Print Friendly and PDF

AŞK


Aşk… doğum çığlığımı en yukarılarda tutan aşk!

-Saint-John Perse,Amers,IX,2-

Asuman Susam

Bir zamandır günümü ve gecemi kaplayan dalga sesleriyle doluyum. Suyun arzuyu ele geçirmeye çalışan atak, cevval, şiddet içeren haliyle kıyıya ulaştıktan sonra sönmeye gönüllü, sessizlikle ve uysalca, parça olmaktan çok bütüne karışmak için usulca geri çekilişlerini, kendini teslimiyetle tümlüğe bırakışlarını izliyorum. Aşk bu işte; bu kadarlık, an kadar bir sonsuzluk ve sonrasızlık, diyorum kendi kendime. Çok uzun zamandır değil belki, bir süredir aşka dair düşünürken ne denli değişmiş olduğumu da fark ediyorum. Kopuş gibi radikal, bir metamorfoz kadar devrimci şaşırtıcılıklar içermiyor hislerim de düşüncelerim de ama bir akış içinde başkalaştıkları, başka türlü bir oluş kanalına girdikleri muhakkak. Beşeri alemde hemen herkesin ölüm ve cinselliğin yanında en çok düşünce emeği sarf ettiği konu ve kavram aşk olmalı. Oluş sanki onsuz eksik… oysa onunla da eksik…bu deneyimin belki ölüm gibi, ölümden başka oluşu hissedilen eksikliğin hiç tamamlanmaması, bu tamamlanamazlığın sezgisel bilgisine vakıf olunması. 

Aşk öyle bir deneyim alanı ki kişinin meşrebi, hayat iklimi, her şey, her şey onunla karşılaşmasında ve yolculuğunda etkili. İlk aşktan son aşka dek hiçbir şey aynı değil, aynı kalması da mümkün değil. Bir kişiyle ömür boyu akışta kalsanız da bu mümkün değil. Tene vuran her an, zerrelerin ürperten öpüşleri deri altına aşkı zerk ettikçe; zaman ölümle yarıştıkça her şey nasıl aynı kalabilir ki… Ancak bu upuzun uçsuz bucaksız aşk uzamı sizin hayat toplamınızla aldığınız yol kadar size ait kılacaktır kendini, sizin kadar değişip dönüşecektir. Zaman zaman içinizdeki ötekilerle yarışarak, kendinizi tanıyamayacak biçimde halden hale girerek, hallenmelerle aşkın nesnesiyle hemhâl olarak yolu yürüyeceksinizdir. Aksi yaşamasızlık…Bu yolda da ne kadar tekâmül içinde olursa olsun insan, bazen Platonik düşüşler yaşayacak, kimi zaman da Spinozacı bir sevinçle, arzunun gücüyle yükselişe geçecektir. İnsan bunu nerden mi bilir? Kendi hallenmelerinden… Freud’dan Lacan’a , oradan ardıllarına çocukluk döneminin kişilik oluşumu üzerindeki etkileri bir deneyim alnı olmaktan çok bir deney alanı olarak aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Bugün psikolojiyi, biyoloji ve nöroloji gibi kesinlik içeren bilimlerden bağımsız düşünmek ve anlamlandırmaya çalışmak çok eskilerde kalmış görünüyor. Aşka vakitler biçiliyor, maddelerle, kimyasal reaksiyonlarla tarifler veriliyor, aşık öznenin nesnesiyle ilişkisi deterministik bir pozitif alan bilgisine dönüştürülüyor. Kıstırıldığımız kapitalist sistem ilişkilerinin bu pek işine geliyor. Bir erkeği ya da bir kadını kendinize aşık etmenin yolları, iyi bir ilişkiyi sağlıkla - o da ne demekse- gürbüz bir çocuk gibi büyütmenin yolları yaşam koçlarının önerileriyle biçimleniyor. Herkesin aşkı kendine derdik eskiden, aşk biriciktir, çünkü onu yaşayan insanlar biriciktir ,diye düşünürdük. Bugün biz yalancı çoban gibiyiz. Herkes aşkı ortak klişelerin kıskacında ve nasıl manipüle edildiğinin ayırdına varmadan yaşıyor. Artık aşklar yaşamasız. Suni gübreli, hibrit tohumlu tarım alanlarının gür ve arsız bitkilerinin haliyle yaşanıyorlar. Başka türlüsü radikal kopuşları, antidepresansız acıda kayboluşları zorunlu kılıyor çünkü. Kaçış her yerde her şekilde mubah. Yeniçağ insanı en çok aşktan kaçıyor. Sevme sevincini yitiren kuşaklardan onu hiç bilmeyen kuşaklara bir yolculukta insan. Böyle bir yolculuğu farkındalıkla reddedenlerin aşk menziline ulaşması düşlenebilir ancak. Sanat o kopuşa gelebilenlerin, o acıyı göze alabilenlerin alanı. O nedenle bir sanatçının kendi aşkları hakkında çok cümle kurmasına hiç gerek yoktur. Sevme sevinciyle, yaşamak arzusu damarlarında dolaşan için yahut da kendini oluşa, oluşun hikmetli girdaplarında yok oluşa gönlüyle teslim edenler için aşk andır, andadır. Karanlık bir tükenişten çok bulutsu, uçucu bir yükseliştir. Peki aşktaki yanmalar, kederler, karanlıklar, kabuslar? Bunlar da pek âlâ aşka dahildir, ama aşk değildir. Aşk bir yükselme halidir, düşüşler eksikliğin aşkın gövdesindeki patalojik seyirmeleridir. Ki bu herkeste az ya da çok; öyle ya da böyle görülür. Onunla baş ederken ötekine gitmekteki ısrar, yol yordamsa aşıkların biricikliğini bize bildirir.

Aşk bir yanıyla belki çok büyük bir yanıyla bir kültür meselesidir. Öyle eğitimle, kalıplarla, bilişsel süreçlerle kolay kolay yolu tutturulabilecek bir deneyim alanı değildir. Ama hayat iklimi, coğrafya, kültürel kodlar ve genlerle taşınanların külliyatı ona gidişimizi, yolumuzu belirler. Sonuç olarak ilkel zamanlardan modern insana geçişle birlikte her şeyimiz bu inşa sürecinin izlerini taşır. Hangimiz bütün bütün bu inşa süreçlerinden kendimizi kurtarıp özgürlük ve kurtuluşa erebildiğini söyleyebilir ki? İnsanın macerası ve elbette aşkın da bu özgürleşme ve kurtuluş şarkısını kökensel bilgisi ve haliyle söyleyebilme arzusunu taşır.

İnsanın aşk gibi bir duyguyu varoluşuna ait diğer dinamiklerden bağımsız yaşaması nasıl mümkün değilse toplumsal koşullardan ve sistemin örüntülerinden kurtularak yaşaması da mümkün değildir. Bugün dünyanın bütününe dair farkındalığımızı boş verelim. Kendi çemberimizde insanın insana ettikleriyle bir kötülük yumağının içindeyken hepimiz, kim bu farkındalıkla mutlu aşklar yaşayabildiğini söyleyebilir ki?! Katilinden kaçan çocuğun bir yudum suyu dudağında gezdiremeden ölümü… Bunu bilen için suyun anlamı değişmez mi? O nedenle bana kalırsa bugün yaşanan mutlu varsayılan aşklar, bilinçten yoksun, yapay insanların yaşadıklarını varsaydıklarıdır. Aşk bir bilinç yolculuğudur. Hem ben’in kendi içsel yolculuğu hem benden sen’e giden bir yolculuk. Kişinin kendisiyle ilişkisi, kendine bakışı yaşantılarla değişen bir şeydir. Bu bakışı diri tutan da hep aslında bir ötekiyle karşılaşmayı içerir. Ne kendimizle ne ötekiyle sıfır sorunlu ilişkiler kurmak ütopya değil distopyadır. Öyle bir Altınçağ yok. Hem açıkçası bunu kim ister ki? Düşmeden, uçmanın kıymeti nasıl bilinebilir ki? İyi ki aşktaki düşüşler var. İyi ki aşk mutluluk kadar içinde mutsuzluğu barındırıyor. Hem mutluluğu da çok abartmamak lazım. Her şeyde olduğu gibi mutlulukta da mutlak, lineer bir çizgide yalpalamadan yürümek yok. Ne iyi ki yok. Sonsuza kadar mutlu yaşadılar, diye bir şey yok. Bu akışa, oluşa aykırı zaten. Buradan acıya dair patalojik bir düşkünlüğün izleri aranmasın. Acı gelecekse ondan kaçmamak, ona razılıkla acısever olmak çok ayrı şeyler. Mazoşist ve sadist eğilimler evet en çok aşkta kendini açık eden defektlerdir de bu aşka dair bir önkoşul olmalarını, mutlak olarak aşkın içinde barınmalarını gerektirmez.

Aşkta yol alış aslına bakılırsa sandığımızdan çok kişiyi içinde barındırır. Ama aşk her şeyden önce kendi bireysel deneyim alanımızda bizi biz yapan tüm insanlardan bir şeyler alarak kurduğumuz ben’imizin tekil yolculuğudur. İki kişilik hali ondan sonra gelir. Aşkın, aşkınlık içeren metafizik yanı düşünüldüğünde dünyadaki gurbete ve eksik geldiğimiz bu dünyadaki yarımlığımıza, tamamlanmamışlığımıza dayanabilme arzusunun seçimlerimizde ve aşkı yaşayış biçimimizde etkili olduğu muhakkaktır. Evet, aşk bir kurgudur. Öncelikle özneye ait bir kurgudur. Çift olmayı başarmışlar için de aşk böyledir. Yaşamın kendisi bir kurgu değil mi zaten.! Bugün kurumlarla, normlarla değerler, kalıp yargılarla kuşatılmış bir insanlık için kurgu dışı olan ve kalan ne var? Önemli olan kişi bunu fark ettikçe olabildiğince kurgularını, yapılarını bozuma uğrattıkça açığa çıkanla yaşayabildikleridir. Kökensel olana, ilksele en çok yaklaşabildiği yerde kurgunun, inşanın boyunduruğundan kurtulabilecektir. Değilse aşklar da verili olanın içinde yaşanan modellemelerden başka hiçbir şeydir.

Çift olmak, bakışımlı olmak insanın içindeki o hiç silinmeyecek ezelî, ebedî yalnızlığı sonlandırmaz. Rilke, Lettres a un Jeune Poete’te der ki: “Birbirini karşılıklı olarak koruyan, birbirini tamamlayan, birbirini sınırlayan ve birbirinin önünde eğilen iki yalnızlığın” buluşması ve birlikte yaşamasıdır çift olmak.[1] Ötekinin varlığını ortadan kaldırmadan, o sonsuza dek sürecek  yalnızlığı ortadan kaldırmadan onunla devam etme, değişme arzusu ve sevinci…Çift olmak, birlikte yaşamak acelesiz, samimi bir tanıma, tanınma eylemi. Tümüyle ve ben olduğum için sevilmek; ötekinin hakikatini sevme halidir aşk.

 

Son derece metafizik bir konu olan aşkı elbette ve kaçınılmaz olarak gövdeden ayrı düşünmek beşeri aşk söz konusu olduğunda olmaz. Kadının ve erkeğin kendilerini otoerotizmleriyle birlikte iyi tanıdığı ve yaşadığı bir kültürün içine doğmadığımız bir gerçek. Tabular, yanlış inançlarla ondan uzaklaştırıldığımız da. Batıdan alınanlar ve doğuya ait olarak bizde olanlar ve Anadoluluğumuz.. Bu üçünden de aldıklarımızı meç ederken parçaları sakatladığımızdan mıdır nedir bir tuhafız bu konuda. Her şeyden önce kaba bir erkekegemen algının sakil değerleriyle aşk nesnesine yönelmiş bakışımız. Sevmeyi bilemeyenin dokunması da yavan olmaz mı? Bu hele sanata dönüştüğünde bu yavanlık kendini ne fena açık eder… Bu, sinema tarihimizde akılda kalacak tek bir  sevişme planımızın olmamasından da belli değil mi? Şiirde erotizm dendiğinde İlhan Berk ve C. Süreya tekrarı klişe ve öykünmeler, beylik metaforlar, imgeler görürüz çokça. Kadın erotizmi konusunda erkek dünyanın manipülasyonlarını püskürtmeyi başaran ve kadın olma halinin yaratıcılıklarını kullanan iyi verimlerden son yıllarda daha rahat söz edebilmekteyiz ama ne iyi ki. Bu yoksulluğun nedenlerini katı, hoşgörüsüz ve sığlıkla sınır taşları belirlenmiş heteroseksüel dünyanın dışında bir dünyayı kabul etmeyen erkek bakışta aramak lazım. Bugün kadınlar bu sınır taşlarını yerinden oynatmaktan da melezleşmelerden korkmayan bir ataklık içindeler. Performatif olanlar dahil sanatın her alanında egemendili bozuma uğratmaya çalışırken aşkı da aşka dahil kurguları da buna dahil edebiliyorlar. Pornografi, ölüm pornografisi dahil sistemi değer ve kavramların içini boşaltarak yeniden üretme halinden başka bir şey değil sanki. Son derece ideolojik bir güç sistemin bekâsından yana. O nedenle özellikle çağdaş ve avangart sanatın pornografiyi yapısökümüne uğrattığı işlerini seviyorum. Şiirdeyse henüz böyle avangart ve radikal olan, iyi nitelikte herhangi bir verime rastladığımı söyleyemem.

Aşk söz konusu olduğunda tensel temas yani cinselliğin varlığı başka bir şeydir, baskınlığı başka… Erotik sevgi alan, sahip olan ve muhafaza etmek isteyen bir sevgidir. Verme sevincinden yoksundur. Hep burada kalmak aşkı çürütür. Bir basamak ötesine gitmeyi becerebilmek, verme sevinciyle sevebilmeyi başarmak gerek. Bu kişiyi kendi için sevmek narsisizminden kurtarabilir ancak. “İnsanın bir yabancıyı kendisi gibi sevmesi, karşılığında insanın kendini bir yabancıyı sever gibi sevmesini de içerir.”[2] Aşk doğrudan ötekinin varlığına yönelir. “ Aşkta özne kendinden öteye, özseverliğin ötesine geçer. Cinsellikte, ötekinin aracılığıyla da olsa kendinizle ilişki içindesinizdir. Öteki sizin zevkin gerçekliğini keşfetmenizi sağlar. Buna karşılık aşktaysa ötekinin aracılığı kendi başına değer taşır. İşte aşktaki karşılaşma budur: Ötekini olduğu haliyle sizinle birlikte var etmek için ona doğru atılırsınız.”[3]

Şiirde aşktan söz ettiğinizde bir kadın ve bir erkekten söz etmiş olmuyorsunuz aslında. Herhangi iki öznenin karşılıklılığından söz etmiş oluyorsunuz. Elbette yaşam deneyimleri duyuşumuzu belirler ancak sanat bunları çoktan aşan bir yerdedir, öyle olmalıdır bana kalırsa. Sanat temsiliyeti çoktan aşmış başka bir yerde sözünü aracısız kurmanın, boşluklarda soluk almanın halidir. Aslına bakılırsa insanlar, aşık oldukları kimseleri tahayyül ettikleri aşk nesnelerine dönüştürmek isterler. Çoğu zaman onu o olduğu için değil hülyalarındaki o olarak severler. Sevme Zamanı bunu ne güzel anlatır. Tahayyül ve gerçek arasındaki yarık ne denli büyürse hayalkırıklığı ayrılık o denli hızlı gelir. Sanattaysa aşkın taşınma halleri bambaşkadır, öyle olmalıdır. Sanatçı yaşadıklarının birebir ilhamıyla yazan değildir çünkü. Olmamalıdır. Bir şair erotik bir şiir yazacaksa ben onda tarihsel süreç içinde yaşanmış bütün aşkların dokunuşlarının ilhamından üreyen bir fikir görmek isterim. Ayşe’nin Ali’ye aşkından, ona nasıl dokunduğundan bana ne? Ama şiir duygu ve yaşam pratiklerinden yola çıksa da bir fikir dünyası bize sunar, sunmalıdır. Bir mikrokozmos yaratmalıdır ki beni heyecanlandırsın. Arzuya da tene de, gövdeye ve ruha da böyle çoklu bakış sanat verimlerinde anlam katmanları oluşturabilir, yeni söylemler yaratabilir. 

Elbette yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar aşk algısı da vardır. Ama filozoflara kulak verirsek de aşkın çeşitlerinden söz etmek mümkündür. Biz genellikle aşk denildiğinde romantik aşka dair değerlendirmeler ve kanılarla konuşuruz ama tasavvufi manada ya da platonik… aşkın türlü halleri vardır. Bunu katagorize etmek yerine belki aşkı, Spinoza’nın dediği gibi her şeye dair bir sevme sevinci olarak düşünebiliriz. “ Sevmek sevinç duymaktır.”

Aşkın psikodinamiğinin yaratma sürecininkilerle benzeştiğine dair pek çok saptama var. Her şeyden önce her iki alan da kendi biricikliğinin peşinde. Gerilim, şiddet, tutku ve belirsizlik işleyen yanlarıyla sanat nesnesiyle sanatçının çarpışma anıyla aşık ve aşk nesnesinin çarpışma anları benzerlik taşıyor olabilir. Ancak verili bir dünyanın içinde ister sıradan bir özne olun isterseniz de sanatçı aşkı yaşama şekilleri o verili alanın içinden pek de çıkamıyor gibi. Yani aşk kapitalist üretim ilişkileri ile sınırlanmış, belirlenmiş toplumsal yapılarda bir özgürleşme, yeniden doğum olarak yaşanamıyor. O nedenle de ister kendi hikâyelerinize bakın, ister yanınızdakilerin hikâyelerine verili olanın dışına çıkarak aşkı coşkun bir biriciklik olarak yaşayan ne kadar az insan var. Özellikle bencilliğin pompalandığı ve pazarlandığı piyasa parametreleri aşkı da günümüzde bereketli bir pazar nesnesine dönüştürdü çoktan. Bundan paçayı kurtarabilenlerin sayısı sandığımızdan çok daha az. Buna bizimki gibi toplumlara kültür, inanç, gelenek ve alışkanlıklar içinden baktığımızda eril dilin ve davranış kalıplarının baskın gücü de ekleniveriyor. Dolayısıyla sanat ortamları ki özellikle sözün egemenliğinde kendini var eden edebiyatın alanı, aşkla ilişkilendiği zamanlarda bu kodlardan, sınır çizgilerinden kolay kolay kurtulamıyor. O nedenle de bizde ve onlarda diye karşılaştırmalarla   Batı’yı esas alarak aşkın beceriksizce, yetersiz temsil edildiğini söylemek çok doğru olmaz. Ancak kafamızın karışık olduğunu, özümüzün gürlüğüyle hareket etmekte zorlandığımızı söyleyebiliriz. Bu meselenin daha başarılı/başarısız anlatımı, temsili olmaz. Edebiyat sonuç itibari ile doğduğu iklimin ruh hallerini yansıtan güçlü bir araçtır. Toplumun dinamikleri nasılsa ne haldeyse o temsil ilişkilerinin yansıtıcısı olur. Bizim edebiyatımız güçlü bir aşk edebiyatıdır. Şiir geleneğimiz ister gazel, ister mesnevi ya da şarkı formunda olsun aşkla hemhaldir. Sözlü geleneğimiz de hakeza. Ama aşk dahil hangi konuya toplumsal değişim dönüşüm süreçlerinden ve bu yolda değişirken kendimizi yitirişimizden, yaralı ve eksik bir bilincin aşağılık komplekslerinden kurtararak bakabiliriz ki? Neysek o’yuz ve o kadarlık olacaktır her şeyimiz. Bu bir durumdur. Yargılamayı gerektirmez. Olduğu kadarlık hallerimizi sevmeyi öğrenmeden, onlarla barışmadan, yitirdiğimiz bilincimizi yeniden oluşturmadan aşk dahil her şeyimiz yarım ve tatsız tuzsuz olacaktır. Yine de bizimki gibi sıcak ülkelerde modernizmin bütün bütün insanın ağız tadını bozacak süreçleri henüz tamamlanmadığından mıdır nedir aşk bir direnme alanı olarak varlığını hâlâ koruyor. Keşke daha gürül gürül yaşansa. Çok sevmekten korkutmuşlar sanki bizi. Aşırılıklardan korkutmuşlar. Oysa aşırılıkların olmadığı yerde ne sanat ne aşk boy atabilir. Kim olduğunu bulmadan, farkındalık ve bilinç kazanmadan özgürlük de aşk da verili olanın içinden mış gibi yaşanabilir. Bunu aşanlar aşka erer ancak. Nesneden geçip aşk olmak için, olmak için yola koyulanlardır onlar. İçimizde yer etmiş, ruhumuzu, iliğimizi kemiğimizi ele geçirmiş sanat eserlerinin hepsi kusursuzluğun, ölümsüzlüğün, tam olmanın, tamama ermenin düşüyle, ihtirasıyla hareket etmekten kaçmayı başarmış, yolun yolculuğun derdine düşmüş eserlerdir. Bunların sayıları da hiçbir yerde çok değildir. Günümüz şiirinin ya da roman ve öyküsünün sorunu aşk değil yalnızca o dahil pek çok konunun aynı bilinç yoksunluğuyla işlenmesidir. Birbirinin taklidi ve benzeri edebi temsiller ortamın çapını da derinliğini de açık ediyor etmesine ya bu kalabalığın içindeki biriciklikleri arayıp bulmak da bir bilinç sorunu değil mi? O biricikliği taşıyan kalemler var. Onlara dokunacak okurun da kendini klişelerin tuzaklarından koruması gerekmez mi? Arz talep meselelerinin dışına çıkmak, çemberin dışına çıkmaklığı gerektirir. Bu da biraz kara koyun olmayı göze almayı. Bugün ortalamadan söz edersek bunu göze alabilen çok az kişi var. Aşk sanıldığından çok daha politik bir meseledir. Tıpkı sanat gibi.

Doğrusu aşk meselesinde kulak vermeyi hiç istemediğim bir filozof varsa o da Schopenhauer'dur. Nietzsche de onun geleneğinden giden bir kötümserdir. Platoncu kötümser geleneğin sürdürücüleridirler biraz da. Aşk yoksunluktan beslenen sürekli bir düşüş halidir onlara göre. Aşk yükseliştir, özgürleşmedir bana göre. Sevme sevincidir. Bu  arzunun şiddetinden doğan gerilim ve acıyı hissetmemek anlamına gelmez, tam tersine bunu hissedebiliyor oluşun şükrü ve hazzı sarar ve ilgilendirir beni. Aşkta beklenilen ne o ne odur. Aşk ilksel olan, kökensel olan dahil  pek çok sürecin bir arada ayaklanmasıdır. Akılla açıklanabilirliği olmadığı gibi sadece itkilerle çözülür bir yanı da yoktur.

Aşkı birlikte özgürleşmenin ve hazzı, arzuyu olduğu kadar oluş serüveninin acılı, sancılı yanlarını paylaşmanın deneyim alanı olarak değil de bir savaş alanı olarak görürseniz, aşk nesnenizi yani ötekini sadece kendi doyumunuz için beslenme aracına dönüştürürseniz oradan aşk değil faşizm doğar. Aşk ele geçirmek, bencil arzunuzu hemen şimdi doyurmanın alanı değildir. Böyle bakmazsanız onu özgür bırakmanın, gitmesine izin vermenin acılı özgürleştiriciliği, iyileştiriciliği de bu hikâyeye dahildir. Bugün negatif özgürleşmenin hâkim olduğu modern hayatlarda böylesi bir oluş yolculuğuna soyunmak zordur elbette ama imkânsız değildir. Şiir nasıl bir bilinç meselesiyse aşkı yaşayış da biraz böyledir. Aşktaki faşizan tutumlara teşne öznelerin başka alanlarda da başkaca davranacaklarını düşünmek safdillik olmaz mı? Aşkın Aragon’un dediği gibi bir özgürlük yitimi olmasından ben cebren bir vazgeçirmeyi anlamıyorum. O bağımlılık ilişkilerine karşılık gelir. Fedakârlık da sevgi ilişkileri için berbat bir sözcüktür. Ama feragat… Orada durup düşünmeli. Tüm ötekilik ilişkilerinin şifalı yolunda feragat sözcüğüyle karşılaşırsınız. Gönüllülük esasıyla benden önce sen’i öncelemektir bu. En çok aşkın bu öncelemeye gereksinimi vardır, dönüşerek devam edebilmek için.

Klişeleri sevmeyiz ama zaman zaman yaşanılan gerçekliği açıklamak için onun genel geçerliğine gereksinim duyarız. Kişisel olan her şey politiktir sözü de benim için klişe olsa da geçerliliğine başvurmayı sevdiğim bir sözdür. Aşkı yaşayış da çok bireysel o kadar da toplumsalla ilişkilidir. Ahlak kuralları bana göre erdemin olmadığı yerde toplumu ve bireyi hizaya getirmek için uydurulmuş evrensel kurallardır. Değerler daha çok erdemle, vicdanla ilişkilidir ve eylemlerimizde karşılığını bulur. Ahlakçılık ve muhafazakârlık sistemin yarıklarının büyüdüğü zamanlarda döngü zarar görmesin diye muktedirlerce hortlatılan kontrol noktalarıdır. Yasaklar elbette ve doğal olarak bireyin bir bütün olarak varoluşunu özgürce duyumsadığı iki büyük alanda sanatta ve aşkta öncelikle kendini hissettirecektir. Yanlış, eksik ve sorunlu bilinç kendi geleneğini ve özünü de yanlış okur. İntikam en çok onu tasarlayanlara zarar verir. Çünkü sanat ve aşk doğası gereği anarşisttir de. Kendi yaşatacak alanları kendi için kendinde yeniden yaratır. Bu güce sahiptir. Aşk nasıl yaşanır ya da ne olmadan yaşanmaz, aşk böyle de yaşanır mıymış meselelerine girmeyi hiç istemem, daha doğrusu yanlış bulurum. Herkesin kendi varoluş süreci ve yolculuğu nasıl yaşayacağını ona bildirir. Dokunma biçimlerimiz, arzularımız; onu eyleme, söze döküş hallerimiz kalıplar ve ilkeler kabul etmeyecek denli çeşitli. Dünyayı dünya, insanı insan, aşkı aşk yapan da zaten bu değil mi? Ötekinin isteklerine saygı göstermek ve özgürlük alanlarını ihlal etmemek bu bireysel ve toplumsal yaşamda sağlandıktan sonra kimin aşkı nasıl yorumlayıp yaşadığı yalnızca birbirimizin ve dünyanın zenginliğin arttırır. O nedenle nasıl yaşanırsa yaşansın aşk sanatın başat ilgi ve konuşma alanı olmaya dünya döndükçe devam edecektir.

Aşkın sanatın anlatı formları içinde halden hale girişini seyrederken tehlikeli de bir şey yapılıyor sanıyorum. Sanatın da bambaşka bir kurgu alanı olduğu unutuluyor. Hele şiirde bu hiper okumaları da aşan bir özellikle okura dedektifçilik de yaptırıyor. Sanat nesneleri elbette onları yaratan öznelerin izlerini taşırlar, belki yaşamlarından ilhamla da oluşurlar ama sanat nesnesi yaratıcı özneden bağımsız başka bir varlıktır. Biz ancak bu meselede edebi metninin biricikliğine dair değerlendirmede bulunabiliriz. Başarıyı burada ararız. Değilse yazarın ya da şairin hayatıyla metninin birebir izlerinin örtüşüp örtüşmediğine bakmayız. Sanat bu yansıtmacı temsiliyet ilişkisini aşalı çok oldu da zaten. Sanatçının kendi yaşantısından ne kadar ilham aldığı ya da onu ne kadar yapıtına kattığı çok da önemli bir mesele de değildir ayrıca, olanın hangi değeri taşıdığı önemlidir olsa olsa… Ayrıca sanat düş gücüyle ve yaratıcılıkla ilgili bir şeydir. Yaşantıdan kaynaklanan birebir yansıtmalar neden heyecan versin ki…

Bence şairleri aşkta usta, aşka müptela  kişiler olarak tasavvur etmek de bir klişe… üstelik yanlış bir klişe. Şairler öyle sanıldığı gibi aşktan aşka koşan, büyük aşklar yaşayan kişiler pek değil. Şairler dünya yorgunu, acemisi, kırılgan ve yabanıl varlıklar. Piyasadaki dolaşım ilişkilerine bakarak yaygınlaştırılmış şair tipolojisine dair şehir efsaneleri benim hiçbir zaman meselem olmadı. Derinliği olan, hakikatli hayat okumaları erdem de gerektirir.M. de Sade bunu tersten yapmıştır en dikkat çekici halleriyle. Ama böyledir bu. Şairler de filozoflar kadar olmasa da bu can yakıcı alandan çoğu zaman kaçmayı yeğlemiş, içine düştüklerinde büyük yangınlar yaşamış kimselerdir. Kaçmaları belki de bir daha böylesine büyük acılarla karşılaşmamak içindir. Ötekiyle kurulan hayranlık ilişkilerinin eşitsiz hazzını aşkla karıştırmamak lazım. Onlar aşktan belki de en çok korkanların beslenme biçimleridir. O nedenle tek bir şiir tanımı, genel geçer bir şair tipolojisinden nasıl söz açamazsak aşk tanımlamasından da söz edemeyiz. En fazla diyebiliriz ki aşk bizim biz oluşumuzdur, ten kafesinden kaçışımızdır, tekliğe itirazımız değil teklikteki ısrarımızdır. Yalnızlıktan çıkış değil yalnızlığı birlikte yürüyüşümüzdür ötekiyle. Bir an aynı şeyi düşünebildiğimiz, hissedebildiğimiz  kişiyle hemhâl olma halidir.

Başta da sözünü ettiğim gibi modern dünyanın bizi uyutan palavraları bilimselliği de buna utanmazca alet etmekten dahi kaçınmıyor. Aşkın ömrünü biliyoruz artık. Hoş biliminsanları söylemeselerdi de aşkın kudretini hep ilk anda, ilk gibi yaşamak kimsede yaşama takati bırakmazdı. O iyi ki kül olmuyor da dönüşebiliyor. Dönüştürebilmek maharet isteyen bir şey. Herkes bunu yapamıyor. Kimileri aşklarını çürütüp ilişkiler bataklığını hayat diye yaşayabiliyor. Bütün bunlar aşk dahil kişinin hayatla kurduğu bütüncül ilişkilerde kendini ele veriyor. İlk anda kalma arsızlığını aşk diye yaşayan hercailikler bir yönleriyle eksik ve travmatik hallerin defektleri gibi geliyor. Tüm yapıp etmelerimizde olduğu gibi sürdürebilirlik emekle ilgili bir şey. Dünyaya dair sakladığımız sevme sevincimizi taze tutabilme gücümüzle ilgili ve çok zor. Bu zordan kaçanların aşkta, çift olmakta tutunamadıklarını görüyoruz. Günümüz ölümsüz aşklar yaşanmaya elverişli bir zaman değil. Aşkı nostaljinin ağına düşerek yorumlamak ve yaşamayıp tahayyül etmek de biraz tehlikeli bir romantizm gibi. Her çağ kendi dinamikleri, birey, kültür, tarih algısı içinde dünyasını şekillendiriyor. O nedenle bugün ne eski çağların efsaneleşmiş aşklarını yaşamak ne de o aşk ilhamlarıyla büyük anlatılar oluşturmak mümkün. Gerçekçi ve çağcıl bakmak daha az yanıltır bizi. O nedenle nasılsak öyle olalım. Ama özgür olalım. Kurtuluşu bulalım aşkla. Bu; çağın giysilerinden kurtulmakla, demir kafesten kaçmakla mümkün. Bunun ne kadar farkındaysak o kadar kaçabiliyoruz ve sahici olabiliyoruz. Hayat ve aşk, aşkla üretilen sanat o zaman kendi anlamını buluyor. Cehennemde Bir  Mevsim’de Rimbaud “Aşkı yeniden icat etmeli besbelli” diyor ya buna kulak vermek lazım. Tüm verili değerler sistemi aldatmacalarını aşındırıp yeni bir ruh vermek lazım ona.

Şiirin de aşkın da yükü “Yaşamda etkileri gerçekten sonsuz sürebilecek  bir söz söylemektir.”[4] Aşk ilanı “karşılaşmanın rastlantısını bir başlangıç halinde sabitlemek demektir.(…) Tanımadığım biriyle karşılaşmanın saltık olumsallığı bir yazgı havası kazanır. Aşk ilânı rastlantıdan yazgıya geçiştir, bu yüzden onca tehlikeli, onca korkutucudur. Ne var ki aşk ilânı bir kez yapılmaz, uzun sürebilir, dağınık, karışık, karmaşık olabilir, birkaç kez ilân edilebilir, ileride de daha pek çok kez dile getirilebilir. O rastlantının sabitlendiği andır. Kendi kendinize şöyle dersiniz o anda: Orada, o karşılaşmada olup biten şeyi, o karşılaşmanın bölümlerini başkasına söyleyeceğim. En azından benim için orada üstüme sorumluluk yükleyen bir şeyin gerçekliğini ona ilân edeceğim. İşte: Seni Seviyorum”[5] klişe deyip geçtiğimiz bu söz gerçekte öyle midir? Sözün yükünü anlayanlar için bu yalın iki sözcük hiç de pespayelik içermez. Her daim ışıltısını süslü, metaforik, buluşlu sözlerden daha çok taşır. Bu söz Badiou’nun dediği gibi rastlantıyı sonsuzlukla sabitler. Bu ilânın içinde seni sonsuza kadar seveceğim sözü vardır. Sorun burada başlar zaten. “ Sonrasında bütün sorun o sonsuzluğu zamana katabilmektedir. Çünkü özünde aşk budur işte: zaman içinde yapabildiğince gerçekleşmesi ya da gelişmesi gereken bir sonsuzluk ilânı. Sonsuzluğu bir şekilde zamana inişi.”[6]

Aşk nasıl bir kurguysa, sevmek de öğrenilebilir bir şeydir. Meselenin zorluğu ya da kolaylığı bizim seçtiğimiz yollarla, göze aldıklarımızla, bilincimiz ve farkındalıklarımızla ilişkilidir. R. M. Rilke “Zora tutunmak gerekir; yaşayan her şey ona tutunur. Yalnız olmak iyidir, çünkü yalnızlık zordur. Sevmek de iyidir, çünkü sevmek zordur.”[7] demiş ya inat etmeden, direnç göstermeden, sebat etmeden ve emek vermeden yaşanılan şey aşka dönüşmeyi başaramamış karşılaşmalardır. Sonsuzluğu zamana indirememişiz demektir. Çarpışmalardan tepe sersemi olma haliyle aşk sarhoşluğunu birbirine karıştıranlar az mıdır? Hele günümüzde?... “Asla iki kez göremeyeceğiniz bir şeyi sevin.” diyor A. Badiou.  Aşk arayışı sizin biricikliğinizi gören gözdeki biricik olanla karşılaşacak denli cesur olmayı gerektirir. O yakınlığa izin vermeyi. Yakın olduğumuz, yakın durduğumuz biricik olandır sevgili.

“Hiç kimse bilemez beni/ Senin bildiğin kadar” demiş ya Eluard (Les yeux fertiles’te), bu bilmek eyleminde kalalım. İçerdiği uzak yakın tüm anlamlarında, çağrışımlarında. Yakınlığın anahtarı bu.

Beyazına aşkı leke gibi düşürmemiş şair var mıdır? Her dem başka bir tazelikle, başka acılıkta. “Say acı olanı,uyanık tutanı say,/beni de onlara kat:” diyor ya Celan, “Beni de acı yap, acı yap beni/ bademlerden say beni.” diyor ya… öyle. Bu acı çağla güzellik bizde “Sıcak Taş” olmuş:

sıcak taş

I

avuç içlerim kadar sıcak biriktirdiğim taşlar

ağrıyan yerlerine bırakacağım tılsımını

taştan bir heykele dönüşeceksin korkarım

gözlerini öpeceğim elmacık kemiklerini

suyun anlattıklarını dinleyen bir pars olacağım

kanımın hışırtısıyla uyutacağım seni

barbar diyecekler ama olsun

sırf kemik kalacağız yolun sonunda

bilge değilim

boşuna sözümde durma benim

 

ormanı okuyorum boş zamanlarımda

gövdeye bakıp kökü görüyorum

ağaçların yatay serüvenini

çayırlarında iyiyim ülkenin

acı ot topluyorum zor zamanlara

şifa olarak duruyorum ağzının kenarında

ovayı titretip geçiyor yılkı dediğin o tek nefes

rüya sanıyorlar onu yeryüzünün nabzı

bir atın soluk soluğa terlemesi

aşkın iması say onu genleşen bir şimdi

II

orda kalsaydı dünya ya da biz atılmasaydık buraya

unutuyorum bunu taş sıcak avcum yangın

uyusam diyorum tümseklerinde ovanın

hatırlamak için sararana dek otlar

şarkı gelse, karanlığın kalbindeki oku çıkarsa

gitsem sonra ben, kuzey rüzgarlarına av olsam

düşsem kendimden bir hayvan mezarlığına

kemiklerin arasında kemik kalana kadar

ağlasam.

 

 

KAYNAKÇA

Sedgwick,E.K.(2013) Aşk Üzerine Bir Diyalog,Çev:Özge Karlık, Ayrıntı:İstanbul.

Botton, A.(2003) Aşk Üzerine,Çev: Ahu Antmen,Sel:İstanbul

IIIouz, E.(2013) Aşk Neden Acıtır,Çev:Ö.Çağlar Aksoy, Jaguar:İstanbul

Badiou,A.,Truong,N. (2011) Aşka Övgü, Çev:Orçun Türkay, Can:İstanbul

Sponville,A.C (2013) Cinsellik Aşk ve Ölüm,Çev:Canan Özatalay, İletişim:İstanbul

Bu yazı İkarus Yayınlarının Türk ve Dünya Yazınından  Aşk’a Dair- Aşk Hakkında Düşünceler (2015) kitabında yayımlanmıştır.



[1] Sponville,A.C (2013) Cinsellik Aşk ve Ölüm,Çev:Canan Özatalay, İletişim:İstanbul. S.88

[2] Sponville,A.C (2013) Cinsellik Aşk ve Ölüm,Çev:Canan Özatalay, İletişim:İstanbul.s104

[3] A. Badiou (2011) Aşka Övgü, Çev:Orçun Türkay, Can:İstanbul.s.24.

[4] A. Badiou (2011) Aşka Övgü, Çev:Orçun Türkay, Can:İstanbul.s.41

[5] Age.,s.42

[6] Age.,s.43

[7] R. M. Rilke( aktaran A. C.-Sponville). Lettres a un jeune poete,14 maıs 1904 tarihli mektup. Cinsellik Aşk ve Ölüm,Çev:Canan Özatalay, İletişim:İstanbul(2013).

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar