MUSEVİLERE ÇIKAR YOL
Ömer Fevzi MARDİN
Filistin Hahambaşısı
Türkiye’ye gelmiş, bu seyahatin alâkalı olduğu işlerin biri de Baltık sahasında
bulunan Musevi ilahiyat mektebinin Filistin’e nakli imiş.
Bunu gazeteden ve bir
gazeteciye vaki beyanatından öğrendim. Bu haber; dikkatimi yine Musevi
meselesine ve dinler arası müşterek bir ilahiyat üniversitesine çekti.
Kanaatimce:
Museviler; insanların İlâhî
hislerine, insanlar da Allah namına kurulacak umumî bir üniversitenin ilâhî
müşterek kültürüne muhtaçtır. Bütün Musevilerin; kurtulmak için, bütün
insanların da kurtarmak için ihtiyacı bunadır: İlâhî, İnsanî hislere,
fikirleredir, insanları Allah’ta birleştiren müşterek ruhun insan yüreklerinde
inkişafına, insan fikirlerinde tezahürünedir. Bu feyizi ortaya koyabilecek
yegâne vasıta da dinler ve milletler arası bir mahiyette Allah nâmına açılacak
bir ilim, fikir kültür evinedir. Bütün müztarip bir beşeriyetin istisnasız
muhtaç olduğu ilâç budur. Her iyilik bundan ve buradan başlayıp dünyaya
yayılacaktır. Istırapları yüreğinde derin derin duyarken ilâcını da öğrenmekle
heyecan içinde çırpınan bir insan gibi sağa sola bakınırken Hahambaşı vesilesi
önüme çıktı ve hemen düşündürdü ve bir şeyler yazmağa şevketti.
Istırapların, ihtilâfların
ilâcı var, fakat müşterek derd; fiili hayatta acı acı hükmünü sürerken ilâç
kullanılmamaktadır. Ve o, ortada değil, kitaplarda ve kenarda kalıyor. İnleyen insanlar içinde en
acıklılardan biri de Musevilerdir, fakat zavallılar, hakikî çıkar yolu
aramaktan ziyade her çıkmaz yola başvuruyor. Bir tek şeydir ki hem
Musevi’yi hem de insanları kurtaracaktır. O da şudur: İnsanlık!
İnsanlık kurtulmakla
Museviler kurtulacaktır. O halde herkesten evvel gayret; yine Musevi’ye
düşüyor.
Dünyada; her insan; başka
din, mezhep ve ırktan olanlara kendine müsavi hak kabul etmedikçe ve bu
zarureti Allah’ın iradeleri, emirleri telâkki etmedikçe Museviler rahatlanamaz.
Ve bu hakikati Allah emirlerinden başka hiç bir fikir hiç bir felsefe dahi
temin edemez.
Dünyada her insan; bu
müsavat zihniyetinden faydalandıktan sonra Museviler kurtulacaklardır. Bu his
ve vazife birliğini yaymak için de muhakkak onlar bir müessese kuracaklar ve
yaşatacaklardır. Ve bu müessese; ilahiyat üniversitesidir ki beşerî ıstıraplar
üzerine bina edilecektir. İnsanları ilâhi alâkalarla yaklaştıracak,
yetiştirecek kardeşlik ruhunu yayacak, dertleri paylaştıracak, kurtarıcılık
gayretini insanlara müşterek sermaye yapacak; ancak İlâhî ve umumî böyle bir
müessesedir. Felsefe yolları ile hangi millet ıstırabından kurtuldu ki
Museviler kurtulsun. Kurtarıcı bir nizamın müeyyideleri; herkese müessir ve her
felsefenin üstünde olmalı ki; ve insanlık ölçüsünün mikyası; herkesçe bir
olmalı ki insan kurtulsun, aksi halde ölçüler, müeyyideler yer yer değişir, ve
bütün felâketler, zayıfların azlıkların sırtında birikir. Her fert her zümre
kendi fikrini, kendi vicdanını başkaları hakkındaki muameleye esas tutarsa
hayatta birlik, beraberlik kasıl olur, iyilik, fenalık, mefhumu herkes için
nasıl birleşir. Kuvvetli, zayıfa müsavî hak nasıl verir?. İşte dünyayı
karıştıran ve herkesi kendine göre haklı saydıran bu anarşidir. Hak ve hakikat
ölçülerindeki ihtilâf anarşisi! Ve bu karışıklık yer yer, Musevilerden hayat
hakkını nezi’ edecek dereceyi bulmaktadır. Bu yerlerden hicret etmekle de
Museviler meselesi bitmiş olmuyor, tazyikten muhacir olan Musevilerin
tazyikinden de bu sefer başkaları feryat ediyor. Zira işin başı nasıl ıstırapla
başlamış ise cephe değiştirerek ıstırap yine devam ediyor, daha doğrusu ıstırap
Musevi ile beraber yer değiştiriyor. Ve nihayet Filistin’de işler müsellah ve
kanlı bir arbedeye müncer oluyor.
İş baştan düzelse sonu iyi
gelecek, işte bunun için Filistin Hahambaşısına vicdanî bir sevk ile mektup
yazdım, fakat bu mektubumla ona yeni bir şey bildirmiş olmadım. Yalnız bildiği
şeyde onu teşvik etmiş oldum. Bir yabancıdan gelen samimî alâka hisleri belki
bir an için ona teselli de vermiş olabilir.
Maamafih yazım bu mektupla
kalmadı, mektubu yazdıran vakıa mevzu'la alâkalı başka yazılara da yol açtı.
Çünkü başka yeni vakıalar da zuhur ve birbirini takip etti. Macaristan’da,
Romanya’da, Bulgaristan’da Museviler için yeni hicret mecburiyetleri peyda
oldu. Musevilere Filistin’de bir yurt tahsisi işi; Amerika’da da kongreye
teklif derecesinde benimsendi. Arkasından Musevilerle İngilizlerin Filistin’’de
çarpışmaları oradaki Musevilerin tethiş hareketlerine başladıkları haberi
geldi. Bütün bu hâdiseler, böylece birbirini velyeden haberler; Museviliğe ait
bir takını düşüncelerini yazmama vesile oldu.
Avrupa’yı, Amerika’yı,
Asya’yı hattâ Afrika’yı alâkalandıran, bir dünya meselesi halini iktisap eden
mevzu; realite ve siyaset bakımından da mühimdi. Bunun daha mühimleşen bir
safhası da, Musevi’nin Avrupa’da başka, Amerika’da bambaşka muamele görmesi ve
Musevilerin yer yer ayrı görüş farklarına uğraması idi.
İşin, kıtalara ve
memleketlere, ırklara ve milletlere ve nihayet felsefî fikirlere göre tahlilini
o işin adamlarına bırakarak kendim bunu ilâhî bakımdan, insanlık bakımından,
müşterek dünya bakımından ele aldım. Meselenin niyrengi noktaları üzerinde durdum
ve ana hatları üzerinde yürüdüm ve yazdım. Heyeti umumiyesi, küçük bir kitaplık
yekûna baliğ oldu. Aldığı mahiyet yalnız Filistin Hahambaşısına değil, dünya
nazarına arz edilecek bir umumiyet kesbetti. Zaten mevzu; günün dünya
meseleleri içinde ve en dikkati çekenleri içinde yer almıştı. Binaenaleyh bu
kitabı Museviler serisine yeni bir ilâve olarak bastırmağa ve mucip sebebin
cereyan ettiği bir zamanda bastırmak için bunu ilk basım sıra, sına koymağa
karar verdim.
Dünya ile insanlık ile
alâkalı ve insanlığın müşterek vicdanında yer almış insanlara şu had devrede
okutabilirsem vicdani bir vazife ifa etmiş olacağım. Allah iyi tesirler
bıraktırsın. Amin.
FİLİSTİN HAHAMBAŞILIĞI
Yüksek Makamına
İstanbul
26-2-1944
Gazetede okudum ki;
memleketimize gelmişsiniz. Ve gazetecilere söylediklerinizden öğreniyorum ki;
Filistin’de bir ilâhiyat mektebi açmak fikrindesiniz. Gelişinizi hürmetle
selâmlarım. Çok esaslı ve mühim olan fikrinizden dolayı da sizi tebrik ederim.
Çünkü bunu; bütün bir muztarip beşeriyetin kurtuluşu yolunda ilk adım ve en
faydalı bir teşebbüs sayarım. Bu vesile ile hemen Eşiya peygamberin mukaddes
kitabından şu İlahî tevcihi hatırladım:
(61 — 6) “Ve siz, Rabbın kâhinleri tesmiye
olunacaksınız, ilâhımızın hizmetkârları denileceksiniz.”
Bu dünyada muhtelif
milletlerin ilâhiyat fakülteleri var fakat muztarip ve muhtaç beşeriyetin
hakikatte aradığı bu değil, mevcutları ne de olsa hep bir taraflı: Bir taraflı
ilâhiyat mektebinin, değil beşeriyete hattâ kurulduğu memlekete bile hakikî bir
faydası yoktur. Millî tarihler, millî menkıbeler nasıl benliği kuvvetlendirirse
böyle bir taraflı din mektepleri de yalnız bir din saliklerinin benliğini
kuvvetlendirir.
Hakikatte ise ilâhiyat
benliklerden kurtulmak için, bir fikirde, bir hüviyette bir emelde birleştirmek
içindir.
İnsana ve Allah’ın bütün
mahlûklarına alâka muhabbet, merhamet duyurtmak içindir. Bütün beşeriyeti bir
gözle görebilmek, bir elde tutabilmek ve her ferde her zümreye ayni hakkı
verebilmek aynı samimiyeti gösterebilmek içindir. Her insanı Allah’ın aziz bir
şeyi saymak hiç birine haksızlık etmemek içindir.
Şimdi ilâhiyat mektebi bir
taraflı değil, her taraflı olmak gerektir. Ta ki her derde ilâç olsun. Her
müşküle çare olsan. Bütün benliklerin üstüne toplayıcı bir birlik kursun.
Kurtarıcı bir varlık olsun.
Nehirler; denize akarlar. Ve
bu esnada geçtikleri yolların etraflarına rahmet olurlar. Aksi halde yoldan
çıkmış birbirlerinin yolunu kesmiş olurlar. Taşarlar ve etrafına belâ olurlar.
Bu vesile ile (Yuil) peygamberin mukaddes kitabındaki şu esası hatırladım ki
dünya ıstırabı devam ettikçe gözönünde tutulacak ne mühim bir ihtardır:
(2-7)
“Ve her biri kendi yolunda yürüyecek ve yollarını değişmeyecekler.
(2 —
8) “Ve birbirini sıkıştırmayacak, her biri kendi yolunda yürüyecek.”
Şimdi, Umumî bir mahiyeti
haiz ve bütün dinlere şamil bir ilahiyat mektebine bütün dünyanın ihtiyacı
vardır. Ve her şeyden evvel, her şeyden ziyade ihtiyacı bunadır; zira onun
kültürü kadar temelli ve kuvvetli hiç bir kültür yoktur. Ve dünya ne vakit her
hakikati insanların müşterek malı bilir de onu ele alırsa veya onun faydalarını
kimseden esirgemeyerek dağıtırsa o vakit kendi de hem nev’ide ıstıraplarından
kurtulacaktır.
Bugünkü dünya kuvvet
dünyasıdır. Kuvvetlilerin tahakkümü altındadır. Ve kuvvetlinin keyfine tabidir.
Bu âlemde elbette ki en çok zarar gören derece derece kuvvetsizlerdir,
ekalliyetlerdir. Binaenaleyh kuvvetlinin savletine ve sadamesine en çok uğramış
olan da Musevilerdir.
Binaenaleyh beşeriyetin
Istıraptan kurtuluş işini düşünen ve çarelerini hiç durmadan arayan yine
Museviler olmak gerektir. Ve kanaatimce ilk ve son çare de böyle d'nler arası,
milletler arası bir kıymeti haiz tarafsız bir ilâhiyat mektebi açmak ve bu
mektepteki tedrisatı daima broşürler halinde tab ile dünyaya yaymaktır.
Musevi’nin haklarını
tanımak için herkesin evvelâ insan hakkını tanıması lâzımdır. İnsan hakkını
tanımak için de evvelâ Allah hakkını tanıması lâzımdır. Allah hakkını bilmeyen
cemiyet hakkını duymaz bile. Kendinden başkasını insan saymaz bile, hele zayıf
ekalliyetler göze bile batar, savlet için iştiha hazırlar.
Şimdi beşeriyet Allah’ı ve
insanı tanıdıktan, muamelâtta hak ve adalet üzere bir tek ölçü kullandıktan
sonra kendi de, Museviler de ıstıraptan kurtulacaktır. Zira fert ve cemiyet
hayatını ancak bu ölçü ile Allah’ın istediği yola koyacaktır. Hak ve adaletin temeli muhabbettir. Muhabbetin icabı diğerkâmlıktır; işte
bu diğerkâmlıkla dünya salâha imkân bulacaktır. Ve en iyi hayatı bu esaslarda,
bu kültürle elde etmiş olacaktır.
Ancak böyle Allah hukuku,
insan hukuku, hayata hâkim olacaktır. İşte bu hakları bilmek ve bu haklara
riayeti öğrenmek için ilâhiyat bilmek ve onun bütün hikmetleri ile bütün
müeyyideleriyle bilmek herkes için hayatî bir ihtiyaçtır. Hak ve hakikati
yalnız bir insan veya bir millet bilmekle de maksat hâsıl olmaz. Herkes
bilmelidir ki bu mukaddes haklan muamelâtta hüküm kılarak birbirine karşılıklı
hürmet ve emniyet telkin edebilsin. Bu
umumî işe teşebbüse her milletten ziyade Musevi milleti mecburdur. Ve her
milletten evvel Musevi milleti vaktiyle memur olmuştur.
Cemiyette Allah’ın dinine ilk nüve olan İbranilerdir. Allah’ın iradelerine
göre ilk cemaat tesis eden Musevilerdir. Allah’ın işçiliğini bütün bir kavimce
deruhte ettiklerinden dolayı Allah onları has kavim diye vasfetmiş âlemler
içinde mümtaz kılmıştı; Ve Museviler bu mukaddes vazifeden kaçındıkça
ıstırablara düştüler. Museviler; yine düştükleri
yerden kalkacaklardır. Ve bütün beşeriyet de aynı noktadan kalkınacaktır.
Allah’ın dini: İbrahimin imanı üzerine ve Hazreti Musa’nın eliyle temellendi.
Bu temel üzerine Allah’ın din mektebi kuruldu, hocalıklarını Beni İsrail
Peygamberleri ifa etti. Sonra bu mektebin kapısını Hazreti İsa bütün insanlığa
açtı. Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemde bütün insanlığa amelî
hayatın devrini açtı. Binaenaleyh din birdir. Çünkü Allah birdir. Ve onun bir
hareket, bir de muvasalat noktası vardır, ki hareket noktası iman; yolu amel ve
muvasalat noktası salâhtır, iman, sadakatle; amel; disiplin ile (takva ile)
salâh; tekâmül ile kaimdir.
Beşeriyetin Allah dininde, ferdî ve ailevî hayat terbiyesi Musevilikte
İçtimaî ahlâk terbiyesi Hiristiyanlıkta cereyan ve inkişaf eder. Amelî hayat
devri Muhammedilikle açılır.
Bugün Museviler mustaribtir.
Fakat bütün bir beşeriyet te ıstırabsız değildir. Eğer Museviler İlâhî vazifelerini terk ile şahsî menfaatlerine düşmeseydi,
ne onlar bu cezayı çeker ne de beşeriyet; kuvvetin tahakkümü altında inlerdi. Bütün bu akıbetler; hayatta
iyi bir örnek olmak üzere Allah’ın yetiştirdiği Musevilerin fena misal
göstermeleri neticesinden ibarettir.
Şimdi bu işe yine esastan
başlamak ve her şeyden evvel bir ilahiyat mektebi açmak en doğru fikirdir.
Bugünkü ıstıraplara âcil bir ilâçtır.
Musevilik; bütün
dünyayı kurtarmağı düşünmedikçe kendini kurtaramıyacaktır. Ve salâh teşebbüslerini bütün
bir dünya ölçüsünde geniş tutmadıkça Museviler bir netice alamayacaklardır.
Binaenaleyh Museviler; bütün
dünyaya şâmil bir salâh gayesi ile ve Allah’ın her insana hâkim ismi ve iradesi
ile işe başladıkları zaman tam müsbet bir iş yapmış olacaklar, ve seslerine
samimiyetle cevap verecek muvafık bir âlem bulacaklarda.
İşte onun için, ilâhiyat
mektebi; her hareketin mebde-i, her iyi fikrin menber-i, her ihtiyacın verimli
kapısıdır.
Elverir ki bu mektebe
seçilecek muallimler; ilim, fikir ve his kifayetini haiz olsunlar. Dar
zihniyetlerden, benlik, tarafgirlik zaaflarından sâlim olsunlar.
Tâ ki; insanlar arasına,
ırklar, dinler, mezhepler arasına üstünlük, aşağılık farkı koymasınlar,
insanlar: ayrı gayrı zümrelere ayırmasınlar, ve hiç kimse de onları ayrı, gayrı,
yabancı görmesin.
Bu ilâhî mektebe yakışan
isim; kendi yüksek hüviyetinde herkesi cezb ve cemedici bir kudreti haiz
olmalıdır. (Ehli kitab) için bu isim malûmdur. Her birinin dinde ve Peygamberde
ciddî ve Allah’ın sevgili kulu Hazret! İbrahim’in ismidir.
Dünya ekseriyetini teşkil
eden (ehli kitab) zümreleri; kitaplarıyla, Peygamberleriyle Hazreti İbrahim’in
birliği ve pederliği hüviyetinde birleşebilirler. Yani dinde bir menşeden, bir
babadan olduklarını kabul ederler.
Nitekim Şark dinleri de
Brahmada birleşirler. İş İbrahim’in ve Brahmanın evsafında toplanan insan
oğullarını, İbrahim’in ve Brahmanın bir olan Rabbine tevcih ve hakikî
birliklerini onlara duyurtmaktadır ki bu sonuncusu kadar kolay, tabiî bir şey
olamaz..
Şimdi ilahiyat mektebinde:
1: Her din için birer kürsü
tesis etmek ve cümlesini sonra tek bir kürsüde hak ve hakikate rabt etmek
lâzımda.
2: Mezheblerin zuhuru
sebeblerini ve bu esastaki şevki tabiiyi, yâni nesillerin tekamülü, zamanların
tahavvülü, ihtiyaçların genişlemesi, fikrî hayatın yükselmesi, ruhî ihtiyacın
derinleşmesi ve dünya hayat şartlarının gittikçe başkalaşması gibi esbap ve
avamili hesaba katarak hakikatleri izah etmek ve vaki şeylerin bir ihtiyacın
tabiî neticeleri olduğunu bildirmek ve netice itibariyle cümlesini bir asılda,
bir hakikatte toplayıp göstermek lâzımdır. Ha' yat ve fikir seviyesi değiştikçe
mezhebler çoğalacaktır. Ve ancak beşeriyet hakikî hedefine varıp huzura
erdikten sonradır ki çoğalan her şey aslında birleşecek ve insanlar da, dinler
de bir tek şey olacaktır. Bu hakikati şu âyet ne güzel tevsik eder:
(Ve Rab bütün yeryüzünün
hükümdarı olmakla o gün Rab bir ve ismi bir olacaktır.) (Zekeriya, 14 19).
Bu âyetin izahı için de şu
âyeti hatırlamak ne kadar yerinde olur:
(Ve bundan sonra ruhumu
cümle beşer üzerine dökeceğim. Ve oğullarınız, kızlarınız ilhamla söyleyecek,
ihtiyarlarınız rüyalar görecek ve gençlerinize vahiler gelecektir. (Yuil, 2
28).
Bu halde:
Gençlere kadar vahiler
geldikten sonra elbette ki Allahtan başkasına artık ihtiyaç kalmayacaktır. Dinler,
mezhebler, kendiişlerini görmüş, bitirmiş olacaklardır.
Cehaletin ve iptidailiğin
hükmü; benlikler etrafında her şeyi ayırmaktır. Kemalin hükmü de her şeyi
anlaştırmak, birleştirmek mütesanit ve müteavin bir kuvvet vücude getirmektir.
Bidayeti halin yaptırdığı
dağınıklığı kemal devri derleyip toplayacaktır.
Dinler; hakikatte insanları
ancak bir yere ve birliğe götürecek iken siyasette kullanılarak bugünkü haline
getirilmiştir. Din ve mezhep isimlerinin çokluğu hakikatin birliğine münafi
değildir. Hayatta herkesin bulunduğu birer nokta vardır. Bu noktalardan bir tek
hakikate gidilecektir. Zira hakikat taaddüt edemez ki hedef çoğalsın. Ö halde
yollar çoktur, fakat hepsi bir noktada birleşecektir. Beşeriyetin ihtiyacı, bu
tek noktaya götüren doğru yolu tutmak ve onun üzerinde yürümektir, insan bu
yola girdikten sonra kolayca yürür zira his, akıl fikir mantık her şey onu bu
yolda harekete teşvik eder. Zaten insan aklını kaybetmedikçe yolunu kaybetmez.
Birliğe gitmek zaruridir.
Zira; ayrılıklar arası nifak ve ıstırap dolu çukurlardır. Bunlar müsbet hisler,
fikirlerle doldurulmadıkça, selâmet yoktur. Ayrılıklar zaaf âmilidir. Tesanüt
ve teavün ruhiyle milletler kenetlenmedikçe kuvvetlenemez, tehlikeden
kurtulamaz.
Evet, cehaletin dolayısıyla
taassubun kemirici, yıkıcı cepheleri yıkılmadıkça din ve mezheb siyasete hizmet
eden bir kuvvet olmaktan kurtulamaz. Din; bütün bir beşeriyetin müşterek bir
emniyet zamanı haline getirilmedikçe kendi mahiyetini ortaya koyamaz. Ve
dünyanın salâhına başka imkân da bulunmaz. Zira şimdiye kadar bulunamamıştır.
En kuvvetli varlık dindir. Ve mahiyeti asliyesine mugayir olarak siyaset ve
egoizmada fena kullanılan da yine bu kuvvettir. Binaenaleyh din kuvveti kendi
hedefine sarfedilmedikçe sırf iyilikte kullanılmadıkça yani dinler bir tek şey
olarak bir Allah’ın elinde toplanmadıkça beşeriyet ihtilâftan, çarpışmadan
kurtulamaz. Dini de insanı da elinde ve önünde toplayacak Allah’tan başka bir
varlık üstün el yoktur. Ondan başka her varlık ayırır. Ve nitekim bugüne kadar
hep ayırmıştır. Halbuki kurtuluş; birliktedir. Istırabı tevlit eden aralıkları,
çukurları kapatmak lâzımdır.
İşte bu birlik fikrini
verecek, hak ve hakikate dayanarak telkin edebilecek yegâne salâhiyetli yer
beynelmilel, beynel-edyan açılacak bir ilâhiyat üniversitesidir. Her şeyin
sureti umumiyede Allah için insan için cereyan edeceği böyle bir yerdir. Bu
semanın altında bu mektebi doyuracak hoca da vardır talebe de. Nasıl ki bugünkü
nesilde henüz Musa veya İsâ mektebine başlamamış veya Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin amelî hayat devrine henüz girmemiş rüştsüz insanlar da
vardır.
Binaenaleyh iş var çok iş
vardır, hem üniversite için hem de üniversitede yetişip dünyaya dağılacak,
insanlığa muallimlik ve Allah misyonerliği edecek her din adamı için, dünyalar
kadar iş vardır, elverir ki işe başlansın, ve bu işlerin idareleri müşterek bir
müesseseye intikal etsin, insanlar birbirlerini kendi hususî fikirlerine değil,
Allah’ın iradelerine davet etsin. Her din her mezheb ehli yüzünü tam olarak
Allah’a tevcih etmekle çıkar bir yolu tutsun ve bütün insanlarla Allah’ta ve
Allah’ın dünya işlerinde muhabbetle birleşsin.
En iyi temennilerimle
hürmetlerimi sunarım. Cenâbı Hakk mukaddes hizmetlerini cümleye nasib ve
cümleyi muvaffak buyursun.
Amin.
Ömer
Fevzi Mardin
MUSEVİLER
VE FİLİSTİN MESELESİ
Musevilerde Filistin İdeali:
Mukaddes kitaplara göre
Filistin’in ehemmiyeti; 3 esasa istinat eder:
Filistin’in Firavun
idaresinde zulüm gören, Mısır’da cehennem hayatı yaşayan İbranilere acıyan
Allah’ın kurtuluş ve refah için vaadettiği cennet gibi güzel bir ülke olması.
(Beytullah) yâni (Mâbedi
Süleyman) in Filistin’de bulunması ve bu suretle bu mâbedin; kıble ve mânevi
merkez olması.
Filistin’de tutunabilmek
veya onu gaybetmenin Museviler için (Allah’ın tayin buyurduğu amellerine göre)
bir mükâfat veya mücazat müeyyidesi olmasıdır.
İZAHLARI:
ESAS — 1
Birinci Esasa
Göre:
A — Allah Mısır’da cefâ
gören İbranî kullarına merhamet ederek onları Mısır’dan kurtarıyor. Ve (Kenan)
yâni Filistin diyarını da onlara şarta muallak vaadediyor. Filistin’e
hâkimiyeti; Allah’ın rızasına uymak hayatta Allah’ın iradelerini yapmak ve
Allah’ın yeryüzünde işlerini görerek Allah’a misyoner bir (has) kavim olmak
şartiyle mukayyet kılıyor.
B — (Has) kavim vasfının
icabettirdiği sıfatlar ve ef’al; şu esaslarda tam İlâhî bir misyonerliğe
istinat eder.
1-Hayatı Allah’ın işine
vakfetmek,
2-Hayatı Allah’ın işine göre
ayarlamak,
3-Allah’ın varlığını,
birliğini, iradelerini, bütün dünyaya bildirmek, dünyada İlâhî bir birlik temin
etmek.
Birinci Maddeye
Göre:
Musevi Allah’ın işini görmek
için bu vazifeyi benimsemesi lâzımdır. O halde nefsine hâkim, feragat sahibi,
elçi, gayretli olması lâzımdır. Böyle olması için de İlâhî gayret duyması
lâzımdır. İlâhî gayret duymak için kendini Allah’a vermesi ve kendi nefsini
musaffa hale getirmesi lâzımdır.
İkinci Maddeye
Göre:
Hayatı Allah’ın işine göre
ayarlamak için; Allah muhabbetini her muhabbetin üstünde, İlâhî vazifelerini
her vazifenin üstünde, ilâhî alâkasını her alâkanın, her varlığın üstünde
tutması lâzımdır. Ve binaenaleyh kendini Allah’a teslim etmiş ve Allah’ın
iradelerine göre hayatta istikamet almış ve faaliyet göstermiş olması lâzımdır.
Üçüncü Maddeye
Göre:
Misyonun icabını Museviler
her ferdi ile ifaya koyularak, bunu her birinin umumî ve hususî, İçtimaî ve ferdî
hayatında göstermesi lâzımdır.
NETİCE VE TAHLİL
Birinci esasa göre: Museviler misyonlarını yaptılar mı, yapmadılar mı?
Yaptıkları devir de oldu, yapmadıkları devirler de.
Yaptıkları müddetçe hür, müstakil, mes’ut, bahtiyar ve Filistin’e hâkim yaşadılar.
Yapmadıktan müddetçe de azap, esaret, işkence, ıstırap çektiler. Ve
Filistin’den uzak kaldılar.
İşte Filistin’de oturmak, oturmamak meselesi bu şartlara göre mahiyet
iktisap etmişti. Allah onlarm işinden memnun oldukça Filistin’de tuttu aksi halde
Filistin’den çıkardı.
Has kavimlik misyonunun
cephesi, bütün dünyaya şâmil idi; Zira Allah’ın dünyası; elbette Filistin’den
ibaret değildi. Filistin bütün dünyaya İlâhî kültürü yaymak için ancak bir
merkez, bir hareket noktası idi.
Allah’ın muradı; Musevileri
Filistin’e kapamak değil, Filistin topraklarını ekip biçmek için de değil,
orayı ırklarına, cemiyetlerine tahsis ve inhisar ettirmek de değil, ancak
Filistin’i ilim, irfan ocağı, kültür ve iman merkezi yaparak oradan bütün
kültür ve imanı, ilim ve irfanı dünyaya yaymak, bütün dünyayı bir Filistin
haline koymaktı. Onlar; bu misyonla bütün dünyaya dağılacaklar, Allah’ın işini
göreceklerdi. Ve bütün dünyayı Allah’ın melekûtuna hazırlayacaklardı.
Allah onları çölde kırk sene
bunun için terbiye etti.
Oradan da Filistin’e götürerek bunun için tatbikata geçirdi. Fakat onlar beşerî
zaaflara tedricen kendilerini kaptırdılar. Allah’ın hükümranlığının kıymetini
takdir edemeyerek başlarına kral istediler ve kral devrini açmakla kendi
cinslerinden nice Firavunların eline yakalarını kaptırdılar. Birbirleriyle
boğuşa boğuşa maddeten de zayıf düştüler ve parçalandılar, dağıldılar. Kahren
ve cebren dağılmış oldukları yerlerde Musevilerin hayatı daimi bir baskıya ve
ıstıraba girdi. Artık onlar dağıldıkları yerde canlarını kurtarmak için
çalışmağa başladılar. Halbuki onlar başkalarını dalaletten kurtarmak için
dağılacaklar ve çalışacaklardı. Nihayet bu çalışmalar böylece misyon mahiyetini
iktisap etti. Allah’ın dediği yine oldu. Fakat Allah’ın istediği tarz; bu
değildi. Umulur ki bundan sonraları mütenebbih, olgun bir Musevilikten o
ihtiyari misyon faaliyeti zuhur ve inkişaf etsin. Maamafih Musevilerin şu umumî
beşer seviyesi geriliği içinde bu yüksek işi iztirarsız ve ıstırabız
görmelerine de pek imkân yoktu.
ESAS — 2
Beytullahın Fiiistinde
olması; Allah’ın hükümranlığını Filistin’e hasretmezdi ki has kavmin misyonunu
Filistin hudutları içine münhasır kılsın. Musevileri bekleyen vazife bütün
dünyaya aitti. Onlar kendilerini Filistin’e bağlayıp arkalarını dünyaya çevirince
Allah onları dünyaya yayılmak sebeplerini yarattı. Vicdani bir gayretle
vazife hissi ile dünyaya yayılmak istemeyenleri zorla dağıttı yaydı. Museviler
kendileri için değil Allah için yaşayacak, Allah için çalışacaklardı.
ESAS — 3
Üçüncü esasa göre de hakikat
tezahür etti. Museviler İlâhi vazifelerini unuttukça Filistin’den zorla
uzaklaştırıldılar, nedamet ve intibah gösterdikçe Filistin’e avdet ettiler.
Acaba Filistine can atan
bugünkü Museviler bu tehalâkü niçin gösteriyorlar meselâ:
1— Mukaddes bir yerde
yaşamış olmak için mi? Yoksa:
2— Canlarını kurtaracak bir
emin yer bulmak için mi? Yoksa:
3— Misyonlarına avdet için
yine bir derlenip toplanmak, ve olgunlaşıp umumî hayata, misyon hayatına
atılmak için mi?
Birinci Hale
Göre:
Allah’ın Musevi’den istediği
vazife; Filistin’e ait değildi ki Filistin’de yaşamakla bu maksat hâsıl olsun,
Musevi Filistin’de ancak talim ve terbiye görerek oradan dünyaya yayılıp vazife
görecekti.
İkinci Hale Göre:
Museviler Allah’a karşı
vazifelerini ifaya azmetmedikçe dünyanın hiç bir yerinde hattâ Filistin’de
rahat edemeyeceklerdir. Istırap münebbihi onların başından Filistin’de de
eksilmeyecektir. Nitekim son senelerde geçirdikleri Filistin hayatını yakından
bilenler için bunun ne kadar huzursuz ve emniyetsiz geçtiği malûmdur.
Üçüncü Hale Göre:
En doğrusu budur. Ve gaye
oraya toplanıp yaşamak değil, dünyadan tecerrüt etmek değil, orayı bir ıslah
müessesesi haline koymaktır. Bu işin başında gelen en mühim şey de orada
beynelmilel bir ilahiyat üniversitesi kurmaktır. Ve dünyayı Allah’ın melekûtuna
hazırlayacak beynelmilel idealistler yetiştirmektir. Her nevi taassuptan,
tarafgirlikten azade sırf İlâhî fikirlerle açılacak ve idare edilecek böyle bir
müessese bütün dünyanın salâhına, itilâfına, insanca ve kardeşçe yaşamasına
âmil olacaktır. Zira Allah’tan başka insanları birleştirecek ve siyasî
ihtilâflardan, cehalet ve taassup husumetlerinden kurtaracak bir şey yoklar, Ne
vakit dünyanın her tarafından itimat ile böyle bir üniversiteye talebe gelir,
ve onlar tertemiz bir fikir ile memleketlerine dönerek memleketlerindeki
müesseselerin başlarına geçerse işte bütün dünya için müşterek salâh devri
açılmış olur.
Musevi’’nin ziraat için
dünyada bulacağı toprak vardır. Musevi’yi kurtaracak, alelâde çiftçilik değildir.
Musevi’yi kurtaracak şey; ancak Mabedi Süleyman’ın yanında bütün dünyaya cazibe
neşreden bir ilim ve fikir müessesesi yani insanlık üniversitesi kurmasıdır.
İşte onların ve bütün dünyanın kurtuluşuna yegâne esas buradan ve bu işten
başlar.
Devire, devre ıstırap
münebbihi üzerlerinde şiddetlenen nesiller bu ıstırabın neyi tenbih ettiğini
bilmeliler ki, bir an evvel kurtulsunlar. Halbuki yeni nesil ıstırabın sebebini
düşündüğü zaman Museviliklerinden başka bir sebep bulamıyor. Fakat Museviliğin
ne olduğunu da hakkiyle biliyorlar mı? Bilseler; bu ıstıraba düşmezlerdi.
Onlara göre Musevilik; çok çalışan, çok kazanan, siyasî ve İktisadî hayatın
ferdiyetçilik hüviyetinde büyük bir benliğe malik olan zümredir, işte bu yüzden
herkesin hasedini mucip oluyor, herkesin gözüne onun için batıyor, onun için
herkes Musevi’ye saldırıyor. Diyorlar.
Bu görüş zâhiridir. Bunun
bir iç yüzü vardır, İç yüzü şudur:
Allah, onları cemiyeti
kurtarmak için yetiştirdi, onlar şahsen her biri kendini kurtarmak ve kendini
en müreffeh hale koymak fikrine ve bu esasta sırf kendine düştü, işte bu netice
yâni Musevilerin cemiyete karşı ve kendi has kavimlik sıfatlarına karşı
kayıtsızlıkları, alâakasızlıkları cemiyeti kendi aleyhlerine çevirdi, şimdi,
Museviler, cemiyeti kurtarmağı düşünmedikçe kendilerini kurtarmış
olamayacaklar, kendiIerini Allah’ın hizmetine vakfetmedikçe rahat yüzü
göremiyecekler, zengin olacaklar fakat safasını ne maddeten ne mânen
süremeyecekler, meğer ki cemiyeti de kendileriyle beraber uyandıralar, ve
kalkınmalarına hizmet edeler. Musevilik dünyada küçük bir ekalliyettir, fakat
Allah onları tuttuktan sonra onlar her kuvveti, her imkânı elde etmiş
olacaklardır.
Şimdi Musevi genci kendinden evvel Allah’ı sevmeli, ailesinden evvel
cemiyeti sevmelidir. Bırakmalıdır kendini Allah düşünsün, Allah hizmetkârını
düşünür, Musevi ancak cemiyeti, cemiyetin geriliklerini, bütün dünyaya ıstırap
âmili olan fikrî, hissî hastalıklarını düşünmelidir ve onun ıslahı çarelerini
temin etmelidir. Cemiyet kurtarılmalıdır ki Musevi kurtulsun. Museviler; din
değişirseler de tabiiyet değiştirseler de memleket değiştirseler de
misyonlarına avdet etmedikçe yani Allah’ın işine bütün bir dünya ölçüsünde
sarılmadıkça kurtuluş yoktur. Kendilerini ne Avrupa’da rahat bırakırlar ne Filistin’de.
İlk iş; intibahtadır ve
Allah’ın Musevi’den istediklerini bilip yapmağa azmetmektir.
Museviler; Filistin’de
Araplara karşı nasıl kendilerini müdafaa ve muhafaza edeceklerini teemmül
ederken işi sırf silâh ve ecnebi nüfuzuyla halletmeği düşüneceklerine Arapların
nasıl kalbini kazanabiliriz, Arapların nasıl gözüne girebiliriz, Arapları kendimize nasıl
dost yapabiliriz diye düşütleydiler çok hayırlı olurdu. Filistin meselesi
şimdiye kadar ta kökünden halledilmiş olurdu.
Filistin’de zorla, kuvvetle,
ecnebi yardımıyla tutunmak hiç bir zaman için tabiî bir hayat temin etmez,
bilâkis zıddîyeti arttırır, Filistin’e
çok Musevi doldurmakla değil; Filistin’e iyilik getirmekle bir fayda hâsıl
olur. Getirilecek kıymetlerle bu mesele halledilebilir. Kalabalık bir
kitleyi sırf iskân için yığmak onları azaba, felce uğratmak olur. Musevi’nin
esasen halk diye ayrılacak bir çiftçi, amele ekseriyeti de yoktur. Her millette
olduğunun aksine olarak Musevilerde ekseriyet ilim, fikir, sanat ve servet adamlarındandır.
Avuç kadar yere, Filistin’e birçok ilim, fikir, sanat ve servet adamını
toplamak da kendine yeterden fazla bir ilim, fen ihtisas ehlini kolu bağlı,
halksız, şakirt siz bir yere faydasız toplamak olur. Bu; bir yerde hastadan
fazla hekim veya talebeden fazla hoca, müşteriden fazla satıcı, işden fazla
işçi toplamak demek olur. Bu ihtisas ehlini ihtisasları haricindeki işlerde
kullanılmalarını zarurî kılar O halde teknik ihtisas erbabının kendi
ihtisaslarını bırakıp alelâde basit şeylerle uğraşmaları da teknik namına ziyan
ve israf olur. Bu ziyandan korunmak için bunların, bu teknisyenlerin
Filistin’den başka yerlere de kendilerini vakfetmeleri yahut bütün o ihtisas
adamlarını yerinde kullanmalarına imkân verecek yüksek ihtisas fakülteleri
açmak lâzımdır.
Meselâ, Filistin bütün, Şark
için güzel bir kültür yeri olabilir. Avrupa’ya, Amerika’ya tahsile gidip okuyan
Şarklılar, Filistin’de daha iktisadi, daha ahlâkî bir yaşama imkânı bulurlarsa
elbette Filistin’e gelir. Ve o mukaddes toprakta ruhanî bir hayat içinde maddî,
mânevi inkişaf elde edebilir.
Avrupa’ya tedaviye giden
Şarklı hastalar neden Filistin’e tedaviye gelmesinler ve bu güzel iklimi, bu
mutavassıt yeri tercih etmesinler, aynı hazik hekimleri aynı tedavi
mükemmeliyetini ora. da buldukları ve bunu daha ucuza elde ettikleri halde neye
Filistin’e gelmesinler.
Bugüne kadar hodgâmlığı ile
Avrupa’yı sinirlendiren, kendi aleyhine çeviren Museviler bundan böyle en geniş
ölçüde bir diğerkâmlık yüreği taşımak, insanlığa en faydalı unsur olmak ve bunun
için de ilimlerini, ihtisaslarını bütün insanlığa hasretmek İçtimaî yardım
ruhile hareket etmek zaruretindedirler. Bu suretle hem dünyayı lehlerine
çevirirler ve muhtaç oldukları itibarı kazanırlar hem de Filistin Araplarını ve
dolayısıyla bütün Arapları kendilerine dost ve müzahir kılarlar.
Meselâ, Arap âlemi bugün
Filistin Araplarının şikâyetini benimseyerek gayrete geliyor, Filistin
Musevilerine karşı menfi vaziyet alıyor, peki, Filistin Araplarının ortaya
koydukları dava, şikâyet, tazallüm nedir, nelerdir?. İşitiyoruz ki onlar şöyle
diyorlar:
Museviler; zengindir,
elimizdeki tarlaları, emlâki bol para dökerek bizden alacaklar, mal, mülk arazi
sahibi olan Araplar bir gün gelecek malsız, mülksüz, tarlasız, kalacaklar
Musevilerin İktisadî esaretine düşecekler, Musevilerin eli altında ve
verecekleri küçük ücretlerle bir amele, uşak vaziyetine gireceklerdir.
Dünyanın dört tarafından
toplanıp gelen Museviler, bütün ömürlerini Filistin’in mahdut çevresinde en
iptidaî bir ziraat le ve küçük esnaflıkla geçiren Araplara nisbetle ilimde,
ihtisasta, hayat görgüsünde, servette üstündür. Böyle farklı iki unsurun
birbirine karşı vaziyet alması Arapların zararına netice verir o halde Araplar
kendi memleketlerinde efendi vaziyetlerinden Musevi hizmetkârlığı vaziyetine
düşmeden bu meseleyi bir an evvel bertaraf etmek Musevilerden Filistin’i ve
Arapları kurtarmak lâzımdır. Arapların düşündüklerinin, dediklerinin hülâsası
budur.
Musevilere
gelince:
Museviler, Arapların
yukarıdaki fikirlerini değiştirecek samimî bir fikir ve fiiliyat ile mukabele
edeceklerine yâni: Biz Arapları kendimize köle etmeğe, onları sömürüp çırçıplak
bırakmağa gelmedik. Biz Arapları iktisaden seviyemize yükseltmeğe, İlmî, ferî
seviyelerini kendimizinkine eriştirmeğe ve hayat şartlarını terfihe, onların
kalkınma, çalışma imkânlarını çoğaltmağa ve onlarla müsavi kıymette iş ve hayat
ortaklığı yapmağa geldik. Demeleri lâzımdı. Ve sözlerini isbat eden icraata
derhal başlamaları icabederdi.
Allah’ın Musevi’den istediği de bu idi. Allah’ın her kulu gibi Arap
kullarını kardeş bilmek ve Araplara kardeşçe muamele etmek, bütün mukadderatta bir
birlik hissi telkin etmek Arabın mahrumiyetlerini, acılarını paylaşmak ve
derhal bu iyi niyetlerin icraatına başlamak, Filistin şehirlerinde mükemmel
birer hastahane açmak buralarda fakir Arap hastalarını meccânen tedavi etmek
her tarafta meccani seyyar doktorlar dolaştırmak, doktorlar, baytarlar için
sabit istasyonlar tesis etmek, fakirlere yemek dağıtan aşhaneler açmak, ziraati
ıslah istasyonları tesis etmek, mahsulünü satan çiftçiye en kazançlı, en
emniyetli yolları temin etmek, tohumsuz çiftçilere faizsiz tohum veya para
ikraz etmek, hülâsa muaveneti içtimaiye esasında, imar, ıslah ve kalkınma
esasında her şeyi tam bir samimiyet ve tam bir hüsnüniyetle ArapIara yapmak ve
göstermek lâzımdı. Dünyadaki milyoner veya milyarder Musevilerin teberruatı bu
işi pek güzel görebilirdi.
Muamelâtta Arabi
kuşkulandırmaktan sakınmak daima dikkat olunacak bir mevzudu. Musevi Arabın
tarlasını satın alacağına tarlasındaki mahsulü Arabi sevindirecek şerait
altında alsa, Arabın evini, dükkânını alacağına Arapla ortaklaşa evi büyütse,
dükkânı çoğaltsa, yine Arapla müştereken yeni mamureler vücude getirse ne alâ
olurdu.
Arap Musevi’den memnun
olduktan ve onlar müşterek bir hükümet kurduktan sonra o hükümetin pasaportunu
haiz sanat ehli, ticaret erbabı Musevi Asya’da, Afrika’da para kazanacak yer mi
bulamazdı. Ve artık ona kim dokunurdu?.
Fakat Museviler böyle
yapacaklarına tersine inatlaşırlarsa, aksine hareket ederlerse elbette
Arapların da başı belâya girer, kendi başları da belâdan kurtulmaz. Museviler
Araplarla anlaşmaktan ziyade ecnebi kuvvetinden istiane ederlerse Araplar da
bütün Araplıktan hattâ bütün bir Müslümanlık âleminden istimdat ederler. Bu
Museviler için en feci bir âkıbeti doğurur. En sakin yaşayabildikleri Asya ve
Afrikada da rahatları bozulur, kazançlarına ket gelir.
Museviler için ilk iş,
hikmet, basiret ve aklıselim ile hareket etmektir. Bütün dünya azlıklarının ilk
işi zaten budur. Bütün bir olgunlukla hareket etmektir. Netice itibariyle
Filistin’de tutunmak ve bütün Şarkta bugüne kadar elde ettikleri müsait, sakin
hayatı ihlâl etmemek için dirayetle hareket etmek lâzımdr. Musevi’nin samimî ve
dirayetle hareketi Arapları da Müslümanları da hattâ bütün Şarkı da faydalandırır.
Şarklıya emniyet telkini için Musevilerin bir Şarklı gibi düşünmesi ve hareket
etmesi lâzımdır. Gar. bin Şarka tahakkümüne yeni bir müdahale unsuru
olmamaları, Şarkta yeni bir iğtişaş [Kargaşalık.] âmili olmamaları iktiza eder.
Şark; müdahalelerden, rahatsızdır,
bundan bıkmış usanmıştır. Binaenaleyh son derece hassas ve reaksiyoner bir hal
peyda etmiştir, şimdi Musevi’, Şarkta ancak emniyet unsuru olacağını ve Şarka
zarar değil faydalar getireceğini vadetmekle müsait bir muamele görür.
Filhakika samimî, müsbet bir Musevi faaliyetinden Şark müstağni değildir.
Şarkın vasi, bakir sahalarında Museviler gibi olgun, yetişkin, hayat adamlarına
müsait iktisadi işler vardır. Elverir ki bu işler siyasî felâketler tevlit
etmesin, faydalar Musevilerin kendilerine inhisar etmesin; bu teminatı vermek
ve göstermek vazifesi ise Musevilere düşer. Yalnız Filistin değil bütün Şark
böyle iyi haberleri, böyle hayırlı faaliyetleri bekliyor. Iktisaden kalkınmak
ve dertlerinden kurtulmak istiyor.
Musevilere düşen ilk iş
emniyet telkin etmek ve hakikaten emniyet edilir olmaktır.
Muhakkaktır ki Musevilerin
Şarktaki hayatı Garbtakinden daha asudedir. Ve emniyettedir. Museviler; katliâmlara,
tahrıblere, yağmalara arasıra garpta uğramışlar, fakat Şarkta uğramamışlardır.
Hattâ İspanyadan canlarını kurtarmak için kaçabilenlerin mühim bir kısmını
Osmanlılar içlerine almışlardır Garpta niçin arasıra Musevilere karşı
aksülâmeller ve savletler vaki olur da Şarkta olmaz?
Bunun bir kaç sebebi vardır:
Siyasî sebeplerini izaha külliyatın mesleğini müsait bulmuyorum. Yalnız dinîî
sebebi öne alacağım.
Hristiyanlara göre
Museviler; Hazreti İsâ’nın aleyhine hareket etmiş bir kavimdir. Onlara karşı
adavet, Hazreti İsa’ya olan muhabbetle başlar ve bu kadim fikri mutaassıb
zümreler gelenek halinde muhafaza eder.
Garp müesseselerinin
siyasetleri, zamana göre bunu körükler. Müslümanlara gelince:
Müslümanlığa göre vak’a:
Allah’ın takdirine göre cereyan etmiştir. Realiteye gelince: Dünya görüşüyle
kendilerini putperest Roma hükümdarlığının tehdidi altında ve Hazreti İsa’ya
taraftarlık meselesinden bir katliâma maruz telâkki eden o günkü Museviler
Hazreti İsa’ya karşı zahiren alâkasız, gayretsiz, ruhsuz gibi cesaretsiz
görünmüş olabilirler.. Fakat Museviler; Allah’ı her kavimden evvel tanıyan bir
kavimdir. Allahcılıkta, Allah’a imanda onların bir kıdemi, ve bu kıdemin bir
şerefi vardır. Sonra bugünkü Museviler; babalarının günahından mesul olamazlar.
İslâm dinine göre (ki Musevi şeriatı da öyledir) hiç kimse babasının veyahut
başkalarının ef’alinden mesul olamaz. Yine İslâm dinine göre Allah’ın bütün
kulları hakkında hüsnü zan beslemek fikirde esastır.
Ve yine İslâm dininde
muhacirin, mültecinin büyük bir hakkı vardır. Öna iyi muamele etmek, onu her
hususta emniyette bulundurmak ve onun muhtaç olduğu insanlık haklarını ondan
esirgememek yerlilerin borcudur!
Hattâ Kur’an-ı Kerim’deki
bir âyetle Allah’; Allah’ı tanımayan kâfirlere bile hüsnü muamele edilmesini (17 Esra 54): “Kullarıma söyle kâfirlere
hüsnü muamele etsinler) böyle bir kâfir aman dilerse ona aman verilmesini
emreder. (9 Tövbe 7): “Eğer müşriklerden
biri gelip senden aman diler ve himayeni isterse ona himayeni ve aman ver.)
Şarkın Müslüman muhitlerinde
asırlarca gayri Müslimlerin dinlerini muhafaza ve hayat hakkını elde etmeleri
bıi geniş din, vicdan hürriyetinin neticesi, ve azlıklara, zayıflara karşı din
kültürünün telkin ettiği himaye, adalet ve şefkat fikrinin semeresidir.
(16 , Nahl . 92): “Bir kavmin diğer kavimden daha çokluk
olmasından azlara gadretmeyin.)
Bu kültür bütün Şarkta
kendini cömertlikle hissettirir, kuvvetli olan fert zayıf ile uğraşmaktan
utanır, çekinir, zira en büyük takbihe âmme tarafından duçar olur.
Müslümanlık haricindeki Şark
dinleri ehline gelince onlar zaten vahdeti vücut akidesine din esasında riayet
etmişlerdir. Onlar muzir bir böceğe bile kıyamazlar. Nerede kaldı koca insana
kıysınlar.
Şimdi Musevilerin işi
Şarkın her muhitinde sakindir. Dağdağasızdır. Filistin’e gelen Musevilerin
Avrupalı olmaları ve Şarklının vicdanına dayanacaklarına kuvvete, bilhassa
yabancı nüfuza istinat etmeleri iş: temelinden sarsmıştır.
Şarktaki Museviler de
usludurlar, kendi hallerinde yaşarlar, nifak ve fesada alet olmazlar, siyasete
karışmazlar, her hangi bir politika yüzünden hasım vaziyetine girmezler.
Avrupa’da yaşayan
Musevilerin istikballeri emniyet altına alınmak ve aleyhlerindeki nazarlar
düzelmek için oradaki Musevi münevverlerinin, mütefekkirlerinin de elbette
yapacağı bir iş vardır. Hiç bir müşkül yoktur ki onun çıkar bir tarafı olmasın,
şimdi onların da tevessül edecekleri mühim yollar vardır.
Meselâ; Alel-ûmum
haksızlıklara karşı beşeriyeti müdafaa için vücude getirilmiş İnsanî birlikler
vardır ve bilhassa bu birliklerden prensiplerini İlâhî iradelerden alanlar
vardır, işte Musevi mütefekkirlerinin bu gibi birliklerde çokça yer almağa
tevessül etmeleri pek faydalı olabilir. Bu iştirak ile orada rey sahibi
olurlar. Onların ki faaliyet sahaları meselâ (Oksford gurubu) gibi bütün bir
dünyadır ve müdafaaya çalıştıkları haklar dahi bütün dünyadaki insanların, din,
mezheb, ırk, renk ayırd etmeksizin her mağdur insanın mukaddes, müsavi
haklarıdır.
Musevilerin de istifade
edeceği yerler bu gibi cereyanlardır. Nitekim bu gurup Allah’ı tanıyan ve
istisnasız Allah kullarına yardım ve hizmeti vazife bilen ve bunu hayatta
doğru, namuskâr hareketiyle, herkese iyilik severliği ile, ve elçi gayretçiliği
ile gösteren her insana, dini, mezhebi ne olursa olsun kendisine aza olmak
hakkını kabul etmiştir.
İşte Hıristiyanlığın hakikî
ruhundan, Hazreti İsâ’nın tealiminden ilham alan ve müessese siyasetlerine
hislerini kaptırmayan böyle guruplar vardır. Ve taassupla, cehaletle ve siyasî
benliklerle mücadele eden yine bu musaffa Hristiyanlardır. Avrupa’da
Amerika’daki Musevilerin istifade edecekleri ve yalnız Allah için yardım
görecekleri varlıklar da evvelâ bunlar olsa gerektir.
Mukaddes kitaplar birbirini
tamamlayan bir kültür. Hazreti İbrahim’in dininde Allah’a iman eden mü’minler
mukaddes kitapların hiç birinden müstağni değildir. Bir ilmin nasıl bir temeli
bir vücudü ve bir de gayesi varsa bu kitaplar da bu safhaları bu esasta ihtiva
eder.
Mü’min; ferdî vazifelerini, aile terbiyesini, cemaat nizamını Musevilikte
öğrenir; cemiyet nizamın;, İçtimaî terbiyeyi ve beşerî ahlâkı kül halinde
Hristiyanlıkta öğrenir. Müslümanlıkta bu öğrendiği şeylerin tatbikatına geçer
işte bu suretle Müslümanlık; beşeriyete dinin İçtimaî hayat devrini açar.
Benî İsrail peygamberlerinin
kitaplarında aile ve cemaat hayatının hiç bir safhası yoktur ki bütün
tafsilâtiyle re’sen veya geçmiş bir vak’aya istinaden izah edilmiş olmasın.
Vak’anın bütün ibret noktaları iyi fena tarafları onda aydınlatılmasın.
İncili şerifte de hiç bir
ahlâk kaidesi yoktur ki onu azamî haddinde talep ve bütün incelikleriyle
misalleriyle onu izah etmesin.
Kur’an-ı Kerim’; bütün bu
tafsillerle izahlarla misalli usuller, le Allah’ın beşeriyetten istediği o
şeylerin hülâsasından, vecize halinde kısa kısa cümlelerle işaret edilmiş
muhtırasından ibarettir. Zira bu kitap, evvelki kitapları okumuş, öğrenmiş
sayılan bir beşeriyete hitap etmiştir. İzahı, tefsiri, metodu talimi
evvelkilerindedir. Meselâ, Musevi mukaddes kitabı ve onu esasta tasdik ve takib
eden Hıristiyanlık kitabı: Evvelâ bütün bir ruhî, kalbı, fikrî varlık
kuvvetiyle Allah’ı sevmeği emreder. Ve mukabilinde de Allah’ın sevgisini
müjdeleyip vaadeder. Kur'anı Kerim’de ise bu vaadin neticesi tezahür ve
tahakkuk eder. Yani Kur'anı Kerim mü'mini; Allah’ı sevmeği öğrenmiş sayar ve
artık hep seven Allah’tan ve Allah’ın mü’inlere olan sevgisinden bahseder.
Meselâ: “(Allah’) mağfiret edicidir ve sevicidir” der.
Beşer, kendi nesilleri
devrince evvelâ Musevi mukaddes kitaplarını, sonra Hristiyan mukaddes kitabını
daha sonra Kur’an-ı Kerim’i okumuştur. Fakat bu o demek değildir ki madem ki
evvelki kitapları evvelki nesiller okumuştur, yeni nesiller Kur’an-ı Kerim’den
başka kitap okumasın.
Kitaptan maksut ikidir. Biri
ahkâmına tebeiyet diğeri muhteviyatından istifadedir ki burada mevuzu-bahs olan
ilimdir; çünkü fertler, her nesilde evvelki nesillerin hayatını kendi
yaşlarında geçirmektedirler. Nasıl bir mektepli kendi tahsil hayatında mektebin
kendi yaşına mahsus her devresini okumak mecburiyetinde ise Kur’an-ı Kerim’den sonra
gelen nesiller dahi kül halinde bu mukaddes kitapların hepsini okumak ve ancak
ondan sonra din âlimi, din muallimi, din vaizi olmak ihtiyacındadırlar. Bu
böyle olmadıkça dünyada din ve mezheb saliklerinin görüş zaviyeleri birleşemez.
Muhtelif görüş farkları muhtelif nokta-i nazarlar mükemmel bir noktada
toplanamaz. Hepsi bir taraflı, yarım kalır, başkalarını kendinden farklı görür.
Kendimi misal getireyim. Eğer mukaddes kitapların hepsini okumamış olaydım ve
Kur’an-ı Kerim’in (kitaplar ve Peygamberler arasını ayırmamak) hususundaki
emrine gözümü, gönlümü uydurmayaydım ne bu yazıları Allah için tarafsız
yazabilirdim ne de yazıların umumî bir alâka uyandırır ve herkes için faydab
olurdu.
Kur'anı Kerim’den:
(13 Ra’d 39): “Her zaman
için bir kitap vardır.”
(2 Bakara 106): “Biz bir
âyeti; ondan daha hayırlısını ve yahut onun mislini göndermedikçe neshetmeyiz.
Veya unutturmayız."
(6 En’am 161): “De ki, beni Rabbım doğru yola
hidayet buyurdu ve kuvvetli ve sabit dine nail eyledi ki o; hakka yakın ve
batıldan uzak olan İbrahim’in dinidir
(42 Şurâ 13): “Allah size
dinden Nuh’a tavsiye eylediği şey’i şeriat kıldı. Ya Muhammed, sana vahi
eylediğimiz ve onunla İbrahim ve Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimiz, dinin
ahkâmını tamamıyla yerine getiriniz ve onda tefrikaya düşmeyinizdir. (Bunu size
emir ve şeriat kıldı.)
(2 Bakara 285): “Resul ve
mü’minler o Resule Rabbından nazil olan şeye (Kuranı Kerim’e) iman ettiler.
Bunlardan her biri Allah’a ve meleklerine ve hitanlarına ve Peygamberlerine
iman eylediler. Resullerinden hiç birinin arasını ayırt etmeyiz. Yarabbi emir
ve nehyini işittik ve itaat ettik. Senden gufran isteriz, nihayet varacağımız
ve merdimiz sanadır dediler
Musevi mukaddes kitapları;
beşeriyetin bir tekâmül devrine kavuşacağını müjdeliyor. Ve o devrin vasfı
olarak insanların Allah’ın hükümranlığı altında bir tek millet halinde
birleşeceğini söylüyor. O
devrin faydalarıNI da överek artık harp olmayacak, harp âletleri ziraat
aletleri haline inkılâb edecek diyor. Bundanda anlaşılıyor ki harp bir afettir.
Mütekâmil olmıyan insanların İhtiraslarından doğar ve kendinden farzetmediği
diğer (insanlara husumet halinde tezahür eder. Ve harpler hem bir felâketle hem
de yeni felâketleri hazırlayacak hislerle neticelenirler.
Beşeriyeti bölen, husumet
cephelerine ayıran siyasî telkinler olmasa harp olmaz, siyasî ihtiraslar
telkinleriyle gafil avlayacak kitle bulmasa harp olmaz. Muharrikler insanların
cehaletinden, gafletinden, kemalsizliğinden istifade edemese harp olmaz, yâni
insanlar rüştlerine ermiş, milletler hürriyetlerine sahip olsalar harp olmaz.
Zira bir akailiyetin saltanatı veya kazancı için bir ekseriyet harap ve feda
olamaz. Bilâkis her millet başkalarını kendi gibi tutar ki bu halde de ne
harbe, ne yağmaya, tahribe vesile kalmaz ve insanlar yekdiğerine muhabbet
izharına meydan, bulur, tesanüt halinde yaşar lâyık olduğu hayatı ve mertebeyi
elde eder.
Her ümmetin hedefi tekâmüle
ermek ve mütekâmil bir cemiyette yer almaktır. Mukaddes kitaplardan aldığımız
emir ve fikir budur.
Museviler ilk Musevilerin
yaşadığı devrin hayatını yaşamak ve etraflarındaki insanları dört bin sene
evvelki halde iptidaî, putperest farzetmek isterlerse elbette yanılırlar. Tekâmülün
seyir hakkını vermiş olmazlar. Bu halde de hem ferdiyetçilikten ve
muhafazakârlıktan kurtulamazlar hem de muhitleriyle samimileşemezler,
anlaşamazlar, sevişemezler, Hıristiyanlar için de bu böyledir. Hıristiyanların
dahi Roma ve Bizans imparatorlukları gibi putperest, müstebit idareler altında
takındıkları muhafazakâr ve çekingen hali daima muhafazayı düşünenleri ve
kendilerinden maadasını dalalette ve cezaya lâyık görenleri hayatın İçtimaî
hakkını vermiş olmazlar. Onların vazifeleri de her yerde insanlık hakları
tanıysa idarelere malik olmak halk hâkimiyetine mutlak surette istinat eden
hakikî demokrasiler kurmak suretiyle Allah’ın melekûtuna zemini hazırlamaktır.
Yalnız günlük dualarda melekûtu dilemekle değil bunun fiilî işçiliğine koyulmak
lâzımdır. Nitekim bu demokrasi devrini yani Allah’ın melekûtuna zemini
hazırlamak işçiliği devrini Allah Kur’an-ı Kerim’le dünyaya açmıştır. Ve dikkat edilirse görülür ki Avrupa’da ve bilâhare Amerika’da insanlık
haklarının temini, ve demokrasi faaliyeti İslamiyet’in zuhurundan sonra
başlamıştır, şimdi bugün Musevi’,
Hıristiyan fert ve zümre olarak kimler bu insanlık haklarını yaşıyor ve
yaşatıyorlarsa onlar İslâm devrinin hakkını veriyorlar, bu hakkın ehli olarak
cemiyette yer alıyorlar, Hıristiyanlığın dindeki nazarî, fikrî hazırlık devrini
fiilî, tatbikî hayat devrine kalbetmiş oluyorlar demektir.
Allah’a iman etmiş bütün
mü’minler; yâni ayrı isimlerle isimlenmiş dinler ehli; Allah ordusunun cüzü
tamlarıdır.
Mezhepler; bu cüz’ü tamların
ileri vazifeler almış kademeleridir. Her mü’min Allah’ın asker’dir. Çünkü
Allah’ın işçisidir.
“ALLAH’IN İŞÇİ ORDUSU”
Kur’an-ı
Kerim’e göre:
(58 Mücadele 22): “Allah
onların (mü’minlerin) kalblerinne imanı yazmış ve onları Allah tarafından bir
ruh ile teyit etmiştir. Onları ebedî kalmak üzere ağaçları altından nehirler
akan cennetlere ithal eder. Allah onlardan ve onlar da Allah’tan razı olurlar.
Onlar Allah’ın askerleridir. Agâh olun ki, Allah’ın askerleri fevziifelâha
erenlerdir.
(61 . Saf 14): “Ey Mü’minler
Allah’ın yardımcıları olunuz.”
(9 . Töbe . 72): “Erkek
ve kadın mü'minler birbirinin dostu ve velisidir, iyiliği emrederler ve
fenalıklardan sakındırırlar.”
İncili
şerife göre:
{Yuhanna 14 10): “Ben
size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemem, ancak bende duran baba
(Ruhulkuddus) kendi işlerini yapar.”
(Yuhanna 14 12): “Bana
iman eden yaptığım işleri yapacaktır.”
(Filipinlilere 2 13): “Çünkü
kendi rızası için sizde hem istemeği' hem işlemeği âmil olan Allah’tır.”
(Korintoslulara 12 4): “ve
mevhibelerin çeşitleri var, fakat aynı ruhtur. (5) ve hizmetlerin çeşitleri
var, ve aynı rabdır. (6) ve işlerin çeşitleri var, fakat hepsinde her
şeyi işleyen aynı Allah’tır.”
(1 . Petros 4 10): “Her
biri nasıl mevhibe aldı ise birbirinize, Allah’ın çeşit çeşit inayetinin iyi
kâhyaları gibi o mevhibe ile hizmet edin.”
(Efesoslulara 6 7): “Allah’ın
iradesini' candan yaparak ve insanlara değil, Rabba oluyor gibi iyi niyetle
hizmet ederek ve gerek kul, gerek hür, herkesin her ne iyilik yaparsa, Rab
tarafından onu geri alacağım bilerek... (hizmet edin)”.
(2 Korintoslulara 11 12):
“hakkınızda Allah’ın gayreti ile gayretliyim”.
(1 Korindoslulara 8 . 4):
“Ve birden başka Allah yoktur.”
(1 Korindoslulara 10 26): “çünkü
dünya ve onda olanların hepsi rabbındır.”
(1 . Korintoslulara -3 -6):
“Ben diktim, Apollos suladı, fakat Allah büyüttü).
(7)Böylece, ne diken, ne
de sulayan bir şey değildir.
(8) Ancak büyüten Allah’.
(1 Korindoslulara .3-9): “çünkü
Allah’ın iş arkadaşlarıyız”.
İmandan maksat vazife kabul
etmektir. Ve bu vazifenin şümulü hudutsuzdur. Bütün dünya bir Allah’ın bir
parçadan ibaret mülküdür, ve bu toprağın üzerindeki her mümin; Allah’ın emri
altındaki bir tek ordunun uzuvları, cüzüleridir. Kral orduları birbirleriyle
boğuşabilirler. Fakat Allah’ın karşısında başka varlık yoktur ki mü’minler
birbiriyle boğuşsunlar, Allah ordusunun vazifesi, kral ordularının aralarında
sulh ve emniyeti tesis etmek, her hususiyetin üzerinden umumî bir nazarla ve
İlâhî bir gayretle Allah’ın dünya evinin nizamı», emniyetini, salâhını muhafaza
ve müdafaa etmektir. Allah’ın işini; Allah’ın mülkünde tam bir birlik içinde
görmektir.
Şimdi bu esas fikre göre bu
tek orduda birer kısım vücude getiren (Musevilik veya Hristiyanlık veya
Müslümanlık âleminin başlıca dikkat edeceği şey; birbirine zıd ve aykırı
hareket etmemek, birbirinin yolunu kesmemek ve bilâkis birbirine dayanarak ve
birbirinden kuvvet alarak Allah’ın tayin ettiği rıza hedefine dosdoğru
yürümektir. Zira dünya müşterek sahadır ve Allah’ın bütün mü’minlere gösterdiği
hedef; müşterek ve müttehittir. Allah’tan gelen emirler müttehit ordu akşamının
muhtelif sahalarda, muhtelif sahalarda muhtelif kademelerdeki işlerini tanzim
etmiştir. Vazife; hareket noktasından itibaren sadakatle müşterek he-defe
doğrulmak ve Allah’ın takdirine lâyık bir gayretle fazilet ve iyilik yoIlarında
yarışmaktır. Fakat maalesef, insanlar
şerde yarışa meylettiler, hedeflerini kaybettiler, biribirinin yollarını
kestiler. Yürümüyorlar, boğuşuyorlar.
Dinler birleşir mi? Ayrılmaz ki birleşsin, ayrılınca çatışır, bir ordunun
muhtelif isim alan cüz-ü tamlarının isim farkı onun ayrılığı, gayrılığı fikrini
vermez ki, dinde versin, bir ailenin üç çocuğu olur, iş
taksimi ile bu üç çocuk bir tek çocuktan daha mükemmel aile işine yarar. Üç
çocuğun vücutte değil fikirde, emelde, işte birliği aranır.
Şimdi bir cüz-ü tamm efradı
değişebilir, fakat o cüzün aldığı vazife devam eder. Museviler kalkabilir fakat
Musevilik kalkamaz, çünkü dinin temelini kuran Musevilik ferd ve aile ruhu için
en metodlu en geniş terbiye devresini yaşatır ve bunu Musevi mukaddes kitapları
talim ve temin eder.
MUSEVİLERE
FENA GÖZLE BAKANLARA BİR KAÇ SÖZ
Umumi bir Miisevi düşmanlığı
güdenler haksızdırlar. Yanılıyorlar. Zira: Müsevilik; Allah’ın dini bakımından
dinin kıdemli bir kısmı, insanlık bakımından da Museviler; beşeriyetin yetişkin
bir uzvudur.
Museviler; Allah’ı her
kavimden evvel tanımış ve ona hizmete başlamış Allah kapısının emekdar
kullarıdır. Allah için onların bu yüzden itibara istihkakları da vardır, ilim
ve teknik ihtisaslarile beşeriyete ifa ettikleri hizmetlerin de kıymet ölçüsü,
sayıca nüfus azlıklarına nisbetle mühimdir. Bütün dünyada insanlığa ilk mekteb
vazifesini gören (Franmasonluk) gibi teşebbüsleri; sosyal fikir hayatındaki
hizmetlerinin mühim bir misalidir.
Şimdi, birkaç Musevi’nin
hareketi fena olabilir. Fakat bütün bir Musevilik fena olamaz, zira bir insanın
fena olmasıyla bütün bir insanlığın fenalığına hüküm edilemez. Bir cemaatin bir
kısmı fenalık işlemekle bütün bir cemaat hayat hakkından mahrum edilemez. Bir
insanın fili muhazeye layık olabilir fakat taşıdığı din ırk yani insanlık
hüviyeti mukeddestir. Hakir olamaz, çünkü AIlah’ındır. Ona tecavüz edilemez.
Tecavüz edenler gaflet ederler. Musevi’ye değil Allah hukukuna tecavüz etmiş
olurlar. Musevi’yi ve Museviliği yaradan,
yaşatan, Allah’tır. Hıristiyanların mutaassıpları veyahut din mefhumu ile
alâkasız politika, menfaat adamları, egoizma sevkile Musevi’ye saldırmış
olabilirler. Fakat Hristiyanlık buna
müsait değildir, Hristiyanlık dinliye değil dinsize, ahlâkî kayıtlarlardan
mahrum başıboşlara bile hayat hakkı kabul ve onların da insanlık hüviyetine
hürmet eder: İşte misalleri:
İncili şeriften:
(Luka 6 35 ve 36): “fakat düşmanlarınızı sevin, onlara iyilik
edin, ve asla ümitsiz olmıyarak ödünç verin. Ecriniz büyük olacaktır. Ve siz,
Müteâlin oğulları olacaksınız, çünkü o ; nankörlere ve fenalara karşı nimet
vericidir. Babanız nasıl merhametli ise sizde merhametli olun.” ibret ve
tahzir kısmı:
(Luka 6.37 ve 38):
Hükmetmeyin
size de hükmolunmayacaktır. Mahkûm etmeyin siz de mahkûm olmayacaksınız. Af
edin, siz de af olunacaksınız. Verin, size de verilecektir. Sizin kucağınıza
güzelce basılmış. Ve silkelenmiş taşkın, iyi, ölçek verilecek, zira hangi
ölçekle ölçerseniz, o ölçekle size ölçülecektir.”
(Matta 5 45): “O; güneşini fenaların ve iyilerin üzerine
doğdurur. Ve salihler ile fasıkların üzerine yağmur yağdırır.” (Romalılara
14 10): “Fakat sen niçin kardeşine
hükmediyorsun. Ve yahut sen niçin kardeşini ho? görüyorsun. Çünkü hepimiz
Allah’ın hüküm kürsüsü önünde duracağız.”
( 1 Koristoslulara 10 31
32): “Her şeyi Allah’ın izzeti için
yapın, gerek Yahudilere, gerek Yunanlılara, ve gerek Allah’ın kilisesine tökez
olmayın.”
(1 Petaros . 2 17): “Bütün insanlara hürmet edin.”
(Yuhanna 12 47): “Dünyaya
hükmetmeğe gelmedim kurtarmağa geldim.”
(Matta 15 24): “Ben
Israil evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim.”
(Luka -19.9 ve 10): “Bu
gün bu eve kurtuluş erdi, çünkü o da İbrâhîm oğludur. Zira insanoğlu; kaybolmuş
olanı aramağa ve kurtarmağa geldi.”
Din;
Din; fenalığa fenalıkla
mukabeleye müsaade etmez. Bir adamın veya bir zümrenin fenalığı karşı tarafa
fenalığı, mübah ve meşru kılmaz.
(1 Petros -3.9): “Kötülüğe karşı kötülükle yahut hakarete
karşı hakaretle ödemeyerek fakat bilâkis hayır dua edin.’”
(Romalılara 12 17): “Kimseye kötülüğe karşı kötülük et. meyin.
Bütün insanlar nazarında iyi şeylere dikkat edin.”
(1 Petros 3 11): “Ve şerden sakınsın ve iyilik yapsın.»
(Romalılara 12 . 19): “Ey sevgililer kendiniz için intikam
almayın. Fakat Allah’ın gazebine yer verin.”
(Romalılara 12 21): “Kötülüğe yenilme. Fakat kötülüğü iyilikle
yen.”
Şimdi:
Her fenalığı yalnız
başkalarına isnat eden insan kendisini terbriye edemez. O fenalığın gerek
zuhurunda gerek devamındaki alâkalardan, tesirlerinden mütevellit
mesuliyetlerden kurtulamaz. Zira fenaların fenalığa düşmelerinde muhtelif
sebeplerle başkalarının da hissesi vardır. Fenalık fenalığı doğurur iyilik
iyiliği, ameller ekseriyetle aynı cinsten amellerin aksülâmelleridir. Ne
ekilirse o biçilir, zayıf kedi bile tazyik karşısında arslana saldırır.
“İğbirar
[Gücenmek] sebepleri”
Bazı
Hristiyanlarda şurada burada tezahür eden Musevi düşmanlığının, sebepleri
nelerdir.
Bunları umumi bir nazarla gözden geçirelim:
1-Haset safhası:
a-Museviler göze batacak
kadar çok mu kazanıyorlar?
Fakat bu; fena değil, iyi
bir örnek olmak gerektir.
Zira hayatta gaye çok
çalışmak, iyi çalışmak, nihayet çok kazanarak, hem kendinin hem mensup olduğu
cemiyetin refahını arttırmaktır.
b-Musevi’yi çok çalıştıran,
çok kazandıran saik nedir?
Onun her hareketi düşünerek,
anlayarak, akılla, hesapla yapmasıdır.
Sebebi; onun kimsesizliği,
arkasızlığıdır.
Musevi gibi çalışmayanların
bataatine veya itidalsizliğine ve ihtiyatsızlığına sebep olan saik de onların
kendi sa’ylerinden başka kuvvetlere güvenmeleri ve gevşemeleridir.
Musevi için yalnız kendi
vardır. Ne bekleyecekse kendinden bekleyecektir.
Başkaları için kendinden
başka şeyler de vardır. Çünkü ayrıca dayandığı bir kuvvet vardır. Önün için
aklın, hikmetin icaplarından ziyade kuvvete yer ayırırsa da gevşek davranır,
kazanç kanunlarının şartlarını tamamen umurlamaz.
2-Musevi’ye rakabet mi edilmiyor?
Bu da tabiidir. Zira rakabet
için evvelâ birinci maddedeki şartlara uymak ve ucuz satmak lâzım. Satışı
herkesin menfaatine uyacak şartlarla ayarlamak lâzım, bir malı her şeyden evvel
ucuza mal etmek ve ciro fazlalığından kazanmak lâzım. Bunda muvaffak olmak için
ise tedbirli, dirayetli yürümek lâzım. Musevi aklın, hesabın icaplarından hiç
bir şeyi ihmal etmez iken, ihmal edenler nasıl rekabet edebilirler. Onlar ki
ticarette bile tahakküm zihniyetinden kendilerini alıkoymayacak kadar benliğe,
gurura saplanmışlardır. Musevilerle nasıl yarışa çıkarlar.
Musevi’nin yüzünü görmek
istemeyecek kadar onu kıskanan veya ona kızanlar bile zaman oluyor ki ister
istemez onunla alış veriş ediyorlar. Onlar da akılla, hesapla hareket etseler,
bıkmadan, yorulmadan çalışsalar, iktisadi hayatın her şartına riayet etseler,
hiç birine karşı ihmal göstermeseler başkalarını kıskanacak halden kurtulurlar.
Şimdi şu ileri hamlelerde
başkaları mı Musevi’ye uymalı, Musevi mi başkalarına?
Her halde cemiyetin
menfaati; aklın, ilmin icaplarına uymaktadır.
3-Musevi’ye ahlâkça bir töhmet mi
yüklemek, ona hilekâr mı demek isterler?
Eğer bu böyle ise, yani
Museviler egoistlik ve ondan doğan fena huylarla malûl ise bilinmelidir ki
bunda Musevilerin maruz kaldığı keyfî muamelenin, korkunç icraatın ve netice
itibariyle, adaletsizliklerin, haksızlıkların, müsavatsızlıkların tesiri de
vardır. Şimdi, bir kavimi baştan aşağı kötülemeden evvel, onu o kötülüğe
düşüren sebepleri aramak ve neticedeki mesuliyeti paylaşmak gerektir.
Düzelmeyecek hiç bir kötülük yoktur. Elverir ki onu islâh için iyi niyet mevcut
olsun, öldürmekten daha külfetli bir iş olan kurtarıcılık ruhunu insan;
yüreğinde duyacak kadar imanlı ve gayretli olsun.
Her zayıf kimse; keyfî
kuvvet, şiddet karşısında kalınca, insanlık haklarına dayanarak kendini
müdafaadan âciz görünce hayatını kurtarmak için artık türlü çarelere başvurur,
kendini, kendi başına düşünmeğe koyulur kuvvetsizliğini hud’a ile telâfi etmeği
düşünür; böylesi artık kendinden başkasına karşı itimatsızdır; çekingendir,
vehim derecesinde artık ürkektir. İşte bu ruh haletinin âsap ve ahlâk üzerinde
derece derece derin tesirleri vardır. Bu endişelerle Museviler herkesten ziyade
memleket kanunlarına riayetle başlarına bir gaile celbinden sakınmak
istemelerine rağmen sırf kendi hesaplarına hareket zorunda kaldıkları için
gaileden kaçınamazlar, cemiyetin mütekabil âhengine hissin uyamazlar. Araları
cemiyetle açılır, ve üzerlerine husumet teveccüh eder. Şimdi Museviyi hususî ve
fena yollara saptıran saik; ekseriyetin Musevi’yi kendinden ayırması olduğu
gibi, ekseriyetin Musevi aleyhine hareketine sebep olan saik de Musevi’nin
binnetice başkalarını kendinden ayırmasıdır. Binaenaleyh ekseriyet Musevi
hakkındaki hissini fikrini düzeltmedikçe Musevi düzelemez. Zira Musevi o yüzden
bu vadiye düşmüştür. Musevi’yi umumî yollardan sap. tiran fikre tecavüzden
ziyade müdafaa fikri hâkim denebilir. Mevzuu bahs olan esas; bir milletin hayat
ve hayat hakkının asırlarca tehdit altında bulunması ve Musevi nesillerinin
asırlarca bu tehdit ve endişe zihniyeti altında yetişmiş olmasıdır.
4-Dinî bir gayretle mi Musevi’ye
buğzediliyor?
Hele bu hareket hepsinden
yanlış ve hakikatte din ruhuna mugayirdir. Zira din; Allah Nizamıdır.. Bu nizam
ayırmaz bitiştirir. Yıkmaz ıslah eder. Çünkü merhameti, şefkati, diğerkâmlığı,
kardeşliği, kurtarıcılığı ve kayıtsız şartsız yardımı, muhabbeti emreder.
Hangi dinde düşmanlığa
intikama yer vardır.
Gerek Tevrat, gerek İncil, gerek Kur’an Musevileri muahaze eden kısımları
ihtiva eder.
Fakat gayeleri; Museviliği mahvetmek, Hazreti Musa ümmetini insanlar arasında
hakir bir zümre olarak ayırmak değil, onları ikaz ve ıslahtır. Mukaddes
kitaplar, Musevilerin kabahatlerini sayarlar; bunu saymakla evvelâ Musevileri.
ondan vazgeçirmek saniyen de örnek göstererek yem mü’minleri, yani
Hıristiyanları veya Müslümanları o fena işlerden, fena fikir ve âdetlerden
tahzir etmek sakındırmak murat ederler.
Zira apaçık yine bu mukaddes
kitaplardır ki Musevilerin Allahın has kavmi, mümtaz kulları olduğunu
söylerler. Allah onlara:
(Ben sizin babanız olacağım
ve sizler benim evlâtlarım olacaksınız) buyurur. Sonra nasıl gaflet edip de din
ve iman namına bugün Musevilere düşmanlık gösterilebilir.
Her şeyden sarfınazar yalnız
Allah’ın bu bir âyetlik teveccühü, bir anlık iltifatı, Museviliğin ebediyen
hürmetle anılmasına kifayet eder. Allah hakkını, Allah hatırını her mülâhazanın
üstünde tutanlar için bu böyledir. Bu takdirde Musevilere zulmetmek, haksızlık
etmek, onlara hayat hakkını esirgemek nasıl olur?
O Allah ki putperestlere
bile zulme, haksızlığa, fenalığa müsaade etmemiş, ve hiç kimseden hayat
hakkını, müsavi insanlık haklarını esirgememiştir.
Bir insanın bir zümrenin
ef’ali tenkit edilebilir. Bu ef’al; kötü vasıfları dolayısıyla, Allah’ın
iradelerine, insanlığın müşterek menfaatlerine uymadığı takdirde tenkit ve
muahazeye lâyık olabilir, Fakat insan, hüviyeti dolayısıyla tahkir olunamaz.
Nitekim Hazreti İsa; Musevi ileri gelenlerinden, Musevilerin önderliğini
yapanlardan şahsî menfaat fikti ile hareket edenlerinin fena hareketlerini
tenkit etmiştir. Ve onları bir bir sayıp dökmüştür. Fakat bununla kastettiği
şey ıslahtır. Museviliği tahkir değildir. Hiç bir hükmü ile ne Museviliği ne de
bütün bir cemaati mahkûm etmiş değildir.
Hazreti İsâ için Musevilik
ve Musevi nasıl fena olabilir ki kendi de Musevi idi ve Museviliği kurtarmak,
yükseltmek için gelniş idi. Onun mübarek vücudunda Hazreti İbrahim’in asil kanı
dolaşıyordu. Etrafına toplamak istediği de İbrahim’in nesli idi. Getirdiği
salâh fikrine bütün beşeriyeti toplamak için zaman ve beşerin fikrî seviyesi
henüz müsait değildi. Fikri telkin etti fakat fiiliyatını sonrakilere bıraktı.
MUSEVİLERİN HATALARI
Hazreti Musa’nın irtihaliyle onun boşluğunu kendi hesaplarına istismar
etmek fikrine düşen politikacılar peyda oldu. Beni Israil’e bir Kral tayin
ettirmek ve kralın etrafını alarak kendi bünyelerinde Beni Israil’e saltanat
etmek ve bu milleti kendi hesaplarına istismar etmek hırsına düştüler, ve bunu;
yüzlerini kızartarak asıl hakiki hükümdar olan Allah’tan istediler. Çünkü
Allah’ın idaresi sınıfsız bir birlik istiyordu. Ne ferdi ne bir zümrenin
başkalarına tahakkümüne yer vermiyordu, işte mutlak birligi şahsî menfaatlerine
uygun bulamayanlar Beni İsrail namına Kral talebinde bulundular ve Beni
İsrail’in ıstırap devrini açtılar.
Şimdi Musevilerin hataları; daha
çölde iken kendilerine kral istemekle başlar, ve bütün felâketlerin ardı arası
kesilmeksizin taakibine, devamına sebep olur, öyle ki: iki krallığa
bölünmelerine ve büyük kısmının bir krallıkla tamamen putperestliğe
dönmelerine, ve putperestlik ananelerine tebiyyetle istibdat ve tahakküm
ğiyasetine emperyalizme, kapitalizme sapmalarına kuvvet ve tahakküm siyasetini
gerek kendi aralarında ve gerek komşularına karşı tatbika kalkışmalarına ve
nihayet mahvolmalarına ve bu günkü hale gelmelerine müncer olur.
Binaenaleyh Musevilerin tarih boyunca hataları pek çoktur. Ve kendi
amellerimin cezasını çekmektedirler. Bütün ıstıraplar İlâhî bir tembihtir.
Fakat Allah Museviliği yok etmek istemiş değildir. Allah’ın muradı tedip ve
ıslahtır. Allah onları yok etmek murat edeydi, bu bir avuçluk millet; çoktan
erimiş bitmişti. Adları, sanları bile
şimdiye kadar unutulmuş gitmişti. Tarihe gömülü böyle ve daha büyük nice
milletler var, Allah’ın Museviliğe gördürecek daha işleri var ki Museviliği
yaşatıyor ve Musevileri tedip ile kendi yoluna sevk etmek istiyor. Fakat bu
hak, tedip hakkı Allah’ındır. İnsanlar; Allah ile milletler arasında tedip
vasıtası, ceza âleti olmağı değil, salâh vasıtası kurtuluş yardımcısı olmağı
dilemelidir. Biz insanlar yalnız şefkat, merhamet unsurları olmağı
düşünmeliyiz. Allah’a müsbet yüzden hizmeti teemmül etmeliyiz. Gazap tarafını
Allah’a bırakmalıyız. Biz herkesin hakkında ancak iyiyi ve iyiliği seçmeliyiz.
Museviler, Allah tarafından tedip edilirken elbet bu çilelerin neticesi ile
bir feci akibete ereceklerdir. Fakat bugün onları tazyik edenlerin de rahatta,
salada olduklarını kim iddia edebilir, koca bir cihan harbi Avrupayı ikinci
defadır ki yakıp kavurmaktadır. Musevi mukaddes kitabındaki bir hakikate göre:
“tahrib eden muhakkak kendi de tahribe
duçar olacaktır. Yani harab eden harab olacaktır. Her kuvvetin üstünde Allah’ın hâkim
kuvveti, her fikir üstünde Allah’ın şaşmaz bir adalete olduğuna inananlar için,
hakikat böyledir. Ve iyiliğe âlet olmaktan başka özenilecek bir sey yoktur.
Hayatta insanların akıbetlerini tanzim eden amelleridir. İyiliğin sonu iyilik,
fenalığın akıbet fenalıktır. İnsanlar hayatta tahakküm davası yerine hak ve
adalet davası güdeydiler, maddî kuvvete dayanacaklarına manevî fazilete
sarılaydılar, Birbirlerini ezeceklerine birbirini koruyaydılar. Ne bir ferdin
ne de bir milletin tarihte hazin bir akıbetine hiç rastlanır mı idi.
(İSTİKBALDEKİ ISALIK VE HAYAT DEVRİ)
İncili Şeriften:
(Yuhanna 12 32): “ve
ben; yerden yükseltilirsem bütün insanları kendime çekeceğim.”
“HAZRETİ İSA’NIN VE İSALIGIN İLK
KARŞILAŞTIĞI , ÖLÜ DEVİR”
İncili Şeriften:
{Matta . 23 37): “(Ey Kudüs şehri!)
Tavuk
piliçlerini kanatları altına topladığı gibi ben senin çocuklarını kaç kere bir
araya toplamak istedim Ve siz istemediniz.
Diğeri:
(Matta 8 20:22): “Tilkilerin inleri ve gök kuşlarının
yuvaları vardır. Fakat insanoğlunun başını yaslayacak yeri yoktur. Şakirtlerden
bir başkası İsa’ya dedi. Yarab bana izin ver, önce gideyim ve babamı (babamın
cenazesini) gömeyim fakat Isa ona dedi benim ardımca gel. Ölüleri bırak kendi
ölülerim gömsünler.
Musevilere, veyahut
Hıristiyan veya katolik olmıyanlar hakkında Avrupada Engizisyon devri ile
başlıyan şiddet politikası; Hıristiyanların hakikatini iyi bilmeyenlerde
taassup, kin vücude getirdi, şiddet politikasını yaşattı. Bu taassupdan
istifade etmek isteyen siyasî müesseseler, bu fena hissi kâh din nâmına kâh
millî menfaat nâmına körükledi. Allah’ın ve Hıristiyanlığın istemediği bir fena
vaziyet hâsıl oldu. Museviler yer yer imha derecesinde bir savlete maruz kaldı.
Tarih boyunca Musevilerin maruz kaldığı bu şiddet; elbet onlarda da karşılık
fena hisler uyandırdı ve canları yandıkça tabiî olarak onlar dahi bu muhalif
hislerine şiddet verdiler. Hıristiyanlar bu menfi mukabeleyi gördükçe
gazaplandı ve şiddeti arttırdı, Museviler de mukabeleyi arttırdılar, mütekabil
ve mütezayit bir şiddetle bu iş bugüne kadar geldi, fakat kendim ne
Musevi’yim ne Hıristiyanım. Her dine hürmetle bakan Müslümamm, bir insan yüreği
taşıyan mü'min fert sıfatiyle ve Allah’ın verdiği insanlık gayretiyle söylemek
isterim ki bu şiddet her yüreği
sızlatacak bir dereceyi bulmuştur. Bu karşılıklı fenalık yarışı artık
karşılıklı bir iyilik yarışına dönmelidir. Fenalık hiç bir tarafa iyilik
getirmez. İyilik te hiç kimseye fenalık getirmez. Allah için diyelim, Hazreti
İsa için diyelim, İncili Şerifin emirleri için diyelim nihayet âmme vicdanı
için diyelim hangi mukaddese esas İçin dersek diyelim, yalnız fenalık yarışının
durmasını temenni edelim, yarışçıların karşılıklı iyiliğe dönmesi için dua
edelim. Bütün bu yazılarım; bu son noktaya dünya dikkatini celbetmek içindir.
Hıristiyanları da, Musevileri de Allah için insanlık hak ve hakikati namına
ikaz içindir. Münazilerin arasına girmek, hali ıslah için bir kaç hak söz
söylemek hakikati bilen her müşahit bitarafın borcudur. Hakikati bilen
bitarafların kayıtsız, alâkasız, veyahut ihtilâflardan memnun görünmeleri,
Allah indinde, vicdan önünde mesuliyeti muciptir. İşte bu yazıları onun için
yazdım. Bilmeyenler varsa hak ve hakikati bildirmiş oldum. Bunu okuyup hakikati
anlıyanlar ve yüreğinde hak ve hakikata hizmet gayreti duyanlar, ıslahçıların
mevcudunu arttırmış olurlar. Bütün dünya işlerinin düzelmesi, hakikat
mikyaslarının bilinmesine bağlıdır. Dünyada herkes mustarip; fakat hakikî
sebeplerini hakkiyle bilmiyor. Herkes iyiliğe talip, fakat onun hakikisi nedir,
nasıl elde edilir, hangi yoldan gidilir, nasıl muhafaza edilir hakkiyle
bilmiyor. İşte ilk iş yazmak konuşmak, hakikate yol açmaktır. Şu anda Allah’ın
Mülkünde nerelerde daha kimler, ne suretle çalışıyorlar bilmiyorum. Fakat bana
bu hissi veren yazdıran Allah her tarafta bu islâh işini tertiplemekte olduğu
kanaatini taşıyorum ve onunla müteselli bulunuyorum.
Bazıları derler ki:
Musevilerin asırlardan beri siyasette tuttukları bir yol vardır ki bu; “kendilerine yabancı bir
kuvvet temsil eden her birlik müessesesini yıkmaktır.” Zira öyle düşünürler ki: “O
müessese; bir gün, bir cemaati, kül halinde bir emirle kendi aleyhlerinde
harekete geçirebilir. Binaenaleyh kendi selâmet ve emniyetleri için bu gibi
müesseseler dünyadan kalkmalıdır..,,
Vakıa böyle yıkılmış veya
nüfuzu zayıflamış müesseseler dahi vardır. Ancak onda Musevilerin tesirini
araştırmak bu yazıların hududu dışında kalır-. Burada düşüneceğimiz nokta
şudur: Kitleleri fikrî ve manevî cephelerini inzibat altında bulunduran
müesseseleri yıkarken onun tehlike umulan cephesinden maada fayda
beklenebilecek cepheleri de yıkılmış olmaz mı, ve bu suretle kitle tutar yeri
kalmamış, inzibatsız ferdlerden mürekkep ve sayısız tehlikeleri taşıyan korkunç
bir şey olmaz mı? Hattâ o yıkılan fikrî ve mânevî müessesenin yerini siyasî ve
her tarafı tehlikeli ideolojiler işgal etmez mi?. O müesseseler yıkıldıktan
sonra Museviler rahatlanmışlar mıdır?. Bilâkis bu son senelerde uzun asırlarca
emsali görülmemiş bir tazyik a uğramamışlar mıdır? Şimdi bugünkü müthiş
felâketleri böyle bir akıbetin neticesi meydana getirmemiş midir?
Musevilerin müşterek
siyasetini sevk ve idare edenlerin tuttukları politikanın temelsiz, istikrarsız
olması, güne göre isikamet alması da Musevilerin bir yerde, bir şeyde
tutunamamalarına sebep olmuştur. Meselâ, dünya politikasında kâh şu, kâh bu
cereyanlara müzaheret eder görünürler, bu suretle hem bir tarafa mal olmazlar,
hem diğer tarafın husumetini kazanırlar, dünyanın bir tarafında bir rejime,
diğer tarafında diğer rejime taraftar olurlar. Bazı yerde sağcı, bazı yerde
solcu olurlar. Bir
bakıma bu; Musevi ferdlerin içtihatlarında serbest hareket etmeleri gibi onlara
bir hak kazandırır. Fakat bunun samimî olması, politika olmaması ve neticesi
millî karakterde fena izler bırakmaması lâzımdır. Akalliyetlerde bunun ahlâkî
zararı büyüktür. Ekseriyet nazarında itibarı düşürür mevcudiyetleri göze çarpan
zümreler güne göre, yerine göre vaziyet alırsa, müsbet bir netice elde edemez.
Bugünü geçirir fakat, yarını daha ziyade müşkilâta düşürür.
Bu yanlış politika son
Filistin muhaciretinde de kendini göstermiştir. Museviler İngilizlerin
kuvvetine dayanarak Araplara sokulmadılar, yanaşmadılar. Yani Filistin’e
zorla yerleşmek istediler. Bu zora müstenit gayri tabiî politika, uzun
sürmez, zorun aksülamelleri onu daima sarsar temel tutturmaz bu; gelici, geçici
şeyler içindir; bir yere temelli yerleşmek istiyenler için temelli bir siyaset
lâzımdır. Aksi hal; bir gün gelir makûs netice verir. Zira bu tutunuş
normal şartlara uygun ve bir sağlam esasa dayalı değildir. Haricî bir kuvvetini
müdahalesiledir. Bu haricî kuvvet yardımını gevşetti mi, veyahut Musevileri
tutacağına Arapları tutmak işine geldi mi, Museviler için yeni felâket başlamış
olur.
Şimdi de gazellerden
öğreniyoruz ki Museviler; Amerikalılara dayanarak Filistin’de İngilizlere karşı
dayatmağı tecrübe ediyorlarmış, İngilizlerin (beyaz kitabına) karşı fiilî
muhalefete geçiyorlar, çarpışmalar başlamış İngiliz polisinden ölenler varmış.
Museviler için bu netice Filistin’deki müşkilâtın katmerleşmesi demek olur.
Amerika’nın bugünkü siyasetinden istifade ile hem Arapların hem İngilizlerin
karşısında cephe almak; bilmem ne derece makul olur. Amerika siyaseti ne dereceye kadar ve ne zamana
kadar Musevileri Araplara ve İngilizlere karşı himaye edebilir. Elbette bir
sonu vardır. Ondan sonra ne olacaktır acaba?. Musevilerin Filistin’deki
vaziyetini evvelkinden daha rahatsız bir hale koymayacak mıdır?. Görülüyor ki
bu politikada istikrar ve istikbal yoktur. İstikrar ve istikbal Musevilerin
doğrudan doğruya Araplarla anlaşmasındadır.
Musevilein işi; her zayıfın,
akalliyetin her yerdeki işi gibi hikmetle, dirayetle, müsalemetle yürütülmek
gerektir. Arabı düşman yaparak değil, dost yaparak ve dünyadaki aleyhtarlarının
kinlerini körükliyerek değil yüreklerini yumuşatarak ve İngilizlerle
Amerikalılar arasında mesele çıkararak değil, İngilizleri rahatsız eden her
meseleyi ortadan kaldırarak bir netice elde etmek mümkündür, istikrarlı bir
politika takip etmek işte budur.
DÜNYA
MUSEVİLERDEN MÜSTAĞNİ MİDİR?
Dünya yer yer fazla insana
ve yer yer olgun iş adamlarına elbette muhtaçtır, dünyayı Musevilere dar
gösteren, başkalarının siyasî ve hususî endişeleridir. Musevi’nin de vazifesi
işte bu endişeleri izale edecek bir ana siyaset takip etmektir.
İnsanların cemiyet teşkil
etmeleri birbirlerine olan, ihtiyaçlarının filî delilidir. Hayat o derece çok
ve çeşitli ihtiyaçla çevrilidir ki insanlar arasında iş bölümü yapılmadıkça bu
işler temin edilmez. Ve işte ehliyetli yetişkin adamlar kullanılmadıkça işler
iyi ve çabuk yürümez, ve hayatın hedef tuttuğu refaha kolay varılmaz. Yalnız
ferdler arasında iş birliği değil hattâ milletler arasında bile iş birliği için
dünya, anlaşmalara, federasyonlara doğru hızla gitmektedir. Büyük semereler
için iş hacmini büyütmek, iş ortağını çoğaltmak fikri ön plânda yol alıyor.
Zira insan maddeleşdikçe ihtiyaçları çoğalıyor, tehditler, kayıtlar, onun
serbest çalışmasına, iyi randıman almasına mâni olduğu gibi, müteferrik,
âhenksiz çalışmak da iş hacminin ve randımanın küçülmesine sebep oluyor.
Nitekim, bugünkü (ikinci) cihan harbinin sulh ideali dünya iş birliğine ve, hiç
değilse kıtalar iş birliği fikrine dayanmıyor mu?. Ve bu; hayattan alınan
tecrübelerin, acı intibahların bir neticesi telâkki edilmiyor mu?.
Şimdi dünya insandan ve
bilhassa olgun bir zümre olan Musevilerin iş ortaklığından müstağni değildir.
Ve iş büyüdükçe teşkilâtçı kafalara, tecrübeli adamlara da ihtiyaç o kadar
çoktur. Dünyada herkesi barındıracak, herkesi çalıştıracak yer vardır. Elverir
ki herkeste niyet bir ve halis olsun. Mütekabil emniyet hâsıl ol sun. Fikirler
anlaşsın. Yürekler bitişsin, kinler sönsün hayata mütekabil menfaatler hâkim
olsun. Bütün insan, enerjisi müşterek menfaate sarf olunsun. En büyük ihtiyaç
bunadır. Her ihtiyacın başı, emniyet ve muhabbet, her iyi işin de muharriki,
anlayış ve inanla vazife hissidir. Teknik de, teşkilât da, tertibat ta sonra
gelir.
Şimdi yetişkin birer iş
unsuru, olan Musevileri hayattan tecrit etmek, hayatı sarsmak geriye almak
demektir. Zira bugünkü medeniyette onların maddî manevî bir sermayesi vardır.
Her hangi şahsî ve hususî hisse kapılarak onları yok etmeğe kalkmak, onları
hayat hakkından mahrum etmek yalnız medeniyete bir darbe olmaz, Allah’ın öz
malı olan bir kısım insana fenalık olur. Ekseriyete İlâhî bir vedia ve emanet
olan bir kısım ekalliyete hıyanet olur, insanlık ailesinin aramızdaki bir takım
çocuklarını imha ne. tice itibariyle Allah’a karşı bir hareket olur.
Dünya Allah’ın mülküdür.
Üstündekiler onun ailesi efradıdır. Vazifemiz; Allah’ın evinde, Allah’ın nizamı
içinde yaşamak, Allah’ın mülkünü imar etmek, yeryüzünü Allah’ın nazarına lâyık
güzel bir hale getirmektir. Bu yeri harabeye çevirmek, aile efradını kırıp geçirmek,
sahayı yangın yerine çevirmek maktullerle örtmek, kökleri iniltilerle doldurmak
iş değildir. Allah’a gösterilecek levha bu değildir. Allah’ın insandan
beklediği Kemalin semeresi bu değildir. Kemal, içte, dışta her cephede, her
şubede güzellik, erginliktir. Her işte ustalıktır.
Dünya işlerinin güzelliği
işçilerin ustalığı, ve usta işçilerin çokluğu ile mütenasiptir, işte Museviler
bu zümre işçilerdendir. Yeniden, usta işçi yetiştirmek fikri; eldeki ustaları
yok etmeğe cevaz vermez. O yokluk öyle bir zarardır ki doğrudan doğruya
beşeriyetin müşterek malı olan esas sermayeye tesir eder. Her yeni gelen;
hayatta kendi yerini alır, gidenin yerini doldurmaz, şimdi zarar esasa taallûk
eder. Telâfi edilmez. Musevi meselesini her hangi bir memleket meselesi diye
değil, bir dünya meselesi diye mütalea etmek ve onu insanlık ailesi işi diye
ele almak lâzımdır. İnsanlık buna alâkasız kalamaz, seyirci., duramaz. Bir
insan göğsü bazıları tarafından nişan tahtası olarak kullanılırsa buna karşı
herkes omuz silkemez. Aksi halde dünya ıstırabtan kurtulamaz. Zira kuvvetlinin
zayıfa olan keyfî muamelesi böylece devam edip giderse bu felâketten hiç bir
millet masun kalamaz. Bugün Musevinin düştüğü vaziyete, yarın başkası, sonra
daha başkaları düşebilir, kuvvet, sıhhat hiç bir millete ebedî olarak mal
olmaz.
Museviler yok edilmekle
Musevilerden korkulan şey dünyadan kalkmaz, o vasıfları taşıyanların yeri boş
kalmaz, onların yeri, ne göze batacak başkaları peyda olur. Bu sefer de onların
vücudü şahsî menfaatlerle çarpışır, zira her şey nisbîdir. insanlar hased
ettiklerini, rekabet edemediklerini ortadan kaldırmağa kalkmakla bu işin sonu
gelmez. Hayat terakkiyi teşvik edip duruyor. Ona uymak insiyakında bulunanlar;
daima ileriye atılmağa, koşmağa mecburdurlar. Geriye gidilemez ki, geride
birlik yapılarak hased ve rekabet kalksın. Bunun doğrusu Musevileri kaldırmak
değil bütün insanları Musevilerin olgunluğuna eriştirmek suretiyle hem
Musevileri olgun bir çerçeve içine alarak onun zararlı tarafından insanları
kurtarmak, hem de Museviliğin faydalı taraflarını cemiyete mal edip Musevilerle
müvazene vücude getirmektir. Ne. tice itibariyle insanları Musevi’den
korkmayacak bir hale getirmek ve Musevileri de başkalarını korkutamayacak bir
hale koymaktır. Marifet budur. Ekseriyetleri akalliyetlere ve akalliyetleri
ekseriyetlere samimî ve hayırlı kılmaktır. Musevileri, zararsız, başkalarını
Musevi kadar işe yarar hale getirerek meydanı Musevilerin hususî menfaatlerine
boş bırakmamak, insanları hususî menfaatlere kapılacak imkânlardan kurtarmak,
Musevilerle birlikte bütün insanları müşterek menfaate mütekabilen ve
mütesaniden hizmet edecek, faydalı olacak hale koymakta'.
İnsan; cemiyette yer almak
ve yer bulmak için doğar.
Yer almak; vazife almak, yer
bulmak müşterek vazifenin neticelerinden faydalanmak, olduğuna göre Museviler
cemiyette bu vazifeyi başka mü'min zümrelerden evvel almış ve binlerce sene
evvel bu işe başlamıştır. Sonraları vazifesini unuttukça yerini kaybetmeğe
başlamıştır. Ve yerinin sarsılmasından hâsıl olan ıstırap onu tekrar vazifesine
otomatik tarzda sarılmağa mecbur etmiştir. Ve bu gün bu zaruret son haddini
bulmuştur.
Fakat bu; o demek değildir
ki, vazife almayan milletlere, yer verilmeyecektir.
Hayır; bir insana veya bir
millete cemiyette hayat hakkı vermek veya onu hukuk harici kılmak insanların
hakkı değildir. Bu Allah’ın mukaddes hakları cümlesindendir. Cemiyet;
Allah’ın ailesi demektir. İnsan; Allah’ın malıdır. Allah’ın malına kimse
tasarruf edemez ve Allah’ın aile nizamını kimse bozamaz ki bu hak ve nizama
Museviler namına tecavüz edilsin.
Cemiyetten nefret eden,
ürküp kaçan, ve her şeyini kaçıran insan olduğu gibi cemiyete sokulan, cemiyete
koşan ve her şeyini cemiyete seve seve vakıf ve feda eden insan da vardır. Bu
zıd tezahürleri insanların tabiatlarında aramaktan evvel cemiyet nizamının
cazibesinde aramalıdır. Hak ve adaletin yaşadığı cemiyet, ler hak ve adaleti
isteyen her insanı etrafına toplar bunun aksi de zulümden, haksızlıktan nefret
edenleri kaçırır uzaklaştırır. Mihveri nizamına İlâhi iradelere göre istikamet
veren cemiyetler birinci halde olanlardandır. Bu nizamda olan cemiyetler kendi
azasından olanları benimserler, geri kalanlarını yetiştirirler, yoldan çıkaranı
yola getirirler hiç bir şey ziyan etmezler, bir şeyi kırıp mahvetmezler, her
şeye Allah’ındır diye kıymet verirler, ve onları yükseltmeği Allah’a hizmet
bilirler.
Ferd veya müessese
tahakkümünde yaşayan, hususî nizamlara tâbi olan cemiyetlerde ise musallat
ferdi veya müesseseyi yaşatmak için her şey yapılır. Bir adam için milyonlarca
insan mahvedilir; her şey bir kaç fani adamın keyfine göre ayarlanır. Elbette
böyle bir cemiyetin ömrü de kısa olur. İdare edenlerin başına yıkılır.
Musevi’nin ideali; bu cemiyetlerin hangisine doğrulması lâzım geldiği anlaşılır.
Hazreti Musa; Beni Israil’i kurtarmak vazifesiyle peygamberliğe memur
olmuştu. Hazreti İsa da Beni İsrail evinin kaybolmuş koyunlarını arayıp bulmağa
ve kurtarmağa gönderilmişti. Hazreti Muhammet sallallâhü aleyhi ve sellemde bu
mânadan başka bir şey için gönderilmiş değildi. Bütün bir beşeriyete
kurtarıcılık ve hürriyet devrini açmağa gelmişti. Kurtarılacak muztaripler
içinde putperest hayatı yaşıyanlardan başka Musevilerden ve Hristiyanlardan
ıstırap çekenler, yani imparator ve Kral tebaaları mü’minler de dahildi. Şu
ayeti Kerim’eler bu hususta kâfi bir fikir verir:
Kur’an-ı Kerim’den:
(34 Sebe 28): “Ya
Muhammed biz seni bütün insanlara müjdeci ve sakındırıcı olarak gönderdik.
(7 Arâf 157): “ehli kitaptan şunlar ki
Tevrat ve İncil’de sabit ve vasfını yazılı buldukları, okumak yazmak bilmeyen
Nebi Resule tâbi olurlar. Ö ümmi nebi onlara iyilik etmekte emir ve kötü
işlerden nehyeder. iyi şeyleri onlara halel, fena ve müstakreh şeyleri haram
kılar. Omuzlarındaki ağır yükü kaldırır, üzerlerinde bulunan zincirleri ve
bukağıları çıkarır.”
şimdi cemiyet, Beni İsrail
çocuklarını nasıl hiçe sayabilir ve hukuk haici tutabilir, hayatta ona hak ve
imkân sermez olur.
Şimdi, cemiyetin
benimseyerek yola koyacağı, düzelteceği Museviler vardır. Fakat Musevilerin ana
gibi emniyet edeceği bir cemiyet de olacaktır.
Ferdin İçtimaî nizamı ve
hayatı aileden başlar, medenileştikçe genişler ve hiç aile esasındaki
samimiyet, inzibat ve alâkayı bozmadan yavaş yavaş yani nazım ede ede bütün bir
insanlığa doğru genişleyerek yükselir. Bu genişlemeği mümkün kılan şey tabiî,
insiyaki insanlık hisleridir. Bir orduda milyonlarca insan nasıl güzel yaşıyor
ve birbirine yardım için ölüyor. Ordunun bu birliğe girmesi, kendini idare
edenlerin onu bir tutmasındandır. Orada hususiyetler kalkıyor, bir tek şey
hâkim oluyor. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün ordu insanlarına mukaddes
olan mefhum ve karşılıklı emniyet. Bu mukaddes mefhum; hepsini yüksek bir
maksat için bir araya topluyor. Canla başla kaynaştırıyor, mükemmel bir itaat
ve şefkat silsilesi kuruyor. Cümlesini aynı alâkalarla kenetliyor.
Mütekabil emniyet te bu koca
birliği tam bir güven ile işletiyor. Evlât babaya, baba evlâda güvenir gibi
zabitler neferlere, neferler zabitlere güveniyor. Bu güvenmenin yanında bir
muhabbet bir gurur peyda oluyor. Bu muhabbet her şeyi tekemmül ettiriyor,
itaat, hürmet, şefkat, alâka hepsi inkişaf ediyor. Bu gurur da hepsini her
zilletten uzaklaştırıyor ve her fedakârlığa katlandırıyor.
İşte dünyanın her yerinde
göz önünde yaşayan bu yüksek misal; insanların Allah’ın birliği ve eli altında,
hak ve adalet ve herkese müsavi derece emniyet veren nizam içinde ne güzel
mütesanit ve müteavin olarak yaşayabileceklerini gösteriyor.
Zaten bu tesanüt (dayanışma)
ve teavün (yardımlaşma) ölçüsünü küçülttükçe insan cemiyet ruhunu kaybediyor,
alâka bağları gevşiyor, ferdler, infirada doğru çözülüp iptidailiğe düşüyor.
Bilakis, alakalar, bağlar kuvvetlendikçe insan insanlığa doğru yükselip
medenileşiyor.
Aileden, aşirete, aşiretten
millete, milletten insanlık cemiyetine insanı götüren hissin önünde fikir dahi
genişlemeli kafa dahi, yürek kadar işlemeli ki o geniş aileler içinde
vazifeleri ferdler cemiyet namına başarabilsin.
Şimdi cemiyetçilik için
yalnız ihtiyaç duymak kâfi değildir. Onu temin etmek ve hakkını vererek yaşatmak
için de bilgi ve iyi fikir lâzımdır. Bilgi ve iyi fikirle cemiyet kervanı
yürüyüp terakki edecektir. Ve daima her adımda ıslahcı zihniyetiyle hareket
etmek şarttır. Zira her fikir hale göredir. Adım atılınca ufuk değişir, yeni
ihtiyaçlar belirir. Bir evvelindeki düzgün şeyler bozulabilir. Bunların hepsini
yeni hale göre ayarlamak düzeltmek lâzımdır. Bu günkü Musevilerde cemiyet;
kusur görüyorsa o kusuru icap etti, ren sebepleri ortadan kaldırmalıdır.
Museviler dahi elbette zamana göre ayak uyduracaklar ve selâha selâh ile cevap
vereceklerdir. Elverir ki fenalar ve iyiler milletlere göre değil, umum
insanlara göre bir ölçüde ele alınsın.
Buradaki hakikati ilk
kademede bir aile içinde gözden geçirelim:
1. Bir ananın
çocukları zahiri ve bâtını vasıflarda birbirinin tam benzeri midir?
Hayır, fizyonomileri,
çehreleri, cüsseleri uzuvları, birbirine benzemeyebilir. Hattâ bazıları çok
güzel bazıları da çok çirkin olabilir. Kimi esmer kimi açık renk de oluyor.
Telkin ettikleri his de
öyle, kimisi çok şirin, kimisi çok soğuk, olabiliyor.
İç vasıflar dahi ona göre:
kimisi fıtraten çok ince hisli, kimisi çok kaba, kimisi çok zeki, kimisi çok
ahmak, kimisi iyi huylu, kimisi fena ahlâklı olabiliyor.
Fakat görüyoruz ki bu farklı
şeyler ancak yabancılarca hesaba katılıyor. Serbest olarak ancak onlar
çocukların beğenilip beğenilmeyecek taraflarını ayırabiliyor ve onun tesiri
altında kalabiliyor. Fakat aile içinde bu böyle olmuyor. Herkes fikrini değil,
yalnız hissini kullanıyor. Çocuklarım diye ana hepsine aynı alâka ile sarılıyor
ve çocuklar kardeşim diye aynı alâka ile birbirine sokuluyor. Beyaz renkli ana
siyah renkli çocuğu bağrına bastırıyor, Siyah derili çocuk beyaz derili ananın
südünü emiyor.
Demek ki bütün iş fikirde
telâkkidedir. İnsan kimleri benimser ise ona yakınlaşıyor, kimi uzak, yabancı
görmeği düşünürse onu öyle görüyor ve uzaklaşıyor.
Fikir nedir?
Fikir; his ve hakikat ile
kanaat ve fiil arasındaki vasıtadır. İnsanın duyduğu şeylerin tatbik işini
fikir üzerine alır ve o idare eder. O halde fikir bir temel değil, bir
vasıtadır. Asıl kaynak, temel duygudur. İnsanın ruhtan duyduğu şeyler olduğu
gibi hayvanı nefsinden duyduğu şeyler de var. Bir hırsızın plânında
muvaffakiyetine fikrin isabetli çalışması âmil olduğu gibi aynı fikir bir
iyilik işinde de yine pek güzel işlerin ve iyi neticelerin meydana gelmesine
âmil olur. Yine o fikirdir ki duygulara göre işi fenalığa doğru inceleyip
büyütür. Veya iyiliğe doğru kıymetlendirip götürür.
O halde iyiliğe de kötülüğe
de yarar bir âlet olan ve kendine mahsus bir tabiatı olmayan fikir; fena
niyetli adamlarda fena ve iyi niyetli adamlarda da iyiye âlet olur. Kendine
değil, adama hizmet eder.
Şimdi his ve niyete göre
fikir; adamı adama kardeş gibi yaklaştıracağı gibi yine o fikir kardeşi
kardeşten uzaklaştırır.
Fikir hastalıkları; (bana
ne?) düşüncesiyle başlar şahsına maddî fayda ummadığı şeyde veya şahsını tehdit
etmeyen ahvalde kör, sağır kalır.
Bu böyle kalsa yine
zararsızdır: Fakat bunun birde ihtiras işinde çalışmaları vardır ki kendi hırsı
için bir memleketi yakar bir milleti batırmağa kadar işi götürür.
İşte böyle menfi çalışan
fikirlerin sahipleri derece derece faydasız veya zararlı olur onların eli
altındakiler kendi hallerine terk edilerek veya fena kullanılarak onlarda ziyan
olur.
İnsan kardeşini gördüğü
zaman ona karşı olan mükellefiyetlerini hatırlamalı, kardeşinden ne faydalar
göreceğini değil.
Öz kardeşine bile ancak
şahsi menfaat ümidiyle bakan adamın başkalarına karşı nazarı başka ne olabilir;
halbuki insan ancak verdiğini alır vermezse ne alır. İşte geri cemiyetlerdeki
didiş, meler, tepişmeler, hep bundan ileri gelir ve bu ferdî veya zümrevî
ihtiraslar, egoizmalardır ki cemiyetleri içinden kemirir, çürütür, zaafa
düşürür.
Kardeşine bile iyi niyetle
bakmayan adam komşusuna veya dini, mezhebi, ırkı milliyeti yabancılara nasıl
iyi hisle bakabilir.
İşte Musevi’nin başkalarına
veya başkalarının Musevi’ye ferd halinde, zümre halinde alâkalarını, ve
birbirlerine olan hislerinin iyiliğini, kötülüğünü yer yer birer esas telâkki
meselesi olarak ele almalı ve bu telâkkilerde bozuklukların ıslahına bakmalı.
Allah’ın her insandan ve mukaddes kitapların her ümmetin, den istediği de
budur. Mutlak samimiyet, mutlak alâka gayreti, ve mutlak elçilik hissi;
cemaatlere ve cemiyete sıhhat ve saadet getirecek olan çare budur; zira her
hastalığın sebebi alâkasızlık veya (benci) liktir. Yani iptidaî ahlâk ve şahsî
düşüncedir.
Bu neden olur:
(Ayıbı) (günah) i itibarda
tutmamakla.
Ayıbı, günahı bilmemek,
telkin etmemekle, telâkkileri anarşiden kurtarıp birleştirmemekle, kötülüğü her
yerde kötülük, iyiliği her yerde iyilik saydırmamakla, iyiliği ve iyileri
takviye etmemek, le, fenalıktan, fenalardan uzaklaşmamakla.
Çaresi:
İyiliği her varlığın üstünde
bir kıymet olarak yaşatmak ve fenalığı; her varlığı itibardan düşüren bir
ehemmiyette göstermekle, hak ve hakikati her yerde her şeyden üstün tutmak ve
her şeyin hakkını vermekle.
Bu mefhumlar; haklardır.
Ferd ve cemiyet hukuku; ferd hukuku; doğduğu günden başlar ve cemiyetin
omuzlarına yüklenir; aile; ancak cemiyeti temsil eder ve aileyi cemiyet
destekler. Çocuğu yetiştirmek için muhtaç olduğu maddi ve mânevi imkânları ona
temin eder. İnsanlar bunun numunesini; ilk cemiyet dini olan Musa şeriatında
görür ve öğrenir.
Aile; ferd ile cemiyet
arasında bir vasıtadır. Ferd olgunlaştıkça ailesi hududunu gözünde gönlünde
genişletir, tedricen bütün bir dünyayı alâkaları hududu içine alır, saadet ve
felâketini artık üç beş kişilik ailesi ile değil bütün bir dünya ile ölçer ve
paylaşır. İşte insanlık bu hisler üzerine kurulur ve bu kurumda yaşayabilir.
Bir zamana kadar ferdi;
cemiyet Allah namına yaşatır ve yetiştirir, bir zaman sonra da ferdler; Allah
namına birleşip cemiyeti yaşatır ve yükseltir, şimdi, ferd; cemiyetten aldığını
cemiyete fazlasıyla öder. Ve işte bu fazlasıdır ki cemiyette terakki kazançları
temin eder.
Dünya bir iş bölümü
sahasıdır. Bu müşterek hayat sahasındaki iş; aileden başlar ve İçtimaî
hudutlara yayılır, bu işlerdeki netice; iş bölümündeki isabetle ve işçiler
arasındaki âhenkle ve yine hudutlar arasındaki tam imtizaçlı, uygun
münasibetlerle mütenaspitir. Bu ahengin evvelâ ailede iyi kurulması, iyi
başlaması, cemaatte arızasız, iyi işlemesi, ve bütün bir İçtimaî iş hayatında
bozukluğa, bozgunluğa, muhalefete uğramaması lâzımdır. Musevilerin kültürlü ve
tecrübeli hayatından bu hususta alınacak örnekler vardır. Musevilerin de
cemiyetçiliğe dair Musevi olmayanlardan alacakları büyük fikirler vardır.
Bozukluk ve bozgunculuk veya muhalefet; bir rahatsızlığın, ya tazyikin, İçtimaî
bir eksikliğin neticesidir. Hiç bir şey sebepsiz değildir. Tabiî sebepler,
gayrı tabiî mukabelelerle düzeltilemez. Aksülâmeller tevlit eder iş fesada
varır, fesat katilden eşed ve tehlikelidir..
Kur'an-ı Kerim’den:
(2 Bakara 217): “Fitne
katilden ekberdir.”
(2 . Bakara 27): “(şunlar ki) Allah’ın
ahdini bozup nakzederler, ve Cenabı Hakkın birleştirilmesini emreylediği şeyi
koparıp ayırırlar ve yer yüzünde fesat çıkarırlar, işte onlar ziyan
edicidirler.”
(2 Bakara 202): “(o ki) yeryüzünde fesada,
mezruatı ve nüfusu helake kalkışır. Allah’ü Teâlâ fesadı sevmez
(11 . Hud 115): “sizden evvelki çağlarda
akıl ve rey sahihleri; kavimlerini yeryüzünde fesad işlemekten menetmediler,
ancak kendilerine necat verdiğimiz pek azı onları nehyettiler."
(26 . Şuarâ 151:153): “Allah’tan sakınıp
bana itaat edin. Dinlerinde israfa giden ve yeryüzünde salâh değil, fesad
işliyen adamların emrine itaat etmeyin.’*
(13 — Raad 25): “ve şunlar ki misaktan
sonra Allah’ın ahdin! bozdular, Allah’ın iysalini (ileri götürülmesini, gayeye ulaştırılmasını)
emrettiği şeyi kesip bıraktılar, yeryüzünde fesad ederler, işte onlara lânet ve
en fena bir yer vardır.”
(28 Kasas 77): “Allah’ın sana verdiği şeyle
darı ahreti (yani Allah’ın rızasını ve ebedî cennet hayatını) iste. (Yani onu
temin edecek surette Allah’ın verdiği şeyi kullan, sarfet) ve dünyadan nasibini
unutma. (Yani dünya işlerindeki mükellefiyetini ve hakkını ve dünya
nimetlerindeki istihkakını ihmal etme) ve Allah’ın ihsan eylediği gibi sen de
Allah’ın kullarına ver, iyilik et, ve yeryüzünde fesadı talep etme. Muhakkak
Allah müfsitleri sevmez
(28 Kasas 19): “Demek ki sen yeryüzünde
ısUh edenlerden değil, cebbarlardan (tahakküm edenlerden) olmağı murad edersin.
(Tahzir ve ibret).
(5 . Maide 67): “Allah müfsitleri sevmez.”
Mukaddes kitaplar sulh ve
salâhı ister. Allah’a imanda gaye ameldir. Amelde gaye salâhtır. Hattâ Kur’an-ı
Kerim’; harbe, harpten başka bir çare, silâhla saldıran düşmanın silâhsız defi
imkânı kalmadığı zaman müsaade verir; yâni insanlığın mukaddes haklarını, hayat
haklarını insandan menetmek, insanların yerine, yurduna, vicdanına, namusuna,
hürriyetine el koymak isteyenlere karşı bu mukaddes varlıkları müdafaa için
kurtarmak için harbe izin verir ve düşmanın taaddisi ile meşrut kılar. Sonra
(düşmanın sulha meylederse sen de et) diye emreder. Ve sulhu da galebe hakkı
ayırmaksam intikam payı bırakmaksızın hak ve adalet üzere akdini, neticenin
pürüssüz hal ve faslını emreder.
Kur’anı Kerim’den:
(22 . Hac 39): “zulme
uğramaları sebebile muharebe edenlere müşriklerle kıtale izin verildi.”
(22 Hac 40): “ o zulüm görenler; Rabbımız
Allah’tır dedikleri için haksız yere memleketlerinden çıkarıldılar. Eğer
insanların bazını bazı ile Allah defetmemiş olsaydı Manastırlar, kiliseler,
havralar ve onlarda Allah’ın ismi çok zikrolunan camiler yıkılırlardı.”
(2 . Bakara 190): “sizinle muharebeye
kalkanlarla Allah yolunda (yâni Allah’ın insanlara verdiği hayat ve hürriyet
haklarını müdafaa için) harbediniz ve teaddi etmeyiniz (yâni meşru hududu
aşırmayınız, lüzumundan fazla harbi devam ettirmeyiniz. Düşmanlıkla karşınıza
çıkan ve size suikast edenden maadasına husumeti teşmil etmeyiniz, muharib
olmayanlara zarar ve ziyan ika etmeyiniz). Zira Allah taaddi ve tecavüz
edenleri sevmez.
(8 Enf’al . 63): “Eğer onlar sulh ve
selâmete meylederlerse sen de meylet ve Allah’a tevekkül eyle.’
(49 . Hucurât -9): “Eğer Mü'minlerden iki
taifa birbiriyle mukatele ederlerse aralarını ıslah eyleyin. Eğer biri cRğeri
üzerine saldırır ve tecavüz ederse {tecavüz eden) Allah’tn emrine inkiyad
edinceye kadar (yâni haksızlıktan vazgeçinceye kadar) o tecavüz edenle mukatele
edin. Eğer o; Allah’ın emrine inkiyad ederse (meşru hakkına razı olursa)
aralarını adalet ile ıslah eyleyin ve adaleti iltizam edin. Allah adalet
edenleri sever.
O halde harb zaruretle meşrut
muvakkat ve mukayyet bir haldir. Tahrib, işkence, eza, ve muharib olmayan
sınıflara kıtalin (savaşın) teşmili tamamen gayri meşrudur.
Allah’ın rızasına en uygun
hal, harbin bir gün evvel bitmesi ve dökülen kanın bir saniye evvel dinmesidir.
Zira Allah’ın ki-tabına göre bir adamı öldürmek bütün insanları öldürmek
gibidir. Ve biır adamı kurtarmak da bütün insanları kurtarmak gibidir.
Kur’an-ı Kerim’den:
(5 . Maide 35): “kısas
veya arzda fesat ikaz sebebi olmayarak bir nefsi katleden sanki bütün insanları
katletmiştir. Bir insanı ihya eden de sanki bütün insanları ihya etmektir.”
EZA
Başka hiç bir mülahaza
harbin bir saniye fazla devamını yâni ziyan ve ıstırabın devamını meşru
kılamaz. Ve öyleleri Allah önünde kendini mesuliyetten kurtaramaz. Halka eza;
Allah’a ezadır.
(33 . Ahzab 54): “Allah ve resulüne eza
edenlere Allah dünya ve ahrette lânet etmiştir. Ve onlara hakir ve zelil edici
azat hazırlamıştır.
(3 Ali İmran 175): “onlardan
korkmayıp benden korkunuz.”
Halka eza devam ettikçe
Allah’a eza devam eder. Meşru hü. kümlere, zaruretlere istinat etmiyen veya
istinat etmiyerek devam eden harb, sulh zamanı adam öldürmekten farksızdır.
Yapanlar akıbet cefasını çekerler. Allah’a ve Allah’ın adaletime inananlar için
bu böyledir. Tarih misalleriyle göz önündedir.
ALLAH’IN HUDUDU
Her yangın bir kül bırakır,
her eziyet; menfi bir iz bırakır, bir intikam bırakır, kıyılan her can
arkasındakilere bir kan davası bırakır, gelecek nesle miras bunlardır. Bunlar
ise nesillere iyi bir miras değildir. Ve onlara iyilik değildir, iyilik;
iyiliği bırakmaktır, iyilik yollarını açık bırakmaktır. Yarışı iyilikte devam
ettirmektir. Ve binaenaleyh fenalığa sebep, vesile, yol bırakmamaktır.
Bir adamın fenalığı arkasına
sarkmamalıdır. Bir devrin fenalıkları arkaya taşmamalıdır. Bir harbin zararı
meşru hududunu tecavüz etmemelidir.
Kur’an-ı Kerim’den:
(9 — Tövbe 113): “Tövbe,
ibadet, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler, iyiliği emredenler
ve fenalıktan sakındıranlar ve Allah’ın hududunu (yâni Allah ve insan hukukunu
gözetip) muhafaza eyleyenler mü’minlerdir.
Siyasetler; kuvvetini
insafsızlıktan, tedhişten değil, hikmetten, akıl ve mantıktan almalıdır. Suçlu
yerine suçsuz ifna edilmemeli veyahut suçlu suçsuz ayırt etmeksizin topyekûn
düşmanlık edilmemelidir. Bu medeniyet olmaz. Bir milletin kapitalisti
vardır, diye bütün fukarasıyla o millet mahkûm edilemez. Veyahut iyi
generalleri var diye bütün bir ilim adamları ile fikir adamları ile, olgun
yetişkin faydalı unsurları ile ciddî iş adamları olan çiftçileri ve amelesi ile
birlikte bütün bir millet hakkında topyekûn tazyik revâ görülemez. Bu hükümler
hiç bir medeniyete temel olmamış ve olamaz, selâh için hareket noktası olamaz.
İnsanlık ıstırabından bir taraflı hükümlerle kurtulamaz.
Hülâsa: Bir adam veya bir
zümre için bir millet tazyika uğrayamaz, ne rehine usullerinin ne de mukabele-i
bilmisillerin meşru bir mânası, medenî bir tevili bulunamaz. Her cürüm; kendi
failini mes’ul kılar ne babasını ne evlâdını ne kardeşini, ne de komşusunu. Bu
hakikat; değiştirilemez, değiştirilirse dünya düzelemez, menfî fikirlerde yarış
devam eder ve dünya bir cehennem olur.
Yarınki nesli rahatlandırmak
için bugünkü nesli imha etmek, istikbali kazanacağım diye hali mahv ve tahrip
etmek, meşru ve mantıkî olamaz, hastalığı züriyetine tesir edecek neviden
olanlar bile gelecek neslin selâmeti için öldürülüyor mu ki günahsız sağlam
nesiller ölüme sevkedilsin. Yarının muhayyel bir kazancın mutasavver bir rahatı
için bugünkü ziyanı, bugünkü ıstırabı reva görmek, hiç bir hakikat ifade etmez.
Yarının ne istediğini kimse bilmez. Dünyayı vaktiyle bir kasırga gibi dolaşan, ve
dünyayı yakıp yıkarak fethettiğini farzeden cihangirlerin saltanatlarından
bugün ne nam var ne nişan, belki antika diye muhafazasına çalışılan bir kaç
harabe.
Yarının ne olacağını ancak
Allah bilir, herkes kendinden ve kendi gününden mesuldür. Herkes evlâdına günü iyi
bırakmak ve iyiliği bırakmakla mükelleftir. Harabeler, dullar, yetimler,
acılar, intikamlar, bırakmak değil. Herkes kendi gününü yaşamak, kendi gününün
hakkını vermek ve istihkakını almak için doğar. Ondan istenecek ve ona
verilecek budur.
Ziraat sahası açmak için bir
fundalık yakılabilir, fakat kendi ırkını yerleştirmek için yerli bir ırk imha
edilemez. İş; onları kendi ırkı derecesine yükseltip insanlığa bir kıymet
olarak ilâve etmektir.
Bir hasta; hastalığı, işe
yaramazlığı ve külfet yüklettiği için öldürülmez. Tedavi ve ihya edilir.
Bir adamı itaat ettirmek
için çoluk çocuğu ile beraber açlığa mahkûm edilmez. Ele gelmeyen adamın evi,
ailesi yakılmaz. Birinin müstahak olduğu ceza, tazyik başkalarına tatbik
olunamaz.
İnsan dünyaya İlâhî bir
vazife ile gününün hakkını vermek için gelir mukaddes kitapların öğrettiğine
göre bu; imar, ıslah, tekâmül ve medeniyettir. Yukarıdaki icraatın bu esaslarla
münasebeti yoktur. Bilâkis onların tamamiyle hîlâfıdır. Dünyaya gelen insanın
en tabiî hakkı, en insiyaki istihkakı yaşamaktır. O öldürmedikçe öldürülmez, ve
öldürenin yerine yanındaki de öldürülemez. İnsanlık mefhumu insanı yalnız
yaşamakla değil yaşatmakla da mükellef kılar. Bu onun İlâhî yüksek vazifesidir.
Yaşayacak ve yaşatacak olan insan şahsî menfaatler için imha edilemez.
Günün hakkını vermek için
mükellefiyet ve mesuliyetle Allah tarafından dünyaya getirilen insan; eline
geçeni eksiltmeden, ziyan etmeden ve yenilerini ,ilâve ederek devretmek,
elindekileri ıslah ve ikmal ederek, maddî mânevî mevcut sermayeyi arttırarak
başkalarına devretmek, Allah’ın bir emanetini devreder gibi en iyi bir halde
devretmek lâzımdır. Ta ki her nesil daha iyi bir başlangıca varis ve daha iyi
bir neticeye muvaffak olsun.
Hadisi şerif: “iki gününü
müsavi (seviyede) geçirenin bir günü zayidir.”
Kur’an-ı Kerim’den:
(18 Kehf 110): “Rabbının
likasını (yâni Allah’ın cemaline, rızasına kavuşmağı) isteyen selâh (İyi güzel
amel) işlesin.’’
(36 Yasin 12): “ve herkesin önlerinde gönderdikleri
iyi işleri ve arkalarında bıraktıkları eserlerini yazanız.”
(46 . Ahkaf 19): “herkes
için amellerine göre dereceler vardır. Onlara amellerinin mükâfatı ve mücazatı
tamamlyle tesviye olunur. Ve hiç biri zulmolunmaz.”
(95 Tin 6): “Ancak İman
edip salih işler işleyenlere ardı kesilmez devamlı ecir ve mükâfat vardır.”
(98
Beyyine 8): “şunlar ki iman ettiler ve salih işler işlediler onlar
mahlûkatın hayırlılarıdırlar.. Onların Rabları indinde mükâfatı, ağaçları
altından nehirler akan aden cennetleridir ki orada ebedî kalırlar, Allah onlardan
ve onlar da Allah’tan razı olurlar. Bu mükâfat ve ikram Rabbından sakınanlar
(müttekiler) için, dir.
Museviler; Hazreti
Musa’nın elinde ferdî ilk hayat terbiyesini aldılar, bir insan kendi hayatını
nasıl tanzim eder ve bu hayata nasıl uyar ve aile içinde cemaat içinde nasıl
yer alır ve yaşar bunları öğrendiler.
Sonra Musevilerin bütün
dünyada yer alacakları, yaşayacakları yaş devresi geldi. Allah’ın bu güzide
kavminin bütün insanlar içinde nasıl bir iyilik unsuru, hidayet ışığı tutucusu
olabileceklerini, yâni iman ve amelde nasıl bir örnek olmaları lâzım geldiğini
talim etmek için de Cenabı Hak Musa mektebi çocuklarına Hazreti İsâ’yı
gönderdi. Sonra bu fikrî tealimin hayatta tatbikatına onları geçirmek için de
Allah Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi gönderdi. Onlar bugünkü
hayatta Hazreti Musa’nın terbiyesini Hazreti İsâ’nın fikirlerini taşıyarak ve
Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kurtarıcılık devrini yaşayarak
çalışacaklardı, insanların Allah’taki birliğine, fikir ve his birliğine
gitmelerine yarayacaklardı. Bunun için de Allah’a ve elçi ruhiyle hareket
ederek sevecek ve sevileceklerdi. İnsanlara açık kalble iyi niyetle,
cömertlikle sokulacaklardı. Alâkalarını isbat edecek işler yapacaklar ve
insanların emniyet ve hürmetini kazanacaklardı. Bunu ne derece yaptıklarını
kendileri daha iyi bilir. Fakat görülüyor ki başka çıkar yol yoktur ve çıkmaz
yolların neresinden dönülse kârdır. Tuttukları yanlış yollar; onları selâmete
çıkarmadı, başvurdukları bir taraflı çareler, ferdî veya hususî benlik
hareketleri her yerde aksülâmellerle karşılandı ve bu netice kendi
ıstırablarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
“DÜŞÜNÜLECEK
İNTİBAH ESASLARI”
( Maide 68): “De ki ey
ehli kitap; Tevratt, İncili, Rabbınız tarafından size inzal olunanı yerine
getirmedikçe siz; dince bir şey üzerine değilsiniz
(57 Hadid 25): “Biz, Resullerimizi vazih
(açık) âyetler ve mucizeler Ne gönderdik ve onlarla beraber kitap ve mizan
inzal eyledik ki insanlar adalette kaim olalar.”
Musevi Mukaddes kitaplarından:
(Miha 6-8): “Hak üzere
hareket etmek ve merhameti sevmek ve mütevazi olarak Allah’ınla yürümekten
başka, Rab senden ne ister.”
(Eşİya 59 - 4): “Adalet için nidâ eden yok.
Ve Hak üzere dava süren yoktur.’’
(Süleymanın meselleri . 3- 6): “Yollarının
cümlesinde onu ‘(Allah’ı) bil. O dahi senin yollarını doğrultacaktır.”
(Eşiya 46 4): “Ben
yarattım. Ve ben taşıyacağım, Ben götüreceğim, ve ben kurtaracağım
(Eşiya 57- 16): “Devam üzere gazap etmem.”
(Eremya . 5 1): “Eğer Hak icra eden ve
hakikat arayan bir adam bulabilirseniz ben o şehri affedeyim.”
(Yuil -2-13): “Belâdan
dolayı merhamete gelir.”
(Mezmurlar 66-13): “Bir adam validesi
tarafından teselli bulduğu gibi ben size öyle teselli vereceğim.”
Kör düğüşünü yaşatan karanlıklar,
fikirsizliklerdir, insana insanı ve insanlığı tanıtmak için kargaşalığı
durdurmak için ortalığı aydınlatmak, cehaletin karanlığını ortadan sıyırmak
lâzımdır. Dünyada herkes emniyete muhtaçtır. Fakat bu emniyeti aydınlık
getirecektir. Karanlık da yaşayan her insan her sesten ürker, her hareketten
şüphelenir, öz kardeşine karşı bile bilmeyerek, tanımayarak sırf kendini
müdafaa için yanlış vaziyetler alabilir, etrafı aydınlatmak ise; yüreğinde,
fikrinde ışığı olanların ilk borcudur. Allah bütün insanları selâh ve selâmete
mazhar ve doğru yoluna sevketsin;
Âmin.
Kaynak: Ömer Fevzi MARDİN, MUSEVİLERE
ÇIKAR YOL, Sinan Matbaası Ve Neşriyat Evi, 1944, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar