FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ BEŞİNCİ KISMI
Rahman
ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
KIRK
DOKUZUNCU BÖLÜM
'Ben Rahman'ın Nefesinin Bana Yemen Yönünden geldiğini görüyorum' Hadisinin Bilinmesi.
Rahman’ın
nefesinin Rahman’dan başkasında Bir dayanağı
yoktur.
Her grupta onun hükmü vardır.
Ne bir istinadı ne de dayanağı vardır
Var olanların Yemen’i onun menzilidir
(oradan gelir)!
O ne ruhtur ne
beden
Onu belirleyecek bir tanım yoktur O
talep edilen ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır
Bütün yaratıklar onu ister Sonra kimse
onu elde edemez
Hiçbir benzeri olmayan bir kimsedir Yetkin özelliğiyle yegânedir o.
Ey dost, bilmelisin ki: Allah Teâlâ’nın er-Rahman ismi yönünden bir takım kulları vardır. Bu durum, ‘Rahman’ın kulları yeryüzünde ağırbaşlı olarak yürür, cahiller kendilerine sataştığında selam derler’383 ayetinde belirtilir. Başka bir ayette ise, şöyle buyurur: ‘O .gün takva sahiplerini grup grup Rahmaria götürürüz.’384 Allah Teâlâ’nın, kendilerine Rahman’ın er-Rab ismi yönünden geldiği kulları vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İster Allah Teâlâ ister Rahman deyin, hangisine dua ederseniz edin en güzel isimler O’nundur.’385 Binaenaleyh Allah Teâlâ ismi yönünden en güzel isimler O’na ait olduğu gibi Rahman ismi yönünden en güzel isimler de O’na aittir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rabbimiz yakın göğe iner.’ Allah
Teâlâ ise şöyle buyurur: ‘Rabbin gelir.’386
Burada kastedilen genel geliştir ki, bunun örneği, (kullar arasında) ayrım ve
hüküm vermek için gelmektir. Sonra, Allah Teâlâ’nın ilgi gösterdiği kullarına
dönük rahmet ile gelişi vardır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, inkarcılardan çektiği sıkıntılar arttığında şöyle
demiştir: ‘Ben Rahman’ın nefesinin bana Yemen yönünden geldiğini buluyorum.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Yemen’e gitmemişti, fakat nefes kendisine Yemen
yönünden geliyordu. Gelinceye kadar da nefesi algılamamıştı. Rahman’ın nefesi,
içinde bulunduğu sıkıntı ve darlığı Ensar vasıtasıyla Allah Teâlâ onlardan razı
olsunaçmayı sağlamıştır (tenfîs). Başka bir ifadeyle Nefes, Allah Teâlâ’nın
Ensar’ın yardımıyla dinine yardım ve onu güçlendireceğinin müjdesini
peygamberin iç âlemine ve gönlüne sunmuştu.
Ensar
hadisi hakkında -Allah Teâlâ izin verirse şimdi zikredeceğimizbir hâdise de
bizim başımızdan geçti. Şöyle ki: Şam’dayken yanımızda faziletli, saygılı ve
dindar bir adam vardı. Adı Yahya b. Ahfeş olan bu zat Merakeş’li idi ve babası
orada Arapça öğretiyordu. Bir gün, ben de oradayken Şam’da kaldığı yerden bana
bir mektup yazdı. Mektubunda şöyle diyordu:
“Dostum!
Dün gece Allah Teâlâ’nın peygamberini Şam Camii’nde gördüm (rüyada). Hutbe
okunan kürsüden Osman’a nispet edilen Mushafın saklandığı sandığın yanına doğru
geldi, insanlar ona doğru yöneldi, kendisine biat etmek için huzuruna
girdiler. İnsanlar azalıncaya kadar bekledim, sonra yanma girdim ve elini
öptüm; Bana ‘Mulıammed’i tanır mısın?’ diye sordu. Ben de ‘Ey Allah Teâlâ’nın
Peygamberi! Muhammed kimdir?’ dedim, ‘İbn Arabî.’ diye yanıt verdi. ‘Evet,
Tanıyorum’ dedim. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Biz
ona bir emir vermiştik, ona de ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sana
verdiği emri tamamlamanı istiyor.’ Sen de ona eşlik et. Çünkü sen, onun
sohbetinden yararlanırsın. Ona de ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
sana şöyle diyor: Ensar’ı, özellikle de Ensar’dan Saad b. Ubade’nin adını
zikrederek bir methiye (kaside) yazması gerekir.’ Sonra, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Hasan b. Sabit’i çağırmış ve ona şöyle demiş: ‘Ona Muhammed
Arabi’ye ulaştıracağı bir mısra ezberlet. Şiirini onun uyağında ve tarzında
yazsın. Bunun üzerine Hasan şöyle dedi: ‘Ey Yahya! Şunu ezberle.’ Sonra bana
bir mısra söyledi.
Uykusuzluk
gözlerime ve ziyaretgâhına tutkun oldu
Gözyaşlarınadır
artık güvencem ve itimadım.
Ben
ezberleyinceye kadar mısraı tekrarladı. Sonra Allah Teâlâ’nın peygamberi bana
şöyle dedi: ‘Muhammed el-Arabî Ensar kasidesini yazınca, onu açık bir yazıyla
kayda geçir ve Perşembe gecesi Elest kabri diye isimlendirdiğiniz falan kişinin
türbesine götür. Adı Hamid olan bir şahıs bulacaksın ve kasideyi ona ulaştır.”
Allah
Teâlâ kendisini razı olacağı işlere ulaştırsın, bu adam rüyasını bana
bildirdiğinde, düşünmeden, üzerinde ince ince çalışmadan ve geciktirmeden bir
kaside yazdım. Kasideyi ona gönderdiğimde, ertesi gün yatsıdan sonra Elest kabrine varmış. Daha sonra bana şöyle yazdı:
“Kabirde bir adam gördüm, aceleyle ‘sen falancanın yanından gelen Yahya’sın’
dedi ve bana adımı söyledi. Ben de ‘Evet’ dedim. Adam şöyle dedi: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in emriyle Ensar’ın övüldüğü kaside nerede?’ Ben de
‘işte yanımda’ dedim ve kasideyi ona verdim. O da, kasideyi okuyabilmek için
ışığı yaklaştırdı, yazıyı anlayamadığını düşündüm. Bunun üzerine ‘emriniz
olursa, onu size okuyayım’ dedim, o da ‘peki’ dedi, ben de kasideyi okudum.’
Kaside şuydu:
Söz ustalarının ve şairlerin kıvancı
ibn Sabit
dedi ki:
Uykusuzluk
gözlerime ve ziyaretgâhına tutkun oldu
Artık
gözyaşlarınadır itimadım ve güvencem .
-Anam
Ensar’a nispet edilir, bunun için dedim ki:
Bunun için
kasidenin uyağını Rı yaptım.
R yineleme
ve tekrar harflerinden biridir
Ahmed’e itaat etmek üzere başlayalım
İyilerin efendileri olan bir topluluğun övgüsüne.
Ben de Ensar toplumundan bir kişiyim
Onları övdüğümde, bizzat soyunu
methetmiş olurum
Doğru yola kılavuzluk, onların
kılıçlarıyla ayakta durdu ve onlarla yükseldi
Bütün aydınlık şeylerde onların
nurları vardır
Haşimî Muhammed’e yardım için ayağa kalktılar
Seçilmişlerin seçilmişi Mustafa’ya yardım için.
Azim ve kararlılıkla Peygambere
arkadaş oldular Bu yardımlarıyla övülesi işler yaptılar
Dinine yardım etmek için canlarını
sattılar
Bu nedenle ona arkadaşlık etmeleri,
onu tercihle nitelenemez
Seçilmiş, onları Nefes diye kinaye
ederek bildirdi Değeriyle beraber Yemen’den kendisine gelen Nefes.
Ubade’nin torunu Saad ile ise iftihar
eder Sakîfe toplantısında bütün Ensar toplumu
Her sevimsiz İŞ için Allah Teâlâ’nın
aslanlarıdır
Allah Teâlâ’nın dinine ve hayırlı
kişilerin başına gelen her olaya karşı -
Onlar Allah Teâlâ’nın dinini kendi
izzetlerinde üstün kıldılar Muhteşem orduyla Allah Teâlâ’nın dinini.
Kıyamet günü görünümüm onlar
vasıtasıyla yükselir Geliş günü onlarla övündüğüm görülür
Ben sözü gerdanlıklarla boyamış
olsaydım Onları methederken, abartmış sayılmazdım
Peygamberin
dayanağı ve Peygamberi için yardımcı olan kimseleri. Düşmanları onların sayesinde
perişan oldu
Geceleyin Allah Teâlâ’nın kelamını
okuyan ruhbanlar Gündüz ise çatışmada ormanların aslanlarıdır Ensar.
Bu
rüyanın hikâyesi uzundur, bu bölümde gerektiği kadar onu özetledim.
(Ensar ve Muhacir)
Sonra konumuza dönüp deriz ki: Ensar, Allah Teâlâ müjdesiyle
peygamberinden sıkıntıyı giderdikten sonra gelmiştir. Böylece Ensar, genişlemiş,
rahadamış ve sevinç içindeyken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile
karşılaştığı gibi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de onları rabbi ile
zenginleşmiş bir insan olarak karşılamıştır. Böylece Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, Ensar ve kendisiyle hicret edenlerle birlikte, Allah
Teâlâ’nın emrettiği gibi Allah Teâlâ’nın dininin yardımcısı ve destekçisi
olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ daraltır
ve açar3,3*7
‘En güzel isimler O’na aittir.’388
Eserler, yaratıklarda hükümran olan isimlere aittir. En güzel isimler, Allah
Teâlâ’dan mümkünlerin yaratılışına ve onlarm içerdiği sonsuz anlamlara
yönelmiştir.
Allah
Teâlâ, zatı yönünden âlemlerden müstağnidir. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağni olduğunu’389
bizi kendisi için değil sadece kendimiz için yarattığını bildirmek için
öğretmiştir. Allah Teâlâ, amelin sevabı ve fazileti bize dönsün diye, bizi
kendisine kulluk etmemiz için yarattı. Bu nedenle bu hitap sadece insanlar ve
cinlere yönelik olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’390
Allah
Teâlâ’nın melekleri ve âlemdeki diğer şeyleri sadece O’nun övgüsünü teşbih
etsinler diye yarattığından asla şüphe duymuyoruz. Bu niteliğe ise, insanlar
ve cinlerden başkası tahsis edilmedi. Nitelik derken kastettiğim ibadet etme
özelliğidir ki, horluk (zillet) demektir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, bu iki
sınıfı başlangıçta zelil olarak yaratmadı, sadece zelil olsunlar diye yarattı. Onların dışındaki
varlıkları ise, asıl yaratılışlarında zelil yarattı. Allah Teâlâ, bizde olduğu
gibi, zelil olmayı (ibadet etmeyi) insanların ve cinlerin dışındaki şeylerde
bir yaratılış sebebi yapmamıştır. İnsan ve cinlerden başka hiç kimse, Allah
Teâlâ’nın emrine karşı büyüklenmemiş, insan ve cinlerden başka hiçbir yaratık, Allah
Teâlâ’ya isyan etmemiştir. Bu bağlamda, İblis’e (secde etmesi) emredilmiş, o
ise isyan etmiştir. Âdem’i ise ağaca yaklaşmaktan men etmiş, kitabında bize
söylediği ‘Âdem’in rabbine isyan etmiş olması’,39'
O’nun emrinden kaynaklanmıştı.
Meleklere
gelince, Allah Teâlâ onlar hakkmda ‘emrettiği şeye isyan etmez ve emredilen işi yaparlar’392
buyurur. Bu ifade, Babil’deki iki melek hakkında meleklere yaraşmayan ve
ayetin görünürünün ifade etmediği şekilde, uygunsuz söz söyleyen müfessirlere
karşı bir cevaptır. İnsan ise, Allah Teâlâ’ya karşı cüretkârdır, celaline
yaraşmayan şeyleri O’nun hakkında söyler, nasıl olur da melekler hakkında
(yaraşmayan şeyleri) söylemesin? insan, rabbini çeşidi işlerde yalanladığı
gibi, bu iddia sahibi de rabbini melekler hakkında söylediği, ‘onlar emrettiği
işlerde Allah Teâlâ’ya isyan etmezler’ ifadesini de yalanlamıştır.
Sahih
bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan şöyle
aktarır: ‘Ademoğlu beni yalanladı. Bu, ona yakışmadı. Kendisine yakışmadığı
halde beni kötülemiştir.’ Başka bir sahih hadiste ise, ‘Sıkıntıya Allah
Teâlâ’dan daha çok sabreden yoktur’ denilir. Allah Teâlâ, kullarını rızıldandırır,
onlara iyilik yapar. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ hakkında böyle davranır.
Bilmelisin
ki: Diğer yaratıklardan farklı olarak, sadece insan ve cinlerin
büyüldenmesinin nedeni şudur: Diğer varlıkların yaratılışına yönelen ilahi
isimler, ceberut, kibriya, azamet, kahır ve izzet isimleriydi. Bu nedenle
onlar, bu ilahi kahır altında hor ve ezilmiş olarak ortaya çıkmıştır. Allah
Teâlâ onları yarattığında ise, bu isimlerle onlara bilinmiştir. Böyle bir
ayrıcalıkla yaratılmış birinin başını kaldırması ya da içinde Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından birine karşı büyüklük arzusu duyması mümkün değilken,
kendisüıi yaratana karşı büyüklük duygusu bulunabilir mi?
Kuşkusuz
Allah Teâlâ, bu tür yaratıkların her birine avucu ve kahrının altında
bulunduğunu göstermiştir. Böylece onlar, kendi perçemlerinin ve her canlının
perçeminin Allah Teâlâ’nın elinde olduğunu görmüştür. Yüce Kur’an’da şöyle
buyrulur: ‘Hiçbir canlı yoktur ki, Allah Teâlâ
onun perçemini tutmuş olmasın.’393
Sonra bu ayeti tamamlamak üzere şöyle der: ‘Rabbim dosdoğru yoldadır.’394
Perçemden tutmak, Araplara göre, bir şeyi zelil ve hor kılmak demektir. Bu
ifade, örf bakımından böyledir. Rabbini müşahede edişinde ve O’na bakışında
perçemlerin Allah Teâlâ’nın elinde bulunduğunu, kendi perçeminin de eldeki
perçemlerden biri olduğunu gören kişiden bu keşfe rağmen Yaratanına karşı bir
büyüklük ve izzet tasavvur edilebilir mi?
İnsan
ve cinlere gelince, Allah Teâlâ onları lütuf, sevgi, yumuşaklık, rahmet ve
ilahi tenezzül isimleriyle yaratmıştır. Onlar, varlığa çıktıklarında
(kendilerini ezen) bir büyüklük, izzet ve yücelik görmemiş, varoluşlarında
kendilerini rahmete, ilgiye ve tenezzüle dayanır bulmuşlardır. Allah Teâlâ,
dünyaya çıkışlarında onları kendilerinden çekip alacak (zelil yapacak) celal,
büyüklük ve azametinden onlara bir şey göstermedi. Sırtlarından alınırkenki
hallerine bakınız! Allah Teâlâ onlara ‘ben sizin rabbiniz değil
miyim?”95
demiştir. Acaba, içlerinden biri ‘değilsin’ demiş midir? Hayır, yemin olsun ki,
hepsi ‘evet’396
demiş, Allah Teâlâ’nın rabliğini kabul etmiştir. Çünkü onlar, (o mertebede)
cezalandırma avucunda toplanmıştı. Perçemlerinin Allah Teâlâ’nın elinde
olduğuna görürcesine inansalardı, bir an bile Allah Teâlâ’ya isyan etmez ve
diğer yaratıklar gibi ‘gece ve gündüz teşbih ederlerdi.’397
İnsan
ve cinler, söz konusu rahmet isimlerinden ortaya çıktıklarında, şöyle
demişlerdir: ‘Ey rabbimiz! Bizi niçin yarattın?’ Allah Teâlâ cevap vermiş:
‘Bana ibadet edin diye yarattım.’ Başka bir ifadeyle, ‘önümde zelil olun’ diye
yarattım. Böylece onlar, kahredici bir nitelik veya kendilerini hor yapacak
yüce mertebe görmemiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ, özellikle bu iki sınıfa, ‘bana
zelil olarak gelin diye (yarattım)’ demiştir. Burada zelil olma fiilini Allah
Teâlâ onlara izafe etmiş, bu durum ise, onların kibrini artırmıştır. Onlara
‘sizi zelil yapmak için yarattım’ deseydi, güçleri dağılır ve korkuya kapılır
-çünkü bu ifade bir kahır
ifadesidir-, bu ifadeden korkarak kendiliklerinden horluğa koşarlardı. Allah
Teâlâ göldere ve yere şöyle hitap etmiştir: ‘İsteyerek veya zorla geliniz.’3™
Burada zorla demeseydi -ki o kahır ifadesidirgelmezlerdi. Bu nedenle şöyle
dedik: ‘Allah Teâlâ insan ve cinlerin dışındaki varlıkları sadece kahır ve
ceberut özelliğiyle var kılmış ve kendilerine ancak bu özellikle hitap
etmiştir.’
Allah
Teâlâ, insanlara ve cinlere yaratılış ve var oluş sebeplerini söyleyin ce,
onlar da kendilerinden var oldukları isimlere bakmış, Allah Teâlâ’nın emrine
ve yasağına isyan ettilderinde veya emrine karşı büyüklenip itaat etmediklerinde
cezalandırılmalarını ve azaba uğramalarını gerektiren herhangi bir ilahi isim
görmemişlerdir. İlle insan olan Adem rabbine isyan ettiği399 gibi İblis de rabbine isyan etmiştir.
Emre itaatsizlik bu iki asudan bütün insan ve cinlere
yayılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Davud’a verdiği ömrü
unutup inkâr ettiğinde, (dedesine işaretle) Adem hakkında şöyle demiştir: ‘Âdem
unutmuş, zürriyeti de unutmuş. Âdem inkâr etmiş zürriyeti de inkâr etmiştir.
Rabbinin merhamet ettiği ve koruduğu kimse bunun dışındadır.’ Allah Teâlâ’nın
koruması, Allah Teâlâ’ya karşı büyüklükten korumaktır, yoksa birbirlerine ve
diğer yaratılmışlara karşı büyüklenmeden koruma değildir. Kimse, kendiliğinden
korunmuş değildir. Allah Teâlâ onların bir kısmını diğerine hizmetçi yapmıştır.
Fakat Allah Teâlâ, kuluna inayet ettiğinde, ikinci durumda onu başarı ve
inayetiyle rızıklandırır. Böylece yaratılış gayesi olan ibadeti yerine getirmek
gibi bir tutum ayrılmaz özelliği haline gelir ve diğer yaratılmışlara katılır.
Bu ise, zor bir şeydir. Her nefes kendiliğinde Allah Teâlâ’nın kulu olan kişi
nerede bulunur?
O
halde bütün insan ve cinler, ancak bulduğu bir kahır (ismi) nedeniyle zelil olur. Öyle
bir ismi bulunca, zelil olmak zorundadır. Kendisini horluğa zorlayan bir kahır
ismini bulduğunda, bu kez, kendilerinden var olduğu rahmet isimlerine yönelir,
içinde bulunduğu ve alışık olmadığı darlık ve sıkıntının giderilmesini rahmet
isimlerinden talep der, böylece o isimlere doğru yönelir. Rahmet isimlerine
yöneldiğinde ise, onların güç ve otorite sahibi olduklarını anlar. Bu durumda
ise, içinde duyduğu sıkıntı dağılır (teneffüs). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Rahman’ın nefesi.’ Bu ifadesiyle Allah Teâlâ’nın
insan ve cinleri kendisiyle yarattığı isme işaret etmiş ve O’na güç yönünü izafe ederek şöyle demiş:
‘Yemen (sağ) yönünden.’ Burada kıbel (kıbeli’l-Yemen) kelimesi yön ve
taraf demektir. Yemen ise, yeminden (sağ el) gelir ki o da kuvvet demektir. Şair şöyle demiştir:
Bir sancak şeref için yükseldiğinde
Arap onu sağ eliyle tutar
Burada
şair sağ
kelimesiyle gücü kastetmiştir. Çünkü sağ el güç konumundadır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Gökler O’nun sağ elinde dürülmüş£ür.’40ü
Aynı Şekilde Rahman ismi -Ki ondan var olmuşturkendisine baktığında, hemen
Ensar’m vasıtasıyla yardım gerçekleşmiştir. ‘O gün takva sahiplerini toplarız’40'
ayeti de böyledir. Çünkü muttaki (takva sahibi), sakınan, korkan ve titreyen
İdmse demektir ve er-Rahman’ı, erRahim’i ve er-Raufu müşahede edip O’ndan
çekinecek hiç kimse yoktur. Takva sahibi sadece es-Serîu’l-hisab (hesaba
çekmesi hızlı olan), eşŞedîdü’l-ikab (cezalandırması güçlü olan), el-Mütekebbir
(büyüklenen) ve el-Cebbar isimlerini müşahede edebilir, insan bu isimleri
müşahede edince çekinir ve korkar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, kendisini
er-Rahman’a götüreceğini söyleyerek ona güven verir, takva sahibi de, el-Cebbar
ve el-Kahhar’ın azabından emin olur. Bu nedenle Allah Teâlâ bize şöyle bildirmiştir:
‘Rahmeti gazabmı geçti.’ Çünkü Allah Teâlâ, bizi rahmet ile var etmiştir,
kahır özelliğiyle değil. Aynı şekilde, günahkârlık sonraya kalmış, bu nedenle
insan ve cinlerde gazap rahmetten sonra gelmiştir. Allah Teâlâ, gecikse bile,
rahmet ile gazabı yine böyle yapacaktır (orada da rahmet gazabı geçecektir).
Dikkat
ediniz, Allah Teâlâ isimlerini bize zikrederken rahmet isimleriyle başlar,
kendilerini bilmediğimiz için büyüklük isimlerini sonra zikreder.
Allah
Teâlâ, önce rahmet isimlerini zikredince, onları tanıdık ve kendilerine arzu
duyduk. Bunun üzerine Allah Teâlâ, rahmet isimlerinin ardından büyüklük
isimlerini zikretmiştir ki, rahmet isimlerine tabi olarak onları alalım. Allah
Teâlâ şöyle‘buyurur: ‘Allah Teâlâ kendisinden başka ilâh
olmayandır. 0 gaybı ve şehadeti bilir.’402
İşte bu, hepsini kuşatan özelliktir ve hiç biri diğerinden öncelikli değildir.
Sonra başlamış ve şöyle demiştir: ‘0, Rahmandır.’ Böylece, bize er-Rahman’ı tanıttı. ‘er-Rahim’dir.’403
Çünkü ondan var olduk. Ardından şöyle demiş: ‘0 kendisinden başka ilâh olmayan Allah Teâlâ’dır.’
Böylece onu Rahman ve Rahîm ile el-Azız, el-Cebbar ve el-Mütekebbir isimleri
arasında bir ayrım olarak koymuştur. Sonra şöyle demiş: Cel-Melîk,
el-Kuddûs, es-Selam, el-Mümin.’ Bütün bunlar, Rahman’ın özellikleridir.
Ardından şöyle demiş: ‘el-Aziz, el-Cebbar, elMütekebbir.
’404
Böylece
lütuf ve rahmet isimleri ile bir yönü rahmete ve bir yönü büyüklüğe dönük olan
-ki o Allah Teâlâ ve Melîk isimleridirortak isimlerle bizi yumuşattıktan sonra,
bütün bu büyüklük özelliklerini kabul ettik.
Sonra
Hakk, azamet (büyüklük) isimlerini zikretmiş, muhatap da rahmeti gerektiren pek
çok ismin ardışıklığıyla meseleye ısınmıştır. Böylece rahmet isimlerinin de
onları kabul ettiğini gördüğümüzde biz de azamet isimlerini kabul ettik. Rahmet
isimlerinin azamet isimlerini kabul etmiş olması, azamet isimlerinin onların
nitelikleri olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla biz, azamet isimlerini kendi
isimlerimiz olan rahmet isimlerine tabi olarak zımnen kabul etmiş olduk.
Kalp
sahibi ve Allah Teâlâ’yı ve hitabının bağlamlarını bilen kişi, bu gibi azamet
isimlerini duyduğunda, bu isimler onda bir korku ve daralma etkisi meydana
getirir. Allah Teâlâ bunu bildiği için, bu isimlerin ardından mutlak anlamda
rahmete özgü olmadığı gibi azamet özelliğinden büsbütün soyutlanmamış isimleri
getirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘O, Allah Teâlâ’dır. Yaratan, var eden ve suret verendir. En güzel
isimler O’na aittir.’405 Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretimi ve onlara tenezzül etmesidir.
O
halde bu bölümün mensuplarının menzilleri, zikredilen bu isimlerin menzilleri
ve onların mertebeleridir. Bu nedenle Allah Teâlâ, kitabında
‘BismiUâhirrahmanirrahim (Rahman ve rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla)’ ifadesini
her surenin önüne koymuştur. Çünkü sureler, azamet ve güç isimlerini talep eden
korkutucu işleri içerebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, kullarını ısındırmak ve
müjdelemek için rahmet isimlerini önce zikretmiştir. Bu nedenle (bilginlerin
bir kısmı, başmda besmele bulunmayan) Tövbe suresi hakkında şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ bu ilâ sureyi besmeleyle ayırmadığına göre, Tövbe suresi ve Enfal suresi
tek bir suredir.’ Bu konuda, sahabenin bilginleri arasında rivayet edilmiş
görüş ayrılığı vardır.
Allah
Teâlâ, bu ümmet içinde Berae (tövbe) suresinden besmelenin düşmesi
hakkında bir görüş ayrılığı gerçekleşip bu nedenle bir kısmının onun bağımsız
bir sure olduğu fikrine vararak Kur’an’ın Allah Teâlâ’nın katında yüz on üç
sure olduğu için yüz on üç besmeleye gerek duyulduğu fikrine varacağını bilir.
Bu nedenle Allah Teâlâ, sayının yüz on dörde tamamlanması için, en-Neml
suresinde bir besmele göstermiştir. Allah Teâlâ, onu bizzat surelerin
başlarında getirdiği tarzda orada getirmiştir. Çünkü Süleyman’ın dili Arapça
değil, başka bir dildi. Dolayısıyla Süleyman, mektubunda bu lafzı yazmamış,
Arapçaya çevrildiğinde ‘Rahman ve rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla’ olacak bir
lafız yazmıştı. Böylece Kur’an, onu surelerin başlarında geldiği gibi Elifi
(bismi’deki Elif) düşürerek getirdi. Buradan en-Neml suresindeki besmele ile
kastedilen şeyin surelerin başlarındaki besmele ile kastedilen şey olduğunu
bildirmiştir. Aynı şeyi, ‘Onun gidişi Allah Teâlâ’nın adı iledir’406
‘Rabbinin adı ile oku’407
ayetierinde yapmamış, besmele ismi ile diğerleri arasındaki fark ortaya çıksın
diye, Elifi korumuştur.
Bu
nedenle tövbe suresi, rahmet ve ilahi tenezzül özelliklerinden pek çoğunu
içerir. Çünkü o surede Allah Teâlâ’nın müminlerin canlarını cennet
karşılığında satm alması zikredilir. Efendinin kölenin malını satın almasından
daha büyüle bir tenezzül olabilir mi? Merhamette bundan daha abartılı bir şey
olabilir mi? O halde Tövbe ve Enfal surelerinin tek bir sure olması veya
en-Neml suresindeki besmelenin Tövbe suresini tamamlaması gerekir.
Surenin
ismine balcınız: Tövbe suresi. Tövbe ise, yüz çevirmeyi (teberri, berae) değil,
rahmeti gerektirir. Allah Teâlâ, teberri ifadesiyle başlamış olsa bile sureyi
Allah Teâlâ’nın, tanıklığını iki adamın tanıklığı yaptığı kimsenin getirdiği
bir ayet ile bitirmiştir. Anlayabilirsen, bu suredeki içkin rahmeti, özellikle
de ‘onlardan’408
ifadesini anlarsın. Bütün bunlar, ona düşmekten sakınalım ve belirtilen
özellikler ile nitelenelim diye bize dönük bir rahmettir.
Kur’an,
bize inmiştir. Kur’an’dan hiçbir sure bizim hakkımızda bu sureden daha büyük
rahmet içermez. Çünkü bu sure, müminin sakınması ve uzak durması gereldi
şeylerin büyük kısmını zikreder. Allah Teâlâ onları bize bildirmeseydi, belki
de farkında olmadan onları yapardık. Binaenaleyh Tövbe suresi, müminlere
rahmet olan bir suredir.
Nefesin
menzillerini belirttiğimize göre, şunu da bilmelisin ki: Söz konusu menzillerin
adamları, üst ve alt bütün yönlerinden ceberut isimlerinin kendisini ihata
ettiği kimsenin durumu gibi bir Hakk sahip olan Allah Teâlâ adamlarıdır. Böyle
bir insan, rahmet isimlerine sığınır ve yakarır. Bu esnada en güzel isimlerin
sahibi ve kendisiyle Arş üzerinde istiva ettiği er-Rahman ismi, ona tecelli
eder ve bu insana ilahi iktidarı ihsan eyler. Bu iktidar sayesinde kahır
isimlerinin izleri silinir. Böylece ona imkan açılır, göğsü genişler, nefesi
akar, hayat ruhu ona nüfûz eder, Rahman isimlerinin elçileri ve ilahi hakikatler
müjde ve sevinçlerle kendisine gelir.
Hali
böyle olup onu zevk yoluyla kendisinden tanıyan kimse, bu makamın
adamlarındandır. Böylece kişi, meseleyi karıştırmaz. İnsanı en iyi yine kendisi
bilir. İnsanların nezdinde nefsini gerçekte sahip olmadığın bir mertebeye
yerleştirmen, sana bir yarar sağlamaz.
Kuşkusuz
sana nasihat ettim ve sûfilerin yolunu açıkladım. Bu öğrendiklerin sayesinde artık cahillerden olma. ‘Sana ölüm gelince) e kadar rabbine ibadet et’ 409
kuşkusuz Allah Teâlâ’ya yerde ve gökte bulunan hiçbir şey gizli kalmaz.
‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ELLİNCİ
BÖLÜM
Hayret ve Acizlik Adamlarının Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın yaratıcısı olduğunu
bilip de
Hayrete
düşmeyen kimsenin durumu cahilliğine kanıttır
Allah Teâlâ’yı
Allah Teâlâ’dan başkası bilemez, agâh olunuz!
Bilinçli
olan, gafil gibi değildir
İdrakten
acizliği idrak bir bilgidir
Akıl
sahiplerindeki hüküm de böyledir
O öyle bir
ilâh’tır ki övgüleri sayılamaz
O münezzehtir,
O’nun için örnekler vermeye kalkma!
Allah
Teâlâ kendisinden bir ruh ile sana yardım etsin, bilmelisin Ki: Allah Teâlâ’yı
bilmedeki hayretimizin sebebi, iki yolla Allah Teâlâ’nın zatını bilme isteğimizdir.
Bu iki yol, aklî kanıdar yolu ve müşahede diye isimlendirilen yoldur. Akılla
kanıtlama yolu, müşahedeyi dışlar, vahye dayalı kanıt ise, onu ima etmiş ancak
açıkça ifade etmemiştir. Bu meyanda akılla kanıtlama yöntemi, Allah Teâlâ’nın
zatının hakikatini idraki imkansız sayar. Kastedilen, Hakkın kendiliğinde
bulunduğu zatma ait subûtî (olumlayıcı) özellik yönünden bilinmesidir. Akıl,
kendi düşünce gücüyle, sadece bazı olumsuzlayıcı nitelikleri algılayabilir ve
onu bilgi
diye isimlendirir.
Şâri’
ise, kendisine bir takım şeyler nispet etmiş ve onlarla kendisini nitelemiştir.
Akıl ise, Şâri’nin kastının olup olmadığı imkan dâhilinde bulunan uzak bir tevil in dışında, o niteliklerin Allah
Teâlâ’ya ait olmasını imkansız sayar. Bununla birlikte akıl, Allah Teâlâ’nın
kitaplarında ya da peygamberlerinin dilinde kendisi haldcında verdiği bu
bilgilerin doğruluğu hakkmda kesin kanıtlara sahip olduğu için, bunlara
inanması ve onları doğrulaması şarttır. Binaenaleyh Hakkın zatı haldcında
bildirdiği bu olumlu nitelikler ile zatını öğrenme talebinin (bunu imkansız
sayması) çelişmesi veya iki çelişik kanıtı uzlaştırma, akılcıları hayrete
düşürmüştür.
Hayret
sahipleri, bu kanıdan inceleyip onları tümevarım yöntemiyle tüketinceye kadar
değerlendiren ve bu araştırmanın kendilerini acizlik ve Allah Teâlâ’yı bilmede
hayrete ulaştırdığı peygamber veya sıddıldardır. Hz.
Peygamber
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’m! Şendeki hayretimi artır.’ Allah Teâlâ
peygamberinin kendisi hakkındaki bilgisini artırdığı gibi, bu bilgi, peygamberin
hayretini artırmıştır. Bu durum, müşahededeki suretlerin farklılaşması
nedeniyle, özellikle keşif ehlinde böyledir. Keşif ehli, akılcılarla
kıyaslanamayacak ölçüde hayrete düşmüştür.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine bildirdiği şekilde Yaratanını övmek için
tüm gayretini sarf ettikten sonra şöyle demiştir: ‘Ben senin övgünü yapamam.
Sen, kendini övdüğün gibisin.’ Hz. Ebû Bekir de -ki o da hayret makamının
mensuplarındandışöyle demiştir: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir.’
Başka bir ifadeyle, bilinemeyen olduğunu öğrendiğinde, bu durum, Allah Teâlâ’yı
bilmek demektir. Bu durumda, Allah Teâlâ’yı bilmenin delili O’nu bilmemektir.
Allah
Teâlâ, bize birliğini bilmeyi emretmiş, zatını bilmeyi emretmemiş, bilakis, ‘Allah Teâlâ sizi kendisinden sakındırır'410
ayetiyle bunu yasaklamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah
Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmeyi yasaklamıştır. Çünkü ‘benzeri olmayan’ın
zatının bilgisine nasıl ulaşılabilir? Allah Teâlâ birliğini öğrenmeyi emrederek
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığım
bil:411 İlâh olması bakımından Allah Teâlâ’yı
bilmek ve ilâhın sahip olması gereken, O’nun kendileri sayesinde ilah
olmayandan ve yaratılmıştan farklılaştığı özellikleri bilmek din tarafından
emredilmiş bir marifettir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ
bilebilir. Kesin aklî kanıtlar, akıl ve keşif ehline göre, O’nun tek ilâh
olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla O’ndan başka ilâh yoktur.
O’nun
birliği hakkındaki alclî kanıt ve varlığı hakkındaki zorunlualdî kanıtları
öğrendikten sonra, şunu gördük: Peygamber, nebi ve veli gibi Allah Teâlâ
yolunun ehli, kendi yöntemlerinde ilâhın nitelilderi olan bir takım özellikleri
zikretmiştir. Aklî kanıtlar bunları imkansız görmüşken, peygamberlerin sözleri
ve ilahi haberler onlarm doğru olduğunu belirtmiştir. Böylece Allah Teâlâ
yolunun ehli, akılcılardan ayrışmalarını sağlayan bir duruma ulaşmak için, bu
anlamları araştırmıştır. Akılcılar ise, haberlerin doğruluğunu bilmekle
birlikte, düşüncelerinin kendilerini ulaştırdığı yerde kalmıştır. Bu nedenle şöyle
derler: ‘Burada müstakil olarak aldın algı gücünün ötesinde başka bir yeteneğin
bulunduğunu ve onun peygamberlere ve büyük velilere ait olduğunu biliyoruz.
Onlar, bu yetenek sayesinde ilahi mertebe hakkında kendilerine gelen bilgileri
kabul eder.’
Onlar
bu bilgiyi halvetler, kalplerini arındırmak ve onları düşünce kirlerinden
temizlemek için dince belirlenmiş zikirlerle elde etmeye çalışmıştır. Çünkü
düşünür, sadece yaratılmışlar hakkında düşünebilir. Hakkın zîtı ve (Hakkın) Allah Teâlâ denilen kendiliğindeki durumu
üzerinde düşünemez. Bu nedenle Hakkın zatına ait olumlu bir özellik bulamaz.
Bunun üzerine, mümkün-yaratılmışın kabul edebileceği her özelliği Allah
Teâlâ’dan uzaklaştırmak hakkında düşünmeye başlar. Bunun nedeni, söz konusu
özelliğin yaratılmış-mümkünde gerektirdiği hükmün Allah Teâlâ’yı gerektirmesini
engellemektir. Örnek olarak, bazı kelamcıların görünen ve görünmeyen düzlemde
(yaratılmış ve Hakk için) kabul ve reddettikleri kimi durumları verebiliriz.
Hakkın
zatı, herhangi bir nitelikte mümkün ile bir araya gelemez. Çünkü mümkünün
nitelendiği her özellik, kendisiyle nitelenen ortadan kalktığında yok olur ya
da mümkün var olsa bile kendisi yok olur. Bu duruma örnek olarak, anlamların
niteliklerini verebileceğimiz gibi birinci durumun örneği ise nefsin
nitelikleridir.
Bu
niteliklerden her biri mümkündür. Dolayısıyla kimi kelamcılar bu nitelikleri
görünen ve görünmeyende reddettiklerinde, kuşkusuz, kendisi nedeniyle zorunlu
varlığı özü gereği mümkün bir özellikle nitelemişlerdir. Hâlbuki kendisi
nedeniyle zorunlu varlık, olması veya olmaması mümkün bir niteliği kabul
etmez. Hakkın bir nitelikle hakikati bakımından nitelenmesi geçersiz olunca,
geride sadece lafızda ortaklık kalmıştır. Çünkü tanımda ve hakikatte ortaklık
geçersizdir. Binaenaleyh tek bir tanım, Hakkın ve kulun özelliğini kesinlikle
birleştiremez. Bu durumda kelamcıların dile getirip görünen ve görünmeyenden
reddettikleri nitelilder anlamsız olmuştur.
Şu
halde, Allah Teâlâ hakkında söylediğimiz cO bilendir’ sözümüz ile
yaratılmış-mümkün hakkında söylediğimiz co bilendir’ sözümüz,
bilginin tanımı ve hakikati yönünden aynı değildir. Çünkü bilginin Allah
Teâlâ’ya nispeti, yaratılmışa nispet edilmesinden farklıdır. Kadim bilgi,
yaratılmış bilginin aynısı olsaydı, tek bir zatî tanım onları, yani o iki ilmi
birleştirir, biri hakkında imkansız olan şey, zatı halamından diğeri için de
imkansız olurdu. Hâlbuki gerçeğin farklı olduğunu gördük.
Bunun
üzerine bu grup (Allah Teâlâ ehli), ilahi haberlerin Hakkın katından getirmiş
olduğu şeyleri öğrenmeye çalışmış, zikirlerle, Kur’an okumayla, algı mahallini mümkünler
hakkında düşünmekten boşaltmakla, huzur ve murakabeyle, dış temizliğiyle
birlikte meşru sınırlarda durmakla kalplerini cilalamaya koyulmuşlardır. Meşru
sınırlar, gözü bakılması yasaklanmış avret mahalli ve başka şeylerden
alıkoymak, onu ibret ve basiret elde edeceği şeylere baktırmak; kulağını,
dilini, elini, ayağını, midesini, cinsel uzvunu ve kalbini de böyle (kendisine
helal olan işlere) yönlendirmektir. Bu bağlamda, kulun dışında bu yedi organdan
başkası yoktur. Kalp ise, onlarm sekizincisidir.
Bu
yolun adamı, (söz konusu bilgiyi elde etmedeki çabasında) düşünceyi (tefekkür)
kendisinden bütünüyle uzaklaştırır -çünkü tefekkür, himmetini dağıtır-,
kendisini Rabbinin kapısında kalbini gözetmeye verir; umulur ki, Allah Teâlâ
ona kendisine gideceği kapıyı açar ve peygamber ve Allah Teâlâ ehlinin bilip
kendisinin bilmediği şeyleri öğrenir. Söz konusu bilgiler, aldın tek başına
idrak edemeyip imkansız saydığı işlerdir.
Allah
Teâlâ, bu kalp sahibine kapıyı açtığında, onun için ilahi bir tecelli
gerçekleşir. Bu tecelli, hükmünün tarzına göre, kişiye bir bilgi verir. Bu
durumda kişi, daha önce nispet etmeye cesaret edemediği bir durumu bu tecelli
sayesinde Allah Teâlâ’ya nispet eder. Daha önce, ancak Hakkın bildirdiği
şeylerle Allah Teâlâ’yı nitelemiş ve niteliklerin bilgisini (peygamberi) taklit ederek almışken şimdi ilahi
kitapların dile getirip peygamberlerin bildirdiği bilgilerden öğrendiklerini
destekleyici ve onlara uyan bir bilgi olarak keşif yoluyla alır. Daha önce Allah
Teâlâ’yı nitelediği özelliklerin anlamlarını araştırmadan ve kendisine bir şey
katmadan inanarak ve aktararak Allah Teâlâ’ya nispet ederken, şimdi ise
kendisine tecelli eden bu bilgi sayesinde kendiliğinde kesin anlamda bilerek o
niteliği kendine izafe eder. Artık tecellinin getirdiği bilgiye göre hareket
eder ve Allah Teâlâ’ya nispet ettiği şeyin anlamını ve hakikatini bilir.
Söz
konusu kişi, ilk tecellide maksada ulaştığını ve gerçeği elde ettiğini zanneder.
Ona göre ulaştığının ardında, elde ettiğinin sürekliliğinden başka, talep
edilecek bir şey kalmamıştır. Bunun üzerine başka bir tecelli, ilkinin
hükmünden farklı bir hükümle ona gelir. Tecelli eden birdir ve ldşi bundan
kuşku duymaz. Bunun üzerine kişinin ikinci tecellideki durumu birinci
tecellideki durumuyla aynı olur (tecelli ilahi haberleri destekleyen ve onlara
uyan bir bilgi getirir ve kişi bu bilgiyle keşf ve tahkik üzere Allah Teâlâ’ya
bir nitelik nispet eder). Ardından, farklı hükümleriyle tecelliler peş peşe
gelir. Böylelikle kişi, hakikatin hududunda, durulacak bir sınırı olmadığını
anladığı gibi Hakkın zatını idrak etmediğini, hüviyetin tecelli etmesinin
mümkün olmadığını ve onun bütün tecellilerin ruhu olduğunu anlar. Bunun
üzerine kişinin hayreti artar. Fakat bu hayrette bir haz vardır. Bu haz,
akılcıların hayretindeki hazdan kıyaslanamayacak kadar büyüktür.
Çünkü
düşünce ehli, fikirleriyle olgular hakkında düşünmeyi sürdürür, bu nedenle
hayrete düşer ve aciz kalırlar. Keşif ehli ise, var olan şeylerden yükseğe
çıkar. Dolayısıyla, onlar için sadece Allah Teâlâ hakkında müşahede kalır.
Dolayısıyla onların müşahede ettiği, Allah Teâlâ’dır. İş, bu tarzdadır. Böylece
tecellilerin farklılaşmasından kaynaklanan hayretleri, kamdardaki çelişkilerden
kaynaklanan akılcıların hayretinden çok daha güçlüdür. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in veya bu makamdan konuşan kimsenin, ‘benim şendeki hayretimi
artır’ demesi, tecellilerin sürekliliğini istemek demektir.
İşte
Allah Teâlâ ehlinin hayreti ile akılcıların hayreti arasındaki fark budur.
Bu
bağlamda akılcı şöyle der:
Her şeyde O’na ait bir ayet vardır
O’nun bir olduğunu gösterir.
Tecelli
sahibi ise, bu konudaki şu mısraımızı terennüm eder:
Her şeyde O’na ait bir ayet var O’nun
aynı olduğunu gösteren.
Bu
iki kişi arasındaki fark, ifadeleri arasındaki fark kadardır. Binaenaleyh
varlıkta Allah Teâlâ’dan başkası yoktur ve Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ’dan
başkası bilemez. İşte bu gerçek nedeniyle, Ebû Yezid ya da önceki Allah Teâlâ
adamlarından başka kimseler ‘Ben Allah Teâlâ’m’ ve ‘Kendimi tenzih ederim’
demişlerdir. Bunlar, onların sözlerinin bir kısmıdır. Her iki gruptan hayrete
ulaşanlar, hiç kuşkusuz, ermiştir.
Günümüzde
dostlarımız, peygamberlerin verdiği gibi, Allah Teâlâ’ya verilmesi uygun
nitelikleri O’na veremedilderi için büyüle bir üzüntü içindedir. (Kendilerine
bilgi getiren) Bu tecelliler ne büyüktür! Dosdarımızı, indirilmiş kitapların ve
peygamberlerin Allah Teâlâ’nın katına izafe ettikleri şeyleri Allah Teâlâ’ya
vermekten alıkoyan sebep, onları duyan fakihlerin ve yöneticilerin
insafsızlığıdır. Onlar, peygamberlerin Allah Teâlâ hakkında getirmiş olduğu
bilginin benzerini getireni hemen tekfire koşarlar. Onlar, ‘sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel bir örnek vardır’412
ayetinin anlamını unuttukları gibi Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e önceki peygamberleri ve resulleri zikrederken söylemiş
olduğu ‘onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği
kimselerdir, onların hidayetine uyulur’413
ayetinin anlamını da unutmuşlardır.
Fakihler,
sahtekâr iddiacılar nedeniyle (Allah Teâlâ’ya yeni nitelikler izafe etmeye yol
açan) bu kapıyı kapatmıştır ki, çok da iyi yapmışlardır. Doğru söyleyenlere
bundan bir zarar gelmez. Böyle bir şeyi söylemek ve ifade etmek, mutlaka
zorunlu değildir. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen
şeyler, onlar için yeter. Böylece o ifadeleri kullanır ve şaşırmak, sevinmek,
gülmek, neşelenmek, inmek, beraber olmak, sevmek ve özlemek gibi ifadeleri
kullanmışlardır. Veli tek başına bunları ifade etseydi, tekfir edilir hatta
belki öldürülebilirdi.
Şekilci
âlimlerin çoğu, bunun bilgisinden zevk ve tecrübe yolundan yoksun kalmış,
çekememezlikleri nedeniyle de ariflerin bu gibi ifadelerini inkâr etmişlerdir.
Böyle lafızları Allah Teâlâ için kullanmak imkansız olsaydı, ne Allah Teâlâ
onları kendisi hakkmda kullanır ne peygamberleri bunları O’na nispet ederdi.
Çekememezlik, bu tavırlarının Allah Teâlâ’nın kitabına karşı çıkmak ve Allah
Teâlâ’nın rahmetinin bazı kullarına ulaşmasını yok saymak olduğunu
anlamalarını engellemiştir. Sıradan insanların çoğu, kendilerini taldit ederek,
bu tepkide fakihlere uymuştur. Hayır! Hayır! AUah?a hamd olsun,
onların azı fakihlere uymuştur.
Hükümdarlarda
hâkim olan hal, bu hakikatleri müşahede etmeye ulaşmamaktır. Bunun nedeni,
kendilerini verdikleri işle ilgilenmeleridir. Bu nedenle, vardıkları kanaaderde
şekilci âlimlere destek olmuşlardır. Az bir bölümü ise, böyle davranmamıştır.
Çünkü onlar, şekilci âlimlerin ihtiyaçları olmadığı halde dünya malı, makam ve
başkanlık sevdası peşinden koşup caiz olmayan işlerde hükümdarların arzuları
doğrultusunda fetva verdiklerini görünce, onları kınamışlardır. (Fakat hükümdarların
çoğunluğu şekilci âlimleri desteklediği için) Allah Teâlâ’yı bilenler hükümdarların
çoğunluğu karşısında acizliğin horluğu ve baskısı altında kalmıştır. Onların bu
durumu, kavminin yalanladığı ve tek bir insanın bile kendisine inanmadığı
peygambere benzer. Allah Teâlâ’nın peygamberi, ‘Allah Teâlâ seni insanlardan korur5414 ayeti ininceye kadar kapısına bekçi
koymuştu.
Allah
Teâlâ’yı bilenin, içinde çektiği güçlüklere bakınız! Şekilci âlimlerin
basiretlerini körelten Allah Teâlâ münezzehtir! Onlar, (veli kendisini bildirdiğinde)
inkâr ettikleri şeyi kabul etmiş, ona inanmış ve onu onaylamıştır.
Allah
Teâlâ bizi hakikati, adamlardan tanıyanlardan değil, adamları hakikat
sayesinde tanıyanlardan eylesin. Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır.
‘Hakk
doğru söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ELLİ
BİRİNCİ BÖLÜM
Rahman'ın Nefesi Menziline Ulaşmış Vera Ehlinden Adamların Bilinmesi
Ey Nefes’i tam olarak öğrenen
kimse! .
Kuşkusuz
söz meşale içindedir
Verilen
ilimler de öyledir
Muhakkik
nezdinde, -mercimek içindedir
Allah Teâlâ’nın
öyle bir kavmi vardır ki .
Nefeslerinin
içinde nefes yoktur
Onlar
himmet sahibi kimselerdir
Onlar
sabah karanlığında müşahede sahipleridir .
Onlar
gayblerdeki halifelerdir
Tıpkı gece
vakti gibi görünürde de halifelerdir
İlah onlarm makamlarını yüceltmiştir,
Abese diye okunan sure içinde
Sırlarının latifeleri onda bulunur
Araştır fakat alıp aşırma
Onlar
hakkında bilgisi olan kimse Kendi halinde, umutsuz olmaz. .
(Kuşkulu Kazançlardan Uzaklaşmak)
Allah
Teâlâ, Ruhu’l-kuds ile sana
yardım etsin, bilmelisin ki: Bu bölümün adamları, zühdlerinin sebebi vera
(kuşkulu şeylerden kaçmak) olan zahiderdir. Şöyle ki: Sûfıler, kazançlarında
şeriatın takva
diye nitelendirdiğinden daha katı bir şekilde vera sahibi olmuştur. Bu meyanda
içlerinde tereddüt veren her şeyi terk etmişlerdir. Bu konuda ise ‘Kuşku veren
şeyi, vermeyene bırak’, ‘fetvayı kalbine sor’ hadislerine göre hareket
etmişlerdir. Bir zahit şöyle demiş: ‘Bana veradan daha kolay gelen bir şey
yoktur, içimde kuşku uyandıran her şeyi terk ederim.’
Allah
Teâlâ, yemek ve diğer işlerde helali haramdan ayırt etmelerini sağlayacak bazı
alametleri onlar için yaratır. Ardından bu alametlerden, kendisinden uzak
durdukları işte alışkanlıkları aşma haline (hâriku’lâ’de) yükselirler ve onu
kullanırlar. Bilgisi olmayan kimse ise, onun haram işlediğini zanneder,
hâlbuki iş öyle değildir. Böylelikle bu güçlük ve sıkıntı onlar için genişler.
Kuşkusuz bu durumu bizzat kendimizden zevk yoluyla öğrendik. Bu sayede, daha
önce yaptıkları helali haramdan ayırt etmedeki araştırma ve inceleme ortadan
kalkar.
Söz
konusu alamet ve kendisine yükseldikleri bu yeni hal, ancak Rahman’ın
nefesinden olabilir. Rahman onları güçlük, darlık ve sıkıntı içinde bulup
kazançlarında insanların kendilerini itham edip bu durumun yol açtığı Allah
Teâlâ’nın kulları hakkındaki kötü zannı görünce, onlara merhamet eder. Böylece
Rahman, kuşkulu şeye alamet yerleştirmek, kendilerini kınayanlara ise
makamlarını göstermekle, onlardan bu sıkıntıyı ve darlığı açar (tenfîs). Söz
konusu makam, zikretmiş olduğumuz gibi, kendisine yükseldikleri makamdır.
Böylece temiz yerler, temiz şeyler kullanırlar. ‘Temiz şeyler, temiz kimseler içindir.’415
Onlar, yedikleri ve içtikleri şeylerde Rablerinden bir delile sahip oldukları
için rahat ederler.
Vera
makamına yerleşmek, onları kazançta zühd sahibi olmaya sevk etmiştir. Yedilderi
şeyin kendileri için helal olan bir şey olduğunu öğrenmek için, onlarm
kazançlarının esası veradır. Sonra, konuşmada da veraya göre hareket ederler.
Bunun nedeni, insanm dedikodu ve gereksiz konuşmalardan sakınmasını
sağlamaktır. Onlar, dedikodu veya gereksiz konuşmanın insanlarla oturup kalkmak
ve onlarla haşir neşir olmaktan kaynaklandığını görmüş, bazen kendilerini
uygunsuz şeyler konuşmaktan alıkoyabilmiş, fakat bir kısmı veya çoğunluğu,
huzurundayken insanları gereksiz ve ilgisiz şeyleri söylemekten engelleyememiştir.
Bu durum ise, bu kez insanlara karşı zühde sevk etmiştir. Böylece onlar,
halvetlere girerek, kapılarını insanlara kapatarak uzleti ve insanlardan uzak
durmayı tercih etmiştir. Bir kısmı ise, dağlarda, tepelerde, sahillerde,
vadilerin içlerinde dolaşarak insanlardan uzak durmanın yolunu aramıştır.
Ardından Allah Teâlâ, kendisiyle ünsiyetin farklı şekilleriyle er-Rahman
isminden onların sıkıntısını gidermiştir. Onlara bu ünsiyeti Rahman’ın nefesi
vermiş ve onlara, taşların zikredişini, sularm şırıltısını, rüzgârların
esmesini, kuşların dilini, yaratılmışlardan her topluluğun konuşmasını ve
kendisiyle sohbet edip selamlaşmalarını duyurmuştur. Böylece zahit, ürkme
halinden (vahşet) ayrılarak onlarla ünsiyet etmiş, sadece teşbih, yüceltme (tazim),
ilahi nimetleri zikretmek veya gerekli bir şeyi bildirmekten başka bir konuda
konuşmayan bir topluluk ve cemaate dönmüştür. Onlarla oturur ve bütün
organlarının ve her bir parçasınm ona, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği nimeti
söylediğini duyar. Böylece nimetler onu kuşatır (o da nimetin karşılığında)
ibadetini artırır.
Bir
kısmının sıkıntısını ise, yabanilerle oturup kalkmakla giderir. Biz de buna
tanık olduk. Böylece vahşi hayvanlar, kendisiyle ünsiyet ederek ona gelir ve
gider, Rabbine ibadet etmedeki hırsı nedeniyle, daha fazla ibadet etmesini
sağlayacak şeyleri söyler. Zahitlerin bir kısmı ise, cinler gibi ruhanilerle
oturup kalkar. Fakat bundan başka bir hali olmadığı için, mertebe bakımından
zahit toplumundan daha aşağıdadır. Çünkü cinler, gereksiz işlerle ilgilenmede
insanlara benzer. Zeki adam, insanlardan kaçtığı gibi onlardan da kaçan
kimsedir. Çünkü onlarla oturup kalkmak, son derece değersiz bir iştir, bunun
bir iyilik meydana getirmesi pek nadirdir, nedeni ise, cinlerin asıllarının
ateş olmasıdır. Ateş ise, çok harekedidir. Hareketi çok olan kimseye, her şeyin
lüzumsuzu daha hızlı ulaşır.
Cinler,
kendileriyle oturup kalkan kimseye en çok fitne verenlerdir. Onlar, insanların
ayıplarını ortaya çıkarmak için insanlarla bir araya gelirler ki akıllı
kişinin onları öğrenmemesi gerekir. Şu var ki insan, insanlar ile oturup
kalkmaktan dolayı büyüklenmez. Cinler ile oturmak ise, öyle değildir. Onlar,
doğaları gereği, kendileri ile oturan kişide insanlara ve Allah Teâlâ’nın
bütün kullarına karşı büyüklenme duygusu kazandırır. Başkasına karşı kendisinde
büyüklük gören her kulu Allah Teâlâ farkında olmadığı yönden cezalandırır. Bu
gizli bir tuzaktır ve Allah Teâlâ’nın onu cezalandırması, böyle bir Hakk sahip
olmayan kimseye karşı duyduğu büyüklenme duygusunun ta kendisidir. Böyle bir
insan bir şey elde ettiğini zanneder, hâlbuki zarardadır.
Sonra,
bilmelisin ki: Cinler, doğal âlemde Allah Teâlâ’yı en az bilen kimselerdir.
Cinler, mele-i a’lâ’nın (yüce topluluk) konuşmalarına kulak kabartmakla duydukları
âlemde gerçekleşecek olaylar ve hadiseler hakkında kendileriyle oturup kalkan
kişiye bilgi verir. Böyle bir insan, bu durumun Allah Teâlâ’nın cinlere bir
ihsanı olduğunu zanneder. Ne yanlış bir zan! Cinler ile oturup onlardan Allah Teâlâ’yı
bilmek hakkında tek bir cümle bile öğrenmiş kimseyi göremezsin. Cinlerin ilği
gösterdiği bir insanın elde edeceği nihaî bilgi, bitkilerin, taşların,
isimlerin ve harflerinin özellikleri -ki bu simya ilmidirhakkında ona
öğrettikleri bilgilerdir. İnsan, cinlerden şeriatm kötülemediği bir bilgi
öğrenemez.
Cinlerle
sohbet ettiğini söyleyip bu iddiasında doğru söyleyen bir insana Hakk ile
ilgili bir meseleden sorunuz, kesinlikle onda bu konuda bir tecrübe (zevk)
bulamazsın. Allah Teâlâ adamları, insan ile sohbet etmekten kaçtıklarından
daha hızlı cinler ile sohbet etmekten kaçarlar. Çünkü cinlerle sohbet, insanda
doğal olarak başkalarına ve onlarla sohbet deneyimi olmayan kişilere karşı
büyüklenme duygusu meydana getirir.
Cinler
ile gerçekten sohbet eden bir grup gördük. Onlar, cinler ile sohbet ettikleri
iddialarının doğruluğunu gösteren kanıtlara sahipti. Söz konusu kimseler, ciddi
çalışan ve ibadet eden kimselerdi. Fakat onlarda cinlerle oturup kalkmaları
bakımından Allah Teâlâ’yı bilme hakkında bir koku yoktu. O insanlarda
büyüklenme ve yücelik gördük. Bunun üzerine, insaf sahibi olmaları ve daha
iyisini talep etmeleri nedeniyle, onlarla kaldık ve cinlerle sohbet etmelerini
engelledik. Bir kısmından bunun zıddı tavır da gördük. Doğru söylüyorsa, bu
özellikteki bir insan kurtulamaz; yalancı ile de biz ilgilenmiyoruz. .
Zahiderin
bir kısmı ise, Rahman’m meleklerle oturup kalkmakla sıkıntısını açtığı
kimselerdir. Onlar ne güzel oturma arkadaşıdır! Melekler saf nurdur ve
gereksiz bir şey kendilerinde bulunmadığı gibi herhangi bir kuşkunun
bulunmadığı ilahi bilgi de onlardadır. Böylece onlar ile oturan kimse, her
nefeste Allah Teâlâ’ya dair bilgisinin arttığına şahit olur. Mele-i a’lâ ile
oturduğunu iddia edip içinde Rabbine dair bilgi kazanmayan kimsenin bu iddiası
doğru değildir. Böyle bir insan, sadece kuruntu sahibidir.
Zahitlerin
bir kısmı, Rahman’ın Allah Teâlâ ile ünsiyet ve sürekli gelen manevi tecelliler
ile içindeld sıkıntısını giderdiği kimselerdir. Böyle bir insan, her nefeste
yeni bir hal ve yeni bir ünsiyet ile Allah Teâlâ’ya dair bilgi edinir. Bir
kısmı ise, Rahman’ın sıkıntısını hayal âlemini göstermekle giderdiği
kimselerdir. Uyku, uyuyana eşlik ettiği gibi bu hal de sürekli kendisine eşlik
eder. Böylece konuşur ve kendisiyle konuşulur. Bu kişi (hayalî) suretler
içinde, kendisine cinsel birleşme hazzı gelirse haz ve cinsel ilişki içindedir.
Bu halde kaldığı sürece sorumlu değildir. Çünkü o gördüğü şey nedeniyle
duyularından geçmiştir. Böylece cinsel ilişkiye girer, haz alır ve hayal
âleminde çocukları doğar. Bir kısmı için bu hal hayal âleminde sınırlı kalırken
bir kısmının çocuğu şehadet âlemine çıkar. Söz konusu çocuk, aslında hayal
iken duyu tarafından algılanır. Bu durum, garip ilahi sırlardan biridir ve
ancak büyük adamlar için gerçekleşebilir.
Zikrettiğimiz
her tabakadan kadın ve erkek toplulukları İşbiliyye’de, Tilimsan’da, Mekke’de
ve pek çok yerde gördük. Onlar, sözlerinin doğruluğuna tanıklık eden kanıdara
sahipti. Biz ise, onlardan hiç birinin iddiasına karşı kanıta gerek duymayız.
Çünkü Allah Teâlâ, her sınıf için kendisiyle tanıdığı bir alamet yaratmıştır
ki, söz konusu alameti gördüğümüzde, kendisi farkında olmadan sahibinin
doğruluğunu anlarız. Bu hali yalancı veya kuruntu sahibi olarak iddia eden
böyle bir insanın doğru yola döneceğini anladığımızda, kendisine nasihat
ettik; haline meftun ve kuruntusuyla perdelenmiş olduğunu gördüğümüzde ise,
onu kendi haline bıraktık.
Bu
meyanda, gördüğüm en dürüst kadınlardan biri, İşbiliyye’de görüp kendisine
hizmet ettiğim Fatıma b. İbnü’l-Müsenna idi. Doksan beş yaşındaydı. Ayrıca
Merşane’li Şems Ümmü’l-fukara, İşbiliyye’li
Ümmü’z-Zehra,
Mekke’de ‘Seyyide Ğazâle’ diye anılan Gülbahar onlardandı. Erkelderden ise,
İşbiüyye’den Ebû Abbas el-Münzir, İşbiliyye’nin doğusunda Şuburbil adlı köyden
Ebu’l-Haccac eşŞuburbeli, Kurtuba’lı Yusuf b. Sahr onlardan idi.
Böylece,
bu bölümün adamlarının hallerini ve insanlardan uzak durmalarının kendileri
için meydana getirdiği sonuçları, bu nedenle de buldukları Rahman’ın nefesinin
mahiyetini açıklamış olduk. Bütün organların amellerinin bu tarzda zühd esaslı olması gerekir. Hepsini, içte
ve dışta kendisine layık şeyle ilgilenip gereksiz şeyleri terk etmek birleştirir.
Zühdün
ilk alanı organlar, bâtındaki en üstünü ise, düşünmede zühddür. Kişi ancak
kendisini ilgilendiren meseleler hakkında düşünmelidir. İnsanın kendisini
ilgilendirmeyen işleri düşünmesi, arzu ve kuruntulara, ibadederi yerine
getirmede sahih ve sağlam bir niyetin oluşmayışına sevk eder. Çünkü düşünce iki
şeyden birinde olabilir: İnsan ya sahip olduğu dünyalık haldcında veya sahip
olmadığı şey haldcında düşünür. Dünyalık hakkmda düşünürse, sûfîlere göre, (bu
hastalığın) o şeyi terk etmek ve onu küçümsemekten başka bir ilacı yoktur. Ebû
Hamid ve diğerleri de bunu böyle açıklamıştır. Sahip olmadığı şey hakkında
düşünen kimse ise, (sûfîlere göre) akıl yoksunu ve ahmağın tekidir. Böyle bir
düşüncenin biricik ilacı, Allah Teâlâ’yı anmaya devam, zâhirlerine murakabe ve Allah
Teâlâ’ya karşı utanma duygusunun hâkim olduğu Allah Teâlâ ehliyle oturup kalkmaktır.
‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’
ELLİ
İKİNCİ BÖLÜM
Keşif Sahibinin Ulvî Âlemden Şehadet Âlemine Kaçmasının Nedenini Bilinmesi.
Bedeni
hakkmda korkan herkes Hakkı açık ve alenî görememiştir
Onu gördüğünde kendisini görürsün:
Bedenleri arzulayarak oluşa dönerken.
Cesuru ise, gelmiş ve öne çıkmış
görürsün Korkakların kendisinden kaçtıkları şeye atılırken.
Allah
Teâlâ seni kendisinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ,
insan nefislerini korkaklık özelliğiyle yaratmıştır. Cesaret ve ataklık, nefisler
için arızîdir. İnsanda korku, cırcır böceğinin dışındaki hayvanlardakinden daha
güçlüdür. Araplar şöyle der: ‘Cırcır böceğinden bile korkak.’ insanda korku
duygusunun güçlü olmasının nedeni, Allah Teâlâ’nın kendileri ile insanı diğer
canlılardan ayırt ettiği akıl ve düşünce güçleridir. İnsanı cesaretlendiren
vehim gücü olduğu gibi, aynı zamanda, bu güç nedeniyle belirli yerlerde
korkaklığı ve çekingenliği artar. Çünkü vehim, güçlü bir otoritedir.
Bunun
nedeni şudur: İnsanın hakikati, Rahman’ın nefesinden ibaret olan ilahi ruh ile
unsurlardan oluşmuş ve doğadan itidale kavuşmuş düzenlenmiş bedeni arasında
doğmuştur. Allah Teâlâ, doğayı tümel nefsin altında ezdiği gibi unsurları da
felelderin otoritesi altında ezmiştir. ,
Hayvani
cisim de, unsurlardan ibaret olan unsurların otoritesi altında ezilmiştir.
Dolayısıyla, ezilmiş bir şeyden ezilmiş olanın altında ezilmiştir. Ezilenlerden
biri nefs, diğeri ise, akıldır. Hayvani cisim, bir açıdan .ezilmede beşinci
derecede bulunur. Dolayısıyla o, zayıfların en zayıfıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Sizi bir zayıflıktan yaratan Allah Teâlâ’dır.’ Zayıflık insanın
aslıdır, ardından onun için geçici bir kuvvet yaratmıştır ki bu da ‘Zayıflığın ardından kuvvet yarattı’
ayetinde belirtilir. Sonra onu aslındaki zayıflığa döndürmüş ve şöyle demiştir:
‘Kuvvetten sonra zayıflık ve yaşlılık
yarattı:416 Bu son zayıflık, ahiret yaratılışının
kendisinde yerleşmesi için insanı hazırladığı gibi dünya yaratılışı da ille
zayıflığa dayanır: ‘Birinci yaratılışı öğrendiniz:4'7
İnsanın
böyle zayıf yaratılmış olması, horluk, yoksunluk, yardım istemi ve Yaratanına
muhtaçlık zatının ayrılmaz özelliği olsun diyedir. Yine de insan, aslından
ayrılır ve kendisine ilişen güç nedeniyle şaşırıp benlik davası güder, nefsine
büyük sıkıntılar karşısında umut verir. Bir bela geldiğinde ise, üzüntünün
varlığı nedeniyle korkar, o sıkıntıyı gidermeye çalışır, onu bulup yok edene
kadar dinlenmez. Bu sıkıntının kendisine ulaşıp onu yatağından
uzaklaştıracağını ummazdı. O iddia ve büyük sıkıntilara karşı atılganlık nerede
kaldı! Bir tek sıkıntı bile, onun iddiasını geçersiz kılmıştır ki insanın aslı
da budur. Böylece insan, büyük sıkıntılara karşı gelmesinin kendisinden değil
başkasından kaynaklandığını öğrenir. Bu cesaret, Allah Teâlâ’nın o konuda
kendisine verdiği destektir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur: ‘Onu destekledik:413
Yani güçlendirdik. Bu nedenle Allah Teâlâ, namazın her rekâtında ‘Ancak senden yardım isteriz5419 demeyi farz kıldı. Allah Teâlâ’dan
başka güç ve kudret sahibi yoktur.
İnsan,
Allah Teâlâ’nın varlığı olmasaydı kendisinin de var olmayacağını ve kendi
aslının ‘zikredilen bir şey’ olmadığını öğrenir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Daha önce bir şey değilken Allah Teâlâ seni yarattı:420
Dolayısıyla varolmanın bir hazzı ve tadı vardır ki varlık iyiliktir. Dıştaki
yokluğu vehm etmenin ise, nefse ağır gelen güçlü bir acısı vardır, onun
değerini ancak âlimler bilebilir. Fakat her nefis -Ki onun gerçekte hali
yokluktur-, yolduğun kendi hakikatine üişmesinden korkar. Nefis, yolduğun kendisine
iliştiğini ya da yaklaştığını gördüğü her işten kaçar, çekinir ve kendi
hakikati veya ona ait şeyler hakkında korkar. Bu durum, Rahman’ın nefesinden
ibaret olan ilahi
ruh’tan kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ onu nefesle ilişkisi nedeniyle üfleme diye ifade etmiş ve şöyle
buyurmuştur: ‘Ona ruhumdan üfledim:421
Aynı şekilde, İsa’yı da kuş suretindeki422 toprak suretine üfletmiştir.
Ruhlar
nefeslerden meydana gelir. Şu var ki, ruhların uğradığı mahallin kendilerinde
bir eddsi vardır. Baksanıza: Rüzgâr, kötü kokulu bir şeye uğradığında,
koklayana kötü bir koku getirir, güzel kokulu bir şeye temas ettiğinde, güzel
bir koku getirir. Bu nedenle insanların ruhları birbirinden farklılaşmıştır.
Temiz bedene ait bir ruh kesinlikle ortak koşmamış, çirkin ahlâklar için mahal
olmamıştır. Örnek olarak peygamberlerin, velilerin ve meleklerin ruhlarını
verebiliriz. Habis bir bedene ait habis bir ruh ise, sürekli şirk koşar, kötü
ahlâkın mahalli olarak kalır. Bu durum, ruhun temizlik ve güzel huyların
varlığının olduğu gibi ruhun habisliğinin de sebebi olan bedenin yaratılışının
aslında bazı doğaların, başka bir ifadeyle karışımların diğerlerine baskın
gelmesinden kaynaklanır.
O
halde, ruhların sağlık ve afiyetleri, unsurdan oluşmuş bedenlerinin yapısından
kazandıkları güzel huylardır ki bu ruhlar, tertemiz ve parlak olarak gelir.
Ruhların hastalığı ise, unsurdan oluşmuş bedenlerinin yapılarından
kazandıkları kötü ve çirkin huylarıdır. Böylece büsbütün kötü ve çirkin olarak
meydana gelirler. Baksanıza: Güneş ışığı yeşil bir camın cismine temas
ettiğinde, ışınların yansıdığı duvarda ya da cisimde yeşil görünür. Cam kırmızı ise, ışınlar
göze kırmızı görünür ve gören kişi için vurduğu yerin rengiyle boyanır. Bunun
nedeni, latifliği nedeniyle ışığın şeyleri hızla kabul etmesidir .
Hava,
en güçlü şeylerden biridir ve ruh da bir nefes olup havaya benzediği için güç
ona ait olmuştur. Böylece ruhların yaratılış aslı, bu kuvvetten olmuş,
doğal-bedensel mizaçtan ise zayıflık kazanmışlardır. Çünkü doğal mizacın etkisi
ortaya çıktıktan sonra ruhların dış varlıkları ortaya çıkabilmiştir. Böylece
ruhlar, zayıf olarak meydana gelmiştir. Çünkü ruhlar, dış varlıklarının ortaya
çıkmasında daha çok cisme yakındır. Önlar güç kabul ettiklerinde ise, bu
durum, Rahman’ın nefesinden ibaret olan asıllarından kaynaklanır. Bu nefes, Allah
Teâlâ’ya izafe edilen ve Allah Teâlâ’nın üflediği ruh diye ifade edilir. O
halde ruh, zayıflığı olduğu gibi gücü de kabul eder ve her ikisi de aslının
hükmüne bağlıdır.
'
Ruhlar bedene daha yakındır, çünkü ruhlar bedenle yeni bir ilişld içindedir. Bu
nedenle de zayıflığı gücüne başlan gelmiştir. Ruh maddeden soyutlanırsa, ilahi üflemeden kendisi adına gerçekleşmiş aslî gücü
ortaya çıkar ve artık hiçbir şey kendisinden daha güçlü olamaz. Bu nedenle Allah
Teâlâ, doğal sureti sürekli onun ayrılmaz özelliği yapmıştır. Suret, dünyada,
ahirette, uykuda, berzahta ve ölümden sonra ruhtan ayrılmaz. Bu nedenle de ruh,
hiçbir zaman maddeden ayrık olarak kendisini göremez. Ruhlar, ahirette de
sürekli bedenlerindedir. Allah Teâlâ, onları kıyamet günü kendileri için
yarattığı berzah suretlerinden bedenlerde diriltir, bu suretler ile cennet
veya cehenneme girerler. Bunun nedeni, doğal zayıflığın onların ayrılmaz
özelliği olmasını sağlamaktır. Binaenaleyh onlar, her zaman yoksundur.
Bu
hallerinden habersiz iken ruhları görmez misin? Nasıl da ilahi mertebeye hücum
eder ve saldırırlar ve Firavun gibi rablik iddia ederler? Bu halin kendilerine
baskın geldiği bir anda, ariflerden birinin söylediği gibi, ‘Ben Allah Teâlâ’m’
veya ‘Kendimi tenzih ederim’ derler. Arifin bunu söylemesinin nedeni, halin
kendisine baskın gelmesidir. Bu nedenle böyle bir lafız, bir peygamberden veya
nebiden veya bilgisinde, bilincinde, makamının kapısına ve edebine bağlanmada,
içinde bulunduğu ve kendisiyle zuhur ettiği maddeyi dikkate almada
yetkinleşmiş bir veliden meydana gelmez.
Binaenaleyh
insan, bilgi, hal ve keşif olarak aslını müşahede edişi karşısında, zayıflığı
ve acizliği nedeniyle ümitsiz ve perişandır. İnsanın kendi aslını ve başka bir
yönden ise halifelik makamını bilmesi kendisine ait bir hal olsaydı, hiç
kuşkusuz ilâhlık taslardı. Çünkü üfleyenden dışa çıkan şeyin hükmünün bu
kadarı, kendisine aittir. İlâhlık iddia etseydi, imkansız bir şeyi iddia etmiş
olmazdı. İşte, insanda bulunan ve ilahi üflemenin izhar ettiği ilahi kudretten
bu kadarı nedeniyle insan teklife mazhar olur. Çünkü o, yükümlünün aynısıdır ve
fiiller kendisine izafe edilir ve ona şöyle denilir: ‘Ancak senden yardım isteriz?423
de. Senden başkasma ait güç ve kudret yoktur. Çünkü o, kendisine döneceğin
asimdir.
Mutezile,
fiilleri kullara izafe ederken dini kanıta göre bir bakımdan haklı olduğu gibi
karşıt mezhep de bütün fiilleri Allah Teâlâ’ya izafe etmede aklî ve dini delil
nedeniyle bir açıdan haklıdır. Eş’arîler, kulların fiillerinde conlar için kazandıkları vardır’424
ayetine dayanarak, kesb
fikrini benimsemiştir. Allah Teâlâ, suret yapanlar hakkmda peygamberinin
diliyle şöyle der: ‘Benim yarattığım gibi yaratan nereye gitti.’ Böylece Allah
Teâlâ, yaratmayı kullara izafe etmiştir.
Allah
Teâlâ Hz. İsa hakkmda ‘Kuştan bir suret yarattığında’425
diyerek yaratmayı
kendisine nispet etmiştir. Söz konusu olan, İsa’nın topraktan kuş sureti
oluşturmasıdır. Sonra, o surete üflemesini emretmiştir. Bu üfleme sayesinde Hz.
İsa’nın topraktan biçimlendirdiği kuş, canlı bir kuş olarak bilfiil var
olmuştur. Ayette geçen ‘Allah Teâlâ’nın izni ile’426
ifadesi ise, Allah Teâlâ’nın ona emretmiş olduğu kuş sureti yaratmak, üflemek,
körün ve şaşının gözünü açmak ve ölüyü diriltmek gibi işlerdir. Böylece Allah
Teâlâ, Hz. İsa’nm böyle bir işe kendiliğinden değil, bu fiili ve ölüleri
diriltmesi, iddia ettiği şeyde mucizesi olsun diye, Allah Teâlâ’nın emriyle
yöneldiğini bildirmiştir. İnsan, hakikati halamından Rahman’m Nefesinden olmasaydı,
onun üflemesinden kanatlarıyla uçan bir kuşun meydana gelmesi gerçekleşmez ve
geçerli olmazdı.
insanm
hakikati böyle olunca Allah Teâlâ, büyüklenenlerin özelliği, onların sonu ve
yüzlerinin karalığı hakkında zikrettiği şeyler ile insanı korkutmuştur. Bütün
bunlar, dış varlığının ortaya çıkışında kendisine en yalcın mizacının
zayıflığıyla kalsın diye, ruhlara bir ilaçtır. O halde insan, hiç kuşkusuz
annesinin oğludur. Ruh ise, bedeninin doğasmın oğludur. Beden doğası, ruhu
emziren ve ruhun karnında yetişip kanıyla beslendiği annesidir. Dolayısıyla
ruhun hükmü bedeninin hükmüdür ve ruh, bedeninin bekasında beslenmekten
müstağni kalamaz.
TAMAMLAMA
(Keşif Ehlinin Şehadet Alemine Kaçması)
Bu
durum (korku hali) insana
baskın olduğuna göre, kqfinde kendisini korkutan bir şeyle karşılaştığında
görülür âleme kaçan keşif sahibine dönelim. Buna örnek olarak, arkadaşımız
Ahmed el-Assad elHariri’yi verebiliriz. Arkadaşım, (kendisinden) alındığında
sıkıntı ve titremeyle hızla duyu âlemine dönerdi. Ben de onu ayıplar ve bu
konuda kendisine söylenirdim, bunun üzerine şöyle derdi: ‘Gördüğüm nedeniyle
varlığımın yok olmasından korkuyorum ve çekiniyorum.’ Miskin (sûfî) adam,
maddeleri terk ettiğinde nefsin yerleşik olduğu yere -ki o asıl onun aynıdırve
her şeyin kendi aslına döneceğini keşke bilseydi! Fakat böyle olsaydı bile,
ortaya çıkan şeyde kula dair bir yarar olmazdı. İş böyle değildir. Bu nedenle
‘onun aynıdır’, yani kulun aynıdır dedik.
Hakkın
istemiş olduğu beka, unsurdan oluşan bu bedenin dünyada doğal olanın ise
ahirette kalmasından ruh için daha iyidir. Orada kalan ise, kul olarak
girdiğinde orada sabit olabilir. Nitekim sabit kalmayan da, nefsinde rablikten
bir parça bulunuyor iken oraya giren kimsedir. Böyle bir insan, nefsinde
bulunan şeyin yok olmasından korkar. Bu nedenle rabliğinin ortaya çıktığı
varlığa kaçar. Bu nedenle onun faydalanması çok azdır. Sabit olan ise, aslına
tutuşan bir himmet ile Hakkın kendisine ihsan edeceği bilgileri kabul eden bir
kul olarak oraya girer. Bu kul oradan çıktığında ise, aydınlık veren bir ışık
olarak çıkar.
Bu
yüce mertebeye rabliğiyle giren kimse, tutuşmuş bir kandil ile giren kimseye
benzerken kulluğu ile giren kimse, ışığı bulunmayan bir fitil ile veya avucunda
yanan, ancak tutuşmamış bir odun parçası bulunduğu halde giren kimseye benzer.
Bu iki kişi, bu yüce mertebeye böyle girince, üzerlerine Rahman’dan bir nefes
eser. Bu esinti nedeniyle kandil söner, odun tutuşur. Böylelikle kandil sahibi
karanlık, odun sahibi ise, ışık veren bir nur içinde dışarı çıkar. Hazırlığın
insana verdiği şeye bakınız!
Bu
mertebeden kaçan kişi, kandilinin sönmesinden korktuğu için kaçmıştır. Başka
bir ifadeyle böyle bir insan, rabliğinin kaybolmasından korkmaktadır ve bu
nedenle onu izhar edebileceği yere kaçar. Fakat nereye kaçsa kandili
sönmüştür. Elindeki kandil içeri girdiği gibi tutuşmuş olarak çıksa ve bu
esintiler ona tesir etmeseydi, gerçek anlamda rablik iddia ederdi. Fakat Allah
Teâlâ onu koruduğu için iş böyle olmuştur. Kul olarak oraya giren ise korkmaz.
Elindeki fitil tutuştuğunda, onu kimin tutuşturduğunu bilir ve bu konuda Allah
Teâlâ’nın ihsanını görür. Böylelikle aydınlanmış bir kul olarak dışarıya
çıkar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kulunu geceleyin yürüten münezzehtir.’427
Yani oraya kul olarak giren kimseyi (yürüten Allah Teâlâ münezzehtir). Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem (İsra’dan sonra) ümmetinin yanına ‘Allah Teâlâ’ya davet eden ve O’nun izniyle ışık saçan bir kandil olarak’428
çıkmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (yüce mertebeye) hor, nereye
girdiğini ve kimin huzuruna girdiğini bilen bir kul olarak girmişti.
Allah
Teâlâ’nın başarıya erdirip bütün hallerinde kulluğa bağlanan kimse, iki aslını
bilse bile, kendisine yakın aslına, anne tarafına döner. Çünkü o, hiç kuşkusuz
annesindendir. Kabrine konulduğunda ölüye verilen telkindeki sünnete bakınız:
Ona şöyle denilir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın kulu, ey Allah Teâlâ’nın kölesinin (emet, kadın köle) kulu!’ Böylece ölü
annesine nispet edilir. Aynı zamanda, insan yaratılışının ve dış varlığının
ortaya çıkışında en çok Hakk sahibi olduğu için de annesine izafe edilmiştir.
Şu halde insan, babası için yatağın oğlu, annesi için İse gerçek anlamda
oğuldur.
Bu
bölümde kendin hakkında sana verdiğimiz bilgileri anla! ‘Allah Teâlâ, hakkı
söyler, doğru yola ulaştırır.’
ELLİ uçuncu bolum
Şeyh Bulmadan Önce Müridin Yerine Getirmesi Gereken Amellerin Bilinmesi
Bir üstada yetişemezsen
Bırakmayan
kişinin niteliğinde ol
Nefsini ve
gecesini paralar
Onu
paramparça yapar
Teşbih ve Kuran
ile geçirerek.
Karşısında
bulunana onu gösterir.
Onu zayıf
kıldı ve hayat verdi
Ne
olduğunu söylemeyince
Aradığı
şey onundu.
Talebe ve
hoca olarak.
Bilgileri
ona gelir
Tek tek ve
küme küme.
İşte ona
açıkladım
Artık
bundan asla ayrılmasın!
(Feleklerin Hareketleri ve İnsanın
Amelleri)
Allah
Teâlâ sana yardım etsin ve seni nurlandırsın, bilmelisin ki: Bu meşru ve ilahi
yola giren kimse öncelikle bulana kadar bir üstat aramalıdır. Üstat aradığı
sürede, zikrettiğimiz dokuz ameli yapmalıdır. Çünkü dokuz, yalın
sayılardandır. Bu amelleri yerine getirirse, tevhitte derinlik kazanır. Bu
nedenle Allah Teâlâ felelderi dokuz yapmıştır. Bu feleklerin hareketlerindeki
ilahi hikmete balcınız! Onlardan dördünü zâhirinde, beşini ise bâtınında kabul
edebilirsin.
Zâhirindekiler
açlık, uykusuzluk, susmak ve uzlettir. Bunlardan İki tanesi etkindir -uzlet ve
açlık-; iki tanesi ise edilgindir -uyumamak ve susmak-. Susmak derken
insanlarla konuşmayı bırakıp kalbin zikriyle ilgilenmeyi, Fatiha suresini
okumak ve gerekli teşbih ve zikirleri söylemek, emredilmiş olan teşbih, zikir,
dua, kelime-i şehadet getirmek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme salât
ve selam getirmek gibi, Allah Teâlâ’nın farz kıldığı şeylerin dışında nefsin ve
dilin susmasını kastetmekteyim. Açlık, uykusuzluğu içerirken susmak ise uzlete
dâhildir.
İçteki
beş amel ise, doğruluk, tevekkül, sabır, kararlılık ve inançtır. Bu dokuz amel,
hayırların anasıdır ve bütün hayırları kendinde toplar. Tasavvuf yolu, onda
toplanmıştır. Artık, bir şeyh bulana kadar, onlara sarıl!
VASIL
(Müridin Yapması Gereken İşlerin Açıklaması)
Şimdi
ise, bunları yapmaya ve onları alışkanlık haline
getirmeye seni teşvik edecek şekilde, bu özelliklerden her birinin durumunu
zikredeceğim. Allah Teâlâ bize ve sana fayda versin, hepimizi ilgi gösterdiği
kişilerden etsin. Öncelikle zâhir amellerden başlıyoruz:
Uzlet,
sûfilerin nezdinde zikrettiğimiz geçerli dört şeyin başıdır. Allah Teâlâ
yolundaki kardeşim, Endülüs’ün İşbiliyye şehrinde bir yer olan
Merşânetü’z-zeytûn’un hatibi, ibadet hayatı titiz ve çalışkan biri olan
Abdülmecid b. Selemle, (hicri) beş yüz seksen altı yılında bana şöyle demişti:
‘Bir gece Merşane’deki evimdeydim. Gece ibadetimi yapmak için kalktım.
Seccadedeyken -evin kapısı kapalıydıbir anda bir şahıs yanıma geldi ve selam
verdi. İçeri nasıl girdiğini bilmiyorum. Ondan korktum ve namazımı kısalttım.
Selam verdiğimde, bana şöyle dedi: ‘Ey Abdülmecid! Allah Teâlâ ile ünsiyet eden
korkmaz.’ Sonra, üzerinde namaz kıldığım seccadeyi çekip attı. Altıma yanında
getirdiği küçük bir hasır serdi. Sonra bana dedi ki: ‘Bunun üzerinde namaz
kıl.’
Arkadaşım
şöyle devam etti: ‘Sonra beni aldı ve önce evin, sonra da şehrin dışına çıkarıp
aşina olmadığım bir yere doğru yürüttü. Allah Teâlâ’nın hangi mekânında
bulunduğumu bilmiyordum. Gittiğimiz o mekânlarda Allah Teâlâ’yı zikrettik.
Sonra, beni daha önce bulunduğum evime geri götürdü.’
Arkadaşım
şöyle devam etti: ‘Ona dedim ki: Kardeşim! Ebdal (bedeller) neyle ebdal olur?
Cevap verdi: ‘Ebû Talib’in Kût’ul-Kulûb isimli kitabında zikrettiği dört şey
ile.’ Sonra bana onlarm adını söyledi: Bunlar açlık, uykusuzluk, susmak ve
kalben uzlet etmektir.’ Abdülmecid bana şöyle dedi: ‘Şu gördüğün o hasırdır.’
Ben de üzerinde namaz kıldım. O adam, büyüklerden biriydi ve adı Muaz b. Eşres
idi.
Uzlet
ise, müridin her çeşit kötü özelliği ve düşük huyu terk etmesidir. Bu, müridin
halindeki uzletidir. Kalbindeki uzlet ise, aile, mal, çocuk, arkadaş ve
düşünceleri de dâhil olmak üzere kalbiyle rabbini zikretmesi ve kendisi
arasına giren herhangi bir yaratıkla ilgilenmekten kalbini uzak tutmaktır.
Artık, onun tek bir gayesi vardır ki, o da Allah Teâlâ’ya bağlanmaktır.
Duyusundaki uzlet ise, halinin başlangıcında insanlardan ve alışkanlıklardan ya
evinde veya Allah Teâlâ’nın yeryüzünde seyahat etmekle uzaklaşmaktır. Şehirde
ise, bilinmeyen bir yere gider; şehirde değil ise, tenhalara, dağlara ve
insanlardan uzak mekânlara gitmelidir. Bu esnada vahşi hayvanlar onunla ünsiyet
edip kendisine alışabilirler. Böylece Allah Teâlâ, onları onun için konuşturur,
onlar da konuşur veya konuşmazlar. Bu nedenle kişi, vahşilerden ve hayvanlardan
bile uzak durmalı, başkasını meşgul etmeyecek şekilde Allah Teâlâ’ya
yönelmeli, gizli zikre devam etmelidir. Hafız ise, her gece unutmamak için
namazında beş sayfa okumalıdır. Evrad veya hareketlerini çoğaltmamak,
meşguliyetini sürekli kalbine yöneltmelidir. Bu aşamadaki müridin davranışı ve
alışkankğı, böyle olmalıdır.
Susmak
ise, seyahatinde veya uzlet mekânında kendisine eşlik eden vahşi hayvanlar veya
haşereler gibi herhangi bir yaratık ile konuşmamaktır. Bir cin veya Mele-i
a’lâ’dan biri kendisine görünürse, gözlerini onlara kapamalı, onlar kendisiyle
konuşsa bile, kendini onlarla konuşmayla meşgul etmemelidir. Cevap vermesi
gerekirse, gerektiği ölçüde ve artırmadan cevap vermelidir. Cevap vermesi
gerekmezse, onlarla konuşmaz, kendisiyle ilgilenir. Çünkü onlar, kendisini bu
halde gördüğünde ondan uzak durur, ona sataşmazlar ve ondan gizlenirler. Çünkü
onlar, Allah Teâlâ ile meşgul olan bir insanı bu meşguliyetinden alıkoyan
kimsenin Allah Teâlâ tarafından en şiddeth cezayla cezalandırılacağını bilir.
İç
konuşmasını bırakmaya gelince, mürid, kendisine yöneldiği konuda Allah
Teâlâ’dan elde etmeyi umduğu herhangi bir işi içinden konuşmaz.
Çünkü
böyle bir konuşma, gerçekleşmemiş bir konuda vakti harcamak demektir. Çünkü
böyle bir şey, kuruntudur. Mürid kendisini iç konuşmaya alıştırırsa, bu
konuşma onunla kalbinde Allah Teâlâ’yı zikretmek arasına bir engele dönüşür.
Çünkü kalp aynı anda konuşmayı ve zikri sığdıramaz. Böylece uzlet ve susmasında
amaçladığı şeyi kaybeder -ki amaç, kalp aynasında kendisine tecelli eden Allah Teâlâ’nın
zikridir-, rabbinin tecellisi kalpte meydana gelir.
Açlık,
yemeği azaltmaktır. Mürid, farz namazda Rabbine ibadet için ayakta durabileceği
kadar yemek yer. Az yediği için müridin karşılaştığı zayıflık nedeniyle
oturarak nafile namaz kılmak, daha yararh, faziletli ve Allah Teâlâ’dan
istediği şeyi gerçekleştirmede nafile ibadetleri ayakta yerine getirmek için
beslenmeden meydana gelen kuvvetten daha güçlüdür. Çünkü tokluk, gereksiz
şeylere çağırır. Mide doyduğunda, organlar azar ve gücünü gereksiz hareket,
düşünme, duyma ve konuşmalarda harcar. Bütün bunlar ise, onu yolundan
alıkoyar.
Uykusuzluğu
açlık meydana getirir. Bunun nedeni, başta su içmekten kaynaklanmak üzere,
uykuyu çeken yaşlık (nem) ve buharların açlık nedeniyle azalmasıdır. Bilhassa
su içmek, bütünüyle uykudur ve hazzı ise aldatıcıdır. Uykusuzluğun ürünü, sürekli
ilgilendiği Allah Teâlâ ile meşgul olmak için uyanık olmaktır. Çünkü insan
uyuduğunda, uyuduğu Hakk göre berzah âlemine göçer. Bu durumda sadece uyanıkken
bilebildiği pek çok iyiliği kaçırır. Bu Hakk devam ettiği sürece ise,
uykusuzluk kalp gözüne nüfuz eder ve basiret gözü zikre devam etmekle
keskinleşir. Böylece Allah Teâlâ’nın dilediği kadar iyilikleri görür.
Bunlar
yapılınca, Allah Teâlâ ehlinin bilgisinin esası olan dört şey meydana gelir.
Haris el-Esed el-Muhasibî bunlarla başkalarından daha çok ilgilenmiştir. Bu
dört şey, Allah Teâlâ’yı bilmek, nefsi bilmek, dünyayı bilmek ve şeytanı
bilmektir. Bazı kimseler, Allah Teâlâ’yı bilmek yerine arzu gücünü bilmek
demiştir. Bu konuda da şu mısraları söylemişlerdir:
Dört şey ile denendim ki bana
atıyorlardı
Delici bir
yaydan ok: -
İblis, dünya, nefsim ve heva.
Ya Rab! Sen kurtarmaya kadirsin.
Başka
biri şöyle demiştir:
İblis,
dünya, nefsim ve heva.
Nasıl
kurtulunur? Hepsi de düşmanım.
Beş
bâtın amele gelince, salih bir kadın olan Meryem b. Muhammed b. Abdun b.
Abdurrahman el-Becaî bana şöyle demişti: ‘Rüyamda daha önce duyu âleminde hiç
görmediğim bir adamın beni vakıalarımda tanıdığını ve bana şöyle dediğini
gördüm: ‘Allah Teâlâ yolunu mu amaçlıyorsun?’ Kadın şöyle demiş: ‘Evet! Yemin
olsun ki, Allah Teâlâ yolunu amaçlıyorum. Fakat onda nasıl yürüyeceğimi
bilmiyorum.’ Adam şöyle demiş: ‘Beş şey ile: Tevekkül, inanç, sabır,
kararlılık ve doğruluk.’
Kadın,
bana rüyasını anlattığında, kendisine şöyle dedim: ‘Bu söylediğin sûfılerin
yöntemidir.’ Allah Teâlâ izin verirse bu konudan elinizdeki kitapta söz
edeceğiz. Çünkü her birinin kendisine özgü bölümleri vardır. Zikrettiğimiz bu
dört şeyin de kitabın fasıllarından ikinci fasılda özel bölümleri vardır.
'
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar