KUT'UL KULUB 5
Allah Teala,
sabredenleri müttakilerin imamları kılmış ve dinle ilgili en güzel vaadi onlar
üzerinde tahakkuk ettirerek şöyle buyurmuştur: "Onlardan da sabrettikleri
zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar varetmiştik". (Secde/24);
"Böylece Rabbinin, Israiloğullarma olan o güzel vaadi sabniarı sebebiyle
tahakkuk etti". (A'raf/137)
Allah Resulü
(sav) ise sabır hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sevmediğiniz
birşeye karşı sabırda, birçok hayır gizlidir". [1][1] İsa
Peygamber'in de (as) şöye buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Sevdiğiniz şeylere
ulaşmanızın tek yolu, sevmediğiniz şeylere karşı sabretmenizdir\
Sahabe'den
(ra) bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala'nm takdir ettiği çile ve lütuf,
takva ve sabırdadır. Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Sabır, imanın
yarısıdır. Ali de (kv) sabrı, imanın esaslarından biri olarak ifade etmiş, onu
cihad, adalet ve yakin ile birlikte zikretmiştir. O, iman hakkındaki bir soruya
şu cevabı vermişti: İman, dört esas üzerine bina edilmiştir: Yakin, sabır,
cihad ve adalet. Yine o, şöyle demiştir: Sabrın iman için önemi, kafanın beden
için önemi gibidir. Başı olmayan birinin bedeni olmayacağı gibi, sabrı
olmayanın da imanı olmaz.
Allah Resulü
(sav) sabrın ulviyet ve üstünlüğünü hayli yukarı çıkartarak onu Yakin
mertebesine koymuş ve bir hadisinde bu ikisini birlikte zikretmiştir.
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlardan da sabrettikleri zaman
emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar çıkarmıştık. Onlar, ayetlerimize de
yakini imanla sarılmışlardı". (Secde/24) Allah Resulü'nden (sav) rivayet
edilen bir hadiste de, yakini iman ve sabra mazhar kılman bir kulun, geçmişte
kaçırdıklarından dolayı hesaba çekilmeyecekleri haber verilmektedir. O, başka
bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Sabır, amel ve ecrin kemalidir".
Yine O, Şehr
b. Havşeb el-Eş'ari tarafından Ebi Ümame el-Ba-hili'den (ra) rivayet edilen bir
hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah tarafından size verilenlerin en
azı, yakin ve sabırda azimet sahibi olmaktır. Bu ikisinden kendisine pay
verilen kimse, kaçırdığı gece namazı ve gündüz oruçlarını Önemsemez.
Bulunduğunuz hal üzerinde sabırlı olmanız, benim için sizden her birinin,
diğerlerinin tamamının ameliyle yanıma gelmesinden daha sevimlidir. Ama ben,
benden sonra dünyanın kapılarının sizlere açılmasından ve birbirinizi tanımaz
hale, sema ehlinin de sizi tanımaz hale düşmenizden korkarım. Böyle bir
durumda her kim sabreder ve mükafa-atını Allah Teala'dan beklerse, sevabının
tamamım kazanmış olur". Allah Resulü (sav) bunları söyledikten sonra
"Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın yanındaki ise tükenmez. O,
sabredenlere mükafaat-larını yaptıkları amellerin daha güzeli ile elbette
vereceğiz" (Nahl/96) ayet-i kerimesini okudu.
İbnu'l-Münkedir'in
Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü'ne (sav) imanın ne
olduğu sorulunca şu cevabı verdiği nakledilir; "Sabır ve
hoşgörüdür".13 Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Teala da şöyle
buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmelerinden ötürü ecirleri iki misliyle
verilir". (Kasas/54); "Sabredenlere ise ecirleri hesapsızca
Ödenir". (Zümer/10) Görüldüğü üzere Allah Teala, sabredenlere normalden
iki kat fazla ecir vermekte ve bununla iktifa etmeyip sabredenlerin
mükafaatlarım daha da arttırarak sınırsız ve sonsuz hale getirmektedir. Bu da
sabrın, makamların en faziletlisi oluşuna delalet etmektedir.
Allah Teala,
sabredenler için üç fazileti biraraya getirmiş, sonra da bunları ibadet
ehlinin cümlesi üzerine dağıtmıştır ki bunlar; ahiretteki müjdeden sonra salat,
rahmet ve hidayettir. Ömer (ra) şöyle derdi: Ne güzel iki karşılık ve ne güzel
bir ilave! O, iki karşılık ile salat ve rahmeti, ilave ile hidayeti
kasdederdi. 'İlave', hayvanın üstündeki yüke uzanabilmek için ayağın altına
konan ilave takoz manasmdadır. Bu manasıyla da üçüncü bir karşılık olması
mümkündür.
Allah Teala,
sabredenlerle beraber olduğunu haber vermiştir. O'nun beraber olduğu kimse,
hiçbir güç tarafından mağlup edilemez. O'nunla beraber olanın derecesi de
yükselir. Allah Teala buyurdu ki: "Sabredin, muhakkak ki Allah
sabredenlerle beraberdir". (Enfal/46); "Sizler üstünsünüz ve Allah da
sizinle beraberdir". (Mu-hammed/35)
Allah Teala,
kullarını kendi ordularıyla desteklemek ve onları zafere ulaştırmak için
sabretmelerini şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Evet siz sabır ve sebat
ederek itaatsızlıktan sakınırsanız, şunlar da şu dakikada üzerinize
geliverirlerse Rabbiniz size beşbin tane belirli işaretleri olan melaike ile
yardım edecektir". (Al-i İm-ran/125)
Ebu Muhammed
Sehl şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Allah Teala'ya itaat derecelerinin
en faziletlisi, ma'siyet karşısında sabırlı olmaktır. Bunun ardından taat
üzerinde sabırlı olmak gelir. Sehl, Allah Teala'mn "Allah'dan yardım isteyin
ve sabredin" (A'raf/128) buyruğuyla ilgili olarak da şöyle demiştir: Yani
Allah Teala'dan O'nun emrini yerine getirme noktasında yardım dilerken, O'nun
edebi noktasında da sabırlı olun.
Sehl, başka
bir vesilede de şöyle demiştir: Allah Teala, çile ve zorluk karşısında sabreden
dışında hiç kimseyi övmemiştir. O, şöyle derdi: Müminler arasında salihler
azınlıktır. Salihler arasında da sadıklar azınlıktır. Sadıklar arasında da
sabredenler azınlıktır. Sehl, bu sözüyle sabrı sıdkın hususiyetlerinden biri
kılmış ve sabredenleri de sadıkların havassı olarak takdim etmiştir.
Sözlerin en
doğrusunu vahyeden Allah Teala da, makamların tertibinde sabredenleri
sadıkların üstüne yükseltmiş ve müteakip sıfatlar müslümanlar için tek bir
sıfat ifade etmek için kulanılmış-sa, o takdirde de sabrı sıdkın içinde bir
makam saymıştır. Bu sıfatlar arasındaki Vav' atıf harfi medh ve övgü içindir.
Eğer sadece iki makam varsa, bu takdirde 'vav' tertib ve sıralama içindir.
Allah Teala, sabredenleri sadıkların ve kunût edenlerin üstüne yükseltmiştir.
Bunu şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Muhakkak ki müslü-man erkekler ve
müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadmar...". (Ahzab/35)
Ata', İbni
Abbas'dan (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: 'Allah Resulü (sav) Ensar'm yanma
gidince kendilerine, 'Sizler mümin misiniz?' diye sordu. Onlar da sükut
ettiler. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Evet, ya Resulellah' dedi. Allah Resulü de
(sav), İmanınızın alameti nedir?' diye sordu. O da, 'Bollukta şükreder,
musibetlerde sabreder ve Allah'dan gelen kazaya razı oluruz' dedi. Allah
Resulü (sav) bu cevap üzerine şöyle buyurdu: Kabe'nin Rabbi adına!
Müminler". Sabır, iki amele ayrılır. Bunlardan biri, dinin salah ve ıslahı
için elzemdir. İkincisi de, dinin bozulmamasının temelidir. Sabır, bunlardan
başka türlere de sahiptir. Kul, dinin islahıyla ilgili bir hususta sabırlı
olarak bununla imanını kemale erdirir. Kimisi de dinin ifsadına sebep olan bir
şeye yaklaşmamak noktasında sabırlı davranarak bununla yakinini
güzelleştirebilir.
Bu manada
Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: 'O, Basra'ya girip de denetimi eline
aldığı zaman Basra camiine girmiş ve orada kıssa anatan kassasları 'Kıssacılık
bidattir* diyerek dışarı atmaya başlamıştı. Nihayetinde, cemaata konuşan bir
genç gördü. Durup dinlediği zaman söyedikleri hoşuna gitti. Yanma giderek
şöyle dedi: Delikanlı, sana iki şey soracağım, eğer onları bilirsen halka
öğütte bulunman için seni serbest bırakırım. Aksi takdirde arkadaşlarını
çıkardığım gibi seni de çıkarırım. Genç, 'Sor ey müminlerin emiri' dedi. Bunun
üzerine Ali (kv), 'Dinin salah ve fesadı nedir?' diye sordu. Genç vaiz de,
'Dinin salah ve selameti vera', fesadı ise tamahtır5 dedi. Bu cevap üzerine
Ali (kv) 'Doğru söyledin. Artık konuşabilirsin. Çünkü halka senin gibilerin
konuşması doğru olur' dedi. Rivayete göre bu genç, bizim bu ilimdeki imamımız,
En-sar'ın azatlısı Hasan b. Yesar el-Basri (ra) idi.
Meymun b.
Mehran şöyle derdi: 'İman, tasdik, marifet ve sabır tek bir şeydir1.
Ebu'd-Derda (ra) ise şöyle derdi: İmanın zirvesi, hükme sabır, kadere rıza
göstermektir. Vera', zühdün başıdır. Zühd, ahiret kapılarının ilkidir. Tamah
ise, arzu ve rağbetin başıdır. O, dünya kapılarının da en büyüklerinden
biridir. Tamahın işareti, dünya sevgisidir. Dünya sevgisi ise, bütün
günahların başıdır.
Denir ki,
kainatta işlenen ilk günah, tamah olmuştur. Buna göre Adem (as) ebedi hayata
tamah ederek, menedildiği ağacın mey-vasmdan yemiştir. İblis de, Adem'i (as)
cennetten çıkarmak istediği için isyan etmiş ve ona vesvesede bulunmaya
başlamıştır. Netice itibarıyla her ikisi de aynı günahta birleşmiştir. Tamah
bakımından aynı fiil içinde olmalarına rağmen, tamah ettikleri şeyler noktasında
birbirlerinden farklılaşmışlardır.
işlenen bu
masiyetlere verilen ceza bakımından da sonları farklı olmuş ve Adem (as) daha
önceki güzel davranışlarına binaen affedilirken, şeytan geçmişte yazılan
bedbahtlık ve tamahına binaen helak olmuştur. O, zannı tasdik ettiği için asla
geri adım atmamış ve Allah Teala da kendisini düşman olarak nitelemiştir:
"Andolsun ki İblis, onlar aleyhindeki zannı doğru çıkardı".
(Sebe'/20) Zan, yakinin zıddı olup hak namına hiçbir şey ifade etmez. Allah
Teala müşrikleri vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Yalnız bir zandan
ibarettir sanıyoruz. Fakat biz yakini bilgi sahipleri değiliz".
(Casiye/32)
Yaratılanlara
karşı tamah duygusuna gem vurarak sabırlı olan kimse, bu sabrı sayesinde vera'
makamına yükseltilir. Dini noktasında vera' sahibi olmak hususunda sabırlı
olan kimse ise, bu sabrı sayesinde zühd makamına ulaşır. Bunun mukabilinde
asılsız bir zannı tasdik etmeye tamah eden kimse de, bu tamahı yüzünden dünya
sevgisine duçar olur. Dünya sevgisine duçar edilen ise, bu sevgi yüzünden dinin
hakikatmdan yüz çevirmeye başlar.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Bizler, eziyete uğramayan ve eziyete tahammül göstererek
ona karşı sabretmeyen kimsenin imanını iman saymazdık'. Allah Teala da,
müminleri sınamak ve imanlarını denemek için kullarına eza edebilir. Ama O,
bunun bir azap olmayıp sadece dilediği kulan için bir imtihan ve insanlar için
de bir sınama olduğunu haber vermektedir. Böylelikle bu eziyet ve cefa, ona
maruz kalan kul için bir rahmet ve hayır vesilesi olabilmektedir.
Allah Teala
bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar içinde öyle kimseler
vardır ki, 'Allah'a iman ettik' der de, Allah uğrunda bir eziyet edildi mi
insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi tutar". (Ankebut/10) Yani
insanlardan gördüğü eziyet ve işkenceyi Allah Teala'nm azabı gibi görür.
Halbuki bu, Allah Teala'dan bir azap olmayıp aksine O'ndan gelen batmi bir
rahmettir. O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Ama insan, her ne zaman Rabbi
onu imtihan edip rızkını daraltırsa, o vakit de 'Rabbim bana ihanet etti' der.
Asla". (Fecr/16-17) Rabbi onu fakirlik sebebiyle aş ağılamamış tır. Aynı
şekilde diğerlerini de nimet ve ikramda bulunarak yüceltmemiştir. Allah Teala
bizzat Resulü'ne de (sav) bu manada hitap ederek şöyle buyurmuştur:
"Onlann söylediklerine karşı sabırlı ol ve kulumuz Davud'u an".
(Sad/17) Görüldüğü gibi Allah Teala, iftiralardan bunalan Peygamberi'ni (sav)
sabır ile teselli etmiş ve kendisine sabır lütfetmiştir.
KOnuyla
ilgili rivayet edilen bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Arz ehlinin en
fazla şükredeni getirilir. Allah Teala da ona, şükre-denlerin mükafaatmı verir.
Sonra arz ehlinin en sabırlısı getirilir ve kendisine şöyle denilir: Seni de
şükredenler gibi mükafaatlan-dırmamıza razı olur musun? O da, 'Evet, ey Rabbim'
der. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: Ona nimet verdiğimde şükrettiği
gibi sen de imtihan ettiğimde sabrettin. Onun için ecrini bir misli
arttıracağım. Böylelikle sabreden kişi, şükredenden misliyle fazla ecir
alır".
İbnu EM
Nüceyh, halifelerden birini sabra teşvik etmek için yazdığı mektubunda şöyle
demiştir: 'Allah Teala'nm hakkım bilmeye en layık olan kimse, kendinde
bıraktıkları noktasında Allah'ın hakkı vicdanına en ağır gelen kimsedir. Bil ki
senden önce geçmiş olan mazi, senin için baki kalandır. Senden sonra baki kalan
ise, ecre layık olacağın şeylerdir. Bil ki, başlarına gelen musibet ve belalara
karşı sabredenlerin ecri, afiyette olduklan anda kendilerine bahşedilen
nimetlerden çok daha fazladır..
Bu konuda
rivayet edilen haberlerden birinde de şöyle denilmektedir: 'Sabredenler
dışında her kulun ecri, hesap ve ölçü iledir. Sabredenlere ise hesapsız ve
tartısız şekilde ecir ve mükafaat verilir. Başka bir haberde ise şöyle
denilmektedir: 'Cennetin kapılan iki kanatlıdır ve önlerine çok kalabalık
topluluklar doluşur. Sabır kapısı ise, tek kanatlıdır ve ondan yalnızca dünyada
musibetlere maruz kalmış sabır ehli, birer birer girerler.
Allah Teala
ihlas ehlinin ecirleri hakkında şöyle buyurur: "İşte onlara bilinen bir
rızık vardır". (Saffat/41) Sabredenlerin ecirleri hakkında ise şöyle
buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir". (Zümer/10) Bu
ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Sabredenlerin ecirleri, tartıyla değil
avuçla verilir.
Sabredenlerin
ecirlerinin bu şekilde hesapsız ve misliyle olmasının sebebi şudur: Sabır,
nefse en ağır gelen ve nefs tarafından en fazla nefret edilen bir fazilettir.
Sabır, insan tabiatı için de, en acı veren şeydir. Onun için en güç olan da,
alçakgönüllülük ve hoşgörü noktasında Öfkeyi bastırıp hüzünlenmektir. Tevazu ve
insanın kendini tutması da, sabırdan sayılır. Sabır, edepli ve güzel ahlaklı
olmaktır. Sabır sayesinde halka eziyet vermezken, onlardan gelebilecek
eziyetlere karşı tahammül gösterilir.
Bunlar, çok
kuvvetli bir iradeyi icap ettiren faziletlerdir. İnsanların çoğunluğu, bu tür
durumlarda kendilerine hakim olamadıkları için yürekleri daralır. Allah Teala
da işte bu yüzden müttakilere ve sadıklara, zorluklarda ve hoş olmayan
durumlarda sabırlı olmayı şart koşmuştur. Onların sadakat ve takvalarını sabır
ile tahakkuk ettirmiş, sıfatlarını ve salih amellerini yine onunla kemale erdirmiştir.
O, bu manada şöyle buyurmuştur: "Sıkıntılı ve ferah zamanlarında ve
muharebe anında sabrederler; işte sadık olanlar onlardır, işte müttakiler de
onlardır". (Bakara/177)
Sabır;
nefsin heva ve arzularının peşinde koşmasının engellenmesi ve Rabbini razı
edecek şekilde nefs ile mücadelede sebat gösterilmesidir. Kulun nefsiyle
yaptığı mücahede, uğradığı bela ve imtihanın büyüklüğüne göre olmalıdır. Çünkü
mücahede, yaşanılan imtihanın büyüklüğüne göre olur. Kul, bunun dışında nefsini
şerre karşı hapsetmeli ve onu devamlı surette taat üzere tutmaya çalışmalıdır.
Tabii, Rabbinin huzurunda kötü davranışlar sergilemek isteyen beşeri
tabiatının açgözlülüğüne karşı da sabin olmalıdır. Muamelesinde güzel ahlakı
koruma noktasında da sabırlı olmalıdır.
Sabır,
hususiyetleri bakımından da birçok türe aynlır. Bu me-yanda, nevaların
tasallutuna karşı sabır gösterildiği gibi Hak Tea-la'nın hizmetinde sebat etmek
de sabrın türlerin dendir. Bu babda nefs mücahedesinin icaplarından biri de,
hevanm hatırları, şeytanın tahrikleri ve dünyanın süslerine karşı kalbi ve
niyeti an duru tutmaktır. İnsanı bekleyen ve sabredilmesi gereken sayısız afet
ve bela karşısında uzuvları bunlardan uzak tutmak ve nefsi onlann yolunda
yürümekten alıkoymak da sabnn tezahürlerinden sayılır. Nefsi, hak üzerinde
tutarak, dil, kalp ve beden ibadetiyle hak üzerinde yoğunlaşmak da sabrın
türlerinden biridir. Allah Teala, salih amel işleyen müminleri bu şekilde
vasfetmiş ve amellerinin salahı için sabn şart koşmuştur. O, Asr suresinde
sabır ve hak ehli olmayanlar dışında bütün insanların hüsranda olduklarını
haber vermiştir. Yine bu surede sabrı, karşılıklı olarak tavsiye edilmesi
gereken bir fazilet olarak yüceltmiştir.
Nefsin,
yaratanı olan Allah Teala'ya ibadete hasredilmesi, kanaat üzere tahammüle zorlanması
ve nzık veren Allah'ın yaptıkları karşısında imanını yitirmemeye sevkedilmesi
de sabnn tezahür-lerindendir. Halka eza veren şeylerden el çekilmesi de sabnn
türlerinden biri olup böyle yapanlar adalet makamında yeralarak Allah
Teala'nm şu buyruğunda bahsedilen kimseler arasına girerler: "Muhakkak ki
Allah, adaleti emreder". (Nahl/90)
Halktan
gelen eza ve cefaya sabredenlere gelince, bunlar da ihsan ehlinin makamında
yeralır ve Allah Teala'nm "Ve ihsanı (emreder)" (Nahl/90) buyruğu
kapsamına girerler. İnfak ve tasaddukta sabrederek, hak sahiplerine haklanm
vererek yakın olana yakından vermek de sabrın türlerindendir. Sabrın bu türünü
ifa edenler de infak edenler makamında yeralır ve Allah Teala'nm "Ve yakınlara
vermeyi (emreder)" (Nahl/90) buyruğunun kapsamına girerler. İlim ve iman
bakımından Tuhşiyat' olarak nitelenen fiillerden uzak durmak da sabır
şekillerinden biridir. Tuhşiyat', ulema tarafından çirkin görünen hal ve
hareketlerdir. Azgınlığa kapılmamak da sabnn tezahürlerinden biridir. Azgınlık
(=bağy); aşmlık, mübalağa ve kibre kapılarak sınırları çiğneme fiilidir.
Dünyevi hususlarda müsrif olmak da, bağy kapsamına girer. Nahl suresi 90.
ayeti, bütün bunları ihtiva eden kapsamlı bir ayet-i kerimedir. Kur'an'ın kutbu
olan bu ayet, sabnn hemen bütün şekillerini içermektedir. Ayette tavsiye edilen
sabrın ilk üç türü yapma istikametinde olup; adalet, ihsan ve yakınlara infakta
bulunma fiillerindeki sabrı ifade eder. Diğer üç türü ise, uzak durma yönünde
olup fuhşiyat, münke-rat ve bağyden uzak durma noktasında gösterilmesi gereken
sabrı ifade eder. İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Kur'an-ı Kerim'in emir ve
yasakları en iyi birleştiren ayeti bu ayet-i kerimedir.
Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Amel edenlerin ecirleri ne kadar da güzeldir ki onlar,
sabredip yalnız Rablerine tevekkül ederler". (Ankebut/58-59)
Sabredenlerin mükafaatları ne kadar da güzeldir ki, Allah Teala tarafından
vasfedilmeye değer bulunmuştur. Onların rızıkları ne kadar da değerlidir ki
Allah tarafından zikredilmiştir. Onlar ne yüksek bir dereceye sahiptirler ki
Allah Teala onları anlatmış ve sabırları sebebiyle övmüştür.
Sabır,
amelin öncesinde, esnasında ve sonrasında ihtiyaç duyulan bir fazilettir.
Amelin başında ihtiyaç duyulan sabır; amele dönük olarak ortaya çıkan niyetin
düzeltilmesi, amele kesin olarak azmetme ve kararlı olarak yönelme için
elzemdir. Amellerin sıhhat bulabilmesi için bu, birinci şarttır. Allah Resulü
de (sav) bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetlere
göredir. Her kimse için niyet ettiği vardır"[2][2]Allah Teala da
şöyle buyurmuştur: "Onlar sadece dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet
etmekle emro-lundular". (Beyyine/5") Niyetin hakikati, ihlastır.
Allah Teala, sabrı amelin önüne geçirerek şöyle buyurmuştur: "Ancak
sabreden ve sa-lih ameller işleyenler müstesna. İşte onlar için mağfiret ve
büyük bir mükafaat vardır". (Hud/11) Sabır; amel tamama erinceye kadar
yavaş hareket ederek beklemektir. Allah Teala, bu şekilde amel edenler hakkında
da şöyle buyurmuştur: "O amel edenlerin ecri ne kadar da güzeldir ki onlar
sabrederler". (Ankebut/58-59) Amelden sonraki sabır ise, onu gizleme,
onunla gösterişte bulunmama ve onu dillendirerek övünç ve itibar kazanma
illetinden kurtulma noktasında gösterilen sabırdır. Böylelikle amelin riyadan
uzak ve sevabı bakımından mükemmel olması temin edilmiş olur. Allah Teala, bu
meyanda da şöyle buyurmuştur: "Allah'a itaat edin, Resul'e itaat edin ve
amellerinizi boşa çıkarmayın". (Muhamme6V33); "Minnet bekleyip eza
ederek verdiğiniz sadakaları boşa çıkarmayın". (Bakara/264)
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Ma'ruf bir amel, ancak şu üç şeyle tamama erer: Acele
etme, gözde büyütmeme ve gizleme. Kişinin, nefsini ödüllendirmemesi de sabrın
çeşitlerinden biridir. Allah Tea-la'yâ tevekkül ederek ezave cefalara katlanmak
da sabrın tezahür-lerindendir. Bu babda da Allah Teala'nm şu buyruğunu
zikredebiliriz: "Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz. Onun
için tevekkül edecek olanlar, hep Allah'a tevekkül etmelidirler". (İbrahim/12)
Bu, havassa mahsus olan sabır türlerindendir.
Marifet
ehlinden bir zat şöyle derdi: Kulun tevekkülde bir makam sahibi olabilmesi
için eziyet görmesi ve bu eziyetlere karşı sabretmiş olması elzemdir. Allah
Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Onların ezalarım bir kenara at ve Allah'a
tevekkül et". (Ahzab/48); "O'nu vekil edin ve söylediklerine karşı
sabırlı ol". (Müzzemmil/9-10) Bu, rızanın ilk makamıdır.
Rızanın
ikinci makamı ise, hükümlere karşı sabırlı olmaktır. Bu da misal olmaya en
layık olan imtihana tâbi tutulanların sabrıdır. Misal olmaya en layık olanlar,
Allah Resulü'nün de (sav) hadisinde buyurduğu gibi peygamberlerdir: "Biz
peygamberler zümresi, insanlar arasında imtihanı en ağır olanlarız".
Misal olmaya en layık olanı, Allah Teala'nm mücmel olan şu buyruğunda görmekteyiz:
"Rabbin için de sabret". (Müddessir/7) Allah Teala, bu buyruğunu
daha sonra tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne sabret.
Çünkü sen Bizim nezaretimiz altındasın". (Tur/48)
Nefsi
takvaya hasretmek de sabrın türlerinden biridir. Takva, bütün hayırları ihtiva
eden kapsamlı bir isimdir. Sabır ise, bütün iyiliklere dahil olan bir
mefhumdur. Kul, bu ikisine birden sahip olduğu zaman ihsan ehlinden olur.
"İyilik edenleri (ayıplamaya) bir yol yoktur". (Tevbe/91)
Bu hususu
teyid eden ayetlerden biri de şudur: "Kim takva sahibi olur ve sabrederse
(bilsin ki) Allah, ihsan sahiplerinin ecrini asla zayi etmez". (Yusuf/90)
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki
mallarınız ve canlarınız hususunda mutlaka imtihana çekileceksiniz. Sizden önce
kendilerine Kitab verilenlerden ve müşriklerden birçok incitici sözler
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva yoluna giderek korunur iseniz, işte bu
az-medilmesi gereken mühim işlerdendir". (Al-i İmran/186) Yani
mü-kafaattan Önce ezaya karşı sabrederseniz, bela ve imtihanlar karşısında
takvadan" ayrılmazsamz, bu sizin çok daha hayırlı olur. Allah Teala, bu
hususla ilgili şöyle buyurur: "Ceza verdiğiniz zaman size verilene denk
olanla ceza verin. Eğer sabrederseniz, bu sabredenler için daha
hayırlıdır". (Nahl/126)
"Zulme
uğradıktan sonra hakkını alan kimse için (cezaya) yol yoktur". (Şura/41);
"Her kim de sabreder ve bağışlarsa, işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe
değer işlerdendir". (Şura/43)
Üstteki
ayetlerin ilkinde yeralan hüküm, mükafaat ve hakkı almaktır. Hakkı almak
adaletin neticesidir. Adalet ise hasen yani güzeldir. İkincisinde ise affetme
ve sabretme vardır. Bu da faziletin neticesi olup Ahsen yani en güzelidir.
Allah Teala'nın şu buyruğun-daki mecazi mana da budur: "O kimseler ki sözü
dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah Teala'nın hidayet ettiği
kimselerdir. Onlar akıl sahipleridir". (Zümer/18) Sözü dinlemek,
adalettir. Adalet ise Hasen'dir ve hakkı almaktır. Affetmek ise, Ahsen'dir. Allah
Teala, böyle davranan kullarını hidayet ve akıl sıfatlarıyla övmektedir ki bu,
Muhbitûn'un (^Allah'tan korkup alçakgönüllü olanlar) makamıdır. Denildi ki:
Muhbitûn; zulmetmeyen, zulme uğradıkları zaman da hak talep etmeyen
kimselerdir.
Yukarıdaki
sıfatlarla övülmek bu makamın ehline layıktır. Bu makamdakiler, huşu ehli olup
ahirette Allah'tan gelecek karşılığın güzelliğiyle mutma'indirler. Çünkü onlar,
dünya hayatının çok kısa sürede fena bulacağını ve Allah Teala ile
karşılaşmanın ise çok yakın olduğunu bilirler. Allah Teala da bu manada şöyle
buyurmuştur: "Ve o (kıyamet) saati elbette gelecektir. Sen şimdi hoşgörü
ile muamele et". (Hicr/85)
Takva ve
sabır, biri diğerine bağlı olan mefhumlardır. Bunlardan herhangi biri
yekdiğeri olmaksızın kemale eremez. Makamı takva olan kulun, halinin de sabır
olması gerekir. Takva, makamların en yükseği olduğu için sabır da hallerin en
yücesi olmuştur. Allah Teala'dan en fazla korkan muttaki kul, O'nun katında en
değerli kul olur. O'nun katında en değerli olan da, elbette en faziletli ve
üstün olandır.
Allah Teala,
sabrı emrettikten sonra kendi zatına izafe etmek suretiyle şereflendirmiş ve
şöyle buyurmuştur: "Sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir".
(Nahl/127); "Rabbin için sabret". (Müddessir/7) Herşey O'nun
sayesinde olduğu ve her salih amel O'nun rızası için eda edildiği için Allah
Teala, imtihan etmediği hiçbir kulunu övgüyle vasfetmediği gibi senada da
bulunmaz. İmtihana tabi tuttuğu kulu, bu imtihandan sağlam olarak çıkarsa
kendisini över ve takva sıfatıyla anar. Aksi halde onun yalancılığını ve iftiracılığını
beyan eder.
Süfyan-ı
Sevri'ye (ra), 'Amellerin en faziletlisi hangisidir?' diye sorulduğunda şu
cevabı vermiştir: İmtihan anında sabırlı olmak. Ulemadan bir zat da şöyle
demiştir: Sabırdan daha faziletli ne olabilir ki? Allah Teala, Ritabı'nın
doksan küsur yerinde onu zikretmiştir. O'nun Kur'an'da sabır kadar hiçbirşeyi
bu kadar çok zikretmediğini biliyoruz. Allah Teala tarafından bir imtihana
tabi tutulduğunda ona sabretmeyen hiç kimse, O'nun medhü senasına nail olmayı
ummasın. Allah Teala tarafından medhü sena ile anılmayan hiç kimse de imanın
hakikatma ve yakine ermeyi beklemesin.
Zahir
uzuvlanyla salih ameller işlese dahi, Allah Teala tarafından mdhü sena ile
zikredilip hayır ile anılmayan kimsenin, hüsn-i hatime ile vefat etmesinden
endişe edilir. Çünkü Allah Teala bir kulu sevdiği ve onun amelinden razı olduğu
zaman, kendisini överek vasfeder. O'nun tarafından istenmeyen bir durumla veya
bir sıkıntıyla, ya da arzu ve şehvetle sınanan bir kul, bunlar karşısında
sabır ve metanet gösterdiği vakit Allah Teala'nın izzet ve ikramına mazhar
olarak hamdü sena ile vasfedilir. Böyle bir kulun ismi, vas-fedilen kulların
isimleri arasına girerken, kendisi de övgüye nail olanlardan biri kılınır. İşte
bu noktadan sonra, ayağının sürçmesine karşı emniyette olarak, hüsn-i hatimeye
nail olur.
Sabrın
çeşitlerinden biri de bolluk ve refahda sabırlı olarak bunlar yüzünden Allah
Teala'nın emir ve yasaklarıyla çelişkiye düşmemektir. Zenginlikte sabır, servet
ve malı heva uğrunda harcamamaktır. Kendisine nasip edilen bir nimete
sabretmek ise, o nimeti bir ma'siyet işlemek için kullanmamaktır. Müminin bu
tür hallerde sabırlı olmaya davet edilme ihtiyacı, zorluk ve sıkıntılar
karşısında sabra davet edilme ihtiyacıyla aynıdır. Denir ki: Fakirlik ve
imtihanlar karşısında her mümin sabredebilir. Ancak refah ve bollukta ancak
sıddıklar sabredebilir.
Sehl şöyle
derdi: İyi hale sabretmek, bela ve musibete karşı sabretmekten daha zordur.
Sahabe de (ra), dünyanın zenginlik kapıları kendilerine açılıp rahatlığa ve
bolluğa kavuştukları zaman şöyle demişlerdir: Yokluklarla imtihan edildiğimizde
sabrettik. Varlık ve refahla imtihan edildiğimizde ise sabredemedik.
Selef-i
Salih, varlık ve zenginlikle imtihan edilmeyi, yokluk ve sıkıntıyla imtihan
edilmekten daha ağır ve zor görürlerdi. Allah Te-ala da bu babda şöyle
buyurmuştur: "O müttakiler ki bollukta ve darlıkta infak ederler".
(Al-i İmran/137) Allah Teala onları, imanlarının güzelliği, zühdlerinin
hakikiliği ve nefslerinin cömertliğinden dolayı farklı iki hallerinde de tek
bir sıfat ile medhetmiştir.
Bu manada
başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, mallarınız ve
evlatlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın". (Münafîkun/9) Çünkü
mallar ve çocuklar, kişiyi mutlu ederek Zikrullah'dan alıkoyabilecek
şeylerdir. Bir diğer ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Eşleriniz
ve çocuklarınızdan sizin için düşmanınız olanlar vardır, onlardan
sakının". (Teğabün/14) Çünkü kişi, eşleri ve çocuklarıyla mutlu olup
şımararak hevaya uygun düşecek işler yapıp onların varlığından dolayı Rabbinin
emirlerine muhalefet edebilir. Neticede eşleri ve çocukları ahirette düşmanları
olarak karşısına çıkabilirler.
Bu babda
Allah Resulü'nden (sav) şu hadise nakledilmiştir: "O, torunu Hasan'm
elbisesi yüzünden tökezlediğini görünce minberden inmiş ve onu kucaklayarak
şöyle demiştir: Allah Teala hakikaten doğruyu söyledi: Mallarınız ve
çocuklarınız sizler için bir imtihan vesilesidir. Yavrumu bu halde görünce
kendimi tutamadım ve kucağıma aldım. Muhakkak ki bunda görenler için ibret
vardır".[3][3]
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Çocuklar, hüzün, cimrilik ve korkaklıktır"[4][4]Gerçekten de
onlar, genellikle hüzün, cimrilik ve korkaklığın kaynaklarını teşkil ederler.
Çocuklara ve mala düşkünlük, insanı bu hallere itebilir. Varlığa, zenginliğe ve
çocuklarla imtihanlarına karşı sabırlı olan ve bunlardan herbirini hakettiği
yere koyabilen kimse, şükreden ve sabredenler arasındaki yerini alır. Yoksulluk
ve musibetlerle sınanan kimselerin böyle birine üstünlükleri, şükür ve rızanın
hakikatma varmış olmalarından başka bir şey değildir.Allah Teala, üstte
zikrettiğimiz ayet-i kerimesinde varlık ve darlık hallerini birleştirerek,
müttakiler için ortak bir sıfat olarak koymuş ve onları her iki halde de
ihsanda bulunmakla överek şöyle buyurmuştur: "Bir cennete ki, eni gökler
ve yer genişliğinde olup müttakiler için hazırlanmıştır. Onlar ki bollukta ve
darlıkta infak ederler ve kızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların
kusurlarını affederler. Allah da o ihsan sahiplerini sever". (Al-i
İmran/133-134)
Acı ve
musibetleri gizleyerek, bunları serzenişle dile getirmeyi bırakmak da sabrın
tezahürlerinden biridir. Sabr-ı Cemil yani Güzel Sabır olarak bilinen sabır da
işte budur. Denildi ki: Sabr-ı Cemil, şikayet ve insanlara yakınmanın olmadığı
sabırdır. îbni Ab-bas'dan (ra) şunu rivayet ettik: Sabır, Kur'an'da şu üç
şekilde yera-lir: Allah Teala'nm rızası için farz kılman ibadeleri eda etmede
gösterilen sabır; Allah Teala'nm menettiği haramlara yaklaşmama noktasında
gösterilen sabır; Musibetlerde ilk darbede gösterilen sabır. Allah Teala'nm
farzlarım eda etmede sabır gösterene üçyüz derece vardır. Allah Teala'nm haram
kıldıklarından uzak durma noktasında sabır gösterene altıyüz derece vardır.
Musibetlerde, ilk darbe karşısında sabredene ise dokuzyüz derece vardır.
Görüldüğü
üzere, bu ifadenin tefsiri gereklidir. İbni Abbas (ra) musibete karşı sabrı,
farzlar ve haramlarda sabırlı olmaktan üstün olduğu için üstün tutmuş değildir.
Bunun hakiki sebebi şudur: Farzlar ve haramlarda sabır göstermek, müslümanlarm
genel hal-lerindendir. Halbuki musibetler karşısında sabır göstermek, yakin
makamlarından biridir. Yakini iman makamı, elbette İslam makamından daha üstün
bir makamdır.
Bu meyanda
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu dua da zikredilebilir: "Sen'den,
sayesinde dünyevi musibetleri hafif kılacağın bir Yakin nasip etmeni niyaz
ederim".[5][5]
Musibetler karşısında en güzel şekilde sabreden kişi, yakin bakımından en güçlü
olan kişidir. Musibet ve belalar karşısında en fazla yakman kişi ise, yakin
bakımından en zayıf olan kişidir.
Bu babda
Seleme b. Verdan, Enes b. Malik'ten (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Hakka ererek şüpheyi terkeden kimse için
cennetin en üstünde bir ev bina edilir. Batılı kaldırarak şüpheyi terkeden
kimse için de cennetin ortasında bir ev bina edilir. Yalanı terkeden için de
cennetin bir köşesinde ev bina edilir".[6][6]
İlk bakışta
yalanı terketmekle, batılı kaldırarak şüpheyi terket-menin çok daha öncelikli
bir fariza ve vecibe olduğunu görüp bunların daha üstün olmaları gerektiğini
söyleyebilirsiniz. Ancak batıl karşısında şüphe ve yalanı terketmek,
müslümanlarm umumu için geçerli olan bir durumdur. Hakikata ermiş ve sadık olan
bir kulun şüphesine gelince, böyle biri içine düştüğü şüphe halini insanlara
açıklamadığı, sükutu ve selameti tercih ettiği için diğerlerinden daha üstün
olur. Çünkü böyle bir şüpheli duruma, ancak yakin sahipleri tahammül edebilirler.
Onlar da müminlerin havassıdırlar. Makamları ise, yakin ve zühddür.
Konuşma ve
diğerlerine anlatma arzusunu bırakarak sükut ve sessizliği tercih etmek elbette
daha faziletlidir. Bu tür davranış, ya-kini imanın icaplarmdandır. Böyle bir
mümin de sahip olduğu makam ile, müslümanlarm umumundan daha üstün bir yere
yerleştirilmiştir. Onlar, farz ve vecibe olmaya daha layık olsalar da yalanı
ve şüpheyi terkederler. İbni Abbas'ın (ra) yukarıdaki sözünün açıklaması
budur.
Hayır
işlerini gizleyerek, bunları anlatmaktan duyulan haz ve zevke karşı nefse gem
vurmak da sabrın türlerinden biridir. Hayırlı amellerin ve sadakaların
gizlenmesi de bu çerçevede değerlendirilir. İlan etmede bir beis olmamasına
rağmen bunları gizlemek, edebe daha uygundur. Her halkürda iyi işleri ve
verilen sadakaları gizlemek, daha faziletli, daha nezih ve Allah Teala için de
daha sevimlidir. Hatta onlar iyilik hazinelerindendir. Kasdettiğimiz, acıları,
musibetleri ve sadakaları gizlemektir. Bunlar, Allah Teala'nın katındaki en
değerli hazinelerdir.
Fakirlik
halini saklayıp gizlemek de, sabrın tezahürlerindendir. Yoklukla dolu gecelerde
yaşanılan imtihanlara karşı sabırlı olmak ise, rıza ve zühd ehlinin halidir.
Sabrın en güzeli; Allah Teala ile başbaşa kalmakta, O'nu dinlemekte ve bütün
kalbiyle O'na yönelerek vecdi O'nunla güçlendirme hususunda gösterilen
sabırdır. Bu, Mukrrebun'a mahsus olan bir fazilettir.
Allah
Teala'dan haya duyma, O'nu sevme, O'na teslim olma ve işleri O'na havale etme
noktasında gösterilen sabır da sabırların en güzelidir. Bu, kaderlerin akışı
altında sükuneti bulmak, onları bağış ve lütuf olarak görmek, Allah Teala'ya
niyazda bulunma ve kaderlerle ilgili olarak O'nun hikmetini görme noktasında
işlerin nasıl güzel tasarlandığına şahit olmak ve onlarla imtihan edilme gayesine
sahip olmaktır. Bütün bunlar da Allah Teala'nın şu buyruklarının
muhtevasmdandır: "Rabbin için sabret" (Müddessir/7); "Rabbinin
hükmüne sabret. Muhakkak ki sen, Bizim nezaretimiz-desin" (Tur/48).
Ömer b.
Abdülaziz (ra) ve ondan başka birçok imam şunu söylemişlerdir: Sabaha
çıktığımda, kaderin tecelli ettiği yerler dışında hiçbir sevincim olmaz. Bu
sözün başka bir rivayetinde ise, 'Kazayı beklemem dışında..' ifadesi
yeralmaktadır. Denir ki: Yakini imanın alametlerinden biri de, başa gelen
kazaya güzelce sabredip rıza göstererek teslim olmaktır. Bu da ariflerin
makamıdır. Ebu Mu-hammed Sehl (ra), Ali'nin (kv) 'Allah Teala her kulu için
aynı uykudan haz alır sözünün tefsirinde şöyle demiştir: Yani hükümlerin cari
oluşları esnasında sükunetini muhafaza ederek itiraz ve hoşnutsuzluk ifade
etmeyen kulunu sever.
Musibete
karşı sabırda, sabrın ilk darbede olmasının şart koşulmasına gelince, bu
hususta Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sabır, sadece ilk d arbede
dedir".[7][7]
Denir ki: Herşeyde asıl olan, önce küçük gelip giderek büyümesidir. Ancak
musibet ve belalar bunun dışındadır. Onlar ilk anda büyük gelip sonra küçülmeye
başlarlar. Bu yüzdendir ki, sabırdan doğacak sevabın büyük olabilmesi için,
acının ilk anında gösterilmesi istenmiştir.
İnsan,
musibeti ilk duyduğu ve kalbi bu şiddetli darbeyle sarsıldığı zaman sabır ve
metanet göstermelidir. Böyle bir durumla karşılaştığı ilk anda Allah Teala'yı
düşünerek O'ndan haya eden kul, sabrı güzelce ifa edebilir. O'nun 'Sen Bizim nezaretimizdesin'buyruğu
da, Allah Teala'ya tevekkül edenlerin makamını göstermektedir. Keramet
gösterme, sahip olduğu kudret ve işaretleri haber verme noktasında kendini
tutmak da sabrın tezahürlerindendir. Bu,aynı zamanda muamele bakımından da
güzel bir terbiyenin ifadesidir. Bu da, Allah Teala'yı sevenlerin yolu ve
zühdün hakikatidir. Sabrın en faziletli olan şekillerinden biri de övülme,
lider olma gibi arzular karşısında nefsine hakim olabilmektir. Bu meyanda Allah
Resulü'nden (sav) maktu' olarak şu hadis rivayet edilmiştir: "Sabır üç
şeyde olur: Nefsi temize çıkarmaya karşı sabır; Musibetten yakınmaya karşı
sabır; Hayrı ve şerliyle Allah'dan gelen kazaya rıza göstermede sabır".
Ahireti
dünyaya tercih edip Allah Teala'ya kaçarak, ubudiyet sıfatını tahakkuk ettirip
Rubûbiyet sıfatlarının mefhumlarına olsun benzemeye çalışmayı terketmek,
Uluhiyet'e teslim olup Ehadiyet'e teslimiyet gösterme noktasında nefsi
alçakgönüllülük, tevazu ve suskunluğa mahkum etmek de sabrın tezahürlerin
dendir.
Sabırsızlığın
sizi bu tür bir densizliğe sevketm e sinden sakının. Aksi halde sağlam basan
ayağınız kayıverir. Böyle bir duruma düşmekten Allah Teala'ya sığınırız.
Kendileri için geçim temin etme, harcamada bulunma ve yaptıkları eziyetlere
karşı tahammül gösterme noktasında eş ve çocuklara karşı da sabırlı olmak
gerekir. Kulun Allah Teala karşısında eş ve çocuklarıyla ilgili olarak takip
etmesi gereken kuralları vardır. Bunların en altında kendileriyle ilgilenme, en
üstünde ise onlarhakkmda Allah Teala'dan razı olarak O'na tevekkül etme
vardır. Ortada ise, onlara harcamada bulunarak, nefsi onlara meyletmekten uzak
tutma vardır.
Bilin ki
günahların çoğunluğu şu iki şeyden kaynaklanır: Sevdiği şeylere karşı nefsine
hakim olmada ve sevmediği şeylere katlanma noktasında sabırsızlık.
Allah Teala,
bir ayet-i kerimede sevilen bir şeyin kul için şer, sevilmeyen bir şeyin de
tam aksine hayır getirebileceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: "Siz
birşeyden hoşlanmazsınız halbuki o, hakkınızda bir hayırdır ve olur ki birşeyi
seversiniz, halbuki hakkınızda serdir". (Bakara/216)
Sabrın
hükmüne gelince; sabrın başı aynı İhlasın başı gibi farzdır. Sabır, aynı
zamanda silahı olmayan kimse için iyi bir silahtır. Çünkü iş, başka birinin
elinde olduğu zaman, sabretmekten başka yapacak birşey yoktur. Muhtaç olduğunuz
birşey size az geldiği zaman, sabırla beklemekten beşka yapacak birşeyiniz
yoktur. Aksi takdirde o az da tamamen kesilecektir.
Sabırsızlığın
temelinde yatan, uğruna sabrettiğin kişinin vereceği güzel karşılığa dair varolan
inancın zayıflığıdır. Çünkü buna dair inancı kuvvetli olan kişi için geç
gelecek olan vaad bile derhal gerçekleşecek gibidir. Vaad sahibi sadık olduğu
zaman, onun vaadine inanan kişi de sabrı en güzel şekilde gösterir. Çünkü o,
neticede nail olacağı mükafaattan emindir.
Kul, ancak
şu iki esasa dayanarak sabreder: 1.Sabrın karşılığı olan şeyi görmek; ki bu,
iki esasın düşük olanıdır. Genel olarak müminler ve kitapları sağ
taraflarından verilecek Ashab-ı Yemin için geçerli olan sabır sebebi budur. 2.
Karşılığı verecek olana bakıp O'nu düşünmek; bu da yakin ehlinin hali ve
Mukarrebun'un makamıdır. Sabır karşılığında vaadedilen bedeli gören kul,
sabırlı olmaya özen gösterir. Bunu, vaaden Zat-ı İlahi'yi düşünen kul ise,
O'nun kudret ve azametini görerek sabra yönelir.
Ariflerden
bir zat, sabrı üç esasa taksim etmiş ve bu üçü için de üç makam tesbit
etmiştir:
1.Şikayet ve serzenişi terketmek; bu, tevbekârlarm
derecesidir.
2.Takdir edilene rıza göstermek; bu, zahidlerin
derecesidir.
3. Mevla'nın kendisine yapacağı herşeyi sevmek; bu da,
sadıkların derecesidir.
Selef-i
Salih'in (ra) ileri gelenleri de sabrı genellikle üçe ayırmışlardır. Bu babda
Hasan el-Basri (ra) ve diğerlerinden şu bilgi nakledilmiştir: Sabır, üç
türlüdür:
1. Masiyetten uzak durmada sabır; sabrın en
faziletlisidir.
2.Allah Teala'ya itaat ve ibadette sabır;
3.Musibetler karşısında sabır. Bunlar da, yukarıda
anlattığımız sabır türleri kapsamına girmektedir. Anlattıklarımızın özü şudur
ki sabır; bir farz ve bir fazilettir. Onun bu hususiyeti, muhtelif hükümlerin
bilinmesiyle bilinmektedir. Farz veya emir mahiyeti taşıyan bir amelle ilgili
olarak sabretmek de farzdır ve emredilmiştir.
Teşvik ve
mendubiyete mazhar olan bir amelde sabır göstermek ise fazilet ve nafile hükmündedir.
Tasabbur, yani sabretmeye çalışmak, bizatihi sabır olmayıp nefs mücahedesi ve
nefsi sabra sevk ve teşvik etme gayretidir. Bunu bir tür sabır için çabalamak
olarak görebiliriz. Buna misal olarak da Tezehhüd mefhumunu zikredebiliriz.
Tezehhüd; zühd hasıl oluncaya kadar zühd vesilelerini değerlendirmeye
çalışmaktır. Sabır ise, bir sıfatın tahakkuk etmiş halini ifade etmek için
kullanılan bir isimdir. Bu yüzden, mevzusu olduğu makam da onunla bilinir.
Nefsin
isteksizliği, acının tadılması ve çekilen elem, kulu sabır dairesinden
çıkarmaz. Bilakis bunların mevcudiyetine rağmen sabırlı olmak mümkündür. Çünkü
beşeri tabiat bunu icap ettirmektedir. İnsan, tabiatı itibarıyla sabır anında
üstte zikrettiğimiz hislerle çatışır. Sabrın şu fayda-"1, vardır ki,
Mevla'nın hükmü karşısında kulun serzenişini bastırmasını ve öfkesini
yutabilmesini sağlar. Çünkü Allah Teala'nm hükmü karşısında yakınma ve öfkeyi
ter-ketmek, rıza ve tevekkülün Özünü teşkil eder. Bu da yakini imamn en üstün
mertebelerinden biridir. Dolayısıyla böyle bir haldeki kul, sabır dairesinden
çıkmaz.
Kulu sabır
dairesinden çıkaran şey; sabrın zıddı olan şeydir. Bu da, Hükm-i İlahi
karşısında yakınma, ilimde haddi aşma, öfkeyi izhar etme, serzenişi arttırma,
can sıkıntısı ve zemmetmedir. Tasabbur yolunda nefs riyazeti yapmak, Tasabbur
ehlinin makamı olup zaaf içindeki müridlerin de halidir.
Nefs-i
Emmâre, sizi fuzuli şehvetlere meylettirdiği veya önceki alışkanlıklarınıza
dönmeye zorladığı zaman, onun bu yöndeki her türlü ihtiyacından menetmeniz
gerekir. İhtiyacın men'i ve fuzuli şehvetlerden önce düşünülmesi elzem olan
daimi bir sıkıntı halinin varlığı onu oyalayacaktır. Helale karşı dahi sabır
göstermek suretiyle onu terbiye edip isteklerini reddettiğiniz zaman emriniz
altına girecek ve fuzuli sehvetlerekarşı sabırlı olmayı öğrenecektir.
Neticede,
mubahlardan önce düşünülmesi gereken acil bir bedelin varlığından Ötürü fuzuli
şehvetini terketmiş ve acil olan gıda ihtiyacını karşılamak için daha sonra
tamah edebileceği heva ve şehvetlere karşı sabrı tercih etmiş olacaktır.
Tamahkâr nefislerin terbiyesinde izlenecek yolların en başında bu yol gelir.
Tasabbur
ehli içinde güçlü olanlar, nefslerinin kendilerine sabır ve namaz ile icabet
etmediği, açlık ve susuzluk ile teslim olmadığı kimselerdir. Üçüncü tabakada
bulunanlar arasındaki zayıf iradeli kimseler ise, birinciler gibi oruç ve namaz
ehlinden, ya da açlık ve susuzluk ehlinden olmayanlardır. Bunlar, ihtiyaçları
karşısında nefslerini sabra zorlama noktasında tahammül gösteremedikleri gibi,
nefslerinin şehvet tutkuları karşısında da sabırlı olamazlar.
Bunların
terbiyesi, nefslerini helal manasında olan bütün haramlardan uzak tutmaları,
helaka sevkedici şehvetleri terkederek orta yollu şehvetle iktifa etmeye
çalışmalarıdır.
Böylelikle
nefsleri sükunet bulacak, haramlardan uzak dururken şehvet ve arzuları da
dinecektir. Halbuki bunların ötesinde kulu helaka sürükleyecek durumlar
mevcuttur. Zayıf nefsler de işte bu riyazet ile huzur ve itmi'nan bulurlar.
Alimler,
sabır ve şükürden hangisinin daha faziletli olduğunu tesbit etme hususunda
ihtilafa düşmüşlerdir. Bu iki makam arasında tercih yapmak mümkün değildir.
Çünkü her iki makamda da birbirlerinden üstte ve altta yeralanlar vardır.
Marifet ehli içinde tahkik sahibi olanlar şöyle derler: İki kul, aynı makamda
dahi birbirlerine müsavi olmazlar. Bilakis bunlardan birinin ilim, amel, vecd
ve müşahede hususunda diğerinden üstün olması gerekir. Ancak doğruluk, maksad
ve dayanakları bakımından müşterektirler. Kullar arasındaki farklılaşmanın en
bariz olanı, yöneldiği yöne ait müşahedeleri noktasında görülür. Söz
söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Herkesin
kendine mahsus yöneldiği bir yön vardır ve ona yönelir". (Bakara/148);
"De ki: Herkes kendi yaratılış kabiliyetine göre hareket eder. O halde
yolca en doğru olanın kim olduğunu ancak Rabbiniz bilir". (İsra/84) Bu
ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Allah'a götüren yol bakımından hangisinin
daha yakın ve daha mutedil olduğunu yalnız O bilir.
Kitab ve
Sünnet'in zahiri de, sabrın çeşitli derecelere sahip olduğuna delalet
etmektedir ki bunu Allah Teala'nm şu buyruğunda görmekteyiz: "İşte bunlar,
mükafaatları iki kere verilecek olanlardır. Çünkü bunlar
sabretmişlerdir". (Kasas/54) Şükredenlere ise ecir ve mükafaatları bir
kere verilir.
Sabır
makamına en çok benzeyen makam, Korku makamıdır. Şükür makamına en çok benzeyen
makam ise, Rica (=ümit) makamıdır. Allah Teala buyurdu ki: "Rabbinin
makamından korkan kimseye iki cennet vardır". (Rahman/46) Marifet ehli
Korku makamının Rica makamından üstünlüğü hususunda ittifak etmişlerdir. Bu
ittifakın kaynağında ise, ilmi amele üstün tutmaları yatmaktadır. Sabır da,
Korku makamının hallerinden biridir. Fazilet bakımından sabır haline sahip
olan kişi, Korku makamına daha yakın olur. Şükür ise, Rica makamından bir
haldir. Şükredenin hali de, Rica makamına daha yakın olur.
Bu noktada
Sünnet-i Nebevi'den de daha önce rivayet ettiğimiz şu hadisi zikredebiliriz:
"Size en az verilen şey, Yakin ve sabır azmidir. Bu ikisinden nasibine
mazhar olan kimse, geçmişte kaçırdıklarını önemsemez". Görüldüğü üzere
Allah Resulü (sav), sabin yakin ile aynı kefeye koymuştur. Herkes de bilir ki,
yakin (-yakini iman) kadar kıymetli ve yüce bir şey yoktur. Amellerin edası ve
ya-kinin onunla yücelmesi hususunda Eyyub Peygamber'in (as) şu münacaatını
zikredebiliriz: "Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurdu: Ya Eyyub,
Zatım üzerine yemin ettim ki sabredenler için hiçbir kınama defteri
açtırmayacağım. Onlar sıratın inceliğini de düşünmeyecekler. Tartının eksikliği
de onları korkutmayacak ve oradaki yurtları da Darü's-Selam olacak".[8][8]
Sabır, bir
imtihan ve sınama halidir. Şükür ise nimet halidir. İmtihan ve musibet hali,
elbette daha üstündür. Çünkü o, nefse daha ağır gelir. Allah Teala'nm şu
buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Sabredenlere mükafaatları hesapsızca
verilir". (Zümer/10) Şükre-denlere ise, ecirleri hesap edilerek verilir.
Bu ayette görüldüğü gibi, sabır sıfatı için tahsis edilen bir meziyet
diğerleri için geçerli kılınmam aktadır.
Sabrın
üstünlüğüne dair başka bir açıklama da şöyledir: Ali (kv), imanın şubelerini
anlattığı uzun bir konuşmasında, sabrı ya-kinin dört makamı üstüne çıkarmış ve
bunların, sabrın temel taşları olduğunu bildirerek şöyle demiştir: 'Sabır,
dört temele dayanır: Şevk, Korku, Zühd ve Bekleme. Cehennem ateşinden korkan
kişi, Allah Teala'nm haram kıldıklarından uzak durur. Cennete şevk duyan kişi
de, şehvetlerine gem vurur. Dünyada zühd sahibi olan kişi ise, başına gelen
musibetleri gözünde büyütmez. Ölümü bekleyen de, hayırlarda yarışır1.
Görüldüğü gibi Ali (kv) bu makamları, sabrın temelleri olarak takdim etmiştir.
Çünkü bunlar, sabrın kaynaklan ve sabırda ihtiyaç duyulan hususlardır.
Allah Teala
sabn takvanın bir hali kılmış ve müttakilere olan ikramını da derecelerce
arttırarak şöyle buyurmuştur: "Kim Al-lah'dan korkar ve
sabrederse..". (Yusuf/90) Başka bir ayet-i kerime-de ise, "Muhakkak
ki Allah katında en değerliniz, takvaca en ileri olanmızdır". (Hucurat/13)
Allah katında en değerli (=ekram) ve takvaca en ileri (=etkâ) kelimelerinin
kullanılması, 'değerlileriniz (=kirâm) ve takva sahipleriniz (=müttakûn)'
kelimelerinin kullanılmasından daha üstündür. Çünkü en değerli (=ekram) ve
takvaca en ileri (=etkâ) kelimelerinin kullanılması bir farklılığa delalet etmektedir.
Takvaca en ileri olan, Allah katında en değerli olandır. Takvanın icaplarına
tahammül etme noktasında en çok sabreden de, takvaca en ileri olandır.
Bil ki
sabır, cennete giriş sebebi ve cehennemden kurtuluş vesilesidir. Çünkü bu
babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
bildirilmektedir: "Cennet sıkıntı ve zorluklara karşı verilir. Cehennem
ise şehvet ve arzular karşı verilir". Mümin, cennete girebilmek için
sıkıntı ve zorluklar karşısında sabra ihtiyaç duyarken, cehennemden
kurtulabilmek için de şehvet ve ar-zulanna karşı sabra ihtiyaç duyar.
Sabır ve
şükrün üstünlük derecelerine gelince bunu üç noktada belirlemek mümkündür:
1.Bu noktaların başında, makamların hallerden üstün
olması gelir. Sabır ve şükür, iki hal olduklan gibi, makam da olabilirler.
Makamı sabır olan kişinin hali de bunun için şükür olur. Bu durumda sabreden
daha üstündür. Çünkü o, makam sahibidir. Makamı şükür olup da hali bunun
üzerinde sabır etme olan kişiye gelince, böyle biri için hali, makamından ayrı
bir fazlalık içerir. Bu durumda da sabır hali, şükür makamı için bir fazlalık
olmaktadır.
2.Üstünlük derecelerinin ikinci noktası şudur: Allah
Teala'ya yakın kılınanlar (=Mukarrebun), amel defterleri sağdan verilecek
olanlardan (=Ashab-ı Yemin) daha üstündürler. Mukarrebun arasında sabreden
kişiler, Ashab-ı Yemin arasındaki şükredenlerden daha üstündürler. Mukarrebun
içinde şükredenler de, Ashab-ı Yemin arasındaki sabredenlerden daha
üstündürler.
Denilebilir
ki: Sabreden ve şükreden kişilerin her ikisi de Mukarrebun zümresi içindeyse o
zaman hangisi daha üstün olacaktır? Böyle bir durum olması mümkün değildir.
Çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere Allah Teala'nm koymuş olduğu ince
kıstaslardan dolayı, bu ikisi aynı makamda biraraya gelemezler. Allah Teala bu
makamları vazederken sanatının bütün inceliğini göstermiş ve sıfatlarının
benzeşmesine, sebeplerinin müşterek olmasına rağmen onları birbirinden
ayırmıştır. Bu tür bir durumda üstün olan, Allah Teala'yı en iyi bilendir.
Çünkü o, Allah Teala için daha sevimli, O'na daha yakın ve yakin bakımından
daha seviyelidir. Yakin de, Allah Teala'nm indirdiği şeylerin en yücesidir.
3.Üstünlük derecelerinde üçüncü nokta ise şudur: Şükrü
gerektirecek şeylere karşı sabırlı olmak, daha faziletlidir. Sabrı gerektiren
hususlarda ise şükretmek daha hayırlıdır. Bu da, hallere bağlı olarak
farklılaşır.
Bunun
açıklamasını şöyle yapabiliriz: Nimet halinde bulunan bir kulun, nefsani
hazlara, nimetlerden yararlanmaya ve refah sürmeye karşı sabırlı olması daha
faziletlidir. Nimetlere ve zenginliğe karşı sabır göstererek geri durmak,
Marifet makamlarından biridir. Bu daha üstün ve faziletlidir, çünkü bunda, daha
hayırlı olduğu hususunda icma bulunan zühd faziletinin tecellisi
mevzubahistir.
Kulun hali,
bela ve fakirlik ise, fakirlik, bela ve musibetler karşısında Allah Teala'ya
şükretmsi daha faziletlidir. Böyle bir durumda şükretmek de, marifet
makamlarından biridir. Böyle bir kul, ittifakla daha üstündür. Çünkü yaptığı
işte, üstünlüğü tartışılmayan rıza fazileti mevzubahistir.
Sabreden
kişinin üstünlüğü ve sabrın üstün bir dereceye yerleştirilmesine delil teşkil
eden bir diğer husus da şu cümledir: Sabreden arif, şükreden arifden daha
üstündür. Çünkü sabır fakirlik hali iken, şükür zenginlik halidir. Mefhum
bakımından şükrü sabra tercih edip ondan üstün tutan kimse, zenginliği
fakirliğe tercih eden kimse demektir.
Bu, Selef
ulemasından hiçbirinin yapmadıkları birşey olup ancak dünya ehli olan ulemaya
yakışan bir tutumdur. Onlar kendi nefslerini buna sevkettikleri gibi, halkı da
kendi nefslerinin telkinlerine sevketmişlerdir. Zenginliğin yoksulluktan üstün
tutulması, arzuların zühde, büyüklenmenin alçakgönüllülüğe, kibirin tevazu-ya
üstün tutulması demektir. Bu da arzuları peşinde koşanların za-hidlere,
zenginlerin fakirlere üstünlüğü neticesini doğurur. Bunun da neticesi, dünya
düşkünlerinin ahiret düşkünlerinden üstün tutulmasıdır.
Biz,
cümleten ve mefhum olarak sabrı şükürden üstün görmekteyiz. Çünkü sabır bir
hal olup, imtihan da onun makammdandır. imtihan ehli ise, misal olmaya en layık
olanlardır. Onlar da peygamberleri en çok örnek alanlardır. Ayrıca sabır,
nefslerin heva ve arzularına olabildiğince uzak, darlık ve sıkıntıya ise
olabildiğince yakın olan bir haldir. Sabır, nefsin istemediği şeyler noktasında
çok ağır ve beşer tabiatının en çok nefret ettiği bir haldir.
Sabır, nefse
hoş gelen şeylere de zıd düşen bir davranış şeklidir. Nefs onunla sükunet bulup
da vecde ulaştığında onu tarif etmek mümkün olmadığı gibi yaşadığı huzur da
hayran olunacak bir seviyeye çıkar. Neticede bu sükunet ve iç huzur ile
övülerek razı olmuş ve razı olunmuş nefs (=nefs-i razİye; nefs-i marziyye)
haline gelir.
Allah Teala
da sabrı emretmiş ve sabırda yarışma hususunda kullarını ısrarla teşvik etmiş
ve bunu murabata ile teyid etmiştir: "Ey iman edenler, sabredin ve sabır
yarışında ileri geçin, cihad için hazır ve rabıtalı (murabıt) bulunun".
(Al-i İmran/200) Ayetin bir tefsirinde 'Sabır ve sabırda yarışma hususlarında
rabıtalı ve hazırlıklı olun' ifadesi murad edilmiştir, denilmektedir. Her
halükârda aynı yerde birlikte zikredilen bu üç emir de sabırla aynı anlamdadır.
Bu da, Allah
Teala'nm sabrı ne derece yücelttiğini ve onu ne kadar sevdiğini göstermesi
bakımından mühim bir delildir. Kendisinde bu fazileti taşıyan bir mümin, Allah
Teala'nm emir ve işaretlerine çok daha büyük bir hürmet hissi içinde
olacaktır. O'nun işaretlerini yücelten kişi, elbette O'ndan en çok sakınan, en
takvalı kişi olacaktır. Takvaca en ileri olanlar ise, Allah Teala'nm katında en
değerliler arasında yeralacaktır. Bunu da, şu ayet-i kerimede görmekteyiz:
"Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı işaretlere hürmet edip onları
yüceltirse şüphesiz ki bu, kalplerin takvasm-dandır". (Hac/32) O, başka
bir ayet-i kerimede de, takva bakımından ileri olanların durumunu haber
vererek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz,
takva bakımından en ileri olamnızdır". (Hucurat/13)
Sabır, aynı
zamanda Ulü'1-azm yani azimet erbabı peygmberle-rin makamıdır. Allah Resulü de
(sav), onlara misal olmakla emro-lunmuş ve Allah Teala, kuluna karşı onlarla
övünerek şöyle buyurmuştur: "O halde azimet sahibi peygamberlerin
sabrettikleri gibi sen de sabret". (Ahkaf/35) Dini bakımdan azimetler,
ruhsatlardan daha evladır. Bu babda Süfyan-ı Sevri'nin (ra), Habib b. Ebi
Sa-bit'ten şunu naklettiğini rivayet ettik: Müslim el-Battin'e, sabır ve
şükürden hangisinin daha üstün olduğu sorulmuştu. Şunu söyledi: Sabır. Şükür ve
esenlik ise bize daha sevimli gelir.
Allah
Teala'nın "Onlar ki sözü dinlerler sonra da en güzeline uyarlar"
(Zümer/18) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da, 'yani en ağır ve azimeti
mucip olanlarına uyarlar5 denmiştir. Çünkü dünya hayatında helal kılınmış olan
birşeyi mubah görüp yapmak Hasen yani güzeldir. Bunlar hususunda zühdü tercih
etmek ise Ahsen yani daha güzeldir. Allah Teala, sabrı azim gerektiren
işlerden sayarak şöyle buyurmuştur: "Her kim de sabreder ve affederse,
işte bu, hiç şüphesiz azmedilmeğe değer işlerdendir". (Şura/43)
Allah Teala,
şükür konusunda kullarını müşterek kılarken sabır konusunda kendisini tek
kılmıştır. Muhakkak ki, Allah Teala tarafından Zatı'na mahsus olarak zikredilen
bir sıfat, kullarla müşterek olan bir sıfattan daha üstündür. O, bu mey anda
şöyle buyurmuştur: "Bana ve anne babana şükret (diye de tavsiye
ettik)". (Lokman/14) Resulü de (sav) de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara
şükretmeyen, Allah'a da şükretmez".[9][9] Sabır
konusunda ise, kullarından hiçbirini Zatı'yla müşterek kılmamış ve onu yalnız
kendine mahsus kılarak şöyle buyurmuştur: "Rabbin için sabret".
(Müddes-sir/7); "Rabbinin hükmüne sabret". (Tur/48)
Bil ki
şükür, sabır mefhumunun muhtevasına dahildir. Sabır, şükürü de cami olan bir
mefhumdur. Çünkü bir nimetiyle ilgili olarak Rabbine karşı çıkmama hususunda
sabır gösteren kişi, aynı zamanda o nimetin şükrünü de ifa etmiş olmaktadır.
Aynı şekilde, Rabbine ibadet ve taati noktasında nefsine hakim olarak sabır gösteren
kişi de Rabbinin nimeti karşısında şükür vecibesini ifa etmiş olmaktadır.
Cüneyd-i
Bağdadi'ye (ra), şükreden bir zengin ile sabreden bir fakirden hangisinin daha
üstün olduğu sorulmuştu. O da şöyle dedi: Ne zengin varlıktan ötürü, ne de
fakir yokluktan ötürü övülebi-lir. Her ikisinde de Övgüye layık olan,
bulundukları halin şartlarını hakkıyla yerine getirmeleridir. Zenginin hali,
ondaki zenginliğin
nimettlerini
tatması ve bunlardan zevk almasıdır ki bu, beşer tabiatına daha uygundur.
Fakirin durumu ise, nefsine acı veren bir sıkıntı ve darlık içinde olmasıdır.
Bunlardan her ikisi de Allah Teala karşısında yapmaları gerekeni yapıyorlarsa,
bu durumda sıfatı üzülmek ve acı çekmek olan kişi hal bakımından daha iyidir.
Cü-neyd'in (ra) bu babda söyledikleri mealen böyledir.
Ebu'l-Abbas
b. Ata ise bu meselede kendisine muhalefet etmiştir. Denir ki: Bunun üzerine
Cüneyd ona beddua etmiş ve Ebu'l-Ab-bas'm başına gelmedik bela kalmamıştır.
Çocukları Öldürülmüş, malı yağmalanmış ve ondört sene boyunca aklını
kaybetmiştir. O yollarda divane gibi gezerken, 'Cüneyd'in bedduası beni yaktı'
diye söylenirdi. Neticede zenginliğin fakirlikten üstün olduğuna dair
söylediklerinden rücu etmiş ve fakirliği üstün ve şerefli bir hal olarak
görmeye başlamıştır.
Rivayet
edilen bir hadiste de şu ifade geçmektedir: "İçinizde nefsini en iyi
tanıyanınız, ona karşı imtihan edildiği şeyi ve kendisine karşı nefsinin
imtihanını en iyi bilen kişidir". Allah Teala'nın bizi tabi tuttuğu en
ağır imtihan, nefsimize olan sevgimiz, onu tabi tuttuğu imtihan da bize olan
düşmanlığıdır".
Rububiyet
sıfatlarına özendiği için Allah'ın düşmanı olduğunu bilerek kendi düşmanıyla
mücahede yolunda sabreden kişiden daha üstün kimse olur mu? Senin muhabbetiyle
onun ise sana düşmanlığıyla imtihan edildiğiniz bir imtihandan daha zor bir
imtihan olabilir mi? Siz ki bu durumda Allah Teala'mn muhabbeti uğruna onun
sevgisini terkeder ve O'nu razı edebilmek için kendisiyle devamlı cihad ederek
nefsinizin size olan düşmanlığına göğüs gerip sabredersiniz. Muhakkak ki bu,
adaletin zirvesi ve faziletlerin doruğudur. Bunu yapabilmenin tek yolu da,
Allah Teala'mn inayet ve taltifine, sürekli nazarına mazhar olabilmektir. Çünkü
muvaffakiyet, güç ve sabır ancak O'nun sayesindedir.
Geçmiş
alimlerden birine sorulan meşhur meseleye gelince, burada iki kuldan
bahsedilmektedir. Kullardan biri bir musibetle imtihan edildiği vakit buna
karşı sabretmiş, diğeri ise kendisine nasip edilen bir nimet için Rabbine olan
şükrünü eda etmiştir.
O alim, her
ikisinin de müsavi olduklarını söyledikten sonra sebebini şöyle beyan
etmiştir: Çünkü Allah Teala, biri sabreden diğeri de şükreden iki kulunu da
aynı sena ve övgü ile anmıştır. O, Ey-yub Peygamberi (as) vasfederken "Ne
güzel kul! Çünkü, hep Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuş, Süleyman
Peygamberi (as) vasfederken de aynı şekilde "Ne güzel kul! Çünkü, hep
Allah'a yönelir" (Sad/30) buyurmuştur.
Bize göre bu
zatın sözü, anlayışın inceliklerine dair bir gaflet ve Allah Teala'nm kelamının
hakikatim düşünme noktasında bir zaaf arz etmektedir. Kanaatimize göre Allah Teala'nm
Eyyub'a (as) olan övgüsü, fazilet bakımından Süleyman'a (as) olan övgüsünden
daha üstündür. Bu üstünlük de, onüç hususta kendini göstermektedir. Allah
Teala, bu onüç husustan sonra Eyyub (as) ile Süleyman'ı (as) iki sıfatta
müşterek kılmıştır. O, Eyyub Peygambere (as) onüç farklı medh ve senayı mahsus
kılarak, kendisine Süleyman'dan (as) üstün tutmuştur.
Bunların
başında Allah Teala'nm Resulü Mustafa'ya (sav) karşı, Eyyub (as) ile övünmesi
gelir. O, şu buyruğu ile Eyyub'u şereflendirmiş ve kendisini üstün kılmıştır:
"Kulumuz Eyyub'u zikret". (Sad/41) Buradaki zikretme emiri, ona uyma
ve kendisini örnek alma manasmdadır: "Ve azim sahibi peygamberler gibi
sabret". (Ah-kaf/35) Ayetin tefsirinde denildi ki: Bunlar, büyük sıkıntı
ve belalara maruz kalmış peygamberlerdir.
Eyyub
Peygamber de (as) bunlardan biridir. Bunlar, makaslarla kesilmiş, testerelerle
lime lime edilmiş insanlardı. Bazılarına göre, bunların sayısı yetmişti.
Başkaları ise, peygamberlerin ataları ve en faziletlileri sayılan İbrahim (as),
İshak (as) ve Yakub (as) peygamber olduklarını söylemişlerdir. Bu görüşü teyid
eden ayet-i kerimeler de şunlardır: "Kitab'da İbrahim'i zikret".
(Meryem/41); "El ve göz sahibi kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u
an". (Sad/45) Burada murad edilen, onların kuvvet ve metanete sahip olup
basiret ve yakin ehli olduklarıdır.
Allah Teala
bilahare Eyyub (as) peygamberi de onların mertebesine yükseltmiş ve onu Allah
Resulü (sav) için, bir teselli kılmıştır. Daha sonra da O'ndan Eyyub'u anmasını
ve misal almasını isteyerek 'Kulumuz' ifadesini kullanmıştır. Allah Teala,
'Kulumuz' ifadesini kullanmak suretiyle Eyyub Peygamberi kendi Zatına izafe
etmiştir.
O'nun bu
izafesi, kendisi için bir tahsis ve yakınlaştırma manası taşır. Çünkü kendi
Zatı ile onun arasına mülkiyet ifade eden 'Lam' harfini koymamıştır. Bu harfi,
kullanmamak suretiyle, onu da benzeri olan imtihan ehli kullarına dahil etmiş
olmaktadır ki onlar da üstteki ayet-i kerimesinde görülmektedir: "El ve
göz sahibi kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u an". (Sad/45) Onlar,
Allah Teala'nm imtihan ehli olan kullarıdır ve O, diğer peygamberlere karşı bu
kullarıyla övünerek onların zürriyetlerini de seçilmişler kılmıştır. Eyyub
Peygamberi de, övgünün güzelliği noktasında onlara katmıştır.
Onu anarak
ibret alınmasını istemesi de ona yönelen sena-ı ilahidendir. Allah Teala daha
sonra şöyle buyurmuştur: "Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:".
(Sad/41) Görüldüğü üzere Allah Teala, Eyyub Peygamberi'n yalnız kendisine nida
ederek hitabını tahsis ettiğini haber vermektedir. Eyyub (as) Rabbine
hitabında şöyle demektedir: "Bana gerçekten bir dert isabet etti. Sen
merhamet edenlerin en merhametlisisin". (Enbiya/83) Görüldüğü üzere Allah
Teala onu, yakaran ve münacat eden sıfatında anlatmakta ve Za-tı'nm onun için
rahmet sıfatıyla malum olduğunu haber vererek yaşadığı büyük ızdıraba rağmen
Zatı'na yönelerek huzur bulup kendisine nida ettiğini ve O'na serzenişte
bulunarak O'ndan yardım dilediğini haber vermektedir.
Allah Teala
Eyyub'un (as) makamını, Musa (as) ve Yunus'un (as) makamlarına benzetmektedir.
Çünkü onlar da benzer hallerde şöyle demişlerdir: "Allahım, Seni tenzih
ederim. Sana tevbe ettim". (A'raf/143); "Sen'den başka ilah yoktur
Allahım, Seni tenzih ederim. Muhakkak ki ben zulmedenlerden oldum". (Enbiya/86)
Buradaki hitaplar, müşahededen ve yüzleşmeden doğan hitaplardır.
Allah Teala,
Eyyub Peygamberin (as) niyazına icabet ettiğini ve ondaki ve ailesindeki derdi
giderdiğini haber vermektedir. O, onun sözünü kudretini tecelli etme vasıtası,
hikmetinin cari olma yeri ve icabetini açan kapı olarak bildirmiştir.
Bütün
bunlardan sonra şöyle buyurmuştur: "Ve ona bütün ailesini ve beraberinde
bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik". (Sad/43)
Burada da Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstün tutulması
sözkonusudur. Çünkü kişinin ailesine bahsedilmesi ile ailenin kişiye
bahsedilmesi arasında fark vardır. İkincisi övgü bakımından daha yüksek bir
mertebededir. Allah Teala Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak "Ve
Davud'a Süleyman'ı bahşettik" (Sad/30) buyurmaktadır. Bu noktadan bakıldığında
Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygamber'e (as) üstünlüğü, Musa Peygamber'in
(as) Harun'a (as) olan üstünlüğü gibidir.
Allah Teala
Musa Peygamber'in (as) kardeşine olan üstünlüğünü bildirirken de şöyle
buyurmuştur: "Ve ona, rahmetimizin eseri olarak kardeşi Harun'u peygamber
olarak bahşettik". (Meryem/53) Allah Teala Davud Peygamberi (as)
medhederken de, benzer şekilde "Ve Davud'a Süleyman'ı bahşettik"
(Sad/30) buyurmuştur. O, Musa Peygamber'e (as) kardeşi Harun'u (as) bahşettiği
gibi, Davud Peygamber'e de (as) oğlunu bahsetmiştir.
Kendisiyle
övünülme ve hatırlanıp ibret alınma noktasında Eyyub Peygamber'in (as) makamı,
Davud Peygamber'in (as) makamına benzer. Çünkü Allah Teala, Resulü'ne (sav)
Davud Peygamberi (as) anlatırken şöyle buyurmuştur: "Onların
söylediklerine sabret ve kulumuz Davud'u hatırla". (Sad/17)
O, Eyyub
Peygamberi (as) anlatırken de aynı tavsif ile şöyle buyurmuştur: "Kulumuz
Eyyub'u hatırla. Bir vakit o, Rabbine şöyle nida etmişti:". (Sad/41)
Göi'üldüğü gibi Allah Teala, Eyyub Peygamberi (as) manevi bakımdan Davud ve
Musa Peygamberlere (as) benzetirken, makam bakımından da onların makamına
yükseltmiştir. Bu iki Peygamber de, bizim kalplerimizde Süleyman Pey-gamber'den
(as) daha üstün bir mevkiiye sahiptirler.
Bütün
bunların ışığında Eyyub Peygamber'in (as) makamının, Süleyman Peygamber'in (as)
makamından daha üstün olması muhtemel olmaktadır. Şüphesiz Allah Teala'nm
sabık ilmi daha doğrudur. Ancak bizim gönüllerimiz buna daha yakın
durmaktadır. Her halükârda en iyisini bilen Allah Teala'dır.
Allah Teala,
yukarıdaki ayetinin devamında 'Biz'den bir rahmet olarak' buyurmaktadır.
Böylece onu Zat'mdan sayarak ve kulu olarak vasfederek şereflendirmiş ve
hürmete değer kılmış olmaktadır. Ardından da 'Ve akıl sahipleri için de bir
hatırlatma' diye buyurarak, kendisini akıl sahiplerine imam, sabır ve imtihan
ehline bir numune, velileri için de sıkıntılara karşı bir ibret ve teselli
kılmış olmaktadır.
Allah Teala
daha sonra yine kendi Zatı'nı zikrederek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki
Biz onu sabırlı bulduk. (Sad/44) Burada da kendisini ikinci kez, Zatı ile
birlikte zikretmekte, ismini ismine katarak onu kendisine yakınlaştırmaktadır.
Çünkü 'Vecednâ=bul-duk' fiilinin sonundaki 'Nâ=Biz" zamiri de Allah
Teala'nm ism-i cehlidir. Aynı fiilin sonuna bitişik olan 'Hu=Onu' zamiri de,
kulu Ey-yub'un (as) ismidir.
Daha sonra
'Sabırlı' olarak vasfederken de onun metanetini ifade buyurarak onun ahlakını
kendi ahlakına katmıştır. Ardından da "O ne güzel kul.. Çünkü daima
Allah'a yönelir" (Sad/44) buyurmuştur. Bu iki sıfatın zikredildiği ayet,
Süleyman Peygamber'in (as) sena ve Övgü bakımından Eyyub Peygamber (as) ile
müşterek kılındıkları ilk ve sor ayettir. Eyyub Peygamber (as) bunun öncesinde
gördüğümüz sıfatlarla ona göre daha fazla övgü ve senaya mazhar kılınmış
olmaktadır. Öncesinde yeralan sıfatlar ise, hiçbir şeyin yerini
dolduramayacağı türden sıfatlardır.
"Kulumuz
Eyyub'u da hatırla.." (Sad/41) ayetinden "O ne güzel kul.. Çünkü
daima Allah'a yönelir" (Sad/44) ayetine kadar geçen ayetler, anlayış ve
beyan ehli nezdinde Rur'an-ı Kerim'in en yüce ayetlerinden birini teşkil
ederler. Halbuki Süleyman Peygamber (as) ile ilgili olarak, babası Davud
Peygamber'e (as) bahşedilme sinden sözedilmiştir. Buna göre de o, Davud
Peygamber'in (as) hasenatından biri sayılmış olmaktadır. Allah Teala'nm
"O ne güzel kul.. Çünkü daima Allah'a yönelir" (Sad/44) buyruğu,
Eyyub Peygamber'in (as) ilk, orta ve son sıfatını ihtiva ettiği gibi, bütün
peygamberleri de (as) kapsar.
Allah Resulü
(sav), bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler arasında cennete
en son girecek olan; krallığının büyüklüğünden dolayı Süleyman olacaktır.
Sahabe arasında en son girecek olan ise, zenginliğinden dolayı Abdurrahman b.
Avf olacaktır".
Başka bir
hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: "Süleyman b. Davud, cennete
diğer peygamberlerden kırk güz sonra girecektir". Bu hususla ilgili olarak
rivayet edilen hadislerde, cennete ilk girenin imtihan ve musibet ehli
olacağı, imamlarının ise Eyyub Peygamber (as) olacağı bildirilmiştir. Çünkü o,
imtihan ehlinin imamıdır. 'Sabır kapısı dışında, cennetin bütün kapıları iki
kanatlıdır.
Onun tek
kanadı vardır. Ondan ilk giren de imtihan ehli olacaktır1. Bu babda rivayet
edilen bütün hadislerde Eyyub Peygamber'in (as) Süleyman Peygambere (as) olan
üstünlüğü teyid edilmektedir. Zira o, imtihan ve dert ehlinin imamı, akıl
sahipleri için bir ibret ve-öğüt, sıkıntı, musibet ve sabır ehlinin de
önderidir.
Yukarıda
anlattıklarımız, peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün tutma
maksadını gütmemektedir. Çünkü bizler, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen
bir hadis-i şerif ile bundan mene-dilmişizdir: "Peygamberleri
birbirlerinden üstün tutmayın".[10][10] Ama Allah Teala,
peygamberlerden bazılarını, bazılarından üstün kıldığını haber vererek şöyle
buyurmuştur: "O peygamberlerden bazılarını bazısından üstün kıldık".
(Bakara/253)
Biz,
Kur'an-ı Kerim'deki övgü ve senaların üstünlüğünü izhar ederek Eyyub (as) ve
Süleyman (as) kıssalarında tekrar edilen sıfatların batınını ortaya çıkarmak
istedik. Bunu da Kelam-ı İlahi üzerindeki tefekkür ve tedebbürümüzün elverdiği
Ölçüde yapmaya çalıştık. Elbetteki işin hakikati Allah Teala'nm sabık ilminde
mevcuttur ve O, her şeyin en iyisini bilen, hikmetçe en ileri olandır. Fakat
biz, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisine özenerek böyle bir istin-bata giriştik:
"Kur'an'ı okuyun ve onun garip görünen yerlerini araştırın".
Ayrıca
bunda, imtihan ve sabır ehlinin yüceltilmesi, kalplerinin takviye edilmesi,
Allah Teala'nm onlar üzerindeki güzel nimetlerin anlatılması, gizli
nimetlerinin izhar edilmesi, Kelam-ı İlahi'nin inceliklerine dikkat çekilmesi,
nefs ve dünya konusunda zühdün özendirilmesi, ahiret ve sabra teşvik, misal
olmaya en layık olan ve peygamberleri misal alan imtihan ehlinin üstün
tutulması sözko-nusudur. Yine bunda, imtihana tabi tutulan kulun, imtihana gösterdiği
sabır, Rabbinin hükmüne gösterdiği rıza ve O'nu razı edecek şeye teslimiyeti
sebebiyle kendisine nimet verilen ve bu nimetler için Rabbine şükreden kuldan
üstün tutulması sözkonusudur.
Bilindiği
üzere nimetler, beşer tabiatına daha uygun iken, imtihan ve sıkıntılar ona tam
ters ve nefs için de hoş olmayan şeylerdir. Dolayısıyla böyle bir durumdaki
kul, nefsine baskı yapmak ve ona meşakkat çektirmek zorunda kalır. Nefsin
sevmediği şeyler, kul için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Bu da ancak Allah
Tea-la'dan gelecek bir sekine sayesinde mümkün olur. Sabretmek için, Allah
Teala'nm güç vermesi ve inayetini esirgememesi şarttır: "Sabret, senin
sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127) Sabır makamının şerhi de
böylece bitmiş oldu. [11][11]
Şükür, Yakin
makamlarının üçüncüsüdür. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer şükreder ve
inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Nisa/147) Görüldüğü üzere
Allah Teala, şükrü iman ile birlikte zikretmiş ve bu ikisinin birlikte
varolmasını cehennem azabından kurtarma vesilesi olarak bildirmiştir. Yine O,
şöyle buyurmaktadır: "Şükredenleri mükafaatlandıracağız". (Al-i
İmran/145)
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Yemek yiyip şükreden, oruç tutup sabreden
gibidir". [12][12]
İbni Mesud da (ra) şöyle demiştir: Şükür, imanın yarısıdır. Allah Teala,
müslümanlara şükrü emretmiş ve onu, zikirle beraber anmıştır: "Beni
zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve nankörlük
etmeyin". (Bakara/152) Zikir ise, şanı yüceltilmiş bir fazilettir. Allah
Teala bunu beyan ederken de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah'ı
zikretmek, en büyüktür". (Ankebut/45)
Bu durumda,
zikir ile birlikte anıldığı için şükür de en büyük faziletlerden biri
olmaktadır. Allah Teala'nm şükür ile razı edilmesi, ikramının bolluğundan
dolayı kullarının ifa ettikleri bir karşılık mesabesindedir. Çünkü Allah Teala'nm
"Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve nankörlük
etmeyin". (Bakara/152) buyruğu, emrin tahakkuku ve şükrün ta'ziminden
ötürü 'karşılık' mefhumundan çıkışı ifade etmektedir. Ayette 'Fa' harfi şart ve
cezayı ifade ederken, önceki ibaredeki 'Kef harfi de misal-lendirmeyi ifade
etmek içindir.
Buna göre
'Beni zikredin ki' diye başlayan kısım, "Size, sizden bir peygamber
gönderdiğim gibi..." (Bakara/151) ayetiyle birleştirilmiş ve mana, mealen
'Size içinizden bir peygamber gönderdiğim gibi, Beni anın ki Ben de sizi anayım
ve Bana şükredin' şeklinde düşünülmüştür. Araplar, gelecek için kullanılan
'Sevfe' kelimesi yerine 'Sin' harfi ile iktifa ettikleri gibi, 'Ke-misli=gibi'
kelimesi yerine de 'Kef harfiyle iktifa ederlerdi. Bu; şükür için çok büyük
bir tazim olup ancak Allah Teala'yı bilen alimler tarafından idrak edilebilir
bir husustur.
Eyyub
Peygamberin (as) kıssasıyla ilgili olarak şu hadis rivayet edilir: "Allah
Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Ben, velilerimden bir ödül olarak şükre
razı oldum..". Allah Teala'mn "Onları saptırmak üzere Senin doğru
yoluna oturacağım" (A'raf/16) buyruğunun tefsirinde de, 'şükür yolu'nun
murad edildiği söylenmiştir. Buna göre, eğer şükür, Allah Teala'ya götüren bir
yol olmasaydı, şeytan bu yolun üstüne oturarak onu kesmeye çalışmazdı.
Eğer Allah
Teala'ya hakkıyla şükreden kul O'nun habibi olmasaydı, lanetli İblis Allah
Teala'ya karşı çıkarken şöyle demezdi: "Ve onların çoğunu şükredenlerden
bulmayacaksın". (A'raf/17) Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur;
"Ve kullarımdan şükreden bir azınlık". (Sebe/13); "İblis'in
onlar hakkındaki zannı doğru çıktı ve müminlerden bir topluluk dışında ona
uydular". (Sebe/20) Allah Teala sevabın ziyadesini de, şükür ile
kesinleştirmiş ve bunda hiçbir şeyi müstesna kılmamış tır.
Allah Teala,
yalnız şu beş hususu müstesna tutmuştur: Zengin kılma, duaya icabet, rızık
verme, mağfiret etme ve tevbeleri kabul etme. Allah Teala buyurdu ki:
"Allah sizi dilediğinde lütfü ile zenginleştirecektir". (Tevbe/28);
"Yalnız O'na dua edersiniz de, dilerse O, feryada geldiğiniz belayı
üzerinizden kaldırır". (En'am/42); "O, dilediğine rızık verir".
(Bakara/212); "O, dilediğine mağfiret eder". (Feth/14); "Sonra
Allah, bunun akabinde dilediğinin tevbesini kabul eder". (Tevbe/27)
Şükürden doğan sevabım ise, istisnasız olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Eğer şükrederseniz, size daha ziyadesini veririm". (İbrahim/7)
Şükreden
kişi (=şâkir) Allah Teala'mn ziyade lütfuna mazhar olurken çok şükreden
(=şekûr) kişi ise, bu lütfün son noktasına ulaştırılır. Şekûr, az da olsa Allah
Teala'dan gelen herşeye fazlasıyla şükreden kimsedir. Onun şükrü, sürekli
tekerrür etmektedir. Birşey için yapılan övgü ve sena da nimet sayılır. Bu da
Rubûbiyet ahlakının esaslarından biridir. Çünkü Allah Teala, çok şükreden
kimseye, kendi ismini layık görmüştür. Ziyade lütuf, nimet sahibine kalmış
olup bunu dilediği kuluna verir. Allah Teala tarafından verilen bu ziyade
lütfün en faziletlisi, güzel bir yakin ve sıfatların müşahedesini temin
etmesidir.
Allah Teala
tarafından bahşedilen ziyade lütfün başı, verilen nimetleri, nimet sahibinden
gelen nimetler olarak görmek ve bunlarla ilgili olarak bütün güç ve
engellemenin Allah Teala'mn elinde olduğunu bilmektir. O'nun ziyade lütfunun
ortası ise; halin devamı, kulun ibadet ve hizmeti sürdürme sidir. Allah Teala
tarafından şükreden kula lütfedilen ziyade, ahlak olabileceği gibi çeşitli
ilimler de olabilir. Veya ahirette verilecek fazla bir mükafaat ya da dünyadan
ayrılırken nasip edilecek metanet de olabilir.
Allah Teala
şükrü, cennet ehlinin sözlerinin açılışı ve temennilerinin de hitamı kılarak
şöyle buyurmuştur: "Bize vaadinde doğru söyleyen Allah'a hamdolsun".
(Zümer/74); "Sözlerinin sonu da 'Hamd alemlerin Rabbine olsun'
demeleridir". (Yunus/10) Eğer şükür, ameller arasında Allah Teala'ya en
sevimli gelen olmasaydı, onu cennette de eda etmelerini istemezdi.
Eyyub
Peygamberin (as) münacaatmda şöyle bir ifade nakledilmiştir: 'Allah Teala ona
sabredenler sıfatında -ki onların varacakları yer Darü's-Selam'dır- şöyle
vahyetti: Oraya girdiklerinde, kendilerine şükrü ilham ederim ki o, sözlerin
en hayırlısıdır. Şükrettikleri anda da onlara olan lütfumu arttırırım. Beni
düşünmeleri halinde de kendilerine ziyadesiyle veririm. Bu da lütfün nihai sınırıdır1.
Şükrün başı,
nimetlerin Allah Teala'dan geldiğini bilmektir ki O'ndan başka ilah yoktur, bu
nimetleri verme noktasında tek olup ortağı olmadığı gibi, bunları vermek için
kendisine yardım eden de yoktur. Bütün şeylerin varlığından önce varolan Tek Allah,
hiç bir şeyde yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymadığı için bütün bunların
Za-tı'ndan nefyetmiştir. Varlığı da yokluğu da veren O'dur ve bu ikisi Allah
Teala'mn emriyle kullar için cari olurlar.
O, bunu
teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onların, her ikisinde de bir ortaklığı
yoktur, Allah'ın, onlardan bir yardımcısı da yoktur". (Sebe'/22) Ayette
geçen 'şirk' kelimesi, ortak ve karışma manasında, 'Zahir' kelimesi ise
yardımcı manasmdadır. Allah Teala, daha sonra şöyle buyurmuştur: "Sizde
nimet namına ne varsa hep Allah'tandır. Sonra sıkıntı dokununca Allah'a feryat
edersiniz". (Nahl/53) Yine o şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah sana bir
kötülük dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek olan yoktur. Eğer sana bir
iyilik nasip ederse bil ki O, herşeye Kadir5dir". (En'am/17)
Allah Teala,
bir cümle nimeti saydıktan sonra bunları kendi Za-tı'na izafe ederek şöyle
buyurmuştur: "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendisinden (bir lütuf
olarak) emrinize verdi". (Casiye/13) Yine O, şöyle buyurmuştur:
"Gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol vermiştir".
(Lokman/20)
Sebepler
sıhhatleri, vasıtalar da sübûtları ile varolurlar. Bu nimetler ise, Allah
Teala'nm hüküm ve hikmetleridir. O'nun vergisinin şartları ve verilenin
eserleri, bunların hükmüne ve yaratılmasına tesir edemez. Bunlar hükme
demedikleri gibi yaratma sıfatına da sahip değillerdir. Kendileri mahkum olan
şeyler nasıl hüküm verebilirler? Kendileri yaratılmış olan şeyler nasıl birşey
yaratabilirler? Neticede Allah Teala'dan başka hüküm veren yoktur. Ve O, hiç
kimseyi hükmüne ortak etmez.
Ayetin,
Şamlılar nezdindeki bu kıraati daha makbuldür. Çünkü bu kıraata göre emir
sigası gündeme gelmektedir. Onlar, şirkle ilgili fiili 'Ta' harfi ile okumuş,
sondaki 'Kef harfini de sükun ile kıraat etmişlerdir. Buna göre mana; 'Allah
Teala'ya, hükmünde ortak koşma!' şeklinde olmaktadır. Sebepler Hakkın hükümleri
ve O'nun hikmetlerinin vasıtalarıdır.
Nimet
verenin, nimette müşahede edilmesi ve vergi sahibinin bahşettiği şeyde zuhur
etmesi, nimet ve vergiyi O'ndan bilmeniz için elzemdir. Bu da kalbî şükürdür.
Çünkü şükredenler nezdinde şükür; kalp ile bilmektir. Şükür, dil ile ifa
edilecek bir fiil değildir. Rivayete göre Allah Resulü de (sav) şükrün ahirete
dair bir mal olarak kazanılıp biriktirilme sini, dünyada mal kâzâhip biriktirmekten
daha hayırlı bir karşılık olduğunu haber vermiştir.
Sevban (ra)
ve Ömer b. Hattab'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Mallar hazineye
indirildiği zaman Ömer (ra), 'Hangi malları edinelim?' diye sordu. Allah Resulü
de (sav) şöyle buyurdu: Sizden biri, zikreden bir dil ve şükreden bir kalp
edinsin"[13][13]
Musa (as) ve
Davud Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Onlar,
şöyle derlerdi: 'Ey Rabbim, Sana nasıl şükredebilirim? Ben Sana, ancak
nimetlerden bir diğeri ile şükredebilirim'. Bu sözün başka bir rivayetinde ise
şu ifade yeral-maktadır: 'Sa-na şükrüm de, yine şükcrü gerektiren diğer bir
nimetle olur1. Allah Teala da onların bu sözü üzerine şöyle vahyetmiştir:
'Bunu bilmeniz bile, Bana şükretmeniz demektir'. Başka bir rivayette ise şu
ifade yer almaktadır: 'Nimetlerin Ben'den olduğunu bildiğin zaman, Ben de
senden bunu bir şükür olarak kabul ederim'.
Dille
yapılan şükür, Allah Teala'yı en güzel şekilde övmek, hamd ve medhini
arttırmak, nimet ve ikramlarını daima anlatmak, iyilik ve ihsanlarını sürekli
nakletmekle olur. Malik olanı, memluk olana şikayet etmemek, izzet sahibi
Ma'bud'u zelil bir kula serzenişle anlatmamak da şükrün edasmdandır. Bir
hadiste de şu olay nakledilmiştir: 'Allah Resulü (sav) bir kişiye 'Nasıl sabahladın?'
diye sormuştu. O da, İyi' demişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) soruyu
tekrarlamıştı. Adam yine 'İyi' deyince, soruyu üçüncü kez tekrarladı ve
'Nasılsın?' diye sordu. Adam, yine 'İyiyim, Allah'a hamd ve şükrederim' dedi. Bunun
üzerine Allah Resulü (sav), 'Senden söylemem istediğim buydu' buyurdu".
Yani Allah Resulü (sav) adama, hamd ve şükürü söyletebilmek için bu kadar ısrarla
sormuştu.
Selef-i
Salih de (ra), karşılaştıkları zaman birbirlerine hal ve hatırlarını sormak
suretiyle, hamd ve şükrü paylaşmak isterlerdi. Allah Teala'nm hamd ile zikrine
sebep olmak suretiyle bunun sevabına da iştirak ettiklerine inanırlardı.
Rabbinden yakındığını ve halini sorduğunuz zaman Allah Teala'nm kazasından
hoşnutsuzluğunu ifade edeceğini bildiğiniz kimseye de halini sormamanız doğru
olur. Çünkü bu tür bir soru, onun cehalet ve serzenişinin vebaline katılmak
olacaktır. Kul için; Zatının misli olmayan ve herşeyi yed-i kudretin
debulunduran Rabbini, hiçbirşeye gücü yetmeyen basit ve zelil bir kula şikayet
etmek ne kadar da büyük bir kabahattir!
Allah
Teala'dan gelen en küçük bir nimete dahi şükretmek, şükürden sayılır. Çünkü
Habib Teala'dan gelen şey, az da olsa bunu müdrik olan kulun gözünde çok
büyüktür. Aynı zamanda Allah Teala eşsiz bir hikmete sahip olduğu için, nimeti
daraltmasının veya kesmesinin de bir hikmeti olsa gerekir. Kul, O'nun hikmet ve
kudretini iyi bildiği zaman; verme kudretine rağmen nimeti engellemesindeki
hikmet yönünü de bilir ve bu engellemenin de aynı zamanda bir vergi olduğunu
görür. Neticede de, nimetin engellenmesi verilmesiyle bir olduğu gibi, verilen
az şey de çok olur.
Kul;
engelleme karşısında duyulan sabır ve zillet hislerinin, aslında izzet ve
şeref olduğunu bilmelidir. Bu, ulema nezdinde kullarla ululanma ve onlarla
şereflenme gayretinden çok daha faziletli ve değerli bir haldir. Kullara tamah
edip onların önünde zeliî olmak, Allah Teala'nm kulu olan bir varlığa şeref
borçlanmak, zelil biri önünde zillete düşmek gibidir. Halbuki Aziz olan Allah Teala
karşısında zillet hissetmenin güzelliği, sevgilinin karşısında zelil olmanın
güzelliğine benzer.
Zelil
birinin karşısında zillete düşmenin çirkinliği ise, düşman karşısında zillete
düşmenin çirkinliğine benler. Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur:
"Allah dışında taptıklarınız size rızık vermeye muktedir olamazlar. Rızkı
Allah'dan isteyin ve O'na ibadet edin". (Ankebut/17) Yine O, bu manada
başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah dışında taptıklarınız da
sizler gibi kullardır.". (A'raf/194) İbadet, hizmet etmek ve zilletle
itaat etmek mana-smdadır.
Sıkıntılı
bir kul, ihtiyaç ve yokluğunu, onu giderebilecek olan Rabbinden başkasına
açmamalıdır. Çünkü O, herşeyi bildiği ve herşeyden haberdar olduğu için kulunun
derdini halledecektir. O, onu devamlı duymakta ve bulunduğu hali yakından
görmektedir. Neticede ona uygun olanı da en iyi O bilmektedir. Allah Teala, bu
manada şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah rızkı kullarına yaysaydı, yeryüzünde
azgınlık yaparlardı". (Şura/27)
Yakin sahibi
olan kul; rızkın verilmesi ve bollaşmasında şükrettiği gibi, daraltılması ve
engellenmesi halinde de şükretmen, kalbiyle de bu yakini şehadete sahip
olmalıdır. Şunu da bilmelidir ki, onun sıfatı; kulluk, hükmü ise kulluk
hükümleridir. Mahkum olduğu hükümler ise Rubûbiyet hükümleridir. Allah Teala
üzerinde hiçbir hak iddia edemez.
Allah Teala
ise, onunla ilgili her türlü hakkın sahibidir. Çünkü kul, Allah'ın yapması ve
yaratması neticesinde ortaya çıkan bir varlıktır. Alemlerin Rabbi, onun
Yaratıcısı ve Malikidir. Kul, bu şehadete sahip olduğu zaman herşeyin Allah
Teala'ya ait olduğunu görerek O'ndan gelen en küçük şeye dahi rıza gösterir.
Allah Teala üzerinde bir hakkı bulunduğunu asla iddia etmediği gibi, O'nun tarafından
verilen hiçbir şeye de kanaatsizlik göstermez. Bunların da ötesinde, Rabbinden
hiçbir şey talep etmez.
Allah
Teala'yı devamlı zikretmek, hamd-ü senada bulunmak, nimetlerini sürekli
anlatarak hayırla anmak, dil ile yapılan şükürden sayılır. Çünkü şükür
kelimesinin sözlük anlamı, açıklamak ve izhar etmektir. Mesela 'Kesüra ve
şekere' denildiği zaman, sıkıntıları giderilen kimsenin bu halini izhar etmesi
kasdedilir. Dolayısıyla Allah Teala'nm nimetlerini sürekli anmak ve anlatmak
da bunları açıklamak anlamında dille yapılan şükrü ifade etmektedir.
Bu meyanda
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisi zikredebiliriz: "Zikirler
arasında hiçbiri hamd kadar katlanarak se-vaplandırılmaz". Allah Resulü
(sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Sübhanallah'
derse, on hasenesi olur. Kim 'La ilahe illallah' derse, yirmi hasenesi olur.
Kim de 'elhamdü lillah' derse, otuz hasene yazılır". Burada hamdın
Tevhid'den daha üstün tutulduğu gibi bir mana çıkarılmamalıdır. Aslolan, şükür
ehlinin Allah Teala nezdindeki makamının yüksekliğidir. Allah Teala da
Kitabı'na 'Hamd' kelimesi ile başlamıştır.
Bu konuda
rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Hamd, Rahman'ın ridasıdır". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Zikrin en hayırlısı 'La ilahe illallah, duanın en
hayırlısı ise 'elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn'dir".[14][14]
Şükrün,
kulun kalbinde güçlenerek ona hakim olması ise, kalple şükrü ifade eder. Allah
Teala'nm kulun şükrünü kabul etmesi ise, ona gizlediği şeyleri açığa çıkarması,
ilim ve kader namına ona perdelediği hususları izhar etmesidir. Bu da, kul için
bir ziyade olup bunun sayesinde Allah Teala'yı daha iyi bilerek müşahedenin
yükseklerine çıkar. Bütün bunlar, şükür meihumundaki açığa çıkarma ve izhar
etme manasına raci olan faziletlerdir.
Lütufda
bulunan ve nimetler bahşeden Allah Teala'ya uzuvlarla şükretme hususuna
gelince, bu da şöyle olur: Uzuvlarla şükreden kul, Rabbinin verdiği nimetle
yine O'na karşı gelip günah işleyemez. Aksine O'nun verdiği nimetlerin
yardımıyla O'na en güzel şekilde itaat etmeye çalışır. O'nun nimetlerinden
aldığı güçle O'na karşı günah işlememelidir. Böyle yapması durumunda, Allah
Tea-la'nm nimetlerine nankörlük etmiş ve küfranda bulunmuş olur.
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın nimetini küfran ile
değiştirenleri görmedin mi?". (Ibrahim/28) Burada gizlenen bir mana vardır
ki, delilinin açıklığından dolayı bunu anlayabiliriz: Allah Teala o kullarına
nimetler vererek kendisine itaat etmelerini emretmiştir. Ama onlar,
kendisinekarşı çıkarak bu nimetlerden aldıkları güçle O'na isyan etmişlerdir.
Bu ise, onların kendilerine emredileni değiştirmeleri demektir.
Benzer bir
gizli manayı, şu ayet-i kerimede de görmekteyiz: "Rızkınızı, O'nu
yalanlamak mı kılıyorsunuz1?". (Vakı'a/82) Burada da murad edilen mana,
rızkınızın şükrünü O'nun peygamberlerini yalanlayarak mı eda ediyorsunuz?
şeklindedir. Görüldüğü gibi bu ayette de hazif vardır. Allah Resulü (sav) bu
ayeti, açıklayarak ve tefsir ederek okumuştur: Rivayete göre O, ayetin
tefsirini 'Şükrünüzü yalanlayarak mı eda ediyorsunuz?' şeklinde okumuştur.
Bu manada
Allah Teala'nın bir başka buyruğu da şu ayet-i kerimedir: "Kim, kendisine
geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse (bilsin ki) Allah,
cezalandırması çok sert olandır". (Bakara/211) Yani Allah Teala, nimetine
küfranda bulunan, onun sayesinde günah işlemek suretiyle şükrünü zayi eden
kimse, Allah Teala tarafından çok ağır biçimde cezalandırılacaktır.
Allah
Teala'nın bir diğer buyruğu da şu ayet-i kerimesidir: "Eğer küfre düşerseniz,
Benim azabım çok çetindir". (İbrahim/7) Ayetin tefsirinde denildi ki: Eğer
nimetlerime nakörlük ederek onları inkar ederseniz.. -Allah Teala'nın azabı;
dünyada o nimetin bela, aşağılanma ve zilletle değiştirilmesi şeklinde
olabilir.- Azap, "Çünkü (cehennemin) azabı bir helaktir" (Furkan/65)
ayetinde de ifade edildiği üzere ahirete tecil edilmiş de olabilir. Bu ayete
göre Allah Teala kullarından nimetlerine karşı şükür talep etmiş ama onlar, bu
karşılığı verememişlerdir. Bu durumda da nimetlerinin bedelini onlara borç
olarak vermiş kabul edip kendilerini cehenneme hapsederek cezalandıracaktır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Gizli ve açık olarak nimetleri üzerinize bol bol
akıtmıştır". (Lokman/20) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Günahın açığını
da gizlisini de bırakın". (En'am/120) Burada, sözü dinleyen akıl
sahiplerine şöyle bir uyan yapılmaktadır: Öğüt alın ve nimetin zahirinin
şükrüne binaen günahın zahirini terke-din. Sonra da, gizli nimetlerin şükrünü
eda etmek babında günahın gizlisinijie terkedin.
Zahiri
nimetler, insanın bedeninde görülen sıhhat^ve~"âflyetle, mal mülk
bakımından yeterliliktir. Zahiri günahlar ise, nefsin heva ve arzuları
istikametinde uzuvlar tarafından yapılan fiillerdir. Batıni nimetler,
kalplerin sıhhati ve niyetlerin selametidir. Batıni günahlar ise günahda
ısrar, sû-i zan ve sû-i niyet gibi kalbi fiillerdir.
Mutarraf b.
Abdullah şöyle demiştir: Afiyette olup şükretmem, imtihan edilip de
sabretmemden daha sevimlidir. Çünkü afiyet makamı, selamete daha yakındır. O,
işte bu sebeple şükür halini sabır haline tercih etmiştir. Çünkü sabır, imtihan
ehlinin halidir.
Benzeri bir
söz Hasan el-Basri'den de (ra) rivayet edilmiştir: Şükürle geçen afiyette ve
sabırla geçen imtihanda hiçbir kötülük yoktur. Nimet verilen nice kimse vardır
ki şükredici değildir. İmtihan edilen niceleri de vardır ki, sabırlı değildir.
Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"Afiyet vermen benim için daha sevimlidir". O, Ali'ye de (kv),
hastalığı esnasında sabır niyaz ettiği zaman şöyle demiştir: "Allah
Teala'dan imtihan niyaz ettin. O'ndan afiyet niyaz et".[15][15]
Salih
ameller de şükrün ifadesi olarak görülür. Allah Teala ve Resulü (sav), nimet
verilen kimsenin eda ettiği şükrü amel mefhumuyla tefsir etmişlerdir. Nitekim
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edip
çalışın". (Sebe713) Allah Resulü'nden de (sav) bu meyanda şu hadis
nakledilmiştir: "O, ibadet ve amellerdeki gayretinden dolayı ayakları
şiştiği için siteme uğradığı zaman şöyle buyurmuştu: 'Çok şükreden bir kul
olmayayım mı?![16][16]Yine
O, şunu haber vermiştir ki; nefsle mücahede ve Allah Teala'ya güzel amellerle
yaklaşma, kulun şükrü ve nimet verenin mükafaatıdır.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Kalp ile şükür; nimetlerin, başka birinden değil sadece
nimet sahibi Allah Teala'dan geldiğini bilmektir. Ameli şükür ise, Allah
Teala'mn nasip ettiği her amelden sonra buna şükür olarak ikinci bir amelde
bulunmanız dır. Buna göre şükür; amellerin devamlılığıyla irtibatlı
olmaktadır.
Ariflere göre
şükrün başı; Allah Teala'mn nasip ettiği nimetlerden biriyle O'na isyanda
bulunup nimeti nevaya teslim etmemektir. Şükür ehlinin eda ettikleri şükre
gelince; bu, sahip olunan bütün nimetlerle Allah Teala'ya itaat ederek,
hepsini O'nun yoluna seferber etmektir. Bu, bütün kulların şükrüdür.
Şükrün özü
ve hakikati, takvadır. Takva, Allah Teala'mn kullarına emrettiği bütün
ibadetleri ihtiva eden bir mefhumdur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabbinize ibadet
ediniz, umulur ki takva sahibi olursunuz". (Bakara/21) Allah Teala, bundan
sonra takva ile şükrün hakikatini ifade ederek, takvanın bizatihi şükür
olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'dan korkunuz, umulur ki
şükredersiniz". (Al-i İmran/123)
Şükürde, iki
müşahedeye dayanan iki makam vardır. Bu ikisinden üstte olanı, 'Çok
şükreden=Şekûr' makamıdır. Bu makamda yeralan kul, sıkıntı, bela, zorluk ve
imtihan hallerinde dahi şükreder. Bu mertebeye gelebilmesi için de, bütün
olumsuzlukları şükre-dilmesi gereken nimetler olarak görebilme seviyesine
yükselmesi şarttır. Bu da, yakini imanındaki sadakat ve zühdündeki ihlas ile
mümkün olur. Bu, Rıza makamlarından biri olup aynı zamanda Muhabbet hallerinden
birini ifade eder. Allah Teala, peygamberi Nuh'u (as) bu sıfat ile zikrederek
şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki o, çok şükreden (şekûr) bir kul idi".
(İsra/3) Ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Nuh Peygamber (as), hayır-şer,
yarar-zarar demeksizin her halinde Rabbine şükreden bir kuldu.
Bu babda
Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü bir
tellal çıkarak şöyle seslenir: 'Çok hamdedenler ayağa kalksın!' Bunun üzerine
bir zümre ayağa kalkar. Onlara bir sancak verilir ve cennete girerler. 'Çok
hamdedenler (=Hammâd olanlar) kimlerdir?' diye sorulur. Bunun üzerine,
'Bulundukları her halde Rablerine şükredenlerdir5 denilir". Bu hadisin
başka bir lafzında ise şu ifade yeralır: 'Varlıkta ve yoklukta..'.
Ulemadan bir
zat ise, Allah Teala'mn "Nimetleri zahiri ve batini olarak üzerinize bol
bol yağdırdı" ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Zahiri
nimetler, zenginlik, sıhhat ve afiyettir. Batıni nimetler ise, fakirlik ve
diğer musibetlerdir. Çünkü bunlar, ahi-ret nimetleridir. Allah Resulü de (sav)
bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Hayat, ancak Ahiret hayatıdır"
[17][17]
Şükrün
ikinci makamı ise; kulun, kendinden daha aşağıda olanlara bakması, din ve
dünya bakımdan üstün kılındığı kimseleri görmesidir. Böylelikle kalbinin ve
dininin selametiyle, diğerlerinin imtihan edildikleri belalardan
affedilişinden ötürü Allah Teala'mn kendi üzerindeki nimetini ta'zim eder. Aynı
şekilde diğerinin muhtaç edildiği dünya malından da kendine yetecek kadar
sahip kılınmasından ötürü Rabbinin nimetini yüceltir. Bütün bunlar için Rabbine
şükreder, sonra da dini hali bakımından iman ilmi ve sağlam yakini ile
kendinden üstün kılınmış olan kullara bakarak kendi nefsine kızıp onu aşağılar
ve kendinden daha yukarıda gördüğü kişinin halleriyle rekabet ederek ona
yetişmeyi arzular. Bu durumda olan bir kul, şükür ehlinden sayılarak, övülenler
zümresine dahil olur.
Bu manada
Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Dünyevi
bakımdan kendinden aşağıdakine, dini bakımdan da kendinden yukarıdakine bakan
kişi Allah Teala tarafından sabreden ve şükreden olarak yazılır"[18][18]
Bu hadisi Rıza makamında şerhettiğimiz için burada tekrar izah etmeyi doğru
görmüyoruz. Kulu, şükür ehli araşma sokan her sıfatta, kulun makamı şükür
olur. Eğer nimete küfranda bulunursa, bunun zıddını yapması gerekir. Çünkü
küfran, şükrün zıddıdır.
Nimetlerin
en büyükleri, şu üçüdür ki bunları bilmeyen kişi, şükrüzayi etmiş sayılır.
Bunları bilmek ise, arifler için şükür ifade eder. Bu üç büyük nimetin ilki;
Allah Teala'mn izzet ve kudretiyle kulların gözlerinden gizlenmiş olmasıdır.
Eğer O, kullarına zahir olsaydı işleyecekleri her günah küfür olurdu.
Kendilerine yasaklanan ma'siyetler bir sivrisinek kanadı kadar dahi olsun
eksütilmezdi.
Allah Teala,
bütün sıfatlarıyla zahir olduğu zaman kulların gü-nahdan imtina etmeleri de çok
güç olurdu. Bu, gaybun sırlarının arkasında olan bir husustur. Şu var ki,
müşahedenin hürmetini çiğnemelerinden ötürü insanların çoğu O'nunla
karşılaşmayı inkar ederlerdi. Ayrıca halihazırda gaybi olarak iman ettikleri
için nail oldukları ulvi mertebelere ve övgülere de, asla nail olamazlardı.
Çünkü bu derecelere ulaşmalarının sebebi olan gaybi iman, Allah Teala'mn
müşahede edilmesi halinde ortadan kalkacaktır.
İkinci büyük
nimet, kaderin ve mucizevi ayetlerinin halkın umumundan gizlenmiş olmasıdır.
Bunlar, gaybi sırlar, kulların salah sebebi, din ve dünya işlerinin istikamet
bulma vesilesidir. Eğer kullara zahir kıhnsalardı, onların küçük günahları,
mucizeleri ya-kinen görmelerinden ötürü büyük günahlara dönüşür, iyi amelleri
için misline katlanan sevapları da asla katlanmazdı. Çünkü halihazırda gaybi
olarak iman ederek amel ettikleri için katlanan bu sevaplar, mucizelerin açıkça
müşahede edilmesinden sonra katlanamaz.
Üçüncü büyük
nimet ise, kulların ecellerinin kendilerinden gizlenmiş olmasıdır. Eğer
ecellerini bilmiş olsalardı hayır ve şer bakımından amellerini zerre mikdarı
arttıramaz ve eksiltmezlerdi. Çünkü Allah Teala'mn onlardan talep ettiği
ameller çok daha ağır olurken, haklarındaki delillerin kesinleşmesi de çok daha
zorlayıcı olurdu. Allah Teala, bilmedikleri bir ecellerinin olmasını onlar için
bir mazeret kılmış ve beklemedikleri bir yerden gelecek eceller tayin ederek
onları düşünmüştür.
Allah
Teala'mn, bütün kulların kusur ve kabahatlarını örtmesi de, onlara olan
nimetinin inceliklerindendir. Böyle yapmak suretiyle onların kabahatlarını
birbirlerinden, ulema ve salihlerin gözlerinden gizler. Eğer böyle yapmamış
olsaydı hiçbiri kabahatlan ortada olan kişiye bakmazdı. Yine O, salihleri ve
velileri de onlardan gizlemiştir. Eğer bu kimselerin işaret ve alametlerini
herkese izhar etmiş olsaydı, herkes bunları tanır ve cahiller dahi, onların
Allah Teala'mn velayetine mazhar olduklarını yakinen bilirlerdi. Böyle olduğu
zaman da, onlara ihsanda bulunanların sevapları boşa gittiği gibi, amellerinin
kabulünden de mahrum olurlardı. Onlara kötülük edenlerin yaptıkları da boşa
giderdi.
Allah
Teala'mn bunları perdelemesi ve gizlemesi;, amel sahiplerinin hayır ve şer
namına yaptıkları amelleri, rica ve ümit üzere, ahiretle ilgili olarak hüsn-ü
zan ile yapmalarını temin etmesi bakımından mühimdir.
Allah
Teala'mn velilerine ve salih kullarına eziyet edenlerin cezaları da, onların
Allah katındaki mühim mevkileri ve kıymetleri izhar edilmediği için tehir
edilecektir. Bunun gizlenmesinde, salihlerin nefsleri bakımından da çok büyük
nimetler mevcuttur. Böylelikle dinlerinin selametini temin edecek, fitneye de
mümkün olduğunca az maruz kalacaklardır.
Tabii
onların kıymetlerini bilmeyen cahillerin yaptıkları rencide edici hareketler
ve Allah Teala'mn hükümlerini onlar sebebiyle hafife almaları da, bir nevi
perde arkasından yapıldığı için bu zevata çok zarar vermeyecektir. Bu da
kullarına çok bahşedici olan Allah Teala'mn nimetlerinden bir lütuftur.
Bu mevzuda
rivayet edilen kudsi bir hadiste Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Kim Benim velilerimden birine eziyet ederse, Bana savaş için meydan
okumuş demektir. Ben de velimin intikamını alır ve ona yardımı Zatımdan
başkasına bırakmam".[19][19]
Gizliliğinden dolayı şükrü gerektirdiğini ifade ettiğimiz bu nimetler hakkında
İmam Cafer-i Sadık da (ra) şöyle demiştir: Allah Teala üç şeyi, üç şeye
saklamıştır:
Rızasını
taatine; dolayısıyla taatiyle ilgili hiçbir işi hor görmeyin. Çünkü o, Allah
Teala'mn rızasını mucib olabilir.
Gazabını da
günahlarına; dolayısıyla günahlanyla ilgili hiçbir işi hor görmeyin. Çünkü o,
Allah Teala'mn gazabını mucib olabilir.
Velayetini
mümin kullarına saklamıştır; Dolayısıyla onlardan hiçbirini hor görmeyin. Çünkü
o, Allah Teala'mn velilerinden biri olabilir1. Böyle biri, nübüvvetini
bilmediği bir peygambere eziyet eden kimseye benzer. Allah Teala, o kimseyi
peygamber olarak göndermeden önce, ona eziyet eden kimseye onun
peygamberliğini bildirmemiş olabilir. Böyle birinin günahı, elbette eziyet
ettiği kişinin peygamber olduğunu bile bile eziyet eden kimsenin günahı gibi
olmaz. Çünkü nübüvvet çok yüce bir makam olup hürmetin azamisine layık olan
bir mertebedir.
Şükür ehli
için iki yol vardır. Bunlardan biri, diğerinden daha üstündür. Bu yolların
ilki, rica ehlinin şükrüdür. Bunlar, şahid oldukları zahiri nimetlere bakarak
bunların tamama erdirilmesi noktasında Allah Teala'dan ümitvâr ve ricacı olup
hüsn-ü muamelede bulunanlardır. Bunların hali, hayırlı işlerde ve salih
amellerde acele edip birbirleriyle yarışmaktır. Bu hallerinin sebebi ise; Allah
Teala'nm diğer insanlar dışında kendilerine mahsus kıldığı nimetleri müdrik
olmalarıdır.
Şükür
ehlinin ikinci ve daha üstün olan yolu ise, Korku ehlinin şükrüdür. Bu hale
sahip olanlar, kötü bir son ile vefat etmekten ve Allah Teala'nm sabık
hükmüyle, ahirette çile ve azaba düçâr olmaktan korku duyan kimselerdir.
Onların bu korkusu, Allah Teala'nm kendilerine bahşettiği iman vergisiyle
seviniyor olmalarının da delilidir. Onların bu sevinçleri, İslam'ın
kalplerindeki büyük ve eşsiz yerine delalet eder.
Onların bu
halleri sebebiyle, Allah Teala'nm üzerlerindeki nimeti de gözlerinde çok
büyümüştür. Korku ehlinin işte bu hakikat-lan bilmesi, onların şükrünü ifade
eder. Korku ve endişe, Rızık verene karşı şükürlerinde, kendileri için bir
şükretme şekli haline gelmiştir. Allah Teala, bunu da bir nimet kılmıştır.
O'nun "Al-lah'dan korkan ve Allah'ın nimet verdiklerinden iki kişi dedi
ki.." (Maide/23) buyruğunda olduğu gibi, her nimet de şükür gerektirir.
Bir müfessir ayette bahsedilen iki kişi için, 'Allah Teala'nm korku ile
nimetlendirdiği iki kişi' olarak tefsir etmiştir. Ayetin tefsiriyle ilgili iki
görüşten birisi budur.
Kul, Rabbine
şükretmese de Allah Teala, izzet ve celal sahibi olarak bu sıfatlar ve
sıfatlarını teşkil eden ahlak üzeredir. O'nun ahlakı, sonsuz bir ikrama ve
cömertliğe sahiptir. O'nun lütuf ve hil-mi de sonsuzdur. Dolayısıyla bu güzel
ahlak ve eşsiz sıfatlara sahip olan Hak Teala, kulları tarafından Zatı ile şükre
layık olup sırf nimet ve fiillerinden ötürü şükre müstehak değildir.
İşte bu da
muhabbet ehlinin zikridir. Çünkü O, bu ahlak ve sıfatlardan başkalarına sahip
olmuş olsaydı, Zatı'nı bunlar sayesinde bilen ariflerin bizzat O'nu görmeleri
gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, kullar ne yaparlardı, ellerinden ne gelirdi?
Netice itibarıyla hamd da O'nadır, şükür de yalnız O'nun içindir. Çünkü şükre
de, hamde de tek ehil ve layık olan O'dur. Hamd ve şükür, yalnız O'nun Zatı,
Zatı'mn yüceliği ve izzetinin celali için olmalıdır. Çünkü O, her zaman olduğu
gibi ilelebed de, bu güzel sıfatlar, kemal-i ahlak ve en yüce misaller üzere
olmaya devam edecektir. Bunu bilmek de, ariflerin şükrüdür.
O'nun
müşahedesi ise, Mukarrebun'un şükrüdür. Onların şükrü, Allah Teala'nm yalnız
yüce Zatı içindir. Onların duaları, hamd ve tesbihden ibarettir. Amelleri ise
Azim ve Celil olan Allah Teala'yı tazim ve yüceltmekle sınırlıdır. Bütün
niyazları ise, O'nun sıfatlarının kendilerinde tecelli etmesi, Zatı'yla ilgili
müşahedelerden bir pay alabilmektir. Bunlar da, anlatılamayacak haller ve akli
ilimlerle açıklanamayacak hususlardır. Çünkü bunların tamamı ,Allah Teala'nm,
Kelam'm sırrına şahit olan kimsenin müşahedesiyle ilgili olarak indirdiği
"O'nun gibi bir şey yoktur" (Şura/İl) buyruğuna dahil olan
meselelerdir.
Musa
Peygamber de (as), bu müşahede sayesinde Rububiyet ile sevinmiş, Allah Teala'nm
yakınlaştırması ile aşinalık kazanmış ve O'nun imanda metanet sahibi kılmasıyla
bahtiyar olarak Rabbine şöyle demiştir: Benim için varolup Sen'in için olmayan
birşey var. Allah Teala da, 'Nedir o?' diye buyurmuştur. O da, {Benim bir benzerim
var. Ama Sen'in benzerin yoktur5 demişti. Bunun üzerine Allah Teala, 'Doğru
söyledin' buyurmuştur.
Musa'nın
(as) söylemek istediğini şerhetmemiz gerekirse şunu söyleyebiliriz: 'Benim
için, talep sahiplerinin varacakları son durak ve arzu edenlerin daha fazlasını
istemeyeceği kadar eşsiz sıfatları haiz olan Sen varsın. Halbuki, Sen'in için
Sen'in gibisi yok, çünkü Sen'in bir benzerin yoktur. Sen'den başka ilah da
yoktur.
Allah
Teala'nm gizli nimetleri olan üstte anlattığımız türdeki hususlar için de
şükretmek gerekir. Bunların şükrü ise; fuzuli dünyevi işlerle meşgul olmayarak
onlardan uzaklaşmak suretiyle olur. Böyle yapmak, meşguliyet ve alakayı
azaltıcı, hesabı kolaşlaştıncı-dır. Senden başkası bununla imtihan edildiğinde,
dünya ile meşgul olup kaygısını ona yönlendirerek Allah Teala'ya şükürden
uzaklaşmasında ve O'nun seni dünyadan uzaklaştırmasında da, iki defa şükür
gereken iki nimet mevzubahistir.
Din noktasında
münafıkların sıfatlarıyla veya nefsiyle ilgili olarak kibir ehlinin
sıfatlarıyla, ya da fasıkların fiilleriyle imtihan edilen birilerini
gördüğünüz zaman, bunu da sizi öyle kılmadığı için Allah Teala'nm nimetlerinden
sayabilirsiniz. Bunun için dahi şükretmek gerekir. Çünkü Allah Teala'nm size
karşı lütfü ve rahmeti olmasaydı, siz de onlar gibi olabilirdiniz. Sizden
başkasına yöneltilen her şerri ve sizden gayrısmdan uzaklaştırılan her hayrı
nimet saydığınız gibi, size yöneltilen her hayrı ve sizden savılan her şerri
de nimet addetmeniz gerekir. Çünkü bütün nefsier,-kötülüğü emretme, irade ve
kader noktasında tek bir nefs gibidir.
Allah Teala
şerri savmak suretiyle size merhamet etmiş olur. Zira bu, Allah Teala'nm size
olan lütfudur. Bunu böyle bilmeniz de, sizin Allah Teala'ya olan şükrünüzün bir
fadesidir.
İnsanların
çekecekleri cezaların çoğu, nimetlere edilmesi gereken şükrün azlığından
kaynaklanır. Şükür azlığının özünde de, nimetleri hakkıyla bilmemek yatar.
Nimetleri bilmemenin sebebi ise, Allah Teala'yı layıkıyla bilmemek, nimet
verene karşı uzun süre gaflet içinde kalmak, nimetleri ve lütfü üzerinde
tefekkür ve ibret almayı terketmektir. Allah Teala ise, bunun mukabilinde şöyle
emretmektedir: "Allah'ın lütuflarmı bolca anın, umulur ki felaha erersiniz".
(A'raf/69) yani, 'nimetlerini anın ki' denilmiştir.
Müfessirler,
bu çerçevede olmak üzere şu ayet-i kerimeleri de zikretmişlerdir:
"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab
ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231); "Sayıyı ikmal eyleyesiniz de,
size hidayet buyurduğu için Allah'ı yüce tamyasmız. Umulur ki
şükredersiniz". (Bakara/185) Bu ayetlerde şükredümesi ve zikredilmesi
istenen nimetler, hidayete erdirilme ve Allah Teala'ya ibadete muvaffak kılınma
nimetleridir.
Kul, nimetin
cahili olduğu zaman onun kıymetini de bilmez. Kıymetini bilmediği zaman da onun
için şükretmez. Şükretmediği zaman ise, sevabının ziyadesi kesilir. Sevabının
ziyadesi kesilen kişi de, iddia ettiği batılın noksanlığı içinde kalır.
Nimetleri
bilmemesinden ötürü, onlar için şükretmeyen kimselerin, küfre düşmelerinden de
emin olunamaz. Eğer bu nimetlere küfrederek nankörlükte bulunursa, o zaman da
Rabbinden bir lütuf gelmediği takdirde vaadedilen ağır azaba maruz kalır.
Kulların hayatlarının
altyapısını oluşturan nimetlerin asılları şu dört nimettir:
1.Hayvanlar ve bütün canlıların mevcudiyetlerini
muhafaza etmeleri için rahimlerden çıkartılan nutfe;
2.Arzdan çıkan bütün mahsullerin arkasındaki tohum ekme;
3. Bizler için içecek olan ve ağaçların yetişmesini
temin eden su;
4. Basiret ehlinin ibret aldıkları, yiyecekleri
hazırlamada ve aydınlanmada kullanılan ateş.
Bu
nimetlerin tamamının sahibi olan Allah Teala, bunları Vakıa suresinin son
kısmında zikrederek hepsini de Zatı'na izafe etmiştir. Bunlar hakkında hiçbir
varlığı kendisine ortak koşmamış-tır. Allah Teala, amel eden kullarına bu
nimetlerin tamamının kapılarını açmıştır.
Nimetlerin
en değerlisi ve en yücesi, Allah Teala'ya iman etme nimetidir. Bundan sonra
Allah Resulü'nün (sav) gönderilme nimeti, ardından da Kur'an nimeti gelir.
Bunların peşinden, insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmamız gelir.
Bunların
öncesinde aklımızla kavradığımız ilk nimetler; yoklar arasından varedilmemiz;
cansızlar arasında canlı kılınmamız, bütün canlılar arasında insan türünden
yaratılmamız, insanlar arasında kadın olarak değil de (cinsiyet bakımından
daha zahmetsiz olan) erkek olarak yaratılmamız dır. Sonra Allah Teala'nm
bizleri, en güzel şekilde yaratmış olması gelir. Bunun ardından kalplerimizin
sünnetten sapma temayülünden ve kötülüğü emreden nefsin isteklerine
meyletmekten uzak kılınmış olması gelir.
Bunları
takiben, vücudun muhtelif hastalıklardan selim kılınmış olması nimeti gelir.
Sonra Allah Teala'nm ihtiyaçlarımıza en güzel şekilde yetmesi de mühim bir
nimettir. Bundan başka gıda olarak yarattığı çift çift hayvanlar da bizim için
bir nimettir. Nihayet gökler ve yer arasındaki herşeyi emrimize vermiş olması
da bizler için çok büyük bir nimettir.
Yukarıda
saydığımız nimetler, Allah Teala'nm bizlere lütfettiği nimetlerin en bariz
olanlarıdır. Bunlar sayı ve güzellik bakımından arttıkça, nimetlerin
büyüklüğünden dolayı şükrün de artması icap eder. Kaldı ki Allah Teala'nm
nimetlerini tamamen saymaya kal-kışsanız bunu başarmanıza imkan yoktur.
Ebu Muhammed
Seni (ra) şöyle derdi: Allah Teala, nimetlerini bilip hilminin büyüklüğünü ve
kabahatlan örtmesini takdir etme sıfatını sıddıklara mahsus kılmıştır. Söz
sahiplerinin en sadığı ve sıfatları en güzel tesbit eden Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, onları
sayamazsınız. Muhakkak ki Allah mağfiret edici ve merhametlidir".
(Nahl/18)
Allah
Teala'nm nimeti, Kendisinin layık olduğu Mağfiret ve Rahmet sıfatlarıyla tamama
ermiştir. O, benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın
nimetlerini saymaya kalksanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki insan çok
zulmedici ve çok nankördür". (İbrahim/34) Allah Teala, insanoğlunun bu
iki temel vasfına rağmen, nimet verme, lütfetme ve ikramda bulunma noktasında
eşsiz bir büyüklüğe sahiptir. İnsanın nankörlük ve zulmü karşısında Allah
Teala çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.
Allah Teala
takva ve mağfiret ehlidir. Kul da, Rabbinin kendisini vasfettiği sıfatlara
sahip olmaya ehildir. Kul, Rabbinin kendisine bol bol verdiği nimetlere karşı
O'na ibadet etmelidir. O'nun için amel eden kullar da, yine O'nun nimetiyle bu
amellerini ifa edip Zatı'na itaat etmiş olurlar. Allah Teala da onları, yine
nimetiyle mükafaatlandırır. Cahiller ise, O'nun nimetlerini kullanarak kendisine
karşı gelirler. Buna rağmen O, nimeti ve hilmi sayesinde onların kabahatlarım
örterek kendilerini utandırmaz.
Allah
Teala'nm güzel işleri açık edip kabahatlan örtmesi de, O'nun nimetlerindendir.
Ancak biz, güzellikleri izhar etme ve kabahatlan örtme nimetlerinden
hangisinin daha büyük bir nimet olduğunu bilemiyoruz. Rivayet edilen bir dua
metninde, bu iki vasfıyla da övülerek şöyle denilmiştir: 'Ey güzel işi izhar
edip kabahati örten'.
Sıhhat ve
boş vakit de Allah Teala'nm kullarına bahşettiği nimetlerdendir. Bunlar, dünya
hayatının ilk nimetleri, ahirete matuf amellerin de dayanaklarıdır. Kullann
ekserisi, bunlarda aldanmış-tır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: "İki
nimet vardır ki insanların ekserisi onlar hakkında aldanmıştır: Sıhhat ve boş
vakit". [20][20]
Fu-dayl b. Iyaz şöyle derdi: 'Nimetler için devamlı şükredin. Çünkü nimetlerden
pek azı, ayrıldığı kavme geri döner*. Seleften bir zat da şöyle demiştir:
'Nimetler vahşidir. Onları şükürle bağlayın'. Bir hadiste de Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu riayet edilmiştir: "Allah Teala'nm bir nimeti, kulun
gözünde ne kadar büyürse insanların ona olan ihtiyaçîan da o kadar artar. Eğer
o bu nimeti hafife alırsa, onu kaybolmaya mahkum etmiş olur".
Allah Teala
da şöyle buyurmuştur: "Bir kavim kendi nefslerin-dekini değiştirmedikçe,
Allah da onları değiştirmez". (Ra'd/11) Ayetin tefsirinde şöyle
denilmiştir: Onlar Allah Teala'nm, üzerlerindeki nimetlerini, şükrü terketmek
suretiyle değiştirmedikçe, Allah da nimetlerini değiştirmez. Ama onlar, bu
nimetler için şükretmeyi bıraktıklarında Allah da onlar üzerindeki nimetlerini
değiştirerek kendilerini cezalandırır. Ayetin bir diğer tefsiri de, bunun tam
mukabili bir anlam içermektedir. Buna göre de, O'na karşı günah işleyen bir
toplum, tevbe ederek günahlarından vazgeçmedikçe Allah Teala da onlar
üzerindeki azabını kaldırmayacaktır.
Allah Teala,
böyle buyurarak hükmünün ilk sebebini bildirmiş olmaktadır. Sonra hikmetiyle
ilgili ikinci sebebi zikretmiştir. O, sebepleri hikmet ve iradesi mucibince
yaratandır.
Denir ki:
Kulun vücudunun üzerindeki her kılın altında bir nimet vardır. Onun her
damarında da iki nimet vardır ki bunlardan biri sükunet, diğeri de hareket
içindir. Her kemiğinde dört nimet vardır. Her mafsalında ise yedi nimet vardır.
İnsan vücudunda üç-yüz altmış mafsal, bir o kadar da kemik vardır. Her göz açıp
kapamada iki nimet vardır. Her nefeste iki nimet vardır. Kulun ömründen geçen
her dakikada kendisine sayılamayacak kadar nimet verilir. Dakika, Şa'ire'nin
oniki parçasından biridir. Şa'ire ise, saatin on iki parçasından biridir. Bir
günün gece ve gündüzündeki nefeslerin sayısı, yirmidört bin adettir.
Musa
Peygamberden (as) rivayet edilen bir haberde de onun şöyle dua ettiği
bildirilmiştir: Ta Rabbi, Sen'in şükrünü nasıl ifa edebilirim? Kökünü
yumuşatsam ve ucunu tıraş etsem de vücu-dumdaki her kıl için Sen'in bana iki
nimetin vardır5. Seleften rivayet edilen bir haberde ise şöyle denilmektedir:
'Yiyecek ve içeceği dışında Allah Teala'nm kendi üzerindeki nimetlerini
bilmeyen kimsenin ilmi az, azabı yakın demektir5. Bu durum, hali vakti
yerinde, orta halli veya sıkıntıda olan herkes için geçerlidir.
Denir ki:
Vücudun içindeki nimetler, dışındaki nimetlerin yedi katıdır. Kalpte ise, bütün
vücuttaki nimetlerin katlarca fazlası vardır. Elbette ki Allah Teala'ya iman,
ilim ve yakin nimetleri, vücut-lardaki diğer nimetlerin tamamından katlarca
fazladır. Vücutlar-daki ve kalplerdeki nimetler, birbirini takip eden ve
katlarıyla ifade edilen nimetlerdir. Bunların tamamını ise, ancak onları bahşeden
Allah Teala teker teker sayabilir ve bütün tafsilatıyla bilebilir: 'Taratan hiç
bilmez mi? Muhakkak ki O, işlerin inceliklerine vakıf ve herşeyden
haberdardır". (Mülk/14) Ancak yeme, içme, giyinme ve nikahlanma gibi nimetleri
bunun dışında tutmak gerekir.
Bunların
insan vücuduna girmesi, çıkması, devamlı tekerrür etmesi ve artması sebebiyle
girmeleri mihnetle, çıkmaları da eziyetle olur. Şu var ki bunların giriş ve
çıkışlarını güzellikle ve mutlu edecek şekilde yaparak faydalarını vücutta
baki kılmak ve bunların suret ve sıfatlarım değiştirmek de zühd,
alçakgönüllülük, ibret ve öğüt alma ile olur ki bunlar da yine Allah Teala'mn
nimet-lerindendir.
Denir ki:
Bir ekmek yuvarlanıp pişirilinceye kadar gökler ile yer arasında üçyüz altmış
değişik sanat icra edilir. Bunları icra edenler arasında çeşitli cisimler,
arazlar, yörüngeler, rüzgarlar, gece, gündüz, Ademoğlu ile onun sanatları,
hayvanlar ve madenler gibi birçok varlık bulunur. Bunların başında Mikail (as)
gelir. O, dünyaya verilecek suyu tartar ve onu buluta indirir. Sonra da o
bulutları hareket ettirir. Bunun ardından su yüklü bulutlar rüzgarlar
tarafından taşınır. Sonra gök gürültüsü ve şimşek ile beraber rüzgarları
sevkeden iki de melek vardır. En sonunda ise fırıncı yer alır. Hamur yuvarlanıp
çörek olduğu zaman ona yedibin sanaatkar talip olur. Bunlardan herbirinin de
yukarıda zikrettiğimiz sanatlardan bir payı vardır.
Bir çöreğin
hazırlanmasında bunca nimet mevzubahis iken, onun ötesinde varolan şeylerde
kimbilir daha ne kadar çok nimet gizlidir. Her nimet için şükretmek, kula
düşer. Eğer o, her nimetin devamı için hakiki manada şükretmekle mükellef
kılınsa ve Rab-binden bir rahmet gelip de kendisini bütün nimetlerle kuşatmamış
olsaydı kesinlikle helak olup giderdi.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O, bir adamın, 'Alla-hım, Sen'den
nimetin tamamını niyaz ederim' diyerek dua ettiğim işitti. Bunun üzerine o
kişiye, 'Sen, nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Adam
da, 'Hayır1 dedi. Allah Resulü de (sav), 'Cennete girmektir1 buyurdu"[21][21]
Hikmet
ehlinden bir zata sorulmuştu: 'Na'im nedir?' O da şu cevabı vermişti: Kimseye
muhtaç olmamaktır. Çünkü ben, fakirin bir hayatı olmadığını görüyorum. 'Daha
nedir?' diye sorulduğunda, 'Sağlık ve afiyettir. Çünkü ben, hasta kişinin de
hayatı olmadığını görüyorum' dedi. Bunun üzerine, 'Daha nedir?' diye sordular.
Hakim şöyle dedi: Gençliktir, çünkü ben, yaşlı kimsenin de hayatı olmadığı
kanaatindeyim. 'Daha nedir?' diye soru tekrarlanınca, 'Bundan ötesini
bulamıyorum' dedi.
Bu hikmet
sahibinin zikrettiği hususların bir kısmı, bir anlamda Allah Teala'nm şu
buyruğunda da görülmektedir: "Siz bütün lezzetlerinizi dünya hayatında
(tadarak) geldiniz ve onlarla sefa sürdünüz". (Ahkaf/20) Ayetin
tefsirinde mezkûr lezzetlerle, gençlik; boş vakit; emniyet ve sıhhatin murad
edildiği söylenmiştir.
Yine bu
manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ta ki Allah, sevdiğiniz şeyi size
gösterdikten sonra isyan ettiniz". (Al-i İm-ran/152) Bununla ilgili olarak
da, sıhhat, afiyet ve zenginliğin kas-dedildiği söylenmiştir. Bu manada Allah
Teala'nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Nimetlerini size açık ve gizli
olarak bol bol verdi". (Lokman/20) Bu ayette ise, açık nimetler ile,
sıhhat ve afiyetin, gizli nimetlerle de ahiret nimetlerinin sebepleri olan
imtihanların murad edildiği söylenmiştir.
Bunların
ziyadesi de Allah Teala'nm şu buyruğunda görüldüğü gibidir: "Biz sizi
biraz açlık, biraz korku, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana
eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele". (Bakara/155) Bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim
beden bakımından sıhhatli olarak sabaha çıkar, yolculuğunda emin olur ve o
gününün rızkına malik olursa, dünya sanki bütün kenarlarıyla onunmuş gibi
olur".[22][22]
Ben de bu
manada kanaat ehlinden bir zata şu şiiri söylemiştim:
Geldiğinde
sana gıda, Sıhhat ve emniyet,
Olursun
hüzne kardeş
Ayrılmaz
senden hüzün.
Başka biri
de şöyle bir şiir söylemiştir:
Öyle ol ki;
bir parça ekmek,
Bir maşrapa
su ve emniyet,
Tatlı gelsin
sana öyle bir hayattan ki
Her yeri
bulut ve zindandır.
Şöyle bir
hadise anlatılmıştır: Zamanın birinde, abidin teki altmış yıl boyunca Allah
Teala'ya ibadet etmişti. Allah Teala da o kuluna, rahmeti sayesinde cennete
gireceğini müjdeleyen bir melek göndermişti. Abidin kalbinden, 'Bilakis kendi
amelimle' şeklinde bir düşünce geçti. Allah Teala onun bu düşüncesine muttali
olunca, sakin duran damarlarından birine hareket etmesini emretti.
Bunun
akabinde abidin hay atı.altüst oldu, kafası karıştı ve ibadetten uzaklaşmaya
başladı. Nefsiyle meşgul olmaktan amellere vakit bulamaz oldu. Bir müddet sonra
Allah Teala aynı damara sakinleşmesini vahyetti. Damar da sakinleşti. Abid de
bunun üzerine tekrar ibadet ve taate döndü. Allah Teala da kendisine şöyle vahyetti:
Senin bütün ibadetinin değeri, damarların arasında sakin duran tek bir damar
kadardır. Kul da suçunu itirafla tevbe etti.
Bu manada,
Allah Resulü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Adamın
biri Allah Teala'ya yetmiş sene ibadette bulundu. Allah Teala, rahmetiyle onun
cennete girmesini emrettiği zaman o şöyle dedi: Aksine kendi amelimle. Bunun
üzerine Allah Teala meleklerine, 'Kulumu ameliyle cennete koyun' diye emretti.
Cennete girdi ve orada yetmiş sene kaldı. Daha sonra Allah Teala onun
çıkartılmasını emretti ve kendisine şöyle buyurdu: Amelinin tanı karşılığını
aldın! Bunun üzerine kul, O'nun huzuruna kapandı ve nedametini ifade etti.
Sonra Rabbi ile arasında olabilecek en güçlü bağı düşündü ve bunun, rica ve
hüsn-i zan olacağını anladı. Ardından Rabbine şöyle dedi: Ya Rabbi, beni
cennetinde amelimle değil rahmetinle bırak! Bunun üzerine Allah Teala da
meleklerine şöyle emretti: Kulumu cennetimde rahmetimle bırakın!"
Konuyla
ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Medine sakinlerinden biri,
fakirliğinden yakmıyor ve bundan dolayı duyduğu tasayı herkese bildiriyordu.
Hadiseyi anlatan ona şöyle der: Kör olsan da onbin dinarın olsa sevinir misin?
Adam 'Hayır5 der. 'Peki sağır olsan da, onbin dinarın olsa sevinir misin?'
deyince, 'Hayır' der. 'Peki ellerin ve ayakların kesik olsa da, onbin dinarın
olsa sevinir misin?' deyince, yine 'Hayır5 der. Teki mecnun olsan da, onbin
dinarın olsa sevinir misin?' deyince, 'Hayır' der.
Bunun
üzerine soruları soran zat şöyle der: Sana ellibin dinarlık sermaye vermiş
olan Rabbini sağa sola şikayet etmekten utanmıyor musun? Gerçek de tıpkı onun
söylediği gibidir. Çünkü insanda bu eşyanın karşılığı olan uzuvlar varolup
bunların o maldan fazlalığı vardır. Zira eğer kesilecek olursa, bu uzuvlardan
herbiri için belirlenmiş diyetler vardır.
Bir şeyh de
aynı anlamda başka bir hadise nakletmiştir: Allah'a yakın kılınmış kârilerden
bir zat yoksulluğa düşmüş ve bu durum kendisini son derece hüzne boğmuş,
bunalıma düşürmüştü. Bir gün şöyle bir rüya gördü: Biri kendine şöyle
sesleniyordu: İster misin bin dinarın olsun da sana Enam suresini unutturalım?
Hayır, dedi. Ya Hud suresi? Yine hayır dedi. Ya Yusuf suresi? dedi. Hayır,
dedi. Bunun üzerine ses şöyle dedi: Yüz bin dinarlık servetin olduğu halde
nasıl olur da yoksulluktan yakınırsın? Kâri sabaha erdiğinde bütün tasası son
bulmuştu.
Bir hadis-i
şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an ile zenginlesin. -Yani, Kur'an ile müstağni olun.- Allah'ın
ayetleriyle müstağni olmayanı Allah da zengin ve müstağni kılmaz. Kur'an
zenginliğin ta kendisi olup onun varlığında muhtariyetten sözedilemez. Ondan
daha büyük bir zenginlik yoktur. Allah Teala'nm kendisine ayetlerini nasip
etmesine rağmen başka birinin kendinden daha zengin olduğunu sanan kimse, O'nun
ayetlerini açıkça küçümsemiştir. -Başka bir lafızda 'Allah'ın indirdiğini
hafife almıştır-".
Bir diğer
hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kur'an ile
müstağni olmayan bizden değildir"[23][23]Veciz bir hadis-i
şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:
"Zenginlik
olarak yakin (kafi iman) yeter" Kur1 an, hiç kuşkusuz yakinin ta
kendisidir.
Selef-i
salihden bir zat şunu nakletmiştir: Allah Teala buyurdu ki: Üç şeyden müstağni
kıldığım kişiye nimetimi tamam etmişimdir: Yardımına koşacak bir sultandan,
kendisini tedavi edecek bir hekimden ve kardeşinin elindeki maldan.
Eyyub'ün
fas) Rabbine yakarışında da şu ibareyi görmekteyiz: "Allah Teala kendisine
şöyle vahyetmişti: Adem oğullarından hiçbir kul yoktur ki yanında iki melek
bulunmasın. O nimetlerim için şükrettiğinde iki melek de şöyle derler: Allahım,
ona olan nimetlerini arttır. Muhakkak ki Sen hamd ve şükür ehlisin. Şükreden
kullarına yakın ol. Onların şükürlerini arttır ve onlara verdiğin nimetleri
de arttır. Ey Eyyub, şükredenlere Benim ve meleklerimin katındaki yüce mertebe
yeter. Ben onların şükürlerini kabul eylerken, meleklerim de onlar için dua
ederler. Topraklar onları severken, eserler onlar için gözyaşı dökerler. Ey
Eyyub, Benim için şükreden bir kul ol! Nimetlerimi hatırlayan ve Ben
hatırlatmadan Beni anan ol! Amellerinden dolayı sana şükretmemden önce sen Bana
şükreden!erden ol! Muhakkak ki Ben veli kullarımı salih amellere muvaffak
kılar, muvaffak kıldığım amellerden dolayı onlara şükran duyarım. Onlara da
şükrü gerekli kılarım.
Mükafaat
olarak da onların şükürlerine razı olurum. Ben, çoğa rağmen azla razı olurum.
Az olanı kabul buyururken onu çokla ödüllendiririm. Benim katımda kulların en
kötüsü, ancak ihtiyaç anında Bana şükredendir. O, ancak ceza gününde Benim
huzurumda yakarır".
Bu sözü
zikrettikten sonra şunu bilmek gerekir ki Allah Teala şükredenleri, sarihler,
yakın kılınanlar ve âlilerin sıfatlarıyla an-mıştır. Bu sıfatlar ise, yakin
ehlinin makamlarına ait en yüce sıfatlardandır. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır: "Kullarımdan şükreden azdır". (Sebe/13); "Ancak
iman edip salih amel işleyenler hariç. Onlar ne kadar da azdır". (Sad/24)
Yine O,
mukarreb kullarını vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Çoğu öncekilerden,
birazı da sonrakilerden". (Vakıa/13-14); "Onları bilen azdır".
(Kehf/22) Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet ettiği
hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
"Allah'tan
afiyet isteyin. Kula afiyetten daha üstün olarak verilen tek şey
yakindir".[24][24]
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) afiyeti her türlü ilahi verginin üstüne
yükseltmiş, yakini de onun üstüne yükseltmiştir. Çünkü dünya nimetlerinden
istifade ancak afiyet/sıhhat ile olurken, ahiret nimetlerinden istifadenin tek
yolu da yakindir.
Yerleşik
hayat göçebelikten nasıl üstünse, yakin de afiyetten daha üstündür. Afiyet,
bedenin her türlü hastalık ve rahatsızlıktan uzak olmasıdır. Yakin ise,
inançların heva ve eğriliklerden uzak olmasıdır. Her iki nimet de, kulun şükrünün
büyük kısmını kapsamaktadır. Tıpkı kalp ve bedenin kainatta en büyük nimetleri
kapsaması gibi.
Allah Teala
bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Öyle bir gün ki, Allah'a selim
bir kalp ile gelen dışında ne mallar, ne de çocuklar fayda sağlar".
(Şuara/88) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Yani şirk günahından
selamette olarak gelen. Salim, sağlıklı ve afiyette olan demektir. Kalplerde
yakinin afiyetinin bulunması, şüphe ve nifakın bulunmamasıdır. Çünkü bunlar,
en bariz kalp hastalıklarıdır.
Nitekim
Allah Teala'nın "Kalplerinde hastalık vardır" (Bakara/10) ayetinin
tefsirinde, yani şüphe ve nifak denilmiştir. Tabii kalbin büyük günahlardan
uzak olması da gereklidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Kalbinde
hastalık bulunan tamah eder" (Ahzab/32) Bu ayetin tefsirinde, yani 'riya'
denilmiştir.
Denir ki:
Hiçbir bela yoktur ki, Allah Teala'nın o belada beş nimeti bulunmasın:
1. İlki bu musibetin din konusunda olmamasıdır. Denir
ki: Dinle ilgili olmayan her musibet, dine götüren bir yol mesabesindedir.
2. ikincisi, yaşanan musibetin daha ağırının başa
gelmemiş olmasıdır.
3. Üçüncüsü, bu musibetin kaderde yazılı olmasından
dolayı kaçınılmaz oluşu ve başa gelmek suretiyle savılmış olmasıdır.
4. Dördüncüsü, musibetin ahirete ertelenmeyerek dünyada
yaşanmış olmasıdır. Aksi takdirde ahiret azabına ilave edilerek onu
ağırlaştıracaktır.
5. Beşincisi, musibetten doğan sevap, musibetin
kendisinden daha hayırlıdır. Musibet dünyevi bir konuda ise, ahirete götüren
bir vesiledir. Allah Teala'nm "Muhakkak ki insan çok zulmedici ve çok
inkarcıdır"fİbrahim/34) buyruğuyla ilgili şöyle bir açıklama yapılmıştır:
İnsanoğlu, öfkesinden dolayı çok zulmedici, günahlar ve nimetler için de çok
inkarcıdır.
Bir
rivayette de şu hadise nakledilmiştir: Abbas (ra) vefat ettiğinde, oğlu
Abdullah taziyeleri kabul için oturmuştu. Halk bölük bölük içeri giriyor ve
taziyetlerini bildiriyordu. Bunlar arasında bir bedevi çıkarak şöyle bir şiir
söyledi:
Sen sabret
ki biz de sayende sabredelim, Çünkü tebaanın sabrı, baştakinin sabrından
sonradır. Ondan sonra kazanacağın ecir, Abbas'dan daha hayırlı, Allah da, Abbas
için senden daha hayırlıdır.
Bunun
üzerine İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Şu bedevi dışında hiç kimse hakkıyla taziye
ve tesellide bulunmadı. Köylünün sözlerini yerinde bulmuştu. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür".
(Adiyat/6) Bu ayetin tefsiri yapılırken şöyle denmiştir: İnsan, başına gelen
belalardan dolayı sürekli yakınırken, kendisine verilen nimetleri daima unutur.
Eğer başına gelen her musibette kendisine buna denk veya daha büyük on nimet
verildiğini bilseydi, yakınması azalır ve bunun yerini şükür alırdı.
Musibetler
üç kısma ayrılır ve hepsinin de kendine göre ilahi nimetleri vardır. Bu
nimetler, ya bir derecedir ki bu yakin sahipleri ve ihsan ehli içindir. Veya
bir kefaret olur ki bu da, ashab-ı yemin ve ebrar zümresinin havassı içindir.
Ya da bir ceza olur ki bu da müslümanlarm geneli içindir. Cezanın dünyada
acilen verilmesi ise, rahmet ve nimettir. Bu nimetleri bilmek, şükredenlerin
işidir.
Ulema
nezdinde nimetlerin en yücesi, iman nimeti ve onun devamıdır. Çünkü bir şeyin
devamı, ikinci bir nimettir. Zira o, ikinci bir irade sonunda ortaya çıkan
ikinci bir karardır. Allah Teala'nm bir şeyin izharı hususundaki iradesi, onun
devamını gerektirmez. O'nun iradesiyle ortaya çıkan bir şey, zamanla kaybolup
gider ve hiç olmamış gibi olur. Ancak O, ikinci bir hükümde bulunarak ikinci
bir nimet bahşeder ve o şeyin sebat ve devamını teinin eder. Nitekim O
dilemeseydi gökler ve yer devam etmez, yine O dilemesey-di dağlar yerlerinde
sabit kalmazdı.
Aynı şekilde
imanın kalplerde yazılmasından sonra sebat ve devamını dilememiş olsaydı,
yazgıyla ortaya çıkan iman, zamanla silinerek kaybolur ve kalpler yine küfre
dönerdi. Ama O, sayılmayacak kadar nimetler lütfederek imanm kalplerde sebat ve
devamını sağlamıştır. Bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini
siler, dilediğini de sabit kılar". (Ra'd/39) Yani O, sebat ve
devamlılığını istemediği şeyleri silip atarken dilediklerini de sabit ve daim
kılar.
Kul, iman
nimetinin şükrünü asla eda edemez. O, kendisine yapılan lütufları ve kendi
rolü ve hakedişi olmaksızın yapılan iyilikleri asla bilemez. Ona yapılan bütün
lütuf ve iyilikler, Allah'ın lütuf ve rahmeti sayesindedir. "Hayır, insan
Allah'ın emrettiğini yapmadı" (Abese/23) ayetinin tefsirlerinden biri bu
şekildedir. Yani kul, Allah Teala'nm kendisine dünya ve ahiretteki nimetlerin
anası olan İslam nimeti adına emrettiklerinin şükrünü asla eda etmemiştir.
Halbuki islam, cehennem ateşinden kurtulmanın vesilesi, cennete girmenin de
anahtarıdır. Orada kulun Allah Teala önünde İslam dışında hiçbir öncüsü ve
şefaatçisi da olmayacaktır.
Bu nimetin
Allah Teala'nm yardım ve inayetiyle hareket ve nefeslerde sebat ve devam etmesi
de ayrı bir nimettir. Çünkü Allah Teala bir ayet-i kerimede bunu beyan ederek
şöyle buyurmaktadır: "Kalplerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh
ile desteklemiştir". (Mücadele/22) Yani Allah, kalplerindeki imanı
sürekli destekleriyle sabit kılarak onları takviye etmiştir.
O, aynı
manada şöyle buyurmuştur: "Allah, iman edenleri dünya ve ahirette sabit
söz ile metin kılar". (İbrahim/27) Allah Resulü de (sav) bir duasında
şöyle buyurmaktadır: "Ey kalpleri döndüren -Yani imandan şüphe ve şirke çeviren-
Kalbimi Sana itaatta metin kıl".[25][25]
Bu zarif ve
çok büyük nimeti hakkıyla tanımak, kulun kalbindeki kötü son korkusunu çıkarıp
atar. Çünkü böyle bir kul, kalpleri döndüren Allah'ın bunu ne kadar süratle
yaptığını yakinen müşahede etmektedir. Bu nimetin şükrünün se'vabı da budur.
Bu husus,
Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun kapsamına girmektedir: "Size verdiği
nimetten ve sizi onunla beslemesinden dolayı Allah'ı sevin". Allah
Teala'mn bize verdiği gıdaların en faziletlisi, hiç kuşkusuz imandır.
Bu nimeti ve
Allah'ın verdiği diğer nimetleri hakkıyla bilmek, nimetin devamını sağlarken,
Kendinden bir ruhla bizi desteklemesi ve değişen hallerde bizi iman üzere
metin kılması da nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü o, amellerin temelidir.
Allah
rızasına nail olmanın vesilesi de bu amellerdir. Eğer O, uzuvlarımızı günahlara
çevirdiği gibi kalplerimizi de tevhidden çevirerek şüphe ve şirke dolamış
olsaydı ne yapardık? Böyle yapsaydı karşı durmak için neye dayanır, neye
güvenir ve neye ümit beslerdik?
Görüldüğü
gibi bu, nimetlerin en büyüklerinden biridir. Bu nimeti layıkıyla bilmek, iman
nimetinin şükrü babmdandır. Onu bilmemek ise, iman nimeti karşısında gafil
kalmaktır. Bu ise, cezayı gerektirir. İmanın aklen kazanıldığı veya başka bir
kuvvetle elde edildiği yönündeki iddialar ise iman nimetinin inkarından
ibarettir.
İmanın bu
tür iddia sahiplerinden çekilip alınmasından endişe ederim. Çünkü bunlar,
Allah'ın nimetinin şükrünü inkar ve nankörlükle değiştirmişlerdir. Allah Teala
hayırları imanın kazançlarından kılmıştır. Bize kazandırılan hayırlarda bizim
hiçbir etkimiz yoktur. Aksine Allah Teala bizi imana iletmek suretiyle lütufta
bulunarak, imanı iyilik ve ihsanı kazanmada bize vesile kılmıştır. O, şöyle
buyurmaktadır: "Ya da imanında hayır kazanmamış olan kimseye".
(En'am/158) Ayetin tefsiri yapılırken, kasdedilen hayrın tevbe olduğu
söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, salih amellerin tamamı, imanın
kazançlarıdır denmiştir.
İmandan
sonraki bir nimet de, güzel işler yapmaya muvaffak kılınmamız, işlerimizin
kolaylaştırılması, küfürden, kafirlerin iş ve ahlakından uzak tutulmamız dır.
Allah Teala'mn lütfuyla bize imanın güzelleştirilip sevdirilmesi, ftsk ve
günahkarlığın çirkin gösterilmesi de büyük bir nimettir. Görüldüğü üzere
Allah'ın bize olan nimetleri sayılmayacak kadar fazladır. Bu nimetlere karşı şükür
de, yine O'nun bize bahşettiği bilgi ve yardım sayesinde eda edilmektedir.
Nimetlerin
ardarda gelmesinden dolayı duyulan haya da şükür babmdandır. Şükrü hakkıyla eda
edemediğini bilmek şükür olduğu gibi, şükrün azlığından dolayı özür dilemek de
bir şükürdür. Allah Teala'mn hoşgörüsünün büyüklüğünü, bizi örten perdesinin
kalınlığını itiraf etmek de bir şükürdür. Halk içinda kendisine nasip olan
güzel övgü ve itibarın kulun hakedişi olmaksızın Allah'ın lütuf ve inayetiyle
olduğunu itiraf da bir şükürdür. Hatta bu onun nimetlerine katılır ve şükür
babından sayılır.
Nimetlere
güzel bir tevazu ile yaklaşmak ve zillet hissine kapılmak da bir şükürdür.
Halkın, nimet verilenlere hayır duada ve övgüde bulunmalarına gelince, bu da
doğrudur. Çünkü onlar, bağışın vesileleri ve asıl verenin vasıtalarıdır. Bu
şekilde Mevla'nın ahlakıyla ahlaki anmamız da bir şükürdür.
Nimet
verenin huzurunda az itirazda bulunmak, edepli davranmak, nimetleri güzellikle
kabul etmek, küçüğünü çoğaltmak ve basitini önemsemek de şükürdür. Nitekim
geçmişte bir topluluk, Allah'ın hikmetini görmezlikten gelerek eşyayı
küçümsedikleri ve onlardaki yararları hafife aldıkları için helak olmuşlardır.
Allah Teala'mn bir nimetim küçümsemek, nimetleri inkardan ibarettir.
Bazıları
sabrın şükürden daha faziletli olduğunu söylemiştir. Tahsil sahiplerine göre bu
ikisinden birini diğerinin üstüne koymak mümkün değildir. Çünkü şükür,
müminlerin cümlesinin makamıdır. Müminlerden bir cemaati diğerinden üstün
tutmak, mü-şahedelerdeki yakini imanlarında farklılaşmadan dolayı sıhhatli
olmaz. Çünkü sabredenlerden bir kısmı, şükredenlerin bir kısmından daha üstün
olabilir. Bu üstünlük de, marifetinin fazlalığı veya sabrının güzelliği
noktasında görülebilir. Şükredenlerin havassı, yakinlerinin güzelliği ve
müşahedesinin yüceliğinden dolayı sabredenlerin avamından daha faziletlidir.
Bunların
haller ve makamlar bakımından üstünlüğü noktasına gelince şunu söyleyebiliriz:
Allah daha iyi bilir, ancak nimetlere karşı sabırlı olmak daha üstündür. Çünkü
bunda zühd ve korku sözkonusudur. Bu ikisi ise, makamların en üstündedirler.
Sıkıntılara karşı şükür daha üstündür. Çünkü bunda da imtihan edilme ve
takdire razı olma sözkonusudur. Darlık ve sıkıntılara karşı sabır, nimet ve
rahatlığa şükretmekten daha faziletlidir. Çünkü ilki,nefse daha ağır gelir.
Zenginlik ve günaha muktedir olma halinde sabır ise, nimetlere karşı sabırdan
daha faziletlidir.
Nimetlere
rağmen günahlara karşı sabırlı olmak, bu nimetlere karşı nefs cihadı yapanlar
için bunlarla taatte bulunmaktan daha faziletlidir. Sabredeceği bir duruma
şükreden kişi için, bela bir nimet olmuş olur. Bu daha faziletlidir. Çünkü bu,
mukarrebun zümresinin müşahede sidir. Şükredeceği nimetlere karşı sabırlı
olana gelince, bu ondan da faziletlidir. Zira bu, mücahede halidir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Biz peygamberler topluluğu, insanların en ağır imtihan
edileniyiz. Sonra da en fazla benzeyenler." Hadiste geçen "Emsel=En
çok benzeyen" ifadesi, benzerlik bakımından peygamberlere en yakın
olanlar anlamındadır. Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) bela ve imtihan
ehlini, kendisine en yakın olanlar şeklinde nitelemiş ve onları, en çok
benzeyenler kılmıştır. Allah Resulü'ne (sav) en çok benzeyen kimse ise, elbette
fazilet bakımından en üstün kimsedir. Allah Resulü (sav) imtihanının ağırlığına
şükredenlerdendi. Sabredenler zümresindeki şükreden ise, imtihanlarına karşı
şükürle dolu olduğu için daha üstündür. Çünkü o, peygamberlere en yakın ve en
çok benzeyen kimsedir.
Mukarrebun
zümresinin makamlarının hepsi de sabır ve şükrü gerektirir. Çünkü bunlardan her
biri, ancak diğerinin varolmasıy-lâ tamam olur. Sabır, kemale erebilmek için
üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Sabır da, sevabının ziyadesini temin etmek
için üzerine şükrü gerektiren bir nimettir. Allah Teala da bu ikisini birleştirerek
zikretmiş ve müminleri her ikisiyle birlikte vasfederek şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki bunda her çok sabreden ve çok şükreden için ayetler
mevcuttur". (İbrahim/5) Allah Teala, şükre-denleri, "Fe'ûl"
veznini kullanarak mübalağa ile vasfederken, sabredenleri de "Fa'al"
veznini kullanarak mübalağa ile nitelemiştir.
İşte bu
nedenledir ki, bir hadis-i şerifte de buyruiduğu gibi iman ikiye ayrılmıştır:
"Sabır imanın yarısıdır. Şükür de imanın yarısıdır." Yakin ise,
imanın bütünüdür. Çünkü o, imanın aslı, sabır ve şükür ise imanın
meyvalarıdır. Her ikisi de ancak yakin ile meydana gelirler. Şöyle ki: Şükreden
kul, kendisine verilen nimetin Nimet Veren Allah tarafından olduğunu yakinen
bildiği için Allah Teala'ya vaadim gerçekleştirmesi sebebiyle şükreder.
Sabreden kul da, başına gelen musibetin kulları sınayan Allah Teala tarafından
olduğunu yakinen bildiği ve bu musibete karşı sabredene sena ettiğiğine
inandığı için sabreder. Güç ve engelleme ancak yüceler yücesi, ulular ulusu
Allah iledir.
Sabır ve
şükür hallerinin her ikisi de yakin sahibinin hallerin-dendir. Çünkü o, her
zaman imtihan ve esenlik halinden birindedir. Zira onun için her halde bir
ayet, bir işaret gizlidir. İmtihan anındaki hali sabır, esenlikteki hali ise
şükürdür. Allah Teala sabredenleri ve şükredenleri sever. Şükür makamının
açıklaması da böylece tamama ermiş oldu. Alemlerin Rabbine hamdolsun. [26][26]
[2][2] Buharı,
Bed'ül-vahy/1 İman/41 Nikah/5 Talak/11 Menakıb-i Ensar/45 Itk/6 Eyman/23
Hi-yel/1; Müslim, İmaret/155 Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Feza'ilü'l-cihad/16
Nesa'î, Taharet/59 Talak/24 Eyman/19; İbni Mâce, Zühd/26 İbni Hanbel, 1/25.
[3][3] Benzer
hadisler için b. Nesa'î, Cum'a/30 'Iydeyn/27; Ebu Davûd, Salat/227; Tirmizî,
Me-nakib/30; îbni Mâce, Libas/20; îbni Hanbel, V/354
[7][7] Butiârî,
Cenaiz/32, 43 Ahkam/11; Müslim, Cenaiz/14, 15; Ebu Davûd, Cenaiz/23; Tirmizî,
Cenaiz/13; Nesa'î, Cenaiz/22; İbni Hanbel, III/130 143, 217
[12][12] Buhârî, Et'ıme/56;
Tirmizî. Kıyamet/43; tbni Mâce, Siyam/55; Dârimi, Et'ıme/4 İbni Hanbel,
11/283, 289 IV/323.
[13][13] Bu
manadaki hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 9/9; İbni Mâce, Nikah/5;
îbııi Han-bel, V/278, 282
[14][14] İbni Mâce, Edeb/55 Dııa/5; Tirmizî, Da'avat/84, 112; Muvatta', Hanbet,
11/127, 515. Hac/246; İbni
[16][16] Bıthârî,
Teheccüd/6 Tefsir-İ Suret-i 48/2; Müslim, Münafıkun/79-81; Tirmizî, Salat/187;
Nesa'î, Kıyamü'l-leyl/17; İbni Mâce, îkamet/200; İbni Hanbel, IV/251
[17][17] Buhâri,
Rikak/1 Cihad/33, 110 Menakıbu'l-Ensar/9 Megazi/29; Müslim, Cihad/126, 129;
iırmızî, Menakıb/55; İbni Mâce, Mesacid/3; İbni Hanbel, 11/381 III/172, 180,
216, 276 V/332
[24][24] Buhâri,
Cihad/112, 156 Temenni/8; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cilıad/89; Tirmizî,
Da'avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimi, Siyer/6.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar