Print Friendly and PDF

Dr. Theodor Herzl GÜNLÜKLERİ

 

SİYONİZM VE TÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl GÜNLÜKLERİ 1. BÖLÜM

Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

 

GİRİŞ

Siyonizm ve Siyonist kelimelerinin çok eski bir tarihi var­dır. İkibin yıla yakın zamandır kullanılan ve görünüşe göre daha da kullanılacak olan bu kelimelere verilen anlamlar bilhassa Türkçede çok değişik ve ekseriya da yanlıştır.

Siyonizm ve Siyonist’in ne olduğunu bilmek için önce «Si­yon» un ne olduğunu bilmek, bunun için de milattan 12 yüzyıl geriye giderek Mısır’da Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) ve Firavun arasında başlayan mücadeleden itibaren Yahudi tari­hine kuş bakışı bir göz atmak lâzımdır.

Milattan önce 1200 yılları civarı, tamamen kesin olmamak­la birlikte, Hazreti Musa’nın bi’setinin yani peygamberliğinin başladığı yıllardır. O devirlerde İsrailoğulları Mısır’da esir ola­rak bulunuyorlar, çok daha önceden Hazreti Yakub ve oğlu Hazreti Yusuf’tan tevarüs ettikleri t e v h i d dinine sarıla­rak putperest mısırlılar arasında yaşıyorlardı. Gerek Ahdi Atik’te ve gerek Kur’ân-ı Kerîm’de oradaki hayatları hakkın­da pek çok şeyler anlatılmaktadır. Firavun’un gördüğü bir rü­ya üzerine, doğan bütün Yahudi erkek çocuklarının öldürülme­sini emretmesi, o sıralarda doğan Hazreti Musa’nın ise bizzat Firavunun sarayında büyütülmesi meşhurdur. Gençlik yılla­rında bir mısırlıyı kazaen öldürünce korkarak Mısır’dan kaçan Hazreti Musa Tûr-ı Sina’da İlâhî vahye mazhar olur ve kardeşi Harun ile beraber tekrar Mısır’a, Firavun’un diyarına onu hak dine davet etmek vazifesiyle gider. Bu vazifenin mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Kerîm ile Ahd’i Atîk’in elimizde bulunan mensuh nüshasının ifadeleri arasında farklar vardır. Gayemiz iki din arasındaki görüş farklarını tespit olmadığı için burada ta­mamen Yahudi ananesindeki silsileye sadık kalarak olayların gelişmesini göreceğiz.

Hazreti Musa çeşitli mucizeler göstererek İsrailoğullarını Firavun’un elinden kurtarmış ve yine mucizevî bir şekilde Kızıldeniz’den geçirerek Mısır’dan çıkarmıştır. Bugün Sina dağı­nın bulunduğu çölde kavmi ile kırk yıl kadar dolaşan ve Tev­rat’ı tebliğ eden Hazreti Musa bu süreyi yeniden bir millet yaratmak için kullanmıştır denebilir. Köle hayatına alışmış bir kavme millet hüviyeti vermenin imkânsız olduğunu görünce gözlerini yeni nesle çevirmiş, onları belirli prensipler dairesin­de eğiterek âdeta yeniden yarattığı bir kavim ile kuzeye doğ­ru hareket etmiştir. Hedef kendilerine «Vadedilmiş Toprak». Arz-ı Mev’ûd yani bugünkü Filistindir. Hazreti Musa daha Şeria vadisinde iken, Filistine giremeden vefat edince halefi Yoşu’a kavmin başına geçmiş ve bu toprakların asıl sahipleri «Filistîleri» kovarak kendileri yerleşmişlerdir. Şilo şehri yakının­da Gerizim dağında kurbanlarını takdim edebilecekleri bir «Mezbah» inşa etmişlerdir. An’aneye göre dinî emir ve nehiylere hakkiyle riayet etmedikleri için Allah Filistîleri bunların başına musallat etmiş ve M.Ö. 1100 yıllarında Yahudiler yenil­mişler, memleketten kovulmuşlar ve mezbahları da yıkılmış­tır. Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerinde Yahudilerin dinden uzaklaş­maları ve Allahtan başka ilah edindikleri için cezalandırıldık­ları anlatılır. O sıralarda gelen Samuel adlı nebileri bunları tekrar ıslah ile eski itikatlarına döndürür, birliği yeniden ku­rar. Saul’un riyasetinde bir krallık kurarlar. M.Ö. 1015 yılında tahta geçen Hazreti Davud (David) bugünkü Kudüs’ü başşe­hir yapar. Krallık en muhteşem devrini Hazreti Süleyman dev­rinde yaşar. Hârika kuvvetlerin sahibi olan Hazreti Süleyman başşehir Yeruşalaym’da (Kudüs) meşhur «Süleyman Mabed»i­ni «Siyon» Dağının üzerinde inşa ettirir. Bu mabede Yahudi an’anesinde «Beyt Hamikdaş» (Kutsal Ev) denilir.

Allah tarafından seçilmiş ve Hazreti Süleymana bildirilmiş olan yerde inşa edildiğine inanılan Mabed’in Yahudi dinindeki yeri pek büyük ve önemlidir. Bina edildiği yer bugünkü Ku­düs’te «Ömer Camii»nin bulunduğu sahadır ki zamanımıza an­cak bir tek «Batı Duvarı» intikal etmiş bulunmaktadır. Yahu­dilerin «Ağlama Duvarı» diye tanınan bu duvar halen durmak­ta ve ziyaret edilmektedir. Mukaddes kitapları olan Ahdi Atîk’de ve bunun ilk beş kitabını teşkil eden Tevrat’ta, yerine ge­tirilmesi sadece Mabed’in varlığına dayanan yüzlerce emir bulunmaktadır. Mabed, buradaki Başkohen ve Kohenlerin yani din adamlarının gerek kurbanlar, gerek diğer takdimeler ve bilhassa vergilerin toplanmasında görevleri bulunmaktadır. Belirli ibadetler ancak Mabed ve Başkohen’in varlığı ile müm­kün olabilmektedir. Dolayısiyle Mabed olmaksızın Yahudi di­ninin vecibelerinin ifasına imkân yoktur.

Bu Mabed M.Ö. 586 yılında Babil Kralının Filistini işgali sırasında yıkıldı ve Yahudiler esir olarak Babilonya’ya yani bugünkü Irak’a götürüldüler. Tarihteki meşhur «Babil Esareti Devri» budur. Yetmiş yıl devam etmiştir. İran’ın Babilin hâkimiyetine son vermesi ve İmparatorun Yahudilere lütufkâr davranması sonucu tekrar Filistine gelen Yahudiler 70 yıl sonra M.Ö. 516 yılında Mabed’i ikinci defa ayni yerde yeniden inşa ettiler. İlk Mabed’in o zamana kadar duran temelleri ve duvar­ları aynen muhafaza edildi.

Tarihte «İkinci Mabed Devri» diye tanınan bu devirde M.Ö. 332 yılında Büyük İskender’in Doğu Seferi sırasında ba­ğımsızlıklarını yeniden kaybettiler. İskender sadece siyasî hakimiyetlerine son vermiş fakat din işlerinde tamamen serbest bırakmıştı. Fakat ani ölümü üzerine bu bölgeye hâkim olan Ptoleme Soter idaresinde Yahudiler rahat durmayıp isyan etti­ler. Ptoleme Soter isyanı şiddetle bastırdı ve büyük bir kısmı­nı esir olarak Mısır’a götürüp İskenderiye şehrine yerleştirdi.

Sonra da din işlerinde yeniden serbesti tanıdı. İskenderiye’deki Yahudi cemaatinin düşünce tarihinde önemli bir yeri vardır. Yeni-Eflatuncu görüşün vatanı, Philo’nun yetiştiği muhit burasıdır.

Filistin bölgesinin yeni hâkimi İmparator Antiyokus Epifanes daha önceki müsaadeleri iptal edip, Yahudi dinini orta­dan kaldırarak yerine yunan dinini ipka faaliyetine girişti. Her şehre stadyumlar, tiyatrolar ve tapınaklar inşa ettirerek halkı yunan tanrılarına ibadete zorladı. Yahudilerin bir kısmı bu sı­rada «yunanlaş»makla beraber, dine sadakatla bağlı olanlar da vardı. Bunlar önceleri pasif mukavemete başladılar. Kâhin Matityahu ve oğullarının başa geçmesiyle isyan mahiyeti kazanan «Makabi harekâtı» M.Ö. 157 yılında başarı kazandı ve Makabi Devleti kuruldu. Halen dünyanın çeşitli yerlerinde Yahudiler tarafından kurulan Makabi Cemiyetleri ismini buradan almak­tadır. Bu hâkimiyet Roma İmparatorluğunun fetihleri sebebi ile pek uzun ömürlü olamadı ve M.Ö. 37 yılında sona erdi. Ro­ma, Herod’u başlarına kral tayin edip din işlerinde de serbesti tanıdı. Fakat Yahudilerin her fırsatta isyan etmeleri üzerine Titus kat’î harekete girişerek M.S. 70 yılında Mabed’i yerle bir etti, çoğunu kılıçtan geçirdi, kalanların çoğunu da dünyanın dört bucağına sevkederek esir pazarlarında sattırdı.

Mabed’in Babil Krallığı ve Romalılar tarafından tahripleri, calib-i dikkattir ki ayni ayın ayni gününde (9 Ab) vaki olmuş­tur. Bu gün Yahudi dininde en büyük yas günüdür.

Mabed’in ortadan kalkması ve birkaç şehirdeki küçük ce­maat hariç bütün Yahudilerin dağıtılmaları ile dinin de orta­dan kalkmasından endişe eden din bilginleri derhal Yohanan Ben Zekkay’ın başkanlığı altında Yavne şehrinde toplanarak bir okul açarlar ve öğretime başlarlar. Bu okul birkaç yüzyıl Yahudilerin dinî merkezi olarak hizmet görür. Bundan sonra dinî merkezlik Irak Yahudilerinin kurdukları akademilere ge­çer. Filistin’deki Talmud’dan sonra Babil Talmud’u burada tedvin edilir (499 yılı). Ahdi Atikten sonra dinin kaynağını bu kitaplar teşkil etmektedir. Bu arada eski bir Yahudi mezhebi tarafından kurulmuş olan Sinagog (Havra) müessesesi dinde Mabed’in yerine ikame edilir. Yabancı diyarlarda «Sürgün»de bulunulduğuna nazaran dinî emirlerin nasıl yerine getirilecek­leri hususunda kararlara varılır ve bugün yaşadığı şekliyle «Ortadoks Yahudilik» kurulur. İşte bu andan itibaren de Siyonizm ideali doğar.

Siyonizm, en geniş anlamı ile, Arzı Mev’ûd yani Filistin dışındaki bütün Yahudileri yine orada toplamak ve sonra da Süleyman Mabedini Siyon Dağı üzerinde yeniden inşa etmek idealidir şeklinde tarif edilebilir.

Tevrat ve Ahdi Atîk’in mahiyeti icabı, Yahudilikte din ile devleti kesinlikle biribirinden ayırmak imkânsız görünmekte­dir. Bu itibarla dinî bağımsızlıktan hemen sonra siyasî bağım­sızlık da şart bulunmaktadır. Daha Mabed romalılar tarafın­dan tahrip edilip dinî serbestîye son verilmezden önceki yıl­larda sahneye çıkan bazı kimseler «Mesih» olduklarını iddia ederek Yahudileri çevrelerinde birleşmeye çağırmış ve siyasî bağımsızlık için uğraşmışlardır.

Bu kimseler Ahdi Atîk’in çeşitli yerlerindeki Mesih görüşüne istinat etmekte idiler. Kitap’ta anlatılan bu görüş çok mübhem ve dolayısiyle her türlü tevile müsaittir.

Meselâ şöyle cümleler vardır: «İsrail üzerine hükümdar olacak adam bana senden çıkacaktır; onun çıkışı eski vakit­ten, ezelî günlerdendir».

«Ey Siyon Kızı! Büyük sevinçle coş, ey Yeruşalaym kızı bağır, işte kralın âdildir ve kurtarıcıdır, alçak gönüllü ve bir eşek üzerine, evet, eşek yavrusu üzerine binmiş sana geliyor». Burada geçen «Siyon Kızı» ve «Yeruşalaym Kızı» deyimleri İbrani dilinde İsrailoğulları anlamındadır.

Diğer bir ibare de şöyledir :

«îşte rabbin büyük ve korkunç günü gelmeden önce ben size Peygamber Eliyahu’yu göndereceğim». Büyük ve korkunç gün kıyamet günüdür.

Hıristiyanlara göre Ahdi Atîk’in Mika, Zekeriya ve Malaki kitaplarında bu şekilde anlatılan ve haber verilen Hazreti İsa’­dan başkası değildir. O, ananelerine göre, gerçekten bir beyaz eşek yavrusuna binerek zuhur etmiş, ama Yahudiler ona inan­mamışlardır. İddialarına göre Mabed’in tahribinden sonra hıristiyanlığı kabul eden bir kısım Yahudiler deliller göstererek İsanm Mesih olduğunu ispat etmişler ve Romanın zulmü ile Mabed’in tahribinin asıl sebebinin M e s i h ’i kabul et­memelerinden dolayı İlahî cezayı hak etmiş olmaları olduğu­nu söylemişlerdir.

Tarihî gerçek şudur ki, münferit vak’alar dışında Yahudiler genellikle İsa’yı «sahte mesih» saymışlar ve hiçbir zaman ka­bul etmemişlerdir. Bununla da kalmamışlar, hristiyan inancına göre, onun aleyhinde çalışmışlar ve sonunda çarmıha gerilme­sine sebep olmuşlardır. Onun için Yahudiler lânetlenmişlerdir. Bu lânetten sonra gelen nesiller de kurtulamamışlardır. Gün­lük ibadetlerde Yahudiler için okunagelen bu lânetleme beddu­aları şu son yıllarda Papanın emriyle dua mecmualarından çı­karılmaya başlanmıştır.

İsa’nın mesih olduğu hususu Yahudilerce kabul edilmeyin­ce «Mesih’in gelmesini bekleme»ye devam etmeleri tabii idi. Nitekim miladın 44. yılında Theudas’ın zuhur ettiğini görüyo­ruz. Roma valisinin gönderdiği süvariler tarafından kılıçtan ge­çirilen Theudas ve taraftarlarından sonra 55-60 kadar mesih id­diacısının bir yüzyıldan çok daha az zaman içinde zuhur ettiği eski kaynaklar tarafından bildirilmektedir.

Mabed’in tahribi ve Yahudilerin büyük çoğunluğunun sü­rülmesi üzerine mesihlerin de arası yarım yüzyıl ka­dar kesilmiştir. 132 yılında ortaya çıkan Bar Kohba Filistin’­de Roma’ya karşı giriştiği mücadeleden galip çıktı ve bağım­sız bir Yahudi Devleti kurmayı başardı. Dinî lider Rabbi Akiba, Tevrat’ın Sayılar kitabı ile Talmud’ta bulunan şu cümlele­rin Bar Kohba’ya işaret ettiğini, onun beklenen Kral-Mesih olduğunu ilân etti: «Yakuboğullarından (Yahudilerden) bir yıldız çıkacak ve İsrailden bir âsa kalkacak, bir uçtan bir uca kadar Moab’ı (düşman) vurup kıracak, bütün mütecavizleri ezecek», «Ben gökleri ve yeri sarsacak, dünyadaki kralların taçlarını yıkacağım». Bar Kohba devleti kurduktan üç yıl sonra romalılarla sa­vaşırken öldürülünce herşey bir kere daha sona ermiştir.

Bar Kohba hareketinin doğurduğu hayal sukutu tam üçyüz yıl devam etmiştir. Bütün gözler ufuklarda kendilerini yabancıların hakimiyetinden kurtaracak m e s i h ’i bekle­mektedir. Bu defa Filistin dışında, Girit adasındaki Yahudi ce­maati içerisinden Moşe zuhur etti.

Moşe, kendisinin vaktiyle İsrailoğullarmı mısırlıların esa­retinden kurtaran Moşe (Hazreti Musa) ile ayni şahıs olduğu­nu, Allahın kendisini İsrailoğullarmı yeniden kurtarmak üze­re gökten yeryüzüne indirdiğini, kavmi tıpkı Kızıldeniz’den geçirdiği gibi bu defa da yürütüp Akdenizden geçirip Filistine götüreceğini iddia ve vadediyordu.

Girit Adası Yahudileri derhal işlerini tasfiyeye girişmiş­ler ve Mesih’in hareket işaretini beklemeye başlamışlardı. «Me­sih Çağı» başlamak üzere olduğuna göre para ve altının lüzum ve değeri kalmıyordu. Belirli gün gelince Moşe adanın jssız bir burnunda kavmini toplamış ve oradan denize atlamalarını em­retmişti. Ellerindeki altın ve paraları mesihe teslim eden bü­yük bir çoğunluk emre uyarak atlayıp Akdenizin dalgaları arasında kaybolmuşlar, civardaki balıkçıların yardımı ile kur­tulan bir kısmı ise aldatıldıklarını anlayınca Moşe’nin kendi­lerini aldatmaya memur şeytan olduğuna hükmetmişlerdi. Zi­ra Moşe, bütün aramalara rağmen ele geçirilememiş, altınlar­la beraber kaybolmuştu.

Moşe tecrübesinden üç yüzyıl sonra çıkmaya başlayan bir sıra mesihin gayesi Yahudileri müslüman hâkimiyetinden kur­tararak Filistine götürüp orada devlet kurmak olarak görün­mektedir.

Emevi Halifesi İkinci Ömer’in (717-720) zamanında Suriye Yahudilerinden Serene faaliyete geçmiş, kavmini uçura­rak götürüp devleti Filistinde kuracağını vadetmişti. Yaka­lanıp Halifenin huzuruna götürüldüğünde «Sırf Yahudilerle eğ­lenmek için böyle hareket ettim» deyince cezalandırılmak üze­re kavmine teslim edilmişti.

Serene’den az sonra, Abbasî hâkimiyetinin ilk yıllarında devletin geçirdiği sarsıntı ve dahilî isyanları fırsat bilen îran Yahudilerinden Ebu İsa Isfahanî ve muakkibi Yudgân zuhur etmişler, ayni iddiaları ileri sürmüşler ve kılıçtan geçirilmiş­lerdir. Ebu İsa’nın çevresinde toplananların onbinleri aştığı bilinmektedir.

Bu mesihler arasında en enteresanı 1140-1160 yılları ara­sında ortaya çıkan David Alroy veya arapça ismiyle İbn erRuhî’dir.

İkinci haçlı seferi ile Doğu dünyasında meydana gelen kargaşalık, Filistinin hıristiyanlar tarafından zaptedilmiş ol­ması, Abbâsî hilâfetinin zayıflaması sırasında İbn er-Ruhî or­taya çıkınca Yahudiler de bu arada kurtulacaklarına inanmış ve ona dört elle sarılmışlardı.

İbn er-Ruhî Musul’da zuhur etmiş, fakat Irak’tan Azerbeycan’a kadar uzanan bölgedeki Yahudilere kendisini m e s i h olarak kabul ettirmişti. Plânına göre önce Musul ve çevresin­de bir devlet kuracak, ileride hâkimiyetini Filistine kadar ge­liştirecek ve komşu ülkelerdeki Yahudileri uçurarak gö­türecekti. Fakat daha plânın ilk safhasında, Musul’un yanın­daki Amadiye kalesini ele geçirme çabası sırasında yenilip öl­dürülmüştü. Ona büyük ümitlerle bağlanmış olan Yahudiler ölümünü kabul etmemişler ve birgün dönüp tekrar başlarına geçeceğini beklemeye başlamışlardı.

Bu «bekleme» durumundan faydalanan iki açıkgözün oy­nadıkları oyun hala hafızalarda yaşamaktadır :

İbn er-Ruhi’nin emriyle hareket ettiklerini bildirerek Bağdad Yahudileri ile temasa geçen iki kafadar onları uçurarak Kudüs’e göndereceklerini, orada m e s i h ’in kendilerini karşılayacağını ve «Mesih Çağı»nm başlayacağını ilan etmişlerdi. Şehirdeki Yahudiler bütün varlıklarını altına çevirerek ikisine teslim ile hareket emrini beklemeye başlamışlardı. İki açıkgöz mehtapsız bir gecenin ilerlemiş saatinde vaktin geldiğini söyleyip Yahudileri şehrin surları üzerinde toplamışlar ve yeşil el­biseler giydirerek aşağıya atlamalarını emretmişlerdi. Melek­lerin kanatlarına binerek uçmak hayali ile kadın-erkek, büyükküçük hepsi sabahın ilk ışıkları görünene kadar atlamaya de­vam etmişler, ancak o zaman vaziyet anlaşılmıştı. Lâkin altın­ları alan açıkgözleri ele geçirmek mümkün olmamıştı.

XI ve XII. yüzyıllarda mesihler zuhur etmeye devam et­miş, bunlardan yemenli olanı başı kesilse dahi ölmeyeceğini ileri sürmüş, San’a’nın müslüman valisi «Eğer dediğin doğru çıkarsa ecdad yâdigârı dinimizi bırakıp peşinden geliriz» de­miş, ama başı kesilince «yalancı» olduğu anlaşılmıştı.

XIII. Yüzyıldan itibaren «Kabalist mesihler»in ortaya çık­tığı görülmektedir.

Kabala hareketinin kökü Her nekadar çok eski devirlere da­yandırılmak istenirse de aslında İhvan-ı Safa risaleleri ve İslâmiyetin tesiri altında meydana gelmiş bir Yahudi tasavvuf hareketidir. XIII-XVII. Yüzyıllar arasında Abraham Abulafia, Nişim ben Abraham, Aşer Lemlein, David Reubeni, İzak Luria ve Hayim Vital mesihlik iddiasında bulunmuşlardır. Bunların sonuncusu ve ismi üzerinde en çok alaka toplayanı İzmirli Yahudi mesih Şabtay Sivi’dir. (Günümüzde Sabetay Sevi olarak yazılıyor. Metne sadık kalmak için değiştirmedim)

Şabtay Sivi (1626-1676) İzmirde, gördüğü rüyaları ilân ile işe başlamış, Filistin ve Mısır’a yaptığı seyahatlerinde büyük başarı ve taraftar kazanmıştı. Tam Yahudiler mesihin savaşa başlayıp devleti kurmasını beklerlerken kendisi İstanbul’da sorguya çekilmiş ve ihtida ederek müslüman olmuştur. Buna rağmen İzmir’e dönmesine müsaade edilmeyerek Arnavutlukta ikamete memur edilmiş ve orada ölmüştür.

Onun ölümü üzerine taraftarları üç büyük guruba ayrıl­mışlardır :

1— İzmirliler : Bunlar Şabtay’ın ölümünün gerçek değil sadece görünüşte olduğunu, ölmediği cihetle de birgün gizlen­diği yerden geriye döneceğini kabul ederler ve onu beklerler.

2— Yakubcular : Şabtay ölünce mesihlik onun üvey kar­deşi Yakub’a geçmiştir. İleride rücu edip başa geçecek olan da Yakubtur görüşünde olanlardır.

3— Dönmeler : Bunlara göre Şabtay Sivi müslümanlığı zahiren kabul etmiştir, aslında ise Yahudi dinine sadık kalmış­tır. Mesihin yolundan giderek bunlar da görünüşte müslüman gibi davranırlar, müslüman ismi alırlar, her türlü merasimi ifa ederler, fakat gizli gizli asıl dinlerine göre amel eder, emir ve nehiylere uyarlar. Meselâ cumartesi günleri çalışmak Yahudi dinine göre kesinlikle yasaktır, onlar da çalışmazlar. Bir yakın­ları öldüğünde gömleklerini yırtıp bir ay müddetle —Yahudi dini üzre— yerde otururlar v.s.

Bildiğimiz son mesih 1868 yılında Yemen’de zuhur eden Şukr el-Kuheyl’dir. Yemen Yahudilerine mesihliğini kabül et­tirmiş, rivayete göre onlara bazı mucizeler göstermiştir. Adam­larını silahlandırması üzerine San’a valisi üzerine asker şev­ketmiş, o da dağlara çekilerek mücadeleye girişmiştir. Şukr el-Kuheyl de yediyüzyıl önceki hemşehrisi gibi, başı kesilse dahi ölmeyeceğini, daha doğrusu ölümünün «görünüşte» bir ölüm olacağını, bir süre sonra «geri döneceğini» iddia ediyor­du. Yakalandığında başı kesilerek îstanbula gönderilmiş ve me­sele kapanmıştı. Fakat Yahudi cemaati kısmen onun «ölmediği­ne» kısmen de «döneceğine» inanmaya devam etmişlerdi.

Sadece dinî yönden hareketle mesihliklerini iddia dışında bazı kimseler de Avrupa ve dünyadaki Yahudi Meselesini hal­letmek için görüşler ortaya atmış, faaliyetlerde bulunmuşlar­dır. Bu faaliyetlerin başlangıcı XVII. yüzyılın son çeyreği ola­rak görünmektedir. Bu faaliyetler genellikle münferit ve mev­ziî karakterdedir.

1695 Yılında İngilterede Oliger Paulli Kral William III. a bir ariza vererek Filistinde bir Yahudi devleti kurulması hu­susunda yardımını talep etmiştir.

1714 de Fransız Yahudisi Langallerie Marki’si Hague şeh­rindeki Türkiye Sefiri ile ayni hususu müzakereye girişti. Son­raki faaliyetleri sırasında Viyana’da tevkif edilerek hapishane­de ölümüne kadar kaldı.

Saksonyalı Hermann Moritz (1696-1750) Yahudileri çevre­sinde toplayarak Güney Amerikada bir devlet kurmak ve kral olmak için çalıştı.

îtalya Yahudilerinin gidip toplu halde Filistine yerleşmek için Kudüs Valisi Ali Bey ile pazarlığa giriştikleri anlatılmak­tadır. Malî hususta anlaşma olmadan valinin ölmesiyle iş sonuçlanmadan kapanmıştır.

1798 yılında Fransa Yahudileri hükümete müracaat ederek himaye altında Filistinde bir devlet kurmalarına yardım edil­mesini istediler. Bundan bir yıl sonra 1799 Martında Mısır se­feri sırasında Napolyon Bonapart Eski Kudüsü ihya etmek is­teyen Yahudilerin bayrağı altında toplanmalarını ilân etti. Her iki teşebbüs de sonuç vermedi.

1820 Yılında Rus Yahudisi Albay Pestel, Pravda’da yazdı­ğı bir seri makalede Yahudilerin Küçük Asya’da (Anadolu) bir devlet kurmaları fikrini ortaya attı.

Amerikada Mordahay Noah 1825 de Yahudileri Niyağara çevresinde bir devlet kurmaya davet etti. Bundan yedi yıl son­ra alman B. Behrend Kuzey Amerikada satın alınacak bir kı­sım arazi üzerinde bir Yahudi kolonisi kurmak için faaliyete geçti.

1839 da İngiltere Yahudileri kendilerine Suriye ve Filistin’­de yerleşme hakkının verilmesi için büyük bir kampanya açtı­lar. İngiliz devlet adamlarından Lord Palmerston ve Lord Shaftesbury de bu kampanyaya katıldılar. İkibin yıl önce iş­lenmiş bir haksızlığın ancak Yahudilerin anavatanlarına dön­meleri ile düzeltilebileceğini beyan ettiler. İş Kraliçe Viktorya’ya intikal etti ve orada kaldı.

Meşhur bibliyografya bilgini Moritz Steinschneider 1840 da Viyana’da Filistinde Yahudi bağımsızlığının ihyasını gaye edi­nen bir dernek kurdu, birkaç şehirde arkadaşları vasıtası ile şube açtırdı. Ayni gaye ile İngilterede Albay Churchill, Amerikada Emma Lazarus faaliyete geçtiler. Yahudi çevreler hiç­birine iltifat etmedi.

Kırım savaşından sonra 1856 yılında Pariste toplanan sulh konferansında Yahudi Meselesinin ele alınması için girişilen kampanya sonuç vermedi. Ancak George Elliot «Daniel Deronda», Lazar Levy ve III. Napolyon’un hususi kâtibi Ernest Laharanne «Yahudi Milletinin Dirilişi», «Yahudi Milliyetinin Yeni­den Kuruluşu» gibi kitaplar yazdılar.

1891 Yılında Amerika Cumhurbaşkanı Benjamin Harrison’a bir ariza verildi. Bunda Başkan’ın nüfuzunu kullanarak Rusya, İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Türkiye nezdinde teşebbüse geçmesi ve bir milletlerarası kon­feransın toplanmasını temin etmesi isteniyordu. Bu konferans halen dünyadaki Yahudilerin içinde bulundukları şartları ve bilhassa Filistinde yerleşme haklarının tespitini hedef tutacak­tı. Bu arizanın altmda John Rockfeller, Russel Sage, Başhâkim W. Fuller’in imzaları vardı.

Dünyadaki Yahudi cemaatinin büyük çoğunluğunca benim­senen ve Ortadoks Yahudilik dediğimiz büyük kitle bir m e s i h ’in gelip, onun liderliği altmda Filistin’de yeniden bir Yahudi Devleti kurulmasını beklerken XIX. Yüzyılda doğup gelişen yeni bir dinî cereyan bu görüşe kesin cephe aldı. Bu cereyan Reformist Yahudiliktir. Birçok dinî emir ve nehiylerde değişiklik yapan, bilhassa Cumartesi yasaklarının hududlarını çok darlaştıran Reformistler mesih görüşüne de cephe aldılar. «Gayemiz Filistinde bir devlet kurmak ve bütün Yahudileri orada toplamak değil, dünyadaki Yahudilerin Allahın birliği akidesine sarılmalarını ve diğer milletler arasında erimemele­rini temin etmektir» dediler. 1845 Yılında Frankfurtta toplanan reformcu din adamlarının görüşleri 1869 da Filadelfiya ve 1885 de Pittsburg’da yapılan toplantılarda teyid edildi. Sonuncu kongrenin açıklanan tebliğinde açıkça şöyle denilmekteydi: «Biz kendimizi hiçbir zaman bir millet olarak telakki etmiyo­ruz, biz dinî bir cemaatten ibaretiz. Bu sebeple ne Filistine dönmeyi, ne orada devlet kurmayı ve ne de bir Yahudi Dev­leti kurulmasına yol açacak hukukî düzeni isteriz».


HOVEVEY SİYON (Siyon Âşıkları)

Hemen hemen bütün Avrupa ve Amerika devletlerindeki Yahudilerin yukarıda bahsettiğimiz münferit faaliyetleri sonu­cunda çeşitli Yahudi cemaatleri, bilhassa Rusya Yahudileri ara­sında yeni bir fikir doğdu: Kolonizasyon. Önceleri reformist Yahudiliğin ilhamı ile dünyanın herhangi bir yerinde, başka devletlerin idaresine bağlı fakat Yahudilerin birarada yaşaya­bileceği bir veya birkaç koloni tesisi fikri yavaş yavaş gelişti. Koloninin yeri olarak Filistin seçildi.

Rusya’da P. Rabinovitz, Pinsker, H. Schapira’nın  liderlik­lerinde kurulan Hovevey Siy on cemiyeti Almanya, Fransa, İn­giltere ve Amerika Yahudileri arasında derhal yankı uyandır­dı. Londra’da Hovevey siy on, Amerikada Şavesiyon, Pariste Yişuv Eretz Yisrael cemiyetlerinin gayeleri hep ayni idi: Filistinde bir Yahudi kolonisi meydana getirmek. 1879 yılına kadar gözle görülür bir başarı gösteremeyen bu cemiyetler zengin Yahudilerin para yardımına da kavuşunca bu yıldan itibaren gönüllü idealist Yahudileri Rusya ve diğer Avrupa ülkelerin­den toplayıp Filistine sevketmeye başladılar. Wilna’da 1889 yı­lında yapılan bu cemiyetlerin federasyon toplantısında sayıla­rının otuzbeşe yükseldiği görülmektedir.

Hibbat Siyon veya Hovevey Siyon genel adı altında top­lanan bu cemiyetlerin zuhur sebebinin başında XIX yüzyılın ikinci yarısında Avrupada şiddetlenen Yahudi aleyhdarlığı gös­terilebilir. Getto denilen ve Yahudilere mahsus, etrafı duvar­larla çevrili mahallelerde yaşayan Yahudilere karşı uyanan nefret ve aleyhte gösterilerin sonu geleceği yerde tedricen art­maya başlaması, Rusya ve Galiçya’daki Yahudilerin zaman za­man kitle halinde hudut dışına çıkarılmaları ile düştükleri se­falet onları bir çıkar yol aramaya şevketti.

1878 Yılında Berlin’de toplanan sulh konferansına başvu­rarak Filistine dönme haklarının münakaşa edilmesini istedik­leri zaman, konferans başkanı Prens Otto von Bismarck’ın bu­nu şiddetle reddedip gündeme bile almamasını unutmazlar.

İşte bu karışık ve bir sürü cemiyetin çeşitli gayeler peşin­de koştukları günlerde sahneye Viyanalı bir Yahudinin çıktı­ğını görmekteyiz. Bu, hukuk tahsil etmiş, doktora yapmış, Viyana’da Neue Freie Press gazetesinin edebiyat ve siyaset ko­nularındaki yazılarını tertip ve tanzim eden genç bir adamdır: Theodor Herzl.

POLİTİK SİYONİZM

Önce en çok takibata maruz kalan Galiçya ve Rusya, son­ra da bütün dünya Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Ya­hudi Devleti kurma fikri diye tarif edebileceğimiz Politik Si­yonizm hareketinin kurucusu Dr. Theodor Herzl’dir. Avrupada uyanan Yahudi aleyhdarlığı ile ortaya çıkan «Yahudi Mese­lesine bir hal yolu bulmak için 1895 yılında, daha 35 yaşında iken harekete geçen Herzl, 1904 yılında ölümüne kadar bütün faaliyet ve düşüncelerini hatıra defterine geçirmiştir. Halen Kudüs’ün İsrali kesiminde Merkez Siyonist Arşivinde muhafa­za edilmekte olan bu hatıraların tamamı ikibin kitap sahifesi tutacak genişliktedir. Rusya, Almanya, Avusturya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Türkiye devlet adamları ile giriştiği muhabe­reler, müzakereler, yaptığı teklifler ve aldığı sonuçlar gün be gün bu deftere işlenmiş bulunmaktadır.

Bu hatıraların yayınlanması Avrupa’da bazı skandallara sebebiyet verecek nitelikte olduğu için yayınlanırken bazı kı­sımları çıkarılmış ve ancak son on yıl içerisinde tamamı yayınlanmıştır.

Filistin’in sahibi olması hasebiyle, hatıralarda bir kısım yeri de Türkiye, Sultan Abdülhamid ve o zamanki devlet adamları almaktadır. Biz diğer bölümleri ihtisar ve hulasa edip Türkiyeye taalluk eden kısımları aynen vermeye çalıştık. Hatıraların tamamının çevrilmesi ve yayınlanması bilhassa si­yasî tarih bakımından son derece faydalı olacaktır kanaatin­deyiz.

Bundan sonraki sahifelerde Dr. Theodor Herzl’in hatırala­rını nakledecek, 1904 yılında onun ölümünden sonra meydana gelen gelişmeleri, Filistin’de Yahudi Devletinin kuruluşuna ka­dar olup bitenleri hatıraların sonunda anlatacağız.

THEODOR HERZL’İN GÜNLÜKLERİ

Şavuot Bayramı, 1895-Paris

Son zamanlardaki vazifem gayet rahat ve tatminkâr, fakat şu anda bu vazifeye devam edip etmeyeceğimi bilmiyorum. Zihnimdekiler bana muazzam bir rüya gibi geliyor, ama gün­ler ve haftalardır şuuruma hâkim; nereye gitsem, ne yapsam peşimde, günlük muhabirlik ve gazetecilik görevimi yaparken dahi onunla meşgul oluyorum.

Neler olup biteceğini tahmin için henüz vakit çok erken, lâkin tecrübelerimle biliyorum ki bu bir rüya olsa dahi calibi dikkattir ve bu sebeple yazılmalıdır. Beşeriyet için bir hatıra olmazsa da, hiç değilse sonraki yıllara benim görüş ve hisleri­mi aksettirir. Bu iki ihtimal arasında belki de edebî bir eser olur. Düşündüklerim gerçekleşmezse bile faaliyetim bir roman meydana getirir.

Romanın başlığı: Arz-ı Mevûd (Vadedilmiş Vatan).

Gerçeği söylemek lâzımsa, bu benim aklıma sadece «ede­bî» bir roman konusu olarak gelmiş değildir. Bu, bir maksada hizmet edecektir.

Paris’e daha gelir gelmez edindiğim tecrübeleri ve bir ga­zeteye yazılması imkânsız müşahedeleri hatıra defterime yaz­maya başlamadığıma çok hayıflandım, bu yüzden çok şey kay­bettim. Fakat bir gazete muhabirinin tecrübeleri ile benim şim­diki çalıştığım konuyu bir mukayese etmeli! Ne rüyalar, düşün­celer, mektuplar, toplantılar ve faaliyetler olacak. Eğer herşey yolunda giderse ne korkunç mücadeleler yapılacak. Bütün bunlar not edilmeye değer.

Stanley, küçücük «Livingstone’u nasıl buldum» adlı seya­hat kitabı ile bütün dünyanın ilgisini çekti. Ve o, Siyah Kıt’ayı baştan başa geçerken, bütün dünyayı, bütün bir medeni dün­yayı teshir etti. Benimki ile mukayese edilince bütün bu kah­ramanlıklar ne kadar basit. Bugün yine söylüyorum: Benim rüyamla mukayese ediniz.

Ben «Yahudi Meselesi» ile bilfiil ne zaman meşgul olma­ya başladım? Muhtemelen bu mesele ortaya çıktığından beri, daha doğrusu Dühring’in [[1]] kitabını okuduğum günden itiba­ren.

Şimdi Viyana’da bir köşeye atılmış eski not defterlerimden birinde Dühring’in kitabı ve «Mesele» hakkındaki müşahede­lerim yazılıdır. O zamanlar, zannediyorum 1881 veya 1882 yı­lıydı, yazılarımı yayınlayabileceğim bir gazete yoktu. Fakat bugün bile o zaman yazdıklarımı tekrar tekrar söyleyebilirim. Yıllar geçtikçe bu «Yahudi Meselesi» içime işliyor, acı veriyor, beni perişan ediyor.

Gayet tabii, geçen her yıl düşüncelerimde değişiklik yapı­yor, bazı görüşlerimden ayrılıyorum. Bu yüzden aynada eski­sinden başka bir adam bana bakıyor. Ama değişen hususlar dı­şında şahıs ayni şahıstır. Yılların bıraktığı izlerle olgunlaştı­ğını görüyorum.

Önceleri «Yahudi Meselesi» beni çok acı yaraladı. Hıristi­yanlığa geçerek bundan kurtulmayı düşündüğüm zamanlar ol­du. Fakat bu, gençlikteki bir zaaftan başka birşey değildi, ama bu hatıralarda kendi kendime doğruyu söylemeliyim —zira kendime karşı riyakâr davranmam bu hatıraların kıymetini ortadan kaldırır—. Hiçbir zaman ciddi şekilde hıristiyan ol­mayı veya ismimi değiştirmeyi düşünmedim. Hele ikinci hu­susu teyid edecek bir de vesile oldu. Çok genç, müptedi bir ya­zar iken Viyanada Deutsche Wochenschrift’e bir makale gön­derdim, Dr. Friedjung bana, şimdiki Yahudi ismimden vaz ge­çip bir müstear ad kullanmamı tavsiye etti. Kat’iyetle reddet­tim, babamın adını taşımaya devam edeceğimi, gerekirse ma­kalemi geri alabileceğimi söyledim. Maamafih Dr. Friedjung makalemi kabul etti.

«Yahudi Meselesi» benim için tabiatiyle, her köşe bucakta mevcuttu. Bazan üzülüyor, bazan da eğleniyordum. Huzursuz­luk hissediyordum, Her nekadar buraya gelmezden önce Yahudiler hakkında bir roman yazmayı düşünmüşsem de bu beni tam sarmış değildi. Bunu 1891 yılında İspanya’ya gittiğim sı­rada düşünmüştüm. O zamanlar bu benim edebî bir projemdi. Romanın kahramanı, o yılın şubatında Berlin’de intihar eden aziz arkadaşım Heinrich Kana olacaktı. İlk müsvettede roma­nın adı «Samuel Kohn» idi. Buna ait notlarım da hep kaybol­muş olsa gerektir. Bunda bilhassa zavallı, fakir Yahudi kitle­lerinin zenginlere nazaran çektiklerini belirtmek istiyordum. Muhit Kana’nın zengin akrabalarına karşı koyup, yaşadığı mu­hitti.

«Neue Freie Presse» gazetesi (Viyana) beni Paris’e muha­bir olarak gönderdi. Bu vazifeyi kabul ettim, zira dünyayı ora­dan görmek istedim. Ama roman projemin bu sebeple akim kalmasına da hala hayıflanırım.

Paris’te, hiç değilse müşahit olarak, politikanın tam ortasındaydım. Dünyanın nasıl yürütüldüğünü gördüm. Burada Yahudi aleyhdarlığı olmadığı için meseleyi daha iyi tahlil ede­cek seviyeye yükseldim. Avusturya veya Almanya’da arkam­dan birisinin «Hep, Hep» [[2]] diye bağıracağından devamlı ola­rak endişe duyardım. Ama burada kalabalıkta hiç tanınmadan dolaşabiliyordum.

Şimdiye kadar «Hep» diye bağırılmaya iki defa hedef ol­dum. Birincisi 1888’de Mainz’den geçerken oldu. Bir akşam ucuz gece kulüplerinden birine gittim, bira içtim. Kalkıp ka­pıya yöneldiğim sırada, kalabalığın içinde, sigara dumanları arasında birisi bana «Hep, Hep» diye bağırdı. At kişnemesine benzer kahkahalar koptu. İkincisi Viyana yakınında Baden’de oldu. Tam arabaya bineceğim sırada birisi «Pis Yahudi» diye bağırdı.

*

*          *

Bir roman yazmak fikrinden nasıl olup da, bu romanı Yahudi meselesini halletmek, onları vatanlarına dön­dürmek faaliyetine çevirdiğim, her ne kadar son birkaç hafta içinde vaki oldu ise de, bu benim için tamamen bir sırdır, şuur dışı olmuş bir şeydir.

Belki bu fikirler pratik değildir, belki bunları ciddî ciddî anlatacağım kimselere alay mevzuu olacağım. Kendi romanım­da kendim bir karakter olabilir miyim?

Bir gün aniden Yahudiler için milyonlar harcamış olan Ba­ron Hirsch’e [[3]] bir mektup yazdım. Mektubu bitirdikten sonra tam ondört gün ondört gece bir kenara bıraktım. Bu kadar ara­dan sonra mektubu tekrar okudum. Bana manasız görünmedi ve postaladım, mektupta şöyle diyordum :

Muhterem Efendim,

Acaba sizi ziyaret şerefine ne zaman nail olabilirim? Ya­hudi Meselesini tartışmayı arzu ederdim. Sizinle ne gizli ne açık malî meseleler üzerinde röportaj veya münakaşa yapmak istemiyorum. Sadece sizinle Yahudi Siyaseti konularını konuş­mayı arzu ediyorum. Öyle bir mesele münakaşası ki, zamanla doğuracağı sonuçları ne siz ne de bendeniz görebileceğiz. Bu sebeple bana meseleyi rahatlıkla konuşabileceğimiz bir veya iki saatinizi hasredebileceğiniz bir zamanda karşılaşmamızı di­lerim. Benim için en uygunu Pazar günüdür. Bu, önümüzdeki pazar değil, sizin lütfedeceğiniz herhangi bir zamandır.

Düşüncelerim sizi ilgilendirecektir. Öyle olduğu halde bu mektupta fazla birşey söylemek istemiyorum. Lütfen bu mek­tubu dahi çevrenizdekilere —sekreterleriniz ve sair kimsele­re— göstermeyip gizli tutmanızı rica edeceğim.

Belki benim ismim sizin meçhulünüz değildir, herhalde bu­rada muhabiri olarak bulunduğum gazeteyi olsun tanırsınız.

Hürmetkârmız Dr. Herzl
Neue Freie Presse Muhabiri

Bu mektubun müsvettesi hala elimdedir. Temize çekerken üzerinde bazı değişiklikler yaptım. Bu gibi şeyleri o tarihlerde vesika olarak saklamayı henüz düşünmüyordum.

Birkaç gün geçti, cevap Londra’dan geldi:

Dr. Theodor Herzl, Paris.

Mektubunuzu iki ay kalacağım bu şehirde aldım. İstediği­niz ve benim de dünyanın en büyük arzusu ile istediğim ran­devuyu yerine getiremiyeceğim için son derece müteessirim. Acaba zarfın üzerine «ŞAHSİDİR» diye işaret koyarak bana, karşı karşıya geldiğimizde söyleyeceklerinizi bildiremez misi­niz?

Size cevabı sekreterimin el yazısı ile ve fransızca yazdı­ğım için özür dilerim. Fakat avda vuku bulan bir kaza sebebi ile sağ elimi kullanacak halde değilim.

Saygılarımla
M.de Hirsch

Bu mektuba şu cevabı yazdım:

Cambon Sokağı No. 37

24 Mayıs 1895

Muhterem Efendim,

Burada karşılaşamamamızdan ötürü son derece müteessi­rim.

Size anlatmak istediklerimi yazmak kolay değil, maamafih yazacağım. Yalnız, eski bir darbı meselin ifade ettiği gibi, şim­di kısa yazmak için vaktim müsait değil; tumturaklı söz ve ifa­delerle başınızı ağrıtmayacağım. Vakit bulur bulmaz size yeni Yahudi siyaseti konusunda bir plân takdim edeceğim.

Bütün arzum sizin dikkatinizi tam olarak çekebilmektir. Karşılıklı konuşmuş olsak bunu temin ederdim ama mektup­laşma ile yapmak çok daha güç; benim mektubum masanızdaki diğer mektuplar arasına karışıp kalacak; sizin hergün dilenci­lerden, merhamet istismarcılarından, asalaklardan, dolandırıcı ve sahtekârlardan pekçok mektup almakta olduğunuzu tahmin ederim. Bu sebeple benim mektubum size çift zarfla gelecek­tir, ikinci zarfın üzerinde şöyle yazılı olacaktır: «Dr. Herzl’den mektup».

Sizden ricam bu mektubu tam manası ile istirahat edip günlük meşgalenizden uzaklaşmadan açmamanızdır. Gerçekleş­meyen karşılıklı konuşma talebimin sebebi de esasen bu idi.

Hürmetkârmız

Dr. Herzl.

Bu mektubu temize çekerken zannederim birkaç yerinde ifadesini değiştirdim. Hirsch’in veya onun omuz başından bakıp okuyacak üçüncü bir şahsın beni bir para avcısı ve istismarcı zannetmesini istemiyordum.

Müteakip günler bir memorandum tuttum. Bir sürü kâğı­da notlar çıkardım. Yürürken, lokantada yemek yerken, tiyat­roda veya parlamentoda iken yazı yazdım.

Tam bu hazırlıkların ortasında iken Hirsch başka bir mek­tupla bana sürpriz yaptı:

Londra,
26 Mayıs 1895

Mösyö Herzl, 37 rue Cambon, Paris.

Dün değil evvelsi günkü mektubunuzu aldım. Eğer henüz uzun bir rapor hazırlamadı iseniz bu sıkıntıdan kurtuldunuz demektir. Birkaç güne kadar kırksekiz saat için Paris’e gelece­ğim. Gelecek Pazar, 2 Haziranda saat 10.30 da Elysee sokağı 2 numarada beni emre âmade bulacaksınız.

Saygılarımla,

M.de Hirsch

Bu mektup beni çok rahatlattı. Hakkımda yanlış kanaatlara saplanmamış olmasına memnun oldum. Notlarımın üzerine daha ciddiyetle eğildim, bunlar Şavuot’tan [[4]] önceki Cumar­tesi günü artık koca bir tomar olmuştu. Tasnif ettim ve muh­tevalarına göre üç bölüme ayırdım:

Giriş, Yahudi ırkının seçkinliği, Hicret.

Böylece tanzim ettikten sonra temiz bir kopyasını çıkar­dım, tam 22 sahife tuttu.

Beklenen Pazar sabahı son derece itina ile giyindim. Bir gün önce yeni satın aldığım eldivenin henüz alındığı belli ol­masın diye biraz hırpaladım. İnsan zengin kimselere karşı on­lardan çok farklı görünmemeli.

Rue de L’Elysee’ye gittim. Bir saray. Geniş bahçesi ve muhteşem girişi bana son derece tesir etti. Her yerde gerçek güzellik vardı. Eski tablolar, mermerler, sessiz duvarlar... Ha­rika.

Ben bilardo odasında yalnız beklerken Hirsch girdi, san­ki daha önceden tanışıklığımız varmış gibi acele elimi sıktı ve biraz beklememi söyleyip gözden kayboldu. Oturup cam mah­faza içindeki Tanagra figürlerini inceleyip Baron’un zevk sa­hibi bir kimse olduğunu düşünürken bitişik odadan sesler işit­tim. Konuşanın, Baron’un hayır işleri ile uğraşan ve kendisiy­le bir defa Viyana’da, bir iki fırsatta da burada konuştuğum birisi olduğunu anladım. Onun çıkarken beni görmesi hoşuma gitmeyecekti. Belki bunu bir maksatla Hirsch tanzim etmişti. Bu düşünce beni güldürdü, zira ben kendisine tamamen bağlı olmayı düşünmemiştim. Ona ya kendi arzumla meylederdim, yahut da vazifemi tam başaramadan terkederdim. Konuşmamız sırasında onun «Jewish Association»da [[5]] bir vazife almam hususundaki muhtemel teklifine bile cevabım hazırdı: «Sizin hizmetinize girmek mi? Hayır. Yahudilerin hizmetine mi? Evet.»

Az sonra iki adam dışarı çıktı. Önceden tanıdığımın elini sıktım. Baron’a, «Bana bir saatinizi ayırabilir misiniz? Eğer hiç değilse bir saat olmazsa konuşmaya başlamayayım daha iyi» dedim.

Gülümseyerek «Haydi bakalım, buyurun» dedi.

Notlarımı çektim, «Meseleyi vazıh olarak ortaya koyabil­mek için birkaç şey hazırlamıştım», telefonun çaldığı ana kadar ilk beş dakika güçlükle konuştum. Telefon ahizesini alarak, kim ve ne için ararsa arasın evde olmadığını söyledi. Plânımı ona şöyle anlattım:

«Size söyleyeceklerimin bir kısmını çok basit, bir kısmını da çok fantastik bulacaksınız. Fakat insanlar basit ve fantas­tik ile idare edilirler. Ben hiçbir zaman Yahudi Meselesini biz­zat halledebileceğimi düşünmedim. Siz de aslında Yahudilerin patronu olmayı plânlamış değilsiniz. Siz bir bankerdiniz ve bir yığın iş yaptınız, vaktinizi ve servetinizi Yahudiler için hasret­tiniz. Ayni şekilde, başlangıçta ben, Yahudiler hakkında bir dü­şüncesi olmayan bir yazar ve gazeteci idim. Fakat tecrübele­rim ve müşahedelerim, Yahudi aleyhdarlığmm büyümesi beni bu Mesele ile ilgilenmeye şevketti.

Kendimi bu kadar takdim yeter.

Her ne kadar konuya tarihten başlayacaksam da Yahudi ta­rihine girmeyeceğim, nasıl olsa malumdur, yalnız üzerinde du­racağım bir nokta var: Dağıtılmamızdan beri geçen ikibin yıl­dır bir siyasi liderden mahrum bulunuyoruz. Ben bunu^ bizim en büyük talihsizliğimiz olarak kabul ediyorum, Bu yoksun­luk, bizim için, tarihte uğradığımız bütün takibat ve işkence­lerden daha kötü olmuştur. Bizim içten içe dağılma, ve yokluğa gidişimizin sebebi budur. Çünkü hiç kimse bizi gerçek insan ol­ma yolunda eğitmemiştir, tam aksine hep aşağılık meşgalelere itilmiş, ghettolara [[6]] kapatılmış ve oralarda biribirimizi deje­nere etmeğe uğraşmışızdır. Ve onlar bizi dışan salıverdikleri zaman bizden birdenbire, hürriyete alışkın insanların vasıfla­rını haiz olmamızı beklemişlerdir.

Şimdi, eğer çevresinde birleşilmiş bir siyasî liderliğimiz olsaydı, ki bunun için daha fazla delil göstermeyeceğim ve bu hiçbir zaman gizli bir cemiyet demek değildir, böyle bir lider­liğe sahip olsaydık, Yahudi Meselesini yukarıdan, aşağıdan, her cihetten halle girişebilirdik.

Hedef, önce bir merkez kurmak ve bir baş bulmaktır.

İki istikamet de mümkündür: Ya bulunduğumuz yerlerde kalırız, ya da herhangi bir yere hicret ederiz.

Her halükârda kavmimizi eğitmek, yetiştirmek için müş­terek ölçülere muhtacız. Zira hicret etsek bile, Aız-ı Mev’ûd’a ulaşmamızdan önce uzun zaman geçecektir. Bu za­man Moşe’de kırk yıl tutmuştur [[7]]. Biz yirmi veya otuz yılda yapabiliriz. Her hâlükârda, gelecek yeni nesilleri kendi mak­satlarımıza uygun şekilde yetiştirmeliyiz.

Şimdi eğitim için sizin kullandığınızdan oldukça farklı metodlar teklif ediyorum.

Her şeyden önce, hayırseverlik prensibi üzerinde duralım. Ben bunun tamamen hatalı olduğu mütaleasmdayım. Siz bir sürü dilenci yetiştiriyorsunuz. Başka hiçbir kavim, Yahudilerde olduğu kadar hayır işlemeye ve bundan faydalanmaya meyil göstermemektedir. Bu iki fenomen arasında bir irtibat vardır, yani böyle sonunda dilenciliği terviç eden bir hayırseverlik bi­zim millî karakterimizi alçaltmaktadır».

Hirsch burada sözümü keserek: «Çok haklısınız» dedi, ben devam ettim:

«Yıllar önce işittiğime göre, sizin, Yahudileri Arjantin’de yerleştirme gayretiniz çok cüz’î sonuçlar verdi, yahut hiç ver­medi. Kulağıma çalınanların tartışmasını yapacak değilim, fa­kat şunu söylemek mümkün ki, herşey sizin düşündüğünüz şe­kilde olmadı. Olsa, olmuş olsa dahi yaptığınız nedir? Onbeş ve­ya yirmi bin Yahudiyi denizaşırı bir ülkede çiftçiliğe başlatmış olmak değil mi? Bunlardan daha çok sayıda Yahudi Leopoldstadt’ın bir tek sokağında oturmaktadır».

Hirsch, «Tenkid yeter, ne yapmalı?»

«Yahudiler ister bulundukları yerlerde kalsınlar, ister hic­ret etsinler, ırk bir defa bir istikamete sevkedilmelidir. Savaş için kuvvetlendirilmeli çalışmaya arzulu ve faziletli olmalıdır. Ondan sonra bırakın onları, zaruret varsa hicret etsinler ne yaparlarsa yapsınlar.

Bu gelişmeyi temin için, bugüne kadar yaptığınızdan baş­ka şekilde kaynaklarınızı kullanabilirsiniz.

Sizin yaptığınız gibi, Yahudileri teker teker satın almak yerine, belli başlı Yahudi aleyhdarı memleketlerde dikkati çe­kici, ahlâkî üstünlük konularında, san’at, ilim, salgın hastalık­larla mücadele, kahramanlık gösteren askerler v.s. v.s. büyük olan her konuda muazzam mükâfatlar tesis edersiniz. Bu mü­kâfatlar iki şey temin edecektir: Herkesin terakki etmesi ve reklâm. Anlıyorsunuz ya, mükâfat verilen olay sebebiyle her yerde konuşmalar olacaktır. Böylece insanlar iyi Yahudilerin de bulunduğunu öğreneceklerdir.

Fakat birinci sonuç daha önemlidir. Genel bir seviye yük­selmesi, terakki. Münferit olarak, mükâfatı kazanmış olanların önemi yok, beni alâkadar eden, mükâfat kazanmak için çalı­şacak olanlardır. Bu şekilde ahlâkî seviye yükselecektir».

Bu noktada sabırsızca sözümü kesti:

«Hayır, hayır, hayır! Ben genel seviyenin yükselmesini is­temem. Bizim bütün talihsizliğimiz Yahudilerin çok yüksekle­re tırmanmak istemesi vakıasından gelmektedir. Bizim lüzu­mundan fazla aydınımız var. Bence, asıl Yahudilerin bu ileri fırlamalarını durdurmalıdır. Böyle büyük hamleler yapmama­lıdırlar. Yahudilere olan bütün nefret bundan ileri gelmekte­dir. Benim Arjantindeki plânlarıma gelince. Başlangıçta bazı aksaklıkların olduğu doğrudur, fakat şimdi orada çok iyi insan­lar vardır. Eğer koloni başarı kazanırsa niyetim yüz kadar ga­zete muhabirini davet etmek —siz şimdiden davet edilmiş sa­yılırsınız— ve onları Arjantine götürmektir. Şüphesiz herşey mahsul durumuna bağlı, birkaç iyi yıldan sonra, dünyaya Yahudilerin iyi çiftçiler de olduklarını gösterebileceğim. Bundan sonra onların Rusya’da bile kalmalarına müsaade edilebilir».

Şöyle söyledim :

«Her ne kadar sözümü henüz bitirmediysem de, sizin sözü­nüzü kesmedim. Sizin kafanızdan geçenleri öğrenmek istedim. Fakat görüyorum ki fikirlerimi size anlatmanın faydası yok».

Bunun üzerine, sanki ben bankasında vazife isteyen bir adammışım gibi bir pozla ve yumuşak bir sesle :

«Sizin zeki bir insan olduğunuzu anlıyorum» dedi. Kendi kendime sadece tebessüm ettim. «Fakat çok fantastik fikirleri­niz var».

«Evet, size ya çok basit, ya çok fantastik geleceğini başlan­gıçta söylemiştim, siz gerçekten fantastiğin ne olduğunu bil­miyorsunuz» diye cevap verdim.

«Hicret yegâne hal şeklidir, satın alınabilecek geniş ve ye­terli arazi var» dedi. Ben, neredeyse bağırarak,

«Benim hicreti istemediğimi kim söyledi? Herşey bu not­ların içinde var. Alman Kayzer’ine gideceğim, o beni anlıyacaktır. Zira o büyük konularda hükmetmek için gelmiş bir kimsedir» dedim.

Bu sözlerimi Hirsch gözlerini kırpıştırarak dinledi. Acaba saygısız davranışım mı, yoksa Kayzer’le konuşma fikrim mi ona tesir etmişti? Belki her ikisi de. Notlarımı cebime koydum ve sözlerimi bağladım :

«Kayzer’e şöyle diyeceğim: Bizim kavmimizi bırak, biz bu­rada yabancıyız. Bizim diğer insanlara karışma, onlar arasın­da erime müsaademiz yok, zaten yapamayız da, gidelim! Bizim “Çıkış”ımızm [[8]] şekil ve manasını size anlatacağım. Öyle ki bizim ayrılmamızdan sonra arkamızda ne boşluk kalacak ne de herhangi bir ekonomik kriz olacaktır».

Hirsch: «Parayı nereden bulacaksın? Rotschild ancak 500 frank bağışta bulunacaktır».

Küstah bir gülüşle, «Para mı?» dedim «10 Milyar marklık bir Milli Yahudi İkraz Fonu» kuracağım».

Baron, «Bir fantezi» diye tebessüm etti «Zengin Yahudiler on para vermezler, zengin kişiler fakirlerin ıztırabını anlamaz­lar».

«Bir sosyalist gibi konuştunuz, Baron Hirsch!»

«Evet, diğerlerine de ayni şeyi yaptırmak uğruna her­şey imden vazgeçmeye hazırım».

Ayrılırken son sözleri: «Bu bizim son konuşmamız değil­dir. Londradan döner dönmez size haber vereceğim» oldu. Ay­ni yollardan geçerek çıktım ve hemen yazı masamın başına koştum.

*

*

Burada Dr. Theodor Herzl hatıralarını yazmaya sekiz ay kadar ara verir. Sadece tarih atarak kâğıtlar üzerine notlar alır. Bunlar yürürken, otururken, uzanırken, kahvede veya ga­zinoda iken, uyurken kalkıp oturarak aklına geldikçe yazdığı «Yahudi DEVLETİ» konusundaki düşünceleridir.

Bu düşünceler bazan bir roman malzemesi niteliğinde, bazan devlet sanki gerçekmiş de onun meselelerinin teferruatını ele alış şeklindedir. 3 Haziran 1895 tarihinde Paris’ten Baron Hirsch’e yazdığı mektupta onun kendisini sabırla, sonuna kadar dinlemediğinden yakınır. Konuşmasının daha birinci bölümü­nü anlattığı sırada vaktin gecikmesi veya bilmem hangi iş zi­yareti için kendisini başından savdığını söyler ve şöyle devam eder :

«Plânımı bütün ayrıntıları ile hazırlamış bulunuyorum, bü­tün plânı! Herşeyi etrafı ile biliyorum: Para, para ve yine pa­ra. Nakliye için para, büyük insan kitlelerinin nakli için para (ki şimdi Musa’nın zamanındaki gibi sadece yemek ve su insan­ların ihtiyaçlarını karşılamıyor). Bölümlerin organizesi, bazı devlet başkanları ile muhaceret anlaşmaları, diğerleriyle Yahudilerin geçişlerine müsaade ve bunların garantisi meselesi, ye­ni ve mükemmel yerler hazırlanması için para lazım. Bunlar­dan önce tesirli bir propoganda, fikrin gazeteler, kitaplar, risa­leler, konferanslar, resimler ve şarkılarla halka maledilmesi. Herşey bir merkezden idare edilecek ve maksat tahakkuk et­tirilecektir.

Nasıl bir bayrak çekeceğimi size söylerken, alay edercesi­ne “Bayrak mı, o da nedir, bir direk ve üzerinde bir bez parçası değil mi?” dediniz.

Hayır efendim, bayrak bundan çok daha fazla birşeydir. Bir bayrakla insan diğerlerinin önüne geçip onları istediği ye­re, hatta Mev’ûd Arza bile götürebilir. İnsan bayrak için ya­şar ve ölür. Eğer birisi onları eğitip yetiştirmişse, kitleler sa­dece ve sadece bayrak için ölüme koşa koşa giderler. Siz Al­man İmparatorluğunu neyin meydana getirdiğini bilir misiniz? Hayaller, şarkılar, fanteziler, siyah-kırmızı-sarı bir bez ve kı­sacık bir emir. Bismarck’ın yaptığı, daha önce idealistlerin dik­tiği ağacı sallayıp meyvesini toplamaktan ibarettir.

Ne! Siz gayr-ı makulu ve dini anlamaz mısınız? İsterseniz Yahudilerin ikibin senedir bu hayal uğruna çektiklerini düşü­nün. Evet, hayaller, yalnızca hayaller insanların ruhlarını kav­rarlar. Ve bunlara istikamet vermeyen herhangi bir kimse, belki mükemmel bir insandır, zengindir, çok geniş ölçüde ha­yırseverdir ama insanların lideri değildir ve ondan ileride hiçbirşey kalmayacaktır.

Görmüyor musunuz ki bir hamlede hem Yahudi sermayesi­ni hem işgücünü ve heyecanlarını maksadımız için bir araya getiriyorum.

Bunlar hiç şüphesiz kaba hatlardır. Fakat benim detayları hazırlamadığımı nereden biliyordunuz? Bana sözümü bitirme imkânını verdiniz mi?

Yahudiler için 10 milyar mark nedir? Onlar halen Fransanın 1871’deki durumundan daha zengindirler. Eğer mecburiyet varsa işe bir milyarla bile girişebiliriz. Zira bu bizim müstak­bel demiryollarımız, muhacirlerimizi taşıyacak filolarımız ve donanmamız için çalışan bir sermaye olacaktır. Onunla evler, oteller, işçi meskenleri, okullar, tiyatrolar, müzeler, devlet dai­releri, hapishaneler, hastaneler, kısaca şehirler inşa edecek ve bir yeni vatan yaratacağız, öyle bir vatan ki bu Mev’ûd Arza dönecektir...

Bütün samimiyetimle temin ederim ki konuşmamız pek sa­tıhta kalmış olsa bile enteresandı. “Gel beni gör” demenizi bek­leyeceğim.

Selâm ve saygılarımla,

Dr. T. Herzl».

Bundan sonra Dr. Herzl, yazdığı siyasi risale olan «Yahudi Devleti»nde anlattığı görüşlerin ana fikirlerini sıralıyor. Dev­lette bulunacak ana müesseseleri ve bunların nasıl çalışacakla­rını anlatıyor. Meselâ bir «Merkezi İş Bürosu» olacak ve mem­leketteki her türlü işçi ihtiyacını orası karşılayacak. Bütün çift­likler telefon şebekesi içine alınacak, «Filan güne 1000 tarla işçisi lâzım» diye bir çiftlikten talep geldiğinde, merkez asker­likte cepheye sevkiyat yapar gibi bu bin kişiyi ihtiyaç olan çiftliğe sevkedecek. Bunun yanında yardımcıya ihtiyacı olan bir terzinin veya kunduracının da istediğini bulup temin ede­cek.

Memleketin filan yerine bir şeker fabrikası kurulmalı, ve­ya falanca yerdeki maden işletilmeli, yahut filan yerde petrol araştırmaları yapılmalı şeklindeki kararları verebilecek selahiyetli bir ekip bulunmalı.

Sermaye hareketleri ve kredi meseleleri tek merkezden ve âmmenin menfaatine en uygun şekilde tek merkezden ayarlan­malı, ayarlanacak.

Bütün Yahudileri müştereken ilgilendiren hususlarda sırf kendi zengin olmak için çalışanların, çalışacak olanların vay haline. Bu gibiler en sert şekilde cezalandırılacaktır.

Biz, bütün Siyonistler birleşeceğiz.


Zorlu mücadeleler yapacağız: İnsafsız bir firavunla, düş­manlarla ve bilhassa kendi kendimizle. Altın Buzağı! [[9]]...

Temmuz ayının ilk haftasına ait notlarında artık Baron Hirsch’e önem vermemeye başladığını görüyoruz. Dr. Herzl ar­tık ondan çok daha zengin, milyarder bir Yahudiye yaklaşmayı düşünmektedir. Bu, servetleri ve yaşayışları dillere destan, Londra ve Paris’in en zengin ailesi, Rothscild âilesidir. Kendisi bu düşüncesini, meşhur kumandan Moltke’nin yüz bulmadığı Danimarkayı bırakıp Prusya’ya geçişine benzetmektedir. «Eğer ayni zamanda Rothschild’i kazanırsam artık zavallı Baron Hirsch’i bir kenara atmak istemem. Ona bir yerde ikinci baş­kanlık veririm. Bu, benim plânımla ilgilenmesi ve geçmişte Yahudilere yaptığı hizmetlerin mükâfatı olur. Onu ve diğer büyük Yahudileri bir çatı altmda toplamayı çok daha tercih ederim.

Önce «Cemiyet»in yüksek idare konseyi gelir, sonra bura­ya bağlı olarak Camondos ve Mendelsohn’un [[10]] başkanlıkla­rında alt komiteler kurulur.

Rothschild’leri ve diğer zengin Yahudileri tarihî vazifeleri­ne çağıracağım, bütün iyi niyetli insanları bir araya toplaya­cağım.

*

*          *

Viyanadan Paris’e gidip dönmem tarihî bir zaruretti. Bu şekilde hicret etmenin ne demek olduğunu öğrenmiş oldum. Güdemann [[11]] : Seni başşehrin başrahibi yapacağım. Eğer

Rotchild’ler istemezlerse, meseleyi bütün Yahudi camiasının önüne getireceğim. Bunun Rothcild’ler için de dezavantajı var, herkesin vaziyeti bilmesi fırtınalar yaratacaktır. Bunu muhak­kak başaracağım, zira kalemim bugüne kadar temiz kaldı ve bundan sonra da satılmayacaktır. Rotschildlere asla bağlı deği­lim, ben onları sadece bir odak noktası olarak kullanmayı ter­cih ederim. Zira lazım olan bütün parayı, sırf kalem kuvveti ile yarım günde toplayabilirim.

*

*          *

Hiçbir Yahudi dışarıda bırakılmaksızın, kabiliyet ve kapa­sitesine göre bir işte kullanılmalı.

Yirmi yıl içinde, erkekleri birer asker olarak yetiştirmeli­yim, fakat profesyonel bir ordu. Kuvvetli. Erkek nüfusun onda biri. Bundan daha aşağısı olmaz. Onlara hür olmayı, kuvvetli olmayı ve ihtiyaç vukuunda öncü olarak hizmete hazır olmayı öğreteceğim. Eğitim faaliyetleri sırasında onlara vatan şarkı­ları, Makabiler, din, kahramanlık öyküleri v.s. öğretilecektir. Goldmark, Brüll ve diğer Yahudi kompozitörleri tarafından po­püler şarkılar hazırlanacaktır.

Biz muhtemelen Venedik’in gittiği yoldan giderek devlet tesis edeceğiz, fakat onların tecrübelerinden faydalanıp ayni akıbete uğramıyacağız. Eğer Rothschild’ler bize iltihak ederler­se birinci «Doj» onlardan biri olacaktır. Ben asla ve kafa doj olmayacağım, ben devleti kendi şahsî hayatımdan tamamen ayrı tutacağım, vazife almayacağım.

Birinci nokta : Meseleyi Rothschild’ler olsa da olmasa da halledeceğim.

İkinci nokta : Eğer onlarla birlikte yapamazsam, onlara rağmen yine halledeceğim.

*

*          *

Tulieries’de büyük hukukçu ve devlet adamı Leon Gambettanın heykelinin önü. Yahudilerin benim için bundan daha gü­zelini yapacaklarını ümit ederim.

Bir toprak parçası için karar verip, onun şimdiki malik ve hâkimi ile anlaşma yapar yapmaz, bütün büyük kuvvetlerle tarafsızlık konusunda diplomatik faaliyete başlarız.

Alman Kayzer’i bana şöyle söylese : Eğer bu bize karışma­mış olan kavminin başına geçip onları buradan çıkarırsan sana müteşekkir olurum.

Bu bana otorite kazandırır ve Yahudiler üzerinde büyük te­sir bırakır.

İlk senatörümüz babam olacaktır.

Senatoya bizimle birlikte gelen bütün ileri gelen Yahudiler gireceklerdir.

*

*          *

Birinci adım : Rothschildler

İkinci adım : Orta derecedeki milyonerler

Üçüncü adım : Halk. Eğer bu mertebeye gelebilirsem, ilk ikidekiler bir günde iltihak ederler.

8 Haziran

Şehirlerimizi yaparken önce kanalizasyon, su, gaz v.s. yi halletmeliyiz. Sadece Paris, Floransa veya başka birini kopya etmemeliyiz, huzur ve hürriyet ifade eden bir Yahudi stili de ortaya koymalıyız. Kasabalar arasında boşluklar bırakılmalı, her kasaba büyük ve bakımlı bir bahçe içindeki büyük bir ev gibi görünmelidir.

Rothschild aile meclisine :

Siz bir fakire 100 frank verirsiniz. Benim hiçbir şeyim ol­masa bile ben ona bir iş veririm. En kötü ihtimal benim o yüz frangı kaybetmemdir, ama ben böylece faydalı bir varlık mey­dana getiririm, siz ise bu usulünüzle ancak bir dilenci yarat­mış olursunuz. Oysa ben bir iş vermekle ayni zamanda bir de pazar edinmiş olurum.

9 Haziran

Salo ve Güdemann [[12]] bana birer rapor hazırlıyacaklar. Güdemann moral ve politik bakımdan Yahudi aleyhdarlığı ko­nusunda bildiklerini bir araya getirecek. Salo ise Yahudilerin içinde bulundukları şartları, mülklerin ve servetlerin dağılışı­nı, Yahudilerin bulundukları devletlerdeki durumlarını, iş mu­hit ve merkezlerini tespit edecek.

10 Haziran

Rothschild aile meclisine :

Kavmimizin ananevi iç ağrısını dindirmek için bir hamle de ben yapıyorum. Onların başına geçip Mev’ûd Arza götüre­ceğim. Bunu bir fantezi zannetmeyiniz. Ben havada kale inşa eden bir mimar değilim. Ben gerçek bir ev inşa ediyorum. Bu­nun malzemesini gözlerinizle görebilir, ellerinizle dokunabilir­siniz. 

*

*          *

İstikbaldeki bir Avrupa savaşı bizim teşebbüsümüze bir zarar vermez, bilakis faydalı olur. Zira bütün Yahudiler bütün varlıkları ile karşı tarafa, emîn olan tarafa geçiverirler.

*

*          *

11 Haziran

Güney Amerikaya gidebiliriz. Orasının birçok avantajları var, üstelik silahlı ve mendebur Avrupadan da uzaktır. İlk dev­letimizin anlaşmaları da Güney Amerika cumhuriyetleri ile yapılır. Onlara bölgede bize verecekleri haklar ve garantilere karşılık borç verebiliriz.

Başlangıçta onların müsaadelerine muhtacız. Tedricen kuv­vetlenir ve ihtiyacımız olan herşeyi kendimiz temin eder ve kendi kendimizi de savunabiliriz.

Bir Güney Amerika ve bir de Avrupa politikamız olur.

Eğer Güney Amerikada olursak, orada kuracağımız devlet hayli uzun bir müddet Avrupa tarafından mütalea dahi edilmez-

*

*          *

Eğer Rothschildleri ve orta dereceli milyonerleri cezbedemezsem, bütün plânımı bir kitap halinde neşrederim: «Yahudi Meselesinin Halli» (The Solution of the Jewish Question). Gi­riş kısmında da Hirsch’ten itibaren bütün olup bitenleri Yahudi efkârına naklederim.

*

*          *

Hicret etmek? Ama nereye? İsviçreye mi? Yahudilere kar­şı dünyada ilk kanunu çıkaran memlekete mi?

Nereye? Bu soru beni içten içe perişan ediyor.

*

*          *

Tanınmış romancı A. Daudet, bu Yahudi kampanyamı bir roman haline koyup koymayacağımı sordu. Bana «Uncle Tom’s Cabin» adlı romanı misal gösterdi.

11 Haziran, Güdemann’a mektup

Aziz Doktor Güdemann,

Bu mektup sizi söylenenler ve söylenmeyenler bakımından iki cihetle şaşırtacaktır.

Ben, bütün Yahudilerin lideri olmaya karar verdim ve şimdi senden soruyorum, benim yardımcım olur musun olmaz mı­sın?

Birinci işiniz yalnız Viyadaki değil Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya, Romanya v.s. memleketlerdeki Yahudilerin halihazır moral ve politik durumları hakkında bir rapor hazırlamak olacaktır. Bu raporun çok dakik istatistiklere dayanarak hazırlanması şart değil, bu şekil çok uzun vaktinizi alır. Bana bir kaç gün içerisinde ana hatları ile bildirin, eksiklerini sonra telafi edersiniz. Siz bu mevzularla ötedenberi ilgilendiğiniz için hemen hazırlayabilirsiniz. Yalnız eğer bunu birisine dikte ederek yazdıracaksanız, aman o kimse bunun ne için yazıldığını bilmesin.

Size muhaberemizi son derece gizli tutmanızı rica edece­ğim. Konu son derece önemli ve ciddidir. Ciddiyeti şuradan an­layın ki ben ne ana babama ve ne de en yakın akrabama bu hususta tek kelime söylemiş değilim.

Yukarıda bahsettiğim raporu bana 18 Haziran Salı günü, Geneva (Cenevre) gölü yanındaki kahvede, tabii bana yardı­ma karar vermişseniz, verirsiniz. Caux kahvesinde göreceksi­niz ki benim bir dünya işleri ile bir de ahiret işleri ile meşgul iki yardımcıya ihtiyacım var. Dünyevî işler için Bay Salo’yu seçtim, zannederim kendisini çok iyi tanırsınız. Ona geçen Per­şembe, ayın altısında yazdım. Cevabının dün veya bugün gel­mesi lazımdı. Maamafih daha fazla bekleyecek değilim.

Kararınızı verir vermez lütfen bana telgraf çekiniz. Eğer cevabınız müsbet ise «Kabul», değilse «Müteessirim, imkânsız» şeklinde bildiriniz. Eğer Salo’dan ses çıkmazsa onun yerine bi­rini seçmeyi size bırakacağım. Eğer siz de katılmıyorsanız, o zaman babama danışacağım.

Caux’ta sizi bir vazife bekliyor. Bizim zavallı, talihsiz kar­deşlerimiz için büyük bir plânım var. Lütfen gelin.

Derin saygılarımın kabulü ricasiyle,

Hürmetkarınız Theodor Herzl 37, rue Cambon

*

*          *

11 Haziran

Hirsch’e yazdığım mektupta «Benim yaşım olan 35 içeri­sinde iken Fransa’da Napolyon İmparator olmuştu ve ayni yaş­ta kimseler başvekillik ediyorlardı» demiştim. Kullandığım ifa­denin kötü olduğunu ve bundan benim bir megaloman oldu­ğum sonucuna varılabileceğini düşünüyorum. Oysa ben sadece, benim de politikaya atılmaya ve böyle şeyleri düşünmeye hak­kım olduğunu ifade etmek istemiştim.

*

*          *

Fahişelik konusu :

Bu konunun derhal halledilmesi için bir yol görünmüyor. Pederşahi aile tipine gidilerek, erken evlenme teşvik ve bu gi­bilere tatminkâr ücretli iş temin edilirse, bunlara birer ev te­min edilirse... böylece ortadan kaldırılabilirler. Kadın pazarla­rına paydos demeliyiz.

*

*          *

14 Haziran

Mev’ûd Arz! Orada bizim bütün haklarımız olarak, hür in­sanlar olarak yaşayacak, kendi vatanımızda huzur içinde öle­ceğiz. «Yahudi!» hitabı bugünkü hakaret anlamını kaybedecek, «Alman» veya «İngiliz» yahut «Fransız» denildiği, kullanıldığı gibi kullanılacak.

Bayrağımız olacak. Belki şöyle bir bayrak, beyaz zemin üstünde yedi altın yıldız.. Beyaz zemin bizim yeni, temiz haya­tımızı, yedi yıldız da, günde yedi saat çalışma prensibini tem­sil edecek. Çalışma, içtihad etme sancağının altında Mev’ûd Arza gireceğiz.

*

*          *

[13] Haziran

Bugün Güdemann’dan telgraf aldım :

«Seyahat yapamam. Salo da Kuzey Cape’de, mektup pos­tada, Pazar günü Baden’e gidiyorum — Güdemann».

Evet, Yahudilerin alakalarını çekmek güç olacak, fakat ola­cak. Kendimde devlerin gücünü hissediyorum.

15 Haziran

Bugün terkedilmiş bir münzevi adamım, fakat belki yarın yüzbinlerin fikrî lideri olacağım.

Orta sınıf milyonerlere temsilcilerimi göndereceğim: Schiff, Goldmann, Wolf Schulmann.

Kalplerinde birazcık Yahudilik kalmış olan milyonerlerin bir rabbi [*] ile temas etmesini isteyeceğim. Rabbi onlara benim vaazımı okuyacaktır. Bizimle beraber olmak istemeyen rabbiler terkedilecektir, fakat program yürütülecektir.

Rabbiler benim düşündüğüm teşkilatın direkleri olacaklar­dır. Halkı onlar harekete geçirecek ve bilgiyi onlar verecekler­dir. Bu hizmetlerinin karşılığı olarak da ileride devlete bağlı ve daima himaye altında bulunan bir teşkilat haline getirilecek­lerdir.

16 Haziran, 1895

Bugünler birkaç defa aklımı kaçırıyorum zannettim ve bun­dan korktum. İnsanın düşündüklerini yapmasına bir ömür yet­mez ki. Fakat arkamda manevî bir miras bırakacağım. Kime? Bütün insanlara. İnsanlığın en büyük hayırhahları arasında sayılacağıma inanıyorum. Yoksa bu bile bir megalomani mi?

*

*          *

Paris’te Neue Freire Presse’in muhabiri bulunduğu sıra­larda Dr. Herzl daha pek çok faaliyet gösterir. Mektupla, ziya­retle, karşılıklı konuşma ile, araya başkalarını koyarak birçok kimseyi kendi fikrine meylettirir. Bunlar arasında rabbiler (haham), bankerler, banka müdürleri, kömür madenleri sa­hipleri, gazete sahipleri, diplomatlar, askerler vardır. Meselâ İngiliz Yahudilerinden Albay Goldsmith (ki kendisi İngilteredeki Hovevey Siyon cemiyetinin de kurucusudur) hemen gemi tedarik edilerek Filistin’in yeniden ele geçirilmesine girişilme­sini tavsiye eder.

Rothschildlerin davaya celbedilmesi için, kendisi reddedil­mek ihtimali olduğu için doğrudan doğruya harekete geçmez, fakat uzun, bir rapor hazırlar ve bir din adamı tarafından aile­nin reisi olan Albert Rothschild’e okunmasını temine uğraşır.

Viyanada belediye reisi seçimini çetin bir Yahudi düşmanı kazanır. Buna üzülür. Öte taraftan Avusturya başvekili Kont Badeni ile gizli temas kurar ve onu el altından desteklemeye söz verir. Doğrudan doğruya Prens Bismarck’a mektup yaza­rak Yahudilerin hicret etmeleri konusundaki fikirlerini anla­tır. Günlerce, heyecan içinde mektubuna cevap bekler, fakat bir türlü gelmez. Kasımda Viyanada, gazetesinde ve bu faali­yetler içinde iken ilk defa Türkiye hakkında bir görüşünü not eder.

Viyana, 10 Kasım 1895

Türkiyede telaş. Acaba Şark Meselesi Türkiyenin bölün­mesi suretiyle bir hal şekline bağlanamaz mı? Avrupa kongre­sinde mümkündür ki (Belçika veya İsviçre gibi) tarafsız fakat bize ait olacak bir toprak parçası da biz alalım.

Paris, 16 Kasım

Başhaham Zadoc Kahn ile konuştum. Ona plânım hakkında hazırladığım risaleyi okudum. Sonuna kadar dinledi veya öyle göründü. Sonra kendisinin de bir Siyonist olduğunu itiraf etti, ama Fransaya da bağlı olduğunu söyledi.

Evet, bir insan Siyon ile Fransa’dan birini seçmek zorun­dadır.

Baş Haham «küçük» bir Yahudi. Eğer ciddi bir yardımını görürsem doğrusu şaşarım.

17 Kasım

Bugün Nordau [[14]] ile konuştum.

Bizim gazetenin naşiri Benedikt’ten sonra, beni en iyi ola­rak anlayanların İkincisidir. Her zaman benimle beraber ola­cağına emin olduğum bir kimse. İleride devletimiz kurulduğu zaman iyi bir akademi başkanı ve Maarif vekili olabilir. Londraya gitmeyi düşündüğüm zaman bana Yahudi yazarların, artist­lerin devam ettikleri Maccabean kulübüne gitmemi tavsiye etti.

Londra, 23 Kasım

Tanınmış İngiliz Yahudisi, banker Sir Samuel Montagu’nun evindeyim. Evde herşey kitabın yazdığı şekilde yenilip içiliyor. Bana, kendisini bir ingilizden ziyade İsrailli hissettiği­ni ifade ile bütün ailesiyle Filistine yerleşeceğini söyledi. Eski devirlerde olduğundan çok daha geniş bir Filistin..

Kardif, 25 Kasım

Albay Goldsmith’le beraberim.

İstasyona vardığımda beni üniforma giymiş olarak karşı­ladı. Orta boylu, küçük siyah sakallı, kara gözlü, zeki, sempa­tik bir İngiliz Yahudisi.

İstasyonun arkasına bıraktığı tek atlı arabasına bindiğimiz zaman bana neş’eli bir ifadeyle: «İsrailin bağımsızlığı için uğ­raşacağız» dedi. Sonra bana Kardif ve civar bölgenin kuman­danı olduğunu söyleyip şehir hakkında izahat verdi.

Evde karısı ve Rahel ve Karmel adlı iki kızı ile tanıştım. Yemekten sonra Albay’a planımı okudum. Almancası mükem­mel olmadığı için bütün teferruatını anlamadı ama «Bu benim hayatımın fikridir» dedi.

Bulunduğu mevki itibariyle harekette herhangi bir lider­lik almasına imkân olmadığını, fakat hareket başladıktan son­ra Britanyayı terkederek Yahudi hizmetine girebileceğini be­lirtti. Konuşurken «Yahudi» yerine «İsrailli» demeye bilhassa dikkat ediyordu. Çünkü «İsrail» kelimesi bütün kabileleri içi­ne alıyordu. Bana «Hovevey Siyon» [[15]] un oniki kabileyi tem­sil eden oniki işaretli bayrağını gösterdi. Ben de ona yedi yıl­dızlı bayrak fikrim hakkında izahat verdim.

Tam anlaştık, ben onu, o da beni anladı. Harikulade bir insan. Başka albayların da bulunduğu akşam yemeğinden son­ra ikimiz bir odaya çekildik. Bana orada hayat hikayesini an­lattı :

«Benim adım Daniel Deronda’dır. Hıristiyan olarak doğ­dum. Annem ve babam hıristiyanlığa Yahudilikten dönmedir. Bunu Hindistanda iken öğrendim ve ecdadımın itikadına dön­meye karar verdim. O sırada teğmendim, tekrar Yahudi dinine intisap ettim. Şimdiki karım da Yahudi asıllı hıristiyandı. Onunla İskoçya’da medenî nikahla evlenmiştik. Sonra o da di­nini değiştirmeye karar verdi ve bir Sinagogta tekrar evlen­dik. Ben ortadoks Yahudiyim. Bu bana îngilterede hiçbir zor­luk çıkarmadı. Kızlarım da tam bir dini terbiye görüyor ve daha şimdiden ibranice öğreniyorlar.»

Onun Hirsch adına Güney Amerikaya gidişi de bir roman kadar renkli. Oraları ve şartlarını gördükten sonra vardığı so­nuç şu: Sadece Filistin bizim vatanımız olabilir. Kanaatine gö­re dindar ingilizler de biz Filistine gitmek istersek yardım ede­ceklerdir. Çünkü onlara göre Mesih, ancak Yahudilerin Filistine gitmelerinden sonra r ü c u edecektir.

Goldsmith ile kendimi birdenbire başka bir dünyada bul­dum. Tıpkı Mantagu gibi o da eskisinden daha büyük bir Fi­listin düşünüyor.

26 Kasım, Kardif

Albay Goldsmith’e elveda. Onu bir kardeş gibi tutacağım.

Ayni gün akşam Londra

«Jewish Chronicle» # gazetesinden Asher Myers, Hovevey Siyon sekreteri Dr. Hirsch ve ressam Solomon ile buluştum.

Myers bana «Ahdi Atikle münasebetiniz ne durumda?» diye sordu. Ben «Ben hür düşünceliyim ve kavmimiz de öyle olmalıdır. Bırakalım bu yolda herkes kendi kurtuluş yolunu bulsun» dedim.

Sonra konuşmalar dağıldı. Rothschild, Mocatta, Montefiore gibi büyük zenginlerin mutlaka elde edilmesi ileri sürüldü.

Myers: «Sen bu uğurda şehid olabilirsin. Dindar Yahudiler se­nin peşinden gelirler, ama sen son derecede kötü bir dindar­sın. Bunu düşünmen lazım. Sonra Yahudiler hiçbir zaman Arjantine gitmek istemezler, onların istedikleri yer F i 1 i s t i n ’dir» dedi.

Gazetesinde neşredilmek üzere fikirlerimin bir özetini yaz­mamı istedi. Bunlar iyi güzel şeyler ama, Londrada istediğim gibi bir merkez kuramadım. Maamafih Rev. Singer benim Londra temsilcim olarak kalacak.

Viyana, 18 Ocak 1896

Bugün Londradan Schidrowitz’den aldığım telgrafta Jewish Chronicle’de «Yahudi Meselesinin Halli» konusundaki ya­zımın çıktığı bildiriliyor. Halk efkârı arenasına ilk adım.

19 Ocak

Bugün naşir Breitenstein ile kontrat imzaladım. Nihayet bitirebildiğim metinden birkaç sahifeyi okuduğum zaman çok heyecanlandı. Kitabın başlığını değiştirdim: Der Judenstaat (Yahudi Devleti) yaptım.

Bugün vazifesini tamamlamış bir kimsenin huzurunu du­yuyorum. Büyük bir muvaffakiyet beklemiyorum. Şimdi ra­hatça edebî projelerime bakabilirim. Herşeyden önce «Ghetto» piyesim üzerinde yeniden çalışacağım.

22 Ocak

Makalenin akisleri gelmeye başladı. Prag’dan rabbi A. Kaminka beni Avusturyada bir millî Yahudi partisi kurmaya teş­vik ediyor. Ona, şahsen politikanın dışında kalmak kararında olduğum cevabını gönderdim.

24 Ocak

Mahalli Yahudi Cemaati sekreteri Dr. Lieben bugün dai­reme geldi. Jewish Chronicle’da intişar eden ütopyanın sahibi­nin ben olup olmadığım hususunda suale maruz kalmış. Karşı­lıklı konuştuk. Milliyetçi bir Yahudi olduğumu söylediğim za­man «Bu kendini inandırdığın birşey» dedi.

2 Şubat

Prater’de Güdemann ile karşılaştım. «Şimdi seni düşünü­yordum» dedi «Ne kadar büyük bir iş yaptığının sen farkında değilsin[16].

Bundan sonraki iki hafta, çalıştığı Neue Freie Presse gaze­tesi sahibi ile mücadele içinde geçer. Gazetenin sahipleri Yahudi olmakla beraber, Avusturyada liberallerin organı ve en çok satan bir gazete durumunda bulunduklarından Dr. Herzl’in «Yahudi Devleti» adlı kitabının tefrika edilmesi teklifine kar­şı koydukları gibi, onu bu kitabı neşretmekten de alıkoymak isterler. Böyle bir kitabın üstünde imzası bulunduğu için doğ­ması muhtemel mahzurlar ve reaksiyonlar sebebiyle gazete­nin zarar göreceğini söylerler. Vazgeçmesi için para verebileceklerini ima ederler. O, asla vazgeçmeyeceğini söyler.

Müsvetteleri verdiği naşir de kendisine müstakbel tehlike ve risklerden bahseder fakat yolundan döndüremez.

Bu arada Viyana’da bir bankanın müdürü olan Dessauer kitabın yayınlanmasında zarar değil fayda gördüğünü ifade ederek ona cesaret verir. Şehir parkında karlar üzerinde müs­takbel Yahudi D e v 1 e t ini hayal ederler. Bu devletin elli yıl içinde [*] kurulabileceğini, bunun büyük bir devlet olacağını, kuvvetinin, İngiltere misalinde olduğu gibi, nüfus fazlalığından değil zekâdan ileri geleceğini düşünürler. Yahu­dilerin istikbalde insanlık için neler yapabileceğini tahayyül ederler.

Bir salonda toplanan Yahudi öğrenciler Dr. Herzl’i davet ederler. Orada heyecanla karşılanır. Onlara bir saatten fazla zaman hitabeder, fikirlerini anlatır. Tam beklediği gibi büyük bir başarı kazanır. Öğrenciler kendisiyle beraber ve peşinde olduklarını ifade ederler.

Nihayet eser basılır ve ilk 500 nüsha paketlenmiş olarak eline geçer. Artık ok yaydan çıkmıştır. Hayatının bir dönüm noktasındadır. Eskiden tanıdığı bir balıkçının söylediği bir sözü hatırlar: «Calibi dikkattir, insan asla ümitsiz olmaz»...

Babası, kitabın vitrinlerde teşhir edildiği haberini getirir. Bütün dostlarının hemen ortadan kaybolduklarını farkeder. Herkes kitabın uyandıracağı yankıyı görüp ona göre davran­mak üzere bir kenara çekilmiştir. Yanında yalnız babası, bir kaya gibi sağlam ve dimdik durmakta ve ona destek olmak­tadır.

Neşri takibeden bir kaç gün içinde yankılar gelmeye baş­lar. Üniversite profesörlerinden Siegmund Feilbogen bu kita­bın Siyonist edebiyatının o zamana kadar görülen en dikkate değer eseri olduğunu ifade eder. Talebe ve esnaf teşekküllerin­den konuşma yapmak üzere davetler başlar. Yankıların büyük çoğunluğu müsbettir. Her Yahudi kitapta ortaya atılan fikrin azameti karşısında şaşırmaktadır. Dr. Landau [[17]] hareketin fik­riyatını yaymak ve Dr. Herzl’in organı olmak üzere haftalık bir mecmua çıkarılması teklifini ortaya atar.

Dr. Landau’nun «güzel» bir fikri vardır: Correspondance de L’est gazetesi naşiri Newlinsky [[18]] ile temas sağlamak. Bu zat türklerin sultanı Abdülhamid ile dost olduğuna göre, rüşvet karşılığı onlara üzerinde hükümran olacakları bir toprak par­çası temin edebilir.

23 Şubat

Halk tiyatrosu’nda birçok gazeteci ile konuştum. Şehir hep benim kitaptan bahsediyor. Bazıları tebessüm ediyor ve hatta gülüyorlar ama kitap genellikle bir tesir bırakmış görünüyor.

Hermann Bahr bana karşıt olarak yazı yazacağını söyledi, zira insanlar Yahudisiz edemezlermiş!

Dr. Landau burada idi. Yahudi Devleti’nde ziraat bölümü­nü ihmal ettiğim kanaatinde. Cevap basit: Elbette ziraat koope­ratiflerimiz ve küçük ziraî endüstrimiz olacak.

Sonra «dil» konusunu görüştük. Landau birçok siyonistler gibi müstakbel konuşma dilimizin «îbranice» olması fikrinde. Bence ana dil hiçbir zorlama olmadan kendisini kabül ettiren dil olmalıdır. Eğer biz bir Yeni-İbrani devleti kurarsak tıpkı yunanlılara benzeriz. Kendimizi linguistik bir ghetto içi­ne hapsetmemeliyiz, bütün dünya bizim olmalıdır.

Viyana’da bana takılıyorlar. Julius Bauer şöyle diyor: «Pe­kala Filistin’e gidelim, ama ben başında Büyük Herzl’in bulu­nacağı bir cumhuriyet istiyorum».

27 Şubat

Daily Chronicle gazetesinde benim «Yahudi Devleti» dolayısiyle ressam Holman Hunt ve milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış bir röportaj yayınlandı.

Montagu’ye göre birisi Filistini Türklerin Sultanından iki milyon altına alabilir.

28 Şubat

Viyana Şehir Meclisi için dün yapılan seçimlerin sonuçları beni haklı çıkardı. Eylülden beri Yahudi aleyhdarı reyler ted­ricen artıyor. Heryerde, hatta liberallerin «kale»lerinde, İçşehir ve Leopoldstadt’da bile vaziyet ayni.

*

*          *

Viyana Yahudilerinden Dr. J. Gans-Ludassy, filozof Theodor Gomperz, «Yahudi Devleti» ile «Siyonizm» aleyhine belli başlı gazetelerde yayınlarda bulunurlarken, siyonist olarak ta­nınmış Birnbaum, J. Kohn, Landau gibi yakınları da biribirlerine düşerler. «Kadîma» cemiyeti, ayni gaye için kurulmuş «Gamala» aleyhine çalışır. Meselâ Birnbaum kendi sosyalist görüşleri etrafında birleşilmesi kanaatindedir. Filistinde sosya­list lider olmayı tahayyül eder. Dr. Herzl «Daha memleketi ele geçirmeden onu parçalamaya başlıyoruz» diye hayıflanır. Oysa adı geçen Birnbaum «Siyonizm» tabirini ilk defa ortaya atan, «Siyonizm»den önce «Hovevey Siyon» teşkilatını kuran, Ber­lin’deki meşhur «Siyon» (Zion) dergisini çıkaran kimsedir.

Mahallî siyonistler, Berlindeki «Genç İsrail» derneği ken­disini tartışmaya, görüşlerini savunmağa çağırırlar, reddeder. Öte yandan Sofya Baş Haham’ı Dr. Herzl’i Mesih olarak tanıdığını beyan eder. Büyük Yahudi topluluklarına bulgar ve İspanyol dillerinde onun yazıları ve fikirleri konusunda açık­lamalar yayınlar.

Bu sıralarda Viyanadaki İngiltere Sefarethanesi papazı William Hechler ile tanışır. Bu papaz eski metinlerden çıkar­dığı cümlelere ebced hesabı ile anlamlar verip sonuçlar çıkar­ması ile tanınmıştır. Ona göre Dr. Herzl beklenen adam dır. İkinci İslâm halîfesi Hazreti Ömer’in hilâfet yıl­larından (637-638) 42 nübüvvet ayı (yani 1260 yıl) geçince Fi­listin Yahudiler tarafından ele geçirilecektir ki bu tarih 1897 veya 1898 yılma tekabül etmektedir. Bu sebeple Herzl’in kita­bına ve onun Filistini kurtaracağına iman etmektedir. Onun Filistini ele geçirmesinin akabinde de hıristiyanların beklediği Mesih (yani Hz. İsa) rücü edecektir. Ona elinden gelen yardı­mı yapmaya âmadedir. Alman Kayzerinden veya Baden dü­künden hemen randevu alıp kendisini konuşturabilecek durum­dadır.

Yahudiler arasında Dr. Herzl için bir kaynaşma vardır. Bulgar Yahudileri kendisini m e s i h olarak selamlarken, Viyana Üniversitesi profesörlerinden bir «ırkdaşı» ona «Sahte Mesih Şabtay Sivi»den bahseder. Onun Yahudileri nasıl dolan­dırdığını, istismar ettiğini anlatır. Gerçekten Şabtay Sivi 17 nci asırda İzmir’de zuhur edip «mesihliğini» ilân ile Yahudilerin başına geçmiş, paralar toplamış, sonra Osmanlı İmparatorunun idam edeceği korkusu ile müslüman olmuş, Türkiye ve Balkan­larda ona bel bağlamış onbinlerce Yahudiyi yüz üstü bırakmış­tı. Halen Türkiyedeki «Dönmeler» onun — tabir caiz­se— yadigârıdır. Bir defa ağızları yanmış olan Yahudiler, ken­dilerini Filistine götüreceğini vadeden Herzl’i haklı olarak şüphe ile karşılamaktadırlar.

Viyana Siyon cemiyetinden Dr. Schnirer ve Dr. Kokesch ziyaretine gelirler ve faaliyetine gizli olarak ve cemiyet adına devam etmesi teklifini getirirler. Bütün dünyadaki Yahudi ay­dınları arasında irtibat kurulması ve bunun merkezi olarak da 15-20 kişilik bir ekip çıkarılması görüşündedirler. Bunların her biri diğer memleketlerdeki arkadaşları ile temas kuracak ve böylece binlerce «imza» biraraya getirilecektir. Bunu Dr. Herzl olumlu karşılar.

İngiliz sefarethanesi papazı W. Hechler nihayet Baden Grandükası ile konuşmuş ve Dr. Herzl için bir randevu almış­tır. Grandük Alman İmparatorluğunun kuruluşunda söz sahibi olmuş ve Kayzer’in müşavirlerinden başlıcası olmakla tanın­mıştır. Herzl’i makamında kabul eder, saatlerce konuşurlar. Yahudilerin ayrılması ile hasıl olacak krizlerden, halkın gös­tereceği reaksiyondan v.s. bahsederler. Herzl bu hususta Kayzer’in alakasını çekmesini ister. Eğer büyükleri bu konu üzerin­de meşgul ederse Yahudiler de kendi etrafında toplanacaklar ve çalışması çok daha kolay ve verimli olacaktır. Böylece bir yandan kendisini bütün Yahudilere kabul ettirmeye uğraşır­ken bir yandan da Filistini elde etme çarelerini aramaktadır. Akla ilk gelen hal çaresi dış borçlar ve mali imkânsızlıklar içe­risinde çırpınan Türkiye’ye birkaç milyon altın sarfederek Fi­listini almaktır. Grandükle konuşma şöyle devam eder:

Karlsruhe, 23 Nisan 1896

Grandük — Her halü kârda bu proje muvaffak olur, fakat bunu halka maletmek lazımdır.

Bundan sonra bana Türk sultanı ile bu hususta temasa ge­çip geçmediğimi sordu. Ben Newlinsky’yi düşünerek «Birisinin sultanla konuşacağını» söyledim. Bu noktada benim projemin

«Şark»a getireceği avantajları sayıp dökmeğe başladım. Eğer Türkiye eninde sonunda parçalanırsa Filistinde bir tampon devlet meydana getirilebilir. Maamafih Türkiyenin korunması için çok şey yapabiliriz. Sultan’ın (yani İkinci Abdülhamid) mali işlerini düzeltebilir ve bunun karşılığı olarak, onun için pek de mühim değeri olmayan bu bölgeye dönüp yerleşebiliriz.

Grandük önce Filistine birkaçyüzbin Yahudi gönderip, me­seleyi sonra ortaya atmanın daha iyi olup olmayacağını sor­du. Ben, bunun aleyhinde olduğumu ifade ettim. O takdirde bu Yahudiler Sultan tarafından âsi veya ihtilalci olarak kabul edileceklerdir. «Oysa ben herşey i apaçık ve tamamen hukuk kaideleri içinde yapmak, halletmek istiyorum» dedim.

Sonra Yahudi Devletinin Avrupaya sağlayacağı faydaları saymaya başladım. Biz şarkın fesat ocağını ıslah edebiliriz. Asyaya doğru demiryolları, karayolları inşa edebiliriz. Bu yollar hiçbir «Büyük Kuvvet »in elinde olmaz.

Grandük: «Bu Mısır problemini de halleder. İngiltere Hind yolu üzerinde olması sebebiyle Mısır üzerinde durmaktadır. Bu sebeple de Mısır ettiğinden daha pahalıya gelmektedir».

Burada Hechler söze karıştı: «Rusyanm Filistin üzerinde emelleri olabilir mi?»

Grandük: «Zannetmem. Daha uzun müddet Uzakdoğu Rusyaya yetecektir.»

Ben sordum: «Majesteleri bendenizin Çar tarafından kabul edilmekliğimi mümkün görürler mi?»

Aldığım son raporlara göre Çar sadece zaruret olduğu zamanlarda temas ettiği nazırlarından başka kimse ile görüş­memektedir. Maamafih birisi senin kitabını Çarın görmesini temin edebilir. Zannederim Çarın Yahudilere karşı bir düşman­lığı yoktur, ama tabii herşeyden önce kendi milletinin çıkar­larını düşünecektir. Bir imparator daima mutlak hareket et­mez.»

Grandükle konuşmamız ikibuçuk saatten fazla sürdü. Onu tamamen kazandığım kanaatindeyim. Ayrılırken «Hedefime ulaşmamı ve başarı kazanmamı» temenni etti.

Viyana, 26 Nisan 1896

Orient Ekspresle Hechlerle birlikte döndük. Trende hemen haritasını çıkardı ve müstakbel devlet üzerinde konuşmaya başladık. Kuzey hududu Kapadokyaya bakan (Kayseri civarı­nın eski adı) dağlar, güneyi Süveyş Kanalı. Slogan da şu ola­cak: Davud ve Süleyman’ın Filistini [[19]].

Budapeşte, 3 Mayıs 1896

İstanbul’da yayınlanan «Osmanische Post» gazetesinin edi­törü Dionys Rosenfeld beni buraya çağırdı [[20]].

Kendisinin aracı olduğunu bildirdi. Sultan Abdülhamid’in yakınlarından İzzet Bey ile arasının iyi olduğunu söyledi [[21]]. Ona birkaç cümle ile vaziyeti anlattım. Eğer Filistine sahip olursak Türkiyeye ve bu işte aracılık edenlere muazzam iyilik­lerimiz olacaktır. Asgari şartımız burasının müstakil bir mem­leket olmasıdır. Bunun karşılığında Türkiyenin malî meselele­rini tesviye ederiz.

memlekette Sultana ait olan toprakları kanunun hima­yesi altına alacağız.

Rosenfeld, zamanın son derece müsait olduğunu, zira Türkiyenin ciddî malî sıkıntılar içinde bulunduğunu söyledi. Maamafih kendisinin hükümranlıktan vazgeçilebileceğine kani ol­madığını, en iyisi Bulgaristan gibi bir statüye gidilmesi olaca­ğını ileri sürdü (Yani bir nevi muhtariyet). Ben bunu reddet­tim.

Rosenfeld İstanbul’a dönmekte acele ediyor. Benim için Sultan Abdülhamidden bu Mayıs’ın sonuna doğru bir randevu temin edebileceğini söylüyor. Göreceğiz.

Her halü kârda İstanbul’a geleceğimi, fakat İzzet Beyin be­nim Sultanla görüşmem hususunda garanti vermesini bildir­dim.

Viyana, 7 Mayıs 1896

Bugün telefonum üzerine Newlinsky beni görmeye geldi.

İstanbul’a son seyahatinden önce benim «Yahudi Devleti»ni okumuş, bu konuda Sultan Abdülhamid ile de konuştuğunu söyledi. Sultan Yeruşalaym’dan (Kudüs) asla ayrılmayacağı­nı, Ömer Camiinin daima müslümanlar elinde kalması gerek­tiğini ifade etmiş.

«Bu güçlüğü hallederiz. Orasını müşterek bölge haline ge­tiririz, bir kimsenin değil herkesin olur, bütün müminlerin ma­lı ve bir kültür ve ahlak merkezi olur» dedim.

Newlinskiye göre Sultan Abdülhamid bize Anadoluda bir yeri çok geçmeden verir. Onun için paranın önemi yoktur, pa­raya mutlak olarak hiç değer vermemektedir. Fakat Sultanı kazanacak başka bir yol vardır: Onu Ermeni Meselesinde des­teklemek.

Newlinsky şu anda bile Sultan adına Brüksel, Paris ve Londra’daki ermeni komiteleri ile temas için gizlice vazifelen­dirilmiş bulunmaktadır. Onları sultanın hâkimiyetini kabule ikna edecektir, öyle ki Sultan, «Büyük Kuvvetler»in tazyiki al­tında müsaade etmediği değişikliklere «rızası ile» muvafakat edecektir.

Newlinsky bana, ermeni meselesinde Yahudilerin yardım etmesi karşılığında, dönüşünde işlerinin hallinde Yahudilerden gördüğü yardımı Sultana anlatacağını ve bu konuda Sultanın lütufkâr davranacağını söyledi.

Bu fikir bana birdenbire mükemmel göründü. Fakat yar­dımı boşuna yapmayacağımızı, karşılığında Yahudi meselesin­de müsbet icraat görmek isteyeceğimizi bildirdim.

Bu konuda Newlinsky, ermenilerden bir mütareke temi­ninden fazlasını teklif etmiyor. Ermeni komiteleri temmuz içinde bir darbeye hazırlanmaktadırlar. Bir ay daha bekleme­ye ikna edilebilirler. Biz bu müddeti Sultan Abdülhamid ile müzakere hususunda kullanabiliriz. Newlinsky Yahudi mesele­sinde enteresan bir bölümü teşkil ediyor. Ermeni meselesini öyle ileri sürüyor ki, hem kendisi kazançlı çıkacak hem de bir mesele bir diğerini halledecek.

Şöyle dedim: «Yahudi meselesi size Ermenilerinkinden çok daha fazla menfaat sağlar. Para konusunda, emin olunuz, ben birşey yapacak durumda değilim, fakat sizi bizim zengin­lere tavsiye edebilirim».

Sultan’a yakınlığı ile maruf olan Newlinsky bu davranışla bizim başarı kazanacağımız kanaatinde. Fakat resmî diplomatik çevreler hiçbir şekilde araya girmemelidirler, hat­ta bu çevreler bizim yolumuza engeller çıkarırlarsa daha iyi olur. O zaman Sultan bizim arzularımızı nazarı dikkate alır.

*

*          *

Akşam karımın kuzeni bizde idi. Bana, Türkiyenin malî durumu hakkında geniş açıklamalarda bulundu.

Görüşüme göre malî plân şöyle olmalı: Biz (Yahudiler) Avrupa Kontrol Komisyonu’ndan [[22]] çekilmeli ve ödemeyi Yahudi çıkarları açısından ele almalıyız. Öyle ki Sul­tan bu küçük düşürücü kontrolün sıkıntısından kurtulsun ve bizden yeni ikrazlarda bulunsun.

*

*          *

Bugün Romadaki heykeltraş ve bana söylendiğine göre Si­yonist olan Moise Ezekiel’e mektup yazdım. Kendisi Kardinal Hohenlohe ile iyi tanışıyormuş.

10 Mayıs

Newlinsky Brüksel’e gitmeden önce bugün gelip veda etti.

Sultan Abdülhamid’in yanında her halü kârda bizim tarafımızdan çalışacak. Biz ermeni meselesinde herhangi bir hal çaresi bulmazsak bile, Sultan’a bizim kendisine yardım ettiğimizi ifade edecek.

Bize herhangi bir menfaat sağladığı zaman Yahudilerin cömert davranacaklarına inanıyor.

11 Mayıs

Nordau’dan mektup aldım. Araya Zadoc Kahn’ı koyarak milyarder Edmond Rothschild ile temas çaresi aradığını bildi­riyor.

Ona hemen ermeniler konusunu anlattım ve yardımını ri­ca ettim.

İngiltere sefareti papazı Hechler ile konuşup, Sultan’ın ya­rı resmî bir temsilcisinin Brüksel ve Londra’ya gittiğini, vazi­fesinin ermenileri yatıştırmak olduğunu Büyükelçi Monson’a haber vermesini söyledim. Monson bunu derhal Salisbury’ye [[23]] bildirecektir. Bu da Salisbury için büyük bir diplomatik başarı olacaktır.

12 Mayıs

Hechler burada idi. İngilizler ermeniler konusunda sulh arzuladıklarından verdiğim haber Büyükelçi Monson’un çok hoşuna gitmiş.

Büyük şeylerin sağlam temele ihtiyacı yoktur. Elma ma­sanın üzerine öyle yerleştirilmeli ki düşmemelidir. Unutma­malı ki dünya boşlukta dönmektedir.

Buna benzer olarak ben de Yahudi Devletini kurmalıyım.

13 Mayıs

Londra’da Newlinsky’ye mektup :

Muhterem Efendim,

Sizin için bazı işler yaptım, bunların sonuçlarını göreceği­nizi ümit ederim. Bilhassa Lord Salisbury’ye yakınlaşmayı te­min ettim, bana öyle geliyor ki o cihetten maslahata uygun davranışlar gelecektir. Dindaşlarıma gelince, onların da Paris ve Londra’da işe girişmelerini temin ettim. Fakat arkadaşla­rım arasında oldukça ciddi şekilde muhalefet edenler var. Prusya İmparatorunun işini yapmakla kendimizi büyük bir riske atıyoruz, bir defa anlaşma vuku bulacak olursa biz sürat­le unutuluruz fikrindeler. Bizim son derece müessir ve kudret­li arkadaşlarımızdan birisi bu hal şekline mutlak muhalif du­rumda. Ona göre bu büyük kuvvetin infisahı bizim için daha avantajlı olacaktır.

Maamafih size önce de ifade ettiğim gibi, ben sizin işaret ettiğiniz yolun doğru olduğuna kaniim. Ben halihazır kuvvet­leri muhafaza etmek ve daha da kuvvetlendirmek isterim, zira çok geçmeden biz bunlarla işbirliği yapacağız.

Eğer önemli bilgiler varsa bana yazınız, size muvaffakiyet­ler dilerim. Saygılarımla.

Dr. Th. Terzi

13 Mayıs

Nordau’dan tek kelimelik bir telgraf geldi: «Hayır».

Bunun anlamı ermeni meselesinde hiçbirşey yapamıyoruz demektir.

Tafsilat veren mektubunu sabırsızlıkla bekleyeceğim.

 


14 Mayıs

Benim «Yahudi Devleti»ni rusçaya çevirecek olan Yahudi gazeteci S. Klatschko burada idi.

Konuşurken bana kendisinin bir nihilist olduğunu ifade ederken ben ona ermeni komiteleri hakkında bir bilgisi olup olmadığını sordum.

Biliyor. Tiflis’teki lider Alawerdof, Klatschko’nun evinde oturan bir hanımın nişanlısı imiş. Ayrıca rus asıllı Zaikowski vasıtası ile Londra’daki lider Nikoladze ile de teması varmış.

Zaikoswki’ye şöyle yazmasını söyledim: Öğrendiğime göre Sultan Abdülhamid ermeni meselesinde bir mütarekeye taraf­tardır ve bunun için de müzakere istemektedir. Ermeniler giz­lice bunu kabul etmelidirler. Benim mütaleama göre bu sulh gerçek olabilir, fakat tabiatiyle müzakere için gelene benim öğrendiğimin mahiyeti sorulabilir. Ermeniler hiçbir şekilde riske girecek değillerdir. Eğer Sultan Abdülhamid verdiği sö­ze rağmen bahis konusu değişiklikleri yapmazsa aldatıldıkları­nı ve arada yapılan müzakereleri halk efkârına açıklarlar.

Klatscko bu konuyu derhal Londra’ya yazacağına dair söz verdi.

15 Mayıs

Newlinsky’ye mektup :

Muhterem Efendim,

Telgrafınızı şimdi aldım. Dün değil evvelsi gün size Berkeley Oteli adresine bir mektup yazmıştım. Lütfen mektubumu oradan alınız.

Kısaca yazdıklarımı arzedeyim. Sizin için Lord Salisbury nezdinde imkân hazırladım ve arkadaşlarıma ermeni hareketi temsilcileri ile temasa geçmelerini bildirdim. Zannederim Londrada bu konuda konuşulacak kimse Nikoladze’dir. Bir ar­kadaşım da Tiflis’teki rus komiteleri başkanı ile temasa geçe­cektir.

Ermenilerin endişelerini izale etmelisiniz. Ermenilerin li­derleri semeresiz bir inkıyadın bütün hareketi felce uğratacağı hususuna inanacaklardır. Dün gece aldığım haberlere göre her hangi zararlı bir sonuç meydana getirmeyecek bir mütareke müzakeresine girişebiliriz.

Tiflis lideri Viyana’ya gelebilir, onu göreceğim.

Saygılarımı sunarım.

Herzl

15 Mayıs

Newlinsky’ye ikinci mektup :

Muhterem Efendim,

Bir hata yaptım hemen tashih etmeliyim. Londradaki ha­reketin lideri Avetis Nazarbek’tir ve «Hutschak» gazetesini idare etmektedir. Birisi onunla temas kuracaktır.

Herzl

16 Mayıs

Nordau’dan bugün mektup aldım. «Hayır» diye çektiği telgrafın bende meydana getirdiği şoku izale ediyor. Bana yaz­dıktan biraz sonra Zadoc Kahn’ın aracılığı ile Edmond Rothschild ile görüşmüş. Anlattığına göre aralarındaki mülakat 63 dakika sürmüş, bunun 53 ünde Rothschild konuşmuş, ancak 10 dakikası da Nordau’ya düşmüş.

Rothschild meseleyi dinlemek bile istemiyor. Sultan Abdülhamid’den birşey elde edilebileceğine katiyen inanmıyor ve hiç bir şekilde de işbirliğine girişmiyor. Onun görüşüne göre ben çok tehlikeli bir oyun oynuyorum ve böylece de Filistin’de kurmakta olduğu Yahudi kolonisini de tehlikeye düşürüyo­rum [*].

Paristen gelen haberler sokaklarda Yahudiler ve bilhassa

[*] Edmond Rothschild’in işaret ettiği koloniler bu milyarder ailenin fi­nansmanı ile 1880 yılından itibaren yerli halktan satın alınan topraklara küçük guruplar halinde yerleştirilen Yahudilerdir. Önce «Rişon Letsiyon» diye tanınan ve bugün hayli büyük bir şehir olan yer ele alınmış, sonra yavaş yavaş diğer bölgelere yayılmışlardır. Safed, Nasıra ve Kudüs bunlardandır.

1897 yılından itibaren Beyrut’ta kilise tarafından çıkarılan «El-Maşrık» adlı arapça mecmuanın 1897 ve 98 yılı kolleksiyonlarında «Filistinde Yahudi Kolonileri» konusu işlenmekte ve istikbalde yaratacakları tehlike hususunda Sultanın dikkati çekilmektedir.

 


Rothschildler aleyhinde gösteriler yapıldığını bildiriyorlar. Te­sadüfe bakınız ki E. Rothschild’in Cuma günü arkadaşım Nordau’yu reddettiği Rue Laffitte’deki evin önünde, Pazar günü toplanmış bir kalabalık gösteri yapıyor ve «Kahrolsun Yahudiler» diye bağırıyordu.

19 Mayıs

Agliardi de Nuncio bugün saat 10 da kabul edeceğine dair haber gönderdi. Kendisi Papalık temsilcisidir.

Hemen konuya geldik. Ona genel hatları ile yapmayı dü­şündüklerimi anlattım. Kuracağımız «Yeni Krallığın durumu ve bilhassa Büyük Devletlere karşı tutumunun ne olacağını» ileri gelen Yahudilerin —Rothschildler gibi— bu konuda ne düşündüklerini v.s. sordu.

Krallık değil aristokratik bir cumhuriyet düşündüğümüzü, Büyük Devletlerin ve bilhassa Papalığın sadece rızasını talep ettiğimizi, bunları temin edersek Jerusalem (Kudüs) i beynel­milel kılıp bir devlet kuracağımızı, Sultan Abdülhamidin mâli­yesini de ıslah edeceğimizi söyledim. Gülümseyerek «Buna pek memnun olacaktır. Kudüs’ün yanısıra (Hıristiyanlarca mukad­des) Bethlehem ve Nasıra’yı da beynelmilel saymalısınız ve başşehri kuzeyde bir yere almalısınız» dedi, «Evet» diye cevap verdim. Fakat o Büyük Devletlerin buna muvafakat edecekle­rinden şüphesi olduğunu, bilhassa Rusyanın buna yanaşmıyacağını ifade etti. Sonra, bütün Yahudileri de alıp Filistine götür­menin imkânsızlığından bahsetti. Meselâ Viyanayı ele alalım. Buradaki 130 000 Yahudinin diyelim ki 100 000 ini götürdünüz, geri kalan 30 bin kişi Yahudi aleyhdarlığı için yeter. Bu sırada Fransız Büyükelçisinin ziyaret için beklemekte olduğu haberi geldi ve ben «tekrar görüşmek üzere» huzurdan ayrıldım.

Mülakattan çıkan sonuç: Bana göre Roma bizim aleyhimiz­de. Zira Yahudi Meselesinin Yahudi Devleti şeklinde bir sonu­ca varmasını istemiyor hatta bundan korkuyor.

21 Mayıs

Londra’dan Sylvia d’Avigdor’un bildirdiğine göre Samuel Montagu benim «Yahudi Devletinin İngilizce tercümesini sa­bık başvekli William Gladstone’a takdim etmiş ve mültefit bir mektup almış.

Pazar Günü

Yarın, önce Hirsch’i ziyaretle giriştiğim faaliyetin birinci yıldönümü. Eğer bu seneki kadar gelecek yıl da ilerleyebilir­sem, «Seneye Yeruşalaymda» oluruz [[24]].

Ayni Pazar

Newlinsky Londradan önce telgraf çekti arkasından da mektubu geldi, hiçbirşey yapamadığını söylüyor: Daily Telegram gazetesinden Lawson’a tavsiye edilmesini istiyor. Başveki­lin hiçbirşey yapmak istemediğini bildiriyor.

Telgrafla Daily Graphic gazetesinden Lucien Wolf ile gö­rüşmesini söyledim, Hechler’i de tekrar Monson’a yollayacağım. Newlinsky’ye gönderdiğim mektupta şunları yazdım: «Herşey çok kötü başladı ve hepsinin üstünde çok geç oldu». Hemen geri gelmesini, işi elime bizzat alacağımı ifade ettim.

26 Mayıs

Newlinsky telgraf çekiyor :

«S(alisbury) kabul etmeyi reddetti, elinden geleni yap».

Cevap verdim :

«Tavsiyem mümkün olduğu kadar çabuk memlekete dönmendir. Salisbury ile Haziran sonunda bizzat görüşeceğim. Ön­ce senin patrona (Sultan Abdülhamid) gidelim».

Rev.Singer’e mektup (cevap) :

Aziz Arkadaşım,

Ben Sir Samuel Montagu’ye doğrudan doğruya mektup yazmayacağım, zira İngilizce istediğimi tam anlamı ile ifade edemem. Bu sebeple sen gidip konuş, meseleyi enine boyuna anlat. Onun daha ne kadar yaşayacağını bilmeyiz. Ben bunu Baron Hirsch ile konuşurken düşünmüş fakat söyleyememiş­tim. Bugün, Yahudiler için bu kadar iyilik yapmış olan bu insan ölmüş bulunuyor. Hayırseverlik sadece dilenci yaratıyor. Mil­letimiz için ne yapabileceğini sor kendisine. Çok ciddi konuş. Ben kendisini hatırlı bir kudret sayıyorum. Mesele para sahibi olmasında veya bunu sarfetmesinde değil. Bir penny bile ver­meyebilir. Eğer bize iştirak etmezse yolumuza onsuz devam edeceğiz.

Temmuz başları benim için uygun değil. Buradan Hazira­nın ortalarından önce ayrılamam ve önce İstanbul’’a git­mek istiyorum. Maamafih bu seyahatim herhangi bir sebeple geri kalırsa hemen Londraya gelirim...

*

*          *

Rosenfeld İstanbul’dan yazdığı mektupta, temaslara giriş­meden önce, benim arkamda ne gibi malî kudretlerin bulundu­ğunu bilmesi gerektiğini, zira ermeniler konusu suya düşecek olursa başının tehlikeye gireceğini söylüyor. Rosenfeld ile da­ha Budapeşte’de ilk tanışmamızda benden para istemesinden beri fazla temasım olmamıştı. Bu sırada Londradan Newlinsky’den iyi haberler geldi. Kısa mektuplarından anladığıma göre ona itimat edilir. Haziran ortasında onunla birlikte İstanbul’a giderim.

*

*          *

Londra ermenileri arasındaki faaliyeti hakkında Klatscko’dan enteresan bir mektup aldım. Adamı Nazarbek ile konuş­muş, o Sultan’a itimad etmiyor fakat «Yahudi hareketi lideri­ne samimi alakasından dolayı teşekkür ediyor»muş.

6 Haziran

Newlinsky üç gündür burada ama henüz yüzünü göster­medi. «15 Haziranda hareket etmeyi düşünüyorum. Benimle birlik misin?» şeklinde bir mektup gönderdim.

7 Haziran

Bugün Baden’de iken Newlinsky geldi. Mesele şu, hala be­nimle birlik mi yoksa emniyetini kayıp mı etti?

Haziran

Bana biraz soğukluk intibaı vermiş olan Newlinsky’yi da­vet ettim. Halihazır durumun İstanbul’a seyahat için elverişli olmadığını, Sultan’ın Girit isyanından başka şeyle meşgul ol­madığını v.s. ifade etti.

Belki Londra’ya hareket etmezden önce bana söyledikleri­ni sırf benim kendisini orada desteklemem için söylemişti. Şim­di dönüşünde İstanbul’’a davetsiz olarak gidemiyeceğini söylüyor

9 Haziran

Bu sabah birbuçuk saat Newlinsky ile beraberdim. Onu davamıza tekrar kazanmak için uğraştım. Cesaretini açıkça Londrada ve burada yitirmişti. Son derece kuvvetle konuştum, kaynaklarımızı önüne serdim ve bize hizmet etmesini söyle­dim. Daha ilk günden büyük menfaatler sağlayacağını anlat­tım.

Gazete mahfillerinde, bunun sonucu olarak da diplomatik ve malî mahfillerde benim projemin bir ütopia olarak kabul edildiğini anlattı. Landerbank direktörü bunu bir fantazi, bi­zim gazetenin editörü Benedikt aptallık diye vasıflandırmalar­dı, gazeteciler de gülüşüyorlardı.

Şöyle cevap verdim: «Bütün bu ayak takımı bir sene son­ra benim pabuçlarımı yalacaklardır».

Fikrine göre bu sırada İstanbul’a gitmem doğru değildir. Simdi orada herkes sadece ve sadece Girit isyanını düşünmek­tedir.

Eğer bana katılmazsa oraya yalnız gideceğimi, orada Rosenfeld’in aracılığı ile İzzet Bey’in bana bir mülakatı nasıl ol­sa temin edeceğini söyledim.

Newlinsky Londra intibalarını nakletti. Oradaki halk Tür­kiyenin yıkılmasının yakın olduğu kanaatindedir. Halk oyunun karşı koyduğunu bile bile hiçbir başvekil Sultana yakınlık gösteremez. Bulgar Prensi Ferdinand’ı imparatorluğun varisi yapma düşüncesinde olanlar dahi mevcut. Newlinsky’ye göre Sul­tan için tek çıkar yol Makedonyalılar, Giritliler ve Ermeniler v.s. ile araları gayet iyi olan Jöntürklerle anlaşıp onların yar­dımı ile reformları gerçekleştirmektir. Bu tavsiyelerini bir rapor halinde Sultan Abdülhamide de vermiş.

Şimdi bu programa Yahudi yardımı hususunu da ekleyip yeniden vermesini teklif ettim. Sultan bize o toprak parçasını versin, bunun karşılığı olarak saltanatını kuvvetlendirelim, mâ­liyesini ıslah edelim ve dünya efkârı umumiyesini tamamen onun lehine çevirelim.

Newlinsky Viyana gazetelerinin bana karşıt olan tutumla­rını düşünerek bu sözlerimi şüphe ile karşıladı. Buna mukabil eğer istersem onların hepsini lahzada çevirebileceğimi söyle­dim.

Üçbin kişi tarafından imzalanan Siyonist deklarasyonu ile benim kastedildiğimi bu pazar öğrendiğimi ona naklettim.

Biraz çarpılmış ve yarı yarıya yeniden kazanılmış olarak benden ayrıldı. Sultana derhal yazması hususunda ısrar ettim o da söz verdi.

*

*          *

Avusturya Macaristan Dışişleri Bakanı Kont Goluchowsky bugün Türkiyeye ihtarlarla dolu bir konuşma yaptı. Bunun üzerine Newlinsky’ye derhal şunları yazdım :

Muhterem Efendim,

Budapeşte konuşması size İstanbul’a hemen tavsiyelerinizi yenilemek için müstesna bir fırsat yaratmış bulunuyor. Kulla­nabileceğimiz bütün fırsatlarda enerjik davranınız.

Eğer benimle seyahata karar verdiyseniz, yolda benim mi­safirim olmak şerefini bahşetmenizi rica edeceğim.

Derin saygılarımla.

Th. Herzl


15 Haziran

Gece trendeyim. Viyana’dan Orient Eksprese yalnız başı­ma bindim.

Newlinsky sabah saat 2 de Budapeşteden binecek.

Şimdi alelacele geçen haftanın olaylarını defterime geçir­meliyim. İntibalar daha zihnimde taze iken meşguliyetimden fırsat bulup maalesef yazamadım.

Londra dönüşü Newlinsky hiçbir şekilde benimle İstanbul’a  gitmek niyetinde değildi.

Birkaç uzun konuşma seansı bana mukavemet gösterdi. Belli idiydi ki benim hakkımda yaptığı tahkikatta kendisine benim taraftarım olanlar bazı şeyler söylemişlerdi. Bu gibi bir­kaç kişiden kendisinin benim hakkımda soruşturma yaptığını öğrendim.

İstanbul’a gitmeye kararlı olduğumu göstererek onu niha­yet kazandım. Beni takip ederse göreceği menfaatler sebebiyle böyle yaptı.

Cuma günü uzun bir müzakereden sonra 15 Haziranda İstanbul’a hareket konusunda düşünmek üzere mutabık kaldık: Ben İstanbul’a meseleyi onsuz götürüp götürmeyeceğimi yahut İstanbul’daki diğer adamlarım aracılığı ile gitmeyi o ise bana iltihak edip etmemeyi düşünecekti.

Cumartesi günü tekrar onu görmeye gittim. «Eh, gidiyor musun» diye sordu «Evet, gidiyorum» cevabını verdim. Benim kararlı olduğumu görünce o da benimle gelmeye hazır olduğu­nu söyledi.

Dün tekrar buluşarak ayrılmazdan önceki son hazırlıkları yaptık. Bugün öğleden sonra Peşte’ye gideceğini ve Eksprese oradan bineceğini söyledi.

Sorularının cevaplarını henüz tam hazırlamış değilim. Ma­lî planı ele alalım, en küçük teferruata kadar inmek gerekiyor ki ben henüz bunu yapmış değilim. Nekadar hazırlıksız olsam da Filistin için 20 Milyon altın verebileceğimizi tahayyül etti­ğimi söyledim (Maamafih Montagu Daily Chronicle’de sadece 2 milyon teklif ediyordu).

Daha sonra Baden’e gittim, orada karımın kuzeni Reichenfeld’e telefon ederek akşam gelip bana bazı hususlarda bilgi vermesini söyledim.

Baden’e saat 9 da geldi. Beni Osmanlı Devlet borçları ko­nusunda aydınlatmasını söyledim. O bana bu borçların statü­lerini anlatırken ben de mali portresini çıkardım.

Biz Türkiye mâliyesini düzeltmek için 20 Milyon Osmanlı lirası harcarız. Bu mikdara 2 milyon da Filistin için ilave ede­riz ki bu da halen 80 milyon lira olan borçların yıllık faizini karşılar. 18 Milyon sarfı ile de Türkiyeyi Avrupa Kontrol Ko­misyonundan kurtarırız...

Reichenfeld detayları ile ileri sürdüğüm bu plana şaşıp kaldı ve bana bunu hangi maliyecilerin hazırladıklarım sor­du. Ona esrarlı bir sükûtla cevap verdim.

Bugün Newlinsky için İstanbul’’a kadar bir bilet getirttim. Tutarı oldukça fazla. Bunun dışında Türk heyeti için meyve de aldırtmamı söylemişti, Hotel Sacher’den çilek, şeftali v.s. ki hepsi Fransadan ithal edilmişti, hazırlattım..

17 Haziran

Sabahın saat 6 sı, Orient Ekspres, Eski Baba istasyonu.

Seyahatin dünkü kısmı son derece enteresan geçti. Newlinsky trene gece saat 2 de Budapeşte’de bindi, trende birkaç Türk paşanın da bulunduğunu haber verdi, bilhassa Ziya Paşa’nın bulunduğunu söyledi, Moskova’daki taç giyme merasimine giden heyetin başkanı bulunuyormuş [[25]].

Dün sabah Newlinsky beni Ziya, Karatodori ve Tevfik Paşalara takdim etti. Tevfik Paşa halen Belgrad Sefiri imiş [[26]]. Daha sonra bana bu ekselansların en önemlisinin Ziya Paşa olduğunu ve benim İstanbul’a ne maksadla gitmekte olduğumu ona anlattığını söyleyerek başbaşa bıraktı. Ziya Paşa mesele ile hemen ilgilendi ve konuşmamızın gizli olması için yalnız kalmamızı temin etti.

Ziya Paşa ufak tefek, zarif, efendi, parisiyen tipli bir zat, insana hürmet telkin eden bir havası var. Ciddi bakışlı siyah gözleri, kısa siyah sakalı var. Burnu biraz kemerli.

Karatodori aksakallı, şişman, boyuna nükte yapan, çok gü­zel fransızca konuşan, Moskovadaki taç giyme merasiminin ih­tişamını anlata anlata bitiremiyen, her istasyonda oraya has meyveleri hemen oracıkta yıkayıp yiyen bir paşa.

Tevfik Paşa daha genç bir paşa, Neue Freie Presse gaze­tesinden sitayişle bahseden, eski sayılarında çıkmış yazılardan dahi söz edebilen bir kimse.

Öğleden sonra Karatodori Paşa lokantalı vagonun sigara içilen kısmına geçtiği sırada, vagonda yalnızca Ziya, Newlinsky ve ben kaldığımız zaman plânımı açıkladım. Ziya ciddiyet ve dikkatle dinledi.

Şöyle dedi: «Görüyorum ki herşeyi açık açık konuşuyor­sunuz» (Zira konuşmam sırasında Filistin’de tamamen bağım­sız bir devlet istediğimizi, eğer bunu elde edemezsek bu plan­dan tamamen vazgeçip Arjantin’e gideceğimizi söylemiştim). «Fikrinizi açıkça anlattınız» dedi «Fakat size hemen şunu söy­lemeliyim ki eğer siz bağımsız bir Filistinden söz açarsanız hiçkimse sizinle müzakereye girişmez. Para ve basın yoluyla destek şeklinde sağlayacağınız menfaatler gerçekten büyük ve önemli, ve teklifiniz gerçekten ilgi çekici, fakat bütün bunlar bizim vatanın herhangi bir köşesini satmama prensibimizle uyuşmuyor».

Şöyle cevap verdim: «Bu tarihte sayısız defalar olmuş birşeydir».

Newlinsky müdahale ederek, buna misal olarak sadece İngilizlerin Heligoland adasını almanlara vermeleri gösterilebilir dedi.

Ziya Paşa tekid etti: «Hiçbir şartla Filistini bağımsız bir devlet kurmak üzere ele geçiremezsiniz, belki Osmanlı hakimi­yetini kabul eden bir devlet olabilir».

Bu daha başlangıçta mürailiğe girişmek demek olur. Tâbi olarak kurulmuş olan bütün devletler, daha başlangıçtan iti­baren ne yapıp da tam bağımsızlığa kavuşmalı konusunu ele alacaklardır. Bunu mümkün olduğu kadar kısa zamanda elde edeceklerdir.

Konuşma Zaribrod’a kadar sürdü, orada Bulgar nazır Natchowitch Newlinsky’yi karşılamak üzere beklemekteydi.

Beni de Sofya Siyonistleri adına bir heyet karşıladı. Onlara hareketimi önceden telgrafla bildirmiştim.

Heyetten iki üye Siyonizm konusundaki çalışmalarımın na­sıl gittiğini sordu. Newlinsky ve Bulgar nazır ile vagonda bu­luşabilmek için onlara son derece kısa izahat verdim ve ayrıl­mak zorunda bulunduğumu anlattım.

Sofya’da dokunaklı bir manzara beni beklemekteydi. Tre­nimizin durduğu yerde beni karşılamaya gelmiş kadınlı erkek­li, çocuklu büyük bir kalabalık vardı. Sfaradîm, Eşkinazim [[27]], aksakallı ihtiyarlar, başlarında da Dr. Ruben Bierer. Bir çocuk gül ve karanfillerden mürekkep bir buket verdi. Bierer alman­ca bir konuşma yaptı, sonra Caleb fransızca bir hitabede bulun­du ve mümanaatıma rağmen elimi öptü. Konuşmalarda Önder, İsrailoğullarının kalbi gibi büyük vasıflarla tavsif edildim. Her­kes bu manzarayı alaka ile seyretti.

Veda makamında Bierer’i öptüm, elimi sıkmak için adeta yarışa girdiler. Halk «Leşana habaa biyeruşalaym» [[28]] diye bağırdılar. Tren yavaş yavaş hareket etti..

Newlinsky ve Ziya gösterilerin tesirinde benim tahminim­den az kalmışlardı. Yahut da ihtisaslarını gizliyorlardı. Newlinsky Bulgaristan kilisesi temsilcilerinden Gregory tarafından karşılanmıştı. Allah bilir geleceğini ona telle bildirmiş ve bana Bulgaristandaki nüfuzunu göstermek istemişti.

*

*                                    *

Akşam Newlinsky ile lokanta vagonunda başbaşa oturdu­ğumuzda ona 20 milyonluk projemi açtım. Türk Hükümetinin Avrupa Kontrol Komisyonundan 18 milyon karşılığında kurtarılabileceğini, 2 milyonun da Filistin için ayrıldığını anlattım.

Newlinsky buna şiddetle muhalefet etti. Kendisinin Ziya Paşa’ya benim aşağıdaki şekilde Avrupa Kontrol Komisyonun­dan kurtarmayı düşündüğümü anlatmış imiş :

Birinci üçte biri para olarak öderiz. İkinci üçte bir için ke' fil oluruz (veya eğer tâbi bir devlet olursak bu üçte biri haraç olarak veririz), üçüncü üçte biri de mevcut Komisyondan dev­ralarak itfa ederiz.

Newlinsky’ye göre biz Sultan Abdülhamide Filistin muka­bili 20 milyonu açıkça teklif edemeyiz. Bu sadece ticarî bir iş olur. Önceden de biraz prim vermek gerekir. Maamafih bazı şartlar ileri sürerek ek menfaatler gösterebiliriz, mesela bütün Türkiyeye raci bir «Elektrik enerjisi tekeli» v.s.den bahsedebi­liriz. Fakat, onun ifadesine göre, üçlü taksime gidiş nazarı iti­bara dahi alınmaz.

Bu konu üzerinde düşündüm taşındım ve Newlinsky’nin haklı olduğu sonucuna vardım. İşteki bu dönümden yeni avan­tajlar dahi çıkartabilirim. İstanbul’da şartların mutlak olarak gizli tutulmasını söyleyebilirim ve söyleyeceğim, zira herşeyi önce Komiteme anlatmak, onlara kabul ettirmek zorundayım. Bu şekilde Edmond Rotchild veya S. Montagu tarafından giri­şilebilecek herhangi bir karşı hareketi de önlemiş olurum.

Fakat Londraya Sultan tarafından teyid edilmiş olarak bir gelirsem işte o zaman her istediğimi yapabilirim.

Eğer zaruret olursa Barnato ile de temas kuracağım [[29]].

*

*          *

Bierer Sofyada iken bana, Edmond Rothschild’in bir tem­silcisini İstanbul’a gönderdiğini, Filistindeki koloni faaliyetine mani olmaması için Sultana para teklif edeceğini öğrendiğini söyledi.

Bu bana karşı düşünülmüş bir hamle olabilir mi?

18 Haziran, İstanbul’

Newlinsky bizim dava için son derece kıymetli bir koz. Onun maharet ve samimiyeti her türlü övgünün üzerinde doğ­rusu. Kendisine fevkalâde bir mükâfat verilecektir.

İstanbul’’a dün öğleden sonra vardık. İstasyonda Viyanalı Baron B. Popper [[30]] ve Newlinsky’nin tanıdığı iki gazeteci ta­rafından karşılandık. Ayni trende bulunan paşalar daha şehre varmadan merasim elbiselerini giymişler ve fazla gecikmeden Sultana gidebilmek için hazır olmuşlardı. İstasyonda onları ka­labalık bir halk kitlesi karşıladı.

Bu şaşılacak şekilde güzel ve pis şehirde yürüdük. Parlak güneş, rengârenk sefalet, bakımsız binalar. Royal Otelindeki penceremizden Halic’e kadar olan manzara uzanıyor.

Newlinsky’nin burada iyi bir şöhreti ve büyük tesiri var. Yol arkadaşlarımız Ziya ve Karatodori paşalar gibi birçok ileri gelen türkle gayet iyi münasebeti var.

Elbiselerini değiştirir değiştirmez Yıldız Sarayına gitti. Arabada ona refakat ettim. Sokaktaki hayat acaip şekilde sefa­let ve neşe aksettiriyor. Kafesli haremler cazip bir esrarlı man­zara teşkil ediyor. Arkasında, herhalde gireni hayal sukutu beklemektedir.

Beyaz Dolma Bahçe sarayının penceresinden Boğazın hari­kulade güzel bir görünüşü var.

Newlinsky Yıldız’da inince ben arabayı yamru yumru yol­lardan sürerek Beyoğlu’na çıktım, oradan aşağıya köprüye ka­dar geldim.

Newlinsky geç vakit, bozulmuş olarak döndü. Sultan Abdülhamid’in başkâtibi İzzet Bey bizim projemize karşı açık açık menfi davranmıştı. «Bu mevzuda bir sürü komisyoncu söz üs­tüne söz veriyor» demişti. Newlinsky’nin düşüncesine göre bu­rada birisi düşüncesiz bazı adımlar atmış bulunuyor. Önce bu­nu halletmemiz lazım ki hiç de kolay olacağa benzemiyor.

Diğer bir güçlük: Görünüşe göre Sultan hastadır. Newlinsky huzura kabul edilmemiştir. Sultanın hastalığının ne ol­duğu öğrenilememiştir. Baron Popperin kızkardeşinden duydu­ğuna göre viyanalı doktor Nothnagel’e buraya gelip gelemiyeceği sorulmuştur. Eğer bunlar benim mülakatıma mani olursa çok büyük talihsizlik demektir.

Akşam yemeğinden sonra, bir İtalyan opera kumpanyası­nın açık hava konseri verdiği Beyoğlunda bir bahçeye gittik. Konserin birinci kısmından sonra verilen arada Sadrazam Ha­lil Rifat Paşanın oğlu Cavid Beyin yanma gittik. Tanıştırılmış ve hemen derhal mevzuun ortasına daldırılmıştım [[31]]. Bir bah­çe kanepesine oturup karşılıklı konuşmaya başladığımız zaman sanatkârların şarkı sesleri artık bize uzaklardan geliyordu.

Onun muhalif kaldığı noktalar şunlardı: Mukaddes ma­kamlar, Kudüs mutlak surette Türk hâkimiyeti altında kalma­lıdır. Buralarının terkedilmesi halkın mukaddesat duyguları ile oynamak demektir. Ona geniş ölçüde bir ekstra territorialite söz verdim. Medenî dünyanın kabul ettiği mukaddes makam­lar hiçkimseye değil herkese ait olacaktır. Sonunda zannederim Kudüs’ün hali hazır statü içinde kalması hususunda mutaba­kata vardık. Cavid Bey müstakbel Yahudi Devleti ile Türkiye’­nin münasebetlerinin nasıl olacağı konusu üzerinde durdu. Tâ­bi bir devlet olması hususundaki fikirleri Ziya Paşanın fikir­lerine çok benziyor.

Ben, tam başarıyı bağımsızlıkta gördüğümü, fakat her halükârda Mısır veya Bulgaristan’ın durumu gibi, yıllık vergiye bağlanma şeklini de müzakere edebileceğimizi söyledim.

Sonunda Cavid Bey müstakbel hükümet şeklimizin ne ola­cağını sordu.

«Aristokratik bir cumhuriyet» cevabını verdim.

Cavid Bey şiddetle reddederek «Sakın “Cumhuriyet” keli­mesini Sultan’ın önünde telaffuz etme. Halk burada bunun öl­düreceğinden korkar. Bu ihtilalci devlet şeklinin bir vilayetten diğerine sari hastalık gibi bulaşacağından endişe ederler.»

Ona, zihnimde mesela Venedik’te olduğu gibi bir hükümet şekli düşünüp tasarladığımı anlattım.

Babası Sadrazam Halil Rifat Paşa’dan beni huzuruna kabul etmesi hususunda yardımını rica ettim.

Bu hususta bana söz verdi. Diğer hususlarda da tavsiye ve faaliyet şeklinde yardım etmeyi arzuladığını söyledi. Teklifle­rim hakkındaki sorusuna cevaben de, teferrut üzerinde ancak Sultan ile konuşabileceğimi söyledim.

18 Haziran

Bugün Newlinsky bana, Rusya’nın Yıldız Sarayında en mu­teber yeri almış olduğunu bildirdi. Rusya ile dost olduğu müd­detçe Türkiye hiçbir tehlikeye maruz kalmaz. İzzet’in de Rus­ya’ya meyilli olduğunu söyledi. Sadrazama ne söylesen o da Rusya’ya yönelecektir.

Bu sebeple Sadrazama gitmeden önce Rus Sefaretinin nü­fuzlu tercümanı Yakovlev ile konuşmak hususunda mutabık kaldık.

Yakovlev’e derhal bir tezkere yazarak randevu istedim. Sa­at bir için derhal muvafakat etti. Diplomatik çevrelerde benim gelişimle çıkan dedikodulardan haberi olduğu meydanda idi.

19 Haziran

Dün, sonu başarısız gelen hararetli bir gündü.

İlk durağım rus tercümanı Yakovlev idi. Bey oğlundaki konsoloshanede kalıyor. Türk stilinde yapılmış bir bina. Bahçe­de kavaslar, hizmetçiler dolaşıyorlar. Kartımı gönderdim. On dakika sonra kabul edildim.

Ona ziyaret maksadımı kısaca anlattım. Yapacağı şoka ha­zırlamak için önce Filistindeki kolonizasyon faaliyetinden bah­settim. Türk hükümeti ile temastan önce Rus Sefaretinden çağırıldığım hususunu not etmesini istedim. Ailesinden birisinin aracılığı ile Çar Hazretleri tarafından kabul edilmek ümid ve dileğinde olduğumu söyledim (Valler Prensini kastediyordum, ama adını zikretmedim).

Yakovlev bana cevap verirken, Kudüs’te Konsolos olarak bulunduğu sırada edindiği tecrübelerden bahsedeceğini söyle­yerek, Filistine gelen Yahudileri onlar rus vatandaşı oldukları halde sempati ile karşılayamadığım, konsolosluğa karşı hilekâr davrandıklarını, konsolosluğa vermeleri gereken vergileri ver­mekten kaçındıklarını, menfaatlerinden başkasını düşünmedik­lerini anlattı.

Irkdaşlarımın asırlardan beri uğradıkları takibat sonucu böyle davranmaya alıştıklarını, ahlaklarının sukutunda bir fev­kaladelik aramamak lazımgeldiğini söyledim, hak verdi.

Sonra planımdan biraz daha derin şekilde bahsetmeye gi­rişerek, bunun sadece basit bir kolonizasyon olmayıp, bölgede kendimizin olan bir yer istediğimizi anlattım.

Gittikçe artan bir dikkat ve sempati ile beni dinliyordu. «Bu fikrin bütün iyi insanlar tarafından paylaşılacağına ina­nıyorum» dedim.

Sonuç olarak, planın gerçekleşmesinin birçok on yıllar ala­cağına işaret etti. Ben belki bunun meyvelerini göremeyecek­tim, bununla beraber bana başarılar, kuvvet, sıhhat temennisin­de bulundu ve ayrıldım.

Vedalaşırken bana mahalli Rus Maslahatgüzarı ile temas etmemi tavsiye ve merdivenlere kadar teşyi etti. Sonra başlan­gıçtaki sözlerini tamir etmek istercesine şöyle dedi: «Kavmin arasında çok iyi ahlaklı olmayan belki yüzde yirmi bulacaksın, fakat bu diğer kavimler arasında da böyledir». «Evet» dedim «Bizim durumumuzda bu iki mislidir, öyle ki birisi yüzde kırk olduğuna inanabilir».

*

*          *

Yakovlev’den sonra Bâb-ı Âli’ye gittim. Önceden çağrılmış bulunuyordum. Tercümanım kırmızı fesli arabacının yanma oturdu.

İstanbul’un dolambaçlı ve pis sokakları. Bâb-ı Âlî eski, kir­li bir bina fakat son derece hareketli bir yer. Nizamiye nöbet­çileri giriş holünün yanındaki küçük yerlerde dikiliyorlardı. Sayısız vazifeli ve subay yukarı aşağı inip çıkıyorlardı.

İlk ziyaretim Sadrıazam’ın Umumî Kâtibi Hayreddin Beye­fendiye. İsimleri benim kulağıma geldiği gibi hıfzedip yazıyo­rum, doğru olup olmadıklarını bilmiyorum tabii. Mesela bugün öğrendiğime göre Sadrıazamın oğlunun adı Cavid değil galiba Cevad Bey imiş.

Hayreddin otuz yaşlarında, iyi görünüşlü, düz, soluk benizli, güzel siyah sakallı, iri kulaklı bir adam. Her sözünden son­ra tebessüm ediyor, arkadaşça davranıyor. Birkaç dakika sonra Sadrıazam tarafından çağırıldık. Bir antre ve iç içe birkaç oda­dan geçtik. Büyük bir salonda, sırtını duvara dönmüş olarak devletli Sadrıazam Halil Rifat Paşa duruyordu. Girdiğim za­man ayağa kalkıp bana elini uzattı. Uzun boylu, ak sakallı, bu­ruşuk ve kuru yüzlü bir zat. Masada, tam önünde iki takım teşbih duruyordu.

Kendisi oturdu ve bana yanındaki bir koltuğa oturmam için işaret etti. Hayreddin Bey de tercüman olarak kaldı ve bir iskemle de o çekti.

Bir sigara verdi, seyahatimin nasıl geçtiğini, ne zaman gel­diğimi ve ne kadar kalacağımı sordu. Sonra Neue Freie Presse hakkında iltifatkâr birkaç cümle söyledi. Hayreddin bunları ciddiyetle tercüme etti. Neue Freie Presse’in Türkiyeye tevec­cühü olduğunu, İmparatorluk hakkında iyi bir haber aldığı za­man daima memnun kaldığını anlattım. Verdiğimiz haberlerde belki bazan yanıldığımız olmuştur, ama daima doğru haber ver­meye çalıştığımızı da ekledim.

Sadrıazam, bizim muhabirimizin kendisini her zaman ara­yabileceğini ve kendisine herşeyi söyleyebileceğini bildirdi.

Bundan dolayı teşekkürlerimi arzettim.

Sonra tercümana Sadrıazam hazretlerinin benim seyahati­min maksadından haberdar olup olmadığını sormasını söyle­dim.

Teşbihlerle oynayarak cevap verdi: «Hayır».

Hazırladığım teklifleri sadrıazama nakletmek üzere Hay­reddin Beye verdim. Sadrıazam gayet soğukkanlılıkla dinledi. Şuna benzer sualler sordu: «Filistin büyüktür. Hangi kısmını düşünüyorsunuz ? »

Tercümana cevap verdim: «Bu bizim temin edeceğimiz menfaatin cesametine bağlı bir husus. Daha çok arazi için, daha büyük kurbanlar takdim edebiliriz».

Devletlileri bazı terimler üzerinde açıklamalar istediler.

Ben fazla teferruata girmediğim için itizar beyan ettim. Tekliflerimi teferruatlı olarak sadece Haşmetmeâb’a arzedebileceğimi söyledim. Bunlar acaba prensip olarak kabul edilebi­lir hususlar mıdır? Sir Samual Montagu bizim malî programı­mızı teklif olarak getirecektir.

Halil Rifat Paşa konuşma arasında uzun zaman susup du­raklıyor, teşbihi parmaklarının arasına alıyor, onu ağır ağır çe­kerken kelimeler de ağzından ayni zaman aralıkları ile çıkıyor.

Ayrılırkenki intibaıma göre o bu proje karşısında yalnız müstenkif değil ayni zamanda itimatsızdır.

Konuşma devamınca orada devamlı bir memur ve hizmetli akımı vardı. Yerlere kadar eğilerek bazı evrak getiriyorlar bı­rakıp geri geri giderek çıkıyorlardı.

Başka bir yaşlı adamın görünmesi üzerine Halil Rifat Paşa tercümana müzakerenin sona erdiğini bildirdi, yarım ayağa kalkıp elini uzattı.

Aradaki odada, dudaklarında arkadaşça bir tebessüm olan Hayreddin’e Sadrıazamın huzurunda yanlış bir hareket veya söz sarf edip etmediğimi sordum. O gülümseyerek «Hayır» dedi «O filozof adamdır, onun görüşlerine karşı senin kendi görüş­lerini ileri sürmenden memnun olur. Eğer Efendimiz Hazret­leri ile direkt temas kurabilirseniz iyi olur».

Hayreddin de bana Boğaziçi’nin muhteşem manzarasını, uzakta Dolma Bahçe ile birlikte seyrettirdi ve elimi neşe ile uzun uzun saktı.

Aşağıda birsürü koridorların, muhafızların, hademelerin ve memurların arasından geçip Hâriciye Nezâretine Nuri Beye götürüldüm [*].

[*] Reşat Bey Chateauneuf diye tanınan fransız asıllı bir babanın oğ­ludur. Sonradan müslüman olmuş, fransada ziraat tahsil etmiş, 1893 den itiba­ren hâriciyeye intisap ile 1908 de ölümüne kadar Hariciye Nezareti Başkâtipli­ğinde bulunmuştur.

Koyu kızıl saçlı, zarif, zeki kültürlü, Pariste uzun seneler kalmış olmasından ötürü parislileşmiş bir ermeni. Birkaç ya­bancı diplomat gelip gittiler. Biryerde haydutların eline düş­müş iki kadın için istenen fidye-i necat konusunda konuşmalar geçti. Bir sefaretten gelen ateşe de Nuri Beyden bütün mühim olmayan evrakı göndermeyi tecil etmesini, tatile gideceği için bunları başına sarmamasını rica etti. İnsan onun için mutlak olarak hiçbir önemli evrakın bulunmayacağını rahatlıkla söy­leyebilir.

Yalnız kaldığımız zaman Nuri Beye ne istediğimi söyledim. Gözlerini kırpıştırdı, meseleyi tam anladı.

Daha önce Sadrıazama da söylediğim gibi, Türkiyeyi Dü­yunu Umumiyeden kurtarmayı istediğimizi söylediğim zaman «Bu muhteşem birşey» dedi. Bu tekliften çok hoşlandı. Fakat Mukaddes makamlar hususunda büyük şüpheler içindeydi. «Onları kim yönetecek?» «Bu düzenlenebilir» dedim «Sadece bizim herkes için kıymetsiz olan bir maddenin alacaklısı oldu­ğumuzu düşünün, hem de en yüksek fiyatla alıcı».

Bunun üzerine Nuri Bey beni Davud Efendiye götürdü. Davud efendi bir Yahudi idi ama ayni zamanda Hariciye Neza­retinin baş tercümanı olduğu için Hariciye Nazırının sağ kolu ve bu nezarette sözü geçen bir kimse idi.

İçeri girenlerin eğilme nisbetlerinden onun durumunun üstünlüğünü müşahede ettim. Memurlar evrakı onun ayakları­nın yanma bırakıyorlardı, öyle ki boyuna eğilmiş duruyordu. Bir koltuğa oturarak çalışıyor, önünde masa olmadığı için de yazıyı kâğıdı elinin üzerine alarak yazıyordu.

Uzun boylu, şişman, kısa sakallı bir adam. Patlak gözleri­nin önünde kemerli burnunda gözlük taşıyor.

Önce beni anlayıp dinledi, fakat gözle görülür şekilde kork­tu. Türkiye için muazzam menfaati gördü, fakat bir Yahudi olarak son derece ihtiyatlı olmak durumunda.

«Bunda ciddi güçlükler ortaya çıkacaktır» dedi, gerçekte meselenin gayrı kabili tatbik olduğu kanaatinde. Çok geçmeden benimle kardeş gibi konuşmaya başladı. Hariciye Nazırına beni bir başkasının takdim etmesinin çok daha uygun olacağını, ken­disini bundan affetmemi rica etti ve İstanbul’dan ayrılmazdan önce tekrar görüşmemizi diledi.

Yahudilerin Türkiyede iyi çalıştıklarını ve iyi şartlar için­de yaşadıklarını söyledi.

Basın bürosu şefi Nişan Efendiyi de gördüm. Birkaç gaze­teciye Türkiyenin görüşlerini anlatmaya çalışıyordu.

Akşam Newlinsky kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü.

Garsona —yas alameti olarak— yarım şişe şampanya ge­tirmesini emrettikten sonra iki kelime ile bana vaziyeti anlat­tı: «Hiçbirşey yapamadım. Zatı Şahane bu konuda hiçbirşey işitmek istemiyor».

«Sultan dedi ki: “Eğer Mr. Herzl senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımız­la örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer bi­rer Plevne’de şehid düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönme­mek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk İm­paratorluğu bana ait değildir, Türk Milletinindir, ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistini hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim ce­setlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ame­liyat yapılmasına müsaade edemem!»

Bundan sonra başka şeyler konuşmuşlar. Newlinsky ona, Jön-Türkleri devlet hizmetine almasını tavsiye etmiş.

Sultan istihza ile: «Bir Anayasa, sonra? Benim bildiğime göre Polonya anayasası sizin baba yurdunuzu parçalanmaktan kurtaramamıştır».

*

*          *

Sultan Abdülhamidin doğru ve büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve parçalan­maya giden fatalizmde trajik bir güzellik var. Maamafih son nefese kadar, passif mukavemet şeklinde de olsa mücadele ede­ceğiz.

19 Haziran

Cuma Selamlığı.

Bu pırıl pırıl güneşli günde Yıldız Sarayına doğru araba­mızı sürdük. Yol merasim üniformalılarla dolu. Boğaz muhte­şem bir görünüş içinde.

Yıldızda, misafirlere ayrılan kısmın önünde Sultan’ın iki hizmetkârı tarafından karşılandık. Bir saatten az zaman içinde önümüzde en ihtişamlı manzaralar geçit resmi yaptı: Güneş ışığı altında beyaz Yıldız Sarayı, onun karşısında masmavi boğaziçi, uzaklarda sisler içerisinde Adalar. İyi giyimli, talimli, enerji dolu askerî birlikler. Sağ tarafta dağ tarafından inen kır­mızı serpuşlu süvariler, tam önümüzde yeşil ve kırmızı türbanlı hafif piyadeler. Borazanlar boruları ağızlarında çalmaya hazır bekliyorlar.

Paşalar merasim üniformaları içinde ya araba ya at ile bize doğru geliyorlar.

Din adamları ve müslüman halk son derece renkli elbise­leri ile camiyi dolduruyorlar.

Paşa çocukları da resmî elbiseler giyerek alaya katılmışlar.

Nihayet Sultan’ın maiyeti göründü. Önde sultanın oğlu ve diğer prensler. Yıldız tepesinin eteklerinde atlarından indiler, Halifenin görünmesini bekliyorlar. Prenslerin arasında iki tane kır sakallı subay duruyor, bunlar prenslerin askerlik hocaları.

Haremağası, iriyan, şişman bir hadım mağrur tavırlarla geçti. Orada kapalı kupalar içerisinde iyice örtünmüş saray ka­dınları yer aldılar.

Sonra iki sıralı saray muhafızlarının peşisıra tepeye bir merasim havası çöktü. Arkasından yarı yarıyaaçık bir saray arabası Sultan’ın landosu göründü.

Arabada Sultan oturuyor, karşısında Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa var.

Minarede müezzin güzel bir sesle salatu selâm ve arkasın­dan ezan okudu. İkisi arasında askerî marşlar çalındı.

Birlikler yüksek sesle halîfeyi selâmladılar.

Sultan ince yapılı, hasta görünüşlü, iri kemerli burunlu, orta uzunlukta sakallı, sakalı kahverengine boyanmış hissini veriyor. Selâmlara selâmla mukabele etti.

Önünde bulunduğumuz kısımdan geçerken Newlinsky ve bana gayet keskin bir nazar atfetti.

Arabası camiin yanında durdu, sol taraftan hafif bir hare­ketle indi. Çevresindekileri yeniden selâmladı, bu defa yüzle­rini kendisinden tarafa çevirmiş muhafızların arasından cami­ye girdi.

Namaz takriben yirmi dakika kadar sürdü. Camiin avlu­sunda yere seccade sererek birçok kişi namaza iştirak ettiler.

Yakıcı güneş altında bekleyen askerlere su dağıtıldı.

Namazdan sonra Sultan camiden çıktı ve iki atlı bir ara­baya bindi ve kendisi sürerek gitti. Avluda paşalar ve kuman­danlar eğilerek kendisini selâmladılar. Prensler tekrar kendi atlarına bindiler.

Sultan ikinci defa önümüzden geçerken, çelik gibi sert bir bakışla beni süzdü.

Bir gurup muhafız acele peşinden gittiler. Ve bu peri masallarındakine benzeyen muhteşem merasim sona erdi.

*

*          *

Öğleden sonra, Sadrıazamm yakın dostu Margueritte ile beraberim. Take Margueritte bana yardım etmeyi teklif etti. İddiasına göre Sadrıazama her istediğini yaptırabilirmiş. Çok yakın zamanda İskenderun petrol kuyularının imtiyazını ala­cağını söyledi. Baron Popper’in başarısız ikraz hikâyesini an­lattı. Adı geçen Osmanlı bankasından üç milyon osmanlı lirası borç almak istemişti. Herşeyi hazırlamış, İzzet ve Tahsin bey­lerle diğer birkaç kişiyi ayarlamıştı. Sadrıazam hediye kabul etmezdi, fakat Popper onun karısına bir bilezik veya ona ben­zer şeyler takdim ediyordu... Margueritte’in söylediğine göre Popper şimdi İskenderiye-Şam demiryolunun imtiyazını alma­ya uğraşmaktadır. Bu öyle bir hattır ki, Asya’dan Süveyş ka­nalı yolu ile gelen trafiğin bir kısmını çekecektir.

Margueritte, dün gece Newlinsky’nin ona benim adıma

bana haber dahi vermeden— ricada bulunmuş olduğunu, meseleyi bildiğini ifade etti. Sadrıazamm oğlu Cavit Beyi bu işle ilgilendireceğine söz verdi. Ona göre Cavit beyle herşey «açıkça konuşulabilir».

20 Haziran

Newlinsky’ye Sultan’ın beni kabul etmesi için ne lazımsa yapmasını rica ettim. Eğer Sultan Abdülhamitle görüşemeden memlekete dönüp de «Olmadı» diyecek olursam onların bütün rüyalarım yıkmış olurum.

Maamafih Münir Paşa, İzzet Bey ve daha başkalarının önünde beni kabul etmeği reddettiğine göre, şüphesiz hiçkim­se beni açıktan açığa Sultana takdim edemez.

Bununla beraber İzzet Bey şunları tavsiye ediyor: Yahu­diler başka bir yeri tespit ve orasını daha ilâve şartlarla teklif etmelidirler.

Benim aklıma derhal Kıbrıs geldi.

İzzet Beyin fikri güzel ve bu gösteriyor ki bizimle beraber ve bizim için düşünüyor. Menfaatin bir kısmının şahsen ken­disine isabet etmesi temayülünde..

21 Haziran

Dün öğleden sonra, Newlinsky’nin yanından ayrılmasının akabinde Nuri Beyi tekrar gördüm. Bâb-ı Âlî’nin önünde, sı­cak bir ikindi vaktinde Newlinsky’nin çıkmasını bekledim. Bir saat sonra Newlinsky çıktı. Bu müddet içinde Sadrıazam ve Nuri Beyle bizim meselenin münakaşasını yapmış. Sadrıazam buna karşı, fakat Nuri Bey hararetle taraftar.

Nuri Bey beni son derece samimi kabul etti. Beni ziyaret­çilerin bekleştiği odadan başka tenha bir odaya aldı ve orada oldukça açık şekilde konuştu. Tamamen bizim tarafımızda ol­duğunu, fakat bazı odun kafalıların da hesaba katılmaları ge­rektiğini söyledi. «Bu kör insanların arasında ben tek gözü açık bir kimseyim» dedi. Gerçekten diğerlerine nazaran çok daha zeki bir insan.

Tavsiyeleri şunlar : Yahudiler Avrupadaki osmanlı bono­larını satın almalı ve böylece «Komisyon»un yerine geçmeli­dirler. Ona göre bu Komisyon kriz çıkan her yerde büyük te­sirleri haizdir.

Sonradan görüştüğümüzde bu fikri Newlinsky’ye de söy­lemiş olduğunu öğrendim. Newlinsky bunu derhal reddetmiş, zira bu tahakkuk ettiği takdirde şimdi Komisyona karşı duyu­lan nefret Yahudilere çevrilecektir.

Newlinsky, onun zekâsından bahsettiğim zaman, «Eğer bu teklifi Yahudi Meselesini uzlaşmaya bağlamak için yapmışsa gerçekten zeki olduğuna delalet eder» dedi.

Nuri Bey bilhassa, malî güçlükleri mesuliyeti altına almış olan Osmanlı Bankasına karşı girişeceğimiz bir harekette bizi dört elle destekleyeceğine söz verdi.Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile ifti­har ediyorum. Ona göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat sarfetmektedir. Davut Efendi, bi­zim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.

Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken ha­zır bulunacağına dair söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi davranacağız.

 

Tekrar Davud Efendi ileyim. Onun Yahudi olması ile iftihar ediyorum. Ona göre Sultan kalben bizimle beraberdir ama bunu izhar etmemeye dikkat sarfetmektedir. Davut Efendi, bizim Osmanlıları metbû tanıyan bir devlet kurmamızın doğru olacağı kanaatinde, böylece bir gün içinde, yani İmparatorluk yıkıldığı anda gayeye ulaşmış oluruz.

Bugün Hariciye Nazırı Tevfik Paşayı ziyaret ederken hazır bulunacağına dair söz verdi. Yalnız onun yanında sanki biribirimizi tanımıyormuş gibi davranacağız.

Dün gece Newlinsky, beni İzzet Beyin (Başmabeynci) bu­gün kabul edeceğini haber verdi.

21 Haziran

Davut Efendiye, bu aralarda nâzır ile bizim mesele hak­kında hiçbirşey konuşmamasını tenbih eden bir tezkere yazdım.

*

*          *

Sultan dün Newlinsky’ye beni bir «Gazeteci» olarak kabul edemiyeceğini bildirmiş, zira bizim gazete Neue Freie Presse’de Bacher doğrudan doğruya Sultan Abdülhamidin şahsına hü­cum eden bir yazı yazmış.

Dün sabah İzzet Bey ile görüşmek üzere Newlinsky ile be­raber Yıldız Sarayına gittik. Konuşmaların sadece nezaket cümleleri hududu içinde kalması hususunda peşinen söz ver­dim.

Saat dokuzbuçukta artık bana tanıdık gelen ve muhteşem manzaralarla sefalet tablolarının çevrelediği Dolmabahçe yo­lundan Yıldıza gidiyorduk. Bir binanın tamiri faaliyetinin de­vam ettiği avluya girdik.

İzzet Bey avluda ayakta duruyordu, onu selâmladık ve be­raberce onun dairesinin bulunduğu kısma girdik. Oldukça fa­kir döşeli bir yer. Odalar plaj kabinelerine benziyor. İzzet Beyin odası bile bu kaidenin dışında değil. İzzet Beyin masası, biraz daha küçüğü kâtibi için, birkaç iskemle ve perdeli dört pencere. Hepsi bu kadar. Fakat pencere Yıldız Camii, Boğaziçi ve hatta Adalar’ı dahi içine alıyor.

İzzet Beyi bekleyen diğer ziyaretçi bir Yahudi kuyumcu idi. Sultanın siparişi üzerine gümüş bir sarkaçlı saat getirmiş­ti. Birkaç gün önce Sultanın bir çıbanını tedavi eden askerî doktora hediye olarak verilecekmiş.

İzzet Beye takdimimden sonra o kuyumcu ile meşgul oldu.

İzzet Bey kırk yaşlarında gösteren, orta ağırlıkta, narin bir adam. Buruşuk, yorgun fakat zeki ifadeli yüzü çirkince. Bü­yük bir burun, seyrek, orta boyda siyah bir sakal ve zekâ dolu gözler...

Bu büyük memleketin en dikkate değer siması ile görüş­meden burasını terketmeyi arzulamadığımı, eğer buna muvaf­fak olursam İstanbul’da edindiğim müspet intibaları gazetede yayınlayacağımı söyledim. Türkiyenin siyasî mahfilleri konu­sunda bir seri makale plânladığımı, böyle bir kabulle bunun tamamlanacağını ifade ettim.

İzzet Bey bütün bunları tebessüm ederek nazikâne dinledi ve «Sizi konuşturmaktan memnun kalacağım» dedikten bir çey­rek saat sonra kendisinden ayrıldık.

Newlinsky, çıkarken bütün hizmetkârlara bahşiş vermem gerektiğini söyledi. İkinci katta İzzet Beyin odasının bulunduğu koridora bakan hizmetkâr iki mecidiye, alt katta benim bas­tonumu almış olan bir mecidiye aldılar. Yıldızın çıkışında ko­mik bir şey oldu. Orada iki kapıcı dikiliyordu, ben elimi cebi­me atınca, ikisi birden avuçlarını uzatıp beklemeye başladılar. Herbirine bir mecidiye verdim.

Sonra arabamızı Boğaz boyunca Bebek’e doğru sürdük. Gü­neş ortalığı kavuruyor fakat boğazdan nefis bir meltem esi­yordu.

Ancak bundan sonra Newlinsky evvelsi gün Babıâli ve Sa­ray’da olup bitenleri anlatmaya geçti. Bunları bana mahsus an­latmamıştı ki İzzet Beyle konuşurken bir atıfta bulunmayayım.

Sadrıazam benim yaptığım tekliflerin karşısındadır (Oysa Sadrıazamın yakını Margueritte bana bunun aksini söyledi. Hangisi yalancı? Muhtemelen Sadrıazam beni elaltmda tutmak için Newlinsky ile konuşurken iki manâya gelecek sözler söyle­miş olsun).

Newlinsky Sadrıazam’a, aleyhte bulunsa bile bu hususta Sultan’a birşey söylememesi ricasında bulunmuş. Ona göre Sadrıazam, Sultanın bu meselede muhalif tutumda olduğunu bil­memektedir.

Newlinsky Cumartesi günü Yıldız Sarayında bana karşı olan tutumda değişiklikler olduğunu müşahede etmiş. Sultan Abdülhamid, Newlinsky’nin benim hakkımda konuşmasına müsaade bile etmiş. Benim Sultanın reddedişini hürmetle karşıla­dığımı anlatmış ve benim Türkiye’nin dostu olup Sultana hiz­met arzusunda bulunduğumu söylemiş. Sultan beni muhakkak kabul etmelidir.

Halife Abdülhamid bunu kabule temayül etti Neue Freie Presse temsilcisi Bacher tecrübesinden sonra beni bir gazete muhabiri sıfatı ile kabul edemez ve etmeyecektir. Zira Bacher’in mülakatından birkaç ay sonra bizim gazete Sultan hakkında İngiliz ve ermeni gazetelerinde bile görülemiyecek şiddette hü­cuma geçti. Hatta Sultan bu hususta Avusturya Sefiri Calice’e i Bacher’i kendisine takdim etmesinden dolayı tarizlerde buî lundu.

Diğer taraftan, kendisine hizmet etmek arzusunda bulun­duğumu bildirmemden ötürü beni pekâlâ bir arkadaş, dost ola­rak kabul edebilir ve etmelidir de. Onun benden isteyeceği hiz­met şudur: Bir kere ben ermeni meselesini bütün Avrupa mat­buatının Türklere karşı dostça ele almasını temin edecek ve bu matbuata (Londra, Paris, Berlin ve Viyana gazetelerine) tesir edecek kudretteyim. Bundan başka ben ermeni liderlerinin doğrudan doğruya Sultana inkıyadlarını ve onun bu konuda söyleyeceklerini kabul etmelerini temin edecek kimseyim...

Sultan Abdülhamid, Newlinsky ile konuşurken şairane bir ifade tarzı ile : «Bana göre emrim altındaki kavimler başka başka zevcelerimden doğmuş çocuklar gibidir. Onların hepsi benim çocuklarımdır. Kendi aralarında fikir ayrılıkları ve ge­çimsizlikler olabilir, fakat benimle asla...»

Newlinsky’ye hemen kampanyaya girişebileceğimi bildir­dim. Onlara ermeni meselesinin prağmatik bir takdimini yapa­lım : Londrada hangi şahıs elde edilecek, hangi gazete kazanı­lacak v.s. Sultan beni kabul edecek olursa işlerim hiç şüphesiz çok daha kolaylaşacaktır.

Newlinsky, «Seni bir müddet sonra, bazı hazırlıklardan sonra kabul edecek» dedi.

Ben, «Benim hazırlığa ihtiyacım yok. Bütün istediğim Sultan ile bir mülakattır. İlk adımda, şimdiki işimiz sadece budur» diye cevap verdim.

Bu şekilde konuşmaya Bebek’te bir sahil gazinosunda de­vam ettik. Sıcak bir günde, bir ağacın gölgesi altında otur­muştuk.

*

*          *

Bundan sonra tepeye tırmanarak Madam Gropler’in evine gittik. Bu asil ve şayan-ı dikkat hanımefendi, dışarıda kurulan Polonya Hükümetinin Türkiye temsilcisi Henryk Gropler’in zevcesi. Evleri bütün sürgün veya kaçak diplomatların, başları sıkışan san’atkârların sığınağı olmuş vaziyette.

Polonyalı bir kemancı, ev sahibemizin yeğeni, yemekten sonra bize bazı parçalar çaldı. Orada Reşid Bey —meşhur Reşid Paşanın oğlu ve Fuat Paşanın torunu— de vardı. Reşid Bey şişman, zeki, halâ genç kalmış bir kimse. -Viyanada ateşe olarak bulunmuş, iki küçük oğlu da almanca konuşuyorlar. Bi­ze güzel alman şarkıları söylediler.

Yemekten sonra Newlinsky benim projem konusunda Re­şid Beyle konuştu. Sultanın bu beye karşı teveccühü varmış. Reşid’in reaksiyonu sempatikti. Ayrılmazdan önce terasta onun­la birkaç dakika konuştum, bana yardım edeceğine dair söz verdi.

*

*          *

Newlinsky akşam Yıldız’dan yorgun ve kötü haberlerle döndü. İmparatorluğun her köşesinden berbat haberler geliyor­du : Girit kana bulanmıştı, Dürziler bir tabur askeri teker te­ker katletmişlerdi. Rusya hudutlarındaki Ermeniler başkaldırmış ve üçyüz müslümanı kılıçtan geçirmişlerdi.

Sultan Ermenilerle ne pahasına olursa olsun sulh yapacak­tır. İstikbale sıkıntı ile bakıp Newlinsky’ye şunları söylemiş: «Bu Türkiyeye karşı düzenlenmiş bir haçlı seferidir».

Güneş battıktan sonra küçük bir yatla Büyükdereye doğru yelken açtık.

Akşamın tülleri yavaş yavaş o güzel ve mağrur beyaz sa­rayları sarıyorlardı. O saraylar ki içlerinde önceki sultanın dul bıraktığı kadınlarla şimdikinin dul bıraktıkları yaşamaktadır­lar. Şimdikinin dul bırakmasına sebep onlarla yaşamamakta ol­masıdır.

22 Haziran

Newlinsky’nin siyasi deha ve ferasetine günden güne daha çok hayran oluyorum. Herşeyden önce benim sarayda bir pozis­yon almam ve ondan sonra şahsen —kimseyi aracı olarak kul­lanmadan, herşey kendi kendine olmuşçasına— Yahudilerin tekliflerini ileri sürmemi düşünüyor. Bu çok mükemmel bir fikir.

Her an bana bu mülakatı temin etmesi için Newlinsky’yi sıkıştırıyorum. Bunu temin etmeli ki Londradaki arkadaşlarım benim burada olduğuma inansınlar.

Eğer sultan «Evet» derse beni kabul etmesine lüzum dahi yok. Hemen şehri terkederdim ve herşey kendi kendine olurdu.

«Hayır» dediği sürece de beni kabul etmesi şart ki arka­daşlarım henüz herşeyin bitmemiş olduğunu anlasınlar, anla­yabilsinler.

23 Haziran

Dün pek fazla birşey cereyan etmedi. Take Margueritte Sadrıazam ile konuşup, benim kendisiyle bir köportaj yapmak istediğimi söyledi. Halil Rifat Paşa bunun üzerine beni kabul edeceğini bildirdi. Ben de bizim patron Benedikt’e telgraf çe­kip, Sadrıazamla umumi siyasi meseleler üzerinde konuşup bü­tün röportajı telle göndereceğimi, ancak gazetede neşredilirken benim burada gördüğüm hüsnü kabul ve teveccühün belirtil­mesinin şart olduğunu bildirdim.

Benedikt telgrafla cevap verdi: «İstediğin herşey yapıla­caktır». Benim de beklediğim zaten bu idi.

24 Haziran

Dün Sadrıazamla Neue Freie Presse adına birbuçuk saat süren bir röportaj yaptım. Hayreddin Bey yine mütebessim tercümanımızdı. Güneşli pencerenin önüne oturdum ve dizlerimin üzerinde yazdım. Güneş kâğıtları parlatıyor ve beni âdeta kör ediyordu. Son derece yorucu bir işti.

Tam bir şark manzarası: Halicin üzerindeki köprüden ge­çiyordum, bir dilenci çocuk kendisine birşeyler verdikten sonra dahi beni tacizden vazgeçmiyordu. Take Margueritte’e beni kurtarmasını söyledim. O zavallı çocuğun yüzüne bir şamar aşketti.

Yarım saat sonra otelde idik.

*

*          *

Newlinsky dün öğleden sonrayı İzzet ve Nuri Beylerle sa­rayda geçirmişti. Her ikisi üzerinde de son derece müspet tesir icra etmişim. İzzet Bey benim ilhama maruz bir kimse olduğu­mu söylemiş.

*

*          *

Sultan tarafından kabul edilmem meselesi tecrübe ile sabit ki olmuyor. Maamafih bu pek korkulacak bir şey değil, zira dün beraber yemek yediğimiz Szechenyi Paşa [[32]] on yıldır Sultan ile bir defa olsun konuşmamış fakat bir tek selâmlık merasimini dahi ihmal etmemiş ve bir süre önce rütbesi mü­şirliğe (mareşal) yükseltilmiş.

25 Haziran

Sultan Abdülhamid dün bana haber göndererek bugün ha­reket etmememi bildirdi. İstanbul’dan ayrılmamdan önce birşey söylemesi ihtimali var. Bu, pek emin değilim ama, bir başarı­dır.

Öğleden sonra küçük bir yatla Büyükdereye, Avusturya sefiri Baron Calic’i görmeye gittim.

Beni ilk defa olduğundan çok daha fazla iltifat göstererek

kabul etti. Sefarethanenin Büyükderedeki yazlığının büyük salonunda oturduk. Pencereden mavi Boğaziçi bütün güzelliği ile görünüyordu.

Calice bana durumu kendi anlayışına göre detayları ile anlattı. Tıpkı Gregor Samarow’un romanlarındaki diplomatlar gibi konuşuyordu. Durumu tıpkı bir satranç problemi gibi or­taya koydu. Bu oyunu bilen bir kimse yapılan hamlenin değe­rini anlayabilirdi. Rusyanın tesiri coğrafî durumu dolayısiyle büyüktü. İngiltere ise burada önemini kaybetmişti, zira Çanak­kale Boğazı konusunda pasif kalmıştı, diğer taraftan boğazlar Rusyaya açık bulunmaktaydı...

Türkiyenin durumuna gelince. Calice bunu ciddiyetle mü| talea ediyor, fakat bu İmparatorluğun hayatiyeti öyle isbat edilmiştir ki herşeye rağmen varlığını idame edebilir. Gayet tabii isyanlar, malî krizler tevali edebilir. Türkiyenin bir çıkar yol bulacağı ümidinde olmakla beraber bundan emin de değil.

O, ermeni meselesini de gerçekleri tahrif ederek açıklayan türklerden çok daha başka şekilde ortaya koyuyor. Şu anda, şüphesiz hiçbir yabancının müdahale etmesini istemiyorlar, reformları v.s. herşeyi kendileri yapmak istiyorlar. Fakat hadise bir defa geçiştirilirse üzerinde fazla durmazlar.

Ona göre Avusturya daima Türkiyeyi muhafaza edici bir siyaset takip etmektedir., v.s. v.s. Kısa söylemek gerekirse kı­sır, verimsiz bir konuşma yaptık. Sonra Boğaziçinde Petala’da yemek yedik. Deniz ve gece harikulade idi. Mehtapta yatla İstanbul’a döndük. Take Margueritte sarhoştu.

25 Haziran

Bugün Sadrıazamla yaptığım röportajı Orient Ekspreste giden bir yolcu vasıtası ile gönderdim.

Akşam üzeri Newlinsky Saray’dan döndü. Oradakilerin ba­na karşı tutumları menfi değil. Yahudi fikrini benimsiyor gö­rünüyorlar.

Şimdi para mevzuundaki tutumları fena. Maamafih mese­le daha başka bir şekilde ortaya atılabilirdi.

İzzet (hiç şüphesiz onun ağzıyla Sultan konuşuyor) yahut Sultan (yahut onun ağzıyla İzzet konuşuyor) eğer Filistin için uygun bir formül bulunursa kabul etmek temayülündeler. İş­ler onlar bakımından kötüye gidiyor, ama hiçbir toprak parça­sını da satamazlar. Ama Newlinsky’nin verdiği rapora göre be­nim fikrim de yavaş yavaş o muhitte ilerliyor, yerleşiyor.

Birkaç ay içerisinde, Yıldız’da oturanlar muhtemelen bu görüşe gelecekler. Görülüyor ki fikir onları hayli sarsmış.

Nuri Bey de bizim davaya sempati besliyor. Bugün Çar’ı kazanabileceğimizi ifade etti.

Bugün Anadoludan yine berbat haberler var. Van’da bir sürü insan katledilmiş.

26 Haziran

Yine Selâmlık merasimindeyim. Bir hafta önceki merasi­min tıpkısı tıpkısına ayni.

Newlinsky, Türklerin Filistini bize vermeyi arzu ettikleri kanaatinde. Bunu şuna benzetiyor: Bir adam avlamak istediği bir kadınla yemek yer, ama hiçbir zaman bu yemeğin ne mak­satla olduğunu hiçbirisi hiçbir zaman açıkça ifade etmez. «Ni­çin bilmiyorum fakat size onun bir fahişe olduğunu söylüyo­rum, bundan eminim» diyor Polonya kırması almancası ile.

Selâmlıktan sonra Tarabya’ya gittim. Sultan Newlinsky’yi orada kabul edecek.

Akşam dönüşte Sultanla konuşması hakkında bilgi verdi.

Sultan benden bahsedip Neue Freie Presse’e yazdığım ma­kaleden dolayı teşekkür etmiş. Sonra konu Filistin’e intikal et­miş. Meseleyi düşüncesiz bir şekilde ortaya atan Newlinsky’ye sitemlerde bulunmuş. Mahalli durumu bilen biri olmak itiba­riyle Newlinsky’nin bir ticaret metaı gibi Filistinin verilemiyeceğini takdir etmesi gerekirmiş. Fakat Sultan’ın işittiğine göre Bay Herzl’in arkadaşları mümkün bir mübadele şekli üzerinde düşünmekte imişler.

Bu «mübadele» fikrinin sahibi İzzet Beydir, ama öyle görü­nüyor ki bu fikir bizden gelmiş gibi Sultan Abdülhamide arzedilmiş bulunmaktadır. Bugün Newlinsky Sultan ile görüşür­ken, İzzet Bey de tercüman olarak hazır bulunmuş.

Newlinsky bu konuda hemen ne söyleyeceğini bilememiş. Buna ancak benim cevap verebileceğimi, ve en büyük arzumun da Haşmetmeâb tarafından kabul edilmek olduğunu bildirmiş.

Bunun üzerine Sultan «Göreceğim, her halü kârda Bay Herzl’i kabul edeceğim, bu şimdi veya sonra olabilir» demiş.

Newlinsky, benim temmuz başlarında Londrada olup ora­daki arkadaşlarımla konuşmak mecburiyetinde bulunduğumu arzedince de verdiği cevap kısa : «Göreceğim».

Demek ki herşeyden sonra kabul edilmem mümkün ola­cak.

Bundan sonra Sultan Newlinsky’yi şaşkına çeviren bir açıklama yapmış : Benim tekliflerime karşı tutumunun Büyük Kuvvetler tarafından duyulmuş olduğunu söylemiş.

Bunların hangi Büyük Kuvvetler olduğunu Newlinsky so­ramazdı tabii.

Sultan şöyle sormuş: «Yahudiler Filistini her ne pahasına olursa olsun alırlar mı?» «Başka bir bölgede yerleştirilemezler mi?»

Newlinsky’nin cevabı: «Filistin onların beşikleridir, dön­meyi istedikleri yer burasıdır».

Sultan: «Fakat Filistin diğer dinlere de beşiklik etmiştir».

Newlinsky : «Eğer Yahudiler Filistini alamazlarsa Arjantine gitmeye mecbur kalırlar».

Bundan sonra Sultan İzzet Beyle benim hakkımda türkçe konuşmaya başlamış. Newlinsky sadece benim adımın geçtiğini tespit edebilmiş, bir de İzzet Beyin benden arkadaşça bahset­tiğine kani olmuş.

Sonra Sultan Newlinsky’e başka bir sual tevcih etmiş : «Selânikte kaç Yahudi yaşamaktadır?» Newlinsky bu sualin cevabını bilmemektedir. Ben de bilmem.

Acaba bize Selanik civarını vermeyi mi kurmaktadır?

Sultan bundan sonra umumi duruma geçmiş. Bir gün önce Büyük Devletlerin (Düvel-i Muazzama) Van mezalimini pro­testo ettiklerini anlatmış, oysa Van’da olanların mahiyeti bam­başka, başkaldıran ermeniler ve katledilenler de müslümanlar. Fakat Büyüklerin davranışı sanki bunun tam zıttı olmuş gibi.

27 Haziran

Newlinsky Yıldız Sarayına dair hikâyeler anlatıyor. Ora­da rüyanın büyük rolü var. Sultanın maiyetinden bir Lutfi Ağa var ki boyuna rüya görür ve hergün de Sultanın çevresindedir, şahsını muhafaza eder ve boyuna onu bekler, üzerin­de de büyük tesiri var. Eğer Lutfi Ağa «şöyle şöyle bir rüya gördüm» dese, Sultan onun tesiri altında kalır. Meselâ Lutfi Ağa bir gün şöyle dese : «Rüyamda Yahudilerin Filistine gel­diklerini gördüm», bu bütün diplomatik korp’un hep birden çalışsa attıramıyacağı bir adımı attırabilir.

Bir peri masalına benziyor, ama Newlinsky’nin söyledikle­rini mutlak sır olarak muhafaza edeceğim.

Bulgaristan Prensi ile uzlaşma olduğu zaman Lutfi Ağanın rüyası büyük rol oynamış. Bedava rüya da görmüyor bu Lutfi Ağa. Bulgar Prensi Ferdinand Lutfi Ağanın niçin 20 000 frank­lık bir hediye kabul ettiğini hemen anlayamamış, fakat ayni Ferdinand «Müşir» rütbesini almasını Lutfi Ağanın rüyasına borçlu..

Diplomatik dedikodular..

Ben Avusturya Sefiri Calice’e demişim ki, Szechenyi Paşa Sultanın bizzat yazdığı bir mektupla Viyana’ya gidecek. Calice güldü ve «Küçük bir değişme» dedi.

Maamafih bunu kendisine bir sır olarak tevdi ettiğim hal­de, o dünkü selâmlık merasimi sırasında Szechenyi Paşanın önünde durup: «Dr. Herzl’in bana söylediğine göre siz İmpara­torumuz nezdinde özel bir vazife almışsınız» dedi. İstanbul it­faiyesini kuran ve yıllardır başında bulunan, bu sebeple de müşirliğe yükseltilmeyi bekleyen Paşa paniğe kapıldı, hayatı­nı, müşirliğini ve «vazifesini» kaybetmekten korktu, zira Calice onu kıskanıp aleyhinde çalışabilirdi.

*

*          *

Hariciye Nezaretinin en iyi düşünen kafası Nuri Beyin Sultan ile arası çok iyi ve görünüşe bakılırsa benim tekliflerim üzerinde Sultana uygun bir rapor da vermiş durumda. Nuri Bey tam benim fikirlerimin adamı. Sultanın davranışındaki dikkate değer değişmenin sebebi belki de Nuri Beydir.

îzzet Bey biraz bozulmuş, sinirlenmişti —ama bana de­ğil—, zira Nuri Bey bu raporu ondan habersiz vermişti.

Zahiren İzzet ve Nuri beyler arkadaşlar.

28 Haziran

Dün sabah Newlinsky’ye şunları söyledim :

«Eğer Sultan beni kabul etmeyecekse bile bana gözle görü­lür birşey vermelidir.. Londradaki arkadaşlarımla konuşurken, onun bana vereceği herhangi bir işarete son derece muhtacım».

Newlinsky bunu derhal İzzet Beye yazıp gönderdi, fakat bütün gün boyunca cevap gelmedi.

Bunun yerine öğleden sonra Sarayın protokol işlerine ba­kan Münir Paşa’dan «Bugün Sultanın hazine dairesi ve saray­larının bana gösterileceğini» haber veren bir mesaj geldi.

Ben bu davet karşısında hayal kırıklığına uğramıştım, fa­kat Newlinsky bu davetin bir şeref olduğunu söyledi. «Ben bu teveccüh karşısında gözü yaşaracak bir çikolata fabrikatörü değilim» dedim.

Newlinsky ayni kanaatte değildi, bu gibi teveccüh göste­rilerini minnetle kabul edebileceğini söyledi.

Bu gece Sofya’ya müteveccihen ayrılıyoruz.

Bu seyahat bana tam üçbin franka maloldu.

Bir daha geri gelmeyecek cinsten masraflar artıyor.

28 Haziran

İnsan görünce niçin bütün dünyanın İstanbul’u ele geçir­mek istediğini anlıyor.

Herkes onu ister ve bu da Türkiyenin varlığının devamı­nın bir garantisidir.

Korsanların hiçbiri bir diğerinin burasını ele geçirmesine göz yummaz ve ele geçirilemeden kalmaya devam eder.

29 Haziran, SOFYA

Dün öğleden sonra Sultanın yaverinin refakatinde Eski Sa­ray (Topkapı) hazine dairesini, Dolmabahçe ve Beylerbeyi sa­raylarını gezdim.

Yaver biraz fransızca biliyordu, fakat lüzumundan fazla da nazikti. Ne dersem «Evet efendim»den başka cevap vermi­yordu.

Saraylar muhteşemdi.

Bu sıcak fakat güzel seyahatten Royal Otel’e döndüğüm za­man Newlinsky mektup yazıyordu, «Bunu sana gönderdi» dedi, bir kutu verdi, içinde bir «Mecidiye Nişanı» vardı.

*

*          *

Margueritte ve arkadaşları ile yemekten sonra trene bindik ve İstanbul’dan hareket ettik.

Trende Newlinsky şunları anlattı:

«Ben bile istemediğim halde Sultan sara bir nişan verdi­ğini söyledi. Fakat seni bu ziyaretinde kubul edemezdi, zira planın gizli kalmadı ve hatta birkaç kişi o konuda raporlar ver­diler. Bunlar ismen söylenecek olursa Sadrıazam, Nuri Bey, Davut Efendi ve Cavit Beydir. Bu şartlar altında yapılacak bir konuşma malumu ilâmdan öteye geçemezdi ve bu sebepten Sultan senin tekliflerini hali hazır şekliyle reddetti, red­detmek zorunda kaldı. Hiç nazarı itibara almadı. Ama bana şöyle dedi: “Yahudiler zekidirler, kabule şayan bir formül, hal çaresi bulacaklardır”. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz, Sultan sadece zevahiri kurtarmak istemiştir, sonunda kabul edeceğine ben şahsen eminim. İzzet Bey de senin tarafından çalışır görü­nüyor, yahut bende bıraktığı intiba öyle».

«Sadrıazam teklifler hakkında menfi bir raporla geldi. O plânı bir fantezi olarak kabul ediyor. Nuri Bey verdiği raporda müsbet ifade kullandıktan başka, diğerleri tarafından ileri sü­rülen mahzurları cevaplandırdı. Bilhassa o noktalar üzerinde durdu. Muhtemelen Nuri Bey, Sadrıazamm aleyhte olduğunu öğrenmişti. En akıllıca raporu Davut Efendi vermiş, plânı bü­tün detayları ile enine boyuna tahlil ettikten sonra kendisi bir Yahudi olduğu cihetle ne lehte, ne aleyhte bir mütalea serdedemiyeceğini ilave etmişti. Sadrıazamm oğlu Cavit Bey planın lehinde olduğunu, Sultanın himayesi altına girecek Yahudile­rin faydalı olacakları v.s. hususları üzerinde durmuştu. Sultan bu son rapor üzerine, Selânik valisinin bir raporunu hatırla­mıştı. Valinin raporuna göre Selânik Yahudileri biraz para sa­hibi olur olmaz hicret ediyorlardı. Bunun üzerine ben sultana Yahudilerin hicret edecekleri bir vatanları olmadığını, bir yer­den diğerine gitmelerinin tamamen günlük hâdiseler sebebiyle olduğunu arzettim».

«Sultan Abdülhamid şimdi sizden Ermeni meselesinde yar­dım bekliyor. Bundan fazla olarak fenerlerin geliri karşılığı ödenmek üzere biraz borç para bulmanızı arzu ediyor. Bu mak­satla size fransız maliyeci Collas ile bir kontrat gönderiyor. Borç tutarı yıllık 45.000 Osmanlı Lirası olacak ve borç yekûnu 2.000.000 liraya kadar yükselecek».

*

*          *

Sofya yolundayız. Yolda, bundan sonra atılacak adımları münakaşa ettik. Alman İmparatoru Bismarck bu mesele ile il­gilenecektir. Newlinsky’nin onunla da münasebeti var.

Trende Newlinsky bana diplomatik korp ve devlet adam­ları hakkında bir sürü hikâye anlattı. Bunlardan anlıyorum ki dünyayı idare edenlerin büyüklüğü, bizim onlar hakkında duy­duğumuz hürmetten ileri geliyor. Anlatılan her anekdot beni teyid ediyor. Meselâ Newlinsky’nin Bulgar Harbiye Nazırı Patrow hakkında anlattıklarını ele alalım. Sultan bu adama bir defa at hediye edeceğini söz vermiş. Ondan sonra adam her hafta İstanbul’daki Bulgar temsilciliğine mektup yazmaya başlamış «Nerede benim at?». Ve bu adam söz verilen atı alma­dığı için makedonyalı asilere tek kurşun atmamış.

30 Haziran

Sofya istasyonunda Siyonist Teşkilatından iki centilmen tarafından karşılandım. Filopopolis’ten benim gelmekte oldu­ğum kendilerine telefonla bildirilmişti.

Şehirde tam bir sansasyon var. Şapka ve bereler havalara atılıyor. Daha fazla merasim yapmamalarını rica zorunda kal­dım.

Siyonist Cemiyetinde konuşmalardan sonra, yüzlerce kişi­nin beni beklediği Sinagoga gittim. Gösterilerden kaçınmaları­nı, Yahudilerin aleyhinde tefsir edilebilecek her türlü davranış­tan sakınmalarını söyledim. Ben almanca ve fransızca konuş­tuktan sonra, söylediklerim bulgarca ve İspanyolca tekrar edi­liyordu.

Mihrabın yanında duruyor ve ibadet sırasında ne yapıp da orada duran Tevrat’a sırtımı dönmeyeceğimi düşünürken, ce­maatten birisi yüksek sesle şöyle söyledi: «Sen arkanı dönebi­lirsin, sen Tevrattan daha mukaddessin». Birkaç kişi elimi öp­mek istedi.

*

*          *

Akşam nazır Natchevitch’le yemek yedim. Oralı Yahudile­rin beşyüz senelik sinagoglarının çevresinin istimlak edileceği haberinin onları üzdüğünü anlattım. Nazır uygun bir hal şekli bulacağına söz verdi.

Liberal Bulgarlar Türklerden daha müsamahasız davranı­yorlar.

1 Temmuz Baden’de ebeveynimin yanında

Newlinsky trendeki seyahatimizin son gününde dahi teş­vikçiliğinden birşey kaybetmemişti. Şu fikirdedir :

Sultana Siyonist hareketini uhdesine alması ve Yahudilere Filistini kendilerine açık tuttuğunu, kendi himaye ve tebaiyetini kabul etmek şartiyle gelebileceklerini ilân etmesi hususu telkin edilmelidir. Buna karşılık olarak Yahudiler her yıl bir milyon haraç ödeyeceklerdir.

Bu fikri pek mükemmel buldum. îstanbulda buna benzer birşey düşünmüş ve fakat hakkında kimseyle konuşmaınıştım. Zira bu kabul edilebilir bir fikirdi, oysa ben kabul edilemiyecek tipte teklifler yapmak zorunda idim, zira Londradakilerle henüz tamamen anlaşmamıştım. Son dakikada beni terketmemeleri lazım.

Şimdi bu teklifleri Londraya götüreceğim. Orada biraz da sabırsızlıkla beklenmekteyim zannederim.

Newlinsky Bismarck’ın arkadaşı Sidney Whitmann’ın ara­cılığı ile dikkatinin bu konuya çekilebileceği kanaatinde. Whitmann Londra’dan çağrılmış ve Carlsbad’da Newlinsky’yi karşılayıp Friedrichsruh’a gitmek üzere çağrılmıştır. Bütün bu masraflar benim hesabıma... Bismarck Sultan Abdülhamid’e Newlinsky’nin trende ileri sürdüğü teklifleri mektup ile yaza­cak. Bunun sonucu Abdülhamid beni kabul edecek, bütün dün­yaya yayılmış olan Yahudileri çağırmakla beni görevlendirecek ve mesele böylece halledilmiş olacak.

Newlinsky diyor ki: «Eğer ermenileri pasifleştirme işinde başarı kazanırsan, fener gelirleri karşılığı iki milyonluk bir borç bulabilirsen ve bir de Bismarck’a mektup yazdırabilirsek sonucu bir hafta içinde alırız».

2 Temmuz

Dün gece ebeveynimin apartmanında Tiflis ermenileri li­deri Alawerdow ile konuştum, Klatscko da tercümanlık etti. Ermenilere arabuluculuk teklif ettiğimi bildirdim. Alawerdow rus ermenisi olduğu ve hükümetinden çekindiği için ko­nuşmadı. Keza bana da pek itimat etmiş görünmedi. Sonunda beni Londradaki ermeni çevrelerine bir dost olarak takdim et­mesi ve kendi çevresinde de pasifliği savunması hususunda mu­tabakata vardık.

*

*          *

İki milyonluk ikraz konusunda Union Bank müdürü Reichenfeld ile konuştum. Birisinin gidip bazı sorular sorması, araş­tırmalar yapması vesairden bahsetti, ben de tafsilât vermeyi reddettim.

*

*          *

Dün Hechler Karlsruhe’den telgraf çekerek Kayzer’den mü­lakat için söz alındığını, Grand Duke’ün aracılık, ettiğini bil­dirdi.

2 Temmuz

Karlsruhe yolunda, Orient Ekspresteyim.

Bu arada Bismarck’ın Newlinsky’nin arkadaşı Whitmann aracılığı sonunda Sultan Abdülhamid’e gönderdiği muhteşem mesajı not etmeyi unuttum.

Sultan Abdülhamid Bismarck’a içinde bulunduğu güçlük­lerle ilgili bir telgraf gönderir, Bismarck buna şu cevabı verir: «Tehdidlere kulak asmamak metanet, ahidlere sadakat göster­mek aydınlık verir». «Ahidlere sadakat» sözü harikulade.

«Newlinsky her zaman söyler: «Bismarck’ın siyasetten bah­settiğini dinlerken, piyanist Rubinstein’in piyanosunu dinliyo­rum zannederim».

*

*          *

Bu sabah istasyonda, beni görmelerini rica ettiğim Viyana Siyonist Teşkilatı başkanı Schnirer ile ayaküstü konuştum.

İstanbul seyahatimin müspet sonuçlarından bahsettim. Al­dığım Mecidiye nişanını gösterdiğim zaman yüzü karardı. He­men bu fırsattan istifade ile Edmond Rothschild’e benim liderlikten ayrılmamı ve kendisinin gelmesini teklif edeceğimi an­lattım.

Sh:5-100

Kaynak: SİYONİZM VE TÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA

SİYONİZM VETÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl GÜNLÜKLERİ 2. BÖLÜM

Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

İkinci bir telgraf haberinde Kayzer’in yolunu değiştirdiğini öğrenen Dr. Herzl, şimdilik onunla konuşmasının şart olmadı­ğını bildirerek Londra’ya gider. Orada çeşitli Yahudi teşekkül­leri ve ileri gelenleri ile temas eder. Hepsinin iştiraki ile mü­nakaşalı toplantılar tertipler. Bu arada Filistine giden Yahudi kolonistlerine güçlük çıkarıldığı, karaya çıkmalarına müsaade edilmediğini duyar ve Newlinsky’ye telgraf çekerek Türk ida­recilerine derhal vaziyeti anlatmasını, bu durum devam eder­se ermenilerle giriştiği müzakerelerin hiçbirzaman iyi sonuçlanamıyacağını bildirir. Bu arada Londra Yahudilerinin ileri gelenlerinden gazeteci Lucien Wolf aracılığı ile basında ermeni meselesini yumuşatacak birkaç yazının çıkmasını temin eder.

Milyoner Montagu’ya İstanbul intibalarını anlatır. Para bulma konusunu müzakere eder. Hirsch’in kurduğu vakfın 10 milyon sterlin civarında olduğunu, bu ele geçirilse bile pek az geleceğini. Hemen bulunacak daha beş milyon sterlinle (bu­günkü rayiçle 250 ve 125 milyon lira) ancak bir yıllık masrafın karşılanabileceğini, Rothschildleri temin etmenin şart olduğu­nu düşünürler. Bunun için hemen Paris Başhahamı Zadoc Kahn’a mektup yazıp üstü kapalı şekilde İstanbul temaslarını anlatıp Edmond Rothschild’in davaya kazanılması zaruretinden bahseder. Onun «Yahudi Cemiyeti yahut Şirketi»nin başına ge­tirileceğini bildirir. «Bütün bunlar son derece önemli ve gizli­dir, bana inanınız. Gelince size delillerimi göstereceğim, siz lütfen Rothschild’i hazırlayınız» diye bitirir.

*

*          *

Londra, 11 Temmuz

Rusyada çıkan Novosti gazetesinin muhabirlerinden Rapoport bugün benimle konuşmaya geldi.

Söz arasında kendisinin ermeni komiteleriyle bilhassa Nazarbeck — Hınçakların lideri — ile irtibatı bulunduğunu söyle­di. Rapoport ermenilerin ingilizlerden para aldıklarından şüp­he ediyor.

Ondan beni Nazarbeck ile temasa geçirmesini istedim. On­lara Sultanla şimdi sulh yapabileceklerini, bunun ileride Tür­kiye parçalandığı zamanki program ve emellerine bir zararı ol­mayacağını anlatacağım.

*

*          *

Newlinsky’ye bugün yzdığım mektupta Montagu ve Goldsmid’in «Tâbi Devlet» fikrinde mutabık olduklarını bildirdim. Bundan başka verilecek yıllık haraç nisbeti hakkında da yaptı­ğımız planı anlattım. Vergi 100 000 sterling ile başlayacak ve artarak yılda bir milyona yükselecek ve 20 milyonluk borç da ödenmiş olacak. Newlinsky’e bunlardan başka ermeni mesele­sinde bugüne kadar attığım adımlar hakkında da malûmat yaz­dım.

Montagu’lerde öğle yemeğinden sonra Albay Goldsmid, Landau ve bir polonyalı Yahudinin de iştirakiyle toplandık. Ben durumu anlattım, Bismarck’ın Sultan Abdülhamid nezdinde tavassutu ile «Tâbi Devlet» statüsünün kabul edilebileceğini ileri sürdüm. Montagu üç şartın gerçekleşmesi gerektiği kana­atinde :

— Büyük devletlerin muvafakati

— Hirsh vakfının hazır 10 milyon parasının elde edilmesi

— Edmond Rothschild’in «Komite»ye alınması.

Landau komitenin gizli kalmasını, ancak iş garantiye bin­dikten sonra ortaya çıkması tezini savundu.

Goldsmid beni göstererek «O bir komiteden daha fazla bir adamdır» dedi.         

13 Temmuz, Londra

Rev.Singer, Dr. Clifford ve onların Mr. Atkin’e söylemeleri üzerine ermeni ihtilalci lider Nazarbeck ile karşılaştım.

Ev gürültülü, ikinci derecede, orta zevkte bir yer. Zaman zaman açılan kapıların ardında ermeni suratları görünüyor.

Rusyalı gazeteci Rapoport beni takdim etmişti. Onunla ve bayan Nazarbeckle birlikte evin beyini bekledik. Ben, henüz yemeğimi yemediğimi söyleyince kadın asık bir yüzle kalktı ve bana yemem için bir parça et getirdi.

Nihayet Nazarbeck eve geldi. Quartier Latin’de rastlanan tiplerden, kara sakallı bir adam.

Sultana itimad etmiyor ve anlaşmadan önce garanti veril­mesini istiyor. Siyasi görüşleri karışık ve Avrupa devletleri ara­sındaki münasebetler konusundaki görüşleri çocukça. «Avus­turya Karadenizde müstahkem mevkiler inşa ediyor» diyor.

Görünüşe göre ermenistanda katledilen zavallılar bu ada­mın sözüne uyarak hareket ediyorlar, kendisi ise Londrada ra­hat bir hayat yaşıyor.

Kendisine bütün bu karışıklıklardan faydalananın kim ol­duğunu sordum, Rusya mı, İngiltere mi?

Umurunda olmadığı cevabını verdi, kendisi sadece türklere karşı isyanı düşünürmüş.

Kadın ermenice konuşarak araya girdi, bakışından benim aleyhimde şeyler söyledikleri aşikâr. Cadı gibi bakıyor, kimbilir kan dökülmesinden ne kadar hoşlanıyordur. Yoksa bu ba­kışlar tedib ve tenkil korkusundan mı böyledir?

Göstereceği iyi niyet ve davranış karşılığı olarak Sultan Abdülhamid’den tevkif ve katliamın durdurulmasını isteyece­ğime söz verdim.

*

*          *

Dr. Herzl’in Londra’daki diğer günleri Yahudi ileri gelen­leri ni fikirleri etrafında birleşmeye uğraşmakla geçer. Oradan Paris’e gider. Programının en hassas köşelerinden birini Baron Rothschild teşkil etmektedir. Londrada yaptığı çalışma ve plan­larda bu şahıs milyonları sebebiyle büyük yer işgal etmekte ve dolayısıyla proğramın tahakkuku bir bakıma ona bağlı bulun­maktadır. Diğer taraftan Filistinde kolonizasyon faaliyetine gi­rişmiş ve bazı Yahudileri oraya yerleştirmiş, iş sahibi yapmış olan bu zengin Siyonist faaliyete karışmak istememekte, kitle halinde bir muhaceretin faydadan çok zarar husule getireceği

 


fikrini savunmaktadır. O kadar insan, ki pek çoğu hiç şüphesiz fakir ve işsiz olacaktır, bir araya gelince ne yapacağız? Bu ola­cak iş değildir demektedir. Herzl ise bir hükümetin teşekkül edeceğini, müstakbel meseleler ve güçlüklerle onun uğraşıp bir sonuca varacağını, şimdi teferruat üzerinde durmanın lüzum­suz olacağını söylemektedir. On gün bu faaliyetlerle geçer.

22 Temmuz, Karlsbad

Newlinsky’yi beni aşağıdaki malumatla bekler buldum:

1-Bulgaristan prensi beni burada kabul edecektir.

2-Viyanadaki Türkiye Sefiri Filistindeki Yahudi koloni­cilerinin tedip edildiğine dair haberleri kesinlikle tekzip et­mektedir.

3-Bazı Yahudi çevreleri Yıldız Sarayında bana karşı gizli gizli entrikalar çevirmektedirler.

Ben de seyahatlerimi anlattım ve dedim ki: Ben kendimi bir sürü acemi askerle savaşa giden bir subaya benzetiyorum, öyle bir subay ki onların arkasında elinde silah olduğu halde duracak ve kaçmalarına imkân vermeyecek.

Edmond Rothschild’in, herşey kendisine bağlı olduğu bir sıradaki davranışını fesatlıkla tavsif ettim.

Newlinsky, E. Rothschild’e ait haberin kendisini bu konu­da ilk defa ümitsizliğe düşürdüğünü söyledi.

Ayni gün

Edmond Rothschild’e şu telgrafı çektim :

«Viyanadaki Türk Sefiri yazıyor :

Filistindeki Yahudileri veya yeniden gelenleri Türk ma­kamları taciz ve tedip etmişlerdir şeklindeki haberleri kesin­likle tekzip edebilirsiniz. Bu haberler bir takım kötü niyetli kimseler tarafından kasden çıkarılmıştır». Bazılarının Yıldız Sarayında benim aleyhimde entrikalar çevirdiklerini haber al­dım. Eğer bunu yapan kimse senin kullarından ise bu seni cid­dî mesuliyetlerin altına atar. Bunun böyle olmadığını ümit ederim, biz birbirimizi tanımalıyız.»

Ayni gün

Bu sabah Posthof bahçesinde Newlinsky ile kahvaltı eder­ken Bulgaristan Prensi Ferdinand da maiyeti ile birlikte birkaç masa ilerimizde oturuyorlardı. Kendisine benim gösterilmiş olduğumu farkettim. Haber göndererek benimle yürüyerek ko­nuşacağını ve derhal kabul edeceğini bildirdi.

Kaldırımda, ağaçların altında yaklaşıp şapkamı çıkardım, elini uzattı. Fazla merasime lüzum görmüyordu. Ben son dere­ce hürmetkâr davranarak hemen sadede geldim ve planımı an­lattım.

«Mükemmel ve muhteşem bir fikir» dedi «Kimse Yahudi meselesini şimdiye kadar benimle böyle konuşmamıştı. Ama ben sık sık dediğiniz şekilde düşünürdüm. Aslında ben Yahudiler tarafından yetiştirildim. Gençliğim Baron Hirsch ile bera­ber geçti. Dolayısiyle herşeyi yakinen bilirim, esasen halk beni yarı Yahudi sayar. Fikrinize tamamen katılıyorum, sizin için ne yapabilirim?».

«Zat-ı Şahanelerinden dileğim Çar’ı benim bu plânıma alış­tırmanız ve eğer mümkünse kendisinden bana bir randevu almanızdır».

«Bu çok zor. İşin içine din karışıyor.» dedi. Beni yukarıdan aşağı bir süzdü. Maamafih bana karşı çok mültefit davrandı. Ben hürmet eseri ne zaman bir adım geriden yürüsem, sanki o farkında olmadan ileri geçmiş gibi duraklayıp «Pardon» diyor­du. Sultan Abdülhamid ve Baden Grand Dükü ile olan konuş­malarımdan bahsederken boyuna Yahudilerin dostu olduğunu, memnun kaldığını söyleyip durdu.

Rusyada Grandük Wladimir’in beni en iyi anlayacak kim­se olduğunu, onun dışındakilerin Yahudileri insan bile addet­mediklerini anlattı. Bu bahsettiği prense kitabımın almanca, rusça ve İngilizce nüshalarından birer tane göndermekliğimi tavsiye etti. Zaman zaman kendisini ziyaret ederek işlerin gi­dişine dair bilgi vermeme müsaade etti. Son derece dostça ay­rıldık.

Daha sonra Newlinsky, onun, bizim proje ile ilgilenip elin­den gelen yardımı yapacağına söz verdiğini söyledi.

Ayni gün

Öğleden sonra Newlinsky ile yürürken bundan sonraki ha­reket tarzımız üzerinde durduk. Bismarck’ın alakası henüz celbedilememişti. Bismarck, Sidney Whitmann’a benim kitabımı bildiğini, sekreterinin kitabın içindekileri kendisine anlattı­ğını ve benim görüş ve fikirlerimi melankolik fantazi bulduğu­nu söylemiş.

Newlinsky bana Bismarck’ın Sultan Abdülhamid’e yazdığı bir mektubu okudu. Girit, Ermenistan ve Suriye olayları hak­kında yazılmış, son derece enteresan. Bütün dünyaya yayılmış olan İngiltere’den hiç çekinmeyip Rusya ile birlikte çalışmasını tavsiye ediyor. Bismarck Sultanın durumunda hiç tehlike gör­müyor ve giritlilerden son derece hakaretamiz bir şekilde bah­sediyor.

Şimdilik Bismarck’ı elde edemediğimize göre, Yahudileri davet hususunda Sultana telkinde bulunabilecek başka bir kö­şe bulmamız gerekiyor.

*

*          *

Rothschild’in menfi tutumundan sonra ne mümkünse kur­tarmalıyım. Onun «Hayır»ı karşısında, Alman Kayzer’inden bir «Evet» temin etmeliyim.

Sidney Whitmann’ın başarısız seyahatinin ücreti olarak Newlinsky’ye 500 frank gönderdim.

Paris Başhahamı Zadoc Kahn’a mektup :

Aussee, 26 Temmuz 1896

Saygıdeğer Efendim,

Parise geldiğim zaman sizin orada bulunmayışınızdan çok ama çok müteessif oldum. Zira çok mühim bir zamandı, sizin yüksek görüş ve ikazlarınızdan mahrum kaldım.. Sizin almanca bildiğinizi bildiğim ve fransızcayı güç ve geç yazdığım için mektubumu almanca yazıyorum.

Hemen olaylara geleyim.

İstanbul’a gittim ve orada beni dahi hayretlere düşüren so­nuçlar aldım. Sultan Abdülhamid benim «Filistin Yahudilerindir» planıma önem verdi. Bunun gerçekleşmesi için esasta değil fakat teferruatta ihtilaf çıktı. Kabule layık herhangi bir plân­la tekrar huzuruna çıkılabilir: Sultana yakın çevrelerden şöyle bir şekil tavsiye edilmektedir: Zâhiren Sultan Yahudileri tarihî vatanlarına dönmeye çağırır, orada muhtar ve imparatorluğa tabi bir devlet kurarlar ve bunun karşılığında da yıllık muay­yen bir vergi öderler.

Bu sonuçla Londraya gittim. Sir S. Montagu ve diğerleri bana üç şartla yardım edeceklerine dair söz verdiler: 1) Büyük Devletlerin muvafakati, 2) Hirsch vakfının elde edilmesi ve 3) Edmond Rothschild’in elde edilmesi.

Zannederim birinci şart tahakkuk edecek, zira şimdiden iki prensten söz almış durumdayım. Bunun için hemen Parise geçip E. Rothschild ile konuştum. Ona da diğer centilmenlere söylediklerimi tekrar ettim. Şarta muallak olarak davaya işti­rak etmesini rica ettim. Yani herhangi bir şey için imza verdiği ve yapılacak iş zuhur ettiği zaman işe karışacak, onun dışında görünmeyecek bile. Ben Sultan Abdülhamid ve diğer devlet­lerle herşeyi düzenleyip işi kemale erdirdikten sonra ortaya çıkacaktır. Plân tahakkuk safhasına geçtiği anda kendisi veya Montagu veya diğer herhangi birisi idareyi alabilir. Bütün kuv­vetleri birleştirip de liderliğimi ilân etmek gibi bir şüphenin gölgesinin bile üzerime düşmesini istemem. Harekete geçecek komite teşekkül etsin ben derhal çekilmeye hazırım. Bu efen­diler benim gayemi kendilerine gaye edineceklerine dair şeref sözü versinler, hiçbir işe karışmayacağımı ben de şerefimle te­min edeyim. O zaman en iyi bildikleri şekilde idare etsinler. Bugüne kadar ben ve arkadaşlarım Siy on Dostları öyle hare­ket ettim.

Maalesef E. Rothschild beni anlamadı veya anlayamadı. Bütün siyasî kaziyeler doğru olsa ve hatta biz Filistini elde et­sek bile meselenin tatbik kabiliyeti olmadığını söyledi, çünkü oraya dolacak fakir kitleleri doyurmak, onlara iş bulmak ve orada tutmak imkânsızdır dedi.

Siz benim kitabımı okumuşsunuzdur. Bütün bunlar düşü­nülmüş, çareleri gösterilmiştir. Esasen bütün dünyadaki milli­yetçi Yahudiler birkaç ay gibi kısa bir zamanda güçlükleri yenebilecek şekilde teşkilatlanacak kudrettedirler.

Bütün bunları ona anlatınız, sizden bunu rica ve istirham ediyorum. Makamınız ve davaya olan inancınız bunu en iyi şe­kilde yapmanızı sağlar.

Halen Türk resmî makamları karşısında resmî bir durumu­muz da var. Orada yerleşmiş bulunanlar veya yeniden gelmek­te olanlar hiçbir şekilde taciz edilmemektedirler. Bu husus Viyanadaki Türkiye Sefiri tarafından da ifade edilmiştir. Bu hu­susu Edmond Rothschild’e telgrafla bildirdim. Yakın arkadaş­larımın bulunduğu İstanbul’dan aldığım haberlerde Saray çev­relerinde aleyhimde Yahudiler tarafından entrikalar çevrildiği hususu yer alıyor. Bunlar yakışıksız şeylerdir.

Yahudi millî hareketi Yahudi aleyhdarlığı meselesi kadar ciddidir. Halk bunu iyi anlamalıdır.

Bugüne kadar yoksul Yahudiler örs, Yahudi aleyhdarları da çekiç olagelmişlerdir. Vay çekiçle örsün arasında kalanların haline.

Eğer derhal cevap vermek lütfunda bulunursanız mektubu­nuz burada elime geçer. Ağustosun 3 ünden itibaren yine Viyana’da olacağım.

Derin saygılarımla       

Th. Herzl

Aussee, 1 Ağustos

Temmuz başlarında Kolonya’dan Wolfsohnun yazdığı bir mektup daha bugün burada elime geçti. Berlin Siyonist Kon­vansiyonunda bana karşı çok sert bir muhalefet varmış. Beni tutan yalnız Wolffsohn olmuş ve Siyonistlerin aleyhimde giri­şecekleri bir kampanyayı zorlukla önlemiş. Verdiğim cevapta

Siyonistler arasında çıkacak düşmanca davranışlar olursa herşeyden vazgeçeceğimi, E. Rothschildle olan münasebetleri an­lattım. Berlin Siyonistleri ile beraber olmak arzusunda oldu­ğumu, yakında Viyana’da bir konferans toplayıp Genel Siyo­nist Assamblesi konusunu tartışacağımızı yazdım.

*

*          *

Weggis’te bulunan Paris Başhahamı Zadoc Kahn’dan güzel bir mektup aldım. Bütün büyük Yahudi cemaatlerinin temsil edileceği bir gizli konferans akdedilmesinin iyi olacağını söy­lüyor. Parise 20-25 Ağustosta döneceğini ve E. Rothschild ile çok ciddi şekilde konuşacağını yazıyor. Fakat bu hususta pek de ümitli görünmüyor.

Gizli konferans fikrine ben de iştirak ediyorum. Öyle birşey yaparsak diplomatik yönden daha müessir faaliyette bulu­nabileceğim. Hemen bu husustaki muvafakatimi Zadoc Kahn’a yazdım.

3 Ağustos, Viyana

Nihayet tekrar gazetedeki odamdayım.

Bacher gelip, İstanbul seyahati sonucu bir seri tenkid ma­kalesi yazıp yazmayacağımı sordu.

İstanbul’da sadece «tarihî» tecrübelerim olduğunu söyledim. Cevap vermeden aptal aptal sırıttı.

«Bana inanmıyor musun?» dedim.

«İnanmıyorum» dedi.

«İnanacaksın, inanacaksın» deyip kapattım.

*

*          *

Newlinsky Karlsbad’da Bulgar Prensi Ferdinand ile karşı­laşmış, bizim mesele üzerinde uzun uzun konuşmuşlar. Ferdinand’a göre meselenin hal yolu Roma ’dan geçmektedir.

Ben de ayni kanaatteyim. Papa beni kabul etmeli ve Roma Katolik Kilisesi meseleyi dünya ölçüsünde ele almalı. Sultan Abdülhamid Rus Çarından değil de Papa’dan gelecek bir tavsi­yeyi yerine getirmeye hazırdır.

Şurası da aşikâr ki benim tekliflerim hıristiyanlarla Yahudiler arasında sulhun yeniden tesisini hedef almaktadır.

Siyonist Teşkilatımn halihazır idarecileri herşeyi arzu edi­yor ama hiçbir iş de yapmıyor. Siyonist Federasyonu çalışmaz durumda, muhakkak yeniden teşkilatlandırmak lazım. Cemi­yetlerin herşeyden önce paraları yok.

Viyana gurubu başkanı ile üyelere muntazaman «Haber Bülteni» gönderilmesi hususunda mutabık kaldık. Hiç değilse bunun karşılığı biraz para toplanmak. Halen Siyonist Teşkila­tın para durumu bu merkezde ve ben bunları kalkındıracağım, yükselteceğim ve ondan sonra da muhtemeldir ki unutulaca­ğım.

10 Ağustos

Newlinsky bugün, «Eğer Türkiyeden istediğimizde muvaf­fak olamazsak, Sultan’dan hiç değilse bütün Yahudilerin Filis­tine gelip koloni kurabilmeleri hususunda bir ferman çıkarmağa uğraşır mıyız» dedi.

Bundan anlıyorum ki arzusu Edmond Rothschild ve Siyo­nist Teşkilatları ile bir işbirliğine gitmektir. «Eğer bu işte ba­şarı kazanamazsan seni o Siyonistlerle bizzat tanıştırırım. Fa­kat şu hususa dikkatini çekerim: Sadece koloni kurmak ve üçbeş bin aileyi oraya göndermek hiçbirşeyi halletmez. Ben buna şiddetle muarızım».

Newlinsky Roma’da Kardinal Rampolla’ya Papa’yı bizim konuya hazırlaması için mektup yazmak istediğini söyledi. Tabiatiyle tam muvafakat verdim.

Journal de Saint Petersburg gazetesi muharrirlerinden ve benim çocukluk arkadaşlarımdan Horn ile karşılaştım. Ona gö­re Rusya işe yarar, çalışabilir Yahudilerin Filistine gitmelerine katiyen göz yummaz.

12 Ağustos

Londradan aldığım haberlere göre «Hovevey Siyon» tama­men bana iştirak ediyor.

13 Ağustos

Bugün Türkiye Sefiri Mahmud Nedim Bey [*] beni çağır­dı. Belki bir saat hiç durmadan konuştu ama hiçbirşey de söy­lemedi.

[*] Damat Mahmud Nedim Paşa’dan ayrıdır. Uzun müddet hâriciyede bulunmuş, çeşitli sefaretlerde çalışmış ve 1904 de vezir ye paşa olmuştur.

İzzet Bey bana onun hakkında enteresan şeyler yazmıştı.

Mahmud Nedim daha önce Nevvlinsky’ye yazdığı hususları bana da açıkladı. Türk makamları Yahudi kolonicilerini tardetmemektedirler. Fakat bu hususu umuma açıklamamamı söyle­di. «Güvenilir bir kaynaktan öğrendiğimize göre» veya «Kesin­likle iddia ediyoruz ki» şeklinde bir girişle haber ajanslarına vereceğimi söyledim.

25 Ağustos

Newlinsky Macaristandan döndü ve şu haberleri verdi:

Malî yönden bıçak türklerin kemiklerine dayanmış durum­dadır. İzzet Bey ona yazdığı mektupta, eğer teklifimizde ciddi isek tadil edilmiş plânın Sultana takdim edilmek üzere hemen gönderilmesini istiyor. Bunun için Newlinsky plâna malî bir formül bulmak zamanının geldiği kanaatinde.

Benim plan Montagu, Landau ve diğerlerinin muvafakatlarına bağlı, ama şöyle bir teklifte bulunabiliriz:

Bizim gurup Sultana 20 milyon İngiliz altınını tedricen ödeyebilir. Bu Filistine yerleştirilecek kimseler eliyle verile­cek, ilk sene 100 bin altın ile başlayarak yerleşenlerin sayısı arttıkça artarak bir milyon yıllık vergi miktarına kadar çıka­caktır. Teferruat İstanbul’da akdedilecek bir konferansta halledilebilr.

Bunun karşılığı olarak Sultan şunları lutfedecektir :

Yahudilerin Filistine hicreti önlenmediği gibi, Türk İmpa­ratorluğunca teşvik edilecektir. Gelen Yahudilere iç işleri, adliye ve kanun yapımında muhtariyet tanınacaktır (Tam tâbi devlet şekli).

İstanbul’da akdedilecek konferansta Haşmetmeâbm bu dev­let karşısındaki durumu, selahiyetleri teferruatı ile gözden geçi­rilecektir.

Anlaşmaya varıldıktan sonra Haşmetpenahileri bütün Yahudileri ecdadının vatanına dönmeye davet edeceklerdir. Bu dönüş kanunun himayesi altında olacaktır.

*

*          *

Dr. Herzl derhal Sir Samual Montagu ve Zadoc Kahn’a mektup yazarak durumu anlatır. Türklerin son derece malî müzayaka içinde bulunduklarını, planın şimdi olmazsa hiçbir zaman tatbik kabiliyeti bulunmayacağını, anlatır. Montagu’ya lütfedip kendisi ile hemen İstanbul’a gelip gelmeyeceğini sorar. Kendisinin ve Edmond Rothschild’in tarihî vazifelerine koşma­larının zamanının geldiğini anlatır.

*

*          *

29 Ağustos

İstanbul’dan müthiş haberler geliyor. İstanbul’da Osmanlı Bankasına ermeniler hücum etmişler. Ölenler, öldürülenler, patlayan bombalar, sokak kavgaları bir birini kovalamış. Gö­rünüşe göre hadiseler bastırılmış. Bütün dünya olanlara tees­süf ediyor.

Sultanla müzakerelere girişmek için tam uygun zaman, zi­ra şu vaziyette kimseden on para bulmasına imkân yok görü­nüyor.

*

*          *

Viyana Siyonist Cemiyeti bana «İcra Komitesi Başkanlığı» teklif etti, ben de kabul ettim.

12 Eylül, Viyana

Londradan gelen haberlere göre «Büyükler» Abdülhamid’i tahttan uzaklaştırmayı düşünüyorlarmış. Eğer bunu yapacak olurlarsa Siyonist İdeali uzun zaman için öldü demektir. Çünkü yeni Sultan para bulabilir ve bizim tekliflerimiz de suya düşer.

16 Eylül

Dün Siyonist Federasyonu toplantısı sonsuz münakaşalarla geçti. Yalnız Galiçya’dan 400-600 000 imza toplanıp «Büyükler» den ricada bulunabiliriz diyorlar. «Haydi» derlerse ne olacak, nereye ve nasıl gidecekler?

13 Eylül

Bugün gazeteye geldiğimde Türkiye Sefaretinden arandı­ğım ve Sefirin öğleden sonra benimle konuşmak istediği şek­linde bir not buldum. Hemen Mahmud Nedim Paşa’ya tezkere yazarak telefon edildiği sırada bulunamadığım için özür dile­dim.

«Sadece bazı evrak verecektim, bir de sigara içerdik» diye cevap verdi.

Vereceği evrak Mecidiye nişanına ait olmalı idi. Bunu ve­sile ederek bazı dedikodular üzerinde konuşacağı aşikardı. Mu­hakkak ki Neue Freie Presse’nin türkler aleyhindeki tutumu da buna sebepti. Fakat bütün bunlara karşı söyleyecek birşeyim yoktu, hazırlıksızdım.

Bugünkü gazetelerde Türkiye Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın Filistin’den doğuya bir demiryolu yapılarak Hindistanm Akdenize bağlanacağı hususundaki beyanatı da yer alıyordu ki bu benim teklifimdi.

14 Ekim

Bugün Türkiye Sefiri Mahmud Nedim Paşa’ya gittim. Me­cidiye nişanının evrakını verip, yakında göğsümde bir de yıl­dız görmeyi temenni etti.

Son derece sevinmiş, gururlanmış gibi göründüm.

Sonra gevezelik ettik. Mahmud Nedim komik ifade tarzıy­la şöyle dedi: Farzedelim ki siz siyasî bir kimse ve AvusturyalI değilsiniz, ben de Sefir değilim, siz şilili ben de perulu’yum. Şimdi Türkiye hakkında konuşalım.

Yani serbestçe ve açıkça konuşalım demek istiyordu.

Görüşlerimi serbestçe açıkladım: Türkiye için bir tek kur­tuluş yolu vardır, Filistini vererek Yahudilerle anlaşmak. Bu şekilde maliye ıslah edilir, reformlar yapılır ve böylece her­hangi yabancı müdahale katiyetle önlenmiş olur. Türklere tek­lif edilen bütün malî imkânlar birkaç borsacının cebini doldu­racak kıratta ve hepsi de kısa vadelidir.

Mahmud Nedim istemeyerek de olsa mâliyenin bir çıkmaz­da bulunduğunu kabul ve ifade etti. Halk son derece güç şart­lar içinde yaşamaktadır, vergiler zorla toplanabilmektedir. Sul­tan bütün kuvvetini yitirmiş durumdadır.

Kendisi benim görüşlerimi tamamen paylaşmaktadır. Tür­kiyenin Yahudilerin yardımı ile yeniden hayata döndürüleceği­ne kanidir. Fakat «İstanbul’a benim sözüm geçmez» dedi, ona göre Filistine gidecek Yahudilerin de muhakkak türk tabiyetini kabul etmeleri şarttır.

Bütün olarak benim ne demek istediğimi anlamadığını zan­nediyorum. Ona Türkiyenin Yahudi yardımı ile yeniden dirile­bileceğim anlatıyorum, yoksa Türkiye gidiyor, mirasçıları bile ortada.

Mahmud Nedim de benimle oldukça açık konuştu. «İki haf­ta İstanbul’dan hiçbir haber almadım. Bu iyi bir işaret, eğer hasta bir adamın ağırlaştığı sırada yeni bir haber çıkmazsa o iyiye işarettir» dedi.

Bir kenara terkedilmişti demek, zavallı Sefir.

Mahmud Nedim bizim din hakkında da bir tuhaf konuş­tu: «Müslümanlar» dedi «Yahudilere hıristiyanlardan daha ya­kındır. Bizde birisi Musa veya İbrahim Peygamber hakkında kötü söz söylese başı kesilir. Keza biz de sizin gibi sünnet olu­ruz. Mesela sen müslüman, ben de Yahudi diye geçinebiliriz. Mesih’i biz Allahın oğlu olarak kabul etmeyiz, o da diğer insan­lar gibi bir insandır, bize göre bunların hepsi peygamberdirler».

16 Ekim

Bugün Neue Freie Presse’de gürültü çıkaracak bir makale intişar etti: «Boğaziçinde Durum».

Wiener Allgemeine Zeitung gazetesinin 18 Ekim 1896 ta­rihli sayısında bir yazı:

«Siyonist Gayeler için 150 milyon»

Lvov’daki tanınmış Siyonist liderlerden birisi «Yahudi Dev­leti» yazarı Dr. Theodor Herzl’den bir İngiliz milyonerinin Filistinde yeniden bir Yahudi devleti kurulabilmesi için 150 mil­yon vermeye hazır olduğunu bildiren bir mektup almıştır. Bu milyoner herşeyden önce Yahudilerin Filistine gitmeye hazır olup olmadıklarını bilmek istemektedir. Dr. Herzl şimdi Lvov Siyonistlerine sesleniyor ve aralarında derhal teşkilat kurma­larını, imza toplamalarını ve Siyonist Teşkilatı İcra Komitesi toplantısında göstermek üzere kendisine göndermelerini iste­mektedir...»

22 Ekim

Mahmud Nedim Beye mektup :

«Ekselans,

Haşmetli İmparator Sultanhamid’in bendenize lütfettikleri nişan sebebiyle en derin minnet ve tazimlerimi sunarım».

Sultan’a hitaben yazılmış mektup ektedir :

«Efendimiz,

Ekselansları Mahmud Nedim Bey bendenize lütfettiğiniz nişanın beratını tevdi buyurdular.

Bu büyük teveccühten ötürü arz-ı tazimat eder, Yahudilere karşı lutufkâr davranışınızın devamını istirham ederim. Yahu­dilerin hizmetlerini kabul ettiğiniz gün onlar asil idarenizin yanında bütün güçleriyle çalışacaklardır.

Size en derin hürmet hisleri ile bağlı bulunuyorum, âciz bendeleri

Dr. Theodor Herzl».

Sondaki saygı ifade eden cümleler biraz müfrit görülebilir. Bunları Baroness de Staffe’ın «Mühim kimselere mektuplar» ından kopya ederek kullandım.

8 Kasım

Dün İsrailliler Birliği’nde halk önünde ilk büyük konuş­mamı yaptım. Tasvip gördüm. Konuşmamın esası şuna dayanı­yordu :

«Türkiyeye rus-fransız müşterek yardımı gidecek olursa bize Filistinin kapıları ebediyen kapanır. Büyük Yahudi ban­kerleri meteliksiz Yahudilerin ıstırabını düşünerek ve Yahudi meselesinin ancak bu yoldan halledilebileceğini kabul ederek bize iltihak etmeli ve vazifelerini yapmalıdırlar, yoksa korkunç bir mesuliyet altına gireceklerdir».

İngiltere ve Amerikada bu hususta gösteriler yapılmasını ve harekete geçilmesini teminen talimat gönderdim.

Ayni zamanda bir «Millî Fon» tesisine girişilmesi lüzumu­nu anlattım. Bunu başarabilirsek bankerlerden bağımsız ola­rak davranabiliriz.

8 Kasım

Lvov’da Adolf Stand’a bir mektup yazdım, kendisini İcra Komitesi başkanı olarak takdim etmişti;

«Siyonizm şu anda çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyor. Biliyorsunuz ki Türkiye mâliyesini ıslah için bir rus-fransız yardımı planlanmaktadır. Eğer bu tahakkuk ederse Sultan Filistin konusunda hiçbirşey yapamaz duruma gelecek­tir. Böylece Filistine dair bütün ümitlerimiz kaybolacaktır. Bu sebeple bütün Yahudi bankerler bu işin tahakkuk etmesini ön­lemelidirler. Dün bu konuda bir konuşma yaptım ve İngilteredeki komiteme bunu önlemeleri için talimat yazdım. Siz de çevrenizde ayni şeyleri yapınız. Fakat son derece dikkatli ve gizli hareket edin, hiçbirşey dışarıya sızmasın.

Mahalli İcra Komite Başkanı olarak ilk önemli vazifeyi alıyorsunuz, tesirinizi gösterin. Orada tesir sahası geniş olan Haham ile de işbirliği yapabilirsiniz...»

Siyon’un selâmları ile

Th.Herzl.

11 Aralık

Newlinsky’nin haber verdiğine göre İzzet Bey padişahın gözünden düşmüş ve yerini muhtemelen Tahsin Bey alacak­mış. Ragıp Beyin geçeceği de söyleniyormuş [[33]].

6 Ocak 1897

Nihayet 1897 yılma, Hechler’in deyimiyle «Kritik yıla» girdik.

Dünyanın dört köşesinden ziyaretçiler kabul ediyorum. Fi­listin’den Paris’e giden yol benim Viyana’daki odamdan geçi­yor. İş hayli genişledi. Siyonizm yavaş yavaş her memlekette hatırı sayılır bir kuvvet haline geliyor. Yavaş yavaş daha cid­diye alınıyoruz.

10 Ocak

Bugün Newlinsky kahvaltıya bana geldi.

Haber aldığına göre «Bâb-ı âli bana ateş püskürüyor». Zira İstanbul’da iken söz verdiğim gibi basın Türkiyeyi desteklemi­yor, bilakis aleyhde yazılarla dolup taşıyormuş. Bu yazıların da menşei ben imişim, buna da sebep Filistini bize satmaya ra­zı olmadıkları imiş.

Türklerin bu yanlış yorumlarına kızmadım. Demek ki ben İstanbul’da bir «kuvvet» olarak kabul ediliyorum.

Ona, basının desteğini ben şarta muallak olarak teklif et­miştim, dedim. Eğer Türkiye bizimle müzakereye oturursa on­ları basında müdafaa edecektik, veren alır.

Newlinsky: «Eğer basında Türkiyeye hücumlar devam ederse orada da Yahudi aleyhdarlığı başlar».

Ben bundan çekinmiyorum. Eğer Bab-ı âli Yahudi aleyhdarlığına başlarsa hiçbir yerden para alamazlar, bulamazlar. Bütün büyük bankerler de benim arkama geçerler.

26 Ocak

Bu sabah Neue Freie Presse «Bütün Kuvvetlerin garantisi altında Türkiyeye yardım konusunun düzenlendiği» haberini verdi. Hemen inanamayıp Newlinsky’ye telefon ettim, o tas­dik etti. Bu bizim için kötü oldu.

Akşama doğru tamamlayıcı malumat geldi. Anlaşmaya va­rıldığı doğru idi. Türklere dört milyon «verilecekti».

îstanbuldan gelen bir dosttan öğrendiğime göre İzzet Bey hala «gözde» imiş.

*

*          *

Herzl tamamen kendi davasını savunacak bir gazete kur­mak, bütün Yahudi teşekküllerini kendi gayesi etrafında bir­leştirmek çabalarına devam eder. Bir yıl önce kendisiyle alay eden, fikirlerini ütopya diye tavsif eden çevreler yanında yer almaya başlamışlardır. Girit buhranı dolayısiyle Osmanlı Hâ­zinesi yine para sıkıntısı çekmektedir. Bunu haber almış ve Fi­listinde ikibin hektar toprak karşılığı para bulmak teklifini or­taya atmıştır. Bu onun prensibine aykırı gibi görünürse de, kendisine cephe alan bir kısım siyonistlere yaklaşmak ve hem de Filistinde bir köprübaşı kurmak istemektedir. Filistindeki mahalli Yahudi teşekküllerinin başkanlan ile de temas halin­dedir. Kudüs’ün şimdiden bir Yahudi şehri manzarası aldığını bilmektedir. Şehirdeki bütün türkler altıyüz askerden ibarettir.

*

*          *

24 Mart

Mısırlı gizli ajan Mustafa Kâmil geçenlerde beni ziyaret etmişti, tekrar geldi. Mısır’ı İngilterenin himayesi altına sok­mak istiyorlar. Bu genç şarklı insanda iyi bir intiba bırakıyor. Tahsilli, terbiyeli, münevver, nazik ve kibar bir insan. Onu bir tarafa not ediyorum, bu adam bir gün Şark’ta önemli roller oy­nayabilir.

Ona açıkça söylemedim ama, İngilizlerin Mısır’dan uzak­laşmaları bizim lehimize olur. Zira o zaman Süveyş Kanalı el­lerinde olmayacağı veya tam emniyette bulunmayacağı için Hindistan için başka bir yol aramaya mecbur kalırlar. O za­man Filistin onlara uygun gelir. Yafa’dan İran körfezine çeki­lecek bir demiryolu...

*

*          *

Dün Newlinsky’de Türkiye Sefiri Mahmud Nedimle yemek yedik. M. Nedim bizim gazetenin Türkiye aleyhdarı neşriyatın­dan ötürü bana karşı soğuk davranıyordu. Ona gazetenin şahsî değil, hükümet görüşünü aksettirdiğini, elimden birşey gelmiyeceğini anlattım.

Sonra Türkiyenin hayatiyetini övücü sözler söyledim, eğer Yahudi muhacirleri meselesini kabul ederlerse çok daha iyi günlerin geleceğini anlattım.

Zavallı sefir : «Şimdikinden daha kötü bir durum olabile­ceği kanaatinde değilim» diye cevap verdi.

26 Mart

Büyük edip Alphonse Daudet’den mektup aldım. Konuş­malarımızı hala hatırlıyor. Eğer Yahudi Devleti gerçekleşirse gelip bir seri konferans verecekmiş...

21 Nisan

Türklerle yunanlılar arasındaki soğuk harp birkaç gündür gerçek savaşa inkılap etti. Bu savaş bizim durumumuza da te­sir edebilir, ama nasıl?

Ara bulmak için bir sulh kongresi toplanırsa biz de Kuvvetler’e isteklerimizi bildiririz.

Eğer türkler kazanacak olurlarsa ve yunanlılardan harp tazminatı alırlarsa durum değişir, Yahudi yardımına bir müd­det ihtiyaçları kalmaz.

23 Nisan

Kadima adlı Yahudi derneğinden gelen Schalit benden Türkiye Sefirine bir tavsiye vermemi istedi. Gönüllü birkaç doktorla birlikte Türk-Yunan savaş sahasına gitmek istiyor.


Mahmud Nedim’e, tezkere hamilinin yaralı türk askerle­rine yardım etmek için bir kısım gönüllü ile hazır olduğunu yazdım.

28 Nisan

Mahmud Nedim’e mektup :

«Ekselans,

Türk ordularının zaferlerini tebrik etmeme müsaadelerini rica ederim. Birkaç Yahudi gencinin türk ordusunun saflarına gönüllü olarak iştirak arzuları Yahudilerin türkler hakkındaki hissiyatının küçük bir misalidir.

Burada daha birkaç komitenin de yaralı askerler için ba­ğış toplama faaliyetinde olduğunu biliyorum. Toplanan bağış­lar Haşmetli Sultanın çeşitli memleketlerdeki sefirleri vasıtası ile gönderilecektir.

Bu şekilde bir sempati tezahürüne fırsat bulduğumuz için gerçekten memnunuz. Eğer bu hususlar Yıldız tarafından da müsait karşılanırsa memnuniyetimiz artacaktır.

Derin saygılarımla

Th.Herzl».

20 Mayıs

İstanbul’da Sidney Whitmann’dan mektup aldım. Sultan’ın yakınlarından Ahmed Midhat Efendi’nin bizim davaya alaka­sını temin etmiş. Ahmed Midhat Efendiye göre [[34]] biz biraz «yavaş» hareket etmeli ve birdenbire «çok fazla» istememeliyiz, böylece Sultan Abdülhamid’in «Hayır» diyerek meseleyi kök­ten kesip atmasını önlemiş oluruz. Bilhassa «Muhtariyet» keli­mesini kullanmamalıyız, zira bu yüzden Türkiyenin başına pekçok gaile açılmıştır. Ben mektubumu fransızca yazacağım ve öylece Sultan’a takdim edilecek.

Bugün Whitmann’a hemen iki mektup yazdım. Birisi al-

manca ve içinde kendisine mükâfat vadi var, diğeri fransızca, etrafa göstermesi için. Fransızca olanı şöyle :

Aziz Dostum,

Size bu mektubu haftada bir davamızı desteklemek üzere çıkaracağımız yeni ve kaliteli bir mecmuanın «Die Welt» (Dün­ya) başlıklı kâğıdına yazıyorum. «Die Welt» 4 Haziran 1897 tarihinde intişar edecek [[35]]. Bu mecmuada Türkiye lehinde ya­zılar yayınlayacağız. Ahmed Midhat Efendiye, yazacağı maka­leleri burada yayınlamaya hazır olduğumuzu söyleyebilirsiniz. Makalelerin Sultan Abdülhamidin resmî görüşlerine uygun tarzda olacağını hatırlatmaya dahi lüzum görmüyorum.

Bu basının Türkiyenin menfaatleri istikametine döndürül­mesi hususunda atılmış adımlardan birisidir. Bu yolda cesa­retle yürüyeceğiz.

Sizin telkininizle girişmiş olduğumuz yaralı türk askerle­rine yardım kampanyasının sonuçlarının hemen yerine ulaşa­madığını biliyorsunuz. Bunun için «maalesef» tabirini kullan­mayacağım, zira bunun ulaşmayış sebebi Türklerin çok kısa zamanda zafere ulaşmış olmalarıdır. Fransa ve İngilteredeki Yahudi toplulukları da böyle bir sempati gösterisine hazırdılar, fakat teşebbüsleri mezkur devletler tarafından önlendi, fırsat verilmedi. Almanya, Avusturya ve Macaristanda toplanmış olan bağışlar en kısa zamanda gönderilecektir.

Bunların yanısıra üzülerek söyleyeyim ki, Yıldız Sarayı çevresinde bizim davamız ve benim şahsım hakkında bazı ent­rikalar çevrilmekte olduğunu haber aldım. Düşmanlarım işin gerçek mahiyetini tahrif ederek ortaya atmış olabilirler...

Burada birkaç kelime ile durumu izah etmek isterim :

Eğer Haşmetli Sultan Abdülhamid Han hazretleri bizim için elzem şartları lütfedecek olursa bizler de tedricen İmpara­torluk mâliyesini ıslah eder kuvvetlendiririz.

Bir defa bu prensip kabul edilirse, her iki taraf da memnu­niyetle işin teferruat kısmına eğilebilir.

Ancak Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasını ve parça­lanmasını isteyen kimseler az veya çok bizim planımızın düş­manıdırlar, bunun böyle olduğunu anlamak çok kolaydır.

Türkiyeyi fahiş faizlerle borç almaya icbar edenler de bi­zim projemizin düşmanıdırlar. Çünkü bu yolla Zat-ı Şahanenin memleketindeki bütün istihsal kaynakları kontrol altına alın­mış olacaktır.

Söylediklerim boş sözler değildir ve Haşmetli Sultan Haz­retleri Münih’te 25, 26 ve 27 Ağustos 1897 tarihinde toplanacak olan Siyonist Kongresine temsilci göndermek suretiyle bizi tut­tuğunu gösterebilecek bir fırsata da sahip bulunmaktadır.

Zat-ı Şahanelerinin temsilcileri bütün toplantılarımıza iş­tirak edecek ve bizi iyi tanıyacaklardır.

Fakat —burası çok tekid edilmelidir—biz Türk Hükü­metince tanzim edilmedikçe ırkdaşlarımızın Filistine hicret et­mesine taraftar değiliz.

Şurası gerçektir ki ırkdaşlarımız birçok memleketlerde se­fil şartlar altında bulunmaktadırlar. Fakat meşkûk şartlar al­tında bu sefaletin sadece yerini değiştirmek istemeyiz.

Şimdi sizin suallerinize geliyorum :

Filistine hicret edecek Yahudiler Zat-ı Şahanenin tabiyetinde olacaklar ve hayatları mutlak garanti altında bulunacaktır.

Lüzumlu topraklar hiçbir zorlama olmadan satın alınacak­tır. Hiçkimsenin mülkiyet hakkının elinden alınması bahis ko­nusu değildir. Mülkiyet özel bir haktır ve elden alınamaz. Sul­tanın şahsına ait kısımlar değeri mukabilinde ve kendileri arzu ederse satın alınacaktır.

Vatandaşlık haklarını tam iktisap edecekler ve her yıl mu­ayyen bir vergi ödeyeceklerdir. Bu vergi başlangıçta 100 000 al­tın olacaktır ve muhaceretler tevali ettikçe bir milyona kadar yükselecektir...

Size defaatle söylediklerimi şimdi yeniden tekrar etmeye­yim.

Aziz Dostum, Yahudi Meselesinin halli Türkiyenin güçlük­lerini ortadan kaldıracaktır. Ticaret ve mâliyede Yahudilerin enerji ve maharetleri herkes tarafından bilinen bir husustur.

bir altın, terakki ve hayatiyet nehridir ve Sultan Abdülhamid Han onları tebaası arasına alırsa, Yahudiler Ortaçağdan beri Türklere olan minnet borçlarını da ödeme imkânını elde edeceklerdir.

Mâliyenin düzeltilmesinden sonra «sülükler» «Düyun-u Umumiye» ortadan kalkacaklardır.

Bizim projemizin vüs’atı, faydalılığı acaba İstanbul’da anla­şılacak mıdır? Öyle ümit edelim.

Size bu mektubun gizli olduğunu hatırlatmaya lüzum gör­müyorum. Siz türklerin çok yakın dostusunuz bu itibarla sah­te dostlar tarafından teklif ve düşüncelerimiz öğrenilecek olur­sa Türkiyenin menfaatine davranmayacakları tabiidir.

Samimi selâm ve saygılarımla

Th.Herzl.

23 Mayıs

Amerikada hareket başlıyor. M. Singer New-York ve başka yerlerde yapılan toplantılar hakkında bilgi veriyor.

*

*          *

îstanbuldan şu mektup geldi:

İstanbul’, 24 V 1897

Aziz Dostum,

20  Mayıs tarihli nazik mektubunuzu hemen cevaplandırı­yorum.

Muhteviyatını derhal Ahmed Midhat Efendiye okudum ve «Die Welt» için bir makale istedim.

Görünüşten anladığıma göre bizzat Sultan’ı görerek mese­le hakkında da konuşabileceğim. Durumu ortaya koyuş tarzınız son derece açık ve başarılı. Devamını dilerim.

Sidney Whitman

Not:

Tam yukarıdaki mektubu yazmıştım ki Ahmed Midhat ile yeniden görüştüm. Sizin mektubunuzu baştan aşağı ona oku­dum ve bir de kopyasını çıkarıp verdim. Meseleye karşı son derece müsait bir tutumu var ve kendisini «manen ve madde­ten» buna hasretmek arzusunda, ve bu çalışmaları için de «on para bile» istemiyor. İkimiz bir faaliyet planı çizelim ve Sultan ile tekrar muhabere edelim, mümkündür ki buradan ayrılmaz­dan önce görüşebileyim. Münih Kongresine bir heyet gönderi­lecek, yahut da Midhat Efendinin tesiri de tıpkı benimki gibi sıfır demektir.

S. W.

*

*          *

Bir zaman önce Sultan Abdülhamid’in Ahmed Midhat Efen­diyi sadarete getirmesinin beklendiğini işitmiştim..

27 Mayıs

Rothschild’ler yaralı askerler kampanyasına 500 guilder bağışlamışlar. Bugün de Zadoc Kahn’dan 1000 franklık bir çek ve mektup aldım.

Parayı Viyana sefiri Mahmud Nedim’e, Kahn’ın mektubu­nu da İstanbul’a S. Whitmann’a göndereceğim. Ayni zamanda Whitmann’a benim Şavuot Bayramından sonra İstanbul’a gel­meğe hazır olduğumu Sultan Abdülhamid’e bildirmesini yaza­cağım.   *          *

*          *

Viyana, 11 Haziran

Sidney Whitmann İstanbul’dan döndü. Sultanla görüşememiş. Yaptığı sadece Ahmed Midhat Efendi ile temas kurmaktan ibaret kaldı. Benim ona doğrudan doğruya yazabileceğimi söy­lüyor. S. Whitmann Bükreş’te Başvekil Stourdza ile bir müla­kat yapmış, yakında New-York Herald gazetesinde intişar ede­cek. Başvekil bizim görüşümüzü ve tezimizi benimsediğini tekraren ifade etmiş.

15 Haziran Ahmed Midhat Efendiye mektup :

Ekselans,

Buradan geçmekte olan arkadaşım Sidney Whitmann sizin bildiğiniz husus hakkında doğrudan doğruya size mektup ya­zabileceğimi söyledi.

Sizinle bu ilk temastan şeref duyuyorum, fakat işlerimin çokluğu sebebiyle de kısa yazmak zorundayım. Whitmann si­zin yüksek siyasî fikirlerinizden bana bahsetmişti, böyle bir şahsiyetin benim şahsımı hasrettiğim bir davada karşımıza çık­ması bizim için büyük şanstır.

Yahudilerin faaliyete geçmesiyle Türkiye’nin sıhhatini ye­niden kazanacağına, mali bağımsızlığını yeniden elde edeceğine ve hayat kudretlerine tekrar kavuşacağına sonsuz itimadım vardır.

Size hizmet etmek istediğimiz «Die Welt» mecmuasını gön­deriyorum. Şu organı tamamen sizin emrinize tahsis ediyorum. Bu hususu Zat-ı Şahane de bilirse çok memnun olacağım.

Göndereceğiniz her şey —Avusturya İmparatoru Franz Josef ve saltanatı aleyhinde olmamak şartiyle— derhal intişar edecektir.

Derin hürmetlerimin kabulü ricasiyle Ekselansınızın hürmetkârı

Theodor Herzl.

*

*          *

Münih’te toplayacağı kongre aleyhinde bazı Yahudi teşek­küllerin aleyhte faaliyetleri üzerine kongreyi daha sakin bir yer olan İsviçre’nin Basel şehrinde toplamaya karar verir. Bu arada İstanbul’un itfaiye teşkilatının kurucusu Szechenyi Paşa ile temasını arttırır. Müşirlik verilmesinden sonra bu paşanın Abdülhamid ile olan münasebetleri gelişmiştir. Dr. Herzl ona sırası geldikçe Padişaha Yahudi meselesini hatırlatmasını ve böylece üzerinde imal-i fikirde bulunmasını sağlamasını rica eder. Aralarındaki mektuplaşmalardan Paşanın talimata uygun hareket ettiği anlaşılmaktadır. «Ben ve arkadaşlarım Szechenyi Paşanın hizmetlerini kat’iyen unutmayacağız» der.

BasePdeki kongre hakkında Sultan’a malumat vermekle Newlinsky görevlendirilmiştir. Bu kendisinin ifadesi ve ben de inanmaya mütemayilim diyen Herzl şöyle devam eder :

Newlinsky, Sultan’ın kongreye bir selam telgrafı gönder­mesi ihtimali bulunduğunu yazıyor.

3 Eylül, Viyana Basel’deki kongre, münakaşalar gürültüler sona erdi. So­nucu en kısa şekilde hulasa edebilirim :

Basel’de ben Yahudi Devletini kurdum.

Eğer bunu yüksek sesle söylesem bana bütün dünya gü­ler. Fakat beş sene içinde fakat elli sene sonra garantili olarak herkes bunu böylece bilecektir. Bir devletin kurulması, o dev­leti kurmak isteyen kimselerin iradelerinde mündemiçtir. Evet, sadece isteyen bir kimse bile kuvvetli bir ferddir (Devlet benim: Louis XIV). Toprak sadece maddeden ibarettir. Devlet, bir toprağa malik olsa bile, yine de mücerret bir mefhumdur. Kilise Devleti vardır, toprağının bulunmaması birşey ifade et­mez, aksi takdirde Papanın saltanatı bahis konusu olamazdı. Basel’de işte bu abstraksiyonu yarattım. Delegeleri tedricen bu Devlet mod’una hazırladım tve onlara kendilerinin bir «Milli Meclis» olduklarını hissettirdim.

Basel Siyonist Kongresinde Filistin meselesinin görüşül­mesi ve Yahudilerin tekrar oraya dönerek bir devlet kurmaları fikri basında yer alır almaz Papalık harekete geçer ve Ortadoğudaki hıristiyanları koruyacağını, böyle birşeye asla müsaade edilemiyeceğini ilân eder. Ayni şekilde menfi davranışlar bü­yük merkezlerde de husule gelir. Kongrenin ve bu fikirlerin mürevvici ve başkanı olmak hasebiyle derhal harekete geçen Dr. Herzl, Komadaki Kardinallere, Devlet adamlarına, impara­torlara mektuplar yazar. Bir Yahudi devleti kurulmasının kim­seye zarar vermeyeceğini anlatır. Desteklerini temin kampan­yasına girişir.

Sadece koloni kurma fikrinin taraftarı ve Herzl’in temsil ettiği Siyonizmin Yahudiler için zararlı olduğu kanaatinin sa­hibi olan milyarder Edmond Rothschild de onun aleyhinde faa­liyete girişir. Bu ailenin çok güvendiği milyarlardan fayda ol­madığını gören Herzl onu bırakarak küçük hisseler halinde her Yahudinin katılabileceği bir fon kurma faaliyetine geçer. Pariste toplanan Hirsch Vakfının kendi cephesinde yer alması için uğraşır.

Newlinsky bir ara onu bırakarak Edmond Rothschild ile temasa geçmekle beraber yine de en yakın yardımcılarındandır. Türkiyenin mâlî yönden durumunun gittikçe kötüleştiği habe­rini verir. Avrupadaki Türk Sefirleri tahsisat yokluğundan bakkal ve kasapların faturalarını dahi ödeyemeyecek duruma düşmüşlerdir.

Newlinsky kendisinin protokol müdürü gibi davranmakta­dır. Onunla Sultana yazacağı mektubun anahatlarını kararlaş­tırır. O, bu arada Nuri B e y ’e 20 000 frank göndermesini tenbih eder. Padişaha yazılacak mektubun zarfının nasıl beş ye­rinden mühürlenip üzerine de birşey yazılmayacağını anlatır. Şöyle der: «Belli ki bundan sonra yolumuzun üstüne bir sürü dilenci çıkacak».

*

*          *

Berlin, 4 Şubat 1898

Dört hafta önce buraya geldiğimde Türkiyenin Berlin Se­firi Ahmet Tevfik [*] ile birkaç defa uzun uzadıya konuştum. Meselenin önemini anlamamışa benziyor. Yahudilerin Türkiye-

ye celbedilmesine taraftar görünüyor, ama onlara ait bir böl­ge, bir köşe bulunmasını kabul edemiyor.

[*] 1918 yılından Saltanatın ilgasına kadar sadaret makamını işgal eden ı Osmanlı Sadnazamı Ahmet Tevfik Paşadır.

Biz Türkiyeyi kuracağımız fonlarla desteklemek istiyoruz, buna karşı o sadece «arkadaşça kabul »den bahsediyor.

Kendisine bunun değer ifade eden bir hal şekli olmadığını söyledim. Bu tıpkı Türkiyeye bir kısım ermeni daha yerleştir­meye benziyor.

Sonuç olarak, konuştuklarımızı Sultan Abdülhamide bir memorandumla aksettirebileceğini söyledi.

Viyanaya döndüğümde Newlinsky’ye, Ahmet Tevfik Paşa’nın  meseleyi pek anlamamış olduğunu söyledim.

Belki de —pek aptalca olmayan— şu şıkkı düşünüyor: Yahudiler nasıl Türkiye’nin daha kötü hale düşeceğini bekli­yorlarsa, biz de Yahudilerin kötü hale düşmelerini bekleriz.

Dün gece Ahmet Tevfik Paşa ile tekrar görüştüm. Otelde yemek yiyecektim, bana arkadaşlık etmemi söyledi. Dört haf­ta önce söylediklerini tekrar etti. Niçin Küçük Asya’da (Ana­dolu) bir yer istemiyor muşuz.

Bunu kesinlikle reddettim.

Berlin, 5 Şubat

Dün yemekte Ahmet Tevfik Paşa ile yine beraberdim. Ben lokanta salonuna girdiğimde o yemeğini bitirmiş çıkmaya ha­zırlanıyordu. Beni görünce yanıma gelip masama oturdu. Bir saat kadar gevezelik ettik, zannederim, hatta eminim bu defa onu kazandım.

Onun gözlerinin önüne müstakbel bir Türkiye ve İstanbul inşa ettim.

«Ekselans, ne zaman Sadrıazam olacaksınız? Ekselansları

zaman bendenizi İstanbul’a davet edersiniz ve sizin için şehri tekrar inşa ederiz, yani sizin için plânlar yaparım».

Gözle görülecek derecede heyecanlandı.

Newlinsky’nin hakkı varmış. Bir kimse türklerle bir arada bulunduğunda onlara hizmet ederse minnetterlıklarını kazanıyor ve tedricen bizi sevmelerini sağlıyor.

İcra Komitesi’nin çalışmaları teferruata inhisar ediyor. Schnirer şahsî işleri sebebiyle Komiteye pek zaman ayıramı­yor. Kokesch ve Mintz ise ekseriya somurtuyorlar. Kremenzky’yi her haliyle içinde bulunduğu durum sınırlandırıyor. Boşuna müzakereler yapıyoruz. En büyük eksiğimiz de harekete geç­mek için hazır paranın bulunmayışı.

Plan ve projelerimi katiyen Komiteye getirmiyorum. Zira Birnbaum Umumi Kâtip olarak hemen ileride kullanacağı «malzemeyi» toplamaya başlıyor. Tipik bir düşman...

*

*          *

Son derece yorgunum. Kalbim muntazam çalışmıyor.

*

*          *

Dr. Herzl teşkilata para bulmak çabasındadır. Giriştiği birçok teşebbüsler vardır ama kesin sonucu hiçbirinden almış değildir. Arkadaşı Nordau’ya yazdığı mektupta bunları anlatır ve bilhassa şu husus üzerinde durur: Türk Hükümeti henüz proje halinde olan bu banka çalışmasını katiyen duymamalı­dır.

Kuvvetli bir günlük gazeteye ihtiyaç vardır. Sadece haf­talık Die Welt’in neşriyatı kâfi gelmemektedir. İki milyon ile Neue Freie Presse gazetesi satın alınabilir ve o zaman dava çok şey kazanmış olur. Halihazır halimizle Fransız ihtilalinin as­kerlerine benziyoruz. Ayağımızda pabuç ve çorap olmaksızın savaş kazanmaya mecburuz.

*

*          *

1 Temmuz

Harekete daha yakın bir muvakkat hedef tayin edip, «SİYON»u gaye hedef olarak saklamayı düşünüyorum.


Zavallı fakir Yahudi kitleleri derhal yardım görmek ıztırarındalar, Türkiye ise bizim arzularımızı kabul etmekten henüz uzak duruyor.

Çok yakın istikbalde Türkiyede bizim aleyhimizde göste­rilerin başlaması da kuvvetle muhtemeldir. Filistini bize asla vermeyeceklerini pekala nümayişlerde söyleyebilirler.

Bu sebeple daha kısa bir zamanda erişebileceğimiz bir he­def ittihaz etmemiz gerekli, bu hedef de Siyon bayrağı altında ve tarihî haklarımızı tespit edecek tarzda olmalıdır.

Belki İngiltereden Kıbrıs’ı alabiliriz, bir taraftan da Güney Afrika veya Amerika’yı el altında bulundurmalıyız ve o halde Türkiyenin dağılmasını beklemeliyiz.

Bu hususları Kongre’den önce Nordau ile münakaşa etmeli.

6 Temmuz

Amerikadaki arkadaşım Schauer Washington’daki Türk Se­firi ile yaptığı temasları anlatıyor. Fikir ve görüşleri tamamiyle antisiyonist.

12 Temmuz

Pall Mail Gazette’in Viyana muhabirine Alman Kay zer’inin Filistin seyahati konusunda bir beyanat verdim. Diğer kuv­vetlerin bizim niyetlerimizden dolayı duydukları kıskançlığı tebarüz ettirdim. Filistini hiçbir kuvvet ele geçiremiyecektir.

*

*          *

Basel’de Kongre yeniden toplanır. Büyük sermayeli fakat bankerlere istinat etmeyen, küçük hisselere bölünmüş bir Si­yonist Bankası kurma projesi büyük zenginlerin mukavemeti ile karşılaşır. 5 milyon mark gibi «mütevazi» bir sermaye ile işe başlanması ileri sürülür. Dr. Herzl kendi topladığı ve baş­kanlık ettiği çevrede kendisinin anlanmadığı kanaatindedir.

Kongre’den sonra Grand Duke’ü tekrar görmeye gider, ara­larında dostça konuşmalar olur, çeşitli meselelerin münakaşası yapılır.

«Alman hükümeti İstanbul’da Siyonist hareketine karşı ne gibi bir davranış ve tutum olduğu hususunda araştırmalar yap­tı ve Sultanın bizim görüşümüze uygun paralelde bulunduğu­nu tespit etti. Araştırma Von Marschall aracılığı ile yapıldı ki kendisi Sultanın yakın ahbabıdır» dedi.

Bu bilgiyi ben de teyid edecek durumdayım, zira ben de Sultan’dan bir teşekkür telgrafı almış bulunuyorum.

Grand Duke, Siyonizm hakkında Alman Kayzer’ine tefer­ruatlı bir rapor vermiş olduğunu, bunun üzerine Kayzer’in Eulenburg Kont’una bu konuda daha teferruatlı bilgi toplaması emrini verdiğini anlattı.

Grand Duke’e göre şimdi Kayzer ile Abdülhamid’in arası son derece iyidir. Bu iyi münasebetlerin başlangıcı da Girit meselesidir. Giritteki birliklerin geri çekilmesi hususunda Almanyanm tutumu Türkiyede çok derin akisler ve müspet te­sirler meydana getirmiştir.

Şimdi Yıldız Sarayında alman nüfuzu hemen hemen son­suzdur. İngiltere tamamen bir kenara itilmiştir. Kayzerimiz Sultan Abdülhamid’e bir tek kelime söylese hemen yerine ge­tirileceğinden emindir. Fakat şimdi çok daha dikkatli davran­mak gereklidir. Tarih göstermiştir ki şahsen atılan adımlar bazan çok uzun ömürlü olmaktadır, ama sabırlı olmak şarttır.

Duke’e göre Kayzer’in dönüşüne kadar beklemeliyiz. Eğer bu tarihten önce beni kabul ederse çok iyi olur. «Biliyorsunuz Kayzer’in Filistin seyahati üzerine çok lâf edildi. Genellikle bu seyahat dinî bir karakter taşıyor, şimdi ise siyasî bir hüvi­yet almak üzeredir. Zira Kayzer önce îstanbula gitmektedir, halbuki doğrudan doğruya Filistine gitmesi kararlaştırılmıştı. Böylece memleketin hâkimini ziyaret etmektedir. Filistin’den sonra da Mısır’a geçecektir. Yani Sultan’a bağlı muhtar bir devlete..»

Kayzer yola çıkmadan kendisinden bir randevu alabilirsem çok iyi olacak. O zaman Yıldız Sarayında Siyonizm’den bahset­mesi ihtimali belirecektir. Hem de müspet şekilde bahsedecek­tir.

Grand Duke şöyle sordu: «Bir devlet mi kurmak istiyor­sunuz? Kanaatımca yapacağınız en yerinde hareket bu olacak­tır, fakat kanunî emniyeti temin etmeniz şarttır. Sultan’ın hâ­kimiyetini kabul etmeniz şeklinde bir formül pekala buluna­bilir, bunun benzerleri eski Tuna vilâyetlerinde görülmüştür. Fakat sonra nasıl olur? —Gülerek—, bir nesil sonra ne olur, haydi bunu şimdi söylemeyelim».

Kendisine Rusya’da Siyonizmin ilerleyişini, Sosyalist ve Anarşist Yahudilerin bile bize iltihak ettiklerini, çünkü ortaya bir ideal attığımızı bu sebeple birliği temin ettiğimizi anlattığım zaman, «Bunu Pobodonostsev işitmeli, bunu ona söylemelisiniz» [[36]] dedi.

*

*          *

Unterach, 9 Eylül Kayzer’in Viyana Sefiri Eulenburg’a mektup yazarak Grand Duke’ün bizim hareketimiz hakkında rapor hazırlamakla Kay­zer’in kendisini görevlendirdiğini bildirdiğini, Kayzer ile Filis­tin seyahatinden önce muhakkak konuşmak arzusunda olduğu­mu eğer Eulenburg daha fazla bilgi arzu ediyorsa derhal Viyanaya gelmeye hazır olduğumu bildirdim.

15 Eylül

Viyana treninde Dün Eulenburg’tan şu telgrafı aldım: «16 Eylül sabahı saat 9 da Aldan Sefarethanesinde görüşebilir miyiz — Eulenburg».

Derhal Viyana’ya doğru yola çıktım. Alman Kayzer’i ayın 17 sinde öldürülen İmparatoriçenin cenaze merasiminde bulun­mak üzere gelecek ve belki de beni kabul eder.

16 Eylül, Viyana

Bu sabah Eulenburg ile konuştum.

Uzun boylu zarif, 55 yaş civarında bir insan. Düşündükleri yüz ifadesinden katiyen anlaşılmıyor, insanı tesiri altına alı­yor. İstikbali olan bir kimse intibaı veriyor..

Konuşmasına iki endişesini izharla başladı: Birisi Filis­tinde bereketli toprakların azlığı, diğeri de Sultan’ın iki mil­yon muhacirin oraya gitmesini kabul edip etmeyeceği, ki şüp­heli.

«Çünkü Sultan» dedi ve bakışlarını derinleştirerek» Son derecede korkak».

Hayli konuştuk ama anladım ki projemizden yeterli dere­cede haberdar değildir.

Kayzer’den İstanbul’da Sultan’a ne söylemesini istediğimi, muhakkak muhtariyet üzerinde mi durduğumu sordu.

Çıkarken bana, Kayzer’in Doğu Prusya’da çıkacağı bir av partisinde beni kabul edeceğine, kendisi de o partiye davetli olduğu için bu buluşmayı temin edeceğine dair söz verdi.

Görünüşe göre Kayzer beni yarın Viyana’da kabul etme­yecek, zira saat birde gelip dokuzda tekrar dönecekmiş. Bu birkaç saat içinde de son derece mahmul olacak, bir sürü me­rasimde bulunacak, resmî kişilerle konuşacak.. Bununla bera­ber Eulenburg eğer yarın bir fırsat bulursa beni görüştürece­ğini söyledi.

Onun üzerinde en büyük tesiri şu sözlerim yaptı zanne­derim :

«Bizim hareketimiz bugün için artık mevcuttur. Bu veya şu büyük devletin onu benimseyeceğini bekliyorum. Aslında ben bunun İngiltere olacağını düşünmüştüm, eşyanın tabiatı bunun böyle olmasını gerektiriyor gibi geliyordu. Fakat Al­manya da olsa bizim için birşey değişmez. Bugünün Yahudileri büyük ekseriyetle Alman kültürünün tesiri altında yetişmiş­lerdir. Bunu şu anda Alman Sefarethanesinde olduğum için söylemiyorum. Size delil gösterebilirim. Basel’de toplanmış olan her iki kongrenin resmî dili almanca idi».

*

*          *

Öğleden sonra İcra Komitesi bizim evde toplandı. Onlara rapor verdim. Bir kısmı heyecanla tebrik ettiler, bir kısmı da gayet normal karşıladılar.

*

*          *

Ischl, 18 Eylül

Dün çok önemli bir gündü, hareketimizin kader günü de sayılabilirdi. Kayzer beni kabul edecek mi?

Geç uyudum. Saat ancak 10’a doğru Die Welt’in yazıhane­sine geldim. Alman Sefarethanesinden saat 11 de orada bulun­mam için telefon etmişlerdi.

Saat tam 11 de gittim. Kapıcı Eulenburg’un orada bulun­madığını söyledi, Von Bülow’u görebileceğimi söyledim. O sı­rada merdiven başından çıkıveren birisi «Ekselansları sizi bek­liyorlar dedi, bu Bülow idi.

Almanyanm Avusturyadaki askerî ateşesi ve sayılı kuman­danlarından olan Bülow bizim ikinci kongreden haberdardı. Uzun boylu gevezelik ettik. Kont Eulenburg vasıtası ile gel­memden pek hoşlanmamıştı..

Sonuç : Eulenburg ve Bülow’dan söz almıştım. Alman hü­kümeti bize İstanbul nezdinde yardımcı olacaklardı.

Paris, 30 Eylül

Fransız Yahudilerinin bize kesin surette hayırları dokun­mayacak. Gerçekten bunlar Yahudiliklerini yitirmiş ve tam bi­rer fransız olmuş dürümdalar. Bunlar sadece Avrupalı anar­şistlerin liderleri olabilirler.

Bize hiçbir yardımda bulunmayacakları aşikâr. Yataklarını ateşe vermiş dürümdalar. Kurtuluşu sosyalistlerde ve hali ha­zır statüyü tahribe çalışanlardan bekliyorlar.

Fransa, Hollanda ve Londra’da Yahudi teşekküller ve li­derlerle temaslarda bulunan Dr. Herzl henüz kendisini herke­se, bütün Yahudilere kabul ettirebilmiş değildir. Bu seyahatin­de sadece bankanın sermayesi konusunda olumlu sonuçlar alır. Bir taraftan da Kont Eulenburg ve Bülow ile muhabereyi de­vam ettirir. Grand Duke kendisini destekler. Bütün istediği İstanbul yolu ile Filistin’e gidecek olan Alman Kayzer’ine İstanbul’da kendi projeleri ve görüşleri lehinde bir konuşma yap­tırmaktır. Bu olursa işlerin daha kolaylaşacağı kanaatindedir.

Çeşitli sebeplerden Kayzer ile karşı karşıya gelerek konu­şamaz, fakat fikirlerinden haberdar olmasını sağlar. Bir aya yakın bir zaman bu gibi faaliyetlerle geçer. Kendisi de ayni yo­lu takip etmek, önce İstanbul’a sonra da Kayzer’in gideceği Fi­listin’e, Yeruşalaym’a (Kudüs) varmak istemektedir.

İcra Komitesini toplantıya çağırır. Bu seyahatinde birkaç üyenin kendisine refakat etmesini istemektedir. Fakat herbirisi çeşitli bahaneler ileri sürerek istinkâf ederler. Kalarak gün­lük işlerle meşgul olmayı tercih ederler.

*

*          *

Viyana, 11 Ekim

İcra Komitesi toplantısından sonra Newlinsky beni görme­ye geldi.

Ben İstanbul ve Kudüs yolunda iken onu da Roma’ya gön­dermek istiyorum. Orada bana saha ve imkân hazırlansın. Dö­nüşte Roma’ya gitmek niyetindeyim.

İcra Komitesinin kararı ile kendisine 2000 guilder yol pa­rası verdim.

14 Ekim

Orient Ekspresi, İstanbul yolu, Sofya yakınları.

Yola çıkmazdan önce hayli şeyler oldu.

Dün değil evvelsi gün Sefir Mahmud Nedim Bey tarafın­dan çağırıldım. Bir saat mutlak surette boş konuşma yaptık. İstanbul için bana bir tavsiyede bulunması ricama karşılık bir arap hikâyesi anlattı: Bir bahçevan zengin bir adama gelip borç para ister. Zengin vermeyi reddeder. Altı ay sonra bahçevan elinde bir sepet meyve olduğu halde zengine gelir ve teşek­kür eder. Zengin şaşırmıştır, bunda bir yanlışlık olduğu kana­atindedir. Fakir, «Hayır» der, «Ben size minnet borçluyum, siz bana hemen hayır demekle benim hiç vakit geçirmeden yar­dım edecek bir başka birine gitmemi temin ettiniz».

Bu sebeple bana tavsiye mektubu vermeyecek imiş, fakat benim hakkımda bir sual açacak olurlarsa müspet şekilde ce­vaplandıracakmış.

«Ekselans, ümit ederim ki altı ay sonra size bir sepet mey­ve ile gelirim», dedim.

*

*          *

Viyana’da bekleme salonunda Mahmud Nedim’in yanında Berlin Sefiri Ahmed Tevfik’i gördüm. Dün akşam yemekten sonra Ahmed Tevfik ile gevezelik ettik.

Avusturya Sefiri Calice de trende idi. Başlangıçta onu farketmemiştim. Sonra benim aleyhimde yaptığı çalışmayı düşü­nerek bir ara görmezden gelmeyi dahi düşündüm. Fakat sigara salonunda karşılaştığımızda tebessüm etti, ben de selâm ver­dim.

15 Ekim Trende, İstanbul yakınlarında

Dün akşam yemekten sonra sigara salonunda tam iki saat Ahmed Tevfik ile gevezelik ettik. Bilhassa Sultan’ın Alman Kayzer’ine karşı durumunu öğrenmek istiyordum. Ayni konu­daki bir soruma Viyanadaki sefir Mahmud Nedim şüpheli bir cevap vermişti. Girit konusunda Almanya ve Avusturya’nın Türkiyeye pek yardımları olmadığını, sadece Girit’in Türkiyede kalması gerektiğini ifade etmiş olduklarını söylemişti.

Ahmed Tevfik ise Kay zer ve Almanya’ya hayrandı. «Sul­tan Abdülhamid ve bütün türk halkı bu büyük dosta karşı min­nettarlık ve şükran hisleriyle meşbudurlar» dedi.

Bu bilgi son derece hoşuma gitti, bizim davanın yürümesi için böyle bir havanın bulunması da şart.

*

* *

İcra Komitesi üyesi ve ülkü arkadaşım Max Bodenheimer ile yapacağımız talepler üzerinde konuştuk.

Bölge : Nil nehrinden Fırat’a kadar uzanacak. Gerekli müesseselerimizin kurulması için bir «geçit devri» şart. Bu devre için Yahudi asıllı bir vali düşünülebilir. Bundan sonra Mısır ile Sultan arasındaki münasebete benzer bir şekil düşünülebi­lir. Fakat Yahudi nüfusu bölgedeki nüfusun 2/3 ini geçtiği an­da kuvvete baş vurarak ve diplomatik yollarla Yahudi idaresi kurulur.

Bunlar Bodenheimer’in düşünceleri ve kısmen mükemmel. Hele «geçit devri» mertebesi iyi bir fikir.

*

*          *

İstanbul’da trenden inip otelde elbisemi değiştirir değiştir­mez, geldiğimi haber vermek üzere bir arabaya atlayıp hemen Yıldız Sarayına gittim.

Herşey iki sene önceki gibi, değişen bir manzara hemen hemen yok. Hava yağmurlu ve şehir olabileceği kadar güzel.

Araba ile istasyondan otele giderken köprüde Ziya Paşa ile karşılaştım. Beni tanıdı ve uzun uzun baktı.

Yıldız Sarayında yine bir yığın hizmetkâr var. Geldiğimi ikinci kâtip Cevad’a bildirecektim fakat yerinde yoktu. Sanki bırakıp niçin yarın gelmedim (yani bugün)? Newiinsky’nin tavsiye mektubunu bıraktım. Mektupta «Sultanın ayağına yüz sürmek ve hürmetlerimi arzetmek için geldiğim» yazılıydı.

Sonra yine sarayda vazifeli Münir Paşa’ya gittim. O da yerinde görünmüyordu. Newlinsky’den ona hitaben yazılmış ayni mahiyette ve beni Siyonistierin Lideri olarak takdim eden bir mektubu vardı.

Bodenheimer’i Alman Sefiri Marschall’a gönderdim.

Bodenheimer ve yanında Wolfsohn ben Yıldız’dan döndü­ğüm sırada işlerini bitirmiş olarak otele, Londra Oteline gel­diler.

Bodenheimer yaptıklarını şöyle anlattı:

«Alman Sefaretine gittim ve Dr. Herzl adına çok mühim bir hususta görüşmek üzere geldiğimi bildiren kartımı Marschall’a gönderdim. Beni çok soğuk karşıladı, sizin kendisinden bir mülakat rica ettiğinizi bildirdim. “Dr. Herzl de kim” diye sordu. Bunun üzerine “Dr. Herzl Siyonistlerin lideridir, şahsen ve mektupla Kont Eulenburg ile temas halindedir. Majeste Kayzer tarafından kabul edilmeyi beklemektedir” dedim. Bu­nun üzerine yüzünün daha da fitneci bir ifade aldığını farkettim. Fakat şöyle cevap verdi: “Şu anda Dr. Herzl’i kabul ede­mem, zira yarım saat sonra Çanakkale’ye Haşmetli Kayzer’i karşılamaya gideceğim”. Bunun üzerine ben de ayrıldım. Eğer Marschall’ı hala görmek istiyorsan derhal sefarethaneye git­melisin».

Hemen ayrılacağına göre gitmemeye karar verdim. Boden­heimer Kont Eulenburg’un adını vermekle pek iyi etmemiş, çünkü o «geride çalışan kimselerdendir».

*

*          *

Yemekte Lionel Bey Bondy ile beraberdik. Kendisi Avus­turyalI bir Yahudidir. Bir zaman Türkiyenin Avusturyada fahrî konsolosluğunu yapardı. Burada da bizim gazeteye muhabirlik ediyor. Bana akşam gazetelerinde «Neue Freie Presse’in müdü­rü Dr. Herzl İstanbul’a geldi. İmparatorun seyahat intihalarını nakledecektir, belki de Yıldız’da temaslarda bulunacaktır» şek­linde haberler çıktığını söyledi. Kendisine hiçbir maksatla de­ğil, sadece arkadaşlarımla sıhhatimin düzelmesi için seyahata çıktığımı söyledim.

Bana Sultanın yakınlarından Tahsin ve Nuri Beylerle «içli dışlı samimi» olduğunu söyleyince, bu ikisi ile beni karşılaş­tırmasını söyledim.

Bugünlerde hep imkânsız şeyler istiyorum.

Bütün geceyi nasıl davranmam gerektiği hususunda düşün­mekle geçirdim. Acaba Suriye’de bir arazi şirketi şekline mi dönsek? Ama bunun da teferruatı türkleri hemen aleyhe dön­dürür. Yine «Yahudi Kumpanyası» fikrine döndüm geldim.

İstanbul’, 17 Ekim Dün bütün gün hiçbirşey olmadı. Bebek’te bayan zavallı Gropler’i ziyaret ettim, kendisine görmeye yine geleceğimi söy­ledim ve Boğazın nefis manzarasını seyrettim. Bunun dışında hep mektuplarla meşgul oldum.

Almanya Sefarethânesi vasıtası ile Alman İmparatoruna :

Büyük İmparator, Merhametli Kayzer

Efendimiz,

Ekselans Baden Grand Dukası’nın  geçen Pazar günü Potsdam’da size bildirdikleri hususlarda bir konuşma yapmak üze­re bendelerini 'burada, İstanbul’da isterseniz gizli olarak kabul etmenizi istirham edeceğim. Bu istirhamın sebepleri şunlardır: Arz-ı Mukaddeste bir Siyonist murahhas heyetinin yüksek huzurunuza kabul edilmesi Avrupa’da münakaşa ve dedikodu mevzuu olabilir. Böyle bir konuşmanın sonuçları tek taraflı olarak sizin tarafınızdan açıklanabilir. Bu durumda Fransa hiç­birşey yapamıyacak kadar zayıf durumdadır. Yahudi meselesi­nin Siyonist tarzda çözülmesi Rusya için önem taşımamaktadır. Bunlara ilâveten mukaddes yerler meselesi kolaylıkla bir hal yoluna bağlanacaktır.

İngiltereden de muhalif bir davranış beklenmemelidir, zira İngiliz Kilisesinin bizim tarafımızda olduğu bilinmektedir. Herşey yaratılacak bir emri vakie bağlı bulunmaktadır. Benim âciz kanaatime glfre Almanyanm himayesi altında kurulmasına müsaade edilecek «Suriye ve Filistin Yahudi Arazi Şirketi» bu gün için maksada kifayet edecektir. Bu şirket ted­ricen ilerleyecek ve diğer hususları gerçekleştirecektir..

*

*          *

Beyoğlu, 18 Ekim Sabahın 10.15 i

Yazdığım mektupların temiz kopyelerini çıkardım. Kayzere yazdığım mektupta ufak tefek ifade değişiklikleri yaptım.

Wolffsohn, en esaslı adamım az önce bir arabaya atlayıp mektupları vermek üzere Yıldız’a gitti.

Bu sabah Schnirer ve Seidener geldiler (Komite üyeleri).

Bir taraftan traş oluyor ve elbiselerimi «kabul» için hazır­lıyorum.

Ayni gün, akşam, saat 8.00 Beyoğlu, Londra Oteli

Kayzerle konuştum. Tafsilâtını defterime yolda yazacağım. Şimdi Filistinde haşmetli împarator’a hitaben yap­mayı düşündüğüm konuşmanın müsvettelerini hazırlamalıyım:

«İsrailoğulları delegeleri bir zaman cedlerinin vatanı ve çok geçmeden bizim vatanımız olacak bu topraklarda Alman Kayzerini en derin hürmetleri ile selâmlarlar. Bu toprakların Yahudi oluşundan bu yana pek çok nesiller gelip geçmiştir. Bunlar hakkında konuşmak eski günlerin rüyasını yeniden gör­mek olacaktır. Fakat rüya hala yaşamaktadır, yüzbinlerce gö­nülde tazeliğini, canlılığını muhafaza etmektedir... Siyon bi­zim mazlum gönüllerimizden yükselecektir.

Bugün Siyonist hareketi tam manasiyle modern bir hare­ket haline gelmiştir. Bugünün hayat şartları ve durumu onun gelişmesinin sebebi olmuştur. Gayesi, zamanımızın imkânların­dan faydalanarak Yahudi meselesine bir hal çaresi bulmaktır. Buna nihayet muvaffak olduğumuz inancındayız. Hayat şart­ları değişmiş, muhabere ve haberleşme vasıtaları artmıştır. Bü­tün bunların üzerinde biz kardeşlik şuurunu yeniden uyandır­mış bulunuyoruz. Basel’de bütün dünyanın gözü önünde biz programımızı yapmış ve tespit etmiş bulunuyoruz : Kanunun himayesi altında Yahudilere bir Vatan yaratmak...

Bu toprak bizim ecdadımızın. Ziraate ve yerleşmeye elve­rişlidir. Majesteleri memleketi görmüş bulunuyorsunuz. Kendişini işleyecek kimseleri çağırmaktadır ve bizim kardeşlerimiz arasında korkusuz işçiler bulunmaktadır. Bunlar da işleyecek bir arazi için bağırmakta, ağlamaktadırlar.. Projemizin kuvve­den fiile çıkmasında majestelerinin lutfunu, keremini istirham ediyoruz.

Gayet samimi olarak iddia ediyoruz ki Siyonist plânının tahakkuk etmesi Türkiye için de bir kurtuluş olacaktır. Enerji ve materyel kaynakları memlekete getirilecek, her köşe daha mesut ve müreffeh hale getirilecektir.

Suriye ve Filistin için bir arazi kumpanyası kurmayı dü­şünüyoruz, bütün büyük projeleri bu kumpanya realize edecek­tir. Bu kumpanyayı himayesi altına almasını Alman Kayzerinden istirham ederiz.

Bizim idealimiz hiç kimsenin hakkına ve diğer dinlere te­cavüzü öngörmemektedir. Biz her inanca karşı hürmet besler ve anlayışla karşılarız. Bütün bu inançlar arasında ecdadımı­zın inancı da yükselecek, yeniden doğacaktır...»

19 Ekim 1898 «İmparator II. Nikola Gemisi»

İstanbul’da Alman İmparatorunun karşılanışı, Yıldızdaki ikameti, şehir içinde yaptığı ziyaretler, alınan sıkı muhafaza tedbirleri, kendisine verilen randevu ve bu randevuya gelişini bütün teferruatı ile anlatan Dr. Herzl nihayet İmparator ile başbaşa kalır:

«Nereden başlıyacağım İmparator Hazretleri?»

«Nasıl istersen öyle yap» dedi ve arkasına yaslandı.

Ona Bülow vasıtasıyla gönderdiğim mektuptan, daha ön­ceki muhaberattan bahsettim. «Arazi Şirketi»nin Almanyanm himayesi altında olması meselesini açtım..

Sonra sözü o aldı. Bana adeta imkân ve fırsat vermeden konuşuyor ve Yahudilerden bahsederken «Kavminiz» tâbirini kullanıyordu. Siyonizm’in kendisini niçin ilgilendirdiğinden bahsetti.

«Yahudiler arasında çok kuvvetli ve iyi elemanlar var. Bunlar Filistine yerleşirlerse orada çok şey yapabilirler. Çok faydalı olurlar» dedikten sonra Almanya’daki Yahudilerin vefa­sızlığından bahsetti. Hohenzolarn hânedanı Yahudilere karşı hiçbir zaman düşmanlık beslemediği halde Yahudilerden dai­ma düşmanlık görmüştür, daima aleyhlerinde çalışmışlar ve hatta kraliyet aleyhdarı faaliyetlere iştirak etmişlerdir, dedi.

Cevaben bütün Yahudileri ihtilâlci teşekküllerden tamamen uzaklaştırma yolunda ve çabasında olduğumuzu arzettim.

Kayzer, kendisinin himayesi altına aldığını duyunca Yahudiler Filistinde koloniler kurmak fikrini destekleyeceklerdir ve bu sebeple Almanya’yı katiyen gerçekten terketmiyeceklerdir kanaatinde olduğunu ifade etti, Bülow buna şunu ekledi: «Ve bundan dolayı da minnettar kalacaklarını bekleyelim». Be­nim dikkatimi, zengin Yahudilerin benim fikrime itibar etme­dikleri hususuna çekti. «Büyük gazeteler, hatta bizzat sizin ça­lıştığınız gazete bile bu yolda değil. Birkaç büyük gazeteyi kendi tarafınıza kazanmanın çaresine bakmalısınız» dedi.

«Ekselans bu sadece para meselesidir» diye cevap verdim. Bülow bu sözüyle Kayzer’e benim arkamda kuvvet bulunma­dığını ihsas etmek istemişti. Bülow herşeyde cephe alıyordu. Hiçbir zaman «Hayır» demiyor, «Ha, evet», yahut «Evet, fa­kat..», «Evet, yalnız..» gibi ifadelerle hep menfi yönde konu­şuyordu.

Maamafih ileri sürdüğüm delillerin Kayzer’i ikna ettiğini görüyordum. Aktüel meselelere geçince Fransanm dahilî vazi­yetinin zafiyetine sözü getirdim. «Prens Napolyonun birlik kur­ma konusundaki faaliyetlerinde ne dereceye kadar şans tanır­sınız?» «Siz şartları biliyorsunuz» diye sordu.

«Majeste, hiç şansı olmadığına inanıyorum. Memleket onu kat’iyen tanımıyor» dediğimde Bülow söze karışarak :

«Fakat başaracaktır, o bir rus subayıdır» dedi, hemen şu cevabı verdim :

«Evet ama Rusyanm prestiji silahsızlanma meselesinde bü­yük ölçüde sarsıldı». Kayzer gözlerinin içine kadar güldü. Dreyfüs davasının akisleri, orduyu nasıl sarstığı hususlarında uzun uzun konuştuk.

Tam bir soru sormaya hazırlanırken saatine baktı ve «Ad­resinizi yazıp Bülow’a veriniz. Şimdi bana bir kelime ile Sul­tan Abdülhamid’e ne söylememi istediğinizi açıklayınız» dedi.

«Almanyanm himayesinde bir şirkete müsaade etmesi» de­dim.

«îyi, imtiyazlı bir şirket için müsaade» deyip elini uzattı ve ortadaki kapıdan çıktı.

Yıldız’ın bahçesindeki arabada Wolffsohn heyecan ve me­rakla bekliyordu. Müspet gittiğini söyledim, doğruca Alman Sefarethanesine gittik. Fakat Sefir Yıldızda verilecek gala için ayrılmıştı, sadece kartımı bıraktım.

Diğer arkadaşlar Londra Otelinde bizi bekliyorlardı. On­lara da vaziyeti anlattım «Filistine gidiyoruz, giriyoruz».

*

*          *

Limandaki Rus gemisine binme ve yerleşme formaliteleri­ni arkadaşlar tamamladılar. Gittiğimiz yerlerde Türk makam­larının bana karşı nasıl davranacaklarını merak ediyordum. İzmir’e vardığımızda benim geleceğimin önceden bildirildiğini davranışlarından anladım. İzmir gazetelerinde benim Kayzerle konuşmam hakkında bir haber olup olmadığını araştırdım, birşey bulamadım.

*

*          *

27 Ekim 1898 Rişon Letsiyon

Yafa’da sahile çıkarken bir aksiliğe uğramamak için he­men oradaki alman polislerine yaklaşarak buraya Kayzer’in emriyle gelmiş olduğumu söyledim. Hemen alâkadar oldular. «Tezkere»yi inceleyen Türk memurlar da bir aksaklık bulma­dılar. Kudüs, 29 Ekim Kayzer’e hitabeme şu cümleleri de koydum :

«Burası ideallerin anayurdu olan bir memlekettir, bir tek kavme veya dine inhisar edemez. Mukaddes Kudüs şehri sur­ları ile birlikte bir sembol şehir haline getirilmeli ve bütün medeni dünyaya açık olmalıdır.

Bu ebedî şehre bir büyük İmparator ayak basmaktadır. Bü­tün Yahudiler bu müteheyyiç anda bütün kalpleriyle selâmlar­lar ve bütün insanlık dünyası için bir sulh ve sükun devresi­nin doğmasını temenni ederler».

Son birkaç günün intibaları:

Filistinde kurulmuş koloniler, Yahudi okulları, hastahaneleri ile temas ettim. Ellerinden geleni yapmışlar ama genellik­le çaresizlik içindeler. Rothschildlerin öğündükleri Rişon Letsiyon bile mükemmel durumda değil, zoraki biraz yeşillik o kadar.

Alman Kayzer’i gezisine devam ediyor. «Mikve İsrail»de iken karşılaşmak mümkün oldu. O sabah saat dokuz sıraların­da önde Türk süvarileri olduğu halde Kayzer ve mahiyeti gö­ründüler. Etraf her cins ve yaştan insanlarla dolu idi. Ben okul­lu çocuklara İmparatorun almanca nasıl selâmlanacağmı öğret­tim, yaklaştığı zaman onlar «Allah Kralı Korusun» diye alman­ca bağırdılar.

Kayzer kalabalık içerisinde beni teşhis etti, atını bana doğru sürdü, ben de iki adım öne çıktım. Yaklaştı, elini uzattı, gülerek:

«Nasılsınız?»

«Teşekkür ederim haşmetmeâb. Memleketi geziyordum. Sizin seyahatiniz nasıl geçiyor majeste?»

«Çok sıcak, ama bu memlekette istikbal var».

«Fakat şu anda oldukça hasta değil mi?»

«Suya ihtiyacı var, bol suya».

«Evet Majeste, büyük bir sulama projesi lâzım».

«Burasının istikbali var».

Buna benzer birkaç şey daha konuştuk. O sırada yakınlara gelmiş olan İmparatoriçe de hafif bir selâm verdi. Sonra ço­cukların «Allah Kralı Korusun» avazeleri arasında uzaklaştı­lar.

Kayzer’in son derece dik ve mağrur duruşu dikkatimi çekti.

Etrafta bulunanların çoğu ziyaretçinin kim olduğunun bile farkında değildiler. Bazıları bana sordular. Kimse Kayzer’in buralara geleceğine inanmıyordu.

Wolfsohn ben Kayzer ile konuşurken iki fotoğraf çekmişti. Kodak makinesini gururla gösterdi ve «Bu negatifleri 10 bin marka değişmem» dedi. Fakat öğleden sonra Yafa’da bir fotoğ­rafçı filmleri banyo ettiğinde gördük ki, birisinde İmparatorun yanında yalnız benim sol bacağım görünüyor, İkincisinde hiçbir şey çıkmamış..

Akşam trenle berbat bir seyahatten sonra Kudüs’e gelebil­dik. Gezip dolaştım. Şehir benim üzerimde çok büyük tesirde bulundu. Davud’un başşehrinde Siyon’un surlarının silüeti ka­ranlıkta pek muhteşem görünüyordu.

Gece ateşim yükseldi. Kinin aldım, arkadaşlarım masaj yaptılar, rahatsız bir gece geçirdim. Sabah Kayzer’in önce Ya­hudi sonra da Türklerin hazırladıkları tâklarm altından geçi­şini otelimin penceresinden seyredebildim.

*

*          *

Süleyman Mabedinin bugüne kadar kalmış meşhur batı duvarını «Ağlama Duvarı»nı ziyaret ettim. Etrafı hep dilenci­lerle doluydu.

Sonra da Davud’un türbesini ziyaret ettik...

Kudüs, 31 Ekim

Kayzer tarafından kabul edilmem hususunda maiyet nazı­rına gönderdiğim mektuba hala cevap gelmedi. Şimdi saat 1.30 ve Kayzer’in Jericho’ya gideceğini haber aldık. Acaba bi’ zim kabul dönüşüne mi kaldı?

Saat 3.00 de Hechler heyecanla geldi. Kayzer seyahatini derhal kesip Berlin’e dönmeye karar vermiş. Yarın sabah doğ­ru Berlin’e gidiyormuş zira Fransa İngiltereye harp ilân etmiş.

Bu haberlere inanmaya imkân yok, bililtizam çıkarılmış şeyler bence. Bana öyle geliyor ki Kay zerle mülâkat yapmamı­zı önlemek için belirli bir kaynak tarafından ortaya atılıyor.

Kayzer’in bizi kabul etmesini temin için ona bizi hatırlat­mak lâzım. Ne yapmalı? Yahudi kolonilerinin fotoğraflarını çekmiştik, onlardan bir albüm yaparak Kayzer’e hatıra olarak göndersek belki de bizi hatırlayıp huzuruna çağırtır. Fakat Al­man Başkonsolosu ve Kayzer’in çevresindeki diğer görevliler onun Siyonistlerle fazla ilgilenmesinden hoşlanmaz görünüyor­lar. Her fırsatta önüme engel çıkartıyorlar. Garip davranışlar birbirini kovalıyorlar.

Kudüs, 2 Kasım

Kabul edilmemiz nihayet bugün gerçekleşti. Davet edil­dik. îlk defa olarak «Mecidiye» nişanımı göğsüme taktım, bir arabaya binip arkadaşlarımla beraber tozlu yollardan geçip da­vet yerine ulaştık.

Kayzer bizi gri üniforması içinde kabul etti.

Bu kısacık kabul Yahudi tarihinde ebediyen hatırlanacak ve büyük bir ihtimalle tarihî sonuçlara müncer olacaktır.

İçeri girince eğilerek Kayzeri selâmladım, dört arkadaşım da ayni şekilde davrandılar. Onları takdim ettim, her birinin elini sıktı, memnuniyetini bildirdi.

Kayzerin yanında duran Bülow’a bir nazar atfettikten son­ra hazırladığım hitabeyi çıkardım ve ağır ağır okumaya başla­dım. Ara sıra gözümü kâğıttan ayırıp Kayzer’in yüzüne bakı­yor, dikkatini devamlı olarak uyamk tutmak istiyordum. Bitir­diğim zaman o konuştu, şunları söyledi:

«Beni çok alâkalandıran bu konuşmanıza teşekkür ederim. Mesele etüd edilmeye ve daha derin tartışmalar yapmaya muh­taçtır», deyip kolonilerin durumuna geçti: «Memleket herşeyden önce su ve gölgeye muhtaç durumdadır» diye başlayıp zi­raat ve ormancılık konusunda çoğu teknik olan bir sürü söz söyledi, sonra elini uzattı. Ama bu konuşmanın bittiğine işaret değildi, beni Bülow’a doğru çekerek «Herr von Bülow’u tanır­sınız değil mi?» dedi. Onu tanıyor muydum! Bütün konuşmamı esrarengiz bir tebessümle takip etmişti. Onunla seyahat hak­kında konuşmaya başladık.

Kayzer: «Seyahat için en sıcak mevsimi seçmişiz. Dün Ramle’de hararet gölgede 31, güneşte 41 santigrattı» deyince Bülow, «Efendimiz onun için bir Yunan şairi en iyi şey sudur demiş» cevabını verdi.

«Memleketi sulayabiliriz, bu milyonlar alır ama milyon­lar da getirir» deyince, Kayzer:

«Sizde de en çok bulunan şey paradır» dedi «Hepimizden çok para sizde vardır». Bülow da tekiden : «Evet, bizim için daima mesele olan paranın sizde tam bolluğu vardır» dedi.

Arkadaşım Seidener mühendis olması hasebiyle söze ka­rışıp nerelere nasıl barajlar yapılabileceğini, suların nasıl ço­ğaltılıp getirileceğini anlattı. Söz göz hastalıklarına, sağlık ko­nularına intikal etti. Eski Kudüs şehrinde açılacak bir sürü müessesede bütün bu dertlere derman bulunabileceğini anlat­tım.

Diğer arkadaşlarım daha söze başlamadan Kayzer elini uzatıp mülâkatın bittiğini işaret etti, çıktık.

*

*          *

Kayzer açıkça «Evet» veya «Hayır» dememişti. Aşikârdı ki perde arkasında birşeyler cereyan ediyordu.

5 Kasım Yafa ile İskenderiye arasında «Dundee» gemisinde

Olup bitenleri ancak şimdi gözden geçiriyorum ve görü­yorum ki oldukça başarılı oldu.

Eğer Türk Hükümetinin zerre kadar siyasî basireti olsay­dı benim oyunuma bir son verirdi. Bu seferki İstanbul seyaha­timde ellerinde böyle bir fırsat da vardı, pekâla oradan geri dönmezdim. Kovabilirlerdi veya herhangi bir sebeple jandar­maya teslim edebilirlerdi.

Türk Hükümeti benim devam etmeme ve seyahatimi ta­mamlamama göz yumdu ve eğer hislerim beni yanıltmıyorsa şimdi siyasî bir faktör oldum.

Bu seyahatin bir hususiyeti de 19 Ekimden beri dünya ile rabıtamın kesilmiş olması. Gazete hiç gelmiyor. Bir telgrafın çekildiği yere ulaşması dört beş gün alıyor. Onun için buradaki temaslarımın herhangi bir yankı uyandırıp uyandırmadığın­dan tamamen habersizim.

Birkaç gün önce İngiltere ile Fransa arasında neredeyse savaşa müncer olabilecek sertlikte atışmalar olduğunu duyduk kadar...

*

*          *

8 Kasım «Regina Margherita»da, Napoli yolunda Kuzeye doğru gidiyoruz. Muhteşem Mısır benim için sürp­rizlerle dolu idi. İnsan bu sıcak memleketin nasıl enerji dolu olduğunu, nasıl bir sanayi kurulabileceğini ilk bakışta görüyor. Bizim memlekette bir Nil nehri yok ama binbir türlü imkân orada da var ve yaratılabilir.

*

*          *

15 Kasım, Udine treninde Napoli’de ilk defa dünya ile alâka kurabildik. Günlük ha­berlerden sonra eski günlerin kolleksiyonlarını karıştırdık. Bi­zim Kudüs’te Alman Kayzer’i tarafından kabul edilişimiz hak­kında Alman Ajansı şu haber bültenini neşretmişti:

Kudüs, 2 Kasım: Kayzer Wilhelm kendisine Filistindeki Yahudi kolonilerinin bir albümünü takdime gelen bir heyeti kabul etmiştir. Heyet başkanının konuşmasına cevaben Kayzer

Wilhelm Filistinde ziraatin geliştirilmesine matuf hareketleri ilgi ile karşıladığını, bu şekilde Türk İmparatorluğunun inki­şaf edeceğini, Sultan Abdülhamidin saltanatına son derece hürmet beslediğini ifade eylemişlerdir.

Aşikârdı ki bu Bülow’un eseri marifeti idi. Yol arkadaş­larım alt üst oldular. En çok sarsılan Bodenheimer oldu. Sadık Wolffsohn bile biraz bozulmuştu, onları teskin etmek bana düştü.

«İşte bu sebeple lideriniz benim. Hemen ilk fırsatta mane­viyatınız bozuluyor, berbat oluyorsunuz. Bundan daha kötü zamanlar oldu, hiçbirzaman cesaretimi kaybetmedim..» dedim.

*

*          *

Roma’ya yapmayı düşündüğüm seyahat suya düştü. Ora­da Newlinsky’den gelen mektup beni bekliyordu: «Hastalan­mış ve seyahata çıkamamıştı».

17 Kasım, Viyana

Dün Newlinsky’yi ziyarete gittim, gerçekten çok hasta. İstanbul’dan haberler almıştı: Kayzer Wilhelm Sultan Abdülhamid’e şöyle söylemiş: «Siyonistler Türkiye için hiçbir zaman tehlikeli değildirler, fakat Yahudiler her tarafta başa belâ ol­dukları için onları kovar kurtuluruz*. Buna karşı Sultan Yahudi tebaasından oldukça memnun bulunduğunu kendine has ifa­de ile söylemiş. İmparatoriçe de seyahatinin çok iyi geçtiğini, yalnız bir sürü Yahudi ile karşılaştığı için biraz sıkıldığını söy­lemiş.

İstanbul’dan gelen diğer dedikodular şöyle: Nuri Bey şim­diye kadar bizden on para almadığı için ateş püskürüyormuş. Berlin Sefiri Ahmed Tevfik de bizim aleyhimizde imiş. Türkiyede şimdi tam bir sukutu hayal havası esiyor. Alman İmpara­toru Wilhelm için sarfedilen 16 milyon lira bir tarafa, Girit seferinin masrafları bile elde edilebilmiş değil..

*

*          *

Dr. Herzl Baden Grand Düka’sı ve doğrudan doğruya Kayzer Wilhelm’e yazdığı mektuplarla «İmtiyazlı Şirket» konusun­da himaye talebinde ısrar eder. Eğer kendi ismi allerji uyan­dırırsa bir İngiliz bankerinin adının kullanılabileceğini, şirke­tin merkezinin Almanya’da olması ile Kayzer’in himayesinin elde edilmiş sayılacağını, fakat bunun açıklanması gerektiğini savunur. Bir taraftan da Filistindeki mahalli teşekküller ile te­masa geçerek orada durumlarını kuvvetlendirmek için bir ga­zete kurma tekliflerini destekler. Siyonizm ve Yahudiler hak­kında Türk halk oyunun neler düşündüğünü araştırır. Bu so­ruya gazeteci Ben Yehuda şöyle cevap verir:

«Şarkta herkes biribirinden korkar, halk vahşi hayvanlar gibidir, bağlanamaz ama istenilen yere sevkedilebilir. Eğer idareciler bir işaret verse bütün müslümanlar Yahudileri bas­tırır, ermenilere yaptıklarmı yaparlar. Yükseklerde ise durum tamamen Sultan’a bağlı bulunmaktadır, Sadrıazam bile bir uşaktan başka birşey değildir.»

İngiltere ve Fransada Dr. Herzl’in «Politik Siyonizm» gö­rüşüne cephe alan çevreler onun Basel’de topladığı kongreye benzer bir kongreyi Paris’te toplama faaliyetine girişirler. Rothschildler bu faaliyeti desteklemektedirler. Basma aksettirdik­leri haberlerde Filistinde şimdiye kadar 40 bin dönüm toprak satın almış olduklarını tedricen bu miktarın artacağını, sadece ziraatin gelişmesi ile halkın istikbalini garanti altına alabilece­ği görüşünde olduklarını, metruk Keysarya limanını onararak hizmete açacaklarını, bu hususta Sultan’ın müsaadesi için Al­man Kayzer’inin tavassutunu dilediklerini işae ederler. Fakat Dr’ Herzl’in durumu daima kuvvetlidir ve çizdiği yolda fütur­suzca ilerlemektedir.

Kurmayı tasarladığı banka tahakkuk yolundadır. Satılan ilk hisselerin haberleri gelmeye başlamıştır.

Temaslarını Almanya, İstanbul ve Roma çevrelerinde de­vam ettirmektedir.

*

*          *

29 Mart 1899

Newlinsky yarm îstanbula hareket edecek. Fakat kalp hastası olması beni düşündürüyor. Aile doktoru ile konuşarak tren seyahatinin bir zararı olabilir mi diye sordum, «Yatakta veya trende olması önemli değil, her an bir kriz gelebilir» ce­vabını verdi. Bizzat Newlinsky gitmek ve «birşeyler» yapmak arzusunda ama ben onu seyahate göndermekle mesuliyet altı­na girdiğimi hissediyorum. Yanma Dr. Poborsky’yi koyayım diye düşünüyorum. İstanbul’da yapacağı temaslar sonucunda Sultan’dan mülakatı temin edebilecek şimdilik tek insan.

Bana İstanbul’’a gitmekte olan Mahmut Nedim’in muhteme­len bir daha geri dönmeyeceğini, zira artık gözden düşmüş ol­duğunu işittiğini söyledi. Amma memleket ha.

Mahmut Nedim burada kelimenin tam manası ile aç idi. Maaş bile alamıyordu da yemeklerini kendisi pişiriyordu. Ha­lifenin Sefir-i Kebiri. Bütün bunlar bir romanda olsa halk inanmazdı.

2 Nisan

İstanbul’dan Dr. Poborski’den telgraf var :

«Newlinsky birden bire öldü. Karısına mümkünse birşey­ler gönderin, yarm akşam Viyanaya dönüyorum».

Hemen Madam Newlinsky’ye telgraf çektim, ömrümün so­nuna kadar kendisinin ve çocuklarının hizmetinde bulunduğu­mu, derin acılarına yürekten katıldığımı anlattım ve şimdilik bin frank gönderdiğimi bildirdim.

Newlinsky’nin ölümü bizim için gerçekten büyük kayıp ol­du. İstanbul ve Roma’da çok iyi bir muhiti vardı. Onunla Si­yonist hareketi romanı en esaslı karakterlerinden birini kay­betmiş oldu.

4 Nisan

Bugün postadan Newlinsky’nin 1 Nisan günü postaya ver­miş olduğu mektup çıktı:

«Çok Aziz Arkadaşım,

Salimen İstanbul’’a geldik, iyi bir seyahat yaptık, yol ar­kadaşım Dr. Poborski iyi bir insan. Şimdi Yıldız Sarayından geldim, orada çok iyi karşılandım, Salı günü öğleden sonra tekrar gelmemi söylediler. Selâmlar.

M.de Newlinsky»

Dışarıda soğuk berbat bir hava var.

Türk maslahatgüzarı Ahmet Resmi Bey’e mektup :

Ekselans,

Dünden önceki gün M. de Newlinsky’nin İstanbul’da ani ölümünü haber aldım, ekselansları herhalde dünkü gazeteler­den muttali olmuşlardır.

Bu sabah aziz arkadaşımızın İstanbul’dan yazmış olduğu son mektubu aldım. Vasıl olur olmaz Yıldız Sarayına gittiğini, son derece iyi karşılandığını ve Majestelerinin kendisini bu Salı günü öğleden sonra kabul edeceğini bildiriyordu.

Türkiyenin iyi ve en sadık dostlarından birisi kaybolmuş bulunuyor. Kendisi bizim davamızın da kıymetli bir rüknü idi. Bu günlerde zatı âlinizle onun ölümü ile hasıl olan durum hu­susunda konuşmak arzusundayım.

Derin saygılarımla

Dr. Th.Herzl

7 Nisan

Birçok hükümet ileri gelenleri, prensesler ile dost oluşu, tavırları, davranışları ile Newlinsky tam bir «gizli ajan» görü­nüşünde idi. Doğrusu bana bir yığın paraya mal oldu, bir o kadar da Komite’den aldı. Bizim için ne yaptı? Gerçekten le­himizde çalıştı mı? Bu sorunun cevabını bir sır olarak berabe­rinde mezarına götürdü.

Ölümü üzerine Viyana’da çeşitli dedikodular çıktı, esra­rengiz bir manzara vermek isteyenler oldu. O kadar ki aile dok­toru Ludwig Frey onun sıhhî durumu, hastalığı ve ölüm sebebi hakkında tıbbî bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve bunu bi­zim gazetede yayınladık. Böylece dedikodular biraz olsun ha­fifledi.

İstanbul’dan Newlinsky’nin tabutu ile gelen zevcesini istas­yonda ben de karşıladım, cenazesinin birinci sınıf merasimle kaldırılmasını sağladım. Sonra evlerine gittim. Pek sarsılmışa benzemiyorlardı. Zevcesine şimdilik ayda 200 guilder maaş ve­receğimizi, Kongre toplandığında daha fazlasını yapmaya çalı­şacağımızı söyledim.

Anlatılanlara göre mektubunda bahsettiği gün Sultan ta­rafından kabul edilmemişti. İstanbul’da bizim karşı teşkilâtın bir adamının aleyhimizde çalıştığı şeklindeki haberleri tahkik Ş edemedim.

11 Nisan

Mahmut Nedim’in İstanbul’a dönmesi üzerine maslahatgü­zarlık makamına getirilen Türkiyenin ayni zamanda Viyana [ Başkonsolosu Ahmet Resmi Bey ile konuştum. İstanbul’daki yeni durum hakkında gayet açık bilgi verdi.

Kendisine İstanbul’’da şantajcılık yapan ve bana karşı çalı­şan Josef Graf ve Bernard Stern’in içyüzlerini bütün çıplaklığı ile umumî efkâra açıklayabileceğimi söylediğim zaman, tam Türklere has bir şekilde omuz silkerek «Bu hiçbirşey temin et­mez» dedi.

Sonra daha da ileri giderek, benim davam için Nuri Beyi yahut Tahsin Beyi kazanmam gerektiğini, Lutfi Beyin rüya tâbirciliği ve merasim nezaretçiliğinden fazla bir mevkii ol­madığını, fakat Tahsin Beyin halen gözdelerden bulunduğunu, siyasî konularda elde edilecek en uygun şahsın Tahsin Bey ol­duğunu söyledi.

Correspondance de l’Est gazetesinin Newlinsky’nin zevcesinin hesabına çıkmaya devam edeceğini ve Türk Hükümeti taraftarı durumunu devam ettireceğini söylediğimde teşekkür etti.

Sonra tekrar Nuri ve Tahsin Beyler meselesine döndük. Her ikisini birden kazanmanın daha iyi olacağı fikrimi ifade edince, arkadaşça gülümseyip, Tahsin Bey Nuri Beye pek ben­zemez, dedi.

Bugün Londradan aldığım bir telgrafta bizim banka his­selerinin 228 000 adedinin hemen satılmış olduğu bildiriliyordu. Gözlerime inanamıyor, telgrafı tekrar tekrar okuyordum. Bu cidden çok büyük muvaffakiyet ve iyi bir haber.

13 Nisan

Dün öğleden sonra Resmi Bey ziyaretime geldi. «Correspondance»m güttüğü fikirleri beğendiğini, tebrik ettiğini ifade­den sonra söz Newlinsky’ye intikal etti. «Zavallı çok çabuk öldü, pek şüpheli bir şahsiyeti vardı» dedi.

17 Nisan

Viyanada şöyle bir fıkra dolaşıyor :

Güya Kayzer Wilhelm mülâkatımız sırasında bana şöyle demiş :

«Siyonizm çok güzel bir fikir ama bunu Yahudilerle ger­çekleştirmeye imkân yoktur».

28 Nisan

Bugün Wolffsohn’a Wiener Tageblatt gazetesine bu yıl için 20 bin guilder yardım yapmamızın mümkün olup olmadığını yazdım. Bu gazetenin bizim tarafımıza kazanılması lâzım.

Bugün İstanbul’da bulunan İngiliz avukat Sir Ellis Bartlett’e aşağıdaki mektubu gönderdim :

«Muhterem Efendim,

Profesör Kellner sizin ilgilendiğinizi söyleyerek bizim Si­yonist hareketinin gayelerini açıklamamı bildirdi. Size bu ko­nuda bir «expose» yazacağım. İngilizcem mükemmel değildir, böyle bir konuda da tercüman kullanmak işime gelmiyor, bu sebeple size açıklamayı birkaç cümle içerisinde yapacağım.

Siyonistler darmadağın edilmiş Yahudi kavminin temsilci­sidirler. Talihsiz kardeşliklerini Majeste Sultan Abdülhamid’in ve kanunların himayesi altında Filistinde yeniden tesis edeceklerdir. Türkiye Hükümeti Siyonistlerle bir anlaşmaya vara­rak İmparatorluk mâliyesini yeniden kurabilirler. Bu maksatla biz 2 milyon sterlin sermayeli bir banka tesis etmiş bulunu­yoruz. Bu banka bizim malî işlerimizde aracımız olacaktır. Me­seleyi detayları ile majeste Sultan Abdülhamid’e açıklamaya hazır bulunuyorum.

1 milyon sermayenin böyle bir plânı gerçekleştirmek için gayrı kâfi olduğunu anlamak çok kolaydır, fakat bunun sade­ce ilk adım olduğu unutulmamadır. İkinci adım milyonlara varan sermayesi ile bir «Arazi Şirketi» olacaktır. Çok yakın istikbalde İstanbul’a gelmek niyetindeyim.

Kavmimizin maddî ve manevî menfaati için demiryolları, limanlar ve yepyeni bir kültür yaratacağız. Buralara hıristiyan işçiler de kabul edileceklerdir. Dünya birçok faaliyetler için kâfi derecede büyüktür kanaatindeyim.

Bana inanmanızı rica ederim, saygılarımla

Th.Herzl».

İstanbul’daki adamlarımdan Danusso aracılığı ile Hâriciye Nezâretinde vazifeli ermeni asıllı Artin Paşa’ya da şu mektu­bu yazdım:

«Ekselans,

Size müteveffa Newlinsky’yi hatırlatarak kendimi takdi­me müsaadelerinizi rica ederim. O Majeste Sultanın ve türklerin çok yakın ve samimi bir dostu idi. İşte bu samimiyet dolayısiyle de bendenizin mümessili bulunduğum Siyonizmin sa­dık bir propagandacısı idi.

Siyonizmin maksadı çeşitli memleketlerde takibat ve tedi­be uğrayan bahtsız ırkdaşlarına emin bir melce bulmaktır. Biz bu melcein Filistin olması arzusundayız, tabii bu ancak ma­jeste Sultan hazretlerinin kabulüne bağlı bulunmaktadır. Ha­len orada bulunan Yahudi kolonistleri Sultana tam manası ile bağlı bulunduklarını göstermiş ve böyle bir tebaaya malik bu­lunduğu için Sultanı gururlandırmışlardır. Onlar memlekette meydana getirilecek yeni teşkilâtlar vasıtasiyle vergiler ödeye­ceklerdir. Kendileri çoğaldıkları gibi İmparatorluğun o bölge­sini ihya edecekler ve dolayısiyle memleketin bütününe fay­dalı olacaklardır.

Majeste Sultan’ın hükümetine halihazırdaki ikraz şartları içinde ikraz teklifinde bulunacağız, fakat bizim ikrazımız der­hal birkaç yüz milyon frank tutarına yükseltilebilir. Bu­nun karşılığında istediğimiz sadece emniyet ve zavallı ezilmiş halk kitlelerimize çalışma garantisi verilmesidir.

Plân ve projelerimizi halk önünde Basel şehrinde iki defa açıklamış ve üzerinde tartışmış bulunuyoruz. Gizli birşeyimiz yoktur ve her defasında da Majeste Sultana bağlılıklarımızı teyid ettik.

Türkiyeye sunmak istediğimiz malî yardım kabul edilirse bu hiç şüphesiz vergiler ve fonlarla tahdid edilmeyecektir. Bü­tün malî hususlar yardımımızla bir düzene konulacaktır.

Siz devlet borçlarını tamamen ödeyecek ve kendi öz kay­naklarınızı serbestçe kullanabilir hale geleceksiniz. Plânlanan işlerin gerçekleşmesi şüphesiz birkaç yılı alacaktır ama sonuç hiç şüphesiz başarılı olacaktır.

Bu iş son derece gizli ve sessiz yapılmalıdır, zira Türkiye­nin düşmanları sizin tekrar kalkınmanızı ve maddeten kuvvet­lenmenizi asla istemeyeceklerdir.

Ben sadece ekselanslarının dikkatini şimdiye kadar yapıl­mış olan dış yardımların hepsinin daima birkaç el değiştirerek ve Türkiyeye tam faydalı olmayacak şekilde yapılmış olduğu hususuna çekmek isterim. Bizimki bunun gibi olmayacaktır. Siz parayı makul çerçeve şartlarla alacaksınız. Sizi dış kon­trolden kurtarmayı tekeffül ediyoruz. Ve nihayet bu insanlar (Yahudiler) sizi mahvetmek, sarsmak yıkmak değil, kaderle­rini sizinki ile birleştirmek isteyen kimselerdir.

Malî plânlarımızı gerçekleştirmek üzere Londrada «Jewish Colonial Trust» teşekkül etmiş bulunmaktadır. Burası sadece aracı olarak hizmet görecektir. Asıl büyük şirketleri istikbal­de tesis edeceğiz.

Bugün için daha fazlasına gitmeyeceğim, zira kabul edilip edilmeyeceğimizi ve plânlarımızı başka bir bölgeye tevcih edip etmeyeceğimizi henüz bilmiyoruz.

Eğer Majeste Sultan bendelerini kabul etmek lütfunda bu­lunurlarsa bütün süratimle İstanbul’a gelir, ayaklarına yüz sü­rer, sadakatlerimi arzeder ve her türlü sorularına cevap veri­rim, delillerimi gösteririm.

Meşgalelerim bir mülâkat sözü alınmadan beni İstanbul’a gitmekten alıkoyuyor.

Ekselans derin saygılarımı lütfen kabul buyurunuz.

Dr. Th.Herzl».

13 Haziran

Rusya Devlet Bakanlığı Müsteşarı Bloch’la öğle yemeğini beraber yedik [[37]]. Bana Çar’ın manifestosunun hikâyesini an­lattı.

Çar ona, Avusturya İmparatorundan enteresan telkinler geldiğini söylemiş. Avusturya İmparatorunu bu fikirleri serdetmeye Alman Kayzer’i teşvik etmiş, bu sebepten de Filistin ko­nusundaki bu görüşleri Çar’ın kabul etme imkânı tamamen or­tadan kalkmış, çünkü Alman Kayzer’inden gelen bir teklifi Çar’ın kabul etmesi halk nezdinde itibarını düşürürmüş...

Haziran

Bloch bana Çar’dan bir randevu temin etmeye çalışacak. Sanki bizim mesele hususundaki görüşünü bilmiyormuş gibi fikirlerimi anlatacağım. Bloch bunun çok faydalı olacağı ka­naatinde.

*

*          *

Dün akşam Nuri Bey beni görmeye geldi. Müstakil bir oda­ya çekilerek yemek yedik, baş başa konuşmak istiyordum. Nu­ri’nin nahoş ve hilekâr bir suratı var. Masada konuşma başlan­gıçta çok sıkıntılı idi. Konuyu çeşitli yönlere götürdüm. Newlinsky ismi konuya girmeye vesile oldu. Nuri onun hakkında çok ağır şeyler söyledi. «Newlinsky beni aldattı, tekliflerimi hiçbir zaman gereken yerlere ulaştırmadı, casusluk yapmayı tercih etti. Mahmut Nedim daima onun söylediklerini yaptı çünkü Newlinsky’nin karısı ile yatıyordu» dedi.

İçilen şampanyaların tesiriyle konuşma daha samimileşin­ce Nuri Bey «Kelimeyi söylemekten kaçınmayalım : Nevvlinsky pis sefihin biriydi» dedi.

Nuri söylediği hususlarda benim tasvipkâr davrandığımı görünce daha da açıldı: «Bazı insanlar vardır, hamle yapmayı isterler. Gel seninle bir birlik kurup Yıldız’da iş görelim. Bâb-ı âlinin hiçbir zaman önemi yoktur, bu adam şu kadar çok, şu adam bu kadar çok almalıdır. Onlarm hepsiyle de aram iyidir, zira herkese herzaman açıkça söyleyeceğimi söylerim. Meselâ İzzet Beyi alalım, kendisi şimdi gözden düşmüştür, fakat eski­den olduğu gibi şimdi de benim tavsiyelerime kulak verir. Ken­disine yine ayni hediyeleri veririm. Dolayısiyle bana minnet­tar kalır».

Maamafih Filistin işi zorlaşmaya doğru gidiyor. Bazı şey­ler vardır ki ona baştan değil yanlardan hücum edilir. Haleb’i al, Beyrut civarında arazi satın al ve sonra bunları genişlet. Onlar sizin yardımınıza ihtiyaç duydukları zaman Filistini iste.

Kendisine bu yoldan gidemiyeceğimi anlatıp taraftarları­ma ancak ve ancak Filistin için uğraşacağıma söz verdim, dedim.

Sözü tekrar «İmtiyazlı Şirket» mevzuuna getirdim. Sordu:

«Alman Kayzerini yine ayni pozisyona getirebilir misin?»

«Evet».

«O zaman olmuş bil. Sadece Kayzer’in tavsiyesi veya yalnız Yıldızda kuracağımız ortaklaşa iş kifayet etmez, ama her ikisi de olursa bu iş tahakkuk eder».

«Ne kadar zaman alır?»

«Bir veya iki ay».

«Ben İstanbul’’a gidecek miyim?»

«Evet, seni Tahsin’e takdim edeceğim, o arkadaşımdır».

Nuri Bey daha başka hususlarda da konuştu. İpotek usulü ile İstanbul’da iyi bir mevkie sahip olabilecek miyiz? Birkaç yıl içinde İstanbul’un yarısının sahibi olabiliriz.

Ben bu fikri reddettim, çünkü böyle bir durum hemen Yahudi aleyhdarlığı doğurur.

Sonra Nuri Bey İstanbul’da bütün kamu oyunu 3-400 000 franka satın almayı teklif etti, kısaca ne istersem onu alabi­lirmiş..

Bugün ilk karşılaştığımızda bana «Mösyö» diye hitabediyordu, masada «Mösyö lö doktor», Ren şarabmdan sonra «Mös­yö Herzl» şampanyanın üzerine «Mösyö dö Herzl» ve en sonra yediğimiz peynirden sonra ise «Aziz dostum» diye hitabediyordu.

Kolay bir macera, bakalım.

Dr. Herzl bir aydan fazla süren bir müddet tekrar Fransa ve İngiltereyi dolaşır. Artık banka tam anlamı ile kurulmuş ve faaliyete geçmiştir. Bütün Yahudi teşekkülleri birkaçı müstes­na kendisinin arkasında vaziyet almıştır.

Çar ve Alman Kayzeri ile yazışmalarına devam etmekte­dir. Bu sırada Nuri Bey de boş durmamaktadır.

*

*          *

 

28 Temmuz, Viyana Nuri Bey bizim komite üyelerinden Kann aracılığı ile nihayet beklediğim listeyi gönderdi. Artık bir «alfabe»ye mali­kim [[38]] :

Hacı Ali Bey     A

Tahsin Bey      B

İzzet Bey         C

Faik Bey          D

Arif Bey           E

Kâmil Bey        F

İlyas Bey          G

Ragıb Bey        H

Hacı Mahmut Efendi   İ

Sadrıazam       J

Nazırlar           K

(*) Listede her sınıftan şahıs bulunmaktadır. Meselâ (A) Başmabeynci,(B) ve (C) padişahın yakınları, (D) Harbiye Nazırı Memduh PaşanIN hususikâtibi, (E) Hariciye memuru, (F) Sultanın şifre memuru, (G) ermeni asıllı hariciyeci (H) Sarıca Ragıp Paşa, (1) Sultanın ahır ve atlarına bakan hizmetkârı, (J) Halil Rifat Paşa v.s. dir.

Hayat düsturum şudur :

İnsanları değiştirmek isteyen kimse, önce onların hayat şartlarını değiştirmelidir.

12 Ağustos

Hechler’in tavassutu ile Hesse Grand Dükü ile konuştum. Ona herşeyi bütün açıklığı ile anlattım, tamamen bizim tarafı­mızda olduğunu tespit ettim. Kendisi bu günlerde resmî ziya­rette bulunmak üzere Rusyaya gidiyor. Bunları Çar’a anlata­cağına ve «İmtiyazlı Şirket» konusunda onun muvafakatini is­tihsale çalışacağına söz verdi.

13 Ağustos, Basel

Merasim Nazırı Münir Paşa hazretleri delâletiyle Haşmetli Sultan Abdülhamid Han — Yıldız Sarayı — İstanbul ad­resine şu telgrafı gönderdim :

«Basel’de toplanan Siyonist Kongresi azalarının ilk işi Yahudi tebaasına karşı gösterdiği âlicenablıktan ötürü Sultan Abdülhamid Han hazretlerine içten gelen minnet ve şükran duy­gularını arzetmek olmuştur. Siyonistlerin arzusu Avrupanın çeşitli ülkelerinde bulunan talihsiz kardeşlerinin imdadına koş­mak ve Osmanlı İmparatorluğunun büyüklük ve cömertliğine tevdi etmektir. Onlar bu maksadın sadakatinin Halife’nin ha­kim şahsiyeti tarafından da cesaretlendirileceğine samimiyetle inanmaktadırlar.

Bu hislerimizin ve arzularımızın Majeste Sultan’a iletil­mesi hususunda delâletlerinizi rica ederim.

Dr. Theodor Herzl Siyonist Kongresi Başkanı».

20 Ağustos, Basel’den dönüş yolunda

Kongre sakin ve istediğim şekilde cereyan etti. Gizli mak­satlar için bir miktar fon ayrıldı. Nuri Beye vadettiğim şekilde rüşvet verebilmek ve Türkiyede «ilerleyebilmek» için bu para­ya çok acele ihtiyacım vardı.

23 Ağustos, Unterach

Evvelsi gün Salsburg’tan Nuri Beye bir kart yazarak Karlsbad’da ne kadar kalacağını, kendisiyle muhakkak görüşmek istediğimi, bana «Charles» imzası ile telgraf çekmesini iste­dim. Bunun üzerine dün şu telgraf geldi :

«Ayın 27 sine kadar buradayım — Charles».

Nuri Beye şu mektubu yazdım :

23 Ağustos 1899

«Ekselans,

Viyanaya dönüş yolundayım. İşte iki kelime ile hikâye. Başlangıç olarak Sultan Abdülhamid tarafından kendisine Si­yonist plânmı anlatmak üzere kabul edildiğim gün size 20 000 frank takdim edeceğim. Bu küçük meblâğı size sırf bir arka­daşlık nişanesi olarak veriyorum. Sadece Sultana bizim plânı, Türkiyeye kazandıracağımız menfaatleri v.s. anlatabileceğim bir randevu kâfi.

Diğer hususlarda bir anlaşmaya varmak ve müzakerede bulunmak üzere sizi Viyanada bekleyeceğim.

Viyanaya gelişinizi lütfen ev adresime bildirin ve evimde buluşup konuşalım. Herhangi umumi bir yerde görünmemiz doğru olmaz.

Saygılarımla

Th.H.»

*

*          *

28 Ağustos, Viyana

Dün gece «Venedik Lokantası»na gittim, zira Nuri Bey Vi­yanaya gelmişse muhakkak oradadır, bana geleceğini bildir­medi.

Tahminim doğru çıktı. Türkiyenin fahrî Başkonsolosu Ladislas Dirsztay ile beraber orada idiler. Bu L. Dirsztay bana Newlinsky’nin söylediğine göre para kuvvetiyle osmanlılardan nişan ve ünvan koparmış bir macar Yahudisidir. Ben onunla konuşurken Nuri Bey sanki tanışmıyormuş gibi uzakta durdu.

Bu sabah kendisine konuşmak istediğimi yazdım. Tezkere­yi götüren bahçevanım vasıtasiyle saat 4 de İmperyal Otelinde bulunacağını bildirdi.

29 Ağustos

Dün İmperyal Otelinde Nuri Beyi ziyarete gittim. Elbise­sini giymiş, eşyalarını hazırlamış Semmering’e gitmek üzereydi.

Başlangıçta soğuk davrandı, sanki ne için geldiğim hakkın­da hiç fikri yoktu. Çok geçmeden anladım ki 20 000 frankı az gördüğü için böyle davranıyordu. Dedi ki:

«Sizin Siyonist hareketi içindeki mevkiinizi düşünürsek, bir randevunun bedelinin sonsuz olması lâzım gelir. Sultanla konuşabilmek için herhangi bir banker bana sizin verdiğinizin en az iki mislini verirdi».

Cevaben : «40 000 alacaksınız» dedim. Bunun üzerine biraz daha «insanlaştı». Mesele öyle çok basit değildi. Türk çevre­lerde rahatlıkla çalışabilecek bir ajana ihtiyaç vardı. Kendisi böyle birisini tanıyordu ki bu da bizzat kendisinin gizli ajanı Eduard Crespi idi. Birçok ileri gelenlerin adına yazılmış çek­leri toplama işinde de çalışmışlığı vardı. Bunları anlattıktan sonra :

«Crespi’ye 10, 15 veya 20 000 frank vermelisin ki istenildiği gibi çalışsın. Eğer sen bana bizim mâliyemizi düzelteceğini söy­lersen, ben resmî sıfat sahibi bir kimse olarak sana, bizim işi­mize karışmamanı söylerim, fakat arkadaş olarak konuşursam derim ki, mahsulü biçmek istiyorsan önce tohum ekmelisin».

Görüyordum ki artık para konuşacaktı. Kaba bir şekilde şöyle söyledim:

«Size şimdi 10 000 frank vereceğim, 30 000 de randevu ger­çekleştiğinde alırsın. Parayı hangi işte ve nasıl kullanacağın seni alâkadar eder ben karışmam, ne yaptığını da soracak de­ğilim».

Sanki yağ gibi eridi, yumuşadı: «Öyle yap. Zaten cebime koyacak değilim, oynadığım kumar onu değerlendirecektir. Bunu iki milyona çıkarabileceğimi zannederim. İnsan bu konu­da biraz riske girmeli».

Anlattığı herşeye inanmış gibi hareket ediyordum. Bana yapabileceği şeyleri anlattı durdu. Kendisi hem hukukçu hem inşaat mühendisi imiş, herhangi bir fabrikayı kurabilirmiş, türkçe veya fransızca bir gazete makalesini derhal yazabilir­miş. Eğer istersem şimdi oturup Avusturya kibrit endüstrisinin önemi hakkında birkaç sütunluk yazıyı derhal çıkartabilirmiş. Onun Sultana yakınlığı derecesinde kimse yokmuş v.s. v.s. ni­hayet sadede tekrar geldi:

«Şimdi Semmering’e gidiyorum, Cumartesi günü dönece­ğim, 10 bin frankı hazırla, ama sakın çek şeklinde olmasın, kimse görmeksizin ve şahit de bulunmaksızın efektif olarak isterim» dedi.

Parayı kendisine avukatım Dr. Kokesch’in getireceğini söy­lediğim zaman biraz direndi ama sonunda razı oldu. Arkadaşça ayrıldık.

Bir nokta : Crespi’nin adını kendisi yazmadı, bana dikte ettirdi.

000 frankı kendisine makbuzsuz vermeyeceğim. «Basın masrafları» veya «Crespi» adına düzenlenecek bir fatura Dr. Kokesch’i tatmin edecektir.

30 Ağustos

Bugün Nuri Bey Semmering’den yarım bir kâğıt üzerine şu satırları yazıp gönderdi:

«Mösyö Charles başlangıçta ödenecek meblâğın 15 000 frank olmasını daha uygun bulmaktadır. Fazla olan 5000 frank daha sonraki kısım ödenirken tenzil edilecektir».

Bu kâğıda kendi kartvizitini eklemişti:

Nuri Bey Hariciye Nezareti Kâtib-i Umumîsi

Kartın sağ üst köşesi kıvrılmış ve sonra yeniden düzeltil­mişti. Bununla da sanki kart ziyaret için bırakılan bir yerden alınmış hissi verilmek istenmişti.

Onun kendi elyazısı ile yazılmış bir zarf ve üzerindeki Semmering postahanesinin mührü benim için doküman mahi­yetindedir. Onu saklaması için arkadaşım Kremenzky’ye vere­ceğim.

31 Ağustos

Bugün aşağıdaki mektubu yazıp Kremenzky vasıtasiyle Nuri Beye gönderdim :

1 Eylül 1899

Ekselans,

Dr. Kokesch gelmek fırsatı bulamadığı için 10 bin frankı yakın arkadaşım ve sırdaşım Mösyö Kremenzky ile gönderi­yorum. Komite size verdiğim sözü tasvip etti, fakat avansın daha fazla ödenmesi için karar çıkmadı. Bunun münasebetle­rimize tesir edeceğini zannetmiyorum. 30 000 mülâkatın aka­binde hemen ödenecektir.

Üzerinde anlaşmazlık çıkmayacağını ümidettiğim bir hu­sus daha var. Ne Dr. Kokesch ne de Kremenzky ellerinde bir makbuz olmadan para ödeme mesuliyetini üzerlerine almak istemiyorlar. Bu hususta elimden birşey gelmiyor.

Diğer taraftan sizin arzunuza hürmet etmek istiyorum, ni­çin öyle davrandığınızı çok iyi anlıyorum. Bu itibarla lütfen şu iki yoldan birisini seçmenizi rica edeceğim :

Ya « Kremenzky’den basın masrafları olarak 10 bin frank alındı» diye bir not yazınız ve imzalayınız, yahut Kremenzky size birkaç saat içinde Crespi adına bir çek hazırlayıp takdim etsin, istediğiniz bankadan gidip o çeksin. Arzu ettiğiniz şekli seçiniz, her halü kârda bunun mutlak gizlilik içinde kalacağı­na emin olunuz. Bizler en küçük nezaketsizlikte bulunacak in­sanlar değiliz. Bundan başka sizinle şimdi ve daima tam ahenk içinde çalışmak arzusundayız. Bu sadece küçük bir başlangıç­tan ibarettir.

Lütfen en iyi dileklerimi ve iyi yolculuk ile büyük başarı temennilerimi kabul ediniz.

Dr. Th.Herzl

2 Eylül

Kremenzky Nuri’den geldi. Nuri Bey kartvizitinin arka­sına şu satırları yazmıştı: «Bana verilen 10 bin frankı aldım». Bundan başka mutlaka iyi sonuç almayı ümidettiğini de ifade etmiş.

4 Eylül

Önceleri Baron Hirsch’in şimdi de Bulgar Prensi Ferdinand’ın sekreteri olan Martin Fürth’le Bristol Otelinde yemek yedik. O gün öğleden sonra Nuri Bey ile yarışlarda oldukları­nı, onun Siyonizm hakkında sitayişkâr sözler söylediğini, Yahudilerin dostu olan Sultan Abdülhamidi bu konuda kazanmanın imkânsız olmadığını ifade ettiğini anlattı.

Yalnız şu var ki gazeteler bizim bir «İmparatorluk» kura­cağımızı etrafa yaymamalılar imiş.

Bana onu tanıyıp tanımadığımı sordu, «Biraz» dedim.

13 Eylül

Bugün toplanan gazete kupürleri arasında bir tanesi çok enteresandı. Güney Amerikalı diplomatlardan birinin karısı Madam Vera imzası taşıyan bu röportajda Nuri Beye atfedilen calibi dikkat cümleler var. Röportaj şöyle :

GÜNÜN HABERLERİ

Siyonizm havarisi ile bir konuşma.

Siyonizm herkesin bildiği gibi Yahudi Krallığını ve Kudüsün duvarlarını yeniden kurma rüyasıdır.

Pratik bakımdan bunun önünde çeşitli engeller vardır. Türkler hiç şüphesiz Filistini ciddi olarak hiçbirzaman Yahudilere vermek niyetinde değildirler. Bu engeli şu veya bu şe­kilde aşsalar bile hıristiyanlar mesihlerini haça geren kimse­lere o mukaddes yerleri vermemek hususunda direneceklerdir.

Bu sebeple Siyonistler sayı bakımından çok değildirler. Çoğunlukla İsrailoğullan kendilerine muhayyel bir Kudüs ya­ratmayı tercih edegelmişlerdir. Mistikler ise istikbalde zuhur edecek bir mesihin onların başına geçerek Arz-ı Mev’ûda gö­türeceğine inanırlar ve o zamanın gelmesini beklerler.

Bu ayın başlarında Basel’de toplanan kongre bu plânda ne gibi bir ilerleme kaydetti? Bilmiyoruz. Muhabirlerimizden bi­risi Siyonizmin en sadık havarilerinden Herzl ile yapılmış bir röportaj gönderdi. Muhabirimizin yaptığı sadece söylenenleri tespitten ibaret kalmıştır. Sonuç çıkarmak okuyucularımızın takdirine bırakılmıştır.

Bay Herzl şöyle konuştu:

«Siyonizm nedir ve ben ne yapmak istiyorum? Ben dört yıldır ne rüya görüyorum ve ömrümün her anını işgal eden düşünce nedir? İşte bu odur. Ben her memlekette bulunan Yahudilere, içinde yaşayabilecekleri, takibe, tahkire uğramadan sulh ve sükûn içinde yaşayabilecekleri bir dünya köşesi ver­mek istiyorum. İçimizde her çeşit ve her sınıftan insan bulun­maktadır. Fakat siz çeşitli memleketlere dağılmış olan Yahudilerin çektikleri sıkıntı ve sefaleti bilemezsiniz. İşte ben bunlara kendilerinin olacak bir memleket vermek çabasındayım.

Rüyalarımda gördüğüm yeni Yeruşalaym (Kudüs) bam­başka, pırıl pırıl bir şehir..»

«Fakat» dedim Bay Herzl’e «Rüyanızı nasıl gerçekleştire­ceksiniz?»

«Ah evet» dedi «Önce bir memlekete ihtiyacımız var. Tür­kiye oraya gitmemize müsaade edecek mi? Vaktiyle bizim olan bu memlekete girmemize müsaade edilmesinden daha âdil, da­ha tabiî ne olabilir? Bir de büyük Avrupa Devletleri var, bu da bir mesele ve nihayet benim ırkdaşlarım, kavmim. Evet, Yahudilerin arasında bile benim projemin düşmanları olduğu­na inanmazsınız. Bir kısmı bunu anlamaz, bir kısmı anlamak istemez, bir kısmı benim bundan ne çıkarım olduğunu düşünür v.s. Fakat ne olursa olsun ben rüyama devam edeceğim. Bu rüya bana o kadar azizdir ki ona daima bir şekil vermek arzu­su ile yanıyorum, bir roman haline getirebilirim, ırkımızın is­tikbali meselesi.»

Birkaç gün sonra diplomatlar arasında Türkiye Hâriciye­sinin umumi kâtibi Nuri Beyi gördüm. Konuşma konusu çe­şitli idi, arada Siyonizm de vardı. Ekselans bana gülümseyerek bunun, hiç değilse şimdiki şekliyle bir rüyadan ibaret olduğu­nu söyledi. «Gerçekten Türkiyenin toprakları geniştir. Yapa­bildiği kadar gelişme çabasındadır. Bu topraklarda daha mil­yonlarca kişiye bu arada takibat ve işkencelerden uzak kal­mak, kurtulmak isteyen Yahudilere de yer vardır. Fakat Mu­kaddes Topraklar onlara verilemez, Türk kanunları Yahudile­rin o mahallere yerleşmelerini yasak dahi edebilir...»

Nuri Beye mektup :         7 Kasım, Viyana

Ekselans,

Şimdiye kadar olup bitenleri kısaca arzetmeme müsaade ediniz.

Basel’deki son kongreden sonra hareket yön değiştirerek Kıbrıs adasına teveccüh etmeye meyletti. Görünüşe göre Türk Hükümeti bize anlayış göstereceğe pek benzemiyor, bu sebep­le arkadaşlarım ingilizlerin kontrolü altında bulunan ve bize daima verilebilecek olan Kıbrıs adasına yöneliyorlar.

Gelecek kongreye kadar ben duruma hâkim bulunacağım, fakat eğer o zamana kadar birşey yapamazsam plânlarımız Kıbrıs’ın sularına düşecek demektir.

Durumu Türk devlet adamlarına anlatmak sizin elinizde­dir. Filistine Yahudilerin yerleşmesine müsaade etmek karşılı­ğında derhal muazzam mikdarda paraya kavuşacaksınız, bütün malî meseleleriniz halledilecek, modern bir filo, endüstri ve ti­caret hayatına kavuşacaksınız, kısacası mükemmel bir İmpara­torluk olacaksınız.

Fakat Yahudilerin yerleşmesine müsaade etmezseniz ora­lara başkaları yerleşecek ve bu da size pahalıya mal olacaktır. «Dost milletlerin» oraya hicretine mani olamıyacaksınız. Bir anlaşmadan diğerine, her el sıkışta menfaatiniz karşılığı ver­mediğiniz yerleri karşılıksız terkedeceksiniz. Diğerleri sizin gittikçe daha zayıflamanızı istemektedirler, oysa biz bizi koru­manız karşılığı sizi gittikçe daha kuvvetlendirmeyi istiyoruz.

Majeste Sultan Abdülhamidin saltanatı bizimle kuvvetli ve devamlı olacaktır.

Yalnız kendi kavminin değil ayni zamanda Türkiyenin menfaatini düşünen bu sadık dostunuzun sözlerine lütfen ku­lak veriniz. Siyonistlerin taşan sabırlarını teskin ve onları ye­niden cesaretlendirmek için muhakkak surette Majeste Sultan tarafından kabul edilmem şarttır. En kısa zamanda teklifleri­mi onun hakîm nazarları önüne sermeliyim.

En iyi dileklerimin kabulünü rica ederim.

Sadık bendeniz

Th.Herzl

» Sultan herhalde benimle konuştuktan sonra kararını vere­cektir.

Sh:101-169

Kaynak: SİYONİZM VETÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA

 

 

SİYONİZM VETÜRKİYE- Dr. Theodor Herzl GÜNLÜKLERİ 3. BÖLÜM

Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

           

8 Kasım

Şöyle düşünüyorum: Dördüncü kongreye kadar Türk Hü­kümeti ile bir anlaşma zemini bulamazsam, en kısa zamanda Kıbrıs projesini hazırlayıp Londra’ya gider, Salisbury (Başbakan) ile konuşur ve bir müddet için Kıbrısa gitmek hususunda kongreyi ikna ederim.

Fakat ne olursa olsun, inanıyorum ki önümüzdeki kongre­den sonra bir memlekete, herhangi bir memlekete gideceğiz.

25 Kasım

Bulgaristan İmar ve İskân Bakanı ve bizim teşkilât üyele­rinden Cari Herbst’in bildirdiğine göre Genç Türkler (Jön Türkler) gazetelerinde bizim projeden bahsediyorlar ve böyle bir avantajdan faydalanmadığı için de hükümeti itham ediyor­larmış.

27 Aralık

İstanbul’dan hiçbir haber yok.

İstanbul’dan gazetelere gelen haberlere göre Bab-ı âli ile Deutsche Bank arasında borç para konusunda bir anlaşmaya varılmak üzere, belki para ihtiyacının şimdilik ortadan kalk­mış olması Yahudilerden bir müddet yüz çevirmelerine sebep oldu.

29 Aralık

Dün buradan geçmekte olan Amerikanın İstanbul’daki Se­firi Oscar Straus ile konuştum.

Ona göre bizim Filistini ele geçirmemiz imkânsızdır. Grek ve Roma Katolik Kiliseleri buna imkân vermeyeceklerdir. Ce­vaben sadece Roma Kilisesinin muarız olacağını hesapladığı­mı, diğer millî kiliselerin Jerusalem ile doğrudan doğruya bir dinî bağa sahip bulunmadıklarım, yalnız Roma’nın tıpkı Yahudi dininde olduğu gibi ekumenik karakterde olduğunu söyle­dim.

Strauss Mezopotamyayı ileri sürdü. Oraya yerleşmemiz konusunda hiçbir kilise ses çıkarmayacaktır ve nihayet orası İsrailoğullarının asıl vatanı mesabesindedir. İbrahim Peygam­ber orada zuhur etmiştir ve daha birçok mistik bağlantılar vardır.

Bu bana Nuri Beyin Scheveningen’de iken açıkladığı bir fikirdi. Artin Paşa da hemen buna yakın şeyler yazmıştı. Artin’in Straus ile temas sonucu öyle yazdığını zannediyorum.

Straus kesin olarak şunu ifade etti: Bütün kuvvetler Yıl­dız Sarayının içinde ve çevresinde toplanmıştır. Bütün kuv­vetler Sultan’ın şahsında temerküz etmektedir. Nazırlar bir sü­rü aptal ve müfsit kimselerdir. Sultan bütün Türkiyeye dahi kıymet vermez, bildiğini ve istediğini yapar..

Sefir bana ısrarla İstanbul’daki «aracı»mm kim olduğunu sordu ama ben de söylememekte ısrar ettim, merakta kalması­nı istedim. Arkadaşça ayrıldık, bana zaman zaman «Mezopotamyalı» imzası ile haberler göndereceğine söz verdi.

12 Ocak 1900

İstanbul’daki ajanım Crespi «İstanbul» adlı gazeteyi satın almamız gibi manasız bir teklifte bulunuyor. Ramazan dolayısiyle işlerin biraz geri kalacağını bildiriyor.

Hiç değilse Ramazandan sonra biraz ilerleme ümidimiz var demektir.

30 Ocak

Cumartesi günkü gazeteler Nuri Beyin yanında Turhan Paşa olduğu halde Hauge’dan dönmekte olduklarını yazdı­lar. Hemen Kremenzky’yi Hotel Imperial’a gönderdim, saat­lerce beklemiş görememiş, Pazar sabahı gittiği zaman da ayrıl­dığını öğrenmiş.

Buraya geldiği halde aramaması midemi bulandırdı. He­men Crespi vasıtası ile şu mektubu gönderdim:

Ekselans,

Crespi’den işittiğime göre Viyanadan geçmişsiniz. Sizinle görüşememiş olmaktan dolayı son derece müteessirim.

Projemiz hakkında ne düşünmeliyim?

Son derece kıymetli zamanlar kaybetmekte olduğumuz kanaatindeyim, bu fırsat bir daha ele geçmeyecektir. Bay Crespi’nin son mektubundan öğrendiğime göre Sultan Hazretleri benim muhaliflerimin görüşlerini kabul etmemiştir. Beni bir kere dinlemek tenezzülünde bulunsun. Ben tekliflerimin İmpa­ratorluk için o kadar faydalı olduğuna kaniim ki başarı elde edeceğime yürekten inanıyorum.

Şimdi yeni ve çok kuvvetli bir delil daha var. Damat Mah­mut Paşa ve Jön Türkler her tarafta halihazır hükümetin ac­zinden, yeni kaynaklar bulamamasından, bir filo tertip edeme­mesinden bahsetmektedirler. Yardımınızla biz bütün bunları çok kısa zamanda gerçekleştiririz.

Lütfen bu konuda düşününüz. Mümkün olan en kısa za­manda bana randevu hususunda bilgi veriniz.

Sadakatımdan emin olmanızı rica ederim,

Th.H.

18 Mart 1900

Crespi’nin İstanbul’dan 15 Martta yazdığı mektup geldi. Ça­lışmakta olduklarını yazıyor. Ona İzzet Beye verilmek üzere yeni bir mektup gönderdim :

Ekselans,

Belki size mektup gönderdiğim arkadaş vasıtası ile Filis­tine yapılacak bir Yahudi muhaceretinin sağlayacağı avantajlar konusuna muttali bulunmaktasınız. Şu hususa yürekten inanı­yorum ki eğer bendeniz Sultanın ayaklarına yüz sürmek im­kânı bulup da bütün Siyonist plânını açıklayacak olursam hüsnü kabul ile karşılanacağım. Bendenizin Sultanın üstün vasıfları ve rakik kalbi hakkında duyduklarım onun zavallı Yahudileri himayesi altına alacağına ve bu şekilde kendi İmpara­torluğunun menfaatlerini de koruyacağına inandırıyor.

Sizden istirhamım Majeste Hükümdar Abdülhamid Han­dan bir randevu alarak bizim plânımızı bütün açıklığı ve te­ferruatı ile kendilerine arzetmeme fırsat bahşetmenizdir.

Bütün bunlar ancak şifahen anlatılabilecek hususlardır. Arkadaşlarım tarafından bazı büyük meblâğlara ihtiyaç göste­ren konular da bildirilmiş bulunmaktadır. Eğer İmparatorlu­ğun bir donanmaya ihtiyacı varsa bunu ancak Avrupanın lutfu ve ağır şartları karşısınde elde etmek durumundadır. Halbuki tam aksine, bu memleketin zenginliğini ve Majeste Sultanın tebaasının artmasını temin edecektir. Türkiyenin kavuşacağı imkânlar ve elde edeceği menfaatler her türlü şüphe ve tartış­manın üzerindedir. İnsan ancak arkasında şüpheli ve esrarlı şeylerin bulunduğu konularda şüpheye düşebilir.

Maamafih burada da «arkada olan bir şey» var, o da Yahudi halkın içinde bulunduğu moral ve politik sefalettir, bun­lara yapılacak bir yardımın karşılığını ödeyebilecek kadar zen­giniz.

Bana Halîfe hazretleri ile konuşmak ve delilleri ifade et­mek fırsatını veriniz.

Eğer bu gerçekleşecek olursa onun muhteşem saltanatının en parlak sahifesini teşkil edecek, hem İmparatorluk ve hem de zavallı Yahudiler için en büyük iyilik yapılmış olacaktır.

Eğer Majesteleri benim karakterim ve Türkiyeye teklif et­tiğim plânın mahiyeti hakkında bilgi almak isterlerse bu ko­layca temin edilebilir.

Bendeleri Almanya İmparatoru Kay zer Wilhelm tarafın­dan tanınmak şerefine nail olmuş bulunuyorum. Majeste Sul­tan bu kudretli arkadaşından bilgi alabilir.

Ekselans lütfen harekete geçiniz, istirham ettiğim randevu­yu temin ediniz, saltanatınız için, güzel memleketiniz için ve temsil ettiğimiz mazlum halk için harekete geçiniz. Onlar ar­tık sabırsızlanmaya başlamışlardır. Yerleşecek başka yer bul­mak, Kıbrısa yerleşmek, Amerikaya hicret etmek v.s. düşün­mektedirler, Türkiyenin anlayış göstermediği fikrindedirler.

Kimbilir belki de fırsat kaçtıktan sonra randevu temin edilecek ve çok geç olacaktır. O zaman sizin müslüman düşmanlarmız mevcut hükümete böyle bir fırsatı kaçırmış olduk­ları için hücumlarına bir yeni unsur daha eklemek fırsatı elde edeceklerdir...

Derin saygılarımla Dr. Th.H.

*

*          *

Dr. Theodor Herzl artık iyice kendi tarafına kazanmış ol­duğu Baden Grand Dukası ile sık sık görüşmekte ve onunla dünya ve Avrupa siyaseti üzerinde konuşmaktadır. XX. Yüz­yılın başında büyük devletlerin birbirlerine karşı durumlarını gözden geçirirler. Almanya sanayi sahasında ilerlerken bir ta­raftan da donanmasını güçlendirmektedir. Avusturya İmpara­toru Franz Josef Berlin’e davet edilerek seçtiği cepheyi açık­laması istenmiştir. Almanyanın gelişmesi ve kuvvetlenmesi İngilterenin işine gelmemekte, fakat her iki taraf da yakın bir çatışmadan çekinmektedirler. Dr. Herzl Avusturya Başvekili Koerber ile de temas kurmuştur. İngilterede Siyonistlerin du­rumu sağlam görünmektedir. Eğer Filistin projesi tahakkuk etmeyecek olursa kendisine en uygun gelen —şimdilik— kay­dı ile Kıbrıs adasını ingilizlerdeıı istemek ve orada yerleşmek­tir. Filistin idealdir, ama olmayacak olursa herhangi bir bölge­de bir Yahudi Devletinin kurulması, teşkilâtlanması ilerisi için büyük kuvvet olacaktır. Sultan Abdülhamid nezdindeki teşeb­büsler bir türlü olumlu sonuç vermemektedir. Bu teşebbüsle­rinden Grand Dükaya samimiyetle bahseder, İstanbul’da giriş­tiği faaliyetleri anlatır. Dük açıkça oradaki «adamının» adını sorduğunda hiç çekinmeden söyler: Hariciye Umumi kâtibi Nuri Bey.

Konuşma şöyle devam eder :

«Şimdi gelelim senin meseleye. Şimdi biz seni İstanbul’a tavsiye edecek durumda değiliz ama bunu İmparator Franz Josef pekâla yapabilir. Berlin ziyaretinden sonra Avusturya İmparatorunun tavsiyesi eskiden olduğundan çok daha büyük değer taşıyacaktır. Orta Avrupanm iki imparatorunun bir ara­ya gelmelerinin tesiri başkadır».

Ben Avusturya Başvekili Koerber ile yakınlığımı belirte­rek onun vasıtası ile İstanbul için bir tavsiye alabileceğimi, Sultan ile aramızı bulmalarını isteyebileceğimi söyledim. Ama Avusturya siyaseti tamamen k a t o 1 i k tesiri altındadır. Hernekadar Roma nezdinde bazı teşebbüslerim oldu ise de he­nüz netice almış değilim, Siyonizmi kendilerine anlatma çaba­sı içerisindeyim, dedim.

İstanbul için Avusturyanm tavsiyesini temin edebilirdim. Bu sırada Bağdad demiryolu hattında hatırı sayılır bir hissesi bulunan Rusya da Türkiye’ye sadece bir tek dosta (Almanya) dayanmanın sakıncalarını anlatmaktadır. Türkiye üzerinde şu sırada Rus nüfuzu gittikçe artmaktadır.

«İstanbul’a ne zaman gidiyorsun?» diye sordu.

«Henüz bilmiyorum majeste, önce Londraya gideceğim. Eğer Güney Afrika meseleleri başını çok ağrıtmamışsa bir fır­satını bulup Başvekil Lord Salisbury ile konuşacağım. Belki Siyonizme onun alâkasını çekebilirim. Alman himayesi olmak­sızın, pür Siyonizm fikrinin İngilterede çok taraftarı vardır, bilhassa kilisede. Bunun siyasî olduğu kadar İçtimaî yönden de tesir edeceği kanaatindeyim». Tasvip ederek başını salladı. «Eğer Lord Salisbury’yi kazanmaya muvaffak olursam, Almanyanm himayesini teminde bana faydası dokunur mu?»

«O zaman Hariciye Nazırı Kont Bülow’un ikna edilmesi gerekir».

«Maalesef Kont Bülow siyonist aleyhdarıdır» dedim.

«Hayır o sadece çok temkinlidir, bundan başka öyle de olmak zorundadır».

«Peki ben Lord Salisbury’nin Berline yazılı olarak bi­zim plân aleyhinde bulunmadıklarını bildirmesini temin eder­sem, bu Almanyanın davranışında lehde bir değişiklik meyda­na getirecek midir?»

«Evet, o zaman değişiklik olabilir».

«Londrada yapacağım temasları ve aldığım sonuçları size arzederim» deyip ayrıldım.

Koerber’e mektup yazarak Grand Düka’nın İmparator Franz Josef hakkındaki sitayişkâr sözlerini naklettim ve İstanbul nezdinde tavsiye ricasında bulundum. Hemen Londraya hareket ettim.

Tanıdık muhitlerde arkadaşlarla müzakereler ve konuşma­larda bulundum, fakat Lord Salisbury ile mülâkat temin ede­medim. Savaş tehlikelerini uzaklaştırmakla meşgul bulunuyor, benimle görüşmeyi reddetti.

*

*          *

Londra dönüşü Paris’te Bemard Lazare ile ayaküstü ko­nuştum. Bu gazeteci ırkdaşım yakında Ajans Nasyonal adına İstanbul’a gideceğini, orada Fransız sefiri Constans’ı bizim da­vamıza kazanabileceğini, kendisinin paraya son derece düşkün olduğunu, demiryollu, limanlı v.s.li bir Filistin plânından bu paranın bir kısmı kendi hissesine düşerse hoşlanacağını söyledi.

Lazare gelecek hafta beni Viyanada ziyaret edecek ve da­ha etraflı olarak konuşacağız.

*

*          *

İstanbul’dan Rosenbaum’dan şifreli bir telgraf aldım. Vi­yana yerine «Valsler memleketi», Vambery [[39]] yerine Schleinger, Sultan yerine «Cohn» ve benim yerime de Loebel isim­lerini kullanarak Vambery’nin Sultan tarafından kabul edil­mediğini, yakında yola çıkacağını karşılayıp konuşmamı bildi­riyor.

Şimdi bundan sonraki adımımızın ne olacağım düşünüyo­rum. Türkiye aleyhinde çalışmaya mı başlamalı? Efkârı umumiyede mevkiimiz pek kuvvetli değil, ayrıca elemanlarımız da zayıf.

Halen bir tek plân aklıma geliyor: Türkiyenin içinde bu­lunduğu şartlar hergün biraz daha kötüye gidiyor. Sultana kar­şı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve jön türklerle temas kurmalı, ayni zamanda Yahudi sosyalist­lerini faaliyete geçirip Avrupa Devletlerinin Yahudileri kabul etmesi hususunda Osmanlı Devletine baskıda bulunmalarını sağlamalı.

17 Haziran

Mühlbach’ta Vambery ile görüşen Hechler bugün geldi. Vambery Sultana Siyonizmden bir tek kelime ile bahsetmediği halde reddedilmiş. Bu ne iştir anlıyamıyorum. Bir anlaşmazlık var, en iyisi gidip Vambery ile kendim görüşeyim, zira Hechler’e her türlü yardıma hazır olduğunu söylemiş.

Hemen eksprese atlayıp düşündüğümü yaptım.

Bu yetmişlik sabık Yahudi son derece enteresan bir adam, oniki dili rahatlıkla konuşuyor, şimdiye kadar beş din değiştir­miş ki bunlardan ikisinde bilfiil din adamı olarak da çalışmış. Bu kadar dolaştıktan sonra da gayet tabii olarak ateistlikte ka­rar kılmış. Bana bir sürü 1001 gece hikâyesi, Sultanla ahbablığı v.s. anlattıktan sonra gayet açık hem türklerin hem de ingilizlerin casusluğunu yapmış olduğunu itiraf etti. «Ben zen­gin bir adamım, senden para da istemem zira bana bol bol ye­tecek kadar var. Sırf bu davaya inandığım ve gerçekleşmesini istediğim için senin hesabına çalışırım» dedi. Sultanın şimdi kendisini Avrupa basınında Türkiye lehinde bir cereyan temin etmekle görevlendirdiğini anlatıp bu hususta kendisine yardı­mım dokunup dokunamıyacağını sordu. Müspet cevap verdim.

Ona şöyle hitabettim :

Vambery Amca, lütfen Sultana beni şu iki sebepten ötürü kabul etmesi gerektiğini yazıver. 1 — Kendisine bütün dünya matbuatı nezdinde yardımcı olabilirim, 2 — Sadece benimle görüşmesi dahi onun kredisini yükseltecektir. En iyisi de senin bana tercümanlık etmendir.

Fakat yazın seyahat etmekten hoşlanmadığı için bu tekli­fimi kabul etmedi.

Beni istasyona kadar teşyi etti, çocuğum ağır hasta olduğu için derhal dönmek zorunda idim.

Yarın Vambery’y e şu mektubu göndereceğim :

Aziz Vambery Amca,

Birbirimizi derhal anlamamızdan belli ki her ikimizin de Yahudi tarafımız diğer hüviyetlerimizi bastırıyor. Bize değil, bana yardım edin. Benim sultanla kongre toplanmazdan önce muhakkak konuşmam şart. Bu konuşmadan o da size bahsetti­ğim faydaları görecektir. Davamıza bu büyük hizmeti yapma­nızı rica ederim. Bunu yaparsanız hatıranız aramızda daima yaşamaya devam edecektir.

21 Haziran

Vambery Sultan ile mülâkat işinin yazışma suretiyle olamıyacağını bildiriyor, hemen mektup yazdım :

Aziz Vambery Amca,

Dediğini beğenmedim. Sen de sanki anadan doğma türk imiş gibi işleri «yavaş» tutuyorsun. Ama benim kaybedecek vaktim yok. Mesele daha senin için yeni olduğundan bir sürü düşünüp, bir o kadar çubuk çekip işi biraz savsaklamaya karar verdiğini zannediyorum.

Bana daha başlangıçta «Ben aptal bir öğretmen değilim» demiştiniz. Ben sizi bir aksiyon adamı olarak görüyorum, be­nim ırkımdan gelen bir kimse her türlü işin altından kalkma­sını bilir.

Aziz amcacığım, gerçekten herşeyi yapabiliriz, fakat yeter ki isteyelim.

Sultanla olan yakınlığınız size şöyle bir mektup yazma hakkını vermektedir zannederim: «Al, sana birisini gönderi­yorum. Bu adam senin sıkıntılarına bir son verecektir, onu ka­bul et ve sözlerine kulak ver, ondan sonra da istersen defet; gitsin».

İşte söyleyeceğin sadece bunlardan ibaret, ama istersen tabii daha fazlasını da yapabilirsin.

Hürmetlerimle

Th.Herzl

Dün büroda iken bir beyin sarsıntısı geçirdim, fenalaştım. Doktor birkaç gün istirahatın şart olduğunu söyledi. Ama na­sıl istirahat edeceğim. Her taraftan heyecan verici, asab bozu­cu haberler geliyor. Romanyadan kovulan Yahudiler yürüye­rek yola çıkmış geliyorlar, nereye? Nereye gidecek bu adam­lar?

24 Haziran

Nuri Beye yazıp kongreye Sultan’ın bir telgraf gönderme­sini temin etmesini isteyeceğim.

Büyük devletlerin Çin’e karşı davranışları Türkiyeye ders olmalıdır. 1898 yılında İstanbul’da Kayzer ile konuşurken «Çin Pandora’nın Kutusudur» demiştim, yanlış kehanette bulunma­mışım.

25 Haziran

Romanyalı muhacirler gönderdikleri telgrafta kendilerini Macaristan hududunda karşılamamı istiyorlar. Ne yapacağız?

2 Temmuz

Dün Başvekil Koerberle beraberdim. Avusturya hududlarını muhacirlere kapatmış bulunuyor. Hepsi ortada kalacaklar. Başvekile Sultan Abdülhamid nezdinde tavassutta bulunmala­rını, bu zavallıları memleketine kabul etmesini rica etmelerini söyledim. «Hemen nasıl kiminle temas kurabiliriz? Calice bu­nu yapamaz. Schenyi vasıtası ile bir deneyelim» dedi, teşekkür ederek yanından ayrıldım.

Hemen Vambery’ye mektup yazmaya oturdum :

Aziz Vamvery Amca,

Dün bu memleketin Başvekili ile konuştum, mahalli sefir vasıtası ile Sultanın bunları kabul etmeleri teşebbüsüne giri­şip girişemiyeceğini sordum. Bu konuda birşeyler yapmaya ça­lışacak. Bu işle uğraşan kimse tatilde bulunuyormuş, önce o çağrılacak v.s. v.s.

Şimdi amcacığım, hemen telgrafla harekete geçmeni rica ediyorum. Kullanacağın ifadeyi sen en iyi şekilde tespit eder­sin, hiç gecikmeden işe giriş. Bilhassa ona anlat ki, bu Yahudileri kabul etmekle insaniyetin hamisi bir büyük adam olarak tanınacaktır. Bütün dünya Yahudileri kendisini medhedeceklerdir. Bütün dünya matbuatında ani bir değişme vukua gele­cektir. Ayni zamanda Yahudilerin dağılmış olduğu diğer mem­leketlerin de sempatisini kazanacaktır. Bütün bunlar apaçık hakikatlerdir.

Theodor

*

*          *

Crespi vasıtasiyle Nuri Beye mektup :

Ekselans,

Zannederim her yerde güçlüklerle karşılaşıyoruz.

Bizim en iyi niyetli arkadaşlarımız bu mesele doğrudan doğruya Majestenin yüksek menfaatlerini ilgilendirdiği halde harekete geçmemektedirler. Bu durumda ben de başka bir cep­heden harekete geçerek majestelerinden bir mülâkat teminine çalışmaya başladım. Şu dakikada başarıp başaramıyacağım hu­susunda bir fikrim yoktur. Fakat sizin ve arkadaşlarınızın ba­şarısı hususunda güvenimden hiçbirşey kaybetmiş değilim.

Biz beraber olmak ve Türkiyenin yüksek menfaatleri bakı­mından da bu beraberliği devam ettirmek zorundayız.

Size Efendinizin dikkatini bir hususa çekmenizi rica ede­ceğim, tamamen yeni bir hâdiseye : Çin’de büyük kuvvetlerin giriştikleri işbirliğine.

Bu Türkiye için enteresan olduğu kadar da tehlikeli bir misaldir. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Bu gibi durumlar­da kuvvete kuvvetle, donanma ile karşı konulur ve bunu bi­zim yardımımız olmaksızın elde edemezsiniz.

Bir husus daha : Siyonist Kongresi bu yıl Londrada top­lanacaktır. Başkanlık divanı her yıl olduğu gibi bu defa da Sultana bir bağlılık telgrafı gönderecektir. Lütfen bu telgraf­ta nasıl bir ifade kullanacağımız hususunda bana bilgi veriniz ve bu telgrafın derhal cevaplandırılmasını temin ediniz.

Derin hürmetlerimle

Th.Herzl

20 Ağustos

Dördüncü Siyonist Kongresi sona erdi.

Kongrede bir «iş» görülmedi ama basında lehimize kullan­dığımız ve daha da kullanacağımız bir sürü makale çıktı. Asıl önemlisi bu güne kadar bizi dışarıdan takip eden bir çok büyük banker de saflarımıza katıldı. Rothschildlere karşı açacağım bir mücadelede tarafımızı tutacaklarını ifade ettiler.

Başvekil Lord Salisbury’nin sekreteri Mr. Barrington ile tanışıp gayelerimizi anlattım ve zannederim alâkasını çektim.

2 Eylül, Aussee

Sultan Abdülhamidin tahta cülusunun yıldönümü münase­betiyle Siyonist Organizasyonu Başkanı sıfatı ile bir tebrik telgrafı çektim. «Saltanatının devamına duacı olduğumuzu» bildirdim.

18 Eylül

Vambery’yi Peşte’de ziyaret ettim. Sultanın beni mayıs ayı içinde kabul edeceğine dair şeref sözü verdi. Bu sözü bana neye dayanarak verdiğini bilmiyorum ama, inandım. Peşte’de çigan müziği dinlerken Sefir Ahmet Tevfik’i ziyarete gittim. Wilhelm ve Abdülhamid hakkında bir sürü gevezelik ettik.

1 Ekim

Vambery’den bir haber yok, galiba uyumaya başladı.

Nuri Beye şu mektubu gönderdim :

Ekselans,

Sizi Hotel İmperial’de görmek şerefine nail olduğumdan beri bir yıl geçmiş bulunuyor. Ve o zamandan beri hiç, ama hiçbir şey olmadı.

İşittiğime göre İstanbul’da Hicaz yolu konusu ele alınmış­tır. Eğer bize Şirket imtiyazı verilirse bu yolu yapmaya veya diğer herhangi bir ihtiyacı karşılamak için fon tesis etmeye ha­zırız. Eğer bu konudaki selâhiyet sahibi ile rabıtanız varsa tek­lifimizi iletiniz. Majestelerinin isteyeceği her türlü garantiyi verebilirim.

Müspet cevabınızı mümkün olduğu kadar çabuk bekliyo­rum.

Th.Herzl

Not: Sizi otelde «görmeye» gelen arkadaşım Kremenzky’nin Filistin’de Lut Gölü sahilinde bir fabrika kurmak gibi en­teresan bir fikri var. Bana bundan birkaç defa bahsetti ama ben sizden bu sahillerin kimin ihtiyazında olduğunu sormayı unuttum. O bu kimsenin müslüman olduğunu söylüyor. Lütfen bu hususta bilgi vermenizi rica edeceğim.

5 Ekim

İngiliz Siyonist Federasyonu parlamento adayları arasında bir anket yaptı. Çok akıllıca bir iş. Bunlardan 60’ı Siyonizm’in lehinde olduklarını açıkladılar.

15 Ekim

Bugün Crespi aracılığı ile Nuri’den bir mektup aldım. Hü­kümetin 7-800 000 Osmanlı Lirasına acilen ihtiyacı olduğunu, bu borç karşılığı gümrük gelirlerini gösterip % 6 veya 6,5 faiz vereceğini bildiriyor.

Bu işe derhal yardım etmeliyim. Majeste Sultan beni ka­bul edecek demektir.

Hemen şu cevabî telgrafı gönderdim:

«Mektubunuzda anlattığınız garanti karşılığında 700 000 i vereceğimizi bildiriniz, şu şartla ki ben n.c.363 ile doğrudan doğruya temasa geçeceğim. Fakat lütfen şu hususu arzedin, ben 363 tarafından kabul edilmedikçe hiçbirşey yapamam» [*].

[*] Dr. Theodor Herzl’in hatıratında birçok isimler ve mefhumlar kar­şılığında şifreli kelimeler kullanılmıştır, n.c. 363 de bunlardan biridir ve görül­düğü gibi Sultan Abdülhamid’e delâlet etmektedir. Bu şifreyi her ihtimale karşı sık sık değiştirmekte ve muhaberatında öyle kullanmaktadır. Bunlardan Türkiye ile ilgili olanlarının bazıları şöyledir:

Albahary

İzzet Paşa

Amar

Sadrıazam

Baldov

Sultanın temsilcisi

Albert

Faik Bey

Bazaar

Yıldız Sarayı

Beer

Abdülhamid (Cohn ve Levy de kullanılmaktadır)

Bergmann

izzet Paşa

Buchhalter

Tahsin Bey (Krugler, Loewy, Pollak isimleri de)

Charles

Nuri Bey

Conheim

İstanbul’

Eduard

Adil Bey

Factory

Yıldız Sarayı

Leiter

Türk Hükümeti

Moi

Nuri Bey

No 919

Ahmed Tevfik Paşa

No 73

Halil Paşa

Polgar

Hacı Ali Bey

Schegez

Berlindeki Türk Sefiri

Schlessinger

İbrahim Paşa

12

Kıbrıs

 

 

26 Ekim

Dün Türkiyenin fahri başkonsolosu von Dirsztay Crespi’den yarı yarıya şifre ile yazılmış bir mektup getirdi. Asıl ken­disinin kuvvetli olduğunu söyleyip iş yapabileceğini fakat da­ha önce Viyanaya gelmesi gerektiğini yazıyor. Anlaşılan para­ya ihtiyacı var. Fahrî başkonsolos da onun yazdıklarını teyid ediyor. «Eğer benim için ciddi pozisyon yaratacak olursa 1000 frank alır» diye yazın dedim.

30 Ekim

Galiba sonuca benim zannettiğimden daha yakındayız. Eve geldiğimde Crespi’nin telgrafını buldum:

«Bu telgrafı alır almaz % 6 faizle 700 000 in 200 000 ini de­pozit olarak hemen gönderirseniz Ramazandan önce Zatı Şa­haneye durumu arz fırsatını bulurum, ümidim sizin o zaman Saraya resmen davet edileceğiniz şeklindedir. Telle bildiriniz. Crespi».

Crespi Beyoğlu postahanesinden içinde «Sultan»ın adının açıkça geçtiği bir telgraf çekebildiğine göre durumda ciddi ge­lişmeler var demektir. Hemen cevap verdim:

«Yüzde altıbuçuk ile konuşmaya başlamıştın şimdi yüzde altıdan bahsediyorsun. Fakat bunun önemi yok. Ancak şahsen 363 ile konuşur ve bizi kabul edeceğini işitirsem, konuşmayı takibeden ilk hafta içinde 700 000 inin tamamım alırsınız».

Hemen bütün arkadaşlara mektup yazarak faaliyete geç­mekte olduğumu, hazırlanmalarını, ilk partide 700 000 i temin etmelerini ve benim göndereceğim talimatı beklemelerini bil­dirdim.

Ben de hazırım.

13 Kasım

Dün bizim komite üyelerinden Oskar Marmorek’in evinde konuştuğum milyoner Reitlinger Türkiyenin 4-500 milyon frank tutarındaki bütün dış borçlarını bir kalemde ödeyerek karşılığında Filistini istememizi ortaya attı. Bu hususta düşün­meliyiz.

Wolffsohn da çektiği telgrafta Kann’ın Türkiyenin istedi­ği parayı doğrudan doğruya göndermeyi teklif ettiğini bildiri­yor. Bu doğru olmaz, talimatımı beklemeleri lâzım.

14 Kasım

Türkiyenin bütün borçlarını devralmak fikri bana çok ca­zip görünüyor. Fransa ve İngiltereye bu konuda hazırlık yap­maları için yazdım.

15 Kasım

Bugün Crespi’ye tel çektim:

«Para hazır, niçin mütemmim malûmat göndermiyorsun?»

16 Kasım

Bugün von Dirsztay telefon ederek Crespi’nin Çarşamba’ya geleceğini söyledi.

Wolffsohn telgrafla 700 000 in Kann tarafından hazır hal­de bekletildiğini bildirdi.

Vambery mektup gönderdi: Sultana yeni borç hikâyesinin doğru olup olmadığını telgrafla bildirmesini söylemiş. Eğer bu rivayet doğru ise derhal İstanbul’a gitmek niyetinde, ben de onu takip edecekmişim. Projenin şansı düzeliyor.

24 Kasım

Crepsi hala gelmedi. Dirsztay telefonla daha onbeş gün ge­cikeceğini söyledi. Şu telgrafı çektim:

«Eğer faaliyetinizin sonucunu bana derhal bildirmezseniz 700 000 konusundaki teklifimi geri alacağım..»

Buna : «Birkaç gün daha sabrediniz, işler iyi gidiyor. Taf­silât göndereceğim» cevabını aldım.

30 Kasım

Crespiden güzel bir mektup geldi. Meseleyi Sadrıazam, Baş­kâtip ve Maliye Nazırı ile konuşmuş. îkraz Deutsche Bank’ın geçen yılki şartları çerçevesinde yapılacakmış. Başkâtip, Vambery’nin benim tekliflerimi Sultana aksettirdiğini söylemiş. Maamafih Başkâtip bir hususta endişe duyuyormuş: Biz resmen davet ediliriz de ondan sonra da ikraz işi gerçekleşmezse ne olur? Crespi buna karşılık, benim hakkımda Alman Kayzer’i nezdinde araştırma yapılabileceğini' söylemiş.

Muhtemelen bu olayla dün bana telefon eden Alman Se­firinin davranışı arasında bir rabıta var. Şu ana, sabahın 11 ine kadar daha fazla tafsilât elde etmiş değilim.

3 Aralık

Dün sabah yanında von Dirsztay olduğu halde Crespi evi­me geldi. Fahri başkonsolos tam bir levanten görünüşünde, ikinci veya üçüncü sınıf bir diplomat tesiri bırakıyor. Maamafih İstanbul’’da söz sahibi kimseler hakkında açık açık konuşu­yor. Bana telgraf alıp almadığımı sordu. Ona göre iki üç gün içinde resmî davet vaki olacaktır.

«Fakat» dedi «Kabul esnasında sakın Siyonizmden bahset­meyin.» «Sadece borç para bulmak hususunda yardım teklif edin. Çünkü bu bir ikraz değil bir mikdar borç para bulma meselesidir. Borç demek birkaç ay içerisinde ödenecek para demektir. Karşılık olarak da gümrük gelirleri gösterildiğine göre mesele yok demektir». Ona Kann’ın teklifini isim zikret­meden anlattım. Bu teklifteki 80 000 sterlinlik fark ile hemen  ilgilendi ve Nuri Bey ile Maliye Nazırına hemen bildireceğini söyledi.

Siyonizm mevzuunda, ona göre, Türklerin bütün endişele­ri büyük devletlerdir. Eğer Yahudilerin Filistine hicretlerine müsaade edilirse «Düvel-i Muazzama» derhal donanmalarını Yafa’ya gönderecek ve Filistini işgal edeceklerdir. «Büyük Dev­letleri halletmek bizim vazifemiz diye cevap verdim. «Eğer Sultan bu konuda ikna edilirse mesele halledilmiş demektir» cevabını verdi. «Sultanın yegâne endişesi budur». İstanbul’a gi­derken Vambery’yi yanıma alsam nasıl olur diye sorduğumda, çok iyi olacağım, onun her zaman için Sultan ile temas kura­bileceğini, Vambery’nin tavsiyesinin birçok kapıyı açacağını söyledi. Başlangıçta onlar benim hakkımda Viyana ve Berlin’­de araştırma yapmaya girişmişler, fakat tam o sırada Vambery’­nin mektubu gelince bundan vazgeçmişler.

Şundan bundan daha epeyce konuştuk. Lut Gölünde kuru­lacak tesisler için şu beyanda bulundu : Eğer bundan Sultana bir hisse verileceği garanti edilirse bu iş olur. Alman Kayzer’inin himayesi konusundan bu günlerde Sultan da vazgeçmek zorundadır çünkü bu konuda Şeyhülislâm muhalefet etmekte­dir.

Sultan ile bir konuşsam, içinde bütün nazırların bulunaca­ğı bir komite kurarak Siyonist tekliflerini inceletmesini iste­yeceğim.

Kremenzki Crespi’ye masrafları karşılığı 1000 frankı öde­yince «Dostlarımıza ne kadar çabuk ve kolay ödemede bulun­duğumuzu» söyledi.

4 Aralık

İstanbul’dan şu ana kadar birşey gelmedi. Crespi’nin gele­ceğini bildirdiği telgraf öyle görülüyor ki boş lâftan ibaretti, Viyanaya gelerek küçük bir macera yaşamak istemiş olabilir. Belki de benim nabzımı yoklamak istedi, şimdiden sonra da çalışacak.

Her ne ise, şimdiye kadar yaptıkları da bin franktan fazla etmezdi zaten.

Dün tekrar kendisini Dirsztay’ın yanında gördüm. Nuri Bey ve İstanbul’a ait bir sürü dedikodu anlattı ve bana «Kölem olacağına dair» söz verdi. Bu gibi herşeyi satmaya hazır kim­seye çok nadir rastlanır.

Benim İngiliz hükümetine müracaat ederek Yahudilerin Transval’a liderliğim altında hicretine müsaade edilmesini iste­diğim şeklindeki haberin Sultan üzerinde çok müessir olduğu­nu anlattı.

Bugün telgraf çekip Montefiore’nin gerçekten böyle bir daveti ingilizlerden temin etmesini isteyeceğim.

Dün Crespi İstanbul’a telgraf çekti ama bir cevap alama­dı. Ona göre kabine Pazar günü Sultanın riyasetinde toplanmış fakat bana müracaat hususunda onu ikna edememiştir. Zira Sultan bilhassa para konusunda son derece gururludur. «Ma­dem ki ben sizleri nazır yaptım, gerekli herşeyi temin etmelisi­niz» diye düşünmektedir. Maliye nazırının ona yaptığı açıkla­maya göre hâzinede 10 000 altın bulunmaktadır. Gelmekte olan ramazan için 150 000, arkadan bayram için 130 000 altına ihti­yaç vardır.

Bir dedikodu daha : Viyana Sefiri Mahmud Nedim Crespi aracılığı ile Babıâliye haber göndermiş, birikmiş oniki aylık maaşının derhal gönderilmesini söylemiş, aksi takdirde Sefa­rethaneyi kapatmakla tehdit etmiş.

6 Aralık

Dün Crepsi Dirsztay ile iki defa yanıma geldi. İstikbalde yapacağı hizmetler karşılığında para sızdırmak istiyor. Kesin­likle reddettim. Önce ne yapacağım, ne yapabileceğini göster­meli, bunu ispat etmeli ki benden para alabilsin. O zaman is­tediği parayı alır ama hiç’e ben de hiç ile mukabele ederim.

Öğleden sonra Dirsztay Nuri’nin bir mektubunu getirdi. Deutsche Bank’ın istedikleri ikrazı % 75-78 eksiğine vermeye razı olduğunu, bunu kabul edeceklerini bildiriyor. Crespi he­men Sadrıazama telgraf çekerek «Bundan çok daha iyi şart­larla para bulabileceğini» bildirdi.

Bu durumda işler pek fena gitmiyor sayılır. Şimdi bu tel­graftan Sultan’ın da haberi olacak ve çok daha iyi şartlarla bu paranın temin edilebileceğini bilecek. Eğer yine bir ses çık­mazsa Vambery’nin yazacağı bir mektupla Sultan «Nasıl so­yulmakta olduğunu kesinlikle ve tafsilâtıyla» öğrenecek.

9 Aralık

Dün Peşte’ye gidip Crespi hakkmdaki bütün hikâyeyi Vambery’ye anlattım. Bu vesile ile bir kısım alman maliyecisinin daha doğrusu bankerinin kendisinden Sultan nezdinde tavas­sut istediklerini öğrendim. Bunlarm arasında Başkonsolos Dirsztay’ın da ismini görmek beni şaşırttı. Gözlerimi dört aç­mam gerekiyor.

Vambery’ye göre benim dediğim gibi bir mektup yazmakla Sultanın çevresini derhal kendimize düşman yaparız. Benim Sultana bir teklif mektubu yazmamın daha doğru olacağı ka­naatinde. Vambery’y e hitaben iki mektup yazacağım. Bunlar­dan birini herkese açıp gösterecek, İkincisi gizli olacak ve Sul­tanın eline ulaşacak :

«Aziz Üstad,

Sizin Türkiye ile ne kadar ilgili olduğunuzu bildiğim için son günlerde vuku bulan bazı olayları dikkatinize arzetmek is­tiyorum. Majeste Sultanın hükümeti ile irtibatı bulunan İstanbul’lu bir iş adamı Mösyö Crespi Viyana Başkonsolosu M.de Dirsztay ile beraber bana gelerek Osmanlı Hükümetinin 700 000 liraya ihtiyacı olduğunu bildirdi. Dünyadaki diğer milletlerin Yahudilere karşı davranışının tam aksine onları şefkat ve mer­hametle bağrına basan ve ileride Filistine de mülteci olarak kabul edeceğine inandığım Majesteye dostluğumuzu ispat et­menin tam zamanıdır diye düşündüm. Her fırsatta bize iyilik eden Sultanın dostu olduğumu ispat etmenin tam zamanıdır.

Eğer ortada bir iyi niyet varsa bu her fırsatta izhar edil­melidir. Bunun için derhal faaliyete geçtim ve İmparatorluğa bu parayı eri uygun şartlarla temin yollarını araştırdım. Maca­ristan % 87,5 ile borç ararken Majestelerine % 90 dan teklif edilmesi imkânını sırf dostluk nişanesi olarak sağladım.

Şimdi büyük bir hayal kırıklığı ile Başkonsolos ve yarı resmî ajandan öğreniyorum ki bu teklif reddedilmiştir.

Daha iyi şartlarla yapılan teklifin reddedilmesinin ne ma­naya geldiğini siz takdir edersiniz. İstanbul’daki rabıtalarınız size bunun sebebini tahkik imkânını verecektir zannederim.

Bana inanın, aziz üstad

Theodor Herzl».

İkinci mektup da şöyle :

«Aziz dost ve üstad,

Bugün olan acaip bir hâdiseyi size haber vermeliyim. Si­zin Türklerin nasıl yakın dostu ve Sultanın sadık bendesi ol­duğunuzu bildiğim için yazıyorum. Türk Hükümetine sırf dost­luk nişanesi olarak teklif ettiğim bir hususun nasıl reddedildi­ği sizi de ilgilendirecektir. 700 000 Osmanlı Lirasına ihtiyacı olduğu hususu yarı resmî bir ajan olduğuna inandığım ve bana Viyana Başkonsolosu tarafından takdim edilen Mösyö Crespi tarafından söylenmişti. Maliyeci arkadaşlarım kâğıt üzerinde 800 000 Osmanlı Liralık bir borç karşılığı olarak % 90 ını yani 720 000 lirasını efektif olarak ödemek üzere bir teklif hazırla­mışlardı. Bu bizim bankerlerimiz için cazip bir iş değildi. Zira Macar hükümeti daha birkaç hafta önce % 87,5 ile istediği hal­de teklifleri kabul edilmemişti. Arkadaşlarım ve ben sadece Sultan’a dostluğumuzu ispat için böyle davranmıştık. Fakat teklifimiz nazar-ı itibara alınmadı. Bundan daha iyi ve ayni mahiyette bir teklif yapılmış olabileceğine ihtimal vermiyo­rum.

Bunun iç yüzünü ancak siz anlayabilirsiniz.

Samimi dileklerimle Th.H».

11 Aralık

Akşam Crespi’den telgraf geldi:

«No 73 (Sadrıazam) No 919 a (Berlin Sefirine) telgraf çe­kerek sizin malî kapasiteniz ve iş gücünüz hakkında bilgi iste­yecek. Tatminkâr bilginin gelmesi için ne lâzımsa yapınız. Si­zin cevabınız üzerine buradan telgraf çıkacak».

Ayni anda Wolffsohn’dan gelen bir telgraf onun yarın Berlinde olacağını haber veriyordu. Ona yarın beni telefonla ara­masını bildirdim. Kann da yarın Berlinde olacak.

12 Aralık

Crespiye aşağıdaki şifreli telgrafı çektim :

«Bunun önemli olduğunu bilmekle beraber No 919 zarure­tin neden ileri geldiğini takdir edemez kanaatindeyim. Tekli­fimi tamamen geri alırdım ama doktor müsaade etmeyip mu­hakkak 363 ile (Abdülhamid) konsültasyon yapılmasını istiyor. Hastanın ihtiyaçlarını görmek için 3 veya 4 güne ihtiyacı var».

Berlin’de Sefir Ahmed Tevfik ile konuşan arkadaşlarım gayet iyi karşılanmışlar. Bu arada Sefir sadaretten herhangi bir telgraf almadığını söylemiş. Acaba Crespi oyun mu oynuyor?

14 Aralık

Dün Crespiden enteresan bir mektup geldi; Sadrıazamla ve Tahsin Beyle yaptığı konuşma ve münakaşaları anlatıyor.

Osmanlı Bankası hükümetin 2-3 milyonluk teklifine karşı sa­dece 100-150 bin verebileceğini bildirmiş. Ona göre bizim tek­lifimiz gittikçe kıymet kazanıyor.

Fakat ben levantinlere inanmıyorum.

*

*          *

Wolffsohn Berlin Sefiri Ahmed Tevfik ile yaptığı konuş­malara dair rapor gönderdi. Ahmed Tevfik ona da bana iki yıl önce söylediklerini söylemiş : Bizi Filistin dışında herhangi bir yerde mülteci olarak görmekten memnun kalırlarmış, benim «Yahudi Devleti»m hükümeti korkutmuş —benim için ne şe­ref—, eğer bir kere Filistine yerleşecek olursak çok yakın is­tikbalde oranın da başına Balkanların başına gelenler gelirmiş. Buna Wolffsohn mükemmel bir cevap vermiş :

«Eğer Balkanlarda Yahudiler olsaydı oralar bugün Türkiyenin olurdu. Zira Balkan Devletlerinin Büyük Devletler dos­tudurlar, ama Yahudilerin tek dostu türklerden ibarettir».

*

*          *

Crespi gönderdiği telgrafta acele olarak bir fransız veya alman bankerinin isminin bildirilmesini istiyor. Buna karşılık 700 000 i vermeye hazır olan Kann’ın adını veremezdim. Bunun çeşitli mahzurları olurdu. En basiti aradan beni çıkararak saray entrikaları ile borcu doğrudan doğruya ondan almaya, komis­yonculuk etmeye kalkarlardı. Halbuki ben bunu karşılıksız yapamazdım.

«Arkadaşlarıma ricanızı ilettim, onlar sizinle temasa geçe­cekler» şeklinde sudan bir cevap gönderdim. Yarın da arka­daşlarımın böyle namüsait şartlarla doğrudan doğruya temasa geçmeyi reddettiklerini bildireceğim.

Crespi bir oyun oynamak, hiç değilse kontrol etmek isti­yor, ama bu oyuna düşmeyeceğim.

15 Aralık

Crespi mektubunda Sadrıazamm bizim tarafımızda oldu­ğunu bildiriyor. Kabine toplantısında Osmanlı Bankasının du­rumu görüşülmüş ama Sadrıazam bu konuyu şimdilik gün­demden çıkartmış. Önce benim hakkımda tahkikat yapmak istiyormuş. Şu telgraf meselesi.

Vambery’ye bu mektubun suretini gönderip atacılık et­mesini istedim. Yazdığı cevapta açıkça 700 000 lik işte 5 000 al­tın komisyon alacağını bildiriyor.

Verdiğim cevapta kendisinin böyle küçük hesaplar peşin­de koşmaması gerektiğini, 5-10 binin hiçbir değeri olmadığını, yaptığı vazifenin eski kavmine karşı tarihî bir önem taşıdığını anlattım. «Sadrıazam meseleyi Sultana açmak için senin benim hakkımda yazacağın mektubu bekliyor. Lütfen türkler gibi “yavaş” hareket etme, Allah aşkına harekete geç ve yarından tezi yok şu mektubu yaz» dedim.

28 Aralık 1900

Vambery gerçekten gereken mektubu yazdı. Bunun üze­rine ben de kendisine bankerlerin bana yazdıkları muvafakat mektuplarının orijinallerini gönderdim : «Madem ki sen bana inanıp yazdın, işte ben de sana yalan söylemediğimi, gerçek­ten bankerlerle münasebette olduğumu ve bana selâhiyet ver­diklerini tevsik eden vesikaları gönderiyorum. Almanyada olanı tam seksen senelik bir bankacılık müessesesidir ve resmî mahfillerdeki kredisi de sonsuzdur. Bütün talepleri tek başına bile karşılayabilir» diye yazdım. Malûm sebeplerden ötürü bu isimleri kimseye açıklamamasını da ricayı unutmadım.

*

*          *

Vambery 29 Aralık günü yazdığı bir mektupta çok mühim bir noktayı işaret ediyor. «Veda etmek için Sultanın yanma girdiğimde bana —politikacı deyimiyle— metelik vermedi, bütün istediği para ve kuvvet» diyor. Bunun üzerine kendisine uzun bir mektup yazıp bilhassa şunları bildirdim :

«Ocak ayının ortalarına doğru bir seyahate çıkacağım ve malî çevrelere tesir ederek Türk Hükümetinin bütün bu kay­naklarla alâkasının kesilmesini temin edeceğim. O zaman be­nim yabana atılacak bir kimse olmadığımı anlamış olurlar. Fa­kat bunu yapmazdan önce bu yerleşmenin dostça yapılması için son bir teklifte bulunacağım. Şimdiye kadar birçok vesilelerle Türklere dost olduğumu göstermeye çalıştım. Türk Yu­nan savaşı sırasında sağlık heyetlerinin gönüllü olarak cephe­ye gitmesini, yaralı askerler için Avrupanın çeşitli bölgelerin­de kampanya açılmasını ben temin ettim. Her Siyonist kongre­sinden önce gayet hürmetkâr ifadelerle telgraf çektim. 700 000 e ihtiyaçları olduğunu söylediklerinde en uygun şartlarla elde etmelerini ben sağladım. Fakat bir tek teşekkür cümlesi dahi bana çok görüldü, esirgendi. İçlerinden birisi Türklerin Yahudilerin Filistine girmelerine, onlar orada bir Yahudi Krallığı kuracağı için müsaade edemezler deyip çıktı. Bu çok safça bir şey. Yahudilerin istedikleri sadece mesut yaşayabilecekleri, çalışabilecekleri ve Sultana tâbi olacakları bir memlekettir. Sultanın bütün İmparatorluğu da bu yerleşmenin semeresini en yakın zamanda görebilecektir. Fakat bunu istemediler. Pe­kâla. Kimse onları Yahudilerle dost olmaya icbar edemez el­bette. Fakat Yahudiler sizden birşey beklemiyorsa siz de onlar­dan birşey beklememelisiniz.

Bu itibarla Ocak ayımn ortalarına kadar çağırılmamı bek­leyeceğim. Bir ses çıkmadığı takdirde yukarıda bahsettiğim seyahate çıkacak ve en acil ihtiyaçlar için dahi Türk Hüküme­tinin on para borç bulamamasını temin edeceğim. Sonra da muhaceret konusunda bize uygun teklifleri olan Kanada ile müzakereye oturacağım.

Dostlarınıza söyleyiniz. Beni bir kere dinlesinler sonra istedikleri kararı versinler.

İşte böyle amcacığım. Eğer Sultan 15 Ocak tarihine kadar beni çağırmazsa bahsettiğim seyahate çıkacağım».

7 Ocak

Vambery benim son mektubumdan Sultana bahsettiğini yazıyor, fakat bir sonuç beklemediğini de ilâve ediyor.

*

*          *

Dr. Herzl Vambery’ye yazdığı gibi faaliyete geçer ve önce Avusturya Başvekili Koerber ile konuşur. Sonra Paris’e gider. Daha yolda iken Osmanlı Bankasının Londradaki «sahiplerini» bu bankanın eski bir müfettişinden öğrenir. Gayesi Osmanlı İmparatorluğunun malî işlerini yöneten bu bankayı toptan satınalmak, bu yoldan Sultan Abdülhamid üzerinde baskı yapmaktır. Önce Londra’da kendi adamları ile buluşup müzake­relerde bulunur. Osmanlı Bankası idarecilerine verilecek 50 milyonluk bir garanti ile Türkiyeye akan musluklar kökten kesilebilecektir. Bu arada Rothschild’lerle temasa geçer, müna­sebetleri eskisi gibi değildir. Tam anlaşmaya varmasa da artık zıt kuvvetler veya düşman kamplarda bulunmak durumundan kurtulurlar.

Bu arada İstanbul’daki ajan Crespi’den birkaç defa mek­tup gelir, Sadrıazamın ikna edildiğinden, şu kadar milyona acele ihtiyaç bulunduğundan v.s. bahsedilir, fakat hepsine red cevabı verir. Bankerlerin sırt çevirmeleri Bab-ı âliyi sıkıntıya düşürmeye başlamıştır. Bir taraftan da Rusya’daki adamları vasıtası ile harekete geçen Herzl, Yafa’dan itibaren Hicaz isti­kametinde yapılacak olan demiryolunun Rusyadaki hisselerini satın alma kampanyasına girişir. Hisseleri ele geçirmek sure­tiyle Filistinde inşa edilecek bu demiryolu konusunda söz sa­hibi olmak istemektedir.

Nisan başlarında Sultan Abdülhamid Vambery’yi İstanbul’a çağırır, niyeti İngiltere Kralı ile arasının düzeltilmesi işinde aracı olarak onu kullanmaktır. Bu daveti Vambery Dr. Herzl’e haber verir. O da eski ricalarını tekrarlar ve muhak­kak bir randevu temin etmesini ister. Vambery büyük sami­miyetle onun hesabına çalışmaktadır.

8 Mayısta İstanbul’dan dönen Vambery iyi haberler getir­mektedir. Dr. Herzl Crespinin telgrafı üzerine Viyanadan Peşte’ye kadar gidip Orient Ekspresten inen dostunu karşılamış­tır :

«Sultan seni kabul edecek dostum, ama bir Siyonist ola­rak değil de dünyadaki Yahudilerin lideri ve meşhur bir gaze­teci olarak» dedikten sonra şöyle devam etti: «Onunla Siyonizm hakkında konuşmamalısın. Bu bir fantasmagoryadır [[40]]. Ku­düs bu adamlar için Mekke kadar mukaddes bir şehirdir. Maamafih Siyonizm, hıristiyanlığa bakış ehven-i şerdir. Ben ora­da bulunduğum sürece seni kabul etmeyi reddetti, ama sonra razı oldu. Sana iki mektup vereceğim. Birisi Başkâtip Tahsin Beye hitaben — ki kendisi benim sadık arkadaşımdır —, diğeri de Wellisch adlı iyi bir Yahudi. Ama sen sabırlı olmalısın, bu iş bir iki hafta uzayabilir».

Beni kapıya kadar geçirdi, orada öpüşerek ayrılırken, iki gün sonra gelip mektupları ve gerekli bilgileri almamı söyle­di. Aklıma gelen şu soruyu sordum : «Sultan konuşma arasın­da bana şahsen atıfta bulundu mu?» Cevap olarak «Senin adı­nı bile bilmediğine eminim» deyip kesti. Bu mümkün olabilir mi?

Her ne hal ise, nihayet Sultan Abdülhamid ile konuşmak şerefine nail olacağım.

Eğer Filistini bana satmak isterse malî yönden sıkıntıya düşeceğim. Parayı da temin etmeliyim.

*

*          *

15 Mayıs, İstanbul’

Beş yıl sonra İstanbul’da ve ayni oteldeyim. Hatta Newlinsky ile vaktiyle kaldığım ayni odadayım. Değişmiş bir adam olarak pencereden hiç değişmemiş olan Halic’e bakıyorum. Gü­zellik beni pek ilgilendirmez, benim için dünya görünüşten ziyade irade’dir.

*

*          *

Dr. Wellisch aslında macar Yahudisi ama Türk devletinin hizmetine girmiş, bizim için gerçekten faydalı bir insan. Tam bizim muvasalâtımızda geldi ve kendisini tamamen bizim iş­lerimize vakfetti.

Sonra bizim «makas-bileycisi» Crespi geldi, bunu artık defedeceğim, ama arkadaşça ve güleryüzle karşıladım ve yarın uğramasını söyledim.

İkinci gün (dün sabah) Vambery’nin bir telgrafı ile gel­di: «Herşey yolunda». Onun fikirlerini öğrenmek istedim. Ben ondan daha çok şey biliyorum. Sonra açıldı ve bana rüşvet ve­rilecek kimselerin bir listesini verdi. Tabiatiyle bu listeyi şüp­heli kabul ediyorum. Fakat bunlara Wolffsohn’un ödeme yap­masını sağlayacak ve bu müessir kişileri elde edeceğim.

Sabah saat 10.30 da Wellisch’le bir arabaya binip Yıldız Sarayına gittik. Vaktiyle Newlinsky ile geçtiğimiz yollardan geçtik, yine muhafızlar, askerler, kapıcılar...

Tahsin Beyin dairesine gidip güzel manzaralı bir salonda bekledik. Tahsin Beye kartımızı gönderdik, az sonra gelen bir görevli Tahsin Beyin çok meşgul olduğunu bildirdi.

Wellisch ona bir tezkere yazarak bende Vambery’nin bir mektubu olduğunu bildirdi. Bunun üzerine gelen başka bir gö­revli benim mesleğimi sordu :

«Yazar, edebiyatçı» dedim.

«Neue Freie Presse’in müdürü mü?»

Wellisch’e bir gazetenin temsilcisi olarak değil sadece bir yazar olarak takdim edilmek istediğimi söyledim.

Birkaç dakika sonra tekrar gelen görevli Tahsin Beyin yanma götürdü.

Kara sakallı, gözleri sanki yarı yarıya kapalı ufak tefek bir 'adam. Biz girince ayağa kalktı, elini uzattı, yazı masasının kar­şısında yer gösterdi ve türkçe bazı nezaket cümleleri ile hoşgeldiniz dedi. Wellisch bunları bana tercüme etti, ben de ayni soğuk nezaket cümleleri ile teşekkür ettim. Gösterdiği hüsnü kabulden memnun olduğumu, bu güzel şehre ilk defa gelmedi­ğimi, 1898 yılında burada Alman Kayzer’i tarafmdan kabul edildiğimi ve Sultanın sadık bir dostu olduğumu söyledim. Sonra onun bir suali üzerine burada 3-4 gün kalacağımızı bil­dirdik ve ayrıldık.

Dünkü bu olaylardan sonra şimdi bekleme durumunda­yım.

14 Mayıs, İstanbul’

Dün Wellisch Yıldız’a gidip bizim işlerin iyi gittiği haberi ile döndü. Kendisine de bana verilen nişan verilecekmiş, bunu tebliğ etmişler. Ona kendimin nişanını gösterdim. Ziyaret sı­rasında nasıl giyinmem gerektiğini sordum. Bugün bu hususta bir karar verecek. Tahsin Bey Cuma selâmlığına davet etti. Ondan sonra Sultanı görüp göremiyeceğimi öğreneceğim. Gö­rünüşe göre Sultan beni debdebeli saltanatlı bir şekilde kabul etmek arzusunda.        *

*          *

Öğleden sonra Kapalıçarşı ve Ayasofya’ya gittik. Akşam da yalnız Taksim Bahçesine gittim, oradan Boğaz çok şahane görünüyor. Bu sıralarda hayat görüşüm değişiyor «Dünya bir rüyadır»dan geçip «Dünya bir mücadeledir»e geliyorum.

Öğle vakti Oskar Marmorek’i Crespi’ye gönderdim ve Nu­ri ile Crespi’nin evinde bir buluşma tertip etmesini söyledim. Nuri buna imkân bulunmadığını zira kendisinin daimî göz al­tında tutulduğunu bildirdi.

Akşam Anadolu Han’ına gittim, sadık arkadaşım Wolffsohn hala hasta idi. Ayrılırken beni merak ediyordu. Şaka ettim : Eğer sabah geri dönmeyecek olursam beni Crespi’nin ininde ararsınız.

Crespi beni Anadolu Hanı’n pasajında bekliyordu. Önün­den geçerken kendisiyle evinde konuşmak istediğimi söyledim. Peşimden geldi. Eski, harap evi Anadolu Hanın arkasındaki bölgede idi, döşemesi de hayli pejmürdeydi. Çalışma odasına Viyanamn aristokrat havasmı vermişti. Duvarları gazete baş­lıkları ile süslenmişti.

Konuşmasına mahçup başlıyor sonunda yüzsüzlüğe varı­yor, beş franktan milyon altına geçiyordu. Daha önce bana söylenen kötü şeyler konusunda ürkek konuşuyordu.

Sanki hiçbirşey bilmiyormuşum gibi davranıyordum. Vam­bery bana bu gurubun hiçbirşey yapamıyacağı gibi herşeyi ya­pacağım da söylemişti. Şimdi bununla alâkayı kesebilirdim, ama istikbalde bunları yine kullanabilirim, onun için o yola gitmeyeceğim. Bana Dirsztay’dan aldığı bir mektubu gösterdi, eğer randevu gerçekleşirse Crespi’nin benden her ay 1500 frank alacağını bildiriyordu. «Evet» dedim, «Eğer ben bütün plânı Sultana sunarsam ve o da bunu tetkik etmek üzere bir komite kurarsa».

Fakat şimdi alâkayı bütün bütün kesmek de doğru olmaz­dı, Kongre toplanmazdan önce bana bir oyun oynayabilirdi. Onun için kendisine şimdilik ayda 1000 frank vereceğime söz verdim. İleride Komitenin kararı ile bu 1500 olacaktı.

Bu arada Nuri’nin tıpkı Viyanada verdiği makbuza ben­zer bir makbuzu aldığı paralar karşılığında vermesi şartını or­taya attım. Tahsin Beyin «Üçtebir»ini bu arada zikretmedim, onun üzerinde de düşünmek lâzım. İzzet Bey kanadına men­sup Nuri gurubunu elde tutmak 10 000 frankla mümkün olabi­lecek, yoksa bana karşı kullanılabilirler. Bu artan masrafları arkadaşlarıma haber vermeliyim.

Crespi bu arada galiba ilk defa doğru bir lâf etti, Sultan tarafından kabul edilmemden önce hiçbir şey yapmaya mukte­dir olmadığını söyledi. Nuri Bey de bana verilmesi söz verilen Nişan’ın daha büyük derecesinin verilmesini dahi temin ede­cek durumda değildir. Ama ben verilecek İkinci Sınıf Mecidiye nişanını kendim reddedemez miyim?

Bu sabah Wellisch’e Tahsine gidip, benim nişan meraklısı olmadığımı, beş sene önce ben istemediğim halde Üçüncü Sınıf nişanı evime kadar gönderdiklerini, nezaketen onu reddetme­diğimi, şimdi ille bir nişan vermek istiyorlarsa ancak birinci sınıfını kabul edebileceğimi söylemesini istedim.

15 Mayıs, İstanbul’

Bugün yine boşuna bekleme ile geçti. Her an Sultanla ko­nuşmanın ne şekiller alabileceğini düşünüyorum. Günün olay­ları :

Akşam Taksim Bahçesine gittim. Orada Nuri Bey bir avrupalı ile oturuyordu, ben varınca mendilini çıkarıp sakalını silip yüzüne tuttu, ben de bunun üzerine kendisini görmemiş gibi davrandım. Wolffsohn ve Marmorek’e çıkarken bakıp onu tanımalarını ve bizim rüşvetlerin nereye gittiğini bilmelerini söyledim.

19 Mayıs, İstanbul’

Bugün belki büyük bir gün olacak, belki çok küçük bir gün veya hiç. Hala kabul edilmedim.

Eğer kabul edilmezsem Vambery’ye bir telgraf çekeceğim, öyle bir telgraf ki buradakiler de okuyup anlayabilsinler.

Sabahleyin Neue Freie Presse’ye göndereceğim «Şavuot Hikâyesi»ni düşündüm : Güneş, bir diplomatın son aşkı, Tarabya’da ifade edilmiş bir aşk, ayaklarının dibinde Boğaziçinin su­ları... v.s.

Sonra Sultan Abdülhamid’i düşündüm, belki o tam tahay­yül ettiğim gibi bir «Patron»dur.

Aynanın karşısında sanki huzurda imiş gibi konuşuyor­dum : «Majesteleri bendelerinin açıkça, samimiyetle ve ciddi konuşmalarına müsaade ederler mi?»

«Ben küçük hizmetler için değil büyük işler için geldim».

«Bir gazete makalesine 50 ilâ 500 Lui Altını verilir, ben ise satmam, kendim veririm».

«Androclus ve Arslan hikâyesi v.s.».

Bunların ne kadarını gerçekleştirebileceğim?

19 Mayıs, İstanbul’

Herşeye kavuştum.

Dün hiçbirşey yazmaya fırsat bulamadım, zira sabahtan Saraya çağırıldım ve akşam geç vakte kadar heyecanla bekle­dim. Sultanla yaptığım bu ilk konuşmayı hemen yazamadığım için de tazeliğini kaybetti.

Cuma sabahı saat 10 da dikkatle tuvalet yapıp, frağımı gi­yip Mecidiye nişanımı takıp Wellisch ile birlikte arabaya binip

Yıldız Sarayına gittik. Hava oldukça ılık olmasına rağmen paltomu çıkarmadım ve içeriye toz dolmaması için pencereleri sıkı sıkı kapadım. Selâmlıkta bulunacak olan birlikler yürü­yorlar, atlılar, görevliler vazife başında bulunuyordular.

Selâmlık sırasında fevkalâde emniyet tedbirleri almıyor ve o bölgeden kuş uçurulmuyor, ama bütün kapılar sanki si­hirli imiş gibi önümde açılıyordu. Derhal içeri alınıp Birinci Kâtip Tahsin Beye götürüldük, yanında Fuat Paşa vardı. Tah­sin Bey pek memnun görünüyordu, beni Fuat Paşa’ya takdim etti. Ondan sonra Merasim Nazırı İbrahim Bey tarafından çağırıldım. Kır sakallı, yuvarlak omuzlu bir adam bu İbrahim Bey. Orada da muhteşem bir şekilde karşılandık, sonra beş yıl önce Newlinsky ile birlikte bulunduğumuz yabancılara mah­sus seyr mahalline alındık. Bu defa eskisi kadar kalabalık yok­tu Cuma selâmlığında. Saat bire kadar orada dikilmekten de pek hoşlanmadım doğrusu.

Sanki gölge bir yerde oturma arzum anlaşılmış gibi, bir yaver gelerek Sefirlere mahsus kabul odasında oturmak ister miyim diye sordu. Orada diplomatik erkân da bulunuyordu. Bunlar yakın mesafeden uzakta olduğundan daha aptal görü­nen kimselerdir. Kadınları bile pencereden, uzaktan zarif gö­rünürler, ama yakından bakınca böyle değildirler. Diplomatla­rın tâbiri ile güzel «Osmanlı Operası» selâmlık merasimi çabuk geçti. Her cuma ayni şey. Birlikler yürümeye başladı, saray mensupları, prensler, hanımlar, paşalar... herkes yürüyüp geç­ti. Sonra müezzin minareden öğle ezanını okudu, padişah ara­bası ile gelip girdi. Bundan sonraki yarım saat oturup çirkin diplomatları seyretmekle geçti. Sonra Majestenin mabeyncisi misafirlere hoşgeldiniz dedi, bana Birinci kâtip Tahsin Bey tarafından kabul edilmek üzere beklendiğim söylendi. Bu sı­rada elinde bir kutu ve yanında limandaki Rus filosunun ami­rali ile göründü. Amirale nişan takılacaktı. Amiral biraz kıza­rarak büyük bir iftiharla nişanı ve tebrikleri kabul etti. Ben bir köşede olanları seyrediyordum. İbrahim Bey bana doğru gelerek, Sultanın İkinci Sınıf Mecidiye nişanının bana verilme­sini emrettiğini söyledi. Son derece nazik cümlelerle teşekkür ederek, beş yıl önce bu nişanın Üçüncü Sınıfının bana tevcih edilmiş olduğunu, nezaketen o zaman reddetmemiş olduğumu, eğer Birinci Sınıfı tevcih edilirse kabul edebileceğimi arzettim. İbrahim Bey de son derece nazik cümlelerle durumu Sultana arzedeceğini söyledi.

Nihayet herkes odadan çıktı ve ben yalnız kaldım. Bir müddet sonra hizmetkârlar geldiler ve çakıl yollardan yürü­yerek başka bir köşke geçtik, orada önce İbrahim Bey tarafın­dan kabul edildim. Beşuş bir çehre ile Majestenin bana Meci­diye Nişanının Büyük Kordonunun tevcihine emir buyurduk­larını haber verdi. Birkaç dakika sonra başka bir odaya alın­dım, buradan girilince kabul odası geliyordu.

«Sultan» tam resimlerinde gördüğüm şekilde önümde du­ruyordu; Biraz kısa, zayıf, büyük kemerli burunlu, düzgün sa­kallı, titrek sesli. Üzerinde selâmlık merasiminde giydiği Bü­yük Üniforma vardı, nişanlarını takmıştı, ellerinde eldiven vardı. Bana elini uzattı ve oturduk. Az sonra sandalyeme iyice yerleşip rahat bir şekilde oturdum. O bir divana oturmuş, kı­lıcını iki ayağı arasına almıştı, İbrahim ayakta dikiliyordu. Sanki onun veya benim ağzımdan çıkacak kelimeleri kapacak­mış gibi duruyordu.

Sultan İbrahime hitaben konuşurken kendisini dikkatle tetkik ettim, ayni şeyi ben fransızca konuşurken o yaptı.

Söze selâmla başladı, ben de öyle yaptım. Neue Freie Presse gazetesini daima okuduğunu söyledi. Bir kelime alman­ca bilmediği halde nasıl okuduğunu merak ettim. Transval, Çin v.s. hususunda bu gazete vasıtasiyle bilgi aldığını söyledi. Ben de verilen nişana teşekkürlerimi ifade ettim. Sonra bizim memleketler arasındaki (yani Türkiye ve Avusturya) dostane münasebetlere işaret etti. İmparator Franz Josef’in iyi olup olmadığını sordu, daha bunun gibi şeyler.

Ben bu konular üzerinde durmadım ve İbrahim Bey va­sıtası ile kendilerine Yahudilere karşı davranışları dolayısiyle medyunu şükran bulunduğumu söyledim. Bütün dünyadaki Yahudiler bu sebeple kendisine minnettar bulunuyordular. Bil­hassa kendisine büyük hizmetlerde bulunabileceğimi, küçük hizmetleri herkesin görebileceğini anlattım. Bugünkü konuş­mamız hakkında bir tek satır dahi yazmamış olduğum hususu üzerinde tekiden durdum. Benimle tamamen gizli kalacak şe­kilde konuşabileceğini söyledim. Bana teşekkür etti, gümüş bir kutudan iki sigara aldı, birini bana verdi, diğerini kendisi aldı, İbrahim Beyin sigara içmesine müsaade edilmiyordu, o önce Sultanın sonra benim sigaralarımızı yaktı. Sonra Sultan şöyle dedi:

«Ben öteden beri Yahudilere dostluk gösterdim. Gerçekten sadece müslümanlara ve Yahudilere itimat ederim. Diğer te­baamla ayni şekilde hiçbir zaman samimi olmamışımdır».

Bunun üzerine ben Avrupa memleketlerinde Yahudilerin uğradıkları haksızlıkları ve zulümleri anlattım. İmparatorlu­ğunu Yahudi mültecilere daima kapısı açık bir melce olarak tuttuğunu söyledi.

Şöyle dedim :

«Profesör Arminus Vambery bendenizi majestelerinin ka­bul edeceklerini haber verdiği zaman Androclus ve Aslan adlı eski hikâyeyi düşündüm [[41]]. Majesteleri arslan ve bendeleri de belki köle Androclus, ve belki de kurtulacak bir taht var».

Bu komplimanı tebessümle karşıladı.

Açık ve teferruatlı şekilde konuşabilir miydim? Evet, bu­na müsaade ve rica etti.

«Görüşüme göre hikâyedeki taht sizin devlet borçlarınızdır. Eğer Türkiye bundan kurtarılırsa inanıyorum ki şimdiki kudretinin ve hayatiyetinin iki mislini kazanır».

Sultan içini çekti ve iç çekerek tebessüm etti. İbrahim Bey söylediklerini tercüme etti: Daha saltanatın başlangıcında Ma­jesteleri tahttan uzaklaştırılmaya boşuna uğraşılmıştır. Bu taht büyük ecdadı tarafından kurulmuş ve ona intikal etmiştir ve kendisinden uzaklaştırılması imkânsız görünmektedir. Eğer bu konuda kendisine yardımcı olursam iyi olacaktır.

«Evet» dedim «Bunu yapabileceğime inanıyorum, fakat birinci şart herşey in son derece gizli kalmasıdır».

Haşmetmeâb gözünü yukarı kaldırdı, elini göğsüne koydu ve mırıldandı: «Gizli, gizli».

Bu ısrarımın sebebini anlattım. Büyük Kuvvetler Türkiyeyi daima tesirleri altında tutabilmek için onun gittikçe daha zayıf olmasını istemektedirler. Bunu temin etmek için ne müm­künse yapacaklardır.

Bunu anladı.

Ben konuşmama bilhassa bu hususu başa alarak devam et­tim. Bu şekildeki faaliyeti bütün Avrupa borsasım ellerinde bulunduran arkadaşlarımı Haşmetmeâbın tarafına çekerek ön­leyebilirim. Maamafih, zamanı geldiğinde bunun karşılığında bazı ölçüler dahilinde Yahudilere dostluk izhar edilir.

İbrahim Bey Majestelerinin söylediklerini âdeta içer gibi dinledi ve bana mesut bir yüzle tercüme etti: «Majestelerinin bir saray mücevhercisi vardır, kendisi Yahudidir. Ona Yahudiler hakkında bazı uygun şeyler söyleyerek basma intikal ettir­mesini söyleyebilirler. Bir de buradaki Yahudilerin Baş Rabbisi vardır, Hahambaşı. Ona da bazı şeyler söyleyebilirler».

Ben bunu reddettim. Arkadaşım Dr. Marcus, benim adım geçtiği zaman bu Hahambaşı’nın suratını ekşitip yere tükürdü­ğünü söylemişti.

«Hayır» dedim «Bu bizim maksadımıza hizmet etmez. Bi­ze faydalı olacağı anlaşılmadan dünyaya açıklanmamalıdır. Bunu ne zaman yapacağımızı bendeniz tespit edip sonra Haşmetmeâba arzederim. Ben şimdi dünya Yahudilerinin Türk İm­paratorluğu için fiilen çalışmalarını temin edeceğim. Bu şe­kildeki bir beyanname de empoze edici bir karakter taşıyacak­tır. Hahambaşı ile konuşulanlar sadece Türkivede kalacaktır».

Majeste söylediklerimi hep tasvip ediyordu, devam ettim:

Bütün bu memleketin ihtiyacı bizim kavmimizin endüstri meharetidir. Avrupalılar buraya sırf kendilerini kısa zamanda zengin etmek ve dönmek için gelmektedirler. Bir müteahhit kazanç sağladığı memlekette yaşayacak, orada kalacaksa na­muslu davranmak zorunda kalacaktır».

Majeste bunları da tasvip etti ve İbrahim Bey bunu neşe ile bana nakletti ve şöyle dedi:

«Bizim memleketimizde hâla el sürülmemiş hazineler bu­lunmaktadır. Yalnız bugün Haşmetmeâb Bağdad’dan bir tel­graf aldılar, bunda orada bulunan petrolün Kafkas petrollerin­den daha üstün kalitede olduğu bildirilmektedir». Eğer bura­da uzun süre kalabilecek olsaydım Majesteleri Anadolu Demir­yolları tarafından yapılan çalışmaları bir görmemi isterdi. Hat­tın sağında ve solunda cennet gibi araziler uzanmaktaydı. Ma­denler, altın ve gümüş madenleri bulunmaktadır. Majesteleri­nin selefleri zamanlarında altın madenleri işlenmiş, külçe ve para haline getirilmiş ve askerî masraflar böylece karşılan­mıştı.

Gerçekten Haşmetmeâbın konuşması sırasında iki elini açarak havada çokluk işareti yaptığına dikkat etmiştim.

Sonra sürprizli şeyler vaki oldu. Haşmetmeâb İbrahim Bey aracılığı ile bana, memlekette yeni kaynaklar meydana getirebilecek dirayetli bir maliyeciyi tavsiye etmemi rica etti. Bundan pek ağır vergi de alınmazdı, meselâ kibrit vergisi gibi olurdu.

Bu gizli davranma gösterisinden son derece ümide kapıl­dım. Fakat dedim ki: «Bu beni büyük mesuliyet altına sokar, çünkü tavsiye edeceğim kimsenin dürüstlüğü yanında bir de kifayeti mevzubahistir. Bu sebeple araştırma yapmam ve Ma­jestelerinin tam aradığı adamı bulmam lâzımdır, bunu en kısa zamanda yapabilirim. Anladığıma göre bu zat son derece giz­lilik içinde yalnız malî mevzularda çalışmalı vardığı neticeleri bana vermeli, ben de ondan aldığım bilgilere istinat ile ekono­mik kalkınmayı gerçekleştirecek bir plân hazırlamalıyım».

Fakat Sultan başka fikirde idi. Görüşünü kendisini dik­katle dinleyen İbrahim Beye anlattı o da bana nakletti: «Zat-ı Haşmetpenahileri bu şahsa resmi bir hüviyet vermenin daha iyi olacağı kanaatinde bulunuyorlar, öyle olursa az alâka çeker fikrindeler. O kimseyi Maliye Nezaretinde herhangi bir yere tayin ederler, o da size muntazaman raporlarını verir. Haşmetpenah sonra sizinle gizli ajanları vasıtası ile temas ederler».

Bu fikrin son derece doğru olduğunu teslim ettim ve mek­tuplarımın Zat-ı Haşmetpenahilerinin eline nasıl ulaşabileceği­ni sordum, zarfın üzerine koyacağım özel bir mühür veya işa­retle mi?

Majeste İbrahim Bey aracılığı ile benim kendi mührümün kâfi olduğunu, benim tarafımdan mühürlenecek mektupların Tahsin Bey vasıtası ile doğrudan doğruya kendisine getirilece­ğini söyledi.

Bundan sonra Haşmetmeâb muallakta duran millî borçla­rın konsolide edilmesi konusuna geçti. Ben bunun ne demek olduğunu sordum. Majeste bunu bana nakletmek üzere İbra­him Beye anlattı. Konsolidasyon eskisini kapatmak için veri­len yeni bir borçtur, bir yıl önceki zararı kapatmak için 1,5 milyon lira verilir ve tamamı düzeltilmiş olur.

Ben omuz silkerek «Ne, bu kadar az mı?» deyince Majeste de müteessif bir eda ile omuzlarını silkti ve hazin hazin gülüm­sedi.

Bütün konsolidasyon projesi hakkında bilgi verilmesini rica ettim, büyük işlerden birisini başarabilmek için bunu hal­letmenin nasıl mümkün olabileceği konusunda düşünmek için bu lâzımdı. Konsolide etmek belki iyi belki kötüdür, herşeyden önce bütün plânı bilmeliyim. Majeste benim bu arzumun yerine getirileceğini söyledi. Birisi lüzumlu bütün malûmatı bana verecekti.

Sonra konuşmamıza devam ettik. Onun alâkasını çeken her konuda konuşuyorduk. Bu benim de ilgimi çekiyordu. Ka­ba hatları ile istikbal hakkında bir program çizdim, bunların hepsi bu muhteşem şehir ve İmparatorlukta gerçekleştirilebilir hususlardı. Birer nişan vermek vesilesiyle arkadaşlarım Wolffsohn ve Marmorek bu işlerde kullanılabilirdi. Yeni gelir kay­nakları düşünülebilir, meselâ bir elektrik enerjisi monopolü kurulabilirdi.

Majesteleri, İbrahim Bey vasıtasiyle, sarayında bir elek­trik tesisatı olduğunu, kendilerinin ışıktan hoşlandıklarını ve diğerlerinden ziyade bu konunun ele alınmasının iyi olacağı kanaatinde olduklarını bildirdi.

Ben şehirde yapılması mümkün gelişmeleri anlattım. Me­selâ altından en büyük gemilerin bile geçebilecekleri (Marmorek’in fikri idi) bir köprünün Haliç’in ağzına yapılmasını ileri sürdüm.

Majesteleri benim bu projeler üzerinde zamanla durabile­ceğimi, önce devlet borçlarından kurtulma konusuna kendimi hasretmemi İbrahim Beyin aracılığı ile rica etti.

Yorulduğumu hissettim. Konuşmamız iki saatten fazla za­mandır devam ediyordu. Konuşma tam istediğim yolda cere­yan etmişti. Şimdi benden daha fazla teferruat üzerinde bilgi isteyeceğinden emindim. Bu sebeple konuşmayı tavsattım. Ma­jeste de söyleyecek başka birşey bulamadı ve ayağa kalkarak bana elini uzattı. Ben biraz durup konuştuklarımızın anlaştı­ğımız gibi tam bir gizlilik içinde kalmasını rica ettim. Majeste de tekrar etti: «Gizli, gizli».

Bizim Kongreyi düşünerek, bu arada bir deklarasyonla Yahudilerden bahsedilmesi arzusunu izhar ettim ve bütün de­tayları ile konsolidasyon projesi ve malî durumun bana bildi­rilmesini istedim. Bu hususların yerine getirileceğini söz verdi.

Sonra Sultan kapıya doğru birkaç adım attı, İbrahim Bey ve ben eğilerek geri geri çekildik, Sultanın her dönüşünde eğildik ve çıktı.

Daha Önce yazmayı unuttum, konuşmamız arasında Sultan kendisinin Yahudilerin dostu olduğunu söylediği sırada yerim­den kalkmış ve önünde eğilmiştim.

İbrahim Beyle kendi odasına gittik. Orada bana içinde Büyük Kordon’un bulunduğu kırmızı kutuyu verdi. Selâmlık sırasında Rus amirali Kriger’e verilenin aynısı idi. Salondan çıktım, giriş kısmında bahşiş isteyen bir sürü elin bana uzan­dığını gördüm. Birkaç altın para saçıp geçtim.

Sultanın Sarayından dışarı çıktığımda beni dışarıda kim bekliyordu? Crespi! Onu benim yanımda görürse İbrahim Beye karşı çok mahçup duruma düşecektim, fakat Crespi bir yana itilecek gibi değildi, benimle ta kapıya kadar geldi.

Kapıda bir gurup bahşişçinin hücumuna daha uğradım. Bir gurup arabamın etrafını çevirmişti, cebimde ne varsa çı­kardım ve Crespi’yi Wellisch’i almaya gönderdim. Arabaya güçlükle bindim ve o sırada Wellisch’in gelmekte olduğunu gördüm ve ayni anda saraydan çağırıldığımı işittim. Çağıranın İbrahim Bey olduğunu zannettik, ama İzzet Bey idi ki kendi­sini beş yıldır görmemiştim. Kabul köşkünün önündeki fun­dalıkların yanında dikilmiş birisi ile konuşuyordu. Geçerken beklediğini belirten bir gülümseme ile bana baktı. Dairesine girdim.

Orada bilmediğim bir kişi vardı yanında da bana Cuma Selâmlığı sırasında Sefirler odasında oturabileceğimi ve sonra da Birinci Kâtip tarafından beklendiğimi söyleyen görevli vardı.

Bunların manası ne idi?

Bir süre bekledim. Bütün bu bekleme süresinin en güzel tarafı görünen penbe ve mavi manzara idi. Nihayet İzzet Bey geldi, gözünde vahşi bir hayvanın bakışları, dudaklarında bir arkadaşın tebessümü vardı. Bana bir sigara ikram etti, bir ta­ne de kendisi aldı ve çok eski bir arkadaş gibi davrandı.

Sanki yegâne arzum bu imiş gibi «Sizinle ne zaman konu­şabilirim» diye sordum.

«Niçin şimdi olmasın» cevabını verdi.

Çok yorgun olduğumu söyledim. Sultanla yaptığımız uzun konuşma bütün gücümü tüketmişti. Yarma kadar bekliyeyim, zaman herşeyi konuşabiliriz dedim.

Sondaja devam etti: «Borçların konsolidesi ile ilgili» de­di, sanki herşeyi biliyor ve Sultan’ın konuşmasına devam edi­yordu.

Yorgun gözlerle pencereden bakmaya başladım. Konuş­madan çok yorgun çıktığımı, düşünme ve konuşmaya iktida­rımın kalmadığını söyledim, nezaketle, bana yarın için (yani dün) bir randevu vermesini rica ettim. Saat 12 için anlaştık ve ayrıldım.

Arabada beraberimde gelen Wellisch nişan ve uzun konuş­ma sebebiyle heyecanlı ben ise başarılı olduğum zamanlardaki gibi gayet sakindim. Wolffsohn ve Marmorek otelin penceresin­de sabırsızlık ve endişe ile beni bekliyorlardı. Daha uzaktan, arabadan elimi salladım. Kucaklaştık. Normal zamanlarda bile heyecanlı olan Marmorek, sabırsızlanıyor, Wolffsohn teferrua­tı anlatmamı bekliyordu. Fakat bu seyahat sırasında en aziz arkadaşlarıma bile fazla açılamazdım. Şöyle dedim :

«Size birşey söylemiyeceğim, bir kelime bile. Dönüşte tre­ne bindiğimiz zaman bazışeyleri öğrenirsiniz. Bu sizi sır sak­lama zahmetinden kurtaracaktır».

İyi arkadaş olduklarından bana hak verdiler.

Crespi göründüğü zaman zor kurtulup yerime gidebildim.

ve suç ortağı Nuri, Vambery’nin vadettiği mükâfatın peşin­de idiler. Bana beraberce Nuri Beye gitmemizi teklif etti, fa­kat ben yanaşmadım. Şimdi çok daha dikkatli olmalı ve bir arada görünmemeliyiz, dedim. Yarım saat sonra Nuri Beye gittim, herşeyi kendisi yapmışçasına mühim adam pozları alı­yordu. Onu hayal içinde bıraktım. Büyük lordların sanatların­dan biri de kendilerini soydurmaktır. Bir hırsız gibi, ki öyledir, sevinsin biraz.

Benim tercümanlığımı yapan Merasim Nazırı İbrahim’in kendi listesinde bulunup bulunmadığını sordum.

«Hayır, o yok» diye cevaplandırdı Ekselans Nuri, kim ol­duğunu bilmek istiyordum. Ona bir güzel araba ile bir çift atı Crespi vasıtasiyle gönderecektim (ne fikir ya). Bu ve diğer hususlarda bana tavsiyelerinin ne olduğunu —sanki hepsine inanmışçasına— sordum. Bilhassa İzzet Beye ne mikdar ver­meyi düşündüğünü sordum.

«7000 veya 8000 frank» diye yalan söyledi, gözlüğünün ar­kasından bakarak «İzzet benim en yakın arkadaşımdır» dedi.

Fakat kendisine bugün İzzet Beyle görüştüğümü, yarın yine konuşacağımı söyleyince, bana ciddiyetle dikkatli olmamı ihtar etti.

«Nasıl olur? O sizin en yakın arkadaşınız değil mi?»

«Evet, benim iyi arkadaşımdır, öyledir, ama sen onu kendi mevzuunla ilgili olarak görmemelisin yoksa Tahsin Beyin düşmanlığını kazanırsın» dedi.

«Peki Tahsin Beye ne kadar vermeyi düşünüyorsun » diye saf saf sordum.

«Takriben ayni miktar» diye yalan söyledi. «Tahsin çok kudretlidir ama İzzetten sakın. O sıkılmış limon gibidir. Bana inanmalısın çünkü onun arkadaşıyım. Onun seni dairesine ça­ğırması bir tuzaktır. Bunu bütün saraya yayacaktır. Senin Sultanla konuşman hakkında kendisine açıklamada bulundu­ğunu işae edecek ve herşey mahvolacaktır».

20  Mayıs, İstanbul’

Ayın 18 ve 19 unda geçenleri ancak şimdi yolda yazabili­yorum. 20 i sabahı tam Sultan’a beni bir daha kabul etmesi hu­susunda mektup yazmak üzere iken, İbrahim Beyin saat 10.30 da sarayda bulunmamı isteyen tezkeresi geldi. Wolffsohn ve Oskar bankaya 40 000 frank almaya gittiler. Wolffsohn otelde benim saraydan dönüşümü bekleyecek, Oskar da gidip Nuri’ye Wolffsohn’un beni beklemek zorunda olduğunu bildirecekti. Ancak ben dönünce Nuri gelip 50 000 frankı alabilecekti.

Biraz huzursuzluk hissediyordum. Burası çok çabuk değiş­melerin vaki olduğu bir memleketti. Dün Mecidiye nişanının Büyük Kordonunu alırken bugün belki de bir kenara atılıverirsiniz.

Bu hava içinde Yıldız’a vardım, İbrahim Bey tarafından kabul edildim, bana dostça fakat nâfiz nazarlarla bakıyordu.

Dairesinde karşılıklı oturduğumuz zaman teklifsiz bir ha­va içinde kendisinin mükemmelen bildiği hususlar hakkında bana sorular sordu. Dün beni tekrar saraya davet etmek iste­mişler fajsat bulamamışlardı. Bunun üzerine benim nerede bu­lunduğumu dün kabul köşkünden çıktığımda bana refakat eden centilmenden sormak istemişlerdi, ne idi onun ismi?

Gayet soğukkanlı, «Crepsi» dedim.

«Evet öyle ya Crespi ve ondan sonra da İzzet beyle bera­berdiniz».

«Evet efendim, beni çağırttı. Onu beş yıldır görmedim ve temas etmekten de kaçındım. O benimle Sultan ile konuştuğu­muz hususlarda konuşmak istedi, fakat ben çok yorgun oldu­ğumu söyledim ve ancak Majestelerinin müsaadeleri dahilinde malûmat arzedebileceğimi ifade ettim».

İbrahim Bey memnun bir şekilde başını salladı. Bu anda

ne tarafa mensuptur bilemem, İzzet Beyden mi Tahsin Bey­den mi taraf?

«Kendimi tamamen Majestelerinin emrinde gördüğüm için bugün öğle vakti buluşmak için verdiğim sözü özür dileyerek iptal ettim ve gelemiyeceğimi bildirdim».

İbrahim tekrar memnun oldu.

Zaman zaman raporlar geliyor ve o notlar alıyor, tezke­reler yazıyordu. Mühürlerken gösterdiği ihtimamdan bu mek­tuplardan ikisinin Sultana ait olduğunu anladım. Diğer daire­lerden birkaç dedi kodulu haber geldi. Türk memurlar çok, ama çok yavaş tonda konuşuyorlardı. Bu benim türkçeyi bilip bilmediğimden tam emin olmadıklarından ileri geliyordu.

Öğle oldu, İbrahim Bey yemeği beraber yememizi teklif etti. Bir odada mükellef bir yemek hazırlanmıştı. Bir sürü ta­bak gelip gidiyordu, her gelen bir evvelkinden daha yerli şey­lerdi.

Yemek sırasında kapı açıldı ve İzzet Bey sanki Sarayın sahibi imişçesine bir uğursuzluk nişanesi gibi içeri girdi. Der­hal oturdu ve yemek yemeğe başladı. Yemek esnasında başka garip bir olay daha oldu. İbrahim Bey bana mavi bir zarf ver­di. Zarf Zat-ı Haşmetmeâbdan geliyordu.

Heyecanla teşekkür edip açtım. Dostluk hatırası bir kra­vat iğnesi idi. Altın sarısı bir mücevher.

Sofrada yalnız ben şarap içiyordum, diğerleri su içiyorlar­dı. Kadehimi Majestenin sıhhati için kaldırdım, onlar da ayağa kalkıp su kadehlerini kaldırdılar.

Yemekten sonra kahvenin üzerine İzzet Bey kendisinin konsolide edilecek borçlar hakkmdaki plânı bana açıklamakla görevlendirildiğini söyledi.

Bu aşikâr olarak hırsızların bir plânı idi. Bir gurup bu borcu borsaya intikal ettirmek için 30 milyon liraya ihtiyaç gösteriyordu. Tam saçmalık. Gayet sakin sonuna kadar dinle­dim ve bu konu üzerinde düşündükten sonra fikrimi açıklaya­cağımı söyledim.

İzzet vahşî hayvan bakışları ile kalkıp gitti, ben de İbra­him Beye geldiğimi Sultana haber vermesini rica ettim. İbra­him Bey bunun en iyisi İzzet Bey vasıtası ile yapılması oldu­ğunu söyledi ve o anda anladım ki kendisi İzzet’in gurubuna mensuptur. İzzet Bey çıkarken bir işaret yapmıştı, daha o za­man işin menfileştiğini anlamalı idim.

İbrahim Beyin yanında bir müddet daha kaldım, bana Neue Freie Presse’deki durumumu sordu, ben de üzerine bastıra bastıra, sadece bu gazetenin edebiyat köşesinin editörlü­ğünü yaptığımı söyledim. Fakat onlar beni ille umumi editör görmek eğilimindeydiler. Bunu düzeltmem üzerine müstehzi bir şekilde «Herhalde bu müessesenin bir idare müdürü var­dır?» dedi, ben de «Evet vardır, Mösyö Bacher’dir» cevabını verdim. Bunu söylediğim sırada benim Büyük Kordon’dan sı­kılır oldum. İbrahimin ifadesi de belirli şekilde kötüleşti.

Daha orada iken Sultan’dan cevap geldi: Çok meşguldü ve beni şimdi görememekten müteessif idi.

Sarı mücevher sadece günlük sonuçtu.

Daha sonra Nuri yanında adamı Crespi olduğu halde ote­le geldi. Wolffsohn makbuz konusunda güçlükler çıkardı. Ya­zı masası başında Nuri’nin açıkça bir makbuz vermek isteme­mesi üzerine münakaşa çıktı. Wolffsohn ona kartviziti üzerine bir makbuz yazmasını teklif ettiğinde hatırı kırılmış bir ma­sum insan tavrı ile kaldırıp yere attı. Ben araya girerek iste­diği bir şekilde imza vermesini söyledim. Sonra hala bozulmuş olarak kalktı ve kalın banknot destesini almayı reddetti, «Crespi’ye veriniz onu» dedi. Giderken elini gayet soğuk bir şekilde Wolffsohn’a uzattı ve beni işaret ederek «Bu centilmen buralarda fazla iş yapmayacak» dedi. Ben hürmetkâr bir şekil­de kendisine kapıyı gösterdim. Merdivenlerde: «Bu 40 000 frankı o bankaya teslim edeceğim, size şunun için itimat edi­yorum» deyip bileğimi tutarak farmason işareti yaptı. Ben «Siz beni bilirsiniz» diyerek ayni işaretle mukabele ettim.

19 Mayıs, Pazar

Sefil bir gün. Sabahleyin Wolffsohn’u Wellisch ile Saraya gönderdim. Wolffsohn’a kapalı bir mektup verdim, içinde Sul­tana hitaben yazılmış ve İbrahim beye verilecek bir mektup vardı. İkinci bir mektupda ise Tahsin Beye verilecek 10 000 frank bulunuyordu.

Akşam saat 7 ye kadar görünmediler. Çok heyecanlandık. Beklerken Oskar’ın çektiği sıkmtı ve ıztırap beni de sinirlen­dirdi. Nihayet odama çekilip kapıyı kilitledim, ondan ancak bu şekilde uzaklaşmaya imkân buldum ve saatlerce yatağa uzanarak bekledim.

İkisinin bu kadar uzun müddet kaybolmaları çok esraren­giz ve karanlıktı. Belki Tahsin para meselesinden gürültü çı­karıp fırtına yaratmıştı. Başka ne olabilirdi?

Nihayet döndüler. Tahsin onları hiçbir fiata kabul etmeye­ceğini bildirerek yamna kabul etmeyi reddetmişti. Onlar da bu zamana kadar İbrahimi beklemişlerdi.

Sultana ana hatları ile şöyle bir veda mektubu göndermiş­tim:

21 Mayıs 1901

«Efendimiz,

Zat-ı Haşmetpenahilerinden ayrılırken tahtınıza olan sa­dakat ve kalbi minnetlerimi bir defa daha teyid etmek iste­rim.

Viyanada ancak zaruri olan zaman süresince kalıp gerekli projeleri en geç bir ay içerisinde hazırlayacağım.

Seyahatlerim sırasında sizinle derhal ve çok gizli olarak temas etmek zorunda kalmam muhtemeldir, bu itibarla Zat-ı Haşmetpenahileri Viyana, Paris, Brüksel, Londra, Hague, Ber­lin, St.Petersburg ve Roma sefirlerine vereceğim dokümanların şifreli telgraf ile Zat-ı Haşmetpenahilerine ulaştırılması konu­sunda direktif verirlerse uygun olacaktır.

Viyana Sefiri vasıtası ile bu yol haberleşmemin uygun olup olmadığı hususunu bildirmek lutfunda bulunmanızı istir­ham ederim.

Gelecek haftalar faaliyetle dolu olacaktır. Allah Haşmetmeâblarımın hizmetinde bendelerine muvaffakiyet ihsan etsin.

Sadakatimi arzederim efendimiz,

Zat-ı Haşmetpenahilerinin sadık bendesi Dr. Theodor Herzl».

İbrahim Beye de şunları yazmıştım :

«Ekselans,

Size Majestelerine hitaben yazdığım veda mektubunu tak­dimle kesb-i şeref eylerim. İçinde göndereceğim raporların emniyeti ile alâkalı hususlar vardır.

Zat-ı âlinizden bütün yazışmalar için kullanacağımız şah­sî adresimi not etmenizi rica edeceğim. Şöyledir : Haizingergasse 29, Wahrang, Vienna.

Derin hürmetlerimin kabulünü rica ederim.

Ekselanslarının sadık bendesi Th.Herzl».

*

*          *

21 Mayıs, «Principessa Maria» gemisi

Yıldız Sarayında göründüm, bu gerçek, bu hususu tarih kayıt için enteresan bulacaktır.

Hatıralarımda bazı olayların zorlaması sonucu olaylar hakkmdaki gerçek görüş ve hükümlerimi bazan zamanında, intiba­ları taze iken kaydedemedim. Fakat şimdi Karadenizde bu Ro­men gemisinde kendimi tam serbest, emniyette, tıpkı Yafa’dan ayrılırken bindiğim Dundee gemisindeki gibi hissediyorum.

Bu itibarla burada Sultan Abdülhamid hakkında yazacak­larım gerçeğin tam ifadesi olacaktır.

Gayet tabiidir ki bana verdiği Mecidiye Nişanının Büyük Kordonu ve sarı mücevher bana en küçük şekilde tesir etmiş değildir. Böyle şeylere karşı tamamen soğuk kalmışımdır. Be­nim için bunlar sadece politik değeri olan şeylerdir. Böyle şey­lerin hareketin faydasına bir kapital değeri olduğuna inanı­rım. Bunlar bize kuvvet verir, daha çok otorite kazandırır ve bu otorite ile daha büyük işler yapabiliriz.

Sultan Abdülhamid hakkmdaki intibaım onun zayıf, kor­kak fakat iyi tabiatlı bir insan olduğudur. Bana göre o ne za­lim ne dessas bir kimsedir, fakat kendi adına haris, rezil bir entrikacılar zümresinin cümle habaseti icra ettikleri tamamen çember içine alınmış bir mahpustur.

Eğer Siyonist hareketini takip etmek zorunda olmasaydım, şimdi oturur bir eser yazar ve bu zavallı mahpûsu hürriyeti­ne kavuştururdum. Sultan İkinci Abdülhamid Han birçok sah­tekârlar tarafından memlekette emniyet ve saadeti yok eden bir kimse olarak tavsif edilmiştir. Ben böyle hayasız bir çete­nin bulunabileceğine asla ihtimal vermemiştim. Sarayın ka­pısından başlayıp onun kapısının ağzına kadar devam eden rüşvetçi gurubun mevcudiyeti onun kabahati değildir. Herşey bir iştir ve her vazifeli veya fonksiyonu olan herkes bir dolan­dırıcı durumundadır. Hiç değilse benim her yerden duyduğum ve bizzat gördüklerimden sonra bunun bir iftira olmadığına inandım.

Bu anonim tufeyliler zümresini ancak zehirli yılanlar sü­rüsü ile mukayese edebilirim. En zayıf, en hasta ve en az ze­hirli yılanın başında küçük bir taç vardır, fakat bu yılan sü­rüsünün öyle özel bir kuruluşu vardır ki herşeyi yapan ve ze­hirleyen olarak sadece o taçlı yılan görünür.

Yıldız Sarayının bu sefilleri gerçek bir çete hüviyetinde­dir. Bir rezaleti icra ettikten sonra hemen dağılıyorlar, ortada dolaşan çete efradından birkaçı hiçbir zaman mesul görünmü­yor, bütün mesuliyet iş adına yapıldığı için Sultana yükleniyor.

Ve tahta telkinde bulunularak işlettirilen bütün kötülük­lerin, zalimane cürümlerin nefreti gayet kurnazca, —aslında mücrimler tahtın etrafında bulundukları halde— bu isim üze­rine toplanmaktadır.

Onu hala gözümün önünde imiş gibi görebiliyorum, hırsız­lıktan çökmekte olan bir imparatorluğun Sultanı. Küçük, bel­ki Selâmlık merasimi için haftada bir taranan sakalı ile pej­mürde bir kılık. Uzun bir palyaço burnu, uzun sarı dişler, muhtemelen yuvarlak olan kafasına tam oturtulmuş bir fes ve arkadaşlarla eğlenirken kullandığım bir sözü burada hatırla­dım, sanki bu fesi yere düşmekten korumak için yapılmış iri iki kulak, beyaz biraz büyük boy eldivenler içinde zayıf eller ve kaba kumaştan yapılmış rengârenk bir elbise. Meler gibi bir ses, her kelime üzerinde bir zorlama ve her bakışta bir ür­keklik. Ve bu adam hükmediyor, hiç şüphesiz sadece satıhta ve ismen hükmediyor.

Peki bu zavallı sultanın grotesk maskesinin arkasındaki asıl alçak kim?

Birinci kâtip Tahsin Bey mi? İkinci kâtip İzzet Bey mi? Yoksa o daha benim henüz tanımadığım ve bataklıklar arasın­da, Yıldız Sarayının ihtişamı içinde çalıların arkasında saklan­mış biri mi?

Tahsin soğuk ve pasif bir adam, İzzet her an saldırmaya hazır bir kaplana benziyor.

Bu defa gördüğüm en iyi iş galiba bu kaplan İzzet’i ehli­leştirmiş olmamdır. Gerçekten ilk fırsatta beni parçalamaya hazırken aldığı hediyeden sonra kuyruğunu bacağı arasına kıs­tırıp hırlamayı kesti.

Dün olanların hikâyesi de şöyle :

Sabah ilk iş olarak bavul ve eşyamızı öğle vakti yola çıka­cak şekilde hazırladık. Son dakikada da olsa Orient Eksprese yetişmemiz için gereken hazırlıkları Oskar Marmorek yaptı. Bu defasında yanıma Wellisch’i almadım zira Wolffsohn’dan dün onun bir gün önce mektubu Tahsin’e verirken mübalâğalı hareketlerde bulunduğunu işitmiştim. Saraya giderken yanı­ma Wolffsohn’u aldım, içinde 10 000 frank bulunan zarf ayarla­nacak uygun bir vesilede verilmek üzere onda duracaktı. Ben Tahsin’i elde etmek istiyordum fakat bir skandala sebebiyet vermek veya reddedilmek istemiyordum. Duruma göre zuhur edecek fırsatı kollayacaktık.

Saat 9.00 da Saraya vardığım zaman İbrahim Beyi beni bekler buldum. Wolffsohn’u bekleme odasında bırakarak onun­la birlikte dairesine girdim. Önce Sultanın bir mesajını verdi ki kendileri bu defa beni kabul edemiyecek kadar meşgullerdir fakat istediğim herşey i İbrahim Beye söyleyebilirim. Majeste­leri benim dünkü mektubumu, daha doğrusu İbrahim Bey ta­rafından yapılmış tercümesini derhal okumuşlardı. Zat-ı Haşmetpenahileri dün öğle sonrası yürüyüşlerinde benim mektu­bumla alâkalanmak tenezzülünde bulunmuşlardı. Majesteleri benim ileri süreceğim teklifleri tecessüs buyuruyorlardı. Malî durum saltanatlarının başlangıcı sıralarından daha da kötü bir durumda idi. Majesteleri birkaç defa da benim arslan hikâye­sini zikretmişlerdi. Görüşlerimi niçin İbrahim’e anlatmıyor­dum. O bunları derhal not eder ve Zat-ı Haşmetmeâba takdim ederdi.

Bunun üzerine ben başladım o da not aldı.

Meseleyi, Sultanın zayıf kafasını düşünerek sistematik bir şekilde ortaya koydum. Şifahi olarak meseleyi iki kısımda mütalea ettim, ben söyledim, zavallı İbrahim de yazdı.

Menfi Kısım

A-İzzet Beyin konsolidasyon plânının tatbik kabiliyeti yoktur, buna teşebbüs etmek bile zararlı olur.

B-Borçların hali hazır durumunda birşey tavsiye edile­mez, zira şimdiki halde Türkiye çok ağır şartlarla para almış durumdadır.

II.Müspet Kısım

A-İtimat edilir bir şirket tarafından «borçlar» büyük bir gizlilik içerisinde borsa’ya intikal ettirilmeli ve üç yıl içerisin­de en uygun şartlar temin edilmelidir.

B-Bu arada acil ihtiyaçlar karşılanmalı, bilhassa 1 Ekim­de karşılaşılacak olan 1,5 milyon liralık zararı karşılamak için şimdiden gerekli adımlar atılmalıdır.

C-Bu zaman zarfında yeni gelir kaynakları araştırılmalı ve olgunlaştırılmalıdır.

Ana Prensipler

Biz Yahudiler dünyada bir koruyucuya muhtacız ve biz bu koruyucunun tam güçlü olmasını isteriz.

İbrahim yazdı, yazdı ve sonra Türk usulünce dizi üzerin­de bunları bir de temize çekti. Bu arada Tahsin Beye veda etmek üzere kabul edilmemin teminini istedim. Tahsin tek­rar meşgul olduğunu bildirdi ve Majeste Sultan tarafından çağırıldı.

Saat 11 de İbrahim Bey işini bitirdi, raporu ihtimamla mü­hürledi ve Zat-ı Şahaneye gönderdi.

Kısa bir müddet sonra Sultan tarafından çağırıldı, bunu ceketinin düğmelerini ilikleyiş şeklinden anladığımı söyleye­bilirim. Çok geçmeden döndüğünde Tahsin de yanında idi, müspet ifadeyle bana baktı, elimi sıktı, tebessüm etti, bana ayıracak zamanı olmadığına üzüntü duyduğunu fakat en kısa zamanda beni tekrar İstanbul’da nasıl olsa göreceğini söyledi.

Tekrar kısa bir müddet bekledim. Vakit geçiyordu ama yi­ne de trene yetişebilirdim. Birden kapı açıldı ve habis panter İzzet içeri sıçradı. Elinde hemen tanıdığım bir kâğıt vardı, bu son derece gizli olarak hazırladığım, İbrahimin de tercüme ede­rek Sultana takdim ettiği rapordan başka birşey değildi.

Eski Amerikan Sefiri Straus bana vaktiyle Viyana’da Sul­tan Abdülhamid’in alçağın biri olduğunu söylemişti. Bana «Gizli, gizli» diye gözlerini devirerek verdiği sözün sonucu bu mu olmalıydı?

İzzet raporu elinde muzafferane sallıyor ve sanki bana şöyle diyordu : «Ne? Yahudi köpek, senin entrikanı anlayıp önüne geçeceğimi aklına getirmezdin değil mi?»

Faaliyete geçmişti, ben de öyle yaptım.

Asabi bir şekilde «Beyefendi, konsolidasyon plânı ne ba­kımdan zararlıdır » diye söze başladı, anlıyorum ki benim tek­lifim onun hırsızlık plânlarına set çekiyordu.

Önce onun saldırmasına müsaade ettim. Nazik olmaya ça­lıştım. «Ben bu fikir iyi değildir demiyorum» dedim.

«Eh, öyleyse iyi’dir değil mi?» dedi müstehziyane ve İbrahime dönerek bağırdı: «Yaz».

Böylece İbrahim belli ki Sultana takdim edilecek ve ya­lanla dolu olacak bir metni yazacaktı. Bu «Yaz» emir ve İz­zet’in bakışları bana tehlikeyi bütün vüs’atiyle gösterdi. Şim­di o beni harabedip Sultanın gözünden düşürme faaliyeti için­deydi. Bir an içinde mücadele ruhumu kazandım ve gayet so­ğukkanlı İbrahim’e hitabettim :

«Evet ekselans, yazınız : Fikir güzel ve uygun, tam hırsız­lık etmeye müsait» [[42]]. İzzet’in gözlerine anide sinsi bir bakış geldi. Hangi manayı kastediyordum? Uçmak mı, çalmak mı? Nazikâne dikteye devam ettim :

«Havada uçmak. Fakat mevcut şartlar içerisinde bu imkân­sızdır. Havada uçmak imkânsız olduğuna göre buna girişirse­niz düşer ve birşeyler kırarsınız. Bu fikir zararlıdır .Bu gayre­tin bir tek neticesi borsada Türk tahvillerinin fiyatını yük­seltmek olur, proje bütünü ile gayr-ı kabil-i tatbiktir. Rehin­den kurtulmak için başlangıçta lüzumlu olan 30 milyon lirayı hiçbir zaman bulamazsınız. Bulsanız bile tahvillerin fiyatı bu­nun üzerine derhal yükselecek ve bu 30 milyon lira yine kâfi gelmeyecektir».

Haydut teslim olarak «Ben bunu kastedmedim» dedi. Dün söylediğinden ötürü böyle davrandı.

Tekrar ayni konuya gelerek onu güç duruma düşürmedim. Nihayet kendisini kazanmak istiyordum. Ellerini bağladıktan sonra onu bakışlarımla yola getirmeğe çalıştım.

İbrahim yanımızda olduğu sürece ona birşey söyleyemez­dim. Sadece derin derin gözlerinin içine baktım ve şöyle de­dim : Bizim işbirliğimizle her türlü malî problem Haşmetmeâbın lehine olarak halledilebilir. İşbirliği yaparsak siz şunları şunları yaparsınız v.s. Daha bir sürü sözler, imalar ortaya at­tım.

Saatime baktım. Treni kaçırmıştık. Sonra bir hata yaptım, büyük bir hata. Dışarı çıktım ve Wolffsohn’a otelde hazırladı­ğımız zarfı derhal Tahsin Beye vermesini söyledim. Bu mek­tupta ona dün Wolffsohn’dan almayı reddettiği mesajı Vam­bery vasıtası ile göndereceğimi söyledim.

Tekrar daireye girdiğimde İbrahim ve İzzet türk âdetleri­ne göre beni ayakta bekliyorlardı.

Konuşma devam etti. İzzet daha nazikti. Bulunacak yeni gelir kaynakları üzerinde konuştuk. Majeste bana beş mono­polün işletilmesini teklif ediyordu: madenler, petrol yatakları v.s. Muhtemelen bu parayı bizim bulacağımız anlamına geli­yordu, bizi sömürmekten hoşlanacaklardı. Arkadaşça baktım: Peki, bunlar yapılacaktı.

Sonra İzzet ağzından kaçırdı:

«Çok yakın istikbalde dört milyon liraya ihtiyacımız var. Harp gemisi v.s. sipariş ettik. Sözün kısası dört milyon lâzım, bunu bize bulabilir misiniz?»

«Zannederim mümkündür. Arkadaşlarımla istişare etmem lâzım. Herşey Zat-ı Haşmetmeâbın Yahudilere karşı davranı­şına bağlıdır».

«Böyle bir ikrazın gerçekleştirilmesi hususunda sizin dü­şünceniz nedir» diye İzzet sordu.

Ben hala İmtiyazlı Şirket konusuna girmek niyetinde de­ğildim, onların bu konuda çalışmalarını istedim, arkadaşlarım­la istişareden sonra üç veya dört hafta içinde sonucu yazaca­ğımı söyledim.

Zannederim işte tam o anda idi ki içeriye Tahsin’in gizli ajanı İsmail Hakkı Bey girdi ve içeride İbrahim ve can düş­manı İzzet beylerin bulunmasından ötürü son derece hasmane bir tarzda bana, mektupta bahsettiğim mesajın ne cins bir me­saj olduğunu, Tahsin Beyin o mesajı kendisi vasıtasiyle gön­dermemi istediğini söyledi.

İzzet hemen kulak kabarttı ve İbrahime benim de gördü­ğüm bir göz kırptı. Onlar paranın kaynadığını zannettiler. Ben ne olduğunu anlıyamıyordum. Tahsin benim rüşvet ver­diğimi mi ortaya koymak istiyordu? Yoksa sadece parayı mı istiyordu? Durumdan emin olmadığım için ve burada da düş­man gibi görüldüğümü düşünerek, gayet soğukkanlılıkla bu­nun Profesör Vambery’nin yazmamı istediği bir husus olduğu­nu, ayrılmazdan önce de yazacağımı söyledim.

İsmail Hakkı kızgın odayı terketti.

Maamafih biz konuşmaya devam ettik, şimdi beklenmeyen bir hava ortaya çıkmıştı.

Sultan Abdülhamid İzzet ve İbrahim vasıtasiyle bana şu­nu sormuştu: «Bu veya şu şekilde Türkiyede iş yapmak iste­yecek Yahudilerin vatandaşlık durumları ne olacaktı?»

İzzet kaba fransızcası ile: «Yahudiler buraya gelebilirler, ama Osmanlı tebaasına girmeyi kabul etmek şartiyle tabii. Me­selâ siz Devlet Borçları tahvillerini geri satın aldığınız zaman, bu alıcılar Zat-ı Haşmetpenahilerinin tebaalığmı da kabul et­melidirler. Ayni şey kolonist olarak gelenler için de varittir. Onlar sadece Türk tabiyetine girmekle kalmamalı, eski tabiyetlerinden de vazgeçmeli ve bunu kayda geçirtmelidirler» dedi.

İbrahim Bey de «Eğer Zat-ı Haşmetpenahileri çağıracak olursa askere de gideceklerdir» dedi. İzzet bir sırtlan sokulgan­lığı ile devam etti: «Bu şartlar altında her memleketteki Yahudileri kabul edebiliriz».

Kendi kendime düşündüm: «O kadar çok yaşarsınız!» İz­zet Bey ve şürekâsının işine bizim bir sürü yağma edilecek zengin ve fakir getirmemiz pek elveriyordu. Fakat şimdi bun­lara herhangi şekilde muhalefet etmek faydasız olacaktı. Da­ha sonra «İmtiyaz» alındığında bunlar bölüm bölüm satın alı­nacaktı.

Bunun için Abdülhamid Han’ın yüksek himayesinin bi­zim için kâfi olduğunu, detaylara geçmeye hazır bulunduğu­mu ifade ettim.

«Birşey daha var, kolonizasyon kitleler halinde olmama­lıdır, meselâ beş âile şu bölgeye gelmişse diğer beşi başka bir bölgeye yerleştirilmeli ve aralarında irtibat bulunmamalıdır».

Kendi kendime «Böylece onları daha kolay ve rahat şekil­de yağmalayabilirsiniz değil mi?» diye düşündüm. Ve bunu da tasvip ettiğimi hareketlerimle anlattım.

«Bu şekilde bir dağıtılmaya ben muarız olmasam bile tek­nik ve ekonomik sebepler karşısına çıkacaktır. Bildiğiniz gibi, geçen yıl Zat-ı Şahane Anadoluda bir kısım toprağı Romanya Yahudi muhacirlerine lutfedeceklerdi. Bütün bu cömertçe ya' pilmiş ihsana rağmen ben ekonomik temelden mahrum kala­cak böyle bir dağınık yerleştirilmenin halen dahi aleyhinde bulunuyorum. Bunu kabule imkân yok. Ne yapılabilir? Büyük bir arazi şirketi kurulur, işlenmemiş topraklar bu şirket tara­fından tespit ve temin edilir sonra da oralara halk iskân edilir. Filistinde bu maksat için kullanılabilecek kâfi miktarda arazi bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bir Osmanlı şirketi olacak olan böyle bir şirket toprağı ekime elverişli hale getirir, insanları yerleştirir ve vergi verir. Bu şirketin müstakbel gelirleri na­zarı itibara alınarak şimdiden para ödenebilir. Böylece bir gelir kaynağına derhal kavuşmuş olursunuz».

İlk defa olarak ve Sultanın temsilcilerinin önünde «İmti­yaz» konusunu ortaya atmış ve telkinlerimi yapmış bulunuyordum.

Meseleyi daha sonraki müzakerelere bırakmanın tam za­manı idi. Altının yardımı ile İzzet ve benzerleri süpürülüp atı­lacaktı.

İzzet gözden kayboldu, görünüşe göre anlattıklarımı Ma­jesteye anlatmaya gitmişti. Bir müddet sonra Zat-ı Şahanenin iyi yolculuk temennileri ile döndü. Benim tekliflerimi bir ay içinde bekliyordu.

Böylece «İmtiyaz» konusundaki müzakerelere fiilen giriş­miş olduk. Bundan sonra herşey talihe, maharete ve paraya bağlı.

Şimdiki durumda «İmtiyazlı Şirket»e bizim Osmanlı İm­paratorluğuna olan sempatimizi uyandıracak bir karakter ve­rerek ileri sürüyorum. Bundan sonra neler olur, göreceğiz.

*

*          *

24 Mayıs, 1901, Viyana

Dün akşam eve döndüm.

20 Mayıs günü Sultana gönderdiğim mektup şu idi:

«Efendimiz,

Bendelerini Zat-ı Şahanelerinin kabul buyurmakla göster­dikleri teveccühe kalbi minnetlerimi arzetmeme müsaade bu­yurunuz. Bendenizi en sadık köleleriniz arasında sayınız.

Viy anadaki işlerim sebebiyle Pazartesi günkü Orient Ekspresle ayrılacağım için bu hissiyatımı ifade için tekrar ka­bul buyurulmamı istirham eylemiştim.

Zat-ı Şahanelerinin iradeleri üzerine ekselans İzzet Bey bana proje meselesinde etraflı ve tatminkâr izahat verdiler. Bunlar üzerindeki görüşlerimi acizane arzedebilmem için aca­ba Zat-ı Şahaneleri daha önceki istirhamımla ilgili bir işaret­te bulunurlar mı. Eğer bu yapılırsa çok muvafık olacaktır.

Bendelerinin Zat-ı Hakîmanelerine arzedeceği çok gizli bir plân daha bulunmaktadır. Fakat Majesteleri teferruata inmek isteyeceklerinden izahı uzun saatler sürebilir.

Arslanm tacını kurtaracağı saat belki de gelmiştir. Herşeye kaadir olan Allahın izniyle Türkiye tarihinin bir dönüm noktasına gelmiştir, Haşmetli Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın saltanatı hem müslüman hem Yahudi tebaasını saadete garkedecek, yeni bir ihtişam devri başlayacaktır. Bu samimi görüş ve fikirlerimi arzetmekten büyük heyecan duymaktayım.

Sizin sadık ve vefakâr köleniz olmakla şeref duyuyorum efendimiz.

Dr. Theodor Herzl».

27 Mayıs, Viyana

Dün veya bugün Baron Hirsch’i ziyaretim ve bir Yahudi Devleti kurma faaliyetine geçişimin altıncı yılıdır.

Ne seyahatler, ne çalışmalar.

Crespi’ye mektup :

Viyana, 28 Mayıs 1901

«Muhterem Efendim,

Birkaç hafta için Viy anadan ayrılıyorum. Daha Haziran gelmemekle beraber o aya ait istihkakınız 1000 frankı çek ola­rak gönderiyorum. Lütfen mektuplarınızı çift zarfa koyarak «Dr. Kokesch, Tuchlauben 17, Vienna I» adresine gönderiniz.

İyi haberlerinizi bekliyorum, saygılarımın kabulünü rica ederim».

29 Mayıs, Ekspreste, Vambery’y e giderken...

Dün sabah Sefir Mahmut Nedim Beye gittim, beni «Teb­rikler efendi» diye karşıladı. Ve hemen sonra bütün dertlerini ve ahmaklıklarını bana açıklamaya koyuldu. Bu da diplomat ha? O diplomat ise ben neyim?

Yanında çalışan kâtiplerinden şikâyet etti. Hepsi casus­luk ediyor, kendisi hakkında iftiralar uyduruyor ve hiçbir iş görmüyorlar imiş. Bir sürü yalancı ve şantajcıdan başka birşey değillermiş. Sefaretin birinci kâtibi İstanbul’a raporlar gönde­rip kendisinin devamlı içki içtiğini, gündüzleri bile sendeleyip gezdiğini bildiriyormuş, dört ayak üzerinde geziyor diyormuş. Dört ayak üzerinde demiş eşek herif... Bu solo komedi birkaç dakika sürdü. Sonra İkinci Kâtibe geçti. O da sabah saat 9.30 da metresinden gelir, büroda birkaç sigara içer ve hiçbir iş görmeden saat 11 de çıkar gidermiş. Sonra müsteşarı ele aldı. Okuyup yazması olmayan bir mısırlı olan bu zat, müslüman olan karısını kısa kollu elbiselerle toplantılara götürürmüş. Kadın Hidiv’in kızkardeşi imiş ve bir defasında onu İmpara­tora takdim etmek istemiş, ama erkek kardeşi dine bağlı bir insan olduğu için bunu şiddetle reddetmiş. Bunları Yahudi di­ninden bir misal göstererek izah etti: Bu tıpkı bir cumartesi günü bir hahama domuz eti yemesini ve sigara içmesini tek­lif etmek gibidir.

Sonra Türkiyenin içinde bulunduğu şartlara geçtik, bun­ları idaresizlik ve alçaklıkla tavsif etti. Kendisine hala 4500 sterlin borçlu durumda imişler, maaşının % 10 unu tefecilere ödemek zorunda kalıyormuş v.s. bütün bunlara kulak tıkadım.

«Şeytanî deha» diye adlandırdığı İzzet’ten de tenkitkâr şe­kilde bahsetti. Bir zaman gözden düşmüştü, bu gerçekti, ama Sultan sırlarının ortağı olan birisini uzaklaştırıp atmamıştı. Eğer ortadan kalksa Sultan herhalde dört kandil dikermiş.

Tahsin ondan daha iyi imiş ama, Sultanın iki iradesine rağmen kendisine 4500 ü ödettirmediği için ona da kızgındı. İzzet ve Tahsin Beyler ne isterlerse yapabilirler imiş ama Tah­sin biraz daha meşru şekilde hareket edermiş.

Sultan tarafından uzun bir süre kabul edilip konuştuğumu söylediğimde pek mütehassis oldu. Konuştuklarımız hakkında birşey anlatamıyacağımı, İbrahim Bey vasıtası ile mektuplaş­mamı tavsiye ettiğini söyledim. Mektuplarımı sefaretin kuriyesi vasıtasiyle göndermek ricam üzerine, böyle bir kuruluş­ları olmadığını, her sefirin mektuplarını normal posta ile gön­derdiğini, ama Tahsin’e yazdığı kod anahtarından benim de faydalanmama müsaade edebileceğini söyledi. Anlaşmamıza göre o şifreli telgraf ve mektuplarına «Dym.» ben ise «İhtiyar adam» işaretini koyacaktık. Ayrıldık.

Öğleden sonra İcra Komitesini evimde toplantıya çağır­dım, bulunmadığım günler vukuatı hakkında bilgi aldım.

29 Mayıs, akşam Innsbruck-Münih arasında trende

Trende Vambery ile buluştum, ona olanlar hakkında ra­por verdim. Ona göre İmtiyaz’ı bu sene içinde ele geçirebili­riz. Eylül içinde tekrar İstanbul’a gitmeyi düşünmektedir. Bana bu konuda bir teklif hazırlamamı söyledi, bu teklifi hiç­bir Kâtip veya Nazır’ın haberi olmaksızın doğrudan doğruya Sultana arzedip imzasını sağlayabileceğini ileri sürdü.

Bunun karşılığı olarak kendisine 300 000 guilder ve dün­ya tarihinde bir medhiye temin edeceğime söz verdim. Her ikisini de kabul etti.

Oskar ve Wolffsohn’a birer tane ikinci sınıf nişan alma­sını söyledim.

Bundan başka Tahsin Beye mektup yazarak benim ken­disinin ve Sultanın dostu olduğumu, Filistin konusunda çıka­bilecek pürüzleri halletmek üzere çeşitli başkentleri dolaş­makta bulunduğumu bir taraftan da Sultanı basın yoluyla des­teklemek için gerekli temaslara giriştiğimi bildirecekti.

Dr. Herzl Almanya’daki temaslarından, bilhassa Grand Düka ile Rusya’nın Filistin meselesindeki müstakbel tutumu­nun ne olabileceğini münakaşa ettikten sonra Paris ve Londra’­ya geçer. Rusya Uzakşark ve Balkanlar’da o kadar meşguldür ki Filistin konusunda ciddi şekilde rol almasına imkân yoktur. Bu olsa olsa dinî çevrelerde bazı aksülâmellere sebep olabilir, ama Kudüs için düşünülen idare şekli onları fazla kızdırmaya­caktır.

Paris’te ve Londra’da belli başlı adamları ve zenginlerle konuşur. İlk ağızda 1 500 000 altın lira lâzımdır, ama ümidettiği kişiler hemen bu parayı vermeye yanaşmamaktadırlar. Bir arkadaşını Amerikaya gönderip bu mikdarı Carnegy’den iste­meyi bile düşünür, sıkıntılı günler sonucu bir beyin kanaması geçirir. Sonra uygun haberler gelmeye başlar, Güney Afrikalı Yahudiler bütün Osmanlı Borçlarına ait tahvilleri borsadan kaldırmaya hazırdırlar...

Sultan’a mektuplar yazmaya devam eder :

Paris, 6 Haziran 1901

«Efendimiz,

Zatı şahanelerinin arzuları üzerine derhal çalışmalara baş­lamış bulunuyorum.

Bu günlerde işlerin de iyi gittiğini bildirmekle memnu­num. Buradaki arkadaşlarla yaptığım ilk görüşmelerden edin­diğim intihalara göre size kat’î teklifleri bu ay içerisinde arzedebileceğim. Fakat benim görüşlerimi paylaşmayan Yahudilerin de mevcudiyetini haber vermek isterim. Bu gibi kimsele­rin hangi maksadlara hizmet etmekte oldukları Zat-ı Hakima­ne tarafından herhalde bilinmektedir.

İlk adım olarak Osmanlı mâliyesi hakkında müspet kana­atler uyandırma faaliyetine girişeceğim. Bu gaye için gelecek hafta Londra’da şeref üyesi olduğum bir kulüpte konuşma ya­pacağım. Heryerde olduğu gibi Londrada da benim şahsî alâ­kalarla konuşmayacağım bilindiği için sözlerim şüphesiz tesirli olacaktır.

Muhtemelen Yahudi ve gayrı Yahudi düşmanlar Osmanlı İmparatorluğunun başarısı konusunu bahane ederek bana hü­cumda bulunacaklardır, ama Allahın izniyle ve Zatı Şahanele­rinin bendelerine olan itimadına güvenerek üzerime aldığım işi başaracağım. Çok kısa zamanda size muvaffakiyet haberle­rini arzedebileceğim ümidindeyim.

Arslan tahtını kurtaracaktır.

Bana cesaret, gurur ve sürür veren teveccühlerinizin de­vamını niyaz ederim efendimiz.

Zat-ı Şahanelerinin sadık kölesi Dr. Th.Herzl».

17 Haziran, Richmond Biraz dinlenmek ve Sultan’a mektup yazmak üzere dün­den beri buradayım.

Zangwill’i Carnegy ile benim adıma görüşmekle vazifelen­dirdim. Amerikan Sefiri General Porter veya Rudyard Kipling bu temasta aracılık edebilirler.

Sultan’a mektup :

«Efendimiz,

Gayretlerimin neticelerini arzetmeme müsaadelerinizi is­tirham eylerim.

Bendelerine tevcih buyurulan ilk iş, gayet acele olarak Ekim ayı başına kadar konsolidasyon işi için elzem 1,5 milyo­nu en ehven şekilde temin etmekti. Benim faaliyetim ve arka­daşlarımın çalışmalarının sonuçları şöyle hulasa edilebilir :

1,5 milyon, hemen bir gelir kaynağının yaratılması ile elde edilebilir. Fakat bu kaynak ayni zamanda sizin Yahudilere kendi­leri için ne kadar pederane şefkatler beslediğinizi gösterecek şe

 

 

kilde bir kaynak olmalıdır. Bu şekilde bütün müstakbel geliş­meleri de nazarı dikkate alarak zemini hazırlayacağız.

^ Bu yakınlarda arkadaşlarım 5 milyon altın sermayeli bir şirket kurmaya hazırlanmaktadırlar. Bu şirketin gayesi Kü­çük Asya, Suriye ve Filistinde ziraat, endüstri, ticaret, kısaca İktisadî hayatı geliştirmektir. Lüzumlu imtiyazlar Zatı Şahane­leri tarafından lütfedilince şirket majestelerinin hükümetine her yıl 60 000 altın yıllık yardım yapacak ve bu ödemeye da­yanılarak kumpanyanın garanti edilen kapitali 81 yılda amor­ti edilmek üzere bu miktar ikraz derhal temin edilecektir. Bu ikrazın karşılığı hiçbirşey olmayacaktır, zira tahvilleri şirket alacaktır. Hükümet gayet basit şekilde birbuçuk milyonu çe­kecektir.

Şirket şüphesiz Türkiyede ve gelecek Yahudi göçmenleri derhal Türk tabiyetine geçer geçmez kurulacaktır. Bu kimse­ler majestelerinin emri altında askerlik hizmetlerini de ifa edeceklerdir.

1.5 milyon ile beraber diğer gelir kaynaklarının da etüdü zamanı gelecektir. Majesteleri bendelerine kibritten bahis bu­yurmuşlardı. Arkadaşlarım arasında bunu ele alabilecek biri­sini buldum. Bu konuda da Majestelerinin hükümetine her türlü yardım ifa edilecektir. Öyle ki kibritten elde edilecek gelir, vergi mükelleflerinin yükünü hafifletmek için hemen bir ikraz daha tesis edecektir. İşletilecek maden ve petrol ya­takları için de durum ayni olacaktır.

Bu diğer projeler üzerindeki çalışmalar sona erer ermez teferruatı ile Zatı Şahanelerine arzedilecektir. Kibrit işine der­hal girişilebilir, fakat diğerleri üzerinde daha etüdlerde bulu­nulması icabetmektedir. Şunu da belirtmeliyim ki bendeleri­nin hasbî olarak hizmet ettiği bütün bu projelerin idaresi Zatı Şahanelerinin ellerinde bulunacaktır, Majesteleri şimdi fayda­sı olmadığı kanaatinde bulunsalar bile burada Büyük Osmanlı-Yahudi Kumpanyasından bahsetmek isterim. Herşeyden önce şunu ifade etmeliyim ki majesteleri bendelerinin şahsında sadik bir hizmetçiye malik bulunmaktadırlar. Ben sadece Zatı Şahanenin saadet ve şerefi uğruna çalışmaktayım, çünkü ina­nıyorum ki Osmanlı İmparatorluğunun Yahudilerin ekonomik kaynaklarını kendisine cezbedeceği ve böylece talihsiz kavmimi kurtarıp himayesine alacağı günler yakındır.

Bunun yanında Yahudilerin tek dilekleri Türkiyeyi kuv­vetli ve ilerlemiş görmektir, bu benim hayatımın idealidir.

Osmanlı-Yahudi kumpanyasının bütün Yahudilere verece­ği işaretin dışında bir faydası daha bulunmaktadır. Vergi alı­nabilecek maddeler, yani şahıslar ve emlâk, bu kumpanyanın çalıştığı bölgelerde büyük bir artış gösterecektir. Bizatihi kum­panya günden güne artan iş hacmi dolayısiyle gittikçe artan miktarda vergi ödeyecektir. Yahudi sermayesi her köşeden akıp gelecek ve İmparatorluk içerisinde kalacaktır. Ayni za­manda bu iş o kadar sessiz ilerleyecektir ki İmparatorluğun kötülüğünü isteyenler dahi bunu farketmeyeceklerdir.

İlâve edilecek bir husus var. Eğer Zatı Şahane 1,5 milyonu hemen Ekim başında temin etmek arzusunda iseler kaybede­cek hiç vakit bulunmamaktadır. İşadamları ve maliyecilerin daima müspet delil ve emarelerle iş gördüklerini unutmamalı­yız. Sermayenin temininden en az üç ay önce işe girişmeliyiz. Eğer majesteleri Ekim ayı başında 1,5 milyonu temin etmek için müzakerelere girişmenin tam zamanı ve fırsatı olduğuna karar verirlerse, Büyük Kumpanya için konuşmalara Temmuz başlarında girişilmelidir. Eğer İstanbul’a gelmem emredilirse derhal emre icabet ederim. O takdirde Majestelerinin sadık dostu olan ve memleketi ve şartlarını iyi tanıyan Profesör Vambery’nin de davet edilmesi yerinde olacaktır.

Bilmiyorum bir hususu daha işaret etmeme müsaade bu­yurulur mu? Herhangi şekilde Majestelerinin canını sıkmak ihtimaline bina’en bunu istemiyerek yazıyorum. Birisi bana gelerek Paris’te Majestelerinin hükümetine yaptığı hücumlar­la tanınmış bir yazardan bahsetti, adı M. Ahmed Rıza [[43]]. Ba­na, bu zatı susturmanın mümkün olduğunu söylediler. Bunlar benim işlerim olduğu için sadece durumu arzetmekle iktifa edeceğim, sadece Zatı Haşmetpenahilerine yardım arzusunda­yım. Emir almadan hiçbirşey yapacak değilim, hatta emirsiz bu zatı görmeye dahi gitmeyeceğim tabiidir. Fakat Zat-ı Şa­hane bunun faydalı olduğuna inanıyorlarsa meseleyi ele ala­yım. Bunu halletmek bendeleri için şeref olacaktır.

Naçiz ve sadık bendeniz Th.Herzl».

Londra, 18 Haziran Sultanın mektubunu koyduğum zarfı, İbrahim Beye yaz­dığım aşağıdaki mektubun içerisine koydum :

«Ekselans,

Zat-ı Şahaneye arzedilmek üzere ilişikteki mektubu tak­dim etmekle şeref duyarım. 25 Hazirana kadar Londra’da kal­mak zorundayım. Buradan Altausse’ye gidip ailemin yanında birkaç gün kalacağım. 25 Hazirana kadar Zat-ı Şahanenin bir emirleri olursa «Hotel Cecil-Londra», Haziranın 30 undan son­ra da «Altaussee, Styria-Avusturya» adreslerine bildiriniz.

Bu akşam oğlunuzu görmeye gideceğim.

Ekselans lütfen derin hürmetlerimi kabul buyurunuz».

Londra, 25 Haziran Akşam Banker Seligmann’ı görmeye gittim. Daha ben «İmtiyazlı Şirketten» bahsettiğim zaman yardım vadetmişti. Bu söz şimdilik bana yeter, şimdi Sultan bana bir cevap ver­meli.

Benim müphem izahatımla bana hemen para vermelerini tabii ki beklemedim. Paris ve Londra’ya sırf Sultan’a Paris ve Londra’ya gelmiş olduğumu gösterecek mektuplar yazmak için geldim. Şimdi mektuplarda yazdıklarımı ben daha İstanbul’da iken kendisine söyleyebilecek durumda idim.

26 Temmuz, Alt-Aussee

Vambery’nin 15 inde yazdığına göre Sefir Constans Sul­tana 4 milyon frank (o kadar az mı?) teklif etmiş, fakat malî tertip entrikacılar tarafından sonuçsuz bırakılmış. Vambery Londra’da inanılır kaynaklardan şunu duymuş: Bizi destekle­mek üzere Fransız-Rus kombinezonu arasına bir Yahudi hançe­ri sokacaklarmış. Kendisi Eylülde Sultanı görüp biraz hare­kete geçmesini temine çalışacakmış.

Wellisch, İstanbul’da malî durumun yine çok vahim oldu­ğunu bildiriyor.

Crespi de Rothschild’in temsilcisinin yine aleyhimizde fa­aliyete başladığını bildiriyor.

28 Temmuz

Londrada iken Güney Afrika Madenleri Müdürü Cecil Rhodes ile konuşmuştum. Onun güney Afrikalıları bütün Osmanlı Borç tahvillerini şahsen borsadan toplayabilirler. O za­man ben de Sultan’a gidip: Filistini teslim etmen karşılığı işte sana borçlardan kurtulma imkânı, ve dönüp Yahudilere de şöy­le derim: İşte size x+y karşılığı Filistin, x Güney Afrikalıla­rın ödedikleri para, y de bunun karşılığında elde edecekleri menfaattir.

Rhodes’un fikrine göre Asyalı Türkiye Almanya’ya ya­naşmak mecburiyetindedir, zira İngiltere bütün dünyayı idare edemez ve Rusya ile arasında tampon bir bölgeye ihtiyacı var­dır.

6 Ağustos Bugün Türkçe öğrenmeye başladım.

22 Ağustos

Vambery vadettiğim komisyon üzerinde çalışmaya başla­dı. Ondan çok garip bir mektup aldım. İzzet’i kaydırıp yerine geçmek istiyor.

Yoksa Abdülhamid’i mi düşürmek niyetinde? Şu mektubu yazdım :

21 Ağustos 1901

Aziz Vambery Amcacığım,

Sizin gençlik ve enerji dolu mektubunuzu zevkle okudum. Siz gerçekten Allahın lutfuna uğramış bir şahıssınız, Allah muhafaza buyursun. Hazırladığınız taslağı gönderiyorum. Fransızcaya tercüme etmeye lüzum yok zannederim.

Sultan Filistini ne İngiliz ne de başka bir milliyete sahip bir şirketin idaresine vermeye razı olmaz. Esasen bu diğer «Kuvvet»lerle büyük diplomatik anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olur. Oysa biz projenin tahakkukunu düşünmek zorun­dayız. Bu sebepledir ki başka bir yol aramaya girişmiş bulunu­yoruz. Ben aptal değilim, bunu anlamışsınızdır, Sultan’a Londradan gönderdiğim bir mektupta kabul edilebilecek tipte bir teklifte bulundum. 18 Haziran tarihinde Londradan bu teklifi gönderdim (Yukarıya dercettiğim teklifleri sıraladım).

«İmtiyaz» mevzuunda teferruata inmedim, ilk adımda bu­nu yapmak doğru olmazdı. Şu hususa da dikkati çekeceksiniz: Ben herşeyi daha başlangıç olarak yapmış durumdayım. 1,5 milyon Sultanın bütün meselelerini halletmez bunu ben de biliyorum ama fiilen öyle bir durumdayım ki eğer iyi niyetini izhar ederse bundan çok daha fazlasını temin edebilirim.

Fakat plân nasıl tatbik edilecek? Herşeyden önce «Yahudi Koloni Tröst»üne «Küçük Asya, Suriye ve Filistinde Osmanlı-Yahudi Şirketi» adı altında «İmtiyaz» vermelidir. Herşeye tamamen malî bir karakter verilmelidir. «Yahudi Koloni Tröst»ü her türlü garantiyi temin edecektir. Fakat ciddi bir garanti almadan bu tekliften açıkça bahsetmeyiniz, zira en küçük bir emniyet şemmesi olsa hemen el atmaktadırlar.

Size gönderdiğim kabataslak plânı Sultan olumlu karşılar­sa ben Sultanın genel durumunu yeniden organizeye girişece­ğim ve 5 milyon sermayeli şirket teşekkül edecektir. Ben bu reorganizasyonu üç yıl içinde gerçekleştiririm. Bunu kendisi­ne söyle ve bunu bu şartlar altında yapacak ikinci bir adamın bulunmayacağını anlat. Burada size büyük vazife düşüyor, kavmimizi kendinize minnettar kılabilirsiniz.

İyi haberlerinizi bekliyorum.

Th.H.»

30 Ağustos

Sultan’ın doğum günü münasebetiyle bir tebrik telgrafı çektim. İbrahim Bey aracılığı ile de cevap aldım.

2 Eylül

Dünkü gazetelerde İbrahim Beyin oğlu Said İbrahim Beyin geçirdiği bir ameliyattan sonra Karlsbad’da öldüğünü öğren­dim. İyi, yakışıklı bir gençti, 29 yaşında idi. Londra’da bir de­fa yemek yemiştik.

Teati edilen telgrafların suretlerini de zarfa koyarak Vambery’ye mektup yazdım :

«Şurası gerçek ki Sultan, Ramazan için kendisine hemen lâzım olan 200 000 altını henüz bulamamıştır. Son dakikada te­fecilere veya borsa cambazlarına baş vurup temine girişebilir. Ben kendisine bu parayı hemen bulabilirim. Ama sen bu mek­tubu alır almaz gidip münasip bir dille şunları söyle: “Arka­daşım sana Ramazan için gerekli parayı getirebilir, hem de hiçbir tefeciyi araya koymadan. Fakat bunun için senin mu­ayyen bir plân hususunda, senin malî durumunu üç yıl içinde düzeltebilecek plân konusunda olumlu davranman şart. Bunun için de Eylülün ikinci yarısı içerisinde ona haber vermelisin, zira onun da işleri tanzim için zamana ihtiyacı vardır. Arka­daşım kendisi ile beraber beni de çağırmanı istiyor ki aranız­daki müzakerelerde sizi anlaştırabileyim”. Şimdi kendi kendi­me soruyorum, acaba sizin mektubunuza cevap verilmemesi, o mektubu İkinci Kâtibin görmesinin tevlit ettiği bir netice mi­dir? Şimdi ne olacak bakalım?»

23 Eylül, Alt-Aussee

Haftalardır Sultanın bana gerekli telgrafı çekmesi için İb­rahim, Nuri ve Vambery aracılığı ile uğraşıyorum, sonuç yok. Birkaç gündür Sultan’a bir mektup daha yazmak istiyorum ama o bana hiç göndermediği için ifadede güçlük çekiyorum.

Gölün kenarına oturup düşünüyorum. Satranç tahtamdaki yeni elemanlar şimdi İskoçya dönüşünde konuştuğum Cecil Rhodes, yeni Amerika Reisicumhuru Roosevelt (Amerikadaki baş haham ve Siyonist lider G. Gottheil aracılığı ile), İngilte­re Kralı (Ribon bişopunun aracılığı ile) ve Rus Çarı (General von Hesse aracılığı ile) v.s.

Bankamız Ekim’de tam kapasite ile faaliyete geçebilecek. Gottheil’in satrançta vezir rolü oynaması fena olmayacak. Sul­tan’a «Kuvvetler» ile temasında esaslı bir aracı teklif edece­ğim: Gottheil.

Sultana mektup :

«Efendimiz,

Yüksek müsaadelerinizle tekrar doğrudan doğruya Zat-ı Şahanelerine baş vurup birkaç kelime ile Zat-ı Şahanelerinin dikkatlerini oldukça ciddi bir duruma çekmek istiyorum.

Efendimiz, Osmanlı İmparatorluğunu çok sıkıntılı günler beklemektedir. Hazırlanmakta olan bir ittifak değil fakat bir tarafsızlık anlaşmasıdır. Şu anda kuvvetlerden biri harekete geçmiş durumdadır. Zat-ı Şahaneleri ümidettiği yerlerin hiç­birinden hiçbir yardım alamıyacaklardır. Beklenen yardım çok korkunç bir kaynaktan geleceğe benzemektedir.

Hazırlanmakta olan durum budur, ama henüz bunu önle­me fırsat ve imkânı mevcut bulunmaktadır.

Ben majestelerinin adına işe girişerek bütün bunları önle­yebilecek ve hiçbir çevrede hiçbir şekilde şüphe uyandırmaya­cak birini tanıyorum. Fakat mevzu o kadar hassastır ki bunu

Zat-ı Şahanelerine ancak şifahen ve başbaşa olmak şartiyle arzedebilirim.

Bu plânın ilk şartı zaman kazanmaktır. Sonra yeni gelir kaynakları yaratılır ve İmparatorluğun direnme gücü arttırılır.

Osmanlı İmparatorluğunun büyüklüğü ve kuvveti Yahudi milletinin tek ümit kapısıdır ve mümin bir Yahudi olarak sizi kendi adıma değil kardeşlerim adına ve Halife’ye beslediğim iyi niyetin sonucu olarak ikaz etmek isterim.

Eğer Zat-ı Haşmetmeâbları beni dinlemek arzu buyurur­larsa birkaç gün için İstanbul’a gelmek bendeleri için kolay ola­caktır..

Sadık ve itaatkâr köleniz Dr. Th.Herzl».

İbrahim Beye :

«Ekselans,

Derhal arzedilmesi ricasiyle Zat-ı Şahanelerine çok mühim bir mektubu ilişikte takdim ediyorum.

Bu hafta tatile son verip Viyanaya dönüyorum. Maamafih bu pek tatil sayılmaz, ancak çalışma masamı değiştirmiş ol­dum. İşlerim burada da bir an için yakamı bırakmış değildir.

Türkiyenin işlerinin iyi gitmediğini öğrendim, bundan sa­mimiyetle üzüntü duyuyorum. Allah sizi muhafaza etsin...

Th.H.»

Sultana yazdığım mektupta kastettiğim şahıs Gottheil’dir.

8 Ekim, Viyana

Peşte’ye gidip Vambery’yi gördüm, Sultana sert bir mek­tup yazmasını, arkasından da gidip görüşmesini söyledim.

Nuri’ye de yazıp habis İzzet’i bizim lehimize çevirmesini isteyeceğim :

«Ekselans,

Ne bizim ne Türkiyenin işlerinde bir ilerleme var.

Kanaatımca İzzet Beyi elde edip faaliyete geçirmek lâ­zımdır. İzzet Beyin zekâsı bize çok faydalı olacaktır. Bizim iyilikseverliğimizi sizden dolayı bilir zannediyorum, herhalde sizi zevkle dinleyecektir.

Ramazandan önce bir miktar paraya ihtiyacınız olacak değil mi?

Size bazı tavsiyede bulunmama müsaade ediniz : Mümkün olduğu kadar çabuk İzzet Beyi görmeye gidiniz, kendisiyle bizzat bildiğiniz şekilde konuşunuz.

Yakın zamanda sizden haber almak ümidiyle saygılarımı sunarım.

H.»

Not: Bir müddet önce Profesör V(ambery)i gördüm. Yakında Avrupada vukuu muhtemel ciddi şeyler hususunda bil­gi vermek temayülünde. Bu mektubu yazanın onun muh­teviyatı hakkında hiçbir bilgisi yoktur. 8 Ekim 1901.

23 Ekim, Viyana İstanbul’dan müspet veya menfi hiçbir haber yok.

1 Kasım, Viyana Artık her ay 1000 frank göndermekten bıktığım namert Crespiye aşağıdaki mektubu yazdım :

«Muhterem Efendim,

Yüksek zekâsına rağmen 363 (Sultan) içinde bulunduğu kötü durumu anlamamaktadır. Aksi halde kendisine faydalı olabilecek yegâne kimse olan bana yazması gerekirdi. Bu du­rumda da tabiatiyle bir tek ileri adım atabilmiş değiliz. Sizi temin ederim ki bütün münasebetlere son vermeyi ciddiyetle düşünüyorum. Size iyi münasebetlerimizin bir sonucu olarak bu aydan itibaren ayda 500 frank fazla göndereceğim, ancak bunun karşılığında bana her hafta yazmanızı ve beni uzaktan dahi ilgilendirebilecek her türlü havadisi vermenizi istiyorum.

345 (Nuri Bey)e 125 (İzzet Bey) ile konuşmasını yazmış­tım. Sen ve 345 bana 125’in ben orada iken verdiğim mikdarı aldığını söylemiştiniz, fakat niçin bir cevap almadığımı anla­mıyorum.

Arkadaşımıza beni nezaketle hatırlatınız, zannederim hiçbirşey yapmadığı için müteessif bulunmaktadır.

Herzl».

Sultana mektup :

«Efendimiz,

23 Eylül tarihli mektubumda arzettiğim hususlar tahak­kuk etmek üzere bulunmaktadır. Zat-ı Şahaneleri bendeleri­nin makul tavsiyelerini nazarı dikkate alırlarsa bunlar önle­nebilir. Diğer felâketlerin zuhuru da yakındır ve bunlar ancak mâliyenin kuvvetlendirilmesi ile tesirsiz bırakılabilir.

Kendimi hala bu işe vakfetmek arzusunda olduğumu arzetmeme müsaade buyurunuz... Bugün, yarın, altı ay sonra, ma­jesteleri ne zaman emir buyururlarsa bendelerini sadakatim ispata hazır bulacaklardır.

Herzl».

İbrahim Beye de kısa bir mektup yazarak zarfa koydum ve İstanbul’a gönderdim.

*

*          *

Dr. Herzl 20 Aralık 1901 tarihinde Sultan Abdülhamid’e bir mektup daha yazarak Basel’de toplanacak Siyonistler Kongresine bir telgraf göndererek (daha doğrusu Kongre Baş­kanı olarak kendisinin çekeceği telgrafa cevap vererek) Yahudilerle alâkası konusunda bir işaret vermesini istirham eder. İbrahim Beye yazdığı mektupta da Amerikada özel olarak bir Türk klavyeli daktilo makinesi imâl ettirdiğini, birkaç haftaya kadar hazır olacağını, onu Viyana Sefiri Mahmud Nedim ara­cılığı ile mi göndermesinin uygun olacağını yoksa bizzat getir­mesinin mi daha iyi olacağını sorar. Bu, eski Türk harfleri ile yapılmış ilk daktilo makinesidir.

Kongre Ocak’ta Basel’de toplanır, gerçekten Abdülhamid, Herzl’in Başkan olarak çektiği bağlılık telgrafına teşekkür eder ve bu kongrede onun durumunu kuvvetlendirir, dediko­duları önler...

*

*          *

5 Şubat 1902, Viyana

Dün eşim yüksek ateşle yatarken Yıldız’dan şu telgraf geldi:

«Lütfen projelerinizi açıklamak üzere derhal İstanbul’a geliniz — İbrahim».

Kremenzky’ye hazır olmasını haber verip ayni gece «Bir kaç gün gecikmemin bir mahzuru var mıdır, Cumartesi veya j Pazar günü yola çıkabilirim» şeklinde bir telgraf çektim. Wellisch’e de hemen telle «Kimin tarafından çağırıldığımı tahkik etmesini» bildirdim, «Davet eden bizzat Sultandı».

*

*          *

15 Şubat, İstanbul’

Newlinsky’den beri dördüncü defadır İstanbul’dayım. Ayni kadîm şehir, renkler, renkler ve havlayan köpekler.

Gemiden iner inmez bir arabaya atlayıp Wellischle bera­ber doğru Saray’a gittim.

Maalesef Romanya gemisi fırtınadan tam zamanında Tophane’ye gelemedi. Elbisemi gemide değiştirip hemen hareket etmeme rağmen saraya geldiğimizde zannederim Cuma günü j ikindi vakti saat 3,5 u bulmuştu.

Artık iyice tanıdığım İbrahim Beyin dairesine alındık. Merasim nazırının iki muavini Galip ve Memduh Beyler sessizce refakat ettiler. İbrahim Beyin benim gelişimi Sultana haber verdikten sonra dönmesi yarım saat kadar sürdü, nihayet gel­di :

«Selâmlık merasimi kendisini bugün çok yormuştu bu se­beple beni derhal kabul edemiyecekti, yarın sabah (yani bu­gün) Saraya gelecektim». İbrahim Beyle saat 11’i kararlaştırdık. İbrahim Bey bana bazı iradelerin de tebliğ edilebileceğini söyledi, sessizce eğildim, bundan başka Sultan burada kendi­sinin misafiri olmamı istemişti. Tekrar hürmetle eğildim.

Sonra havadan sudan konuştuk. Zat-ı Şahaneye hediye ola­rak bazı meyvelerden getirdiğimi söyleyince İbrahim ve Galip gözlerini açtılar. Bura adetlerine göre böyle bir hediye getiri­lemezdi, tabii ben bilmediğim için mazurdum, öyleyse kendi­lerinin kabul etmelerini rica ettim.

Beyoğlunda «Büyük Cadde»de (İstiklâl Caddesi) Crespi ile karşılaştım, otele kadar bana refakat etti. Mektupta yazdık­larımı bir daha tekrarladım.

Ve günlerden beri ilk defa rahat uyudum.

15 Şubat, öğleden sonra.

Birinci raund bitti.

Sonuç müspet değil.

Saat 11 de yanımda Wellisch olduğu halde Saray’a gittim. Kapıda arabalarımız kontrol edildi ama kolay geçtik. İbrahimin dairesinde bir müddet onu bekledik. Geldiğimizi Sultana bir tezkere ile bildirdi. Sonra önceden hazırlandığını tahmin etti­ğim bir şekilde konuşmaya başladık.

Bana Siyonist Kongresinin gayelerini sordu. Ona bizim Yahudi muarızlarımızın sadece Yahudilerin diğer milletler ta­rafından absorbe edilmesini önlemek diye tarif edilebilecek milliyetçi siyonizm görüşlerini açıkladım.

İbrahim benim Kongre’de Sultanın Yahudilerin Filistine göç ederek orada bir Yahudi Krallığı kurmama müsaade ettiği şeklinde bir beyanda bulunduğum şeklinde bir rapor aldıkları­nı ve bu sebeple Sefaret kanalı ile tekzip neşrettiklerini söy­ledi.

(Böyle bir tekzipten hiç haberim yoktu).

Kendisine Kongredeki beyanatımın tam metnini verdim. Sadece Mayıs’ta Sultanın bana ifade ettiklerini ve sonra ken­dilerine yazdığım mektupları anlatmıştım.

İbrahim daima olduğu gibi tebessüm etti. «Biz Dr. Herzl’in aslı olmayan şeyleri söyleyeceğine ihtimal vermeyiz, aksi tak­dirde Sultan sizi misafir olarak davet etmezdi» dedi.

Sonra yemeğe gittik. Hep türk yemekleri vardı. O arada Tahsin Bey geldi ve İbrahim Beyle gizli birşeyler konuştu, be­nim ise elimi bile sıkmadı.

Yemekten sonra İbrahim Bey bana İzzet Beyi görmeye git­memi söyledi. Dışarı çıktığımda tekrar çağırıp İzzetin arzula­rını şahsî olarak kabul etmemi fısıldadı. «Bunu söylemeye lü­zum yok» deyip gittim. İzzetle Sultanın beni kabul ettiği yerin önündeki avluda karşılaştım, samimi şekilde selâmlaştık ve sonra yine İbrahim Beyin yanma geldik. Geçen mayısta otur­duğumuz ayni koltuklara yerleştik. Konuşma da ayni noktadan başladı; önce İzzet söz aldı:

«Geçen mayıstaki ziyaret maksadınız ne idi?»

«Bunu o zaman arzetmiştim. Eğer isterse Türkiyeye yar­dım etmek. Biz Yahudiler kuvvetli bir Türkiye’ye muhtacız v.s. ki Zat-ı Şahaneye mektuplarımda müteaddit defalar arzetmiş bulunuyorum».

«Evet» dedi İzzet «Kavminiz hem basın hem malî çevre­lerde hâkim durumda olduğuna göre sizin tasarınızda hem maddî hem manevî malzeme var demektir, bu anlaşılıyor, fa­kat hiçbirşey gerçekleşmedi, Bütün yaptığınız Londra ve Basel’de beyanatta bulunmaktan ibaret kaldı».

«Bunda zaruret vardı» diye cevap verdim «Bütün dünya Yahudileri arasında Zat-ı Şahane hakkında iyi bir iklim ya­ratmak şarttı ve inanıyorum ki bunda da muvaffak oldum, zi­ra büyük ölçüde sempati tezahürlerine şahit oldum».

«Pekâla, her her iki tarafa düşenleri tespit edelim» diye Öze başlayan İzzet şöyle devam etti: «Sana açıkça söyleyece­ğim. Zat-ı Şahane İmparatorluğunun kapılarını bütün dünya­dan gelecek Yahudi muhacirlere açmaya hazırdır. Ancak bu gelenler Osmanlı tebaasına girmeyi ve askerlik hizmetini ifa etmeyi başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdir».

Cevaben «Tamam» dedim. O devam etti:

«Memleketimize girmeden önce eski tabiyetlerini bırakıp derhal Osmanlı tabiyetini iktisap edeceklerdir, bu şartlarla memleketin istedikleri yerinde —Filistin hariç olmak üzere — yerleşebileceklerdir».

Kirpiğimi bile kıpırdatmadım ve anladım ki bu daha ilk tekliftir ve pazarlığa oturacaklardır.

«Karşılık olarak» diye İzzet devam etti «Zat-ı Şahane bir sendika kurmanızı ve borçları konsolide etmenizi ve halen mevcut olan ve bundan sonra da bulunacak olan bütün maden­leri işletmenizi istiyor».

«Hangi madenler?» diye sordum.

«Burada bulunan bütün madenler, altın ve gümüş, kömür madenleri ve petrol kuyuları. Kuvvetli bir Türkiye istediğinizi bildiğimiz için sizlerin bizi istismar etmeyeceğinizi ve bunları işleteceğinize itimat etmek istiyoruz. Maamafih bu bir Osmanlı Şirketi olacak ve İdare Meclisinde hem Yahudiler ve hem de müslümanlar bulunacaktır».

«Bu konuda düşünmek için müsaadelerinizi rica ederim» dedim, «Zat-ı Şahaneye şu hususu arzetmenizi istirham edece­ğim, her halü kârda değişmeyecek bir şey varsa o da bendele­rinin sadakati ve iyi niyetidir. Önce bu prensibi ortaya koya­lım. Teferruatın şöyle veya böyle olmasının ehemmiyeti yok­tur, anlaşırız».

Yarma kadar bu konuda bir memorandum hazırlamamı istedi.

Kendisine hediye olarak getirdiğim enfiye kutusunu ver­dim, çok memnun oldu ve enfiye kutusu meraklısı olduğunu söyledi. Ayrılmadan önce İbrahime birşeyler fısıldadı, bunu az sonra İbrahim bana açıkladı. İbrahim otele bana gizli aja­nını gönderip «Şahsî arzularını» ifade edecekti.

«Muvafık» diye cevap verdim «Türkiyeye zannederim mil­letin yapabileceğinden daha çok iyilikte bulunabilirim, fakat buna karşılık benim Yahudilerim için elle tutulur birşeyler verilmelidir». Bu sözlerim İbrahimi mütehassis etti.

Birisini Tahsin Beye göndererek kabul edilmemi istedim. «Çok meşgulüm» cevabı geldi.

16 Şubat, güneşin doğmasından önce yatakta.

Sultana vereceğim cevap hazır, şöyle :

«Efendimiz,

Dün Ekselans İzzet Bey vasıtası ile göndermek lütfunda bulunduğunuz hususlara tam bir hulus ve samimiyetle ceva­bımı arzediyorum.

İzzet Beyin getirdiklerini iki mantıkî kısma ayırmak ka­bildir :

1-Endüstriyel kısım,

2-Siyasî-Malî kısım.

1— Zat-ı Şahaneleri İmparatorluk hudutları içerisinde mevcut ve bundan sonra bulunacak bütün madenleri kuraca­ğım bir şirketle işletmemi temin etmekle bendelerini görev­lendirmektedir. Bunu prensip olarak kabul ediyorum, zira bu bendelerine Zat-ı Şahaneye hizmet imkânını bahşedecektir. Teferruat tabiatiyle sonraki kararlara iktiran edecektir.

2— Zat-ı Şahaneleri bütün dünyadaki Yahudilerden hic­ret edecek olanları şefkat-i pederane ile İmparatorluk hudut­ları içerisine Osmanlı tabiyetini kabul etmeleri ve önceden ka­rarlaştırılmış bir yere toplu olarak yerleşmemeleri şartı ile kabul buyuracağınızı ifade eyliyorsunuz. Bunun karşılığında da devlet borçlarını konsolide edecek bir sendika teşekkülünü arzu buyurmaktasınız.

Bu haliyle teklifin realizesi hayli güç görünmektedir. Bu­nun tahakkuku için işin âleniyete dökülmesi gerekmektedir, bunun ise son derece kötü tesirleri olacaktır. Bunun yanında pratik sebepler de bulunmaktadır. Borçları tasfiye edecek olan fakir kolonistler değildir, gerekli büyük sermayeleri temin edecek olanlar da bunlar olmayacaklardır. Naçiz kanaatime göre devlet borçları ile Yahudi kolonizasyonu arasında bir bağ kurmak lâzımdır, bu bağ sayesinde ortaya büyük OsmanlıYahudi Şirketi çıkacak ve her türlü güçlük halledilecektir.

Sadakat, samimiyet v.s.

17 Şubat

Herşey berbat oldu.

Gün güzel başladı, fena bitti.

Sultana cevabi mektubumu bitirdikten az sonra araba ile Yıldız Sarayına gittim. Mektubu İbrahim’e verdim, Galip Bey­le birlikte oturup edebî bir tercümesini yaptılar. Bundan son­ra oturup bir sürü konuda bilhassa Siyonizm hakkında geve­zelik ettik. İbrahim ateşli bir siyonist olduğunu ve Yahudilerle hem tecavüzî hem de tedafüi bir anlaşmaya taraftar bulundu­ğunu beyan etti. Buna bakarak —zira İbrahim daima efendi­sinin görüşlerini aksettirir— rüzgârın müsait esmekte olduğu sonucunu çıkardım... Sonra öğle yemeğine oturduk. Yemekler bu defa biraz daha iyi idi.

Yediğimiz yemekleri hazmımızı —oldukça fırtınalı bir ha­zım — kolaylaştırmak için İzzet Bey yine göründü. Benim ver­diğim cevabı okumuştu, Yahudi-Osmanlı Şirketi bir yer seçe­cek, yani iskân için herhangi bir yerde toprak satın alacak ve Yahudileri oraya toplayacak mıydı?

«Evet» dedim, «Bu zaruridir. Biz sadece şahsî himaye ile iktifa edemeyiz, zaten buna bütün dünyada sahibiz, millî bir himaye lâzımdır».

Bununla ne demek istediğimi ekselansları sordular.

İzah ettim : Bizim yararımıza büyük bir resmî jest, mese­lâ tahditsiz bir şekilde muhacirleri davet demek istiyorum.

Bunun üzerine İzzet benim mektubu Sultana götürdü.

Beklerken İbrahim ve Galip istikbal hakkında hayal kur­maya iyi günlerden bahsetmeye başladılar; Yahudiler gelince ne kadar iyi olacaktı. Gelişmiş bir ziraat ve endüstri, yabancı menfaatlere hizmet etmeyen bankalar v.s. tahayyül ediyor­lardı.

Fakat İzzet Sultanın menfi kararı ile döndü. Sultan Türk tabiyetini kabul edecek bütün Yahudilere bütün İmparatorlu­ğunu açmayı arzu ediyordu, ancak her muhacir gurubu geldi­ğinde nereye yerleştirilecekleri hükümet tarafından tespit edi­lecek ve Filistin bu bölgelerin dışında kalacaktı. «Yahudi-Osmanlı Şirketi»ne Mezopotamya, Suriye, Anadolu, sözün kı­sası Filistin dışında her yerde kolonizasyon müsaadesini tanı­yacaktı.

Filistinsiz bir imtiyaz. Derhal reddettim.

İzzet şöyle dedi: «Ne bekliyordunuz? Hayat böyledir, ön­ce siz bin mil öteye gittiniz ve sonunda anlayışsızlıkla karşı­laştınız».

Cevaben : «Korkarım ki hayır. Bu mesele üzerinde yarına kadar düşüneceğim. Ama bir hal şekli bulamayacağımdan en­dişe ediyorum».

İzzet: «İnşallah diyelim, bir yol bulacağınızı ümit edelim».

Ben : «Yazık, eğer yarma kadar bir hal şekli bulamazsam, Zat-ı Şahaneden ayrılmak için müsaade isteyeceğim».

Böylece müzakere birdenbire ve olumsuz bir şekilde sona ermişti. Sultanın arzusu üzerine konuşmalar zapta geçirildi, İzzet ve İbrahim beyler tarafından imzalandı.

Çıkmaya hazırlanırken yavaşça İbrahim beye eğildim ve İzzet Beyin gizli ajanı «Caporal»ın beni görmeye ne zaman geleceğini sordum. İbrahim İzzetle konuştu ve bana cevabım getirdi: Buna şimdi lüzum yoktur. Bundan müzakerelerin ne kadar kötü gittiği daha iyi anlaşılıyordu. İbrahimin kulağına eğilerek şunları fısıldadım : İkili bir anlaşmaya gidilebilir, ya­ni açıklanan anlaşmaya göre Sultan himayeye muhalif kalır, bir de benimle ve arkadaşlarımla anlaşma yapar ki bu gizli kalır.

İbrahim bundan İzzeti derhal haberdar etmemi söyledi, ona da söyledim, İzzet gözlerini kırpıştırarak :

«Bu mümkün değildir. Nazırlar bunu istemiyeceklerdir. Onların bazıları vardır ki ikna edebilirsiniz, fakat bazılarını hiçbir fiyata ikna edemezsiniz».

Ayrıldım.

*

*          *

Mesele üzerinde düşündüm ve sonunda Sultana şu mek­tubu yazdım:

«Efendimiz,

Mevcut şartlar içerisinde Zat-ı Şahanelerine hizmet ede­memekten samimi olarak teessür duyuyorum. Artık ayrılmaya hazırlanıyorum.

Zat-ı Şahanelerinin ifade buyurdukları karar önünde hür­metle eğilirim.» dedikten sonra eğer İmparatorluk hudutları içerisinde Yahudilerin iskânı konusunda «tahdit»ten vazgeçi­lirse merkezi İstanbul’da ve belli başlı şehirlerde şubeleri olan büyük bir banka kurabileceğimi, ekonominin bundan büyük menfaat sağlayacağını anlattım. Mümkünse bugün bir veda ziyareti için kabul etmesini istedim. Eğer kabil olmazsa hedidiye olarak takdim ettiğim bir takım felsefî kitaplarla iki haf­ta sonra gelecek olan daktilo makinesinin lütfen kabul buyurulmasını diledim. Bundan sonra dahi kendisinin sadık bir hiz­metkârı olarak kalacağımı bilmesini söyledim.

*

*          *

19 Şubat, trende Mektubu bitirince hemen Wellisch’e vererek Yıldıza gön­derdim. Bu arada çarşıya çıkıp İbrahim ve Galip Beyler için mücevherle işlenmiş birer altın kalem satın aldım, sonra Saray’a gittim. İbrahim Bey mektubun tercümesini bitirmişti, Memduh Beyi çağırarak tercümeyi Sultan için temize çekme­sini söyledi. O türk usulü diz çöküp sol eline aldığı kâğıda sağ eliyle yazarken İbrahim Karlsbad’da . ameliyat sırasında ölen oğlundan bahsetti. Said ile Haziran içinde Londrada ben de karşılaşmıştım. Zavallı baba ağladı.

Memduh işini bitirince mektup Sultan’a gönderildi, bir süre sonra da şimdi benim samimi arkadaşım olan İzzet Bey tarafından çağırıldım.

Sultanın benim karşımdaki durumunu tekrar etti, konuş­tu, ben de tekrar reddettim. Ya tahditsiz muhaceret olur ya hiç olmazdı.

Sultan, kendisi istese dahi benim Arazi Şirketinin idaresi altında hudutsuz hicrete müsaade veremiyeceğini bildirdi. Zi­ra böylece tebaasının ekseriyetinin değil ekalliyetinin bile iti­madını kaybedeceğini ileri sürdü. İzzet bu noktada şuna işaret etti: En mutlak idarenin dahi istediğini yapmak serbestisine sahip olmadığı bir gerçektir.

İzzet birden esrarlı bir havaya büründü ve bana arkadaşça tavsiyelerde bulundu :

«Bu memlekete maliyeci olarak giriniz, sonra ne isterseniz yapabilirsiniz» (Bununla şunu demek istiyordu: Biz sizin ne istediğinizi biliyoruz ve buna muhalefet edecek değiliz. Ne Sultan ne de etrafındaki işadamları para bulabiliyorlar, dik­katli davranmak zorundayız, aksi halde alaşağı ediliriz). Devam etti:

«Mâliyemizi elinize alınız. O zaman patron olursunuz. Önce en mükemmel iş olan maden işine girişiniz. Bizim cevap bile vermediğimiz yüzlerce, binlerce talep var bu konuda. İmpara­torlukta mevcut bütün madenlerin işletilmesi size teklif edildi, kabul etmez misiniz?»

«Ondan sonra bankacılığa el atarsınız. Lüzumlu bütün im­tiyazlar size verilecektir. Bu öyle bir şekilde yapılacaktır ki Osmanlı Bankası hiçbir şeyden şüphelenmiyecektir. Sonunda sizin kolonizasyon talebiniz hususunda ne yapılabileceğine ka­rar veririz».

«Eğer benim samimi tavsiyemi isterseniz şöyle yapmalı­sınız: Yarın gidin, arkadaşlarınızla konuşun, istediğimiz sendi-

kayı kurun. Gerekli miktarda depoziti bankaya yatırın, imti­yazın verildiği ilân edilince kullanılabilecek şekilde dursun. O zaman sizinle kontrat yapmaya girişebiliriz. Faraza filân ma­den imtiyazı için bir milyon frank yatırıp gerekli fermanı bek­lersiniz, v.s.»

Bu fikir bana son derecede parlak göründü. Zira gözleri­nin önüne paraları sürmek için bana fırsat veriyordu. Son de­rece çekingen bir tavırla şunları söyledim :

«Sizin arkadaşça konuştuğunuzu görüyorum. Arkadaşları­mın sizin tavsiyelerinizi kabul etmeleri için elimden geleni ya­pacağım. Ama bana söyleyeceklerini biliyorum : Sen bize iste­mediğimiz halde iş getiriyorsun, tekliflerde bulunuyorsun, oysa biz iş aramıyoruz, bize istediğimizi yani Kolonizasyon Kum­panyasını getirmiyorsun. Ayni şekilde burada Zat-ı Şahane ve her seviyeden arkadaşla mutabakata varmaya uğraşacağım. Sizin ne demek istediğinizi iyi anlıyorum: Birisi başarı kazan­mak istiyorsa diğerinin alâkasım çekmelidir, bu sebeple üç fer­manın çıkarılması gerektiğine kaniim. Birisi madenler, birisi banka ve üçüncüsü de Kolonizasyon Şirketi için. Bu, çeşitli gurupların alâkasını daha kolay cezbetmemi temin edecektir. Bazıları birinci, bazıları ikinci ve diğerleri de üçüncü ferman­dan faydalanacaklardır. Böylece üç sahanın adamları bir arada olacaklardır. (Bunu söylerken ona davetkâr şekilde baktım) Beni anlıyor musunuz?»

Gayet mütevazi bir şekilde.

«Anlıyorum, bu fena değil» dedi. Ben devam ettim :

İbrahim Bey, sizin gizli ajanınız Caporal’ı bana göndermek istediğinizi söyledi. Niçin öyle olsun? Biz arkadaş olduğumuza göre aramıza bir üçüncü kimseyi sokmaya ne lüzum var. Doğ­rudan doğruya konuşalım, bu daha iyidir».

Bu açık ve samimi konuşmamdan pek hoşlanmıştı, muhab­bet dolu bakışlarla şöyle dedi: «Haklısınız». Sonra efendisinin arzularını tekrar dile getirdi: «Hükümetin şu anda bir milyona ihtiyacı var, (Hicaz Demiryolu işi herhalde), bize bunu vere­bilir misiniz?»

«Evet» dedim çabucak «Bana hudutsuz kolonizasyon müsa­adesini verin ve en kısa zamanda bir milyonu alın. Sadece bu husus için gelmediğim için diğer konuları arkadaşlarımla gö­rüştükten sonra cevaplandırabilirim».

«Şu anda bu mümkün değil» diye cevap verdi.

«Konuşurken aklıma bir fikir geldi» dedim, «Ben tahditli bir muhacerete muvafakat edemem, ama eğer muhacirlerin sa­yısını tahdit etmezseniz istediğinizi yapabiliriz. Yahudi-Osmanlı Şirketi istediği sayıda muhaciri getirebilme selâhiyetini haiz olmalıdır».

«Meselâ ne kadar.»

«Bu konuda yeteri kadar düşünmedim. Bu fikir aklıma hemen geliverdi. Bu hususta ne düşünürsünüz?»

«Fena sayılmaz. Bunun üzerinde sonra durabiliriz, önce malî hususa girişmelisiniz».

sırada içeriye girip kahve ve sigara içmeye başlayan sa­ray mensupları yüzünden konuşmamız burada kaldı. İzzet Bey beni koridorda görerek yarın sabah tekrar saraya gelmemi, o zaman belki Sultanı da görüp veda edebileceğimi söyledi.

Otele döndüm.

*

*          *

Dün sabah çok erken kalkarak saraya gitmeye hazırlan­dım, zira gemi saat 10 da kalkacaktı. Bagajlarımız akşamdan hazırlanmıştı. Sultanın misafiri olduğum ifade edilmekle be­raber Saray’dan kimse gelmediği için otelin hesabını ödedim. Adamıma ben gelmeden bagajları gemiye çıkarmamasını tenbih ettim. Çünkü Sultan’ın ne yapacağı belli olmazdı, belki de ayrılıp gitmeme müsaade etmezdi. Burada beklenen ile olan­lar hiç birbirine benzemiyor. Maamafih olaylar bambaşka ce­reyan etti. Muhtemelen ileride ben bu imtiyazı elde edeceğim, bunun ne zaman olacağı daha belli değil. Belki de Türkiye, «Kuvvetler» tarafından taksim edilmeden ele geçiremiyeceğiz.

İbrahim ve İzzet müzakerelerin türkçe ve fransızca birer zabtını hazırlamışlardı, onları imzaladık. Ben de bir memoran­dum hazırladım ve türkçeye tercüme edildi:

18 Şubat 1902 tarihini taşıyan bu memorandumda konuş­tuğumuz hususlar madde madde yer alıyordu. Bu irade-i seniyeyi hürmetle karşılamakla beraber kabul etmeme imkân bulunmadığını arzettim.

İzzet Bey bu hususta yazılacak pasajı dikte ederken Sultan’dan gelen birisi bana Zat-ı Şahanenin yolculuk masrafı olarak 200 lira ihsanda bulunduğunu bildirdi ve parayı verdi. Büyük bir hürmetle aldım ve bir hayır kurumuna verebilip veremiyeceğimi sordum, İzzet tebessüm ederek «Makbuzu im­zalayınız da sonra ne isterseniz yapınız» dedi. «İmparatorluk hâzinesinden yol masrafları olarak 200 lira teslim alındı Dr. Theodor Herzl» diye yazıp imzaladım.

«Beyler, resmen herhangi bir sonuca varmamakla beraber yine görüşeceğimizi ümidederim. Tavsiyelerinizi tutacak ve memleketiniz ve Yahudiler için hayırlı olacak hususları ger­çekleştirecek kimseleri bulmaya uğraşacağım» dedim.

«Allah yardımcınız olsun, bizler sizin tarafmızdanız» dedi İzzet Bey, İbrahim bey de ayni şeyleri «İkimiz de sizin tarafınızdanız» diye tekrar etti. Sağ elimle İzzet’in elini sıkarken sol elimi de İbrahimin eline verdim...

21 Şubat, Viyana Londra gazetelerinin benim Sultan’dan imtiyazı aldığım haberini verdiklerini öğrendim. Bunun saray tarafından tekzip edilmesi iyi tesir etmezdi. Hemen Mahmut Nedim’e giderek vaziyeti şifre ile bildirmek istedim, ama bana karşı durumda olan Tahsin bu teli alacağı için vazgeçip «Daily Mail» ve «Daily News» gazetelerinin muhabirlerini bularak bu haberi şahsen tekzip ettim. Yarınki gazetelerde bu yayınlanacak.

Reitlinger ile madenlerin işletilmesi imtiyazı hususunda konuştuk. Her maden imtiyazı için 100-120 bin altın rüşvet vermek gerektiğini, meselâ bir tek maden imtiyazının veril­mesini temin eden Fuad Paşa’nın [[44]] bu iş karşılığı 100 bin altın aldığını söyledi.

6 Mart

İzzet’e mektup :

«Ekselans,

Size ekli iki Londra gazetesini sunmakla şeref duyarım.

15 Mart günü benim adıma üç bankaya birer milyon yatı­rılacaktır. Bu bankalar Paris’te Credit Lyonnais, Londrada Lloyds Bank ve Berlin’de Dresdener Bank’tır.

Size bir hafta içinde daha kat’i malûmat arzedeceğim..»

13 Mart

İstanbul’dan fena haberler geliyor.

Wellisch benim mektubumu İzzet’e verdikten sonra ken­disini İbrahim Bey çağırtmış ve «Yeni bir iş’ara kadar birşey yapmasın» talimatını göndermiş. Neler olup bitiyor? Sisler içindeyim yine... Bugün Neue Freie Presse’de çıkan iki haber bana ciltler dolusu yazı kadar manidar göründü :

1— Sultan Abdülhamid Fransız Sefiri Constans’ı kabul etmişti.

2— Borçların konsolide edilmesi için Rouvier projesini tasdik etmişti.

İki haber arasında olduğu kadar benim İstanbul’a gidiş ge­lişim arasında da irtibat bulunduğu meydanda. Türkler hayatlarının kurtarılması için fransız hırsızların­dan medet umuyorlar. İstanbul daima bir «harikalar diyarı» dır ve bu diyarda halen fransızlar gözde durumunda bulunu­yorlar.

*

*          *

Dr. Herzl bir taraftan İzzet ve İbrahim beylerle mektup­laşırken bir taraftan da Osmanlı devlet borçlarını konsolide etmeyi üzerine almış olan Rouvier ile Crespi’nin temas kurma­sını ister. Onunla bu işi «kendi hesabına» yapması hususunda anlaşma çarelerini araştırır. Tahsin Bey onun üç milyon emrinizdedir şeklindeki mektubuna Viyana sefaretine «Bu Dr. Herzl kimdir, nedir, ne iş yapar araştırıp sonucu bildirin» şek­linde talimatla cevap verir. Anlaşılır ki Tahsin Bey Herzl’in menfaatlerinin aleyhinde çalışan «guruba» mensuptur. Bu ta­limatın iki manası olabilir, ya Tahsin yapılan konuşmalardan gerçekten habersizdir ve soruyu samimiyetle sormaktadır, ya­hut da doğrudan doğruya Sultamn talimatı ile öyle hareket etmektedir. «Dr. Herzl Viyanada sevilen hürmet edilen bir şa­hıstır, profesyonel yazardır, Yahudi malî mahfillerinde tam tesire sahiptir, her türlü mali işi başarabilecek evsaftadır» şek­linde bir telgraf sureti hazırlayarak gönderilmek üzere Mah­mut Nedim’e verir.

Nisan ayı başlarında Tahsin Bey’den Viyana sefarethane­sine gelen bir mektupta «Bir yanlış anlaşılma olduğu» ifade edilir. İstanbul’dan Herzl’in özel ajanları Crespi ve Wellisch ise şimdi fransızlarla anlaşma çabalarının devam ettiğim, bir müd­det beklemek ve hiçbir faaliyette bulunmamanın iyi olacağını bildirirler. İzzet Beyin tavsiyesi bu merkezdedir.

3 Mayıs, Viyana

Sultana mektup :

«Efendimiz,

Zat-ı hakîmanelerine şu teklifi arzetmekle şeref duyarım.

Türkiyede gençlerin yüksek tahsil yapma imkânlarının tam sağlanamaması yüzünden bu gençlerin bir kısmının dış memle­ketlere gittiklerini ve orada ihtilâlci fikirler öğrenip o tesir­lerle döndüklerini biliyorum. Hali hazır durum tam bir çıkmaz manzarası göstermektedir : Ya bunlara muasır bilgiler veril­meyecek, yahut muzır bilgilerle teçhiz edilmelerine göz yumu­lacaktır.

Buna bir hal çaresi bulunabilir. Biz Yahudiler bütün dünya üniversitelerinde söz sahibi bulunmaktayız. Bütün memleket­lerdeki üniversitelerde birçok Yahudi profesörler ve İlmî araş­tırıcılar mevcuttur. Zat-ı Şahanelerinin emirleri olursa İmpa­ratorluk içerisinde meselâ Kudüs ’te bir İbrani Üniversi­tesi kurabiliriz [[45]]. O zaman Osmanlı talebeleri dışarıya git­mek mecburiyetinden kurtulur, kendi memleketlerinde tahsil imkânına kavuşmuş olurlar.

Yahudi Üniversitesi her ilim dalında profesörü derhal te­min ederek ayrıca teknik ve ziraat sahalarında da öğretim ya­pabilir.

Zat-ı Şahanelerinin prensip bakımından kararlarına mut­tali olmadan teferruata inemiyeceğim tabiidir...

Dr. Theodor Herzl».

İbrahim ve İzzet Beylere yazdığım mektuplarda da bu Üniversite mevzuunu açtım. Kendilerine hiçbir malî külfeti olmayacağını bana hemen majestenin kararını ulaştırmalarını rica ettim.

İzzet Bey’den 12 Mayıs tarihli bir mektup aldım. Bunda Üniversite kurma işinin Zat-ı Şahaneye arzedildiğini, fakat malî güçlüklerle uğraşıldığı şu sırada bu gibi işlere imkân bu­lamadığını, benim malî işlerin hangilerini halledebileceğimi bir liste halinde göndermemin rica edildiğini anlatıyor.

Buna derhal bu gibi işlerin ancak şifahen ve uzun uzun konuşulmakla halledilebileceğini, bu hafta içinde derhal İstanbul’a gelebileceğimi zira Haziran’da mutlaka Londra’da bu­lunmam gerektiğini, eğer isteniyorsam durumun telle bildiril­mesini istedim. Eğer şimdi çağırılmazsam bir daha sonbahar­dan önce gelme imkânımın bulunmadığını bildirdim.

6 Haziran’da Paris’ten İzzet Beye bir mektup gönderdim. Sultanın emrettiği şekilde malî işleri düzeltmek, madenleri işletecek şirketleri tesis etmek maksadı ile burada arkadaşla­rımla temaslarda bulunuyorum. Burada takriben aym 25 ine kadar kalacağım. Sonra biraz tatil yapmağı düşünüyorum de­yip bulunacağım adresleri bildirdim.

Viyanadan babamın çok ağır hasta olduğunu bildiren bir telgraf aldım. Hemen arkasından doktorumuz bir kriz sonunda hiç acı çekmeden vefat ettiğini bildirdi. Derhal döndüm.

*

*          *

Sultana mektup :

20 Haziran 1902

«Efendimiz,

Babamın vefatını bildirmekle şeref duyarım. Bu sebeple çağırıldığım Londra’dan çalışma ve temaslarımı yarım bıraka­rak geri döndüm.

Şimdi gazetelerden M. Rouvier’nin konsolidasyon projesi­nin kabul edildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Öyle olduğuna na­zaran benim bu konuda çalışmaktan vazgeçmem icabediyor. Gediye yalnız madenlerin işletilmesi ile Osmanlı memleketleri için kurulacak banka meselesi kalıyor. Fakat bilmiyorum ma­jesteleri bendelerinin arkadaşlarının bu meselelere girişmele­rini hala arzu etmekte midirler.

Bu sebeple irade-i şahanelerini bildirmelerini istirham ede­rim. 30 Haziran’da tekrar Londra’ya gitmek üzere buradan ay­rılacağım ve orada iki hafta kalacağım. Zemini hazırlamış ol­duğum için bundan sonrası benim fazla zamanımı alacak de­ğildir. ..

Sadık bendeniz Dr. Th.Herzl».

Ayni mahiyette İzzet ve İbrahime de birer mektup gön­derdim. Bulunacağım adresleri ve kalış müddetlerimi bildir­dim.

22 Haziran

Crespi’den telgraf :

«No 188 (Mahmut Nedim) size yeni bir projeden bahse­decek, direkt müzakere olmaksızın kabul edemiyeceğinizi bil­diriniz».

24 Haziran, Alt-Aussee

Wellisch ve Crespi Türkiyenin Viyana ve Londra sefirle­rinin benimle temasa geçmek emrini aldıklarını fakat her iki­sinin de bu imkânı bulamadıklarını bildiriyorlar. Kremenzky’ye tel çektim, eğer istiyorlarsa Sultanı görmeye Londra’dan önce gidebileceğimi Mahmut Nedim’e bildirmesini söyledim.

*

*          *

5 Temmuz, Londra

Öğleden sonra Türk Sefaretinden bir memur bizim teşki­lâta gelerek merkezden gelen bir talimat sebebiyle Türkiye sefirinin benimle görüşmek istediğini bildirmiş. Şimdi çok meşgul olduğumu bildirerek başka bir zaman tekrar gelmesini söyledim.

*

*          *

Dır. Herzl Londra’da bilhassa Lord Rothschild ile temasa geçerek ona İstanbul’daki temaslarını ve müstakbel Şirket plân­larını anlatır. Lord kendisini Yahudi olmaktan ziyade İngiliz hissetmektedir. Filistin üzerinde niçin ısrar ettiğini sorar, pe­kâla başka bir yer de olabilir, meselâ Uganda der. Dr. Herzl bu gibi düşünenlerin «Ne biçim Yahudi olduklarını» düşünür, «kafasızlıklarına» kızar. Filistin olmazsa bile Mısır Filistini, Elariş veya Kıbrıs’ın nazarı itibara alınabileceğini böylelikle «Anayurda» yakın olacaklarını, her halü kârda «Şirket»in ser­mayesinin karşılanması gerektiğini savunur ve Rotschild ve diğer büyük Yahudi zenginleri ikna eder, sermayeyi gerekli parayı «derhal» vereceklerdir.

sıralarda Türkiyeyi İngilterede Kostaki Antopulos Paşa temsil etmektedir. Yıldız’dan, Herzl’in tâbiriyle «aptalca» bir telgraf almıştır. Bu telgrafta M. Rouvier ile kesin bir anlaşma­ya henüz varılmadığı, müzakerelerin cereyan ettiği anlatılmak­ta, Dr. Herzl ile derhal temasa geçilerek konsolidasyon proje­sini onun almasını Zat-ı Şahanenin arzu ettikleri hususunun bildirilmesi ve alınacak cevabın telgrafla gönderilmesi istenil­mektedir.

Dr. Herzl sefirin «ayağma» gelmesini temin eder, ona Yıl­dızca göndereceği telgrafı yazdırır. Birkaç ay önce arkadaşla­rının temin ederek Londra, Paris ve Berlin bankalarına yatır­dıkları üç milyonun kabul edilmeyip açılan kredilerin iptal ettirildiğini, bu jest ile arkadaşlarının hüsrana uğratıldıkları­nı, konsolidasyon projesinin ise 32 milyon tutarında bulundu­ğunu, bu kadar büyük işin hemen birkaç saat içerisinde halli­ne imkân bulunmadığını anlatır. Müzakereler için derhal İstanbul’a geleceğini bildirir.

25 Temmuz, Tarabya

Sultanın derhal gelmem talebiyle yine buradayım. Ekspres­te yemek yiyerek, uyuyarak, rüya görerek, etrafı seyrederek iki gün geçirdim.

İstanbul yine eski İstanbul’. Pislik, toz, gürültü, kırmızı fesler ve mavi sular.

Yıldız’ın girişindeki bahşiş kapıcı kimseler beni tanıdık ta­mdık karşıladılar. Gelişimle altın yağacağını biliyorlar.

İbrahimle arkadaşlık.. Geçen defa o bana oğlunun ölümü­nü anlatmıştı. Bu defa, yazık, ben ona babamın ölümünü anla­tıyorum.

Yine gidip beklemeler, yine geldiğimi Sultana haber ver­meler. Bu defa arkadaşça bir ifade ile Tahsin görünüyor. İbra­him Beye benim Sultanın misafiri olduğumu ve emrime sara­yın arabalarından birinin tahsis edildiğini bildiriyor.

Sonra Tahsin Bey Sultana sunacağım teklifi yazılı olarak vermemi istedi. Yolculuk sebebiyle henüz yazamadığımı söy­ledim. Zat-ı Şahanenin arzusu böyle. Tahsin durumu haber vermeye gitti. Tahsin dönüp metni Tarabya’da yazabileceğimi ve birisinin gönderilerek benden alınacağını anlattı. Beşiktaş’­tan bir şehir vapuruna binerek Yeniköye gittim, orada da ara­baya binerek Trabya’ya geldim. Saat 8.30 da oturup gece 11.30 a kadar çalıştım ve sonra temize çektim. İbrahim’in adamı alıp gitti, eğer o gece boyunca çalışırsa sabaha tercümeyi tamam­layabilir ve Sultan da derhal okur. Eğer müspet karşılarsa beni Selâmlık merasiminden sonra kabul edecektir.

Boğazın suları yine masmavi.

Sultana yazdığım memorandum şöyle :

«Efendimiz,

Aşağıdaki mütaleaları Zat-ı Şahanelerine takdim etmekle şeref duyarım.

Önce Rouvier plânının politik tarafına dokunayım. M. Rouvier’nin halen Maliye Nazırı durumunda bulunması durumu güçleştirmez, bilâkis kolaylık sağlar.

Eğer onun teklifleri Zat-ı Şahane tarafından kabul edil­mezse Fransa nezareti Osmanlı Hükümetine hiçbir serze­nişte bulunamayacaktır. Çünkü Fransız kabinesinin muhalif­leri her fırsatta hükümetin malî gurupların menfaatine hiz­met etmek mecburiyetinde olduğunu beyan etmektedirler. Di­ğer taraftan plân benimsenecek olursa M. Rouvier Türkiyeye politik bakımdan muhalefet göstermemeye dikkat etmek zo­runda kalacaktır, zira o zaman malî sebeplerle kazanıldığı iddiasiyle hücumlara maruz kalacaktır.

Naçiz kanaatime göre her iki yolda da karar vermek için aceleye hiç lüzum yoktur...

Majesteleri bizim tekliflerimizi kabul etmeseler dahi, M. Rouvier’nin projesini tedricen reddetseler yine de faydalı so­nuçlara ulaşabilirler. Şartlar gittikçe daha uygun şekle gele­cektir. Fakat ikinci bir plânın mevcudiyeti son derece, mutlak gizlilik içinde tutulmalıdır. Yeni bir anlaşma için müzakere­lere gitmenin yolu Rouvier teklifini reddetmek olacaktır. O za­man gerek Rouvier ve gerekse o reddedilmeden ortaya çıkmak istemeyen benim arkadaşlarımla yeni müzakerelere girişmek imkânı ortaya çıkacaktır. Eğer işe benim arkadaşlarımın da karıştığı işitilecek olursa tahvillerin fiyatları derhal yüksel­meye başlıyacaktır..

Arkadaşlarım M. Rouvier tarafından ileri sürülen genel şartlar içerisinde konsolidasyonu gerçekleştirmeye hazırdırlar.

zaman Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bu plân içerisinde yeni gelir kaynaklarına da kavuşacaktır... Yani konsolidasyon tek­lifimiz kabul edilirse arkadaşlarım 30 milyonluk bir taahhüde girişecekler İmparatorluk hükümetine bu meblâğı derhal tedi­ye edeceklerdir.

Buna karşılık Zat-ı Şahanelerinin hükümeti bize bir imti­yaz yahut müsaade verecek ve Zat-ı Şahanelerinin geçen Şu­batta izhar ettikleri gibi Mezopotamya’dan başka Filistine ya­kın Hayfa civarına Yahudi iskânı mümkün hale gelecektir..

Konsolidasyon mâliyenin ıslahı için atılacak birinci adım­dan ibarettir. Asıl önemli olan yeni gelir kaynakları bulmak, vergi gelirini yükseltecek tedbirleri almak, halkı daha fazla vergi verebilecek seviyeye getirmektir. Madenlerin, ormanla­rın işletilmesi, elektrik enerjisi konusunun ele alınması bunu temin edecektir. Naçiz kanaatime göre bu yeni gelir kaynak­larını yaratmak borçları konsolide etmekten çok daha önemli ve acildir. O iş nasıl olsa zaman içerisinde olur gider.

Mektubumdaki acele ifadeden dolayı Zat-ı Şahaneden özür dilerim. Buna sebep yol yorgunluğudur. Eğer kabul edilmek şerefine nail olursam bu memleketin nasıl zenginleştirileceği hakkındaki fikirlerimi uzun uzun arzedebilirim...»

26 Temmuz

Dünkü Cuma yine İbrahimin odasında asab bozucu bir şe­kilde beklemekle geçti.

Yıldız’a öğle vakti Selâmlık merasiminden önce geldim. Tahsis edilen saray arabasına binmiştim.

Ben araba ile geçerken Sultan da diğer diplomatlar da gördüler. Bilhassa diplomatlar mütecessis ve şüpheli bakışlarla beni süzdüler, bilhassa Alman Maslahatgüzarı Wangenheim öyle idi.

İbrahim Bey, alman mümessilinin «Banker Herzl’in bugün Sultan tarafından kabul edilip edilmeyeceğini» sorduğunu, kendisinin de Herzl burada banker değil muharrir hüviyetiyle bulunuyor dediğini anlattı.

Zaman zaman Tahsin yanımıza gelerek İbrahim’e Sultan’dan benim hakkımda kısa mesajlar getiriyordu. Yemekten sonra Sultan’ın memorandum üzerinde çalışmak istemesi se­bebiyle dört saat müsaade etmem istendir Saat 6 dan itibaren Tarabya’da değil Pera Palas’ta Sultanın emrine muntazır ola­caktım.

İskelede Wolffsohn’u arayıp buldum ve Tarabya’ya gide­rek eşyalarımı Pera Palas oteline getirmesini söyledim. Boğaz­daki birbuçuk saatlik gezim sırasında Sultan beni yeniden ça­ğırdı. Tarabya’ya vardığımda derhal Yıldıza gelmekliğimi bil­diren bir telgraf buldum.

Saat altıyı çeyrek geçe Yıldız’a ulaştım, orada Alexander Karatodori Paşa ile tanıştırıldım. Benim son derece gizli me­morandumumu Sultan için tercüme etmek emrini almıştı. Oysa ben memorandumu mühürsüz bir zarf içerisinde İbrahim Beye göndermiştim. İbrahim çok kurnazca bir ifade ile bana onu okumadığını ve herkese de bunu böylece söyleyebileceğini ifa­de etti. Buna inanmadım.

Zavallı, ihtiyar Karatodori paşa gece yarısı 12.15 e kadar uğraşıp tercüme etti, altını ben de imzaladım, mühürledim, Tahsin Bey davet edildi ve zarfı ona verdim. Bu sabaha da ba­na randevu verildi.

Sonra bir vapurla Tarabya’ya gittik, harikulade bir mehtab vardı.

Öğleden sonra bir ara İbrahimin odasında iken İzzet’le karşılaştım. Sadece el sıkıştık.

27 Temmuz, Tarabya

İki gün önce Yıldız’a giderken bir sürü nazırın da araba­ları ile geldiklerini görmüştüm. Benim memorandumla ilgili bir toplantı için davet edildiklerini, fakat tercüme gecikince toplantının geri bırakıldığını öğrendim.

*

*          *

Dün sabah saat tam 10.00 da İbrahimin dairesinde idim ama o ve Karatodori geç geldiler.

Zaman burada para değil.

Bir gün önce yaşlı bir soytarı nazarı ile baktığım Karato­dori ile Bismarck ve Disraeli hakkında konuşunca gördüm ki öyle değildir, gerçekten büyük bir adam. Bana Berlin Kongre­sinden, Bismarckm şahsiyetinden, İngilterenin politikasından bahsetti, çok enteresan şeyler anlattı..

Sultanın kabul etmesini beklerken yine yemek vakti gel­di. Oturup kalktık, birşey olmadı.

Tahsin yemekten biraz sonra bir mesajla geldi. Sultan be­nim memorandumum hakkında Sadrıazamla konuşmak iste­mişti, ama Sadırazam biraz üşütmüştü, üstelik dişi ağrıyordu... Yarın akşamdan önce çağırılmayacağa benzerim (Yani bu ak­şam) .

*

*          *

Eminim ki beni böyle bekleterek Rouvier’nin daha uygun şartlar ileri sürmesini ümidediyorlar. Eğer Sadrıazam böyle yapıyorsa akılsızlık etmiş olur, çünkü bu birşey temin etmez. Rouvier de arkasına yaslanıp bekler.

28 Temmuz, Tarabya

Dün geç vakit Sultan’a bir mektup, daha doğrusu rapor verdim :

«Efendimiz,

Dün ekselans Sadrıazam ile yaptığım konuşmadan sonra raporumu vermekle şeref duyarım.

Teklifimizi devletlilerine teferruatiyle arzettim. Önce Zatı Şahanelerince Londra Sefiri vasıtası ile gönderilen telgrafı 11 Temmuzda almış olduğumu, ondan önceki günlerde kendi iş­lerimle meşgul bulunduğumu, İstanbul’a daveti alınca da ayın 15 ine kadarki dört gün içinde ancak 30 milyonluk işin üzerin­de durabildiğimi ve bu hususta müspet cevap verdiğimi arzet­tim. Yeni bir plân üzerinde çalışmak için yeterli zaman yok­tu. Muhtemelen böyle bir çalışma haftalar alırdı.

Bu şartlar altında ele Rouvier plânını aldık. İmparatorluk hükümetinin menfaatlerini nazarı itibara alarak % 80 nisbeti dahilinde yeni taahhüdler karşılığında 30 ilâ 32 milyon öden­mesini teklif eyledik. Böylelikle Zatı Şahanelerinin arzuları yerine getirilmiş olmaktadır. İmparatorluk hâzinesine yüklenen borcun nominal miktarı hernekadar 32 milyon olacaksa da bu 30 milyondan fazla olmayacaktır. Eski tahvillerin alınması ta­ahhüdü hiçbir zaman bir borç mahiyeti kazanmıyacaktır.

Bunun karşılığı olarak Mezopotamya ile Filistinin bir par­çasında iskân müsaadesi veya imtiyazı talep ettik. Bu kumpan­ya hiç şüphesiz muhacirlerin sayıları oranında bir hisse öde­yecektir.

Ekselansları bu muhacirlerin Osmanlı tabiyetini kabul edip etmeyeceklerini sordular, müspet cevap arzettim.

Ekselansları konsolide projesi ile kolonizasyon hernekadar birbirine bağlı iseler de zahirde bağlı görünmemelidirler bu­yurdular. Görüşlerindeki inceliğe hayranlığımı belirttim.

Bu kadar kısa zaman içerisinde diğer mühim plânlar üze­rinde çalışmaların bitirilemiyeceğini, müspet cevap alırsam arkadaşlarımı bu işler için seferber edeceğimi söyledim. Ekse­lansları bu sendikanın kimler veya kim tarafından tesis edile­ceğini sordular. 24 Temmuz tarihli mektubumda da bildirdiğim gibi bu bir malî ahlâk meselesidir. Rouvier plânı ele alınmış ve mazbata da hazırlanmış olduğuna göre arkadaşlarımın isim­lerini resmen asla açıklamaya yanaşmıyacaklarını bildirdim. Zatı Şahaneleri namuslu maliyecilerin bu durumda başka tür­lü hareket edemiyeceklerini takdir buyururlar.

Bundan sonra birkaç kelime ile bizim kolonizasyon imti­yazı meselesine temas ettim. Bu, bizim gayretlerimizin bir mü­kâfatı olacak ve asla yük teşkil etmeyecektir. Zira Zatı Şaha­nenin İmparatorluğuna getireceğimiz elemanlar tehlike ve güçlük tevlit etmeyeceklerdir. Müslümanlarla, onlara olan ır­kî yakınlıkları sebebiyle rahat rahat bir arada çalışabilecek­lerdir. Bir defasında Zatı Şahanelerinin ecdadından birisi 15 inci asırda takibata uğrayan talihsiz Yahudileri İmparatorlu­ğuna muhacir olarak kabul eylemişti. Çok sayıda gelmişlerdi. Türk Sultanları Yahudi tebaalarından bir defa olsun şikâyette bulunmuşlar mıdır?

Şunu da ilâve ettim. Yakında idrak edilecek Zatı Şahane­lerinin doğum yıldönümleri vesilesiyle bütün dünya Yahudilerine bir mesaj yayınlanarak kendilerine hüsnü kabul gösteri­leceği günümüzün en modern muhabere vasıtaları ile duyuru­lacak olursa, doğacak sempatinin arkasından sermayelerin, fabrikaların ve her türlü teşebbüsün bir biri ardından gele­ceğini, o zaman yalnız Filistinin bir kısmı ile Mezopotamyanın değil bütün İmparatorluğun nasıl hızlı bir kalkınma hamlesi­ne girişeceğinin görüleceğini arzettim.

Yıldız Köşküne döndüğüm zaman ekselansları Arif Bey, Zatı Şahanelerinin Yahudilerin bir arada toplu olarak yerleşmeşine muarız olduklarını bildirdiler. Üzerinde ısrar etmek istemem, fakat benim iskân anlayışım gayrı tabii bir şekildeki dağıtılmanın hiçbir işe yaramıyacağı merkezindedir. Muayyen bir sermaye ile çalışacak olan bu şirket iskân bölgeleri konu­sunda hükümetle açık ve kesin şekilde anlaşmaya varmak zo­rundadır.

Zatı Şahaneleri bu hususta en hakimane kararı verecek­lerdir.

Bu belki bir itimat meselesidir ve Zatı Şahane bendeleri­nin sadakati ve arkadaşlarımın malî gücü hakkında daha çok bilgi sahibi olmayı arzu buyurabilirler. Bahsettiğim meselede şu anda bir sonuca varmasak dahi emrinizde bulunduğumuzu arzederim.

Sadakatimin boş bir sözden ibaret olmadığını ispat için ön­ce Zatı Şahanelerinin emirleriyle acizane faaliyete geçip M. Rouvier’nin konsolidasyon müzakerelerine müdahale ile İmpa­ratorluk hâzinesine büyük menfaatler sağlayayım. Fakat bu­nun için gizlilik şartlarına sonuna kadar en büyük ihtimamla riayet edilmesi şarttır.

Benim İstanbul’da bulunuşum gözden kaçmamış, bundan dahi faydalanılarak bazı avantajlar elde edilmiştir. Eğer bir tavsiyede bulunmama müsaade buyurulursa şunu ifade ede­yim, bendeleri Zatı Şahane tarafından özel şekilde kabul edil­medikçe hiçbirşey bir sonuç vermeyecektir. Eğer hizmet et­mek imkânı verilirse çok memnun ve mesut olacağım. Yalnız malî değil memleketi alâkalandıran her hususta hizmete ama­de bulunduğumu arzetmekle şeref duyarım...

Th.Herzl».

29 Temmuz

Dün olup bitenler Pazar gününün olaylarını not etmeme fırsat vermedi.

İki gün önce Pazar günü öğleden sonra İbrahim Bey’den derhal Saray’a gelmemi bildiren bir telgraf aldım.

Sarayda İbrahim, Tahsin ve Arif Beyleri beni bekler bul­dum. Sultan yanımda İbrahim ve Arif Beyler olduğu halde Sadrıazamla görüştürülmemi emretmişti.

Devletli Said Paşa.

Ben İbrahim’in arabasına bindim, diğer iki bey de ikinci bir araba ile peşimizden geldiler. Önce iki arkadaşım Sadaret dairesine girdiler, çok geçmeden kapı açıldı, kısa, şişman hasta görünüşlü birisi içeri girmemi söyledi, bu Said Paşa idi.

Sultana verdiğim memorandumun teferruatı hakkında bil­gi vermemi istedi. Onunla yukarıda Sultana verdiğim raporda bahsettiğim hususlarda konuştuk. Tekrar Yıldız’a döndük. Arif Bey Sultan’ı görmeye gitti ve Sadrıazamla konuşmalarımızı kendisine yazılı olarak göndermekliğimi istediğini söyledi. Sul­tanın çevresini kontrol için bulduğu bir yoldu bu. Sistem hiç şüphesiz zekice düşünülmüştü ama üstün bir idareciyi de ge­rektiriyordu.

Raporumu dün sabah vermeyi söz vermiştim, ama ancak öğleye yetiştirebildim. Mektubu bitirdiğimde satrançta iyi bir hamle yapmış oyuncunun rahatlığını duydum.

Sultanın iradesine ittibaen mektubumu mühürlü bir zarfa koyarak Wellisch ile gönderdim. Sonucu İbrahimin sıkıntılı odasında beklemektense Beşiktaş’ta bir saat dolaşmayı ve son­ra Beyoğluna çıkmayı ve orada beklemeyi tercih ettim. Tam sofraya oturmuştum ki Wellisch saraydan istendiğim haberi ile geldi.

Galata ve deniz yolu ile Beşiktaşa gittim. Yıldız’da, hari­kalar diyarının başkentinde beni bir sürpriz bekliyordu.

İbrahim, Tahsin ve Arif Beyler tarafından karşılandım. Sonuncusu benim Sultana takdim edilmek üzere verdiğim mek­tubu henüz mührü dahi bozulmamış şekilde bana uzattı. Sul­tan mektubun benim ajanım tarafından tercüme edilerek ken­disine verilmesini irade etmişti. Sultanın kastettiği Wellisch idi ama o aczini ileri sürdü, zira türkçe ne okuması ne yazması vardı Wellisch’in.

Akşama tercümesini getireceğimi söz verdim. Ama itimat edilir bir tercümanı nereden bulacaktım? Sırları etrafa yay­mayacak birisi lâzımdı, hemen araştırmaya giriştim, Wellisch buralı Yahudilerden Badi efendiyi, İbrahim ise siyasî hizmetle iştigal eden memurlardan Bahur efendiyi tavsiye ettiler...

Haliç’e Badi Efendiyi görmeye gittik. Onunla Beyoğlunda karşılaştık, genç, zeki bakışlı biri idi. Kendisine dindar olup olmadığını sorduktan sonra vakıf olacaklarını hiçbir şekilde hiçbir yerde açıklamıyacağma Kitap üzerine yemin ettirdim. Ama o dindar değildi, şeref sözü verdi. Üzerimde iyi bir tesir bıraktı. Kardeşinin ticaretle uğraştığı dükkâna uğradık sonra onu alıp Pera Palasa getirdim. Adamın başına gelenler binbir gece masallarına benziyordu. Yabancı bir sihirbaz gibi ben karşısına çıkmış ve onu Halife ile karşı karşıya getirmiştim.

Başına Wolffsohn’u diktim ve çalışmaya bıraktım. Saat 9 da henüz bitiremediğini görünce İbrahim’e telgraf çekerek he­men gelemiyeceğimi bildirdim.

Badi, geceyarısma doğru işini bitirmişti. Wolffsohn’un tav­siyesi üzerine, ona hazırladığı türkçe metni tekrar fransızcaya tercüme etmesini söyledim. Böylece ortaya çıkan birkaç aksak­lığın düzeltilmesi mümkün oldu.

30 Temmuz

Dün sabah Badi ile çalışıp mektuba son şekli verirken önemli bir cümle ilâve ettim. Eğer Sultan mâliyesini reorganize etme vazifesini bana verecekse derhal türkçe öğrenmeye gi­rişecek ve kendisi ile doğrudan doğruya konuşup anlaşacak hale gelecektim. Bu, kendisinin tercümanlarına itimat etmedi­ğim anlamına da geliyordu.

Bitirdiğimiz zaman çok geç olmuştu, İbrahime gelişimi bildirdim. Vardığımda Arif Bey ve bir nazırla masada oturu­yorlardı. Yemekten sonra mektubu Arif Beye verdim. Sultana götürdü. İbrahim ancak o sırada benim geçen Şubatta getir­diğim kitap kolleksiyonunu takdim edilmek üzere ona verdi. Az sonra geri gelen Arif bugün için randevu verdi.

İbrahim Bey Wellisch’e yolculuk masraflarımızın ne kadar tuttuğunu sormuştu. Ben müdahale ederek zahmete girmeme­lerini, Sultan tarafından davet edilmiş olmanın şerefinin bana yeteceğini söyledimse de ikna edemedim. Nihayet sadece otel masraflarını ödemelerini rica ettim.

Çıktık, güneşli öğle sonunu Boğaziçinde gezerek geçirdik. Sonra Tarabya’da karaya çıktık.

31 Temmuz

Asab bozucu müzakereler devam ediyor. Merasim hiç de­ğişmiyor.

İbrahim için de tam bir yük teşkil ediyorum, benim yü­zümden hergün daireye gelip gece geç vakte kadar kalıyor. Oysa normal olarak haftada bir gün vazifeye gidiyordu.

Hala konuşacak birşeyler bulmamız doğrusu mucize idi. Dün bana Saray’daki müzeden bahsetti. Burada çeşitli devir­lerden kalma porselenler vardı. Abdülhamidin emriyle bir de­mirbaş defteri hazırlanmıştı ve bu sebeple hiçbirşey çalınmı­yordu. Sonra Kudüs’ten bahse giriştik. «Hiç Ömer Camiinde bulunmuş mu idim?» «Hayır» cevabını verdim, o, Yahudilerin burayı zorla ele geçirmeksizin ayak basma müsaadeleri bulun­madığını işittiğini anlattı. Ağlama Duvarından bahsetti.

Arif Bey benim Sadrıazamla görüşme yapmam talimatı ile Sultanın yanından geldi. Onun refakatinde gittik. Nazik bir ihtiyar olan Sadnazamm yanma vardık.

Sadrıazam verdiğim iki memorandumun da Sultanı tatmin etmiş olduğunu söyleyerek söze başladı. (Arabada iken Arif Bey benim kitabın derhal tercüme edilmesini Sultanın emret­tiğini anlatmıştı.) Kendisinin prensip olarak Sultanın muvafa­kat etmekte olduğunu bildirmeye memur edildiğini söyledi.

Ben de yerlere kadar eğildim.

Sonra bir sürü manasız konuşmaya daldık. Ben Doğu Av­rupa Yahudilerinin içinde bulundukları güç şartları, çektikleri eziyetleri anlattım, o tam Romen Yahudilerinden bahsederken «Bunlar medeni memleketlerde elbette vaki olmaz» dedi. On­dan sonraki konuşmalar sırasında Sadrıazam İngiliz Hükümeti nezdinde teşebbüse geçilerek kolonizasyona Afrikada girişil­mesini, orada çok daha geniş ve uygun arazi bulunabileceğini, Filistin üzerinde ısrar edilmemesinin daha iyi olacağını, bura­sının tahsisinin büyük devletler arasında anlaşmazlıklar yara­tacağını v.s. ileri sürdü. «Hayfa da olmaz, orasımn stratejik değeri vardır» deyince «Fakat efendim, bizim memlekete ka­zandıracağımız kuvvetin de stratejik değeri vardır» dedim. «Evet» dedi «Ama siz nihayet bir iki milyonluk bir menfaat sağlıyorsunuz, hem Rouvier gurubu ile aramızın açılması ne demektir?»

Konsolidasyon ile Şirket mevzuunu niçin ta baştan beri ayrı ayrı ele almak istediklerini ancak o zaman anlıyabildim. Malî mülâhazalarla konsolidasyonu Rouvier ile halledecekler, onun dışında Türk Hükümetinin bizden sağlayacağı fayda ni­hayet 1,600 000 altından ibaret kalacaktı.

Böylece bir sürü konuşmadan sonra yerimizde saymıştık. Derhal oturup 31 Temmuz 1902 tarihinde Sultana bir mektup yazdım.

Bu mektupta bundan öncekilerden daha iyi şartlar ileri sürerek M. Rouvier gurubunun kabul ettiği bütün şartları ay­nen tekabbül ettiğimizi, İmparatorluk Hükümetinin malî men­faati uğruna konsolide edilecek bütün borçları karşılamayı te­keffül ve bütün eski borç tahvillerini 32 milyon karşılığı der­hal ele geçirmeyi teklif eyledim. Derhal hazine emrine 1 mil­yon 600 bin altını vereceğiz. Bundan sonraki taksitler eşit şe­kilde ödenecektir.

30 Temmuz, Akşam

Bugün karar geldi. Kısa ve kesin.

Mektubu Beşiktaş’tan Wellisch ile gönderdim. Biraz sonra Wellisch derhal Saray’dan istendiğim haberi ile döndü. İbra­him’in tatlı selâmı ile karşılandım. Mektubu Arif Bey vasıtası ile derhal Zatı Şahaneye gönderdi.

Arif Beyin yüzünde soğuk ve zalim bir tebessümle döndü­ğü zamana kadarki müddetin nasıl sıkıntılı geçtiğini, kendimi nasıl daracık bir yere hapsedilmiş hissettiğimi tarif edemem. Mektubumu zarfı yırtılmış ve mührü açılmış şekilde geri ge­tirdi.

Zatı Şahanenin Sadrıazamdan öğrendiğine göre ben yarın Selâmlıktan sonra veda etmeye gelecek ve ogün akşam da ha­reket edecektim.

Dünkü tatlı tondan sonra bu ifade gözden düşüşü anlatı­yordu. Veda için şahsen kabul edilecek miydim? Görünüşe gö­re hayır, zira Arif, mektubumu hemen bugün göndermemi, zira yarın Selâmlıktan sonra Sultanın dönmüş olan Fransız Sefiri Constans ve diğer sefirleri kabul buyuracağını da ilâve etti.

Demek Constans dönmüştü. Rouvier’nin makinesinin be­nim dikkati çeken kabul edilişlerim sırasında nasıl çalışmış olduğunu tahayyül edebiliyordum.

Daha önce İbrahimle konuşurken o benim faaliyetlerimden bahsederek «Siyonizm bana en önemli şey olarak görünüyor» demişti, ben «Gerçekten öyledir» deyince «Çok asil bir şey» ce­vabını verdi.

Bizans’ta siz asla birşey bilmezsiniz.

1 Ağustos

Tarabyadan Beşiktaşa son seyahatim. Burada bulunduğum zamanların muhtemelen en güzel günü bugün, Boğaz suları­nın rengi hiçbir zaman bu kadar sihirli, tatlı ve güzel olma­mıştı.

Boş ellerle dönüyorum.

Diplomatik mahfillerde yine dedikodular ayyuka çıkacak. Dün akşam balkondan onların terastaki konuşmalarını işitebi­liyordum. İspanyol Sefiri «O kara sakallı adam kimdir?» diye soruyordu, Belçika sefiri de «Bilinmedik adamlardan oldum olası hoşlanmam» cevabını veriyordu ve güya zekice lâflar ediyordu: «Matematikte x nedir?»

Bugün ben dünyada meşhur ilk beşyüz kişinin içine ra­hatlıkla girebilirim, ama bir Belçika sefiri benim yanımda ne­dir? Birisi sorsa «İspanya sefiri nedir?* diye ne cevap verilir, 300 senedir İspanyanın bu memleketle ne münasebeti vardır? Doğum günü tebriklerinde bile varlığı şart olmayan biri işte. Bir Belçika sefirinin ise hiçbir zaman varlığının hikmeti ol­mamıştır. Bu adamlar zavallı halkın verdiği paralarla Tarabya’da oturur, tenis oynar, dedikodu eder, içki içerler böyle..

Bu sabah hazırlanıp ayrıldım. Adiyö güzel Boğaziçi.

*

*          *

Bir sual kalıyor. Sultan beni niçin getirtti?

Belki üç milyon hikâyesi için. Belki de Constans’ın dön­mesi üzerine korkudan son dakikada vazgeçti.

2 Ağustos

Tarabya’dan Beşiktaş’a yeniden bir son seyahat.

Dün gidemedim. Dün sabah saat 11 de Saray’a gittim, İb­rahim Beye güzel bir çift kol düğmesi, Arif Beye de İncili bir kravat iğnesini ayrılık hatırası olarak hediye ettim. Arif Bey Sultanın yanma giderken ben de o gün saat 1.50 Ekspresi ile yola çıkmak niyetinde olduğumu İbrahime anlatıyordum. O, boşboğazlığı sevmediğini, ama benim başarısızlığa uğradığımı anladığını söyledi.

Ben, henüz Sultanın kararma muttali olmadığımı söyle­dim. İbrahim, Sultanm iyi niyetinden —anlaşamamış olmakla beraber— şüphe etmememi, onun mutlak bir idareci olduğu­nun doğru olduğunu, ancak bunun her istediğini yapar anla­mına gelmediğini anlattı.

«Anlıyorum» dedim «Memleketin menfaatini herşeyden üs­tün tutması lâzım». «Evet» diye tasdik etti İbrahim «Size Zatı Şahanenin son derece sempatisi ve hürmeti vardır. Sizin kav­ininiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir. Siyonizm esasen asildir».

Kendisine teşekkür ettim ve daima Türklere ve Yahudi dostu Sultan Abdülhamide bağlı kalacağımı söyledim. Fakat Avrupadaki ırkdaşlarımızın içinde bulundukları sefalet bizim daha fazla beklememizi imkânsız kılıyor. Bu sebeple halen İn­giltere Hükümeti ile temasa geçmiş ve kabine üyesi Lord Ja­mes Hereford ile Afrikada bir Yahudi kolonisi kurmak konu­sunda müzakereye başlamış bulunuyorum. İngiltere bu husus­ta bizden malî fedakârlık da istemiyor ve hatta her yönde işi­mizi kolaylaştırıyor.

İbrahim, eğer Afrikada böyle bir koloni kurmaya muvaf­fak olursak Sultanın da ileride daha başka türlü davranabile­ceği ihtimalinden bahsetti. O zaman belki bizim için birşeyler yaparmış.

Fakat, dedim, biz bir kere büyük yatırımlara girişmiş ola­cağımız için o zaman vakit çok geçmiş olacaktır...

sırada esrarengiz bir hizmetçi zuhur etti, Sultan benim ayrılmamı mümkünse akşama bırakmamı istiyordu. Az sonra Arif Bey yüzünde anlaşılmaz bir ifade ile gelip bugün ikame­timi akşama kadar uzatmamın mümkün olup olmadığını sor­du. Böyle yapacağıma söz verdim. Fakat her ikisi de geldik­leri zamanki memnun görünüşlerini kaybettiler, niçin? Çıkar­ken Wolffsohn’a yüzünün ifadesini mümkün olduğu kadar hü­zünlü göstermesini fısıldadım.

İzzet de tam çıkıyormuş, bana selâm verene kadar kendi­sini farketmemiştim. Son derece sempati ile selâmlaştık, gidi­şimden üzüldüğü belliydi.

Beşiktaş’ta Constans yatından karaya çıkıyordu, ben ara­ba ile geçerken yanındakilere benim kim olduğumu sorduğu­nu farkettim. Tam bir zafer havası içerisindeydi, benim Selâm­lık merasiminden önce ayrıldığımı görmüştü, ama Zatı Şaha­nenin kalmamı istediğini tabii henüz bilmiyordu.

*

*          *

Fakat bütün bunlar ne demek oluyor?

Wolffsohn’a göre kolonizasyon ile konsolidasyonu ayırma­mız daha uygun olacaktır.

İbrahimin dairesinde bir saat Tahsin’in gelmesini bekle­dim. Yıldız’ın cinlerinin o gece orada olduklarını farkettim, acaba benim işlerimi berbat etmek için yine neler çevirmiş­lerdi?

Yine ayni çocukça numaralar başladı: Osmanlı tabiyeti, Yahudilerin dağınık şekilde yerleştirilmeleri, askerlik yapma­ları.. Bunları İmparatorluk Divan Kâtibi İbrahim söylüyordu. Benim konsolidasyon konusundaki teklifim ortalarda yoktu. Yıldız’ın gangsterleri esaslı bir mikdar para almışa benziyor­lardı. Gerçekten Wellisch günün haberini verdi: Anadolu De­miryolları Müdürü Zander bunları 300 bin altına satın almış­tı. Hükümetin hazırladığı mazbata İbrahim ve Tahsin’in ara­cılığı ile Sultan tarafından tasdik edilmişti.

Constans’ın muzafferane davranışının sebebi bu idi.

Söylediklerim hiçbir zaman aynen Sultana nakledilmiyor­du. Tahsin Beye muhacirlerin hükümet tarafından mı yoksa kurulacak şirket tarafından mı yerleştirileceklerini sordum. Buna Sultan’ın karar vereceğini söyleyip gitti. O arada biz yemeğe, o feci şark yemeğine gittik. Derken Tahsin döndü: Sultan benim dostu olduğunu tekid ediyor, Neue Freie Press için bir miktar bağış kabul etmemi ve burada masraflarımın mikdarını öğrenmek istiyordu. Birincisini kesinlikle reddet­tim, İkincisinde de nasıl olsa otel masraflarım ödenmiş bulu­nuyor, misafir için bu kadarı yeter, olmazsa kitap v.s. gibi kıy­metsiz bir hatıranın kifayet edeceğini söyledim.

Sultanın yanma tekrar giden Tahsin bir mesajla geldi. Tahsin ve İbrahim bana tercüme ve tebliğ ettiler :

«İsrailoğulları Osmanlı İmparatorluğuna kabul edilebilir­ler, ancak şu şartla ki: Bir arada bulunmayıp dağınık olarak oturtulmak, yerleşecekleri mevkiler hükümet tarafından tayin edilmek, Osmanlı tabiyetini kabul etmek ve üzerlerine düşen bütün vatandaşlık görevlerini ifa etmek üzere..»

«Tebliği hürmetle tebellüğ ve Zatı Şahaneye derin min­netlerimi ifade eylerim, bu konuda arkadaşlarımla müşavere edeceğim, Yıldız Köşkü, 2 Ağustos 1902» diye yazıp verdim.

*

Tahsin Sultanın yanında iken İbrahim konsolidasyon ko­nusunda Rouvier ve adamlarına «Hayır» demenin imkânsızlı­ğından bahsetti. Bu vist oyununa benziyor. Birisi öyle hareket ediyor ki oyun arkadaşı galip geliyor.

Evet, soygun vist’i.

İbrahim devam etti «Hükümet eğer hayır deseydi bütün kredisini (itibarını) kaybederdi».

Türk Hükümetinin itibarı! Bir hafta önce vaziyet ayni de­ğil mi idi? Bu düzenbazların nasıl çalıştıklarını iyice anladım.

İbrahim atlas bir kese çıkardı, bunu kabul etmem Sultan tarafından rica edilmişti. Aldım. Hiç değilse fakirlere dağıtırım yahut propoganda işlerimizde kullanırım.

Son selâmlaşmalar ve sonra Ali Baba ve Kırk haramilerin mağarasından çıktım.

İşlerin hala kötü durumda olmadığına inanıyorum.

Yıldız ve Bâb-ı Ali bana alışmıştı. Yahudi Davut Efendi­nin bana 1896 yılında söylediği gibi, birgün yine dilenmek zo­runda kalacaklar ve istediklerimi o zaman kucağıma atacak­lardı.

Önemli olan o anm ne zaman geleceği idi.

Şimdi yapacağım iş «Kudüs Sancağı»nın yakınlarına yer­leşmek ve ilk fırsatta Bulgarların Doğu Rumelinde yaptıkları işi yapmak olacaktır. Bunun için de İngiliz Hükümeti veya Rothschildin yardımı ile «Jewish Eastern Company»yi ger­çekleştirmek lâzım.

Dr. Herzl’in önünde şimdi üç isim durmaktadır: Kıbrıs, Elariş ve Sina Yarımadası. Bu üçü de «Kudüs Sancağı»na ya­kın ve müstakbel hareket plânına uygun yerlerdir. İngiltere’de devlet adamları ile temasa geçmiştir. Bunlardan «Müstem­lekeler Bakanı» Joseph Chamberlain ile olan konuşması ente­resandır. Bakan Elariş ve Sina Yarımadası konularına hariciye karışır beni yalnız Kıbrıs ilgilendirir diyerek Yahudilerin ora­ya yerleşmelerinin bazı mahzurlar doğuracağını, rum ve türklerin bundan memnun olmayacaklarını, zora başvurulamıyacağını ifade eder. Buna karşı Herzl bir çare bulmuştur: Biz 5 milyon sermayeli şirketi kurup Elariş ve Sina Yarımadasına yerleşmeye girişince ada sakinleri akan altınları görürler. Müslüman Türk halk adadan defedilir, rumlar da ellerindeki toprakları satmaya ikna edilir, böylece ada tamamen bize kal­mış olur, der.

Siyonist Teşkilâtının o günkü durumuna temas eder. Bü­tün dünyada birkaç bin cemiyetin büyük federasyonlar halin­de birleştiklerini ve hepsinin merkezinin de Viyana olduğunu belirtir. Şimdi İngiltereden Elariş civarına yerleşme müsaade­sini almak çabasındadır. Bu faaliyetler içerisinde 1903 senesi­nin Şubat ayı girer. Dr. Herzl tekrar İstanbul ile temasa geçmektedir. Bu sırada sahneye de yeni bir karakter daha çıkar, Dr. Abdullah Cevdet. Hatıra defterine Herzl şu satırı yazar: «Hiçbir Musa Arz-ı Mevuda giremez».

1903 Yılı Şubat ayında Dr. Herzl’in mümessili «Mısır Hü­kümeti» ile «İmtiyaz» konusunda temasa geçmiştir. Mısır bir Hidivliktir ve zahiren Osmanlı İmparatorluğuna bağlıdır. Ger­çekte tamamen İngiliz Hükümetinin etkisi altındadır. Mümes­sil olarak giden Greenberg orada Butrus adında birisinin, ara­cılığı ile bu imtiyazı almaya çalışmaktadır. Aralarındaki tel­graflar tamamen şifrelidir. Meselâ: «Laimodon Rumoren Chisel. Sinuato Pinsk Welkend» şu anlama gelmektedir: «Önümüz­deki haftanın sonuna kadar Viyanadayım, Mısır Hükümetin­ce İmtiyaz anlaşması imzalanmadıkça oradan ayrılma».

Bu arada Sadrıazama, Sultan’a ve İbrahim ile Tahsin Bey­lere mektupla müracaat eder:

«Konsolidasyon mevzuu artık bir İkincisi gelene kadar kapanmıştır. Ama size eskisinden daha avantajlı bir teklifte bulunacağım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi benim Osmanlı Sultan ve Halifesine sadık şekilde bağlı olmam hasebiyle İm­paratorluğun iyiliğini istemem, İkincisi de Afrikada giriştiği­miz bir toprak bulma çabamızın henüz gerçekleşmemesi, buna mukabil önümüzdeki ilkbaharda yine çok sayıda Doğu Avru­pa Yahudisinin yurtlarından kovulacağı hususudur. Irkdaşlarım yine sefaletin pençesine düşeceklerdir. Bunları Osmanlı tabiyetine kabul etmeniz karşılığı size derhal iki milyon altın­lık bir teklifte bulunuyorum».

Gerek Sultan ve gerekse yeni Sadrıazam’a yazdığı mektup­larda bu Yahudilerin nereye yerleştirileceği hususu zikredil­memektedir. Bunu açıkça İzzet Beye gönderdiği mektupta söy­lemektedir: «Bu paraya karşılık Akkâ Sancağı civarına ırkdaşlarımın yerleşmesi müsaadesi istiyorum. Eğer biz anlaşırsak bu herkes için iyi olacaktır..»

Tahsin Beye yazdığı mektupta «Akkâ Sancağı»ndan bahis yoktur.

*

*          *

16 Şubat 1903, Viyana

Bugün mektupları İstanbul’a postaladım ve Greenberg’ten gelen telgrafla meşgul oldum. «Burada Sultanın adamı bizim aleyhimizde çalışıyor, vaziyet son derece ciddi. Zannederim Sultan’dan aldığı talimat üzerine bizim aleyhimizde elinden geleni yapıyor. Hidivin Sultana bağlı olduğunu da unutma» diyor.

Buna şifre ile şu cevabı verdim :

«Perexile Cohnsman Both Guy Months after Rumoren Chisel». Yani: «Türk komiserine 2000 altını İmtiyaz mukave­lesinin Mısır Hükümetince imzalanmasından sonra vermek üzere vadediniz».

Mısır’daki Osmanlı temsilcisi komiserin ve Mısır’ın muka­vemetinin «Rüşvet Metodu» ile ortadan kaldırılması fikri bu-gün Dr. Abdullah Cevdet Bey ile yaptığımız konuşmanın sonuncudur.

Bu yeni tanıdık enteresan bir adam.

Cevdet, Neue Freie Presse’in edebiyat sahifesinde yayın­lanan bir şiiri dolayısiyle bana teşekküre geldi ve bir randevu istedi. Kendisini davet ettim ve konuşmamız dönüp dolaşıp benim projeye intikal etti.

Dr. Abdullah Cevdet kendisini bir Jöntürk ve Yahudilerin dostu olarak takdim etti. İkinci konuşmamızda aklıma Sul­tana yazacağım mektupları ona tercüme ettirmek düşüncesi geldi. O da muvafakat etti. Bu iş için İstanbul’dan telgrafla gel­mesini istediğim Badi Efendiye bir telgraf daha çekerek gelme­mesini bildirdim. Cevdet üç gün çalışarak Sultana mektubu ve İmtiyaz mukavelesi metnini tercüme etti.

Kendisine şükran nişanesi olarak bir çift mücevherli kol düğmesi hediye ettim. O bunları kabul etmek istemedi ve ver­diğim «Altneuland»ın [*] kendisini daha çok memnun ettiğini söyledi.

[*] «Yeni Arz-ı Atîk» anlamına gelen bu eser Dr. Herzl’indir ve müs­takbel Yahudi Devleti üzerine yazılmıştır.

Sonra söze başladı: İstanbul’da doğrudan doğruya Nazırlar ile konuşabilecek bir adamım var mıdır? Kendisinin arası Da­hiliye Nazırı Memduh Paşa ile çok iyidir.

Bir konudan diğerine atlayarak bu çiçek bozuğu yüzlü, kara gözlü adam bana bir sürü şeyden bahsetti.

Kendisi Jöntürklerdenmiş ama Memduh şimdi kendisini «Susturmuş», Viyana Sefareti tabibi olarak ayda 1500 frank çekiyormuş.

Ve bana —imtiyaz mukavelesi imzalandıktan sonra veril­mek kayıt ve şartı ile— bir hisse programı hazırladı ki şöyle: Sadrıazam Ferid Paşa, Harbiye Nazırı Hasan Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Adliye Nazırı Abdurrahman, Maliye Na­zırı Nazif, Maarif Nazırı Celâl ve Şeyhülislâm 2000 er altın lira alacaklardır.

Buna muhtemelen bazı ilâveler yapılabilir. Bundan başka ben kendisine 2000 altın ve Memduh’un kâtipleri Faik ve Dr. Baha ile Şükrü Paşa’nın  kâtibi Yüzbaşı Vasfi Beye 100 er altın vadettim. Maamafih Şükrü Paşa Harbiye Nazırının oğlu oldu­ğu için bir çift at hediye edilecekti. Yarın bu Şükrü’yü davet edeceğim.

Cevdet, bu Şükrü Paşa vasıtasiyle muhaberata girişilerek onun babasının diğer nazırları kazanması işinde kullanılmasını plânladı. Harbiye Nazırı, Abdullah Cevdet’e nazaran, bir milyonerdir ama 2 altınlık bir hediyeye dahi tenezzül eden bir adamdır.

Bütün bunlara derhal muvafakat ettim. Çünkü İmtiyaz mukavelesi imzalanmadıkça hiçbir mükellefiyet altına girmi­yordum. Sonra Cevdet’in nazırlar için biçtiği fiatı İstanbul’dakilerle mukayese edince doğrusu ucuz buluyordum. Ab­dullah Cevdet ise bir meslektaş olarak benim üzerime yükle­nen ağırlığı takdir ettiğini, kendisinin para almasa dahi sırf hakikat aşkı ile çalışacağını, 2000 değil 1500 hatta 1000 altının bile kifayet edeceğini söylüyordu. Her ne ise bu adam bütün davranışları ile üzerimde iyi bir tesir bırakıyor.

Bir sorusuna verdiğim cevapta yaptığım işler karşılığında hiçbirşey almadığım gibi cebimden de sarfettiğimi söylediğim­de hayretinden dondu kaldı. Benim «namusum» hakkında bile şüpheye düştüğüne eminim. «Birisi hiçbirşey almadığı halde namuslu olabilir mi?»

Bakalım söylediklerinin palavra olup olmadığını görece­ğiz.

Bugün hemen Memduh’a mektup yazmayı söz verdi.

17 Şubat

Bugün Türkiye ataşemiliteri Şükrü Paşa’yı gördüm. Genç ve kadın tabiatlı bir paşazade, 28 yaşında, ama Harbiye Nazı­rının oğlu olduğu için mevkii yüksek, zengin ve tembel. Zan­nederim onun alâkasını temin ettim ve babasına yazacağına söz verdi.

Abdullah Cevdet oğlu ağzından babasına mektubu hazır­layacak ve Şükrü Bey de onu temize çekerek babasına gönde­recek. Aslı gürcü olan Yüzbaşı Vasfi Bey dün beni görmeye geldi. Vasfi askerî tahsilini bir prusya subayı olarak Kolonya’da yapmış. Nükteli konuşan bir adam, bana gülerek «arkadaşı Cevdet Beyin sus payı aldığını» söyledi.

*

*          *

23 Şubat tarihinde Crespi’den gelen bir mektupta «derhal 1 milyon’a ihtiyacı olan Sultan ile yeni müzakereye girişme­nin tam zamanı» olduğu bildirilmektedir. Buna hemen cevap verir:

23 Şubat 1903, Viyana

«Muhterem Efendim,

Mektubunuzu biraz geç aldım, zira daha önceki bir tarih­lisinde ben 2 milyon teklifinde bulunmuştum. Ona şu ana ka­dar cevap gelmediğine göre zannederim ikimiz de yanılıyoruz.

Sizin gibi ben de bugünkü şartlar karşısında bana muhtaç olduklarım düşünmüştüm. Bu teklifte bulunmamın bir sebebi de başka bir yerde giriştiğim müzakerelerin tamamlanmış ol­ması idi. Bir anlaşma muhtemelen önümüzdeki hafta imzala­nacaktır, daha fazla beklememe imkân yoktur.

363 (Abdülhamid) anlamamakta veya eline geçen fırsatın değerinden habersiz bulunmaktadır. Adım adım mahvına doğ­ru gitmektedir. Buna ben de teessüf ediyorum...»

24 Şubat

Wellisch’e İstanbul’a bir mektup yazıp Abdullah Cevdet’­in bana verdiği tanıtma kartını gönderdim. Bu kart ile gidip Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın hususi kâtibi Faik Beye gi­derek her nazırın benden 2000 altın alacaklarını ama bunun için son mektubumda yazdıklarımın gerçekleşmesi gerektiği­ni, Faik Beyin de 100 altın hediye alacağını bildirmesini yaz­dım.

3 Mart

Şimdi yeni bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Kahire’ye Greenberg yerine Goldsmith’i yollayacağım, o as­kerden ziyade iyi bir diplomattır. Sina Yarımadasında durum bizim lehimizde olmak üzere karıştırılacaktır. Üç şeyi birbi­rinden ayırıyorum: Mülküyet, kuvvet ve hak.

Mülkiyet Mısır hükümetinde, kuvvet İngilterede ve hak da Türk hükümetinde bulunmaktadır. İlk adım olarak Mısır hükümetinden mülkiyet devralınmış bulunmaktadır, İngiliz hükümetinin mümkün olduğu kadar fazla kuvveti sevketmesini isteyecek ve temin edeceğim. Nihayet rüşvet yolu ile Türk hükümetinden oraya gitme hakkını alacağım.

Gönderdiği adamlarının faaliyetlerinden sonra bizzat Dr. Herzl Mısır’a gider, Kahire’de İngiltere Yüksek Komiseri ve bir kıbtî olan Mısır Başvekili Butrus ile müzakerelerde bulu­nur. Mısır Hükümetinin sadece ismen mevcut bulunduğuna, bütün selâhiyetlerin İngiliz Lordu Cromer’de olduğuna işaret eder. Onunla Nil’in kontrol altına alınması, sulama pro­jesinin gerçekleştirilmesi hususlarını «karşılık olarak» gerçek­leştirebileceklerini söyler. Mısır Başvekili ile olan konuşmaları kahve içmek ve nezaket ziyaretinde bulunmaktan başka değer ifade etmemektedir. Lord Cromer bu işin etrafiyle Londra’da halledilebileceği kanaatindedir, bir raporla meseleyi oraya in­tikal ettirir. Dr. Herzl derhal Londra’ya gider ,Müstemlekeler Nazın Joseph Chamberlain ile konuşur. Nazır münbit ve su­lak arazisi ile Uganda’nın daha uygun olacağını, orada pamuk yetiştirebileceklerini söyler ama ille de Filistin veya «civarı» üzerinde ısrar eder. Nazır, kendilerinin artık Anadolu ile meş­gul olmadıklarını, orasını Fransız, Alman ve Rus nüfuzuna terkettiklerini, Yahudiler Filistin’de bir devlet kursalar bile bu devletlerin onlara istikbalde hak tanımayacaklarını söyler. Dr. Herzl’e göre ise tarafsızlık siyaseti güdecek olan müstakbel

Yahudi Devleti «Büyük devletlerin birbirini kıskanmaları se­bebiyle yaşamaya devam edeceği» kanaatini ileri sürer ve «Eğer biz Filistinde olursak, müstakbelde Osmanlı İmparator­luğu parçalanınca bütün o bölgede İngiliz hâkimiyeti bizim yardımımızla kurulabilecektir» der. Müstemlekeler Nazırı ken­disinin paltosunu tutarak giyinmesine yardım eder ve Başba­kan ile konuşarak istediğini temin etmeye uğraşacağım vadeder..

*

*          *

4 Haziran, Viyana

İzzet’e mektup :

«Ekselans,

Zaman geçmekte ve ben hala 16 Şubat 1903 tarihli tekli­fime bir cevap almamış bulunmaktayım.

Ama hâdiseler tazyik ediyor. Kişnev’de yapılan Yahudi mezalimini herhalde duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Yahudilerimiz sefillik içerisinde bulunuyorlar, onlara muhakkak birşeyler yapmak lâzım.

Belki bana 1902 şubatında Zatı Şahanenin iradeleri ile ver­diğiniz memorandumdaki teklifler ile benim son tekliflerim arasında bir telife gidilebilir. Mezopotamya’da kolonizasyon ile Akkâ Sancağına iskân mevzularını kastediyorum.

Birkaç hafta içerisinde bizim Siyonist Kongresi toplana­caktır, ben onlara müspet bir şeyden bahsedemiyeceğim ve böylece şimdiye kadar Zatı Şahanelerinin Hükümetiyle yapıl­mış olan bütün müzakereler keenlemyekün addedilecektir. O zaman başka bir bölge bulmak zorunda kalacağız. Bütün fırsat­lar da kaçırılmış olacaktır...»

Ayrı bir zarf içerisinde aşağıdaki satırları yazıp gönder­dim :

«Aziz dostum,

Sizinle bir arkadaş olarak konuşmama müsaade ediniz.

Bahsettiğim plânın tahakkuku için şahsınıza ne istersiniz? Bana miktarı yazınız, mühürsüz ve işaretsiz bir mektupla bil­diriniz. Mektubun hamili içerisinde ne olduğunu katiyen bil­meyecektir. Herşey sizinle benim aramda mutlak sır olarak kalacaktır.

Eğer plân şimdi gerçekleşmezse bundan ebediyen vazgeçe­ceğim.

Samimi ve sadık arkadaşm Theodor Herzl».

*

*          *

Dr. Herzl bu arada bir de Rusya seyahatine çıkar. Filistinde kuracakları devletin mukaddes toprakları herkese açık tu­tacağını, ancak Türk Sultanı Abdülhamid’e burasını Yahudilere vermesi için tazyik edilmesi, tavsiyelerde bulunulması ka­naatindedir. Bunu temin için Rusya’ya gelip çeşitli devlet adamları ve generallerle temas kurmuş ve müzakerelere girişmiştir. Ama olumlu sonuç çıkmamaktadır. Bir defa Rus Çarı sırf dini sebeplerle Yahudilere düşmanlık beslemektedir. Yahudilerin Rusya’daki davranışları sebebiyle de halk onlara düşmanca hisler duymaktadır. Fakat kendi düşünce ve görü­şünü paylaşan birkaç kişi bulmuştur. Ama günün şartları ha­rekete geçilmesine engel olmaktadır. Bunu 16 Ağustos tarihin­de şöyle kaydeder:

«... Fakat otelde beni beklemekte olan General Kirayev bizim Ruslar’dan Büyük Türk (yani Sultan Abdülhamid) ile bu sıralarda bir arabulma faaliyetini beklemememizi söyledi. Zira İstanbul’daki Rus Konsolosu Rostkosvki’nin katledilmesi­ni protesto etmek amacı ile bir Rus filosunun Boğaziçine doğ­ru harekete geçtiğini, yukarıda anlattığı diğer beş sebebin de inzimamı ile Türkiye ile Rusya arasında yakın bir istikbalde iyi münasebetlerin beklenmemesi gerektiğini anlattı..»

Toplanan Siyonist Kongresinde müspet bir rapor ortaya atılamamıştır. Mısır’da müspet devam eden müzakereler son­raları bozulmuş ve sonuç alınamamıştır. Kendisi Kongre’ye Filistin projesinden vazgeçilmemesi gerektiğini, eninde sonun­da burasının kendilerine vatan olarak temin edileceğini söy­ler. Fakat istiyorlarsa iki İcra Komitesi kurulmasını, bunlar­dan birinin Doğu Afrika, diğerinin Filistin projeleri ile uğraş­masını ama kendisinin her iki komitede de vazife alamıyacağını bildirir. Kongre yine onun arzularına uygun hareket eder. Dr. HerzI de faaliyetlere girişir. Viyana’dan İzzet Beye yine iki mektup yazar, birisi etrafa gösterilmek birisi yalnız kendisi­nin malûmu kalmak üzere yazılmıştır:

12 Aralık 1903

«Ekselans,

Zatı Şahane ve Sadrıazam Hazretlerine 16 Şubat 1903 tari­hinde takdim eylediğim teklifler hakkında haber vermenizi istirham edeceğim.

Bilhassa Rusya ile olan siyasî münasebetlerin bu durum­da ağır bastığını anlıyorum, ama şimdi bu artık bahis konusu, değildir. Diğer politik güçlükleri de bertaraf etmek için bütün ülkelerde faaliyete şahsen ve arkadaşlarım vasıtasiyle giriş­miş bulunuyorum. Bunların halledilmiş olduğunu ifade edebi­lirim, artık böyle bir güçlük yoktur, siz de kısa zamanda bun­dan resmen haberdar olacaksınız.

Bu itibarla İmparatorluk hâzinesine yeni gelir kaynakları temin etmeyi de içine alarak tekliflerimi yeniliyorum. Bu gelir kaynağı hayranı olduğum memleketinizi İktisadî istikrara ka­vuşturacak vasıfta olacaktır.

Biz yerleşecek bir bölgeyi heryerde bulabiliriz. Nitekim bulduk da. Gazetelerde İngiltere Hükümetinin 60-90 000 fer­sah murabba (180-270 000 mil kare) araziyi bize tahsis ettiğini okumuşsunuzdur. Fakat ben tekrar dinî ve ırkî yakınlığımız olan insanlar arasında yaşama konusuna dönüyorum. Tebaası olduğumuz Halife’ye ve memleketine bolluk, istikrar getire­rek onun himayesi altında kurtuluşa ermek istiyoruz..»

Özel mektup da şöyleydi:

«Aziz Dostum,

Eğer bir anlaşmaya varırsak, imza günü 10 000 altını em­rinize tahsis edeceğim.

Bu sözümü istediğiniz şekilde yerine getirmeye hazırım, meselâ oğlunuzun adına yatırabilirim, nasıl isterseniz.»

25 Aralık 1903

Bugün Şükrü Paşa gelerek babasına gönderilmek üzere teklifimi yazılı olarak bildirmemi istedi. Ona 16 Şubatta gön­derdiğim memorandumu aynen verdim:

TEKLİFLER

Biz İmparatorluk hudutları içerisinde Akkâ Sancağında yerleşmek istiyoruz. Bunun karşılığında senelik asgarî 100 000 altın para ve İmparatorluk Hâzinesinin bütün borçlarını tasfi­yeyi tekeffül ediyoruz. Yerleşenler Osmanlı tabiyetine geçe­ceklerdir.

İlâve olarak İstanbul ve Londra’da tescil edilmiş bir banka kurarak İmparatorluğun malî işlerini idare edebiliriz.

Ayni yıl Ocak ayının sonlarına doğru Roma’ya giden Dr. Herzl İtalya kralı tarafından kabul edilir. Onunla İtalyadaki Yahudiler v.s. konularında fikir teatisinde bulunduktan sonra sözü Filistin’e getirir. Kral bu konuda şöyle söyler:

«Filistini iyi bilirim, birkaç defa gittim, sonuncusu babam katledildiğinde idi. Memleket zaten Yahudileşmiş durumdadır. Siz orasını ele geçirebilirsiniz ve geçireceksiniz de, ancak ne zaman olur bilinmez, oradaki Yahudilerin sayısının yarım mil­yon olmasını temin ediniz.»

«Girme müsaadeleri yok efendimiz».

«Bunu rüşvet yolu ile sağlayabilirsiniz».

«Öyle olsun istemiyorum efendimiz. Bizim projemiz ya­tırım ve onun sonucu gelişmeyi mutazammmdır ve memleket bizim olmadıkça buna girişmek istemiyorum».

«Evet, bu biraz başkasının evini tamir etmeye benzi­yor».

«Bendeniz herşeyden önce Sultan’ı elde etmek istiyo­rum».

«Onun üzerinde tesirli olacak tek şey paradır. Eğer ona Ürdün vadisi karşılığında para teklif ederseniz verecektir».

«Evet ama biz muhtariyet de isteriz».

«Ha, o bunu işitmek bile istemez, o kelimeden nefret eder».

«Bize bir lütufta bulunmanızı istirham ediyoruz efen­dimiz».

«Peki dinliyorum».

Ona Grand Dük ile Rusya Dahiliye Nazırı Plehwe’nin mek­tuplarını gösterdim, niyetim havanın hazırlandığını ispat et­mekti. Plehwe’nin mektubundaki gizli satırları okurken gü­lümsedi ve «Ben hiçbirşey söylemiyeceğim bir mezar taşı ka­dar sessiz duracağım» dedi. Mektupları tamamen okuduktan sonra: «Bu sizin için gerçekten büyük muvaffakiyet» deyince «Efendimiz, sizin Sultana yazacağınız şahsî bir mektup bize çok yardım edecektir, lütfediniz ona yazınız» dedim.

«Bunu memnuniyetle yapardım, ama her hoşuma gide­ni icra edecek durumda değilim. Şimdi size söz verip sonra da yapmamak centilmence bir hareket olmaz. Önce müşavere et­meli, Hariciye Nazırı Tittoni ile konuşmalıyım. Onu bu gece göreceğim ve sizin de kendisini ziyaret etmenizi sağlayacağım. Şimdi size fiil değil yalnız iyi niyetimi verebilirim».

Sonra söz Filistin’e, Lut Gölünde düşündüğümüz kanala, gölün tuzlarına ve sonunda tekrar Sultan Abdülhamid’e inti­kal etti:

«Onu tanırım, çok kurnazdır».

«Fakat çok şüpheci, herşeyden korkuyor».

«Canından korkuyor, birisinin kendisini öldüreceği en­dişesi içerisindedir, kimseye itimat etmez»...

*

*          *

26 Ocak 1904 günü Dr. Herzl Roma’da Papa tarafından ka­bul edilir. Mecidiye nişanını göğsüne takmış olduğu için Papa tarafından kendisine «Kumandan» diye hitap edilir. Papa’ya Kudüs hariç olmak üzere Filistinde yerleşmek projesinden bahsederek onun muvafakatına muhtaç olduğunu anlatır. Pa­pa bunu hıristiyanların başı olarak kabul edemiyeceğini ifade ile:

«Yahudiler bizim Efendimizi tanımamışlardır, bu sebeple biz de Yahudileri tanıyamayız”. Bunun üzerine orasının hariç tutulacağını söyler, Papa lâtince telâffuzu ile «Gerusalemme» diye devam eder «Yahudilerin eline geçmemelidir».

—«Muhterem Peder şimdiki durumuna ne dersiniz?»

«Biliyorum, mukaddes yerleri Türklerin elinde görmek hoş değil, fakat Yahudilerin elinde olmasını düşünmek bile is­temem. Yahudiler oraya ya çoktan gelmiş olan Mesih’i bekle­mek üzere gideceklerdir ya da dinsiz olarak, ben her iki hal­de de orayı ele geçirmelerine muvafakat edemem.. Kudüs ve mukaddes yerler dışındaki Filistin için dahi böyle düşünmek­teyim. Yahudiler takip ve tezlilden kurtulmak istiyorlarsa doğru dine, hıristiyanlığa dönmeli, vaftiz edilmelidir.»

Roma’dan, Hariciye Nazırı ile konuşup meseleyi yazılı ola­rak teferruatı ile anlatmak üzere ayrılan Dr. Herzl faaliyetine Viyana’da devam eder. Hatıraları şöyle gitmektedir:

24 Şubat, 1904

Dün acaip bir ziyaretçi kabul ettim : Kartının üzerinde «Eski Türkiye Başkonsolosu Ali Nuri Bey» yazılı idi ve bu kartı daha önce bizim gazete idarehanesine göndermişti.

Türk prenseslerden birisinin kocası, karısı da halen burada harem hayatı üzerine konferanslar vermekle meşgul.

Mükemmel almancası beni şaşırttı, sonra kendisinin İs­veçli olduğunu, 18 yaşlarında iken Türkiyeye mümessil olarak gönderildiğini, orada müslümanlığı kabul ettiğini anlattı.

Şimdi 41 yaşlarında, bana diğer Nuri Beyi hatırlatıyor ama bu biraz daha kuvvetli görünüyor, kafası omuzlarının ara­sına sanki gömülmüş. Bana dün evimde saat 9.30 ile 12.30 ara­sında söylediği teklifleri şunlar: İki kruvazör ile Boğaziçine girmek, Yıldızı bombarduman etmek, Sultanı tevkif etmek ve­ya kaçmasına göz yummak, yerine başka bir Sultan geçirmek (Murat veya Reşat) muvakkat bir hükümet kurarak Filistin için imtiyazı almak.

Bir roman mı yoksa macera mı?

«İki kruvazör 400 000 altın eder, geriye 100 000 kalır, bütün darbe yarım milyona patlar. Eğer başaramazsak sadece parayı ve olaya karışanları kaybederiz».

Bütün bunları çarşıdan ekmek satın alırcasına rahat ve

soğukkanlı bir şekilde anlattı. Bir seyahat yapıp sahile yalnız J; gideceğini söyledi, «Hareket 1000 kişi ile başarılabilir, en uy­gun zaman da Selâmlık merasimi sırasıdır. Kruvazörler Çanakkaleden gece geçip sabah Yıldızı bombalıyacaklardır».

Ona «mevcut hükümetlerle görüşmelere girişmeyi tercih ettiğimi» söyledim, bu hususta akla bir çok ihtimaller gelmek­teydi, tabii bunları açıklamadım. Böyle bir hareket, hernekadar kendisi sadece havaya ateş edileceğini söylüyorsa da, kat­liam ve yağma ile sonuçlanabilir, o takdirde Siyonizm hare­keti bir süre de olsa itibarını kaybeder, Türkiyedeki Yahudiler katliama uğrayabilirler ve nihayet «müteşebbisler» sonra verdikleri sözde durmayabilirler.

Ali Nuri Beyle alâkayı kesmeyeceğim, kendisi belki ileri­de kullanılabilir. Müstakbel iktidar ile bir bağ kurmuş da ola­bilirim.

28Mart

Bizim soyguncu Crespi buradaydı, yine benim hesabıma çalışmak istediğini söyledi.

5 Mart

Dün Ali Nuri Bey tekrar beni görmeye geldi, yine Boğaz­içi plânları. Fakat adam tam maceraperest, bugünkü elbiseleri giyinmiş bir viking.. Çanakkaleden nasıl geçileceği, telgraf hat­larının nasıl kesileceği v.s. hep plânlanmış durumda..

Mısır Hidiv’i hakkında söyledikleri enteresan: Sultan ol­mak ihtirası içinde, bundan başka araplar arasında hilâfete Peygamber Muhammed soyundan birisini geçirme hareketi mevcut, Hilâfet Yavuz Sultan Selim tarafından haksızlıkla gaspedilmişmiş.. Bu hareketi başlatan da Hidiv imiş.

7 Mart

Ali Nuri Bey hakkında İsveçli albay Melander nezdinde soruşturma yaptım, tanımıyor yalnız eski admın Nordling ol­duğunu biliyor.

12 Mart

Crespinin mektubuna derhal cevap :

«Yakında İstanbul’a bir temsilci göndereceğim. Bu gizli mü­messil orada birkaç gün kalacaktır, kendisiyle temas edersi­niz».

22 Mart

Levontin ve Kahn’ı bugün İstanbul’a gönderdim.

Eğer oradan boş ellerle dönerlerse, Giyom Tell’in ikinci okunu atacağım : Ali Nuri Bey.

30 Mart

Albay Goldsmith’i Türkiye işinde kullanmayı düşünmüş­tüm, iki gün önce onun Paris’te öldüğünü haber aldım. Kayıp gerçekten.

10 Nisan

Kimseyle müşavere etmedim ama uzun uzun düşündük­ten sonra Ali Nuri’nin teklifini reddetmeye karar verdim. Kahn

Türkiyeden eli boş dönse dahi buna girişmeyeceğim. Türkiyedeki Yahudilerin katliama uğramalarını göze almaya lüzum yok.

Ali Nuri Beyden başka türlü faydalanamaz mıyım diye dü­şünüyorum.

*

*          *

O günlerde bir kalp krizi geçiren Dr. Herzl’e doktorlar tam istirahat tavsiye ederler. O mutad faaliyetine devam eder ve bu faaliyet 3 Temmuz 1904 yılında kalp sektesinden öldüğün­de sona erer.


THEODOR HERZL’DEN SONRA

2 Temmuz 1904’te Dr. Theodor Herzl’in ölümü üzerine Po­litik Siyonizm hareketi büyük ve ciddî sarsıntı geçirdi. Çünkü o yedi senelik başkanlığı sırasında tam selâhiyetle çalışmış ve teşkilâtı kendi şahsı ile kaim hale sokmuştu. Hatıralarında gö­rüldüğü gibi, onun pek yakın mesai arkadaşı olan David Wolffsohn 1905 Basel kongresinde liderliğe geçirildi.

David Wolffsohn kelimenin tam anlamı ile tüccar ve mali­yeci idi. T.Herzl’in açtığı yoldan yürümeye çalıştı, fakat onun yerini hiçbir zaman alamadı.

Kongrelerde Rusya Yahudileri liderlerinden Ussişkin ile Hayim Weizmann’ın sert muhalefetleri ile karşılaşıyordu. Se­lefinin İstanbul’da başlayıp sonuç alamadığı temaslara Wolffsohn devam etti. Talepler ile bunlara verilen cevaplar hemen hemen ayni idi. Diğer taraftan İngiltere hükümetinin telkini ile ortaya atılan ve Yahudilerin Afrika’da bugünkü Kenya’da bir koloni kurmalarını istihdaf eden teklifi Politik Siyonistler destekleyince teşkilâtta huzursuzluk ve direnme arttı. «Uganda Projesi» diye Siyonist çevrelerde adlandırılan bu teklif yüzün­den bölünmeler meydana geldi.

Dr. Herzl’in halefine muhalefet edenlerin başlıcaları Menahem Mendel Ussişkin, Hayim Weizmann ve Otto Warburg Siyonist Kongrelerinde yeni bir cephe teşkil ettiler ve böylece Sentezci Siyonizm diye tanınan yeni cereyan ortaya çıkmış oldu.

SENTEZCİ SİYONİZM

Bu üç siyonist liderin hayatları incelenecek olursa, hare­ketlerinin anlamı daha iyi anlaşılacaktır.

Menahem Mendel Ussişkin (1863-1941) Moskova Teknik Üniversitesinden mezundur. Özel olarak kadîm İbranî dilini öğrenmiş, Ahdi Atîk ve Talmud tahsili yapmıştır. 1885 yılında Aşer Ginzberg’in kurduğu «Biney Moşe» (= Musa Oğulları) adlı gizli cemiyete girmiştir. Bu cemiyetin gayesi Yahudileri Filistine yerleştirmekti.

Hayim Weizmann 1874 yılında Polonya’da doğmuş fakat tahsilini Rusya’da Kimya fakültesinde yapmıştır. O da kuvvet­li bir din, dil ve Talmud öğrenimi görmüştür. Yahudiler ara­sında kadîm ibraniceyi diriltip yaşatma diye tarif edebilece­ğimiz «Haskala» hareketinin tesirinde yetişmiştir.

Otto Warburg gençliğinden itibaren Yahudileri Filistine yerleştirme cemiyetlerinde çalışmış kuvvetli bir teşkilâtçıdır.

Her üç lider de T.Herzl’in Filistin konusunda gittiği yol­dan ayrılmışlar, «Uganda Projesine» kesin cephe almışlar ve «Sentezci Siyonizm» fikrini ortaya atmışlardır.

Onlara göre Filistin’de kanun himayesi altında kolonileşme veya muhtariyet elde etmeye çalışmak Türkiye’nin açık tutu­mu karşısında imkânsızdır, öyleyse Herzl’in plânı üzerinde ısrar etmek beyhudedir. Herzl ve halefinin tutumu sonunda Fi­listin elde edilemediği gibi Rothschild’ler gibi büyük Yahudi zenginleri hareketin dışında bırakılmışlardır.

Bütün Yahudilerin desteğine mazhar olacak bir yol tutul­malı, senteze gidilmelidir.

Bunun sonucu olarak Filistin’de «Poaley Siyon» (Siyon İşçileri) adlı bir teşkilât kurarak bilhassa 1905 ihtilâlinden sonra Rusya’dan kaçmak isteyen Yahudilerin Filistine girme­lerini organize etmişlerdir.

1907 Hague Siyonist kongresinde verilen karar mucibince Yafa’da «Filistin Arazi Şirketi» kurulmuş ve toprak satın alın­ması işine hız verilmiştir. Arthur Rupin’in başkanlığında ku­rulan özel bir Filistin Bürosu çalışmaları kolaylaştırmak ve or­ganize etmek için faaliyete geçirilmiştir. 1908 meşrutiyet hare­ketinin akabinde İstanbul’’da ileri gelen Rus siyonistlerinden Victor Jacobson’un başkanlığında bir siyasî büro açılmıştır.

Sentezci Siyonizm hareketi siyonistler arasında derhal ta­raftar bulmamış, 1910 ve 1911 kongrelerinde Wolffsohn başkan­lığı muhafaza etmiş, fakat Otto Warburg başta olmak üzere bütün muhalifler icra komitesi üyeliklerine seçilmişlerdir. Böylece başkan ve üyeler birbirlerine düşmüşler, icra komitesi teşkilâtın merkezinin Berlin’de olmasına karar verirlerken, başkan kararı tanımayıp Viyana’da kalmış, «Jewish Colonial Trust» ve «Jewish National Fund»un idaresine elkoymuş, mas­rafları ödememiş ve teşkilât meflüç hale gelmiştir.

1913 kongresi sonsuz münakaşalarla geçmiş, meseleye bir hal şekli bulunmadan Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır.

HAYİM WEİZMANN

Siyonizm hareketi Dr. T.Herzl’in ölümü ile girdiği karı­şıklık ve parçalanmadan Weizmann sayesinde kurtuldu.

İsrail Devleti 1948 yılında kurulana kadar Siyonist Teş­kilâtın başkanlığını ve dünya Yahudiierinin liderliğini yapan Weizmann ittifakla Cumhurbaşkanlığına seçildi.

Aslen Polonyalı olmakla beraber tahsilini Rusya’da yapan ve Siyonizmin Rusya Yahudileri arasında teşkilâtlanması hu­susunda Ussişkin ile birlikte çalışan Wizmann 1900 yılında yani Londra Siyonist Kongresinden itibaren T.Herzl’in görüşlerine cephe almıştı. Ona göre «sadece politik siyonizme sarılmak kâ­fi değildir, kültürel faaliyetler geliştirilmeli, idealist bir Yahudi milleti yetiştirilmeli ve propoganda çalışmaları dünya ça­pında geliştirilmeli idi. Herzl’in «Aristokrat Cumhuriyet» gö­rüşünü de kabul etmiyordu, ona göre cumhuriyet demokratik olmalı idi.

1907 Yılında Ussişkinle beraber görüşlerini bir program haline getirmişler, uzun iç mücadelelerde Birinci Dünya Savaşı günlerine kadar sonuç alamamışlardı.

1907-1911 Yılları arasında Weizmann’ın çalıştığı konular­dan birisi de Filistin’de açılacak üniversiteler idi. Orada İbrani dilinde tedrisat yapacak tam teşekküllü bir İbrani Üniversitesi müstakbel Yahudi devlet ve milletinin temelini teşkil edecek; Hayfa’da kurulacak bir «Tekniyon» (Teknik Üniversite) de müstakbel teknik eleman ihtiyacını derhal temine vesile ola­caktı.

Kendisi daha kolay ve rahat çalışabileceği gerekçesiyle İn­giltere’ye hicret etti, Manchester Üniversitesine Kimya Pro­fesörü olarak tayin edildi.

O günlerde Siyonist Teşkilâtın merkezi Berlin’den Kopen­hag’a nakledildi, İstanbul’daki temsilci Jacobson başına geçti. Amerikadaki kol Brandeis ve S.Levin’in idaresinde idi. Londra, teşkilâtın beyni mesabesindeydi ve Weizmann tarafından ida­re ediliyordu. Başkan olarak teşkilâtın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri aleyhinde çalışması ve bilhassa Filistin’i Türklerden alıp İngiltere tarafından işgal edilmesi hususlarını te­min etti.

Filistin’deki İşçi Teşkilâtı başta olarak bütün siyonistler türkler aleyhinde çalışacak, İngiliz devlet adamları elde edi­lecek ve Arzı Mev’ûd ele geçirilecekti.

Birinci safha bilâhare İsrail’in İkinci Cumhurbaşkanı olan Yitshak ben Sivi ile uzun yıllar başbakanlığını ifa eden David ben Gurion’un idaresinde gerçekleştirilecek, ikinci safhada Weizmann ile ünlü lord ve milyarder Rothschild sahneye çıka­caklardı.

Siyonist faaliyetin birinci safhasının gerçekleşmeyişi Su­riye Valisi Cemal Paşanın gayretleri sonucudur. Kudüs’te Zeytindağı üzerinde Türk Ordusu karargâhının yanıbaşında yıkıcı faaliyete göz yumulamazdı. Cemal Paşanın emriyle Ben Sivi ve Ben Gurion başta olmak üzere bütün siyonist elebaşıları tev­kif edilip bazıları İstanbul’a sevkedildi. Çoğu da hudut dışı edildi.

İkinci safha ise İngiltere ve Amerikada tam anlamı ile ger­çekleştirildi.

Amerika başkan seçimlerine gidiyordu. Adaylardan Woodrow Wilson’un en yakın mesai arkadaşları Yahudi idi. Propoganda için yapılan masrafları Henry Morgenthau idare edi­yordu. Cumhurbaşkanlığını kazanınca Millî Savunma Konseyi başkanlığı, Harp Endüstrisi Dairesi reisliği ve Harbiye Nazır­lığı gibi makamlara hep Yahudileri getirdi.

H.Morgenthau savaş sonu sulh müzakerelerinde Amerikan heyeti başkanlığı yaptı, Türkiyeye sefir olarak gidip ermeni meselesinde önemli faaliyetlerde bulundu ve Paris Sulh Kon­feransına Siyonist Teşkilâtın iştirak etmesini temin etti.

Hayim Weizmann ise İngiltere’de ünlü devlet adamı ve dışişleri bakanı Lord A.James Balfour ile 1916 yılından itiba­ren başbakan olan Lloyd George’u tam birer siyonist sempa­tizanı yapmıştı.


BALFOUR DEKLARASYONU

Birinci Dünya Savaşı daha devam ederken, Lord Rothschild ve Hay im Weizmann’ın idaresinde harekete geçen Siyonist Teşkilâtı, vaktiyle Dr. Herzl’in Sultan Abdülhamid’den alama­dığı «müsaadeyi» temin faaliyetine girişti. Savaş henüz devam ediyor ve Filistin Türkiye’ye dahil bulunuyordu. Çalışmaların semeresi Siyonizm sempatizanı İngiltere Dışişleri Bakanı Lord A.James Balfour’un gayretiyle alındı. 2 Kasım 1917 tarihinde Lord Balfour Dışişleri bakanı sıfatı ile teşkilât başkanı Lord Rothschild’e şöyle yazıyordu :

«Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudiler için bir va­tan kurulmasını terviç etmektedir. Bu arada Filistin’de bulu­nan gayr-ı Yahudi unsurların medenî ve dînî hakları bakî ka­lacaktır... Bu deklârasyonu Siyonist Federasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum..»

Filistin’de İngilterenin himayesi altında bir Yahudi kolo­nisi kurmayı hedef tutan Siyonist îcra Komitesinin çalışmaları A.B.D. Cumhurbaşkanı W. Wilson tarafından da hararetle des­tekleniyordu. Savaş 1918 yılında sona ermezden önce H. Weizmann Filistin’e gitti ve İngiliz Başkumandanı General Edmond Allenby’nin askerlerinin memleketi işgal etmelerini kolaylaştırmaya uğraştı. Ayni yıl Kudüs’te Skopus Dağı üzerinde, Ge­neral Allenby’nin de hazır bulunduğu bir merasimle Kudüs İbrani Üniversitesi’ni açtı.

1919 Yılı Şubat ayı sonunda Paris’te toplanacak Sulh Konferansına Siyonist Teşkilât da delege gönderecekti. Ancak daha önce Filistin’de durumlarını kuvvetlendirmeleri gereki­yordu. Artık Türkler çekilmişti, İngilizlerle birleşip Türkiyeye karşı çalışan arapları kendi cephelerine kazanmaları zarureti vardı.

H. Weizmann bu gaye ile Hicaz Kralının oğlu Prens Fay­sal ile Amman’da gizli müzakerelere girişti. Filistine gelecek Yahudi muhacirlerinin araplara hiçbir zararı dokunmayacağı­na «ikna» etti. Bilâhare taraflar arasında Londra’da im­zalanan anlaşmada şu maddeler de bulunuyordu :

1— Arap Devleti ve Filistin arasında iyi niyete dayanan samimi bir dostluk tesis edilecek, araplarla Yahudilerin hak­ları ayni dürüstlük ve hassasiyetle korunacaktır.

2— Filistin’in idaresiyle ilgili teşkilât, İngiltere Hükü­metinin 2 Kasım 1917 tarihli (Balfour) deklarasyonunun ışı­ğında kurulacaktır.

3— Yahudilerin Filistine büyük mikyasta hicretlerinin temini için bütün tedbirler alınacak ve mümkün olan süratle memlekette yerleşmeleri temin edilecektir.

4— Taraflar Sulh Konferansından önce bütün konularda tam anlaşmaya varmış bulunduklarını ilân edeceklerdir.

27 Şubat 1919 da Paris Sulh Konferansına H. Weizmann, Nahum Sokolow, Ussişkin gibi liderler iştirak ettiler. «Millî Yahudi vatanı tâbiri ile Filistinde müstakil bir devlet mi kur­mak istedikleri» şeklindeki bir soruya verdikleri cevap son de­recede politiktir: «Siyonist Teşkilâtı hiçbir zaman muhtar bir idare peşinde değildir. Filistinde herhangi bir idare altında yer­leşmek ve yılda 70-80 000 muhacir sokmak, Yahudi okulları aç­mak, buralarda İbrani dilini öğretmek ve sizler gibi bir millet olmak arzusundadır».

20 Nisan 1920 de Sulh Konferansı Balfour Deklârasyonunu kabul ve tasdik, ayni zamanda Filistin bölgesinin İngiliz Man­dasına gireceğini ilân etti.

İngilteredeki faaliyetlerin bir sonucu olarak 1920 Temmu­zunda Filistin Mandası Yüksek Komiserliğine Herbert Samuel adlı bir Yahudinin tayini temin edildi. Bu tayini protesto et­mek isteyen arapların hareketleri şiddetle, kan dökülerek bas­tırıldı. Arap hareketinin başında Hacı Emin el-Hüseynî vardı. Yakalanıp iki yıl hapse mahkûm edildi ise de memleketten kaçmaya muvaffak oldu.


MANDA İDARESİNDEN İSRAİL DEVLETİNE

Yüksek Komiser Herbert Samuel bir taraftan Emin el Hüseynî’yi Kudüs Müftülüğüne tayin ve emrine arazi tahsis ederek Arapları yatıştırırken, Yahudi muhaceretini de hızlanlandırdı, ayda 1000 kişiye çıkardı. 1918 de 47 000 olan Yahudi nüfus 1922 de 80 000 i geçti. O sıralarda İngiltere kabinesinde meydana gelen değişiklikle birlikte Filistin ve Yahudiler hakkmdaki resmî görüş zahiren değişti. 1 Temmuz 1922 de bir be­yanname ile Filistin’in İmparatorluk camiası içinde bir Man­da olduğu, orada muhtar veya başka bir şekilde bir Yahudi devleti kurulmasının veya bölgenin Yahudileştirilmesinin ka­bul edilmeyeceği ilân edildi. Fakat Yahudi muhacereti artarak devam etti. Bu beyannamenin sadece Arapları tatmin için ol­duğu ortaya çıktı.

Polonya’nın kitle halinde hudut dışı ettiği Yahudilerin 40 binlik iki gurup halinde Filistin’e gelişi «Keren Hayesod» adlı teşkilâtın sarsılmasına sebep oldu. İşsizlik sonucu sefalet baş­ladı. Weizmann ve arkadaşlarının şiddetle tenkid edildikleri günlerde amerikalı zengin Yahudiler muazzam yardımlara baş­ladılar. Ziraat ve bilhassa narenciye konuları geliştirildi.

1935 Yılında Yahudi nüfus 400 000 e, 1942 de 550 000 e ulaş­tı. En büyük Yahudi şehri Tel-Aviv’in yanında kurucusu zen­ginlerin adlarını taşıyan şehirler teşekkül etti.

Bölgedeki yarım milyonu aşan Yahudi nüfusun maddî re­fahı temin edildikten sonra gayrı resmî olarak ordu teş­kili faaliyetine girişildi. Daha sonra Genelkurmay Başkanı ola­rak arap kuvvetlerine karşı savaşı idare eden Moşe Dayan’ın birkaç yıl önce yayınlanan hatıralarında, bu ordunun kuruluşu sırasındaki maceralar anlatılmaktadır.

1947 yılma kadar milliyetçi Arap gurupları ile çıkan mev­zii çatışmalar ile İngiltere hükümetinden muhtariyet temin gayretleri devam etmiş, Siyonist Teşkilâtı o yıl meseleyi NewYork’ta Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna aksettirmiştir. Ge­nel Kurulda cereyan eden müzakerelerden sonra yapılan oyla­mada üyelerin 2/3 çoğunluğu Filistin’in Yahudi yurdu olduğu hususunda karar verince derhal bir hükümet kurulmuş ve aka­binde de meşhur «Filistin Savaşı» başlamıştır.

Üzerinde pek çok söz söylenilen ve dedikodu edilen Filis­tin Savaşı çok enteresan safhalar geçirmiştir. Irak, Suriye, Ür­dün, Suudi Arabistan ve Mısır ordularının hep birden ve üs­tün kuvvetlerle taarruza geçtikleri bölgede bir türlü kat’î ne­tice alınamamıştır. 1948 yılı baharında arap orduları Tel-Aviv civarında birbirlerine kavuşup sonuca ulaşacakları sırada, kuv­vetlerin hiç sebep yokken hep birden ricata başlamalarını bazı çevreler o zamanki Mısır Kralı Faruk, Irak Kral Naibi Abdülillah ve Ürdün Kralı Abdullah’ın Siyonist Teşkilât tarafın­dan «satın alınmış olmalarına» bağlamışlardır.

Karşılık mikdarı yazılmadan imzalanarak gönderilen çek­ler üzerine adı geçen hükümdarlar tarafından ric’at emri veril­diği söylenir. Fakat henüz çok yakında cereyan etmiş olayların içyüzü tabiidir ki pek çok yıllar sonra ortaya çıkacaktır. Nite­kim Dr. Theodor Herzl öldükten sonra hatıraları kısmen ya­yınlanmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda dahi tamamı dünya efkârı umumiyesine sunulmamıştı. Hatıralarda adı geçen kim­selerin hayatta bulunmaları, milletlerarası münasebetlerde skandal yaratacak hususların olması bunun sebebi idi. Filistin’­de araplarla Yahudiler arasında cereyan eden olayların da tam aydınlığa kavuşması ancak yıllar sonra mümkün olacaktır.

Kaynak: SİYONİZM VETÜRKİYE, Hazırlayan Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi, SELÇUK YAYINLARI, 1967-KONYA



[1] Adı geçen yazar Eugen Kari Dühring’dir (1833-1901). Alman felsefe­cisidir. 1881 yılında «Die Judenfrage als Frage der Rassenschalichkeit für Existenz, Sitten und Kultur der Völker» «Milletlerin kültürü, ahlâkı ve varlığı için ırkî bir tehlike, Yahudi meselesi» adlı kitabmda Yahudi ırkına karşı mücadeleye girişilmesi lüzumunu ortaya atmış ve bu fikir birçok muhitlerde sem­pati ile karşılanmıştır.

[2] Almanya ve Avusturya’da Yahudilere hakaret olmak üzere söylenen bir küfürdür. Lâtince «Yeruşalaym elden gitti» anlamına gelen cümlenin baş harflerinden meydana getirildiği söylenir.

[3] Baron Maurice de Hirsch (1830-1896), Avrupa, bilhassa doğu Avrupa memleketlerinden sürülen Yahudileri Arjantine yerleştiren, onlara iş ve top­rak temin eden «Jewish Colonization Association» adlı teşkilâtı kuran ve 250 milyon Türk lirası sarfeden tanınmış Yahudi zenginidir.

[4] Şavuot haftalar anlamına gelen ibranice bir kelimedir. Pesah yani «hamursuz bayramından» itibaren yedinci haftanın son günü (yani ellinci gün) gelir. Hasat zamanı olduğundan «Biçme Bayramı» da denilir.

[5] Baron Hirsch’in, Yahudileri Arjantinde iskân etmek için kurduğu teşkilâtın adıdır.

[6] Avrupa’da bilhassa belli başlı şehirlerde, yalnız Yahudilerin oturma­larına mahsus mahallelere verilen isimdir. Bu mahaleler yüksek bir duvarla çevrilir, ancak belirli kapılardan şehre çıkılabilirdi. Bunların en tanınmışı, ikin­ci dünya savaşı sırasmda içindekilerle birlikte imha edilen Varşova ghettosu-

[7] Hazreti Musa (İbrani dilinde Moşe) İsrailoğullarını Mısır’dan Firavu­nun tasallutundan kurtarıp Kızıldeniz yoluyla çıkardığı zaman, onlar çok uzun yıllar esarette kalmış olduklarından bir millet olma vasfını kaybetmiş­lerdi. Sadece karınlarını doyuran bir efendiye bağlı olmak onlara kâfi geli­yor, ötesini düşünmüyorlardı. Sina yarımadası ve Necef çöllerinde kırk yıl müddetle dolaştıktan sonra Kuzeye çıkmışlar ve Arz-ı Mev’ûd’a (Filistin) gi­rerek devlet kurmuşlardı. Bu kırk yıllık dolaşmayı, Hazreti Musa’nın, esareti tanımayan, bilmeyen ve yeni ölçüler içinde bir millet yaratma gayesiyle yap­tığını kabul etmekte idiler. Dr. Herzl de 2000 seneye yakın zaman esir veya azınlık hayatı sürmüş ve hakir görülmüş Yahudileri eğitime tâbi tutarak, Hz. Musa gibi 40 yıl değil, fakat 20-30 senede bir millet haline getirmeyi ve Arz-ı Mev’uda öyle gitmeyi düşünmekteydi. «Zamanla doğuracağı sonuçları ne siz, ne de ben görebileceğiz» demesinin sebebi de budur.

[8] «Çıkış» veya «Huruç» Tevrat’ın ikinci kitabıdır. Başlarında peygam­ber Hazreti Musa olduğu halde, İsrailoğullarının Mısırdan çıkışlarını anlatır.

[9] Israiloğulları Mısır’dan Hz. Musa ile çıktıktan az sonra, onun bir ara yanlarından ayrılması üzerine, altından bir buzağı yapıp ona ibadete başlamış­lardı. Hz. Musa uzun çabalardan sonra tekrar yola sokabilmişti.

[10] Birincisi Venedikli, İkincisi alman iki büyük Yahudi iş adamı ve bankerdirler.

[11] Moritz Güdemann (1885-1918), Viyana’daki Yahudi cemaatinin baş rabbisi. Yazdığı kitaplar bütün doğu Avrupa Yahudi çocuklarına okutulmak­taydı.

[12] Baş Rabbi Güdemann’ın arkadaşı, zengin bir Viyanalı Yahudidir. Baş­langıçtan itibaren hareketin mürevviçlerinden ve Dr. Herzl’in yardımcılarındandır.

[13] Türkçede «Haham» dediğimiz din görevlisi.

[14] Max Nordau, Dr. Herzl’in yakın mesai arkadaşlarından olan Yahudi tabib, yazar ve bir alman gazetesinin Paris muhabiridir. 1923 yılında bir rus siyonisti tarafından vurularak öldürülmüştür. Katil, onu, Yahudilerin Uganda’­da yerleşmelerine çalıştığı için vurduğunu mahkemesi görülürken ifade etmiş-

[15] Hovevey Siyon (Siyonu Sevenler) 1870 yılında David Gordon tara­fından ortaya atılıp sonra bilhassa Rusya’da gelişen bir teşkilâttır. 1882 yılında organize hale gelmiştir. Bir gurup Yahudi genç Hovevey Siyon’un yardımı ile o yıllarda Filistine yerleştirilmiştir. Hareket tamamen millî bir Yahudi hare­ketidir. önceleri politik Siyonizm hareketine cephe almış ise de sonra Siyonist Teşkilâtı tarafından absorbe edilerek bünyesi içine alınmıştır.

[16] Bu tahmin gerçekten doğru çıkmış ve devlet 1948 yılında kurulmuştur.

[17] Leopold Landau Berlin Tıp Fakültesi profesörlerindendir. Tanınmış bir alman siyonistidir. Birçok faaliyette bulunmuştur.

[18] Michael de Newlinsky, aristokrat bir polonyalıdır. Petersburg (Lenin­grad) Üniversitesinde okumuş, Moskoya’da çeşitli dergilerde yazı hayatına atıl­mıştır. Sonra Macar ve Avusturya tabiyetine geçmiş, Hâriciyeye intisap ede­rek İstanbul’da Avusturya-Macaristan sefaretinde vazife almıştır. Daha başlan­gıçtan itibaren sultan ikinci Abdulhamid’in şahsî dostluğunu kazanmış ve Dr. Herzl’in doğrudan doğruya İstanbul ve Yıldız’la temasa geçmesinde kolaylıklar sağlamıştır.

[19] Filistinde kurulmuş olan Yahudi devleti en geniş hududlarına Hz. Davud ve Süleyman devirlerinde ulaşmıştır. O devirdeki hududların ihyası an­lamına bu slogan ortaya atılmaktadır.

[20] Bu zatın Yahudi iken önce ortadoks sonra katolikliğe geçtiği ve İstanbul’da almanca çeşitli gazeteler çıkardığı bilinmektedir, önce «Osmanische Post» olan gazetenin adı sonraları değişmiştir. Gayesi şarka ait her türlü fakat bilhassa İktisadî konularda bilgi vermek olduğu söylenebilir. Ne zaman ve ne­rede öldüğü bilinmemektedir.

[21] İzzet Bey tarihimizde «Arap İzzet Paşa» diye tanınan zattır. Şam’da doğmuş, saraya intisap etmiş ve Abdülhamid’in önce ikinci kâtipliğine getiril­miş, daha sonraları rütbesi vezirliğe yükseltilerek paşalığa nasbedilmiştir. Dev­let işlerinde söz ve nüfuz sahibi, zengin bir arabın oğlu olmasına rağmen para ve rüşvete düşkün bir kimse olarak bilinir. 1908 yılında meşrutiyet ilân edilin­ce İstanbul’’dan kaçmış, 1924 de ölmüştür.

[22] Osmanlı Devletine borç verilecek meblâğları tayin ve tespit eden komisyonun adıdır. Bunu günümüzde de ayni işle meşgul olan «Konsorsiyum»a benzetebiliriz.

[23] Müteaddit defalar Ingiltere Başvekilliği yapmış ünlü devlet adamıdır. Son Başvekilliği 1895-1902 yılları arasındadır.

[24] Leşana habaa biyeruşalaym cümlesi dış memleketlerdeki Yahudilerin çeşitli vesilelerle söyledikleri bir dua cümlesidir. İnşallah bu kutlamayı bir da­haki sene Yeruşalaymda yaparız, orada oluruz anlammadır.

[25] Adı geçen Yusuf Ziya Paşadır. Bestekâr olarak da meşhur olan Ziya Paşa 1864 yılında Hariciye Nezaretine memur olarak intisap etmiş, 1869 yılında Berlin Sefareti ikinci kâtipliğine tayin edilerek diplomasi mesleğine girmiş, Viyana, Atina ve Petersburg (Leningrad)’da sefir veya müsteşar olarak bulun­muştur. Paris sefiri iken Devlet Şurası azalığına getirilmiştir. 1908 Meşrutiye­tinden sonra Ticaret Nezaretine getirilmiş, bir ara Washington Sefiri, sonra Ayan (Senato) Meclisi üyesi, Maarif Nazırı olmuştur. 1929 yılında ölmüştür.

[26] Karatodori Paşa rum asıllıdır. Fransa ye Almanyada hukuk tahsil etmiş, devlet hizmetine girmiş, Roma sefaretinde, Berlin Kongresi murahhaslı­ğında bulunmuştur. Uzun yıllar Girit valiliği yapmıştır. 1896 yılında Sultan Abdülhamid’in baş tercümanı bulunuyordu.

Ahmed Tevfik Paşa son Osmanlı Sadrazamıdır. Birçok sefaretlerde, hari­ciye nazırlığında bulunmuştur. 1936 yılında ölmüştür.

[27] Dünyadaki yahudüer üç büyük guruba ayrılırlar. 1) Sfaradîm, 2) Eşkinazîm, 3) Mizrahîm. Birinciler İspanyadan sürülerek Osmanlı İmparatorluğu hududları içine II. Bayezid tarafından yerleştirilmiş olanlardır ki Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan ile bazı balkan ülkelerinde bulunurlar. İkinciler Avrupa ve Amerika Yahudileridir. Üçüncüler, şark ve ortaşark ülkelerindeki Yahudilerin adıdır.

[28] «Gelecek sene Yeruşalaymda» anlamına.

[29] İngiliz Yahudilerinden, bankacı ve Güney Afrikada mücevher ma­denleri işleticisi, şirketin kurucusu.

[30] Viyana Yahudilerinden bir zengin.

[31] Cavit Bey, 1895-1901 arasında Sadarette bulunmuş olan Halil Rifat Paşanın oğludur. Siyasî ilimler tahsilinden sonra devlet hizmetine girmiştir. İn­safsızlığı ve merhametsizliği ile ün yapmıştır. Galata köprüsü üzerinde bir arnavut tarafından katledilmiştir. Babasının onun acısına dayanamayarak öldüğü söylenir.

[32] Bir macar devlet adamının oğludur. 1873 yıllarında Îstanbula gelmiş, itfaiye teşkilâtını kurmuş ve başına geçmiş, sonra paşa ve müşirliğe yüksel­tilmiştir.

[33] Sarıca Ragıp Paşa diye tanınan zattır. 1887 yılında Sultan’ın kâtipli­ğine getirilmiş, sonra rütbesi paşalığa yükseltilmiştir. 1908 meşrutiyetinden son­ra (Ege adalarına sürülmüş, ölümüne kadar orada kalmıştır.

[34] Gazeteciliği, popüler romancılığı ve bir dereceye kadra da devlet adam­lığı ile tanınmıştır. 1876 yılından itibaren Abdülhamid’i tutmuş, onun fikirle­rini savunmuş ve bazı devlet hizmetlerinde de bulunmuştur. 1908 meşrutiyeti­nin ilânından sonra İstanbul Üniversitesinde Tarih dersleri vermeye başlamış­tır. Çeşitli konularda pek çok eseri vardır.

[35] Siyonist Teşkilâtının resmî görüşlerini aksettiren haftalık mecmua­dır. Gerçekten 4 Haziran 1897 yılında ilk sayısı çıkmış ve sonra da muntaza­man devam etmiştir. «Ha-Olam» (Dünya) adlı ibranice nüshası 1949 yılına ka­dar devam etmiştir.

[36] Aleksander III ve Nikola II. devri Rusyasının kudretli ve nüfuzlu devlet adamlarmdandır. Yahudi düşmanlığı ile tanınmıştır. «Yahudi meselesi­nin bir tek hal şekli vardır: Bunların üçte biri kovulmalı, üçte biri hıristiyanlaştırılmalı ve kalanları da imha edilmelidir» fikrindeydi.

[37] Aslen Polonya Yahudisidir. Maliye ve askerlik konusunda tenkidleriyle tanınmıştır. Kalvinist olmakla beraber Yahudi dinini de muhafaza etmiş bir kimsedir.

[38] Listede her sınıftan şahıs bulunmaktadır. Meselâ (A) Başmabeynci, (B) ve (C) padişahın yakınları, (D) Harbiye Nazırı Memduh Paşanm hususi kâtibi, (E) Hariciye memuru, (F) Sultanın şifre memuru, (G) ermeni asıllı ha­riciyeci (H) Sarıca Ragıp Paşa, (1) Sultanın ahır ve atlarına bakan hizmetkârı, (J) Halil Rifat Paşa v.s. dir.

[39] Arminius Vambery enteresan bir şahsiyettir. Macar Yahudisi iken şarkiyata meraklanmış, 1857 yılında İstanbul’a gelmiş ve Fuat Paşanın kâtibi ol­muştur, az sonra da ihtida ederek İslâmî din olarak seçmiştir. Reşid Efendi adı altında Ortaasyada seyahatler yapmış, neşriyatta bulunmuştur. Budapeşteye dönüşte protestan ve üniversiteye profesör olmuştur. Türkiyeye çeşitli sebepler­le birçok seyahatler yapmış, Abdülhamid’in şahsî dostluğunu kazanmış ve son yıllarda da Herzl hesabına çalışmaya başlamıştır. 1913 de ölmüştür.

[40] Bir fenerle duvara aksettirilen ve birdenbire büyüyen şekiller.

[41] Miladî birinci yüzyılda bir Romalı kölenin hikâyesidir. Arslanlara atılan Androclus’a arslan birşey yapmaz, arenada canını bağışlar, köle de sonra Afrikada bir devlet kurup başma geçer.

[42] Fransızca cereyan eden konuşmada Dr. Herzl’in hırsızlık diye çevir­diğimiz sözü yerine kullandığı kelime «Voler» dir ve iki mânaya gelmektedir: Hırsızlık ve Uçmak. Bu ikili anlamdan faydalanmaktadır.

[43] Ahmed Rıza Bey Avrupaya giderek «Meşveret» gazetesini çıkaran öntürklerdendir. Bu gazete ile hükümet ve Abdülhamit aleyhinde faaliyetler­de bulunmaktaydı. Orada siyasi bir komite kurmuş, sonra makedonyadaki bir teşkilâtla birleşerek Ittihad ve Terakki’yi kurmuştu. 1908’den sonra mebus bi­lâhare ayan reisi olmuştu. 1930’da ölmüştür.

[44] Yukarıda bir kere daha adından bahsedilen bu zatın Deli Fuad Paşa diye tanınan paşa olması muhtemeldir. Sonraları Abdülhamid’e suikast terti­binden idama mahkûm olmuş fakat cezası Şam’a sürgüne çevrilmiştir. TürkRus ve Yunan savaşlarında gösterdiği kahramanlıklar sebebiyle müşirliğe yük­selmiştir. Meşrutiyetten sonra tekrar görev almış ve Balkan savaşında İstanbul’’u müdafaa etmiştir. Ayan Meclisi üyeliğinde bulunmuştur. 1931 de ölmüştür.

[45] «Kudüs İbrani Üniversitesi» projesi tabiidir ki Sultan Abdülhamid tarafından reddedilmiş, hatta nazar-ı itibara bile alınmamıştır. Ancak Filistin Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal edilip burada İngiliz Manda İdaresi ku­rulduğu zaman Dr. Herzl’in kurduğu teşkilât yeniden faaliyete geçmiş ve 1925 yılında bu üniversitenin «Skopus Dağında kurulması tahakkuk etmiştir. Ku­rulduğu günden beri İbrani dili ile tedrisata başlayan bu üniversite denilebi­lir ki bugünkü İsrail Devletinin temelini teşkil etmiştir. 2000 senedir kullanıl­madığı için ölü diller arasına karışan ibranice canlandırılmış, en İlmî metodlarla geliştirilmiş ve bir ilim dili hüviyeti kazandırılmıştır. İsrail’in devlet ida­resi ve hâriciyesinde vazife alanların hemen hepsi bu üniversitenin yetiştirdiği elemanlardır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar