KURBAN dan KALEME
Ma’lûm ola ki,
kurbân Hz. Âdem aleyhisselâm zamânından beri kalmıştır. Ondan mukaddem kurbân
etmek yoktu. Belki cemî’ eşyâ tesbîh ve tevhîde meşgûl idi. Nitekim Kur’ân’da
gelir: [Hiçbir
şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin] (İsrâ,17/44) Pes, Âdem halk olundukta
tesbîh ve tevhîd ve sâir ezkâr ve a’mâlin hükmünü verip icrâ ettiğinden gayrı
kurbânla dahi takarrüb ve taabbüd etti. Tafsîli budur ki, Allâh Teâlâ
Âdem’den mukaddem olan eşyâyı halk ettikte vücûd ni’meti mukābelesinde onlardan
şükr taleb eyledi. Onlar dahi şükrâne tesbîh ve tahmîde meşgûl oldular ki
tesbîh zâtı ve tahmîd sıfâtı mertebesindedir. Ve onlara kurbân etmek teklîf
etmedi. Zîrâ ol vaktte lahm-i kurbânı ekl edecek kimse yoktu. Şol cihetten
ki ekl ve şürbden münezzehdir. Ve insândan gayrısı dahi ekle sâlih değildi.
Pes, eğer ol vaktte âlemde olan eşyâ kurbân etmek lâzım gelse abes olurdu.
Fe-emmâ Âdem zamânında abes olmadı. Kurbân eder bulunduğu gibi, Âdem cinsinden
kurbân etini yemeğe sâlih kimse de bulunurdu. İşte bu ibtidâ-i kurbândır ki ona
akîka derler. Ve herkes akîkasına merhûndur.
Ya’nî erkek doğduğu vakt iki kurbân ve kız doğduğu zamân bir kurbân etmek gerekdir. Eğer bu vechile etmeseler, ol oğlan ve kız
nâ-bâliğ iken vefât etse babaya ve anaya şefâat etmezler. Ve bâliğ olup
gitseler, bilâ-kurbân kendi nefslerini tahlîs etmezler, zirâ mukaddem şükr-i
vücûd bulunmamıştır. Ya bir kimse evvel emrden vücûdu ni’metine şükr etmese,
sâir vücûda tâbi’ olan ni’metlere dahi küfrân üzerine olmuş olur.
DİKKAT
Bu cihetten bir kimse doğdukta kendi için kurbân
olunmadığını bilse veyâ şüphelense, hayatta oldukça yüz yaşına girse dahi
kurbân etmelidir, mevtinden sonra kurbân olmaz.
Iyd-i adhâda kurbân edip sevâbını murâd ettiği
kimsenin rûhuna hibe eyleye. Velâkin ona kurbân-ı akîka demezler.
Zîrâ kurbân-ı akîka hayatta olana mahsusdur, nitekim
mürûr etti.
Ve mervîdir (rivayet olunur) ki, Rasûlullâh salla’llâhu
aleyhi ve sellem Hazretleri risâletle meb’ûs (peygamber
olduktan sonra) olduklarından sonra kendi nefs-i tabîiyyeleri için akîka kurbân
ettiler. Ve bir kurbân dahi edip sevâbını ümmete ihdâ ettiler.
Pes, ümmet üzerine dahi bu iki vechile kurbân-ı akîka meşrû’
oldu. Kurbân-ı akîka gerçi ind-i (yanında) İmâm-ı A’zam müstehab ve ind-i Şâfiî
sünnettir. Velâkin ind-i
İmâm-ı Ahmed vâcibdir. Çünki bu mes’elede ehl-i ictihâd arasında ihtilâf vâki’
oldu. Akvâ olan, ihtiyât tarafını tutup İmâm-ı Ahmed kavliyle amelen akîka
etmek [418-b] gerekdir. Zîrâ İmâm-ı Ahmed’in kavli erbâb-ı hakāyık
mezhebine muvâfıkdır.
Ve kurbân
deveden ve sığırdan ve koyundan ve keçiden, bunların dişisinden ve erkeğinden
câizdir, horozdan değil.
Velâkin sığırın
dişisinin ve sâirin erkeğinin lahmi atyebdir. (iyidir) Pes, eti tatlı ve semiz
olandan kurbân etmek kabûle ve sevâba akrebdir. Ve kurbâna kādir olmayanın
işi Allâh’a kalmıştır. Eğerçi bu zamânede fakir az bulunur. Kendi nefsini
tahlîs etmek derdine düşen adam afyon ve keyf kaydından geçer ve haram ve
habîse sarf ettiği akçeleri cem’ edip umûr-i dîne harc eder. Ya’nî duhân ve
afyon ve bunun emsâli mükeyyifâta dâir için sarf edecek para bulurlar, müddet-i
ömründe şükr-i vücûd için bir kurbân etmeğe harc edecek para bulamaz. Ve
avratlardan dahi zarûret ehli olanlar, tezgâhdan ve gergefden ve eğirmekden ve
gayrı amelden kesb ettikleri yünü cem’ edip cem’iyyetlere ve düğünlere çıkmak
için zîb ve zînete verirler. Onların dahi dûzahdan necât murâdları ise helalden
kesb edip mallarını levâzım-ı dîne sarf edeler. Ve
akîka kurbânını doğan mevlûdün yedinci gününde edeler diye yazılıdır. Eğer zarûret olursa te’hîr dahi olunur. Ve ol
kurbânın fazalâtını bir çukura koyup defn ede ve mümkün oldukça kemiklerini
kırmaya, belki mafâsıldan fasl ede ve iyi nâm hâtuna budundan vere. Ve eğer
bütün bütün bir kazan içinde kaynatıp piştikten sonra lahmini tefrîk etse, bu
sûrette kemiklerini cem’ edip bir pak yere defn ede.
Ve
boğazlarken veyâ boğazlanırken yanında durup böyle diye :
[Allahım, bu benim akîkamdır] Eğer kendi nefsi için ederse ve eğer gayrı
için ederse, diye ki [Allahım! Bu filan oğlu filanın akîkasıdır, onun kanını
kanına, etini etine, kemiğini kemiğine, cildini cildine, kıllarını kıllarına
bedel kıl, Allahım, onu onun için cehenneme karşı fidye kıl] Eğer kendi için ise, [Allahım, onu
benim için fidye kıl] diye ve bu
kurbânın gerçi lahminden ekl etmek câizdir, zîrâ nezr kısmından değildir.
Velâkin eğer kendi
nefsi için boğazlarsa ekl [yememek] etmemek evlâdır. Zîrâ ekl etse kendi nefsi için sa’y etmiş
olur, ya’nî garazdan hâlî olmaz. Onun için uşaklara yedi günlük iken ve dahi
süt emerken ederler. Tâ ki kendileri için olan
kurbân etinden yemeyeler. Zîrâ ol
vakt et yemeğe sâlih değillerdir. Ve bundan fehm olunur ki ol kurbânın etinden
akrabâsı olanlar ekl ederler, fe-emmâ takvâ bâbından şu kadar vardır ki usûlü,
vâlideyni ve büyük babası ve büyük anasıdır, cümlesi bir hükmde olmakla ekl etmeseler
evlâdır. Ve burası ziyâde amîk nesnedir. Zîrâ garaz-ı nefsden halâs olmak değme kimseye verilmemiştir. Hattâ ba’zı
ağniyâ, kendi hizmetlerinde olan huddâma [419-a] o huddâm er olsun avrat
olsun zekât verirler. Murâdları zekâtımız yabana
gitmesin, zîrâ bu huddâmla intifâ’ ederiz derler. Maa-hâzihî zekâtın ta’rîfinde “lillâh” diye kayd
olunmuştur. Pes, hizmet garazı için def’ olunan mal ne vechile lillâh olur. Şu
kadar vardır ki eğer ol huddâma hizmetleri mukābelesinde gayrı mal verip veyâ
libâs ilbâs edip, niyyetini garazdan tahlîs için edebilirse onlara zekât vermek
lâ-be’sdir. Meğer kîm âzâd olmamış kulu ola. Bu sûrette ona zekât verilmez ve
nezri kurbânından dahi verilmez. Usûl ve furû’una yedirmediği gibi. Ve ol kul
için dahi sadaka- i fıtr verirler, beslemesi için değil. Meğer kîm kulu hizmet
için olmaya, belki ticâret için ola. Bu sûrette eğer sene devrederse, hesâbı
kadar sâir emvâli gibi zekâtını verir. Ve gāzî, gazâ ederim ve hacı, hacca
giderim demekle zekâtı sâkıt olmaz. İşte bu tafsîl
kulağına girdi ise, gaflet etmeyip akîka kurbanını edegör, elhamdülillâhi teâlâ.
Bu âna gelince ki
on yedi evlâdım olup, on altısı âhirete gitmiştir. Cümlesi için akîka kurbânı
kesilmiştir. Ve kendi nefsim için dahi zebh olunmuştur. Bu ma’nâdan ötürü
nâ-bâliğ vefât eden evlâdımdan kıyâmette şefâat me’mûlümdür.
Ve bu kurbândan
gayrı olan karâbîn bu kurbânın furû’u gibidir. Meselâ, ıyd-i kurbânda olan
kurbânın aslı Hz. İbrâhim’den kalmıştır ki oğlu İsmâil’i zebh etmek murâd
ettikte kebş-i azîm vârid ve fidâ’-i İsmâil olmuştur. Şöyle ki, eğer İbrâhim
İsmâil’i bi’l-fi’l zebh etmiş olaydı, her mü’mine evlâdından birini zebh etmek
vâcib olurdu. Avâm-ı nâsın bu ma’nâya tahammülü olmadığından Allâh Teâlâ
rahmet-i âmmesiyle tahfîf edip, onun bedeline kurbân-ı adhâyı meşrû’ kılmıştır.
Bu cihetten kendi vücûdu ni’metine şükreden evlâdı vücûdları ni’metine dahi
şükredip kurbân etmelidir. İki sûrette dahi nef’i kendine âiddir. Zîrâ
fi’l-hakîka kendi zebh olunsa veyâ evlâdından birini zebh etse hâl nice olurdu.
Ey gāfil, türâbdan
mahlûk olduğundan yübûsetin kemâlde ve imsâkin nihâyettedir. Bilmez misin ki
hubûb anbarda durdukça fesâd kabûl eder. Ya ne için [Dünya ahiretin
tarlasıdır] denildi. Tâ ki sen amel tohumunu ekesin ve
sonunda mahsûl biçesin. İmdi ömrünü çürütme ve malını yabana atma. Belki bir
mikdârını olsun kabrine gönder. Ve sen kabre girmezden evvel amel-i sâlihin
kabr içine girip sevâbını orada hazır bulasın. Ve sen nice ahlâk-ı ilâhiyye ile
mütehallik olursun ki Hak Teâlâ cevâd ve vehhâbdır. Cûdu odur ki kable’s-suâl
sana i’tā eder. Ve hibesi odur ki verdiği nesneden ötürü senden ivaz taleb
eylemez ve hibesini geri döndürmez. Nitekim senin vücûdunu bi’l-külliye senden [419-b]
alıp, seni adem-i mahz yoluna çevirmez. Ve ba’zı evlâdını kabz ettiği dahi
böyledir. Zîrâ mevt dedikleri adem-i mahz değildir. Eğer saîd isen bir gün
onlara mülâkî olursun. Hemân îmân-ı kâmil talebinde ol. Ve halkın evlâd-ı
sıgārı îmânda ve küfrde kendilerine tâbi’dir. Ya’nî mü’minlerin nâ-bâliğ
vefât eden evlâdı kendileriyle bile cennette ve kâfirin cehennemdedir. Ve
bu kavl esahhdır. Ve bu mahalde dahi kelâm vardır fe-emmâ mahalli değildir.
Biz yine sadede
gelelim ki kurbânda ziyâde fazîlet olmakla ganîye ve fakîre şâmil oldu. Zîrâ
eğer nezr ise edâsı lâzım gelir. Ve eğer değilse dahi kādir olduğu mertebeden
kurbân eder. Nitekim sadaka-i fıtr vâcib değil
iken sadaka vermek evlâdır. Ve şükr kurbânı dahi bayram kurbânı gibidir ki
herkes onun lahminden ekl eder. Ve
nezr etmek bahîllere göredir. ya’nî bir kimse sahî olsa ve vefâ sıfatı
vücûdunda temkîn bulsa nezr etmeden dahi kurbân eder ve kurbân onun hatırına
gelmek dahi kifâyet eyler. Gerek lisâna getirsin ve gerek getirmesin. Fe-emmâ
bu makûleler kalîldir. Ve kurbân etmekden maksûd, fi’l-hakîka nefs ve tabîatı
zebh etmekdir ki mahall-i hevâ ve şehevâttır. Zîrâ kan şehvete işârettir ki
riyâzetle kan azaldıkça yerine nûr gelir. Ve kanla hâsıl olmayan kuvvet nûrla
hâsıl olur. Zîrâ kan âlem-i fenâdan ve nûr âlem-i bakādandır. Ve bir günde üç
kere taâm yemek meşrû’ değildir. Belki sâim değilse [Sabah ve akşam] mûcebince iki kere taâm yer. Ve hacamat
dem-i fâsidi ihrâc ve kuvây-ı şehvâniyyeyi taz’îf içindir. Zîrâ kesret-i eklden
kan çoğalıp, mecrâsı olan damarlara şeytān yürümeğe başlar ve fesâd ve
vesveseden hâlî olmaz. Neûzü billâhi min şerrihî. (Halîliyye ve Hitâb-ı
İsmâil Hakkı Efendi )
Kaynak: İhsan KARA,
Tasavvuf Istılâhları Literatürü Ve Seyyid Mustafa Râsim Efendi’nin Istılâhât-ı
İnsân-ı Kâmil’i, T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat
Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim DalI, Doktora Tezi I-II, 2003, İstanbul
KAZÂ VE KADER
Bir def’a
reîsü’t-tāife Sehl ibni Abdullâh et-Tüsterî sırr-ı kazâ ve kaderde tulû’-i şemsden
irtifâ’-ı nehâra dek muhâcce ettiler, âhir makāle-i İblîs bu oldu ki :
“Yâ Sehl, ben eşyâdanım ve Hak buyurdu
ki, [Rahmetim ise
herşeyi kuşatmıştır] (A’râf,7/156) Sehl dahi :
[İleride onu, bilhassa sakınanlara ve zekâtını verenlere
tahsis edeceğim] mazmûnu
sende mefkûddür (yitik-kayıp], niye merhûmolursun [merhamete mazhar olamazsın]”
(A’râf,7/156) dedi.
İblîs dahi :
“ Yâ Sehl, bu söz câhil sözüdür, nolaydı söylemeyeydin,
benim muttakî olmadığım- neden bildin” dedi. Ve Hak Teâlâ
benim la’nıma yevm-i dîni gāyet kılıp [Ve cezâ gününe kadar lânetim senin
üzerine olsun] (Sâd,38/78) buyurdu.
Ve:
“Ehl-i a’râfın orada secdelerinin kabûlü benim kabûl-i tevbeme dahi beni tama’a
[açgözlülük, aşırı istek.] düşürdü. Yâ sehl, bilmedin mi ki takyîd [şart koşma-kayıt] senin
sıfatındır, rahmet-i Hak mutlakdır ” diye gāib oldu. Sehl der ki:
“İblîsin
elinde mahcûc [Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan] olup gussamdan rîkim [tükrüğüm] boğazımda kalıp
ibtilâ’ edemedim. Ve tâ şöyle oldum ki tarîkat-ı ma’rifeti
iblîsden ahz etmek haddine vardım.”
Bunda İblîs’in cemî’ makāmâtta ilm-i vâfirine delâlet
vardır, ilm-i zâttan gayrı.
Zîrâ eğer zât-ı
Hakk’a ilmi olaydı berzahda kalmazdı ve Âdem’e secde kılıp Hakk’dan mahcûb
olmazdı.
İşte ilm ve amelde
istikrârı olmayanların halleri budur.
Ey niceler erdim
sandılar velâkin menzilin nısfına gelmediler.
Niceler içtim
kıyâs ettiler şarâb-ı miskiyyi’l-hitāmı.
Onlar ise
ma’rifetin kokusunu bile almadılar.
Ve alâ hâzâ.
(Kıyas et)
Her asrın ekser-i
süllâkı kâmil elinden çıkmadıklarından tarîk-i Hakk’a ayak basamadılar. Ve
nefs-i kündü terbiye-i üstâzdan çıkarmayıp kılıcı arşa asamadılar. [De ki: “Doğrusu lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir, onu
dilediğine verir”] (Âl-i
İmrân,3/73) (Hitâb-ı Hakkı Efendi )
**
KALEM
Ma’lûm ola ki,
kalem rûh-i Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)e işârettir. Buyurmuşlar ki,
mine’l-ezel ile’l-ebed makdûrâtı tafsîlen takrîr ve tahrîr eylediğinden ötürü
kalem denildi. Ve ehl-i irfândan
ba’zılar buyurmuşlar ki, “nûn” ibârettir deryây-ı
evvelden ki [Gizli bir hazine idim, bilinmeğe muhabbet ettim] (Aclûnî, II,
s.132.) ve kalem ibârettir deryây-ı sânîden ki [Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir] (Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader,
17.) dir [Satır
satır yazdıklarına] (Kalem,68/1) ibârettir, deryây-ı sâlisden ve
râbi’den ki müfredât-ı mülk ve melekûttur ve dâim kitâbette derler. Onların
kitâbetinden mevâlîd peydâ olur.
Beyit :
Devâtım
nûndur, çıkıpdur harf ü ma’nâ heb,
Bu ilhâmın makāmı kābe kavseyn ev-ednâdır.
Bu ilhâmın makāmı kābe kavseyn ev-ednâdır.
Devât ve muhbire,
devît dedikleridir. Ve nûndan murâd, noktadır ki mertebe-i ahadiyyettir. Ya’nî
ümmü’l-kitâb dedikleri aslü’l-kitâbi’l-vücûddur. Nûn ile tesmiyeye vech budur
ki ol müctemi’-i midâd-nümûddur. Ya’nî ne kadar nükûş-i âlem varsa ol mertebede
müctemi’dir ki kâtib-i ezel onu sun’uyla elvâh-ı esmâ üzerine nakş eylemiş [430-b]
ve hurûf ve kelimât ve âyât ve süveri tafsîl kılmıştır. Kâtib devâttan ahz
ettiği midâd ile sahîfe üzerine harf ve emsâli nakş ve tersîm ettiği gibi. Onun için âlem-i kebîre nüsha-i âfâk ve âlem-i sagîre
nüsha-i enfüs ve ikisinin sırrını cem’ eden Kur’ân’a nüsha-i Kur’ân denildi.
KALEMÜ’L-A’LÂ :
Âlem-i ceberût.
KALEM-İ A’LÂ :
Hakîkat-ı
muhammediyyeye kalem-i a’lâ ve mertebe-i icmâl dahi derler. Kalem, kalb
demektir. Kalem-i a’lâ, sürâdikāt demektir. Kalem-i a’lâ, rûh-i izâfî,
insân-ı kâmil ve akl-ı evvele [Nûn. Kaleme ve
satır satır yazdıklarına yemin ederim] (Kalem,68/1) mazmûnunca
devât-ı feyz-i akdesden istifâza ve nefs-i külliyeye ifâzada kalem mesâbesinde
olduğu için kalem-i a’lâ derler.
MAKSAD-I AKSÂ, KALEM VE LEVH
Ma’lûm ola ki,
kalem ve levhin hakîkati kalb ve rûh-i insândır. Zîrâ rûh âlem-i sırrdan ahz
ettiği umûr-i gaybiyyeyi levh-i kalbe sebt eder. Ve umûr aslında zât-ı insânda
merkûz ve müsbettir. El-hâsıl, levh-i icmâli-i insânî ve enfüsî, levh-i
tafsîli-i âfâkînin asl ve ma’denidir. Ve kalemin tafsîli nefs-i küllîde olduğu
gibi, rûhun tafsîli dahi kalbdedir.
KALEM-İ A’LÂ VE AKL-I EVVEL VE RÛH-İ MUHAMMEDÎ
CEVHER-İ VÂHİDDİR:
Ma’lûm ola ki,
kalem-i a’lâ ve akl-ı evvel ve rûh-i muhammedî vecher-i ferdden ibârettir ki
eğer Hakk’a nisbet olunursa kalem-i a’lâ ve eğer halka nisbet olunursa akl-ı
evvel ve eğer insân-ı kâmile nisbet olunursa rûh-i muhammed tesmiye olunur (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Zîrâ
insân-ı kâmil kalem-i a’lânın mazhar-ı tâmmıdır. (Abdülkerîm Cîlî)
Ma’lûm ola ki
ibtidây-ı mahlûkāt kalem-i a’lâdır. Nitekim hadîsde gelir: [Allah’ın ilk
yarattığı şey kalemdir] (Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader, 17.)
Kalem ile bu kadar nukûş-i hurûf ve suver-i kelimât zâhir olduğu gibi, evvel-i
mahlûk ve ibtidây-ı masnû’ olan kalemin nûrundan dahi bu kadar ervâh ve ecsâm, zulmet-i âbâd-ı nâ-bûddan sahrây-ı vücûda
kadem bastı. Nitekim hadîsde gelir : [Ben Allah’tan ve mü’minler de benim
nûrumdandır]( Aclûnî, I,
s.619.)
Allâh
Teâlâ hakîkat-ı muhammediyye nûruna tecellî ettikte, kalem gibi iki şakk oldu.
Bu cihetten dahi kalem ıtlâk olundu.
Ve bir dahi kalem
ile sâhib-i kalem murâd olunur. Sâhib-i seyfe seyf denildiği gibi.
Ve bu kalem gerçi hakîkat-ı
muhammediyyeden ibârettir. Velâkin cümle hakāyık-ı kevniyyenin ol hakîkatten
hissesi vardır. Âdem (aleyhisselâm) ın türâbdan evlâdının behresi olduğu gibi.
Onun için Kur’ân’da gelir :
[O, öyle bir hâlıktır ki sizi bir çamurdan yarattı] (En’âm,6/2) Pes, kalem ile mutlak vücûd-i
insânî irâdetine vech budur.
Ma’lûm ola ki,
mertebe-i ahadiyyetten ibtidâ zuhûra gelen, kalem-i a’lâdır. Ve bu kalem-i a’lâ
mertebe-i ahadiyyete cemî’ mevcûdâttan karîbdir ve bidâyet-i cemî’-i hakāyık-ı
kevniyyedir. Ve kalem-i a’lâ hazreti, ahadiyyet ve beşeriyyeti muânık olmuştur.
Ve bu hakîkat, mebde’-i cemî’-i mevcûdât olup mübeyyen-i hakāyık-ı ma’nevî
olmuştur. Ve ahadiyyet mertebe-i ûlâdadır, elif gibi. Ve kalem mertebe-i
sânîdedir, bâ gibi.
Beyit :
Çeşme-i ma’rifetin levhasıdır işbu kalem,
Zindedir feyz-i kalemden dil-i ehl-i âlem.
Zindedir feyz-i kalemden dil-i ehl-i âlem.
Küberâ’-i
mükâşifîn ve uzamâ’-i ehl-i telakkî ve telkîn buyurmuşlardır ki, Allâh Teâlâ
kalem-i a’lâyı ibdâ’ ettikte, kalem olduğu cihetten ona üç yüz altmış dendân
verdi. Ve akl olduğu yüzden ona üç yüz altmış tecellî veyâhut rakîka ihsân
eyledi ki her dendân veyâ rakîka alâ hıddetin üç yüz altmış türlü bahr-i ulûm-i
icmâliyyeden iğtirâf eyledi. Kalem devâttan [431-a] midâd ahz ettiği
gibi. Ve ol ulûm-i icmâliyyeyi mufassalan levh-i mahfûz üzerine yazıp nakş
etti. Kalem mürekkeb ile kağıt üzerine tafsîl ettiği gibi. Ve bu cümle-i
ulûm halk arasında ilâ yevmi’l-kıyâm olan ulûmdur ki bunlardan gayrı âlemde
ulûm yoktur. Mâ-adâsını Allâh Teâlâ bilir.
Pes, cümle-i ulûm
üç yüz altmış kere üç yüz altmış ilm-i icmâlîdir ki kalemden tafsîl bulmuş ve
her biri nice şu’be olmuştur. Ve buradan demişlerdir ki, üç yüz altmış bin
âlem-i seyrânî vardır ki sırr-ı insân-ı kâmil ol avâlim-i seyrâniyyenin
cümlesini alâ vechi’l-icmâl ve’t-tafsîl bi-tarîki’t-tecellî seyr ü temâşâ eder.
ve bu avâlimin mâ-verâsı yine hayret ve vâdi-i dehşettir ki oraya akl ve keşf
ve mütālaa sığmaz. Zîrâ künh-i zât
sahrâsıdır ki Hak Teâlâ kimseye oraya kadem vermemiş ve ol hedefe tîri eregörmemiştir.
Pes, bu makāmda kümmel acz ve kusûrlarına mu’terif olmuşlardır.
Ve bu takrîrden
ma’nây-ı beyit fi’l-cümle mefhûm oldu. Muhassali budur ki Allâh Teâlâ’nın
fayz-i ilmi kaleme işrâb ve ondan levh-i mahfûza sabb etmekden cemî’ kâinât alâ
vechi’l-icmâl ve’t-tafsîl ve’t-tergîb zindelik buldu ve her biri ilâ
yevmi’l-kıyâm ol mâidenin çeşnidârı oldu. Fe-emmâ demişlerdir ki, mushaf
mürşîd-i sâmittir.
Pes, onu intāk
eder bir mütercim olmadıkça, durduğu yerde kimseye söylemez ve hâl budur deyip
bir ferdi terbiye eylemez. Tûtî bilâ-ta’lîm söylemediği gibi. Binâen-alâ-hâzâ,
ol kalemin feyzinden her kime ki nasîb geldi ve hangi dil ki bi’l-fi’l ondan
hisse buldu, lâ-büd onun lisânı ve kalemi lü’lü’-i çeşme-i ma’rifet oldu ki
dil-teşnelere ilâ yevmi’l-kıyâm ifâza edip, her teşne-i dil ondan kanmakda ve
her mürde-i dil ol âb-ı hayâttan alıp boyanmaktadır. Mûsâ ve Yûşa’ gibi ki
kıssası Kur’ân’da mübeyyen ve tefâsîrde mufassaldır.
(Nukile min
Kitâb-ı İnsân-ı Kâmil-i Evvel Abdülkerîm Cîlî )
SIRR-I İNSÂN VE SIRR-I HAK
Ma’lûm ola ki,
esrâr çoktur. Zîrâ her nev’in ve sınıfın ve ferdin esrâr-ı hâssası vardır. Onun
için sırr-ı beşere melek ve sırr-ı mülûke reâyâ ve sırr-ı enbiyâya evliyâ ve
sırr-ı evliyâya ulemâ ve sırr-ı ulemâya ümmiyyûn ve sırr-ı havâssa avâm vâkıf
ve muttali’ değillerdir. Zîrâ vech-i hâssdandır. Allâh Teâlâ ile kendileri
arasındadır. Ve husûs üzerine iki sırr-ı azîm vardır ki biri sırr-ı insân ve
biri dahi sırr-ı Hak’dır. Sırr-ı insân hakîkat-ı muhammediyyeden ibârettir ki
hakîkat-ı ilâhî sûreti üzerine zâhir olmuştur. Nitekim hadîsde gelir : [Allâh Âdem’i
kendi sûretinde yarattı] (Buhârî, İsti’zan,
1; Müslim, Cennet, 28; Müsned, II, 244, 251. )
Sûret-i
ilâhiyyeden murâd, sıfât-ı seb’-i mürettebedir ki hayât ve ilm ve sem’ ve basar
ve irâdet ve kudret ve kelâmdır. Pes, sûret-i Âdem bu sûret-i ilâhiyye üzerine
gelmiştir. Zîrâ bi’l-fi’l mazhardır. Ve insânın sırrı sırr-ı Hakk’ın zâhiri ve
sûretidir. Fe-emmâ Hakk’ın sırrı sırr-ı insânın
bâtını ve hakîkatıdır. Ve bu sırr-ı ilâhî ism- i a’zamdan ibâret
olan de olan sırrın kâfına izâfet olundu. Onun içi câmi’ denildi. Zîrâ cemî’-i
esrârı câmi’ ve cümle hakāyıka şâmildir.
Ma’lûm ola ki,
insânın hakîkati rûhu mertebesindedir. Zîrâ
insânın sırrı mahlûk demek, şer’an müşkildir. Zîrâ şer’an sâbit
olmuştur ki ol mahlûk olan rûhdur. Pes, sırra
mahlûkdur der isek, ol rûh mahlûk olmamak lâzım gelir. Şol sebepten
ki sırr-ı insânî rûhdan bir mertebe içeri ve ileridir. Ve hiç sırra mahlûk
denmek kimseden işidilmemiştir. Pes, eğer sırra mahlûk denilir ise te’vîl ile
demek gerekdir. Ve ol sırr dediğimiz, Cenâb-ı Hak’dan bir sırr-ı ilâhîdir ki
onu kimse bilmez illâ Allâh Teâlâ bilir. Kalıbın kıyâmı rûhla olduğu gibi,
rûhun dahi kıyâmı nûru’llâh ve sırru’llâh iledir. Ve yine ma’lûm ola ki,
hadîs-i kudsîde gelir : “insânın sırrı benim sırrımın zâhiri ve sûretidir. Ve benim
sırrım insânın sırrının bâtını ve hakîkatıdır.” [275-b] Ve bu sırr-ı insân, hakîkat-i insâniyyeden ibârettir ki
hakîkat-i ilâhiyye sûreti üzere zâhir olmuştur.
Nitekim
hadîsde gelir . [Allâh Âdem’i kendi suretinde yarattı] ve
bu hakîkattır ki mertebe-i gaybdan mertebe-i şehâdete tenezzül ettikte Allâh
Teâlâ ona cemâl ve celâliyle tecellî eyleyip, cânib-i şarkîsinde nûr-i cemâlini
ve cânib-i garbîsinde zulmet-i celâlini ibdâ’ edip, meleki kabza-i cemâlin
hâdimi ve şeytānı kabza-i celâlin hâdimi eyledi.
Meleki
ve cinni ise bu hakîkat üzere halk etmedi.
Zîrâ
melek yalnız cemâl ve cinn yalnız celâl üzerine mahlûkdur.
Ve
sâir mevcûdâtta olan kemâlât fi’le gelmeyip kuvvette kaldı.
Eğerçi
ki her zerre âftâbın nûrunu müştemil ve her katre deryânın sırrını muhtevîdir.
İnsân
dahi bu cem’iyyet-i azîm ile dâir ve sırr-ı ilâhî ile zâhir olup, sûret-i
tenezzülde terakkî bulur.
(Nukile min Şerh-i Rûh-i Mesnevî İsmâil Hakkı
Efendi)
Kaynak: İhsan KARA,
Tasavvuf Istılâhları Literatürü Ve Seyyid Mustafa Râsim Efendi’nin Istılâhât-ı
İnsân-ı Kâmil’i, T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat
Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, Doktora Tezi I-II, 2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.