KUT'UL KULUB 7
Heva ve heveslere rağbet, dünya
sevgisinin özünü teşkil eder. Eğer kul, vermesi bakımından malda zühd sahibi
ise, zühdü eksik olmuş olur. Bu durum, övgü ve senada zühd sahibi olurken malda
zühd sahibi olmamaya benzer. Kişi yemeklerinde zühd sahibi değilken malda zühd
sahibi olabilir. Revasının ağır basmasından dolayı makamı hakkında zühd sahibi
olmayabilir. Hevaları noktasında zühd sahibi olan kimse, -kim olursa olsun-
dünyada zühdün hakikatine erdirilmiş olur. Nefste zühd de budur. Çünkü nefs,
arzuların kaynağıdır. Heva da, nefsin özü ve ruhudur. Bunları iyi bilmek
gerekir.
Yunus b. Meysere el-Geylani şöyle
derdi: Dünyada zahidlik, helali haram kılıp malı çarçur etmek değildir.
Dünyada zühdün aslı, Allah Teala'nm elinde olana, kendi eliniz dekinden daha
sıkı sarılmak, bela anındaki halle normal andaki halin bir olması, hakka dair
bir hususta sizi kınayanla öven karşısındaki tavrınızın aynı olmasıdır. Selam
b. Ebi Muti' (ra) şöyle demiştir: Zühd üç türlüdür: İlki bütün söz ve fiilleri
Allah Teala'ya halis kılmanız ve bunlarla dünyalık murad etmemenizdir. İkincisi
uygun olmayanla amel etmeyi bırakıp uygun olanla amelde bulunmaktır. Üçüncüsü
ise, nafile niyetiyle helallerde zühd göstermektir.
Bu ilimdeki imamımız İbrahim b Edhem
(ra) şöyle demiştir: Zühd üç türdür: Farz zühd, fazilet gayesiyle zühd ve
kurtuluş için zühd: Farz zühd, haramlarda sözkonusu olur. Fazilet icabı zühd,
helallerde sözkonusudur. Kurtuluş için zühd de, şüpheli hususlarda gösterilen
zühddür. Eyyub es-Sahtiyani (ra) ise şöyle derdi: Zühd, sizden birinin eğer
oturmasında Allah Teala'mn rızası varsa evinde oturması, aksi takdirde dışarı
çıkması; eğer çıkışında Allah Teala'mn rızası varsa çıkması, aksi takdirde
evine dönmesindedir.
Eğer dönüşünde Allah Teala'nm rızası
varsa dönmesinde, yoksa gezinmesindedir.
Dirhemini infak etmesinde Allah
Teala'mn rızası varsa çıkartıp vermesinde, aksi takdirde elinde tutmasmdadır.
Eğer elinde tutmasında Allah Teala'nm rızası varsa tutmasında, yoksa
harcama-smdadır. Eğer konuşmasında Allah Teala'nm rızası varsa konuşmasında,
yoksa sükut etmesindedir. Eğer sükutunda Allah Tea-la'nm rızası varsa
sükutunda, yoksa konuşmasmdadır. Bunun üzerine, 'Böyle davranmak çok zor olmaz
mı?' denildi. O da şu cevabı verdi: 'Bu, Allah Teala'ya götüren yoldur. Aksi
halde boşuna oyalanmış olursunuz. Ona göre zühd; murakabe, murakabe ise
ihlastı.
Şakik el-Belhi'nin dostu Hatim
el-Esamm'a (ra) zühd hakkında bir soru sorulmuştu. Cevabı şu oldu: Zühdün başı
güven, ortası sabır, sonu ise ihlastır. İhlas zühdün son basamağı olduğuna
göre, bir kulun zühdün başına ermeden sonuna ulaşması mümkün müdür? Ya da
ihlas atlanarak marifetin diğer makamlarına çıkılabilir mi? Bu zatlara göre
zühdün son basamağı, marifetin de başını oluşturmaktadır.
Bir topluluğa göre dünya hakkında
zühd göstermek, müminlere farz kılınmıştır. Çünkü onlara göre İhlasın
hakikati, zühdden ibarettir. Onlar müminler için ihlası farz gördükleri gibi,
zühdü de farz görmüşlerdir. Abdürrahim b. Yahya el-Esved de bu görüşe yakındır.
Bu anlamda bir ifade İmam Ahmed b.
Hanbel'den de (ra) rivayet edilmiştir. Ona, ulemanın nasıl zikre şayan hale
gelip imam oldukları sorulmuştu. O da, 'Doğruluk (=sıdk) ile' dedi. Bunun
üzerine, 'Sıdk nedir?' diye soruldu. 'İhlastır1 dedi. 'İhlas nedir?' diye soruldu.
O da, 'Zühddür' dedi. 'Peki zühd nedir ey Ebu Abdullah?' diye sordular. Bir
süre daldıktan sonra şu cevabı verdi: 'Onu zahidle-re, mesela Bişr b. el-Hars'a
sorun.
Bir topluluğa göre dünyada zühd,
helali aramaktır. Bu da, hükümlerin karıştığı ve şüphelerin arttığı böyle bir
zamanda müslü-manlara farz kılınmış bir husustur. Bunlara göre zühd, kesinlikle
farzdır. Bu toplulukta İbrahim b. Edhem, Vüheyb b. el-Verd, Süleyman el-Havvas
gibi zatlar ile Şamlılardan bir cemaat bulunmaktadır.
Sehl şöyle derdi: Halk içinde dünya
hakkında en çok zühd sahibi olan, yiyecek bakımından en temiz olandır. Onun
bir sözü de şöyledir: Vera' babında en üst makam, zühdün en alt makamıdır.
Yusuf b. Esbat ve Veki'den de (ra)
şu söz rivayet edilmiştir: Yaşadığımız şu devirde zühd sahibi olan kimse, Ebu
Zerr ve Ebu'd-Derda (ra) gibi olsa dahi yine de zahid olarak adlandıramayız.
Çünkü bu zamanda zühd, ancak mutlak helaldedir. Günümüzde ise mutlak helal
bulunabileceğini sanmıyoruz. İmamların imamı Hasan el-Basri (ra) de şöyle derdi:
Dünyayı reddetmekten daha faziletli bir şey yoktur.
Fudayl b. Sevr şunu aktarmıştır:
"Hasan el-Basri'ye, 'Ey Ebu Said, iki kişi var, bunlardan biri dünyayı
helalinden istiyor ve ona ulaşarak bununla aile bağlarım sağlamlaştırıp onu
kendine de sunuyor, diğeri ise dünyayı tamamen reddediyor, -hangisi daha üstündür?-'
diye sordum. 'Dünyayı reddeden bana daha sevimli gelir* dedi. Bunun üzerine,
'Ey Ebu Said, ama bu adam dünyayı helalinden istiyor, onu elde ettikten sonra
da onunla aile bağlarım güçlendirip nefsine sunuyor' diyerek şaşkınlığımı
belirttim. Sözünü tekrarlayarak, 'Dünyayı redden bana daha sevimli gelir"
dedi.
Hasan el-Basri'nin (ra), dünyayı
reddedeni üstün tutmasının sebebi şuydu: Zühd; tevekkül ve rıza hallerini içine
alan bir makamdır. Sonra şu hadis de bunu teyid etmektedir: "Zühd, Allah
Teala'nm elindekine, kendi elindekinden daha sıkı sarılmandır".[1][1]Tevekkül
budur.
Hadisin devamında da şöyle
buyrulmaktadır: "Bir belanın devamına onun sevabından daha çok
sevinmendir". İşte rıza da budur.
Ayrıca zühdden sonra marifet ve
muhabbet makamları ona dahil olurlar. Bu dördünü içeren bir makamdan daha
üşütün bir makam olabilir mi? Taliplerin nihai hedefleri de budur. Gerçekten
de zühd böyle değerli bir makamdır.
Nitekim İbni Abbas'dan (ra) bu
hususta etkileyici bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Dünya kıyamet
günü, saçları ağarmış, köpek dişleri mavi renkte, şekli bozulmuş ve çirkin bir
yaşlı kadın suretinde getirilerek bütün insanlara gösterilir. Sonra da, 'Bunu
tanıyor musunuz?' diye sorulur. Onlar da, 'Bunu tanımaktan Allah'a sığmırız'
derler. O zaman şöyle nida edilir: 'İşte bu, uğruna birbirinize karşı övünç
duyduğunuz, yolunda akrabalık bağlarını kopardığınız, birbirinizi çekemeyip
düşmanlıkla dolduğunuz ve aldandığı-nız dünyadır5. Sonra cehenneme atılır.
Düşerken de şöyle seslenir: Rabbim, nerede benim taraftarlarım, nerede
dostlarım?' Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: 'Dostlarını ve
taraftarlarını ona katın".
Bu konuda Allah Resulü'nden (sav)
daha da ağır bir hadis rivayet edilmiştir: Abdülvahid b. Zeyd, Hasan el-Basri
(ra) kanalıyla Enes b. Malik'ten (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Kıyamet günü, öyle kavimler gelecektir ki, Tihame dağları yüksekliğinde
amelleri olmasına rağmen cehenneme atılmaları emredilecektir". Bunun
üzerine sahabe, *Ey Allah Resulü, onlar namaz kılarlar mıydı?' diye sordular. O
da, 'Evet, namaz kılar, oruç tutar, geceleri çirkinlik yapar ve kendilerine
bir dünyalık geldiği zaman onun üzerine atılırlardı' buyurdu".
el-Hars b. Esed el-Muhasibi (ra)
şöyle derdi: "Zühd, kalpten dünyanın değerinin atılması ve dünyevi bir
şeyin kalpte ağırlığının bırakılmamasıdır. Eşyanın kıymeti kaldırıldığı ve
kalpte yoklukla-rıyla varlıkları denk olduğu zaman, zühd gerçekleşmiş olur.
Beyazıd-ı Bestami (ra) de şöyle
derdi: Zahid, bir şeye malik olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine malik
olmadığı kimsedir. Diğer bir alim de bu manada şöyle demiştir: Zahid, hiçbir
şeyin mülkiyetine sahip olmayıp onlara meyletmeyen kimsedir. Aynı zat şöyle demiştir:
Zahidin gıdası bulduğu, giysisi örtündüğü, evi sığındığı, hali de bulunduğu
vaktidir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir:
"Zahid ancak o kimsedir ki tedbiri ve tercihi terkedip sıkıntı veya
rahatlık olmasına bakmaksızın tercihine rıza gösterip teslimiyette bulunur.
İşte zühd babında havassın, Sevri ve Zünnun'un (ra) izledikleri yol da budur.
Beyazıd-ı Bestami (ra) bir defasında
şöyle demişti: Zahid, bir şeye malik olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine
malik olmadığı kimsedir. Ona göre zühdün hakikati, ancak kudretin bulunması
halinde ortaya çıkar. Aciz ve aslen mahrum olan birinin zühdü sağlıklı olmaz.
Kişiye önce 'ol sıfatının tecellisi verilmeli, sonra isme muttali kılınmalı ve
kevnin izharı ile eşya üzerinde kudret verilmelidir.
Kul, bütün bunlara sahip olmasına
rağmen Rabbinden duyduğu haya ile bu imkanlara önem vermez ve onları Allah'a
olan sevgisi uğrunda terkederse zühdün hakikatine ermiş olur.
Beyazıd-ı Bestami, kudretin
izharıyla ilgili yirmi dört makamdan Alalh Teala'ya sığınırdı. Abdürrahim,
şöyle bir hadise anlatmıştır: Bir defasında Ebu Musa, bana, 'Ne hakkında
konuşuyorsun?' dedi. 'Zühd hakkında' dedim. 'Nede zühd?1 diye sordu. Ben de,
'Dünyada zühd' dedim. Bunun üzerine elini sallayarak şöyle dedi: 'Hiçbir şey
olan dünya eşyası hakkındaki zühdle ilgili konuştuğunu sandığım için 'nede
zühd?' diye sordum. Sehl ve diğer arifler de bu yönde görüş bildirmişlerdir.
Marifet yolunda on yedi makam
vardır. Bunların en alttaki, su-/yun üstünde, havada yürümek ve yeraltı
hazinelerini ortaya çık-Narmaktır. Bütün bunlar, dünyanın süsleridir. Bu
meyanda Cü-/neyd'den (ra) şu hadise nakledilmiştir: Abdal zümresinden dört \
zat, bir bayram gecesi el-Mansur camiinde toplanmışlardı. Sehere i
çıktıklarında içlerinden biri, 'Bayram namazını Beyt-i Makdis'de ; kılmaya
niyet ettim' dedi. Diğeri, 'Ben de Tarsus'ta kılmaya niyet ettim' dedi.
Üçüncüleri ise, 'Ben de Mekke'de kılmaya niyet ettim' dedi. Dördüncüleri sükut
ediyordu. Bu zat, ariflik bakımından \ hepsinden ileriydi. Ona, 'Sen neye niyet
ettin?' diye sordular. Şu cevabı verdi: 'Ben, bütün arzuları terketmeye ve bu
mescidden «başka bir yerde namaz kılmamaya niyet ettim'. Bunun üzerine dikerleri,
'Sen içimizde en bilgili olansın' dediler ve onunla beraber <
oturdular."
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi,
sözkonusu istekler dahi onlar nazarında şehvet olarak görülüyordu. Çünkü
bunlar, makamların gereklerinden olmayıp dünyevi arzulardandı. Zira
arkalarındaki saik hevadan başka bir şey değildi. Ayrıca sözkonusu niyetlerde,
tedbir ve tercih de bulunmaktaydı. Allah dostu ariflerin nezdinde ise, bütün
bunlar, sınandıkları hile ve tuzaklardan başka bir şey değildi. Allah Teala,
onları bu tür hilelerle sınayarak nasıl amel edeceklerini görmek istiyordu.
Şu halde her kulun imtihanı kendi
hal ve derecesine göredir. Kişi her makama göre belirli bir zühd derecesinde
bulunmalıdır. Denildi ki: Yedinci makamda marifetle ilgili on makam vardır.
Yedin-
ci makama giren her salik bunları ve
üstlerinde bulunan daha faziletli yetmiş küsur makamı görür.
Cüneyd'e (ra) zühdün ne olduğu
sorulmuştu. O da şu cevabı verdi: 'Zühdün iki manası vardır ki bunlardan biri
zahir, diğeri de batındır. Zahiri zühd, elde bulunan mülklere karşı duyulan
buğz ve nefret ile yitirilen şeyi aramayı bırakmaktır. Batıni zühd ise, kalpte
arzunun kaybolması, bu yöndeki her türlü anma ve hatırlamadan
uzaklaşılmasıdır.
Buna ulaşan kul, Allah Teala
tarafından ahireti görmekle lütuf-landırıhr ve kalbiyle ona bakması mümkün
kılınır. Bu noktaya ulaşan kul da, emeli kısa tutarak amelde bulunurken
ecelini de yakın görür. Çünkü onun kalbi sebeplerden arınmış ve yalnızca
ahirete hasrolmuştur. Böylelikle zühdün hakikati kalbine sinmiş, kalbi
Rabbi'nin halis zikri ile dolmuştur.
Zühd, imanın hakikatinden doğar.
Ahiretin müşahedesi ise zühdden sonra gelir. Eşyanın denkliğinde ise, onların
varlığı yokluğuna denk olur ki bu da, kalbin denkliği sonucu meydana gelen
müşahedenin ardından gündeme gelir. Bu noktada nefsin devre dışı kalması ve
halkın görüşlerinin kıymetini yitirmesi sebebiyle Övgü yergiye denk olur. Bu
dereceye ulaşıldığında ise, zühdün duruluğundan dolayı kalbe saf ihlas hakim
olur. Nefsin devre dışı kalmasıyla da kalpte zühd sabit hale gelir. Bunun
delili, Allah Resulü (sav) hakkında rivayet edilen şu hadisedir:
"O, bir adama İstiva ettin
mi?'yani denkleştirdin mi?- diye sormuştu. Adam da, 'Nasıl istiva edebilirim?'
diye karşılık verdi. Allah Resulü (sav) de, 'Övgü ve yerginin senin gözünde
denk olmasıyla' buyurdu". Harise'nin (ra) sözünde de bunu görmekteyiz. Ona
imanın hakikati sorulduğu zaman şöyle demişti: 'Nefsim dünyadan uzak
durduğunda'. Sonra zühd ile başlamış, ardından dünyanın altınıyla taşının bir
olmasını zikretmiş, ardından da müşahededen söz etmişti.
Bütün bunlar, zühdle ilgili
makamlardır. Her kim dünyayı ilminin yettiği ve müşahedesinin erdiği bir şey
kılarsa, zühdü de onun tam zıddı kılar. Marifet ehli, kalpteki imanı iki makama
ayırmış ve her iki makam için de bir zühd tarifi yapmışlardır. Onlara göre
iman, kalbin zahiriyle ilintili olduğu zaman kul hem dünyayı, hem
de ahireti sever ve her ikisi için
de çalışır. İman, kalbin derinliklerinde gizli olduğu zaman ise, dünyaya
buğzederek ona asla bakmaz ve onun için hiç bir amelde bulunmaz.
Ebu Süleyman (ra) şöyle derdi: Her
kim, kendi nefsiyle meşgul olursa, insanlarla meşguliyetten kurtulur ki bu,
amel ehlinin makamıdır. Her kim Rabbi ile meşgul olursa, nefsiyle
meşguliyetten kurtulur ki bu, ariflerin makamıdır.
Sözkonusu makamların her ikisi için
de. sünnet-i nebeviden delil mevcuttur: "Allah Resulü'ne (sav) insanların
en hayırlısının kim olduğu sorulmuştu. Şöyle buyurdu: 'Dünyaya küsüp ahireti
seven 1 kimsedir". Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) dünyaya küskünlüğü,
onun zıddı olan ahiret sevgisinin sebebi olarak koymuştur.
En üstün makam hakkındaki delil de
şudur: Kam, bütün tasalarını tek bir tasa kılarsa, dünya ve ahiret işi hakkında
Allah Tea-la kendisine yeter. Tek tasa ise, tek bir Rabbe yönelik tek bir
vecdden kaynaklanır. O, Tek olanı birleyen kulun sıfatıdır. Onun sözTek olan
Allah'adır. Allah Teala da bu sıfatı sebebiyle ona, kendi ahlakından bir esası
bahsetmiştir: Allah Teala, sıfatının vahdaniyetiile el-Ehad yani Tek'dir.
Anılan sıfatı haiz olan kul da, vecdi saysinde halk içinde tek olur.
Tasasının birliği ve kalbinin
topluluğuyla eşsiz bir yere sahip olmuştur. Tasa birliği, ancak hevanın
yokedilmesiyle mümkün olur. Hevanm yokedilmesi ise, kalbin takva için
sınanmasından sonra gündeme gelir. Kalbin topluluğu da, nefsin iman ile huzurlu
ve hoş olmasından sonra meydana gelir. Tezkiye yani arındırma ve rıza ile
nefsin felaha ermesi de kalbin toplanmasını sağlayabilir.
Nitekim Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmuştur: "Nefs hoşluğu, nimetlerdendir"[2][2]Allah Teala da
bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onu (nefsi) arındıran
kurtuldu". (Şems/9) Yine O başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Razı olmuş ve razı olunmuş (nefs)". (Fecr/28) Böyle bir nefs, ruh
ile bütünleşmiş ve iman ahlakıyla ahlaklanmış bir nefstir. Bu ahlak da, yakini
imanın müşahedesi ile kalbe uyumlu bir ahlaktır.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir:
"Allah Teala'nm Musa'ya (as) vahyettikleri arasında şunu gördüm: Her kim
dünyayı severse Allah ona buğzeder. Her kim de dünyaya .buğzederse Allah onu
sever. Her kim dünyaya değer verirse Allah onu alçaltır. Her kim de onu
alçaltırsa Allah Teala ona değer verir.
Zahir uleması ise zühd konusunda
şunu söylemişlerdir: Dünyada zühd, ilmi tasvip etmek, dini hükümleri yerine
getirmek, eşyayı doğru şekilde almak ve hakettiği yere koymaktır. İlme aykırı
olan hususlar, tamamıyla hevanın eserleridir. Görüldüğü gibi zahir uleması,
zühdün farziyetini ve zahiri şeklini kaydetmiş, ama onun incelikleriyle gizli
yönlerini tarif etmemişlerdir.
Süfyan b. Uyeyne ve Sevri'den (ra)
bu meyanda nakledilen şudur: O ikisine, 'Bir kişi mal sahibi olduğu halde
zahid olabilir mi?' diye sorulmuştu. 'Evet, bir musibetle sınandığında
sabreder, bir nimet lütfedildiğinde şükrederse' dediler.
İbnu Ebi'l-Havari dedi ki: -İbni
Uyeyne'yi kasdederek- 'Ey Ebu Muhammed, Allah Teala ona nimet verdiğinde
şükreder, imtihan ettiğinde sabreder, ama O'nun nimetini yalnız kendine
saklarsa nasıl zahid olabilir?' Bunun üzerine ibni Uyeyne, eliyle ona hafifçe
vurdu ve şöyle dedi: Sus, nimetlerin şükretmesine, belaların sabretmesine mani
olamadığı kimse tam anlamıyla zahiddir. Zühri de bu konuda iki büyük alime
katılmış ve 'Aynen öyledir1 demiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani bu yaklaşıma
daha da açıklık kazandırmıştır. İbni Ebi'l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman'a şunu
sordum: Davud et-Ta'i (ra) bir zahid miydi? Bana, 'Evet' dedi. Ben de, 'Duydum
ki, ona babasından yirmi dinar miras kalmış ve o, bu mirası yirmi yılda
harcamış. Bunca yıl dinarları elinde tutan biri nasıl zahid olabilir?' diye
sordum. Dedi ki: Ondan zühdün hakikatine ulaşmasını mı istiyorsun? Biz Allah
Resulü'nden (sav) şöyle buyurduğunu işittik: "Salih kişinin salih malına
ne mutlu!"[3][3]
Salih mal, helal maldır. Salih kişi ise, malını gece gündüz demeden ve gizli
açık şekilde rızasını umarak Allah Teala'nın yolunda harcayan kimsedir. Allah
Teala da bu kullarının vasıflarını bildirmiş ve onları övmüştür.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala, dünyayı sevdiğine de,
sevmediğine de verir. Dini ise sadece sevdiğine verir". Allah Teala'nın
sevgisine mazhar olup kendisine dünyalık da verilen kimse, hevasma uyarak
Habibi'nin isteklerine karşı çıkmamalıdır. Nefsini, Mevla'sının muhabbetine
tercih etmemelidir. Çünkü O, kendisine verdiğiyle birlikte onu dost
edinmiştir.
Allah Resulü (sav) başka bir
hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Yemek yiyip şükreden, sabırla oruç
tutan konumundadır". Yemek yedikten sonra şükreden kimse, bu yemeğin
verdiği gücü Rabbinin hizmetinde kullanmakta ve O'nun kendisine nasip ettiğine
şükrederek ibadet etmektedir.
Zühdde kalplerin bütün hallerini
ihtiva eden iki sıfat bulunduğu söylenmiştir. Muda b. İsa dedi ki: Seba'
el-Mavsili'ye, 'Zühd insanları nerelere kadar götürdü?' diye sordum. Dedi ki:
Allah Teala'nın ünsiyet ve aşinalığına kadar. Osman b. Umara ise şöyle demiştir:
Vera'm kulu zühde ulaştırdığı, zühdün ise onu Allah sevgisine taşıdığı
söylenmiştir.
İşte bu iki hal, bütün talep
sahiplerinin varmak istedikleri nihai noktadır: Bir yandan celal sahibi Hak
Teala'nın sevgisine nail olmak, Öte yandan da el-Latif olan Allah Teala'nın
ünsiyetine kavuşmak sözkonusudur.
Zühdün hakikatine eremeyen kimse,
hubbullah yani Allah sevgisi makamına çıkamayacağı gibi, ünsiyet haline de
eremez. Gayb-larm ince sırları ise sevgi ve dostluk makamı ile ünsiyet ve
kurb/ya-kınlık halinde gizlidir. Allah Teala hepimizi sevdiğine muvaffak ederek
lütuf ve rahmetiyle ümit ettiklerimize ulaştırsın. O'ndan başka hiçbir güç ve
engelleme sahibi yoktur. Zühd kitabı burada sqna erdi.[4][4]
Yakin makamlarının yedincisi de
Tevekkül makamıdır. Tevekkül, yakin makamlarının en üstünü ve mukarrebun
zümresinin hallerinin en kıymetlisidir.
Hak Teala buyurdu ki: "Muhakkak
ki Allah, tevekkül edenleri sever". (Al-i îmran/159) Görüldüğü gibi O,
tevekkül eden kulunu habibi kılmış ve ona muhabbetini nasib etmiştir. Allah
Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Tevekkül edenler,
Allah'a tevekkül etsinler". (Yusuf/67) Görüldüğü gibi O, tevekkül ehlini
Za-tı'na yükseltmiş ve onlara sevabın ziyadesini takdir etmiştir, us
Kudreti yüce olan Zat-ı İlahi, başka
bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Her kim Allah'a tevekkül ederse, O
ona yeter". (Talak/3) Yani Allah Teala'ya tevekkül eden kimse, başkalarına
ihtiyaç duymaz. Çünkü O, kendisine fazlasıyla yeter. Ona şifa verip afiyet bulmasını
temin eder. Hakkıyla tevekkül eden kul, içinde bulunduğu durum karşısında
başkalarından hiçbir talepte bulunmaz. O'na layıkıyla tevekkül eden bir kul,
Allah Teala'mn rahmetine izafe ettiği Rahman'm kullarından ve kendilerine
yeterliği garanti ettiği hususi kullarından olur.
Onlar, Allah Teala'mn yüce
kitabında, ARahman'ın kulları ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, cahiller
kendilerine laf attıklarında 'Selam' derler." (Furkan/63) şeklinde
vasfettiği kullardır. Allah Teala, bu dünya yurdunun kaygıları noktasında
onlara yetmiş ve kendilerini O'na havale ettikleri belalardan korumuştur.
Bunu da şu ayet-i kerimelerde
görmekteyiz: "Allah kuluna yeten değil midir?" (Zümer/36);
"İşimi Allah'a havale ederim. Muhakkak ki Allah kullarını yakından
görendir. Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden
korudu". (Mümin/44-45)
Onlar, Allah Teala'mn haklarında
"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir. Onların
hepsini kuşatmış ve onları saymıştır" (Meryem/93-94) buyurduğu Rahman'm kulla-nndandır.
Sahabeden bir zat ile tabiundan biri
de şunu söylemişlerdir: Tevekkül, tevhid düzeni ve işin toplanışıdır.
Seleften bir zatın ise şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Basralı-lar'dan abid bir kimseyi ölümünden sonra rüyamda
gördüm ve 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. 'Beni bağışladı ve cennete
koydu' dedi. Ona, 'Hangi amellerin daha faziletli olduğunu gördün?' diye
sordum. Dedi ki: Tevekkül ve ümidi kısa tutmak. Sen de o ikisine sarıl.
Ebu'd-Derda (ra) dedi ki:
"İmanın zirvesi, ihlas; tevekkül ve alemlerin Rabbi'ne tam
teslimiyettir". Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle derdi: Makamlar arasında
tevekkül kadar yüce olanı yoktur. Peygamberler, tevekkülün hakikatini alıp
götürmüşler ve ondan sadece sıddıklarla şehitlerin kokladığı bir sevgi ateşi
kalmıştır. Her kim bu ateşe sarılırsa, sıddık ve şehid olur.
Ariflerden Ebu Süleyman ed-Darani
ise şöyle demiştir: Şu tevekkül makamı dışında her makamda bir yetkinliğim
vardır. Onda ise ancak koklanacak kadar payım var.
Lokman (as), oğluna vasiyetinde
şöyle demiştir: "Allah'a imanın bir esası da O'na tevekkül etmektir. Allah
Teala'ya tevekkül, kulu O'na sevimli kılar. İşleri Allah'a havale etmek de
Allah'ın hidaye-tindendir. Kul, Allah'ın hidayetine sarılmakla, O'nun rızasına
uygun hale gelir. Allah Teala'mn rızasına uygunluk ise, O'nun kuluna değer
vermesini gerektirir". Yine Lokman (as) şöyle demiştir: "Her kim
Allah'a tevekkül eder, O'nun kazasına teslim olur, işi O'na havale eder ve
O'nun kaderine rıza gösterirse dini ikame etmiş, ellerini ve ayaklarını hayır
kazanmaya adamış ve kulun işini güzel kılacak salih ahlakı eda etmiş
olur".
Anlatıldığına göre abdal zümresinin
alimlerinden Ebu Muhammed Sehl şöyle demiştir İlmin tamamı, kullukta bir
kapıdır. Kulluğun tamamı da, vera'da bir kapıdır. Vera'm tamamı ise, zühdde
bir kapıdır. Zühdün tamamı da tevekkülde bir kapıdır.
Yine o şöyle demiştir: Tevekkülün
varıp dayandığı hiçbir sınır ve nihai nokta yoktur. O, "Hanginizin amel
bakımından daha güzel olduğunu sınamak için" (Hud/7) ayetinin tefsirinde
de, 'Yani, hanginizin tevekkülde daha sadık olduğunu bilmek için' demiştir.
Başka bir vesilede ise şöyle
demiştir: Takva ve yakin, terazinin iki kefesi gibidir. Tevekkül ise, eksikliği
ve fazlalığı bildiren dil gibidir". Ona, Allah Teala'mn "Allah'dan
gücünüz yettiğince korkun" (Teğabün/16) buyruğunun manası sorulduğunda şu
cevabı vermiştir: Allah Teala'ya olan muhtaciyet ve yokluğu izhar etmek
suretiyle". Allah Teala'mn "Allah'tan korkunun hakkıyla korkun"
(Al-i İm-ran/102) buyruğunun manası sorulduğunda ise şöyle demiştir: Yani O'na
tevekkül ile kulluk edin.
Ebu Yakub es-Susi dedi ki: Tevekkül
ehlini tenkid etmeyin. Çünkü onlar Allah Teala'mn havas kulları olup belli bir
hususiyetle mahsus kılınmışlardır. Onlar yalmz Allah'a dayanan, sadece O'nunla
yetinen, dünya ve ahiret kaygılarından uzak kalan kimselerdir. Yine o, şöyle
demiştir: Tevekkül noktasında tenkid edilen, imanda tenkid edilmiş gibidir.
Çünkü o ikisi içiçedir. Her kim de tevekkül ehlini severse, Allah Teala'yı
sevmiş olur.
Tevekkül makamının başı, Vekil olan
Hak Teala'yı iyi bilmektir. O, çok aziz ve hikmet sahibidir. İzzeti sayesinde
dilediğine verdiği gibi, hikmeti gereği dilediğini de meneder. Kul da O'nun
izzetiyle yiicelip O'nun hükmüne rıza göstermelidir. Allah Teala Zatı'nı anlatırken
böyle buyurmuş ve tevekkül ehlini bu hususta uyarmıştır: "Her kim Allah'a
tevekkül ederse (bilsin ki) Allah, çok Azizdir, hüküm ve hikmet
sahibidir". (Enfal/49)
Verdiğiyle yücelttiği kimse izzet
sahibi olurken hikmeti gereği menettiği kimseye de nazar eder. Zelil olan kul,
celal sahibi olan Meliki'ne baktığında; O'nun adaleti yerine getirdiğini,
tedbir ve takdiri gereğince yaptığını, herşeyin hazinesinin O'nun katında olduğunu,
katındaki herşeyin belli bir ölçüyle bulunduğunu görür.
Herşeyin yegane sahibi olan
Rabbi'nin kulların perçemlerinden tuttuğunu, gaybi hüküm ve kaderler adına
bütün gök hazinelerine O'nun sahip olduğunu görür. Yine görür ki müşahede
edilen güçler ve kalpler namına ne varsa O'nun katandadır.
Göklerin hazineleri, kullarına
taksim ettiği nzıkta, yeryüzü hazineleri ise yarattıklarının ellerinde
varettiklerindedir: "Gökte rızkınız ve size söz verilen var".
(Zariyat/22);
"Göklerin ve yerin hazineleri
Allah'ındır. Ama münafıklar anlayamazlar". (Münafıkun/67)
Bunları gören kul, herşeyin
melekûtunun Allah'ın elinde olduğunu yakincn bilir. Yine O'nun kulaklara ve
gözlere malik olduğunu, geceyle gündüzü çevirdiği gibi kalpleri de çevirdiğini
bilir. O'nun yakin sahipleri için hükümler ve en güzel tedbir sahibi olduğunu
yakinen müşahede eder. Muhakkak ki O, hüküm verenlerin en iyisi, rızık
verenlerin en hayırlısıdır. "Yakin sahibi bir kavim için Allah'dan daha
güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50); "Sonra Arş'a istiva etti.
Yaratma işini tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez".
(Yunus/10)
Bunu gören zelil kul, Aziz olan
Efendisi'ne bakar. O'nun nazarıyla güç kazanıp kuvvetiyle izzet sahibi olur.
O'na yakın olmak suretiyle başkalarından müstağni olur. Rabbi'nin huzurunda
bulunmakla şereflenir. Nitekim hadiste de bu husus belirtilmiştir: "Zenginlik
olarak yakini (iman) yeter".
Yakin ve marifette bu dereceye
ulaşan kul, herşeyde Allah'ı görüp O'na güvenir ve mâsivayı bırakarak yalnız
O'na itimad eder. O,
en ufak şeyde bile O'nunla kanaat
eder. Başına gelen işlerde O'na dayanarak sabreder. Her halinde O'na muhtaç
olduğunu bildiği için her zaman O'ndan razı olur. O'ndan başkasından asla beklemez.
O'ndan başkasından asla ümitvâr olmaz.
Hibede O'nun kudretinden başkasını
görmez. Engellemede de O'nun hikmetinden başkasına şahit olmaz. Kısma ve bolca
verme hallerinde de O'nun kudretinden başkasına ihtimal vermez. Onun kulluk ve
ibadeti bu noktada hak olup, tevhidi de halis olur. Yaratanı bilmesi sayesinde
yaratılanı bilir. Rızkı Mabudu ve Rızık Vereni olan Allah'tan başkasından
talep etmez. ]
O, Allah Teala'nm şu buyruklarına da
şahitlik etmiştir: "Allah dışında dua ettikleriniz de, sizler gibi
kullardır". (A'raf/194) ;"Allah dışında ibadet ettikleriniz, sizin
için rızık verme gücüne sahip değildirler. Rızkı Allah'tan umun ve O'na kulluk
edin". (Ankebut/17) Bu şuura sahip olan kul, Allah Teala'dan başkasına
hamdetmez. Kendisini menettiği için O'nu yermediği gibi, verdiği ya da savdığı
için de O'nu övmez. Çünkü Allah, Evvel ve Mu'ti yani Verici olandır. O'ndan
başkasına da şükretmez. Çünkü Mevla'sı onu övmüş ve ona yalnız Kendisine
şükretmesini emretmiştir.
O, kuluna kendi ahlakıyla
ardaklanmasını ve Resulü'nün (sav) sünnetine tabi olmasını emir buyurmuştur.
Böyle bir kulun kınaması ve öfkesi, ancak nevasına uyarak Mevlası'na muhalefet
etmesiyle olabilir. Allah Teala infak edenleri överken, cimrilik edenleri de
kınamıştır.
Hamd ile şükür arasındaki fark
şudur: Hamd, sadece Allah Te-ala'ya mahsus olan bir fiildir. O, nimetin yalnız
Allah Teala'dan geldiğini itiraf etmek, onunla Allah rızası için güzel
amellerde bulunmak ve o nimete Allah'tan başkasını ortak koşmamaktır.
İşte bu sebeple Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Hamd, alemlerin Rabbine mahsusdur". (Fatiha/l) Hamdin
tamamı, O'ndan başkasına olmadığı gibi, ancak O'na layıktır. Çünkü O,
alemlerin Rab-bidir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Hamd, Rahman'ın ridasıdır".
Şükür ise, orta halliler için övgüyü
açığa vurup duayı gizlemektir. Bu, anne babanın hakettiği ve ehli olan
insanlara karşı söylenmesi gereken bir söz ve ifade edilmesi uygun olan bir
duygudur. Yu-
suf b. Esbat'tan şunu naklederler:
Sevri (ra) bana dedi ki: 'Ancak şükrün değerini ve yerini bilen kimseye
şükret'. Dedim ki: 'Nasıl?' Dedi ki:'Kendisiyle aşırı sevindiğin ve ondan da
aşırı derecede mahcubiyet duyduğun bir iyilikle karşılaştığında şükret. Aksi
takdirde asla şükretme.
İbrahim, arkadaşlarından birinden
iki dirhem istedi. Yanında yoktu. Bunun üzerine mecliste bulunan bir genç
kesesini çıkarda. İçinde ikiyüz dirhem bulunan keseyi İbrahim'e sundu. O,
keseyi kabııl etmedi ve şöyle dedi: 'Bize bir şeyler veren herkesin verdiğini
kabul mü edeceğiz? Ancak Allah'ın ona verdiği nimeti, bize verilen nimetten
daha büyük gördüğümüz kimselerin verdiklerini kabul ederiz.
Hasan el-Basri'den (ra) nakledilen
uzun bir kıssada şu hadise anlatılmıştır: Adamın biri ona toplu bir para vermek
istemişti. Adamın teklifini reddetti. Teklif sahibi gittikten sonra, Haşim
el-Evkas ona şöyle dedi: 'Ey Ebu Said, bu yaptığına doğrusu şaştım. Adamın
ikramını niçin reddettin? Adamcağız hüzünlü bir şekilde ayrılıp gitti. Oysa
sen, Malik b. Dinar'dan ve Muhammed b. Vasi'den devamlı alıyorsun'. Hasan (ra)
ona şu cevabı verdi: 'Vah sana! Malik ve İbni Vasi, onlardan aldıklarımız
hususunda Allah Teala'mn rızasına bakıyorlar. Bize düşen de onların verdiğini
almaktır. O zavallı ise, verdikleri noktasında bizim yüzümüze bakmaktadır.
Onun verdiğini işte bu sebeple geri çevirdik.
Bu şuura ulaştığınızda, size gelecek
bir şeyin engellenmesine sebep olduğunu düşündüğünüz kimseyi kınamamanız
gerekir. Çünkü gerçek engelleyici Allah Teala'dır. Ayrıca O'nun engellemesinde
de bir hikmet mevcuttur. Verdiği nimette nasıl bir hikmet gizliyse,
engellediğinde de hikmetler mevcuttur.
Ama O'nu zemmettiğimiz, eksik
gördüğümüz veya buğzettiği-mizde şunu bilmemiz gerekir ki, bunlar ancak
Mevlamız için bize karşı geçerli olan fiillerdir. Ancak bu durumda Allah
Teala'mn muradına uygun hareket edilmiş olur. Allah Teala, verdiklerin d eki
kudretine şahittir ve onu infak edenleri, kerametin nihai derecesinde över. O,
menettiklerine ve iradesinden hoşlanmayanlara da şahit olur ve cimrilik
edeneleri kınar.
O'nun hikmetindeki kudrete ve
hükümleri izhar edip helal ile haramı ayırmak ve azap ile sevabın kimlere
geleceğini belirlemek
için takdirinde tuttuğu hükme isyan
edenleri de kınar. O, emri açıklayıp kaderin bilgisini Kendisine saklamıştır.
Mümin, Allah Teala'mn emrettiğini
yapar ve O'nun kendine sakladıklarını da O'na teslim eder. Ulemadan bir zat,
Allah Teala'mn şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Eğer Adem oğlu Ben'den
başkasından ricada bulunmazsa, Ben de onu başkasına havale etmem".
Başka bir alim ise şunu
nakletmiştir: Eğer Adem oğlu Ben'den başkasından korkmazsa, Ben de onu başkalarından
korkturmam. Bunlardan çok daha müessiri şu rivayettir: "Kul, mezara
konulduğunda Kıyamet'e kadar Allah'tan başka korktuklarının hepsi ona
gösterilir".
Fudayl b. Iyaz dedi ki: Her kim
Allah'dan korkarsa, her hususta korkar. Denildi ki: "Yaratılanlardan
duyulan korku, Yaratıcı'dan korkunun eksikliğinin cezasıdır. Bu da Allah
Teala'yı layıkıyla bilmemekten kaynaklanır".
Sözlerin en güzelini buyuran Allah
Teala bu anlamdaki bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onların
kalplerinde sizin korkunuz, Allah'mkinden fazladır. Böyledir, çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur". (Haşr/13) Kul, Allah Teala'dan hakkıyla
korktuğu zaman, bu korkusu onun kalbindeki yaratılmışlara dönük korkuları
ortadan kaldırır ve sözkonusu korkulan onların kalplerine yönlendirir.
Böylelikle yaratılanlar, o kuldan korkmaya başlarlar.
Aynı şekilde kulun şahitliği tam
olup gerekli şahitlikte bulunduğu zaman onun bu müşahedesi, Allah Teala
sayesinde kainatı gözden uzaklaştırır ve kul sözkonusu kainatı görmez olur.
Kayyum olan Hak Teala da, kulun kalbinin mülkün yakinen müşahedesine tahsis
edilmesinden dolayı kendisine mülkteki nasibini verir.
Senid, Yahya b. Übeyy'den şunu
nakletmiştir: "Tevrat'ta yazılı olanların çoğu, kendisi gibi yaratılana
güveni ihtiva ettiği için lanetlenmiştir". Senid şunu söylemiştir: Bu
ifade şunu kasdetmekte^ dir: "Falan kimse keşke helak olmasaydı, eğer
şöyle olmasaydı böyle olmazdı".
Denildi ki: Kulun, 'Eğer böyle
olmasaydı, şöyle olmazdı' şeklindeki sözü şirktir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyur ^ duğu rivayet edilmektedir: '"Eğer1 kelimesinden
sakının. Çünkü oj şeytanın amelini açar".
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir:
-CekAcak şeytanın askerlerinden bir askerdir.
Allah Teala'nın "Onları,
selametle karaya ulaştırdığında hemen şirk koşmaya başladılar"
(Ankebut/65) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Gemidekiler şımarıp
azgınlık etmişlerdi. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimede görülmektedir:
"Onların çoğu Allah'a iman etmezler. Onlar ancak şirk koşarlar"
(Yusuf/106) Bu ayetle ilgili olarak şöyle denilmiştir: Onlar dediler ki: Eğer
köpeklerin havlamaları ve horozların ötmeleri olmasaydı, hırsızları yakalardık.
Ömer (ra) Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim kölelerle gururlanırsa Allah
Teala onu zillete düşürür". Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer Allah'a layıkıyla tevekkül ederseniz,
sizi kuşları beslediği gibi besler. Onlar sabahları karınları boş olarak çıkar,
akşam ise tok olarak dönerler. Dualarınızla dağlar eriyip gidebilir".[5][5]
İsa (as) şöyle derdi: "Kuşlara
bakın. Onlar ne ekip biçer, ne de biriktirirler. Allah Teala onları gün be gün
rızıklandırır. Eğer, 'Bizim karınlarımız kuşlarmkinden daha büyük' derseniz, o
zaman da büyük baş hayvanlara bakın. Allah Teala onlara nasıl rızık vermektedir".
Denildi ki: Canlılardan yalnız üçü
biriktirir: Karınca, fare ve insan. Ebu Yakup es-Sûsi dedi ki: Allah Teala'ya
hakkıyla tevekkül edenlerin rızıkları, O'nun havas kullarının elinden yine
O'nun ilim ve takdiriyle akıp gelir. Onlar, bu rızıklar için hiçbir çaba ve meşguliyet
içinde bulunmazlar. Diğerleri ise, tasalı ve sürekli meşguldürler. Yine o,
şöyle demiştir: Tevekkül sahibi, sebepleri, kınama ve övgüleri gözetirse,
sadece tevekkül iddiasında bulunuyor demektir. Onun tevekkülü sağlıklı
değildir.
Tevekkülün başı, tercih ve ihtiyarı
bir kenara koymaktır. Sahih anlamda tevekkül eden kul, halktan gelen eziyete
bakmaz, bunları halka şikayet etmez, onlardan herhangi birini kınamaz. Çünkü
o, vermenin de engellemenin de, yalnız Allah Teala'dan olduğunu bilir. Bu da
onu, diğerlerinin ellerini gözlemekten uzak tutar.
Sehl'e denildi ki: Tevekkülün en alt
noktası nedir? Dedi fc.: Emellerin terkedilmişidir. Ortası, tercih ve ihtiyarın
terkedilmesidir. 'En yükseği nedir?' diye sorulduğunda da şu cevabı vermişi
ir: 'Bunu ancak tevekkülün orta derecesine yükselip tercih ve ihtiymı terkeden
bilir". Onun bu konuda uzun açıklamaları mevcuttur.
Aynı zümreden bir zat ise şöyle
demiştir: Bütün kullar, Rable-rinden gelen rızkı yerler. Sonra da müşahedeleri
noktasından bil-birlerinden ayrılırlar. Onlardan kimisi, rızkını zilletle yer.
Kimisi rızkını aşağılanarak yer. Kimi rızkını beklentiyle yerken, kimisi de
aşağılanmadan izzet içinde yer. Rızıklarmı zillet içinde yiyenler dilencilerdir.
Bunlar insanların ellerine bakar ve onların önünde zillete düşerler.
Rızıklarmı aşağılanarak yiyenler
zanaat ehlidir. Bunlar da rızıklarmı aşağılanarak ve zorluk içinde kazanırlar.
Rızıklarmı beklenti içinde yiyenler ise ticaretle uğraşanlardır. Ticaretle
uğraşanlar mallarını satmayı beklerken kalben yorgun ve beklentinin aza-bıyla
dolu olurlar.
'
Rızıklarmı izzet içinde,
aşağılanmadan, beklemeden ve zillets düşmeden kazananlar ise sufİlerdir. Onlar
sadece Aziz olan Allah'ın lütfunu gözler ve kısmetlerini O'nun elinden
alırlar. Sultanlara yaltaklanarak rızık temin edenlere gelince; bunlar
ruhlarim satmış kimselerdir. Onların rızıkları hüsrandan ibarettir. Böylele-ri
açık bir zillet içindedirler.
Ulemadan bir zata, "insanlar
Allah'ın ailesi gibidir onların A -lah'a en sevimlisi O'nun ailesine en yararlı
olanıdır" hadisinin manası sorulduğunda şöyle demiştir: Bu hususi bir
durumdur. Allah Teala'nın ailesi, O'nun havassıdır. 'Nasıl olur?' diye soruldu.
Alim şu cevabı verdi: İnsanlar dört sınıfa ayrılır: Tacirler, ticaret ehli, zanaat
ehli ve ziraatle uğraşanlar. Bu dört sınıfa girmeyenler Allah Teala'nın
ailesinden sayılır. İnsanların da O'na en sevimli geleni, bu kimselere en
yararlı olanıdır.
Hakikat de bu alimin ifade ettiği
gibidir. Çünkü Allah Teala bir takım hakları ve mallardan verilmesi gereken
zekatı farz kılmıştır. Ticaret ve zenaat bakımından geliri olmayan kimseleri
kendi ailesi kılarak zenginlerin bunlara yardımcı olmalarını emretmiştir. O, bu
kimselerin geçimlerini ticaret ve zenaat erbabına havale etmiştir.
Nitekim zekat da bir tacir veya
zanaat sahibine verilmemektedir. Allah Resulü (sav) de zekatla ilgili şöyle
buyurmuştur: "Bir zengine ve elinin emeğiyle geçimini kazanana sadaka
helal olmaz"[6][6]Allah
Resulü (sav) emekle kazanmayı zenginlikle aynı konumda görmüştür.
Allah Teala da bir ayeti kerimede
şöyle buyurmuştur: "Biz orada sizler için geçim kaynakları yarattık ve
siz de O'na nzık vericiler değilsiniz". (Hicr/15) Bu ilahı hitabı iyi
düşünenler şunu anlarlar ki, insanlar kendisi için yer yüzünde bir geçim
imkanı yaratılmamış kimselere rızık verici olamazlar. Sonuç itibariyle ancak
aracı olabilirler.
Amir b. Abdullah şöyle demiştir:
Yüce Allah'ın kitabında üç ayet-i kerime okudum. Bunlar, içine düştüğüm durumda
bana destek oldular. Bunların ilki şu ayet-i kerimedir: "Eğer Allah sana
bir zarar dokundurursa, bu zararı kendisinden başka giderecek hiç bir güç
yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa (bil ki) O her şeye kadirdir".
(EnJam/17)
Bu ayeti okuduktan sonra kendi
kendime şöyle dedim: Eğer Allah bana zarar vermek istediyse hiç kimse bana
yararlı bir şey yapamaz. Eğer O bana bir şey vermeyi murad ettiyse hiç bir güç
de buna engel olamaz.
Ardından şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Beni anın ki "Ben de sizi anayım". (Bakara/152) Bu ayeti
okuyunca Allah'ı anarak başkalarını anma alışkanlığından kurtulmuş oldum.
Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Yer yüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın".
(Hud/6) Bu ayeti okuduktan sonra hiç bir zaman rızık tasasına düşmedim ve
sürekli huzur içinde oldum.
Sehl b. Abdullah şöyle derdi:
Tevekkül eden kimse, sebepleri gözettiği zaman sadece tevekkül iddiasında
bulunmuş olur. Yine o başka bir münasebette şöyle demiştir: İman sebeplerle
birlikte olamaz. Sebepler ancak İslam mertebesinde olabilir. Bu sözün anlamı
şudur:
İmanın hakikatinde sebepleri
araştırmak ve onlara yaslanmak söz konusu değildir.
Sebepleri gözetmek ve insanlara
yönelik beklentiler içinde olmak ancak İslam makamında olabilir.
Bu meyanda Lokman'm (as) oğluna
yaptığı öğütte şöyle dediğini görüyoruz: İmanın dört esası vardır ki ancak bu
dördüyle sıhhat kazanabilir. Tıpkı sağlıklı bir bedenin eller ve ayaklarla
tamama ermesi gibi. O dört esas şunlardır: Allah'a tevekkül; O'nun kazasına
teslimiyet; işleri O'na havale etmek; Allah'ın takdirine rıza göstermek.
Tevekkül sahibinin hali şöyle ani
atılabilir:
O, kullardan herhangi bir beklenti
ve ümit içinde olmaksızın kalp sükunetini kazanmış, onların sahip olduklarını
düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi
planlayan ve kalpleri şekilden sekile sokan Allah Teala'ya adamış bir kimsedir.
Bütün fikrini takdir sahibinin kudretiyle meşgul eden ve ilmin sebeplere
sarılma yönündeki emri ile bunlara sarılmayan-ları kınayan yaklaşımından
etkilenmeyerek her şeyin arkasında Hakk'm olduğunu söyleyebilen bir kimsedir.
O, yalnız bununla amel edip sadece
Allah için sebeplerin hareketine uyan ya da onları dışlayan bir yaklaşıma
sahiptir. Böyle bir kul, insanların söz ve tavırlarından çekinerek ya da onlara
tamah ederek veya birtakım çıkarlarının sona ermesinden korkarak Hakk'ı terk
etmez. Karşılaştığı zorluk ve darlıklar, insanların nevalarının telkini ile
batıla meyletmeye, bir hak karşısında susmaya, insanlar nezdinde durumunu
düzeltmek veya kendilerinden talepte bulunmaması sebebiyle şükranla anılmak
için bir Allah düşmanını dost edinmeye ya da bir Allah dostunu düşman edinmeye
şevke tm ez.
O, Sâni' olan Allah Teala'yı
düşündüğü için şöhreti kendinden menkûl bir sanata da sahiplenmez. Allah
Teala'yı sürekli müşahedesi sebebiyle O'nun tarafından daha önce yapılmış
olduğunu bildiği bir şeyi, yapmaya çalışmaz. Halkın herhangi bir adetine dayanmadığı
gibi hiç bir mahlukun alışkanlığına da güven duymaz. Çünkü o, rızkının, yarar
ve zararının Tek bir kaynaktan geldiğini yakinen bilir.
Yukarıda anlattığımız hususlar,
tevekkülün farzlarıdır. Bunları taşıyan bir kul, eğer tevekkülün faziletlerini
bırakarak onları tevekkül sınırından çıkarırsa, yakini imanında zaafa kapılır.
Tevekkül ehli arasında güçlü olanlar, tevekküllerine musallat olabilecek bu
tür müfsit arzulardan biriyle karşılaştıkları zaman, ona sebep olan bütün
bağları koparır, onların köklerini kazır, tamamını ter-ketmeye yönelip
yurtlarından ayrılır, dostlarından uzaklaşırlardı.
Böyle yapmak suretiyle de,
kendilerine musallat olan heva ve arzuları uzaklaştırır ve onların yerine
gerekli ilaçları koyarlardı. Kimi zaman da kendilerine musallat olan arzuların
tam zıtlarına meyle derler di. Bu duyarlılık; bazan zahir ilmini terketmelerine
ve batın ilmine yönelerek zahir ulemaya muhalefet etmelerine dahi yol açardı.
Ama onların bu tavrı, müşahedelerinin bir hükmü ve hallerinin hakiki icabını
yerine getirmekten başka bir şey değildi.
Öte yandan zahir alimleri, onlar
hakkında bir hüccet konumunda olamazlardı. Hatta bu gibi hususlarda, onlar
zahir uleması için hüccet olabilirlerdi. Zira iman hem zahir, hem batın olduğu
gibi, ilim de muhkem ve müteşabihten ibarettir. Ayrıca hakikat ehli, Allah
Teala'nm tevfikine daha yakın oldukları için hakikati bulma noktasında daha da
başarılıdırlar.
Hakiki tevekkül ehlinin bu
tavırları, tevekküllerinin sıhhati, sözlerinde durma gereği ve hallerinin
hükümlerini ifa edebilmeleri için sergilenen tavırlardır. Kalpleri, ancak bu
şekilde Allah'tan başkasına dayanmayacak, himmetleri O'ndan başkasıyla beraber
olmayacak, nefisleri yalnız O'nunla mutmain olabilecek, O'ndan başka sükunet
kaynağı aramayacak, nefsani arzularla huzur bulmayacak ve nefislerin sükununa
bakarak kalplerin sükunetini ihmal etmeye çalışmayacaklardır. Zira bütün bunlar
onların yakini imanlarını zedeleyecek durumlardır.
Asıl olan da zaten imandır. Üstteki
sakıncalı durumlara düşmeleri halinde şeytan, keşf ve şehadetin tecelîigâhı
olan kalplerini teslim alacaktır. Bu da onlara, en kıymetli sermayelerini
kaybettirecek, tevekkül halinin hakikatine ermelerini engelleyecektir. Böyle
bir hale düştüklerinde ne ile ricada bulunacak ve neyle ayakta durabileceklerdir?
Bütün bunlar, ancak akıl sahiplerinin idrak edebilecekleri, gözle bakanların
şahit olamayacakları hususlardır.
Mukarrebun zümresinden bir zat,
kendisine tevekküle ilişkin bir soru sorulduğu zaman şu cevabı vermişti:
Tevekkül, tevekkülden kaçıştır. O bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Tevekkül makamında
bulunmaya da güvenmemek gerekir. Kul tevekkül ettiği zaman, tevekkülüne bakıp
onun kendisi için yeterli, kendini afiyette kılıcı veya koruyucu olduğunu
düşünmemelidir.
Kulun tevekküle böyle bakışı, tevekkül
için bir hastalık belirtisi olarak görülmüş ve bundan kaçılması tavsiye
edilmiştir. Böylelikle sürekli ve yalnızca Vekil'e bakacak ve bu bakışını hiç
bir şey sarsamayacaktır. O'na dönük kesintisiz şahitliğinde de sıkıntı hissetmeyecektir.
Bu durumda, Vekil ile kendi arasında gözetilecek, dayanılacak veya rehberliği
gerekecek hiç bir varlık olmayacaktır. Onun ana yolu, bundan sonra yalnız
'tevekkül' olacaktır.
Ariflerden bir zat, Allah Teala'nm
"Yoksa o kendisine dua ettiğinde zarurete düşmüş olana icabet eder
mi?" (Neml/62) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Zarurete düşen kişi
mevlasmın huzurunda niyaz ederek ellerini açar ve kendisi ile Allah Teala
arasında bir karşılığı hak edecek iyiliği bulunduğunu düşünmez. 'Rabbim bana
karşılıksız olarak ver* der.
Çünkü onun sermayesi Rabbi katında
hiç bir şey ifade etmez. Onun bütün amelleri için de geçerli olan hiçliktir.
İşte ayette geçen zarurete düşmüş kişi böyle biridir. Bunlar Allah Teala'nm
takva ve Allah korkusu sahipleri olarak nitelediği kimselerdir. ?
Allah Teala onları davet ve
uyarıcılık görevlerine layık kimseler kılmıştır. Onların kendisi ile aralarında
bir sebep ve vasıta bulunduğuna inanmayan kimseler olduklarını haber
vermiştir. O, Resu-lü'ne bu kimseleri Kur*an ile uyarmasını emretmiştir.
Böylelikle Allah Teala onları halk için bir başvuru kaynağı, buyruğu için de,
sağlam bir zemin kılmış olmaktadır. Resulü'nü de onlar için bir başvuru
kaynağı ve buyruğunun tecelîigâhı kılmıştır. O, bu hususu şu ayet-i kerimesiyle
teyit buyurmaktadır: "Rablerinin huzuruna toplanacaklarına inanıp bundan
korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O'ndan başka ne dostları, ne de
aracıları yoktur. Umulur ki korunurlar". (En'am/51)
Allah Teala bizler gibi oyun ve
eğlenceye dalmış hata ve gurura kapılmış kimseleri nitelerken de şöyle
buyurmuştur: "Onlar ki dinlerini bir oyun ve eğlence yerine koydular ve
dünya hayatı kendilerini aldattı". (A'raf/51);
Alimlerimizden birine, 'Tevekkül
nedir? diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Havi ve kuvvetten beri olmaktır.
Havi, kuvvetten daha ağır bir fiildir. Havi hareket anlamına gelir. Kuvvet ise,
bir hareket üzerinde sebat etmektir. Buna göre de fiilin başlangıcı havi olmaktadır.
Onun ifadesine göre kişi 'Muharrik' yani hareket etme kabiliyetini veren Allah
Teala karşısında kendi hareketini önemseme-melidir. Çünkü ilk hareketi veren
bizatihi Allah Teala'dır.
Aynı şekilde kuvveti yani hareket
halindeki sebatını da önem-sememelidir. Çünkü sonuç itibarıyla onu sabit kılan
da yine Allah Teala'dır. Bu durumda başlangıç da sonuç da sizin Allah Teala hakkındaki
Evvel ve Ahir oluşu yönündeki şahitliğiniz olmaktadır.
Tevekkül de ancak Vekil'in bu
şekilde şahitliği ile sıhhat kazanabilir. Aynı alim başka bir vesile ile şöyle
demiştir: Tevekkül tedbiri bırakmaktır. Çünkü her türlü tedbirin ardında bir
arzu ve istek vardır. Arzu ve isteklerin ardında ise tûl-i emel fikri yatar.
Tûl-i emel ise beka arzusunun bir sonucudur. Bu da şirktir. Böyle yapan biri
Allah Tfeala'ya beka sıfatında ortak olmuş olur.
Allah Teala varlıkları yarattıktan
sonra onları kendi zatından perdelemediğini, aksine onların tedbirlerini perde
kıldığını buyurmuştur. Ulemanın; tedbirin (=yaşanan an ve yakın gelecek için
olmayıp uzun vadeli planma yapmanın) terkedümesi yönünde bir çok sözü vardır.
Ancak tedbirin bırakılması kulun yöneldiği ve kendisine mubah kılınan
hususlarda tasarrufta bulunmayı terketmesi anlamına gelmez.
"Kazanç için çalışmayı tenkit
eden, sünneti tenkit etmiş olur. Kazanç için çalışmayı terkettiği için tenkit
edilen kimse tevhid noktasında tenkit edilmiş sayılır" diyen biri, nasıl
olur da insanın iş için düşünmesini yanlış bulur? Tedbirin terki ile
kastedilen; ümit ve temennileri terk etmek ve "Niye böyle oldu? Niye şöyle
olmadı? Keşke şöyle olsaydı?" gibi sözlerin yanlışlığını vurgulamaktır.
Çünkü bunlarda itiraz, Allah Teala'nm sabık ilmini bilmemek, O'nun kudret ve
hikmetinin güç ve şahitliğinin ötesine gitmek, Allah Te-ala'nın iradesini ve
hükümlerin bu yönde cari oluşunu görememek sözkonusudur.
Burada tedbiri terketmekle kastedilen
gelecek zaman ve henüz vakti gelmemiş bir husus için planlama yapmamaktır.
İnsanın aklını ve ilmini bu tür planlarla meşgul etmemesi gerekir. Zira bu,
onun için çok daha elzem ve gerekli olan yaşadığı anı (=hâl) kaçırmaya ve o
anla ilgili hükümleri yerine getirmemeye sevkeder. Tedbirin terk edilmesindeki
tasarrufla hükümlerin eksik veya fazla olarak takdirinde veya bunların bir
vakitten diğerine, ya da bir kuldan diğerine takdim ve tehir yoluyla
nakledilmesinde sözkonu-su olan da budur.
Çünkü geçmiş, kul için önemli
değildir. Bir insanın geçmiş için planlama yaptığı görülmüş müdür? Kişi aynı
şekilde gelecek için de bir takım beklenti ve temennilere dayanmamalı işi
Allah'a havale ederek uzakl geleceğe dönük planlardan uzak durmalıdır. Bunu
yukarıda da izah etmiştik.
Bize göre geçmiş ve gelecek aynı
konumdadır. Allah Teaîa hüküm verenlerin en güzeli, kul da O'nun hüküm ve
fiillerine râm olandır. Kul, akıbetlerini bilmediği hususlarda Rabbi'nin
takdirine rıza gösterip tedbiri de üstteki anlamıyla terk ettiği zaman yakini
imana ulaşmış olur. Yakini iman ise marifetin tecelli ettiği yerdir. Zira,
Allah Teala yakini iman sahibinin kalbini kendi mekanı kılmış ve kulun
liyakatine göre orada yer almıştır.
Bu fikrin sahibi olan alim zat şöyle
derdi: Ey zavallı; oldu ve sen olmadın, oluyor ve sen olmuyorsun. Sen bugün de
olduğunda dersin ki ben' ve ben derim ki, 'şimdi olduğun anda olmadığın gibi
ol'. Çünkü o, olduğu gibi bu gündür. Aynı alim şöyle derdi: Zühd tedbirin
terkedilmesidir. Onun bu ifade ile kasdettiği ise; tedbiri gerektiren
sebeplerin terkedümesi ve tedbiri gereken sebebin kalpten çıkarılması idi. Bu,
onun sebeplerin varlığım inkar etmesi ve onlara yakinen inanmasını engelleme
kasdma yönelik değildir.
Asıl maksat bu sebepleri planlamayı
terk etmektir. Çünkü, bu noktada yapılacak sağlıklı bir tedbir; onları
ayrıştırmak, sebeplerin hükümlerini ifa etmek ve eşyayı yerli yerine koymaktan
ibarettir. Akıl sahibi, mümeyyiz, hükümlere muhatap ve Allah Teala'ya ilim
üzere ibadet etmekle mükellef olan bir kulun eşyanın varlığına rağmen böyle
yapması düşünülemez bir davranıştır.
Yukarıdaki sözün maksadı da
böylelikle şu ifade ile tamamen açığa çıkmış olacaktır: Tedbire dayanan eşyayı
terk edip temyize dayanan sebeplerde zühd sahibi olun ki tedbir ve plan yapma
illetinden kurtulun. Kul bunları terk etmekle tedbiri de terk etmiş ve bunlara
kafa yormaktan, bunlar üzerinde düşünmekten uzak durmuş olur. Tedbirin terk
edilmesi ile ilgili yukarıda aktardığımız sözün özü de işte budur.
Hakkı ile tevekkül eden kulların
durumu yukarıda anlattığımız gibidir. Böyle biri, sağlıklı bir insanın ilacı
önemsemediği gibi kendisine neyin yettiğini önemsemez. Ama, sağlıklı birinin
hastalık belirtilerinden sakınması gibi darlık gelmeden kendisini korumaya da
çalışabilir. Allah Teala buyurdu ki: "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki,
rızkı Allah'a ait olmasın". (Hud/6) "Nice canlı varlık var ;ki,
rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler". (Ankebut/62) Tevekül
eden kul, zerre miktarı kadar bile olsa kendisine ulaşan her rızkın Yaratanı
tarafından olduğunu yakini imanı ile bilir. Ona ayrılan rızık onun olup her
şartta kendisine ulaşacaktır. Kendisi için ayrılmış olan bir rizık asla
başkasına ulaşmayacaktır. Aynı şekilde başka biri için ayrılmış olan bir
kısmet ve rızık da ona asla ulaşmayacaktır. Layıkıyla tevekkül eden bir kul bu
şuura sahip olmalıdır. Böyle bir kul kendi nasip ve kısmetini şu üç müşahededen
birinde Rabbi'nin lütfuyla yakinen görür. Eğer müşahedesi alt derecede ise
kendisine kısmet olan rızkı yaratılışının şekillendiği anda kitaba yazıldığı
şekliyle görür. Bu kitapta onun rızkı, eceli, eseri, mutlu mu yoksa mutsuz mu
olacağı yazılıdır. Allah Teala'nm mutlu kıldığı bir kulu hiç kimse mutsuz
kılamadığı gibi, O'nun mutsuz kıldığı kulu da hiç bir kuvvet mutlu kılamaz.
Aynı şekilde bir kula ayrılan rızkı
da hiç kimse o kuldan mene-derek onu mahrum edemez. Allah Teala'nm mahrum
kıldığı bir kulu da hiç bir güç rızık sahibi kılamaz. Çünkü onun rızık ve
mutluluğu ile ilgili her şey tek bir kitapta yazılı durumdadır.
Kulun müşahedesi daha yüksek bir
dereceye sahip ise rızkı ile ilgili hususları Levh-i Mahfuz'da bulunduğu
şekliyle görür. Levh-i Mahfuz üstteki kitabın da iktibas edildiği ana kitaptır.
Yakini imanı ile onda yazılı rızkını gören bir kul şunu iyi bilir ki, kendisi
için takdir edilmiş olan rızık, kuvvet ya da hile ile artmayacağı gibi çaresizlik
ve zavallılık sebebi ile de eksilmeyecektir.
Aynı yerde kendisinin cennet
ehlinden olduğunu gören bir kul da, orada ismini yazılı gördükten sonra ne
yaparsa yapmış olsun
cennete kesinlikle dahil edileceğini
yakinen bilir. Bu kul, yeryüzünde nasıl bir eser/iz bırakılacağının da yazılı
olduğunu görür. Allah Teala buyurdu ki: "And olsun Tevrat'tan sonra
Zebur'da da: 'Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak' diye yazmıştık".
(Enbiya/105)
Görüldüğü gibi kulların dünya
hayatında ulaşacakları bütün rı-zıklar ve bırakacakları bütün izler üç noktada
tek bir yazgı ile kaydedilmiştir. Bu, kulların ilmim teyit ve kalplerini
teskin etme gayesine matuftur. İlk kitap olan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunan
hususlar daha sonra da Zübür olarak ifade edilen sahife ve kitaplara
yazılmışlardır. Bunlar, üstte geçen bilgileri öğrendiğimiz yüce kitabımız
Kur'an'a da yazılmıştır.
Kulun, Rabbi'nin makamına ve
Mabudu'na dönük müşahedesi çok daha yüksek bir derecede ve O'na çok yakın ise,
yukarda geçen hususları Levh-i Mahfuz'un yaratılmasından önce bizatihi Allah
Teala'nm ilminden öğrenmesi de mümkündür. Bu durumda kalbi sükunet bulacak ve
Allah Teala'nm ilmi ile huzura erecektir. İşte bu nedenle Allah Resulü'nden şu
hadis rivayet edilmiştir:
"Zühd, Allah Teala'nm
elindekine kendi elindekinden daha sıkı sarılmanız ve musibetlerden doğacak
sevaba karşı daha istekli olmanızdır" [7][7] Kulun
şahitliğinin etkili olabilmesi için hırsı azalmalı ve halka dönük beklentileri
kaybolmalıdır. İşte bu, rıza ve zühd makamlarının birleşimidir. Tevekkül,
görüldüğü üzere bu iki makamı kapsamaktadır.
Allah Teala'nm elinde bulunan sizin
rızkınız olup hiç kuşkusuz ve her halükârda size ulaşacaktır. Allah katında
size ait kılman bu rızık O'nun değişmez ilminin de malumudur. Allah'ın katında
bulunup size ulaşacak şeyler şu üç sınıfta toplanır: Yiyerek tükettiğiniz
gıdalar; giyerek eskittiğiniz giysiler; tasadduk ederek harcadığınız mallar.
Bunların bütünü de dünya ve ahirette size kısmet olan rızkı oluştururlar. İşte
bu nedenle Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Adem oğlu 'benim malım' diyor.
Adem oğlunun cahillik ve gafletine şaşmak gerekir. -O, yukarıda üç hususu
zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:- Senin bütün malın, ancak bunlardan sana
nasip edilenlerdir". Allah Resulü (sav) aym hadisinde bu üç husustan her
birini de sonuna kadar yapmayı şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Yiyip
de bitirdiğin, giyip de eskittiğin veya tasadduk ederek harcadığın".
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav)
takdir edilen rızıktan gıda olanların yenerek, giysi olanların eskitilerek para
ve mal cinsinden olanların da harcanarak tüketilmiş olmasını şart koşmuştur. O,
sözüne devamla "Bunlar dışında kalanlar, varisin mallarıdır [8][8]
buyurmuştur.
Yukarıda anlattığımız esaslar
dahilinde söz konusu üç husus, kulun rızkını oluşturmaktadır. Bunlar, Allah
Teala'mn elinde bulunup zaman içinde kula ulaşmaktadır. Allah Teala'nın, kulun
elinde kıldığı mallar, muhtemelen onun tasarrufuna bırakılmayarak bir tür
emanet olarak kendisine teslim edilmiş olabilir. Kul, bu malları mülkiyetine
geçirip elli yıl da böyle kalmış olsa bile durum değişmez. Bu mallarda kula
ait olan, sadece Allah Teala'mn ona nasip ettiği kullanılan kısımdır. Kul,
kendi elinde ve kasasında olduğu için bu mallar hakkında bir mülkiyet
iddiasında bulunduğu takdirde, Allah Teala'yı hakkı ile tanımaması ve O'nun
hikmetlerinden habersiz olması nedeniyle böyle bir yanılgıya düşmüş sayılır.
Eğer o, Allah Teala'nın hikmet ve
kudretini layıkıyla bilseydi, kendisinin olduğunu iddia ettiği kasa, hazine ve
tapuların aslında Allah Teala'nın arzındaki hazinelerinden olduğunu ve bu
hazineleri dilediği kuluna, dilediği süreye kadar emanet ettiğini iyi bilirdi.
Nitekim Allah Teala, bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin için bir
istikrar ve bir emanetgah olarak konuluş yeri ve süresi vardır".
(En'am/98) Yine O başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin hazineleri ancak Allah'a aittir". (Münafî-kun/7)
Allah Resulü (sav) bir hadis-i
şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Eceli gibi rızkı da kulu arar". O,
başka bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmaktadır: "Her kul için takdir
edilmiş bir rızık vardır ve o, kesinlikle ona ulaşacaktır. Her kim ona kanaat
eder ve rıza gösterirse o rızık kendisine bereketli kılınır. Her kim de
rızkına kanaat etmez ve rıza göstermezse, rızkı kendisine bereketli kılınmaz ve
darlık çeker". •
Denilir ki: Kul rızkından ölümden
kaçar gibi kaçsa dahi rızkı ona ulaşacaktır. Allah Resulü'nün (sav) İbni
Abbas'a (ra) vasiyetinde şu ifade yer almıştır: "Bir şey istediğinde
Allah'tan iste. Bir yardım istediğinde Allah'tan yardım dile ve şunu bil ki,
Allah Teala'nın sana yazmadığı bir hususta bütün varlıklar çaba gösterseler de
sana fayda sağlayamazlar. Bütün varlıklar da, O'nun sana yazmadığı bir zararı
vermeye çalışsalar bunu başaramazlar. Çünkü defterler durulmuş ve kalemler
kurumuştur".[9][9]
Allah Teala'nın ilminde malum olan
kısmeti müşahede edebilen bir kul, her türlü rızık tasasından uzaklaşarak
insanların ellerini gözlemekten kurtulur. Aynı şekilde halk da, onun eziyet ve
cefasından kurtaılur. Bu şuura eren bir kul Rabbi'nin hizmetiyle meşgul olduğu
için halktan da mümkün olduğunca uzaklaşır. Hitab-ı İla-hi'yi bir nebze olsun
anlayarak Kerim olan Allah Teala'ya yönelenlerden biri olur. İçinde bulunduğu
halin düzgünlüğü ile O'na dua ettiğinde, Rabbi de kendisine icabet eder.
Bu meyanda Ömer b. Hattab (ra)
döneminden şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir adam, her sabah halifenin
kapısına gelmekte ve kendisini beklemekteydi. Ömer (ra), adamın bir isteği
olduğunu düşünerek kendisine şöyle dedi: Ey kişi! Sen, Allah Teala için mi
hicret ettin, yoksa Ömer için mi? Git ve Kur'an öğren. O seni Ömer'in kapısını
aşındırmaktan kurtaracaktır.
Bu söz üzerine adam gitti ve uzun
süre ortalıkta görünmedi. Ömer (ra) onu merak edip, çevresine sormaya başladı.
Sonunda nerede olduğunu öğrenerek yamna gitti. Adamın ir-sanlardan uzaklaşıp,
ibadetle meşgul olduğunu gördü. Yamna vardığında ona şöyle dedi: Uzun zamandır
seni görmediğim için merak ettim. Ziyaretimize gelmekten seni alıkoyan nedir?
Adam şu cevabı verdi: Kur'an okudum,
O da beni Ömer'den ve Ömer'in ailesinden müstağni kıldı. Bunun üzerine Ömer
(ra) şöyle dedi: O'nda ne gördün ki böyle davranıyorsun? Adam: O'nda "Muhakkak
ki gökte sizin için rızık ve vadedilen (cennet) var". (Zari-yat/2)
buyruğunu gördüm ve kendi kendime şöyle dedim: Benim rızkım meğer gökte imiş,
bense onu yerde arıyordum. Bu söz üzerine Ömer (ra) ağladı ve bundan büyük bir
ibret aldı. O, bu görüşmeden sonra da zaman zaman onu ziyaret ederek
kendisinden istifade etmeyi sürdürdü.
Bir adam, Bişr b. el-Hars'a gelerek,
'Şam'a gitmeye niyetlendim. Ama yolluğum yok ne dersin?' diye sordu. O da şu
cevabı verdi: Niyet ettiğin yola çık. Eğer Allah, senin olmayanı sana
verme-diyse senin olanı da engellemeyecektir. Adamın biri, Fudayl'a maddi
durumundan yakınmıştı. Fudayl ona şöyle dedi: Allah Teala'dan başka bir tedbir
sahibi mi arıyorsun be adam?
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi:
Tevekkül rızanın ta kendisidir. Yine o Allah Teala'mn "Ve orada gıdalarını
dört günde takdir etti" (Fussilet/10) buyruğunu tefsir ederken şöyle
demişti: Allah Teala kulların rızıklarını bedenlerinden iki bin yıl Önce
yaratmıştır.
Hakkı ile tevekkül eden bir kul,
Rabbi kendisinden yarının amelini talep etmediği gibi Rabbi'nden yarının
rızkını talep etmez. Rızkın garanti edilmesi ve kısmetin bilinmesi halinde,
tevekkül eden kimse tevekkül ehlinin avamından sayılır. Allah Teala'mn ha-vass
kulları bu tür bir tevekkülden utanırlar. Onlar, böyle bir tevekkülü yaymaktan
da uzak dururlar. Çünkü Allah Teala zatı üzerine yemin ederek rızkın gökte oluşunun
hakikatini ve kendi buyruğunun doğruluğunu beyan etmiştir. O, rızkın gökte
oluşu ile kendi buyruğunun hak oluşunu tek bir hakikat ile adı üstüne yemin
ederek takdim etmiş ve bunu diğer fiillerinden ayrı tutmuştur. Böylelikle
insanların araçlara bakmaksızın sükunete ulaşmalarını ve bu iki hususta
şüphelerinin ortadan kalkarak yakini imanlarının oluşmasını murad etmiştir.
Allah Teala, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Göğün ve yerin Rabbi'ne and
olsun ki, o kesinlikle haktır". (Zariyat/23) Yine O başka bir ayet-i
kerimesinde şöyle buyurmaktadır: "Sahiden hak mıdır? diye senden haber
soruyorlar. De ki: Evet Rabbi'me and olsun ki o haktır". (Yunus/53) Burada
sö-zedilen hususun rızık olduğu söylenmiştir.
Allah Teala'mn zatı üzerine yemin
ettiği yerler Kur'an'da sadece beş tanedir. Bunlardan biri Allah Teala'mn
hükümlerine teslim olma yönündeki Nisa suresi ayetidir: "Hayır, Rabbin
hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da
senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk olmadan tam anlamıyla teslim
olmadıkça inanmış olmazlar". (Nisa/65) ..,
İkinci ayet Tegabün suresinde yer
alan ve inkar edenlerle onların çocuklarının ölümden sonra diriltilmeleriyle
ilgili ayet-i kerimedir: "İnkar edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini
sandılar. Öe ki: Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız
size haber verilecektir". (Tegabün/7)
Üçüncü ayet ise Mearic suresinde yer
alan ve insanların daha hayırlı bir ümmetle değiştirilmesini isteyen bir arzuyu
nakleden şu ayettir: "Hayır! doğuların ve batıların Rabbi'ne yemin ederim
ki Bizim gücümüz yeter: Onları kendilerinden daha iyi olanlarla değiştirmeye.
Bizim önümüze geçilemez". (Mearic/40-41)
Üstte gördüğümüz yeminler, doğrudan
Allah Teala'mn zatına ait yeminlerdir. Diğer yeminler fiillere ilişkindir. Kul,
rızkını halktan birinin yapacaklarına dayandırmış olabilir. Eğer kendi kazancı
ve el emeğiyle rızık edinemiyorsa başkalarının kazanç ve emeklerinden
rızıklanabilir. Ama Allah'ın havass kulları daha çok ahiret işleriyle meşgul
olmuş, Allah'a yaklaştıracak ibadetleri kaçırmaya-rak O'nun hizmetiyle berdevam
olmuşlardır. Allah Teala da onlara Vekil olmuştur. Eğer onlar bu vazifelerini
ihmal ederlerse onların yerine bunları yapacak başka birilerini bulamazlar.
Onlar dünyada da Allah Teala'dan
başkasına yönelmezler. Bu hakikatleri şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz:
"İnsan için ancak çaba sarfettiği vardır". (Necm/39); "O gün
bazı yüzler mutlu ve çabasından razıdır". (Gaşiye/8); "Ahiret daha
hayırlı ve daha kalıcıdır". (A'la/17); Her kim ahiret ürününü isterse
onun ürününü arttırırız". (Şura/20) Allah Teala aynı ifadeyi dünya
rızıkları hakkında kullanmamıştır. Ayette geçen artışın anlamı; Allah Teala'mn
dünyada verdiği rızıktan dolayı kulunu hesaba çekmeyeceğidir. Çünkü söz konusu
olan artış ve fazlalık, O'nun takdir ettiği kısmettedir.
Denildi ki: Allah Teala dünyalığı
ahiret niyetiyle verirken ahi-retliği dünya niyetiyle vermez. Çünkü ahiret
yüce, dünya ise aşağıdır. Ali (kv) şöyle derdi: Dikkat ediniz, dünya ürünü
mallar, ahiret ürünü ise salih amellerdir.
Denildi ki: Ahirette fazlalık, niyet
ve kasdı olup amelde bulunan kimseler için derecelerin yüksekliği sözkonusudur.
Havass kullar, kendilerinin vekil kılındıkları ve başkalarının onların yerine yapa-mayacaklari
işlerle meşgul olurlar.
Bu işler, onların üstlendiği işler
olup başkaları onların yerine geçemez. Ancak dünyalıkları ile ilgili hususlarda
başkalarını vekil tutabilirler. Bu meyanda Davud'dan (as) rivayet edilen
haberler arasında Allah Teala'mn şu buyruğu yer almaktadır; "Ben
Muham-med'i kendim için, Adem'i de Muhammed için yarattım. Bütün yarattığımı
ise, Adem için yarattım. Yarattıklarımdan her kim kendisi için Benim
yarattıklarımla meşgul olursa onunla arama perde koyarım. Onlardan her kim de
Benimle meşgul olursa yarattıklarımı onun hizmetine veririm".
Havassın tevekkülünde sözle ve
fiille yapılan eziyetlere gösterilen sabırda tevekkül etmek de önemli bir yer
tutmuştur. Allah Resulü de (sav) şu ayet-i kerime ile bununla emrolunmuştur:
"O'nu vekil edin ve onların söylediklerine karşı sabırlı ol".
(Müzzem-mil/10) Diğer peygamberlerin de Kui^an'da şöyle dedikleri yer almaktadır:
"Muhakkak ki biz sizin çektirdiklerinize sabredeceğiz. Tevekkül edenler
yalnız Allah'a tevekkül etsinler". (İbrahim/12)
Allah Teala Resulü'ne şunu da
emretmiştir: "İşte onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların
yoluna uy". (En'am/90) Allah Teala Resulü'ne, önceki peygamberlere
uymasını emrettikten sonra da şöyle buyurmuştur: "Kafirlere ve münafıklara
itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan. Vekil olarak Allah
yeter". (Ahzab/48); "Azimet sahibi peygamberler gibi sabret. Ve o
(müşrikler) için azabın erkenden gelmesini isteme". (Ahkaf/35)
Ariflerden bir zat şöyle demişti:
Halkın övgü ve yergisi denk olup bunların tesiri kulun kalbinden çıkmadıkça hiç
kimsenin tevekkül makamı sağlıklı olamaz. Bu şuura sahip olan kul, eziyetler
karşısında sabrederek halka dayanma eğiliminden kurtulup Allah Teala'mn sabık
ilmini düşünme konumuna yükselir.
Sabırda tevekkül; güzel muamele
üzere ve aşın istekli olmayı terk etme şeklinde kendini gösteren bir
meziyettir. Bu şekilde tevekkül eden bir kul; Allah Teala'dan haya edip O'nu
yücelterek, Zatından korkup içten içe severek O'na karşı çıkmaktan uzaklaşır.
Allah Teala'da onları zahirde ve batında bu şekilde vasfetmiştir.
O'nun zahiri anlatımı şu ayet-i
kerimede görülmektedir: "Sabreden ve Rablerine tevekkül eden amel
sahiplerinin ecirleri ne kadar da güzeldir". (Ankebut/58-59) Onlar, ilim
sahibi olduklarında
ilimleri üzere sabreder, sonra da
bütün işlerinde Allah'a Tevekkül ederler. O'da bu yüzden onların ecirlerini
güzelleştirmiş ve birikimlerini bereketli kılmıştır.
Batıni vasıflarını ise şu ayet-i
kerimede görmekteyiz: "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden
bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz". (İnsan/9) Ayette anlatılan
kimseler, yemek verdiklerinden herhangi bir karşılık istenme endişesini
gidermişlerdir. Ayetteki 'minkum=sizden' ifadesi, anlam bakımından garip olarak
yorumlanabilir. Ayetin batini anlamı buna göre şekillenmekte ve sanki 'sizden
bir bedel istemiyoruz' biçiminde olmaktadır.
Şu ayet-i kerime de buna benzer bir
ifade içermektedir: "Eğer dilersek sizi(n yerinize) yeryüzünde halefiniz
olacak melekler yaratırdık". (Zuhru£/60)
Bu ayetin anlamında insanların
meleğe çevrilmesi sözkonusu değildir. Ancak mana, ayetin tercih edilen
tefsirine göre 'sizin yerinize' şeklinde oluşmaktadır.
Yukarıdaki ayetin zahiri yorumu
'küm=siz' harflerinin, yemek verilenleri ifadesi yönündedir. Buna göre anlam
'Biz sizden bir karşılık, yani bedel ve teşekkür istemiyoruz' şeklinde
olmaktadır.
Çünkü yemek verenler yemek
verdikleri kimseler için maddi bir karşılık istemedikleri gibi onlardan bir
Ödül de beklememektedirler. Ve ayetin devamında şöyle demektedirler:
"Çünkü Biz suratsız, çok katı bir günden dolayı Rabbimiz'den
korkarız". (İnsan/10) Allah Teala da onları, en güzel şekilde
ödüllendirmiş ve kendilerine en büyük ihsanda bulunmuştur: "Rabbleri
onlara tertemiz bir içki içirmiştir. "Bu sizin ödülünüzdür. Muhakkak ki
sizin çabanız şükrana değerdir". (İnsan/21-22) Onlar, yemek verdikleri
kimselerden hiç bir karşılık ve teşekkür beklemedikleri halde Allah Teala
onların karşılıklarını, tertemiz bir içecek kılmış, çabalarını da katında
şükrana değer bulmuştur.
Allah Teala'mn hükümlerine
teslimiyette ve O'na rızada da tevekkül sözkonusudur. Bu konuda Yakub (as) ile
ilgili olarak şu hadise nakledilmiştir: O, Hakim ve Vekil olan Rabbi'ne
tevekkül edip O'nun hükmüne teslim olduktan sonra şöyle demişti: "Hüküm ancak
Allah'ındır, ben de O'na tevekkül ettim". (Yusuf/67) Çünkü kul, nefsi için
birtakım şeyleri murad ettiği zaman, murad ettiği şeylerin tamamında Allah
Teala'run iradesi mevcut olmayabilir. Ancak o, Rabbi'nin iradesinin mevcut
olduğu şeyleri yakinen bilebilir.
Vekili tarafından murad edilen her
şeyde, O'nun murad ettiğini murad etmesi gerekir. Ama kulun murad ettiği
şeylerin bazıları, O'nun iradesine uygun düşmeyebilir. Bu durumda kul için esas
olan, Mevla'sının murad ettiği şeylerin daha sevimli ve daha iyi görünmesidir.
Çünkü Mevla'nın murad ettiği şeylerde kul için herhangi bir ceza ve azap
sözkonusu değildir. Bunlar, O'nun gazabını da celbedici değildir. Aksine Allah
Teala tarafından sevilen ve O'nun tarafından tercih edilen şeylerdir. Bu
durumda Allah Tea-la'nın sevgisini, kendi sevgisine, O'nun tercihini kendi
tercihine yeğlemesi gerekir. Zira işlerin sonu Allah'a varacaktır.
Allah Teala, takva sahiplerini
yüceltip değersiz dünyevi takıntılardan tenzih ederek şöyle buyurmuştur:
"(Güzel) son, takva sahip-lerinindir". (Kasas/83) Musa (as) hakkında
nakledilen haberler arasında Allah Teala'nm şu buyruğu yeralmaktadır:
"Senin istediğin olmadığında, olana yönel. Eğer, yalnızca murad ettiğini
istersen, o hususta seni yorarım. Çünkü ancak Benim murad ettiğim olur".
Hasan el-Basri'den de (ra) şu söz
nakledilmiştir: Bütün Basra halkının, çocuklarım ve bir buğday danesinin de bir
dinara denk olmasını ne kadar isterdim. Onun bu ifadesi, tevekkülde ulaştığı
mertebenin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Bu mertebede, ilahi
hükümlere her şartta teslimiyet ve rızadan başka bir karşılık sözkonusu
değildir. Zaten onun sözü de aklın alabileceği sınırları aşan bir ifadedir.
Vüheyb b. el-Verd el-Mekki şöyle
derdi: Gök bakır, yer demir olsa bile rızık için tasalandığımda kendimi şirkte
zannederim. Denir ki: Her kim, yarının rızkına bugün sahip iken daha sonraki
günün rızkının tasasını çekerse, amel defterine günah yazılır. Süfyan-ı Sevri
de (ra) şöyle demiştir: Oruçlu kimse, henüz günün başında iftar yemeğinin
tasasına düşerse kendisine günah yazılır.
Sehl ise şöyle derdi: Bu tür
davranış, orucun sevabını eksiltir. Yine o, şunu anlatmıştır: -Bir konağı
kasdederek- Basra'da muhteşem bir mezar bilirim. Onun sakinlerinin rızıkları
sabahleyin cennetten getirilir. Sabah, akşam da cennetteki evlerini görürler.
Ama öyle tasa ve sıkıntıları vardır ki, eğer bunlar Basralılar'a taksim
ve heveslerden kaynaklanan görüşlere
kapılarak bunalıma düşmemek, teşbih ve temsil gibi yanlış fikirlere saparak
çelişkiye kapılmamak alimlere göre imanın farzlarındandır. Kulun imanı, ancak
bütün bu hususlara teslim olduğunda sıhhat kazanır. Halbuki bunların
tevekkülle uzaktan yakından hiç bir alakası yoktur.
İbni Abbas (ra) konuyla ilgili
olarak şöyle demiştir: Kader, Tev-hid nizamıdır. Allah Teala'yı birleyip kaderi
yalanlayan kimsenin kaderi yalanlaması, tevhidi için bir kusurdur. Görüldüğü
gibi o, kaderin bütününün irade ve hüküm olarak Allah'tan oluşuna imanı, Allah
sevgisinin bağlandığı bir sicim olarak görmüştür. Tevhid de bunun içinde
yeralmaktadır. O, bu meyanda şöyle demiştir: Sicim koptuğu zama"n, Allah
sevgisi de boşa gider. Yine o, başka bir münasebette şunu ifade etmiştir: Kul,
kaderi yalanladığı zaman iman
da gider.
Sonuç itibarıyla tevekkül, farz ve
fazilet boyutlarına sahip bir fiildir. Tevekkülün farziyet boyutu, imana
dayanmaktadır ki bu, kaderin bütünün Kadir-i Mutlak olan Allah Teala'dan
oluşuna iman etmek, kaza ve kaderin, tamamıyla O'ndan kaynaklandığına itikad
etmektir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi
Allah Teala, Resulü'nün (sav) verdiği hükme teslim olmayışı imandan çıkış
olarak koymakta ve bunu da Zatı üzerine yemin ederek şöyle teyid etmektedir:
"Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem
kılıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam
anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar". (Nisa/65) Allah Resulü
(sav) tarafından verilen hükümler hakkında geçerli olan durum bu olduğuna
göre, Hakim-i Evvel ve Kadir-i Mutlak olan Allah Teala'nın verdiği hükümlere
teslim olmayışın neticesi ne olabilir ki?
Tevekkülün fazilet boyutuna
baktığımızda ise, bunun Vekil Teala'nın müşahedesiyle ortaya çıktığını
görürüz. Bu da, marifet makamında olur ve bu tür tevekküle sahip olan bir kul,
aynel-yakin gözüyle görür. Buna, Kur'an-ı Kerim'de salih kul Nuh (as) hakkında
nakledilen şu sözlerde şahit olmaktayız: "Haydi, hepiniz bana tuzak kurun,
sonra da bana hiç göz açtırmayın". (Hud/55) Bunun üzerine ondan, Allah
Teala'nın vergisiyle muazzam bir güç doğdu
ve Aziz olan Rabbi'nin izzetini
onlara bildirdi. Sanki ona, 'Sen de bizler gibi zayıf bir insansın, bu gücün
nereden geliyor?' diye sorulmuştu. O şöyle dedi: "Ben, benim de, sizlerin
de Rabbi olan Allah'a tevekkül ettim.". (Hud/56)
Bunun üzerine, Teki bu tevekkül de
nedir?' diye sorulmuşcası-na onlara Rabbi'nin kudretini haber vererek şunu
söylemiştir: "Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş
olmasın". (Hud/56) Bunu bildirdikten sonra da, O'nun bu kudretine rağmen
nasıl adil ve hikmetli davranıp varlıkları iyiye ve kötüye, faydaya veya zarara
sürerken adaletle davrandığını bildirmek için de şu ifadeyi kullanmıştır:
"Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir". (Hud/56)
Allah Teala, tevekkülün farziyeti
hususunda şöyle buyurmuştur: "Eğer müminler iseniz, Allah'a tevekkül
ediniz". (Maide/23); "Eğer Allah'a iman ettiyseniz, şayet
müslümanlarsanız yalnız O'na tevekkül ediniz". (Yunus/84) Allah Teala,
tevekkülün fazileti hakkında da şöyle buyurmuştur: "Tevekkül edenler,
Allah'a tevekkül etsinler". (İbrahim/12); "Muhakkak ki Allah,
tevekkül edenleri sever". (Al-i İmran/159) [10][10]
Allah Teala kudret ve hikmet sahibidir. O,
kudret sıfatının gereği olarak birtakım şeyleri açığa çıkarırken, hikmet
sıfatının gereği olarak da birtakım şeyleri cari kılmaktadır. Tevekkül eden
kul, O'nun kudretine dair şahit olduğu bir şey yüzünden, O'nun hikmeti gereği
isbat ettiği bir şeyi düşüremez. Çünkü Allah Teala, her şeyden önce Hakim,
yani hikmet sahibidir. Hikmet, O'nun bir sıfatıdır.
Tevekkül eden kul, eşyayı ve
varlıkları, hükmedici, yaratıcı, yararlı ve zararlı olarak isbat ve var
edemez. Böyle yaptığı takdirde, tevhidine şirk bulaştırmış olur. Zira Allah
Teala, aynı zamanda Kadir-i Mutlak'tır. Kudret O'nun sıfatıdır. Muhakkak ki O
hüküm sahibi, yaratıcı, yarar ve/veya zarar verebilendir. O'nun bu fiililerinde
hiç bir ortağı olmadığı gibi hükümlerinde de hiç bir destekçisi yoktur. Nitekim
O bir ayetinde bunu teyid ederek "Hüküm ancakAllah'ındır" (Yusuf/40)
buyurmuştur. O, hiç bir hükmünde kimseyi ortak etmez. Bu meyanda da şöyle
buyurmuştur: "Bu ikisinde bir ortaklıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan
bir yardımcısı da yoktur." (Sebe/22) Ayette geçen 'Zahir1 kelimesi, yardım
eden ve destek veren anlamındadır.
Tevekkül eden kul Allah Teala'mn
eşya üzerindeki kudretini müşahede etmesiyle birlikte, takdir ve tedbirde de
yegane gücün O olduğunu görür. O, mülke ve memlûke yani bütün yaratılmışlara
sahip olandır. Yine O, sebepleri ve vasıtaları ortaya çıkararak yaptığı sevk
ve tasarruflarda mevcut olan hikmetlerin bütün yönlerini bilendir. Sebep ve
vasıtalar; mahkum olanlara dönük hükümlerin vazedilmesi için görünen ve
görünmeyen varlıklar için yaratılmışlardır.
Aynı durum sevap ve azabın
takdirinde de geçerlidir. Buna göre tevekkül eden kul, şeriatın hükümlerini
yerine getirerek ilmin gereklerini yapar ve ilk hükmü Allah Teala'ya teslim
eder. Ayrıca her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu da itiraf eder. Çünkü o
Rab-bi'nin şu buyruğunu iyi bilmektedir: "O, yaptığından sorulmaz, ama
onlar (Bütün yaratılmışlar) sorulurlar". (Enbiya/23)
Allah Teala açığa çıkardığı tüm
sebep ve vasıtalarda hükmündeki kudretini gizlemiştir. O'nun hikmeti,
hükümlerin açığa çıkarılan hususlara dayanması sebebiyle eşyada açıkça
görülür. Ama eşya üzerindeki kudreti, emrin tamamıyla kendisine ait olmasından
dolayı gizlenmiştir. Allah Teala'mn gizli yaratışını, açık yaratışına en güzel
biçimde temel kılmasının şekli de budur. Nitekim O, bir ayet-i kerimede bunu
beyan ederek şöyle buyurmuştur. "(Bu), her şeyi en güzel şekilde yapan
Allah'ın yapısıdır". (Neml/88) Yani Allah Teala'mn batmi/gizli yapış ve
yaratışı, O'nun zahiri/açık yapış ve yaratışı gibi en güzel şekle sahiptir.
Allah Teala bunu beyan ettikten
sonra şöyle buyurmaktadır: "Emrin/işin tamamı O'na aittir." (Hud/123)
Yani gizli ya da açık her iş sonunda Allah'a dayanmaktadır. Allah Teala bu
ayetin devamında şöyle buyurmaktadır: "O'na kulluk et ve O'na tevvekkül
et." (Hud/123)
Tevekkül ehli bir arif, Allah
Teala'mn gizli yapışı hakkında bir şahitliğe sahip olup bunun gereğini yapar.
Böyle birinin, Allah'ın açık hikmetleri hususunda da, sert ilmi Allah Teala'mn
hüküm v| hikmetine teslimiyeti sözkonusu olup kendisi de bununla âmildin.-İşte
bu, faziletli ibadette tevhidi şehadetin ta kendisidir. Rabbari ı*. alimler,
makam olarak bunda yer alırlar.
Allah'a inanan her mümin, O'na
tevekkül eder. Her kulun t vekkülü de imanı miktarındadır. Allah Teala'mn havas
kullarınıir tevekküllerini, onların müşahede ve rızalarını beyan ederken
açık--lamıştık. Avamın tevekkülü ise; kaderin hayır ve şerrinin
O'ndalı-olduğuna iman etme noktasında kendini göstermektedir. !":
Allah Teala, kendisinin Yaratıcı,
Can Veren ve Can Alan olduğu gibi Rızık Veren de olduğunu bizlere haber
vermiştir. O, hikmet v& kudret sıralamasında bu dört sıfatını tek bir
dairede birleştirmitir. O'nun hükmünün ihtilaflı olması, ya da sebep ve
vasıtaların ortaya çıkmasıyla sıfatlarının bölünmesi imkansızdır. i
Yüce Allah bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Allah ki, sizi ya -} rattı, sonra size rızık verdi, sonra
sizi öldürecek ve sonra sizi diril tecektir". (Rum/40) Ayetteki üç fiilde
Allah'tan başka bir fail buluri madiği
gibi dördüncü fiil olan rızık verme fiilinde de O'ndan başka bir fail yoktur.
Hiç düşünmüyor musunuz ki, sizden hiç biri - yaral tılış vasıtası olmasına
rağmen - T^eni babam yarattı' demez. Aynı şekilde hiç kimse de - can verme ve
alma fiillerinde bir takım aral oların bulunmasına rağmen - 'bana falan can
verdi veya canımı aldı' demez. Çünkü bu tür sözlerde açık bir şirk mevcuttur.
İnsanla;: da böyle bir çirkinlikle tanınmamak için bu tür sözlerden uzak durmuşlardır,
i
Allah Teala da şöyle buyurmuştur:
"Attığınız meniyi gördünüiî mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan
Biz miyiz?" (Va-kıa/58-59); "Ektiğinizi gördünüz mü? Onu siz mi
bitiriyorsunuz yoksa bitiren Biz miyiz?" (Vakıa /63-64) Görüldüğü gibi
Allah Teala meniyi atma ve toprağı ekme fiillerini bize dayandırmıştır. Çüri^
kü bunlar çaba ve işten ibaret fiillerdir. Bizler de Allah Teala'mi nezdinde
kullar ve köleleriz. Bunlar bizim sıfatlarımızdır. HükümL leri de bize aittir.
Yaratma ve bitirme fiillerini ise
kendi Zatına izafe etmiştir. ZirL. bunlar, O'nun hikmet ve kudretinin
işaretidir. Allah, Kadir ve Hâkim olandır. Aynı şekilde Kur'an'da zikri geçen
ameller ve kesbî fiil-
lerde onları yapan vücut organlarına
ve kazançta kullanılan araçlara izafe edilmişlerdir. Allah Teala'nın kudret ve
iradesi gereği Zat'ı-nı bunlarla nitelemesi düşünülemezdir. Çünkü O, ilk İrade
Sahibi (=Mürid-i Evvel) ve en yüce Kudret Sahibi'dir (=Kadir-i Ala).
Kalbinizin kuşkulu görünen konularda
sapmaması için Allah Teala'nm hitabını çok iyi anlamanız gerekir. Kul, 'falan
bana verdi, falan bana engel oldu' diyebilir. Bu, gizli bir şirktir. Çünkü
sebepler, kulların varlığıyla ortaya çıkıp onların aracılığıyla kendilerini
gösterebilirler. Bu da hakiki Müsebbib olan Allah Teala'yı perdelerken gerçek
Veren ve Engelleyen Kadir-i Mutlak'ın devre dışı bırakılmasına yol açabilir.
Yakini iman sahiplerine göre bu,
çirkin bir davranış olduğu gibi kulların üstteki türden ifadeler kullanmaları
da çirkin bulunmuştur. Zira Allah Teala yaratma fiilini başkalarından
nefyettiği gibi rızık verme fiilini de Zatından başkalarından nefyetmiştir. O,
bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka size gökten ve yerden
rızık verecek başka bir yaratıcı var mı?" (Fatır/3) Görüldüğü üzere bu
ayet-i kerimede -ifade bakımından daha güzel olsa da-fiil isminin akabinde aynı
fiil değil farklı bir fiil gelmiştir. Oysa, 'Yaratıcı' kelimesinden sonra
Taratan' fiilinin gelmesi daha muhtemeldi. Ama Allah Teala bu ifadesi ile
bizlere daha fazla açıklama ve rızıkla yaratmanın içiçeliğini göstermeyi murad
etmiştir.
Bu fiillerden her ikisi de, O'nun
kudretinin sebeplerindendir. Layıkıyla tevekkül eden her kul şunu yakinen bilir
ki, Allah Teala'nın başlangıç itibariyle kendisini yaratmama hakkı vardır. Yarattığı
zaman ise ona rızkını vermek durumundadır.
Nitekim kudsi bir hadiste de Allah
Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben bir varlık yaratıp da
onu nzıksız bırakır mıyım?" Allah Resulü (sav) de bir hadis-i şerifinde
şöyle buyurmaktadır: "Sen'in verdiğini engelleyecek, engellediğini de
verecek hiçbir güç yoktur. Çaba sahibinin çabası da senin iznin olmadıkça fayda
etmez" [11][11]
Allah Resulü (sav) bunu, 'falan konudaki çabam, filan işteki gayretim...' gibi
sözler sarfeden kimselere cevaben söylemistir. Onlar, bu tür sözlerle türlü
sebepleri ve vasıtaları kasdet-mekteydiler.
O, namazında yaptığı bu dua ile
sözkonusu ifadelerin kullanımını yasaklamış ve müslümanlann şirke düşmeleri
endişesiyle bu duasını onlara ısrarla duyurmuştur. Böylelikle onların,
gösterecekleri hiçbir çabanın Allah'ın izni olmadıkça fayda etmeyeceğini anlamalarını
istemiştir.
Bu çerçevede Allah Teala'nın şu
buyruğunu da hatırlamak gerekir: "Muhakkak ki zan gerçek adına hiçbir şey
ifade etmez". (Necm/28) Ulemadan bir alim bu konuda şöyle demiştir: Bir
istek noktasında çabalayıp hırslanan hiç kimse, Allah Teala'nın engellemesi
bulunduğu sürece bu çaba ve hırsına rağmen isteğine asla ulaşamaz.
Allah Teala'nın, "Allah
dilediğini siler veya sabit kılar". (Rad/39) buyruğunun tefsirinde ise
şöyle denilmiştir: Allah Teala arif kullarının kalplerinden sebepleri silip
kudretini sabit kılarken, gafillerin kalplerinden de müşahedeyi silip sebepleri
sabit kılar. Diğer taraftan Allah Teala'nın nefsi hareketli olarak yarattıktan
sonra ona sükuneti emrettiği bilinmektedir. İşte bu, nefsin imtihanıdır.
Nefis, O'nun korumasıyla emre uyarsa sükunet kazanır. Bu Allah'ın havas
kullarına mahsustur. Eğer nefis sükuneti terkeder-se tabiatı ve yaratılışı
gereği hareketlenir ki, bu da Allah'ın rahmetinden mahrumiyet demektir.
Lokman (as) oğluna vasiyetinde şöyle
der: "Ey oğul, Allah'a düşkünlük göster. Eğer O dilediyse sana verir,
yine dilediyse seni engeller. Senin kurnazlığın Allah Teala'nm sana takdir
ettiği rızkın ne artmasını, ne de azalmasını sağlar.
Rızkın konusunda da yaratılışını
düşün. Eğer kurnazlığınla yaratılışında bir fazlalık yapabilirsen, rızkının da
artmasını sağlayabilirsin. Bu olmayacağına göre Allah Teala'nm, yaratılışı
şekillendirip rızkı taksim ettiğini iyi bil. Sen bu ikisinden hiç birini de arttır
amazsın".
Nitekim öyle kurnaz, kuvvetli ve
tuttuğunu koparan kimseler vardır ki, sürekli fakirleşirler. Öyle saf, zayıf ve
yumuşak kimseler de vardır ki, servetleri sürekli artıp durur. Eğer gücün bir
yararı olsaydı, kuvvetli kimseler her konuda zayıfları geçerlerdi. Ama Yaratan
ve Rızık Veren yalnız Allah Teala olduğu için kulların ellerinden hiçbir şey
gelmemektedir.
Konuyla ilgili şöyle bir hikaye
anlatılır: Zamanın birinde bir kral dönemin bilgelerinden birine şu soruyu
sormuştu: Nasıl oluyor, akıl sahiplerinin yoksul, akılsızların ise varlıklı
olduğunu görüyorum? Bilge, şu cevabı verdi: Allah Teala böyle yapmak suretiyle
kendi Zatının belirleyiciliğini göstermek istemiştir. Eğer her akıllı varlıklı,
her akışız da yoksul olsaydı, insanlar şöyle düşünebilirlerdi: Akıllı kendi
rızkını buluyor, akılsız ise yoksul kalıyor. İnsanlar, gerçeğin tam aksi
olduğunu gördüklerinde Rızık Verenin de yalnız Yaratan olduğunu
anlamaktadırlar.
İbni Mesud'dan (ra) şu söz rivayet
edilmiştir: Servetin verilmesi de, engellenmesi de insan için bir fitnedir.
Kendisine mal verilen kimse, onu asıl Vereni değil başkasını över. Men edilen
kimse de asıl men edeni değil başkasını kınar. Bu ifadenin bir benzeri de
Mutarraf tarafından bir sahabiye isnad edilerek rivayet edilen şu hadistir:
"Allah Resulü (sav)
müslümanlara hitap ederek şöyle buyurdu: Muhakka ki şu malın verilmesinde bir
fitne, engellenmesinde de bir fitne vardır. Kişi yeğenine gider ve ondan Allah
Teala'nm kendisi için yazmış olduğu bir yardımı ister. O da, bunu
engelleyeme-diği için kendisine yazılmış olanı istek sahibine verir. İstek
sahibi bu yardımından dolayı ona teşekkür edip övgüler yağdırır.
Ertesi yıl yine ona gidip Allah
Teala'nm kendisine yazmamış olduğu bir yardımı talep ettiğinde ise o kimse bu
yardımı veremez. Önceki yıl vermeyi engelleyemezken bu yıl verme gücüne sahip
olamaz. Bunun üzerine talep sahibi onu günahkar görüp kötüler. Dikkat ediniz
servetin verilmesinde de, engellenmesinde de bir fitne sözkonusudur".[12][12]
Hadiste geçen 'fitne' kelimesi, imtihan ve sınama anlamındadır.
Yakini iman sahipleri bu imtihanla
iyilik için sınanırken gafiller de nasıl davranacaklarının görülmesi için
sınanırlar. Yakini iman sahipleri sebeplerden ibret alıp onları Yaratan'a
hayran olur, hidayet ve iman bakımından üst derecelere yükselirler. Çünkü onlar
verme ve engelleme fiillerinin her ikisinde de Veren ve fîngelleyen'i tek olan
Allah Teala olarak görmekte ve şeriatın getirdiği hususlarda O'nun hikmetinin
geçerli olduğunu bilmektedirler. Böylelikle şükür ve sabır hallerindeki
makamları da sağlamlaşmaktadır:. Gafiller ise verme ve engelleme fiillerinde
tedirginliğe düşüp bakışlarını sebeplere ve başka güçlere çevirirler.
Kendilerine mal veren kimseleri överken engelleyenleri de kınarlar. Bu
davranışları sebebiyle de sürekli derece kaybederler, Sonuç itibarıyla mal ve
para, her iki zümre için de bir sınav aracı olmakta, ilk zümrenin imanlarım
ortaya çıkarırken ikinci zümre dekilerin kalplerinin takvasını sınama aracı
olmaktadır.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul geceleyin dünyevi ticari
işlerden birine niyetlenir. Eğer onu yapsa helak olabilir. Allah Teala da
Arşı'nın üstünden ona bakar ve kendisini o işten soğutur. Kul sabaha çıktığında
kendini karamsar ve hüzünlü hisseder. Bundan dolayı da komşusunun ve
akrabasının uğursuzluğuna inanarak "beni belaya sokan onlar1 der. Oysa bu
Allah Teala'nm kendisine lütfettiği bir rahmetten başkası değildir".
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir:
İnsanların Allah'a kulluk hususunda sizi övmesinden hoşlanmamanız, sizin de
Allah'ın verdiği rızık konusunda onları övmemeniz İhlasın esaslanndandır.
İsa'dan (as), İbni Mesud (ra) ve
diğerleri kanalıyla rivayet edilen bir söz de şöyledir: "Allah'ın size
verdiği bir rızıkta hiç kimseyi Övmemeniz O'nun size vermediği şey için de
Allah'ı kınamamanız yakini imandandır".
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir:
"Sabır imanın yarısıdır. Şükür, imanın diğer yarısıdır. Yakin ise, imanın
bütünüdür".
Ma'mer b. Eban'm Hamran-Zühri-Urve
kanalıyla Aişe'den (ra). naklettiği İfk hadisinde şu ifade geçmektedir:
"Annem ve babam beni bağırlarına bastılar. Ben 'Ne size ne de dostunuz
Allah Rasu-lü'ne hamdetmem. Sadece beni aklayan ve yücelten Allah'a hamde-derim
dedim". Bu konuda rivayet edilen başka bir hadiste ise Ebu Bekir'in (ra)
ona 'Kalk ve Allah Rasulü'nün başını öp' dediği rivayet edilir. Aişe (ra)
'Allah'a yemin ederim ki yapmam, Allah'tan başka hiç kimseye hamdetmem'
demiştir. Bunun' üzerine Allah Resulü (sav) de 'Onu kendi haline bırak ey Ebu
Bekir1 buyurmuştur.
Yukarıda zikrettiğimiz hususlar,
genellikle iman zafiyeti ve bilgi eksikliğinden doğarlar. Bunlar kulun iç
dünyasına sirayet ettiklerinde söz ve fiillerindeki yanlışlıklar artarak sahip
olduğu imanı a götürürler.
İbni Mesud (ra) bu hususta şöyle
demiştir: Kul evinden imanı ile birlikte çıkar. Evine ise imanı adına hiçbir
şeyi kalmamış olarak döner. Yolda kendisine ne bir fayda ne de zarar verme gücü
olmadan bir adama: Sen çok büyüksün, anlısın şanlısın, der. Evine dö-riünceye
kadar karşılaştığı insanlara bu tür sözler söyler. Belki bu sözleriyle bir şey
de elde edemez. Ama Allah'ın gazabına uğramaktan kurtulamaz.
Bir alime Tevrat'ta bulunan
"Kişi bir zengine yaltaklanırsa dininin üçte ikisi gider" ifadesinin
manası sorulmuştu. Şu cevabı verdi: İman; irade, söz ve fiildir. Dünyalık için
bir zengini överek ona yaltaklanan ve kalbi ona meyleden kimsenin imanının üçte
ikisi gider ve yalnız üçte biri kalır ki, o da iradedir.
Rızık konusunda yaratılan sebepler,
varlıkları bakımından ilkler kılındığında şunu bilmek gerekir: Allah Teala bu
aracıları sebepler olarak ortaya çıkarmış ve Zatı'nı da onlarda sabit
kılmıştır. O bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "De ki sizin canınızı
size vekil kılman ölüm meleği alır". (Secde/11) O bilâhare bu aracıyı
kaldırarak kendi zatını açıklamış ve "Ölümleri anında canları Allah
alır" (Zümer/42) buyurmuştur.
O başka bir ayet-i kerimede de,
"Ektiğinizi görüyor musunuz?" (Vakıa/63) buyururken aracıları
zikretmiş daha sonra ise daha sonra ise aracıları kaldırarak şöyle
buyurmuştur: "Biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık ve
orada daneler bitirdik". (Abese/25-27)
Allah Teala daha sonra bunu da
açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Biz onlara Ruhumuzu gönderdik".
(Meryem/17) Ardından aracı ile bütünleşmesini beyan ederek, "Ona kendi
Ruhumuzdan üfledik" (Enbiya/91) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimede üfleyen,
Cebrail'dir.
Başka bir ayet-i kerimede ise
Resulü'ne hitaben şöyle buyurmaktadır: "O'nu okuduğunuzda okunuşunu takip
et". (Kıyamet/17) Tefsir alimleri şöyle derler: Yani Cebrail (as) sana
Kur'an'ı okuduğu zaman, ondan al. Bu da, "Onu tekrarlamak için dilini depretme"
(Kıyamet/16) ayetinden sonra gelmektedir.
Aynı şekilde Cebrail (as) 'Sana
tertemiz bir erkek çocuğu vereceğim" dediği zaman da Allah Teala'nm ona
verdiği çocuğu Meryem'e (as) vereceğini ifade etmektedir. O, kendini zikrederken
Rab-bi'ni de buna şahit tutmaktadır. Başka bir kıraatta da, Allah Teala
kasdedilerek "Sana çocuk vermek için" lafzı kullanılmaktadır.
Bunun bir diğer örneği de Musa'nın
(as) "Ben ancak kendime ve kardeşime malik olabilirim" (Maide/25)
sözünün yer aldığı ayettir. Çünkü Allah Teala başka bir ayette Musa (as) ve
kardeşi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Biz ona rahmetimizin bir
işareti olarak kardeşini verdik". (Meryem/53) Musa (as) gerçekte ne
kendine, ne de kardeşine maliktir. Çünkü asıl olarak Allah'tan başka Mâlik
yoktur.
Ayetin iki değişik okuma biçiminden
birine göre anlam bu şekilde olmaktadır. İkinci okuma şekline göre ise ayetin
anlamı, 'Ne ben, ne kardeşim kendi nefsimize malik olabiliriz' şeklinde olmaktadır.
Allah Teala başka bir ayet-i kerimede bu hususu daha da açıklayarak:
"Müşrikleri öldürün" (Tevbe/5) buyurmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen öldürme emri
başka bir yerde vasıta belirtilerek zikredilmektedir: "Onlarla savaşın
ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin". (Tevbe/14) Daha sonra emir
sahibi ile emre muhatap olanlar birleştirilerek şöyle buyurulmuştur:
"Onları siz öldürmediniz ancak Allah öldürdü". (Enfal/17)
Allah Teala sebepleri yaratışı ve
bunların hakikatlerini kaldırışı noktasında da şöyle buyurmaktadır: "Sen attığında
aslında atmadın, ancak Allah attı". (Enfal/17) Allah Teala aracıları
zikrettiği başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Onların malları ve
çocukları seni imrendirmesin. Allah ancak onlara bunlarla azap etmek
istemektedir". (Tevbe/55)
Benzer bir örnek ise: "O ki,
kalemle (yazmayı) öğretti" (Alak/4) ayetinde görülmektedir. Allah Teala,
"Ona beyanı öğretti" (Rahman/4) buyurduktan sonra, "Sonra onun
beyanı da Bize düşer" (Kıyamet/19) buyurmaktadır.
Yüce Allah mülkiyetin sübutu ile
kendi ikram ve lütfunun bir işareti olarak çeşitli bedellerle satılması
hakkında da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah müminlerden canlarını ve
mallarım cennet karşılığında satın almıştır". Tevbe/111) Allah Teala
burada mülkiyetini daha Önceden kendilerine devretmiş olduğu malları takdir
ettiği bir bedelle onlardan satın almaktadır. Buna bir örnek de köle sahipleri
hakkında kullanılan "Ancak sağ ellerinin malik oldukları
dışındakiler" (Nisa/24) ifadesidir.
Marifet ehline göre hakiki anlamda
Allah Teala'dan başka bir fail yoktur. Çünkü gerçek bir fail, fiilinde araç
veya sebep olması bakımından başka birinden yardım görmez. Yine onlara göre hiç
bir fîil, iki faile sahip olamaz. Aksi takdirde şirk ve ortaklık sözko-nusu
olur. Fiili ortaya çıkaran ve icra eden ikinci fail, hakiki failin vasıtası
olup tâli ve muhdes yani sonradan olmadır.
İlk ve Kadim olan Allah Teala ise
asli Fail'dir. Yine marifet ehline göre hakiki Mâlik, her şeyin Yaratıcı
sı'dır. Elinde bir mal bulunan kimse, bunun mülkiyetine sonradan sahip edilmiş
bir maliktir. Çünkü o kendi eliyle hiç bir şey yaratmamıştır. Onun durumu aslında
edilgen (=mefûl) olup fiilin kendi eliyle icra edilmesinden başka bir özelliği
bulunmayan icra sahibine benzer.
Allah Teala ise İlk ve Zatı ile Kâim
olandır. Zatından başkasının asla yardımını görmez. Allah Teala hikmet ve
izzeti gereği yaratış ve hayat veriş için de bir vasıta ihdas etmiştir. Bu
vasıta da Melek-i Erhâm olarak bilinen ve ana rahimlerinden sorumlu olan bir
melektir. Rivayete göre bu melek, ana rahmine girerek meniyi eline alır ve onu
bir beden halinde şekillendirir. Ardından gerçek Yaratıcıya dönerek 'Ey Rabbim,
erkek mi kız mı, sağlıklı mı özürlü mü olsun?' diye sorar. Allah Teala da
dilediğini buyurur. Melek de O'nun emrini uygular.
Bu rivayetin başka bir lafzında ise
şu ifade yer almaktadır: "Melek bebeği şekillendirir, sonra ona bedbahtlık
ya da mutlulukla ruhunu üfler."
Denir ki: 'Ruh' olarak bilinen melek
hakkında şöyle denmiştir: O bedenlere ruhları katar. Başka bir yerde ise onu
sürekli nefes alıp verdiği ve bu nefeslerden her birinin de ölü bedene ruh
kattığı söylenmiştir. Bu nedenle de 'Ruh' olarak adlandırıldığı söylenmiştir.
Allah Teala kendi Zatım nitelerken (Bâri', 'Musavvir5 sıfatlarının yanısıra
'Hâlık' sıfatını da kullanmıştır. Yine O bir ayet-i keri-
mede kendi Zatı ile ilgili olarak
"Ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk/2) buyurmaktadır.
Allah Teala ölüm için bir vasıta
yarattığı gibi diriliş için de bir vasıta yaratmıştır. Bu vasıta İsrafil (as)
adı verilen ve Sur'a üfle-mekle görevli olan bir melektir. O Sur'a ikinci kez
üflediğinde bütün cansız varlıklar dirilirler. Ardından Allah Teala o meleği
kendine yükseltir. O, bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sur'a
üfürüldüğü gün" (Neml/87). Buna rağmen hayat verenin de, Öldürenin de kendisi
olduğunu, 'can veren de can alan da Ben'im' buyurarak teyid etmiştir.
Konuyla ilgili rivayetlerden biri de
şudur: "Ölüm meleği ile hayat meleği birbirleriyle tartışmışlardı. Ölüm
meleği şöyle dedi: Ben canlıları öldürürüm. Hayat meleği de buna karşılık şöyle
dedi: Ben de bütün ölüleri diriltirim. Bunun üzerine Allah Teala o ikisine şöyle
vahyetti: "Sizler işinizle ve Ben'im sizi görevlendirdiğim fiille meşgul
olun. Öldüren de dirilten de Ben'im. Ben'den başka hiçbir öldüren ve dirilten
yoktur". Bu rivayetlerden birinde ise Allah Tea-la'mn şöyle buyurduğu
söylenmektedir: "Ben Zatıma delalet ederim. Hiç kimse zatıma Ben'den daha
iyi delalet edemez".
Yukarıda sözü edilen vasıta ve
sebeplerin varlığı, Allah Tea-la'nın her şeyde İlk ve her şeyin ortaksız Faili
oluşunu engellemez. Nitekim hiçbir müslüman, 'beni falan melek yarattı, Azrail
beni Öldürdü, İsrafil diriltti' gibi ifadeler kullanmaz.
Yakin ve müşahede ehli bir kimsenin
de, aynı şekilde Talan bana verdi, falan beni engelledi, filan rızkımı temin
etti, falan benim için takdir etti' türünden ifadeler kullanması asla uygun
düşmez. Bütün bu kimseler, bir vasıta kılınmış ve Allah Teala'nm takdir ettiği
fiiller onların elleriyle icra edilmiştir.
Çünkü verme fiili rızık vermeyi,
engelleme fiili de kudreti ifade eder. Yakini iman sahiplerine göre Allah
Teala'nın bu gibi isim ve sıfatlarında ortağı yoktur. Veren de, Engelleyen de,
fayda sağlayan da, zarara uğratan da yalnız O'dur. Aynı biçimde de hayat verip
öldüren de yalnız O olup mülkünde hiç bir ortağı ve yaratışta kullarından hiç
bir destekçisi yoktur.
Yakini iman sahiplerine göre bu tür
ifade ve kanaatler kulun tevhidi hakikatini zedeleyen gizli şirk
göstergeleridir. Allah Resulü (sav) bu illet hakkında şöyle buyurmuştur:
"Şirk Ben'im ümmetimde karıncanın karanlık gecedeki yürüyüşünden daha
gizlidir".
Bir alim ise Allah Teala'mn,
"Onların çoğu Allah'a iman etmezler, onlar şirk koşanlardır"
(Yusuf/106) buyruğunun anlamı hakkında şöyle demiştir: Yani Allah Teala'mn
takdir ve tedbir sahibi olduğuna inandıkları halde sebeplere dayanmak ve
fiilleri bu sebeplere dayandırmak suretiyle şirke düşerler.
İhlas sahiplerine göre İhlasın özü
Allah'tan başka hiçbir ilah, rı-|zık veren ve engelleyen bulunmadığına, O'ndan
başka hidayet veya dalalete sevkeden olmadığına yürekten inanmaktır. Onlara
gö-'re kelime-i tevhid ayrılmaz bir bütün ve tek bir şehadet olarak tevhidin
ilk basamağını oluşturur. Eğer bir takım hidayet ve dalalet rehberleri, rızık
veren ve engelleyenler mevcut ise, bunlar da ancak O'nun izni, iradesi ve
hükmünden sonra yetkili olurlar.
Allah Teala değişik ayetlerinde
yaratanların en güzeli, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyan
etmektedir. Çünkü O diğer yaratıcı ve rızık vericilerin de Yaratanı'dır.
Onların yaratışlarını yaratan O olduğu gibi, rızıklarmı yaratan da yine O'dur.
Onların hidayetlerini yaratan O olmuş ve onlar bu hidayetle diğerlerini hidayete
sevketmiş, dalaletlerini yarattıkları da diğerlerini dalalete: sevketmişlerdir.
Sonuç itibarıyla hidayete erenler
O'nun sayesinde hidayet buldukları gibi yoldan çıkanlar da O'nun takdiri ile
dalalete düşmüşlerdir. Bu durum O'nun dışındaki yaratanlar ve rızık verenler
için de aynen geçerlidir. Aşağıdaki ayetlerin de tefsiri ancak bu şekilde
yapılabilir: "Hani topraktan Ben'im iznimle kuş suretinde bir şey
yaratırdın" (Maide/110); "Eğer Allah bize bir hidayet verirse biz de
size hidayet veririz" (İbrahim/21); "Biz sizleri yoldan çıkardık.
Çün-! kü bizler yoldan çıkmışlardık". (Saffat/32) ; .
Kul üstte zikrettiğimiz bilgiler
sayesinde gizli şirkten kurtula-A 1 rak tasdik ettiği kelime-i tevhidin
tahkikine ulaşır. Kalpler Allah'tan başka hiçbir ilahın varlığına inanmayarak
yalnız O'na sığı-' nırlar. Ardından da 'Ortağı olmayan Tek' derler. Yani O, kudret
ve,^ tevhidinde Tek, mülkünde ise ortaksızdır. "Mülk yalnız
O'nundur"-\ buyruğu ile de, bu vurgulanmıştır.
;_.
Verdiği ve engellediği her şeyde
Allah Tela'ya hamdetmek gerekir. Çünkü, bunu yalnız O hakeder. O, her şeye
Kadir olandır. Yaratma ve emr, O'nun kudreti dahilindedir. Yaratma da yalnız
O'na mahsustur. O, yarattıkları hakkında dilediğini, dilediği şekilde hükmeder.
Aracı ve sebepler ise bir ustanın elindeki aletler gibidir. Örneğin 'Bıçak deriyi
kesti, kırbaç köleyi dövdü' denmez. 'Kunduracı deriyi kesti, falan kişi
kölesini kırbaçladı' denir.
Bu ifadelerdeki vasıtalar, fiilleri
bizzat gerçekleştiren unsurlar olmalarına karşın sahiplerinin ellerindeki
aletler olmaktan öte gidemezler. Aynı şekilde insanlarda birtakım sebepleri
zahirde icra ediyor gibi görünürler. Ama onların ardında, her şeyi kuşatan, Kadir
ve Fâ'il olan Allah Teala vardır ki, kudretin incelikleri ve iradenin gizli
yönleri yalnız O'nun elindedir.
'Kral bana şunu verdi, bana şunu
giydirdi' denildiği zaman bunu kralın bizzat kendi eli ile yapmış olması
gerekmez. Aynı şekilde o hediyeyi taşıyan kişiyi anarak 'kralın hizmetçisi bana
şunu verdi' demek de uygun düşmez. Fiili gerçekleştiren hizmetçi olsa bile,
onun hiç bir yetkisi olmadığı ve kralın mallarında kendi kararıyla tasarrufta
bulunamayacağı herkesçe bilinir. Ancak, 'kral onu kiminle sana verdi, kimin
elinden aldın?' şeklinde hediyeyi hangi hizmetçinin getirdiğini öğrenmeyi
amaçlayan bir soru karşısında o hizmetçinin adı zikredilebilir.
Ama kendisine hediye Verilen kimse,
bu tür bir soru sorulmadığı takdirde kralın kendisine hediye verdiğini
söylemekle yetinecektir. Hediyeyi getiren hizmetçinin adını belirtmesi tamamen
gereksizdir. Çünkü kralın adıyla birlikte hizmetçinin belirtilmesine lüzum
yoktur. Bu tür bir ifadede gaye, kral tarafından verilen hediyeyi ön plana
çıkarmaktır. Hediyeyi taşıyan hizmetçinin belirtilme-1 sinin hiç bir anlamı
yoktur.
Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav)
hurma verdiği bir kişiye söylediği şu söz de örnek gösterilebilir: "Onu
al, sen ona gitmezsen o sana gelecektir". Allah Resulü (sav) hurmanın
kendi kendine gitmeyeceğini ve bir kişinin hurmayı ona götürmeyeceğini elbette
belirtmeyecekti. Çünkü bunları belirtmenin bir anlamı yoktu. Yine O, 'Ben
yalnız Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe etmem' diyen bir kişi hakkında
da, 'Hakkı ehline bildirdi' buyurmuştur.
Allah Teala'mn sebepleri zikretmesi,
isimlerin bunlara bağlı ve hükümlerin de sevap ve ceza bakımından isimlere raci
olmasından dolayıdır. Bunların zikre dilmeme si uygunsuz düşerdi. Bu durumda
hükümler Hâkim olan Allah Teala'ya
raci olacaktır. Çünkü Allah, ilk defa Yaratan sonra da Diriltecek Olan'dır. O,
hükümleri yaratıp mahkum olanlara döndürür. İşte ölüler ve dirilerin
mekanlarının açığa çıkarılma sebebi de budur. Böylelikle Allah Teala'nm mahkum
konuma düşürülmesinin önüne geçilmiştir. O, Mutlak Hâ-kim'dir. Kesinlikle
emredilen değildir. Aziz ve Amir olandır. Emredilenler mahkum olanlara
dönerler.
Bu'meyanda Allah Teala'nm şu
buyruğunu zikredebiliriz: "Sizin yanınızda bulunan (dünya malı) tükenir.
Allah'ın yanında bulunan ise bakidir". (Nahl/96) Allah'ın yanında
bulunanlar, O'nun bütün hazinelerini kapsar. O, hükümlerinin bize dönük olması
ve bizlerin ona düşkünlük göstermememiz için dünyayı bize izafe etmiştir.
Ahireti ise hususiyetini belirtmek
ve bizi ona teşvik etmek için kendi Zatı'na izafe etmiştir. İsa (as) hakkında
"Topraktan yaratırsın" ve "orada onlara rızık verin"
buyruklarım düşündüğümüzde İsa'yı (as) yaratma fiilinin sahibi kıldığını,
bahsedilen kişileri de rızık vericiler yaptığını görürüz. Oysa İsa'nın (as)
yaratması, O'nun izni ile ve İsa'nın (as) eliyle gerçekleştiği gibi.o
kimselerin nzıkver-mesi de yine Allah'ın izin ve takdiri ile olmuştur.
Bu iki buyruk, Allah Teala'nm
Meryem'e (as) olan şu buyruğu gibidir: "Hurma dalını sana doğru silkele,
üzerine olgun taze hurma dökülsün". (Meryem/25) Burada sözkonusu hurmanın
Meryem'in sallaması ile düşmediği görülmektedir. Onun sarsma fiilinin hurma
üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü hurma elle sarsılarak düşürülecek bir
meyva değildir. Ama Allah Teala Meryem'e (as) verdiği değeri göstermek için
onun elini bir alet kılmıştır.
Bunun bir diğer örneği de şu ayet-i
kerimedir: "Ayağını vur, işte yıkanacak ve içilecek (bir su)".
(Sad/42) Ayağını vurması ile Ey-yub'un (as) önünde iki pınar kaynamış, onlardan
birinden içerken diğeri ile de yıkanmıştır. Ama bu pınarların kaynamasında mnun
ayak darbesinin doğrudan etkisi sözkonusu olmamıştır.
Büyük şair Lebid, kainattaki her
fiili yalnız Allah'a hasrederek mâsivayı reddetmiş ve şöyle demiştir:
Dikkat edin! Allah dışında her şey
boştur.
Allah Resulü (sav) onun bu şiirini
dinlediği, zaman 'doğru söylemiş' buyurmuştur.
Başka bir rivayette ise; Allah
Resulü'nün (sav), 'şairin söylediği en doğru beyit' [13][13] buyurduğu
nakledilmiştir.
Allah Resulü (sav) eşyada birtakım
hak vasıtaları ve doğruluk sebepleri olduğunu bilmekteydi. Bu bilgisi de onu
yukarıdaki hadisini söylemekten alıkoymamış ti. O, tevhidi her şeye tercih
etmekteydi. Yakın geçmişlerinde peygamberleri yalanlayan, semavi kitapları
inkar eden insanlar çok kısa bir sürede işte böyle yüksek bir tevhid inancına
sahip olmuşlardı.
Ama eşya, olmadıktan sonra olduğunda,
olduktan sonra olmadığında başlangıç itibariyle gerçekliği, sonuç itibariyle
sebatı olmayan batıla benzer. Allah Teala ise, Evvel, Ezeli, Ahir ve Ebedi
olan Hakk'dır. Hiçbir varlık O'nun gibi değildir. Sebepler ve vasıtalar da
onları Yaratan karşısında daima ikincil bir konumda bulunurlar.
Kur'an'ı Kerim'de Allah Teala'mn
peygamberlerin dilinden naklettiği 'Yusuf dedi ki, Nuh dedi ki' gibi ifadeleri
kullanmakta bir sakınca yoktur. Onların söyledikleri sözler için de, 'Allah
buyurdu ki' demek yanlış değildir. Çünkü, bütün söz sahiplerinden Önce Kelam
Sahibi olan yalnız Allah Teala'dır.
O, Kelam sıfatının gereği olarak
Kendi ilmini hiçbir zamanla sınırlamadan ve hiçbir tahdit koymadan bize haber
verebilir. "Salih dedi ki, Şuayb dedi ki" diye okuduğunuzda, onlar bu
sözlerin ikinci sahipleri ve Allah Teala'mn buyruğundaki vasıtaları konumunda
olurlar. Onlar için hadis olan zaman ve sebeplerin ortaya çıkışı söz-konusudur.
Aynı şekilde sebepler de vasıta olmaları bakımından Evvel olan Allah'tan sonra
gelen ikincilerdir.
Bu konu bir takım bidat ehlinin
şüpheye düşmesine ve Kur'an'ın yaratılmış olduğunu iddia etmelerine yol
açmıştır. Hiç gereği yokken söz sahibi insanların sözlerini Hâkim-i Mutlak
olan Allah'ın buyruğundan öne almışlar ve O'nun buyruğundan önce başka bir
sözün varlığını isbat etmeye çalışmışlardır. Onları buna sevkeden Kelam
sıfatının kıdemini inkar etmeleridir. Cahillikleri sebebiyle de
sakındıklarından daha büyük bir günaha düşmüş ve Allah ile beraber başka bir
Kadim'in varlığını reddetmeye çalışırken bir hadisi evvel kılıp, bir kıdemi de
ihdas ederek ikinci kılmışlardır.
Allah Teala zalimlerin iddialarından
Münezzeh, çok Ulu ve çok Yüce'dir. O'nu, sabah akşam bu tür iddialardan tenzih
ederiz. Üstteki iddiaların sahipleri cahilliklerini görmeyerek Allah Teala'mn
buyruğuna rağmen böyle konuşmuşlar ve sözleri Allah'ın buyruğunun inkarı
olmuştur. O, her nerede olursa olsun sözün ilk sahibidir. Kıdem ve sabık bilgi
yalnız O'na mahsustur. İddia sahipleri ise, söyledikleri sözlerde ikincil
konumda, fiillerinde ise hadis durumundadırlar.
Birtakım gafiller de imanlarının
zafiyetinden dolayı kendilerine para verenleri veya engel olanları
gördüklerinde kuşkuya kapılarak onları bu fiillerin ilk sahipleri olarak
değerlendirmişlirdir. Allah Teala verme ve engelleme fiillerini o kimseler
vasıtasıyla icra ettiği için bu gafiller onları gerçek verenler ve
engelleyenler olarak görüp şirke düşmüşlerdir.
Bunun sebebi tevhid inançlarmdaki
eksiklik ve zaafîyettir. Bidat ehlinin bir kısmı da Allah Teala'ya
sıfatlarında şirk koşarak O'nun sabık ilminin şahitliğinden mahrum
edilmişlerdir. Yoldan çıkmışlar da tevhidin hakikatinden nasiplerini alamayan
kimselerdir. Bu kimselerin şirki, bir dalalet olup, sahiplerini islam ümmetinden
ihraç edebilecek niteliktedir. Onlarınki şirk-i celi yani açık şirktir. İmanı
zayıf kimselerin şirki ise, gaflet ve cehaletten ibaret olup kişiyi islam
dairesinden çıkarmaz. Çünkü bu, şirk-i hafi, yani gizli şirktir.
Rivayete göre bir alim tanımadığı
bir şahsın arkasında namaz kılmıştı. Gösterişli bir elbise ile namaz kıldıran
bu imam, namazdan sonra o alimi gördü ve 'Ne yiyip ne içersin?' diye sordu.
Alim de, şu cevabı verdi: Biraz sabret de ardında kıldığım namazı tekrarlayayım.
Sonra sana cevap veririm.
Aynı anlamda başka bir alimden de
şöyle bir olay nakledilmiştir: "Bu alim camide itikafa çekiliyor ve
nereden geçindiği bilinmiyordu. Bir gün caminin imamlığını yapan kişi ona,
'eğer çalışsan ve geçimini temin etsen senin için daha iyi olurdu' dedi. Alim,
ona cevap vermedi. Bir vakit sonra imam kendisine yine aynı sözleri söyledi.
Alim şu karşılığı verdi: Caminin civarında oturan bir Yahudi bana her gün iki
ekmek vermeyi taahhüt etti. Ben de bununla yetinerek çalışmayı bıraktım. Bunun
üzerine imam, 'eğer o kimse ta-
ahhüdünde samimi ise senin camideki
itikafm daha hayırlıdır' dedi. Bunun üzerine alim, 'Be adam! tevhidinin
eksikliğinden dolayı müslümanlarm imamı olup da onlarla Allah Teala arasında
vasıta olmasaydın bu da senin için daha iyi olurdu' dedi.
Rivayete göre Allah Teala
sıddıklardan birine, 'Benim için ferasetin inceliğini ve lütfün sırrını idrak
et, bundan hoşlanırım' buyurmuştu. Bunun üzerine o sıddık, 'Ey Rabbim!
ferasetin inceliği nedir?' diye sordu. Allah Teala da şöyle buyurdu: 'Üstüne
konan bir sineği dahi Benim koyduğumu bil ve Ben'den niyazda bulun ki, onu
kaldırayım'. Sıddık, Teki lütfün sırrı nedir?' diye sordu. Allah Tela da
şöy-\Le buyurdu: Sana bir nohut dahi gelse, seni onunla andığımı bil.
Yukarıda anlattığımız örneklerin
hepsi de Allah Teala'nm Yaratan ve rızık veren olması bakımından Veren,
Engelleyen, Yarar Sağlayan ve ZararaVeren olduğunu teyid etmektedir. O, bu
fullerini dilediği şekilde, dilediği zaman ve dilediği kimseye icra eder. O,
bütün müminlerin boyunlarında ve ilimlerindedir. Ancak, hikmeti bilmeyen ve
hüküm sahibine karşı gaflet içinde olanlar, O'nun bu isim ve sıfatlarını kendi
adet ve alışkanlıklarına dayandırırlar. Rı-zıklarınm alıştıkları yerden
gelmesini, ya da kendi tercihlerine göre akıllarına uygun olarak temin olmasını
isterler.
Onların akılları ise yücelik, övünç,
kuvvet ve üstünlüğe dayanıp alçak gönüllülük, tevazu, fakirlik ve zavallılığa
tahammül göstermez. Onlar işlerini Allah'a havale etmedikleri gibi O'nun
takdir ve tedbirine rıza göstererek kendilerini dilediği gibi ve dilediği kimse
vasıtasıyla rızıklandırmasını da arzu etmezler.
Onlar, zorbaların ahlakını
müminlerin ahlakına tercih ederler. Çünkü yakini müşahededen uzak kalmış ve
nefsani ahlakın esiri olmuşlardır. Onların nefisleri, yeryüzünün ve bütün
insanların Allah'a ait olduğunu, hamd ve mülkün yalnız O'na mahsus bulunduğunu
bilmelerine karşın Allah'tan başkasmadan beklenti içinde olup, O'ndan
başkasından ricada bulunabilirler. Ancak gerçeklerin ağırlığı altında ne
yapacaklarını şaşıran bu nefisler ve sahip oldukları kalpler asla huzura
eremedikleri için musibet ve felaketlerle karşılaştıklarında çaresiz kalırlar.
Onlar Allah için sabredemezler.
Dinleri, kendilerine dünyalık sağlayan aracılarla karşılaştıklarında sevinç ve
övgü ifadeleri ile
nzıklarımn kaçması halinde de sitem
ve kınama ile dolar. Çünkü onlar gaüet içinde oldukları gibi bildiklerinin
şahitliğinden de uzaktırlar. Bu da onların tevhidlerinin eksikliği ve yakini
imanlarının zayıflığının delilidir. Onların bilgisi şahitliğe değil, kulaktan
dolma malûmata dayanan bir bilgidir.
Yakin sahipleri ise ilim, kudret,
sebep ve vasıtaların hikmetin mecralarında isbatı ile halka sevap ve azabın
dokunması noktasında her şeyi Allah Teala'dan bilirler. Bu noktada gaflet ehli
ile aynı zemini paylaşırlar. Ama onların fazlalığı; yakini imanlarının güzelliği,
müşahedelerinin gücü, sabırlarının hoşluğu ve rızalarının gerçekliği sayesinde
kalplerinin sükunete ulaşıp nefslerinin huzura kavuşmasıdır.
Onlar, yokluk ve musibetlerde bu iç
huzuru yaşarlar. Sınandıkları anlarda onları sınayan gücün Rableri olduğunu
bilerek sebat gösterirler. Rablerinin yarattıkları üzerinde dilediği gibi
tasarruf edeceğini bilirler. Bu sayede de yakini imanda bir makamı, tevekkülde
bir hali ve rızada bir nasibi kazanırlar.
Diğerleri ise, zikrettiğimiz
hakikatlerden uzak kalan ve genel çerçevede hareket ederek müminlerin umumuna
dahil olan kimselerdir. Tevekkülün farziyeti noktasında yakini iman sahipleri
ile aynı zemini paylaşırlar. Yakini iman ehli, tevekkülün faziletine yönelmek
suretiyle daha üstün bir dereceye nail olmuşlurdır.
Müminlerin umumu ise tevekkülün
farziyeti noktasında duraklamış ve yakini imana eremedikleri için yüksek
derecelerden mahrum kalarak sebeplerle perdelenmişlerdir. Allah Teala'ya yakın
kılınanlar fazilet bakımından daha üstte yer almışlardır: "Ve her lütuf
sahibine lütfunu versin" (Hud/3); "Onlar Allah katında derece
derecedirler. Allah onların yaptıklarını görmektedir" (Al-i mr an/163)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir:
Allah Tela müminlerin umumu için sebepler perdesini germiştir. Onlar yalnız bu
sebepleri görürler. Havass kulları içinse bu sebeplere perde germiştir. Havass
bu sebeplere baktıkları halde onları görmezler.
Seri es-Sekati şöyle demiştir: Üç
şey vardır ki, yakini iman bunlarla açığa çıkar: Tehlikeye rağmen hakkı eda
etmek; bela ve musibete rağmen Allah'ın emrine teslim olmak; nimetten
mahrumiyete rağmen Allah'ın kazasına rıza göstermek.
Yusuf b. Esbat da şöyle demiştir: Üç
şeyin bulunduğu kimsede imanın kemale erdiği söylenebilir: Rızası kendisini
batıla götürmediği sürece rıza göstermek; öfkesi kendisini haktan
uzaklaştırma-dığı surece öfkelenmek; gücü yettiği halde hakkı olmayan bir şeyi
almamak. [14][14]
Tevekkülü sağlıklı olan bir kimsenin
çalışması ve kazanç peşinde koşması onun makamını sarsmadığı gibi halini de
eksiltmeyen bir davranıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Ve gündüzü de geçim
zamanı kıldık" (Nebe/11); "Ve size dünyada geçim yolları yarattık. Ne
kadar da az şükrediyorsunuz?" (A'raf/10)
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de
şöyle buyurmuştur: "Kulun el emeği ile kazandığından ve iyi bir ticaretten
elde ettiğinden yemesi helal kılınmıştır". [15][15] Ekmeğini
elinin emeğiyle kazanan kimse, ilk müslümanlar nezdinde tüccardan daha üstün
görülürdü. Tüccar ise işsizlerden daha iyi görülürdü. İbni Mesud (ra) şöyle
demiştir: Bir adamın boşta gezip ne dünya, ne de ahiret işiyle uğraşmamasından
asla hoşlanmam'.
Tevekkül imanın şartı ve islaının da
ayrılmaz bir sıfatıdır. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Eğer
Allah'a inandıysanız, gerçekten müslümanlarsanız O'na tevekkül edin".
(Yunus/84) Görüldüğü gibi yüce Allah kendisine iman ve islamda tevekkülü şart
koşmuştur.
Tevekkül eden kimse yönlendirildiği
işte çalışarak esbaba dahil olur, işinde sebepleri Yaratan'ı gözetip O'na
dayanır ve hareketlerinde O'na güvenirse Allah Teala'nm kendisini çekip
çevirdiği dünya hayatında sebeplere uymuş ve kendisi için yaratılan sebeplerle
geçimini temin etmiş olur.
Allah Teala dünyevi varlıkları insanların
faydalanma kaynaklan kılmış, onları hikmetinin hazineleri ve rızkının
anahtarları olarak vazetmiştir. Böyle bir kul, lüksü ve sefahati terkederek sünnete
uyarsa, iş ve kazanç dünyasında bulunmasına rağmen tevekkülüne bir takım
afetlerin bulaştığı kimseden daha faziletli görülür.
Ulemadan biri hakkında bize şöyle
bir olay nakledilmişti: O alim ayaklarıyla buğday döverken görülmüştü. Halbuki
yaklaşık kırk yıldır çalışmayı terkettiği biliniyordu. 'Terk ettiğin halde neden
kazanç dünyasına tekrar girdin?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Be
adam! Tamamen mahrum olduğumuzda tevekkül zorlaşır ve başkalarının önünde
çekilen zillete sabredemez oluruz.
Aynı durum kazancı terkettiği için
bir takım afetlere düçâr olan kimseler için de geçerlidir. Böyleleri
bulundukları hali terkederek çalışmaya yönelmelidirler.
Yakini imana nail olup, ondan payını
alan kimse, çalışmayı bırakabilir. Çalışmak, insanlara muhtaç olmaktan ve
dilenmeye alışmaktan daha iyidir. Bir yol üzerinde bulunan kimse her ne olursa
olsun, yolunun maksadına ulaşır. Şu var ki, Vekil olan Allah Tea-la'yı
gözeterek tevekkül eden ve çalışmayı bırakan kimsenin durumu, kalbinin halktan
uzak kalması sebebiyle tevekkülü sahih olduğu için daha faziletlidir.
Böyle biri halktan çok Hâlık ile meşgul
olduğu için girdiği yol Allah'a daha yakın bir yoldur. O da bu kulunu kendine
yaklaştırır.
Çalışmayı terkederek insanlardan
beklenti içine girmek, nefsin rahatını düşünmek, dilenmeyi alışmak ve arzulara
uymak gibi olumsuz haller içinde bulunan kimse ise; Allah Teala'ya gayet uzak
olan bir yolun yolcusu olmuş demektir. O kendisine zulmeden bir kimsedir.
Bu hususta Allah Resulü'nden (sav)
şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden birinin baltasını ve ipini
alarak ormana gitmesi ve oradan topladığı ağaçlarla geçimliğini kazanıp
tasaddukta bulunması, kendisine verecek veya vermeyecek kimselerden dilenmesinden
daha hayırlıdır"[16][16]
Allah Resulü (sav) başka bir
hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Misvak çiğneyerek de olsa insanlara
muhtariyetten kurtulun". O başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:
"Her kim bana bir meziyetini garanti ederse ben de ona cenneti garanti
ederim: insanlardan hiç bir şey istememek".
Alimlerimizden bir zat şöyle
demiştir:
Her kim çalışmayı reddederse,
sünneti ihlal etmiş olur. Her kim de çalışmaktan uzaklaşıp oturmayı reddederse
tevhidi ihlal etmiş olur. Aynı zat şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) insanlara
peygamber olarak gönderildiğinde, onlar şu anda olduğu gibi farklı sınıflarda
bulunuyorlardı: Tüccarlar, zanaatkarlar, boş oturanlar, dilenenler ve
dilenmeyenler. Allah Resulü (sav) ne tüccarlara, 'ticareti terk edin', ne de
boş oturanlara 'çalışın' demiştir. Aksine hepsine de bütün durumlarda imanı ve
yakini telkin ederek iktisadi bakımdan onları Allah Teala ile başbaşa
bırakmıştır. Hepsi de bulunduğu halde olmaya devam etmiştir.
Tevekkül ehlinden bir zat şöyle
derdi: Üç gün açlığa sabredeme-yen kimsenin bulduğu bir işi terk edememesinden
korkarını. Yine o şöyle demiştir: Sebepleri yitirdiğinde kalbi zayıflayan veya onlara
ulaştığında kalbi sükunet bulan bir kimsenin, kazançları terk ederek boş
oturması sahih olmaz. Çünkü bu davranışında Allah'tan başkasını gözleme
sözkonusudur. Dokuz gün boyunca yokluğa mahkum olan bir alim, kalbinde
insanlara karşı bir tamahın veya bir kula iltifatta bulunmanın ağır bastığını
gören kimse için pazar yerinin camiiden daha hayırlı olduğunu söylemiştir.
Ebu Süleyman Darani şöyle demiştir:
Bir sebep ortaya çıktığında başkasınmın kapısını çalmayı düşünen kimsenin,
evinde boş oturmasında hiç bir hayır yoktur.
Ulemamızdan bir zat da şunu ifade
etmiştir: Sebebin varlığı ile yokluğu eşit olup, yoklukta da kalbi sakin ve
huzurlu olan, bu hali kendisini Allah Teala'dan alıkoymayıp tasası da dünyevi
konularla dağümadığı için çalışmayı terkeden ve evinde oturan kimse bakımından
bu hali daha faziletlidir. Çünkü o, kendi hali ve ahir et azığım düzmekle
meşguldür. Böyle biri için tevekkülde bir makam sözkonusu olabilir.
Sehl, 'Kulun tevekkülü ne zaman
sahih olur?' şeklindeki bir soruya şu cevabı vermiştir: Vücuduna bir zarar,
malına bir eksiklik gelip de buna bakmayarak üzüntü duymadığında ve kendi hali
ile Meşgul olarak Allah Teala'mn takdirini gözlediğinde.
Son dönemde yaşayan tevekkül ehlinin
imamı İbrahim el-Hav-vas dedi ki: Üç yer vardır ki, bunlarda azığı bulundurmak
tevekkül adabmdandır: Mescitte oturmak; gemiye binmek; kervana katılmak.
Süfyan-ı Sevri (ra) dedi ki: Alimin
geçimliği olmadığında zalimlerin vekili olur. Abidin geçimliği olmadığında ise
dinini sermaye eder. Cahilin geçimliği bulunmadığında ise yoldan çıkmış
fasıklara elçi olur.
Marifet ehlinden bir zat şöyle
demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Bir adam vardır ki ahiret azığı onu geçim
kaygısından alıkoymuştur. Bu, kazananların derecesidir. Bir adam da vardır ki,
geçim kaygısını ahiret azığına katmıştır. Bu da kurtulanların halidir. Üçüncü
bir adam daha vardır ki, geçim tasası onu ahiret azığından alıkoymuştur. Bu da
helak olanların sıfatıdır.
Rivayete göre Ali (kv) şöyle
demiştir: Rızık türlü türlüdür. Kimi rızık sizi arar, kimi rızkı da siz
ararsınız. Ulemadan bir zat bu sözü açıklama mahiyetinde şunu demiştir: Sizi
arayan rızık, gıdaya ait olan nzıktır. Sizin aradığınız rızık ise malik olma
niteliğindeki nzıktır. Bu da gıdadan fazlasını talep etmektir.
Tevekkülde çok sağlam bir makama
sahip olan Ebu Yakub es-Sûsi şöyle demiştir: Tevekkül üç türlüdür: Genel; özel
genel ve özelin özeli.
Her kim sebepler alemine girer ve
ilme dayanarak Allah Tea-la'ya tevekkülde bulunur, buna rağmen yakine
ulaşamazsa genel tevekkülde bulunmuş olur.
Her kim sebepleri terk ederek
Allah'a tevekkül eder ve yakini imanın tahkikine ulaşırsa genelin özeli
tevekkülde bulunmuş olur.
Kim de, yakinin varlığıyla birlikte
hakikati üzere sebeplerden sıyrılır, ardından tekrar onlara dahil olarak
başkası için çalışırsa özelin özeli bir tevekkülde bulunmuş olur. Bu da Allah
Resulü'nün (sav) en üst derecedeki sahabilerine mahsus olan bir makamdır.
Onlar dünya hakkında yakini bilgi
sahibiydiler. İlimleri, onları başkaları için sebepler alemine girmeye zorlamış
ve başkalarının halleri onlara döndürülerek yakinin hakikati üzere ilimde
genişlik kazanmışlardır.
İşte bu nedenledir ki el-Havvas
şöyle demiştir: Allah Teala'nm havass kulları, başkaları için sebepler alemine
girdiklerinde onların halleri de kendilerine döndürülür ve onların rızık
vasıtaları kılınırlar. Sebepler üzerinde onlar için tasarrufta bulunmakla beraber
bu sebeplere bağlanmaktan uzak kalırlar.
Cüneyd'in hocası Ebu Cafer de,
tevekkül ehlinin ileri gelenle-rindendi. Bir defasında şöyle demişti: Tevekkülü
yirmi yıl gizledim. Bu süre zarfında pazardan ayrılmayarak her gün bir dinar ve
on dirhem kazandım. Bu paradan rahatsız olarak akşamları, onun bir kıratına
dahi tahammül edemeyerek tuvalete gider ve gece bitmeden tamamından
kurtulurdum. Cüneyd, Ebu Yakub'un huzurunda tevekkül hakkında konuşmaz ve şöyle
derdi: Hocam varken onun makamı hakkında konuşmaktan haya ederim.
Allah Resulü (sav) ilahi bağış için
dilenmeyi ve zenginlere iltifatı terk etmeyi şart koşmuştur. Fakirleri ise
Allah Teala'ya havale ederek bundan tenzih etmiştir. Çünkü fakir bir kulun
dilenmesinde zelil olarak zillete düşmek, celil olarak dünyaya rağbet etmek
sözkonusudur.
'
Zenginlere iltifat etmekte ise
yersiz bir tamahkârlık, Allah'taki1 başkasının elini gözleme ve evlere
kapılarından girmeme sözkonusudur. Bu hususta Allah Resulü'nden (sav) şu hadis
rivayet edilmiştir: "İnsanlardan istemek yüz kızartıcı günahlardandır. Bu
günahlar arasında dilencilikten başka helal görülen yoktur".
Başka bir hadisi şerifte ise Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "İnsanlara muhtaç olmaktan kurtulan
kimseyi Allah da zengin kılar. Afiyet dileyen kimseye Allah da afiyet verir.
Her kim kendine dilencilik kapısını açarsa Allah Teala da ona fakirlik
kapısını açar". Samimi fakirler için bağışları almak helal kılınmış, hatta
dilenmek ve yaltaklanmaktan kurtulmaları için bunlara karşılık olarak
bağışları almaları özendirilmiştir.
Bu onları tenzih etmeye ve
faziletlerini teyid etmeye yönelik bir tavırdır. Ehli Beyt'in durumu da bu tür
fakirlere benzediği için ganimetlerin beşte biri onlara tahsis edilmiştir.
Bunun sebebi, kendilerine verilen kıymet ve önemden dolayı sadaka almalarının
haram kılınışıdır.
Ahmed b. Hanbel (ra) Ebu Bekir
el-Mervezi'ye yanında çalışan fakir bir işçiye ücretinden fazla bir para
vermesini emretmişti. Fakir işçi bu fazlalığı reddetmişti. İmam Ahmed işçinin
ayrılmasından sonra el-Mervezi'ye, 'ona yetiş ve bu fazlalığı ver, belki
alabilir dedi. Mervezi adamın arkasından koştu ve parayı ona verdi. Adam da
parayı aldı. Bunun üzerine İmam Ahmed, İlkinde niye geri çevirip ikincide
aldı?' diye sordurdu. İşçi de şu cevabı verdi: İlkinde nefsim onu almak istedi,
bu yüzden geri çevirdim. Doğrusunu yaptığıma inanarak ayrıldığımda nefsim de
paradan ümidini kesti. İşte o zaman kabul ettim.
İbrahim el-Hawas, kendisine bağışta
bulunan bir kulu gözlediğini düşündüğünde, ya da nefsinin ona alışmasından
endişe ettiğinde bağışını kabul etmezdi. O şöyle derdi: Bir sufinin meslek sahibi
olması düşünülemez.
Bütün bunlar tek başına yaşayan
kimseler için geçerlidir. Aile sahipleri hususunda bu konularla ilgili olarak
daha geniş davranmak emredilmiş ve ailesi için bağış almaktan geri kalınmaması
salık verilmiştir. Kişinin ailesi için bağış alması, başkaları için bağış
alması gibidir. Çünkü onun ailesi bir nevi Allah'ın ailesi gibidir. Allah
Teala onu, ailesine vekil kılmış ve rızıklarını onun eliyle vermeyi takdir
etmiştir.
Kişinin onlar için bağış talebinde
bulunması ve Allah Teala'nm farz kıldığı sadakalardaki haklarını almaya özen
göstermesi, onun halini ve makamını eksiltmez. Nitekim Allah Resulü (sav) Sa'd
b. Rebi (ra) ile Abdurrahman b. Avfı (ra) kardeş ilan ettiğinde Sa'd,
Abdurrahman'a 'malımı ve ailemi seninle paylaşayım' demişti. Abdurrahman (ra)
ise, Allah aileni de malını da bereketli kılsın, bana pazar yerini göster
yeter1 demişti. O gün çalışarak eve bir miktar yağ ve peynirle döndü. Eğer
pazarda çalışmak tevekkülü eksiltse idi, imamların imamı olan Abdurrahman (ra)
bunu tercih etmezdi. Ama o, nefsini zora sokmayı tercih edip nimetten istifade
etmeyi arzulamamıştır.
Allah Resulü (sav) Muaz'a da (ra),
"Nimete düşkünlükten sakın çünkü Allah'ın kulları nimetlere boğulanlar
değildir" buyurmuştur.[17][17]
Fudale b. Ubeyd, Mısır emiri iken
yalın ayak toz içinde ve saçı başı dağınık bir halde görülmüştü. Kendisine,
'Niçin bu durumdasın?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Allah Resulü
(sav) bizi refah düşkünlüğünden men etti ve bize kimi zaman yalın ayak yürümeyi
emretti. Abdurrahman (ra) da, kardeşlik hakkını gözeterek yeni kardeşini
kendine tercih etmişti. Çünkü Allah Teala diğerlerini daha çok düşünmeyi mendup
kılmış ve dostlarını bu sıfatla anmıştır.
Abdurrahman'm (ra) makamından daha
yüksek bir makama sahip bulunan imamlar imamı Ebubekir-i Sıddık (ra), kendisine
biat edildiği zaman giysilerini koltuğunun altına alarak pazara gitmiş ve
yüksek sesle bağırarak onları satmaya çalışmıştı. Hilafete layık görülen ve
Allah Resulü'nün (sav) yerini alan bu büyük zat, belki en yüce makamında iken
böyle davranmıştı.
Müslümanlar çevresinde toplanıp bu
davranışını beğenmediklerini ifade ettiklerinde onlara şöyle demişti:
"Beni ailemin geçiminden alıkoymayın, eğer onları zayi edersem, onlar
dışmdakileri çok daha çabuk zayi ederim". Bunun üzerine kendisine
müslümanların bir hanesine gereken geçimliği tahsis ettiler. Ne eksik, ne de
fazla. Hepsi buna rıza gösterip onun tahsisatını verdiklerinde pazarı terk
ederek tamamen ümmetin işleriyle meşgul olmaya başladı.
Gördüğünüz gibi böyle bir zat,
hakkını ifa etmeyi ve Allah'ın ailesinin geçimi noktasında farz kıldığını çok
önemli görülebilecek başka işlere yeğlemiştir. Makamının yüceliğine rağmen
Allah için tevazuda bulunmuş ve insanların bakışlarına aldırmayarak pazara
girmiştir. Müslümanların bunu hoş görmemeleri üzerine, ikinci bir hükümle
pazarda çalışmayı bırakmıştır. Tevekkül işte bu şekilde başka bir yol
bulununcaya kadar ilk hükme göre yapılır. Bu ikinci hükme göre de yeni bir yola
girilir.
Halk, Selef ulemasından bir zatın
meclisinde toplanarak konuşmasını dinlerdi. O da, arasıra onlara şöyle derdi:
Eğer ailemin bir kap baklaya ihtiyaçları olduğunu bilsem sizinle konuşmazdım.
Bu tavırda, nevalarına uyarak
tevekkül ehlinin kazançla uğraşmasını inkar eden ve nefislerinin rahatı ve
işsizliklerinin bahanesi olarak çalışmaya karşı çıkan kimseler için gayet açık
bir beyan ve delil sözkonusudur. Alimler, dini konularda ancak beyana dayanıp,
delillendirilmiş ilmi hakikatleri ortaya koyabilirler.
Çalışmak ve bununla ilgili sebepler
çok çeşitlidir. Allah Teala bağış ve rızıklarını bunlara bağlamıştır. Bunlar,
aracı kılman şahıslar gibi rızık verme konumunda değildirler. Sebeplere
sarılan bir tevekkül sahibi, Veren'in de Engelleyen'in de yalnız Allah Teala
olduğuna yakinen inanır. O, sebepleri yaratan ve rızkı verendir.
İşin başındaki İlk O olduğu gibi,
nihayetindeki Son da yine O'dur. Yakini iman sahibi bir mütevekkilin kalbi,
kısmetleri taksim edeni gözlerken nefsi de O'nun kısmetiyle sükun bulur. Kalbi
kendisine düşen kısmete razı ve onunla yetinirken, bedeni de Allah'ın onu
yönlendirdiği alanda hareket halindedir. O, makamını, kendisinden murad
edileni bilmekte, haline ve uğrunda çaba sarfettiği şeye rıza göstermektedir.
Tevekkül sahibinin makamını sarsan
ve onu tevekkül dairesinden çıkaran şeyler; daha fazla kazanmak için şaibeli
yollara girmek, mal toplayarak övülmek için çalışmak, ilmin kendisine yasakladığı
şeyleri elde etmede hırslı davranmakk, elde edilmesi hoş görülmeyen şeyleri
talep etmek, hoşuna gitmeyen şekilde tezahür eden kadere öfkelenmek, kendisine
karşı hile ile muamelede bulunana Öğütte bulunmayı terketmek, insanlara
yaltaklanarak bu yönde planlar kurmak veya bu tür sebeplere sarılmaktır. Bütün
bunlar tevekkülün sıhhatini ihlal eden davranışlardır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir:
Para kazanmak için pazara giden bir kula, kendi dirhemi diğerlerinin
dirhemlerinden daha sevimli görünürse, alışverişlerinde müslümanlara karşı
samimi olmaz.
Bu alime göre sözkonusu tavır kişiyi
tevekkül dairesinden çıkarmaya yeter. İlgisizlik veya arzuların etkisiyle
kalbe giren bir takım illetlerin orada yer etmesi de kulu tevekkül halinden
uzaklaştırır. Böyle bir kul insanlara dönük beklentilerinden dolayı onlara
tevekkül ettiği gibi yapmacık hareket ve davranışlarda bulunabilir. Ya da kendi
sıhhat ve afiyetine tevekkül ederek sadece kendisini sıkıştıranlara nzık
verebilir. Veya malına tevekkül ederek, yalnız ona güvenip onunla huzur
bulabilir. Fakirleşmesi halinde rızkının kesileceğini sanabilir.
Bunun alameti de, malına aşırı
düşkünlük göstererek cimrilik yapması, bu gaye ile sürekli hazırlıkta
bulunmasıdır. Bütün bunlar, kişiyi tevekkülün faziletinden uzaklaştırır.
Bunların incelikleri ve hakiki
yönleri ancak ilimde bir dereceye ulaşmış, yakini imanda yol almış ve sürekli
müşahedede bulunan büyük alimler tarafından bilinebilir. Bu tür sebep ve
şahısları gözeten ya da onlara aşina olarak dayanan kimsenin kalbi, bunların
varlığından dolayı güçlenerek şaşkınlık ve yalnızlığa, ya da yokluğundan
dolayı zayıflığa düçâr olabilir. Bunlar, kişinin tevekkülü noktasında afet
sayılabilecek hastalıklardır.
Bişr b. el-Hars şöyle demiştir: Kul,
Talnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz' ayetini okuduğu zaman,
Allah Teala ona, 'yalan söylüyorsun, ne yalnız Bana ibadet ediyor, ne de yalnız
Benden yardım diliyorsun. Eğer yalnız Bana ibadet ediyorsan, niçin kendi
arzunu Benim rızama tercih ediyorsun? Eğer, yalnız Benden yardım diliyorsan
niçin kendi güç ve kudretine, malına ve nefsine güveniyorsun?' buyurur.
Geçim için çalışmayı ve pazarlarda
ticareti terk eden kimse,.en alt seviyede olsun kendine yeterliğe sahip,
durumuyla ilgili olarak gerekli sabır ve kanaate muktedir ise yaşadığımız şu
dönemde daha faziletli ve hal bakımından daha kamil sayılır. Böyle biri, geçimini
Allah Teala'ya masiyette bulunarak açık bir şaibeye, ya da müslüman
kardeşlerine ihanete irtikap ile kazanmaktan endişe eden bir tacirden daha
üstündür. Çünkü böyle bir tacirin sürekli sebepleri gözetmesinden ve kazancına
karışan fesadın çokluğundan dolayı ilmi şartlara uygun olarak çalışması mümkün
değildir.
Pazar esnafının şaibelerine
bulaşmayı ve bu mekruh sıfat üzere onlarla ilişki kurmayı terk etmek, bu tür
çirkinlikleri görme konumundan uzaklaşılması sebebiyle selamete daha yakındır.
Çünkü hüküm, bakış ile ilintilidir. Bu noktada haram da münker gibidir. Ona
bakmadığınızda, hükmü sizden düşer. Kulaktan duymak ise, yakinen görmek gibi
değildir. Aynı şekilde komşu olmak da bizzat yapmak gibi değildir. Gören, haber
alan gibi değildir. Kabe'nin yeri hakkında hata ederek ona yöneldiğini düşünen
kimsenin namazı caiz iken, Kabe'yi gördüğü halde, ondan parmak ucu kadar dahi
olsun saparak namaz kılan kimsenin namazı kesinlikle batıldır.
Geçim için çalışmak, farz değildir.
Ancak şu iki durumdan birinde farz kılmabilir: Ailenin bulunması ve mubah
kılınmış yollardan biriyle geçimlerinin temin edilememesi; bir farzın edasını
engelleyecek derecede yokluğa düşülmesi veya farzın ikame edilmesi için
gerekli imkanın bulunamaması.
Bişr b. el-Hars (ra) çalışmayı terk
etmişti. O, sürekli helal hakkında konuşur ve çok titizlenirdi. Bir gün
kendisine, 'Ey Ebu Nasr, geçimini nerden temin ediyorsun?' diye soruldu. O, şu
cevabı verdi: Sizin temin ettiğiniz yerden. Ancak geçimini ağlayarak temin eden
kimse, gülerek temin eden kimse gibi değildir.
Bişr, bir defasında da şöyle
demişti: El elden kısa, lokma lokmadan küçüktür. Süfyan-ı Sevri'nin (ra)
ticarette sermaye olarak kullandığı elli dinarı vardı. Son zamanlarında bu
parayı alarak kardeşlerine dağıttı ve çalışmayı bıraktı. Rivayete göre onu
buna sev-keden ailesinin vefatı idi. Kul, ailesinin halini kendi haline uyduramaz.
Ancak onların tercihi, kendi tercihi
gibi olur, fakirliklerine sabırları ve bunun faziletine dair bilgileri onun
bilgisi düzeyinde olursa caiz olur. Bu durumda onları kendi yolunda yürütmesi
mümkün olduğu için geçimleri uğruna çalışmayı terk edebilir. Çünkü ondan aile
hukuku ile ilgili hakları talep etmekten vazgeçerek aynı hali paylaşmış
olmaktadırlar. Seleften bir topluluk böyle yapmışlardır.
Ariflerden bir cemaat ise, bilgisi
olmayanı bilgisi olana tercih eder ve çalışmayı terk etmeyi üstün görmezlerdi.
Onlara göre herhangi bir işte çalışmak, ilimle bilinen bir şeydi. Onlar,
bilinenin varlığı ile birlikte kalp huzurunu bir illet sayarlardı. Ancak kalp, bilinmeyenle
sükuna erip kişinin kaygısı toplandığı ve yoksulun haline olan özentisi
bittiğinde tevekkül makamının kemaline ulaşılırdı. Bana göre bunda sözün
ortasını bulma ve bunu beyan etme vardır. Allah Teala en iyi bilendir.
Kul, bilinen bir geçim vasıtasının
yokluğuyla faziletli kılmma-dığı gibi, boş oturmakla da faziletli kılınmaz. Onu
faziletli kılan makamının halidir. Bilinen bir geçim vasıtasına sahip olan kişi
marifet bakımından daha güzel, iman bakımından daha güçlü olduğunda meşru bir
geçim vasıtası olmayandan üstün tutulur.
Kalp sükunu ve nefs huzuru meşru bir
geçim vasıtasıyla beraber olduğunda kulun hali için her hangi bir illet ve
kusur oluşturmaz. Ama yükseldiği bir makam ve faziletli kılındığı bir hal de
olamaz. Ancak insanlara tamah ve meşru bir geçim vasıtasının bulunmasına
rağmen kalbi dağınık tutmak, herkesin gözünde olduğu gibi, bana göre de
eksikliktir. İnsanlara tamahı bırakıp, yokluğa rağmen kalbi Allah için toplu
tutmak, herkesin nezdinde daha yüksek ve faziletli bir derecedir.
Halid'in oğulları Hayye ve Suvar'ın
rivayet ettikleri hadiste Allah Resulü (sav) o ikisine şöyle buyurmuştur:
'Başlarınız sallandığı sürece rızıktan ümit kesmeyiniz. Anası Adem oğlunu,
üzerinde
esas derisi olmaksızın al renkli
ince deriyle doğurur. Sonra Allah Teala ona rızkını verir [18][18]
Allah Resulü (sav) hurma verdiği bir
kimseye de, "eğer sen ona gelmezsen, o sana gelecektir" buyurmuştu.
Başka bir haberde ise şöyle denilmiştir: "Kul, rızkından ölümden kaçtığı
gibi kaçsa bile ölüm nasıl ona kavuşacaksa rızkı da ona kavuşur. Rızık ölüm meleği
ona görününceye kadar kuldan ayrılmaz. İşte o zaman dünyevi rızkı kesilip,
uhrevi rızkı başlar. Onun ahiretten alacağı ilk rızık, dünya rızkının da
sonuncusu olur. Ahiret rızkı için son yoktur.
Sehl b. Abdullah ed-Destivaî dedi
ki: Kul Allah'tan kendine rızık vermemesini niyaz etse dahi, Allah ona icabet
etmez ve ona şöyle buyurur: Ey cahil! Seni Ben yarattım. Sonsuza dek rızkını
da vermem gerekir. Bir alime gıdanın ne olduğu sorulmuştu. O, 'Hayy/Diri olup
ölmeyendir" cevabını verdi. Soru sahibi, 'ben sana insanı ayakta tutan
rızkı sormuştum' dedi. Alim de, 'insanı ayakta tutan rızık ilimdir1 dedi. Soru
sahibi, 'biz sana besini soruyoruz' dedi. Alim, İDesin zikirdir" cevabını
verdi.
Bunun üzerine soru sahibi, 'sana
insan bedeninin ihtiyacı olan yiyeceği soruyoruz' dedi. Alim şu karşılığı
verdi: Bedeni sen ne düşünüyorsun. Onu, yaratanına bırak. Ona bir hastalık
geldiğinde, onu yapan ustaya havale et. Bir mal kusurlu olduğunda düzeltmesi
için onu ustasına geri vermez misiniz?
el-Havvas dedi ki: Sehl'den şu söz
rivayet edilmiştir: Allah Teala havass kullarım yokluğa düşürüp, onları halka
muhtaç ederek tamahkarlıklarını sınar. Halkı da, onlara bağışta bulunmaktan engelleyerek
havası onların mallarından mahrum etmek suretiyle kendisine döndürmeyi murad
eder. Havass eli kolu bağlı ve ümitsiz bir halde kendisine müracat ettiğinde
onları hiç hesap etmedikleri yerden rızıklandırır. Havassın alameti; bir şeye
meylettiklerinde ondan mahrum edilmeleri, bir kula dayandıklarında bundan
kurtulmak için çeşitli belalara düçâr edilmeleridir.
Havasdan biri, kalbinin meylettiği
bir sebeple karşılaştığında onu reddetmişti. Yine onlar arasında bir çoğu
önlerine çıkan bu tür sebepleri görmezden gelir ve nefslerini cezalandırmak
için onlara el uzatmazlardı. Zünnun-ı Mısri dostlarına tevhid ve marifet ilmi-
ni anlatırken bir genç, ekmeğin
nereden geldiğini sordu. Bunun üzerine Zünnun şöyle dedi: Bunun elinden tutup
sufilere götürün de ona edebi öğretsinler.
Ma'ruf el-Kerhi hakkında şu hadise
nakledilir; Bir defasında ona, Bişr'in kendisine açılan kapılara iltifat
etmediği bildirilmişti. Şunu söyledi: Kardeşim Bişr'i bu kapılardan alıkoyan
vera' ve titizliğidir. Beni faal kılan ise marifettir. Ancak bilmen o ki,
Ma'ruf da çok acil bir ihtiyacı olmadıkça bu tür sebep kapılarına iltifat
etmez, ettiğinde de yeteri kadarını alıp, üstünü bırakırdı.
O, mal biriktirmeyen ve ümidini kısa
tutan bir şahsiyetti. İki namaz vakti arasında dahi yaşayacağını ümit etmezdi.
Mesela öğle namazını kıldırdığında dostlarına, 'ikindi namazını kıldıracak I
birine bakın' derdi. O şu sözü sık sık söylerdi: Ben, Rabbi'min yurdunda bir
misafirim. Bana yedirdiğinde yer, aç bıraktığında yedi-rinceye kadar
sabrederim. Ebu Muhammed Sehl ise, şöyle dirdi: Tevekkül eden kimse dilenmez,
reddetmez ve ihtikarcılık yapmaz. [19][19]
Mal biriktirmek, Allah Teala için,
O'nun yolunda, mal O'nun rızasına uygun olduğu sürece tevekkülün sıhhatine
zarar vermez. Nef-sani arzular ve heva uğruna biriktirilen mal ise, tevekküle
zarar verir. Allah için mal biriktiren kimse, Allah Teala'nm kendisine farz
kıldığı haklar için bu birikimi yapıyor sayılır, Bu haklardan herhangi birini
gördüğünde malını harcayacaktır. Allah Teala'mn haklarını eda etmek, kulun
makamını eksiltmek bir yana daha da yükseltecek bir davranıştır.
Bişr b. El-Hars'ın dostlarından biri
şunu anlatmıştır: 'Bir gün kuşluk vakti onun yanında oturuyordum. Esmer bir
yetişkin içeri girdi. Yanakları hafif çöküktü. Bişr, onun için ayağa kalktı.
Daha Önce başka biri için ayağa kalktığını görmemiştim. Bana bir avuç dirhem
vererek, 'git bize alabildiğin en güzel yemek ve kokulardan getir* dedi. Daha
önce bana hiç böyle bir şey söylememişti. Yemeği getirdim ve önüne koydum. O
kimse ile birlikte yemeği yedi. Daha önce onu başka biriyle yemek yerken de
görmemiştim. Sonra şöyle dedi: 'Yiyeceğimiz kadarını yedik'. Yemekten arta
kalanları o misafir, giysisinin içine toplayarak koltuğunun altına aldı ve
ayrıldı.
Bişr'in bu davranışına çok şaşırmış
ve yadırgamış tim. Çünkü daha önce, müsade istemeksizin böyle bir emir
verdiğini görmemiştim. Adamın gitmesinden sonra Bişr bana şöyle dedi:
'Zannederim misafirimizin yaptığını beğenmedin. Ben de, 'evet yemeğin kalanını
izin istemeksizin aldı dedim. Bana, 'onu tanıyor musun?' diye sorduğunda,
'hayır1 dedim. Dedi ki: 'O, yakın dostumuz Feth el-Mu-suli'dir. Bugün Musul'dan
gelerek bizi ziyaret etti ve şunu göstermek istedi: Tevekkül sahih olduğu
zaman, mal biriktirme ona zarar vermez. Mal biriktirmeyi terk etmek ancak
makamındaki ürmİ di kısa tutmanın gereğidir.
Uzun yaşama ümidiyle tevekkülde
bulunmak da sahihtir. Ancak bunun şartı uzun hayatın, Allah'a itaat, O'na
hizmet ve O'nun yolunda cihad ümidiyle olmasıdır. Bu da faziletli bir hal olup
ric^ ve ünsiyet ehlinden bir topluluğun yoludur.
Kulun uzun yaşama ümidi, nefsini
tatmin etmek ve arzularını doyurmak için ise, bu durum onun zühdünü eksilttiği
gibi tevekkülünü de zedeler. Zühdü eksilten şey, aynı derecede tevekkülü de eksilttiği
gibi zühdü arttıran şey de tevekkülü aynı miktarda artırır. Çünkü zühd
tevekkülün hususi şartlarmdandır. Tevekkül ise zühdün umumi şartlarından biri
değildir.
Tevekkülde bir makam sahibi olan her
zat kaçınılmaz olarak zahid iken, makam sahibi her zahid tevekkül ehli
olmayabilir. Çünkü tevekkül bir makam, zühd ise bir haldir. Makamlar, Allah
Tea-la'ya yakın kılman mukarrebun zümresi, haller ise kitapları sağ taraflarından
verilecek ashab-ı yemin içindir.
Zühdün hakikatine eren kimseye,
tevekkül makamı da kaçınılmaz olarak verilir. Çünkü, hallerin hakikatine
erilmesi, bunların sabit kalarak istikamet üzere devam etmesi, o hallere sahip
olan kimselerin makamlara ulaşmalarını sağlar. Tevekkül eden bir kimsenin, bir
ya da iki ay hayatta kalmayı ümid etmesi, aynı süre için birikimde bulunmasını
caiz kılar. Ama tul-i emel yani uzun boylu ümidlere sahip olmak, el-Havvas'a
göre kişiyi tevekkülün hakikatinden çıkarırken bana göre tevekkülün sınırından
çıkarmaz.
Ben, tevekkül sahibinin kırk günden
fazlası için birikimde bulunmasını mekruh görürüm. Aynı şekilde, kırk günden
fazla yaşamayı ümid etmek de mekruh görülmüştür. Kalbinin ıslahı ve nefsi-
nin sükuneti için mal biriktiren ve
insanlara iltifatı bırakan kimse, eğer bilinen geçimle sükunet makamında
bulunuyor ise mal biriktirmesi kendisi için daha güzel olur. Ailesinin
kalplerini teskin etmek ve onların kendi üzerindeki haklarını yerine getirerek
bütün zamanını Rabbi'nin kulluğuna hasretmek için mal biriktiren kimse, bu
birikiminde fazilet sahibi olarak görülür. Çünkü o, böyle davranmakla bir
yandan Rabbinin hükmünü ifa ederken, bir yandan da mesuliyeti altmdakileri
gözetmektedir.
Allah Resulü (sav), bilinen bir
sünnet oluşturmak için ailesinin bir yıllık geçimliğini biriktirmiştir. O, Ümmü
Eymen (ra) ve diğer hanımlarını yarın için bir şey biriktirmekten ise
menetmiştir. Aynı şekilde Bilal'e de (ra), makam ehlinin kendisine uyabilmesi
için mal biriktirmeyi yasaklamıştır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) vefat
ettiklerinde kendisi için dokunmuş iki kaftanı vardı. O, ümidini çok kısa
tutardı. Mesela bevlettikten sonra su buluncaya kadar teyemmümle idare ederdi.
Bu hususta kendisine, 'su çok da uzağınızda değilken niçin teyemmüm
alıyorsunuz?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştu: 'Kim bilir belki de ona ulaş
anlayabilirim'.
Allah Resulü (sav) o kısa sürede
vefat etme endişesiyle böyle yapmaktaydı. O'nun ümmetinden olup da tul-i emel
sahibi kimsenin bu fiili kurtuluş vesilesi sayılmıştır. Bu da, mal
biriktirmenin ariflerin müşahedelerine bağlı olarak genişleyip daralabildiğini
göstermektedir.
Şeriat ruhsat ve azimeti
içermektedir. Dini emirlerde a2İmet, güçlü ve tahammüllü kullara mahsustur.
Ruhsatlar ise zayıf ve gevşek kimseler içindir. el-Havvas, tevekkülün şartlarında
çok titizlenir ve mal biriktirmenin kişiyi tevekkül dairesinden çıkardığını
belirtirdi. Dört şeyi asla ihmal etmez ve şöyle derdi: 'Bunlarda birikim sahibi
olmak tevekkül sahibinin halini tamama erdirir. Çünkü bunlar dinin
gereklerindendir: Küçük su destisi, ip, iğne ve makas.' Sehl, mal biriktiren
kimsenin, ümidini kısa veya uzun tutması hususunda şöyle misal verirdi: Mal
biriktirmeyi bırakan kimse, 'Eyle' gideceğim' diyen kimseye benzer. Ona,
'yanına bir somun al' denir. Eğer, 'Abadan'a gideceğim' derse, 'iki somun al'
denir. Eğer 'Asker'e gideceğim' derse, o zaman da 'öyle ise dört somun al'
denir. Mal biriktiren kimse işte bu şekilde kısa veya uzun ümit sahibi
olmalıdır.
Tul-i emeli terk etme hususunda
duyduğum en ilginç haber, Musa (as) ile ilgilidir. O, Hızır (as) ile bir araya
geldiğinde açlığından yalanmıştı. Bunun üzerine Hızır (as), 'otur1 dedi.
Musa (as) da oturdu. Hızır (as) bir
şeyler söyledi. Az sonra bir ceylan geldi ve ikisinin arasında durdu. Ardından
ceylan, iki parçaya ayrıldı. Bir yarısı kızarmış olarak Hızır'ın (as) önüne
diğer yarısı da çiğ olarak Musa'nın (as) önüne indi. Hızır (as) O'na,
"kalk ve bir ateş yak da nasibini kızart' dedi. Kendisi kızarmış ceylan
etini yemeye koyuldu. Musa (as) da onun emrettiğini yaptı ve ardından, 'niçin
senin payın kızarmıştı?' diye sordu. O, şu cevabı verdi: Benim dünya ile ilgili
hiç bir emelim kalmamıştır. Bu bilgiler ışığında, mal biriktirmenin zahitlerin
faziletlerini zühdün hakikatma engel olduğu ölçüde eksilttiğini söyleyebiliriz.
Şehr b. Havşeb, Ebu Ümame'den şu
hadisi rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav), Ali ve Üsame'ye (ra) bir fakirin
cenazesini yıkamalarını emretmişti. O ikisi fakiri yıkadıktan sonra, Allah
Resulü de (sav) hırkasıyla onu kefenledi. Fakiri defnettikten sonra ashabına
şöyle buyurdu: "O, kıyamet günü yüzü ayın on dördü gibi parlayarak
diriltilecektir. Eğer bir kusuru olmasaydı yüzü güneş gibi parlayarak
diriltilecekti'.
Sahabe, 'Kusuru ne idi ey Allah
Resulü?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: 'Bu kimse, çok oruç tutan, namaz
kılan ve Allah'ı sürekli anan biriydi. Ama kış geldiğinde yazın elbisesini, yaz
geldiğinde de kışın elbisesini hazırlardı', Allah Resulü (sav) başka bir
hadisinde de şöyle buyurmuştur: 'Size en az verilen şey; yakini iman ve sabır azmidir.
Her kime bunlardan bolca verilmişse, kaçırdığı gece namazlarını ve gündüz
oruçlarını önemsemez'.
Ariflerden bir zatın şöyle dediğini
naklettiler: 'Rüyamda kıyameti kopmuş gibi gördüm. İnsanlar zümre zümre
cennetin farklı katlarına sevkediliyorlardı. İnsanların en iyi ve en yüksek
konumda olup, cennete en çabuk gidenlerine baktım ve kendi kendime,
"bunlar cennetliklerin en üstünleri, ben de bunlara katılayım' dedim.
Onların arasına girerek yollarını
paylaşmak istedim. Derhal onlara refakat eden melekler önüme çıktılar ve bana
mani olarak
şöyle dediler: Yerinde kal ve kendi
yoldaşlarını bekle, sen onlarla beraber gireceksin. Onlara, 'benim bu öncelik
sahipleriyle birlikte girmeme niçin engel oluyorsunuz?' diye sorduğumda şu
karşılığı verdiler: 'Bu yola ancak tek bir gömleği ve her şeyden sadece bir taneye
sahip olanlar girebilir. Senin ise iki gömleğin ve her eşyadan çift çift malin
var\ O an ağlayarak uyandım ve kendime, her şeyden sadece bir taneye sahip
olmaya söz verdim.
Huzeyfe el-Mar'aşi şöyle derdi: Kırk
yıldır sadece bir gömleğim oldu. Selef-i Salihten bir çoğu, yeni bir giysi veya
eşya aldıklarında öncekini elden çıkarır ve birçok eşyadan tekiyle
yetinirlerdi. Bütün bunlar zühdün hakikatine ermenin işaretleridir. Tevekkül
ehlinin fazileti de bunu gerektirir.
Meşhur bir hadiste de şu olay
nakledilir: Suffe ashabından bir zat vefat etmiş, müslümanlar kefen alacak
parasının olmadığını görmüşlerdi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'onun
elbisesine bakın' buyurdu. Elbisenin cebinde iki dinar çıktı. Bunun üzerine Allah
Resulü (sav) şaşkınlığını ifade etti. O, ardında varlık bırakarak vefat eden
müslümanlar için bu şaşkınlığı göstermezdi. Ancak ölen zat, zuhd haliyle
tanındığı ve zahiren yoksul göründüğü için bu iki dinarı biriktirmesi yüzünden
onu kusurlu bulmuştu. [20][20]
Bu konunun derinine inildiği zaman,
tedavinin de kulun tevekkülünü eksiltmediği görülmektedir. Allah Resulü (sav)
de tedaviyi emretmiş ve Allah Teala'nm bu husustaki hikmetini bizlere haber
vermiştir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Ölüm dışında her hastalığın bir ilacı vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen
de bilmez".[21][21]Yine
o, şöyle buyurmuştur: "Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun"[22][22]Kendisine
tedavi ve okuyup üflemenin kaderi değiştirip değiştiremeyeceği sorulduğunda şu
cevabı vermiştir: "O da Allah'ın kaderindendir".
Meşhur bir hadis-i şerifinde şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Meleklerden hangi toplulukla
karşılaştıysam, bana şunu söyleme-den geçmediler; ümmetine kan vermeyi
emret".[23][23]
Bir diğer hadiste ise kan vermeyi emrederek şöyle buyurmuştur: "On yedi
günde, on dokuz günde ve yirmi bir günde bir kan verin ki, kanınız artarak sizi
öldürmesin[24][24]
Kanın artması ve kirlenmesinde üstte kan verme için zikredilen günlerin
tayinini delülendirme sözkonusudur.
Ayın bu günleri ile kasdedilen,
kanatimizce Hicaz halkı için özel bir durumdur. Çünkü Hicaz sıcağın aşırı
olduğu bir bölgedir. Ömer (ra) de güneşte beklemiş suyun alaca hastalığına yol
açtığını söylemiştir. Ben de bunun özellikle Hicaz toprağında olduğunu duydum.
Selef-i Salih, her ay bir defa kan
aldırırlardı. Kırk yaşma kadar bunu ihmal etmezler ve ayın sonunda kan vermeyi
müstehap görürlerdi. Maktu' bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Kim ayın on yedisi sah günü kan aldırırsa bir yıllık
hastalığının ilacı olur". Ehl-i Beyt kanalıyla gelen bir hadiste ise
Allah Resulü'nün (sav) her gece sürme çektiği, her ay kan aldırdığı ve senede
bir kez ilaç içtiği rivayet edilmiştir.
Tedavide ruhsat ve genişlik
sözkonusudur. Tedavinin terkinde ise sıkıntı ve azimet mevcuttur. Allah Teala,
azimetlerine olduğu gibi ruhsatlarına sarılanları da sever. O, bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Allah sizin için dinde zorluk yaratmamıştır". (Hac/78)
Tedavi gören kimse şu iki sebepten
dolayı bu davranışıyla fazilet dahi kazanmış olabilir:
1. Sünnete uymaya niyetlenip Allah'ın
ruhsatına sarılarak ha-nif dinin getirdiği bir çözümü kabul etmek. Nitekim
Allah Resulü (sav) bir çok sahabiye tedavi olmayı, perhizi, dağlamayı ve ateş
düşürmeyi emretmiştir. Yine o, gözü ağrıyan Alî'ye (kv) 'şunu yeme' diye
emrederek yaş sebze yemesini yasaklamıştır. O, kaynatılmış ve pişirilmiş
yiyeceklerin bu rahatsızlığa daha iyi geleceğini bildirmiştir.
Bir çok hadisinde de akrep
zehirlenmesi ve benzerlerinden tedavi olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre
vahiy aldığı anlarda yaşadığı şiddetli baş ağrısını kesmek için başına kına
yaktırırdı. Bir rivayette ise, Vücudunda çıban çıktığında onun üzerine kına
koydurduğu belirtilmiştir'.[25][25]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav)
tevekkül ehlinin en büyüğü ve azimet sahiplerinin en güçlüsü olmasına rağmen
tedavi olmuştur. Bazıları, O'nun ümmeti için ve bunu sünnet haline getirmek
hedefiyle tedavi olduğunu söyleyebilir. Biz de buna karşılık O'nun sünnetinden
ayrılmadığımızı ve hedeflediği konuda zühd göstermeyeceğimizi söyleyebiliriz.
Böylelikle Allah Resulü'nün (sav)
yaptığı, boş bir fiil olmayacak ve O'nun sünnetinden de uzaklaşılmayacaktır.
Tevekkülün hakikatini yanlış anlayarak bu sünnetten uzaklaşmak şeriatı ihlal
etmektir. Allah Resulü (sav) kendi yolunu takip etmeleri için bunu halka
göstererek yapmıştır.
Yine O, çok sıcak bir dönemde
yolculuğa çıktığında oruçlu olmasına rağmen basma su dökerek serinlemiş ve
ağaç gölgelerinde oturmuştur. Bunu yaparken de oruç tutan kimse için suyla
serinlemeyi bir ruhsat olarak sünnet kılmıştır. Bir defasında O'na, oruç tutan
bir topluluğun zorlandıkları söylenmişti. Bunun üzerine bir bardak su isteyerek
onu içti. Halk da O'na uyarak oruçlarını açtılar. Bir defasında da, başka bir
topluluğun oruçlarını hiç açmadıkları söylenince, 'işte onlar isyandadırlar1
buyurmuştur.
2.Tedavi olan kimsenin, fazilet sahibi
görülmesinin bir diğer sebebi de şu olabilir: O, hastalığı kendisini amelden
alıkoyup ahiret işinden çok nefsiyle uğraşmaya sevkettiği için Allah Teala'nm
emirlerine daha hızlı koşup O'nun hizmet ve itatinde bulunabilmek maksadıyla
tedavi olmak istemiş olabilir.
Ulemadan bir zat, Musa (as) hakkında
şunu nakletmiştir: Musa (as) bir hastalığa yakalanmıştı. İsrailoğulları ona
gittiklerinde hastalığım teşhis ettiler ve 'eğer şöyle tedavi olursan
kurtulursun' dediler. O, 'Allah beni sağlığıma kavuşturuncaya kadar tedavi olmayacağım'
dedi. Hastalığı devam etti. İsrailoğulları, 'bu hastalığın ilacı belli ve
denenmiştir. Eğer onunla tedavi olursan iyileşirsin' dediler. Musa (as),
tedaviyi kabul etmedi. Hastalığı da aynen devam etti.
Allah Teala kendisine vahyederek
şöyle buyurdu: "izzetim hakkı için, onların sana tavsiye ettikleri ilaçla
tedavi olmadıkça seni iyileştirmeyeceğim". Bunun üzerine Musa, "beni
söylediğiniz ilaçla tedavi edin" dedi. Halkı da kendisini tedavi ederek
sıhhatine kavuş-
turdular. Bu olaydan dolayı içine
bir kuşku düşmüştü. Allah Tealj ona şöyle vahyetti: "Faydalı şeylere
sakladığım çarelere rağmen Bana tevekkülün yüzünden hikmetimi boşa çıkarmak
istedin".
Bir rivayette ise, peygamberlerden
birinin yakalandığı bir hastalığı Allah Teala'ya bildirdiği ve O'nun da bu
peygambere yumur-ta yemeyi emrettiği nakledilmiştir. Başka bir haberde ise
zafiyet ten yakınan bir peygambere Allah Teala'mn, 'sütle et ye, çünkü <
ikisinde kuvvet vardır1 buyurduğu rivayet edilmiştir. Rivayette lunan kişi, söz
konusu zafiyetle iktidarsılığın kasdedilmiş olabile ceğini söylemiştir.
Vehb b. Münebbih şunu nakletmiştir:
Tebasma iyi davranma-sıyla tanınan bir kral hastalığa yakalanmıştı. Allah Teala
Şa'ya peygambere şöyle vahyetti: Ona incir suyu içmesini söyle. Bunda onun
ilacı vardır.
Bundan daha ilginç bir haber ise
şudur: Bir topluluk, peygamberlerine çocuklarının çirkinliğinden serzenişte
bulunmuştu. Allah Teala peygamberine şunu vahyetti: Onlara, hamile kadınlarına
ayva yedirmelerini emret. Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir. Nitekim onlar
hamile kadınlarına ayva, lohusalara çiğ sebze yedirirlerdi. Allah en iyisini
bilir. Ancak bu meyveyi yemek için hamileliğim üçüncü ve dördüncü ayı
uygundur.
Bütün bunlar ışığında şunu söyleyebiliriz ki, tedaviye yanaşmal mak
imanı kuvvetli kimseler için daha faziletlidir. Çünkü bu dini azimetlerinden
olup, bariz sıddıklarm da izledikleri yoldur.
Dinde iki yol vardır:
Bunların biri titizlik ve azimet,
diğeri ise genişlik ve ruhsat ye ludur. İmam ve tevekkülü kuvvetli olan daha
zor yola girer. Bu yo' Allah Teala'ya daha yakın ve daha ulvi bir yoldur.
Mukarrebun ve O'nun rızasına herkesten önce giren kullar bu yolu izlerler.
iman ve tevekkül bakımından zayıf
olanlar ise daha rahat yoliı tercih ederler. İşin ortası olan bu yol, Allah
Teala'ya daha uzaktır. Bu yolun sahipleri de Ashab-ı Yemin'dir. Bunlar orta
yolu tutanlardır. Müminler arasında güçlü, zayıf, yumuşak, sert her türlü
insan mevcuttur.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Kuvvetli mümin, Allah Teala'ya zayıf müminden daha sevimli gelir". Allah
Resulü'nden (sav) konuy-
la ilgili şöyle bir hadis de rivayet
edilmiştir: "Müminler arasında öyle kimseler vardır ki, Allah yolunda
taştan daha katıdırlar. Onlar arasında öyleleri de vardır ki, yoğurttan daha
yumuşaktırlar".
O, kuvvetli müminleri vasfederken
şöyle buyurmuştur: "Mümin yaprakları dökülmeyen bir hurma ağacı
gibidir".[26][26]Allah
Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "O ağacın kökü sabit dalı ise göktedir".
(İbrahim/24)
Allah Resulü (sav) mümini
vasfederken şöyle buyurur: "Mümin rüzgarların sağa sola yatırdığı bir
başak gibidir".[27][27]
Yemek yediren müminin sıfatı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Mümin bir hurma
ağacı gibidir. Güzelce yer, güzelce sindirirsiniz".
Yemek isteyen bir mümini vasfederken
de şöyle buyurmuştur: "Mümin, kışlığı için yazdan toplamaya başlayan bir
karınca gibidir". Müminlerin sıfatları, zayıflık-kuvvet, korku-cesaret,
sabır-acelecilik noktalarında farklı farklıdır. Aralarında büyük mesafeler
bulunabilir. Örneğin kuvvet ve yükseklik bakımından'hurma ağacına benzetilen
müminin kalbi sabit, kaygısı ise gök yüzünde olup, kendisinden isteyenlere
ikramda bulunur. O, karınca gibi biriktirmeyi sevmez. Karıncaya benzetilen
mümin ise zayıflığından dolayı yiyecek biriktirerek stokçuluğa yönelir.
Allah Resulü (sav) bir topluluğu,
mala düşkünlük göstermeyip onu biriktirmedikleri ve Allah'a tevekkül ettikleri
için övmüş ve onların hesaba çekilmeksizin cennete gireceklerini haber
vermiştir. Görüldüğü gibi onların cennete girişini tevekküle bağlamış ve tedavi
olmayı tevekkülleri sebebiyle bıraktıklarını belirtmiştir.
Ukaşe (ra), Allah Resulü'nden (sav)
kendisinin de bu topluluğa dahil edilmesi için Rabbine dua etmesini istemişti.
Allah Resulü de (sav) onun tevekkülünü bildiği için dua etmiştir. Ukaşe'nin
tevekkül azığı bilinmekte ve Allah Resulü (sav) onun ehliyetine şahit bulunmaktaydı.
O, 'Allah'a beni de onlardan kılması için dua et' dediğinde bunu çekinmeden
yapmıştı.
Makamlar; uyulabilecek, misal
verilebilecek veya iddia edilebilecek hususlar değildir. Çünkü onlar, Allah ile
birlikte bulunmaktan doğan, kalbi vecdler ve gaybi müşahedelerdir. Allah
Resulü (sav) eğer onu bu yolda görmese ve azığına şahit olmasa, kendisini buna
layık görmeyerek haddim bilmesini ister ve zayıflığına hükmederek isteğini
güzellikle geri çevirirdi. Çünkü O, kerem sahibi ve Allah'ın sevgili kuluydu.
Nitekim başka birine, 'Ukaşe bu
hususta seni geçti' buyurmuştur. Onun bu tavrı, şahitlerden birinin zaafını
gören hikmetli bir kadının, 'bana bir şahit daha getir5 sözüne benzer. O bu
sözüyle, şahidin kusurunu açıklamamış olur. Ama onu yeterli gördüğünde de
kabul edip başka şahit istememesi gerekir.
Makamlar, daha önceden ona ulaşanlar
sebebiyle daralmadığı gibi Allah Resulü (sav) de cimri değildir. Nitekim Allah
Teala O'nun hakkında şöyle buyurmuştur: "O, gayb hakkında
suçlanamaz". (Tekvir/24) Ama O, kendisi için dua etmesini isteyen kimsede
o makam için gerekli kuvveti görmemiş, o:makamın ağırlığına dayanamayacağını
anlamış ve kendisini tehlikeye atmak istemediği için isteğini geri çevirmiştir.
Allah Resulü (sav) bir çok hadisinde
dağlayarak tedavi etmeyi yasaklamıştır. 'Kardeşini tedavi etmek isterken,
hastalığından dolayı ölümüne şahit olan bir adama ise şöyle demiştir: İyileşse
idi, o zaman da ben iyileştirdim derdin'. Çünkü o, bazı insanların nefislerinde
dolaşan, şifa ve faydanın ilaçtan geldiği yönündeki vesveseyi iyi bilmekteydi.
Bu tür bir vesvese şirk içerir. Nitekim tahkik ehlinden bazıları, bu vesveseye
kapılma endişesiyle tedavi olmayı mekruh görmüşlerdir.
Musa (as) ile ilgili olarak şu haber
anlatılır: "Ey Rabbim, hastalık ve şifa kimdendir?'Allah Teala,
'Ben'dendir5 buyurdu. Musa (as), Teki tabibler ne yapar?' diye sordu. Allah
Teala da 'Geçimlerini sağlar ve Benim şifam veya ölüm takdirim gelinceye kadar
kullarımın gönüllerini hoş tutarlar5 buyurdu.
ibni Hanbel şöyle derdi: Tevekküle
inanan ve bu yola giren kimse için ilaçlarla tedaviyi terk etmeyi daha uygun
görürüm. Imran b. Husayn hastalanmıştı. Dostları tedavi olmasını tavsiye
ettiler. O tedaviye yanaşmadı. Dönemin emiri olan Ziyad da tedavi olması için
ona baskı yaptı. Sonunda dağlanarak tedavi oldu.
Bu olaydan sonra şöyle konuşmaya
başladı: Bir nur görür, bir ses işitir ve meleklerin bana verdikleri selamı
duyardım. Dağlan-
diktan sonra bunların hepsinden
mahrum oldum. Onunla ilgili başka bir rivayette ise, meleklerin kendisini
ziyaret edip sohbet ettikleri, dağlandıktan sonra bunun sona erdiği
bildirilmiştir. O daima şöyle derdi: Dağlandık da ne oldu? Yemin olsun ki
Allah bizi iflah edip muvaffak kılmayacaktır. Neden sonra bu davranışından
tevbe etti ve Allah'a yöneldi. Allah Teala da tekrar meleklerle ünsi-yet
kurmasına izin verdi.
Bir defasında Mutarraf b. Abdullah'a
şöyle demişti: Allah Tea-la'nm bana özgü kıldığı ikram, onu yitirdiğimi haber
verdikten sonra bana iade edildi. Eğer yaptığım günah olmasaydı pişman olmaz
ve ondan dolayı tevbe etmezdim. Eğer bu tedavi bir eksiklik olmasaydı melekler
de benden uzaklaşmazlardı.
Ebu Bekir-i Sıddık (ra)
hastalanmıştı. Dostları, 'sana bir tabip getirelim' dediler. O şöyle dedi:
Tabib bana baktı ve 'Ben dilediğimi yapanım' buyurdu". Hastalandığı zaman
Ebu'd-Derda'ya (ra) 'Şikayetin ne?' diye sorulmuştu. O da, 'Günahlarım' dedi.
Teki neyi arzu ediyorsun?' diye sordular. O da, 'Rabbimin mağfiretini' dedi.
'Sana bir tabib çağıralım mı?' diye sordular. O, 'Beni hastalandıran da zaten
O Tabib'dir5.
Ebu Zer'e (ra) gözleri
rahatsızlandığı zaman, 'Ne olur, tedavi et-tirsen' denilmişti. O, 'Gözlerle
uğraşacak zamanım yok' dedi. 'Allah Teala'ya niyazda bulunsan, belki sana şifa
verir1 dediler. Bunun üzerine şu karşılığı verdi: O'ndan çok daha önemli şeyler
niyaz ediyorum.
Ebu Muhammed'e, 'Kulun tevekkülü ne
zaman sahih olur?' diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Bedenine bir hastalık ve
malına bir eksiklik duçar olup da kendi hali ile meşgul olarak bunlara iltifat
etmediği ve Allah Teala'mn himmetini beklediği zaman.
Rebi b. Haysem felç olmuştu.
Kendisine, 'Tedavi olsan iyi olurdu' dediler. O, şöyle dedi: Önce niyetlendim,
ama daha sonra Ad ve Se-mud kavimleri ile onların arasındaki birçok insanı
hatırladım. Onların da acılan ve tabibleri vardı. Ama tedavi edenler de,
tedavi edilenler de helak oldular. Okuyup üflemeleri hiçbirine fayda etmedi.
Abdülvahid b. Zeyd felç olmuş ve
ayakta duramaz hâli gelmişti. Allah Teala'dan, namaz vakitlerinde kendini
salıvermesini, ardından eski haline döndürmesini niyaz etti. Nitekim namaz
vakitleri geldiğinde bir deve gibi dinçleşiyor, namazdan sonra tekrar eski
felçli haline dönüyordu.
Sıddıklar ve Selef-i Salih arasında
tedavi olmayanlar, sayılmayacak kadar çoktur. Ancak bu, havassın havassı için
geçerli olan bir durumdur. Görmüyor musunuz ki Allah Resulü (sav) yetmiş bin kişiyi
zikrederek, bunların hesapsız olarak cennete gireceklerini haber verdiğinde,
bunların sıfatlarını beyan ederken tedavi olmadıklarını da belirtmiştir. Bunun
üzerine Ukaşe b. Muhsan el-Esedi (ra) ayağa kalkarak, kendisini de bu topluluğa
katması için Allah Teala'ya dua etmesini istemiş, O da Ukaşe (ra) için dua
etmişti.
Ardından başka biri daha kalkarak,
kendisi için de dua etmesini istediğinde, 'Ukaşe seni geçti' buyurarak onun
için dua etmemiştir. O'nun bu şahıs için dua etmemesi, o makamı kıskanmasından
dolayı olmayıp sözkonusu yolun havassa ve tevekkül bakımından güçlü kimselere
mahsus olmasıydı. Bu yola, tevekkülü zayıf avamın girebilmesi mümkün değildi.
Öte yandan avamın yolu, havassın çok da önem vermedikleri bir yoldu.
Bu konuda duyduğum haberlerin belki
de en ilginci şudur:
Ariflerden bir zat dedi ki: Kalbimin
en arı duru olduğu zaman, ateşimin aşırı yükseldiği zamandır.
Ariflerin vecdleri babında şöyle bir
hadise anlatılmıştır: Musa -s (as) ve
Hızır (as), çöllük bir yerde buluşmuşlardı. Musa (as), Hızır'a \ (as) acıktığını söyledi. Bunun üzerine
Hızır (as), 'otur1 dedi. Musa / (as)
da oturdu. Hızır (as), bir şeyler söyleyerek dua etti. Az sonra bir ceylan
geldi ve ikisinin arasında durdu. Ardından ceylan, iki parçaya ayrıldı. Bir
yansı kızarmış olarak Hızır'ın (as) önüne, diğer yarısı da çiğ olarak Musa'nın
(as) önüne devrildi.
Hızır (as), Musa'ya (as), 'Kendi
tasalarım çektiğin gibi, şunun j
tasasım da çek ve bir ateş yakarak payına düşeni kızart' dedi. Mu-i sa (as),
odun toplayıp ateş yaktı ve eti pişirip yedikten sonra, 'Cey- 1 lanın öbür yarısı, nasıl oldu da
kızarmış olarak önüne devrildi?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: 'Benim için
dünyada hiçbir emel kal- inadı'. Başka
bir rivayette ise, 'Artık halka hiçbir ihtiyacım kalma- / di' dediği nakledilmiştir.
Sehl de bu konuda şöyle bir görüş
beyan etmiştir: 'Kulu ibadetleri ifa etmekten alıkoysa ve farzları edada
kusura yol açsa bile tedaviyi terketmek, ibadetleri yapabilmek için tedavi
olmaktan daha üstündür'. Nitekim o, hastalığına rağmen tedavi olmamakta, ancak
diğer insanların aynı hastalığını tedavi etmekteydi. Oturarak namaz kıldığını
ve bazı salih amelleri yapamadığım gördüğü bir kulun, ayakta namaz kılmak ve o
amelleri yapabilmek için tedavi olduğunu gördüğünde buna hayret eder ve şöyle
derdi:
Bu kimsenin, haline rıza gösterip
oturarak namaz kılması, güçlenip ayakta namaz kılabilmek için tedavi
olmasından daha faziletlidir. Bir keresinde, tedavi maksadıyla ilaç içmenin
hükmü sorulmuştu. O, şu cevabı verdi: 'Kişinin midesine ilaç namına giren
her-şey, zaaf ehli için Allah Teala tarafından tanınmış bir ruhsattır. Midesine
bu tür bir şey girmeyen kimse ise elbette daha faziletlidir. Sırf soğuk bir su
dahi olsa, ilaç niyetiyle alman her şey için, onu neden aldığı sorulacaktır.
Almayan kimse ise, bu tür bir soruya muhatap olmayacaktır.
Sehl (ra) bu meselede şöyle derdi:
İlaç niyetiyle soğuk su içen kimse, bundan mesul olacaktır. Bu görüşünün
dayandığı kural ise şuydu: Ona göre, kulun yapabildiği amellerin en
faziletlisi; kuvvetini azaltarak nefsinin hareketliliğini Allah için
durdurmaktır. Ona göre, tevekkül, rıza ve sabır gibi kalbi amellerin zerresi
dahi, uzuvlarla yapılan cismi amellerin dağlar kadar olanından daha faziletlidir.
Bu görüş, aynı zamanda bedenin uzun
süre açlık ve perhiz yoluyla güçsüz kılınması sonucu nefsin de zayıflatılın
asını esas alan Basra ekolünün görüşünü yansıtmaktadır. Onlara göre nefsin kuvvetlenmesi,
nefsani arzu ve sıfatların da galebe çalmasını gerektiren bir durumdu. Bu ise,
günahların artması, nevanın güçlenmesi, dünya hırsının çoğalması ve uzun yaşama
arzusunun güçlenmesi sonucunu doğurmaktaydı.
Onlara göre Allah Teala insan
bedenine hiç umulmayan yerlerden bir hastalık musallat ettiğinde, kulun bu
hastalıkları gidermek için tedavi olmaması gerekirdi. Çünkü hastalık, bedenin
tadabileceği en büyük zayıflık ve şehveti en çok törpüleyen bir musibettir. O,
şöyle derdi: Bedensel hastalıklar rahmet, kalbi hastalıklar ise cezadır. Başka
bir defasında ise, şöyle demişti: Bedensel hastalıklar sıddıklar içindir.
İbni Mesud (ra) bu konuda şöyle
demiştir: Müminin, kalben en sıhhatli, bedenen en hastalıklı insan olduğunu
görürsünüz. Münafığın ise, bedenen en sağlıklı, kalben ise en hastalıklı kimse
olduğunu görürsünüz.
Allah Resulü'nün (sav) ise bu
hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Diri eşekler gibi,
hastalıksız ve dertsiz olmak istersiniz". Denildi ki: Mümin, bedeninde
bir hastalıktan veya malında bir eksilmeden uzak kalamaz. Başka bir haberde ise
şöyle denilmiştir: Mümin, galip gelmekten veya zillete düşmekten uzak kalamaz.
Tedavi olmayı kabul etmeyen kullar
için birçok güzel amel söz-konusudur. Bunlara örnek olarak; Allah Teala'nm
imtihanına karşı sabırlı olmak, O'nun kazasına rıza göstermek ve O'nun hükmüne
teslim olmak gibi amelleri zikredebiliriz.
Hastalık, yakini iman sahibi her
mümin için sevinçle karşılanan bir durumdur. O, bu halde gizli olan hikmeti ve
esas önemli olanın mutlu son olduğunu bilir. Çünkü o, hikmet ehlidir. Kul,
Rab-bi'nin kendisini çok daha iyi bildiğini, tercih ve gözetiminde O'ndan daha
iyisinin mevcut olmadığını yakinen bilir.
Mümin bir kul, Rabbi'nin kendisini
hastalık kaydıyla bağlayarak günahlardan uzak tutmak istediğinin farkındadır.
Nitekim bu meyanda Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Fakirlik
Benim zindanım, hastalık ise Benim ipimdir. Kullarım arasında sevdiklerimi,
onunla bağlarım".
Tedavi olan bir kul, iyileştiği
zaman, nefsinin güç kazanarak kendisini ifsad etmesinden emin olamaz. Çünkü
günahlar, çoğunlukla sağlık halinde işlenirler. Bir yıl hasta kalmak, tek bir
günah işlemekten daha hayırlıdır.
Halktan biri, ariflerden bir zat ile
karşılaşmıştı. Arif ona şöyle dedi: Seni görmediğim zamandan beri nasılsın?
Adam, 'Sıhhat ve afiyetteyim' dedi. Bunun üzerine arif, 'Eğer bu sürede Allah
Te-ala'ya karşı bir günah işlemediysen afiyettesin demektir. Eğer bir günah
işlediysen, hangi hastalık günahtan daha ağır olabilir? Günah işleyen asla
afiyette olamaz dedi.
Ali (kv), Irak'ta bayram yapan
Nabatilefiri süslerini görünce, 'Nedir bu giyinip kuşandıkları?' diye sormuştu.
Bunun üzerine yanındakiler, 'Ey müminlerin emiri, bu onların bayram günüdür
dediler. Halife şu karşılığı verdi: Bize göre, Allah Teala'ya masiyette
bulunulmayan her gün bayramdır.
Sözlerin en sadığını indiren Allah
Teala şöyle buyurmuştur: "Sizlere istediğinizi gösterdikten sonra isyan
ettiniz (Al-i İm-ran/152) Ayetteki 'istediğiniz' kelimesi ile, sağlık ve
zenginliğin mu-rad edildiği söylenmiştir.
Müfessirlerden bir zat da şöyle
demiştir: Firavun'u, 'Ben sizin en büyük rabbinizim' demeye sevkeden, sağlıkla
geçirdiği uzun ömürdür. O, dört yüz yıl boyunca baş ağrısı bile çekmemiş, asla
ateş nöbetine tutularak terlememiş olduğu için rubûbiyet iddiasında bulunmuştu.
Eğer her gün, yarım baş ağrısı ve sıtmayla boğuşsaydı, bu hali onun rablik
iddiasında bulunmasına izin vermeyecekti.
Şunu bilin ki insan oğlu, servetiyle
olduğu gibi, sıhhat ve afiyeti sebebiyle de eksilebilir. Çünkü o, servetle
olduğu gibi, sıhhatiyle de kendisim müstağni görebilir. Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Hayır! İnsan azar; Kendini müstağni gördüğü
için". (Alak/6-7) Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "İki nimet vardır ki
insanların bir çoğu bunlarda aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman" [28][28]
Sağlık ve afiyet hallerinde günahtan
korunmak, zenginlik halinde günahtan korunmak gibi çok büyük bir nimettir.
Allah Teala'nın, "Dünya hayatınızda bütün güzel işlerinizi zayi
ettiniz" (Ahkaf/20) buyruğunun tefsiriyle ilgili görüşlerden biri de bu
yöndedir. Bu me-yanda hastalıkların, günahlar için kefaret olduğu da
söylenmiştir.
Kul, hastalıkları hoş görmediği
zaman, günahları da boynunda asılı olarak durmaya devam edecektir. Bir hadiste
Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, sıtma ve
baş ağrısıyla yeryüzünde yürüdükçe, üzerinde bir günah kalmaz". Başka bir
hadiste ise, Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Sıtma nobetiyle geçen tek bir gün, bir yıla kefaret olur".
Bu konuda duyduğum en güzel söz
şudur: Bir günlük sıtma nöbeti, insanı bir yıllık gücünden eder". Denildi
ki: İnsan bedeninde üçyüz altmış mafsal vardır. Bir günlük sıtma, bu
mafsalların tamamına nüfuz eder ve bu şekilde her bir mafsal, onun bir günlük
kefareti olur.
Allah Resulü (sav) sıtma nöbetinin
günahlara kefaret olduğunu bildirdiği için, Zeyd b. Sabit (ra) sıtma ateşini
devam ettirmesi dileğiyle Rabbine niyazda bulunmuştu. Nitekim nöbetleri devam
etti ve sonunda Hakk'm rahmetine kavuştu. Ensar'dan bir topluluk da, bu
şekilde niyaz etmişlerdir.
Allah Resulü (sav), "Allah
Teala, her kimin iki değerli şeyini alırsa, onun için cennetten daha aşağı bir
sevaba razı olmaz"26 buyurduğunda Ensar'dan bir topluluğun kör olmayı
niyaz ettikleri görülmüştü. Medine civarında sıtma hastalığı çıkınca, bu
topluluk O'ndan izin istemişlerdi. Bunun üzerine O da, kendilerine Küba'ya
gitmelerini emretmişti.
Allah Teala'nın "Orada,
temizlenmek isteyen erkekler vardır" (Tevbe/108) buyruğunun iki
tefsirinden biri de bu doğrultuda yapılmış ve, bazı insanların hastalıklarla
günahtan arınmak istediklerinin murad edilmiş olduğu söylenmiştir.
İsa'nın da (as) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: 'Bedeni ve malına musibetler musallat olduğunda, bunun günahlarına
kefaret olmasını ümid ederek sevinmeyen kimse, gerçek alim olamaz'.
Sıddıklar, bedensel hastalıklarına
önem vermezken, münafıklar da kalbi hastalıklarına önem vermezler. Sıddıklar
bakımından bunun nedeni, bedensel hastalıkların, nefisleri zayıflatarak
günahtan alıkoymasıdır. Münafıklar açısından ise, kalbi hastalıkların sadece
uhrevi amelleri yapmaktan ve yakini imandan alıkoymasıdır.
Allah Teala'nm "Ve size açık ve
gizli nimetlerini bol bol verdi" (Lokman/20) buyruğunun tefsirinde şöyle
denilmiştir: Zahiri/açık nimet; sağlık ve afiyet, batini/gizli nimet ise;
hastalık ve belalardır. Çünkü bunlar, uhrevi nimetlerdir.
Geçmiş peygamberlere ait haberlerin
birinde, Musa'nın (as), başında büyük musibetler bulunan bir adama bakarak
şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: 'Ey Rabbim, bu kuluna merhamet et'. Bunun
üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetmiştir: 'Ona olan mevcut rahmetimden başka
daha nasıl merhamet edeyim?'.
Sözlerin en doğrusuna sahip olan Hak
Teala, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz onlara merhamet edip
başlarındaki sıkıntıyı giderseydik, yine azgınlıklarında bocalamaya devam
ederlerdi".
26. Benzer bir hadis için b. îbni
Hanbel, ÎII/283.
(Mü'minun/75) Görüldüğü gibi Allah
Teala, sözkonusu kullarına merhamet etmeyişinde de, onlar için bir lütuf ve
rahmet bulunduğunu bildirmektedir.
Abdülvahid'den şu olay
nakledilmiştir: O, arkadaşlarıyla birlikte Basra civarında bir yere gitmişti.
Yolda, bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Mağarada, vücudu parçalanmış
bir cüzzamlı vardı. Her tarafından cerahat akıyor, irinler sızıyordu. Ona, 'Be
adam, Basra'ya gitsen de şu hastalığını tedavi ettirsen' dediler. Bunun
üzerine adam, başını semaya doğru kaldırarak şöyle dedi: 'Ey Rabbim, hangi
günahımdan' dolayı bunları bana musallat ettin? Beni, Sana karşı tahrik ediyor
ve Senin takdirini beğenmiyorlar. Ey Rabbim, günahımdan dolayı Sen'den mağfiret
niyaz ediyorum. Beni dilediğin gibi kınayabilirsin, o günahı bir daha
işlemeyeceğim'. Abdülvahid dedi ki: Bunun üzerine, adamı kendi halinde bırakarak
oradan ayrıldık.
Allah Resulü (sav) de bir
hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Biz, peygamberler topluluğu, insanların
en fazla sulananlarıyız. Daha sonra bize en çok benzeyenler, ardından onlara en
çok benzeyenler gelir"[29][29]Kul,
imanı mikdannca sınanır. Eğer imanı çok kuvvetli ise, çok ağır belalarla
imtihan edilir. İmanı zayıf olan ise, daha hafif belalarla sınanır. Bu durum,
altını ateşle denemeye benzer. Kimi altın, ateşten som altın olarak çıkarken,
kimisi de- siyah renkte karışık olarak çıkar. '
Bu konuda Ehl-i Beyt kanalından şu
hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala, bir kulunu sevdiği zaman onu
musibetlerle imtihan eder. Eğer sabrederse onu ictiba yoluyla seçer. Eğer rıza
ve memnuniyet gösterirse, o zaman da istifa yoluyla seçer".
Bu meyanda zikredilmesi gereken
haberlerden biri de şudur: 'Melek, mümin kulun sağlığında işlediği salih
amellerin bir o kadarını daha amel defterine yazar. Salih amellerine karşılık
verilen sevapların bir o kadarının daha verilmesini sağlar. Çünkü kulun
amellerine fesat bulaşabilir. Ayrıca Allah Teala'nın o kulun acılarla amelde
bulunmasını murad etmiş olması, onun için kendiliğinden yaptığı salih
amellerden daha hayırlıdır1.
Bu haber, şu hadisten çıkarılan iki
anlamdan birini ifade etmektedir: "Amellerin en faziletlisi, nefislerin
zorlanarak yaptığı amellerdir". Denildi ki: Nefislerin amellere zorlanması
insan için daha hayırlı olduğu halde, nefisler mala ve sağlığa gelen musibetlere
karşı daima hoşnutsuzluk içinde olurlar.
Bunu, Allah Teala'nın şu buyruğunda
da görmekteyiz: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey, sizler için daha
hayırlı olabilir. İstediğiniz bir şey de sizler için daha kötü olabilir".
(Bakara/216)
Kul, fakirlik, geçim sıkıntısı,
maddi zarar ve hastalıkları hoşlanmayabilir. Halbuki bunlar, kendisi için
ahiret bakımından daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir. İnsan,
zenginliği, sağlığı ve şöhreti sevdiği halde, bunlar Allah katında kendisi için
büyük bir şer, son bakımından da daha kötüdür.
Kudsi bir hadiste Allah Teala'nın
meleklere şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulum için,
yaptıklarının salih olanlarını yazın. O, Benim avlumdadır. Eğer onu
salıverirsem, etini daha iyi bir etle, kanını daha iyi bir kanla değiştiririm.
Eğer vefat ettirirsem de, rahmetimle vefat ettiririm". Allah Teala'nın
kulun sıfatlarınıde-ğiştirmesi, O'nun kulu için daha güzelini tercih etmesi
bakımından elbette kul için dünyadan da, ahiretten de , şöhretten de daha hayırlıdır.
Tevekküle devam edip etmemekte asıl
olan şudur: Allah Te-ala'ya tevekkül eden kul, bir hastalık geldiği zaman,
hasta olan kimsenin iyileşme vakti geldiğinde Allah Teala'nın izniyle kaçınılmaz
olarak sıhhatine kavuşacağını bilir. Ama Allah Teala, o hastanın tedavi olması
halinde on günde, olmaması durumunda ise yirmi günde iyileşeceğini takdir
etmiş olabilir.
Tedavi, O'nun mubah kıldığı bir
ruhsat olduğu için hastalanan kimse bir an önce iyileşme arzusuyla tedaviye
yönelebilir. Kuşkusuz bu, iyileşmesini daha hızlandıracak ve süreyi daha
kısaltacaktır. Ama hastalığın şifa bulması ve tedavinin fayda etmesini, yalnız
Allah Teala'nın mümkün kıldığına inanmalıdır. Çünkü şifaymeren de, hastayı
kurtaran da yalnız O'dur.
Şifa ve fayda, Allah Teala'nın kulu
için takdir ettiği hususlardır, ilaçlara koyduğu faydalar, hikmetinin
inceliklerinden olup bunu yalnız O bilir. İlaçlar da, diğer yaratılmışlar gibi,
O'nun eserleridir.
Onları, iyileşme sebepleri kılan,
yalnız O'dur. Bunların yaratılışı ve tedavi edici özellikleri, tabiplerin işi
değildir. Tabipler, sadece bunları hazırlayarak hasta ile Yaratanı arasında
vasıta olabilirler. İlacı yarattığı gibi, tabibi yaratan da yine O'dur. Tabip,
sadece bir aracıdır. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Ve
Allah sizleri de, yaptığınız işleri de yarattı". (Saffat/96)
Ariflere göre insanı doyuran ekmek,
susuzluğunu gideren su, zengin kılan mal ve fakirleştiren yokluk değildir.
Doyuran ve susuzluğu gideren, Allah Teala olduğu gibi, yemek veren ve su veren
de yine O'dur. Aynı şekilde, dilediği yolla kullarını fakirleştirip zengin
eden de O'dur. Yenen ve içilen şeylerin, doyurucu ve susuzluk giderici olmasını
sağlayan da yalnız O'dur. Hikmet ve rahmeti gereği, insanları fakir veya
zengin kılan da yine O'dur.
Kişiye açlık ve susuzluk hissettiren
O olduğu gibi, açlık ve susuzluğun üstüne yiyecek ve içeceği göndederek
bunları bastıran da O'dur. Geceyi getirdiğinde gündüzü nasıl kaldırıyor,
gündüzü getirdiğinde geceye nasıl son veriyorsa, aynı şekilde açlık ve
susuzluğu da giderir. Hangisini veriyorsa, onu baskın kılarak, diğerinin uzaklaşmasını
sağlar. Tevhid ehli nezdinde, gece ile gündüz gibi, yiyecek, içecek, hastalık
ve ilaçların tümü için aynı kural geçerlidir. Allah Teala, bir şeyin zıddını
varederek onu hükmünü kaldırır. Bütün bunlar, Allah Teala'nın izniyle olan
işlerdendir. Avamın bu konularda düştükleri şirk, karanlık gecede karıncanın
yürüyüşünden daha gizlidir. Yakın ehli olup tevhidi sahih olan müminler ise, bu
gibi töhmetlerden uzaktırlar.
Allah Teala'nın "O ki herşeye
yaratılışını vermiş, sonra da yol göstermiştir" (Taha/50) buyruğunun iki
anlamından biri de bunu teyid eder mahiyettedir. Şöyle ki: Her renk ve
cinsiyette olana yaratılış ve tabiatını vermiş, gereken sureti kazandırarak
yarar ve zararını takdir etmiştir. Hastalanan kimse, tedavi yoluyla iyileşmesini
hızlandırmak isteyip de şifa bulduğunda, iyileşme yönündeki sürat sıfatı
gereği O'nun kaza ve takdiri sonucu iyileşmiş olur.
Kul, tedavi ve süratle iyileşme
çabasında, Rabbi'ne itaat ve O'na daha iyi hizmet etmeyi niyet edinmişse, bu
çabasından dolayı sevaba nail olarak tevekkülü hiçbir kusura uğramaksızm
fazilet sahibi kılınır. Eğer bu çabası ile, nefsine ve dünyevi nimetlerden
daha iyi yararlanmaya niyet etmişse,
bununla dünya kapılarından birine yönelerek, mubah kılınmış bir gaye
doğrultusunda hareket etmiş olur. Bu da kendisini tevekkül sınırından ve
zühdündeki eksilme oranında tevekkül hakikatinden çıkarır.
Bir an önce iyileşme isteği,
nefsinin güçlenerek heva ve arzularını daha çok tatmin edebilme ve Allah
Teala'ya daha çok karşı çıkma gayesini güdüyorsa, niyetinin kötülüğünden
dolayı cezalandırılır. Çünkü o, kötülük yönünde kararlılığa sahip olduğu için
mubah dairesini aşarak haram dairesine girmiştir. Sonuç itibarıyla bu tür bir
tedavi, onu tevekkül hududundan çıkardığı gibi, kınanmış dünya kapılarından
birine dahil etmiş olacaktır.
Kişinin kısa sürede iyileşmek için
tedaviye yönelmesindeki niyet, iş ve kazanç kapısıyla ilgili ise, o zaman
durumuna bakılır: Şayet, ancak yetecek kadar veya çok kısıtlı bir geçimliğe
sahip olduğu için ihtiyacından dolayı tedaviye yönelmişse, birinci tabakadaki
müminlere katılır. Böylelikle ahiret kapılarından bir kapıya yönelmiş olduğu
için tedaviden ötürü sevap kazanır. Tedavi, onu tevekkül dairesinden çıkarmaz.
Tedavi olma sebebi, daha fazla
kazanarak başkalarına karşı övünme ise, nasıl kazandığını ve nereye harcadığını
önemsemezse üçüncü tabakakada bulunanlara dahil edilir. Bu tabakada bulunanlar,
Allah Teala'ya isyan eden günahkarlardır. Böyle biri de, Allah Teala'nın rahmetinden
uzak tutulan ehli dünyadan sayılır. İnsanların tedavi olma niyetleri arasında
övülen ve yerilenler bunlar-' dan ibarettir.
Tevekkül sahibi kul, kendisini
tamamen Vekil'e teslim edip, O'nun hükmü altında sükunet bulup O'nun irade ve
fiiline rıza göstererek tedavi olmayabilir. Çünkü o, hastalığının belli bir
vakti olduğunu ve bu vakit dolduğu zaman Allah Teala'nın izniyle iyileşeceğini,
ancak bunun yirmi günde olacağını yakinen bilir. Bu bilgisi sebebiyle de
sabreder, rıza gösterir ve O'nun kazasına rıza, belasına sabır ve iradesine
hüsnü zan besleyerek on gün daha acıya tahammül eder. Kazasından dolayı
Rabbi'ni töhmet altına atmaz.
Bu da, Allah Teala'nın takdirine
gösterilen hüsnü zannm şekillerinden biridir. Zaten kulun, Rabbini bir fazilet
ve lütfü sebebiyle töhmet altında tutması abestir. Nitekim, Allah Resulü'nden
(sav)
nakledilen bir hadis bunu
göstermektedir: "Adamın biri, 'Ey Allah Resulü, bana öğütte bulun1
demişti. Allah Resulü (sav) de, 'Allah Teala'nın senin için takdir ettiği bir
şeyde O'nu töhmet altına sokma' buyurmuştu". Bu anlamda rivayet edilen
kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kim, belama sabretmez, kazama rıza göstermez ve nimetime
şükretmezse, Ben'den başka bir Rab edinsin".
Yukarıdaki anlattığımız tevekkül
sahibinin sözkonusu davranışı, dünya hakkında gösterilen zühdün kapılarından
biridir. Bu zühd, dünya nimetlerine gösterilen arzuyla ters orantılıdır. Çünkü
beden, dünyevi mülkün bir parçası olup bedendeki zayıflama, dünya
düşkünlüğünün zayıflamasını doğurur. Kalp ise melekûti olduğu için, onun
güçlenmesi, ahiret bakımından da güçlenmeyi beraberinde getirir.
Onun bu davranışı aynı zamanda
sabrın kapılarından da biri olup eksilen ve zayıflayana karşı sabrettiği ölçüde
açılır. Allah Te-ala bu manada şöyle buyurmuştur: "Sizi canlardan ve
mallardan eksilterek sınayacağız". (Bakara/155) Canlardan eksiltme,
hastalık ve illetler verme yoluyla olur. Bu noktada sabredenler,
müjdelen-miştir. Mallarda eksiltme ise, onların azaltılması veya tamamen
alınmasıyla olur. Mallarla birlikte anıldığı için canları da zühd konusu
yaptık. Her halükârda, hastalıklardan süratle kurtulma durumunda, günahlara
düşmeme konusunda insana güvence verilmemektedir.
Hastalığın vakti kendiliğinden
dolduğu zaman, kişi hiçbir ilaca başvurmaksızın Allah Teala'nın izniyle şifa
bulur. Hastalıklar, tev-benin tazelenmesi, geçmişte işlenmiş günahlara üzülme,
istiğfarı arttırma, zikri çoğaltma, emeli kısa tutma ve ölümü daha sık anma
bakımından bulunmaz fırsatlardır. Bir hadiste de, 'Ölümü sıkça anın, onu anan
kimse dünyevi lezzetleri kına[30][30]
buyrulmuştur.
Ölümü, hastalıklar kadar daha iyi
hatırlatacak başka bir şey bulunabilir mi? Denildi ki: 'Sıtma, ölüm elçisidir1.
Bir ayet-i kerimede de Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Görmüyorlar mı,
her yıl bir iki defa sınanıyorlar?" (Tevbe/126) Yani hastalıklarla imtihan
ediliyorlar.
Denir ki: Kul, iki defa hastalanıp
yine tevbe etmediğinde, Ölüm meleği ona şöyle der: Ey gafil, elçilerim ardarda
gelmesine rağmen yine de tevbe etmiyorsun!
İlk müslümanlar, bir yıl geçip de
mal veya canları bakımından bir eksikliğe uğratılmadıkları zaman, bunun
özlemini hissederlerdi. Denir ki: 'Mümin, kırk gün zarfında bir musibet veya
endişeden uzak kalmaz'. Selef, bu sürenin başlarına hiçbir musibet gelmeden
geçmesini istemezlerdi.
Rivayete göre Ammar (ra), hiç
hastalanmamış bir kadınla evlenmişti. Zaman içinde onun durumundan rahatsızlık
duyarak hanımını boşamıştı. Başka bir hadiste de, sıfatları kendisine anlatılan
bir hanımla Allah Resulü'nün (sav) nikahlanmaya niyet ettiği, ancak kadının hiç
hastalanmadığı söylenince, onunla evlenmekten vazgeçtiği ve şöyle buyurduğu
bildirilmişti: "Benim öyle birine ihtiyacım yok".[31][31]
Bir defasında Allah Resulü, ağrı ve
sancılardan sözetmişti. Adamın biri, 'Ağrı da neymiş? Ben bilmiyorum' dedi.
Bunun üzerine ona, 'Benden uzak dur1 buyurdu. Sonra da şunu ifade etti: 'Cehennemliklerden
birini görmek isteyen, o adama baksın'[32][32]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü
(sav) şöyle buyurmuştur: "Sıtma, mümine cehenneme ateşinden düşen
paydır". Enes (ra) ve Aişe (ra), Allah Resulü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü,
kıyamet günü, şehitlerin yanında başkaları bulunur mu?' diye sormuşlardı. Allah
Resulü (sav) de şu cevabı vermişti: 'Evet, günde yirmi kez ölümü hatırlayanlar1.
Bu hadisin başka bir naklinde ise, şu lafız kullanılmaktadır: 'Günahlarını
sürekli anan ve günahları kendisini üzen kimse'.
Tevekkül eden kimse, tedaviye
yönelmez ve şifa bulursa, bu da yavaşlık sıfatı üzere Allah Teala'nın kaza ve
kaderiyle gelen bir sonuç olur. Sahabenin bu hususta farklı görüşleri
olmuştur. Ömer (ra) Şam seferine çıktığı zaman, Cabiye mıntıkasına
vardıklarında, Şam'da salgın veba ve çok sayıda ölüm olduğu haber alınmıştı. Bunun
üzerine Halife'nin beraberindekiler durakladılar ve iki gruba ayrıldılar. Bir
grup, 'vebanın üzerine giderek, kendi ellerimizle tehİlkeye atılamayız, kendi
kendimizin Ölümüne sebebiyet vermiş oluruz' diyerek gitmekten vazgeçtiler.
Diğer grup ise, 'Aksine Allah Te-ala'ya tevekkül edip O'nun kaderinden kaçmayarak
oraya gidebiliriz. Ölümden kaçanlayız. Yoksa Allah Teala'nm şu buyruğunda haber
verdikleri gibi oluruz: "Binlerce oldukları halde, ölüm korkusuyla
yurtlarından çıkanları görmedin mi?" (Bakara/243)' dediler.
Her iki grup da bu konuşmalardan
sonra Halife'ye yöneldiler ve onun görüşünü sordular. Ömer (ra), vebalı şehre
girmeyerek geri dönmek isteyenlerin yanında yeraldı. Bunun üzerine diğerleri
şöyle dediler; 'Allah Teala'nm kaderinden mi kaçıyoruz?' O da, 'Evet, Allah
Teala'nm kaderine kaçıyoruz' cevabım verdi. Sonra da onlara şu unutulmaz
örneği verdi: 'Ne dersiniz? Sizden birinin davar sürüsü olsaydı ve onun biri
verimli, diğeri kurak iki yeri bulunsaydı. Verimli olanda otlattığı zaman,
Allah Teala'nm kaderiyle, kurak yerde otlattığı zaman da yine Allah Teala'nm
kaderiyle otlatmış olmaz mıydı?'
Bunun üzerine itiraz edenler sustu.
Ömer (ra) Abdurrahman b. Avfı (ra) çağırarak onun fikrini de almak istedi. Ama
onun bir önceki mola yerinde kaldığı için, orada olmadığı söylendi. Bunun
üzerine sabahı beklediler. Sabahleyin Ömer (ra) ona görüşünü sordu. Abdurrahman
(ra) şöyle dedi: 'Ey müminlerin emiri, bu hususta Allah Resulü'nden (sav)
duyduğum bir bilgi var\ Ömer (ra) memnun olarak, 'Allahü ekber!' dedi.
Abdurrahman (ra) şu hadisi nakletti: 'Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde
oraya gitmeyin. Sizin bulunduğunuz yerde veba olduğunda ise, yerinizden
ayrılmayın'[33][33]Ömer
(ra) buna çok sevindi ve görüşüne katılarak, Cabiye'den geri döndü. [34][34]
Tedaviye yönelme veya ona yanaşmama
asıl itibarıyla mubah olan hallerdir. Ancak bunlardan biri, imam kuvvetli ve
sabırlı olanların yoludur ki bu, tedaviye yan aşmamaktır. Bunu, kazanç için
çalışmaya benzetmek mümkündür. Bedenin zaaf kapması anlamına gelen açlık
durumunda kazanç için çalışmak, kulun ekmek parası için tedavi olmasına benzer
ve caizdir. Ayrıca kulun tevekkülüne de zarar vermez. Çünkü bu mubahtır ve kul
ekmek parasını kazanmakla emrolunmuştur.
Eğer kişi, kazancı Allah Teala'ya daha
çok ve daha güçlü bir şekilde ibadet edebilmek, iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşarak, Allah yolunda mücadele edebilmek için tercih ediyorsa, bu
niyetiyle de fazilet sahibi olur. Eğer çalışmayla nefsin isteklerini karşılamak,
arzularını tatmin etmek gibi amaçlar güdüyorsa bu onun tevekkülünü eksiltir ve
onu tevekkülün hakikatinden uzaklaştırır. Girdiği yol, dünya yollarından biri
olur. ancak bu da asıl olarak mubah bir tercihdir.
Çalışmasında övünmek, mal
biriktirmek ve başkalarına engel olmak gibi amaçlara sahip olursa, bu çabasıyla
Allah Teala'ya isyana yeltenmiş, Rabbi'nin buyruğuna aykırı hareket etmiş olur
ki bu; heva yollarının en büyüğüdür. Eğer çalışmaz ve açlığa sabrederek, azlığa
ve yoksulluğa rıza gösterirse, rızkı yine kaçınılmaz olarak kendisini
bulacaktır. Çok rahat olmasa da, yokluktan ölmeyecektir. Ama bunu yapabilmek
için; daha fazla sabır, daha çok rıza, daha derin bir nefs sükunet ve kalp
huzuruna ihtiyacı olacaktır. Kul, bütün bunları gösterebilirse işte esas
tevekkül budur. Böyle bir kul, yakini imanının güzelliği, Rızık Vereni'ne olan
güveni, sonucu kendisi için daha hayırlı ve faziletli olanla meşgul olması
sebebiyle fazilet sahibi kılınır.
Eğer kişinin himmeti dağılır, nefsi
şaşkınlığa düşer ve Rabbi'nin kazasına rıza göstermezse, bu da onu serzenişe,
ahü vah etmeye, karamsarlığa, şikayetçiliğe ve sitemkârhğa sevkedecektir.
Böyle biri için, çalışarak kazanç sağlamak daha iyidir. Ancak tevekkülü
terkedişi sebebiyle eksilmeye uğrayacaktır.
Hastalığından sürekli yakınan, Rabbi'nin
hükmüne serzenişte bulunan, karamsarlık ve sıkıntıya düşen, diğer insanları
rahatsız ederek ahlakı bozulan kimse için de tedavi olmak daha hayırlıdır.
Fakat tedaviye yönelmesi sebebiyle eksikliğe düşecektir.
Amr b. Kays, Atiyye-Ebu Said
el-Hudri (ra) kanalıyla Allah Re-sulü'nün (sav) şu buyruğunu nakletmiştir:
"Allah'ı kızdırarak insanları memnun etmek, yakini imanın
zayıflığındandır". Allah Teala'nm verdiği rızık için kullara minnet
göstermek, O'nun vermediği rızık için insanları kınamak bu tür davranışlardandır.
Allah Teala'nın rızkını, hırs
sahibinin hırsı çekmediği gibi, isteksizin isteksizliği de onu geri çevirmez.
Allah Teala hilim ve celali gereği, rıza ve yakini imanda rahatlık ve
mutluluğu, kuşku ve Öfkede ise gam ve hüznü yaratmıştır. [35][35]
Havas ehline göre, yakini
imanlarının bir sonucu olarak gerek kendi elleriyle, gerek kendi uğraşları
vasıtasıyla, gerek başkalarının elleriyle, gerekse başkalarının kazançlarıyla
oluşan kazanmaların hepsinde de sebepler birbirine denktir. Çünkü onlara göre
Veren, Tek ve Bir olan Allah Allah Teala'dır. O'nun verdiği herşey de rızıktır.
Onlara göre eller, verme/ata'
araçlarıdır. Dolayısıyla elin kime ait olduğu önemli değildir. Sizin eliniz
olduğu gibi, başka birinin eli de olabilir. Sağlanan kazanç, sizin elinizle
olduğu gibi başka birinin eliyle de sağlanmış olabilir. Netice itibarıyla
hepsi de sizin rız-kınızdır. Çünkü her şeyin bir hükmü ve her şeyin bir hikmeti
olduğu gibi, bizatihi herşey de O'nun nimetidir.
Allah Teala buyurdu ki:
"Beldelerde eşi yaratılmayan sütunlu İrem şehri". (Fecr/7-8) İrem
şehri, oranın halkı tarafından yapılmış ve bitirilmiş olmasına rağmen, Allah
Teala yaratma fiilini Zatı'na izafe etmiştir. Yakin sahiplerine göre, yaratılan
herşey, İlahi Kudret sayesinde ortaya çıkar.
İrem halkının ne yaratmaları, ne de
vasıtaları sözkonusudur. Onların elinden çıkan eserler de, İlahi Hikmet ve
örfün tertibi gereğidir. Çünkü kudret de, Allah Teala'mn verme fiilinin bir
aracı konumundadır. O'nun verişi, kudret sayesinde açığa çıkmaktadır.
Dolayısıyla kudret, insanın kendi eli veya diğerlerinin ellerinden oluşan eller
gibidir. Çünkü kudret ve hikmet, mülk ve nıelekût hazinelerinden iki
hazinedir.
Sözkonusu üç husus; yani el
emeğiniz, ticari kazancınız ve sizden başkasının el emeği ve kazancıyla oluşan
kazanmalarla, bilinen bir örf veya vasıta ortada görünmeksizin Kudret-i
İlahi'nin açığa çıkardığı şeyler, yakin ehlinin nazarında birdir. îmanlarının gücü
ve yakinlerinin kuvveti sebebiyle bunlar arasında tercih yapmaya girişmezler.
Onlara göre, bunların tamamında Hakîm ve Kâdir-i Mutlak olan Allah Teala'nın
hikmet ve kudreti mevcuttur.
Vasıtalar kanalıyla ortaya
çıkanlarla, Kudret-i İlahi'nin izhai ettiklerinin aslında eşit ve bir
olduklarının en güzel delili, alimlere göre şudur: Evliyanın kerametlerini ve
sıddıklarm icabetlerini toplayan herkes görür ki, bunlarda o kimselere
gösterilen kudret ile; ihtiyaç anlarında insanların hiçbir dilenme ve yaltaklanma
olmaksızın onlara verdikleri arasında hiçbir fark yoktur. İşte bu nedenle
onlar, kerametler noktasında bu ikisini birleştirmiş ve her ikisini de
icabetlerin bir bütünü kılmış ve bunların tamamam ilahi işaretlerden kabul
etmişlerdir.
Arifler de, kulların kendilerine
ulaştırdıkları rızık kısmetlerinin aslında kendileri için onlara verilmiş
emanetler olduğunu bilirler. Bu kısmetler, ariflerin o kullar üzerindeki
haklarıdır ve onlar kendi elleriyle bu hakları azar azar onlara tediye
edeceklerdir. Ama kendileri bu kısmetleri o kullardan istemeyecek ve vermeleri
için zorlamayacaklardır. Çünkü bu hakları, güzel bir edeb ve güzel bir
gerektirme dairesinde almaları icap eder. Güzel gerektirmenin esas unsuru da,
istememektir. Onlar, Rızık Verici'leri olan Rableri-ne duydukları yakini
imanlarının güçlü olmasından dolayı nasiplerinin eksiksiz olarak kendilerine
eda edileceğini bilirler.
Bu hususta O'nun kadim vaadine ve
cömertliğine güvenirler. Onlara kısmetlerini ulaştıran ve haklarını eda
edenlerin müşahedeleri de aynı şekildedir. Onlar da, bu insanlara aslında
hakları olanı verdiklerini, emanetlerini iade ettiklerini düşünür ve bu düşüncenin
etkisiyle de o malları verirken huzur duyarak, emanetleri eda etmelerinden
dolayı sevinirler.
Allah Teala'ya da, kendilerini buna
muvaffak ederek, sorumluluklarını ifada yardım ettiği için şükrederler.
Onların sevinci, çok ağır bir borcu bulunup da onu ödeyerek rahatlayan kimsenin
sevinci gibidir. İşte bu da, hakları sahiplerine ulaştıranların marifetteki
makamları ve yakini imandaki halleridir. Bu, onların verdiklerini alan tevekkül
ehline yönelik ulvi müşahedeleridir. [36][36]
Bilin ki tevekkül rızkı asla
eksiltmez. Ama kişinin fakirliğini, açlığını ve muhtariyetini artırabilir.
Tevekkül ehlinin ve zahitlerin rızkı, ahirettedir. Onlar dünya nasibinden, onu
çoğaltıp genişletmekten sakınıp korunmalarına karşılık ahiret genişliğine
ulaşacaklar-
dır. Tevekkül ve zühd bunun sebebi
olur. Bunlar yüzünden dünyevi rızkından mahrum olan kulun aihiretteki
dereceleri daha yüksek olacaktır.
Bu anlamda Allah Resulü'nün de şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir. "Dünyanın eksikliği ahiretin fazlalığı,
dünyanın fazlalığı ise ahiretin eksikliğidir". Buna göre, her kime dünyada
fazla bir şey verilirse, bu verilen onun ahiretteki makamını eksiltecektir.
Allah Teala'mn Kerim olması da bunu engellemez.
Denildi ki: Dünya ve ahiret iki kuma
gibidirler. Onlardan birini memnun eden diğerini kızdırır. Bir adam, ulemadan
bir zata şöyle demişti: Kendimden başka bakkal olmayan bir mahallede dükkan
işletiyordum. Yanıma başka bir bakkal dükkanı daha açıldı. Bu yeni dükkanın
rızkımı eksiltmesinden korkuyorum. Alim ona şöyle dedi: O senin rızkını
eksiltemez. Ama işsizliğini arttırdığı için dükkanda mal satmaksızm oturmana
yol açabilir.
Bu meselede bir topluluk, hataya
düşerek tevekkül ve zühd sahibi olduklarını iddia etmelerine rağmen giyim ve
yiyecek bakımından bolluğu tercih ettiler. Onlara göre kendi rızıkları olan bu
varlığı hiçbir şey eksiltemezdi. Bunlar, zühd ve tevekkül yolunu bilmeyen
birtakım cahilleri kandırmaktan öte gidememişlerdir. [37][37]
Tedaviye yanaşmayan kimseler
açısından hastalıkları gizlemek daha hayırlıdır. Çünkü bu, iyilik hazinelerinden
biridir. Bu tür şeyler, kul ile Yaradan'ı arasında yaşanan muamelelerdendir.
Dolayısıyla bunları gizlemek fazilet ve selamete daha yakındır. Ancak hastalığı
açıklama niyeti varsa, ya da insanlar tarafından sözü dinlenen, eserleri
yazılan ve marifet sahasında vukuf sahibi olan bir kimse ise, kalbi Allah
Teala'mn takdirine rıza göstererek bu hastalığını açıklayabilir.
Allah Teala'dan gelen belayı nimet
olarak gören ariflerden birinin hastalığını açıklaması da, Allah Teala'mn
nimetini anlatması mesabesindedir.
Bu istisnalar dışında tedavi görmeye
yanaşmayan bir kimsenin hastalığını açıklaması, onun halinin eksikliğine ve
Rabbine serzenişte bulunduğuna yorulur. Serzeniş ve şikayette bulunmak, tıpkı
ilaçla rahatlamak gibi nefsi rahatlatan bir davranıştır. Bu, alim biti zatın yapmayacağı bir davranıştır. Böyle bir
durumda, Rabbininl, kendisine mubah kıldığı şekilde tedavi ile rahatlamak,
derdini in-İş sanlara anlatarak rahatlamaktan daha hayırlıdır
Bunun aksini yapan kimse,
yapmacıklık ve hastalığı abartma! gibi kalbi afetlere düçâr olmaktan emin
olamaz. Nitekim Allah TeJ ala'nın 'öyle ise güzel bir sabır1 (Yusuf/18)
buyruğunun tefsirinde, j yani şikayet ve serzeniş taşımayan bir sabır
denmiştir. Ulemadan | bir zat ise, 'şikayetini yayan kimse sabrediyor sayılmaz'
demiştir.
Yakub'a (as), 'gözünü körelten ne
idi?' diye sorulmuştu. O da, 'zaman ve ardı kesilmeyen hüzünler* demişti. Bunun
üzerine Allah | Teala kendisine şöyle vahyetti: "İşin kalmadı da kullanma
Beni mi şikayet ediyorsun?" bunun üzerine Yakub (as), 'Rabbim Sana tevbe
ediyorumdedi.
Tavus ve Mücahid'den şu haber
nakledilmiştir: Hastalığı esnasındaki inlemeleri bile hastanın aleyhine
yazılır". Selef-i Salih, hastanın inlemesini mekruh görürlerdi. Çünkü bu
inlemede serzenişe delalet eden bir ima sözkonusuydu. Denildi ki: İblis,
hastalığı esna-sında sadece inlemesini sağlayarak Eyyub peygamberi günaha soka-
-; bilmiştir. Onun, Eyyub'dan (as) elde edebildiği sadece inlemesiydi.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul hastalandığı zaman Allah
Teala iki meleğine şöyle jj vahyeder; Kulumun ziyaretçisine ne dediğine bakın.
Eğer Allah Teala'ya hamd ve sena da bulunuyorsa, onun için dua edin. Eğer şi!i
kayette bulunup kötü şeyler söylüyorsa, böyle olmamıştır" deyin".
Bazı abidlerin, hasta ziyaretini hoş
görmeyişlerinin sebebi de, p şikayet dinlemek ve hastanın derdini abartarak
anlatmasından jj duydukları korkudur. Onlara göre bu, nimete nankörlük etmekten
başka bir şey değildi. Hatta bazıları hastalandıkları zaman, iyileşinceye kadar
kapılarını sıkıca örter, ziyaretçi gelmesine izin ver- i mezlerdi. İyileştikten
sonra dışarı çıkarak merak edenlerle görü- |i şiirlerdi. Bunlara örnek olarak
Fudayl ve Vüneyb'i zikredebiliriz, Bişr de şöyle derdi: Ziyaretçisiz hastalığı
tercih ederim. Fudayl ise şunu söylerdi: Hastalığı sevmeyişimin tek sebebi,
ziyaretçilerdir.
Kimi imam, kimi şeyh olan bir çok
salih zatın hastalık halinde böyle davrandıklarını görmekteyiz. Hastalığı haber
verme niyetiyle insanlara açıklamak, tevekkül sahibinin tevekkülüne halel
gtirmez. Bunun şartı, nefs bakımından afetlerden korunarak, kalben de Allah
Teala'ya şükrederek O'nun kazasına razı olmaktır. Kul bu davranışıyla Rabbi
karşısındaki acizlik ve muhtariyetini gösterdiği gibi, mümin kardeşlerinin
dualarına nail olmak, ya da hastalığını bir nimet olarak görüp şükrünü eda
edebilmek için anlatmış olabilir.
Bişr b. el-Hars, tabip Abdurrahman'a
acılarını ve sancılarını anlatmakta bir sakınca görmezdi. Ahmed b. Hanbel'in de
hastalıklarını çevresine anlattığı rivayet edilmiştir. O, bunu açıklarken
şöyle derdi: Bunu sadece Rabbimin benim üzerimdeki kudretini tarif etmek için
yapıyorum.
Hasan el-Basri'den (ra) şu söz
nakledilmiştir: Hasta, Allah Teala'ya hamdedip O'na şükrettikten sonra
hastalığını belirtirse, şikayette bulunmuş olmaz'.
Ahmed b. Hanbel, kendisine sorulduğu
zaman hastalığını açıklamazdı. Ama daha sonra Hasan el-Basri'nin (ra) görüşüne
uyarak hamd ve senada bulunduktan sonra hastalığını açıklamaya başlamıştır.
Hastalığı esnasında Ali'ye (kv)
'Nasılsın?' diye sorulmuştu. Bişr'in ifadesine göre meclistekiler, bu soruyu
yadırgar bir hava ile birbirlerine baktılar. Ali (kv) şöyle dedi: Allah
Teala'ya muhtaç haldeyim. O, bu ifadesiyle Allah Teala'ya olan muhtariyetini
göstermek istediği gibi, orada bulunanlara da bu tür konuşmanın sakıncası
olmadığım göstermek istemiştir. Hali sorulan kişi iyi olduğunu belirtmelidir.
Sevri, şöyle demişti: Hilim yalnızca
güvene dayalı bir ruhsattır. Katılık ise, herkesin yapabileceği birşeydir. Ali
(kv) üstteki sözüyle, Allah Resulü'nün (sav) ona yerdiği terbiyeyi ve onu güç
göstermekten sakındırışmı ifade etmek istemiştir. Bir keresinde de hasta
yatarken, 'Allahım, bana bu belaya karşı sabır ver!' sözünü Allah Resulü (sav)
işitmiş ve ona şöyle buyurmuştu:Allah Teala'dan bela ve imtihan niyaz ettin.
O'ndan afiyet niyaz et [38][38]
Bu noktada Mutarrafm şu sözünü
hatırlamak gerekir: Afiyette olup şükretmek, benim için belada olup
sabretmekten daha sevimlidir. Çünkü bela ve imtihan, kuvvetlilerin yoludur.
Şefkat ve endişe ehli, Allah
Teala'nm huzurunda kuvvet ve ka-! tılık göstermeyi mekruh görmüşlerdir.
Rivayete göre İmam Şafiij Mısır'da iken çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Yatağında şöyle! dua ediyordu: 'Allahım! Eğer bu hastalığımda Senin rızan var
isej onu daha da arttır.
Bunun üzerine ulemadan İdris b.
Yahya el-Me'afiri kendisine bir mektup yazarak şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, sen
bela ve imtihan ehlinden değilsin. Rabbi'nden sıhhat ve afiyet niyaz et! İmamı
Şafii, bu tavsiye üzerine o duasından vazgeçerek istiğfarda bulundu. Belki de
bu olaydan sonra onun şöyle dua etmeye başladığı nakledilmiştir: Allahım! Benim
seçimimi sevdiğin şeyde kıl. [39][39]
İbadetle meşgul olmak üzere
çalışmayı terk eden kimse bazı hallerde daha faziletli görülebilir. Önceki
alimler, dünyada zühd sahibi olanı, helal mal kazanarak onu Allah yolunda
harcayandan üstün görürlerdi. Hasan el-Basri'ye (ra), biri meslek sahibi,
diğeri ibadet-; le meşgul olan iki adamdan hangisinin daha üstün olduğu sorul-!
muştu. O, şu cevabı vermiştir: Hayret bir şey! Bu iki adam denk! olabilir mi?
İbadetle meşgul olan elbette daha faziletlidir.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de
şöyle buyurmuştur: "Vaiz olarak ölüm, servet olarak takva ve iş olarak
ibadet yeter". Allah Teala'ya tevekkülle, O'na güvenerek, makamını
gözeterek, fakirliğine sabrederek, dünyasından çok ahiretiyle meşgul olarak ve
fitneden uzak durmaya çalışarak iş hayatını terkeden kimse, Allara Teala'nm
dünyadaki rızkını kefalet altına aldığını, Ahiret işinde de Vekili olduğunu iyi
bilir. O, Allah Teala'nm kendisine yüklediği ahiret işiyle meşgul olurken
Allah da ona yetecek dünyalığı taahhüu etmiştir.
Tevekkül sahibi bir kul ,dünya
işiyle uğraşmadığında onun ye-j rine o işi yapacak biri çıkar. Ama, Allah
Teala'nm kendisine yükle-j diği ahiret işini, ondan başka hiç kimse ifa edemez.
Allah Teala,ı onun dünya işine kefil olmuştur. Dolayısıyla o çalışmasa da
başka! biri Allah Teala'nm dilediği şekilde o kimse için çalışacaktır. İştej
Allah Teala'nm kefil olduğu dünya işiyle kuluna yüklediği ahiret işi!
arasındaki fark budur. Allah Teala, kulu £İn kefil olduğu dünya rızkı hakkında
şöyle buyurmuştur: "Nice c^rolı var ki, rızkını taşıyamaz. Onları da sizi
de Allah rızıklandırır" (Ankebut/60)
Allah Teala, kulun takdir ettiği
ahiret rızkı hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "İnfan için ancak
çalıştığı vardır". (Necm/39) Tevekkül sahibi, tevhidle derinlik
kazandıktan sonra söz konusu dört hususun aslında tek bir şey gibi dizildiğini
Ve bir defa da vuku bulduğunu görür: j
Taksim edilmiş biı rızık belli bir
zamanda verilir. Bu rızık artmadığı gibi, zamanı c& asla değişmez. Rızkın,
ilahi hükümle belirlenmiş bir sebebi varlır ve bu da bir kitapta yazılıdır. Bu
yazı da asla değişikliğe uğranaz. Rızık, Râzık olan Allah Teala'nın lütfu-nun
eseridir. Rızkın ortaya çıkacağı zaman da belirlenmiştir. Allah Teala'nın rızık
lütfü, ancak bir ortamda olur. Sebep, rızkı taksim edenin hikmeti gereğnce
yaratılır. Rızkın eseri ise, rızık verilenin sınırını belirler.
Tevekkül sahibi tu gerçekleri
yakinen gördükten sonra, çalışacak ise bir hükümle çalışır, oturduğu zaman da
bir ilme dayanarak oturur. Sonuç itbarıyla onun çalışması da oturması da
birdir Çünkü o, kendi halirin ilmi dahilinde ondan beklenenin hükmünü ifa
etmekte, kendini oturtanın da, çalıştıranın da hükmünü bilmektedir.
Allah Teala, eğer onu başkalarına
hizmetten alarak kendi hizmetine hasretti ise, bolların muamelelerinden
uzaklaştırarak kendi muamelesine çekecektir. Böyle yaptığında da, rızkını
kendi dilediği şekilde ve diledği kimse vasıtasıyla verecektir. Bu kulunu,
hadleri çiğnemektenkoruyacaktır. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah
Teala'nm kendilerini korumasına karşılık, kendileri de gaybı koruyanlardır'.
(Nisa/34)
Allah Teala böyls bir kulunu dost
edinmesi sayesinde onu haramlara düşmekten de muhafaza edecektir. Nitekim O,
veli kulları hakkındaki bu ktrumasını haber verirken şöyle buyurmuştur:
"O, salihleri dost ednir". (A'raf/196)
Kul, Mabud'u üt meşguliyetinden
dolayı insanlarla ilişki kurmayarak uzlete çektdiğinde ve kullarla ilişkiyi
keserek onların Ya-ratan'ı olan Hakk T^ala ile ilişkiye geçtiğinde büyük bir
fazilete sa-
hip olur. O, dünyadan çok ahireti
düşündüğü için, Allah Resıj-lü'nün (sav) 'ehli kifâyetillah=Allah ile
yetinenler5 olarak haber verdiği kimselere dahil olur.
Bu hususta O'nun şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Bütün tasaları tekbir tasaya çeviren kimseye, ahireti
bakımından Allah Teala yeter". [40][40] Yine o,
Allah Resulü'nün (sav) haber vermesiyle bildiğimiz ve tasalar vadisinde
tehlikelerle yüzleşerek yaşayan, Allah Teala'dan uzaklaşmış kimselerden de
hariç tutulmuştur.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
"Allah Teala'dan başka bir tasa ile sabahlayan kimse, O'ndan
değildir". Başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala,
Tasaları dallanıp budaklanan kimsenin hangi vadide helak olacağını umursamaz. [41][41]
Tevekkül sahibinin durumu, rızkını
el emeğinden kazanması şeklinde ise bu dünya mülkünün hazinelerinden bir hazine
olarak değerlendirilir. Sonuç itibarıyla, dünya mülkündeki kullardan bir kul
olur. Allah Teala'nm yukarıdaki kula başkasının eliyle ulaştırdığı rızık, ona
kendi elinden ulaşır. Ama rızkın ona verilmesiyle, onun rızık için çalışmaya sevk
edilmesi sonucu değiştirmez. Rızkı veren Allah Teala'dır. Karşılaştığınız
rızık, zaten karşınıza çıkacak olandır.
Tevekkül sahibi bir kul, her iki
halde de Allah Teala'ya tevekkül etmekte ve her iki konumda da yalnız O'na
yönelmektedir. İçinde bulunduğu halin hükmünü eda ederken, Allah Teala'nın her
iki hükümdeki tercihinin güzelliğini de yakinen bilmektedir.
Allah Teala için, O'na güvenerek,
O'na dayanarak ya da günahlara bulaşarak O'nun hükümlerini yapamama endişesi
ile çalışmayı terk eden kimsenin güzelliği, Allah için çalışan başka bir kimsenin
güzelliği gibidir. Çünkü çalışmayı terk etmek de, salih niyet gerektiren bir
iştir. Allah katında insanların en faziletlisi, takva bakımından en üstte
olandır. Takva bakımından en üstün olan ise, ister çalışsın ister otursun
Allah Teala'yı en iyi bilendir.
Tevekkül ehlinin çalışıp çalışmaması
konusundaki sözlerin özü de budur. Abdullah b. Dinar, Amr b. Meymun'un (ra)
Allah Resu-lü'nden (sav) şu hadisi rivayet ettiğini nakletmiştir: "O
buyurdu ki: 'Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?' Sahabe, 'Hayır, Allah vö
Resulü daha iyi bilir' dediler. Buyurdu ki: Allah Teala, Arşı üzerine istiva
ettiği zaman, yarattıklarına bakar ve şöyle buyurur: Kullarım, sizler Benim
yarattıklarımsınız ve Ben de sizin Rabbinizim Rızıklarınız Benim elimdedir.
Onun için, sizleri mükellef kıldığım geçimlikte kendinizi fazla yormayınız ve
rızkınızı Ben'den isteyiniz. Kendinizi Bana bırakınız ki ihtiyaçlarınızı size
akıtayım'.
Allah Resulü (sav) bunun ardından
şöyle buyurdu: 'Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?' 'Allah ve Resulü
daha iyi bilir" dediler. O buyurdu ki: 'Kulum, infak et ki Ben de sana
infak edeyim. Genişle ki, Ben de sana genişleteyim. Daraltma ki, Ben de seni
daraltmayayım. Bil ki Arş'taki rızık kapıları, gece gündüz kapanmaz. Ben de
oradan her kula niyetine, ailesine, sadakasına ve harcamasına göre rızkını
indiririm'.
Her kim sadakayı çoğaltırsa, Allah
da onun rızkını çoğaltır. Kim de azaltırsa, onun rızkını azaltır. Her kim
cimrilik ederse, Allah Te-i ala da ona cimrilik eder. Ey Zübeyr, Allah Teala
infakı sever, cimri-* lige ise buğzeder. Ye ve yedir. Sakın cimrilik etme,
yoksa Allah Te-j ala da sana cimrilik eder. İnsanları sıkıştırma, yoksa Allah
Teala da seni sıkıştırır. Kardeşlere yedir, iyi insanlara saygı göster, kom-!
şu hakkını gözet ve günahkârlarla arkadaşlık etme. Böyle yaparh san, hesapsız
olarak cennete girersin. Ey Zübeyr b. Avvam! Bu, Allah Teala'mn bana, benim de
sana öğüdümdür. Pazarlar, kaçakla-1 rın sofralarıdır. Allah Teala kendi hizmetinden
kaçan, meclisinden uzaklaşan, O'nunla ilişkiyi zayıflatan ve O'nun ticaretinden
kaçanları oralarda doyurur".
!
Allah Teala buyurdu ki: "Ben,
insanları ve cinleri sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım".
(Zariyat/56) O, bu ayet-i kerimede şunu murad etmektedir: Ben, sizden bir rızık
istemediğim gibi, Beni beslemenizi de istemiyorum. Arap dili bilginleri, bu
ayetin yorumunda şöyle demişlerdir: Yani, kullarımın kendilerine rızık temin
etmelerini istemiyorum.
Görüldüğü gibi Allah Teala, O'na
kulluk ve hizmette bulunan kullarının rızık kaygısına düşmelerini
istememektedir. Allah Tealâ bu konuda üç tercih zikretmiş ve kendi Zatı için de
bunlardan biri olan hizmeti seçmiştir. Bu durumda kula yetmek, Allah Teala'ya düşmektedir.
Kullardan birini de seçerek onu, kendi kulu kılmıştır. Kulların O'nu
beslemesinden ise Münezzeh olduğunu ifade buyurmuştur.
İnsanların genelini ise, üçüncü
tercih olan, kulların kendi kendilerini besleme sınıfına koymuştur. Bunun yolu
da çalışmaktır. Bunu da yeryüzündeki kulları ile Zatı arasında bir misal olarak
göstermiştir. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. Kullar, Allah Teala'mn
huzurunda şu iki hükümden birine bağlı olarak bulunurlar:
Kul, kendisi için Rabbi'nin
kulluğunu ve muamele yolunu seçmiştir. Bu durumda onun rızkı Allah'a düşer ve
Allah Teala, bu kulunu dilediği şekil ve zamanda rızıklandırır. Bunlar,
dünyanın değil Rahman'm kulları olan kimselerdir.
İkinci hükme tabii olanlar ise,
rızıklarım çalışma yoluyla kazanan kullardır. Allah Teala, bunların rızıklarım
da, kendi çabalarının karşılığı olarak dağıtmaktadır. Onlar, bu çabaları
sebebiyle Allah Teala tarafından övülmüş kimselerdir. Kulların geneli bu hükme
tabidirler. Aralarında dünyanın ve nevalarının kulu olan kimseler de
mevcuttur.
Allah Teala, kullarına mubah kıldığı
üç şekilde de, onlarla beraberdir. O, bunları kullarıyla arasındaki ilişkiyi
açıklamak için misal vermiştir. Bu misalin açıklaması şöyledir: Allah Teala,
kullarından birine şöyle buyurabilir: Ey kulum, git ve Beni doyur. Çünkü sen,
Benim kulumsun ve tamamıyla Bana aitsin. Canın Benim olduğu gibi, kazacm da
Benim'dir.
Bu, yukarıda da izah ettiğimiz gibi,
Allah Teala'mn Zatı'nı münezzeh kıldığı bir husustur. Çünkü O, buna tenezzül
etmeyecek kadar Yüce'dir. Allah Teala, bunu beyan ederek, 'Onlardan Beni do-.
yurmalarmı istemiyorum' buyurmuştur. Halbuki efendiler, kölelerinden bunu
rahatlıkla isteyebilirler.
Allah Teala kullarına lütufta
bulunarak şöyle buyurabilir: 'Git ve karnını doyur, rızkın için çalış. Sana
bunu mubah kıldım. Sana da kazancını verdim. Bu, Ben'den sana bir rızık ve
lütuftur\ Görüldüğü gibi bu yol, efendilerin kölelerini azat etmek üzere
çalışmalarına izin vermelerine benzemektedir. Bu tür sözleşmelerde, köle miras
bırakabilmektedir. Çünkü bu tür bir köle, azat edilmiş köle
gibi efendisinin lütfuna mazhar
olmuş bir köledir. Köle, özgürlüğüne kavuşabilmek için çalışabildiği zaman,
efendisi onun kazancına dokunmazken, mülkiyetini elinde tutmaktadır.
Köle, bu tür bir hakka sahip
olduğunda, efendisi de ona ihsanda bulunmuş olmaktadır. Bu durum, Allah
Teala'mn kullarının geneli için geçerlidir. Çünkü O, onların gerçek efendisi,
onlar da O'nun kullarıdır. Bu hükme göre Allah Teala kullarına şöyle buyurmuş
olmaktadır: Ey kullarım, gidin ve çalışın, kazanç temin edip karnınızı doyurun.
Ben kazancınızı size rızık kıldım ve onu size bahşettim.
Bu, Allah Teala'nın havass kullarını
tenzih ettiği bir hükümdür. O, bu kullarını üstün kıldığı için, çalışmalarını istememiş
ve onları sadece Zatı'nm kulluğuna tahsis etmiş, kendilerine ve halka hizmet
etmeyip yalnız O'na hizmet etmelerini takdir buyurmuştur. Onların yeterliliğini
üstüne almış, bunu onlara havale etmemiştir. Onların rızıklarım, kendi dilediği
kullarına havale etmiştir.
Bu da Allah Teala'nın, 'Onlardan,
kendi rızıklarım aramalarını istemiyorum' buyruğunun ifadesidir. "Muhakkak
ki Allah, rızık verendir" (Zariyat/58) ayet-i kerimesi de buna delalet
etmektedir. Yani O, başkalarını görevlendirmek suretiyle onların rızıklarım
vermeyi taahhüt etmiştir.
Allah Teala'nm, 'Onlardan Beni
beslemelerini istemiyorum' buyruğundaki Ya harfi Zatı'ndan kinaye olarak O'nu
ifade etmektedir. Bu ise, genel değil Özel bir iradenin mevcudiyetini
gösterir. O'nun buradaki iradesi, imtihan ve sevgi yönünde bir iradedir. Yani
kullarından belli kimseler için sözkonusu olan bir iradedir.
Tıpkı, "İnsanları ve cinleri
sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat/56) buyruğunda olduğu
gibi. Bu ayet de, Allah Te-ala'ya kulluk eden mahlukatı, yani insanların ve
cinlerin iman edenlerini hedef alan hususi bir ayet olup bütün yarattıklarını
kapsayan genel/âmm bir ayet değildir.
Üçüncü hüküm ise, Allah Teala'nın
kuluna lütufta bulunarak, 'Bana hizmet et, seni beslemek Bana düşer, senin Bana
hizmetin, kendin için çalışmanın yerini tutar" buyurmasında kendini göstermektedir.
Bu hükme dahil olan kullar, Allah Teala'nın tercih ettiği kimselerdir. Allah,
onları sevdiği için, sevdiği şekilde davranmalarını kolaylaştırmıştır. O, bu
kullarını amel ehli arasındaki havas kullarından seçer. Bunlar, kendilerini
beslemek için çalışmayan ve Allah Teala'yı layıkıyla bilen insanlardır. O,
bunlar hakkında, "Yal-^ nız Bana kulluk etmeleri için" (Zariyat/56)
buyurarak, kendilerini den hiçbir rızık beklemediğini haber vermiştir. Yani
bunlar, çalış-l mak suretiyle rızıklarım temin etmek zorunda olmayan kimseleri
dir. Aksi takdirde Allah Teala'nın 'Git ve çalış, senin kendini besle-^ mek
için rızık kazanmanı istiyorum, rızkını ancak bu şekilde veri^ rim' buyurduğu
diğer kullardan farkları kalmaz.
Allah Teala, havass kullarından
yalnız ibadet ve kulluk istediğini buyurarak, onları sırf bu gaye için
yarattığını haber ver-miştir. Allah Teala, her kulu, yarattığı gaye için
hazırlamıştır. İşi, kulluk ve ibadet olan kimseyi, bu gaye ile yaratmış ve ona
bu gaye için gerekli şartları hazırlamıştır. İşi dünya olan kimseyi de bu gaye
için yaratmış ve ona bu gaye için gerekli ortamı hazırlamıştır. Nitekim bir
hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil-J mistir:
"Allah Teala, her iş sahibini ve onun işini yaratan'dır". ] Denir ki:
'Allah Teala, yokluk aleminde halkı varettiği zaman) onlara bütün işleri
gösterdi ve kendilerini bunlar arasında serbest bıraktı. Herkes de dilediğini
seçti. Ardından onları varlık aleminde ortaya çıkarınca, daha önce seçmiş
olduğu işleri onlara verdi. Ama onlardan bir topluluk, işlerini seçmemişler
di.
Allah Teala onlara, 'İşinizi seçin'
buyurduğunda, 'Hiç bir iş ho-j sumuza gitmediği için herhangi birini seçemedik'
dediler. Bunuri üzerine Allah Teala onlara, kulluk makamlarım gösterdi. O
toplu-* luk da, 'Bizler Senin hizmetçiliğini seçtik' dediler. Allah Teala da;
şöyle buyurdu: 'İzzet ve celalim hakkı için, diğerlerini sizin hizme-j tinize
ve emriniz altına vereceğim'.
Başka bir hadiste ise, Allah
Teala'mn dünyaya şöyle vahyettiği rivayet edilmiştir: "Bana hizmet edene
hizmet et, sana hizmet edeni de yor". Kulluk, hizmetin kendisidir. Bu
meyanda arifler şöyle demişlerdir: Talnız Sana kulluk eder, Sana dua ve secde
ederiz. Senin yolunda çalışır ve Sana hizmet ederiz'. Bu sözde geçen 'Hafed'
kelimesi hizmet anlamına da gelebilmektedir. Mesela, "Çocuklar ve torunlar
(=hafidler).." (Nahl/72) ayetinin tefsirlerinden birinde, 'yani
hizmetçiler1 denilmiştir.
Kulluk, zillet ve tevazu ile
hizmette bulunmaktır. Araplar, yumuşak, engebesiz ve ayaklarla çiğnenmiş bir
yol için 'Tarikun mu'ab bed=Kolay yol' ifadesini kullanırlardı. Zorluklara
boyun eğmiş, yüklere vurulmuş deve için de, 'Ba'îrun mu'abbed=itaatkar deve'
demişlerdir.
Bunun bir diğer misali de,
Kıptîlerin Musa (as) ve kardeşi hakkında söyledikleri şu sözdür: "Bizim
gibi iki insana mı iman edeceğiz? Onların kavmi bizim kölelerimiz iken (bu nasıl
olur?)". (Mü'mi-nun/47) Onlar bu sözleriyle işlerinde aşağılayıp hor
gördükleri hizmetkârları olan İsrailoğullarım kasdetmekteydiler.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir:
Allah Teala, kullarından bir topluluğun kalplerine baktı ve bu kalplerin kendi
marifetine ve müşahedesine uygun olmadıklarım gördü. Onlara merhamette bulunarak
kendilerine salih ameller ve ibadetler nasip etti. Sonra başka bir topluluğun
kalplerine baktı, onların da uzuvlarının kendi hizmet ve muamelesine uygun
olmadığını gördü. Onları da dünya işine verdi ve ehli dünyanın hizmetine
soktu.
Allah Resulü (sav) de bu anlamda
şöyle buyurmuştur: "Dinarın kölesi helak olsun, hanımının kölesi helak
olsun, giysinin kölesi helak olsun".[42][42]Yani bunlar
karşısında alçalan ve onları elde etmek için çabalayanlar, helak olsunlar.
Davud (as) hakkında rivayet edilen haberler arasında, Allah Teala'mn şöyle
buyurduğu nakledilir: 'Ben, Muhammed'i kendim için yarattım. Adem'i de Muhammed
için yarattım. Yarattığım eşyanın tamamını da Adem oğulları için yarattım.
Onlardan kim, kendi için yarattığım ile meşgul olursa, onu kendimden
uzaklaştırırım. Her kim de Benimle meşgul olursa, uğruna yarattıklarımı onun
hizmetine sokarım[43][43]
[11][11] Buhârî, Ezan/155, İ'tisam/3, Kader/12, Da'avat/17;
Müslim, Salat/194, 5, 3, 6, 20, Mesa-cid/137, 138; Ebu Davûd, Salat/140,
Vıtr/25, Edeb/88; Tirmizî, Salat/108; Nesa'î, Tat-bik/25, Sehv/85, 89; Dârimî,
Salat/71, 88; Muvatta', Kader/8; İbni Hanbel, 111/87, IV/93, 97, 98, 101
[13][13] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar/26, Edeb/90, Rikak/29;
Müslim, Şi'r/2-6; İbni Mâce, Edeb/41^ İbni Hanbel, 11/248,393,458.
[16][16] Buhârî, Zekat/5 0,53,Buyu'15, Musakat,13; Nesai, Zekat
85; İbni Mâce Zekat25; Muvat-ta, Sadaka/10
[28][28] Buhârî, Rikak/1; Tirmizî, Zühd/1; İbni Mâce, Zuhd/15;
Dârimî, Rikak/2; İbni Hanbel, 1/258, 344
[29][29] Tirmizî, Zühd/57; Buhârî, Merza/3; îbni Mâce,
Fiten/23; Dârimî, Rikak/67; İbni Hanbel, 1/172, 174, 180, 185 Vl/369.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar