Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 8







Evi olan bir mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emir­leri vardır. Allah Teala, tedbir alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerini alınız". (Ni­sa/71); "Onların seni fitneye düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1][1]
Kul, kalben insanlara değil de Allah'a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi tedbirine güven­meyip Allah Teala'mn tedbirinin güzelliğine güvenirse, tevekkülü­nü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşya­nın olduğu gibi kalmasını, Allah Teala'mn tercihine ve takdirine bı­rakmış olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hük­müne teslim olur. 36..
Çünkü Allah Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar.
Kul, tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi ile Allah'a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O'nun sevgisine mazhar olan tevbekârlar arasında yer alabilir.
İşte bu nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül edecekler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" (İbra­him/12) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir ko­nuda Allah'a tevekkül eden kulun, hayatın bütün sahalarında Al­lah'a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O'na tevekkül eden kulun, her tevekkülünde yalnız O'na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konu­da vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir
Tevekkül, peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de hakikatine erer. Böyle birinin imanı kema­le ulaşarak, büyük derecelere nail olur. Şirkin her türlü gösterge­sinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri'ne tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve Allah'a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah Teala, şeytanın
insan üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de gerekli kılmıştır.
Tevekkül bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklama­mızın bir sebebi de budur. Çünkü tevekkül makamına, Vekil'i haki­ki anlamda müşahede etmek üzere nail kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiş­tir: Tevekkül, imanın özüdür.
Tevekkül sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şa­hıslar, gayeler ve değişik şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer ma­kam sahipleri de maruz kalabilirler. Bu bela ve imtihanlardan son­ra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya kuruntu kalabilir. An­cak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin vermez. Al­lah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sına­yarak, Vekil'ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'nm sadık olanları sıdkları sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevek­kül edenlerin ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiy­le olur. Sıdk hil'ati, onların nişanesi olur. Allah Teala bundan son­ra şöyle buyurmuştur: "Münafıklara da dilerse azap eder, ya da on­ların tevbelerini kabul eder". (Ahzab/24)
Tevekkül iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde bulundukları zulmetten çıkabilirler.
Allah Teala buyurdu ki: "İnsanlar, 'İman ettik' demekle, imti­han edilmeksizin bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Da­ha sonra da geçmiş ümmetlere mensup kulları tarafından yaşan­mış bir sünnetini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah doğruları bile­cek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3); "Allah Teala'nm sünnetin­de asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23)
Tevekkül eden kul, evinden çıkarken Allah Teala'nm emri ve Resulü'nün (sav) sünneti gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak
şöyle demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları ala­cak birini musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sada­ka olsun". Bu kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağı­daki yedi muameleden biri geçerli olur:
1. Allah Teala'ya olan tevekkülü ile O'nun emrini dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya malını eksiltmesini anlayışla karşılar.
2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imti­hanından dolayı O'na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabı­na nail olur. İLm-i meknûn yani gizli ilimde O'nun bir peygamberin­den bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O peygamber şöyle demiş­ti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?' Buyurdu ki: 'Kendisin­den sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam edenlerdir".
3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen, sa­bır, sükunet ve Allah Teala'ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve mücâhede ehlinin sevabına nail olur.
4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun te­vekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi'nden özür di­leyerek O'na dayanmış ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahi­bi kılma ve beyan bakımından sevaba vesile olabilir. Çünkü Allah Teala'nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık etmek ve aslında Allah Teala'nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına dev­redilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi ol­madığını öğrenmiştir.
O, içine düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Tea­la'nm bir tür hazinesi olduğunu görmüş olmaktadır. O'nun tarafın­dan başkasına havale edilen şeyler de, asıl itibarıyla kendisinin de­ğildir. O, bu eşya için sadece bir emanetçidir. Ama Allah Teala, ken­disine emanet ettiği o malları geri aldığında, buna üzülerek tepki
göstermiştir. Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka bi­rine emanet, ödünç veya rızık olarak vermiş bulunmaktadır.
Bu makamda yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahi­bi, bunları gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline ve­rilmiş bir emanet olduğunu bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillik­ler, hakiki tevekkül ehline göre günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir.
Tevekkül sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği zaman onu asla geri almaz. Dün­ya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine geliştiri­lip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Tea­la, dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç ola­rak da verebilir.
Verdiği bu tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gere­kir. Çünkü O'nun hikmeti, bu şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde bırakıyorsa, bunları da on­dan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil, Allah Teala'nm ha­zinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir şeyi, yi­ne O'nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman üzül-memelidir.
Allah Teala naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun elinden de alarak başka biri­ne verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah Teala'nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır.
Bu tür şeyin kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah
işlediklerinde yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfar­da bulunurlar. Çünkü onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla sevinmemeyi emretmiştir. Ge­len de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş, sonra O'nun tara­fından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve meyda­na çıkarılmıştır.
Yakini imanları onlara, apaçık Kitab'da şunu göstermiştir: "Yer­yüzünde ve canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir Kitab'da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen her musibet, insanların yara­tılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin, yeryüzü ve in­sanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayetin tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazıların­da, 'Canları yaratmamızdan önce', bazılarında da 'musibetleri ya­ratmamızdan önce' anlamının murad edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle buyurmaktadır: "Ta ki eli­nizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala'nm size verdiğiyle se­vinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı üzere, yiti­rilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan se­vinç gibidir.
Kul, Rabbi'nin emrettiğinin zıddında veya O'nun istediğinin dı­şında bulunmaktan utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle, kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir şeyin varlığına sevin­mekle böyle yapmaktadır.
Kendisine verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri alınacak bir emanet mi olduğunu ise bil­memektedir. Allah Teala, verdiğini onun elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne bü­yük bir şüphedir!
Bu şüpheye rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen kuvvetli ve Allah Teala'nm hükümle-
rindeki takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği za­man, yalancıların teslimiyetiyle teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların sözlerini dile getirmeyip Al­lah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala'mn böyle kimsele­re hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır.
5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık Allah yolun­da sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulun­ması. Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da aynı şekilde davranacak bir kuldur.
Bunu da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu iliş­kisinden dolayı dünyaya gelen, yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: 'Onu yaratacak da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben, nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir".
6.  Devesini alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi. Bu durumda, din kardeşine gös­terdiği şefkatten ve Rabbi'nin ahlakıyla ahlaki anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü bilme­yerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine hak­sızlık eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin makamlarının hakikatine ermiştir.
Böyle biri, ecri Allah Teala'ya düşen kullar arasında yer alır. Al­lah Teala da onun için, hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını sak­lar. Bu kul, Allah Teala'mn emrinin nasıl cereyan ettiğini, kendi de­vesini alan kimsenin kötü bir kaza ile sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi'ne hamdetmektedir. Rabbi'ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır.
Ariflerden bir zat, arkadaşına şöyle dedi: 'Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık edenleri kınamazlar?'Arkadaşı, 'Bilmiyorum'
dedi. Arif şu karşılığı verdi: 'Çünkü onlar, Allah Teala'mn bunu kasden yaptığını, haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edil­diğini bilirler. Bu yüzden de, onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım etmenin ve Allah Resu­lü'nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir.
O, buna özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, maz­lum da olsa kardeşine yardım et". [2][2]Burada zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini en­gellemiş olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine geçer.
Giden malı konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Sü­leyman ed-Darani, Malik b. Dinar'ın (ra) Muğire'ye, 'Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok' dediğini duyduğunda, 'Neden?' diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik de (ra) bu hediyesini kabul etmişti.
Malik (ra) şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapı­sını kilitlemeyip bir iple bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam.
Ebu Süleyman ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaafla­rından kaynaklandığını söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman'ın ifade ettiği gibidir. Çünkü zühd sağlıklı oldu­ğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer. Gerçi Ma­lik b. Dinar'ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir vesvese ile Allah Teala'ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. An­cak Ebu Süleyman'ın sözü, tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımın­dan daha yüce bir makama sahiptir.
Ev eşyasının kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bil­giler, yolculukta veya yurdunda bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir.
Kul, yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması gerekmez. İnsanların iman ba­kımından en ileri, yakin bakımından en güzel olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların rıza ve şa­hitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kay­betmeyi şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir.
İnsanların iman bakımından en eksik, yakin bakımından en za­yıf olanları ise, yitirdikleri dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların dünyaya ver­dikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu me-yanda, Allah Resulü'nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen'den, sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz ederim". [3][3]
Yitirilen dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu gibi, Mahbub'a imanın zayıflığının da ala­metidir. Kaybedilen dünyalıklar için az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi, Allah Teala'ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sa­hibi, onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi, niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır.
Bu söz ve ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir ya­rar sağlayıp sağlamadığını bilemiyorum. Allah Teala'nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala'nm onun elinden çıkmasını murad ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez.
Ama, her şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele ma­kamlarından biri üzere olmasına rağmen, vera' noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala'ya tevekkülü tam tutsa ve onun hakkındaki emri Rabbi'ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın ken­disine geri verilmesini iyi görmektedir.
Vera' bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hak­kında geri almayı uygun görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu mal veya bineği daha önce­den Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan Allah Te­ala'ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği geri alması ise, Allah Teala'nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona vermesi sayılır.
Bu konuya örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer'in (ra) devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar de­veyi aradı. Sonra da, 'Allah yoluna (sadaka) olsun' dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam gelerek, 'Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde' dedi. Bunun üzerine, ayakkabısını gi­yerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak 'Allah Te-ala'dan mağfiret dilerim' dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, 'Gi­dip deveni almayacak mısın?' diye sordular. O da, 'Allah yolunda (sadaka) olsun' demiştim' dedi.
Ariflerden bir zat, şunu nakletmişti: 'Dostlarımdan birini ölü­münden sonra rüyamda gördüm ve, 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini de gördüm'. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, 'Cennete girdiğin ve Rabbi'nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?' diye sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da hüzünlü olmaya devam edeceğim. 'Peki neden?' di­ye sorduğumda şöyle cevap verdi: Cennetteki meskenlerimi gördü­ğüm zaman, İlliyyun'daki makamlar da bana sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok sevin­dim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken, yitirdiğin bir mal için, 'Allah yolunda sadakam olsun', derdin. Ama sonra, cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı de­vam ettirseydin, biz de senin içeri devam etmene izin verirdik.
Rebi' b. Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi'in atı çalın­mıştı. At, yirmi bin dirhem değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına gelip onu tesel­li etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm. Bu­nun üzerine, 'Peki neden engel olmadın?' diye sordular. O da şu ce­vabı verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım. Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi' şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim.
Ariflerden bir zata, çalman bir malı hakkında, 'Onu çalarak haksızlık yapana beddua etmeyecek misin?' denilmişti. Arif şu kar­şılığı verdi: O kula karşı şeytanın yardımcısı olmak istemem. Bu­nun üzerine, 'Ne dersin? Çalman malın geri gelse onu alır miydin?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile. Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım.
Başka bir arife de, 'Sana zulmedene beddua et' denilmişti. O da, 'Hiçkimse bana zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zaval­lının kendine olan zulmü yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek du­rumunu daha da mı kötüleştireyim?' cevabını verdi.
Bir müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Be­ni, dünya işi için teselli etmeyin. Allah'a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az bir kısmının gidişine ne­den üzüleyim?! 'Niçin?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yitir­memden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için.
Arifler, hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu, Allah Teala'nm bize olan bir nimetidir. O'nun bi­zi zalim değil de mazlum kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih, zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi.
Rivayete göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac'a sövmeye başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala, Haccac'm namusuna dil uza­tanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu kimselerin öcünü de ondan alacaktır.             :   ,
!! Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendi­sine zulmeden kimseye zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulun­maya devam eder. Sonra da ona zulmedenin onun aleyhindeki tale­bi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan kısas olarak ister."
Ulemadan bir zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir: Eğer müslümanlar içinde bunu mu­bah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın hakkındaki kay­gı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulun­mazdım.
Kabe'yi tavaf ederken Ali b. Fudayl'm iki dinarı çalınmıştı. Ba­bası onu hüzünlü bir şekilde ağlarken gördü. 'İki dinar için mi ağ­lıyorsun?' diye sordu. O da, 'Hayır, Allah'a yemin ederim ki, kıya­met günü bunlar kendisinden sorulacak ve hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum' dedi.
Bu çerçevede ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu karşılıkta bulunmuştu: 'Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi engelleyecek kadar büyük'.
Tevekkül sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmeme­lidir. Bu, onun için daha faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu de­vam ettirmelidir. Eğef malı alan kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir.
Şeyhlerden biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini yanında dikili duran dağarcığını çalmak­la suçlamıştı. Şeyh, kendisine dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra abidin arka­daşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldık­larını söylediler.
Bunun üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler. Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, 'O mal, benden çıktıktan sonra bana dönemez, o artık sizin' dedi. Abidler, 'Bizim buna ihtiyacımız yok' dediler. Ama şeyh 'Alın'
diye ısrar ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu ça­ğırdı ve malı keselere bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı.
Onun niyeti, verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir fakir için hazırladığımız bir dir­hemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir veya dilenciye ver­meliyiz. Müstehap olan budur.
Bu sıfatları taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kal­madığı gibi haberleri de iyice kesildi. Her kim bununla amel eder­se, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış olur. Bu, eskiden evliyanın sü­rekli yürüdüğü Allah Teala'ya götüren yollardan biri idi. [4][4]


Biliniz ki Allah Teala'ya sebepler üzere tevekkül etmek, sözkonusu sebeplerin kul için baki kalmasını, bunları kendine tabi kılmasını, onun üzerinde korunmasını, dünyevi çıkar veya kullardan birinin tercihi doğrultusunda birini öne alıp diğerini tehir etmesini gerek­tirmez. Aksine bu sebepler noktasında, safdışı etmek ve yoketmek doğruya daha yakındır. Çünkü tevekkül, havass nezdinde zühdün ikizidir.
Tevekkül, kulun tercih ve samimiyetinin açığa çıkması için bir sınama olup dünyalık adına her hangi bir şeyin reddi içindir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Size verilen, geçici dün­ya malından başkası değildir". (Kasas/60) Tevekkül sahibi kulun bir malı gittiğinde, sabreder, şükreder veya rıza gösterirse tevek­külünde samimi olduğu ortaya çıkar. Tevekkülünde samimi olan tevekkül ehlinin halleri bunlardır.
Eğer çaresizlik ve şaşkınlık gösterirse, tevekkül iddiasında sa­mimi olmadığı ortaya çıkar. Bu tür durumlarda sebat edebilmek için nefs mücahedesinde bulunması gerekir. Eşyanın yokolmasm-dan sonra ona düşen; nefis mücahedesi ve diğer amellerindeki has­talıkları gidermektir. Şayet kulun malı korunur, kendisine acına­rak içyüzü ortaya çıkarılmaz ise, dünyada kendisine belli bir değer verilmiş, o da bununla teskin olarak, yolunda huzurlu ve kalben ra­hat bir şekilde yürümüş olur ki bu da, zayıfların makamıdır. Bu zümreye mensup olanların mallarında bir eksiltme yapıldığı takdirde peygamberlere en çok benzeyen sınav ehlinin makamına ge­çerler. Eğer imtihanlar olmasaydı, sözde samimi görünenlerin sayı­ları elbette çok fazla olacaktı.
Tedavinin bırakılması noktasında Allah Teala'ya tevekkülde bu­lunmak da böyledir. Bu tevekkül, iyileşmeye sebep olmadığı gibi onu erkene de almayacaktır. Hastalıkları azaltmadığı gibi, onları tamamen ortadan da kaldırmayacaktır. Hatta sınama ve temize çı­karma bakımından onları arttırma ihtimali daha büyüktür.
Nitekim Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ve iman edenleri temize çıkarsın ve kafirleri mahvetsin diye". (Al-i İmran/141) Can ve mal bakımından dünyevi varlıkta bir eksiltme yaşamayıp, bunu da şükür gerektiren bir bir nimet olarak değer­lendirmeyen ve Allah Teala'nm engellemesini verişi gibi görmeyen kimse, şükrünü eda etmemek suretiyle sözkonusu nimeti görmez­den gelmiş olur.
Halbuki nimete cahil kalıp şükrü terketmek, dünyanın tamamı­nı terketmekten daha ağır bir kusurdur. Böyle bir kulun, mahvolu-şa itilmesinden endişe ederiz. Mahvoluş, nimete nankörlük nokta­sında kulun bütün varlığının giderek helak olmasıdır. Nitekim Al­lah Teala, 'Ve kafirleri/nankörleri mahvetsin diye' buyurmaktadır. Neyi mahvedip nimetine nankörlük edenlerden ne kadar eksiltece­ğini Allah Teala çok daha iyi bilir.
Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki sizi, biraz korku, açlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksilme ile sınayacağız. Sabreden­leri müjdele!". (Bakara/155) Burada, fazlası dünyanın bütünü sayı­lan beş unsurun eksiltilmesinden söze dilmektedir.
Bunların tamamı bile, dünyanın aksine ahiret için sadece bir zi­yade ifade edebilir. Çünkü O, ahiret hakkında şöyle buyurmakta­dır: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah Teala'nın . katındaki (ahiret Ödülü) çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Ayette sözedilen kullar, daha sonra tevekkülleri üzere sabretmiş-lerdir.
Onlar Rablerine dayanarak dünya hayatının imtihan ve belala-- rina tahammül göstermişlerdir. Onlar, Vekil Hak Teala'ya olan şahitlikleri ve O'nun hakkındaki hüsnü zanları sebebiyle tevekkülle­rinde sabır göstermişlerdir. Hallerinin kemale ermesiyle birlikte tevekkülleri üzerinde sabretmeyi de öğrenmişlerdir. Onların ma­kamları bu sebeplerle sürekli yükselmektedir.
Sabır, tevekkülün ilk makamıdır. Bu, Allah Teala'nın kazasını bir imtihan, şükrü de bundan daha üstün görmekle gerçekleşir. Bu­nun özü de imtihanı bir nimet olarak görmektir. Hepsinin de üs­tünde rıza makamı yer alır ki o, tevekkül yolunun en yüce maka­mıdır. Rıza, aynı zamanda muhabbetullah ehli tevekkül sahipleri­nin makamıdır.
Allah Teala, tevekkül ehlinin genelim vasfederken de şöyle bu­yurmaktadır: "Takva sahipleri için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?" (En'am/32) Buna göre, Allah Teala1 dan layı­kıyla korkan, O'nun hitabını akleden kimse, dünya hayatında ba­şına gelen bela ve musibetler karşısında Allah'a tevekkül eder. Ka­çırdığı ve yitirdiği dünyalıklar için üzülmediği gibi, gelen dünyalık­lar için de aşırı sevinip şımarmaz. İşte bu, zühdün orta noktası ve tevekkülün başlangıcıdır.
Allah Teala, havassın tevekkülünü haber verirken de şöyle bu­yurmuştur: "İman eden ve Rablerine tevekkül edenler için Allah katında olan çok daha hayırlı ve bakidir". (Şura/36) Allah Teala'yı layıkıyla akledip O'ndan sakınanlar, O'na hakkıyla tevekkül eden­lerdir. Bu sayede fâni olana değer vermeyerek zühd sahibi olmuş ve baki olana rağbet etmişlerdir.
Onlar, akıl sahipleri oldukları için, İlahi Hitab'ı da çok iyi anla­mışlardır. Allah Teala, kendi katında olan ahireti ve onun ödülleri­ni, Zatı'na izafe etmekte ve kullarını ona rağbet ettirmek için de be­ka yani ebediyet sıfatıyla tanımlamaktadır. Allah Teala, tevekkül ettikleri için böyle açıklayıcı olmuştur. Değer vermeyerek hakkın­da zühd sahibi olmaları için de dünyayı kullara izafe etmiş ve onu fena yani yokolma sıfatıyla nitelemiştir.
O'na hakkıyla tevekkül eden akıl sahipleri, canlarına bile önem vermemiş ve onları Allah Teala'ya satmışlardır. Peki Allah'a satmış oldukları bir şeye sahiplenebilirler mi? Kul da, sahip oldukları da efendisi olan Hak Teala'nmdır. O, iradeleri doğrultusunda canları­nı ve mallarını onlardan satın almış, karşılığında da kendilerine baki kalacak olan ahireti vermiştir. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakiler biter. Allah Teala'nın ka­tındaki ise bakidir". (Nalü/96 [5][5]


Eğer Allah Teala, yeryüzünde ve göklerde yarattığı varlıkların ta­mamını belli bir ilim üzere kılsa ve bu ilmi kendilerine öğretse, bir akıl üzere yaratsa ve onlara bu aklı çalıştırmayı gösterse, bir hik­met üzere kılsa ve onları bu hikmete sahip kılsa, sonra yarattıkla­rından her birine bütün varlıkların sayısı, hatta katları kadar ilim, hikmet ve akıl verse, ardından onlara işlerin akıbetlerini açıklasa, sırlara muttali kılsa, nimetlerin içyüzlerini onlara gösterse, cezala­rın inceliklerini bildirse, dünya ve ahiret lütfunun gizli yönlerini haber verse ve ardından da, 'Kainatın mülkünü size verdiğim akıl ve ilimlerle planlayın, işlerin akıbetlerini müşahede ederek tasar­layın' dese, bununla da kalmayarak bu hususta onlara yardımcı o-lup gerekli kuvvetlerle donatsa, yapacakları planları, hayır-şer, ya-rar-zarar noktalarında Allah Teala'nın takdir ettiğinden bir sivrisi­nek kanadı kadar bile olsun, eksik veya fazla olmazdı.
Mevcut tedbir ve planlama dışında ne akılların fazla bir keşfi, ne de ilimlerin müşahedesi olabilirdi. Hiç biri, şu anda yakinen ya­şadığı ve içinde hareket ettiği şu takdirden başka bir takdiri koya­mazdı. Ama insanlar bunu göremiyorlar. Çünkü Allah Teala bu tak­dirini, akılların tertibine, bilinen sebepler ve vasıtalardan çıkarı­lan örf ve alışkanlıklara göre Öyle icra etmektedir ki beşeri akıllar da bu kıstaslar üzerine şekillendirilip karakterize edilmiştir.
Ama O, işlerin sonuçlarını gizlemiş, sırları perdelemiş ve arada­ki bağlantıları saklamıştır. Dolayısıyla Allah Teala'nın takdir ve tedbirindeki güzellik gizli hale gelmiştir. Bu yüzden de, mütevek­killer dışında insanların çoğu hikmetleri görememiştir. Bu hikmet­ler ancak ilim sahipleri tarafından akledilebilmiştir.
Allah Teala'nın canlılar ve cansızların dünyasında yarattığı gözle görülebilir en küçük unsurlar sivrisinek ve hardal tanesidir. Bunların her birinde de üç yüz altmış hikmet mevcuttur. O'nun varlıklar üzerindeki hikmetleri, bu varlıkların büyüklük ve fayda­larına göre daha da artmaktadır.
Bu husustaki hidayet ve beyanın bir diğer sevabı da kalplerin-deki perdeler kaldırılmış olan akıl sahibi salih kimselerin bütün te­mennilerinin Allah Teala'nın tedbirine gösterdikleri rızada ortaya
çıkmaktadır. Onlar Allah Teala'nın kendileri için takdir ettiği kade­rin kendi temennilerinden daha hayırlı ve Allah katında kendileri için daha faziletli olduğunu bilirler. Çünkü Allah Teala, hüküm sa­hiplerinin en Adil'idir.
Yüce Allah, imanının azlığından dolayı temennilere yeltenen in­sanları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Yoksa insan için temenni et­tiği mi vardır? Ahirette, dünyada (karar) yalnız Allah Teala'nındır." (Necm/24-25) Yani Allah Teala, her ikisinde de insanların temenni­lerini bir kenara koyarak kendi iradesiyle hüküm verecektir. Zira O, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Eğer Hakk, on­ların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulup giderlerdi". (Müminun/71)
Tevekkül sahibi, Allah Teala'yı seven, Rabbi ile mutlu olan, dünya ve ahiretin yalnız O'na ait oluşuna ve o ikisinde dilediği gi­bi hükmetmesine rıza gösteren kimsedir. Kul, aciz olduğu için hiç­bir şeye kadir değildir. Muhabbet makamının başı da budur.
Her şeyi Yaratan, Bilen, Gören ve Haber Alan Allah Teala bu hususlarda tedbirinin güzelliği ile bütün yaratılmışlara yeter. Ya­ratılmışlar hikmeti bilmeye, hükmü müşahede etmeye merhamete, basirete ve kalplerini teskin edecek bir imana ihtiyaç duyarlar.
Bu nokta, yakini iman sahipleri nezdinde sıkıntı ve şaşkınlık doğurmaz. Avam ise zikrettiğimiz tedbir ve takdirle ilgili sırlarla, Allah Teala'nm kudretinin inceliklerini ancak ahirette görecekler­dir. Ahirette perde kaldırılacak ve onun altındaki gökler ve yerler­le ilgili sırlar açığa çıkacaktır.
Allah Teala, alim kullarım dünya hayatında iken bunlara mut­tali kılmıştır. O, gizlediği ve açıkladığı hususlarda hamd ve şükre layıktır. Her iki durumda da O'nun lütfettiği bir nimet mevcuttur. Bunlarla ilgili her sıfatta bir hikmet ve rahmet saklıdır. Allah Tea­la, alim kullarım kendi ahlakı ile yarattığı için, onlar Allah Te­ala'nm ilmini ancak açıklanmasına izin verdiği ölçüde açıklarlar.
Alimler, Allah Teala'nın kaderinin sırrını ancak O'nun bildirdi­ği kıstasla öğrenebilirler. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuş­tur: "Hiçbir şey yoktur ki, katımızda hazineleri bulunmasın. Biz onu, ancak bilinen bir kaderle indiririz". (Hicr/21) Alimler, bu hitap ile eğitildikleri için gereken noktada durmayı da bilmişlerdir.
Ebu Süleyman ed-Darani dedi ki: Ben, eşyayı üstten gözledi­ğimde daha değişik bir tat alıyorum. Ariflerden bir zat ise şöyle de­miştir: Eşyanın tamamını, tek bir cevherden çıkmış, tek bir şey gi­bi gördüğünüzde halkın işitmediğini görür, anlamadığını anlarsı­nız. Başka bir zat ise şöyle demiştir: O acaipliği görmedikçe ilginç­liği göremezsiniz. O acaipliği görmediyseniz tuhaflığı görürsünüz. [6][6]


Allah Teala'yı hakkı ile takdir eden alimler, Allah Teala'ya dünyevi çıkarlarını koruması, maksatlarına ulaşmalarını sağlaması için te­vekkül etmezler. Onlar tevekküllerinde arzuladıkları takdirin ger­çekleşme sini, istemedikleri hükümlerin değiştirilmesini, Allah Te­ala'nın sabık iradesinin kendi akıllarına uygun hale getirilmesini, Allah Teala'nın kullarını sınamak ve imtihan etmek için vazettiği sünnetlerini kendileri için değiştirmesini şart koşmazlar.
Tevekkülün, onların kalplerinde bundan çok daha büyük bir de­ğeri vardır. Böyle alimler, bu tür basitlikleri sergilemeyecek dere­cede tevekkülün mahiyetini akleder ve bilirler. Eğer bir arif, söz ko­nusu zaaflardan birine kapılarak tevekkül ederse, tevbe etmesini gerektiren büyük bir günah işlemiş sayılır. Onun bu tevekkülü, masiyetten başka bir şey değildir.
Alimler, nasıl cereyan ederse etsin, Allah Teala'nm hükümleri­ne karşı nefislerini sabretmeye, kalplerini de rıza göstermeye zor­layan kimselerdir. Bir adam, Malik b. Enes'e (ra), 'Ey Ebu Abdul­lah! Ben Kabe'nin örtülerine sarılarak her türlü günahımdan tev­be ettim ve gelecekte de Allah Teala'ya karşı masiyette bulunma­maya yemin ettim' dedi. Malik (ra), kendisini azarlayarak şunu söyledi: Yazıklar olsun sana! Hakkında hükümlerinin geçerli olma­ması üzere Allah Teala'ya karşı yemin etmenden daha büyük bir günah olabilir mi?
Ulemadan bir zat, hikmet ehlinden birine şu beyiti okumuştu: ' .Kazayı cari gördüğümde ki, onda şüphe ve kuşku olmaz \ Yaratanıma bihakkın, tevekkül eder, kendimi kazaya teslim ederim. Onlar, Allah Teala'ya itaatleri sebebiyle, O'nun hoş görmediğini mekruh saymışlardır. Bu, Allah Teala'ya duyulan sevgiden, O'nun hükmüne değer vermekten dolayı duyulan bir kerahettir.
Onların, Allah Teala'nm takdirini mekruh görmeleri sözkonusu değildir. Çünkü, Allah Teala'ya, 'hoş görmediğini niçin takdir ettin, takdir ettiğini niçin mekruh gördün' deme hakları yoktur. Allah Te-ala, onların bu tür sözlerine muhatap olmayacak kadar Yüce, Ulu ve Korkutucu'dur. Gerçek tevekkül sahipleri, Allah Teala'nm takdi-rindeki hikmeti bilir ve O'nun hükmüne karşı sabrederler.
Allah Teala'yı layıkıyla bilen alimlerin tevekkülü, O'nun tevek­kül edenleri sevmesinden, işlerin Zatına havale edilişini hak etme­sinden ve Kendine teslimiyeti vacip kılmasından dolayıdır. Çünkü, Allah Teala İlk Vekil ve en yüce Kefirdir.
Alimler, Allah Teala'nm şu buyruklarım iyi bilmektedirler: "Al­lah her şeye vekildir". (Zümer/62); "Sonra, Arş'a istiva etti, işi O tedbir eder. O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez". (Yu­nus/3) Yine onlar Allah Teala'nm şu buyruğunu da çok iyi kavra­mışlardır: "Yakin sahibi bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50) Alimler, bu şuura varmak için O'nun şu ayetini de iyi akletmişlerdir: "Allah hüküm verenlerin en iyisi değil midir?" (Tin/8)
Ulemanın bu şekilde tevekkül etmelerinin bir sebebi de; Allah Teala'nm tevekkülü emretmiş, özendirmiş ve imanın hakikati için gerekli kılmış olması da olabilir. Çünkü onlar, Allah Teala'nm şu buyruğunu gayet iyi bilirler: "De ki; sizi gökten ve yerden kim rı-zıklandırıyor? Ya da o gözlere ve kulaklara kim sahiptir?.. Emri kim düzenleyip yönetiyor?" (Yunus/31); "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah Teala'ya ait olmasın". (Hud/11); "Gökte de rız­kınız ve size vadedilenler vardır". (Zariyat/22)
Allah Teala, başka bir ayetinde de kendi Zatı üzerine yemin ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer müminler seniz Allah Teala'ya te­vekkül edin". (Maide/23) Alimler Allah Teala'dan haya ettikleri, gizli kuşkuları gideren bir imana sahip oldukları, Allah Teala'yı töhmet altına koymaktan sakınmaları ve O'na olan inançlarının sağlamlığından dolayı tevekküle daha çok yönelmişlerdir.
Ulemadan bazıları, bu hususların tamamını gözeterek tevekkül etmiş iken, bazıları da bunların bir kısmım gözeterek tevekkül et­mişlerdir. Her kulun tevekkülü Allah Teala'yı tanıdığı sıfattan kay­naklanır. Aynı şekilde tevekkülden her sapış da, kulun yaşadığı za­aftan kaynaklanır.
Herkes Allah Teala'ya yakınlığı oranında itatte bulunur. O'na yaklaşanlar da ilimlerinin elverdiği ölçüde yaklaşabilirler. Kulun ilmi de gaybi oluşumu bilmesi miktarında olabilir. Dolayısıyla ilim, Allah Teala'nm kula olan inayeti oranında artan bir fazilettir. Bu­nun arkasından ise kaderin sırrı gelir. Bu noktaya ulaşan her kul, şahitliğinin vecdinden kaynaklanan makam ve halini müşahade ettiği gibi muamelelerinin karşılığını da görür. I Allah Teala, dilediği kullarının derecelerini artırır. İnsanlar, O'nun katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını gör­mektedir. Onlar için Rableri katında selam yurdu, yani cennet var­dır. Allah Teala da j^aptıklan ameller sebebiyle onları dost edinmiş-tlir. Cennet, o insanlar için birleştirici bir yurttur. i Ama o yurdun sakinleri de, dünya yurdunda olduğu gibi farklı derecelere sahiptirler. Allah Teala onları, veli edinme ayrıcalığı ve güzel amellerinin sebep olduğu güzel dostluklar sebebiyle melekû-tunun ulvi derecelerine yükseltir. Allah Teala, dilediği kulunu Ken­di için seçer ve yakaranlara Kendi yolunu gösterir.
Havass içerisinde Allah Teala'yı yüceltmek ve ululamak için te­vekkül edenler vardır. Yine onlar arasında, Allah Teala'nın sözü­nün doğruluğundan dolayı vaadine duyduğu imanla tevekküle yö­nelenler de vardır. Bunlar, tevekkülleri sayesinde Allah Teala'nın vaadettiğini sanki almış gibi davranırlar. O da, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Kim, vaadine Allah'tan daha çok bağlıdır?" (Tev-be/111); "O'nun vaadi muhakkak ki yerine gelecektir". (Meryem/61) Havastan kimileri de Allah Teala'nm yücelik ve azametine şa­hit olmalarından dolayı kapıldıkları teslimiyetle O'na tevekkül et­mişlerdir.
Kimileri mallarını muhafaza etmesi için tevekkül ederken, ki­mileri de korunmasını istediği şeylerin korunması ve malının sakı­nılması için tevekkül etmiştir.
Kimilerinin tevekkül sebebi, Allah Teala'yı iyi tanımasından kaynaklanan şahitliğini yerine getirmek iken, kimilerinin ki de muamelesinin güzelliğinden dolayı O'na duyduğu teslimiyet hissi­dir. Kimisi Allah Teala'nm tedbirinin güzelliği ve takdirinin sağ­lamlığı sebebiyle işini O'na havale ederken, kimileri de tevhidi ve Allah Teala'nm kayyûmiyetine olan şahitliğinin icabı sonucu O'na tevekkül etmektedir.
Bütün bunlar, Allah Teala'ya yakınlık ve O'nu tanımaktan kay­naklanan evliya ve Allah dostlarına mahsus vecd ve yollardan iba­ret hususlardır. Bunların bazıları, makam bakımından diğerlerin­den daha üstündürler. Bu müşahedelerin bir kısmı da, Allah Tea­la'ya daha yakın ve daha yüksek görünmektedir.
Bunların en ulvisi, Allah Teala'yı yüceltmek ve ululamak için tevekkülde bulunan kimsenin müşahedesidir.
Ortancası, O'na duyulan sevgi ve korku tesiriyle tevekkülde bu­lunan kimselerin müşahedesidir.
En alttaki ise Allah Teala'ya teslimiyet göstermek ve O'na se­vimli görünmek için tevekkülde bulunan kimselerin müşahedesidir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi avamın tevekkül şekilleri ara­sında ariflerin belirtmekten dahi haya ettikleri tevekkül türleri vardır. Onlar kalplerini ve kafalarını bu tür tevekkülden arındırır­lar. Bu, Allah Teala'ya kalben tevekküldür.
Havassın seçkinleri olan sıddıklarm tevekkülünü daha önce de açıklamamıştık. Çünkü bu, akıl sahiplerinin anlayamayacakları ve yazılı kitaplara emanet edilemeyecek bir tevekkül şeklidir. Zira bu kitaplara inkarcıların ve cahillerin bakması mümkündür. Allah Te­ala'yı hakkıyla arif olanlar, O'nun kendisi için sevdiği yere dahil olur, kendi sıfatı için övdüğü hususlara rağbet ederek o sıfatı ka­zanmak için çabalarlar. Böylelikle Allah Teala'nm övgüsüne maz-har olarak O'na bir yakınlık ve katında bir muhabbet kazanırlar.
Tevekkül Hakkında Başka bir Açıklama : Tevekkül sahibinin tevekkülünü zedelemeyen şeylerin başında rız­kını, Rabbinden dilemesi gelir. Tevekkül sahibi kul, dünyevi işler ve ahiret sevabı noktasında Rabbinden niyazda bulunabilir. Bunun şartı, talep edilen şeyden başka bir şeyi kasdetmemiş olmasıdır.
Kul, işlerini Allah Teala'ya havale etmiş olsa bile, O'nun icabe­tini bilmeye muhtaç olabilir. Allah Teala'nm vermesi, o kimseyi Al­lah Teala'nm zikrinden alıkoyacaksa, O'nun icabeti engelleme ve uzaklaşma şeklinde olacaktır. Çünkü hayır, kulun bilmediği şeyde gizlidir.
Kulun istemediği bir şey, Allah Teala'nm bildiği güzel sonuç se­bebiyle daha hayırlı olabilir. Kulun aklettiği acil çıkar ve menfaati onun için hayırlı olmayabilir. Bu durumda kula düşen; Hakim-i Mutlak'm hükmüne teslim olmak, Paylaştırıcı'nm kendisi için Ayır­dığı paya rıza göstermektir.                                                     
Tevekkül eden kul, Rabbinden dünyevi zenginlik, ihtiyacı olma­yan mal, kalbinin İslahına uygun olmayan bir şey veya Rabbine yaklaştırıcı olmayan bir fiil niyaz ettiğinde, zühdden uzaklaştığı oranda tevekkülün hakikatinden de uzaklaşır. Eğer kul, Allah Te­ala'yı zikretmek suretiyle O'ndan istekte bulunmaktan sakınırsa, Allah Teala kendisine isteyenlerin daha üstünde rızık verecektir.
Kul, Vekil olan Allah Teala'dan duyduğu haya ile sükut ederse, Allah Teala kendisine yeter. Sonuçta da bu yeterliliğe şahit olarak tasarrufların tamamına rıza gösterir. Bu, kayyumiyetin müşahede edilmesinden doğan yüzleşme makamı olup mukarrebun zümresi için sözkonusu olan bir haldir.
Tevekkül sahibinin, rızkını aramaya yönelmesi, onun tevekkü­lünü ihlal etmez. Çünkü insan, zayıf ve muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. Onun, muhtaç olduğu bilinen bir rızkı vardır. Bilinen rızık (=rızk-ı ma'lûm); kullara pay edilmiş olan rızık, başka bir ifa­deyle kısmettir.
Kulun, kendi payına düşen kısmetine yönelmesi, asıl itibarıyla bu taksimi yapan Allah Teala'ya yönelmesidir. Rabbine yönelen kimse ise, O'nun tarafından şereflendirilir. Kul, eğer fazlalığa yö­nelir ve kanaatten ayrılırsa, veya adet olanı ister, ya da birşeyi vaktinden önce talep eder, veya onun vaktinden geç gelmesini hoş görmezse tevekkülünü zedelemiş olur.
Bu tür bir yaklaşım, kulun zühdüne de zarar verir. Rızka yönel­mek ve onun beklentisine girmek mubah olsa da, zikrettiğimiz hu­suslar tevekkülü zedeler. Alışverişte bulunmak, hastalıktan kur­tulmak için tedavi olmak gibi davranışlar, her ne kadar rızka yö­nelme ve şifa ümit etmeyi ihtiva ediyorsa da, Selef ulemasının bun­ları tevekkülü zayıflatan hususlar olarak tesbit ettiklerini bilmek­teyiz.
Sahabe ve Selef-i Salih, tedavi olanları tenkit etmişlerdir. Onla­ra göre tedavi, kulu tevekkülün hakikati ve zühdden uzaklaştır­maktadır. Ama sözkonusu kimselerin tevekkülleri için de belli de­receler sözkonusudur. Kulların, amelleri sebebiyle uhrevi karşılık beklemeleri, onları tevekkül dairesinden çıkarmaz. Çünkü Allah "eala onları buna teşvik etmiş ve onlar için mendub görmüştür.
Ancak bu tür bir beklenti içinde olmak, kulu İhlasın hakikatine dahil etmediği gibi, tevekkül ehlinin sıddıklarma verilen ulvi dere­celere de yükseltmez. Kul, bulunduğu hal mikdarınca bir sevaba nail olur. Fakat bu hali kendisini muhibbanın ihlasma dahil etme­diği gibi, mukarrebunun derecelerine de yükseltemez.
Tevekkül, dünya hakkında zühd sahibi olmakla sıhhat kazanır. Zühdün başı, harama rağbet etmemektir. Kulun tevekkül halleri­nin başı, günlük gıdasında Allah Teala'ya tevekkül etmek, sonra da Ölümsüz Hayy olan Allah Teala'nm hükümlerine karşı sabırlı ol­maktır.
Tevekkülün en üst derecesi; hükümlere teslimiyet ve hayırda yarışmada O'ndan razı olmaktır. Bu da nefsi bir kenara atmak ve Allah Teala ile meşgul olup yalnız O'nu severek nefsi tamamen unutmak suretiyle mümkün olabilir.
Tevekkülün hakikati, Vekil Teala'nm kudret elini müşahede et­mekle ortaya çıkar. O'nun kudret eli ortaya çıktığı zaman, diğer el­lerin tamamı gözden kaybolur. İşte bu noktada, Allah Teala'ya naz­lanarak tevekkül edersiniz. O da sizin tevekkülünüzü kabul buyu­rur. Sonra O'na teslim olursunuz, O da sizi selim kılar.
O size, elzem bir sıfatla tecelli ettiğinde, hüküm sizi Hakim'e dönmek zorunda bırakabilir. O sıfat da, sizi Vekil'e teslim olmaya zorlayabilir. Hâkim Teala, sizi dilediği hükme uymaya zorlayabile­ceği gibi, lehinizde ve aleyhinizde dilediği ve istediği taksimi de ya­pabilir.
Tevekkülünüzün en üst derecesi, O'ndan haya ederek tevekkül etmeniz ve O'nun güzel takdiri ile, Zatı'nı tevekkülünüze şahit tut-manızdır. O, sizi Kendinden gayrisine havale etmemiş, Zatı'ndan başkasına döndürmemiştir. Her halükârda, ya sabretmenizi, ya iş­leri O'na havale etmenizi, ya O'na teslim olmanızı, ya da O'ndan razı olmanızı gerektirecek bir takdirde bulunabilir.
Sizi, kendiniz için planlar yapmaktan kurtardığı gibi, kendi takdir ve temennilerinize önem verme kaygısından da muaf tutabi­lir. "Kim Allah Teala'ya tevekkül ederse, Allah ona yeter". (Talak/3) Ayette geçen 'Hasb' kelimesi, 'Hasîb^Hesap eden, hesaba çeken' an­lamına gelir.
Allah Teala, bunu istediği gibi ve dilediği şekilde yapar. Ayetin başka bir tefsirinde ise, kula yetenin tevekkül olduğu ve tevekkü-
lün makam olarak diğerlerini gerektirmeyecek bir derece olduğ_ söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, Allah Teala'nm tevekkül sali­bine, başkalarına muhtaç etmeyecek şekilde yeteceğinin kasdedŞ-diği söylenmiştir.                                                                   
Allah Teala, bunu bütün müslümanlara açıklayıp cemaati tesel­li ederek de şöyle buyurmuştur: "Allah, emrini yerine getirendir" (Talak/3) Yani, O'nun hükmü, kendisine tevekkül eden hakkında da, etmeyen hakkında da, muhakkak surette yerine getirilecektir. Ancak tevekkül eden kuluna, dünya ve ahiret tasalarını giderme noktasında Allah Teala yeter. O'na tevekkül etmeyen kulun kısme­ti ise, sivrisinek büyüklüğü kadar olsun arttırılmayacaktır.
Tevekkül edenin rızkı da, zerre mikdarı eksiltilmeyecek, fakat O'nun hidayet etmesi sayesinde istikameti artacak, takvası sebe­biyle yakini imandaki makamı yükseltilecek ve Allah Teala'nm iz-zetiyle yücelecektir. O'na tevekkül etmeyenlerin yakini imanları eksiltilecek, tasa ve kaygıları arttırılacaktır. Bu da onun aklını da­ğıtacak ve düşüncesini sürekli meşgul edecektir.
Allah Teala, kendisine tevekkül eden kulun günahlarına kefa­ret edecek, rıza, muhabbet ve yeterliğini ondan esirgemeyecektir. Allah Teala, tevekkülünde sadık olanlara bunu taahhüt etmiş ve iş­lerini en güzel şekilde Rabbine havale eden kullarına korumasını bahsetmiştir. Ancak tercih ve yerine getirmenin şekliyle ilgili bilgi yalnız O'na aittir.
O, kulunun koruma ve yeterliliğini, dünyevi ve uhrevi konular­da dilediği yer, zaman ve şekilde sağlar. Bunlar, kulun bilmediği yerlerden gelebilir.Çünkü kul, mevcuttur. Hükümler, dünya ve ahi-rette onun üzerinde cari olur. O, fakir olduğu gibi, her iki yurtta da lütuf, rahmet ve şefkate muhtaçtır. Allah Teala, Ganî ve Hamîd, ya­ni kimseye ihtiyacı olmayan ve övülendir. O, ilk defa yaratan (=Mübdi') ve sonra tekrar diriltecek olan (=Mu'îd)'dir.
Ebu Muhammed Sehl'e, 'Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?' diye sorulmuştu. Şu karşılığı verdi: Rabbinin tedbirinin, kendi ted­birinden daha hayırlı olduğunu bildiği zaman. Çünkü Rabbinin ona bakışı, kulun kendi kendine bakışından daha güzeldir. Bu şuura eren kul, olup biten üzerinde düşünmeyi ve henüz olmamış şeyleri temenni etmeyi bırakarak planlar yapmayı terkeder. İşlerin sonu Allah Teala'ya döner ve O, her işinde hamd ve şükre layık olandır. [7][7]


Allah Teala'dan razı olmak, yakini iman makamlarının en yücele­rinden biridir. Allah Teala buyurdu ki: "Güzelliğin karşılığı yalnız güzellik değil midir?" (Rahman/60) Her kim Allah Teala'dan güzel­likle razı olursa, Allah Teala da onu, Zatı'mn rızası ile ödüllendirir.
O, rızaya rıza ile karşılık verir. Bu da, ödül ve karşılığın zirve­si, ilahi bahsin nihai noktasıdır. Yüce Allah bu meyanda şöyle bu­yurmaktadır: "Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldu­lar". (Maide/119)
Allah Teala, rızayı Adn cennetlerine yükseltmiştir ki onlar, cen­netin en yüksek noktalarıdır. O, zikrini namazdan bile üstün tut­muş ve şöyle buyurmuştur: "Adn cennetlerinde hoş meskenler ve bundan da daha büyük olarak Allah Teala'dan bir rıza vardır". (Tevbe/72); "Muhakkak ki namaz, çirkin günahlardan sakındırır. Allah Teala'nm zikri ise, elbette çok daha büyüktür". (Ankebut/45)
Zikir ehline göre zikir, müşahededir. Zikredilen Hak Teala'yı namaz esnasında müşahede edebilmek, bizatihi namazın kendin­den daha yüce bir ibadettir. Üstteki ayetin iki tefsirinden biri bu şekildedir. Diğeri ise şudur: Allah Teala'nm kulunu zikretmesi, ku­lun Allah Teala'yı zikretmesinden daha üstündür.
Ebu Abdullah es-Saci dedi ki: Allah Teala'nm yarattıkları ara­sında öyle kullar vardır ki, sabırdan haya eder ve O'nun kudretinin tecelli ettiği yeri rıza ile kaparlar. Ömer b. Abdülaziz (ra) de şöyle derdi: Artık yalnızca Allah Teala'nm kazasının tezahür ettiği yer­lerle sevinir hale geldim.
Allah Teala'dan razı olanlar, Allah Teala'yı istediği ve razı oldu­ğu şekilde zikredenlerdir. En büyük rıza olan İlahi Rıza, zikir ehli­nin en büyük ödülüdür. Bu, Allah Teala'nm "Her kimin zikri, Ben'den istekte bulunmasını engelleyecek kadar çok ise, ona istek sahiplerinin istediklerinden daha fazlasını veririm" buyruğunun anlamlarından birini teşkil etmektedir. Çünkü O'ndan istekte bu­lunanlar, kendi nefsleri için talepte bulunmaktadırlar. Allah Teala da kendilerine ziyade sevabı vermektedir.
O'nu zikredenler ise, sadece zikirde bulundukları için Allah Te­ala onlara Zatı'ndan razı olma nimetini lütfetmektedir. Bir diğer anlam da şu şekilde olabilir: O kullarıma Bana bakma nimetini lüt-
federim. Çünkü zikir, müşahedeye dahil olan bir husustur. Buna göre de Allah Teala dünya hayatında Kendisine bakmaya, ahirette Kendinin bakışıyla mukabele etmiş olmaktadır. Tıpkı, "Yüzler var ki o gün pırıl pırıl, güleç, sevinçli" (Abese/39-40) buyruğunda oldu­ğu gibi, sıfata aynıyla mukabelede bulunmuş olmaktadır. Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Rabbimiz bize gülerek tecelli eder".[8][8]
Zikir, işitmeye yakındır. İşitme de bakmaya götürür. Rıza ise, yakin sahibinin halidir. Yakin, imanın hakikatidir. Allah Resulü (sav), İbni Abbas'a (ra) tavsiyelerinde buna özendirmiş ve şöyle bu­yurmuştur: "Allah için, rıza halinde yakin ile amelde bulun. Eğer böyle olmazsa şunu bil: Sevmediğin bir şeye karşı gösterdiğin sa­bırda senin için çok büyük bir hayır vardır".
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) rızayı makamların en üstü­ne yükseltmiş daha sonra ortasına indirmiştir. O, Ömer b. Hattab'a da (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya sanki O'nu görür gibi ibadet et. Sen O'nu göraıesen de, O seni görmektedir".[9][9] Allah Re-| sulu (sav) bu emri ile, Ömer'i (ra) müşahedede bulunmaya teşvik etmiştir. Bu, aynı zamanda ihsan makamıdır. Çünkü Allah Resulü (sav) kendisine ihsan sorulduğu zaman, "Allah Teala'ya O'nu gör­mediğiniz halde görür gibi ibadet etmenizdir" buyurmuştur.
Allah Resulü (sav), daha sonra rızayı sabır ve mücahedeye da­yandırmıştır ki o da imandır. Bu, şu hususu bilme makamıdır ki Al-lah Teala, böyle bir kulunu görmektedir. Bundan daha öte vasfedi-lecek bir yer, mekan yoktur. Allah Teala, kendinden razı olma hali­ni, kula bahşettiği bakışın üstüne yükseltmiştir. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala, müminlere tecelli ederek, 'Ben'den dileyin' buyurur. Onlar da, 'Rızanı dileriz' derler".
Onların, Allah Teala'ya bakıştan sonra rızasını dilemeleri, rıza­ya verilen büyük değeri gösterir. Çünkü Allah Teala'ya nazar ediş­lerinin devam edebilmesi, büyük ölçüde O'nun rızasının devamına bağlıdır. Rıza, bakışı gerektiren hal olduğu için müminler de Rab-lerinden rızasının devam ederek yakınlıklarının da sürmesini ni­yaz etmişlerdir. Böylelikle nimetin başladığı gibi tamama eröiesini niyaz etmiştirler.                                                                   
Onların sözlerinden, 'rızan Sana bakışımızdan daha büyüktür* gibi bir anlam çıkmaması gerekir. Kitab'da emrin hakiki anlamı yazılmaz. Çünkü Allah Teala'nın Zati sıfatlarından birinin açığa çıkması, kulun Rubûbiyet makamının heybetinden sakınmasını ge­rektirir. Bu, kalplerden perdelenmiş bir korku ve gaybın sırların­dan bir hikmettir. Bu, korku ehli için, hususi marifetlerinden dola­yı dünyada bir sevaptır, Yüce Allah buyurdu ki: "Allah onlardan ra­zı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Bu, Rabbi'nden korkanlar içindir". (Maide/119)
Bir müfessir, Allah Teala'nın "Katımızda daha ziyadesi vardır" (Kaf/35) buyruğunu açıklarken şöyle demiştir: Cennet ehli sevap zamanı, Rableri katında üç hediye ile karşılaşırlar.
Bunlardan biri, Allah Teala'nın katından olan bir hediye olup bulundukları cennetlerde bir benzeri yoktur. O, bunun hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiçbir nefis, Allah Teala'nın onlar için sakla­dığı göz aydınlığını bilmez". (Secde/17)
İkincisi, Rableri tarafından onlara verilen selamdır ki bu, hida­yetinin üzerinde bir ziyadedir. O, bu hususta da şöyle buyurmuş­tur: "Rahman ve Rahim bir Rab'den sözlü bir Selam". (Yasin/58)
Üçüncü hediye ise, Allah Teala'nın onlara, 'Ben, sizlerden razı­yım' buyurmasıdır. Bu da, hidayetten ve selamlamaktan daha fazi­letlidir. Bunu da şu ayet-i kerime teyid etmektedir: "Bundan daha büyük olarak Rablerinden bir rıza". (Tevbe/72) İlahi rıza, onların içinde bulundukları bütün nimetlerden daha büyüktür.
Allah Resulü'nün (sav) müminlerden bir topluluğa şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Sizler kimsiniz?' Onlar da, 'Biz, müminle­riz' dediler. Allah Resulü (sav), 'İmanınızın alameti nedir?' diye sor­du. Onlar, 'Musibetlerde sabreder, rıza halinde şükreder ve kaza geldiğinde rıza gösteririz' dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Kabe'nin Rabbi'nin hakkı için müminler!' buyurdu".
Başka bir rivayette ise, onlar hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hilim sahipleri, ilim sahipleri, fıkıhlarının derinliği se­bebiyle neredeyse peygamber olacaklar". Allah Resulü (sav), onla­rın rıza sıfatlarını gördükten sonra imanlarına şahitlik etmiştir.
Lokman Hekim de (as), rızayı imanın şartlarından biri olarak görmüş ve oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle buyurmuştur:
"îmanın dört esası vardır ki ancak onlarla istikamet bulabilir. Tıp­kı bedenlerin ancak eller ve ayaklarla istikamet bulması gibi". O, bu dört esas arasında, Allah Teala'nın takdirine rıza göstermeyi de saymıştır.
İsrailiyat kaynaklı bilgiler arasında şöyle bir rivayet yeralmış-tır: "Abidlerden biri, uzun süre Allah Teala'ya kulluk etmişti. Rü­yasında, falan çoban kadının cennetteki hanımı olacağını gördü. Uyandıktan sonra, o kadını aramaya başladı. Sonunda onu buldu ve yaptığı amellere bakmak için üç gün onun misafiri oldu.
Kendisi geceleri uyumazken, o uyuyordu. Kendisi gündüzü oruçla geçirirken, o niyetlenmiyordu. Sonunda kadına, 'Gördüğüm şeyler dışında başka bir amelin yok mu?' diye sordu. Kadın, 'Ne gi­bi? Gördüğün amellerden başka bir amelim yoktu dedi. Adam, 'hatırlamaya çalış' dedi. Kadın biraz düşündükten sonra şöyle dedi: Basit bir husus ama söyleyeyim. Ben, darlıkta iken refahta olmayı, hasta iken iyileşmiş olmayı temenni etmem. Güneşte kaldıysam, gölgede olmayı temenni etmem. Kul, elini başına koydu ve, 'Bu mu basit bir özellik? Bu, andolsun ki abidlerin aciz kaldıklara en büyük haslettir  dedi".
Ibni Mesud'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: 'Her kim, gökten yere indirilene rıza gösterirse mağfiret olunur5. Ebu'd-Derda (ra) ise şöyle demiştir: 'İmanın zirvesi, Allah Teala'nın hükmüne sab­retmek, ve kadere rıza göstermektir.
Muhammed b. Huveytıb (ra), Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Kula verilenlerin en hayırlısı; Allah Teala'nın kendisi için taksim ettiğine rıza göstermesidir".
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Ne mutlu o kimseye ki, İslam'a hidayet edilmiş ve rızkı ancak yetmekte olmasına rağmen ona razı olmuştur". [10][10] Bu­nun benzeri bir rivayet de şöyledir: "Her kim Allah Teala'dan gelen rızkın azına rıza gösterirse, O da ondan gelen amelin azma rıza gösterir".
Ali'den (kv) Ehl-i Beyt kanalıyla şu hadis nakledilmiştir: "Allah Teala bir kulu sevdiğinde, onu imtihan eder. Eğer sabrederse onu kendine ayırır. Eğer rıza gösterirse onu kendine seçer".         ı
Allah Teala'dan razı olmak, halka merhametli davranmak, kal­bi selim tutmak, müslümanlara nasihatta bulunmak ve cömert ol­mak, sıddıklar arasındaki abdal zümresinin makamını oluşturur.
Musa (as) üe ilgili olarak nakledilen rivayetler arasında şöyle bir hadise anlatılır: "îsrailoğnlları ona, 'Rabbine öyle bir şeyi sor ki onu yaptığımızda Allah bizden razı olsun' dediler. O da Rabbine şöyle dedi: "Allahım, söylediklerini duydun'. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: 'Onlardan razı olabilmem için, onların Ben'den razı olmaları gerekir'.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis de bunu teyid et­mektedir: "Allah Teala katında neye sahip olduğunu bilmek isteyen kimse, kendi yanında Allah Teala'ya ait ne bulunduğuna baksın". Al­lah Teala kulu Kendisini nereye koyduysa onu oraya yerleştirir.
Hammad b. Seleme, Sabit el-Benani kanalıyla Enes b. Malik'ten (raj müsned tarzı hasen bir hadiste şunu rivayet etmiştir: "Kıyamet günü geldiğinde Allah Teala ümmetimden bir toplulukta kanatlar çıkartacaktır. Onlar kabirlerinden cennetlere uçacak ve oralarda di­ledikleri gibi gezinerek nimetleri tadacaklardır.- Melekler onlara, Hesabı gördünüz mü?' diye sordukları zaman şöyle diyeceklerdir: 'Hesab görmedik'. Melekler, 'Sırat'tan geçtiniz mi?' diye sordukla­rında, 'Srrat'ı görmedik' diyeceklerdir. Onlara, 'Cehennemi gördü­nüz mü?' denildiğinde, 'Hiçbir şey görmedik' diyeceklerdir.
Bunun üzerine melekler, 'Sizler, kimin ümmetindensiniz?' diye soracak, onlar da, 'Muhammed'in (sav) ümmetinden' diyeceklerdir. O zaman melekler, 'Allah Teala'nın hakkı için, dünyada ne gibi amellerde bulunduğunuzu söyleyin' diyecekler, onlar da şu karşılı­ğı vereceklerdir: Bizim iki hasletimiz vardı. Allah Teala da, rahme­tinin lütfuyla bizleri bu makama ulaştırdı. Melekler, 'O hasletler  nelerdi?' diye sorduklarında, o müminler şu cevabı vereceklerdir: Bizler, halvette bulunduğumuzda bile Allah Teala'ya ma'siyette bu­lunmaktan haya eder, O'nun bize nasip ettiğinin azma razı olur­duk. Melekler de bu cevap üzerine şöyle derler: Sizler bunu hake-diyorsunuz".
Enes b. Malik'ten (ra) yazılı olarak gelen bir rivayette de 'Üm­metimden bir topluluk için....' buyrulmaktadır. Bu da, önceki hadi­sin müsned olduğuna delalet etmektedir.
Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ıji-layet edilmiştir: "Kim Allah Teala'dan gelen rızkın azma rıza gös­terirse, Allah Teala da onun amelinin azma rıza gösterir". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Ölüler arasında öyle kimseler bilirim ki, kabirlerinden cennetteki konutlarına bakarlar. Berzah aleminde keder ve tasalar içinde beklerken sabah akşam onlara ^ennetten gidilip gelinir. Bunların tasaları Basra halkına taksim Edilse buna dayanamayarak ölürlerdi. 'Onların amelleri neydi?' di-Ve sorulduğunda, şöyle dedi: Onlar müslümanlardı. Fakat ne te­vekkül, ne de rızadan nasipleri vardı.
Rızanın farziyeti hakkında Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­un "Allah Teala'ya kalplerinizden rıza gösterin ki, fakirliğinizin Cevabını kazamn. Aksi halde kazanamazsınız".
Lokman da (as), oğluna öğüdünde, rızayı tevhid ile birleştirmiş jve şöyle demiştir: 'Ey oğul, sana öyle hasletleri öğüt vereyim ki se-jni Allah Teala'ya yaklaştırıp O'nun gazabından uzaklaştirsin: İlki, Allah Teala'ya kulluk ederek O'na hiçbir şeyi ortak koşma-m andır.
İkincisi, sevdiğin sevmediğin her olayda Allah Teala'nın takdi­rine rıza göstermendir...'
Yine o, başka bir vasiyetinde şöyle demiştir: 'Her kim Allah Te­ala'ya tevekkül eder ve O'nun takdirine rıza gösterirse, imanı ika­me etmiş, elini ve ayaklarını yalnız hayır kazanmaya adamış ve kula uygun düşen salih ahlakı ayakta tutmuş olur5.
Rızanın bir tezahürü de, bütün işlerde takdir edilene kalpten sevinmek, her durumda, nefsi hoş tutup teskin etmek ve dünyevi korkuların tamamında kalbi huzuru sağlayarak her şeye kanaat etmek, Rabbi'nin nasip ettiğiyle mutlu olmak ve Allah Teala'nın onu kollamasından dolayı sevinç duymaktır.
Kulun, herşeyde Allah Teala'ya teslim olması, O'ndan gelen bü­yük küçük herşeye rıza göstermesi, hükümleri yalnız O'na havale et­mesi ve bu noktalarda O'nun tedbirinin güzelliğine, takdirinin mü­kemmelliğine olan inancını koruması rıza makamının göstergelerin-dendir. Kulun, Allah Teala'nın hükmüne rıza göstererek sahip oldu­ğu herşeyi Rabbi'ne teslim etmesi, kainatın yegane Mâliki olan Rab-bi'ni O'nun kullarına şikayet etmemesi, Habibi'nin bir fiilinden do-
layı serzenişte bulunmaması, her durumda O'nun yaptuğınm güzel­liğine olan inancını yitirmemesi rızanın önemli tezahürlerindendir.
Rıza ehline göre rızanın şekillerinden biri de, kulun 'Bugün çok sıcak bir gün, bugün çok soğuk bir gün, fakirlik bir musibettir, ge­çim bir tasa ve yorgunluktur, meslek sahibi olmak meşakkat ve zorluktur* gibi sözler sarf etmemesidir.
Kul, kalbi üzerindeki hakimiyetini kaybederek aldanmasına yol açabilecek bu tür ifadelerden uzak durmalıdır. Aksine kalbini hoş­nut kılmalı, selim tutmalı, aklını teskin etmeli, ilahi tedbirin tadı­na teslimiyet göstererek takdiri ilahinin hükmünü, güzel görmeli­dir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz (ra) bu hususta şöyle demiştir: Ka­derin tecelli edeceği anları beklemekten başka bir mutluluğum kal­maz oldu.
Ibni Mesud (ra) şöyle demiştir: Zenginlik ve fakirlik, hangisine bindiğimi umursamadığım iki binek gibi. Eğer fakirliğe binersem, onda sabrederim. Zenginliğe binersem, onu da değiştiririm.
Ahmed b. Ebi'l-Havari ise şunu anlatmıştır: Ebu Süleyman'a, Talanın gece keşke daha uzun olsaydı, dediğini işittim, ne dersi­niz?' dedim. Bana şu cevabı verdi: Hem iyi etmiş, hem de kötü et­miş. İyi etmesi, gecenin uzunluğunu ibadetini arttırmayı isteme­sinden dolayıdır. Kötü etmesi ise, Allah Teaîa'mn beğenip takdir et­tiğini beğenmemiş olmasıdır
Ömer b. Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Darlık veya bolluk olsun, hangi halde sabahladığımı ve geceye çıktığımı umursamam". Bir gün öfkelenerek hanımına şöyle demişti: 'Allah Teala'ya yemin olsun ki sana bir kötülük edeceğim'. Bunun üzerine hanımı,( Beni, Allah hidayet ettikten sonra İslam'dan mı çıkarabi­leceksin?' diye sordu. 'Hayır' deyince hanımı şu karşılıkta bulundu: 'Öyleyse ne gibi bir kötülükte bulunacaksın?!'
Süleyman b. Ca'fer es-Sane'i, Süfyan-ı Sevri'nin bir gün Rabia-tü'1-Adeviyye'nin (ra) yanında şöyle dediğini nakletti: Allahım, biz­den razı ol. Rabia, 'Sen O'ndan razı değilken, Allah Teala'dan rıza­sını istemekten utanmıyor musun?' diye sordu. Bunun üzerine Süf-yan 'İstiğfar ediyorum' dedi.
Ca'fer şunu nakletmiş tir: Rabia'ya (ra), 'Kul, ne zaman Allah Teala'dan razı olur?' diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Musibette
duyduğu sevinç, nimette duyduğu sevinç kadar olduğu zaman. Fu-dayl b. Iyaz ise şöyle demiştir: Allah Teaîa'mn vermesi ve engelle­mesi kulun gözünde denk olduğu zaman razı olmuş sayılır.
Davud'un (as) haberleri arasında, Allah Teala'nın şu buyruğu nakledilmiştir: 'Velilerimde dünya kaygısı olamaz. Çünkü dünya kaygısı, onların kalplerindeki Bana yakarış lezzetini ortadan kal­dırır1. Başka bir rivayette ise Davud'a (as) şöyle vahyettiği nakledi­lir: 'Ey Davud, dünya için kaygılanmaktan sakın! Velilerimde sev­diğim, ruhaniler olup tasalanmamalarıdır. Tasadan sakın. Beni ar­zu ettiğin sürece hayır için tasalanma'.
Denir ki: Dünyada insanların en çok tasalananları, ahiret için en çok tasalananlarıdır. En az tasalananları ise, ahiret için en az tasalananlardır. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyur­muştur: "Kadere iman, tasa ve hüznü giderir".                        
Dünya ile sevinmek, kalpten ahiret tasasını kaldırır. Dünya için tasalanmak da, ahiretten kaçırılan şeyler için üzülmeyi engeller. Bir defasında Rabia'ya (ra), Allah katında üstün bir yeri olan abid birinden sözedilmişti. O, bazı zenginlerin çöplüklerinden topladık-larıyla geçinirdi. Bir adam, Rabia'ya (ra) şöyle dedi: Allah katında o derece yüksek bir yeri varsa, rızkı için dilenmesi ona zarar ver­mez mi? Böylece Allah Teala da onun rızkını başka bir yolla yara­tırdı. Rabia (ra), 'Sus ey aylak! Bilmez misin ki Allah dostları, O'ndan en çok razı olanlardır. O kadar ki kendilerine bir geçimden diğerine nakletmesi tercihini bile O'na arzetmezler ki sadece Allah Teala'nm tercih ettiği üzere olabilsinler' diyerek ona cevap verdi.
Ahmed b. Ebi'l-Havari şunu anlatmıştır: Ebu Süleyman bana şöyle dedi: Allah Teala, kerem sıfatı gereği, kölelerin köle sahiple­rinden razı olduğu şeylerle kullarından razı olmuştur. Bunun nasıl olduğunu sorduğumda bana şu cevabı verdi: Kölenin bütün arzusu, efendisinin kendinden razı olması değil midir? Ben de, 'Evet' de­dim. O da şunu söyledi: 'Allah Teala'nın kullarından istediği de, Za-tı'ndan razı olmalarıdır.
A'meş şunu aktarmıştır: Ebu Vail bana şöyle demişti: Ey Süley­man, Rabbimiz ne kadar da güzeldir! Eğer O'na itaat edebilsek O asla bize karşı gelmez. Nitekim şu ayet-i kerime de bunu teyid et­mektedir: "O, iman eden ve salih amel işleyenlere icabet eder". (Şura/26) Yani onlara verir ve icabet eder. İcabet etmek, itaat etmek anlamındadır. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Bana ica­bet/itaat etsinler". (Bakara/186)
Kullar O'na icabet ettiklerinde O da onlara icabet edecektir. Ya­ni onlar istediği hususlarda Kendisine itaat ettiklerinde, O da ar­zuladıkları hususlarda onlara itaat edecektir.
Bu, aşağıdaki ayetin iki tefsirinden birini de oluşturmaktadır: "Siz Benim ahdime uyun ki, Ben de sizin ahdinize uyayım". (Baka­ra/40) Bu, ayeti 'Rabbin sana itaat edebilir mi?' şeklinde okuyanla­rın teviline göredir.
Bu hususta İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Havariler, Allah Te-ala'nın buna kadir olmasından şüphe etmeyecek kadar O'nu bilen insanlardı. Ayetin anlamı şu şekildedir: O, sana itaat edebilir mi? Aişe'den (ra) de benzer bir görüş rivayet edilmiştir. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Kim Allah Teala'ya itaat ederse, herşey kendisine itaat eder. Kim de Allah Teala'dan korkarsa, herşey ondan korkar.
Musa (as) ile ilgili anlatılanlar arasında onun şu sözü rivayet edilmiştir: "Ey Rabbim, bana Senin rızan bulunan öyle bir şey gös­ter ki onu yapayım. Rabbi ona şöyle vahyetmiştir: 'Benim rızanı, senin hoşgörmediğin şeydedir. Sen ise hoşlanmadığın şeye karşı sabredemezsin'. Musa (as) ısrar ederek, 'Ey Rabbim, bana onu gös­ter3 dedi. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle buyurdu: Benim rı­zam, kazama rıza göstermendedir.
Bu haber, başka bir şekilde de şöyle rivayet edilmiştir: "İsrailo-ğulları, Musa'ya (as) talepte bulunarak, 'Eğer Rabbimizin rızasının bulunduğu şeyi bilseydik, onu yapardık' demişlerdi. Allah Teala da, ona şunu vahyetmişti: 'Benim rızam, onların Benim kazama rıza gös termelerin de dir".
Musa da (as) Rabbi'ne yakararak şöyle demişti: "Ey Rabbim, ya­rattıklarının hangisi Sana daha sevimlidir?' O da şöyle buyurmuş­tu: 'Sevdiğini elinden aldığımda Bana teslim olandır1. Musa (as), 'Peki yarattıklarının hangisi daha çok buğzuna uğrar?' diye sordu. Allah Teala da, 'Bir işte Beni serbest bıraktıktan sonra, takdir etti­ğime öfkelenen kimse!"
Bunlardan daha ağır bir ifade ise şu haberde yer almaktadır: Allah Teala kudsi bir hadis-i şerifte buyurdu ki: "Ben, kendinden
başka ilah bulunmayan Allah Teala'yım. Kim Benim verdiğim mu­sibete sabretmez, kazamra rıza göstermez ve nimetime şükretmez­se, Ben'den başka bir Rabb edinsin!"
Bununla aynı sertlikte başka bir haber de şudur: "Allah Teala buyurdu ki: Kaderleri takdir ettim, tedbiri yaptım ve işleri sağlam­ca yoluna koydum. Kim bunlara rıza gösterirse, Benim'le karşılaş­tığında rızama nail olur. Kim de bunlara öfkelenirse, Benim'le kar­şılaştığında gazabıma uğrar".
Bir başka rivayetite ise şu bilgi yer almaktadır: "Musa'ya (as) ilk. yazılan ayet şuydu:: Ben, Ben'den başka ilah bulunmayan Allah Te-aTa'yım. Kim Benim hükmüme rıza gösterir, kazama teslim olur ve belama sabrederse, onun sıddık yazar ve kıyamet günü sıddıklarla beraber diriltirim".
Meşhur bir hadiste de aynı anlamda şöyle buyurduğu nakledil­miştir: "Hayır ve şerri takdir ettim, o ikisini kullarımın ellerine verdim. Hayır için yarattığım kullar ne iyidirler! Ben hayrı onların ellerinde icra ettiririm. Şer için yarattıklarımın da vay hallerine. Şerri de onların elleriyle icra ettiririm. Vay haline, vay hallerine o kimselerin ki 'Neden? Nasıl' diye sorarlar!"
Geçmiş peygamberlerden biri hakkında şu haber rivayet edil­miştir: "O, on yıl boyunca Rabbine açlık ve fakirlikten yakınmıştı. Ama bütün bu zaman esnasında O'ndan her hangi bir dilekte de bulunmamıştı. Allah Teala ona şöyle vahyetti: Halinden niçin yakı­nıyorsun? Senin muhtaciyetin, nezdimdeki Ümmü'l-Kitab'da gök­leri ve yeri yaratmadan önce kaydedilmişti. Bu hususta seninle il­gili geçmiş bir yazı vardı ve Ben de dünyayı yaratmazdan önce se­nin için bunu takdir ettim. Senin için dünyayı yeniden yaratmamı mı istiyorsun? Ya da senin için daha önce takdir ettiğimi değiştire­rek Benim değil de senin istediğini oldurmamı mı arzu ediyorsun? İzzet ve celalim hakkı için, bir kez daha kalbinden bu tür bir dü­şünce geçirirsen, seni peygamberlik defterinden silip atarım".
Adem (as) hakkında da şu hadise rivayet edilmiştir: "Onun kü­çük çocuklarından biri bedenine tırmanıp iniyor, biri ayağını ka­burga kemiğine dayayarak onu merdiven gibi kullanıyor ve başına çıkıyordu. Sonra da aynı şekilde kaburga kemiklerine basarak aşa­ğı iniyordu. O ise bunlar olurken dalgın dalgın yere bakıyor, tek ke-
lime etmediği gibi başını da kaldırmıyordu. Çocuklarından biri, 'Babacığım, sana yaptıklarını görmüyor musun? Azarlasan böyle yapmazlar5 dedi. Bunun üzerine Adem (ra) şöyle dedi:
Ey oğul, ben sizin görmediklerinizi gördüm, bilmediklerinizi bil­dim. Ben, bir defa öfkeyle haraket ettim, o yüzden de keramet yur­dundan zillet yurduna, nimetler yurdundan çile yurduna indiril­dim. Bir hareket daha yaparak, bilmediğim musibetlere düçâr ol­maktan korkuyorum". Başka bir rivayette ise şöyle dediği nakledil­miştir: "Allah Teala, dilimi tuttuğum sürece beni çıkardığı yurda geri koymayı taahhüt etti".
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir: İnsanların yakini imandan payları, rıza makamındaki payları oranındadır. Rıza ma­kamındaki payları ise, Allah Teala ile beraber yaşamaları mikdarı-na göredir". Atiyye, Ebu Said el-Hudri'den (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Teala hüküm ve cela­li ile, rahatlık ve sevinci, rıza ve yakinde varederken tasa ve hüz­nü ise kuşku ve Öfkede var etmiş tir".
Mubah bir şeyi kınamamak ve Allah Teala'nın kazası sonucu gerçekleştiğinde ayıplamamak da rızanın gereklerindendir. Bütün işlerde Sâni' olan Hak Teala'ya şahit olmak ve O'mm yapısındaki güzelliği görmek gerekir. Akıl ve adetin makul gördüğü sınırdan çı­kılmadıkça böyle davranmak yerinde olur.
Ariflerden bir zat, bunları Allah Teala'dan haya etme babında görürdü. Onlardan biri de şöyle demiştir: Bunlar, Allah Teala'ya karşı güzel ahlaka sarılmanın gereklerindendir. Kimi de bunları, Allah Teala'nın huzurunda takınılması gereken edeb kapsamında değerlendirmiştir. İş böyle olunca, aslen mubah kılınan şeyleri kı­namak ve onları ayıplamak, Allah Teala karşısında kötü bir ahlak sergilemek ve O'nun huzurunda kötü davranmak olmaktadır.
Bunlardan daha ağırı, Allah Teala'dan utanmama babından de­ğerlendirilmesidir. Bu da, "Hayasızlık, küfürdür" şeklindeki hadi­sin anlamlarından biri olarak değerlendirilebilir. Buradaki küfür, kusurlu görmek veya kınamak suretiyle nimete nankörlük etmek anlamındadır.
Allah Teala'nın lütuf ve şefkatinin eseri olarak verdiği bir ni­met, benzeri bir nimetten eksik veya nimet verilen kimsenin arzu-
suna ters olabilir. Böyle bir durumda o nimeti ayıplı görmek veya kınamak, nimete küfür ve nimet sahibi olan Allah Teala'ya karşı hayasızlık olur. Çünkü O, nimetinden dolayı şükredilmesini emret­miştir. Şükrün mukabili ise nankörlük ve inkardır.
Bir kimse size yemek hazırlasa ve siz, o yemeği beğenmeseniz ya da eleştirseniz, hoş görülmeyen bir davranış sergilemiş olursu­nuz. Allah Teala da aynı şekilde nimetine kusur bulmanızı hoş gör­mez. Bu konu, Allah Teala'nın sıfatlarının anlamları kapsamına gi­ren bir husustur.
Şu sözün muhtevasında da bu hususa işaret edilmektedir: "Rab-binizi en iyi bileniniz, kendisini en iyi bileninizdir". Çünkü mahlu-katla ilişkilerinizde nasıl sıfatlara sahip olduğunuzu gördüğünüzde, Hâlık ile ilişkinizdeki hallerinizi de daha iyi görebilirsiniz.
Rıza ehlinden bazıları varlıkları kusurlu bulan ve kınayan kim­selerin davranışlarını, onların Yaratıcısı hakkında gıybette bulun­mak olarak görmektedirler. Çünkü bütün şeyler, O'nun yapma ve yaratmasının eserleri, hikmetinin sonuçlan, ilminin tecellisi, ted­birinin yansıması ve kaderinin neticelerinden ibarettir.
Allah Teala, hüküm verenlerin en iyisi, rızık verenlerin en ha­yırlısı ve yaratıcıların en güzelidir. O'nun her şeyde büyük bir hik­meti ve her işte hünerli bir sanatı vardır. Siz bir sanat eserini ayıp­ladığınız ve tenkid ettiğiniz zaman, bu sözünüz onun asıl Sanat-kârı'na ulaşacaktır. Çünkü onu yapan ve hikmeti gereği ortaya çı­karan O'dur. Çünkü sanat da sonuç itibarıyla yaratılmış bir hüner­dir. Allah Teala sanatı yaratmamış olsaydı, onun eserleri de yapıla­mazdı. Sanatın, sanatı ortaya çıkarma noktasında hiç bir rolü yok­tur. O da Allah Teala'mn bir eseridir.
Vera ehli, Allah Teala'ya gıybette bulunmuş olmamak için hiç­bir eseri kusurlu görüp tenkid etmezlerdi. Çünkü Allah Teala'dan razı olan bir kul, O'nun huzurunda edebini takınır, O'nun yurdun­da O3na karşı çıkmaktan ve hükmüne itiraz etmekten haya eder.
Dünya yurdunun asıl Sahibi olan Hak Teala, hükmünde diledi­ğini yapar. Hüküm Sahibi, dilediği.şekilde hüküm verebilir. Kul ise, Rabbinin yaptığına razı, Hâkim-i Mutlak'm hükmüne teslim olmuştur. îsrailiyat kaynaklı haberler arasında şu hadise nakledil­miştir: "İsa (as), arkadaşlarından bir toplulukla, bir köpek leşinin
yanından geçmişlerdi. Burunlarını kapatarak, Üf, Üf, ne kadar iğ­renç bir koku!' dediler. İsa (as) burnunu kapatmadı ve köpek için, 'Dişleri ne kadar da beyazmış' dedi".
O, bu sözüyle arkadaşlarını gıybetten sakındırmak ve eşyanın kusurlarını olduğu gibi bırakmak gerektiğini öğretmek istemiştir. Çünkü o, Allah Teala'nm yarattığını O'nun eseri olarak görüyor ve Allah Teala'ya bakışına göre elden geçirerek buna göre hüküm ve­riyordu.
Rivayete göre Allah Resulü (sav), hiç bir yemekte kusur bulma­mıştır. Eğer iştahını çektiyse yemiş, çekmediğinde ise bırakmıştır. Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'ne (sav) on yıl hiz­met ettim. Hiç kimse benim efendim gibi olamaz. O, bir gün dahi yaptığını bir şey için 'Şunu niçin yaptın?', yapmadığım bir şey için de, 'Keşke yapsaydın' dememiştir. Yine O, olmuş bir şey için, 'Keşke olmasaydı' veya olmamış bir şey için de, 'Keşke olsaydı' dememiştir. O, daima şöyle derdi: 'Takdir edilmişse, muhakkak olur [11][11] İşte ya-kini iman sahibi ve müşahedesi açık bir kulun sıfatı böyle olur.
Rıza makamının bu inceliklerini düşünen ve bunlara riayet eden kimseler, Allah Teala'nın katında mukarrebun makamına yükseltilmişlerdir. Bunları hafife almak ve ilgisiz kalmak ise, kalp­lerin kararak bozulmasına yol açar.
Bu hale düşen kalpler, muhabbet ve rızaya asla uygun olamaz­lar. Bu tür haller, itiraz ve Allah Teala'nın takdirinde seçicilik gibi yanılgılara sebebiyet verir. Bu da, O'nun huzurunda öne atılmak demektir. Şehrin de ifade ettiği gibi bu, kulun tedbire yönelmesidir. O şöyle demiştir: İnsanların tedbirleri, onları Allah T^ala'dan per­deler.
ı Bu konuda şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bir müslüman, arif­lerden biriyle yolculuğa çıkmıştı. Adam yolda bir şeyi kurcaladı ve onu, durduğu yerden oynatarak başka bir yere kaydırdı. Bunun üzerine arif zat, *Ne yaptın? Allah Teala'nın mülkünde, sünnet ve zaruret bulunmaksızın yeni bir şey ihdas ettin? Artık benim ya­nımda yolculuk etme. Bizler için bunlar dışında başka günahlar ol­masa bile, bunlar yeter. Daha da ötesinde bunları hafife almak büyük günahtır" dedi'. Bundan daha da ağırı, sözkonusu günahlar şe| bebiyle tevbe ve istiğfarda bulunmaya gerek görmemektir.      
Rıza-i İlahi peşinde koşanların amelleri, Allah yolunda mücajtiL ' rde edenlerin amellerinden kat kat fazla sayılır. Çünkü Allah yolun da cihad edenlerin amelleri, yediyüz katıyla sevaplandirilir. Rıza 1 arayanların amelleri ise, sayılamayacak kadar fazlasıyla ödüllen­dirilir. Allah Teala, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah, diledi-; ğine kat kat verir". (Bakara/261); "Allah da ona, kat kat fazlasıyla ödesin". (Bakara/245) Denildi ki: Bir hasene, iki milyon katıyla ödenebilir.Allah Teala buyurdu ki: "Mallarını Allah rızasını umarak ı'Vıi kendilerini sağlam tutmak için infak edenler, tepe üzerindeki bir bahçe gibidirler". (Bakara/265) Böyle bir bahçede, kaç başak ve da-ne bulunur? Elbette sayılamayacak kadar çok bulunur. İşte onlar, Allah Teala'nın haklarında, "Allah, dilediğine kat kat verir" (Baka­ra/261) buyurduğu kimselerdir. Bunlar, Allah Teala'dan razı olmuş kimselerdir. Çünkü onlar, Allah Teala'nın rızası için O'nun uğrun­da karz-ı hasen vermiş kimselerdir. Allah Teala da, bunun karşılı­ğını katlanyla vermeyi taahhüt etmiştir.
Allah Teala'nın hikmetini akleden kimse, O'nun hüküm verdiği hususlarda tam teslimiyet gösterir. Çünkü Allah Teala eşyayı, ken­di tercihiyle varetmiş ve iradesiyle açığa çıkarmıştır. Takdir edilen­ler, bu sayede yapılır ve işlerin akıbeti de O'na döndürülür. Kul, ar­zuladığı şeyde nefsiyle, alışkanlığıyla ve akıl yoluyla bildiğiyle bir­likte olamaz.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Rıza makamı dışında her ma­kamdan bir hale nail oldum. Ondan ancak, koklanacak kadarını gördüm. Buna rağmen bütün yaratılmışları cennete, beni cehhene-me koysa, bundan bile razı olurdum.
Derece bakımından onun üstünde bir arife de şöyle sorulmuştu: Allah Teala'dan rızada nihai noktaya ulaştın mı? Şu cevabı verdi: Nihai noktaya asla. Ama rızadan bir makama ulaşabildim. Öyle ki Allah Teala beni, cehennem üzerinde köprü kıldı da, insanlar be­nim üstümden cennete geçtiler. Sonra da, taksimi gereği insanlar yerine cehennemi benimle doldurdu. O'nun bu hükmünü sevdim vj^ taksiminden razı oldum.
Ruzbari'den şunu naklettiler: Ebu Abdullah b. el-Cela ed-Dı-meşki'ye falanın şöyle dediğini naklettim: Halkın O'na itaat ede­ceklerini bilsem, bedenimin makaslarla doğranmasını isterdim. 'Bunun anlamı nedir?' denildi. Ebu Abdullah şöyle dedi: Ey kişi! Eğer bu, insanlara şefkat ve nasihat babından ise maruf görürüm. Eğer tazim ve yüceltme babından ise maruf görmem. Ruzbari dedi ki: Dımeşki, bunu söyledikten sonra bayıldı.
İmran b. Husayn'm karnı su koplamıştı. Bu nedenle de otuz yıl boyunca sırtüstü yatmak zorunda kalmıştı. Bu kadar uzun bir sü­re ne oturabilmiş, ne de doğrulabilmişti. Hurma dallarından yapıl­mış yatağının altında bir delik delinmiş ve altına büyük küçük ab-destini yaptığı bir kap konmuştu. Bir defasında Mutarraf ve karde­şi Ala ziyaretine gelmişlerdi. Mutarraf onun bu halini görünce ağ­lamaya başladı.
İmran, 'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu. O da, 'Seni bu sıkıntılı du­rumda gördüğüm için' dedi. İmran, 'Ağlama, Allah Teala'ya sevim­li gelen, bana da sevimli gelir" dedi. Ardından şunu ekledi: Sana faydası dokunacak bir şey söyleyeyim, ancak bunu, ben ölünceye kadar kendine sakla. Melekler, beni ziyaret ediyorlar, onları hisse­diyorum. Bana selam veriyorlar, selamlarını işitiyorum.
îmran (ra), bu sözüyle başındaki bu musibetin bir ceza olmadı­ğını göstermek istemiştir. Çünkü bu tür bir işaret, hayırda bir de­rece, bir rahmet ve bir imtihandan başka birşey değildir. Cezalar, bu tür ilahi işaretlerle beraber gelmez. Cezalarda, böyle tatlar ve kalpler için gaybi esintilerin güzel kokuları bulunmaz. İmran, Mu­tarraf üzüldüğü için, onu sevindirmek istemiştir.
Habib Teala'yı zikreden kul, o Tabib ile buluşmayı daha çok is­ter. Nitekim muhibbandan biri şöyle demiştir:
Ey zikriyle tedavi olduğumuz Habib,
En garip hastalıklara bile Seni tavsiye ederler.
Her kim gizlice tabib ararsa,
İşte o Tabib'le buluşma özlemiyle hastalanandır.
Habib'i arayan, koşar O'na,
Ehli O'nsuz cefa çekerken yakını da acı çeker.                   .
Aşığın derdi, tedavi edilecek bir dert değildir,
Onun tek çaresi, Habib ile buluşmadır.
Süveyd b. Şu'be'yi ziyarete gitmiştik. Yere yayılmış bir yatak ör­tüsü gördük. Altında birşey bulunduğunu sanmamıştık. Neden sonra onun altından göründü. Hanımı şöyle dedi: Ailem sana feda olsun. Sana yemek de yediremiyoruz, çorba da içiremiyoruz.
Bunun üzerine şöyle dedi: Yatalaklığım uzadı. -Ne kadar za­mandır böyle olduğunu belirttikten sonra- Artık en cılız binek hay­vanına bile yetişemez oldum. Çok zayıfladım. Ne yemek yiyebiliyor, ne de çorba içebiliyorum. Bunlardan geri kalmak, beni tırnak ucu kadar olsun mutsuz etmiyor.
Huzeyfe (ra) ölüm hastalığına yakalandığında şöyle demeye başlamıştı: İzzetin hakkı için, muhakkak ki Seni nasıl sevdiğimi bi­liyorsun. Ölümü iyice yaklaştığında ise şöyle demeye başladı: İşte Habib ihtiyaç üzerine geldi, nedametten kurtulamıyorum. Benzer bir hal, Ebu Hüreyre (ra) için de rivayet edilmiştir.
Sa'd (ra) Mekke'ye geldiği zaman gözleri görmez olmuştu. Halk, coşkuyla onun yanına geliyor ve her biri kendisi için dua etmesini istiyordu. O da, herbiri için ayrı ayrı dua ediyordu. O, duası kabul edilen bir şahsiyetti. Çünkü Allah Resulü (sav) duasının kabul edil­mesi için Rabbine dua etmişti.
Abdullah b. Saib şöyle demiştir: Ben onun yanına henüz çocuk iken gitmiştim. Ona takdim edildiğimde beni tanıdı ve, 'Sen Mek­ke'nin kari'isin değil mi?' diye sordu. Ben de, 'Evet' dedim. Bir kıs­sa anlattım ve sonunda şöyle dedim: Ey amca, sen insanlar için dua ediyorsun, kendin için dua etsen de Allah Teala gözlerini tekrar aç­sa. Bunun üzerine tebessüm etti ve şöyle dedi: Ey oğul, Allah Tea-la'nm kazası, benim için gözümden daha hayırlıdır
Rıza ehlinden birinin, üç günlük çocuğu kaybolmuştu. Bir süre çocuktan bir haber çıkmadı. Bunun üzerine kendisine, 'Allah Tea­la'ya çocuğunu geri vermesi için niyazda bulunsan' denildi. O zat, 'Takdir ettiği bir hususta O'na itirazda bulunmam, benim için ço­cuğumun kaybolmasından daha ağır bir durumdur' dedi.
Abidlerden birinden de şu söz rivayet edilmiştir: Bir günah işle­miştim. Otuz yıldan beri onun için ağlıyorum. O zat, gerçekten de sözkonusu günahının tevbesi için gayret göstermekteydi. Bir gün, 'O günah neydi?' diye soruldu. Dedi ki: Bir defasında, olan bir şey için, "keşke böyle olmasaydı', demiştim.                           ;^ i
Selef-i Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: Bedenimin makas­larla doğranması, Allah Teala'nm kazası için, 'Keşke böyle kaza bu-yurmasaydı' dememden daha iyidir.
Bişri-i Hafî'den de (ra) şunu naklettiler: Abadan'da bir adam gördüm. Bir musibet onu pârelemiş, göz bebekleri yanaklarına ak­mıştı. Bu halinde, Allah Teala'yı sürekli zikrediyor, O'na şükrünü eda etmeye çalışıyordu. Bu durumda iken, Allah aşkıyla bir nöbete tutuldu. Başını kucağıma koydum ve Allah Teala'ya onu iyileştir­mesi için dua ve niyazda bulundum.
Az sonra ayıldı. Duamı işitmişti. Şöyle dedi: Benimle Rabbim arasına giren bu fuzuli kişi de kimdir? Rabbimin bana olan nimeti­ne nasıl itiraz edebiliyor? Sonra başını kucağımdan uzaklaştırdı. Bişr (ra) daha sonra kendi kendine şunu söylemiştir: Bundan son­ra musibet izleri taşıyan bir kulun nimette olduğunu bilerek, tak-dir-i ilahiye karşı çıkmamanın gerektiğine inandım.
Abdülvahid b. Zeyd'e, 'Şurada bir adam var. Elli yıl kullukta bu­lundu' denilmişti. Abdülvahid onu görmeye gitti ve 'Habibim bana seni haber verdi. O'na doyabildin mi?' Adam, 'Hayır1 dedi. Teki O'nu hissedebildin mi?' diye sordu. Adam, 'Hayır* dedi. 'O'ndan ra­zı olabildin mi?' diye sorduğunda, adam yine, 'Hayır5 dedi. Abdülva-' hid, 'Senin bütün amelin oruç tutup namaz kılmak mı?' diye sordu. Adam, 'Evet' dedi. Bunun üzerine Abdülvahid şöyle dedi: Eğer sen­den çekinmesem, elli yıllık ibadetinin kusurlu olduğunu söylerdim.
Abdülvahid, bu sitemiyle şunu anlatmak istemişti: Elli yıllık ibadetin, seni Hak Teala'ya yaklaştırarak Mukarrebun zümresine dahil edememiş. Böyle olsaydı, kalbî amellerin sevabına da nail olurdun. Allah Teala, veli kullarına böyle yapar. Oysa sen, O'nun nezdinde ashab-ı yemin arasmdasm. Avamın amelleri, bedensel ibadetlerde artar. Kişi, kendinden daha üstün birileri olsa da ma­kamında ihlaslı olabilir.
Şam ehlinin abidlerinden ve alimlerinden biri olan İbni Muhay-riz'den Allah Teala'ya muhalefet konusunda manası zor anlaşılır bir söz rivayet edilmiştir. Bu söz, tefsir edilse bile, dinleyenlerin ve mecliste bulunanların anlamaları yine de çok zor olacaktır. Sözün tefsiri de ayrı bir tefsire muhtaçtır. Onun sözü şudur: "Hepiniz, Al­lah Teala'ya kavuşacaksınız. Belki bazıları, O'nu yalanlamış olabi-
lir. Mesela sizden biri, parmağı altından olsa, onunla işaret edip du­rurken, parmağında felç olduğu zaman onu gizlemeye çalışacaktır." Altın, dünya süslerindendir. Allah Teala ise, dünyayı yerip kı­namıştır. O'nun imtihanı ise ahiret ehlinin süsüdür. Allah Teala da ahireti övmüştür. Onun sözüne göre Alah Teala size dünya süsünü verdiği zaman onu gösterip övünmektesiniz. Ahiret süsü olan, mu­sibet ve belaları verdiğinde ise, onlardan hoşlanmaz ve ayıplanma­mak için gizlemeye çalışırsınız. O, dünya sevgisi, dünya süsüyle süslenme ve Allah'tan gelen musibetlerden hoşlanmama hallerini Allah Teala'yı yalanlama ve O'nun layık gördüğü sıfatı reddetme olarak görmüştür. Bunlar, zühd ve rıza babına giren hususlardır.
İnsanların kendisini ayıplamasından korkarak başına gelen fa­kirlik ve musibetleri gizleyen kimsenin bu davranışı ise, Allah Te­ala'ya imanın zayıflığı kapsamına girmektedir. Aynı şekilde zengin­liğini Allah Teala'nın nimetini anma ve izhar etme niyeti olmaksı­zın gösterip duran kimse de, dünya sevgisinin güçlülüğü sebebiyle böyle davranmaktadır.
Ebu Süleyman ed-Darani şöyle demiştir: Sınırı olmayan üç ma­kam vardır: Zühd, vera ve rıza. Oğlu Süleyman ise, babasının bu görüşüne karşı çıkmıştır. O da arif bir zat idi. Ulemadan bazıları, onu babasından daha ileri görürdü.
Onun oğlu Süleyman ise şöyle demiştir: Aksine, her hususta ve­ra' ile hareket eden, vera'm zirvesine ulaşmış olur. Her hususta zühd gösteren, zühdün zirvesine ulaşmış olur. Her halinde Allah Teala'dan razı olan kimse de, rızanın doruğuna ulaşmış olur.
Rıza ehlinden birinin, kulluğu ikmal ve her konuda muhtaciye-tini gösterme maksadıyla, Allah Teala'dan dünya ve ahiret yararı­nı niyaz etmesi, onun makamını zedelemez. Çünkü bunda da, Al­lah Teala'nın rızası ve yarattıklarının O'na muhtaç olması sebebiy­le övülüp hamdedilmesi sözkonusudur.
Kul, bütün dileklerini, Rabbinden gelen nasibine havale edip sevgisi vasıtasıyla O'na yakınlaşmak ister ve O'nu masivaya tercih ederse, bu hali sebebiyle fazilet sahibi görülür. Çünkü o, kalbini Al­lah Teala'ya havale etmiş ve kaygısını O'nun üzerinde toplamıştır. Bu, rıza sahibinin marifetullah noktasındaki müşahedesi kadar olur. Bu ise, mukarrebunun makamı ve halinin gereğidir. Zira onunhallerinden herhangi birinde ameli ilmine göre sorulur. Bütün öm­ründe işlediği ameller de, yine ulaştığı ilimlere göre sorgulanır.
Üsttaki usulü iyi Öğrenin. Bu, sufilerin izledikleri yoldur. Se­lefin arifleri de o usul üzere amel etmişlerdir. Herhangi birinin karşı çıkması onlara asla zarar vermezdi.
Kulun duası, Efendisi'ni yüceltmek ve O'nu övmek için olup kendisini anmak ve başkalarını unutmak için değilse bunda hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Allah Teala, sıfatı gereği bunu vacip kılmış­tır. Bu tür istek ve duada bulunmak kul üzerine farz kılınmıştır. Böyle yapan kul da, kendi lehine olanlardan çok kendine farz kılı­nanlarla uğraşmış olur. Bu ise, çok daha faziletli olup muhibbanm makamıdır. Bu, sürekli Allah Teala'nm şahitliğini yerine getirme makamıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi o da, amel ettiği andaki il­minin gerektirdiği amelde bulunma halinin kapsamına girer.
Alimler, şu üç makamdan hangisinin daha üstün olduğu husu­sunda ihtilafa düşmüşlerdir:
İlki, Allah Teala'ya kavuşma arzusu ile ölümü arzulayan kulun makamıdır.
ikincisi, Rabbine hizmet ve O'nun yolunda çaba sarfetmek için yaşamayı isteyen kulun makamıdır.
Üçüncüsü ise, 'Hiçbirini tercih etmiyor, Rabbimin benim için ra­zı olduğuna rıza gösteriyorum. Beni ister ebediyete kadar yaşatsın, isterse yarın canımı alsın' diyen kulun makamıdır.
Alimler, bu üçü hakkında bir arifin hakemliğine başvurdular. O da şöyle dedi: Rıza sahibi olan, en faziletlileridir. Çünkü o, fuzuli is­tek bakımından en az olandır.
İtiraz ve tercihte bulunmayı terketmeye dair söylediklerimiz de bunu teyid etmektedir. Çünkü kul, dünya yurduna veya ahiret yur­duna kendi tercihi olmaksızın girmektedir. Dolayısıyla dünyadan çıkışı da, girişi gibi tercihi olmaksızın gerçekleşecektir. Ayrıca rıza makamı, şevk ve Özlem makamından daha üstündür.
Fazilet bakımından ölümü isteyen ikinci sırada gelir. Çünkü o, Allah Teala'ya kavuşma özlemiyle ölümü arzu etmektedir. Bu da, muhabbette bir makam ve hayata önem vermeme noktasında mü­him bir derecedir. Bir hadiste Allah Resulü'nün de (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim Allah Teala'ya kavuşmayı arzu ederse, Allah Teala da onunla kavuşmayı ister".[12][12]
Allah Teala'ya ve dinine hizmet için yaşamak isteyen kimse de fazilet sahibi görülür. Ancak onun makamı, üçüncü sırada gelir. Onun makamı, ümidin kuvveti ve günahtan korunma noktasında hüsnü zannı ihtiva etmektedir.
Bu kimse için de belli bir aşinalık ve Allah Teala'ya yakınlık ih­timali gözlenir. Dolayısıyla makamı ona güzel gelir, nefsi sükunet bulur ve günleri kısalır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminlerin iman bakımından en faziletlisi -müminlerin iman ba­kımından en mükemmeli- ömrü uzun, ameli güzel olandır". Çünkü ameller, imanın gerekleridir. İmanın gerçeği de, onun söz ve amel olmasıdır. Bunların ötesinde ise, sahibinin sevinip gıpta edebilece­ği ve övgüyle anılabileceği başka bir makam yoktur. Zira bunlar dı­şında, nefsi tatmin için uzun süre yaşama arzusu sözkonusu olur.
Nefis, bu yolun yolcusu olan zayıf kimselere meyledebilir. Bu­nun sonucunda da, onda bir hastalık gizlenebilir. Bu hastalık, nefs ve onun arzuları için daha uzun süreli yaşama isteğidir. Nefs, ha­yatı sevme tabiatıyla yaratılmış olup tul-i emeli ve tabiatı gereği ölümden nefret eder.
Sonra da, kendisinin Allah Teala ve O'na taat için yaşamak is­tediği vehmine kapılabilir. Bu, ancak gerçek zühdün ortaya çıkar­tabileceği gizli şehvettir. Bu üçüncü yolda da ancak arif, zahid ve sürekli yakini müşahede eden bir kul fazilet sahibi sayılır. Şahsi sı­fatı ve hevası sebebiyle hastalıklı olan kimseye ise, ne bir makam­da, ne de bir yolda itibar edilmez.
Bir gün Vüheyb b. el-Verd, Süfyan-ı Sevri ve Yusuf b. Esbat bi-raraya gelmişlerdi. Sevri dedi ki: Geçmişte ani ölümden hoşlan­mazdım. Bugün ise, şurada ölmüş olmayı istiyorum. Yusuf, 'Niçin?' diye sordu. Süfyan, 'Fitneden endişe ettiğim için' dedi. Yusuf şöyle dedi: Ama ben, uzun süre yaşamayı mekruh görmüyorum. Sevri, 'Ölümü niçin hoş görmüyorsun?' diye sordu. O da, 'Belki bir güne rastlarım da, o gün tevbe edip salih bir amel işlerim, diye' dedi.
Bir ara, Vüheyb'e, 'Sen ne diyorsun?' diye soruldu. O da şunu söyledi: Ben hiçbirini tercih etmiyor, Allah Teala'nm istediğini istiyorum. Bunun üzerine Sevri, onun alnını Öptü ve şöyle dedi: Ka­be'nin Rabbi'nin hakkı için, işte ruhaniyet! O, bu ifadesi ile ruhani­lerin makamını kasdetmişti.  Ruhaniler, ruh ve reyhan ehli olan yakın kılınmış insanlardır. Onlar, muhabbet ve rıza ehlidirler. Tıpkı Allah Teala'nın buyurdu­ğu gibi: "Ona ruh/rahatlık ve reyhan/ güzel rızık vardır". (Vakıa/89) Yani onlar, Allah Teala'nın yakınında esen meltemden koklayacak ve Allah Teala'nın sevgisinden rızıklanacaklardır.
Allah Teala, ashab-ı yemin için her türlü darlık ve belada bir kurtuluş bulunduğunu haber vermiştir. Mukarrebun ise, daha üs­tün olanlardır. Dolayısıyla onlar için de her türlü belada bir rahat­lık vardır. Bunun sebebi de onların Karib olan Allah Teala'yı müşa­hede etmeleridir. Allah Teala'ya her yakınlıkta Habib'in yakınlığın­dan dolayı bir reyhan/güzel rızık mevcuttur. Onlar, işte bu sebeple yücelmiş ve daha üstün tutulmuşlardır.
Sufîlerden bir zat şöyle demiştir: Arifin eşyadaki sırrı, kuyunun içindeki su gibi belli bir makam tutmaz. Oradan çıkartıldığında ise açığa çıkar.
Allah Teala'dan razı olan kimse, O'nun zemmettiğini zemmedip, mekruh gördüğünü mekruh görür. Bu, onun rızasını zedelemez. Rabbine muvafık davranmasından dolayı fiillerinde ihsan sahibi sayılır. Eğer halinden razı olmazsa, din ve ahireti bakımından kay­ba uğrar. Dünya malının çokluğunu, onu biriktirmeyi ve toplamayı mekruh görürse, rızasına halel gelmez. Çünkü o. bu davranışıyla zühdün hakikatine ermiştir. O, bu hallerinin tamamında ilme uy­gun davranmış sayılır.
Allah Teala, kulunun hükümlerini en iyi bilendir. O, kullarına herkesten daha sahipleniri ve onu halkın tamamından daha çok müşahede edicidir. En yüce misal O'nundur. Buna bağlı olarak da hükümlerine şahit olur, emrini çiğneyen kullarıniizemmeder, ilmi­ni iradesiyle tatbik eder ve yasağını ihlal eden asilere de Zatı'nın adalet ve hikmeti gereği buğzeder.
O, veren ele şahit olur, infak edenleri över, iradesini onları mu­vaffak kılacak şekilde devam ettirir, kendinden bir kerem ve lütuf olarak amel ehlinin şükürlerini kabul eder. O'ndan razı olanlar da, O'nun verdiği hükümlere uygun davranır ve çizdiği yolda O'na tabi
olurlar. Takdirinde O'na teslimiyet gösterirler. Onlar, Allah Teala hakkında ilim sahibi, O'nun tedbirine razı, vazettiği şeriatı uygula­yan, Resulü'ne (sav) uyan, Rabbi'nin zemmettiğini zemmeden, sırf kendi yararını gözetmeksizin O'nun övdüklerini öven kimselerdir.
Acıları ve musibetleri, Allah Teala'nın lütfettiği nimetler olarak gören rıza ehlinin, bunları anlatması ve başkalarına bildirmesi, hal­lerini zedelemez. Kalpleri, kazaların acısından dolayı sızlanıp ser­zenişte bulunmadıkça ve öfke göstermedikçe rızaları zedelenmez.
Rıza makamının başı sabırdır. Sonra kanaat gelir. Ardından sı­rayla zühd, muhabbet ve tevekkül gelir. Buna göre rıza, tevekkül sahibinin halidir. Tevekkül de, rızanın makamıdır. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Gerçek rıza; Allah Teala'm vermesi ve engellemesi­nin kulun gözünde eşit olmasıdır. Başka biri de şöyle demiştir: Ki­şinin kalbi, varlıkta ve yoklukta, sağlıkta ve hastalıkta değişmezse rıza göstermiş olur.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Allah Teala'nın engellemesi de bir tür vermedir. Çünkü O, yokluk ve cimrilik olmaksızın engel­ler. O'nun engellemesi, güzel tercihi ve bakışıdır. Durum, aynen ifa­de ettiği gibidir. Çünkü engellemenin hakikati, ancak yanında bir şeyiniz bulunan kimse için olabilir. O kimse size engel olarak ver­mekten imtina edebilir. Ya da sizi hakettiğiniz bir şeyden mahrum edebilir.
Ama haketmediğiniz veya yanında size ait bir şeyiniz bulunma­yan kimsenin engelleme ve mahrum etmesinden sözedilemez. Çün­kü bunu takdir eden Allah Teala, herşeyin yaratıcısı, ilk defa orta­ya çıkarıcısı ve ortaya çıkardıklarının tek Maliki'dir. O, yarattığı için dilediğini seçme hakkına sahiptir. Yarattıklarından hiçbirinin ise, seçme veya O'nun hükmünü paylaşma hakkı yoktur.
O, hiçbir varlığı hükmüne ortak etmez. Kul, hiç bir şey değil­ken, herşeyi seçip tercih eden O'dur. Bu da, O'nun farklı takdirleri­ne göre verdiğidir. O'nun verme fiili, çeşitli hükümlere, acı-tatlı bir­çok tedbire, şefkat ve zorlama, darhk-bolluk gibi tasarruflarına bağlıdır. Kimi, insan nefsine uygun ve yumuşak iken, kimi de onun arzu ettiğinin aksinedir.
Allah Teala'nın verdiği hükümlere sabretmek, müminlerin ma­kamıdır. Bunlara rıza göstermek ise, yakini iman sahiplerinin makamıdır. 'Yakin sahibi bir kavim için, Allah Teala'dan daha güzel hüküm veren var mıdır? Allah hükmedinceye kadar sabret! O, hü­küm verenlerin en iyisidir1.
Rıza, yakini iman makamları, muhibbanm halleri ve tevekkül ehlinin müşahedeleri arasındadır. O, Allah Teala'nın bütün fiilleri­ne dahildir. Çünkü bu fiillerin tamamı, O'nun kazasının sebepleri­dir. O'nun mülkünde, ancak O'nun takdir ve kaza ettiği olabilir. Al­lah Teala'yı layıkıyla bilen ariflere düşen; O'nun kazasına rıza gös­termektir.
Bundan sonra ilmin tafsilatı ve hükümlerin tertibi gelmektedir, iyilik ve birr türünden olanları emretmiş ve mendup görmüştür. Kul da, bunlara rıza göstermiş, fiilen ve seri olarak onları sevmiş­tir. Bunlar sebebiyle de Allah Teala'ya şükretmek farz olmuştur.
Kötülük ve şer türünden olanları ise yasaklamış ve bunları iş­leyenleri azapla tehdit etmiştir. Kula düşen, adalet ve takdir bakı­mından Allah Teala'ya ve O'nun hükümlerine rıza göstermek, her işi hüküm ve hikmet olarak Rabbi'ne havale etmektir. O, kötülük­lere karşı sabırlı olmalı, onlara yaklaşmaman ve bunları yapmayı kendine bir haksızlık olarak görüp bunlar neticesinde gelecek aza­ba razı olmalıdır.
Zira o, bu günahları bizzat kazanarak ve rıza göstererek kendi uzuvlarıyla işlemiştir. En büyük delil, hiç kuşkusuz Allah Tea-la'nmdır. Kulun ise hiçbir özür ve bahanesi yoktur. O, Allah Tea-la'nm iradesine rıza göstermelidir. Ama O, eğer dilerse rahmet ve kereminin bir göstergesi olarak kulunun günahını affedebilir.
Ya da dilerse, adaleti ve hakkaniyeti gereği cezalandırabilir. Bu konudaki hitab-ı ilahinin özü, kazanın kötüsüne irade ve fiil olarak ancak Allah Teala'nın kendi Zatı'ndan rıza göstermesidir. Kul bu­na, kendinden değil Allah Teala'dan geldiğini bilerek rıza göster­melidir. Çünkü yakini iman sahipleri ve muhabbet ehli, iyiliği em­redip kötülükten sakındırma görevini asla ihmal etmezler.
Onlar, masiyetlerin inkar edilerek, dille ve kalple mekruh gö­rülmesi gereğini de inkar etmezler. Çünkü iman, bunu farz kılmış, şeriat da bunu getirmiştir. Allah Teala da onları mekruh görmüş­tür. Yakini iman sahiplerine düşen de; O'nun mekruh gördüklerini mekruh görüp sevdiklerini sevmektir.
Yakin makamı, imanın farz kıldıklarını düşürmediği gibi tevhi­di müşahede de, Resul'ün (sav) getirdiği şeriatı ve O'na uyma me­suliyetini iptal etmez. Kim bunun aksini iddia ederse, Allah Te­ala'ya ve Resulü'ne (sav) iftira etmiş, yakin sahiplerini ve muhab­bet ehlini karalamış olur.
Allah Teala'nın dünyadan ve masiyetlerden razı olan bir kavmi zemmedişini görmüyor musunuz? O, öne geçenlerden geride kal­maya rıza gösteren bu kavim hakkında şöyle buyurmuştur: "Dün­ya hayatına razı olup onunla huzur bulanlar". (Yunus/7) Allah Tea­la, bu tercihlerinden dolayı onları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Ahirete inanmayanların kalpleri ona kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler diye". (En'am/113) Al­lah Teala, geride kalanlarla (=kadmlarla) birlikte kalmaya rıza göstermelerinden dolayı onları şöyle nitelemiştir: "Kalpleri mühür­lenmiştir. Onlar artık anlayamazlar". (Tevbe/87)
Günahlara ve çirkinliklere, Allah Teala'dan veya başkasından geldiğini düşünerek rıza gösteren, onlar için istekte bulunan, dost­luk kuran ve onlar için başkalarına yardımcı olan, ya da bunun İla­hi Rıza ile ödüllendirilen Rıza makamına dahi olduğunu veya Allah Teala tarafından anlatılıp övülen rıza ehlinin hallerinden olduğu­nu iddia eden kimseler de, Allah Teala'nın zemmettiği o kavimle beraberdirler. Nitekim bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "Kötülüğe rehberlik eden, onu yapan gibidir". Ibni Me-sud da (ra) 'Kul, münkerden kaçtığı halde, onu yapanın günahı ka­dar günah kazanabilir1 demişti. 'Bu nasıl olur?' diye soruldu. O da şöyle dedi: Münkeri anlatır ve ona rıza gösterir.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Eğer bir kul doğuda bir adam öldürmüş, batıda baş­ka biri de bu cinayete rıza göstermiş ise, onun cinayetine ortak ol­muş olur". Bu hususta Allah Resulü'nden (sav) mürsel yolla rivayet edilen hasen bir hadis de şöyledir: "Din bakımından kendinden üst-tekine, dünya bakımından da kendinden alttakine bakan kimseyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar. Dinde kendinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabreden ve şükreden olarak yazmaz".[13][13]
Sonrakiler arasında ortaya çıkan, ilim ve yakini imandan yok­sun bir takım boş kimseler rıza konusunda hata ederek, kendile­rinden kaynaklanan her türlü masiyet ve günahı rıza kapsamına sokmuşlardır. Bunlar, rızanın tafsilatından habersiz ve tevil ilmini anlamaktan uzak kimselerdir. Rıza halinden uzak, Kitab'm müte-şabih ayetlerine tabi olan bu kimseler, fitne maksadıyla sözde ve fİ-ilde bidata yönelmişlerdir. Bunlar, vakitleri heba olmuş ve başka­larının vakitlerini de bu tür boş fikirlerle heba etmiş kimselerdir. Alimler nezdinde, iddialarının batıllığı, yanlışlığına delil aratma­yacak kadar açıktır. Batıl ve boş fikirlerle meşgul olmak da, boştur.
Rıza, ancak Allah Teala'nm emir ve yasaklarına aykırı ve masi­yet olmayan hususlar için geçerli bir haldir. Mesela mallarda eksil­me, dünyevi bakımdan zararda olma, evlat ve ailede kayba uğrama gibi kişiye ağır gelen ve hoş görülmeyen hallerde geçerlidir. Aynı şekilde, Allah Teaia tarafından cezalandırılmayan ve azap tehdidi bulunmayan, suç ve günahlardan uzak uhrevi ameller de rıza ola­bilir.
Batıla yönelmiş biri, cimriliğini, insanlara yardımcı olmaya düşkün olmayışını ve harcamalarım gerekçe göstererek, ya da dün­yevi işlerinin genişliğim ve fakirliğini bahane ederek, bunların kendisini sadaka vermekten ve sahip oldukları konusunda zühd ile davranmaktan alıkoyduğunu söyleyebilir. Ama kendisinin, Allah Teala'nm takdir ettiğine çok az itirazda bulunduğunu, bunun da kendine mahsus bir rıza makamı olduğunu iddia edebilir.
Bütün bunlar, heva sahibi bir eğlence düşkününün boş lafların­dan ibarettir. O, insanları kandıran biridir. Onun temennileri, şey­tanın hile ve aldatmalarından ibarettir. Çünkü rıza; fakirlik ve sı­kıntıyı tercihe engel olmaz. Rıza sahibi de, zühdün faziletini ve onun sıfatlarını nasıl olduğunu bilir.
Rıza sahibi, nimetin çokluğunu ve onun artmasını hoş görmedi­ği için mala sıkı sıkı sarılmayı ve mal bakımından genişlemeyi as­la tavsiye etmez. Çünkü rıza, kulu teşvik edildiği şeyden alıkoyup kendisine hoş görülmeye şeyi yapmaya sevketmez. Bunun aksini söylemek, nefsin bahanesi ve insanların dilinden kurtulmak için onları kandırmaktan öte gitmez. Ama Malik'i olan Allah Teala nez­dinde ne bahanesi, ne de kurtuluşu sözkonusudur.
Yukarıda anlattıklarımızın özü şudur: Rıza, ancak sabır ve şük­rün güzel görüldüğü şeyler hususunda olabilir. Çünkü rıza, şükür ve sabır makamlarının üstünde bir makamdır. O, sabreden ve şük-redenlerin yapacakları ziyade bir ameldir.
Eğer kul, dinen eksik, dünya bakımından fazla ise ve bu haline rıza gösteriyorsa, bu haline gösterdiği rıza, amellerinin en kötüsü­nü oluşturur. Çünkü bu, emr-i ilahiye aykırı bir durumdur. Allah Teala buyurdu ki: "Allah'tan korkun ve O'nun için vesile arayın". (Maide/35); "Onların en yakınları da Rableri'ne daha yakın olmak için vesile ararlar", fîsra/57); "Rabbiniz'den bir mağfirete koşuşun". (Hadid/21); "Rabbinizden bir mağfiret için yarışın". (Bakara/268)
Allah Teala bu hususta da şöyle buyurmuştur: "Bu konuda re­kabet edenler, rekabet etsinler". (Mutaffifun/26);"îşte onlar, hayır işlerinde yarışırlar ve onlar hayır için önde giderler". (Mü'mi-nun/61) Görüldüğü gibi Allah Teala, hayırda yarışmayı ve öne geç­meyi teşvik etmiş, geri kalmayı ve engelleri bahane göstererek ye­rinde saymayı ise kınamıştır. Müminlerin yolu da da budur. Yakin sahiplerinin makamları da bunda yer alırlar.
Seri es-Sekati'nin pazarı terkederek dünya hakkında zühde yö­nelmesinin sebebi, 'Elhamdü lillah' sözüydü. O, pazarda yangın çıktığı kendisine haber verildiği zaman, bu musibet sebebiyle paza­ra dönmesi istenirken söylediği hamd sözü sebebiyle ticareti ter-ketmiştir.
Gecenin bir yarısında sokağa çıktığı sırada bir toplulukla karşı­laşmış ve onlar, 'Ey Ebu Hasan, birçok insanın dükkanı yandı, ama seninki yanmadı' demişlerdi. Bunun üzerine, Rabbi'ne hamdetti. Sonra biraz düşündü ve kendi kendine şöyle dedi: Ben, nasıl kendi malımın kurtulup diğer mümin kardeşlerimin mallarının yanması sebebiyle 'Elhamdü lillah' derim. Ardından dükkanındaki aletleri, bu sözüne kefaret olması için tasadduk etti. Sonra da pazarı terketti.
Allah Teala da, bu fiili sebebiyle onun şükrünü kabul etti ve dünyada zühd sahibi olmasını kolaylaştırdı. Onu muhabbet maka­mına yükseltti Rızayı terketmesi, onu rızaya sevketmişti. Seri es-Sekati'nin şöyle dediğini duydum: Öyle bir söz söyledim ki, tam otuz yıl ondan dolayı istiğfarda bulundum. Kasdettiği söz, 'Elham­dü lillah'idi.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Müslümanların işlerine önem vermeyen, onlardan değildir". Meşhur bir hadis ise şöyledir: "İman bağlarının en sağla­mı; Allah için sevmek, O'nun için buğzetmektir".[14][14]Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) bunu, imanın en sağlam kulpu olarak takdim et­miştir. Çünkü iman, buna dayanmaktadır. Şeytan, bu bağı çöze­mez. İman bağını çözemediği gibi bu bağ üzerinde de hiçbir güce sahip değildir. Çünkü Allah Teala, bu bağ ile onun arasına durur.
Allah Teala, böyle bir imanı kulunun kalbine yazdıktan sonra, ruhunda da ebedileştirmeyi üstüne almıştır. Allah için sevmede, dostluk, can, mal, fiil ve sözle yardımcı olmak vardır. Allah için buğzetmede ise, bunların aksi mevcuttur. Bidatçı, günahkar, fasık, zalim ve saldırgan kimselere buğzetme sözkonusudur. Bunlarla dost olmamak ve kendilerine yardımcı olmamak müminlere farz kılınmıştır.
İşte bu nedenle, Allah dostlarıyla dost olup, O'nun düşmanları­na düşman olmak imanın en sağlam bağlarından biri sayılmıştır. Çünkü şeytanın tasallutu ve arzularınızın etkisiyle masiyet işleye­bilirce Rabbiniz'e karşı gelebilirsiniz. Buna rağmen, günahkârla­ra buğzedip onlarla bu günahları sebebiyle dost olmamanız ve işle­dikleri suçlar sebebiyle onları sevmemeniz gerekir.
Şeytan, nefsiniz üzerindeki etkisi dışında iman bağınız üzerin­de yetki sahibi kılınmamıştır. Allah korkunuz ve murakabeniz nok­tasında yetkili kılınmasına rağmen iman bağınızı sarsma hususun­da hiçbir yetkisi yoktur. O, haramları helal kılma, onları güzel gör­me, onlara inanma, rıza gösterme ve tevbeyi terketme konularında sizin üzerinizde yetki ve nüfuz sahibi değildir. Ama bunlara teşeb­büs etme konusunda yetkili kılınmıştır.
Eğer diğerlerine de yetkili kılınmış olsaydı, fasıkları sever, on­larla dostluk kurar, fısklarmda yardımcı olur, işledikleri haramla­rı helal kılar veya onlara rıza göstererek öyle olduğuna inanırdınız. Bu durumda da, gündüzün geceden sıyrılıp çıktığı gibi imanınız da sizi terkedip giderdi. Bunun azında da çoğunda da, böyle olamazsı­nız. Çünkü sözkonusu bağlar, imanın dayandığı bağlardır. .Bunlar tek bir daire içinde yeralan hususlardır. Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmediniz mi? "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler". (Al-i İmran/28)
Böyle yapanlar, Allah Teala'dan hiçbir hayır elde edemezler. Al­lah Teala'nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Yahudileri ve hıristi-yanları dostlar edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır". (Maide/51); "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler". (Al-i İmran/28); "Allah Teala'ya, aleyhinize olacak açık bir delil mi vermek istiyor­sunuz?". (Nisa/144) Yoksa Allah, sizleri de onları da cehennemde
toplar.
Yine O, bu konuda şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki zalimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah da, takva sahiplerinin dostudur". (Casiye/19) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte kazan­dıkları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını bir kısmına böyle dost ederiz". (En'am/129) Ardından da şöyle buyurmuştur: "Kim de müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bı-rakar ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala, her müminden bütün münafıklara buğze-deceğine dair bir söz almıştır. Yine O, her münafıktan da, bütün müminlere buğzedeceğine dair söz almıştır". Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir: "Kişi sevdiği ile beraberdir ve onun için Allah Teala'dan beklediği vardır"[15][15]Başka bir hadis-i şerif ise şöyledir; "Kim bir topluluğu sever ve dünyada onlarla dost olursa, Kıyamet günü onlarla beraber gelir".
Allah Resulü'nün (sav), "İman bağlarının en sağlamı, Allah için sevmek, O'nun için buğzetmektir" hadisinin gizli bir anlamı da şu­dur: Müminler sizi sevmeli, münafıklar da size buğzetmelidirler. Bu, sizin iman bağınızın sağlamlığının da alameti olur. Çünkü "Al­lah için sevme" ifadesi, münafıkları, -Sizin onlara buğzettiğiniz gi­bi- onların da size buğzetmeleri anlamına gelir. Yani müminlere se­vimli olmalısınız ki sizi sevsinler. Münafıklara da buğz etmelisiniz ki, sizden soğuyup buğzetsinler. Bu da, onlara meyletmemek ve sü­rekli öğütte bulunmakla olabilir. Bu tür davranmak, sizin imanmızın gücüne ve Allah için hiçkimsenin kınamasına aldırmayışmıza delalet eder. Allah Teala da kendi sevdiği ve kendini seven kulları­nı böyle vasfetmiştir. Bu, uzlaşmaktan ve nifaktan sakınmanızı, vera' ve ihlasa yaklaşmanızı sağlar. Böyle davrandığınızda, müna­fıkları öfkelendirip size kızmalarını sağlarsınız.
Bu anlamda Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler". (Feth/29) Yani mü­minlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı ise izzet sahibidirler. Al­lah Teala, Resulü'ne de (sav) bu anlamda şöyle emretmiştir: "Ey müminler, kafirlerden size yakın bulunanlarla savaşın, sizde bir sertlik bulsunlar". (Tevbe/123)
İsa'dan (as) da bu hususta şöyle bir söz rivayet edilmiştir: 'Al­lah Teala buyurdu ki: 'Kullarımın Bana en sevimlileri, seher vakit­lerinde Beni zikredenleri ve Beni günahkârlara buğzettirenleridir". Yani, onlara buğz gösteren ve onları kızdıracak derecede hoşnut­suzluğu açıkça ifade edenlerdir. Onlar kendisine buğzettiğinde, Al­lah Teala da onlara buğze de çektir. Böylelikle Allah Teala'yı onlara buğzettirmiş olacaktır. Bu da, onların buğz e dilmelerine ve gazaba uğramalarına yol açacaktır.
Süfyan-ı Sevri şöyle derdi: "Bir kimsenin komşularına şirin gö­ründüğünü gördüğünüzde, onun münafık olduğunu bilin". Ka'bü'l-Ahbar, Şam ulemasından olan Ebu İdris el-Havlani'ye, 'Halk nez-dinde nasıl görülüyorsun?' diye sordu. O da, 'Beni seviyor ve değer veriyorlar1 dedi. Bunun üzerine Ka'b, 'Öyleyse Tevrat beni doğrula­mıyor3 dedi. el-Havlani, 'Tevrat'ta ne yazıyor ki?' diye sordu. O şu cevabı verdi: 'Tevrat'ta şunu görüyorum: Alim kimse, komşuları ta­rafından sevilmez".
Müridandan biri şöyle demişti: Marifet ehlinden birine şunu de­dim: Ben, Allah Teala'dan çok gafil, O'nun rızasına koşmada çok za­yıfım. Bana öyle bir şey tavsiye et ki, onunla kaçırdıklarımı telafi edebileyim. Bana şöyle dedi: Ey kardeşim, eğer Allah dostlarına se­vimli görünmeyi, onların gorüllerine girmeyi başarabilirsen bunu yap. Belki onlar seni severler. Çünkü Allah Teala, dostlarının kalp­lerine günde yetmiş kez bakar. Allah Teala'nın asla nazar' etmeye­ceği kimselerden olduğuna göre, belki sevdikleri için onların kalp­lerinde seni görür ve sana dünya ve ahiret saadeti kazandırır.
Allah Teala'nın, sıddıkların ve şehitlerin kalplerine doğrudan aktığı söylenmiştir. Sonra bir topluluğun kalplerinde başka bir topluluğun kalplerine, diğer bir topluluğun kalplerinde başka iki topluluğun kalplerine bakar.
Bize göre, dinin azimetlerinden ve vera' ehlinin yolunun özellik­lerinden biri de, Allah Teala'nın düşmanlarına buğzetmek, bidatçıla-ra ve zalimlere öfkelenmek suretiyle onların da size buğzedip kızma­larını sağlamaktır. Böylelikle Allah Teala'ya bir yakınlık kurabilirsi­niz. Bunun mukabilinde, Allah dostlarını sevmeniz ve onlar tarafın­dan sevilmeniz de, Allah dostluğunun sebeplerinden sayılmıştır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Alla-hım, bir günahkar benim üzerimde hak sahibi olmasın ki kalbim ona sevgi duymasın". Emirlerden biri Ebu Hüreyre'ye bin dinar ve on elbise göndermişti. O, bunları geri gönderdi ve şöyle dedi: 'Ben onun malını kabul edecek değilim. Çünkü o, malı helal haram de­meden toplar ve haksız yere sarfeder.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Günahkarın hediyesini ona ge­ri verin de, yaptıklarını tasvip ettiğinizi düşünmesin". Malınızı bunda zühd göstererek azaltın. Bu, dinin en büyük kapılarından biridir. Günahkarlara meyletmek ve onlarla kaynaşmak ise, dün­yanın en büyük kapılarmdandır. Bu şekilde ehli dünyanın hayatla­rı düzelir ve onlar için selamet sözkonusu olur.
"Allah için sevip O'nun için buğzetme' esasının bir anlamı da bu yöndedir. Bu anlam biraz kapalı olmasına rağmen açıklandığı za­man, oldukça açık ve kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Ahiret ule­ması, bu anlamı gayet iyi bilirler. Buna göre, kim fasıklar tarafın­dan sevilmek ve güvenilmek ister, başına işler gelme endişesiyle zalimlere tabi oluşunu açıkça ifade ederse, onun bu tavırları nifa­kın önemli alametlerinden ikisi olur.
Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Başka bir takım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizlerden, hem de ken­di toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye gö-türülseler, baş aşağı edilip (fitnenin) içine atılırlar". (Nisa/91) O'nun şu buyruğu ise, ikinci anlama delalet etmektedir: "Kalple­rinde hastalık bulunanların, 'Bize bir felaket gelmesinden korku­yoruz' diyerek onların arasına koştuklarını görürsün". (Maide/52)
Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, inkar edenleri gizlice desteklemekte ve müminlere, yapılacak savaşta kafirlerin muzaf­fer çıkmasından endişe ettiklerini söylemektedirler. Ancak Allah Teala onları yalanlayarak şöyle buyurmuştur: "Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizle­diklerine pişman olurlar". (Maide/52)
Müminlerden ve ehli sünnetten olup Allah Teala'yı seven kim­seler, münafıklar ve bidat ehli hakkında endişeli olmalı ve Allah Teala'yı gazaba sevketmekten korkmalıdırlar. Müminlerin yardı­mına koşan kimseler, imanlarının nifaktan arınmış olabilmesi ve yollarının dosdoğru kalabilmesi için zalimlerle kaynaşmaktan ve onlara uymaktan uzak durmalıdırlar.
Allah Teala, düşmanlarını sevenleri iman dairesinden çıkart­mıştır. Allah düşmanlarına buğzedenlerin imanlarını ise sağlam kılmış ve yakin ile teyid etmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulla­rı, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulü'ne düş­man olanlarla dostluk ettiğini göremezsin". (Mücadele/22)
Bir takım cahiller ise, rızanın kendisinden veya başkasından kaynaklanan masiyetlerle de olabileceğini iddia etmişlerdir. Onlar, bu noktada günahları ibadet ve taatlardan ayırmamış, onları iba­det sayarak eşit görmüşlerdir. Kuşkusuz bu iddiada, peygamberle­rin getirdikleri şeriatlerin tahribi, Allah Teala'mn helal-haram ve emir-yasak türünden indirdiği bütün hükümlerin iptali sözkonusu-dur. Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Bulun­duğu yer bakımdan insanların en kötüsü, bir müminin günahına bakarak onun hasenatını terkedendir". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Alimlerin şaz/ender hükümlerini sırtlanan kimse, çok bü­yük bir şer sırtlanmış tır.
: Dini muamelelerde güzel ahlakın bir ifadesi de, salih amel işle­diğinizde, 'Ey Rabbim, bu ameli Sen yaptırdın, Senin güç vermen, muktedir kılman ve muvaffak kılman sayesinde Sana taatte bulun­dum. Çünkü benim uzuvlarım, senin neferlerindir. Bir günah işle­diğimde ise, kendi kendime zulmetmiş, nevam ve şehvetim sebe­biyle uzuvlarım bu suça irtikap etmiştir, bunlar benim sıfatlarım-dır* demenizdir. Ardından da bu günahı, O'nun irade ve takdirinin
bir eseri olarak yaptığınıza inanmanız gerekir. Böylelikle her iki halde de, Rabbinizin rızasına uygun hareket etmiş olursunuz.
Her iki durumda da, söz ve niyetle O'nu razı etmeye çalışmış olursunuz. Sonuç olarak da, iyi işlerinizde kendinizle övünmeyip günahlarınızda da, nefsinizi mahkum etmek ve zulmünüzü itiraf etmek suretiyle Allah Teala'nm rızasını mucip harekette bulunmuş olursunuz. Bu tür bir müşahede, cahil kimseye çok ağır gelir.
O, bir iyilik yaptığında kendini görüp, kendi güç ve iktidarına bakar. Kibiri sebebiyle de helak olur. Yaptığı amel de, övünmesi yü­zünden boşa gider. Bir günah işlediğinde ise, günahını itiraf ile nef­sine zulmettiğini ikrar etmez. Böyle birinin tevbesi sahih olmadığı gibi, Allah Teala'nm ondan rızası da sözkonusu olmaz. Bu tür dala­let müşahedelerinden Allah'a sığınırız.
Ebu Muhammed Sehi (ra) şöyle demişti: Kul, salih bir amel iş­lediğinde, (Ey Rabbim, bu ameli bana Sen yaptırdın' derse, Allah Teala onun şükrünü kabul ederek, 'O ameli sen yaptın' buyurur. Ama kul, kendine bakarak, 'Bu ameli ben ifa ettim' derse, o zaman Allah Teala, 'Hayır, sana Ben yaptırdım' buyurur. Bir günah işledi­ğinde ise, 'Bunu Sen takdir ettin, ben de istedim' derse, Allah Tea­la, 'Sen kendine zulmettin, şehvet ve arzunun tesiriyle masiyette bulundun' buyurur. Eğer kul, 'Ben, kendime zulmettim ve cehale­tim sonucu Sana karşı geldim' derse, Allah Teala ondan haya ede­rek, 'Aksine onu Ben takdir edip kaza büyürdüm, nefsine zulmet­meni itiraf etmenden Ötürü de onu bağışladım' buyurur.
Amel ehlinin adabı ve ilim ehlinin müşahedesi işte böyle dav­ranmayı gerektirir. Bu, Allah Teala'nm şu kudsi hadisteki buyru­ğunun kapsamına girmektedir: "Rabbinizi en iyi bileniniz, kendi nefsini en iyi bileninizdir". Adem oğlu da, aynı şekilde muameleye girdiği kimseden, kusuru itiraf ve tevazu bekler. Bu, Allah Tea­la'nm şu buyruğundaki anlamlardan da biridir: "Ve diğerleri de gü­nahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar". (Tev-be/102) Denildi ki: Burada murad edilen, kötü fiilden sonra yapılan itiraftır. Çünkü sözkonusu kötü amel, ayette belirtilmiştir. İyi amel ise, itiraftan sonra olandır.
Allah Resulü'nün (sav) daha önce naklettiğimiz şu hadisinden çıkartılacak dört güzel husus vardır: "Din bakımından kendindenüsttekine, dünya bakımından da kendinden alttakine bakan kim­seyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar. Dininde ken­dinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabre­den ve şükreden olarak yazmaz".[16][16]Kul, bu hadis üzerinde iyice dü­şündüğü zaman bu dört hususu görebilir:
Öncelikle bu dört hususa sahip olanları görür. Gözü ve aklıyla öncekilerin izledikleri yola bakar ve kendisinden dünyevi bakım­dan üstte olanları gördüğü zaman, halinden dolayı Allah'a şükre­derek, O'nun takdir ettiği rızka kanaat eder. Böylelikle de, kanaat ettiği şeyi bilmesi ve fazla malın kendisinden uzaklaştırılması yö­nündeki ilahi iradeye rıza göstermesi sebebiyle sabır ve şükür sa­hibi olur. Çünkü Kıyamet günü hesabın uzamasından kurtulmuş olur.
Dini bakımdan kendinde üstte birini gördüğü zaman, ona yetiş­meye çalışır ve onunla yarışır. Çünkü buna teşvik edilmiştir. Bu hali, kendisi için hayır işleme ve salih amellerde bulunma yönün­de bir teşvik ve özendirme unsuru olur. Bu durumda kazanacağı şeylerin en basiti, nefsine kızması ve kusurundan dolayı ona buğ-zetmesi olur.
Daha sonra diğer iki duruma, tersinden bakar. Burada da, ken­dinden alttaki ihtiyaç ve musibet sahiplerini görerek kendini üstün kıldığı ve himaye ettiği için Rabbine hamdeder. Kendisine olan ni­meti ve yeterliği sebebiyle O'na şükreder.
Din bakımından kendinden aşağıda bulunan günahkâr, fasık, zalim, ehli bidat ve dalalet kimselere baktığı zaman da, Allah Tea-la'nm kendisi üzerindeki lütuf ve rahmetinden dolayı O'na hamdü senada bulunur. İslammın güzelliği ve onların imtihanından mu­hafaza edilmesi sebebiyle Rabbine şükreder. Böylelikle yine şükür ve sabır ehli arasındaki yerini almış olur.
Kul için, Allah Teala'nın kendisine bahşettiği akıl ve basiret sa­yesinde bu tabakalardaki kimselere karşı izlemesi gereken dört muamele vardır. O, bu hususta Allah Resulü'nün (sav) şu sözünü gözetmelidir:
"Ancak iki kimseye haset edilebilir: Bir adama ki Allah ona hik­met vermiştir ve o, bu hikmeti insanlara yayar ve öğretir. Bir adama ki, Allah ona mal vermiştir ve o, bu malı Hakk yolunda tüket­mekle görevlendirilmiştir"[17][17]
Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Ve bir adama ki, Allah Teala ona Kur'an'ı nasip etmiştir ve o, gece gündüz onun gereğini ifa eder". Bunları gören kişi şöyle der: Eğer Allah, bunlara verdiği­ni bana verseydi, ben de onun yaptığını yapardım. Görüldüğü gibi müslüman, hayır işlerinde ileri gidenlere haset etmeye Özendiril­miş ve bu noktada hased edenler, fazilet sahibi sayılmıştır. Çünkü Allah Teala, hayır işlerinde rekabeti mendup görmüştür.
Bu şekilde hayır işlerinden dolayı hasette bulunan kimse, bu hareketiyle rıza makamında bir sevap kazanmış olur. Böyle kimse­lere gıpta etmek ve onlar gibi olmayı istemek de sevaptır. Ama bu hususları altüst eden, işlerin sonlarını düşünmeyen, gaflet ve ceha­letin esiri olan kimseler, dünyevi bakımdan kendilerinin üstünde yeralan zenginlere gıpta eder, onların yerinde olmak isterler.
Onların bu bakışları da, Allah Teala'nın kendilerine bahşettiği nimetleri küçümsemelerine, kendileri için takdir edilmiş kısmeti hafife almalarına yol açar. Böyleleri, dini bakımdan da, kendilerin­den aşağı derecelerde bulunan avama bakar, kusurlu hallerini hoş görür ve bunu da kendilerine bahane yaparak, hayır işlerinde ya­rışmayı tercih etmezler. Böyleleri, kibir ve gurura kapılarak kendi hallerini üstün görüp başkalarının yapamadığı şeyleri kendilerinin yaptığı düşüncesiyle nefislerini temize çıkarabilirler.
Bu tür kimseler, sabırsız ve nimete karşı nankör olarak yazılır­lar. Çünkü nimete şükran duyma erdemini yitirmişlerdir. Bunlar, ne şükür, ne de sabır ehlidirler. Bu sıfatlar, genel olarak münafık­ların sıfatlarıdır. Bu makam da, helak ehlinin makamıdır. Zira sa­bır ve şükür, müminlerin sıfatlarıdır.
Yaşadığımız şu belde de (Bağdat), benzer sıfatlarla tanınmıştır. Allah Teala, yardımcı olsun. Nitekim, Abdullah b. el-Mübarek'ten şunu nakletmişlerdir: O, 'Doğuyu da batıyı da dolaştım. Bağdat'tan daha beter bir belde görmedim' demişti, 'Neden ey Ebu Abdurrah-man?' diye soruldu. Dedi ki: 'Burası, nimetin hor görüldüğü, günah­ların basite alındığı bir beldedir.
Yine onunla ilgili olarak şunu anlatmışlardır: "O, Horasan'a git­tiği zaman, 'Bağdat halkını nasıl görüyorsun?' diye sordular. Dedi ki: Orada kızgın zabıta, hırslı tüccar ve şaşkın karilerden başkası­nı görmedim. Hatta denilir ki, İbni Mübarek, Bağdat'tan Mekke'ye gittiği güne kadar, orada kaldığı her gün için bir dinar sadaka ver­miştir. Bana da, onaltı dinar tasadduk ettiği söylenmişti.
Şafii (ra) ise, Bağdat'ı dünyaya benzetmiş ve şöyle demiştir: 'Bü­tün dünya bir çöl, Bağdat onun şehridir'. Yunus b. Abdül-A'la'dan şu bilgi nakledilmiştir: Şafii (ra) bana şöyle demişti: Ey Yunus, Bağ­dat'ı gördün mü? Ben de, 'Hayır' dedim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: Öyleyse ne dünyayı, ne de insanları görmüş sayılmazsın,
Irak'ı yerenler hayli kalabalıktır. Bunlar arasında, Ömer b. Ab-dülaziz ve Ka'bül Ahbar da bulunur. Ömer'in (ra) azatlı bir kölesi­ne şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nerede yaşıyorsun? O da İrak'ta' dedi. Ömer (ra) adama sitem ederek şöyle dedi: Orada ne yapıyor­sun? Bana ulaşan bir habere göre, Irak'ta yaşayan herkese, bela­dan bir yoldaş musallat edilirmiş. Ka'b da bir gün Irak'tan sözet-miş ve şöyle demişti: Şerrin onda dokuzu oradadır. Müzmin hasta­lıklar da oradadır.
Çirkinliklerin bol, günahın çok işlendiği bir beldede yaşayan kimse, orada sıkılıp bir türlü huzur bulamaz. Allah Teala'ya yöne­lerek hüsn-ü iradesi ile kendisini oradan çıkartmasını niyaz eder. Şiddetli geçim sıkıntısı ve gerçek hayır sahiplerinin azlığı sebebiy­le oradan çıkma güç ve imkanını bulamayan kimse, eğer buna bir türlü yol bulamıyor ve dinini orada sağlıklı bir şekilde yaşayabili-yorsa, Allah Teala'nın lütfü ile, O'nun katında mazur görülür.
Onun bu hali; yerinden memnun ve huzur duyan, haline rıza gösterip hevasma uyan ve dünya malı ile fitnenin sebeplerine sarı­larak orada kalan kimselere göre af ve kurtuluşa daha yakındır.
Allah Teala buyurdu ki: "Peki Allah Teala'nın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz?". (Nisa/97) Bu ayetin tefsirinde şöy­le denilmiştir: Günah işlenen bir beldede iseniz, oradan başka bir yere göçünüz. Başka bir tefsirde ise, şöyle denmiştir: Kişi, çirkinlik ve günahları işleyenlerin, dindarlardan daha zayıf ve az olduğu bir beldede yaşıyor, ancak bunu yadırgamıyorsa, oradan çıkması farz olur.                 
Allah Teala, zayıf düşürülmüş bir topluluğun özürleri ve onla­rın durumlarını affa havale etmesi hakkında şöyle buyurmuştur: "Zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç". (Nisa/98) Onlar derler ki: "Rabbimiz, bizi şu halkı zalim şehirden çıkar". (Nisa/75) Allah Teala, onların genel hükmünü ve istisnai hallerini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan... hariç. Çünkü Allah Teala'nın, bunları affet­mesi umulur". (Nisa/98-99) Dolayısıyla hevanın tamamından ko­runma gayesiyle bu tür bir vaziyete rıza göstermek sahih olmaz.
Rızanın başı kanaattir. Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Kul, evinin kapısına dünya ehlinin arzu ettikleri servet ve nimet namına herşey gelse ve kendisine sunulsa, o da onlara bakmayıp haline kanaat ederek kapısını kapatsa bile tam olarak kanaatkar
olmaz.
Günahtan korunmak, Allah Teala'dan razı olan kulun halidir. Bu, rahmetin açık şeklidir. Rahmet, Allah Teala'dan razı olma yo­lunun başıdır. O, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki nefsj kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin rahmet ettikleri ha­riç". (Yusuf753); "Bugün, Allah Teala'nın rahmet ettiği dışında O'nun emrinden koruyacak güç yoktur". (Hud/43)
Allah Teala'nın kuluna lütfedeceği ismet yani günahtan muha­faza etme nimeti, O'nun rahmetinin de delilidir. Rahmet ise, kulu muhabbet makamına dahil eder. Bu, Allah Teala tarafından sevi­lenlerin rahmetidir. Muhabbet de kulu rıza makamına yükseltir. Böylelikle muhabbet, Mahbub'un şahitliğinden doğan makamı olur. Rıza da, kalan bütün davranışlarındaki hali olur. Rıza Kitabı da burada sona ermiş oldu. [18][18]


Yakin makamlarının dokuzuncusu, Muhabbet makamıdır. Muhab­bet, ariflerin makamlarının en yükseğidir. O; Allah Teala'nın ihlas-lı kullarını tercih edişidir. İlahi lütfün son noktası da budur. Yüce Allah buyurdu ki: "Allah onları sever, onlar da Allah Teala'yı sever­ler". (Maide/54); "Bu, Allah Teala'nın dilediklerine bahşettiği lütfu-dur". (Cum'a/4) Bu haber, mübtedası ile anlam bakımından bitişik-
tir. Çünkü Allah Teala, seven kulları, onlara olan lütfü ile vasfet-miş ve bu ikisi arasına başka bir şey koymamıştır. Bu da, sevilen kulların övgüyle vasfedilişidir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala, sevdiğine ateş ile azap edecek değildir". [19][19] Allah Teala da, Resulü'nün (sav) bu sözünü tasdik edip O'na muhabbet iddiasında bulunanların sözlerinin boş olduğunu bildirerek şöyle buyurmuş­tur: "De ki: O halde niçin Allah günahlarınızdan dolayı size azap ediyor? Hayır! Siz de O'nun yarattıklarından birer insansınız". (Maide/18)
Zeyd b. Eşlem dedi ki: Allah Teala kulunu sever. Hatta sevgisi o dereceye varır ki ona, 'Dilediğini yap, seni bağışladım' buyurur. İs­mail b. Eban, Enes b. Malik'ten (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Teala bir kulunu sevdiği za­man, işlediği günah ona zarar vermez. Günahından tevbe eden, hiç günahı olmayan gibidir. Daha sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Mu­hakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri se­ver". [20][20]
Allah Teala, muhabbeti için günahların bağışlanmasını şart koşmuştur. Bunu da şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın". (Al-i İmran/31) Allah Teala'ya inanan her mümin, O'nu sever. Ama O'na olan sevgi ve muhabbeti, imanı, müşahedesinin açıklığı ve Mahbub'un herhangi bir sıfatta ona tecellisi oranındadır.
Bunun delili de, onların tevhide icabetleri, O'nun emir ve ya­saklarına bağlı kalmaları ve hükmü O'na teslim etmeleridir. Bun­dan sonra tevhidin müşahedeleri, emir ve yasaklara bağlılığın de­vamı ve hükümleri O'na teslimde farklı derecelere sahip olurlar. Bu da ancak, muhabbetten kaynaklanır.
Allah Teala'yı sevenler, kısımlarına göre farklılaşabilirler. Alt derecelerdeki biri de Allah Teala'nm sevgisinden mahrum kalma­yabilir. Tıpkı marifet sahibinin, marifetten geri kalmadığı gibi. Hiçbir büyük de, kendini tevbeden müstağni göremez. Bütün ilim­lere vakıf olsa dahi bu durum değişmez.
Çünkü Allah Teala müminleri, Zatı'na aşırı sevgi ile vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: "İman edenler ise en çok Allah Teala'yı se­verler". (Bakara/165) Ayette geçen (Eşedd=daha çok' kelimesi, onla­rın muhabbet bakımından farklı derecelerde oluşlarına delalet eder. Çünkü 'Eşedd' kelimesi, bu anlamı ihtiva etmektedir. Allah Teala, 'Şedîd=çok' buyurmuştur.
Allah Teala'yı sevme babında kullanılan bu hitap, "Allah katın­da en değerliniz, en takvalı olanmızdır" (Hucurat/13) buyruğuna benzer. Bu ikinci ayet de, müminlerin takvalarındaki farklılaşma­ya orantılı olarak değerli oluş bakımından da farklı derecelerde ol­duklarını göstermektedir. Allah Teala, bu buyruğunda da, 'Değerli takva sahipleri' ifadesini kullanmamıştır.
Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah Te­ala dünyayı, sevdiğine de, sevmediğine de verir. îmanı ise, sadece sevdiklerine verir".[21][21] Müminler, Allah sevgisi noktasında farklı de­recelere sahiptirler. Bu farklılığın sebebi, marifet ve müşahede ba­kımından farklı seviyelerde bulunmalarıdır.
Allah Resulü (sav) Allah sevgisini imanın şartlarından biri ola­rak görmüş ve şöyle buyurmuştur: "Sizden biri Allah ve Resulü, kendisine diğerlerinden daha sevimli gelmedikçe iman etmiş olmaz"[22][22]
Bu hadisten daha açık ve kesin ifade taşıyan bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah'a yemin olsun ki bir kul Ben kendisine ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe iman et­miş olmaz".[23][23] Başka bir rivayette, 'Kendi canından' ifadesi yeral­tı aktadır.
Allah Resulü (sav) vazettiği bütün hükümlerde Allah sevgisini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Size verdiği nimetlerden dolayı Allah Teala'yı sevin. Allah Teala'yı sevmeniz sebebiyle de beni se­vin"[24][24]
Bu emir, Allah sevgisinin farziyetinin delilidir. Müminler, Allah Teala'nm lütufları bakımından farklı derecelere sahip olsalar da,bu lütufların en büyüğü Marifetullah yani Allah Teala'yı layıkıyla bilmektir. Allah sevgisinin en üstünü ise, müşahededen doğan sev­gidir.
Allah Teala'yı seven muhibban, muhabbetin farklı mertebeleri­ne sahiptirler. Bu mertebelerden bazıları, diğerlerinden üsttedir. Onlar arasında Allah Teala'yı en çok sevenler, O'nun ahlakına en çok sarılanlardır. O'nun ahlakının esasları ise, ilim, hilim, af, güzel davranış ve halkın kusurlarını örtmek ve benzerleridir.
O'nun sıfatlarının manalarını en iyi bilenler; sıfatları noktasın­da O'nunla mücadeleden en çok kaçınan ve O'nu en çok sevenler­dir. Onlar, kibir, övünç, övülmeyi sevme, zenginlik, ululuk ve zikre­dilmek isteme gibi sıfatlara meylederek O'na şirk koşmaktan uzak dururlar.
Bunların ardından, Allah Resulü'nü (sav) en çok sevenler gelir. Çünkü O, Habib Teala'nm habibi, O'nun eserlerinin takipçisi ve ah­lakına en çok benzemeye çalışandır.
Rivayet edilir ki: "Bir adam O'na gelerek, 'Ey Allah Resulü, se­ni seviyorum' demişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Fakirli­ğe hazır ol' buyurdu. Adam, 'Allah Teala'yı d& seviyorum' deyince, O 'Öyleyse imtihana hazır ol' buyurdu".
Bu ikisi arasındaki fark şudur: Musibetlerle imtihan etmek, Al­lah Tfeala'nın ahlakmdandır. O, kullarını imtihan ederek seçendir. Dolayısıyla adam Allah Teala'yı sevdiğini söyleyince, ahlakı üzerin­de sabırlı olması için O'nun kendisini imtihan edeceğini haber ver­miştir. Nitekim Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Rabbin için sabret". (Müddessir/7) Yani O'nun hükümlerine ve imtihan için ver­diği musibetlere sabret.
Fakirlik ise Allah Resulü'nün (sav) sıfatlarındandır. Dolayısıyla adam, Allah Resulü'nü sevdiğini söylediği zaman, kendi sıfatlarına uymasını ve izlerini sürmesini tavsiye etmiştir. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allahım, beni fakir olarak dirilt, fakir ola­rak canımı al ve beni fakirlerin arasında hasret".56
Muhabbetin alametlerinden biri de, Habib Teala'yı çok zikret­mektir. Zikrullah, aynı zamanda Allah Teala'nm kuluna duyduğu sevginin de delilidir. Bu, kullarına olan lütuflarmın en büyüklerin-
56. Tirmizî, ZühdZühd/37; İbni Mâce, Zühd/7.
dendir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva-Vet edilmektedir: "Allah Teala'nm her gün için bir sadakası vardır ve onu yarattıklarına lütfeder". O'nun bir kuluna sadaka ile lütfet­mesi, ona zikrini ilham etmesinden daha faziletlidir.
Süfyan, Malik b. Mu'avvel'den şunu nakletmiştir: "Allah Resu-lü'ne (sav), 'Hangi amel daha faziletlidir?' diye soruldu. Buyurdu ki: 'Haramlardan uzak durmak ve ağzının sürekli zikrullah ile ıs­lak kalması" [25][25] O, Allah sevgisini emrettiği gibi, Allah Teala'yı çok zikretmeyi de emretmiştir". Çünkü Allah Teala'yı zikretmek, mu­habbetin gereklerindendir. Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı o kadar çok zikret ki, senin için 'deli'desinler". [26][26]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı o kadar çok zikredin ki, münafık­lar, 'Sizler riyakârsınız' desinler".
Ebu Mesleme el-Medeni, babası kanalıyla dedesinden şu hadisi nakletmiştir: "Bir gün Allah Resulü (sav) bize Küba mescidine gel­di. Uzun bir konuşma yaptı. Hadisin sonunda şöyle buyurdu: 'Kim, Allah Teala için tevazuda bulunursa Allah Teala onu yükseltir. Kim de büyüklük taslarsa, onu alçaltır. Kim Allah Teala'yı çok zikreder­se, Allah da onu sever [27][27]
Allah Resulü (sav), zikredenlerin Öne geçen ferdler olduğunu haber vermiş ve onları günahın kaldırılması ve zikrin yükseltilme­si bakımından peygamberlerin derecesine yükseltmiştir.
O'nun şu hadisinde de zikir, Allah sevgisinin icaplarından biri olarak takdim edilmiştir: "Yürüyün, ferdler geçtiler1. Bunun üzeri­ne, 'Ferdler kimdir?' diye soruldu. Allah Resulü (sav) şöyle buyur­du: 'Allah Teala'yı çok zikredenlerdir. Allah Teala, zikirleri sebebiy­le onların günah yüklerini kaldırmıştır. Onlar Kıyamet günü hafif­lemiş olarak gelirler". [28][28]
Muhabbetin en büyük alametlerinden biri ise, Allah Teala'ya O'nu görerek kavuşmak, ahiret yurdu ve yakınlık makamında ke­şifte bulunabilmektir. Bu da ölüme duyulan özlemdir.
Çünkü ölüm, Allah Teala'ya kavuşmanın anahtarı ve O'nu biz­zat görme makamına girmenin kapısıdır. Bir hadiste de Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kim Allah'a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister"[29][29] Huzeyfe (ra) Ölüm anında şöyle demişti: "Habibim, ihtiyaç üzerine geldi, bense nedametten kurtulamıyorum".
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala için, kulun­da O'na kavuşma isteğinden sonra çok secde etmek kadar sevimli bir haslet yoktur. Görüldüğü gibi Allah sevgisi daima öne çıkarıl­maktadır.
Allah Teala, kulunun sıdkınm hakikatini isbat etmesi için Ken­di yolunda savaşmasını şart koşmuştur. O, sevdiğinin Kendi yolun­da savaşmasını istediğini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Mu­hakkak ki Allah, Kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf tutarak savaşanları sever". (Saf/4)
Bundan önce de, onlara ikrar telkin ederek şöyle buyurmuştur: 'Tapmadığınız şeyleri niçin söylersiniz?" (Saf/2) Çünkü onlar, Allah Teala'yı sevdiklerini söylemişlerdi. O da bunun üzerine, sevgilerini sınamak için savaşı farz kılmıştır.
O'nun sevgisinin alametlerinden biri de, sevdiğinin malını ve canını istemesidir. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar Al­lah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler". (Tevbe/111)
Ebu Bekir'in (ra), Ömer'e (ra) vasiyetinde şu söz yer almaktadır: "Hak ağırdır. Ağırlığıyla birlikte de, hoştur. Batıl ise hafiftir. Hafif-ligiyle beraber de tiksindiricidir. Eğer vasiyetimi iyi muhafaza edersen, hiçbir gayb sana ölümden daha sevimli gelmez, ölüm sana ulaşacaktır. Eğer vasiyetimi zayi edersen, hiçbir gayb sana ölüm­den daha soğuk gelmeyecektir, ama onu etkisiz kılamazsın".
Sevri ve Bişr b. el-Hars şöyle derlerdi: "Kuşkuda olan dışında hiç kimse ölümü çirkin görmez". Gerçek de onların ifade ettikleri gibidir. Çünkü seven kimse, hiçbir şartta sevdiğine kavuşmayı çir­kin görmez.
Sevginin bu şekli, ancak Allah Teala'yı bütün kalbiyle seven muhibbana mahsustur. Böyle bir sevgiye ulaşan kimseyi ise Rabbızler Kalp, uzaklığın doğurduğu özlemle çile çeker, bir an önce sev­diğine kavuşmak ister.
Rivayet edilir ki: Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Zum'a, azatlısı Salim'i evlendirdiği zaman bütün Kureyş onu kınamış ve, 'Kureyş'in iffet­li hanımlarından birini, bir köleyle mi nikahladın?' demişlerdi. O da şu karşığılı vermişti: 'Vallahi, onu onunla nikahladım. Ve biliyo­rum ki o köle, o hanımdan daha hayırlıdır*.
Bu söz, Kureyşliler'in ağrına gitti. Ona şöyle dediler: 'Biri kölen, biri kızkardeşin, bunu nasıl yaparsın?' O da şu karşılığı verdi: 'Ben, Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: 'Allah Teala'yı bütün kalbiyle seven bir adama bakmak isteyen Salim'e baksın". Bu hadisten çıkartılacak bir anlam da, bazı müminlerin Allah Tea­la'yı kalplerinin bir kısmıyla sevdikleridir. Onlar, kalplerinin yal­nız bir kısmını O'na adayanlardır. Bunların kalplerinde başka sev­gilerin de yeri vardır.
Allah Teala'yı bütün kalpleriyle seven müminler, O'nu bütün masivaya tercih ederler. İşte bunlar, Allah Teala'nm saf ve halis kullarıdır. Bunlar için Allah Teala'dan başka ma'bud yoktur. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Yine aynı hadiste şuna delalet edilmektedir: Müminler, Allah sevgisi noktasında değişik makamlar üzeredirler. Bu da, ilahi sıfat­ların müşahedelerinin derecelerine göre belirlenir. Bazı kalpler, bütünüyle müşahede ederken, bazıları kısmen müşahede ederler.
Nu'ayman her günah işlediğinde Allah Resulü'ne (sav) getirilir­di. Yine bir defasında suç işlediği için O'na getirilmiş, Allah Resulü (sav) de ona had cezası uygulamıştı. Bunun üzerine, mecliste bulu­nan biri onu lanetleyerek, 'Allah Resulü'ne (sav) ne kadar da çok getiriliyor5 dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Böyle deme, muhakkak ki o da, Allah Teala'yı seviyor buyurdu". Görüldüğü gi­bi Allah Resulü (sav) o günahkârı, işlediği suçlara rağmen Allah sevgisi dairesinden çıkartmamıştır.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İman kalbin dışında, yani yü­rekte olduğu zaman mümin Allah Teala'yı orta derecede sever, iman kalbin içine girdiği zaman, onda bulunan siyah noktaya yer­leşmiş olur ki bu durumda Allah Teala'yı en yüksek derecede sever. B         muhabbetine bakılır:
Eğer Allah Teala'yı bütün heva ve arzularına tercih ediyorsa, Allah sevgisi kulun nevasına galip gelir ve muhabbetullah olur. Bu, kulun herşeyden dolayı Allah Teala'yı sevnıesidir. Böylesi bir kul, Allah Teala'ya hakkıyla iman ettiği gibi, O'nu hakkıyla seven kul­dur. Eğer kalbinizi bu dereceden aşağıda görüyorsunuz, sevgiden nasibiniz o kadardır.
Muhabbetin en açık alameti, Mahbub Teala'yı kalbin bütün ha­zinelerine tercih etmektir. Bu yüzden de Allah Teala nıuhibbam tercih etmekle vasfetmiştir. Arifler de, onları bu şekilde nitelemiş­lerdir. Allah Teala muhibbam vasfederken şöyle buyurmuştur: "Kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen (gani­metlerden dolayı yüreklerinde bir sıkıntı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (muhacirleri) kendi canlarına tercih ederler". (Haşr/9) Allah Teala başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Vallahi, Allah seni bize tercih etti". (Yusuf/91)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kalbin zahiri yani dış yüzü İs­lam'ın yeridir. Batını yani iç yüzü ise, imanın mekanıdır. İşte bu noktada muhibbanın dereceleri farklılaşmıştır. Çünkü imanın is­lam, batının zahir üzerindeki üstünlüğü açıktır.
Basra alimlerinden bir zat ise, 'Kalp' ile 'Fu'âd=Yürek'i birbirin­den ayırmış ve şöyle demiştir: Fu'âd, kalbin konduğu ve attığı yer­dir. Kalp onun aslı ve genişleyen kısmıdır. Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Kalpte iki boşluk vardır. Zahir yani görünen boşluk fu'âddır ki aklın konağıdır. Batın yani görünmeyen boşluk ise, kalptir ki işitme, görme, anlama ve müşahede etme melekeleri on­da bulunur. Orası da imanın konağıdır. Allah Teala da, bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah onların kalplerine imanı yaz­dı". (Mücadele/22); "Muhakkak ki bunda, kalbi olan veya şahit ola­rak kulak veren kimse için bir hatırlatma vardır". (Kaf/37)
İslam sevgisi, bütün insanlara farz kılınmış bir sevgidir. Bu sev­gi, Allah Teala'ya itaat ve O'nun muhabbeti için farzları eda edip haramlardan sakınmayla irtibatl anmış tır. Mukarrebun'un muhab­bet ve sevgisi ise, sıfatların manalarını müşahede etmekten kay­naklanır. Bu muhabbet, O'nun ahlakının bilinmesiyle ortaya çıkar. Muhabbetin bu şekli, Allah Teala'nm havas kullarına mahsus bir sevgidir.
Bu sevginin aslı ve özü olan marifetullah yani Allah Teala'yı bil­me de, umum ve husus olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ariflerin ha-vassı için, muhabbetin çok hususi bir şekli sözkonusudur. Onların umumu için ise, muhabbetin umumu geçerlidir.
Geçmiş ümmetlerin haberleri arasında şu hadise nakledilmiş­tir: "Züleyha iman ettiği zaman, Yusuf (as) onunla evlenmişti. Ev­lendikten sonra Züleyha uzlete çekildi ve kendini ibadete hasrede­rek insanlardan uzaklaştı.
Yusuf (as) onu gündüz yatağa davet ettiği zaman, onu geceye havale ederek isteğini geri çeviriyordu. Gece çağırdığında ise, gün­düze erteliyor ve şöyle diyordu: 'Ey Yusuf! Ben seni Allah Teala'yı bilmezden önce seviyordum. Ama O'nu bildikten sonra sevgisi kal­bimde hiçbir sevgiye yer bırakmadı. Bu sevgiyi değiştirmek de iste­miyorum'. Sonunda Yusuf (as) ona şöyle dedi: 'Allah Teala bunu . emretti ve bana, senden iki erkek çocuk doğacağını ve bunları peyT , gamber kılacağını haber verdi'.                                                      j
Züleyha, bunun üzerine, 'Allah Teala böyle emir buyurmuş ve beni bir şeye vasıta kılmayı murad etmişse, o zaman Allah Tet ala'mn emrine boyun eğmek gerekir5 dedi ve Yusuf (as) ile beraber oldu". Allah Teala'yı hakkıyla bilen ulemadan bir zat şöyle demiş­tir: Tevhid kemale erdiğinde, muhabbet de tamam bulur. Muhabbet geldiğinde ise, tevekkül tamama erer ve kulun imanı kemal bula­rak farzları halis olur. Bu da yakin olarak adlandırılır Fudayl b. lyaz muhabbetin farziyeti hakkında şöyle demiştir ' Size, 'Allah Teala'yı seviyor musunuz?' diye sorulduğunda susun. 'Hayır1 dediğinizde küfre düşersiniz. 'Evet' dediğinizde ise, muhib­banın sıfatına sahip değilseniz Allah Teala'nm gazabına uğrayabilirsiniz.
Alimlerimizden biri şöyle demiştir: Cennette, marifet ve mu­habbet nimetlerinden daha üstün bir nimet yoktur. Cehennemde ise, marifet ve muhabbet iddiasında bulununup bunların aslına va­kıf olmayanların çektiklerinden daha ağır bir azap yoktur. Onun üstünde başka bir alim de şunu ifade etmiştir: Bütün makam sa-i hiplerinin affedilmesi ve hoş görülmeleri umulur.
Ancak marifet ve muhabbet iddiasında bulunanlar bunun dışın­dadır. Onlar, her ses, her hareket, her duruş, her bakış ve her dşünüşleri için, Allah yolunda, O'nun için ve O'nunla beraber olup olmaması noktasında hesaba çekileceklerdir.
Allah Teala'nın kuluna muhabbeti, insanların sevgi ve muhab­beti gibi değildir. Çünkü insanların sevgisi, şu yedi sebepten biriy­le ortaya çıkar: Tabiat, cinsiyet, fayda, sıfat, arzu, merhamet ve bu sevgiyle Allah'a yakın olma. Bunlar, birbirine benzeyen şeyler, in­sanlar için ihdas edilmiş sebeplerdir. Bu tür sevgiler, sözkonusu se­beplerden, doğan ve ortaya çıkan sevgilerdir. Zamanın değişimi ve­ya sıfatların şekil değiştirmesiyle değişiklik arzedebilirler.
Allah Teala'nın sevgisi ise, O'nun güzel kelimesinden kaynakla­nan, bütün sebeplerin evvelinde varolan, hadisâttan çok önce kıdem sıfatını taşıyan bir sevgidir. O'nun yüce inayeti ile varolan bu mu­habbet, ebediyen değişmez ve yeni gelişmelerle şekil değiştirmez.
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Ama Biz'den kendilerine güzellik geçmiş olanlar". (Enbiya/101) Yani haklarında güzel sözümüz geçmiş olan kimseler. Başka bir tefsirde ise, 'güzel makamları' önceden kesinleşmiş olanlar, denilmiştir.
Allah Teala'nın önceden belirlenmiş olan hükmünü, kulların de­ğiştirmesi caiz değildir. O'nun hükmü, bütün hükümlerin öncesin­de yer alır. Nitekim O'nun şu buyrukları da, buna delalet etmekte­dir: "Andolsun Biz, İbrahim'e de önceden doğru yolu bulma kabili­yetini vermiştik. Zaten Biz onu biliyorduk". (Enbiya/51); "O, sizleri önceden müslümanlar olarak adlandırmıştı". (Hacc/78); "Kendileri için bir doğruluk kademesi olduğunu müjdele". (Yunus/2) Allah Te­ala, onların son işaretleriyle ilgili olarakta şöyle buyurmuştur: "Güçlü Padişah'm huzurunda doğruluk koltuklanndadıriar". (Ka­mer/55)
Allah Teala'nın kıdeminden önce onların doğruluk makamında bulunmaları mümkün değildir. Yine O'nun ilminden önce bu tür bir amellerinin olması da imkansızdır. Çünkü Allah Teaîa'nın ameli, malumdan öncedir. O'nun dostlarına olan muhabbeti de, onların Kendisi'ne sevgilerinden ve gösterdikleri amellerden çok öncedir.
Ayrıca bu, Allah Teala'nın Zatı'na mahsus hükümlerinden biri­nin özelliği, O'nun nasibinin lütfü ve ihlas ehline nimetlerinin en güzelini verenin nimetlerini tamama erdirmesidir. Yine o, sabık doğruluk kademeleri sebebiyle tercih edilenlerin tercih edilişidir.
Onlar Sıdk Sahibi'nin huzurundaki doğruluk koltuğuna daha önceden oturtulmuşlardır. Bunun için akla uygun bir sebep bulmak mümkün değildir. Önceden yapılmış bir amel için de neden buluna­maz. Bütün bunlar, kaderin sırlarında cari ve Kadir-i Mutlak'm lütfuna mahsus durumlardır.
Kaderin sırrını ifşa etmek ise, küfürdür. Onu, ancak bir pey­gamber veya bir sıddık bilebilir. Allah Teala, ancak gösterdiği kul­larını bu sırra mazhar kılar. Birtakım rivayetlerde görülen sebep­ler, ahbabın yolundan ve akıl sahibi mukarrebunun makamların­dan ibarettir.
Muhabbet; ancak kulun güzel işlere muvaffak kılınması, isme­tinin gözetilmesi, Allah Teala'nın ilminin gizli yönlerinin öğretilme­si ve her şeyde derhal O'na dönecek şekilde lütfunun gizliliklerinin bildirilmesi sayesinde açığa çıkıp zahir olur.
Kulların O'nun huzurunda durması, hiçbirşeye iltifat etmeksi­zin O'na bakmaları, O'na herşeyden daha yakın olmaları, O'nun rı­zasını çekecek amelleri çok işlemeleri, O'nun sıfatlarının manaları­na muttali kılınmaları, gizli sırlarını kendilerine bildirmesi, onla­rın fikirlerini nimetlerinin batini yönlerine açması, onlara halis şü­kür ve zikrin hakikatini nasip etmesi de muhabbet-i ilahinin ala-metlerindendir.
Bunlar, Allah Teala'nın ayne'l-yakin olarak keşfi bildirimlerde bulunduğu muhibban zümresinin yollarıdır. Denir ki: Allah Teala bir kulu sevdiği zaman, onu istihdam eder. Onu istihdam ettiğinde de yalnız Kendi'ne hasreder. Başka bir söz de şöyledir: "Allah Tea­la bir kulu sevdiği zaman ona nazar eder. O, bir kula nazar ettiği zaman ona azap etmez". Allah Resulü'nden (sav) de bu anlamda ha­disler rivayet edilmiştir.
Allah Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Allah Teala bir kulunu sevdiğinde onu imtihan eder. Onu tam olarak sevdiğinde iktina eder. Denildi ki: 'İktina ne­dir ey Allah Resulü?' Şu cevaba verdi: Yani onda ne aile, ne de mal bırakır".
Muhabbet, Muhibb-i Evvel olan Allah Teala'nın kulunu tercih edişinden doğan bir sevap ve mahbub olan kuldan kaynaklanan bir takım hükümleri ihtiva eder. Bu hükümler, onun güzel amelleri veya Allah Teala'nın kendisine bahşettiği ilmin hakikati ile ala­kalıdır.
Nitekim Yusufun (as) kardeşleri, Allah Teala'nın ona karşı mu­habbetini gördükleri zaman şöyle demişlerdi: "Andolsun ki Allah seni bizden üstün tuttu". (Yusuf/91) Ardından da şunu ifade etmiş­lerdi: "Doğrusu biz suç işlemiştik". (Yusuf/91) Onlar, geçmişte işle­dikleri suçu itiraf etmişlerdi. Allah Teala da, yaptıkları sebebiyle onları değil Yusufu (as) seçmişti.
Allah Teala, Yusufu (as) vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Be­ni arzın hazineleri üstüne (memur) kıl. Çünkü ben, onları iyi koru­rum". (Yusuf/55) Allah Teala, onun yeteneğini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Güç ve kuvvetine ulaşınca, ona hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, güzel hareket edenleri böyle ödüllendiririz". (Yusuf/22) Allah Teala, onu seçiş sebebi olarak da geçmişte yaptığı güzellikleri göstermektedir.
Peygamberler de şöyle buyurmuşlardır: "Biz de sizler gibi in­sandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder". (İbrahim/İl) Allah Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer". (Hacc/75)
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala bir kulu sevdiğinde onu imtihan eder. Eğer sabrederse onu ayırır. Eğer rıza gösterirse onu seçer". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'yı sevdiğinizi düşünüyor ve sınandığınızı görüyorsanız, bilin ki O sizi arındırmak istemektedir. Müridlerden biri, şeyhine şöyle demişti: Galiba muhabbetten bir bahşa muttali kılındım. Bunun üzerine şeyh şöyle dedi: 'Ey oğul, seni kendinden başka bir sevgili ile sınayıp sen de Allah Te­ala'yı ona tercih edebildin mi?' Mürid, 'Hayır" dedi. Bunun üzerine şeyh şunu söyledi: 'Öyleyse muhabbete tamah etme. Allah Teala imtihan etmediği kuluna onu bahşetmez'.
Muhabbetin emarelerinden biri de, Habib Teala'nın Kelam'ını sevmek ve onu sürekli dilde ve kalpte tekrarlamaktır. Müridlerden biri hakkında şunu naklettiler: Kötü bir şeye niyetlendiğimde Al­lah'a yakarmanın tadına ermeyi öğrenmiş ve gece gündüz Kur'an okur olmuştum. Sonra bir soğukluk oldu ve tilavetten uzaklaştım.
Uykuda bir nida sahibinin şöyle seslendiğim işittim: Beni sevdiği­ni iddia ediyorsan, Kitab'ıma niçin cefa ettin? Ondaki kınamaları­mı görmüyor musun? Bunun üzerine o soğukluktan kurtuldum ve kalbim yine Kur'an sevgisiyle doldu. Tekrar eski halime döndüm.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kul, Kur'an'da bütün aradığı­nı bulamadıkça mürid olamaz. Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle derdi: "Hiçbiriniz, Kur'an'dan başka bir şeyle kendini sorgulama-malıdır. Eğer Kur'an'ı seviyorsa, Allah Teala'yı da seviyor demektir. Eğer Kur'an'ı sevmiyorsa, Allah Teala'yı da sevmiyor demektir". Kur'an sevgisinin bir alameti de, Kur'an ehlini sevmek, gecenin de­ğişik vakitleriyle günün aralıklarında Kur'an tilavet etmektir.
Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: Allah sevgisinin alameti, Kur'an sevgisidir. Allah ve Kur'an sevgisinin alameti ise, Allah Re-sulü'nü (sav) sevmektir. Allah Resulü'nü (sav) sevmenin alameti de sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alameti ise, ahireti sevmek­tir. Ahiret sevgisinin alameti ise, dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alameti de, ondan ancak yeteri kadarını ve ahirete ulaştıracak olanı almaktır.
Söz sahiplerinin en güzeli Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, Allah sevdiği ve onla­rın da Kendisi'ni sevdikleri bir kavim getirecektir". (Maide/54) Ge­tirdiği o kavim de mürted olmayacaklardır. Zaten Allah Teala'nın sevdiği kulların böyle olması yakışmaz. Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Sizi başka bir kavimle değiştirir ve onlar da, sizler gibi olmazlar". (Muhammed/38)
Allah sevgisinin bir alameti de, Habib Teala'ya yaklaştıracak uhrevi amelleri nefsin arzuladığı dünya işlerine tercih etmek, Al­lah Teala'nın emirlerini derhal ifa ederek, nefsi arzuların önüne koymaktır. O'nun sevgisini, hevanıza tercih etmeniz de, Allah sev­gisinin alametlerindendir. Emir ve yasaklarında Allah Resulü'ne (sav) tabi olmak, Allah dostu alim ve abidlere alçakgönüllü davran­mak, ehli dünya karşısında aziz olmak da bu sevginin işaretlerin-dendir.
Bir defasında Abdullah b. el-Mübarek'e, 'Tevazu nedir?' diye so­rulmuştu. O, 'Büyüklenenlere karşı büyüklenmektir1 cevabını ver­mişti. el-Feth b. Şahref şöyle demiştir: Ah b. Ebu Talib'i (kv) rü-
yamda gördüm. Ona, 'Bana bir hayır haber ver5 dedim. 'Zenginle­rin, Allah Teala'nm sevabını umarak fakirlere gösterdikleri tevazu ne kadar da güzeldir! Bundan da güzeli, fakirlerin Allah Teala'ya güvenerek zenginler karşısında büyüklenmeleridir" dedi.
Allah Teala sevdiklerini, dostlarına karşı alçakgönüllü, düş­manlarına karşı izzetli davranmakla vasfetmiştir. Çünkü O, sev­diklerini sıfatların en güzeli ile tavsif etmektedir. Habibe alçakgö­nüllü davranmak güzeldir. Düşmana karşı gösterilen izzet de, gü­zelliği bakımından zelile karşı gösterilen izzet gibidir.
İşte bu nedenle Allah Teala sevdiği kullarım, dosta karşı alçak­gönüllü, düşmana karşı aziz olarak tavsif etmiştir. Dosta karşı ki­birlenmeyi ise düşmana karşı alçakgönüllülükte olduğu gibi çirkin görmüştür. Allah Teala, sevdiklerini çirkin sıfatlarla anmaz.
Allah sevgisinin alametlerinden biri de, Mahbub Teala'nm yo­lunda, O'na yaklaşabilmek ve rızasına kavuşabilmek için mal ve can ile cihad etmek, bu yolda önüne çıkan her engeli safdışı etmek­tir. O, bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Ya Rabbi, razı olasın diye Sana çabuk geldim". (Taha/84) O, Habibi'ne (sav) de şöyle emir bu­yurmuştur: "Herşeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O'na yö-nel". (Müzzemmil/8) Buradaki emrin iki anlamı vardır. İlkine göre, herşeyi bırakarak kendini ihlas ile Rabbi'ne hasret ve O'nu herşe-ye tercih et, anlamı sözkonusudur. Diğerine göre ise, Allah Teala'ya ulaşıncaya kadar önüne çıkan her engeli bertaraf et, anlamı sözko­nusudur. Bu ikisi de, kulun Allah sevgisi noktasında hiçbir kmayı-cınm kınamasından korkmaması, nefsi zora koşarak O'na yönelme­si, dünyayı dışlaması, malı mülkü terketmesi, sevgisinde hiçbir övücünün övgüsüne ihtiyaç duymaması, Allah Teala'yı mala mülke tercih edişi sebebiyle insanların övgü ve senalarını arzu etmemesi gereklerine işaret eden en açık delillerdir.
Yine bunlar, yalnızlıkta aşinalık, halvette rahatlık, yakarışta boyun eğiş, O'nun Kelamı ile nimetlenmek, hükümlerinin acısın­dan zevk almak, hizmetin tadına varmak ve Allah'tan gelen belayı nimet görmek konusunda açık delillerdir. Sabit el-Benani dedi ki: Yirmi yıl Kur1 an ile hemhal oldum, lezzetini yirmi yıl aldım.
Mahbub Teala'dan başka birine yaslanmamak da, muhabbetin alametlerindendir. Çünkü bu, O'na ısınmak, aşina olmaktır. Ebu Muhammed (ra) şöyle demiştir: Allah katında sevenin ihaneti, ava-
mm masiyetinden çok daha ağırdır. Onun ihaneti, Allah'tan sına dayanmak, O'ndan başkasından aşinalık beklemektir.
Musa'nın (as) su istediği zenci köle Berah'm hikayesinde de bu­na ait bir ders vardır: "Allah Teala, Musa'ya (as) şöyle buyurdu: 'Be­ratı Benim için ne kadar da güzel bir kuldur. Ama onun bir kusuru var\ Musa, 'Ey Rabbim, onun kusuru nedir?' diye sordu. Allah Tea­la da, 'Seher yeli onun çok hoşuna gidyor ve kendim ona veriyor. Be­ni seven bir kul, kendini Ben'den başkasına vermez' buyurdu".
Rivayette geçen 'sükûn' kelimesi, burada bir şeyden rahat duy­mak, ona aşina olmak anlamındadır. Kelimenin bunun dışında, bir şeye bakmak, onu delil görmek, ondan kesin emin olmak ve onun­la mutmain olmak gibi anlamları da vardır.
Yukarıdaki kıssa, marifet ehlinden bir zata anlatıldığında şöyle demişti: 'Allah Teala bu buyruğu ile, Berah'ı değil Musa'yı (as) kas-detmektedir. Çünkü muhabbet makamına koyduğu Musa Peygam­berdir. Ancak Allah Teala, bizzat kendisine ifadeden haya ederek Berah'ı öne çıkarmıştır. Bu, Allah Teala'dan şöyle bir cevap olmuş­tur: 'Ben, onu zikrederek Musa'nın kusurunu yüzüne vurmadım'. Allah Teala, peygamberini sevdiği için kusurunu yüzüne vurmak-sızm haber vermiştir".
Allah Teala'yı seven muhibbanm nimetleri; yalnız O'nunla bir­likte olmaları, O'nun tarafından imtihan edildiklerinde de huzur ve rahatı ancak O'na yönelerek bulmalarında olur. Onlar, bu huzur ve rahatlığı O'ndan başkasında buldukları zaman, düştükleri gaf­letten dolayı günah işlemiş sayılırlar ve bundan dolayı tevbe etme­leri gerekir. Allah Teala da onlara mağfiret buyurur.
Rivayete göre bir abid, uzun yıllar ormanda Allah Teala'ya kul­lukta bulunmuştu. Bir gün, sığındığı ağaca bir kuşun yuva yaptığı­nı ve öttüğünü gördü. Kendi kendine şöyle dedi: Keşke şu ağacım mescide dönüşse, bu kuşun sesinde aşinalık bulurdum.
Allah Teala da, ağacı mescide çevirdi. Sonra da zamanın pey­gamberine şöyle vahyetti: Falan abide şu buyruğumu söyle: Bir mahlukta aşinalık bulduğun için seni öyle bir dereceden indirece­ğim ki, yaptığın amellerle o dereceye asla çıkamayacaksın.
Muhabbetin doğruluk ve ihlas alametlerinden biri de, aşinalığı yalnız O'nda bularak, kendini O'na adamaktır. Kul, O'nun mecli­sinde bulunarak Zatı ile konuştuğu zaman huzur ve sükunet bul-
malıdır. Halvette Rabbi'ne yakarmalıdır. Nimetlerin tadını almak; O'nun rızasına uygun davranmak ağır bastığı için O'na karşı çık­mayı terketmekle olur. Bir zat, muhibbandan birinin şu beytini okumuştu:
Güzel sabrın en tatlısı, en tatlıyı terketmede gösterilen sabırdır, Arzuladıklarımın en arzu edileni ise, o arzuyu en çok terketmektir.
Bir diğeri ise şöyle bir beyit söylemiştir:
Arzu ettiğimi, arzu ettiğim Zat için terkederim,
Nefsim öfkeyle dolsa da, O'nun razı olduğuna razı olurum.
Habib Teala ile mutmain olmak, bütün tasayı Rarib olan Hak Teala'ya hasretmek gerekir. Ayrıca sürekli O'na bakmak ve O'nu te­fekkür etmek de Allah sevgisinin samimiyet alametlerindendir. Çünkü O'nu bilen, O'nu sever, O'nu seven O'na bakar, O'na bakan ise O'nun üzerinde yoğunlaşır. Bunu, Allah Teala'nın şu buyruğun­dan anlamak da mümkündür: "Şimdi durup yaptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız". (Taha/97)
Muhabbetin farz ve faziletlerinden biri de, sevdiği hususta Ha-bib'in isteğine uygun davranmaktır. Ömer (ra) bu meyanda Suhayb (ra) için şöyle demişti: 'Allah Suhayb'a rahmet etsin. Allah Te-ala'dan korkmasaydı, yine masiyette bulunmazdı'. Çünkü onun sa­hip olduğu Allah sevgisi, korkuya gerek olmaksızın kendisini O'na masiyetten alıkoymaktaydı. O Allah Teala'ya, muhabbet ve sevgisi sebebiyle itaat etmekteydi.
Suhayb (ra) şöyle demiştir: Benden, Rabbime olan sevgim dışın­da hiçbir şey netice çıkartılamaz. Kasdettiği; Allah Teala'nın kor­kutucu sıfatları ile rica ve ümidi mucib fiilleriydi. Alimlerimizden bir zat ise şöyle demiştir: Tercih ediş, muhabbetin şahididir.
Kişinin sevgisinin alameti, Allah Teala'yı kendisine tercih edişi­dir. Yine o, şöyle demiştir: Allah Teala'nın taatinde bulunan herkes, O'nun sevgisine mazhar olamaz. Ama O'nun yasaklarından uzak duran herkes O'nun sevgisine layık olur'. Hakikat de, bu zatın ifa­de ettiği gibidir.
m Muhabbet, salih amelleri çok işlemekle değil yasaklardan uzaK durmakla ortaya çıkar. Bu konuda şöyle bir söz rivayet edilmiştir İyi işler, iyiler, fasıklar ve günahkârlar tarafından yapılır. Günah lar ise, ancak sıddıklar tarafından terkedilir.
Denildi ki: İbadetlerin en faziletli mertebesi, onlar üzerinde sa birli olmaktır. İbadetlerde sabırlı olmak, yetmiş katma kadar se^ vapla ödüllendirilir. Günahlar karşısında sabır ise, yediyüz katma kadar sevapla ödüllendirilir. Böyle biri, sanki Allah yolunda cihad edenin makamına konulmuş gibi olur. Çünkü Allah Teala'dan bir imtihana ve nefsin zaruri gördüklerinden bir harama muhatap olimaktadır.
Bu durumdaki kul, nevasını terkettiği zaman, nefsini de terkelj-miş olur. Böyle bir fiilden dolayı kazandıklarının en hafifi, dünya hakkında zühd ve Allah yolunda cihad sevabıdır. İşte bu yüzden bu gibi kimselerin sevapları, yediyüz kata kadar çıkartılmıştır. Ayiiı nedenle de, Allah Teala'nın muhabbetine layık olmuş olur.
Allah Teala buyurdu ki: Rabbinin makamından korkan için iki cennet vardır". (Rahman/46) Allah Teala, böyle kullarına duyduğu sevgi ile, onu diğerlerinden üstün kılmıştır. Bu hususta duyduğum haberlerin en ilginci şudur: Musa (as), Hızır'a (as) 'Bu mertebeye ney­le ulaştın?' diye sordu. O, 'Günahların tamamım terkederek' dedi.
Ebu Mulıammed Sehl (ra), Allah Teala'nın "Allah müminlerin mallarım ve canlarım satın aldı" (Tevbe/111) buyruğuyla ilgili ola­rak şöyle demiştir: Canlarının geçimi fâni, yani dünyevi şehvetler­den aldıkları anlık paylardır.
Allah Teala'ya serzenişte bulunarak rahatlamak ve yalnız O'na has kıldığı ameliyle huzur bulmak da muhabbetin alametlerinden­dir. Amelleri, O'nun Zatı'na halis kılarak bunlarda güzel edeb gös­termek de muhabbetin emarelerindendir.
Amellerde gösterilecek güzel edeb; onları gizlemek, Allah Tea-la'nm hükmettiği darlık ve sıkıntıları saklamak, bahşettiği lütuf ve faydaları anlatarak nimetleri, gizli lütufları, yaratışının incelikleri ve kudretinin latif yönleri üzerinde uzun uzun tefekkür etmekle olur. Her hal ve şartta Allah Teala'ya senada bulunmak, O'ndan ge­len nimet ve lütufları anlatmak, O'nun imtihanlarına sabretmek de muhabbetin alametlerindendir. Çünkü o, böyle davranmak su-
retiyle, Allah Teala'rnn ehlinden ve dostlarından biri olduğunu gös­termiş olur.
Allah Teala kalplerinde daha fazla yer edinmek için dostlarını sıkarak zorluğa düşürebilir. Allah Teala, onlar nezdinde, çok büyük bir yeri olduğunu bildiği gibi, onların Zatı'na karşı başka birini is­temeyeceklerini de iyi bilir. Çünkü onlar, O'ndan başkasında huzur bulamaz, O'ndan başkasından talepdâr olmazlar. Onlar için Allah Teala'dan başka himmet yoktur.
Muhibbandan biri şöyle demiştir: Sen'den vah bana, Sen'in uğ­runda vay bana! Sen'den korkar, Sen'i özlerim. Sen'den talepte bu­lunsam beni yorar, Sen'den kaçsam Sen beni talep edersin. Senin beraberliğinde benim bir rahat, Sen'den başkasında da benim için bir istirahat yoktur.
Mendub kılınan hayır işlerine, tad alarak ve yürek ferahlaya­rak koşmak da muhabbetin alametlerindendir. Nitekim bu husus­ta şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Kulum Bana nafilelerle yak­laşmaya devam eder, ta ki Ben de onu severim". [30][30] Allah Teala'nm kazasına rıza göstermek de muhabbetin alametlerindendir. Çünkü bu, Allah Teala'nın fiillerini güzel görmektir.
Allah Teala'yı devamlı zikretmek, O'nu zikredenleri sevmek, Al­lah'ı zikredenlerin meclislerine oturmak, serzeniş ve özlemini Al­lah Teala'ya yöneltmek, kalbi halktan uzak tutmak, herşeyde Hâ-lık'a bakmak, herşeyi süratle O'na havale etmek, her şeyde aşina­lığı yalnız Allah'ta bulmak, O'nu bol bol zikretmek ve herşeyden ib­ret çıkarmak da muhabbetin alametlerindendir.
Muhabbetin alametlerinden biri de teheccüdü uzatmaktır. Bu konuda Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gece çöktüğünde Beni bırakarak uyuduğu halde Bana muhabbetini id­dia eden kimse yalancıdır".
Ariflerden bir zat ise, gece uykusuzluğunu başlıbaşma bir ma­kam olarak görmüştür. Üstteki hadis kendisine iHÜüedüdiği zaman şöyle demiştir: Bu, Allah Teala'nm şevk makamına koyduğu kimse­dir. Ama kendisine sekine indirdiği ve yakınlığında aşinalığına sı­ğındırdığı kulun, uykusu ile uykusuzluğu birdir. Aynı arif sözüne devamla şöyle demiştir: Muhibbandan öyle bir topluluk gördüm ki --------------------------------------------_____________________________________________________                                                                                                                                                                                                
onların uykuları, uykusuzluklarından daha fazla idi. Muhibbanm imamı ve Allah Teala tarafından sevilenlerin önderi Allah -Resulü (sav) de, bazan uyur, bazan da teheccüd namazına kalkardı. Kimi zaman, uykusu teheccüdünden fazla olurdu. O, geceleri muhakka uyurdu.
Dünyada zühd göstererek malını Habib'in yolunda harcamak ve Hakk'ı tüm nevalara tercih ederek canını O'nun yoluna koymak da muhabbetin işaretlerindendir. Cüneyd şöyle demiştir: Muhabbetin alameti, bedeni zayıflatıp kalbi zayıflatmayacak uğraş ve gayret­lerde devamlı olmaktır.
Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Muhabbetten kaynak­lanan bir amele soğukluk gelmez. Ulemadan bir zat da şöyle demiş­tir: Allah yemin ederim ki, O'nu seven biri en ağır vesilelere .bile maruz kalsa, Allah Teala'nm ibadetinden asla bıkkınlık duymaz.
Muhabbetin alametlerinden biri de, birbirlerine hakkı öğütle­mek ve onu tavsiye ederek bunda sabır göstermektir. Nitekim Al­lah Teala, salihler arasında kârlı çıkanları haber verirken şöyle bu­yurmuştur: "Muhakkak insan hüsrandadır. Ancak iman edip salih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı ıtavsiye edenler hariç".
(Asr/1-3)
Allah Teala'dan başkasını sevenler, O'nun şöyle tavsif-ettiği kimseler gibidirler: "Ödüllerinizi verir ve sizden mallarınızı iste­mez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştır saydı, cimrilik ederdiniz ve bu kinlerinizi ortaya çıkarırdı". (Muhammed/36-37) Bu ayetin kıra-atiyle ilgili olarak İbni Abbas'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Kinlerinizi -yani mallarınızı- çıkarırdı.
Mal sevgisi ve sürekli malla meşguliyet sebebiyle şirk bulaşan imanı zayıf kimseler, ihlaslı Allah dostlarının kazandıklarını kay­betmiş ve salihlerin idrak ettikleri güzel son ile Tuba cennetini ka­çırmışlardır. Allah Teala, gerçek dostlarından mallarını ve canları­nı son katresine kadar vermelerini ister ki Kendi'nden başka bir sevdikleri olmasın ve yalnız O'na kulluk etsinler.
O bunu, sevgilerini açığa çıkarmak, samimiyet ve sabırla ilgili sözlerini sınamak için yapar. Çünkü O, çok cömert bir mülk Sahi-bi'dir. İstediği zaman, tamamını ister. O, aynı zamanda da kıskanç­tır; başka kişi ve varlıkların Kendi sevgisine ortak edilmesini iste­mez. Bu sevgiye, ancak Allah Teala'yı layıkıyla bilenler tahammül eder. O'nun hükümlerine ancak yakini iman sahipleri rıza göstere­bilirler. Şu var ki Allah Teala, malın ve canın tamamını, ancak özel bir muhabbet ile sevdiği kullarından ister. Bütün bunlar, O'nun hikmetinin gereklerindendir.
Malını ve canını adama konusunda tüm çabasını sarfeden ve bu sebeple de mülkiyetinde hiçbir mal kalmayan mahbublardan biri­ne, 'Bu halinin sebebi nedir? Muhabbetten mi?' diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Halktan birinin birine söylediği bir söz başıma bu imti­hanı getirdi. 'O söz neydi?' diye sordular.
Dedi ki: Aşıklardan birinin sevdiği ile halvette iken şöyle dedi­ğini işittim: Vallahi seni bütün kalbimle seviyorum. Sen ise, bütün varlığınla benden yüz çeviriyorsun. Sevdiği ona, Beni seviyorsan, benim için ne verebilirsin? diye sordu. O da dedi ki: Ey efendim, sa­hip olduklarıma seni sahip eder, sonra da canımı yoluna feda ede­rim. Bunu duyunca kendi kendime şöyle dedim: Mahlukun mahlu­ka, kulun kula sevgisi böyle olunca, mahlukun Hâlık'ma, abidin Mabûd'una olan sevgisi nasıl olabilir? İşte bu söz, onun imtihanı­nın sebebi olmuştu.
Mallar, satın alma yoluyla nefslere dahil olur. Nefislerin satın aldıkları, sözkonusu şeyleri sevmelerinden dolayıdır. Allah Teala da, malların ve canların insanlar için taşıdığı değeri bildiği için bunları onlardan satın almaktadır. Allah Teala'nm bunları sevme­sinin alameti, onları kendilerinden satın almasıdır. Satın alması­nın belirtisi ise, bunları dürerek almasıdır. Allah Teala bunları al­dığında, insanların O'ndan başkasından heva adına beklentileri kalmaz. Çünkü Allah Teala, onları satın almıştır.
Nefslerin afetleri, onların dertleridir. Nefslerin devası ise, bun­lardan arınmaktır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onla­rı arındıran kurtuldu". (Şems/9) Allah Teala nefsi afetlerden arın­dırdığı zaman, onu saflaştırmış olur.
Nefsi takva için şehvetlerden arındırmak üzere imtihan ettiğin­de ise onu satın almış olur. Nefsin her hastalığının bir devası var­dır. Nefsin devası da, derdine göre ağır veya zorlu olur. Nefsinizin devasını, derdinin çıktığı yerin üstüne koymanız gerekir. O dert ne­reden geldi ise, onun geldiği yere onun zıddını yerleştirmek veya o derdin kökünü kurutmak gerekir.
Allah Teala tarafından satın alınmış nefslerin alameti, sevilen ve seçilen nefsler olmalarıdır. Habib Teala'ya tevbe; O'na hizmet ve sü­rekli O'na hamd ile olur. Güzel edeple huzurunda namaza devam et­mek, O'nun sevdiğini emredip çirkin gördüğünden sakındırmak ve koyduğu sınırlara riayet etmek de O'na yönelmenin yollarındandır. İlmi de aklın mecralarında gizlemek suretiyle düzenlemek gere­kir. Kudretin kayyumiyetini gizlemek de onu koruma şekillerin-dendir. Çünkü aklın sınırları vardır. Bu da muhabbet ilminin giz­lenmesini gerektirir. Bu husus muhibban nezdinde, beden için ko­nulan sınır ve hadler gibidir.
Bilindiği üzere Allah Teala bu sınırları, peygamberlerinin dilleriy­le vazetmiştir. Allah Teala'nm koyduğu sınırları çiğneyen kimse, ken­dine zulmetmiş olur. Bundan dolayı tevbe etmeyenler de gerçek za­limlerdir. Allah Teala ise, çok tevbe edenleri ve çok arınanları sever. O, bu durumdan sakınan takva sahiplerini de sever. Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Allah Teala'nm kendisini sevmesini isteyen kimse, dünyada zühd sahibi olsun". [31][31]Hiçkimse, dünyada zühd sa­hibi olmadıkça Allah sevgisine tamah etmemelidir.
Yukarıda anlattığımız hususlar, Allah Teala'yı seven muhibba-nın ağırlıklı sıfatlarıdır. Muhabbetin alametlerinden biri de, kullu­ğu yalnız Allah için yapmak, kaygı ve arzusunu muhabbet üzerin­de yoğunlaştırmaktır. Kul, yalnız Allah Teala'nm rızası bulunan şeyleri arzu etmelidir. Allah Teala, ancak onun arzu ettiğini takdir | edecektir. Ulemadan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Seni j halktan uzaklaştırdığını gördüğünde, bil ki seni Zatı'na aşina kılmak istemektedir.
Davud (as) hakkında rivayet edilen haberlerden birinde Allah Teala'nm ona şöyle vahyettiği nakledilmiştir: Beni sevenlerin en üstünü, Bana hiçbir menfaat beklemeksizin kulluk edip rubûbiyet sıfatına layık olan değeri verendir.
Vehb de, Zebur'dan şunu aktarmıştır: "Bana cennet ya da ce­hennem için kulluk eden kimse ne kadar da zalimdir! Eğer cennet ve cehennemi yaratmasaydım, itaatma layık olmayacak mıydım?" Benzer bir ifade, İsa (as) hakkında nakledilen haberler arasında da geçmektedir: "Takva sahibini, Rab Teala'ya düşkün olarak gördü-ğünüzde, bunun onu O'ndan başkası ile meşgul olmaktan kurtardı­ğını bilin". Yine O'ndan şu söz rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı se­ven, musibetleri de sever".
Rivayete göre İsa (as) havarilerle giderken ibadetle meşgul olan bir topluluk görmüştü. Bunlar, ibadetten yorgun düşmüş kimseler­di. Çürümüş su kırbaları gibi duruyorlardı. İsa (as) onlara, 'Siz kimsiniz?' diye sordu. Onlar da, 'Biz, abidleriz' dediler. İsa (as), 'Ne­ye ibadet ettiniz?' diye sorunca şu cevabı verdiler: Allah Teala biz­leri ateşle dağladı ve biz de cehennem korkusuyla dolduk. Bunun üzerine İsa (as) şöyle buyurdu: 'Sizi korktuğunuzdan emin kılmak, Allah Teala üzerine bir haktır".
Ardından bu kimselerden daha fazla ibadet eden başka bir top­luluğa rastladı. Onlara, 'Siz ne için ibadet ettiniz?' diye sordu. On­lar da, 'Allah Teala bizleri cennetlere ve onlarda dostları için hazır­ladıklarına özendirdi. Bizler de bunu ümid ediyoruz. İsa (as) da şöyle buyurdu: Ümit ettiğiniz şeyi size vermesi Allah Teala üzerin­de bir haktır.
Sonra ibadetle meşgul olan başka bir toplulukla karşılaştı. On­lara, 'Kimlersiniz?' diye sordu. Onlar da, 'Biz, Allah Teala'yı seven­leriz. Ne cehennem korkusu, ne de cennet özlemiyle ibadet ederiz. Sadece O'na olan sevgimiz ve yüceliğini tazim etmemiz sebebiyle ibadette bulunuruz' dediler. Bunun üzerine İsa (as) şöyle buyurdu: 'İşte sizler gerçek Allah dostlarısınız. Ben de sizlerle beraber ol­makla emrolundum'. Sonra da onların arasında ikamet etmeye başladı. Bu haberin başka bir rivayetinde öncekilere şöyle dediği nakledilmiştir: 'Sizler, bir mahluktan korkuyor, başka bir mahluğu seviyorsunuz'. Sonunculara ise, 'Sizler Allah Teala'ya yakın kılın­mışlarsınız1 demiştir.
Tabiun arasında da, İsa'nın (as) sözettiği kimselerin makamına layık olanlar çıkmıştır. Bunlardan biri olan Ebu Hazim el-Medeni (ra) şöyle derdi: Azap korkusuyla kulluk etmek hususunda Rab-bimden haya ederim. Bu durumda, karşılığı verilmediğinde amel etmeyen kötü bir kul gibi olurum. Ben O'na yalnız muhabbetimden dolayı kulluk ederim. Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şu ha­dis rivayet edilmiştir: "Sizden biri, korktuğunda amel eden gibi kö­tü kul ve ücreti verilmediğinde calısmavan kötü isçi cnhi olmasın"
Ma'ruf-i Kerhi'nin dostlarından biri ona, 'Bana söyler misin, se­ni ibadete ve insanlardan uzaklaşmaya sevkeden nedir?' diye sor­du. Ma'ruf bir müddet sustu. Soru sahibi, 'Ölümü hatırlamak mı?' dedi. Bunun üzerine Ma'ruf, 'Ölüm nedir?' diye sordu. Dostu, 'Ka-biri ve Berzah alemini hatırlamaktır5 dedi. 'Peki kabir nedir?' diye sordu. Dostu, 'Cehennem korkusu, cennet arzusudur" dedi. Bunun üzerine Ma'ruf şöyle dedi: O da nedir? Bunların hepsi O'nun elin­dedir. Eğer O'nu seversen, sana bütün bunları unutturur. Eğer O'nunla aranda bir aşinalık varsa, bunların hepsiyle ilgili olarak
sana O yeter.
Ali b. el-Muvaffak'tan şu söz nakledilmiştir: 'Rüyamda kendimi cennete girmiş gibi gördüm. Orada sofranın üstünde oturan bir adam gördüm. Sağında ve solunda iki melek vardı. Ona her türlü güzel yiyeceklerden sunuyorlardı. O da bu nimetleri yiyordu.
Sonra cennetin kapısında dikili duran bir adam gördüm. Gelenleri inceliyor, bir kısmını cennete sokarken bir kısmını da geri çevi­riyordu. Daha sonra Kudüs'ün avlusuna geçtim. Orada arşın duvarında bir başka adam gördüm. Gözlerini dikmiş Allah Teala'ya ba-f kıyordu. Başını hiç oynatmıyordu.
Meleğe, 'Bu kim?' diye sordum. Bana, 'O, Ma'ruf-i Kerhi'dir. Ne cehennem korkusuyla, ne de cennet ümidiyle Rabbi'ne kulluk et­miştir. Yalnız O'na olan sevgisi sebebiyle kullukta bulunmuştur. Al­lah Teala da, Kıyamet'e kadar Kendi'ne bakmasına izin vermiştir1 dedi. 'Peki diğerleri kimler?' diye sordum. 'Kardeşlerin Bişr b. el-Hars ve Ahmed b. Hanbel' dedi.
Bu makam, sıddıkların abdalının makamıdır. Onlar peygam­berlerin abdallarının makamına konulmadıkları gibi şehitlerin de­recelerine de yükseltilmezler. Ta ki Allah sevgisi bütün hallerde kalplerine hakim olsun ve yalnız O'na tamah ederek O'ndan başka­sını unutsunlar. Böyleleri, mukarrebun zümresindedirler ve cen­netteki nimetleri katıksızdır.
Ashab-ı Yeminin nimetleri ise, kendi kalpleri gibi karışıktır. Ni­tekim Allah Teala, onların nimetlerini vasfederken şöyle buyur­muştur: "İyiler, elbette nimet içindedirler. Koltuklar üzerinde otu­rup bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve pırıltısını sezersin. On­lara mühürlü halis bir şaraptan içirilir". (Mutaffifin/22-25)
Allah Teala başka bir ayetinde de, mukarrebun içeceklerini vas-federek şöyle buyurmuştur: "Karışımı tesnimdendir. Bir çeşme ki Allah Teala'ya yaklaştırılanlar ondan içerler". (Mutaffifin/27-28) Ashab-ı Yemin'in içecekleri ise karışıktır. Allah Teala iyilerin içece­ğini, mukarrebunun içeceğiyle aynı karışımdan kılmıştır. O, bütün cennet nimetlerini şerab/içecek olarak ifade buyurmuştur. Tıpkı ilim ve amelleri kitab/defter kelimesiyle ifade buyurduğu gibi.
Allah Teala ebrâr yani iyiler zümresini vasfederken de şöyle bu­yurmuştur: "Ebrarın defteri üliyyundadır". (Mutaffîfîn/18) Ardın­dan da şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya yaklaştırılmış olanlar, ona şahit olurlar". (Mutaffifin/21) Buna göre ebrâr zümresinin ilim­lerinin güzelliği, amellerinin duruluğu ve defterlerinin yüksekliği ancak Allah Teala'ya yaklaştırılmış olan mukarrebun zümresinin şahitliğiyle mümkün olabilmiştir. Onların dünyadaki ilim ve amel­leri de, yine onların müşahedeleriyle güzelleşip yükselmiştir. On­lar, kendileri açısından ziyade sevabı da, mukarrebuna yaklaşmak­ta bulmuşlardır.
Allah Teala buyurdu ki: "İlk defa yarattığımız gibi tekrar diril­tiriz". (Enbiya/104); "Yaptıklarına uygun bir ceza olarak". (Nebe/26) Yani amellerine uygun olarak karşılık görürler. Yine O, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Bu sıfatlarından dolayı Al­lah onların cezalarım verecektir. Muhakkak ki O, herşeyi bilen, hü­küm ve hikmet sahibidir". (En'am/139) Yani Allah Teala onları, dünyadaki sıfatlarına uygun olarak ağırlayacaktır.
Buna göre, dünya yurdundaki nimeti, mülkün güzelliklerinden olduğu zaman, yarın da ahirette dünya mülkünün nimetleriyle karşılaşacaktır. Dünyadaki nimet ve sevinci, Allah Teala olan kim­se de, ahirete vardığı zaman O Padişahsın huzurunda doğruluk kol­tuğuna oturacaktır. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Kim dünyada sürekli nefsi ile meşgul ise, ahirette de nefsi ile uğ­raşacaktır. Her kim bugün Rabbi ile meşgul ise, ahirette de Rabbi ile meşgul olacaktır.
Muhibban zümresinden olan Rabia el-Adeviyye (ra) hakkında şu hadise nakledilmiştir: Süfyan-ı Sevri onun meclisinde oturuyor ve 'Bize, Rabbinin sana nasip ettiği zarif hikmetleri anlat' diyordu. O da şöyle dedi: Ne kadar da güzel bir insansın. Bir de dünyayı sevmesen. Aslında merhum Sevri, dünya hakkında zahid bir zat idi, Ama Rabia, onun hadis kitaplarını saklamasını ve insanlara yönel­mesini dünya kapılarından sayıyordu.
Bir gün Sevri ona şunu sordu: 'Her kulun bir şartı ve her ima­nın bir hakikati vardır. Senin imanının hakikati nedir? Rabia (ra) şu cevabı verdi: Ben, Allah Teala'dan korkum sebebiyle kulluk et­medim. Aksi halde, korkmadığında çalışmayan kötü hizmetçi gibi olurdum. O'na cennet arzusu ile de kulluk etmedim. Aksi takdirde, ancak parasını aldığında çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Yal­nız Allah sevgisi ve O'nun şevkiyle ibadet ettim.
Hammad b. Zeyd de ondan şunu rivayet etmiştir: Rabia (ra) de­di ki: Ben dünyayı, ona sahip olan Allah'tan istemekten haya eder­ken, ona sahip olmayan bir kuldan nasıl isteyebilirim?!
Bu, onun Hammad'a verdiği cevaptı. Çünkü Hammad kendisi­ne, 'İhtiyaçların varsa bildirin de halledelim' demişti. Bir defasın­da Abdülvahid b. Zeyd ona talip olmuştu. Kendisine şöyle dedi: Ey şehvet düşkünü, kendin gibi bir şehvet düşkünü ara. Bende şehve­te delalet edecek ne gördün?
Basra emiri Muhammed b. Süleyman da yüzbinlik mihirle ona evlenme teklif etmiş ve şöyle demişti: Benim her ay onbinlik geli­rim var, onu sana vereyim'. Bunun üzerine Rabia (ra) şöyle bir mektup gönderdi: Bana ait bir kul olman ve herşeyinin bana ait ol­ması beni sevindirmez. Sen beni, bir anlık kadar dahi olsun Allah Teala'yı anmaktan alıkoydun. Bu günah bana yeter.
O, muhabbet hakkında, açıklamaya ihtiyacı olan bir şiir söyle­mişti. Bu şiiri Basralılar kendisinden nakletmişlerdir. Bunlar ara­sında, Cafer b. Süleyman ez-Zabe'i, Süfyan-ı Sevri, Hammad b. Zeyd ve Abdülvahid b. Zeyd gibi şahıslar vardı:
Seni iki sevgiyle severim; heva sevgisiVe öyle bir sevgi ki, ona Seriden başkası layık değildir
.fiu Heva sevgisi olana gelince,
Seni zikrederek Sen'den başkasından uzaklaşmamdır.
Yalnız Senin layık olduğun sevgiye gelince,
rar Seni görebilmem için perdeyi aralamandır.
Ne onda, ne de bunda benim Övülmeni gerekmezken, Onda da, bunda da övgü yalnız Sana mahsustur.
Onun heva sevgisi ile Allah Teala'nm layık olduğu sevgiye dair söyledikleri ve sevgiyi bu şekilde iki sınıfa ayırması, açıklama ge­rektirmektedir. Bilmeyenlerin ve bunun aslına şahit olmayanların anlayabilmeleri için bu gereklidir. Aksi takdirde, bu konuda bir yetkinliği ve derinliği olmayan bir takım akıl sahiplerinin sözko-nusu ifadeleri yadırgamaları mümkündür. Bu nedenle de, bunu açıklamayı gerekli görüyor ve marifet sahiplerine yol göstermek istiyoruz.
Heva sevgisi şu anlamda kullanılmıştır: Ben Seni, haber alma veya duyma yoluyla değil aynel yakin olarak müşahede edip gördü­ğüm için sevdim. Benim tasdikim, nimetler ve ihsandan hareketle ortaya çıkmış değildir. Bu husus farklı olduğuna göre, fiillerin fark­lılaşmasından dolayı benim sevgim de farklı olacaktır. Benim mu­habbetim, aynel yakin görme yoluyla olmalıdır. Ben Sana yakın ol­dum ve herkesten Sana kaçtım. Daima Seninle meşgul oldum ve mâsivadan uzaklaştım.
Bundan önce bir takım nevalarım vardı. Ama Seni gördüğümde, bunların hepsi toparlandı ve tamamı Senin üstünde yoğunlaştı. Bü­tün kalbim ve bütün muhabbetim Sen oldun. Bana nıâsivayı unut­turdun. Ama buna rağmen kendimi bu muhabbete ve ahirette rıza makamında Sana keşf ve ayan üzere bakmaya ehliyetli görmüyo­rum. Çünkü Sana olan muhabbetim, herhangi bir karşılık gerektir­memektedir. Aksine herşeyi Senin için kılmamı gerektirmektedir.
Gücümün yetmeyeceği herşeyi Senin için yapmam gerekir. Böy­le yapsam da Senin hakkını ödemem asla mümkün değildir. Çün­kü ben, Seni sevdim ve kusurda bulunma korkusu beni terketmez oldu. Karşılığı vermemdeki eksiklikten dolayı haya etmem bana farz oldu. Ama Sen kereminin lütfuyla bana ihsanda bulundun ve bugün benim yanımda gösterdiğin gibi ahirette de bana Kendi ka­tında Zatı'nı gösterdin.
Dünyada bana lütfettiğin bu eşsiz nimet için Sana hamdolsun. Ahirette kendi katında lütfedeceğin için de Sana hamd ederim. Oy­sa ben, ne dünya, ne de ahirette bu lütuftan dolayı övülmeyi haket-mem. Çünkü her ikisine Senin sayende ulaştım. Dolayısıyla her ikisinde de hamda layık olan yalnız Sensin. Beni bu derecelere eriş­tiren de yine Sen'sin.
Rabia'nm (ra) şiirinin açıklaması bundan ibarettir. Bu, aynı za-anda zannımıza göre Allah Teala'yı hakkıyla seven muhibbanm da vecdidir. Çünkü Rabia'nm (ra) muhabbet makamında doğruluk kademesi vardı. Allah Teala daha iyi bilir. Böyle bir kitapta, yuka­rıda özetlediğimiz hususların hakikatlerini keşfederek açıklamak ve zikrettiğimiz hususların tafsilatına girmek mümkün değildir.
Rabia (ra) gibi muhibbandan olmayan biri, muhabbetiyle nazla­nıp sevdiğinden ona karşılık bir ödül vermesini isteyebileceği gibi kendini muhabbeti sebebiyle O'ndan birtakım şeyleri talep etmeye ehil de görebilir.
Bunlar muhabbetle aldatılmış ve onu gerçek anlamıyla görmek­ten menedilmiş kimselerdir. Bu, ancak rica makamı için geçerlidir. Bunun zıddı da korku makamıdır. Bunun muhabbetle, uzaktan ya­kından alakası yoktur.
Muhabbet, ancak muhabbette buğzedilme korkusuyla sıhhat bulur. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: O'nu bildiğini zanneden, O'nu bilmeyendir. O'nu sevdiğini vehmeden de, O'nu layıkıyla sev­meyendir. [32][32]


Muhibler için sözkonusu olan yedi korku vardır ki, diğer nîakam sahipleri için geçerli değildir. Bu korkuların bir kısmı, diğerlerin­den daha şiddetlidir.
Korkuların ilki, yüz çevirme korkusudur. Bundan daha büyüğü, hicap yani perdeleme korkusudur.                                              
Bundan da büyüğü, uzaklık korkusudur. Hud suresinde bu an­lamda yer alan bazı ayetler, Allah Resulü'nü (sav) kocaltmıştır. Al­lah Teala buyurdu ki: "Hud'un kavmi Ad, (Allah Teala'nm rahme­tinden) uzak olsun!". (Hud/60); "Ve iyi bilin ki Semud, uzak oldu­lar!". (Hud/68) Uzaklıkta uzaklaştırma, yakında yakınlık ehli olan kimseleri kocatır.
Bundan sonra müridin elinden kazandıklarını çekip alma ve sı­nırda durdurma korkusu gelir. Bu, izhar ve tercih noktasındaki ha­vas için geçerli olan bir korkudur. Kendilerine bir ceza olarak haki­kat ellerinden çekilip alınır. Bu, muhabbet iddiası ve nefsin kendi
gerçeğini nitelemesinde olabilir. Ama muhabbet ehli bu noktalarda kusur edip ümitsizliğe düşmezler.
Bundan sonra Allah Teala'nm gizli tuzaklarından olan kaçırma (=fevt) korkusu gelir. Bir defasında muhibbanın önde gelenlerinden îbrahim b. Edhem'in kulağına cezbedeki bir adamın şu şiiri takıl­mıştı:
Ben'den yüz çevirmen dışında herşeyin mağfiret olunmuştur, Sana kaçırdıklarını verdik, geriye Benim için kaçırdıkların kaldı.
ibrahim b. Edhem bunu duyar duymaz bocaladı ve bayıldı. Bir gün bir gece baygın yattı. Bu hadisenin uzun bir kıssası vardır.
İbrahim b. Edhem, konulduğu bir çok makamdan sonra, bun­lardan söz edilen makama nakledildi. Kendisi bu kıssanın sonunda şöyle demiştir: Dağdan 'Ey İbrahim! Kul ol' diye bir nida duydum. Artık bir kul olduğum için rahatladım.
Bu nidanın anlamı şudur: Sana yalnız Bir olan Allah Teala sa­hip olsun, sen de yalnız O'nun kulu ve kölesi olarak başkalarından azat ol. Hiçbir şeye sahip olma. Zaten her şey, O'nun hazinesinde-dir. Onlara sahiplenme. Sahiplendiğin şeyler Mâlik olan Allah Te-ala'nm önünde sana perde olurlar. Bu perde, sahip olduğun eşyaya göre kalınlaşır incelir.
Allah Teala, yarattıkları ile kendi Zatı arasındaki ilişkiye şöyle bir misal vermiştir:
İki adam vardır. Bunlardan birinin birbirleriyle çekişen aile, mal ve arzular gibi ortakları vardır. Diğeri ise, Tek olana teslim ol­muş, ihlaslı bir adamdır. Bu ikisinin eşit olmaları elbette mümkün değildir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Tea­la, (putperestle tek Allah'a inananın durumunu anlatmak için) bir misal getirdi: Birbiriyle çekişen birçok ortağın sahip olduğu bir adam (bir köle) ile, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, yalnız Allah'a mahsustur, fa­kat çokları bilmiyorlar". (Zümer/29) Yani insanları çoğu, bu şekilde Tek olanı bilmeyenlerdir.
Kaçırma korkusundan daha da büyüğü, rahatlayıp avunma (=selv) korkusudur.  Bu, muhibbanın en çok korktukları şeydir.
Çünkü Allah'a ait muhabbet, onların çabasıyla değil yalnız O'nun sayesinde olmaktadır. Bu, takdir edilemeyecek kadar büyük bir ni­mettir. Kul, bu nimetten dolayı ne yaparak Rabbi'ne şükranda b lunabilir. Hiçbir şey, bu nimete denk olamaz.
Aynı şekilde avuntuları da, sevgileri gibi yalnız O'nunla olabilir Onlar, bilemedikleri bir yerden kendilerine gelen bu avuntuya tes lim olurlar. Sevgiyi Allah Teala'da bulduğunuz gibi, teselli ve avunj tuyu da O'nunla bulursunuz. Hiç bilemediğiniz bir şekilde O'ndam uzaklaşarak kendini avutmaya başlayabilirsiniz. Çünkü O, hikme­tinin incelikleriyle sizi derece derece kendinden uzaklaştırabilir.
O'nu farketmeden seversiniz. Çünkü O, rahmetinin enginlikle-rindeki kudretine sizi şahit kılmış ve bir anda kendinizi O'nu se­venlerden bulmuş sunuz dur. Bu sevgi, geldiği gibi de gidebilir. O'nun tuzakları ve ceberut sıfatı gereği Zatı'ndan perdelenirsiniz. İşte aynı şekilde, kalbinizin bir anda O'ndan uzaklaşarak avuntu­ya kapıldığını görürsünüz. Bu konuda hiçbir kuvvet, imkan, hile ve: geri getirme çabası fayda etmez. Bunu, ancak Allah Teala'mn imti­hanının inceliğini bilenler anlatabilir. Bundan da, sadece Allah Te­ala'mn gizli tuzağından ve imtihanından korkan kimseler sakına­bilir. Allah Teala'mn sizi bu tür bir avuntuya teslim etmesi, sizi reddedip attığının delilidir. Çünkü O'nu sevdiğinizde de, ancak O'nun takdiri sayesinde sevebilirsiniz.
Bu, Allah Teala'mn tuzağa düşmüş kalpleri bir anda çeviren kudretinin sürati sayesinde tahakkuk eden gizli tuzaktır. Bu, gu­rura kapılmış olanlara erişen bedbahtlık halidir. Süratinden dola­yı göz bunu farkedemediği gibi gizliliği yüzünden kalp de ona ma­ni olamaz. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Yine ayet­lerimiz hakkında bir tuzak düşünürler. De ki: Allah Teala'mn tuza­ğı daha seridir". (Yunus/21) Yani O, daha gizli olarak değiştirendir.
Onlara sevdikleri nimetler vermiş, ancak bu nimetler kendileri için bir ceza ve nimet kisvesinde bir intikam olmuştur. Onlar, bu ni­metlerle, bilmedikleri bir şekilde ağır ağır azaba çekilmektedirler.
Bütün bu korkulardan daha da korkutucu olanı; değiştirilme korkusudur. Çünkü bu, şaibe ve kapalılığı olmayan bir korkudur. Azaba çekişin hakiki sureti olan bu korkuda, Mahbub Teala'mn ga-zab, buğz ve uzaklaştırmasının son noktası görülür. Avuntu bu kor-
kunım başlangıcıdır. Yüz çevirme ve perdeleme ise bütün bunların başıdır. Zikirden uzaklaştırma ve iyilikle yüreğin daralması ise se­beplerdir. Allah Teala'nm rıza ve sevgisinden uzaklaştırılmış ve azaba basamak kılınmış bu davranışlar güçlenip arttığı vakit, bü­tün bu yasaklara yol açarlar. Bunlar zayıfladığında ve salih amel­ler ve hasenat ile yer değiştirdiklerinde ise, muhabbet ve yakınlı­ğın makamlarına dahil edilirler. Bu hususta Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hevasma dalmış kimse, Allah Teala'nm gazaplısıdır".
Bu sıfatların sizde bulunması, sizin değişmenizin ve makam ba­kımından düşürülmenizin emarelerindendir. Bunlardan korkmak ise, O'nun ahlakını öğrenmenin alametidir. Bu makamların hepsi­ni bir kitapta şerhetmek ve onların tafsilatına girmek mümkün de­ğildir.
Bunlar, ancak kulun kalbinde şerhedilirler. Onun yakini imanı ile şerholur ve kulun nefsi karşısındaki üstünlüğüyle açıklanırlar. Şirke düşen bir kalp ve nevasına dalmış bir kul, bunlara ehil değil­dir. Allah Teala yardımcımız olsun.
Sekizinci korku, ulvi bir muhabbetin şahitliğine karşı duyulan korkudur. Bu durumda muhabbet garib hale gelir ve kafaları karış­tırır. Kulaklardaki şöhretinin azlığından dolayı cahil kalman Allah sevgisinin sıfatı bazı kimselere gizli kalır.
Bunun adını koymadık. Çünkü bu, muhabbet adına ismi bulu­nan başka bir makam hakkında duyulan bir korkudur. Bunu du­yanların çoğunun kafaları karışabilir ve onu yadırgayabilirler. Bu gibi kimseler, o makama şahit olanların akıllarından geçmeyen bir takım vehimlere kapılır ve bu sevgiyi, insanların sevgileriyle karış­tırırlar.
Bu sevgiyi beşeri sevgiye benzetirler. Çünkü halkın sıfatlarına verilen isimler, Hâlık'm sıfatlarına verilen isimlere benzer. Bu gibi kimseler için bu hususta yalnızca kendi bildikleri geçerlidir. Onlar, bu ilimleri ile perdelenmişlerken, nasıl olur da şahit olabilirler? Böyle birinin korkusunu ve bu korkuya göre makamını zikrettiği­mizde, kendi açıklamasıyla durumu açığa kavuşur.
Bu korkunun kaynağıyla imtihan edilen kimse, kendiliğinden soruncaya kadar konuyu kapatmak, açmaktan daha hayırlıdır.
Çünkü mupabbetin bütün makamları, onun makamı karşısm-da,denize katılan bir nehir gibidirler. Onun durumu, yakini müşa­hedelerin tamamının, tevhide tevhidle şahitlikte bulunma karşı­sındaki durumu gibidir. Bu, muhabbetin bilinen bir sıfatıdır. Çün­kü bu, Habib'in muhibbe olan özlemindendir.
Bu husus, Rabia'nm fra) yukarıda geçen sözüne benzemektedir. Hatırlanacağı üzere o, heva sevgisinden bahsetmişti. Aişe'nin (ra), Allah Resulü'ne (sav) söylediği şu söz de bu kapsamda değerlendi­rilir: "Görüyorum ki Rabbin, senin hevana süratle yetişiyor".
Muhib makamına girdikten sonra ondan çıkartılan kimse, üst­te anlattığımız makama yükseltilir. Çünkü o, yakini imanın en gü­zel müşahedeleri ile sevilen/mahbub makamına oturtulmuş olur. Cüneyd (ra) şu beyti çok sık tekrar ederdi:
Bundan sonra ne sıfatları zor anlaşılır olur,
Ne de gizlemesi, katında adalet ve lütfuna uygun düşer.
Dikkat edin! Rahman'ın bir sırrı vardır ki onu,
Yalnız ehline gizli olarak verir. Örtmek en güzelidir.
Mahbub bir zattan da aynı anlamda şu beyti dinledik:
Muhabbet Sen'den izzet ile belirdi ve karıştı,
Vuslat suyu ile. Onu birleştiren de Sen'din.
Fani oluşunda sonra baki kıldığın kimseye yardım ettin,
Ve mekansız olarak varoldu. Çünkü o, artık Sen'din.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: "Allah Teala'yı korku olmaksı­zın sırf muhabbet ile bilen kimse, sevinç ve şımarıklığından dolayı helak olur. O'nu muhabbet olmaksızın, sırf korku ile bilen kimse de, uzaklık ve yalnızlık duygularıyla O'ndan kopar.
O'nu korku ve muhabbet ile bileni ise, Allah Teala sever, Zatı'na yaklaştırır, ilim verir ve ayağını sağlam kılar". Korku ehlinin kor­kusuna hayran olmamak gerekir. Çünkü onlar, sadece korkutucu sıfatları ve helak edici fiileri bilirler.
Esas hayran olunması gereken, muhabbet ehlinin korkusudur. Onlar Allah Teala'nm ahlakını ve hoşgörüsünü bilmelerine, O'nun
kunun başlangıcıdır. Yüz çevirme ve perdeleme ise bütün bunların başıdır. Zikirden uzaklaştırma ve iyilikle yüreğin daralması ise se­beplerdir. Allah Teala'nm rıza ve sevgisinden uzaklaştırılmış ve azaba basamak kılınmış bu davranışlar güçlenip arttığı vakit, bü­tün bu yasaklara yol açarlar. Bunlar zayıfladığında ve salih amel­ler ve hasenat ile yer değiştirdiklerinde ise, muhabbet ve yakınlı­ğın makamlarına dahil edilirler. Bu hususta Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hevasma dalmış kimse, Allah Teala'nm gazaplısı dır".
Bu sıfatların sizde bulunması, sizin değişmenizin ve makam ba­kımından düşürülmenizin emarelerindendir. Bunlardan korkmak ise, O'nun ahlakını öğrenmenin alametidir. Bu makamların hepsi­ni bir kitapta şerhetmek ve onların tafsilatına girmek mümkün de­ğildir.
Bunlar, ancak kulun kalbinde şerhedilirler. Onun yakini imanı ile şerholur ve kulun nefsi karşısındaki üstünlüğüyle açıklanırlar. Şirke düşen bir kalp ve nevasına dalmış bir kul, bunlara ehil değil­dir. Allah Teala yardımcımız olsun.
Sekizinci korku, ulvi bir muhabbetin şahitliğine karşı duyulan korkudur. Bu durumda muhabbet garib hale gelir ve kafaları karış­tırır. Kulaklardaki şöhretinin azlığından dolayı cahil kalman Allah sevgisinin sıfatı bazı kimselere gizli kalır.
Bunun adını koymadık. Çünkü bu, muhabbet adına ismi bulu­nan başka bir makam hakkında duyulan bir korkudur. Bunu du­yanların çoğunun kafaları karışabilir ve onu yadırgayabilirler. Bu gibi kimseler, o makama şahit olanların akıllarından geçmeyen bir takım vehimlere kapılır ve bu sevgiyi, insanların sevgileriyle karış­tırırlar.
Bu sevgiyi beşeri sevgiye benzetirler. Çünkü halkın sıfatlarına verilen isimler, Hâlık'm sıfatlarına verilen isimlere benzer. Bu gibi kimseler için bu hususta yalnızca kendi bildikleri geçerlidir. Onlar, bu ilimleri ile perdelenmişlerken, nasıl olur da şahit olabilirler? Böyle birinin korkusunu ve bu korkuya göre makamını zikrettiği­mizde, kendi açıklamasıyla durumu açığa kavuşur.
Bu korkunun kaynağıyla imtihan edilen kimse, kendiliğinden soruncaya kadar konuyu kapatmak, açmaktan daha hayırlıdır.
Çünkü mupabbetin bütün makamları, onun makamı karşısın-da,denize katılan bir nehir gibidirler. Onun durumu, yakini müşa­hedelerin tamamının, tevhide tevhidle şahitlikte bulunma karşı­sındaki durumu gibidir. Bu, muhabbetin bilinen bir sıfatıdır. Çün­kü bu, Habib'in muhibbe olan özlemindendir.
Bu husus, Rabia'nm (ra) yukarıda geçen sözüne benzemektedir. Hatırlanacağı üzere o, heva sevgisinden bahsetmişti. Aişe'nin (ra), Allah Resulü'ne (sav) söylediği şu söz de bu kapsamda değerlendi­rilir: "Görüyorum ki Rabbin, senin hevana süratle yetişiyor".
Muhib makamına girdikten sonra ondan çıkartılan kimse, üst­te anlattığımız makama yükseltilir. Çünkü o, yakini imamn en gü­zel müşahedeleri ile sevilen/mahbub makamına oturtulmuş olur. Cüneyd (ra) şu beyti çok sık tekrar ederdi:
Bundan sonra ne sıfatlan zor anlaşılır olur, Ne de gizlemesi, katında adalet ve lütfuna uygun düşer. Dikkat edin! Rahman'ın bir sırrı vardır ki onu, Yalnız ehline gizli olarak verir. Örtmek en güzelidir.
Mahbub bir zattan da aynı anlamda şu beyti dinledik:
Muhabbet Sen'den izzet ile belirdi ve karıştı,
Vuslat suyu ile. Onu birleştiren de Sen'din.
Fani oluşunda sonra baki kıldığın kimseye yardım ettin,
Ve mekansız olarak varoldu. Çünkü o, artık Sen'din.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: "Allah Teala'yı korku olmaksı­zın sırf muhabbet ile bilen kimse, sevinç ve şımarıklığından dolayı helak olur. O'nu muhabbet olmaksızın, sırf korku ile bilen kimse de, uzaklık ve yalnızlık duygularıyla O'ndan kopar.
O'nu korku ve muhabbet ile bileni ise, Allah Teala sever, Zatı'na yaklaştırır, ilim verir ve ayağını sağlam kılar". Korku ehlinin kor­kusuna hayran olmamak gerekir. Çünkü onlar, sadece korkutucu sıfatları ve helak edici fiilen bilirler.
Esas hayran olunması gereken, muhabbet ehlinin korkusudur. Onlar Allah Teala'nm ahlakını ve hoşgörüsünü bilmelerine, O'riUn
şefkat ve lütfuna korku ehlinin asla görmediği kadar şahit olmala­rına rağmen O'ndan korku duyarlar. Muhabbet ehli, muhabbetleri­ne rağmen O'ndan korkmaktadırlar. O'nu kendi nefsleri üzerinde sevmektedirler. Korkularına rağmen O'na özlem duymaktadırlar.
Allah Teala'mn kendilerine bahşettiği lütuf ve sevgiye rağmen O'nun huzurunda aşırıya gitmekten sakınmaktadırlar. Onları aziz kılmış olmasına rağmen, O'nun önünde zillete bürünmektedirler. Kendisine fazla verilmediği için kendini sıkan ve tutan kimseye şaşmamak gerekir. Asıl şaşılacak olan, izzet ve ikrama layık oldu­ğu halde, tevazu ve alçakgönüllülükten ayrılmayan kimsedir.
Muhibban, Allah Teala'mn bol ikramı karşısında kendilerine ha­kim olabilenlerdir. Korku ehli ise, O'nun menettiği hususlarda ken­dilerini tutanlardır. Muhibban için izzet ve ikramla beraber zillet, korku ehli için ise, korku ve endişeyle beraber zillet sözkonusudur.
Bütün bunlar, muhabbet ehlinin ulaştıkları marifet seviyesinin, diğerlerinin marifetlerinden çok daha üstün olduğudur. Çünkü on­lar da, bu yolun başında korku ehli olmuşlardır. Buna göre her mu-hib, aynı zamanda korku sahibidir. Her korku sahibi ise, muhib de­ğildir. Yani mukarrebunun muhabbetine ulaşmış değildir. Çünkü o, muhabbetin tadını alamamıştır.
Müslümanlara farz kılınmış olan Allah sevgisi, esas itibarıyla havassın makamlarında dikkate alınmaz. Çünkü bu sevgi, onların hallerinin getirdiği vecdlerde sözkonusu olamaz. Makamlar arasın­daki geçişlerde de, bu muhabbet ile yükselme sağlanamaz. Çünkü bu sevgi, imanın gıdası ve onun sıhhat dayanağı olup varlığım da sadece imana borçludur.
Muhabbet, korkuyu kaldırmaz. Bu yüzden de muhib kimse, hem muhabbet, hem de korku sahibi sayılmıştır. Çünkü onun sev­diği Mahbub Teala, aynı zamanda korkutucudur. Mücerred korku ise, sahibini yukarıda anlattıklarımız sebebiyle muhabbetten alı­koyabilir. O, ebrâr/iyiler zümresinin keşfi ve mukarrebunun perde-sidir. Çünkü muhibbanm korkuda bir gıdaları, muhabbette ise ge­nişlikleri vardır.
Korku ehlinin ise, korkuda genişlikleri, muhabbette ise âz bir gı­daları mevcuttur. Bu husus, korku ve ümit makamında söylenenle-1e benzemektedir. Çünkü korku ve ümit (=havf-recâ), imanın sıfat-
larıdır. Ancak korku sahibi, kendi hali içinde ümit makamında de­rece sahibi olurken, rica ehli de ümidinin içinde korkuyu barındırır. Makamların tertibinde Allah Teala'nın beşer tarafından anlaşıl­ması güç bir hükmü ve latif bir hikmeti vardır. Bunu ancak, bu ma­kamların şahitliklerine nail kılman kimseler bilebilirler. Eğer kul, korku makamını geçmişse, arif ve mukarreb kılınanların muhab-betiyle seven bir muhib olur. Eğer muhabbet makamını geçmişse, ashab-ı yeminin muhabbeti ile muhib olur.
Böyle bir kul için, ne Allah Teala'ya ünsiyet kuran muhibbanm makamları, ne de mukarrebun makamlarmdakilerin şevkleri söz­konusu olabilir. Bunların hepsi de, salih ve yakin sahibi kimseler­dir. Halleri, zahir ehlinin ilmi tertibi dışında gelişse de durum de­ğişmez. Çünkü onları inkar edenler, ikrar edenlerden daha fazla­dır: "Allah, emrini yerine getirendir. Ama insanların çoğu bilmez­ler". (Yusın721); "Onlar Allah katında derecelere sahiptirler. Allah onların yaptıklarını görendir". (Al-i İmran/163)
Muhabbet, belki korku için bir sevap ve ziyade lütuf olabilir. Bu, amel ehlinin makamında geçerlidir. Korku da, muhtemelen muhabbetin ziyadesi ve sevabı olabilir. Bu da ilim sahiplerinin ma­kamında geçerlidir. Korkudan sonraki nasibi muhabbet olan kim­se, mahbub ve mukarreb olanların arasında yer alır. Muhabbetin­den nasibi korku olan kimse ise, Allah Teala'yı seven ebrâr/iyilik ehli ve ashab-ı yemin arasında yer alır.
Basralı alimlerimizden bir zata, muhabbetin mi yoksa hayanın mı daha faziletli olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Korkuya yol açan bir muhabbet noktasında, haya ondan daha üstün olur. Haya­ya zemin hazırlayan muhabbet ise, hayadan daha üstündür. Çün­kü o şevktir. Cüneyd-i Bağdadi (ra) dedi ki: 'Muhabbetin bizzat kendisi, aydınlanma ve sevinç yoluyla kalbin Allah Teala'ya yakın  olmasıdır.
Allah Teala'mn batini isimlerindeki sıfatların tecelli etme iste­ğine gelince, burada bu mevzulara hiç girmedik. Bizim bütün an­lattıklarımız, O'nun zahiri isimlerinden kaynaklanan ahlaka duyu­lan sevgi ve istek hakkındadır. Diğer hususların bir kitapta işlen­mesinin helal olduğunu da düşünmüyorum. Bunların, avama açık­lanması helal değildir. Çünkü bunlar, mukaşefenin sırlarındandır.
Bunlara, ancak mükaşefe ehli muttali olabilirler. Ancak bunla­ra nail olanlar, onlar hakkında konuşabilirler. Daha önce hiç bir alimin bunları kitabında işlediğini görmedik. Zira bunlar, bir ki­taptan alınabilecek bilgiler değildir. Ancak alimlerin ağızlarından dinlenebilecek ve kalpten kalbe aktarılacak hususlardır. Bu bakım­dan da, yukarıda sekizinci korku hakkında söylediklerimize ben­zerlik arzederler. Hatırlanacağı üzere, sekizinci korkuyu bilgi sahi­bi olmayanlar için açıklamamıştık. Hadislerde de, kendisine bu korku tattırılan kimselerin onu açıklamadıkları nakledilmektedir.
Bize ulaşan rivayetlerden birinde bu husus şöyle geçmektedir: Abdal zümresinden bir zat, sıddıklardan birinden, Allah Teala'ya dua ederek kendisine zerre mikdarı muhabbet ihsan etmesi için dua etmesini rica etmişti. O sıddık da, onun isteğini yerine getirdi. Bunun üzerine o abdal kendini dağlara vurdu, aklını kaybetti, kal­bi ürperdi ve yedi gün bu halde tepkisiz olarak yaşadı. Ne bir şey­den faydalanabiliyor, ne de kimse ondan faydalanabiliyordu.
Bunun üzerine sıddık zat Rabbi'ne niyazda bulunarak şöyle de­di: Ey Rabbim, ona verdiğin muhabbet zerresinin yarısını eksilt. Bunun üzerine Allah Teala şöyle vahyetti: Zaten Biz ona, zerre ka­dar marifetin yüzbinde biri kadar bir parça vermiştik. Sen Bize ni­yaz ettiğin vakitte yüz bin kul daha Bizim muhabbetimiz için ni­yazda bulunmuşlardı. Sen niyazda bulununca, duana icabet ettim. Onlara ise, bu şahsa verdiğim kadar muhabbet verdim. Onun zer­resini yüzbin kul arasında paylaştıracak kadar parçaya böldüm. Bu kula düşen de, onlarınki gibi bir parçadır. Bunun üzerine, 'Ey hüküm sahiplerinin en hayırlısı olan Rabbim, ona verdiğini eksilt' diye dua ettim.
Allah Teala, o parçanın büyük kısmını aldı ve onda yüzbinde bi­rinin onda birini bıraktı. Ancak o zaman abdalın korku ve muhab­beti, ilim ve ricası dengelendi ve diğer arifler gibi oldu.
Muhabbetin alametlerinden biri de; Celil olan Hak Teala'ya ya-kararak uykusuz kalmak, gurbeti özlemek, Mahbub Teala ile hal­vete çekilmeyi arzulamak, kalbin vecdî sırlar ve gaybî mütalaalar ile münacaatta bulunmasıdır. SafVet ehline göre münacaat, ancak kalplerle olur. O, kalplerin gaybin batini noktalarında mütalaası, melekût aleminin sırlarında dolaşması ve ceberûtun tezahürlerin-
de yücelmesidir. Bu yücelme, ruhlarının nurlarıyla olur. Bu nurla­rı ise, ilahi nurların ışıkları taşıyarak sırlar hazinelerine bırakır­lar. Münacaat, kurbî ru'yetin yani Allah Teala'nm yakınlığını gör­menin delili, aşinalığın bulunuşunun şahididir.
Nitekim Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gece çöktüğünde Beni bırakarak uyuyan kimse, Benim muhabbe­timi iddia ettiğinde yalan söylüyordur". Her sevgili, sevgilisi ile başbaşa kalmayı istemez mi? Ben de sevdiklerime çok yakınım. Onların gizli sırlarını işitir, fısıltılarını bilirim. Onların serzeniş ve özlemlerine şahit olurum.
Ulemadan bir zatın şunu söylediği rivayet edilir: Allah Teala, sıddıklardan birine şunu variyetini ştir:
'Kullarım arasında öyle kimseler var ki, onlar Beni, Ben de on­ları severim. Onlar beni, Ben de onları özlerim. Onlar Beni, Ben de onları zikrederim. Onlar Bana, Ben de onlara bakarım. Eğer onla­rın yoluna girersen, seni de severim. Eğer onlardan ayrılırsan, sa­na buğzederim'.
O da şöyle dedi: Ey Rabbim, onların alameti nedir? Allah Teala buyurdu ki: Onlar, şefkatli bir çobanın sürüsünü gözettiği gibi, gündüzleri gölgeleri gözetirler. Akşam vakti kuşların yuvalarını öz­leyişleri gibi havanın kararmasını sabırsızlıkla beklerler. Gece ka­ranlığı çöküp karanlıklar karıştığı, yataklar serilip yastıklar dizil­diği, her seven sevdiği ile halvete girdiği vakit, ayakları üstünde di­kilir, yüzlerini yaygı yaparlar ve Bana Benim kelamım ile münaca­at ederler. Verdiğim nimetler sebebiyle Bana yaranmaya çalışırlar. Kimi feryat eder, kimi ağlar, kimi ah ü vah eder, kimi de serzeniş­te bulunur.
Kimi ayakta, kimi oturur, kimi rükuda, kimi de secdededir. On­ların Benim için tahammül ettikleri, gözümün önündedir. Benim muhabbetim uğrunda yakındıkları da kulağımın dibindedir. Onla­ra ilk başta üç şey veririm: Kalplerine nurumdan akıtırım da, hak­kımda, onlar hakkında haber verdiğim gibi haber verirler. İkinci olarak; onların hesapları, gökler, yer ve bu ikisi arasındakiler ka­dar ağır dahi olsa bu yükü hafifletirim. Üçüncü olarak da, Yüzüm ile onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim herkes, ona vermek iste­diğimin değerini bilir.                                                                  





[1][1] Tirmizî, Kıyamet/60
[2][2] Buhârî, Mezalim/4, İkrah/7; Tirmizî, Fiten/68; Dârimî, Rikak/40; İbni Hanbel, 111/99, 201.
[3][3] Tirmizî, Da'avat/79.

[4][4] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 108-120.
[5][5] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 120-122.
[6][6] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 1123-125.
[7][7] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 125-131.
[8][8] Benzer hadisler için b. Buhârî, İman/37; Müslim, İman/l, 5-7; Ebu Davûd, Sünnet/16;Tirmizî, İman/4; Nesa'î, îman/5, 6; İbni Mâce, Mukaddime/9
[9][9] Benzer hadisler için b. Buhârî, İman/37; Müslim, İman/l, 5-7; Ebu Davûd, Sünnet/16;Tirmizî, İman/4; Nesa'î, îman/5, 6; İbni Mâce, Mukaddime/9.
[10][10] Tirmizî, Zühd/35; İbni Mâce, Zühd/4; İbni Hanbel, V/255, VI/19
[11][11] Buhârî, isti'zan/10, Nikah/67; Ebu Davûd, Vitr/32, Edeb/1; Tirmizî, Birr/69; îbni Hanbel, 111/101, 124, 159, 168, 174, 195, 196, 200, 209, 227, 231, 255, 256
[12][12] ibniHanbel, 11/630
[13][13] Tirmizî, Kıyamet/58
[14][14] Benzer bir hadis için b. Buhârî, îman/1.
[15][15] Buhârî, Edeb/96; Müslim, Birr/165; Tirmizî, Zühd/5O, Da'avat/98; Dârimî, Rikak/71; îb-ni Hanbel, 1/393, III/104, 110, 159, 165, 167, 168, 172, 178, 192, 198.
[16][16] Tirmizî, Kıyamet/58.
[17][17] Buhârî, Ahkam/3, İlim/15, Zekat/5, İ'tisam/13; Müslim, Müsafırun/268; İbni Mâce, Zühd/22; İbni Hanbel, 1/385, 432.

[18][18] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 132-167.
[19][19] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, III/235, 104
[20][20] İbni Mâce, Zühd/30
[21][21] İbni Hanbel, 1/387
[22][22] Nesa'î, îman/2-4; tbni Mâce, Fiten/23; İbni Hanbel, IV/11
[23][23] Buhârî, İman/8, Eyman/3; Müslim, İman/69, 70; Nesa'î, İman/19; İbni Mâce, Mukaddi­me/9; İbni Hanbel, III/177, 207, 275, 278, IV/336.
[24][24] Tirmizî, Menakıb/31
[25][25] Tirmizî, Da'avat/4; İbni Hanbel, IV/188, 190.
[26][26] ibni Hanbel, 111/68, 71.
[27][27] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 111/76
[28][28] Tirmizî, Dua/128
[29][29] Buhârî, Rikak/41; Müslim, Zikir/14, 16-18; Tirmizî, Cenaiz/67, Zühd/6; Nesa'î, Cenaız/lO, İbni Mâce, Zühd/31; Dâiimî, Rikak/43; İbni Hanbel, 11/313, 346.
[30][30] Buhârî, Rikak/38; İbni Hanbel, VI/256.
[31][31] Benzer bir hadis için b. îbni Mâce, Zühd/1.
[32][32] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 167-193.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar