Print Friendly and PDF

Ayık Müslüman Olacağı 20 Yıl önce bilir

Bunlarada Bakarsınız

 

TÜRKER ALKAN

Roger Garaudy İman Peşinde

Roger Garaudy, İslâmın Va’dettikleri (Çeviren : Nezih Uzel; Pınar Yayınları; İstanbul, 1983). 255 sayfa,  

«İnsanlığın kurtuluşu» için bir yerlerde gizli bir sihirli formül olduğuna, bunu uygulayınca tüm sorunların kolaylıkla çö­züleceğine bir kez inanmış Roger Garaudy. Gençliğinde «Pro­testan Gençlik örgütü»nün başkanlığını yadmış. Bu kurtuluş yo­lunu pek yavan bulmuş olmalı ki, daha sonra Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş. Bu partinin Siyasal Büro Başkanlığı ve Marksist Araştırma Enstitüsü Yöneticiliği, milletvekilliği ve se­natörlük gibi görevlerde bulunduktan sonra, bu yolun da kur­tuluşa götürmediği kanısına varmış olmalı ki, Sosyalizmin Bü­yük Dönemeci ile geri dönmüş. Şimdi yeni bir kuruluş umuduna saçılmış tslâmın Va’dettiklerinde.

Yaymevi’nin sunuş yazısmda belirttiğine göre, Cezayir’de bir isyana katıldığı için idama mahkûm olan Garaudy’nin öl­dürülmesi için, Fransız komutan Cezayirli müslüman bir askere emir verir. Asker, «müslüman bir askerin şerefinin, silâhsız bir adama ateş etmeye mani olduğunu» söyler. Garaudy’nin İslama ilk hayranlığının burada başladığı belirtilmek isteniyor. Bu se­vimli öyküyü okuyunca ister istemez insanın aklına şu iki soru takılıyor: (1) Müslüman ülkelerdeki bunca idam, cinayet ve iş­kenceyi gerçekleştirenleri nasıl açıklayacağız? (2) Garaudy’nin idam hükmünü yerine getirecek dini bütün bir hıristiyân asker bulunamadı mı acaba? ,

Belli ki sunuş yazısının böyle ayrıntılarla uğraşmaya niyeti yok. Fakat «İslâmla, sosyalizmi telif eder mahiyetteki görüşle­re katılmak mümkün değil» diyerek, Garaudy’den ayrıldığı önemli bir noktayı titizlikle belirttiğini görüyoruz.

Garaüdy kitabına Batı’yı eleştirerek başlıyor. «Batı bir ka­rışık olaydır. Ortaya koyduğu kültür dayanaksızdır» (s. 11). Öy­leyse «dayanıklı» bir kültür arayıp bulmalıyız. Bu kültür İslâm’­dadır ve Batı’nın kurtuluşu buradadır: «İslâm bir zamanlar VIII. yüzyılda parçalanan ve dağılan imparatorlukları çöküntüden kur­tarmıştı. Bunca kurban verilerek iki milyon senede inşa edilmiş bir insan destanına, dört asır içinde Arzın boyu kadar bir me­zar hazırlamaya yetenekli olduğunu ispat eden Batı uygarlığı­nın sıkıntılarına ve ortaya koyduğu sorunlara acaba İslâm günü­müzde bir cevap bulamaz mı?» (s. 20) Bütün kkap bu sorunun çevresinde oluşup gelişiyor.

Garaudy’nin Batı’ya yönelttiği eleştirilerin ne olduğuna bak­tığımızda, ilk sırayı «çevre kirliliğinin aldığını görüyoruz: «Çarpıtılmış bir tabiat anlayışı doğmuştur... Dünyayı bir çöp tenekesine çevirmeye yemin etmişiz... Frensiz bir bireyselliğin üzerinde acıma tanımayan bir İnsanî ilişkiler kavramı ortaya çıkmıştır... Geleceğe karşı hiç bir ümit beslemeyen bir anlayış doğmuştur.» (s. 17) «Batı insanı, tabiat, toplum ve Yaradanla olan ilişkilerinde bütün tutarlılığını kaybetmiştir. Hâkimi ve sahibi olduğunu zannettiği tabiattan uzaklaşmıştır... Bizim Batı toplumumuzda insan, Rönesans’tan beri yalnızlığa ve diğer in­sanlara karşı ilgisizliğe itilmiştir... Bireysellik ve egoist tutumlar, günümüzde bu toplumu rekabete dayalı pazar ekonomisinin en vahşi kapışmalarına kadar sürüklemiş^ en güçsüz olanın en duy­gusuz olan tarafından ezilmesine yol açmıştır.» (s. 70-71) «Batı­nın ‘gelişme modelinin’ bir ‘hilkat garibesi’ ve tarihi bir hastalık olduğu acaba ne zaman anlaşılacak?» (s. 98) «Çoğulculuk, kuvvet­lenme ve büyüme eğilimi ve bireysellik iflâs etmiştir.» (s. 125) «Yaşadığımız dünyanın bütün problemlerinin kilit taşı işte bu noktadır... Bir problemin iki yüzü olan açlık ve silâhlanma, Ba tı’da hayatın anlam ve amacının bulunmayışı, hem Batı, hem Doğu’nun aynı büyüme sistemine girerek aynı ‘terör dengesine’ kendilerini teslim edişleri, kişilerin ve grupların şiddete başvu ruşları, ülke içindeki baskı grupları... bütün bunlar Batı gelişme modelidir. Bu model gittikçe daha çok üretmek, daha hızlı üret­mek, ne olursa olsun üretmek, faydalı, faydasız, zararlı, nükleer olan veya olmayan silâhlar misali öldürücü üretmek esasına da­yanır. Bu model ayrıca reklâmcılık, pazarlama ve bundan daha ileri olarak sosyal eşitsizliklerin gittikçe daha fazla yaygınlaş­masına yol açan ‘utanç verici rekabet’ metodları ile, üretilen malların daha çok ‘tüketilmesine’ yöneliktir. Bu model Batı dün­yasını mutluluk ve gelişmenin ‘Hayat seviyesi’ ve tüketimle eş değerde olduğuna inandırmıştır. Bu model dünyada yaşayan açla­rın sefalet ve şaşkınlığını sömürmekte, sefaletten kurtulmak ve hayallerinin gerçekleşmesi için bu yola baş koymaları gerektiğini kafalarına çiviyle çakmaktadır.» (s. 234) Hıristiyanlığın «üçleme» (teslis) inanışını reddeden İslâmda «birlik» düşüncesinin önde gel­diğini vurgulayan Garaudy şu çıkarsamayı yapmaktadır: ‘Tevhid’, ‘Birlik’ ... Onun adına bütün putperest inançların kaldırı­lıp atıldığı kelime... Bir müslüman için ilk ve son. kelime... İs­lâm’ın ‘Allah’dan başka ilâh yoktur’ şeklindeki temel ifadesi her türlü fetişizmin önünde yükselen en ulu engeldir. Bu feşitizm bizim Batı toplumlarımızda her an herşeyi karalayacak biçimde karşımızdadır: Büyüme ve gelişme fetişizmi, bilim ve teknik fe­tişizmi, bireysellik ve ulusallık fetişizmi, silâhlar ve ordular fetişiz­mi gibi... Buna benzer bütün tabular, ‘kutsal’ semboller ve me­rasimler bütünü ile hayatımızı sıkan engellerdir. İslâm ‘Hayır’ diyor...» (s. 251)

Şimdi bir an durup, Garaudy’nin ne dediğine ve nasıl dedi­ğine bakalım. Yazar, Batı’yı eleştirip sorunlarına çözüm getirme savı ile ortaya çıktığına göre, bu eleştirilerini sistemli olarak kitabın bir yerinde toplamalı idi. Bunu yapmıyor. Yukarıdaki alın­tıların da gösterdiği gibi, eleştiriler kitap boyunca dağıtılmış kü­çük adacıklar halinde. Bu eleştirileri derleyip sistemleştirmek okuyucuya kalıyor. Bu tutumu, Garaudy’nin düşünce disiplininin eksikliğine, ifade yetersizliğine ve bilgisizliğine bağlanamaz. Ga­raudy, bu kadar basit yanlışlar yapmayacak kadar deneyimli, bilgili ve zeki bir yazar. Garaudy’nin kitabına yöneltilecek eleş­tirilerden sakınmak için bu yolu tutmuş olması daha güçlü bir olasılık.

Garaudy’nin Batı kültürüne ilişkin olarak söylediklerini şöylece özetleyebiliriz: Batı’da çevre sorunları vardır; insanlar umut­suzluk, amaçsızlık, bireycilik, yabancılaşma ve bencillik içinde­dirler; sınıflar ve toplumlar arasında gelir dengesizliği görül­mektedir; silâhlanma ve şiddete başvurma eğilimi geleceğimizi ' tehdit ediyor; ekonomide amaçsız bir büyüme, tüketim toplumu olma eğilimleri görülmektedir; her türlü fetişizm insan yaşamı­na egemen olmuştur.

Her şeyden önce, Garaudy’nin bu söylediklerinin hiç bir özgün yanı yok. Bu düşünceler, Batılı düşünürlerin ve bilim adamlarının kendileri tarafından çok uzun zamandır söyleniyor, tartışılıyor ve çözümlenmeye çalışılıyor. Garaudy’nin bunlara bir yenilik ve derinlik getirdiğini göremiyoruz. Olsa olsa, Gâraudy’nin bu sorunların tartışılmasına şaşılacak bir yüzeysellik ve «saf»lık getirdiği söylenebilir. Nedenleri, sonuçları ve çözüm yolları ko­nusunda alabildiğine değişik ve ciddi tartışmaların yer aldığı bu sorunlar, evrensel bir nitelik taşımakla birlikte, Garaudy’nin ka­leminde sadece Ba’nın sorunları olarak ortaya konmuştur. Dünyada taşıdığı büyük önem nedeniyle bu sorunları Batı’ya indirgesek bile, bunların neden Hıristiyanlıktan kaynaklandığı hiç de açık değil. Bu sorunların bir kısmının insan doğasından, bazı­larının kapitalizmden, bazılarının da endüstrileşme süreç ve so­nuçlarından kaynaklandığını ileri süren yığınla çalışma ve araş­tırmayı görmedikten gelen Garaudy’nin, tek neden olarak Hı­ristiyanlığı öne sürmesinin hiç bir inandırıcı nedeni yok.

Nihayet, bu sorunların gerçekten Hıristiyanlıktan kaynak­landığını kabul etsek bile, neden çözümün İslâmlık olduğu pek belli değil. İslâmlık, bu sorunların çözümünde kullanılacak bir inanış sistemi olarak, iki düzeyde ele alınabilir. Birinci düzey, Islâm ülkelerinin günümüzdeki durumunun örnek alınmasıdır. Alabildiğine silâhlanan, sürekli olarak birbirleri ile savaşan, «çevre kirlenmesi» diye bir sorunun adını bile duymamış olan, petrol gelirleri ile dünyanın en az çalışıp en çok tüketen toplumlarını oluşturan, sokaklarını temizlemek için İngiltere’den çöp­çü getirten, bir kısmı altın Cadillac’larda dolaşırken bir kısmı aç­lık ve sefillik içinde yok olup giden, peçe takmayan kadınların idam cezasma çarptırıldığı, kırbaç cezasının ve işkencenin ola­ğan sayıldığı bu ülkeler, çağdaş dünyada kime ve neye örneklik edebilir? Öyle ise günümüzdeki İslâm ülkelerini örnek olarak almak pek inandırıcı olmayacaktır. Garaudy de bunun bir de­receye kadar farkında olmalı ki (bir dereceye kadar diyorum, çünkü kitabının sonunda günümüz İslâm ülkelerinden petrol üreticisi olanları bir kurtarıcı gibi görmektedir), İslâm modelini farklı bir düzeyde ele alıyor: Tarihteki ve kuramdaki en saf ve ideal biçimi ile İslâm’ı alıp örnek diye göstermeye çalışıyor. Bu kez de çok basit ve temel bir yöntem çıkmazı ile karşı karşıya kalıyor: İnsanların günümüzde karşılaştığı gözlenen sorunları, saf bir ideal İslâm modeli ile karşılaştırmaktadır. Bu, tutarsız ve sakat bir yol. Ya İslâm idealini Hıristiyan ideali ile, ya İslâm uygulamasını Hıristiyan uygulaması ile, ya da günümüz İslâm dünyasını günümüz Batı dünyası ile karşılaştırırsınız, bunun bir anlamı ve önemi olur. Ama İslâm idealini günümüzün evrensel uygulaması ilfc karşılaştırmanın hiç bir anlamı yoktur. Nitelik bakımından farklı iki şeyi karşılaştırmak bizi hiç bir sağlıklı so­nuca götürmez. Aynı mantıkla, inanmış bir Hıristiyan, günümüz İslâm dünyasını Hıristiyanlığın idealleri ile karşılaştırıp, «Hıristi­yanlık barış dinidir, benimserseniz aranızda savaş olmaz» diye saçma bir önermede bulunabilir. Garaudy’nin bütün kitabı, böy­le tutarsız bir temele oturmanın rahatsızlığını taşıyor.

Garaudy, İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük bilginlerden söz ederken İbni Haldun’u ele alıp şunları söylüyor: «Ve İbni Haldun sebepler üzerinde açıklamalı tarih bilimine temel olacak şekilde tarih metodunu geliştirdiği sırada en az Montesquieu’nun ‘Kanunların Ruhu’ yahut ‘Romalıların büyüklüklerinin sebebi ve düşüşleri’ isimli eserlerde olduğu kadar açık ve bilimsel kal­mıştır.

«Batı’nın henüz olayları yazan ‘vakanüvislerden’ başkasını tanımadığı bir çağda İbni Haldun şunları ortaya koyuyordu: ‘Olayların ayrıntılarını incelerken genel sebepler kapısından giriyor ve insanoğlunun tarihini açık bir anlatım biçimi içinde ku­caklıyorum. Siyasal olayları sebepleri ve kaynakla ile kavra­maya çalışıyorum. Bu malzemeyi incelerken izleyeceğimiz yol yeni bir ilmin kapısını açacaktır.» (s. 116).

Gelin görün ki, kendisi Islâm’ı incelerken, Garaudy, ibni Haldun’un çok beğendiği bu tutumu ile hiç de bağdaşmayan bir yaklaşımı benimsiyor. İslâm olgusunu tarihsel, siyasal, toplum­sal, ekonomik.... verilere oturtarak değil, «kendi içinde» açık­lamaya yöneliyor. «Ekonomik, jeopolitik, askeri ve diplomatik bütün anlatımları barındıran bir bilgi deposunu sonuna kadar boşaltsanız da bir şey söylemiş sayılmazsınız... îslâmın zaferi, İslâm bir iman ve imanın üzerine yerleşmiş bir müminler toplu­luğu olarak düşünülmedikçe anlaşılamaz.... Böylece bütün ‘Kut­sal tarih’ bir cins ‘tarihdışı’ Olay şekline girmektedir..., Dünyayı ve insanı arkası kesilmeden yaratmaya devam eden kaynak de­vamlı yenilenerek ortaya çıkmakta, hiç bir zaman enerji kaybı­na uğramadan varlığını korumaktadır. Bu kendi kendine bü­yüme, fizik dünyasının kanunu olduğu gibi aynı zamanda insan­ların kendilerini kaderin ellerine bıraktıkları her devirde tarihin kanunu olmuştur... Bu hayat kaynağı, bu devamlı yaratma, in­sanların binlerce yıldan beri Tanrı dedikleri mutlak varlıktır,» (s. 22-23). «Hayatın genel akışı içinde hiç bir şeyin yeni olmadığı, geçmiş bir olayın sonucu olmadan hiç bir şeyin doğamayacağı önyargısına tutularak en ufak gerçek bir ‘kendi kendine oluşa’ hak tanımayan düşünceleri önemsemiyoruz. Dini her şeyden ön­ce ona inananların doğrudan doğruya edindikleri tecrübe ve şahadetten hareketle inceliyoruz.» (s. 70)

Bir dini «kendi içinde» incelemek kuşkusuz ki olanaklıdır. Fakat, bu çaba sonucunda elde ettiğimiz şey, bilimden çok sko­lastik bir anlayışa, akıldan çok duygulara dayanır. Bu noktada Garaudy’nin rahatsızlık duyduğu söylenemez doğrusu. Akıldan çok duygulara dayandığını açıkça belirtiyor ve günümüz dünya sorunlarını çözme iddiası ile yazdığı bu kitabın bir bölümünü İs­lâm şiirine ayırmakta bir sakınca görmüyor. «Bütün San’atlar Camiye, Cami İbadete Götürür» başlığını taşıyan coşkulu ve şiirsel bölümdeki tipik anlatım tarzı şudur: «‘Işıkla süslenmiş olan’ bu sütunları görmek, ay ışığı altında parlayan çiçekleri ve açık renkleri ile bu taşlıkları seyretmek yıldızlara bir ayna çe­virmek gibidir. Bu aşk titreşimleri gerçekler dünyasına iner ve orada yolcu, bu şiirin ne dilini anlayabileceğini ne de bu inancın sırrına varabileceğini düşünür. Esrarlı bir aşk dalgası onu sa­rar, kendine köle eder. İki dünyanın arasında yer alan Elhamra o sırada havada uçuyor gibidir. Gökyüzü ve yeryüzü arasında bu saray Müslüman san’atının en yüksek mesajını ruhlarımıza ak­tarır: Görünmeyen ‘Tevhid’ dünyasının görünebilmesi için tek çâre, ona hiç bir katkıda bulunmadan ondan gelen ‘işaretleri’ kapabilmektir.» (s. 177 -178)

Din olgusunu «kendi içinde» açıklamanın ikinci bir sorunu, böyle bir yöntemle, bütün dinlerin aynı haklılık, geçerlilik ve ka­bul edilirlik iddiaları ile ortaya çıkmalarıdır. Bir şeyin tek ölçü­sü kendisi olursa, birini diğerinden daha üstün saymamız için hiç bir felsefi ve bilimsel nedeniniz, gerekçemiz kalmaz. İslâm’ı dünyanın kurtarıcısı olarak öne süren bir tezin böyle bir teme­le dayanması, ister istemez soru işaretleri ile karşılaşmasına yol açacaktır. ,.

Nihayet, eğer bir dinin varlık nedenini ve yükselişini «kendi içinde» açıklıyorsanız, en azından kendinizle tutarlı olmak için, o dinin gerileme dönemlerini de «kendi içinde» açıklamanız ge­rekir. Yazanınızın tutarlı olmak gibi bir çabası ve savı olmadığı için buna pek yanaşmıyor. İslâm'ın gerilemesini açıklarken «dünyevi etkenleri» ön plana çıkarıyor: «Büyük gerilemenin dış şartlan şunlardı: Doğu’da Bağdat ve Batı’da Kurtuba gibi İslâmın iki ışık kaynağı işgalcilerin saldırısına uğramıştı: 1258’de Moğollar Bağdat’ı aldılar, 1236’da Kastilya kralı Kurtuba’yı ele geçirdi, kendi vatanı yaptı.

«Ancak İslâm kültürünün bütün diğer alanlarda olduğu gi­bi felsefede de büyük gerilemenin bir de iç şartı vardı... İnsanlar artık yaratıcı açılmaya karşı tepki gösteriyorlardı.» (s. 162) (Ne­den bu tepkiyi gösterdiklerini açıklama zahmetine girmiyor.) «Hukuki formalizm ve kutsal duyguların zararına gelişen dog­matizm yüzünden zaten kış uykusuna yatmaya hazırlanan' İs­lâm, böylece büyük durgunluk çağma girmiştir.» (s. 225) (Bu­rada, bir açıklamadan çok bir «betimleme» söz konusu.) İs­lâm’ın gerilemesinden sorumlu olan «dünyevi etkenler» arasın­da Türkler ve Batılılar önemli bir rol oynamaktadır: «Arab kül­türü Câmî’nin şiiri ve İbni Haldun’un muazzam ansiklopedisi ile son bir atılım yaptıktan sonra beş yüz yıl boyunca, önce Türk- daha sonra Avrupa sömürgeciliğinin boyunduruğu altında yaşadı. Bu devir tam bir sessizlik çağıdır.» (s. 199) «Halil Mutran büyük İslâm geleneği ile yaşanan dünya arasında kalan dört karanlık yüzyılı birleştirme çabasıydı.» (s. 201) «Asırlarca Osmanlı boyunduruğu altında ezilerek düşünce Ve hareket yönün­den sıfıra inen bir İslâmm şimdi birden ‘Modernliğe’ doğru kol atması nasıl mümkün olacaktı?» (s. 226) Kısacası, İslâm kültü­rünü yücelten bir kitapta bile Türkler «barbarlık» suçlamasın­dan kurtulamıyor!              ,

Aslında Garaudy’i İslâm’a çeken, Tasavvuftur. «Bir İnanç Destanı: Tasavvuf» başlığını taşıyan kitabının ilk bölümünde bu açıkça görülüyor. Garaudy, Tasavvuf’un İslâm dışı kaynakları gözardı etmek için büyük bir çaba harcıyor: «Dolayısı ile Tasavvufu Hıristiyan mistiği yahut Hint meditasyonu ile aynı sa­rada görmek yanlış olur. Hiç kuşkusuz İslâm’ın yayılmasından doğan nedenlerle ‘Çöl Babalarının’ Hıristiyan mistiği, İskenderiye Tanrıbilimcileri ve Plotin’in yazıları, Hint felsefesi ve Bu­dist sofuluğunun tasavvuf üzerinde etkileri olmuştur. Ancak bu karşılıklı etkilenme herkesin görüşünü derinleştirmesine yol açmış, diğer yandan Tasavvufun engin kaynakları daima Kur’an’ın gerçeğinde saklı kalmıştır.» (s. 57-58) Bunu izleyen pasajlarda, Tasavvuf ile Hıristiyan mistikleri arasındaki ayrımları belirleme­ye çalışmasına karşın, Budizm’le hangi noktada önemli bir ay­rım gösterdiğine bir tek sözcükle olsun değinmiyor! Oysa Ta­savvufun kökeninde Hint felsefesinin yattığı çok ciddi bir iddia­dır. Mutasavvıfların Kur’an’dan kendi görüşlerini destekleye­cek yorumlar çıkardıkları doğrudur. Ancak, elektrikten atom bombasına, televizyondan jet uçağına değin geleceğe ilişkin öy­le öngörüler, Kur’an’dan zorlama yorumlarla çıkarılmıştır ki, Mutasavvıflarında kendilerine göre bir yorum çıkarmaları do­ğaldır. Sünnilik gibi Kur’an’a daha yakından bağlı akımlar için­de Tasavvufun yaşamakta zorluk çekmesine, önde gelen Mu­tasavvıfların öldürülmesine ya da sürgün edilmesine, sonunda Tasavvufun sönüp gitmesine şaşmamak gerekir.

Tasavvuftaki insan - doğa - Tanrı birliği, insanın evrilerek Tanrısal düzeye ulaşıp onunla bütünleşmesi (enel Hak, Nirvana, panteizm,) gibi kavramlar, Garaudy’de «çevrenin korunması, insanın doğadan sorumlu, olması, aşın tüketimden kaçınması» gibi çağdaş görüşlere dönüşüyor. Garaudy’nin kavramlara böy­le yeni bir içerik kazandırma çabası anlayışla karşılanabilir. Fa­kat, bunun için Müslüman olmasına hiç gerek yoktu sanıyorum. Budist olarak bunu çok daha inandırıcı bir biçimde yapabilirdi. (Ayrıca, bu hızla giderse gelecek on yılda Budist olmayacağını da kimse garanti edemez.)

[Bu eleştiri yazının yazıldığı tarih; 1983, Garaudy 2012 de ölünce cenazesi yakılarak yok ediliyor. Uzakdoğu gelenekleri ile…anlaşılan İslâm dünyasına bakarak değerlendirme yapması onun sonunda perişan olarak gittiğini de işaret olabilir. İhramcizade İsmail Hakkı]

Garaudy’nin kitabında sık sık belirttiği gibi, İslâm yeni bir din olmaktan çok, Musevi - Hıristiyan geleneğinin geliştiril­miş ve olgunlaştırılmış bir biçimi olarak anlaşılabilir; en azın­dan kendisi bunu böyle görmektedir. Eğer Garaudy Tasavvuf ol­gusu üzerinde önemle durmasaydı, Müslümanlığı Hıristiyanlığın (daha doğrusu, Avrupa uygarlığının) karşısına bir karşı-tez- olarak çıkarmakta güçlük çekebilirdi. Fakat, konuya Tasavvuf açısından yaklaşması bir bakıma işini kolaylaştırmaktadır. Dışa dönük, maddeci, saldırgan Avrupa uygarlığı karşısında, içe dö­nük, maneviyatçı ve pasifist Tasavvuf (Hint - Hıristiyan mistiği de bunun içindedir) gerçekten alternatif bir dünya görüşü oluştu­rabilir. Avrupa'nın gürültülü ve mücadeleci yaşamından ruhu­nun tatile çıkması gibi bir kaçış olmalı, Garaudy’nin yaptığı. Bi­reysel bir çözüm olarak mistik bir dünya görüşünün derin ses­sizliğine ve serinletici kuytuluğuna sığınmak istemesi anlayışla karşılanabilir. Fakat, günümüz dünyasında bu bireysel kaçışı bir ekonomik - siyasal - toplumsal proje gibi sunmaya kalkışması ola­cak şey değil. İçe dönük mistik akımlar günümüz dünyasında ana bir eğilim olarak uygulanma şanslarını yitirmiş gibi gözü­küyorlar. (Bazı ülkelerde sınırlı etkisi olan alt - kültürler olarak gelişmeleri, bu ana çizginin geçersizliği anlamına gelmez.) Ni­tekim, kitabının son bölümünde pratik önermelerde bulunmaya kalkan Garaudy’nin söyledikleri, tümüyle havada kalan birer düş ürününe dönüşmektedir.

Garaudy’nin kitabına yöneltilebilecek temel eleştiriler bun­lar. Ayrıca ayrıntıya ilişkin bir çok eleştiri yapılabilir. Bütün eleştirileri sıralamak için yer olmadığı gibi gerek de yok. Kita­bın özüne ilişkin olmamakla birlikte önemli gözüken bir iki noktaya daha değinmek istiyorum.

Yazar, Batı’yı eleştirirken kadınlarla ilgili olarak şunları söylüyor: «Aynı şekilde altı bin yıldan beri içinde yaşadığımız toplumlar sadece ‘erkekler’ tarafından ve ‘erkekler’ için düzen­lenmektedir. Yani insanlığın ancak bir bölümünün eli ile... Bu topluluğun ‘Kadınları’ unutulmuş yahut saf dışı edilmiştir.» (s.19) Garaudy’nin kadınların konumunu genelde kötü bulması anlaşılabilir bir şey. Fakat İslâm aracılığı ile bu sorunu nasıl çö­zeceğini anlamak kolay değil. Nitekim, daha sonra şunları yayor: «Kur’an da Kitab-ı Mukaddes ve İncil gibi erkeğin kadın üzerinde otoritesi olduğunu kabul etmektedir. Bu eşitsizlik bü­tün baba-erkil toplumların ortak yanıdır. Günümüzde dahi hiç bir ülkede tam olarak ortadan kalkmış değildir, (s. 87 - 88) Ya­zar, yetmiş sayfa önce söylediklerini unutmuş gözüküyor. Ayrı­ca şu basit soruları kendisine sorma zahmetine de nedense kat­lanmıyor: Tanrı tek hüküm koyucu olduğuna göre (s. 82), de­ğişmekte olan ataerkil toplum yapısı karşısında ne yapmamız gerekiyor? Toplumsal değişime karşı savaşıp, kadın - erkek eşit­sizliğini sürdürmeye çalışarak dindar mı olacağız; yoksa toplum­la beraber İslâm hukukunun açık yargılarını değiştirip kâfirleşecek miyiz? Bunlardan hangisi olmalıdır ve olabilir?

«İslâmî geçmiş çağlar içinde değil fakat bugün, geleceği yaratacak güçlere ne gibi katkıları olabileceği açısından, yaşa­yan bir kuvvet Olarak ele aldık» diye «Sonuç» bölümüne başla­ması, eğer okuyucu ile alay etmek değilse, yazarda çok ciddi bir bellek yetersizliği bulunduğunun belirtisi olmalı. Çünkü, «Sonuç» bölümüne değin günümüz İslâm dünyasını hemen he­men hiç ele almıyor; genellikle tarihten, özellikle de Tasavvuf tarihinden söz ediyor.

Garaudy, günümüz İslâm dünyasını gene aynı «Sonuç» bö­lümünde ele alıyor. Buradaki en ilgi çekici önerişi, OPEC’in da­ha sert ve başarılı petrol boykotlarına gitmesi, Üçüncü Dünya ülkelerinin hammadde kartelleri kurarak dünya gelirinin bölüşümünden daha fazla pay almaları, bundan elde edilecek para ile de kendi sanayilerini güçlendirmeleridir. «Yatırım yapılması ge­reken alanlar yeni enerdi konulandır. Ziraat, hayati kimya ve organik gübreler, sulama, ziraat veya kimya alanında faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerin: el attıkla yerel tabii zenginlikle­ri kurtarma ve işleme, tekstil’den eczacılığa kadar geleneksel teknikleri modernleştirme gibi.» (s. 241) Garaudy’nin bizlere öner­diği sanayileşme projeleri arasında ağır sanayiin bulunmamasını çevreci eğilimi ile açıklasak bile, elektronik sanayii gibi çevre sorunları yaratmayan ileri teknolojiden neden söz etmediğini an­lamak zor.                                              

Bu noktada kısaca şunlar söylenebilir: Petrol boykotunun petrol üreten bazı ülkelerle bazı Batılı petrol şirketlerinden baş­ka kimseye yaran dokunmamıştır. Batılı ülkelerin petrol ürünle­rinin fiyatlannı yükselterek karşılık . yerindir ortaya çıkan enflasyon dalgası (bir çoğu da ürünleriyle azgelişmiş Müslüman ülkeleri boğmaya başlamıştır.           

Ayrıca, bırakın bütün azgelişmiş ülkeleri, hattâ hatta Arap ülkelerinin tümünü azgelişmiş Arap ülkesinin tümünü bile bir konuda birleşip ortak hareket etmenin nedenli zor olduğunu hepimiz gördük.Az gelişmiş ülkelerin ham madde karteli» hiç de pratik bir öneri gibi görünmüyor.


Fakat, bir an için bu önerinin pratik olduğunu ve gerçek­leştirildiğini varsayalım. Bütün bunlarla Garaudy’nin bize bir kitap boyu anlattığı şeyler arasında bir ilişki kurmak gerçekten çok zor. Sanki Garaudy kitaptan ayrı bir «Sonuç» bölümü yaz­mak istemiş, insanların kartel kurup boykota gitmesi için Müs­lüman olmasına ve Tasavvufa inanmasma gerek olmadığı gibi, böyle bin boykotun başarıya ulaşmasının İslam dini ve Tasavvuf açısından bir kazanım oluşturması da gerekmiyor. Petrol geli­riyle zenginleşen Arap şeyhleri kendilerine altından tuvalet yap­tırıyor, İran ve Irak yöneticilerinin buna bile aklı ermediği için, onlar da birbirlerini öldürüyor. (Bu insanlar İslama inanmayan ki­şiler olsa, insan belki Garaudy’e hak verebilir. Fakat, petrol ge­lirini böylece harcayıp giden bu kişilerin hepsi de çok iyi birer Müslüman olduğunu, ülkelerini İslâmî ilkelere göre yönettikle­rini ileri sürüyorlar). Kısacası, insan daha zengin olunca daha dindar olmadığı gibi, daha iyi niyetli ve daha iyi yürekli de olmu­yor.

Ayrıca, kapitalist Batı toplundan kullandığı zaman eleştiri­len «kartel, boykot» gibi tatsız yöntemleri Recâ Cârûdî (Roger Garaudy) gibi iyi bir sofinin önermesi hiç de hoş kaçmıyor. İn­san bu kitabı okuyunca, «çağımızda Mutasavvıf olmak için bile petrol gerekiyor» diye düşünüyor ister istemez.

 

Ek Okumalar:

Garaudy Muamması

 

Kâzım GÜLEÇYÜZ

irtibat@yeniasya.com.tr

 

 

24 Haziran 2012, Pazar

Geçtiğimiz günlerde vefat eden ve vasiyeti üzerine önce namazı kılınıp sonra cenazesi yakılan Fransız düşünür Roger Garaudy’nin bu çelişkili vedası, Müslüman olduktan sonra sergileyegeldiği diğer çelişkilerin tuhaf bir devamı ve uzantısı niteliğindeydi.

Ve biz bu çelişkilerin epeyce bir kısmını, bir kitabının Türkçeye çevrilip yayınlanması vesilesiyle yaptığı Türkiye ziyareti sonrasında Köprü dergisinin Ocak-1984 sayısına kapak olan “Garaudy muamması” yazısında değerlendirmiştik.

Kısa bir özetini sunacak olursak:

Dış dünyadan İslâm saflarına girenlerin sayısı artarken, yeni Müslümanların, eski mâlûmatlarıyla birlikte geldikleri gerçeği unutulmamalı. Küçük ihmaller, Müslümanların zihninde İslâma yabancı fikirlerin yer etmesine yol açabilir.

Bu, uzun yıllar Fransız Komünist Partisinin teorisyenliğini yaptıktan sonra İslâma girdiğini açıklayan felsefeci Prof. Garaudy için de geçerli.

Partideyken Marksizmle Hıristiyanlık arasında diyalog kurmaya çalışması, döneklikle suçlanıp ihraç edilmesine sebep oldu. Müslüman olunca aynı diyaloğu İslâmla da kurmaya çalıştı.

Türkiye’de yaptığı açıklamalarda Marx ve Lenin’e hayranlığını gizlemedi; Marx’ı Yahudiliğin insanlığa kazandırdığı değerler arasında zikretti.

“İslâmiyetin olduğu kadar, Hıristiyanlık ve Marksizmin de militanıyım” ifadesini kullandı.

Kur’ân’da her halk ve zaman için geçerli bir hukuk sisteminin bulunabileceği fikrini, İslâmın istikbali için öldürücü bir yorum olarak niteledi.

Mezheplerle uğraşmayı zaman kaybı saydı ve yeni içtihadlar yapılması çağrısında bulundu.

Tesettür bahsinde, kıyafet konusunun çok önemli olmadığını, günümüz Müslümanlarının önündeki en mühim meselelerin büyüme ve kültür modelleriyle ilgili hususlar olduğunu söyledi.

İslâm dünyasından refesans gösterdiği örnekler, kendi sosyalist görüşleriyle çakışan Nâsır, Kaddafi, Bumedyen gibi diktatörler ve Benî Sadr, Bin Bella gibi—aktif şekilde destek verdikleri devrimler tarafından dışlanan—kişiler oldu.

İslâm kültür ve medeniyetini Araplarla sınırlayıp, Osmanlıyı bu medeniyetten ayrı tutarken, tam tersine Arap kültürünün 500 sene “Türk müstemlekeciliği” altında yaşadığını iddia etti.

Dahası, çok hassas itikadî konularda bile, “Bizden olmayan bizim kitaplarımızı okumasın” diyen İbni Arabî başta olmak üzere, bazı isimlerden riskli iktibaslar yaptı ve onlara dayanarak imanî ölçülere uymayan yorumlarda bulundu.

Köprü’deki yazıda bunları ve mümasil tesbitleri sıraladıktan sonra konuyu şöyle bağlamışız:

“Garaudy’nin, ne yapmak istediğini anlamak pek mümkün olmayan bir kimse olduğunu görüyoruz. Garaudy, doğruların arasına bir o kadar da yanlış fikirler karıştırmaktan geri durmuyor. Bariz vasfı da burada kendisini gösteriyor. Bu bakımdan, onu ele alırken ayrı bir ihtiyat ve dikkat gerekiyor. Müslümanlar, dinlerini Garaudy’den öğrenmeye muhtaç değiller. Ama kendi meselelerine sahip çıkma hususunda ihmalkâr davrandıkları müddetçe, onları yeni Garaudy’lerin elinde görmeye devam edecekler...”

Bu değerlendirmelerin üzerinden 28 yıl geçti.

Garaudy’nin vefat anına kadar, bu tesbit ve eleştirilerde vurgulanan hususlarda herhangi bir tashih yaptığına dair bir bilgiye sahip değiliz.

Tam tersine, “Cenazemi yakın” vasiyeti, İslâm inanç, kültür ve gelenekleriyle örtüşmeyen yaklaşımlarını devam ettirdiğinin en son işareti.

Ömrünün büyük kısmını Marksist ve sosyalist olarak geçirmiş bir ecnebinin İslâmı seçtikten sonra “dört dörtlük” bir Müslüman olmasını beklemek belki doğru değil. Özellikle “teferruat” sayılabilecek konularda sergilediği farklılıklar da bir yere kadar “normal” karşılanabilir.

Ama Garaudy’ninkiler bu çerçeveyi aşıyor.

Tabiî, hasenat-seyyiat dengesi açısından nihaî hükmü İlâhî adalet verecek. Bize düşen, Allah’ın ona da rahmetiyle muamele etmesini dilemek.

****

 

Kendi Cesedini Yaktırmak Özgürlüğü Ve Garaudy?

Selahaddin E. Çakırgil

29 Haziran 2012 Cuma  

secakirgil@yahoo.com

Fransız fikir hayatının ve Fransa'daki komünist ideolojinin en seçkin isimlerinden iken, 30 yıl öncelerde, 70 yaşın eşiğinde, müslüman olduğunu açıklayan Roger Garaudy'nin vefatından sonra açıklanan vasiyetinde cesedinin yakılmasını istemesi, nicelerimizi ister istemez şaşırttı, ters köşeye yatırdı..

Bu satırların sahibi bile, müslüman olduğunu açıkladığı ilk yıllardan itibaren dikkatle takib ettiği Garaudy'nin bazı yaklaşımlarını ihtiyatla karşılamakla birlikte, onun böyle bir yakılma vasiyeti  bırakabileceğini  tahayyül bile edemezdi..

Çünkü, İslam inancında, cenazenin, cesedin yakılması sûretiyle ortadan kaldırılması geleneği yoktur.. Ulemâ'nın icmaı ile, İslam'da cenaze yakılması memnû', hattâ bazılarınca 'tahrimen (harama yakın) mekruh'  bilinmiştir..

Vefat haberi alındığı zaman, bir çok müslüman, Garaudy'nin ve ailesinin yalnız bırakılmaması için, Paris'e gidip cenaze törenine katılmayı proğramlamaya başlamışlardı.. Ama, ne zaman ki, ortada ailesi tarafından öyle bir vasiyetin varlığı açıklandı; kimsenin gidecek mecali kalmadı..

Yine de bir sual, zihinlerde kaldı..

'Bu vasiyet, Garaudy'nin hayatının müslüman olmadan önceki döneminde  hazırlamış olduğu bir vasiyet olamaz mı?' diye..

Ama, ailesi bu ihtimali kaale bile almadı ve bir kısım müslümanların Paris Câmii'nde kıldığı bildirilen bir gıyabî cenaze namazından haber verilse  bile, o cesedin yakılması ânında orada müslümanlardan kimsenin bulunmaması bile, müslümanların bu konuya ne kadar soğuk baktıklarını göstermesi bakımından ilginçtir..

Cenazelere nasıl davranılacağına dair, farklı toplumlarca, kendi inanç, kültür ve geleneklerine göre değişik usûller geliştirilmiştir..

Ancak, Hz. Âdem Safiyullah'ın oğullarından Kabil, kardeşi Habil'i öldürerek, ilk cinayeti işleyip, yeryüzüne ilk insan kanını döktükten sonra, kardeşinin cesedini ne yapacağını düşünürken, -Kur'an-ı Kerîm'de de bildirildiği üzere- bir karganın, ölen bir diğer karganın ölüsünü toprağa gömdüğünü görür ve bundan işaret ve ders alarak, kendisi de öyle yapar.. Ve genel olarak, özü itibariyle ilahî vahye dayalı olanlar başta olmak üzere, çeşitli dinlerde, cesedlerin toprağa gömülmesi geleneğinin buradan başladığı kabul edilir..

Ama, farklı uygulamalar da olmuştur elbette..

Fransız mütefekkirlerinden Montaigne, 'Denemeler' adıyla türkçeye de çevrilmiş olan eserinde, eski Giritlilerin, ölülerinin cesedlerini yediklerini anlatır.

Ve sonra da, şöyle bir değerlendirme yapar, -özet olarak- :

'İnsanın, sevdiklerinin /yakınlarının cesedini yemesi, ne kadar dehşet verici bir şey, değil mi?

Ama, onlara biz de en yakınlarımızı toprağın içine, karanlık bir çukura gömüp üzerini örttüğümüzü söyleseydik, onu ne kadar dehşet verici bulurlardı, kimbilir..

Çünkü, sevdiklerinin, yakınlarının kendi kanında dolaşan bir hale dönüştürmek yerine, onu karanlık bir çukura gömüp terketmenin korkunçluğu ortadadır..'

*

Evet, bu gibi konularda, mes'eleye durduğumuz veya baktığımız yere göre farklı hükümler verir, farklı neticelere varabiliriz..

Eski Giritlilerin o yaklaşımlarını Hindistan'da ve İslam öncesi İran'da, zerdüştlük dininde değişik şekillerde olduğunu görmek de mümkündür..

Zerdüştler, ölülerini, yerleşim birimlerinin uzağında yüksek direkler veya ağaçlar üzerinde hazırlanmış özel platformlara bırakırlar ve leş kargaları, kartallar, akbabalar yer, onları..

Hindular da, ölülerine elbiselerini giydirip, cenazeyi odun yığınlarının üzerine gaayet saygılı bir şekilde ve bir ibadet anlayışı ile koyarlar, üzerine de herkes kendi ekonomik gücüne göre, kaliteleri farklı yağlarla odunları tutuştururlar ve bunu bir ibadet olarak telakki ederler.. (Hind alt- kıt'asındaki müslüman ulemâ ve halk, cenazelerini yakan hinduların bu davranışını, ibadet anlayışı ile yaptıklarını düşündüklerinden, bu konuyu onları aşağılayacak şekilde değerlendirmekten uzak durmaya özel bir dikkat göstermişlerdir.. Ki, miladî-19. yüzyılda Ebu-l'Âlâ el'Meaarî gibi ulemânın özel hassasiyetinin, bu neticede daha bir etkili olduğu hep hatırlanır..)

Yakılan cesedlerden kalan bir mikdar kül parçasını da küçücük şişelere koyup, üzerine, kime aid olduğunu yazarak, evlerinin en mutenâ köşesinde muhafaza ederler..

Bu yakmaların bizim gibiler için dehşet verici olduğunu söylemeye ayrıca gerek yok.. Ama, zerdüştler veya hindular için de, cesedin toprağa gömülmesi dehşet vericidir..

(Yakılan cesedlerden yayılan yanık kokularının vâdilere sinip, günlerce ağır bir hava oluşturması ise, bir ayrı konu..  Müslüman olan bir Çin'li ile evlenen bir müslüman kız, eşinin Çin'deki şehrinde gördüklerini bana uzun uzun yazmış ve bu arada bu cesed yakma törenlerini bütün dehşetiyle anlatmıştı; ki, oldukça ilginçti..)

*

Bugün Batı/kapitalist-materyalist/ hristiyan dünyasında ise, son yüzyıldır giderek artan bir şekilde, cesedlerin yakılması bir gelenek haline dönüşmektedir..

Bunun için de, krematorium denilen özel cenaze yakma fırınları vardır..

Bu krematorium'larda, gerçekte, hindularda olduğu gibi bir yakmak yerine, yüksek ateşte kavurmaktan söz etmek daha doğru olur..

Çünkü, cenazeler, özel tabutlarda getirilip, 1200 dereceleri bulan yüksek hararet fırınlarına konulmakta ve o yüksek hararette, cesed, 15-20 dakika içinde kor haline gelerek kavrulmakta ve geriye 10-15 gramı geçmeyen bir kül kalmakta ve o da, cenazenin yakınlarına bir şişe içinde verilmektedir..

Bu yakış sırasında, Hindistan'da olduğu gibi bir yanma ve etrafa yayılan bir koku gözlenmemekte, muhkem sûrette kapalı fırınlarda birkaç dakika içinde kavrulan cesedden dışarıya herhangi bir koku vs. yayılması sözkonusu olmamakta.. Yani, hijyenik açıdan çok farklı..

Ve bugün, mezar yerleri ve cenaze törenleri son derece pahalı olduğundan, bu yakmaların çok ucuza mal olduğu da söylenmekte ve meselâ, Almanya'da cenazelerin yüzde 60'ından fazlasının yakıldığı belirtilmekte..

Cenazelerin bu tarz yok edilmesi giderek bir âdet haline geldikçe, bunun  ölüye saygısızlık olarak anlaşılması da o kadar zayıflıyor.. 

Biz müslümanlar ise, bu konuya farklı bakış açısından yaklaştığımızdan, bu duruma genel olarak, dehşetle bakıyoruz..  Keza, yahudiler de cenazelerin yakılmasına itiqaden hoş bakmıyorlarmış.. Onlar da gömülmeyi esas alıyorlar..

İslam, bize, değil insanın, başka canlıların bile, canlı olarak yakılmasını, ateşe atılmasını da yasaklamakta olduğu gibi, insanlar öldüğünde de, onların bedeninin parçalanmamasını, saygısızlık yapılmamasını, telkın etmektedir.. (Elbette, tıbbî gereklerle yapılan müdahaleler ayrı bir konu..

Ki, kendilerini ayrı bir din gibi gösterseler de, kitab olarak Tevrat, Zebur ve İncil metinlerinden oluştuğuna inandıkları Kitab-ı Muqaddes'i ölçü alan ve böylece yahudi-hristiyan inancının ortak noktalarından beslenen Yehova Şahidleri isimli tarikat, organ ve hattâ kan naklini de, itiqaden yanlış bulmaktadırlar.. )

*

Kürtaj konusunda da, oluşmaya başlayan canlı varlık, henüz ruşeym/ cenin/ fetus halindeyken, çeşitli gerekçelerle parçalanarak alınmakta olduğundan, itirazlar bu noktadan yükselmekte değil mi? Gerçi, o konuda, henüz hücre bölünmesiyle başlayan ve acı çekme, hissetme gibi hayatî emarelere sahib olmayan cenin- fetus dönemindeki  bu hücrelerin yok edilmesine karşı çıkmanın kabul edilemezliğini söylemekteler, ama, onlar, hayatın o hücre bölünmeleriyle başladığını anlamazlıktan gelmekte ve hayatın başlangıç noktasına müdahalenin de cinayet olduğu anlayışına yaklaşmamaktalar..

Bu vesileyle, 29 Haziran 1925 günü devlet tarafından öldürüldükten sonra, cesedleri yok edilen merhûm  Şeyh Saîd ve arkadaşlarının cesedlerinin âqıbeti bilinmediği gibi; yine aynı rejime karşı 1937-38'de cereyan Dersim Ayaklanması sonunda yakalanıp salben öldürülen Seyyid Rızâ ve oğlu ve de arkadaşlarından pek çoğunun cesedlerinin de daha sonra yakıldığı ve geride hiç bir iz bırakılmadığı bilinmektedir.. Kimliği her ne olursa olsun, ölü'lere karşı takınılan bu gibi tavırları saygısızlık olarak öğreten İslam uygulaması dolayısiyle,  bu tarz yakmaların, vicdanlarımızda bir tepki, bir dehşet duygusu geliştirdiği açıktır..

Bazı trafik veya iş kazâlarında veya yangınlarda, insanların parça olması veya alevler içinde kül olması karşısında daha bir dehşet duygusu yaşamamız da, yine bu kültürün etkisinden dolayıdır, muhakkak ki..

*

Bütün bunlardan sonra..

Garaudy, eğer yakınlarının bir oyununa gelmediyse ve yakılmasını vasiyet eden bir belge bıraktıysa ve o belgeyi de, müslüman olduğunu açıkladıktan sonra hazırlamışsa.. (Ki, bütün bu hususlar bizim için henüz kesin değil..)

Evet, geride, kendi hür iradesiyle böyle bir vasiyetnâme bıraktıysa...

En azından, 1400 yıllık İslam tarihinde kimsenin sıcak bakmadığı bir konuda, kendisinin  99 yıllık hayatının ilk 70 senesindeki duygu ve düşüncelerinin oluşmasında etkili olan materyalist kültürün izlerinden kurtulamadığından böyle bir vasiyetnâme bıraktığı kabul edilmeli ve bu durum, kişinin kendi cesedi üzerinde söz sahibi olabilir gibi bir anlayışla hoş karşılanmamalıdır, her halde...

Çünkü, insan cemiyet halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır ve ne kadar ferdiyetçi davranırsa, mensub olduğu cemiyetin değerlerinden de o kadar uzağa düşer.. Kişi, mensubu olduğunu söylediği inanç ve değerler sistemine aldırmayıp, 'Bu, benim ferdî özgürlük alanıma girer, kimse karışamaz..' derse, o zaman, o mensubiyet iddiasının üzerine de kendi eliyle bir kocaman soru işareti kondurmuş olur..

*

Garaudy'nin vefatından hemen sonra, bu sütunlarda ona kısaca değinilmişti.. Halbuki, üzerinde durulması gereken önemli fikirleri ve düşünce mahsulleri de vardı, elbette.. Ancaak, onun bir çok konuda henüz oturmamış bir yeni müslüman kişiliği olduğunu bilenler, biraz temkinli davranmak gerektiğini hissetmiş olabilirler..

Bu da, anlayışla karşılanmalıdır..

Ama, sırf, materyalist ve büyük çapta ateist Batı toplumundan ünlü birisi müslüman olduğunda, bu gibilerin  İslam'la teşerrüf ettiğinden,  şereflendiğinden sözetmek yerine, İslam'a şeref kazandırıldığı zehabına kapılarak yapılan değerlendirmelerdeki yanlış; Garaudy konusunda da  genelde tekrarlanmıştır ve bunun yanlış olup olmadığı üzerinde derinlemesine düşünülmelidir.. Ki, sonradan müslüman olduğu açıklananlara müslümanların gösterdiği ilgi, kardeşlik duygusunun sıcaklığını hissettirmekten çok, adetâ, başka inanç ve kültür sistemleri karşısında yaşanan eziklik duygusuna dayanıyor gibi bir mesaj verdiğinden, değerlendirmeler de farklı vâdilere taşınmakta ve bu da, yeni müslüman olan kişinin müslümanlık öncesindeki şöhretine ve o eski hal ve değerlerine teşekkür borçlu olduğu gibi bir yanlışı da getirebilmektedir.. Nitekim, isimsiz, şöhret sahibi olmayan kişiler, müslüman olduklarında İslam potasında daha rahat eriyip yeniden şekillenebilirlerken; kendilerine gösterilen ilginin ve hattâ en hassas İslamî konularda bile fetva makamında veya ictihad edecek durumda görülüyor olmalarının da sevkıyle, o eski dönemlerindeki gibi her konuda ahkâm kesme alışkanlığını sürdürmek noktasına gelebiliyorlar.. Hattâ, secde etmenin arab geleneklerinden geldiği için, zarurî olmadığına varıncaya kadar.. 

*

Elbette gönül isterdi ki, Garaudy'nin vefatı dolayısiyle, onun tefekkür dünyası üzerinde burada uzun uzun durulsun; müslümanlar olarak ondan alabileceklerimiz üzerinde daha bir düşünülsün..

Yazık ki, Garaudy, vefatından sonra, cesedinin yakılmasına dair bir vasiyetnâmenin ortaya çıkması / çıkarılması ile, kendisinin müslümanlar nezdindeki  hüsn-i zanna dayalı hâtırâsını da büyük çapta ateşe vermiştir.. 

Belki, yeri gelir de, onun bu konu dışındaki uzun bir değerlendirmesini daha sonra yapmak imkanı doğar..

Kaynak: Kendi cesedini yaktırmak özgürlüğü ve Garaudy? - SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar