» var, o da Yahudi halkın içinde
bulunduğu moral ve politik sefalettir, bunlara yapılacak bir yardımın
karşılığını ödeyebilecek kadar zenginiz.
Bana Halîfe hazretleri ile konuşmak ve delilleri ifade etmek fırsatını
veriniz.
Eğer bu gerçekleşecek olursa onun muhteşem saltanatının en parlak
sahifesini teşkil edecek, hem İmparatorluk ve hem de zavallı Yahudiler için en
büyük iyilik yapılmış olacaktır.
Eğer Majesteleri benim karakterim ve Türkiyeye teklif ettiğim plânın
mahiyeti hakkında bilgi almak isterlerse bu kolayca temin edilebilir.
Bendeleri Almanya İmparatoru Kay zer Wilhelm tarafından tanınmak şerefine
nail olmuş bulunuyorum. Majeste Sultan bu kudretli arkadaşından bilgi
alabilir.
Ekselans lütfen harekete geçiniz, istirham ettiğim randevuyu temin ediniz,
saltanatınız için, güzel memleketiniz için ve temsil ettiğimiz mazlum halk için
harekete geçiniz. Onlar artık sabırsızlanmaya başlamışlardır. Yerleşecek başka
yer bulmak, Kıbrısa yerleşmek, Amerikaya hicret etmek v.s. düşünmektedirler,
Türkiyenin anlayış göstermediği fikrindedirler.
Kimbilir belki de fırsat kaçtıktan sonra randevu temin edilecek ve çok geç
olacaktır. O zaman sizin müslüman düşmanlarmız mevcut hükümete böyle bir
fırsatı kaçırmış oldukları için hücumlarına bir yeni unsur daha eklemek
fırsatı elde edeceklerdir...
Derin saygılarımla Dr. Th.H.
*
* *
Dr. Theodor Herzl artık iyice kendi tarafına kazanmış olduğu Baden Grand
Dukası ile sık sık görüşmekte ve onunla dünya ve Avrupa siyaseti üzerinde
konuşmaktadır. XX. Yüzyılın başında büyük devletlerin birbirlerine karşı
durumlarını gözden geçirirler. Almanya sanayi sahasında ilerlerken bir taraftan
da donanmasını güçlendirmektedir. Avusturya İmparatoru Franz Josef Berlin’e
davet edilerek seçtiği cepheyi açıklaması istenmiştir. Almanyanın gelişmesi ve
kuvvetlenmesi İngilterenin işine gelmemekte, fakat her iki taraf da yakın bir
çatışmadan çekinmektedirler. Dr. Herzl Avusturya Başvekili Koerber ile de temas
kurmuştur. İngilterede Siyonistlerin durumu sağlam görünmektedir. Eğer
Filistin projesi tahakkuk etmeyecek olursa kendisine en uygun gelen —şimdilik—
kaydı ile Kıbrıs adasını ingilizlerdeıı istemek ve orada yerleşmektir.
Filistin idealdir, ama olmayacak olursa herhangi bir bölgede bir Yahudi
Devletinin kurulması, teşkilâtlanması ilerisi için büyük kuvvet olacaktır.
Sultan Abdülhamid nezdindeki teşebbüsler bir türlü olumlu sonuç vermemektedir.
Bu teşebbüslerinden Grand Dükaya samimiyetle bahseder, İstanbul’da giriştiği
faaliyetleri anlatır. Dük açıkça oradaki «adamının» adını sorduğunda hiç
çekinmeden söyler: Hariciye Umumi kâtibi Nuri Bey.
Konuşma şöyle devam eder :
«Şimdi gelelim senin meseleye. Şimdi biz seni İstanbul’a tavsiye edecek
durumda değiliz ama bunu İmparator Franz Josef pekâla yapabilir. Berlin
ziyaretinden sonra Avusturya İmparatorunun tavsiyesi eskiden olduğundan çok
daha büyük değer taşıyacaktır. Orta Avrupanm iki imparatorunun bir araya
gelmelerinin tesiri başkadır».
Ben Avusturya Başvekili Koerber ile yakınlığımı belirterek onun vasıtası
ile İstanbul için bir tavsiye alabileceğimi, Sultan ile aramızı bulmalarını
isteyebileceğimi söyledim. Ama Avusturya siyaseti tamamen k a t o 1 i k tesiri
altındadır. Hernekadar Roma nezdinde bazı teşebbüslerim oldu ise de henüz
netice almış değilim, Siyonizmi kendilerine anlatma çabası içerisindeyim,
dedim.
İstanbul için Avusturyanm tavsiyesini temin edebilirdim. Bu sırada Bağdad
demiryolu hattında hatırı sayılır bir hissesi bulunan Rusya da Türkiye’ye
sadece bir tek dosta (Almanya) dayanmanın sakıncalarını anlatmaktadır. Türkiye
üzerinde şu sırada Rus nüfuzu gittikçe artmaktadır.
«İstanbul’a ne zaman gidiyorsun?» diye sordu.
«Henüz bilmiyorum majeste, önce Londraya gideceğim. Eğer Güney Afrika
meseleleri başını çok ağrıtmamışsa bir fırsatını bulup Başvekil Lord Salisbury
ile konuşacağım. Belki Siyonizme onun alâkasını çekebilirim. Alman himayesi
olmaksızın, pür Siyonizm fikrinin İngilterede çok taraftarı vardır, bilhassa
kilisede. Bunun siyasî olduğu kadar İçtimaî yönden de tesir edeceği
kanaatindeyim». Tasvip ederek başını salladı. «Eğer Lord Salisbury’yi kazanmaya
muvaffak olursam, Almanyanm himayesini teminde bana faydası dokunur mu?»
«O zaman Hariciye Nazırı Kont Bülow’un ikna edilmesi gerekir».
«Maalesef Kont Bülow siyonist aleyhdarıdır» dedim.
«Hayır o sadece çok temkinlidir, bundan başka öyle de olmak zorundadır».
«Peki ben Lord Salisbury’nin Berline yazılı olarak bizim plân aleyhinde
bulunmadıklarını bildirmesini temin edersem, bu Almanyanın davranışında lehde
bir değişiklik meydana getirecek midir?»
«Evet, o zaman değişiklik olabilir».
«Londrada yapacağım temasları ve aldığım sonuçları size arzederim» deyip
ayrıldım.
Koerber’e mektup yazarak Grand Düka’nın İmparator Franz Josef hakkındaki
sitayişkâr sözlerini naklettim ve İstanbul nezdinde tavsiye ricasında bulundum.
Hemen Londraya hareket ettim.
Tanıdık muhitlerde arkadaşlarla müzakereler ve konuşmalarda bulundum,
fakat Lord Salisbury ile mülâkat temin edemedim. Savaş tehlikelerini
uzaklaştırmakla meşgul bulunuyor, benimle görüşmeyi reddetti.
*
* *
Londra dönüşü Paris’te Bemard Lazare ile ayaküstü konuştum. Bu gazeteci
ırkdaşım yakında Ajans Nasyonal adına İstanbul’a gideceğini, orada Fransız
sefiri Constans’ı bizim davamıza kazanabileceğini, kendisinin paraya son
derece düşkün olduğunu, demiryollu, limanlı v.s.li bir Filistin plânından bu
paranın bir kısmı kendi hissesine düşerse hoşlanacağını söyledi.
Lazare gelecek hafta beni Viyanada ziyaret edecek ve daha etraflı olarak
konuşacağız.
*
* *
İstanbul’dan Rosenbaum’dan şifreli bir telgraf aldım. Viyana yerine
«Valsler memleketi», Vambery [[39]] yerine Schleinger, Sultan yerine «Cohn» ve benim yerime de Loebel isimlerini
kullanarak Vambery’nin Sultan tarafından kabul edilmediğini, yakında yola
çıkacağını karşılayıp konuşmamı bildiriyor.
Şimdi bundan sonraki adımımızın ne olacağım düşünüyorum. Türkiye aleyhinde
çalışmaya mı başlamalı? Efkârı umumiyede mevkiimiz pek kuvvetli değil, ayrıca
elemanlarımız da zayıf.
Halen bir tek plân aklıma geliyor: Türkiyenin içinde bulunduğu şartlar
hergün biraz daha kötüye gidiyor. Sultana karşı bir kampanya açmalı, bu iş
için de sürgün edilmiş prensler ve jön türklerle temas kurmalı, ayni zamanda
Yahudi sosyalistlerini faaliyete geçirip Avrupa Devletlerinin Yahudileri kabul
etmesi hususunda Osmanlı Devletine baskıda bulunmalarını sağlamalı.
17 Haziran
Mühlbach’ta Vambery ile görüşen Hechler bugün geldi. Vambery Sultana
Siyonizmden bir tek kelime ile bahsetmediği halde reddedilmiş. Bu ne iştir
anlıyamıyorum. Bir anlaşmazlık var, en iyisi gidip Vambery ile kendim
görüşeyim, zira Hechler’e her türlü yardıma hazır olduğunu söylemiş.
Hemen eksprese atlayıp düşündüğümü yaptım.
Bu yetmişlik sabık Yahudi son derece enteresan bir adam, oniki dili
rahatlıkla konuşuyor, şimdiye kadar beş din değiştirmiş ki bunlardan ikisinde
bilfiil din adamı olarak da çalışmış. Bu kadar dolaştıktan sonra da gayet tabii
olarak ateistlikte karar kılmış. Bana bir sürü 1001 gece hikâyesi, Sultanla
ahbablığı v.s. anlattıktan sonra gayet açık hem türklerin hem de ingilizlerin
casusluğunu yapmış olduğunu itiraf etti. «Ben zengin bir adamım, senden para
da istemem zira bana bol bol yetecek kadar var. Sırf bu davaya inandığım ve
gerçekleşmesini istediğim için senin hesabına çalışırım» dedi. Sultanın şimdi
kendisini Avrupa basınında Türkiye lehinde bir cereyan temin etmekle
görevlendirdiğini anlatıp bu hususta kendisine yardımım dokunup dokunamıyacağını
sordu. Müspet cevap verdim.
Ona şöyle hitabettim :
Vambery Amca, lütfen Sultana beni şu iki sebepten ötürü kabul etmesi
gerektiğini yazıver. 1 — Kendisine bütün dünya matbuatı nezdinde yardımcı
olabilirim, 2 — Sadece benimle görüşmesi dahi onun kredisini yükseltecektir. En
iyisi de senin bana tercümanlık etmendir.
Fakat yazın seyahat etmekten hoşlanmadığı için bu teklifimi kabul etmedi.
Beni istasyona kadar teşyi etti, çocuğum ağır hasta olduğu için derhal
dönmek zorunda idim.
Yarın Vambery’y e şu mektubu göndereceğim :
Aziz Vambery Amca,
Birbirimizi derhal anlamamızdan belli ki her ikimizin de Yahudi tarafımız
diğer hüviyetlerimizi bastırıyor. Bize değil, bana yardım edin. Benim sultanla
kongre toplanmazdan önce muhakkak konuşmam şart. Bu konuşmadan o da size
bahsettiğim faydaları görecektir. Davamıza bu büyük hizmeti yapmanızı rica
ederim. Bunu yaparsanız hatıranız aramızda daima yaşamaya devam edecektir.
21 Haziran
Vambery Sultan ile mülâkat işinin yazışma suretiyle olamıyacağını bildiriyor,
hemen mektup yazdım :
Aziz Vambery Amca,
Dediğini beğenmedim. Sen de sanki anadan doğma türk imiş gibi işleri
«yavaş» tutuyorsun. Ama benim kaybedecek vaktim yok. Mesele daha senin için
yeni olduğundan bir sürü düşünüp, bir o kadar çubuk çekip işi biraz
savsaklamaya karar verdiğini zannediyorum.
Bana daha başlangıçta «Ben aptal bir öğretmen değilim» demiştiniz. Ben sizi
bir aksiyon adamı olarak görüyorum, benim ırkımdan gelen bir kimse her türlü
işin altından kalkmasını bilir.
Aziz amcacığım, gerçekten herşeyi yapabiliriz, fakat yeter ki isteyelim.
Sultanla olan yakınlığınız size şöyle bir mektup yazma hakkını vermektedir
zannederim: «Al, sana birisini gönderiyorum. Bu adam senin sıkıntılarına bir
son verecektir, onu kabul et ve sözlerine kulak ver, ondan sonra da istersen
defet; gitsin».
İşte söyleyeceğin sadece bunlardan ibaret, ama istersen tabii daha
fazlasını da yapabilirsin.
Hürmetlerimle
Th.Herzl
Dün büroda iken bir beyin sarsıntısı geçirdim, fenalaştım. Doktor birkaç
gün istirahatın şart olduğunu söyledi. Ama nasıl istirahat edeceğim. Her
taraftan heyecan verici, asab bozucu haberler geliyor. Romanyadan kovulan
Yahudiler yürüyerek yola çıkmış geliyorlar, nereye? Nereye gidecek bu adamlar?
24 Haziran
Nuri Beye yazıp kongreye Sultan’ın bir telgraf göndermesini temin etmesini
isteyeceğim.
Büyük devletlerin Çin’e karşı davranışları Türkiyeye ders olmalıdır. 1898
yılında İstanbul’da Kayzer ile konuşurken «Çin Pandora’nın Kutusudur» demiştim,
yanlış kehanette bulunmamışım.
25 Haziran
Romanyalı muhacirler gönderdikleri telgrafta kendilerini Macaristan
hududunda karşılamamı istiyorlar. Ne yapacağız?
2 Temmuz
Dün Başvekil Koerberle beraberdim. Avusturya hududlarını muhacirlere
kapatmış bulunuyor. Hepsi ortada kalacaklar. Başvekile Sultan Abdülhamid
nezdinde tavassutta bulunmalarını, bu zavallıları memleketine kabul etmesini
rica etmelerini söyledim. «Hemen nasıl kiminle temas kurabiliriz? Calice bunu
yapamaz. Schenyi vasıtası ile bir deneyelim» dedi, teşekkür ederek yanından
ayrıldım.
Hemen Vambery’ye mektup yazmaya oturdum :
Aziz Vamvery Amca,
Dün bu memleketin Başvekili ile konuştum, mahalli sefir vasıtası ile
Sultanın bunları kabul etmeleri teşebbüsüne girişip girişemiyeceğini sordum.
Bu konuda birşeyler yapmaya çalışacak. Bu işle uğraşan kimse tatilde
bulunuyormuş, önce o çağrılacak v.s. v.s.
Şimdi amcacığım, hemen telgrafla harekete geçmeni rica ediyorum.
Kullanacağın ifadeyi sen en iyi şekilde tespit edersin, hiç gecikmeden işe
giriş. Bilhassa ona anlat ki, bu Yahudileri kabul etmekle insaniyetin hamisi
bir büyük adam olarak tanınacaktır. Bütün dünya Yahudileri kendisini
medhedeceklerdir. Bütün dünya matbuatında ani bir değişme vukua gelecektir.
Ayni zamanda Yahudilerin dağılmış olduğu diğer memleketlerin de sempatisini
kazanacaktır. Bütün bunlar apaçık hakikatlerdir.
Theodor
*
* *
Crespi vasıtasiyle Nuri Beye mektup :
Ekselans,
Zannederim her yerde güçlüklerle karşılaşıyoruz.
Bizim en iyi niyetli arkadaşlarımız bu mesele doğrudan doğruya Majestenin
yüksek menfaatlerini ilgilendirdiği halde harekete geçmemektedirler. Bu durumda
ben de başka bir cepheden harekete geçerek majestelerinden bir mülâkat
teminine çalışmaya başladım. Şu dakikada başarıp başaramıyacağım hususunda bir
fikrim yoktur. Fakat sizin ve arkadaşlarınızın başarısı hususunda güvenimden
hiçbirşey kaybetmiş değilim.
Biz beraber olmak ve Türkiyenin yüksek menfaatleri bakımından da bu
beraberliği devam ettirmek zorundayız.
Size Efendinizin dikkatini bir hususa çekmenizi rica edeceğim, tamamen
yeni bir hâdiseye : Çin’de büyük kuvvetlerin giriştikleri işbirliğine.
Bu Türkiye için enteresan olduğu kadar da tehlikeli bir misaldir. Ne demek
istediğimi anlıyorsunuz. Bu gibi durumlarda kuvvete kuvvetle, donanma ile
karşı konulur ve bunu bizim yardımımız olmaksızın elde edemezsiniz.
Bir husus daha : Siyonist Kongresi bu yıl Londrada toplanacaktır.
Başkanlık divanı her yıl olduğu gibi bu defa da Sultana bir bağlılık telgrafı
gönderecektir. Lütfen bu telgrafta nasıl bir ifade kullanacağımız hususunda
bana bilgi veriniz ve bu telgrafın derhal cevaplandırılmasını temin ediniz.
Derin hürmetlerimle
Th.Herzl
20 Ağustos
Dördüncü Siyonist Kongresi sona erdi.
Kongrede bir «iş» görülmedi ama basında lehimize kullandığımız ve daha da
kullanacağımız bir sürü makale çıktı. Asıl önemlisi bu güne kadar bizi
dışarıdan takip eden bir çok büyük banker de saflarımıza katıldı.
Rothschildlere karşı açacağım bir mücadelede tarafımızı tutacaklarını ifade
ettiler.
Başvekil Lord Salisbury’nin sekreteri Mr. Barrington ile tanışıp gayelerimizi
anlattım ve zannederim alâkasını çektim.
2 Eylül, Aussee
Sultan Abdülhamidin tahta cülusunun yıldönümü münasebetiyle Siyonist
Organizasyonu Başkanı sıfatı ile bir tebrik telgrafı çektim. «Saltanatının
devamına duacı olduğumuzu» bildirdim.
18 Eylül
Vambery’yi Peşte’de ziyaret ettim. Sultanın beni mayıs ayı içinde kabul
edeceğine dair şeref sözü verdi. Bu sözü bana neye dayanarak verdiğini
bilmiyorum ama, inandım. Peşte’de çigan müziği dinlerken Sefir Ahmet Tevfik’i
ziyarete gittim. Wilhelm ve Abdülhamid hakkında bir sürü gevezelik ettik.
1 Ekim
Vambery’den bir haber yok, galiba uyumaya başladı.
Nuri Beye şu mektubu gönderdim :
Ekselans,
Sizi Hotel İmperial’de görmek şerefine nail olduğumdan beri bir yıl geçmiş
bulunuyor. Ve o zamandan beri hiç, ama hiçbir şey olmadı.
İşittiğime göre İstanbul’da Hicaz yolu konusu ele alınmıştır. Eğer bize
Şirket imtiyazı verilirse bu yolu yapmaya veya diğer herhangi bir ihtiyacı
karşılamak için fon tesis etmeye hazırız. Eğer bu konudaki selâhiyet sahibi
ile rabıtanız varsa teklifimizi iletiniz. Majestelerinin isteyeceği her türlü
garantiyi verebilirim.
Müspet cevabınızı mümkün olduğu kadar çabuk bekliyorum.
Th.Herzl
Not: Sizi otelde «görmeye» gelen arkadaşım Kremenzky’nin Filistin’de Lut
Gölü sahilinde bir fabrika kurmak gibi enteresan bir fikri var. Bana bundan
birkaç defa bahsetti ama ben sizden bu sahillerin kimin ihtiyazında olduğunu
sormayı unuttum. O bu kimsenin müslüman olduğunu söylüyor. Lütfen bu hususta
bilgi vermenizi rica edeceğim.
5 Ekim
İngiliz Siyonist Federasyonu parlamento adayları arasında bir anket yaptı.
Çok akıllıca bir iş. Bunlardan 60’ı Siyonizm’in lehinde olduklarını
açıkladılar.
15 Ekim
Bugün Crespi aracılığı ile Nuri’den bir mektup aldım. Hükümetin 7-800 000
Osmanlı Lirasına acilen ihtiyacı olduğunu, bu borç karşılığı gümrük gelirlerini
gösterip % 6 veya 6,5 faiz vereceğini bildiriyor.
Bu işe derhal yardım etmeliyim. Majeste Sultan beni kabul edecek demektir.
Hemen şu cevabî telgrafı gönderdim:
«Mektubunuzda anlattığınız garanti karşılığında 700 000 i vereceğimizi
bildiriniz, şu şartla ki ben n.c.363 ile doğrudan doğruya temasa geçeceğim.
Fakat lütfen şu hususu arzedin, ben 363 tarafından kabul edilmedikçe hiçbirşey
yapamam» [*].
[*] Dr. Theodor Herzl’in hatıratında birçok isimler ve mefhumlar karşılığında
şifreli kelimeler kullanılmıştır, n.c. 363 de bunlardan biridir ve görüldüğü
gibi Sultan Abdülhamid’e delâlet etmektedir. Bu şifreyi her ihtimale karşı sık
sık değiştirmekte ve muhaberatında öyle kullanmaktadır. Bunlardan Türkiye ile
ilgili olanlarının bazıları şöyledir:
Albahary |
İzzet Paşa |
Amar |
Sadrıazam |
Baldov |
Sultanın temsilcisi |
Albert |
Faik Bey |
Bazaar |
Yıldız Sarayı |
Beer |
Abdülhamid (Cohn ve Levy de kullanılmaktadır) |
Bergmann |
izzet Paşa |
Buchhalter |
Tahsin Bey (Krugler, Loewy, Pollak isimleri de) |
Charles |
Nuri Bey |
Conheim |
İstanbul’ |
Eduard |
Adil Bey |
Factory |
Yıldız Sarayı |
Leiter |
Türk Hükümeti |
Moi |
Nuri Bey |
No 919 |
Ahmed Tevfik Paşa |
No 73 |
Halil Paşa |
Polgar |
Hacı Ali Bey |
Schegez |
Berlindeki Türk Sefiri |
Schlessinger |
İbrahim Paşa |
12 |
Kıbrıs |
26 Ekim
Dün Türkiyenin fahri başkonsolosu von Dirsztay Crespi’den yarı yarıya şifre
ile yazılmış bir mektup getirdi. Asıl kendisinin kuvvetli olduğunu söyleyip iş
yapabileceğini fakat daha önce Viyanaya gelmesi gerektiğini yazıyor. Anlaşılan
paraya ihtiyacı var. Fahrî başkonsolos da onun yazdıklarını teyid ediyor.
«Eğer benim için ciddi pozisyon yaratacak olursa 1000 frank alır» diye yazın
dedim.
30 Ekim
Galiba sonuca benim zannettiğimden daha yakındayız. Eve geldiğimde
Crespi’nin telgrafını buldum:
«Bu telgrafı alır almaz % 6 faizle 700 000 in 200 000 ini depozit olarak
hemen gönderirseniz Ramazandan önce Zatı Şahaneye durumu arz fırsatını
bulurum, ümidim sizin o zaman Saraya resmen davet edileceğiniz şeklindedir.
Telle bildiriniz. Crespi».
Crespi Beyoğlu postahanesinden içinde «Sultan»ın adının açıkça geçtiği bir
telgraf çekebildiğine göre durumda ciddi gelişmeler var demektir. Hemen cevap
verdim:
«Yüzde altıbuçuk ile konuşmaya başlamıştın şimdi yüzde altıdan
bahsediyorsun. Fakat bunun önemi yok. Ancak şahsen 363 ile konuşur ve bizi
kabul edeceğini işitirsem, konuşmayı takibeden ilk hafta içinde 700 000 inin
tamamım alırsınız».
Hemen bütün arkadaşlara mektup yazarak faaliyete geçmekte olduğumu,
hazırlanmalarını, ilk partide 700 000 i temin etmelerini ve benim göndereceğim
talimatı beklemelerini bildirdim.
Ben de hazırım.
13 Kasım
Dün bizim komite üyelerinden Oskar Marmorek’in evinde konuştuğum milyoner
Reitlinger Türkiyenin 4-500 milyon frank tutarındaki bütün dış borçlarını bir
kalemde ödeyerek karşılığında Filistini istememizi ortaya attı. Bu hususta
düşünmeliyiz.
Wolffsohn da çektiği telgrafta Kann’ın Türkiyenin istediği parayı doğrudan
doğruya göndermeyi teklif ettiğini bildiriyor. Bu doğru olmaz, talimatımı
beklemeleri lâzım.
14 Kasım
Türkiyenin bütün borçlarını devralmak fikri bana çok cazip görünüyor.
Fransa ve İngiltereye bu konuda hazırlık yapmaları için yazdım.
15 Kasım
Bugün Crespi’ye tel çektim:
«Para hazır, niçin mütemmim malûmat göndermiyorsun?»
16 Kasım
Bugün von Dirsztay telefon ederek Crespi’nin Çarşamba’ya geleceğini
söyledi.
Wolffsohn telgrafla 700 000 in Kann tarafından hazır halde bekletildiğini
bildirdi.
Vambery mektup gönderdi: Sultana yeni borç hikâyesinin doğru olup
olmadığını telgrafla bildirmesini söylemiş. Eğer bu rivayet doğru ise derhal
İstanbul’a gitmek niyetinde, ben de onu takip edecekmişim. Projenin şansı
düzeliyor.
24 Kasım
Crepsi hala gelmedi. Dirsztay telefonla daha onbeş gün gecikeceğini
söyledi. Şu telgrafı çektim:
«Eğer faaliyetinizin sonucunu bana derhal bildirmezseniz 700 000
konusundaki teklifimi geri alacağım..»
Buna : «Birkaç gün daha sabrediniz, işler iyi gidiyor. Tafsilât
göndereceğim» cevabını aldım.
30 Kasım
Crespiden güzel bir mektup geldi. Meseleyi Sadrıazam, Başkâtip ve Maliye
Nazırı ile konuşmuş. îkraz Deutsche Bank’ın geçen yılki şartları çerçevesinde
yapılacakmış. Başkâtip, Vambery’nin benim tekliflerimi Sultana aksettirdiğini
söylemiş. Maamafih Başkâtip bir hususta endişe duyuyormuş: Biz resmen davet
ediliriz de ondan sonra da ikraz işi gerçekleşmezse ne olur? Crespi buna
karşılık, benim hakkımda Alman Kayzer’i nezdinde araştırma yapılabileceğini'
söylemiş.
Muhtemelen bu olayla dün bana telefon eden Alman Sefirinin davranışı
arasında bir rabıta var. Şu ana, sabahın 11 ine kadar daha fazla tafsilât elde
etmiş değilim.
3 Aralık
Dün sabah yanında von Dirsztay olduğu halde Crespi evime geldi. Fahri
başkonsolos tam bir levanten görünüşünde, ikinci veya üçüncü sınıf bir diplomat
tesiri bırakıyor. Maamafih İstanbul’’da söz sahibi kimseler hakkında açık açık
konuşuyor. Bana telgraf alıp almadığımı sordu. Ona göre iki üç gün içinde
resmî davet vaki olacaktır.
«Fakat» dedi «Kabul esnasında sakın Siyonizmden bahsetmeyin.» «Sadece borç
para bulmak hususunda yardım teklif edin. Çünkü bu bir ikraz değil bir mikdar
borç para bulma meselesidir. Borç demek birkaç ay içerisinde ödenecek para
demektir. Karşılık olarak da gümrük gelirleri gösterildiğine göre mesele yok
demektir». Ona Kann’ın teklifini isim zikretmeden anlattım. Bu teklifteki 80
000 sterlinlik fark ile hemen ilgilendi
ve Nuri Bey ile Maliye Nazırına hemen bildireceğini söyledi.
Siyonizm mevzuunda, ona göre, Türklerin bütün endişeleri büyük
devletlerdir. Eğer Yahudilerin Filistine hicretlerine müsaade edilirse «Düvel-i
Muazzama» derhal donanmalarını Yafa’ya gönderecek ve Filistini işgal
edeceklerdir. «Büyük Devletleri halletmek bizim vazifemiz diye cevap verdim.
«Eğer Sultan bu konuda ikna edilirse mesele halledilmiş demektir» cevabını
verdi. «Sultanın yegâne endişesi budur». İstanbul’a giderken Vambery’yi yanıma
alsam nasıl olur diye sorduğumda, çok iyi olacağım, onun her zaman için Sultan
ile temas kurabileceğini, Vambery’nin tavsiyesinin birçok kapıyı açacağını
söyledi. Başlangıçta onlar benim hakkımda Viyana ve Berlin’de araştırma
yapmaya girişmişler, fakat tam o sırada Vambery’nin mektubu gelince bundan
vazgeçmişler.
Şundan bundan daha epeyce konuştuk. Lut Gölünde kurulacak tesisler için şu
beyanda bulundu : Eğer bundan Sultana bir hisse verileceği garanti edilirse bu iş
olur. Alman Kayzer’inin himayesi konusundan bu günlerde Sultan da vazgeçmek
zorundadır çünkü bu konuda Şeyhülislâm muhalefet etmektedir.
Sultan ile bir konuşsam, içinde bütün nazırların bulunacağı bir komite
kurarak Siyonist tekliflerini inceletmesini isteyeceğim.
Kremenzki Crespi’ye masrafları karşılığı 1000 frankı ödeyince
«Dostlarımıza ne kadar çabuk ve kolay ödemede bulunduğumuzu» söyledi.
4 Aralık
İstanbul’dan şu ana kadar birşey gelmedi. Crespi’nin geleceğini bildirdiği
telgraf öyle görülüyor ki boş lâftan ibaretti, Viyanaya gelerek küçük bir
macera yaşamak istemiş olabilir. Belki de benim nabzımı yoklamak istedi,
şimdiden sonra da çalışacak.
Her ne ise, şimdiye kadar yaptıkları da bin franktan fazla etmezdi zaten.
Dün tekrar kendisini Dirsztay’ın yanında gördüm. Nuri Bey ve İstanbul’a ait
bir sürü dedikodu anlattı ve bana «Kölem olacağına dair» söz verdi. Bu gibi
herşeyi satmaya hazır kimseye çok nadir rastlanır.
Benim İngiliz hükümetine müracaat ederek Yahudilerin Transval’a liderliğim
altında hicretine müsaade edilmesini istediğim şeklindeki haberin Sultan
üzerinde çok müessir olduğunu anlattı.
Bugün telgraf çekip Montefiore’nin gerçekten böyle bir daveti ingilizlerden
temin etmesini isteyeceğim.
Dün Crespi İstanbul’a telgraf çekti ama bir cevap alamadı. Ona göre kabine
Pazar günü Sultanın riyasetinde toplanmış fakat bana müracaat hususunda onu
ikna edememiştir. Zira Sultan bilhassa para konusunda son derece gururludur.
«Madem ki ben sizleri nazır yaptım, gerekli herşeyi temin etmelisiniz» diye
düşünmektedir. Maliye nazırının ona yaptığı açıklamaya göre hâzinede 10 000
altın bulunmaktadır. Gelmekte olan ramazan için 150 000, arkadan bayram için
130 000 altına ihtiyaç vardır.
Bir dedikodu daha : Viyana Sefiri Mahmud Nedim Crespi aracılığı ile
Babıâliye haber göndermiş, birikmiş oniki aylık maaşının derhal gönderilmesini
söylemiş, aksi takdirde Sefarethaneyi kapatmakla tehdit etmiş.
6 Aralık
Dün Crepsi Dirsztay ile iki defa yanıma geldi. İstikbalde yapacağı
hizmetler karşılığında para sızdırmak istiyor. Kesinlikle reddettim. Önce ne
yapacağım, ne yapabileceğini göstermeli, bunu ispat etmeli ki benden para
alabilsin. O zaman istediği parayı alır ama hiç’e ben de hiç ile mukabele
ederim.
Öğleden sonra Dirsztay Nuri’nin bir mektubunu getirdi. Deutsche Bank’ın
istedikleri ikrazı % 75-78 eksiğine vermeye razı olduğunu, bunu kabul
edeceklerini bildiriyor. Crespi hemen Sadrıazama telgraf çekerek «Bundan çok
daha iyi şartlarla para bulabileceğini» bildirdi.
Bu durumda işler pek fena gitmiyor sayılır. Şimdi bu telgraftan Sultan’ın
da haberi olacak ve çok daha iyi şartlarla bu paranın temin edilebileceğini
bilecek. Eğer yine bir ses çıkmazsa Vambery’nin yazacağı bir mektupla Sultan
«Nasıl soyulmakta olduğunu kesinlikle ve tafsilâtıyla» öğrenecek.
9 Aralık
Dün Peşte’ye gidip Crespi hakkmdaki bütün hikâyeyi Vambery’ye anlattım. Bu
vesile ile bir kısım alman maliyecisinin daha doğrusu bankerinin kendisinden
Sultan nezdinde tavassut istediklerini öğrendim. Bunlarm arasında Başkonsolos
Dirsztay’ın da ismini görmek beni şaşırttı. Gözlerimi dört açmam gerekiyor.
Vambery’ye göre benim dediğim gibi bir mektup yazmakla Sultanın çevresini
derhal kendimize düşman yaparız. Benim Sultana bir teklif mektubu yazmamın daha
doğru olacağı kanaatinde. Vambery’y e hitaben iki mektup yazacağım. Bunlardan
birini herkese açıp gösterecek, İkincisi gizli olacak ve Sultanın eline
ulaşacak :
«Aziz Üstad,
Sizin Türkiye ile ne kadar ilgili olduğunuzu bildiğim için son günlerde
vuku bulan bazı olayları dikkatinize arzetmek istiyorum. Majeste Sultanın
hükümeti ile irtibatı bulunan İstanbul’lu bir iş adamı Mösyö Crespi Viyana
Başkonsolosu M.de Dirsztay ile beraber bana gelerek Osmanlı Hükümetinin 700 000
liraya ihtiyacı olduğunu bildirdi. Dünyadaki diğer milletlerin Yahudilere karşı
davranışının tam aksine onları şefkat ve merhametle bağrına basan ve ileride
Filistine de mülteci olarak kabul edeceğine inandığım Majesteye dostluğumuzu
ispat etmenin tam zamanıdır diye düşündüm. Her fırsatta bize iyilik eden
Sultanın dostu olduğumu ispat etmenin tam zamanıdır.
Eğer ortada bir iyi niyet varsa bu her fırsatta izhar edilmelidir. Bunun
için derhal faaliyete geçtim ve İmparatorluğa bu parayı eri uygun şartlarla
temin yollarını araştırdım. Macaristan % 87,5 ile borç ararken Majestelerine %
90 dan teklif edilmesi imkânını sırf dostluk nişanesi olarak sağladım.
Şimdi büyük bir hayal kırıklığı ile Başkonsolos ve yarı resmî ajandan
öğreniyorum ki bu teklif reddedilmiştir.
Daha iyi şartlarla yapılan teklifin reddedilmesinin ne manaya geldiğini
siz takdir edersiniz. İstanbul’daki rabıtalarınız size bunun sebebini tahkik
imkânını verecektir zannederim.
Bana inanın, aziz üstad
Theodor Herzl».
İkinci mektup da şöyle :
«Aziz dost ve üstad,
Bugün olan acaip bir hâdiseyi size haber vermeliyim. Sizin Türklerin nasıl
yakın dostu ve Sultanın sadık bendesi olduğunuzu bildiğim için yazıyorum. Türk
Hükümetine sırf dostluk nişanesi olarak teklif ettiğim bir hususun nasıl
reddedildiği sizi de ilgilendirecektir. 700 000 Osmanlı Lirasına ihtiyacı olduğu
hususu yarı resmî bir ajan olduğuna inandığım ve bana Viyana Başkonsolosu
tarafından takdim edilen Mösyö Crespi tarafından söylenmişti. Maliyeci
arkadaşlarım kâğıt üzerinde 800 000 Osmanlı Liralık bir borç karşılığı olarak %
90 ını yani 720 000 lirasını efektif olarak ödemek üzere bir teklif hazırlamışlardı.
Bu bizim bankerlerimiz için cazip bir iş değildi. Zira Macar hükümeti daha
birkaç hafta önce % 87,5 ile istediği halde teklifleri kabul edilmemişti.
Arkadaşlarım ve ben sadece Sultan’a dostluğumuzu ispat için böyle davranmıştık.
Fakat teklifimiz nazar-ı itibara alınmadı. Bundan daha iyi ve ayni mahiyette
bir teklif yapılmış olabileceğine ihtimal vermiyorum.
Bunun iç yüzünü ancak siz anlayabilirsiniz.
Samimi dileklerimle Th.H».
11 Aralık
Akşam Crespi’den telgraf geldi:
«No 73 (Sadrıazam) No 919 a (Berlin Sefirine) telgraf çekerek sizin malî
kapasiteniz ve iş gücünüz hakkında bilgi isteyecek. Tatminkâr bilginin gelmesi
için ne lâzımsa yapınız. Sizin cevabınız üzerine buradan telgraf çıkacak».
Ayni anda Wolffsohn’dan gelen bir telgraf onun yarın Berlinde olacağını
haber veriyordu. Ona yarın beni telefonla aramasını bildirdim. Kann da yarın
Berlinde olacak.
12 Aralık
Crespiye aşağıdaki şifreli telgrafı çektim :
«Bunun önemli olduğunu bilmekle beraber No 919 zaruretin neden ileri
geldiğini takdir edemez kanaatindeyim. Teklifimi tamamen geri alırdım ama
doktor müsaade etmeyip muhakkak 363 ile (Abdülhamid) konsültasyon yapılmasını
istiyor. Hastanın ihtiyaçlarını görmek için 3 veya 4 güne ihtiyacı var».
Berlin’de Sefir Ahmed Tevfik ile konuşan arkadaşlarım gayet iyi
karşılanmışlar. Bu arada Sefir sadaretten herhangi bir telgraf almadığını
söylemiş. Acaba Crespi oyun mu oynuyor?
14 Aralık
Dün Crespiden enteresan bir mektup geldi; Sadrıazamla ve Tahsin Beyle
yaptığı konuşma ve münakaşaları anlatıyor.
Osmanlı Bankası hükümetin 2-3 milyonluk teklifine karşı sadece 100-150 bin
verebileceğini bildirmiş. Ona göre bizim teklifimiz gittikçe kıymet kazanıyor.
Fakat ben levantinlere inanmıyorum.
*
* *
Wolffsohn Berlin Sefiri Ahmed Tevfik ile yaptığı konuşmalara dair rapor
gönderdi. Ahmed Tevfik ona da bana iki yıl önce söylediklerini söylemiş : Bizi
Filistin dışında herhangi bir yerde mülteci olarak görmekten memnun
kalırlarmış, benim «Yahudi Devleti»m hükümeti korkutmuş —benim için ne şeref—,
eğer bir kere Filistine yerleşecek olursak çok yakın istikbalde oranın da
başına Balkanların başına gelenler gelirmiş. Buna Wolffsohn mükemmel bir cevap
vermiş :
«Eğer Balkanlarda Yahudiler olsaydı oralar bugün Türkiyenin olurdu. Zira
Balkan Devletlerinin Büyük Devletler dostudurlar, ama Yahudilerin tek dostu
türklerden ibarettir».
*
* *
Crespi gönderdiği telgrafta acele olarak bir fransız veya alman bankerinin
isminin bildirilmesini istiyor. Buna karşılık 700 000 i vermeye hazır olan
Kann’ın adını veremezdim. Bunun çeşitli mahzurları olurdu. En basiti aradan
beni çıkararak saray entrikaları ile borcu doğrudan doğruya ondan almaya, komisyonculuk
etmeye kalkarlardı. Halbuki ben bunu karşılıksız yapamazdım.
«Arkadaşlarıma ricanızı ilettim, onlar sizinle temasa geçecekler» şeklinde
sudan bir cevap gönderdim. Yarın da arkadaşlarımın böyle namüsait şartlarla
doğrudan doğruya temasa geçmeyi reddettiklerini bildireceğim.
Crespi bir oyun oynamak, hiç değilse kontrol etmek istiyor, ama bu oyuna
düşmeyeceğim.
15 Aralık
Crespi mektubunda Sadrıazamm bizim tarafımızda olduğunu bildiriyor. Kabine
toplantısında Osmanlı Bankasının durumu görüşülmüş ama Sadrıazam bu konuyu
şimdilik gündemden çıkartmış. Önce benim hakkımda tahkikat yapmak istiyormuş.
Şu telgraf meselesi.
Vambery’ye bu mektubun suretini gönderip atacılık etmesini istedim.
Yazdığı cevapta açıkça 700 000 lik işte 5 000 altın komisyon alacağını
bildiriyor.
Verdiğim cevapta kendisinin böyle küçük hesaplar peşinde koşmaması
gerektiğini, 5-10 binin hiçbir değeri olmadığını, yaptığı vazifenin eski
kavmine karşı tarihî bir önem taşıdığını anlattım. «Sadrıazam meseleyi Sultana
açmak için senin benim hakkımda yazacağın mektubu bekliyor. Lütfen türkler gibi
“yavaş” hareket etme, Allah aşkına harekete geç ve yarından tezi yok şu mektubu
yaz» dedim.
28 Aralık 1900
Vambery gerçekten gereken mektubu yazdı. Bunun üzerine ben de kendisine
bankerlerin bana yazdıkları muvafakat mektuplarının orijinallerini gönderdim :
«Madem ki sen bana inanıp yazdın, işte ben de sana yalan söylemediğimi, gerçekten
bankerlerle münasebette olduğumu ve bana selâhiyet verdiklerini tevsik eden
vesikaları gönderiyorum. Almanyada olanı tam seksen senelik bir bankacılık
müessesesidir ve resmî mahfillerdeki kredisi de sonsuzdur. Bütün talepleri tek
başına bile karşılayabilir» diye yazdım. Malûm sebeplerden ötürü bu isimleri
kimseye açıklamamasını da ricayı unutmadım.
*
* *
Vambery 29 Aralık günü yazdığı bir mektupta çok mühim bir noktayı işaret
ediyor. «Veda etmek için Sultanın yanma girdiğimde bana —politikacı deyimiyle—
metelik vermedi, bütün istediği para ve kuvvet» diyor. Bunun üzerine kendisine
uzun bir mektup yazıp bilhassa şunları bildirdim :
«Ocak ayının ortalarına doğru bir seyahate çıkacağım ve malî çevrelere
tesir ederek Türk Hükümetinin bütün bu kaynaklarla alâkasının kesilmesini
temin edeceğim. O zaman benim yabana atılacak bir kimse olmadığımı anlamış
olurlar. Fakat bunu yapmazdan önce bu yerleşmenin dostça yapılması için son
bir teklifte bulunacağım. Şimdiye kadar birçok vesilelerle Türklere dost
olduğumu göstermeye çalıştım. Türk Yunan savaşı sırasında sağlık heyetlerinin
gönüllü olarak cepheye gitmesini, yaralı askerler için Avrupanın çeşitli
bölgelerinde kampanya açılmasını ben temin ettim. Her Siyonist kongresinden
önce gayet hürmetkâr ifadelerle telgraf çektim. 700 000 e ihtiyaçları olduğunu
söylediklerinde en uygun şartlarla elde etmelerini ben sağladım. Fakat bir tek
teşekkür cümlesi dahi bana çok görüldü, esirgendi. İçlerinden birisi Türklerin
Yahudilerin Filistine girmelerine, onlar orada bir Yahudi Krallığı kuracağı
için müsaade edemezler deyip çıktı. Bu çok safça bir şey. Yahudilerin
istedikleri sadece mesut yaşayabilecekleri, çalışabilecekleri ve Sultana tâbi
olacakları bir memlekettir. Sultanın bütün İmparatorluğu da bu yerleşmenin
semeresini en yakın zamanda görebilecektir. Fakat bunu istemediler. Pekâla.
Kimse onları Yahudilerle dost olmaya icbar edemez elbette. Fakat Yahudiler
sizden birşey beklemiyorsa siz de onlardan birşey beklememelisiniz.
Bu itibarla Ocak ayımn ortalarına kadar çağırılmamı bekleyeceğim. Bir ses
çıkmadığı takdirde yukarıda bahsettiğim seyahate çıkacak ve en acil ihtiyaçlar
için dahi Türk Hükümetinin on para borç bulamamasını temin edeceğim. Sonra da muhaceret
konusunda bize uygun teklifleri olan Kanada ile müzakereye oturacağım.
Dostlarınıza söyleyiniz. Beni bir kere dinlesinler sonra istedikleri kararı
versinler.
İşte böyle amcacığım. Eğer Sultan 15 Ocak tarihine kadar beni çağırmazsa
bahsettiğim seyahate çıkacağım».
7 Ocak
Vambery benim son mektubumdan Sultana bahsettiğini yazıyor, fakat bir sonuç
beklemediğini de ilâve ediyor.
*
* *
Dr. Herzl Vambery’ye yazdığı gibi faaliyete geçer ve önce Avusturya
Başvekili Koerber ile konuşur. Sonra Paris’e gider. Daha yolda iken Osmanlı
Bankasının Londradaki «sahiplerini» bu bankanın eski bir müfettişinden öğrenir.
Gayesi Osmanlı İmparatorluğunun malî işlerini yöneten bu bankayı toptan
satınalmak, bu yoldan Sultan Abdülhamid üzerinde baskı yapmaktır. Önce Londra’da
kendi adamları ile buluşup müzakerelerde bulunur. Osmanlı Bankası
idarecilerine verilecek 50 milyonluk bir garanti ile Türkiyeye akan musluklar
kökten kesilebilecektir. Bu arada Rothschild’lerle temasa geçer, münasebetleri
eskisi gibi değildir. Tam anlaşmaya varmasa da artık zıt kuvvetler veya düşman
kamplarda bulunmak durumundan kurtulurlar.
Bu arada İstanbul’daki ajan Crespi’den birkaç defa mektup gelir,
Sadrıazamın ikna edildiğinden, şu kadar milyona acele ihtiyaç bulunduğundan
v.s. bahsedilir, fakat hepsine red cevabı verir. Bankerlerin sırt çevirmeleri
Bab-ı âliyi sıkıntıya düşürmeye başlamıştır. Bir taraftan da Rusya’daki
adamları vasıtası ile harekete geçen Herzl, Yafa’dan itibaren Hicaz istikametinde
yapılacak olan demiryolunun Rusyadaki hisselerini satın alma kampanyasına
girişir. Hisseleri ele geçirmek suretiyle Filistinde inşa edilecek bu
demiryolu konusunda söz sahibi olmak istemektedir.
Nisan başlarında Sultan Abdülhamid Vambery’yi İstanbul’a çağırır, niyeti
İngiltere Kralı ile arasının düzeltilmesi işinde aracı olarak onu kullanmaktır.
Bu daveti Vambery Dr. Herzl’e haber verir. O da eski ricalarını tekrarlar ve
muhakkak bir randevu temin etmesini ister. Vambery büyük samimiyetle onun
hesabına çalışmaktadır.
8 Mayısta İstanbul’dan dönen Vambery iyi haberler getirmektedir. Dr. Herzl
Crespinin telgrafı üzerine Viyanadan Peşte’ye kadar gidip Orient Ekspresten
inen dostunu karşılamıştır :
«Sultan seni kabul edecek dostum, ama bir Siyonist olarak değil de
dünyadaki Yahudilerin lideri ve meşhur bir gazeteci olarak» dedikten sonra
şöyle devam etti: «Onunla Siyonizm hakkında konuşmamalısın. Bu bir
fantasmagoryadır [[40]]. Kudüs bu adamlar için Mekke kadar mukaddes bir şehirdir. Maamafih
Siyonizm, hıristiyanlığa bakış ehven-i şerdir. Ben orada bulunduğum sürece
seni kabul etmeyi reddetti, ama sonra razı oldu. Sana iki mektup vereceğim.
Birisi Başkâtip Tahsin Beye hitaben — ki kendisi benim sadık arkadaşımdır —,
diğeri de Wellisch adlı iyi bir Yahudi. Ama sen sabırlı olmalısın, bu iş bir
iki hafta uzayabilir».
Beni kapıya kadar geçirdi, orada öpüşerek ayrılırken, iki gün sonra gelip
mektupları ve gerekli bilgileri almamı söyledi. Aklıma gelen şu soruyu sordum
: «Sultan konuşma arasında bana şahsen atıfta bulundu mu?» Cevap olarak «Senin
adını bile bilmediğine eminim» deyip kesti. Bu mümkün olabilir mi?
Her ne hal ise, nihayet Sultan Abdülhamid ile konuşmak şerefine nail
olacağım.
Eğer Filistini bana satmak isterse malî yönden sıkıntıya düşeceğim. Parayı
da temin etmeliyim.
*
* *
15 Mayıs, İstanbul’
Beş yıl sonra İstanbul’da ve ayni oteldeyim. Hatta Newlinsky ile vaktiyle
kaldığım ayni odadayım. Değişmiş bir adam olarak pencereden hiç değişmemiş olan
Halic’e bakıyorum. Güzellik beni pek ilgilendirmez, benim için dünya
görünüşten ziyade irade’dir.
*
* *
Dr. Wellisch aslında macar Yahudisi ama Türk devletinin hizmetine girmiş,
bizim için gerçekten faydalı bir insan. Tam bizim muvasalâtımızda geldi ve
kendisini tamamen bizim işlerimize vakfetti.
Sonra bizim «makas-bileycisi» Crespi geldi, bunu artık defedeceğim, ama
arkadaşça ve güleryüzle karşıladım ve yarın uğramasını söyledim.
İkinci gün (dün sabah) Vambery’nin bir telgrafı ile geldi: «Herşey
yolunda». Onun fikirlerini öğrenmek istedim. Ben ondan daha çok şey biliyorum.
Sonra açıldı ve bana rüşvet verilecek kimselerin bir listesini verdi.
Tabiatiyle bu listeyi şüpheli kabul ediyorum. Fakat bunlara Wolffsohn’un ödeme
yapmasını sağlayacak ve bu müessir kişileri elde edeceğim.
Sabah saat 10.30 da Wellisch’le bir arabaya binip Yıldız Sarayına gittik.
Vaktiyle Newlinsky ile geçtiğimiz yollardan geçtik, yine muhafızlar, askerler,
kapıcılar...
Tahsin Beyin dairesine gidip güzel manzaralı bir salonda bekledik. Tahsin
Beye kartımızı gönderdik, az sonra gelen bir görevli Tahsin Beyin çok meşgul
olduğunu bildirdi.
Wellisch ona bir tezkere yazarak bende Vambery’nin bir mektubu olduğunu
bildirdi. Bunun üzerine gelen başka bir görevli benim mesleğimi sordu :
«Yazar, edebiyatçı» dedim.
«Neue Freie Presse’in müdürü mü?»
Wellisch’e bir gazetenin temsilcisi olarak değil sadece bir yazar olarak
takdim edilmek istediğimi söyledim.
Birkaç dakika sonra tekrar gelen görevli Tahsin Beyin yanma götürdü.
Kara sakallı, gözleri sanki yarı yarıya kapalı ufak tefek bir 'adam. Biz
girince ayağa kalktı, elini uzattı, yazı masasının karşısında yer gösterdi ve
türkçe bazı nezaket cümleleri ile hoşgeldiniz dedi. Wellisch bunları bana
tercüme etti, ben de ayni soğuk nezaket cümleleri ile teşekkür ettim.
Gösterdiği hüsnü kabulden memnun olduğumu, bu güzel şehre ilk defa gelmediğimi,
1898 yılında burada Alman Kayzer’i tarafmdan kabul edildiğimi ve Sultanın sadık
bir dostu olduğumu söyledim. Sonra onun bir suali üzerine burada 3-4 gün
kalacağımızı bildirdik ve ayrıldık.
Dünkü bu olaylardan sonra şimdi bekleme durumundayım.
14 Mayıs, İstanbul’
Dün Wellisch Yıldız’a gidip bizim işlerin iyi gittiği haberi ile döndü.
Kendisine de bana verilen nişan verilecekmiş, bunu tebliğ etmişler. Ona
kendimin nişanını gösterdim. Ziyaret sırasında nasıl giyinmem gerektiğini
sordum. Bugün bu hususta bir karar verecek. Tahsin Bey Cuma selâmlığına davet
etti. Ondan sonra Sultanı görüp göremiyeceğimi öğreneceğim. Görünüşe göre
Sultan beni debdebeli saltanatlı bir şekilde kabul etmek arzusunda. *
* *
Öğleden sonra Kapalıçarşı ve Ayasofya’ya gittik. Akşam da yalnız Taksim
Bahçesine gittim, oradan Boğaz çok şahane görünüyor. Bu sıralarda hayat görüşüm
değişiyor «Dünya bir rüyadır»dan geçip «Dünya bir mücadeledir»e geliyorum.
Öğle vakti Oskar Marmorek’i Crespi’ye gönderdim ve Nuri ile Crespi’nin
evinde bir buluşma tertip etmesini söyledim. Nuri buna imkân bulunmadığını zira
kendisinin daimî göz altında tutulduğunu bildirdi.
Akşam Anadolu Han’ına gittim, sadık arkadaşım Wolffsohn hala hasta idi.
Ayrılırken beni merak ediyordu. Şaka ettim : Eğer sabah geri dönmeyecek olursam
beni Crespi’nin ininde ararsınız.
Crespi beni Anadolu Hanı’n pasajında bekliyordu. Önünden geçerken
kendisiyle evinde konuşmak istediğimi söyledim. Peşimden geldi. Eski, harap evi
Anadolu Hanın arkasındaki bölgede idi, döşemesi de hayli pejmürdeydi. Çalışma
odasına Viyanamn aristokrat havasmı vermişti. Duvarları gazete başlıkları ile
süslenmişti.
Konuşmasına mahçup başlıyor sonunda yüzsüzlüğe varıyor, beş franktan
milyon altına geçiyordu. Daha önce bana söylenen kötü şeyler konusunda ürkek
konuşuyordu.
Sanki hiçbirşey bilmiyormuşum gibi davranıyordum. Vambery bana bu gurubun
hiçbirşey yapamıyacağı gibi herşeyi yapacağım da söylemişti. Şimdi bununla
alâkayı kesebilirdim, ama istikbalde bunları yine kullanabilirim, onun için o
yola gitmeyeceğim. Bana Dirsztay’dan aldığı bir mektubu gösterdi, eğer randevu
gerçekleşirse Crespi’nin benden her ay 1500 frank alacağını bildiriyordu.
«Evet» dedim, «Eğer ben bütün plânı Sultana sunarsam ve o da bunu tetkik etmek
üzere bir komite kurarsa».
Fakat şimdi alâkayı bütün bütün kesmek de doğru olmazdı, Kongre
toplanmazdan önce bana bir oyun oynayabilirdi. Onun için kendisine şimdilik
ayda 1000 frank vereceğime söz verdim. İleride Komitenin kararı ile bu 1500
olacaktı.
Bu arada Nuri’nin tıpkı Viyanada verdiği makbuza benzer bir makbuzu aldığı
paralar karşılığında vermesi şartını ortaya attım. Tahsin Beyin «Üçtebir»ini
bu arada zikretmedim, onun üzerinde de düşünmek lâzım. İzzet Bey kanadına mensup
Nuri gurubunu elde tutmak 10 000 frankla mümkün olabilecek, yoksa bana karşı
kullanılabilirler. Bu artan masrafları arkadaşlarıma haber vermeliyim.
Crespi bu arada galiba ilk defa doğru bir lâf etti, Sultan tarafından kabul
edilmemden önce hiçbir şey yapmaya muktedir olmadığını söyledi. Nuri Bey de
bana verilmesi söz verilen Nişan’ın daha büyük derecesinin verilmesini dahi
temin edecek durumda değildir. Ama ben verilecek İkinci Sınıf Mecidiye
nişanını kendim reddedemez miyim?
Bu sabah Wellisch’e Tahsine gidip, benim nişan meraklısı olmadığımı, beş
sene önce ben istemediğim halde Üçüncü Sınıf nişanı evime kadar
gönderdiklerini, nezaketen onu reddetmediğimi, şimdi ille bir nişan vermek
istiyorlarsa ancak birinci sınıfını kabul edebileceğimi söylemesini istedim.
15 Mayıs, İstanbul’
Bugün yine boşuna bekleme ile geçti. Her an Sultanla konuşmanın ne
şekiller alabileceğini düşünüyorum. Günün olayları :
Akşam Taksim Bahçesine gittim. Orada Nuri Bey bir avrupalı ile oturuyordu,
ben varınca mendilini çıkarıp sakalını silip yüzüne tuttu, ben de bunun üzerine
kendisini görmemiş gibi davrandım. Wolffsohn ve Marmorek’e çıkarken bakıp onu
tanımalarını ve bizim rüşvetlerin nereye gittiğini bilmelerini söyledim.
19 Mayıs, İstanbul’
Bugün belki büyük bir gün olacak, belki çok küçük bir gün veya hiç. Hala
kabul edilmedim.
Eğer kabul edilmezsem Vambery’ye bir telgraf çekeceğim, öyle bir telgraf ki
buradakiler de okuyup anlayabilsinler.
Sabahleyin Neue Freie Presse’ye göndereceğim «Şavuot Hikâyesi»ni düşündüm :
Güneş, bir diplomatın son aşkı, Tarabya’da ifade edilmiş bir aşk, ayaklarının
dibinde Boğaziçinin suları... v.s.
Sonra Sultan Abdülhamid’i düşündüm, belki o tam tahayyül ettiğim gibi bir
«Patron»dur.
Aynanın karşısında sanki huzurda imiş gibi konuşuyordum : «Majesteleri
bendelerinin açıkça, samimiyetle ve ciddi konuşmalarına müsaade ederler mi?»
«Ben küçük hizmetler için değil büyük işler için geldim».
«Bir gazete makalesine 50 ilâ 500 Lui Altını verilir, ben ise satmam,
kendim veririm».
«Androclus ve Arslan hikâyesi v.s.».
Bunların ne kadarını gerçekleştirebileceğim?
19 Mayıs, İstanbul’
Herşeye kavuştum.
Dün hiçbirşey yazmaya fırsat bulamadım, zira sabahtan Saraya çağırıldım ve
akşam geç vakte kadar heyecanla bekledim. Sultanla yaptığım bu ilk konuşmayı
hemen yazamadığım için de tazeliğini kaybetti.
Cuma sabahı saat 10 da dikkatle tuvalet yapıp, frağımı giyip Mecidiye
nişanımı takıp Wellisch ile birlikte arabaya binip
Yıldız Sarayına gittik. Hava oldukça ılık olmasına rağmen paltomu
çıkarmadım ve içeriye toz dolmaması için pencereleri sıkı sıkı kapadım.
Selâmlıkta bulunacak olan birlikler yürüyorlar, atlılar, görevliler vazife
başında bulunuyordular.
Selâmlık sırasında fevkalâde emniyet tedbirleri almıyor ve o bölgeden kuş
uçurulmuyor, ama bütün kapılar sanki sihirli imiş gibi önümde açılıyordu.
Derhal içeri alınıp Birinci Kâtip Tahsin Beye götürüldük, yanında Fuat Paşa
vardı. Tahsin Bey pek memnun görünüyordu, beni Fuat Paşa’ya takdim etti. Ondan
sonra Merasim Nazırı İbrahim Bey tarafından çağırıldım. Kır sakallı, yuvarlak
omuzlu bir adam bu İbrahim Bey. Orada da muhteşem bir şekilde karşılandık,
sonra beş yıl önce Newlinsky ile birlikte bulunduğumuz yabancılara mahsus seyr
mahalline alındık. Bu defa eskisi kadar kalabalık yoktu Cuma selâmlığında.
Saat bire kadar orada dikilmekten de pek hoşlanmadım doğrusu.
Sanki gölge bir yerde oturma arzum anlaşılmış gibi, bir yaver gelerek
Sefirlere mahsus kabul odasında oturmak ister miyim diye sordu. Orada
diplomatik erkân da bulunuyordu. Bunlar yakın mesafeden uzakta olduğundan daha
aptal görünen kimselerdir. Kadınları bile pencereden, uzaktan zarif görünürler,
ama yakından bakınca böyle değildirler. Diplomatların tâbiri ile güzel
«Osmanlı Operası» selâmlık merasimi çabuk geçti. Her cuma ayni şey. Birlikler
yürümeye başladı, saray mensupları, prensler, hanımlar, paşalar... herkes
yürüyüp geçti. Sonra müezzin minareden öğle ezanını okudu, padişah arabası
ile gelip girdi. Bundan sonraki yarım saat oturup çirkin diplomatları
seyretmekle geçti. Sonra Majestenin mabeyncisi misafirlere hoşgeldiniz dedi,
bana Birinci kâtip Tahsin Bey tarafından kabul edilmek üzere beklendiğim
söylendi. Bu sırada elinde bir kutu ve yanında limandaki Rus filosunun amirali
ile göründü. Amirale nişan takılacaktı. Amiral biraz kızararak büyük bir
iftiharla nişanı ve tebrikleri kabul etti. Ben bir köşede olanları
seyrediyordum. İbrahim Bey bana doğru gelerek, Sultanın İkinci Sınıf Mecidiye
nişanının bana verilmesini emrettiğini söyledi. Son derece nazik cümlelerle
teşekkür ederek, beş yıl önce bu nişanın Üçüncü Sınıfının bana tevcih edilmiş
olduğunu, nezaketen o zaman reddetmemiş olduğumu, eğer Birinci Sınıfı tevcih
edilirse kabul edebileceğimi arzettim. İbrahim Bey de son derece nazik
cümlelerle durumu Sultana arzedeceğini söyledi.
Nihayet herkes odadan çıktı ve ben yalnız kaldım. Bir müddet sonra hizmetkârlar
geldiler ve çakıl yollardan yürüyerek başka bir köşke geçtik, orada önce
İbrahim Bey tarafından kabul edildim. Beşuş bir çehre ile Majestenin bana Mecidiye
Nişanının Büyük Kordonunun tevcihine emir buyurduklarını haber verdi. Birkaç
dakika sonra başka bir odaya alındım, buradan girilince kabul odası geliyordu.
«Sultan» tam resimlerinde gördüğüm şekilde önümde duruyordu; Biraz kısa,
zayıf, büyük kemerli burunlu, düzgün sakallı, titrek sesli. Üzerinde selâmlık
merasiminde giydiği Büyük Üniforma vardı, nişanlarını takmıştı, ellerinde
eldiven vardı. Bana elini uzattı ve oturduk. Az sonra sandalyeme iyice yerleşip
rahat bir şekilde oturdum. O bir divana oturmuş, kılıcını iki ayağı arasına
almıştı, İbrahim ayakta dikiliyordu. Sanki onun veya benim ağzımdan çıkacak
kelimeleri kapacakmış gibi duruyordu.
Sultan İbrahime hitaben konuşurken kendisini dikkatle tetkik ettim, ayni
şeyi ben fransızca konuşurken o yaptı.
Söze selâmla başladı, ben de öyle yaptım. Neue Freie Presse gazetesini
daima okuduğunu söyledi. Bir kelime almanca bilmediği halde nasıl okuduğunu
merak ettim. Transval, Çin v.s. hususunda bu gazete vasıtasiyle bilgi aldığını
söyledi. Ben de verilen nişana teşekkürlerimi ifade ettim. Sonra bizim
memleketler arasındaki (yani Türkiye ve Avusturya) dostane münasebetlere işaret
etti. İmparator Franz Josef’in iyi olup olmadığını sordu, daha bunun gibi
şeyler.
Ben bu konular üzerinde durmadım ve İbrahim Bey vasıtası ile kendilerine
Yahudilere karşı davranışları dolayısiyle medyunu şükran bulunduğumu söyledim.
Bütün dünyadaki Yahudiler bu sebeple kendisine minnettar bulunuyordular. Bilhassa
kendisine büyük hizmetlerde bulunabileceğimi, küçük hizmetleri herkesin
görebileceğini anlattım. Bugünkü konuşmamız hakkında bir tek satır dahi
yazmamış olduğum hususu üzerinde tekiden durdum. Benimle tamamen gizli kalacak
şekilde konuşabileceğini söyledim. Bana teşekkür etti, gümüş bir kutudan iki
sigara aldı, birini bana verdi, diğerini kendisi aldı, İbrahim Beyin sigara
içmesine müsaade edilmiyordu, o önce Sultanın sonra benim sigaralarımızı yaktı.
Sonra Sultan şöyle dedi:
«Ben öteden beri Yahudilere dostluk gösterdim. Gerçekten sadece
müslümanlara ve Yahudilere itimat ederim. Diğer tebaamla ayni şekilde hiçbir
zaman samimi olmamışımdır».
Bunun üzerine ben Avrupa memleketlerinde Yahudilerin uğradıkları
haksızlıkları ve zulümleri anlattım. İmparatorluğunu Yahudi mültecilere daima
kapısı açık bir melce olarak tuttuğunu söyledi.
Şöyle dedim :
«Profesör Arminus Vambery bendenizi majestelerinin kabul edeceklerini
haber verdiği zaman Androclus ve Aslan adlı eski hikâyeyi düşündüm [[41]]. Majesteleri arslan ve bendeleri de belki köle Androclus, ve belki de
kurtulacak bir taht var».
Bu komplimanı tebessümle karşıladı.
Açık ve teferruatlı şekilde konuşabilir miydim? Evet, buna müsaade ve rica
etti.
«Görüşüme göre hikâyedeki taht sizin devlet borçlarınızdır. Eğer Türkiye
bundan kurtarılırsa inanıyorum ki şimdiki kudretinin ve hayatiyetinin iki
mislini kazanır».
Sultan içini çekti ve iç çekerek tebessüm etti. İbrahim Bey söylediklerini
tercüme etti: Daha saltanatın başlangıcında Majesteleri tahttan
uzaklaştırılmaya boşuna uğraşılmıştır. Bu taht büyük ecdadı tarafından kurulmuş
ve ona intikal etmiştir ve kendisinden uzaklaştırılması imkânsız görünmektedir.
Eğer bu konuda kendisine yardımcı olursam iyi olacaktır.
«Evet» dedim «Bunu yapabileceğime inanıyorum, fakat birinci şart herşey in
son derece gizli kalmasıdır».
Haşmetmeâb gözünü yukarı kaldırdı, elini göğsüne koydu ve mırıldandı:
«Gizli, gizli».
Bu ısrarımın sebebini anlattım. Büyük Kuvvetler Türkiyeyi daima tesirleri
altında tutabilmek için onun gittikçe daha zayıf olmasını istemektedirler. Bunu
temin etmek için ne mümkünse yapacaklardır.
Bunu anladı.
Ben konuşmama bilhassa bu hususu başa alarak devam ettim. Bu şekildeki
faaliyeti bütün Avrupa borsasım ellerinde bulunduran arkadaşlarımı Haşmetmeâbın
tarafına çekerek önleyebilirim. Maamafih, zamanı geldiğinde bunun karşılığında
bazı ölçüler dahilinde Yahudilere dostluk izhar edilir.
İbrahim Bey Majestelerinin söylediklerini âdeta içer gibi dinledi ve bana
mesut bir yüzle tercüme etti: «Majestelerinin bir saray mücevhercisi vardır,
kendisi Yahudidir. Ona Yahudiler hakkında bazı uygun şeyler söyleyerek basma
intikal ettirmesini söyleyebilirler. Bir de buradaki Yahudilerin Baş Rabbisi
vardır, Hahambaşı. Ona da bazı şeyler söyleyebilirler».
Ben bunu reddettim. Arkadaşım Dr. Marcus, benim adım geçtiği zaman bu
Hahambaşı’nın suratını ekşitip yere tükürdüğünü söylemişti.
«Hayır» dedim «Bu bizim maksadımıza hizmet etmez. Bize faydalı olacağı
anlaşılmadan dünyaya açıklanmamalıdır. Bunu ne zaman yapacağımızı bendeniz
tespit edip sonra Haşmetmeâba arzederim. Ben şimdi dünya Yahudilerinin Türk İmparatorluğu
için fiilen çalışmalarını temin edeceğim. Bu şekildeki bir beyanname de empoze
edici bir karakter taşıyacaktır. Hahambaşı ile konuşulanlar sadece Türkivede
kalacaktır».
Majeste söylediklerimi hep tasvip ediyordu, devam ettim:
Bütün bu memleketin ihtiyacı bizim kavmimizin endüstri meharetidir.
Avrupalılar buraya sırf kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve dönmek için
gelmektedirler. Bir müteahhit kazanç sağladığı memlekette yaşayacak, orada
kalacaksa namuslu davranmak zorunda kalacaktır».
Majeste bunları da tasvip etti ve İbrahim Bey bunu neşe ile bana nakletti
ve şöyle dedi:
«Bizim memleketimizde hâla el sürülmemiş hazineler bulunmaktadır. Yalnız
bugün Haşmetmeâb Bağdad’dan bir telgraf aldılar, bunda orada bulunan petrolün
Kafkas petrollerinden daha üstün kalitede olduğu bildirilmektedir». Eğer burada
uzun süre kalabilecek olsaydım Majesteleri Anadolu Demiryolları tarafından
yapılan çalışmaları bir görmemi isterdi. Hattın sağında ve solunda cennet gibi
araziler uzanmaktaydı. Madenler, altın ve gümüş madenleri bulunmaktadır.
Majestelerinin selefleri zamanlarında altın madenleri işlenmiş, külçe ve para
haline getirilmiş ve askerî masraflar böylece karşılanmıştı.
Gerçekten Haşmetmeâbın konuşması sırasında iki elini açarak havada çokluk
işareti yaptığına dikkat etmiştim.
Sonra sürprizli şeyler vaki oldu. Haşmetmeâb İbrahim Bey aracılığı ile
bana, memlekette yeni kaynaklar meydana getirebilecek dirayetli bir maliyeciyi
tavsiye etmemi rica etti. Bundan pek ağır vergi de alınmazdı, meselâ kibrit
vergisi gibi olurdu.
Bu gizli davranma gösterisinden son derece ümide kapıldım. Fakat dedim ki:
«Bu beni büyük mesuliyet altına sokar, çünkü tavsiye edeceğim kimsenin
dürüstlüğü yanında bir de kifayeti mevzubahistir. Bu sebeple araştırma yapmam
ve Majestelerinin tam aradığı adamı bulmam lâzımdır, bunu en kısa zamanda
yapabilirim. Anladığıma göre bu zat son derece gizlilik içinde yalnız malî
mevzularda çalışmalı vardığı neticeleri bana vermeli, ben de ondan aldığım
bilgilere istinat ile ekonomik kalkınmayı gerçekleştirecek bir plân
hazırlamalıyım».
Fakat Sultan başka fikirde idi. Görüşünü kendisini dikkatle dinleyen
İbrahim Beye anlattı o da bana nakletti: «Zat-ı Haşmetpenahileri bu şahsa resmi
bir hüviyet vermenin daha iyi olacağı kanaatinde bulunuyorlar, öyle olursa az
alâka çeker fikrindeler. O kimseyi Maliye Nezaretinde herhangi bir yere tayin
ederler, o da size muntazaman raporlarını verir. Haşmetpenah sonra sizinle
gizli ajanları vasıtası ile temas ederler».
Bu fikrin son derece doğru olduğunu teslim ettim ve mektuplarımın Zat-ı
Haşmetpenahilerinin eline nasıl ulaşabileceğini sordum, zarfın üzerine
koyacağım özel bir mühür veya işaretle mi?
Majeste İbrahim Bey aracılığı ile benim kendi mührümün kâfi olduğunu, benim
tarafımdan mühürlenecek mektupların Tahsin Bey vasıtası ile doğrudan doğruya
kendisine getirileceğini söyledi.
Bundan sonra Haşmetmeâb muallakta duran millî borçların konsolide edilmesi
konusuna geçti. Ben bunun ne demek olduğunu sordum. Majeste bunu bana nakletmek
üzere İbrahim Beye anlattı. Konsolidasyon eskisini kapatmak için verilen yeni
bir borçtur, bir yıl önceki zararı kapatmak için 1,5 milyon lira verilir ve
tamamı düzeltilmiş olur.
Ben omuz silkerek «Ne, bu kadar az mı?» deyince Majeste de müteessif bir
eda ile omuzlarını silkti ve hazin hazin gülümsedi.
Bütün konsolidasyon projesi hakkında bilgi verilmesini rica ettim, büyük
işlerden birisini başarabilmek için bunu halletmenin nasıl mümkün olabileceği
konusunda düşünmek için bu lâzımdı. Konsolide etmek belki iyi belki kötüdür,
herşeyden önce bütün plânı bilmeliyim. Majeste benim bu arzumun yerine
getirileceğini söyledi. Birisi lüzumlu bütün malûmatı bana verecekti.
Sonra konuşmamıza devam ettik. Onun alâkasını çeken her konuda
konuşuyorduk. Bu benim de ilgimi çekiyordu. Kaba hatları ile istikbal hakkında
bir program çizdim, bunların hepsi bu muhteşem şehir ve İmparatorlukta
gerçekleştirilebilir hususlardı. Birer nişan vermek vesilesiyle arkadaşlarım
Wolffsohn ve Marmorek bu işlerde kullanılabilirdi. Yeni gelir kaynakları
düşünülebilir, meselâ bir elektrik enerjisi monopolü kurulabilirdi.
Majesteleri, İbrahim Bey vasıtasiyle, sarayında bir elektrik tesisatı
olduğunu, kendilerinin ışıktan hoşlandıklarını ve diğerlerinden ziyade bu
konunun ele alınmasının iyi olacağı kanaatinde olduklarını bildirdi.
Ben şehirde yapılması mümkün gelişmeleri anlattım. Meselâ altından en
büyük gemilerin bile geçebilecekleri (Marmorek’in fikri idi) bir köprünün
Haliç’in ağzına yapılmasını ileri sürdüm.
Majesteleri benim bu projeler üzerinde zamanla durabileceğimi, önce devlet
borçlarından kurtulma konusuna kendimi hasretmemi İbrahim Beyin aracılığı ile
rica etti.
Yorulduğumu hissettim. Konuşmamız iki saatten fazla zamandır devam
ediyordu. Konuşma tam istediğim yolda cereyan etmişti. Şimdi benden daha fazla
teferruat üzerinde bilgi isteyeceğinden emindim. Bu sebeple konuşmayı
tavsattım. Majeste de söyleyecek başka birşey bulamadı ve ayağa kalkarak bana
elini uzattı. Ben biraz durup konuştuklarımızın anlaştığımız gibi tam bir
gizlilik içinde kalmasını rica ettim. Majeste de tekrar etti: «Gizli, gizli».
Bizim Kongreyi düşünerek, bu arada bir deklarasyonla Yahudilerden
bahsedilmesi arzusunu izhar ettim ve bütün detayları ile konsolidasyon projesi
ve malî durumun bana bildirilmesini istedim. Bu hususların yerine
getirileceğini söz verdi.
Sonra Sultan kapıya doğru birkaç adım attı, İbrahim Bey ve ben eğilerek
geri geri çekildik, Sultanın her dönüşünde eğildik ve çıktı.
Daha Önce yazmayı unuttum, konuşmamız arasında Sultan kendisinin
Yahudilerin dostu olduğunu söylediği sırada yerimden kalkmış ve önünde eğilmiştim.
İbrahim Beyle kendi odasına gittik. Orada bana içinde Büyük Kordon’un
bulunduğu kırmızı kutuyu verdi. Selâmlık sırasında Rus amirali Kriger’e
verilenin aynısı idi. Salondan çıktım, giriş kısmında bahşiş isteyen bir sürü
elin bana uzandığını gördüm. Birkaç altın para saçıp geçtim.
Sultanın Sarayından dışarı çıktığımda beni dışarıda kim bekliyordu? Crespi!
Onu benim yanımda görürse İbrahim Beye karşı çok mahçup duruma düşecektim,
fakat Crespi bir yana itilecek gibi değildi, benimle ta kapıya kadar geldi.
Kapıda bir gurup bahşişçinin hücumuna daha uğradım. Bir gurup arabamın
etrafını çevirmişti, cebimde ne varsa çıkardım ve Crespi’yi Wellisch’i almaya
gönderdim. Arabaya güçlükle bindim ve o sırada Wellisch’in gelmekte olduğunu
gördüm ve ayni anda saraydan çağırıldığımı işittim. Çağıranın İbrahim Bey
olduğunu zannettik, ama İzzet Bey idi ki kendisini beş yıldır görmemiştim.
Kabul köşkünün önündeki fundalıkların yanında dikilmiş birisi ile konuşuyordu.
Geçerken beklediğini belirten bir gülümseme ile bana baktı. Dairesine girdim.
Orada bilmediğim bir kişi vardı yanında da bana Cuma Selâmlığı sırasında
Sefirler odasında oturabileceğimi ve sonra da Birinci Kâtip tarafından
beklendiğimi söyleyen görevli vardı.
Bunların manası ne idi?
Bir süre bekledim. Bütün bu bekleme süresinin en güzel tarafı görünen penbe
ve mavi manzara idi. Nihayet İzzet Bey geldi, gözünde vahşi bir hayvanın
bakışları, dudaklarında bir arkadaşın tebessümü vardı. Bana bir sigara ikram
etti, bir tane de kendisi aldı ve çok eski bir arkadaş gibi davrandı.
Sanki yegâne arzum bu imiş gibi «Sizinle ne zaman konuşabilirim» diye
sordum.
«Niçin şimdi olmasın» cevabını verdi.
Çok yorgun olduğumu söyledim. Sultanla yaptığımız uzun konuşma bütün gücümü
tüketmişti. Yarma kadar bekliyeyim, zaman herşeyi konuşabiliriz dedim.
Sondaja devam etti: «Borçların konsolidesi ile ilgili» dedi, sanki herşeyi
biliyor ve Sultan’ın konuşmasına devam ediyordu.
Yorgun gözlerle pencereden bakmaya başladım. Konuşmadan çok yorgun
çıktığımı, düşünme ve konuşmaya iktidarımın kalmadığını söyledim, nezaketle,
bana yarın için (yani dün) bir randevu vermesini rica ettim. Saat 12 için
anlaştık ve ayrıldım.
Arabada beraberimde gelen Wellisch nişan ve uzun konuşma sebebiyle
heyecanlı ben ise başarılı olduğum zamanlardaki gibi gayet sakindim. Wolffsohn
ve Marmorek otelin penceresinde sabırsızlık ve endişe ile beni bekliyorlardı.
Daha uzaktan, arabadan elimi salladım. Kucaklaştık. Normal zamanlarda bile
heyecanlı olan Marmorek, sabırsızlanıyor, Wolffsohn teferruatı anlatmamı bekliyordu.
Fakat bu seyahat sırasında en aziz arkadaşlarıma bile fazla açılamazdım. Şöyle
dedim :
«Size birşey söylemiyeceğim, bir kelime bile. Dönüşte trene bindiğimiz
zaman bazışeyleri öğrenirsiniz. Bu sizi sır saklama zahmetinden
kurtaracaktır».
İyi arkadaş olduklarından bana hak verdiler.
Crespi göründüğü zaman zor kurtulup yerime gidebildim.
ve suç ortağı Nuri, Vambery’nin vadettiği mükâfatın peşinde idiler. Bana
beraberce Nuri Beye gitmemizi teklif etti, fakat ben yanaşmadım. Şimdi çok
daha dikkatli olmalı ve bir arada görünmemeliyiz, dedim. Yarım saat sonra Nuri
Beye gittim, herşeyi kendisi yapmışçasına mühim adam pozları alıyordu. Onu
hayal içinde bıraktım. Büyük lordların sanatlarından biri de kendilerini
soydurmaktır. Bir hırsız gibi, ki öyledir, sevinsin biraz.
Benim tercümanlığımı yapan Merasim Nazırı İbrahim’in kendi listesinde
bulunup bulunmadığını sordum.
«Hayır, o yok» diye cevaplandırdı Ekselans Nuri, kim olduğunu bilmek
istiyordum. Ona bir güzel araba ile bir çift atı Crespi vasıtasiyle
gönderecektim (ne fikir ya). Bu ve diğer hususlarda bana tavsiyelerinin ne
olduğunu —sanki hepsine inanmışçasına— sordum. Bilhassa İzzet Beye ne mikdar
vermeyi düşündüğünü sordum.
«7000 veya 8000 frank» diye yalan söyledi, gözlüğünün arkasından bakarak
«İzzet benim en yakın arkadaşımdır» dedi.
Fakat kendisine bugün İzzet Beyle görüştüğümü, yarın yine konuşacağımı
söyleyince, bana ciddiyetle dikkatli olmamı ihtar etti.
«Nasıl olur? O sizin en yakın arkadaşınız değil mi?»
«Evet, benim iyi arkadaşımdır, öyledir, ama sen onu kendi mevzuunla ilgili
olarak görmemelisin yoksa Tahsin Beyin düşmanlığını kazanırsın» dedi.
«Peki Tahsin Beye ne kadar vermeyi düşünüyorsun » diye saf saf sordum.
«Takriben ayni miktar» diye yalan söyledi. «Tahsin çok kudretlidir ama İzzetten
sakın. O sıkılmış limon gibidir. Bana inanmalısın çünkü onun arkadaşıyım. Onun
seni dairesine çağırması bir tuzaktır. Bunu bütün saraya yayacaktır. Senin
Sultanla konuşman hakkında kendisine açıklamada bulunduğunu işae edecek ve
herşey mahvolacaktır».
20 Mayıs, İstanbul’
Ayın 18 ve 19 unda geçenleri ancak şimdi yolda yazabiliyorum. 20 i sabahı
tam Sultan’a beni bir daha kabul etmesi hususunda mektup yazmak üzere iken,
İbrahim Beyin saat 10.30 da sarayda bulunmamı isteyen tezkeresi geldi. Wolffsohn
ve Oskar bankaya 40 000 frank almaya gittiler. Wolffsohn otelde benim saraydan
dönüşümü bekleyecek, Oskar da gidip Nuri’ye Wolffsohn’un beni beklemek zorunda
olduğunu bildirecekti. Ancak ben dönünce Nuri gelip 50 000 frankı alabilecekti.
Biraz huzursuzluk hissediyordum. Burası çok çabuk değişmelerin vaki olduğu
bir memleketti. Dün Mecidiye nişanının Büyük Kordonunu alırken bugün belki de
bir kenara atılıverirsiniz.
Bu hava içinde Yıldız’a vardım, İbrahim Bey tarafından kabul edildim, bana
dostça fakat nâfiz nazarlarla bakıyordu.
Dairesinde karşılıklı oturduğumuz zaman teklifsiz bir hava içinde
kendisinin mükemmelen bildiği hususlar hakkında bana sorular sordu. Dün beni
tekrar saraya davet etmek istemişler fajsat bulamamışlardı. Bunun üzerine
benim nerede bulunduğumu dün kabul köşkünden çıktığımda bana refakat eden
centilmenden sormak istemişlerdi, ne idi onun ismi?
Gayet soğukkanlı, «Crepsi» dedim.
«Evet öyle ya Crespi ve ondan sonra da İzzet beyle beraberdiniz».
«Evet efendim, beni çağırttı. Onu beş yıldır görmedim ve temas etmekten de
kaçındım. O benimle Sultan ile konuştuğumuz hususlarda konuşmak istedi, fakat
ben çok yorgun olduğumu söyledim ve ancak Majestelerinin müsaadeleri dahilinde
malûmat arzedebileceğimi ifade ettim».
İbrahim Bey memnun bir şekilde başını salladı. Bu anda
ne tarafa mensuptur bilemem, İzzet Beyden mi Tahsin Beyden mi taraf?
«Kendimi tamamen Majestelerinin emrinde gördüğüm için bugün öğle vakti
buluşmak için verdiğim sözü özür dileyerek iptal ettim ve gelemiyeceğimi
bildirdim».
İbrahim tekrar memnun oldu.
Zaman zaman raporlar geliyor ve o notlar alıyor, tezkereler yazıyordu.
Mühürlerken gösterdiği ihtimamdan bu mektuplardan ikisinin Sultana ait
olduğunu anladım. Diğer dairelerden birkaç dedi kodulu haber geldi. Türk
memurlar çok, ama çok yavaş tonda konuşuyorlardı. Bu benim türkçeyi bilip
bilmediğimden tam emin olmadıklarından ileri geliyordu.
Öğle oldu, İbrahim Bey yemeği beraber yememizi teklif etti. Bir odada
mükellef bir yemek hazırlanmıştı. Bir sürü tabak gelip gidiyordu, her gelen
bir evvelkinden daha yerli şeylerdi.
Yemek sırasında kapı açıldı ve İzzet Bey sanki Sarayın sahibi imişçesine
bir uğursuzluk nişanesi gibi içeri girdi. Derhal oturdu ve yemek yemeğe
başladı. Yemek esnasında başka garip bir olay daha oldu. İbrahim Bey bana mavi
bir zarf verdi. Zarf Zat-ı Haşmetmeâbdan geliyordu.
Heyecanla teşekkür edip açtım. Dostluk hatırası bir kravat iğnesi idi.
Altın sarısı bir mücevher.
Sofrada yalnız ben şarap içiyordum, diğerleri su içiyorlardı. Kadehimi
Majestenin sıhhati için kaldırdım, onlar da ayağa kalkıp su kadehlerini
kaldırdılar.
Yemekten sonra kahvenin üzerine İzzet Bey kendisinin konsolide edilecek
borçlar hakkmdaki plânı bana açıklamakla görevlendirildiğini söyledi.
Bu aşikâr olarak hırsızların bir plânı idi. Bir gurup bu borcu borsaya
intikal ettirmek için 30 milyon liraya ihtiyaç gösteriyordu. Tam saçmalık.
Gayet sakin sonuna kadar dinledim ve bu konu üzerinde düşündükten sonra
fikrimi açıklayacağımı söyledim.
İzzet vahşî hayvan bakışları ile kalkıp gitti, ben de İbrahim Beye
geldiğimi Sultana haber vermesini rica ettim. İbrahim Bey bunun en iyisi İzzet
Bey vasıtası ile yapılması olduğunu söyledi ve o anda anladım ki kendisi
İzzet’in gurubuna mensuptur. İzzet Bey çıkarken bir işaret yapmıştı, daha o zaman
işin menfileştiğini anlamalı idim.
İbrahim Beyin yanında bir müddet daha kaldım, bana Neue Freie Presse’deki
durumumu sordu, ben de üzerine bastıra bastıra, sadece bu gazetenin edebiyat
köşesinin editörlüğünü yaptığımı söyledim. Fakat onlar beni ille umumi editör
görmek eğilimindeydiler. Bunu düzeltmem üzerine müstehzi bir şekilde «Herhalde
bu müessesenin bir idare müdürü vardır?» dedi, ben de «Evet vardır, Mösyö
Bacher’dir» cevabını verdim. Bunu söylediğim sırada benim Büyük Kordon’dan sıkılır
oldum. İbrahimin ifadesi de belirli şekilde kötüleşti.
Daha orada iken Sultan’dan cevap geldi: Çok meşguldü ve beni şimdi
görememekten müteessif idi.
Sarı mücevher sadece günlük sonuçtu.
Daha sonra Nuri yanında adamı Crespi olduğu halde otele geldi. Wolffsohn
makbuz konusunda güçlükler çıkardı. Yazı masası başında Nuri’nin açıkça bir
makbuz vermek istememesi üzerine münakaşa çıktı. Wolffsohn ona kartviziti
üzerine bir makbuz yazmasını teklif ettiğinde hatırı kırılmış bir masum insan
tavrı ile kaldırıp yere attı. Ben araya girerek istediği bir şekilde imza
vermesini söyledim. Sonra hala bozulmuş olarak kalktı ve kalın banknot
destesini almayı reddetti, «Crespi’ye veriniz onu» dedi. Giderken elini gayet
soğuk bir şekilde Wolffsohn’a uzattı ve beni işaret ederek «Bu centilmen
buralarda fazla iş yapmayacak» dedi. Ben hürmetkâr bir şekilde kendisine
kapıyı gösterdim. Merdivenlerde: «Bu 40 000 frankı o bankaya teslim edeceğim,
size şunun için itimat ediyorum» deyip bileğimi tutarak farmason işareti
yaptı. Ben «Siz beni bilirsiniz» diyerek ayni işaretle mukabele ettim.
19 Mayıs, Pazar
Sefil bir gün. Sabahleyin Wolffsohn’u Wellisch ile Saraya gönderdim.
Wolffsohn’a kapalı bir mektup verdim, içinde Sultana hitaben yazılmış ve
İbrahim beye verilecek bir mektup vardı. İkinci bir mektupda ise Tahsin Beye
verilecek 10 000 frank bulunuyordu.
Akşam saat 7 ye kadar görünmediler. Çok heyecanlandık. Beklerken Oskar’ın
çektiği sıkmtı ve ıztırap beni de sinirlendirdi. Nihayet odama çekilip kapıyı
kilitledim, ondan ancak bu şekilde uzaklaşmaya imkân buldum ve saatlerce yatağa
uzanarak bekledim.
İkisinin bu kadar uzun müddet kaybolmaları çok esrarengiz ve karanlıktı.
Belki Tahsin para meselesinden gürültü çıkarıp fırtına yaratmıştı. Başka ne
olabilirdi?
Nihayet döndüler. Tahsin onları hiçbir fiata kabul etmeyeceğini bildirerek
yamna kabul etmeyi reddetmişti. Onlar da bu zamana kadar İbrahimi
beklemişlerdi.
Sultana ana hatları ile şöyle bir veda mektubu göndermiştim:
21 Mayıs 1901
«Efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinden ayrılırken tahtınıza olan sadakat ve kalbi
minnetlerimi bir defa daha teyid etmek isterim.
Viyanada ancak zaruri olan zaman süresince kalıp gerekli projeleri en geç
bir ay içerisinde hazırlayacağım.
Seyahatlerim sırasında sizinle derhal ve çok gizli olarak temas etmek
zorunda kalmam muhtemeldir, bu itibarla Zat-ı Haşmetpenahileri Viyana, Paris,
Brüksel, Londra, Hague, Berlin, St.Petersburg ve Roma sefirlerine vereceğim
dokümanların şifreli telgraf ile Zat-ı Haşmetpenahilerine ulaştırılması konusunda
direktif verirlerse uygun olacaktır.
Viyana Sefiri vasıtası ile bu yol haberleşmemin uygun olup olmadığı
hususunu bildirmek lutfunda bulunmanızı istirham ederim.
Gelecek haftalar faaliyetle dolu olacaktır. Allah Haşmetmeâblarımın
hizmetinde bendelerine muvaffakiyet ihsan etsin.
Sadakatimi arzederim efendimiz,
Zat-ı Haşmetpenahilerinin sadık bendesi Dr. Theodor Herzl».
İbrahim Beye de şunları yazmıştım :
«Ekselans,
Size Majestelerine hitaben yazdığım veda mektubunu takdimle kesb-i şeref
eylerim. İçinde göndereceğim raporların emniyeti ile alâkalı hususlar vardır.
Zat-ı âlinizden bütün yazışmalar için kullanacağımız şahsî adresimi not
etmenizi rica edeceğim. Şöyledir : Haizingergasse 29, Wahrang, Vienna.
Derin hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Ekselanslarının sadık bendesi Th.Herzl».
*
* *
21 Mayıs, «Principessa Maria» gemisi
Yıldız Sarayında göründüm, bu gerçek, bu hususu tarih kayıt için enteresan
bulacaktır.
Hatıralarımda bazı olayların zorlaması sonucu olaylar hakkmdaki gerçek
görüş ve hükümlerimi bazan zamanında, intibaları taze iken kaydedemedim. Fakat
şimdi Karadenizde bu Romen gemisinde kendimi tam serbest, emniyette, tıpkı
Yafa’dan ayrılırken bindiğim Dundee gemisindeki gibi hissediyorum.
Bu itibarla burada Sultan Abdülhamid hakkında yazacaklarım gerçeğin tam
ifadesi olacaktır.
Gayet tabiidir ki bana verdiği Mecidiye Nişanının Büyük Kordonu ve sarı
mücevher bana en küçük şekilde tesir etmiş değildir. Böyle şeylere karşı
tamamen soğuk kalmışımdır. Benim için bunlar sadece politik değeri olan şeylerdir.
Böyle şeylerin hareketin faydasına bir kapital değeri olduğuna inanırım.
Bunlar bize kuvvet verir, daha çok otorite kazandırır ve bu otorite ile daha
büyük işler yapabiliriz.
Sultan Abdülhamid hakkmdaki
intibaım onun zayıf, korkak fakat iyi tabiatlı bir insan olduğudur. Bana göre
o ne zalim ne dessas bir kimsedir, fakat kendi adına haris, rezil bir
entrikacılar zümresinin cümle habaseti icra ettikleri tamamen çember içine
alınmış bir mahpustur.
Eğer Siyonist hareketini takip
etmek zorunda olmasaydım, şimdi oturur bir eser yazar ve bu zavallı mahpûsu
hürriyetine kavuştururdum. Sultan İkinci Abdülhamid Han birçok sahtekârlar
tarafından memlekette emniyet ve saadeti yok eden bir kimse olarak tavsif
edilmiştir. Ben böyle hayasız bir çetenin bulunabileceğine asla ihtimal
vermemiştim. Sarayın kapısından başlayıp onun kapısının ağzına kadar devam
eden rüşvetçi gurubun mevcudiyeti onun kabahati değildir. Herşey bir iştir ve
her vazifeli veya fonksiyonu olan herkes bir dolandırıcı durumundadır. Hiç
değilse benim her yerden duyduğum ve bizzat gördüklerimden sonra bunun bir
iftira olmadığına inandım.
Bu anonim tufeyliler zümresini ancak zehirli yılanlar sürüsü ile mukayese
edebilirim. En zayıf, en hasta ve en az zehirli yılanın başında küçük bir taç
vardır, fakat bu yılan sürüsünün öyle özel bir kuruluşu vardır ki herşeyi
yapan ve zehirleyen olarak sadece o taçlı yılan görünür.
Yıldız Sarayının bu sefilleri
gerçek bir çete hüviyetindedir. Bir rezaleti icra
ettikten sonra hemen dağılıyorlar, ortada dolaşan çete efradından birkaçı
hiçbir zaman mesul görünmüyor, bütün mesuliyet iş adına yapıldığı için Sultana
yükleniyor.
Ve tahta telkinde bulunularak işlettirilen bütün kötülüklerin, zalimane
cürümlerin nefreti gayet kurnazca, —aslında mücrimler tahtın etrafında
bulundukları halde— bu isim üzerine toplanmaktadır.
Onu hala gözümün önünde imiş gibi görebiliyorum, hırsızlıktan çökmekte
olan bir imparatorluğun Sultanı. Küçük, belki Selâmlık merasimi için haftada
bir taranan sakalı ile pejmürde bir kılık. Uzun bir palyaço burnu, uzun sarı
dişler, muhtemelen yuvarlak olan kafasına tam oturtulmuş bir fes ve
arkadaşlarla eğlenirken kullandığım bir sözü burada hatırladım, sanki bu fesi
yere düşmekten korumak için yapılmış iri iki kulak, beyaz biraz büyük boy eldivenler
içinde zayıf eller ve kaba kumaştan yapılmış rengârenk bir elbise. Meler gibi
bir ses, her kelime üzerinde bir zorlama ve her bakışta bir ürkeklik. Ve bu
adam hükmediyor, hiç şüphesiz sadece satıhta ve ismen hükmediyor.
Peki bu zavallı sultanın grotesk maskesinin arkasındaki asıl alçak kim?
Birinci kâtip Tahsin Bey mi?
İkinci kâtip İzzet Bey mi? Yoksa o daha benim henüz tanımadığım ve bataklıklar
arasında, Yıldız Sarayının ihtişamı içinde çalıların arkasında saklanmış biri
mi?
Tahsin soğuk ve pasif bir adam, İzzet her an saldırmaya hazır bir kaplana
benziyor.
Bu defa gördüğüm en iyi iş galiba bu kaplan İzzet’i ehlileştirmiş
olmamdır. Gerçekten ilk fırsatta beni parçalamaya hazırken aldığı hediyeden
sonra kuyruğunu bacağı arasına kıstırıp hırlamayı kesti.
Dün olanların hikâyesi de şöyle :
Sabah ilk iş olarak bavul ve eşyamızı öğle vakti yola çıkacak şekilde
hazırladık. Son dakikada da olsa Orient Eksprese yetişmemiz için gereken
hazırlıkları Oskar Marmorek yaptı. Bu defasında yanıma Wellisch’i almadım zira
Wolffsohn’dan dün onun bir gün önce mektubu Tahsin’e verirken mübalâğalı
hareketlerde bulunduğunu işitmiştim. Saraya giderken yanıma Wolffsohn’u aldım,
içinde 10 000 frank bulunan zarf ayarlanacak uygun bir vesilede verilmek üzere
onda duracaktı. Ben Tahsin’i elde etmek istiyordum fakat bir skandala sebebiyet
vermek veya reddedilmek istemiyordum. Duruma göre zuhur edecek fırsatı
kollayacaktık.
Saat 9.00 da Saraya vardığım zaman İbrahim Beyi beni bekler buldum.
Wolffsohn’u bekleme odasında bırakarak onunla birlikte dairesine girdim. Önce
Sultanın bir mesajını verdi ki kendileri bu defa beni kabul edemiyecek kadar
meşgullerdir fakat istediğim herşey i İbrahim Beye söyleyebilirim. Majesteleri
benim dünkü mektubumu, daha doğrusu İbrahim Bey tarafından yapılmış
tercümesini derhal okumuşlardı. Zat-ı Haşmetpenahileri dün öğle sonrası
yürüyüşlerinde benim mektubumla alâkalanmak tenezzülünde bulunmuşlardı.
Majesteleri benim ileri süreceğim teklifleri tecessüs buyuruyorlardı. Malî
durum saltanatlarının başlangıcı sıralarından daha da kötü bir durumda idi.
Majesteleri birkaç defa da benim arslan hikâyesini zikretmişlerdi. Görüşlerimi
niçin İbrahim’e anlatmıyordum. O bunları derhal not eder ve Zat-ı Haşmetmeâba
takdim ederdi.
Bunun üzerine ben başladım o da not aldı.
Meseleyi, Sultanın zayıf kafasını düşünerek sistematik bir şekilde ortaya
koydum. Şifahi olarak meseleyi iki kısımda mütalea ettim, ben söyledim, zavallı
İbrahim de yazdı.
Menfi Kısım
A-İzzet Beyin konsolidasyon plânının tatbik kabiliyeti yoktur, buna
teşebbüs etmek bile zararlı olur.
B-Borçların hali hazır durumunda birşey tavsiye edilemez, zira şimdiki
halde Türkiye çok ağır şartlarla para almış durumdadır.
II.Müspet Kısım
A-İtimat edilir bir şirket tarafından «borçlar» büyük bir gizlilik
içerisinde borsa’ya intikal ettirilmeli ve üç yıl içerisinde en uygun şartlar
temin edilmelidir.
B-Bu arada acil ihtiyaçlar karşılanmalı, bilhassa 1 Ekimde karşılaşılacak
olan 1,5 milyon liralık zararı karşılamak için şimdiden gerekli adımlar
atılmalıdır.
C-Bu zaman zarfında yeni gelir kaynakları araştırılmalı ve
olgunlaştırılmalıdır.
Ana Prensipler
Biz Yahudiler dünyada bir koruyucuya muhtacız ve biz bu koruyucunun tam
güçlü olmasını isteriz.
İbrahim yazdı, yazdı ve sonra Türk usulünce dizi üzerinde bunları bir de
temize çekti. Bu arada Tahsin Beye veda etmek üzere kabul edilmemin teminini
istedim. Tahsin tekrar meşgul olduğunu bildirdi ve Majeste Sultan tarafından
çağırıldı.
Saat 11 de İbrahim Bey işini bitirdi, raporu ihtimamla mühürledi ve Zat-ı
Şahaneye gönderdi.
Kısa bir müddet sonra Sultan tarafından çağırıldı, bunu ceketinin
düğmelerini ilikleyiş şeklinden anladığımı söyleyebilirim. Çok geçmeden
döndüğünde Tahsin de yanında idi, müspet ifadeyle bana baktı, elimi sıktı,
tebessüm etti, bana ayıracak zamanı olmadığına üzüntü duyduğunu fakat en kısa
zamanda beni tekrar İstanbul’da nasıl olsa göreceğini söyledi.
Tekrar kısa bir müddet bekledim. Vakit geçiyordu ama yine de trene
yetişebilirdim. Birden kapı açıldı ve habis panter İzzet içeri sıçradı. Elinde
hemen tanıdığım bir kâğıt vardı, bu son derece gizli olarak hazırladığım,
İbrahimin de tercüme ederek Sultana takdim ettiği rapordan başka birşey
değildi.
Eski Amerikan Sefiri Straus bana vaktiyle Viyana’da Sultan Abdülhamid’in
alçağın biri olduğunu söylemişti. Bana «Gizli, gizli» diye gözlerini devirerek
verdiği sözün sonucu bu mu olmalıydı?
İzzet raporu elinde muzafferane sallıyor ve sanki bana şöyle diyordu : «Ne?
Yahudi köpek, senin entrikanı anlayıp önüne geçeceğimi aklına getirmezdin değil
mi?»
Faaliyete geçmişti, ben de öyle yaptım.
Asabi bir şekilde «Beyefendi, konsolidasyon plânı ne bakımdan zararlıdır »
diye söze başladı, anlıyorum ki benim teklifim onun hırsızlık plânlarına set
çekiyordu.
Önce onun saldırmasına müsaade ettim. Nazik olmaya çalıştım. «Ben bu fikir
iyi değildir demiyorum» dedim.
«Eh, öyleyse iyi’dir değil mi?» dedi müstehziyane ve İbrahime dönerek
bağırdı: «Yaz».
Böylece İbrahim belli ki Sultana takdim edilecek ve yalanla dolu olacak
bir metni yazacaktı. Bu «Yaz» emir ve İzzet’in bakışları bana tehlikeyi bütün
vüs’atiyle gösterdi. Şimdi o beni harabedip Sultanın gözünden düşürme
faaliyeti içindeydi. Bir an içinde mücadele ruhumu kazandım ve gayet soğukkanlı
İbrahim’e hitabettim :
«Evet ekselans, yazınız : Fikir güzel ve uygun, tam hırsızlık etmeye
müsait» [[42]]. İzzet’in gözlerine anide sinsi bir bakış geldi. Hangi manayı
kastediyordum? Uçmak mı, çalmak mı? Nazikâne dikteye devam ettim :
«Havada uçmak. Fakat mevcut şartlar içerisinde bu imkânsızdır. Havada
uçmak imkânsız olduğuna göre buna girişirseniz düşer ve birşeyler kırarsınız.
Bu fikir zararlıdır .Bu gayretin bir tek neticesi borsada Türk tahvillerinin
fiyatını yükseltmek olur, proje bütünü ile gayr-ı kabil-i tatbiktir. Rehinden
kurtulmak için başlangıçta lüzumlu olan 30 milyon lirayı hiçbir zaman
bulamazsınız. Bulsanız bile tahvillerin fiyatı bunun üzerine derhal yükselecek
ve bu 30 milyon lira yine kâfi gelmeyecektir».
Haydut teslim olarak «Ben bunu kastedmedim» dedi. Dün söylediğinden ötürü böyle
davrandı.
Tekrar ayni konuya gelerek onu güç duruma düşürmedim. Nihayet kendisini
kazanmak istiyordum. Ellerini bağladıktan sonra onu bakışlarımla yola getirmeğe
çalıştım.
İbrahim yanımızda olduğu sürece ona birşey söyleyemezdim. Sadece derin
derin gözlerinin içine baktım ve şöyle dedim : Bizim işbirliğimizle her türlü
malî problem Haşmetmeâbın lehine olarak halledilebilir. İşbirliği yaparsak siz
şunları şunları yaparsınız v.s. Daha bir sürü sözler, imalar ortaya attım.
Saatime baktım. Treni kaçırmıştık. Sonra bir hata yaptım, büyük bir hata.
Dışarı çıktım ve Wolffsohn’a otelde hazırladığımız zarfı derhal Tahsin Beye
vermesini söyledim. Bu mektupta ona dün Wolffsohn’dan almayı reddettiği mesajı
Vambery vasıtası ile göndereceğimi söyledim.
Tekrar daireye girdiğimde İbrahim ve İzzet türk âdetlerine göre beni
ayakta bekliyorlardı.
Konuşma devam etti. İzzet daha nazikti. Bulunacak yeni gelir kaynakları
üzerinde konuştuk. Majeste bana beş monopolün işletilmesini teklif ediyordu:
madenler, petrol yatakları v.s. Muhtemelen bu parayı bizim bulacağımız anlamına
geliyordu, bizi sömürmekten hoşlanacaklardı. Arkadaşça baktım: Peki, bunlar
yapılacaktı.
Sonra İzzet ağzından kaçırdı:
«Çok yakın istikbalde dört milyon liraya ihtiyacımız var. Harp gemisi v.s.
sipariş ettik. Sözün kısası dört milyon lâzım, bunu bize bulabilir misiniz?»
«Zannederim mümkündür. Arkadaşlarımla istişare etmem lâzım. Herşey Zat-ı
Haşmetmeâbın Yahudilere karşı davranışına bağlıdır».
«Böyle bir ikrazın gerçekleştirilmesi hususunda sizin düşünceniz nedir»
diye İzzet sordu.
Ben hala İmtiyazlı Şirket konusuna girmek niyetinde değildim, onların bu
konuda çalışmalarını istedim, arkadaşlarımla istişareden sonra üç veya dört
hafta içinde sonucu yazacağımı söyledim.
Zannederim işte tam o anda idi ki içeriye Tahsin’in gizli ajanı İsmail
Hakkı Bey girdi ve içeride İbrahim ve can düşmanı İzzet beylerin bulunmasından
ötürü son derece hasmane bir tarzda bana, mektupta bahsettiğim mesajın ne cins
bir mesaj olduğunu, Tahsin Beyin o mesajı kendisi vasıtasiyle göndermemi
istediğini söyledi.
İzzet hemen kulak kabarttı ve İbrahime benim de gördüğüm bir göz kırptı.
Onlar paranın kaynadığını zannettiler. Ben ne olduğunu anlıyamıyordum. Tahsin
benim rüşvet verdiğimi mi ortaya koymak istiyordu? Yoksa sadece parayı mı
istiyordu? Durumdan emin olmadığım için ve burada da düşman gibi görüldüğümü
düşünerek, gayet soğukkanlılıkla bunun Profesör Vambery’nin yazmamı istediği
bir husus olduğunu, ayrılmazdan önce de yazacağımı söyledim.
İsmail Hakkı kızgın odayı terketti.
Maamafih biz konuşmaya devam ettik, şimdi beklenmeyen bir hava ortaya
çıkmıştı.
Sultan Abdülhamid İzzet ve İbrahim vasıtasiyle bana şunu sormuştu: «Bu
veya şu şekilde Türkiyede iş yapmak isteyecek Yahudilerin vatandaşlık
durumları ne olacaktı?»
İzzet kaba fransızcası ile: «Yahudiler buraya gelebilirler, ama Osmanlı
tebaasına girmeyi kabul etmek şartiyle tabii. Meselâ siz Devlet Borçları
tahvillerini geri satın aldığınız zaman, bu alıcılar Zat-ı Haşmetpenahilerinin
tebaalığmı da kabul etmelidirler. Ayni şey kolonist olarak gelenler için de
varittir. Onlar sadece Türk tabiyetine girmekle kalmamalı, eski tabiyetlerinden
de vazgeçmeli ve bunu kayda geçirtmelidirler» dedi.
İbrahim Bey de «Eğer Zat-ı Haşmetpenahileri çağıracak olursa askere de gideceklerdir»
dedi. İzzet bir sırtlan sokulganlığı ile devam etti: «Bu şartlar altında her
memleketteki Yahudileri kabul edebiliriz».
Kendi kendime düşündüm: «O kadar çok yaşarsınız!» İzzet Bey ve şürekâsının
işine bizim bir sürü yağma edilecek zengin ve fakir getirmemiz pek elveriyordu.
Fakat şimdi bunlara herhangi şekilde muhalefet etmek faydasız olacaktı. Daha
sonra «İmtiyaz» alındığında bunlar bölüm bölüm satın alınacaktı.
Bunun için Abdülhamid Han’ın yüksek himayesinin bizim için kâfi olduğunu,
detaylara geçmeye hazır bulunduğumu ifade ettim.
«Birşey daha var, kolonizasyon kitleler halinde olmamalıdır, meselâ beş
âile şu bölgeye gelmişse diğer beşi başka bir bölgeye yerleştirilmeli ve
aralarında irtibat bulunmamalıdır».
Kendi kendime «Böylece onları daha kolay ve rahat şekilde
yağmalayabilirsiniz değil mi?» diye düşündüm. Ve bunu da tasvip ettiğimi
hareketlerimle anlattım.
«Bu şekilde bir dağıtılmaya ben
muarız olmasam bile teknik ve ekonomik sebepler karşısına çıkacaktır.
Bildiğiniz gibi, geçen yıl Zat-ı Şahane Anadoluda
bir kısım toprağı Romanya Yahudi muhacirlerine lutfedeceklerdi. Bütün bu
cömertçe ya' pilmiş ihsana rağmen ben ekonomik temelden mahrum kalacak böyle
bir dağınık yerleştirilmenin halen dahi aleyhinde bulunuyorum. Bunu kabule imkân
yok. Ne yapılabilir? Büyük bir arazi şirketi kurulur, işlenmemiş topraklar bu
şirket tarafından tespit ve temin edilir sonra da oralara halk iskân edilir.
Filistinde bu maksat için kullanılabilecek kâfi miktarda arazi bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz bir Osmanlı şirketi olacak olan böyle bir şirket toprağı ekime
elverişli hale getirir, insanları yerleştirir ve vergi verir. Bu şirketin
müstakbel gelirleri nazarı itibara alınarak şimdiden para ödenebilir. Böylece
bir gelir kaynağına derhal kavuşmuş olursunuz».
İlk defa olarak ve Sultanın temsilcilerinin önünde «İmtiyaz» konusunu
ortaya atmış ve telkinlerimi yapmış bulunuyordum.
Meseleyi daha sonraki müzakerelere bırakmanın tam zamanı idi. Altının
yardımı ile İzzet ve benzerleri süpürülüp atılacaktı.
İzzet gözden kayboldu, görünüşe göre anlattıklarımı Majesteye anlatmaya
gitmişti. Bir müddet sonra Zat-ı Şahanenin iyi yolculuk temennileri ile döndü.
Benim tekliflerimi bir ay içinde bekliyordu.
Böylece «İmtiyaz» konusundaki müzakerelere fiilen girişmiş olduk. Bundan
sonra herşey talihe, maharete ve paraya bağlı.
Şimdiki durumda «İmtiyazlı Şirket»e bizim Osmanlı İmparatorluğuna olan
sempatimizi uyandıracak bir karakter vererek ileri sürüyorum. Bundan sonra
neler olur, göreceğiz.
*
* *
24 Mayıs, 1901, Viyana
Dün akşam eve döndüm.
20 Mayıs günü Sultana gönderdiğim mektup şu idi:
«Efendimiz,
Bendelerini Zat-ı Şahanelerinin kabul buyurmakla gösterdikleri teveccühe
kalbi minnetlerimi arzetmeme müsaade buyurunuz. Bendenizi en sadık köleleriniz
arasında sayınız.
Viy anadaki işlerim sebebiyle Pazartesi günkü Orient Ekspresle ayrılacağım
için bu hissiyatımı ifade için tekrar kabul buyurulmamı istirham eylemiştim.
Zat-ı Şahanelerinin iradeleri üzerine ekselans İzzet Bey bana proje
meselesinde etraflı ve tatminkâr izahat verdiler. Bunlar üzerindeki görüşlerimi
acizane arzedebilmem için acaba Zat-ı Şahaneleri daha önceki istirhamımla
ilgili bir işarette bulunurlar mı. Eğer bu yapılırsa çok muvafık olacaktır.
Bendelerinin Zat-ı Hakîmanelerine arzedeceği çok gizli bir plân daha
bulunmaktadır. Fakat Majesteleri teferruata inmek isteyeceklerinden izahı uzun
saatler sürebilir.
Arslanm tacını kurtaracağı saat belki de gelmiştir. Herşeye kaadir olan
Allahın izniyle Türkiye tarihinin bir dönüm noktasına gelmiştir, Haşmetli Sultan
İkinci Abdülhamid Han’ın saltanatı hem müslüman hem Yahudi tebaasını saadete
garkedecek, yeni bir ihtişam devri başlayacaktır. Bu samimi görüş ve
fikirlerimi arzetmekten büyük heyecan duymaktayım.
Sizin sadık ve vefakâr köleniz olmakla şeref duyuyorum efendimiz.
Dr. Theodor Herzl».
27 Mayıs, Viyana
Dün veya bugün Baron Hirsch’i ziyaretim ve bir Yahudi Devleti kurma
faaliyetine geçişimin altıncı yılıdır.
Ne seyahatler, ne çalışmalar.
Crespi’ye mektup :
Viyana, 28 Mayıs 1901
«Muhterem Efendim,
Birkaç hafta için Viy anadan ayrılıyorum. Daha Haziran gelmemekle beraber o
aya ait istihkakınız 1000 frankı çek olarak gönderiyorum. Lütfen
mektuplarınızı çift zarfa koyarak «Dr. Kokesch, Tuchlauben 17, Vienna I»
adresine gönderiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum, saygılarımın kabulünü rica ederim».
29 Mayıs, Ekspreste, Vambery’y e giderken...
Dün sabah Sefir Mahmut Nedim Beye gittim, beni «Tebrikler efendi» diye
karşıladı. Ve hemen sonra bütün dertlerini ve ahmaklıklarını bana açıklamaya
koyuldu. Bu da diplomat ha? O diplomat ise ben neyim?
Yanında çalışan kâtiplerinden şikâyet etti. Hepsi casusluk ediyor, kendisi
hakkında iftiralar uyduruyor ve hiçbir iş görmüyorlar imiş. Bir sürü yalancı ve
şantajcıdan başka birşey değillermiş. Sefaretin birinci kâtibi İstanbul’a
raporlar gönderip kendisinin devamlı içki içtiğini, gündüzleri bile sendeleyip
gezdiğini bildiriyormuş, dört ayak üzerinde geziyor diyormuş. Dört ayak
üzerinde demiş eşek herif... Bu solo komedi birkaç dakika sürdü. Sonra İkinci
Kâtibe geçti. O da sabah saat 9.30 da metresinden gelir, büroda birkaç sigara
içer ve hiçbir iş görmeden saat 11 de çıkar gidermiş. Sonra müsteşarı ele aldı.
Okuyup yazması olmayan bir mısırlı olan bu zat, müslüman olan karısını kısa
kollu elbiselerle toplantılara götürürmüş. Kadın Hidiv’in kızkardeşi imiş ve
bir defasında onu İmparatora takdim etmek istemiş, ama erkek kardeşi dine
bağlı bir insan olduğu için bunu şiddetle reddetmiş. Bunları Yahudi dininden
bir misal göstererek izah etti: Bu tıpkı bir cumartesi günü bir hahama domuz
eti yemesini ve sigara içmesini teklif etmek gibidir.
Sonra Türkiyenin içinde bulunduğu şartlara geçtik, bunları idaresizlik ve
alçaklıkla tavsif etti. Kendisine hala 4500 sterlin borçlu durumda imişler,
maaşının % 10 unu tefecilere ödemek zorunda kalıyormuş v.s. bütün bunlara kulak
tıkadım.
«Şeytanî deha» diye adlandırdığı İzzet’ten de tenkitkâr şekilde bahsetti.
Bir zaman gözden düşmüştü, bu gerçekti, ama Sultan sırlarının ortağı olan
birisini uzaklaştırıp atmamıştı. Eğer ortadan kalksa Sultan herhalde dört
kandil dikermiş.
Tahsin ondan daha iyi imiş ama, Sultanın iki iradesine rağmen kendisine
4500 ü ödettirmediği için ona da kızgındı. İzzet ve Tahsin Beyler ne isterlerse
yapabilirler imiş ama Tahsin biraz daha meşru şekilde hareket edermiş.
Sultan tarafından uzun bir süre kabul edilip konuştuğumu söylediğimde pek
mütehassis oldu. Konuştuklarımız hakkında birşey anlatamıyacağımı, İbrahim Bey
vasıtası ile mektuplaşmamı tavsiye ettiğini söyledim. Mektuplarımı sefaretin
kuriyesi vasıtasiyle göndermek ricam üzerine, böyle bir kuruluşları
olmadığını, her sefirin mektuplarını normal posta ile gönderdiğini, ama
Tahsin’e yazdığı kod anahtarından benim de faydalanmama müsaade edebileceğini
söyledi. Anlaşmamıza göre o şifreli telgraf ve mektuplarına «Dym.» ben ise
«İhtiyar adam» işaretini koyacaktık. Ayrıldık.
Öğleden sonra İcra Komitesini evimde toplantıya çağırdım, bulunmadığım
günler vukuatı hakkında bilgi aldım.
29 Mayıs, akşam Innsbruck-Münih arasında trende
Trende Vambery ile buluştum, ona olanlar hakkında rapor verdim. Ona göre
İmtiyaz’ı bu sene içinde ele geçirebiliriz. Eylül içinde tekrar İstanbul’a
gitmeyi düşünmektedir. Bana bu konuda bir teklif hazırlamamı söyledi, bu
teklifi hiçbir Kâtip veya Nazır’ın haberi olmaksızın doğrudan doğruya Sultana
arzedip imzasını sağlayabileceğini ileri sürdü.
Bunun karşılığı olarak kendisine 300 000 guilder ve dünya tarihinde bir
medhiye temin edeceğime söz verdim. Her ikisini de kabul etti.
Oskar ve Wolffsohn’a birer tane ikinci sınıf nişan almasını söyledim.
Bundan başka Tahsin Beye mektup yazarak benim kendisinin ve Sultanın dostu
olduğumu, Filistin konusunda çıkabilecek pürüzleri halletmek üzere çeşitli
başkentleri dolaşmakta bulunduğumu bir taraftan da Sultanı basın yoluyla desteklemek
için gerekli temaslara giriştiğimi bildirecekti.
Dr. Herzl Almanya’daki temaslarından, bilhassa Grand Düka ile Rusya’nın
Filistin meselesindeki müstakbel tutumunun ne olabileceğini münakaşa ettikten
sonra Paris ve Londra’ya geçer. Rusya Uzakşark ve Balkanlar’da o kadar
meşguldür ki Filistin konusunda ciddi şekilde rol almasına imkân yoktur. Bu
olsa olsa dinî çevrelerde bazı aksülâmellere sebep olabilir, ama Kudüs için
düşünülen idare şekli onları fazla kızdırmayacaktır.
Paris’te ve Londra’da belli başlı adamları ve zenginlerle konuşur. İlk
ağızda 1 500 000 altın lira lâzımdır, ama ümidettiği kişiler hemen bu parayı
vermeye yanaşmamaktadırlar. Bir arkadaşını Amerikaya gönderip bu mikdarı
Carnegy’den istemeyi bile düşünür, sıkıntılı günler sonucu bir beyin kanaması
geçirir. Sonra uygun haberler gelmeye başlar, Güney Afrikalı Yahudiler bütün
Osmanlı Borçlarına ait tahvilleri borsadan kaldırmaya hazırdırlar...
Sultan’a mektuplar yazmaya devam eder :
Paris, 6 Haziran 1901
«Efendimiz,
Zatı şahanelerinin arzuları üzerine derhal çalışmalara başlamış
bulunuyorum.
Bu günlerde işlerin de iyi gittiğini bildirmekle memnunum. Buradaki
arkadaşlarla yaptığım ilk görüşmelerden edindiğim intihalara göre size kat’î
teklifleri bu ay içerisinde arzedebileceğim. Fakat benim görüşlerimi
paylaşmayan Yahudilerin de mevcudiyetini haber vermek isterim. Bu gibi kimselerin
hangi maksadlara hizmet etmekte oldukları Zat-ı Hakimane tarafından herhalde
bilinmektedir.
İlk adım olarak Osmanlı mâliyesi hakkında müspet kanaatler uyandırma
faaliyetine girişeceğim. Bu gaye için gelecek hafta Londra’da şeref üyesi
olduğum bir kulüpte konuşma yapacağım. Heryerde olduğu gibi Londrada da benim
şahsî alâkalarla konuşmayacağım bilindiği için sözlerim şüphesiz tesirli
olacaktır.
Muhtemelen Yahudi ve gayrı Yahudi düşmanlar Osmanlı İmparatorluğunun
başarısı konusunu bahane ederek bana hücumda bulunacaklardır, ama Allahın
izniyle ve Zatı Şahanelerinin bendelerine olan itimadına güvenerek üzerime
aldığım işi başaracağım. Çok kısa zamanda size muvaffakiyet haberlerini
arzedebileceğim ümidindeyim.
Arslan tahtını kurtaracaktır.
Bana cesaret, gurur ve sürür veren teveccühlerinizin devamını niyaz ederim
efendimiz.
Zat-ı Şahanelerinin sadık kölesi Dr. Th.Herzl».
17 Haziran, Richmond Biraz dinlenmek ve Sultan’a mektup yazmak üzere dünden
beri buradayım.
Zangwill’i Carnegy ile benim adıma görüşmekle vazifelendirdim. Amerikan
Sefiri General Porter veya Rudyard Kipling bu temasta aracılık edebilirler.
Sultan’a mektup :
«Efendimiz,
Gayretlerimin neticelerini arzetmeme müsaadelerinizi istirham eylerim.
Bendelerine tevcih buyurulan ilk iş, gayet acele olarak Ekim ayı başına
kadar konsolidasyon işi için elzem 1,5 milyonu en ehven şekilde temin etmekti.
Benim faaliyetim ve arkadaşlarımın çalışmalarının sonuçları şöyle hulasa
edilebilir :
1,5 milyon, hemen bir gelir kaynağının yaratılması ile elde edilebilir.
Fakat bu kaynak ayni zamanda sizin Yahudilere kendileri için ne kadar pederane
şefkatler beslediğinizi gösterecek şe
kilde bir kaynak olmalıdır. Bu şekilde bütün müstakbel gelişmeleri de
nazarı dikkate alarak zemini hazırlayacağız.
^ Bu yakınlarda arkadaşlarım 5 milyon altın sermayeli bir şirket kurmaya
hazırlanmaktadırlar. Bu şirketin gayesi Küçük Asya, Suriye ve Filistinde
ziraat, endüstri, ticaret, kısaca İktisadî hayatı geliştirmektir. Lüzumlu
imtiyazlar Zatı Şahaneleri tarafından lütfedilince şirket majestelerinin
hükümetine her yıl 60 000 altın yıllık yardım yapacak ve bu ödemeye dayanılarak
kumpanyanın garanti edilen kapitali 81 yılda amorti edilmek üzere bu miktar
ikraz derhal temin edilecektir. Bu ikrazın karşılığı hiçbirşey olmayacaktır,
zira tahvilleri şirket alacaktır. Hükümet gayet basit şekilde birbuçuk milyonu
çekecektir.
Şirket şüphesiz Türkiyede ve gelecek Yahudi göçmenleri derhal Türk
tabiyetine geçer geçmez kurulacaktır. Bu kimseler majestelerinin emri altında
askerlik hizmetlerini de ifa edeceklerdir.
1.5 milyon ile beraber diğer gelir kaynaklarının da etüdü zamanı
gelecektir. Majesteleri bendelerine kibritten bahis buyurmuşlardı.
Arkadaşlarım arasında bunu ele alabilecek birisini buldum. Bu konuda da
Majestelerinin hükümetine her türlü yardım ifa edilecektir. Öyle ki kibritten
elde edilecek gelir, vergi mükelleflerinin yükünü hafifletmek için hemen bir
ikraz daha tesis edecektir. İşletilecek maden ve petrol yatakları için de
durum ayni olacaktır.
Bu diğer projeler üzerindeki çalışmalar sona erer ermez teferruatı ile Zatı
Şahanelerine arzedilecektir. Kibrit işine derhal girişilebilir, fakat
diğerleri üzerinde daha etüdlerde bulunulması icabetmektedir. Şunu da
belirtmeliyim ki bendelerinin hasbî olarak hizmet ettiği bütün bu projelerin
idaresi Zatı Şahanelerinin ellerinde bulunacaktır, Majesteleri şimdi faydası
olmadığı kanaatinde bulunsalar bile burada Büyük Osmanlı-Yahudi Kumpanyasından
bahsetmek isterim. Herşeyden önce şunu ifade etmeliyim ki majesteleri
bendelerinin şahsında sadik bir hizmetçiye malik bulunmaktadırlar. Ben sadece
Zatı Şahanenin saadet ve şerefi uğruna çalışmaktayım, çünkü inanıyorum ki
Osmanlı İmparatorluğunun Yahudilerin ekonomik kaynaklarını kendisine
cezbedeceği ve böylece talihsiz kavmimi kurtarıp himayesine alacağı günler
yakındır.
Bunun yanında Yahudilerin tek dilekleri Türkiyeyi kuvvetli ve ilerlemiş
görmektir, bu benim hayatımın idealidir.
Osmanlı-Yahudi kumpanyasının bütün Yahudilere vereceği işaretin dışında
bir faydası daha bulunmaktadır. Vergi alınabilecek maddeler, yani şahıslar ve
emlâk, bu kumpanyanın çalıştığı bölgelerde büyük bir artış gösterecektir.
Bizatihi kumpanya günden güne artan iş hacmi dolayısiyle gittikçe artan
miktarda vergi ödeyecektir. Yahudi sermayesi her köşeden akıp gelecek ve
İmparatorluk içerisinde kalacaktır. Ayni zamanda bu iş o kadar sessiz
ilerleyecektir ki İmparatorluğun kötülüğünü isteyenler dahi bunu farketmeyeceklerdir.
İlâve edilecek bir husus var. Eğer Zatı Şahane 1,5 milyonu hemen Ekim
başında temin etmek arzusunda iseler kaybedecek hiç vakit bulunmamaktadır.
İşadamları ve maliyecilerin daima müspet delil ve emarelerle iş gördüklerini
unutmamalıyız. Sermayenin temininden en az üç ay önce işe girişmeliyiz. Eğer
majesteleri Ekim ayı başında 1,5 milyonu temin etmek için müzakerelere
girişmenin tam zamanı ve fırsatı olduğuna karar verirlerse, Büyük Kumpanya için
konuşmalara Temmuz başlarında girişilmelidir. Eğer İstanbul’a gelmem
emredilirse derhal emre icabet ederim. O takdirde Majestelerinin sadık dostu
olan ve memleketi ve şartlarını iyi tanıyan Profesör Vambery’nin de davet
edilmesi yerinde olacaktır.
Bilmiyorum bir hususu daha işaret etmeme müsaade buyurulur mu? Herhangi
şekilde Majestelerinin canını sıkmak ihtimaline bina’en bunu istemiyerek
yazıyorum. Birisi bana gelerek Paris’te Majestelerinin hükümetine yaptığı
hücumlarla tanınmış bir yazardan bahsetti, adı M. Ahmed Rıza [[43]]. Bana, bu zatı susturmanın mümkün olduğunu söylediler. Bunlar benim
işlerim olduğu için sadece durumu arzetmekle iktifa edeceğim, sadece Zatı
Haşmetpenahilerine yardım arzusundayım. Emir almadan hiçbirşey yapacak
değilim, hatta emirsiz bu zatı görmeye dahi gitmeyeceğim tabiidir. Fakat Zat-ı
Şahane bunun faydalı olduğuna inanıyorlarsa meseleyi ele alayım. Bunu
halletmek bendeleri için şeref olacaktır.
Naçiz ve sadık bendeniz Th.Herzl».
Londra, 18 Haziran Sultanın mektubunu koyduğum zarfı, İbrahim Beye yazdığım
aşağıdaki mektubun içerisine koydum :
«Ekselans,
Zat-ı Şahaneye arzedilmek üzere ilişikteki mektubu takdim etmekle şeref
duyarım. 25 Hazirana kadar Londra’da kalmak zorundayım. Buradan Altausse’ye
gidip ailemin yanında birkaç gün kalacağım. 25 Hazirana kadar Zat-ı Şahanenin
bir emirleri olursa «Hotel Cecil-Londra», Haziranın 30 undan sonra da
«Altaussee, Styria-Avusturya» adreslerine bildiriniz.
Bu akşam oğlunuzu görmeye gideceğim.
Ekselans lütfen derin hürmetlerimi kabul buyurunuz».
Londra, 25 Haziran Akşam Banker Seligmann’ı görmeye gittim. Daha ben
«İmtiyazlı Şirketten» bahsettiğim zaman yardım vadetmişti. Bu söz şimdilik bana
yeter, şimdi Sultan bana bir cevap vermeli.
Benim müphem izahatımla bana hemen para vermelerini tabii ki beklemedim.
Paris ve Londra’ya sırf Sultan’a Paris ve Londra’ya gelmiş olduğumu gösterecek
mektuplar yazmak için geldim. Şimdi mektuplarda yazdıklarımı ben daha
İstanbul’da iken kendisine söyleyebilecek durumda idim.
26 Temmuz, Alt-Aussee
Vambery’nin 15 inde yazdığına göre Sefir Constans Sultana 4 milyon frank
(o kadar az mı?) teklif etmiş, fakat malî tertip entrikacılar tarafından
sonuçsuz bırakılmış. Vambery Londra’da inanılır kaynaklardan şunu duymuş: Bizi
desteklemek üzere Fransız-Rus kombinezonu arasına bir Yahudi hançeri
sokacaklarmış. Kendisi Eylülde Sultanı görüp biraz harekete geçmesini temine
çalışacakmış.
Wellisch, İstanbul’da malî durumun yine çok vahim olduğunu bildiriyor.
Crespi de Rothschild’in temsilcisinin yine aleyhimizde faaliyete
başladığını bildiriyor.
28 Temmuz
Londrada iken Güney Afrika Madenleri Müdürü Cecil Rhodes ile konuşmuştum.
Onun güney Afrikalıları bütün Osmanlı Borç tahvillerini şahsen borsadan
toplayabilirler. O zaman ben de Sultan’a gidip: Filistini teslim etmen
karşılığı işte sana borçlardan kurtulma imkânı, ve dönüp Yahudilere de şöyle
derim: İşte size x+y karşılığı Filistin, x Güney Afrikalıların ödedikleri
para, y de bunun karşılığında elde edecekleri menfaattir.
Rhodes’un fikrine göre Asyalı Türkiye Almanya’ya yanaşmak
mecburiyetindedir, zira İngiltere bütün dünyayı idare edemez ve Rusya ile
arasında tampon bir bölgeye ihtiyacı vardır.
6 Ağustos Bugün Türkçe öğrenmeye başladım.
22 Ağustos
Vambery vadettiğim komisyon üzerinde çalışmaya başladı. Ondan çok garip
bir mektup aldım. İzzet’i kaydırıp yerine geçmek istiyor.
Yoksa Abdülhamid’i mi düşürmek niyetinde? Şu mektubu yazdım :
21 Ağustos 1901
Aziz Vambery Amcacığım,
Sizin gençlik ve enerji dolu mektubunuzu zevkle okudum. Siz gerçekten
Allahın lutfuna uğramış bir şahıssınız, Allah muhafaza buyursun. Hazırladığınız
taslağı gönderiyorum. Fransızcaya tercüme etmeye lüzum yok zannederim.
Sultan Filistini ne İngiliz ne de başka bir milliyete sahip bir şirketin
idaresine vermeye razı olmaz. Esasen bu diğer «Kuvvet»lerle büyük diplomatik
anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olur. Oysa biz projenin tahakkukunu düşünmek
zorundayız. Bu sebepledir ki başka bir yol aramaya girişmiş bulunuyoruz. Ben
aptal değilim, bunu anlamışsınızdır, Sultan’a Londradan gönderdiğim bir
mektupta kabul edilebilecek tipte bir teklifte bulundum. 18 Haziran tarihinde
Londradan bu teklifi gönderdim (Yukarıya dercettiğim teklifleri sıraladım).
«İmtiyaz» mevzuunda teferruata inmedim, ilk adımda bunu yapmak doğru
olmazdı. Şu hususa da dikkati çekeceksiniz: Ben herşeyi daha başlangıç olarak
yapmış durumdayım. 1,5 milyon Sultanın bütün meselelerini halletmez bunu ben de
biliyorum ama fiilen öyle bir durumdayım ki eğer iyi niyetini izhar ederse
bundan çok daha fazlasını temin edebilirim.
Fakat plân nasıl tatbik edilecek? Herşeyden önce «Yahudi Koloni Tröst»üne
«Küçük Asya, Suriye ve Filistinde Osmanlı-Yahudi Şirketi» adı altında «İmtiyaz»
vermelidir. Herşeye tamamen malî bir karakter verilmelidir. «Yahudi Koloni
Tröst»ü her türlü garantiyi temin edecektir. Fakat ciddi bir garanti almadan bu
tekliften açıkça bahsetmeyiniz, zira en küçük bir emniyet şemmesi olsa hemen el
atmaktadırlar.
Size gönderdiğim kabataslak plânı Sultan olumlu karşılarsa ben Sultanın
genel durumunu yeniden organizeye girişeceğim ve 5 milyon sermayeli şirket
teşekkül edecektir. Ben bu reorganizasyonu üç yıl içinde gerçekleştiririm. Bunu
kendisine söyle ve bunu bu şartlar altında yapacak ikinci bir adamın
bulunmayacağını anlat. Burada size büyük vazife düşüyor, kavmimizi kendinize
minnettar kılabilirsiniz.
İyi haberlerinizi bekliyorum.
Th.H.»
30 Ağustos
Sultan’ın doğum günü münasebetiyle bir tebrik telgrafı çektim. İbrahim Bey
aracılığı ile de cevap aldım.
2 Eylül
Dünkü gazetelerde İbrahim Beyin oğlu Said İbrahim Beyin geçirdiği bir
ameliyattan sonra Karlsbad’da öldüğünü öğrendim. İyi, yakışıklı bir gençti, 29
yaşında idi. Londra’da bir defa yemek yemiştik.
Teati edilen telgrafların suretlerini de zarfa koyarak Vambery’ye mektup
yazdım :
«Şurası gerçek ki Sultan, Ramazan için kendisine hemen lâzım olan 200 000
altını henüz bulamamıştır. Son dakikada tefecilere veya borsa cambazlarına baş
vurup temine girişebilir. Ben kendisine bu parayı hemen bulabilirim. Ama sen bu
mektubu alır almaz gidip münasip bir dille şunları söyle: “Arkadaşım sana
Ramazan için gerekli parayı getirebilir, hem de hiçbir tefeciyi araya koymadan.
Fakat bunun için senin muayyen bir plân hususunda, senin malî durumunu üç yıl
içinde düzeltebilecek plân konusunda olumlu davranman şart. Bunun için de
Eylülün ikinci yarısı içerisinde ona haber vermelisin, zira onun da işleri
tanzim için zamana ihtiyacı vardır. Arkadaşım kendisi ile beraber beni de
çağırmanı istiyor ki aranızdaki müzakerelerde sizi anlaştırabileyim”. Şimdi
kendi kendime soruyorum, acaba sizin mektubunuza cevap verilmemesi, o mektubu
İkinci Kâtibin görmesinin tevlit ettiği bir netice midir? Şimdi ne olacak
bakalım?»
23 Eylül, Alt-Aussee
Haftalardır Sultanın bana gerekli telgrafı çekmesi için İbrahim, Nuri ve
Vambery aracılığı ile uğraşıyorum, sonuç yok. Birkaç gündür Sultan’a bir mektup
daha yazmak istiyorum ama o bana hiç göndermediği için ifadede güçlük
çekiyorum.
Gölün kenarına oturup düşünüyorum. Satranç tahtamdaki yeni elemanlar şimdi
İskoçya dönüşünde konuştuğum Cecil Rhodes, yeni Amerika Reisicumhuru Roosevelt
(Amerikadaki baş haham ve Siyonist lider G. Gottheil aracılığı ile), İngiltere
Kralı (Ribon bişopunun aracılığı ile) ve Rus Çarı (General von Hesse aracılığı
ile) v.s.
Bankamız Ekim’de tam kapasite ile faaliyete geçebilecek. Gottheil’in
satrançta vezir rolü oynaması fena olmayacak. Sultan’a «Kuvvetler» ile
temasında esaslı bir aracı teklif edeceğim: Gottheil.
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Yüksek müsaadelerinizle tekrar doğrudan doğruya Zat-ı Şahanelerine baş
vurup birkaç kelime ile Zat-ı Şahanelerinin dikkatlerini oldukça ciddi bir
duruma çekmek istiyorum.
Efendimiz, Osmanlı İmparatorluğunu çok sıkıntılı günler beklemektedir.
Hazırlanmakta olan bir ittifak değil fakat bir tarafsızlık anlaşmasıdır. Şu
anda kuvvetlerden biri harekete geçmiş durumdadır. Zat-ı Şahaneleri ümidettiği
yerlerin hiçbirinden hiçbir yardım alamıyacaklardır. Beklenen yardım çok
korkunç bir kaynaktan geleceğe benzemektedir.
Hazırlanmakta olan durum budur, ama henüz bunu önleme fırsat ve imkânı
mevcut bulunmaktadır.
Ben majestelerinin adına işe girişerek bütün bunları önleyebilecek ve
hiçbir çevrede hiçbir şekilde şüphe uyandırmayacak birini tanıyorum. Fakat
mevzu o kadar hassastır ki bunu
Zat-ı Şahanelerine ancak şifahen ve başbaşa olmak şartiyle arzedebilirim.
Bu plânın ilk şartı zaman kazanmaktır. Sonra yeni gelir kaynakları
yaratılır ve İmparatorluğun direnme gücü arttırılır.
Osmanlı İmparatorluğunun büyüklüğü ve kuvveti Yahudi milletinin tek ümit
kapısıdır ve mümin bir Yahudi olarak sizi kendi adıma değil kardeşlerim adına
ve Halife’ye beslediğim iyi niyetin sonucu olarak ikaz etmek isterim.
Eğer Zat-ı Haşmetmeâbları beni dinlemek arzu buyururlarsa birkaç gün için
İstanbul’a gelmek bendeleri için kolay olacaktır..
Sadık ve itaatkâr köleniz Dr. Th.Herzl».
İbrahim Beye :
«Ekselans,
Derhal arzedilmesi ricasiyle Zat-ı Şahanelerine çok mühim bir mektubu
ilişikte takdim ediyorum.
Bu hafta tatile son verip Viyanaya dönüyorum. Maamafih bu pek tatil
sayılmaz, ancak çalışma masamı değiştirmiş oldum. İşlerim burada da bir an
için yakamı bırakmış değildir.
Türkiyenin işlerinin iyi gitmediğini öğrendim, bundan samimiyetle üzüntü
duyuyorum. Allah sizi muhafaza etsin...
Th.H.»
Sultana yazdığım mektupta kastettiğim şahıs Gottheil’dir.
8 Ekim, Viyana
Peşte’ye gidip Vambery’yi gördüm, Sultana sert bir mektup yazmasını, arkasından
da gidip görüşmesini söyledim.
Nuri’ye de yazıp habis İzzet’i bizim lehimize çevirmesini isteyeceğim :
«Ekselans,
Ne bizim ne Türkiyenin işlerinde bir ilerleme var.
Kanaatımca İzzet Beyi elde edip faaliyete geçirmek lâzımdır. İzzet Beyin
zekâsı bize çok faydalı olacaktır. Bizim iyilikseverliğimizi sizden dolayı
bilir zannediyorum, herhalde sizi zevkle dinleyecektir.
Ramazandan önce bir miktar paraya ihtiyacınız olacak değil mi?
Size bazı tavsiyede bulunmama müsaade ediniz : Mümkün olduğu kadar çabuk
İzzet Beyi görmeye gidiniz, kendisiyle bizzat bildiğiniz şekilde konuşunuz.
Yakın zamanda sizden haber almak ümidiyle saygılarımı sunarım.
H.»
Not: Bir müddet önce Profesör V(ambery)i gördüm. Yakında Avrupada vukuu
muhtemel ciddi şeyler hususunda bilgi vermek temayülünde. Bu mektubu yazanın
onun muhteviyatı hakkında hiçbir bilgisi yoktur. 8 Ekim 1901.
23 Ekim, Viyana İstanbul’dan müspet veya menfi hiçbir haber yok.
1 Kasım, Viyana Artık her ay 1000 frank göndermekten bıktığım namert
Crespiye aşağıdaki mektubu yazdım :
«Muhterem Efendim,
Yüksek zekâsına rağmen 363 (Sultan) içinde bulunduğu kötü durumu
anlamamaktadır. Aksi halde kendisine faydalı olabilecek yegâne kimse olan bana
yazması gerekirdi. Bu durumda da tabiatiyle bir tek ileri adım atabilmiş değiliz.
Sizi temin ederim ki bütün münasebetlere son vermeyi ciddiyetle düşünüyorum.
Size iyi münasebetlerimizin bir sonucu olarak bu aydan itibaren ayda 500 frank
fazla göndereceğim, ancak bunun karşılığında bana her hafta yazmanızı ve beni
uzaktan dahi ilgilendirebilecek her türlü havadisi vermenizi istiyorum.
345 (Nuri Bey)e 125 (İzzet Bey) ile konuşmasını yazmıştım. Sen ve 345 bana
125’in ben orada iken verdiğim mikdarı aldığını söylemiştiniz, fakat niçin bir
cevap almadığımı anlamıyorum.
Arkadaşımıza beni nezaketle hatırlatınız, zannederim hiçbirşey yapmadığı
için müteessif bulunmaktadır.
Herzl».
Sultana mektup :
«Efendimiz,
23 Eylül tarihli mektubumda arzettiğim hususlar tahakkuk etmek üzere
bulunmaktadır. Zat-ı Şahaneleri bendelerinin makul tavsiyelerini nazarı
dikkate alırlarsa bunlar önlenebilir. Diğer felâketlerin zuhuru da yakındır ve
bunlar ancak mâliyenin kuvvetlendirilmesi ile tesirsiz bırakılabilir.
Kendimi hala bu işe vakfetmek arzusunda olduğumu arzetmeme müsaade
buyurunuz... Bugün, yarın, altı ay sonra, majesteleri ne zaman emir
buyururlarsa bendelerini sadakatim ispata hazır bulacaklardır.
Herzl».
İbrahim Beye de kısa bir mektup yazarak zarfa koydum ve İstanbul’a
gönderdim.
*
* *
Dr. Herzl 20 Aralık 1901
tarihinde Sultan Abdülhamid’e bir mektup daha yazarak Basel’de toplanacak
Siyonistler Kongresine bir telgraf göndererek (daha doğrusu Kongre Başkanı
olarak kendisinin çekeceği telgrafa cevap vererek) Yahudilerle alâkası
konusunda bir işaret vermesini istirham eder. İbrahim Beye yazdığı mektupta da
Amerikada özel olarak bir Türk klavyeli daktilo makinesi imâl ettirdiğini,
birkaç haftaya kadar hazır olacağını, onu Viyana Sefiri Mahmud Nedim aracılığı
ile mi göndermesinin uygun olacağını yoksa bizzat getirmesinin mi daha iyi
olacağını sorar. Bu, eski Türk harfleri ile yapılmış ilk daktilo makinesidir.
Kongre Ocak’ta Basel’de toplanır,
gerçekten Abdülhamid, Herzl’in Başkan olarak çektiği bağlılık telgrafına
teşekkür eder ve bu kongrede onun durumunu kuvvetlendirir, dedikoduları
önler...
*
* *
5 Şubat 1902, Viyana
Dün eşim yüksek ateşle yatarken Yıldız’dan şu telgraf geldi:
«Lütfen projelerinizi açıklamak üzere derhal İstanbul’a geliniz — İbrahim».
Kremenzky’ye hazır olmasını haber verip ayni gece «Bir kaç gün gecikmemin
bir mahzuru var mıdır, Cumartesi veya j Pazar günü yola çıkabilirim» şeklinde
bir telgraf çektim. Wellisch’e de hemen telle «Kimin tarafından çağırıldığımı
tahkik etmesini» bildirdim, «Davet eden bizzat Sultandı».
*
* *
15 Şubat, İstanbul’
Newlinsky’den beri dördüncü defadır İstanbul’dayım. Ayni kadîm şehir,
renkler, renkler ve havlayan köpekler.
Gemiden iner inmez bir arabaya atlayıp Wellischle beraber doğru Saray’a
gittim.
Maalesef Romanya gemisi fırtınadan tam zamanında Tophane’ye gelemedi.
Elbisemi gemide değiştirip hemen hareket etmeme rağmen saraya geldiğimizde
zannederim Cuma günü j ikindi vakti saat 3,5 u bulmuştu.
Artık iyice tanıdığım İbrahim Beyin dairesine alındık. Merasim nazırının
iki muavini Galip ve Memduh Beyler sessizce refakat ettiler. İbrahim Beyin benim
gelişimi Sultana haber verdikten sonra dönmesi yarım saat kadar sürdü, nihayet
geldi :
«Selâmlık merasimi kendisini bugün çok yormuştu bu sebeple beni derhal
kabul edemiyecekti, yarın sabah (yani bugün) Saraya gelecektim». İbrahim Beyle
saat 11’i kararlaştırdık. İbrahim Bey bana bazı iradelerin de tebliğ
edilebileceğini söyledi, sessizce eğildim, bundan başka Sultan burada kendisinin
misafiri olmamı istemişti. Tekrar hürmetle eğildim.
Sonra havadan sudan konuştuk. Zat-ı Şahaneye hediye olarak bazı
meyvelerden getirdiğimi söyleyince İbrahim ve Galip gözlerini açtılar. Bura
adetlerine göre böyle bir hediye getirilemezdi, tabii ben bilmediğim için
mazurdum, öyleyse kendilerinin kabul etmelerini rica ettim.
Beyoğlunda «Büyük Cadde»de (İstiklâl Caddesi) Crespi ile karşılaştım, otele
kadar bana refakat etti. Mektupta yazdıklarımı bir daha tekrarladım.
Ve günlerden beri ilk defa rahat uyudum.
15 Şubat, öğleden sonra.
Birinci raund bitti.
Sonuç müspet değil.
Saat 11 de yanımda Wellisch olduğu halde Saray’a gittim. Kapıda
arabalarımız kontrol edildi ama kolay geçtik. İbrahimin dairesinde bir müddet
onu bekledik. Geldiğimizi Sultana bir tezkere ile bildirdi. Sonra önceden
hazırlandığını tahmin ettiğim bir şekilde konuşmaya başladık.
Bana Siyonist Kongresinin gayelerini sordu. Ona bizim Yahudi
muarızlarımızın sadece Yahudilerin diğer milletler tarafından absorbe
edilmesini önlemek diye tarif edilebilecek milliyetçi siyonizm görüşlerini
açıkladım.
İbrahim benim Kongre’de Sultanın Yahudilerin Filistine göç ederek orada bir
Yahudi Krallığı kurmama müsaade ettiği şeklinde bir beyanda bulunduğum şeklinde
bir rapor aldıklarını ve bu sebeple Sefaret kanalı ile tekzip neşrettiklerini
söyledi.
(Böyle bir tekzipten hiç haberim yoktu).
Kendisine Kongredeki beyanatımın tam metnini verdim. Sadece Mayıs’ta
Sultanın bana ifade ettiklerini ve sonra kendilerine yazdığım mektupları
anlatmıştım.
İbrahim daima olduğu gibi tebessüm etti. «Biz Dr. Herzl’in aslı olmayan
şeyleri söyleyeceğine ihtimal vermeyiz, aksi takdirde Sultan sizi misafir
olarak davet etmezdi» dedi.
Sonra yemeğe gittik. Hep türk yemekleri vardı. O arada Tahsin Bey geldi ve
İbrahim Beyle gizli birşeyler konuştu, benim ise elimi bile sıkmadı.
Yemekten sonra İbrahim Bey bana İzzet Beyi görmeye gitmemi söyledi. Dışarı
çıktığımda tekrar çağırıp İzzetin arzularını şahsî olarak kabul etmemi
fısıldadı. «Bunu söylemeye lüzum yok» deyip gittim. İzzetle Sultanın beni
kabul ettiği yerin önündeki avluda karşılaştım, samimi şekilde selâmlaştık ve
sonra yine İbrahim Beyin yanma geldik. Geçen mayısta oturduğumuz ayni
koltuklara yerleştik. Konuşma da ayni noktadan başladı; önce İzzet söz aldı:
«Geçen mayıstaki ziyaret maksadınız ne idi?»
«Bunu o zaman arzetmiştim. Eğer isterse Türkiyeye yardım etmek. Biz
Yahudiler kuvvetli bir Türkiye’ye muhtacız v.s. ki Zat-ı Şahaneye mektuplarımda
müteaddit defalar arzetmiş bulunuyorum».
«Evet» dedi İzzet «Kavminiz hem basın hem malî çevrelerde hâkim durumda
olduğuna göre sizin tasarınızda hem maddî hem manevî malzeme var demektir, bu
anlaşılıyor, fakat hiçbirşey gerçekleşmedi, Bütün yaptığınız Londra ve
Basel’de beyanatta bulunmaktan ibaret kaldı».
«Bunda zaruret vardı» diye cevap verdim «Bütün dünya Yahudileri arasında
Zat-ı Şahane hakkında iyi bir iklim yaratmak şarttı ve inanıyorum ki bunda da
muvaffak oldum, zira büyük ölçüde sempati tezahürlerine şahit oldum».
«Pekâla, her her iki tarafa düşenleri tespit edelim» diye Öze başlayan
İzzet şöyle devam etti: «Sana açıkça söyleyeceğim. Zat-ı Şahane
İmparatorluğunun kapılarını bütün dünyadan gelecek Yahudi muhacirlere açmaya
hazırdır. Ancak bu gelenler Osmanlı tebaasına girmeyi ve askerlik hizmetini ifa
etmeyi başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdir».
Cevaben «Tamam» dedim. O devam etti:
«Memleketimize girmeden önce eski tabiyetlerini bırakıp derhal Osmanlı
tabiyetini iktisap edeceklerdir, bu şartlarla memleketin istedikleri yerinde
—Filistin hariç olmak üzere — yerleşebileceklerdir».
Kirpiğimi bile kıpırdatmadım ve anladım ki bu daha ilk tekliftir ve
pazarlığa oturacaklardır.
«Karşılık olarak» diye İzzet devam etti «Zat-ı Şahane bir sendika kurmanızı
ve borçları konsolide etmenizi ve halen mevcut olan ve bundan sonra da
bulunacak olan bütün madenleri işletmenizi istiyor».
«Hangi madenler?» diye sordum.
«Burada bulunan bütün madenler, altın ve gümüş, kömür madenleri ve petrol
kuyuları. Kuvvetli bir Türkiye istediğinizi bildiğimiz için sizlerin bizi
istismar etmeyeceğinizi ve bunları işleteceğinize itimat etmek istiyoruz.
Maamafih bu bir Osmanlı Şirketi olacak ve İdare Meclisinde hem Yahudiler ve hem
de müslümanlar bulunacaktır».
«Bu konuda düşünmek için müsaadelerinizi rica ederim» dedim, «Zat-ı
Şahaneye şu hususu arzetmenizi istirham edeceğim, her halü kârda değişmeyecek
bir şey varsa o da bendelerinin sadakati ve iyi niyetidir. Önce bu prensibi
ortaya koyalım. Teferruatın şöyle veya böyle olmasının ehemmiyeti yoktur,
anlaşırız».
Yarma kadar bu konuda bir memorandum hazırlamamı istedi.
Kendisine hediye olarak getirdiğim enfiye kutusunu verdim, çok memnun oldu
ve enfiye kutusu meraklısı olduğunu söyledi. Ayrılmadan önce İbrahime birşeyler
fısıldadı, bunu az sonra İbrahim bana açıkladı. İbrahim otele bana gizli ajanını
gönderip «Şahsî arzularını» ifade edecekti.
«Muvafık» diye cevap verdim «Türkiyeye zannederim milletin yapabileceğinden
daha çok iyilikte bulunabilirim, fakat buna karşılık benim Yahudilerim için
elle tutulur birşeyler verilmelidir». Bu sözlerim İbrahimi mütehassis etti.
Birisini Tahsin Beye göndererek kabul edilmemi istedim. «Çok meşgulüm»
cevabı geldi.
16 Şubat, güneşin doğmasından önce yatakta.
Sultana vereceğim cevap hazır, şöyle :
«Efendimiz,
Dün Ekselans İzzet Bey vasıtası ile göndermek lütfunda bulunduğunuz
hususlara tam bir hulus ve samimiyetle cevabımı arzediyorum.
İzzet Beyin getirdiklerini iki mantıkî kısma ayırmak kabildir :
1-Endüstriyel kısım,
2-Siyasî-Malî kısım.
1— Zat-ı Şahaneleri İmparatorluk hudutları içerisinde mevcut ve bundan
sonra bulunacak bütün madenleri kuracağım bir şirketle işletmemi temin etmekle
bendelerini görevlendirmektedir. Bunu prensip olarak kabul ediyorum, zira bu
bendelerine Zat-ı Şahaneye hizmet imkânını bahşedecektir. Teferruat tabiatiyle
sonraki kararlara iktiran edecektir.
2— Zat-ı Şahaneleri bütün dünyadaki Yahudilerden hicret edecek olanları
şefkat-i pederane ile İmparatorluk hudutları içerisine Osmanlı tabiyetini
kabul etmeleri ve önceden kararlaştırılmış bir yere toplu olarak
yerleşmemeleri şartı ile kabul buyuracağınızı ifade eyliyorsunuz. Bunun
karşılığında da devlet borçlarını konsolide edecek bir sendika teşekkülünü arzu
buyurmaktasınız.
Bu haliyle teklifin realizesi hayli güç görünmektedir. Bunun tahakkuku
için işin âleniyete dökülmesi gerekmektedir, bunun ise son derece kötü
tesirleri olacaktır. Bunun yanında pratik sebepler de bulunmaktadır. Borçları tasfiye
edecek olan fakir kolonistler değildir, gerekli büyük sermayeleri temin edecek
olanlar da bunlar olmayacaklardır. Naçiz kanaatime göre devlet borçları ile
Yahudi kolonizasyonu arasında bir bağ kurmak lâzımdır, bu bağ sayesinde ortaya
büyük OsmanlıYahudi Şirketi çıkacak ve her türlü güçlük halledilecektir.
Sadakat, samimiyet v.s.
17 Şubat
Herşey berbat oldu.
Gün güzel başladı, fena bitti.
Sultana cevabi mektubumu bitirdikten az sonra araba ile Yıldız Sarayına
gittim. Mektubu İbrahim’e verdim, Galip Beyle birlikte oturup edebî bir
tercümesini yaptılar. Bundan sonra oturup bir sürü konuda bilhassa Siyonizm
hakkında gevezelik ettik. İbrahim ateşli bir siyonist olduğunu ve Yahudilerle
hem tecavüzî hem de tedafüi bir anlaşmaya taraftar bulunduğunu beyan etti.
Buna bakarak —zira İbrahim daima efendisinin görüşlerini aksettirir— rüzgârın
müsait esmekte olduğu sonucunu çıkardım... Sonra öğle yemeğine oturduk.
Yemekler bu defa biraz daha iyi idi.
Yediğimiz yemekleri hazmımızı —oldukça fırtınalı bir hazım —
kolaylaştırmak için İzzet Bey yine göründü. Benim verdiğim cevabı okumuştu,
Yahudi-Osmanlı Şirketi bir yer seçecek, yani iskân için herhangi bir yerde
toprak satın alacak ve Yahudileri oraya toplayacak mıydı?
«Evet» dedim, «Bu zaruridir. Biz sadece şahsî himaye ile iktifa edemeyiz,
zaten buna bütün dünyada sahibiz, millî bir himaye lâzımdır».
Bununla ne demek istediğimi ekselansları sordular.
İzah ettim : Bizim yararımıza büyük bir resmî jest, meselâ tahditsiz bir
şekilde muhacirleri davet demek istiyorum.
Bunun üzerine İzzet benim mektubu Sultana götürdü.
Beklerken İbrahim ve Galip istikbal hakkında hayal kurmaya iyi günlerden
bahsetmeye başladılar; Yahudiler gelince ne kadar iyi olacaktı. Gelişmiş bir
ziraat ve endüstri, yabancı menfaatlere hizmet etmeyen bankalar v.s. tahayyül
ediyorlardı.
Fakat İzzet Sultanın menfi kararı ile döndü. Sultan Türk tabiyetini kabul
edecek bütün Yahudilere bütün İmparatorluğunu açmayı arzu ediyordu, ancak her
muhacir gurubu geldiğinde nereye yerleştirilecekleri hükümet tarafından tespit
edilecek ve Filistin bu bölgelerin dışında kalacaktı. «Yahudi-Osmanlı
Şirketi»ne Mezopotamya, Suriye, Anadolu, sözün kısası Filistin dışında her
yerde kolonizasyon müsaadesini tanıyacaktı.
Filistinsiz bir imtiyaz. Derhal reddettim.
İzzet şöyle dedi: «Ne bekliyordunuz? Hayat böyledir, önce siz bin mil
öteye gittiniz ve sonunda anlayışsızlıkla karşılaştınız».
Cevaben : «Korkarım ki hayır. Bu mesele üzerinde yarına kadar düşüneceğim.
Ama bir hal şekli bulamayacağımdan endişe ediyorum».
İzzet: «İnşallah diyelim, bir yol bulacağınızı ümit edelim».
Ben : «Yazık, eğer yarma kadar bir hal şekli bulamazsam, Zat-ı Şahaneden
ayrılmak için müsaade isteyeceğim».
Böylece müzakere birdenbire ve olumsuz bir şekilde sona ermişti. Sultanın
arzusu üzerine konuşmalar zapta geçirildi, İzzet ve İbrahim beyler tarafından
imzalandı.
Çıkmaya hazırlanırken yavaşça İbrahim beye eğildim ve İzzet Beyin gizli
ajanı «Caporal»ın beni görmeye ne zaman geleceğini sordum. İbrahim İzzetle
konuştu ve bana cevabım getirdi: Buna şimdi lüzum yoktur. Bundan müzakerelerin
ne kadar kötü gittiği daha iyi anlaşılıyordu. İbrahimin kulağına eğilerek
şunları fısıldadım : İkili bir anlaşmaya gidilebilir, yani açıklanan anlaşmaya
göre Sultan himayeye muhalif kalır, bir de benimle ve arkadaşlarımla anlaşma
yapar ki bu gizli kalır.
İbrahim bundan İzzeti derhal haberdar etmemi söyledi, ona da söyledim,
İzzet gözlerini kırpıştırarak :
«Bu mümkün değildir. Nazırlar bunu istemiyeceklerdir. Onların bazıları
vardır ki ikna edebilirsiniz, fakat bazılarını hiçbir fiyata ikna edemezsiniz».
Ayrıldım.
*
* *
Mesele üzerinde düşündüm ve sonunda Sultana şu mektubu yazdım:
«Efendimiz,
Mevcut şartlar içerisinde Zat-ı Şahanelerine hizmet edememekten samimi
olarak teessür duyuyorum. Artık ayrılmaya hazırlanıyorum.
Zat-ı Şahanelerinin ifade buyurdukları karar önünde hürmetle eğilirim.»
dedikten sonra eğer İmparatorluk hudutları içerisinde Yahudilerin iskânı
konusunda «tahdit»ten vazgeçilirse merkezi İstanbul’da ve belli başlı
şehirlerde şubeleri olan büyük bir banka kurabileceğimi, ekonominin bundan
büyük menfaat sağlayacağını anlattım. Mümkünse bugün bir veda ziyareti için
kabul etmesini istedim. Eğer kabil olmazsa hedidiye olarak takdim ettiğim bir
takım felsefî kitaplarla iki hafta sonra gelecek olan daktilo makinesinin
lütfen kabul buyurulmasını diledim. Bundan sonra dahi kendisinin sadık bir hizmetkârı
olarak kalacağımı bilmesini söyledim.
*
* *
19 Şubat, trende Mektubu bitirince hemen Wellisch’e vererek Yıldıza gönderdim.
Bu arada çarşıya çıkıp İbrahim ve Galip Beyler için mücevherle işlenmiş birer
altın kalem satın aldım, sonra Saray’a gittim. İbrahim Bey mektubun tercümesini
bitirmişti, Memduh Beyi çağırarak tercümeyi Sultan için temize çekmesini
söyledi. O türk usulü diz çöküp sol eline aldığı kâğıda sağ eliyle yazarken
İbrahim Karlsbad’da . ameliyat sırasında ölen oğlundan bahsetti. Said ile
Haziran içinde Londrada ben de karşılaşmıştım. Zavallı baba ağladı.
Memduh işini bitirince mektup Sultan’a gönderildi, bir süre sonra da şimdi
benim samimi arkadaşım olan İzzet Bey tarafından çağırıldım.
Sultanın benim karşımdaki durumunu tekrar etti, konuştu, ben de tekrar
reddettim. Ya tahditsiz muhaceret olur ya hiç olmazdı.
Sultan, kendisi istese dahi benim Arazi Şirketinin idaresi altında hudutsuz
hicrete müsaade veremiyeceğini bildirdi. Zira böylece tebaasının ekseriyetinin
değil ekalliyetinin bile itimadını kaybedeceğini ileri sürdü. İzzet bu noktada
şuna işaret etti: En mutlak idarenin dahi istediğini yapmak serbestisine sahip
olmadığı bir gerçektir.
İzzet birden esrarlı bir havaya büründü ve bana arkadaşça tavsiyelerde
bulundu :
«Bu memlekete maliyeci olarak giriniz, sonra ne isterseniz yapabilirsiniz»
(Bununla şunu demek istiyordu: Biz sizin ne istediğinizi biliyoruz ve buna
muhalefet edecek değiliz. Ne Sultan ne de etrafındaki işadamları para
bulabiliyorlar, dikkatli davranmak zorundayız, aksi halde alaşağı ediliriz).
Devam etti:
«Mâliyemizi elinize alınız. O zaman patron olursunuz. Önce en mükemmel iş
olan maden işine girişiniz. Bizim cevap bile vermediğimiz yüzlerce, binlerce
talep var bu konuda. İmparatorlukta mevcut bütün madenlerin işletilmesi size
teklif edildi, kabul etmez misiniz?»
«Ondan sonra bankacılığa el atarsınız. Lüzumlu bütün imtiyazlar size verilecektir.
Bu öyle bir şekilde yapılacaktır ki Osmanlı Bankası hiçbir şeyden
şüphelenmiyecektir. Sonunda sizin kolonizasyon talebiniz hususunda ne
yapılabileceğine karar veririz».
«Eğer benim samimi tavsiyemi isterseniz şöyle yapmalısınız: Yarın gidin,
arkadaşlarınızla konuşun, istediğimiz sendi-
kayı kurun. Gerekli miktarda depoziti bankaya yatırın, imtiyazın verildiği
ilân edilince kullanılabilecek şekilde dursun. O zaman sizinle kontrat yapmaya
girişebiliriz. Faraza filân maden imtiyazı için bir milyon frank yatırıp
gerekli fermanı beklersiniz, v.s.»
Bu fikir bana son derecede parlak göründü. Zira gözlerinin önüne paraları
sürmek için bana fırsat veriyordu. Son derece çekingen bir tavırla şunları
söyledim :
«Sizin arkadaşça konuştuğunuzu görüyorum. Arkadaşlarımın sizin
tavsiyelerinizi kabul etmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama bana
söyleyeceklerini biliyorum : Sen bize istemediğimiz halde iş getiriyorsun,
tekliflerde bulunuyorsun, oysa biz iş aramıyoruz, bize istediğimizi yani
Kolonizasyon Kumpanyasını getirmiyorsun. Ayni şekilde burada Zat-ı Şahane ve
her seviyeden arkadaşla mutabakata varmaya uğraşacağım. Sizin ne demek
istediğinizi iyi anlıyorum: Birisi başarı kazanmak istiyorsa diğerinin
alâkasım çekmelidir, bu sebeple üç fermanın çıkarılması gerektiğine kaniim.
Birisi madenler, birisi banka ve üçüncüsü de Kolonizasyon Şirketi için. Bu,
çeşitli gurupların alâkasını daha kolay cezbetmemi temin edecektir. Bazıları
birinci, bazıları ikinci ve diğerleri de üçüncü fermandan faydalanacaklardır.
Böylece üç sahanın adamları bir arada olacaklardır. (Bunu söylerken ona
davetkâr şekilde baktım) Beni anlıyor musunuz?»
Gayet mütevazi bir şekilde.
«Anlıyorum, bu fena değil» dedi. Ben devam ettim :
İbrahim Bey, sizin gizli ajanınız Caporal’ı bana göndermek istediğinizi
söyledi. Niçin öyle olsun? Biz arkadaş olduğumuza göre aramıza bir üçüncü
kimseyi sokmaya ne lüzum var. Doğrudan doğruya konuşalım, bu daha iyidir».
Bu açık ve samimi konuşmamdan pek hoşlanmıştı, muhabbet dolu bakışlarla
şöyle dedi: «Haklısınız». Sonra efendisinin arzularını tekrar dile getirdi:
«Hükümetin şu anda bir milyona ihtiyacı var, (Hicaz Demiryolu işi herhalde),
bize bunu verebilir misiniz?»
«Evet» dedim çabucak «Bana hudutsuz kolonizasyon müsaadesini verin ve en
kısa zamanda bir milyonu alın. Sadece bu husus için gelmediğim için diğer
konuları arkadaşlarımla görüştükten sonra cevaplandırabilirim».
«Şu anda bu mümkün değil» diye cevap verdi.
«Konuşurken aklıma bir fikir geldi» dedim, «Ben tahditli bir muhacerete
muvafakat edemem, ama eğer muhacirlerin sayısını tahdit etmezseniz
istediğinizi yapabiliriz. Yahudi-Osmanlı Şirketi istediği sayıda muhaciri
getirebilme selâhiyetini haiz olmalıdır».
«Meselâ ne kadar.»
«Bu konuda yeteri kadar düşünmedim. Bu fikir aklıma hemen geliverdi. Bu
hususta ne düşünürsünüz?»
«Fena sayılmaz. Bunun üzerinde sonra durabiliriz, önce malî hususa
girişmelisiniz».
sırada içeriye girip kahve ve sigara içmeye başlayan saray mensupları
yüzünden konuşmamız burada kaldı. İzzet Bey beni koridorda görerek yarın sabah
tekrar saraya gelmemi, o zaman belki Sultanı da görüp veda edebileceğimi
söyledi.
Otele döndüm.
*
* *
Dün sabah çok erken kalkarak saraya gitmeye hazırlandım, zira gemi saat 10
da kalkacaktı. Bagajlarımız akşamdan hazırlanmıştı. Sultanın misafiri olduğum
ifade edilmekle beraber Saray’dan kimse gelmediği için otelin hesabını ödedim.
Adamıma ben gelmeden bagajları gemiye çıkarmamasını tenbih ettim. Çünkü
Sultan’ın ne yapacağı belli olmazdı, belki de ayrılıp gitmeme müsaade etmezdi.
Burada beklenen ile olanlar hiç birbirine benzemiyor. Maamafih olaylar
bambaşka cereyan etti. Muhtemelen ileride ben bu imtiyazı elde edeceğim, bunun
ne zaman olacağı daha belli değil. Belki de Türkiye, «Kuvvetler» tarafından
taksim edilmeden ele geçiremiyeceğiz.
İbrahim ve İzzet müzakerelerin türkçe ve fransızca birer zabtını
hazırlamışlardı, onları imzaladık. Ben de bir memorandum hazırladım ve
türkçeye tercüme edildi:
18 Şubat 1902 tarihini taşıyan bu memorandumda konuştuğumuz hususlar madde
madde yer alıyordu. Bu irade-i seniyeyi hürmetle karşılamakla beraber kabul
etmeme imkân bulunmadığını arzettim.
İzzet Bey bu hususta yazılacak pasajı dikte ederken Sultan’dan gelen birisi
bana Zat-ı Şahanenin yolculuk masrafı olarak 200 lira ihsanda bulunduğunu
bildirdi ve parayı verdi. Büyük bir hürmetle aldım ve bir hayır kurumuna
verebilip veremiyeceğimi sordum, İzzet tebessüm ederek «Makbuzu imzalayınız da
sonra ne isterseniz yapınız» dedi. «İmparatorluk hâzinesinden yol masrafları
olarak 200 lira teslim alındı Dr. Theodor Herzl» diye yazıp imzaladım.
«Beyler, resmen herhangi bir sonuca varmamakla beraber yine görüşeceğimizi
ümidederim. Tavsiyelerinizi tutacak ve memleketiniz ve Yahudiler için hayırlı
olacak hususları gerçekleştirecek kimseleri bulmaya uğraşacağım» dedim.
«Allah yardımcınız olsun, bizler sizin tarafmızdanız» dedi İzzet Bey,
İbrahim bey de ayni şeyleri «İkimiz de sizin tarafınızdanız» diye tekrar etti.
Sağ elimle İzzet’in elini sıkarken sol elimi de İbrahimin eline verdim...
21 Şubat, Viyana Londra gazetelerinin benim Sultan’dan imtiyazı aldığım
haberini verdiklerini öğrendim. Bunun saray tarafından tekzip edilmesi iyi
tesir etmezdi. Hemen Mahmut Nedim’e giderek vaziyeti şifre ile bildirmek
istedim, ama bana karşı durumda olan Tahsin bu teli alacağı için vazgeçip
«Daily Mail» ve «Daily News» gazetelerinin muhabirlerini bularak bu haberi
şahsen tekzip ettim. Yarınki gazetelerde bu yayınlanacak.
Reitlinger ile madenlerin işletilmesi imtiyazı hususunda konuştuk. Her
maden imtiyazı için 100-120 bin altın rüşvet vermek gerektiğini, meselâ bir tek
maden imtiyazının verilmesini temin eden Fuad Paşa’nın [[44]] bu iş karşılığı 100 bin altın aldığını söyledi.
6 Mart
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Size ekli iki Londra gazetesini sunmakla şeref duyarım.
15 Mart günü benim adıma üç bankaya birer milyon yatırılacaktır. Bu
bankalar Paris’te Credit Lyonnais, Londrada Lloyds Bank ve Berlin’de Dresdener
Bank’tır.
Size bir hafta içinde daha kat’i malûmat arzedeceğim..»
13 Mart
İstanbul’dan fena haberler geliyor.
Wellisch benim mektubumu İzzet’e verdikten sonra kendisini İbrahim Bey
çağırtmış ve «Yeni bir iş’ara kadar birşey yapmasın» talimatını göndermiş.
Neler olup bitiyor? Sisler içindeyim yine... Bugün Neue Freie Presse’de çıkan
iki haber bana ciltler dolusu yazı kadar manidar göründü :
1— Sultan Abdülhamid Fransız Sefiri Constans’ı kabul etmişti.
2— Borçların konsolide edilmesi için Rouvier projesini tasdik etmişti.
İki haber arasında olduğu kadar benim İstanbul’a gidiş gelişim arasında da
irtibat bulunduğu meydanda. Türkler hayatlarının kurtarılması için fransız
hırsızlarından medet umuyorlar. İstanbul daima bir «harikalar diyarı» dır ve
bu diyarda halen fransızlar gözde durumunda bulunuyorlar.
*
* *
Dr. Herzl bir taraftan İzzet ve İbrahim beylerle mektuplaşırken bir taraftan
da Osmanlı devlet borçlarını konsolide etmeyi üzerine almış olan Rouvier ile
Crespi’nin temas kurmasını ister. Onunla bu işi «kendi hesabına» yapması
hususunda anlaşma çarelerini araştırır. Tahsin Bey onun üç milyon emrinizdedir
şeklindeki mektubuna Viyana sefaretine «Bu Dr. Herzl kimdir, nedir, ne iş yapar
araştırıp sonucu bildirin» şeklinde talimatla cevap verir. Anlaşılır ki Tahsin
Bey Herzl’in menfaatlerinin aleyhinde çalışan «guruba» mensuptur. Bu talimatın
iki manası olabilir, ya Tahsin yapılan konuşmalardan gerçekten habersizdir ve
soruyu samimiyetle sormaktadır, yahut da doğrudan doğruya Sultamn talimatı ile
öyle hareket etmektedir. «Dr. Herzl Viyanada sevilen hürmet edilen bir şahıstır,
profesyonel yazardır, Yahudi malî mahfillerinde tam tesire sahiptir, her türlü
mali işi başarabilecek evsaftadır» şeklinde bir telgraf sureti hazırlayarak
gönderilmek üzere Mahmut Nedim’e verir.
Nisan ayı başlarında Tahsin Bey’den Viyana sefarethanesine gelen bir
mektupta «Bir yanlış anlaşılma olduğu» ifade edilir. İstanbul’dan Herzl’in özel
ajanları Crespi ve Wellisch ise şimdi fransızlarla anlaşma çabalarının devam
ettiğim, bir müddet beklemek ve hiçbir faaliyette bulunmamanın iyi olacağını
bildirirler. İzzet Beyin tavsiyesi bu merkezdedir.
3 Mayıs, Viyana
Sultana mektup :
«Efendimiz,
Zat-ı hakîmanelerine şu teklifi arzetmekle şeref duyarım.
Türkiyede gençlerin yüksek tahsil yapma imkânlarının tam sağlanamaması
yüzünden bu gençlerin bir kısmının dış memleketlere gittiklerini ve orada
ihtilâlci fikirler öğrenip o tesirlerle döndüklerini biliyorum. Hali hazır
durum tam bir çıkmaz manzarası göstermektedir : Ya bunlara muasır bilgiler
verilmeyecek, yahut muzır bilgilerle teçhiz edilmelerine göz yumulacaktır.
Buna bir hal çaresi bulunabilir. Biz Yahudiler bütün dünya
üniversitelerinde söz sahibi bulunmaktayız. Bütün memleketlerdeki
üniversitelerde birçok Yahudi profesörler ve İlmî araştırıcılar mevcuttur.
Zat-ı Şahanelerinin emirleri olursa İmparatorluk içerisinde meselâ Kudüs ’te
bir İbrani Üniversitesi kurabiliriz [[45]]. O zaman Osmanlı talebeleri dışarıya gitmek mecburiyetinden kurtulur,
kendi memleketlerinde tahsil imkânına kavuşmuş olurlar.
Yahudi Üniversitesi her ilim dalında profesörü derhal temin ederek ayrıca
teknik ve ziraat sahalarında da öğretim yapabilir.
Zat-ı Şahanelerinin prensip bakımından kararlarına muttali olmadan
teferruata inemiyeceğim tabiidir...
Dr. Theodor Herzl».
İbrahim ve İzzet Beylere yazdığım mektuplarda da bu Üniversite mevzuunu
açtım. Kendilerine hiçbir malî külfeti olmayacağını bana hemen majestenin
kararını ulaştırmalarını rica ettim.
İzzet Bey’den 12 Mayıs tarihli bir mektup aldım. Bunda Üniversite kurma
işinin Zat-ı Şahaneye arzedildiğini, fakat malî güçlüklerle uğraşıldığı şu
sırada bu gibi işlere imkân bulamadığını, benim malî işlerin hangilerini
halledebileceğimi bir liste halinde göndermemin rica edildiğini anlatıyor.
Buna derhal bu gibi işlerin ancak şifahen ve uzun uzun konuşulmakla
halledilebileceğini, bu hafta içinde derhal İstanbul’a gelebileceğimi zira Haziran’da
mutlaka Londra’da bulunmam gerektiğini, eğer isteniyorsam durumun telle
bildirilmesini istedim. Eğer şimdi çağırılmazsam bir daha sonbahardan önce
gelme imkânımın bulunmadığını bildirdim.
6 Haziran’da Paris’ten İzzet Beye bir mektup gönderdim. Sultanın emrettiği
şekilde malî işleri düzeltmek, madenleri işletecek şirketleri tesis etmek
maksadı ile burada arkadaşlarımla temaslarda bulunuyorum. Burada takriben aym
25 ine kadar kalacağım. Sonra biraz tatil yapmağı düşünüyorum deyip
bulunacağım adresleri bildirdim.
Viyanadan babamın çok ağır hasta olduğunu bildiren bir telgraf aldım. Hemen
arkasından doktorumuz bir kriz sonunda hiç acı çekmeden vefat ettiğini
bildirdi. Derhal döndüm.
*
* *
Sultana mektup :
20 Haziran 1902
«Efendimiz,
Babamın vefatını bildirmekle şeref duyarım. Bu sebeple çağırıldığım
Londra’dan çalışma ve temaslarımı yarım bırakarak geri döndüm.
Şimdi gazetelerden M. Rouvier’nin konsolidasyon projesinin kabul
edildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Öyle olduğuna nazaran benim bu konuda çalışmaktan
vazgeçmem icabediyor. Gediye yalnız madenlerin işletilmesi ile Osmanlı
memleketleri için kurulacak banka meselesi kalıyor. Fakat bilmiyorum majesteleri
bendelerinin arkadaşlarının bu meselelere girişmelerini hala arzu etmekte
midirler.
Bu sebeple irade-i şahanelerini bildirmelerini istirham ederim. 30
Haziran’da tekrar Londra’ya gitmek üzere buradan ayrılacağım ve orada iki
hafta kalacağım. Zemini hazırlamış olduğum için bundan sonrası benim fazla
zamanımı alacak değildir. ..
Sadık bendeniz Dr. Th.Herzl».
Ayni mahiyette İzzet ve İbrahime de birer mektup gönderdim. Bulunacağım
adresleri ve kalış müddetlerimi bildirdim.
22 Haziran
Crespi’den telgraf :
«No 188 (Mahmut Nedim) size yeni bir projeden bahsedecek, direkt müzakere
olmaksızın kabul edemiyeceğinizi bildiriniz».
24 Haziran, Alt-Aussee
Wellisch ve Crespi Türkiyenin Viyana ve Londra sefirlerinin benimle temasa
geçmek emrini aldıklarını fakat her ikisinin de bu imkânı bulamadıklarını
bildiriyorlar. Kremenzky’ye tel çektim, eğer istiyorlarsa Sultanı görmeye
Londra’dan önce gidebileceğimi Mahmut Nedim’e bildirmesini söyledim.
*
* *
5 Temmuz, Londra
Öğleden sonra Türk Sefaretinden bir memur bizim teşkilâta gelerek
merkezden gelen bir talimat sebebiyle Türkiye sefirinin benimle görüşmek istediğini
bildirmiş. Şimdi çok meşgul olduğumu bildirerek başka bir zaman tekrar
gelmesini söyledim.
*
* *
Dır. Herzl Londra’da bilhassa Lord Rothschild ile temasa geçerek ona
İstanbul’daki temaslarını ve müstakbel Şirket plânlarını anlatır. Lord kendisini
Yahudi olmaktan ziyade İngiliz hissetmektedir. Filistin üzerinde niçin ısrar
ettiğini sorar, pekâla başka bir yer de olabilir, meselâ Uganda der. Dr. Herzl
bu gibi düşünenlerin «Ne biçim Yahudi olduklarını» düşünür, «kafasızlıklarına»
kızar. Filistin olmazsa bile Mısır Filistini, Elariş veya Kıbrıs’ın nazarı
itibara alınabileceğini böylelikle «Anayurda» yakın olacaklarını, her halü
kârda «Şirket»in sermayesinin karşılanması gerektiğini savunur ve Rotschild ve
diğer büyük Yahudi zenginleri ikna eder, sermayeyi gerekli parayı «derhal»
vereceklerdir.
sıralarda Türkiyeyi İngilterede Kostaki Antopulos Paşa temsil etmektedir.
Yıldız’dan, Herzl’in tâbiriyle «aptalca» bir telgraf almıştır. Bu telgrafta M.
Rouvier ile kesin bir anlaşmaya henüz varılmadığı, müzakerelerin cereyan
ettiği anlatılmakta, Dr. Herzl ile derhal temasa geçilerek konsolidasyon projesini
onun almasını Zat-ı Şahanenin arzu ettikleri hususunun bildirilmesi ve alınacak
cevabın telgrafla gönderilmesi istenilmektedir.
Dr. Herzl sefirin «ayağma» gelmesini temin eder, ona Yıldızca göndereceği
telgrafı yazdırır. Birkaç ay önce arkadaşlarının temin ederek Londra, Paris ve
Berlin bankalarına yatırdıkları üç milyonun kabul edilmeyip açılan kredilerin
iptal ettirildiğini, bu jest ile arkadaşlarının hüsrana uğratıldıklarını,
konsolidasyon projesinin ise 32 milyon tutarında bulunduğunu, bu kadar büyük
işin hemen birkaç saat içerisinde halline imkân bulunmadığını anlatır.
Müzakereler için derhal İstanbul’a geleceğini bildirir.
25 Temmuz, Tarabya
Sultanın derhal gelmem talebiyle yine buradayım. Ekspreste yemek yiyerek,
uyuyarak, rüya görerek, etrafı seyrederek iki gün geçirdim.
İstanbul yine eski İstanbul’. Pislik, toz, gürültü, kırmızı fesler ve mavi
sular.
Yıldız’ın girişindeki bahşiş kapıcı kimseler beni tanıdık tamdık
karşıladılar. Gelişimle altın yağacağını biliyorlar.
İbrahimle arkadaşlık.. Geçen defa o bana oğlunun ölümünü anlatmıştı. Bu
defa, yazık, ben ona babamın ölümünü anlatıyorum.
Yine gidip beklemeler, yine geldiğimi Sultana haber vermeler. Bu defa
arkadaşça bir ifade ile Tahsin görünüyor. İbrahim Beye benim Sultanın misafiri
olduğumu ve emrime sarayın arabalarından birinin tahsis edildiğini bildiriyor.
Sonra Tahsin Bey Sultana sunacağım teklifi yazılı olarak vermemi istedi.
Yolculuk sebebiyle henüz yazamadığımı söyledim. Zat-ı Şahanenin arzusu böyle.
Tahsin durumu haber vermeye gitti. Tahsin dönüp metni Tarabya’da yazabileceğimi
ve birisinin gönderilerek benden alınacağını anlattı. Beşiktaş’tan bir şehir
vapuruna binerek Yeniköye gittim, orada da arabaya binerek Trabya’ya geldim.
Saat 8.30 da oturup gece 11.30 a kadar çalıştım ve sonra temize çektim.
İbrahim’in adamı alıp gitti, eğer o gece boyunca çalışırsa sabaha tercümeyi
tamamlayabilir ve Sultan da derhal okur. Eğer müspet karşılarsa beni Selâmlık
merasiminden sonra kabul edecektir.
Boğazın suları yine masmavi.
Sultana yazdığım memorandum şöyle :
«Efendimiz,
Aşağıdaki mütaleaları Zat-ı Şahanelerine takdim etmekle şeref duyarım.
Önce Rouvier plânının politik tarafına dokunayım. M. Rouvier’nin halen
Maliye Nazırı durumunda bulunması durumu güçleştirmez, bilâkis kolaylık sağlar.
Eğer onun teklifleri Zat-ı Şahane tarafından kabul edilmezse Fransa
nezareti Osmanlı Hükümetine hiçbir serzenişte bulunamayacaktır. Çünkü Fransız
kabinesinin muhalifleri her fırsatta hükümetin malî gurupların menfaatine hizmet
etmek mecburiyetinde olduğunu beyan etmektedirler. Diğer taraftan plân
benimsenecek olursa M. Rouvier Türkiyeye politik bakımdan muhalefet
göstermemeye dikkat etmek zorunda kalacaktır, zira o zaman malî sebeplerle
kazanıldığı iddiasiyle hücumlara maruz kalacaktır.
Naçiz kanaatime göre her iki yolda da karar vermek için aceleye hiç lüzum
yoktur...
Majesteleri bizim tekliflerimizi kabul etmeseler dahi, M. Rouvier’nin
projesini tedricen reddetseler yine de faydalı sonuçlara ulaşabilirler.
Şartlar gittikçe daha uygun şekle gelecektir. Fakat ikinci bir plânın
mevcudiyeti son derece, mutlak gizlilik içinde tutulmalıdır. Yeni bir anlaşma
için müzakerelere gitmenin yolu Rouvier teklifini reddetmek olacaktır. O zaman
gerek Rouvier ve gerekse o reddedilmeden ortaya çıkmak istemeyen benim
arkadaşlarımla yeni müzakerelere girişmek imkânı ortaya çıkacaktır. Eğer işe
benim arkadaşlarımın da karıştığı işitilecek olursa tahvillerin fiyatları
derhal yükselmeye başlıyacaktır..
Arkadaşlarım M. Rouvier tarafından ileri sürülen genel şartlar içerisinde
konsolidasyonu gerçekleştirmeye hazırdırlar.
zaman Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bu plân içerisinde yeni gelir
kaynaklarına da kavuşacaktır... Yani konsolidasyon teklifimiz kabul edilirse
arkadaşlarım 30 milyonluk bir taahhüde girişecekler İmparatorluk hükümetine bu
meblâğı derhal tediye edeceklerdir.
Buna karşılık Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bize bir imtiyaz yahut müsaade
verecek ve Zat-ı Şahanelerinin geçen Şubatta izhar ettikleri gibi
Mezopotamya’dan başka Filistine yakın Hayfa civarına Yahudi iskânı mümkün hale
gelecektir..
Konsolidasyon mâliyenin ıslahı için atılacak birinci adımdan ibarettir.
Asıl önemli olan yeni gelir kaynakları bulmak, vergi gelirini yükseltecek
tedbirleri almak, halkı daha fazla vergi verebilecek seviyeye getirmektir.
Madenlerin, ormanların işletilmesi, elektrik enerjisi konusunun ele alınması
bunu temin edecektir. Naçiz kanaatime göre bu yeni gelir kaynaklarını yaratmak
borçları konsolide etmekten çok daha önemli ve acildir. O iş nasıl olsa zaman
içerisinde olur gider.
Mektubumdaki acele ifadeden dolayı Zat-ı Şahaneden özür dilerim. Buna sebep
yol yorgunluğudur. Eğer kabul edilmek şerefine nail olursam bu memleketin nasıl
zenginleştirileceği hakkındaki fikirlerimi uzun uzun arzedebilirim...»
26 Temmuz
Dünkü Cuma yine İbrahimin odasında asab bozucu bir şekilde beklemekle
geçti.
Yıldız’a öğle vakti Selâmlık merasiminden önce geldim. Tahsis edilen saray
arabasına binmiştim.
Ben araba ile geçerken Sultan da diğer diplomatlar da gördüler. Bilhassa
diplomatlar mütecessis ve şüpheli bakışlarla beni süzdüler, bilhassa Alman
Maslahatgüzarı Wangenheim öyle idi.
İbrahim Bey, alman mümessilinin «Banker Herzl’in bugün Sultan tarafından
kabul edilip edilmeyeceğini» sorduğunu, kendisinin de Herzl burada banker değil
muharrir hüviyetiyle bulunuyor dediğini anlattı.
Zaman zaman Tahsin yanımıza gelerek İbrahim’e Sultan’dan benim hakkımda
kısa mesajlar getiriyordu. Yemekten sonra Sultan’ın memorandum üzerinde
çalışmak istemesi sebebiyle dört saat müsaade etmem istendir Saat 6 dan
itibaren Tarabya’da değil Pera Palas’ta Sultanın emrine muntazır olacaktım.
İskelede Wolffsohn’u arayıp buldum ve Tarabya’ya giderek eşyalarımı Pera
Palas oteline getirmesini söyledim. Boğazdaki birbuçuk saatlik gezim sırasında
Sultan beni yeniden çağırdı. Tarabya’ya vardığımda derhal Yıldıza gelmekliğimi
bildiren bir telgraf buldum.
Saat altıyı çeyrek geçe Yıldız’a ulaştım, orada Alexander Karatodori Paşa
ile tanıştırıldım. Benim son derece gizli memorandumumu Sultan için tercüme
etmek emrini almıştı. Oysa ben memorandumu mühürsüz bir zarf içerisinde İbrahim
Beye göndermiştim. İbrahim çok kurnazca bir ifade ile bana onu okumadığını ve
herkese de bunu böylece söyleyebileceğini ifade etti. Buna inanmadım.
Zavallı, ihtiyar Karatodori paşa gece yarısı 12.15 e kadar uğraşıp tercüme
etti, altını ben de imzaladım, mühürledim, Tahsin Bey davet edildi ve zarfı ona
verdim. Bu sabaha da bana randevu verildi.
Sonra bir vapurla Tarabya’ya gittik, harikulade bir mehtab vardı.
Öğleden sonra bir ara İbrahimin odasında iken İzzet’le karşılaştım. Sadece
el sıkıştık.
27 Temmuz, Tarabya
İki gün önce Yıldız’a giderken bir sürü nazırın da arabaları ile
geldiklerini görmüştüm. Benim memorandumla ilgili bir toplantı için davet
edildiklerini, fakat tercüme gecikince toplantının geri bırakıldığını öğrendim.
*
* *
Dün sabah saat tam 10.00 da İbrahimin dairesinde idim ama o ve Karatodori
geç geldiler.
Zaman burada para değil.
Bir gün önce yaşlı bir soytarı nazarı ile baktığım Karatodori ile Bismarck
ve Disraeli hakkında konuşunca gördüm ki öyle değildir, gerçekten büyük bir
adam. Bana Berlin Kongresinden, Bismarckm şahsiyetinden, İngilterenin
politikasından bahsetti, çok enteresan şeyler anlattı..
Sultanın kabul etmesini beklerken yine yemek vakti geldi. Oturup kalktık,
birşey olmadı.
Tahsin yemekten biraz sonra bir mesajla geldi. Sultan benim memorandumum
hakkında Sadrıazamla konuşmak istemişti, ama Sadırazam biraz üşütmüştü, üstelik
dişi ağrıyordu... Yarın akşamdan önce çağırılmayacağa benzerim (Yani bu akşam)
.
*
* *
Eminim ki beni böyle bekleterek Rouvier’nin daha uygun şartlar ileri
sürmesini ümidediyorlar. Eğer Sadrıazam böyle yapıyorsa akılsızlık etmiş olur,
çünkü bu birşey temin etmez. Rouvier de arkasına yaslanıp bekler.
28 Temmuz, Tarabya
Dün geç vakit Sultan’a bir mektup, daha doğrusu rapor verdim :
«Efendimiz,
Dün ekselans Sadrıazam ile yaptığım konuşmadan sonra raporumu vermekle
şeref duyarım.
Teklifimizi devletlilerine teferruatiyle arzettim. Önce Zatı Şahanelerince
Londra Sefiri vasıtası ile gönderilen telgrafı 11 Temmuzda almış olduğumu,
ondan önceki günlerde kendi işlerimle meşgul bulunduğumu, İstanbul’a daveti
alınca da ayın 15 ine kadarki dört gün içinde ancak 30 milyonluk işin üzerinde
durabildiğimi ve bu hususta müspet cevap verdiğimi arzettim. Yeni bir plân
üzerinde çalışmak için yeterli zaman yoktu. Muhtemelen böyle bir çalışma
haftalar alırdı.
Bu şartlar altında ele Rouvier plânını aldık. İmparatorluk hükümetinin
menfaatlerini nazarı itibara alarak % 80 nisbeti dahilinde yeni taahhüdler
karşılığında 30 ilâ 32 milyon ödenmesini teklif eyledik. Böylelikle Zatı
Şahanelerinin arzuları yerine getirilmiş olmaktadır. İmparatorluk hâzinesine
yüklenen borcun nominal miktarı hernekadar 32 milyon olacaksa da bu 30
milyondan fazla olmayacaktır. Eski tahvillerin alınması taahhüdü hiçbir zaman
bir borç mahiyeti kazanmıyacaktır.
Bunun karşılığı olarak
Mezopotamya ile Filistinin bir parçasında iskân müsaadesi veya imtiyazı talep
ettik. Bu kumpanya hiç şüphesiz muhacirlerin sayıları oranında bir hisse ödeyecektir.
Ekselansları bu muhacirlerin Osmanlı tabiyetini kabul edip etmeyeceklerini
sordular, müspet cevap arzettim.
Ekselansları konsolide projesi ile kolonizasyon hernekadar birbirine bağlı
iseler de zahirde bağlı görünmemelidirler buyurdular. Görüşlerindeki inceliğe
hayranlığımı belirttim.
Bu kadar kısa zaman içerisinde diğer mühim plânlar üzerinde çalışmaların
bitirilemiyeceğini, müspet cevap alırsam arkadaşlarımı bu işler için seferber
edeceğimi söyledim. Ekselansları bu sendikanın kimler veya kim tarafından
tesis edileceğini sordular. 24 Temmuz tarihli mektubumda da bildirdiğim gibi
bu bir malî ahlâk meselesidir. Rouvier plânı ele alınmış ve mazbata da
hazırlanmış olduğuna göre arkadaşlarımın isimlerini resmen asla açıklamaya
yanaşmıyacaklarını bildirdim. Zatı Şahaneleri namuslu maliyecilerin bu durumda
başka türlü hareket edemiyeceklerini takdir buyururlar.
Bundan sonra birkaç kelime ile bizim kolonizasyon imtiyazı meselesine
temas ettim. Bu, bizim gayretlerimizin bir mükâfatı olacak ve asla yük teşkil
etmeyecektir. Zira Zatı Şahanenin İmparatorluğuna getireceğimiz elemanlar
tehlike ve güçlük tevlit etmeyeceklerdir. Müslümanlarla, onlara olan ırkî
yakınlıkları sebebiyle rahat rahat bir arada çalışabileceklerdir. Bir
defasında Zatı Şahanelerinin ecdadından birisi 15 inci asırda takibata uğrayan
talihsiz Yahudileri İmparatorluğuna muhacir olarak kabul eylemişti. Çok sayıda
gelmişlerdi. Türk Sultanları Yahudi tebaalarından bir defa olsun şikâyette
bulunmuşlar mıdır?
Şunu da ilâve ettim. Yakında idrak edilecek Zatı Şahanelerinin doğum
yıldönümleri vesilesiyle bütün dünya Yahudilerine bir mesaj yayınlanarak
kendilerine hüsnü kabul gösterileceği günümüzün en modern muhabere vasıtaları
ile duyurulacak olursa, doğacak sempatinin arkasından sermayelerin,
fabrikaların ve her türlü teşebbüsün bir biri ardından geleceğini, o zaman
yalnız Filistinin bir kısmı ile Mezopotamyanın değil bütün İmparatorluğun nasıl
hızlı bir kalkınma hamlesine girişeceğinin görüleceğini arzettim.
Yıldız Köşküne döndüğüm zaman ekselansları Arif Bey, Zatı Şahanelerinin
Yahudilerin bir arada toplu olarak yerleşmeşine muarız olduklarını bildirdiler.
Üzerinde ısrar etmek istemem, fakat benim iskân anlayışım gayrı tabii bir
şekildeki dağıtılmanın hiçbir işe yaramıyacağı merkezindedir. Muayyen bir
sermaye ile çalışacak olan bu şirket iskân bölgeleri konusunda hükümetle açık
ve kesin şekilde anlaşmaya varmak zorundadır.
Zatı Şahaneleri bu hususta en hakimane kararı vereceklerdir.
Bu belki bir itimat meselesidir ve Zatı Şahane bendelerinin sadakati ve
arkadaşlarımın malî gücü hakkında daha çok bilgi sahibi olmayı arzu
buyurabilirler. Bahsettiğim meselede şu anda bir sonuca varmasak dahi emrinizde
bulunduğumuzu arzederim.
Sadakatimin boş bir sözden ibaret olmadığını ispat için önce Zatı
Şahanelerinin emirleriyle acizane faaliyete geçip M. Rouvier’nin konsolidasyon
müzakerelerine müdahale ile İmparatorluk hâzinesine büyük menfaatler sağlayayım.
Fakat bunun için gizlilik şartlarına sonuna kadar en büyük ihtimamla riayet
edilmesi şarttır.
Benim İstanbul’da bulunuşum gözden kaçmamış, bundan dahi faydalanılarak
bazı avantajlar elde edilmiştir. Eğer bir tavsiyede bulunmama müsaade buyurulursa
şunu ifade edeyim, bendeleri Zatı Şahane tarafından özel şekilde kabul edilmedikçe
hiçbirşey bir sonuç vermeyecektir. Eğer hizmet etmek imkânı verilirse çok
memnun ve mesut olacağım. Yalnız malî değil memleketi alâkalandıran her hususta
hizmete amade bulunduğumu arzetmekle şeref duyarım...
Th.Herzl».
29 Temmuz
Dün olup bitenler Pazar gününün olaylarını not etmeme fırsat vermedi.
İki gün önce Pazar günü öğleden sonra İbrahim Bey’den derhal Saray’a
gelmemi bildiren bir telgraf aldım.
Sarayda İbrahim, Tahsin ve Arif Beyleri beni bekler buldum. Sultan yanımda
İbrahim ve Arif Beyler olduğu halde Sadrıazamla görüştürülmemi emretmişti.
Devletli Said Paşa.
Ben İbrahim’in arabasına bindim, diğer iki bey de ikinci bir araba ile
peşimizden geldiler. Önce iki arkadaşım Sadaret dairesine girdiler, çok
geçmeden kapı açıldı, kısa, şişman hasta görünüşlü birisi içeri girmemi
söyledi, bu Said Paşa idi.
Sultana verdiğim memorandumun teferruatı hakkında bilgi vermemi istedi.
Onunla yukarıda Sultana verdiğim raporda bahsettiğim hususlarda konuştuk.
Tekrar Yıldız’a döndük. Arif Bey Sultan’ı görmeye gitti ve Sadrıazamla
konuşmalarımızı kendisine yazılı olarak göndermekliğimi istediğini söyledi. Sultanın
çevresini kontrol için bulduğu bir yoldu bu. Sistem hiç şüphesiz zekice
düşünülmüştü ama üstün bir idareciyi de gerektiriyordu.
Raporumu dün sabah vermeyi söz vermiştim, ama ancak öğleye yetiştirebildim.
Mektubu bitirdiğimde satrançta iyi bir hamle yapmış oyuncunun rahatlığını
duydum.
Sultanın iradesine ittibaen mektubumu mühürlü bir zarfa koyarak Wellisch
ile gönderdim. Sonucu İbrahimin sıkıntılı odasında beklemektense Beşiktaş’ta
bir saat dolaşmayı ve sonra Beyoğluna çıkmayı ve orada beklemeyi tercih ettim.
Tam sofraya oturmuştum ki Wellisch saraydan istendiğim haberi ile geldi.
Galata ve deniz yolu ile Beşiktaşa gittim. Yıldız’da, harikalar diyarının
başkentinde beni bir sürpriz bekliyordu.
İbrahim, Tahsin ve Arif Beyler tarafından karşılandım. Sonuncusu benim
Sultana takdim edilmek üzere verdiğim mektubu henüz mührü dahi bozulmamış
şekilde bana uzattı. Sultan mektubun benim ajanım tarafından tercüme edilerek
kendisine verilmesini irade etmişti. Sultanın kastettiği Wellisch idi ama o
aczini ileri sürdü, zira türkçe ne okuması ne yazması vardı Wellisch’in.
Akşama tercümesini getireceğimi söz verdim. Ama itimat edilir bir tercümanı
nereden bulacaktım? Sırları etrafa yaymayacak birisi lâzımdı, hemen
araştırmaya giriştim, Wellisch buralı Yahudilerden Badi efendiyi, İbrahim ise
siyasî hizmetle iştigal eden memurlardan Bahur efendiyi tavsiye ettiler...
Haliç’e Badi Efendiyi görmeye gittik. Onunla Beyoğlunda karşılaştık, genç,
zeki bakışlı biri idi. Kendisine dindar olup olmadığını sorduktan sonra vakıf
olacaklarını hiçbir şekilde hiçbir yerde açıklamıyacağma Kitap üzerine yemin
ettirdim. Ama o dindar değildi, şeref sözü verdi. Üzerimde iyi bir tesir
bıraktı. Kardeşinin ticaretle uğraştığı dükkâna uğradık sonra onu alıp Pera
Palasa getirdim. Adamın başına gelenler binbir gece masallarına benziyordu.
Yabancı bir sihirbaz gibi ben karşısına çıkmış ve onu Halife ile karşı karşıya
getirmiştim.
Başına Wolffsohn’u diktim ve çalışmaya bıraktım. Saat 9 da henüz
bitiremediğini görünce İbrahim’e telgraf çekerek hemen gelemiyeceğimi
bildirdim.
Badi, geceyarısma doğru işini bitirmişti. Wolffsohn’un tavsiyesi üzerine,
ona hazırladığı türkçe metni tekrar fransızcaya tercüme etmesini söyledim.
Böylece ortaya çıkan birkaç aksaklığın düzeltilmesi mümkün oldu.
30 Temmuz
Dün sabah Badi ile çalışıp mektuba son şekli verirken önemli bir cümle
ilâve ettim. Eğer Sultan mâliyesini reorganize etme vazifesini bana verecekse
derhal türkçe öğrenmeye girişecek ve kendisi ile doğrudan doğruya konuşup
anlaşacak hale gelecektim. Bu, kendisinin tercümanlarına itimat etmediğim
anlamına da geliyordu.
Bitirdiğimiz zaman çok geç olmuştu, İbrahime gelişimi bildirdim. Vardığımda
Arif Bey ve bir nazırla masada oturuyorlardı. Yemekten sonra mektubu Arif Beye
verdim. Sultana götürdü. İbrahim ancak o sırada benim geçen Şubatta getirdiğim
kitap kolleksiyonunu takdim edilmek üzere ona verdi. Az sonra geri gelen Arif
bugün için randevu verdi.
İbrahim Bey Wellisch’e yolculuk masraflarımızın ne kadar tuttuğunu
sormuştu. Ben müdahale ederek zahmete girmemelerini, Sultan tarafından davet
edilmiş olmanın şerefinin bana yeteceğini söyledimse de ikna edemedim. Nihayet
sadece otel masraflarını ödemelerini rica ettim.
Çıktık, güneşli öğle sonunu Boğaziçinde gezerek geçirdik. Sonra Tarabya’da
karaya çıktık.
31 Temmuz
Asab bozucu müzakereler devam ediyor. Merasim hiç değişmiyor.
İbrahim için de tam bir yük teşkil ediyorum, benim yüzümden hergün daireye
gelip gece geç vakte kadar kalıyor. Oysa normal olarak haftada bir gün vazifeye
gidiyordu.
Hala konuşacak birşeyler bulmamız doğrusu mucize idi. Dün bana Saray’daki müzeden
bahsetti. Burada çeşitli devirlerden kalma porselenler vardı. Abdülhamidin
emriyle bir demirbaş defteri hazırlanmıştı ve bu sebeple hiçbirşey çalınmıyordu.
Sonra Kudüs’ten bahse giriştik. «Hiç Ömer Camiinde bulunmuş mu idim?» «Hayır»
cevabını verdim, o, Yahudilerin burayı zorla ele geçirmeksizin ayak basma
müsaadeleri bulunmadığını işittiğini anlattı. Ağlama Duvarından bahsetti.
Arif Bey benim Sadrıazamla görüşme yapmam talimatı ile Sultanın yanından
geldi. Onun refakatinde gittik. Nazik bir ihtiyar olan Sadnazamm yanma vardık.
Sadrıazam verdiğim iki memorandumun da Sultanı tatmin etmiş olduğunu
söyleyerek söze başladı. (Arabada iken Arif Bey benim kitabın derhal tercüme
edilmesini Sultanın emrettiğini anlatmıştı.) Kendisinin prensip olarak Sultanın
muvafakat etmekte olduğunu bildirmeye memur edildiğini söyledi.
Ben de yerlere kadar eğildim.
Sonra bir sürü manasız konuşmaya daldık. Ben Doğu Avrupa Yahudilerinin
içinde bulundukları güç şartları, çektikleri eziyetleri anlattım, o tam Romen
Yahudilerinden bahsederken «Bunlar medeni memleketlerde elbette vaki olmaz»
dedi. Ondan sonraki konuşmalar sırasında Sadrıazam İngiliz Hükümeti nezdinde
teşebbüse geçilerek kolonizasyona Afrikada girişilmesini, orada çok daha geniş
ve uygun arazi bulunabileceğini, Filistin üzerinde ısrar edilmemesinin daha iyi
olacağını, burasının tahsisinin büyük devletler arasında anlaşmazlıklar yaratacağını
v.s. ileri sürdü. «Hayfa da olmaz, orasımn stratejik değeri vardır» deyince
«Fakat efendim, bizim memlekete kazandıracağımız kuvvetin de stratejik değeri
vardır» dedim. «Evet» dedi «Ama siz nihayet bir iki milyonluk bir menfaat
sağlıyorsunuz, hem Rouvier gurubu ile aramızın açılması ne demektir?»
Konsolidasyon ile Şirket mevzuunu niçin ta baştan beri ayrı ayrı ele almak
istediklerini ancak o zaman anlıyabildim. Malî mülâhazalarla konsolidasyonu
Rouvier ile halledecekler, onun dışında Türk Hükümetinin bizden sağlayacağı
fayda nihayet 1,600 000 altından ibaret kalacaktı.
Böylece bir sürü konuşmadan sonra yerimizde saymıştık. Derhal oturup 31
Temmuz 1902 tarihinde Sultana bir mektup yazdım.
Bu mektupta bundan öncekilerden daha iyi şartlar ileri sürerek M. Rouvier
gurubunun kabul ettiği bütün şartları aynen tekabbül ettiğimizi, İmparatorluk
Hükümetinin malî menfaati uğruna konsolide edilecek bütün borçları karşılamayı
tekeffül ve bütün eski borç tahvillerini 32 milyon karşılığı derhal ele
geçirmeyi teklif eyledim. Derhal hazine emrine 1 milyon 600 bin altını
vereceğiz. Bundan sonraki taksitler eşit şekilde ödenecektir.
30 Temmuz, Akşam
Bugün karar geldi. Kısa ve kesin.
Mektubu Beşiktaş’tan Wellisch ile gönderdim. Biraz sonra Wellisch derhal
Saray’dan istendiğim haberi ile döndü. İbrahim’in tatlı selâmı ile
karşılandım. Mektubu Arif Bey vasıtası ile derhal Zatı Şahaneye gönderdi.
Arif Beyin yüzünde soğuk ve zalim bir tebessümle döndüğü zamana kadarki
müddetin nasıl sıkıntılı geçtiğini, kendimi nasıl daracık bir yere hapsedilmiş
hissettiğimi tarif edemem. Mektubumu zarfı yırtılmış ve mührü açılmış şekilde
geri getirdi.
Zatı Şahanenin Sadrıazamdan öğrendiğine göre ben yarın Selâmlıktan sonra
veda etmeye gelecek ve ogün akşam da hareket edecektim.
Dünkü tatlı tondan sonra bu ifade gözden düşüşü anlatıyordu. Veda için
şahsen kabul edilecek miydim? Görünüşe göre hayır, zira Arif, mektubumu hemen
bugün göndermemi, zira yarın Selâmlıktan sonra Sultanın dönmüş olan Fransız
Sefiri Constans ve diğer sefirleri kabul buyuracağını da ilâve etti.
Demek Constans dönmüştü. Rouvier’nin makinesinin benim dikkati çeken kabul
edilişlerim sırasında nasıl çalışmış olduğunu tahayyül edebiliyordum.
Daha önce İbrahimle konuşurken o benim faaliyetlerimden bahsederek
«Siyonizm bana en önemli şey olarak görünüyor» demişti, ben «Gerçekten öyledir»
deyince «Çok asil bir şey» cevabını verdi.
Bizans’ta siz asla birşey bilmezsiniz.
1 Ağustos
Tarabyadan Beşiktaşa son seyahatim. Burada bulunduğum zamanların muhtemelen
en güzel günü bugün, Boğaz sularının rengi hiçbir zaman bu kadar sihirli,
tatlı ve güzel olmamıştı.
Boş ellerle dönüyorum.
Diplomatik mahfillerde yine dedikodular ayyuka çıkacak. Dün akşam balkondan
onların terastaki konuşmalarını işitebiliyordum. İspanyol Sefiri «O kara
sakallı adam kimdir?» diye soruyordu, Belçika sefiri de «Bilinmedik adamlardan
oldum olası hoşlanmam» cevabını veriyordu ve güya zekice lâflar ediyordu:
«Matematikte x nedir?»
Bugün ben dünyada meşhur ilk beşyüz kişinin içine rahatlıkla girebilirim,
ama bir Belçika sefiri benim yanımda nedir? Birisi sorsa «İspanya sefiri
nedir?* diye ne cevap verilir, 300 senedir İspanyanın bu memleketle ne
münasebeti vardır? Doğum günü tebriklerinde bile varlığı şart olmayan biri
işte. Bir Belçika sefirinin ise hiçbir zaman varlığının hikmeti olmamıştır. Bu
adamlar zavallı halkın verdiği paralarla Tarabya’da oturur, tenis oynar, dedikodu
eder, içki içerler böyle..
Bu sabah hazırlanıp ayrıldım. Adiyö güzel Boğaziçi.
*
* *
Bir sual kalıyor. Sultan beni niçin getirtti?
Belki üç milyon hikâyesi için. Belki de Constans’ın dönmesi üzerine
korkudan son dakikada vazgeçti.
2 Ağustos
Tarabya’dan Beşiktaş’a yeniden bir son seyahat.
Dün gidemedim. Dün sabah saat 11 de Saray’a gittim, İbrahim Beye güzel bir
çift kol düğmesi, Arif Beye de İncili bir kravat iğnesini ayrılık hatırası
olarak hediye ettim. Arif Bey Sultanın yanma giderken ben de o gün saat 1.50
Ekspresi ile yola çıkmak niyetinde olduğumu İbrahime anlatıyordum. O,
boşboğazlığı sevmediğini, ama benim başarısızlığa uğradığımı anladığını
söyledi.
Ben, henüz Sultanın kararma muttali olmadığımı söyledim. İbrahim, Sultanm
iyi niyetinden —anlaşamamış olmakla beraber— şüphe etmememi, onun mutlak bir
idareci olduğunun doğru olduğunu, ancak bunun her istediğini yapar anlamına
gelmediğini anlattı.
«Anlıyorum» dedim «Memleketin menfaatini herşeyden üstün tutması lâzım».
«Evet» diye tasdik etti İbrahim «Size Zatı Şahanenin son derece sempatisi ve
hürmeti vardır. Sizin kavininiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir.
Siyonizm esasen asildir».
Kendisine teşekkür ettim ve daima Türklere ve Yahudi dostu Sultan
Abdülhamide bağlı kalacağımı söyledim. Fakat Avrupadaki ırkdaşlarımızın içinde
bulundukları sefalet bizim daha fazla beklememizi imkânsız kılıyor. Bu sebeple
halen İngiltere Hükümeti ile temasa geçmiş ve kabine üyesi Lord James
Hereford ile Afrikada bir Yahudi kolonisi kurmak konusunda müzakereye başlamış
bulunuyorum. İngiltere bu hususta bizden malî fedakârlık da istemiyor ve hatta
her yönde işimizi kolaylaştırıyor.
İbrahim, eğer Afrikada böyle bir koloni kurmaya muvaffak olursak Sultanın
da ileride daha başka türlü davranabileceği ihtimalinden bahsetti. O zaman
belki bizim için birşeyler yaparmış.
Fakat, dedim, biz bir kere büyük yatırımlara girişmiş olacağımız için o
zaman vakit çok geçmiş olacaktır...
sırada esrarengiz bir hizmetçi zuhur etti, Sultan benim ayrılmamı mümkünse
akşama bırakmamı istiyordu. Az sonra Arif Bey yüzünde anlaşılmaz bir ifade ile
gelip bugün ikametimi akşama kadar uzatmamın mümkün olup olmadığını sordu.
Böyle yapacağıma söz verdim. Fakat her ikisi de geldikleri zamanki memnun
görünüşlerini kaybettiler, niçin? Çıkarken Wolffsohn’a yüzünün ifadesini
mümkün olduğu kadar hüzünlü göstermesini fısıldadım.
İzzet de tam çıkıyormuş, bana selâm verene kadar kendisini farketmemiştim.
Son derece sempati ile selâmlaştık, gidişimden üzüldüğü belliydi.
Beşiktaş’ta Constans yatından karaya çıkıyordu, ben araba ile geçerken
yanındakilere benim kim olduğumu sorduğunu farkettim. Tam bir zafer havası
içerisindeydi, benim Selâmlık merasiminden önce ayrıldığımı görmüştü, ama Zatı
Şahanenin kalmamı istediğini tabii henüz bilmiyordu.
*
* *
Fakat bütün bunlar ne demek oluyor?
Wolffsohn’a göre kolonizasyon ile konsolidasyonu ayırmamız daha uygun
olacaktır.
İbrahimin dairesinde bir saat Tahsin’in gelmesini bekledim. Yıldız’ın
cinlerinin o gece orada olduklarını farkettim, acaba benim işlerimi berbat
etmek için yine neler çevirmişlerdi?
Yine ayni çocukça numaralar başladı: Osmanlı tabiyeti, Yahudilerin dağınık
şekilde yerleştirilmeleri, askerlik yapmaları.. Bunları İmparatorluk Divan
Kâtibi İbrahim söylüyordu. Benim konsolidasyon konusundaki teklifim ortalarda
yoktu. Yıldız’ın gangsterleri esaslı bir mikdar para almışa benziyorlardı.
Gerçekten Wellisch günün haberini verdi: Anadolu Demiryolları Müdürü Zander
bunları 300 bin altına satın almıştı. Hükümetin hazırladığı mazbata İbrahim ve
Tahsin’in aracılığı ile Sultan tarafından tasdik edilmişti.
Constans’ın muzafferane davranışının sebebi bu idi.
Söylediklerim hiçbir zaman aynen Sultana nakledilmiyordu. Tahsin Beye
muhacirlerin hükümet tarafından mı yoksa kurulacak şirket tarafından mı
yerleştirileceklerini sordum. Buna Sultan’ın karar vereceğini söyleyip gitti. O
arada biz yemeğe, o feci şark yemeğine gittik. Derken Tahsin döndü: Sultan
benim dostu olduğunu tekid ediyor, Neue Freie Press için bir miktar bağış kabul
etmemi ve burada masraflarımın mikdarını öğrenmek istiyordu. Birincisini
kesinlikle reddettim, İkincisinde de nasıl olsa otel masraflarım ödenmiş bulunuyor,
misafir için bu kadarı yeter, olmazsa kitap v.s. gibi kıymetsiz bir hatıranın
kifayet edeceğini söyledim.
Sultanın yanma tekrar giden Tahsin bir mesajla geldi. Tahsin ve İbrahim
bana tercüme ve tebliğ ettiler :
«İsrailoğulları Osmanlı İmparatorluğuna kabul edilebilirler, ancak şu
şartla ki: Bir arada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri
mevkiler hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiyetini kabul etmek ve
üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifa etmek üzere..»
«Tebliği hürmetle tebellüğ ve Zatı Şahaneye derin minnetlerimi ifade
eylerim, bu konuda arkadaşlarımla müşavere edeceğim, Yıldız Köşkü, 2 Ağustos
1902» diye yazıp verdim.
*
Tahsin Sultanın yanında iken İbrahim konsolidasyon konusunda Rouvier ve
adamlarına «Hayır» demenin imkânsızlığından bahsetti. Bu vist oyununa
benziyor. Birisi öyle hareket ediyor ki oyun arkadaşı galip geliyor.
Evet, soygun vist’i.
İbrahim devam etti «Hükümet eğer hayır deseydi bütün kredisini (itibarını)
kaybederdi».
Türk Hükümetinin itibarı! Bir hafta önce vaziyet ayni değil mi idi? Bu
düzenbazların nasıl çalıştıklarını iyice anladım.
İbrahim atlas bir kese çıkardı, bunu kabul etmem Sultan tarafından rica
edilmişti. Aldım. Hiç değilse fakirlere dağıtırım yahut propoganda işlerimizde
kullanırım.
Son selâmlaşmalar ve sonra Ali Baba ve Kırk haramilerin mağarasından
çıktım.
İşlerin hala kötü durumda olmadığına inanıyorum.
Yıldız ve Bâb-ı Ali bana alışmıştı. Yahudi Davut Efendinin bana 1896
yılında söylediği gibi, birgün yine dilenmek zorunda kalacaklar ve
istediklerimi o zaman kucağıma atacaklardı.
Önemli olan o anm ne zaman geleceği idi.
Şimdi yapacağım iş «Kudüs Sancağı»nın yakınlarına yerleşmek ve ilk
fırsatta Bulgarların Doğu Rumelinde yaptıkları işi yapmak olacaktır. Bunun için
de İngiliz Hükümeti veya Rothschildin yardımı ile «Jewish Eastern Company»yi
gerçekleştirmek lâzım.
Dr. Herzl’in önünde şimdi üç isim durmaktadır: Kıbrıs, Elariş ve Sina
Yarımadası. Bu üçü de «Kudüs Sancağı»na yakın ve müstakbel hareket plânına
uygun yerlerdir. İngiltere’de devlet adamları ile temasa geçmiştir. Bunlardan
«Müstemlekeler Bakanı» Joseph Chamberlain ile olan konuşması enteresandır.
Bakan Elariş ve Sina Yarımadası konularına hariciye karışır beni yalnız Kıbrıs
ilgilendirir diyerek Yahudilerin oraya yerleşmelerinin bazı mahzurlar
doğuracağını, rum ve türklerin bundan memnun olmayacaklarını, zora
başvurulamıyacağını ifade eder. Buna karşı Herzl bir çare bulmuştur: Biz 5
milyon sermayeli şirketi kurup Elariş ve Sina Yarımadasına yerleşmeye girişince
ada sakinleri akan altınları görürler. Müslüman Türk halk adadan defedilir,
rumlar da ellerindeki toprakları satmaya ikna edilir, böylece ada tamamen bize
kalmış olur, der.
Siyonist Teşkilâtının o günkü durumuna temas eder. Bütün dünyada birkaç
bin cemiyetin büyük federasyonlar halinde birleştiklerini ve hepsinin
merkezinin de Viyana olduğunu belirtir. Şimdi İngiltereden Elariş civarına
yerleşme müsaadesini almak çabasındadır. Bu faaliyetler içerisinde 1903 senesinin
Şubat ayı girer. Dr. Herzl tekrar İstanbul ile temasa geçmektedir. Bu sırada
sahneye de yeni bir karakter daha çıkar, Dr. Abdullah Cevdet. Hatıra defterine Herzl şu satırı
yazar: «Hiçbir Musa Arz-ı Mevuda giremez».
1903 Yılı Şubat ayında Dr. Herzl’in mümessili «Mısır Hükümeti» ile
«İmtiyaz» konusunda temasa geçmiştir. Mısır bir Hidivliktir ve zahiren Osmanlı
İmparatorluğuna bağlıdır. Gerçekte tamamen İngiliz Hükümetinin etkisi
altındadır. Mümessil olarak giden Greenberg orada Butrus adında birisinin, aracılığı
ile bu imtiyazı almaya çalışmaktadır. Aralarındaki telgraflar tamamen
şifrelidir. Meselâ: «Laimodon Rumoren Chisel. Sinuato Pinsk Welkend» şu anlama
gelmektedir: «Önümüzdeki haftanın sonuna kadar Viyanadayım, Mısır Hükümetince
İmtiyaz anlaşması imzalanmadıkça oradan ayrılma».
Bu arada Sadrıazama, Sultan’a ve İbrahim ile Tahsin Beylere mektupla
müracaat eder:
«Konsolidasyon mevzuu artık bir İkincisi gelene kadar kapanmıştır. Ama size
eskisinden daha avantajlı bir teklifte bulunacağım. Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi benim Osmanlı Sultan ve Halifesine sadık şekilde bağlı olmam
hasebiyle İmparatorluğun iyiliğini istemem, İkincisi de Afrikada giriştiğimiz
bir toprak bulma çabamızın henüz gerçekleşmemesi, buna mukabil önümüzdeki
ilkbaharda yine çok sayıda Doğu Avrupa Yahudisinin yurtlarından kovulacağı
hususudur. Irkdaşlarım yine sefaletin pençesine düşeceklerdir. Bunları Osmanlı
tabiyetine kabul etmeniz karşılığı size derhal iki milyon altınlık bir
teklifte bulunuyorum».
Gerek Sultan ve gerekse yeni Sadrıazam’a yazdığı mektuplarda bu
Yahudilerin nereye yerleştirileceği hususu zikredilmemektedir. Bunu açıkça
İzzet Beye gönderdiği mektupta söylemektedir: «Bu paraya karşılık Akkâ Sancağı
civarına ırkdaşlarımın yerleşmesi müsaadesi istiyorum. Eğer biz anlaşırsak bu
herkes için iyi olacaktır..»
Tahsin Beye yazdığı mektupta «Akkâ Sancağı»ndan bahis yoktur.
*
* *
16 Şubat 1903, Viyana
Bugün mektupları İstanbul’a postaladım ve Greenberg’ten gelen telgrafla
meşgul oldum. «Burada Sultanın adamı bizim aleyhimizde çalışıyor, vaziyet son
derece ciddi. Zannederim Sultan’dan aldığı talimat üzerine bizim aleyhimizde
elinden geleni yapıyor. Hidivin Sultana bağlı olduğunu da unutma» diyor.
Buna şifre ile şu cevabı verdim :
«Perexile Cohnsman Both Guy Months after Rumoren Chisel». Yani: «Türk
komiserine 2000 altını İmtiyaz mukavelesinin Mısır Hükümetince imzalanmasından
sonra vermek üzere vadediniz».
Mısır’daki Osmanlı temsilcisi
komiserin ve Mısır’ın mukavemetinin «Rüşvet Metodu» ile ortadan kaldırılması
fikri bu-gün Dr. Abdullah Cevdet Bey ile yaptığımız konuşmanın sonuncudur.
Bu yeni tanıdık enteresan bir adam.
Cevdet, Neue Freie Presse’in edebiyat sahifesinde yayınlanan bir şiiri
dolayısiyle bana teşekküre geldi ve bir randevu istedi. Kendisini davet ettim
ve konuşmamız dönüp dolaşıp benim projeye intikal etti.
Dr.
Abdullah Cevdet kendisini bir Jöntürk ve Yahudilerin dostu olarak takdim etti. İkinci konuşmamızda aklıma Sultana yazacağım mektupları ona tercüme
ettirmek düşüncesi geldi. O da muvafakat etti. Bu iş için İstanbul’dan
telgrafla gelmesini istediğim Badi Efendiye bir telgraf daha çekerek gelmemesini
bildirdim. Cevdet üç gün çalışarak Sultana mektubu ve İmtiyaz mukavelesi
metnini tercüme etti.
Kendisine şükran nişanesi olarak bir çift mücevherli kol düğmesi hediye
ettim. O bunları kabul etmek istemedi ve verdiğim «Altneuland»ın [*] kendisini
daha çok memnun ettiğini söyledi.
[*] «Yeni Arz-ı Atîk» anlamına gelen bu eser Dr. Herzl’indir ve müstakbel
Yahudi Devleti üzerine yazılmıştır.
Sonra söze başladı: İstanbul’da doğrudan doğruya Nazırlar ile konuşabilecek
bir adamım var mıdır? Kendisinin arası Dahiliye Nazırı Memduh Paşa ile çok
iyidir.
Bir konudan diğerine atlayarak bu çiçek bozuğu yüzlü, kara gözlü adam bana
bir sürü şeyden bahsetti.
Kendisi Jöntürklerdenmiş ama Memduh şimdi kendisini «Susturmuş», Viyana
Sefareti tabibi olarak ayda 1500 frank çekiyormuş.
Ve bana —imtiyaz mukavelesi imzalandıktan
sonra verilmek kayıt ve şartı ile— bir hisse programı hazırladı ki şöyle:
Sadrıazam Ferid Paşa, Harbiye Nazırı Hasan Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa,
Adliye Nazırı Abdurrahman, Maliye Nazırı Nazif, Maarif Nazırı Celâl ve
Şeyhülislâm 2000 er altın lira alacaklardır.
Buna muhtemelen bazı ilâveler yapılabilir. Bundan başka ben kendisine 2000
altın ve Memduh’un kâtipleri Faik ve Dr. Baha ile Şükrü Paşa’nın kâtibi Yüzbaşı Vasfi Beye 100 er altın
vadettim. Maamafih Şükrü Paşa Harbiye Nazırının oğlu olduğu için bir çift at
hediye edilecekti. Yarın bu Şükrü’yü davet edeceğim.
Cevdet, bu Şükrü Paşa vasıtasiyle muhaberata girişilerek onun babasının
diğer nazırları kazanması işinde kullanılmasını plânladı. Harbiye Nazırı,
Abdullah Cevdet’e nazaran, bir milyonerdir ama 2 altınlık bir hediyeye dahi
tenezzül eden bir adamdır.
Bütün bunlara derhal muvafakat ettim. Çünkü İmtiyaz mukavelesi
imzalanmadıkça hiçbir mükellefiyet altına girmiyordum. Sonra Cevdet’in
nazırlar için biçtiği fiatı İstanbul’dakilerle mukayese edince doğrusu ucuz
buluyordum. Abdullah Cevdet ise bir meslektaş olarak benim üzerime yüklenen
ağırlığı takdir ettiğini, kendisinin para almasa dahi sırf hakikat aşkı ile
çalışacağını, 2000 değil 1500 hatta 1000 altının bile kifayet edeceğini
söylüyordu. Her ne ise bu adam bütün davranışları ile üzerimde iyi bir tesir
bırakıyor.
Bir sorusuna verdiğim cevapta yaptığım işler karşılığında hiçbirşey
almadığım gibi cebimden de sarfettiğimi söylediğimde hayretinden dondu kaldı.
Benim «namusum» hakkında bile şüpheye düştüğüne eminim. «Birisi hiçbirşey
almadığı halde namuslu olabilir mi?»
Bakalım söylediklerinin palavra olup olmadığını göreceğiz.
Bugün hemen Memduh’a mektup yazmayı söz verdi.
17 Şubat
Bugün Türkiye ataşemiliteri Şükrü Paşa’yı gördüm. Genç ve kadın tabiatlı
bir paşazade, 28 yaşında, ama Harbiye Nazırının oğlu olduğu için mevkii
yüksek, zengin ve tembel. Zannederim onun alâkasını temin ettim ve babasına
yazacağına söz verdi.
Abdullah Cevdet oğlu ağzından babasına mektubu hazırlayacak ve Şükrü Bey
de onu temize çekerek babasına gönderecek. Aslı gürcü olan Yüzbaşı Vasfi Bey
dün beni görmeye geldi. Vasfi askerî tahsilini bir prusya subayı olarak
Kolonya’da yapmış. Nükteli konuşan bir adam, bana gülerek «arkadaşı Cevdet
Beyin sus payı aldığını» söyledi.
*
* *
23 Şubat tarihinde Crespi’den gelen bir mektupta «derhal 1 milyon’a
ihtiyacı olan Sultan ile yeni müzakereye girişmenin tam zamanı» olduğu
bildirilmektedir. Buna hemen cevap verir:
23 Şubat 1903, Viyana
«Muhterem Efendim,
Mektubunuzu biraz geç aldım, zira daha önceki bir tarihlisinde ben 2
milyon teklifinde bulunmuştum. Ona şu ana kadar cevap gelmediğine göre
zannederim ikimiz de yanılıyoruz.
Sizin gibi ben de bugünkü şartlar karşısında bana muhtaç olduklarım
düşünmüştüm. Bu teklifte bulunmamın bir sebebi de başka bir yerde giriştiğim
müzakerelerin tamamlanmış olması idi. Bir anlaşma muhtemelen önümüzdeki hafta
imzalanacaktır, daha fazla beklememe imkân yoktur.
363 (Abdülhamid) anlamamakta veya eline geçen fırsatın değerinden habersiz
bulunmaktadır. Adım adım mahvına doğru gitmektedir. Buna ben de teessüf
ediyorum...»
24 Şubat
Wellisch’e İstanbul’a bir mektup
yazıp Abdullah Cevdet’in bana verdiği tanıtma kartını gönderdim. Bu kart ile
gidip Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın
hususi kâtibi Faik Beye giderek her nazırın benden 2000 altın alacaklarını ama
bunun için son mektubumda yazdıklarımın gerçekleşmesi gerektiğini, Faik Beyin
de 100 altın hediye alacağını bildirmesini yazdım.
3 Mart
Şimdi yeni bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Kahire’ye
Greenberg yerine Goldsmith’i yollayacağım, o askerden ziyade iyi bir
diplomattır. Sina Yarımadasında durum bizim lehimizde olmak üzere
karıştırılacaktır. Üç şeyi birbirinden ayırıyorum: Mülküyet, kuvvet ve hak.
Mülkiyet Mısır hükümetinde, kuvvet İngilterede ve hak da Türk hükümetinde
bulunmaktadır. İlk adım olarak Mısır hükümetinden mülkiyet devralınmış
bulunmaktadır, İngiliz hükümetinin mümkün olduğu kadar fazla kuvveti
sevketmesini isteyecek ve temin edeceğim. Nihayet rüşvet yolu ile Türk
hükümetinden oraya gitme hakkını alacağım.
Gönderdiği adamlarının faaliyetlerinden sonra bizzat Dr. Herzl Mısır’a
gider, Kahire’de İngiltere Yüksek Komiseri ve bir kıbtî olan Mısır Başvekili
Butrus ile müzakerelerde bulunur. Mısır Hükümetinin sadece ismen mevcut
bulunduğuna, bütün selâhiyetlerin İngiliz Lordu Cromer’de olduğuna işaret eder.
Onunla Nil’in kontrol altına alınması, sulama projesinin gerçekleştirilmesi
hususlarını «karşılık olarak» gerçekleştirebileceklerini söyler. Mısır Başvekili
ile olan konuşmaları kahve içmek ve nezaket ziyaretinde bulunmaktan başka değer
ifade etmemektedir. Lord Cromer bu işin etrafiyle Londra’da halledilebileceği
kanaatindedir, bir raporla meseleyi oraya intikal ettirir. Dr. Herzl derhal
Londra’ya gider ,Müstemlekeler Nazın Joseph Chamberlain ile konuşur. Nazır
münbit ve sulak arazisi ile Uganda’nın daha uygun olacağını, orada pamuk
yetiştirebileceklerini söyler ama ille de Filistin veya «civarı» üzerinde ısrar
eder. Nazır, kendilerinin artık Anadolu ile meşgul olmadıklarını, orasını
Fransız, Alman ve Rus nüfuzuna terkettiklerini, Yahudiler Filistin’de bir
devlet kursalar bile bu devletlerin onlara istikbalde hak tanımayacaklarını
söyler. Dr. Herzl’e göre ise tarafsızlık siyaseti güdecek olan müstakbel
Yahudi Devleti «Büyük devletlerin birbirini kıskanmaları sebebiyle
yaşamaya devam edeceği» kanaatini ileri sürer ve «Eğer biz Filistinde olursak,
müstakbelde Osmanlı İmparatorluğu parçalanınca bütün o bölgede İngiliz
hâkimiyeti bizim yardımımızla kurulabilecektir» der. Müstemlekeler Nazırı kendisinin paltosunu tutarak giyinmesine yardım
eder ve Başbakan ile konuşarak istediğini temin etmeye uğraşacağım vadeder..
*
* *
4 Haziran, Viyana
İzzet’e mektup :
«Ekselans,
Zaman geçmekte ve ben hala 16 Şubat 1903 tarihli teklifime bir cevap
almamış bulunmaktayım.
Ama hâdiseler tazyik ediyor. Kişnev’de yapılan Yahudi mezalimini herhalde
duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Yahudilerimiz sefillik içerisinde bulunuyorlar,
onlara muhakkak birşeyler yapmak lâzım.
Belki bana 1902 şubatında Zatı Şahanenin iradeleri ile verdiğiniz
memorandumdaki teklifler ile benim son tekliflerim arasında bir telife
gidilebilir. Mezopotamya’da kolonizasyon ile Akkâ Sancağına iskân mevzularını
kastediyorum.
Birkaç hafta içerisinde bizim Siyonist Kongresi toplanacaktır, ben onlara
müspet bir şeyden bahsedemiyeceğim ve böylece şimdiye kadar Zatı Şahanelerinin
Hükümetiyle yapılmış olan bütün müzakereler keenlemyekün addedilecektir. O
zaman başka bir bölge bulmak zorunda kalacağız. Bütün fırsatlar da kaçırılmış
olacaktır...»
Ayrı bir zarf içerisinde aşağıdaki satırları yazıp gönderdim :
«Aziz dostum,
Sizinle bir arkadaş olarak konuşmama müsaade ediniz.
Bahsettiğim plânın tahakkuku için şahsınıza ne istersiniz? Bana miktarı
yazınız, mühürsüz ve işaretsiz bir mektupla bildiriniz. Mektubun hamili
içerisinde ne olduğunu katiyen bilmeyecektir. Herşey sizinle benim aramda
mutlak sır olarak kalacaktır.
Eğer plân şimdi gerçekleşmezse bundan ebediyen vazgeçeceğim.
Samimi ve sadık arkadaşm Theodor Herzl».
*
* *
Dr. Herzl bu arada bir de Rusya seyahatine çıkar. Filistinde kuracakları
devletin mukaddes toprakları herkese açık tutacağını, ancak Türk Sultanı
Abdülhamid’e burasını Yahudilere vermesi için tazyik edilmesi, tavsiyelerde
bulunulması kanaatindedir. Bunu temin için Rusya’ya gelip çeşitli devlet
adamları ve generallerle temas kurmuş ve müzakerelere girişmiştir. Ama olumlu
sonuç çıkmamaktadır. Bir defa Rus Çarı sırf dini sebeplerle Yahudilere
düşmanlık beslemektedir. Yahudilerin Rusya’daki davranışları sebebiyle de halk
onlara düşmanca hisler duymaktadır. Fakat kendi düşünce ve görüşünü paylaşan
birkaç kişi bulmuştur. Ama günün şartları harekete geçilmesine engel
olmaktadır. Bunu 16 Ağustos tarihinde şöyle kaydeder:
«... Fakat otelde beni beklemekte olan General Kirayev bizim Ruslar’dan
Büyük Türk (yani Sultan Abdülhamid) ile bu sıralarda bir arabulma faaliyetini
beklemememizi söyledi. Zira İstanbul’daki Rus Konsolosu Rostkosvki’nin
katledilmesini protesto etmek amacı ile bir Rus filosunun Boğaziçine doğru
harekete geçtiğini, yukarıda anlattığı diğer beş sebebin de inzimamı ile
Türkiye ile Rusya arasında yakın bir istikbalde iyi münasebetlerin beklenmemesi
gerektiğini anlattı..»
Toplanan Siyonist Kongresinde müspet bir rapor ortaya atılamamıştır.
Mısır’da müspet devam eden müzakereler sonraları bozulmuş ve sonuç
alınamamıştır. Kendisi Kongre’ye Filistin projesinden vazgeçilmemesi
gerektiğini, eninde sonunda burasının kendilerine vatan olarak temin
edileceğini söyler. Fakat istiyorlarsa iki İcra Komitesi kurulmasını, bunlardan
birinin Doğu Afrika, diğerinin Filistin projeleri ile uğraşmasını ama
kendisinin her iki komitede de vazife alamıyacağını bildirir. Kongre yine onun
arzularına uygun hareket eder. Dr. HerzI de faaliyetlere girişir. Viyana’dan
İzzet Beye yine iki mektup yazar, birisi etrafa gösterilmek birisi yalnız
kendisinin malûmu kalmak üzere yazılmıştır:
12 Aralık 1903
«Ekselans,
Zatı Şahane ve Sadrıazam Hazretlerine 16 Şubat 1903 tarihinde takdim
eylediğim teklifler hakkında haber vermenizi istirham edeceğim.
Bilhassa Rusya ile olan siyasî münasebetlerin bu durumda ağır bastığını
anlıyorum, ama şimdi bu artık bahis konusu, değildir. Diğer politik güçlükleri
de bertaraf etmek için bütün ülkelerde faaliyete şahsen ve arkadaşlarım vasıtasiyle
girişmiş bulunuyorum. Bunların halledilmiş olduğunu ifade edebilirim, artık
böyle bir güçlük yoktur, siz de kısa zamanda bundan resmen haberdar
olacaksınız.
Bu itibarla İmparatorluk hâzinesine yeni gelir kaynakları temin etmeyi de
içine alarak tekliflerimi yeniliyorum. Bu gelir kaynağı hayranı olduğum
memleketinizi İktisadî istikrara kavuşturacak vasıfta olacaktır.
Biz yerleşecek bir bölgeyi heryerde bulabiliriz. Nitekim bulduk da.
Gazetelerde İngiltere Hükümetinin 60-90 000 fersah murabba (180-270 000 mil
kare) araziyi bize tahsis ettiğini okumuşsunuzdur. Fakat ben tekrar dinî ve
ırkî yakınlığımız olan insanlar arasında yaşama konusuna dönüyorum. Tebaası
olduğumuz Halife’ye ve memleketine bolluk, istikrar getirerek onun himayesi
altında kurtuluşa ermek istiyoruz..»
Özel mektup da şöyleydi:
«Aziz Dostum,
Eğer bir anlaşmaya varırsak, imza günü 10 000 altını emrinize tahsis
edeceğim.
Bu sözümü istediğiniz şekilde yerine getirmeye hazırım, meselâ oğlunuzun
adına yatırabilirim, nasıl isterseniz.»
25 Aralık 1903
Bugün Şükrü Paşa gelerek babasına gönderilmek üzere teklifimi yazılı olarak
bildirmemi istedi. Ona 16 Şubatta gönderdiğim memorandumu aynen verdim:
TEKLİFLER
Biz İmparatorluk hudutları içerisinde Akkâ Sancağında yerleşmek istiyoruz.
Bunun karşılığında senelik asgarî 100 000 altın para ve İmparatorluk
Hâzinesinin bütün borçlarını tasfiyeyi tekeffül ediyoruz. Yerleşenler Osmanlı
tabiyetine geçeceklerdir.
İlâve olarak İstanbul ve Londra’da tescil edilmiş bir banka kurarak
İmparatorluğun malî işlerini idare edebiliriz.
Ayni yıl Ocak ayının sonlarına doğru Roma’ya giden Dr. Herzl İtalya kralı
tarafından kabul edilir. Onunla İtalyadaki Yahudiler v.s. konularında fikir
teatisinde bulunduktan sonra sözü Filistin’e getirir. Kral bu konuda şöyle söyler:
«Filistini iyi bilirim, birkaç defa gittim, sonuncusu babam katledildiğinde
idi. Memleket zaten Yahudileşmiş durumdadır. Siz orasını ele geçirebilirsiniz
ve geçireceksiniz de, ancak ne zaman olur bilinmez, oradaki Yahudilerin
sayısının yarım milyon olmasını temin ediniz.»
«Girme müsaadeleri yok efendimiz».
«Bunu rüşvet yolu ile sağlayabilirsiniz».
«Öyle olsun istemiyorum efendimiz. Bizim projemiz yatırım ve onun sonucu
gelişmeyi mutazammmdır ve memleket bizim olmadıkça buna girişmek istemiyorum».
«Evet, bu biraz başkasının evini tamir etmeye benziyor».
«Bendeniz herşeyden önce Sultan’ı elde etmek istiyorum».
«Onun üzerinde tesirli olacak tek şey paradır. Eğer ona Ürdün vadisi
karşılığında para teklif ederseniz verecektir».
«Evet ama biz muhtariyet de isteriz».
«Ha, o bunu işitmek bile istemez, o kelimeden nefret eder».
«Bize bir lütufta bulunmanızı istirham ediyoruz efendimiz».
«Peki dinliyorum».
Ona Grand Dük ile Rusya Dahiliye Nazırı Plehwe’nin mektuplarını gösterdim,
niyetim havanın hazırlandığını ispat etmekti. Plehwe’nin mektubundaki gizli
satırları okurken gülümsedi ve «Ben hiçbirşey söylemiyeceğim bir mezar taşı kadar
sessiz duracağım» dedi. Mektupları tamamen okuduktan sonra: «Bu sizin için
gerçekten büyük muvaffakiyet» deyince «Efendimiz, sizin Sultana yazacağınız
şahsî bir mektup bize çok yardım edecektir, lütfediniz ona yazınız» dedim.
«Bunu memnuniyetle yapardım, ama her hoşuma gideni icra edecek durumda
değilim. Şimdi size söz verip sonra da yapmamak centilmence bir hareket olmaz.
Önce müşavere etmeli, Hariciye Nazırı Tittoni ile konuşmalıyım. Onu bu gece
göreceğim ve sizin de kendisini ziyaret etmenizi sağlayacağım. Şimdi size fiil
değil yalnız iyi niyetimi verebilirim».
Sonra söz Filistin’e, Lut Gölünde düşündüğümüz kanala, gölün tuzlarına ve
sonunda tekrar Sultan Abdülhamid’e intikal etti:
«Onu tanırım, çok kurnazdır».
«Fakat çok şüpheci, herşeyden korkuyor».
«Canından korkuyor, birisinin kendisini öldüreceği endişesi içerisindedir,
kimseye itimat etmez»...
*
* *
26 Ocak 1904 günü Dr. Herzl
Roma’da Papa tarafından kabul edilir. Mecidiye nişanını göğsüne takmış olduğu
için Papa tarafından kendisine «Kumandan» diye hitap edilir. Papa’ya Kudüs
hariç olmak üzere Filistinde yerleşmek projesinden bahsederek onun muvafakatına
muhtaç olduğunu anlatır. Papa bunu hıristiyanların başı olarak kabul
edemiyeceğini ifade ile:
«Yahudiler bizim Efendimizi
tanımamışlardır, bu sebeple biz de Yahudileri tanıyamayız”. Bunun üzerine orasının hariç tutulacağını söyler, Papa lâtince telâffuzu
ile «Gerusalemme» diye devam eder «Yahudilerin eline geçmemelidir».
—«Muhterem Peder şimdiki durumuna ne dersiniz?»
«Biliyorum, mukaddes yerleri
Türklerin elinde görmek hoş değil, fakat Yahudilerin elinde olmasını düşünmek
bile istemem. Yahudiler oraya ya çoktan gelmiş olan Mesih’i beklemek üzere
gideceklerdir ya da dinsiz olarak, ben her iki halde de orayı ele
geçirmelerine muvafakat edemem.. Kudüs ve mukaddes yerler dışındaki Filistin
için dahi böyle düşünmekteyim. Yahudiler takip ve tezlilden kurtulmak
istiyorlarsa doğru dine, hıristiyanlığa dönmeli, vaftiz edilmelidir.»
Roma’dan, Hariciye Nazırı ile konuşup meseleyi yazılı olarak teferruatı
ile anlatmak üzere ayrılan Dr. Herzl faaliyetine Viyana’da devam eder.
Hatıraları şöyle gitmektedir:
24 Şubat, 1904
Dün acaip bir ziyaretçi kabul ettim : Kartının üzerinde «Eski Türkiye
Başkonsolosu Ali Nuri Bey» yazılı idi ve bu kartı daha önce bizim gazete
idarehanesine göndermişti.
Türk prenseslerden birisinin kocası, karısı da halen burada harem hayatı üzerine
konferanslar vermekle meşgul.
Mükemmel almancası beni şaşırttı, sonra kendisinin İsveçli olduğunu, 18
yaşlarında iken Türkiyeye mümessil olarak gönderildiğini, orada müslümanlığı
kabul ettiğini anlattı.
Şimdi 41 yaşlarında, bana diğer Nuri Beyi hatırlatıyor ama bu biraz daha
kuvvetli görünüyor, kafası omuzlarının arasına sanki gömülmüş. Bana dün evimde
saat 9.30 ile 12.30 arasında söylediği teklifleri şunlar: İki kruvazör ile
Boğaziçine girmek, Yıldızı bombarduman etmek, Sultanı tevkif etmek veya
kaçmasına göz yummak, yerine başka bir Sultan geçirmek (Murat veya Reşat)
muvakkat bir hükümet kurarak Filistin için imtiyazı almak.
Bir roman mı yoksa macera mı?
«İki kruvazör 400 000 altın eder, geriye 100 000 kalır, bütün darbe yarım
milyona patlar. Eğer başaramazsak sadece parayı ve olaya karışanları
kaybederiz».
Bütün bunları çarşıdan ekmek satın alırcasına rahat ve
soğukkanlı bir şekilde anlattı. Bir seyahat yapıp sahile yalnız J;
gideceğini söyledi, «Hareket 1000 kişi ile başarılabilir, en uygun zaman da
Selâmlık merasimi sırasıdır. Kruvazörler Çanakkaleden gece geçip sabah Yıldızı
bombalıyacaklardır».
Ona «mevcut hükümetlerle görüşmelere girişmeyi tercih ettiğimi» söyledim,
bu hususta akla bir çok ihtimaller gelmekteydi, tabii bunları açıklamadım.
Böyle bir hareket, hernekadar kendisi sadece havaya ateş edileceğini söylüyorsa
da, katliam ve yağma ile sonuçlanabilir, o takdirde Siyonizm hareketi bir
süre de olsa itibarını kaybeder, Türkiyedeki Yahudiler katliama uğrayabilirler
ve nihayet «müteşebbisler» sonra verdikleri sözde durmayabilirler.
Ali Nuri Beyle alâkayı kesmeyeceğim, kendisi belki ileride kullanılabilir.
Müstakbel iktidar ile bir bağ kurmuş da olabilirim.
28Mart
Bizim soyguncu Crespi buradaydı, yine benim hesabıma çalışmak istediğini söyledi.
5 Mart
Dün Ali Nuri Bey tekrar beni görmeye geldi, yine Boğaziçi plânları. Fakat
adam tam maceraperest, bugünkü elbiseleri giyinmiş bir viking.. Çanakkaleden
nasıl geçileceği, telgraf hatlarının nasıl kesileceği v.s. hep plânlanmış
durumda..
Mısır Hidiv’i hakkında söyledikleri enteresan: Sultan olmak ihtirası
içinde, bundan başka araplar arasında hilâfete Peygamber Muhammed soyundan
birisini geçirme hareketi mevcut, Hilâfet Yavuz Sultan Selim tarafından
haksızlıkla gaspedilmişmiş.. Bu hareketi başlatan da Hidiv imiş.
7 Mart
Ali Nuri Bey hakkında İsveçli albay Melander nezdinde soruşturma yaptım,
tanımıyor yalnız eski admın Nordling olduğunu biliyor.
12 Mart
Crespinin mektubuna derhal cevap :
«Yakında İstanbul’a bir temsilci göndereceğim. Bu gizli mümessil orada
birkaç gün kalacaktır, kendisiyle temas edersiniz».
22 Mart
Levontin ve Kahn’ı bugün İstanbul’a gönderdim.
Eğer oradan boş ellerle dönerlerse, Giyom Tell’in ikinci okunu atacağım :
Ali Nuri Bey.
30 Mart
Albay Goldsmith’i Türkiye işinde kullanmayı düşünmüştüm, iki gün önce onun
Paris’te öldüğünü haber aldım. Kayıp gerçekten.
10 Nisan
Kimseyle müşavere etmedim ama uzun uzun düşündükten sonra Ali Nuri’nin
teklifini reddetmeye karar verdim. Kahn
Türkiyeden eli boş dönse dahi buna girişmeyeceğim. Türkiyedeki Yahudilerin
katliama uğramalarını göze almaya lüzum yok.
Ali Nuri Beyden başka türlü faydalanamaz mıyım diye düşünüyorum.
*
* *
O günlerde bir kalp krizi geçiren
Dr. Herzl’e doktorlar tam istirahat tavsiye ederler. O mutad faaliyetine devam
eder ve bu faaliyet 3 Temmuz 1904 yılında kalp sektesinden öldüğünde sona
erer.
2 Temmuz 1904’te Dr. Theodor Herzl’in ölümü üzerine Politik Siyonizm
hareketi büyük ve ciddî sarsıntı geçirdi. Çünkü o yedi senelik başkanlığı
sırasında tam selâhiyetle çalışmış ve teşkilâtı kendi şahsı ile kaim hale
sokmuştu. Hatıralarında görüldüğü gibi, onun pek yakın mesai arkadaşı olan
David Wolffsohn 1905 Basel kongresinde liderliğe geçirildi.
David Wolffsohn kelimenin tam anlamı ile tüccar ve maliyeci idi.
T.Herzl’in açtığı yoldan yürümeye çalıştı, fakat onun yerini hiçbir zaman
alamadı.
Kongrelerde Rusya Yahudileri liderlerinden Ussişkin ile Hayim Weizmann’ın
sert muhalefetleri ile karşılaşıyordu. Selefinin İstanbul’da başlayıp sonuç
alamadığı temaslara Wolffsohn devam etti. Talepler ile bunlara verilen cevaplar
hemen hemen ayni idi. Diğer taraftan İngiltere hükümetinin telkini ile ortaya
atılan ve Yahudilerin Afrika’da bugünkü Kenya’da bir koloni kurmalarını
istihdaf eden teklifi Politik Siyonistler destekleyince teşkilâtta huzursuzluk
ve direnme arttı. «Uganda Projesi» diye Siyonist çevrelerde adlandırılan bu
teklif yüzünden bölünmeler meydana geldi.
Dr. Herzl’in halefine muhalefet
edenlerin başlıcaları Menahem Mendel Ussişkin, Hayim Weizmann ve Otto Warburg
Siyonist Kongrelerinde yeni bir cephe teşkil ettiler ve böylece Sentezci
Siyonizm diye tanınan yeni cereyan ortaya çıkmış oldu.
Bu üç siyonist liderin hayatları incelenecek olursa, hareketlerinin anlamı
daha iyi anlaşılacaktır.
Menahem Mendel Ussişkin (1863-1941) Moskova Teknik Üniversitesinden mezundur. Özel olarak kadîm
İbranî dilini öğrenmiş, Ahdi Atîk ve Talmud tahsili yapmıştır. 1885 yılında
Aşer Ginzberg’in kurduğu «Biney Moşe» (= Musa Oğulları) adlı gizli cemiyete
girmiştir. Bu cemiyetin gayesi Yahudileri Filistine yerleştirmekti.
Hayim Weizmann 1874 yılında Polonya’da doğmuş fakat tahsilini Rusya’da Kimya fakültesinde
yapmıştır. O da kuvvetli bir din, dil ve Talmud öğrenimi görmüştür. Yahudiler
arasında kadîm ibraniceyi diriltip yaşatma diye tarif edebileceğimiz
«Haskala» hareketinin tesirinde yetişmiştir.
Otto Warburg gençliğinden itibaren Yahudileri Filistine yerleştirme cemiyetlerinde çalışmış
kuvvetli bir teşkilâtçıdır.
Her üç lider de T.Herzl’in Filistin konusunda gittiği yoldan ayrılmışlar, «Uganda Projesine» kesin
cephe almışlar ve «Sentezci Siyonizm» fikrini ortaya atmışlardır.
Onlara göre Filistin’de kanun himayesi altında kolonileşme veya muhtariyet
elde etmeye çalışmak Türkiye’nin açık tutumu karşısında imkânsızdır, öyleyse
Herzl’in plânı üzerinde ısrar etmek beyhudedir. Herzl ve halefinin tutumu sonunda Filistin elde
edilemediği gibi Rothschild’ler gibi büyük Yahudi zenginleri hareketin dışında
bırakılmışlardır.
Bütün Yahudilerin desteğine mazhar olacak bir yol tutulmalı, senteze
gidilmelidir.
Bunun sonucu olarak Filistin’de «Poaley Siyon» (Siyon İşçileri) adlı bir
teşkilât kurarak bilhassa 1905 ihtilâlinden sonra Rusya’dan kaçmak isteyen
Yahudilerin Filistine girmelerini organize etmişlerdir.
1907 Hague Siyonist kongresinde
verilen karar mucibince Yafa’da «Filistin Arazi Şirketi» kurulmuş ve toprak
satın alınması işine hız verilmiştir. Arthur Rupin’in başkanlığında kurulan özel bir Filistin Bürosu çalışmaları
kolaylaştırmak ve organize etmek için faaliyete geçirilmiştir. 1908 meşrutiyet
hareketinin akabinde İstanbul’’da ileri gelen Rus siyonistlerinden Victor
Jacobson’un başkanlığında bir siyasî büro açılmıştır.
Sentezci Siyonizm hareketi siyonistler arasında derhal taraftar bulmamış,
1910 ve 1911 kongrelerinde Wolffsohn başkanlığı muhafaza etmiş, fakat Otto
Warburg başta olmak üzere bütün muhalifler icra komitesi üyeliklerine
seçilmişlerdir. Böylece başkan ve üyeler birbirlerine düşmüşler, icra komitesi
teşkilâtın merkezinin Berlin’de olmasına karar verirlerken, başkan kararı
tanımayıp Viyana’da kalmış, «Jewish Colonial Trust» ve «Jewish National Fund»un
idaresine elkoymuş, masrafları ödememiş ve teşkilât meflüç hale gelmiştir.
1913 kongresi sonsuz münakaşalarla geçmiş, meseleye bir hal şekli
bulunmadan Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır.
Siyonizm hareketi Dr. T.Herzl’in
ölümü ile girdiği karışıklık ve parçalanmadan Weizmann sayesinde kurtuldu.
İsrail Devleti 1948 yılında kurulana kadar Siyonist Teşkilâtın
başkanlığını ve dünya Yahudiierinin liderliğini yapan Weizmann ittifakla
Cumhurbaşkanlığına seçildi.
Aslen Polonyalı olmakla beraber tahsilini Rusya’da yapan ve Siyonizmin
Rusya Yahudileri arasında teşkilâtlanması hususunda Ussişkin ile birlikte
çalışan Wizmann 1900 yılında yani Londra Siyonist Kongresinden itibaren
T.Herzl’in görüşlerine cephe almıştı. Ona göre «sadece politik siyonizme
sarılmak kâfi değildir, kültürel faaliyetler geliştirilmeli, idealist bir
Yahudi milleti yetiştirilmeli ve propoganda çalışmaları dünya çapında
geliştirilmeli idi. Herzl’in «Aristokrat Cumhuriyet» görüşünü de kabul
etmiyordu, ona göre cumhuriyet demokratik olmalı idi.
1907 Yılında Ussişkinle beraber görüşlerini bir program haline getirmişler,
uzun iç mücadelelerde Birinci Dünya Savaşı günlerine kadar sonuç alamamışlardı.
1907-1911 Yılları arasında Weizmann’ın çalıştığı konulardan birisi de
Filistin’de açılacak üniversiteler idi. Orada İbrani dilinde tedrisat yapacak
tam teşekküllü bir İbrani Üniversitesi müstakbel Yahudi devlet ve milletinin
temelini teşkil edecek; Hayfa’da kurulacak bir «Tekniyon» (Teknik Üniversite)
de müstakbel teknik eleman ihtiyacını derhal temine vesile olacaktı.
Kendisi daha kolay ve rahat çalışabileceği gerekçesiyle İngiltere’ye
hicret etti, Manchester Üniversitesine Kimya Profesörü olarak tayin edildi.
O günlerde Siyonist Teşkilâtın
merkezi Berlin’den Kopenhag’a nakledildi, İstanbul’daki temsilci Jacobson
başına geçti. Amerikadaki kol Brandeis ve S.Levin’in idaresinde idi. Londra,
teşkilâtın beyni mesabesindeydi ve Weizmann tarafından idare ediliyordu.
Başkan olarak teşkilâtın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri aleyhinde
çalışması ve bilhassa Filistin’i Türklerden alıp İngiltere tarafından işgal
edilmesi hususlarını temin etti.
Filistin’deki İşçi Teşkilâtı başta olarak bütün siyonistler türkler
aleyhinde çalışacak, İngiliz devlet adamları elde edilecek ve Arzı Mev’ûd ele
geçirilecekti.
Birinci safha bilâhare İsrail’in İkinci Cumhurbaşkanı olan Yitshak ben Sivi
ile uzun yıllar başbakanlığını ifa eden David ben Gurion’un idaresinde
gerçekleştirilecek, ikinci safhada Weizmann ile ünlü lord ve milyarder
Rothschild sahneye çıkacaklardı.
Siyonist
faaliyetin birinci safhasının gerçekleşmeyişi Suriye Valisi Cemal Paşanın
gayretleri sonucudur. Kudüs’te Zeytindağı üzerinde Türk Ordusu
karargâhının yanıbaşında yıkıcı faaliyete göz yumulamazdı. Cemal Paşanın emriyle Ben Sivi ve Ben Gurion başta olmak üzere bütün
siyonist elebaşıları tevkif edilip bazıları İstanbul’a sevkedildi. Çoğu da
hudut dışı edildi.
İkinci safha ise İngiltere ve Amerikada tam anlamı ile gerçekleştirildi.
Amerika başkan seçimlerine gidiyordu. Adaylardan Woodrow Wilson’un en yakın
mesai arkadaşları Yahudi idi. Propoganda için yapılan masrafları Henry
Morgenthau idare ediyordu. Cumhurbaşkanlığını kazanınca Millî Savunma Konseyi
başkanlığı, Harp Endüstrisi Dairesi reisliği ve Harbiye Nazırlığı gibi makamlara hep
Yahudileri getirdi.
H.Morgenthau savaş sonu sulh müzakerelerinde Amerikan heyeti başkanlığı
yaptı, Türkiyeye sefir olarak gidip ermeni meselesinde önemli faaliyetlerde
bulundu ve Paris Sulh Konferansına Siyonist Teşkilâtın iştirak etmesini temin
etti.
Hayim Weizmann ise İngiltere’de ünlü devlet adamı ve dışişleri bakanı Lord
A.James Balfour ile 1916 yılından itibaren başbakan olan Lloyd George’u tam
birer siyonist sempatizanı yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı daha devam ederken, Lord Rothschild ve Hay im
Weizmann’ın idaresinde harekete geçen Siyonist Teşkilâtı, vaktiyle Dr. Herzl’in
Sultan Abdülhamid’den alamadığı «müsaadeyi» temin faaliyetine girişti. Savaş
henüz devam ediyor ve Filistin Türkiye’ye dahil bulunuyordu. Çalışmaların
semeresi Siyonizm sempatizanı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord A.James
Balfour’un gayretiyle alındı. 2 Kasım 1917 tarihinde Lord Balfour Dışişleri
bakanı sıfatı ile teşkilât başkanı Lord Rothschild’e şöyle yazıyordu :
«Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurulmasını
terviç etmektedir. Bu arada Filistin’de bulunan gayr-ı Yahudi unsurların
medenî ve dînî hakları bakî kalacaktır... Bu deklârasyonu Siyonist
Federasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum..»
Filistin’de İngilterenin himayesi altında bir Yahudi kolonisi kurmayı
hedef tutan Siyonist îcra Komitesinin çalışmaları A.B.D. Cumhurbaşkanı W.
Wilson tarafından da hararetle destekleniyordu. Savaş 1918 yılında sona
ermezden önce H. Weizmann Filistin’e gitti ve İngiliz Başkumandanı General
Edmond Allenby’nin askerlerinin memleketi işgal etmelerini kolaylaştırmaya
uğraştı. Ayni yıl Kudüs’te Skopus Dağı üzerinde, General Allenby’nin de hazır
bulunduğu bir merasimle Kudüs İbrani Üniversitesi’ni açtı.
1919 Yılı Şubat ayı sonunda Paris’te toplanacak Sulh Konferansına Siyonist
Teşkilât da delege gönderecekti. Ancak daha önce Filistin’de durumlarını
kuvvetlendirmeleri gerekiyordu. Artık Türkler çekilmişti, İngilizlerle
birleşip Türkiyeye karşı çalışan arapları kendi cephelerine kazanmaları
zarureti vardı.
H. Weizmann bu gaye ile Hicaz Kralının oğlu Prens Faysal ile Amman’da
gizli müzakerelere girişti. Filistine gelecek Yahudi muhacirlerinin araplara
hiçbir zararı dokunmayacağına «ikna» etti. Bilâhare taraflar arasında
Londra’da imzalanan anlaşmada şu maddeler de bulunuyordu :
1— Arap Devleti ve Filistin arasında iyi niyete dayanan samimi bir dostluk
tesis edilecek, araplarla Yahudilerin hakları ayni dürüstlük ve hassasiyetle
korunacaktır.
2— Filistin’in idaresiyle ilgili teşkilât, İngiltere Hükümetinin 2 Kasım
1917 tarihli (Balfour) deklarasyonunun ışığında kurulacaktır.
3— Yahudilerin Filistine büyük mikyasta hicretlerinin temini için bütün
tedbirler alınacak ve mümkün olan süratle memlekette yerleşmeleri temin
edilecektir.
4— Taraflar Sulh Konferansından önce bütün konularda tam anlaşmaya varmış
bulunduklarını ilân edeceklerdir.
27 Şubat 1919 da Paris Sulh Konferansına H. Weizmann, Nahum Sokolow,
Ussişkin gibi liderler iştirak ettiler. «Millî Yahudi vatanı tâbiri ile
Filistinde müstakil bir devlet mi kurmak istedikleri» şeklindeki bir soruya
verdikleri cevap son derecede politiktir: «Siyonist Teşkilâtı hiçbir zaman
muhtar bir idare peşinde değildir. Filistinde herhangi bir idare altında yerleşmek
ve yılda 70-80 000 muhacir sokmak, Yahudi okulları açmak, buralarda İbrani
dilini öğretmek ve sizler gibi bir millet olmak arzusundadır».
20 Nisan 1920 de Sulh Konferansı Balfour Deklârasyonunu kabul ve tasdik,
ayni zamanda Filistin bölgesinin İngiliz Mandasına gireceğini ilân etti.
İngilteredeki faaliyetlerin bir sonucu olarak 1920 Temmuzunda Filistin
Mandası Yüksek Komiserliğine Herbert Samuel adlı bir Yahudinin tayini temin
edildi. Bu tayini protesto etmek isteyen arapların hareketleri şiddetle, kan
dökülerek bastırıldı. Arap hareketinin başında Hacı Emin el-Hüseynî vardı.
Yakalanıp iki yıl hapse mahkûm edildi ise de memleketten kaçmaya muvaffak oldu.
MANDA
İDARESİNDEN İSRAİL DEVLETİNE
Yüksek Komiser Herbert Samuel bir taraftan Emin el Hüseynî’yi Kudüs
Müftülüğüne tayin ve emrine arazi tahsis ederek Arapları yatıştırırken, Yahudi
muhaceretini de hızlanlandırdı, ayda 1000 kişiye çıkardı. 1918 de 47 000 olan
Yahudi nüfus 1922 de 80 000 i geçti. O sıralarda İngiltere kabinesinde meydana
gelen değişiklikle birlikte Filistin ve Yahudiler hakkmdaki resmî görüş zahiren
değişti. 1 Temmuz 1922 de bir beyanname ile Filistin’in İmparatorluk camiası
içinde bir Manda olduğu, orada muhtar veya başka bir şekilde bir Yahudi
devleti kurulmasının veya bölgenin Yahudileştirilmesinin kabul edilmeyeceği ilân
edildi. Fakat Yahudi muhacereti artarak devam etti. Bu beyannamenin sadece
Arapları tatmin için olduğu ortaya çıktı.
Polonya’nın kitle halinde hudut dışı ettiği Yahudilerin 40 binlik iki gurup
halinde Filistin’e gelişi «Keren Hayesod» adlı teşkilâtın sarsılmasına sebep
oldu. İşsizlik sonucu sefalet başladı. Weizmann ve arkadaşlarının şiddetle
tenkid edildikleri günlerde amerikalı zengin Yahudiler muazzam yardımlara başladılar.
Ziraat ve bilhassa narenciye konuları geliştirildi.
1935 Yılında Yahudi nüfus 400 000 e, 1942 de 550 000 e ulaştı. En büyük
Yahudi şehri Tel-Aviv’in yanında kurucusu zenginlerin adlarını taşıyan
şehirler teşekkül etti.
Bölgedeki yarım milyonu aşan Yahudi nüfusun maddî refahı temin edildikten
sonra gayrı resmî olarak ordu teşkili faaliyetine girişildi. Daha sonra
Genelkurmay Başkanı olarak arap kuvvetlerine karşı savaşı idare eden Moşe
Dayan’ın birkaç yıl önce yayınlanan hatıralarında, bu ordunun kuruluşu
sırasındaki maceralar anlatılmaktadır.
1947 yılma kadar milliyetçi Arap gurupları ile çıkan mevzii çatışmalar ile
İngiltere hükümetinden muhtariyet temin gayretleri devam etmiş, Siyonist
Teşkilâtı o yıl meseleyi NewYork’ta Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna
aksettirmiştir. Genel Kurulda cereyan eden müzakerelerden sonra yapılan oylamada
üyelerin 2/3 çoğunluğu Filistin’in Yahudi yurdu olduğu hususunda karar verince
derhal bir hükümet kurulmuş ve akabinde de meşhur «Filistin Savaşı»
başlamıştır.
Üzerinde pek çok söz söylenilen ve dedikodu edilen Filistin Savaşı çok
enteresan safhalar geçirmiştir. Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır
ordularının hep birden ve üstün kuvvetlerle taarruza geçtikleri bölgede bir
türlü kat’î netice alınamamıştır. 1948 yılı baharında arap
orduları Tel-Aviv civarında birbirlerine kavuşup sonuca ulaşacakları sırada,
kuvvetlerin hiç sebep yokken hep birden ricata başlamalarını bazı çevreler o
zamanki Mısır Kralı Faruk, Irak Kral Naibi Abdülillah ve Ürdün Kralı
Abdullah’ın Siyonist Teşkilât tarafından «satın alınmış olmalarına»
bağlamışlardır.
Karşılık mikdarı yazılmadan imzalanarak gönderilen çekler
üzerine adı geçen hükümdarlar tarafından ric’at emri verildiği söylenir. Fakat henüz çok yakında cereyan etmiş olayların içyüzü tabiidir ki pek çok
yıllar sonra ortaya çıkacaktır. Nitekim Dr. Theodor Herzl öldükten sonra
hatıraları kısmen yayınlanmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda dahi tamamı dünya
efkârı umumiyesine sunulmamıştı. Hatıralarda adı geçen kimselerin hayatta
bulunmaları, milletlerarası münasebetlerde skandal yaratacak hususların olması
bunun sebebi idi. Filistin’de araplarla
Yahudiler arasında cereyan eden olayların da tam aydınlığa kavuşması ancak
yıllar sonra mümkün olacaktır.
Kaynak: SİYONİZM
VETÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK
YAYINLARI, 1967-KONYA
[1] Adı geçen
yazar Eugen Kari Dühring’dir (1833-1901). Alman felsefecisidir. 1881 yılında
«Die Judenfrage als Frage der Rassenschalichkeit für Existenz, Sitten und
Kultur der Völker» «Milletlerin kültürü, ahlâkı ve varlığı için ırkî bir
tehlike, Yahudi meselesi» adlı kitabmda Yahudi ırkına karşı mücadeleye
girişilmesi lüzumunu ortaya atmış ve bu fikir birçok muhitlerde sempati ile
karşılanmıştır.
[2] Almanya
ve Avusturya’da Yahudilere hakaret olmak üzere söylenen bir küfürdür. Lâtince
«Yeruşalaym elden gitti» anlamına gelen cümlenin baş harflerinden meydana
getirildiği söylenir.
[3] Baron
Maurice de Hirsch (1830-1896), Avrupa, bilhassa doğu Avrupa memleketlerinden
sürülen Yahudileri Arjantine yerleştiren, onlara iş ve toprak temin eden
«Jewish Colonization Association» adlı teşkilâtı kuran ve 250 milyon Türk
lirası sarfeden tanınmış Yahudi zenginidir.
[4] Şavuot
haftalar anlamına gelen ibranice bir kelimedir. Pesah yani «hamursuz
bayramından» itibaren yedinci haftanın son günü (yani ellinci gün) gelir. Hasat
zamanı olduğundan «Biçme Bayramı» da denilir.
[5] Baron
Hirsch’in, Yahudileri Arjantinde iskân etmek için kurduğu teşkilâtın adıdır.
[6] Avrupa’da
bilhassa belli başlı şehirlerde, yalnız Yahudilerin oturmalarına mahsus mahallelere
verilen isimdir. Bu mahaleler yüksek bir duvarla çevrilir, ancak belirli
kapılardan şehre çıkılabilirdi. Bunların en tanınmışı, ikinci dünya savaşı
sırasmda içindekilerle birlikte imha edilen Varşova ghettosu-
[7] Hazreti
Musa (İbrani dilinde Moşe) İsrailoğullarını Mısır’dan Firavunun tasallutundan
kurtarıp Kızıldeniz yoluyla çıkardığı zaman, onlar çok uzun yıllar esarette
kalmış olduklarından bir millet olma vasfını
kaybetmişlerdi. Sadece karınlarını doyuran bir efendiye bağlı olmak onlara
kâfi geliyor, ötesini düşünmüyorlardı. Sina yarımadası ve Necef çöllerinde
kırk yıl müddetle dolaştıktan sonra Kuzeye çıkmışlar ve Arz-ı Mev’ûd’a
(Filistin) girerek devlet kurmuşlardı. Bu kırk yıllık dolaşmayı, Hazreti
Musa’nın, esareti tanımayan, bilmeyen ve yeni ölçüler içinde bir millet yaratma
gayesiyle yaptığını kabul etmekte idiler. Dr. Herzl de 2000 seneye yakın zaman
esir veya azınlık hayatı sürmüş ve hakir görülmüş Yahudileri eğitime tâbi
tutarak, Hz. Musa gibi 40 yıl değil, fakat 20-30 senede bir millet haline
getirmeyi ve Arz-ı Mev’uda öyle gitmeyi düşünmekteydi. «Zamanla doğuracağı
sonuçları ne siz, ne de ben görebileceğiz» demesinin sebebi de budur.
[8] «Çıkış»
veya «Huruç» Tevrat’ın ikinci kitabıdır. Başlarında peygamber Hazreti Musa
olduğu halde, İsrailoğullarının Mısırdan çıkışlarını anlatır.
[9] Israiloğulları
Mısır’dan Hz. Musa ile çıktıktan az sonra, onun bir ara yanlarından ayrılması
üzerine, altından bir buzağı yapıp ona ibadete başlamışlardı. Hz. Musa uzun
çabalardan sonra tekrar yola sokabilmişti.
[10] Birincisi
Venedikli, İkincisi alman iki büyük Yahudi iş adamı ve bankerdirler.
[11] Moritz
Güdemann (1885-1918), Viyana’daki Yahudi cemaatinin baş rabbisi. Yazdığı
kitaplar bütün doğu Avrupa Yahudi çocuklarına okutulmaktaydı.
[12] Baş Rabbi
Güdemann’ın arkadaşı, zengin bir Viyanalı Yahudidir. Başlangıçtan itibaren
hareketin mürevviçlerinden ve Dr. Herzl’in yardımcılarındandır.
[13] Türkçede
«Haham» dediğimiz din görevlisi.
[14] Max
Nordau, Dr. Herzl’in yakın mesai arkadaşlarından olan Yahudi tabib, yazar ve bir
alman gazetesinin Paris muhabiridir. 1923 yılında bir rus siyonisti tarafından
vurularak öldürülmüştür. Katil, onu, Yahudilerin Uganda’da yerleşmelerine
çalıştığı için vurduğunu mahkemesi görülürken ifade etmiş-
[15] Hovevey
Siyon (Siyonu Sevenler) 1870 yılında David Gordon tarafından ortaya atılıp
sonra bilhassa Rusya’da gelişen bir teşkilâttır. 1882 yılında organize hale
gelmiştir. Bir gurup Yahudi genç Hovevey Siyon’un yardımı ile o yıllarda
Filistine yerleştirilmiştir. Hareket tamamen millî bir Yahudi hareketidir.
önceleri politik Siyonizm hareketine cephe almış ise de sonra Siyonist
Teşkilâtı tarafından absorbe edilerek bünyesi içine alınmıştır.
[16] Bu tahmin
gerçekten doğru çıkmış ve devlet 1948 yılında kurulmuştur.
[17] Leopold
Landau Berlin Tıp Fakültesi profesörlerindendir. Tanınmış bir alman
siyonistidir. Birçok faaliyette bulunmuştur.
[18] Michael
de Newlinsky, aristokrat bir polonyalıdır. Petersburg (Leningrad)
Üniversitesinde okumuş, Moskoya’da çeşitli dergilerde yazı hayatına atılmıştır.
Sonra Macar ve Avusturya tabiyetine geçmiş, Hâriciyeye intisap ederek İstanbul’da
Avusturya-Macaristan sefaretinde vazife almıştır. Daha başlangıçtan itibaren
sultan ikinci Abdulhamid’in şahsî dostluğunu kazanmış ve Dr. Herzl’in doğrudan
doğruya İstanbul ve Yıldız’la temasa geçmesinde kolaylıklar sağlamıştır.
[19]
Filistinde kurulmuş olan Yahudi devleti en geniş hududlarına Hz. Davud ve
Süleyman devirlerinde ulaşmıştır. O devirdeki hududların ihyası anlamına bu
slogan ortaya atılmaktadır.
[20] Bu zatın Yahudi
iken önce ortadoks sonra katolikliğe geçtiği ve İstanbul’da almanca çeşitli
gazeteler çıkardığı bilinmektedir, önce «Osmanische Post» olan gazetenin adı
sonraları değişmiştir. Gayesi şarka ait her türlü fakat bilhassa İktisadî
konularda bilgi vermek olduğu söylenebilir. Ne zaman ve nerede öldüğü
bilinmemektedir.
[21] İzzet Bey
tarihimizde «Arap İzzet Paşa» diye tanınan zattır. Şam’da doğmuş, saraya
intisap etmiş ve Abdülhamid’in önce ikinci kâtipliğine getirilmiş, daha
sonraları rütbesi vezirliğe yükseltilerek paşalığa nasbedilmiştir. Devlet
işlerinde söz ve nüfuz sahibi, zengin bir arabın oğlu olmasına rağmen para ve
rüşvete düşkün bir kimse olarak bilinir. 1908 yılında meşrutiyet ilân edilince
İstanbul’’dan kaçmış, 1924 de ölmüştür.
[22] Osmanlı
Devletine borç verilecek meblâğları tayin ve tespit eden komisyonun adıdır.
Bunu günümüzde de ayni işle meşgul olan «Konsorsiyum»a benzetebiliriz.
[23] Müteaddit
defalar Ingiltere Başvekilliği yapmış ünlü devlet adamıdır. Son Başvekilliği
1895-1902 yılları arasındadır.
[24] Leşana habaa biyeruşalaym cümlesi dış
memleketlerdeki Yahudilerin çeşitli vesilelerle söyledikleri bir dua
cümlesidir. İnşallah bu kutlamayı bir dahaki sene Yeruşalaymda yaparız, orada
oluruz anlammadır.
[25] Adı geçen Yusuf Ziya Paşadır.
Bestekâr olarak da meşhur olan Ziya Paşa 1864 yılında Hariciye Nezaretine memur
olarak intisap etmiş, 1869 yılında Berlin Sefareti ikinci kâtipliğine tayin
edilerek diplomasi mesleğine girmiş, Viyana, Atina ve Petersburg (Leningrad)’da
sefir veya müsteşar olarak bulunmuştur. Paris sefiri iken Devlet Şurası
azalığına getirilmiştir. 1908 Meşrutiyetinden sonra Ticaret Nezaretine
getirilmiş, bir ara Washington Sefiri, sonra Ayan (Senato) Meclisi üyesi,
Maarif Nazırı olmuştur. 1929 yılında ölmüştür.
[26] Karatodori Paşa rum asıllıdır.
Fransa ye Almanyada hukuk tahsil etmiş, devlet hizmetine girmiş,
Roma sefaretinde, Berlin Kongresi murahhaslığında bulunmuştur. Uzun yıllar
Girit valiliği yapmıştır. 1896 yılında Sultan Abdülhamid’in baş tercümanı
bulunuyordu.
Ahmed Tevfik Paşa son Osmanlı Sadrazamıdır. Birçok
sefaretlerde, hariciye nazırlığında bulunmuştur. 1936 yılında ölmüştür.
[27] Dünyadaki yahudüer üç büyük
guruba ayrılırlar. 1) Sfaradîm, 2) Eşkinazîm, 3) Mizrahîm. Birinciler
İspanyadan sürülerek Osmanlı İmparatorluğu hududları içine II. Bayezid
tarafından yerleştirilmiş olanlardır ki Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan ile
bazı balkan ülkelerinde bulunurlar. İkinciler Avrupa ve Amerika Yahudileridir.
Üçüncüler, şark ve ortaşark ülkelerindeki Yahudilerin adıdır.
[28] «Gelecek sene Yeruşalaymda»
anlamına.
[29] İngiliz Yahudilerinden, bankacı
ve Güney Afrikada mücevher madenleri işleticisi, şirketin kurucusu.
[30] Viyana Yahudilerinden bir zengin.
[31] Cavit Bey, 1895-1901 arasında
Sadarette bulunmuş olan Halil Rifat Paşanın oğludur. Siyasî ilimler tahsilinden
sonra devlet hizmetine girmiştir. İnsafsızlığı ve merhametsizliği ile ün
yapmıştır. Galata köprüsü üzerinde bir arnavut tarafından katledilmiştir.
Babasının onun acısına dayanamayarak öldüğü söylenir.
[32] Bir macar devlet adamının
oğludur. 1873 yıllarında Îstanbula gelmiş, itfaiye teşkilâtını kurmuş ve başına
geçmiş, sonra paşa ve müşirliğe yükseltilmiştir.
[33] Sarıca Ragıp Paşa diye tanınan
zattır. 1887 yılında Sultan’ın kâtipliğine getirilmiş, sonra rütbesi paşalığa
yükseltilmiştir. 1908 meşrutiyetinden sonra (Ege adalarına sürülmüş, ölümüne
kadar orada kalmıştır.
[34] Gazeteciliği, popüler
romancılığı ve bir dereceye kadra da devlet adamlığı ile tanınmıştır. 1876
yılından itibaren Abdülhamid’i tutmuş, onun fikirlerini savunmuş ve bazı
devlet hizmetlerinde de bulunmuştur. 1908 meşrutiyetinin ilânından sonra İstanbul
Üniversitesinde Tarih dersleri vermeye başlamıştır. Çeşitli konularda pek çok
eseri vardır.
[35] Siyonist Teşkilâtının resmî
görüşlerini aksettiren haftalık mecmuadır. Gerçekten 4 Haziran 1897 yılında
ilk sayısı çıkmış ve sonra da muntazaman devam etmiştir. «Ha-Olam» (Dünya)
adlı ibranice nüshası 1949 yılına kadar devam etmiştir.
[36] Aleksander III ve Nikola II.
devri Rusyasının kudretli ve nüfuzlu devlet adamlarmdandır. Yahudi düşmanlığı
ile tanınmıştır. «Yahudi meselesinin bir tek hal şekli vardır: Bunların üçte
biri kovulmalı, üçte biri hıristiyanlaştırılmalı ve kalanları da imha edilmelidir»
fikrindeydi.
[37] Aslen Polonya Yahudisidir.
Maliye ve askerlik konusunda tenkidleriyle tanınmıştır. Kalvinist olmakla
beraber Yahudi dinini de muhafaza etmiş bir kimsedir.
[38] Listede her sınıftan şahıs
bulunmaktadır. Meselâ (A) Başmabeynci, (B) ve (C) padişahın yakınları, (D)
Harbiye Nazırı Memduh Paşanm hususi kâtibi, (E) Hariciye memuru, (F) Sultanın
şifre memuru, (G) ermeni asıllı hariciyeci (H) Sarıca Ragıp Paşa, (1) Sultanın
ahır ve atlarına bakan hizmetkârı, (J) Halil Rifat Paşa v.s. dir.
[39] Arminius Vambery enteresan bir
şahsiyettir. Macar Yahudisi iken şarkiyata meraklanmış, 1857 yılında İstanbul’a
gelmiş ve Fuat Paşanın kâtibi olmuştur, az sonra da ihtida ederek İslâmî din
olarak seçmiştir. Reşid Efendi adı altında Ortaasyada seyahatler yapmış,
neşriyatta bulunmuştur. Budapeşteye dönüşte protestan ve üniversiteye profesör
olmuştur. Türkiyeye çeşitli sebeplerle birçok seyahatler yapmış, Abdülhamid’in
şahsî dostluğunu kazanmış ve son yıllarda da Herzl hesabına çalışmaya
başlamıştır. 1913 de ölmüştür.
[40] Bir
fenerle duvara aksettirilen ve birdenbire büyüyen şekiller.
[41] Miladî
birinci yüzyılda bir Romalı kölenin hikâyesidir. Arslanlara atılan Androclus’a
arslan birşey yapmaz, arenada canını bağışlar, köle de sonra Afrikada bir
devlet kurup başma geçer.
[42] Fransızca
cereyan eden konuşmada Dr. Herzl’in hırsızlık diye çevirdiğimiz sözü yerine
kullandığı kelime «Voler» dir ve iki mânaya gelmektedir: Hırsızlık ve Uçmak. Bu
ikili anlamdan faydalanmaktadır.
[43] Ahmed
Rıza Bey Avrupaya giderek «Meşveret» gazetesini çıkaran öntürklerdendir. Bu
gazete ile hükümet ve Abdülhamit aleyhinde faaliyetlerde bulunmaktaydı. Orada
siyasi bir komite kurmuş, sonra makedonyadaki bir teşkilâtla birleşerek Ittihad
ve Terakki’yi kurmuştu. 1908’den sonra mebus bilâhare ayan reisi olmuştu.
1930’da ölmüştür.
[44] Yukarıda
bir kere daha adından bahsedilen bu zatın Deli Fuad Paşa diye tanınan paşa
olması muhtemeldir. Sonraları Abdülhamid’e suikast tertibinden idama mahkûm
olmuş fakat cezası Şam’a sürgüne çevrilmiştir. TürkRus ve Yunan savaşlarında
gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle müşirliğe yükselmiştir. Meşrutiyetten
sonra tekrar görev almış ve Balkan savaşında İstanbul’’u müdafaa etmiştir. Ayan
Meclisi üyeliğinde bulunmuştur. 1931 de ölmüştür.
[45] «Kudüs
İbrani Üniversitesi» projesi tabiidir ki Sultan Abdülhamid tarafından
reddedilmiş, hatta nazar-ı itibara bile alınmamıştır. Ancak Filistin Birinci
Dünya Savaşı sonunda işgal edilip burada İngiliz Manda İdaresi kurulduğu zaman
Dr. Herzl’in kurduğu teşkilât yeniden faaliyete geçmiş ve 1925 yılında bu
üniversitenin «Skopus Dağında kurulması tahakkuk etmiştir. Kurulduğu günden
beri İbrani dili ile tedrisata başlayan bu üniversite denilebilir ki bugünkü
İsrail Devletinin temelini teşkil etmiştir. 2000 senedir kullanılmadığı için
ölü diller arasına karışan ibranice canlandırılmış, en İlmî metodlarla
geliştirilmiş ve bir ilim dili hüviyeti kazandırılmıştır. İsrail’in devlet idaresi
ve hâriciyesinde vazife alanların hemen hepsi bu üniversitenin yetiştirdiği
elemanlardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar