ISTILÂHÂT-I İNSÂN-I KÂMİL / İhsan KARA
KIBLE-İ HAKÎKÎ
BÜLBÜLÜN ÇEKDİĞİ ESMÂSI
İSM-İ A’ZAM-I ÂLEM-İ CEBERÛT, İSM-İ A’ZAM-I TENZÎLÎ VE İSM-İ A’ZAM-I TEKVÎNÎ :
Şöyle ki, ism-i a’zama câhil olana göre ism-i a’zam, ism-i asgar ve ism-i asgara vâkıf olana nisbetle ism-i asgar, ism-i a’zam olur.
Bu cihettendir ki ârifler eşyâyı tahkîr etmezler, meğer ki emr-i şer’le ola.
Asl-ı ism-i a’zam, kutbü’l-aktâbdır.
Zîrâ kutb Hakk’ın cemî’ sıfâtını câmi’dir.
Hak Teâlâ ism-i a’zam olan kutbü’l-aktâb ile bilinir.
KERÂMET-İ İLMİYYE VE KERÂMET-İ KEVNİYYE
Meselâ, bir sâlik Hallâc-ı Mansûr hakkında,
“Eğer bir mürşîd olaydı onu irşâd edip ol vartadan tahlîs ederdi ”
demek bâtıldır. Meğer ki gayrin kelâmını hikâye eyleye. Ya’nî kümmel-i evliyâdan biri Mansûr hakkında kelâm-ı mezbûru söylemiş olsa, bu dahi onun kelâmını nakl etse lâ-be’sdir.
BALIK HİKÂYESİ
Ma’lûm ola ki, balıklar dâimâ ondan hâsıl ve içinde oldukları suyu göremedik, ne asl şey’dir, suyu bize göster diye suâl ettikleri ulu balık; siz bana sudan gayrı bir nesne gösterin tâ ben dahi size suyu göstereyim dediği gibi, izhâr olan vücûd bir olduğunu fehm ve iz’ân edemeyenlere, Hakk’ın vücûdundan gayrı siz bana bir nesne gösterin tâ ben dahi size Hakk’ın vücûdunu göstereyim diye tâlibine cevâb verile.
HACC-I SÛRÎ VE HACC-I MA’NEVÎ
Gel iste ki hacc gönül haccıdır.
Gönlü nerde olur dersen, işit ki
[Mü’minin kalbi, Rahmân’ın iki parmağının arasındadır]
İbn Hanbel, II, 173; İbn Mâce, I, 72
Sûret-i hacc her kişinin işidir. Ammâ hakîkat-ı hacc her kişinin işi değildir.
Belki er kişinin işidir.
Gerçi hacc yolunda altûn akçe gider, ammâ Hak yolunda cân ve dil gider.
Pes, bu makām şol kişiye müsellemdir ki cândan geçe. [Yoluna gücü yeten her
kimsenin...] (Âl-i İmrân,3/97) budur.
Yâ Ömer!
Belki ol Hacer-i Esved nâfi’ ve zârdır ki ahidnâme-i ezel onda mündericdir. Bûseyi ol ahidnâmeye ederler, hacere değil.
Cemâl-i Ka’be bu sûret ve dîvârlar değildir ki onu hacılar görürler.
Belki ol nûrdur ki kıyâmette ahsen-i sûretle gelip, zâirlere şefî’ olur.
[Ve gerçekten lütuf ve ihsan Allâh’ın elindedir. Onu dilediğine verir ve Allâh çok büyük lütuf sâhibidir]
HACC-I ASGAR VE HACC-I EKBER
HACC-I HAKÎKÎ VE MEKKE-İ HAKÎKÎ
HALVET-İ SÛRÎ VE HALVET-İ HAKÎKÎ
Dahi keşf günü kasdı için, dahi kerâmât-ı ayânı tahsîl etmek için halvete girse, ihlâs-ı sırf şartına riâyet eylemese, şeytān onda tasarruf eder, onunla oynar.
Ben dedim, ey miskîn ol gördüğün şeytāndır. Hızır sûretinde seninle oynadı. Ve Allâh’ın zikrinden ve tâatından seni meşgūl kıldı. Vâr bu kitâbı mahv eyle ve tevbe eyle dedim.
Bu ilhâmın makāmı kābe kavseyn ev-ednâdır.
Bu cihetten dahi kalem ıtlâk olundu.
Zindedir feyz-i kalemden dil-i ehl-i âlem.
Leylânın yüzüdür diye,
MÜNÂCÂT-I ERBÂB-I HÂCÂT
RIZÂULLÂH VE RIZÂ-İ RASÛLİLLÂH VE RIZÂ-İ VÂLİDEYN VE RIZÂ-İ ESÂTÎZ VE MEŞÂYİH
MUHAMMEDÜN, AHMEDÜN, HÂMİDÜN, MAHMÛDÜN
Kaynak: İhsan KARA, Tasavvuf Istılâhları Literatürü Ve Seyyid Mustafa Râsim Efendi’nin Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil’i, T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, Doktora Tezi I-II, 2003, İstanbul
x
Kaynak:
İhsan KARA, Tasavvuf Istılâhları
Literatürü Ve Seyyid Mustafa Râsim Efendi’nin Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil’i, T.C.
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tasavvuf
Bilim DalI, Doktora Tezi I-II, 2003, İstanbul
(Kaynak eserden seçilme yapılmıştır.)
İçindekiler
ESMÂÜ’N-NEBİYY (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
KIBLE-İ HAKÎKÎ
BÜLBÜLÜN ÇEKDİĞİ ESMÂSI
İSM-İ A’ZAM-I ÂLEM-İ CEBERÛT, İSM-İ A’ZAM-I TENZÎLÎ VE İSM-İ A’ZAM-I TEKVÎNÎ :
KERÂMET-İ İLMİYYE VE KERÂMET-İ KEVNİYYE
BALIK HİKÂYESİ
HACC-I SÛRÎ VE HACC-I MA’NEVÎ
HACC-I ASGAR VE HACC-I EKBER
HACC-I HAKÎKÎ VE MEKKE-İ HAKÎKÎ
HALVET-İ SÛRÎ VE HALVET-İ HAKÎKÎ
KURBÂN NE VAKTTEN BERİ CÂRÎDİR VE AKÎKA KURBÂNININ SIRRI [Okuyun]
DİKKAT
KAZÂ VE KADER
KALEM
KALEMÜ’L-A’LÂ :
KALEM-İ A’LÂ :
MAKSAD-I AKSÂ, KALEM VE LEVH
KALEM-İ A’LÂ VE AKL-I EVVEL VE RÛH-İ MUHAMMEDÎ CEVHER-İ VÂHİDDİR:
SIRR-I İNSÂN VE SIRR-I HAK
MECNÛN İLE LEYLÂ’NIN BİRBİRLERİNE MÜKÂLEMELERİ (KONUŞMALARI)
Her ne ki görüp öpersem Leylânın yüzüdür diye,
MECÂZÎB [MECZUBLAR]
MÜHİMDİR
MECZÛB, MECZÛB-İ SÂLİK, SÂLİK-İ MECZÛB, SÂLİK
MECZÛB VE MECZÛB-İ SÂLİK VE SÂLİK-İ MECZÛB VE MECZÛB VE MECÂZÎB VE MECNÛN
ÂDÂB-I MÜRÎD VE ÂDÂB-I MEŞÂYİH
HIZIR
DUÂ ETMENİN TARÎKİ (Yolu)
DUÂ-İ SEYYİD-İ İSTİĞFÂR
DUÂ-İ HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNÂT:
DUÂ-İ SEFÎNE
Duâ-i diğer :
DUÂ-İ HAVÂSS-İ NÂS
MÜNÂCÂT-I ERBÂB-I HÂCÂT
RIZÂULLÂH VE RIZÂ-İ RASÛLİLLÂH VE RIZÂ-İ VÂLİDEYN VE RIZÂ-İ ESÂTÎZ VE MEŞÂYİH
MUHAMMEDÜN, AHMEDÜN, HÂMİDÜN, MAHMÛDÜN
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام
على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Ma’lûm
ola ki, kıble-i hakîkî dedikleri, mü’minin kalbidir. Teveccüh yüzünü ol kıble-i hakîkîye tuta.
Ve sâir mürgān [diğer kuşlar] miyânında mertebesi bülbülün dâstânî [hikayesi-zikri]
esmâ-i sad- hezârdır.
Ya’nî bülbülün çektiği bin ismdir. Bülbülün sâir mürgāndan menzilesi, insân-ı kâmilin sâir mevcûdâttan mertebesi gibidir. Zîrâ mazhar-ı ism-i a’zamdır ki cemî’-i esmâ ve sıfâtı câmi’dir. Ve bunda pervâneyi, âteş-i aşkda ihtirâk hasebiyle bülbül üzerine tercîh vardır. Zîrâ bülbül, şemm-i bûyla medhûş ve pervâne,
bi’l-külliyye muhteriktir. Bî-hûşda ise eser-i
vücûd bâkîdir. Velâkin bu ma’nâ i’tibârîdir. Ve illâ ehlullâhın fenâsı, insilâhladır.[ soyulma, sıyırılma] Yoksa bi’l-külliyye mufârakat-i rûhla
değildir. Ve’l-hâsıl, tafdîl-i
pervâne ketm-i râza dâir bir ma’nâdır. Fe’fhem cidden.
Bu
makāmın tafsîli budur ki, pervânenin hâli, [Kim Allâh’ı
bilirse, dili âciz kalır] mertebesine
dâir ve bülbülün şânı, [Kim Allâh’ı
bilirse, dili uzar] derecesine
nâzırdır.
Zîrâ ehl-i fenâ-i mutlakda güft ü gû olmaz. Şol cihetten ki, kendi vücûdundan bî-şuûr olan kimsenin gayr-ı şuûru olmaz. Ve bu makāma,
“temahhuz” derler. Fe-emmâ ehl-i
bekāda kelâm-ı ilâhî tavîl ve takrîr-i
esrâr, gayr-ı kalîldir.
Şu kadar
vâr ki esrârı remzle söylerler ve setrle tecrîd ederler.
Meğer ki muhâtab olan kimse tasrîha
ehl ola. Ve bu makāma “teşkîk”
derler ki vücûd-i vâcib ve vücûd-i mümkini câmi’dir. Ve bu makāmda insân-ı kâmil tavîlü’l-lisân olmasa esrâr-ı ilâhiyye gaybu’l-guyûbda maksûre ve mestûre
kalır. Ve bundan zâhir oldu ki, kable’l-
vüsûl, güft ü gû eden mübtedî
sâlik, bülbüle benzer ki dâstâni
dürüst değildir. Zîrâ henüz gülden
bûy almağa bed’ etmiştir. Çünki bî-hûş ola hâmûş olur ve çünki sahve gele, güft ü gûdan yine hâlî olmaz. Zîrâ hâlini söyler ve sâir mürgānı
dahi ol ma’nâya
irşâd eyler.
(Nukile
min Şerh-i Ebyât-ı
Şeyh Sa’dî Hakkı Efendi )
İsm-i a’zam dedikleri,
ism-i
Allâh’dır ki cemî’ esmâ-i ilâhiyyenin hakāyıkını câmi’dir. Ve ona ism-i a’zam-ı tenzîlî derler ki lafz-ı Allâh, ism-i lafzî ve mecâzîdir. Ve hakîkatte ism-i a’zam, mezâhir-i esmâ olan kutbü’l-aktâbdır ki “abdullâh”dır. Ve ona ism-i a’zam-ı tekvînî derler ki ism-i hakîkîdir. Zîrâ isim, müsemmâya alâmet için vaz’ olunandır. Lafız ise, mutlak ta’rîf
içindir. Pes, müsemmâya delâlet-i külliye ile delâlet eden taayyün makūlesidir. Ol ismin hakāyıkı
onunla kāimdir. Ve ehl-i rüsûm gāfil olup mushaf-ı tenzîlîye ta’zîmde ihtimâm edip, mushaf-ı
tekvînînin şânına i’tinâ etmezler ve kelâmullâhı tenzîle hasr-ı kıyâs ederler. Bilmezler ki insân-ı kâmili tahkîr etmek, evrâk-ı mushafı temzîkden beterdir. Ve her isim gerçi ism-i Allâh olup, Hakk’a izâfetle ism-i a’zamdır. Velâkin a’zamiyyeti ârifin irfân ve şuhûduna dâirdir.
Ya’nî ma’rifeti mikdârı ismin ızamına
vâkıf olur.
Ve her mevcûd ki Hakk’a istinâd
etmiştir, ol istinâd bir ismin vâsıtasıyladır ki ol isim ona göre a’zamdır. Ve Hakk’a göre müntehâ ma’rifeti
dahi mazhar olduğu
ismin sırrıdır. Ya’nî Hakk-ı ma’rifet dedikleri, [46-b] ol ismin iktizâ ettiği hakāyık
yüzündendir. Nitekim sultân-ı a’zamın merâtibi, esmâsının mezâhirinden fehm olunur.
Ya’nî vezîr-i a’zam ve şeyhü’l-islâm ve kādîasker
isimleri ki fi’l-hakîka sultânu’l-a’zamın isimleridir. Zîrâ onların merâtibi, sultân-ı a’zamın merâtibidir. Merâtibde olan kimseler merâtibin esmâsının mazharlarıdır. Ve bu cihetten,
her mertebe sâhibi hâlinden hoşnûddur. Zîrâ ol mertebenin aleminin ona ihtisâsı
vardır, vezîr-i a’zamdan mâ-adâ. Zîrâ onun ismi cümle esmâyı câmi’ ve mertebesi
cemî’ merâtibi hâvîdir.
Ve bu sırra binâen,
ehl-i cennetten her biri hâlinden
râzı olup, eğer libâsında ve eğer gayrıda gözüne kendinden
ahsen ve efdal görünmese
gerekdir. Pes, dünyâ ve âhirette
a’lâların hâli ednâlardan mestûrdur. Ve illâ gāile-i
bî-huzûrluk zuhûr eder. Bu ise ism-i vehhâbın nâzır olduğu makām-ı naîmle
tena’üme mâni’dir. Fefhem cidden.
Ve Ebû Yezîd Bestâmî’ye suâl edip ism-i a’zam nedir ve kangisidir dediklerinde, cevâb verdi ki;
“ Siz bana ism-i asgarı gösteriniz, ben dahi size ism-i a’zamı göstereyim.”
Ya’nî, esmâ-i
ilâhiyyenin cümlesi ism-i a’zamdır, zîrâ azîme muzâfdır.
Velâkin halkda sıdk-ı hâl ve mütâlaa-i kemâl yoktur. Ve illâ karıncada sırr-ı süleymân ve zerrede
nûr-i hurşîd dirahşân ve katrede
feyz-i bahr-i firâvân ve hacerde kıymet-i lü’lü’ ve mercân
ve hâkde misk-i
râyiha-efşân vardır. Pes, i’tikād ve ilim ve şuhûd kemâl üzere olunca, a’zamiyyet ve asgariyyet ve külliyyet
ve cüz’iyyet berâber olur.
Nazar
eyle ki, zâhirde tîn emr-i mehîn iken, ya’nî çamûr bir nâ-çîz şey’ iken nefh-i ehl-i tasarruf
ile cevhere istihâle eder, ya’nî münkalib olur.
Fefhem
cidden.
Nazm
:
Bakıp mir’ât-ı eşyâya ruh-ı
esmâyı görsünler.
Kamû esmâda
nûr-i zât-ı bî-hemtâyı görsünler.
Bu âlem âbdır âb içre olmuş mün’akis ol mâh,
Koysunlar sâyenin
seyrin felekde ayı görsünler.
Dil-i âşıkda şûriş olmasa hâli mükedderdir,
Neden hâsıl olur serde aceb sevdâyı
görsünler.
Şuhûdu tâm
olanlar, katrede deryâya baksınlar,
Cihânda zerrede mihr-i cihân arayı görsünler.
İzâat eyleyenler Hakkıyâ şol
gevher-i hâli,
Dil-i sengîn içinde
durmayıp arayı görsünler.
( Hitâb-ı Hakkı Efendi )
Ma’lûm
ola ki, nûr-i velâyet bâtın-ı kutbdadır. Ve ol nûrdan murâd, lafza-i celâlin
hakîkatıdır. Onun için lafza-i
celâle, merci’-i
esmâ olduğu gibi, kutb dahi medâr-ı âlemdir. Ya’nî âlem kutb
üzerine devr eder. El-hâsıl kutblar
Hakk’ın ism-i hakîkîsidir. Bundan
sultânın şerefi
dahi fehm olundu. Zîrâ zıll-i hakîkîdir. Pes, bu nazîrden
ism-i a’zam fehm olundu. Velâkin ol yerde ki şuhûd ve huzûr yoktur,
[47-a] ona göre ism-i a’zam sâir esmâ gibidir.
Ve ol mahalde
ki bu ma’nâ vardır, ona nisbetle
cemî’ ism-i a’zamdır. Onun için hareket-i sultānı bilen kimse, sultānın ednâ-i tâbi’ine sultāna ettiği ta’zîmi eder. Zîrâ bunların cümlesi esmâ ile dâir ve Hak ile kāimdir.
Pes, makāmlarına göre ta’zîm gerekdir.
Suâl olunursa ki, kerâmet
nedir
?
Cevâb budur ki, Hak Teâlâ’dan
ba’zı ibâdına ikrâm
ve in’âmdır. Velâkin kerâmet- i ilmiyye ile olan ikrâmı, kerâmet-i
kevniyye ile olan ikrâmından evlâ ve a’lâdır. Ve iki kerâmet ehli dahi ubûdiyyet ve edeb ile ehl-i istidrâcdan mümtâzdır. Zîrâ ehl-i istidrâc (ya’nî kerâmet-i kevniyye ehli) olanlar memkûrlardır. Ya’nî çâh-ı mekrehe düşmüşlerdir. Şöyle ki, terk-i edebleriyle bile ba’zı füyûz ve küşûf hâsıl olsa, ikrâm-ı ilâhî sanırlar.
Maa-hâzâ bî-edeblerin şânı istidrâcdır. Bu cihetten edeb-i şer’î olmayanları şeyh ittihâz etmek memnû’dur, gerekse hâlleri olsun ve gerekse olmasın.
Zîrâ hâl dahi edebe mukārenetle makbûldür. Ve ehl-i da’vânın
cümlesi edebden hâriçlerdir. Zîrâ hakîkat-ı edeb odur ki, ubûdiyyetle kāim
ola. Ve abd kul demektir.
Kulda ise efendilik da’vâsı (rubûbiyyet da’vâsı) olmaz. Pes,
pâdişâhlar dahi kuldur.
Velâkin esbâb-ı dünyeviyye müsâadesiyle kullukların nisyân etseler ve gurûr ehli olsalar, [ Sen kulsun ] diye tenbîhlere muhtâçlardır. Ya’nî isti’dâtları kuvvette ise kıbel-i Hak’tan ya melek vesâtatıyla yâhut bilâ-vâsıta [28-a] tenbîh olunurlar. Ve illâ bir âgâh yüzünden tenbîh lâzımdır. Ve Hak’tan âgâh ziyâde kıllet üzere olup, mestûriyyetlerinden ötürü halk-i âleme dahi müseyyeb
kalıp biribirlerine müdâhene ile halleri harâb olmuş ve her biri binâ-i münhedim
sûretin bulmuştur. Ma’lûm ola ki, terk-i edeb bâis-i tenezzüldür. Belki mûceb-i sehat ve müneffir-i melâike-i rahmettir. Ve bî-edeb olan vâiz ve müderris
ve muallim ve emsâli dahi böyledir.
(Nakd-i Hâl-i Hakkı )
Hak
Teâlâ, vasfında buyurur : [Rabbul
alemîn]
Pes, sıfâtına sûret vermese, zatına neden istidlâl olunurdu. Ve âsârı yüzünden görünmese nerde bulunurdu.
Hey meded ki bu deryây-ı evsâf ve âsâra garîk olmuşsun.
Yine mâhîler [balıklar] gibi su nedir bilmezsin. Ve bu kadar menâr ve meşhedi senin delâletin için vaz’ eylemiştir. Yine yola gelmezsin.
Ve
Hakk’ı gördüm diyenlerin dahi fi’l-hakîka gördükleri, zulmât-ı anâsırda bir berkdir. Fe’fhem.
[anla]
Hazret-i
Hak Celle ve Alâ buyurur :
[Yoluna gücü yeten her kimsenin Beyt’i haccetmesi de insanlar
üzerine Allâh’ın bir hakkıdır] (Âl-i İmrân,3/97)
Ey sâlik ! Hüdâ’nın yolu ne sağdan ve ne soldan ve ne yüksekten
ve ne alçaktan ve ne uzak ve ne yakîn olur. Belki Hüdâ’nın
yolu gönüldedir. Ve bir kademdir
eder ki, “nefsini terk edip kûy-i Hakk’a gel.”
Hattâ
kendinden geçip, bu meydâna
gel. Hz. Muhammed’den (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) sordular
ki;
Hüdâ
nerdedir
?
Buyurdular
ki; kullarının kalbindedir. [Mü’minin kalbi
Rabbin beytidir] [Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 99, 100.] budur.
Ey azîz !
Hikâyet
olunur ki, Ömer ibnü’l-Hattâb (radıya'llâhu anh) bir gün Hacerü’l-Esved’i takbîl edip eyitti ki;
Ey Hacer-i Esved ! Bilirim ki sen bize ne nef’ ve ne zarar eder bir tâşsın. Eğer Rasûlullâh seni takbîl etmese, ben dahi takbîl etmezdim.
Hz.
Alî kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh
buyurdular ki :
Ey azîz !
Hiç ömründe rûh ile hacc etmiş misin ki, [Cuma miskinlerin haccıdır] Meğer işitmedin mi Ebû Yezîd Bestâmî
(rahimehullâh) bir gün bir kimseye rast geldi.
Dedi ki :
Nereye
gidersin ?
Eyitti
: Hacca
giderim.
Dedi ki : Nen var ?
Dedi
ki : Yedi akçem.
Eyitti: Ol akçeyi
ver bana ve yedi kere bana tavâf eyle, haccın tamâm olur. Aslı budur ki [160-b] [İlk yaratılan şey benim rûhumdur] [Hâkim, II,600, Müsned, IV, 127; İbn Hibbân, el-İhsân, XIV, 312,313.] kalıb-ı Bâyezid’de idi.
Pes, onunla ziyâret-i Ka’be hâsıl oldu. Şol ef’âl ve akvâl ve harekât
ki hacc yolunda vâki’ olur, her birinde
bir sırr vardır. Lâkin bir gözü açık kimse gerek ki tâ ki onu fehm eyleye.
Henüz kalıblar yok iken rûhlar ziyâret-i hacc ederlerdi. [Bütün insanlara haccı ilan et! Yaya
olarak sana gelsinler] (Hacc,22/27) Pes,
beşeriyyet mâni’dir, Ka’be-i rubûbiyyete erişmeğe. Veyâ rubûbiyyet sahrây-i sûrete gele.
Her kişi ki sûret Ka’besine
vara, Ka’benin kendini görür.
Ve
her kîm gönül Ka’besine vara, Hüdâ’yı
görür, inşâallâhu teâlâ.
Bir gün ola ki her nesnenin asl ve fer’ine vâkıf olup, ne dediğimizi bilesin. (Hadîd,57/29)
(Nukile min Mecmua-i İsmâil
Hakkı Efendi k.s.)
Ma’lûm
ola ki, İbrâhim (a.s.) buyurur : Ey ümmet-i muhammed ! Ben size emr-i ilâhî ile bir beyt binâ eyledim.
Pes, siz onun ziyâretini kasd ediniz,
tâ ki hacc-ı asgar edesiniz. Ve fi’l-hakîka rabb-i beyti murâd ettiniz, tâ ki hacc-ı ekber edesiniz. Zîrâ Ka’be vahdet-i
zâtiyyeye işârettir. Ve ârif olan, der ü dîvâra bakmaz. Belki deyyâre (ahade) nazar eyler. Ve şol ki a’mâ ola, onun çeşminden
çi hâsıl ki cemâl-i yûsufu görmez. Ve bundan fehm olundu ki, hacc gazâdan efdaldir. Eğerçi gazâ mukaddemdir. Zîrâ gazâ katl-i nefs-i emmâreye
remz olmakla tahliye bâbındandır (hâ-i mu’ceme ile). Hacc ise müşâhede-i rûh kabîlindendir ki tahliye
ki (hâ-i mühmele ile)elhamdü li’llâhi teâlâ bu fakîre bu tertîb üzere vâki’ olup, iki kere gazâ-i nemçeden sonra iki hacc-ı asgar ve ekber tedârik-i ilâhî ile olmuştur. Ve fi’l- hakîka mebrûr odur ki halktan Hakk’a rücû’ edip, bir dahi ma’siyet değil, belki mâ-sivâya iltifât etmeyesin. Zîrâ basarın ol vechi mütâlaadan sonra gayra nazarı harâmdır. Ve eğer Hakk’dan
halka döner ise, ebedî mahcûb olup kalır. Ve ittifâk-ı ulemâ onun üzerinedir ki mâl-i harâm ile hacc edene sevâb yoktur. Belki haccı merdûddur. Eğerçi hacc ondan sâkıt olur. Ve İmâm-ı Ahmed sâkıt olmaz demiştir.
(Hakkı Efendi )
Vatan-ı mahabbet-i dünyadan mü’minin kalbine Mekke-i hakîkîdir, ona müteveccih ola ve yedi kere tavâf ede. Ya’nî
gönlün yedi mertebesi vardır, onu tavâf ede. Ve her mertebede
bir alâmet-i zâhir ola.
Evvelki mertebede
yeşil nûr ve ikinci mertebede gök nûr ve üçüncü mertebede
kızıl nûr ve dördüncü mertebe sarı nûr ve beşinci mertebede ak nûr ve altıncı mertebede kara nûr ve yedinci
mertebede bî-renk nûr göre. Ya’nî renksiz bir nûr-i mutlak göre.
Her hangi âşık ki Mekke-i
hakîkîyi bu tertîb ile tavâf etmeye,
haccı makbûl değildir.
Zîrâ zât ebedî idrâk olunmaz. Hicâb her bir şey’dir ki matlûbunu
senin gözünden [161-a]
setr eder.
Sâlik olan kimse halvete gire,
mescide girer gibi bismillâhirrahmânirrahîm diye, meşâyihin ervâhından meded taleb ede kendi şeyhi vâsıtasıyla ve halvete
hâlisan Allâh için gire. Ve Allâh’dan
gayrıdan i’râz kıla ve halvetini kabir menzilesinde kıla ve kendini
Allâh’a gider bile. Gözüyle Allâh’dan gayrısını zâhirde terk kıldığı gibi, kalbiyle dahi terk ede. Bağdaş kurup otura yâhut diz çöküp otura, teşehhüdde oturur gibi. Yâhut iki dizi üzerinden miyânına çille kuşanıp otura. Ve’l-hâsıl, ne vechile
oturmakla kalbi rahat
olursa öyle otura. Tâ kîm a’zâsı müteellim
olup gönlü teşvîş çekmeye. Başını aşağı kıla, ta’zîm
üzere müteveccih ola ve iki
gözünü yuma. Hak Teâlâ’nın “ene celîsün men
zekeranî” dediği kavlini ya’nî her kim ki beni zikrederse, ben onunla bile otururuz mazmûnunu mülâhaza kıla. Ondan sonra şeyhinin hayâlini iki gözü arasında kıla, zîrâ şeyh onun refîkidir. Tarîkde dahi şeyh ma’nâ cihetiyle ve rûhâniyyetle onunla biledir. Zîrâ her kim ki hakîkaten gerçek şeyhdir, onun rûhâniyyeti cemî’ mürîdlerinin rûhâniyyetiyle biledir, eğerçi mürîdleri bin aded olur ise de. Ondan sonra kalbini zikrin ma’nâsına meşgûl kıla, [204-a] mertebesi mikdârınca ma’nây-ı ihsânı mülâhaza edici olduğu hâlde. Ya’nî Allâh Teâlâ görür durur gibi ola, eğer kendi onu görmez ise de. Allâh Teâlâ onu hôd görür durur diye bu vechile
mülâhaza kıla.
Ondan
sonra lisânını gönlüne tâbi’ kıla. Diliyle “lâ ilâhe
illallâh” derken,
mertebesine göre “lâ ma’bûd” “lâ
murâd” “lâ mahbûb” “lâ matlûb” “lâ maksûd” ma’nâlarını mülâhaza kıla.
Zîrâ kişi halvete girmezden evvel,
nûr-i tevhîdi safahât-ı kâinâttan müşâhede kılmasa, ona feth-i hakîkî hâsıl olmaz. Kaçan ma’nây-ı zikr galebe etse, kalb üzerine dahi mezkûrun huzûru nûru işrâk edip zâhir olsa, zikr ma’nâsının mülâhazasını terk ede. Ma’nây-ı
ihsânı mülâhaza ede. Pes, zikr ede, Allâh’ı
görür gibi. Ondan sonra kaçan ma’nây-ı ihsân galebe etse, sırrıyla murâkabe ede. Murâkabe-i hâs bula. Şöyle kîm, kendini
ölüp fânî olur gibi kıla. Ve dahi kendi vücûdundan ve idrâkinden ve şuûrundan
kaça. Allâh’la ola.
Kendiliği ara yerden götürülmüş ve mahv olmuş, ke-ennehû
hiç vücûda gelmemiş gibi ola. Pes, bu hâl üzere müstemirr
ola. Mâ-dâm ki hadîs-i nefsden sâkin ve sâkit ola. Kaçan, nefse
havâtır görünmeğe başlasa, yine zikre meşgûl ola. Tâ kîm hadîs-i
nefsi munkatı’ olup, ma’nây-ı
zikr galebe edince.Ammâ halvet-i hakîkî oldur ki, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ona
işâret edip dedi: “benim için Allâh’la bir vakit vardır kîm,
onda ne melek-i mukarreb sığar ve ne nebiyy-i mürsel sığar dedi.”
Ey
tâlib !
Kendini
fânî kılmağa sa’y eyleyesin. Senliğini koyup ona kaç. İnşâallâh-i teâlâ bu meşreb-i
azbden sen dahi nasîb-dâr olasın. Ve halvete giren zâkire,
gerekmez kîm halvetinde bir kelime söz söyleye. İllâ meğer
kîm, ol söz söylemek üzerine
şerîatte müttakîn olmuş ola. Yâhut kendinin sadrında olduğu emrde hâlinin ıslâhında onu söylemeğe muhtâc ola.
Pes,
halvete giren, ne vakt kîm bir kelime söylese
ki onu söylemeğe
zarûret olmaya, kalbinin nûrâniyyetinden birâz nûr ol kelime ile bile çıkar.
Ziyâde söylese, şol kelimelerden kîm onu söylemek zarûrî değildir, onunla bile çıkar. Şol nûrlar kîm zikretmekle onun kalbine dolmuştu. Pes, onun kalbi nûrdan hâlî kalır.
Neûzü billâh.
Kaçan
sâlik halvete girip halâyıkdan kesilmek kasd etseler, gerekdir kîm ol halvet
şeyh huzûrunda ola. Dahi şeyhin zâhir emriyle ola, yâhut bâtın emriyle ola. Zîrâ mürîdin şeyhiyle kaçan râbıtası sahîh olsa, dahi onun emrlerine ve işâretlerine kendi teslîm olmuş olsa, ol mürîd vâkıasında şeyhi görür. Ve ol şeyh
ona
vâkıasında emr eder ve nehy eder. Dahi vâkıasın hall eder.
Dahi [204-b]
maskaralığa alır. Dahi bâtıl nesneleri
hak sûretinde ona gösterir.
Zîrâ
mürîdlerimizden birisi horasanda düstursuz ve dahi vakitsiz halvete girdikte, şeytān Hızır sûretinde ona geldi.
İmdi dilermisin ki sana ulûm-i ledünniye hâsıl ola.
Ol mürîd dahi dilerim dedi.
Ol mürîdin dahi cereyân-ı
lisânla maârifden söz söylemeğe meyli vâr idi. Pes, şeytān ağzını aç dedi. Pes, ağzını açtı, şeytān ağzına tükürdü.
Ondan sonra bir kitâb tasnîf etti kîm maârifden nice bâbı müştemil idi. Çün kîm tasnîfini arz kıldı ve vâkıasını hikâyet etti.
Tahkîk şeytān sâlihler sûretinde çok gelir. Ammâ Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem sûretine giremez. Ve’l-hâsıl düstursuz
girmek mazarrattan hâlî değildir. Maâza’llâh-i Teâlâ.
(Nakd-i Hâl-i Hakkı Efendi )
Ma’lûm ola ki,
kurbân Hz. Âdem aleyhisselâm zamânından beri kalmıştır. Ondan mukaddem kurbân
etmek yoktu. Belki cemî’ eşyâ tesbîh ve tevhîde meşgûl idi. Nitekim Kur’ân’da
gelir: [Hiçbir şey
yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin] (İsrâ,17/44) Pes,
Âdem halk olundukta tesbîh ve tevhîd ve sâir ezkâr ve a’mâlin hükmünü verip
icrâ ettiğinden gayrı kurbânla dahi takarrüb ve taabbüd etti. Tafsîli budur ki,
Allâh Teâlâ Âdem’den mukaddem olan eşyâyı halk ettikte vücûd ni’meti
mukābelesinde onlardan şükr taleb eyledi. Onlar dahi şükrâne tesbîh ve
tahmîde meşgûl oldular ki tesbîh zâtı ve tahmîd sıfâtı mertebesindedir. Ve
onlara kurbân etmek teklîf etmedi. Zîrâ ol vaktte lahm-i kurbânı ekl edecek
kimse yoktu. Şol cihetten ki ekl ve şürbden münezzehdir. Ve insândan
gayrısı dahi ekle sâlih değildi. Pes, eğer ol vaktte âlemde olan eşyâ kurbân
etmek lâzım gelse abes olurdu. Fe-emmâ Âdem zamânında abes olmadı. Kurbân eder
bulunduğu gibi, Âdem cinsinden kurbân etini yemeğe sâlih kimse de bulunurdu. İşte
bu ibtidâ-i kurbândır ki ona akîka derler. Ve
herkes akîkasına merhûndur. Ya’nî erkek doğduğu vakt iki kurbân ve kız doğduğu
zamân bir kurbân etmek gerekdir. Eğer bu vechile etmeseler, ol oğlan ve kız
nâ-bâliğ iken vefât etse babaya ve anaya şefâat etmezler. Ve bâliğ olup
gitseler, bilâ-kurbân kendi nefslerini tahlîs etmezler, zirâ mukaddem şükr-i
vücûd bulunmamıştır. Ya bir kimse evvel emrden vücûdu ni’metine şükr etmese,
sâir vücûda tâbi’ olan ni’metlere dahi küfrân üzerine olmuş olur.
Bu cihetten bir
kimse doğdukta kendi için kurbân olunmadığını bilse veyâ şüphelense, hayatta
oldukça yüz yaşına girse dahi kurbân etmelidir, mevtinden sonra kurbân olmaz.
Ve mervîdir (rivayet olunur) ki,
Rasûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Hazretleri risâletle meb’ûs (peygamber olduktan sonra) olduklarından sonra kendi nefs-i tabîiyyeleri için akîka kurbân
ettiler. Ve bir kurbân dahi edip sevâbını ümmete ihdâ ettiler.
Pes, ümmet üzerine dahi bu iki vechile kurbân-ı akîka meşrû’
oldu. Kurbân-ı akîka gerçi ind-i (yanında) İmâm-ı A’zam müstehab ve ind-i Şâfiî
sünnettir. Velâkin ind-i
İmâm-ı Ahmed vâcibdir. Çünki bu mes’elede ehl-i ictihâd arasında ihtilâf vâki’
oldu. Akvâ olan, ihtiyât tarafını tutup İmâm-ı Ahmed kavliyle amelen akîka
etmek [418-b] gerekdir. Zîrâ İmâm-ı Ahmed’in kavli erbâb-ı hakāyık
mezhebine muvâfıkdır.
Velâkin sığırın
dişisinin ve sâirin erkeğinin lahmi atyebdir. (iyidir) Pes, eti tatlı ve semiz
olandan kurbân etmek kabûle ve sevâba akrebdir. Ve kurbâna kādir olmayanın
işi Allâh’a kalmıştır. Eğerçi bu zamânede fakir az bulunur. Kendi nefsini
tahlîs etmek derdine düşen adam afyon ve keyf kaydından geçer ve haram ve
habîse sarf ettiği akçeleri cem’ edip umûr-i dîne harc eder. Ya’nî duhân ve
afyon ve bunun emsâli mükeyyifâta dâir için sarf edecek para bulurlar, müddet-i
ömründe şükr-i vücûd için bir kurbân etmeğe harc edecek para bulamaz. Ve
avratlardan dahi zarûret ehli olanlar, tezgâhdan ve gergefden ve eğirmekden ve
gayrı amelden kesb ettikleri yünü cem’ edip cem’iyyetlere ve düğünlere çıkmak
için zîb ve zînete verirler. Onların dahi dûzahdan necât murâdları ise helalden
kesb edip mallarını levâzım-ı dîne sarf edeler. Ve
akîka kurbânını doğan mevlûdün yedinci gününde edeler diye yazılıdır. Eğer zarûret olursa te’hîr dahi olunur. Ve ol
kurbânın fazalâtını bir çukura koyup defn ede ve mümkün oldukça kemiklerini
kırmaya, belki mafâsıldan fasl ede ve iyi nâm hâtuna budundan vere. Ve eğer
bütün bütün bir kazan içinde kaynatıp piştikten sonra lahmini tefrîk etse, bu
sûrette kemiklerini cem’ edip bir pak yere defn ede.
Ve
boğazlarken veyâ boğazlanırken yanında durup böyle diye :
[Allahım, bu benim akîkamdır] Eğer kendi nefsi için ederse ve eğer gayrı
için ederse, diye ki [Allahım! Bu filan oğlu filanın akîkasıdır,
onun kanını kanına, etini etine, kemiğini kemiğine, cildini cildine, kıllarını
kıllarına bedel kıl, Allahım, onu onun için cehenneme karşı fidye kıl] Eğer kendi için ise, [Allahım, onu
benim için fidye kıl] diye ve bu
kurbânın gerçi lahminden ekl etmek câizdir, zîrâ nezr kısmından değildir.
Velâkin eğer kendi
nefsi için boğazlarsa ekl [yememek] etmemek evlâdır. Zîrâ ekl etse kendi nefsi için sa’y etmiş
olur, ya’nî garazdan hâlî olmaz. Onun için uşaklara yedi günlük iken ve dahi
süt emerken ederler. Tâ ki kendileri için olan
kurbân etinden yemeyeler. Zîrâ ol
vakt et yemeğe sâlih değillerdir. Ve bundan fehm olunur ki ol kurbânın etinden
akrabâsı olanlar ekl ederler, fe-emmâ takvâ bâbından şu kadar vardır ki usûlü,
vâlideyni ve büyük babası ve büyük anasıdır, cümlesi bir hükmde olmakla ekl
etmeseler evlâdır. Ve burası ziyâde amîk nesnedir. Zîrâ garaz-ı nefsden halâs
olmak değme kimseye verilmemiştir. Hattâ
ba’zı ağniyâ, kendi hizmetlerinde olan huddâma [419-a] o huddâm er olsun
avrat olsun zekât verirler. Murâdları zekâtımız
yabana gitmesin, zîrâ bu huddâmla intifâ’ ederiz derler. Maa-hâzihî zekâtın ta’rîfinde “lillâh” diye kayd
olunmuştur. Pes, hizmet garazı için def’ olunan mal ne vechile lillâh olur. Şu
kadar vardır ki eğer ol huddâma hizmetleri mukābelesinde gayrı mal verip veyâ
libâs ilbâs edip, niyyetini garazdan tahlîs için edebilirse onlara zekât vermek
lâ-be’sdir. Meğer kîm âzâd olmamış kulu ola. Bu sûrette ona zekât verilmez ve
nezri kurbânından dahi verilmez. Usûl ve furû’una yedirmediği gibi. Ve ol kul
için dahi sadaka- i fıtr verirler, beslemesi için değil. Meğer kîm kulu hizmet
için olmaya, belki ticâret için ola. Bu sûrette eğer sene devrederse, hesâbı
kadar sâir emvâli gibi zekâtını verir. Ve gāzî, gazâ ederim ve hacı, hacca giderim
demekle zekâtı sâkıt olmaz. İşte bu tafsîl kulağına
girdi ise, gaflet etmeyip akîka kurbanını edegör, elhamdülillâhi teâlâ.
Bu âna gelince ki
on yedi evlâdım olup, on altısı âhirete gitmiştir. Cümlesi için akîka kurbânı
kesilmiştir. Ve kendi nefsim için dahi zebh olunmuştur. Bu ma’nâdan ötürü
nâ-bâliğ vefât eden evlâdımdan kıyâmette şefâat me’mûlümdür.
Ve bu kurbândan
gayrı olan karâbîn bu kurbânın furû’u gibidir. Meselâ, ıyd-i kurbânda olan
kurbânın aslı Hz. İbrâhim’den kalmıştır ki oğlu İsmâil’i zebh etmek murâd
ettikte kebş-i azîm vârid ve fidâ’-i İsmâil olmuştur. Şöyle ki, eğer İbrâhim
İsmâil’i bi’l-fi’l zebh etmiş olaydı, her mü’mine evlâdından birini zebh etmek
vâcib olurdu. Avâm-ı nâsın bu ma’nâya tahammülü olmadığından Allâh Teâlâ
rahmet-i âmmesiyle tahfîf edip, onun bedeline kurbân-ı adhâyı meşrû’ kılmıştır.
Bu cihetten kendi vücûdu ni’metine şükreden evlâdı vücûdları ni’metine dahi
şükredip kurbân etmelidir. İki sûrette dahi nef’i kendine âiddir. Zîrâ
fi’l-hakîka kendi zebh olunsa veyâ evlâdından birini zebh etse hâl nice olurdu.
Ey gāfil, türâbdan
mahlûk olduğundan yübûsetin kemâlde ve imsâkin nihâyettedir. Bilmez misin ki
hubûb anbarda durdukça fesâd kabûl eder. Ya ne için [Dünya ahiretin
tarlasıdır] denildi. Tâ ki sen amel tohumunu ekesin ve
sonunda mahsûl biçesin. İmdi ömrünü çürütme ve malını yabana atma. Belki bir
mikdârını olsun kabrine gönder. Ve sen kabre girmezden evvel amel-i sâlihin
kabr içine girip sevâbını orada hazır bulasın. Ve sen nice ahlâk-ı ilâhiyye ile
mütehallik olursun ki Hak Teâlâ cevâd ve vehhâbdır. Cûdu odur ki kable’s-suâl
sana i’tā eder. Ve hibesi odur ki verdiği nesneden ötürü senden ivaz taleb
eylemez ve hibesini geri döndürmez. Nitekim senin vücûdunu bi’l-külliye senden [419-b]
alıp, seni adem-i mahz yoluna çevirmez. Ve ba’zı evlâdını kabz ettiği dahi
böyledir. Zîrâ mevt dedikleri adem-i mahz değildir. Eğer saîd isen bir gün
onlara mülâkî olursun. Hemân îmân-ı kâmil talebinde ol. Ve halkın evlâd-ı
sıgārı îmânda ve küfrde kendilerine tâbi’dir. Ya’nî mü’minlerin nâ-bâliğ
vefât eden evlâdı kendileriyle bile cennette ve kâfirin cehennemdedir. Ve
bu kavl esahhdır. Ve bu mahalde dahi kelâm vardır fe-emmâ mahalli değildir.
Biz yine sadede
gelelim ki kurbânda ziyâde fazîlet olmakla ganîye ve fakîre şâmil oldu. Zîrâ
eğer nezr ise edâsı lâzım gelir. Ve eğer değilse dahi kādir olduğu mertebeden
kurbân eder. Nitekim sadaka-i fıtr vâcib değil
iken sadaka vermek evlâdır. Ve şükr kurbânı dahi bayram kurbânı gibidir ki
herkes onun lahminden ekl eder. Ve
nezr etmek bahîllere göredir. ya’nî bir kimse sahî olsa ve vefâ sıfatı
vücûdunda temkîn bulsa nezr etmeden dahi kurbân eder ve kurbân onun hatırına
gelmek dahi kifâyet eyler. Gerek lisâna getirsin ve gerek getirmesin. Fe-emmâ
bu makûleler kalîldir. Ve kurbân etmekden maksûd, fi’l-hakîka nefs ve tabîatı
zebh etmekdir ki mahall-i hevâ ve şehevâttır. Zîrâ kan şehvete işârettir ki
riyâzetle kan azaldıkça yerine nûr gelir. Ve kanla hâsıl olmayan kuvvet nûrla
hâsıl olur. Zîrâ kan âlem-i fenâdan ve nûr âlem-i bakādandır. Ve bir günde üç
kere taâm yemek meşrû’ değildir. Belki sâim değilse [Sabah ve akşam] mûcebince iki kere taâm yer. Ve hacamat
dem-i fâsidi ihrâc ve kuvây-ı şehvâniyyeyi taz’îf içindir. Zîrâ kesret-i eklden
kan çoğalıp, mecrâsı olan damarlara şeytān yürümeğe başlar ve fesâd ve
vesveseden hâlî olmaz. Neûzü billâhi min şerrihî. (Halîliyye ve Hitâb-ı
İsmâil Hakkı Efendi )
Not: Çok kere tecrübe etmişizdir. Yoğun bakıma düşmüş bir hasta
velevki (anne ve baba olsun) müzmin bir hastalık ile muzdarip ise bu kişiler
için kurban kesmelerini tavsiye etmişizdir. Muhakkak iki iyilikten biri zuhur
eder. Yoğun bakıma düşmüş ihtiyar hastalar için bu kurban meselesinin önemi bu
yazı ile açığa çıkmış oldu. Akika kurbanına
işaret eder.
İhramcizâde İsmail Hakkı
Bir def’a
reîsü’t-tāife Sehl ibni
Abdullâh et-Tüsterî sırr-ı kazâ ve kaderde tulû’-i şemsden
irtifâ’-ı nehâra dek muhâcce ettiler, âhir makāle-i İblîs bu oldu ki :
“Yâ Sehl, ben eşyâdanım ve Hak buyurdu ki, [Rahmetim ise
herşeyi kuşatmıştır] (A’râf,7/156) Sehl dahi :
[İleride onu, bilhassa sakınanlara ve zekâtını
verenlere tahsis edeceğim] mazmûnu sende
mefkûddür (yitik-kayıp], niye merhûmolursun [merhamete mazhar olamazsın]” (A’râf,7/156) dedi. İblîs dahi :
“ Yâ Sehl, bu söz câhil sözüdür, nolaydı
söylemeyeydin, benim muttakî olmadığım- neden bildin” dedi. Ve Hak Teâlâ benim la’nıma yevm-i
dîni gāyet kılıp [Ve cezâ gününe kadar lânetim senin üzerine
olsun] (Sâd,38/78)
buyurdu. Ve: “Ehl-i a’râfın
orada secdelerinin kabûlü benim kabûl-i tevbeme dahi beni tama’a [açgözlülük, aşırı
istek.] düşürdü. Yâ
sehl, bilmedin mi ki takyîd [şart koşma-kayıt] senin sıfatındır, rahmet-i Hak
mutlakdır ” diye gāib oldu.
Sehl der ki:
“İblîsin elinde
mahcûc [Delil ve bürhanla
isbat edilmiş olan] olup gussamdan
rîkim [tükrüğüm] boğazımda kalıp ibtilâ’ edemedim. Ve tâ şöyle oldum ki
tarîkat-ı ma’rifeti iblîsden ahz etmek haddine vardım.”
Zîrâ eğer zât-ı
Hakk’a ilmi olaydı berzahda kalmazdı ve Âdem’e secde kılıp Hakk’dan mahcûb
olmazdı.
İşte ilm ve amelde
istikrârı olmayanların halleri budur.
Ey niceler erdim
sandılar velâkin menzilin nısfına gelmediler.
Niceler içtim kıyâs
ettiler şarâb-ı miskiyyi’l-hitāmı.
Onlar ise
ma’rifetin kokusunu bile almadılar.
Ve alâ hâzâ.
(Kıyas et)
Her asrın ekser-i
süllâkı kâmil elinden çıkmadıklarından tarîk-i Hakk’a ayak basamadılar. Ve
nefs-i kündü terbiye-i üstâzdan çıkarmayıp kılıcı arşa asamadılar. [De ki: “Doğrusu lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir, onu
dilediğine verir”] (Âl-i
İmrân,3/73) (Hitâb-ı Hakkı Efendi )
**
Ma’lûm ola ki,
kalem rûh-i Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)e işârettir. Buyurmuşlar ki,
mine’l-ezel ile’l-ebed makdûrâtı tafsîlen takrîr ve tahrîr eylediğinden ötürü
kalem denildi. Ve ehl-i irfândan
ba’zılar buyurmuşlar ki, “nûn” ibârettir deryây-ı
evvelden ki [Gizli bir
hazine idim, bilinmeğe muhabbet ettim] (Aclûnî, II,
s.132.) ve kalem ibârettir deryây-ı sânîden ki [Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir] (Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader,
17.) dir [Satır
satır yazdıklarına] (Kalem,68/1) ibârettir, deryây-ı sâlisden ve
râbi’den ki müfredât-ı mülk ve melekûttur ve dâim kitâbette derler. Onların
kitâbetinden mevâlîd peydâ olur.
Beyit :
Devâtım
nûndur, çıkıpdur harf ü ma’nâ heb,
Devât ve muhbire,
devît dedikleridir. Ve nûndan murâd, noktadır ki mertebe-i ahadiyyettir. Ya’nî
ümmü’l-kitâb dedikleri aslü’l-kitâbi’l-vücûddur. Nûn ile tesmiyeye vech budur
ki ol müctemi’-i midâd-nümûddur. Ya’nî ne kadar nükûş-i âlem varsa ol mertebede
müctemi’dir ki kâtib-i ezel onu sun’uyla elvâh-ı esmâ üzerine nakş eylemiş [430-b]
ve hurûf ve kelimât ve âyât ve süveri tafsîl kılmıştır. Kâtib devâttan ahz
ettiği midâd ile sahîfe üzerine harf ve emsâli nakş ve tersîm ettiği gibi. Onun için âlem-i kebîre nüsha-i âfâk ve âlem-i sagîre
nüsha-i enfüs ve ikisinin sırrını cem’ eden Kur’ân’a nüsha-i Kur’ân denildi.
Âlem-i ceberût.
Hakîkat-ı
muhammediyyeye kalem-i a’lâ ve mertebe-i icmâl dahi derler. Kalem, kalb
demektir. Kalem-i a’lâ, sürâdikāt demektir. Kalem-i a’lâ, rûh-i izâfî,
insân-ı kâmil ve akl-ı evvele [Nûn. Kaleme ve
satır satır yazdıklarına yemin ederim] (Kalem,68/1) mazmûnunca devât-ı feyz-i
akdesden istifâza ve nefs-i külliyeye ifâzada kalem mesâbesinde olduğu için
kalem-i a’lâ derler.
Ma’lûm ola ki,
kalem ve levhin hakîkati kalb ve rûh-i insândır. Zîrâ rûh âlem-i sırrdan ahz
ettiği umûr-i gaybiyyeyi levh-i kalbe sebt eder. Ve umûr aslında zât-ı insânda
merkûz ve müsbettir. El-hâsıl, levh-i icmâli-i insânî ve enfüsî, levh-i
tafsîli-i âfâkînin asl ve ma’denidir. Ve kalemin tafsîli nefs-i küllîde olduğu
gibi, rûhun tafsîli dahi kalbdedir.
Ma’lûm ola ki,
kalem-i a’lâ ve akl-ı evvel ve rûh-i muhammedî vecher-i ferdden ibârettir ki
eğer Hakk’a nisbet olunursa kalem-i a’lâ ve eğer halka nisbet olunursa akl-ı
evvel ve eğer insân-ı kâmile nisbet olunursa rûh-i muhammed tesmiye olunur (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Zîrâ insân-ı
kâmil kalem-i a’lânın mazhar-ı tâmmıdır. (Abdülkerîm Cîlî)
Ma’lûm ola ki
ibtidây-ı mahlûkāt kalem-i a’lâdır. Nitekim hadîsde gelir: [Allah’ın ilk
yarattığı şey kalemdir] (Ebû Dâvud, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader,
17.) Kalem ile bu kadar nukûş-i hurûf ve suver-i kelimât zâhir olduğu gibi,
evvel-i mahlûk ve ibtidây-ı masnû’ olan kalemin nûrundan dahi bu kadar ervâh ve
ecsâm, zulmet-i âbâd-ı nâ-bûddan
sahrây-ı vücûda kadem bastı. Nitekim
hadîsde gelir : [Ben Allah’tan
ve mü’minler de benim nûrumdandır]( Aclûnî, I,
s.619.)
Ve bir dahi kalem
ile sâhib-i kalem murâd olunur. Sâhib-i seyfe seyf denildiği gibi.
Ve bu kalem gerçi
hakîkat-ı muhammediyyeden ibârettir. Velâkin cümle hakāyık-ı kevniyyenin ol
hakîkatten hissesi vardır. Âdem (aleyhisselâm) ın türâbdan evlâdının behresi
olduğu gibi. Onun için Kur’ân’da gelir :
[O, öyle bir hâlıktır ki sizi bir çamurdan
yarattı] (En’âm,6/2) Pes, kalem ile mutlak vücûd-i
insânî irâdetine vech budur.
Ma’lûm ola ki,
mertebe-i ahadiyyetten ibtidâ zuhûra gelen, kalem-i a’lâdır. Ve bu kalem-i a’lâ
mertebe-i ahadiyyete cemî’ mevcûdâttan karîbdir ve bidâyet-i cemî’-i hakāyık-ı
kevniyyedir. Ve kalem-i a’lâ hazreti, ahadiyyet ve beşeriyyeti muânık olmuştur.
Ve bu hakîkat, mebde’-i cemî’-i mevcûdât olup mübeyyen-i hakāyık-ı ma’nevî
olmuştur. Ve ahadiyyet mertebe-i ûlâdadır, elif gibi. Ve kalem mertebe-i
sânîdedir, bâ gibi.
Beyit :
Çeşme-i ma’rifetin levhasıdır işbu kalem,
Küberâ’-i
mükâşifîn ve uzamâ’-i ehl-i telakkî ve telkîn buyurmuşlardır ki, Allâh Teâlâ
kalem-i a’lâyı ibdâ’ ettikte, kalem olduğu cihetten ona üç yüz altmış dendân
verdi. Ve akl olduğu yüzden ona üç yüz altmış tecellî veyâhut rakîka ihsân
eyledi ki her dendân veyâ rakîka alâ hıddetin üç yüz altmış türlü bahr-i ulûm-i
icmâliyyeden iğtirâf eyledi. Kalem devâttan [431-a] midâd ahz ettiği
gibi. Ve ol ulûm-i icmâliyyeyi mufassalan levh-i mahfûz üzerine yazıp nakş
etti. Kalem mürekkeb ile kağıt üzerine tafsîl ettiği gibi. Ve bu cümle-i
ulûm halk arasında ilâ yevmi’l-kıyâm olan ulûmdur ki bunlardan gayrı âlemde
ulûm yoktur. Mâ-adâsını Allâh Teâlâ bilir.
Pes, cümle-i ulûm
üç yüz altmış kere üç yüz altmış ilm-i icmâlîdir ki kalemden tafsîl bulmuş ve
her biri nice şu’be olmuştur. Ve buradan demişlerdir ki, üç yüz altmış bin
âlem-i seyrânî vardır ki sırr-ı insân-ı kâmil ol avâlim-i seyrâniyyenin
cümlesini alâ vechi’l-icmâl ve’t-tafsîl bi-tarîki’t-tecellî seyr ü temâşâ eder.
ve bu avâlimin mâ-verâsı yine hayret ve vâdi-i dehşettir ki oraya akl ve keşf
ve mütālaa sığmaz. Zîrâ künh-i zât
sahrâsıdır ki Hak Teâlâ kimseye oraya kadem vermemiş ve ol hedefe tîri eregörmemiştir.
Pes, bu makāmda kümmel acz ve kusûrlarına mu’terif olmuşlardır.
Ve bu takrîrden
ma’nây-ı beyit fi’l-cümle mefhûm oldu. Muhassali budur ki Allâh Teâlâ’nın
fayz-i ilmi kaleme işrâb ve ondan levh-i mahfûza sabb etmekden cemî’ kâinât alâ
vechi’l-icmâl ve’t-tafsîl ve’t-tergîb zindelik buldu ve her biri ilâ
yevmi’l-kıyâm ol mâidenin çeşnidârı oldu. Fe-emmâ demişlerdir ki, mushaf
mürşîd-i sâmittir.
Pes, onu intāk
eder bir mütercim olmadıkça, durduğu yerde kimseye söylemez ve hâl budur deyip
bir ferdi terbiye eylemez. Tûtî bilâ-ta’lîm söylemediği gibi. Binâen-alâ-hâzâ,
ol kalemin feyzinden her kime ki nasîb geldi ve hangi dil ki bi’l-fi’l ondan
hisse buldu, lâ-büd onun lisânı ve kalemi lü’lü’-i çeşme-i ma’rifet oldu ki
dil-teşnelere ilâ yevmi’l-kıyâm ifâza edip, her teşne-i dil ondan kanmakda ve
her mürde-i dil ol âb-ı hayâttan alıp boyanmaktadır. Mûsâ ve Yûşa’ gibi ki
kıssası Kur’ân’da mübeyyen ve tefâsîrde mufassaldır.
(Nukile min
Kitâb-ı İnsân-ı Kâmil-i Evvel Abdülkerîm Cîlî )
Ma’lûm ola ki,
esrâr çoktur. Zîrâ her nev’in ve sınıfın ve ferdin esrâr-ı hâssası vardır. Onun
için sırr-ı beşere melek ve sırr-ı mülûke reâyâ ve sırr-ı enbiyâya evliyâ ve
sırr-ı evliyâya ulemâ ve sırr-ı ulemâya ümmiyyûn ve sırr-ı havâssa avâm vâkıf ve
muttali’ değillerdir. Zîrâ vech-i hâssdandır. Allâh Teâlâ ile kendileri
arasındadır. Ve husûs üzerine iki sırr-ı azîm vardır ki biri sırr-ı insân ve
biri dahi sırr-ı Hak’dır. Sırr-ı insân hakîkat-ı muhammediyyeden ibârettir ki
hakîkat-ı ilâhî sûreti üzerine zâhir olmuştur. Nitekim hadîsde gelir : [Allâh Âdem’i
kendi sûretinde yarattı] (Buhârî, İsti’zan,
1; Müslim, Cennet, 28; Müsned, II, 244, 251. )
Sûret-i
ilâhiyyeden murâd, sıfât-ı seb’-i mürettebedir ki hayât ve ilm ve sem’ ve basar
ve irâdet ve kudret ve kelâmdır. Pes, sûret-i Âdem bu sûret-i ilâhiyye üzerine
gelmiştir. Zîrâ bi’l-fi’l mazhardır. Ve insânın sırrı sırr-ı Hakk’ın zâhiri ve
sûretidir. Fe-emmâ Hakk’ın sırrı sırr-ı insânın
bâtını ve hakîkatıdır. Ve bu sırr-ı ilâhî ism- i a’zamdan ibâret olan
de olan sırrın kâfına izâfet olundu. Onun içi câmi’ denildi. Zîrâ cemî’-i
esrârı câmi’ ve cümle hakāyıka şâmildir.
Ma’lûm ola ki,
insânın hakîkati rûhu mertebesindedir. Zîrâ
insânın sırrı mahlûk demek, şer’an müşkildir. Zîrâ şer’an sâbit
olmuştur ki ol mahlûk olan rûhdur. Pes, sırra
mahlûkdur der isek, ol rûh mahlûk olmamak lâzım gelir. Şol sebepten
ki sırr-ı insânî rûhdan bir mertebe içeri ve ileridir. Ve hiç sırra mahlûk
denmek kimseden işidilmemiştir. Pes, eğer sırra mahlûk denilir ise te’vîl ile
demek gerekdir. Ve ol sırr dediğimiz, Cenâb-ı Hak’dan bir sırr-ı ilâhîdir ki
onu kimse bilmez illâ Allâh Teâlâ bilir. Kalıbın kıyâmı rûhla olduğu gibi,
rûhun dahi kıyâmı nûru’llâh ve sırru’llâh iledir. Ve yine ma’lûm ola ki,
hadîs-i kudsîde gelir : “insânın sırrı benim sırrımın zâhiri ve
sûretidir. Ve benim sırrım insânın sırrının bâtını ve hakîkatıdır.” [275-b] Ve bu sırr-ı insân, hakîkat-i insâniyyeden ibârettir ki
hakîkat-i ilâhiyye sûreti üzere zâhir olmuştur.
Nitekim hadîsde gelir . [Allâh Âdem’i kendi
suretinde yarattı] ve bu hakîkattır ki mertebe-i gaybdan mertebe-i şehâdete
tenezzül ettikte Allâh Teâlâ ona cemâl ve celâliyle tecellî eyleyip, cânib-i
şarkîsinde nûr-i cemâlini ve cânib-i garbîsinde zulmet-i celâlini ibdâ’ edip,
meleki kabza-i cemâlin hâdimi ve şeytānı kabza-i celâlin hâdimi eyledi.
(Nukile min Şerh-i Rûh-i Mesnevî İsmâil Hakkı
Efendi)
Mecnûn kendi
ismiyle leylânın ismini bir yerde yazılı olduğunu görünce, hemân kendi ismini
bozdular.
Suâl edilir ki ey
mecnûn leylâ nâmından kendi nâmını niçin ezdin. Gerekdir ki sen âşık ol
ma’şûkdur. İkinizin dahi nâmı bir yerde [471-b] ola dedikte hâşâ min
isbâti’l-isneyn ya’nî mâşâ ikilik isbât eylemekten, ene leylâ ve
leylâ ene buyurdular. Ya’nî ben oyum o
bendir.
Mecnûn her neye
baktıysa leylâ göründü.
Hattâ kendine
baktı, leylâ benim dedi. Ya’nî mecnûn âşık iken kendini ma’şûk gördü.
Âşık da o, ma’şûk
da o, aşk da o oldu.
Ve’l-hâsıl,
fenâdan sonra bakā demek budur.
Ya’nî mecnûn
fi’l-asl leylâ imiş, kendini mecnûn sanırmış. Mecnûn sanısını kaldırınca leylâ
olmuştur.
Bir defa mecnuna
fassâd (Kan alıcı, kan
alan) gelip fasd (kan
alınca) murâd olundukta, mecnun ağlayıp rıza göstermedi ve neşterin ucu leylâya
dokunup müteezzî olur dedi.
Zîrâ leylânın
hevâsı şifâf-ı kalbinden cemî’ urûk ve a’zâsına sârî olmuştu.
Şöyle ki, mecnun
leyla hükmünde idi. Pes, bu ma’şûk âşık-ı hakîkînin ceybinden ser-zede olmak
şimdi olmamıştır. Belki hâl-i fenâda cümle uşşâka göre böyledir. Hâl-i fenâda
denildiği budur ki fenâdan evvel bu makûle ma’nâ münkeşif olmaz. Mecnûn ser-gerdân
kûy-i leylâda her ne kadar şey görürse öperdi, eğer hacer ve şecerden. Biri
suâl eyledi, yâ mecnûn niçin böyle edersin dedikte,
bu mazmûnda beyit
okudu.
(Süleymân Zâtî,
halîfe-i Hakkı )
Birkaç türlüdür:
Evvelkisi budur ki, mağlûbü’l-hâldir. Ve ol vârid onda durdukça tedbîr-i nefs
edemez. Ve ba’zılar ilâ âhiri’l-ömr ol hâl üzere müstemirr olur.
Ebû İkāl-i Mağribî
gibi ki ibtidâ mağlûbiyyetinden dört sene gāyetine dek ekl ü şürb etmeyip onun
üzerine vefât etti.
Ve ikincisi budur
ki, aklı indallâh imsâk olunup akl-ı hayvânîsi bakî olmakla yani beşeriyyeti
bakî olmakla ekl ü şürb eder ve tasarrufunda tedbîr ve rü’yet olmaz. Bunlara
ukalâ derler. Zîrâ ayş-i tabî’leri vardı, sâir hayvânât gibi.
Ve üçüncüsü budur
ki, mağlubiyyette müstemirr olmayıp sahve gelir ve tedbîr ve tasarrufa rücû’
eder. Mertebe-i irşâdda olan aktāb ve erbâb-ı ahvâl gibi.
Ve dördüncüsü
budur ki, vârid ve tecellîsi kuvvetine müsâvî olup velâkin onu gören onda
nev’an cezbe istiş’âr eder.
Ve beşincisi budur
ki, kuvveti vâridinden akvâ olur ki gālibü’l-hâl derler. Seninle muhâdese
ederken hâl vârid olur ve senin ona şuûrun olmaz. Ve bunlara behâlîl derler. Behlûl
ve Sa’dûn ve Semnûn ve Ebû Veheb ve emsâli gibi. Ve bu mecâzîbin ba’zıları dâimâ meserret ve dahk
ve inbisât üzerinedir.
Ve ba’zıları dâimâ
mahzûn ve mağmûm gezerler. Ve bunların bu hâl ile mürûr eden ömrleri zâyi’
olmayıp vaktleri a’mâl-i sâliha ile güzer edenlerin ecriyle me’cûr olurlar.
Zîrâ cezbeleri Hak’dandır, kendi ihtiyârları ile değildir.
Pes, eğer meczûb
olmasalar tāatte kāim olurlardı. Nitekim bir kimse vuzû’ üzerine yatıp, gece
içinde kalkıp namâz kılmak niyet eylese ve sabaha dek uyanmasa, ona kıyâm-ı
leyl sevâbı yazılır. Zîrâ kābizu’l-ervâh Allâh’dır.
Nitekim buyurur : [İnsanların canlarını Allah alıyor] (Zümer,39/42) Ve bunlardan evkāt-ı salâtte merdûdü’l-akl
olanlar makbûldür. Şeyh Şiblî ve emsâli gibi. Böyle mestûr olanlar himâye-i
ilâhiyye ehlidir ki zevk-i ubûdiyyet müstemirdir.
Ma’lûm
ola ki, bir beldede bir meczûb uryân gezerken ol belde hâkimi ol meczûbu darb ettikten
sonra Rasûlullâh’ı ma’nâsında gördükte, incitme diye emr buyurdukta, şer’de
nehy buyurduğun için darb ederim dedikten sonra yine ol meczûb uryân gezmekle
[470-b] yine darb etmeye başlayınca, meczûbun keşfi açık olduğundan, Rasûlullâh
sana tenbîh etmedi mi.
Dedi
ki, şer’de nehy ettiği için yine darb ederim dedi. Sonra Rasûlullâh ol meczûba
uryân gezme diye emr ettiler. (Şeriatın emrince hareket
ederim. Hakimin hükmü geçerlidir.) (Hitab-ı Hakkı Efendi )
Ma’lûm ola ki,
benî âdemden birine cezbe-i Hak erişse, ol kimse Tanrı Teâlâ’nın muhabbetinden
aşk mertebesine vâsıl olur. Ancak ol aşk mertbesinde dirlik eder ve ba’zılar ol hâlden geri gelirler ve
kendilerinden haberdâr olurlar. Eğer sülûk edip sülûkün tamâm ederse ona
meczûb-i sâlik derler. İşte bu şeyhliğe lâyık olur. Ve eğer sülûk edip sülûkün
tamâm etmeden Hak Teâlâ’nın cezbesi erişirse, sâlik-i meczûb derler. Ve eğer
cezbede kalır ise, şeyliğe lâyık olmaz. Ve eğer sülûk edip sülûkünü tamâm edip
cezbe-i Hak erişmezse ancak yalnız sâlik derler. Bunların cümlesi dört kısım
oldu: Meczûb ve meczûb-i sâlik ve sâlik-i meczûb ve sâlik.
Ma’lûm ola ki,
Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî (k.s.azîz) “Avârifü’l-Maârif” nâm kitabında
beyân etmiştir ki, bu dört aksâmın biri şeyhliğe yarar. Ol meczûb-i sâlikdir.
Bâkî aksâm-ı selâse şeyhliğe dahi pişvâlığa yaramaz. Ve sâlik ile meczûbun
farkı vardır. Ya’nî bir kimse hâl-i sülûkünde meczûb olmasa, ya’nî taraf-ı
Hak’dan cezbelenmeden boşalsa, onun ibtidâ ismi kelime-i tevhîddir ve illâ
celâledir. Zîrâ meczûbun nefy ü isbâta zarûreti yoktur. Velâkin tekmîl-i
merâtibe değin yine sülûke muhtâcdır. Ve bu ma’nâdan ötürü evvelki sâlike
sâlik-i meczûb derler ki cezbesi müteahhiredir. Ve sânîye meczûb-i sâlik derler
ki cezbesi mütekaddimedir. Ve makbûl olan sâlik-i meczûbdur ki âdet-i ilâhiyye
üzere cârî olmuştur. Zîrâ ilmi hem kesbî ve hem ırsîdir. Meczûb-i sâlikin ise
yalnız ırsîdir. Vâris ve hibe bilâ-ta’b olmakla kadri bilinmez. Fe-emmâ ki
ma’nây-ı örf nitekim Kur’ân’da gelir : [Elbette hem üstlerinden yerlerdi, hem
ayaklarının altından] (Mâide,5/66) Ya’nî fevkden ekl-i ilm vehbî
ve tahttan ekl-i ilm kesbîdir. (Hakkı Efendi )
Meczûb, tayy-i arz
eden sâhib-i hatveye benzer. Pes, meczûb olmayan sâlikler merâhil-i ma’nâda
bî-müddet ma’lûmedir. Ya’nî kırk senede ale’t- tafsîl seyr ü kat’ ederler.
Meczûblar ise o menâzili sür’at ile mürûr edip giderler. Velâkin mürûr-i icmâlî
kifâyet etmediğinden sülûk-i müstakille muhtâc olurlar. Ol vakt onlara meczûb-i
sâlik derler. Nitekim kable’l-feth ya’nî kable’l-cezbe sülûk edenlere sâlik-i
meczûb derler. Ve bu sânî âdet-i ilâhiyye üzerine olmakla evvelden a’lâ ve
makbûldür. Nitekim Kur’ân’da gelir
: [Fetihden evvel
Allah yolunda çarpışıp harcayanlarınız, diğerlerine eşit olamaz] (Hadîd,57/10)Ve bir tāife vardır ki [471-a]
hükm-i teklîf onlardan sâkıt olup, ervâh-ı müheyyime gibi bî-şuûr
olmuşlardır. Zîrâ sekr-i gālib, cunûn-i mutbik hükmündedir. El-hâsıl, mecâzîb
ahkâm-ı şer’iyye ve âdâb-ı mer’iyye ile mutāleb değillerdir. Zîrâ tecellî-i
azamet ile aklları zâhib olmuş kimselerdir. Ve zâhibü’l-akl olan, zâhibü’r-rûh
gibi emvâttan ma’dûddur. Fe-emmâ tab’ının bakāsı sebebiyle ahyâdandır ki hayvan
hükmündedir. Onun için hayvan gibi ekl ü şürb ederler ve hayvânât gibi onlara
bir nesne hafî değildir. Zîrâ söylemezler ve söyleseler, zâil olur.
Ve meczûb ile
cunûnun farkı budur ki meczûbun aklı indallâh bâkî ve mahfûz ve kendi şuhûd-i
zâtıyla mün’amün-aleyhdir. Mecnûn ise mat’ûm-i kevnî veyâ gayrı nesne sebebiyle
ve isti’mâliyle ya’nî sihirbazlık ve havâssla iştigāl ile aklı zâil olmuştur.
Pes, gerçi ikisinden dahi hükm-i şer’î sâkıttır. Velâkin meczûb ehl-i şuhûd
olmakla ehl-i fazldır. Mecnûnda ise bu şeref yoktur. Ve onlara ukalâ-i mecânîn
diye tesmiye olunmağa sebep budur ki bunların cunûnları meczûblar gibi fesâd-i
mizâcdan değildir, nitekim zikrolundu. Belki kalblerine fecâet-i tecellî-i
ilâhî ve üzerlerinde âsâr-ı kudret zâhir olmaktandır. Bu sûrette onlara mecnûn
demek tedbîr-i ukûlden mestûr ve âlem-i hissden mutlak demektir. Ve bunların
evsâfındandır ki “İzâ deavû zekerullah”
mûcebince müşâhedeleri müşâhede-i Hak îrâs eder ve kalb-i insâna azamet
ve te’sîr getirir. Ve Rasûlullâh’ın ba’zı hâlâtındandır ki vech-i
ilâhî vârid oldukta, âlem-i hissden me’hûz ve münselih olurdu. Eğer teblîği
risâlet ve siyâset-i ümmet olmayaydı, müşâhede ettiği umûr-i ızâmın heybetinden
akl zâil olurdu. Velâkin Allâh Teâlâ rusule kuvvet-i zâide
vermiştir ki onunla akllarına halel gelmeyip, âlem-i hisse rücû’ ederler ve
halka teblîğ-i ahkâm kılarlar. Rasûlullâh’ın Cebel-i Nûr’da Cebrâl’i sûret-i
asliyesi üzere müşâhede ettikte magşiyyün-aleyh olduğu kütüb-i mu’teberede
mestûrdur. Ve’l-hâsıl, teklîfât-ı ilâhiyye mecnûndan ve onun hükmünde olandan
sâkıt olur, gayrıdan sâkıt olmaz. İsterse dergâh-ı kibriyâda mertebe-i vâlâ
bulsun. Zîrâ tekâlîfe göre mahcûb ve mükâşif berâberdir. Nitekim esrârı erbâb-ı
dile rûşendir. (Hakkı Efendi)
Cemî’-i ferâiz ve
vâcibât ve sünen ve müstehabbâtı riâyetten sonra âdâb-ı meşâyihe riâyet
etmektir. İmdi bir Âdem âdâba riâyet etse, cemî’-i ahkâm-ı şer’îyi kemâliyle
riâyet etmiş olur. Ve bir edeb dahi budur ki kendi ahvâlinin cümlesini pîre
diye ki tâ pîr onu günden güne terbiyet edip hatarlı yerlerden kurtara ve
muhâlif olan işlerden âgâh eyleye. Pîre lâzım oldur ki, mürîdini Hüdâ yoluna [27-b]
eriştire. Ve mürîde lâzım olan oldur ki, vâkıasın pîrden gayrı kimseye
demeye ve hem ziyâde ve noksân söylemeye. Bir edeb dahi budur ki, mürîd-i
mübtedî birini huzûr ve gaybette murâkıb ola. Ammâ mürîd müntehî olûcak huzûr
ve gaybı bir olur. Meselâ, Rasûlullâh aleyhi’s-selâm dünyâdan rıhlet ettikte
Abdullâh Ensârî adlı bir sahâbi var idi. Oğlu gelip bu kişiye haber verdi ki :
“ Hazret-i Muhammed aleyhisselâm dünyâdan
ukbâya irtihâl etti” dedi. Hemân Abdullâh Ensârî duâ etti ki
:“Yâ Rabb! Benim gözlerimi a’mâ eyle ki gayrı
yüzüne nazar eylemeyim ” Pes, Rabb-i İzzet duâsın makbûl edip gözü
a’mâ oldu.
Ey azîz! Ma’lûmdur ki, Ebû Bekir ve
Ömer ve Osmân ve Alî hazretlerinin Rasûlullâh aleyhi’s-selâma muhabbetleri dahi
ziyâde idi. Ammâ onların münâsebeti Muhammed aleyhi’s- selâm hazretlerinin
rûhuyla idi. Ve ol kişinin zâhiri Rasûlullâh ile idi. Onun için ol kişi
müfârakat eleminden bu hâli irtikâb etti. Ammâ onlar hakkında yine vâsıl
idiler. Fe’fhem! Üveys-i Karenî Mustafa’yı (a.s.) hakîkatte görmüş idi, sûrette
görmeğe mültefit olmadı. Zîrâ sûreti
görmek, ma’nen görmek içindir. Çünkü bilâ-sûret ma’nâ müyesser ola,
sûret hicâb olur.
Li-muharririhî :
Ey tarîk-i Hakk’a sâlik, edebe
gel erkâna gel,
Ey mülk-i himmete mâlik, edebe gel
erkâna gel,
Güzeldir gerçi hâl ve kāl, makāma da bir
nazar
Sal, Bulmak diler isen visâl, edebe gel
erkâna gel,
Tut usûl-i şerîatı, güt edebi tarîkatı,
Diler isen hakîkatı, edebe gel erkâna gel,
Mürşîde uy yabanı kov, ârife uy
çobânı kov,
Hakkı’ya uy fülânı kov, edebe gel
erkâna gel.
Hızır basttan
ibârettir, İlyâs kabzdan ibâret olduğu gibi. Hızırdan murâd feyyâzdır ki
melikü’l-mülûk-i ervâh olan rûhü’l-kuds murâd olunur. Zîrâ ehl-i velâyet fenâ-i
tâm bulduklarında Allâh Teâlâ onları rûhü’l-kudsün nefhi ve feyzi vesâtatıyla
ihyâ eder. Hz. Îsâ (a.s.)ı ihyâ eylediği gibi. Ya’nî Hızır ile murâd, bâtın
mertebesinde zikr olunan rûhü’l-kuds ve zâhir mertebesinde onun feyzine mûsil
ve müeddî olan mürşîd-i kâmildir. (
Hakkı Efendi )
Ma’lûm ola ki Hızır (aleyhisselâm)
ashâbdan ma’dûddur. Nitekim erbâb-ı hadîs yanlarında müsbettir. Ve demişlerdir
ki, Hızır basta mazhardır. Onun için ba’zılar dediler ki Hızır’dan murâd,
sıfat-ı basttır. Pes, bu ma’nâ, vücûd-i Hızırı nefy etmez. Zîrâ Hızır’ın
ehlullâh ve nice dil-teşne müstaiddlere sâkî olduğu mâ-lâ-kelâmdır. Ve sâkîden
murâd, feyzdir. Feyz dahi, nefes-i rahmânî dedikleridir. Nitekim hadîs-i
şerîfde gelir: [Ben Rahmân’ın
nefesini Yemen istikametinde buluyorum] (Aclûnî, I, 217)
Maksûd-i Nebevî, Veysel Karânî’nin ammîsi olan Usâmü’d-dîn’e işârettir ki ol
vaktte yemen’de kutbü’l-abdâl idi. Ve onuın kutbü’l-abdâl olduğu Fahr-i Âlem’in
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) kutbiyyet-i uzmâsını münâfî değildir. Zîrâ ol
kutbiyyet, bu kutbiyyetten şu’be-i cüz’iyyedir. Ve bundan fehm olunur ki ba’zı
evliyâya bidâyette feyz-i ilâhî bi’l-vâsıta ve ba’zılarına bilâ-vâsıtadır. Ve
vâsıtanın dahi ekmel-i mezâhiri Hızır (aleyhisselâm)dır. Onun için “Eriş Yâ Hızır” diye [201-b] elsine-i avâmda bile
meşhûrdur. Eğerçi gayrı evliyâ dahi müstaidleri irşâdlarında feyz-i nefs
ederler ve Hızır yerine kāim olurlar. Ve Hızır cemî’ evliyâya nihâyette
vâkıfdır. Eğerçi ki bidâyette ba’zılarına vâkıf değildir. Ve muttali’ olmadığı
olmak dahi câizdir ki gayret-i ilâhiyye yanındandır. Ve bu makūle evliyâ, efrâd
dedikleri kabîlden olur. Zîrâ onlar kutbü’l-aktâbın taht-ı tasarrufunda
değillerdir. Ve Hızır lakabdır. Zîrâ bir arz-ı yâbise üzerine cülûs ettikte
kudret-i ilâhiyye ile muhaddar olurdu. Ve namâz kıldığı zamân dahi çevresi kiyâh-ı
sebzle tâzelenirdi. Cebrâil (a.s.)ın râkib olduğu feresü’l-hayâtın basdığı yer
yeşillendiği gibi. Ve âmmenin rûz-i Hızır dediği, bu makāmdandır. Zîrâ ol
günlerde vech-i arz nebâtâtla hayât-ı nev bulur.
Ve onun künyesi,
“Ebü’l-Kabâs” ve ismi “Balyâ” dır ve pederinin ismi “Melkân” dır. Ve ba’zılar
Hızır’ın nâmı, “Melkân bin Melyân bin Kelyân bin Sem’ân bin Sâm ibni Nûh” dur
dediler. Suyûtî
(rahmetullahi aleyh) tefsîr-i Sûre-i Kehf’de İbn-i Abbâs’dan rivâyet eder ki, Hızır Hz. Âdem (aleyhisselâm)ın sulbî oğludur. Âhir
zamânda ricâli tekzîb için ömrü tavîl olunmuştur. Ve İbn Asâkir demiştir ki, Âdem’e mevt hâzır
oldukta, evlâdına vasiyyet eyledi ki ba’de’l-vefât cesedi onların sâkin
oldukları mağarada bile ola. Sonra Tûfân-ı Nûh oldukta cesedini mağaradan
çıkarıp sefîneye aldılar. Ba’dehû Nûh (aleyhisselâm) sefîneden hurûc ettikte
oğullarına dedi ki: “Evlâd-ı Âdem’den her kim Âdem’i defn eder ise
Âdem ona tûl-i ömr ile duâ eylemiştir.” Pes, evlâdı defne kıyâm gösterdiklerinde Hızır aralarında bile
idi. Ve cümleden evvel tevellî ve mübâşeret eyledi. Hak Teâlâ dahi va’d eyleyip
hayât-ı bâkiye verdi. Bu sûrette dahi Hızır Âdem’in evlâd-ı sulbiyyesinden
olur. Ve ba’zıları dediler ki, Hızır ebnâ’-i mülûkden idi. Sonra ihtiyâr-ı zühd
edip târik-i dünyâ oldu. Ve ba’zılar dediler ki Hızır havâli-i Şîrâz’da
tevellüd etmiştir. Ve İlyâs onun ceddinin ammidir. Ve ba’zılar dediler ki,
Zü’l-Karneyn’in halası oğludur ki sefer-i zulmâtte onun mukaddemetü’l-ceyşi
olup askeri için su tetebbu’ ederdi. Âb-ı hayâta müsâdefe edip şürb ve iğtisâl
etmesiyle hayât-ı ebediyye buldu. Nitekim kavl-i meşhûr ve muavvelün-aleyhdir.
Ve ba’zılar
dediler ki, Hızır ikidir: Biri, Hızır-ı Zü’l-Karneyn ve biri dahi
Hızır-ı Mûsâ’dır ki evliyâ-i benî isrâîldendir. Ve Hızır’ın nübüvvet ve hayâtı ind-i
erbâb-ı hakāyık müttefekün- aleyhdir. Ve muzâf olduğu Zü’l-Karneyn’den murâd,
Zü’l-Karneyn-i Evvel’dir ki ona İskender-i Yunânî derler. Hz. Mûsâ’ya mülâkî
olan ve seddi binâ eyleyen ve zulmâta duhûl eden oldur ki Kur’ân’da mezkûr ve
nübüvveti muhtelefun-fîhdir. Yoksa Zü’l-Karneyn-i Sânî değildir ki ona
İskender-i Rûmî derler. İskenderiyye’de sâhib-i mîl ve âyine bu İskender’dir ki
kâfirdir. Ve onun vezîri, Arestâtâlîs dedikleri [202-a] hakîm-i
meşhûrdur. Ve ekser ulemâ ve ve şuarâ bu bâbda hatâ edip yunânîyi rûmî
zanneylemişlerdir. Ve yunânîyi rûmî zannıyla sâhib-i âyine diye zikr
eylemişlerdir. Ve demişlerdir ki, Hızır’ın mevtine aslâ delîl yoktur. Ve illâ
fülân pâdişâh gününde ve fülân şehirde ve fülân vaktte vefât etmiştir diye
şâyi’ olurdu. Nitekim sâirleri şuyû’ bulmuştur.
Ve Şeyh-i Ekber
Hazretleri ve Ebû Tâlib Mekkî ve Hakîm Tirmizî ve sâir sâdât-ı ümmet (kaddese
esrârahüm) hayâtına zâhib oldukları delîl-i kātı’dır. Zîrâ ehl-i keşîf-i sahîh,
hatâ üzerine olmak memnû’dur. Ba’zıları memâtına zâhib oldukları âyet ve hadîse
cevâb budur ki, âyet-i kerîme dünyânın adem-i bekāsına dâirdir. Pes, fânîde
olan dahi fânîdir. Eğer fenâsı te’hîr olunduysa bile demektir. Nitekim iblîs
hakkında [Haydi mühlet
verilenlerdensin] (A’râf,7/15)
denildi. Maa-hâzâ âkibet meyyittir. Ve iblîs yüz
yirmi senede bir kere tecdîd olunduğu gibi, Hızır hakkında dahi musarrahdır. Zîrâ yüz yirmi sene ömr-i tabîîdir. [1]
[İnsan devirlerinin en azgın seneleri İblisin 120 yaşına
yaklaştığı dönemler mi acaba…Yazınının hazırlanışına göre İblis 95 yaşında]
Pes, ömr-i tabîî
nihâyete erdikte tekrâr izn-i Hak ile mâü’l-hayâttan nûş edip,
bi-hasebi’l-hikmet tâzelenir. Ve ba’zı akvâlde,
melâikeden olmağa zâhib oldular. Melâike ise ilâ-yevmi’l-kıyâm münzarîndir
(mühlet verilmiştir). Pes, hâlâ Hızır ve eğer İlyâs ve eğer Îsâ velâyet
mertebesiyle kāimlerdir. Ve Hızır ve Îsâ bu ümmetten olmak temennî etmişler
idi. Lâ-cerem havâss-ı Hak olmakla duâları müstecâbdır. Ve sohbet ve
rivâyetleri dahi ind-i ehli’l-hadîs sâbittir. [Ulemâ-i ızam, enbiyâdan dört kimsenin hayatta
olanlar zümresinden olduklarına zâhib olmuşlardır : Yerde Hızır ve İlyas, gökte
İsâ ve İdris’tir.]
Demişlerdir ki,
Hızır karada ve İlyâs deryâda olurlar. Ya’nî
bi-hasebi’l-gālib halleri budur.
Ve illâ Hızır deryâda dahi ba’zı evliyâya zâhir ve sefîneye dâhil ve ba’zı
sulahâya muâveneti bâhirdir. Zîrâ ikisi
hakîkat-ı vâhide gibidir. İshak ve İsmâil gibi (aleyhisselâm). Onun için
zebîhde ihtilâf olundu. Pes, her hangisine nisbet olunur ise sahîhdir. Zîrâ sıfat-ı teslîmde iştirâkleri vardır.
Ve İlyâs’ın sıfat-ı terevhun ve imdâd ve iânette iştirâkleri olduğu gibi. Suâl
olunursa ki, Hızır basttan ve İlyâs kabzdan kinâyedir dedikleri, cevâb budur
ki, bu kelâm Hızır ve İlyâs’ın vücûdlarını nefy etmez. Hızır’ın gerçi hayâtı
sâbittir. Velâkin bi-hasebi’l-gālib zâhir olan râînin sıfat-ı gālibesidir. Ve
yâhut ervâhdan bir sûrettir. Ve bast dedikleri, Hızır’ın kuvây-ı mizâciyye ve
rûhâniyyesi âlem-i şehâdet ve gayba mebsût olduğudur. Ve sâlikin Hızırı, ayn-ı
basttır (güşâdeliği). Nitekim İlyâs, ayn-ı kabzdır (darlığı). Ve Hızır’ın
vücûdu ve dünyâda bekā-i hayâtı ve mevâzı’-ı zarûrette zuhûr ve imdâdı
mukarrerdir.
Ve bu fakîr
Hakkı’ya [Allâh ona en
büyük mucizeyi gösterdi] tarîk-i hacda ve Mekke-i Mükereme’de
husûsâ Hicr-i İsmâîl’de ve inde Bâb-ı Beyti’ş-Şerîf [202-b] birkaç def’a
zâhir olup, sırrımı keşf ve müşkilimi hall ve hayr ile duâ eyleyip “cealakallahü minel enfas” diye teşrîf eyledi. Ve kendinin Hızır olduğun
ta’rîf kıldı ve hakkında aslâ şübhem kalmadı.
Ve suâl olunursa
ki, Hz. Mûsâ ve Hızır’dan hangisi a’lemdir ?
Cevâb budur ki,
her biri min vechin a’lemdir, mutlakan değil. Eğerçi hadisi “İki denizin
birleştiği yerdeki kul , onu benden daha iyi bilirsin” Hızır’ın a’lemiyyetini
iktizâ eder. Velâkin mukayyed ve muhassîsdir (tahsîs). Nitekim Mûsâ’nın [Öğretildiğin ilimden bana gerçeği öğretmen
şartıyla sana tabi olabilir miyim?] (Kehf,18/66) buyurduğu ve Hızır’ın “Allah Teâlâ’nın
sana öğrettiği ilmi, benim bildiğim ilmi bilemeyiz” dediği ona dâldir. Zîrâ
Mûsâ’nın Hızır’a mutâbaati, Hızır’dan ism-i bâtın iktizâ eylediği ba’zı esrâr-ı
velâyeti taallüm için idi. Bundan hôd Hızır’ın mutlakan efdaliyyeti lâzım
gelmez.
Suâl olunursa ki,
yedi yüz yirmi târihinde Medîne-i Münevvere’de deveciler meydânında arbedede
vâki’ olup, birbirlerine taş atıp cenk eder iken, Hızır (aleyhisselâm) orada
bulunmakla başına taş dokunup şikest ve üç ay kadar ondan verem-nâk olduğu
nedir ? Cevâb budur ki, mecmeu’l- bahreyn sırrıdır. Zîrâ insân-ı kâmil, bahr-i
vücûb ve bahr-i imkânın hakāyıkını cem’ eylemiştir. Mertebe-i imkânın hükmü ise
ibtilâdır. Gazve-i Uhud’da Rasûlullâh’a (salla’llâhu aleyhi ve sellem) vâki’
oldu. Pes, vereseye dahi ibtilâ-i sûrîden mîrâs vardır. Ve setr-i hâle medâr ve
ihtiyâr-ı nâsa dâirdir. (Hitâb-ı Hakkı Efendi )
Demişlerdir ki,
bir duâ okunduğu vaktte üç kere iâde oluna ki hissî ve hayâlî ve aklî
mertebelerinden teveccüh buluna. Zîrâ hiss ve hayâl cismâniyyete dâir ve akl
rûhâniyyete nâzırdır. Ve insân bu iki hakîkatı câmi’dir. Ve akl, cevher-i nefs
ve emr-i rûhâni-i şerîfdir ki milâki’l-kuvâ ve’l-a’zâdır. Zîrâ hâricde a’zânın
tasarrufâtı dahi onun idrâk ve tedbîrine menûttur.
Li-muharririhî :
Cevher-i akl içredir küll-i şeref, [218-b]
Ona nisbet gayrısı hem çün sadef.
Her ne sehm-i ma’rifet atılır,
Akl-ı kudsîdir ona lâ-büd hedef.
Ve her duâ ki onda nefy ve tenzîh ola, duâların
rûhudur. Tesbîhât gibi. Zîrâ tenzîh zâta râci’dir ki rûh gibi bâtındır. Nitekim
tahmîd sıfâta âiddir ki cism gibi zâhirdir. Velâkin bu sırr-ı azîmi zevk etmeğe
meşreb-i pâk ister.
Suâl olunursa ki, her nesne kazâ ve
kaderle olunca, duânın nef’i nedir ?
Cevâb budur ki, duâ iki vechiledir. Bir
duâ vardır ki celb-i sevâb ve menfaat içindir ki sâir ibâdât gibidir. Belki
muhhi’l-ibâdâttır. Ya’nî insânın bedeni azm ile ve azm dahi muhh ile, ya’nî
kemik içinde olan ilik dedikleri nesne ile kıvâm bulduğu gibi, ibâdât dahi duâ
ile kıvâm bulur. Ve bir kimse ba’de’l-ibâdet
dergâh-ı Hakk’a ref’-i yed edip taleb-i kazâ-i hâcet etmese, Hak
Teâlâ’ya cefâ etmiş olur ve âlem-i hakîkatten infisâl bulur. Zîrâ ba’de’d-duâ
elin yüzüne mesh etmek, asla rücû’ sûretidir
Pes, duâ etmese ve elin yüzüne sürmese,
evveli ittisâl ve âhiri infisâl olur. Ve bunun beyânı budur ki, ibtidâ ibâdete
şurûu halkdan infisâl ve Hakk’a ittisâl sûretidir ki ibtidâ-i dâire gibidir. Ve
elin yüzüne sürmek, intihâ-i dâire gibidir ki dâire-i intihâda ibtidâya mülâkî
olur.
Emr-i vücûd ise devrîdir, hattî ve
mustatîl değildir. Pes, bî-duâ ve bî-mesh olan kimse Hak’dan geldi velâkin
Hakk’a dönmedi. Dönmek ise farzdır. Nitekim devrânîlerin devrinde ona işâret
vardır, eğer devrleri rûhânî ise. Ve eğer cismânî ise, cismle Hakk’a dönülmez.
Hak Teâlâ’nın ecsâm gibi taayyünü yoktur. Belki cismin Hakk’a dönmesi, rûha
tab’iyyet iledir. Rûh ise enfâs-ı rahmâniyye ve âsâr-ı ilâhiyyedendir. Bu
sûrette rûhla Hakk’a dönmek, mahlûkla hâlıka dönmek demek değildir. Zîrâ mahlûk
hâlıka vâsıta olmaz. Belki eser ile müessire intikāldir. Velâkin bu eser, sâir
âsâr gibi değildir. Eğerçi sûretâ mahlûktur. Belki eser-i kadîmdir ki zuhûru
hâdisdir. Ve bir duâ dahi vardır ki def’-i ikāb ve mazarrat içindir.
Kazâ dahi ikidir : Biri, mübrem ya’nî
muhkem ve maktū’ ve biri dahi muallak ve gayr-ı meczûmdur. Ve mübrem olanların
ekseri umûr-i külliyedir ki duânın onda te’sîri yoktur. Belki duânın te’sîri,
muallakāt makūlelerindedir. Ya’nî ol kaziyye-i muallaka nice kazâ olundu ise,
def’ine dahi çâre kazâ olundu. Pes, duâ kazâ bâbından olunca, kazâ
ile kazâ mündefi’ olmuş olur. A’dâya
mukābelede silâh götürmek ve
isti’mâl etmek gibi. Ya’nî eğer düşmanın tarafında olan zararın indifâı,
isti’mâl-i silâha menût ise, onunla mündefi’ olur. Ve eğer isâbeti meczûm ise,
fâide etmez. Onun için demişlerdir ki, ok bî- ecelin bedenine batmaz ve
bâ-ecelin zırhından geçer. Ve kazânın muallak [219-a] ve gayr-ı muallak olduğu, kula nisbetle meçhûl
olmakla, esbâba teşebbüs lâzım geldi ve terk eden sırr-ı kadere câhil oldu.
Eğerçi Hakk’a göre her emr-i makzî ma’lûmdur. Hadîs-i şerîfde gelir : Gecenin sülüsânı geçip sülüs-i ahîri oldukta,
rabbimiz Hak Subhânehû ve Teâlâ semâ-i dünyâya nüzûl edip, buyurur: Bana kim
duâ eder ise isticâbe ederim. Benden kim murâd ister ise, i’tā ederim. Bana kim
istiğfâr eder ise, mağfiret ederim buyurur. [Buhârî, Teheccüd,
14.] Bu nüzûlden murâd, âsâr-ı hakîkatten bir eserin zuhûrudur. Ve illâ Allâh
Teâlâ nüzûl ve urûcdan münezzehdir. Ve ecsâm ve a’râz halk-ı cedîd ile dâimâ
müteceddid olduğu gibi, ervâh ve kulûb, tecelliyât-ı mütenevvia ile
müteceddiddir.
Ma’lûm ola ki,
harâma mülâbis olan sû-i hâl ehline duâ müstecâb olmak müstab’addır. Zîrâ
Hakk’ın nehy ettiği nesneyi irtikâbla, Hak’dan baîd olanın Hak ile arasında
hicâb-ı azîm vardır. Ve duâ âlem-i sûrette vâki’ olmakla, ol hicâbı hark edip,
âlem-i ma’nâya duhûl edemez. Ve harâm onun yoluna sedd olup, duâyı geri
döndürür.
Nitekim mâl-ı
habîs ile hacceden “lebbeyk” dese, cânib-i semâdan melek ona, [Lebbeykin ve sa’deykin kabul değildir, senin
haccın reddedilmiştir] diye cevâb verir
ve lebbeyk kavlini harem-i kudsden reddeder.
İsticâbet,
duâdandır. Kat’ ma’nâsına. Zîrâ cevâb suâli kat’ eder. Ve isticâbet icâbettir.
Eğerçi hakîkatı, tecerrî-i cevâb ve cevâba teheyyü’dür. Velâkin icâbetin
isticâbetten kıllet-i infikâkı olmakla, icâbetten isticâbet ile ta’bîr olundu.
Ve libâs-ı harâm ile duâ nice ise, libâs-ı harâm ile namâz dahi böyledir. Zîrâ
tahâret-i sevb şarttır. Gerek tahâret-i suveriyye ve gerek tahâret-i ma’neviyye
ile. Ve duâ dahi ibâdettendir. Çünki harâma mülâbise ile duâ kabûl olmaya, sâir
ibâdât dahi kabûl olmaya. Pes, haccın eş’as ve ağber olduğu bî-fâide ve âbidin
ta’b-ı ibâdeti bî-âide olur. Onun için îmân olmadığı yerde, rehbâniyyet abes
olur.
(Necât-ı Hakkı
Efendi)
Duâ talebdir ki,
matlûbün-minh olan Hakk’a tezellül ve ilticâ ve izhâr-ı ubûdiyyetten ibârettir.
Ve hadîsde gelir : [Duâ ibâdetin iliğidir] (Tirmizî, Daavât, 1; Aclûnî, I, 403.)
Ya’nî beden-i azm muhhile ve beden dahi azm ile istimsâk ettiği gibi, muhh-i
ibâdet dahi duâdır ki kıvâm-ı ibâdet duâ iledir. Onun için ibâdet duâ ile
mahtûm olmak gerekdir ve illâ Hakk’a cefâ etmiş olur. Zîrâ kerîmden nesne taleb
olunmamak, kerîme eziyyettir. Nitekim nîmden matlûb olunmak, ona eziyyettir. Ve
duâda ref’-i yed etmek, bâtında olan tezellül ve ubûdiyyete nişândır. Ve abd,
sûret ve ma’nâyı câmi’ olmakla, iki yüzden Hakk’a ilticâ etmelidir. Nitekim
ekmeli’l-mevcûdât (salla’llâhu aleyhi ve sellem) istişfâda ve gayrıda ref’-i
yed ederler ve duâda mübâlağa ederlerdi. Ve zâhidin [219-b] ricâsı atā
ve ârifin ricâsı Allâh Teâlâ’dır. Ve im’ân-ı nazar eyle ki mağfireti duâ ve
ricâ ile mukayyed kıldı. Tâ ki abd mağrûr olmaya ve ubûdiyyetle kāim ola.
Eğerçi Allâh Teâlâ’nın afv ve mağfiretine fi’l-hakîka kayd yoktur. Onun için [Bunun dışında
dilediğini mağfiret buyurur] (Nisâ,4/48) diye mağfireti mutlak îrâd
eyledi. Onun için bir tevhîdle bin şirkden tecâvüz eyler ve tedkîk mülâhaza kıl
ki mağfireti tamâm-ı mübâlâtla takviyet eyledi. Zîrâ inde’l-kerîm atā istiksâr
olunmaz. Pes, afv ve hatâ dahi muâmele-i atā gibidir. Fa’rif cidden.(Hakkı
Efendi)
Sabâh namâzı sünneti ile farzı arasında, zevâl-i îmândan
muhâfaza için okunacak duâdır.
İmâm-ı Münzirî’nin
kütüb-i ahâdîsinden Tergîb ve Terhîb nâm kitâbı üzerine düşen Feth-i
Karîb nâm şerhinde mestūrdur.
Zübdetü’l-mükâşifîn
ve hülâsa-i ehli’l-yakîn, mazhar-ı sırr-ı ezelî ve ebedî ve sermedî Şeyh
Muhammed bin Hakîm et-Tirmizî’den (kaddesa'llâhu sırrahû ) menkūldür ki
buyurmuşlar: Rabbü’l-azzeyi (c.c.) vâkıamda bin kere gördüm. Her kerede suâl
edip, yâ rabbi, zevâl-i îmândan havf ederim. Bana bir duâ ta’lîm eyle dedim.
Her kere vâki’ olan suâlimde, sabâh namâzının sünneti ile farzı arasında kırk
bir kere bu tesbîhi oku diye bana emr eyledi. Ve ol duâ ve tesbîh budur ki zikr
olunur:
Ve bu duâ, kitâb-ı
mezkûrda bu uslûb üzere yazılmıştır. Ziyâde ve noksanı yoktur. Ba’zı mecmûalara
bakıp, ziyâde ve noksân ile ettikleri tafsîlâta iltifât olunmaya. Ba’de-zâ kırk
bir kere okunduğunun sırrı budur ki, kırk aded-i kâmildir. Kırk birinci, ahadiyyet
ve ferdâniyyete işârettir ki nitekim tarîkat-ı celvetiyyede (cîm ile )i’kāb-ı
salât-ı mektûbede kırk bir kere salavât-ı şerîfe mesnûndur. Ya’nî her vaktte
sünnet-i tarîkattir ve zulmet-i şirk ve cehl ve gafletten halâs için, vakt-i
şâfiîde ebvâb-ı semâvât meftûh olup, nûr-i tevhîd ve ma’rifet ve inkişâf ile
münevver, ol vaktin semerâtıyla müntefi’ ve münâfii ile müstes’id oldular. Bu
sebepten mezheb-i hanefîde dahi sünnet-i fecri, vakt-i şâfiîde kılmak,
müstehabdır. El-hâsıl fecr ikidir: Biri, fecr-i tecellî-i mevlâdır ki îcâd-ı
kâinât onunla hâsıl ve her mâhiyyete nûr-i zuhûr etmekle vâsıl olmuştur.
Nitekim hadîsde gelir : [Allâh mahlukatı zulmette yarattı, sonra
onların üzerine nûrundan saçtı] (Tirmizî, Tefsir,
12; Müsned, IV, 11; İbn Mâce,
Mukaddime, 13.) Ve biri dahi, fecr-i
dünyâdır ki tenvîr-i eşyâ onunla vücûda gelmiştir. Ve nûr dahi ikidir : Biri
nûr-i vücûd ve biri dahi nûr-i sabâhdır. Pes, fecr-i tecellîde nûr-i vücûd
alanlar ve ol demde atāy-ı ilâhiyyeden semere-i tevhîd ve ma’rifet bulanlar,
fecr-i dünyâda dahi bi-tarîki’t- tefe’ül nûr-i sabâhın zuhûru vaktinde ol
semereyi takviyet ve ahd-i ezeli tecdîd için aded-i mezkûr üzerine duâ ederler
ve evvel ve âhiri biribirine tatbîk ve zâhir ve bâtını telfîk ve ezel ve ebedi
tevfîk için, beyne’l-havf ve’r-recâ [220-a] Hakk’a doğru giderler. Ol
çemen-ârây-ı cihân cümlemizi hayât-ı tâze ile handân ve ulûm-i taayyüniyye ve
maârif-i hakîkiyye ile ma’mûr ve hayr-ı âkibet ve hüsn-i hâtime ile mesrûr
eyleye, âmin. (Hakkı Efendi )
Akşâm namâzının
sünnetinden sonra, okunacak duâdır : [Ey kalpleri çekip çeviren Rabbim! Kalbimi
dînin ve tâatin üzerine sâbit kıl] (Tirmizî, Daavât, 85.) Akşâm namâzının sünnetinden sonra okuya ve
ardınca yedi kere, [Allâhım! Beni cehennemden koru] diye. Tâ ki tāat ve tevhîd üzerine sâbit
olup, cehennemin yedi kapısı onun hakkında mesdûd ve ebvâb-ı semâniye-i cennet
meftûh ola. Burada dînden murâd, tevhîddir ki hâl-i kalbdir. Nitekim tāat,
hâl-i kālıbdır.Ve evvelkisi, ikincinin esâsıdır. Zîrâ şecerenin aslı gibidir.
Ya’nî bir ağacın kökü sağ olsa kendi dahi sağ olur ve meyve verir. Kezâlik
i’tikād ve îmân dahi dürüst olsa, münâfık hâli gibi olmasa, ondan semerât-ı
a’mâl vücûda gelir. Pes, olan tevhîd üzerine sebâtı dilemekdir. Zîrâ tāat
üzerine sebât, ona tâbi’dir. Ve bunda [Ey Rabbimiz!
Bizleri hidayetine erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma] (Âl-i İmrân,3/8) mazmûnuna işâret vardır.
Ya’nî Allâh Teâlâ mukallibe’l-kulûbdur ki kulûbu bir hâlden bir hâle taklîb ve
tahvîl eder. Meselâ, îmâna ve tāata tahvîl ettiği gibi, [Bilin ki Allâh hakikaten kişi ile kalbinin
arasına girer] (Enfâl,8/24)
mûcebince hüsn-i hâleti dahi sû-i hâle tebdîl eder. Ve hadîsde gelir : Ya’nî mü’minin kalbi, beyne esâbi’-i
kudrettir. (İbn Hanbel, II, 173; İbn Mâce, I, 72.) Usbu’-i cemâl ve usbu’-i
celâl arasındadır ki bir usbu’dan bir usbu’a onu taklîb eder. Ve taklîb ve
uzağa kıldığında zulm etmiş olmaz. Belki ol ma’nâ onun levh-i mahv ü isbâtta
hâline tâbi’dir. Velâkin esâbiu’l-kahhâr demedi, belki îmân, muktezây-ı rahmet
olmakla, rahmânla ta’bîr eyledi.
Li-muharririhî :
Bin tecellî bir dem içre, berk urur bir dem
gelir,
Gâh setr edip yüzün gözün nice bin dem
gelir.
Bu şuûn-i gayb seyr edip şehâdet âlemin,
Her nefesde hezârân âlem ve Âdem gelir.
Neylesin feyz-i ilâhî hâr-i haşin gülşene,
Bir gül ter-vâr ise ona semâdan nem gelir.
Her kimin çeşmin cemâl-i yâre açıldı ise,
Tâ ebed-i bâğ-ı cihânda hâtırı hurrem
gelir.
(Necât-ı Hakkı Efendi )
Mü’mine gerekdir
ki her sabâh ve akşâm seyyidü’l- istiğfârı dilinden komaya ki budur :
[Yâ Allâh! Sen benim rabbimsin. Senden başka
ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum ve ben iman ve
ubudiyyetimde gücüm yettiği kadar senin ahd ü mîsakın üzereyim. Yâ Rabbi!
Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım ve senin bana in’âm ve ihsân ettiğin
nimetleri ikrâr ve i’tiraf ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve
i’tiraf ederim. Yâ Rabb! Sen beni afv ü mağfiret eyle, zira senden başkası
günahları afv ü mağfiret edemez] (Buhârî, Deavât, 1; Tirmizî, Daavât, 15;
Neseî, İstiâze, 57; İbn-i Hanbel, IV, 122.)
Bir kimse bu istiğfârı sabâh diyip, ol gün vefât etse ve yâhut akşam
söyleyip ol gece intikāl eylese, cennete dâhil ola. Kelâm-ı mezkûrda “ebûü” kelimesi
“erciu” ma’nâsınadır. Velâkin ni’metle rücû’un ma’nâsı, ni’metin Hak’dan
olduğuna i’tirâf edip, şükrle mün’ime dönmektir. Ve zenble rücû’ etmek, i’tirâf
ve istiğfârladır. Pes, demektir ki, yâ rabbi, ni’met senindir ve senden
gelmiştir. Ve günâh benimdir ve benden olmuştur. Nitekim Hz. Âdem
(aleyhisselâm) dan bi-tarîki’l-hikâye gelir: [220-b] [Rabbimiz, nefislerimize zulmettik] futûh-i rûhânî
bulmak için duâdır.
Bu âşüfteye bir
vakt bir aceb hâlet oldu ki nice zamân Hüdâ’nın nâmın dilime götürmeğe kādir
olmadım. [Nûn, Kaleme ve satır satır yazdıklarına yemin
ederim] (Kalem,68/1) cemâli bana yüz gösterip, bu
bî-çâreyi nevâhat edip dedi: [De ki : O Allâh’tır, tektir] (İhlâs,112/1) Bilir misin ki bu ne
makāmdır ve ne hâlette olur. Hakîkatı budur ki nâm-ı Hüdâ’yı Hüdâ ile okumak
hâletinde olur. Zîrâ kadîmi hâdis-i mahlûk kendi zebânına getirmeğe hakîk
değildir. Buyurmuşlardır ki, [Allâh’ı bilen
Allâh der, Allâh diyen Allâh’ı bilir] Zîrâ maksûd olan,
onun zâtını bilmektir. Vaktâ ki bile ismini zikre hâcet kalmaz. Ya’nî mücerred
ismini yâd edip hakîkatından âgâh olmaya, Hakk’ı bilmiş olmaz. İşte ki ne
diyor: Her kişi ki Hüdâ’yı bile Allâh demez. Ve her kişi ki Allâh diye,
Hüdâ’yı bilmez. Bilir misin ki Hüdâ’yı Hüdâ ile okumak nedir. Tâ ki nokta
olmayasın, Allâh demiş olmazsın. Ya’nî tâ ki fânî ve mücerred olmayasın, Hakk’ı
Hak ile okumuş olmazsın. Cümleden biri budur ki pîr mürîdine evrâdında buyurur
ki muttasılan “lâ ilâhe illallâh” diye. Çün bu makāmdan geçe eder ki “Allâh”
demek ile emr eyler. Zîrâ bu makāmda nefyden geçip, cümle rahtı vücûd-i mutlaka
tapşırır. Çün nokta-i harf-i hüve ol iki makāmı ki iki lâzım ortasındadır,
geçip aslâ ağrâz kalmayınca hemân “hû hû hû” demek ile emr eyler. Pes, bu
makām, makām-ı tevhîddir. Zîrâ bu iki makām, cümle râh-ı hüdâ sâliklerinin
makāmıdır. Çün bu makāmdan geçe, cümle garaz gide, hûdan gayrı nesne kalmaz.
Onda “kul hüvallâhu
ahad” dan gayrı nesne lâyık olmaz.
Bu remzleri ve bu
sözleri anlamak müşkildir. Ammâ bunların sırrına erişmek, bu evrâda müdâvemet
etmekle olur. Gerçi ki Hüdây-ı Azze ve Celle Hazretleri’nin ezkâr ve evrâd
bilene, mertebesi çoktur. Fe-emmâ bu hakîr fütûh-i rûhânî bulduğum, bu
virdlerdir ki zikr olunur. Ammâ bu ezkârın gayrı âlemi vardır. Ol ezkâr budur
ki zikr olunur. Ol duâ budur. Cemî’ evkātta bu duâ mücerrebdir:
[Rahman ve
rahîm olan Allâh’ın adıyla başlarım. Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a
mahsustur. Salat ve selam Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)ın ve âlinin
ve cümlesinin üzerine olsun. Allâhım! Senin isminle sana sığınırım. Meknûn,
mahzûn, selâm, kuddûs, zâhir, tâhir isimlerinle sana sığınırım. Yâ dehr veyâ
deyhâr, yâ deyhûr, yâ ezel, yâ men lem yezel, yâ ebed, yâ men lem yelid velem
yûled velem yekün lehû küfüven ahad, yâ hû, yâ hû, yâ hû, yâ men lâ hû, yâ men
ya’lem eyne hû illâ hû, yâ kâne, yâ keynâne, yâ rûh, yâ kâyinen ba’de külli
kevnin, yâ mekûnen li-külli kevnin ehînen şerâhiyen, ilminden sonra hilmin
üzere seni tesbih ederim, kudretinden sonra afvın üzere seni tesbih ederim,
senden başka güç ve kudret sahibi yoktur, yüce arşın rabbine tevekkül ettim,
O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O işitendir görendir. Allâhım! Muhammed’e
İbrâhim’e ve İbrâhim evlâdına rahmet ettiğin gibi bütün şeyler adedince rahmet
et, çünkü sen hamîdsin, mecîdsin]
Ey azîz ! Bu
duânın kadri azîmdir. Bu duâ levh-i mahfûz üzerinde yazılıdır. Ve bu duâ Hz.
Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) dan gayrı kimseye nâzil olmuş değildir.
(Kenzü’l-Hakāyık) [221a]
[Allâhım!
Kalbimi nur kıl, gözümü nur kıl, kulağımı nur kıl, arkamı nur kıl, önümü nur
kıl, üstümü nur kıl, altımı nur kıl, sağımı nur kıl, solumu nur kıl, beni nur
kıl.] Ya’nî, ey benim rabbim, bana göster senin katında sevâb ve fâide sâbit
olan şey’i sâbit göster. Ve bî-fâide olan şey’i bî-fâide ve bâtıl göster. óç
bà× õbî‘üa ÕíbÔy bã‰a ë óçýàÛbi ÞbÌn‘üa åÇ bä–Ü óèÛa óèÛa Ya rabbi, yâ rabbi,
bizi
halâs
eyle mâ-lâ-ya’nîye meşgūl olmakdan. Ve nefsü’l-emrde olduğu gibice hakāyık-ı
eşyâyı bize göster.
Yâ
rabbi, senden seni sevmek dilerim. Dahi seni sevenlere muhabbet etmek dilerim.
Dahi şol ameli dilerim ki ol amel sebebiyle sana muhabbet hâsıl ola.
Rasûlullâh
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) şürb-i leben ettiklerinde: “Allahümme bariklî
fihi, ve zidnî minhü” diye duâ ederlerdi.
Ya’nî leben, ilm-i
fıtrat sûreti olmakla, ziyâdeliğini taleb ederdi. Sâir et’ime ve eşribeden ise
duâyı bereket üzerine iktisâr kılarlardı. Mazâyıka ve şiddet vaktinde bu duâyı
okuyalar ki Fahr-i Kâinât (aleyhi ekmeli’t-tahiyyât) onu İmâm-ı Hasan’a (r.a.)
ta’lîm etmiştir: “Allâhümma’kzif fî kalbî racâeke
va’kta’ racâî ammen sivâke hattâ lâ ercû ahaden gayreke. Allâhümme vemâ zaufet
anhü kuvvetî ve kasara anhü amelî ve lem tentehi ileyhi rağbetî ve lem tebluğhü
mes’eletî ve lem yecri alâ lisânî mimmâ a’taytü ahaden mine’l-evvelîne
ve’l-âhirîn mine’l-yakîni fe-hussanî bihî yâ erhamerrâhimîn”.
[Yüzüp
gitmesine de durmasına da bismillah. Muhakkak ki Rabbim gafûr ve rahîmdir,
Allâh’ı lâyık olduğu şekilde takdîr edemediler halbuki kıyâmet günü yeryüzü
tamâmen O’nun kabza-i kudretindedir, gökler de yine O’nun yed-i kudretinde
dürülmüşlerdir]
Sırrı budur ki Hz.
Nûh (aleyhisselâm) tarîkatına mütâbaat ve tayy-ı arza işârettir. Duâ-i diğer,
sefîneye râkib oldukta, deryâ içinde bunu okuya: “Yâ hayyü yâ
kayyûm”. Sırrı, hayâtı sâriyeye işârettir ki su
hayâtın sûretidir. Zîrâ her nesnenin aslı sudur. Nitekim Kur’ân’da gelir
[Hayatı
olan herşeyi sudan yarattık] (Enbiyâ,21/30) Ve arş-ı a’zam dahi semâvât
ve arzın halkından mukaddem, mâ-i azb üzerinde idi. Nitekim Kur’ân’da gelir : [Daha önce arşı
su üstünde idi] (Hûd,11/7) Ve
bahr-i muhît, hâlâ olan bihârın gayrıdır.
Zîrâ arzın
halkından evvel, âlemi su muhît idi. Sonra arz, onun zebedinden halk olundukta
çekilip etrâf-ı âlemde kalmıştır. Sâir bihâr ise, tūfân-ı nûhdandır. Ya’nî ol
vaktte emr-i Hak ile semâdan beyâz kar gibi ve arzdan ziyâde harr su, munassab
ve münfecir olup, sonra arz kendinden münfecir olanı ibtilâ’ edip, semâdan
nâzil olan su ise hâli üzerine kalıp, deryâ oldu. Ve deryâ yedi adeddir ki;
bahr-i muhît ve bahr-i habeşe ve bahr-i fâris ve bahr-i şînezer ve bahr-i hind
ve bahr-i tibet ve bahr-i sîndir. Ve bunun gayrı vechile dahi ta’bîr [221-b] etmişlerdir.
Ve enhâr dahi
yedidir: Fırat ki nehr-i Kûfe ve Dicle ki nehr-i Bağdâd ve Secân ki nehr-i
masîa ve Seyhûn ki nehr-i Hind ve Ceyhân ki bilâd-ı ermenide nehr-i edene ve
Ceyhûn ki nehr-i Belh ve Nîl ki nehr-i Mısr’dır.
[Kovulmuş şeytandan, işiten ve bilen Allâh’a
sığınırım, O kendisinden başka tanrı olmayan Allâh’tır. Görülmeyeni de bilir
görüleni de, O rahmandır ve merhametlidir. O kendisinden başka tanrı olmayan
Allâh’tır. Bütün mülkün sahibidir, mukaddestir, selâmete erdirendir, güven
sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zor kullanma gücüne sahiptir, uludur,
yücedir ve onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O yaratan, yoktan
vareden, varlıklara şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder. O üstündür ve hikmet sahibidir] (Haşr,59/22,23,24)
Bunu böylece
kırâat eden kimseya Hak Teâlâ yetmiş bin melek müvekkil kılıp, akşama dek ol
kimseye salât ederler. Ve ol günde fevt olsa, şehîden ve bunu geceye duhûl
vaktinde kırâat eylese, yine va’d-i mezkûre nâil olur diye Rasûlullâh
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) buyurdu.
havâss-ı nâsın
duâsıdır ki onunla Hak Teâlâ’dan celb-i terakkî ederler. Ve şiir-i esmâda
nefes-bi- nefes ve menzil-bi-menzil giderler. Zîrâ amelden murâd, ilm-i
ilâhîdir, ilm-i ahkâm değildir. Ya’nî yâ Allâh, muahhar-ı aynla vâki’ olan
işârâtın zenbini ve elfâzda vâki’ olan hatāların vizrini ve kalbde mustakarr
olan hevây-ı nefsin ma’siyetini ve lisânda sâdır olan zellâtın günâhını setr ve
mahv eyle demektir.
Ey benim Allâhım !
Tahkîk, biz senin evliyâ kullarına lâhık olmak isteriz.
Ve senin sâfî
kulların menzillerine ermek isteriz. İmdi eczâ-i vücûda âmm olan rahmet-i
hâssan ile bizlere rahm eyle. Yâ rabbi sen kemâl-i fazl ve mezîd-i vücûde
ehlsin.
[Allâhım! Cezandan affına, gazabından rızana
ve senden yine sana sığınırım] Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) Hazretleri secdelerinde bu kavl-i şerîfleriyle tevhîd-i ef’âl ve
tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zâta işâret buyurmuşlardır.
[Allâhım! Muhammed ümmetine mağfiret et,
Allâhım, Muhammed ümmetini ferahlandır,Allâhım, Muhammed ümmetine merhemet et] Bu duâyı günde on kere tilâvet eden,
büdelâdan add olunur. Buhârî’de mestūrdur ki Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) buyurmuştur : “Kişi döşeğine yatacağı vaktte abdest alıp, sağ yanına
yatıp bu duâyı okursa, eceli geldiyse fıtrat-ı islâm üzere vefât eder.”
“Yâ
Allâh ! Nefsimi sana teslîm eyledim. Ve emrimi sana tefvîz eyledim. Ve arkamı
sana sığındırdım. Sana rağbeten ve senden havfen senden ancak sana sığınırım.
İnzâl eylediğin kitâbına îmân eyledim. Ve irsâl eylediğin peygamberine îmân
eyledim. [222-a] Yâ rabbi, beni huzurunda gāib ve mahv eyle. Ve senin
tecellînin zuhûruyla cemî’ sıfâtımı dahi mahv eyle.
Def’-i düşman için
günde üç kere okunacak duâdır :
[Yâ
Allâh ! Benim beynim ile düşmanlarımın ve husamâmın beyninde bir cebel-i âlî
kıl. Ve bir sedd-i mâni’ ve bir seyf-i kātı’ ve bir hicr-i mahcûr ve bir derîn
kuyu ve bir gark edici su ve bir yakıcı ateş kıl ki onlar bana kavl ile ve fi’l
ile ve mekr ile ve sihr ile vâsıl olamayalar ve zafer bulamayalar.Bu günden
yârına dek ve yârından ebede dek.]
İlâhî
!
Rahîm
ve rahmân sensin ki pûşende-i hatāsın. (hataları örtücüsün)
Ve bir kerîm-i subhânsın ki idrâk-i
halkdan cüdâsın.
Ey vehhâb-ı zü’l-atā !
Bir
dil-i şeydâ ver ki aşkınla cân fedâ kılalım ve bir himmet-i âlî ver ki ol cihânın kâr-sâzı olalım.
Bir
takvây-ı rûzî kıl ki dünyâdan berî olalım.
Bir
kadem-i sâbitü’s-sıdk ver ki râh-ı rasttan sürçmeyelim.
Bir dîde-i bînâ müyesser et ki hubb-i câh çâhına düşmeyelim.
Dest-gîr
ol ki senden özge dest-gîrimiz yok.
Bizi
kabûl et ki gayrı melce’ ve mencâmız yok.
Ey hakîm-i alîm !
Sen ta’lîm et ki şerîatı bilelim.
Sen
telkîn et ki âdâb-ı
tarîkata riâyet edelim.
Kanâat
inâyet buyur ki tama’dan berî olalım.
Ebvâb-ı
fazl ve ihsânın güşâde kıl ki dakk-ı bâb-ı ağyâr etmeyelim.
Ayn-ı
vahdet-bîn ver ki gayrı görmeyelim.
Dertli gönüller
dermânı sensin, yoksa ma’lûmâttan şifâ gelmez.
Fettâh-ı
müşkilât sensin, yoksa mukayyed ve besteden
hiçbir kâr güşâde olmaz.
İlâhî
!
Cânımıza
kendi safânı ve kalbimize
kendi hevânı ver.
İlâhî !
Enbiyânın hürmeti
için ilâhî, evliyânın hürmeti için,
ilâhî,
asfiyânın hürmeti için,
ilâhî, etkıyânın hürmeti için,
ilâhî, mustafâlar hakkı için,
ilâhî, muhibbâlr
hakkı için,
ilâhî,
murtazâlr hakkı için,
ilâhî,
muktedâlar hakkı için bu bîçâre kulunu ehl-i kabûl et.
Koma
hicrânda ehl-i vusûl et.
Fenâda hissemend eyle bu
bakādan, cüdâ kılma onu her dem likādan.
(Sarı
Abdullâh Efendi)
Hadîs-i şerîfde gelir ki: “Bir kimse vâlideynine nazar-ı rahmetle nazar etse, defter-i
ameline bir hacc-ı makbûle sevâbı yazılır.”
Dediler ki:
Buyurdular ki:
El-hâsıl mü’minin maksûdu rızâullâh olunca hânedeki sebeb-i rızâyı koyup, hâricde rızâ taleb etmenin
ma’nâsı
yoktur. Eğerçi a’mâlde biri birine nisbetle tefâvüt çoktur. Fe-emmâ Allâh ve Rasûlullâh’ın rızâsından sonra rızâ-i vâlideyn
cümlenin fevkindedir. Ve rızâ-i vâlideynde rızâ-i esâtîz ve meşâyih
dâhildir. Fe-emmâ bunların hukūku şereflerinden ve hurmetlerinden ve vâlideynin hukūku ta’b ve zahmetlerinden ötürüdür.
(Tuhfe-i Atāiye-i Hakkı
Efendi )
Bu esmâ-i erbaanın me’hûzları vâhiddir ki hamddir.
İsm-i evvel, kesret-i hamdle tahmîd olunmuştur demektir. Ya’nî evvelîn ve âhirîn,
ulviyyîn ve süfliyyîn
ve semâviyyîn ve arziyyîn ve insiyyîn
ve cinsiyyîn, melâike-i
rûhâniyyîn, arşiyyîn ve ferşiyyîn
dünyâda ve ukbâda
kesret-i mahâmid ile cümle mevcûdâtın ser-efrâzıdır demektir. Ve ism-i sânî, hamdden ef’al-i
tafdîldir. Ya’nî ziyâdesiyle hamd edicidir. Rabbisinin kendisine fazlen ve keremen i’tā eylediği
niam-i vâlâ ve fazl-ı bî-intihâya hamd ve senâda ziyâdesiyle bezl-i makdûr edicidir demek olur. Eğer ef’al-i tafdîl
mef’ûl için olmak mülâhazası maa-şüzûzihî i’tibâr olunursa, kesret-i mahâmid ile hamd olunmuş,
cümlenin mahmûd ve memdûhu
demek olur.
Ahmed, ism-i
nebiyyinâ (salla’llâhu aleyhi ve sellem)
dır. Hamdden olan
ef’al-i tafdîlden menkûldür. Yâhut “hamede-yahmedü”
nün
muzâri’idir. Fâilinden mücerred
olup, Nebî (salla’llâhu aleyhi ve
sellem)e dâl olucu olduğu
hâlde.
Hâmid ki ism-i sâlisdir,
hamd edicidir demektir. Rabbisinin ni’metlerine hamd ve senâ ve şükr ve sipâs edici demek olur. Ve ism-i râbi’ ki mahmûddur, hamd olunmuş ma’nâsınadır. Dünyâda a’bâ- i risâleti
tahammül edip, kemâ-hüve Hakk’a hukûkunu riâyet ve teblîğ-i
risâlet edip emânet ve fetānet
ile ve hulk-i azîm ile mevsûf ve şefkat ve merhamet
ve sâir mekârim-i
ahlâk ve mahâsin-i a’mâlle mütehallî ve hâşâ sümme hâşâ rezâil
makûlesinden şân-ı şerîfi
münezzeh olup, dâr-ı ukbâda ümmet-i merhûmesine makām-ı mahmûd olan vesîlede şefâat etmeleriyle evvelîn ve âhirînin
mahmûdudur ki cümle mahlûkāt
şân-ı âlîsine hamd ü senâ etmeleriyle zât-ı şerîfi mahmûd-i cümle-i
mahlûkāttır demek olur (salla’llâhu
aleyhi ve sellem).
(Şerh-i Delâil-i Şerîf-i
Kıbrısî)
[1]
İSTİHRAÇ: (ÇIKARIM)
İblis her 120 senede bir yenilendiğine göre şu anki
yaşı 95 dir. [Mayıs 2015 yılına göre] İblisinde kemâlatı arttığı için insanlık
25 sene daha kargaşadan kendini almayacaktır. Her günü diğerinden daha şiddetli
geçecek günler geliyor demektir.
Ayrıca piri fani rüyaları görenler kendilerine dikkat
etsinler, zahir batına uygun düşer. Allah Teâlâ'nın emrini tutmayan, Hz.
Rasûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem ve Kurân-ı Kerim'e uymayan her şey
batıldır.
İhramcizâde İsmail Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar