[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN ALTINCI KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
DOKSAN BİRİNCİ
BÖLÜM
Vera ve Sırlarının Bilinmesi
Tasavvufta vera, sakınmaktır haramlardan her yerde
Bir de
sakınmak, iki yönlü şeylerden
Saf helal olarak gelirse sana bir şey
Vera gereği onu bırakırsan, bu (vera değil) bir noksanlıktır
Çünkü gerçeği bilmediğin için tersine davrandın .
Noksanlık
ise imanda ortaya çıkar
Sözlükte vera sakınmak demektir.
Şeriatta ise -helalden değilharam ve kuşkuludan sakınmaktır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda, ‘Sana kuşku vereni vermeyene bırak’
demiştir ki, söylediğimizin ta kendisidir. Bu hadis, cevamiü’l-kelim ve sözü
açıklama özelliğine işaret eder. Birisi şöyle demiştir: ‘Bana veradan daha
kolay bir iş yoktur, içimden sıkıntıya sokan her şeyi -bu hadisle amel
ederekbıraktım.’
Haram olduğu nas ile sabit şeylere
gelirsek, kula böyle şeylerden uzak durmak emredilmiştir. Haram, kendisi değil,
yasağa muhatap kişi için haramdır, çünkü bir haram, ilkinden farklı bir
niteliğe sahip başka birisi için mubah olabilir. Bu nitelik Şâri’nin mubah
saymasıyla haramlık niteliğini mubah yapar. Bu nedenle haramın ‘kendisi değil’
dedik, çünkü hiçbir şey özü gereği haram değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘zorda
kaldığınızda’296 demiştir. Böylelikle haram ve benzeri
hükümlerin yükümlünün haline dayandığını öğrendik. Bazı yerlerde ise,
yasaklanan şeye dayanır. Yasaklanan şeyde bulunan değişiklik nedeniyle isim
değişse bile, yükümlünün o şeyi almasındaki hüküm mubahlık ya da zorunluluk
şeklinde değişir. Aynı şekilde haram yasağıyla muhatap olanın hali
değişebileceği gibi yasaktan uzak durma durumu da değişebilir. Bu durumda,
zorunlu olarak hüküm düşer. İş söylediğimiz gibi olunca, hiçbir şey özü gereği
haram değildir.
Kuşkuludan sakınmaya gelirsek (vera),
kuşkulu, bir yönü helale bir yönü -herhangi bir baskınlık olmaksızınharama
dönük şeydir. Böyle bir şeyden uzak durmak onu yemekten veya yenilmesi ondan
sakınmaktan üstün değildir. Vera sahibi ise, haramlık yönünü dikkate alarak,
kuşkuludan uzak dururken vera sahibi olmayan, helallik yönünü dikkate alarak
ondan yararlanır. Bunların arasındaki fark bu kadardır. Kuşku bulunmayan şeyi
terk etmeye gelirsek, böyle bir şey, sırf helaldir. Yükümlü bunun fazlasını
terk edebilir, çünkü helalin sadece fazlası terk edilebilir. Bu terk ‘vera’
değil, ‘züht’ diye isimlendirilir. Haram ve kuşkuludaki züht vera iken fazlayı
terk vera değildir. Fazlanın dışındakinde -Ki ihtiyaç miktarıdırzüht günahtır.
Geride ise, bu konudaki ihtiyacın ve kendisinde zühdün geçerli olduğu fazlanın
miktarını tespit kalmıştır. Bunu -Allah Teâlâ izin verirsezüht bölümünde
zikredeceğiz.
Vera, şart sayılan makamlardan
biridir. Yükümlü olduğu sürece kula eşlik eder ve şartı bulunduğunda
kullanılır. Bu ise, yükümlünün bütün tasarruflarında geçerlidir ve herhangi bir
ameline özgü değildir. Aksine vera, hareket ve duruşlarında ya da kendisiyle
ilişkilendirilen davranış ve terklerde yükümlünün bütün organlarına yayılır.
Şöyle denilir: Veranın sırlarda ve
ruhlarda bir hükmü vardır. Meşru verada geçerli değildir bu. Çünkü (veranın
olabilmesi için gerekli olan) kuşkunun manalarda, mârifederde ve sırlarda bulunması
ariflere göre imkânsızdır. Kuşku, teorik bilgilerde bulunabilir. Bunlar, akli
kanıdarla gerçekleşen bilgilerdir. Arifler, fikri araştırmada vera sahibi olması
gerekenlerdir. Böyle yaptıklarında ‘haram’ araştırmadan kurtulurlar. Örnek
olarak, ilahi zâtı araştırmayı verebiliriz. Onlar, düşünceyi kuşkudan
arındırır. Örnek olarak, Allah Teâlâ için bakmak veya duyurmak için bakmayı
verebiliriz. Bilginin üstünlüğü nedeniyle, bu durum bazı nefslere gizli kalır.
İlahi bilgiyi araştıran ise, onu Allah Teâlâ için aradığını zanneder. Gerçekte
bilgiyi dünya veya Allah Teâlâ’nın dışındaki bir neden için arar. Böyle bir
araştırma niyetinden uzak durmak gerekir, bilgiden değil! Bilgi aramak, insana
haram kılınmamıştır. Haram kılınan, bu bozuk niyettir.
Burada meseleye bakmak gerekir: Niyet
bilginin talebinin faziletine zarar veriyor mu, yoksa bilgi talebi, kendi
faziletiyle ahiret muduluğunu sağlıyor mu? Bu durumda cezalandırma, niyete
yöneliktir. Bu konu ilahi mizanın incelenmesi bölümünde itimat edeceğimiz husustur.
Bazıları şöyle der: Bütün oluş
kuşkudur. Ben de bu kanaatteyim. Bu ise, duyuların zannettiği gibi değildir.
Rahman’ın sureti bizi bu görüşe sevk etmiştir. Böyle bir şeyde vera yapılmaz
ve bundan kaçınılmaz. Çünkü insan kendisini ancak oluştan (ve âlemden)
bilebilir. Kendinden geçersen, zâtını ve seni Yaratını bilemezsin. Peygamber
şöyle der: ‘Kendini bilen Rabb’ini bilir.’ Öyleyse bu kuşkuluda vera
imkânsızdır. Aksine kuşku olması yönünden onun alınması gerekir ve bu durum onu
helal kılar. Çünkü oluş, hiçbir zaman iki uçtan birinde saf olarak bulunmaz.
Bu konu, akılların çoğunun ve âriflerin büyük kısmının boğulduğu bir denizdir.
Ancak Allah Teâlâ’nın merhamet ettiği ve Nuh’un gemisine binenler bu denizden
kurtulur.
Vera’nın esası, zâhirinde, bâtınında
ve yapmak veya yapmamak ile yükümlü tüm organlarında -Allah Teâlâ’ya tahsis
edilmiş bir şekildemeşru ölçüye göre ‘Allah Teâlâ için’ olmayan her
davranıştan ‘sakınmak’ demektir. Bu fiiller Allah Teâlâ’ya öyle tahsis
edilmelidir ki, hiçbir kuşku ona zarar vermemeli ve etki etmemelidir. ‘Allah
Teâlâ için’ sözündeki ‘için’ (lam), bu bölümü toparlar. Allah Teâlâ yolundaki
her makam kazanılmış ve sabit iken her hal verilmiş ve kazanılmıştır, sabit
değildir. Hal, tıpkı parlayan bir şimşektir. Parladığında ya zıddıyla ortadan
kalkar veya müteakiben benzerleri gelir. Benzerleri müteakiben gelirse, bu hal
sahibi hüsrana uğrar.
Her makam, ya ilahi ya rabbani veya
rahmanidir (bu isimlerden birine dayanır). Bunların dışında bir şey olmaz.
Bunlar, bütün mertebeleri içerdiği gibi, varlık da onların etrafında döner.
Kitaplar bunlara göre inmiş, miraçlar onlara doğru gerçekleşmiştir. Bu üç
mertebeye, üç ilahi isim hakimdir: Allah Teâlâ, Rab ve Rahman. Bu üç isimden
birisi, ilahi isimlerden birisinin hükmüyle nitelenmiş halde bulunur ve kulun
makamına göre bu hüküm ortaya çıkar. Söz konusu kulda, müslüman veya mümin veya
ihsan sahibi olması yönünden bu isim etki eder. Bu isimlerden herhangi
birisinin eseri, kulun mülk veya ceberut veya melekût âleminde gerçekleşir.
Ameli ise ya mutlaklık -ki zâtî ameldirya da sınırlanma hükmüyle gerçekleşir
ki, bu da nitelik amelidir. İlahi hükmün nitelik ameliyle meydana gelen hükmü,
ya tenzih veya selb (olumsuzlama) veya fiil niteliği şeklindedir. Bütün makam
ve hallerin tanımıdır bu. Sâlik onları bilse de bilmese de durum aynıdır. Çünkü
hiçbir varlık, bu hükümlerin dışında kalamaz, fakat herkes bilemez!
Veranın bir makamı, makamının ise bir
hali vardır. Bu ise, daha önce zikrettiğimiz gibi, şardıdır ve teklifin sona
ermesiyle biter. Vera makamı, tenzih niteliğiyle sınırlama, hakikati ise,
(kuşkuludan) uzak durmaktır. Bu, ilahi makamdaki veradır. Onun sahibi ise
tanınmayanbilinmeyen biridir. Hali kendiliğinde ya da vera yaptığı şeyde bir
belirti sahibidir. Allah Teâlâ ismi daima ona bakar. Müslüman olması yönünden
ise mülk âleminde kul o isme bakar. Böylelikle isim, fiillerinde ve organlarında
ortaya çıkan her davranışa etki eder. Vera sahibi de, bu makamın
gerçekleşmesine zarar veren her şeyden sakınır. Allah Teâlâ ismi, mümin olması
yönünden onun ceberut âlemine bakar ve ona etki eder. Bu durumda onun rüyaları
genel anlamda yalan çıkmaz. Vera, hayalde de zahirde olduğu gibi sakınmayı
gerektirir, çünkü hayal duyuya bağlıdır. Bu nedenle mürit ihtilam olduğunda
şeyhi onu cezalandırır. Bakınız! Herhangi bir peygamber ihtilam olmadığı gibi
böyle bir şey peygambere yakışmaz da. Allah Teâlâ’yı zevk yoluyla bilen
ârifler de öyledir. Çünkü uyurken rüya yoluyla veya uyanıkken tasavvur ederek
ihtilam olmak, hayalde doğanın kalıntısından meydana gelir -ki bu yalandır.
İhtilam olan insan, görünen âlemde olduğunu zanneder. Halbuki şöyle demiştik:
‘Vera sahibi yalandan sakınır.’ Duyu âleminde ondan sakınsaydı, yalan hayalini
etkilemezdi. Vera sahibinin uykudan sonra kendisinden çıkan bir su nedeniyle
gusül abdesti aldığını gördüğünde, bunun nedeni bâtınî organlarının
zayıflığıdır. Bu ise, mizaca ilişen bir hastalıktır, yoksa o kesinlikle helal
veya haramla ilgili uykudan kaynaklanmaz. Allah Teâlâ ismi bu makam sahibine
melekût âleminde baktığında, ondaki etkisi Hakk’ın sözlerinden ve ilahi
tecelliden kendisine gelen hususlarda te’vilden sakınmaktır. Söz konusu
şeylerin hepsi suretlerde olsa bile, gördüğünü tabir etmez ve muhatap olduğu
şeyi te’vil etmez. Bunların hepsi, ilahidir ve ilahi olan her şey bilinmezdir.
Vera sahipleri de bilinmez. Çünkü vera, sakınmak ve terk etmek demektir. Bir
şey dışta fiil ile ayrışır. Vera sahibi, sakınmasını gerektiren şeyi söylerse
vera makamını ihlal etmiş olur. Bu makam, bilinmemeyi gerektirir. Halbuki
konuşursa, vera sahibi olduğu öğrenilir ve bu durumda makamının adı ortadan
kalkar. Hatta böyle biri hiçbir zaman vera makamında değildir. Onun sakınmadaki
verası, maluldür ve kabul edilmez.
Rabbani ve Rahmani yöne gelirsek,
bunlar da diğer isim gibidir. Öyleyse onu al ve ona göre davran ki, sırları
öğrenesin. Bu kitabın dışında bu konuyu bulabileceğin yer azdır. Çünkü (sûfi)
insanların çoğu veya hepsi, bunu bilseler bile, bu makam ve halleri varlığın
tafsilinin gereğine göre açıklamamıştır. Bu konuda şuna güvenmişlerdir: Sâlik
bu yola girip yönelişinde dürüst olursa, işler bulunduğu hal üzere kendisine
zaten açıklanır ve bu durumda sâlik, halini öğrenir.
DOKSAN
İKİNCİ BÖLÜM
Veranın Terki Makamı
İnsanın çift oluşu ver ayı
anlatır Teklik veranın terkini gerektirir
Hakikati
bir, incelersen
Arzular
geçmiştir, tamah olumsuzlanmıştır
Ameller
varlıklarını talep etmez Gözlerdeki bir zayıflık nedeniyle .
Bütün işlerin dört hükmü vardır:
zâhir, bâtın had ve matla’. Vera, sahibinin dışında ve içinde, had ile hüküm
sahibidir. Böylelikle bu amel, kişiye her şeydeki Hakk’ın yüzünü gösterir ki o
da matla’dır. Böylelikle vera sahibi, muttali olur ve gözü eşyaya düşmez,
eşyada Hakk’ın yüzünü görür. Söz konusu yüzde eşya var oluşlarında Hakk ile
irtibadıdır ve O’ndan ortaya çıkmışlardır. Hakk’ın eşyadaki yüzünü görmekten
uzak kalmak, vera sahibine yakışmaz. Çünkü kul, gerçek olduğunda, kendisinden
tecelliyi uzaklaştırma gücüne sahip değildir. Tecelli esnasında kul, hükme
konu olandır.
‘Veranın terki’ makamıyla kendisini
öğrendikten sonra haramı veya kuşkuluyu alabileceğini kastetmiyorum. Kimse bu
görüşte değildir. Vera makamının sahibi, şeriatın hitap etdği şekliyle eşyaya
yaklaşarak sadece helal (olan şeyi) yediği gibi sadece helal (davranışlar)
sergiler. Çünkü (Hakk’ın eşyadaki yüzü anlamındaki) yüzü görmekle Hakk o şeyin
üzerinden alameti kaldırmıştır. Bir alamet olmaksızın ondan uzak durmak (vera),
insanlara karşı kötü zan beslemek demektir. Allah Teâlâ ehli özellikle de
Hakk’ın yüzünü eşyada görenler, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı kötü zan
beslemekten ya da vera makamına yerleşen böyle bir insanın düşüncesine
insanların kabahatlerinin gelmesinden uzak durur.
Arkadaşlarımızdan birisi bir
seyahatte Abdal’dan (bedel’den) birisiyle karşılaşmış, ona hükümdarların, vali
ve halkın nasıl bir bozulduk içinde olduklarından söz etmeye başlamış. Bedel
sinirlenmiş ve şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın kullarından sana ne? Efendi ile
kulu arasına girme. Rahmet, ihsan ve mağfiret o insanları arar. Yoksa sen
ulûhiyetin hükmünün işlevsiz kalmasını mı istersin? Sen kendinle ilgilen ve bu
kimselerden yüz çevir. Allah Teâlâ’ya bale ve Allah Teâlâ ile meşgul ol.’
(Tasavvufa intisap ettiğim) Başlangıç dönemimde -ki sadece başlangıç vardır,
son ise bilinmez ama söylenirben de aynı haldeyken şeyhim Ebu Abbas
elUreybi’nin huzuruna girmiştim. İnsanların Hakk’a itaatsizlik ettilderini
gördüğüm için (içinde bulunduğum hal anlamındaki) vaktim kirlenmişti. Şeyh
bana şöyle dedi: ‘Evladım! Sen Allah Teâlâ ile ilgilen!’ Şeyhin huzurundan
çıktım ve aynı haldeyken şeyhimiz Ebu İmran el-Mirtüli’nin yayma gittim. Şeyh,
‘kendine bak’ deyince, ona şöyle dedim: ‘Efendimiz! Aranızda şaştım kaldım!
Ebu’l-Abbas,‘Allah Teâlâ ile ilgilen’ diyor, sen ‘kendine bak’ diyorsun. Her
ikiniz de Hakk’a delil olan iki imamsınız.’ Ebu İmran ağladı ve şöyle dedi:
‘Evladım! Ebul-Abbas’ın seni yönlendirdiği, her şeyin kendisine döneceği Hakk’tır.
Her birimiz kendi haline göre sana rehberlik etmiş. Ben de Allah Teâlâ’nın beni
Ebu’l-Abbas’ın işaret ettiği makama ulaştırmasını ümit ediyorum. Sen onun
sözünü dinle!
Onun sözü hem bana hem sana
uygundur.’ Sûfıler ne kadar da insaflıydı! Ebu’l-Abbas’a dönüp Ebu İmran ile
aramdaki konuşmayı anlattığımda bana şöyle dedi: ‘Şeyh sözünde ihsan buyurmuş!
O seni yola yönlendirmiş, ben ise dosta yönlendirdim. Sen hem şeyhin hem benim
sana söylediğime göre hareket et ki dost ile yolu bir araya getirebilesin.’
Yolculuğunda Hakk’a eşlik etmeyen kimse, yolculuğunun selameti hakkında açık
bir kanıta sahip değildir. Eşyada Allah Teâlâ yönünden gelen bir alameti
olmaksızın veya söz konusu şey hakkında özel bir davranışı görmekten veya
içinde bulunduğu halde haram veya kuşkuyu gerektiren bir müşahededen
kaynaklanan belli bir hüküm olmaksızın, (kendisine göre kuşkulu görünen)
eşyadan uzak duran kimse (vera), aldanmış ve bu davranışıyla Allah Teâlâ’dan
uzaklaşmıştır. Böyle birinin hali, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı kötü zandır.
Onun bâtını karanlık, ahlâkı kötüdür. O ve lâ-şey (şey olmayan) ile aynı
hükümdedir. Hatta lâ-şey, ondan daha iyidir. Binaenaleyh vera sahibi olmak
isteyen insan, kendini korumalıdır. Nitekim Allah Teâlâ da kendisinden
sakındığı şeye karşı basiredi ve kesin bir bilgiye sahip olmasını şart
koşmuştur. (Kuşkulu olduğu hakkında) Alameti olmayan bir şeyi bilmek pek nadir
gerçekleşebilir. Çünkü insan bir an başka birini Hakk’a itaatsizlik yaparken
görür. Sonra başka bir anda kendisini görür ve birinci Hakk göre onun hakkında
hüküm verir. Bu durumdaki biri ulûhiyete hakkını vermediği gibi Allah Teâlâ
karşısındaki saygıya da hakkını teslim etmemiştir. Böyle biri, hüsranların
peşinden giden, Allah Teâlâ’nın kulları hakkında kötü zan sahibi olan ve
İblis’in yoldaşıdır. Onun verası da bir ceza haline gelir. Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.
DOKSAN
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Züht
Züht hep helal olanları bırakmaktır Helal olanı! Zahit
ol ki zühdün daha üstündür
Terk bir şeydir ki, dış
varlığı yok Şeriatta övülen bir yâdı vardır
Zühtte işleri ve kıymeti
olanları yüceltmek var Muhakkik nezdinde kıymeti kesin olan şeyleri.
Züht, mülkte meydana gelmiş şeye
yönelik olabilir. Bu bağlamda (mal talebi anlamında) talep mülkte
gerçekleşmiştir. Öyleyse taleple ilgili.züht, zühttür. Arkadaşlarımız, malı ve
mülkü olmayan yoksul hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Ona zahit ismi
verilebilir mi, yoksa onun bu makamla ilişkisi yok mudur? Bize göre, yoksul da
dünyalığı istemek ve -henüz elde etmemiş olsa bileonu ele geçirmek için
çalışma arzusuna sahiptir. Onun bu gayret, malda gerçekleşen talep ve arzuyu
terki, hiç kuşkusuz, ‘züht’ diye isimlendirilir. Bu nedenle zühdü belirttiğimiz
şekilde (sahip olunan şey diye) tanımladık. Allah Teâlâ ehlinden bir grup bu
meselede görüş belirtmiştir Ki büyük kısmı bizim görüşümüzü dile getirmiştir.
Bunun nedeni şudur: Zevk sahibi, dünya arzusunu ve onun peşinden koşmayı terk
ettiği için, kalbinde ilahi bir iz görmelidir. Binaenaleyh züht işinin Allah
Teâlâ nezdinde bir varlığı ve değeri olmasaydı, bu hal sahibi adma
(gerçekleşen) ilahi tecellide bir etkisi olamazdı. Doğrusu budur.
Şöyle deriz: Zikrettiğimiz zühdün
(İlah, Rab ve Rahman’dan ibaret olan üç ilahi isme göre) bir makamı ve hali
vardır. Zühdün ilahi makamı belirsizdir. Bu, insan ile kulluğu arasına giren
bütün ilahi isimlere karşı zahidiktir. Zühdün rabbani makamı ise ilahi ismin
onun üzerinde hüküm sahibi olmasından uzaklaşma niteliğiyle sınırlıdır. Zühdün
Rahmani makamı ise, zühdü kendisini Hakk edene yönlendirmektir -ki züht edilen
şeyi kastediyorum. Bu makamın (zahidin) müslüman olması bakımından mülk
âlemindeki etkisine gelirsek, züht, var olanlardadır ve o en uzak ve ileri
perdedir. Zahidin mümin olması yönüyle zühdün ceberut âlemindeki etkisine
gelirsek, burada züht zahidin nefsine karşıdır. Bu, en yakın ve yakındaki
perdedir. Zahidin ihsan sahibi olması bakımından zühdün melekût âlemindeki
etkisine gelirsek, burada züht Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeye karşıdır.
Burada sûfilere göre perde ortadan kalkar.
Ebu Yezid el-Ekber şöyle der: ‘Bence
züht bir makam değildir. Çünkü ben üç gün zahit oldum. Birinci gün, dünyaya
karşı zahittim, ikinci gün, ahirete karşı zahit oldum. Üçüncü gün ise, Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şeye karşı zahit oldum. Hakk bana ‘ne istiyorsun?’
diye nida etti, ben ‘istememeyi istiyorum’ dedim. Çünkü istenilen ben, isteyen
Sen’sin.’ Tasavvuf ehlinden bazıları Bestami’nin sözünü eleştirmiş, onun
buradaki yerini bilememişlerdir. Biz bu sözüyle neyi kastettiğinden söz etmiş,
kendisine itiraz edenlerin sözlerinin yanlışlığını başka bir yerde
açıklamıştık.
Züht, keşf gelmediği sürece kula
eşlik eden makamlardandır. Kalp gözünden perde kalktığında artık zahit olunmaz
ve buna gerek kalmaz. Kul kendisi için yaratılmış bir şey hakkında (eşya ve
dünya) zahit davranmaz. İnsan kendisinden dolayı yaratılmış olduğu (Hakk)
kimse için zahit olabilir ki böyle bir şey de olamaz. Öyleyse züht -kim onu
benimsiyorsagerçekte bilgisizliktir. Bir şey benim değilse ona karşı nasıl zahit
olayım? Benim olan bir şeyden ise ayrılmam mümkün değildir. Öyleyse züht
nerede kaldı? Bu hüküm sahibi şöyle diyecektir artık: ‘Zaten bu adı Hakk eden
züht de odur.’ Züht makamı hakkında bir şiirimiz vardır:
Eksiklik
senden, bilmiyorsun
Züht
vitir namazım gibidir
Nefsinin
kandilinin ışığı bağlanmış
Âlemde
bulunan her şeye
Söndür
kandili, ortadan kalksın her bağ
Züht
sende kadir gecesine benzer
Güneşin batmasıyla başlar .
Fecrin
doğumunda sende sona erer
Bunun anlamı şudur: Hakkı görürsen
zahit olmazsın, çünkü Allah Teâlâ yaratıklarına (karşı) zahit olmadı. Allah
Teâlâ’nın (ahlâkıyla) ahlâklanmaktan başka bir iş yoktur. Öyleyse, zahitlikte
kimin ahlâkıyla ahlâklanacaksın? Bu anlama dikkat et! Çünkü son derece ince bir
anlamdır bu.
DOKSAN
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Zühdün Terki
Züht terktir, terkin terki ise malum:
Avuçta kabz edilmiş olanı tutmak
Yeryüzü O’nun tarafından
dürüldü (kabz) O ise Zengin Nerede terk? Farz kılındığı söylenen bir imkânsız o
Sen nimetlere karşi zahit
davranırsan Hakk nimet ihsan etmez ki!
Zühdün bilgide bir mertebesi
yok Birlik ehlinde zühdün terki bir faraziye
Bilmelisin ki, terkin terki,
tutmaktır. Züht, terk demek ise zühdün terki terkin terkidir. Öyleyse bu, zahit
olduğun şeye tekrar dönmendir. Çünkü gerçek bilgi seni ona çevirmiştir. Hal
ise, onu istemektedir. İşin iç yüzünde onun bir hakikati yoktur, fakat zâhirde
bir hükmü vardır. Böylelikle ondan bu kadar! sahih olur. Geride şu kalır:
Zühdün terki anlamındaki tutmak, tutulan hakkındaki bir arzudan mı
gerçekleşecektir, yoksa arzusuz mu? İnsanların bu konudaki halleri farklı
farklıdır.
Arzu ve istek olmaksızın tutan kimse
zahittir. O kişi, belirlenmiş ve tespit edilmiş vakitlerde ehline ulaştırmak
üzere, başkasının haklarının eminidir. Bazen tutma, (tutulan) emanetlerin
sahiplerinin isimlerini bilerek ve keşf ederek gerçekleşirken bazen bu olmaz.
Bu mesabedeki kişi, kendi adına o maldan bir şey almaz. Tutulana karşı duyulan
bir arzuyla malı tutan iki İçişidir: Birincisi züht makamından hiç kuşkusuz
kendi nefsinde bulunan bir hastalık nedeniyle dönmüş sayılır. Böyle biri muteber
değildir. Diğeri ise nebiler ve kâmil velîlerdir. Onlar, irfanı bir bilgiyle
(mallarını ellerinde) tutarlar. Bu bilgi, onlar adına tutmada bulunan bir şeye
kemal ile bezenmeyle ve bilgiyle -yoksa cimrilik ve inanç zayıflığı
değilbağlanmayı sağlayan bir durum meydana getirir. Allah Teâlâ Eyüb’e altından
bir çekirge ayağı göndermiş. Eyüb hemen üstüne adamış ve elbisesinde onu
toplamaya başlamış. Allah Teâlâ kendisine şöyle vahyetmiş: ‘Seni bundan
müstağni etmemiş miydim?’ Eyüb şöyle demiş: ‘Senin verdiğin hayırdan müstağni
kalamam!’ Bilginin Eyüb’e kazandırdığı marifete bakınız!
Her zahit, daha fazlasını elde etmek
için zahit olmuştur. Öyleyse züht, daha azdadır. ‘De ki
dünya hayatı daha azdır.’297 Öyleyse züht nerededir? Zahider
dünyayı ahirette bir zarar görmemek için terk etmişlerdir. İşte bu, züht
olduğu zannedilen şeydeki talep ve arzunun ta kendisidir.
Zühdün durumuna gelirsek, züht dünya
hayatındadır. Bu nedenle de kalıcı değildir.
DOKSAN
BEŞİNCİ BÖLÜM
Cömertlik Sırlarının Bilinmesi, Vermenin
Tarzları
Vermenin dereceleri çoktur, sayılamaz Onlarla düşmanlarımıza karşı yardım alırız
Cömertlik sayesinde dışta
var olmamız mümkün oldu Hatta biz gerçekte cömertlikten mazhar olduk
FASIL
Cömertlik Nedir? Varlık, cömertlikten
meydana geldi. (Kelimeyle aynı kökten gelen) Cevd ise,
bol yağmur demektir. Kelime, cezebe’nin cebeze’den bozulması gibi, vecede’den
bozularak cevede haline gelmiştir. Harfleri de anlamda ortak ve birdir. Buna
göre Hakk’ın mazharlar demek olan dış varlıklardaki cömerdiği (cûd), onlarda
zuhur etmesine yöneliktir. Mazharların kendilerinde zuhur edene dönük
cömertlikleri ise, istidadarıyla kendisine verdikleri şeyle ilgilidir. Bu ise,
kendisine kazandırdıkları ilahi isimlerle O’nu övmektir. Öyleyse Hakk’ın
cömertliği, zâtından kaynaklanan bir ihsan iken varlıkların cömertliği ihsan
değil, zatîdir. İşte bu iki cömertlik arasındaki farktır. Bu, sûfilerin
cömertlik (cûd) hakkında söyledikleri Ccûd istemeden vermektir’
sözlerinin anlamıdır.
Kerem
Nedir? Kerem ise istekten sonra vermektir ve iki türlüdür: Hal ile
istemek ve söz ile istemek. Buna göre hal ile istemek, her iki tarafın
bilgisine göre meydana gelir. Kulun sözle istemesi ise malumdur: ‘Rabb’im! Bana
(şunu) ver, beni bağışla, bana merhamet et, bana rızık ver, benim için hayırlı
olanı belirle, benim için hayırlıyı tercih et, bana hidayet et, bana afiyet
ver, beni üzme, beni sınama.’ Hakk’ın sözlü isteğine örnek olarak ‘Bana
dua et, beni hatırlamak için namaz kıl’298, ‘teraziyi
adaletle yerine koyun, terazide haksızlık yapmayın’299,
‘cahillerden olmayınmo gibi
ifadeleri verebiliriz. Bunlar, Hakk’ın kullarından istemesinin düşünülebildiği
bütün taleplerdir. Bu yönüyle Hakk’ın talepleri farzlardır. Farzlar (istekten
sonra vermek anlamındaki) kerem’den yerine getirilirken nafileler, cûd’dan
meydana gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gibi olanlar için ise
böyle değildir. Nafileler cûd’dan meydana gelir ve farzlara katılır. Onun
nafile olması ise, doğru sözlünün bildirmesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Senin için nafile olarak geceleyin teheccüt namazına
kalk, umulur ki Rabb’in seni makam-ı mahmuda ulaştırır”01
Seha
Nedir? Ebu Bekir en-Nakkaş’ın ‘kıyamet duraldan’ hakkında aktardığı
bir hadiste (seha kelimesinden türetilen) es-Sahi ismi Allah Teâlâ’ya
verilmiştir. Bu husus bu kitabın cennet bahsinde yer alır. Seha, gerektiği
kadar vermek demektir. Böyle bir verme, hikmete dayanır. Dolayısıyla o,
Hakk’ın el-Hakîm isminden kaynaklanır. Buna göre Hakk’ın (gerektiği kadar
vermesi anlamındaki) seha’sı, Hz. Musa’nın şu sözüdür: ‘Rabb’imiz
her şeye yaratılışını verendir:302 Bu konudaki diğer ayetler ise, ‘Her
şey belirli bir ölçüye göre O’nun katindadır’303, ‘Allah Teâlâ rızkı
kullarına yaysaydı, yeryüzünde taşkınlık yaparlardı, fakat onu belli bir
ölçüyle indirir’304, ‘Onu belli bir ölçüyle indiririz’305 gibi ayederdir. Kulun seha sahibi
olması ise, her Hakk sahibine hakkını vermek ve insaf göstermektir. İnsanın
nefsinin kendi üzerinde bir hakkı olduğu gibi ailesinin, gözünün ve boğazının
da onun üzerinde hakkı vardır.
îsar
(başkasını tercih) Nedir? (Muhtaç olması düşünülemeyecek)
Hakk’ın bu özellikten bir payı yoktur. Belki uzak bir yorumla saygısızlığı
zikredişinde bu nitelik Hakk ile ilişkilendirilebilir ki bu gerçek bir
ilişkilendirme değildir ve onun yapılmaması daha yerindedir. Hakk’ın belirli
bir şekilde bu özellikle ilişkilendirilebileceği görüşüne varan kimse, şatahat
ehlinden bilgisi olmayan kimselerdir. Şöyle deriz: îsar muhtaç olanın başka
bir muhtaca vermesi olabilir. Bazen ise, muhtaç olmakla birlikte veya
muhtaçlık zannıyla birlikte verilmesi mümkün olabilir. Hakk’ın katında îsar
ise, Hakk’ın herhangi bir arazın yaratılması için varlık cevherini vermesidir.
Bu ise yerini değil, o şeyin kendisini yaratmaya iradenin ilişmesinden
kaynaklanır. Böylelikle yer de bunun ardından zorunlu olarak meydana gelir.
Çünkü arazın varlık şartı, yerin bulunmasıdır. Cevher ise, Hakk’ın kendisine
verdiği arazın kendisinde yaratılmasına muhtaçtır. Çünkü cevher ancak herhangi
bir arazın varlığıyla varlık kazanabilir. Cevherin mekânlı veya mekânsız
olması veya başkasıyla birleşmesi veya birleşmemesi birdir. İşte bu muhtaçlık
anlamıyla vermektir. Muhtaç olmaksızın vermek ise, kulun ilahi isimlerle
ahlâklanması ve Hakk’ın yaratıkların nitelikleriyle nitelenmeye tenezzülüdür.
Bütün bunlar gerçekleşir. Hükmü ise varlıkta ortaya çıkmış ve belli olmuştur.
Sadaka Nedir? Sadaka’dan zekât
bahsinde söz etmiştik. Burada sadaka, önce kendisini var ederek, ardından
varlığını sürdürmekle Hakk’ın kuluna cömerdik etmesidir. Hakk, onu var ederken
kulunun ilahlık taslayacağmı ve ‘Sizin en büyük Rabbinizim’306 diyeceğini de bilir. Bununla
birlikte, ilahi ilimde takdir edildiği için, insanın yaratılması zorunludur.
Kul da Hakk’a sadaka verir. Çünkü kul, kendisinde (üzerinde yaratıldığı ilahi)
suretin izzetini bulsa bile Allah Teâlâ’nın izzeti nedeniyle kullukla gözü
aydınlanır. Aynı zamanda kulun Hakk’a sadakası, yaratılmış övgülerin ortaya
çıkmasıyla gerçekleşir. Söz konusu övgülerin Hakk’a ait olması ise,
yaratılmışın -ki Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeydirvar olmasıyla
gerçekleşir. Bu ‘sadaka’ diye isimlendirilmiştir, çünkü kul Allah Teâlâ’nın
övgülerinde serbesttir. Çünkü Allah Teâlâ muduluğa giden yolu kendisine
açıkladığında kulu hakkmda, ‘Ya şükredicidir ya da nankör’307 demiştir. Öyleyse kul, fiillerinde
özgürdür. Bu nedenle ondan kabul ve ret gerçekleşmiştir, ödüllendirilir ve
cezalandırılır. Allah Teâlâ’nın kullarına dönük cezalandırması bu esasa göre
gerçekleşir.
Akrabaya Vermek Nedir? Akrabaya
vermek, Hakk ve halk olarak (sıla-i) rahim sahipleri için geçerlidir. Kutsi bir
hadiste Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahim Rahman’dan bir daldır. Onu birleştireni Allah
Teâlâ birleştirir, koparanı Allah Teâlâ da koparır.’ Öyleyse onun Hakk’a
nispeti kula nispetiyle birdir. Rahman bize merhamet ettiği gibi biz de
Rahman’a merhamet ederiz.
Hediye Vermek Nedir? Hediye bir
açıklama yaparak vermektir. Bu nedenle hediye kelimesinin harfleri ile
(açıklamak anlamındaki) hüdahidayet kelimelerinin harfleri ortaktır. Çünkü Allah
Teâlâ da hidayeti açıklar. Hakk’ın kuluna hediyesi (açıklama) kendisidir..
Kulun Hakk’a hediyesi ise, Rabb’ini sevmeyi kendisine giydirdiği bu nefsi Hakk’a
iade etmektir. ‘Bana uyun ki sizi
sevsin.’30*
Hibe Nedir? Hakk yönünden hibe,
kendisine karşılık talebinin bitişmediği nimetlerin verilmesidir. Kul yönünden
hibe ise, karşılık bekleyerek değil, rabliğin hakla nedeniyle amel etmektir.
Bedel İsteme ya da İstememeye Nedir? Hakk’tan
bedel istemek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu hadisinde dile
getirilir: ‘Size ihsan ettiği nimeder nedeniyle Allah Teâlâ’yı seviniz.’
Ayette ise ‘Sizinle sözleştiğimde ahdimi yerine
getiriniz’309 denilir.
Kul yönünden bedel, Allah Teâlâ’nın kendisine vaat ettiği üzere, yaptığı
davranışa karşılık Hakk’tan bir karşılık beklemektir. ‘'Benim
karşılığım Allah Teâlâ’ya kalmıştır.’310
Beklenti Talebini Terk Nedir? Bunun
öznesi Hakk olabilir. Sahibin -amel sahibi o isesahibi olduğu bir şeyi (bedel
olarak) talep etmesi düşünülemez. Çünkü elde olan bir şey istenilmez. Kul ise
beklenti talebinden vazgeçebilir, çünkü kendisini amel sahibi olarak görmez.
Bir şey yapmamıştır ki, karşılığında Haktan bir şeyi talep edebilsin.
Bunlar kesin (olarak öğrenilmiş)
bölümlerdir. Bunlar vasıtasıyla gerçeğin kendiliğindeki durumuna dikkatini
çektik. Bunun ayrıntıları ise, sülûkun esnasında her an senin adına ortaya
çıkar. Bunlar, özellikle ihsan sahiplerinin ilahi makamlarıdır. Sahibi ise
bilinmeyecek şekilde meçhul, tanınmayacak kadar yabancıdır. Sonra, bu vermenin
sınırlı ve genel olması zorunludur. Veren Hakk’ın eliyle verirse, onu
genelleştirir; bu durumda vermek, verilen şeye elverişli olanlar içinden
belirli birini ayırmaksızın, Allah Teâlâ’nın bütün kullarına yayılır. Söz
gelişi, verilen şeyin para olduğunu düşünelim. Parayı veren kişi, parayı
kullanabilecek kimselere -ki insandırverir ve küçük-büyük, erkek-kadın,
zenginyoksul, mümin-kâfır, akıllı-deli olmayı şart koşmaz. Aksine bu vermede,
bütün canlılara rızık veren kişi gibi hareket eder. Verilen şey, giyilen bir
elbise olabilir. Bu da verilen paralarla birdir ve onu da (herhangi bir ayrım
yapmaksızın) ehline vermek gerekir. Verilen şey yiyecek türünden ise, onunla
beslenen insan ya da hayvan, bütün sınıflara verir. Verenin bir seçimi veya
ayrımı yoktur ve karşısına çıkan ille kişiye onu verir. Birinci kişi verileni
reddederse, bu kez karşılaştığı ikinci kişiye verir. Böylece verdiğini alanı
buluncaya kadar devam eder. Bu makam, erRabb isminden ‘rabbaniler’ ve er-Rahman
isminden ise ‘rahmaniler5 adına meydana gelebilir. İlah’a nispet
edilenlerin (İlahîler) ise, genel vermeye girmeleri söz konusu değildir. Bu
vermenin izi, kimseyi, yani hiçbir sınıfı -yoksa varlıkların bireylerini
kastetmiyorumistisna etmeksizin, bütün varlıklarda ortaya çıkar. İşte bu, ne
müminin ne de müslümanın, ihsan sahibinin vermesidir.
Verme sınırlı olursa, sınırlandığı
şeye göre meydana gelir. Bunun hükmü ise, şeriatın ondaki hükmüne döner. Böylelikle
daha layık olanı dikkate alarak hareket eder ve şeriatın kendisine başlamasını
emrettiği kimseyle başlar, buluncaya kadar da onu arar. Bu şekilde ise sadece
ilahi -Allah Teâlâ ismindenverebilir. Bunlar ise mümin, müslüman ye ihsan sahibidir.
Bu vermenin sonucu da geneldir.
DOKSAN
ALTINCI BÖLÜM
Susmak ve Sırları
Allah Teâlâ kulcağızın diliyle dedi ki Varlıklara susmak lazımdır
Sadece kendisini konuşturan
vardır O kendi sözünü duyar ve bilir
O varlıktır, sadece O vardır
İşte O açık ve hikmetli Hakk’tır
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin ki, susmak erkek ve kadınların ‘Abdal’ haline gelmesini sağlayan
dört unsurdan biridir. Bir sûfıye şöyle denilmiş: ‘Abdal’ın sayısı kaçtır?’ O
da ‘kırk kişidirler’ diye yartıt vermiş. ‘Niçin adam demedin?’ diye sorulunca,
‘bazen içlerinde kadınlar da olabilir’ demiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘kemâl’ hakkında böyle demiş ve onun bazen kadınlarda da gerçekleşebileceğini
belirterek bu kadınlar arasında (Hz. İsa’nın validesi) Meryem b. İmran ve
Firavun’un eşi Asiye’yi zikretmiştir.
Susmanın bir hal ve makamı vardır.
Makamı, sâlikin varlıklarda konuşmayı yaratan Hakk’tan başka konuşan
görmemesidir. O ‘her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır’. Kul özü gereği susan,
dolaylı olarak konuşandır. Susmanın hali ise şunu görmektir: Hakk kendisinde
konuşmayı yaratmış olsa bile, kul da konuşandır. Nitekim kul kendisinde
yaratılan hareket ile hareket eder. Öyleyse kulun mutlaka susması geçerli
değildir. Çünkü ona belirli hallerde vacip bir emir olarak Allah Teâlâ’yı
zikretmek emredilmiştir. Susmak, (bir şey yapmamak anlamında) olumsuz bir
nitelik olduğu için, tenzih niteliğiyle sınırlı bir makamdır ve hükmü insanın
dışında gözükür; bâtınında ise susmak geçerli değildir. Çünkü bâtını Allah
Teâlâ’nın tespihini söyler. Öyleyse (mutlak anlamda) susmak, imkânsızdır. Konuşulan
konu, örfte bilinen susma hakkındadır. Farz ya da Allah Teâlâ’nın zikri
olmaksızın, susmasına konuşmanın girdiği kimse, ‘susmamıştır.’
Burada ‘susan’, boş ve ölçülür bir
mekânın giremediği (şekilde) parçaların birbirine bağlandığı tekil bir yapıyı
ortaya koyan kimsedir. Bu durumda insan susan haline gelir, insan gerektiği
şekilde susanlardan olup olmadığını öğrenmek isterse, sadece ‘söz’ ile meydana
gelebilecek hususlarda soyut himmet ile etkisinin olup olmadığına bakmalıdır.
Soyut himmet etki eder ve amaç gerçekleşirse, böyle biri gerçek susandır.
Örnek olarak hizmetçisine ‘bana su ver’ veya ‘yemek getir’ veya ‘falana git ve
ona şöyle de’ demeyi isteyip de bunlardan herhangi birini işaret ile
belirtmeyen bir efendinin durumunu verebiliriz. Allah Teâlâ’nın susanın
aklından geçenleri kulağında yaratmasıyla hizmetçi, bunları anlar ve yerine
getirir. Hizmetçiye bu durum sorulduğunda ‘falanca bana 'şunu yap' dedi’ diye
karşılık verir. Bu sözü kendi kulağıyla duyar, fakat onu susanın sesi zanneder.
Gerçek ise öyle değildir. Bu Hakk sahip olmayan kimse ‘susan’ olduğunu iddia
etmemelidir.
İşaretle konuşan ‘susan’ ise, hem
kendini hem başkasını yorar, (bu yorgunluk) onun adına bir sonuç meydana
getirmez. Hatta bu kişi, işaretle konuşan dilsize benzer ve dolayısıyla ona
itimat edilmez. Tasavvuf yolundan bir grubun hakkında yanıldıkları bir
meseledir bu. Kendine karşı samimi davranan kimse adına bu konuda bir terazi
ortaya koyduk. Bu teraziyle onu tartarız ve böylelikle işi karıştırmaz. Bu ise,
‘ihsan sahibi’ (Allah Teâlâ ismine mensup olanlar anlamındaki) ‘ilahiler’ için
gerçekleşebilir. Bunların dışında, ihsan makamının gerçekleşmediği müminler ve
müslümanlar için meydana gelmez.
DOKSAN
YEDİNCİ BÖLÜM
Kelam (Konuşma) Makamı ve Tafsili
Söz bir takım lafız ve ibarelerdir
İşaret ve ima da yerini alabilir
Kelam
olmasaydı yoklukta olurduk bugün
Orada
hükümler ve haberler olmazdı
Rahman’ın
nefesi onu meydana getirdi
Sarih
akil ve şeriatta ise bildirme
Şahısların
suretleri onda gözüktü açıkça
Mana ve
duyu olarak, bu gözükme inşadır
Bak,
garip hikmeti mevcut göreceksin .
Eşya o
hikmette akilimin kalp gözüne gözükür
Kelam (söz), etkili, nefsî ve Rahmani
bir şeydir ve ‘yara’ anlamındaki kelem’den
türetilmiştir. Bu nedenle etkili olduğunu söyledik. Nitekim yara da yaralının
bedenine etki eder. Buna göre mümkünlerin kulaklarını ‘yaralayan’ ilk kelam,
‘ol’ sözü idi. Âlem (Hakk’ın) kelam niteliğinden ortaya çıktı. Bu ise
Rahman’ın nefesinin herhangi bir (sabit) ayn’a yönelmesiyle gerçekleşir. Bu
sayede kendisine yönelinen şeyin bireyselliği o nefeste açılır. Bu oluş kelam
diye ifade edilirken oluşun gerçekleştiği yere de nefes denir. Bir harfin var
edilmesini dileyenin nefese de (o harfin var olmasıyla) sona erer. Böylelikle
ses diye isimlendirilen nefes ortaya çıkar. Yönelişin boyutu hangi yerde sona
ererse, eğer harfin dış varlığı özel olarak amaçlanmış ise, o esnada amaçlanan
harfin dış varlığı ortaya çıkar. Böylelikle Hemze’den Vav’a kadar ve aralarında
bulunan harf mahreçleri ortaya çıkar. Bu oluşan harfler, tekvîn miraçları diye
isimlendirilir. Rahman’ın nefesi onlarda yükselir. Böylelikle a’yân-ı
sâbite’den hangi ayn’ı belirlerse, varlık ile nitelenir.
Her söz sahibinin kendisini
konuşturduğu kimsenin nefsinde bir etkisi bulunmalıdır. Şu var ki konuşan,
ilahi, Rabbani ve Rahmani olabilir. Telaffuz esnasında inşa ettiği kelamın
suretinden başka, onun rabbani veya Rahmani olması bakımından gözüken bir
sözün yaratılması zorunlu değildir. Sözünün yapısı başka bir yapıya etki
edebilir. Bunun örneği, söz gelişi, Zeyd’e kalk demektir. Bu konuşan kişi,
‘kalk’ sözünün yapısını meydana getirmiş demektir. Zeyd emir nedeniyle ayağa
kalkarsa, bu emir Zeyd’de ‘kalk’ sözü nedeniyle kalkmanın yapısını meydana
getirmiş demektir. (Başa dönersek) Bu konuşan kişi, (sözle bir edd meydana
getirdiği için) ilahidir, çünkü a’yân’ı inşa etmek Allah Teâlâ’ya aittir. Bütün
yaratıklarda bu geçerlidir. Zeyd’den bu duyulmaz veya başka bir yapı onda etki
etmezse, bu kişi himmeti eksik kimsedir ve bu durumda ilahi diye
isimlendirilmez. O, ya Rabbani veya Rahmani’dir. Rabbani ve rahmani olan kul
için özel anlamda kelamın yapısını ortaya koymaktan başka bir şey zorunlu
değildir. İlahi diye isimlendirilen konuşan ise belirttiğimiz kişidir.
Şu var ki ilahi (diye isimlendirilen)
konuşan iki türlüdür: Birincisi belirttiğimiz şekilde konuşandır. Diğeri ise
sözü genel anlamda eşyaya etki eden kimsedir. Bu eşya donuk ya da bidd veya
canlı veya ulvîsiyle ve süflisiyle herhangi bir şey olabilir. İşte bu kişi, bu
yolda arzulanan ilahi konuşandır. O genel anlamda bu dünyada var olmaz. Onun
yeri cennetlerdir. Çünkü öyle biri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den
daha büyüle değildir. Hakkında azap hükmü kesinleşmiş olan kimseye şöyle
demiştir: ‘De lei, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur.’ Kastedilen emrin
mahallidir. Peygamber onun hakkında basiretli olsa da, emretmekle memurdur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetine karşı haristi. Öyleyse memur olan
engellenmemiştir. Men edilen ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesidir.
Çünkü bu yerde bulunması emredilen şey bu lafızdır ve olmamıştır. Bu lafız bu
şahsın mahallinde oluşsaydı, onun ayn’ı ortaya çıkar ve ona İslam adını
verirdi. Nitekim bu şahsa Hakk ‘ol’ dediğinde -ki yoklukta idiolmaktan başka bir
şeye gücü yetmemiştir Ki bu zorunludur. Kuşkusuz gerçekte kimin var edilmeyle
memur olduğunu öğrendin. Bu ise, ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin,3n ayetinde
dile getirilen durumdur. Yani sen, dilediklerini dilediğin bir şeyin
kendilerinde meydana geleceği bir yer haline getiremezsin (Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur sözünün mahalli haline getiremezsin). Öyleyse dünyadaki her
söz sahibi, genel anlamda ilahi değildir. Fakat -başkasında değilkendiliğinde
inşa etmek istediği şeylerde mudaldığı vardır. Bunun sırrını öğren ki, sen söz
sahibi misin (mütekellim) yoksa telaffuz eden mi, bilesin.
DOKSAN
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Uykusuzluk Makamı
Uyuyan bir gözü olmayan yoktur .
Uyuyan bir kalbi de; o bir ve tektir
Makamı korumaktır, varlıklar
tapar ona Ne doğa ne beden sınırlar om
İmamdır o, imamlığı yayılır
Alemlere, kimse yenemez onu
Kürsüsünde var olanlar
saklanır Sayılabilir hiçbir şeyi korumak yormaz onu.
Bu makam, ayakta durmak (kaimlik)
makamı diye isimlendirilir. Arkadaşlarımız bu huy ile ahlâklanıp ahlâklanılamayacağı
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Runde’nin kasabalarından Kabrefık’li sûfi
pirlerinden Ebu Abdullah Cüneyd ile karşılaştım. Mutezilî idi ve ‘kaimlik’
niteliğiyle ablaklanabileceğini reddettiğini gördüm. Kulların fiillerini
kendilerinin yarattığını savunan bu kişiyi inancından caydırdım. Bizim
görüşümüze döndüğünde ve ‘Erkekler, kadınlar üzerinde kaimdir”12 ayetinin anlamını -ki ayette
erkekler için kaimlik derecesi saptanmıştırkendisine açıklayınca, ziyaretimize
gelip gitmeye başladı. Şehrine döndüğünde ziyaretine gittim. Onu ve
arkadaşlarını ‘fiillerin yaratılışı’ hakkındaki (Mutezilî) inançlarından
caydırdım. Bunun üzerine Allah Teâlâ’ya şükretti. Hakikatler hakkmda bilgisi
olmayan kimseler, kaimliğin Hakk’a özgü niteliklerden olduğunu zanneder. Bizce,
kendisiyle ahlâklanmada, kaimlik özelliğiyle diğer ilahi isimler arasında
herhangi bir fark yoktur. Yaratıklar kendi hakikatlerinin gereğine göre onunla
ahlâldanırken Hakk da zâtının gerektirdiği şekilde onunla nitelenir.
Uykusuzluk, Ebdal’ın evini ayakta
tutan dört duvardan biridir. Bunlar uykusuzluk, açlık, susmak ve uzlettir. Bu
dört unsurun öğrenilmesine özel bir bölüm tahsis ettik. Taifte yazdığımız bu
kitabı Hilyetü’l-ebdâl diye isimlendirdik ve zikredilen
kitapta onu manzum bir eser olarak yazdık. Kitabı iki arkadaşım, Abdullah
Bedrullah ile Bedrü’lhadim Muhammed b. halid es-Sadefı’nin isteğiyle yazmıştım.
Aşağıdaki dizeler o kitaptandır:
Ey Ebdal’ın menzillerini
öğrenmek isteyen kişi Amellerine yönelme niyeti taşımadan
Onlara
tamah etme, sen onun ehli değilsin
Haller
üzerinde onlarla didişmezsen .
Velîlik evi onun rükünlerini
taksim etmiştir Ebdal efendilerimiz onda bulunur
Sürekli bir susma ve uzlet
ile
Yüce ve nezih bir açlık ve
uykusuzluk arasında
Uykusuzluk, Ebdal’ın niteliklerinden
olan makamın bir unsuru sayılmıştır. Onlarm Allah Teâlâ’nın kitabından
ayetleri, Kuran ayetlerinin efendisi olan ‘Allah
Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır, el-Hayy ve el-Kayyûmdur, onu uyku ve
yorgunluk almaz”13 ayetinden
‘O ikisini korumak kendisine ağır gelmez, O Ali ve Azîm’dir,3U ayetidir.
Bu ayetin ne kadar sırlı olduğuna balanız! Bu nitelik nedeniyle ‘yüzler bize
döner’ (buyrulur). Yüzler ile kastedilen, hakikatlerimizdir, çünkü bir şeyin
yüzü o şeyin hakikati demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yüzler el-Hayy ve el-Kayyûm’a döner.’3ıs Başka bir
ayette ise ‘Yüzü hariç her şey helak olacaktır’316 buyurur.
Kul göz uykusuzluğuyla dış varlığını koruduğu gibi kalp gözünün uykusuzluğuyla
da bâtınî zâtını korur. Kalbi uykusuzken, gözü uyuşa bile, gözü uyuyan ve kalbi
uyumayanlardan olur. Bâtınını böyle korursa, onun koruması başkasını da korur.
Böyle olmazsa, bu nitelikteki birisi uykusuz sayılmaz. Beş sayısı, kendini ve
diğer sayıları korumada bu makamda ondan daha yetkindir.
Sayılardan beşin -Ki beş sonsuzun bir
parçasıdır, çünkü beş sayının bir parçasıdır ve sayı sonsuzdurderecesini elde
etmeyi başaramayan biri, her şeyi ayakta tutmak (ve korumak) özelliğiyle
nitelenmeyi nasıl başarabilir Ki? Tıpkı sözde olduğu gibi insanın takati buna
yetmez. Ona bilfiil ulaşabilecek kimse, sadece ‘vaktin kutbu’dur. Çünkü bu
konuda çoğunluk diğerlerine göre ona aittir. Bizim görevimiz, bu niteliğin korunmasıdır.
Biz oluşu ve onun bilfiil varlığını korumak için uykusuz kalırız. Bundan
fazlası bize gerekmez. ‘Allah Teâlâ koruyucu ve bilendir.’ Biz değil! Bu
nitelik bizde bulunduğunda, hiç kuşkusuz, makama hakkını vermiş oluruz.
Bu makamdaki uykusuz kaldığında, ona Allah
Teâlâ’nın gözüyle uykusuz kalmak yaraşır. Allah Teâlâ onun korumasını bildiği
bir koruma yapar, yoksa dolaylı koruma yapmaz. Çünkü Allah Teâlâ’nın her ayn’ın
suretini koruduğunu görmüyoruz, aksine gerçekleşen bundan başkasıdır. Bu ise mutlak
korumadır. Öyleyse korumak, zannedildiği gibi, varlıkların suretlerinin
korunması değildir. Bu makam sahibi, salt koruma (eylemine) ve korunana bakar.
Korunan başkalaşma ve değişme âleminden bir şey ise, bu durumda onda başkalaşma
ve değişmenin de korunması gerekir. Korunan şey değişmeyen ve başkalaşmayan
bir şey ise, zâtının Hakk ettiği şeyi onda korur.
Bu makam sahibi, varlıkların
mertebelerine bakar. Onun uykusuzluk esnasındaki koruması, bu âlemin
mertebesinin gereği olan şeye göre gerçekleşir. Bu makam sahibi, o türün
şahıslarının gayelerine ise bakmaz, çünkü iki zıt bir araya gelmez. Durağanlık
belirli bir durağanda korunmayı istiyorsa, onun buna olumlu karşılık vermesi
mümkün olmaz. Çünkü durağana Allah Teâlâ halini durağanlıktan namaz için veya
bir meşru emir için veya ihtiyacını gidermek gibi doğal (bir nedenle) ayağa
kalkmayla değiştirmek emretmiştir. Bu ise, başkalaşarak ve hareket haline
geçerek meydana gelebilir. Aynı şekilde, hareketliye de durma emri yönelebilir.
Burada koruyucu ise, onda başkalaşma hükmünü korur. Söz konusu şeyde bu hali
korumadığında ise, uykusuz kalmamış ve kaimlik özelliğiyle nitelenmemiş
demektir. İşte uykusuzluk makamı ve hali bunu gerektirir. Anla! Çünkü
uykusuzluk, ayrıntılarından konuşmaya kalksaydık, alanı geniş bir konudur.
Ancak her makamın ve halin zorunlu yönlerine genel bir şekilde ima etmekle
yetiniyoruz. Bu sayede yarar sağlanır ve konunun içerdiği ayrıntılara
değinilmiş olur. Söz ettiğimiz hususları araştırdığında, maksadı yerine
getirdiğimizi görürsün.
Doksan Altıncı kısım sona erdi, onu
‘Uyku’ hakkındaki doksan do. * . . kuzuncu bölüm ile doksan yedinci kısûn
takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar