Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 5

Bunlarada Bakarsınız








Allah Teala, sabredenleri müttakilerin imamları kılmış ve dinle il­gili en güzel vaadi onlar üzerinde tahakkuk ettirerek şöyle buyur­muştur: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar varetmiştik". (Secde/24); "Böylece Rabbinin, Israiloğullarma olan o güzel vaadi sabniarı sebebiyle tahakkuk et­ti". (A'raf/137)
Allah Resulü (sav) ise sabır hakkında şöyle buyurmuştur: "Mu­hakkak ki sevmediğiniz birşeye karşı sabırda, birçok hayır gizli­dir". [1][1] İsa Peygamber'in de (as) şöye buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Sevdiğiniz şeylere ulaşmanızın tek yolu, sevmediğiniz şeylere kar­şı sabretmenizdir\
Sahabe'den (ra) bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala'nm takdir ettiği çile ve lütuf, takva ve sabırdadır. Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Sabır, imanın yarısıdır. Ali de (kv) sabrı, imanın esaslarından biri olarak ifade etmiş, onu cihad, adalet ve yakin ile birlikte zikretmiştir. O, iman hakkındaki bir soruya şu cevabı ver­mişti: İman, dört esas üzerine bina edilmiştir: Yakin, sabır, cihad ve adalet. Yine o, şöyle demiştir: Sabrın iman için önemi, kafanın be­den için önemi gibidir. Başı olmayan birinin bedeni olmayacağı gi­bi, sabrı olmayanın da imanı olmaz.
Allah Resulü (sav) sabrın ulviyet ve üstünlüğünü hayli yukarı çıkartarak onu Yakin mertebesine koymuş ve bir hadisinde bu iki­sini birlikte zikretmiştir.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar çı­karmıştık. Onlar, ayetlerimize de yakini imanla sarılmışlardı". (Secde/24) Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste de, ya­kini iman ve sabra mazhar kılman bir kulun, geçmişte kaçırdıkla­rından dolayı hesaba çekilmeyecekleri haber verilmektedir. O, baş­ka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Sabır, amel ve ecrin kema­lidir".
Yine O, Şehr b. Havşeb el-Eş'ari tarafından Ebi Ümame el-Ba-hili'den (ra) rivayet edilen bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Al­lah tarafından size verilenlerin en azı, yakin ve sabırda azimet sa­hibi olmaktır. Bu ikisinden kendisine pay verilen kimse, kaçırdığı gece namazı ve gündüz oruçlarını Önemsemez. Bulunduğunuz hal üzerinde sabırlı olmanız, benim için sizden her birinin, diğerlerinin tamamının ameliyle yanıma gelmesinden daha sevimlidir. Ama ben, benden sonra dünyanın kapılarının sizlere açılmasından ve birbirinizi tanımaz hale, sema ehlinin de sizi tanımaz hale düşme­nizden korkarım. Böyle bir durumda her kim sabreder ve mükafa-atını Allah Teala'dan beklerse, sevabının tamamım kazanmış olur". Allah Resulü (sav) bunları söyledikten sonra "Sizin yanınızdaki tü­kenir. Allah'ın yanındaki ise tükenmez. O, sabredenlere mükafaat-larını yaptıkları amellerin daha güzeli ile elbette vereceğiz" (Nahl/96) ayet-i kerimesini okudu.
İbnu'l-Münkedir'in Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü'ne (sav) imanın ne olduğu sorulunca şu cevabı verdiği nak­ledilir; "Sabır ve hoşgörüdür".13 Söz sahiplerinin en sadığı olan Al­lah Teala da şöyle buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü ecirleri iki misliyle verilir". (Kasas/54); "Sabredenlere ise ecirleri hesapsızca Ödenir". (Zümer/10) Görüldüğü üzere Allah Tea­la, sabredenlere normalden iki kat fazla ecir vermekte ve bununla iktifa etmeyip sabredenlerin mükafaatlarım daha da arttırarak sı­nırsız ve sonsuz hale getirmektedir. Bu da sabrın, makamların en faziletlisi oluşuna delalet etmektedir.
Allah Teala, sabredenler için üç fazileti biraraya getirmiş, son­ra da bunları ibadet ehlinin cümlesi üzerine dağıtmıştır ki bunlar; ahiretteki müjdeden sonra salat, rahmet ve hidayettir. Ömer (ra) şöyle derdi: Ne güzel iki karşılık ve ne güzel bir ilave! O, iki karşı­lık ile salat ve rahmeti, ilave ile hidayeti kasdederdi. 'İlave', hayva­nın üstündeki yüke uzanabilmek için ayağın altına konan ilave ta­koz manasmdadır. Bu manasıyla da üçüncü bir karşılık olması mümkündür.
Allah Teala, sabredenlerle beraber olduğunu haber vermiştir. O'nun beraber olduğu kimse, hiçbir güç tarafından mağlup edile­mez. O'nunla beraber olanın derecesi de yükselir. Allah Teala bu­yurdu ki: "Sabredin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir". (Enfal/46); "Sizler üstünsünüz ve Allah da sizinle beraberdir". (Mu-hammed/35)
Allah Teala, kullarını kendi ordularıyla desteklemek ve onları zafere ulaştırmak için sabretmelerini şart koşmuş ve şöyle buyur­muştur: "Evet siz sabır ve sebat ederek itaatsızlıktan sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize geliverirlerse Rabbiniz size beşbin tane belirli işaretleri olan melaike ile yardım edecektir". (Al-i İm-ran/125)
Ebu Muhammed Sehl şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Allah Teala'ya itaat derecelerinin en faziletlisi, ma'siyet karşısında sabır­lı olmaktır. Bunun ardından taat üzerinde sabırlı olmak gelir. Sehl, Allah Teala'mn "Allah'dan yardım isteyin ve sabredin" (A'raf/128) buyruğuyla ilgili olarak da şöyle demiştir: Yani Allah Teala'dan O'nun emrini yerine getirme noktasında yardım dilerken, O'nun edebi noktasında da sabırlı olun.
Sehl, başka bir vesilede de şöyle demiştir: Allah Teala, çile ve zorluk karşısında sabreden dışında hiç kimseyi övmemiştir. O, şöy­le derdi: Müminler arasında salihler azınlıktır. Salihler arasında da sadıklar azınlıktır. Sadıklar arasında da sabredenler azınlıktır. Sehl, bu sözüyle sabrı sıdkın hususiyetlerinden biri kılmış ve sab­redenleri de sadıkların havassı olarak takdim etmiştir.
Sözlerin en doğrusunu vahyeden Allah Teala da, makamların tertibinde sabredenleri sadıkların üstüne yükseltmiş ve müteakip sıfatlar müslümanlar için tek bir sıfat ifade etmek için kulanılmış-sa, o takdirde de sabrı sıdkın içinde bir makam saymıştır. Bu sıfat­lar arasındaki Vav' atıf harfi medh ve övgü içindir. Eğer sadece iki makam varsa, bu takdirde 'vav' tertib ve sıralama içindir. Allah Te­ala, sabredenleri sadıkların ve kunût edenlerin üstüne yükseltmiş­tir. Bunu şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Muhakkak ki müslü-man erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadmar...". (Ahzab/35)
Ata', İbni Abbas'dan (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: 'Allah Resu­lü (sav) Ensar'm yanma gidince kendilerine, 'Sizler mümin misi­niz?' diye sordu. Onlar da sükut ettiler. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Evet, ya Resulellah' dedi. Allah Resulü de (sav), İmanınızın alame­ti nedir?' diye sordu. O da, 'Bollukta şükreder, musibetlerde sabre­der ve Allah'dan gelen kazaya razı oluruz' dedi. Allah Resulü (sav) bu cevap üzerine şöyle buyurdu: Kabe'nin Rabbi adına! Müminler". Sabır, iki amele ayrılır. Bunlardan biri, dinin salah ve ıslahı için elzemdir. İkincisi de, dinin bozulmamasının temelidir. Sabır, bun­lardan başka türlere de sahiptir. Kul, dinin islahıyla ilgili bir hu­susta sabırlı olarak bununla imanını kemale erdirir. Kimisi de di­nin ifsadına sebep olan bir şeye yaklaşmamak noktasında sabırlı davranarak bununla yakinini güzelleştirebilir.
Bu manada Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: 'O, Basra'ya girip de denetimi eline aldığı zaman Basra camiine girmiş ve ora­da kıssa anatan kassasları 'Kıssacılık bidattir* diyerek dışarı atma­ya başlamıştı. Nihayetinde, cemaata konuşan bir genç gördü. Du­rup dinlediği zaman söyedikleri hoşuna gitti. Yanma giderek şöyle dedi: Delikanlı, sana iki şey soracağım, eğer onları bilirsen halka öğütte bulunman için seni serbest bırakırım. Aksi takdirde arka­daşlarını çıkardığım gibi seni de çıkarırım. Genç, 'Sor ey müminle­rin emiri' dedi. Bunun üzerine Ali (kv), 'Dinin salah ve fesadı ne­dir?' diye sordu. Genç vaiz de, 'Dinin salah ve selameti vera', fesa­dı ise tamahtır5 dedi. Bu cevap üzerine Ali (kv) 'Doğru söyledin. Ar­tık konuşabilirsin. Çünkü halka senin gibilerin konuşması doğru olur' dedi. Rivayete göre bu genç, bizim bu ilimdeki imamımız, En-sar'ın azatlısı Hasan b. Yesar el-Basri (ra) idi.
Meymun b. Mehran şöyle derdi: 'İman, tasdik, marifet ve sabır tek bir şeydir1. Ebu'd-Derda (ra) ise şöyle derdi: İmanın zirvesi, hükme sabır, kadere rıza göstermektir. Vera', zühdün başıdır. Zühd, ahiret kapılarının ilkidir. Tamah ise, arzu ve rağbetin başıdır. O, dünya kapılarının da en büyüklerinden biridir. Tamahın işa­reti, dünya sevgisidir. Dünya sevgisi ise, bütün günahların başıdır.
Denir ki, kainatta işlenen ilk günah, tamah olmuştur. Buna gö­re Adem (as) ebedi hayata tamah ederek, menedildiği ağacın mey-vasmdan yemiştir. İblis de, Adem'i (as) cennetten çıkarmak istedi­ği için isyan etmiş ve ona vesvesede bulunmaya başlamıştır. Neti­ce itibarıyla her ikisi de aynı günahta birleşmiştir. Tamah bakımın­dan aynı fiil içinde olmalarına rağmen, tamah ettikleri şeyler nok­tasında birbirlerinden farklılaşmışlardır.
işlenen bu masiyetlere verilen ceza bakımından da sonları farklı olmuş ve Adem (as) daha önceki güzel davranışlarına binaen affedi­lirken, şeytan geçmişte yazılan bedbahtlık ve tamahına binaen he­lak olmuştur. O, zannı tasdik ettiği için asla geri adım atmamış ve Allah Teala da kendisini düşman olarak nitelemiştir: "Andolsun ki İblis, onlar aleyhindeki zannı doğru çıkardı". (Sebe'/20) Zan, yakinin zıddı olup hak namına hiçbir şey ifade etmez. Allah Teala müşrikle­ri vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Yalnız bir zandan ibarettir sa­nıyoruz. Fakat biz yakini bilgi sahipleri değiliz". (Casiye/32)
Yaratılanlara karşı tamah duygusuna gem vurarak sabırlı olan kimse, bu sabrı sayesinde vera' makamına yükseltilir. Dini nokta­sında vera' sahibi olmak hususunda sabırlı olan kimse ise, bu sab­rı sayesinde zühd makamına ulaşır. Bunun mukabilinde asılsız bir zannı tasdik etmeye tamah eden kimse de, bu tamahı yüzünden dünya sevgisine duçar olur. Dünya sevgisine duçar edilen ise, bu sevgi yüzünden dinin hakikatmdan yüz çevirmeye başlar.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Bizler, eziyete uğramayan ve eziyete tahammül göstererek ona karşı sabretmeyen kimsenin imanını iman saymazdık'. Allah Teala da, müminleri sınamak ve imanlarını denemek için kullarına eza edebilir. Ama O, bunun bir azap olmayıp sadece dilediği kulan için bir imtihan ve insanlar için de bir sınama olduğunu haber vermektedir. Böylelikle bu eziyet ve cefa, ona maruz kalan kul için bir rahmet ve hayır vesilesi olabil­mektedir.
Allah Teala bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar içinde öyle kimseler vardır ki, 'Allah'a iman ettik' der de, Allah uğ­runda bir eziyet edildi mi insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi tutar". (Ankebut/10) Yani insanlardan gördüğü eziyet ve işkenceyi Al­lah Teala'nm azabı gibi görür. Halbuki bu, Allah Teala'dan bir azap olmayıp aksine O'ndan gelen batmi bir rahmettir. O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Ama insan, her ne zaman Rabbi onu imtihan edip rızkını daraltırsa, o vakit de 'Rabbim bana ihanet etti' der. As­la". (Fecr/16-17) Rabbi onu fakirlik sebebiyle aş ağılamamış tır. Aynı şekilde diğerlerini de nimet ve ikramda bulunarak yüceltmemiştir. Allah Teala bizzat Resulü'ne de (sav) bu manada hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Onlann söylediklerine karşı sabırlı ol ve kulu­muz Davud'u an". (Sad/17) Görüldüğü gibi Allah Teala, iftiralardan bunalan Peygamberi'ni (sav) sabır ile teselli etmiş ve kendisine sa­bır lütfetmiştir.
KOnuyla ilgili rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Arz ehlinin en fazla şükredeni getirilir. Allah Teala da ona, şükre-denlerin mükafaatmı verir. Sonra arz ehlinin en sabırlısı getirilir ve kendisine şöyle denilir: Seni de şükredenler gibi mükafaatlan-dırmamıza razı olur musun? O da, 'Evet, ey Rabbim' der. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: Ona nimet verdiğimde şükretti­ği gibi sen de imtihan ettiğimde sabrettin. Onun için ecrini bir mis­li arttıracağım. Böylelikle sabreden kişi, şükredenden misliyle faz­la ecir alır".
İbnu EM Nüceyh, halifelerden birini sabra teşvik etmek için yazdığı mektubunda şöyle demiştir: 'Allah Teala'nm hakkım bilme­ye en layık olan kimse, kendinde bıraktıkları noktasında Allah'ın hakkı vicdanına en ağır gelen kimsedir. Bil ki senden önce geçmiş olan mazi, senin için baki kalandır. Senden sonra baki kalan ise, ecre layık olacağın şeylerdir. Bil ki, başlarına gelen musibet ve be­lalara karşı sabredenlerin ecri, afiyette olduklan anda kendilerine bahşedilen nimetlerden çok daha fazladır..
Bu konuda rivayet edilen haberlerden birinde de şöyle denil­mektedir: 'Sabredenler dışında her kulun ecri, hesap ve ölçü iledir. Sabredenlere ise hesapsız ve tartısız şekilde ecir ve mükafaat veri­lir. Başka bir haberde ise şöyle denilmektedir: 'Cennetin kapılan iki kanatlıdır ve önlerine çok kalabalık topluluklar doluşur. Sabır kapısı ise, tek kanatlıdır ve ondan yalnızca dünyada musibetlere maruz kalmış sabır ehli, birer birer girerler.
Allah Teala ihlas ehlinin ecirleri hakkında şöyle buyurur: "İşte onlara bilinen bir rızık vardır". (Saffat/41) Sabredenlerin ecirleri hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir". (Zümer/10) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Sabre­denlerin ecirleri, tartıyla değil avuçla verilir.
Sabredenlerin ecirlerinin bu şekilde hesapsız ve misliyle olma­sının sebebi şudur: Sabır, nefse en ağır gelen ve nefs tarafından en fazla nefret edilen bir fazilettir. Sabır, insan tabiatı için de, en acı veren şeydir. Onun için en güç olan da, alçakgönüllülük ve hoşgörü noktasında Öfkeyi bastırıp hüzünlenmektir. Tevazu ve insanın ken­dini tutması da, sabırdan sayılır. Sabır, edepli ve güzel ahlaklı ol­maktır. Sabır sayesinde halka eziyet vermezken, onlardan gelebile­cek eziyetlere karşı tahammül gösterilir.
Bunlar, çok kuvvetli bir iradeyi icap ettiren faziletlerdir. İnsan­ların çoğunluğu, bu tür durumlarda kendilerine hakim olamadıkla­rı için yürekleri daralır. Allah Teala da işte bu yüzden müttakilere ve sadıklara, zorluklarda ve hoş olmayan durumlarda sabırlı olma­yı şart koşmuştur. Onların sadakat ve takvalarını sabır ile tahak­kuk ettirmiş, sıfatlarını ve salih amellerini yine onunla kemale er­dirmiştir. O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Sıkıntılı ve ferah za­manlarında ve muharebe anında sabrederler; işte sadık olanlar on­lardır, işte müttakiler de onlardır". (Bakara/177)
Sabır; nefsin heva ve arzularının peşinde koşmasının engellen­mesi ve Rabbini razı edecek şekilde nefs ile mücadelede sebat gös­terilmesidir. Kulun nefsiyle yaptığı mücahede, uğradığı bela ve im­tihanın büyüklüğüne göre olmalıdır. Çünkü mücahede, yaşanılan imtihanın büyüklüğüne göre olur. Kul, bunun dışında nefsini şerre karşı hapsetmeli ve onu devamlı surette taat üzere tutmaya çalış­malıdır. Tabii, Rabbinin huzurunda kötü davranışlar sergilemek is­teyen beşeri tabiatının açgözlülüğüne karşı da sabin olmalıdır. Mu­amelesinde güzel ahlakı koruma noktasında da sabırlı olmalıdır.
Sabır, hususiyetleri bakımından da birçok türe aynlır. Bu me-yanda, nevaların tasallutuna karşı sabır gösterildiği gibi Hak Tea-la'nın hizmetinde sebat etmek de sabrın türlerin dendir. Bu babda nefs mücahedesinin icaplarından biri de, hevanm hatırları, şeyta­nın tahrikleri ve dünyanın süslerine karşı kalbi ve niyeti an duru tutmaktır. İnsanı bekleyen ve sabredilmesi gereken sayısız afet ve bela karşısında uzuvları bunlardan uzak tutmak ve nefsi onlann yolunda yürümekten alıkoymak da sabnn tezahürlerinden sayılır. Nefsi, hak üzerinde tutarak, dil, kalp ve beden ibadetiyle hak üzerinde yoğunlaşmak da sabrın türlerinden biridir. Allah Teala, salih amel işleyen müminleri bu şekilde vasfetmiş ve amellerinin salahı için sabn şart koşmuştur. O, Asr suresinde sabır ve hak eh­li olmayanlar dışında bütün insanların hüsranda olduklarını haber vermiştir. Yine bu surede sabrı, karşılıklı olarak tavsiye edilmesi gereken bir fazilet olarak yüceltmiştir.
Nefsin, yaratanı olan Allah Teala'ya ibadete hasredilmesi, ka­naat üzere tahammüle zorlanması ve nzık veren Allah'ın yaptıkla­rı karşısında imanını yitirmemeye sevkedilmesi de sabnn tezahür-lerindendir. Halka eza veren şeylerden el çekilmesi de sabnn tür­lerinden biri olup böyle yapanlar adalet makamında yeralarak Al­lah Teala'nm şu buyruğunda bahsedilen kimseler arasına girerler: "Muhakkak ki Allah, adaleti emreder". (Nahl/90)
Halktan gelen eza ve cefaya sabredenlere gelince, bunlar da ih­san ehlinin makamında yeralır ve Allah Teala'nm "Ve ihsanı (em­reder)" (Nahl/90) buyruğu kapsamına girerler. İnfak ve tasaddukta sabrederek, hak sahiplerine haklanm vererek yakın olana yakın­dan vermek de sabrın türlerindendir. Sabrın bu türünü ifa edenler de infak edenler makamında yeralır ve Allah Teala'nm "Ve yakın­lara vermeyi (emreder)" (Nahl/90) buyruğunun kapsamına girerler. İlim ve iman bakımından Tuhşiyat' olarak nitelenen fiillerden uzak durmak da sabır şekillerinden biridir. Tuhşiyat', ulema tara­fından çirkin görünen hal ve hareketlerdir. Azgınlığa kapılmamak da sabnn tezahürlerinden biridir. Azgınlık (=bağy); aşmlık, müba­lağa ve kibre kapılarak sınırları çiğneme fiilidir. Dünyevi hususlar­da müsrif olmak da, bağy kapsamına girer. Nahl suresi 90. ayeti, bütün bunları ihtiva eden kapsamlı bir ayet-i kerimedir. Kur'an'ın kutbu olan bu ayet, sabnn hemen bütün şekillerini içermektedir. Ayette tavsiye edilen sabrın ilk üç türü yapma istikametinde olup; adalet, ihsan ve yakınlara infakta bulunma fiillerindeki sabrı ifade eder. Diğer üç türü ise, uzak durma yönünde olup fuhşiyat, münke-rat ve bağyden uzak durma noktasında gösterilmesi gereken sabrı ifade eder. İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Kur'an-ı Kerim'in emir ve yasakları en iyi birleştiren ayeti bu ayet-i kerimedir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Amel edenlerin ecirleri ne ka­dar da güzeldir ki onlar, sabredip yalnız Rablerine tevekkül eder­ler". (Ankebut/58-59) Sabredenlerin mükafaatları ne kadar da gü­zeldir ki, Allah Teala tarafından vasfedilmeye değer bulunmuştur. Onların rızıkları ne kadar da değerlidir ki Allah tarafından zikre­dilmiştir. Onlar ne yüksek bir dereceye sahiptirler ki Allah Teala onları anlatmış ve sabırları sebebiyle övmüştür.
Sabır, amelin öncesinde, esnasında ve sonrasında ihtiyaç duyu­lan bir fazilettir. Amelin başında ihtiyaç duyulan sabır; amele dö­nük olarak ortaya çıkan niyetin düzeltilmesi, amele kesin olarak azmetme ve kararlı olarak yönelme için elzemdir. Amellerin sıhhat bulabilmesi için bu, birinci şarttır. Allah Resulü de (sav) bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere göredir. Her kimse için niyet ettiği vardır"[2][2]Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Onlar sadece dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmekle emro-lundular". (Beyyine/5") Niyetin hakikati, ihlastır. Allah Teala, sabrı amelin önüne geçirerek şöyle buyurmuştur: "Ancak sabreden ve sa-lih ameller işleyenler müstesna. İşte onlar için mağfiret ve büyük bir mükafaat vardır". (Hud/11) Sabır; amel tamama erinceye kadar yavaş hareket ederek beklemektir. Allah Teala, bu şekilde amel edenler hakkında da şöyle buyurmuştur: "O amel edenlerin ecri ne kadar da güzeldir ki onlar sabrederler". (Ankebut/58-59) Amelden sonraki sabır ise, onu gizleme, onunla gösterişte bulunmama ve onu dillendirerek övünç ve itibar kazanma illetinden kurtulma noktasında gösterilen sabırdır. Böylelikle amelin riyadan uzak ve sevabı bakımından mükemmel olması temin edilmiş olur. Allah Te­ala, bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın". (Muhamme6V33); "Minnet bekleyip eza ederek verdiğiniz sadakaları boşa çıkarma­yın". (Bakara/264)
Seleften bir zat şöyle demiştir: Ma'ruf bir amel, ancak şu üç şey­le tamama erer: Acele etme, gözde büyütmeme ve gizleme. Kişinin, nefsini ödüllendirmemesi de sabrın çeşitlerinden biridir. Allah Tea-la'yâ tevekkül ederek ezave cefalara katlanmak da sabrın tezahür-lerindendir. Bu babda da Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebi­liriz: "Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz. Onun için te­vekkül edecek olanlar, hep Allah'a tevekkül etmelidirler". (İbra­him/12) Bu, havassa mahsus olan sabır türlerindendir.
Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Kulun tevekkülde bir ma­kam sahibi olabilmesi için eziyet görmesi ve bu eziyetlere karşı sabretmiş olması elzemdir. Allah Teala da bu manada şöyle buyur­muştur: "Onların ezalarım bir kenara at ve Allah'a tevekkül et". (Ahzab/48); "O'nu vekil edin ve söylediklerine karşı sabırlı ol". (Müzzemmil/9-10) Bu, rızanın ilk makamıdır.
Rızanın ikinci makamı ise, hükümlere karşı sabırlı olmaktır. Bu da misal olmaya en layık olan imtihana tâbi tutulanların sabrı­dır. Misal olmaya en layık olanlar, Allah Resulü'nün de (sav) hadi­sinde buyurduğu gibi peygamberlerdir: "Biz peygamberler zümre­si, insanlar arasında imtihanı en ağır olanlarız". Misal olmaya en layık olanı, Allah Teala'nm mücmel olan şu buyruğunda görmekte­yiz: "Rabbin için de sabret". (Müddessir/7) Allah Teala, bu buyruğu­nu daha sonra tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmü­ne sabret. Çünkü sen Bizim nezaretimiz altındasın". (Tur/48)
Nefsi takvaya hasretmek de sabrın türlerinden biridir. Takva, bütün hayırları ihtiva eden kapsamlı bir isimdir. Sabır ise, bütün iyiliklere dahil olan bir mefhumdur. Kul, bu ikisine birden sahip ol­duğu zaman ihsan ehlinden olur. "İyilik edenleri (ayıplamaya) bir yol yoktur". (Tevbe/91)
Bu hususu teyid eden ayetlerden biri de şudur: "Kim takva sa­hibi olur ve sabrederse (bilsin ki) Allah, ihsan sahiplerinin ecrini asla zayi etmez". (Yusuf/90) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle bu­yurmaktadır: "Andolsun ki mallarınız ve canlarınız hususunda mutlaka imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine Kitab ve­rilenlerden ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva yoluna giderek korunur iseniz, işte bu az-medilmesi gereken mühim işlerdendir". (Al-i İmran/186) Yani mü-kafaattan Önce ezaya karşı sabrederseniz, bela ve imtihanlar kar­şısında takvadan" ayrılmazsamz, bu sizin çok daha hayırlı olur. Allah Teala, bu hususla ilgili şöyle buyurur: "Ceza verdiğiniz zaman size verilene denk olanla ceza verin. Eğer sabrederseniz, bu sabre­denler için daha hayırlıdır". (Nahl/126)
"Zulme uğradıktan sonra hakkını alan kimse için (cezaya) yol yoktur". (Şura/41); "Her kim de sabreder ve bağışlarsa, işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe değer işlerdendir". (Şura/43)
Üstteki ayetlerin ilkinde yeralan hüküm, mükafaat ve hakkı al­maktır. Hakkı almak adaletin neticesidir. Adalet ise hasen yani gü­zeldir. İkincisinde ise affetme ve sabretme vardır. Bu da faziletin neticesi olup Ahsen yani en güzelidir. Allah Teala'nın şu buyruğun-daki mecazi mana da budur: "O kimseler ki sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah Teala'nın hidayet ettiği kimseler­dir. Onlar akıl sahipleridir". (Zümer/18) Sözü dinlemek, adalettir. Adalet ise Hasen'dir ve hakkı almaktır. Affetmek ise, Ahsen'dir. Al­lah Teala, böyle davranan kullarını hidayet ve akıl sıfatlarıyla öv­mektedir ki bu, Muhbitûn'un (^Allah'tan korkup alçakgönüllü olanlar) makamıdır. Denildi ki: Muhbitûn; zulmetmeyen, zulme uğ­radıkları zaman da hak talep etmeyen kimselerdir.
Yukarıdaki sıfatlarla övülmek bu makamın ehline layıktır. Bu makamdakiler, huşu ehli olup ahirette Allah'tan gelecek karşılığın güzelliğiyle mutma'indirler. Çünkü onlar, dünya hayatının çok kı­sa sürede fena bulacağını ve Allah Teala ile karşılaşmanın ise çok yakın olduğunu bilirler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuş­tur: "Ve o (kıyamet) saati elbette gelecektir. Sen şimdi hoşgörü ile muamele et". (Hicr/85)
Takva ve sabır, biri diğerine bağlı olan mefhumlardır. Bunlar­dan herhangi biri yekdiğeri olmaksızın kemale eremez. Makamı takva olan kulun, halinin de sabır olması gerekir. Takva, makam­ların en yükseği olduğu için sabır da hallerin en yücesi olmuştur. Allah Teala'dan en fazla korkan muttaki kul, O'nun katında en de­ğerli kul olur. O'nun katında en değerli olan da, elbette en faziletli ve üstün olandır.
Allah Teala, sabrı emrettikten sonra kendi zatına izafe etmek suretiyle şereflendirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Sabret, senin sab­rın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127); "Rabbin için sabret". (Müddessir/7) Herşey O'nun sayesinde olduğu ve her salih amel O'nun rızası için eda edildiği için Allah Teala, imtihan etmediği hiç­bir kulunu övgüyle vasfetmediği gibi senada da bulunmaz. İmtiha­na tabi tuttuğu kulu, bu imtihandan sağlam olarak çıkarsa kendi­sini över ve takva sıfatıyla anar. Aksi halde onun yalancılığını ve if­tiracılığını beyan eder.
Süfyan-ı Sevri'ye (ra), 'Amellerin en faziletlisi hangisidir?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: İmtihan anında sabırlı olmak. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Sabırdan daha faziletli ne ola­bilir ki? Allah Teala, Ritabı'nın doksan küsur yerinde onu zikret­miştir. O'nun Kur'an'da sabır kadar hiçbirşeyi bu kadar çok zikret­mediğini biliyoruz. Allah Teala tarafından bir imtihana tabi tutul­duğunda ona sabretmeyen hiç kimse, O'nun medhü senasına nail olmayı ummasın. Allah Teala tarafından medhü sena ile anılmayan hiç kimse de imanın hakikatma ve yakine ermeyi beklemesin.
Zahir uzuvlanyla salih ameller işlese dahi, Allah Teala tarafın­dan mdhü sena ile zikredilip hayır ile anılmayan kimsenin, hüsn-i hatime ile vefat etmesinden endişe edilir. Çünkü Allah Teala bir kulu sevdiği ve onun amelinden razı olduğu zaman, kendisini öve­rek vasfeder. O'nun tarafından istenmeyen bir durumla veya bir sı­kıntıyla, ya da arzu ve şehvetle sınanan bir kul, bunlar karşısında sabır ve metanet gösterdiği vakit Allah Teala'nın izzet ve ikramına mazhar olarak hamdü sena ile vasfedilir. Böyle bir kulun ismi, vas-fedilen kulların isimleri arasına girerken, kendisi de övgüye nail olanlardan biri kılınır. İşte bu noktadan sonra, ayağının sürçmesi­ne karşı emniyette olarak, hüsn-i hatimeye nail olur.
Sabrın çeşitlerinden biri de bolluk ve refahda sabırlı olarak bunlar yüzünden Allah Teala'nın emir ve yasaklarıyla çelişkiye düşmemektir. Zenginlikte sabır, servet ve malı heva uğrunda har­camamaktır. Kendisine nasip edilen bir nimete sabretmek ise, o ni­meti bir ma'siyet işlemek için kullanmamaktır. Müminin bu tür hallerde sabırlı olmaya davet edilme ihtiyacı, zorluk ve sıkıntılar karşısında sabra davet edilme ihtiyacıyla aynıdır. Denir ki: Fakir­lik ve imtihanlar karşısında her mümin sabredebilir. Ancak refah ve bollukta ancak sıddıklar sabredebilir.
Sehl şöyle derdi: İyi hale sabretmek, bela ve musibete karşı sab­retmekten daha zordur. Sahabe de (ra), dünyanın zenginlik kapıları kendilerine açılıp rahatlığa ve bolluğa kavuştukları zaman şöyle demişlerdir: Yokluklarla imtihan edildiğimizde sabrettik. Varlık ve refahla imtihan edildiğimizde ise sabredemedik.
Selef-i Salih, varlık ve zenginlikle imtihan edilmeyi, yokluk ve sıkıntıyla imtihan edilmekten daha ağır ve zor görürlerdi. Allah Te-ala da bu babda şöyle buyurmuştur: "O müttakiler ki bollukta ve darlıkta infak ederler". (Al-i İmran/137) Allah Teala onları, imanla­rının güzelliği, zühdlerinin hakikiliği ve nefslerinin cömertliğinden dolayı farklı iki hallerinde de tek bir sıfat ile medhetmiştir.
Bu manada başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoy­masın". (Münafîkun/9) Çünkü mallar ve çocuklar, kişiyi mutlu ede­rek Zikrullah'dan alıkoyabilecek şeylerdir. Bir diğer ayet-i kerime­de ise şöyle buyurmaktadır: "Eşleriniz ve çocuklarınızdan sizin için düşmanınız olanlar vardır, onlardan sakının". (Teğabün/14) Çünkü kişi, eşleri ve çocuklarıyla mutlu olup şımararak hevaya uygun dü­şecek işler yapıp onların varlığından dolayı Rabbinin emirlerine muhalefet edebilir. Neticede eşleri ve çocukları ahirette düşmanla­rı olarak karşısına çıkabilirler.
Bu babda Allah Resulü'nden (sav) şu hadise nakledilmiştir: "O, torunu Hasan'm elbisesi yüzünden tökezlediğini görünce minber­den inmiş ve onu kucaklayarak şöyle demiştir: Allah Teala hakika­ten doğruyu söyledi: Mallarınız ve çocuklarınız sizler için bir imti­han vesilesidir. Yavrumu bu halde görünce kendimi tutamadım ve kucağıma aldım. Muhakkak ki bunda görenler için ibret vardır".[3][3]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Çocuklar, hüzün, cimrilik ve korkaklıktır"[4][4]Gerçekten de onlar, genellikle hüzün, cimrilik ve korkaklığın kay­naklarını teşkil ederler. Çocuklara ve mala düşkünlük, insanı bu hallere itebilir. Varlığa, zenginliğe ve çocuklarla imtihanlarına kar­şı sabırlı olan ve bunlardan herbirini hakettiği yere koyabilen kim­se, şükreden ve sabredenler arasındaki yerini alır. Yoksulluk ve musibetlerle sınanan kimselerin böyle birine üstünlükleri, şükür ve rızanın hakikatma varmış olmalarından başka bir şey değildir.Allah Teala, üstte zikrettiğimiz ayet-i kerimesinde varlık ve dar­lık hallerini birleştirerek, müttakiler için ortak bir sıfat olarak koy­muş ve onları her iki halde de ihsanda bulunmakla överek şöyle bu­yurmuştur: "Bir cennete ki, eni gökler ve yer genişliğinde olup müt­takiler için hazırlanmıştır. Onlar ki bollukta ve darlıkta infak eder­ler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını af­federler. Allah da o ihsan sahiplerini sever". (Al-i İmran/133-134)
Acı ve musibetleri gizleyerek, bunları serzenişle dile getirmeyi bırakmak da sabrın tezahürlerinden biridir. Sabr-ı Cemil yani Gü­zel Sabır olarak bilinen sabır da işte budur. Denildi ki: Sabr-ı Ce­mil, şikayet ve insanlara yakınmanın olmadığı sabırdır. îbni Ab-bas'dan (ra) şunu rivayet ettik: Sabır, Kur'an'da şu üç şekilde yera-lir: Allah Teala'nm rızası için farz kılman ibadeleri eda etmede gös­terilen sabır; Allah Teala'nm menettiği haramlara yaklaşmama noktasında gösterilen sabır; Musibetlerde ilk darbede gösterilen sabır. Allah Teala'nm farzlarım eda etmede sabır gösterene üçyüz derece vardır. Allah Teala'nm haram kıldıklarından uzak durma noktasında sabır gösterene altıyüz derece vardır. Musibetlerde, ilk darbe karşısında sabredene ise dokuzyüz derece vardır.
Görüldüğü üzere, bu ifadenin tefsiri gereklidir. İbni Abbas (ra) musibete karşı sabrı, farzlar ve haramlarda sabırlı olmaktan üstün olduğu için üstün tutmuş değildir. Bunun hakiki sebebi şudur: Farzlar ve haramlarda sabır göstermek, müslümanlarm genel hal-lerindendir. Halbuki musibetler karşısında sabır göstermek, yakin makamlarından biridir. Yakini iman makamı, elbette İslam maka­mından daha üstün bir makamdır.
Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu dua da zikredilebilir: "Sen'den, sayesinde dünyevi musibetleri hafif kılaca­ğın bir Yakin nasip etmeni niyaz ederim".[5][5] Musibetler karşısında en güzel şekilde sabreden kişi, yakin bakımından en güçlü olan ki­şidir. Musibet ve belalar karşısında en fazla yakman kişi ise, yakin bakımından en zayıf olan kişidir.
Bu babda Seleme b. Verdan, Enes b. Malik'ten (ra) şu hadisi ri­vayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Hakka ererek şüp­heyi terkeden kimse için cennetin en üstünde bir ev bina edilir. Batılı kaldırarak şüpheyi terkeden kimse için de cennetin ortasında bir ev bina edilir. Yalanı terkeden için de cennetin bir köşesinde ev bina edilir".[6][6]
İlk bakışta yalanı terketmekle, batılı kaldırarak şüpheyi terket-menin çok daha öncelikli bir fariza ve vecibe olduğunu görüp bun­ların daha üstün olmaları gerektiğini söyleyebilirsiniz. Ancak batıl karşısında şüphe ve yalanı terketmek, müslümanlarm umumu için geçerli olan bir durumdur. Hakikata ermiş ve sadık olan bir kulun şüphesine gelince, böyle biri içine düştüğü şüphe halini insanlara açıklamadığı, sükutu ve selameti tercih ettiği için diğerlerinden da­ha üstün olur. Çünkü böyle bir şüpheli duruma, ancak yakin sahip­leri tahammül edebilirler. Onlar da müminlerin havassıdırlar. Ma­kamları ise, yakin ve zühddür.
Konuşma ve diğerlerine anlatma arzusunu bırakarak sükut ve sessizliği tercih etmek elbette daha faziletlidir. Bu tür davranış, ya-kini imanın icaplarmdandır. Böyle bir mümin de sahip olduğu ma­kam ile, müslümanlarm umumundan daha üstün bir yere yerleşti­rilmiştir. Onlar, farz ve vecibe olmaya daha layık olsalar da yalanı ve şüpheyi terkederler. İbni Abbas'ın (ra) yukarıdaki sözünün açık­laması budur.
Hayır işlerini gizleyerek, bunları anlatmaktan duyulan haz ve zevke karşı nefse gem vurmak da sabrın türlerinden biridir. Hayır­lı amellerin ve sadakaların gizlenmesi de bu çerçevede değerlendi­rilir. İlan etmede bir beis olmamasına rağmen bunları gizlemek, edebe daha uygundur. Her halkürda iyi işleri ve verilen sadakala­rı gizlemek, daha faziletli, daha nezih ve Allah Teala için de daha sevimlidir. Hatta onlar iyilik hazinelerindendir. Kasdettiğimiz, acı­ları, musibetleri ve sadakaları gizlemektir. Bunlar, Allah Teala'nın katındaki en değerli hazinelerdir.
Fakirlik halini saklayıp gizlemek de, sabrın tezahürlerindendir. Yoklukla dolu gecelerde yaşanılan imtihanlara karşı sabırlı olmak ise, rıza ve zühd ehlinin halidir. Sabrın en güzeli; Allah Teala ile başbaşa kalmakta, O'nu dinlemekte ve bütün kalbiyle O'na yönele­rek vecdi O'nunla güçlendirme hususunda gösterilen sabırdır. Bu, Mukrrebun'a mahsus olan bir fazilettir.
Allah Teala'dan haya duyma, O'nu sevme, O'na teslim olma ve işleri O'na havale etme noktasında gösterilen sabır da sabırların en güzelidir. Bu, kaderlerin akışı altında sükuneti bulmak, onları ba­ğış ve lütuf olarak görmek, Allah Teala'ya niyazda bulunma ve ka­derlerle ilgili olarak O'nun hikmetini görme noktasında işlerin na­sıl güzel tasarlandığına şahit olmak ve onlarla imtihan edilme ga­yesine sahip olmaktır. Bütün bunlar da Allah Teala'nın şu buyruk­larının muhtevasmdandır: "Rabbin için sabret" (Müddessir/7); "Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki sen, Bizim nezaretimiz-desin" (Tur/48).
Ömer b. Abdülaziz (ra) ve ondan başka birçok imam şunu söyle­mişlerdir: Sabaha çıktığımda, kaderin tecelli ettiği yerler dışında hiçbir sevincim olmaz. Bu sözün başka bir rivayetinde ise, 'Kazayı beklemem dışında..' ifadesi yeralmaktadır. Denir ki: Yakini imanın alametlerinden biri de, başa gelen kazaya güzelce sabredip rıza göstererek teslim olmaktır. Bu da ariflerin makamıdır. Ebu Mu-hammed Sehl (ra), Ali'nin (kv) 'Allah Teala her kulu için aynı uyku­dan haz alır sözünün tefsirinde şöyle demiştir: Yani hükümlerin ca­ri oluşları esnasında sükunetini muhafaza ederek itiraz ve hoşnut­suzluk ifade etmeyen kulunu sever.
Musibete karşı sabırda, sabrın ilk darbede olmasının şart ko­şulmasına gelince, bu hususta Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Sabır, sadece ilk d arbede dedir".[7][7] Denir ki: Herşeyde asıl olan, önce küçük gelip giderek büyümesidir. Ancak musibet ve belalar bunun dışındadır. Onlar ilk anda büyük gelip sonra küçülmeye baş­larlar. Bu yüzdendir ki, sabırdan doğacak sevabın büyük olabilme­si için, acının ilk anında gösterilmesi istenmiştir.
İnsan, musibeti ilk duyduğu ve kalbi bu şiddetli darbeyle sarsıl­dığı zaman sabır ve metanet göstermelidir. Böyle bir durumla kar­şılaştığı ilk anda Allah Teala'yı düşünerek O'ndan haya eden kul, sabrı güzelce ifa edebilir. O'nun 'Sen Bizim nezaretimizdesin'buyru­ğu da, Allah Teala'ya tevekkül edenlerin makamını göstermektedir. Keramet gösterme, sahip olduğu kudret ve işaretleri haber ver­me noktasında kendini tutmak da sabrın tezahürlerindendir. Bu,aynı zamanda muamele bakımından da güzel bir terbiyenin ifade­sidir. Bu da, Allah Teala'yı sevenlerin yolu ve zühdün hakikatidir. Sabrın en faziletli olan şekillerinden biri de övülme, lider olma gi­bi arzular karşısında nefsine hakim olabilmektir. Bu meyanda Al­lah Resulü'nden (sav) maktu' olarak şu hadis rivayet edilmiştir: "Sabır üç şeyde olur: Nefsi temize çıkarmaya karşı sabır; Musibet­ten yakınmaya karşı sabır; Hayrı ve şerliyle Allah'dan gelen kaza­ya rıza göstermede sabır".
Ahireti dünyaya tercih edip Allah Teala'ya kaçarak, ubudiyet sı­fatını tahakkuk ettirip Rubûbiyet sıfatlarının mefhumlarına olsun benzemeye çalışmayı terketmek, Uluhiyet'e teslim olup Ehadiyet'e teslimiyet gösterme noktasında nefsi alçakgönüllülük, tevazu ve suskunluğa mahkum etmek de sabrın tezahürlerin dendir.
Sabırsızlığın sizi bu tür bir densizliğe sevketm e sinden sakının. Aksi halde sağlam basan ayağınız kayıverir. Böyle bir duruma düş­mekten Allah Teala'ya sığınırız. Kendileri için geçim temin etme, harcamada bulunma ve yaptıkları eziyetlere karşı tahammül gös­terme noktasında eş ve çocuklara karşı da sabırlı olmak gerekir. Kulun Allah Teala karşısında eş ve çocuklarıyla ilgili olarak takip etmesi gereken kuralları vardır. Bunların en altında kendileriyle ilgilenme, en üstünde ise onlarhakkmda Allah Teala'dan razı ola­rak O'na tevekkül etme vardır. Ortada ise, onlara harcamada bulu­narak, nefsi onlara meyletmekten uzak tutma vardır.
Bilin ki günahların çoğunluğu şu iki şeyden kaynaklanır: Sev­diği şeylere karşı nefsine hakim olmada ve sevmediği şeylere kat­lanma noktasında sabırsızlık.
Allah Teala, bir ayet-i kerimede sevilen bir şeyin kul için şer, se­vilmeyen bir şeyin de tam aksine hayır getirebileceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: "Siz birşeyden hoşlanmazsınız halbuki o, hak­kınızda bir hayırdır ve olur ki birşeyi seversiniz, halbuki hakkınız­da serdir". (Bakara/216)
Sabrın hükmüne gelince; sabrın başı aynı İhlasın başı gibi farz­dır. Sabır, aynı zamanda silahı olmayan kimse için iyi bir silahtır. Çünkü iş, başka birinin elinde olduğu zaman, sabretmekten başka yapacak birşey yoktur. Muhtaç olduğunuz birşey size az geldiği za­man, sabırla beklemekten beşka yapacak birşeyiniz yoktur. Aksi takdirde o az da tamamen kesilecektir.
Sabırsızlığın temelinde yatan, uğruna sabrettiğin kişinin vere­ceği güzel karşılığa dair varolan inancın zayıflığıdır. Çünkü buna dair inancı kuvvetli olan kişi için geç gelecek olan vaad bile derhal gerçekleşecek gibidir. Vaad sahibi sadık olduğu zaman, onun vaa­dine inanan kişi de sabrı en güzel şekilde gösterir. Çünkü o, netice­de nail olacağı mükafaattan emindir.
Kul, ancak şu iki esasa dayanarak sabreder: 1.Sabrın karşılığı olan şeyi görmek; ki bu, iki esasın düşük olanıdır. Genel olarak mü­minler ve kitapları sağ taraflarından verilecek Ashab-ı Yemin için geçerli olan sabır sebebi budur. 2. Karşılığı verecek olana bakıp O'nu düşünmek; bu da yakin ehlinin hali ve Mukarrebun'un maka­mıdır. Sabır karşılığında vaadedilen bedeli gören kul, sabırlı olma­ya özen gösterir. Bunu, vaaden Zat-ı İlahi'yi düşünen kul ise, O'nun kudret ve azametini görerek sabra yönelir.
Ariflerden bir zat, sabrı üç esasa taksim etmiş ve bu üçü için de üç makam tesbit etmiştir:
1.Şikayet ve serzenişi terketmek; bu, tevbekârlarm derecesidir.
2.Takdir edilene rıza göstermek; bu, zahidlerin derecesidir.
3. Mevla'nın kendisine yapacağı herşeyi sevmek; bu da, sadık­ların derecesidir.
Selef-i Salih'in (ra) ileri gelenleri de sabrı genellikle üçe ayır­mışlardır. Bu babda Hasan el-Basri (ra) ve diğerlerinden şu bilgi nakledilmiştir: Sabır, üç türlüdür:
1. Masiyetten uzak durmada sabır; sabrın en faziletlisidir.
2.Allah Teala'ya itaat ve ibadette sabır;
3.Musibetler karşısında sabır. Bunlar da, yukarıda anlattığımız sabır türleri kapsamına girmektedir. Anlattıklarımızın özü şudur ki sabır; bir farz ve bir fazilettir. Onun bu hususiyeti, muhtelif hüküm­lerin bilinmesiyle bilinmektedir. Farz veya emir mahiyeti taşıyan bir amelle ilgili olarak sabretmek de farzdır ve emredilmiştir.
Teşvik ve mendubiyete mazhar olan bir amelde sabır göstermek ise fazilet ve nafile hükmündedir. Tasabbur, yani sabretmeye çalış­mak, bizatihi sabır olmayıp nefs mücahedesi ve nefsi sabra sevk ve teşvik etme gayretidir. Bunu bir tür sabır için çabalamak olarak görebiliriz. Buna misal olarak da Tezehhüd mefhumunu zikredebi­liriz. Tezehhüd; zühd hasıl oluncaya kadar zühd vesilelerini değer­lendirmeye çalışmaktır. Sabır ise, bir sıfatın tahakkuk etmiş halini ifade etmek için kullanılan bir isimdir. Bu yüzden, mevzusu ol­duğu makam da onunla bilinir.
Nefsin isteksizliği, acının tadılması ve çekilen elem, kulu sabır dairesinden çıkarmaz. Bilakis bunların mevcudiyetine rağmen sa­bırlı olmak mümkündür. Çünkü beşeri tabiat bunu icap ettirmek­tedir. İnsan, tabiatı itibarıyla sabır anında üstte zikrettiğimiz his­lerle çatışır. Sabrın şu fayda-"1, vardır ki, Mevla'nın hükmü karşısın­da kulun serzenişini bastırmasını ve öfkesini yutabilmesini sağlar. Çünkü Allah Teala'nm hükmü karşısında yakınma ve öfkeyi ter-ketmek, rıza ve tevekkülün Özünü teşkil eder. Bu da yakini imamn en üstün mertebelerinden biridir. Dolayısıyla böyle bir haldeki kul, sabır dairesinden çıkmaz.
Kulu sabır dairesinden çıkaran şey; sabrın zıddı olan şeydir. Bu da, Hükm-i İlahi karşısında yakınma, ilimde haddi aşma, öfkeyi iz­har etme, serzenişi arttırma, can sıkıntısı ve zemmetmedir. Tasab­bur yolunda nefs riyazeti yapmak, Tasabbur ehlinin makamı olup zaaf içindeki müridlerin de halidir.
Nefs-i Emmâre, sizi fuzuli şehvetlere meylettirdiği veya önceki alışkanlıklarınıza dönmeye zorladığı zaman, onun bu yöndeki her türlü ihtiyacından menetmeniz gerekir. İhtiyacın men'i ve fuzuli şehvetlerden önce düşünülmesi elzem olan daimi bir sıkıntı halinin varlığı onu oyalayacaktır. Helale karşı dahi sabır göstermek sure­tiyle onu terbiye edip isteklerini reddettiğiniz zaman emriniz altı­na girecek ve fuzuli sehvetlerekarşı sabırlı olmayı öğrenecektir.
Neticede, mubahlardan önce düşünülmesi gereken acil bir bede­lin varlığından Ötürü fuzuli şehvetini terketmiş ve acil olan gıda ih­tiyacını karşılamak için daha sonra tamah edebileceği heva ve şeh­vetlere karşı sabrı tercih etmiş olacaktır. Tamahkâr nefislerin ter­biyesinde izlenecek yolların en başında bu yol gelir.
Tasabbur ehli içinde güçlü olanlar, nefslerinin kendilerine sabır ve namaz ile icabet etmediği, açlık ve susuzluk ile teslim olmadığı kimselerdir. Üçüncü tabakada bulunanlar arasındaki zayıf iradeli kimseler ise, birinciler gibi oruç ve namaz ehlinden, ya da açlık ve susuzluk ehlinden olmayanlardır. Bunlar, ihtiyaçları karşısında nefslerini sabra zorlama noktasında tahammül gösteremedikleri gibi, nefslerinin şehvet tutkuları karşısında da sabırlı olamazlar.
Bunların terbiyesi, nefslerini helal manasında olan bütün haram­lardan uzak tutmaları, helaka sevkedici şehvetleri terkederek orta yollu şehvetle iktifa etmeye çalışmalarıdır.
Böylelikle nefsleri sükunet bulacak, haramlardan uzak durur­ken şehvet ve arzuları da dinecektir. Halbuki bunların ötesinde ku­lu helaka sürükleyecek durumlar mevcuttur. Zayıf nefsler de işte bu riyazet ile huzur ve itmi'nan bulurlar.
Alimler, sabır ve şükürden hangisinin daha faziletli olduğunu tesbit etme hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bu iki makam ara­sında tercih yapmak mümkün değildir. Çünkü her iki makamda da birbirlerinden üstte ve altta yeralanlar vardır. Marifet ehli içinde tahkik sahibi olanlar şöyle derler: İki kul, aynı makamda dahi bir­birlerine müsavi olmazlar. Bilakis bunlardan birinin ilim, amel, vecd ve müşahede hususunda diğerinden üstün olması gerekir. An­cak doğruluk, maksad ve dayanakları bakımından müşterektirler. Kullar arasındaki farklılaşmanın en bariz olanı, yöneldiği yöne ait müşahedeleri noktasında görülür. Söz söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Herkesin kendine mahsus yö­neldiği bir yön vardır ve ona yönelir". (Bakara/148); "De ki: Herkes kendi yaratılış kabiliyetine göre hareket eder. O halde yolca en doğ­ru olanın kim olduğunu ancak Rabbiniz bilir". (İsra/84) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Allah'a götüren yol bakımından hangi­sinin daha yakın ve daha mutedil olduğunu yalnız O bilir.
Kitab ve Sünnet'in zahiri de, sabrın çeşitli derecelere sahip ol­duğuna delalet etmektedir ki bunu Allah Teala'nm şu buyruğunda görmekteyiz: "İşte bunlar, mükafaatları iki kere verilecek olanlar­dır. Çünkü bunlar sabretmişlerdir". (Kasas/54) Şükredenlere ise ecir ve mükafaatları bir kere verilir.
Sabır makamına en çok benzeyen makam, Korku makamıdır. Şükür makamına en çok benzeyen makam ise, Rica (=ümit) maka­mıdır. Allah Teala buyurdu ki: "Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır". (Rahman/46) Marifet ehli Korku maka­mının Rica makamından üstünlüğü hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ittifakın kaynağında ise, ilmi amele üstün tutmaları yatmakta­dır. Sabır da, Korku makamının hallerinden biridir. Fazilet bakı­mından sabır haline sahip olan kişi, Korku makamına daha yakın olur. Şükür ise, Rica makamından bir haldir. Şükredenin hali de, Rica makamına daha yakın olur.
Bu noktada Sünnet-i Nebevi'den de daha önce rivayet ettiğimiz şu hadisi zikredebiliriz: "Size en az verilen şey, Yakin ve sabır az­midir. Bu ikisinden nasibine mazhar olan kimse, geçmişte kaçır­dıklarını önemsemez". Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav), sabin yakin ile aynı kefeye koymuştur. Herkes de bilir ki, yakin (-yakini iman) kadar kıymetli ve yüce bir şey yoktur. Amellerin edası ve ya-kinin onunla yücelmesi hususunda Eyyub Peygamber'in (as) şu münacaatını zikredebiliriz: "Allah Teala ona vahyederek şöyle bu­yurdu: Ya Eyyub, Zatım üzerine yemin ettim ki sabredenler için hiçbir kınama defteri açtırmayacağım. Onlar sıratın inceliğini de düşünmeyecekler. Tartının eksikliği de onları korkutmayacak ve oradaki yurtları da Darü's-Selam olacak".[8][8]


Sabır, bir imtihan ve sınama halidir. Şükür ise nimet halidir. İmti­han ve musibet hali, elbette daha üstündür. Çünkü o, nefse daha ağır gelir. Allah Teala'nm şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Sabredenlere mükafaatları hesapsızca verilir". (Zümer/10) Şükre-denlere ise, ecirleri hesap edilerek verilir. Bu ayette görüldüğü gi­bi, sabır sıfatı için tahsis edilen bir meziyet diğerleri için geçerli kı­lınmam aktadır.
Sabrın üstünlüğüne dair başka bir açıklama da şöyledir: Ali (kv), imanın şubelerini anlattığı uzun bir konuşmasında, sabrı ya-kinin dört makamı üstüne çıkarmış ve bunların, sabrın temel taş­ları olduğunu bildirerek şöyle demiştir: 'Sabır, dört temele dayanır: Şevk, Korku, Zühd ve Bekleme. Cehennem ateşinden korkan kişi, Allah Teala'nm haram kıldıklarından uzak durur. Cennete şevk duyan kişi de, şehvetlerine gem vurur. Dünyada zühd sahibi olan kişi ise, başına gelen musibetleri gözünde büyütmez. Ölümü bekle­yen de, hayırlarda yarışır1. Görüldüğü gibi Ali (kv) bu makamları, sabrın temelleri olarak takdim etmiştir. Çünkü bunlar, sabrın kay­naklan ve sabırda ihtiyaç duyulan hususlardır.
Allah Teala sabn takvanın bir hali kılmış ve müttakilere olan ikramını da derecelerce arttırarak şöyle buyurmuştur: "Kim Al-lah'dan korkar ve sabrederse..". (Yusuf/90) Başka bir ayet-i kerime-de ise, "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, takvaca en ileri olanmızdır". (Hucurat/13) Allah katında en değerli (=ekram) ve takvaca en ileri (=etkâ) kelimelerinin kullanılması, 'değerlileriniz (=kirâm) ve takva sahipleriniz (=müttakûn)' kelimelerinin kullanıl­masından daha üstündür. Çünkü en değerli (=ekram) ve takvaca en ileri (=etkâ) kelimelerinin kullanılması bir farklılığa delalet et­mektedir. Takvaca en ileri olan, Allah katında en değerli olandır. Takvanın icaplarına tahammül etme noktasında en çok sabreden de, takvaca en ileri olandır.
Bil ki sabır, cennete giriş sebebi ve cehennemden kurtuluş vesi­lesidir. Çünkü bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Cennet sıkıntı ve zorlukla­ra karşı verilir. Cehennem ise şehvet ve arzular karşı verilir". Mü­min, cennete girebilmek için sıkıntı ve zorluklar karşısında sabra ihtiyaç duyarken, cehennemden kurtulabilmek için de şehvet ve ar-zulanna karşı sabra ihtiyaç duyar.
Sabır ve şükrün üstünlük derecelerine gelince bunu üç noktada belirlemek mümkündür:
1.Bu noktaların başında, makamların hallerden üstün olması gelir. Sabır ve şükür, iki hal olduklan gibi, makam da olabilirler. Makamı sabır olan kişinin hali de bunun için şükür olur. Bu du­rumda sabreden daha üstündür. Çünkü o, makam sahibidir. Maka­mı şükür olup da hali bunun üzerinde sabır etme olan kişiye gelin­ce, böyle biri için hali, makamından ayrı bir fazlalık içerir. Bu du­rumda da sabır hali, şükür makamı için bir fazlalık olmaktadır.
2.Üstünlük derecelerinin ikinci noktası şudur: Allah Teala'ya yakın kılınanlar (=Mukarrebun), amel defterleri sağdan verilecek olanlardan (=Ashab-ı Yemin) daha üstündürler. Mukarrebun ara­sında sabreden kişiler, Ashab-ı Yemin arasındaki şükredenlerden daha üstündürler. Mukarrebun içinde şükredenler de, Ashab-ı Ye­min arasındaki sabredenlerden daha üstündürler.
Denilebilir ki: Sabreden ve şükreden kişilerin her ikisi de Mu­karrebun zümresi içindeyse o zaman hangisi daha üstün olacaktır? Böyle bir durum olması mümkün değildir. Çünkü daha önce de be­lirttiğimiz üzere Allah Teala'nm koymuş olduğu ince kıstaslardan dolayı, bu ikisi aynı makamda biraraya gelemezler. Allah Teala bu makamları vazederken sanatının bütün inceliğini göstermiş ve sı­fatlarının benzeşmesine, sebeplerinin müşterek olmasına rağmen onları birbirinden ayırmıştır. Bu tür bir durumda üstün olan, Allah Teala'yı en iyi bilendir. Çünkü o, Allah Teala için daha sevimli, O'na daha yakın ve yakin bakımından daha seviyelidir. Yakin de, Allah Teala'nm indirdiği şeylerin en yücesidir.
3.Üstünlük derecelerinde üçüncü nokta ise şudur: Şükrü ge­rektirecek şeylere karşı sabırlı olmak, daha faziletlidir. Sabrı ge­rektiren hususlarda ise şükretmek daha hayırlıdır. Bu da, hallere bağlı olarak farklılaşır.                                              
Bunun açıklamasını şöyle yapabiliriz: Nimet halinde bulunan bir kulun, nefsani hazlara, nimetlerden yararlanmaya ve refah sür­meye karşı sabırlı olması daha faziletlidir. Nimetlere ve zenginliğe karşı sabır göstererek geri durmak, Marifet makamlarından biridir. Bu daha üstün ve faziletlidir, çünkü bunda, daha hayırlı olduğu hu­susunda icma bulunan zühd faziletinin tecellisi mevzubahistir.
Kulun hali, bela ve fakirlik ise, fakirlik, bela ve musibetler kar­şısında Allah Teala'ya şükretmsi daha faziletlidir. Böyle bir durum­da şükretmek de, marifet makamlarından biridir. Böyle bir kul, it­tifakla daha üstündür. Çünkü yaptığı işte, üstünlüğü tartışılma­yan rıza fazileti mevzubahistir.
Sabreden kişinin üstünlüğü ve sabrın üstün bir dereceye yerleş­tirilmesine delil teşkil eden bir diğer husus da şu cümledir: Sabre­den arif, şükreden arifden daha üstündür. Çünkü sabır fakirlik ha­li iken, şükür zenginlik halidir. Mefhum bakımından şükrü sabra tercih edip ondan üstün tutan kimse, zenginliği fakirliğe tercih eden kimse demektir.
Bu, Selef ulemasından hiçbirinin yapmadıkları birşey olup an­cak dünya ehli olan ulemaya yakışan bir tutumdur. Onlar kendi nefslerini buna sevkettikleri gibi, halkı da kendi nefslerinin telkin­lerine sevketmişlerdir. Zenginliğin yoksulluktan üstün tutulması, arzuların zühde, büyüklenmenin alçakgönüllülüğe, kibirin tevazu-ya üstün tutulması demektir. Bu da arzuları peşinde koşanların za-hidlere, zenginlerin fakirlere üstünlüğü neticesini doğurur. Bunun da neticesi, dünya düşkünlerinin ahiret düşkünlerinden üstün tu­tulmasıdır.
Biz, cümleten ve mefhum olarak sabrı şükürden üstün görmek­teyiz. Çünkü sabır bir hal olup, imtihan da onun makammdandır. imtihan ehli ise, misal olmaya en layık olanlardır. Onlar da pey­gamberleri en çok örnek alanlardır. Ayrıca sabır, nefslerin heva ve arzularına olabildiğince uzak, darlık ve sıkıntıya ise olabildiğince yakın olan bir haldir. Sabır, nefsin istemediği şeyler noktasında çok ağır ve beşer tabiatının en çok nefret ettiği bir haldir.
Sabır, nefse hoş gelen şeylere de zıd düşen bir davranış şeklidir. Nefs onunla sükunet bulup da vecde ulaştığında onu tarif etmek mümkün olmadığı gibi yaşadığı huzur da hayran olunacak bir sevi­yeye çıkar. Neticede bu sükunet ve iç huzur ile övülerek razı olmuş ve razı olunmuş nefs (=nefs-i razİye; nefs-i marziyye) haline gelir.
Allah Teala da sabrı emretmiş ve sabırda yarışma hususunda kullarını ısrarla teşvik etmiş ve bunu murabata ile teyid etmiştir: "Ey iman edenler, sabredin ve sabır yarışında ileri geçin, cihad için hazır ve rabıtalı (murabıt) bulunun". (Al-i İmran/200) Ayetin bir tef­sirinde 'Sabır ve sabırda yarışma hususlarında rabıtalı ve hazırlık­lı olun' ifadesi murad edilmiştir, denilmektedir. Her halükârda aynı yerde birlikte zikredilen bu üç emir de sabırla aynı anlamdadır.
Bu da, Allah Teala'nm sabrı ne derece yücelttiğini ve onu ne ka­dar sevdiğini göstermesi bakımından mühim bir delildir. Kendisin­de bu fazileti taşıyan bir mümin, Allah Teala'nm emir ve işaretleri­ne çok daha büyük bir hürmet hissi içinde olacaktır. O'nun işaret­lerini yücelten kişi, elbette O'ndan en çok sakınan, en takvalı kişi olacaktır. Takvaca en ileri olanlar ise, Allah Teala'nm katında en değerliler arasında yeralacaktır. Bunu da, şu ayet-i kerimede gör­mekteyiz: "Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı işaretlere hürmet edip onları yüceltirse şüphesiz ki bu, kalplerin takvasm-dandır". (Hac/32) O, başka bir ayet-i kerimede de, takva bakımın­dan ileri olanların durumunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, takva bakımından en ileri olamnızdır". (Hucurat/13)
Sabır, aynı zamanda Ulü'1-azm yani azimet erbabı peygmberle-rin makamıdır. Allah Resulü de (sav), onlara misal olmakla emro-lunmuş ve Allah Teala, kuluna karşı onlarla övünerek şöyle buyur­muştur: "O halde azimet sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret". (Ahkaf/35) Dini bakımdan azimetler, ruhsatlardan daha evladır. Bu babda Süfyan-ı Sevri'nin (ra), Habib b. Ebi Sa-bit'ten şunu naklettiğini rivayet ettik: Müslim el-Battin'e, sabır ve şükürden hangisinin daha üstün olduğu sorulmuştu. Şunu söyledi: Sabır. Şükür ve esenlik ise bize daha sevimli gelir.
Allah Teala'nın "Onlar ki sözü dinlerler sonra da en güzeline uyarlar" (Zümer/18) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da, 'yani en ağır ve azimeti mucip olanlarına uyarlar5 denmiştir. Çünkü dünya hayatında helal kılınmış olan birşeyi mubah görüp yapmak Hasen yani güzeldir. Bunlar hususunda zühdü tercih etmek ise Ahsen ya­ni daha güzeldir. Allah Teala, sabrı azim gerektiren işlerden saya­rak şöyle buyurmuştur: "Her kim de sabreder ve affederse, işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe değer işlerdendir". (Şura/43)
Allah Teala, şükür konusunda kullarını müşterek kılarken sa­bır konusunda kendisini tek kılmıştır. Muhakkak ki, Allah Teala tarafından Zatı'na mahsus olarak zikredilen bir sıfat, kullarla müşterek olan bir sıfattan daha üstündür. O, bu mey anda şöyle bu­yurmuştur: "Bana ve anne babana şükret (diye de tavsiye ettik)". (Lokman/14) Resulü de (sav) de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara şükretmeyen, Allah'a da şükretmez".[9][9] Sabır konusunda ise, kulla­rından hiçbirini Zatı'yla müşterek kılmamış ve onu yalnız kendine mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: "Rabbin için sabret". (Müddes-sir/7); "Rabbinin hükmüne sabret". (Tur/48)
Bil ki şükür, sabır mefhumunun muhtevasına dahildir. Sabır, şükürü de cami olan bir mefhumdur. Çünkü bir nimetiyle ilgili ola­rak Rabbine karşı çıkmama hususunda sabır gösteren kişi, aynı za­manda o nimetin şükrünü de ifa etmiş olmaktadır. Aynı şekilde, Rabbine ibadet ve taati noktasında nefsine hakim olarak sabır gös­teren kişi de Rabbinin nimeti karşısında şükür vecibesini ifa etmiş olmaktadır.
Cüneyd-i Bağdadi'ye (ra), şükreden bir zengin ile sabreden bir fakirden hangisinin daha üstün olduğu sorulmuştu. O da şöyle de­di: Ne zengin varlıktan ötürü, ne de fakir yokluktan ötürü övülebi-lir. Her ikisinde de Övgüye layık olan, bulundukları halin şartları­nı hakkıyla yerine getirmeleridir. Zenginin hali, ondaki zenginliğin
nimettlerini tatması ve bunlardan zevk almasıdır ki bu, beşer tabi­atına daha uygundur. Fakirin durumu ise, nefsine acı veren bir sı­kıntı ve darlık içinde olmasıdır. Bunlardan her ikisi de Allah Teala karşısında yapmaları gerekeni yapıyorlarsa, bu durumda sıfatı üzülmek ve acı çekmek olan kişi hal bakımından daha iyidir. Cü-neyd'in (ra) bu babda söyledikleri mealen böyledir.
Ebu'l-Abbas b. Ata ise bu meselede kendisine muhalefet etmiş­tir. Denir ki: Bunun üzerine Cüneyd ona beddua etmiş ve Ebu'l-Ab-bas'm başına gelmedik bela kalmamıştır. Çocukları Öldürülmüş, malı yağmalanmış ve ondört sene boyunca aklını kaybetmiştir. O yollarda divane gibi gezerken, 'Cüneyd'in bedduası beni yaktı' diye söylenirdi. Neticede zenginliğin fakirlikten üstün olduğuna dair söylediklerinden rücu etmiş ve fakirliği üstün ve şerefli bir hal ola­rak görmeye başlamıştır.
Rivayet edilen bir hadiste de şu ifade geçmektedir: "İçinizde nefsini en iyi tanıyanınız, ona karşı imtihan edildiği şeyi ve kendi­sine karşı nefsinin imtihanını en iyi bilen kişidir". Allah Teala'nın bizi tabi tuttuğu en ağır imtihan, nefsimize olan sevgimiz, onu ta­bi tuttuğu imtihan da bize olan düşmanlığıdır".
Rububiyet sıfatlarına özendiği için Allah'ın düşmanı olduğunu bilerek kendi düşmanıyla mücahede yolunda sabreden kişiden da­ha üstün kimse olur mu? Senin muhabbetiyle onun ise sana düş­manlığıyla imtihan edildiğiniz bir imtihandan daha zor bir imtihan olabilir mi? Siz ki bu durumda Allah Teala'mn muhabbeti uğruna onun sevgisini terkeder ve O'nu razı edebilmek için kendisiyle de­vamlı cihad ederek nefsinizin size olan düşmanlığına göğüs gerip sabredersiniz. Muhakkak ki bu, adaletin zirvesi ve faziletlerin do­ruğudur. Bunu yapabilmenin tek yolu da, Allah Teala'mn inayet ve taltifine, sürekli nazarına mazhar olabilmektir. Çünkü muvaffaki­yet, güç ve sabır ancak O'nun sayesindedir.
Geçmiş alimlerden birine sorulan meşhur meseleye gelince, bu­rada iki kuldan bahsedilmektedir. Kullardan biri bir musibetle im­tihan edildiği vakit buna karşı sabretmiş, diğeri ise kendisine na­sip edilen bir nimet için Rabbine olan şükrünü eda etmiştir.
O alim, her ikisinin de müsavi olduklarını söyledikten sonra se­bebini şöyle beyan etmiştir: Çünkü Allah Teala, biri sabreden diğeri de şükreden iki kulunu da aynı sena ve övgü ile anmıştır. O, Ey-yub Peygamberi (as) vasfederken "Ne güzel kul! Çünkü, hep Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuş, Süleyman Peygamberi (as) vasfeder­ken de aynı şekilde "Ne güzel kul! Çünkü, hep Allah'a yönelir" (Sad/30) buyurmuştur.
Bize göre bu zatın sözü, anlayışın inceliklerine dair bir gaflet ve Allah Teala'nm kelamının hakikatim düşünme noktasında bir zaaf arz etmektedir. Kanaatimize göre Allah Teala'nm Eyyub'a (as) olan övgüsü, fazilet bakımından Süleyman'a (as) olan övgüsünden daha üstündür. Bu üstünlük de, onüç hususta kendini göstermektedir. Allah Teala, bu onüç husustan sonra Eyyub (as) ile Süleyman'ı (as) iki sıfatta müşterek kılmıştır. O, Eyyub Peygambere (as) onüç fark­lı medh ve senayı mahsus kılarak, kendisine Süleyman'dan (as) üs­tün tutmuştur.
Bunların başında Allah Teala'nm Resulü Mustafa'ya (sav) kar­şı, Eyyub (as) ile övünmesi gelir. O, şu buyruğu ile Eyyub'u şeref­lendirmiş ve kendisini üstün kılmıştır: "Kulumuz Eyyub'u zikret". (Sad/41) Buradaki zikretme emiri, ona uyma ve kendisini örnek al­ma manasmdadır: "Ve azim sahibi peygamberler gibi sabret". (Ah-kaf/35) Ayetin tefsirinde denildi ki: Bunlar, büyük sıkıntı ve belala­ra maruz kalmış peygamberlerdir.
Eyyub Peygamber de (as) bunlardan biridir. Bunlar, makaslar­la kesilmiş, testerelerle lime lime edilmiş insanlardı. Bazılarına gö­re, bunların sayısı yetmişti. Başkaları ise, peygamberlerin ataları ve en faziletlileri sayılan İbrahim (as), İshak (as) ve Yakub (as) pey­gamber olduklarını söylemişlerdir. Bu görüşü teyid eden ayet-i ke­rimeler de şunlardır: "Kitab'da İbrahim'i zikret". (Meryem/41); "El ve göz sahibi kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an". (Sad/45) Burada murad edilen, onların kuvvet ve metanete sahip olup basi­ret ve yakin ehli olduklarıdır.
Allah Teala bilahare Eyyub (as) peygamberi de onların mertebe­sine yükseltmiş ve onu Allah Resulü (sav) için, bir teselli kılmıştır. Daha sonra da O'ndan Eyyub'u anmasını ve misal almasını isteyerek 'Kulumuz' ifadesini kullanmıştır. Allah Teala, 'Kulumuz' ifadesini kullanmak suretiyle Eyyub Peygamberi kendi Zatına izafe etmiştir.
O'nun bu izafesi, kendisi için bir tahsis ve yakınlaştırma manası taşır. Çünkü kendi Zatı ile onun arasına mülkiyet ifade eden 'Lam' harfini koymamıştır. Bu harfi, kullanmamak suretiyle, onu da benzeri olan imtihan ehli kullarına dahil etmiş olmaktadır ki onlar da üstteki ayet-i kerimesinde görülmektedir: "El ve göz sahibi kul­larımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an". (Sad/45) Onlar, Allah Tea­la'nm imtihan ehli olan kullarıdır ve O, diğer peygamberlere karşı bu kullarıyla övünerek onların zürriyetlerini de seçilmişler kılmış­tır. Eyyub Peygamberi de, övgünün güzelliği noktasında onlara katmıştır.
Onu anarak ibret alınmasını istemesi de ona yönelen sena-ı ila­hidendir. Allah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur: "Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:". (Sad/41) Görüldüğü üzere Allah Tea­la, Eyyub Peygamberi'n yalnız kendisine nida ederek hitabını tah­sis ettiğini haber vermektedir. Eyyub (as) Rabbine hitabında şöyle demektedir: "Bana gerçekten bir dert isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin". (Enbiya/83) Görüldüğü üzere Allah Teala onu, yakaran ve münacat eden sıfatında anlatmakta ve Za-tı'nm onun için rahmet sıfatıyla malum olduğunu haber vererek yaşadığı büyük ızdıraba rağmen Zatı'na yönelerek huzur bulup kendisine nida ettiğini ve O'na serzenişte bulunarak O'ndan yar­dım dilediğini haber vermektedir.
Allah Teala Eyyub'un (as) makamını, Musa (as) ve Yunus'un (as) makamlarına benzetmektedir. Çünkü onlar da benzer hallerde şöyle demişlerdir: "Allahım, Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim". (A'raf/143); "Sen'den başka ilah yoktur Allahım, Seni tenzih ede­rim. Muhakkak ki ben zulmedenlerden oldum". (Enbiya/86) Bura­daki hitaplar, müşahededen ve yüzleşmeden doğan hitaplardır.
Allah Teala, Eyyub Peygamberin (as) niyazına icabet ettiğini ve ondaki ve ailesindeki derdi giderdiğini haber vermektedir. O, onun sözünü kudretini tecelli etme vasıtası, hikmetinin cari olma yeri ve icabetini açan kapı olarak bildirmiştir.
Bütün bunlardan sonra şöyle buyurmuştur: "Ve ona bütün aile­sini ve beraberinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik". (Sad/43) Burada da Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstün tutulması sözkonusudur. Çünkü kişinin ai­lesine bahsedilmesi ile ailenin kişiye bahsedilmesi arasında fark vardır. İkincisi övgü bakımından daha yüksek bir mertebededir. Al­lah Teala Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak "Ve Davud'a Sü­leyman'ı bahşettik" (Sad/30) buyurmaktadır. Bu noktadan bakıldı­ğında Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstün­lüğü, Musa Peygamber'in (as) Harun'a (as) olan üstünlüğü gibidir.
Allah Teala Musa Peygamber'in (as) kardeşine olan üstünlüğü­nü bildirirken de şöyle buyurmuştur: "Ve ona, rahmetimizin eseri olarak kardeşi Harun'u peygamber olarak bahşettik". (Meryem/53) Allah Teala Davud Peygamberi (as) medhederken de, benzer şekil­de "Ve Davud'a Süleyman'ı bahşettik" (Sad/30) buyurmuştur. O, Musa Peygamber'e (as) kardeşi Harun'u (as) bahşettiği gibi, Davud Peygamber'e de (as) oğlunu bahsetmiştir.
Kendisiyle övünülme ve hatırlanıp ibret alınma noktasında Ey­yub Peygamber'in (as) makamı, Davud Peygamber'in (as) makamı­na benzer. Çünkü Allah Teala, Resulü'ne (sav) Davud Peygamberi (as) anlatırken şöyle buyurmuştur: "Onların söylediklerine sabret ve kulumuz Davud'u hatırla". (Sad/17)
O, Eyyub Peygamberi (as) anlatırken de aynı tavsif ile şöyle bu­yurmuştur: "Kulumuz Eyyub'u hatırla. Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:". (Sad/41) Göi'üldüğü gibi Allah Teala, Eyyub Peygam­beri (as) manevi bakımdan Davud ve Musa Peygamberlere (as) benzetirken, makam bakımından da onların makamına yükselt­miştir. Bu iki Peygamber de, bizim kalplerimizde Süleyman Pey-gamber'den (as) daha üstün bir mevkiiye sahiptirler.
Bütün bunların ışığında Eyyub Peygamber'in (as) makamının, Süleyman Peygamber'in (as) makamından daha üstün olması muh­temel olmaktadır. Şüphesiz Allah Teala'nm sabık ilmi daha doğru­dur. Ancak bizim gönüllerimiz buna daha yakın durmaktadır. Her halükârda en iyisini bilen Allah Teala'dır.
Allah Teala, yukarıdaki ayetinin devamında 'Biz'den bir rahmet olarak' buyurmaktadır. Böylece onu Zat'mdan sayarak ve kulu ola­rak vasfederek şereflendirmiş ve hürmete değer kılmış olmaktadır. Ardından da 'Ve akıl sahipleri için de bir hatırlatma' diye buyura­rak, kendisini akıl sahiplerine imam, sabır ve imtihan ehline bir numune, velileri için de sıkıntılara karşı bir ibret ve teselli kılmış olmaktadır.
Allah Teala daha sonra yine kendi Zatı'nı zikrederek şöyle bu­yurmuştur: "Muhakkak ki Biz onu sabırlı bulduk. (Sad/44) Burada da kendisini ikinci kez, Zatı ile birlikte zikretmekte, ismini ismine katarak onu kendisine yakınlaştırmaktadır. Çünkü 'Vecednâ=bul-duk' fiilinin sonundaki 'Nâ=Biz" zamiri de Allah Teala'nm ism-i ce­hlidir. Aynı fiilin sonuna bitişik olan 'Hu=Onu' zamiri de, kulu Ey-yub'un (as) ismidir.
Daha sonra 'Sabırlı' olarak vasfederken de onun metanetini ifa­de buyurarak onun ahlakını kendi ahlakına katmıştır. Ardından da "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuş­tur. Bu iki sıfatın zikredildiği ayet, Süleyman Peygamber'in (as) se­na ve Övgü bakımından Eyyub Peygamber (as) ile müşterek kılın­dıkları ilk ve sor ayettir. Eyyub Peygamber (as) bunun öncesinde gördüğümüz sıfatlarla ona göre daha fazla övgü ve senaya mazhar kılınmış olmaktadır. Öncesinde yeralan sıfatlar ise, hiçbir şeyin ye­rini dolduramayacağı türden sıfatlardır.
"Kulumuz Eyyub'u da hatırla.." (Sad/41) ayetinden "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) ayetine kadar geçen ayetler, anlayış ve beyan ehli nezdinde Rur'an-ı Kerim'in en yüce ayetlerinden birini teşkil ederler. Halbuki Süleyman Peygamber (as) ile ilgili olarak, babası Davud Peygamber'e (as) bahşedilme sin­den sözedilmiştir. Buna göre de o, Davud Peygamber'in (as) hase­natından biri sayılmış olmaktadır. Allah Teala'nm "O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) buyruğu, Eyyub Peygam­ber'in (as) ilk, orta ve son sıfatını ihtiva ettiği gibi, bütün peygam­berleri de (as) kapsar.
Allah Resulü (sav), bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Pey­gamberler arasında cennete en son girecek olan; krallığının büyük­lüğünden dolayı Süleyman olacaktır. Sahabe arasında en son gire­cek olan ise, zenginliğinden dolayı Abdurrahman b. Avf olacaktır".
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: "Süleyman b. Davud, cennete diğer peygamberlerden kırk güz sonra girecektir". Bu hususla ilgili olarak rivayet edilen hadislerde, cennete ilk gire­nin imtihan ve musibet ehli olacağı, imamlarının ise Eyyub Pey­gamber (as) olacağı bildirilmiştir. Çünkü o, imtihan ehlinin imamı­dır. 'Sabır kapısı dışında, cennetin bütün kapıları iki kanatlıdır.
Onun tek kanadı vardır. Ondan ilk giren de imtihan ehli olacaktır1. Bu babda rivayet edilen bütün hadislerde Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygambere (as) olan üstünlüğü teyid edilmektedir. Zi­ra o, imtihan ve dert ehlinin imamı, akıl sahipleri için bir ibret ve-öğüt, sıkıntı, musibet ve sabır ehlinin de önderidir.
Yukarıda anlattıklarımız, peygamberlerden bir kısmını diğerle­rinden üstün tutma maksadını gütmemektedir. Çünkü bizler, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis-i şerif ile bundan mene-dilmişizdir: "Peygamberleri birbirlerinden üstün tutmayın".[10][10] Ama Allah Teala, peygamberlerden bazılarını, bazılarından üstün kıldı­ğını haber vererek şöyle buyurmuştur: "O peygamberlerden bazıla­rını bazısından üstün kıldık". (Bakara/253)
Biz, Kur'an-ı Kerim'deki övgü ve senaların üstünlüğünü izhar ederek Eyyub (as) ve Süleyman (as) kıssalarında tekrar edilen sı­fatların batınını ortaya çıkarmak istedik. Bunu da Kelam-ı İlahi üzerindeki tefekkür ve tedebbürümüzün elverdiği Ölçüde yapmaya çalıştık. Elbetteki işin hakikati Allah Teala'nm sabık ilminde mev­cuttur ve O, her şeyin en iyisini bilen, hikmetçe en ileri olandır. Fa­kat biz, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisine özenerek böyle bir istin-bata giriştik: "Kur'an'ı okuyun ve onun garip görünen yerlerini araştırın".
Ayrıca bunda, imtihan ve sabır ehlinin yüceltilmesi, kalplerinin takviye edilmesi, Allah Teala'nm onlar üzerindeki güzel nimetlerin anlatılması, gizli nimetlerinin izhar edilmesi, Kelam-ı İlahi'nin in­celiklerine dikkat çekilmesi, nefs ve dünya konusunda zühdün özendirilmesi, ahiret ve sabra teşvik, misal olmaya en layık olan ve peygamberleri misal alan imtihan ehlinin üstün tutulması sözko-nusudur. Yine bunda, imtihana tabi tutulan kulun, imtihana gös­terdiği sabır, Rabbinin hükmüne gösterdiği rıza ve O'nu razı ede­cek şeye teslimiyeti sebebiyle kendisine nimet verilen ve bu nimet­ler için Rabbine şükreden kuldan üstün tutulması sözkonusudur.
Bilindiği üzere nimetler, beşer tabiatına daha uygun iken, imti­han ve sıkıntılar ona tam ters ve nefs için de hoş olmayan şeyler­dir. Dolayısıyla böyle bir durumdaki kul, nefsine baskı yapmak ve ona meşakkat çektirmek zorunda kalır. Nefsin sevmediği şeyler, kul için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Bu da ancak Allah Tea-la'dan gelecek bir sekine sayesinde mümkün olur. Sabretmek için, Allah Teala'nm güç vermesi ve inayetini esirgememesi şarttır: "Sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127) Sabır makamının şerhi de böylece bitmiş oldu. [11][11]


Şükür, Yakin makamlarının üçüncüsüdür. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Ni­sa/147) Görüldüğü üzere Allah Teala, şükrü iman ile birlikte zikret­miş ve bu ikisinin birlikte varolmasını cehennem azabından kur­tarma vesilesi olarak bildirmiştir. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Şükredenleri mükafaatlandıracağız". (Al-i İmran/145)
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Yemek yiyip şükreden, oruç tu­tup sabreden gibidir". [12][12] İbni Mesud da (ra) şöyle demiştir: Şükür, imanın yarısıdır. Allah Teala, müslümanlara şükrü emretmiş ve onu, zikirle beraber anmıştır: "Beni zikredin ki Ben de sizi zikrede­yim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Bakara/152) Zikir ise, şanı yüceltilmiş bir fazilettir. Allah Teala bunu beyan ederken de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah'ı zikretmek, en bü­yüktür". (Ankebut/45)
Bu durumda, zikir ile birlikte anıldığı için şükür de en büyük faziletlerden biri olmaktadır. Allah Teala'nm şükür ile razı edilme­si, ikramının bolluğundan dolayı kullarının ifa ettikleri bir karşılık mesabesindedir. Çünkü Allah Teala'nm "Beni zikredin ki Ben de si­zi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve nankörlük etmeyin". (Baka­ra/152) buyruğu, emrin tahakkuku ve şükrün ta'ziminden ötürü 'karşılık' mefhumundan çıkışı ifade etmektedir. Ayette 'Fa' harfi şart ve cezayı ifade ederken, önceki ibaredeki 'Kef harfi de misal-lendirmeyi ifade etmek içindir.
Buna göre 'Beni zikredin ki' diye başlayan kısım, "Size, sizden bir peygamber gönderdiğim gibi..." (Bakara/151) ayetiyle birleşti­rilmiş ve mana, mealen 'Size içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi, Beni anın ki Ben de sizi anayım ve Bana şükredin' şeklinde düşünülmüştür. Araplar, gelecek için kullanılan 'Sevfe' kelimesi ye­rine 'Sin' harfi ile iktifa ettikleri gibi, 'Ke-misli=gibi' kelimesi yeri­ne de 'Kef harfiyle iktifa ederlerdi. Bu; şükür için çok büyük bir ta­zim olup ancak Allah Teala'yı bilen alimler tarafından idrak edile­bilir bir husustur.
Eyyub Peygamberin (as) kıssasıyla ilgili olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Ben, velile­rimden bir ödül olarak şükre razı oldum..". Allah Teala'mn "Onları saptırmak üzere Senin doğru yoluna oturacağım" (A'raf/16) buyru­ğunun tefsirinde de, 'şükür yolu'nun murad edildiği söylenmiştir. Buna göre, eğer şükür, Allah Teala'ya götüren bir yol olmasaydı, şeytan bu yolun üstüne oturarak onu kesmeye çalışmazdı.
Eğer Allah Teala'ya hakkıyla şükreden kul O'nun habibi olma­saydı, lanetli İblis Allah Teala'ya karşı çıkarken şöyle demezdi: "Ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın". (A'raf/17) Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur; "Ve kullarımdan şükre­den bir azınlık". (Sebe/13); "İblis'in onlar hakkındaki zannı doğru çıktı ve müminlerden bir topluluk dışında ona uydular". (Sebe/20) Allah Teala sevabın ziyadesini de, şükür ile kesinleştirmiş ve bun­da hiçbir şeyi müstesna kılmamış tır.
Allah Teala, yalnız şu beş hususu müstesna tutmuştur: Zengin kılma, duaya icabet, rızık verme, mağfiret etme ve tevbeleri kabul etme. Allah Teala buyurdu ki: "Allah sizi dilediğinde lütfü ile zen­ginleştirecektir". (Tevbe/28); "Yalnız O'na dua edersiniz de, dilerse O, feryada geldiğiniz belayı üzerinizden kaldırır". (En'am/42); "O, dilediğine rızık verir". (Bakara/212); "O, dilediğine mağfiret eder". (Feth/14); "Sonra Allah, bunun akabinde dilediğinin tevbesini ka­bul eder". (Tevbe/27) Şükürden doğan sevabım ise, istisnasız olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer şükrederseniz, size daha zi­yadesini veririm". (İbrahim/7)
Şükreden kişi (=şâkir) Allah Teala'mn ziyade lütfuna mazhar olurken çok şükreden (=şekûr) kişi ise, bu lütfün son noktasına ulaştırılır. Şekûr, az da olsa Allah Teala'dan gelen herşeye fazlasıy­la şükreden kimsedir. Onun şükrü, sürekli tekerrür etmektedir. Birşey için yapılan övgü ve sena da nimet sayılır. Bu da Rubûbiyet ahlakının esaslarından biridir. Çünkü Allah Teala, çok şükreden kimseye, kendi ismini layık görmüştür. Ziyade lütuf, nimet sahibi­ne kalmış olup bunu dilediği kuluna verir. Allah Teala tarafından verilen bu ziyade lütfün en faziletlisi, güzel bir yakin ve sıfatların müşahedesini temin etmesidir.
Allah Teala tarafından bahşedilen ziyade lütfün başı, verilen ni­metleri, nimet sahibinden gelen nimetler olarak görmek ve bunlar­la ilgili olarak bütün güç ve engellemenin Allah Teala'mn elinde ol­duğunu bilmektir. O'nun ziyade lütfunun ortası ise; halin devamı, kulun ibadet ve hizmeti sürdürme sidir. Allah Teala tarafından şük­reden kula lütfedilen ziyade, ahlak olabileceği gibi çeşitli ilimler de olabilir. Veya ahirette verilecek fazla bir mükafaat ya da dünyadan ayrılırken nasip edilecek metanet de olabilir.
Allah Teala şükrü, cennet ehlinin sözlerinin açılışı ve temenni­lerinin de hitamı kılarak şöyle buyurmuştur: "Bize vaadinde doğru söyleyen Allah'a hamdolsun". (Zümer/74); "Sözlerinin sonu da 'Hamd alemlerin Rabbine olsun' demeleridir". (Yunus/10) Eğer şü­kür, ameller arasında Allah Teala'ya en sevimli gelen olmasaydı, onu cennette de eda etmelerini istemezdi.
Eyyub Peygamberin (as) münacaatmda şöyle bir ifade nakledi­lmiştir: 'Allah Teala ona sabredenler sıfatında -ki onların varacakla­rı yer Darü's-Selam'dır- şöyle vahyetti: Oraya girdiklerinde, kendile­rine şükrü ilham ederim ki o, sözlerin en hayırlısıdır. Şükrettikleri anda da onlara olan lütfumu arttırırım. Beni düşünmeleri halinde de kendilerine ziyadesiyle veririm. Bu da lütfün nihai sınırıdır1.
Şükrün başı, nimetlerin Allah Teala'dan geldiğini bilmektir ki O'ndan başka ilah yoktur, bu nimetleri verme noktasında tek olup ortağı olmadığı gibi, bunları vermek için kendisine yardım eden de yoktur. Bütün şeylerin varlığından önce varolan Tek Allah, hiç bir şeyde yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymadığı için bütün bunların Za-tı'ndan nefyetmiştir. Varlığı da yokluğu da veren O'dur ve bu ikisi Allah Teala'mn emriyle kullar için cari olurlar.
O, bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onların, her ikisinde de bir ortaklığı yoktur, Allah'ın, onlardan bir yardımcısı da yoktur". (Sebe'/22) Ayette geçen 'şirk' kelimesi, ortak ve karışma manasın­da, 'Zahir' kelimesi ise yardımcı manasmdadır. Allah Teala, daha sonra şöyle buyurmuştur: "Sizde nimet namına ne varsa hep Al­lah'tandır. Sonra sıkıntı dokununca Allah'a feryat edersiniz". (Nahl/53) Yine o şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah sana bir kötülük dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek olan yoktur. Eğer sana bir iyilik nasip ederse bil ki O, herşeye Kadir5dir". (En'am/17)
Allah Teala, bir cümle nimeti saydıktan sonra bunları kendi Za-tı'na izafe ederek şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendisinden (bir lütuf olarak) emrinize verdi". (Casiye/13) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir". (Lokman/20)
Sebepler sıhhatleri, vasıtalar da sübûtları ile varolurlar. Bu ni­metler ise, Allah Teala'nm hüküm ve hikmetleridir. O'nun vergisi­nin şartları ve verilenin eserleri, bunların hükmüne ve yaratılma­sına tesir edemez. Bunlar hükme demedikleri gibi yaratma sıfatına da sahip değillerdir. Kendileri mahkum olan şeyler nasıl hüküm verebilirler? Kendileri yaratılmış olan şeyler nasıl birşey yaratabi­lirler? Neticede Allah Teala'dan başka hüküm veren yoktur. Ve O, hiç kimseyi hükmüne ortak etmez.
Ayetin, Şamlılar nezdindeki bu kıraati daha makbuldür. Çünkü bu kıraata göre emir sigası gündeme gelmektedir. Onlar, şirkle il­gili fiili 'Ta' harfi ile okumuş, sondaki 'Kef harfini de sükun ile kı­raat etmişlerdir. Buna göre mana; 'Allah Teala'ya, hükmünde ortak koşma!' şeklinde olmaktadır. Sebepler Hakkın hükümleri ve O'nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.
Nimet verenin, nimette müşahede edilmesi ve vergi sahibinin bahşettiği şeyde zuhur etmesi, nimet ve vergiyi O'ndan bilmeniz için elzemdir. Bu da kalbî şükürdür. Çünkü şükredenler nezdinde şükür; kalp ile bilmektir. Şükür, dil ile ifa edilecek bir fiil değildir. Rivayete göre Allah Resulü de (sav) şükrün ahirete dair bir mal olarak kazanılıp biriktirilme sini, dünyada mal kâzâhip biriktir­mekten daha hayırlı bir karşılık olduğunu haber vermiştir.
Sevban (ra) ve Ömer b. Hattab'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiş­tir: "Mallar hazineye indirildiği zaman Ömer (ra), 'Hangi malları edinelim?' diye sordu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sizden biri, zikreden bir dil ve şükreden bir kalp edinsin"[13][13]
Musa (as) ve Davud Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir ri­vayette bulunulmuştur: Onlar, şöyle derlerdi: 'Ey Rabbim, Sana nasıl şükredebilirim? Ben Sana, ancak nimetlerden bir diğeri ile şükredebilirim'. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu ifade yeral-maktadır: 'Sa-na şükrüm de, yine şükcrü gerektiren diğer bir nimet­le olur1. Allah Teala da onların bu sözü üzerine şöyle vahyetmiştir: 'Bunu bilmeniz bile, Bana şükretmeniz demektir'. Başka bir riva­yette ise şu ifade yer almaktadır: 'Nimetlerin Ben'den olduğunu bil­diğin zaman, Ben de senden bunu bir şükür olarak kabul ederim'.
Dille yapılan şükür, Allah Teala'yı en güzel şekilde övmek, hamd ve medhini arttırmak, nimet ve ikramlarını daima anlat­mak, iyilik ve ihsanlarını sürekli nakletmekle olur. Malik olanı, memluk olana şikayet etmemek, izzet sahibi Ma'bud'u zelil bir ku­la serzenişle anlatmamak da şükrün edasmdandır. Bir hadiste de şu olay nakledilmiştir: 'Allah Resulü (sav) bir kişiye 'Nasıl sabah­ladın?' diye sormuştu. O da, İyi' demişti. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) soruyu tekrarlamıştı. Adam yine 'İyi' deyince, soruyu üçüncü kez tekrarladı ve 'Nasılsın?' diye sordu. Adam, yine 'İyiyim, Allah'a hamd ve şükrederim' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Senden söylemem istediğim buydu' buyurdu". Yani Allah Re­sulü (sav) adama, hamd ve şükürü söyletebilmek için bu kadar ıs­rarla sormuştu.
Selef-i Salih de (ra), karşılaştıkları zaman birbirlerine hal ve ha­tırlarını sormak suretiyle, hamd ve şükrü paylaşmak isterlerdi. Al­lah Teala'nm hamd ile zikrine sebep olmak suretiyle bunun sevabı­na da iştirak ettiklerine inanırlardı. Rabbinden yakındığını ve hali­ni sorduğunuz zaman Allah Teala'nm kazasından hoşnutsuzluğunu ifade edeceğini bildiğiniz kimseye de halini sormamanız doğru olur. Çünkü bu tür bir soru, onun cehalet ve serzenişinin vebaline katıl­mak olacaktır. Kul için; Zatının misli olmayan ve herşeyi yed-i kud­retin debulunduran Rabbini, hiçbirşeye gücü yetmeyen basit ve zelil bir kula şikayet etmek ne kadar da büyük bir kabahattir!
Allah Teala'dan gelen en küçük bir nimete dahi şükretmek, şü­kürden sayılır. Çünkü Habib Teala'dan gelen şey, az da olsa bunu müdrik olan kulun gözünde çok büyüktür. Aynı zamanda Allah Te­ala eşsiz bir hikmete sahip olduğu için, nimeti daraltmasının veya kesmesinin de bir hikmeti olsa gerekir. Kul, O'nun hikmet ve kud­retini iyi bildiği zaman; verme kudretine rağmen nimeti engelleme­sindeki hikmet yönünü de bilir ve bu engellemenin de aynı zaman­da bir vergi olduğunu görür. Neticede de, nimetin engellenmesi ve­rilmesiyle bir olduğu gibi, verilen az şey de çok olur.
Kul; engelleme karşısında duyulan sabır ve zillet hislerinin, as­lında izzet ve şeref olduğunu bilmelidir. Bu, ulema nezdinde kullar­la ululanma ve onlarla şereflenme gayretinden çok daha faziletli ve değerli bir haldir. Kullara tamah edip onların önünde zeliî olmak, Allah Teala'nm kulu olan bir varlığa şeref borçlanmak, zelil biri önünde zillete düşmek gibidir. Halbuki Aziz olan Allah Teala karşı­sında zillet hissetmenin güzelliği, sevgilinin karşısında zelil olma­nın güzelliğine benzer.
Zelil birinin karşısında zillete düşmenin çirkinliği ise, düşman karşısında zillete düşmenin çirkinliğine benler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah dışında taptıklarınız size rızık vermeye muktedir olamazlar. Rızkı Allah'dan isteyin ve O'na iba­det edin". (Ankebut/17) Yine O, bu manada başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah dışında taptıklarınız da sizler gibi kullar­dır.". (A'raf/194) İbadet, hizmet etmek ve zilletle itaat etmek mana-smdadır.
Sıkıntılı bir kul, ihtiyaç ve yokluğunu, onu giderebilecek olan Rabbinden başkasına açmamalıdır. Çünkü O, herşeyi bildiği ve herşeyden haberdar olduğu için kulunun derdini halledecektir. O, onu devamlı duymakta ve bulunduğu hali yakından görmektedir. Neticede ona uygun olanı da en iyi O bilmektedir. Allah Teala, bu manada şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde azgınlık yaparlardı". (Şura/27)
Yakin sahibi olan kul; rızkın verilmesi ve bollaşmasında şükret­tiği gibi, daraltılması ve engellenmesi halinde de şükretmen, kal­biyle de bu yakini şehadete sahip olmalıdır. Şunu da bilmelidir ki, onun sıfatı; kulluk, hükmü ise kulluk hükümleridir. Mahkum oldu­ğu hükümler ise Rubûbiyet hükümleridir. Allah Teala üzerinde hiç­bir hak iddia edemez.
Allah Teala ise, onunla ilgili her türlü hakkın sahibidir. Çünkü kul, Allah'ın yapması ve yaratması neticesinde ortaya çıkan bir varlıktır. Alemlerin Rabbi, onun Yaratıcısı ve Malikidir. Kul, bu şe­hadete sahip olduğu zaman herşeyin Allah Teala'ya ait olduğunu görerek O'ndan gelen en küçük şeye dahi rıza gösterir. Allah Teala üzerinde bir hakkı bulunduğunu asla iddia etmediği gibi, O'nun ta­rafından verilen hiçbir şeye de kanaatsizlik göstermez. Bunların da ötesinde, Rabbinden hiçbir şey talep etmez.
Allah Teala'yı devamlı zikretmek, hamd-ü senada bulunmak, nimetlerini sürekli anlatarak hayırla anmak, dil ile yapılan şükür­den sayılır. Çünkü şükür kelimesinin sözlük anlamı, açıklamak ve izhar etmektir. Mesela 'Kesüra ve şekere' denildiği zaman, sıkıntı­ları giderilen kimsenin bu halini izhar etmesi kasdedilir. Dolayısıy­la Allah Teala'nm nimetlerini sürekli anmak ve anlatmak da bun­ları açıklamak anlamında dille yapılan şükrü ifade etmektedir.
Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisi zikredebiliriz: "Zikirler arasında hiçbiri hamd kadar katlanarak se-vaplandırılmaz". Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Sübhanallah' derse, on hasenesi olur. Kim 'La ilahe illallah' derse, yirmi hasenesi olur. Kim de 'elhamdü lillah' derse, otuz hasene yazılır". Burada hamdın Tevhid'den daha üstün tutulduğu gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Aslolan, şükür ehlinin Allah Teala nezdindeki makamının yüksekliğidir. Allah Teala da Kitabı'na 'Hamd' kelimesi ile başlamıştır.
Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Hamd, Rahman'ın ridasıdır". Başka bir ha­diste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Zikrin en hayırlısı 'La ilahe illallah, duanın en hayırlısı ise 'elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn'dir".[14][14]
Şükrün, kulun kalbinde güçlenerek ona hakim olması ise, kalp­le şükrü ifade eder. Allah Teala'nm kulun şükrünü kabul etmesi ise, ona gizlediği şeyleri açığa çıkarması, ilim ve kader namına ona perdelediği hususları izhar etmesidir. Bu da, kul için bir ziyade olup bunun sayesinde Allah Teala'yı daha iyi bilerek müşahedenin yükseklerine çıkar. Bütün bunlar, şükür meihumundaki açığa çı­karma ve izhar etme manasına raci olan faziletlerdir.
Lütufda bulunan ve nimetler bahşeden Allah Teala'ya uzuvlar­la şükretme hususuna gelince, bu da şöyle olur: Uzuvlarla şükre­den kul, Rabbinin verdiği nimetle yine O'na karşı gelip günah işle­yemez. Aksine O'nun verdiği nimetlerin yardımıyla O'na en güzel şekilde itaat etmeye çalışır. O'nun nimetlerinden aldığı güçle O'na karşı günah işlememelidir. Böyle yapması durumunda, Allah Tea-la'nm nimetlerine nankörlük etmiş ve küfranda bulunmuş olur.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın nime­tini küfran ile değiştirenleri görmedin mi?". (Ibrahim/28) Burada gizlenen bir mana vardır ki, delilinin açıklığından dolayı bunu an­layabiliriz: Allah Teala o kullarına nimetler vererek kendisine ita­at etmelerini emretmiştir. Ama onlar, kendisinekarşı çıkarak bu ni­metlerden aldıkları güçle O'na isyan etmişlerdir. Bu ise, onların kendilerine emredileni değiştirmeleri demektir.
Benzer bir gizli manayı, şu ayet-i kerimede de görmekteyiz: "Rızkınızı, O'nu yalanlamak mı kılıyorsunuz1?". (Vakı'a/82) Burada da murad edilen mana, rızkınızın şükrünü O'nun peygamberlerini yalanlayarak mı eda ediyorsunuz? şeklindedir. Görüldüğü gibi bu ayette de hazif vardır. Allah Resulü (sav) bu ayeti, açıklayarak ve tefsir ederek okumuştur: Rivayete göre O, ayetin tefsirini 'Şükrü­nüzü yalanlayarak mı eda ediyorsunuz?' şeklinde okumuştur.
Bu manada Allah Teala'nın bir başka buyruğu da şu ayet-i ke­rimedir: "Kim, kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değişti­rirse (bilsin ki) Allah, cezalandırması çok sert olandır". (Baka­ra/211) Yani Allah Teala, nimetine küfranda bulunan, onun saye­sinde günah işlemek suretiyle şükrünü zayi eden kimse, Allah Te­ala tarafından çok ağır biçimde cezalandırılacaktır.
Allah Teala'nın bir diğer buyruğu da şu ayet-i kerimesidir: "Eğer küfre düşerseniz, Benim azabım çok çetindir". (İbrahim/7) Ayetin tefsirinde denildi ki: Eğer nimetlerime nakörlük ederek on­ları inkar ederseniz.. -Allah Teala'nın azabı; dünyada o nimetin be­la, aşağılanma ve zilletle değiştirilmesi şeklinde olabilir.- Azap, "Çünkü (cehennemin) azabı bir helaktir" (Furkan/65) ayetinde de ifade edildiği üzere ahirete tecil edilmiş de olabilir. Bu ayete göre Allah Teala kullarından nimetlerine karşı şükür talep etmiş ama onlar, bu karşılığı verememişlerdir. Bu durumda da nimetlerinin bedelini onlara borç olarak vermiş kabul edip kendilerini cehenne­me hapsederek cezalandıracaktır.
Allah Teala buyurdu ki: "Gizli ve açık olarak nimetleri üzerini­ze bol bol akıtmıştır". (Lokman/20) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın". (En'am/120) Burada, sö­zü dinleyen akıl sahiplerine şöyle bir uyan yapılmaktadır: Öğüt alın ve nimetin zahirinin şükrüne binaen günahın zahirini terke-din. Sonra da, gizli nimetlerin şükrünü eda etmek babında güna­hın gizlisinijie terkedin.
Zahiri nimetler, insanın bedeninde görülen sıhhat^ve~"âflyetle, mal mülk bakımından yeterliliktir. Zahiri günahlar ise, nefsin heva ve arzuları istikametinde uzuvlar tarafından yapılan fiillerdir. Ba­tıni nimetler, kalplerin sıhhati ve niyetlerin selametidir. Batıni gü­nahlar ise günahda ısrar, sû-i zan ve sû-i niyet gibi kalbi fiillerdir.
Mutarraf b. Abdullah şöyle demiştir: Afiyette olup şükretmem, imtihan edilip de sabretmemden daha sevimlidir. Çünkü afiyet ma­kamı, selamete daha yakındır. O, işte bu sebeple şükür halini sabır haline tercih etmiştir. Çünkü sabır, imtihan ehlinin halidir.
Benzeri bir söz Hasan el-Basri'den de (ra) rivayet edilmiştir: Şükürle geçen afiyette ve sabırla geçen imtihanda hiçbir kötülük yoktur. Nimet verilen nice kimse vardır ki şükredici değildir. İmti­han edilen niceleri de vardır ki, sabırlı değildir. Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Afiyet ver­men benim için daha sevimlidir". O, Ali'ye de (kv), hastalığı esna­sında sabır niyaz ettiği zaman şöyle demiştir: "Allah Teala'dan im­tihan niyaz ettin. O'ndan afiyet niyaz et".[15][15]
Salih ameller de şükrün ifadesi olarak görülür. Allah Teala ve Resulü (sav), nimet verilen kimsenin eda ettiği şükrü amel mefhu­muyla tefsir etmişlerdir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edip çalışın". (Sebe713) Allah Re­sulü'nden de (sav) bu meyanda şu hadis nakledilmiştir: "O, ibadet ve amellerdeki gayretinden dolayı ayakları şiştiği için siteme uğra­dığı zaman şöyle buyurmuştu: 'Çok şükreden bir kul olmayayım mı?![16][16]Yine O, şunu haber vermiştir ki; nefsle mücahede ve Allah Teala'ya güzel amellerle yaklaşma, kulun şükrü ve nimet verenin mükafaatıdır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kalp ile şükür; nimetlerin, başka birinden değil sadece nimet sahibi Allah Teala'dan geldiğini bilmektir. Ameli şükür ise, Allah Teala'mn nasip ettiği her amelden sonra buna şükür olarak ikinci bir amelde bulunmanız dır. Buna gö­re şükür; amellerin devamlılığıyla irtibatlı olmaktadır.
Ariflere göre şükrün başı; Allah Teala'mn nasip ettiği nimetler­den biriyle O'na isyanda bulunup nimeti nevaya teslim etmemek­tir. Şükür ehlinin eda ettikleri şükre gelince; bu, sahip olunan bü­tün nimetlerle Allah Teala'ya itaat ederek, hepsini O'nun yoluna seferber etmektir. Bu, bütün kulların şükrüdür.
Şükrün özü ve hakikati, takvadır. Takva, Allah Teala'mn kulla­rına emrettiği bütün ibadetleri ihtiva eden bir mefhumdur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Ey insanlar! Sizi ve sizden ev­velkileri yaratmış olan Rabbinize ibadet ediniz, umulur ki takva sahibi olursunuz". (Bakara/21) Allah Teala, bundan sonra takva ile şükrün hakikatini ifade ederek, takvanın bizatihi şükür olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'dan korkunuz, umulur ki şükredersiniz". (Al-i İmran/123)
Şükürde, iki müşahedeye dayanan iki makam vardır. Bu ikisin­den üstte olanı, 'Çok şükreden=Şekûr' makamıdır. Bu makamda yeralan kul, sıkıntı, bela, zorluk ve imtihan hallerinde dahi şükre­der. Bu mertebeye gelebilmesi için de, bütün olumsuzlukları şükre-dilmesi gereken nimetler olarak görebilme seviyesine yükselmesi şarttır. Bu da, yakini imanındaki sadakat ve zühdündeki ihlas ile mümkün olur. Bu, Rıza makamlarından biri olup aynı zamanda Muhabbet hallerinden birini ifade eder. Allah Teala, peygamberi Nuh'u (as) bu sıfat ile zikrederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki o, çok şükreden (şekûr) bir kul idi". (İsra/3) Ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Nuh Peygamber (as), hayır-şer, yarar-zarar de­meksizin her halinde Rabbine şükreden bir kuldu.
Bu babda Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü bir tellal çıkarak şöyle seslenir: 'Çok hamdedenler ayağa kalksın!' Bunun üzerine bir zümre ayağa kalkar. Onlara bir sancak verilir ve cennete girerler. 'Çok hamdedenler (=Hammâd olanlar) kimlerdir?' diye sorulur. Bunun üzerine, 'Bulundukları her halde Rablerine şükredenlerdir5 denilir". Bu hadisin başka bir laf­zında ise şu ifade yeralır: 'Varlıkta ve yoklukta..'.
Ulemadan bir zat ise, Allah Teala'mn "Nimetleri zahiri ve bati­ni olarak üzerinize bol bol yağdırdı" ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Zahiri nimetler, zenginlik, sıhhat ve afiyettir. Batı­ni nimetler ise, fakirlik ve diğer musibetlerdir. Çünkü bunlar, ahi-ret nimetleridir. Allah Resulü de (sav) bunu teyid ederek şöyle bu­yurmuştur: "Hayat, ancak Ahiret hayatıdır" [17][17]
Şükrün ikinci makamı ise; kulun, kendinden daha aşağıda olan­lara bakması, din ve dünya bakımdan üstün kılındığı kimseleri gör­mesidir. Böylelikle kalbinin ve dininin selametiyle, diğerlerinin im­tihan edildikleri belalardan affedilişinden ötürü Allah Teala'mn kendi üzerindeki nimetini ta'zim eder. Aynı şekilde diğerinin muh­taç edildiği dünya malından da kendine yetecek kadar sahip kılın­masından ötürü Rabbinin nimetini yüceltir. Bütün bunlar için Rab­bine şükreder, sonra da dini hali bakımından iman ilmi ve sağlam yakini ile kendinden üstün kılınmış olan kullara bakarak kendi nef­sine kızıp onu aşağılar ve kendinden daha yukarıda gördüğü kişinin halleriyle rekabet ederek ona yetişmeyi arzular. Bu durumda olan bir kul, şükür ehlinden sayılarak, övülenler zümresine dahil olur.
Bu manada Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Dünyevi bakımdan kendinden aşağıdakine, dini ba­kımdan da kendinden yukarıdakine bakan kişi Allah Teala tarafın­dan sabreden ve şükreden olarak yazılır"[18][18] Bu hadisi Rıza maka­mında şerhettiğimiz için burada tekrar izah etmeyi doğru görmü­yoruz. Kulu, şükür ehli araşma sokan her sıfatta, kulun makamı şükür olur. Eğer nimete küfranda bulunursa, bunun zıddını yap­ması gerekir. Çünkü küfran, şükrün zıddıdır.
Nimetlerin en büyükleri, şu üçüdür ki bunları bilmeyen kişi, şükrüzayi etmiş sayılır. Bunları bilmek ise, arifler için şükür ifade eder. Bu üç büyük nimetin ilki; Allah Teala'mn izzet ve kudretiyle kulların gözlerinden gizlenmiş olmasıdır. Eğer O, kullarına zahir olsaydı işleyecekleri her günah küfür olurdu. Kendilerine yasaklanan ma'siyetler bir sivrisinek kanadı kadar dahi olsun eksütilmezdi.
Allah Teala, bütün sıfatlarıyla zahir olduğu zaman kulların gü-nahdan imtina etmeleri de çok güç olurdu. Bu, gaybun sırlarının ar­kasında olan bir husustur. Şu var ki, müşahedenin hürmetini çiğ­nemelerinden ötürü insanların çoğu O'nunla karşılaşmayı inkar ederlerdi. Ayrıca halihazırda gaybi olarak iman ettikleri için nail oldukları ulvi mertebelere ve övgülere de, asla nail olamazlardı. Çünkü bu derecelere ulaşmalarının sebebi olan gaybi iman, Allah Teala'mn müşahede edilmesi halinde ortadan kalkacaktır.
İkinci büyük nimet, kaderin ve mucizevi ayetlerinin halkın umumundan gizlenmiş olmasıdır. Bunlar, gaybi sırlar, kulların sa­lah sebebi, din ve dünya işlerinin istikamet bulma vesilesidir. Eğer kullara zahir kıhnsalardı, onların küçük günahları, mucizeleri ya-kinen görmelerinden ötürü büyük günahlara dönüşür, iyi amelleri için misline katlanan sevapları da asla katlanmazdı. Çünkü hali­hazırda gaybi olarak iman ederek amel ettikleri için katlanan bu sevaplar, mucizelerin açıkça müşahede edilmesinden sonra katla­namaz.
Üçüncü büyük nimet ise, kulların ecellerinin kendilerinden giz­lenmiş olmasıdır. Eğer ecellerini bilmiş olsalardı hayır ve şer bakı­mından amellerini zerre mikdarı arttıramaz ve eksiltmezlerdi. Çünkü Allah Teala'mn onlardan talep ettiği ameller çok daha ağır olurken, haklarındaki delillerin kesinleşmesi de çok daha zorlayıcı olurdu. Allah Teala, bilmedikleri bir ecellerinin olmasını onlar için bir mazeret kılmış ve beklemedikleri bir yerden gelecek eceller ta­yin ederek onları düşünmüştür.
Allah Teala'mn, bütün kulların kusur ve kabahatlarını örtmesi de, onlara olan nimetinin inceliklerindendir. Böyle yapmak suretiy­le onların kabahatlarını birbirlerinden, ulema ve salihlerin gözle­rinden gizler. Eğer böyle yapmamış olsaydı hiçbiri kabahatlan or­tada olan kişiye bakmazdı. Yine O, salihleri ve velileri de onlardan gizlemiştir. Eğer bu kimselerin işaret ve alametlerini herkese izhar etmiş olsaydı, herkes bunları tanır ve cahiller dahi, onların Allah Teala'mn velayetine mazhar olduklarını yakinen bilirlerdi. Böyle olduğu zaman da, onlara ihsanda bulunanların sevapları boşa gittiği gibi, amellerinin kabulünden de mahrum olurlardı. Onlara kö­tülük edenlerin yaptıkları da boşa giderdi.
Allah Teala'mn bunları perdelemesi ve gizlemesi;, amel sahiple­rinin hayır ve şer namına yaptıkları amelleri, rica ve ümit üzere, ahiretle ilgili olarak hüsn-ü zan ile yapmalarını temin etmesi bakı­mından mühimdir.
Allah Teala'mn velilerine ve salih kullarına eziyet edenlerin ce­zaları da, onların Allah katındaki mühim mevkileri ve kıymetleri izhar edilmediği için tehir edilecektir. Bunun gizlenmesinde, salih­lerin nefsleri bakımından da çok büyük nimetler mevcuttur. Böyle­likle dinlerinin selametini temin edecek, fitneye de mümkün oldu­ğunca az maruz kalacaklardır.
Tabii onların kıymetlerini bilmeyen cahillerin yaptıkları renci­de edici hareketler ve Allah Teala'mn hükümlerini onlar sebebiyle hafife almaları da, bir nevi perde arkasından yapıldığı için bu ze­vata çok zarar vermeyecektir. Bu da kullarına çok bahşedici olan Allah Teala'mn nimetlerinden bir lütuftur.
Bu mevzuda rivayet edilen kudsi bir hadiste Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kim Benim velilerimden birine ezi­yet ederse, Bana savaş için meydan okumuş demektir. Ben de veli­min intikamını alır ve ona yardımı Zatımdan başkasına bırak­mam".[19][19] Gizliliğinden dolayı şükrü gerektirdiğini ifade ettiğimiz bu nimetler hakkında İmam Cafer-i Sadık da (ra) şöyle demiştir: Allah Teala üç şeyi, üç şeye saklamıştır:
Rızasını taatine; dolayısıyla taatiyle ilgili hiçbir işi hor görme­yin. Çünkü o, Allah Teala'mn rızasını mucib olabilir.
Gazabını da günahlarına; dolayısıyla günahlanyla ilgili hiçbir işi hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala'mn gazabını mucib olabilir.
Velayetini mümin kullarına saklamıştır; Dolayısıyla onlardan hiçbirini hor görmeyin. Çünkü o, Allah Teala'mn velilerinden biri olabilir1. Böyle biri, nübüvvetini bilmediği bir peygambere eziyet eden kimseye benzer. Allah Teala, o kimseyi peygamber olarak gön­dermeden önce, ona eziyet eden kimseye onun peygamberliğini bil­dirmemiş olabilir. Böyle birinin günahı, elbette eziyet ettiği kişinin peygamber olduğunu bile bile eziyet eden kimsenin günahı gibi olmaz. Çünkü nübüvvet çok yüce bir makam olup hürmetin azamisi­ne layık olan bir mertebedir.
Şükür ehli için iki yol vardır. Bunlardan biri, diğerinden daha üstündür. Bu yolların ilki, rica ehlinin şükrüdür. Bunlar, şahid ol­dukları zahiri nimetlere bakarak bunların tamama erdirilmesi noktasında Allah Teala'dan ümitvâr ve ricacı olup hüsn-ü muame­lede bulunanlardır. Bunların hali, hayırlı işlerde ve salih ameller­de acele edip birbirleriyle yarışmaktır. Bu hallerinin sebebi ise; Al­lah Teala'nm diğer insanlar dışında kendilerine mahsus kıldığı ni­metleri müdrik olmalarıdır.
Şükür ehlinin ikinci ve daha üstün olan yolu ise, Korku ehlinin şükrüdür. Bu hale sahip olanlar, kötü bir son ile vefat etmekten ve Allah Teala'nm sabık hükmüyle, ahirette çile ve azaba düçâr ol­maktan korku duyan kimselerdir. Onların bu korkusu, Allah Tea­la'nm kendilerine bahşettiği iman vergisiyle seviniyor olmalarının da delilidir. Onların bu sevinçleri, İslam'ın kalplerindeki büyük ve eşsiz yerine delalet eder.
Onların bu halleri sebebiyle, Allah Teala'nm üzerlerindeki ni­meti de gözlerinde çok büyümüştür. Korku ehlinin işte bu hakikat-lan bilmesi, onların şükrünü ifade eder. Korku ve endişe, Rızık ve­rene karşı şükürlerinde, kendileri için bir şükretme şekli haline gelmiştir. Allah Teala, bunu da bir nimet kılmıştır. O'nun "Al-lah'dan korkan ve Allah'ın nimet verdiklerinden iki kişi dedi ki.." (Maide/23) buyruğunda olduğu gibi, her nimet de şükür gerektirir. Bir müfessir ayette bahsedilen iki kişi için, 'Allah Teala'nm korku ile nimetlendirdiği iki kişi' olarak tefsir etmiştir. Ayetin tefsiriyle il­gili iki görüşten birisi budur.
Kul, Rabbine şükretmese de Allah Teala, izzet ve celal sahibi olarak bu sıfatlar ve sıfatlarını teşkil eden ahlak üzeredir. O'nun ahlakı, sonsuz bir ikrama ve cömertliğe sahiptir. O'nun lütuf ve hil-mi de sonsuzdur. Dolayısıyla bu güzel ahlak ve eşsiz sıfatlara sahip olan Hak Teala, kulları tarafından Zatı ile şükre layık olup sırf ni­met ve fiillerinden ötürü şükre müstehak değildir.
İşte bu da muhabbet ehlinin zikridir. Çünkü O, bu ahlak ve sıfat­lardan başkalarına sahip olmuş olsaydı, Zatı'nı bunlar sayesinde bi­len ariflerin bizzat O'nu görmeleri gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, kullar ne yaparlardı, ellerinden ne gelirdi? Netice itibarıyla hamd da O'nadır, şükür de yalnız O'nun içindir. Çünkü şükre de, hamde de tek ehil ve layık olan O'dur. Hamd ve şükür, yalnız O'nun Zatı, Zatı'mn yüceliği ve izzetinin celali için olmalıdır. Çünkü O, her zaman olduğu gibi ilelebed de, bu güzel sıfatlar, kemal-i ahlak ve en yüce misaller üzere olmaya devam edecektir. Bunu bilmek de, ariflerin şükrüdür.
O'nun müşahedesi ise, Mukarrebun'un şükrüdür. Onların şük­rü, Allah Teala'nm yalnız yüce Zatı içindir. Onların duaları, hamd ve tesbihden ibarettir. Amelleri ise Azim ve Celil olan Allah Teala'yı tazim ve yüceltmekle sınırlıdır. Bütün niyazları ise, O'nun sıfatla­rının kendilerinde tecelli etmesi, Zatı'yla ilgili müşahedelerden bir pay alabilmektir. Bunlar da, anlatılamayacak haller ve akli ilimler­le açıklanamayacak hususlardır. Çünkü bunların tamamı ,Allah Teala'nm, Kelam'm sırrına şahit olan kimsenin müşahedesiyle ilgi­li olarak indirdiği "O'nun gibi bir şey yoktur" (Şura/İl) buyruğuna dahil olan meselelerdir.
Musa Peygamber de (as), bu müşahede sayesinde Rububiyet ile sevinmiş, Allah Teala'nm yakınlaştırması ile aşinalık kazanmış ve O'nun imanda metanet sahibi kılmasıyla bahtiyar olarak Rabbine şöyle demiştir: Benim için varolup Sen'in için olmayan birşey var. Allah Teala da, 'Nedir o?' diye buyurmuştur. O da, {Benim bir ben­zerim var. Ama Sen'in benzerin yoktur5 demişti. Bunun üzerine Al­lah Teala, 'Doğru söyledin' buyurmuştur.
Musa'nın (as) söylemek istediğini şerhetmemiz gerekirse şunu söyleyebiliriz: 'Benim için, talep sahiplerinin varacakları son durak ve arzu edenlerin daha fazlasını istemeyeceği kadar eşsiz sıfatları haiz olan Sen varsın. Halbuki, Sen'in için Sen'in gibisi yok, çünkü Sen'in bir benzerin yoktur. Sen'den başka ilah da yoktur.
Allah Teala'nm gizli nimetleri olan üstte anlattığımız türdeki hususlar için de şükretmek gerekir. Bunların şükrü ise; fuzuli dün­yevi işlerle meşgul olmayarak onlardan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle yapmak, meşguliyet ve alakayı azaltıcı, hesabı kolaşlaştıncı-dır. Senden başkası bununla imtihan edildiğinde, dünya ile meşgul olup kaygısını ona yönlendirerek Allah Teala'ya şükürden uzaklaş­masında ve O'nun seni dünyadan uzaklaştırmasında da, iki defa şükür gereken iki nimet mevzubahistir.
Din noktasında münafıkların sıfatlarıyla veya nefsiyle ilgili ola­rak kibir ehlinin sıfatlarıyla, ya da fasıkların fiilleriyle imtihan edi­len birilerini gördüğünüz zaman, bunu da sizi öyle kılmadığı için Allah Teala'nm nimetlerinden sayabilirsiniz. Bunun için dahi şük­retmek gerekir. Çünkü Allah Teala'nm size karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, siz de onlar gibi olabilirdiniz. Sizden başkasına yönelti­len her şerri ve sizden gayrısmdan uzaklaştırılan her hayrı nimet saydığınız gibi, size yöneltilen her hayrı ve sizden savılan her şer­ri de nimet addetmeniz gerekir. Çünkü bütün nefsier,-kötülüğü em­retme, irade ve kader noktasında tek bir nefs gibidir.
Allah Teala şerri savmak suretiyle size merhamet etmiş olur. Zira bu, Allah Teala'nm size olan lütfudur. Bunu böyle bilmeniz de, sizin Allah Teala'ya olan şükrünüzün bir fadesidir.
İnsanların çekecekleri cezaların çoğu, nimetlere edilmesi gere­ken şükrün azlığından kaynaklanır. Şükür azlığının özünde de, ni­metleri hakkıyla bilmemek yatar. Nimetleri bilmemenin sebebi ise, Allah Teala'yı layıkıyla bilmemek, nimet verene karşı uzun süre gaflet içinde kalmak, nimetleri ve lütfü üzerinde tefekkür ve ibret almayı terketmektir. Allah Teala ise, bunun mukabilinde şöyle em­retmektedir: "Allah'ın lütuflarmı bolca anın, umulur ki felaha erer­siniz". (A'raf/69) yani, 'nimetlerini anın ki' denilmiştir.
Müfessirler, bu çerçevede olmak üzere şu ayet-i kerimeleri de zikretmişlerdir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt ver­mek için indirdiği Kitab ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231); "Sa­yıyı ikmal eyleyesiniz de, size hidayet buyurduğu için Allah'ı yüce tamyasmız. Umulur ki şükredersiniz". (Bakara/185) Bu ayetlerde şükredümesi ve zikredilmesi istenen nimetler, hidayete erdirilme ve Allah Teala'ya ibadete muvaffak kılınma nimetleridir.
Kul, nimetin cahili olduğu zaman onun kıymetini de bilmez. Kıymetini bilmediği zaman da onun için şükretmez. Şükretmediği zaman ise, sevabının ziyadesi kesilir. Sevabının ziyadesi kesilen ki­şi de, iddia ettiği batılın noksanlığı içinde kalır.
Nimetleri bilmemesinden ötürü, onlar için şükretmeyen kimse­lerin, küfre düşmelerinden de emin olunamaz. Eğer bu nimetlere küfrederek nankörlükte bulunursa, o zaman da Rabbinden bir lü­tuf gelmediği takdirde vaadedilen ağır azaba maruz kalır.
Kulların hayatlarının altyapısını oluşturan nimetlerin asılları şu dört nimettir:
1.Hayvanlar ve bütün canlıların mevcudiyetlerini muhafaza et­meleri için rahimlerden çıkartılan nutfe;
2.Arzdan çıkan bütün mahsullerin arkasındaki tohum ekme;
3. Bizler için içecek olan ve ağaçların yetişmesini temin eden su;
4. Basiret ehlinin ibret aldıkları, yiyecekleri hazırlamada ve ay­dınlanmada kullanılan ateş.
Bu nimetlerin tamamının sahibi olan Allah Teala, bunları Va­kıa suresinin son kısmında zikrederek hepsini de Zatı'na izafe et­miştir. Bunlar hakkında hiçbir varlığı kendisine ortak koşmamış-tır. Allah Teala, amel eden kullarına bu nimetlerin tamamının ka­pılarını açmıştır.
Nimetlerin en değerlisi ve en yücesi, Allah Teala'ya iman etme nimetidir. Bundan sonra Allah Resulü'nün (sav) gönderilme nime­ti, ardından da Kur'an nimeti gelir. Bunların peşinden, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmamız gelir.
Bunların öncesinde aklımızla kavradığımız ilk nimetler; yoklar arasından varedilmemiz; cansızlar arasında canlı kılınmamız, bü­tün canlılar arasında insan türünden yaratılmamız, insanlar ara­sında kadın olarak değil de (cinsiyet bakımından daha zahmetsiz olan) erkek olarak yaratılmamız dır. Sonra Allah Teala'nm bizleri, en güzel şekilde yaratmış olması gelir. Bunun ardından kalplerimi­zin sünnetten sapma temayülünden ve kötülüğü emreden nefsin is­teklerine meyletmekten uzak kılınmış olması gelir.
Bunları takiben, vücudun muhtelif hastalıklardan selim kılın­mış olması nimeti gelir. Sonra Allah Teala'nm ihtiyaçlarımıza en güzel şekilde yetmesi de mühim bir nimettir. Bundan başka gıda olarak yarattığı çift çift hayvanlar da bizim için bir nimettir. Niha­yet gökler ve yer arasındaki herşeyi emrimize vermiş olması da biz­ler için çok büyük bir nimettir.
Yukarıda saydığımız nimetler, Allah Teala'nm bizlere lütfettiği nimetlerin en bariz olanlarıdır. Bunlar sayı ve güzellik bakımından arttıkça, nimetlerin büyüklüğünden dolayı şükrün de artması icap eder. Kaldı ki Allah Teala'nm nimetlerini tamamen saymaya kal-kışsanız bunu başarmanıza imkan yoktur.
Ebu Muhammed Seni (ra) şöyle derdi: Allah Teala, nimetlerini bilip hilminin büyüklüğünü ve kabahatlan örtmesini takdir etme sıfatını sıddıklara mahsus kılmıştır. Söz sahiplerinin en sadığı ve sıfatları en güzel tesbit eden Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Mu­hakkak ki Allah mağfiret edici ve merhametlidir". (Nahl/18)
Allah Teala'nm nimeti, Kendisinin layık olduğu Mağfiret ve Rahmet sıfatlarıyla tamama ermiştir. O, benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok nan­kördür". (İbrahim/34) Allah Teala, insanoğlunun bu iki temel vasfı­na rağmen, nimet verme, lütfetme ve ikramda bulunma noktasın­da eşsiz bir büyüklüğe sahiptir. İnsanın nankörlük ve zulmü karşı­sında Allah Teala çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
Allah Teala takva ve mağfiret ehlidir. Kul da, Rabbinin kendisi­ni vasfettiği sıfatlara sahip olmaya ehildir. Kul, Rabbinin kendisi­ne bol bol verdiği nimetlere karşı O'na ibadet etmelidir. O'nun için amel eden kullar da, yine O'nun nimetiyle bu amellerini ifa edip Zatı'na itaat etmiş olurlar. Allah Teala da onları, yine nimetiyle mükafaatlandırır. Cahiller ise, O'nun nimetlerini kullanarak ken­disine karşı gelirler. Buna rağmen O, nimeti ve hilmi sayesinde on­ların kabahatlarım örterek kendilerini utandırmaz.
Allah Teala'nm güzel işleri açık edip kabahatlan örtmesi de, O'nun nimetlerindendir. Ancak biz, güzellikleri izhar etme ve kaba­hatlan örtme nimetlerinden hangisinin daha büyük bir nimet oldu­ğunu bilemiyoruz. Rivayet edilen bir dua metninde, bu iki vasfıyla da övülerek şöyle denilmiştir: 'Ey güzel işi izhar edip kabahati örten'.
Sıhhat ve boş vakit de Allah Teala'nm kullarına bahşettiği ni­metlerdendir. Bunlar, dünya hayatının ilk nimetleri, ahirete matuf amellerin de dayanaklarıdır. Kullann ekserisi, bunlarda aldanmış-tır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: "İki nimet vardır ki insanla­rın ekserisi onlar hakkında aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit". [20][20] Fu-dayl b. Iyaz şöyle derdi: 'Nimetler için devamlı şükredin. Çünkü ni­metlerden pek azı, ayrıldığı kavme geri döner*. Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Nimetler vahşidir. Onları şükürle bağlayın'. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riayet edilmiştir: "Allah Teala'nm bir nimeti, kulun gözünde ne kadar bü­yürse insanların ona olan ihtiyaçîan da o kadar artar. Eğer o bu ni­meti hafife alırsa, onu kaybolmaya mahkum etmiş olur".
Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Bir kavim kendi nefslerin-dekini değiştirmedikçe, Allah da onları değiştirmez". (Ra'd/11) Aye­tin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar Allah Teala'nm, üzerlerinde­ki nimetlerini, şükrü terketmek suretiyle değiştirmedikçe, Allah da nimetlerini değiştirmez. Ama onlar, bu nimetler için şükretmeyi bı­raktıklarında Allah da onlar üzerindeki nimetlerini değiştirerek kendilerini cezalandırır. Ayetin bir diğer tefsiri de, bunun tam mu­kabili bir anlam içermektedir. Buna göre de, O'na karşı günah işle­yen bir toplum, tevbe ederek günahlarından vazgeçmedikçe Allah Teala da onlar üzerindeki azabını kaldırmayacaktır.
Allah Teala, böyle buyurarak hükmünün ilk sebebini bildirmiş olmaktadır. Sonra hikmetiyle ilgili ikinci sebebi zikretmiştir. O, se­bepleri hikmet ve iradesi mucibince yaratandır.
Denir ki: Kulun vücudunun üzerindeki her kılın altında bir ni­met vardır. Onun her damarında da iki nimet vardır ki bunlardan biri sükunet, diğeri de hareket içindir. Her kemiğinde dört nimet vardır. Her mafsalında ise yedi nimet vardır. İnsan vücudunda üç-yüz altmış mafsal, bir o kadar da kemik vardır. Her göz açıp kapa­mada iki nimet vardır. Her nefeste iki nimet vardır. Kulun ömrün­den geçen her dakikada kendisine sayılamayacak kadar nimet ve­rilir. Dakika, Şa'ire'nin oniki parçasından biridir. Şa'ire ise, saatin on iki parçasından biridir. Bir günün gece ve gündüzündeki nefes­lerin sayısı, yirmidört bin adettir.
Musa Peygamberden (as) rivayet edilen bir haberde de onun şöyle dua ettiği bildirilmiştir: Ta Rabbi, Sen'in şükrünü nasıl ifa edebilirim? Kökünü yumuşatsam ve ucunu tıraş etsem de vücu-dumdaki her kıl için Sen'in bana iki nimetin vardır5. Seleften riva­yet edilen bir haberde ise şöyle denilmektedir: 'Yiyecek ve içeceği dışında Allah Teala'nm kendi üzerindeki nimetlerini bilmeyen kim­senin ilmi az, azabı yakın demektir5. Bu durum, hali vakti yerinde, orta halli veya sıkıntıda olan herkes için geçerlidir.
Denir ki: Vücudun içindeki nimetler, dışındaki nimetlerin yedi katıdır. Kalpte ise, bütün vücuttaki nimetlerin katlarca fazlası vardır. Elbette ki Allah Teala'ya iman, ilim ve yakin nimetleri, vücut-lardaki diğer nimetlerin tamamından katlarca fazladır. Vücutlar-daki ve kalplerdeki nimetler, birbirini takip eden ve katlarıyla ifa­de edilen nimetlerdir. Bunların tamamını ise, ancak onları bahşe­den Allah Teala teker teker sayabilir ve bütün tafsilatıyla bilebilir: 'Taratan hiç bilmez mi? Muhakkak ki O, işlerin inceliklerine vakıf ve herşeyden haberdardır". (Mülk/14) Ancak yeme, içme, giyinme ve nikahlanma gibi nimetleri bunun dışında tutmak gerekir.
Bunların insan vücuduna girmesi, çıkması, devamlı tekerrür etmesi ve artması sebebiyle girmeleri mihnetle, çıkmaları da ezi­yetle olur. Şu var ki bunların giriş ve çıkışlarını güzellikle ve mut­lu edecek şekilde yaparak faydalarını vücutta baki kılmak ve bun­ların suret ve sıfatlarım değiştirmek de zühd, alçakgönüllülük, ib­ret ve öğüt alma ile olur ki bunlar da yine Allah Teala'mn nimet-lerindendir.
Denir ki: Bir ekmek yuvarlanıp pişirilinceye kadar gökler ile yer arasında üçyüz altmış değişik sanat icra edilir. Bunları icra edenler arasında çeşitli cisimler, arazlar, yörüngeler, rüzgarlar, ge­ce, gündüz, Ademoğlu ile onun sanatları, hayvanlar ve madenler gi­bi birçok varlık bulunur. Bunların başında Mikail (as) gelir. O, dün­yaya verilecek suyu tartar ve onu buluta indirir. Sonra da o bulut­ları hareket ettirir. Bunun ardından su yüklü bulutlar rüzgarlar tarafından taşınır. Sonra gök gürültüsü ve şimşek ile beraber rüz­garları sevkeden iki de melek vardır. En sonunda ise fırıncı yer alır. Hamur yuvarlanıp çörek olduğu zaman ona yedibin sanaatkar ta­lip olur. Bunlardan herbirinin de yukarıda zikrettiğimiz sanatlar­dan bir payı vardır.
Bir çöreğin hazırlanmasında bunca nimet mevzubahis iken, onun ötesinde varolan şeylerde kimbilir daha ne kadar çok nimet gizlidir. Her nimet için şükretmek, kula düşer. Eğer o, her nimetin devamı için hakiki manada şükretmekle mükellef kılınsa ve Rab-binden bir rahmet gelip de kendisini bütün nimetlerle kuşatmamış olsaydı kesinlikle helak olup giderdi.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O, bir adamın, 'Alla-hım, Sen'den nimetin tamamını niyaz ederim' diyerek dua ettiğim işitti. Bunun üzerine o kişiye, 'Sen, nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Adam da, 'Hayır1 dedi. Allah Resulü de (sav), 'Cennete girmektir1 buyurdu"[21][21]
Hikmet ehlinden bir zata sorulmuştu: 'Na'im nedir?' O da şu ce­vabı vermişti: Kimseye muhtaç olmamaktır. Çünkü ben, fakirin bir hayatı olmadığını görüyorum. 'Daha nedir?' diye sorulduğunda, 'Sağlık ve afiyettir. Çünkü ben, hasta kişinin de hayatı olmadığını görüyorum' dedi. Bunun üzerine, 'Daha nedir?' diye sordular. Ha­kim şöyle dedi: Gençliktir, çünkü ben, yaşlı kimsenin de hayatı ol­madığı kanaatindeyim. 'Daha nedir?' diye soru tekrarlanınca, 'Bun­dan ötesini bulamıyorum' dedi.
Bu hikmet sahibinin zikrettiği hususların bir kısmı, bir anlam­da Allah Teala'nm şu buyruğunda da görülmektedir: "Siz bütün lez­zetlerinizi dünya hayatında (tadarak) geldiniz ve onlarla sefa sür­dünüz". (Ahkaf/20) Ayetin tefsirinde mezkûr lezzetlerle, gençlik; boş vakit; emniyet ve sıhhatin murad edildiği söylenmiştir.
Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ta ki Allah, sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz". (Al-i İm-ran/152) Bununla ilgili olarak da, sıhhat, afiyet ve zenginliğin kas-dedildiği söylenmiştir. Bu manada Allah Teala'nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Nimetlerini size açık ve gizli olarak bol bol verdi". (Lokman/20) Bu ayette ise, açık nimetler ile, sıhhat ve afiyetin, giz­li nimetlerle de ahiret nimetlerinin sebepleri olan imtihanların mu­rad edildiği söylenmiştir.
Bunların ziyadesi de Allah Teala'nm şu buyruğunda görüldüğü gibidir: "Biz sizi biraz açlık, biraz korku, biraz da mallardan, canlar­dan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabreden­leri müjdele". (Bakara/155) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim beden bakımından sıhhat­li olarak sabaha çıkar, yolculuğunda emin olur ve o gününün rızkına malik olursa, dünya sanki bütün kenarlarıyla onunmuş gibi olur".[22][22]
Ben de bu manada kanaat ehlinden bir zata şu şiiri söylemiştim:
Geldiğinde sana gıda, Sıhhat ve emniyet,
Olursun hüzne kardeş
Ayrılmaz senden hüzün.
Başka biri de şöyle bir şiir söylemiştir:
Öyle ol ki; bir parça ekmek,
Bir maşrapa su ve emniyet,
Tatlı gelsin sana öyle bir hayattan ki
Her yeri bulut ve zindandır.
Şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zamanın birinde, abidin teki alt­mış yıl boyunca Allah Teala'ya ibadet etmişti. Allah Teala da o ku­luna, rahmeti sayesinde cennete gireceğini müjdeleyen bir melek göndermişti. Abidin kalbinden, 'Bilakis kendi amelimle' şeklinde bir düşünce geçti. Allah Teala onun bu düşüncesine muttali olunca, sakin duran damarlarından birine hareket etmesini emretti.
Bunun akabinde abidin hay atı.altüst oldu, kafası karıştı ve iba­detten uzaklaşmaya başladı. Nefsiyle meşgul olmaktan amellere vakit bulamaz oldu. Bir müddet sonra Allah Teala aynı damara sa­kinleşmesini vahyetti. Damar da sakinleşti. Abid de bunun üzerine tekrar ibadet ve taate döndü. Allah Teala da kendisine şöyle vah­yetti: Senin bütün ibadetinin değeri, damarların arasında sakin duran tek bir damar kadardır. Kul da suçunu itirafla tevbe etti.
Bu manada, Allah Resulü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Adamın biri Allah Teala'ya yetmiş sene ibadette bulun­du. Allah Teala, rahmetiyle onun cennete girmesini emrettiği za­man o şöyle dedi: Aksine kendi amelimle. Bunun üzerine Allah Te­ala meleklerine, 'Kulumu ameliyle cennete koyun' diye emretti. Cennete girdi ve orada yetmiş sene kaldı. Daha sonra Allah Teala onun çıkartılmasını emretti ve kendisine şöyle buyurdu: Amelinin tanı karşılığını aldın! Bunun üzerine kul, O'nun huzuruna kapan­dı ve nedametini ifade etti. Sonra Rabbi ile arasında olabilecek en güçlü bağı düşündü ve bunun, rica ve hüsn-i zan olacağını anladı. Ardından Rabbine şöyle dedi: Ya Rabbi, beni cennetinde amelimle değil rahmetinle bırak! Bunun üzerine Allah Teala da meleklerine şöyle emretti: Kulumu cennetimde rahmetimle bırakın!"
Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Medine sakinlerin­den biri, fakirliğinden yakmıyor ve bundan dolayı duyduğu tasayı herkese bildiriyordu. Hadiseyi anlatan ona şöyle der: Kör olsan da onbin dinarın olsa sevinir misin? Adam 'Hayır5 der. 'Peki sağır olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?' deyince, 'Hayır' der. 'Peki el­lerin ve ayakların kesik olsa da, onbin dinarın olsa sevinir misin?' deyince, yine 'Hayır5 der. Teki mecnun olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?' deyince, 'Hayır' der.
Bunun üzerine soruları soran zat şöyle der: Sana ellibin dinar­lık sermaye vermiş olan Rabbini sağa sola şikayet etmekten utan­mıyor musun? Gerçek de tıpkı onun söylediği gibidir. Çünkü insan­da bu eşyanın karşılığı olan uzuvlar varolup bunların o maldan faz­lalığı vardır. Zira eğer kesilecek olursa, bu uzuvlardan herbiri için belirlenmiş diyetler vardır.
Bir şeyh de aynı anlamda başka bir hadise nakletmiştir: Allah'a yakın kılınmış kârilerden bir zat yoksulluğa düşmüş ve bu durum kendisini son derece hüzne boğmuş, bunalıma düşürmüştü. Bir gün şöyle bir rüya gördü: Biri kendine şöyle sesleniyordu: İster mi­sin bin dinarın olsun da sana Enam suresini unutturalım? Hayır, dedi. Ya Hud suresi? Yine hayır dedi. Ya Yusuf suresi? dedi. Hayır, dedi. Bunun üzerine ses şöyle dedi: Yüz bin dinarlık servetin oldu­ğu halde nasıl olur da yoksulluktan yakınırsın? Kâri sabaha erdi­ğinde bütün tasası son bulmuştu.
Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kur'an ile zenginlesin. -Yani, Kur'an ile müstağ­ni olun.- Allah'ın ayetleriyle müstağni olmayanı Allah da zengin ve müstağni kılmaz. Kur'an zenginliğin ta kendisi olup onun varlığın­da muhtariyetten sözedilemez. Ondan daha büyük bir zenginlik yoktur. Allah Teala'nm kendisine ayetlerini nasip etmesine rağmen başka birinin kendinden daha zengin olduğunu sanan kimse, O'nun ayetlerini açıkça küçümsemiştir. -Başka bir lafızda 'Allah'ın indirdiğini hafife almıştır-".
Bir diğer hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Kur'an ile müstağni olmayan bizden değildir"[23][23]Veciz bir ha­dis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:
"Zenginlik olarak yakin (kafi iman) yeter" Kur1 an, hiç kuşkusuz yakinin ta kendisidir.
Selef-i salihden bir zat şunu nakletmiştir: Allah Teala buyurdu ki: Üç şeyden müstağni kıldığım kişiye nimetimi tamam etmişim­dir: Yardımına koşacak bir sultandan, kendisini tedavi edecek bir hekimden ve kardeşinin elindeki maldan.
Eyyub'ün fas) Rabbine yakarışında da şu ibareyi görmekteyiz: "Allah Teala kendisine şöyle vahyetmişti: Adem oğullarından hiçbir kul yoktur ki yanında iki melek bulunmasın. O nimetlerim için şükrettiğinde iki melek de şöyle derler: Allahım, ona olan nimetle­rini arttır. Muhakkak ki Sen hamd ve şükür ehlisin. Şükreden kul­larına yakın ol. Onların şükürlerini arttır ve onlara verdiğin nimet­leri de arttır. Ey Eyyub, şükredenlere Benim ve meleklerimin ka­tındaki yüce mertebe yeter. Ben onların şükürlerini kabul eyler­ken, meleklerim de onlar için dua ederler. Topraklar onları sever­ken, eserler onlar için gözyaşı dökerler. Ey Eyyub, Benim için şük­reden bir kul ol! Nimetlerimi hatırlayan ve Ben hatırlatmadan Be­ni anan ol! Amellerinden dolayı sana şükretmemden önce sen Ba­na şükreden!erden ol! Muhakkak ki Ben veli kullarımı salih amel­lere muvaffak kılar, muvaffak kıldığım amellerden dolayı onlara şükran duyarım. Onlara da şükrü gerekli kılarım.
Mükafaat olarak da onların şükürlerine razı olurum. Ben, çoğa rağmen azla razı olurum. Az olanı kabul buyururken onu çokla ödüllendiririm. Benim katımda kulların en kötüsü, ancak ihtiyaç anında Bana şükredendir. O, ancak ceza gününde Benim huzurum­da yakarır".
Bu sözü zikrettikten sonra şunu bilmek gerekir ki Allah Teala şükredenleri, sarihler, yakın kılınanlar ve âlilerin sıfatlarıyla an-mıştır. Bu sıfatlar ise, yakin ehlinin makamlarına ait en yüce sıfat­lardandır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kullarımdan şükre­den azdır". (Sebe/13); "Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç. Onlar ne kadar da azdır". (Sad/24)
Yine O, mukarreb kullarını vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden". (Vakıa/13-14); "Onla­rı bilen azdır". (Kehf/22) Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
"Allah'tan afiyet isteyin. Kula afiyetten daha üstün olarak verilen tek şey yakindir".[24][24] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) afiyeti her türlü ilahi verginin üstüne yükseltmiş, yakini de onun üstüne yük­seltmiştir. Çünkü dünya nimetlerinden istifade ancak afiyet/sıhhat ile olurken, ahiret nimetlerinden istifadenin tek yolu da yakindir.
Yerleşik hayat göçebelikten nasıl üstünse, yakin de afiyetten daha üstündür. Afiyet, bedenin her türlü hastalık ve rahatsızlıktan uzak olmasıdır. Yakin ise, inançların heva ve eğriliklerden uzak ol­masıdır. Her iki nimet de, kulun şükrünün büyük kısmını kapsa­maktadır. Tıpkı kalp ve bedenin kainatta en büyük nimetleri kap­saması gibi.
Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Öyle bir gün ki, Allah'a selim bir kalp ile gelen dışında ne mallar, ne de ço­cuklar fayda sağlar". (Şuara/88) Bu ayetin tefsirinde şöyle denil­miştir: Yani şirk günahından selamette olarak gelen. Salim, sağlık­lı ve afiyette olan demektir. Kalplerde yakinin afiyetinin bulunma­sı, şüphe ve nifakın bulunmamasıdır. Çünkü bunlar, en bariz kalp hastalıklarıdır.
Nitekim Allah Teala'nın "Kalplerinde hastalık vardır" (Baka­ra/10) ayetinin tefsirinde, yani şüphe ve nifak denilmiştir. Tabii kalbin büyük günahlardan uzak olması da gereklidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde hastalık bulunan tamah eder" (Ahzab/32) Bu ayetin tefsirinde, yani 'riya' denilmiştir.
Denir ki: Hiçbir bela yoktur ki, Allah Teala'nın o belada beş ni­meti bulunmasın:
1. İlki bu musibetin din konusunda olmamasıdır. Denir ki: Din­le ilgili olmayan her musibet, dine götüren bir yol mesabesindedir.
2. ikincisi, yaşanan musibetin daha ağırının başa gelmemiş ol­masıdır.
3. Üçüncüsü, bu musibetin kaderde yazılı olmasından dolayı ka­çınılmaz oluşu ve başa gelmek suretiyle savılmış olmasıdır.
4. Dördüncüsü, musibetin ahirete ertelenmeyerek dünyada ya­şanmış olmasıdır. Aksi takdirde ahiret azabına ilave edilerek onu ağırlaştıracaktır.
5. Beşincisi, musibetten doğan sevap, musibetin kendisinden daha hayırlıdır. Musibet dünyevi bir konuda ise, ahirete götüren bir vesiledir. Allah Teala'nm "Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok inkarcıdır"fİbrahim/34) buyruğuyla ilgili şöyle bir açıklama ya­pılmıştır: İnsanoğlu, öfkesinden dolayı çok zulmedici, günahlar ve nimetler için de çok inkarcıdır.
Bir rivayette de şu hadise nakledilmiştir: Abbas (ra) vefat etti­ğinde, oğlu Abdullah taziyeleri kabul için oturmuştu. Halk bölük bölük içeri giriyor ve taziyetlerini bildiriyordu. Bunlar arasında bir bedevi çıkarak şöyle bir şiir söyledi:
Sen sabret ki biz de sayende sabredelim, Çünkü tebaanın sabrı, baştakinin sabrından sonradır. Ondan sonra kazanacağın ecir, Abbas'dan daha hayırlı, Allah da, Abbas için senden daha hayırlıdır.
Bunun üzerine İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Şu bedevi dışında hiç kimse hakkıyla taziye ve tesellide bulunmadı. Köylünün sözlerini yerinde bulmuştu. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür". (Adiyat/6) Bu ayetin tefsiri yapılırken şöyle denmiştir: İnsan, başına gelen belalardan dolayı sürekli yakınırken, kendisine verilen nimetleri daima unutur. Eğer başına gelen her musibette kendisine buna denk veya daha büyük on nimet verildiğini bilseydi, yakınması azalır ve bunun yerini şü­kür alırdı.
Musibetler üç kısma ayrılır ve hepsinin de kendine göre ilahi ni­metleri vardır. Bu nimetler, ya bir derecedir ki bu yakin sahipleri ve ihsan ehli içindir. Veya bir kefaret olur ki bu da, ashab-ı yemin ve ebrar zümresinin havassı içindir. Ya da bir ceza olur ki bu da müslümanlarm geneli içindir. Cezanın dünyada acilen verilmesi ise, rahmet ve nimettir. Bu nimetleri bilmek, şükredenlerin işidir.
Ulema nezdinde nimetlerin en yücesi, iman nimeti ve onun de­vamıdır. Çünkü bir şeyin devamı, ikinci bir nimettir. Zira o, ikinci bir irade sonunda ortaya çıkan ikinci bir karardır. Allah Teala'nm bir şeyin izharı hususundaki iradesi, onun devamını gerektirmez. O'nun iradesiyle ortaya çıkan bir şey, zamanla kaybolup gider ve hiç olmamış gibi olur. Ancak O, ikinci bir hükümde bulunarak ikin­ci bir nimet bahşeder ve o şeyin sebat ve devamını teinin eder. Ni­tekim O dilemeseydi gökler ve yer devam etmez, yine O dilemesey-di dağlar yerlerinde sabit kalmazdı.
Aynı şekilde imanın kalplerde yazılmasından sonra sebat ve de­vamını dilememiş olsaydı, yazgıyla ortaya çıkan iman, zamanla sili­nerek kaybolur ve kalpler yine küfre dönerdi. Ama O, sayılmayacak kadar nimetler lütfederek imanm kalplerde sebat ve devamını sağ­lamıştır. Bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar". (Ra'd/39) Yani O, sebat ve devamlılığını is­temediği şeyleri silip atarken dilediklerini de sabit ve daim kılar.
Kul, iman nimetinin şükrünü asla eda edemez. O, kendisine ya­pılan lütufları ve kendi rolü ve hakedişi olmaksızın yapılan iyilik­leri asla bilemez. Ona yapılan bütün lütuf ve iyilikler, Allah'ın lü­tuf ve rahmeti sayesindedir. "Hayır, insan Allah'ın emrettiğini yap­madı" (Abese/23) ayetinin tefsirlerinden biri bu şekildedir. Yani kul, Allah Teala'nm kendisine dünya ve ahiretteki nimetlerin ana­sı olan İslam nimeti adına emrettiklerinin şükrünü asla eda etme­miştir. Halbuki islam, cehennem ateşinden kurtulmanın vesilesi, cennete girmenin de anahtarıdır. Orada kulun Allah Teala önünde İslam dışında hiçbir öncüsü ve şefaatçisi da olmayacaktır.
Bu nimetin Allah Teala'nm yardım ve inayetiyle hareket ve ne­feslerde sebat ve devam etmesi de ayrı bir nimettir. Çünkü Allah Teala bir ayet-i kerimede bunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile destekle­miştir". (Mücadele/22) Yani Allah, kalplerindeki imanı sürekli des­tekleriyle sabit kılarak onları takviye etmiştir.
O, aynı manada şöyle buyurmuştur: "Allah, iman edenleri dünya ve ahirette sabit söz ile metin kılar". (İbrahim/27) Allah Resulü de (sav) bir duasında şöyle buyurmaktadır: "Ey kalpleri döndüren -Yani imandan şüphe ve şirke çeviren- Kalbimi Sana itaatta metin kıl".[25][25]
Bu zarif ve çok büyük nimeti hakkıyla tanımak, kulun kalbin­deki kötü son korkusunu çıkarıp atar. Çünkü böyle bir kul, kalple­ri döndüren Allah'ın bunu ne kadar süratle yaptığını yakinen mü­şahede etmektedir. Bu nimetin şükrünün se'vabı da budur.
Bu husus, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun kapsamına girmektedir: "Size verdiği nimetten ve sizi onunla beslemesinden dolayı Allah'ı sevin". Allah Teala'mn bize verdiği gıdaların en fazi­letlisi, hiç kuşkusuz imandır.
Bu nimeti ve Allah'ın verdiği diğer nimetleri hakkıyla bilmek, nimetin devamını sağlarken, Kendinden bir ruhla bizi destekleme­si ve değişen hallerde bizi iman üzere metin kılması da nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü o, amellerin temelidir.
Allah rızasına nail olmanın vesilesi de bu amellerdir. Eğer O, uzuvlarımızı günahlara çevirdiği gibi kalplerimizi de tevhidden çe­virerek şüphe ve şirke dolamış olsaydı ne yapardık? Böyle yapsay­dı karşı durmak için neye dayanır, neye güvenir ve neye ümit bes­lerdik?
Görüldüğü gibi bu, nimetlerin en büyüklerinden biridir. Bu ni­meti layıkıyla bilmek, iman nimetinin şükrü babmdandır. Onu bil­memek ise, iman nimeti karşısında gafil kalmaktır. Bu ise, cezayı gerektirir. İmanın aklen kazanıldığı veya başka bir kuvvetle elde edildiği yönündeki iddialar ise iman nimetinin inkarından ibarettir.
İmanın bu tür iddia sahiplerinden çekilip alınmasından endişe ederim. Çünkü bunlar, Allah'ın nimetinin şükrünü inkar ve nan­körlükle değiştirmişlerdir. Allah Teala hayırları imanın kazançla­rından kılmıştır. Bize kazandırılan hayırlarda bizim hiçbir etkimiz yoktur. Aksine Allah Teala bizi imana iletmek suretiyle lütufta bu­lunarak, imanı iyilik ve ihsanı kazanmada bize vesile kılmıştır. O, şöyle buyurmaktadır: "Ya da imanında hayır kazanmamış olan kimseye". (En'am/158) Ayetin tefsiri yapılırken, kasdedilen hayrın tevbe olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, salih amellerin tamamı, imanın kazançlarıdır denmiştir.
İmandan sonraki bir nimet de, güzel işler yapmaya muvaffak kılınmamız, işlerimizin kolaylaştırılması, küfürden, kafirlerin iş ve ahlakından uzak tutulmamız dır. Allah Teala'mn lütfuyla bize imanın güzelleştirilip sevdirilmesi, ftsk ve günahkarlığın çirkin gösterilmesi de büyük bir nimettir. Görüldüğü üzere Allah'ın bize olan nimetleri sayılmayacak kadar fazladır. Bu nimetlere karşı şü­kür de, yine O'nun bize bahşettiği bilgi ve yardım sayesinde eda edilmektedir.
Nimetlerin ardarda gelmesinden dolayı duyulan haya da şükür babmdandır. Şükrü hakkıyla eda edemediğini bilmek şükür olduğu gibi, şükrün azlığından dolayı özür dilemek de bir şükürdür. Allah Teala'mn hoşgörüsünün büyüklüğünü, bizi örten perdesinin kalın­lığını itiraf etmek de bir şükürdür. Halk içinda kendisine nasip olan güzel övgü ve itibarın kulun hakedişi olmaksızın Allah'ın lü­tuf ve inayetiyle olduğunu itiraf da bir şükürdür. Hatta bu onun ni­metlerine katılır ve şükür babından sayılır.
Nimetlere güzel bir tevazu ile yaklaşmak ve zillet hissine kapıl­mak da bir şükürdür. Halkın, nimet verilenlere hayır duada ve öv­güde bulunmalarına gelince, bu da doğrudur. Çünkü onlar, bağışın vesileleri ve asıl verenin vasıtalarıdır. Bu şekilde Mevla'nın ahla­kıyla ahlaki anmamız da bir şükürdür.
Nimet verenin huzurunda az itirazda bulunmak, edepli davran­mak, nimetleri güzellikle kabul etmek, küçüğünü çoğaltmak ve ba­sitini önemsemek de şükürdür. Nitekim geçmişte bir topluluk, Al­lah'ın hikmetini görmezlikten gelerek eşyayı küçümsedikleri ve on­lardaki yararları hafife aldıkları için helak olmuşlardır. Allah Tea­la'mn bir nimetim küçümsemek, nimetleri inkardan ibarettir.
Bazıları sabrın şükürden daha faziletli olduğunu söylemiştir. Tahsil sahiplerine göre bu ikisinden birini diğerinin üstüne koy­mak mümkün değildir. Çünkü şükür, müminlerin cümlesinin ma­kamıdır. Müminlerden bir cemaati diğerinden üstün tutmak, mü-şahedelerdeki yakini imanlarında farklılaşmadan dolayı sıhhatli olmaz. Çünkü sabredenlerden bir kısmı, şükredenlerin bir kısmın­dan daha üstün olabilir. Bu üstünlük de, marifetinin fazlalığı veya sabrının güzelliği noktasında görülebilir. Şükredenlerin havassı, yakinlerinin güzelliği ve müşahedesinin yüceliğinden dolayı sabre­denlerin avamından daha faziletlidir.
Bunların haller ve makamlar bakımından üstünlüğü noktasına gelince şunu söyleyebiliriz: Allah daha iyi bilir, ancak nimetlere karşı sabırlı olmak daha üstündür. Çünkü bunda zühd ve korku sözkonusudur. Bu ikisi ise, makamların en üstündedirler. Sıkıntı­lara karşı şükür daha üstündür. Çünkü bunda da imtihan edilme ve takdire razı olma sözkonusudur. Darlık ve sıkıntılara karşı sa­bır, nimet ve rahatlığa şükretmekten daha faziletlidir. Çünkü ilki,nefse daha ağır gelir. Zenginlik ve günaha muktedir olma halinde sabır ise, nimetlere karşı sabırdan daha faziletlidir.
Nimetlere rağmen günahlara karşı sabırlı olmak, bu nimetlere karşı nefs cihadı yapanlar için bunlarla taatte bulunmaktan daha faziletlidir. Sabredeceği bir duruma şükreden kişi için, bela bir ni­met olmuş olur. Bu daha faziletlidir. Çünkü bu, mukarrebun züm­resinin müşahede sidir. Şükredeceği nimetlere karşı sabırlı olana gelince, bu ondan da faziletlidir. Zira bu, mücahede halidir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Biz peygamberler topluluğu, in­sanların en ağır imtihan edileniyiz. Sonra da en fazla benzeyenler." Hadiste geçen "Emsel=En çok benzeyen" ifadesi, benzerlik bakı­mından peygamberlere en yakın olanlar anlamındadır. Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) bela ve imtihan ehlini, kendisine en yakın olanlar şeklinde nitelemiş ve onları, en çok benzeyenler kılmıştır. Allah Resulü'ne (sav) en çok benzeyen kimse ise, elbette fazilet ba­kımından en üstün kimsedir. Allah Resulü (sav) imtihanının ağır­lığına şükredenlerdendi. Sabredenler zümresindeki şükreden ise, imtihanlarına karşı şükürle dolu olduğu için daha üstündür. Çün­kü o, peygamberlere en yakın ve en çok benzeyen kimsedir.
Mukarrebun zümresinin makamlarının hepsi de sabır ve şükrü gerektirir. Çünkü bunlardan her biri, ancak diğerinin varolmasıy-lâ tamam olur. Sabır, kemale erebilmek için üzerine şükrü gerekti­ren bir nimettir. Sabır da, sevabının ziyadesini temin etmek için üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Allah Teala da bu ikisini bir­leştirerek zikretmiş ve müminleri her ikisiyle birlikte vasfederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki bunda her çok sabreden ve çok şükreden için ayetler mevcuttur". (İbrahim/5) Allah Teala, şükre-denleri, "Fe'ûl" veznini kullanarak mübalağa ile vasfederken, sab­redenleri de "Fa'al" veznini kullanarak mübalağa ile nitelemiştir.
İşte bu nedenledir ki, bir hadis-i şerifte de buyruiduğu gibi iman ikiye ayrılmıştır: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür de imanın yarısıdır." Yakin ise, imanın bütünüdür. Çünkü o, imanın aslı, sa­bır ve şükür ise imanın meyvalarıdır. Her ikisi de ancak yakin ile meydana gelirler. Şöyle ki: Şükreden kul, kendisine verilen nime­tin Nimet Veren Allah tarafından olduğunu yakinen bildiği için Al­lah Teala'ya vaadim gerçekleştirmesi sebebiyle şükreder. Sabreden kul da, başına gelen musibetin kulları sınayan Allah Teala tarafın­dan olduğunu yakinen bildiği ve bu musibete karşı sabredene sena ettiğiğine inandığı için sabreder. Güç ve engelleme ancak yüceler yücesi, ulular ulusu Allah iledir.
Sabır ve şükür hallerinin her ikisi de yakin sahibinin hallerin-dendir. Çünkü o, her zaman imtihan ve esenlik halinden birindedir. Zira onun için her halde bir ayet, bir işaret gizlidir. İmtihan anın­daki hali sabır, esenlikteki hali ise şükürdür. Allah Teala sabreden­leri ve şükredenleri sever. Şükür makamının açıklaması da böyle­ce tamama ermiş oldu. Alemlerin Rabbine hamdolsun. [26][26]


[1][1] İbni Hanbel, V/319 IV/385
[2][2] Buharı, Bed'ül-vahy/1 İman/41 Nikah/5 Talak/11 Menakıb-i Ensar/45 Itk/6 Eyman/23 Hi-yel/1; Müslim, İmaret/155 Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Feza'ilü'l-cihad/16 Nesa'î, Ta­haret/59 Talak/24 Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26 İbni Hanbel, 1/25.
[3][3] Benzer hadisler için b. Nesa'î, Cum'a/30 'Iydeyn/27; Ebu Davûd, Salat/227; Tirmizî, Me-nakib/30; îbni Mâce, Libas/20; îbni Hanbel, V/354
[4][4] îbni Mâce, Edeb/3; İbni Hanbel, IV
[5][5] Tirmizî, Da'avat/79
[6][6] Ebu Davıid,Edeb/7; Tirmizî, Birr/58; İbni Mâce, Mukaddime/7.
[7][7] Butiârî, Cenaiz/32, 43 Ahkam/11; Müslim, Cenaiz/14, 15; Ebu Davûd, Cenaiz/23; Tirmi­zî, Cenaiz/13; Nesa'î, Cenaiz/22; İbni Hanbel, III/130 143, 217
[8][8] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 206-226..
[9][9] Ebu Davûd, Edeb/11; Tirmizî, Birr/35; îbııi Hanbel, IT/258, 295. 303, 388
[10][10] Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Enbiya/35; Müslim, Fazail/159; İbni Hanbel, 111/41
[11][11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 226-237..
[12][12] Buhârî, Et'ıme/56; Tirmizî. Kıyamet/43; tbni Mâce, Siyam/55; Dârimi, Et'ıme/4 İbni Han­bel, 11/283, 289 IV/323.
[13][13] Bu manadaki hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 9/9; İbni Mâce, Nikah/5; îbııi Han-bel, V/278, 282
[14][14] İbni Mâce, Edeb/55 Dııa/5; Tirmizî, Da'avat/84, 112; Muvatta', Hanbet, 11/127, 515. Hac/246; İbni
[15][15] Tirmizî, Da'avat/91; İbni Hanbel, V/231, 235
[16][16] Bıthârî, Teheccüd/6 Tefsir-İ Suret-i 48/2; Müslim, Münafıkun/79-81; Tirmizî, Salat/187; Nesa'î, Kıyamü'l-leyl/17; İbni Mâce, îkamet/200; İbni Hanbel, IV/251
[17][17] Buhâri, Rikak/1 Cihad/33, 110 Menakıbu'l-Ensar/9 Megazi/29; Müslim, Cihad/126, 129; iırmızî, Menakıb/55; İbni Mâce, Mesacid/3; İbni Hanbel, 11/381 III/172, 180, 216, 276 V/332
[18][18] Tirmizî, Kıyamet/58
[19][19] Bu manada bir harlis için b. İbni Mâce, Fiten/16.
[20][20] Buharı, Rikak/1; Tirmizî, Zühd/1; İbni Mâce, Zühd/15; Dârimî, Rikak/2
[21][21] Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Da'avat/93
[22][22] Tirmizî, Zühd/34; İbni Mâce, Zühd/9
[23][23] Buharı, Tevhid/44; Ebu Davûd, Vîtr/2O; Dârimî, Salat/171, Fezailü'l-Kur'an/34
[24][24] Buhâri, Cihad/112, 156 Temenni/8; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cilıad/89; Tirmizî, Da'avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimi, Siyer/6.
[25][25] Tirmizî, Kader/7, Da'avat/89,124; îbni Mâce, Dua/2.
[26][26] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 237-267.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar