FUNDAMENTALİZM
KLAVUZ KİTAPLAR
iklim
YAYINLARI
Çatalçeşme Sk. Üretmen
Han. No: 19 Cağaloğlu-İstanbul
Önsöz:
. 7
Giriş: .. . ., 13
Hıristiyan fundemantalizmi: 17
Amerikan fundemantalizmi:
19
Katolik Kilisesi ve yeni muhafazakarlık: 25
Gelenekçilik: 29
Yenilikçi - reformist ve fundamentalist: 32
İhyadan reformizme:.. 37
Fundamentalizm modemizmin ürünü müdür?: 44
Kavramlar armonisi: 48
Aynoroz Keşişleri ve Markos’un halefleri -1-: 52
Aynoroz Keşişleri ve Markos’un halefleri -2-: 56
Laiklik cephesi: 59
CIA’nın yeni misyonu:
63
Tanklara çağrı: ....'. 67
Afganistan şendromu: ..70
Propoganda savaşı: 74
İslam ve terör:
...78
Yeni soğuk savaş:
81
Hangisini düzeltelim:
..86
Deccal ve Vaftiz: .... 91
Knesset Zabıtları:
..96
İrhabi:
.99
İki Nobel: ....102
Deja Vu: 106
Çile ve hedonizm: 110
Müşterek strateji ve TMKT: 114
Ezbere hedef: 118
Yine ıskaladılar: ....121
Asrın komedisi: 124
Global cephe: 127
Ömer Abdurrahman:... .131
Eserimize
konu olan fundamentalizm aslında intihal bir kavram. Laiklik, sekülarizm ve
benzerleri gibi. Haçlı savaşları sırasında ve sonrasında müslümanların adı
“Mu- hammediler” idi. Emperyalizm döneminde ise müslüman- lara reva görülen
tabir “medenileşmemiş”, “medenileşmeye muhtaç unsurlar” şeklindeydi. Yine bu
tabirlerin bir devamı ve modemizme muhalefet eden ve direnen kitleler olarak
adlan “İrtica ve mürteci”ye çıktı. Pozitivizme direnen her müslümanın adı
bundan böyle mürteci, gerici ve yobazdı. Batı’da neşv-ü nema bulan bu kavramlar
Cengiz Aytmatov’un tabiriyle akültürasyona uğramış mankurt elitlerin elinde ve
dilinde kendi insanına alabora edildi. Batı’da uydurulmuş ve Batı cemiyetlerini
tanımlayan sosyolojik kavramlar yabancılaşmış yerlilerin eliyle İslami
cemiyetlere maledilmiştir. Bunlann sonuncusu da fundamentalizmdir. Samuel
Huntmgton'-ün ortaya attığı Medeniyetler Çatışması teziyle de
fundamentalist olarak tanımlanan müslümanlar Batı’mn karşısında mevzilendi-
rilmişlerdir. Müstafi NATO Genel Sekreteri de bu kavramı istiare ederek
güvenlik konseptinde SSCB’nin çökmesiyle boşalan “düşman tanımı”mn karşısına
yerleştirmiş
tir. Böylece
hiç bir ülkede henüz zafer elde etmemiş olan, Cezayir’de, Mısır’da ve her yerde
zulüm gören sözümona fundamentalist müslümanlar dünyanın tek silahlı uluslararası
örgütü NATO’nun düşmanı olup çıkıvermiştir. İran Devrimi, Mehmet Ali Ağca’nm
Papa’ya suikastından sonra Batı topluluklarında müslüman imajı karşıt imajıyla
bütünleşmiştir. Hâlâ hatırlarım, 1979 ya da 1980 yılınday- dı. Bonn’dan Köln’e
doğru giden bir banliyö trenine binmiştik. Yanımda da Tebliğ Cemaati’ne mensup
bazı sarıklı şahsiyetler vardı. Banliyö tröni Küba Büyükelçiliği’ne yakın bir
istasyonda durunca, dışarıda bir şahsın bize düşmanca gösterilerde bulunduğunu
farkettik. İçimizden birisi banliyö treninin kapılarının kapalı olduğunu
bildiği halde muziplik olsun diye onu düelloya davet etti. Adamcağız
saldırganlık olsun diye trenin kapılarına hücum etmişti. Tren hareket etti
saldırgan dostumuz da çar naçar ricat etmek zorunda kaldı!
Sakallılardan
korkun!
Bu manzaralar
Batı’da münferid hadiseler olmaktan çıkarak bazı ülkelerde -Fransa gibi-
devlet politikası haline geldi. Mesela Hollanda’da yayınlanan Onze Wereld (Bizim
Dünya) adlı dergi: "Yeşil tehlike Hollanda topraklarında derinlere kök
saldı” ifadesini kullanıyor. Bilindiği gibi Batı’nın eski fobisi komünizmden
dolayı kırmızı renkti. Komünizmin çöküşünden sonra NATO dahi tatbikatlarında
düşman renk olarak yeşili seçmişti. Bu anlamda HollandalI bir gazetenin düşman
olarak yeşili simge olarak seçmesi yadırgayıcı olmaktan çıkıyor. Onze Wereld
gazetesine göre terörist ile fundamentelist aynı anlama geliyor. Ve bir
zamandır artık fundamentalizm HollandalIlar nezdinde elfaz-ı galizeden biri
olarak kullanılıyor. Dergi de Bessam Tibi’nin çözümlemesinden hareketle
Hollanda’da yaşayan sakallı, alkol kullanmayan ve do
muz eti
yemeyen erkek ve tesettüre riayet eden müslüman kadınlan fundamentalist olarak
tanımlıyor.
1992 yılı
başlannda Hollanda İçişleri Bakanlığı’na bağlı istihbarat teşkilatı (BVD) bir
rapor yayınlamış. Raporda Güney Avrupa ve Kuzey Afrika’dan Hollanda’ya gelen
göçmenlerde bir fundamentalistleşme akımı başgösterebi- leceği ve bunun
neticesinde de yerli halk ile yabancılar arasında uyum probleminin artacağına
dikkat çekiliyor. Buna rağmen Onze Wereld dergisi istihbarat teşkilatlarının
öngörülerinin yanlış çıktığım ve tehlikenin fundamen- talizmden değil de
uyuşturucu kaçakçısı yabancılardan geldiği hatırlatıyor. Yine de dergi Hollanda
genelinde fun- damentalistlerin olduğunu ve bunların vakti geldiğinde şiddet
kullanmaktan kaçınmayacaklarını iddia ediyor.
Kem söz
sahibine yakışır
“Kötü söz
sahibine aittir” diye dilimizde güzel bir deyim vardır. Buradan yola çıkarak
bu fundamentalizm adındaki kötü tanımın sahipleri aslında bu sözün gerçek
muhataplarıdır. Bir konuşmasında Malezya Başbakan Yardımcısı ve kendisine
gelecekte Mahathır Muham- med’in halefi olarak bakılan Enver İbrahim: “Batıhlar
aynada önce kendilerine bir baksınlar. Bize insan haklarım öğretmeye
kalkıyorlar, önce kendi tarihlerine baksınlar” diyor, yerden göğe kadar haklı
olarak. Tesettürlü hanımının Amerikan kameralarının odak noktası haline
geldiği Enver İbrahim fundamentalizmin bir müslüman için değil bir Hıristiyan
için kullanılması gerektiğine dikkat çekiyor. Enver İbrahim başkalarının
tanımlamalarıyla kendisini tarif etmesi yerine kendisini kendi değerleriyle
tarife çalışıyor: “Ben bir müslümanım. Ne fundamentalist ne de la- ikim,” Ümit
Meriç’in dediği gibi sosyoloji ilminin tarafsız olmadığı bugün sosyologlar
tarafından itiraf edilmektedir. Öyleyse taraflı kavramlarla kendimizi ne diye
tam-
yalım.
Kur’an-ı Kerim’de de “Allah onları müslümanlar olarak adlandırdı” deniliyor.
İslam kisvesine giren müslü- mandır ve bu kisve içinde samimi olan da mümindir.
Ayrıca Batılılar’ın ürettiği ve bizim kullandığımız kavramlar beynelmüsliminde
kargaşalara sebebiyet vermektedir. Bundan dolayı laik basın ikide bir İslam’da
reformizm olup olmadığım sorgulamaktadır. Enver İbrahim 10 Ekim 1995 tarihinde
ABD’de vermiş olduğu bir konferansta fundamentalizm gibi terimlerin müslümanlan
etkilemek için Samuel Huntington gibi Amerikan akademisyenleri tarafından
ısrarla kullanıldığını hatırlattı. İsveç’de yapılan İsmet Abdulmecid gibi
isimlerin katıldığı bir konferansta da tebliğciler Huıltington’un huzurunda bu
tezi çürütmüşlerdir. Enver İbrahim müslüman ülkelerin hemen hepsinin laiklik
yarışına girdiklerini, bunun da farklılıkları artırdığına dikkat çekiyor ve
Batıhlar’a lisan-ı haliyle “Bize gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz”
demektedir. Enver İbrahim Asya’da İslam ve Konfîçyüs kültürlerinin disipline,
toleransa ve çalışmaya dayandığım bunun da bölgedeki gelişmelerin anahtarı sayılması
gerektiğini vurguluyor.
Batı
kamuoyunun İslamiyet ve rnüslümanlarla ilgili değerlendirmelerinin peşin
hükümlere dayandığından gerçeklerle bağdaşmadığına dikkat çeken Roman Herzog,
bunun da ancak yoğun diyalog ve ortak çalışmalarla ortadan kalkabileceğini
söyledi. Almanya'nın önde gelen siyasi, kültürel, ekonomi ve sosyal üst
kuruluşlarının idarecilerine birer mektup göndererek, bilhassa Almanya’da
yaşayan farklı kültür ve inanç mensuplarının birbirlerini daha iyi tanımak ve
anlamak için yapılması gereken fali- yetlerin neler ve nasıl olmasını sorduğunu
ve bu konuda fikir, görüş istediğini belirten Herzog, Alman kamuoyuna yaptığı
çağada, “Farklı kültür ve dinlere karşı saygılı olmamız gerektiğini kafamıza
iyice yerleştirmeliyiz” dedi.
Fundamentalizm
yakıştırmasına karşı çıkanlardan biri olan Almanya Cumhurbaşkanı Herzög, “İslam
ve müslü- manlan düşman görmekten ısrarla kaçınmalıyız. Bunlan düşman gibi
göstermek isteyenlere gereken cevabı verebilmemiz için şimdiye kadar ihmal
edilen diyalogları geliştirmek zorundayız” derken, bu çerçevede 1995 yılının
son ayı Aralık’ta Almanya’da faliyetlerde bulunan İslami teşkilatların üst
kuruluş yetkililerine biraraya gelme çağrısında bulunduğunu ifade etmiştir.
“Batı, İslamiyet ve müslümanlarla ilgili tutulduğu fundamentalizm hastalığından
biran önce kurtulmanın yollarım aramalıdır” diyen Cumhurbaşkanı Herzog,
kimsenin de farklı kültür, din, inançlarla ilgili korkular yaymaya hakkının
olmadığını ve olmaması gerektiğine dikkat çerekerek, bu tür peşin hükümlerin
yıkılmasının en iyi yolunun karşılıklı diyaloglar olduğunu söyledi. “İslamiyet
ve müslüman denince akla gelen şiddet yanlısı radikaller ile fundamentalizmi
anlıyoruz. Bu değerlendirme kesinlikle isabetsiz” diyen Herzog, Batı’nın
bilhassa İslam ve müslümanlarla ilgili kafa yapısını değiştirmesi gerektiğini
söyleyerek, dostça yaşamın herşeye değeceğine dikkat çekiyor.
Fundamentalizmin Batı’ya
ait bir kavram olduğunu söylemiştik. Özellikle 19. yüzyılda ABD’de bazı Protestanların-,
Darvin teorisine mukabil harfi harfine Kitab-ı Mukaddes’teki yaratılış bölümüne
sadık kaldıklarını ve bundan dolayı kendilerine fundamentalistler yani temelci-
ler adı verilmişti. Şimdi de aynı eğilim ABD’de güçlenerek sürüyor. Hatta
ABD’deki ilmi kuruluşlar arasında bilim ve dini değerleri meczetme eğilimleri
giderek artıyor. Sadece ABD’de 50 milyondan ziyade Amerikalı çocuklarına
Darvin teorisi yerine dini telakkilerin telkin edilmesini istemektedir. ABD’de
bugün 2300 okulda Darvin naza- riyesi değil de dini öğretiler telkin
edilmektedir. Keza sa-
dece Califomia’da 12
üniversite Darvin’in evrim ve tekamül nazariyesi yerine dinin görüşlerini
öğretmektedir. Nur Vergin’in de belirttiği gibi aslında fundamentalizm kelimesi
semantik kaymaya uğramıştır. Ve bugün fanatik anlamında kullanılmaktadır. Bazen
Fransızlar fundamentalist yerine entegrist, İranlılar ise Tendro lafzım kullanmaktadır.
Bu ifade de tahkir ye istihfaf ifade etmektedir. Şeriat ulvidir ve böyle bir
imajdan münezzehtir. Amaçlan İslam’ı lekelemek, ancak kafirler istemeseler de
Allah nurunu tamamlayacaktır.
Mustafa Özcan
6.11.1995
Yenibosna
H
ıristiyan dünyasında fundamentalizm
kavramı geçen yüzyılda kullanılmaya başlansa da İslam dünyasındaki tedavülü ve
Batıkların bu kavramı müslümanlara dayatmaları henüz yenidir. Korkut Özal
197O’li yıllara ait hatıralarını naklederken o dönemde siyasi İslam- geleneksel
İslam değerlendirmesinin yapılmadığını hatırlattı. O dönemde Batılılar bugün
ağzımızda sakız ve plesenk haline gelen fundamentalizm yerine yekten İslam’ı
hedef alıyorlardı. Bugün ise onlar açısından tehdit ve tehlike daha belirgin
olduğundan İslam’la fundamentalizm gibi kavramlar aracılığıyla örtülü bir
şekilde savaşıyorlar. Bu cihetle hem maksad hasıl oluyor, hem de müslümanlar-
dan büyük bir kitleyi bu mücadelede nötr hale getiriyorlar. Halbuki sık sık
ifade edildiği gibi bitaraf olan zamanla bertaraf olur.
Cezayir
asıllı İslam mütefekkiri ve içtimaiyatçı Malik Bin Nebi’nm ifadesiyle
hezimet psikolojisi içinde yaşayan zümreler (el- kabiliyyetü lil istımar)
peşinen Batı’nın üstünlüğünü kabul ettiklerinden onlara Sahici Müslümanlar,
Gelenekçi Müslümanlar deniliyor. Batı’nın geçici üstünlüğüne meydan okuyanlara
ise temelciler, köktendin-
çiler ya da
ecnebilerin doğrudan ifadesiyle fundamenta- listler deniliyor.
Komünizmin
canlı olduğu dönemlerde Ruslar ve Doğu Bloku ülkeleri haritada Komünizmi seçmiş
ülkeleri mumla ya da çiçeklerle işaret ederek gösterirlerdi. Post-komü- nizm
döneminde ise haritalarda fundamentalizm tehdidi altındaki ülkeler parmakla
gösteriliyor. Sovyatlar Birli- ği’nin dağılmasından sonra Batı Bloku’nu zinde
halinde tutacak karşı bir kavram aranır oldu.
İslami
hareketler sıçrama halinde olduklarından Batılı strateji uzmanları yeni bir
düşman konsepti geliştirdiler. Fukuyama ’nin “Tarihin Sonu”, HuntingtorTxm
da “Medeniyetler Çatışması” tezlerinden sonra bu düşman konsep- tini
belirlemek nisbeten daha kolay hale geldi. Binaenaleyh NATO’nun patronu WillyClaes
“Komünizmin yerini İslam aldı” deyiverdi. Fundamentalizm dedikleri tehlike
müşahhas hale gelmediğinden henüz mayalanma halindeki bu gelişmeyi nasıl
durduracaklarına dair strateji belirlemeye çalıştılar. Bunların gayreti Musa
(A.S) ile karşılaşmamak için beşikteki çocükları öldüren Mısır Firavunu ’nun
stratejisi’ne benziyor.
Halbuki
İseviliğin yayılması nasıl Roma’nın baskıları sonucu sürat kazanmışsa bu yönde
yapılacak baskılar da İslami hareketin yakıtı olmaktan öte gitmeyecektir. Evet,
vakti gelen düşünceyi hiç bir şey durduramıyor. Her mevsimin bir karakteri
olduğu gibi her fikrin de bir mevsimi vardır. Mevsimi gelen fikir çiçek verir,
meyve verir.
Zaman zaman
menfi ve karalama cihetiyle kullanılsa dahi fundamentalizm gibi kavramlar büyük
zuhuratın müjdecisi kavramlardır. Müslim’in Ebu Hureyre’den naklettiği
bir Hadis-i Şerif’de İslam garip olarak başlamış ve yeniden garip bir tarzda
zuhur edecektir. Gurabaya müjdeler olsun buyuruyor... Hadis-i Şerif’in
ruhundan da an-
laşıldığma
göre ahir zamanda îslam acip bir tecelliyata mazhar olacaktır. Kur’an-ı
Kerim’de de ifade edildiği gibi İslam diğer dinlere galebe çalacak ve
hepsini gölgeleyecektir. Müslümanlar hakkında fundamentalizm ifadesinin
kullanılması bu acip ve garip tecelliyatın bir tezahürüdür. İtalyan gazetesi
Cörriera Dellâ Sera’nın bir başyazısında Bosna’dan yola çıkılarak “gelecek
yüzyıl îslam yüzyılı olacaktır” hükmüne varılıyor.
Selefilere
göre, itikadi esaslar ancak nasslardan elde edildiği için, delilleri de yine
nasslardan alınır. Bu Selefi- ye’nin delâlete sevk eder düşüncesiyle akla
değil, nassm belirttiği delillere inandığını gösterir. Selefiler akli ve
mantıki yolların İslam’a sonradan Yunan düşüncesinin ürünü olarak sokulduğunu,
bu metodlann Sahabe ve Tabiin nazarında asla bilinmediğini söyleyerek kendi
fikirlerine eslat ve delil getirirler. Selef mezhebi, özellikle Teymiyye,
Kur’an ve Sünnet’de, Allah’ın sıfatları ve fiilleri hakkında ne varsa, mecazi
manayı düşünmeksizin hatta inkar ederek Allah ’ın eli, yüzü ve üstte
bulunmasını kabul ederler. Buna mukabil el’i kuvvet veya nimet ile yüz’ü Zat’la
dünya semasına inmeyi de Allah'ın kullarına yakın olması tarzında tefsir etmeyi
kabul etmişlerdir.
İbni
Teymiyye’ye göre selef mezhebi, Müressime ile Muattıla (Mutezile)
arasındadır. İbni Batuta (Rıhle- Mısır, 1938, C 1, S. 56- 58) adlı
eserinde naklettiğine göre, H. 705 yılında kendisinin Şam’da bulunduğu bir
Cum’a günü minberde İbni Teymiyye vaaz ederken şöyle der: “Allah dünya
semasına şu benim inişim gibi iner.” Sonra da inişini göstermek için kendisi
minberden bir basamak aşağıya iner. Bunun üzerine ibni Zehra diye
tanınan bir Maliki fakihi itiraz eder ve söylediği şeyin yanlışlığını ileri
sürerek reddeder. İbni Teymiyye’nin taraftarları fakihi daha fazla
konuşturmazlar. Rivayet İbni Hacer el- As-
kalani’nıin (ed- Dürer el karnine,
C. 1, S.164, Mısır) adlı eserinde mevcuttur. Aynı hususlar İbni Teymiyye’nin
“Mecmu’at- ür Resail el- Kübra, 1 /Kahire, 1966 eserinin 11. risalesinde de
mevcuttur.
Şimdi İbni
Teymiyye, bu sözü ve hareketleriyle, doğrudan doğruya Müressime’ye kaymış olur;
kendisi her ne kadar Selefiye’nin müressime’den olmadığını söylese de bu
böyledir. Zira “Allah benim inandığım gibi şöylece iner” demek tam manasıyla
antropomortik bir izah tarzıdır. Kaldı ki bu izah, kendi, tevil tanımayan
tutumuna da aykırıdır. Allah’ın inmesini kabul etmek, O’nun hareketli olduğunu
kabul etmektir; halbuki hareket ve sükun cismin sıfatlarındandır.
Aynca
Allah’ın hareketli olması, O’nun zaman ve mekan dahiline girmesine, yani
yaratılması fikrine götürür ki, bu da İslâmî itikada ne derece uygun düşer?
İzahtan varestedir.
Bu arada
Aristo'nun ilk muharrik dediği tanrısı, İbni Teymiyye’nin el, yüz sahibi
Arşa oturup kalkan, Arza inip çıkan, çeşitli yönlerde olabilen Tanrısı’ndan
daha mücer- retdir. Hiç olmazsa Aristo ona sadece, suret izafe ediyordu.
İbni Teymiyye’nin bu anlayışı ile İslam'ın “Tenzih” ve “Tevhid” akidesi,
Hıristiyanlığın “Teşbih”ine yaklaştığı için 7. Gardet ve Goldziher
gibi koyu Hıristiyan ve Yahudi müşrikler İbni Teymiyye’nin tutumunu
kitaplarında övmüşlerdir. (S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü-
Selefiyye bahsi) İbni Teymiyye’ye Intifourror (Cehennemin sonluluğu) ve
tecsim gibi görüşler atfedilmiştir. Özellikle tecsime varan görüşler talebesi İbnil
Kayyım el- Cevziyye’&e daha da açıktır. (Medaricussalikin Cilt. 3,
Sayfa 258, İvadullah Hicazi, İbnul Kayyım, S- 124)
F
undamentalizm
günümüzde
evrendeki dini uyanışın genel adıdır. Dolayısıyla fundamentalizm kendi bünyesinde
çeşitlilik arzetmektedir. Hıristiyan fundamenta- lizmi, İslam fundamentalizmi,
Yahudi fundamentalizmi, Hindu fundamentalizmi... vs.
Fundamentalizm
muhaliflerine göre etrafta dolaşan bir “hortlak”, “Aydınlanmanın inkarı” ve
“Bir Ortaçağ dünya görüşü’nün nüksetmesi”dir; o, “evrensel akılsızlığın başkaldırısı”,
“Açık cevaplar”ın iğvası ve cesaretin kendisine duyulan korku” olarak
adlandırılmaktadır.
Dr. Tunç
Eralp'm.
(İlim ve Sanat, Mayıs 1995) dediği gibi; güvenliğe duyulan ihtiyaç kuşkusuz
fundamentalist hareketlerin önemli psikolojik köklerinden biridir. Gittikçe
daha hızlı değişen ve pek çok tehdide maruz kalan Dünya’daki sıkı ahlâki değer
sistemlerinin ve sosyal yapıların çözülmesi, telafi edilmesi gereken derin bir
güvensizliği temsil ediyor. Asgari bir ruhi rahatlık, bu güvensizliğin
telafisiyle mümkündür. Güvenlik ihtiyacı ruha ve insanın - kimlik adı verilen-
esas varlığına aittir. Çeşitli nüansları içinde fundamentalizm, tehdit
altındaki kimliğin korunması ve kayıp kimliğin yeniden inşası ile ilgilidir.
Geleneksel değer ve yapılara dönüş, ruhi yönelim ve birliğin korunmasına veya
yeniden kazanılmasına hizmet
ediyor.
Her üç tek
tanrıcı geleneğe sahip dindeki, yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’daki
“fundamentalizm”in bir kitle hareketine dönüşmesi gözlemi onun sadece narsiz-
mle malul bireylerin problemi sayılamayacağını veya taraftarlarının tipolojik
yapısıyla açıklanamayacağını gösterir. Tek tanrıcı olmayan dinlerin
ülkelerinde ve kültür alanlarında karşılaştırılabilir çapta fundamentalist fenomen
mevcut değildir.
Kitle
iletişim araçları, insanların devingenliği ve nüfusun ihtılatı son yıllarda
bir çoğulcu gerçek meydana getirdi. Bu yeni dini ve dünya görüşü bağlamındaki
çoğulculuk, sadece çok sayıdaki insan “tek”lerinin değil, bilakis onyıllardan
beri tek tanrıcı bir gelenek tarafından şekillenen o kültürün bütün
topluluğunun bir kimlik krizine yol açtı. Yalnız bir tek tanrı inancının
geleneksel biçimleri - Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam- çoğulcu bir dünya görüşünün
onunla asla birleşmeyeceği ve onun için varoluş- sal bir tehdit oluşturacağı
bir bilinç yapışma uygun düşer. Geleneksel tek tanrıcılık, bu din ve
kültürlerin insan kimliğinin köklerine aittir. Şimdinin çoğulcu realitesi tek
tanrıcı geleneği tehkileye düşürmektedir. Bu naklonunan tanrı anlayışı kendi birliğinde
ruhun ve özellikle insanın ”ben” yapısının da değişmezlik ve birliğini garanti
altına almaktaydı.
Çağın fiili
çoğulculuğu, önceki yüzyılın tamamının teolojik ve felsefi gelişmelerinden
daha hızlı ve etkili bir bilinç değişimine hazırlandı. Tek tanrıcı geleneğin
insanları, kendi kimliklerine yönelik tehlikeyi diğer dinlerin ve
aydınlanmanın öncülerinden daha çok modern yaşamın çoğulculuğunun
tezahürlerinden dolayı yaşamaktadırlar.
Bu öncülerle
araya iç veya dış sınırlar koymak müm- kündüf; çoğulcu gerçeklik ise mesafeye
ve karşılaştırmaya son derece elverişsizdir
18
“Fundamentalizm” ifadesi,
Amerikan Protestanları tarafından 1915 ile 1916 arasında “The Fundamentals”
(Temel Prensipler, temeller) başlığıyla yayınlanan yazılar serisine dayanır.
O zamanlar Amerikan Protestanları için vazgeçilmez olan bu “Fundamentals”a
özellikle şunlar dahildi: Incil’in yanılmazlığı dünyanın günahkârlığı ve
İsa’nın yaklaşan avdeti.
Amerikan
Fundamentalizminin kökleri 19. yy’a kadar uzanır. Dış göç, “Koruyucu NesiF’in
kimliğini tehdit etti. Ekonomik gelişme ABD’ne dışardan gelen göçmen kalabalıklarının
yeni dalgalarını çekti daima. Protestan Ang- lo- Amerikalı, 19. yy’ın ortasında
vukubulan kütle halindeki îrlandalı Katolik göçmen yerleşimi ve yüzyılın Sonuna
doğru gelen Doğulu göçmenler (Doğu ile Güneydoğu Avrupa’dan) yüzünden kendi
özelliklerinin tehdit altında olduğunu hissetti.
Ülke bir tarım ülkesinden
sanayi ve ticaret ülkesine dönüştü. Bundan özellikle etkilenen bölgelerde,
hele de ABD’nin Kuzeydoğusunda, sosyal yapılarda ve yaşam alışkanlıklarında
esaslı değişikliklere yol açtı. Ve ilk olarak daha ziyade bu bölgelerde
fundamentalizm yayıldı.
Sanayileşme ile birlikte
hızlı bir kentleşme de başladı. Sayısız insan şehirlerde iş bulmayı umuyordu.
Tarım top-
lumunun ve küçük
şehirlerin eski aile yapısı sarsıldı. Yeni sosyal yapılar ise mevcut değildi.
Ekonomik deprasyon zamanlarında onbinler, aşırı yoksulluk ve ihtiyaç durumuna
düştüler. Kilise kaynaklı hareketler buna İncirin sosyal bir yorumu ile tepki
gösterdiler.
Öte yandan Charles
Darwin tarafından geliştirilen evrim teorisi, yaratıcı tanrıya ve hakikati
içeren Tevrat ve İncil metinlerine olan Hıristiyanlık inancının ciddi bir
sorgulaması olarak ortaya çıktı. Güvensizlik, yeni görüş bilimsel temelli teori
olarak anlatıldığında daha çok büyüdü. Özellikle Amerikan toplumunun, doğa
bilimleri araştırma ve anlayışına sınırsız itimadı vardı. Bu itimat, somut
başarı nedeniyle kendini haklı çıkarmaktaydı. Aynı doğa bilimi, sözkonusu
toplumun dini inançlarını, Dar- . win’in evrim teorisiyle şüpheli hale
getirmekteydi.
Dini
tarihselci okul “tarihsel- eleştirel” metodu Tevrat ve încil metinlerine
uyguladı. O, antik dinlerin Kutsal Kitap konuları ve motifleri üzerindeki
etkisini arttırdı ve karşılaştırma ve sınırlandırma yoluyla Kutsal Kitap
“dil”inin anlamını yeniden keşfetmeyi denedi. İnsanın ve yerin yaratılışı
hakkındaki öyküler gibi Kutsal Kitab’a dayalı tarih bundan böyle
incelenmeksizin Kutsal Kitap dilinin kelimelerinin kesin anlamında “tarih”
olarak anlaşılmamalıydı; bilakis onlar çok sayıda görüşler ve tahay- yülat
olarak anlaşılabilirdi veya anlaşılmalıydı. Onun teolojik ifadeleri varolmanın
anlamının yorumu olarak hesaba katılmalıydı.
Tarihsel-
eleştirel Kutsal Kitap yorumu böylece yeni doğa bilimi idrakiyle (Darwin)
Kutsal Kitap görüşleri arasında bir uzlaşma imkanının önünü açtı. O bakımdan bu
ikisi bundan böyle birbirine lûç aykırı düşmeyebilirdi. Kutsal Kitap
hikayelerinin içerdiği hakikat, onun konu
veya
metinlerinin edebi cinsine uygun düşmeliydi. Kutsal Kitap’ta dar anlamdaki
tarihi metinlerin yanısıra (dini tarihi okula göre) mecazlar, efsaneler,
mitler vs. de vardı. Onun ifadelerindeki niyet, ilke olarak, (modern anlamda)
tarihi veya doğa bilimleri bağlamında ilmi değildir. Kutsal Kitap metinleri
dini dünya görüşünü ifade eder; onlar dinsel tarih yorumudur, kendi kimliğinin
fikir haline gelen tahayyülatını ifade eder; insan tekinin veya bütün halkın
ihtiyaç ve umutlarının “ruhsal dil”ini cisimlendirir; müjdeler veya korkutur.
Kutsal Kitap metinleri bütün bunlardır, fakat asla zaman-dışı veya soyut
değildir. Bilakis daima somut bir kontext içinde yer alır. Dini hakikatler
Kutsal Kitap ifadelerinin harflerinde bulunamazlar, bilakis bir metinin “yaşamdaki
yer”inde, bağlamının tamamındadırlar.
Sadece ABD’de
değil, her yerde insanların büyük kesimince, Kutsal Kitap’a bu yeni yaklaşım
inanca karşı doğa bilimi tarafından yürütülen tartışmadan kurtuluş kapısı
olarak asla görülmedi.
Çokları
nazarında tarihi- eleştirel yorum, geleneksel Hıristiyan inancı için, doğa
biliminin kendisinden daha büyük bir ek tehditti. Şimdiye kadarki Kutsal Kitap
anlayışına yönelik şüphe şimdi içerden, kendi saflarından geliyordu. Papa Pius
A’un da sert tepki göstermesine rağmen bu, Katolik Kilisesi için olduğundan çok
Protestan Kilisesi ve toplundan için dayanılmazdı. Reformcuların öğretisi
(ahlaki ve sosyal tutumların ve dini yaşamın biricik normu olarak Kutsal Kitap)
ABD’de yüzyıl başlangıç noktasında Protestanlık akımları için doktrinlerinin
başlıca esası haline geldi. Tarihsel eleştirel Kutsal Kitap yorumuyla
entelektüelleştirilen vaaz stiline karşı Protestanlar, dini benimseme olayları
ve duygulara çağrı ile tepki gös
terdiler.
Pius X için olduğu gibi 1.
Dünya Savaşı’nın ve 1920’li yılların ABD’sindeki Fundamentalistler için de daha
ziyade “mödernistler”e karşı bir savaş sözkonusuydu. Bu, en yüksek noktasına
1925’te ulaşan bir “anti- devrim haçlı seferi”ne dönüştü. Fundamentalistler
her yerde Kutsal Kitap okulları kurdular ve bundan fazla olarak eğitim kurumlan
üzerinde etki sahibi olmaya veya eğitim kuramları meydana getirmeye
çalıştılar. Louisiana eyaletindeki bir yasa, 1987’ye (Amerikan Yüksek Mahkemesi
tarafından anayasaya aykırı olduğu açıklanıncaya) kadar öğretmenlere,
okullarda evrim teorişi yanında, ona muadil olarak Kutsal Kitap ’ın yaratılış
teorisinin anlamını kelimesi kelimesine ve doğa bilimiyle ilgili ifadelerle
anlatmalarını emrediyordu.
ABD’nin en büyük iki
fırkasındaki Presbiteryenler ve Boptistlerdeki güçlü fundamentalist
gruplaşmalar dini cemaatleri parçalanmaya sürükledi. Fundamentalist eğitimli
Ve “Liberal” kanatta varolan kiliselerdeki benzer parçalanmalar zamanın akışı
içinde değişik yerlerde tekrarlandı. Fundamentalist gruplaşmaların kendileri
de böylesi parçalanmaları-çok sayıda yaşadılar; daima tekrar tekrar daha
radikal veya mutedil organizasyonlar ve birliklere bölündüler.
6O’lı ve 70’li yıllarda
ABD, özellikle gençlerin ABD’nin lider rolüne ve güvenli bir geleceğe olan
inançlarını sarsan politik, ekonomik ve askeri krizler yaşadı: Kennedy'nin
katli, Vietnam’daki askeri çekilme, Water- Gate skandali, işsizlerin ve
yoksulların kabaran sayısı v.s. Bazıları tarafından çoktan öldüğüne inanılan
fundamentalist hareket yeni bir yaşama gözlerini açtı. Onlar şimdi ilk defa
New Religious Right veya New Christian Right
içinhde politik güç
olarak da şekilleniyor. Tarihte ilk defa bu harekette militan Protestanlar ve
Katolikler işbirliği yapıyorlar. Yüzyılın ilk yarısında Amerikan fundamenta-
listleri için öğreti, ayin düzeni ve yaşamda bütün Katolik- lere karşı verilen
savaş, hareketin hala mütemmim cüzü sayılıyordu. 70Ti yılların sonlarına doğru
fundamentalist kökenli yeni politik dini organizasyonların kuruluşu noktasına
gelindi: Christion Voice, Moral Mazority Inc. ve Religious Rountable.
80’li
yıllarda fundamentalizm iki düşmanı ele almaya başladı: Seküler hümanizm ve
komünizm. İkisi, şeytanın yamakları sayılırdı. Bu politik fundamentalizm
homoseksüel harekete, kadınların eşitliğine (daha doğrusu bu husustaki
anayasal katkıya), pornografiye “seküler hüma- nizm”in propagandasını yapan
okul kitaplarına vs. karşı “haçlı seferleri” çağrısı yapılır. Fundamentalist
anne- babalar, kendi dünya görüşleri ve insan anlayışlarına karşı olan resmi
okulları aşma çabasındadırlar.
Bu yeni
politik- dini fundamentalistler için sadece dostlar ve düşmanlar vardır. 80’li
yıllarda Demirperde hala dünyayı bilemekteydi. Fundamentalistler için bu
sınırın öbür tarafı “kötülük”tü. ABD Başkanı Reagan bile komünist
dünyayı “şer imparatorluğu” olarak nitelendirmiş; o, Amerikan televizyon
vaizleri tarafından daima “Dec- cal”m dünyası olarak damgalannuştır. Nükleer
tehdit ve bütün yeryüzünün bir nükleer tahribi imkanı fundamentalist hareketlerde
açık bir ahir zaman maneviyatına ve Tanrı’nın devleti ile şeytanın devleti
arasındaki “son büyük boğazlaşma” beklentisine yolaçtı.
Gorbaçov tarafından yürütülen
Prestroika ve Glasnost ile birlikte Demir Perde’nin yıkılışı komünist dünyadaki
savaşılması gereken şeytan projeksiyonunu aniden en
azından
geçici olarak anlamsız hale getirdi.
1990’da komünist düşmanın
yerini çoğu için başka bir düşman aldı: Irak lideri Saddam Hüseyin. Bir
zamanların Hitler'i gibi o da çokları için Şeytan’in oldukça somut bir
şahıslandırılmasıydi.
Saddam Hüseyin, rakibi ABD Başkanı Bush
tarafından gerçek şeytanın yerinin tesbiti için ölçü alındı. Körfez krizi
üzerine yapılan sayısız yorum ve tartışmada, konuşan taraflarca bütün
açıklığıyla, din olarak İslam'ın değil fakat şahıs olarak Saddam Hüseyin'in
kötülükle özdeşleştiği açıklandı. Bununla birlikte sık sık, önceleri
Hıristiyan olan ülkelerde şu anda var olan dini, politik ve kültürel varlığının
yolaçtığı esaslı tehditler yakın gelecekte İslam'ın böyle olabileceği
korkusunu dışa vurdu.
KATOLİK KİLİSESİ VE
YENİ MUHAFAZAKARLIK
K
atolik Kilisesi’nde 1. Dünya Savaşı
’ndan 2. Vatikan Konsulü’ne kadar bağımsız bir fundamentalist hareket yoktu.
Önceden “aydınlanmaya” ve Fransız Devri- mi’ne tepki olarak “Katolik
reştorasyon”u vardı; o, devrim öncesi görüş ve değerleri hiç değilse kilisede
bütünüyle tekrar kullanmada büyük ölçüde başarılı bir girişimi ifade ediyordu
ve kısmen daha radikal ifade edildi, daha tutarlı uygulandı.
Bu devrim
öncesi görüşlere, herşeyden önce, 1. Vatikan Konsülü’nün papalığın yanılmazlığı
doğmasını ilanında onun en aşırı ifade ve müşahhaslaştırmalarmm yeraldığı
hiyerarşik- monarşik düşünce de dahildi. “Katolik restorasyonu” fazla olarak
özel ve sosyal yaşamın tüm meselelerine tek cevabı inançtan çıkarmayı isteyen
bir dini tota- literizmi amaçlıyordu. Bu düşünce için Katoliklik öğretisi kendi
anlamı ve varlığındaki bütünlüğe zarar vermeksizin, ondan hiç bir parçanın
kopartmayacağı kendinden kapalı bir bütünlüğü ifade ediyor. Bu sadece merkezi
inanç konulan için değil öğreti ve yaşam bakımından pek az öneme sahip görece,
marjinal inanç konuları için de geçerlidir. Tali konuların adeta kendilerine
inananların bağlılığının ölçüldüğü test parçaları haline getirilmesi,
fundamentalist
düşüncenin özelliklerindendir. Mesela ABD’deki çoğu Protestan fundamentalist
tarafından, /sa’nın babasız doğumuna olan inancın ilgili cemaatlerde ne öğreti
ne de ayin düzeni için rolü bulunmadığı halde vazgeçilmezliği mutlak
sayılmaktadır. Katoliklik restorasyonu silsilesi içinde 1907’de modemist
yanılgıyı mahkum eden “sanctum officium”, “La mentabili” buyrultusu boyverdi.
Bu dokümanların başlığı bütün fundamentalist akımlarda rastlanan duygusal
doğrulamayı açıkça yansıtıyor. O ilgililerin ait bulundukları dini cemaatin ve
dünyanın durumu hakkındaki sızlanmaya ait “des Lamenti- erens” matem ve
feryattan oluşan bir atmosferdir. Bunu 1910’da Papalığın ruhaniler tarafından
talep edilen “anti- modemist ant”ı izledi. Katoliklik restorasyonunun sonucu
olarak 20. yüzyılın ilk yarısında Katolik kilisesi bir bütün halinde bilimsel
araştırmanın ve hızla değişen yaşam şartlarının baskısından asla zarar
görmeyerek veya sadece şüpheye maruz kalmış olarak görünecek tarzda inancın
temellerini Kutsal Kitab’ı ve geleneği bünyesinde taşıyan yoğun ve geniş çaplı
homojen bir blok görünümü vermeye başladı. Birlik ve güvenlik olayı her şeyden
önce Japonya’dan Kuzey Amerika’ya ve Kuzey Kap’tan Güney Afrika’ya kadar dünya
genelinde milyonlarca Katoliğin pazardan pazara katıldığı Pius V.
tarafından Trient’te oluşturulan Latince Kudas Ayini tarafından desteklendi.
Her yerde aynı form ve dilde icra olunan Kudas Ayini Katolik Hıristiyanlara
evrensel bir dayanışma ve bağlılık duygusu ile görece olarak zaman ve mekandan
bağımsız bir gerçeklik deneyimi kazandırdı.
Sadece diğer
Hıristiyan cemaatler üstü örtülü olarak değil, fakat Katolik Kilisesi
bütünüyle aşikâre olarak, o, 2000 yıllık efsanevi geleneğiyle bezeli bir
“kutsal” mer
kez, Roma
üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulundu.
Sayısal
büyüklük öteden beri Roma Kilisesi’ne diğer kiliselerle karşılaştırıldığında
bir özgüven verdi. Katolik Kilisesi’nin dünya çapındaki misyon etkinlikleri
50’li yıllarda, 6O’lı yıllarda hemen hemen bütün diğer siyah Afrika
devletlerinin bağımsızlığına yolaçacak olan dekoloni- zasyon devri başladı.
Eski koloniler ulusal, kültürel ve dini bağımsızlıklarını arayan “Üçüncü
Dünya” ülkelerine dönüştüler. Katoliklerin ve Hıristiyanların dünya nüfusu
içindeki yüzdesini giderek daha fazla azaltan bir nüfus artışının Hıristiyan
olmayan halklar arasında kaydedildiğini gösteren ayırtıcı tesbit, Katolik
Kilisesi’nin nitelik bakımından desteklenmekte olan zaferini gitgide ortadan
kaldırdı. Hıristiyan mezheplerinin misyon çalışmalarının büyük başarı
kaydettiği siyah Afrika’da, İslam gittikçe daha fazla baskın hale geldi.
“Katolik Kıta” Güney Amerika’da Roma Kilisesi, ekonomik güçsüzlüğün umutsuz
yokluklarının yanısıra yiyici ve rüşvetçi politik güç sistemiyle de yüz-yüze
geldi. Giderek artan sayıda Hıristiyan, hatta papaz ve piskopos, hakim
sınıflara karşı durdu ve sosyal bir Hıristiyanlık istedi. “Özgürlük teolojisi”,
hala kapsamlı bir biçimde politik ve ekonomik güç sahiplerini birbirine
bağlayan kilise hiyerarşisiyle çatışır durumdaydı. Avrupa ve Amerika’da zamana
ve geleceğe şekil veren örnekler yok oldu. Giderek insanlar Kilise’den yüz
çevirdiler. Ve kurtuluşlarını doğulu meditasyon teknikle- ; rinde aradılar.
Bu durum
üzerine papalık, 1959’dan Aralık 1965’e kadar sürecek olan 2. Vatikan Konsülü’nü
toplantıya çağırdı. Hazırlanan komisyon arzu ve planlara göre, büyük kilise
toplantısı, aslında sadece Katolik hürriyetinin muazzam bir gösterisi
olmalıydı. Fakat Konsul’ün ilerleyişi
farklı
gelişti. Çoğu insanların mutlak bir tarzda hazırladıkları dokümanların
kendisine kurban edildiği demokratik bir süreç yaşandı. Komisyonun yıllar boyu
süren çalışma halkalarında ve genel toplantılarda, öteden beri naklo- lunanlan
ve “ebedi geçerliliği olanlar”ı göstermeyen metinler, üzerlerinde çalışılarak benimsendi.
Onlar, gelişimin ve yeniden yönelimin ifadelerine dönüştüler; düşünceler ve
değer sistemleri, politik, ekonomik ve sosyal yapılar düzeyinde değişen ve
sürekli hızlanan bir değişimi kapsayan dünya ile yürütülen bir konuşmanın
otantik deneyimleriydiler.
2; Vatikan
Konsülü’nün dikkatleri üzerine çeken dokümanları, kilise içi demokratikleşme
ekümenizm (tek kurtuluş yoluna sahip olma iddiasından vazgeçerek Katolik
olmayan Hıristiyanlarla ve Hıristiyanlık dışındaki dinlerle diyaloga açık
olma), inanç hürriyeti (farklı dini kanaat ve dünya görüşlerini saygı ve
belirli bir görüşü yasal veya başka güç araçlarıyla değişik düşünenlere zorla
kabul ettirmekten vazgeçme) ve nihayet ayin usulü (özellikle Kudas Ayini’nin
yenilenmesi) ile ilgiliydiler.
B
aşpiskopos MarcelLefebure (1905- 1991) Konsul’ün merkezi hazırlık
komisyonunda yer alıyordu. Daha başlangıçta Konsul’ün çalışmaları gözlerinin
önünde “ilerici güçler” tarafından yürütülünce hemen, Konsul’ün babalığını yapmış
olan muhafazakar bir guruba katıldı. Bu gurup, Konsül boyunca kilise
toplantılarındaki “İlerici” çoğunluğa ve onların kararlarma karşı mücadele
verdiler. Lefebure için “İlericiler”in görüşleri ve onlar tarafından
onaylanan Konsül dokümanları modemizm, liberalizm ve Protestanlık’tan oluşan
bir hattı teşkil ediyordu. Lefebure bunlarda farmasonluğun gizli bir
etkisini gördü ve onları Fransız İhtilali’nin idealleriyle özdeşleştirdi.
Bütün bunlar o ve onun
fikirdaşları için Hıristiyanlık geleneğinin temellerinin yitirilmesiydi. Ona
göre eküme- nizm ve inanç Özgürlüğü hakkmdaki dokümanlar “ışık ve karanlık”
arasındaki sınırı siliyordu. Onun bakışma göre demokratikleşmenin ilk adımları
Tanrı tarafından verilen geleneksel hiyerarşik dünya düzenine itirazda bulunuyordu.
Bu hiyerarşi şöyleydi: Tanrı- İsa- Papa- Piskopos- Papaz- Ruhban olmayanlar-
Erkekler- Kadınlar.
Ayin düzeni reformuna
göre, Katolik Kilisesi’nin en önemli ibadet biçimi olduğu şüphe götürmeyen
Kudas Ayini sadece Latince değil, aynı zamanda mensupların
kendi ana dillerinde de
ifa edilebilirdi. Onun bazı kuralları sadeleştirildi, bazıları da atıldı,
metinler bugünkü insanın diline ve çağdaş teolojiye yaklaştırıldı. Bununla birlikte
ayinin esasma dokunulmadığı söyleniyordu.
Kudas Ayini’ndeki değişiklik, Lefebure ve fundamenta- list
olmayan sayısız Katolik için bir güvensizlik duygusunu, bir vatan kaybı
hissini ve duygusal tecrübelerde yaşanan bir kaybı ifade ediyordu. Çağdaş
Katolik gelenekler gibi önceki Amerikan fundamentalistlerinde de, dini pratiklerin
duygusal unsurlarıyla ilgili endişe, öncelikli bir hedeftir. ■
Lefebure tezleri ve tutumlarıyla
Konsül’e ve Papa Jo- pannes XXIII. ile Paul VPya karşı durdu,
hatta Johdnnes Paul II döneminde Haziran 1988’de işi tam bir kopuşa
vardırdı. Fakat, Lefebure" m gelenekçi görüşleriyle Roma
Kilisesi’nin merkez yöneticilerinin görüşlerinin açık bir yakınlaşması birlikte
yürüdü. 70’li yıllardan beri, piskoposluk dairesinin açık çoğunluk isteğine
rağmen, boş piskoposluk kadroları yeni muhafazakar gelenekçi piskoposlarla
Roma tarafından dolduruldu. Bunlar, her ne kadar konsül kararlarını sözlü
olarak onaylamışlarsa da, otoriter kilise idare biçimlerinde ve teolojik
görüşlerinde tekrar konsül Öncesi zamana dönüş vardır. Son 20 yıldır Roma
tarafından atanan Piskoposlar “fundamentalist” olarak tanımlanmaktadırlar.
Zira onlar için Konsül önceki kilise yasaları ve bunların üzerinde durduğu
teoloji Katolik inancının ve yaşantının zaruri temelini ifade eder. Sadece
Katolik Kilisesi’nin yeni- muhafazakarlığında değil, diğer Hıristiyan
fundamentalistlerde de, temellere dönüş, inancın ve dini yaşantıların , din
kurucusunun asıl niyetinin canlanması sayılan biçimlerine dönüşü ifade etmez.
Somut olarak
bu çoğunlukla, efsanevi bir başlangıca
30
dönüştürülen
geçmiş tarihi çağa dönüşü ifade eder. Bu yüzyılın Latince Kudas Ayini’nin
konsül öncesi geleneksel biçimi gelenekçiler tarafından “Bütün zamanların ayini”
olarak tanıtılır. Onlar gibi “daima” var olan, “ebedi” ve “değiştirlemez”
ayindir o. Tabii olarak gelenekçiler, bu “ebedi” ayinin asla Hıristiyanlığın
asıl kaynaklarına dayanmadığını, bilakis sözümona “Trient Konsülü Kökenli”
Kudas Ayini olarak şeklinin 1570 yılında Papa Pius V tarafından
belirlendiğini bilirler. “Asil”, “daimi”, “başlangıç” ve “temel” kavramlarının
muhtevasının zaman ve tarihle hiç bir ilgisi yoktur, o keyfiyetle ilgilidir.
Tarihi bir olayın, dini pratiklerin zamana bağlı görünümünün ve dini hakikatin
aynı şekilde zamanla kayıtlı ifadesinin zaman-üstü pratikler ve zaman-dışı
geçerliliği bulunan gerçek olduğuna hükmolunur. Fundamentalist görüş “cüz”ü
mutlaklaştırır. O, cüz olarak kesin geçerliliğe sahiptir ve yaşantıya hizmet
eder.
31
YENİLİKÇİ-REFORMİST VE
FUNDAMENTALİST
Z
aman zaman yenilikçi,
reformist ve fundamentalist kavramları birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
Bu açıdan kavram kargaşasına da yol açmaktadır. Yenilikçi müceddit’in karşılığı
olarak kullanılmaktadır. Müceddit asli kimliğine uygun olarak dini yenileyen
insan demektir. Müceddit bu anlamda dini asrın idrakine söyleten kişi veya
onun başlattığı Rabbani bir akımdır. Müceddit dinin üzerine bulaşmış kirleri
temizler, yanlış yorum ve eğilimleri düzeltir ve tamir eder. Zaman zaman
yenilikçi ile reformist biribirine karıştırılmaktadır. Reformist dinin özüne
aykırı yenilkçi bir çığır açan kişi veya akımdır. Bu anlamda Haşan el-
Benna, Bediüzzaman Said Nursi bir yenilikçi; Muhammed Abduh ve Reşid
Rıza ise reformisttir. Birinciler müceddit İkinciler ise müteceddid olarak
anılırlar. Maksatlı bir kullanışla Şeyhülislam Mustafa Sabrı ve Şeyh Saffet
Yetkin reformistlere müceddit demişlerdir. Zaman zaman reformistlere
islahcı, maslih adı da verilmektedir.
Şeyhülislam Mustafa
Sabri, kozahh reformist Musa Bi- g.iyet Efendi'yi Şeyh Saffet
Yetkin de İzmirli İsmail Hakkı gibileri müceddit olarak ele
almaktadır. Aslında hakiki
mücedditler
yerine iddia sahiplerine müteceddid dendiği gibi şeyh olmadığı halde şeyhlik
taslayanlara da muteşey- yih denmektedir. Keza tevekkülü tembellik yerinde
kullananlara da mütevakil denmektedir. Yani ehli hakikat ile iddia sahipleri
arasında her zaman fark vardır. Hakikat ehline müceddit payesi verilirken iddia
sihapleri reformist olmaktan öteye gidemezler.
Mısırlı edebiyatçı
ve filolog Abdulmuteal Saidi İslam mücedditi adlı eserinde Muhammed
Abduh, Reşid Rıza, Mustafa Meragi, Gulam Ahmet Kadıyani ve Mustafa Kemal
Paşa’yı asrımızın mücedditlerinden sayar. Bu Azimet Köylüoğlu'nnn
Mustafa Kemal'i Mehdi olarak kabul etmesi gibidir.
Mustafa
Kemal Paşa
ilk mücadele yıllarında İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde Mehdi
olarak kabul edilmiştir. Hilafet Şairi Ahmet Şevki bile “Halit-et-Türk”
diyerek Mustafa Kemal'i Halit Bin Velid’e benzetmiştir. İkbal'de aynı
yanılgıya düşmüştür.
İskender
Gökalp
ve François Georgeon “Kemalizm ve İslam Dünyası” adlı eserlerinde İslam
Dünyasında Mustafa Kemal'in ilk çıkışıyla ilgili kendiliğinden oluşan
sevgi yumağım şöyle aktarıyorlar: “Osmanlı yenilgisinin ve mütarekenin şoka
uğrattığı İslam dünyası, 1919 baharından itibaren Türkiye’deki olayları büyük
bir dikkatle izlemeye başladı. O güne kadar tanınmamış biri olan Mustafa
Kemal'i keşfetti ( daha önce ise kahraman Enver Paşa idi) ve Mustafa
Kemal’in Avrupa’ya meydan okuyuşunu heyecanla izlemeye başladı. Ege’deki
Yunan işgali, müttefik birliklerin İstanbul’a girişi, Sevr Anlaşması, İslam
toplumlarının Türkler’le dayanışmaya girmelerinin çeşitli nedenlerini
oluşturuyordu. Bu cümleden olmak üzere Tu- nus’da Türkiye olayları çok yakından
izleniyordu. Istan-
bul’un
ingilizler tarafından işgalini protesto amacıyla Mart 1920’de kralın sarayının
önünde bir gösteri düzenlendi. Bu olaylar dizisi içinde, Sakarya Meydan Muharebesi
(Eylül 1921) tartışmasız dönüm noktasını oluşturuyordu. Türkler’in Yunanlılara
ve bunların arkasındaki İngiliz emperyalizmine karşı zaferi,
sömürgeleştirilmiş müslüman halklara Avrupa’ya kafa tutulabileceği duygusunu
veriyordu. İngiltere yenilmez değildir. Ajitasyon Türklerin başarısı tarafından
özendirildi. Tunus’da olduğu gibi Suriye’de de gazeteler Kemalistler’in
lehinde aktif bir kampanyâ yürüttüler. Mustafa Kemal’in ve Hali- fe’nin
etrafında toplanmayı savundular. Zaferin ilanı, Tunus kentinde gösterilere
yolaçtı. Türkler’in davasına duyulan sempati, giderek İslam dünyasının
kurtuluşu biçimindeki daha genel bir umuda dünüşüyordu.
Ancak Türkler’in lehine
yapılan en gösterişli dayanışma toplantıları Anadolu’yu yeniden fetheden Türk
birliklerinin İzmir’e girişi (Eylül 1922) dolayısıyla yapıldı. İslam dünyası
Fas’dan Endonezya’ya kadar toplantılar düzenleyerek, mitingler yaparak
Türkler’in zaferinden duyduğu sevinci ortaya koydu. Filistin’de, Şam’da
Tunus’da, Hisdistan müslümanları arasında, Yemen’de ve hatta Et- yopya’da, Adis
Ababa’daki müslüman halk arasında düzenlenen gösteriler hakkında müşahadelere
sahibiz.'Türklerin İzmir’e girişi ilan edilince Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle
donatılıyor. Gazze’de, Nablus’ta pencerelere Türk bayrakları asılıyor.
Camilerde dualar okunuyor ve Mescid-i Aksa’da büyük bir içtima yapılıyor.
Türk bağımsızlık savaşınm
kurbanları için bağışlar toplanıyor. 1922-23 arasında Mustafa Kemal’in
İslam dünyasının büyük bölümünde “en popüler kişi” olması bizi şaşırtmamalı.
Çünkü Türkler’in zaferi kısmen ve geçici bir
süre için de
olsa, İslam’ın 19. yüzyıldan beri süregelen “bekleyiş”ine cevap veriyordu.
Geriye Arap Ortadoğu- su’nun durumu kalıyor. Savaş sırasında meydana gelen
olaylar düşünüldüğünde, Filistin’de ya da Şam’da Kema- listler lehine
gösterilerin düzenlenmiş olması şaşırtıcı yanlar taşıyor. Filistinliler’in
1922’deki Türk dostluğu, bir fırsatçılık mıdır, yoksa gerçek bir sempatiyi mi
dile getirmektedir? Y. Porath ikinci.ihtimale yatkındır. Savaştan önce,
Arap milli hareketi çok sınırlıydı. Hüseyin’in 1916’daki ayaklanmasına
katılma işi, savaş durumunun meydana getirdiği hoşnutsuzluğa, Cemal Paşa’nm
siyasetine duyulan tepkiye, ingilizler’in özgürlük vaadlerine diğer bir
deyişle konjonktürel nedenlere bağlı idi. Savaştan sonra vaadler uçup gitti,
yerine manda yönetimi kaldı. Manda yönetimi Osmanlı yönetiminin Filistinli
soylulara sağladığı mevkileri ellerinden aldı. Bu ise Türk dönemini bir anda
altm çağ havasına soktu.
Türk dostu gösteriler de
görülen ortak noktalardan biri, Enver Paşa’nm ya da Halife- Sultanın
portrelerinin yanında giderek yükselen Mustafa Kemal portreleridir. Mes-
sali Hac ve arkadaşları büyük Türk Generali’nin resimlerini gazetelerden
kesiyor ve duvarlara iğneliyorlardı. Malezya’da, Hintli müslümanlar tarafından
işletilen dükkanlar Mustafa Kemal’in resimlerini satıyor ve MalezyalI
gençler bunlardan yüzlerce satın alıyorlardı. Kemal’in portresi, tıpkı Sedat’ın
Kahire’deki evinde olduğu gibi, Türk dostu çevrelerde boy gösteriyordu. Öyle
anlaşılıyor- ki, Pakistan’ın eski ailelerinin çatı katlarında günümüzde bile bu
resimlere rastlanıyor. Tunus’ta “Kemal Paşa” resimleri geleneksel çam
üzerine boyama sanatının konularından biri haline geldi. Anadolu direnişinin
kahramanına ait portrelerin Abdülkerinfin Rif’teki çadırını süslediği
yolundaki dedikodular
bile etrafta dolaşmıştı. Bütün bu örnekler, büyük bölümü okuma yazma bilmeyen
toplum- larm bünyesinde ve insan tasvirinin dinle yasaklanmış olmasına rağmen,
imajın oluşturduğu büyük etkiyi gösteriyor-
H
ilafetin kaldırılmasıyla birlikte
hilafetin dirilişi yerine reformizmin ikame edildiğini müşahede eden İslam
dünyası Kemalizm’den yüzçevirmeye başlamıştır. Fronçoıs Georgeon'un da
belittiği gibi İslam dünyasında Mustafa Kemal'in polülerliği ve
Türkiye’nin itibarı, 1923’ün başmda çok yüksekti. Anakara’daki Büyük Millet
Meclisi’nce bir yıl sonra Hilafet’in kaldırılması kararının alınması İslam
dünyasını “şaşkınlığın”, “karşılıklı- ğm”, “heyecanın”, “büyük bir üzüntünün”,
“öfkenin” içine itti. Hindistan’da hilafet hareketinin liderlerinin büyük
çoğunluğunun gözünde Mustafa Kemal, Yunanlılar’a karşı savaşta
Hindistan müslümanlarının Türklere yaptığı yardımı unutan bir nankör, İslam’a
ihanet eden biriydi. Tepkiler toplumsal kategorilere göre de farklılık arzedi- yordu.
Ulema, büyük çoğunluğu itibariyle hilafetin kaldırılmasına karşı çıktı. Ancak
bazı din adamları, bu hareketi haklı bulmaya çalıştılar. Ali Abdurrazık’m
ilmi payesi elinden alındı. Cezayir’de Tecdid hareketi liderlerinden Abdulhamid
bin Badis Osmanlı Halifesi’nin tarihi yenilgisinin ve ahlaki çöküşün
altını çiziyor ve Hilafeti kaldırdığı için Mustafa Kemal'e hak
veriyordu. Önce Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden olan Sati el-Hasri
gibi birine göre ise Hilafet Türkler’in ve Araplar’ın ulusal uya
nışlarının
önünde başlıca engeldi ve Mustafa Kemal ulus- devlet olgusunu
derinlemesine kavrayışı sayesinde, Hila- fet’i kaldırarak îslam dünyasının
kurtuluşunu mümkün kılmıştı. Hilafet’in ilgasıyla birlikte Mustafa Kemal
kendisinden beklenen tecdit yerine reformizme kaymıştır. Bugünkü şartlar
içinde yaşanmış alsaydı bidayette fundamentalist olarak nitelenebilecek
Kemalizm hareketi zamanla bilinçli bir şekilde reformizme kaymıştır. Bazıları
reformizm-fundamentalizim ya da devrimci-gelenekçi ayrımını ilerici- gerici
şeklinde yapmaktadır. Bunlardan biri de yine Abdulmuteal Saidi’dir. El-
Müceddidune fil îslam adlı eserinde Mustafa Kemal ve çizgisi ilericilik
olarak vasıflandırılırken karşıtları “gericiler” olarak damgalanmaktadır.
Karşıtlardan maksat da Halife Vahdettin, Şeyhülislam Mustafa Sabri
gibileridir. (El- Müreddidine fil İslam sayfa 562)
Hüseyin Hatemi fundamentalizmi lafız-perestlik olarak anlamakta ve bunu
tatbik etmektedir. Buna mukabil ras- yononalizm sınırları içindeki bir reformizmi
kabul etmektedir. Ona göre bu reformistler Muhammed Abduh, Cemaleddin Af
gani ve Fazlur rahman gibileridir. Yine ona göre Abduh Fil
Suresi’nin tefsirinde, Fazlurrahman şeytan ayetleri meselesinde yanılmış
olsalar da aslında benimsedikleri yöntem yerindedir. Erol Özbilgen de
fundamenta- lizme Hüseyin Hatemi gibi yaklaşmaktadır. Erol Özbilgen şöyle
demektedir: “Bunlarla beraber İslam dünyasındaki bazı güncel olaylara
spekülatif benzetmeler yapılarak İslam düşüncesinin doğal ve sistematik
düşünce kalıpları bütünüyle, henüz yüzyılımızın başlarında ortaya çıkmış bir
Hıristiyan mezhebinin dar kalıbına sokulmak istenilmektedir. Halbuki
fundamentalizmin kutsal metinleri anlayışına ve ABD içinde örgütlenmesine
benzer bir olguyu
İslam aslında yüzyıllar öncesi kendi içinde yaşarmtır. Miladi 994
yılında Kurtuba’da kurulan ve Endülüs’te gelişen Zahiri Mezhebi Emeviler’in
yıkılışından sonra XII. ve XIII’üncü yüzyıllarda Güney Afrika’da yayılmıştır.
Zahiriyyun Mezhebi’nde Kur’an ve Sünnet naslarmın zahir manalarına göre hüküm
verilir. Bu bağlamda ele alınırsa ABD fundamentalizmi ile İslam’ın zahire
dayanması ilkesi ve bu ilkeye bağlananların ülke içindeki örgütlenmelerinin
kapsamı bağlamında bazı biçimsel benzerlikler görülebilir. Türkçe’de
yayınlanmış yabancı patent isimli bazı başvuru kitaplarına göre fundamentalizm
terimi Protestanlık dışındaki mezhep ve dinlerdeki özellikle İslam’daki
köktenci ve eylemci akımlan belirtmek amacıyla; daha geniş anlamda
fundamentalist akımların başlıca ortak özelliği yaşamın bütün alanını temel
kutsal metinlerdeki yasa ve ilkelere göre düzenlenmesini savunmalarıdır.
(İlim ve Sanat Mayıs 1995 sayfa 16)
Aslında
günümüzde fundamentalist olarak anılan İslami hareketler 19. yüzyıldaki
Protestan akımın yerine bugün ABD’de merkezi sitemi çökertmek isteyen Amerikan
milliyetçisi sağ hareketlere benzemektedir. “Funtementa- lizm” kelimesinden
türemiş “Fundamentalist” deyimi ile ülkemizin fikri hayatındaki 70 yıllık evre
içinde ortaya atılmış “mürteci, muhafazakar, yobaz, gerici, tutucu, aşırı
dinci, köktendinci, ekstremist, radikal dinci, anti-laik, an- ti- Kemalist” gbi
günümüzde artık eskimiş terimlerin tümünün tek kalemde “ çağdaş” ve bilimsel
bir terimle karşılanmak istendiği anlaşılıyor. Sıradan insana henüz yabancı
olması da İslam alemi ile ilgili olayların yorumun- ' da fazla araştırma
yapmaya gerek görmeden genellemeler yapmak isteyen yazarlara türlü kolaylıklar
sağlıyor. Diğer taraftan meydana getirilen kavram kargaşası, bütün dinler
gibi İslam
Dini’nin kendi değişmezlerini savunma hakkına kutup değiştirterek onu sanki
kendi dışındakilere tecavüz ediyor göstermektedir. Aslında dinlerin bazı
“değiş- mezler”i olması onların yapılarının temeli olan “inanç” kavramının
gereğidir. Bu değişmezleri savunmak da bütün dinlerde kutsal yazıların,
ibadetlerin, duaların, vaazların, öğretilerin rutin gerekleridir.
Fundamentalizm kelimesinin “fundus” (temel) kökünden gelmesinden yararlanarak
onu dinlerin tabiatındaki “temel” olgulara mütecaviz anlam yüklemek için
kullanmak yanlıştır.
Fundamentalizm kavramına açıklak getirmeye çalşan- lardan birisi
de Prof. Nur Vergin. Nur Vergin'm. bu konudaki görüşleri şu mealdedir:
“Bizde de bazı çağdaş din alimlerimiz, dinimizin toplumdan topluma ve çağlar boyunca
örf, adet, alışkanlıklar ve hurafelerle kirlendiğini düşünerek salt Kur’an-ı
Kerim’e ve sadece ona dönüşü istemektedirler. Daha da ileriye giderek, kitaptan
başka hiçbir kaynağa riayetin farz olmadığını belirtmektedirler. Dinimizi
anlaştırmayı hedeflemektedirler. Şimdi biz böyle bir gayeye usuliyyecilik
diyebilir miyiz? Ya da yabancı 'terimi eş anlamlı olarak kullanmak suretiyle
fundamentalizm diyebilir miyiz? Yani Kur’an’a vurgusundan ötürü bir Yaşar
Nuri Ö z tür k’im fikri cehdinin adı fundamentalizm olabilir mi? Keza,
rasyonalizmi daha bariz olmakla beraber bir Hüseyin At ay'm İslam
fundamentalisti olduğunu ileri sürebilir miyiz? Bana göre bu iki alim de birçok
selefleri ve çağdaşları gibi kelimenin ilk ve din açısından taşıdığı
anlamıyla, evet, fundamentalisttirler...” Nur Verginin de belirttiği gbi
fundamentalizm kavramı semantik kaymaya uğramıştır. Ben Atay ve Öztürk'ün
fundamentalist olarak tanımlanmasına itiraz ediyorum. Bu isimler
fiındamentalizmin hiç bir boyut ve varyantıyla
bütünleşmiyorlar. Fundamentalizmin otentik anlamı zahirilik ise
bu iki isim bu keyfiyetten uzaktır. Semantik kaymaya uğradığı bugünkü
anlamıyla eylemcilik ise bu isimler bu mananın kapsadığı alanın da
dışındadırlar. Bunlar müteceddit ve reformisttirler. Biz gelenekle bütünleşen
çağdaşlaşmaya tecdit ve yenileme diyoruz. Gelenekle bü- tünleşemeyen yenileme
hareketine de reformizm diyoruz. Bu anlamda Yaşar Nuri Öztürk gibiler
asrımızın başında mücadele ettiği İzmirli İsmail Hakkı ve Musa
Bıgıyet’ler gibi Fazlurrahman gibi reformisttirler. Nur Vergin
ise bu gibiler fundamentalist ifadesini kullanıyor. Nur Vergin teorik
olarak dini fundamentalizmin Hıristiyanlık dışı inanç sistemlerinde mümkün
olduğunu düşünüyor.
Nur
Vergin’in
aksine müslüman grupları ve şahısları fundamentalist olarak ifadelendirmek
yanıltıcı ve gerçekle örtüşmüyor. Erhan Yarar bu konuda şunları
yazıyor: “Müslümanlar için bu kavramın kullanımı tam bir analojidir ve
yanıltıcı olmaktadır. Bunun gerekçesi bu kavram ile adlandırılanlarla, toplum,
hukuk ve hükümetin başat sorunları oluşturmasıdır. Bunun örneği ise, hiç
kuşkusuz İran İslam Cumhuriyeti’dir. Fundamentalizm üzerine çalışmalar yapan
bir yazar olan Mahmut Fakş’da ise İslamcılık ile İslami fundamentalizm
kavramlarının birbirinin yerine geçebilir şekilde kullanıldığını, bu kavramla
sahip oldukları doktriner dini gündeme bağlı olarak halkı harekete geçirmek,
kontrolü sağlamak, toplum ve devleti re- forme etmek amacında olan İslami
hareket ve grupların tanımlandığını görüyoruz. Fahş'z göre teolojik
anlamda İslam’da reform yapmak ve İslami bir reformasyomı sağlamak amacı bu
grupların işlevinde yer almamaktadır, hatta köktenci olarak bilmen grupların
birçoğu İslam ilahiyatından da pek haberdar değildir. Protestan bakışından
hareketle,
Kur’an’m Allah’ın mesajları ve Hazreti Mu- hammed’in O’nun elçisi
olduğuna tartaşmasız inanan her müslüman da birer fundamentalisttir, dogmanın
funda- mental kaynaklarına dayanan bir anlayış İslami doğmanın uygulanması ve
taze yorumlamaların getirilmesi hakkını aramaktadırlar, bu nedenle de gelenek
dışıdırlar. Kanımca fundamentalist kavramı ile bir grubun bugün için tanımlanması
da, İran modelinde İslam’a yüklenen anlam kadar bir hatadır.
Aslında
İslami köktencilik için tek bir tiplemede bulunmak hatalı olacaktır.
Liberallik ile muhafazakarlık arasında uzanan bir İslami köktencilik
yelpazesinden söz edilebilir. Halkı dini uyanışa davet etmekle birlikte aynı
zamanda hayati ve güncel konuların üstüne gitmektedir. Wisconsin-Milvaukee
Üniversitesi’nden Abbas Hamdani “İslami köktencilik” adlı makalesinde
şunları ifade etmektedir: “İslam olan herkesin köktenci olduğunu da iddia
etmek hatalı olabilir, aynı şekilde en az diğer gruplar kadar onlar da
gelişmeye, egemenliğe, bağımsızlığa ve başarıya önem vermektedirler,
batılılaşmaya karşı oldukları halde modernleşmenin bilim ve teknolojinin
yânında- dırlar ve yasanın tamamen krşısında da değildirler.”
Bu
tanımlamalarda yer alan kavramların tamamı açıklanmaya muhtaçtır. Dediğim
gibi, kavramlar mekan değ- şitirdikleri zaman anlam kaybına uğrayabilmekte ve
yeniden anlam yüklenebilmektedir. Aynı şekilde fundamenta- listlerin
anti-siyonist olduğu ancak kesinlikle anti-semitik olmadığı, misyonlarını
ihraçta en az Batı ideolojileri kadar hak sahibi oldukları üzerinde Batı-Doğu
ekleminde tartışılması gereken değerlendirmelerdir.
Ancak
üzerinde tartışmaya gerek olmayan saptama, 1990 yılında Wational Review adlı
dergide Daniel Pi-
pes’in ve aynı yıl Atlantic
adlı dergide Bernand Levis’in Komünizmin çökmesi sonrasında Batı’nın bir
numaralı düşmanının İslam olduğu, yeniden dirilen Müslüman Do- ğu’nun gelecekte
Batı’nın muhalifi konumunda bulunacağı ve Batı’nın birarada tutunabilmesi için
de Doğu’nun bu yapışma karşı ittifak sağlaması gerektiği yolundaki iddialardır.
Benzeri iddialar daha çapıcı ve kapsandı bir şekilde Samuel Hungtingtorivn.
“Medeniyetlerin Çatışması” adlı eserinde dile getirilmiştir.
FUNDAMENTALİZM
MODERNİZMİN ÜRÜNÜ MÜDÜR?
G
ottfried
Küenzlen’ç, göre fundamentalizm
modern anti-modernizmdir. İslami fundamentalizm! Emevi devrine kadar götüren ve
her çöküş ve kriz döneminin bir İslâmi köklere dönüş hareketini ateşlediğini
belirten DÖkmeciyan’m aksine Tibi, İslam fundamentâlizmini mo-
demizmin ürettiğini öne sürmektedir. Ona göre köktencilik İslam'ın siyasi
ideoloji haline'gelmesidir ve 1.2 milyar insanm inandığı ilahi dinden
farklıdır. Bu farklılığın boyutlarının anlaşılmasını sağlayacak bir örneği Tibi
verir. O, 1992 yılı Kasım ayında Almanlar ve Almanya’da yaşayan müslümanların
temsilcileri ile birlikte diyalog kurabilme imkanları hakkında bir seminer
düzenlemiştir. Orada “sakallı” bir köktendinci İslâm’ın sadece bir din
olmadığını, aynı zamanda toplum düzeni olduğunu belirtir. Tzbz’ye göre İslam
yorumu, köktendinciliğini görüşünü yansıtmaktadır. Böylesi köktendinciler
“siyasi bir ideolojiyi temsil etmektedirler, “din” olarak İslam’ı değil.
Böylece Tibi, “toplum düzenine sahip İslam yorumunu “ideolojji”, toplum
düzeninden soyutlanmış İslam yorumunu da “din” olarak tanımlamış oluyor.
Tzbz’nin bütün bu değerlendirmeleri, İslam dünyasının Batılılar’a şirin
görünme
çabası içindeki kesimlerine belki inandırıcı gelebilir. Ama Bati dünyası için
aynı şeyi söylemek aşırı bir safdillik olur. Onlar Tacgueville'den
farklı düşünmemektedirler: “Muhammedi'm (SAV) dini, her iki güç alanını
etkisiz bir biçimde birbirine bağlayan ve içiçe geçiren tek dindir.... öyle ki,
sivil ve politik yaşamdaki bütün davranışlar az veya çok şeriat tarafından
düzenlenir. Ernest Gellner, Tibi'nmi yadırgadığı “toplum düzeni,”
kavramını İslam hakkmdaki yorumlarının eksenine oturtur. “Müslim society”
adıyla yayınladığı kitabında öne sürdüğü tezi şöyle özetler: “İslam bir
toplumsal model düzenidir. İslam; ebedi, vahye müstenid ve beşeri isteklerden
bağımsız kurallar sisteminin varlığım ifade eder. Bu kurallar manzumesi,
toplumun makul düzenini belirler. Bu model yazılı formla kayıtlıdır... Onun
kuralları bütün toplumu baştan başa hükmü altında tutmalıdır....”
Bununla birlikte Tibi’nin
yaptığı ayrım basit bir bilgisizlik ürünü olarak küçümsenemez. Makalesinin
girişinde yer alan şu cümleler bunun nedenini ortaya koymaktadır: “Burada
belirtilen, köktendinciliğin İslam’ın diğer bir varyasyonu olduğuna ilişkin
yorum, “American Academy of Ards and Scienres’in hazırladığı benim de
katıldığım uluslararası kabul gören büyük bir projenin bu sonuçları 6 cilt
halinde yayınlanmıştır ve gelecek yıllarda da yapılacak köktendincilik
yorumuna damgasını vuracaktır.”
Tibi’nin umduğu gibi gerçekten
“damgasını vuracaksa”, bütün bu yorumların, İslam dünyasını kendi içinde bölmeye
yönelik bir çabanın ön hazırlıkları olduğunu kabul etmek gerekir. Bu “büyük
proje”, İslami açıdan neyin “yeni “ olup olmadığını belirleme hakkını
müslümanların elinden almaktadır. Çünkü projenin mimarları, fundamentalist
olarak adlandırdıkları İslami hareketlerin İslam’ın *
“yeni bir
varyasyonu” olduğuna “fetva” vermişlerdir. B öylece onlar neyin yeni olduğuna
karar vermek kadar, neyin İslam’ın kadim yorumuna uygun olduğu konusunda hüküm
verme yetkisini de kendi tekellerine almaktadırlar. İslam’ı ve müslümanları
“tanımlamakla” dahası İslam dünyasının kendi müslümanlığı hakkında karar verirken
bu tanımları kıstas kabul etmesini istemektedirler. Böylece müslümanlar arasında
yeni ve Batı’nın çıkarlarıyla örtüşen bir bölünme vasatı meydana getirilmiş
olacaktır. Verilmek istenen mesaj şudur: “Batı, kendi müslü- manlığının
sınırlarını Batı’da belirlenen standartlara göre belirleyen “köksüz”
müslümanlara karşı değildir, “funda- mentalistler”e karşıdır. Yani sözümona
“din” olarak İslam düşman seçilmektedir; hedef, 7zWnin ifadesiyle “geçmişi
ikiyüz yıldan fazla olmayan” İslam köktendinciliğidir.
Ne varki, İslam’ı “din”
olarak seçen (ne demekse) “köksüz müslümanlar, fundamentalist olmadıklarını davranışlarıyla
Batılılar’ a kanıtlamalıdırlar. Bu nasıl olacaktır? Tibi’mn ifadeleri
çözüm yolunu göstermektedir. “New York Times gazetesi başyazarı , (terörist
eğilimler nedeniyle) “ haklı “ olarak İslam’a karşı duyulacak nefret imajına
karşı uyarıda bulunmuş ve müslümanları bu tür engellemelere karşı katkıda
bulunmaya çağırmıştır. “Ti- bi'nin fundamentalist olmayan “köksüz”
müslümandan neyi anladığını daha iyi anlatan pasajlar da mevcut: “İslam
köktencileri modernizmin tüm teknik, bilimsel imkanlarını kullanmak
istiyorlar, ancak bu sistemin insanı merkez kılan rasyonel dünya görüşüyle
bağdaşmak istemiyorlar. Köktendinciler modernizmin teknik bilimsel yönünü,
laik kültürel projesinden ayırmak istiyorlar ve seçici davranarak bu yönünü almak
istiyorlar...”
19. yüzyılda Afrika’yı ve
İslam dünyasını medenileştir
mek adına sömürüsüne
talip olan Batılılar şimdi kendi kimliğine dönen müslümanları fundamentalizm
tuzağı ile bulamaya çalışıyorlar.
Her ne kadar
dini açıdan Protestan fundamentalizmi Zahiriliğe ya da Selefiliğe
benzetiliyorsa da neticede Nur Vergin’in ifade ettiği gibi bu kavram
anlam kaymasına uğramıştır. Bazıları Hanefi Mezhebi’ne mensup oldukları halde
tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifadesiyle müslüman toplulukların meşreben en
geniş ve en liberal olmasma rağmen onlar bile kimi Batılılar’ın gözünde
fundamentalist.
Selefiliğe
gelince; aslında selefilik bidatkar bir kavram. Muhammed Said Ramazan
el-Buti’ys göre Selefilik müsteşriklerin müslümanlar için Muhammediler
demesine benziyor. Selefe ittiba etmek başka, selef adına bir mezhep kurmak
başka şeydir. Selefiliğin sembol adlarından biri olan ib- ni Teymiyye
aslında Ahmed Bin HanbeTin de çizgisinden ayrılmıştır. İbni Teymiyye
katiyetle tevile karşı çıkarken “Rabbin ve melekler safsaf geldi” ayetini
“Rabbinin emri” şeklinde tevil etmiştir, (es-selefiyye marfalefun zamaniyye
mübareke La mezhebun İslami-sayfa 137) Protestan fundamentalizm ile Zahirilik
arasında bazı benzerlikler varsa da külliyen örtüşmemektedir. Nur Vergin'ın
savunduğu gibi sosyolojik bir fenomen olarak fundamentalizm İslami hareketleri
yorumlamada kullanılabilse dahi aslında bu kavram siyasi gerekçeler için
kullanılmaktadır. Dolayısıyla İslam’da ihya hareketleri ya da yeniden hayatla
İslam’ı tanıştırmak isteyen İslami grupları, fundamentalizm ile tanımlamak
düşmanca bir tavırdır. Dolayısıyla kendimizi düşmanların kavramlarıyla
tanımlamamız ne derece doğru olur? Bu kendimizi Muhammediler olarak
tamıİamamıza benzer. Fundamentalizm de, laiklik gibi bize yabancı ve fitnelere
yol açan bir kavramdır. Elhasıl biz kavrama, kavram bize yabancı.
D
ünyada son zamanlarda sivil toplum, sivil yönetim kavramları
tartışılıyor. Bazı müslüman yazarlar bu kavramı savunuyor. Bu tezi reddedenler ise
Sivil yönetimden maksadın perdeli ve gizli bir laikliğin ikamesi olduğunu
ileri sürüyorlar. Tabii bu biraz komplo kokuyor. Müslümanlar arasında uzun
yıllardan beri tartışılan diğer bir kavram da teokratik sistemdir.
Fundamentalizm gibi Hıristiyanların kendi aralarında türettikleri bu kavram daha
sonra müslümanlar için de kullanılır hale gelmiştir. Teokratik sistem dini
idare demektir. Batı’daki kullanılışı itibariyle bu zımmen ruhanilerin idaresi
anlamına gelmektedir. İslam’da ise ruhbanlık yoktur. Dolayısıyla müslümanlar
teokrasinin İslami yönetim biçimine intibak etmediğine kaildirler. •
İran’daki dini idare
şekli ise kısmi olarak teokratik sistemi hatırlatmaktadır. Sünni mezheplerin
hilafına Şia’da imamet nass ve vasiyet iledir. Bundan dolayı sadece icra edilen
kanunlar değil, kadro da ilahi ve mukaddestir (Sec- red). Bundan dolayı bugünkü
İran’da basın ve yayın organları hükümeti tanımlarken El-Hükümetü’l İlahiyye
diyorlar. Kadroyu da takdis eden bu yaklaşım hatmidir. Oysa Sünniler’de Hz. Peygamber’in
idaresinden sonraki kadrolar masum değildir. Yanılabilirler ve isabet edebilir
ler de. Teokratik sistem
sadece kadronun ismet tarafıyla da ilgili değildir. Hilafet Sünniler’e göre
ameli bir olaydır. Şiiler’e göre ise inançla bağlantılıdır. Şiiler’de şeriat
ile ruhaniler özdeşleşmiştir. Sünniler için asıl problem budur. Hilafeti
döneminde Hz. Ömer bir çok itirazla karşılaşmış ve onların bir kısmını
dikkatle alarak tavırlarını gözden geçirmiştir. Sahabelerin biri O’na;
“Yanılırsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz” demiştir. Şia müruruzamanı dikkate
alarak devletin bünyesinde yeni organlar ihdas eden ve düzenlemeler yapan Hz.
Ömer’in birtakım içti- hadlarını karalamıştır. Sünniler’e göre mukaddes olanı
(şeriat) mukaddes olmayanlar icra ederler.
Hüseyin
Nasr ve
bazıları İslami yönetim biçiminin mo- nokrasi yani İlahi Hukuk’un üstünlüğü ve
hakimiyet prensibi olduğunu dile getirmişlerdir. Aynı anlamı ifade eden bir
diğer kavram da çağdaş teolog ve filozoflardan Paul Tillich'in ortaya
attığı “Peygamber Nizamı Theono- mous”dur. Yani Allah’ın iradesinin mevzubahis
olduğu, bu iradeyi insanların, müesseselerin gölgelemediği bir sistem. Bu
sistemde Allah’tan başka kimsenin hükmetme hakkı yoktur. Hatta Peygamber dahi
(SAV) herhangi bir meşru otorite veya müesseseyi vasiyet de etmiyor, yani
kendisine bir halef dahi tayin etmiyor. Kur’an’m hükmü ile mukayyed
sayılıyordu. Siyasi müeseseleri mevcut olmayan bu nizam şeklinde, tabii olarak
peygambere ait inanç sebebiyle hâsıl olan bir otorite vardır; fakat Peygamber
(SAV) herhangi bir meşru otorite veya müesseseyi vasiyet etmiyor, yani
kendisine bir halef dahi tayin etmiyor. Kur’an’ın ilahi iradeye istinad eden
otoritesi bütün müslümanlar’a emanet edilmiştir. (İşte burada Sünni tez
Şiiler’den ayrılır.) Gerekirse müslümanlar aralarında birini seçerek
kendilerine siyasi lider yapabilirler ve nitekim
Hilafet
müessesesi Peygamber’in vefatı üzerine ortaya çıkan bir zaruretin neticesi
olarak bu suretle vücuda gelmiştir. Peygamber kendi yerine müminler üzerine
hükmedecek bir otorite olarak sadece Kür’an-ı bırakıyor bir halife tayin
etmiyor, bir şura veya başka bir müessese kurulmasını da vasiyet etmiyor.
Şiiler buna itiraz ederek Hz. Peygamber’in ölürn döşeğinde kalem, kağıt
istediğini, ancak Hz. Ömer’in bunu engellediğini ileri sürerek vasiyet
meselesinde haklı çıkmaya çalışıyorlar. Oysa bu, Ce- nab-ı Hakk tarafından
müjdelenen “dinin tamlandığı” yolundaki buyruğa münafidir. Aksi takdirde dinin
asıllarm- dan biri olduğu ileri sürülen bir emrin ümmete tebliği iktiza eder,
Cenab-ı Hakk da bunu temin ederdi.
ilahi Hukuk’u
herhangi bir tarzda tefsir ve tatbik etme salahiyet ve hakkı bir halifeye, bir
ruhban sınıfına veya herhangi bir teokratik müesseseye mahsus olmayıp, bütün
müslümanların en tabii hak ve vazifesi oluyor. Otorite cemaate müşterek bir
miras olarak tevdi olunmak suretiyle bir şahs-ı manevi haline gelmiştir. Bu
vazife karşısında müslümanlar kendilerine bir halife seçiyorlar. Ama halife de
bizzat her mü’min gibi İlahi Hukuk’a riayet etmeli. Halifeden keyfi değil,
müslümanların müşterek tasvibine uygun olarak hareket etmesi bekleniyor. Zira,
siyasi kararların İlahıThıku’ka uygun olup olmadığına karar verecek teokratik
bir müessese yoktur. (Velayet-i fakih ise tam tersine bir icra organıdır) ve
İlahi irade halifenin şahsında değil Kur’an’da tecessüm etmiştir. Böylece
halife de tıpkı eski kabile şeyhi gibi kendi akranları arasından seçilmiş bir
(Primus inter pares) birinci şahıstan ibarettir. (Anadolu'da İslam- Bizans
Mücadelesi, Ş. Uçar)
Belki hilafet
müessesesi uzun bir müddet devam etseydi İslami idare düşüncesi kendisini bir
takım müesseseler-
le ifade eder
ve bir İslam teokrasisi meydana gelmiş olurdu. Fakat bilindiği gibi kısa bir
zaman sonra İslam'ın siyasi gücü Emevi hanedanına ait bir hükümdarlık şekline
inkılap etti. Zira Müslümanlar ilahi hukuku tefsir ve bunu siyasi karalarla
tatbik hususunda ihtilaf etmişler ve üçüncü halifenin katliyle neticelenen
vukuatın sonunda bir iç savaş başlamıştır. Peygamber Efendimizin tebliğinde
mevcut olmamakla beraber onun vefatından sonra ortaya çıkan hilafet müessesesi
kısa ömürlü oldu. İslam devleti idari organizasyon, maliye, düzenli ordular
gibi bir seri müesseseler halinde ortaya çıktı. Bu halife Ömer (R.A) döneminde
oldu. Fakat daha halife Osman (R.A) zamanında, İslam fütuhatının temin ettiği
menfaatlerin devletin icra organı marifetiyle, halife ve akrabaları tarafından
istismar edilmek suretiyle İlahi Hukuk’un ihlal edildiği iddiaları ortaya
çıkmıştır. Böylece herhangi bir teokratik yapının teşekkül etmesine fırsat
kalmadan Emevi hanedanlığı işbaşına geçmiş oldu.
AYNOROZ KEŞİŞLERİ
MARKOS’UN HALEFLERİ -1-
H
er bir başarının ardında isimsiz kahramanlar yatar. Bunlar fedakâr
insanlardır. Gazetemizde de bu vasfa ve karaktere en uygun isimlerden birisi Hüseyin
Sağ- lam'&n. Telex ve fax’tan gelen haberler onun denetiminden geçer.
Haberleri okumaz, yutar. Bundan dolayı da hem mahiyetlerini ve hem de nerelere
teslim edileceğini iyi bilir. Şaşırdığı vaki değildir. Kısaca haberlerin namusu
ondan sorulur. Yazımda Mısır kıptilerinin uyanışından bahsedecektim ki Hüseyin
Sağlam, Aynoroz Keşişleri’yle ilgili haberi getirdi önüme bıraktı. Keşiş
keşişe baka baka büyürmüş. Biz Mısırlı keşişleri yazarken nasibimize Aynoroz
’unkiler de çıktı.
Türklerin
Elen eserlerine ve Ortodoksluğa saygı duyduklarını ikrar eden bazı Yunanlılar,
Atina’daki Osmanlı eserlerinden Fethiye Camii’nin ibadete açılmasını isterler.
Bu adeta bir zorunluluktur. Geçen yıllar müslüman diplomatlara ve turistlere
hizmet veren Atina’nın tek camiine de kilit vurulmuştu. Ama Aynoroz
Keşişleri’nin Fethiye Camii’nin ibadete açılmasına itirazları var. Keşişlere
karşı çıkan ve Hıristiyan Latinlerin Elen mirasını tahrip ettiklerini
hatırlatan Petroyannakis buna karşılık Türkler’in
ve
müslümanların bu değerlere saygı'duyup koruduklarını itiraf ediyor. Tarihte,
“Katolik serpuşu yerine müslü- man sarığı görmeyi tercih ederiz” diyen papaz ve
keşişlerin bugünkü halefleri bu gerçeği göremiyorlarsa ben onlara keşiş
değil, keçi derim.
Aytunç
Altındal'm
da ifade ettiği gibi Butros Gali’nin BM Genel Sekreterliği’ne seçilmesi,
Kıptileri.öz güvenin takviyesinin ötesinde şımartmıştır. Mısır’ın Hıristiyan
Kıptileri şu andaki durumlarını Roma dönemine benzetiyorlar. Tabii bununla baskıyı
kastediyorlarsa da, bize göre bu benzeme, yapılanma ve neşvünema ile ilgili.
İslam sonrası dönemde Kiptiler bugünkü gibi palazlantnamış- lardı. Mistik bir
hayat süren Mısırlı keşişlerin sayısı her geçen gün giderek artıyor. Tasavvufta
olduğu gibi bir çeşit inziva ve takaşşuf hayatı yaşıyorlar. Aynen Fransız yazar
Anatole France’in Thais adlı eserinde tasvir ettiği gibi. Mısırlı
mutaassıb'keşişler Hz. Muhammed (S.A.N.) döneminden beri baskı altında
yaşadıklarını ve kısmen zorla müslümanlaştırıldıklarını iddia ediyorlar.
Binlerce yıldan beri baskı altında kaldıklarını, okullarının sistemli bir
şekilde tahrip edildiğini, dükkanlarının yağmalandığı- 'm, dini törenleri
sırasında kullandıkları ve Fransız bilgini Champoilion’a hiyeroglif
yazıları okuyup çözmesinde 'yardımcı olan Kıpti dilini serbestçe
kullanamadıklarını en aşağılık işlerin kendilerine yaptırıldığını ve devletin
kendilerine iş vermediğini ileri süren Vadi Natrum Manastırı keşişlerinden Aghason,
kendini şu sözlerle haklı çıkarmaya çalışıyor: “Maruz kaldığımız bu şiddetli
baskılar, Hıristiyan olmamızın bedelidir...” Ve sonra şöyle devam ediyor:
“Bizim yegane cevabımız Incil’den ibarettir...” Seslerini yükseltmek için
kollarını sıvayan keşişler, Kud- siyetpenah Papa 3. Şennude’nin
arkasında birleşmişler. 3.
Şennude, Havari Markos’un
haleflerinden onyedincisi ve M.S. 451 yılında Roma Kilisesi’nden ayrılmış olan
muhtelif beş kiliseden birinin başkanı sayılıyor. M.S. 451 yılında toplanan
Halkedonya Konsili’nde İsa’nın şahsiyetinin İlahi ve insani iki
mahiyeti olduğu şeklindeki ünlü karar alınınca Mısıf Kıpti Kilisesi buna karşı
çıkmış ve İlahi mahiyetin insani mahiyetin üzerinde olup ona galebe çaldığını
ileri sürerek isyan etmişti. İsyancıların başında İskenderiye Piskoposu Dioskor
vardı ve kendisi derhal azledildi. Mısırlı Hıristiyanlar hala bu azli kmiyor
ve Dios- kor’nn görüşlerini savunuyorlar. Daha o tarihte Roma’da- ki
Büyük Kilise ile ilişkiler tamamen kopmuştu. Bugün birçok konuda inanç
ayrılıklarına rağmen ( Meryem’in Ruhulkudüs’ten hamile kalması,
papazların evlenememe- si, Araf’a inanış vs. gibi) Hıristiyan Kiptiler artık
Ro- ma’ya yakınlık duyuyorlar. Ama onların asıl mücadele hedefleri başka bir
yöne çevrilmiş bulunuyor. İslam topraklarında Hıristiyan toplumunu idame
ettirmek. Tecer- rüd hayati yaşayan Kıpti keşişlerin sayısı hergün daha da
artıyor. “Allah’ın Azizleri” sıfatını kullanan bu kişilerin sayısı, bundan 30
yıl kadar önce ikiyüzü ancak bulurken şimdi bine yaklaşmış durumda. Bunlar
Libya ve Arap çöllerindeki 18 manastıra yayılmış bulunuyorlar. Kıpti keşişlerin
çoğu, evvelce mühendis, mimar, düşünce adamı, gıda uzmanı veya doktor idiler
ve Mısır’a gelip keşiş cübbesini giymeden önce mesleklerini Amerika ya da
Avrupa’da icra etmişlerdi. Onlarm avdetleri ve gayretleriyle Kıpti
manastırları birer gerçek direniş odağı ve sanki devlet içinde devlet haline
gelmişler. Bu meydan okuyuş, müslümanlar tarafından tahammülü zor olarak kabul
edilince sürtüşmeler başlamış. Fakat keşişler boyun eğ- , meyeceklerini ve
hayatları pahasına Müslüman Hilali’nin
yayılmasına
karşı direneceklerini açıklayarak diyorlar ki: “Niçin çekip gidelim, yedi bin
yıldan beri buradayız” 16. yüzyıldan beri Mısır’da yaşadıklarını söyleyen Peder
Di- oskor'un sözlerini teyid eden Peder Aghason şöyle konuşuyor:
“Müslümanlar bizi boğmak istiyorlar. Fakat yabancı ülkelere göç ettikten sonra
manastırlara geri dönenler, eziyetlerin inancımızı kuvvetlendirdiğini isbat
ediyor. Şehirde hergün bizi aşağılıyorlar. Erkeklerimizi ve çocuklarımızı
Öldürüyorlar, kadınlarımızın yüzüne kezzap atıyorlar. Bizi bu şekilde yok
edemezler. Dünya bizi unutmadığı için mutluyuz. Ümit ediyoruz ki, Bııtros
Gali yazgımızı değiştirip uluslararası kamuoyunu alarma geçirecek”
Gelelim
Kıptilerin iddialarnm tahliline. Açıklamalar, Mısır’da bir Kıpti
fundamentalizminin yükseldiğine tanıklık ediyor. Fundamentalizm tabiri
“usuliyetül mesihiy- ye” ifadesiyle çağdaş Arap literatüründe yerini almıştır.
AYNOROZ KEŞİŞLERİ
MARKOS’UN HALEFLERİ -2-
M
ısır Kıptileri yakınsa da İslam onları zorla Hıristi-
yanlaştırmamıştır. İslam onları Roma’nm zulmünden kurtarmış, genişliğe
çıkarmıştır. Kıptilerin bir kısmı da şükran-ı nimet olarak müslüman olmuşlardı.
Ama bugünkü Mısır müslümanlannın tamamını Kıptilikten ihtida etmiş insanlar
olarak farzetmek doğru değildir. Fetihden sonra bazı Arap kabileleri Mısır’a
göçetmişlerdi. Bunlardan bir kısmı hala sahabelere dayanan ailelerinin şecerelerini
muhafaza ediyorlar. Peygamberimiz de ilk davet yıllarında Mısır Kıptilerinin
lideri Mukavkıs’ı övmüş ve onun gönderdiği cariye Maria ile
izdivaç etmişti. Hz. Ömer döneminde, bir Kıpti çocuğunu kırbaçladığı
gerekçesiyle Mısır Valisi Amr İbnül As’in çocuğuna kısas tatbik
edilmiştir. Kiptiler Arapça’yı da zorla kabul etmemişlerdir. Hicri dördüncü
yüzyılın sonlarına kadar dar dairede olsa da Kıpti dilinin yaşaması buna
delildir. Bugün sanıldığı gibi Mısır’da Kiptiler sadece müslümanlarm değil,
laiklerin bile gazabını ve nefretini celbediyorlar. Hatta Mısır’ın Güney Said
bölgesinde bir Kıpti devleti kurmak istedikleri dilden dile dolaşıyor. Gizlilik
içinde yaşıyorlar. “Mesih’in Askerleri” gibi 17 dolayında gizli cemiyet ve
örgüte sahip oldukları söyleniyor. Hal böyle iken Sedat'ı öldüren
Cihad organizasyonuna benzer bir organizasyon kurmuşlar. Mısır’daki Kıpti
aydınların ileri gelenlerinden Mana Makram Ebeld'in ifşaatı da
söylentileri doğrular mahiyettedir. “Already, some Copts m Assıut, a centre of
Müslim- Christian tension, the christiân Jihad, as Oppo- sed to the Islamic
Jihad Organization” diyor. Yani Hıristi- yanlar da İslami Cihad’a karşı
alternatif bir cihad örgütü teşkil etmişler. Mısır ’ın güneyindeki
Hıristiyanların Çad ve Sudan üzerinden silahlandıkları biliniyor. Halbuki bugüne
kadar şiddete başvuran tarafın sadece müslüman olduğu ve
Hıristiyanların mazlum bir mevkide oldukları yönünde yaygın bir kanaat
bulunuyordu. Hıristiyanların barış sever oldukları efsanesi de böylece yıkıldı.
Yine Mısırlı kıptilerden Refik Habib, el- Mesihiyyetül Siyasiyye” ve
“El- Mesihiyyetü vel Harb” eserleriyle büyük ölçüde Hıristiyan
fündamentalizmine ışık tutuyor. Refik Habib söz konusu kitaplarında
Hıristiyan fundamentalizminin Amerikan kiliseleri tarafından beslendiğini ileri
sürüyor. ABD bazı İslami hareketleri kontrol altına almak istediği gibi kiliseleri
vasıtasıyla da Ortadoğu’daki Hıristiyanlık hareketlerini kontrol etmek ve
markaja almak istiyor. Özellikle Evangelicalism gibi Hıristiyan mezhepleri Hıristiyan
fundamentalizmi ve fanatizminin yayılmasında öncü oluyor. Bilindiği gibi Mormon
gibi bazı Hıristiyan mezhep- tarikatların CIA ile yakın bağlantısı var. Time
derğisi “İslâm should the world be afraid” kapak başlığını kullandığı sayısında
(15 Haziran 1992) müslümanların fundamentalizm deyimini reddetiklerini itiraf
ediyor. Müslüman sosyolog İlyas Ba- Yunus'nn da tesbit ettiği gibi
bugüne kadar hiç bir müslüman cemaat ya da fert kendisini fundamentalist
olarak nitelendirmemiştir. İslam’da
Batı’daki gibi bir liberal- fundamentalist tezadı bulunmuyor.
Fundamentalizmin yatağı Amerika Birleşik Devletle- ri’dir. ABD’de 1850’lerde
hakim olan bir eğilim Incil’in otoritesinin kritize edilemez olduğunu
propaganda ediyordu. Galile zamanındaki gibi. Bunlar Kitâb-ı Mukad-
des’in çağdaş ilimler ışığında yorumlanmasına muhalefet ediyorlardı. Taa bazı
kilise liderlerinin tarih ve ilmin ışığında Kita-ı Mukaddes’in daha liberal
bir yorumunun yapılmasını kabul etmesine kadar. İslam’da zaten İsraili- yat’ın
dışında modem ilimle çatışan bir taraf yoktur. Hıristiyan fundamentalistlerin
biraz Şia’daki Ahbariler’e, biraz da Hurufiliğe benzer tarafları var.
Genellikle Ahdi- Kadim’in naslarına harfiyen bağlı bu insanlar Mesih’in
avdetini bekliyorlar. Bunlar 1920’li yıllarda Darwin’in Evrim Teorisi’ne
karşı da mücadele etmişler ve bu bağlamda çeşitli örgütler kurmuşlar.
Bunlardan bazıları: World’s Christian Fundamentals Âssociation (WCFA), Bible
Leaufe of North America, the Bible Crusaders of America, the Defenderş of
Christian Faith, the Flying Fundamentalist. Daha sonra bu tabir müslümanlarla
birlikte bazı Yahudilere, Roma Katoliklerine, Grek Ortodokslar’a, Sünni ve
Şii müslümanlara da teşmil edildi. Newsweek dergisi tarafından Sudan’daki
fundamentalist rejimin de facto lideri olarak tanımlanan Haşan Turabi Amerikalı
Temsilci Dymally ’nin “İslami fundamentalizm nedir?” sorusuna şu
karşılığı veriyor: “Bu tabirin İslami literatür ve Arap dilinde karşılığı
yoktur...” Bilmiyoruz Batıklar T inandırabildi mi? Ama Hıristiyan fundamenta-
lizmi konusunda bizi kim teskin edecek, yakînî ve hakikî kuşkularımızı kim
izale edecek?
1989’da
komünizmin çözülmesi ve iflasıyla birlikte birçok kavram boşlukta yüzmeye
başlamıştı. 1967 yılından itibaren İsrail- Sovyet ilişkileri dondurulmuştu.
İsrail’e karşı milliyetçi ve Sovyet destekli solcu örgütler mücadele ediyordu.
Komünizmin teslim-i ruh etmeye başladığı tarihlerde İsrail’e karşı mücadelede
yeni bir faktör belirdi: İslam. İsrail’e karşı mücadele eden FKÖ’ye rakip İslami
hareketler de HAMAS ve İslâmî Cihad çatısı altında temsil ediliyordu. İsrail,
1989 yılına kadar Ortadoğu’da Sovyet ve komünizm nüfuzuna karşı ABD ile
stratejik işbirliği yapıyordu. Sövyetler’in devreden çıkmasıyla birlikte
tehdit değerlendirmesi de değişiyordu. Bu değişimde tabii faktörler yanında
komünizma ideolocyasının çöküşü de rol oynamıştı. İsrail, bu tarih diliminde
Rusya ve Çin ile kesik diplomatik ilişkilerini yeniden başlattı.
İsrail için
yeni tehdit belliydi: İslami güçler. Her ne kadar doğrudan muhatab HAMAS ve
İslami Cihad olsa bile bunlar İslami evrensel uyanış ve düşüncesi gibi kuvvetli
bir backgraund’a (tabana) sahip durumdaydılar. Bundan dolayı İsrail’in
mücadelesinin HAMAS ya da İslami Cihad ile sınırlı olması düşünelemezdi. ABD
ile aynı paralelde giden ve onun hükümdarlığını kabul eden İslami hareketler
için “Ilımlı islami Hareketler” tabiri kullanılır-
ken,
diğerlerine îslam fundamentalistleri dendi. Bu arada Türkiye’de faili meçhul
cinayetler sürüp gidiyordu. En sonunda tanınmış gazeteci Uğur Mumcu da
öldürülmüştü. Mısır’da ise benzeri gelişmeler yaşanıyordu. Bir kahve
kundaklanmış ve failleri yakalanamamıştı. Suç Sudanlı bir vatandaşın üzerine
yıkılmak istendi. Bu hadiselerin akabinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi
bombalandı. Tabii bütün ihtimaller gözardı edilerek, hadise müslümanların
üzerine yıkıldı.
Bu hadiseler
gelişirken İsrail Başbakanı İzak Rabin ABD’ye gitti. Bu ziyaret
sırasında CIA, Pentagon uzmanlarının da tavsiyesi, değişen dünya şartlan ve
Rabin’in istekleri üzerine ABD ile İsrail arasındaki eski stratejik işbirliği
yeniden tanımlanarak başka bir alana kaydırıldı: Terörizm ve İslam
fundamentalizm!. B öylece İsrail ile ABD arasındaki kutsal protokolün yeni
alanı belirlenmişti.
İsrail’in bir başka hedefi de İslam dünyasında yeni bir laik cephe
açarak İslamcılarla mücadele etmekti. Bu gaye için Türkiye’deki bazı İran
yanlısı hareketlerin tarz ve düşünceleri gündeme getirildi. Mısır ve ABD’de ise
Ömer Abdurrahman ve Cemaat-ı İslamiye faktörü projektör altına alındı.
Türkiye’de Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle nasıl bir laik cephe teşkil
edilmeye çalışıldı ise Mısır’da da laik yazar Ferec Fode’nin
öldürülmesiyle bu minvalde sun’i bir akım oluşturulmaya gayret edildi.
Kendisini laik cephenin dışında hissedenler otomatikman kendilerini anti- laik
cephede bulacaklardı. Böyle bir cepheleşme ihdas edilmesi teşebbüslerinin Mumcu
ve Dünya Ticaret Merkezi hadiselerinin ardından meydana gelmesi, bu
hadiselerdeki MOSSAD boyutunu gündeme getirmektedir. '
Uğur
Mumcu’nun
öldürülmesiyle Türkiye’de bilhassa sol kesimler nasıl mobilize edilmeye çalışıldı
ve solun birleşmesi gündeme getirildi ise, Mısır’da da benzerleri yaşandı. ABD,
İsrail ve Mısır arasında sözde İslami teröre karşı işbirliğine gidilmesini
istiyordu. İsrail’de böyle bir protokolü bütün İslam dünyasına yaymak
niyetinde. Bu meyanda ABD vasıtasıyla Pakistan’a baskı yapılarak Arap
mücahidlerin smırdışı edilmesi temin edilmeye çalışıldı.
Bunun için
Mısır’da ve Türkiye’de laik cephe kurulması çalışmaları mülahaza ediliyor.
Mısırlı tanınmış gazeteci Fehmi Hüvey di, el- Ahram’daki haftalık yazısında
bu teşebbüsün arkasında İsrail’in olduğunu yazdı. Fehmi Huveydi, Milli
Cephe adı altında laik bir cephenin teşkilinin cemiyeti laikler ve İslamcılar
şeklinde ikiye böleceği uyarısında bulunuyordu. Bu teşebbüsün ardında ise başarısız
bir suikast atlatan ve Mübarek’\q yakınlığı bililen El- Musaver dergisinin editörü
Muhammed Mekrem Ahmed bulunuyordu. Muhammed Mekrem Ahmed, terörün
kaynağını kurutmak için Milli Cephe’nin mutlak bir zaruret arzettiğini
yazmıştır. Bu çağrıya tek olumlu ses ise sosyalist ve komünist kanattan
gelmiştir. Mübarek, son sıralarda sadece Cemaat-ı İslamiye’yi karşısına
almakla kalmamış, Müslüman Kardeşler’in tesirindeki sendikaların gücünü
Meclis kararıyla yonttuktan sonra, muhalefetin ve İhvan’m yayın organı
mesabesindeki Eş- Şa’b gazetesini kapatmayı kararlaştırmış ama bunda başarılı
olamamıştı. Başta Mustafa Emin gibi liberal kanatı temsil eden Mu-
hadram gazeteciler de demokrasi adına Eş- Şa’b’ıri kapatılmasına karşı
çıkmışlardı.
Türkiye’de
bazı eserleriyle tanınan Fehmi Huveydi, Müslüman Kardeşler’den biri
değil. Ancak ailesi itibarıy
la yakın bir
isim. Esasen Muhammed Hasaneyn Heykel' in şakirtlerinden biri. Ferec
Fode'mn öldürülmesinden sonra El- Ahram’da “Bu zatın müslümanları tahrik
ettiğini ve belki de bundan dolayı bu cezaya müstehak olduğunu” yazmasından
dolayı Mübarek tarafından afaroz edilmiştir. Lâkin bazılarının araya
girmesinden sonra Mübarek bu kararından vazgeçmişti. Böylece Ahram’daki
yazılarına ara vermek zorunda kalmamıştır.
Velhasıl-ı kelam, İsrail
ve onu destekleyen Yahudiler bu kerteden sonra Neo- Nazizm’i ya da başka bir
gelişmeyi değil sadece İslam’ı tehdit olarak görüyorlar. Liderleri de böyle
söylüyor.
K
üresel değişimlerin paralelinde
aslında herşey yeniden yapılanıyor. NATO, CIA ve diğer uluslararası kurumlar
da bu değişime eşlik ediyor. Soğuk savaşın ortadan kalkmasıyla birlikte
muhtevası kalmayan bu kuruluşlar kendilerine muhteva arıyorlar. Yeni yapılanma
süreci içine giren ülkeler ve devletler de bir takım hadiseler yaşanıyor. Bu
hadiseler yeniden yapılanma sürecini kendi iradelerine göre uyarlamak isteyen
güçlerin tertipleri. Yani bir nevi yeni yapılanmanın doğum sancıları
yaşanıyor. New York Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasının eşkali ne olursa
olsun birileri bunu kendi menfaatlerine göre kullanmak, istismar etmek istedi.
Bu nereden belli diyeceksiniz? Cevabı basit: Nasirüddin Elbani’den tutun
da Amerikalı zenci müslümanlann lideri Sirac Vehhac’a kadar onlarca etkili
isim bu terdibe yamanmaya çalışılıyor. FIS de yurtdışında bu tür komplolara
kurban gitmekten korkuyor. El- Hayat gazetesinin bu yöndeki haberine göre FIS
son sıralarda Cezayir istihbarat birimlerinin Batı ülkelerinde yoğun bir
faaliyet içinde olmasından kaygılı ve kendilerine maledilecek bir komplo
hazırlamalarından endişe duyuyor. FIS’in de endişe ettiği gibi İngiltere veya
başka bir ülkede meydana gelen provokatif bir olayla pekala Avrupa’daki FIS
mensupları aleyhinde uluslararası
bir kampanya
açılabilir. Gözgözü görmediği ve sisle kaplı bir havada Habil ile Kabil’i
birbirinden pek ayırmaya imkan yok. CIA gibi uluslararası teşkilatların
yeniden yapılandığını belirtmiştik. Fransa’ya karşı yapılan ekonomik çerçeveli
casusluk eylemi de bunun uç vermesinden başka bir şey değil. Şimdi istihbarat
savaşları ileri teknoloji ve ülkelerde nüfuz ve etkinlik kazanma üzerinde yoğunlaşıyor.
Fransa uzun yıllardan beri Ortadoğu ülkelerine gelişmiş silahlar satıyor.
CIA’nın yeni casusluk alanlarından biri bu. Uluslararası nüfuz savaşında
Körfez ülkeleri ABD’nin etkinlik alanına bırakılmış durumda. Kuzey Afrika
ülkeleri de Fransa ve Avrupa ’nın. Ancak bu paylaşılmış iki saha üzerinde de
nüfuz savaşları devam ediyor. ( Bin Ali’nin darbesiyle
birlikte Fransa, Tunus’u ABD’ye kaptırmıştı. Şimdi ise sırada Cezayir var. Buna
mukabil Fransa KÖrfez’de ABD’yi zorlamaya çalışıyor. Tabii Ortadoğu barış
süreci konusunda da Avrupa ile ABD arasında rekabet ve nüfuz savaşları var. Mahir
Kaynak bu konularda enteresan fikirler serdediyor. Bununla birlikte kanaatimce
mekanik izahları çerçevesinde ABD’yi bir blok olarak değerlendirmesi eksik bir
çıkarım. Zira Kennedy cinayetinin de ortaya koyduğu gibi ABD’de de
bizdekine benzer birbirine zıt güç odakları var.
***
NATO’nun düşman
konseptinin karşısına fundamenta- lizmi yerleştirdiğini görmüştük. CIA’nın da
NATO gibi yeniden yapılandığına değinmiştik. Bu yapılanma çerçevesinde CÎA
için öngörülen yeni görev alanlarından biri sozümona Irak, İran ve
fundamentalizmden gelebilecek tehditler. Bunu, mevhum-u muhalifinden
yorumlayacak olursak CIA’nın yeni hedefi İran, Irak ve İslami hareketleri
destabilize etmek olarak karşımıza çıkıyor... Clin-
ton’un geçen
hafta CIA’ya verdiği gizli direktifler arasında bunların olduğunu biliyoruz.
Pakistan’da Şia’ya karşı girişilen eylemlerin ardında da muhtemel olarak bu boyutta
bir hesaplaşma var.
The
Washington Post gazetesine sızan bilgilere göre CIA’ya verilen yeni misyon
alanı içinde, Irak, İran, Kuzey Kore’ye ilaveten kitle imha silahları,
terörizm ve fun- damentalizm de yeralıyor. Fas Kralı II. Haşan, 1995
yılının ilk aylarında Washington’u ziyaret etti.Görüşme gündemini oluşturan
yegane meseleler, Ortadoğu barış süreci ve Kuzey Afrika ülkelerinde artan
İslami hareketlerin nüfuzu oldu.
***
Bir CIA
yetkilisi CNN’de, ülkemizde ajanların cirit attığını ve bunların 1995 yılında
Türkiye’yi karıştıracaklarını ileri sürmüştü. Gaziosmanpaşa’da yaşanan
olaylara gelirsek, provokasyon eylemlerini düzenleyenlerin kimliklerini ve
amaçlarını bilmiyoruz, ama birçok taraf bu eylemden yararlanmanın ve bunu
istismar etmenin yollarını arıyor. Bu olayla Alevilerle- Sünnilerin arası
açılmak isteniyor. Batı basını da maalesef olayı böyle değerlendiriyor. PKK da
uzun dönemden beri yanına çekemediği Alevi kitleleri bu ve benzeri olayları
istismar ederek safına çekmeye çalışıyor. Yine kontra tahriklere de başvuran
sözkonusu kesimler Almanya ve Türkiye’de güya misilleme maksadıyla camilere
saldırıyorlar. Türk basını olaya sağduyuyla yaklaşırken bu defa Batı basını
yangının üzerine körükle gidiyor. Her zamanki gibi yine usul hatası yapıyor.
Kimliği meçhul binlerinin yaptığıyla bazı kesimleri ilzam etmeye yelteniyor.
Asıl vahim olan nokta da bu. Yani bir insanın yaptığı, bir millete, bir
mezhebe, bir cemaate hatta bir ümmete bağlanıyor. Bundan daha va
him ne
olabilir? Kur’ah-ı Kerim’in işaret ettiği gibi fitne öldürmekten daha beterdir.
Önce öldürüyorlar, sonra da fitne aracı haline getiriyorlar. Yani karanlık
güçler- kimse- maksadına kat-bekat ulaşıyor. Amerikan ABC televizyonunun
yorumuna göre olaylar aşırı İslamcı kanadın ılımlı müslümanlara saldırısıyla
başlamış. IL TEM- PO’nun başlığı ise şöyle: Dünyadaki tek laik İslam ülkesi de
elden gidiyor. Türkiye, yaşanan olayla Cezayir’e benzedi. Le Figaro olayı
şöyle veriyor: İlerici müslümanların oturduğu mahallede çatışma. Alman 2.
Televizyon kanalı ZDF, haberinde İstanbul’da uzun zamandır beklenen bir sorunun
ansızın patlak verdiğini savunarak, “Ilımlı liberal müslüman Aleviler,
radikallerin kurbanı oldu...” yakıştırmasında bulunuyor. Bulgar basını da
onlardan geri kalır mı? Hakikat anlamına gelen ancak hilaf-ı hakikat yorumlarda
bulunan bağımsız Trud gazetesi de “İstanbul’da müslümanlar birbirini
katlediyor” başlığını kullanmış. Buyurun cenaze namazına. Gavurun şamatasına
bakın hele. Demek ki Bulgarlar “her günümüz böyle olsun” dizesini
tekrarlıyorlar. Ellerine bir kına yakmadıkları kaldı.
Halbuki
apaçık hakikati bir Alevi dedesi olan Hıdır Bulut dile getiriyor: “Bize
camiden çıkanlar da destek verdiler. Yani bu insanlardan destek görüyoruz. Bu
olayları yapan güçler bellidir...”
B
irkaç yıldan beri üzerinde
durduğumuz öngörüler doğrulanır nitelikte. Mesela biz Cezayir eski Devlet
Başkanı Budiyaf m rejim tarafından öldürüldüğünü söylemiştik. Gazeteler
aksini iddia etmişlerdi. Zaman bizi doğruladı. Bir defasında Cezayir Sosyalist
Güçler Lideri Hüseyin Ait Ahmet 30 yıldan beri Cezayir’i “gizli” hükümetin
yönettiğini söyledi. Cezayir’de işlenen faili meçhul cinayetleri işte bu gizli
hükümet yönlendiriyor. Cezayirli generaller de, İslami Hareket mensuplan da sık
sık Türkiye’ye atıfta bulunuyorlar. Devrimleriyle, ordusuyla Türkiye model
olma özelliğini koruyor. 1989 yılında Sudan’da inkaz devrimini gerçekleştiren Ömer
Haşan Beşir, Şarkul Avsat gazetesine yerdiği mülakatta teknik olarak 12
Eylül darbesinden etkilendiklerini söylemişti. Bilahare ikili görüşmemizde de
bunu teyid etmişti. Cezayir eski Savunma Bakanı Halit Nezzar Cezayir’in
de bir Atatürk çıkaramamasından yakınmıştı. İslami hareketler de Cezayir
Ordusu’nun ülkedeki siyasi partilere ve kendilerine 12 Eylülvari davranmasından
müştekiler. HAMAS hareket lideri Şeyh Mahfuz Nahnah geçenlerde ABD
dönüşünde bu kaygısını dile getirdi. Milliyet gazetesinden Nilgün Cerrahoğlu
Roma toplantılarından sonra FIS sözcülerinden Enver Haddam’la görüşmüş.
O daha çapraz bir zavi-
yeden
bakıyor. “Söylemek istediğim şu: Türkiye’de ordu Cezayir’de olduğu gibi siyasi
mücadele içine girmemeli ve sandıktan çıkan sonuçları kabul etmelidir” diyor.
Şiddetle ve faaili meçhul cinayetlerle ilgili söyledikleri ise yıllardan beri
yazdıklarımızı doğrular nitelikti. Nilgün Cerra/ıoğlu’mın “Demokratik
değerler İslami değerlerin ayrılmaz parçasıysa köktendinciler neden aydınları
ve gazetecileri öldürüyorlar?” sorusuna Enver Haddam'm cevabı şu
oluyör: “Bu cinayetlerin İslamcılar tarafından işlendiğini nereden
biliyorsunuz? Elinizde kanıt var mı? Askeri rejim faili meçhul cinayetlerin
arkasındaki gerçek güçleri bulup çıkarmalıdır. Biz aydınları gerçekte askerlerin
öldürttüğünü düşünüyoruz. Amaçlan FIS’i yalnızlığa terketmek. Cezayir’deki
yabancıları öldüren güçlerin ardında ordu var. Bunları günışığına çıkartmak
için güçlü ve bağımsız bir yargıya ihtiyaç var...”
***
Bu
açıklamanın akabinde Cezayir’de yine bombalar patladı. Aralannda çocukların ve
kadınların da bulunduğu 40 civarında insan öldü. Yüzlerce kişi de yaralandı.
Tabii ki hadise yine İslamcılara maledildi. Neden? Çünkü; Cezayir
muhalefetinin Roma’da mutabakat sağlaması ve Bel- Hac nq Hannah gibi İslami cemaat
liderlerinin yanında laik kesimlerin de buna destek vermesi rejimi köşeye
sıkıştırmıştı. İçişleri Bakanı ve boğazlarına kadar kana bulaşmış bir takım
sertlik yanlıları sıkıştıkları köşeden kurtulmak istiyorlar. Diyalogu reddetmek
için böyle bir eyleme ihtiyaç vardı. Kısaca bu bomba onlarca sivili ve polisi
öldürmekle kalmadı diyalog ve uzlaşma ortamını da sabote etti. Hadiseye böyle
bakmak lazım.
İsrail
Dışişleri Bakanı Şimon Peres sürekli olarak dün
ya barışına
en büyük tehdidin fundamentalizmden geldiğini ileri sürüyor. Bu görüş muhtelif
mahfillerde taraftar topluyor. Tabiidir ki taraftar toplayan bu görüş, kendi
açısından yaraya neşter vurmak istiyor. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali
sırasında Genelkurmay Başkanı olan ve bu fikre destek veren Refael Eytan
fundamentalist teröristler olarak adlandırdığı İslamcıların tasfiye edilmesi
için Gazze’ye tankların gönderilmesini istiyor. Eytan'm teklifi şu:
“İşgal altındaki topraklarda geniş ber tarama hareketi yaparak, bizimle
sürtüşen İslami Cihad ve HAMAS gibi hareketleri, tasfiye etmeliyiz. Gelecek
yıl Li- kud’un iktidara gelmesi halinde FKÖ ile yaptığımız bütün anlaşmaları
iptal etmeliyiz. Filistinlilerden ayrışmak için bir duvar yapmak saçma. Onlar
bizden korksunlar ve bu duvarlar tedhişçileri enselemek için bize engel olmamalı”
***
Eytan'1
m
fikirleri sadece kendi muhitinde değil Mısır’da da yankısını buluyor. 1952 Hür
Subaylar İhtilali ’ne kaplanlardan bağımsız milletvekili Ebu’l Fazl Cizavi
de, aşırılar olarak adlandırdığı İslamcıların kökünün kazınması için tankları
sokağa indirme çağrısı yapıyor. Meclis’te yaptığı ve Yukarı Mısır (Said)lılarm
kamna dokunan konuşmasında hezeyan ve çığlık halinde “Mısır tehlikede, Hüsnü
Mübarek tehlikede ve Başbakan Atıf Sıdkı tehlikede. Günde 20 kişi
ölüyor ve önlem almada 14 yıl geciktik. Tek çare tankları sokağa indirmek...”
diyor. Mevsim tanklara çağrı mevsimi vesselam. 1.2.1995
F
ransız gazetesi Liberation,
Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal girişimini Sovyetler Birliği’nin Afganistan müdahalesine
benzetmişti. Eğer bu benzetme isabetliyse ki; öyledir, bu demektir ki SSCB’nin
Afganistan’da çözülmesi gibi Rusya da Çeçenistan’da çözülecektir. Gazetenin
ifadesine göre geçmişte ABD’de yaşanan “Vietnam Sendromu” gibi bugün de
Rusya’da “Afgan Sendromu” ağırlığım hissettiriyor. Gerçi bugün SSCB’yi dize
getiren Afganistan’ın hali içler acısıdır ama bu coğrafyada tohumları atılan
İslami mukavemetin filizleri bütün İslam coğrafyasında yeşeriyor. Bosna-
Hersek, Cezayir ve en son olarak Çeçenistan’da Afganları duyuyoruz. Kısaca
Afganistan davası hatt-ı müdafa, yani mahalli olmaktan çıktı sath-ı müdafa
halini aldı. Afgan destanı İslam coğrafyasının her gün bir başka yerine
sıçrayan kıyamın ve zulme başkaldırının alem’i/ nişanesi oldu. O artık hatalarıyla
sevaplarıyla bir sembol. Sınırlarının dışına taşmış alemşumül olmuş bir
mücadele. Düşman bile bunun farkında.
Mısır Lideri Hüsnü
Mübarek 1994’ün 11. ayında Avrupa ülkelerini kapsayan bir ziyarete çıktı.
Ziyaret duraklan arasında Londra da bulunuyordu. Burada Başbakan John
Majör ve İşçi Partisi Lideri Tony Blair ile gö-
rüştü.
Görüşmeler üç mesele üzerinde yoğunlaştı. Mısır’a İngiliz ve Batı yardımları,
Filistin’de özerk yönetim; Ortadoğu barış görüşmelerine hareket kazandırma ve
bölgeyi toptan tehdit eden fundamentalizm dalgası. Mısır’ın ekonomik durumuyla
ilgili olarak Mübarek iyimser tahminlerde bulunmuş ancak; “Muazzam gayretlerimize
rağmen İslami terörü (ifade ona ait) durdura- mıyoruz. Bölgeyi destabilize
edebilecek olan bu akıma karşı durabilmek için Batı’dan daha fazla anlayış ve
maddi yardım bekliyoruz” demekten de kendini alamamıştır.
Müzakereler
sırasında Uluslararası Af Örgütü de Mü- barek’in eleştiri oklarından
kendisini kurtaramamıştır. Bilindiği gibi Londra merkezli Uluslarası Af Örgütü
bir çok defa Mısır rejimini insan haklarını ihlal ettiği yönünde suçlamıştır.
Mübarek ise bu suçlamaları; sözümo- na dini radikalleri yok etmek için
giriştikleri mücadeleyi baltalamak olarak dağerlendiriyor.
Mübarek özerk yönetim ile ilgili
olarak Batılı ülkelere bir çağrıda bulunarak Arafat'ı içine düştüğü
vartadan kurtarmalarını istemiştir. Özerk yönetimin karşılaştığı zorluklara
değinen Hüsnü Mübarek, “Altyapı, yatırım sağlık, eğitim yok. Birkaç
aydan beri memurların maaşları ödenemiyor. Mali krizler Gazze’deki gibi şiddet
olaylarını körüklüyor. Fundamentalistler bu mali sıkıntıları istismar ederek
barış sürecini engellemeye çalışıyorlar. Eğer Batı’nm bu vurdumduymazlığı
devam ederse korkarım yakında Gazze ve Eriha yeni bir Afganistan’a dönüşebilir.
Sadece komşu ülkeleri tehdit etmekle kalmaz, aynı zamanda bu tehlike Akdeniz’e
kıyısı bulunan Avrupa ülkelerine kadar yayılabilir.” Nedense Rus hâriciyesi, Hüsnü
Mübarek ve zaman zaman da Çiller Ha-
mm sözbirliği
etmiş gibi konuşuyorlar.
Londra
müzakereleri sırasında Müberek, Libya meselesini de bu bağlamda ele
almıştır. Lockerbie hadisesiyle alakalı olarak son sıralarda Mısır ve İsmet
Abdulme- cid'm başında bulunduğu Arap Birliği Teşkilatı ABD ve İngiltere’ye
rağmen Libya’nın yanında yer almakta ve buna ideolojik bir kılıf da bulmaya
çalışmaktadır. The Independent gazetesinin habirine göre (22. 11. 1994) Mübarek
İslami radikalizmin yayılmasının önünde koruyucu zırh olarak tanımladığı Kaddafi'mn
dışlanmasına son verilmesinin gereğinden sözetmiştir. Bilindiği gibi Irak’a
ihanet eden Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (Mısır- Ürdün, Irak ve K. Yemen
arasındaki) çözülmesine yol açan Mısır yönetimi kendisine blok ve mihverlerde
yeni bir yer arıyor. Çok sevdiği halde bir nevi Zenginler Klu- bü olan Körfez
İşbirliği Konseyi’nde yer bulamayacağı için önündeki tek istikamet ve seçenek
olan Mağrib İşbirliği Konseyi’ne yöneldi. Örgütün Cezayir’deki Dışişleri
Bakanları Toplantısı’na gözlemci sıfatıyla katılan Mısır da dini aşırılığa
karşı koordinasyonun gelişmesine olan ihtiyacı gözönüne aldıkları için bu
örgüte dahil olmak istediklerini beyan etmiştir. Mısır kendisinin çepeçevre
olarak fundamentalizm tarafından kuşatıldığını zannediyor ve bu görüşünü herkesle
paylaşmaya çalışıyor. Görüldüğü gibi herkes Afganistan sendromu görüyor ve
Mısır bu sendroma teslim olmuş bile.
Dünya basını
da hatta Rus uzmanları da Çeçenistan’ı ikinci bir Afganistan olarak
değerlendiriyor. Newswek dergisinde konuyu inceleyen Rus iktisatçısı Prof. Alexi
İzyumov’a göre de Moskova Çeçenya’yı bırakmalıdır. Barış ancak bu şekilde
sağlanabilir. Aksi taktirde askeri işgalin meydana getirdiği nefret ve tepki,
Çeçenya’yı
Rusya için
ikinci bir Afganistan’a dönüştürecek ve gerilla savaşı tüm Kafkasya’ya
yayılacaktır. İşte şimdi Yeltsin arı kovanına çomak sokarak kendi sonunu
ve Rusya’nın sonunu hazırladı.
Ç
eçen - Rus savaşının görünmeyen
bir yüzü de propaganda cephesidir. 1 kusür milyon Çeçen’e karşı giriştiği
katliam ve tehcir kampanyasını Batı’ya ve dünyaya onaylatabilmek için Rus
yönetimi savaşın mahiyetini çarpıtıyor ve buna ideolojik bir kılıf uyduruyor.
Ruşlar bunu yaparken zaman zaman gülünç duruma düşüyorlar. Mesela Çeçenlerin
Rus askerlerine karşı kimyasal silah kullandıkları iddiası gibi. Halbuki
dünyada belki de en fazla kimyasal silah stoklan Rusya’da bulunuyor. Kimyasal
silah kullanabilmek için ağır silahlara ve teçhizata ihtiyaç var. Çeçenlerin
ellerinde ise hafif silahlar bulunuyor. Çe- çenistan cephesindeki bazı Rus
komutanlar Çeçen kuvvetlerinin kendilerine karşı kimyasal silah kullandıklarım
savunuyor ve televizyondan gösterilen yanmış Rus askerlerine ait cesetlerin bu
silahların kurbanı olduğunu öne sürüyorlar. Grozni’ye giren Rus askerlerinin
ise komutanlarından “Sakın teslim olmayın! Çeçenler müslümandırlar ve sağ ya
da yaralı ele geçirilirseniz, şeriat yasalarına göre bulunduğunuz yerde
kellenizi koparırlar” uyarısı aldıkları biliniyor.
Moskova gayesiz Rus
askerlerine savaş direnci aşılayabilmek için propoganda yapıyor ve beynini
yıkıyor. Eski
den doğrudan İslam’ı
hedef alan Rusya şimdi kendi askerlerini şeriat kanunlarıyla korkutuyor. Tabii
ki şeriat kanunları Ruslar’ın iddia ettikleri gibi yaralı ya da sağlam
esirlerin kellelerini giyotine göndermiyor. Bilakis İslam, çocuk, kadm, yaşlı
ayırdetmeden Borisler gibi sivillerin tepesine bomba yağdırmayı
emretmiyor. (Çeçenis- tan’a evlatlarını aramaya giden yaşlı Rus analarına bomba
yağdıran yine Borisler ve Rusya’daki ihtiyarlar düzeni). Aksine
sivillerin kanlarının ve canlarının korunmasını (hukni dima) emrediyor. Yeltsin
ve ekibi ise “mızrak çuvala sığmaz” misali kendi yalanlarını örtbas edemediği
için basma sansür getiriyor. Moskova’daki ihtiyarlar düzeni (jerontokrasi)
nisbi dahi olsa doğrunun söylenmesine tahammül edemiyor. Bunun için basma
sansür getiriyor ve onları gemliyor. Yeltsin bu çerçevede resmi radyo-
TV Kurumu Genel Müdürü Oleg Poptsov'u Çeçenistan konusundaki
yayınlarından dolayı görevinden azletti. Yeltsin sadece riyakarlıktan
hoşlanıyor. Bundan dolayı da çevresinde sürekli Gobels (Hitler’in
propaganda bakanı)leri görmek istiyor. Bunu yapan gazeteler ve gazeteciler de
yok değil. Journal du Dimanche gazetesinin bir haberinde, Çeçenistan krizi
sırasında Rusya’daki devlet radyo ve televizyonlarının Çeçenleri “Fanatik
İslamcı” ve “Gan- gasterler” gibi göstererek, Stalin dönemini hatırlatan
propaganda makinalarına dönüştüklerini biliyoruz. Bu yaklaşımı sadece medya
ile sınırlı görmek de aldatıcı. Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergei
Krilov, “Çeçenis- tan’daki terör ve köktendinciliğin tüm Avrupa’yı tehdit
ettiğini ve Rusya’nın güç kullanımım haklı kıldığını” ileri sürmüştür.
Batılı bazı
gazeteciler de Yeltsin e rahmet okutuyorlar. Bunlardan biri de ABC muhabiri
John K. Cooley. “Yelt-
sin militan
İşlamiyeti dikkate almalı” yazısında Bosna’daki müslümanlann yaşadığı felakete
kızan Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin, Çeçen Lideri Cevher
Dudayev’i destekleme kararı alabilecekleri ihtimali üzerinde duruyor.
Bittabii ham hayal görüyor. Cooley yazısında Hizbullah örgütü
üyelerinin Beyrut ile Grozni arasında sürekli olarak mekik dokuduklarını ve
bakanlar ve resmi zevat tarafından kabul edilmeyen Dudayev’in geçen
yılki Lübnan ziyareti sırasında Orta Asya ve Kaf- kaslar’da etkili olan Ahbaş
İslami Kalkınma Hareketi üyeleriyle görüştüğünü kaydediyor. Bu görüşmeler belge
ve bilgi olarak herhalde Dudayev’in gıyabında fundamentalis! olarak
yaftalanmasına yeter de artar bile. Oysa Abdullah Habeşi'nin müridleri
olan Ahbaşlar sanıldığı gibi kontrolsüz fundamentalist bir grup değil. Aksine
bunlar Suriye rejimiyle muvaaza içindeler. Çeçenistan’dan daha ziyade
Moskova’ya yakın oldukları söylense herhalde yerinde olur. Onlar Orta-Asya ve
Kafkaslar’da başkalarının taşeronluğunu yapıyorlar. Onların asıl ilgi ve
mücadele alanları Lübnan’daki resmi diyanet teşkilatı ve Müslüman Kardeşler.
Kafkaslar’daki asıl savaş menfaat savaşı olma- sına rağmen Ruslar Batı’nm
duyarlı olduğu bazı kavramları istismar ediyor.
Fundamentalizm,
din savaşları, toprak bütünlüğü, pazar istikrarı, mafya, organize suç
örgütleri, illegal silahlı guruplar vs gibi. Ruslar Çeçenistan meselesini
yukarıdaki kavramlarla özdeşleştirerek ve Batı’nm da kaygılarını sömürerek 300
yıllık Kuzey Kafkasya’nın hürriyet savaşını bu defa Batı’nm de desteğini alarak
kökten halletmek istiyor. Fransızlar da Rusya'nın bu görüşüne çanak tutuyorlar.
Fransız Akademisi üyesi Jean François Deniau “Küfür tek millettir”
gerçeğini tasdik edercesine şunları yazı
yor:
“Günümüzde müslümanlann açtığı savaş doğrudan doğruya bizedir. Bu savaş egemen
Batı medeniyetine karşı açılmış bir savaştır. Batı medeniyeti ise New York’dan
başlayıp Paris’ten geçerek Moskova’ya kadar uzanır...”
İsviçre’den
arayan Çeçen asıllı dostumuz Şamil Hazar yine dertliydi; Batılı
Protestan ve Katoliklerin savaş sonrası Çeçenistan’a misyonerlik bombardımanı
yapmak üzere hazırlandıklarına dikkat çekti. Moskova’nın mali pozisyonu malum.
Onlara vekaleten Batılı Hıristiyanlık teşkilatları savaşın akabinde yerle bir
edilen Grozni ve Argun gibi şehirlere yardım ulaştırmayı planlıyor. Kilise
çevreleri “Kahraman Çeçenlerin yüzde 10’unu bile Hıristiyan yapsak ne ala”
diyesiymişler. Bu tavırlar Arapların “Allah birinci mezar soyguncusuna rahmet
eylesin” deyimini çağrıştırıyor. Koyun can, kasap et derdinde.
İ
slam’da olmayan şeyleri O’na maletme moda oldu. En son ki modalardan
biri terörle İslam’ı irtibatlandırmak.
Bu haksız
yakıştırma elbette ki “gayur” müslümanlan çileden çıkarıyor. Papa’nm
ziyaretini müteakiben Filipin- ler’de Mindenao Adası’nm Talayan şehrinde bir
konferans tertib edildi. Papa’nm ziyaretine “misilleme” olarak değerlendirilen
toplantıya 200 bin civarında müslüman iştirak etmiş. Konferans esnasında müslümanlar
dünyadan bazı müşahhas taleplerde bulundular. Bunlar arasında Batı medyasının
İslam ve müslümanlar hakkında “terör” nitelemesini bırakması, Bosna ve
Çeçenistan’da Müslü- manlara karşı saldıralara son verilmesi de var.
Nedense her yerde İslam’a
karşı kampanya halinde bir sataşma var. Bunu masum olarak telakki etmenin
elbette- ki imkanı yok. Japonya’da depremden önce bir kitap yayınlanmıştı,
Sihan Mihon Rikş, yani “Dünya ve Japon Tarihi” adında. Dizi halindeki kitabın
yedinci bölümü İslam’dan bahsediyor. Kitap Peygamberimiz ve sahabilerin
muhayyel resimlerini ihtiva ediyor. Müslümanlar tepki gösteriyorlar. Kitabın
naşiri Jakin adlı şirket müslüman- lardan özür diliyor. Aynı sıralarda
Londra’da benzeri bir
olay yaşanıyor. Elbette
ki iki olay arasında bir irtibat yok. Ama yaklaşım benzerliği var. Ingiliz
PTT’si çeşitli posta pulu örneklerini derleyerek bir kolleksiyon oluşturmuş ve
bunu yayınlamış. Kolleksiyonda densiz bir illüstratör’ün pul örneğine de yer
verilmiş, illüstrasyon güya kedi sevgisinde birleştikleri için aynı pul
örneğinde Peygamberimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.) i, Lenin ve Mussolini
ile yanyana koymuş. Japon Örneğinde olduğu gibi İnziliz Posta İdaresi de özür
dilemiş ama özrü kabahatinden büyük olarak. Güya pul örneğinde yer alan şahsiyet
Hazreti Muhammed değilmiş de sadece bir müslümanı temsil ediyormuş. Her
müslüman karakteri gereği kedi sevmeyeceğine göre bu mazeret havada kalıyor.
İhgilizlerin bu densizliği Ada’daki müslümanları kızdırmış. İngiliz müslü-
manları İngiliz Posta İdaresi’nin Peygamberimizi Lenin ve Mussolini
ile birlikte yan yana koyarak müslümanların hissiyatını rencide ettiği
inancındalar. İngiliz müslüman- lar, Peygamberimizin kedi sevgisini mahlukata
olan sevgisinin bir parçası olduğunu vurguluyorlar.
***
Terörizmi
İslam’a maletmek tehlikeli bir fütursuzluk ve aymazlıktır. Bunu yapanların
insanlıktan da bir nasipleri yoktur. İslam barışla özdeştir. Lügavi anlamı bile
barıştır. Bu gerçeği görenler de var. Bunlardan biri de Gorba- çov’dur. Gorbaçov
muhtelif yabancı gazetelerde yayınlanan yazısında ezcümle şöyle demiştir:
“Müslümanları terörle suçlamak büyük bir fitnenin habercisidir. İslam dünyası
ile Batı arasında cepheleşme aramak yanlıştır. Müslümanların dünya istikrar ve
barışına tehlikeli oldukları yönündeki kışkırtıcı imajların pompalanması
medyaya ve Batı’daki karar alma mekanizmalarına hakim şaibeli güçlerin
işidir...”
Türkiye’ye geldiği sırada
Siyonizme verdiği siyasi ve akademik ve edebi destekle tanına Bernard Lewis
de, terörle İslam arasında bağlantı kurmanın yanlışlığını ikrar etmiştir. Gorbaçov’un
da belirttiği gibi Selman Rüşdi, Teslime Nesrin ve benzerleri şaibeli
güçlerin örgütlenmesi. Mısır İçişleri Bakanı Haşan Elfi de
fundamentalizmin kökünün kazınmasını isteyenlerdendir. Bir konuşmasında
“Fundamentalizm uluslararası bir komplonun ürünüdür” diyor. Fetret dönemini
aştığımızda gerçekleri çıplak bir şekilde görme imkanımız olacak. 29. 1. 1995
O
smanh İmparatorluğu’nun son
dönemlerinde Saba- tay Sevi adlı haham, Tevrat ve Kabbala’daki işaretlerden
Mesih'in zuhurunun yakın olduğu yorumunu çıkarır ve kendisini “Beklenen
Mesih” ilan eder. Bu çıkarımlar ve yorumlar diğer hahamlar tarafından
paylaşılma- maktadır. Yahudilerin tepkilerini çeker ve konu Saray’a intikal
eder. Tepkilerden ve devletin tatbikatından çekinen Sevi, kendisine bağlı
grupla birlikte İslam’a döndüğünü açıklar. Ancak bu dönüş zahiri bir dönüştür.
Sabata- istler aralarında özel inanç ve görüşlerini yaşatmaya devam ederler.
Bugün bile İsrail’deki Sabataistler diğer dini gruplar tarafından hor
görülmektedir. Elbetteki neye inanıp neye inanmayacaklarına Sabataistler
kendileri karar verir. Bununla birlikte dönmelere mensup bazı kimselerin hassas
mevzularda oynadıkları rolleri de ister istemez etüd etmek zorunda kalıyoruz.
İsrail gezisi sırasında Tansu Çiller’& eşlik eden danışmanı Yalım
Eralp’in dönmelerden olmasıyla Çiller’in konuşma metnine Arz-ı
Mev’ud ilave etmesi arasında bir bağlantı var mı? Tansu Çiller’in
ekonomiyle alakalı danışmanı Prof. Emre Gö- nensay’m da dönmelerden
olduğu yönünde duyumlar var. Bu zat ABD’de fundamentalizme karşı dünya çapında
or
tak bir
stratejiden söz etmiştir. Yine “Fundamentalizm bir ideoloji olarak komünizme
benzer” sözleri ona aittir. Bunlar tesadüfen söylenmiş sözler değil. Sadece
uluslararası kampanyanın ya da aysbergin görünen yüzü-
***
Gerçekten de
dindarlara karşı dünyada ortak bir strateji arayışı var. Fukuyama’nın
malum bir stratejisi vardı. “Tarihin Sonu” diye. Daha sonra Huntington’m
Medeniyetler Arası Savaş tezi tartışılmaya başlandı. En sonki tez ise laikler
ile dindarlar arasındaki soğuk savaş. Mark Ju- ergennieyer tarafından
kaleme alınan “The New Cold War? Religious Nationalizm Confrants the seculer
state” adlı eser bu tezi işliyor. İslam dünyası merkez olmakla birlikte (çünkü
İslam dünyasındaki sistemler taklidi olduğu için Batı’dan önce iflas etmiştir)
dünya çapında seküler devlet yapısıyla dindarlar arasında bir cepheleşme yaşanıyor.
Önceki akşam Ceviz Kabuğu programında da Aziz Nesin üç aşağı’beş yukarı
bu gerçeği anlatmıştır. Elbette ki bu kamplaşma ve cepheleşmeye konu olan
tarafların da temsil makamında figürleri, oyuncuları olacaktır. Son yıllarda Cemaleddin
Kaplan ve Ömer Abdurrahman gibi cephelerden birinin uluslararası
temsilcilerine karşılık Selman Rüşdi, Teslime Nesrin ve Aziz Nesin gibi
seküler kesimin figüranları gündeme getirildi. Ceviz Kabuğu programında Temel
Karamollaoğlu çok çarpıcı tesbitlerde bulundu. Aziz Nesin’in iradesi
ve bilinci dışında Sivas olaylarında cepheleşme arayışı için kullanıldığını
ileri sürdü. Bu belki Ömer Abdurrahman (Emad Salim bağlantısını
hatırlayalım) ve Cemaleddin Kaplan için de geçerli. Azin Nesin
programda Selman Rüşdi ve Teslime Nesrin’le benzerliği olup olmadığı
noktasında fikri olmadığını söyledi. Ama var. Her ikisi de Türk- İslam sentezi
82
ve Bengal- İslam sentezine karşı, buna mukabil seküler
milliyetçiliği destekliyor. Bu anlamda Nesrin, Bengâl milliyetçisidir. Nesrin
ile Aziz Nesin'in kendileriyle kavgalı karakterleri konuşma üsluplarına
da yansıyor. Kendileriyle barışık olmadıkları gibi kendi seküler devletleriyle
de barışık değiller. Her ikisi de fundamentalizmi mahalli değil başat bir
tehlike olarak değerlendirmektedir. Karşılaştırdığım fotoğrafları aracılığıyla
ulaştığım kanaate göre yüz fizyonomileri de birbirine benzemektedir. Her ikisi
de yeni tarihlerde uluslararası ödüller kazandılar. ABD’li gruplar Nesin'i
tercih ederken Teslime Nesrin de Avrupa Parlamentosu Sakharov İnsan
Hakları Ödülü’yle taltif edildi. Ceviz Kabuğu programında Nesin, ceviz
kabuğunu dolduran ve aşan şeyler de söyledi. Her ne kadar teoride türban ve
İmam Hatiplilerin orduya girmeleri gibi tercih hürriyetlerini savunsa da Nesin,
Ezan konusunda olduğu gibi pratiklerde söyledikleriyle tezada düştü. “Yıkılacak
bir heykelimin dikilmesini istemem” demesi ismiyle müsemmasının bütünleştiği
nadir anlardan biri olmuştur. İnadını depreştirmeyecekse Temel Karamollaoğ-
lu'mm temennisini tekrarlamak isterim: “Aziz Nesin’in de inanmasını
dileriz...” Akşam zımnen de itiraf ettiği gibi tahrikvari bir üsluba sahip
olmasına rağmen aynı zamanda yapılan sataşmalara ve tahriklere kolay kapılan
biri. Kendi ifadesine göre dinsizliği terviç etmediği halde bir yabancı
televizyon ekibinin tahrikleri karşısında; “Çocuklarımı dinsiz yetiştiriyorum”
demiş ve bu sözleri kazara Daily News’e manşet olmuştu. Ben Aziz Nesin'in
‘çocuklarım dediği sabilerle ilgilenmesini bir ebediyet ve masumiyet arayışı”
olarak değerlendiriyorum. Ama bir türlü inadı yakasını bırakmıyor. Akşamki
konuşmasında bir diğer zaafı daha kendisini ele veriyordu: Para tutkusu ve
83
çok az insanı sevmesi.
Aziz Nesin ve Teslime Nesrin
fundamentalizm dalgasının sadece müslümanlarla sınırlı olmadığını hatta dindarların
Kahire Nüfus Konferansı’nda olduğu gibi aralarında dayanışmaya girdiklerini
ifade etmiştir. Doğrudur. Mes- cid-i Aksa ve Ayodha Camii örneklerinde olduğu
gibi bazı Yahudi ve Hindu fanatiklerle müslümanlar arasındaki bir kaç ihtilafı
bir yana bırakacak olursak çeşitli dinlere mensup dindar gruplar arasında
özellikle günümüzde bir dayanışma ve işbirliği ortamından söz edilebilir. Tabii
bu dayanışmanın ne kadar verimli olacağı zamana müteallik bir hadisedir.
İsrail’de Satmar, Natura Karta gibi Siyonist devletin varlığını kabul
etmeyen dini cemaatler var. Natura Karta cemaatinin liderlerinden Haham
David Hers si- yonizme karşı olduğundan dolayı Humeyni’ata
cenazesine taziy etlerini sunmak için bir heyet göndermiştir. İsrail’in
kurulduğu günü yas ilan eden bu cemaatler FKÖ’nün İsrail’i tanımasını da
kınamıştır. Laik İşçi Partisi ile laik FKÖ barışmış hatta, birbirinin
paratoneri olacak kadar kader birliği etmişlerdir. Buna mukabil düne kadar
İsrail askerlerini hedef alan taşlı generaller (Stone Gene- rals) Gazze’deki
arbededen sonra Arafat Ve ekibini intifa- danın yeni hedefi haline
getirmişlerdir. HAMAS yanlılarının gösterilerde: “Hain ve ajan Arafat
Tel Aviv’e” şeklindeki sloganlarına mukabil Fetih yanlıları ise Arafat'ta. seküler
İçimliğinin karşıtı Gazze’li HAMAS lideri Mahmut al- Zahhar'ı hedef
alarak: “Zahhar nerdesin, çık ortaya, Arafat gözlerini oyacak”
şeklinde slogan atıyor. Vatikan’a bağlı San’t Egidio Topluluğu’nun tertib
ettiği FIS temsilcilerinin de katıldığı Cezayir Muhalefet Gurupla- rı’nın Roma
toplantısına, “dindarlar arasında bir dayanışma arayışı” olarak bakmak lazım.
Bu toplantıda FIS’i
temsil eden Enver
Haddam, Cezayir’de yabancılara karşı vahşi şiddet eylemlerine destek
vermediklerini açıkladı. Fransa'nın baskısıyla diğer bir FIS temsilcisi olan Rabih
el- Kebirdin toplantıya katılması ise Almanlar’ın engeline takılmıştı.
Gerçekten de vahşi kapitalizme ve dayatmacı sekülerizme karşı dindarların müştereken
yapacakları çok şey var. Ama seküler grupların istediği gibi bu dayanışma
uçlara karşı uçların dayanışması değil, tabanların dayanışması olmalıdır.
Dünyayı ancak bu anlayış kurtarabilir.
S
ütun refikimiz İsmail Yediler Bey’in temas ettiği gibi
Cumhuriyet Gazetesi, Türk Şeriatçıları admı verdiği Hizbuttahrir’in çıkartmış
olduğu Hilafet dergisinde komi edileli iki halifenin birden zuhuru durumunda
İkincinin öldürülmesi yönündeki sahih hadis-i şerifi yanlış anlayarak ortaya
hayali bir “Kaplancılar - şeriatçılar kavgası” ihdas etmiş. Yani Cumhuriyet
gazetesi hayali bir senaryo kurmuş ve bu senaryo ile iki farklı grubu
aralarında çarpıştırıyor. Halbuki gruplar hakkında detaylı ve derin malumatı
olmadığı yazıdan açık- seçik anlaşılıyor. Dolayısıyla yazıda cehalet sırıtıyor
ve çek bir irtica haberi daha kabilli olmuş. Bu gibi durumlar için Kur’an’ın
ebedi hakikat süzgecinden hem kendimize hem de onlara bir nasihat çekelim:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül
bunların hepsi ondan sorumludur” (îsra Suresi ayet 36) *** .
İran
Devrimi’nden beri faka basmamak gayesiyle ABD’nin Ortadoğu’daki
temsilciliklerinin, istihbarat çevrelerinin ve yazarlarının İslami
hareketlerin nabzmı ölçmek ve tutmak için onlara sık sık müracaat ettiğini
kerrat ve merratla yazmıştık. Bu Amerikalıların aynı zamanda
îngilizlerden
tevarüs ettikleri bir gelenektir. Bu mevzuyla ilgili Sabah yazarı Güngör
Mengi güzel bir yazı kaleme almış ama mahiyeti doğru, detaylarında
yanlışlıklar var. Yadırgamıyoruz, zira o kadarı kadı kızında da bulunur. Malum Erbakan
bugünlerde Amerikan gezisinde. Geçmiş yıllarda da Erbakan ABD’yi ziyaret
etmiş ve bazı temaslarda bulunmuştu. Erbakan’’ın gezileri mutad olduğu
gibi basın ve siyaset camiasının ilgi odağı oluyor. Merak ve istifham
uyandırıyor. Erbakan Körfez Savaşı esnasında Saddam Hüseyin’le,
görüşmek üzere Bağdat’a yaptığı ziyaret sırasında olduğu gibi ABD ziyaretini
de bir ekiple gerçekleştirmiştir. Sözkonusu ekip sadece Türk delegasyonu da
değil. Şimdi yeniden Güngör Mengi’nin yazdıklarına göz atalım: “Eski
Başkan Carter’in başında bulunduğu Stratejik ve Uluslararası
Araştırmalar Merkezi son raporunu iki hafta önce tamamladı. Edward Luttjak,
Barry Rubin ve Harvey Cox gibi otoritelerin katıldığı bu çalışma Şu
tesbitleri yaptı:
1- Ortadoğu’da dih faktörü dikkate alınmadı ve
ABD büyük kapıylara uğradı.
2- Balkanlar’da ve Türki cumhuriyetlerde de din
adına hareket ettiklerini öne süren liderler dikkate alınmamıştır. Bu da hata
oldu. Raporda SudanlıHaran Tur abi’den Cezayir’li Ali Ben Hacı
(doğrusu Belhac olacaktır) ve Abbas Madani ve Mısırlı Abdur
Rahman’dan HAMAS’ın başı Şeyh Ahmet Yasin’e, Filistinli (doğrusu
Tunuslu) Ra- şit Gannuci (Siz Gannuşi okuyun)den PakistanlI Gazi
Hüseyin Ahmet’e kadar birçok isim sıralanıyor.
Fakat
bunların tümü “temas kurulması özel şartlar gerektiren İslami Liderler”
sayılıyor. Listedeki tek istisna Erbakan. Onun için sınırlama yok.
Raporda RP Başkanı “ılımlı tek İslam lideri” diye tanımlanıyor. CFR (Yabancı
İlişkiler
Konseyi) şu şekilde takdim ediyor yönetime:
Türkiye’deki İslami grup
olarak bu parti, kitle partisi olma yolundadır. Yani dünyevi hale gelmiştir.
Temas kurulabilir...
Bu değerlendirmede, 6 ay
kadar önce Türkiye’ye gelen RPTi belediye başkanları ile de görüşen Amerikalı
din uzmanı Bayan Carol MidglovicEva. raporu da etkili oldu..’ Yukarıda
sözü edilen liderlerden Haşan Turabi de Erbakan gibi tartışmalı
bir ABD gezisine çıkmış ama Hartum’la Washington arasındaki buzları arzu ettiği
kadar eritememişti. Raşid Gannuşİ ise ideolog özelliğini terkederek
pratisyenliğe kayıyor. Geçenlerde düzenlenen İslamcılarla Arap milliyetçilerini
biraraya getiren konferans için bulunduğu Beyrut’ta Saddam’m. Kuveyt
sınırına yığınak yapmasını şiddetli bir dille eleştirmiştir.
Tel Aviv’deki 22 kişinin
ölümüyle neticelenen müessif hadise herhangi bir araştırma yapılmadan HAMAS’ın
üzerine alabora edildi. Halbuki HAMAS, resmi bir şekilde hadisenin
sorumluluğunu üstlenmemiştir. Bu HAMAS’ın bilinen geleneğine ve uslubuna
terstir. Birileri hadiseyi HAMAS’ın üzerine yıkmak gayesiyle İsrail Radyosu’na
telefon ederek güya ihbarda bulunmuş. HAMAS ise isnadları yalanlamıştır.
400Tülüklerden Hüseyin Ebu Kuveyk bombalama eyleminin geçen yıl Güney
Lübnan'ın Mercuzuhur bölgesine sürgün edilenler adına üstlenilmesinin bir
komplo olduğunu açıklamıştır. Yine Mercuzuhur sürgünleri arasında yeralan Hamid
el- Beytavi de hadiseyle uzaktan yakından alakaları olmadığını belirterek;
“Bir kimse kalkıp da bu eylemin belli bir saldırıda şehid edilenlerin intikamı
için işlendiğini söylerse Filistin halkının aleyhinde bir iş yapmış olur ve bu
yaptığı sadece
kendisini bağlar...”
Nedense Filistinlilerin ve Boşnakların onbinlerine mukabil İsrail’den ve
Sırplardan 20 kişi ölünce hadise katliam şeklinde takdim ediliyor. Öbür tarafta
soykırımlar bile geçiştiriliyor, unutturuluyor. Basınımız tarafından “HAMAS
katliamı” olarak lanse edilen hadise ya münferid bir fedai ve intihar hareketidir
ya da barışı istemeyen fanatik Yahudi gruplarınca gerçekleştirilmiştir. HAMAS
Filistin’in bütünlüğüne inanmasına rağmen bugüne kadar Gazze ve Batı Şeria’nın
dışında eylemine rastlanmamıştır. HAMAS fedailerinin bir defa güvenlik
hatlarını geçerek Tel Aviv’e ulaşmaları çok zor bir ihtimal. Farzedelim ki başardılar
ama eylemin sivillere yönelik (ölenler yerleşimciler veya askerler değil)
olması da bu örnekte HAMAS’ı çizgi dışına düşürüyor. Yani ilkeleriyle ters
düşüyor. Buna mukabil barışı sabote etmek isteyen İsrail de; ordu, aşırı sağ ve
dini çevreler içinde bu eylemi gerçekleştirebilecek tiynette bir sürü unsur
var. İsrail’in rahatsızlığı HAMAS’a tavır konusunda ABD ve İngiltere’yi kendi
çizgisine çekeme- mesidir. Bu açıdan söz konusu eylem İsrail için oldukça i^i
bir fırsat. Nobel ödülü sahibi, eski adıyla kemik kıran Rabin bu fırsatı
ganimet bilmekle kalmamış, intikam naraları savurmuş ve Arap rejimlerinin
uyguladıkları aşağılık metodlara tevessül edeceğini itirafla; HAMAS’h
direnişçilerin akrabalarını ve yakınlarını da hedef alacaklarını beyan etmiştir.
Eski bir
MOSSAD ajanı olan Victor Ostrovsky tarafından kaleme alman “Hayal
Kırıklığının Öte Yanı” adlı kitapta öne sürülen iddiaya göre MOSSAD, Filistinli
gerillaların, 1991’de Madrid Konferansı sırasında, Başkan Busti’un yakınma
kadar sokulmalarını
sağlayarak,
O’riu öldürtecekmiş. Ardından da gerillaları temizleyerek ortada delil
bırakmayacakmış. Ost- rovsky bir gerçeğin altını daha çizerek, Musevi
asıllı basın tröstü Maxwell’m de MOSSAD tarafından öldürüldüğünü teyid
ediyor. Kısaca bütün şüphe izleri İsrail’i gösteriyor. 21. 10. 1994
S
ovyetler Birliği’nin yıkılması ve
soğuk savaşın sona ermesi aslında siyasi rekabeti sona erdirmedi. Sadece
ideolojik rekabetin yerini dini rekabet almış oldu. Bu bağlamda yeni
dalgalanmalar meydana geldi. Ortodoks dünyası, Katolik alemi ile müslümanlar
modem tarihte ilk kez Bosna- Hersek’te karşı karşıya geldiler. Ancak burada
müşlamanlara karşı Miloseviç ile Tudjman arasındaki gizli
mutabakat ve anlaşmalar hiç bir zaman Katolikler ile Ortodoksların dayanışması
olarak algılanmadı; Bu, kötü bir politikacı ve oportünist olan Tudjman’m
şahsi tasarrufu olarak anlaşıldı. Ya da Ortodoks Kilisesi böyle anlıyor.
Ortodoks Kilisesi aksine kendilerine karşı Vatikan'ın Müslüman - Katolik
dayanışmasına destek verdiğine inanıyor. Velhasıl Bosna- Hersek, üç inanç
arasında dini kamplaşmanın yeni bir hattını oluşturdu. Bu ülkede Ortaçağ
yeniden yaşandı. Bir farkla ki sadece Osmanlı adaleti bulunmuyordu. Hırvat
lideri Tudjman, müslümanlar için “Asya’dan gelen barbarlar” vasfını
kullanıyordu. Halbuki tarihin de şahitlik ettiği gibi Boşnaklar özbe-öz o
toprakların insanları. Batılılar Ortaçağlarda İslam’ı Asya'nın Yunanlılara ve
Romalılara karşı bir isyanı olarak değerlendiriyorlardı. Tudjman’ın
bugünkü yorumu gibi.
Ama
unutuyorlar, Hıristiyanlığın ve Museviliğin de kaynağı beğenmedikleri Asya
kıtası ve Ortadoğu. Bu sebeple o dönemden beri Batı ile Doğu arasındaki
mücadeleyi İslam ile Hıristiyanlık mücadelesi olarak klişelendiriyorlar.
Bazı
gözlemcilerin de ifade ettikleri gibi bugün İslam dünyası Batı’ya karşı ne
askeri ne de iktisadi alanda bir tehdit oluşturuyor. Batı’nın öngördüğü
mübalağalı rolü oynamasına imkan yok İslam Dünyası’nın. En azından görünür
vadede. Bununla birlikte Batı direnen İslam kültürünü hem bir tehdit olarak
algılıyor ve hem de çeşitli provokatörler aracılığıyla imajını çirkinleştirmeye
çalışıyor. Şöyle demek mümkün: Batı Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle yitirdiği
beccal’vaı (Antı- Chrıst) arıyor. Bunun için de Kızıl Tehdit’in yerini
Yeşil Tehdit almış bulunuyor.
Bugün Batı
hala SSCB’nin tabii varisi Rusya’yı potansiyel bir tehdit olarak algılıyor.
Binaenaleyh Rusya’yı izlemekten vazgeçmiş değiller. Şer İmparatorluğu adını
verdikleri ve Deccal olarak yorumladıkları Rusya’yı vaf- tizhane haline
getirdiler. Rusların en çok zoruna giden şey de sanki Hıristiyan değillermiş
gibi ikinci kez vaftiz edilmeleri. Kendileri aşağılanıyormuş hissine kapılıyorlar.
Geçenlerde televizyonlardan ve ajanslardan Yehova Şahidleri’nin özellikle
dolar, mark ve Batı’da hayat hakkı vaadleri karşılığında ne kadar insanı vaftiz
ettiklerini seyrettik ve okuduk... Tabii bu durum da Moskova’yı kaygılandırıyor.
Misyonerlik dalgalarına karşı halkı ve Ortodoks Kilisesi’ni emniyete almak istiyor.
Komünizmin bir ideoloji olarak iflasından sonra Rusları birleştiren tek düşünce
Ortodoksluk kaldı. Ne varki, komünizm devresinde halk inançlarını yitirmiş.
Daha bir iki yıla kadar Ye itsin bile kendisinin ateist olduğunu ancak
çocuklarının vaftiz
olduklarını
itiraf ediyordu. Ortodoks Kilisesi henüz boşluğu dolduramadan piyasaya yabancı
misyonerler de girdi. Ortada büyük bir pasta var; Halkın neredeyse yarısından
fazlası ateist, dinsiz. Ayrıca komünizm döneminde Ortodoks Kilisesi ile KGB
arasındaki ilişkilerde herhalde nezih Rus insanına fazla iyimserlik
aşılamıyordun Çünkü Bolşevizm döneminde ruhban sınıfın yarısının KGB ile
işbirliği içinde olduğu biliniyor. Halk kendisini Nor- monklatura (Komünist
Parti)ya satan sözde Ortodoks ruhbanlarına nasıl güvenebilir. Bu durumda ister
istemez bir güvenlik boşluğu doğuyor. Bu boşluğu ise para babası Batılı
kiliseler doldurmaya çalışıyor.
Rusya Batılı
kiliseleri şimdi kanunlarla durdurmaya çalışıyor. Batılılar ise bu kanunu
durdurmaya çalışıyorlar. Muhafazakar Ortodoks lar Rusya sınırları içinde misyonerlik
faaliyetlerini sınırlandıran yasa tasarısını ısrarla le/Asın’den imzalamasını
istiyorlar. Clinton ve Kohl ise resen Yeltsin'i arayarak
bu yasayı durdurmaya çalışıyorlar. Tasarıyı hazırlayan komisyonun Başkanı Vyaçeslav
Polosin ise hiç bir iltimasa yer vermeyerek hedeflerini yalın bir şekilde
ifade ediyor: “Batı, Rusya’ya ve genel olarak Doğu Avrupa’ya tepeden bakıyor.
Üçüncü Dünya’ ülkelerine yaptığı gibi, bize de misyonerler göndererek Allah’a
nasıl inanmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. (Robinson kılığındaki
Batı, Rusya’yı da Cuma gibi görüyor olmalı) ABD, BDT ülkelerine
önümüzdeki beş yıl içinde 200 bin din adamı göndermeyi planlıyor. Kısaca her
okula bir misyoner. Bu planların içinde 20 milyonluk müslüman bir kitle de
giriyor ki, bu, müslümanlann büyük tepkisine yol açıyor. Bu ideolojik
harekatın merkezi özel misyoner Okullarının ve üniversitesinin faaliyet gösterdiği
Atlanta’dadır. Buradaki Protestan profesörler, ka
pitalist
psikolojinin gelişmesi için (Burada Max Weber devreye giriyor)
Ortodoksluğun da, Katolikliğin de uygun olmadığının propagandasını yapmaktadır.
Kanımca Rusya’nın köktenciliğe ihtiyacı yoktur. İster İslamcı, ister Protestan
köktencilik olsun, bize uymaz.
Avrupa’nın
jeopolitik haritası bozulmuş, parçalanmıştır. Komünist ideolojiyle birbirine
bağlanmış olan Doğu Blo- ku çökmüştür. Şimdi eski Doğu Bloku üyeleriyle Batı
Bloku’nda yer almış olan Yunanistan, tarihi birlikteliklerini yeniden inşa
etmektedirler. Üstelik, Komünist devlet yapısı, Ortodoks Kilisesi’nin
hiyerarşik yapısına çok benzemektedir. Ortodoksların birlik çabası, Batı
tarafından farkedilmiş ve karşı çabalar yoğunlaştırılmıştır. Hadise yalnızca
dini değildir. En temel tesir, siyasi çıkarlardır. Bu açıdan Ortodoks halklar,
Batı’nın hesaba katmak zorunda kalacağı bir güç teşkilzetmektedir.
Batı, Rusya’nın güçlenmesini istememektedir. Dev doğal ve entekektüel
kaynaklara sahip Rusya'nın 10- 20 yıl içinde kendisine büyük bir rakip
olmasından çekinmektedir. Bunun için Rusya’mn devlet yapısı ve ekonomisini
zayıflatmaya çalışıyorlar. Rusya’da devletin her zaman temelleriyle bağlı
olagelen Ortodoks Kilisesi’nin mevkilerine karşı yürütülen faaliyetler de bu
hedefe bağlıdır”
Burada
dikkati çeken hususlardan biri Ortodokslar ile Protestanlar arasındaki
mücadelede Ortodokslar Batılı misyonerlik faaliyetlerine zarar vererek
müslümanları yânlarına almaya çalışıyorlar. Protestanlar da, Ortodoksların
İslam düşmanlığını hatırlatıyor. Protestanlar faaliyetlerini İslam dünyası’na
karşı da yoğunlaştırmışlardı bir zamanlar. 1906’da Ezher Üniversitesi’nin
bulunduğu bir şehirde (Kahire) ilk kongrelerini icra etmişlerdi. Ancak bu
çabalar hiç bir zaman semereli olmadı. Protestan-
94
ların Orta
Asya Cumhuriyetlerinde de etkili olmaları beklenemez. Ve İslam Dünyası ile
cepheleşme halinde olan coğrafya ise Ortodoksların yerleşim alanıdır. Sırpların
Bosna- Hersek katliamları ve Rusya’mn geçmişte Afganistan’ı işgal etmesi de bu
öngörüyü doğruluyor. Bizim bu kamplaşmadaki yerimiz neresi? Ortodoksların
yanında olmamız mümkün değil. Fener Patriği Bartelemos’un Sırbistan’ı
ziyareti Patrikhane’nin Sırplar yanında olduğunu ve Bosna’daki katliamı takdis
ettiğini bir kez daha ortaya koymuştur.
OsmanlIlar
Batı içindeki dini dalgalanmaları çok dikkatli bir şekilde takip etmiştir. Kanuni
Sultan Süleyman’m 935 tarihinde Protestanların isyanını öğrendikten sonra
Viyana’ya yürüdüğünü tarihler yazar. Keza Kanuni Macaristan üzerine
yürümüş ve bu durum, isyancı Luter- yanlarla Şarklen’in uzlaşmasına yol
açmıştır. Kanuni ile ittifak ettiği için Roma Kilisesi’ne bağlı olan Birinci
Fransuva Hıristiyan alemi tarafından hain olarak nitelendirilmiştir.
95
R
efah Partisi
milletvekillerinden Abdullah Gül’ün Knesset Zabıtları’na atıfta
bulunarak Tansu Çiller'm İslami akımlar konusunda İsrail Başbakanı Rabin’den
yardım istediğini bir basın toplantısıyla gündeme getirmesi ortalığı
karıştırdı. 24 Mart 1994 tarihli Jewis Rpess Release adlı yayın organının İsrail
Meclis (Knesset) zabıtlarına dayandırdığı haberine göre Başbakan Tansu Çiller
19 Mart 1994 günü İsrail Başbakanı İzak /îabzM’e telefon etmiş ve
Türkiye’de İslami akımların gelişip serpilerek tehlike arzettiğini ileri
sürerek Rabin’den yardım istemiş. Rabin ise Başbakan Tansu
Çiller’le yaptığı telefon konuşmasını meclisin bir oturumunda
milletvekillerine aktarmış. Haberden anlaşıldığına göre Tansu Çiller,
İşla- mi akımları kendisine en yakın ülkelerden biri saydığı için İsrail’e
şikayet etmiş. Bu skandal haberi Türk kamuoyuna ilk duyuran Aytunç Altındal
olmuştur. MÜSİAD’da “NATO ve İslam” paneline konuşmacı olarak katıldığı sırada
bunu dinleyicilerin ve gazetecilerin huzurunda gündeme getirmiştir. Olayın
üzerinden bir yıl geçti. Herhalde bu zaman zarfında köprülerin altından çok
sular aksa gerek. Öyle umud ediyoruz. Yine de dindar kesimlerin Tansu
Çiller’den bir özür alacakları bulunuyor.
Oklahoma City
ve Onat Kutlar olaylarında laiklik- zırhına bürünerek İslam’a hakaret
etmeyi marifet sayan anti- İslami basın yayın organları yaptıkları tahminlerde
hedefi bir kez daha ıskaladılar. Şimdi ise özür dileyecekleri yerde işi
pişkinliğe vuruyorlar. Her nedense dilleri özür dilemeye varmıyor. Her zaman
olduğu gibi...Yeni Şafak gazetesinin manşetten duyurduğu gibi Cumhuriyet ve
benzeri gazeteler katilleri pek sevmedi. Katillerin evsaf ve eşkalleri aşırı
ve köktendinci tanımına uymamıştı. Bu defa şanslarına küstüler. Oklahoma City
olaylarında da böyle olmuştu. Önce katiller bulunmadan hüküm kesilmişti: Olsa
olsa bunlar Ortadoğu kökenli olabilirlerdi. Böyle caniler ABD’den nasıl
çıkabilirdi ki? FBI ajanları nasılsa katilleri enseleyiverdi. Böylece takke
düşüp kel göründü. Halbuki başta Rabin olmak üzere bir çok kesim ve
taraf hesaplarını ve kurgularını sadece bu ihtimale bina etmişlerdi. Yine pis
bir gerçek güzelim teoriyi berbat etmişti. Bunun üzerinO zevahiri kurtarmak
için Clinton, müslü- manlardan özür diledi. Ancak senaryo tutmaymca
evdeki hesabı çarşıya uymayan İsrail de mağdur duruma düşmüştü. Binaenaleyh
özür dilenmesi gereken taraf bununla ikiye çıkmıştı. Clinton un geçen
seçimlerden kalma bir diyet borcu vardı, şimdi üstelik genel seçimler de kapıdaydı.
Bir de Oklahoma City cinayetinin faillerini yakalayarak İsrail’in
konsantrasyonunu bozmuş oluyordu.
Bunları
telafi etmek ve İsrail’den zimni da olsa özür dilemek üzere Clinton,
Yahudi takkesi Kippa’yı da başına, takarak Dünya Yahudi Kongresi’nin davetine
iştirak etti. Bu toplantıda İsrail’e ve Yahudi Lobisi’ne bir sürpriz yapmayı
murad etmişti. İsrail Dışişleri Bakam Şimon Pe-
07
res’in de yüksek huzurunda tarihi kararını açıkladı. ABD İran’a
ticari ambargo uygulayacaktı. Oklahoma Cıty’deki olayı İslami teröristler
yapmamış olsa bile canım bunun ne kıymeti vardı. Terörün sponsorluğunu yapan
İran ne güne duruyordu? Böylece İsrail’in muhtaç olduğu terör açığı kapatılmış
oldu.
Senaryo yine
bir şekliyle uygulandı. Yine de İsrail Oklahoma City olayıyla ilgili fırsatı
kaçırmak istemedi. Clinton'ia birlikte Dünya Yahudi Kongresi’nin
yemeğine katılan Şimon Peres burada yaptığı konuşmasında İsrail halkının
Oklahoma City halkıyla ve felaketzedelerle dayanışma içinde olduğunu bilvesile
hatırlatmış oldu!.. Böylece adet yerini buldu. Yine özürler İsrail’e dilendi,
İsrail birinde ıskaladı ise diğerinde daha büyük balık yakaladı. “Şıp deyip
burnundan düştü” dedikleri gibi İran’a ambargo kararma ilk destek de yine
İsrail’den geldi. Şimdi zaferini kutlayabilir. İnşallah bu zafere bizi
bulaştırmazlar. Zira mağluptur bu yolda her zaman galip.
98
M
ısırlı Adil
İmam komedi filimlerinin başkahramanı- dır. Bizdeki Kemal Sanal ile İlyas
Salman arası ya da karışımı bir komedyendir. Tiplemeleri arasında Şaban da
önemli bir yer tutar. Bir zamanlar Kahire’de afişlerde yer alan sıfırın altında
Şaban anlamında “Şaban tahtessı- fır” filminin ilanları hafızama kazınmış
gibidir. Son yıllarda oynadığı roller arasında “irhabi” yani terörist tiplemesi
de vardır.
Başrolünü
oynadığı “terörist” filminde ismi şiddete bulaşan bir İslami hareket liderini
canlandırır. Bu lider soygunla ve gaspla hayatını idame ettirmektedir. Bir de
cennet fedaisi Haşan Sabbah gibi çevresinde cariyelerinden bir harem
kurmuştur. Bu cani kılıklı sözde lider senaryoya uygun olarak filmin hitamında
tevbekar olur. Tevbenin bir anlamı da dönmek olduğuna göre tevbekar terörist
yeniden rejimin şefkat kucağına döner. Tabii bu filim üzerine Adil İmam
çeşitli tehditler alır ve film filim olmaktan çıkar ve bir vakaya dönüşür.
Holywood piyasası da bu tür filimlerle tanışalı çok olmuştur. En son Hindistan,
Pakistan İstihbarat Teşkilatı (ISI)nıh adının karıştığı Bombay olaylarıyla
ilgili “İrhabi” benzeri bir filim çevirttirmiş. Bu film şimdi sinemalarda geniş
güvenlik önlemleri arasında
99
vizyona girmiş bulunuyor. Son yıllarda müslüman imajını
karalamaya matuf olarak bu tür ideolojik amaçlı çok sayıda filim çevriliyor.
Amerikan geleneğidir; cephede yenilir sette zafer kazanır. Sağolasın Holywood!
Amerika’nın namus bekçisi. Vietnam’da ağır bir yenilgi alan ABD, Rambo ve Racky
Alimleriyle rövanşını almıştır. Amerikan Deniz Piyadeleri (Marines) de
Lübnan’da ağır bir yenilgi almıştır. Bu yenilginin de Holywood Alimleriyle tedavi
ve tamir edilmesi gerekir. Amerikan halkının zafer ihtiyacı bu defa Chuck
Norris’le. karşılanır. Bu serazat sarışın kahraman, son Oklahoma olayında
da gündeme gelen fundamentalist tiplemeleri Rambo çevikliğiyle bir bir
bertaraf eder. Chuck Norris, Holywood vasıtasıyla kötü yola ya da
teröristlerin eline düşmüş Amerikan namusunu kurtarır.
***
Bazen
gerçekler de filmlere benzer. Tam filmlerdeki gibi değil ama bu defa gerçekten
de Oklahoma meselesiyle birlikte Amerika’nın namusu yine köle pazarına düşmüştür.
(Eğer Amerikan yargısı Louis Farrakhan’va. lafını dinlerse1
tarihte ve günümüzde köle pazarının asıl sahipleri Yahudi tacirler) Birisinin
bunu kurtarması lazım. Yine işe adres tesbitinden başlamak gerekiyor. Mike
Hammer de olsa böyle yapardı. Şimdi olay m gerçek failleri; yönlendirmelerle
yani manipülasyonlarla namus sahiplerini yanlış adreslere sevkedecekler. B
öylece asıl adresin izini sürmek zorlaşacak ve ABD namusunu yanlış pazarlarda
arayacak. îşte Oklahoma City’de meydana gelen olaym kısa hikayesi bu.
Oklahoma’daki patlama olayında kullanılan kamyonetle Dünya Ticaret Merkezi’ne
saldırıda kullanılan kamyonet aynı yerden kiralanmış. Müslüman aynı delikten
iki defa geçmeyeceğine göre Oklahoma
City'deki
hükümet binasını havaya uçurmak için aynı Rent- a car şirketinden ikinci defa
eylem için minibüs kiralamak niye? Nerden akıllarına esmiş? Aynı taksi kiralama
şirketinden minibüs kiralayanların; eylemin sorumluluğunu da üstlenmeleri
gerekmez miydi? Aksi gibi bugüne kadar ihbarlar fos çıktı. Yine benzeri bir
manipülasyon da Roma’da gerçekleşti. Güya Roma- Fiumicino Hava- alanı’nda,
Oklahoma City patlamasının faili olabilecek bir teröriste ait olduğundan
kuşkulanılan üç valiz bulunmuş. Valizlerin üzerindeki adres Amman’ı gösteriyor
ama ortada valizlerin sahibi yok. Valizlerin içinde ayrıca, patlayıcı
yapımında kullanılan malzemeler bulunuyor. Bu yönüyle manipülasyon, Lockerbie
hadisesindeki Malta Havaalanı bağlantısını hatırlatıyor. Peki adresin Amman
çıkması hangi ihtimali akla getirir? Elbette ki HAMAS’ı. Bilindiği gibi hem
FKÖ, hem İsrail HAMAS’ın siyasi sözcülerinin Amman’dan atılmasını istiyorlar.
Kral Hüseyin de en son yaptığı konuşmasında üstü kapalı olarak barış
sürecine karşı Filistinlileri ve özellikle HAMAŞ taraftarlarını uyarmış ve
onlardan ülkenin siyasi çizgisine saygılı olmalarını istemiştir.
Sözcülerden İbrahim
Guşe ise son haftalarda polis tarafından şiddetli bir şekilde
sıkıştırılmaktadır. Belki de bu patlamadan sonra HAMAS’ın siyasi sözcülerine
Amman dar gelecek ve kendilerine daha sakin limanlar aramak mecburiyetinde
kalacaklar. Kral Hüseyin’in de dediği gibi barış için işi sıkı tutmalı
ve acele etmeli. Aksi takdirde her an iş sarpa sarabilir ve umutlar serapa
dönüşebilir. Görüldüğü gibi herkes kendi hesabını yapıyor. Ve birileri- nin
namusu bu hesap uğruna kurban ediliyor. Belki onlar da bir gün gerçekten
namuslarına sahip çıkmak isterler. Umarız bugünün gelmesi için fazla
beklemeyiz.
B
arış ödülleri barış, edebiyat
ödülleri güvenlik ve huzur getirmiyor. Ekim (1994) ayının ilk haftasında No-
bel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar Necip Mahfuz, maruz kaldığı elim
bir saldırı sonucu bıçak darbeleriyle yaralandı. Hala hastanede tedavisi
sürüyor. Mısır güvenlik birimleri saldırganları yakalamayı başarmışlar. Zanlılar
itiraflarında asıl maksatlarının Necip Mahfuz’u kaçırarak cezaevlerinde
bulunan arkadaşlarıyla takas etmek olduğunu beyan etmişler. Yine Ezher’in
yasaklamasına konu olan Evladu Haretuna kitabını da okumadıklarını itiraf
etmişler. Yani Mahfuz’w başkalarının tarifiyle tanıyorlar- mış.
Hadisenin neresinden ele alırsanız alın yanlış temeller üzerine kurulmuş.
Ayrıca Necip Mahfuz siyasetten azami derecede uzak, edebi kişiliğiyle, Muhammed
Gazali gibi kimileri tarafından suikast sonucu öldürülmesi pek
yadırganmayan bir Ferec Fode tiplemesinden ayrılmaktadır. Aynı Muhammed
Gazali, Necip Mahfuz’a yönelik saldırıyı kınamıştır. Gazali’nin de
parmak bastığı bu gibi girişimlerin kesinlikle İslam’la uzaktan yakından bir
alakası olamaz. Maalesef Mısır’da, Cezayir’de İslam adina çıkmış ilke ve kural
tanımaz iç bünyesi karmaşık bazı gruplar faaliyet halindedir. Şaibelerini
İslam’a mal etmek
istiyorlar.
Sözkonusu ham grupların eylemlerini İslam’a mal etmeleri ancak kendilerinden
menkuldür. Eylemlerin İslam’a maledilmesi eylemlerin İslami olduğunu göstermez.
Batılılar nedense İslami terör, İslami bomba şeklinde bazı şiddeti çağrıştıran
kavramları kasıtlı bir şekilde İslam’a mal ediyorlar. O takdirde Batı’da bazı
Hıristiyan tarikatların yaptıklarını Hıristiyani, Filistin’deki bazı aşırı
Yahudi örgütlerininkini ise Musevi terörü olarak adlandırmamız gerekmektedir.
Yine Batı’nın ürettiği nükleer bombaları Hıristiyan bombası, İsrail’in
ürettiklerini ise Musevi bombası olarak nitelememiz gerekir.
Bu yanlış
tanımlamalar halkı ve mazlum durumdaki BosnalIlar’ı bile üzüyor ve dehşete
düşürüyor. Camegie Vakfı’nm yani Abromowitz’in davetlisi olarak Washington^
giderek bir konuşma yapan Bosnah Müslümanlar ’ın dini lideri Mustafa Çeriç
BosnalIların fundamenta- lizme kayıp kaymadıkları yönündeki bir soruya şu
karşılığı veriyor: “Karadziç insanların böyle düşünmesini istiyor.
Boşnak yerine vurgulayıcı ilk “müslüman markası” ve “damgası” Vance ve Owen
tarafından kullanıldı. (Yani savaşa ilk dini boyut bu zevatlar tarafından
verilmiş oluyor)
Karadziç Batı’yı şekillendirmek
ve korkutmak için bu taktiğe başvurdu. Her pazar İngiliz Komutan Michael Rose
kiliseye gider ama biz onu Hıristiyan komutan şeklinde klişelemeyiz. Majör
Christmas’ı kutlar ama biz onu “Hıristiyan Başbakan” olarak tanımlamayız.
Necip
Mahfuz'a
yapılan saldın ile Tel- Aviv’de gerçekleştirilen saldırının gerekçeleri
arasında benzerliklere dikkat çekmek istiyorum. Çünkü çok önemli. Kendisini
“yaşayan şehit” olarak tanımlayan Tel- Aviv hadisesinin ter-
tipçisi Saleh
Abdal Rahim Souwi, geriye bıraktığı video kasetinde şunları söylemekte:
“Flistinli' mahkumlar salıverilmedikçe gelecekte HAMAS’ın eylemleri devam edecektir...”
İsrail ordusu daha sonra Sötovi’nin ailesinin Batı Şeria’da Qualkilya’daki
evlerini intikam maksadıyla yıkmış. Mısır ve Tel- Aviv’deki iki hadisenin de
asıl sebebi bölgede sosyal ve adil bir barışın olmamasıdır. Güvensizliğin
sebebi de budur. Hala milyonlarca Filistinli mülteci ve binlerce siyasi mahkum
var. Geçenlerde Fas’da hakkın rahmetine kavuşan FKÖ üst düzey görevlilerinden Halit
Hasen, İsrail’le yapılan barış anlaşmalarının mülteciler meselesini ele
almadığını farkettiğinden bu yarayı tedaviye yönelik olarak Mülteciler Partisi
kurmak istediğini söylüyordu. Ömrü vefa etmedi. Bugün Mısır ve İsrail’de
sorgusuz sualsiz hapishanelerde ömür tüketen binlerce tutuklu var. Yani bu
ülkelerde cemiyet barışı yara almış. Asıl mesele şu: İsrail’in kuruluşuyla
başlayan Ortadoğu’nun çarpık düzeni barışla kendisine bir çıkış yolu arıyor
ama bulamıyor. Bu saldırıları böyle yorumlamak gerekir. Ortada sosyal bir
cinnet hali var ve fertler bu durumda sistemlere karşı kendi adlarına
misillemede bulunuyorlar.
Hüsnü Mübarek Kahire’de Nüfus ve
Kalkınma Konferansı sırasındaBenazir Butto ile demokrasi ve fundamen-
talizm arasındaki ilişkiyi ele alan bir sohbette bulunmuştur.
Benaziri fundamentalizme karşı
çarenin demokraside olduğunu Pakistan’daki gelişmelerle örneklerken, Müba-
rek, Şadli Bin Cedid'm demokrasiye geçme nasihatini dinlemediği için
Cezayir’in bu duruma düştüğü yorumunu yinelemiştir. Yani değişen bir şey yok.
Değişmeyen ise karşılıklı şiddet. El- Halil’den, Tel- Aviv’e kadar. Zulüm
ler, kinler üzerine
kalıcı bir barış yükselmeyecektir. Bugün HAMAS’ı terörle suçlayan Rabin,
İsrail’in kuruluş aşamasında terör örgütü HAGANOH’un liderleri arısında yer
almıştır. 1982 yılında Lübnan’ın işgalinde rol oynamıştır. Keza Filistinli
gençlerin kollarının kırılmasını da emreden odur. Likud Cephesi’nden Nöbette
selefi Begin de terör çetelerinin kurucuları arasındaydı. Men dakka
dukka. Kader adildir. Mahfuza verilen ödül de Ga/z’nin BM Genel
Sekreterliği’yle taltif edilmesi de bir hesabın sonucudur. Dolayısıyla bu
saldırılar, şiddet girişimleri biraz da hakedilmemiş ödüllere bir tepkidir.
F
ransa’dan
sımrdışı edilip Türkiye’ye getirilen Kasım Ünal'ın, Cemaleddin Kaplan'\a
bağlantılı olmak, Atatürk’e hakaret ve Tansu Çiller’i tehdit
etmek iddiasıyla 5 yıla kadar hapsi isteniyor. Güya Almanya’da Ümmet
dergisinde Abdurrahman Çiftçi müstearıyla makaleler yazıyormuş. Mesele
yargıya intikal ettiğinden yoruma girmiyoruz. Ancak Fransa son sıralarda
başörtülü kızları okullardan, “Fransız tarzı İslam”ın önünde engel olarak
gördüğü imamları da ülkeden kovuyor. Kasım Ünal olayı bu konuda ne ilk
ne de son örnek. Fransa İçişleri Bakanlığı gözaltına aldığı FIS yanlısı bazı
grupları sorgusuz sualsiz eski sömürgesi ve Afrika'nın en fakir ve yoksul
ülkesi Burkino Faso’ya derdest edip gönderiyor. Bununla sömürgecilik
dönemindeki “sürgün” geleneğini de ihya etmiş oluyor. Geçenlerde laikliğe
karşı çıktığı gerekçesiyle Cezayir asıllı eski bir imam olan Nafi
Züheyriddinde zorla bindirildiği bir uçakla Cezayir’e gönderildi. Avukatı
haklı olarak soruyor: “Fundamentalist olmakla suçladığınız bir insanı nasıl
Cezayir’e gönderiyor; kurda kuzuyu teslim ediyorsunuz?...” Oysa zikrettiğimiz
örneklere konu olan şâhıslar fundamentalizm dışında başka bir suçlamaya
muhatap olsalardı derhal kendilerine sığınma hakkı ta
nınırdı...
Sözgelimi D ursun Karataş yakalandığı halde henüz smırdışı edilerek Türk
makamlarına teslim edilmedi.
Acaba
Fransa’yı bu uygulamalara sevkeden nedir? İslam düşmanlığından başka bir sebep
görülemiyor. Başörtüsünden tutun da Cezayir ve Bosna meselesine kadar. Bir
gazetemiz Hıristiyanlara ait bir hastanede çalışan beyaz önlüklü ve başörtülü
rahibeler için “Tophane’nin Melekleri” övgüsünü kullanırken, Konya’da mesture
müslü- man hemşirelerin çalıştığı hastane içinşe “erkek sinek girmeyen
hastane” şeklinde cinsiyet ayrımını esas klan alaycı bir değerlendirmede
bulunmuştu. Maalefes seküler grupların göstermedikleri hoşgörüyü Fransa’da
Katolik okulları gösteriyor. Başörtüsü mağdurelerine kapılarını açan Katolik
okulları bu uğurda Milli Eğitim Bakanı François Bayrou ile çatışmayı
bile göze alabiliyor. Türkiye’deki seküler kesimlerle Fransız seküler kesimleri
arasındaki dayanışmaya mukabil müslüman dindarlarla dindar Katolikler
arasında bir tesanüde rastlıyoruz. Türk seküler çevrelerin Fransız laik
çevrelerle “Sıkı durun, başörtüsüne geçit vermeyin. Aksi takdirde Türkiye’deki
mücadelemize zarar Verirsiniz” diye fısıldaştıklarını duyuyoruz. Seküler
kesimlerin argümanları hemen hemen aynı. Fransız seküler çevreler “gösteriş
için takılan her türlü işaretten başörtüsü adresine çıkarken, Türkiye’deki
yandaşları da tesettüre “üniforma” yakıştırmasında bulunuyorlar. Fransa’da
topu topu 15 bin müslüman asıllı öğrenci var. Bunlardan sadece bir kısmı kız
öğrenci, onların da başörtüsü takanı sayılıdır. Böyle olmasına rağmen
Fransa'nın tavrını nasıl izah edeceğiz? Elbette ki stratejik ve klasik İslam
düşmanlığıyla.
Boşnaklar
karşısında Fransa ve İngiltere’nin nasıl çırpındıklarını görüyorsunuzdur.
Fransa ve İngiltere stratejik olarak Bosna’da İslam’ın esamisine tahammül
gösteremiyorlar. ABD’nin Bosnah müslüriıanlara ambargoyu kaldırma ve bu
konuda Avrupa ülkeleriyle istihbarat alışverişini kesme girişimleri üzerine
Sırplar adma telaşa düşen Miterrand ve Majör ortak bir strateji
arayışı için Char- tes’de bir araya geldiler. Fransa sömürgecilik dönemindeki
kâh ortağı ve kâh rakibi olan İngiltere’ye, Afrika’ya istendiği anda
müştereken müdahale için ortak birlikler kurmayı teklif ediyor. Biz İttifak
arayışlarını daha önce Seykes- FicofXax döneminde görmüştük.
(Deja vu)!
Fransızların şenaatları bununla da sınırlı değil. Sömürgecilik dönemlerindeki
bazı projeleri günümüze taşımaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de
Fransız İslam’ı (French İslam). Fransız seküler çevreler Lyon’da yakında
ibadete açılan cami ve İslam enstitüsünü fundamentalizme karşı Fransız tarzı
İslam’ın kökleşmesi olarak yorumluyor. Katedral hacmindeki caminin baş müftüsü
- ömrünün 30 yılını Fransa’da geçirmiş Cezayir asıllı- Abdulhamid Chirane,
Fransız İslam’ı konusundaki tavrını şöyle açıklıyor: “İki kültür arasında orta
bir yol. Kur ’an-1 Kerim’in cevherleriyle Descartes kültürünü bu-
luşturmalıyız” (1 Kasım 1994, Int. Herald Tribune). Fransa, Cezayir savaşı
sırasında da böyle yapımış. Cemiyet’ül Ulema’ya karşı asli çizgisini kaybetmiş
bazı sufi tarikatlarını ileri sürmüş, ön plana çıkarmıştı...
Mazide müslüman
cemiyetler arasında görülen geniş çeşitlilik karşısında bazı çağdaş yazarlar
şöyle bir sınıflandırmayı ortaya koyuyorlar: Fas İslam’ı (Dale Aickel- man,
1976) Pakistan İslamı’ı, Malay İslam’ı, vs. “İnsan
bir değil
birden fazla İslam öldüğü sonucuna varmak zorunda kalıyor” diyor kendi adma Edwarcl
Mortimer. Bu sınıflandırma yeni olmayıp en azından Avrupa sömürgeciliği
kadar eskidir. Örnek olarak Murray Ti t us’un ortaya attığı Hindistan
İslâmî’m verebiliriz. Allah katında İslam ise tektir. Biz de onu esas alıyoruz.
“Biz bunu daha önce görmüştük. (Deja vu) dediklerimiz ise bizi hiç yanıltmıyor.
Müslüman aynı delikten ikinci defa geçmez.
B
atı da dine dönüyor. Sefahata ve eğlenceye doyan Batıklar da
çareyi dinde, özlerine dönmekte arıyorlar.
Artık Batılı
manevi olarak koli basili üreten kirli eğlence denizlerinden bıkmış durumda.
Amerika’da yayımlanan Newsweek dergisine göre (Kasım 1994) Amerika’da dine
dönüşte tam bir patlama yaşanıyor. Modern Ve seküler yaşamdan bunalan
Amerikalılar hayatın anlamını yakalayabilmek için yeni bir soluk arıyor ve
kitleler halinde dine dönüyorlar. Batı’da dine dönüşün en yoğun olduğu
merkezler de üniversiteler. Bizde de öyle değil mi? Kızlarımız, uğrunda
hijyenik suçlamalarına ve kovuşturmalara katlandıkları başörtülerini yere
düşürmüyorlar. Amerikalıların dine neden yöneldiklerini, Nortwestem
Üniversite- si’nden Prof. Roy Larson şöyle açıklıyor: “Meydana getirdiğimiz
seküler ve materyalist dünya, insanların manevi ihtiyaçlarını geri plana itti
ve bu durum, bütün Batı cemiyetlerinde, insanların bencilleşmesine, paranın
tek değer haline gelmesine, hedonizmin tek yaşam biçimi haline dönüşmesine
yol açtı. Tüm bunlar sonuçta toplumda büyük bir manevi boşluğun meydana
gelmesine sebep oldu. İnsanlar bugüne kadar bu boşluğu sporla, müzikle, siyasi
faaliyetlerle doldurmaya çalıştılar ancak bunların
hiçbiri bu
büyük boşluğu doldurmaya yetmedi. Bu yüzden sadece Amerikalılar değil, bütün
Batılı toplumlar manevi bakımdan büyük bir açlık içindeler ve taze bir soluğa
ihtiyaç hissediyorlar. İnsanların hızla dine yönelmeye başlamalarının temel
sebebi bu...” Hazcılık anlamına gelen hedonizm ehli dünya için Kur’an-ı
Kerim’de ifadesini bulan zakkum ve Dari ağacı ve yiyeceği gibidir. Yedikçe
insanı doyuracağı yerde susatır ve daha da acıktırır. Kendisini terbiye
edemeyen insanı uyuşturucu gibi dozunu arttırır bir şekilde bataklığa sürükler.
Dinde israf
yasaklanmıştır ve kefafi nefs diye tabir edilen normalle yetinmek teşvik
edilmiştir. Bu arada manevi doyumluluğa ulaşmak isteyenlere de çile, riyazat
yolu açıktır. Nefislerini margubattan kesebilirler, mutasavvıflara göre zaten
nefs bebek gibidir. Sütten kesildiğinde, kesilir, Takaşşüf denilen riyazat ve
çile tavsiye ile birlikte son tahlilde insanların tercihlerine bırakılmıştır.
Bazıları İslam’a malettikleri “Bir hırka, bir lokma” anlayışını da yadırgarlar.
İslam bu tercihi menetmemekle birlikte bir denge dini olarak dünyadan da
tamamen kopmamayı öğütler. Bir Ayet-i Kerimede insan “dünyadan nasibini de
unutma” hitabıyla uyarılmaktadır. Burada ölçü yemek için yaşamak değil; yaşamak
için yemektir. Bu, savurganlıkla cimrilik arasında orta yolu bulmaya benzer.
Milliyet yazarlarından Ahmet Oktay bir defasında dindar kesimlerin son
sıralarda hedonizme de prim verdiklerini yazmıştı. Son sıralarda dindar camia
arasında rastlanan şaşaalı düğünler vesaire gibi. Buradaki ölçünün etrafında
cami ağyarına mani en güzel tarifi Bediüzzaman yapmıştır: “Helâl dairesi
geniştir. Keyfe kafi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” der. “Daha fazla
yok mu” diyenler için zaruretlerin yanında helal dairenin sınırlarını
zorlamayan
kemaliyat ve
tahsiniyata da cevaz verilmiştir. Zaten bu yönüyle İslam sosyalizmden tamamen
ayrılır. Nitekim Ömer Hayyam gibi, müslümanlar arasında çağdaş hedonistlerin
öncüsü sayabileceğimiz aykırı tipler de çıkmıştır.
***
Bir yazımda
da Aziz Nesin’in Ceviz Kabuğu programındaki konuşmalarına değinmiştim.
Orada da fundamenta- lizme karşı İstanbul’da uluslararası bir konferans tertip
edilmesi teklifini yinelemiştir. Aziz Nesin o konuşmalarında Türk
aydınları için korkak ve Türk milleti için de aptal tabirlerini tekrarladı. Bu
sözler geniş kesimleri tahrik ediyor. Nevar ki bu psikolojik sendromu yaşayan
sadece Aziz Nesin değil. Meşhur Arap şairi Nezzar Kabbani de bu
kervana katılanlardan. Lübnan iç harbi esnasında Irak Elçiliği’nde çalışan
eşinin kör bir kurşuna hedef olmasından sonra yoldan çıkmıştı. O günden bugüne
iman ettiği Arap milliyetçiliğinden tevbe etmekle meşgul. Sadece tevbeyle
kalsa kimsenin birşey diyeceği yok. Bir kaside düzenlemiş zehir zemberek,
soruyor herkese ; “Arapların ölümünü ne zaman ilan edeceksiniz?” diye.
Arapların gazelci ve bu lirik şairin “ibahİyye ve hedonizm” suçlamalarına
aldırdığı bile yok. Sadece kayıt dışı bir ekonomi değil, hepten kayıt dışı bir
hayat düşlüyor. Kabbani Araplara, Araplar da Kabbani’ye takmış
durumda. Herkesin kendisine göre velisi de var, delisi de.
Uygulamalı
laiklik derslerinde Fransa ile ikiz kardeş gibiyiz. Malum olduğu gibi gazeteci-
yazar Uğur Mumcu iki yıl önce faili meçhul maktuller listesine
dercedildi. Fatura hemen İslami teröre (!) kesildi. Ardından birileri
dindarlarla laiklik taraftarları arasında cepheleşme fitilini yakmaya çalıştı.
Tabii bu arada yamama ve maletme gay
retleri
arasında bazı sakallı tipler zanlı olarak teşhir edildi ve ardından manşetler
yazıldı. İki yıldan beri sessizliğini koruyan Güldal Mumcu sonunda
konuştu ve eşi Uğur Mumcu’nun devlet tarafından öldürüldüğünü ileri
sürdü. Peki geride kalan bunca yaygara boşuna mıydı, yoksa maksatlı mıydı?
Dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Ülkü Coşkun kendisine:
“Bu olayı devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse bu iş çözülür...” demiş. Nusret
Demiral da, savcılara suikastle ilgili Meclis Araştırma Komisyonu
üyelerine bilgi verilmemesini tembihlemiş. Alın size Fransa ile ikiz
kardeşliğimizin belgesi (Hürriyet, .24 Kasım 1994). Fransız Devlet Televizyonu
France- 3’te birbuçuk yıl önce yayımlanan bir programda uyuşturucu konusunda
görüş belirten Cezayir asıllı üç gencin aynı röportajlarından alınan
fotoğrafına rötuşla sakal bıyık ekleyerek 12 Ekim 1994 gecesi yayınlanan
programda aşırı İslamcı gibi göstermişler. Mizansenler birbirine ne kadar da
benziyor! Aklıma gelmişken Tokta- mış Hoca'ya sorayım: El mi yaman, bey
mi yaman?
M
uhtelif gazete ve ajanslara göre Mısırlı Şeyh Ömer Abdurrahman
Amerika’da kaldığı cezaevinde âmâlığına ve ilerleyen şeker hastalığına
ilaveten bir de zatür- reye yakalanmış. Aynı kaderi paylaşan ve uzun yıllardan
beri Alnjanya’da yaşayan ve bazı çevreler tarafından kara ; ses olarak
algılanan Cemaleddin Kaplan’m da maruz kaldığı ağır bir hastalıktan
dolayı haftada bir kanı değiştirili- yormuş. Cemaleddin Kaplan
Almanya’dan sınırdışı edilecek ama kendisini kabul eden bir ülke yok.
Basınımız nedense onunla İran Devrimi’nin yollarının yıllar önce ayrıldığını
bilmezden geliyor. Keza Ömer Abddurrahman da yargılandıktan soma
sahverilse kendisine “hoşgeldin” diyecek bir ülke çıkmayacak. Bir zamanlar
İslami kesimler aleyhine geliştirilecek bir kampanyaya malzeme teşkil etmesi
için Cemaleddin Kaplan isminin pompalandığı sıralarda Fehmi Koru
Almanya’da yaptığı mülakatlarla işin mahiyetini gerçek boyutlarıyla gözler
önüne sermişti. Ama olsun, birilerine ve basma bir sembol ve alet gerekiyordu.
Bundan dolayı başta basm ve yayın organları olmak üzere kampanyacılar
keşfettikleri ve kampanyanın sansasyonel boyutunun lazımı haline gelen Ömer
Abdurrahman gibi rumuzlardan asla vazgeçmediler. Bu gibi ze
vatlar da genel kişilikleri ve karakterleriyle kampanyacıların
işini kolaylaştırdılar. Halbuki daha önce de yazdığımız gibi bu insanların
sadece şefkat ve ilgiye ihtiyacı vardı. Sağlık yeterlilikleri bile mevzubahis
kampanyaların ciddiyetine gölge düşürüyor.
îfj
Terörle
Mücadele Kanun Tasarısı 17 Kasım 1994 tarihinde Parlamento Komisyonu’ndan
geçti. Mesele komisyonda müzakere edilirken malum 10 Kasım hadisesi zu- lur
etti. Kendi adına hareket ettiği ifade edilen Mahmut Kaçar isimli bir
kişinin Çankaya’da çektiği nutuk ortalığı karıştırdı. Cengiz Çandar’ m
yorumuna göre bizde dozu ve terkibi ayarlanamamış kutlamalar biraz Rusya’dan
mukteseb. Kutlamalardaki gerginlik, keskinlik hafiletile- rek tabiileşirse
zaten mesele provokasyon konusu olmaktan çıkar. Sağlanacak ılıman ortam
gerilimleri ve kamplaşmaları beraberinde getirecek kanunların vazma da hacet
bırakmaz. Tecrübeyle sabittir ki Rusya ve diğer memleketlerde tazimin ve
sevginin aşırısı hatta zorakisi reaksiyonlara ve nefretlere yol açmıştır.
Burada asıl olması gereken sevgi ve tazimin insanların tercihlerine bırakılmasıdır.
Bu istenmeyen münaferetlerin de önünü kesecektir.
***
Bugün
ülkemizde sosyal barış adına teessüfle kaydedilmesi gereken gelişmeler oluyor.
Konya’da SHP Î1 Başkanı Recai Ersoy kalkıyor, başörtüsüyle PKK’nm
sembol renklerini mukayese gafletinde bulunuyor. Ardından da yine kendisi
DEP’in SHP tarafından Meclis’e sokulduğunu itiraf ediyor. Güler misiniz, ağlar
mısınız?.. Bir başka gazetenin yazarı olan Yalçın Doğan çıkıyor ve
Mekke’de her yıl bin 500 aşırı dinci militanın, Cumhuriyet düşmanı
nın
yetiştirilerek Türkiye’ye sevkedildiğini ileri sürüyor. Refah Partisi’ne bağlı
bazı turizm şirketlerinin Mekke’ye adam taşıdığı ve içlerindeki parasız, pulsuz
ve çulsuzların beyninin yıkandığı ve bunların arasından terörist unsurların
bile çıkabileceği tasavvur ediliyor. Bir gazeteci belgesiz, bilgisiz nasıl
böyle kitleleri töhmet altında bırakan bir isnadda bulunabilir. Dilin kemiği
yok. Kalemin de. Karabasanı andıran bu sözler Hac ve umre adaylarının üzerine
psikolojik terör olarak esmektedir. Umre’ye gidecek olan her insan kendisini
bir terör namzedi ve zanlısı olarak görecektir. Maalesef Daily News gibi bazı
gazeteler de sağduyularını kaybederek Refah Partisi için “fundamenta- list”
yakıştırmasında bulünuyorlar. Etmeyin beyler, bu ülke hepimizin.
***
İşin daha da
vahimi dünyada ve Türkiye’de dindar müslümanlar aleyhine bir ortak strateji
arayışıdır. Tansu Çiller'in Başdanışmanı ve Büyükelçi Emre Gönensay Washington’da
Strateji ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS)’nde bir nutuk irad etmiş
ve burada talihsiz beyanatlarda bulunmuştur. “Fundamentalizm karşısında bizim
müşterek bir stratejiye ihtiyacımız var. Fundamentalizm hüdayı nabit bir
hareket olmayıp bazı merkezler tarafından desteklenen uluslararası bir
ideolojidir. Bu haliyle komünizme çok benzemektedir...” demektedir. Dün
komisyondan geçen TMKT ise fundamentalizm adı altında dindar kesimlere karşı
ortak bir strateji anlayışının ürünüdür. Zaten Batılı ülkelerin telkinlerinin
de bunda etkili olduğu biliniyor. Biz de bazı gazeteciler nahak yere İslam ile
terörizm arasında bir bağlantı noktası yakalamaya çalışırken Clinton
bile müslümanlarm duygularını dikkate alarak onlardan daha temkinli konuşuyor.
Asya Pasi
fik Ekonomik
İşbirliği (APEC) toplantısı için gitmiş olduğu Jakarta’da muhteşem İstiklal
Camii’ni ziyaret etmiş ve terörün İslam’ın tabiatma aykırı olduğunu
söylemiştir. Clinton bile müslümanların duygularını bizim lider ve gazetecilerimizden
fazla dikkate alıyor. Kuzey Atlantik Asamblesi Sivil İşler Komitesi’nin 40.
Geleneksel Toplantısında konuşan ABD’nin Yakın Doğu İşleri’nden sorumlu
Dışişleri Bakan Yardımcısı Polletreau, Emre Gö- nensay’ı tekzib
edercesine; “Korkulduğu, gibi fundamen- talizm Kuzey Afrika ve Sahra’da domino
etkisi yapmayacaktır” diyor. Teminatlara rağmen yine de korkanlar çıkabilir.
Onlar için de; korkunun ecele faydası yoktur diyoruz. Ama yine de liderlerimizden
hissiyatımıza en az Clinton kadar saygılı olmalarını bekliyoruz.
D
ünya’nın
neresinde olursa olsun müslümanlar haklı silahlı mücadele ile terörü mutlaka
birbirlerinden ayırmak zorundadırlar. İslam savaşlarda bile kadınların,
çocukların ve din adamlarının velhasıl savaşa aktif bir şekilde katılmayan
grupların öldürülmesini yasaklamıştır. Bağımsızlık savaşlarında da bu şartlara
riayet edilmelidir. Zira bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır ve aşılması vebal
ve hüsran getirir. Buna mukabil düşman kesimler haklı mücadele ile terörü
birbirine karıştırmak için adeta akla karayı seçerler. Zira haklı bir dava
çeşitli manipülasyon- larla haksız hale getirildiğinde ondan netice almak mümkün
değildir. Bu yönlendirme ve manipülasyon hadiselerini Oklahoma City eylemi
sonrasında da gördük. HAMAS ve îslami Cihad gibi Filistin’de mücadele eden
İslami gruplar kesinlikle olayla ilgili bir sorumluluklarının bulunmadığını
açıkladıkları gibi olayı gerçekleştiren tarafları da kınadılar. İslam alemi bu
bombalama olayında çok basiretli ve uzakgörüşlü davrandı. RafsancanVden Esat'a
kadar ABD ile problemleri bulunan bazı İslam ülkeleri de olayı hemen akabinde
kınadılar ve Başkan Clin- ton'a başsağlığı ve taziye mesajları
gönderdiler. Başta Rabin olmak üzere İsrailli liderlerin ve ABD’de
onların
uzantısı
basın organlarında çalışan İsrail lobisi yandaşlarının yönlendirme
gayretlerine rağmen Başkan Clinton baştan beri ihtiyatlı hareket etmeyi
yeğledi ve İslam bağlantısını reddetti. Timothy Mc Veight adlı Körfez Savaşı
gazisi birisi fail olarak yakalandıktan sonra Clinton tavrını daha da
netleştirerek müslümanlardan özür diledi. Şüphesiz bu, takdire değer bir
tavır. Bunun sürmesini temenni ederiz. New York Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından
sonra ABD’de müslümanlara karşı oluşan olumsuz tavırlardan dolayı Oklahoma
eyleminde de akla hemen müslümanlar gelmişti. İşte bu, özellikle Musevi asıllı
medya patron ve yazarlarının Amerikan toplumunu müslümanlara karşı
şartlandırmalarından ileri geldi. Türkiye’de yayınlanan Turkish Daily News
gazetesi bile failin Ortadoğulu olmadığına ve beyaz olduğuna şaşırmış ve bu
şaşkınlığı başlığına aksetmişti. Oklahoma City vahşi bombalama eyleminden
dolayı gayrimüslim beyaz tutuklandı. (White non- Müslim man arrested for Oklahoma
Vity bombing atrocity) başlığını kullanmıştı. Bu başlıklar insana ister
istemez keçisi çalman müftü için “Müftü keçi çaldı” başlığını atan medyayı
hatırlatıyor.
İsrail’in
yönlendirmeleri sonucu ABD’de müslümanlar sosyal hayatta kendilerine isnad edilen
imajın esiri olarak yaşıyorlar. Çocuklarını okula gönderemiyor ve komşularının
kem gözleri ve sorgulayıcı bakışlarıyla karşılaşıyorlar. Kısaca aleyhlerinde
oluşan sosyal bir terörle karşı karşıyalar. Amerikalı müslümanların hissiyatını
dile getiren Amerikalı Müslümanlar Birliği’nin etkili yöneticilerinden Ahmet
Tibi, “İslam ve Arap dünyasına karşı başlatılan kampanyayı kınıyor ve
protesto ediyoruz. Haksız yere İslam toplumu suçlanmış ve lekelenmiştir. Özür
bekliyoruz” diyor.
119
Aslında ABD kendisine
karşı organize olan çok sayıda kült olarak adlandırılan dini cemaat ve milis
gruplarıyla karşı karşıyadır. Oklahoma City’deki hükümet binasının bombalanması
olayının ardında Michigan milisleri vardır.
Michigan milisleri
federal polise dolayısıyla FBI’a karşılar. Silahlanmaya getirdiği
kısıtlamalardan dolayı bu ve benzeri milis grupları federal polisi anayasanın
bir numaralı düşmanı olarak görüyor. Ayrıca onlar, FBI’nın 1993 yılında
Waco’daki Davidian kültünün merkezine düzenlediği ve düzinelerce kişinin
hayatını kaybettiği operasyonu da içlerine sindiremiyorlar. Michigan
Milisleri’nin yaklaşık 17 bin civarında taraftara sahip olduğu sanılıyor. Bunlar
gelecekte Amerikan halkı ile federal hükümet arasında bir savaşın patlak vermesini
kaçınılmaz görüyorlar. Kısaca, ABD kendi elleriyle yaptığı Frankeştayn’la
boğuşuyor.
f'ınat
Kutlar’ın öldürüldüğü günlerdi. Müslümanlar C/hakkmda oluşturulan olumsuz
imajdan yola çıkan basın, spor toto oynar gibi cinayeti hemen İslami kesimler
üzerine yıkıvermiş ve üstelik şeriat hakkında ileri geri ifadeler de
kullanmıştı. Şimdi ise failler tesbit edilmiş durumda. İstanbul’un
Büyükçekmece ve Küçükçekmece bölgelerinde sürdürülen operasyonlarda 7 PKK’lı
yakalandı. Bu da The Marmara Oteli’ne bırakılan ve Onat Kutlar’m
ölümüne yol açan bombanın sırrının çözülmesine yardımcı oldu. Polis
yetkilileri, The Marmara Oteli’nin pastanesine bırakılan bombanın yakalanan
ARKG İstanbul Sorumlusu Cemil Demir ile Haliç Köprüsü’ne bomba koyarken
parçalanarak ölen Gülsen Özdemir tarafından konulduğunun tesbit
edildiğini belirtiyorlar.
Ama failler
yakalanmadan İslami kçsimler peşinen ba- . sın tarafından yargılanmış ve mahkum
edilmişler, başkalarının işlediği bir suçun karşılığını ödemişlerdi. Onat
Kutlar olayı bir kez daha Türk basınının sınıfta kaldığını ve ıskaladığını
ortaya koymuştur. Aynen Oklahoma City hadisesinde olduğu gibi.
Şimdi
ıskalayan ve sözde laik gerekçelerle ileri fırlayan basının yapması gereken en
azından Amerikalılar kadar
haysiyet
takınarak İslami kesimlerden ve müslüman kamuoyundan özür dilemektir. Bu
yapılmadığı sürece zaten kalmayan itibar ve prestijleri iyiden iyiye
tükenecektir. Ayrıca her vesile ile İslam’a ve şeriata küfretmeleri de garazkar
olduklarını göstermekte ve bu cemiyet arasında gerginliğe ve kutuplaşmalara yol
açmaktadır. Oklahoma City’de bir takım fanatik insanların çocukları
katletmeleri nasıl Amerikan toplumunu ve Hıristiyanlığı bağlamıyorsa, Türkiye
gibi ülkelerde terör olarak vasıflandınlabile- cek olayları müslüman kimliğe
sahip olan insanlar işle- seler bile bu ne İslam’ı, ne Müslümanları ne de
şeriatı bağlar. Kem sözler sahibine ait olduğuna göre müslümanlara yöneltilen
iftira kampanyaları yine dönüp dolaşıp sahiplerini bulur. Onat Kutlar
cinayetinde olduğu gibi. Zaten The Marmara Oteli’ne konulan bombanın hedefi Onat
Kutlar olmayıp bizatihi olayın kendisidir.
Maalesef bu tür
iftiralarla dindar kesimler manevi cendere altına almıyorlar. Oklahoma City’de
meydana gelen müessif olaydan sonra şehirdeki İslam Yardım Cemiyeti’ni arayan
Amerikalıların ilk hitapları, “Ey katiller” olmuştur. Bu toplumsal baskılar
üzerine Oklahoma City ve civarındaki müslüman aileler bir süre ahş-verişe
çıkamamışlar ve tanınmamak için aileler kızlarından bir süre başörtüsü
takmamasını istemiştir. Arap asıllı bazı insanlar da efendilerine yaranmak için
kraldan çok kralcı kesilmişler. Bunlardan biri de CBS televizyonunun Ortadoğu
ile ilgili danışmanı Fuad Acemi. James Zoğbi adlı Lübnan asıllı eski
bir Amerikalı senatör, olayla ilgili bazı değerlendirmelerinde Fuat
Acemi'mn Arapları ve müslü- manları zor duruma soktuğunu belirtiyor.
Bizde de Fuad Acemi
gibi bir tür, ıskalayan kesimlere çanak tutanlar var. Bu bağlamda Prof. Dr. Ethem
Ruhi
Fiğidirmn. bazı gazetelerde çıkan
beyanatlarını yadırgamış bulunuyorum. Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği
‘‘Terörizm, Din ve Devlet” konulu konferansta köktendin- ciliğin topluma ayak
uydurmasını istemiş. Öncelikle bir İslam toplumunda müslümanlar için
köktendinci tabirini kullanmak abes kaçmış. Köktendincilik bilindiği gibi 19.
yüzyılda Darwinizm’i kabul etmeyen Protestanlar için yakıştırılmış bir
ifadedir. Günümüzde bu ifade maksatlı şekilde müslümanlara mal edilerek
kullanılagelmektedir. Bir müslüman ilahiyat hocasının da bu ifadeyi müslümanlar
için kullanması şayan-ı teessüftür. Halbuki terminolojimizdeki taassup ve
tanattu gibi ifadeler aşırılığı ifadeye yetmektedir. Oklahoma City’nin bağlı
bulunduğu eyaletin valisi Jim Edgar müslümanlara karşı peşin fikirli
olarak davrandığı için özür dilemiştir. Müslümanlar olarak bizler de peşin
fikirli müfterilerden özür bekliyoruz.
VT A rp/A’nun
“fundamentalizmin ilgi alalına girdi- 1 iZjLİ V/ğini” açıklamasından sonra ilginç gelişmeler
olmaya başladı. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeler ötedenberi Kuzey Afrika
ülkelerinde başgösteren İslami gelişmelerden endişe ediyorlardı. Bunu çeşitli
vesilelerle Avrupa Topluluğu’nda gündeme getirdiler. Özellikle Fransa
İslami hareketlere karşı müşterek bir Avrupa Birliği politikası
oluşturulmasını savundu. Sonunda NA- TO’nun Belçika asıllı Genel Sekreteri Willy
Claes NA- TO’yu da bu işe angaje etti. NATO şu halde Kuzey Afrika
ülkelerinde mevcut rejimlerle İslami hareketler arasındaki
mücadelede"taraf oldu. Taraf olduğunu da her vesilede gösteriyor. Fransa
sürekli olarak FIS’e ait gizli sığınaklarda silah ele geçirdiklerini
açıklarken, Belçika da Cezayir Silahlı İslami Grubu (GİA) ile bağlantısı olduğu
sanılan bazı İslami şahsiyetleri gözaltına aldı ve bunları smırdışı etmeye
hazırlanıyor. İşte tam bu sırada Cezayir Silahlı İslami Grup’un Belçika
Hükümeti’ni tehdit ettiği ve arkadaşlarının salıverilmemesi halinde bu ülkeyi
şeriat yasalarına göre cezalandıracağı ortaya atıldı. Bu tehdit üzerine
Belçika’da panik hali başladı ve güvenlik tedbirlerini arttırdılar. Ardından Ömer
Abdurrahman'm da ma
nevi
liderlerinden olduğu Mısır İslâmî Cemaati (El- Ce- maatül İslamiyye)’nin ABD’yi
tehdit ettiği iddiaları gündeme geldi. Amerikan yönetimi de bu tehditleri
ciddiye aldıklarım açıkladı ve gerekli tedbirlerin alındığını duyurdu. Bu iki
tehditle birlikte İslami hareketlerin vasıtasıyla Güney ile Belçika ve ABD’nin
yeraldığı Kuzey arasında ilginç bir savaş başlamış oldu. Acaba bu Huntington'm
“Medeniyetler Savaşı” kehanetini doğrulamış mı oluyor?
Ama kazın
ayağı öyle değil. Ömer Abdurrahman meselesinde bir çok bilinmeyen yön
var. Suçlamalar bugüne kadar isbat edilebilmiş değil. Son sıralarda
İslamabad’da Uluslararası İslam Üniversitesi’nde öğrenim gören İştiyak
Parker’m ihbarı sonucu yakalanan Remzi Ahmet Yusuf bu konuda kilit
isimlerden biri. Irak istihbarat teşkilatı hesabına çalıştığı yönünde bazı
kuşkular var. Bu doğrulanırsa Ömer Abdurrahman davası temelinden
bozulacak.
Ömer
Abdurrahman davasında tam tamına 172 zanlı bulunuyor. Bu dava tamamen
Libya'nın suçlandığı Loc- kerbie davasına benziyor. Davada Libya, Suriye ve
İran suçlanmıştı. Oysa Hizbullah liderlerinden Muhteşemi, Loekerbie
uçağının İsrail tarafından düşürüldüğünü iddia ediyor. Her iki davada da
rastgele suçlamalar yapılıyor. Geçmişte Ömer Abdurrahman’a tesadüfen
selam vermiş olanlar bile kendilerini sanık sandalyesinde buluyorlar. Sözkonusu
davayla ilgili olarak ABD’de tam bir suçlama terörü estiriliyor. İnsanlar
korkutularak ve sindirilerek bu suçlamaya ortak ediliyorlar. Ömer
Abdurrahman’m avukatlarından Abidin Cebbare’ye göre bazı yalancı
şahitler* çıkıp Cihad Hareketi’nin ABD’de 15 kişilik bir timle yeni terörist
saldırılanda bulunacağını ihbar ettiğini ancak bu kişilerin nerede oldukları ve
isimlerinin ne olduğu sorulduğunda cevap veremediklerini belirtiyor. Bazı
isimler
var ki
tahkike muhtaç. Bunlardan biri olan ve zanlılar listesinde adı geçen Nasreddin
Emamd&n maksadın Nasi- rüddin Elbani olduğu sanılıyor. Ürdün’de
yaşayan Nasi- rüddin Elbani hadis ilmiyle uğraşan ve yaşı 70’in üzerinde
bir insan. Belki hayatında ABD’ye gitmiş değil. Bu gayri ciddi iddialarla asrın
davası asrın komedisine dönüşmüş durumda. Suçlananlar arasında başka kimler
yok ki! Bunlar arasında El Müctema dergisinin yayın yönetmeni Ahmet Mansur
ve Amerikan Kongresi’ni ilk kez Fatiha okuyarak açan Zenci müslümanlann dini
liderlenrin- den Sirac el Vehhac, halen Sudan’da ikamet eden Üsame
Bin Ladin ve Riyad Üniversitesi hocalarından Bilal Ku- laybis
gibi... Asrın komedisinin, zanlılar listesi bunlarla uzayıp gidiyor.
f\mer
Abdurrahman ve 11 arkadaşının yargılanmala- CZrına başlandı. Mahkeme uzun
sürecek, belki de asrın mahkemesi olarak anılacak. İddia makamına göre “aşırı
dinci” İslami Cihad Örgütü’nün üyesi olan zanlılar, ABD’nin Ortadoğu
politikasını zedelemek ve bu ülkenin İsrail’e verdiği desteği zayıflatmak için
“şehir terörizmi” yapmakla suçlanıyorlar. Savcı yardımcısı Robert Khuza- mi
yaptığı açıklamada, “Bu düpedüz bir savaş. Düşman: ABD, savaş alanı, New
York’un sokakları ve tünelleri idi. Onlar, bugüne kadar dünyanın görmediği bir
terör günü planlıyorlardı” demektedir.
***
Ömer
Abdurrahman ve 11 arkadaşı, New Yörk’taki BM ve Federal Soruşturma Bürosu
(FBI) binalarına, Manhattan ile New Jersey’i birbirine bağlayan tünellerle
köprülere ve Yahudi tüccarlara saldırı hazırlama iddiasıyla yargılanacaklar.
İddia makamı 26 Şubat 1993 ’te Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırının,
planların sadece bir bölümü olduğunu savunuyor. Ömer Abdurrahman ve arkadaşlarının
Mübarek, Nixon ve Henry Kissinger'ı öldürme ve kaçırma planları
yapmasından da kuşku duyuluyor. Zanlılardan Seyyid Nuseyr hem Kach
Hareketi lideri Ka-
hane'yi öldürmek hem de Gorbaçov’a
suikast planı yapmakla suçlanıyor.
x ***
Bu asrın davasında asıl
ilginç nokta Yahudilerin tavrı. Yargılama başlamasından birkaç gün önce Yahudi
liderleri (Amerikan Yahudi Komitesi) I. Herald Tribune gazetesine (28 Eylül
1995) tam sayfa bir ilan verdiler. Dünya Ticaret Merkezi’nin kocaman
fotoğrafını da içeren ilanın başlayacak olan yargılamayı etkilemeyi amaç
edindiğinden şüphe yok. İlandaki ibareler açıkça onların niyetlerini ortaya
koyuyor: “Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından bu yana İslam’ın kindar
ve radikal yorumunu benimsemiş teröristler İsrail’e doğru Londra, Panama,
Buenos Aires’de saldırılarını sürdürdüler. Teröristler ilahi rehberlik
iddiasındalar. Oysa onların vahşice saldırılan İslam Konferansı Örgütü tarafından
“İslam’ın asli öğretilerinden sapma, değerlerine ve mirasına ters düşme” şeklinde
takbih edilmiştir. ABD yönetimine göre teröristler İran, Irak, Libya, Sudan ve
Suriye gibi BM üyesi ülkeler tarafından finanse ediliyor, barındırılıyor,
teçhiz ediliyor, eğitiliyor ve lojistik açıdan destekleniyor. Teröristler ayrı
ayrı uyruklardan ve dinlerden yüzlerce erkek, kadın ve çocuğun canını
alıyorlar. Her yer onların hedefini teşkil edebilir. Yakındaki bir otobüs,
yakındaki bir uçak ve yalandaki bir gökdelen. Global/ küresel tehlikeye karşı
ivedilikle mutlaka global bir cephe açılmalıdır.
ilk olarak, ABD ve onun
zihniyetini paylaşan ülkeler, terörizme karşı savaşta sürdürdükleri işbirliğini
güçlendirerek buna daha uluslararası bir öncelik tanımalıdırlar. Anayasal
güvencelere bağlı olarak, istihbarat toplama ve kaynaklar alanındaki çalışmalar
arttırılmalı, sınırdaki kontrol usulleri yeniden gözden geçirilmeli ve terörle
il
gisi bulunan “yârdım
demekleri”ne sağlanan mali destekler engellenmelidir.
İkinci olarak,
uluslararası camianın terörizmi destekleyen ülkelere karşı verdikleri destek
sona ermelidir. Bu ülkelere tercihen verdikleri ödünçleri ve diğer imtiyazları
artıran Avrupa ve Uzak Doğu ülkelerine dar görüşlü siyasetlerini yeniden
gözden geçirmeleri hususunda baskı yapılmalıdır»
Üçüncü
olarak, ılımlı Arap ülkeleri, aşırı güçleri kontrol altında tutma çabalarıyla
ilgili desteklenmelidirler. Bu ülkeler mücadelede ilk cephede yer
almaktadırlar.
Dördüncü
olarak, bütün bölgenin yararına olan ye aşırı hareketlerin cazibesine sekte
vuran İsrail ile Arap dünyası arasındaki barışma sürecini ileri götürmek için
çalışmamız gerekmektedir. Atılacak bu adımlar, kendi ülkemiz de dahil,
terörizm tehlikesi altındaki her ülkede olmak üzere bütün dünyada güvenliği artırmış
olacaktır”
Bu ilanın
akabinde Clinton sembolik bir anlam taşısa dahi Ortadoğu tabanlı 20
küsur örgütün ABD’deki mal varlığını dondurduğunu açıkladı. Bu karar, başta Arafat
ve Rabin olmak üzere İsrail ve özerk yönetimi memnun etti. Dünyayı
İslami hareketler karşısında küresel cepheye çağıran bu ilandaki tavsiyeler
İslam dünyasında uygulanmaya çalışılıyor. Başkan Mübarek, Arap
Dünyası’m İslami akımlara karşı şeref yemini etmeye çağırdı. Türkiye’de
Terörle Mücadele Kanun Tasarısı (TMKT) yasallaşmış olsaydı, ilanın öngördüğü
şekilde İslami vakfılar mali açıdan denetim altına alınacaktı. Pakistan da bu
tavsiyeleri uygulamaya çalışıyor. Ziya Ül- Hak döneminde kurulan ve
Afganistan ve Keşmir cihadma fiili destek veren dini okulların mali açıdan
denetlenmesi için Meclis’e
kanun teklifi
verildi. Bu teklifiyle Benazir Butto, hükümet ortağı Cemiyet-i Ulemayı
İslam Lideri Fazlurrah- mari’ı bile karşısına aldı. İçişleri Bakanı Nazifullah
Han'ın suçlamalarına mukabil dini liderler hükümetin bu konuda ABD’den
talimat aldığını dile getirdiler. Pakistan Hükümeti, okulları Keşmir meselesine
karışmakla suçluyor. Ne şayanı garabettir ki Pakistan yönetimi dini okulları
Keşmir ve Afganistan meselelerine bulaşmakla suçlarken Hindistan yönetimi
kendi ülkesindeki dini okullarda okuyan öğrencileri Pakistan yanlısı olmakla
suçluyor. Hindistan İstihbarat Teşkilatı Nedvetül Ulema, Diyobend ve Mezahirul
Ulum gibi medreselere düzenlediği baskınlara gerekçe olarak, buralarda
Pakistan İstihbarat Teşkilatı (ISI) ajanlarının yuvalandığını ileri sürdü.
Farkında değiliz galiba ama, müslümanlar aleyhine dünyada küresel bir cephe
kuruluyor. -
S
ürekli olarak dünya medyasında
‘“Kör İmam” şeklinde aşağılayıcı bir ifadeyle ele alınan Ömer Abdurrahman
meselesi yeni bir aşamaya geldi. New York Ticaret Merkezi’nin bombalanmasına
azmettirmek suçundan yargılanan Ömer Abdurrahman"m olup bitenlerde
ne parmağı ne de suçu var. ABD Federal Mahkemesi, Mısırlı Ömer Abdurrahman
ve 9 arkadaşını, Amerikan hedeflerine karşı sabotaj düzenlemekten suçlu buldu.
Şeyh Abdurrahman ve arkadaşlarının mahkumiyeti Ocak 1996’da
kesinleşecek. Ömer Abdurrahman ve arkadaşlarına yöneltilen suçlamalar
arasında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi, Birleşmiş Milletler ve Lincoln ve
Holland tünellerine karşı sabotaj düzenlemek ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü
Mübarek"i öldürmek amacıyla komplo kurmak bulunuyor. Ömer Abdurrahman
ile birlikte suçlu bulunanlar arasında, 1991 yılında Haham Meir
Kahane"yi öldürmekten hükümlü Seyyid Nuseyr de var. Nuseyr"'m
müebbed hapse mahkum edilmesi bekleniyor. Hukuk açısından bakılınca Ömer
Abdurrahman ve Seyyid Nuseyr hakkında yapılan suçlamalarla ilgili
deliller yetersiz. Delil yetersizliğine rağmen zanlılar mahkum olmuş oluyor.
Aslında bu da
vanın ve
mahkumiyetin asıl nedeni insanların vicdanın- x da İslam’ı mahkum
etmek. Bunun için gerek Ömer Ab- durrahman, gerekse Nuseyr
gibiler kurban seçildi. Özellikle Ömer Abdurrahman'm gösteriye yatkın
kişiliğinden ve retoriğinden istifade ettiler. Amerikan yargısı adil olmuş
olsaydı sanıklan beraat ettirirdi. Aksi sabit oluncaya kadar zanlı kişinin
suçsuz olması yargının temel ilkeleri arasındadır. Bu ilke Ömer Abdurrahman
ve arkadaşlarının davasında açıkça çiğnenmiştir. Seyyid Nuseyr’e göre Meir
Kahane’yi öldürenler karşıt görüşlü fraksiyoher Yahudilerdir. Hiç alakası
olmamasına rağmen Ömer Abdurrahman ile Nuseyr’va davası birleştirilmiştir.
Bu da bir hukuk skandalidir. Çünkü iki davanın birlikte ele alınmasının
arkasında siyasi amaçlar vardır. Fundamentalizm, tetörizm ve anti- semitizm bu
dava aracılığıyla eşitlenmek istenmiştir. Zaten davaya bakan savcı da
siyonistlere yakın bir isimdir. Sonra Pakistan’dan alınarak derdest edilen Remzi
Yusuf boyutuyla ilgili hiç bir açıklama yok. Yargılamadaki tek kanıt Mısır
istihbaratının kilit adamı iken FBI’a da çalışmaya başlayan Imad Salim'in
Ömer Abdurrahman'ı tahrik ederek almış olduğu ses kayıtlarıdır. Onun
dışında müşahhas bir delil bulunmuyor. En azından Ömer Abdurrahman
açısından.
***
Ömer
Abdurrahman yargılandığı davayla ilgili olarak Time dergisine verdiği demeçte
haklı olarak, “New York’ta kendisinin değil, İslamiyet’in yargılandığını”
belirtiyor. Time’a yaptığı açıklamda Ömer Abdurrahman hüküm giymesine
yol açan teyp bandını mahkemeye sunan ve bunun karşılığında 1 milyon dolar
bahşiş alan Imad Salim hakkında “o bir şeytandır” ifadesini
132
kullanıyor. Time dergisine dramatik açıklamalarda bulunan Şeyh
Ömer Abdurrahman, “Dini inançları uğruca ilk hapse giren ben olmadığım
gibi sonuncusu da ben olmayacağım. Allah’ın hizmetçisi olmaya devam edeceğiz.
Tm not goin to be First one to be imprisoned beca- use of my religious beliefs,
and I won’t be last öne. We will perseverse and continue to be servant of God)”
demektedir. Bu ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla Ömer Abdurrahman
herhangi bir eylemden dolayı değil, inançlarından dolayı cezaevinde
yatmaktadır. Nitekim savunma avukatları da Ömer Abdurrahman'ı aynı gerekçelerle
savunmuşlardır. O‘nu mahkum ettiren dini ve siyasi görüşleridir. Ancak Ömer
Abdurrahman'ın Mısır rejiminin devrilmesini istediği ve ABD’nin İsrail’i
desteklemesine muhalefet ettiği söyleniyor ki doğrudur. Bununla birlikte bu
görüşler herhalde bir kimsenin yargılanmasına neden olamaz. Savunmanın
argümanlarına mukabil ABD Adalet Bakanı ~tAary Jo White, Ömer Abdurrahman'm
görüşlerinden dolayı değil suçlarından dolayı mahkum olduğunu ileri sürüyor.
Meşum kararı değerlendiren Ömer Abdurrahman'ın avukatı Ahmet Settar
ise bu ülkedeki müslümanlann geleceği üzerine kara bulutların çöktünüğü ve
endişeli olduklarını belirtiyor. Ömer Abdurrahman daha önce de Enver
Sedat'ın öldürülmesi davasında Cihad Hareketi’nin müftüsü olarak
adlandırılmış ve Enver Sedat’ın katline cevaz verdiği yolunda isnadlara
muhatap olmuştu. Ancak Mısır yargısı, bu isnadlardan dolayı beraatine karar
vermişti. Benzeri bir davayla şimdi ABD’de karşı karşıya. Belki sohbet
esnasında ve gayri resmi belki şaka yollu olarak ifade ettiği şeylerden dolayı
yargılanmış bulunuyor. Ezcümle Ömer Abdurrahman komplo kuran kişi değil
133
komploya maruz kalan kişidir. İkisi arasındaki fark be-
dihidir. Resmi yetkililere göre Ömer Abdurrahman kalp hastalıkları,
diabet ve başka müzmin hastalıkların pençesinde bulunuyor. Bu yönüyle ikinci
bir Ahmet Yasin’i andırıyor. Biri İsrail, biri de Amerikan cezaevlerinde
mağdur ve mazlum bir şekilde çile çıkartıyor.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar