Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 7

Bunlarada Bakarsınız




Heva ve heveslere rağbet, dünya sevgisinin özünü teşkil eder. Eğer kul, vermesi bakımından malda zühd sahibi ise, zühdü eksik olmuş olur. Bu durum, övgü ve senada zühd sahibi olurken malda zühd sahibi olmamaya benzer. Kişi yemeklerinde zühd sahibi değilken malda zühd sahibi olabilir. Revasının ağır basmasından dolayı ma­kamı hakkında zühd sahibi olmayabilir. Hevaları noktasında zühd sahibi olan kimse, -kim olursa olsun- dünyada zühdün hakikatine erdirilmiş olur. Nefste zühd de budur. Çünkü nefs, arzuların kay­nağıdır. Heva da, nefsin özü ve ruhudur. Bunları iyi bilmek gerekir.
Yunus b. Meysere el-Geylani şöyle derdi: Dünyada zahidlik, he­lali haram kılıp malı çarçur etmek değildir. Dünyada zühdün aslı, Allah Teala'nm elinde olana, kendi eliniz dekinden daha sıkı sarıl­mak, bela anındaki halle normal andaki halin bir olması, hakka dair bir hususta sizi kınayanla öven karşısındaki tavrınızın aynı olmasıdır. Selam b. Ebi Muti' (ra) şöyle demiştir: Zühd üç türlüdür: İlki bütün söz ve fiilleri Allah Teala'ya halis kılmanız ve bunlarla dünyalık murad etmemenizdir. İkincisi uygun olmayanla amel et­meyi bırakıp uygun olanla amelde bulunmaktır. Üçüncüsü ise, na­file niyetiyle helallerde zühd göstermektir.
Bu ilimdeki imamımız İbrahim b Edhem (ra) şöyle demiştir: Zühd üç türdür: Farz zühd, fazilet gayesiyle zühd ve kurtuluş için zühd: Farz zühd, haramlarda sözkonusu olur. Fazilet icabı zühd, helallerde sözkonusudur. Kurtuluş için zühd de, şüpheli hususlar­da gösterilen zühddür. Eyyub es-Sahtiyani (ra) ise şöyle derdi: Zühd, sizden birinin eğer oturmasında Allah Teala'mn rızası varsa evinde oturması, aksi takdirde dışarı çıkması; eğer çıkışında Allah Teala'mn rızası varsa çıkması, aksi takdirde evine dönmesindedir.
Eğer dönüşünde Allah Teala'nm rızası varsa dönmesinde, yoksa gezinmesindedir.
Dirhemini infak etmesinde Allah Teala'mn rızası varsa çıkartıp vermesinde, aksi takdirde elinde tutmasmdadır. Eğer elinde tut­masında Allah Teala'nm rızası varsa tutmasında, yoksa harcama-smdadır. Eğer konuşmasında Allah Teala'nm rızası varsa konuş­masında, yoksa sükut etmesindedir. Eğer sükutunda Allah Tea-la'nm rızası varsa sükutunda, yoksa konuşmasmdadır. Bunun üze­rine, 'Böyle davranmak çok zor olmaz mı?' denildi. O da şu cevabı verdi: 'Bu, Allah Teala'ya götüren yoldur. Aksi halde boşuna oyalan­mış olursunuz. Ona göre zühd; murakabe, murakabe ise ihlastı.
Şakik el-Belhi'nin dostu Hatim el-Esamm'a (ra) zühd hakkın­da bir soru sorulmuştu. Cevabı şu oldu: Zühdün başı güven, ortası sabır, sonu ise ihlastır. İhlas zühdün son basamağı olduğuna göre, bir kulun zühdün başına ermeden sonuna ulaşması mümkün mü­dür? Ya da ihlas atlanarak marifetin diğer makamlarına çıkılabilir mi? Bu zatlara göre zühdün son basamağı, marifetin de başını oluş­turmaktadır.
Bir topluluğa göre dünya hakkında zühd göstermek, müminle­re farz kılınmıştır. Çünkü onlara göre İhlasın hakikati, zühdden ibarettir. Onlar müminler için ihlası farz gördükleri gibi, zühdü de farz görmüşlerdir. Abdürrahim b. Yahya el-Esved de bu görüşe ya­kındır.
Bu anlamda bir ifade İmam Ahmed b. Hanbel'den de (ra) riva­yet edilmiştir. Ona, ulemanın nasıl zikre şayan hale gelip imam ol­dukları sorulmuştu. O da, 'Doğruluk (=sıdk) ile' dedi. Bunun üzeri­ne, 'Sıdk nedir?' diye soruldu. 'İhlastır1 dedi. 'İhlas nedir?' diye so­ruldu. O da, 'Zühddür' dedi. 'Peki zühd nedir ey Ebu Abdullah?' di­ye sordular. Bir süre daldıktan sonra şu cevabı verdi: 'Onu zahidle-re, mesela Bişr b. el-Hars'a sorun.
Bir topluluğa göre dünyada zühd, helali aramaktır. Bu da, hü­kümlerin karıştığı ve şüphelerin arttığı böyle bir zamanda müslü-manlara farz kılınmış bir husustur. Bunlara göre zühd, kesinlikle farzdır. Bu toplulukta İbrahim b. Edhem, Vüheyb b. el-Verd, Sü­leyman el-Havvas gibi zatlar ile Şamlılardan bir cemaat bulun­maktadır.                                
Sehl şöyle derdi: Halk içinde dünya hakkında en çok zühd sahi­bi olan, yiyecek bakımından en temiz olandır. Onun bir sözü de şöy­ledir: Vera' babında en üst makam, zühdün en alt makamıdır.
Yusuf b. Esbat ve Veki'den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Ya­şadığımız şu devirde zühd sahibi olan kimse, Ebu Zerr ve Ebu'd-Derda (ra) gibi olsa dahi yine de zahid olarak adlandıramayız. Çün­kü bu zamanda zühd, ancak mutlak helaldedir. Günümüzde ise mutlak helal bulunabileceğini sanmıyoruz. İmamların imamı Ha­san el-Basri (ra) de şöyle derdi: Dünyayı reddetmekten daha fazi­letli bir şey yoktur.
Fudayl b. Sevr şunu aktarmıştır: "Hasan el-Basri'ye, 'Ey Ebu Said, iki kişi var, bunlardan biri dünyayı helalinden istiyor ve ona ulaşarak bununla aile bağlarım sağlamlaştırıp onu kendine de su­nuyor, diğeri ise dünyayı tamamen reddediyor, -hangisi daha üs­tündür?-' diye sordum. 'Dünyayı reddeden bana daha sevimli gelir* dedi. Bunun üzerine, 'Ey Ebu Said, ama bu adam dünyayı helalin­den istiyor, onu elde ettikten sonra da onunla aile bağlarım güçlen­dirip nefsine sunuyor' diyerek şaşkınlığımı belirttim. Sözünü tek­rarlayarak, 'Dünyayı redden bana daha sevimli gelir" dedi.
Hasan el-Basri'nin (ra), dünyayı reddedeni üstün tutmasının sebebi şuydu: Zühd; tevekkül ve rıza hallerini içine alan bir ma­kamdır. Sonra şu hadis de bunu teyid etmektedir: "Zühd, Allah Te­ala'nm elindekine, kendi elindekinden daha sıkı sarılmandır".[1][1]Te­vekkül budur.
Hadisin devamında da şöyle buyrulmaktadır: "Bir belanın deva­mına onun sevabından daha çok sevinmendir". İşte rıza da budur.
Ayrıca zühdden sonra marifet ve muhabbet makamları ona da­hil olurlar. Bu dördünü içeren bir makamdan daha üşütün bir ma­kam olabilir mi? Taliplerin nihai hedefleri de budur. Gerçekten de zühd böyle değerli bir makamdır.
Nitekim İbni Abbas'dan (ra) bu hususta etkileyici bir hadis-i şe­rif rivayet edilmiştir: "Dünya kıyamet günü, saçları ağarmış, köpek dişleri mavi renkte, şekli bozulmuş ve çirkin bir yaşlı kadın sure­tinde getirilerek bütün insanlara gösterilir. Sonra da, 'Bunu tanı­yor musunuz?' diye sorulur. Onlar da, 'Bunu tanımaktan Allah'a sığmırız' derler. O zaman şöyle nida edilir: 'İşte bu, uğruna birbirini­ze karşı övünç duyduğunuz, yolunda akrabalık bağlarını kopardı­ğınız, birbirinizi çekemeyip düşmanlıkla dolduğunuz ve aldandığı-nız dünyadır5. Sonra cehenneme atılır. Düşerken de şöyle seslenir: Rabbim, nerede benim taraftarlarım, nerede dostlarım?' Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: 'Dostlarını ve taraftarlarını ona katın".
Bu konuda Allah Resulü'nden (sav) daha da ağır bir hadis riva­yet edilmiştir: Abdülvahid b. Zeyd, Hasan el-Basri (ra) kanalıyla Enes b. Malik'ten (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü, öyle kavimler gelecektir ki, Tihame dağları yüksekliğinde amelleri olmasına rağ­men cehenneme atılmaları emredilecektir". Bunun üzerine sahabe, *Ey Allah Resulü, onlar namaz kılarlar mıydı?' diye sordular. O da, 'Evet, namaz kılar, oruç tutar, geceleri çirkinlik yapar ve kendileri­ne bir dünyalık geldiği zaman onun üzerine atılırlardı' buyurdu".
el-Hars b. Esed el-Muhasibi (ra) şöyle derdi: "Zühd, kalpten dünyanın değerinin atılması ve dünyevi bir şeyin kalpte ağırlığının bırakılmamasıdır. Eşyanın kıymeti kaldırıldığı ve kalpte yoklukla-rıyla varlıkları denk olduğu zaman, zühd gerçekleşmiş olur.
Beyazıd-ı Bestami (ra) de şöyle derdi: Zahid, bir şeye malik ol­mayan değil, hiçbir şeyin kendisine malik olmadığı kimsedir. Diğer bir alim de bu manada şöyle demiştir: Zahid, hiçbir şeyin mülkiye­tine sahip olmayıp onlara meyletmeyen kimsedir. Aynı zat şöyle de­miştir: Zahidin gıdası bulduğu, giysisi örtündüğü, evi sığındığı, ha­li de bulunduğu vaktidir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: "Zahid ancak o kimsedir ki tedbiri ve tercihi terkedip sıkıntı veya rahatlık olmasına bakmak­sızın tercihine rıza gösterip teslimiyette bulunur. İşte zühd babın­da havassın, Sevri ve Zünnun'un (ra) izledikleri yol da budur.
Beyazıd-ı Bestami (ra) bir defasında şöyle demişti: Zahid, bir şe­ye malik olmayan değil, hiçbir şeyin kendisine malik olmadığı kim­sedir. Ona göre zühdün hakikati, ancak kudretin bulunması halin­de ortaya çıkar. Aciz ve aslen mahrum olan birinin zühdü sağlıklı olmaz. Kişiye önce 'ol sıfatının tecellisi verilmeli, sonra isme mut­tali kılınmalı ve kevnin izharı ile eşya üzerinde kudret verilmelidir.
Kul, bütün bunlara sahip olmasına rağmen Rabbinden duydu­ğu haya ile bu imkanlara önem vermez ve onları Allah'a olan sev­gisi uğrunda terkederse zühdün hakikatine ermiş olur.
Beyazıd-ı Bestami, kudretin izharıyla ilgili yirmi dört makam­dan Alalh Teala'ya sığınırdı. Abdürrahim, şöyle bir hadise anlat­mıştır: Bir defasında Ebu Musa, bana, 'Ne hakkında konuşuyor­sun?' dedi. 'Zühd hakkında' dedim. 'Nede zühd?1 diye sordu. Ben de, 'Dünyada zühd' dedim. Bunun üzerine elini sallayarak şöyle dedi: 'Hiçbir şey olan dünya eşyası hakkındaki zühdle ilgili konuştuğu­nu sandığım için 'nede zühd?' diye sordum. Sehl ve diğer arifler de bu yönde görüş bildirmişlerdir.
Marifet yolunda on yedi makam vardır. Bunların en alttaki, su-/yun üstünde, havada yürümek ve yeraltı hazinelerini ortaya çık-Narmaktır. Bütün bunlar, dünyanın süsleridir. Bu meyanda Cü-/neyd'den (ra) şu hadise nakledilmiştir: Abdal zümresinden dört \ zat, bir bayram gecesi el-Mansur camiinde toplanmışlardı. Sehere i çıktıklarında içlerinden biri, 'Bayram namazını Beyt-i Makdis'de ; kılmaya niyet ettim' dedi. Diğeri, 'Ben de Tarsus'ta kılmaya niyet ettim' dedi. Üçüncüleri ise, 'Ben de Mekke'de kılmaya niyet ettim' dedi. Dördüncüleri sükut ediyordu. Bu zat, ariflik bakımından \ hepsinden ileriydi. Ona, 'Sen neye niyet ettin?' diye sordular. Şu cevabı verdi: 'Ben, bütün arzuları terketmeye ve bu mescidden «başka bir yerde namaz kılmamaya niyet ettim'. Bunun üzerine di­kerleri, 'Sen içimizde en bilgili olansın' dediler ve onunla beraber < oturdular."
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, sözkonusu istekler dahi onlar na­zarında şehvet olarak görülüyordu. Çünkü bunlar, makamların ge­reklerinden olmayıp dünyevi arzulardandı. Zira arkalarındaki saik hevadan başka bir şey değildi. Ayrıca sözkonusu niyetlerde, tedbir ve tercih de bulunmaktaydı. Allah dostu ariflerin nezdinde ise, bü­tün bunlar, sınandıkları hile ve tuzaklardan başka bir şey değildi. Allah Teala, onları bu tür hilelerle sınayarak nasıl amel edecekle­rini görmek istiyordu.
Şu halde her kulun imtihanı kendi hal ve derecesine göredir. Ki­şi her makama göre belirli bir zühd derecesinde bulunmalıdır. De­nildi ki: Yedinci makamda marifetle ilgili on makam vardır. Yedin-
ci makama giren her salik bunları ve üstlerinde bulunan daha fa­ziletli yetmiş küsur makamı görür.
Cüneyd'e (ra) zühdün ne olduğu sorulmuştu. O da şu cevabı ver­di: 'Zühdün iki manası vardır ki bunlardan biri zahir, diğeri de ba­tındır. Zahiri zühd, elde bulunan mülklere karşı duyulan buğz ve nefret ile yitirilen şeyi aramayı bırakmaktır. Batıni zühd ise, kalp­te arzunun kaybolması, bu yöndeki her türlü anma ve hatırlama­dan uzaklaşılmasıdır.
Buna ulaşan kul, Allah Teala tarafından ahireti görmekle lütuf-landırıhr ve kalbiyle ona bakması mümkün kılınır. Bu noktaya ula­şan kul da, emeli kısa tutarak amelde bulunurken ecelini de yakın görür. Çünkü onun kalbi sebeplerden arınmış ve yalnızca ahirete hasrolmuştur. Böylelikle zühdün hakikati kalbine sinmiş, kalbi Rabbi'nin halis zikri ile dolmuştur.
Zühd, imanın hakikatinden doğar. Ahiretin müşahedesi ise zühdden sonra gelir. Eşyanın denkliğinde ise, onların varlığı yoklu­ğuna denk olur ki bu da, kalbin denkliği sonucu meydana gelen müşahedenin ardından gündeme gelir. Bu noktada nefsin devre dı­şı kalması ve halkın görüşlerinin kıymetini yitirmesi sebebiyle Öv­gü yergiye denk olur. Bu dereceye ulaşıldığında ise, zühdün duru­luğundan dolayı kalbe saf ihlas hakim olur. Nefsin devre dışı kal­masıyla da kalpte zühd sabit hale gelir. Bunun delili, Allah Resulü (sav) hakkında rivayet edilen şu hadisedir:
"O, bir adama İstiva ettin mi?'yani denkleştirdin mi?- diye sor­muştu. Adam da, 'Nasıl istiva edebilirim?' diye karşılık verdi. Allah Resulü (sav) de, 'Övgü ve yerginin senin gözünde denk olmasıyla' buyurdu". Harise'nin (ra) sözünde de bunu görmekteyiz. Ona ima­nın hakikati sorulduğu zaman şöyle demişti: 'Nefsim dünyadan uzak durduğunda'. Sonra zühd ile başlamış, ardından dünyanın al­tınıyla taşının bir olmasını zikretmiş, ardından da müşahededen söz etmişti.
Bütün bunlar, zühdle ilgili makamlardır. Her kim dünyayı ilmi­nin yettiği ve müşahedesinin erdiği bir şey kılarsa, zühdü de onun tam zıddı kılar. Marifet ehli, kalpteki imanı iki makama ayırmış ve her iki makam için de bir zühd tarifi yapmışlardır. Onlara göre iman, kalbin zahiriyle ilintili olduğu zaman kul hem dünyayı, hem
de ahireti sever ve her ikisi için de çalışır. İman, kalbin derinlikle­rinde gizli olduğu zaman ise, dünyaya buğzederek ona asla bakmaz ve onun için hiç bir amelde bulunmaz.
Ebu Süleyman (ra) şöyle derdi: Her kim, kendi nefsiyle meşgul olursa, insanlarla meşguliyetten kurtulur ki bu, amel ehlinin ma­kamıdır. Her kim Rabbi ile meşgul olursa, nefsiyle meşguliyetten kurtulur ki bu, ariflerin makamıdır.
Sözkonusu makamların her ikisi için de. sünnet-i nebeviden de­lil mevcuttur: "Allah Resulü'ne (sav) insanların en hayırlısının kim olduğu sorulmuştu. Şöyle buyurdu: 'Dünyaya küsüp ahireti seven 1 kimsedir". Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) dünyaya küskünlüğü, onun zıddı olan ahiret sevgisinin sebebi olarak koymuştur.
En üstün makam hakkındaki delil de şudur: Kam, bütün tasalarını tek bir tasa kılarsa, dünya ve ahiret işi hakkında Allah Tea-la kendisine yeter. Tek tasa ise, tek bir Rabbe yönelik tek bir vecdden kaynaklanır. O, Tek olanı birleyen kulun sıfatıdır. Onun sözTek olan Allah'adır. Allah Teala da bu sıfatı sebebiyle ona, kendi ahlakından bir esası bahsetmiştir: Allah Teala, sıfatının vahdaniyetiile el-Ehad yani Tek'dir. Anılan sıfatı haiz olan kul da, vecdi saysinde halk içinde tek olur.
Tasasının birliği ve kalbinin topluluğuyla eşsiz bir yere sahip ol­muştur. Tasa birliği, ancak hevanın yokedilmesiyle mümkün olur. Hevanm yokedilmesi ise, kalbin takva için sınanmasından sonra gündeme gelir. Kalbin topluluğu da, nefsin iman ile huzurlu ve hoş olmasından sonra meydana gelir. Tezkiye yani arındırma ve rıza ile nefsin felaha ermesi de kalbin toplanmasını sağlayabilir.
Nitekim Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Nefs hoşluğu, nimetlerdendir"[2][2]Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle buyur­maktadır: "Onu (nefsi) arındıran kurtuldu". (Şems/9) Yine O başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Razı olmuş ve razı olunmuş (nefs)". (Fecr/28) Böyle bir nefs, ruh ile bütünleşmiş ve iman ahla­kıyla ahlaklanmış bir nefstir. Bu ahlak da, yakini imanın müşahe­desi ile kalbe uyumlu bir ahlaktır.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: "Allah Teala'nm Musa'ya (as) vahyettikleri arasında şunu gördüm: Her kim dünyayı severse Allah ona buğzeder. Her kim de dünyaya .buğzederse Allah onu sever. Her kim dünyaya değer verirse Allah onu alçaltır. Her kim de onu alçaltırsa Allah Teala ona değer verir.
Zahir uleması ise zühd konusunda şunu söylemişlerdir: Dünya­da zühd, ilmi tasvip etmek, dini hükümleri yerine getirmek, eşya­yı doğru şekilde almak ve hakettiği yere koymaktır. İlme aykırı olan hususlar, tamamıyla hevanın eserleridir. Görüldüğü gibi zahir uleması, zühdün farziyetini ve zahiri şeklini kaydetmiş, ama onun incelikleriyle gizli yönlerini tarif etmemişlerdir.
Süfyan b. Uyeyne ve Sevri'den (ra) bu meyanda nakledilen şu­dur: O ikisine, 'Bir kişi mal sahibi olduğu halde zahid olabilir mi?' diye sorulmuştu. 'Evet, bir musibetle sınandığında sabreder, bir ni­met lütfedildiğinde şükrederse' dediler.
İbnu Ebi'l-Havari dedi ki: -İbni Uyeyne'yi kasdederek- 'Ey Ebu Muhammed, Allah Teala ona nimet verdiğinde şükreder, imtihan ettiğinde sabreder, ama O'nun nimetini yalnız kendine saklarsa nasıl zahid olabilir?' Bunun üzerine ibni Uyeyne, eliyle ona hafifçe vurdu ve şöyle dedi: Sus, nimetlerin şükretmesine, belaların sab­retmesine mani olamadığı kimse tam anlamıyla zahiddir. Zühri de bu konuda iki büyük alime katılmış ve 'Aynen öyledir1 demiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani bu yaklaşıma daha da açıklık kazan­dırmıştır. İbni Ebi'l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman'a şunu sordum: Davud et-Ta'i (ra) bir zahid miydi? Bana, 'Evet' dedi. Ben de, 'Duy­dum ki, ona babasından yirmi dinar miras kalmış ve o, bu mirası yirmi yılda harcamış. Bunca yıl dinarları elinde tutan biri nasıl za­hid olabilir?' diye sordum. Dedi ki: Ondan zühdün hakikatine ulaş­masını mı istiyorsun? Biz Allah Resulü'nden (sav) şöyle buyurdu­ğunu işittik: "Salih kişinin salih malına ne mutlu!"[3][3] Salih mal, he­lal maldır. Salih kişi ise, malını gece gündüz demeden ve gizli açık şekilde rızasını umarak Allah Teala'nın yolunda harcayan kimse­dir. Allah Teala da bu kullarının vasıflarını bildirmiş ve onları öv­müştür.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala, dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Dini ise sade­ce sevdiğine verir". Allah Teala'nın sevgisine mazhar olup kendisine dünyalık da verilen kimse, hevasma uyarak Habibi'nin isteklerine karşı çıkmamalıdır. Nefsini, Mevla'sının muhabbetine tercih etme­melidir. Çünkü O, kendisine verdiğiyle birlikte onu dost edinmiştir.
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Yemek yiyip şükreden, sabırla oruç tutan konumundadır". Yemek yedikten sonra şükreden kimse, bu yemeğin verdiği gücü Rabbinin hizmetinde kullanmakta ve O'nun kendisine nasip ettiğine şükre­derek ibadet etmektedir.
Zühdde kalplerin bütün hallerini ihtiva eden iki sıfat bulundu­ğu söylenmiştir. Muda b. İsa dedi ki: Seba' el-Mavsili'ye, 'Zühd in­sanları nerelere kadar götürdü?' diye sordum. Dedi ki: Allah Tea­la'nın ünsiyet ve aşinalığına kadar. Osman b. Umara ise şöyle de­miştir: Vera'm kulu zühde ulaştırdığı, zühdün ise onu Allah sevgi­sine taşıdığı söylenmiştir.
İşte bu iki hal, bütün talep sahiplerinin varmak istedikleri ni­hai noktadır: Bir yandan celal sahibi Hak Teala'nın sevgisine nail olmak, Öte yandan da el-Latif olan Allah Teala'nın ünsiyetine ka­vuşmak sözkonusudur.
Zühdün hakikatine eremeyen kimse, hubbullah yani Allah sev­gisi makamına çıkamayacağı gibi, ünsiyet haline de eremez. Gayb-larm ince sırları ise sevgi ve dostluk makamı ile ünsiyet ve kurb/ya-kınlık halinde gizlidir. Allah Teala hepimizi sevdiğine muvaffak ederek lütuf ve rahmetiyle ümit ettiklerimize ulaştırsın. O'ndan başka hiçbir güç ve engelleme sahibi yoktur. Zühd kitabı burada sqna erdi.[4][4]


Yakin makamlarının yedincisi de Tevekkül makamıdır. Tevekkül, yakin makamlarının en üstünü ve mukarrebun zümresinin halleri­nin en kıymetlisidir.
Hak Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever". (Al-i îmran/159) Görüldüğü gibi O, tevekkül eden kulunu habibi kılmış ve ona muhabbetini nasib etmiştir. Allah Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Tevekkül edenler, Allah'a te­vekkül etsinler". (Yusuf/67) Görüldüğü gibi O, tevekkül ehlini Za-tı'na yükseltmiş ve onlara sevabın ziyadesini takdir etmiştir,    us
Kudreti yüce olan Zat-ı İlahi, başka bir ayetinde de şöyle buyur­maktadır: "Her kim Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter". (Talak/3) Yani Allah Teala'ya tevekkül eden kimse, başkalarına ihtiyaç duy­maz. Çünkü O, kendisine fazlasıyla yeter. Ona şifa verip afiyet bul­masını temin eder. Hakkıyla tevekkül eden kul, içinde bulunduğu durum karşısında başkalarından hiçbir talepte bulunmaz. O'na la­yıkıyla tevekkül eden bir kul, Allah Teala'mn rahmetine izafe etti­ği Rahman'm kullarından ve kendilerine yeterliği garanti ettiği hu­susi kullarından olur.
Onlar, Allah Teala'mn yüce kitabında, ARahman'ın kulları ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, cahiller kendilerine laf at­tıklarında 'Selam' derler." (Furkan/63) şeklinde vasfettiği kullardır. Allah Teala, bu dünya yurdunun kaygıları noktasında onlara yet­miş ve kendilerini O'na havale ettikleri belalardan korumuştur.
Bunu da şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz: "Allah kuluna ye­ten değil midir?" (Zümer/36); "İşimi Allah'a havale ederim. Muhak­kak ki Allah kullarını yakından görendir. Allah onu, onların kur­dukları tuzakların kötülüklerinden korudu". (Mümin/44-45)
Onlar, Allah Teala'mn haklarında "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir. Onların hepsini kuşatmış ve onları saymıştır" (Meryem/93-94) buyurduğu Rahman'm kulla-nndandır.
Sahabeden bir zat ile tabiundan biri de şunu söylemişlerdir: Te­vekkül, tevhid düzeni ve işin toplanışıdır.
Seleften bir zatın ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Basralı-lar'dan abid bir kimseyi ölümünden sonra rüyamda gördüm ve 'Al­lah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. 'Beni bağışladı ve cennete koydu' dedi. Ona, 'Hangi amellerin daha faziletli olduğunu gör­dün?' diye sordum. Dedi ki: Tevekkül ve ümidi kısa tutmak. Sen de o ikisine sarıl.
Ebu'd-Derda (ra) dedi ki: "İmanın zirvesi, ihlas; tevekkül ve alemlerin Rabbi'ne tam teslimiyettir". Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle derdi: Makamlar arasında tevekkül kadar yüce olanı yok­tur. Peygamberler, tevekkülün hakikatini alıp götürmüşler ve on­dan sadece sıddıklarla şehitlerin kokladığı bir sevgi ateşi kalmıştır. Her kim bu ateşe sarılırsa, sıddık ve şehid olur.
Ariflerden Ebu Süleyman ed-Darani ise şöyle demiştir: Şu te­vekkül makamı dışında her makamda bir yetkinliğim vardır. Onda ise ancak koklanacak kadar payım var.
Lokman (as), oğluna vasiyetinde şöyle demiştir: "Allah'a imanın bir esası da O'na tevekkül etmektir. Allah Teala'ya tevekkül, kulu O'na sevimli kılar. İşleri Allah'a havale etmek de Allah'ın hidaye-tindendir. Kul, Allah'ın hidayetine sarılmakla, O'nun rızasına uy­gun hale gelir. Allah Teala'mn rızasına uygunluk ise, O'nun kulu­na değer vermesini gerektirir". Yine Lokman (as) şöyle demiştir: "Her kim Allah'a tevekkül eder, O'nun kazasına teslim olur, işi O'na havale eder ve O'nun kaderine rıza gösterirse dini ikame et­miş, ellerini ve ayaklarını hayır kazanmaya adamış ve kulun işini güzel kılacak salih ahlakı eda etmiş olur".
Anlatıldığına göre abdal zümresinin alimlerinden Ebu Muham­med Sehl şöyle demiştir İlmin tamamı, kullukta bir kapıdır. Kullu­ğun tamamı da, vera'da bir kapıdır. Vera'm tamamı ise, zühdde bir kapıdır. Zühdün tamamı da tevekkülde bir kapıdır.
Yine o şöyle demiştir: Tevekkülün varıp dayandığı hiçbir sınır ve nihai nokta yoktur. O, "Hanginizin amel bakımından daha güzel olduğunu sınamak için" (Hud/7) ayetinin tefsirinde de, 'Yani, han­ginizin tevekkülde daha sadık olduğunu bilmek için' demiştir.
Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Takva ve yakin, terazinin iki kefesi gibidir. Tevekkül ise, eksikliği ve fazlalığı bildiren dil gi­bidir". Ona, Allah Teala'mn "Allah'dan gücünüz yettiğince korkun" (Teğabün/16) buyruğunun manası sorulduğunda şu cevabı vermiş­tir: Allah Teala'ya olan muhtaciyet ve yokluğu izhar etmek suretiy­le". Allah Teala'mn "Allah'tan korkunun hakkıyla korkun" (Al-i İm-ran/102) buyruğunun manası sorulduğunda ise şöyle demiştir: Ya­ni O'na tevekkül ile kulluk edin.
Ebu Yakub es-Susi dedi ki: Tevekkül ehlini tenkid etmeyin. Çünkü onlar Allah Teala'mn havas kulları olup belli bir hususiyet­le mahsus kılınmışlardır. Onlar yalmz Allah'a dayanan, sadece O'nunla yetinen, dünya ve ahiret kaygılarından uzak kalan kimse­lerdir. Yine o, şöyle demiştir: Tevekkül noktasında tenkid edilen, imanda tenkid edilmiş gibidir. Çünkü o ikisi içiçedir. Her kim de te­vekkül ehlini severse, Allah Teala'yı sevmiş olur.
Tevekkül makamının başı, Vekil olan Hak Teala'yı iyi bilmektir. O, çok aziz ve hikmet sahibidir. İzzeti sayesinde dilediğine verdiği gibi, hikmeti gereği dilediğini de meneder. Kul da O'nun izzetiyle yiicelip O'nun hükmüne rıza göstermelidir. Allah Teala Zatı'nı an­latırken böyle buyurmuş ve tevekkül ehlini bu hususta uyarmıştır: "Her kim Allah'a tevekkül ederse (bilsin ki) Allah, çok Azizdir, hü­küm ve hikmet sahibidir". (Enfal/49)
Verdiğiyle yücelttiği kimse izzet sahibi olurken hikmeti gereği menettiği kimseye de nazar eder. Zelil olan kul, celal sahibi olan Meliki'ne baktığında; O'nun adaleti yerine getirdiğini, tedbir ve takdiri gereğince yaptığını, herşeyin hazinesinin O'nun katında ol­duğunu, katındaki herşeyin belli bir ölçüyle bulunduğunu görür.
Herşeyin yegane sahibi olan Rabbi'nin kulların perçemlerinden tuttuğunu, gaybi hüküm ve kaderler adına bütün gök hazinelerine O'nun sahip olduğunu görür. Yine görür ki müşahede edilen güçler ve kalpler namına ne varsa O'nun katandadır.
Göklerin hazineleri, kullarına taksim ettiği nzıkta, yeryüzü ha­zineleri ise yarattıklarının ellerinde varettiklerindedir: "Gökte rız­kınız ve size söz verilen var". (Zariyat/22);
"Göklerin ve yerin hazi­neleri Allah'ındır. Ama münafıklar anlayamazlar". (Münafıkun/67)
Bunları gören kul, herşeyin melekûtunun Allah'ın elinde oldu­ğunu yakincn bilir. Yine O'nun kulaklara ve gözlere malik olduğu­nu, geceyle gündüzü çevirdiği gibi kalpleri de çevirdiğini bilir. O'nun yakin sahipleri için hükümler ve en güzel tedbir sahibi oldu­ğunu yakinen müşahede eder. Muhakkak ki O, hüküm verenlerin en iyisi, rızık verenlerin en hayırlısıdır. "Yakin sahibi bir kavim için Allah'dan daha güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50); "Sonra Arş'a istiva etti. Yaratma işini tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez". (Yunus/10)
Bunu gören zelil kul, Aziz olan Efendisi'ne bakar. O'nun naza­rıyla güç kazanıp kuvvetiyle izzet sahibi olur. O'na yakın olmak su­retiyle başkalarından müstağni olur. Rabbi'nin huzurunda bulun­makla şereflenir. Nitekim hadiste de bu husus belirtilmiştir: "Zen­ginlik olarak yakini (iman) yeter".
Yakin ve marifette bu dereceye ulaşan kul, herşeyde Allah'ı gö­rüp O'na güvenir ve mâsivayı bırakarak yalnız O'na itimad eder. O,
en ufak şeyde bile O'nunla kanaat eder. Başına gelen işlerde O'na dayanarak sabreder. Her halinde O'na muhtaç olduğunu bildiği için her zaman O'ndan razı olur. O'ndan başkasından asla bekle­mez. O'ndan başkasından asla ümitvâr olmaz.
Hibede O'nun kudretinden başkasını görmez. Engellemede de O'nun hikmetinden başkasına şahit olmaz. Kısma ve bolca verme hallerinde de O'nun kudretinden başkasına ihtimal vermez. Onun kulluk ve ibadeti bu noktada hak olup, tevhidi de halis olur. Yara­tanı bilmesi sayesinde yaratılanı bilir. Rızkı Mabudu ve Rızık Vere­ni olan Allah'tan başkasından talep etmez.                            ]
O, Allah Teala'nm şu buyruklarına da şahitlik etmiştir: "Allah dışında dua ettikleriniz de, sizler gibi kullardır". (A'raf/194) ;"Allah dışında ibadet ettikleriniz, sizin için rızık verme gücüne sahip de­ğildirler. Rızkı Allah'tan umun ve O'na kulluk edin". (Ankebut/17) Bu şuura sahip olan kul, Allah Teala'dan başkasına hamdetmez. Kendisini menettiği için O'nu yermediği gibi, verdiği ya da savdığı için de O'nu övmez. Çünkü Allah, Evvel ve Mu'ti yani Verici olan­dır. O'ndan başkasına da şükretmez. Çünkü Mevla'sı onu övmüş ve ona yalnız Kendisine şükretmesini emretmiştir.
O, kuluna kendi ahlakıyla ardaklanmasını ve Resulü'nün (sav) sünnetine tabi olmasını emir buyurmuştur. Böyle bir kulun kına­ması ve öfkesi, ancak nevasına uyarak Mevlası'na muhalefet etme­siyle olabilir. Allah Teala infak edenleri överken, cimrilik edenleri de kınamıştır.
Hamd ile şükür arasındaki fark şudur: Hamd, sadece Allah Te-ala'ya mahsus olan bir fiildir. O, nimetin yalnız Allah Teala'dan gel­diğini itiraf etmek, onunla Allah rızası için güzel amellerde bulun­mak ve o nimete Allah'tan başkasını ortak koşmamaktır.
İşte bu sebeple Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Hamd, alemle­rin Rabbine mahsusdur". (Fatiha/l) Hamdin tamamı, O'ndan baş­kasına olmadığı gibi, ancak O'na layıktır. Çünkü O, alemlerin Rab-bidir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Hamd, Rahman'ın ridasıdır".
Şükür ise, orta halliler için övgüyü açığa vurup duayı gizlemek­tir. Bu, anne babanın hakettiği ve ehli olan insanlara karşı söylen­mesi gereken bir söz ve ifade edilmesi uygun olan bir duygudur. Yu-
suf b. Esbat'tan şunu naklederler: Sevri (ra) bana dedi ki: 'Ancak şükrün değerini ve yerini bilen kimseye şükret'. Dedim ki: 'Nasıl?' Dedi ki:'Kendisiyle aşırı sevindiğin ve ondan da aşırı derecede mahcubiyet duyduğun bir iyilikle karşılaştığında şükret. Aksi tak­dirde asla şükretme.
İbrahim, arkadaşlarından birinden iki dirhem istedi. Yanında yoktu. Bunun üzerine mecliste bulunan bir genç kesesini çıkarda. İçinde ikiyüz dirhem bulunan keseyi İbrahim'e sundu. O, keseyi kabııl etmedi ve şöyle dedi: 'Bize bir şeyler veren herkesin verdiği­ni kabul mü edeceğiz? Ancak Allah'ın ona verdiği nimeti, bize ver­ilen nimetten daha büyük gördüğümüz kimselerin verdiklerini ka­bul ederiz.
Hasan el-Basri'den (ra) nakledilen uzun bir kıssada şu hadise anlatılmıştır: Adamın biri ona toplu bir para vermek istemişti. Ada­mın teklifini reddetti. Teklif sahibi gittikten sonra, Haşim el-Evkas ona şöyle dedi: 'Ey Ebu Said, bu yaptığına doğrusu şaştım. Adamın ikramını niçin reddettin? Adamcağız hüzünlü bir şekilde ayrılıp gitti. Oysa sen, Malik b. Dinar'dan ve Muhammed b. Vasi'den de­vamlı alıyorsun'. Hasan (ra) ona şu cevabı verdi: 'Vah sana! Malik ve İbni Vasi, onlardan aldıklarımız hususunda Allah Teala'mn rıza­sına bakıyorlar. Bize düşen de onların verdiğini almaktır. O zaval­lı ise, verdikleri noktasında bizim yüzümüze bakmaktadır. Onun verdiğini işte bu sebeple geri çevirdik.
Bu şuura ulaştığınızda, size gelecek bir şeyin engellenmesine sebep olduğunu düşündüğünüz kimseyi kınamamanız gerekir. Çünkü gerçek engelleyici Allah Teala'dır. Ayrıca O'nun engelleme­sinde de bir hikmet mevcuttur. Verdiği nimette nasıl bir hikmet gizliyse, engellediğinde de hikmetler mevcuttur.
Ama O'nu zemmettiğimiz, eksik gördüğümüz veya buğzettiği-mizde şunu bilmemiz gerekir ki, bunlar ancak Mevlamız için bize karşı geçerli olan fiillerdir. Ancak bu durumda Allah Teala'mn mu­radına uygun hareket edilmiş olur. Allah Teala, verdiklerin d eki kudretine şahittir ve onu infak edenleri, kerametin nihai derece­sinde över. O, menettiklerine ve iradesinden hoşlanmayanlara da şahit olur ve cimrilik edeneleri kınar.
O'nun hikmetindeki kudrete ve hükümleri izhar edip helal ile haramı ayırmak ve azap ile sevabın kimlere geleceğini belirlemek
için takdirinde tuttuğu hükme isyan edenleri de kınar. O, emri açıklayıp kaderin bilgisini Kendisine saklamıştır.
Mümin, Allah Teala'mn emrettiğini yapar ve O'nun kendine sakladıklarını da O'na teslim eder. Ulemadan bir zat, Allah Tea­la'mn şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Eğer Adem oğlu Ben'den başkasından ricada bulunmazsa, Ben de onu başkasına havale et­mem".
Başka bir alim ise şunu nakletmiştir: Eğer Adem oğlu Ben'den başkasından korkmazsa, Ben de onu başkalarından korkturmam. Bunlardan çok daha müessiri şu rivayettir: "Kul, mezara konuldu­ğunda Kıyamet'e kadar Allah'tan başka korktuklarının hepsi ona gösterilir".
Fudayl b. Iyaz dedi ki: Her kim Allah'dan korkarsa, her husus­ta korkar. Denildi ki: "Yaratılanlardan duyulan korku, Yaratıcı'dan korkunun eksikliğinin cezasıdır. Bu da Allah Teala'yı layıkıyla bil­memekten kaynaklanır".
Sözlerin en güzelini buyuran Allah Teala bu anlamdaki bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinde sizin korku­nuz, Allah'mkinden fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur". (Haşr/13) Kul, Allah Teala'dan hakkıyla korktuğu za­man, bu korkusu onun kalbindeki yaratılmışlara dönük korkuları ortadan kaldırır ve sözkonusu korkulan onların kalplerine yönlen­dirir. Böylelikle yaratılanlar, o kuldan korkmaya başlarlar.
Aynı şekilde kulun şahitliği tam olup gerekli şahitlikte bulun­duğu zaman onun bu müşahedesi, Allah Teala sayesinde kainatı gözden uzaklaştırır ve kul sözkonusu kainatı görmez olur. Kayyum olan Hak Teala da, kulun kalbinin mülkün yakinen müşahedesine tahsis edilmesinden dolayı kendisine mülkteki nasibini verir.
Senid, Yahya b. Übeyy'den şunu nakletmiştir: "Tevrat'ta yazılı olanların çoğu, kendisi gibi yaratılana güveni ihtiva ettiği için la­netlenmiştir". Senid şunu söylemiştir: Bu ifade şunu kasdetmekte^ dir: "Falan kimse keşke helak olmasaydı, eğer şöyle olmasaydı böy­le olmazdı".
Denildi ki: Kulun, 'Eğer böyle olmasaydı, şöyle olmazdı' şeklin­deki sözü şirktir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur ^ duğu rivayet edilmektedir: '"Eğer1 kelimesinden sakının. Çünkü oj şeytanın amelini açar".
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: -CekAcak şeytanın askerle­rinden bir askerdir.
Allah Teala'nın "Onları, selametle karaya ulaştırdığında hemen şirk koşmaya başladılar" (Ankebut/65) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Gemidekiler şımarıp azgınlık etmişlerdi. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimede görülmektedir: "Onların çoğu Al­lah'a iman etmezler. Onlar ancak şirk koşarlar" (Yusuf/106) Bu ayetle ilgili olarak şöyle denilmiştir: Onlar dediler ki: Eğer köpek­lerin havlamaları ve horozların ötmeleri olmasaydı, hırsızları ya­kalardık.
Ömer (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir: "Her kim kölelerle gururlanırsa Allah Teala onu zillete dü­şürür". Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Eğer Allah'a layıkıyla tevekkül ederseniz, sizi kuşları beslediği gibi besler. Onlar sabahları karınları boş olarak çıkar, akşam ise tok olarak dönerler. Dualarınızla dağlar eriyip gi­debilir".[5][5]
İsa (as) şöyle derdi: "Kuşlara bakın. Onlar ne ekip biçer, ne de biriktirirler. Allah Teala onları gün be gün rızıklandırır. Eğer, 'Bi­zim karınlarımız kuşlarmkinden daha büyük' derseniz, o zaman da büyük baş hayvanlara bakın. Allah Teala onlara nasıl rızık ver­mektedir".
Denildi ki: Canlılardan yalnız üçü biriktirir: Karınca, fare ve in­san. Ebu Yakup es-Sûsi dedi ki: Allah Teala'ya hakkıyla tevekkül edenlerin rızıkları, O'nun havas kullarının elinden yine O'nun ilim ve takdiriyle akıp gelir. Onlar, bu rızıklar için hiçbir çaba ve meş­guliyet içinde bulunmazlar. Diğerleri ise, tasalı ve sürekli meşgul­dürler. Yine o, şöyle demiştir: Tevekkül sahibi, sebepleri, kınama ve övgüleri gözetirse, sadece tevekkül iddiasında bulunuyor demektir. Onun tevekkülü sağlıklı değildir.
Tevekkülün başı, tercih ve ihtiyarı bir kenara koymaktır. Sahih anlamda tevekkül eden kul, halktan gelen eziyete bakmaz, bunla­rı halka şikayet etmez, onlardan herhangi birini kınamaz. Çünkü o, vermenin de engellemenin de, yalnız Allah Teala'dan olduğunu bilir. Bu da onu, diğerlerinin ellerini gözlemekten uzak tutar.
Sehl'e denildi ki: Tevekkülün en alt noktası nedir? Dedi fc.: Emellerin terkedilmişidir. Ortası, tercih ve ihtiyarın terkedilmesi­dir. 'En yükseği nedir?' diye sorulduğunda da şu cevabı vermişi ir: 'Bunu ancak tevekkülün orta derecesine yükselip tercih ve ihtiymı terkeden bilir". Onun bu konuda uzun açıklamaları mevcuttur.
Aynı zümreden bir zat ise şöyle demiştir: Bütün kullar, Rable-rinden gelen rızkı yerler. Sonra da müşahedeleri noktasından bil-birlerinden ayrılırlar. Onlardan kimisi, rızkını zilletle yer. Kimisi rızkını aşağılanarak yer. Kimi rızkını beklentiyle yerken, kimisi de aşağılanmadan izzet içinde yer. Rızıklarmı zillet içinde yiyenler di­lencilerdir. Bunlar insanların ellerine bakar ve onların önünde zil­lete düşerler.
Rızıklarmı aşağılanarak yiyenler zanaat ehlidir. Bunlar da rı­zıklarmı aşağılanarak ve zorluk içinde kazanırlar. Rızıklarmı bek­lenti içinde yiyenler ise ticaretle uğraşanlardır. Ticaretle uğraşan­lar mallarını satmayı beklerken kalben yorgun ve beklentinin aza-bıyla dolu olurlar.                                                                       '
Rızıklarmı izzet içinde, aşağılanmadan, beklemeden ve zillets düşmeden kazananlar ise sufİlerdir. Onlar sadece Aziz olan Al­lah'ın lütfunu gözler ve kısmetlerini O'nun elinden alırlar. Sultan­lara yaltaklanarak rızık temin edenlere gelince; bunlar ruhlarim satmış kimselerdir. Onların rızıkları hüsrandan ibarettir. Böylele-ri açık bir zillet içindedirler.
Ulemadan bir zata, "insanlar Allah'ın ailesi gibidir onların A -lah'a en sevimlisi O'nun ailesine en yararlı olanıdır" hadisinin ma­nası sorulduğunda şöyle demiştir: Bu hususi bir durumdur. Allah Teala'nın ailesi, O'nun havassıdır. 'Nasıl olur?' diye soruldu. Alim şu cevabı verdi: İnsanlar dört sınıfa ayrılır: Tacirler, ticaret ehli, za­naat ehli ve ziraatle uğraşanlar. Bu dört sınıfa girmeyenler Allah Teala'nın ailesinden sayılır. İnsanların da O'na en sevimli geleni, bu kimselere en yararlı olanıdır.
Hakikat de bu alimin ifade ettiği gibidir. Çünkü Allah Teala bir takım hakları ve mallardan verilmesi gereken zekatı farz kılmıştır. Ticaret ve zenaat bakımından geliri olmayan kimseleri kendi ailesi kılarak zenginlerin bunlara yardımcı olmalarını emretmiştir. O, bu kimselerin geçimlerini ticaret ve zenaat erbabına havale etmiştir.
Nitekim zekat da bir tacir veya zanaat sahibine verilmemekte­dir. Allah Resulü (sav) de zekatla ilgili şöyle buyurmuştur: "Bir zengine ve elinin emeğiyle geçimini kazanana sadaka helal ol­maz"[6][6]Allah Resulü (sav) emekle kazanmayı zenginlikle aynı ko­numda görmüştür.
Allah Teala da bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: "Biz ora­da sizler için geçim kaynakları yarattık ve siz de O'na nzık verici­ler değilsiniz". (Hicr/15) Bu ilahı hitabı iyi düşünenler şunu anlar­lar ki, insanlar kendisi için yer yüzünde bir geçim imkanı yaratıl­mamış kimselere rızık verici olamazlar. Sonuç itibariyle ancak ara­cı olabilirler.
Amir b. Abdullah şöyle demiştir: Yüce Allah'ın kitabında üç ayet-i kerime okudum. Bunlar, içine düştüğüm durumda bana des­tek oldular. Bunların ilki şu ayet-i kerimedir: "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, bu zararı kendisinden başka giderecek hiç bir güç yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa (bil ki) O her şeye kadirdir". (EnJam/17)
Bu ayeti okuduktan sonra kendi kendime şöyle dedim: Eğer Al­lah bana zarar vermek istediyse hiç kimse bana yararlı bir şey ya­pamaz. Eğer O bana bir şey vermeyi murad ettiyse hiç bir güç de buna engel olamaz.
Ardından şu ayet-i kerimeyi okudu: "Beni anın ki "Ben de sizi anayım". (Bakara/152) Bu ayeti okuyunca Allah'ı anarak başkala­rını anma alışkanlığından kurtulmuş oldum.
Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Yer yüzünde hiç bir canlı yok­tur ki, rızkı Allah'a ait olmasın". (Hud/6) Bu ayeti okuduktan son­ra hiç bir zaman rızık tasasına düşmedim ve sürekli huzur içinde oldum.
Sehl b. Abdullah şöyle derdi: Tevekkül eden kimse, sebepleri gö­zettiği zaman sadece tevekkül iddiasında bulunmuş olur. Yine o başka bir münasebette şöyle demiştir: İman sebeplerle birlikte ola­maz. Sebepler ancak İslam mertebesinde olabilir. Bu sözün anlamı şudur:
İmanın hakikatinde sebepleri araştırmak ve onlara yaslanmak söz konusu değildir.
Sebepleri gözetmek ve insanlara yönelik beklentiler içinde ol­mak ancak İslam makamında olabilir.
Bu meyanda Lokman'm (as) oğluna yaptığı öğütte şöyle dediği­ni görüyoruz: İmanın dört esası vardır ki ancak bu dördüyle sıhhat kazanabilir. Tıpkı sağlıklı bir bedenin eller ve ayaklarla tamama ermesi gibi. O dört esas şunlardır: Allah'a tevekkül; O'nun kazası­na teslimiyet; işleri O'na havale etmek; Allah'ın takdirine rıza gös­termek.
Tevekkül sahibinin hali şöyle ani atılabilir:
O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükunetini kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek ta­salanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden sekile sokan Allah Teala'ya adamış bir kimsedir. Bütün fikrini takdir sahibinin kudretiyle meşgul eden ve ilmin sebeplere sarılma yönündeki emri ile bunlara sarılmayan-ları kınayan yaklaşımından etkilenmeyerek her şeyin arkasında Hakk'm olduğunu söyleyebilen bir kimsedir.
O, yalnız bununla amel edip sadece Allah için sebeplerin hare­ketine uyan ya da onları dışlayan bir yaklaşıma sahiptir. Böyle bir kul, insanların söz ve tavırlarından çekinerek ya da onlara tamah ederek veya birtakım çıkarlarının sona ermesinden korkarak Hakk'ı terk etmez. Karşılaştığı zorluk ve darlıklar, insanların ne­valarının telkini ile batıla meyletmeye, bir hak karşısında susma­ya, insanlar nezdinde durumunu düzeltmek veya kendilerinden ta­lepte bulunmaması sebebiyle şükranla anılmak için bir Allah düş­manını dost edinmeye ya da bir Allah dostunu düşman edinmeye şevke tm ez.
O, Sâni' olan Allah Teala'yı düşündüğü için şöhreti kendinden menkûl bir sanata da sahiplenmez. Allah Teala'yı sürekli müşahe­desi sebebiyle O'nun tarafından daha önce yapılmış olduğunu bil­diği bir şeyi, yapmaya çalışmaz. Halkın herhangi bir adetine da­yanmadığı gibi hiç bir mahlukun alışkanlığına da güven duymaz. Çünkü o, rızkının, yarar ve zararının Tek bir kaynaktan geldiğini yakinen bilir.
Yukarıda anlattığımız hususlar, tevekkülün farzlarıdır. Bunları taşıyan bir kul, eğer tevekkülün faziletlerini bırakarak onları tevekkül sınırından çıkarırsa, yakini imanında zaafa kapılır. Tevek­kül ehli arasında güçlü olanlar, tevekküllerine musallat olabilecek bu tür müfsit arzulardan biriyle karşılaştıkları zaman, ona sebep olan bütün bağları koparır, onların köklerini kazır, tamamını ter-ketmeye yönelip yurtlarından ayrılır, dostlarından uzaklaşırlardı.
Böyle yapmak suretiyle de, kendilerine musallat olan heva ve arzuları uzaklaştırır ve onların yerine gerekli ilaçları koyarlardı. Kimi zaman da kendilerine musallat olan arzuların tam zıtlarına meyle derler di. Bu duyarlılık; bazan zahir ilmini terketmelerine ve batın ilmine yönelerek zahir ulemaya muhalefet etmelerine dahi yol açardı. Ama onların bu tavrı, müşahedelerinin bir hükmü ve hallerinin hakiki icabını yerine getirmekten başka bir şey değildi.
Öte yandan zahir alimleri, onlar hakkında bir hüccet konumun­da olamazlardı. Hatta bu gibi hususlarda, onlar zahir uleması için hüccet olabilirlerdi. Zira iman hem zahir, hem batın olduğu gibi, ilim de muhkem ve müteşabihten ibarettir. Ayrıca hakikat ehli, Al­lah Teala'nm tevfikine daha yakın oldukları için hakikati bulma noktasında daha da başarılıdırlar.
Hakiki tevekkül ehlinin bu tavırları, tevekküllerinin sıhhati, sözlerinde durma gereği ve hallerinin hükümlerini ifa edebilmeleri için sergilenen tavırlardır. Kalpleri, ancak bu şekilde Allah'tan baş­kasına dayanmayacak, himmetleri O'ndan başkasıyla beraber ol­mayacak, nefisleri yalnız O'nunla mutmain olabilecek, O'ndan baş­ka sükunet kaynağı aramayacak, nefsani arzularla huzur bulma­yacak ve nefislerin sükununa bakarak kalplerin sükunetini ihmal etmeye çalışmayacaklardır. Zira bütün bunlar onların yakini iman­larını zedeleyecek durumlardır.
Asıl olan da zaten imandır. Üstteki sakıncalı durumlara düşme­leri halinde şeytan, keşf ve şehadetin tecelîigâhı olan kalplerini teslim alacaktır. Bu da onlara, en kıymetli sermayelerini kaybetti­recek, tevekkül halinin hakikatine ermelerini engelleyecektir. Böy­le bir hale düştüklerinde ne ile ricada bulunacak ve neyle ayakta durabileceklerdir? Bütün bunlar, ancak akıl sahiplerinin idrak ede­bilecekleri, gözle bakanların şahit olamayacakları hususlardır.
Mukarrebun zümresinden bir zat, kendisine tevekküle ilişkin bir soru sorulduğu zaman şu cevabı vermişti: Tevekkül, tevekkülden kaçıştır. O bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Tevekkül maka­mında bulunmaya da güvenmemek gerekir. Kul tevekkül ettiği za­man, tevekkülüne bakıp onun kendisi için yeterli, kendini afiyette kılıcı veya koruyucu olduğunu düşünmemelidir.
Kulun tevekküle böyle bakışı, tevekkül için bir hastalık belirti­si olarak görülmüş ve bundan kaçılması tavsiye edilmiştir. Böyle­likle sürekli ve yalnızca Vekil'e bakacak ve bu bakışını hiç bir şey sarsamayacaktır. O'na dönük kesintisiz şahitliğinde de sıkıntı his­setmeyecektir. Bu durumda, Vekil ile kendi arasında gözetilecek, dayanılacak veya rehberliği gerekecek hiç bir varlık olmayacaktır. Onun ana yolu, bundan sonra yalnız 'tevekkül' olacaktır.
Ariflerden bir zat, Allah Teala'nm "Yoksa o kendisine dua etti­ğinde zarurete düşmüş olana icabet eder mi?" (Neml/62) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Zarurete düşen kişi mevlasmın huzurun­da niyaz ederek ellerini açar ve kendisi ile Allah Teala arasında bir karşılığı hak edecek iyiliği bulunduğunu düşünmez. 'Rabbim bana karşılıksız olarak ver* der.
Çünkü onun sermayesi Rabbi katında hiç bir şey ifade etmez. Onun bütün amelleri için de geçerli olan hiçliktir. İşte ayette geçen zarurete düşmüş kişi böyle biridir. Bunlar Allah Teala'nm takva ve Allah korkusu sahipleri olarak nitelediği kimselerdir.                   ?
Allah Teala onları davet ve uyarıcılık görevlerine layık kimseler kılmıştır. Onların kendisi ile aralarında bir sebep ve vasıta bulun­duğuna inanmayan kimseler olduklarını haber vermiştir. O, Resu-lü'ne bu kimseleri Kur*an ile uyarmasını emretmiştir. Böylelikle Al­lah Teala onları halk için bir başvuru kaynağı, buyruğu için de, sağ­lam bir zemin kılmış olmaktadır. Resulü'nü de onlar için bir başvu­ru kaynağı ve buyruğunun tecelîigâhı kılmıştır. O, bu hususu şu ayet-i kerimesiyle teyit buyurmaktadır: "Rablerinin huzuruna top­lanacaklarına inanıp bundan korkanları onunla uyar ki; kendileri­nin, O'ndan başka ne dostları, ne de aracıları yoktur. Umulur ki ko­runurlar". (En'am/51)
Allah Teala bizler gibi oyun ve eğlenceye dalmış hata ve gurura kapılmış kimseleri nitelerken de şöyle buyurmuştur: "Onlar ki din­lerini bir oyun ve eğlence yerine koydular ve dünya hayatı kendile­rini aldattı". (A'raf/51);
Alimlerimizden birine, 'Tevekkül nedir? diye sorulmuştu. Şu ce­vabı verdi: Havi ve kuvvetten beri olmaktır. Havi, kuvvetten daha ağır bir fiildir. Havi hareket anlamına gelir. Kuvvet ise, bir hareket üzerinde sebat etmektir. Buna göre de fiilin başlangıcı havi olmak­tadır. Onun ifadesine göre kişi 'Muharrik' yani hareket etme kabi­liyetini veren Allah Teala karşısında kendi hareketini önemseme-melidir. Çünkü ilk hareketi veren bizatihi Allah Teala'dır.
Aynı şekilde kuvveti yani hareket halindeki sebatını da önem-sememelidir. Çünkü sonuç itibarıyla onu sabit kılan da yine Allah Teala'dır. Bu durumda başlangıç da sonuç da sizin Allah Teala hak­kındaki Evvel ve Ahir oluşu yönündeki şahitliğiniz olmaktadır.
Tevekkül de ancak Vekil'in bu şekilde şahitliği ile sıhhat kaza­nabilir. Aynı alim başka bir vesile ile şöyle demiştir: Tevekkül ted­biri bırakmaktır. Çünkü her türlü tedbirin ardında bir arzu ve is­tek vardır. Arzu ve isteklerin ardında ise tûl-i emel fikri yatar. Tûl-i emel ise beka arzusunun bir sonucudur. Bu da şirktir. Böyle ya­pan biri Allah Tfeala'ya beka sıfatında ortak olmuş olur.
Allah Teala varlıkları yarattıktan sonra onları kendi zatından perdelemediğini, aksine onların tedbirlerini perde kıldığını buyur­muştur. Ulemanın; tedbirin (=yaşanan an ve yakın gelecek için ol­mayıp uzun vadeli planma yapmanın) terkedümesi yönünde bir çok sözü vardır. Ancak tedbirin bırakılması kulun yöneldiği ve ken­disine mubah kılınan hususlarda tasarrufta bulunmayı terketmesi anlamına gelmez.
"Kazanç için çalışmayı tenkit eden, sünneti tenkit etmiş olur. Kazanç için çalışmayı terkettiği için tenkit edilen kimse tevhid noktasında tenkit edilmiş sayılır" diyen biri, nasıl olur da insanın iş için düşünmesini yanlış bulur? Tedbirin terki ile kastedilen; ümit ve temennileri terk etmek ve "Niye böyle oldu? Niye şöyle olmadı? Keşke şöyle olsaydı?" gibi sözlerin yanlışlığını vurgulamaktır. Çün­kü bunlarda itiraz, Allah Teala'nm sabık ilmini bilmemek, O'nun kudret ve hikmetinin güç ve şahitliğinin ötesine gitmek, Allah Te-ala'nın iradesini ve hükümlerin bu yönde cari oluşunu görememek sözkonusudur.
Burada tedbiri terketmekle kastedilen gelecek zaman ve henüz vakti gelmemiş bir husus için planlama yapmamaktır. İnsanın aklını ve ilmini bu tür planlarla meşgul etmemesi gerekir. Zira bu, onun için çok daha elzem ve gerekli olan yaşadığı anı (=hâl) kaçır­maya ve o anla ilgili hükümleri yerine getirmemeye sevkeder. Ted­birin terk edilmesindeki tasarrufla hükümlerin eksik veya fazla olarak takdirinde veya bunların bir vakitten diğerine, ya da bir kuldan diğerine takdim ve tehir yoluyla nakledilmesinde sözkonu-su olan da budur.
Çünkü geçmiş, kul için önemli değildir. Bir insanın geçmiş için planlama yaptığı görülmüş müdür? Kişi aynı şekilde gelecek için de bir takım beklenti ve temennilere dayanmamalı işi Allah'a ha­vale ederek uzakl geleceğe dönük planlardan uzak durmalıdır. Bu­nu yukarıda da izah etmiştik.
Bize göre geçmiş ve gelecek aynı konumdadır. Allah Teaîa hü­küm verenlerin en güzeli, kul da O'nun hüküm ve fiillerine râm olandır. Kul, akıbetlerini bilmediği hususlarda Rabbi'nin takdirine rıza gösterip tedbiri de üstteki anlamıyla terk ettiği zaman yakini imana ulaşmış olur. Yakini iman ise marifetin tecelli ettiği yerdir. Zira, Allah Teala yakini iman sahibinin kalbini kendi mekanı kıl­mış ve kulun liyakatine göre orada yer almıştır.
Bu fikrin sahibi olan alim zat şöyle derdi: Ey zavallı; oldu ve sen olmadın, oluyor ve sen olmuyorsun. Sen bugün de olduğunda der­sin ki ben' ve ben derim ki, 'şimdi olduğun anda olmadığın gibi ol'. Çünkü o, olduğu gibi bu gündür. Aynı alim şöyle derdi: Zühd tedbi­rin terkedilmesidir. Onun bu ifade ile kasdettiği ise; tedbiri gerek­tiren sebeplerin terkedümesi ve tedbiri gereken sebebin kalpten çı­karılması idi. Bu, onun sebeplerin varlığım inkar etmesi ve onlara yakinen inanmasını engelleme kasdma yönelik değildir.
Asıl maksat bu sebepleri planlamayı terk etmektir. Çünkü, bu noktada yapılacak sağlıklı bir tedbir; onları ayrıştırmak, sebeple­rin hükümlerini ifa etmek ve eşyayı yerli yerine koymaktan ibaret­tir. Akıl sahibi, mümeyyiz, hükümlere muhatap ve Allah Teala'ya ilim üzere ibadet etmekle mükellef olan bir kulun eşyanın varlığı­na rağmen böyle yapması düşünülemez bir davranıştır.
Yukarıdaki sözün maksadı da böylelikle şu ifade ile tamamen açığa çıkmış olacaktır: Tedbire dayanan eşyayı terk edip temyize dayanan sebeplerde zühd sahibi olun ki tedbir ve plan yapma illetinden kurtulun. Kul bunları terk etmekle tedbiri de terk etmiş ve bunlara kafa yormaktan, bunlar üzerinde düşünmekten uzak dur­muş olur. Tedbirin terk edilmesi ile ilgili yukarıda aktardığımız sö­zün özü de işte budur.
Hakkı ile tevekkül eden kulların durumu yukarıda anlattığımız gibidir. Böyle biri, sağlıklı bir insanın ilacı önemsemediği gibi ken­disine neyin yettiğini önemsemez. Ama, sağlıklı birinin hastalık be­lirtilerinden sakınması gibi darlık gelmeden kendisini korumaya da çalışabilir. Allah Teala buyurdu ki: "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın". (Hud/6) "Nice canlı varlık var ;ki, rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah besler". (Ankebut/62) Tevekül eden kul, zerre miktarı kadar bile olsa kendisine ula­şan her rızkın Yaratanı tarafından olduğunu yakini imanı ile bilir. Ona ayrılan rızık onun olup her şartta kendisine ulaşacaktır. Ken­disi için ayrılmış olan bir rizık asla başkasına ulaşmayacaktır. Ay­nı şekilde başka biri için ayrılmış olan bir kısmet ve rızık da ona asla ulaşmayacaktır. Layıkıyla tevekkül eden bir kul bu şuura sa­hip olmalıdır. Böyle bir kul kendi nasip ve kısmetini şu üç müşahe­deden birinde Rabbi'nin lütfuyla yakinen görür. Eğer müşahedesi alt derecede ise kendisine kısmet olan rızkı yaratılışının şekillendi­ği anda kitaba yazıldığı şekliyle görür. Bu kitapta onun rızkı, eceli, eseri, mutlu mu yoksa mutsuz mu olacağı yazılıdır. Allah Teala'nm mutlu kıldığı bir kulu hiç kimse mutsuz kılamadığı gibi, O'nun mutsuz kıldığı kulu da hiç bir kuvvet mutlu kılamaz.
Aynı şekilde bir kula ayrılan rızkı da hiç kimse o kuldan mene-derek onu mahrum edemez. Allah Teala'nm mahrum kıldığı bir ku­lu da hiç bir güç rızık sahibi kılamaz. Çünkü onun rızık ve mutlu­luğu ile ilgili her şey tek bir kitapta yazılı durumdadır.
Kulun müşahedesi daha yüksek bir dereceye sahip ise rızkı ile ilgili hususları Levh-i Mahfuz'da bulunduğu şekliyle görür. Levh-i Mahfuz üstteki kitabın da iktibas edildiği ana kitaptır. Yakini ima­nı ile onda yazılı rızkını gören bir kul şunu iyi bilir ki, kendisi için takdir edilmiş olan rızık, kuvvet ya da hile ile artmayacağı gibi ça­resizlik ve zavallılık sebebi ile de eksilmeyecektir.
Aynı yerde kendisinin cennet ehlinden olduğunu gören bir kul da, orada ismini yazılı gördükten sonra ne yaparsa yapmış olsun
cennete kesinlikle dahil edileceğini yakinen bilir. Bu kul, yeryüzün­de nasıl bir eser/iz bırakılacağının da yazılı olduğunu görür. Allah Teala buyurdu ki: "And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Arza mutlaka iyi kullarım varis olacak' diye yazmıştık". (Enbiya/105)
Görüldüğü gibi kulların dünya hayatında ulaşacakları bütün rı-zıklar ve bırakacakları bütün izler üç noktada tek bir yazgı ile kay­dedilmiştir. Bu, kulların ilmim teyit ve kalplerini teskin etme ga­yesine matuftur. İlk kitap olan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunan hususlar daha sonra da Zübür olarak ifade edilen sahife ve kitap­lara yazılmışlardır. Bunlar, üstte geçen bilgileri öğrendiğimiz yüce kitabımız Kur'an'a da yazılmıştır.
Kulun, Rabbi'nin makamına ve Mabudu'na dönük müşahedesi çok daha yüksek bir derecede ve O'na çok yakın ise, yukarda geçen hususları Levh-i Mahfuz'un yaratılmasından önce bizatihi Allah Teala'nm ilminden öğrenmesi de mümkündür. Bu durumda kalbi sükunet bulacak ve Allah Teala'nm ilmi ile huzura erecektir. İşte bu nedenle Allah Resulü'nden şu hadis rivayet edilmiştir:
"Zühd, Allah Teala'nm elindekine kendi elindekinden daha sıkı sarılmanız ve musibetlerden doğacak sevaba karşı daha istekli ol­manızdır" [7][7] Kulun şahitliğinin etkili olabilmesi için hırsı azalmalı ve halka dönük beklentileri kaybolmalıdır. İşte bu, rıza ve zühd makamlarının birleşimidir. Tevekkül, görüldüğü üzere bu iki ma­kamı kapsamaktadır.
Allah Teala'nm elinde bulunan sizin rızkınız olup hiç kuşkusuz ve her halükârda size ulaşacaktır. Allah katında size ait kılman bu rızık O'nun değişmez ilminin de malumudur. Allah'ın katında bu­lunup size ulaşacak şeyler şu üç sınıfta toplanır: Yiyerek tükettiği­niz gıdalar; giyerek eskittiğiniz giysiler; tasadduk ederek harcadı­ğınız mallar. Bunların bütünü de dünya ve ahirette size kısmet olan rızkı oluştururlar. İşte bu nedenle Allah Resulü (sav) şöyle bu­yurmuştur:
"Adem oğlu 'benim malım' diyor. Adem oğlunun cahillik ve gaf­letine şaşmak gerekir. -O, yukarıda üç hususu zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:- Senin bütün malın, ancak bunlardan sana na­sip edilenlerdir". Allah Resulü (sav) aym hadisinde bu üç husustan her birini de sonuna kadar yapmayı şart koşmuş ve şöyle buyur­muştur: "Yiyip de bitirdiğin, giyip de eskittiğin veya tasadduk ede­rek harcadığın".
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) takdir edilen rızıktan gıda olanların yenerek, giysi olanların eskitilerek para ve mal cinsinden olanların da harcanarak tüketilmiş olmasını şart koşmuştur. O, sö­züne devamla "Bunlar dışında kalanlar, varisin mallarıdır [8][8] buyur­muştur.
Yukarıda anlattığımız esaslar dahilinde söz konusu üç husus, kulun rızkını oluşturmaktadır. Bunlar, Allah Teala'mn elinde bulu­nup zaman içinde kula ulaşmaktadır. Allah Teala'nın, kulun elinde kıldığı mallar, muhtemelen onun tasarrufuna bırakılmayarak bir tür emanet olarak kendisine teslim edilmiş olabilir. Kul, bu malla­rı mülkiyetine geçirip elli yıl da böyle kalmış olsa bile durum değiş­mez. Bu mallarda kula ait olan, sadece Allah Teala'mn ona nasip ettiği kullanılan kısımdır. Kul, kendi elinde ve kasasında olduğu için bu mallar hakkında bir mülkiyet iddiasında bulunduğu takdir­de, Allah Teala'yı hakkı ile tanımaması ve O'nun hikmetlerinden habersiz olması nedeniyle böyle bir yanılgıya düşmüş sayılır.
Eğer o, Allah Teala'nın hikmet ve kudretini layıkıyla bilseydi, kendisinin olduğunu iddia ettiği kasa, hazine ve tapuların aslında Allah Teala'nın arzındaki hazinelerinden olduğunu ve bu hazinele­ri dilediği kuluna, dilediği süreye kadar emanet ettiğini iyi bilirdi. Nitekim Allah Teala, bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin için bir istikrar ve bir emanetgah olarak konuluş yeri ve süresi var­dır". (En'am/98) Yine O başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmak­tadır: "Göklerin ve yerin hazineleri ancak Allah'a aittir". (Münafî-kun/7)
Allah Resulü (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Eceli gibi rızkı da kulu arar". O, başka bir hadis-i şerifinde de şöy­le buyurmaktadır: "Her kul için takdir edilmiş bir rızık vardır ve o, kesinlikle ona ulaşacaktır. Her kim ona kanaat eder ve rıza göste­rirse o rızık kendisine bereketli kılınır. Her kim de rızkına kanaat etmez ve rıza göstermezse, rızkı kendisine bereketli kılınmaz ve darlık çeker".                                                                          
Denilir ki: Kul rızkından ölümden kaçar gibi kaçsa dahi rızkı ona ulaşacaktır. Allah Resulü'nün (sav) İbni Abbas'a (ra) vasiyetin­de şu ifade yer almıştır: "Bir şey istediğinde Allah'tan iste. Bir yar­dım istediğinde Allah'tan yardım dile ve şunu bil ki, Allah Teala'nın sana yazmadığı bir hususta bütün varlıklar çaba gösterseler de sa­na fayda sağlayamazlar. Bütün varlıklar da, O'nun sana yazmadı­ğı bir zararı vermeye çalışsalar bunu başaramazlar. Çünkü defter­ler durulmuş ve kalemler kurumuştur".[9][9]
Allah Teala'nın ilminde malum olan kısmeti müşahede edebilen bir kul, her türlü rızık tasasından uzaklaşarak insanların ellerini gözlemekten kurtulur. Aynı şekilde halk da, onun eziyet ve cefasın­dan kurtaılur. Bu şuura eren bir kul Rabbi'nin hizmetiyle meşgul olduğu için halktan da mümkün olduğunca uzaklaşır. Hitab-ı İla-hi'yi bir nebze olsun anlayarak Kerim olan Allah Teala'ya yönelen­lerden biri olur. İçinde bulunduğu halin düzgünlüğü ile O'na dua ettiğinde, Rabbi de kendisine icabet eder.
Bu meyanda Ömer b. Hattab (ra) döneminden şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir adam, her sabah halifenin kapısına gelmekte ve kendisini beklemekteydi. Ömer (ra), adamın bir isteği olduğunu düşünerek kendisine şöyle dedi: Ey kişi! Sen, Allah Teala için mi hicret ettin, yoksa Ömer için mi? Git ve Kur'an öğren. O seni Ömer'in kapısını aşındırmaktan kurtaracaktır.
Bu söz üzerine adam gitti ve uzun süre ortalıkta görünmedi. Ömer (ra) onu merak edip, çevresine sormaya başladı. Sonunda ne­rede olduğunu öğrenerek yamna gitti. Adamın ir-sanlardan uzakla­şıp, ibadetle meşgul olduğunu gördü. Yamna vardığında ona şöyle dedi: Uzun zamandır seni görmediğim için merak ettim. Ziyareti­mize gelmekten seni alıkoyan nedir?
Adam şu cevabı verdi: Kur'an okudum, O da beni Ömer'den ve Ömer'in ailesinden müstağni kıldı. Bunun üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: O'nda ne gördün ki böyle davranıyorsun? Adam: O'nda "Mu­hakkak ki gökte sizin için rızık ve vadedilen (cennet) var". (Zari-yat/2) buyruğunu gördüm ve kendi kendime şöyle dedim: Benim rızkım meğer gökte imiş, bense onu yerde arıyordum. Bu söz üzeri­ne Ömer (ra) ağladı ve bundan büyük bir ibret aldı. O, bu görüşmeden sonra da zaman zaman onu ziyaret ederek kendisinden istifa­de etmeyi sürdürdü.
Bir adam, Bişr b. el-Hars'a gelerek, 'Şam'a gitmeye niyetlen­dim. Ama yolluğum yok ne dersin?' diye sordu. O da şu cevabı ver­di: Niyet ettiğin yola çık. Eğer Allah, senin olmayanı sana verme-diyse senin olanı da engellemeyecektir. Adamın biri, Fudayl'a mad­di durumundan yakınmıştı. Fudayl ona şöyle dedi: Allah Teala'dan başka bir tedbir sahibi mi arıyorsun be adam?
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Tevekkül rızanın ta kendisidir. Yine o Allah Teala'mn "Ve orada gıdalarını dört günde takdir etti" (Fussilet/10) buyruğunu tefsir ederken şöyle demişti: Allah Teala kulların rızıklarını bedenlerinden iki bin yıl Önce yaratmıştır.
Hakkı ile tevekkül eden bir kul, Rabbi kendisinden yarının amelini talep etmediği gibi Rabbi'nden yarının rızkını talep etmez. Rızkın garanti edilmesi ve kısmetin bilinmesi halinde, tevekkül eden kimse tevekkül ehlinin avamından sayılır. Allah Teala'mn ha-vass kulları bu tür bir tevekkülden utanırlar. Onlar, böyle bir te­vekkülü yaymaktan da uzak dururlar. Çünkü Allah Teala zatı üze­rine yemin ederek rızkın gökte oluşunun hakikatini ve kendi buy­ruğunun doğruluğunu beyan etmiştir. O, rızkın gökte oluşu ile ken­di buyruğunun hak oluşunu tek bir hakikat ile adı üstüne yemin ederek takdim etmiş ve bunu diğer fiillerinden ayrı tutmuştur. Böylelikle insanların araçlara bakmaksızın sükunete ulaşmalarını ve bu iki hususta şüphelerinin ortadan kalkarak yakini imanları­nın oluşmasını murad etmiştir. Allah Teala, bu meyanda şöyle bu­yurmuştur: "Göğün ve yerin Rabbi'ne and olsun ki, o kesinlikle haktır". (Zariyat/23) Yine O başka bir ayet-i kerimesinde şöyle bu­yurmaktadır: "Sahiden hak mıdır? diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet Rabbi'me and olsun ki o haktır". (Yunus/53) Burada sö-zedilen hususun rızık olduğu söylenmiştir.
Allah Teala'mn zatı üzerine yemin ettiği yerler Kur'an'da sade­ce beş tanedir. Bunlardan biri Allah Teala'mn hükümlerine teslim olma yönündeki Nisa suresi ayetidir: "Hayır, Rabbin hakkı için on­lar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk olmadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar". (Nisa/65)         ..,
İkinci ayet Tegabün suresinde yer alan ve inkar edenlerle onla­rın çocuklarının ölümden sonra diriltilmeleriyle ilgili ayet-i keri­medir: "İnkar edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini sandılar. Öe ki: Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yap­tıklarınız size haber verilecektir". (Tegabün/7)
Üçüncü ayet ise Mearic suresinde yer alan ve insanların daha hayırlı bir ümmetle değiştirilmesini isteyen bir arzuyu nakleden şu ayettir: "Hayır! doğuların ve batıların Rabbi'ne yemin ederim ki Bi­zim gücümüz yeter: Onları kendilerinden daha iyi olanlarla değiş­tirmeye. Bizim önümüze geçilemez". (Mearic/40-41)
Üstte gördüğümüz yeminler, doğrudan Allah Teala'mn zatına ait yeminlerdir. Diğer yeminler fiillere ilişkindir. Kul, rızkını halk­tan birinin yapacaklarına dayandırmış olabilir. Eğer kendi kazan­cı ve el emeğiyle rızık edinemiyorsa başkalarının kazanç ve emek­lerinden rızıklanabilir. Ama Allah'ın havass kulları daha çok ahiret işleriyle meşgul olmuş, Allah'a yaklaştıracak ibadetleri kaçırmaya-rak O'nun hizmetiyle berdevam olmuşlardır. Allah Teala da onlara Vekil olmuştur. Eğer onlar bu vazifelerini ihmal ederlerse onların yerine bunları yapacak başka birilerini bulamazlar.
Onlar dünyada da Allah Teala'dan başkasına yönelmezler. Bu hakikatleri şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz: "İnsan için ancak çaba sarfettiği vardır". (Necm/39); "O gün bazı yüzler mutlu ve ça­basından razıdır". (Gaşiye/8); "Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcı­dır". (A'la/17); Her kim ahiret ürününü isterse onun ürününü arttı­rırız". (Şura/20) Allah Teala aynı ifadeyi dünya rızıkları hakkında kullanmamıştır. Ayette geçen artışın anlamı; Allah Teala'mn dün­yada verdiği rızıktan dolayı kulunu hesaba çekmeyeceğidir. Çünkü söz konusu olan artış ve fazlalık, O'nun takdir ettiği kısmettedir.
Denildi ki: Allah Teala dünyalığı ahiret niyetiyle verirken ahi-retliği dünya niyetiyle vermez. Çünkü ahiret yüce, dünya ise aşa­ğıdır. Ali (kv) şöyle derdi: Dikkat ediniz, dünya ürünü mallar, ahi­ret ürünü ise salih amellerdir.
Denildi ki: Ahirette fazlalık, niyet ve kasdı olup amelde bulunan kimseler için derecelerin yüksekliği sözkonusudur. Havass kullar, kendilerinin vekil kılındıkları ve başkalarının onların yerine yapa-mayacaklari işlerle meşgul olurlar.
Bu işler, onların üstlendiği işler olup başkaları onların yerine geçemez. Ancak dünyalıkları ile ilgili hususlarda başkalarını vekil tutabilirler. Bu meyanda Davud'dan (as) rivayet edilen haberler arasında Allah Teala'mn şu buyruğu yer almaktadır; "Ben Muham-med'i kendim için, Adem'i de Muhammed için yarattım. Bütün ya­rattığımı ise, Adem için yarattım. Yarattıklarımdan her kim kendi­si için Benim yarattıklarımla meşgul olursa onunla arama perde koyarım. Onlardan her kim de Benimle meşgul olursa yarattıkları­mı onun hizmetine veririm".
Havassın tevekkülünde sözle ve fiille yapılan eziyetlere gösteri­len sabırda tevekkül etmek de önemli bir yer tutmuştur. Allah Re­sulü de (sav) şu ayet-i kerime ile bununla emrolunmuştur: "O'nu vekil edin ve onların söylediklerine karşı sabırlı ol". (Müzzem-mil/10) Diğer peygamberlerin de Kui^an'da şöyle dedikleri yer al­maktadır: "Muhakkak ki biz sizin çektirdiklerinize sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler". (İbrahim/12)
Allah Teala Resulü'ne şunu da emretmiştir: "İşte onlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy". (En'am/90) Allah Te­ala Resulü'ne, önceki peygamberlere uymasını emrettikten sonra da şöyle buyurmuştur: "Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onla­rın eziyetlerine aldırma, Allah'a dayan. Vekil olarak Allah yeter". (Ahzab/48); "Azimet sahibi peygamberler gibi sabret. Ve o (müşrik­ler) için azabın erkenden gelmesini isteme". (Ahkaf/35)
Ariflerden bir zat şöyle demişti: Halkın övgü ve yergisi denk olup bunların tesiri kulun kalbinden çıkmadıkça hiç kimsenin te­vekkül makamı sağlıklı olamaz. Bu şuura sahip olan kul, eziyetler karşısında sabrederek halka dayanma eğiliminden kurtulup Allah Teala'mn sabık ilmini düşünme konumuna yükselir.
Sabırda tevekkül; güzel muamele üzere ve aşın istekli olmayı terk etme şeklinde kendini gösteren bir meziyettir. Bu şekilde te­vekkül eden bir kul; Allah Teala'dan haya edip O'nu yücelterek, Za­tından korkup içten içe severek O'na karşı çıkmaktan uzaklaşır. Al­lah Teala'da onları zahirde ve batında bu şekilde vasfetmiştir.
O'nun zahiri anlatımı şu ayet-i kerimede görülmektedir: "Sab­reden ve Rablerine tevekkül eden amel sahiplerinin ecirleri ne ka­dar da güzeldir". (Ankebut/58-59) Onlar, ilim sahibi olduklarında
ilimleri üzere sabreder, sonra da bütün işlerinde Allah'a Tevekkül ederler. O'da bu yüzden onların ecirlerini güzelleştirmiş ve birikim­lerini bereketli kılmıştır.
Batıni vasıflarını ise şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz". (İnsan/9) Ayette anlatılan kimseler, yemek verdik­lerinden herhangi bir karşılık istenme endişesini gidermişlerdir. Ayetteki 'minkum=sizden' ifadesi, anlam bakımından garip olarak yorumlanabilir. Ayetin batini anlamı buna göre şekillenmekte ve sanki 'sizden bir bedel istemiyoruz' biçiminde olmaktadır.
Şu ayet-i kerime de buna benzer bir ifade içermektedir: "Eğer dilersek sizi(n yerinize) yeryüzünde halefiniz olacak melekler yara­tırdık". (Zuhru£/60)
Bu ayetin anlamında insanların meleğe çevrilmesi sözkonusu değildir. Ancak mana, ayetin tercih edilen tefsirine göre 'sizin yeri­nize' şeklinde oluşmaktadır.
Yukarıdaki ayetin zahiri yorumu 'küm=siz' harflerinin, yemek verilenleri ifadesi yönündedir. Buna göre anlam 'Biz sizden bir kar­şılık, yani bedel ve teşekkür istemiyoruz' şeklinde olmaktadır.
Çünkü yemek verenler yemek verdikleri kimseler için maddi bir karşılık istemedikleri gibi onlardan bir Ödül de beklememekte­dirler. Ve ayetin devamında şöyle demektedirler: "Çünkü Biz surat­sız, çok katı bir günden dolayı Rabbimiz'den korkarız". (İnsan/10) Allah Teala da onları, en güzel şekilde ödüllendirmiş ve kendi­lerine en büyük ihsanda bulunmuştur: "Rabbleri onlara tertemiz bir içki içirmiştir. "Bu sizin ödülünüzdür. Muhakkak ki sizin çaba­nız şükrana değerdir". (İnsan/21-22) Onlar, yemek verdikleri kim­selerden hiç bir karşılık ve teşekkür beklemedikleri halde Allah Te­ala onların karşılıklarını, tertemiz bir içecek kılmış, çabalarını da katında şükrana değer bulmuştur.
Allah Teala'mn hükümlerine teslimiyette ve O'na rızada da te­vekkül sözkonusudur. Bu konuda Yakub (as) ile ilgili olarak şu ha­dise nakledilmiştir: O, Hakim ve Vekil olan Rabbi'ne tevekkül edip O'nun hükmüne teslim olduktan sonra şöyle demişti: "Hüküm an­cak Allah'ındır, ben de O'na tevekkül ettim". (Yusuf/67) Çünkü kul, nefsi için birtakım şeyleri murad ettiği zaman, murad ettiği şeylerin tamamında Allah Teala'run iradesi mevcut olmayabilir. Ancak o, Rabbi'nin iradesinin mevcut olduğu şeyleri yakinen bilebilir.
Vekili tarafından murad edilen her şeyde, O'nun murad ettiğini murad etmesi gerekir. Ama kulun murad ettiği şeylerin bazıları, O'nun iradesine uygun düşmeyebilir. Bu durumda kul için esas olan, Mevla'sının murad ettiği şeylerin daha sevimli ve daha iyi gö­rünmesidir. Çünkü Mevla'nın murad ettiği şeylerde kul için her­hangi bir ceza ve azap sözkonusu değildir. Bunlar, O'nun gazabını da celbedici değildir. Aksine Allah Teala tarafından sevilen ve O'nun tarafından tercih edilen şeylerdir. Bu durumda Allah Tea-la'nın sevgisini, kendi sevgisine, O'nun tercihini kendi tercihine yeğlemesi gerekir. Zira işlerin sonu Allah'a varacaktır.
Allah Teala, takva sahiplerini yüceltip değersiz dünyevi takıntı­lardan tenzih ederek şöyle buyurmuştur: "(Güzel) son, takva sahip-lerinindir". (Kasas/83) Musa (as) hakkında nakledilen haberler ara­sında Allah Teala'nm şu buyruğu yeralmaktadır: "Senin istediğin olmadığında, olana yönel. Eğer, yalnızca murad ettiğini istersen, o hususta seni yorarım. Çünkü ancak Benim murad ettiğim olur".
Hasan el-Basri'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: Bütün Basra halkının, çocuklarım ve bir buğday danesinin de bir dinara denk ol­masını ne kadar isterdim. Onun bu ifadesi, tevekkülde ulaştığı mertebenin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Bu merte­bede, ilahi hükümlere her şartta teslimiyet ve rızadan başka bir karşılık sözkonusu değildir. Zaten onun sözü de aklın alabileceği sı­nırları aşan bir ifadedir.
Vüheyb b. el-Verd el-Mekki şöyle derdi: Gök bakır, yer demir ol­sa bile rızık için tasalandığımda kendimi şirkte zannederim. Denir ki: Her kim, yarının rızkına bugün sahip iken daha sonraki günün rızkının tasasını çekerse, amel defterine günah yazılır. Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle demiştir: Oruçlu kimse, henüz günün başında if­tar yemeğinin tasasına düşerse kendisine günah yazılır.
Sehl ise şöyle derdi: Bu tür davranış, orucun sevabını eksiltir. Yine o, şunu anlatmıştır: -Bir konağı kasdederek- Basra'da muhte­şem bir mezar bilirim. Onun sakinlerinin rızıkları sabahleyin cen­netten getirilir. Sabah, akşam da cennetteki evlerini görürler. Ama öyle tasa ve sıkıntıları vardır ki, eğer bunlar Basralılar'a taksim
ve heveslerden kaynaklanan görüşlere kapılarak bunalıma düşme­mek, teşbih ve temsil gibi yanlış fikirlere saparak çelişkiye kapıl­mamak alimlere göre imanın farzlarındandır. Kulun imanı, ancak bütün bu hususlara teslim olduğunda sıhhat kazanır. Halbuki bun­ların tevekkülle uzaktan yakından hiç bir alakası yoktur.
İbni Abbas (ra) konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: Kader, Tev-hid nizamıdır. Allah Teala'yı birleyip kaderi yalanlayan kimsenin kaderi yalanlaması, tevhidi için bir kusurdur. Görüldüğü gibi o, ka­derin bütününün irade ve hüküm olarak Allah'tan oluşuna imanı, Allah sevgisinin bağlandığı bir sicim olarak görmüştür. Tevhid de bunun içinde yeralmaktadır. O, bu meyanda şöyle demiştir: Sicim koptuğu zama"n, Allah sevgisi de boşa gider. Yine o, başka bir mü­nasebette şunu ifade etmiştir: Kul, kaderi yalanladığı zaman iman
da gider.
Sonuç itibarıyla tevekkül, farz ve fazilet boyutlarına sahip bir fiildir. Tevekkülün farziyet boyutu, imana dayanmaktadır ki bu, kaderin bütünün Kadir-i Mutlak olan Allah Teala'dan oluşuna iman etmek, kaza ve kaderin, tamamıyla O'ndan kaynaklandığına itikad etmektir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Allah Teala, Resulü'nün (sav) verdiği hükme teslim olmayışı imandan çıkış olarak koymakta ve bunu da Zatı üzerine yemin ederek şöyle teyid etmektedir: "Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni ha­kem kılıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir buruk­luk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmaz­lar". (Nisa/65) Allah Resulü (sav) tarafından verilen hükümler hak­kında geçerli olan durum bu olduğuna göre, Hakim-i Evvel ve Ka­dir-i Mutlak olan Allah Teala'nın verdiği hükümlere teslim olmayı­şın neticesi ne olabilir ki?
Tevekkülün fazilet boyutuna baktığımızda ise, bunun Vekil Te­ala'nın müşahedesiyle ortaya çıktığını görürüz. Bu da, marifet ma­kamında olur ve bu tür tevekküle sahip olan bir kul, aynel-yakin gözüyle görür. Buna, Kur'an-ı Kerim'de salih kul Nuh (as) hakkın­da nakledilen şu sözlerde şahit olmaktayız: "Haydi, hepiniz bana tuzak kurun, sonra da bana hiç göz açtırmayın". (Hud/55) Bunun üzerine ondan, Allah Teala'nın vergisiyle muazzam bir güç doğdu
ve Aziz olan Rabbi'nin izzetini onlara bildirdi. Sanki ona, 'Sen de bizler gibi zayıf bir insansın, bu gücün nereden geliyor?' diye sorul­muştu. O şöyle dedi: "Ben, benim de, sizlerin de Rabbi olan Allah'a tevekkül ettim.". (Hud/56)
Bunun üzerine, Teki bu tevekkül de nedir?' diye sorulmuşcası-na onlara Rabbi'nin kudretini haber vererek şunu söylemiştir: "Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın". (Hud/56) Bunu bildirdikten sonra da, O'nun bu kudretine rağmen nasıl adil ve hikmetli davranıp varlıkları iyiye ve kötüye, faydaya veya zara­ra sürerken adaletle davrandığını bildirmek için de şu ifadeyi kul­lanmıştır: "Gerçekten Rabbim, doğru bir yol üzerindedir". (Hud/56)
Allah Teala, tevekkülün farziyeti hususunda şöyle buyurmuş­tur: "Eğer müminler iseniz, Allah'a tevekkül ediniz". (Maide/23); "Eğer Allah'a iman ettiyseniz, şayet müslümanlarsanız yalnız O'na tevekkül ediniz". (Yunus/84) Allah Teala, tevekkülün fazileti hak­kında da şöyle buyurmuştur: "Tevekkül edenler, Allah'a tevekkül etsinler". (İbrahim/12); "Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri se­ver". (Al-i İmran/159) [10][10]


 Allah Teala kudret ve hikmet sahibidir. O, kudret sıfatının gereği olarak birtakım şeyleri açığa çıkarırken, hikmet sıfatının gereği ola­rak da birtakım şeyleri cari kılmaktadır. Tevekkül eden kul, O'nun kudretine dair şahit olduğu bir şey yüzünden, O'nun hikmeti gere­ği isbat ettiği bir şeyi düşüremez. Çünkü Allah Teala, her şeyden ön­ce Hakim, yani hikmet sahibidir. Hikmet, O'nun bir sıfatıdır.
Tevekkül eden kul, eşyayı ve varlıkları, hükmedici, yaratıcı, ya­rarlı ve zararlı olarak isbat ve var edemez. Böyle yaptığı takdirde, tevhidine şirk bulaştırmış olur. Zira Allah Teala, aynı zamanda Ka­dir-i Mutlak'tır. Kudret O'nun sıfatıdır. Muhakkak ki O hüküm sa­hibi, yaratıcı, yarar ve/veya zarar verebilendir. O'nun bu fiililerin­de hiç bir ortağı olmadığı gibi hükümlerinde de hiç bir destekçisi yoktur. Nitekim O bir ayetinde bunu teyid ederek "Hüküm ancakAllah'ındır" (Yusuf/40) buyurmuştur. O, hiç bir hükmünde kimseyi ortak etmez. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Bu ikisinde bir ortaklıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur." (Sebe/22) Ayette geçen 'Zahir1 kelimesi, yardım eden ve destek ve­ren anlamındadır.
Tevekkül eden kul Allah Teala'mn eşya üzerindeki kudretini müşahede etmesiyle birlikte, takdir ve tedbirde de yegane gücün O olduğunu görür. O, mülke ve memlûke yani bütün yaratılmışlara sahip olandır. Yine O, sebepleri ve vasıtaları ortaya çıkararak yap­tığı sevk ve tasarruflarda mevcut olan hikmetlerin bütün yönlerini bilendir. Sebep ve vasıtalar; mahkum olanlara dönük hükümlerin vazedilmesi için görünen ve görünmeyen varlıklar için yaratılmış­lardır.
Aynı durum sevap ve azabın takdirinde de geçerlidir. Buna gö­re tevekkül eden kul, şeriatın hükümlerini yerine getirerek ilmin gereklerini yapar ve ilk hükmü Allah Teala'ya teslim eder. Ayrıca her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu da itiraf eder. Çünkü o Rab-bi'nin şu buyruğunu iyi bilmektedir: "O, yaptığından sorulmaz, ama onlar (Bütün yaratılmışlar) sorulurlar". (Enbiya/23)
Allah Teala açığa çıkardığı tüm sebep ve vasıtalarda hükmün­deki kudretini gizlemiştir. O'nun hikmeti, hükümlerin açığa çıkarı­lan hususlara dayanması sebebiyle eşyada açıkça görülür. Ama eş­ya üzerindeki kudreti, emrin tamamıyla kendisine ait olmasından dolayı gizlenmiştir. Allah Teala'mn gizli yaratışını, açık yaratışına en güzel biçimde temel kılmasının şekli de budur. Nitekim O, bir ayet-i kerimede bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur. "(Bu), her şeyi en güzel şekilde yapan Allah'ın yapısıdır". (Neml/88) Yani Al­lah Teala'mn batmi/gizli yapış ve yaratışı, O'nun zahiri/açık yapış ve yaratışı gibi en güzel şekle sahiptir.
Allah Teala bunu beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Emrin/işin tamamı O'na aittir." (Hud/123) Yani gizli ya da açık her iş sonunda Allah'a dayanmaktadır. Allah Teala bu ayetin devamın­da şöyle buyurmaktadır: "O'na kulluk et ve O'na tevvekkül et." (Hud/123)
Tevekkül ehli bir arif, Allah Teala'mn gizli yapışı hakkında bir şahitliğe sahip olup bunun gereğini yapar. Böyle birinin, Allah'ın açık hikmetleri hususunda da, sert ilmi Allah Teala'mn hüküm v| hikmetine teslimiyeti sözkonusu olup kendisi de bununla âmildin.-İşte bu, faziletli ibadette tevhidi şehadetin ta kendisidir. Rabbari ı*. alimler, makam olarak bunda yer alırlar.                                   
Allah'a inanan her mümin, O'na tevekkül eder. Her kulun t vekkülü de imanı miktarındadır. Allah Teala'mn havas kullarınıir tevekküllerini, onların müşahede ve rızalarını beyan ederken açık--lamıştık. Avamın tevekkülü ise; kaderin hayır ve şerrinin O'ndalı-olduğuna iman etme noktasında kendini göstermektedir.              !":
Allah Teala, kendisinin Yaratıcı, Can Veren ve Can Alan olduğu gibi Rızık Veren de olduğunu bizlere haber vermiştir. O, hikmet v& kudret sıralamasında bu dört sıfatını tek bir dairede birleştirmitir. O'nun hükmünün ihtilaflı olması, ya da sebep ve vasıtaların or­taya çıkmasıyla sıfatlarının bölünmesi imkansızdır.                      i
Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah ki, sizi ya -} rattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürecek ve sonra sizi diril tecektir". (Rum/40) Ayetteki üç fiilde Allah'tan başka bir fail buluri  madiği gibi dördüncü fiil olan rızık verme fiilinde de O'ndan başka bir fail yoktur. Hiç düşünmüyor musunuz ki, sizden hiç biri - yaral tılış vasıtası olmasına rağmen - T^eni babam yarattı' demez. Aynı şekilde hiç kimse de - can verme ve alma fiillerinde bir takım aral oların bulunmasına rağmen - 'bana falan can verdi veya canımı al­dı' demez. Çünkü bu tür sözlerde açık bir şirk mevcuttur. İnsanla;: da böyle bir çirkinlikle tanınmamak için bu tür sözlerden uzak dur­muşlardır,                                                                                    i
Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Attığınız meniyi gördünüiî mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan Biz miyiz?" (Va-kıa/58-59); "Ektiğinizi gördünüz mü? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitiren Biz miyiz?" (Vakıa /63-64) Görüldüğü gibi Allah Tea­la meniyi atma ve toprağı ekme fiillerini bize dayandırmıştır. Çüri^ kü bunlar çaba ve işten ibaret fiillerdir. Bizler de Allah Teala'mi nezdinde kullar ve köleleriz. Bunlar bizim sıfatlarımızdır. HükümL leri de bize aittir.
Yaratma ve bitirme fiillerini ise kendi Zatına izafe etmiştir. ZirL. bunlar, O'nun hikmet ve kudretinin işaretidir. Allah, Kadir ve Hâ­kim olandır. Aynı şekilde Kur'an'da zikri geçen ameller ve kesbî fiil-
lerde onları yapan vücut organlarına ve kazançta kullanılan araçla­ra izafe edilmişlerdir. Allah Teala'nın kudret ve iradesi gereği Zat'ı-nı bunlarla nitelemesi düşünülemezdir. Çünkü O, ilk İrade Sahibi (=Mürid-i Evvel) ve en yüce Kudret Sahibi'dir (=Kadir-i Ala).
Kalbinizin kuşkulu görünen konularda sapmaması için Allah Teala'nm hitabını çok iyi anlamanız gerekir. Kul, 'falan bana verdi, falan bana engel oldu' diyebilir. Bu, gizli bir şirktir. Çünkü sebep­ler, kulların varlığıyla ortaya çıkıp onların aracılığıyla kendilerini gösterebilirler. Bu da hakiki Müsebbib olan Allah Teala'yı perdeler­ken gerçek Veren ve Engelleyen Kadir-i Mutlak'ın devre dışı bıra­kılmasına yol açabilir.
Yakini iman sahiplerine göre bu, çirkin bir davranış olduğu gi­bi kulların üstteki türden ifadeler kullanmaları da çirkin bulun­muştur. Zira Allah Teala yaratma fiilini başkalarından nefyettiği gibi rızık verme fiilini de Zatından başkalarından nefyetmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek başka bir yaratıcı var mı?" (Fatır/3) Görüldü­ğü üzere bu ayet-i kerimede -ifade bakımından daha güzel olsa da-fiil isminin akabinde aynı fiil değil farklı bir fiil gelmiştir. Oysa, 'Yaratıcı' kelimesinden sonra Taratan' fiilinin gelmesi daha muhte­meldi. Ama Allah Teala bu ifadesi ile bizlere daha fazla açıklama ve rızıkla yaratmanın içiçeliğini göstermeyi murad etmiştir.
Bu fiillerden her ikisi de, O'nun kudretinin sebeplerindendir. Layıkıyla tevekkül eden her kul şunu yakinen bilir ki, Allah Tea­la'nın başlangıç itibariyle kendisini yaratmama hakkı vardır. Ya­rattığı zaman ise ona rızkını vermek durumundadır.
Nitekim kudsi bir hadiste de Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben bir varlık yaratıp da onu nzıksız bırakır mıyım?" Allah Resulü (sav) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyur­maktadır: "Sen'in verdiğini engelleyecek, engellediğini de verecek hiçbir güç yoktur. Çaba sahibinin çabası da senin iznin olmadıkça fayda etmez" [11][11] Allah Resulü (sav) bunu, 'falan konudaki çabam, fi­lan işteki gayretim...' gibi sözler sarfeden kimselere cevaben söylemistir. Onlar, bu tür sözlerle türlü sebepleri ve vasıtaları kasdet-mekteydiler.
O, namazında yaptığı bu dua ile sözkonusu ifadelerin kullanı­mını yasaklamış ve müslümanlann şirke düşmeleri endişesiyle bu duasını onlara ısrarla duyurmuştur. Böylelikle onların, gösterecek­leri hiçbir çabanın Allah'ın izni olmadıkça fayda etmeyeceğini an­lamalarını istemiştir.
Bu çerçevede Allah Teala'nın şu buyruğunu da hatırlamak gere­kir: "Muhakkak ki zan gerçek adına hiçbir şey ifade etmez". (Necm/28) Ulemadan bir alim bu konuda şöyle demiştir: Bir istek noktasında çabalayıp hırslanan hiç kimse, Allah Teala'nın engelle­mesi bulunduğu sürece bu çaba ve hırsına rağmen isteğine asla ulaşamaz.
Allah Teala'nın, "Allah dilediğini siler veya sabit kılar". (Rad/39) buyruğunun tefsirinde ise şöyle denilmiştir: Allah Teala arif kullarının kalplerinden sebepleri silip kudretini sabit kılarken, gafillerin kalplerinden de müşahedeyi silip sebepleri sabit kılar. Diğer taraftan Allah Teala'nın nefsi hareketli olarak yarattıktan sonra ona sükuneti emrettiği bilinmektedir. İşte bu, nefsin imtiha­nıdır. Nefis, O'nun korumasıyla emre uyarsa sükunet kazanır. Bu Allah'ın havas kullarına mahsustur. Eğer nefis sükuneti terkeder-se tabiatı ve yaratılışı gereği hareketlenir ki, bu da Allah'ın rahme­tinden mahrumiyet demektir.
Lokman (as) oğluna vasiyetinde şöyle der: "Ey oğul, Allah'a düş­künlük göster. Eğer O dilediyse sana verir, yine dilediyse seni en­geller. Senin kurnazlığın Allah Teala'nm sana takdir ettiği rızkın ne artmasını, ne de azalmasını sağlar.
Rızkın konusunda da yaratılışını düşün. Eğer kurnazlığınla ya­ratılışında bir fazlalık yapabilirsen, rızkının da artmasını sağlaya­bilirsin. Bu olmayacağına göre Allah Teala'nm, yaratılışı şekillen­dirip rızkı taksim ettiğini iyi bil. Sen bu ikisinden hiç birini de ar­ttır amazsın".
Nitekim öyle kurnaz, kuvvetli ve tuttuğunu koparan kimseler vardır ki, sürekli fakirleşirler. Öyle saf, zayıf ve yumuşak kimseler de vardır ki, servetleri sürekli artıp durur. Eğer gücün bir yararı ol­saydı, kuvvetli kimseler her konuda zayıfları geçerlerdi. Ama Yaratan ve Rızık Veren yalnız Allah Teala olduğu için kulların ellerin­den hiçbir şey gelmemektedir.
Konuyla ilgili şöyle bir hikaye anlatılır: Zamanın birinde bir kral dönemin bilgelerinden birine şu soruyu sormuştu: Nasıl olu­yor, akıl sahiplerinin yoksul, akılsızların ise varlıklı olduğunu gö­rüyorum? Bilge, şu cevabı verdi: Allah Teala böyle yapmak suretiy­le kendi Zatının belirleyiciliğini göstermek istemiştir. Eğer her akıllı varlıklı, her akışız da yoksul olsaydı, insanlar şöyle düşüne­bilirlerdi: Akıllı kendi rızkını buluyor, akılsız ise yoksul kalıyor. İn­sanlar, gerçeğin tam aksi olduğunu gördüklerinde Rızık Verenin de yalnız Yaratan olduğunu anlamaktadırlar.
İbni Mesud'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Servetin verilme­si de, engellenmesi de insan için bir fitnedir. Kendisine mal verilen kimse, onu asıl Vereni değil başkasını över. Men edilen kimse de asıl men edeni değil başkasını kınar. Bu ifadenin bir benzeri de Mutarraf tarafından bir sahabiye isnad edilerek rivayet edilen şu hadistir:
"Allah Resulü (sav) müslümanlara hitap ederek şöyle buyurdu: Muhakka ki şu malın verilmesinde bir fitne, engellenmesinde de bir fitne vardır. Kişi yeğenine gider ve ondan Allah Teala'nm ken­disi için yazmış olduğu bir yardımı ister. O da, bunu engelleyeme-diği için kendisine yazılmış olanı istek sahibine verir. İstek sahibi bu yardımından dolayı ona teşekkür edip övgüler yağdırır.
Ertesi yıl yine ona gidip Allah Teala'nm kendisine yazmamış ol­duğu bir yardımı talep ettiğinde ise o kimse bu yardımı veremez. Önceki yıl vermeyi engelleyemezken bu yıl verme gücüne sahip ola­maz. Bunun üzerine talep sahibi onu günahkar görüp kötüler. Dik­kat ediniz servetin verilmesinde de, engellenmesinde de bir fitne sözkonusudur".[12][12] Hadiste geçen 'fitne' kelimesi, imtihan ve sınama anlamındadır.
Yakini iman sahipleri bu imtihanla iyilik için sınanırken gafil­ler de nasıl davranacaklarının görülmesi için sınanırlar. Yakini iman sahipleri sebeplerden ibret alıp onları Yaratan'a hayran olur, hidayet ve iman bakımından üst derecelere yükselirler. Çünkü on­lar verme ve engelleme fiillerinin her ikisinde de Veren ve fîngelleyen'i tek olan Allah Teala olarak görmekte ve şeriatın getirdiği hu­suslarda O'nun hikmetinin geçerli olduğunu bilmektedirler. Böyle­likle şükür ve sabır hallerindeki makamları da sağlamlaşmaktadır:. Gafiller ise verme ve engelleme fiillerinde tedirginliğe düşüp bakışlarını sebeplere ve başka güçlere çevirirler. Kendilerine mal veren kimseleri överken engelleyenleri de kınarlar. Bu davranışla­rı sebebiyle de sürekli derece kaybederler, Sonuç itibarıyla mal ve para, her iki zümre için de bir sınav aracı olmakta, ilk zümrenin imanlarım ortaya çıkarırken ikinci zümre dekilerin kalplerinin tak­vasını sınama aracı olmaktadır.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Kul geceleyin dünyevi ticari işlerden birine niyetle­nir. Eğer onu yapsa helak olabilir. Allah Teala da Arşı'nın üstünden ona bakar ve kendisini o işten soğutur. Kul sabaha çıktığında ken­dini karamsar ve hüzünlü hisseder. Bundan dolayı da komşusunun ve akrabasının uğursuzluğuna inanarak "beni belaya sokan onlar1 der. Oysa bu Allah Teala'nm kendisine lütfettiği bir rahmetten baş­kası değildir".
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: İnsanların Allah'a kulluk husu­sunda sizi övmesinden hoşlanmamanız, sizin de Allah'ın verdiği rı­zık konusunda onları övmemeniz İhlasın esaslanndandır.
İsa'dan (as), İbni Mesud (ra) ve diğerleri kanalıyla rivayet edi­len bir söz de şöyledir: "Allah'ın size verdiği bir rızıkta hiç kimseyi Övmemeniz O'nun size vermediği şey için de Allah'ı kınamamanız yakini imandandır".
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: "Sabır imanın yarısıdır. Şükür, imanın diğer yarısıdır. Yakin ise, imanın bütünüdür".
Ma'mer b. Eban'm Hamran-Zühri-Urve kanalıyla Aişe'den (ra). naklettiği İfk hadisinde şu ifade geçmektedir: "Annem ve babam beni bağırlarına bastılar. Ben 'Ne size ne de dostunuz Allah Rasu-lü'ne hamdetmem. Sadece beni aklayan ve yücelten Allah'a hamde-derim dedim". Bu konuda rivayet edilen başka bir hadiste ise Ebu Bekir'in (ra) ona 'Kalk ve Allah Rasulü'nün başını öp' dediği rivayet edilir. Aişe (ra) 'Allah'a yemin ederim ki yapmam, Allah'tan başka hiç kimseye hamdetmem' demiştir. Bunun' üzerine Allah Resulü (sav) de 'Onu kendi haline bırak ey Ebu Bekir1 buyurmuştur.
Yukarıda zikrettiğimiz hususlar, genellikle iman zafiyeti ve bil­gi eksikliğinden doğarlar. Bunlar kulun iç dünyasına sirayet ettik­lerinde söz ve fiillerindeki yanlışlıklar artarak sahip olduğu imanı a götürürler.
İbni Mesud (ra) bu hususta şöyle demiştir: Kul evinden imanı ile birlikte çıkar. Evine ise imanı adına hiçbir şeyi kalmamış olarak döner. Yolda kendisine ne bir fayda ne de zarar verme gücü olma­dan bir adama: Sen çok büyüksün, anlısın şanlısın, der. Evine dö-riünceye kadar karşılaştığı insanlara bu tür sözler söyler. Belki bu sözleriyle bir şey de elde edemez. Ama Allah'ın gazabına uğramak­tan kurtulamaz.
Bir alime Tevrat'ta bulunan "Kişi bir zengine yaltaklanırsa di­ninin üçte ikisi gider" ifadesinin manası sorulmuştu. Şu cevabı ver­di: İman; irade, söz ve fiildir. Dünyalık için bir zengini överek ona yaltaklanan ve kalbi ona meyleden kimsenin imanının üçte ikisi gi­der ve yalnız üçte biri kalır ki, o da iradedir.
Rızık konusunda yaratılan sebepler, varlıkları bakımından ilk­ler kılındığında şunu bilmek gerekir: Allah Teala bu aracıları se­bepler olarak ortaya çıkarmış ve Zatı'nı da onlarda sabit kılmıştır. O bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "De ki sizin canınızı size vekil kılman ölüm meleği alır". (Secde/11) O bilâhare bu aracıyı kaldırarak kendi zatını açıklamış ve "Ölümleri anında canları Al­lah alır" (Zümer/42) buyurmuştur.
O başka bir ayet-i kerimede de, "Ektiğinizi görüyor musunuz?" (Vakıa/63) buyururken aracıları zikretmiş daha sonra ise daha son­ra ise aracıları kaldırarak şöyle buyurmuştur: "Biz suyu döktükçe döktük, sonra toprağı güzelce yardık ve orada daneler bitirdik". (Abese/25-27)
Allah Teala daha sonra bunu da açıklayarak şöyle buyurmuş­tur: "Biz onlara Ruhumuzu gönderdik". (Meryem/17) Ardından ara­cı ile bütünleşmesini beyan ederek, "Ona kendi Ruhumuzdan üfle­dik" (Enbiya/91) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimede üfleyen, Cebra­il'dir.
Başka bir ayet-i kerimede ise Resulü'ne hitaben şöyle buyur­maktadır: "O'nu okuduğunuzda okunuşunu takip et". (Kıyamet/17) Tefsir alimleri şöyle derler: Yani Cebrail (as) sana Kur'an'ı okuduğu zaman, ondan al. Bu da, "Onu tekrarlamak için dilini depretme" (Kıyamet/16) ayetinden sonra gelmektedir.                               
Aynı şekilde Cebrail (as) 'Sana tertemiz bir erkek çocuğu vere­ceğim" dediği zaman da Allah Teala'nm ona verdiği çocuğu Mer­yem'e (as) vereceğini ifade etmektedir. O, kendini zikrederken Rab-bi'ni de buna şahit tutmaktadır. Başka bir kıraatta da, Allah Teala kasdedilerek "Sana çocuk vermek için" lafzı kullanılmaktadır.
Bunun bir diğer örneği de Musa'nın (as) "Ben ancak kendime ve kardeşime malik olabilirim" (Maide/25) sözünün yer aldığı ayettir. Çünkü Allah Teala başka bir ayette Musa (as) ve kardeşi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Biz ona rahmetimizin bir işareti olarak kardeşini verdik". (Meryem/53) Musa (as) gerçekte ne kendine, ne de kardeşine maliktir. Çünkü asıl olarak Allah'tan başka Mâlik yoktur.
Ayetin iki değişik okuma biçiminden birine göre anlam bu şekil­de olmaktadır. İkinci okuma şekline göre ise ayetin anlamı, 'Ne ben, ne kardeşim kendi nefsimize malik olabiliriz' şeklinde olmak­tadır. Allah Teala başka bir ayet-i kerimede bu hususu daha da açıklayarak: "Müşrikleri öldürün" (Tevbe/5) buyurmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen öldürme emri başka bir yerde vasıta be­lirtilerek zikredilmektedir: "Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin". (Tevbe/14) Daha sonra emir sahibi ile emre muhatap olanlar birleştirilerek şöyle buyurulmuştur: "Onları siz öldürmediniz ancak Allah öldürdü". (Enfal/17)
Allah Teala sebepleri yaratışı ve bunların hakikatlerini kaldırı­şı noktasında da şöyle buyurmaktadır: "Sen attığında aslında at­madın, ancak Allah attı". (Enfal/17) Allah Teala aracıları zikrettiği başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Onların malları ve ço­cukları seni imrendirmesin. Allah ancak onlara bunlarla azap et­mek istemektedir". (Tevbe/55)
Benzer bir örnek ise: "O ki, kalemle (yazmayı) öğretti" (Alak/4) ayetinde görülmektedir. Allah Teala, "Ona beyanı öğretti" (Rah­man/4) buyurduktan sonra, "Sonra onun beyanı da Bize düşer" (Kı­yamet/19) buyurmaktadır.
Yüce Allah mülkiyetin sübutu ile kendi ikram ve lütfunun bir işareti olarak çeşitli bedellerle satılması hakkında da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah müminlerden canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın almıştır". Tevbe/111) Allah Teala burada mülkiyetini daha Önceden kendilerine devretmiş olduğu malları takdir ettiği bir bedelle onlardan satın almaktadır. Buna bir örnek de köle sahipleri hakkında kullanılan "Ancak sağ ellerinin malik oldukları dışındakiler" (Nisa/24) ifadesidir.
Marifet ehline göre hakiki anlamda Allah Teala'dan başka bir fail yoktur. Çünkü gerçek bir fail, fiilinde araç veya sebep olması bakımından başka birinden yardım görmez. Yine onlara göre hiç bir fîil, iki faile sahip olamaz. Aksi takdirde şirk ve ortaklık sözko-nusu olur. Fiili ortaya çıkaran ve icra eden ikinci fail, hakiki failin vasıtası olup tâli ve muhdes yani sonradan olmadır.
İlk ve Kadim olan Allah Teala ise asli Fail'dir. Yine marifet eh­line göre hakiki Mâlik, her şeyin Yaratıcı sı'dır. Elinde bir mal bulu­nan kimse, bunun mülkiyetine sonradan sahip edilmiş bir maliktir. Çünkü o kendi eliyle hiç bir şey yaratmamıştır. Onun durumu as­lında edilgen (=mefûl) olup fiilin kendi eliyle icra edilmesinden başka bir özelliği bulunmayan icra sahibine benzer.
Allah Teala ise İlk ve Zatı ile Kâim olandır. Zatından başkası­nın asla yardımını görmez. Allah Teala hikmet ve izzeti gereği ya­ratış ve hayat veriş için de bir vasıta ihdas etmiştir. Bu vasıta da Melek-i Erhâm olarak bilinen ve ana rahimlerinden sorumlu olan bir melektir. Rivayete göre bu melek, ana rahmine girerek meniyi eline alır ve onu bir beden halinde şekillendirir. Ardından gerçek Yaratıcıya dönerek 'Ey Rabbim, erkek mi kız mı, sağlıklı mı özürlü mü olsun?' diye sorar. Allah Teala da dilediğini buyurur. Melek de O'nun emrini uygular.
Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Melek bebeği şekillendirir, sonra ona bedbahtlık ya da mutlulukla ruhunu üfler."
Denir ki: 'Ruh' olarak bilinen melek hakkında şöyle denmiştir: O bedenlere ruhları katar. Başka bir yerde ise onu sürekli nefes alıp verdiği ve bu nefeslerden her birinin de ölü bedene ruh kattığı söylenmiştir. Bu nedenle de 'Ruh' olarak adlandırıldığı söylenmiş­tir. Allah Teala kendi Zatım nitelerken (Bâri', 'Musavvir5 sıfatları­nın yanısıra 'Hâlık' sıfatını da kullanmıştır. Yine O bir ayet-i keri-
mede kendi Zatı ile ilgili olarak "Ölümü ve hayatı yarattı" (Mülk/2) buyurmaktadır.
Allah Teala ölüm için bir vasıta yarattığı gibi diriliş için de bir vasıta yaratmıştır. Bu vasıta İsrafil (as) adı verilen ve Sur'a üfle-mekle görevli olan bir melektir. O Sur'a ikinci kez üflediğinde bü­tün cansız varlıklar dirilirler. Ardından Allah Teala o meleği kendi­ne yükseltir. O, bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sur'a üfürüldüğü gün" (Neml/87). Buna rağmen hayat verenin de, Öldü­renin de kendisi olduğunu, 'can veren de can alan da Ben'im' buyu­rarak teyid etmiştir.
Konuyla ilgili rivayetlerden biri de şudur: "Ölüm meleği ile ha­yat meleği birbirleriyle tartışmışlardı. Ölüm meleği şöyle dedi: Ben canlıları öldürürüm. Hayat meleği de buna karşılık şöyle dedi: Ben de bütün ölüleri diriltirim. Bunun üzerine Allah Teala o ikisine şöy­le vahyetti: "Sizler işinizle ve Ben'im sizi görevlendirdiğim fiille meşgul olun. Öldüren de dirilten de Ben'im. Ben'den başka hiçbir öldüren ve dirilten yoktur". Bu rivayetlerden birinde ise Allah Tea-la'mn şöyle buyurduğu söylenmektedir: "Ben Zatıma delalet ede­rim. Hiç kimse zatıma Ben'den daha iyi delalet edemez".
Yukarıda sözü edilen vasıta ve sebeplerin varlığı, Allah Tea-la'nın her şeyde İlk ve her şeyin ortaksız Faili oluşunu engellemez. Nitekim hiçbir müslüman, 'beni falan melek yarattı, Azrail beni Öl­dürdü, İsrafil diriltti' gibi ifadeler kullanmaz.
Yakin ve müşahede ehli bir kimsenin de, aynı şekilde Talan ba­na verdi, falan beni engelledi, filan rızkımı temin etti, falan benim için takdir etti' türünden ifadeler kullanması asla uygun düşmez. Bütün bu kimseler, bir vasıta kılınmış ve Allah Teala'nm takdir et­tiği fiiller onların elleriyle icra edilmiştir.
Çünkü verme fiili rızık vermeyi, engelleme fiili de kudreti ifade eder. Yakini iman sahiplerine göre Allah Teala'nın bu gibi isim ve sıfatlarında ortağı yoktur. Veren de, Engelleyen de, fayda sağlayan da, zarara uğratan da yalnız O'dur. Aynı biçimde de hayat verip öl­düren de yalnız O olup mülkünde hiç bir ortağı ve yaratışta kulla­rından hiç bir destekçisi yoktur.
Yakini iman sahiplerine göre bu tür ifade ve kanaatler kulun tevhidi hakikatini zedeleyen gizli şirk göstergeleridir. Allah Resulü (sav) bu illet hakkında şöyle buyurmuştur: "Şirk Ben'im ümmetim­de karıncanın karanlık gecedeki yürüyüşünden daha gizlidir".
Bir alim ise Allah Teala'mn, "Onların çoğu Allah'a iman etmez­ler, onlar şirk koşanlardır" (Yusuf/106) buyruğunun anlamı hak­kında şöyle demiştir: Yani Allah Teala'mn takdir ve tedbir sahibi ol­duğuna inandıkları halde sebeplere dayanmak ve fiilleri bu sebep­lere dayandırmak suretiyle şirke düşerler.
İhlas sahiplerine göre İhlasın özü Allah'tan başka hiçbir ilah, rı-|zık veren ve engelleyen bulunmadığına, O'ndan başka hidayet ve­ya dalalete sevkeden olmadığına yürekten inanmaktır. Onlara gö-'re kelime-i tevhid ayrılmaz bir bütün ve tek bir şehadet olarak tev­hidin ilk basamağını oluşturur. Eğer bir takım hidayet ve dalalet rehberleri, rızık veren ve engelleyenler mevcut ise, bunlar da ancak O'nun izni, iradesi ve hükmünden sonra yetkili olurlar.
Allah Teala değişik ayetlerinde yaratanların en güzeli, rızık ve­renlerin en hayırlısı olduğunu beyan etmektedir. Çünkü O diğer yaratıcı ve rızık vericilerin de Yaratanı'dır. Onların yaratışlarını yaratan O olduğu gibi, rızıklarmı yaratan da yine O'dur. Onların hidayetlerini yaratan O olmuş ve onlar bu hidayetle diğerlerini hi­dayete sevketmiş, dalaletlerini yarattıkları da diğerlerini dalalete: sevketmişlerdir.
Sonuç itibarıyla hidayete erenler O'nun sayesinde hidayet bul­dukları gibi yoldan çıkanlar da O'nun takdiri ile dalalete düşmüş­lerdir. Bu durum O'nun dışındaki yaratanlar ve rızık verenler için de aynen geçerlidir. Aşağıdaki ayetlerin de tefsiri ancak bu şekilde yapılabilir: "Hani topraktan Ben'im iznimle kuş suretinde bir şey yaratırdın" (Maide/110); "Eğer Allah bize bir hidayet verirse biz de size hidayet veririz" (İbrahim/21); "Biz sizleri yoldan çıkardık. Çün-! kü bizler yoldan çıkmışlardık". (Saffat/32)                                     ; .
Kul üstte zikrettiğimiz bilgiler sayesinde gizli şirkten kurtula-A 1 rak tasdik ettiği kelime-i tevhidin tahkikine ulaşır. Kalpler Allah'tan başka hiçbir ilahın varlığına inanmayarak yalnız O'na sığı-' nırlar. Ardından da 'Ortağı olmayan Tek' derler. Yani O, kudret ve,^ tevhidinde Tek, mülkünde ise ortaksızdır. "Mülk yalnız O'nundur"-\ buyruğu ile de, bu vurgulanmıştır.                                                  ;_.
Verdiği ve engellediği her şeyde Allah Tela'ya hamdetmek gere­kir. Çünkü, bunu yalnız O hakeder. O, her şeye Kadir olandır. Yaratma ve emr, O'nun kudreti dahilindedir. Yaratma da yalnız O'na mahsustur. O, yarattıkları hakkında dilediğini, dilediği şekilde hükmeder. Aracı ve sebepler ise bir ustanın elindeki aletler gibidir. Örneğin 'Bıçak deriyi kesti, kırbaç köleyi dövdü' denmez. 'Kundu­racı deriyi kesti, falan kişi kölesini kırbaçladı' denir.
Bu ifadelerdeki vasıtalar, fiilleri bizzat gerçekleştiren unsurlar olmalarına karşın sahiplerinin ellerindeki aletler olmaktan öte gi­demezler. Aynı şekilde insanlarda birtakım sebepleri zahirde icra ediyor gibi görünürler. Ama onların ardında, her şeyi kuşatan, Ka­dir ve Fâ'il olan Allah Teala vardır ki, kudretin incelikleri ve irade­nin gizli yönleri yalnız O'nun elindedir.
'Kral bana şunu verdi, bana şunu giydirdi' denildiği zaman bu­nu kralın bizzat kendi eli ile yapmış olması gerekmez. Aynı şekilde o hediyeyi taşıyan kişiyi anarak 'kralın hizmetçisi bana şunu ver­di' demek de uygun düşmez. Fiili gerçekleştiren hizmetçi olsa bile, onun hiç bir yetkisi olmadığı ve kralın mallarında kendi kararıyla tasarrufta bulunamayacağı herkesçe bilinir. Ancak, 'kral onu ki­minle sana verdi, kimin elinden aldın?' şeklinde hediyeyi hangi hiz­metçinin getirdiğini öğrenmeyi amaçlayan bir soru karşısında o hizmetçinin adı zikredilebilir.                          
Ama kendisine hediye Verilen kimse, bu tür bir soru sorulmadı­ğı takdirde kralın kendisine hediye verdiğini söylemekle yetinecek­tir. Hediyeyi getiren hizmetçinin adını belirtmesi tamamen gerek­sizdir. Çünkü kralın adıyla birlikte hizmetçinin belirtilmesine lü­zum yoktur. Bu tür bir ifadede gaye, kral tarafından verilen hedi­yeyi ön plana çıkarmaktır. Hediyeyi taşıyan hizmetçinin belirtilme-1 sinin hiç bir anlamı yoktur.
Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) hurma verdiği bir kişiye söylediği şu söz de örnek gösterilebilir: "Onu al, sen ona gitmezsen o sana gelecektir". Allah Resulü (sav) hurmanın kendi kendine git­meyeceğini ve bir kişinin hurmayı ona götürmeyeceğini elbette be­lirtmeyecekti. Çünkü bunları belirtmenin bir anlamı yoktu. Yine O, 'Ben yalnız Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe etmem' diyen bir kişi hakkında da, 'Hakkı ehline bildirdi' buyurmuştur.
Allah Teala'mn sebepleri zikretmesi, isimlerin bunlara bağlı ve hükümlerin de sevap ve ceza bakımından isimlere raci olmasından dolayıdır. Bunların zikre dilmeme si uygunsuz düşerdi. Bu durumda
hükümler Hâkim olan Allah Teala'ya raci olacaktır. Çünkü Allah, ilk defa Yaratan sonra da Diriltecek Olan'dır. O, hükümleri yaratıp mahkum olanlara döndürür. İşte ölüler ve dirilerin mekanlarının açığa çıkarılma sebebi de budur. Böylelikle Allah Teala'nm mah­kum konuma düşürülmesinin önüne geçilmiştir. O, Mutlak Hâ-kim'dir. Kesinlikle emredilen değildir. Aziz ve Amir olandır. Emre­dilenler mahkum olanlara dönerler.
Bu'meyanda Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebiliriz: "Sizin yanınızda bulunan (dünya malı) tükenir. Allah'ın yanında bulunan ise bakidir". (Nahl/96) Allah'ın yanında bulunanlar, O'nun bütün hazinelerini kapsar. O, hükümlerinin bize dönük olması ve bizlerin ona düşkünlük göstermememiz için dünyayı bize izafe etmiştir.
Ahireti ise hususiyetini belirtmek ve bizi ona teşvik etmek için kendi Zatı'na izafe etmiştir. İsa (as) hakkında "Topraktan yaratır­sın" ve "orada onlara rızık verin" buyruklarım düşündüğümüzde İsa'yı (as) yaratma fiilinin sahibi kıldığını, bahsedilen kişileri de rı­zık vericiler yaptığını görürüz. Oysa İsa'nın (as) yaratması, O'nun izni ile ve İsa'nın (as) eliyle gerçekleştiği gibi.o kimselerin nzıkver-mesi de yine Allah'ın izin ve takdiri ile olmuştur.
Bu iki buyruk, Allah Teala'nm Meryem'e (as) olan şu buyruğu gibidir: "Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olgun taze hur­ma dökülsün". (Meryem/25) Burada sözkonusu hurmanın Mer­yem'in sallaması ile düşmediği görülmektedir. Onun sarsma fiili­nin hurma üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Çünkü hurma elle sarsıla­rak düşürülecek bir meyva değildir. Ama Allah Teala Meryem'e (as) verdiği değeri göstermek için onun elini bir alet kılmıştır.
Bunun bir diğer örneği de şu ayet-i kerimedir: "Ayağını vur, iş­te yıkanacak ve içilecek (bir su)". (Sad/42) Ayağını vurması ile Ey-yub'un (as) önünde iki pınar kaynamış, onlardan birinden içerken diğeri ile de yıkanmıştır. Ama bu pınarların kaynamasında mnun ayak darbesinin doğrudan etkisi sözkonusu olmamıştır.
Büyük şair Lebid, kainattaki her fiili yalnız Allah'a hasrederek mâsivayı reddetmiş ve şöyle demiştir:
Dikkat edin! Allah dışında her şey boştur.
Allah Resulü (sav) onun bu şiirini dinlediği, zaman 'doğru söyle­miş' buyurmuştur.
Başka bir rivayette ise; Allah Resulü'nün (sav), 'şairin söylediği en doğru beyit' [13][13] buyurduğu nakledilmiştir.
Allah Resulü (sav) eşyada birtakım hak vasıtaları ve doğruluk sebepleri olduğunu bilmekteydi. Bu bilgisi de onu yukarıdaki hadi­sini söylemekten alıkoymamış ti. O, tevhidi her şeye tercih etmek­teydi. Yakın geçmişlerinde peygamberleri yalanlayan, semavi ki­tapları inkar eden insanlar çok kısa bir sürede işte böyle yüksek bir tevhid inancına sahip olmuşlardı.
Ama eşya, olmadıktan sonra olduğunda, olduktan sonra olma­dığında başlangıç itibariyle gerçekliği, sonuç itibariyle sebatı olma­yan batıla benzer. Allah Teala ise, Evvel, Ezeli, Ahir ve Ebedi olan Hakk'dır. Hiçbir varlık O'nun gibi değildir. Sebepler ve vasıtalar da onları Yaratan karşısında daima ikincil bir konumda bulunurlar.
Kur'an'ı Kerim'de Allah Teala'mn peygamberlerin dilinden nak­lettiği 'Yusuf dedi ki, Nuh dedi ki' gibi ifadeleri kullanmakta bir sa­kınca yoktur. Onların söyledikleri sözler için de, 'Allah buyurdu ki' demek yanlış değildir. Çünkü, bütün söz sahiplerinden Önce Kelam Sahibi olan yalnız Allah Teala'dır.
O, Kelam sıfatının gereği olarak Kendi ilmini hiçbir zamanla sı­nırlamadan ve hiçbir tahdit koymadan bize haber verebilir. "Salih dedi ki, Şuayb dedi ki" diye okuduğunuzda, onlar bu sözlerin ikin­ci sahipleri ve Allah Teala'mn buyruğundaki vasıtaları konumunda olurlar. Onlar için hadis olan zaman ve sebeplerin ortaya çıkışı söz-konusudur. Aynı şekilde sebepler de vasıta olmaları bakımından Evvel olan Allah'tan sonra gelen ikincilerdir.
Bu konu bir takım bidat ehlinin şüpheye düşmesine ve Kur'an'ın yaratılmış olduğunu iddia etmelerine yol açmıştır. Hiç gereği yok­ken söz sahibi insanların sözlerini Hâkim-i Mutlak olan Allah'ın buyruğundan öne almışlar ve O'nun buyruğundan önce başka bir sözün varlığını isbat etmeye çalışmışlardır. Onları buna sevkeden Kelam sıfatının kıdemini inkar etmeleridir. Cahillikleri sebebiyle de sakındıklarından daha büyük bir günaha düşmüş ve Allah ile be­raber başka bir Kadim'in varlığını reddetmeye çalışırken bir hadisi evvel kılıp, bir kıdemi de ihdas ederek ikinci kılmışlardır.         
Allah Teala zalimlerin iddialarından Münezzeh, çok Ulu ve çok Yüce'dir. O'nu, sabah akşam bu tür iddialardan tenzih ederiz. Üst­teki iddiaların sahipleri cahilliklerini görmeyerek Allah Teala'mn buyruğuna rağmen böyle konuşmuşlar ve sözleri Allah'ın buyruğu­nun inkarı olmuştur. O, her nerede olursa olsun sözün ilk sahibidir. Kıdem ve sabık bilgi yalnız O'na mahsustur. İddia sahipleri ise, söyledikleri sözlerde ikincil konumda, fiillerinde ise hadis duru­mundadırlar.
Birtakım gafiller de imanlarının zafiyetinden dolayı kendileri­ne para verenleri veya engel olanları gördüklerinde kuşkuya kapı­larak onları bu fiillerin ilk sahipleri olarak değerlendirmişlirdir. Al­lah Teala verme ve engelleme fiillerini o kimseler vasıtasıyla icra ettiği için bu gafiller onları gerçek verenler ve engelleyenler olarak görüp şirke düşmüşlerdir.
Bunun sebebi tevhid inançlarmdaki eksiklik ve zaafîyettir. Bi­dat ehlinin bir kısmı da Allah Teala'ya sıfatlarında şirk koşarak O'nun sabık ilminin şahitliğinden mahrum edilmişlerdir. Yoldan çıkmışlar da tevhidin hakikatinden nasiplerini alamayan kimseler­dir. Bu kimselerin şirki, bir dalalet olup, sahiplerini islam ümme­tinden ihraç edebilecek niteliktedir. Onlarınki şirk-i celi yani açık şirktir. İmanı zayıf kimselerin şirki ise, gaflet ve cehaletten ibaret olup kişiyi islam dairesinden çıkarmaz. Çünkü bu, şirk-i hafi, yani gizli şirktir.
Rivayete göre bir alim tanımadığı bir şahsın arkasında namaz kılmıştı. Gösterişli bir elbise ile namaz kıldıran bu imam, namaz­dan sonra o alimi gördü ve 'Ne yiyip ne içersin?' diye sordu. Alim de, şu cevabı verdi: Biraz sabret de ardında kıldığım namazı tek­rarlayayım. Sonra sana cevap veririm.
Aynı anlamda başka bir alimden de şöyle bir olay nakledilmiş­tir: "Bu alim camide itikafa çekiliyor ve nereden geçindiği bilinmi­yordu. Bir gün caminin imamlığını yapan kişi ona, 'eğer çalışsan ve geçimini temin etsen senin için daha iyi olurdu' dedi. Alim, ona ce­vap vermedi. Bir vakit sonra imam kendisine yine aynı sözleri söy­ledi. Alim şu karşılığı verdi: Caminin civarında oturan bir Yahudi bana her gün iki ekmek vermeyi taahhüt etti. Ben de bununla ye­tinerek çalışmayı bıraktım. Bunun üzerine imam, 'eğer o kimse ta-
ahhüdünde samimi ise senin camideki itikafm daha hayırlıdır' de­di. Bunun üzerine alim, 'Be adam! tevhidinin eksikliğinden dolayı müslümanlarm imamı olup da onlarla Allah Teala arasında vasıta olmasaydın bu da senin için daha iyi olurdu' dedi.
Rivayete göre Allah Teala sıddıklardan birine, 'Benim için ferase­tin inceliğini ve lütfün sırrını idrak et, bundan hoşlanırım' buyur­muştu. Bunun üzerine o sıddık, 'Ey Rabbim! ferasetin inceliği nedir?' diye sordu. Allah Teala da şöyle buyurdu: 'Üstüne konan bir sineği dahi Benim koyduğumu bil ve Ben'den niyazda bulun ki, onu kaldı­rayım'. Sıddık, Teki lütfün sırrı nedir?' diye sordu. Allah Tela da şöy-\Le buyurdu: Sana bir nohut dahi gelse, seni onunla andığımı bil.
Yukarıda anlattığımız örneklerin hepsi de Allah Teala'nm Yara­tan ve rızık veren olması bakımından Veren, Engelleyen, Yarar Sağlayan ve ZararaVeren olduğunu teyid etmektedir. O, bu fulleri­ni dilediği şekilde, dilediği zaman ve dilediği kimseye icra eder. O, bütün müminlerin boyunlarında ve ilimlerindedir. Ancak, hikmeti bilmeyen ve hüküm sahibine karşı gaflet içinde olanlar, O'nun bu isim ve sıfatlarını kendi adet ve alışkanlıklarına dayandırırlar. Rı-zıklarınm alıştıkları yerden gelmesini, ya da kendi tercihlerine gö­re akıllarına uygun olarak temin olmasını isterler.
Onların akılları ise yücelik, övünç, kuvvet ve üstünlüğe dayanıp alçak gönüllülük, tevazu, fakirlik ve zavallılığa tahammül göster­mez. Onlar işlerini Allah'a havale etmedikleri gibi O'nun takdir ve tedbirine rıza göstererek kendilerini dilediği gibi ve dilediği kimse vasıtasıyla rızıklandırmasını da arzu etmezler.
Onlar, zorbaların ahlakını müminlerin ahlakına tercih ederler. Çünkü yakini müşahededen uzak kalmış ve nefsani ahlakın esiri olmuşlardır. Onların nefisleri, yeryüzünün ve bütün insanların Al­lah'a ait olduğunu, hamd ve mülkün yalnız O'na mahsus bulundu­ğunu bilmelerine karşın Allah'tan başkasmadan beklenti içinde olup, O'ndan başkasından ricada bulunabilirler. Ancak gerçeklerin ağırlığı altında ne yapacaklarını şaşıran bu nefisler ve sahip olduk­ları kalpler asla huzura eremedikleri için musibet ve felaketlerle karşılaştıklarında çaresiz kalırlar.
Onlar Allah için sabredemezler. Dinleri, kendilerine dünyalık sağlayan aracılarla karşılaştıklarında sevinç ve övgü ifadeleri ile
nzıklarımn kaçması halinde de sitem ve kınama ile dolar. Çünkü onlar gaüet içinde oldukları gibi bildiklerinin şahitliğinden de uzaktırlar. Bu da onların tevhidlerinin eksikliği ve yakini imanla­rının zayıflığının delilidir. Onların bilgisi şahitliğe değil, kulaktan dolma malûmata dayanan bir bilgidir.
Yakin sahipleri ise ilim, kudret, sebep ve vasıtaların hikmetin mecralarında isbatı ile halka sevap ve azabın dokunması noktasın­da her şeyi Allah Teala'dan bilirler. Bu noktada gaflet ehli ile aynı zemini paylaşırlar. Ama onların fazlalığı; yakini imanlarının güzel­liği, müşahedelerinin gücü, sabırlarının hoşluğu ve rızalarının ger­çekliği sayesinde kalplerinin sükunete ulaşıp nefslerinin huzura kavuşmasıdır.
Onlar, yokluk ve musibetlerde bu iç huzuru yaşarlar. Sınandık­ları anlarda onları sınayan gücün Rableri olduğunu bilerek sebat gösterirler. Rablerinin yarattıkları üzerinde dilediği gibi tasarruf edeceğini bilirler. Bu sayede de yakini imanda bir makamı, tevek­külde bir hali ve rızada bir nasibi kazanırlar.
Diğerleri ise, zikrettiğimiz hakikatlerden uzak kalan ve genel çerçevede hareket ederek müminlerin umumuna dahil olan kimse­lerdir. Tevekkülün farziyeti noktasında yakini iman sahipleri ile aynı zemini paylaşırlar. Yakini iman ehli, tevekkülün faziletine yö­nelmek suretiyle daha üstün bir dereceye nail olmuşlurdır.
Müminlerin umumu ise tevekkülün farziyeti noktasında du­raklamış ve yakini imana eremedikleri için yüksek derecelerden mahrum kalarak sebeplerle perdelenmişlerdir. Allah Teala'ya ya­kın kılınanlar fazilet bakımından daha üstte yer almışlardır: "Ve her lütuf sahibine lütfunu versin" (Hud/3); "Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah onların yaptıklarını görmektedir" (Al-i mr an/163)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Tela müminlerin umu­mu için sebepler perdesini germiştir. Onlar yalnız bu sebepleri gö­rürler. Havass kulları içinse bu sebeplere perde germiştir. Havass bu sebeplere baktıkları halde onları görmezler.
Seri es-Sekati şöyle demiştir: Üç şey vardır ki, yakini iman bun­larla açığa çıkar: Tehlikeye rağmen hakkı eda etmek; bela ve musi­bete rağmen Allah'ın emrine teslim olmak; nimetten mahrumiyete rağmen Allah'ın kazasına rıza göstermek.
Yusuf b. Esbat da şöyle demiştir: Üç şeyin bulunduğu kimsede imanın kemale erdiği söylenebilir: Rızası kendisini batıla götürme­diği sürece rıza göstermek; öfkesi kendisini haktan uzaklaştırma-dığı surece öfkelenmek; gücü yettiği halde hakkı olmayan bir şeyi almamak. [14][14]


Tevekkülü sağlıklı olan bir kimsenin çalışması ve kazanç peşinde koşması onun makamını sarsmadığı gibi halini de eksiltmeyen bir davranıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Ve gündüzü de geçim zamanı kıldık" (Nebe/11); "Ve size dünyada geçim yolları yarattık. Ne ka­dar da az şükrediyorsunuz?" (A'raf/10)
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kulun el emeği ile kazandığından ve iyi bir ticaretten elde ettiğinden ye­mesi helal kılınmıştır". [15][15] Ekmeğini elinin emeğiyle kazanan kimse, ilk müslümanlar nezdinde tüccardan daha üstün görülürdü. Tüc­car ise işsizlerden daha iyi görülürdü. İbni Mesud (ra) şöyle demiş­tir: Bir adamın boşta gezip ne dünya, ne de ahiret işiyle uğraşma­masından asla hoşlanmam'.
Tevekkül imanın şartı ve islaının da ayrılmaz bir sıfatıdır. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'a inandıysa­nız, gerçekten müslümanlarsanız O'na tevekkül edin". (Yunus/84) Görüldüğü gibi yüce Allah kendisine iman ve islamda tevekkülü şart koşmuştur.
Tevekkül eden kimse yönlendirildiği işte çalışarak esbaba dahil olur, işinde sebepleri Yaratan'ı gözetip O'na dayanır ve hareketle­rinde O'na güvenirse Allah Teala'nm kendisini çekip çevirdiği dün­ya hayatında sebeplere uymuş ve kendisi için yaratılan sebeplerle geçimini temin etmiş olur.
Allah Teala dünyevi varlıkları insanların faydalanma kaynak­lan kılmış, onları hikmetinin hazineleri ve rızkının anahtarları olarak vazetmiştir. Böyle bir kul, lüksü ve sefahati terkederek sün­nete uyarsa, iş ve kazanç dünyasında bulunmasına rağmen tevek­külüne bir takım afetlerin bulaştığı kimseden daha faziletli görü­lür.
Ulemadan biri hakkında bize şöyle bir olay nakledilmişti: O alim ayaklarıyla buğday döverken görülmüştü. Halbuki yaklaşık kırk yıldır çalışmayı terkettiği biliniyordu. 'Terk ettiğin halde ne­den kazanç dünyasına tekrar girdin?' diye soruldu. O da şu karşılı­ğı verdi: Be adam! Tamamen mahrum olduğumuzda tevekkül zor­laşır ve başkalarının önünde çekilen zillete sabredemez oluruz.
Aynı durum kazancı terkettiği için bir takım afetlere düçâr olan kimseler için de geçerlidir. Böyleleri bulundukları hali terkederek çalışmaya yönelmelidirler.
Yakini imana nail olup, ondan payını alan kimse, çalışmayı bı­rakabilir. Çalışmak, insanlara muhtaç olmaktan ve dilenmeye alış­maktan daha iyidir. Bir yol üzerinde bulunan kimse her ne olursa olsun, yolunun maksadına ulaşır. Şu var ki, Vekil olan Allah Tea-la'yı gözeterek tevekkül eden ve çalışmayı bırakan kimsenin duru­mu, kalbinin halktan uzak kalması sebebiyle tevekkülü sahih oldu­ğu için daha faziletlidir.
Böyle biri halktan çok Hâlık ile meşgul olduğu için girdiği yol Allah'a daha yakın bir yoldur. O da bu kulunu kendine yaklaştırır.
Çalışmayı terkederek insanlardan beklenti içine girmek, nefsin rahatını düşünmek, dilenmeyi alışmak ve arzulara uymak gibi olumsuz haller içinde bulunan kimse ise; Allah Teala'ya gayet uzak olan bir yolun yolcusu olmuş demektir. O kendisine zulmeden bir kimsedir.
Bu hususta Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edil­miştir: "Sizden birinin baltasını ve ipini alarak ormana gitmesi ve oradan topladığı ağaçlarla geçimliğini kazanıp tasaddukta bulun­ması, kendisine verecek veya vermeyecek kimselerden dilenmesin­den daha hayırlıdır"[16][16]
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Misvak çiğneyerek de olsa insanlara muhtariyetten kurtulun". O başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Her kim bana bir me­ziyetini garanti ederse ben de ona cenneti garanti ederim: insan­lardan hiç bir şey istememek".
Alimlerimizden bir zat şöyle demiştir:
Her kim çalışmayı reddederse, sünneti ihlal etmiş olur. Her kim de çalışmaktan uzaklaşıp oturmayı reddederse tevhidi ihlal etmiş olur. Aynı zat şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) insanlara peygam­ber olarak gönderildiğinde, onlar şu anda olduğu gibi farklı sınıf­larda bulunuyorlardı: Tüccarlar, zanaatkarlar, boş oturanlar, dile­nenler ve dilenmeyenler. Allah Resulü (sav) ne tüccarlara, 'ticareti terk edin', ne de boş oturanlara 'çalışın' demiştir. Aksine hepsine de bütün durumlarda imanı ve yakini telkin ederek iktisadi bakımdan onları Allah Teala ile başbaşa bırakmıştır. Hepsi de bulunduğu hal­de olmaya devam etmiştir.
Tevekkül ehlinden bir zat şöyle derdi: Üç gün açlığa sabredeme-yen kimsenin bulduğu bir işi terk edememesinden korkarını. Yine o şöyle demiştir: Sebepleri yitirdiğinde kalbi zayıflayan veya onla­ra ulaştığında kalbi sükunet bulan bir kimsenin, kazançları terk ederek boş oturması sahih olmaz. Çünkü bu davranışında Allah'tan başkasını gözleme sözkonusudur. Dokuz gün boyunca yokluğa mahkum olan bir alim, kalbinde insanlara karşı bir tamahın veya bir kula iltifatta bulunmanın ağır bastığını gören kimse için pazar yerinin camiiden daha hayırlı olduğunu söylemiştir.
Ebu Süleyman Darani şöyle demiştir: Bir sebep ortaya çıktığın­da başkasınmın kapısını çalmayı düşünen kimsenin, evinde boş oturmasında hiç bir hayır yoktur.
Ulemamızdan bir zat da şunu ifade etmiştir: Sebebin varlığı ile yokluğu eşit olup, yoklukta da kalbi sakin ve huzurlu olan, bu hali kendisini Allah Teala'dan alıkoymayıp tasası da dünyevi konularla dağümadığı için çalışmayı terkeden ve evinde oturan kimse bakı­mından bu hali daha faziletlidir. Çünkü o, kendi hali ve ahir et azı­ğım düzmekle meşguldür. Böyle biri için tevekkülde bir makam sözkonusu olabilir.
Sehl, 'Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?' şeklindeki bir so­ruya şu cevabı vermiştir: Vücuduna bir zarar, malına bir eksiklik gelip de buna bakmayarak üzüntü duymadığında ve kendi hali ile Meşgul olarak Allah Teala'mn takdirini gözlediğinde.
Son dönemde yaşayan tevekkül ehlinin imamı İbrahim el-Hav-vas dedi ki: Üç yer vardır ki, bunlarda azığı bulundurmak tevekkül adabmdandır: Mescitte oturmak; gemiye binmek; kervana katılmak.
Süfyan-ı Sevri (ra) dedi ki: Alimin geçimliği olmadığında zalim­lerin vekili olur. Abidin geçimliği olmadığında ise dinini sermaye eder. Cahilin geçimliği bulunmadığında ise yoldan çıkmış fasıklara elçi olur.
Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Bir adam vardır ki ahiret azığı onu geçim kaygısından alıkoymuştur. Bu, kazananların derecesidir. Bir adam da vardır ki, geçim kaygı­sını ahiret azığına katmıştır. Bu da kurtulanların halidir. Üçüncü bir adam daha vardır ki, geçim tasası onu ahiret azığından alıkoy­muştur. Bu da helak olanların sıfatıdır.
Rivayete göre Ali (kv) şöyle demiştir: Rızık türlü türlüdür. Kimi rızık sizi arar, kimi rızkı da siz ararsınız. Ulemadan bir zat bu sö­zü açıklama mahiyetinde şunu demiştir: Sizi arayan rızık, gıdaya ait olan nzıktır. Sizin aradığınız rızık ise malik olma niteliğindeki nzıktır. Bu da gıdadan fazlasını talep etmektir.
Tevekkülde çok sağlam bir makama sahip olan Ebu Yakub es-Sûsi şöyle demiştir: Tevekkül üç türlüdür: Genel; özel genel ve öze­lin özeli.
Her kim sebepler alemine girer ve ilme dayanarak Allah Tea-la'ya tevekkülde bulunur, buna rağmen yakine ulaşamazsa genel tevekkülde bulunmuş olur.
Her kim sebepleri terk ederek Allah'a tevekkül eder ve yakini imanın tahkikine ulaşırsa genelin özeli tevekkülde bulunmuş olur.
Kim de, yakinin varlığıyla birlikte hakikati üzere sebeplerden sıyrılır, ardından tekrar onlara dahil olarak başkası için çalışırsa özelin özeli bir tevekkülde bulunmuş olur. Bu da Allah Resulü'nün (sav) en üst derecedeki sahabilerine mahsus olan bir makamdır.
Onlar dünya hakkında yakini bilgi sahibiydiler. İlimleri, onları başkaları için sebepler alemine girmeye zorlamış ve başkalarının halleri onlara döndürülerek yakinin hakikati üzere ilimde genişlik kazanmışlardır.
İşte bu nedenledir ki el-Havvas şöyle demiştir: Allah Teala'nm havass kulları, başkaları için sebepler alemine girdiklerinde onla­rın halleri de kendilerine döndürülür ve onların rızık vasıtaları kı­lınırlar. Sebepler üzerinde onlar için tasarrufta bulunmakla bera­ber bu sebeplere bağlanmaktan uzak kalırlar.
Cüneyd'in hocası Ebu Cafer de, tevekkül ehlinin ileri gelenle-rindendi. Bir defasında şöyle demişti: Tevekkülü yirmi yıl gizledim. Bu süre zarfında pazardan ayrılmayarak her gün bir dinar ve on dirhem kazandım. Bu paradan rahatsız olarak akşamları, onun bir kıratına dahi tahammül edemeyerek tuvalete gider ve gece bitme­den tamamından kurtulurdum. Cüneyd, Ebu Yakub'un huzurunda tevekkül hakkında konuşmaz ve şöyle derdi: Hocam varken onun makamı hakkında konuşmaktan haya ederim.
Allah Resulü (sav) ilahi bağış için dilenmeyi ve zenginlere ilti­fatı terk etmeyi şart koşmuştur. Fakirleri ise Allah Teala'ya hava­le ederek bundan tenzih etmiştir. Çünkü fakir bir kulun dilenme­sinde zelil olarak zillete düşmek, celil olarak dünyaya rağbet etmek sözkonusudur.                                                                                 '
Zenginlere iltifat etmekte ise yersiz bir tamahkârlık, Allah'taki1 başkasının elini gözleme ve evlere kapılarından girmeme sözkonu­sudur. Bu hususta Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edil­miştir: "İnsanlardan istemek yüz kızartıcı günahlardandır. Bu gü­nahlar arasında dilencilikten başka helal görülen yoktur".
Başka bir hadisi şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmak­tadır: "İnsanlara muhtaç olmaktan kurtulan kimseyi Allah da zen­gin kılar. Afiyet dileyen kimseye Allah da afiyet verir. Her kim ken­dine dilencilik kapısını açarsa Allah Teala da ona fakirlik kapısını açar". Samimi fakirler için bağışları almak helal kılınmış, hatta di­lenmek ve yaltaklanmaktan kurtulmaları için bunlara karşılık ola­rak bağışları almaları özendirilmiştir.
Bu onları tenzih etmeye ve faziletlerini teyid etmeye yönelik bir tavırdır. Ehli Beyt'in durumu da bu tür fakirlere benzediği için ga­nimetlerin beşte biri onlara tahsis edilmiştir. Bunun sebebi, kendi­lerine verilen kıymet ve önemden dolayı sadaka almalarının haram kılınışıdır.
Ahmed b. Hanbel (ra) Ebu Bekir el-Mervezi'ye yanında çalışan fakir bir işçiye ücretinden fazla bir para vermesini emretmişti. Fa­kir işçi bu fazlalığı reddetmişti. İmam Ahmed işçinin ayrılmasın­dan sonra el-Mervezi'ye, 'ona yetiş ve bu fazlalığı ver, belki alabilir dedi. Mervezi adamın arkasından koştu ve parayı ona verdi. Adam da parayı aldı. Bunun üzerine İmam Ahmed, İlkinde niye geri çevirip ikincide aldı?' diye sordurdu. İşçi de şu cevabı verdi: İlkinde nefsim onu almak istedi, bu yüzden geri çevirdim. Doğrusunu yap­tığıma inanarak ayrıldığımda nefsim de paradan ümidini kesti. İş­te o zaman kabul ettim.
İbrahim el-Hawas, kendisine bağışta bulunan bir kulu gözledi­ğini düşündüğünde, ya da nefsinin ona alışmasından endişe etti­ğinde bağışını kabul etmezdi. O şöyle derdi: Bir sufinin meslek sa­hibi olması düşünülemez.
Bütün bunlar tek başına yaşayan kimseler için geçerlidir. Aile sahipleri hususunda bu konularla ilgili olarak daha geniş davran­mak emredilmiş ve ailesi için bağış almaktan geri kalınmaması sa­lık verilmiştir. Kişinin ailesi için bağış alması, başkaları için bağış alması gibidir. Çünkü onun ailesi bir nevi Allah'ın ailesi gibidir. Al­lah Teala onu, ailesine vekil kılmış ve rızıklarını onun eliyle verme­yi takdir etmiştir.
Kişinin onlar için bağış talebinde bulunması ve Allah Teala'nm farz kıldığı sadakalardaki haklarını almaya özen göstermesi, onun halini ve makamını eksiltmez. Nitekim Allah Resulü (sav) Sa'd b. Rebi (ra) ile Abdurrahman b. Avfı (ra) kardeş ilan ettiğinde Sa'd, Abdurrahman'a 'malımı ve ailemi seninle paylaşayım' demişti. Ab­durrahman (ra) ise, Allah aileni de malını da bereketli kılsın, bana pazar yerini göster yeter1 demişti. O gün çalışarak eve bir miktar yağ ve peynirle döndü. Eğer pazarda çalışmak tevekkülü eksiltse idi, imamların imamı olan Abdurrahman (ra) bunu tercih etmezdi. Ama o, nefsini zora sokmayı tercih edip nimetten istifade etmeyi arzulamamıştır.
Allah Resulü (sav) Muaz'a da (ra), "Nimete düşkünlükten sakın çünkü Allah'ın kulları nimetlere boğulanlar değildir" buyurmuştur.[17][17]
Fudale b. Ubeyd, Mısır emiri iken yalın ayak toz içinde ve saçı ba­şı dağınık bir halde görülmüştü. Kendisine, 'Niçin bu durumdasın?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Allah Resulü (sav) bizi refah düşkünlüğünden men etti ve bize kimi zaman yalın ayak yürümeyi emretti. Abdurrahman (ra) da, kardeşlik hakkını gözeterek yeni kar­deşini kendine tercih etmişti. Çünkü Allah Teala diğerlerini daha çok düşünmeyi mendup kılmış ve dostlarını bu sıfatla anmıştır.
Abdurrahman'm (ra) makamından daha yüksek bir makama sahip bulunan imamlar imamı Ebubekir-i Sıddık (ra), kendisine bi­at edildiği zaman giysilerini koltuğunun altına alarak pazara git­miş ve yüksek sesle bağırarak onları satmaya çalışmıştı. Hilafete layık görülen ve Allah Resulü'nün (sav) yerini alan bu büyük zat, belki en yüce makamında iken böyle davranmıştı.
Müslümanlar çevresinde toplanıp bu davranışını beğenmedikle­rini ifade ettiklerinde onlara şöyle demişti: "Beni ailemin geçimin­den alıkoymayın, eğer onları zayi edersem, onlar dışmdakileri çok daha çabuk zayi ederim". Bunun üzerine kendisine müslümanların bir hanesine gereken geçimliği tahsis ettiler. Ne eksik, ne de fazla. Hepsi buna rıza gösterip onun tahsisatını verdiklerinde pazarı terk ederek tamamen ümmetin işleriyle meşgul olmaya başladı.
Gördüğünüz gibi böyle bir zat, hakkını ifa etmeyi ve Allah'ın ai­lesinin geçimi noktasında farz kıldığını çok önemli görülebilecek başka işlere yeğlemiştir. Makamının yüceliğine rağmen Allah için tevazuda bulunmuş ve insanların bakışlarına aldırmayarak paza­ra girmiştir. Müslümanların bunu hoş görmemeleri üzerine, ikinci bir hükümle pazarda çalışmayı bırakmıştır. Tevekkül işte bu şekil­de başka bir yol bulununcaya kadar ilk hükme göre yapılır. Bu ikinci hükme göre de yeni bir yola girilir.
Halk, Selef ulemasından bir zatın meclisinde toplanarak konuş­masını dinlerdi. O da, arasıra onlara şöyle derdi: Eğer ailemin bir kap baklaya ihtiyaçları olduğunu bilsem sizinle konuşmazdım.
Bu tavırda, nevalarına uyarak tevekkül ehlinin kazançla uğraş­masını inkar eden ve nefislerinin rahatı ve işsizliklerinin bahanesi olarak çalışmaya karşı çıkan kimseler için gayet açık bir beyan ve delil sözkonusudur. Alimler, dini konularda ancak beyana dayanıp, delillendirilmiş ilmi hakikatleri ortaya koyabilirler.
Çalışmak ve bununla ilgili sebepler çok çeşitlidir. Allah Teala bağış ve rızıklarını bunlara bağlamıştır. Bunlar, aracı kılman şa­hıslar gibi rızık verme konumunda değildirler. Sebeplere sarılan bir tevekkül sahibi, Veren'in de Engelleyen'in de yalnız Allah Tea­la olduğuna yakinen inanır. O, sebepleri yaratan ve rızkı verendir.
İşin başındaki İlk O olduğu gibi, nihayetindeki Son da yine O'dur. Yakini iman sahibi bir mütevekkilin kalbi, kısmetleri taksim edeni gözlerken nefsi de O'nun kısmetiyle sükun bulur. Kalbi ken­disine düşen kısmete razı ve onunla yetinirken, bedeni de Allah'ın onu yönlendirdiği alanda hareket halindedir. O, makamını, kendi­sinden murad edileni bilmekte, haline ve uğrunda çaba sarfettiği şeye rıza göstermektedir.
Tevekkül sahibinin makamını sarsan ve onu tevekkül dairesin­den çıkaran şeyler; daha fazla kazanmak için şaibeli yollara gir­mek, mal toplayarak övülmek için çalışmak, ilmin kendisine ya­sakladığı şeyleri elde etmede hırslı davranmakk, elde edilmesi hoş görülmeyen şeyleri talep etmek, hoşuna gitmeyen şekilde tezahür eden kadere öfkelenmek, kendisine karşı hile ile muamelede bulu­nana Öğütte bulunmayı terketmek, insanlara yaltaklanarak bu yönde planlar kurmak veya bu tür sebeplere sarılmaktır. Bütün bunlar tevekkülün sıhhatini ihlal eden davranışlardır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Para kazanmak için pazara gi­den bir kula, kendi dirhemi diğerlerinin dirhemlerinden daha sevim­li görünürse, alışverişlerinde müslümanlara karşı samimi olmaz.
Bu alime göre sözkonusu tavır kişiyi tevekkül dairesinden çı­karmaya yeter. İlgisizlik veya arzuların etkisiyle kalbe giren bir ta­kım illetlerin orada yer etmesi de kulu tevekkül halinden uzaklaş­tırır. Böyle bir kul insanlara dönük beklentilerinden dolayı onlara tevekkül ettiği gibi yapmacık hareket ve davranışlarda bulunabilir. Ya da kendi sıhhat ve afiyetine tevekkül ederek sadece kendisini sı­kıştıranlara nzık verebilir. Veya malına tevekkül ederek, yalnız ona güvenip onunla huzur bulabilir. Fakirleşmesi halinde rızkının kesileceğini sanabilir.
Bunun alameti de, malına aşırı düşkünlük göstererek cimrilik yapması, bu gaye ile sürekli hazırlıkta bulunmasıdır. Bütün bun­lar, kişiyi tevekkülün faziletinden uzaklaştırır.
Bunların incelikleri ve hakiki yönleri ancak ilimde bir dereceye ulaşmış, yakini imanda yol almış ve sürekli müşahedede bulunan büyük alimler tarafından bilinebilir. Bu tür sebep ve şahısları gö­zeten ya da onlara aşina olarak dayanan kimsenin kalbi, bunların varlığından dolayı güçlenerek şaşkınlık ve yalnızlığa, ya da yoklu­ğundan dolayı zayıflığa düçâr olabilir. Bunlar, kişinin tevekkülü noktasında afet sayılabilecek hastalıklardır.
Bişr b. el-Hars şöyle demiştir: Kul, Talnız Sana ibadet eder, yal­nız Senden yardım dileriz' ayetini okuduğu zaman, Allah Teala ona, 'yalan söylüyorsun, ne yalnız Bana ibadet ediyor, ne de yalnız Ben­den yardım diliyorsun. Eğer yalnız Bana ibadet ediyorsan, niçin kendi arzunu Benim rızama tercih ediyorsun? Eğer, yalnız Benden yardım diliyorsan niçin kendi güç ve kudretine, malına ve nefsine güveniyorsun?' buyurur.
Geçim için çalışmayı ve pazarlarda ticareti terk eden kimse,.en alt seviyede olsun kendine yeterliğe sahip, durumuyla ilgili olarak gerekli sabır ve kanaate muktedir ise yaşadığımız şu dönemde da­ha faziletli ve hal bakımından daha kamil sayılır. Böyle biri, geçi­mini Allah Teala'ya masiyette bulunarak açık bir şaibeye, ya da müslüman kardeşlerine ihanete irtikap ile kazanmaktan endişe eden bir tacirden daha üstündür. Çünkü böyle bir tacirin sürekli sebepleri gözetmesinden ve kazancına karışan fesadın çokluğun­dan dolayı ilmi şartlara uygun olarak çalışması mümkün değildir.
Pazar esnafının şaibelerine bulaşmayı ve bu mekruh sıfat üze­re onlarla ilişki kurmayı terk etmek, bu tür çirkinlikleri görme ko­numundan uzaklaşılması sebebiyle selamete daha yakındır. Çünkü hüküm, bakış ile ilintilidir. Bu noktada haram da münker gibidir. Ona bakmadığınızda, hükmü sizden düşer. Kulaktan duymak ise, yakinen görmek gibi değildir. Aynı şekilde komşu olmak da bizzat yapmak gibi değildir. Gören, haber alan gibi değildir. Kabe'nin ye­ri hakkında hata ederek ona yöneldiğini düşünen kimsenin nama­zı caiz iken, Kabe'yi gördüğü halde, ondan parmak ucu kadar dahi olsun saparak namaz kılan kimsenin namazı kesinlikle batıldır.
Geçim için çalışmak, farz değildir. Ancak şu iki durumdan birin­de farz kılmabilir: Ailenin bulunması ve mubah kılınmış yollardan biriyle geçimlerinin temin edilememesi; bir farzın edasını engelle­yecek derecede yokluğa düşülmesi veya farzın ikame edilmesi için gerekli imkanın bulunamaması.
Bişr b. el-Hars (ra) çalışmayı terk etmişti. O, sürekli helal hak­kında konuşur ve çok titizlenirdi. Bir gün kendisine, 'Ey Ebu Nasr, geçimini nerden temin ediyorsun?' diye soruldu. O, şu cevabı verdi: Sizin temin ettiğiniz yerden. Ancak geçimini ağlayarak temin eden kimse, gülerek temin eden kimse gibi değildir.
Bişr, bir defasında da şöyle demişti: El elden kısa, lokma lokma­dan küçüktür. Süfyan-ı Sevri'nin (ra) ticarette sermaye olarak kul­landığı elli dinarı vardı. Son zamanlarında bu parayı alarak kar­deşlerine dağıttı ve çalışmayı bıraktı. Rivayete göre onu buna sev-keden ailesinin vefatı idi. Kul, ailesinin halini kendi haline uydu­ramaz.
Ancak onların tercihi, kendi tercihi gibi olur, fakirliklerine sa­bırları ve bunun faziletine dair bilgileri onun bilgisi düzeyinde olur­sa caiz olur. Bu durumda onları kendi yolunda yürütmesi mümkün olduğu için geçimleri uğruna çalışmayı terk edebilir. Çünkü ondan aile hukuku ile ilgili hakları talep etmekten vazgeçerek aynı hali paylaşmış olmaktadırlar. Seleften bir topluluk böyle yapmışlardır.
Ariflerden bir cemaat ise, bilgisi olmayanı bilgisi olana tercih eder ve çalışmayı terk etmeyi üstün görmezlerdi. Onlara göre her­hangi bir işte çalışmak, ilimle bilinen bir şeydi. Onlar, bilinenin varlığı ile birlikte kalp huzurunu bir illet sayarlardı. Ancak kalp, bilinmeyenle sükuna erip kişinin kaygısı toplandığı ve yoksulun haline olan özentisi bittiğinde tevekkül makamının kemaline ula­şılırdı. Bana göre bunda sözün ortasını bulma ve bunu beyan etme vardır. Allah Teala en iyi bilendir.
Kul, bilinen bir geçim vasıtasının yokluğuyla faziletli kılmma-dığı gibi, boş oturmakla da faziletli kılınmaz. Onu faziletli kılan makamının halidir. Bilinen bir geçim vasıtasına sahip olan kişi ma­rifet bakımından daha güzel, iman bakımından daha güçlü oldu­ğunda meşru bir geçim vasıtası olmayandan üstün tutulur.
Kalp sükunu ve nefs huzuru meşru bir geçim vasıtasıyla bera­ber olduğunda kulun hali için her hangi bir illet ve kusur oluştur­maz. Ama yükseldiği bir makam ve faziletli kılındığı bir hal de ola­maz. Ancak insanlara tamah ve meşru bir geçim vasıtasının bulun­masına rağmen kalbi dağınık tutmak, herkesin gözünde olduğu gi­bi, bana göre de eksikliktir. İnsanlara tamahı bırakıp, yokluğa rağ­men kalbi Allah için toplu tutmak, herkesin nezdinde daha yüksek ve faziletli bir derecedir.
Halid'in oğulları Hayye ve Suvar'ın rivayet ettikleri hadiste Al­lah Resulü (sav) o ikisine şöyle buyurmuştur: 'Başlarınız sallandı­ğı sürece rızıktan ümit kesmeyiniz. Anası Adem oğlunu, üzerinde
esas derisi olmaksızın al renkli ince deriyle doğurur. Sonra Allah Teala ona rızkını verir [18][18] 
Allah Resulü (sav) hurma verdiği bir kimseye de, "eğer sen ona gelmezsen, o sana gelecektir" buyurmuştu. Başka bir haberde ise şöyle denilmiştir: "Kul, rızkından ölümden kaçtığı gibi kaçsa bile ölüm nasıl ona kavuşacaksa rızkı da ona kavuşur. Rızık ölüm me­leği ona görününceye kadar kuldan ayrılmaz. İşte o zaman dünye­vi rızkı kesilip, uhrevi rızkı başlar. Onun ahiretten alacağı ilk rızık, dünya rızkının da sonuncusu olur. Ahiret rızkı için son yoktur.
Sehl b. Abdullah ed-Destivaî dedi ki: Kul Allah'tan kendine rı­zık vermemesini niyaz etse dahi, Allah ona icabet etmez ve ona şöy­le buyurur: Ey cahil! Seni Ben yarattım. Sonsuza dek rızkını da vermem gerekir. Bir alime gıdanın ne olduğu sorulmuştu. O, 'Hayy/Diri olup ölmeyendir" cevabını verdi. Soru sahibi, 'ben sana insanı ayakta tutan rızkı sormuştum' dedi. Alim de, 'insanı ayakta tutan rızık ilimdir1 dedi. Soru sahibi, 'biz sana besini soruyoruz' de­di. Alim, İDesin zikirdir" cevabını verdi.
Bunun üzerine soru sahibi, 'sana insan bedeninin ihtiyacı olan yiyeceği soruyoruz' dedi. Alim şu karşılığı verdi: Bedeni sen ne dü­şünüyorsun. Onu, yaratanına bırak. Ona bir hastalık geldiğinde, onu yapan ustaya havale et. Bir mal kusurlu olduğunda düzeltme­si için onu ustasına geri vermez misiniz?
el-Havvas dedi ki: Sehl'den şu söz rivayet edilmiştir: Allah Tea­la havass kullarım yokluğa düşürüp, onları halka muhtaç ederek tamahkarlıklarını sınar. Halkı da, onlara bağışta bulunmaktan en­gelleyerek havası onların mallarından mahrum etmek suretiyle kendisine döndürmeyi murad eder. Havass eli kolu bağlı ve ümit­siz bir halde kendisine müracat ettiğinde onları hiç hesap etmedik­leri yerden rızıklandırır. Havassın alameti; bir şeye meylettiklerin­de ondan mahrum edilmeleri, bir kula dayandıklarında bundan kurtulmak için çeşitli belalara düçâr edilmeleridir.
Havasdan biri, kalbinin meylettiği bir sebeple karşılaştığında onu reddetmişti. Yine onlar arasında bir çoğu önlerine çıkan bu tür sebepleri görmezden gelir ve nefslerini cezalandırmak için onlara el uzatmazlardı. Zünnun-ı Mısri dostlarına tevhid ve marifet ilmi-
ni anlatırken bir genç, ekmeğin nereden geldiğini sordu. Bunun üzerine Zünnun şöyle dedi: Bunun elinden tutup sufilere götürün de ona edebi öğretsinler.
Ma'ruf el-Kerhi hakkında şu hadise nakledilir; Bir defasında ona, Bişr'in kendisine açılan kapılara iltifat etmediği bildirilmişti. Şunu söyledi: Kardeşim Bişr'i bu kapılardan alıkoyan vera' ve titiz­liğidir. Beni faal kılan ise marifettir. Ancak bilmen o ki, Ma'ruf da çok acil bir ihtiyacı olmadıkça bu tür sebep kapılarına iltifat etmez, ettiğinde de yeteri kadarını alıp, üstünü bırakırdı.
O, mal biriktirmeyen ve ümidini kısa tutan bir şahsiyetti. İki namaz vakti arasında dahi yaşayacağını ümit etmezdi. Mesela öğle namazını kıldırdığında dostlarına, 'ikindi namazını kıldıracak I birine bakın' derdi. O şu sözü sık sık söylerdi: Ben, Rabbi'min yur­dunda bir misafirim. Bana yedirdiğinde yer, aç bıraktığında yedi-rinceye kadar sabrederim. Ebu Muhammed Sehl ise, şöyle dirdi: Tevekkül eden kimse dilenmez, reddetmez ve ihtikarcılık yapmaz. [19][19]


Mal biriktirmek, Allah Teala için, O'nun yolunda, mal O'nun rıza­sına uygun olduğu sürece tevekkülün sıhhatine zarar vermez. Nef-sani arzular ve heva uğruna biriktirilen mal ise, tevekküle zarar verir. Allah için mal biriktiren kimse, Allah Teala'nm kendisine farz kıldığı haklar için bu birikimi yapıyor sayılır, Bu haklardan herhangi birini gördüğünde malını harcayacaktır. Allah Teala'mn haklarını eda etmek, kulun makamını eksiltmek bir yana daha da yükseltecek bir davranıştır.
Bişr b. El-Hars'ın dostlarından biri şunu anlatmıştır: 'Bir gün kuşluk vakti onun yanında oturuyordum. Esmer bir yetişkin içeri girdi. Yanakları hafif çöküktü. Bişr, onun için ayağa kalktı. Daha Önce başka biri için ayağa kalktığını görmemiştim. Bana bir avuç dirhem vererek, 'git bize alabildiğin en güzel yemek ve kokulardan getir* dedi. Daha önce bana hiç böyle bir şey söylememişti. Yemeği getirdim ve önüne koydum. O kimse ile birlikte yemeği yedi. Daha önce onu başka biriyle yemek yerken de görmemiştim. Sonra şöyle dedi: 'Yiyeceğimiz kadarını yedik'. Yemekten arta kalanları o misa­fir, giysisinin içine toplayarak koltuğunun altına aldı ve ayrıldı.
Bişr'in bu davranışına çok şaşırmış ve yadırgamış tim. Çünkü daha önce, müsade istemeksizin böyle bir emir verdiğini görmemiş­tim. Adamın gitmesinden sonra Bişr bana şöyle dedi: 'Zannederim misafirimizin yaptığını beğenmedin. Ben de, 'evet yemeğin kalanı­nı izin istemeksizin aldı dedim. Bana, 'onu tanıyor musun?' diye sorduğunda, 'hayır1 dedim. Dedi ki: 'O, yakın dostumuz Feth el-Mu-suli'dir. Bugün Musul'dan gelerek bizi ziyaret etti ve şunu göster­mek istedi: Tevekkül sahih olduğu zaman, mal biriktirme ona za­rar vermez. Mal biriktirmeyi terk etmek ancak makamındaki ürmİ di kısa tutmanın gereğidir.                                                          
Uzun yaşama ümidiyle tevekkülde bulunmak da sahihtir. An­cak bunun şartı uzun hayatın, Allah'a itaat, O'na hizmet ve O'nun yolunda cihad ümidiyle olmasıdır. Bu da faziletli bir hal olup ric^ ve ünsiyet ehlinden bir topluluğun yoludur.
Kulun uzun yaşama ümidi, nefsini tatmin etmek ve arzularını doyurmak için ise, bu durum onun zühdünü eksilttiği gibi tevekkü­lünü de zedeler. Zühdü eksilten şey, aynı derecede tevekkülü de ek­silttiği gibi zühdü arttıran şey de tevekkülü aynı miktarda artırır. Çünkü zühd tevekkülün hususi şartlarmdandır. Tevekkül ise züh­dün umumi şartlarından biri değildir.
Tevekkülde bir makam sahibi olan her zat kaçınılmaz olarak zahid iken, makam sahibi her zahid tevekkül ehli olmayabilir. Çün­kü tevekkül bir makam, zühd ise bir haldir. Makamlar, Allah Tea-la'ya yakın kılman mukarrebun zümresi, haller ise kitapları sağ ta­raflarından verilecek ashab-ı yemin içindir.
Zühdün hakikatine eren kimseye, tevekkül makamı da kaçınıl­maz olarak verilir. Çünkü, hallerin hakikatine erilmesi, bunların sabit kalarak istikamet üzere devam etmesi, o hallere sahip olan kimselerin makamlara ulaşmalarını sağlar. Tevekkül eden bir kim­senin, bir ya da iki ay hayatta kalmayı ümid etmesi, aynı süre için birikimde bulunmasını caiz kılar. Ama tul-i emel yani uzun boylu ümidlere sahip olmak, el-Havvas'a göre kişiyi tevekkülün hakika­tinden çıkarırken bana göre tevekkülün sınırından çıkarmaz.
Ben, tevekkül sahibinin kırk günden fazlası için birikimde bu­lunmasını mekruh görürüm. Aynı şekilde, kırk günden fazla yaşa­mayı ümid etmek de mekruh görülmüştür. Kalbinin ıslahı ve nefsi-
nin sükuneti için mal biriktiren ve insanlara iltifatı bırakan kimse, eğer bilinen geçimle sükunet makamında bulunuyor ise mal birik­tirmesi kendisi için daha güzel olur. Ailesinin kalplerini teskin et­mek ve onların kendi üzerindeki haklarını yerine getirerek bütün zamanını Rabbi'nin kulluğuna hasretmek için mal biriktiren kim­se, bu birikiminde fazilet sahibi olarak görülür. Çünkü o, böyle dav­ranmakla bir yandan Rabbinin hükmünü ifa ederken, bir yandan da mesuliyeti altmdakileri gözetmektedir.
Allah Resulü (sav), bilinen bir sünnet oluşturmak için ailesinin bir yıllık geçimliğini biriktirmiştir. O, Ümmü Eymen (ra) ve diğer hanımlarını yarın için bir şey biriktirmekten ise menetmiştir. Aynı şekilde Bilal'e de (ra), makam ehlinin kendisine uyabilmesi için mal biriktirmeyi yasaklamıştır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) vefat ettiklerinde kendisi için dokunmuş iki kaftanı vardı. O, ümidini çok kısa tutardı. Mesela bevlettikten sonra su buluncaya kadar teyemmümle idare ederdi. Bu hususta kendisine, 'su çok da uzağınızda değilken niçin teyem­müm alıyorsunuz?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştu: 'Kim bi­lir belki de ona ulaş anlayabilirim'.
Allah Resulü (sav) o kısa sürede vefat etme endişesiyle böyle yapmaktaydı. O'nun ümmetinden olup da tul-i emel sahibi kimse­nin bu fiili kurtuluş vesilesi sayılmıştır. Bu da, mal biriktirmenin ariflerin müşahedelerine bağlı olarak genişleyip daralabildiğini göstermektedir.
Şeriat ruhsat ve azimeti içermektedir. Dini emirlerde a2İmet, güçlü ve tahammüllü kullara mahsustur. Ruhsatlar ise zayıf ve gevşek kimseler içindir. el-Havvas, tevekkülün şartlarında çok ti­tizlenir ve mal biriktirmenin kişiyi tevekkül dairesinden çıkardığı­nı belirtirdi. Dört şeyi asla ihmal etmez ve şöyle derdi: 'Bunlarda birikim sahibi olmak tevekkül sahibinin halini tamama erdirir. Çünkü bunlar dinin gereklerindendir: Küçük su destisi, ip, iğne ve makas.' Sehl, mal biriktiren kimsenin, ümidini kısa veya uzun tutması hususunda şöyle misal verirdi: Mal biriktirmeyi bırakan kimse, 'Ey­le' gideceğim' diyen kimseye benzer. Ona, 'yanına bir somun al' denir. Eğer, 'Abadan'a gideceğim' derse, 'iki somun al' denir. Eğer 'Asker'e gideceğim' derse, o zaman da 'öyle ise dört somun al' denir. Mal bi­riktiren kimse işte bu şekilde kısa veya uzun ümit sahibi olmalıdır.
Tul-i emeli terk etme hususunda duyduğum en ilginç haber, Musa (as) ile ilgilidir. O, Hızır (as) ile bir araya geldiğinde açlığın­dan yalanmıştı. Bunun üzerine Hızır (as), 'otur1 dedi.
Musa (as) da oturdu. Hızır (as) bir şeyler söyledi. Az sonra bir ceylan geldi ve ikisinin arasında durdu. Ardından ceylan, iki parça­ya ayrıldı. Bir yarısı kızarmış olarak Hızır'ın (as) önüne diğer yarı­sı da çiğ olarak Musa'nın (as) önüne indi. Hızır (as) O'na, "kalk ve bir ateş yak da nasibini kızart' dedi. Kendisi kızarmış ceylan etini yemeye koyuldu. Musa (as) da onun emrettiğini yaptı ve ardından, 'niçin senin payın kızarmıştı?' diye sordu. O, şu cevabı verdi: Benim dünya ile ilgili hiç bir emelim kalmamıştır. Bu bilgiler ışığında, mal biriktirmenin zahitlerin faziletlerini zühdün hakikatma engel ol­duğu ölçüde eksilttiğini söyleyebiliriz.
Şehr b. Havşeb, Ebu Ümame'den şu hadisi rivayet etmiştir: Al­lah Resulü (sav), Ali ve Üsame'ye (ra) bir fakirin cenazesini yıka­malarını emretmişti. O ikisi fakiri yıkadıktan sonra, Allah Resulü de (sav) hırkasıyla onu kefenledi. Fakiri defnettikten sonra ashabı­na şöyle buyurdu: "O, kıyamet günü yüzü ayın on dördü gibi parla­yarak diriltilecektir. Eğer bir kusuru olmasaydı yüzü güneş gibi parlayarak diriltilecekti'.
Sahabe, 'Kusuru ne idi ey Allah Resulü?' diye sordular. O da şöyle buyurdu: 'Bu kimse, çok oruç tutan, namaz kılan ve Allah'ı sürekli anan biriydi. Ama kış geldiğinde yazın elbisesini, yaz geldi­ğinde de kışın elbisesini hazırlardı', Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: 'Size en az verilen şey; yakini iman ve sabır azmidir. Her kime bunlardan bolca verilmişse, kaçır­dığı gece namazlarını ve gündüz oruçlarını önemsemez'.
Ariflerden bir zatın şöyle dediğini naklettiler: 'Rüyamda kıyame­ti kopmuş gibi gördüm. İnsanlar zümre zümre cennetin farklı katla­rına sevkediliyorlardı. İnsanların en iyi ve en yüksek konumda olup, cennete en çabuk gidenlerine baktım ve kendi kendime, "bunlar cen­netliklerin en üstünleri, ben de bunlara katılayım' dedim.
Onların arasına girerek yollarını paylaşmak istedim. Derhal onlara refakat eden melekler önüme çıktılar ve bana mani olarak
şöyle dediler: Yerinde kal ve kendi yoldaşlarını bekle, sen onlarla beraber gireceksin. Onlara, 'benim bu öncelik sahipleriyle birlikte girmeme niçin engel oluyorsunuz?' diye sorduğumda şu karşılığı verdiler: 'Bu yola ancak tek bir gömleği ve her şeyden sadece bir ta­neye sahip olanlar girebilir. Senin ise iki gömleğin ve her eşyadan çift çift malin var\ O an ağlayarak uyandım ve kendime, her şey­den sadece bir taneye sahip olmaya söz verdim.
Huzeyfe el-Mar'aşi şöyle derdi: Kırk yıldır sadece bir gömleğim oldu. Selef-i Salihten bir çoğu, yeni bir giysi veya eşya aldıklarında öncekini elden çıkarır ve birçok eşyadan tekiyle yetinirlerdi. Bütün bunlar zühdün hakikatine ermenin işaretleridir. Tevekkül ehlinin fazileti de bunu gerektirir.
Meşhur bir hadiste de şu olay nakledilir: Suffe ashabından bir zat vefat etmiş, müslümanlar kefen alacak parasının olmadığını görmüşlerdi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'onun elbisesine ba­kın' buyurdu. Elbisenin cebinde iki dinar çıktı. Bunun üzerine Al­lah Resulü (sav) şaşkınlığını ifade etti. O, ardında varlık bırakarak vefat eden müslümanlar için bu şaşkınlığı göstermezdi. Ancak ölen zat, zuhd haliyle tanındığı ve zahiren yoksul göründüğü için bu iki dinarı biriktirmesi yüzünden onu kusurlu bulmuştu. [20][20]


Bu konunun derinine inildiği zaman, tedavinin de kulun tevekkü­lünü eksiltmediği görülmektedir. Allah Resulü (sav) de tedaviyi emretmiş ve Allah Teala'nm bu husustaki hikmetini bizlere haber vermiştir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ölüm dışında her hastalığın bir ilacı vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen de bilmez".[21][21]Yine o, şöyle bu­yurmuştur: "Ey Allah'ın kulları! Tedavi olun"[22][22]Kendisine tedavi ve okuyup üflemenin kaderi değiştirip değiştiremeyeceği soruldu­ğunda şu cevabı vermiştir: "O da Allah'ın kaderindendir".
Meşhur bir hadis-i şerifinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Meleklerden hangi toplulukla karşılaştıysam, bana şunu söyleme-den geçmediler; ümmetine kan vermeyi emret".[23][23] Bir diğer hadiste ise kan vermeyi emrederek şöyle buyurmuştur: "On yedi günde, on dokuz günde ve yirmi bir günde bir kan verin ki, kanınız artarak sizi öldürmesin[24][24] Kanın artması ve kirlenmesinde üstte kan ver­me için zikredilen günlerin tayinini delülendirme sözkonusudur.
Ayın bu günleri ile kasdedilen, kanatimizce Hicaz halkı için özel bir durumdur. Çünkü Hicaz sıcağın aşırı olduğu bir bölgedir. Ömer (ra) de güneşte beklemiş suyun alaca hastalığına yol açtığını söyle­miştir. Ben de bunun özellikle Hicaz toprağında olduğunu duydum.
Selef-i Salih, her ay bir defa kan aldırırlardı. Kırk yaşma kadar bunu ihmal etmezler ve ayın sonunda kan vermeyi müstehap gö­rürlerdi. Maktu' bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Kim ayın on yedisi sah günü kan aldırırsa bir yıllık hastalığının ilacı olur". Ehl-i Beyt kanalıyla gelen bir ha­diste ise Allah Resulü'nün (sav) her gece sürme çektiği, her ay kan aldırdığı ve senede bir kez ilaç içtiği rivayet edilmiştir.
Tedavide ruhsat ve genişlik sözkonusudur. Tedavinin terkinde ise sıkıntı ve azimet mevcuttur. Allah Teala, azimetlerine olduğu gibi ruhsatlarına sarılanları da sever. O, bu meyanda şöyle buyur­muştur: "Allah sizin için dinde zorluk yaratmamıştır". (Hac/78)
Tedavi gören kimse şu iki sebepten dolayı bu davranışıyla fazi­let dahi kazanmış olabilir:
1. Sünnete uymaya niyetlenip Allah'ın ruhsatına sarılarak ha-nif dinin getirdiği bir çözümü kabul etmek. Nitekim Allah Resulü (sav) bir çok sahabiye tedavi olmayı, perhizi, dağlamayı ve ateş dü­şürmeyi emretmiştir. Yine o, gözü ağrıyan Alî'ye (kv) 'şunu yeme' diye emrederek yaş sebze yemesini yasaklamıştır. O, kaynatılmış ve pişirilmiş yiyeceklerin bu rahatsızlığa daha iyi geleceğini bildir­miştir.
Bir çok hadisinde de akrep zehirlenmesi ve benzerlerinden te­davi olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre vahiy aldığı anlarda yaşadığı şiddetli baş ağrısını kesmek için başına kına yaktırırdı. Bir rivayette ise, Vücudunda çıban çıktığında onun üzerine kına koydurduğu belirtilmiştir'.[25][25]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) tevekkül ehlinin en büyü­ğü ve azimet sahiplerinin en güçlüsü olmasına rağmen tedavi ol­muştur. Bazıları, O'nun ümmeti için ve bunu sünnet haline getir­mek hedefiyle tedavi olduğunu söyleyebilir. Biz de buna karşılık O'nun sünnetinden ayrılmadığımızı ve hedeflediği konuda zühd göstermeyeceğimizi söyleyebiliriz.
Böylelikle Allah Resulü'nün (sav) yaptığı, boş bir fiil olmayacak ve O'nun sünnetinden de uzaklaşılmayacaktır. Tevekkülün hakika­tini yanlış anlayarak bu sünnetten uzaklaşmak şeriatı ihlal etmek­tir. Allah Resulü (sav) kendi yolunu takip etmeleri için bunu halka göstererek yapmıştır.
Yine O, çok sıcak bir dönemde yolculuğa çıktığında oruçlu olma­sına rağmen basma su dökerek serinlemiş ve ağaç gölgelerinde oturmuştur. Bunu yaparken de oruç tutan kimse için suyla serinle­meyi bir ruhsat olarak sünnet kılmıştır. Bir defasında O'na, oruç tutan bir topluluğun zorlandıkları söylenmişti. Bunun üzerine bir bardak su isteyerek onu içti. Halk da O'na uyarak oruçlarını açtı­lar. Bir defasında da, başka bir topluluğun oruçlarını hiç açmadık­ları söylenince, 'işte onlar isyandadırlar1 buyurmuştur.
2.Tedavi olan kimsenin, fazilet sahibi görülmesinin bir diğer se­bebi de şu olabilir: O, hastalığı kendisini amelden alıkoyup ahiret işinden çok nefsiyle uğraşmaya sevkettiği için Allah Teala'nm emirlerine daha hızlı koşup O'nun hizmet ve itatinde bulunabilmek maksadıyla tedavi olmak istemiş olabilir.
Ulemadan bir zat, Musa (as) hakkında şunu nakletmiştir: Mu­sa (as) bir hastalığa yakalanmıştı. İsrailoğulları ona gittiklerinde hastalığım teşhis ettiler ve 'eğer şöyle tedavi olursan kurtulursun' dediler. O, 'Allah beni sağlığıma kavuşturuncaya kadar tedavi ol­mayacağım' dedi. Hastalığı devam etti. İsrailoğulları, 'bu hastalı­ğın ilacı belli ve denenmiştir. Eğer onunla tedavi olursan iyileşir­sin' dediler. Musa (as), tedaviyi kabul etmedi. Hastalığı da aynen devam etti.
Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: "izzetim hak­kı için, onların sana tavsiye ettikleri ilaçla tedavi olmadıkça seni iyileştirmeyeceğim". Bunun üzerine Musa, "beni söylediğiniz ilaçla tedavi edin" dedi. Halkı da kendisini tedavi ederek sıhhatine kavuş-
turdular. Bu olaydan dolayı içine bir kuşku düşmüştü. Allah Tealj ona şöyle vahyetti: "Faydalı şeylere sakladığım çarelere rağmen Ba­na tevekkülün yüzünden hikmetimi boşa çıkarmak istedin".
Bir rivayette ise, peygamberlerden birinin yakalandığı bir has­talığı Allah Teala'ya bildirdiği ve O'nun da bu peygambere yumur-ta yemeyi emrettiği nakledilmiştir. Başka bir haberde ise zafiyet ten yakınan bir peygambere Allah Teala'mn, 'sütle et ye, çünkü < ikisinde kuvvet vardır1 buyurduğu rivayet edilmiştir. Rivayette lunan kişi, söz konusu zafiyetle iktidarsılığın kasdedilmiş olabile ceğini söylemiştir.
Vehb b. Münebbih şunu nakletmiştir: Tebasma iyi davranma-sıyla tanınan bir kral hastalığa yakalanmıştı. Allah Teala Şa'ya peygambere şöyle vahyetti: Ona incir suyu içmesini söyle. Bunda onun ilacı vardır.
Bundan daha ilginç bir haber ise şudur: Bir topluluk, peygam­berlerine çocuklarının çirkinliğinden serzenişte bulunmuştu. Allah Teala peygamberine şunu vahyetti: Onlara, hamile kadınlarına ay­va yedirmelerini emret. Çünkü ayva çocuğu güzelleştirir. Nitekim onlar hamile kadınlarına ayva, lohusalara çiğ sebze yedirirlerdi. Allah en iyisini bilir. Ancak bu meyveyi yemek için hamileliğim üçüncü ve dördüncü ayı uygundur.                                                Bütün bunlar ışığında şunu söyleyebiliriz ki, tedaviye yanaşmal mak imanı kuvvetli kimseler için daha faziletlidir. Çünkü bu dini azimetlerinden olup, bariz sıddıklarm da izledikleri yoldur.
Dinde iki yol vardır:
Bunların biri titizlik ve azimet, diğeri ise genişlik ve ruhsat ye ludur. İmam ve tevekkülü kuvvetli olan daha zor yola girer. Bu yo' Allah Teala'ya daha yakın ve daha ulvi bir yoldur. Mukarrebun ve O'nun rızasına herkesten önce giren kullar bu yolu izlerler.
iman ve tevekkül bakımından zayıf olanlar ise daha rahat yoliı tercih ederler. İşin ortası olan bu yol, Allah Teala'ya daha uzaktır. Bu yolun sahipleri de Ashab-ı Yemin'dir. Bunlar orta yolu tutanlar­dır. Müminler arasında güçlü, zayıf, yumuşak, sert her türlü insan mevcuttur.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kuvvetli mümin, Allah Teala'ya zayıf müminden daha sevimli gelir". Allah Resulü'nden (sav) konuy-
la ilgili şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: "Müminler arasında öy­le kimseler vardır ki, Allah yolunda taştan daha katıdırlar. Onlar arasında öyleleri de vardır ki, yoğurttan daha yumuşaktırlar".
O, kuvvetli müminleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Mümin yaprakları dökülmeyen bir hurma ağacı gibidir".[26][26]Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "O ağacın kökü sabit dalı ise gök­tedir". (İbrahim/24)
Allah Resulü (sav) mümini vasfederken şöyle buyurur: "Mümin rüzgarların sağa sola yatırdığı bir başak gibidir".[27][27] Yemek yediren müminin sıfatı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Mümin bir hur­ma ağacı gibidir. Güzelce yer, güzelce sindirirsiniz".
Yemek isteyen bir mümini vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Mümin, kışlığı için yazdan toplamaya başlayan bir karınca gibi­dir". Müminlerin sıfatları, zayıflık-kuvvet, korku-cesaret, sabır-acelecilik noktalarında farklı farklıdır. Aralarında büyük mesafeler bulunabilir. Örneğin kuvvet ve yükseklik bakımından'hurma ağa­cına benzetilen müminin kalbi sabit, kaygısı ise gök yüzünde olup, kendisinden isteyenlere ikramda bulunur. O, karınca gibi biriktir­meyi sevmez. Karıncaya benzetilen mümin ise zayıflığından dolayı yiyecek biriktirerek stokçuluğa yönelir.
Allah Resulü (sav) bir topluluğu, mala düşkünlük göstermeyip onu biriktirmedikleri ve Allah'a tevekkül ettikleri için övmüş ve on­ların hesaba çekilmeksizin cennete gireceklerini haber vermiştir. Görüldüğü gibi onların cennete girişini tevekküle bağlamış ve te­davi olmayı tevekkülleri sebebiyle bıraktıklarını belirtmiştir.
Ukaşe (ra), Allah Resulü'nden (sav) kendisinin de bu topluluğa dahil edilmesi için Rabbine dua etmesini istemişti. Allah Resulü de (sav) onun tevekkülünü bildiği için dua etmiştir. Ukaşe'nin tevek­kül azığı bilinmekte ve Allah Resulü (sav) onun ehliyetine şahit bu­lunmaktaydı. O, 'Allah'a beni de onlardan kılması için dua et' dedi­ğinde bunu çekinmeden yapmıştı.
Makamlar; uyulabilecek, misal verilebilecek veya iddia edilebi­lecek hususlar değildir. Çünkü onlar, Allah ile birlikte bulunmak­tan doğan, kalbi vecdler ve gaybi müşahedelerdir. Allah Resulü (sav) eğer onu bu yolda görmese ve azığına şahit olmasa, kendisini buna layık görmeyerek haddim bilmesini ister ve zayıflığına hük­mederek isteğini güzellikle geri çevirirdi. Çünkü O, kerem sahibi ve Allah'ın sevgili kuluydu.
Nitekim başka birine, 'Ukaşe bu hususta seni geçti' buyurmuş­tur. Onun bu tavrı, şahitlerden birinin zaafını gören hikmetli bir kadının, 'bana bir şahit daha getir5 sözüne benzer. O bu sözüyle, şa­hidin kusurunu açıklamamış olur. Ama onu yeterli gördüğünde de kabul edip başka şahit istememesi gerekir.
Makamlar, daha önceden ona ulaşanlar sebebiyle daralmadığı gibi Allah Resulü (sav) de cimri değildir. Nitekim Allah Teala O'nun hakkında şöyle buyurmuştur: "O, gayb hakkında suçlanamaz". (Tekvir/24) Ama O, kendisi için dua etmesini isteyen kimsede o ma­kam için gerekli kuvveti görmemiş, o:makamın ağırlığına dayana­mayacağını anlamış ve kendisini tehlikeye atmak istemediği için isteğini geri çevirmiştir.
Allah Resulü (sav) bir çok hadisinde dağlayarak tedavi etmeyi yasaklamıştır. 'Kardeşini tedavi etmek isterken, hastalığından do­layı ölümüne şahit olan bir adama ise şöyle demiştir: İyileşse idi, o zaman da ben iyileştirdim derdin'. Çünkü o, bazı insanların nefis­lerinde dolaşan, şifa ve faydanın ilaçtan geldiği yönündeki vesvese­yi iyi bilmekteydi. Bu tür bir vesvese şirk içerir. Nitekim tahkik eh­linden bazıları, bu vesveseye kapılma endişesiyle tedavi olmayı mekruh görmüşlerdir.
Musa (as) ile ilgili olarak şu haber anlatılır: "Ey Rabbim, hasta­lık ve şifa kimdendir?'Allah Teala, 'Ben'dendir5 buyurdu. Musa (as), Teki tabibler ne yapar?' diye sordu. Allah Teala da 'Geçimlerini sağlar ve Benim şifam veya ölüm takdirim gelinceye kadar kulları­mın gönüllerini hoş tutarlar5 buyurdu.
ibni Hanbel şöyle derdi: Tevekküle inanan ve bu yola giren kim­se için ilaçlarla tedaviyi terk etmeyi daha uygun görürüm. Imran b. Husayn hastalanmıştı. Dostları tedavi olmasını tavsiye ettiler. O tedaviye yanaşmadı. Dönemin emiri olan Ziyad da tedavi olması için ona baskı yaptı. Sonunda dağlanarak tedavi oldu.
Bu olaydan sonra şöyle konuşmaya başladı: Bir nur görür, bir ses işitir ve meleklerin bana verdikleri selamı duyardım. Dağlan-
diktan sonra bunların hepsinden mahrum oldum. Onunla ilgili başka bir rivayette ise, meleklerin kendisini ziyaret edip sohbet et­tikleri, dağlandıktan sonra bunun sona erdiği bildirilmiştir. O dai­ma şöyle derdi: Dağlandık da ne oldu? Yemin olsun ki Allah bizi if­lah edip muvaffak kılmayacaktır. Neden sonra bu davranışından tevbe etti ve Allah'a yöneldi. Allah Teala da tekrar meleklerle ünsi-yet kurmasına izin verdi.
Bir defasında Mutarraf b. Abdullah'a şöyle demişti: Allah Tea-la'nm bana özgü kıldığı ikram, onu yitirdiğimi haber verdikten son­ra bana iade edildi. Eğer yaptığım günah olmasaydı pişman olmaz ve ondan dolayı tevbe etmezdim. Eğer bu tedavi bir eksiklik olma­saydı melekler de benden uzaklaşmazlardı.
Ebu Bekir-i Sıddık (ra) hastalanmıştı. Dostları, 'sana bir tabip getirelim' dediler. O şöyle dedi: Tabib bana baktı ve 'Ben dilediğimi yapanım' buyurdu". Hastalandığı zaman Ebu'd-Derda'ya (ra) 'Şika­yetin ne?' diye sorulmuştu. O da, 'Günahlarım' dedi. Teki neyi ar­zu ediyorsun?' diye sordular. O da, 'Rabbimin mağfiretini' dedi. 'Sa­na bir tabib çağıralım mı?' diye sordular. O, 'Beni hastalandıran da zaten O Tabib'dir5.
Ebu Zer'e (ra) gözleri rahatsızlandığı zaman, 'Ne olur, tedavi et-tirsen' denilmişti. O, 'Gözlerle uğraşacak zamanım yok' dedi. 'Allah Teala'ya niyazda bulunsan, belki sana şifa verir1 dediler. Bunun üzerine şu karşılığı verdi: O'ndan çok daha önemli şeyler niyaz edi­yorum.
Ebu Muhammed'e, 'Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?' di­ye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Bedenine bir hastalık ve malına bir eksiklik duçar olup da kendi hali ile meşgul olarak bunlara iltifat etmediği ve Allah Teala'mn himmetini beklediği zaman.
Rebi b. Haysem felç olmuştu. Kendisine, 'Tedavi olsan iyi olurdu' dediler. O, şöyle dedi: Önce niyetlendim, ama daha sonra Ad ve Se-mud kavimleri ile onların arasındaki birçok insanı hatırladım. On­ların da acılan ve tabibleri vardı. Ama tedavi edenler de, tedavi edi­lenler de helak oldular. Okuyup üflemeleri hiçbirine fayda etmedi.
Abdülvahid b. Zeyd felç olmuş ve ayakta duramaz hâli gelmişti. Allah Teala'dan, namaz vakitlerinde kendini salıvermesini, ardın­dan eski haline döndürmesini niyaz etti. Nitekim namaz vakitleri geldiğinde bir deve gibi dinçleşiyor, namazdan sonra tekrar eski felçli haline dönüyordu.
Sıddıklar ve Selef-i Salih arasında tedavi olmayanlar, sayılma­yacak kadar çoktur. Ancak bu, havassın havassı için geçerli olan bir durumdur. Görmüyor musunuz ki Allah Resulü (sav) yetmiş bin ki­şiyi zikrederek, bunların hesapsız olarak cennete gireceklerini ha­ber verdiğinde, bunların sıfatlarını beyan ederken tedavi olmadık­larını da belirtmiştir. Bunun üzerine Ukaşe b. Muhsan el-Esedi (ra) ayağa kalkarak, kendisini de bu topluluğa katması için Allah Te­ala'ya dua etmesini istemiş, O da Ukaşe (ra) için dua etmişti.
Ardından başka biri daha kalkarak, kendisi için de dua etmesi­ni istediğinde, 'Ukaşe seni geçti' buyurarak onun için dua etmemiş­tir. O'nun bu şahıs için dua etmemesi, o makamı kıskanmasından dolayı olmayıp sözkonusu yolun havassa ve tevekkül bakımından güçlü kimselere mahsus olmasıydı. Bu yola, tevekkülü zayıf ava­mın girebilmesi mümkün değildi. Öte yandan avamın yolu, havas­sın çok da önem vermedikleri bir yoldu.
Bu konuda duyduğum haberlerin belki de en ilginci şudur:
Ariflerden bir zat dedi ki: Kalbimin en arı duru olduğu zaman, ateşimin aşırı yükseldiği zamandır.
Ariflerin vecdleri babında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Musa    -s (as) ve Hızır (as), çöllük bir yerde buluşmuşlardı. Musa (as), Hızır'a      \ (as) acıktığını söyledi. Bunun üzerine Hızır (as), 'otur1 dedi. Musa     / (as) da oturdu. Hızır (as), bir şeyler söyleyerek dua etti. Az sonra bir ceylan geldi ve ikisinin arasında durdu. Ardından ceylan, iki parçaya ayrıldı. Bir yansı kızarmış olarak Hızır'ın (as) önüne, di­ğer yarısı da çiğ olarak Musa'nın (as) önüne devrildi.
Hızır (as), Musa'ya (as), 'Kendi tasalarım çektiğin gibi, şunun    j tasasım da çek ve bir ateş yakarak payına düşeni kızart' dedi. Mu-i sa (as), odun toplayıp ateş yaktı ve eti pişirip yedikten sonra, 'Cey-     1 lanın öbür yarısı, nasıl oldu da kızarmış olarak önüne devrildi?' di­ye sordu. O da şu cevabı verdi: 'Benim için dünyada hiçbir emel kal-    inadı'. Başka bir rivayette ise, 'Artık halka hiçbir ihtiyacım kalma-  / di' dediği nakledilmiştir.
Sehl de bu konuda şöyle bir görüş beyan etmiştir: 'Kulu ibadet­leri ifa etmekten alıkoysa ve farzları edada kusura yol açsa bile tedaviyi terketmek, ibadetleri yapabilmek için tedavi olmaktan daha üstündür'. Nitekim o, hastalığına rağmen tedavi olmamakta, ancak diğer insanların aynı hastalığını tedavi etmekteydi. Oturarak na­maz kıldığını ve bazı salih amelleri yapamadığım gördüğü bir ku­lun, ayakta namaz kılmak ve o amelleri yapabilmek için tedavi ol­duğunu gördüğünde buna hayret eder ve şöyle derdi:
Bu kimsenin, haline rıza gösterip oturarak namaz kılması, güç­lenip ayakta namaz kılabilmek için tedavi olmasından daha fazilet­lidir. Bir keresinde, tedavi maksadıyla ilaç içmenin hükmü sorul­muştu. O, şu cevabı verdi: 'Kişinin midesine ilaç namına giren her-şey, zaaf ehli için Allah Teala tarafından tanınmış bir ruhsattır. Mi­desine bu tür bir şey girmeyen kimse ise elbette daha faziletlidir. Sırf soğuk bir su dahi olsa, ilaç niyetiyle alman her şey için, onu ne­den aldığı sorulacaktır. Almayan kimse ise, bu tür bir soruya mu­hatap olmayacaktır.
Sehl (ra) bu meselede şöyle derdi: İlaç niyetiyle soğuk su içen kimse, bundan mesul olacaktır. Bu görüşünün dayandığı kural ise şuydu: Ona göre, kulun yapabildiği amellerin en faziletlisi; kuvve­tini azaltarak nefsinin hareketliliğini Allah için durdurmaktır. Ona göre, tevekkül, rıza ve sabır gibi kalbi amellerin zerresi dahi, uzuvlarla yapılan cismi amellerin dağlar kadar olanından daha fa­ziletlidir.
Bu görüş, aynı zamanda bedenin uzun süre açlık ve perhiz yo­luyla güçsüz kılınması sonucu nefsin de zayıflatılın asını esas alan Basra ekolünün görüşünü yansıtmaktadır. Onlara göre nefsin kuv­vetlenmesi, nefsani arzu ve sıfatların da galebe çalmasını gerekti­ren bir durumdu. Bu ise, günahların artması, nevanın güçlenmesi, dünya hırsının çoğalması ve uzun yaşama arzusunun güçlenmesi sonucunu doğurmaktaydı.
Onlara göre Allah Teala insan bedenine hiç umulmayan yerler­den bir hastalık musallat ettiğinde, kulun bu hastalıkları gidermek için tedavi olmaması gerekirdi. Çünkü hastalık, bedenin tadabile­ceği en büyük zayıflık ve şehveti en çok törpüleyen bir musibettir. O, şöyle derdi: Bedensel hastalıklar rahmet, kalbi hastalıklar ise cezadır. Başka bir defasında ise, şöyle demişti: Bedensel hastalık­lar sıddıklar içindir.
İbni Mesud (ra) bu konuda şöyle demiştir: Müminin, kalben en sıhhatli, bedenen en hastalıklı insan olduğunu görürsünüz. Müna­fığın ise, bedenen en sağlıklı, kalben ise en hastalıklı kimse oldu­ğunu görürsünüz.
Allah Resulü'nün (sav) ise bu hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Diri eşekler gibi, hastalıksız ve dertsiz olmak istersi­niz". Denildi ki: Mümin, bedeninde bir hastalıktan veya malında bir eksilmeden uzak kalamaz. Başka bir haberde ise şöyle denilmiştir: Mümin, galip gelmekten veya zillete düşmekten uzak kalamaz.
Tedavi olmayı kabul etmeyen kullar için birçok güzel amel söz-konusudur. Bunlara örnek olarak; Allah Teala'nm imtihanına kar­şı sabırlı olmak, O'nun kazasına rıza göstermek ve O'nun hükmü­ne teslim olmak gibi amelleri zikredebiliriz.
Hastalık, yakini iman sahibi her mümin için sevinçle karşıla­nan bir durumdur. O, bu halde gizli olan hikmeti ve esas önemli olanın mutlu son olduğunu bilir. Çünkü o, hikmet ehlidir. Kul, Rab-bi'nin kendisini çok daha iyi bildiğini, tercih ve gözetiminde O'ndan daha iyisinin mevcut olmadığını yakinen bilir.
Mümin bir kul, Rabbi'nin kendisini hastalık kaydıyla bağlaya­rak günahlardan uzak tutmak istediğinin farkındadır. Nitekim bu meyanda Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Fa­kirlik Benim zindanım, hastalık ise Benim ipimdir. Kullarım ara­sında sevdiklerimi, onunla bağlarım".
Tedavi olan bir kul, iyileştiği zaman, nefsinin güç kazanarak kendisini ifsad etmesinden emin olamaz. Çünkü günahlar, çoğun­lukla sağlık halinde işlenirler. Bir yıl hasta kalmak, tek bir günah işlemekten daha hayırlıdır.
Halktan biri, ariflerden bir zat ile karşılaşmıştı. Arif ona şöyle dedi: Seni görmediğim zamandan beri nasılsın? Adam, 'Sıhhat ve afiyetteyim' dedi. Bunun üzerine arif, 'Eğer bu sürede Allah Te-ala'ya karşı bir günah işlemediysen afiyettesin demektir. Eğer bir günah işlediysen, hangi hastalık günahtan daha ağır olabilir? Gü­nah işleyen asla afiyette olamaz dedi.
Ali (kv), Irak'ta bayram yapan Nabatilefiri süslerini görünce, 'Nedir bu giyinip kuşandıkları?' diye sormuştu. Bunun üzerine ya­nındakiler, 'Ey müminlerin emiri, bu onların bayram günüdür dediler. Halife şu karşılığı verdi: Bize göre, Allah Teala'ya masiyette bulunulmayan her gün bayramdır.
Sözlerin en sadığını indiren Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Sizlere istediğinizi gösterdikten sonra isyan ettiniz (Al-i İm-ran/152) Ayetteki 'istediğiniz' kelimesi ile, sağlık ve zenginliğin mu-rad edildiği söylenmiştir.
Müfessirlerden bir zat da şöyle demiştir: Firavun'u, 'Ben sizin en büyük rabbinizim' demeye sevkeden, sağlıkla geçirdiği uzun ömür­dür. O, dört yüz yıl boyunca baş ağrısı bile çekmemiş, asla ateş nö­betine tutularak terlememiş olduğu için rubûbiyet iddiasında bu­lunmuştu. Eğer her gün, yarım baş ağrısı ve sıtmayla boğuşsaydı, bu hali onun rablik iddiasında bulunmasına izin vermeyecekti.
Şunu bilin ki insan oğlu, servetiyle olduğu gibi, sıhhat ve afiye­ti sebebiyle de eksilebilir. Çünkü o, servetle olduğu gibi, sıhhatiyle de kendisim müstağni görebilir. Nitekim Allah Teala şöyle buyur­muştur: "Hayır! İnsan azar; Kendini müstağni gördüğü için". (Alak/6-7) Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "İki nimet vardır ki in­sanların bir çoğu bunlarda aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman" [28][28]
Sağlık ve afiyet hallerinde günahtan korunmak, zenginlik halin­de günahtan korunmak gibi çok büyük bir nimettir. Allah Teala'nın, "Dünya hayatınızda bütün güzel işlerinizi zayi ettiniz" (Ahkaf/20) buyruğunun tefsiriyle ilgili görüşlerden biri de bu yöndedir. Bu me-yanda hastalıkların, günahlar için kefaret olduğu da söylenmiştir.
Kul, hastalıkları hoş görmediği zaman, günahları da boynunda asılı olarak durmaya devam edecektir. Bir hadiste Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, sıtma ve baş ağrısıyla yeryüzünde yürüdükçe, üzerinde bir günah kalmaz". Baş­ka bir hadiste ise, Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakle­dilmiştir: "Sıtma nobetiyle geçen tek bir gün, bir yıla kefaret olur".
Bu konuda duyduğum en güzel söz şudur: Bir günlük sıtma nö­beti, insanı bir yıllık gücünden eder". Denildi ki: İnsan bedeninde üçyüz altmış mafsal vardır. Bir günlük sıtma, bu mafsalların tama­mına nüfuz eder ve bu şekilde her bir mafsal, onun bir günlük ke­fareti olur.
Allah Resulü (sav) sıtma nöbetinin günahlara kefaret olduğunu bildirdiği için, Zeyd b. Sabit (ra) sıtma ateşini devam ettirmesi di­leğiyle Rabbine niyazda bulunmuştu. Nitekim nöbetleri devam et­ti ve sonunda Hakk'm rahmetine kavuştu. Ensar'dan bir topluluk da, bu şekilde niyaz etmişlerdir.
Allah Resulü (sav), "Allah Teala, her kimin iki değerli şeyini alırsa, onun için cennetten daha aşağı bir sevaba razı olmaz"26 bu­yurduğunda Ensar'dan bir topluluğun kör olmayı niyaz ettikleri gö­rülmüştü. Medine civarında sıtma hastalığı çıkınca, bu topluluk O'ndan izin istemişlerdi. Bunun üzerine O da, kendilerine Küba'ya gitmelerini emretmişti.
Allah Teala'nın "Orada, temizlenmek isteyen erkekler vardır" (Tevbe/108) buyruğunun iki tefsirinden biri de bu doğrultuda yapıl­mış ve, bazı insanların hastalıklarla günahtan arınmak istedikle­rinin murad edilmiş olduğu söylenmiştir.
İsa'nın da (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Bedeni ve malına musibetler musallat olduğunda, bunun günahlarına kefaret olma­sını ümid ederek sevinmeyen kimse, gerçek alim olamaz'.
Sıddıklar, bedensel hastalıklarına önem vermezken, münafıklar da kalbi hastalıklarına önem vermezler. Sıddıklar bakımından bu­nun nedeni, bedensel hastalıkların, nefisleri zayıflatarak günahtan alıkoymasıdır. Münafıklar açısından ise, kalbi hastalıkların sadece uhrevi amelleri yapmaktan ve yakini imandan alıkoymasıdır.
Allah Teala'nm "Ve size açık ve gizli nimetlerini bol bol verdi" (Lokman/20) buyruğunun tefsirinde şöyle denilmiştir: Zahiri/açık nimet; sağlık ve afiyet, batini/gizli nimet ise; hastalık ve belalardır. Çünkü bunlar, uhrevi nimetlerdir.
Geçmiş peygamberlere ait haberlerin birinde, Musa'nın (as), ba­şında büyük musibetler bulunan bir adama bakarak şöyle dua et­tiği rivayet edilmiştir: 'Ey Rabbim, bu kuluna merhamet et'. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetmiştir: 'Ona olan mevcut rah­metimden başka daha nasıl merhamet edeyim?'.
Sözlerin en doğrusuna sahip olan Hak Teala, bu meyanda şöy­le buyurmuştur: "Biz onlara merhamet edip başlarındaki sıkıntıyı giderseydik, yine azgınlıklarında bocalamaya devam ederlerdi".
26. Benzer bir hadis için b. îbni Hanbel, ÎII/283.
(Mü'minun/75) Görüldüğü gibi Allah Teala, sözkonusu kullarına merhamet etmeyişinde de, onlar için bir lütuf ve rahmet bulundu­ğunu bildirmektedir.
Abdülvahid'den şu olay nakledilmiştir: O, arkadaşlarıyla birlik­te Basra civarında bir yere gitmişti. Yolda, bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Mağarada, vücudu parçalanmış bir cüzzamlı vardı. Her tarafından cerahat akıyor, irinler sızıyordu. Ona, 'Be adam, Basra'ya gitsen de şu hastalığını tedavi ettirsen' dediler. Bu­nun üzerine adam, başını semaya doğru kaldırarak şöyle dedi: 'Ey Rabbim, hangi günahımdan' dolayı bunları bana musallat ettin? Beni, Sana karşı tahrik ediyor ve Senin takdirini beğenmiyorlar. Ey Rabbim, günahımdan dolayı Sen'den mağfiret niyaz ediyorum. Beni dilediğin gibi kınayabilirsin, o günahı bir daha işlemeyece­ğim'. Abdülvahid dedi ki: Bunun üzerine, adamı kendi halinde bı­rakarak oradan ayrıldık.
Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Biz, peygamberler topluluğu, insanların en fazla sulananlarıyız. Daha sonra bize en çok benzeyenler, ardından onlara en çok benze­yenler gelir"[29][29]Kul, imanı mikdannca sınanır. Eğer imanı çok kuv­vetli ise, çok ağır belalarla imtihan edilir. İmanı zayıf olan ise, da­ha hafif belalarla sınanır. Bu durum, altını ateşle denemeye ben­zer. Kimi altın, ateşten som altın olarak çıkarken, kimisi de- siyah renkte karışık olarak çıkar.                                       '
Bu konuda Ehl-i Beyt kanalından şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala, bir kulunu sevdiği zaman onu musibetlerle imtihan eder. Eğer sabrederse onu ictiba yoluyla seçer. Eğer rıza ve mem­nuniyet gösterirse, o zaman da istifa yoluyla seçer".
Bu meyanda zikredilmesi gereken haberlerden biri de şudur: 'Melek, mümin kulun sağlığında işlediği salih amellerin bir o kada­rını daha amel defterine yazar. Salih amellerine karşılık verilen se­vapların bir o kadarının daha verilmesini sağlar. Çünkü kulun amellerine fesat bulaşabilir. Ayrıca Allah Teala'nın o kulun acılarla amelde bulunmasını murad etmiş olması, onun için kendiliğinden yaptığı salih amellerden daha hayırlıdır1.
Bu haber, şu hadisten çıkarılan iki anlamdan birini ifade et­mektedir: "Amellerin en faziletlisi, nefislerin zorlanarak yaptığı amellerdir". Denildi ki: Nefislerin amellere zorlanması insan için daha hayırlı olduğu halde, nefisler mala ve sağlığa gelen musibet­lere karşı daima hoşnutsuzluk içinde olurlar.
Bunu, Allah Teala'nın şu buyruğunda da görmekteyiz: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey, sizler için daha hayırlı olabilir. İstedi­ğiniz bir şey de sizler için daha kötü olabilir". (Bakara/216)
Kul, fakirlik, geçim sıkıntısı, maddi zarar ve hastalıkları hoş­lanmayabilir. Halbuki bunlar, kendisi için ahiret bakımından daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir. İnsan, zenginliği, sağlığı ve şöhreti sevdiği halde, bunlar Allah katında kendisi için büyük bir şer, son bakımından da daha kötüdür.
Kudsi bir hadiste Allah Teala'nın meleklere şöyle buyurduğu ri­vayet edilmektedir: "Kulum için, yaptıklarının salih olanlarını ya­zın. O, Benim avlumdadır. Eğer onu salıverirsem, etini daha iyi bir etle, kanını daha iyi bir kanla değiştiririm. Eğer vefat ettirirsem de, rahmetimle vefat ettiririm". Allah Teala'nın kulun sıfatlarınıde-ğiştirmesi, O'nun kulu için daha güzelini tercih etmesi bakımından elbette kul için dünyadan da, ahiretten de , şöhretten de daha ha­yırlıdır.
Tevekküle devam edip etmemekte asıl olan şudur: Allah Te-ala'ya tevekkül eden kul, bir hastalık geldiği zaman, hasta olan kimsenin iyileşme vakti geldiğinde Allah Teala'nın izniyle kaçınıl­maz olarak sıhhatine kavuşacağını bilir. Ama Allah Teala, o hasta­nın tedavi olması halinde on günde, olmaması durumunda ise yir­mi günde iyileşeceğini takdir etmiş olabilir.
Tedavi, O'nun mubah kıldığı bir ruhsat olduğu için hastalanan kimse bir an önce iyileşme arzusuyla tedaviye yönelebilir. Kuşku­suz bu, iyileşmesini daha hızlandıracak ve süreyi daha kısaltacak­tır. Ama hastalığın şifa bulması ve tedavinin fayda etmesini, yalnız Allah Teala'nın mümkün kıldığına inanmalıdır. Çünkü şifaymeren de, hastayı kurtaran da yalnız O'dur.
Şifa ve fayda, Allah Teala'nın kulu için takdir ettiği hususlardır, ilaçlara koyduğu faydalar, hikmetinin inceliklerinden olup bunu yalnız O bilir. İlaçlar da, diğer yaratılmışlar gibi, O'nun eserleridir.
Onları, iyileşme sebepleri kılan, yalnız O'dur. Bunların yaratılışı ve tedavi edici özellikleri, tabiplerin işi değildir. Tabipler, sadece bun­ları hazırlayarak hasta ile Yaratanı arasında vasıta olabilirler. İla­cı yarattığı gibi, tabibi yaratan da yine O'dur. Tabip, sadece bir ara­cıdır. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Ve Allah sizleri de, yaptığınız işleri de yarattı". (Saffat/96)
Ariflere göre insanı doyuran ekmek, susuzluğunu gideren su, zengin kılan mal ve fakirleştiren yokluk değildir. Doyuran ve su­suzluğu gideren, Allah Teala olduğu gibi, yemek veren ve su veren de yine O'dur. Aynı şekilde, dilediği yolla kullarını fakirleştirip zen­gin eden de O'dur. Yenen ve içilen şeylerin, doyurucu ve susuzluk giderici olmasını sağlayan da yalnız O'dur. Hikmet ve rahmeti ge­reği, insanları fakir veya zengin kılan da yine O'dur.
Kişiye açlık ve susuzluk hissettiren O olduğu gibi, açlık ve su­suzluğun üstüne yiyecek ve içeceği göndederek bunları bastıran da O'dur. Geceyi getirdiğinde gündüzü nasıl kaldırıyor, gündüzü getir­diğinde geceye nasıl son veriyorsa, aynı şekilde açlık ve susuzluğu da giderir. Hangisini veriyorsa, onu baskın kılarak, diğerinin uzak­laşmasını sağlar. Tevhid ehli nezdinde, gece ile gündüz gibi, yiye­cek, içecek, hastalık ve ilaçların tümü için aynı kural geçerlidir. Al­lah Teala, bir şeyin zıddını varederek onu hükmünü kaldırır. Bütün bunlar, Allah Teala'nın izniyle olan işlerdendir. Avamın bu konular­da düştükleri şirk, karanlık gecede karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir. Yakın ehli olup tevhidi sahih olan müminler ise, bu gibi töhmetlerden uzaktırlar.
Allah Teala'nın "O ki herşeye yaratılışını vermiş, sonra da yol göstermiştir" (Taha/50) buyruğunun iki anlamından biri de bunu teyid eder mahiyettedir. Şöyle ki: Her renk ve cinsiyette olana ya­ratılış ve tabiatını vermiş, gereken sureti kazandırarak yarar ve zararını takdir etmiştir. Hastalanan kimse, tedavi yoluyla iyileş­mesini hızlandırmak isteyip de şifa bulduğunda, iyileşme yönünde­ki sürat sıfatı gereği O'nun kaza ve takdiri sonucu iyileşmiş olur.
Kul, tedavi ve süratle iyileşme çabasında, Rabbi'ne itaat ve O'na daha iyi hizmet etmeyi niyet edinmişse, bu çabasından dolayı sevaba nail olarak tevekkülü hiçbir kusura uğramaksızm fazilet sahibi kılınır. Eğer bu çabası ile, nefsine ve dünyevi nimetlerden
daha iyi yararlanmaya niyet etmişse, bununla dünya kapılarından birine yönelerek, mubah kılınmış bir gaye doğrultusunda hareket etmiş olur. Bu da kendisini tevekkül sınırından ve zühdündeki ek­silme oranında tevekkül hakikatinden çıkarır.
Bir an önce iyileşme isteği, nefsinin güçlenerek heva ve arzula­rını daha çok tatmin edebilme ve Allah Teala'ya daha çok karşı çık­ma gayesini güdüyorsa, niyetinin kötülüğünden dolayı cezalandırı­lır. Çünkü o, kötülük yönünde kararlılığa sahip olduğu için mubah dairesini aşarak haram dairesine girmiştir. Sonuç itibarıyla bu tür bir tedavi, onu tevekkül hududundan çıkardığı gibi, kınanmış dün­ya kapılarından birine dahil etmiş olacaktır.
Kişinin kısa sürede iyileşmek için tedaviye yönelmesindeki ni­yet, iş ve kazanç kapısıyla ilgili ise, o zaman durumuna bakılır: Şa­yet, ancak yetecek kadar veya çok kısıtlı bir geçimliğe sahip oldu­ğu için ihtiyacından dolayı tedaviye yönelmişse, birinci tabakadaki müminlere katılır. Böylelikle ahiret kapılarından bir kapıya yönel­miş olduğu için tedaviden ötürü sevap kazanır. Tedavi, onu tevek­kül dairesinden çıkarmaz.
Tedavi olma sebebi, daha fazla kazanarak başkalarına karşı övünme ise, nasıl kazandığını ve nereye harcadığını önemsemezse üçüncü tabakakada bulunanlara dahil edilir. Bu tabakada bulu­nanlar, Allah Teala'ya isyan eden günahkarlardır. Böyle biri de, Al­lah Teala'nın rahmetinden uzak tutulan ehli dünyadan sayılır. İn­sanların tedavi olma niyetleri arasında övülen ve yerilenler bunlar-' dan ibarettir.
Tevekkül sahibi kul, kendisini tamamen Vekil'e teslim edip, O'nun hükmü altında sükunet bulup O'nun irade ve fiiline rıza gös­tererek tedavi olmayabilir. Çünkü o, hastalığının belli bir vakti ol­duğunu ve bu vakit dolduğu zaman Allah Teala'nın izniyle iyileşe­ceğini, ancak bunun yirmi günde olacağını yakinen bilir. Bu bilgisi sebebiyle de sabreder, rıza gösterir ve O'nun kazasına rıza, belası­na sabır ve iradesine hüsnü zan besleyerek on gün daha acıya ta­hammül eder. Kazasından dolayı Rabbi'ni töhmet altına atmaz.
Bu da, Allah Teala'nın takdirine gösterilen hüsnü zannm şekil­lerinden biridir. Zaten kulun, Rabbini bir fazilet ve lütfü sebebiyle töhmet altında tutması abestir. Nitekim, Allah Resulü'nden (sav)
nakledilen bir hadis bunu göstermektedir: "Adamın biri, 'Ey Allah Resulü, bana öğütte bulun1 demişti. Allah Resulü (sav) de, 'Allah Teala'nın senin için takdir ettiği bir şeyde O'nu töhmet altına sok­ma' buyurmuştu". Bu anlamda rivayet edilen kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim, bela­ma sabretmez, kazama rıza göstermez ve nimetime şükretmezse, Ben'den başka bir Rab edinsin".
Yukarıdaki anlattığımız tevekkül sahibinin sözkonusu davranı­şı, dünya hakkında gösterilen zühdün kapılarından biridir. Bu zühd, dünya nimetlerine gösterilen arzuyla ters orantılıdır. Çünkü beden, dünyevi mülkün bir parçası olup bedendeki zayıflama, dün­ya düşkünlüğünün zayıflamasını doğurur. Kalp ise melekûti oldu­ğu için, onun güçlenmesi, ahiret bakımından da güçlenmeyi bera­berinde getirir.
Onun bu davranışı aynı zamanda sabrın kapılarından da biri olup eksilen ve zayıflayana karşı sabrettiği ölçüde açılır. Allah Te-ala bu manada şöyle buyurmuştur: "Sizi canlardan ve mallardan eksilterek sınayacağız". (Bakara/155) Canlardan eksiltme, hastalık ve illetler verme yoluyla olur. Bu noktada sabredenler, müjdelen-miştir. Mallarda eksiltme ise, onların azaltılması veya tamamen alınmasıyla olur. Mallarla birlikte anıldığı için canları da zühd ko­nusu yaptık. Her halükârda, hastalıklardan süratle kurtulma du­rumunda, günahlara düşmeme konusunda insana güvence veril­memektedir.
Hastalığın vakti kendiliğinden dolduğu zaman, kişi hiçbir ilaca başvurmaksızın Allah Teala'nın izniyle şifa bulur. Hastalıklar, tev-benin tazelenmesi, geçmişte işlenmiş günahlara üzülme, istiğfarı arttırma, zikri çoğaltma, emeli kısa tutma ve ölümü daha sık anma bakımından bulunmaz fırsatlardır. Bir hadiste de, 'Ölümü sıkça anın, onu anan kimse dünyevi lezzetleri kına[30][30] buyrulmuştur.
Ölümü, hastalıklar kadar daha iyi hatırlatacak başka bir şey bulunabilir mi? Denildi ki: 'Sıtma, ölüm elçisidir1. Bir ayet-i keri­mede de Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Görmüyorlar mı, her yıl bir iki defa sınanıyorlar?" (Tevbe/126) Yani hastalıklarla imtihan ediliyorlar.
Denir ki: Kul, iki defa hastalanıp yine tevbe etmediğinde, Ölüm meleği ona şöyle der: Ey gafil, elçilerim ardarda gelmesine rağmen yine de tevbe etmiyorsun!
İlk müslümanlar, bir yıl geçip de mal veya canları bakımından bir eksikliğe uğratılmadıkları zaman, bunun özlemini hissederler­di. Denir ki: 'Mümin, kırk gün zarfında bir musibet veya endişeden uzak kalmaz'. Selef, bu sürenin başlarına hiçbir musibet gelmeden geçmesini istemezlerdi.
Rivayete göre Ammar (ra), hiç hastalanmamış bir kadınla ev­lenmişti. Zaman içinde onun durumundan rahatsızlık duyarak ha­nımını boşamıştı. Başka bir hadiste de, sıfatları kendisine anlatı­lan bir hanımla Allah Resulü'nün (sav) nikahlanmaya niyet ettiği, ancak kadının hiç hastalanmadığı söylenince, onunla evlenmekten vazgeçtiği ve şöyle buyurduğu bildirilmişti: "Benim öyle birine ihti­yacım yok".[31][31]
Bir defasında Allah Resulü, ağrı ve sancılardan sözetmişti. Ada­mın biri, 'Ağrı da neymiş? Ben bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine ona, 'Benden uzak dur1 buyurdu. Sonra da şunu ifade etti: 'Cehen­nemliklerden birini görmek isteyen, o adama baksın'[32][32]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sıtma, mümine cehenneme ateşinden düşen paydır". Enes (ra) ve Aişe (ra), Allah Resulü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, kıyamet günü, şehitlerin yanında başkaları bulunur mu?' diye sormuşlardı. Allah Resulü (sav) de şu cevabı vermişti: 'Evet, günde yirmi kez ölümü hatırlayanlar1. Bu hadisin başka bir naklinde ise, şu lafız kullanıl­maktadır: 'Günahlarını sürekli anan ve günahları kendisini üzen kimse'.
Tevekkül eden kimse, tedaviye yönelmez ve şifa bulursa, bu da yavaşlık sıfatı üzere Allah Teala'nın kaza ve kaderiyle gelen bir so­nuç olur. Sahabenin bu hususta farklı görüşleri olmuştur. Ömer (ra) Şam seferine çıktığı zaman, Cabiye mıntıkasına vardıklarında, Şam'da salgın veba ve çok sayıda ölüm olduğu haber alınmıştı. Bu­nun üzerine Halife'nin beraberindekiler durakladılar ve iki gruba ayrıldılar. Bir grup, 'vebanın üzerine giderek, kendi ellerimizle tehİlkeye atılamayız, kendi kendimizin Ölümüne sebebiyet vermiş olu­ruz' diyerek gitmekten vazgeçtiler. Diğer grup ise, 'Aksine Allah Te-ala'ya tevekkül edip O'nun kaderinden kaçmayarak oraya gidebili­riz. Ölümden kaçanlayız. Yoksa Allah Teala'nm şu buyruğunda ha­ber verdikleri gibi oluruz: "Binlerce oldukları halde, ölüm korku­suyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?" (Bakara/243)' dediler.
Her iki grup da bu konuşmalardan sonra Halife'ye yöneldiler ve onun görüşünü sordular. Ömer (ra), vebalı şehre girmeyerek geri dönmek isteyenlerin yanında yeraldı. Bunun üzerine diğerleri şöy­le dediler; 'Allah Teala'nm kaderinden mi kaçıyoruz?' O da, 'Evet, Allah Teala'nm kaderine kaçıyoruz' cevabım verdi. Sonra da onla­ra şu unutulmaz örneği verdi: 'Ne dersiniz? Sizden birinin davar sürüsü olsaydı ve onun biri verimli, diğeri kurak iki yeri bulunsay­dı. Verimli olanda otlattığı zaman, Allah Teala'nm kaderiyle, kurak yerde otlattığı zaman da yine Allah Teala'nm kaderiyle otlatmış ol­maz mıydı?'
Bunun üzerine itiraz edenler sustu. Ömer (ra) Abdurrahman b. Avfı (ra) çağırarak onun fikrini de almak istedi. Ama onun bir önce­ki mola yerinde kaldığı için, orada olmadığı söylendi. Bunun üzeri­ne sabahı beklediler. Sabahleyin Ömer (ra) ona görüşünü sordu. Ab­durrahman (ra) şöyle dedi: 'Ey müminlerin emiri, bu hususta Allah Resulü'nden (sav) duyduğum bir bilgi var\ Ömer (ra) memnun ola­rak, 'Allahü ekber!' dedi. Abdurrahman (ra) şu hadisi nakletti: 'Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde oraya gitmeyin. Sizin bulunduğu­nuz yerde veba olduğunda ise, yerinizden ayrılmayın'[33][33]Ömer (ra) buna çok sevindi ve görüşüne katılarak, Cabiye'den geri döndü. [34][34]


Tedaviye yönelme veya ona yanaşmama asıl itibarıyla mubah olan hallerdir. Ancak bunlardan biri, imam kuvvetli ve sabırlı olanların yoludur ki bu, tedaviye yan aşmamaktır. Bunu, kazanç için çalış­maya benzetmek mümkündür. Bedenin zaaf kapması anlamına ge­len açlık durumunda kazanç için çalışmak, kulun ekmek parası için tedavi olmasına benzer ve caizdir. Ayrıca kulun tevekkülüne de zarar vermez. Çünkü bu mubahtır ve kul ekmek parasını kazan­makla emrolunmuştur.
Eğer kişi, kazancı Allah Teala'ya daha çok ve daha güçlü bir şe­kilde ibadet edebilmek, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşarak, Al­lah yolunda mücadele edebilmek için tercih ediyorsa, bu niyetiyle de fazilet sahibi olur. Eğer çalışmayla nefsin isteklerini karşıla­mak, arzularını tatmin etmek gibi amaçlar güdüyorsa bu onun te­vekkülünü eksiltir ve onu tevekkülün hakikatinden uzaklaştırır. Girdiği yol, dünya yollarından biri olur. ancak bu da asıl olarak mubah bir tercihdir.
Çalışmasında övünmek, mal biriktirmek ve başkalarına engel olmak gibi amaçlara sahip olursa, bu çabasıyla Allah Teala'ya isya­na yeltenmiş, Rabbi'nin buyruğuna aykırı hareket etmiş olur ki bu; heva yollarının en büyüğüdür. Eğer çalışmaz ve açlığa sabrederek, azlığa ve yoksulluğa rıza gösterirse, rızkı yine kaçınılmaz olarak kendisini bulacaktır. Çok rahat olmasa da, yokluktan ölmeyecektir. Ama bunu yapabilmek için; daha fazla sabır, daha çok rıza, daha derin bir nefs sükunet ve kalp huzuruna ihtiyacı olacaktır. Kul, bü­tün bunları gösterebilirse işte esas tevekkül budur. Böyle bir kul, yakini imanının güzelliği, Rızık Vereni'ne olan güveni, sonucu ken­disi için daha hayırlı ve faziletli olanla meşgul olması sebebiyle fa­zilet sahibi kılınır.
Eğer kişinin himmeti dağılır, nefsi şaşkınlığa düşer ve Rab­bi'nin kazasına rıza göstermezse, bu da onu serzenişe, ahü vah et­meye, karamsarlığa, şikayetçiliğe ve sitemkârhğa sevkedecektir. Böyle biri için, çalışarak kazanç sağlamak daha iyidir. Ancak te­vekkülü terkedişi sebebiyle eksilmeye uğrayacaktır.
Hastalığından sürekli yakınan, Rabbi'nin hükmüne serzenişte bulunan, karamsarlık ve sıkıntıya düşen, diğer insanları rahatsız ederek ahlakı bozulan kimse için de tedavi olmak daha hayırlıdır. Fakat tedaviye yönelmesi sebebiyle eksikliğe düşecektir.
Amr b. Kays, Atiyye-Ebu Said el-Hudri (ra) kanalıyla Allah Re-sulü'nün (sav) şu buyruğunu nakletmiştir: "Allah'ı kızdırarak in­sanları memnun etmek, yakini imanın zayıflığındandır". Allah Te­ala'nm verdiği rızık için kullara minnet göstermek, O'nun vermedi­ği rızık için insanları kınamak bu tür davranışlardandır.
Allah Teala'nın rızkını, hırs sahibinin hırsı çekmediği gibi, is­teksizin isteksizliği de onu geri çevirmez. Allah Teala hilim ve cela­li gereği, rıza ve yakini imanda rahatlık ve mutluluğu, kuşku ve Öf­kede ise gam ve hüznü yaratmıştır. [35][35]


Havas ehline göre, yakini imanlarının bir sonucu olarak gerek kendi elleriyle, gerek kendi uğraşları vasıtasıyla, gerek başkalarının elle­riyle, gerekse başkalarının kazançlarıyla oluşan kazanmaların hep­sinde de sebepler birbirine denktir. Çünkü onlara göre Veren, Tek ve Bir olan Allah Allah Teala'dır. O'nun verdiği herşey de rızıktır.
Onlara göre eller, verme/ata' araçlarıdır. Dolayısıyla elin kime ait olduğu önemli değildir. Sizin eliniz olduğu gibi, başka birinin eli de olabilir. Sağlanan kazanç, sizin elinizle olduğu gibi başka biri­nin eliyle de sağlanmış olabilir. Netice itibarıyla hepsi de sizin rız-kınızdır. Çünkü her şeyin bir hükmü ve her şeyin bir hikmeti oldu­ğu gibi, bizatihi herşey de O'nun nimetidir.
Allah Teala buyurdu ki: "Beldelerde eşi yaratılmayan sütunlu İrem şehri". (Fecr/7-8) İrem şehri, oranın halkı tarafından yapılmış ve bitirilmiş olmasına rağmen, Allah Teala yaratma fiilini Zatı'na izafe etmiştir. Yakin sahiplerine göre, yaratılan herşey, İlahi Kud­ret sayesinde ortaya çıkar.
İrem halkının ne yaratmaları, ne de vasıtaları sözkonusudur. Onların elinden çıkan eserler de, İlahi Hikmet ve örfün tertibi ge­reğidir. Çünkü kudret de, Allah Teala'mn verme fiilinin bir aracı konumundadır. O'nun verişi, kudret sayesinde açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla kudret, insanın kendi eli veya diğerlerinin ellerinden oluşan eller gibidir. Çünkü kudret ve hikmet, mülk ve nıelekût ha­zinelerinden iki hazinedir.
Sözkonusu üç husus; yani el emeğiniz, ticari kazancınız ve siz­den başkasının el emeği ve kazancıyla oluşan kazanmalarla, bilinen bir örf veya vasıta ortada görünmeksizin Kudret-i İlahi'nin açığa çıkardığı şeyler, yakin ehlinin nazarında birdir. îmanlarının gücü ve yakinlerinin kuvveti sebebiyle bunlar arasında tercih yapmaya girişmezler. Onlara göre, bunların tamamında Hakîm ve Kâdir-i Mutlak olan Allah Teala'nın hikmet ve kudreti mevcuttur.
Vasıtalar kanalıyla ortaya çıkanlarla, Kudret-i İlahi'nin izhai ettiklerinin aslında eşit ve bir olduklarının en güzel delili, alimlere göre şudur: Evliyanın kerametlerini ve sıddıklarm icabetlerini top­layan herkes görür ki, bunlarda o kimselere gösterilen kudret ile; ihtiyaç anlarında insanların hiçbir dilenme ve yaltaklanma olmak­sızın onlara verdikleri arasında hiçbir fark yoktur. İşte bu nedenle onlar, kerametler noktasında bu ikisini birleştirmiş ve her ikisini de icabetlerin bir bütünü kılmış ve bunların tamamam ilahi işaret­lerden kabul etmişlerdir.
Arifler de, kulların kendilerine ulaştırdıkları rızık kısmetleri­nin aslında kendileri için onlara verilmiş emanetler olduğunu bilir­ler. Bu kısmetler, ariflerin o kullar üzerindeki haklarıdır ve onlar kendi elleriyle bu hakları azar azar onlara tediye edeceklerdir. Ama kendileri bu kısmetleri o kullardan istemeyecek ve vermeleri için zorlamayacaklardır. Çünkü bu hakları, güzel bir edeb ve güzel bir gerektirme dairesinde almaları icap eder. Güzel gerektirmenin esas unsuru da, istememektir. Onlar, Rızık Verici'leri olan Rableri-ne duydukları yakini imanlarının güçlü olmasından dolayı nasiple­rinin eksiksiz olarak kendilerine eda edileceğini bilirler.
Bu hususta O'nun kadim vaadine ve cömertliğine güvenirler. Onlara kısmetlerini ulaştıran ve haklarını eda edenlerin müşahe­deleri de aynı şekildedir. Onlar da, bu insanlara aslında hakları olanı verdiklerini, emanetlerini iade ettiklerini düşünür ve bu dü­şüncenin etkisiyle de o malları verirken huzur duyarak, emanetle­ri eda etmelerinden dolayı sevinirler.
Allah Teala'ya da, kendilerini buna muvaffak ederek, sorumlu­luklarını ifada yardım ettiği için şükrederler. Onların sevinci, çok ağır bir borcu bulunup da onu ödeyerek rahatlayan kimsenin sevin­ci gibidir. İşte bu da, hakları sahiplerine ulaştıranların marifetteki makamları ve yakini imandaki halleridir. Bu, onların verdiklerini alan tevekkül ehline yönelik ulvi müşahedeleridir. [36][36]


Bilin ki tevekkül rızkı asla eksiltmez. Ama kişinin fakirliğini, açlı­ğını ve muhtariyetini artırabilir. Tevekkül ehlinin ve zahitlerin rız­kı, ahirettedir. Onlar dünya nasibinden, onu çoğaltıp genişletmek­ten sakınıp korunmalarına karşılık ahiret genişliğine ulaşacaklar-
dır. Tevekkül ve zühd bunun sebebi olur. Bunlar yüzünden dünye­vi rızkından mahrum olan kulun aihiretteki dereceleri daha yük­sek olacaktır.
Bu anlamda Allah Resulü'nün de şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir. "Dünyanın eksikliği ahiretin fazlalığı, dünyanın fazlalığı ise ahiretin eksikliğidir". Buna göre, her kime dünyada fazla bir şey verilirse, bu verilen onun ahiretteki makamını eksiltecektir. Allah Teala'mn Kerim olması da bunu engellemez.
Denildi ki: Dünya ve ahiret iki kuma gibidirler. Onlardan biri­ni memnun eden diğerini kızdırır. Bir adam, ulemadan bir zata şöyle demişti: Kendimden başka bakkal olmayan bir mahallede dükkan işletiyordum. Yanıma başka bir bakkal dükkanı daha açıl­dı. Bu yeni dükkanın rızkımı eksiltmesinden korkuyorum. Alim ona şöyle dedi: O senin rızkını eksiltemez. Ama işsizliğini arttırdı­ğı için dükkanda mal satmaksızm oturmana yol açabilir.
Bu meselede bir topluluk, hataya düşerek tevekkül ve zühd sa­hibi olduklarını iddia etmelerine rağmen giyim ve yiyecek bakımın­dan bolluğu tercih ettiler. Onlara göre kendi rızıkları olan bu var­lığı hiçbir şey eksiltemezdi. Bunlar, zühd ve tevekkül yolunu bilme­yen birtakım cahilleri kandırmaktan öte gidememişlerdir. [37][37]


Tedaviye yanaşmayan kimseler açısından hastalıkları gizlemek da­ha hayırlıdır. Çünkü bu, iyilik hazinelerinden biridir. Bu tür şeyler, kul ile Yaradan'ı arasında yaşanan muamelelerdendir. Dolayısıyla bunları gizlemek fazilet ve selamete daha yakındır. Ancak hastalı­ğı açıklama niyeti varsa, ya da insanlar tarafından sözü dinlenen, eserleri yazılan ve marifet sahasında vukuf sahibi olan bir kimse ise, kalbi Allah Teala'mn takdirine rıza göstererek bu hastalığını açıklayabilir.
Allah Teala'dan gelen belayı nimet olarak gören ariflerden biri­nin hastalığını açıklaması da, Allah Teala'mn nimetini anlatması mesabesindedir.
Bu istisnalar dışında tedavi görmeye yanaşmayan bir kimsenin hastalığını açıklaması, onun halinin eksikliğine ve Rabbine serze­nişte bulunduğuna yorulur. Serzeniş ve şikayette bulunmak, tıpkı ilaçla rahatlamak gibi nefsi rahatlatan bir davranıştır. Bu, alim biti  zatın yapmayacağı bir davranıştır. Böyle bir durumda, Rabbininl, kendisine mubah kıldığı şekilde tedavi ile rahatlamak, derdini in-İş sanlara anlatarak rahatlamaktan daha hayırlıdır
Bunun aksini yapan kimse, yapmacıklık ve hastalığı abartma! gibi kalbi afetlere düçâr olmaktan emin olamaz. Nitekim Allah TeJ ala'nın 'öyle ise güzel bir sabır1 (Yusuf/18) buyruğunun tefsirinde, j yani şikayet ve serzeniş taşımayan bir sabır denmiştir. Ulemadan | bir zat ise, 'şikayetini yayan kimse sabrediyor sayılmaz' demiştir.
Yakub'a (as), 'gözünü körelten ne idi?' diye sorulmuştu. O da, 'zaman ve ardı kesilmeyen hüzünler* demişti. Bunun üzerine Allah | Teala kendisine şöyle vahyetti: "İşin kalmadı da kullanma Beni mi şikayet ediyorsun?" bunun üzerine Yakub (as), 'Rabbim Sana tevbe ediyorumdedi.
Tavus ve Mücahid'den şu haber nakledilmiştir: Hastalığı esna­sındaki inlemeleri bile hastanın aleyhine yazılır". Selef-i Salih, has­tanın inlemesini mekruh görürlerdi. Çünkü bu inlemede serzenişe delalet eden bir ima sözkonusuydu. Denildi ki: İblis, hastalığı esna-sında sadece inlemesini sağlayarak Eyyub peygamberi günaha soka- -; bilmiştir. Onun, Eyyub'dan (as) elde edebildiği sadece inlemesiydi. 
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet  edilmiştir: "Kul hastalandığı zaman Allah Teala iki meleğine şöyle jj vahyeder; Kulumun ziyaretçisine ne dediğine bakın. Eğer Allah Teala'ya hamd ve sena da bulunuyorsa, onun için dua edin. Eğer şi!i kayette bulunup kötü şeyler söylüyorsa, böyle olmamıştır" deyin".
Bazı abidlerin, hasta ziyaretini hoş görmeyişlerinin sebebi de, p şikayet dinlemek ve hastanın derdini abartarak anlatmasından jj duydukları korkudur. Onlara göre bu, nimete nankörlük etmekten başka bir şey değildi. Hatta bazıları hastalandıkları zaman, iyileşinceye kadar kapılarını sıkıca örter, ziyaretçi gelmesine izin ver- i mezlerdi. İyileştikten sonra dışarı çıkarak merak edenlerle görü- |i şiirlerdi. Bunlara örnek olarak Fudayl ve Vüneyb'i zikredebiliriz, Bişr de şöyle derdi: Ziyaretçisiz hastalığı tercih ederim. Fudayl ise şunu söylerdi: Hastalığı sevmeyişimin tek sebebi, ziyaretçilerdir.
Kimi imam, kimi şeyh olan bir çok salih zatın hastalık halinde böyle davrandıklarını görmekteyiz. Hastalığı haber verme niyetiy­le insanlara açıklamak, tevekkül sahibinin tevekkülüne halel gtirmez. Bunun şartı, nefs bakımından afetlerden korunarak, kal­ben de Allah Teala'ya şükrederek O'nun kazasına razı olmaktır. Kul bu davranışıyla Rabbi karşısındaki acizlik ve muhtariyetini gösterdiği gibi, mümin kardeşlerinin dualarına nail olmak, ya da hastalığını bir nimet olarak görüp şükrünü eda edebilmek için an­latmış olabilir.
Bişr b. el-Hars, tabip Abdurrahman'a acılarını ve sancılarını anlatmakta bir sakınca görmezdi. Ahmed b. Hanbel'in de hastalık­larını çevresine anlattığı rivayet edilmiştir. O, bunu açıklarken şöyle derdi: Bunu sadece Rabbimin benim üzerimdeki kudretini ta­rif etmek için yapıyorum.
Hasan el-Basri'den (ra) şu söz nakledilmiştir: Hasta, Allah Te­ala'ya hamdedip O'na şükrettikten sonra hastalığını belirtirse, şi­kayette bulunmuş olmaz'.
Ahmed b. Hanbel, kendisine sorulduğu zaman hastalığını açıklamazdı. Ama daha sonra Hasan el-Basri'nin (ra) görüşüne uyarak hamd ve senada bulunduktan sonra hastalığını açıklamaya başla­mıştır.
Hastalığı esnasında Ali'ye (kv) 'Nasılsın?' diye sorulmuştu. Bişr'in ifadesine göre meclistekiler, bu soruyu yadırgar bir hava ile birbirlerine baktılar. Ali (kv) şöyle dedi: Allah Teala'ya muhtaç hal­deyim. O, bu ifadesiyle Allah Teala'ya olan muhtariyetini göster­mek istediği gibi, orada bulunanlara da bu tür konuşmanın sakın­cası olmadığım göstermek istemiştir. Hali sorulan kişi iyi olduğu­nu belirtmelidir.
Sevri, şöyle demişti: Hilim yalnızca güvene dayalı bir ruhsattır. Katılık ise, herkesin yapabileceği birşeydir. Ali (kv) üstteki sözüy­le, Allah Resulü'nün (sav) ona yerdiği terbiyeyi ve onu güç göster­mekten sakındırışmı ifade etmek istemiştir. Bir keresinde de has­ta yatarken, 'Allahım, bana bu belaya karşı sabır ver!' sözünü Al­lah Resulü (sav) işitmiş ve ona şöyle buyurmuştu:Allah Teala'dan bela ve imtihan niyaz ettin. O'ndan afiyet niyaz et [38][38]
Bu noktada Mutarrafm şu sözünü hatırlamak gerekir: Afiyette olup şükretmek, benim için belada olup sabretmekten daha sevim­lidir. Çünkü bela ve imtihan, kuvvetlilerin yoludur.
Şefkat ve endişe ehli, Allah Teala'nm huzurunda kuvvet ve ka-! tılık göstermeyi mekruh görmüşlerdir. Rivayete göre İmam Şafiij Mısır'da iken çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Yatağında şöyle! dua ediyordu: 'Allahım! Eğer bu hastalığımda Senin rızan var isej onu daha da arttır.
Bunun üzerine ulemadan İdris b. Yahya el-Me'afiri kendisine bir mektup yazarak şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, sen bela ve imtihan ehlinden değilsin. Rabbi'nden sıhhat ve afiyet niyaz et! İmamı Şafii, bu tavsiye üzerine o duasından vazgeçerek istiğfarda bulun­du. Belki de bu olaydan sonra onun şöyle dua etmeye başladığı nakledilmiştir: Allahım! Benim seçimimi sevdiğin şeyde kıl. [39][39]


İbadetle meşgul olmak üzere çalışmayı terk eden kimse bazı haller­de daha faziletli görülebilir. Önceki alimler, dünyada zühd sahibi olanı, helal mal kazanarak onu Allah yolunda harcayandan üstün görürlerdi. Hasan el-Basri'ye (ra), biri meslek sahibi, diğeri ibadet-; le meşgul olan iki adamdan hangisinin daha üstün olduğu sorul-! muştu. O, şu cevabı vermiştir: Hayret bir şey! Bu iki adam denk! olabilir mi? İbadetle meşgul olan elbette daha faziletlidir.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Vaiz olarak ölüm, servet olarak takva ve iş olarak ibadet yeter". Allah Teala'ya tevekkülle, O'na güvenerek, makamını gözeterek, fakirli­ğine sabrederek, dünyasından çok ahiretiyle meşgul olarak ve fit­neden uzak durmaya çalışarak iş hayatını terkeden kimse, Allara Teala'nm dünyadaki rızkını kefalet altına aldığını, Ahiret işinde de Vekili olduğunu iyi bilir. O, Allah Teala'nm kendisine yüklediği ahi­ret işiyle meşgul olurken Allah da ona yetecek dünyalığı taahhüu etmiştir.
Tevekkül sahibi bir kul ,dünya işiyle uğraşmadığında onun ye-j rine o işi yapacak biri çıkar. Ama, Allah Teala'nm kendisine yükle-j diği ahiret işini, ondan başka hiç kimse ifa edemez. Allah Teala,ı onun dünya işine kefil olmuştur. Dolayısıyla o çalışmasa da başka! biri Allah Teala'nm dilediği şekilde o kimse için çalışacaktır. İştej Allah Teala'nm kefil olduğu dünya işiyle kuluna yüklediği ahiret işi! arasındaki fark budur. Allah Teala, kulu £İn kefil olduğu dünya rızkı hakkında şöyle buyurmuştur: "Nice c^rolı var ki, rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah rızıklandırır" (Ankebut/60)
Allah Teala, kulun takdir ettiği ahiret rızkı hakkında ise şöy­le buyurmaktadır: "İnfan için ancak çalıştığı vardır". (Necm/39) Te­vekkül sahibi, tevhidle derinlik kazandıktan sonra söz konusu dört hususun aslında tek bir şey gibi dizildiğini Ve bir defa da vu­ku bulduğunu görür:                                        j
Taksim edilmiş biı rızık belli bir zamanda verilir. Bu rızık art­madığı gibi, zamanı c& asla değişmez. Rızkın, ilahi hükümle belir­lenmiş bir sebebi varlır ve bu da bir kitapta yazılıdır. Bu yazı da asla değişikliğe uğranaz. Rızık, Râzık olan Allah Teala'nın lütfu-nun eseridir. Rızkın ortaya çıkacağı zaman da belirlenmiştir. Allah Teala'nın rızık lütfü, ancak bir ortamda olur. Sebep, rızkı taksim edenin hikmeti gereğnce yaratılır. Rızkın eseri ise, rızık verilenin sınırını belirler.
Tevekkül sahibi tu gerçekleri yakinen gördükten sonra, çalış­acak ise bir hükümle çalışır, oturduğu zaman da bir ilme dayana­rak oturur. Sonuç itbarıyla onun çalışması da oturması da birdir Çünkü o, kendi halirin ilmi dahilinde ondan beklenenin hükmünü ifa etmekte, kendini oturtanın da, çalıştıranın da hükmünü bil­mektedir.
Allah Teala, eğer onu başkalarına hizmetten alarak kendi hiz­metine hasretti ise, bolların muamelelerinden uzaklaştırarak ken­di muamelesine çekecektir. Böyle yaptığında da, rızkını kendi dile­diği şekilde ve diledği kimse vasıtasıyla verecektir. Bu kulunu, hadleri çiğnemektenkoruyacaktır. O, bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Allah Teala'nm kendilerini korumasına karşılık, kendileri de gaybı koruyanlardır'. (Nisa/34)
Allah Teala böyls bir kulunu dost edinmesi sayesinde onu ha­ramlara düşmekten de muhafaza edecektir. Nitekim O, veli kulla­rı hakkındaki bu ktrumasını haber verirken şöyle buyurmuştur: "O, salihleri dost ednir". (A'raf/196)
Kul, Mabud'u üt meşguliyetinden dolayı insanlarla ilişki kur­mayarak uzlete çektdiğinde ve kullarla ilişkiyi keserek onların Ya-ratan'ı olan Hakk T^ala ile ilişkiye geçtiğinde büyük bir fazilete sa-
hip olur. O, dünyadan çok ahireti düşündüğü için, Allah Resıj-lü'nün (sav) 'ehli kifâyetillah=Allah ile yetinenler5 olarak haber ver­diği kimselere dahil olur.
Bu hususta O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bütün tasaları tekbir tasaya çeviren kimseye, ahireti bakımından Allah Teala yeter". [40][40] Yine o, Allah Resulü'nün (sav) haber vermesiyle bil­diğimiz ve tasalar vadisinde tehlikelerle yüzleşerek yaşayan, Allah Teala'dan uzaklaşmış kimselerden de hariç tutulmuştur.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'dan başka bir tasa ile sabahlayan kimse, O'ndan değildir". Başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, Tasaları dallanıp budakla­nan kimsenin hangi vadide helak olacağını umursamaz. [41][41]
Tevekkül sahibinin durumu, rızkını el emeğinden kazanması şeklinde ise bu dünya mülkünün hazinelerinden bir hazine olarak değerlendirilir. Sonuç itibarıyla, dünya mülkündeki kullardan bir kul olur. Allah Teala'nm yukarıdaki kula başkasının eliyle ulaştır­dığı rızık, ona kendi elinden ulaşır. Ama rızkın ona verilmesiyle, onun rızık için çalışmaya sevk edilmesi sonucu değiştirmez. Rızkı veren Allah Teala'dır. Karşılaştığınız rızık, zaten karşınıza çıkacak olandır.
Tevekkül sahibi bir kul, her iki halde de Allah Teala'ya tevekkül etmekte ve her iki konumda da yalnız O'na yönelmektedir. İçinde bulunduğu halin hükmünü eda ederken, Allah Teala'nın her iki hü­kümdeki tercihinin güzelliğini de yakinen bilmektedir.
Allah Teala için, O'na güvenerek, O'na dayanarak ya da günah­lara bulaşarak O'nun hükümlerini yapamama endişesi ile çalışma­yı terk eden kimsenin güzelliği, Allah için çalışan başka bir kimse­nin güzelliği gibidir. Çünkü çalışmayı terk etmek de, salih niyet ge­rektiren bir iştir. Allah katında insanların en faziletlisi, takva ba­kımından en üstte olandır. Takva bakımından en üstün olan ise, is­ter çalışsın ister otursun Allah Teala'yı en iyi bilendir.
Tevekkül ehlinin çalışıp çalışmaması konusundaki sözlerin özü de budur. Abdullah b. Dinar, Amr b. Meymun'un (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) şu hadisi rivayet ettiğini nakletmiştir: "O buyurdu ki: 'Rabbinizin ne dediğini biliyor musunuz?' Sahabe, 'Hayır, Allah vö Resulü daha iyi bilir' dediler. Buyurdu ki: Allah Teala, Arşı üzerine istiva ettiği zaman, yarattıklarına bakar ve şöyle buyurur: Kulla­rım, sizler Benim yarattıklarımsınız ve Ben de sizin Rabbinizim Rızıklarınız Benim elimdedir. Onun için, sizleri mükellef kıldığım geçimlikte kendinizi fazla yormayınız ve rızkınızı Ben'den isteyi­niz. Kendinizi Bana bırakınız ki ihtiyaçlarınızı size akıtayım'.
Allah Resulü (sav) bunun ardından şöyle buyurdu: 'Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?' 'Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. O buyurdu ki: 'Kulum, infak et ki Ben de sana infak ede­yim. Genişle ki, Ben de sana genişleteyim. Daraltma ki, Ben de se­ni daraltmayayım. Bil ki Arş'taki rızık kapıları, gece gündüz ka­panmaz. Ben de oradan her kula niyetine, ailesine, sadakasına ve harcamasına göre rızkını indiririm'.
Her kim sadakayı çoğaltırsa, Allah da onun rızkını çoğaltır. Kim de azaltırsa, onun rızkını azaltır. Her kim cimrilik ederse, Allah Te-i ala da ona cimrilik eder. Ey Zübeyr, Allah Teala infakı sever, cimri-* lige ise buğzeder. Ye ve yedir. Sakın cimrilik etme, yoksa Allah Te-j ala da sana cimrilik eder. İnsanları sıkıştırma, yoksa Allah Teala da seni sıkıştırır. Kardeşlere yedir, iyi insanlara saygı göster, kom-! şu hakkını gözet ve günahkârlarla arkadaşlık etme. Böyle yaparh san, hesapsız olarak cennete girersin. Ey Zübeyr b. Avvam! Bu, Al­lah Teala'mn bana, benim de sana öğüdümdür. Pazarlar, kaçakla-1 rın sofralarıdır. Allah Teala kendi hizmetinden kaçan, meclisinden uzaklaşan, O'nunla ilişkiyi zayıflatan ve O'nun ticaretinden kaçan­ları oralarda doyurur".                                                                   !
Allah Teala buyurdu ki: "Ben, insanları ve cinleri sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım". (Zariyat/56) O, bu ayet-i kerimede şunu murad etmektedir: Ben, sizden bir rızık istemediğim gibi, Be­ni beslemenizi de istemiyorum. Arap dili bilginleri, bu ayetin yoru­munda şöyle demişlerdir: Yani, kullarımın kendilerine rızık temin etmelerini istemiyorum.
Görüldüğü gibi Allah Teala, O'na kulluk ve hizmette bulunan kullarının rızık kaygısına düşmelerini istememektedir. Allah Tealâ bu konuda üç tercih zikretmiş ve kendi Zatı için de bunlardan biri olan hizmeti seçmiştir. Bu durumda kula yetmek, Allah Teala'ya düşmektedir. Kullardan birini de seçerek onu, kendi kulu kılmıştır. Kulların O'nu beslemesinden ise Münezzeh olduğunu ifade buyur­muştur.
İnsanların genelini ise, üçüncü tercih olan, kulların kendi ken­dilerini besleme sınıfına koymuştur. Bunun yolu da çalışmaktır. Bunu da yeryüzündeki kulları ile Zatı arasında bir misal olarak göstermiştir. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. Kullar, Al­lah Teala'mn huzurunda şu iki hükümden birine bağlı olarak bulu­nurlar:
Kul, kendisi için Rabbi'nin kulluğunu ve muamele yolunu seç­miştir. Bu durumda onun rızkı Allah'a düşer ve Allah Teala, bu ku­lunu dilediği şekil ve zamanda rızıklandırır. Bunlar, dünyanın de­ğil Rahman'm kulları olan kimselerdir.
İkinci hükme tabii olanlar ise, rızıklarım çalışma yoluyla kaza­nan kullardır. Allah Teala, bunların rızıklarım da, kendi çabaları­nın karşılığı olarak dağıtmaktadır. Onlar, bu çabaları sebebiyle Al­lah Teala tarafından övülmüş kimselerdir. Kulların geneli bu hük­me tabidirler. Aralarında dünyanın ve nevalarının kulu olan kim­seler de mevcuttur.
Allah Teala, kullarına mubah kıldığı üç şekilde de, onlarla be­raberdir. O, bunları kullarıyla arasındaki ilişkiyi açıklamak için misal vermiştir. Bu misalin açıklaması şöyledir: Allah Teala, kulla­rından birine şöyle buyurabilir: Ey kulum, git ve Beni doyur. Çün­kü sen, Benim kulumsun ve tamamıyla Bana aitsin. Canın Benim olduğu gibi, kazacm da Benim'dir.
Bu, yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Allah Teala'mn Zatı'nı mü­nezzeh kıldığı bir husustur. Çünkü O, buna tenezzül etmeyecek ka­dar Yüce'dir. Allah Teala, bunu beyan ederek, 'Onlardan Beni do-. yurmalarmı istemiyorum' buyurmuştur. Halbuki efendiler, kölele­rinden bunu rahatlıkla isteyebilirler.
Allah Teala kullarına lütufta bulunarak şöyle buyurabilir: 'Git ve karnını doyur, rızkın için çalış. Sana bunu mubah kıldım. Sana da kazancını verdim. Bu, Ben'den sana bir rızık ve lütuftur\ Görül­düğü gibi bu yol, efendilerin kölelerini azat etmek üzere çalışmala­rına izin vermelerine benzemektedir. Bu tür sözleşmelerde, köle miras bırakabilmektedir. Çünkü bu tür bir köle, azat edilmiş köle
gibi efendisinin lütfuna mazhar olmuş bir köledir. Köle, özgürlüğü­ne kavuşabilmek için çalışabildiği zaman, efendisi onun kazancına dokunmazken, mülkiyetini elinde tutmaktadır.
Köle, bu tür bir hakka sahip olduğunda, efendisi de ona ihsan­da bulunmuş olmaktadır. Bu durum, Allah Teala'mn kullarının ge­neli için geçerlidir. Çünkü O, onların gerçek efendisi, onlar da O'nun kullarıdır. Bu hükme göre Allah Teala kullarına şöyle buyur­muş olmaktadır: Ey kullarım, gidin ve çalışın, kazanç temin edip karnınızı doyurun. Ben kazancınızı size rızık kıldım ve onu size bahşettim.
Bu, Allah Teala'nın havass kullarını tenzih ettiği bir hükümdür. O, bu kullarını üstün kıldığı için, çalışmalarını istememiş ve onla­rı sadece Zatı'nm kulluğuna tahsis etmiş, kendilerine ve halka hiz­met etmeyip yalnız O'na hizmet etmelerini takdir buyurmuştur. Onların yeterliliğini üstüne almış, bunu onlara havale etmemiştir. Onların rızıklarım, kendi dilediği kullarına havale etmiştir.
Bu da Allah Teala'nın, 'Onlardan, kendi rızıklarım aramalarını istemiyorum' buyruğunun ifadesidir. "Muhakkak ki Allah, rızık ve­rendir" (Zariyat/58) ayet-i kerimesi de buna delalet etmektedir. Ya­ni O, başkalarını görevlendirmek suretiyle onların rızıklarım ver­meyi taahhüt etmiştir.
Allah Teala'nm, 'Onlardan Beni beslemelerini istemiyorum' buyruğundaki Ya harfi Zatı'ndan kinaye olarak O'nu ifade etmek­tedir. Bu ise, genel değil Özel bir iradenin mevcudiyetini gösterir. O'nun buradaki iradesi, imtihan ve sevgi yönünde bir iradedir. Ya­ni kullarından belli kimseler için sözkonusu olan bir iradedir.
Tıpkı, "İnsanları ve cinleri sadece Bana kulluk etsinler diye ya­rattım" (Zariyat/56) buyruğunda olduğu gibi. Bu ayet de, Allah Te-ala'ya kulluk eden mahlukatı, yani insanların ve cinlerin iman edenlerini hedef alan hususi bir ayet olup bütün yarattıklarını kap­sayan genel/âmm bir ayet değildir.
Üçüncü hüküm ise, Allah Teala'nın kuluna lütufta bulunarak, 'Bana hizmet et, seni beslemek Bana düşer, senin Bana hizmetin, kendin için çalışmanın yerini tutar" buyurmasında kendini göster­mektedir. Bu hükme dahil olan kullar, Allah Teala'nın tercih ettiği kimselerdir. Allah, onları sevdiği için, sevdiği şekilde davranmala­rını kolaylaştırmıştır. O, bu kullarını amel ehli arasındaki havas kullarından seçer. Bunlar, kendilerini beslemek için çalışmayan ve Allah Teala'yı layıkıyla bilen insanlardır. O, bunlar hakkında, "Yal-^ nız Bana kulluk etmeleri için" (Zariyat/56) buyurarak, kendilerini den hiçbir rızık beklemediğini haber vermiştir. Yani bunlar, çalış-l mak suretiyle rızıklarım temin etmek zorunda olmayan kimseleri dir. Aksi takdirde Allah Teala'nın 'Git ve çalış, senin kendini besle-^ mek için rızık kazanmanı istiyorum, rızkını ancak bu şekilde veri^ rim' buyurduğu diğer kullardan farkları kalmaz.                
Allah Teala, havass kullarından yalnız ibadet ve kulluk istedi­ğini buyurarak, onları sırf bu gaye için yarattığını haber ver-miştir. Allah Teala, her kulu, yarattığı gaye için hazırlamıştır. İşi, kulluk ve ibadet olan kimseyi, bu gaye ile yaratmış ve ona bu gaye için ge­rekli şartları hazırlamıştır. İşi dünya olan kimseyi de bu gaye için yaratmış ve ona bu gaye için gerekli ortamı hazırlamıştır. Nitekim bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil-J mistir: "Allah Teala, her iş sahibini ve onun işini yaratan'dır". ] Denir ki: 'Allah Teala, yokluk aleminde halkı varettiği zaman) onlara bütün işleri gösterdi ve kendilerini bunlar arasında serbest bıraktı. Herkes de dilediğini seçti. Ardından onları varlık aleminde ortaya çıkarınca, daha önce seçmiş olduğu işleri onlara verdi. Ama onlardan bir topluluk, işlerini seçmemişler di.                             
Allah Teala onlara, 'İşinizi seçin' buyurduğunda, 'Hiç bir iş ho-j sumuza gitmediği için herhangi birini seçemedik' dediler. Bunuri üzerine Allah Teala onlara, kulluk makamlarım gösterdi. O toplu-* luk da, 'Bizler Senin hizmetçiliğini seçtik' dediler. Allah Teala da; şöyle buyurdu: 'İzzet ve celalim hakkı için, diğerlerini sizin hizme-j tinize ve emriniz altına vereceğim'.
Başka bir hadiste ise, Allah Teala'mn dünyaya şöyle vahyettiği rivayet edilmiştir: "Bana hizmet edene hizmet et, sana hizmet ede­ni de yor". Kulluk, hizmetin kendisidir. Bu meyanda arifler şöyle demişlerdir: Talnız Sana kulluk eder, Sana dua ve secde ederiz. Se­nin yolunda çalışır ve Sana hizmet ederiz'. Bu sözde geçen 'Hafed' kelimesi hizmet anlamına da gelebilmektedir. Mesela, "Çocuklar ve torunlar (=hafidler).." (Nahl/72) ayetinin tefsirlerinden birinde, 'yani hizmetçiler1 denilmiştir.                            
Kulluk, zillet ve tevazu ile hizmette bulunmaktır. Araplar, yumu­şak, engebesiz ve ayaklarla çiğnenmiş bir yol için 'Tarikun mu'ab bed=Kolay yol' ifadesini kullanırlardı. Zorluklara boyun eğmiş, yük­lere vurulmuş deve için de, 'Ba'îrun mu'abbed=itaatkar deve' demiş­lerdir.
Bunun bir diğer misali de, Kıptîlerin Musa (as) ve kardeşi hak­kında söyledikleri şu sözdür: "Bizim gibi iki insana mı iman edece­ğiz? Onların kavmi bizim kölelerimiz iken (bu nasıl olur?)". (Mü'mi-nun/47) Onlar bu sözleriyle işlerinde aşağılayıp hor gördükleri hiz­metkârları olan İsrailoğullarım kasdetmekteydiler.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, kullarından bir topluluğun kalplerine baktı ve bu kalplerin kendi marifetine ve müşahedesine uygun olmadıklarım gördü. Onlara merhamette bu­lunarak kendilerine salih ameller ve ibadetler nasip etti. Sonra başka bir topluluğun kalplerine baktı, onların da uzuvlarının ken­di hizmet ve muamelesine uygun olmadığını gördü. Onları da dün­ya işine verdi ve ehli dünyanın hizmetine soktu.
Allah Resulü (sav) de bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Dinarın kölesi helak olsun, hanımının kölesi helak olsun, giysinin kölesi he­lak olsun".[42][42]Yani bunlar karşısında alçalan ve onları elde etmek için çabalayanlar, helak olsunlar. Davud (as) hakkında rivayet edi­len haberler arasında, Allah Teala'mn şöyle buyurduğu nakledilir: 'Ben, Muhammed'i kendim için yarattım. Adem'i de Muhammed için yarattım. Yarattığım eşyanın tamamını da Adem oğulları için yarattım. Onlardan kim, kendi için yarattığım ile meşgul olursa, onu kendimden uzaklaştırırım. Her kim de Benimle meşgul olur­sa, uğruna yarattıklarımı onun hizmetine sokarım[43][43]







[1][1] İbni Mâce, Zühd/1
[2][2] İbni Mâce, Ticarat/1
[3][3] İbni Hanbel, IV/197
[4][4] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/9-17.
[5][5] îbni Mâce, Zühd/14.
[6][6] Ebu Davûd, Zekat/24; Nesai, Zekat/91; İbn Hanbel, IV/224, V/362
[7][7] Tİrmizî, Zühd/29; İbn-i Mace, Zühd/1.
[8][8] Müslim, Zühd/3; Tirmizî, Zühd/31; Nesa'î, Vasaya/1; İbni Hanbel, IV/24,26
[9][9] Kıyamet/59; Ibnı Hanbel, 1/293, 303, 307
[10][10] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 17-43.
[11][11] Buhârî, Ezan/155, İ'tisam/3, Kader/12, Da'avat/17; Müslim, Salat/194, 5, 3, 6, 20, Mesa-cid/137, 138; Ebu Davûd, Salat/140, Vıtr/25, Edeb/88; Tirmizî, Salat/108; Nesa'î, Tat-bik/25, Sehv/85, 89; Dârimî, Salat/71, 88; Muvatta', Kader/8; İbni Hanbel, 111/87, IV/93, 97, 98, 101
[12][12] İbniHanbel, V/58.
[13][13] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar/26, Edeb/90, Rikak/29; Müslim, Şi'r/2-6; İbni Mâce, Edeb/41^ İbni Hanbel, 11/248,393,458.
[14][14] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 43-61.
[15][15] Buhârî, Buyu'/lö
[16][16] Buhârî, Zekat/5 0,53,Buyu'15, Musakat,13; Nesai, Zekat 85; İbni Mâce Zekat25; Muvat-ta, Sadaka/10
[17][17] .İbni Hanbel, V/243-244.
[18][18] İbni Mâce, ZühW4; İbni Hanbel, III/469.
[19][19] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 61-72.
[20][20] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 72-76.
[21][21] Tirmizî, Tıb/22; İbni Hanbel, 11/468, V/346, 351.
[22][22] Tirmizî, Tıb/2; Ebu Davûd, Tıb/1,11; İbni Mâce, Tıb/1; İbnİ Hanbel, III/156
[23][23] Tirmizî, Tıb/12; İbni Mâce, Tıb/22; İbni Hanbel, 1/354.
[24][24] Tirmizî, Tıb/12; Ebu Davûd, Tıb/5
[25][25] İbni Mâce, Tıb/29.
[26][26] İbni Hanbel, 11/199.
[27][27] . İbni Hanbel, 111/349,387,394.
[28][28] Buhârî, Rikak/1; Tirmizî, Zühd/1; İbni Mâce, Zuhd/15; Dârimî, Rikak/2; İbni Hanbel, 1/258, 344
[29][29] Tirmizî, Zühd/57; Buhârî, Merza/3; îbni Mâce, Fiten/23; Dârimî, Rikak/67; İbni Hanbel, 1/172, 174, 180, 185 Vl/369.
[30][30] İbni Hanbel, V/319.
[31][31] Tinnizî, Zühd/4, Kıyamet/26; Nesa'î, Cenaiz/3; İbni Mâce, Zühd/31.
[32][32] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 11/332, 366, 367
[33][33] Buhârî, Tıb/30, Hıyel/13; Müslim, Selam/98, 100; Muvatta', Medine/22, 24.
[34][34] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 76-94.
[35][35] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 94-96.
[36][36] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 96-97.
[37][37] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 97-98.
[38][38] Tinniz, Da'avatf91
[39][39] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 98-101.
[40][40] İbni Mâce, Mukaddime/23, Ztihd/2
[41][41] İbni Mâce, Mukaddime/23, Ztihd/2
[42][42] Buharı, Cihad/7O, Rikak/10; İbni Mâce, Zühd/8.
[43][43] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 101-108.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar