Print Friendly and PDF

FUNDAMENTALİZM





 

 


KLAVUZ KİTAPLAR

MUSTAFA ÖZCAN

iklim

YAYINLARI

Çatalçeşme Sk. Üretmen Han. No: 19 Cağaloğlu-İstanbul

İÇİNDEKİLER

Önsöz:   .   7

Giriş:   .. . ., 13

Hıristiyan fundemantalizmi:       17

Amerikan fundemantalizmi:     19

Katolik Kilisesi ve yeni muhafazakarlık: 25

Gelenekçilik:    29

Yenilikçi - reformist ve fundamentalist:   32

İhyadan reformizme:.. 37

Fundamentalizm modemizmin ürünü müdür?: 44

Kavramlar armonisi:  48

Aynoroz Keşişleri ve Markos’un halefleri -1-: 52

Aynoroz Keşişleri ve Markos’un halefleri -2-: 56

Laiklik cephesi:   59

CIA’nın yeni misyonu:      63

Tanklara çağrı: ....'.  67

Afganistan şendromu:   ..70

Propoganda savaşı: 74

İslam ve terör:        ...78

Yeni soğuk savaş:    81

Hangisini düzeltelim:     ..86

Deccal ve Vaftiz:     .... 91

Knesset Zabıtları:          ..96

İrhabi:         .99

İki Nobel:      ....102

Deja Vu:         106

Çile ve hedonizm:     110

Müşterek strateji ve TMKT:     114

Ezbere hedef:     118

Yine ıskaladılar:      ....121

Asrın komedisi:    124

Global cephe:     127

Ömer Abdurrahman:...     .131

ÖNSÖZ

Eserimize konu olan fundamentalizm aslında intihal bir kavram. Laiklik, sekülarizm ve benzerleri gibi. Haçlı sa­vaşları sırasında ve sonrasında müslümanların adı “Mu- hammediler” idi. Emperyalizm döneminde ise müslüman- lara reva görülen tabir “medenileşmemiş”, “medenileşme­ye muhtaç unsurlar” şeklindeydi. Yine bu tabirlerin bir devamı ve modemizme muhalefet eden ve direnen kitle­ler olarak adlan “İrtica ve mürteci”ye çıktı. Pozitivizme direnen her müslümanın adı bundan böyle mürteci, gerici ve yobazdı. Batı’da neşv-ü nema bulan bu kavramlar Cengiz Aytmatov’un tabiriyle akültürasyona uğramış mankurt elitlerin elinde ve dilinde kendi insanına alabora edildi. Batı’da uydurulmuş ve Batı cemiyetlerini tanımla­yan sosyolojik kavramlar yabancılaşmış yerlilerin eliyle İslami cemiyetlere maledilmiştir. Bunlann sonuncusu da fundamentalizmdir. Samuel Huntmgton'-ün ortaya attığı Medeniyetler Çatışması teziyle de fundamentalist olarak tanımlanan müslümanlar Batı’mn karşısında mevzilendi- rilmişlerdir. Müstafi NATO Genel Sekreteri de bu kavra­mı istiare ederek güvenlik konseptinde SSCB’nin çökme­siyle boşalan “düşman tanımı”mn karşısına yerleştirmiş­

tir. Böylece hiç bir ülkede henüz zafer elde etmemiş olan, Cezayir’de, Mısır’da ve her yerde zulüm gören sözümona fundamentalist müslümanlar dünyanın tek silahlı ulusla­rarası örgütü NATO’nun düşmanı olup çıkıvermiştir. İran Devrimi, Mehmet Ali Ağca’nm Papa’ya suikastından sonra Batı topluluklarında müslüman imajı karşıt imajıyla bütünleşmiştir. Hâlâ hatırlarım, 1979 ya da 1980 yılınday- dı. Bonn’dan Köln’e doğru giden bir banliyö trenine bin­miştik. Yanımda da Tebliğ Cemaati’ne mensup bazı sarık­lı şahsiyetler vardı. Banliyö tröni Küba Büyükelçiliği’ne yakın bir istasyonda durunca, dışarıda bir şahsın bize düş­manca gösterilerde bulunduğunu farkettik. İçimizden biri­si banliyö treninin kapılarının kapalı olduğunu bildiği hal­de muziplik olsun diye onu düelloya davet etti. Adamca­ğız saldırganlık olsun diye trenin kapılarına hücum etmiş­ti. Tren hareket etti saldırgan dostumuz da çar naçar ricat etmek zorunda kaldı!

Sakallılardan korkun!

Bu manzaralar Batı’da münferid hadiseler olmaktan çı­karak bazı ülkelerde -Fransa gibi- devlet politikası haline geldi. Mesela Hollanda’da yayınlanan Onze Wereld (Bi­zim Dünya) adlı dergi: "Yeşil tehlike Hollanda toprakla­rında derinlere kök saldı” ifadesini kullanıyor. Bilindiği gibi Batı’nın eski fobisi komünizmden dolayı kırmızı renkti. Komünizmin çöküşünden sonra NATO dahi tatbi­katlarında düşman renk olarak yeşili seçmişti. Bu anlam­da HollandalI bir gazetenin düşman olarak yeşili simge olarak seçmesi yadırgayıcı olmaktan çıkıyor. Onze We­reld gazetesine göre terörist ile fundamentelist aynı anla­ma geliyor. Ve bir zamandır artık fundamentalizm Hollan­dalIlar nezdinde elfaz-ı galizeden biri olarak kullanılıyor. Dergi de Bessam Tibi’nin çözümlemesinden hareketle Hollanda’da yaşayan sakallı, alkol kullanmayan ve do­

muz eti yemeyen erkek ve tesettüre riayet eden müslüman kadınlan fundamentalist olarak tanımlıyor.

1992 yılı başlannda Hollanda İçişleri Bakanlığı’na bağ­lı istihbarat teşkilatı (BVD) bir rapor yayınlamış. Raporda Güney Avrupa ve Kuzey Afrika’dan Hollanda’ya gelen göçmenlerde bir fundamentalistleşme akımı başgösterebi- leceği ve bunun neticesinde de yerli halk ile yabancılar arasında uyum probleminin artacağına dikkat çekiliyor. Buna rağmen Onze Wereld dergisi istihbarat teşkilatları­nın öngörülerinin yanlış çıktığım ve tehlikenin fundamen- talizmden değil de uyuşturucu kaçakçısı yabancılardan geldiği hatırlatıyor. Yine de dergi Hollanda genelinde fun- damentalistlerin olduğunu ve bunların vakti geldiğinde şiddet kullanmaktan kaçınmayacaklarını iddia ediyor.

Kem söz sahibine yakışır

“Kötü söz sahibine aittir” diye dilimizde güzel bir de­yim vardır. Buradan yola çıkarak bu fundamentalizm adındaki kötü tanımın sahipleri aslında bu sözün gerçek muhataplarıdır. Bir konuşmasında Malezya Başbakan Yardımcısı ve kendisine gelecekte Mahathır Muham- med’in halefi olarak bakılan Enver İbrahim: “Batıhlar ay­nada önce kendilerine bir baksınlar. Bize insan haklarım öğretmeye kalkıyorlar, önce kendi tarihlerine baksınlar” diyor, yerden göğe kadar haklı olarak. Tesettürlü hanımı­nın Amerikan kameralarının odak noktası haline geldiği Enver İbrahim fundamentalizmin bir müslüman için değil bir Hıristiyan için kullanılması gerektiğine dikkat çekiyor. Enver İbrahim başkalarının tanımlamalarıyla kendisini ta­rif etmesi yerine kendisini kendi değerleriyle tarife çalışı­yor: “Ben bir müslümanım. Ne fundamentalist ne de la- ikim,” Ümit Meriç’in dediği gibi sosyoloji ilminin taraf­sız olmadığı bugün sosyologlar tarafından itiraf edilmek­tedir. Öyleyse taraflı kavramlarla kendimizi ne diye tam-

yalım. Kur’an-ı Kerim’de de “Allah onları müslümanlar olarak adlandırdı” deniliyor. İslam kisvesine giren müslü- mandır ve bu kisve içinde samimi olan da mümindir. Ay­rıca Batılılar’ın ürettiği ve bizim kullandığımız kavramlar beynelmüsliminde kargaşalara sebebiyet vermektedir. Bundan dolayı laik basın ikide bir İslam’da reformizm olup olmadığım sorgulamaktadır. Enver İbrahim 10 Ekim 1995 tarihinde ABD’de vermiş olduğu bir konferansta fundamentalizm gibi terimlerin müslümanlan etkilemek için Samuel Huntington gibi Amerikan akademisyenleri tarafından ısrarla kullanıldığını hatırlattı. İsveç’de yapılan İsmet Abdulmecid gibi isimlerin katıldığı bir konferansta da tebliğciler Huıltington’un huzurunda bu tezi çürütmüş­lerdir. Enver İbrahim müslüman ülkelerin hemen hepsinin laiklik yarışına girdiklerini, bunun da farklılıkları artırdı­ğına dikkat çekiyor ve Batıhlar’a lisan-ı haliyle “Bize gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz” demektedir. Enver İbrahim Asya’da İslam ve Konfîçyüs kültürlerinin disipli­ne, toleransa ve çalışmaya dayandığım bunun da bölgede­ki gelişmelerin anahtarı sayılması gerektiğini vurguluyor.

Batı kamuoyunun İslamiyet ve rnüslümanlarla ilgili de­ğerlendirmelerinin peşin hükümlere dayandığından ger­çeklerle bağdaşmadığına dikkat çeken Roman Herzog, bunun da ancak yoğun diyalog ve ortak çalışmalarla orta­dan kalkabileceğini söyledi. Almanya'nın önde gelen si­yasi, kültürel, ekonomi ve sosyal üst kuruluşlarının idare­cilerine birer mektup göndererek, bilhassa Almanya’da yaşayan farklı kültür ve inanç mensuplarının birbirlerini daha iyi tanımak ve anlamak için yapılması gereken fali- yetlerin neler ve nasıl olmasını sorduğunu ve bu konuda fikir, görüş istediğini belirten Herzog, Alman kamuoyuna yaptığı çağada, “Farklı kültür ve dinlere karşı saygılı ol­mamız gerektiğini kafamıza iyice yerleştirmeliyiz” dedi.

Fundamentalizm yakıştırmasına karşı çıkanlardan biri olan Almanya Cumhurbaşkanı Herzög, “İslam ve müslü- manlan düşman görmekten ısrarla kaçınmalıyız. Bunlan düşman gibi göstermek isteyenlere gereken cevabı vere­bilmemiz için şimdiye kadar ihmal edilen diyalogları ge­liştirmek zorundayız” derken, bu çerçevede 1995 yılının son ayı Aralık’ta Almanya’da faliyetlerde bulunan İslami teşkilatların üst kuruluş yetkililerine biraraya gelme çağrı­sında bulunduğunu ifade etmiştir. “Batı, İslamiyet ve müslümanlarla ilgili tutulduğu fundamentalizm hastalı­ğından biran önce kurtulmanın yollarım aramalıdır” diyen Cumhurbaşkanı Herzog, kimsenin de farklı kültür, din, inançlarla ilgili korkular yaymaya hakkının olmadığını ve olmaması gerektiğine dikkat çerekerek, bu tür peşin hü­kümlerin yıkılmasının en iyi yolunun karşılıklı diyaloglar olduğunu söyledi. “İslamiyet ve müslüman denince akla gelen şiddet yanlısı radikaller ile fundamentalizmi anlıyo­ruz. Bu değerlendirme kesinlikle isabetsiz” diyen Herzog, Batı’nın bilhassa İslam ve müslümanlarla ilgili kafa yapı­sını değiştirmesi gerektiğini söyleyerek, dostça yaşamın herşeye değeceğine dikkat çekiyor.

Fundamentalizmin Batı’ya ait bir kavram olduğunu söylemiştik. Özellikle 19. yüzyılda ABD’de bazı Protes­tanların-, Darvin teorisine mukabil harfi harfine Kitab-ı Mukaddes’teki yaratılış bölümüne sadık kaldıklarını ve bundan dolayı kendilerine fundamentalistler yani temelci- ler adı verilmişti. Şimdi de aynı eğilim ABD’de güçlene­rek sürüyor. Hatta ABD’deki ilmi kuruluşlar arasında bi­lim ve dini değerleri meczetme eğilimleri giderek artıyor. Sadece ABD’de 50 milyondan ziyade Amerikalı çocukla­rına Darvin teorisi yerine dini telakkilerin telkin edilmesi­ni istemektedir. ABD’de bugün 2300 okulda Darvin naza- riyesi değil de dini öğretiler telkin edilmektedir. Keza sa-

dece Califomia’da 12 üniversite Darvin’in evrim ve teka­mül nazariyesi yerine dinin görüşlerini öğretmektedir. Nur Vergin’in de belirttiği gibi aslında fundamentalizm kelimesi semantik kaymaya uğramıştır. Ve bugün fanatik anlamında kullanılmaktadır. Bazen Fransızlar fundamen­talist yerine entegrist, İranlılar ise Tendro lafzım kullan­maktadır. Bu ifade de tahkir ye istihfaf ifade etmektedir. Şeriat ulvidir ve böyle bir imajdan münezzehtir. Amaçlan İslam’ı lekelemek, ancak kafirler istemeseler de Allah nu­runu tamamlayacaktır.

Mustafa Özcan

6.11.1995

Yenibosna

GİRİŞ

H

ıristiyan dünyasında fundamentalizm kavramı geçen yüzyılda kullanılmaya başlansa da İslam dünyasın­daki tedavülü ve Batıkların bu kavramı müslümanlara da­yatmaları henüz yenidir. Korkut Özal 197O’li yıllara ait hatıralarını naklederken o dönemde siyasi İslam- gele­neksel İslam değerlendirmesinin yapılmadığını hatırlattı. O dönemde Batılılar bugün ağzımızda sakız ve plesenk haline gelen fundamentalizm yerine yekten İslam’ı hedef alıyorlardı. Bugün ise onlar açısından tehdit ve tehlike daha belirgin olduğundan İslam’la fundamentalizm gibi kavramlar aracılığıyla örtülü bir şekilde savaşıyorlar. Bu cihetle hem maksad hasıl oluyor, hem de müslümanlar- dan büyük bir kitleyi bu mücadelede nötr hale getiriyor­lar. Halbuki sık sık ifade edildiği gibi bitaraf olan zaman­la bertaraf olur.

Cezayir asıllı İslam mütefekkiri ve içtimaiyatçı Malik Bin Nebi’nm ifadesiyle hezimet psikolojisi içinde yaşa­yan zümreler (el- kabiliyyetü lil istımar) peşinen Batı’nın üstünlüğünü kabul ettiklerinden onlara Sahici Müslüman­lar, Gelenekçi Müslümanlar deniliyor. Batı’nın geçici üs­tünlüğüne meydan okuyanlara ise temelciler, köktendin-

çiler ya da ecnebilerin doğrudan ifadesiyle fundamenta- listler deniliyor.

Komünizmin canlı olduğu dönemlerde Ruslar ve Doğu Bloku ülkeleri haritada Komünizmi seçmiş ülkeleri mum­la ya da çiçeklerle işaret ederek gösterirlerdi. Post-komü- nizm döneminde ise haritalarda fundamentalizm tehdidi altındaki ülkeler parmakla gösteriliyor. Sovyatlar Birli- ği’nin dağılmasından sonra Batı Bloku’nu zinde halinde tutacak karşı bir kavram aranır oldu.

İslami hareketler sıçrama halinde olduklarından Batılı strateji uzmanları yeni bir düşman konsepti geliştirdiler. Fukuyama ’nin “Tarihin Sonu”, HuntingtorTxm da “Mede­niyetler Çatışması” tezlerinden sonra bu düşman konsep- tini belirlemek nisbeten daha kolay hale geldi. Binaena­leyh NATO’nun patronu WillyClaes “Komünizmin yerini İslam aldı” deyiverdi. Fundamentalizm dedikleri tehlike müşahhas hale gelmediğinden henüz mayalanma halinde­ki bu gelişmeyi nasıl durduracaklarına dair strateji belir­lemeye çalıştılar. Bunların gayreti Musa (A.S) ile karşı­laşmamak için beşikteki çocükları öldüren Mısır Firavu­nu ’nun stratejisi’ne benziyor.

Halbuki İseviliğin yayılması nasıl Roma’nın baskıları sonucu sürat kazanmışsa bu yönde yapılacak baskılar da İslami hareketin yakıtı olmaktan öte gitmeyecektir. Evet, vakti gelen düşünceyi hiç bir şey durduramıyor. Her mev­simin bir karakteri olduğu gibi her fikrin de bir mevsimi vardır. Mevsimi gelen fikir çiçek verir, meyve verir.

Zaman zaman menfi ve karalama cihetiyle kullanılsa dahi fundamentalizm gibi kavramlar büyük zuhuratın müjdecisi kavramlardır. Müslim’in Ebu Hureyre’den nak­lettiği bir Hadis-i Şerif’de İslam garip olarak başlamış ve yeniden garip bir tarzda zuhur edecektir. Gurabaya müj­deler olsun buyuruyor... Hadis-i Şerif’in ruhundan da an-

laşıldığma göre ahir zamanda îslam acip bir tecelliyata mazhar olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gi­bi İslam diğer dinlere galebe çalacak ve hepsini gölgele­yecektir. Müslümanlar hakkında fundamentalizm ifadesi­nin kullanılması bu acip ve garip tecelliyatın bir tezahü­rüdür. İtalyan gazetesi Cörriera Dellâ Sera’nın bir başya­zısında Bosna’dan yola çıkılarak “gelecek yüzyıl îslam yüzyılı olacaktır” hükmüne varılıyor.

Selefilere göre, itikadi esaslar ancak nasslardan elde edildiği için, delilleri de yine nasslardan alınır. Bu Selefi- ye’nin delâlete sevk eder düşüncesiyle akla değil, nassm belirttiği delillere inandığını gösterir. Selefiler akli ve mantıki yolların İslam’a sonradan Yunan düşüncesinin ürünü olarak sokulduğunu, bu metodlann Sahabe ve Ta­biin nazarında asla bilinmediğini söyleyerek kendi fikir­lerine eslat ve delil getirirler. Selef mezhebi, özellikle Teymiyye, Kur’an ve Sünnet’de, Allah’ın sıfatları ve fiil­leri hakkında ne varsa, mecazi manayı düşünmeksizin hatta inkar ederek Allah ’ın eli, yüzü ve üstte bulunmasını kabul ederler. Buna mukabil el’i kuvvet veya nimet ile yüz’ü Zat’la dünya semasına inmeyi de Allah'ın kullarına yakın olması tarzında tefsir etmeyi kabul etmişlerdir.

İbni Teymiyye’ye göre selef mezhebi, Müressime ile Muattıla (Mutezile) arasındadır. İbni Batuta (Rıhle- Mı­sır, 1938, C 1, S. 56- 58) adlı eserinde naklettiğine göre, H. 705 yılında kendisinin Şam’da bulunduğu bir Cum’a günü minberde İbni Teymiyye vaaz ederken şöyle der: “Allah dünya semasına şu benim inişim gibi iner.” Sonra da inişini göstermek için kendisi minberden bir basamak aşağıya iner. Bunun üzerine ibni Zehra diye tanınan bir Maliki fakihi itiraz eder ve söylediği şeyin yanlışlığını ileri sürerek reddeder. İbni Teymiyye’nin taraftarları faki­hi daha fazla konuşturmazlar. Rivayet İbni Hacer el- As-

kalani’nıin (ed- Dürer el karnine, C. 1, S.164, Mısır) adlı eserinde mevcuttur. Aynı hususlar İbni Teymiyye’nin “Mecmu’at- ür Resail el- Kübra, 1 /Kahire, 1966 eserinin 11. risalesinde de mevcuttur.

Şimdi İbni Teymiyye, bu sözü ve hareketleriyle, doğru­dan doğruya Müressime’ye kaymış olur; kendisi her ne kadar Selefiye’nin müressime’den olmadığını söylese de bu böyledir. Zira “Allah benim inandığım gibi şöylece iner” demek tam manasıyla antropomortik bir izah tarzı­dır. Kaldı ki bu izah, kendi, tevil tanımayan tutumuna da aykırıdır. Allah’ın inmesini kabul etmek, O’nun hareketli olduğunu kabul etmektir; halbuki hareket ve sükun cis­min sıfatlarındandır.

Aynca Allah’ın hareketli olması, O’nun zaman ve me­kan dahiline girmesine, yani yaratılması fikrine götürür ki, bu da İslâmî itikada ne derece uygun düşer? İzahtan varestedir.

Bu arada Aristo'nun ilk muharrik dediği tanrısı, İbni Teymiyye’nin el, yüz sahibi Arşa oturup kalkan, Arza inip çıkan, çeşitli yönlerde olabilen Tanrısı’ndan daha mücer- retdir. Hiç olmazsa Aristo ona sadece, suret izafe ediyor­du. İbni Teymiyye’nin bu anlayışı ile İslam'ın “Tenzih” ve “Tevhid” akidesi, Hıristiyanlığın “Teşbih”ine yaklaştı­ğı için 7. Gardet ve Goldziher gibi koyu Hıristiyan ve Ya­hudi müşrikler İbni Teymiyye’nin tutumunu kitaplarında övmüşlerdir. (S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü- Selefiyye bahsi) İbni Teymiyye’ye Intifourror (Cehenne­min sonluluğu) ve tecsim gibi görüşler atfedilmiştir. Özellikle tecsime varan görüşler talebesi İbnil Kayyım el- Cevziyye’&e daha da açıktır. (Medaricussalikin Cilt. 3, Sayfa 258, İvadullah Hicazi, İbnul Kayyım, S- 124)

HIRİSTİYAN FUNDAMENTALİZMİ

F

undamentalizm günümüzde evrendeki dini uyanışın genel adıdır. Dolayısıyla fundamentalizm kendi bün­yesinde çeşitlilik arzetmektedir. Hıristiyan fundamenta- lizmi, İslam fundamentalizmi, Yahudi fundamentalizmi, Hindu fundamentalizmi... vs.

Fundamentalizm muhaliflerine göre etrafta dolaşan bir “hortlak”, “Aydınlanmanın inkarı” ve “Bir Ortaçağ dünya görüşü’nün nüksetmesi”dir; o, “evrensel akılsızlığın baş­kaldırısı”, “Açık cevaplar”ın iğvası ve cesaretin kendisine duyulan korku” olarak adlandırılmaktadır.

Dr. Tunç Eralp'm. (İlim ve Sanat, Mayıs 1995) dediği gibi; güvenliğe duyulan ihtiyaç kuşkusuz fundamentalist hareketlerin önemli psikolojik köklerinden biridir. Gittik­çe daha hızlı değişen ve pek çok tehdide maruz kalan Dünya’daki sıkı ahlâki değer sistemlerinin ve sosyal ya­pıların çözülmesi, telafi edilmesi gereken derin bir gü­vensizliği temsil ediyor. Asgari bir ruhi rahatlık, bu gü­vensizliğin telafisiyle mümkündür. Güvenlik ihtiyacı ruha ve insanın - kimlik adı verilen- esas varlığına aittir. Çeşit­li nüansları içinde fundamentalizm, tehdit altındaki kimli­ğin korunması ve kayıp kimliğin yeniden inşası ile ilgili­dir. Geleneksel değer ve yapılara dönüş, ruhi yönelim ve birliğin korunmasına veya yeniden kazanılmasına hizmet

ediyor.

Her üç tek tanrıcı geleneğe sahip dindeki, yani Yahudi­lik, Hıristiyanlık ve İslam’daki “fundamentalizm”in bir kitle hareketine dönüşmesi gözlemi onun sadece narsiz- mle malul bireylerin problemi sayılamayacağını veya ta­raftarlarının tipolojik yapısıyla açıklanamayacağını göste­rir. Tek tanrıcı olmayan dinlerin ülkelerinde ve kültür alanlarında karşılaştırılabilir çapta fundamentalist feno­men mevcut değildir.

Kitle iletişim araçları, insanların devingenliği ve nüfu­sun ihtılatı son yıllarda bir çoğulcu gerçek meydana getir­di. Bu yeni dini ve dünya görüşü bağlamındaki çoğulcu­luk, sadece çok sayıdaki insan “tek”lerinin değil, bilakis onyıllardan beri tek tanrıcı bir gelenek tarafından şekille­nen o kültürün bütün topluluğunun bir kimlik krizine yol açtı. Yalnız bir tek tanrı inancının geleneksel biçimleri - Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam- çoğulcu bir dünya gö­rüşünün onunla asla birleşmeyeceği ve onun için varoluş- sal bir tehdit oluşturacağı bir bilinç yapışma uygun düşer. Geleneksel tek tanrıcılık, bu din ve kültürlerin insan kim­liğinin köklerine aittir. Şimdinin çoğulcu realitesi tek tan­rıcı geleneği tehkileye düşürmektedir. Bu naklonunan tanrı anlayışı kendi birliğinde ruhun ve özellikle insanın ”ben” yapısının da değişmezlik ve birliğini garanti altına almaktaydı.

Çağın fiili çoğulculuğu, önceki yüzyılın tamamının te­olojik ve felsefi gelişmelerinden daha hızlı ve etkili bir bilinç değişimine hazırlandı. Tek tanrıcı geleneğin insan­ları, kendi kimliklerine yönelik tehlikeyi diğer dinlerin ve aydınlanmanın öncülerinden daha çok modern yaşamın çoğulculuğunun tezahürlerinden dolayı yaşamaktadırlar.

Bu öncülerle araya iç veya dış sınırlar koymak müm- kündüf; çoğulcu gerçeklik ise mesafeye ve karşılaştırma­ya son derece elverişsizdir

18

AMERİKAN FUNDAMENTALİZMİ

“Fundamentalizm” ifadesi, Amerikan Protestanları tara­fından 1915 ile 1916 arasında “The Fundamentals” (Te­mel Prensipler, temeller) başlığıyla yayınlanan yazılar se­risine dayanır. O zamanlar Amerikan Protestanları için vazgeçilmez olan bu “Fundamentals”a özellikle şunlar dahildi: Incil’in yanılmazlığı dünyanın günahkârlığı ve İsa’nın yaklaşan avdeti.

Amerikan Fundamentalizminin kökleri 19. yy’a kadar uzanır. Dış göç, “Koruyucu NesiF’in kimliğini tehdit etti. Ekonomik gelişme ABD’ne dışardan gelen göçmen kala­balıklarının yeni dalgalarını çekti daima. Protestan Ang- lo- Amerikalı, 19. yy’ın ortasında vukubulan kütle halin­deki îrlandalı Katolik göçmen yerleşimi ve yüzyılın Sonu­na doğru gelen Doğulu göçmenler (Doğu ile Güneydoğu Avrupa’dan) yüzünden kendi özelliklerinin tehdit altında olduğunu hissetti.

Ülke bir tarım ülkesinden sanayi ve ticaret ülkesine dö­nüştü. Bundan özellikle etkilenen bölgelerde, hele de ABD’nin Kuzeydoğusunda, sosyal yapılarda ve yaşam alışkanlıklarında esaslı değişikliklere yol açtı. Ve ilk ola­rak daha ziyade bu bölgelerde fundamentalizm yayıldı.

Sanayileşme ile birlikte hızlı bir kentleşme de başladı. Sayısız insan şehirlerde iş bulmayı umuyordu. Tarım top-

lumunun ve küçük şehirlerin eski aile yapısı sarsıldı. Yeni sosyal yapılar ise mevcut değildi. Ekonomik deprasyon zamanlarında onbinler, aşırı yoksulluk ve ihtiyaç duru­muna düştüler. Kilise kaynaklı hareketler buna İncirin sosyal bir yorumu ile tepki gösterdiler.

Öte yandan Charles Darwin tarafından geliştirilen ev­rim teorisi, yaratıcı tanrıya ve hakikati içeren Tevrat ve İncil metinlerine olan Hıristiyanlık inancının ciddi bir sorgulaması olarak ortaya çıktı. Güvensizlik, yeni görüş bilimsel temelli teori olarak anlatıldığında daha çok bü­yüdü. Özellikle Amerikan toplumunun, doğa bilimleri araştırma ve anlayışına sınırsız itimadı vardı. Bu itimat, somut başarı nedeniyle kendini haklı çıkarmaktaydı. Aynı doğa bilimi, sözkonusu toplumun dini inançlarını, Dar- . win’in evrim teorisiyle şüpheli hale getirmekteydi.

Dini tarihselci okul “tarihsel- eleştirel” metodu Tevrat ve încil metinlerine uyguladı. O, antik dinlerin Kutsal Ki­tap konuları ve motifleri üzerindeki etkisini arttırdı ve karşılaştırma ve sınırlandırma yoluyla Kutsal Kitap “dil”inin anlamını yeniden keşfetmeyi denedi. İnsanın ve yerin yaratılışı hakkındaki öyküler gibi Kutsal Kitab’a dayalı tarih bundan böyle incelenmeksizin Kutsal Kitap dilinin kelimelerinin kesin anlamında “tarih” olarak anla­şılmamalıydı; bilakis onlar çok sayıda görüşler ve tahay- yülat olarak anlaşılabilirdi veya anlaşılmalıydı. Onun te­olojik ifadeleri varolmanın anlamının yorumu olarak he­saba katılmalıydı.

Tarihsel- eleştirel Kutsal Kitap yorumu böylece yeni doğa bilimi idrakiyle (Darwin) Kutsal Kitap görüşleri arasında bir uzlaşma imkanının önünü açtı. O bakımdan bu ikisi bundan böyle birbirine lûç aykırı düşmeyebilirdi. Kutsal Kitap hikayelerinin içerdiği hakikat, onun konu

veya metinlerinin edebi cinsine uygun düşmeliydi. Kutsal Kitap’ta dar anlamdaki tarihi metinlerin yanısıra (dini ta­rihi okula göre) mecazlar, efsaneler, mitler vs. de vardı. Onun ifadelerindeki niyet, ilke olarak, (modern anlamda) tarihi veya doğa bilimleri bağlamında ilmi değildir. Kut­sal Kitap metinleri dini dünya görüşünü ifade eder; onlar dinsel tarih yorumudur, kendi kimliğinin fikir haline ge­len tahayyülatını ifade eder; insan tekinin veya bütün hal­kın ihtiyaç ve umutlarının “ruhsal dil”ini cisimlendirir; müjdeler veya korkutur. Kutsal Kitap metinleri bütün bunlardır, fakat asla zaman-dışı veya soyut değildir. Bila­kis daima somut bir kontext içinde yer alır. Dini hakikat­ler Kutsal Kitap ifadelerinin harflerinde bulunamazlar, bi­lakis bir metinin “yaşamdaki yer”inde, bağlamının tama­mındadırlar.

Sadece ABD’de değil, her yerde insanların büyük kesi­mince, Kutsal Kitap’a bu yeni yaklaşım inanca karşı doğa bilimi tarafından yürütülen tartışmadan kurtuluş kapısı olarak asla görülmedi.

Çokları nazarında tarihi- eleştirel yorum, geleneksel Hı­ristiyan inancı için, doğa biliminin kendisinden daha bü­yük bir ek tehditti. Şimdiye kadarki Kutsal Kitap anlayı­şına yönelik şüphe şimdi içerden, kendi saflarından geli­yordu. Papa Pius A’un da sert tepki göstermesine rağmen bu, Katolik Kilisesi için olduğundan çok Protestan Kilise­si ve toplundan için dayanılmazdı. Reformcuların öğreti­si (ahlaki ve sosyal tutumların ve dini yaşamın biricik normu olarak Kutsal Kitap) ABD’de yüzyıl başlangıç noktasında Protestanlık akımları için doktrinlerinin başlı­ca esası haline geldi. Tarihsel eleştirel Kutsal Kitap yoru­muyla entelektüelleştirilen vaaz stiline karşı Protestanlar, dini benimseme olayları ve duygulara çağrı ile tepki gös­

terdiler.

Pius X için olduğu gibi 1. Dünya Savaşı’nın ve 1920’li yılların ABD’sindeki Fundamentalistler için de daha zi­yade “mödernistler”e karşı bir savaş sözkonusuydu. Bu, en yüksek noktasına 1925’te ulaşan bir “anti- devrim haç­lı seferi”ne dönüştü. Fundamentalistler her yerde Kutsal Kitap okulları kurdular ve bundan fazla olarak eğitim ku­rumlan üzerinde etki sahibi olmaya veya eğitim kuramla­rı meydana getirmeye çalıştılar. Louisiana eyaletindeki bir yasa, 1987’ye (Amerikan Yüksek Mahkemesi tarafın­dan anayasaya aykırı olduğu açıklanıncaya) kadar öğret­menlere, okullarda evrim teorişi yanında, ona muadil ola­rak Kutsal Kitap ’ın yaratılış teorisinin anlamını kelimesi kelimesine ve doğa bilimiyle ilgili ifadelerle anlatmaları­nı emrediyordu.

ABD’nin en büyük iki fırkasındaki Presbiteryenler ve Boptistlerdeki güçlü fundamentalist gruplaşmalar dini ce­maatleri parçalanmaya sürükledi. Fundamentalist eğitimli Ve “Liberal” kanatta varolan kiliselerdeki benzer parça­lanmalar zamanın akışı içinde değişik yerlerde tekrarlan­dı. Fundamentalist gruplaşmaların kendileri de böylesi parçalanmaları-çok sayıda yaşadılar; daima tekrar tekrar daha radikal veya mutedil organizasyonlar ve birliklere bölündüler.

6O’lı ve 70’li yıllarda ABD, özellikle gençlerin ABD’nin lider rolüne ve güvenli bir geleceğe olan inanç­larını sarsan politik, ekonomik ve askeri krizler yaşadı: Kennedy'nin katli, Vietnam’daki askeri çekilme, Water- Gate skandali, işsizlerin ve yoksulların kabaran sayısı v.s. Bazıları tarafından çoktan öldüğüne inanılan fundamenta­list hareket yeni bir yaşama gözlerini açtı. Onlar şimdi ilk defa New Religious Right veya New Christian Right

içinhde politik güç olarak da şekilleniyor. Tarihte ilk defa bu harekette militan Protestanlar ve Katolikler işbirliği yapıyorlar. Yüzyılın ilk yarısında Amerikan fundamenta- listleri için öğreti, ayin düzeni ve yaşamda bütün Katolik- lere karşı verilen savaş, hareketin hala mütemmim cüzü sayılıyordu. 70Ti yılların sonlarına doğru fundamentalist kökenli yeni politik dini organizasyonların kuruluşu nok­tasına gelindi: Christion Voice, Moral Mazority Inc. ve Religious Rountable.

80’li yıllarda fundamentalizm iki düşmanı ele almaya başladı: Seküler hümanizm ve komünizm. İkisi, şeytanın yamakları sayılırdı. Bu politik fundamentalizm homosek­süel harekete, kadınların eşitliğine (daha doğrusu bu hu­sustaki anayasal katkıya), pornografiye “seküler hüma- nizm”in propagandasını yapan okul kitaplarına vs. karşı “haçlı seferleri” çağrısı yapılır. Fundamentalist anne- ba­balar, kendi dünya görüşleri ve insan anlayışlarına karşı olan resmi okulları aşma çabasındadırlar.

Bu yeni politik- dini fundamentalistler için sadece dost­lar ve düşmanlar vardır. 80’li yıllarda Demirperde hala dünyayı bilemekteydi. Fundamentalistler için bu sınırın öbür tarafı “kötülük”tü. ABD Başkanı Reagan bile komü­nist dünyayı “şer imparatorluğu” olarak nitelendirmiş; o, Amerikan televizyon vaizleri tarafından daima “Dec- cal”m dünyası olarak damgalannuştır. Nükleer tehdit ve bütün yeryüzünün bir nükleer tahribi imkanı fundamenta­list hareketlerde açık bir ahir zaman maneviyatına ve Tanrı’nın devleti ile şeytanın devleti arasındaki “son bü­yük boğazlaşma” beklentisine yolaçtı.

Gorbaçov tarafından yürütülen Prestroika ve Glasnost ile birlikte Demir Perde’nin yıkılışı komünist dünyadaki savaşılması gereken şeytan projeksiyonunu aniden en

azından geçici olarak anlamsız hale getirdi.

1990’da komünist düşmanın yerini çoğu için başka bir düşman aldı: Irak lideri Saddam Hüseyin. Bir zamanların Hitler'i gibi o da çokları için Şeytan’in oldukça somut bir şahıslandırılmasıydi.

Saddam Hüseyin, rakibi ABD Başkanı Bush tarafından gerçek şeytanın yerinin tesbiti için ölçü alındı. Körfez krizi üzerine yapılan sayısız yorum ve tartışmada, konu­şan taraflarca bütün açıklığıyla, din olarak İslam'ın değil fakat şahıs olarak Saddam Hüseyin'in kötülükle özdeşleş­tiği açıklandı. Bununla birlikte sık sık, önceleri Hıristiyan olan ülkelerde şu anda var olan dini, politik ve kültürel varlığının yolaçtığı esaslı tehditler yakın gelecekte İs­lam'ın böyle olabileceği korkusunu dışa vurdu.

KATOLİK KİLİSESİ VE
YENİ MUHAFAZAKARLIK

K

atolik Kilisesi’nde 1. Dünya Savaşı ’ndan 2. Vatikan Konsulü’ne kadar bağımsız bir fundamentalist hare­ket yoktu. Önceden “aydınlanmaya” ve Fransız Devri- mi’ne tepki olarak “Katolik reştorasyon”u vardı; o, dev­rim öncesi görüş ve değerleri hiç değilse kilisede bütü­nüyle tekrar kullanmada büyük ölçüde başarılı bir girişi­mi ifade ediyordu ve kısmen daha radikal ifade edildi, da­ha tutarlı uygulandı.

Bu devrim öncesi görüşlere, herşeyden önce, 1. Vatikan Konsülü’nün papalığın yanılmazlığı doğmasını ilanında onun en aşırı ifade ve müşahhaslaştırmalarmm yeraldığı hiyerarşik- monarşik düşünce de dahildi. “Katolik resto­rasyonu” fazla olarak özel ve sosyal yaşamın tüm mesele­lerine tek cevabı inançtan çıkarmayı isteyen bir dini tota- literizmi amaçlıyordu. Bu düşünce için Katoliklik öğretisi kendi anlamı ve varlığındaki bütünlüğe zarar vermeksi­zin, ondan hiç bir parçanın kopartmayacağı kendinden kapalı bir bütünlüğü ifade ediyor. Bu sadece merkezi inanç konulan için değil öğreti ve yaşam bakımından pek az öneme sahip görece, marjinal inanç konuları için de geçerlidir. Tali konuların adeta kendilerine inananların bağlılığının ölçüldüğü test parçaları haline getirilmesi,

fundamentalist düşüncenin özelliklerindendir. Mesela ABD’deki çoğu Protestan fundamentalist tarafından, /sa’nın babasız doğumuna olan inancın ilgili cemaatlerde ne öğreti ne de ayin düzeni için rolü bulunmadığı halde vazgeçilmezliği mutlak sayılmaktadır. Katoliklik resto­rasyonu silsilesi içinde 1907’de modemist yanılgıyı mah­kum eden “sanctum officium”, “La mentabili” buyrultusu boyverdi. Bu dokümanların başlığı bütün fundamentalist akımlarda rastlanan duygusal doğrulamayı açıkça yansıtı­yor. O ilgililerin ait bulundukları dini cemaatin ve dünya­nın durumu hakkındaki sızlanmaya ait “des Lamenti- erens” matem ve feryattan oluşan bir atmosferdir. Bunu 1910’da Papalığın ruhaniler tarafından talep edilen “anti- modemist ant”ı izledi. Katoliklik restorasyonunun sonucu olarak 20. yüzyılın ilk yarısında Katolik kilisesi bir bütün halinde bilimsel araştırmanın ve hızla değişen yaşam şart­larının baskısından asla zarar görmeyerek veya sadece şüpheye maruz kalmış olarak görünecek tarzda inancın temellerini Kutsal Kitab’ı ve geleneği bünyesinde taşıyan yoğun ve geniş çaplı homojen bir blok görünümü verme­ye başladı. Birlik ve güvenlik olayı her şeyden önce Ja­ponya’dan Kuzey Amerika’ya ve Kuzey Kap’tan Güney Afrika’ya kadar dünya genelinde milyonlarca Katoliğin pazardan pazara katıldığı Pius V. tarafından Trient’te oluşturulan Latince Kudas Ayini tarafından desteklendi. Her yerde aynı form ve dilde icra olunan Kudas Ayini Katolik Hıristiyanlara evrensel bir dayanışma ve bağlılık duygusu ile görece olarak zaman ve mekandan bağımsız bir gerçeklik deneyimi kazandırdı.

Sadece diğer Hıristiyan cemaatler üstü örtülü olarak de­ğil, fakat Katolik Kilisesi bütünüyle aşikâre olarak, o, 2000 yıllık efsanevi geleneğiyle bezeli bir “kutsal” mer­

kez, Roma üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulundu.

Sayısal büyüklük öteden beri Roma Kilisesi’ne diğer kiliselerle karşılaştırıldığında bir özgüven verdi. Katolik Kilisesi’nin dünya çapındaki misyon etkinlikleri 50’li yıl­larda, 6O’lı yıllarda hemen hemen bütün diğer siyah Afri­ka devletlerinin bağımsızlığına yolaçacak olan dekoloni- zasyon devri başladı. Eski koloniler ulusal, kültürel ve di­ni bağımsızlıklarını arayan “Üçüncü Dünya” ülkelerine dönüştüler. Katoliklerin ve Hıristiyanların dünya nüfusu içindeki yüzdesini giderek daha fazla azaltan bir nüfus ar­tışının Hıristiyan olmayan halklar arasında kaydedildiğini gösteren ayırtıcı tesbit, Katolik Kilisesi’nin nitelik bakı­mından desteklenmekte olan zaferini gitgide ortadan kal­dırdı. Hıristiyan mezheplerinin misyon çalışmalarının bü­yük başarı kaydettiği siyah Afrika’da, İslam gittikçe daha fazla baskın hale geldi. “Katolik Kıta” Güney Ameri­ka’da Roma Kilisesi, ekonomik güçsüzlüğün umutsuz yokluklarının yanısıra yiyici ve rüşvetçi politik güç siste­miyle de yüz-yüze geldi. Giderek artan sayıda Hıristiyan, hatta papaz ve piskopos, hakim sınıflara karşı durdu ve sosyal bir Hıristiyanlık istedi. “Özgürlük teolojisi”, hala kapsamlı bir biçimde politik ve ekonomik güç sahiplerini birbirine bağlayan kilise hiyerarşisiyle çatışır durumday­dı. Avrupa ve Amerika’da zamana ve geleceğe şekil ve­ren örnekler yok oldu. Giderek insanlar Kilise’den yüz çevirdiler. Ve kurtuluşlarını doğulu meditasyon teknikle- ; rinde aradılar.

Bu durum üzerine papalık, 1959’dan Aralık 1965’e ka­dar sürecek olan 2. Vatikan Konsülü’nü toplantıya çağır­dı. Hazırlanan komisyon arzu ve planlara göre, büyük ki­lise toplantısı, aslında sadece Katolik hürriyetinin muaz­zam bir gösterisi olmalıydı. Fakat Konsul’ün ilerleyişi

farklı gelişti. Çoğu insanların mutlak bir tarzda hazırla­dıkları dokümanların kendisine kurban edildiği demokra­tik bir süreç yaşandı. Komisyonun yıllar boyu süren çalış­ma halkalarında ve genel toplantılarda, öteden beri naklo- lunanlan ve “ebedi geçerliliği olanlar”ı göstermeyen me­tinler, üzerlerinde çalışılarak benimsendi. Onlar, gelişi­min ve yeniden yönelimin ifadelerine dönüştüler; düşün­celer ve değer sistemleri, politik, ekonomik ve sosyal ya­pılar düzeyinde değişen ve sürekli hızlanan bir değişimi kapsayan dünya ile yürütülen bir konuşmanın otantik de­neyimleriydiler.

2; Vatikan Konsülü’nün dikkatleri üzerine çeken dokü­manları, kilise içi demokratikleşme ekümenizm (tek kur­tuluş yoluna sahip olma iddiasından vazgeçerek Katolik olmayan Hıristiyanlarla ve Hıristiyanlık dışındaki dinlerle diyaloga açık olma), inanç hürriyeti (farklı dini kanaat ve dünya görüşlerini saygı ve belirli bir görüşü yasal veya başka güç araçlarıyla değişik düşünenlere zorla kabul et­tirmekten vazgeçme) ve nihayet ayin usulü (özellikle Ku­das Ayini’nin yenilenmesi) ile ilgiliydiler.

GELENEKÇİLİK

B

aşpiskopos MarcelLefebure (1905- 1991) Konsul’ün merkezi hazırlık komisyonunda yer alıyordu. Daha başlangıçta Konsul’ün çalışmaları gözlerinin önünde “ile­rici güçler” tarafından yürütülünce hemen, Konsul’ün ba­balığını yapmış olan muhafazakar bir guruba katıldı. Bu gurup, Konsül boyunca kilise toplantılarındaki “İlerici” çoğunluğa ve onların kararlarma karşı mücadele verdiler. Lefebure için “İlericiler”in görüşleri ve onlar tarafından onaylanan Konsül dokümanları modemizm, liberalizm ve Protestanlık’tan oluşan bir hattı teşkil ediyordu. Lefebure bunlarda farmasonluğun gizli bir etkisini gördü ve onları Fransız İhtilali’nin idealleriyle özdeşleştirdi.

Bütün bunlar o ve onun fikirdaşları için Hıristiyanlık geleneğinin temellerinin yitirilmesiydi. Ona göre eküme- nizm ve inanç Özgürlüğü hakkmdaki dokümanlar “ışık ve karanlık” arasındaki sınırı siliyordu. Onun bakışma göre demokratikleşmenin ilk adımları Tanrı tarafından verilen geleneksel hiyerarşik dünya düzenine itirazda bulunuyor­du. Bu hiyerarşi şöyleydi: Tanrı- İsa- Papa- Piskopos- Pa­paz- Ruhban olmayanlar- Erkekler- Kadınlar.

Ayin düzeni reformuna göre, Katolik Kilisesi’nin en önemli ibadet biçimi olduğu şüphe götürmeyen Kudas Ayini sadece Latince değil, aynı zamanda mensupların

kendi ana dillerinde de ifa edilebilirdi. Onun bazı kuralla­rı sadeleştirildi, bazıları da atıldı, metinler bugünkü insa­nın diline ve çağdaş teolojiye yaklaştırıldı. Bununla bir­likte ayinin esasma dokunulmadığı söyleniyordu.

Kudas Ayini’ndeki değişiklik, Lefebure ve fundamenta- list olmayan sayısız Katolik için bir güvensizlik duygusu­nu, bir vatan kaybı hissini ve duygusal tecrübelerde yaşa­nan bir kaybı ifade ediyordu. Çağdaş Katolik gelenekler gibi önceki Amerikan fundamentalistlerinde de, dini pra­tiklerin duygusal unsurlarıyla ilgili endişe, öncelikli bir hedeftir.

Lefebure tezleri ve tutumlarıyla Konsül’e ve Papa Jo- pannes XXIII. ile Paul VPya karşı durdu, hatta Johdnnes Paul II döneminde Haziran 1988’de işi tam bir kopuşa vardırdı. Fakat, Lefebure" m gelenekçi görüşleriyle Roma Kilisesi’nin merkez yöneticilerinin görüşlerinin açık bir yakınlaşması birlikte yürüdü. 70’li yıllardan beri, pisko­posluk dairesinin açık çoğunluk isteğine rağmen, boş pis­koposluk kadroları yeni muhafazakar gelenekçi piskopos­larla Roma tarafından dolduruldu. Bunlar, her ne kadar konsül kararlarını sözlü olarak onaylamışlarsa da, otoriter kilise idare biçimlerinde ve teolojik görüşlerinde tekrar konsül Öncesi zamana dönüş vardır. Son 20 yıldır Roma tarafından atanan Piskoposlar “fundamentalist” olarak ta­nımlanmaktadırlar. Zira onlar için Konsül önceki kilise yasaları ve bunların üzerinde durduğu teoloji Katolik inancının ve yaşantının zaruri temelini ifade eder. Sadece Katolik Kilisesi’nin yeni- muhafazakarlığında değil, di­ğer Hıristiyan fundamentalistlerde de, temellere dönüş, inancın ve dini yaşantıların , din kurucusunun asıl niyeti­nin canlanması sayılan biçimlerine dönüşü ifade etmez.

Somut olarak bu çoğunlukla, efsanevi bir başlangıca

30

dönüştürülen geçmiş tarihi çağa dönüşü ifade eder. Bu yüzyılın Latince Kudas Ayini’nin konsül öncesi gelenek­sel biçimi gelenekçiler tarafından “Bütün zamanların ayi­ni” olarak tanıtılır. Onlar gibi “daima” var olan, “ebedi” ve “değiştirlemez” ayindir o. Tabii olarak gelenekçiler, bu “ebedi” ayinin asla Hıristiyanlığın asıl kaynaklarına dayanmadığını, bilakis sözümona “Trient Konsülü Kö­kenli” Kudas Ayini olarak şeklinin 1570 yılında Papa Pi­us V tarafından belirlendiğini bilirler. “Asil”, “daimi”, “başlangıç” ve “temel” kavramlarının muhtevasının za­man ve tarihle hiç bir ilgisi yoktur, o keyfiyetle ilgilidir. Tarihi bir olayın, dini pratiklerin zamana bağlı görünü­münün ve dini hakikatin aynı şekilde zamanla kayıtlı ifa­desinin zaman-üstü pratikler ve zaman-dışı geçerliliği bu­lunan gerçek olduğuna hükmolunur. Fundamentalist gö­rüş “cüz”ü mutlaklaştırır. O, cüz olarak kesin geçerliliğe sahiptir ve yaşantıya hizmet eder.

31

YENİLİKÇİ-REFORMİST VE
FUNDAMENTALİST

Z

aman zaman yenilikçi, reformist ve fundamentalist kavramları birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Bu açıdan kavram kargaşasına da yol açmaktadır. Yenilikçi müceddit’in karşılığı olarak kullanılmaktadır. Müceddit asli kimliğine uygun olarak dini yenileyen insan demek­tir. Müceddit bu anlamda dini asrın idrakine söyleten kişi veya onun başlattığı Rabbani bir akımdır. Müceddit dinin üzerine bulaşmış kirleri temizler, yanlış yorum ve eğilim­leri düzeltir ve tamir eder. Zaman zaman yenilikçi ile re­formist biribirine karıştırılmaktadır. Reformist dinin özü­ne aykırı yenilkçi bir çığır açan kişi veya akımdır. Bu an­lamda Haşan el- Benna, Bediüzzaman Said Nursi bir ye­nilikçi; Muhammed Abduh ve Reşid Rıza ise reformisttir. Birinciler müceddit İkinciler ise müteceddid olarak anılır­lar. Maksatlı bir kullanışla Şeyhülislam Mustafa Sabrı ve Şeyh Saffet Yetkin reformistlere müceddit demişlerdir. Zaman zaman reformistlere islahcı, maslih adı da veril­mektedir.

Şeyhülislam Mustafa Sabri, kozahh reformist Musa Bi- g.iyet Efendi'yi Şeyh Saffet Yetkin de İzmirli İsmail Hakkı gibileri müceddit olarak ele almaktadır. Aslında hakiki

mücedditler yerine iddia sahiplerine müteceddid dendiği gibi şeyh olmadığı halde şeyhlik taslayanlara da muteşey- yih denmektedir. Keza tevekkülü tembellik yerinde kulla­nanlara da mütevakil denmektedir. Yani ehli hakikat ile iddia sahipleri arasında her zaman fark vardır. Hakikat ehline müceddit payesi verilirken iddia sihapleri refor­mist olmaktan öteye gidemezler.

Mısırlı edebiyatçı ve filolog Abdulmuteal Saidi İslam mücedditi adlı eserinde Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mustafa Meragi, Gulam Ahmet Kadıyani ve Mustafa Ke­mal Paşa’yı asrımızın mücedditlerinden sayar. Bu Azimet Köylüoğlu'nnn Mustafa Kemal'i Mehdi olarak kabul et­mesi gibidir.

Mustafa Kemal Paşa ilk mücadele yıllarında İslam dün­yasının çeşitli bölgelerinde Mehdi olarak kabul edilmiştir. Hilafet Şairi Ahmet Şevki bile “Halit-et-Türk” diyerek Mustafa Kemal'i Halit Bin Velid’e benzetmiştir. İkbal'de aynı yanılgıya düşmüştür.

İskender Gökalp ve François Georgeon “Kemalizm ve İslam Dünyası” adlı eserlerinde İslam Dünyasında Mus­tafa Kemal'in ilk çıkışıyla ilgili kendiliğinden oluşan sev­gi yumağım şöyle aktarıyorlar: “Osmanlı yenilgisinin ve mütarekenin şoka uğrattığı İslam dünyası, 1919 baharın­dan itibaren Türkiye’deki olayları büyük bir dikkatle izle­meye başladı. O güne kadar tanınmamış biri olan Mustafa Kemal'i keşfetti ( daha önce ise kahraman Enver Paşa idi) ve Mustafa Kemal’in Avrupa’ya meydan okuyuşunu heyecanla izlemeye başladı. Ege’deki Yunan işgali, müt­tefik birliklerin İstanbul’a girişi, Sevr Anlaşması, İslam toplumlarının Türkler’le dayanışmaya girmelerinin çeşitli nedenlerini oluşturuyordu. Bu cümleden olmak üzere Tu- nus’da Türkiye olayları çok yakından izleniyordu. Istan-

bul’un ingilizler tarafından işgalini protesto amacıyla Mart 1920’de kralın sarayının önünde bir gösteri düzen­lendi. Bu olaylar dizisi içinde, Sakarya Meydan Muhare­besi (Eylül 1921) tartışmasız dönüm noktasını oluşturu­yordu. Türkler’in Yunanlılara ve bunların arkasındaki İn­giliz emperyalizmine karşı zaferi, sömürgeleştirilmiş müslüman halklara Avrupa’ya kafa tutulabileceği duygu­sunu veriyordu. İngiltere yenilmez değildir. Ajitasyon Türklerin başarısı tarafından özendirildi. Tunus’da oldu­ğu gibi Suriye’de de gazeteler Kemalistler’in lehinde ak­tif bir kampanyâ yürüttüler. Mustafa Kemal’in ve Hali- fe’nin etrafında toplanmayı savundular. Zaferin ilanı, Tu­nus kentinde gösterilere yolaçtı. Türkler’in davasına du­yulan sempati, giderek İslam dünyasının kurtuluşu biçi­mindeki daha genel bir umuda dünüşüyordu.

Ancak Türkler’in lehine yapılan en gösterişli dayanış­ma toplantıları Anadolu’yu yeniden fetheden Türk birlik­lerinin İzmir’e girişi (Eylül 1922) dolayısıyla yapıldı. İs­lam dünyası Fas’dan Endonezya’ya kadar toplantılar dü­zenleyerek, mitingler yaparak Türkler’in zaferinden duy­duğu sevinci ortaya koydu. Filistin’de, Şam’da Tunus’da, Hisdistan müslümanları arasında, Yemen’de ve hatta Et- yopya’da, Adis Ababa’daki müslüman halk arasında dü­zenlenen gösteriler hakkında müşahadelere sahibiz.'Türk­lerin İzmir’e girişi ilan edilince Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle donatılıyor. Gazze’de, Nablus’ta pencerelere Türk bayrakları asılıyor. Camilerde dualar okunuyor ve Mescid-i Aksa’da büyük bir içtima yapılıyor.

Türk bağımsızlık savaşınm kurbanları için bağışlar top­lanıyor. 1922-23 arasında Mustafa Kemal’in İslam dünya­sının büyük bölümünde “en popüler kişi” olması bizi şa­şırtmamalı. Çünkü Türkler’in zaferi kısmen ve geçici bir

süre için de olsa, İslam’ın 19. yüzyıldan beri süregelen “bekleyiş”ine cevap veriyordu. Geriye Arap Ortadoğu- su’nun durumu kalıyor. Savaş sırasında meydana gelen olaylar düşünüldüğünde, Filistin’de ya da Şam’da Kema- listler lehine gösterilerin düzenlenmiş olması şaşırtıcı yanlar taşıyor. Filistinliler’in 1922’deki Türk dostluğu, bir fırsatçılık mıdır, yoksa gerçek bir sempatiyi mi dile getirmektedir? Y. Porath ikinci.ihtimale yatkındır. Savaş­tan önce, Arap milli hareketi çok sınırlıydı. Hüseyin’in 1916’daki ayaklanmasına katılma işi, savaş durumunun meydana getirdiği hoşnutsuzluğa, Cemal Paşa’nm siyase­tine duyulan tepkiye, ingilizler’in özgürlük vaadlerine di­ğer bir deyişle konjonktürel nedenlere bağlı idi. Savaştan sonra vaadler uçup gitti, yerine manda yönetimi kaldı. Manda yönetimi Osmanlı yönetiminin Filistinli soylulara sağladığı mevkileri ellerinden aldı. Bu ise Türk dönemini bir anda altm çağ havasına soktu.

Türk dostu gösteriler de görülen ortak noktalardan biri, Enver Paşa’nm ya da Halife- Sultanın portrelerinin ya­nında giderek yükselen Mustafa Kemal portreleridir. Mes- sali Hac ve arkadaşları büyük Türk Generali’nin resimle­rini gazetelerden kesiyor ve duvarlara iğneliyorlardı. Ma­lezya’da, Hintli müslümanlar tarafından işletilen dükkan­lar Mustafa Kemal’in resimlerini satıyor ve MalezyalI gençler bunlardan yüzlerce satın alıyorlardı. Kemal’in portresi, tıpkı Sedat’ın Kahire’deki evinde olduğu gibi, Türk dostu çevrelerde boy gösteriyordu. Öyle anlaşılıyor- ki, Pakistan’ın eski ailelerinin çatı katlarında günümüzde bile bu resimlere rastlanıyor. Tunus’ta “Kemal Paşa” re­simleri geleneksel çam üzerine boyama sanatının konula­rından biri haline geldi. Anadolu direnişinin kahramanına ait portrelerin Abdülkerinfin Rif’teki çadırını süslediği

yolundaki dedikodular bile etrafta dolaşmıştı. Bütün bu örnekler, büyük bölümü okuma yazma bilmeyen toplum- larm bünyesinde ve insan tasvirinin dinle yasaklanmış ol­masına rağmen, imajın oluşturduğu büyük etkiyi gösteri­yor-

İHYADAN REFORMİZME

H

ilafetin kaldırılmasıyla birlikte hilafetin dirilişi yeri­ne reformizmin ikame edildiğini müşahede eden İs­lam dünyası Kemalizm’den yüzçevirmeye başlamıştır. Fronçoıs Georgeon'un da belittiği gibi İslam dünyasında Mustafa Kemal'in polülerliği ve Türkiye’nin itibarı, 1923’ün başmda çok yüksekti. Anakara’daki Büyük Mil­let Meclisi’nce bir yıl sonra Hilafet’in kaldırılması kararı­nın alınması İslam dünyasını “şaşkınlığın”, “karşılıklı- ğm”, “heyecanın”, “büyük bir üzüntünün”, “öfkenin” içi­ne itti. Hindistan’da hilafet hareketinin liderlerinin büyük çoğunluğunun gözünde Mustafa Kemal, Yunanlılar’a kar­şı savaşta Hindistan müslümanlarının Türklere yaptığı yardımı unutan bir nankör, İslam’a ihanet eden biriydi. Tepkiler toplumsal kategorilere göre de farklılık arzedi- yordu. Ulema, büyük çoğunluğu itibariyle hilafetin kaldı­rılmasına karşı çıktı. Ancak bazı din adamları, bu hareke­ti haklı bulmaya çalıştılar. Ali Abdurrazık’m ilmi payesi elinden alındı. Cezayir’de Tecdid hareketi liderlerinden Abdulhamid bin Badis Osmanlı Halifesi’nin tarihi yenil­gisinin ve ahlaki çöküşün altını çiziyor ve Hilafeti kaldır­dığı için Mustafa Kemal'e hak veriyordu. Önce Türk mil­liyetçiliğinin teorisyenlerinden olan Sati el-Hasri gibi bi­rine göre ise Hilafet Türkler’in ve Araplar’ın ulusal uya­

nışlarının önünde başlıca engeldi ve Mustafa Kemal ulus- devlet olgusunu derinlemesine kavrayışı sayesinde, Hila- fet’i kaldırarak îslam dünyasının kurtuluşunu mümkün kılmıştı. Hilafet’in ilgasıyla birlikte Mustafa Kemal ken­disinden beklenen tecdit yerine reformizme kaymıştır. Bugünkü şartlar içinde yaşanmış alsaydı bidayette funda­mentalist olarak nitelenebilecek Kemalizm hareketi za­manla bilinçli bir şekilde reformizme kaymıştır. Bazıları reformizm-fundamentalizim ya da devrimci-gelenekçi ay­rımını ilerici- gerici şeklinde yapmaktadır. Bunlardan biri de yine Abdulmuteal Saidi’dir. El- Müceddidune fil îslam adlı eserinde Mustafa Kemal ve çizgisi ilericilik olarak vasıflandırılırken karşıtları “gericiler” olarak damgalan­maktadır. Karşıtlardan maksat da Halife Vahdettin, Şey­hülislam Mustafa Sabri gibileridir. (El- Müreddidine fil İslam sayfa 562)

Hüseyin Hatemi fundamentalizmi lafız-perestlik olarak anlamakta ve bunu tatbik etmektedir. Buna mukabil ras- yononalizm sınırları içindeki bir reformizmi kabul etmek­tedir. Ona göre bu reformistler Muhammed Abduh, Cema­leddin Af gani ve Fazlur rahman gibileridir. Yine ona göre Abduh Fil Suresi’nin tefsirinde, Fazlurrahman şeytan ayetleri meselesinde yanılmış olsalar da aslında benimse­dikleri yöntem yerindedir. Erol Özbilgen de fundamenta- lizme Hüseyin Hatemi gibi yaklaşmaktadır. Erol Özbilgen şöyle demektedir: “Bunlarla beraber İslam dünyasındaki bazı güncel olaylara spekülatif benzetmeler yapılarak İs­lam düşüncesinin doğal ve sistematik düşünce kalıpları bütünüyle, henüz yüzyılımızın başlarında ortaya çıkmış bir Hıristiyan mezhebinin dar kalıbına sokulmak istenil­mektedir. Halbuki fundamentalizmin kutsal metinleri an­layışına ve ABD içinde örgütlenmesine benzer bir olguyu

İslam aslında yüzyıllar öncesi kendi içinde yaşarmtır. Mi­ladi 994 yılında Kurtuba’da kurulan ve Endülüs’te geli­şen Zahiri Mezhebi Emeviler’in yıkılışından sonra XII. ve XIII’üncü yüzyıllarda Güney Afrika’da yayılmıştır. Zahiriyyun Mezhebi’nde Kur’an ve Sünnet naslarmın zahir manalarına göre hüküm verilir. Bu bağlamda ele alı­nırsa ABD fundamentalizmi ile İslam’ın zahire dayanma­sı ilkesi ve bu ilkeye bağlananların ülke içindeki örgüt­lenmelerinin kapsamı bağlamında bazı biçimsel benzer­likler görülebilir. Türkçe’de yayınlanmış yabancı patent isimli bazı başvuru kitaplarına göre fundamentalizm teri­mi Protestanlık dışındaki mezhep ve dinlerdeki özellikle İslam’daki köktenci ve eylemci akımlan belirtmek ama­cıyla; daha geniş anlamda fundamentalist akımların başlı­ca ortak özelliği yaşamın bütün alanını temel kutsal me­tinlerdeki yasa ve ilkelere göre düzenlenmesini savunma­larıdır. (İlim ve Sanat Mayıs 1995 sayfa 16)

Aslında günümüzde fundamentalist olarak anılan İslami hareketler 19. yüzyıldaki Protestan akımın yerine bugün ABD’de merkezi sitemi çökertmek isteyen Amerikan milliyetçisi sağ hareketlere benzemektedir. “Funtementa- lizm” kelimesinden türemiş “Fundamentalist” deyimi ile ülkemizin fikri hayatındaki 70 yıllık evre içinde ortaya atılmış “mürteci, muhafazakar, yobaz, gerici, tutucu, aşırı dinci, köktendinci, ekstremist, radikal dinci, anti-laik, an- ti- Kemalist” gbi günümüzde artık eskimiş terimlerin tü­münün tek kalemde “ çağdaş” ve bilimsel bir terimle kar­şılanmak istendiği anlaşılıyor. Sıradan insana henüz ya­bancı olması da İslam alemi ile ilgili olayların yorumun- ' da fazla araştırma yapmaya gerek görmeden genellemeler yapmak isteyen yazarlara türlü kolaylıklar sağlıyor. Diğer taraftan meydana getirilen kavram kargaşası, bütün dinler

gibi İslam Dini’nin kendi değişmezlerini savunma hakkı­na kutup değiştirterek onu sanki kendi dışındakilere teca­vüz ediyor göstermektedir. Aslında dinlerin bazı “değiş- mezler”i olması onların yapılarının temeli olan “inanç” kavramının gereğidir. Bu değişmezleri savunmak da bü­tün dinlerde kutsal yazıların, ibadetlerin, duaların, vaazla­rın, öğretilerin rutin gerekleridir. Fundamentalizm keli­mesinin “fundus” (temel) kökünden gelmesinden yararla­narak onu dinlerin tabiatındaki “temel” olgulara müteca­viz anlam yüklemek için kullanmak yanlıştır.

Fundamentalizm kavramına açıklak getirmeye çalşan- lardan birisi de Prof. Nur Vergin. Nur Vergin'm. bu konu­daki görüşleri şu mealdedir: “Bizde de bazı çağdaş din alimlerimiz, dinimizin toplumdan topluma ve çağlar bo­yunca örf, adet, alışkanlıklar ve hurafelerle kirlendiğini düşünerek salt Kur’an-ı Kerim’e ve sadece ona dönüşü istemektedirler. Daha da ileriye giderek, kitaptan başka hiçbir kaynağa riayetin farz olmadığını belirtmektedirler. Dinimizi anlaştırmayı hedeflemektedirler. Şimdi biz böy­le bir gayeye usuliyyecilik diyebilir miyiz? Ya da yabancı 'terimi eş anlamlı olarak kullanmak suretiyle fundamenta­lizm diyebilir miyiz? Yani Kur’an’a vurgusundan ötürü bir Yaşar Nuri Ö z tür k’im fikri cehdinin adı fundamenta­lizm olabilir mi? Keza, rasyonalizmi daha bariz olmakla beraber bir Hüseyin At ay'm İslam fundamentalisti oldu­ğunu ileri sürebilir miyiz? Bana göre bu iki alim de bir­çok selefleri ve çağdaşları gibi kelimenin ilk ve din açı­sından taşıdığı anlamıyla, evet, fundamentalisttirler...” Nur Verginin de belirttiği gbi fundamentalizm kavramı semantik kaymaya uğramıştır. Ben Atay ve Öztürk'ün fundamentalist olarak tanımlanmasına itiraz ediyorum. Bu isimler fiındamentalizmin hiç bir boyut ve varyantıyla

bütünleşmiyorlar. Fundamentalizmin otentik anlamı zahi­rilik ise bu iki isim bu keyfiyetten uzaktır. Semantik kay­maya uğradığı bugünkü anlamıyla eylemcilik ise bu isim­ler bu mananın kapsadığı alanın da dışındadırlar. Bunlar müteceddit ve reformisttirler. Biz gelenekle bütünleşen çağdaşlaşmaya tecdit ve yenileme diyoruz. Gelenekle bü- tünleşemeyen yenileme hareketine de reformizm diyoruz. Bu anlamda Yaşar Nuri Öztürk gibiler asrımızın başında mücadele ettiği İzmirli İsmail Hakkı ve Musa Bıgıyet’ler gibi Fazlurrahman gibi reformisttirler. Nur Vergin ise bu gibiler fundamentalist ifadesini kullanıyor. Nur Vergin teorik olarak dini fundamentalizmin Hıristiyanlık dışı inanç sistemlerinde mümkün olduğunu düşünüyor.

Nur Vergin’in aksine müslüman grupları ve şahısları fundamentalist olarak ifadelendirmek yanıltıcı ve gerçek­le örtüşmüyor. Erhan Yarar bu konuda şunları yazıyor: “Müslümanlar için bu kavramın kullanımı tam bir analo­jidir ve yanıltıcı olmaktadır. Bunun gerekçesi bu kavram ile adlandırılanlarla, toplum, hukuk ve hükümetin başat sorunları oluşturmasıdır. Bunun örneği ise, hiç kuşkusuz İran İslam Cumhuriyeti’dir. Fundamentalizm üzerine ça­lışmalar yapan bir yazar olan Mahmut Fakş’da ise İslam­cılık ile İslami fundamentalizm kavramlarının birbirinin yerine geçebilir şekilde kullanıldığını, bu kavramla sahip oldukları doktriner dini gündeme bağlı olarak halkı hare­kete geçirmek, kontrolü sağlamak, toplum ve devleti re- forme etmek amacında olan İslami hareket ve grupların tanımlandığını görüyoruz. Fahş'z göre teolojik anlamda İslam’da reform yapmak ve İslami bir reformasyomı sağ­lamak amacı bu grupların işlevinde yer almamaktadır, hatta köktenci olarak bilmen grupların birçoğu İslam ila­hiyatından da pek haberdar değildir. Protestan bakışından

hareketle, Kur’an’m Allah’ın mesajları ve Hazreti Mu- hammed’in O’nun elçisi olduğuna tartaşmasız inanan her müslüman da birer fundamentalisttir, dogmanın funda- mental kaynaklarına dayanan bir anlayış İslami doğmanın uygulanması ve taze yorumlamaların getirilmesi hakkını aramaktadırlar, bu nedenle de gelenek dışıdırlar. Kanımca fundamentalist kavramı ile bir grubun bugün için tanım­lanması da, İran modelinde İslam’a yüklenen anlam ka­dar bir hatadır.

Aslında İslami köktencilik için tek bir tiplemede bulun­mak hatalı olacaktır. Liberallik ile muhafazakarlık arasın­da uzanan bir İslami köktencilik yelpazesinden söz edile­bilir. Halkı dini uyanışa davet etmekle birlikte aynı za­manda hayati ve güncel konuların üstüne gitmektedir. Wisconsin-Milvaukee Üniversitesi’nden Abbas Hamdani “İslami köktencilik” adlı makalesinde şunları ifade et­mektedir: “İslam olan herkesin köktenci olduğunu da id­dia etmek hatalı olabilir, aynı şekilde en az diğer gruplar kadar onlar da gelişmeye, egemenliğe, bağımsızlığa ve başarıya önem vermektedirler, batılılaşmaya karşı olduk­ları halde modernleşmenin bilim ve teknolojinin yânında- dırlar ve yasanın tamamen krşısında da değildirler.”

Bu tanımlamalarda yer alan kavramların tamamı açık­lanmaya muhtaçtır. Dediğim gibi, kavramlar mekan değ- şitirdikleri zaman anlam kaybına uğrayabilmekte ve yeni­den anlam yüklenebilmektedir. Aynı şekilde fundamenta- listlerin anti-siyonist olduğu ancak kesinlikle anti-semitik olmadığı, misyonlarını ihraçta en az Batı ideolojileri ka­dar hak sahibi oldukları üzerinde Batı-Doğu ekleminde tartışılması gereken değerlendirmelerdir.

Ancak üzerinde tartışmaya gerek olmayan saptama, 1990 yılında Wational Review adlı dergide Daniel Pi-

pes’in ve aynı yıl Atlantic adlı dergide Bernand Levis’in Komünizmin çökmesi sonrasında Batı’nın bir numaralı düşmanının İslam olduğu, yeniden dirilen Müslüman Do- ğu’nun gelecekte Batı’nın muhalifi konumunda bulunaca­ğı ve Batı’nın birarada tutunabilmesi için de Doğu’nun bu yapışma karşı ittifak sağlaması gerektiği yolundaki id­dialardır. Benzeri iddialar daha çapıcı ve kapsandı bir şe­kilde Samuel Hungtingtorivn. “Medeniyetlerin Çatışma­sı” adlı eserinde dile getirilmiştir.

FUNDAMENTALİZM
MODERNİZMİN ÜRÜNÜ MÜDÜR?

G

ottfried Küenzlen’ç, göre fundamentalizm modern anti-modernizmdir. İslami fundamentalizm! Emevi devrine kadar götüren ve her çöküş ve kriz döneminin bir İslâmi köklere dönüş hareketini ateşlediğini belirten DÖkmeciyan’m aksine Tibi, İslam fundamentâlizmini mo- demizmin ürettiğini öne sürmektedir. Ona göre köktenci­lik İslam'ın siyasi ideoloji haline'gelmesidir ve 1.2 milyar insanm inandığı ilahi dinden farklıdır. Bu farklılığın bo­yutlarının anlaşılmasını sağlayacak bir örneği Tibi verir. O, 1992 yılı Kasım ayında Almanlar ve Almanya’da ya­şayan müslümanların temsilcileri ile birlikte diyalog ku­rabilme imkanları hakkında bir seminer düzenlemiştir. Orada “sakallı” bir köktendinci İslâm’ın sadece bir din olmadığını, aynı zamanda toplum düzeni olduğunu belir­tir. Tzbz’ye göre İslam yorumu, köktendinciliğini görüşü­nü yansıtmaktadır. Böylesi köktendinciler “siyasi bir ide­olojiyi temsil etmektedirler, “din” olarak İslam’ı değil. Böylece Tibi, “toplum düzenine sahip İslam yorumunu “ideolojji”, toplum düzeninden soyutlanmış İslam yoru­munu da “din” olarak tanımlamış oluyor. Tzbz’nin bütün bu değerlendirmeleri, İslam dünyasının Batılılar’a şirin

görünme çabası içindeki kesimlerine belki inandırıcı ge­lebilir. Ama Bati dünyası için aynı şeyi söylemek aşırı bir safdillik olur. Onlar Tacgueville'den farklı düşünmemek­tedirler: “Muhammedi'm (SAV) dini, her iki güç alanını etkisiz bir biçimde birbirine bağlayan ve içiçe geçiren tek dindir.... öyle ki, sivil ve politik yaşamdaki bütün davra­nışlar az veya çok şeriat tarafından düzenlenir. Ernest Gellner, Tibi'nmi yadırgadığı “toplum düzeni,” kavramı­nı İslam hakkmdaki yorumlarının eksenine oturtur. “Müs­lim society” adıyla yayınladığı kitabında öne sürdüğü tezi şöyle özetler: “İslam bir toplumsal model düzenidir. İs­lam; ebedi, vahye müstenid ve beşeri isteklerden bağım­sız kurallar sisteminin varlığım ifade eder. Bu kurallar manzumesi, toplumun makul düzenini belirler. Bu model yazılı formla kayıtlıdır... Onun kuralları bütün toplumu baştan başa hükmü altında tutmalıdır....”

Bununla birlikte Tibi’nin yaptığı ayrım basit bir bilgi­sizlik ürünü olarak küçümsenemez. Makalesinin girişinde yer alan şu cümleler bunun nedenini ortaya koymaktadır: “Burada belirtilen, köktendinciliğin İslam’ın diğer bir varyasyonu olduğuna ilişkin yorum, “American Academy of Ards and Scienres’in hazırladığı benim de katıldığım uluslararası kabul gören büyük bir projenin bu sonuçları 6 cilt halinde yayınlanmıştır ve gelecek yıllarda da yapı­lacak köktendincilik yorumuna damgasını vuracaktır.”

Tibi’nin umduğu gibi gerçekten “damgasını vuracaksa”, bütün bu yorumların, İslam dünyasını kendi içinde böl­meye yönelik bir çabanın ön hazırlıkları olduğunu kabul etmek gerekir. Bu “büyük proje”, İslami açıdan neyin “yeni “ olup olmadığını belirleme hakkını müslümanların elinden almaktadır. Çünkü projenin mimarları, fundamen­talist olarak adlandırdıkları İslami hareketlerin İslam’ın *

“yeni bir varyasyonu” olduğuna “fetva” vermişlerdir. B öylece onlar neyin yeni olduğuna karar vermek kadar, neyin İslam’ın kadim yorumuna uygun olduğu konusun­da hüküm verme yetkisini de kendi tekellerine almakta­dırlar. İslam’ı ve müslümanları “tanımlamakla” dahası İs­lam dünyasının kendi müslümanlığı hakkında karar verir­ken bu tanımları kıstas kabul etmesini istemektedirler. Böylece müslümanlar arasında yeni ve Batı’nın çıkarla­rıyla örtüşen bir bölünme vasatı meydana getirilmiş ola­caktır. Verilmek istenen mesaj şudur: “Batı, kendi müslü- manlığının sınırlarını Batı’da belirlenen standartlara göre belirleyen “köksüz” müslümanlara karşı değildir, “funda- mentalistler”e karşıdır. Yani sözümona “din” olarak İslam düşman seçilmektedir; hedef, 7zWnin ifadesiyle “geçmişi ikiyüz yıldan fazla olmayan” İslam köktendinciliğidir.

Ne varki, İslam’ı “din” olarak seçen (ne demekse) “köksüz müslümanlar, fundamentalist olmadıklarını dav­ranışlarıyla Batılılar’ a kanıtlamalıdırlar. Bu nasıl olacak­tır? Tibi’mn ifadeleri çözüm yolunu göstermektedir. “New York Times gazetesi başyazarı , (terörist eğilimler nedeniyle) “ haklı “ olarak İslam’a karşı duyulacak nefret imajına karşı uyarıda bulunmuş ve müslümanları bu tür engellemelere karşı katkıda bulunmaya çağırmıştır. “Ti- bi'nin fundamentalist olmayan “köksüz” müslümandan neyi anladığını daha iyi anlatan pasajlar da mevcut: “İs­lam köktencileri modernizmin tüm teknik, bilimsel im­kanlarını kullanmak istiyorlar, ancak bu sistemin insanı merkez kılan rasyonel dünya görüşüyle bağdaşmak iste­miyorlar. Köktendinciler modernizmin teknik bilimsel yönünü, laik kültürel projesinden ayırmak istiyorlar ve seçici davranarak bu yönünü almak istiyorlar...”

19. yüzyılda Afrika’yı ve İslam dünyasını medenileştir­

mek adına sömürüsüne talip olan Batılılar şimdi kendi kimliğine dönen müslümanları fundamentalizm tuzağı ile bulamaya çalışıyorlar.

Her ne kadar dini açıdan Protestan fundamentalizmi Zahiriliğe ya da Selefiliğe benzetiliyorsa da neticede Nur Vergin’in ifade ettiği gibi bu kavram anlam kaymasına uğramıştır. Bazıları Hanefi Mezhebi’ne mensup oldukları halde tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifadesiyle müslüman top­lulukların meşreben en geniş ve en liberal olmasma rağ­men onlar bile kimi Batılılar’ın gözünde fundamentalist.

Selefiliğe gelince; aslında selefilik bidatkar bir kavram. Muhammed Said Ramazan el-Buti’ys göre Selefilik müsteş­riklerin müslümanlar için Muhammediler demesine benzi­yor. Selefe ittiba etmek başka, selef adına bir mezhep kur­mak başka şeydir. Selefiliğin sembol adlarından biri olan ib- ni Teymiyye aslında Ahmed Bin HanbeTin de çizgisinden ayrılmıştır. İbni Teymiyye katiyetle tevile karşı çıkarken “Rabbin ve melekler safsaf geldi” ayetini “Rabbinin emri” şeklinde tevil etmiştir, (es-selefiyye marfalefun zamaniyye mübareke La mezhebun İslami-sayfa 137) Protestan funda­mentalizm ile Zahirilik arasında bazı benzerlikler varsa da külliyen örtüşmemektedir. Nur Vergin'ın savunduğu gibi sosyolojik bir fenomen olarak fundamentalizm İslami hare­ketleri yorumlamada kullanılabilse dahi aslında bu kavram siyasi gerekçeler için kullanılmaktadır. Dolayısıyla İslam’da ihya hareketleri ya da yeniden hayatla İslam’ı tanıştırmak isteyen İslami grupları, fundamentalizm ile tanımlamak düşmanca bir tavırdır. Dolayısıyla kendimizi düşmanların kavramlarıyla tanımlamamız ne derece doğru olur? Bu ken­dimizi Muhammediler olarak tamıİamamıza benzer. Funda­mentalizm de, laiklik gibi bize yabancı ve fitnelere yol açan bir kavramdır. Elhasıl biz kavrama, kavram bize yabancı.

KAVRAMLAR ARMONİSİ

D

ünyada son zamanlarda sivil toplum, sivil yönetim kavramları tartışılıyor. Bazı müslüman yazarlar bu kavramı savunuyor. Bu tezi reddedenler ise Sivil yönetim­den maksadın perdeli ve gizli bir laikliğin ikamesi oldu­ğunu ileri sürüyorlar. Tabii bu biraz komplo kokuyor. Müslümanlar arasında uzun yıllardan beri tartışılan diğer bir kavram da teokratik sistemdir. Fundamentalizm gibi Hıristiyanların kendi aralarında türettikleri bu kavram da­ha sonra müslümanlar için de kullanılır hale gelmiştir. Te­okratik sistem dini idare demektir. Batı’daki kullanılışı itibariyle bu zımmen ruhanilerin idaresi anlamına gel­mektedir. İslam’da ise ruhbanlık yoktur. Dolayısıyla müs­lümanlar teokrasinin İslami yönetim biçimine intibak et­mediğine kaildirler.

İran’daki dini idare şekli ise kısmi olarak teokratik sis­temi hatırlatmaktadır. Sünni mezheplerin hilafına Şia’da imamet nass ve vasiyet iledir. Bundan dolayı sadece icra edilen kanunlar değil, kadro da ilahi ve mukaddestir (Sec- red). Bundan dolayı bugünkü İran’da basın ve yayın or­ganları hükümeti tanımlarken El-Hükümetü’l İlahiyye di­yorlar. Kadroyu da takdis eden bu yaklaşım hatmidir. Oy­sa Sünniler’de Hz. Peygamber’in idaresinden sonraki kadrolar masum değildir. Yanılabilirler ve isabet edebilir­

ler de. Teokratik sistem sadece kadronun ismet tarafıyla da ilgili değildir. Hilafet Sünniler’e göre ameli bir olay­dır. Şiiler’e göre ise inançla bağlantılıdır. Şiiler’de şeriat ile ruhaniler özdeşleşmiştir. Sünniler için asıl problem budur. Hilafeti döneminde Hz. Ömer bir çok itirazla kar­şılaşmış ve onların bir kısmını dikkatle alarak tavırlarını gözden geçirmiştir. Sahabelerin biri O’na; “Yanılırsan se­ni kılıçlarımızla düzeltiriz” demiştir. Şia müruruzamanı dikkate alarak devletin bünyesinde yeni organlar ihdas eden ve düzenlemeler yapan Hz. Ömer’in birtakım içti- hadlarını karalamıştır. Sünniler’e göre mukaddes olanı (şeriat) mukaddes olmayanlar icra ederler.

Hüseyin Nasr ve bazıları İslami yönetim biçiminin mo- nokrasi yani İlahi Hukuk’un üstünlüğü ve hakimiyet prensibi olduğunu dile getirmişlerdir. Aynı anlamı ifade eden bir diğer kavram da çağdaş teolog ve filozoflardan Paul Tillich'in ortaya attığı “Peygamber Nizamı Theono- mous”dur. Yani Allah’ın iradesinin mevzubahis olduğu, bu iradeyi insanların, müesseselerin gölgelemediği bir sistem. Bu sistemde Allah’tan başka kimsenin hükmetme hakkı yoktur. Hatta Peygamber dahi (SAV) herhangi bir meşru otorite veya müesseseyi vasiyet de etmiyor, yani kendisine bir halef dahi tayin etmiyor. Kur’an’m hükmü ile mukayyed sayılıyordu. Siyasi müeseseleri mevcut ol­mayan bu nizam şeklinde, tabii olarak peygambere ait inanç sebebiyle hâsıl olan bir otorite vardır; fakat Pey­gamber (SAV) herhangi bir meşru otorite veya müessese­yi vasiyet etmiyor, yani kendisine bir halef dahi tayin et­miyor. Kur’an’ın ilahi iradeye istinad eden otoritesi bütün müslümanlar’a emanet edilmiştir. (İşte burada Sünni tez Şiiler’den ayrılır.) Gerekirse müslümanlar aralarında biri­ni seçerek kendilerine siyasi lider yapabilirler ve nitekim

Hilafet müessesesi Peygamber’in vefatı üzerine ortaya çı­kan bir zaruretin neticesi olarak bu suretle vücuda gel­miştir. Peygamber kendi yerine müminler üzerine hükme­decek bir otorite olarak sadece Kür’an-ı bırakıyor bir ha­life tayin etmiyor, bir şura veya başka bir müessese kurul­masını da vasiyet etmiyor. Şiiler buna itiraz ederek Hz. Peygamber’in ölürn döşeğinde kalem, kağıt istediğini, ancak Hz. Ömer’in bunu engellediğini ileri sürerek vasi­yet meselesinde haklı çıkmaya çalışıyorlar. Oysa bu, Ce- nab-ı Hakk tarafından müjdelenen “dinin tamlandığı” yo­lundaki buyruğa münafidir. Aksi takdirde dinin asıllarm- dan biri olduğu ileri sürülen bir emrin ümmete tebliği ik­tiza eder, Cenab-ı Hakk da bunu temin ederdi.

ilahi Hukuk’u herhangi bir tarzda tefsir ve tatbik etme salahiyet ve hakkı bir halifeye, bir ruhban sınıfına veya herhangi bir teokratik müesseseye mahsus olmayıp, bütün müslümanların en tabii hak ve vazifesi oluyor. Otorite ce­maate müşterek bir miras olarak tevdi olunmak suretiyle bir şahs-ı manevi haline gelmiştir. Bu vazife karşısında müslümanlar kendilerine bir halife seçiyorlar. Ama halife de bizzat her mü’min gibi İlahi Hukuk’a riayet etmeli. Halifeden keyfi değil, müslümanların müşterek tasvibine uygun olarak hareket etmesi bekleniyor. Zira, siyasi ka­rarların İlahıThıku’ka uygun olup olmadığına karar vere­cek teokratik bir müessese yoktur. (Velayet-i fakih ise tam tersine bir icra organıdır) ve İlahi irade halifenin şah­sında değil Kur’an’da tecessüm etmiştir. Böylece halife de tıpkı eski kabile şeyhi gibi kendi akranları arasından seçilmiş bir (Primus inter pares) birinci şahıstan ibarettir. (Anadolu'da İslam- Bizans Mücadelesi, Ş. Uçar)

Belki hilafet müessesesi uzun bir müddet devam etsey­di İslami idare düşüncesi kendisini bir takım müesseseler-

le ifade eder ve bir İslam teokrasisi meydana gelmiş olur­du. Fakat bilindiği gibi kısa bir zaman sonra İslam'ın si­yasi gücü Emevi hanedanına ait bir hükümdarlık şekline inkılap etti. Zira Müslümanlar ilahi hukuku tefsir ve bunu siyasi karalarla tatbik hususunda ihtilaf etmişler ve üçün­cü halifenin katliyle neticelenen vukuatın sonunda bir iç savaş başlamıştır. Peygamber Efendimizin tebliğinde mevcut olmamakla beraber onun vefatından sonra ortaya çıkan hilafet müessesesi kısa ömürlü oldu. İslam devleti idari organizasyon, maliye, düzenli ordular gibi bir seri müesseseler halinde ortaya çıktı. Bu halife Ömer (R.A) döneminde oldu. Fakat daha halife Osman (R.A) zama­nında, İslam fütuhatının temin ettiği menfaatlerin devletin icra organı marifetiyle, halife ve akrabaları tarafından is­tismar edilmek suretiyle İlahi Hukuk’un ihlal edildiği id­diaları ortaya çıkmıştır. Böylece herhangi bir teokratik yapının teşekkül etmesine fırsat kalmadan Emevi hane­danlığı işbaşına geçmiş oldu.

AYNOROZ KEŞİŞLERİ
MARKOS’UN HALEFLERİ -1-

H

er bir başarının ardında isimsiz kahramanlar yatar. Bunlar fedakâr insanlardır. Gazetemizde de bu vasfa ve karaktere en uygun isimlerden birisi Hüseyin Sağ- lam'&n. Telex ve fax’tan gelen haberler onun denetimin­den geçer. Haberleri okumaz, yutar. Bundan dolayı da hem mahiyetlerini ve hem de nerelere teslim edileceğini iyi bilir. Şaşırdığı vaki değildir. Kısaca haberlerin namusu ondan sorulur. Yazımda Mısır kıptilerinin uyanışından bahsedecektim ki Hüseyin Sağlam, Aynoroz Keşişleri’yle ilgili haberi getirdi önüme bıraktı. Keşiş keşişe baka baka büyürmüş. Biz Mısırlı keşişleri yazarken nasibimize Ay­noroz ’unkiler de çıktı.

Türklerin Elen eserlerine ve Ortodoksluğa saygı duy­duklarını ikrar eden bazı Yunanlılar, Atina’daki Osmanlı eserlerinden Fethiye Camii’nin ibadete açılmasını isterler. Bu adeta bir zorunluluktur. Geçen yıllar müslüman diplo­matlara ve turistlere hizmet veren Atina’nın tek camiine de kilit vurulmuştu. Ama Aynoroz Keşişleri’nin Fethiye Camii’nin ibadete açılmasına itirazları var. Keşişlere kar­şı çıkan ve Hıristiyan Latinlerin Elen mirasını tahrip et­tiklerini hatırlatan Petroyannakis buna karşılık Türkler’in

ve müslümanların bu değerlere saygı'duyup korudukları­nı itiraf ediyor. Tarihte, “Katolik serpuşu yerine müslü- man sarığı görmeyi tercih ederiz” diyen papaz ve keşişle­rin bugünkü halefleri bu gerçeği göremiyorlarsa ben onla­ra keşiş değil, keçi derim.

Aytunç Altındal'm da ifade ettiği gibi Butros Gali’nin BM Genel Sekreterliği’ne seçilmesi, Kıptileri.öz güvenin takviyesinin ötesinde şımartmıştır. Mısır’ın Hıristiyan Kıptileri şu andaki durumlarını Roma dönemine benzeti­yorlar. Tabii bununla baskıyı kastediyorlarsa da, bize göre bu benzeme, yapılanma ve neşvünema ile ilgili. İslam sonrası dönemde Kiptiler bugünkü gibi palazlantnamış- lardı. Mistik bir hayat süren Mısırlı keşişlerin sayısı her geçen gün giderek artıyor. Tasavvufta olduğu gibi bir çe­şit inziva ve takaşşuf hayatı yaşıyorlar. Aynen Fransız ya­zar Anatole France’in Thais adlı eserinde tasvir ettiği gi­bi. Mısırlı mutaassıb'keşişler Hz. Muhammed (S.A.N.) döneminden beri baskı altında yaşadıklarını ve kısmen zorla müslümanlaştırıldıklarını iddia ediyorlar. Binlerce yıldan beri baskı altında kaldıklarını, okullarının sistemli bir şekilde tahrip edildiğini, dükkanlarının yağmalandığı- 'm, dini törenleri sırasında kullandıkları ve Fransız bilgini Champoilion’a hiyeroglif yazıları okuyup çözmesinde 'yardımcı olan Kıpti dilini serbestçe kullanamadıklarını en aşağılık işlerin kendilerine yaptırıldığını ve devletin ken­dilerine iş vermediğini ileri süren Vadi Natrum Manastırı keşişlerinden Aghason, kendini şu sözlerle haklı çıkarma­ya çalışıyor: “Maruz kaldığımız bu şiddetli baskılar, Hı­ristiyan olmamızın bedelidir...” Ve sonra şöyle devam ediyor: “Bizim yegane cevabımız Incil’den ibarettir...” Seslerini yükseltmek için kollarını sıvayan keşişler, Kud- siyetpenah Papa 3. Şennude’nin arkasında birleşmişler. 3.

Şennude, Havari Markos’un haleflerinden onyedincisi ve M.S. 451 yılında Roma Kilisesi’nden ayrılmış olan muh­telif beş kiliseden birinin başkanı sayılıyor. M.S. 451 yı­lında toplanan Halkedonya Konsili’nde İsa’nın şahsiyeti­nin İlahi ve insani iki mahiyeti olduğu şeklindeki ünlü ka­rar alınınca Mısıf Kıpti Kilisesi buna karşı çıkmış ve İlahi mahiyetin insani mahiyetin üzerinde olup ona galebe çal­dığını ileri sürerek isyan etmişti. İsyancıların başında İs­kenderiye Piskoposu Dioskor vardı ve kendisi derhal az­ledildi. Mısırlı Hıristiyanlar hala bu azli kmiyor ve Dios- kor’nn görüşlerini savunuyorlar. Daha o tarihte Roma’da- ki Büyük Kilise ile ilişkiler tamamen kopmuştu. Bugün birçok konuda inanç ayrılıklarına rağmen ( Meryem’in Ruhulkudüs’ten hamile kalması, papazların evlenememe- si, Araf’a inanış vs. gibi) Hıristiyan Kiptiler artık Ro- ma’ya yakınlık duyuyorlar. Ama onların asıl mücadele hedefleri başka bir yöne çevrilmiş bulunuyor. İslam top­raklarında Hıristiyan toplumunu idame ettirmek. Tecer- rüd hayati yaşayan Kıpti keşişlerin sayısı hergün daha da artıyor. “Allah’ın Azizleri” sıfatını kullanan bu kişilerin sayısı, bundan 30 yıl kadar önce ikiyüzü ancak bulurken şimdi bine yaklaşmış durumda. Bunlar Libya ve Arap çöllerindeki 18 manastıra yayılmış bulunuyorlar. Kıpti keşişlerin çoğu, evvelce mühendis, mimar, düşünce ada­mı, gıda uzmanı veya doktor idiler ve Mısır’a gelip keşiş cübbesini giymeden önce mesleklerini Amerika ya da Avrupa’da icra etmişlerdi. Onlarm avdetleri ve gayretle­riyle Kıpti manastırları birer gerçek direniş odağı ve san­ki devlet içinde devlet haline gelmişler. Bu meydan oku­yuş, müslümanlar tarafından tahammülü zor olarak kabul edilince sürtüşmeler başlamış. Fakat keşişler boyun eğ- , meyeceklerini ve hayatları pahasına Müslüman Hilali’nin

yayılmasına karşı direneceklerini açıklayarak diyorlar ki: “Niçin çekip gidelim, yedi bin yıldan beri buradayız” 16. yüzyıldan beri Mısır’da yaşadıklarını söyleyen Peder Di- oskor'un sözlerini teyid eden Peder Aghason şöyle konu­şuyor: “Müslümanlar bizi boğmak istiyorlar. Fakat ya­bancı ülkelere göç ettikten sonra manastırlara geri dönen­ler, eziyetlerin inancımızı kuvvetlendirdiğini isbat ediyor. Şehirde hergün bizi aşağılıyorlar. Erkeklerimizi ve çocuk­larımızı Öldürüyorlar, kadınlarımızın yüzüne kezzap atı­yorlar. Bizi bu şekilde yok edemezler. Dünya bizi unut­madığı için mutluyuz. Ümit ediyoruz ki, Bııtros Gali yazgımızı değiştirip uluslararası kamuoyunu alarma geçi­recek”

Gelelim Kıptilerin iddialarnm tahliline. Açıklamalar, Mısır’da bir Kıpti fundamentalizminin yükseldiğine ta­nıklık ediyor. Fundamentalizm tabiri “usuliyetül mesihiy- ye” ifadesiyle çağdaş Arap literatüründe yerini almıştır.

AYNOROZ KEŞİŞLERİ
MARKOS’UN HALEFLERİ -2-

M

ısır Kıptileri yakınsa da İslam onları zorla Hıristi- yanlaştırmamıştır. İslam onları Roma’nm zulmün­den kurtarmış, genişliğe çıkarmıştır. Kıptilerin bir kısmı da şükran-ı nimet olarak müslüman olmuşlardı. Ama bu­günkü Mısır müslümanlannın tamamını Kıptilikten ihtida etmiş insanlar olarak farzetmek doğru değildir. Fetihden sonra bazı Arap kabileleri Mısır’a göçetmişlerdi. Bunlar­dan bir kısmı hala sahabelere dayanan ailelerinin şecere­lerini muhafaza ediyorlar. Peygamberimiz de ilk davet yıllarında Mısır Kıptilerinin lideri Mukavkıs’ı övmüş ve onun gönderdiği cariye Maria ile izdivaç etmişti. Hz. Ömer döneminde, bir Kıpti çocuğunu kırbaçladığı gerek­çesiyle Mısır Valisi Amr İbnül As’in çocuğuna kısas tat­bik edilmiştir. Kiptiler Arapça’yı da zorla kabul etmemiş­lerdir. Hicri dördüncü yüzyılın sonlarına kadar dar daire­de olsa da Kıpti dilinin yaşaması buna delildir. Bugün sa­nıldığı gibi Mısır’da Kiptiler sadece müslümanlarm değil, laiklerin bile gazabını ve nefretini celbediyorlar. Hatta Mısır’ın Güney Said bölgesinde bir Kıpti devleti kurmak istedikleri dilden dile dolaşıyor. Gizlilik içinde yaşıyorlar. “Mesih’in Askerleri” gibi 17 dolayında gizli cemiyet ve

örgüte sahip oldukları söyleniyor. Hal böyle iken Sedat'ı öldüren Cihad organizasyonuna benzer bir organizasyon kurmuşlar. Mısır’daki Kıpti aydınların ileri gelenlerinden Mana Makram Ebeld'in ifşaatı da söylentileri doğrular mahiyettedir. “Already, some Copts m Assıut, a centre of Müslim- Christian tension, the christiân Jihad, as Oppo- sed to the Islamic Jihad Organization” diyor. Yani Hıristi- yanlar da İslami Cihad’a karşı alternatif bir cihad örgütü teşkil etmişler. Mısır ’ın güneyindeki Hıristiyanların Çad ve Sudan üzerinden silahlandıkları biliniyor. Halbuki bu­güne kadar şiddete başvuran tarafın sadece müslüman ol­duğu ve Hıristiyanların mazlum bir mevkide oldukları yönünde yaygın bir kanaat bulunuyordu. Hıristiyanların barış sever oldukları efsanesi de böylece yıkıldı. Yine Mı­sırlı kıptilerden Refik Habib, el- Mesihiyyetül Siyasiyye” ve “El- Mesihiyyetü vel Harb” eserleriyle büyük ölçüde Hıristiyan fündamentalizmine ışık tutuyor. Refik Habib söz konusu kitaplarında Hıristiyan fundamentalizminin Amerikan kiliseleri tarafından beslendiğini ileri sürüyor. ABD bazı İslami hareketleri kontrol altına almak istediği gibi kiliseleri vasıtasıyla da Ortadoğu’daki Hıristiyanlık hareketlerini kontrol etmek ve markaja almak istiyor. Özellikle Evangelicalism gibi Hıristiyan mezhepleri Hı­ristiyan fundamentalizmi ve fanatizminin yayılmasında öncü oluyor. Bilindiği gibi Mormon gibi bazı Hıristiyan mezhep- tarikatların CIA ile yakın bağlantısı var. Time derğisi “İslâm should the world be afraid” kapak başlığını kullandığı sayısında (15 Haziran 1992) müslümanların fundamentalizm deyimini reddetiklerini itiraf ediyor. Müslüman sosyolog İlyas Ba- Yunus'nn da tesbit ettiği gi­bi bugüne kadar hiç bir müslüman cemaat ya da fert ken­disini fundamentalist olarak nitelendirmemiştir. İslam’da

Batı’daki gibi bir liberal- fundamentalist tezadı bulunmu­yor. Fundamentalizmin yatağı Amerika Birleşik Devletle- ri’dir. ABD’de 1850’lerde hakim olan bir eğilim Incil’in otoritesinin kritize edilemez olduğunu propaganda edi­yordu. Galile zamanındaki gibi. Bunlar Kitâb-ı Mukad- des’in çağdaş ilimler ışığında yorumlanmasına muhalefet ediyorlardı. Taa bazı kilise liderlerinin tarih ve ilmin ışı­ğında Kita-ı Mukaddes’in daha liberal bir yorumunun ya­pılmasını kabul etmesine kadar. İslam’da zaten İsraili- yat’ın dışında modem ilimle çatışan bir taraf yoktur. Hı­ristiyan fundamentalistlerin biraz Şia’daki Ahbariler’e, biraz da Hurufiliğe benzer tarafları var. Genellikle Ahdi- Kadim’in naslarına harfiyen bağlı bu insanlar Mesih’in avdetini bekliyorlar. Bunlar 1920’li yıllarda Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı da mücadele etmişler ve bu bağ­lamda çeşitli örgütler kurmuşlar. Bunlardan bazıları: World’s Christian Fundamentals Âssociation (WCFA), Bible Leaufe of North America, the Bible Crusaders of America, the Defenderş of Christian Faith, the Flying Fundamentalist. Daha sonra bu tabir müslümanlarla bir­likte bazı Yahudilere, Roma Katoliklerine, Grek Orto­dokslar’a, Sünni ve Şii müslümanlara da teşmil edildi. Newsweek dergisi tarafından Sudan’daki fundamentalist rejimin de facto lideri olarak tanımlanan Haşan Turabi Amerikalı Temsilci Dymally ’nin “İslami fundamentalizm nedir?” sorusuna şu karşılığı veriyor: “Bu tabirin İslami literatür ve Arap dilinde karşılığı yoktur...” Bilmiyoruz Batıklar T inandırabildi mi? Ama Hıristiyan fundamenta- lizmi konusunda bizi kim teskin edecek, yakînî ve hakikî kuşkularımızı kim izale edecek?

LAİKLİK CEPHESİ

1989’da komünizmin çözülmesi ve iflasıyla birlikte bir­çok kavram boşlukta yüzmeye başlamıştı. 1967 yılından itibaren İsrail- Sovyet ilişkileri dondurulmuştu. İsrail’e karşı milliyetçi ve Sovyet destekli solcu örgütler mücade­le ediyordu. Komünizmin teslim-i ruh etmeye başladığı tarihlerde İsrail’e karşı mücadelede yeni bir faktör belir­di: İslam. İsrail’e karşı mücadele eden FKÖ’ye rakip İsla­mi hareketler de HAMAS ve İslâmî Cihad çatısı altında temsil ediliyordu. İsrail, 1989 yılına kadar Ortadoğu’da Sovyet ve komünizm nüfuzuna karşı ABD ile stratejik iş­birliği yapıyordu. Sövyetler’in devreden çıkmasıyla bir­likte tehdit değerlendirmesi de değişiyordu. Bu değişim­de tabii faktörler yanında komünizma ideolocyasının çö­küşü de rol oynamıştı. İsrail, bu tarih diliminde Rusya ve Çin ile kesik diplomatik ilişkilerini yeniden başlattı.

İsrail için yeni tehdit belliydi: İslami güçler. Her ne ka­dar doğrudan muhatab HAMAS ve İslami Cihad olsa bile bunlar İslami evrensel uyanış ve düşüncesi gibi kuvvetli bir backgraund’a (tabana) sahip durumdaydılar. Bundan dolayı İsrail’in mücadelesinin HAMAS ya da İslami Ci­had ile sınırlı olması düşünelemezdi. ABD ile aynı para­lelde giden ve onun hükümdarlığını kabul eden İslami ha­reketler için “Ilımlı islami Hareketler” tabiri kullanılır-

ken, diğerlerine îslam fundamentalistleri dendi. Bu arada Türkiye’de faili meçhul cinayetler sürüp gidiyordu. En sonunda tanınmış gazeteci Uğur Mumcu da öldürülmüştü. Mısır’da ise benzeri gelişmeler yaşanıyordu. Bir kahve kundaklanmış ve failleri yakalanamamıştı. Suç Sudanlı bir vatandaşın üzerine yıkılmak istendi. Bu hadiselerin akabinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi bomba­landı. Tabii bütün ihtimaller gözardı edilerek, hadise müslümanların üzerine yıkıldı.

Bu hadiseler gelişirken İsrail Başbakanı İzak Rabin ABD’ye gitti. Bu ziyaret sırasında CIA, Pentagon uzman­larının da tavsiyesi, değişen dünya şartlan ve Rabin’in is­tekleri üzerine ABD ile İsrail arasındaki eski stratejik iş­birliği yeniden tanımlanarak başka bir alana kaydırıldı: Terörizm ve İslam fundamentalizm!. B öylece İsrail ile ABD arasındaki kutsal protokolün yeni alanı belirlenmiş­ti.

İsrail’in bir başka hedefi de İslam dünyasında yeni bir laik cephe açarak İslamcılarla mücadele etmekti. Bu gaye için Türkiye’deki bazı İran yanlısı hareketlerin tarz ve düşünceleri gündeme getirildi. Mısır ve ABD’de ise Ömer Abdurrahman ve Cemaat-ı İslamiye faktörü pro­jektör altına alındı. Türkiye’de Uğur Mumcu’nun öldürül­mesiyle nasıl bir laik cephe teşkil edilmeye çalışıldı ise Mısır’da da laik yazar Ferec Fode’nin öldürülmesiyle bu minvalde sun’i bir akım oluşturulmaya gayret edildi. Kendisini laik cephenin dışında hissedenler otomatikman kendilerini anti- laik cephede bulacaklardı. Böyle bir cep­heleşme ihdas edilmesi teşebbüslerinin Mumcu ve Dünya Ticaret Merkezi hadiselerinin ardından meydana gelmesi, bu hadiselerdeki MOSSAD boyutunu gündeme getirmek­tedir. '

Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle Türkiye’de bilhassa sol kesimler nasıl mobilize edilmeye çalışıldı ve solun birleşmesi gündeme getirildi ise, Mısır’da da benzerleri yaşandı. ABD, İsrail ve Mısır arasında sözde İslami terö­re karşı işbirliğine gidilmesini istiyordu. İsrail’de böyle bir protokolü bütün İslam dünyasına yaymak niyetinde. Bu meyanda ABD vasıtasıyla Pakistan’a baskı yapılarak Arap mücahidlerin smırdışı edilmesi temin edilmeye çalı­şıldı.

Bunun için Mısır’da ve Türkiye’de laik cephe kurulma­sı çalışmaları mülahaza ediliyor. Mısırlı tanınmış gazete­ci Fehmi Hüvey di, el- Ahram’daki haftalık yazısında bu teşebbüsün arkasında İsrail’in olduğunu yazdı. Fehmi Huveydi, Milli Cephe adı altında laik bir cephenin teşkili­nin cemiyeti laikler ve İslamcılar şeklinde ikiye böleceği uyarısında bulunuyordu. Bu teşebbüsün ardında ise başa­rısız bir suikast atlatan ve Mübarek’\q yakınlığı bililen El- Musaver dergisinin editörü Muhammed Mekrem Ahmed bulunuyordu. Muhammed Mekrem Ahmed, terörün kay­nağını kurutmak için Milli Cephe’nin mutlak bir zaruret arzettiğini yazmıştır. Bu çağrıya tek olumlu ses ise sosya­list ve komünist kanattan gelmiştir. Mübarek, son sıralar­da sadece Cemaat-ı İslamiye’yi karşısına almakla kalma­mış, Müslüman Kardeşler’in tesirindeki sendikaların gü­cünü Meclis kararıyla yonttuktan sonra, muhalefetin ve İhvan’m yayın organı mesabesindeki Eş- Şa’b gazetesini kapatmayı kararlaştırmış ama bunda başarılı olamamıştı. Başta Mustafa Emin gibi liberal kanatı temsil eden Mu- hadram gazeteciler de demokrasi adına Eş- Şa’b’ıri kapa­tılmasına karşı çıkmışlardı.

Türkiye’de bazı eserleriyle tanınan Fehmi Huveydi, Müslüman Kardeşler’den biri değil. Ancak ailesi itibarıy­

la yakın bir isim. Esasen Muhammed Hasaneyn Hey­kel' in şakirtlerinden biri. Ferec Fode'mn öldürülmesin­den sonra El- Ahram’da “Bu zatın müslümanları tahrik ettiğini ve belki de bundan dolayı bu cezaya müstehak ol­duğunu” yazmasından dolayı Mübarek tarafından afaroz edilmiştir. Lâkin bazılarının araya girmesinden sonra Mü­barek bu kararından vazgeçmişti. Böylece Ahram’daki yazılarına ara vermek zorunda kalmamıştır.

Velhasıl-ı kelam, İsrail ve onu destekleyen Yahudiler bu kerteden sonra Neo- Nazizm’i ya da başka bir gelişmeyi değil sadece İslam’ı tehdit olarak görüyorlar. Liderleri de böyle söylüyor.

CIA’NIN YENİ MİSYONU

K

üresel değişimlerin paralelinde aslında herşey yeni­den yapılanıyor. NATO, CIA ve diğer uluslararası kurumlar da bu değişime eşlik ediyor. Soğuk savaşın or­tadan kalkmasıyla birlikte muhtevası kalmayan bu kuru­luşlar kendilerine muhteva arıyorlar. Yeni yapılanma sü­reci içine giren ülkeler ve devletler de bir takım hadiseler yaşanıyor. Bu hadiseler yeniden yapılanma sürecini kendi iradelerine göre uyarlamak isteyen güçlerin tertipleri. Ya­ni bir nevi yeni yapılanmanın doğum sancıları yaşanıyor. New York Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasının eşkali ne olursa olsun birileri bunu kendi menfaatlerine göre kullanmak, istismar etmek istedi. Bu nereden belli diyeceksiniz? Cevabı basit: Nasirüddin Elbani’den tutun da Amerikalı zenci müslümanlann lideri Sirac Vehhac’a kadar onlarca etkili isim bu terdibe yamanmaya çalışılı­yor. FIS de yurtdışında bu tür komplolara kurban gitmek­ten korkuyor. El- Hayat gazetesinin bu yöndeki haberine göre FIS son sıralarda Cezayir istihbarat birimlerinin Batı ülkelerinde yoğun bir faaliyet içinde olmasından kaygılı ve kendilerine maledilecek bir komplo hazırlamalarından endişe duyuyor. FIS’in de endişe ettiği gibi İngiltere veya başka bir ülkede meydana gelen provokatif bir olayla pe­kala Avrupa’daki FIS mensupları aleyhinde uluslararası

bir kampanya açılabilir. Gözgözü görmediği ve sisle kaplı bir havada Habil ile Kabil’i birbirinden pek ayırmaya im­kan yok. CIA gibi uluslararası teşkilatların yeniden yapı­landığını belirtmiştik. Fransa’ya karşı yapılan ekonomik çerçeveli casusluk eylemi de bunun uç vermesinden baş­ka bir şey değil. Şimdi istihbarat savaşları ileri teknoloji ve ülkelerde nüfuz ve etkinlik kazanma üzerinde yoğun­laşıyor. Fransa uzun yıllardan beri Ortadoğu ülkelerine gelişmiş silahlar satıyor. CIA’nın yeni casusluk alanların­dan biri bu. Uluslararası nüfuz savaşında Körfez ülkeleri ABD’nin etkinlik alanına bırakılmış durumda. Kuzey Af­rika ülkeleri de Fransa ve Avrupa ’nın. Ancak bu paylaşıl­mış iki saha üzerinde de nüfuz savaşları devam ediyor. ( Bin Ali’nin darbesiyle birlikte Fransa, Tunus’u ABD’ye kaptırmıştı. Şimdi ise sırada Cezayir var. Buna mukabil Fransa KÖrfez’de ABD’yi zorlamaya çalışıyor. Tabii Or­tadoğu barış süreci konusunda da Avrupa ile ABD arasın­da rekabet ve nüfuz savaşları var. Mahir Kaynak bu ko­nularda enteresan fikirler serdediyor. Bununla birlikte ka­naatimce mekanik izahları çerçevesinde ABD’yi bir blok olarak değerlendirmesi eksik bir çıkarım. Zira Kennedy cinayetinin de ortaya koyduğu gibi ABD’de de bizdekine benzer birbirine zıt güç odakları var.

***

NATO’nun düşman konseptinin karşısına fundamenta- lizmi yerleştirdiğini görmüştük. CIA’nın da NATO gibi yeniden yapılandığına değinmiştik. Bu yapılanma çerçe­vesinde CÎA için öngörülen yeni görev alanlarından biri sozümona Irak, İran ve fundamentalizmden gelebilecek tehditler. Bunu, mevhum-u muhalifinden yorumlayacak olursak CIA’nın yeni hedefi İran, Irak ve İslami hareket­leri destabilize etmek olarak karşımıza çıkıyor... Clin-

ton’un geçen hafta CIA’ya verdiği gizli direktifler arasın­da bunların olduğunu biliyoruz. Pakistan’da Şia’ya karşı girişilen eylemlerin ardında da muhtemel olarak bu bo­yutta bir hesaplaşma var.

The Washington Post gazetesine sızan bilgilere göre CIA’ya verilen yeni misyon alanı içinde, Irak, İran, Ku­zey Kore’ye ilaveten kitle imha silahları, terörizm ve fun- damentalizm de yeralıyor. Fas Kralı II. Haşan, 1995 yılı­nın ilk aylarında Washington’u ziyaret etti.Görüşme gün­demini oluşturan yegane meseleler, Ortadoğu barış süreci ve Kuzey Afrika ülkelerinde artan İslami hareketlerin nü­fuzu oldu.

***

Bir CIA yetkilisi CNN’de, ülkemizde ajanların cirit at­tığını ve bunların 1995 yılında Türkiye’yi karıştıracakla­rını ileri sürmüştü. Gaziosmanpaşa’da yaşanan olaylara gelirsek, provokasyon eylemlerini düzenleyenlerin kim­liklerini ve amaçlarını bilmiyoruz, ama birçok taraf bu eylemden yararlanmanın ve bunu istismar etmenin yolla­rını arıyor. Bu olayla Alevilerle- Sünnilerin arası açılmak isteniyor. Batı basını da maalesef olayı böyle değerlendi­riyor. PKK da uzun dönemden beri yanına çekemediği Alevi kitleleri bu ve benzeri olayları istismar ederek safı­na çekmeye çalışıyor. Yine kontra tahriklere de başvuran sözkonusu kesimler Almanya ve Türkiye’de güya misil­leme maksadıyla camilere saldırıyorlar. Türk basını olaya sağduyuyla yaklaşırken bu defa Batı basını yangının üze­rine körükle gidiyor. Her zamanki gibi yine usul hatası yapıyor. Kimliği meçhul binlerinin yaptığıyla bazı kesim­leri ilzam etmeye yelteniyor. Asıl vahim olan nokta da bu. Yani bir insanın yaptığı, bir millete, bir mezhebe, bir cemaate hatta bir ümmete bağlanıyor. Bundan daha va­

him ne olabilir? Kur’ah-ı Kerim’in işaret ettiği gibi fitne öldürmekten daha beterdir. Önce öldürüyorlar, sonra da fitne aracı haline getiriyorlar. Yani karanlık güçler- kim­se- maksadına kat-bekat ulaşıyor. Amerikan ABC tele­vizyonunun yorumuna göre olaylar aşırı İslamcı kanadın ılımlı müslümanlara saldırısıyla başlamış. IL TEM- PO’nun başlığı ise şöyle: Dünyadaki tek laik İslam ülkesi de elden gidiyor. Türkiye, yaşanan olayla Cezayir’e ben­zedi. Le Figaro olayı şöyle veriyor: İlerici müslümanların oturduğu mahallede çatışma. Alman 2. Televizyon kanalı ZDF, haberinde İstanbul’da uzun zamandır beklenen bir sorunun ansızın patlak verdiğini savunarak, “Ilımlı liberal müslüman Aleviler, radikallerin kurbanı oldu...” yakıştır­masında bulunuyor. Bulgar basını da onlardan geri kalır mı? Hakikat anlamına gelen ancak hilaf-ı hakikat yorum­larda bulunan bağımsız Trud gazetesi de “İstanbul’da müslümanlar birbirini katlediyor” başlığını kullanmış. Buyurun cenaze namazına. Gavurun şamatasına bakın he­le. Demek ki Bulgarlar “her günümüz böyle olsun” dize­sini tekrarlıyorlar. Ellerine bir kına yakmadıkları kaldı.

Halbuki apaçık hakikati bir Alevi dedesi olan Hıdır Bu­lut dile getiriyor: “Bize camiden çıkanlar da destek verdi­ler. Yani bu insanlardan destek görüyoruz. Bu olayları ya­pan güçler bellidir...”

TANKLARA ÇAĞRI

B

irkaç yıldan beri üzerinde durduğumuz öngörüler doğrulanır nitelikte. Mesela biz Cezayir eski Devlet Başkanı Budiyaf m rejim tarafından öldürüldüğünü söyle­miştik. Gazeteler aksini iddia etmişlerdi. Zaman bizi doğ­ruladı. Bir defasında Cezayir Sosyalist Güçler Lideri Hü­seyin Ait Ahmet 30 yıldan beri Cezayir’i “gizli” hüküme­tin yönettiğini söyledi. Cezayir’de işlenen faili meçhul ci­nayetleri işte bu gizli hükümet yönlendiriyor. Cezayirli generaller de, İslami Hareket mensuplan da sık sık Türki­ye’ye atıfta bulunuyorlar. Devrimleriyle, ordusuyla Tür­kiye model olma özelliğini koruyor. 1989 yılında Su­dan’da inkaz devrimini gerçekleştiren Ömer Haşan Beşir, Şarkul Avsat gazetesine yerdiği mülakatta teknik olarak 12 Eylül darbesinden etkilendiklerini söylemişti. Bilahare ikili görüşmemizde de bunu teyid etmişti. Cezayir eski Savunma Bakanı Halit Nezzar Cezayir’in de bir Atatürk çıkaramamasından yakınmıştı. İslami hareketler de Ceza­yir Ordusu’nun ülkedeki siyasi partilere ve kendilerine 12 Eylülvari davranmasından müştekiler. HAMAS hareket lideri Şeyh Mahfuz Nahnah geçenlerde ABD dönüşünde bu kaygısını dile getirdi. Milliyet gazetesinden Nilgün Cerrahoğlu Roma toplantılarından sonra FIS sözcülerin­den Enver Haddam’la görüşmüş. O daha çapraz bir zavi-

yeden bakıyor. “Söylemek istediğim şu: Türkiye’de ordu Cezayir’de olduğu gibi siyasi mücadele içine girmemeli ve sandıktan çıkan sonuçları kabul etmelidir” diyor. Şid­detle ve faaili meçhul cinayetlerle ilgili söyledikleri ise yıllardan beri yazdıklarımızı doğrular nitelikti. Nilgün Cerra/ıoğlu’mın “Demokratik değerler İslami değerlerin ayrılmaz parçasıysa köktendinciler neden aydınları ve ga­zetecileri öldürüyorlar?” sorusuna Enver Haddam'm ce­vabı şu oluyör: “Bu cinayetlerin İslamcılar tarafından iş­lendiğini nereden biliyorsunuz? Elinizde kanıt var mı? Askeri rejim faili meçhul cinayetlerin arkasındaki gerçek güçleri bulup çıkarmalıdır. Biz aydınları gerçekte askerle­rin öldürttüğünü düşünüyoruz. Amaçlan FIS’i yalnızlığa terketmek. Cezayir’deki yabancıları öldüren güçlerin ar­dında ordu var. Bunları günışığına çıkartmak için güçlü ve bağımsız bir yargıya ihtiyaç var...”

***

Bu açıklamanın akabinde Cezayir’de yine bombalar patladı. Aralannda çocukların ve kadınların da bulunduğu 40 civarında insan öldü. Yüzlerce kişi de yaralandı. Tabii ki hadise yine İslamcılara maledildi. Neden? Çünkü; Ce­zayir muhalefetinin Roma’da mutabakat sağlaması ve Bel- Hac nq Hannah gibi İslami cemaat liderlerinin ya­nında laik kesimlerin de buna destek vermesi rejimi köşe­ye sıkıştırmıştı. İçişleri Bakanı ve boğazlarına kadar kana bulaşmış bir takım sertlik yanlıları sıkıştıkları köşeden kurtulmak istiyorlar. Diyalogu reddetmek için böyle bir eyleme ihtiyaç vardı. Kısaca bu bomba onlarca sivili ve polisi öldürmekle kalmadı diyalog ve uzlaşma ortamını da sabote etti. Hadiseye böyle bakmak lazım.

İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres sürekli olarak dün­

ya barışına en büyük tehdidin fundamentalizmden geldi­ğini ileri sürüyor. Bu görüş muhtelif mahfillerde taraftar topluyor. Tabiidir ki taraftar toplayan bu görüş, kendi açı­sından yaraya neşter vurmak istiyor. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında Genelkurmay Başkanı olan ve bu fikre destek veren Refael Eytan fundamentalist terö­ristler olarak adlandırdığı İslamcıların tasfiye edilmesi için Gazze’ye tankların gönderilmesini istiyor. Eytan'm teklifi şu: “İşgal altındaki topraklarda geniş ber tarama hareketi yaparak, bizimle sürtüşen İslami Cihad ve HA­MAS gibi hareketleri, tasfiye etmeliyiz. Gelecek yıl Li- kud’un iktidara gelmesi halinde FKÖ ile yaptığımız bü­tün anlaşmaları iptal etmeliyiz. Filistinlilerden ayrışmak için bir duvar yapmak saçma. Onlar bizden korksunlar ve bu duvarlar tedhişçileri enselemek için bize engel olma­malı”

***

Eytan'1 m fikirleri sadece kendi muhitinde değil Mısır’da da yankısını buluyor. 1952 Hür Subaylar İhtilali ’ne kap­lanlardan bağımsız milletvekili Ebu’l Fazl Cizavi de, aşı­rılar olarak adlandırdığı İslamcıların kökünün kazınması için tankları sokağa indirme çağrısı yapıyor. Meclis’te yaptığı ve Yukarı Mısır (Said)lılarm kamna dokunan ko­nuşmasında hezeyan ve çığlık halinde “Mısır tehlikede, Hüsnü Mübarek tehlikede ve Başbakan Atıf Sıdkı tehlike­de. Günde 20 kişi ölüyor ve önlem almada 14 yıl gecik­tik. Tek çare tankları sokağa indirmek...” diyor. Mevsim tanklara çağrı mevsimi vesselam. 1.2.1995

AFGANİSTAN SENDROMU

F

ransız gazetesi Liberation, Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal girişimini Sovyetler Birliği’nin Afganistan mü­dahalesine benzetmişti. Eğer bu benzetme isabetliyse ki; öyledir, bu demektir ki SSCB’nin Afganistan’da çözül­mesi gibi Rusya da Çeçenistan’da çözülecektir. Gazete­nin ifadesine göre geçmişte ABD’de yaşanan “Vietnam Sendromu” gibi bugün de Rusya’da “Afgan Sendromu” ağırlığım hissettiriyor. Gerçi bugün SSCB’yi dize geti­ren Afganistan’ın hali içler acısıdır ama bu coğrafyada tohumları atılan İslami mukavemetin filizleri bütün İs­lam coğrafyasında yeşeriyor. Bosna- Hersek, Cezayir ve en son olarak Çeçenistan’da Afganları duyuyoruz. Kısa­ca Afganistan davası hatt-ı müdafa, yani mahalli olmak­tan çıktı sath-ı müdafa halini aldı. Afgan destanı İslam coğrafyasının her gün bir başka yerine sıçrayan kıyamın ve zulme başkaldırının alem’i/ nişanesi oldu. O artık ha­talarıyla sevaplarıyla bir sembol. Sınırlarının dışına taş­mış alemşumül olmuş bir mücadele. Düşman bile bunun farkında.

Mısır Lideri Hüsnü Mübarek 1994’ün 11. ayında Av­rupa ülkelerini kapsayan bir ziyarete çıktı. Ziyaret du­raklan arasında Londra da bulunuyordu. Burada Başba­kan John Majör ve İşçi Partisi Lideri Tony Blair ile gö-

rüştü. Görüşmeler üç mesele üzerinde yoğunlaştı. Mı­sır’a İngiliz ve Batı yardımları, Filistin’de özerk yöne­tim; Ortadoğu barış görüşmelerine hareket kazandırma ve bölgeyi toptan tehdit eden fundamentalizm dalgası. Mısır’ın ekonomik durumuyla ilgili olarak Mübarek iyimser tahminlerde bulunmuş ancak; “Muazzam gay­retlerimize rağmen İslami terörü (ifade ona ait) durdura- mıyoruz. Bölgeyi destabilize edebilecek olan bu akıma karşı durabilmek için Batı’dan daha fazla anlayış ve maddi yardım bekliyoruz” demekten de kendini alama­mıştır.

Müzakereler sırasında Uluslararası Af Örgütü de Mü- barek’in eleştiri oklarından kendisini kurtaramamıştır. Bilindiği gibi Londra merkezli Uluslarası Af Örgütü bir çok defa Mısır rejimini insan haklarını ihlal ettiği yö­nünde suçlamıştır. Mübarek ise bu suçlamaları; sözümo- na dini radikalleri yok etmek için giriştikleri mücadeleyi baltalamak olarak dağerlendiriyor.

Mübarek özerk yönetim ile ilgili olarak Batılı ülkelere bir çağrıda bulunarak Arafat'ı içine düştüğü vartadan kurtarmalarını istemiştir. Özerk yönetimin karşılaştığı zorluklara değinen Hüsnü Mübarek, “Altyapı, yatırım sağlık, eğitim yok. Birkaç aydan beri memurların maaş­ları ödenemiyor. Mali krizler Gazze’deki gibi şiddet olaylarını körüklüyor. Fundamentalistler bu mali sıkıntı­ları istismar ederek barış sürecini engellemeye çalışıyor­lar. Eğer Batı’nm bu vurdumduymazlığı devam ederse korkarım yakında Gazze ve Eriha yeni bir Afganistan’a dönüşebilir. Sadece komşu ülkeleri tehdit etmekle kal­maz, aynı zamanda bu tehlike Akdeniz’e kıyısı bulunan Avrupa ülkelerine kadar yayılabilir.” Nedense Rus hâri­ciyesi, Hüsnü Mübarek ve zaman zaman da Çiller Ha-

mm sözbirliği etmiş gibi konuşuyorlar.

Londra müzakereleri sırasında Müberek, Libya mese­lesini de bu bağlamda ele almıştır. Lockerbie hadisesiyle alakalı olarak son sıralarda Mısır ve İsmet Abdulme- cid'm başında bulunduğu Arap Birliği Teşkilatı ABD ve İngiltere’ye rağmen Libya’nın yanında yer almakta ve buna ideolojik bir kılıf da bulmaya çalışmaktadır. The Independent gazetesinin habirine göre (22. 11. 1994) Mübarek İslami radikalizmin yayılmasının önünde koru­yucu zırh olarak tanımladığı Kaddafi'mn dışlanmasına son verilmesinin gereğinden sözetmiştir. Bilindiği gibi Irak’a ihanet eden Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (Mısır- Ürdün, Irak ve K. Yemen arasındaki) çözülmesine yol açan Mısır yönetimi kendisine blok ve mihverlerde yeni bir yer arıyor. Çok sevdiği halde bir nevi Zenginler Klu- bü olan Körfez İşbirliği Konseyi’nde yer bulamayacağı için önündeki tek istikamet ve seçenek olan Mağrib İş­birliği Konseyi’ne yöneldi. Örgütün Cezayir’deki Dışiş­leri Bakanları Toplantısı’na gözlemci sıfatıyla katılan Mısır da dini aşırılığa karşı koordinasyonun gelişmesine olan ihtiyacı gözönüne aldıkları için bu örgüte dahil ol­mak istediklerini beyan etmiştir. Mısır kendisinin çepe­çevre olarak fundamentalizm tarafından kuşatıldığını zannediyor ve bu görüşünü herkesle paylaşmaya çalışı­yor. Görüldüğü gibi herkes Afganistan sendromu görü­yor ve Mısır bu sendroma teslim olmuş bile.

Dünya basını da hatta Rus uzmanları da Çeçenistan’ı ikinci bir Afganistan olarak değerlendiriyor. Newswek dergisinde konuyu inceleyen Rus iktisatçısı Prof. Alexi İzyumov’a göre de Moskova Çeçenya’yı bırakmalıdır. Barış ancak bu şekilde sağlanabilir. Aksi taktirde askeri işgalin meydana getirdiği nefret ve tepki, Çeçenya’yı

Rusya için ikinci bir Afganistan’a dönüştürecek ve ge­rilla savaşı tüm Kafkasya’ya yayılacaktır. İşte şimdi Yeltsin arı kovanına çomak sokarak kendi sonunu ve Rusya’nın sonunu hazırladı.

PROPAGANDA SAVAŞI

Ç

eçen - Rus savaşının görünmeyen bir yüzü de propa­ganda cephesidir. 1 kusür milyon Çeçen’e karşı giriş­tiği katliam ve tehcir kampanyasını Batı’ya ve dünyaya onaylatabilmek için Rus yönetimi savaşın mahiyetini çar­pıtıyor ve buna ideolojik bir kılıf uyduruyor. Ruşlar bunu yaparken zaman zaman gülünç duruma düşüyorlar. Mese­la Çeçenlerin Rus askerlerine karşı kimyasal silah kullan­dıkları iddiası gibi. Halbuki dünyada belki de en fazla kimyasal silah stoklan Rusya’da bulunuyor. Kimyasal si­lah kullanabilmek için ağır silahlara ve teçhizata ihtiyaç var. Çeçenlerin ellerinde ise hafif silahlar bulunuyor. Çe- çenistan cephesindeki bazı Rus komutanlar Çeçen kuv­vetlerinin kendilerine karşı kimyasal silah kullandıklarım savunuyor ve televizyondan gösterilen yanmış Rus asker­lerine ait cesetlerin bu silahların kurbanı olduğunu öne sürüyorlar. Grozni’ye giren Rus askerlerinin ise komutan­larından “Sakın teslim olmayın! Çeçenler müslümandırlar ve sağ ya da yaralı ele geçirilirseniz, şeriat yasalarına gö­re bulunduğunuz yerde kellenizi koparırlar” uyarısı aldık­ları biliniyor.

Moskova gayesiz Rus askerlerine savaş direnci aşılaya­bilmek için propoganda yapıyor ve beynini yıkıyor. Eski­

den doğrudan İslam’ı hedef alan Rusya şimdi kendi as­kerlerini şeriat kanunlarıyla korkutuyor. Tabii ki şeriat kanunları Ruslar’ın iddia ettikleri gibi yaralı ya da sağ­lam esirlerin kellelerini giyotine göndermiyor. Bilakis İs­lam, çocuk, kadm, yaşlı ayırdetmeden Borisler gibi sivil­lerin tepesine bomba yağdırmayı emretmiyor. (Çeçenis- tan’a evlatlarını aramaya giden yaşlı Rus analarına bom­ba yağdıran yine Borisler ve Rusya’daki ihtiyarlar düze­ni). Aksine sivillerin kanlarının ve canlarının korunması­nı (hukni dima) emrediyor. Yeltsin ve ekibi ise “mızrak çuvala sığmaz” misali kendi yalanlarını örtbas edemediği için basma sansür getiriyor. Moskova’daki ihtiyarlar dü­zeni (jerontokrasi) nisbi dahi olsa doğrunun söylenmesine tahammül edemiyor. Bunun için basma sansür getiriyor ve onları gemliyor. Yeltsin bu çerçevede resmi radyo- TV Kurumu Genel Müdürü Oleg Poptsov'u Çeçenistan konu­sundaki yayınlarından dolayı görevinden azletti. Yeltsin sadece riyakarlıktan hoşlanıyor. Bundan dolayı da çevre­sinde sürekli Gobels (Hitler’in propaganda bakanı)leri görmek istiyor. Bunu yapan gazeteler ve gazeteciler de yok değil. Journal du Dimanche gazetesinin bir haberin­de, Çeçenistan krizi sırasında Rusya’daki devlet radyo ve televizyonlarının Çeçenleri “Fanatik İslamcı” ve “Gan- gasterler” gibi göstererek, Stalin dönemini hatırlatan pro­paganda makinalarına dönüştüklerini biliyoruz. Bu yakla­şımı sadece medya ile sınırlı görmek de aldatıcı. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergei Krilov, “Çeçenis- tan’daki terör ve köktendinciliğin tüm Avrupa’yı tehdit ettiğini ve Rusya’nın güç kullanımım haklı kıldığını” ileri sürmüştür.

Batılı bazı gazeteciler de Yeltsin e rahmet okutuyorlar. Bunlardan biri de ABC muhabiri John K. Cooley. “Yelt-

sin militan İşlamiyeti dikkate almalı” yazısında Bos­na’daki müslümanlann yaşadığı felakete kızan Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin, Çeçen Lideri Cev­her Dudayev’i destekleme kararı alabilecekleri ihtimali üzerinde duruyor. Bittabii ham hayal görüyor. Cooley ya­zısında Hizbullah örgütü üyelerinin Beyrut ile Grozni arasında sürekli olarak mekik dokuduklarını ve bakanlar ve resmi zevat tarafından kabul edilmeyen Dudayev’in geçen yılki Lübnan ziyareti sırasında Orta Asya ve Kaf- kaslar’da etkili olan Ahbaş İslami Kalkınma Hareketi üyeleriyle görüştüğünü kaydediyor. Bu görüşmeler belge ve bilgi olarak herhalde Dudayev’in gıyabında fundamen­talis! olarak yaftalanmasına yeter de artar bile. Oysa Ab­dullah Habeşi'nin müridleri olan Ahbaşlar sanıldığı gibi kontrolsüz fundamentalist bir grup değil. Aksine bunlar Suriye rejimiyle muvaaza içindeler. Çeçenistan’dan daha ziyade Moskova’ya yakın oldukları söylense herhalde ye­rinde olur. Onlar Orta-Asya ve Kafkaslar’da başkalarının taşeronluğunu yapıyorlar. Onların asıl ilgi ve mücadele alanları Lübnan’daki resmi diyanet teşkilatı ve Müslüman Kardeşler. Kafkaslar’daki asıl savaş menfaat savaşı olma- sına rağmen Ruslar Batı’nm duyarlı olduğu bazı kavram­ları istismar ediyor.

Fundamentalizm, din savaşları, toprak bütünlüğü, pazar istikrarı, mafya, organize suç örgütleri, illegal silahlı gu­ruplar vs gibi. Ruslar Çeçenistan meselesini yukarıdaki kavramlarla özdeşleştirerek ve Batı’nm da kaygılarını sö­mürerek 300 yıllık Kuzey Kafkasya’nın hürriyet savaşını bu defa Batı’nm de desteğini alarak kökten halletmek is­tiyor. Fransızlar da Rusya'nın bu görüşüne çanak tutuyor­lar. Fransız Akademisi üyesi Jean François Deniau “Kü­für tek millettir” gerçeğini tasdik edercesine şunları yazı­

yor: “Günümüzde müslümanlann açtığı savaş doğrudan doğruya bizedir. Bu savaş egemen Batı medeniyetine kar­şı açılmış bir savaştır. Batı medeniyeti ise New York’dan başlayıp Paris’ten geçerek Moskova’ya kadar uzanır...”

İsviçre’den arayan Çeçen asıllı dostumuz Şamil Hazar yine dertliydi; Batılı Protestan ve Katoliklerin savaş son­rası Çeçenistan’a misyonerlik bombardımanı yapmak üzere hazırlandıklarına dikkat çekti. Moskova’nın mali pozisyonu malum. Onlara vekaleten Batılı Hıristiyanlık teşkilatları savaşın akabinde yerle bir edilen Grozni ve Argun gibi şehirlere yardım ulaştırmayı planlıyor. Kilise çevreleri “Kahraman Çeçenlerin yüzde 10’unu bile Hıris­tiyan yapsak ne ala” diyesiymişler. Bu tavırlar Arapların “Allah birinci mezar soyguncusuna rahmet eylesin” deyi­mini çağrıştırıyor. Koyun can, kasap et derdinde.

İSLAM VE TERÖR

İ

slam’da olmayan şeyleri O’na maletme moda oldu. En son ki modalardan biri terörle İslam’ı irtibatlandırmak.

Bu haksız yakıştırma elbette ki “gayur” müslümanlan çi­leden çıkarıyor. Papa’nm ziyaretini müteakiben Filipin- ler’de Mindenao Adası’nm Talayan şehrinde bir konfe­rans tertib edildi. Papa’nm ziyaretine “misilleme” olarak değerlendirilen toplantıya 200 bin civarında müslüman iştirak etmiş. Konferans esnasında müslümanlar dünya­dan bazı müşahhas taleplerde bulundular. Bunlar arasında Batı medyasının İslam ve müslümanlar hakkında “terör” nitelemesini bırakması, Bosna ve Çeçenistan’da Müslü- manlara karşı saldıralara son verilmesi de var.

Nedense her yerde İslam’a karşı kampanya halinde bir sataşma var. Bunu masum olarak telakki etmenin elbette- ki imkanı yok. Japonya’da depremden önce bir kitap ya­yınlanmıştı, Sihan Mihon Rikş, yani “Dünya ve Japon Tarihi” adında. Dizi halindeki kitabın yedinci bölümü İs­lam’dan bahsediyor. Kitap Peygamberimiz ve sahabilerin muhayyel resimlerini ihtiva ediyor. Müslümanlar tepki gösteriyorlar. Kitabın naşiri Jakin adlı şirket müslüman- lardan özür diliyor. Aynı sıralarda Londra’da benzeri bir

olay yaşanıyor. Elbette ki iki olay arasında bir irtibat yok. Ama yaklaşım benzerliği var. Ingiliz PTT’si çeşitli posta pulu örneklerini derleyerek bir kolleksiyon oluşturmuş ve bunu yayınlamış. Kolleksiyonda densiz bir illüstratör’ün pul örneğine de yer verilmiş, illüstrasyon güya kedi sev­gisinde birleştikleri için aynı pul örneğinde Peygamberi­miz Hazreti Muhammed (S.A.V.) i, Lenin ve Mussolini ile yanyana koymuş. Japon Örneğinde olduğu gibi İnziliz Posta İdaresi de özür dilemiş ama özrü kabahatinden bü­yük olarak. Güya pul örneğinde yer alan şahsiyet Hazreti Muhammed değilmiş de sadece bir müslümanı temsil edi­yormuş. Her müslüman karakteri gereği kedi sevmeyece­ğine göre bu mazeret havada kalıyor. İhgilizlerin bu den­sizliği Ada’daki müslümanları kızdırmış. İngiliz müslü- manları İngiliz Posta İdaresi’nin Peygamberimizi Lenin ve Mussolini ile birlikte yan yana koyarak müslümanların hissiyatını rencide ettiği inancındalar. İngiliz müslüman- lar, Peygamberimizin kedi sevgisini mahlukata olan sev­gisinin bir parçası olduğunu vurguluyorlar.

***

Terörizmi İslam’a maletmek tehlikeli bir fütursuzluk ve aymazlıktır. Bunu yapanların insanlıktan da bir nasipleri yoktur. İslam barışla özdeştir. Lügavi anlamı bile barıştır. Bu gerçeği görenler de var. Bunlardan biri de Gorba- çov’dur. Gorbaçov muhtelif yabancı gazetelerde yayınla­nan yazısında ezcümle şöyle demiştir: “Müslümanları te­rörle suçlamak büyük bir fitnenin habercisidir. İslam dün­yası ile Batı arasında cepheleşme aramak yanlıştır. Müs­lümanların dünya istikrar ve barışına tehlikeli oldukları yönündeki kışkırtıcı imajların pompalanması medyaya ve Batı’daki karar alma mekanizmalarına hakim şaibeli güç­lerin işidir...”

Türkiye’ye geldiği sırada Siyonizme verdiği siyasi ve akademik ve edebi destekle tanına Bernard Lewis de, te­rörle İslam arasında bağlantı kurmanın yanlışlığını ikrar etmiştir. Gorbaçov’un da belirttiği gibi Selman Rüşdi, Teslime Nesrin ve benzerleri şaibeli güçlerin örgütlenme­si. Mısır İçişleri Bakanı Haşan Elfi de fundamentalizmin kökünün kazınmasını isteyenlerdendir. Bir konuşmasında “Fundamentalizm uluslararası bir komplonun ürünüdür” diyor. Fetret dönemini aştığımızda gerçekleri çıplak bir şekilde görme imkanımız olacak. 29. 1. 1995

YENİ SOĞUK SAVAŞ

O

smanh İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Saba- tay Sevi adlı haham, Tevrat ve Kabbala’daki işaret­lerden Mesih'in zuhurunun yakın olduğu yorumunu çıka­rır ve kendisini “Beklenen Mesih” ilan eder. Bu çıkarım­lar ve yorumlar diğer hahamlar tarafından paylaşılma- maktadır. Yahudilerin tepkilerini çeker ve konu Saray’a intikal eder. Tepkilerden ve devletin tatbikatından çeki­nen Sevi, kendisine bağlı grupla birlikte İslam’a döndü­ğünü açıklar. Ancak bu dönüş zahiri bir dönüştür. Sabata- istler aralarında özel inanç ve görüşlerini yaşatmaya de­vam ederler. Bugün bile İsrail’deki Sabataistler diğer dini gruplar tarafından hor görülmektedir. Elbetteki neye ina­nıp neye inanmayacaklarına Sabataistler kendileri karar verir. Bununla birlikte dönmelere mensup bazı kimselerin hassas mevzularda oynadıkları rolleri de ister istemez etüd etmek zorunda kalıyoruz. İsrail gezisi sırasında Tan­su Çiller’& eşlik eden danışmanı Yalım Eralp’in dönme­lerden olmasıyla Çiller’in konuşma metnine Arz-ı Mev’ud ilave etmesi arasında bir bağlantı var mı? Tansu Çiller’in ekonomiyle alakalı danışmanı Prof. Emre Gö- nensay’m da dönmelerden olduğu yönünde duyumlar var. Bu zat ABD’de fundamentalizme karşı dünya çapında or­

tak bir stratejiden söz etmiştir. Yine “Fundamentalizm bir ideoloji olarak komünizme benzer” sözleri ona aittir. Bunlar tesadüfen söylenmiş sözler değil. Sadece uluslara­rası kampanyanın ya da aysbergin görünen yüzü-

***

Gerçekten de dindarlara karşı dünyada ortak bir strateji arayışı var. Fukuyama’nın malum bir stratejisi vardı. “Tarihin Sonu” diye. Daha sonra Huntington’m Medeni­yetler Arası Savaş tezi tartışılmaya başlandı. En sonki tez ise laikler ile dindarlar arasındaki soğuk savaş. Mark Ju- ergennieyer tarafından kaleme alınan “The New Cold War? Religious Nationalizm Confrants the seculer state” adlı eser bu tezi işliyor. İslam dünyası merkez olmakla birlikte (çünkü İslam dünyasındaki sistemler taklidi oldu­ğu için Batı’dan önce iflas etmiştir) dünya çapında sekü­ler devlet yapısıyla dindarlar arasında bir cepheleşme ya­şanıyor. Önceki akşam Ceviz Kabuğu programında da Aziz Nesin üç aşağı’beş yukarı bu gerçeği anlatmıştır. El­bette ki bu kamplaşma ve cepheleşmeye konu olan taraf­ların da temsil makamında figürleri, oyuncuları olacaktır. Son yıllarda Cemaleddin Kaplan ve Ömer Abdurrahman gibi cephelerden birinin uluslararası temsilcilerine karşı­lık Selman Rüşdi, Teslime Nesrin ve Aziz Nesin gibi sekü­ler kesimin figüranları gündeme getirildi. Ceviz Kabuğu programında Temel Karamollaoğlu çok çarpıcı tesbitlerde bulundu. Aziz Nesin’in iradesi ve bilinci dışında Sivas olaylarında cepheleşme arayışı için kullanıldığını ileri sürdü. Bu belki Ömer Abdurrahman (Emad Salim bağ­lantısını hatırlayalım) ve Cemaleddin Kaplan için de ge­çerli. Azin Nesin programda Selman Rüşdi ve Teslime Nesrin’le benzerliği olup olmadığı noktasında fikri olma­dığını söyledi. Ama var. Her ikisi de Türk- İslam sentezi

82

ve Bengal- İslam sentezine karşı, buna mukabil seküler milliyetçiliği destekliyor. Bu anlamda Nesrin, Bengâl milliyetçisidir. Nesrin ile Aziz Nesin'in kendileriyle kav­galı karakterleri konuşma üsluplarına da yansıyor. Kendi­leriyle barışık olmadıkları gibi kendi seküler devletleriyle de barışık değiller. Her ikisi de fundamentalizmi mahalli değil başat bir tehlike olarak değerlendirmektedir. Karşı­laştırdığım fotoğrafları aracılığıyla ulaştığım kanaate göre yüz fizyonomileri de birbirine benzemektedir. Her ikisi de yeni tarihlerde uluslararası ödüller kazandılar. ABD’li gruplar Nesin'i tercih ederken Teslime Nesrin de Avrupa Parlamentosu Sakharov İnsan Hakları Ödülü’yle taltif edildi. Ceviz Kabuğu programında Nesin, ceviz kabuğu­nu dolduran ve aşan şeyler de söyledi. Her ne kadar teori­de türban ve İmam Hatiplilerin orduya girmeleri gibi ter­cih hürriyetlerini savunsa da Nesin, Ezan konusunda ol­duğu gibi pratiklerde söyledikleriyle tezada düştü. “Yıkı­lacak bir heykelimin dikilmesini istemem” demesi ismiy­le müsemmasının bütünleştiği nadir anlardan biri olmuş­tur. İnadını depreştirmeyecekse Temel Karamollaoğ- lu'mm temennisini tekrarlamak isterim: “Aziz Nesin’in de inanmasını dileriz...” Akşam zımnen de itiraf ettiği gibi tahrikvari bir üsluba sahip olmasına rağmen aynı zaman­da yapılan sataşmalara ve tahriklere kolay kapılan biri. Kendi ifadesine göre dinsizliği terviç etmediği halde bir yabancı televizyon ekibinin tahrikleri karşısında; “Çocuk­larımı dinsiz yetiştiriyorum” demiş ve bu sözleri kazara Daily News’e manşet olmuştu. Ben Aziz Nesin'in ‘çocuk­larım dediği sabilerle ilgilenmesini bir ebediyet ve masu­miyet arayışı” olarak değerlendiriyorum. Ama bir türlü inadı yakasını bırakmıyor. Akşamki konuşmasında bir di­ğer zaafı daha kendisini ele veriyordu: Para tutkusu ve

83

çok az insanı sevmesi.

Aziz Nesin ve Teslime Nesrin fundamentalizm dalgası­nın sadece müslümanlarla sınırlı olmadığını hatta dindar­ların Kahire Nüfus Konferansı’nda olduğu gibi aralarında dayanışmaya girdiklerini ifade etmiştir. Doğrudur. Mes- cid-i Aksa ve Ayodha Camii örneklerinde olduğu gibi ba­zı Yahudi ve Hindu fanatiklerle müslümanlar arasındaki bir kaç ihtilafı bir yana bırakacak olursak çeşitli dinlere mensup dindar gruplar arasında özellikle günümüzde bir dayanışma ve işbirliği ortamından söz edilebilir. Tabii bu dayanışmanın ne kadar verimli olacağı zamana müteallik bir hadisedir. İsrail’de Satmar, Natura Karta gibi Siyonist devletin varlığını kabul etmeyen dini cemaatler var. Natu­ra Karta cemaatinin liderlerinden Haham David Hers si- yonizme karşı olduğundan dolayı Humeyni’ata cenazesi­ne taziy etlerini sunmak için bir heyet göndermiştir. İsra­il’in kurulduğu günü yas ilan eden bu cemaatler FKÖ’nün İsrail’i tanımasını da kınamıştır. Laik İşçi Parti­si ile laik FKÖ barışmış hatta, birbirinin paratoneri olacak kadar kader birliği etmişlerdir. Buna mukabil düne kadar İsrail askerlerini hedef alan taşlı generaller (Stone Gene- rals) Gazze’deki arbededen sonra Arafat Ve ekibini intifa- danın yeni hedefi haline getirmişlerdir. HAMAS yanlıla­rının gösterilerde: “Hain ve ajan Arafat Tel Aviv’e” şek­lindeki sloganlarına mukabil Fetih yanlıları ise Arafat'ta. seküler İçimliğinin karşıtı Gazze’li HAMAS lideri Mah­mut al- Zahhar'ı hedef alarak: “Zahhar nerdesin, çık or­taya, Arafat gözlerini oyacak” şeklinde slogan atıyor. Va­tikan’a bağlı San’t Egidio Topluluğu’nun tertib ettiği FIS temsilcilerinin de katıldığı Cezayir Muhalefet Gurupla- rı’nın Roma toplantısına, “dindarlar arasında bir dayanış­ma arayışı” olarak bakmak lazım. Bu toplantıda FIS’i

temsil eden Enver Haddam, Cezayir’de yabancılara karşı vahşi şiddet eylemlerine destek vermediklerini açıkladı. Fransa'nın baskısıyla diğer bir FIS temsilcisi olan Rabih el- Kebirdin toplantıya katılması ise Almanlar’ın engeline takılmıştı. Gerçekten de vahşi kapitalizme ve dayatmacı sekülerizme karşı dindarların müştereken yapacakları çok şey var. Ama seküler grupların istediği gibi bu dayanışma uçlara karşı uçların dayanışması değil, tabanların daya­nışması olmalıdır. Dünyayı ancak bu anlayış kurtarabilir.

HANGİSİNİ DÜZELTELİM?

S

ütun refikimiz İsmail Yediler Bey’in temas ettiği gibi Cumhuriyet Gazetesi, Türk Şeriatçıları admı verdiği Hizbuttahrir’in çıkartmış olduğu Hilafet dergisinde komi edileli iki halifenin birden zuhuru durumunda İkincinin öldürülmesi yönündeki sahih hadis-i şerifi yanlış anlaya­rak ortaya hayali bir “Kaplancılar - şeriatçılar kavgası” ihdas etmiş. Yani Cumhuriyet gazetesi hayali bir senaryo kurmuş ve bu senaryo ile iki farklı grubu aralarında çar­pıştırıyor. Halbuki gruplar hakkında detaylı ve derin ma­lumatı olmadığı yazıdan açık- seçik anlaşılıyor. Dolayı­sıyla yazıda cehalet sırıtıyor ve çek bir irtica haberi daha kabilli olmuş. Bu gibi durumlar için Kur’an’ın ebedi ha­kikat süzgecinden hem kendimize hem de onlara bir nasi­hat çekelim: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan sorumludur” (îsra Suresi ayet 36) *** .

İran Devrimi’nden beri faka basmamak gayesiyle ABD’nin Ortadoğu’daki temsilciliklerinin, istihbarat çev­relerinin ve yazarlarının İslami hareketlerin nabzmı ölç­mek ve tutmak için onlara sık sık müracaat ettiğini kerrat ve merratla yazmıştık. Bu Amerikalıların aynı zamanda

îngilizlerden tevarüs ettikleri bir gelenektir. Bu mevzuyla ilgili Sabah yazarı Güngör Mengi güzel bir yazı kaleme almış ama mahiyeti doğru, detaylarında yanlışlıklar var. Yadırgamıyoruz, zira o kadarı kadı kızında da bulunur. Malum Erbakan bugünlerde Amerikan gezisinde. Geçmiş yıllarda da Erbakan ABD’yi ziyaret etmiş ve bazı temas­larda bulunmuştu. Erbakan’’ın gezileri mutad olduğu gibi basın ve siyaset camiasının ilgi odağı oluyor. Merak ve istifham uyandırıyor. Erbakan Körfez Savaşı esnasında Saddam Hüseyin’le, görüşmek üzere Bağdat’a yaptığı zi­yaret sırasında olduğu gibi ABD ziyaretini de bir ekiple gerçekleştirmiştir. Sözkonusu ekip sadece Türk delegas­yonu da değil. Şimdi yeniden Güngör Mengi’nin yazdık­larına göz atalım: “Eski Başkan Carter’in başında bulun­duğu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi son raporunu iki hafta önce tamamladı. Edward Luttjak, Barry Rubin ve Harvey Cox gibi otoritelerin katıldığı bu çalışma Şu tesbitleri yaptı:

1- Ortadoğu’da dih faktörü dikkate alınmadı ve ABD büyük kapıylara uğradı.

2- Balkanlar’da ve Türki cumhuriyetlerde de din adına hareket ettiklerini öne süren liderler dikkate alınmamıştır. Bu da hata oldu. Raporda SudanlıHaran Tur abi’den Ce­zayir’li Ali Ben Hacı (doğrusu Belhac olacaktır) ve Ab­bas Madani ve Mısırlı Abdur Rahman’dan HAMAS’ın başı Şeyh Ahmet Yasin’e, Filistinli (doğrusu Tunuslu) Ra- şit Gannuci (Siz Gannuşi okuyun)den PakistanlI Gazi Hüseyin Ahmet’e kadar birçok isim sıralanıyor.

Fakat bunların tümü “temas kurulması özel şartlar ge­rektiren İslami Liderler” sayılıyor. Listedeki tek istisna Erbakan. Onun için sınırlama yok. Raporda RP Başkanı “ılımlı tek İslam lideri” diye tanımlanıyor. CFR (Yabancı

İlişkiler Konseyi) şu şekilde takdim ediyor yönetime:

Türkiye’deki İslami grup olarak bu parti, kitle partisi olma yolundadır. Yani dünyevi hale gelmiştir. Temas ku­rulabilir...

Bu değerlendirmede, 6 ay kadar önce Türkiye’ye gelen RPTi belediye başkanları ile de görüşen Amerikalı din uzmanı Bayan Carol MidglovicEva. raporu da etkili ol­du..’ Yukarıda sözü edilen liderlerden Haşan Turabi de Erbakan gibi tartışmalı bir ABD gezisine çıkmış ama Hartum’la Washington arasındaki buzları arzu ettiği ka­dar eritememişti. Raşid Gannuşİ ise ideolog özelliğini terkederek pratisyenliğe kayıyor. Geçenlerde düzenlenen İslamcılarla Arap milliyetçilerini biraraya getiren konfe­rans için bulunduğu Beyrut’ta Saddam’m. Kuveyt sınırına yığınak yapmasını şiddetli bir dille eleştirmiştir.

Tel Aviv’deki 22 kişinin ölümüyle neticelenen müessif hadise herhangi bir araştırma yapılmadan HAMAS’ın üzerine alabora edildi. Halbuki HAMAS, resmi bir şekil­de hadisenin sorumluluğunu üstlenmemiştir. Bu HA­MAS’ın bilinen geleneğine ve uslubuna terstir. Birileri hadiseyi HAMAS’ın üzerine yıkmak gayesiyle İsrail Radyosu’na telefon ederek güya ihbarda bulunmuş. HA­MAS ise isnadları yalanlamıştır. 400Tülüklerden Hüseyin Ebu Kuveyk bombalama eyleminin geçen yıl Güney Lüb­nan'ın Mercuzuhur bölgesine sürgün edilenler adına üst­lenilmesinin bir komplo olduğunu açıklamıştır. Yine Mer­cuzuhur sürgünleri arasında yeralan Hamid el- Beytavi de hadiseyle uzaktan yakından alakaları olmadığını belirte­rek; “Bir kimse kalkıp da bu eylemin belli bir saldırıda şehid edilenlerin intikamı için işlendiğini söylerse Filistin halkının aleyhinde bir iş yapmış olur ve bu yaptığı sadece

kendisini bağlar...” Nedense Filistinlilerin ve Boşnakların onbinlerine mukabil İsrail’den ve Sırplardan 20 kişi ölün­ce hadise katliam şeklinde takdim ediliyor. Öbür ta­rafta soykırımlar bile geçiştiriliyor, unutturuluyor. Basınımız tarafından “HAMAS katliamı” olarak lan­se edilen hadise ya münferid bir fedai ve intihar hare­ketidir ya da barışı istemeyen fanatik Yahudi grupla­rınca gerçekleştirilmiştir. HAMAS Filistin’in bütün­lüğüne inanmasına rağmen bugüne kadar Gazze ve Batı Şeria’nın dışında eylemine rastlanmamıştır. HA­MAS fedailerinin bir defa güvenlik hatlarını geçerek Tel Aviv’e ulaşmaları çok zor bir ihtimal. Farzedelim ki başardılar ama eylemin sivillere yönelik (ölenler yerleşimciler veya askerler değil) olması da bu ör­nekte HAMAS’ı çizgi dışına düşürüyor. Yani ilkele­riyle ters düşüyor. Buna mukabil barışı sabote etmek isteyen İsrail de; ordu, aşırı sağ ve dini çevreler için­de bu eylemi gerçekleştirebilecek tiynette bir sürü unsur var. İsrail’in rahatsızlığı HAMAS’a tavır konu­sunda ABD ve İngiltere’yi kendi çizgisine çekeme- mesidir. Bu açıdan söz konusu eylem İsrail için ol­dukça i^i bir fırsat. Nobel ödülü sahibi, eski adıyla kemik kıran Rabin bu fırsatı ganimet bilmekle kal­mamış, intikam naraları savurmuş ve Arap rejimleri­nin uyguladıkları aşağılık metodlara tevessül edece­ğini itirafla; HAMAS’h direnişçilerin akrabalarını ve yakınlarını da hedef alacaklarını beyan etmiştir.

Eski bir MOSSAD ajanı olan Victor Ostrovsky tara­fından kaleme alman “Hayal Kırıklığının Öte Yanı” adlı kitapta öne sürülen iddiaya göre MOSSAD, Fi­listinli gerillaların, 1991’de Madrid Konferansı sıra­sında, Başkan Busti’un yakınma kadar sokulmalarını

sağlayarak, O’riu öldürtecekmiş. Ardından da gerilla­ları temizleyerek ortada delil bırakmayacakmış. Ost- rovsky bir gerçeğin altını daha çizerek, Musevi asıllı basın tröstü Maxwell’m de MOSSAD tarafından öl­dürüldüğünü teyid ediyor. Kısaca bütün şüphe izleri İsrail’i gösteriyor. 21. 10. 1994

DECCAL VE VAFTİZ

S

ovyetler Birliği’nin yıkılması ve soğuk savaşın sona ermesi aslında siyasi rekabeti sona erdirmedi. Sadece ideolojik rekabetin yerini dini rekabet almış oldu. Bu bağlamda yeni dalgalanmalar meydana geldi. Ortodoks dünyası, Katolik alemi ile müslümanlar modem tarihte ilk kez Bosna- Hersek’te karşı karşıya geldiler. Ancak bu­rada müşlamanlara karşı Miloseviç ile Tudjman arasında­ki gizli mutabakat ve anlaşmalar hiç bir zaman Katolikler ile Ortodoksların dayanışması olarak algılanmadı; Bu, kötü bir politikacı ve oportünist olan Tudjman’m şahsi ta­sarrufu olarak anlaşıldı. Ya da Ortodoks Kilisesi böyle anlıyor. Ortodoks Kilisesi aksine kendilerine karşı Vati­kan'ın Müslüman - Katolik dayanışmasına destek verdi­ğine inanıyor. Velhasıl Bosna- Hersek, üç inanç arasında dini kamplaşmanın yeni bir hattını oluşturdu. Bu ülkede Ortaçağ yeniden yaşandı. Bir farkla ki sadece Osmanlı adaleti bulunmuyordu. Hırvat lideri Tudjman, müslüman­lar için “Asya’dan gelen barbarlar” vasfını kullanıyordu. Halbuki tarihin de şahitlik ettiği gibi Boşnaklar özbe-öz o toprakların insanları. Batılılar Ortaçağlarda İslam’ı As­ya'nın Yunanlılara ve Romalılara karşı bir isyanı olarak değerlendiriyorlardı. Tudjman’ın bugünkü yorumu gibi.

Ama unutuyorlar, Hıristiyanlığın ve Museviliğin de kay­nağı beğenmedikleri Asya kıtası ve Ortadoğu. Bu sebeple o dönemden beri Batı ile Doğu arasındaki mücadeleyi İs­lam ile Hıristiyanlık mücadelesi olarak klişelendiriyorlar.

Bazı gözlemcilerin de ifade ettikleri gibi bugün İslam dünyası Batı’ya karşı ne askeri ne de iktisadi alanda bir tehdit oluşturuyor. Batı’nın öngördüğü mübalağalı rolü oynamasına imkan yok İslam Dünyası’nın. En azından görünür vadede. Bununla birlikte Batı direnen İslam kül­türünü hem bir tehdit olarak algılıyor ve hem de çeşitli provokatörler aracılığıyla imajını çirkinleştirmeye çalışı­yor. Şöyle demek mümkün: Batı Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle yitirdiği beccal’vaı (Antı- Chrıst) arıyor. Bu­nun için de Kızıl Tehdit’in yerini Yeşil Tehdit almış bulu­nuyor.

Bugün Batı hala SSCB’nin tabii varisi Rusya’yı potan­siyel bir tehdit olarak algılıyor. Binaenaleyh Rusya’yı iz­lemekten vazgeçmiş değiller. Şer İmparatorluğu adını verdikleri ve Deccal olarak yorumladıkları Rusya’yı vaf- tizhane haline getirdiler. Rusların en çok zoruna giden şey de sanki Hıristiyan değillermiş gibi ikinci kez vaftiz edilmeleri. Kendileri aşağılanıyormuş hissine kapılıyor­lar. Geçenlerde televizyonlardan ve ajanslardan Yehova Şahidleri’nin özellikle dolar, mark ve Batı’da hayat hakkı vaadleri karşılığında ne kadar insanı vaftiz ettiklerini sey­rettik ve okuduk... Tabii bu durum da Moskova’yı kaygı­landırıyor. Misyonerlik dalgalarına karşı halkı ve Orto­doks Kilisesi’ni emniyete almak istiyor. Komünizmin bir ideoloji olarak iflasından sonra Rusları birleştiren tek dü­şünce Ortodoksluk kaldı. Ne varki, komünizm devresinde halk inançlarını yitirmiş. Daha bir iki yıla kadar Ye itsin bile kendisinin ateist olduğunu ancak çocuklarının vaftiz

olduklarını itiraf ediyordu. Ortodoks Kilisesi henüz boş­luğu dolduramadan piyasaya yabancı misyonerler de gir­di. Ortada büyük bir pasta var; Halkın neredeyse yarısın­dan fazlası ateist, dinsiz. Ayrıca komünizm döneminde Ortodoks Kilisesi ile KGB arasındaki ilişkilerde herhalde nezih Rus insanına fazla iyimserlik aşılamıyordun Çünkü Bolşevizm döneminde ruhban sınıfın yarısının KGB ile işbirliği içinde olduğu biliniyor. Halk kendisini Nor- monklatura (Komünist Parti)ya satan sözde Ortodoks ruhbanlarına nasıl güvenebilir. Bu durumda ister istemez bir güvenlik boşluğu doğuyor. Bu boşluğu ise para babası Batılı kiliseler doldurmaya çalışıyor.

Rusya Batılı kiliseleri şimdi kanunlarla durdurmaya ça­lışıyor. Batılılar ise bu kanunu durdurmaya çalışıyorlar. Muhafazakar Ortodoks lar Rusya sınırları içinde misyo­nerlik faaliyetlerini sınırlandıran yasa tasarısını ısrarla le/Asın’den imzalamasını istiyorlar. Clinton ve Kohl ise resen Yeltsin'i arayarak bu yasayı durdurmaya çalışıyor­lar. Tasarıyı hazırlayan komisyonun Başkanı Vyaçeslav Polosin ise hiç bir iltimasa yer vermeyerek hedeflerini yalın bir şekilde ifade ediyor: “Batı, Rusya’ya ve genel olarak Doğu Avrupa’ya tepeden bakıyor. Üçüncü Dünya’ ülkelerine yaptığı gibi, bize de misyonerler göndererek Allah’a nasıl inanmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. (Robinson kılığındaki Batı, Rusya’yı da Cuma gibi görü­yor olmalı) ABD, BDT ülkelerine önümüzdeki beş yıl içinde 200 bin din adamı göndermeyi planlıyor. Kısaca her okula bir misyoner. Bu planların içinde 20 milyonluk müslüman bir kitle de giriyor ki, bu, müslümanlann bü­yük tepkisine yol açıyor. Bu ideolojik harekatın merkezi özel misyoner Okullarının ve üniversitesinin faaliyet gös­terdiği Atlanta’dadır. Buradaki Protestan profesörler, ka­

pitalist psikolojinin gelişmesi için (Burada Max Weber devreye giriyor) Ortodoksluğun da, Katolikliğin de uygun olmadığının propagandasını yapmaktadır. Kanımca Rus­ya’nın köktenciliğe ihtiyacı yoktur. İster İslamcı, ister Protestan köktencilik olsun, bize uymaz.

Avrupa’nın jeopolitik haritası bozulmuş, parçalanmıştır. Komünist ideolojiyle birbirine bağlanmış olan Doğu Blo- ku çökmüştür. Şimdi eski Doğu Bloku üyeleriyle Batı Bloku’nda yer almış olan Yunanistan, tarihi birliktelikle­rini yeniden inşa etmektedirler. Üstelik, Komünist devlet yapısı, Ortodoks Kilisesi’nin hiyerarşik yapısına çok ben­zemektedir. Ortodoksların birlik çabası, Batı tarafından farkedilmiş ve karşı çabalar yoğunlaştırılmıştır. Hadise yalnızca dini değildir. En temel tesir, siyasi çıkarlardır. Bu açıdan Ortodoks halklar, Batı’nın hesaba katmak zo­runda kalacağı bir güç teşkilzetmektedir. Batı, Rusya’nın güçlenmesini istememektedir. Dev doğal ve entekektüel kaynaklara sahip Rusya'nın 10- 20 yıl içinde kendisine büyük bir rakip olmasından çekinmektedir. Bunun için Rusya’mn devlet yapısı ve ekonomisini zayıflatmaya ça­lışıyorlar. Rusya’da devletin her zaman temelleriyle bağlı olagelen Ortodoks Kilisesi’nin mevkilerine karşı yürütü­len faaliyetler de bu hedefe bağlıdır”

Burada dikkati çeken hususlardan biri Ortodokslar ile Protestanlar arasındaki mücadelede Ortodokslar Batılı misyonerlik faaliyetlerine zarar vererek müslümanları yânlarına almaya çalışıyorlar. Protestanlar da, Ortodoks­ların İslam düşmanlığını hatırlatıyor. Protestanlar faali­yetlerini İslam dünyası’na karşı da yoğunlaştırmışlardı bir zamanlar. 1906’da Ezher Üniversitesi’nin bulunduğu bir şehirde (Kahire) ilk kongrelerini icra etmişlerdi. An­cak bu çabalar hiç bir zaman semereli olmadı. Protestan-

94

ların Orta Asya Cumhuriyetlerinde de etkili olmaları bek­lenemez. Ve İslam Dünyası ile cepheleşme halinde olan coğrafya ise Ortodoksların yerleşim alanıdır. Sırpların Bosna- Hersek katliamları ve Rusya’mn geçmişte Afga­nistan’ı işgal etmesi de bu öngörüyü doğruluyor. Bizim bu kamplaşmadaki yerimiz neresi? Ortodoksların yanında olmamız mümkün değil. Fener Patriği Bartelemos’un Sır­bistan’ı ziyareti Patrikhane’nin Sırplar yanında olduğunu ve Bosna’daki katliamı takdis ettiğini bir kez daha ortaya koymuştur.

OsmanlIlar Batı içindeki dini dalgalanmaları çok dik­katli bir şekilde takip etmiştir. Kanuni Sultan Süley­man’m 935 tarihinde Protestanların isyanını öğrendikten sonra Viyana’ya yürüdüğünü tarihler yazar. Keza Kanuni Macaristan üzerine yürümüş ve bu durum, isyancı Luter- yanlarla Şarklen’in uzlaşmasına yol açmıştır. Kanuni ile ittifak ettiği için Roma Kilisesi’ne bağlı olan Birinci Fransuva Hıristiyan alemi tarafından hain olarak nitelen­dirilmiştir.

95

KNESSET ZABITLARI

R

efah Partisi milletvekillerinden Abdullah Gül’ün Knesset Zabıtları’na atıfta bulunarak Tansu Çiller'm İslami akımlar konusunda İsrail Başbakanı Rabin’den yardım istediğini bir basın toplantısıyla gündeme getir­mesi ortalığı karıştırdı. 24 Mart 1994 tarihli Jewis Rpess Release adlı yayın organının İsrail Meclis (Knesset) za­bıtlarına dayandırdığı haberine göre Başbakan Tansu Çil­ler 19 Mart 1994 günü İsrail Başbakanı İzak /îabzM’e tele­fon etmiş ve Türkiye’de İslami akımların gelişip serpile­rek tehlike arzettiğini ileri sürerek Rabin’den yardım iste­miş. Rabin ise Başbakan Tansu Çiller’le yaptığı telefon konuşmasını meclisin bir oturumunda milletvekillerine aktarmış. Haberden anlaşıldığına göre Tansu Çiller, İşla- mi akımları kendisine en yakın ülkelerden biri saydığı için İsrail’e şikayet etmiş. Bu skandal haberi Türk kamu­oyuna ilk duyuran Aytunç Altındal olmuştur. MÜSİAD’da “NATO ve İslam” paneline konuşmacı olarak katıldığı sı­rada bunu dinleyicilerin ve gazetecilerin huzurunda gün­deme getirmiştir. Olayın üzerinden bir yıl geçti. Herhalde bu zaman zarfında köprülerin altından çok sular aksa ge­rek. Öyle umud ediyoruz. Yine de dindar kesimlerin Tan­su Çiller’den bir özür alacakları bulunuyor.

Oklahoma City ve Onat Kutlar olaylarında laiklik- zırhı­na bürünerek İslam’a hakaret etmeyi marifet sayan anti- İslami basın yayın organları yaptıkları tahminlerde hedefi bir kez daha ıskaladılar. Şimdi ise özür dileyecekleri yer­de işi pişkinliğe vuruyorlar. Her nedense dilleri özür dile­meye varmıyor. Her zaman olduğu gibi...Yeni Şafak ga­zetesinin manşetten duyurduğu gibi Cumhuriyet ve ben­zeri gazeteler katilleri pek sevmedi. Katillerin evsaf ve eşkalleri aşırı ve köktendinci tanımına uymamıştı. Bu de­fa şanslarına küstüler. Oklahoma City olaylarında da böy­le olmuştu. Önce katiller bulunmadan hüküm kesilmişti: Olsa olsa bunlar Ortadoğu kökenli olabilirlerdi. Böyle ca­niler ABD’den nasıl çıkabilirdi ki? FBI ajanları nasılsa katilleri enseleyiverdi. Böylece takke düşüp kel göründü. Halbuki başta Rabin olmak üzere bir çok kesim ve taraf hesaplarını ve kurgularını sadece bu ihtimale bina etmiş­lerdi. Yine pis bir gerçek güzelim teoriyi berbat etmişti. Bunun üzerinO zevahiri kurtarmak için Clinton, müslü- manlardan özür diledi. Ancak senaryo tutmaymca evdeki hesabı çarşıya uymayan İsrail de mağdur duruma düş­müştü. Binaenaleyh özür dilenmesi gereken taraf bununla ikiye çıkmıştı. Clinton un geçen seçimlerden kalma bir diyet borcu vardı, şimdi üstelik genel seçimler de kapı­daydı. Bir de Oklahoma City cinayetinin faillerini yakala­yarak İsrail’in konsantrasyonunu bozmuş oluyordu.

Bunları telafi etmek ve İsrail’den zimni da olsa özür di­lemek üzere Clinton, Yahudi takkesi Kippa’yı da başına, takarak Dünya Yahudi Kongresi’nin davetine iştirak etti. Bu toplantıda İsrail’e ve Yahudi Lobisi’ne bir sürpriz yapmayı murad etmişti. İsrail Dışişleri Bakam Şimon Pe-

07

res’in de yüksek huzurunda tarihi kararını açıkladı. ABD İran’a ticari ambargo uygulayacaktı. Oklahoma Cıty’deki olayı İslami teröristler yapmamış olsa bile canım bunun ne kıymeti vardı. Terörün sponsorluğunu yapan İran ne güne duruyordu? Böylece İsrail’in muhtaç olduğu terör açığı kapatılmış oldu.

Senaryo yine bir şekliyle uygulandı. Yine de İsrail Ok­lahoma City olayıyla ilgili fırsatı kaçırmak istemedi. Clinton'ia birlikte Dünya Yahudi Kongresi’nin yemeğine katılan Şimon Peres burada yaptığı konuşmasında İsrail halkının Oklahoma City halkıyla ve felaketzedelerle da­yanışma içinde olduğunu bilvesile hatırlatmış oldu!.. Böylece adet yerini buldu. Yine özürler İsrail’e dilendi, İsrail birinde ıskaladı ise diğerinde daha büyük balık ya­kaladı. “Şıp deyip burnundan düştü” dedikleri gibi İran’a ambargo kararma ilk destek de yine İsrail’den geldi. Şim­di zaferini kutlayabilir. İnşallah bu zafere bizi bulaştır­mazlar. Zira mağluptur bu yolda her zaman galip.

98

İRHABİ

M

ısırlı Adil İmam komedi filimlerinin başkahramanı- dır. Bizdeki Kemal Sanal ile İlyas Salman arası ya da karışımı bir komedyendir. Tiplemeleri arasında Şaban da önemli bir yer tutar. Bir zamanlar Kahire’de afişlerde yer alan sıfırın altında Şaban anlamında “Şaban tahtessı- fır” filminin ilanları hafızama kazınmış gibidir. Son yıl­larda oynadığı roller arasında “irhabi” yani terörist tiple­mesi de vardır.

Başrolünü oynadığı “terörist” filminde ismi şiddete bu­laşan bir İslami hareket liderini canlandırır. Bu lider soy­gunla ve gaspla hayatını idame ettirmektedir. Bir de cen­net fedaisi Haşan Sabbah gibi çevresinde cariyelerinden bir harem kurmuştur. Bu cani kılıklı sözde lider senaryoya uygun olarak filmin hitamında tevbekar olur. Tevbenin bir anlamı da dönmek olduğuna göre tevbekar terörist yeni­den rejimin şefkat kucağına döner. Tabii bu filim üzerine Adil İmam çeşitli tehditler alır ve film filim olmaktan çı­kar ve bir vakaya dönüşür. Holywood piyasası da bu tür filimlerle tanışalı çok olmuştur. En son Hindistan, Pakis­tan İstihbarat Teşkilatı (ISI)nıh adının karıştığı Bombay olaylarıyla ilgili “İrhabi” benzeri bir filim çevirttirmiş. Bu film şimdi sinemalarda geniş güvenlik önlemleri arasında

99

vizyona girmiş bulunuyor. Son yıllarda müslüman imajını karalamaya matuf olarak bu tür ideolojik amaçlı çok sayı­da filim çevriliyor. Amerikan geleneğidir; cephede yenilir sette zafer kazanır. Sağolasın Holywood! Amerika’nın namus bekçisi. Vietnam’da ağır bir yenilgi alan ABD, Rambo ve Racky Alimleriyle rövanşını almıştır. Ameri­kan Deniz Piyadeleri (Marines) de Lübnan’da ağır bir ye­nilgi almıştır. Bu yenilginin de Holywood Alimleriyle te­davi ve tamir edilmesi gerekir. Amerikan halkının zafer ihtiyacı bu defa Chuck Norris’le. karşılanır. Bu serazat sa­rışın kahraman, son Oklahoma olayında da gündeme ge­len fundamentalist tiplemeleri Rambo çevikliğiyle bir bir bertaraf eder. Chuck Norris, Holywood vasıtasıyla kötü yola ya da teröristlerin eline düşmüş Amerikan namusunu kurtarır.

***

Bazen gerçekler de filmlere benzer. Tam filmlerdeki gi­bi değil ama bu defa gerçekten de Oklahoma meselesiyle birlikte Amerika’nın namusu yine köle pazarına düşmüş­tür. (Eğer Amerikan yargısı Louis Farrakhan’va. lafını dinlerse1 tarihte ve günümüzde köle pazarının asıl sahiple­ri Yahudi tacirler) Birisinin bunu kurtarması lazım. Yine işe adres tesbitinden başlamak gerekiyor. Mike Hammer de olsa böyle yapardı. Şimdi olay m gerçek failleri; yön­lendirmelerle yani manipülasyonlarla namus sahiplerini yanlış adreslere sevkedecekler. B öylece asıl adresin izini sürmek zorlaşacak ve ABD namusunu yanlış pazarlarda arayacak. îşte Oklahoma City’de meydana gelen olaym kısa hikayesi bu. Oklahoma’daki patlama olayında kulla­nılan kamyonetle Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırıda kullanılan kamyonet aynı yerden kiralanmış. Müslüman aynı delikten iki defa geçmeyeceğine göre Oklahoma

City'deki hükümet binasını havaya uçurmak için aynı Rent- a car şirketinden ikinci defa eylem için minibüs ki­ralamak niye? Nerden akıllarına esmiş? Aynı taksi kirala­ma şirketinden minibüs kiralayanların; eylemin sorumlu­luğunu da üstlenmeleri gerekmez miydi? Aksi gibi bugü­ne kadar ihbarlar fos çıktı. Yine benzeri bir manipülasyon da Roma’da gerçekleşti. Güya Roma- Fiumicino Hava- alanı’nda, Oklahoma City patlamasının faili olabilecek bir teröriste ait olduğundan kuşkulanılan üç valiz bulun­muş. Valizlerin üzerindeki adres Amman’ı gösteriyor ama ortada valizlerin sahibi yok. Valizlerin içinde ayrıca, pat­layıcı yapımında kullanılan malzemeler bulunuyor. Bu yönüyle manipülasyon, Lockerbie hadisesindeki Malta Havaalanı bağlantısını hatırlatıyor. Peki adresin Amman çıkması hangi ihtimali akla getirir? Elbette ki HAMAS’ı. Bilindiği gibi hem FKÖ, hem İsrail HAMAS’ın siyasi sözcülerinin Amman’dan atılmasını istiyorlar. Kral Hüse­yin de en son yaptığı konuşmasında üstü kapalı olarak ba­rış sürecine karşı Filistinlileri ve özellikle HAMAŞ taraf­tarlarını uyarmış ve onlardan ülkenin siyasi çizgisine say­gılı olmalarını istemiştir.

Sözcülerden İbrahim Guşe ise son haftalarda polis tara­fından şiddetli bir şekilde sıkıştırılmaktadır. Belki de bu patlamadan sonra HAMAS’ın siyasi sözcülerine Amman dar gelecek ve kendilerine daha sakin limanlar aramak mecburiyetinde kalacaklar. Kral Hüseyin’in de dediği gibi barış için işi sıkı tutmalı ve acele etmeli. Aksi takdirde her an iş sarpa sarabilir ve umutlar serapa dönüşebilir. Görüldüğü gibi herkes kendi hesabını yapıyor. Ve birileri- nin namusu bu hesap uğruna kurban ediliyor. Belki onlar da bir gün gerçekten namuslarına sahip çıkmak isterler. Umarız bugünün gelmesi için fazla beklemeyiz.

İKİNOBEL

B

arış ödülleri barış, edebiyat ödülleri güvenlik ve hu­zur getirmiyor. Ekim (1994) ayının ilk haftasında No- bel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar Necip Mahfuz, maruz kaldığı elim bir saldırı sonucu bıçak darbeleriyle yaralandı. Hala hastanede tedavisi sürüyor. Mısır güven­lik birimleri saldırganları yakalamayı başarmışlar. Zanlı­lar itiraflarında asıl maksatlarının Necip Mahfuz’u kaçıra­rak cezaevlerinde bulunan arkadaşlarıyla takas etmek ol­duğunu beyan etmişler. Yine Ezher’in yasaklamasına ko­nu olan Evladu Haretuna kitabını da okumadıklarını itiraf etmişler. Yani Mahfuz’w başkalarının tarifiyle tanıyorlar- mış. Hadisenin neresinden ele alırsanız alın yanlış temel­ler üzerine kurulmuş. Ayrıca Necip Mahfuz siyasetten azami derecede uzak, edebi kişiliğiyle, Muhammed Gaza­li gibi kimileri tarafından suikast sonucu öldürülmesi pek yadırganmayan bir Ferec Fode tiplemesinden ayrılmakta­dır. Aynı Muhammed Gazali, Necip Mahfuz’a yönelik sal­dırıyı kınamıştır. Gazali’nin de parmak bastığı bu gibi gi­rişimlerin kesinlikle İslam’la uzaktan yakından bir alaka­sı olamaz. Maalesef Mısır’da, Cezayir’de İslam adina çıkmış ilke ve kural tanımaz iç bünyesi karmaşık bazı gruplar faaliyet halindedir. Şaibelerini İslam’a mal etmek

istiyorlar. Sözkonusu ham grupların eylemlerini İslam’a mal etmeleri ancak kendilerinden menkuldür. Eylemlerin İslam’a maledilmesi eylemlerin İslami olduğunu göster­mez. Batılılar nedense İslami terör, İslami bomba şeklin­de bazı şiddeti çağrıştıran kavramları kasıtlı bir şekilde İslam’a mal ediyorlar. O takdirde Batı’da bazı Hıristiyan tarikatların yaptıklarını Hıristiyani, Filistin’deki bazı aşırı Yahudi örgütlerininkini ise Musevi terörü olarak adlan­dırmamız gerekmektedir. Yine Batı’nın ürettiği nükleer bombaları Hıristiyan bombası, İsrail’in ürettiklerini ise Musevi bombası olarak nitelememiz gerekir.

Bu yanlış tanımlamalar halkı ve mazlum durumdaki BosnalIlar’ı bile üzüyor ve dehşete düşürüyor. Camegie Vakfı’nm yani Abromowitz’in davetlisi olarak Washing­ton^ giderek bir konuşma yapan Bosnah Müslüman­lar ’ın dini lideri Mustafa Çeriç BosnalIların fundamenta- lizme kayıp kaymadıkları yönündeki bir soruya şu karşılı­ğı veriyor: “Karadziç insanların böyle düşünmesini isti­yor. Boşnak yerine vurgulayıcı ilk “müslüman markası” ve “damgası” Vance ve Owen tarafından kullanıldı. (Yani savaşa ilk dini boyut bu zevatlar tarafından verilmiş olu­yor)

Karadziç Batı’yı şekillendirmek ve korkutmak için bu taktiğe başvurdu. Her pazar İngiliz Komutan Michael Ro­se kiliseye gider ama biz onu Hıristiyan komutan şeklin­de klişelemeyiz. Majör Christmas’ı kutlar ama biz onu “Hıristiyan Başbakan” olarak tanımlamayız.

Necip Mahfuz'a yapılan saldın ile Tel- Aviv’de gerçek­leştirilen saldırının gerekçeleri arasında benzerliklere dik­kat çekmek istiyorum. Çünkü çok önemli. Kendisini “ya­şayan şehit” olarak tanımlayan Tel- Aviv hadisesinin ter-

tipçisi Saleh Abdal Rahim Souwi, geriye bıraktığı video kasetinde şunları söylemekte: “Flistinli' mahkumlar salı­verilmedikçe gelecekte HAMAS’ın eylemleri devam ede­cektir...” İsrail ordusu daha sonra Sötovi’nin ailesinin Batı Şeria’da Qualkilya’daki evlerini intikam maksadıyla yık­mış. Mısır ve Tel- Aviv’deki iki hadisenin de asıl sebebi bölgede sosyal ve adil bir barışın olmamasıdır. Güvensiz­liğin sebebi de budur. Hala milyonlarca Filistinli mülteci ve binlerce siyasi mahkum var. Geçenlerde Fas’da hakkın rahmetine kavuşan FKÖ üst düzey görevlilerinden Halit Hasen, İsrail’le yapılan barış anlaşmalarının mülteciler meselesini ele almadığını farkettiğinden bu yarayı tedavi­ye yönelik olarak Mülteciler Partisi kurmak istediğini söylüyordu. Ömrü vefa etmedi. Bugün Mısır ve İsrail’de sorgusuz sualsiz hapishanelerde ömür tüketen binlerce tu­tuklu var. Yani bu ülkelerde cemiyet barışı yara almış. Asıl mesele şu: İsrail’in kuruluşuyla başlayan Ortado­ğu’nun çarpık düzeni barışla kendisine bir çıkış yolu arı­yor ama bulamıyor. Bu saldırıları böyle yorumlamak ge­rekir. Ortada sosyal bir cinnet hali var ve fertler bu du­rumda sistemlere karşı kendi adlarına misillemede bulu­nuyorlar.

Hüsnü Mübarek Kahire’de Nüfus ve Kalkınma Konfe­ransı sırasındaBenazir Butto ile demokrasi ve fundamen- talizm arasındaki ilişkiyi ele alan bir sohbette bulunmuş­tur.

Benaziri fundamentalizme karşı çarenin demokraside olduğunu Pakistan’daki gelişmelerle örneklerken, Müba- rek, Şadli Bin Cedid'm demokrasiye geçme nasihatini dinlemediği için Cezayir’in bu duruma düştüğü yorumu­nu yinelemiştir. Yani değişen bir şey yok. Değişmeyen ise karşılıklı şiddet. El- Halil’den, Tel- Aviv’e kadar. Zulüm­

ler, kinler üzerine kalıcı bir barış yükselmeyecektir. Bu­gün HAMAS’ı terörle suçlayan Rabin, İsrail’in kuruluş aşamasında terör örgütü HAGANOH’un liderleri arısında yer almıştır. 1982 yılında Lübnan’ın işgalinde rol oyna­mıştır. Keza Filistinli gençlerin kollarının kırılmasını da emreden odur. Likud Cephesi’nden Nöbette selefi Begin de terör çetelerinin kurucuları arasındaydı. Men dakka dukka. Kader adildir. Mahfuza verilen ödül de Ga/z’nin BM Genel Sekreterliği’yle taltif edilmesi de bir hesabın sonucudur. Dolayısıyla bu saldırılar, şiddet girişimleri bi­raz da hakedilmemiş ödüllere bir tepkidir.

DEJAVU

F

ransa’dan sımrdışı edilip Türkiye’ye getirilen Kasım Ünal'ın, Cemaleddin Kaplan'\a bağlantılı olmak, Atatürk’e hakaret ve Tansu Çiller’i tehdit etmek iddiasıy­la 5 yıla kadar hapsi isteniyor. Güya Almanya’da Ümmet dergisinde Abdurrahman Çiftçi müstearıyla makaleler ya­zıyormuş. Mesele yargıya intikal ettiğinden yoruma gir­miyoruz. Ancak Fransa son sıralarda başörtülü kızları okullardan, “Fransız tarzı İslam”ın önünde engel olarak gördüğü imamları da ülkeden kovuyor. Kasım Ünal olayı bu konuda ne ilk ne de son örnek. Fransa İçişleri Bakanlı­ğı gözaltına aldığı FIS yanlısı bazı grupları sorgusuz sual­siz eski sömürgesi ve Afrika'nın en fakir ve yoksul ülkesi Burkino Faso’ya derdest edip gönderiyor. Bununla sö­mürgecilik dönemindeki “sürgün” geleneğini de ihya et­miş oluyor. Geçenlerde laikliğe karşı çıktığı gerekçesiyle Cezayir asıllı eski bir imam olan Nafi Züheyriddinde zor­la bindirildiği bir uçakla Cezayir’e gönderildi. Avukatı haklı olarak soruyor: “Fundamentalist olmakla suçladığı­nız bir insanı nasıl Cezayir’e gönderiyor; kurda kuzuyu teslim ediyorsunuz?...” Oysa zikrettiğimiz örneklere konu olan şâhıslar fundamentalizm dışında başka bir suçlama­ya muhatap olsalardı derhal kendilerine sığınma hakkı ta­

nınırdı... Sözgelimi D ursun Karataş yakalandığı halde henüz smırdışı edilerek Türk makamlarına teslim edilme­di.

Acaba Fransa’yı bu uygulamalara sevkeden nedir? İs­lam düşmanlığından başka bir sebep görülemiyor. Başör­tüsünden tutun da Cezayir ve Bosna meselesine kadar. Bir gazetemiz Hıristiyanlara ait bir hastanede çalışan be­yaz önlüklü ve başörtülü rahibeler için “Tophane’nin Me­lekleri” övgüsünü kullanırken, Konya’da mesture müslü- man hemşirelerin çalıştığı hastane içinşe “erkek sinek gir­meyen hastane” şeklinde cinsiyet ayrımını esas klan alay­cı bir değerlendirmede bulunmuştu. Maalefes seküler grupların göstermedikleri hoşgörüyü Fransa’da Katolik okulları gösteriyor. Başörtüsü mağdurelerine kapılarını açan Katolik okulları bu uğurda Milli Eğitim Bakanı François Bayrou ile çatışmayı bile göze alabiliyor. Türki­ye’deki seküler kesimlerle Fransız seküler kesimleri ara­sındaki dayanışmaya mukabil müslüman dindarlarla din­dar Katolikler arasında bir tesanüde rastlıyoruz. Türk se­küler çevrelerin Fransız laik çevrelerle “Sıkı durun, ba­şörtüsüne geçit vermeyin. Aksi takdirde Türkiye’deki mücadelemize zarar Verirsiniz” diye fısıldaştıklarını du­yuyoruz. Seküler kesimlerin argümanları hemen hemen aynı. Fransız seküler çevreler “gösteriş için takılan her türlü işaretten başörtüsü adresine çıkarken, Türkiye’deki yandaşları da tesettüre “üniforma” yakıştırmasında bulu­nuyorlar. Fransa’da topu topu 15 bin müslüman asıllı öğ­renci var. Bunlardan sadece bir kısmı kız öğrenci, onların da başörtüsü takanı sayılıdır. Böyle olmasına rağmen Fransa'nın tavrını nasıl izah edeceğiz? Elbette ki stratejik ve klasik İslam düşmanlığıyla.

Boşnaklar karşısında Fransa ve İngiltere’nin nasıl çır­pındıklarını görüyorsunuzdur. Fransa ve İngiltere stratejik olarak Bosna’da İslam’ın esamisine tahammül gösteremi­yorlar. ABD’nin Bosnah müslüriıanlara ambargoyu kal­dırma ve bu konuda Avrupa ülkeleriyle istihbarat alışveri­şini kesme girişimleri üzerine Sırplar adma telaşa düşen Miterrand ve Majör ortak bir strateji arayışı için Char- tes’de bir araya geldiler. Fransa sömürgecilik döneminde­ki kâh ortağı ve kâh rakibi olan İngiltere’ye, Afrika’ya is­tendiği anda müştereken müdahale için ortak birlikler kurmayı teklif ediyor. Biz İttifak arayışlarını daha önce Seykes- FicofXax döneminde görmüştük.

(Deja vu)! Fransızların şenaatları bununla da sınırlı de­ğil. Sömürgecilik dönemlerindeki bazı projeleri günümü­ze taşımaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de Fransız İslam’ı (French İslam). Fransız seküler çevreler Lyon’da yakında ibadete açılan cami ve İslam enstitüsünü fundamentalizme karşı Fransız tarzı İslam’ın kökleşmesi olarak yorumluyor. Katedral hacmindeki caminin baş müftüsü - ömrünün 30 yılını Fransa’da geçirmiş Cezayir asıllı- Abdulhamid Chirane, Fransız İslam’ı konusundaki tavrını şöyle açıklıyor: “İki kültür arasında orta bir yol. Kur ’an-1 Kerim’in cevherleriyle Descartes kültürünü bu- luşturmalıyız” (1 Kasım 1994, Int. Herald Tribune). Fran­sa, Cezayir savaşı sırasında da böyle yapımış. Cemiyet’ül Ulema’ya karşı asli çizgisini kaybetmiş bazı sufi tarikat­larını ileri sürmüş, ön plana çıkarmıştı...

Mazide müslüman cemiyetler arasında görülen geniş çeşitlilik karşısında bazı çağdaş yazarlar şöyle bir sınıf­landırmayı ortaya koyuyorlar: Fas İslam’ı (Dale Aickel- man, 1976) Pakistan İslamı’ı, Malay İslam’ı, vs. “İnsan

bir değil birden fazla İslam öldüğü sonucuna varmak zo­runda kalıyor” diyor kendi adma Edwarcl Mortimer. Bu sınıflandırma yeni olmayıp en azından Avrupa sömürge­ciliği kadar eskidir. Örnek olarak Murray Ti t us’un ortaya attığı Hindistan İslâmî’m verebiliriz. Allah katında İslam ise tektir. Biz de onu esas alıyoruz. “Biz bunu daha önce görmüştük. (Deja vu) dediklerimiz ise bizi hiç yanıltmı­yor. Müslüman aynı delikten ikinci defa geçmez.

ÇİLE VE HEDONİZM

B

atı da dine dönüyor. Sefahata ve eğlenceye doyan Batıklar da çareyi dinde, özlerine dönmekte arıyorlar.

Artık Batılı manevi olarak koli basili üreten kirli eğlence denizlerinden bıkmış durumda. Amerika’da yayımlanan Newsweek dergisine göre (Kasım 1994) Amerika’da dine dönüşte tam bir patlama yaşanıyor. Modern Ve seküler yaşamdan bunalan Amerikalılar hayatın anlamını yakala­yabilmek için yeni bir soluk arıyor ve kitleler halinde di­ne dönüyorlar. Batı’da dine dönüşün en yoğun olduğu merkezler de üniversiteler. Bizde de öyle değil mi? Kızla­rımız, uğrunda hijyenik suçlamalarına ve kovuşturmalara katlandıkları başörtülerini yere düşürmüyorlar. Amerika­lıların dine neden yöneldiklerini, Nortwestem Üniversite- si’nden Prof. Roy Larson şöyle açıklıyor: “Meydana ge­tirdiğimiz seküler ve materyalist dünya, insanların mane­vi ihtiyaçlarını geri plana itti ve bu durum, bütün Batı ce­miyetlerinde, insanların bencilleşmesine, paranın tek de­ğer haline gelmesine, hedonizmin tek yaşam biçimi hali­ne dönüşmesine yol açtı. Tüm bunlar sonuçta toplumda büyük bir manevi boşluğun meydana gelmesine sebep ol­du. İnsanlar bugüne kadar bu boşluğu sporla, müzikle, si­yasi faaliyetlerle doldurmaya çalıştılar ancak bunların

hiçbiri bu büyük boşluğu doldurmaya yetmedi. Bu yüz­den sadece Amerikalılar değil, bütün Batılı toplumlar ma­nevi bakımdan büyük bir açlık içindeler ve taze bir solu­ğa ihtiyaç hissediyorlar. İnsanların hızla dine yönelmeye başlamalarının temel sebebi bu...” Hazcılık anlamına ge­len hedonizm ehli dünya için Kur’an-ı Kerim’de ifadesini bulan zakkum ve Dari ağacı ve yiyeceği gibidir. Yedikçe insanı doyuracağı yerde susatır ve daha da acıktırır. Ken­disini terbiye edemeyen insanı uyuşturucu gibi dozunu arttırır bir şekilde bataklığa sürükler.

Dinde israf yasaklanmıştır ve kefafi nefs diye tabir edi­len normalle yetinmek teşvik edilmiştir. Bu arada manevi doyumluluğa ulaşmak isteyenlere de çile, riyazat yolu açıktır. Nefislerini margubattan kesebilirler, mutasavvıf­lara göre zaten nefs bebek gibidir. Sütten kesildiğinde, kesilir, Takaşşüf denilen riyazat ve çile tavsiye ile birlikte son tahlilde insanların tercihlerine bırakılmıştır. Bazıları İslam’a malettikleri “Bir hırka, bir lokma” anlayışını da yadırgarlar. İslam bu tercihi menetmemekle birlikte bir denge dini olarak dünyadan da tamamen kopmamayı öğütler. Bir Ayet-i Kerimede insan “dünyadan nasibini de unutma” hitabıyla uyarılmaktadır. Burada ölçü yemek için yaşamak değil; yaşamak için yemektir. Bu, savurgan­lıkla cimrilik arasında orta yolu bulmaya benzer. Milliyet yazarlarından Ahmet Oktay bir defasında dindar kesimle­rin son sıralarda hedonizme de prim verdiklerini yazmış­tı. Son sıralarda dindar camia arasında rastlanan şaşaalı düğünler vesaire gibi. Buradaki ölçünün etrafında cami ağyarına mani en güzel tarifi Bediüzzaman yapmıştır: “Helâl dairesi geniştir. Keyfe kafi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” der. “Daha fazla yok mu” diyenler için zaruretlerin yanında helal dairenin sınırlarını zorlamayan

kemaliyat ve tahsiniyata da cevaz verilmiştir. Zaten bu yönüyle İslam sosyalizmden tamamen ayrılır. Nitekim Ömer Hayyam gibi, müslümanlar arasında çağdaş hedo­nistlerin öncüsü sayabileceğimiz aykırı tipler de çıkmıştır.

***

Bir yazımda da Aziz Nesin’in Ceviz Kabuğu programın­daki konuşmalarına değinmiştim. Orada da fundamenta- lizme karşı İstanbul’da uluslararası bir konferans tertip edilmesi teklifini yinelemiştir. Aziz Nesin o konuşmala­rında Türk aydınları için korkak ve Türk milleti için de aptal tabirlerini tekrarladı. Bu sözler geniş kesimleri tah­rik ediyor. Nevar ki bu psikolojik sendromu yaşayan sa­dece Aziz Nesin değil. Meşhur Arap şairi Nezzar Kabbani de bu kervana katılanlardan. Lübnan iç harbi esnasında Irak Elçiliği’nde çalışan eşinin kör bir kurşuna hedef ol­masından sonra yoldan çıkmıştı. O günden bugüne iman ettiği Arap milliyetçiliğinden tevbe etmekle meşgul. Sa­dece tevbeyle kalsa kimsenin birşey diyeceği yok. Bir ka­side düzenlemiş zehir zemberek, soruyor herkese ; “Arapların ölümünü ne zaman ilan edeceksiniz?” diye. Arapların gazelci ve bu lirik şairin “ibahİyye ve hedo­nizm” suçlamalarına aldırdığı bile yok. Sadece kayıt dışı bir ekonomi değil, hepten kayıt dışı bir hayat düşlüyor. Kabbani Araplara, Araplar da Kabbani’ye takmış durum­da. Herkesin kendisine göre velisi de var, delisi de.

Uygulamalı laiklik derslerinde Fransa ile ikiz kardeş gi­biyiz. Malum olduğu gibi gazeteci- yazar Uğur Mumcu iki yıl önce faili meçhul maktuller listesine dercedildi. Fatura hemen İslami teröre (!) kesildi. Ardından birileri dindarlarla laiklik taraftarları arasında cepheleşme fitilini yakmaya çalıştı. Tabii bu arada yamama ve maletme gay­

retleri arasında bazı sakallı tipler zanlı olarak teşhir edildi ve ardından manşetler yazıldı. İki yıldan beri sessizliğini koruyan Güldal Mumcu sonunda konuştu ve eşi Uğur Mumcu’nun devlet tarafından öldürüldüğünü ileri sürdü. Peki geride kalan bunca yaygara boşuna mıydı, yoksa maksatlı mıydı? Dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mah­kemesi Başkanı Ülkü Coşkun kendisine: “Bu olayı devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse bu iş çözülür...” demiş. Nusret Demiral da, savcılara suikastle ilgili Meclis Araş­tırma Komisyonu üyelerine bilgi verilmemesini tembihle­miş. Alın size Fransa ile ikiz kardeşliğimizin belgesi (Hürriyet, .24 Kasım 1994). Fransız Devlet Televizyonu France- 3’te birbuçuk yıl önce yayımlanan bir program­da uyuşturucu konusunda görüş belirten Cezayir asıllı üç gencin aynı röportajlarından alınan fotoğrafına rötuşla sa­kal bıyık ekleyerek 12 Ekim 1994 gecesi yayınlanan programda aşırı İslamcı gibi göstermişler. Mizansenler birbirine ne kadar da benziyor! Aklıma gelmişken Tokta- mış Hoca'ya sorayım: El mi yaman, bey mi yaman?

MÜŞTEREK STRATEJİ VE TMKT

M

uhtelif gazete ve ajanslara göre Mısırlı Şeyh Ömer Abdurrahman Amerika’da kaldığı cezaevinde âmâ­lığına ve ilerleyen şeker hastalığına ilaveten bir de zatür- reye yakalanmış. Aynı kaderi paylaşan ve uzun yıllardan beri Alnjanya’da yaşayan ve bazı çevreler tarafından kara ; ses olarak algılanan Cemaleddin Kaplan’m da maruz kal­dığı ağır bir hastalıktan dolayı haftada bir kanı değiştirili- yormuş. Cemaleddin Kaplan Almanya’dan sınırdışı edi­lecek ama kendisini kabul eden bir ülke yok. Basınımız nedense onunla İran Devrimi’nin yollarının yıllar önce ayrıldığını bilmezden geliyor. Keza Ömer Abddurrahman da yargılandıktan soma sahverilse kendisine “hoşgeldin” diyecek bir ülke çıkmayacak. Bir zamanlar İslami kesim­ler aleyhine geliştirilecek bir kampanyaya malzeme teş­kil etmesi için Cemaleddin Kaplan isminin pompalandığı sıralarda Fehmi Koru Almanya’da yaptığı mülakatlarla işin mahiyetini gerçek boyutlarıyla gözler önüne sermişti. Ama olsun, birilerine ve basma bir sembol ve alet gereki­yordu. Bundan dolayı başta basm ve yayın organları ol­mak üzere kampanyacılar keşfettikleri ve kampanyanın sansasyonel boyutunun lazımı haline gelen Ömer Abdur­rahman gibi rumuzlardan asla vazgeçmediler. Bu gibi ze­

vatlar da genel kişilikleri ve karakterleriyle kampanyacı­ların işini kolaylaştırdılar. Halbuki daha önce de yazdığı­mız gibi bu insanların sadece şefkat ve ilgiye ihtiyacı var­dı. Sağlık yeterlilikleri bile mevzubahis kampanyaların ciddiyetine gölge düşürüyor.

îfj

Terörle Mücadele Kanun Tasarısı 17 Kasım 1994 tari­hinde Parlamento Komisyonu’ndan geçti. Mesele komis­yonda müzakere edilirken malum 10 Kasım hadisesi zu- lur etti. Kendi adına hareket ettiği ifade edilen Mahmut Kaçar isimli bir kişinin Çankaya’da çektiği nutuk ortalığı karıştırdı. Cengiz Çandar’ m yorumuna göre bizde dozu ve terkibi ayarlanamamış kutlamalar biraz Rusya’dan mukteseb. Kutlamalardaki gerginlik, keskinlik hafiletile- rek tabiileşirse zaten mesele provokasyon konusu olmak­tan çıkar. Sağlanacak ılıman ortam gerilimleri ve kamp­laşmaları beraberinde getirecek kanunların vazma da ha­cet bırakmaz. Tecrübeyle sabittir ki Rusya ve diğer mem­leketlerde tazimin ve sevginin aşırısı hatta zorakisi reak­siyonlara ve nefretlere yol açmıştır. Burada asıl olması gereken sevgi ve tazimin insanların tercihlerine bırakıl­masıdır. Bu istenmeyen münaferetlerin de önünü kese­cektir.

***

Bugün ülkemizde sosyal barış adına teessüfle kaydedil­mesi gereken gelişmeler oluyor. Konya’da SHP Î1 Başka­nı Recai Ersoy kalkıyor, başörtüsüyle PKK’nm sembol renklerini mukayese gafletinde bulunuyor. Ardından da yine kendisi DEP’in SHP tarafından Meclis’e sokulduğu­nu itiraf ediyor. Güler misiniz, ağlar mısınız?.. Bir başka gazetenin yazarı olan Yalçın Doğan çıkıyor ve Mekke’de her yıl bin 500 aşırı dinci militanın, Cumhuriyet düşmanı­

nın yetiştirilerek Türkiye’ye sevkedildiğini ileri sürüyor. Refah Partisi’ne bağlı bazı turizm şirketlerinin Mekke’ye adam taşıdığı ve içlerindeki parasız, pulsuz ve çulsuzların beyninin yıkandığı ve bunların arasından terörist unsurla­rın bile çıkabileceği tasavvur ediliyor. Bir gazeteci belge­siz, bilgisiz nasıl böyle kitleleri töhmet altında bırakan bir isnadda bulunabilir. Dilin kemiği yok. Kalemin de. Kara­basanı andıran bu sözler Hac ve umre adaylarının üzerine psikolojik terör olarak esmektedir. Umre’ye gidecek olan her insan kendisini bir terör namzedi ve zanlısı olarak gö­recektir. Maalesef Daily News gibi bazı gazeteler de sağ­duyularını kaybederek Refah Partisi için “fundamenta- list” yakıştırmasında bulünuyorlar. Etmeyin beyler, bu ül­ke hepimizin.

***

İşin daha da vahimi dünyada ve Türkiye’de dindar müslümanlar aleyhine bir ortak strateji arayışıdır. Tansu Çiller'in Başdanışmanı ve Büyükelçi Emre Gönensay Washington’da Strateji ve Uluslararası Araştırmalar Mer­kezi (CSIS)’nde bir nutuk irad etmiş ve burada talihsiz beyanatlarda bulunmuştur. “Fundamentalizm karşısında bizim müşterek bir stratejiye ihtiyacımız var. Fundamen­talizm hüdayı nabit bir hareket olmayıp bazı merkezler tarafından desteklenen uluslararası bir ideolojidir. Bu ha­liyle komünizme çok benzemektedir...” demektedir. Dün komisyondan geçen TMKT ise fundamentalizm adı altın­da dindar kesimlere karşı ortak bir strateji anlayışının ürünüdür. Zaten Batılı ülkelerin telkinlerinin de bunda et­kili olduğu biliniyor. Biz de bazı gazeteciler nahak yere İslam ile terörizm arasında bir bağlantı noktası yakalama­ya çalışırken Clinton bile müslümanlarm duygularını dik­kate alarak onlardan daha temkinli konuşuyor. Asya Pasi­

fik Ekonomik İşbirliği (APEC) toplantısı için gitmiş ol­duğu Jakarta’da muhteşem İstiklal Camii’ni ziyaret etmiş ve terörün İslam’ın tabiatma aykırı olduğunu söylemiştir. Clinton bile müslümanların duygularını bizim lider ve ga­zetecilerimizden fazla dikkate alıyor. Kuzey Atlantik Asamblesi Sivil İşler Komitesi’nin 40. Geleneksel Top­lantısında konuşan ABD’nin Yakın Doğu İşleri’nden so­rumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Polletreau, Emre Gö- nensay’ı tekzib edercesine; “Korkulduğu, gibi fundamen- talizm Kuzey Afrika ve Sahra’da domino etkisi yapmaya­caktır” diyor. Teminatlara rağmen yine de korkanlar çıka­bilir. Onlar için de; korkunun ecele faydası yoktur diyo­ruz. Ama yine de liderlerimizden hissiyatımıza en az Clinton kadar saygılı olmalarını bekliyoruz.

EZBERE HEDEF

D

ünya’nın neresinde olursa olsun müslümanlar haklı silahlı mücadele ile terörü mutlaka birbirlerinden ayırmak zorundadırlar. İslam savaşlarda bile kadınların, çocukların ve din adamlarının velhasıl savaşa aktif bir şe­kilde katılmayan grupların öldürülmesini yasaklamıştır. Bağımsızlık savaşlarında da bu şartlara riayet edilmelidir. Zira bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır ve aşılması vebal ve hüsran getirir. Buna mukabil düşman kesimler haklı mücadele ile terörü birbirine karıştırmak için adeta akla karayı seçerler. Zira haklı bir dava çeşitli manipülasyon- larla haksız hale getirildiğinde ondan netice almak müm­kün değildir. Bu yönlendirme ve manipülasyon hadisele­rini Oklahoma City eylemi sonrasında da gördük. HA­MAS ve îslami Cihad gibi Filistin’de mücadele eden İsla­mi gruplar kesinlikle olayla ilgili bir sorumluluklarının bulunmadığını açıkladıkları gibi olayı gerçekleştiren ta­rafları da kınadılar. İslam alemi bu bombalama olayında çok basiretli ve uzakgörüşlü davrandı. RafsancanVden Esat'a kadar ABD ile problemleri bulunan bazı İslam ül­keleri de olayı hemen akabinde kınadılar ve Başkan Clin- ton'a başsağlığı ve taziye mesajları gönderdiler. Başta Rabin olmak üzere İsrailli liderlerin ve ABD’de onların

uzantısı basın organlarında çalışan İsrail lobisi yandaşla­rının yönlendirme gayretlerine rağmen Başkan Clinton baştan beri ihtiyatlı hareket etmeyi yeğledi ve İslam bağ­lantısını reddetti. Timothy Mc Veight adlı Körfez Savaşı gazisi birisi fail olarak yakalandıktan sonra Clinton tavrı­nı daha da netleştirerek müslümanlardan özür diledi. Şüp­hesiz bu, takdire değer bir tavır. Bunun sürmesini temen­ni ederiz. New York Ticaret Merkezi’nin bombalanma­sından sonra ABD’de müslümanlara karşı oluşan olum­suz tavırlardan dolayı Oklahoma eyleminde de akla he­men müslümanlar gelmişti. İşte bu, özellikle Musevi asıl­lı medya patron ve yazarlarının Amerikan toplumunu müslümanlara karşı şartlandırmalarından ileri geldi. Tür­kiye’de yayınlanan Turkish Daily News gazetesi bile fa­ilin Ortadoğulu olmadığına ve beyaz olduğuna şaşırmış ve bu şaşkınlığı başlığına aksetmişti. Oklahoma City vah­şi bombalama eyleminden dolayı gayrimüslim beyaz tu­tuklandı. (White non- Müslim man arrested for Oklaho­ma Vity bombing atrocity) başlığını kullanmıştı. Bu baş­lıklar insana ister istemez keçisi çalman müftü için “Müf­tü keçi çaldı” başlığını atan medyayı hatırlatıyor.

İsrail’in yönlendirmeleri sonucu ABD’de müslümanlar sosyal hayatta kendilerine isnad edilen imajın esiri olarak yaşıyorlar. Çocuklarını okula gönderemiyor ve komşula­rının kem gözleri ve sorgulayıcı bakışlarıyla karşılaşıyor­lar. Kısaca aleyhlerinde oluşan sosyal bir terörle karşı karşıyalar. Amerikalı müslümanların hissiyatını dile geti­ren Amerikalı Müslümanlar Birliği’nin etkili yöneticile­rinden Ahmet Tibi, “İslam ve Arap dünyasına karşı başla­tılan kampanyayı kınıyor ve protesto ediyoruz. Haksız yere İslam toplumu suçlanmış ve lekelenmiştir. Özür bek­liyoruz” diyor.

119

Aslında ABD kendisine karşı organize olan çok sayıda kült olarak adlandırılan dini cemaat ve milis gruplarıyla karşı karşıyadır. Oklahoma City’deki hükümet binasının bombalanması olayının ardında Michigan milisleri vardır.

Michigan milisleri federal polise dolayısıyla FBI’a kar­şılar. Silahlanmaya getirdiği kısıtlamalardan dolayı bu ve benzeri milis grupları federal polisi anayasanın bir numa­ralı düşmanı olarak görüyor. Ayrıca onlar, FBI’nın 1993 yılında Waco’daki Davidian kültünün merkezine düzenle­diği ve düzinelerce kişinin hayatını kaybettiği operasyonu da içlerine sindiremiyorlar. Michigan Milisleri’nin yakla­şık 17 bin civarında taraftara sahip olduğu sanılıyor. Bun­lar gelecekte Amerikan halkı ile federal hükümet arasında bir savaşın patlak vermesini kaçınılmaz görüyorlar. Kısa­ca, ABD kendi elleriyle yaptığı Frankeştayn’la boğuşu­yor.

YİNE ISKALADILAR

f'ınat Kutlar’ın öldürüldüğü günlerdi. Müslümanlar C/hakkmda oluşturulan olumsuz imajdan yola çıkan basın, spor toto oynar gibi cinayeti hemen İslami kesim­ler üzerine yıkıvermiş ve üstelik şeriat hakkında ileri geri ifadeler de kullanmıştı. Şimdi ise failler tesbit edilmiş du­rumda. İstanbul’un Büyükçekmece ve Küçükçekmece bölgelerinde sürdürülen operasyonlarda 7 PKK’lı yaka­landı. Bu da The Marmara Oteli’ne bırakılan ve Onat Kutlar’m ölümüne yol açan bombanın sırrının çözülmesi­ne yardımcı oldu. Polis yetkilileri, The Marmara Ote­li’nin pastanesine bırakılan bombanın yakalanan ARKG İstanbul Sorumlusu Cemil Demir ile Haliç Köprüsü’ne bomba koyarken parçalanarak ölen Gülsen Özdemir tara­fından konulduğunun tesbit edildiğini belirtiyorlar.

Ama failler yakalanmadan İslami kçsimler peşinen ba- . sın tarafından yargılanmış ve mahkum edilmişler, başka­larının işlediği bir suçun karşılığını ödemişlerdi. Onat Kutlar olayı bir kez daha Türk basınının sınıfta kaldığını ve ıskaladığını ortaya koymuştur. Aynen Oklahoma City hadisesinde olduğu gibi.

Şimdi ıskalayan ve sözde laik gerekçelerle ileri fırlayan basının yapması gereken en azından Amerikalılar kadar

haysiyet takınarak İslami kesimlerden ve müslüman ka­muoyundan özür dilemektir. Bu yapılmadığı sürece zaten kalmayan itibar ve prestijleri iyiden iyiye tükenecektir. Ayrıca her vesile ile İslam’a ve şeriata küfretmeleri de garazkar olduklarını göstermekte ve bu cemiyet arasında gerginliğe ve kutuplaşmalara yol açmaktadır. Oklahoma City’de bir takım fanatik insanların çocukları katletmeleri nasıl Amerikan toplumunu ve Hıristiyanlığı bağlamıyor­sa, Türkiye gibi ülkelerde terör olarak vasıflandınlabile- cek olayları müslüman kimliğe sahip olan insanlar işle- seler bile bu ne İslam’ı, ne Müslümanları ne de şeriatı bağlar. Kem sözler sahibine ait olduğuna göre müslüman­lara yöneltilen iftira kampanyaları yine dönüp dolaşıp sa­hiplerini bulur. Onat Kutlar cinayetinde olduğu gibi. Za­ten The Marmara Oteli’ne konulan bombanın hedefi Onat Kutlar olmayıp bizatihi olayın kendisidir.

Maalesef bu tür iftiralarla dindar kesimler manevi cen­dere altına almıyorlar. Oklahoma City’de meydana gelen müessif olaydan sonra şehirdeki İslam Yardım Cemiye­ti’ni arayan Amerikalıların ilk hitapları, “Ey katiller” ol­muştur. Bu toplumsal baskılar üzerine Oklahoma City ve civarındaki müslüman aileler bir süre ahş-verişe çıkama­mışlar ve tanınmamak için aileler kızlarından bir süre ba­şörtüsü takmamasını istemiştir. Arap asıllı bazı insanlar da efendilerine yaranmak için kraldan çok kralcı kesil­mişler. Bunlardan biri de CBS televizyonunun Ortadoğu ile ilgili danışmanı Fuad Acemi. James Zoğbi adlı Lüb­nan asıllı eski bir Amerikalı senatör, olayla ilgili bazı de­ğerlendirmelerinde Fuat Acemi'mn Arapları ve müslü- manları zor duruma soktuğunu belirtiyor.

Bizde de Fuad Acemi gibi bir tür, ıskalayan kesimlere çanak tutanlar var. Bu bağlamda Prof. Dr. Ethem Ruhi

Fiğidirmn. bazı gazetelerde çıkan beyanatlarını yadırga­mış bulunuyorum. Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği ‘‘Terörizm, Din ve Devlet” konulu konferansta köktendin- ciliğin topluma ayak uydurmasını istemiş. Öncelikle bir İslam toplumunda müslümanlar için köktendinci tabirini kullanmak abes kaçmış. Köktendincilik bilindiği gibi 19. yüzyılda Darwinizm’i kabul etmeyen Protestanlar için yakıştırılmış bir ifadedir. Günümüzde bu ifade maksatlı şekilde müslümanlara mal edilerek kullanılagelmektedir. Bir müslüman ilahiyat hocasının da bu ifadeyi müslü­manlar için kullanması şayan-ı teessüftür. Halbuki termi­nolojimizdeki taassup ve tanattu gibi ifadeler aşırılığı ifa­deye yetmektedir. Oklahoma City’nin bağlı bulunduğu eyaletin valisi Jim Edgar müslümanlara karşı peşin fikirli olarak davrandığı için özür dilemiştir. Müslümanlar ola­rak bizler de peşin fikirli müfterilerden özür bekliyoruz.

ASRIN KOMEDİSİ

VT A rp/A’nun “fundamentalizmin ilgi alalına girdi- 1 iZjLİ V/ğini” açıklamasından sonra ilginç gelişme­ler olmaya başladı. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeler ötedenberi Kuzey Afrika ülkelerinde başgösteren İslami gelişmelerden endişe ediyorlardı. Bunu çeşitli vesilelerle Avrupa Topluluğu’nda gündeme getirdiler. Özellikle Fransa İslami hareketlere karşı müşterek bir Avrupa Birli­ği politikası oluşturulmasını savundu. Sonunda NA- TO’nun Belçika asıllı Genel Sekreteri Willy Claes NA- TO’yu da bu işe angaje etti. NATO şu halde Kuzey Afri­ka ülkelerinde mevcut rejimlerle İslami hareketler arasın­daki mücadelede"taraf oldu. Taraf olduğunu da her vesile­de gösteriyor. Fransa sürekli olarak FIS’e ait gizli sığı­naklarda silah ele geçirdiklerini açıklarken, Belçika da Cezayir Silahlı İslami Grubu (GİA) ile bağlantısı olduğu sanılan bazı İslami şahsiyetleri gözaltına aldı ve bunları smırdışı etmeye hazırlanıyor. İşte tam bu sırada Cezayir Silahlı İslami Grup’un Belçika Hükümeti’ni tehdit ettiği ve arkadaşlarının salıverilmemesi halinde bu ülkeyi şeriat yasalarına göre cezalandıracağı ortaya atıldı. Bu tehdit üzerine Belçika’da panik hali başladı ve güvenlik tedbir­lerini arttırdılar. Ardından Ömer Abdurrahman'm da ma­

nevi liderlerinden olduğu Mısır İslâmî Cemaati (El- Ce- maatül İslamiyye)’nin ABD’yi tehdit ettiği iddiaları gün­deme geldi. Amerikan yönetimi de bu tehditleri ciddiye aldıklarım açıkladı ve gerekli tedbirlerin alındığını duyur­du. Bu iki tehditle birlikte İslami hareketlerin vasıtasıyla Güney ile Belçika ve ABD’nin yeraldığı Kuzey arasında ilginç bir savaş başlamış oldu. Acaba bu Huntington'm “Medeniyetler Savaşı” kehanetini doğrulamış mı oluyor?

Ama kazın ayağı öyle değil. Ömer Abdurrahman mese­lesinde bir çok bilinmeyen yön var. Suçlamalar bugüne kadar isbat edilebilmiş değil. Son sıralarda İslamabad’da Uluslararası İslam Üniversitesi’nde öğrenim gören İştiyak Parker’m ihbarı sonucu yakalanan Remzi Ahmet Yusuf bu konuda kilit isimlerden biri. Irak istihbarat teşkilatı hesa­bına çalıştığı yönünde bazı kuşkular var. Bu doğrulanırsa Ömer Abdurrahman davası temelinden bozulacak.

Ömer Abdurrahman davasında tam tamına 172 zanlı bulunuyor. Bu dava tamamen Libya'nın suçlandığı Loc- kerbie davasına benziyor. Davada Libya, Suriye ve İran suçlanmıştı. Oysa Hizbullah liderlerinden Muhteşemi, Loekerbie uçağının İsrail tarafından düşürüldüğünü iddia ediyor. Her iki davada da rastgele suçlamalar yapılıyor. Geçmişte Ömer Abdurrahman’a tesadüfen selam vermiş olanlar bile kendilerini sanık sandalyesinde buluyorlar. Sözkonusu davayla ilgili olarak ABD’de tam bir suçlama terörü estiriliyor. İnsanlar korkutularak ve sindirilerek bu suçlamaya ortak ediliyorlar. Ömer Abdurrahman’m avu­katlarından Abidin Cebbare’ye göre bazı yalancı şahitler* çıkıp Cihad Hareketi’nin ABD’de 15 kişilik bir timle ye­ni terörist saldırılanda bulunacağını ihbar ettiğini ancak bu kişilerin nerede oldukları ve isimlerinin ne olduğu so­rulduğunda cevap veremediklerini belirtiyor. Bazı isimler

var ki tahkike muhtaç. Bunlardan biri olan ve zanlılar lis­tesinde adı geçen Nasreddin Emamd&n maksadın Nasi- rüddin Elbani olduğu sanılıyor. Ürdün’de yaşayan Nasi- rüddin Elbani hadis ilmiyle uğraşan ve yaşı 70’in üzerin­de bir insan. Belki hayatında ABD’ye gitmiş değil. Bu gayri ciddi iddialarla asrın davası asrın komedisine dö­nüşmüş durumda. Suçlananlar arasında başka kimler yok ki! Bunlar arasında El Müctema dergisinin yayın yönet­meni Ahmet Mansur ve Amerikan Kongresi’ni ilk kez Fa­tiha okuyarak açan Zenci müslümanlann dini liderlenrin- den Sirac el Vehhac, halen Sudan’da ikamet eden Üsame Bin Ladin ve Riyad Üniversitesi hocalarından Bilal Ku- laybis gibi... Asrın komedisinin, zanlılar listesi bunlarla uzayıp gidiyor.

GLOBAL CEPHE

f\mer Abdurrahman ve 11 arkadaşının yargılanmala- CZrına başlandı. Mahkeme uzun sürecek, belki de asrın mahkemesi olarak anılacak. İddia makamına göre “aşırı dinci” İslami Cihad Örgütü’nün üyesi olan zanlılar, ABD’nin Ortadoğu politikasını zedelemek ve bu ülkenin İsrail’e verdiği desteği zayıflatmak için “şehir terörizmi” yapmakla suçlanıyorlar. Savcı yardımcısı Robert Khuza- mi yaptığı açıklamada, “Bu düpedüz bir savaş. Düşman: ABD, savaş alanı, New York’un sokakları ve tünelleri idi. Onlar, bugüne kadar dünyanın görmediği bir terör günü planlıyorlardı” demektedir.

***

Ömer Abdurrahman ve 11 arkadaşı, New Yörk’taki BM ve Federal Soruşturma Bürosu (FBI) binalarına, Manhat­tan ile New Jersey’i birbirine bağlayan tünellerle köprüle­re ve Yahudi tüccarlara saldırı hazırlama iddiasıyla yargı­lanacaklar. İddia makamı 26 Şubat 1993 ’te Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırının, planların sadece bir bölümü olduğunu savunuyor. Ömer Abdurrahman ve ar­kadaşlarının Mübarek, Nixon ve Henry Kissinger'ı öldür­me ve kaçırma planları yapmasından da kuşku duyuluyor. Zanlılardan Seyyid Nuseyr hem Kach Hareketi lideri Ka-

hane'yi öldürmek hem de Gorbaçov’a suikast planı yap­makla suçlanıyor.

x ***

Bu asrın davasında asıl ilginç nokta Yahudilerin tavrı. Yargılama başlamasından birkaç gün önce Yahudi liderle­ri (Amerikan Yahudi Komitesi) I. Herald Tribune gazete­sine (28 Eylül 1995) tam sayfa bir ilan verdiler. Dünya Ticaret Merkezi’nin kocaman fotoğrafını da içeren ilanın başlayacak olan yargılamayı etkilemeyi amaç edindiğin­den şüphe yok. İlandaki ibareler açıkça onların niyetlerini ortaya koyuyor: “Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalan­masından bu yana İslam’ın kindar ve radikal yorumunu benimsemiş teröristler İsrail’e doğru Londra, Panama, Buenos Aires’de saldırılarını sürdürdüler. Teröristler ila­hi rehberlik iddiasındalar. Oysa onların vahşice saldırılan İslam Konferansı Örgütü tarafından “İslam’ın asli öğreti­lerinden sapma, değerlerine ve mirasına ters düşme” şek­linde takbih edilmiştir. ABD yönetimine göre teröristler İran, Irak, Libya, Sudan ve Suriye gibi BM üyesi ülkeler tarafından finanse ediliyor, barındırılıyor, teçhiz ediliyor, eğitiliyor ve lojistik açıdan destekleniyor. Teröristler ayrı ayrı uyruklardan ve dinlerden yüzlerce erkek, kadın ve çocuğun canını alıyorlar. Her yer onların hedefini teşkil edebilir. Yakındaki bir otobüs, yakındaki bir uçak ve ya­landaki bir gökdelen. Global/ küresel tehlikeye karşı ive­dilikle mutlaka global bir cephe açılmalıdır.

ilk olarak, ABD ve onun zihniyetini paylaşan ülkeler, terörizme karşı savaşta sürdürdükleri işbirliğini güçlendi­rerek buna daha uluslararası bir öncelik tanımalıdırlar. Anayasal güvencelere bağlı olarak, istihbarat toplama ve kaynaklar alanındaki çalışmalar arttırılmalı, sınırdaki kontrol usulleri yeniden gözden geçirilmeli ve terörle il­

gisi bulunan “yârdım demekleri”ne sağlanan mali destek­ler engellenmelidir.

İkinci olarak, uluslararası camianın terörizmi destekle­yen ülkelere karşı verdikleri destek sona ermelidir. Bu ül­kelere tercihen verdikleri ödünçleri ve diğer imtiyazları artıran Avrupa ve Uzak Doğu ülkelerine dar görüşlü siya­setlerini yeniden gözden geçirmeleri hususunda baskı ya­pılmalıdır»

Üçüncü olarak, ılımlı Arap ülkeleri, aşırı güçleri kont­rol altında tutma çabalarıyla ilgili desteklenmelidirler. Bu ülkeler mücadelede ilk cephede yer almaktadırlar.

Dördüncü olarak, bütün bölgenin yararına olan ye aşırı hareketlerin cazibesine sekte vuran İsrail ile Arap dünyası arasındaki barışma sürecini ileri götürmek için çalışma­mız gerekmektedir. Atılacak bu adımlar, kendi ülkemiz de dahil, terörizm tehlikesi altındaki her ülkede olmak üzere bütün dünyada güvenliği artırmış olacaktır”

Bu ilanın akabinde Clinton sembolik bir anlam taşısa dahi Ortadoğu tabanlı 20 küsur örgütün ABD’deki mal varlığını dondurduğunu açıkladı. Bu karar, başta Arafat ve Rabin olmak üzere İsrail ve özerk yönetimi memnun etti. Dünyayı İslami hareketler karşısında küresel cepheye çağıran bu ilandaki tavsiyeler İslam dünyasında uygulan­maya çalışılıyor. Başkan Mübarek, Arap Dünyası’m İsla­mi akımlara karşı şeref yemini etmeye çağırdı. Türki­ye’de Terörle Mücadele Kanun Tasarısı (TMKT) yasal­laşmış olsaydı, ilanın öngördüğü şekilde İslami vakfılar mali açıdan denetim altına alınacaktı. Pakistan da bu tav­siyeleri uygulamaya çalışıyor. Ziya Ül- Hak döneminde kurulan ve Afganistan ve Keşmir cihadma fiili destek ve­ren dini okulların mali açıdan denetlenmesi için Meclis’e

kanun teklifi verildi. Bu teklifiyle Benazir Butto, hükü­met ortağı Cemiyet-i Ulemayı İslam Lideri Fazlurrah- mari’ı bile karşısına aldı. İçişleri Bakanı Nazifullah Han'ın suçlamalarına mukabil dini liderler hükümetin bu konuda ABD’den talimat aldığını dile getirdiler. Pakistan Hükümeti, okulları Keşmir meselesine karışmakla suçlu­yor. Ne şayanı garabettir ki Pakistan yönetimi dini okulla­rı Keşmir ve Afganistan meselelerine bulaşmakla suçlar­ken Hindistan yönetimi kendi ülkesindeki dini okullarda okuyan öğrencileri Pakistan yanlısı olmakla suçluyor. Hindistan İstihbarat Teşkilatı Nedvetül Ulema, Diyobend ve Mezahirul Ulum gibi medreselere düzenlediği baskın­lara gerekçe olarak, buralarda Pakistan İstihbarat Teşkila­tı (ISI) ajanlarının yuvalandığını ileri sürdü. Farkında de­ğiliz galiba ama, müslümanlar aleyhine dünyada küresel bir cephe kuruluyor. -

ÖMER ABDURRAHMAN

S

ürekli olarak dünya medyasında ‘“Kör İmam” şek­linde aşağılayıcı bir ifadeyle ele alınan Ömer Abdur­rahman meselesi yeni bir aşamaya geldi. New York Ti­caret Merkezi’nin bombalanmasına azmettirmek suçun­dan yargılanan Ömer Abdurrahman"m olup bitenlerde ne parmağı ne de suçu var. ABD Federal Mahkemesi, Mısırlı Ömer Abdurrahman ve 9 arkadaşını, Amerikan hedeflerine karşı sabotaj düzenlemekten suçlu buldu. Şeyh Abdurrahman ve arkadaşlarının mahkumiyeti Ocak 1996’da kesinleşecek. Ömer Abdurrahman ve ar­kadaşlarına yöneltilen suçlamalar arasında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi, Birleşmiş Milletler ve Lincoln ve Holland tünellerine karşı sabotaj düzenle­mek ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek"i öldür­mek amacıyla komplo kurmak bulunuyor. Ömer Abdur­rahman ile birlikte suçlu bulunanlar arasında, 1991 yı­lında Haham Meir Kahane"yi öldürmekten hükümlü Seyyid Nuseyr de var. Nuseyr"'m müebbed hapse mah­kum edilmesi bekleniyor. Hukuk açısından bakılınca Ömer Abdurrahman ve Seyyid Nuseyr hakkında yapılan suçlamalarla ilgili deliller yetersiz. Delil yetersizliğine rağmen zanlılar mahkum olmuş oluyor. Aslında bu da­

vanın ve mahkumiyetin asıl nedeni insanların vicdanın- x da İslam’ı mahkum etmek. Bunun için gerek Ömer Ab- durrahman, gerekse Nuseyr gibiler kurban seçildi. Özellikle Ömer Abdurrahman'm gösteriye yatkın kişili­ğinden ve retoriğinden istifade ettiler. Amerikan yargısı adil olmuş olsaydı sanıklan beraat ettirirdi. Aksi sabit oluncaya kadar zanlı kişinin suçsuz olması yargının te­mel ilkeleri arasındadır. Bu ilke Ömer Abdurrahman ve arkadaşlarının davasında açıkça çiğnenmiştir. Seyyid Nuseyr’e göre Meir Kahane’yi öldürenler karşıt görüşlü fraksiyoher Yahudilerdir. Hiç alakası olmamasına rağ­men Ömer Abdurrahman ile Nuseyr’va davası birleşti­rilmiştir. Bu da bir hukuk skandalidir. Çünkü iki dava­nın birlikte ele alınmasının arkasında siyasi amaçlar vardır. Fundamentalizm, tetörizm ve anti- semitizm bu dava aracılığıyla eşitlenmek istenmiştir. Zaten davaya bakan savcı da siyonistlere yakın bir isimdir. Sonra Pa­kistan’dan alınarak derdest edilen Remzi Yusuf boyutuy­la ilgili hiç bir açıklama yok. Yargılamadaki tek kanıt Mısır istihbaratının kilit adamı iken FBI’a da çalışmaya başlayan Imad Salim'in Ömer Abdurrahman'ı tahrik ederek almış olduğu ses kayıtlarıdır. Onun dışında mü­şahhas bir delil bulunmuyor. En azından Ömer Abdur­rahman açısından.

***

Ömer Abdurrahman yargılandığı davayla ilgili olarak Time dergisine verdiği demeçte haklı olarak, “New York’ta kendisinin değil, İslamiyet’in yargılandığını” belirtiyor. Time’a yaptığı açıklamda Ömer Abdurrah­man hüküm giymesine yol açan teyp bandını mahkeme­ye sunan ve bunun karşılığında 1 milyon dolar bahşiş alan Imad Salim hakkında “o bir şeytandır” ifadesini

132

kullanıyor. Time dergisine dramatik açıklamalarda bulu­nan Şeyh Ömer Abdurrahman, “Dini inançları uğruca ilk hapse giren ben olmadığım gibi sonuncusu da ben olmayacağım. Allah’ın hizmetçisi olmaya devam edece­ğiz. Tm not goin to be First one to be imprisoned beca- use of my religious beliefs, and I won’t be last öne. We will perseverse and continue to be servant of God)” de­mektedir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla Ömer Abdurrahman herhangi bir eylemden dolayı değil, inançlarından dolayı cezaevinde yatmaktadır. Nitekim savunma avukatları da Ömer Abdurrahman'ı aynı ge­rekçelerle savunmuşlardır. O‘nu mahkum ettiren dini ve siyasi görüşleridir. Ancak Ömer Abdurrahman'ın Mısır rejiminin devrilmesini istediği ve ABD’nin İsrail’i des­teklemesine muhalefet ettiği söyleniyor ki doğrudur. Bununla birlikte bu görüşler herhalde bir kimsenin yar­gılanmasına neden olamaz. Savunmanın argümanlarına mukabil ABD Adalet Bakanı ~tAary Jo White, Ömer Ab­durrahman'm görüşlerinden dolayı değil suçlarından dolayı mahkum olduğunu ileri sürüyor. Meşum kararı değerlendiren Ömer Abdurrahman'ın avukatı Ahmet Settar ise bu ülkedeki müslümanlann geleceği üzerine kara bulutların çöktünüğü ve endişeli olduklarını belirti­yor. Ömer Abdurrahman daha önce de Enver Sedat'ın öldürülmesi davasında Cihad Hareketi’nin müftüsü ola­rak adlandırılmış ve Enver Sedat’ın katline cevaz verdi­ği yolunda isnadlara muhatap olmuştu. Ancak Mısır yargısı, bu isnadlardan dolayı beraatine karar vermişti. Benzeri bir davayla şimdi ABD’de karşı karşıya. Belki sohbet esnasında ve gayri resmi belki şaka yollu olarak ifade ettiği şeylerden dolayı yargılanmış bulunuyor. Ez­cümle Ömer Abdurrahman komplo kuran kişi değil

133

komploya maruz kalan kişidir. İkisi arasındaki fark be- dihidir. Resmi yetkililere göre Ömer Abdurrahman kalp hastalıkları, diabet ve başka müzmin hastalıkların pen­çesinde bulunuyor. Bu yönüyle ikinci bir Ahmet Yasin’i andırıyor. Biri İsrail, biri de Amerikan cezaevlerinde mağdur ve mazlum bir şekilde çile çıkartıyor.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar