KUT'UL KULUB 8
Evi olan bir
mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu
hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emirleri vardır. Allah Teala, tedbir
alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma
tedbirlerini alınız". (Nisa/71); "Onların seni fitneye
düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1][1]
Kul, kalben
insanlara değil de Allah'a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun
tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi
tedbirine güvenmeyip Allah Teala'mn tedbirinin güzelliğine güvenirse,
tevekkülünü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşyanın
olduğu gibi kalmasını, Allah Teala'mn tercihine ve takdirine bırakmış
olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hükmüne teslim olur. 36..
Çünkü Allah
Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına
yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar.
Kul,
tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi
ile Allah'a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O'nun sevgisine mazhar olan
tevbekârlar arasında yer alabilir.
İşte bu
nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri
sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri
sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül
edecekler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" (İbrahim/12) buyurmuştur. Bu
ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir konuda Allah'a tevekkül eden kulun,
hayatın bütün sahalarında Allah'a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki
görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O'na tevekkül eden kulun, her
tevekkülünde yalnız O'na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konuda
vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her
birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir
Tevekkül,
peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün
derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de
hakikatine erer. Böyle birinin imanı kemale ulaşarak, büyük derecelere nail
olur. Şirkin her türlü göstergesinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından
uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz.
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri'ne tevekkül
edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve
Allah'a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah
Teala, şeytanın
insan
üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de
gerekli kılmıştır.
Tevekkül
bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklamamızın bir sebebi de budur.
Çünkü tevekkül makamına, Vekil'i hakiki anlamda müşahede etmek üzere nail
kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha
rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiştir:
Tevekkül, imanın özüdür.
Tevekkül
sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şahıslar, gayeler ve değişik
şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer makam sahipleri de maruz kalabilirler.
Bu bela ve imtihanlardan sonra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya
kuruntu kalabilir. Ancak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin
vermez. Allah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sınayarak,
Vekil'ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan
mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret
olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını
bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler.
O, bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'nm sadık olanları sıdkları
sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevekkül edenlerin
ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiyle olur. Sıdk hil'ati,
onların nişanesi olur. Allah Teala bundan sonra şöyle buyurmuştur:
"Münafıklara da dilerse azap eder, ya da onların tevbelerini kabul
eder". (Ahzab/24)
Tevekkül
iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde
bulundukları zulmetten çıkabilirler.
Allah Teala
buyurdu ki: "İnsanlar, 'İman ettik' demekle, imtihan edilmeksizin
bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Daha sonra da geçmiş
ümmetlere mensup kulları tarafından yaşanmış bir sünnetini haber vererek şöyle
buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette
Allah doğruları bilecek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3);
"Allah Teala'nm sünnetinde asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23)
Tevekkül
eden kul, evinden çıkarken Allah Teala'nm emri ve Resulü'nün (sav) sünneti
gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak
şöyle
demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları alacak birini
musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sadaka olsun". Bu
kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağıdaki yedi muameleden biri
geçerli olur:
1. Allah Teala'ya olan tevekkülü ile O'nun emrini
dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde
kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya
malını eksiltmesini anlayışla karşılar.
2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle
kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş
ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imtihanından dolayı
O'na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık
hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabına nail olur. İLm-i meknûn yani gizli
ilimde O'nun bir peygamberinden bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O
peygamber şöyle demişti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?' Buyurdu ki:
'Kendisinden sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam
edenlerdir".
3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen,
sabır, sükunet ve Allah Teala'ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle
cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve
mücâhede ehlinin sevabına nail olur.
4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun
tevekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya
çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi'nden özür dileyerek O'na dayanmış
ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahibi kılma ve beyan bakımından sevaba
vesile olabilir. Çünkü Allah Teala'nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık
etmek ve aslında Allah Teala'nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına
devredilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi olmadığını
öğrenmiştir.
O, içine
düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Teala'nm bir tür hazinesi
olduğunu görmüş olmaktadır. O'nun tarafından başkasına havale edilen şeyler
de, asıl itibarıyla kendisinin değildir. O, bu eşya için sadece bir
emanetçidir. Ama Allah Teala, kendisine emanet ettiği o malları geri
aldığında, buna üzülerek tepki
göstermiştir.
Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka birine emanet, ödünç veya
rızık olarak vermiş bulunmaktadır.
Bu makamda
yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir
mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık
olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı
dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya
malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahibi, bunları
gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı
eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline verilmiş bir emanet olduğunu
bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillikler, hakiki tevekkül ehline göre
günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir.
Tevekkül
sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya
mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği
zaman onu asla geri almaz. Dünya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey
tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret
adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine
geliştirilip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Teala,
dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç olarak da
verebilir.
Verdiği bu
tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gerekir. Çünkü O'nun hikmeti, bu
şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde
bırakıyorsa, bunları da ondan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil,
Allah Teala'nm hazinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir
şeyi, yine O'nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman
üzül-memelidir.
Allah Teala
naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini
sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun
elinden de alarak başka birine verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah
Teala'nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır.
Bu tür şeyin
kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere
göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah
işlediklerinde
yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Çünkü
onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da
onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla
sevinmemeyi emretmiştir. Gelen de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş,
sonra O'nun tarafından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve
meydana çıkarılmıştır.
Yakini
imanları onlara, apaçık Kitab'da şunu göstermiştir: "Yeryüzünde ve
canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir
Kitab'da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen
her musibet, insanların yaratılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları
yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin,
yeryüzü ve insanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayetin
tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazılarında, 'Canları yaratmamızdan
önce', bazılarında da 'musibetleri yaratmamızdan önce' anlamının murad
edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle
buyurmaktadır: "Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala'nm
size verdiğiyle sevinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı
üzere, yitirilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan
sevinç gibidir.
Kul,
Rabbi'nin emrettiğinin zıddında veya O'nun istediğinin dışında bulunmaktan
utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle,
kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir
şeyin varlığına sevinmekle böyle yapmaktadır.
Kendisine
verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri
alınacak bir emanet mi olduğunu ise bilmemektedir. Allah Teala, verdiğini onun
elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu
anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde
cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne büyük bir
şüphedir!
Bu şüpheye
rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen
kuvvetli ve Allah Teala'nm hükümle-
rindeki
takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia
etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği zaman, yalancıların teslimiyetiyle
teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların
sözlerini dile getirmeyip Allah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala'mn
böyle kimselere hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı
vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır.
5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık
Allah yolunda sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulunması.
Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da
aynı şekilde davranacak bir kuldur.
Bunu da
Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı
bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu ilişkisinden dolayı dünyaya gelen,
yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten
sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: 'Onu yaratacak
da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben,
nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir".
6. Devesini
alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi.
Bu durumda, din kardeşine gösterdiği şefkatten ve Rabbi'nin ahlakıyla ahlaki
anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü
bilmeyerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine haksızlık
eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin
makamlarının hakikatine ermiştir.
Böyle biri,
ecri Allah Teala'ya düşen kullar arasında yer alır. Allah Teala da onun için,
hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını saklar. Bu kul, Allah Teala'mn emrinin
nasıl cereyan ettiğini, kendi devesini alan kimsenin kötü bir kaza ile
sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle
de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi'ne
hamdetmektedir. Rabbi'ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır.
Ariflerden
bir zat, arkadaşına şöyle dedi: 'Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık
edenleri kınamazlar?'Arkadaşı, 'Bilmiyorum'
dedi. Arif
şu karşılığı verdi: 'Çünkü onlar, Allah Teala'mn bunu kasden yaptığını,
haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edildiğini bilirler. Bu yüzden de,
onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım
etmenin ve Allah Resulü'nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir.
O, buna
özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine
yardım et". [2][2]Burada
zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun
malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini engellemiş
olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya
kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine
geçer.
Giden malı
konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Süleyman ed-Darani, Malik b. Dinar'ın
(ra) Muğire'ye, 'Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok' dediğini
duyduğunda, 'Neden?' diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik
de (ra) bu hediyesini kabul etmişti.
Malik (ra)
şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu
çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapısını kilitlemeyip bir iple
bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam.
Ebu Süleyman
ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaaflarından kaynaklandığını
söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını
düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman'ın ifade ettiği gibidir. Çünkü
zühd sağlıklı olduğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer.
Gerçi Malik b. Dinar'ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir
vesvese ile Allah Teala'ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği
kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. Ancak Ebu Süleyman'ın sözü,
tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımından daha yüce bir makama sahiptir.
Ev eşyasının
kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bilgiler, yolculukta veya yurdunda
bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi
noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir.
Kul,
yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve
onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması
gerekmez. İnsanların iman bakımından en ileri, yakin bakımından en güzel
olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların
rıza ve şahitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kaybetmeyi
şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir.
İnsanların
iman bakımından en eksik, yakin bakımından en zayıf olanları ise, yitirdikleri
dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en
çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların
dünyaya verdikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu
me-yanda, Allah Resulü'nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen'den,
sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz
ederim". [3][3]
Yitirilen
dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu
gibi, Mahbub'a imanın zayıflığının da alametidir. Kaybedilen dünyalıklar için
az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi,
Allah Teala'ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sahibi,
onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi,
niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır.
Bu söz ve
ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da
yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir yarar sağlayıp sağlamadığını
bilemiyorum. Allah Teala'nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme
ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala'nm onun elinden çıkmasını murad
ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez.
Ama, her
şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele makamlarından biri üzere
olmasına rağmen, vera' noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik
kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme
ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala'ya tevekkülü tam tutsa ve onun
hakkındaki emri Rabbi'ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın kendisine
geri verilmesini iyi görmektedir.
Vera'
bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hakkında geri almayı uygun
görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu
mal veya bineği daha önceden Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu
niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan
Allah Teala'ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği
geri alması ise, Allah Teala'nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona
vermesi sayılır.
Bu konuya
örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer'in (ra)
devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra da, 'Allah yoluna
(sadaka) olsun' dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam
gelerek, 'Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde' dedi. Bunun üzerine,
ayakkabısını giyerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak 'Allah
Te-ala'dan mağfiret dilerim' dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, 'Gidip
deveni almayacak mısın?' diye sordular. O da, 'Allah yolunda (sadaka) olsun'
demiştim' dedi.
Ariflerden
bir zat, şunu nakletmişti: 'Dostlarımdan birini ölümünden sonra rüyamda gördüm
ve, 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret
etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini
de gördüm'. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, 'Cennete girdiğin
ve Rabbi'nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?' diye
sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da
hüzünlü olmaya devam edeceğim. 'Peki neden?' diye sorduğumda şöyle cevap
verdi: Cennetteki meskenlerimi gördüğüm zaman, İlliyyun'daki makamlar da bana
sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok
sevindim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu
uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu
devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken,
yitirdiğin bir mal için, 'Allah yolunda sadakam olsun', derdin. Ama sonra,
cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı devam ettirseydin, biz de senin
içeri devam etmene izin verirdik.
Rebi' b.
Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi'in atı çalınmıştı. At, yirmi bin dirhem
değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu
aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına
gelip onu teselli etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm.
Bunun üzerine, 'Peki neden engel olmadın?' diye sordular. O da şu cevabı
verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım.
Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi' şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır
söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim.
Ariflerden
bir zata, çalman bir malı hakkında, 'Onu çalarak haksızlık yapana beddua
etmeyecek misin?' denilmişti. Arif şu karşılığı verdi: O kula karşı şeytanın
yardımcısı olmak istemem. Bunun üzerine, 'Ne dersin? Çalman malın geri gelse
onu alır miydin?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile.
Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım.
Başka bir
arife de, 'Sana zulmedene beddua et' denilmişti. O da, 'Hiçkimse bana
zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zavallının kendine olan zulmü
yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek durumunu daha da mı kötüleştireyim?'
cevabını verdi.
Bir
müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye
çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Beni, dünya işi için teselli
etmeyin. Allah'a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az
bir kısmının gidişine neden üzüleyim?! 'Niçin?' diye sordular. O da şu cevabı
verdi: Yitirmemden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için.
Arifler,
hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu,
Allah Teala'nm bize olan bir nimetidir. O'nun bizi zalim değil de mazlum
kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih,
zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin
kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi.
Rivayete
göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip
gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac'a sövmeye
başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala,
Haccac'm namusuna dil uzatanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu
kimselerin öcünü de ondan alacaktır.
: ,
!! Bir
hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendisine zulmeden kimseye
zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulunmaya devam eder. Sonra da ona
zulmedenin onun aleyhindeki talebi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan
kısas olarak ister."
Ulemadan bir
zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir:
Eğer müslümanlar içinde bunu mubah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın
hakkındaki kaygı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulunmazdım.
Kabe'yi
tavaf ederken Ali b. Fudayl'm iki dinarı çalınmıştı. Babası onu hüzünlü bir
şekilde ağlarken gördü. 'İki dinar için mi ağlıyorsun?' diye sordu. O da,
'Hayır, Allah'a yemin ederim ki, kıyamet günü bunlar kendisinden sorulacak ve
hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum' dedi.
Bu çerçevede
ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu
karşılıkta bulunmuştu: 'Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi
engelleyecek kadar büyük'.
Tevekkül
sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah
yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmemelidir. Bu, onun için daha
faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu devam ettirmelidir. Eğef malı alan
kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu
hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam
ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir.
Şeyhlerden
biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini
yanında dikili duran dağarcığını çalmakla suçlamıştı. Şeyh, kendisine
dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu
evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra
abidin arkadaşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldıklarını
söylediler.
Bunun
üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler.
Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, 'O mal, benden çıktıktan
sonra bana dönemez, o artık sizin' dedi. Abidler, 'Bizim buna ihtiyacımız yok'
dediler. Ama şeyh 'Alın'
diye ısrar
ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu çağırdı ve malı keselere
bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı.
Onun niyeti,
verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak
istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir
fakir için hazırladığımız bir dirhemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir
veya dilenciye vermeliyiz. Müstehap olan budur.
Bu sıfatları
taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kalmadığı gibi haberleri de
iyice kesildi. Her kim bununla amel ederse, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış
olur. Bu, eskiden evliyanın sürekli yürüdüğü Allah Teala'ya götüren yollardan
biri idi. [4][4]
Biliniz ki
Allah Teala'ya sebepler üzere tevekkül etmek, sözkonusu sebeplerin kul için
baki kalmasını, bunları kendine tabi kılmasını, onun üzerinde korunmasını,
dünyevi çıkar veya kullardan birinin tercihi doğrultusunda birini öne alıp
diğerini tehir etmesini gerektirmez. Aksine bu sebepler noktasında, safdışı
etmek ve yoketmek doğruya daha yakındır. Çünkü tevekkül, havass nezdinde zühdün
ikizidir.
Tevekkül,
kulun tercih ve samimiyetinin açığa çıkması için bir sınama olup dünyalık adına
her hangi bir şeyin reddi içindir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Size verilen, geçici dünya malından başkası değildir". (Kasas/60)
Tevekkül sahibi kulun bir malı gittiğinde, sabreder, şükreder veya rıza
gösterirse tevekkülünde samimi olduğu ortaya çıkar. Tevekkülünde samimi olan
tevekkül ehlinin halleri bunlardır.
Eğer
çaresizlik ve şaşkınlık gösterirse, tevekkül iddiasında samimi olmadığı ortaya
çıkar. Bu tür durumlarda sebat edebilmek için nefs mücahedesinde bulunması
gerekir. Eşyanın yokolmasm-dan sonra ona düşen; nefis mücahedesi ve diğer
amellerindeki hastalıkları gidermektir. Şayet kulun malı korunur, kendisine
acınarak içyüzü ortaya çıkarılmaz ise, dünyada kendisine belli bir değer
verilmiş, o da bununla teskin olarak, yolunda huzurlu ve kalben rahat bir
şekilde yürümüş olur ki bu da, zayıfların makamıdır. Bu zümreye mensup
olanların mallarında bir eksiltme yapıldığı takdirde peygamberlere en çok
benzeyen sınav ehlinin makamına geçerler. Eğer imtihanlar olmasaydı, sözde
samimi görünenlerin sayıları elbette çok fazla olacaktı.
Tedavinin
bırakılması noktasında Allah Teala'ya tevekkülde bulunmak da böyledir. Bu
tevekkül, iyileşmeye sebep olmadığı gibi onu erkene de almayacaktır.
Hastalıkları azaltmadığı gibi, onları tamamen ortadan da kaldırmayacaktır.
Hatta sınama ve temize çıkarma bakımından onları arttırma ihtimali daha
büyüktür.
Nitekim
Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ve iman edenleri
temize çıkarsın ve kafirleri mahvetsin diye". (Al-i İmran/141) Can ve mal
bakımından dünyevi varlıkta bir eksiltme yaşamayıp, bunu da şükür gerektiren
bir bir nimet olarak değerlendirmeyen ve Allah Teala'nm engellemesini verişi
gibi görmeyen kimse, şükrünü eda etmemek suretiyle sözkonusu nimeti görmezden gelmiş
olur.
Halbuki
nimete cahil kalıp şükrü terketmek, dünyanın tamamını terketmekten daha ağır
bir kusurdur. Böyle bir kulun, mahvolu-şa itilmesinden endişe ederiz. Mahvoluş,
nimete nankörlük noktasında kulun bütün varlığının giderek helak olmasıdır. Nitekim
Allah Teala, 'Ve kafirleri/nankörleri mahvetsin diye' buyurmaktadır. Neyi
mahvedip nimetine nankörlük edenlerden ne kadar eksilteceğini Allah Teala çok
daha iyi bilir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Muhakkak ki sizi, biraz korku, açlık, mallarda, canlarda ve
ürünlerde eksilme ile sınayacağız. Sabredenleri müjdele!". (Bakara/155)
Burada, fazlası dünyanın bütünü sayılan beş unsurun eksiltilmesinden söze
dilmektedir.
Bunların
tamamı bile, dünyanın aksine ahiret için sadece bir ziyade ifade edebilir. Çünkü
O, ahiret hakkında şöyle buyurmaktadır: "İman eden ve Rablerine tevekkül
edenler için Allah Teala'nın . katındaki (ahiret Ödülü) çok daha hayırlı ve
bakidir". (Şura/36) Ayette sözedilen kullar, daha sonra tevekkülleri üzere
sabretmiş-lerdir.
Onlar Rablerine
dayanarak dünya hayatının imtihan ve belala-- rina tahammül göstermişlerdir.
Onlar, Vekil Hak Teala'ya olan şahitlikleri ve O'nun hakkındaki hüsnü zanları
sebebiyle tevekküllerinde sabır göstermişlerdir. Hallerinin kemale ermesiyle
birlikte tevekkülleri üzerinde sabretmeyi de öğrenmişlerdir. Onların makamları
bu sebeplerle sürekli yükselmektedir.
Sabır,
tevekkülün ilk makamıdır. Bu, Allah Teala'nın kazasını bir imtihan, şükrü de
bundan daha üstün görmekle gerçekleşir. Bunun özü de imtihanı bir nimet olarak
görmektir. Hepsinin de üstünde rıza makamı yer alır ki o, tevekkül yolunun en
yüce makamıdır. Rıza, aynı zamanda muhabbetullah ehli tevekkül sahiplerinin
makamıdır.
Allah Teala,
tevekkül ehlinin genelim vasfederken de şöyle buyurmaktadır: "Takva
sahipleri için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Akletmiyor musunuz?"
(En'am/32) Buna göre, Allah Teala1 dan layıkıyla korkan, O'nun hitabını
akleden kimse, dünya hayatında başına gelen bela ve musibetler karşısında
Allah'a tevekkül eder. Kaçırdığı ve yitirdiği dünyalıklar için üzülmediği
gibi, gelen dünyalıklar için de aşırı sevinip şımarmaz. İşte bu, zühdün orta
noktası ve tevekkülün başlangıcıdır.
Allah Teala,
havassın tevekkülünü haber verirken de şöyle buyurmuştur: "İman eden ve
Rablerine tevekkül edenler için Allah katında olan çok daha hayırlı ve
bakidir". (Şura/36) Allah Teala'yı layıkıyla akledip O'ndan sakınanlar,
O'na hakkıyla tevekkül edenlerdir. Bu sayede fâni olana değer vermeyerek zühd
sahibi olmuş ve baki olana rağbet etmişlerdir.
Onlar, akıl
sahipleri oldukları için, İlahi Hitab'ı da çok iyi anlamışlardır. Allah Teala,
kendi katında olan ahireti ve onun ödüllerini, Zatı'na izafe etmekte ve
kullarını ona rağbet ettirmek için de beka yani ebediyet sıfatıyla
tanımlamaktadır. Allah Teala, tevekkül ettikleri için böyle açıklayıcı
olmuştur. Değer vermeyerek hakkında zühd sahibi olmaları için de dünyayı
kullara izafe etmiş ve onu fena yani yokolma sıfatıyla nitelemiştir.
O'na
hakkıyla tevekkül eden akıl sahipleri, canlarına bile önem vermemiş ve onları
Allah Teala'ya satmışlardır. Peki Allah'a satmış oldukları bir şeye
sahiplenebilirler mi? Kul da, sahip oldukları da efendisi olan Hak Teala'nmdır.
O, iradeleri doğrultusunda canlarını ve mallarını onlardan satın almış,
karşılığında da kendilerine baki kalacak olan ahireti vermiştir. Allah Teala
bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakiler biter. Allah
Teala'nın katındaki ise bakidir". (Nalü/96 [5][5]
Eğer Allah
Teala, yeryüzünde ve göklerde yarattığı varlıkların tamamını belli bir ilim
üzere kılsa ve bu ilmi kendilerine öğretse, bir akıl üzere yaratsa ve onlara bu
aklı çalıştırmayı gösterse, bir hikmet üzere kılsa ve onları bu hikmete sahip
kılsa, sonra yarattıklarından her birine bütün varlıkların sayısı, hatta
katları kadar ilim, hikmet ve akıl verse, ardından onlara işlerin akıbetlerini
açıklasa, sırlara muttali kılsa, nimetlerin içyüzlerini onlara gösterse, cezaların
inceliklerini bildirse, dünya ve ahiret lütfunun gizli yönlerini haber verse ve
ardından da, 'Kainatın mülkünü size verdiğim akıl ve ilimlerle planlayın,
işlerin akıbetlerini müşahede ederek tasarlayın' dese, bununla da kalmayarak
bu hususta onlara yardımcı o-lup gerekli kuvvetlerle donatsa, yapacakları
planları, hayır-şer, ya-rar-zarar noktalarında Allah Teala'nın takdir
ettiğinden bir sivrisinek kanadı kadar bile olsun, eksik veya fazla olmazdı.
Mevcut
tedbir ve planlama dışında ne akılların fazla bir keşfi, ne de ilimlerin
müşahedesi olabilirdi. Hiç biri, şu anda yakinen yaşadığı ve içinde hareket
ettiği şu takdirden başka bir takdiri koyamazdı. Ama insanlar bunu
göremiyorlar. Çünkü Allah Teala bu takdirini, akılların tertibine, bilinen
sebepler ve vasıtalardan çıkarılan örf ve alışkanlıklara göre Öyle icra
etmektedir ki beşeri akıllar da bu kıstaslar üzerine şekillendirilip
karakterize edilmiştir.
Ama O,
işlerin sonuçlarını gizlemiş, sırları perdelemiş ve aradaki bağlantıları
saklamıştır. Dolayısıyla Allah Teala'nın takdir ve tedbirindeki güzellik gizli
hale gelmiştir. Bu yüzden de, mütevekkiller dışında insanların çoğu hikmetleri
görememiştir. Bu hikmetler ancak ilim sahipleri tarafından akledilebilmiştir.
Allah
Teala'nın canlılar ve cansızların dünyasında yarattığı gözle görülebilir en
küçük unsurlar sivrisinek ve hardal tanesidir. Bunların her birinde de üç yüz
altmış hikmet mevcuttur. O'nun varlıklar üzerindeki hikmetleri, bu varlıkların
büyüklük ve faydalarına göre daha da artmaktadır.
Bu husustaki
hidayet ve beyanın bir diğer sevabı da kalplerin-deki perdeler kaldırılmış olan
akıl sahibi salih kimselerin bütün temennilerinin Allah Teala'nın tedbirine
gösterdikleri rızada ortaya
çıkmaktadır.
Onlar Allah Teala'nın kendileri için takdir ettiği kaderin kendi
temennilerinden daha hayırlı ve Allah katında kendileri için daha faziletli
olduğunu bilirler. Çünkü Allah Teala, hüküm sahiplerinin en Adil'idir.
Yüce Allah,
imanının azlığından dolayı temennilere yeltenen insanları kınayarak şöyle
buyurmuştur: "Yoksa insan için temenni ettiği mi vardır? Ahirette,
dünyada (karar) yalnız Allah Teala'nındır." (Necm/24-25) Yani Allah Teala,
her ikisinde de insanların temennilerini bir kenara koyarak kendi iradesiyle
hüküm verecektir. Zira O, başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Hakk, onların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde
bulunanlar bozulup giderlerdi". (Müminun/71)
Tevekkül
sahibi, Allah Teala'yı seven, Rabbi ile mutlu olan, dünya ve ahiretin yalnız
O'na ait oluşuna ve o ikisinde dilediği gibi hükmetmesine rıza gösteren
kimsedir. Kul, aciz olduğu için hiçbir şeye kadir değildir. Muhabbet makamının
başı da budur.
Her şeyi
Yaratan, Bilen, Gören ve Haber Alan Allah Teala bu hususlarda tedbirinin
güzelliği ile bütün yaratılmışlara yeter. Yaratılmışlar hikmeti bilmeye, hükmü
müşahede etmeye merhamete, basirete ve kalplerini teskin edecek bir imana
ihtiyaç duyarlar.
Bu nokta,
yakini iman sahipleri nezdinde sıkıntı ve şaşkınlık doğurmaz. Avam ise
zikrettiğimiz tedbir ve takdirle ilgili sırlarla, Allah Teala'nm kudretinin inceliklerini
ancak ahirette göreceklerdir. Ahirette perde kaldırılacak ve onun altındaki
gökler ve yerlerle ilgili sırlar açığa çıkacaktır.
Allah Teala,
alim kullarım dünya hayatında iken bunlara muttali kılmıştır. O, gizlediği ve
açıkladığı hususlarda hamd ve şükre layıktır. Her iki durumda da O'nun
lütfettiği bir nimet mevcuttur. Bunlarla ilgili her sıfatta bir hikmet ve
rahmet saklıdır. Allah Teala, alim kullarım kendi ahlakı ile yarattığı için,
onlar Allah Teala'nm ilmini ancak açıklanmasına izin verdiği ölçüde
açıklarlar.
Alimler,
Allah Teala'nın kaderinin sırrını ancak O'nun bildirdiği kıstasla
öğrenebilirler. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Hiçbir şey
yoktur ki, katımızda hazineleri bulunmasın. Biz onu, ancak bilinen bir kaderle
indiririz". (Hicr/21) Alimler, bu hitap ile eğitildikleri için gereken
noktada durmayı da bilmişlerdir.
Ebu Süleyman
ed-Darani dedi ki: Ben, eşyayı üstten gözlediğimde daha değişik bir tat
alıyorum. Ariflerden bir zat ise şöyle demiştir: Eşyanın tamamını, tek bir
cevherden çıkmış, tek bir şey gibi gördüğünüzde halkın işitmediğini görür,
anlamadığını anlarsınız. Başka bir zat ise şöyle demiştir: O acaipliği
görmedikçe ilginçliği göremezsiniz. O acaipliği görmediyseniz tuhaflığı
görürsünüz. [6][6]
Allah
Teala'yı hakkı ile takdir eden alimler, Allah Teala'ya dünyevi çıkarlarını
koruması, maksatlarına ulaşmalarını sağlaması için tevekkül etmezler. Onlar
tevekküllerinde arzuladıkları takdirin gerçekleşme sini, istemedikleri
hükümlerin değiştirilmesini, Allah Teala'nın sabık iradesinin kendi akıllarına
uygun hale getirilmesini, Allah Teala'nın kullarını sınamak ve imtihan etmek
için vazettiği sünnetlerini kendileri için değiştirmesini şart koşmazlar.
Tevekkülün,
onların kalplerinde bundan çok daha büyük bir değeri vardır. Böyle alimler, bu
tür basitlikleri sergilemeyecek derecede tevekkülün mahiyetini akleder ve
bilirler. Eğer bir arif, söz konusu zaaflardan birine kapılarak tevekkül
ederse, tevbe etmesini gerektiren büyük bir günah işlemiş sayılır. Onun bu
tevekkülü, masiyetten başka bir şey değildir.
Alimler,
nasıl cereyan ederse etsin, Allah Teala'nm hükümlerine karşı nefislerini
sabretmeye, kalplerini de rıza göstermeye zorlayan kimselerdir. Bir adam,
Malik b. Enes'e (ra), 'Ey Ebu Abdullah! Ben Kabe'nin örtülerine sarılarak her
türlü günahımdan tevbe ettim ve gelecekte de Allah Teala'ya karşı masiyette
bulunmamaya yemin ettim' dedi. Malik (ra), kendisini azarlayarak şunu söyledi:
Yazıklar olsun sana! Hakkında hükümlerinin geçerli olmaması üzere Allah
Teala'ya karşı yemin etmenden daha büyük bir günah olabilir mi?
Ulemadan bir
zat, hikmet ehlinden birine şu beyiti okumuştu: ' .Kazayı cari gördüğümde ki,
onda şüphe ve kuşku olmaz \ Yaratanıma bihakkın, tevekkül eder, kendimi kazaya
teslim ederim. Onlar, Allah Teala'ya itaatleri sebebiyle, O'nun hoş görmediğini
mekruh saymışlardır. Bu, Allah Teala'ya duyulan sevgiden, O'nun hükmüne değer
vermekten dolayı duyulan bir kerahettir.
Onların,
Allah Teala'nm takdirini mekruh görmeleri sözkonusu değildir. Çünkü, Allah
Teala'ya, 'hoş görmediğini niçin takdir ettin, takdir ettiğini niçin mekruh
gördün' deme hakları yoktur. Allah Te-ala, onların bu tür sözlerine muhatap
olmayacak kadar Yüce, Ulu ve Korkutucu'dur. Gerçek tevekkül sahipleri, Allah
Teala'nm takdi-rindeki hikmeti bilir ve O'nun hükmüne karşı sabrederler.
Allah
Teala'yı layıkıyla bilen alimlerin tevekkülü, O'nun tevekkül edenleri
sevmesinden, işlerin Zatına havale edilişini hak etmesinden ve Kendine
teslimiyeti vacip kılmasından dolayıdır. Çünkü, Allah Teala İlk Vekil ve en
yüce Kefirdir.
Alimler,
Allah Teala'nm şu buyruklarım iyi bilmektedirler: "Allah her şeye
vekildir". (Zümer/62); "Sonra, Arş'a istiva etti, işi O tedbir eder.
O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez". (Yunus/3) Yine onlar Allah
Teala'nm şu buyruğunu da çok iyi kavramışlardır: "Yakin sahibi bir kavim
için Allah'tan daha güzel hüküm veren var mıdır?" (Maide/50) Alimler, bu
şuura varmak için O'nun şu ayetini de iyi akletmişlerdir: "Allah hüküm
verenlerin en iyisi değil midir?" (Tin/8)
Ulemanın bu
şekilde tevekkül etmelerinin bir sebebi de; Allah Teala'nm tevekkülü emretmiş,
özendirmiş ve imanın hakikati için gerekli kılmış olması da olabilir. Çünkü
onlar, Allah Teala'nm şu buyruğunu gayet iyi bilirler: "De ki; sizi gökten
ve yerden kim rı-zıklandırıyor? Ya da o gözlere ve kulaklara kim sahiptir?..
Emri kim düzenleyip yönetiyor?" (Yunus/31); "Yeryüzünde hiç bir canlı
yoktur ki, rızkı Allah Teala'ya ait olmasın". (Hud/11); "Gökte de rızkınız
ve size vadedilenler vardır". (Zariyat/22)
Allah Teala,
başka bir ayetinde de kendi Zatı üzerine yemin ederek şöyle buyurmuştur:
"Eğer müminler seniz Allah Teala'ya tevekkül edin". (Maide/23)
Alimler Allah Teala'dan haya ettikleri, gizli kuşkuları gideren bir imana sahip
oldukları, Allah Teala'yı töhmet altına koymaktan sakınmaları ve O'na olan
inançlarının sağlamlığından dolayı tevekküle daha çok yönelmişlerdir.
Ulemadan
bazıları, bu hususların tamamını gözeterek tevekkül etmiş iken, bazıları da
bunların bir kısmım gözeterek tevekkül etmişlerdir. Her kulun tevekkülü Allah
Teala'yı tanıdığı sıfattan kaynaklanır. Aynı şekilde tevekkülden her sapış da,
kulun yaşadığı zaaftan kaynaklanır.
Herkes Allah
Teala'ya yakınlığı oranında itatte bulunur. O'na yaklaşanlar da ilimlerinin
elverdiği ölçüde yaklaşabilirler. Kulun ilmi de gaybi oluşumu bilmesi
miktarında olabilir. Dolayısıyla ilim, Allah Teala'nm kula olan inayeti
oranında artan bir fazilettir. Bunun arkasından ise kaderin sırrı gelir. Bu
noktaya ulaşan her kul, şahitliğinin vecdinden kaynaklanan makam ve halini
müşahade ettiği gibi muamelelerinin karşılığını da görür. I Allah Teala,
dilediği kullarının derecelerini artırır. İnsanlar, O'nun katında derece
derecedirler. Allah, onların yaptıklarını görmektedir. Onlar için Rableri
katında selam yurdu, yani cennet vardır. Allah Teala da j^aptıklan ameller
sebebiyle onları dost edinmiş-tlir. Cennet, o insanlar için birleştirici bir
yurttur. i Ama o yurdun sakinleri de, dünya yurdunda olduğu gibi farklı
derecelere sahiptirler. Allah Teala onları, veli edinme ayrıcalığı ve güzel
amellerinin sebep olduğu güzel dostluklar sebebiyle melekû-tunun ulvi
derecelerine yükseltir. Allah Teala, dilediği kulunu Kendi için seçer ve
yakaranlara Kendi yolunu gösterir.
Havass
içerisinde Allah Teala'yı yüceltmek ve ululamak için tevekkül edenler vardır.
Yine onlar arasında, Allah Teala'nın sözünün doğruluğundan dolayı vaadine
duyduğu imanla tevekküle yönelenler de vardır. Bunlar, tevekkülleri sayesinde
Allah Teala'nın vaadettiğini sanki almış gibi davranırlar. O da, bu hususta
şöyle buyurmaktadır: "Kim, vaadine Allah'tan daha çok bağlıdır?"
(Tev-be/111); "O'nun vaadi muhakkak ki yerine gelecektir".
(Meryem/61) Havastan kimileri de Allah Teala'nm yücelik ve azametine şahit
olmalarından dolayı kapıldıkları teslimiyetle O'na tevekkül etmişlerdir.
Kimileri
mallarını muhafaza etmesi için tevekkül ederken, kimileri de korunmasını
istediği şeylerin korunması ve malının sakınılması için tevekkül etmiştir.
Kimilerinin
tevekkül sebebi, Allah Teala'yı iyi tanımasından kaynaklanan şahitliğini yerine
getirmek iken, kimilerinin ki de muamelesinin güzelliğinden dolayı O'na duyduğu
teslimiyet hissidir. Kimisi Allah Teala'nm tedbirinin güzelliği ve takdirinin
sağlamlığı sebebiyle işini O'na havale ederken, kimileri de tevhidi ve Allah
Teala'nm kayyûmiyetine olan şahitliğinin icabı sonucu O'na tevekkül etmektedir.
Bütün
bunlar, Allah Teala'ya yakınlık ve O'nu tanımaktan kaynaklanan evliya ve Allah
dostlarına mahsus vecd ve yollardan ibaret hususlardır. Bunların bazıları,
makam bakımından diğerlerinden daha üstündürler. Bu müşahedelerin bir kısmı
da, Allah Teala'ya daha yakın ve daha yüksek görünmektedir.
Bunların en
ulvisi, Allah Teala'yı yüceltmek ve ululamak için tevekkülde bulunan kimsenin
müşahedesidir.
Ortancası,
O'na duyulan sevgi ve korku tesiriyle tevekkülde bulunan kimselerin
müşahedesidir.
En alttaki
ise Allah Teala'ya teslimiyet göstermek ve O'na sevimli görünmek için
tevekkülde bulunan kimselerin müşahedesidir.
Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi avamın tevekkül şekilleri arasında ariflerin belirtmekten
dahi haya ettikleri tevekkül türleri vardır. Onlar kalplerini ve kafalarını bu
tür tevekkülden arındırırlar. Bu, Allah Teala'ya kalben tevekküldür.
Havassın
seçkinleri olan sıddıklarm tevekkülünü daha önce de açıklamamıştık. Çünkü bu,
akıl sahiplerinin anlayamayacakları ve yazılı kitaplara emanet edilemeyecek bir
tevekkül şeklidir. Zira bu kitaplara inkarcıların ve cahillerin bakması
mümkündür. Allah Teala'yı hakkıyla arif olanlar, O'nun kendisi için sevdiği
yere dahil olur, kendi sıfatı için övdüğü hususlara rağbet ederek o sıfatı kazanmak
için çabalarlar. Böylelikle Allah Teala'nm övgüsüne maz-har olarak O'na bir
yakınlık ve katında bir muhabbet kazanırlar.
Tevekkül
Hakkında Başka bir Açıklama : Tevekkül sahibinin tevekkülünü zedelemeyen
şeylerin başında rızkını, Rabbinden dilemesi gelir. Tevekkül sahibi kul,
dünyevi işler ve ahiret sevabı noktasında Rabbinden niyazda bulunabilir. Bunun
şartı, talep edilen şeyden başka bir şeyi kasdetmemiş olmasıdır.
Kul,
işlerini Allah Teala'ya havale etmiş olsa bile, O'nun icabetini bilmeye muhtaç
olabilir. Allah Teala'nm vermesi, o kimseyi Allah Teala'nm zikrinden
alıkoyacaksa, O'nun icabeti engelleme ve uzaklaşma şeklinde olacaktır. Çünkü
hayır, kulun bilmediği şeyde gizlidir.
Kulun
istemediği bir şey, Allah Teala'nm bildiği güzel sonuç sebebiyle daha hayırlı
olabilir. Kulun aklettiği acil çıkar ve menfaati onun için hayırlı olmayabilir.
Bu durumda kula düşen; Hakim-i Mutlak'm hükmüne teslim olmak, Paylaştırıcı'nm
kendisi için Ayırdığı paya rıza göstermektir.
Tevekkül
eden kul, Rabbinden dünyevi zenginlik, ihtiyacı olmayan mal, kalbinin İslahına
uygun olmayan bir şey veya Rabbine yaklaştırıcı olmayan bir fiil niyaz
ettiğinde, zühdden uzaklaştığı oranda tevekkülün hakikatinden de uzaklaşır.
Eğer kul, Allah Teala'yı zikretmek suretiyle O'ndan istekte bulunmaktan
sakınırsa, Allah Teala kendisine isteyenlerin daha üstünde rızık verecektir.
Kul, Vekil
olan Allah Teala'dan duyduğu haya ile sükut ederse, Allah Teala kendisine
yeter. Sonuçta da bu yeterliliğe şahit olarak tasarrufların tamamına rıza
gösterir. Bu, kayyumiyetin müşahede edilmesinden doğan yüzleşme makamı olup
mukarrebun zümresi için sözkonusu olan bir haldir.
Tevekkül
sahibinin, rızkını aramaya yönelmesi, onun tevekkülünü ihlal etmez. Çünkü
insan, zayıf ve muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. Onun, muhtaç olduğu
bilinen bir rızkı vardır. Bilinen rızık (=rızk-ı ma'lûm); kullara pay edilmiş
olan rızık, başka bir ifadeyle kısmettir.
Kulun, kendi
payına düşen kısmetine yönelmesi, asıl itibarıyla bu taksimi yapan Allah
Teala'ya yönelmesidir. Rabbine yönelen kimse ise, O'nun tarafından
şereflendirilir. Kul, eğer fazlalığa yönelir ve kanaatten ayrılırsa, veya adet
olanı ister, ya da birşeyi vaktinden önce talep eder, veya onun vaktinden geç
gelmesini hoş görmezse tevekkülünü zedelemiş olur.
Bu tür bir
yaklaşım, kulun zühdüne de zarar verir. Rızka yönelmek ve onun beklentisine
girmek mubah olsa da, zikrettiğimiz hususlar tevekkülü zedeler. Alışverişte
bulunmak, hastalıktan kurtulmak için tedavi olmak gibi davranışlar, her ne
kadar rızka yönelme ve şifa ümit etmeyi ihtiva ediyorsa da, Selef ulemasının
bunları tevekkülü zayıflatan hususlar olarak tesbit ettiklerini bilmekteyiz.
Sahabe ve
Selef-i Salih, tedavi olanları tenkit etmişlerdir. Onlara göre tedavi, kulu
tevekkülün hakikati ve zühdden uzaklaştırmaktadır. Ama sözkonusu kimselerin
tevekkülleri için de belli dereceler sözkonusudur. Kulların, amelleri
sebebiyle uhrevi karşılık beklemeleri, onları tevekkül dairesinden çıkarmaz.
Çünkü Allah "eala onları buna teşvik etmiş ve onlar için mendub görmüştür.
Ancak bu tür
bir beklenti içinde olmak, kulu İhlasın hakikatine dahil etmediği gibi,
tevekkül ehlinin sıddıklarma verilen ulvi derecelere de yükseltmez. Kul,
bulunduğu hal mikdarınca bir sevaba nail olur. Fakat bu hali kendisini
muhibbanın ihlasma dahil etmediği gibi, mukarrebunun derecelerine de yükseltemez.
Tevekkül,
dünya hakkında zühd sahibi olmakla sıhhat kazanır. Zühdün başı, harama rağbet
etmemektir. Kulun tevekkül hallerinin başı, günlük gıdasında Allah Teala'ya
tevekkül etmek, sonra da Ölümsüz Hayy olan Allah Teala'nm hükümlerine karşı
sabırlı olmaktır.
Tevekkülün
en üst derecesi; hükümlere teslimiyet ve hayırda yarışmada O'ndan razı
olmaktır. Bu da nefsi bir kenara atmak ve Allah Teala ile meşgul olup yalnız
O'nu severek nefsi tamamen unutmak suretiyle mümkün olabilir.
Tevekkülün
hakikati, Vekil Teala'nm kudret elini müşahede etmekle ortaya çıkar. O'nun
kudret eli ortaya çıktığı zaman, diğer ellerin tamamı gözden kaybolur. İşte bu
noktada, Allah Teala'ya nazlanarak tevekkül edersiniz. O da sizin
tevekkülünüzü kabul buyurur. Sonra O'na teslim olursunuz, O da sizi selim
kılar.
O size,
elzem bir sıfatla tecelli ettiğinde, hüküm sizi Hakim'e dönmek zorunda
bırakabilir. O sıfat da, sizi Vekil'e teslim olmaya zorlayabilir. Hâkim Teala,
sizi dilediği hükme uymaya zorlayabileceği gibi, lehinizde ve aleyhinizde
dilediği ve istediği taksimi de yapabilir.
Tevekkülünüzün
en üst derecesi, O'ndan haya ederek tevekkül etmeniz ve O'nun güzel takdiri
ile, Zatı'nı tevekkülünüze şahit tut-manızdır. O, sizi Kendinden gayrisine
havale etmemiş, Zatı'ndan başkasına döndürmemiştir. Her halükârda, ya
sabretmenizi, ya işleri O'na havale etmenizi, ya O'na teslim olmanızı, ya da
O'ndan razı olmanızı gerektirecek bir takdirde bulunabilir.
Sizi,
kendiniz için planlar yapmaktan kurtardığı gibi, kendi takdir ve temennilerinize
önem verme kaygısından da muaf tutabilir. "Kim Allah Teala'ya tevekkül
ederse, Allah ona yeter". (Talak/3) Ayette geçen 'Hasb' kelimesi,
'Hasîb^Hesap eden, hesaba çeken' anlamına gelir.
Allah Teala,
bunu istediği gibi ve dilediği şekilde yapar. Ayetin başka bir tefsirinde ise,
kula yetenin tevekkül olduğu ve tevekkü-
lün makam
olarak diğerlerini gerektirmeyecek bir derece olduğ_ söylenmiştir. Başka bir
tefsirde ise, Allah Teala'nm tevekkül salibine, başkalarına muhtaç etmeyecek
şekilde yeteceğinin kasdedŞ-diği söylenmiştir.
Allah Teala,
bunu bütün müslümanlara açıklayıp cemaati teselli ederek de şöyle buyurmuştur:
"Allah, emrini yerine getirendir" (Talak/3) Yani, O'nun hükmü,
kendisine tevekkül eden hakkında da, etmeyen hakkında da, muhakkak surette
yerine getirilecektir. Ancak tevekkül eden kuluna, dünya ve ahiret tasalarını
giderme noktasında Allah Teala yeter. O'na tevekkül etmeyen kulun kısmeti ise,
sivrisinek büyüklüğü kadar olsun arttırılmayacaktır.
Tevekkül
edenin rızkı da, zerre mikdarı eksiltilmeyecek, fakat O'nun hidayet etmesi
sayesinde istikameti artacak, takvası sebebiyle yakini imandaki makamı
yükseltilecek ve Allah Teala'nm iz-zetiyle yücelecektir. O'na tevekkül etmeyenlerin
yakini imanları eksiltilecek, tasa ve kaygıları arttırılacaktır. Bu da onun
aklını dağıtacak ve düşüncesini sürekli meşgul edecektir.
Allah Teala,
kendisine tevekkül eden kulun günahlarına kefaret edecek, rıza, muhabbet ve
yeterliğini ondan esirgemeyecektir. Allah Teala, tevekkülünde sadık olanlara
bunu taahhüt etmiş ve işlerini en güzel şekilde Rabbine havale eden kullarına
korumasını bahsetmiştir. Ancak tercih ve yerine getirmenin şekliyle ilgili
bilgi yalnız O'na aittir.
O, kulunun
koruma ve yeterliliğini, dünyevi ve uhrevi konularda dilediği yer, zaman ve
şekilde sağlar. Bunlar, kulun bilmediği yerlerden gelebilir.Çünkü kul,
mevcuttur. Hükümler, dünya ve ahi-rette onun üzerinde cari olur. O, fakir
olduğu gibi, her iki yurtta da lütuf, rahmet ve şefkate muhtaçtır. Allah Teala,
Ganî ve Hamîd, yani kimseye ihtiyacı olmayan ve övülendir. O, ilk defa yaratan
(=Mübdi') ve sonra tekrar diriltecek olan (=Mu'îd)'dir.
Ebu Muhammed
Sehl'e, 'Kulun tevekkülü ne zaman sahih olur?' diye sorulmuştu. Şu karşılığı
verdi: Rabbinin tedbirinin, kendi tedbirinden daha hayırlı olduğunu bildiği
zaman. Çünkü Rabbinin ona bakışı, kulun kendi kendine bakışından daha güzeldir.
Bu şuura eren kul, olup biten üzerinde düşünmeyi ve henüz olmamış şeyleri
temenni etmeyi bırakarak planlar yapmayı terkeder. İşlerin sonu Allah Teala'ya
döner ve O, her işinde hamd ve şükre layık olandır. [7][7]
Allah
Teala'dan razı olmak, yakini iman makamlarının en yücelerinden biridir. Allah
Teala buyurdu ki: "Güzelliğin karşılığı yalnız güzellik değil midir?"
(Rahman/60) Her kim Allah Teala'dan güzellikle razı olursa, Allah Teala da
onu, Zatı'mn rızası ile ödüllendirir.
O, rızaya
rıza ile karşılık verir. Bu da, ödül ve karşılığın zirvesi, ilahi bahsin nihai
noktasıdır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan
razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular". (Maide/119)
Allah Teala,
rızayı Adn cennetlerine yükseltmiştir ki onlar, cennetin en yüksek
noktalarıdır. O, zikrini namazdan bile üstün tutmuş ve şöyle buyurmuştur:
"Adn cennetlerinde hoş meskenler ve bundan da daha büyük olarak Allah
Teala'dan bir rıza vardır". (Tevbe/72); "Muhakkak ki namaz, çirkin
günahlardan sakındırır. Allah Teala'nm zikri ise, elbette çok daha büyüktür".
(Ankebut/45)
Zikir ehline
göre zikir, müşahededir. Zikredilen Hak Teala'yı namaz esnasında müşahede
edebilmek, bizatihi namazın kendinden daha yüce bir ibadettir. Üstteki ayetin
iki tefsirinden biri bu şekildedir. Diğeri ise şudur: Allah Teala'nm kulunu
zikretmesi, kulun Allah Teala'yı zikretmesinden daha üstündür.
Ebu Abdullah
es-Saci dedi ki: Allah Teala'nm yarattıkları arasında öyle kullar vardır ki,
sabırdan haya eder ve O'nun kudretinin tecelli ettiği yeri rıza ile kaparlar.
Ömer b. Abdülaziz (ra) de şöyle derdi: Artık yalnızca Allah Teala'nm kazasının
tezahür ettiği yerlerle sevinir hale geldim.
Allah
Teala'dan razı olanlar, Allah Teala'yı istediği ve razı olduğu şekilde
zikredenlerdir. En büyük rıza olan İlahi Rıza, zikir ehlinin en büyük
ödülüdür. Bu, Allah Teala'nm "Her kimin zikri, Ben'den istekte bulunmasını
engelleyecek kadar çok ise, ona istek sahiplerinin istediklerinden daha
fazlasını veririm" buyruğunun anlamlarından birini teşkil etmektedir.
Çünkü O'ndan istekte bulunanlar, kendi nefsleri için talepte bulunmaktadırlar.
Allah Teala da kendilerine ziyade sevabı vermektedir.
O'nu
zikredenler ise, sadece zikirde bulundukları için Allah Teala onlara Zatı'ndan
razı olma nimetini lütfetmektedir. Bir diğer anlam da şu şekilde olabilir: O
kullarıma Bana bakma nimetini lüt-
federim.
Çünkü zikir, müşahedeye dahil olan bir husustur. Buna göre de Allah Teala dünya
hayatında Kendisine bakmaya, ahirette Kendinin bakışıyla mukabele etmiş
olmaktadır. Tıpkı, "Yüzler var ki o gün pırıl pırıl, güleç, sevinçli"
(Abese/39-40) buyruğunda olduğu gibi, sıfata aynıyla mukabelede bulunmuş
olmaktadır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Rabbimiz bize gülerek tecelli
eder".[8][8]
Zikir,
işitmeye yakındır. İşitme de bakmaya götürür. Rıza ise, yakin sahibinin
halidir. Yakin, imanın hakikatidir. Allah Resulü (sav), İbni Abbas'a (ra)
tavsiyelerinde buna özendirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah için, rıza
halinde yakin ile amelde bulun. Eğer böyle olmazsa şunu bil: Sevmediğin bir
şeye karşı gösterdiğin sabırda senin için çok büyük bir hayır vardır".
Görüldüğü
üzere Allah Resulü (sav) rızayı makamların en üstüne yükseltmiş daha sonra
ortasına indirmiştir. O, Ömer b. Hattab'a da (ra) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teala'ya sanki O'nu görür gibi ibadet et. Sen O'nu göraıesen de, O
seni görmektedir".[9][9]
Allah Re-| sulu (sav) bu emri ile, Ömer'i (ra) müşahedede bulunmaya teşvik
etmiştir. Bu, aynı zamanda ihsan makamıdır. Çünkü Allah Resulü (sav) kendisine
ihsan sorulduğu zaman, "Allah Teala'ya O'nu görmediğiniz halde görür gibi
ibadet etmenizdir" buyurmuştur.
Allah Resulü
(sav), daha sonra rızayı sabır ve mücahedeye dayandırmıştır ki o da imandır.
Bu, şu hususu bilme makamıdır ki Al-lah Teala, böyle bir kulunu görmektedir.
Bundan daha öte vasfedi-lecek bir yer, mekan yoktur. Allah Teala, kendinden
razı olma halini, kula bahşettiği bakışın üstüne yükseltmiştir. Bir hadiste
şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala, müminlere tecelli ederek, 'Ben'den
dileyin' buyurur. Onlar da, 'Rızanı dileriz' derler".
Onların,
Allah Teala'ya bakıştan sonra rızasını dilemeleri, rızaya verilen büyük değeri
gösterir. Çünkü Allah Teala'ya nazar edişlerinin devam edebilmesi, büyük
ölçüde O'nun rızasının devamına bağlıdır. Rıza, bakışı gerektiren hal olduğu
için müminler de Rab-lerinden rızasının devam ederek yakınlıklarının da
sürmesini niyaz etmişlerdir. Böylelikle nimetin başladığı gibi tamama
eröiesini niyaz etmiştirler.
Onların
sözlerinden, 'rızan Sana bakışımızdan daha büyüktür* gibi bir anlam çıkmaması
gerekir. Kitab'da emrin hakiki anlamı yazılmaz. Çünkü Allah Teala'nın Zati
sıfatlarından birinin açığa çıkması, kulun Rubûbiyet makamının heybetinden
sakınmasını gerektirir. Bu, kalplerden perdelenmiş bir korku ve gaybın
sırlarından bir hikmettir. Bu, korku ehli için, hususi marifetlerinden dolayı
dünyada bir sevaptır, Yüce Allah buyurdu ki: "Allah onlardan razı oldu,
onlar da O'ndan razı oldular. Bu, Rabbi'nden korkanlar içindir".
(Maide/119)
Bir
müfessir, Allah Teala'nın "Katımızda daha ziyadesi vardır" (Kaf/35)
buyruğunu açıklarken şöyle demiştir: Cennet ehli sevap zamanı, Rableri katında
üç hediye ile karşılaşırlar.
Bunlardan
biri, Allah Teala'nın katından olan bir hediye olup bulundukları cennetlerde
bir benzeri yoktur. O, bunun hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiçbir nefis,
Allah Teala'nın onlar için sakladığı göz aydınlığını bilmez". (Secde/17)
İkincisi,
Rableri tarafından onlara verilen selamdır ki bu, hidayetinin üzerinde bir
ziyadedir. O, bu hususta da şöyle buyurmuştur: "Rahman ve Rahim bir
Rab'den sözlü bir Selam". (Yasin/58)
Üçüncü
hediye ise, Allah Teala'nın onlara, 'Ben, sizlerden razıyım' buyurmasıdır. Bu
da, hidayetten ve selamlamaktan daha faziletlidir. Bunu da şu ayet-i kerime
teyid etmektedir: "Bundan daha büyük olarak Rablerinden bir rıza".
(Tevbe/72) İlahi rıza, onların içinde bulundukları bütün nimetlerden daha
büyüktür.
Allah
Resulü'nün (sav) müminlerden bir topluluğa şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizler kimsiniz?' Onlar da, 'Biz, müminleriz' dediler. Allah Resulü (sav),
'İmanınızın alameti nedir?' diye sordu. Onlar, 'Musibetlerde sabreder, rıza
halinde şükreder ve kaza geldiğinde rıza gösteririz' dediler. Bunun üzerine
Allah Resulü (sav), 'Kabe'nin Rabbi'nin hakkı için müminler!' buyurdu".
Başka bir
rivayette ise, onlar hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hilim
sahipleri, ilim sahipleri, fıkıhlarının derinliği sebebiyle neredeyse
peygamber olacaklar". Allah Resulü (sav), onların rıza sıfatlarını
gördükten sonra imanlarına şahitlik etmiştir.
Lokman Hekim
de (as), rızayı imanın şartlarından biri olarak görmüş ve oğluna verdiği
öğütlerden birinde şöyle buyurmuştur:
"îmanın
dört esası vardır ki ancak onlarla istikamet bulabilir. Tıpkı bedenlerin ancak
eller ve ayaklarla istikamet bulması gibi". O, bu dört esas arasında,
Allah Teala'nın takdirine rıza göstermeyi de saymıştır.
İsrailiyat
kaynaklı bilgiler arasında şöyle bir rivayet yeralmış-tır: "Abidlerden
biri, uzun süre Allah Teala'ya kulluk etmişti. Rüyasında, falan çoban kadının
cennetteki hanımı olacağını gördü. Uyandıktan sonra, o kadını aramaya başladı.
Sonunda onu buldu ve yaptığı amellere bakmak için üç gün onun misafiri oldu.
Kendisi
geceleri uyumazken, o uyuyordu. Kendisi gündüzü oruçla geçirirken, o
niyetlenmiyordu. Sonunda kadına, 'Gördüğüm şeyler dışında başka bir amelin yok
mu?' diye sordu. Kadın, 'Ne gibi? Gördüğün amellerden başka bir amelim yoktu
dedi. Adam, 'hatırlamaya çalış' dedi. Kadın biraz düşündükten sonra şöyle dedi:
Basit bir husus ama söyleyeyim. Ben, darlıkta iken refahta olmayı, hasta iken
iyileşmiş olmayı temenni etmem. Güneşte kaldıysam, gölgede olmayı temenni
etmem. Kul, elini başına koydu ve, 'Bu mu basit bir özellik? Bu, andolsun ki
abidlerin aciz kaldıklara en büyük haslettir
dedi".
Ibni
Mesud'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: 'Her kim, gökten yere indirilene rıza
gösterirse mağfiret olunur5. Ebu'd-Derda (ra) ise şöyle demiştir: 'İmanın
zirvesi, Allah Teala'nın hükmüne sabretmek, ve kadere rıza göstermektir.
Muhammed b.
Huveytıb (ra), Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Kula
verilenlerin en hayırlısı; Allah Teala'nın kendisi için taksim ettiğine rıza
göstermesidir".
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Ne
mutlu o kimseye ki, İslam'a hidayet edilmiş ve rızkı ancak yetmekte olmasına
rağmen ona razı olmuştur". [10][10]
Bunun benzeri bir rivayet de şöyledir: "Her kim Allah Teala'dan gelen
rızkın azına rıza gösterirse, O da ondan gelen amelin azma rıza gösterir".
Ali'den (kv)
Ehl-i Beyt kanalıyla şu hadis nakledilmiştir: "Allah Teala bir kulu
sevdiğinde, onu imtihan eder. Eğer sabrederse onu kendine ayırır. Eğer rıza
gösterirse onu kendine seçer".
ı
Allah
Teala'dan razı olmak, halka merhametli davranmak, kalbi selim tutmak,
müslümanlara nasihatta bulunmak ve cömert olmak, sıddıklar arasındaki abdal
zümresinin makamını oluşturur.
Musa (as) üe
ilgili olarak nakledilen rivayetler arasında şöyle bir hadise anlatılır:
"îsrailoğnlları ona, 'Rabbine öyle bir şeyi sor ki onu yaptığımızda Allah
bizden razı olsun' dediler. O da Rabbine şöyle dedi: "Allahım,
söylediklerini duydun'. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: 'Onlardan
razı olabilmem için, onların Ben'den razı olmaları gerekir'.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis de bunu teyid etmektedir:
"Allah Teala katında neye sahip olduğunu bilmek isteyen kimse, kendi
yanında Allah Teala'ya ait ne bulunduğuna baksın". Allah Teala kulu
Kendisini nereye koyduysa onu oraya yerleştirir.
Hammad b.
Seleme, Sabit el-Benani kanalıyla Enes b. Malik'ten (raj müsned tarzı hasen bir
hadiste şunu rivayet etmiştir: "Kıyamet günü geldiğinde Allah Teala
ümmetimden bir toplulukta kanatlar çıkartacaktır. Onlar kabirlerinden
cennetlere uçacak ve oralarda diledikleri gibi gezinerek nimetleri
tadacaklardır.- Melekler onlara, Hesabı gördünüz mü?' diye sordukları zaman
şöyle diyeceklerdir: 'Hesab görmedik'. Melekler, 'Sırat'tan geçtiniz mi?' diye
sorduklarında, 'Srrat'ı görmedik' diyeceklerdir. Onlara, 'Cehennemi gördünüz
mü?' denildiğinde, 'Hiçbir şey görmedik' diyeceklerdir.
Bunun
üzerine melekler, 'Sizler, kimin ümmetindensiniz?' diye soracak, onlar da,
'Muhammed'in (sav) ümmetinden' diyeceklerdir. O zaman melekler, 'Allah
Teala'nın hakkı için, dünyada ne gibi amellerde bulunduğunuzu söyleyin'
diyecekler, onlar da şu karşılığı vereceklerdir: Bizim iki hasletimiz vardı.
Allah Teala da, rahmetinin lütfuyla bizleri bu makama ulaştırdı. Melekler, 'O
hasletler nelerdi?' diye sorduklarında,
o müminler şu cevabı vereceklerdir: Bizler, halvette bulunduğumuzda bile Allah
Teala'ya ma'siyette bulunmaktan haya eder, O'nun bize nasip ettiğinin azma
razı olurduk. Melekler de bu cevap üzerine şöyle derler: Sizler bunu
hake-diyorsunuz".
Enes b.
Malik'ten (ra) yazılı olarak gelen bir rivayette de 'Ümmetimden bir topluluk
için....' buyrulmaktadır. Bu da, önceki hadisin müsned olduğuna delalet
etmektedir.
Başka bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ıji-layet edilmiştir:
"Kim Allah Teala'dan gelen rızkın azma rıza gösterirse, Allah Teala da
onun amelinin azma rıza gösterir". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Ölüler
arasında öyle kimseler bilirim ki, kabirlerinden cennetteki konutlarına
bakarlar. Berzah aleminde keder ve tasalar içinde beklerken sabah akşam onlara
^ennetten gidilip gelinir. Bunların tasaları Basra halkına taksim Edilse buna
dayanamayarak ölürlerdi. 'Onların amelleri neydi?' di-Ve sorulduğunda, şöyle
dedi: Onlar müslümanlardı. Fakat ne tevekkül, ne de rızadan nasipleri vardı.
Rızanın
farziyeti hakkında Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuşun "Allah Teala'ya
kalplerinizden rıza gösterin ki, fakirliğinizin Cevabını kazamn. Aksi halde
kazanamazsınız".
Lokman da
(as), oğluna öğüdünde, rızayı tevhid ile birleştirmiş jve şöyle demiştir: 'Ey
oğul, sana öyle hasletleri öğüt vereyim ki se-jni Allah Teala'ya yaklaştırıp
O'nun gazabından uzaklaştirsin: İlki, Allah Teala'ya kulluk ederek O'na hiçbir
şeyi ortak koşma-m andır.
İkincisi,
sevdiğin sevmediğin her olayda Allah Teala'nın takdirine rıza göstermendir...'
Yine o,
başka bir vasiyetinde şöyle demiştir: 'Her kim Allah Teala'ya tevekkül eder ve
O'nun takdirine rıza gösterirse, imanı ikame etmiş, elini ve ayaklarını yalnız
hayır kazanmaya adamış ve kula uygun düşen salih ahlakı ayakta tutmuş olur5.
Rızanın bir
tezahürü de, bütün işlerde takdir edilene kalpten sevinmek, her durumda, nefsi
hoş tutup teskin etmek ve dünyevi korkuların tamamında kalbi huzuru sağlayarak
her şeye kanaat etmek, Rabbi'nin nasip ettiğiyle mutlu olmak ve Allah Teala'nın
onu kollamasından dolayı sevinç duymaktır.
Kulun,
herşeyde Allah Teala'ya teslim olması, O'ndan gelen büyük küçük herşeye rıza
göstermesi, hükümleri yalnız O'na havale etmesi ve bu noktalarda O'nun
tedbirinin güzelliğine, takdirinin mükemmelliğine olan inancını koruması rıza
makamının göstergelerin-dendir. Kulun, Allah Teala'nın hükmüne rıza göstererek
sahip olduğu herşeyi Rabbi'ne teslim etmesi, kainatın yegane Mâliki olan
Rab-bi'ni O'nun kullarına şikayet etmemesi, Habibi'nin bir fiilinden do-
layı
serzenişte bulunmaması, her durumda O'nun yaptuğınm güzelliğine olan inancını
yitirmemesi rızanın önemli tezahürlerindendir.
Rıza ehline
göre rızanın şekillerinden biri de, kulun 'Bugün çok sıcak bir gün, bugün çok
soğuk bir gün, fakirlik bir musibettir, geçim bir tasa ve yorgunluktur, meslek
sahibi olmak meşakkat ve zorluktur* gibi sözler sarf etmemesidir.
Kul, kalbi
üzerindeki hakimiyetini kaybederek aldanmasına yol açabilecek bu tür
ifadelerden uzak durmalıdır. Aksine kalbini hoşnut kılmalı, selim tutmalı,
aklını teskin etmeli, ilahi tedbirin tadına teslimiyet göstererek takdiri
ilahinin hükmünü, güzel görmelidir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz (ra) bu hususta
şöyle demiştir: Kaderin tecelli edeceği anları beklemekten başka bir
mutluluğum kalmaz oldu.
Ibni Mesud
(ra) şöyle demiştir: Zenginlik ve fakirlik, hangisine bindiğimi umursamadığım
iki binek gibi. Eğer fakirliğe binersem, onda sabrederim. Zenginliğe binersem,
onu da değiştiririm.
Ahmed b.
Ebi'l-Havari ise şunu anlatmıştır: Ebu Süleyman'a, Talanın gece keşke daha uzun
olsaydı, dediğini işittim, ne dersiniz?' dedim. Bana şu cevabı verdi: Hem iyi
etmiş, hem de kötü etmiş. İyi etmesi, gecenin uzunluğunu ibadetini arttırmayı
istemesinden dolayıdır. Kötü etmesi ise, Allah Teaîa'mn beğenip takdir ettiğini
beğenmemiş olmasıdır
Ömer b.
Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Darlık veya bolluk olsun,
hangi halde sabahladığımı ve geceye çıktığımı umursamam". Bir gün
öfkelenerek hanımına şöyle demişti: 'Allah Teala'ya yemin olsun ki sana bir
kötülük edeceğim'. Bunun üzerine hanımı,( Beni, Allah hidayet ettikten sonra
İslam'dan mı çıkarabileceksin?' diye sordu. 'Hayır' deyince hanımı şu
karşılıkta bulundu: 'Öyleyse ne gibi bir kötülükte bulunacaksın?!'
Süleyman b.
Ca'fer es-Sane'i, Süfyan-ı Sevri'nin bir gün Rabia-tü'1-Adeviyye'nin (ra)
yanında şöyle dediğini nakletti: Allahım, bizden razı ol. Rabia, 'Sen O'ndan
razı değilken, Allah Teala'dan rızasını istemekten utanmıyor musun?' diye
sordu. Bunun üzerine Süf-yan 'İstiğfar ediyorum' dedi.
Ca'fer şunu
nakletmiş tir: Rabia'ya (ra), 'Kul, ne zaman Allah Teala'dan razı olur?' diye
sordum. Bana şu cevabı verdi: Musibette
duyduğu
sevinç, nimette duyduğu sevinç kadar olduğu zaman. Fu-dayl b. Iyaz ise şöyle
demiştir: Allah Teaîa'mn vermesi ve engellemesi kulun gözünde denk olduğu
zaman razı olmuş sayılır.
Davud'un
(as) haberleri arasında, Allah Teala'nın şu buyruğu nakledilmiştir:
'Velilerimde dünya kaygısı olamaz. Çünkü dünya kaygısı, onların kalplerindeki
Bana yakarış lezzetini ortadan kaldırır1. Başka bir rivayette ise Davud'a (as)
şöyle vahyettiği nakledilir: 'Ey Davud, dünya için kaygılanmaktan sakın!
Velilerimde sevdiğim, ruhaniler olup tasalanmamalarıdır. Tasadan sakın. Beni
arzu ettiğin sürece hayır için tasalanma'.
Denir ki:
Dünyada insanların en çok tasalananları, ahiret için en çok tasalananlarıdır.
En az tasalananları ise, ahiret için en az tasalananlardır. Allah Resulü (sav)
de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kadere iman, tasa ve hüznü
giderir".
Dünya ile
sevinmek, kalpten ahiret tasasını kaldırır. Dünya için tasalanmak da, ahiretten
kaçırılan şeyler için üzülmeyi engeller. Bir defasında Rabia'ya (ra), Allah
katında üstün bir yeri olan abid birinden sözedilmişti. O, bazı zenginlerin
çöplüklerinden topladık-larıyla geçinirdi. Bir adam, Rabia'ya (ra) şöyle dedi:
Allah katında o derece yüksek bir yeri varsa, rızkı için dilenmesi ona zarar
vermez mi? Böylece Allah Teala da onun rızkını başka bir yolla yaratırdı.
Rabia (ra), 'Sus ey aylak! Bilmez misin ki Allah dostları, O'ndan en çok razı
olanlardır. O kadar ki kendilerine bir geçimden diğerine nakletmesi tercihini
bile O'na arzetmezler ki sadece Allah Teala'nm tercih ettiği üzere
olabilsinler' diyerek ona cevap verdi.
Ahmed b.
Ebi'l-Havari şunu anlatmıştır: Ebu Süleyman bana şöyle dedi: Allah Teala, kerem
sıfatı gereği, kölelerin köle sahiplerinden razı olduğu şeylerle kullarından
razı olmuştur. Bunun nasıl olduğunu sorduğumda bana şu cevabı verdi: Kölenin
bütün arzusu, efendisinin kendinden razı olması değil midir? Ben de, 'Evet' dedim.
O da şunu söyledi: 'Allah Teala'nın kullarından istediği de, Za-tı'ndan razı
olmalarıdır.
A'meş şunu
aktarmıştır: Ebu Vail bana şöyle demişti: Ey Süleyman, Rabbimiz ne kadar da
güzeldir! Eğer O'na itaat edebilsek O asla bize karşı gelmez. Nitekim şu ayet-i
kerime de bunu teyid etmektedir: "O, iman eden ve salih amel işleyenlere
icabet eder". (Şura/26) Yani onlara verir ve icabet eder. İcabet etmek,
itaat etmek anlamındadır. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Bana icabet/itaat
etsinler". (Bakara/186)
Kullar O'na
icabet ettiklerinde O da onlara icabet edecektir. Yani onlar istediği
hususlarda Kendisine itaat ettiklerinde, O da arzuladıkları hususlarda onlara
itaat edecektir.
Bu,
aşağıdaki ayetin iki tefsirinden birini de oluşturmaktadır: "Siz Benim
ahdime uyun ki, Ben de sizin ahdinize uyayım". (Bakara/40) Bu, ayeti 'Rabbin
sana itaat edebilir mi?' şeklinde okuyanların teviline göredir.
Bu hususta
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Havariler, Allah Te-ala'nın buna kadir
olmasından şüphe etmeyecek kadar O'nu bilen insanlardı. Ayetin anlamı şu
şekildedir: O, sana itaat edebilir mi? Aişe'den (ra) de benzer bir görüş
rivayet edilmiştir. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Kim Allah Teala'ya itaat
ederse, herşey kendisine itaat eder. Kim de Allah Teala'dan korkarsa, herşey
ondan korkar.
Musa (as)
ile ilgili anlatılanlar arasında onun şu sözü rivayet edilmiştir: "Ey
Rabbim, bana Senin rızan bulunan öyle bir şey göster ki onu yapayım. Rabbi ona
şöyle vahyetmiştir: 'Benim rızanı, senin hoşgörmediğin şeydedir. Sen ise
hoşlanmadığın şeye karşı sabredemezsin'. Musa (as) ısrar ederek, 'Ey Rabbim,
bana onu göster3 dedi. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle buyurdu: Benim rızam,
kazama rıza göstermendedir.
Bu haber,
başka bir şekilde de şöyle rivayet edilmiştir: "İsrailo-ğulları, Musa'ya
(as) talepte bulunarak, 'Eğer Rabbimizin rızasının bulunduğu şeyi bilseydik,
onu yapardık' demişlerdi. Allah Teala da, ona şunu vahyetmişti: 'Benim rızam,
onların Benim kazama rıza gös termelerin de dir".
Musa da (as)
Rabbi'ne yakararak şöyle demişti: "Ey Rabbim, yarattıklarının hangisi
Sana daha sevimlidir?' O da şöyle buyurmuştu: 'Sevdiğini elinden aldığımda
Bana teslim olandır1. Musa (as), 'Peki yarattıklarının hangisi daha çok buğzuna
uğrar?' diye sordu. Allah Teala da, 'Bir işte Beni serbest bıraktıktan sonra,
takdir ettiğime öfkelenen kimse!"
Bunlardan
daha ağır bir ifade ise şu haberde yer almaktadır: Allah Teala kudsi bir
hadis-i şerifte buyurdu ki: "Ben, kendinden
başka ilah
bulunmayan Allah Teala'yım. Kim Benim verdiğim musibete sabretmez, kazamra
rıza göstermez ve nimetime şükretmezse, Ben'den başka bir Rabb edinsin!"
Bununla aynı
sertlikte başka bir haber de şudur: "Allah Teala buyurdu ki: Kaderleri
takdir ettim, tedbiri yaptım ve işleri sağlamca yoluna koydum. Kim bunlara
rıza gösterirse, Benim'le karşılaştığında rızama nail olur. Kim de bunlara
öfkelenirse, Benim'le karşılaştığında gazabıma uğrar".
Bir başka
rivayetite ise şu bilgi yer almaktadır: "Musa'ya (as) ilk. yazılan ayet
şuydu:: Ben, Ben'den başka ilah bulunmayan Allah Te-aTa'yım. Kim Benim hükmüme
rıza gösterir, kazama teslim olur ve belama sabrederse, onun sıddık yazar ve
kıyamet günü sıddıklarla beraber diriltirim".
Meşhur bir
hadiste de aynı anlamda şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Hayır ve şerri
takdir ettim, o ikisini kullarımın ellerine verdim. Hayır için yarattığım
kullar ne iyidirler! Ben hayrı onların ellerinde icra ettiririm. Şer için
yarattıklarımın da vay hallerine. Şerri de onların elleriyle icra ettiririm.
Vay haline, vay hallerine o kimselerin ki 'Neden? Nasıl' diye sorarlar!"
Geçmiş
peygamberlerden biri hakkında şu haber rivayet edilmiştir: "O, on yıl
boyunca Rabbine açlık ve fakirlikten yakınmıştı. Ama bütün bu zaman esnasında
O'ndan her hangi bir dilekte de bulunmamıştı. Allah Teala ona şöyle vahyetti:
Halinden niçin yakınıyorsun? Senin muhtaciyetin, nezdimdeki Ümmü'l-Kitab'da
gökleri ve yeri yaratmadan önce kaydedilmişti. Bu hususta seninle ilgili
geçmiş bir yazı vardı ve Ben de dünyayı yaratmazdan önce senin için bunu
takdir ettim. Senin için dünyayı yeniden yaratmamı mı istiyorsun? Ya da senin
için daha önce takdir ettiğimi değiştirerek Benim değil de senin istediğini
oldurmamı mı arzu ediyorsun? İzzet ve celalim hakkı için, bir kez daha
kalbinden bu tür bir düşünce geçirirsen, seni peygamberlik defterinden silip
atarım".
Adem (as)
hakkında da şu hadise rivayet edilmiştir: "Onun küçük çocuklarından biri
bedenine tırmanıp iniyor, biri ayağını kaburga kemiğine dayayarak onu merdiven
gibi kullanıyor ve başına çıkıyordu. Sonra da aynı şekilde kaburga kemiklerine
basarak aşağı iniyordu. O ise bunlar olurken dalgın dalgın yere bakıyor, tek
ke-
lime
etmediği gibi başını da kaldırmıyordu. Çocuklarından biri, 'Babacığım, sana
yaptıklarını görmüyor musun? Azarlasan böyle yapmazlar5 dedi. Bunun üzerine
Adem (ra) şöyle dedi:
Ey oğul, ben
sizin görmediklerinizi gördüm, bilmediklerinizi bildim. Ben, bir defa öfkeyle
haraket ettim, o yüzden de keramet yurdundan zillet yurduna, nimetler
yurdundan çile yurduna indirildim. Bir hareket daha yaparak, bilmediğim
musibetlere düçâr olmaktan korkuyorum". Başka bir rivayette ise şöyle
dediği nakledilmiştir: "Allah Teala, dilimi tuttuğum sürece beni
çıkardığı yurda geri koymayı taahhüt etti".
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle demiştir: İnsanların yakini imandan payları, rıza makamındaki
payları oranındadır. Rıza makamındaki payları ise, Allah Teala ile beraber
yaşamaları mikdarı-na göredir". Atiyye, Ebu Said el-Hudri'den (ra) Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Teala hüküm ve
celali ile, rahatlık ve sevinci, rıza ve yakinde varederken tasa ve hüznü ise
kuşku ve Öfkede var etmiş tir".
Mubah bir
şeyi kınamamak ve Allah Teala'nın kazası sonucu gerçekleştiğinde ayıplamamak da
rızanın gereklerindendir. Bütün işlerde Sâni' olan Hak Teala'ya şahit olmak ve
O'mm yapısındaki güzelliği görmek gerekir. Akıl ve adetin makul gördüğü
sınırdan çıkılmadıkça böyle davranmak yerinde olur.
Ariflerden
bir zat, bunları Allah Teala'dan haya etme babında görürdü. Onlardan biri de
şöyle demiştir: Bunlar, Allah Teala'ya karşı güzel ahlaka sarılmanın
gereklerindendir. Kimi de bunları, Allah Teala'nın huzurunda takınılması
gereken edeb kapsamında değerlendirmiştir. İş böyle olunca, aslen mubah kılınan
şeyleri kınamak ve onları ayıplamak, Allah Teala karşısında kötü bir ahlak
sergilemek ve O'nun huzurunda kötü davranmak olmaktadır.
Bunlardan
daha ağırı, Allah Teala'dan utanmama babından değerlendirilmesidir. Bu da,
"Hayasızlık, küfürdür" şeklindeki hadisin anlamlarından biri olarak
değerlendirilebilir. Buradaki küfür, kusurlu görmek veya kınamak suretiyle
nimete nankörlük etmek anlamındadır.
Allah
Teala'nın lütuf ve şefkatinin eseri olarak verdiği bir nimet, benzeri bir
nimetten eksik veya nimet verilen kimsenin arzu-
suna ters
olabilir. Böyle bir durumda o nimeti ayıplı görmek veya kınamak, nimete küfür
ve nimet sahibi olan Allah Teala'ya karşı hayasızlık olur. Çünkü O, nimetinden
dolayı şükredilmesini emretmiştir. Şükrün mukabili ise nankörlük ve inkardır.
Bir kimse
size yemek hazırlasa ve siz, o yemeği beğenmeseniz ya da eleştirseniz, hoş
görülmeyen bir davranış sergilemiş olursunuz. Allah Teala da aynı şekilde
nimetine kusur bulmanızı hoş görmez. Bu konu, Allah Teala'nın sıfatlarının
anlamları kapsamına giren bir husustur.
Şu sözün
muhtevasında da bu hususa işaret edilmektedir: "Rab-binizi en iyi
bileniniz, kendisini en iyi bileninizdir". Çünkü mahlu-katla
ilişkilerinizde nasıl sıfatlara sahip olduğunuzu gördüğünüzde, Hâlık ile
ilişkinizdeki hallerinizi de daha iyi görebilirsiniz.
Rıza
ehlinden bazıları varlıkları kusurlu bulan ve kınayan kimselerin
davranışlarını, onların Yaratıcısı hakkında gıybette bulunmak olarak
görmektedirler. Çünkü bütün şeyler, O'nun yapma ve yaratmasının eserleri,
hikmetinin sonuçlan, ilminin tecellisi, tedbirinin yansıması ve kaderinin
neticelerinden ibarettir.
Allah Teala,
hüküm verenlerin en iyisi, rızık verenlerin en hayırlısı ve yaratıcıların en
güzelidir. O'nun her şeyde büyük bir hikmeti ve her işte hünerli bir sanatı
vardır. Siz bir sanat eserini ayıpladığınız ve tenkid ettiğiniz zaman, bu
sözünüz onun asıl Sanat-kârı'na ulaşacaktır. Çünkü onu yapan ve hikmeti gereği
ortaya çıkaran O'dur. Çünkü sanat da sonuç itibarıyla yaratılmış bir hünerdir.
Allah Teala sanatı yaratmamış olsaydı, onun eserleri de yapılamazdı. Sanatın,
sanatı ortaya çıkarma noktasında hiç bir rolü yoktur. O da Allah Teala'mn bir
eseridir.
Vera ehli,
Allah Teala'ya gıybette bulunmuş olmamak için hiçbir eseri kusurlu görüp
tenkid etmezlerdi. Çünkü Allah Teala'dan razı olan bir kul, O'nun huzurunda
edebini takınır, O'nun yurdunda O3na karşı çıkmaktan ve hükmüne itiraz etmekten
haya eder.
Dünya
yurdunun asıl Sahibi olan Hak Teala, hükmünde dilediğini yapar. Hüküm Sahibi,
dilediği.şekilde hüküm verebilir. Kul ise, Rabbinin yaptığına razı, Hâkim-i
Mutlak'm hükmüne teslim olmuştur. îsrailiyat kaynaklı haberler arasında şu hadise
nakledilmiştir: "İsa (as), arkadaşlarından bir toplulukla, bir köpek
leşinin
yanından
geçmişlerdi. Burunlarını kapatarak, Üf, Üf, ne kadar iğrenç bir koku!'
dediler. İsa (as) burnunu kapatmadı ve köpek için, 'Dişleri ne kadar da
beyazmış' dedi".
O, bu
sözüyle arkadaşlarını gıybetten sakındırmak ve eşyanın kusurlarını olduğu gibi
bırakmak gerektiğini öğretmek istemiştir. Çünkü o, Allah Teala'nm yarattığını
O'nun eseri olarak görüyor ve Allah Teala'ya bakışına göre elden geçirerek buna
göre hüküm veriyordu.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav), hiç bir yemekte kusur bulmamıştır. Eğer iştahını
çektiyse yemiş, çekmediğinde ise bırakmıştır. Enes b. Malik (ra) şöyle
demiştir: Allah Resulü'ne (sav) on yıl hizmet ettim. Hiç kimse benim efendim
gibi olamaz. O, bir gün dahi yaptığını bir şey için 'Şunu niçin yaptın?',
yapmadığım bir şey için de, 'Keşke yapsaydın' dememiştir. Yine O, olmuş bir şey
için, 'Keşke olmasaydı' veya olmamış bir şey için de, 'Keşke olsaydı'
dememiştir. O, daima şöyle derdi: 'Takdir edilmişse, muhakkak olur [11][11]
İşte ya-kini iman sahibi ve müşahedesi açık bir kulun sıfatı böyle olur.
Rıza
makamının bu inceliklerini düşünen ve bunlara riayet eden kimseler, Allah
Teala'nın katında mukarrebun makamına yükseltilmişlerdir. Bunları hafife almak
ve ilgisiz kalmak ise, kalplerin kararak bozulmasına yol açar.
Bu hale
düşen kalpler, muhabbet ve rızaya asla uygun olamazlar. Bu tür haller, itiraz
ve Allah Teala'nın takdirinde seçicilik gibi yanılgılara sebebiyet verir. Bu
da, O'nun huzurunda öne atılmak demektir. Şehrin de ifade ettiği gibi bu, kulun
tedbire yönelmesidir. O şöyle demiştir: İnsanların tedbirleri, onları Allah
T^ala'dan perdeler.
ı Bu konuda
şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bir müslüman, ariflerden biriyle yolculuğa
çıkmıştı. Adam yolda bir şeyi kurcaladı ve onu, durduğu yerden oynatarak başka
bir yere kaydırdı. Bunun üzerine arif zat, *Ne yaptın? Allah Teala'nın
mülkünde, sünnet ve zaruret bulunmaksızın yeni bir şey ihdas ettin? Artık benim
yanımda yolculuk etme. Bizler için bunlar dışında başka günahlar olmasa bile,
bunlar yeter. Daha da ötesinde bunları hafife almak büyük günahtır" dedi'.
Bundan daha da ağırı, sözkonusu günahlar şe| bebiyle tevbe ve istiğfarda
bulunmaya gerek görmemektir.
Rıza-i İlahi
peşinde koşanların amelleri, Allah yolunda mücajtiL ' rde edenlerin
amellerinden kat kat fazla sayılır. Çünkü Allah yolun da cihad edenlerin
amelleri, yediyüz katıyla sevaplandirilir. Rıza 1 arayanların amelleri ise,
sayılamayacak kadar fazlasıyla ödüllendirilir. Allah Teala, bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Allah, diledi-; ğine kat kat verir". (Bakara/261);
"Allah da ona, kat kat fazlasıyla ödesin". (Bakara/245) Denildi ki:
Bir hasene, iki milyon katıyla ödenebilir.Allah Teala buyurdu ki:
"Mallarını Allah rızasını umarak ı'Vıi kendilerini sağlam tutmak için
infak edenler, tepe üzerindeki bir bahçe gibidirler". (Bakara/265) Böyle
bir bahçede, kaç başak ve da-ne bulunur? Elbette sayılamayacak kadar çok
bulunur. İşte onlar, Allah Teala'nın haklarında, "Allah, dilediğine kat kat
verir" (Bakara/261) buyurduğu kimselerdir. Bunlar, Allah Teala'dan razı
olmuş kimselerdir. Çünkü onlar, Allah Teala'nın rızası için O'nun uğrunda
karz-ı hasen vermiş kimselerdir. Allah Teala da, bunun karşılığını katlanyla
vermeyi taahhüt etmiştir.
Allah Teala'nın
hikmetini akleden kimse, O'nun hüküm verdiği hususlarda tam teslimiyet
gösterir. Çünkü Allah Teala eşyayı, kendi tercihiyle varetmiş ve iradesiyle
açığa çıkarmıştır. Takdir edilenler, bu sayede yapılır ve işlerin akıbeti de
O'na döndürülür. Kul, arzuladığı şeyde nefsiyle, alışkanlığıyla ve akıl
yoluyla bildiğiyle birlikte olamaz.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Rıza makamı dışında her makamdan bir hale nail oldum.
Ondan ancak, koklanacak kadarını gördüm. Buna rağmen bütün yaratılmışları
cennete, beni cehhene-me koysa, bundan bile razı olurdum.
Derece
bakımından onun üstünde bir arife de şöyle sorulmuştu: Allah Teala'dan rızada
nihai noktaya ulaştın mı? Şu cevabı verdi: Nihai noktaya asla. Ama rızadan bir
makama ulaşabildim. Öyle ki Allah Teala beni, cehennem üzerinde köprü kıldı da,
insanlar benim üstümden cennete geçtiler. Sonra da, taksimi gereği insanlar
yerine cehennemi benimle doldurdu. O'nun bu hükmünü sevdim vj^ taksiminden razı
oldum.
Ruzbari'den
şunu naklettiler: Ebu Abdullah b. el-Cela ed-Dı-meşki'ye falanın şöyle dediğini
naklettim: Halkın O'na itaat edeceklerini bilsem, bedenimin makaslarla
doğranmasını isterdim. 'Bunun anlamı nedir?' denildi. Ebu Abdullah şöyle dedi:
Ey kişi! Eğer bu, insanlara şefkat ve nasihat babından ise maruf görürüm. Eğer
tazim ve yüceltme babından ise maruf görmem. Ruzbari dedi ki: Dımeşki, bunu
söyledikten sonra bayıldı.
İmran b.
Husayn'm karnı su koplamıştı. Bu nedenle de otuz yıl boyunca sırtüstü yatmak
zorunda kalmıştı. Bu kadar uzun bir süre ne oturabilmiş, ne de
doğrulabilmişti. Hurma dallarından yapılmış yatağının altında bir delik
delinmiş ve altına büyük küçük ab-destini yaptığı bir kap konmuştu. Bir
defasında Mutarraf ve kardeşi Ala ziyaretine gelmişlerdi. Mutarraf onun bu
halini görünce ağlamaya başladı.
İmran,
'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu. O da, 'Seni bu sıkıntılı durumda gördüğüm
için' dedi. İmran, 'Ağlama, Allah Teala'ya sevimli gelen, bana da sevimli
gelir" dedi. Ardından şunu ekledi: Sana faydası dokunacak bir şey
söyleyeyim, ancak bunu, ben ölünceye kadar kendine sakla. Melekler, beni
ziyaret ediyorlar, onları hissediyorum. Bana selam veriyorlar, selamlarını
işitiyorum.
îmran (ra),
bu sözüyle başındaki bu musibetin bir ceza olmadığını göstermek istemiştir.
Çünkü bu tür bir işaret, hayırda bir derece, bir rahmet ve bir imtihandan
başka birşey değildir. Cezalar, bu tür ilahi işaretlerle beraber gelmez.
Cezalarda, böyle tatlar ve kalpler için gaybi esintilerin güzel kokuları
bulunmaz. İmran, Mutarraf üzüldüğü için, onu sevindirmek istemiştir.
Habib
Teala'yı zikreden kul, o Tabib ile buluşmayı daha çok ister. Nitekim
muhibbandan biri şöyle demiştir:
Ey zikriyle
tedavi olduğumuz Habib,
En garip
hastalıklara bile Seni tavsiye ederler.
Her kim
gizlice tabib ararsa,
İşte o
Tabib'le buluşma özlemiyle hastalanandır.
Habib'i
arayan, koşar O'na,
Ehli O'nsuz
cefa çekerken yakını da acı çeker. .
Aşığın
derdi, tedavi edilecek bir dert değildir,
Onun tek
çaresi, Habib ile buluşmadır.
Süveyd b.
Şu'be'yi ziyarete gitmiştik. Yere yayılmış bir yatak örtüsü gördük. Altında
birşey bulunduğunu sanmamıştık. Neden sonra onun altından göründü. Hanımı şöyle
dedi: Ailem sana feda olsun. Sana yemek de yediremiyoruz, çorba da
içiremiyoruz.
Bunun
üzerine şöyle dedi: Yatalaklığım uzadı. -Ne kadar zamandır böyle olduğunu
belirttikten sonra- Artık en cılız binek hayvanına bile yetişemez oldum. Çok
zayıfladım. Ne yemek yiyebiliyor, ne de çorba içebiliyorum. Bunlardan geri
kalmak, beni tırnak ucu kadar olsun mutsuz etmiyor.
Huzeyfe (ra)
ölüm hastalığına yakalandığında şöyle demeye başlamıştı: İzzetin hakkı için,
muhakkak ki Seni nasıl sevdiğimi biliyorsun. Ölümü iyice yaklaştığında ise
şöyle demeye başladı: İşte Habib ihtiyaç üzerine geldi, nedametten
kurtulamıyorum. Benzer bir hal, Ebu Hüreyre (ra) için de rivayet edilmiştir.
Sa'd (ra)
Mekke'ye geldiği zaman gözleri görmez olmuştu. Halk, coşkuyla onun yanına
geliyor ve her biri kendisi için dua etmesini istiyordu. O da, herbiri için
ayrı ayrı dua ediyordu. O, duası kabul edilen bir şahsiyetti. Çünkü Allah
Resulü (sav) duasının kabul edilmesi için Rabbine dua etmişti.
Abdullah b.
Saib şöyle demiştir: Ben onun yanına henüz çocuk iken gitmiştim. Ona takdim
edildiğimde beni tanıdı ve, 'Sen Mekke'nin kari'isin değil mi?' diye sordu.
Ben de, 'Evet' dedim. Bir kıssa anlattım ve sonunda şöyle dedim: Ey amca, sen
insanlar için dua ediyorsun, kendin için dua etsen de Allah Teala gözlerini
tekrar açsa. Bunun üzerine tebessüm etti ve şöyle dedi: Ey oğul, Allah
Tea-la'nm kazası, benim için gözümden daha hayırlıdır
Rıza
ehlinden birinin, üç günlük çocuğu kaybolmuştu. Bir süre çocuktan bir haber
çıkmadı. Bunun üzerine kendisine, 'Allah Teala'ya çocuğunu geri vermesi için
niyazda bulunsan' denildi. O zat, 'Takdir ettiği bir hususta O'na itirazda
bulunmam, benim için çocuğumun kaybolmasından daha ağır bir durumdur' dedi.
Abidlerden
birinden de şu söz rivayet edilmiştir: Bir günah işlemiştim. Otuz yıldan beri
onun için ağlıyorum. O zat, gerçekten de sözkonusu günahının tevbesi için
gayret göstermekteydi. Bir gün, 'O günah neydi?' diye soruldu. Dedi ki: Bir
defasında, olan bir şey için, "keşke böyle olmasaydı', demiştim. ;^ i
Selef-i
Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: Bedenimin makaslarla doğranması, Allah
Teala'nm kazası için, 'Keşke böyle kaza bu-yurmasaydı' dememden daha iyidir.
Bişri-i
Hafî'den de (ra) şunu naklettiler: Abadan'da bir adam gördüm. Bir musibet onu
pârelemiş, göz bebekleri yanaklarına akmıştı. Bu halinde, Allah Teala'yı
sürekli zikrediyor, O'na şükrünü eda etmeye çalışıyordu. Bu durumda iken, Allah
aşkıyla bir nöbete tutuldu. Başını kucağıma koydum ve Allah Teala'ya onu
iyileştirmesi için dua ve niyazda bulundum.
Az sonra
ayıldı. Duamı işitmişti. Şöyle dedi: Benimle Rabbim arasına giren bu fuzuli
kişi de kimdir? Rabbimin bana olan nimetine nasıl itiraz edebiliyor? Sonra
başını kucağımdan uzaklaştırdı. Bişr (ra) daha sonra kendi kendine şunu
söylemiştir: Bundan sonra musibet izleri taşıyan bir kulun nimette olduğunu
bilerek, tak-dir-i ilahiye karşı çıkmamanın gerektiğine inandım.
Abdülvahid
b. Zeyd'e, 'Şurada bir adam var. Elli yıl kullukta bulundu' denilmişti.
Abdülvahid onu görmeye gitti ve 'Habibim bana seni haber verdi. O'na doyabildin
mi?' Adam, 'Hayır1 dedi. Teki O'nu hissedebildin mi?' diye sordu. Adam, 'Hayır*
dedi. 'O'ndan razı olabildin mi?' diye sorduğunda, adam yine, 'Hayır5 dedi.
Abdülva-' hid, 'Senin bütün amelin oruç tutup namaz kılmak mı?' diye sordu.
Adam, 'Evet' dedi. Bunun üzerine Abdülvahid şöyle dedi: Eğer senden
çekinmesem, elli yıllık ibadetinin kusurlu olduğunu söylerdim.
Abdülvahid,
bu sitemiyle şunu anlatmak istemişti: Elli yıllık ibadetin, seni Hak Teala'ya
yaklaştırarak Mukarrebun zümresine dahil edememiş. Böyle olsaydı, kalbî
amellerin sevabına da nail olurdun. Allah Teala, veli kullarına böyle yapar.
Oysa sen, O'nun nezdinde ashab-ı yemin arasmdasm. Avamın amelleri, bedensel
ibadetlerde artar. Kişi, kendinden daha üstün birileri olsa da makamında
ihlaslı olabilir.
Şam ehlinin
abidlerinden ve alimlerinden biri olan İbni Muhay-riz'den Allah Teala'ya
muhalefet konusunda manası zor anlaşılır bir söz rivayet edilmiştir. Bu söz,
tefsir edilse bile, dinleyenlerin ve mecliste bulunanların anlamaları yine de
çok zor olacaktır. Sözün tefsiri de ayrı bir tefsire muhtaçtır. Onun sözü
şudur: "Hepiniz, Allah Teala'ya kavuşacaksınız. Belki bazıları, O'nu
yalanlamış olabi-
lir. Mesela
sizden biri, parmağı altından olsa, onunla işaret edip dururken, parmağında
felç olduğu zaman onu gizlemeye çalışacaktır." Altın, dünya
süslerindendir. Allah Teala ise, dünyayı yerip kınamıştır. O'nun imtihanı ise
ahiret ehlinin süsüdür. Allah Teala da ahireti övmüştür. Onun sözüne göre Alah
Teala size dünya süsünü verdiği zaman onu gösterip övünmektesiniz. Ahiret süsü
olan, musibet ve belaları verdiğinde ise, onlardan hoşlanmaz ve ayıplanmamak
için gizlemeye çalışırsınız. O, dünya sevgisi, dünya süsüyle süslenme ve
Allah'tan gelen musibetlerden hoşlanmama hallerini Allah Teala'yı yalanlama ve
O'nun layık gördüğü sıfatı reddetme olarak görmüştür. Bunlar, zühd ve rıza
babına giren hususlardır.
İnsanların
kendisini ayıplamasından korkarak başına gelen fakirlik ve musibetleri
gizleyen kimsenin bu davranışı ise, Allah Teala'ya imanın zayıflığı kapsamına
girmektedir. Aynı şekilde zenginliğini Allah Teala'nın nimetini anma ve izhar
etme niyeti olmaksızın gösterip duran kimse de, dünya sevgisinin güçlülüğü
sebebiyle böyle davranmaktadır.
Ebu Süleyman
ed-Darani şöyle demiştir: Sınırı olmayan üç makam vardır: Zühd, vera ve rıza.
Oğlu Süleyman ise, babasının bu görüşüne karşı çıkmıştır. O da arif bir zat
idi. Ulemadan bazıları, onu babasından daha ileri görürdü.
Onun oğlu
Süleyman ise şöyle demiştir: Aksine, her hususta vera' ile hareket eden,
vera'm zirvesine ulaşmış olur. Her hususta zühd gösteren, zühdün zirvesine
ulaşmış olur. Her halinde Allah Teala'dan razı olan kimse de, rızanın doruğuna
ulaşmış olur.
Rıza
ehlinden birinin, kulluğu ikmal ve her konuda muhtaciye-tini gösterme
maksadıyla, Allah Teala'dan dünya ve ahiret yararını niyaz etmesi, onun
makamını zedelemez. Çünkü bunda da, Allah Teala'nın rızası ve yarattıklarının
O'na muhtaç olması sebebiyle övülüp hamdedilmesi sözkonusudur.
Kul, bütün
dileklerini, Rabbinden gelen nasibine havale edip sevgisi vasıtasıyla O'na
yakınlaşmak ister ve O'nu masivaya tercih ederse, bu hali sebebiyle fazilet
sahibi görülür. Çünkü o, kalbini Allah Teala'ya havale etmiş ve kaygısını
O'nun üzerinde toplamıştır. Bu, rıza sahibinin marifetullah noktasındaki
müşahedesi kadar olur. Bu ise, mukarrebunun makamı ve halinin gereğidir. Zira
onunhallerinden herhangi birinde ameli ilmine göre sorulur. Bütün ömründe
işlediği ameller de, yine ulaştığı ilimlere göre sorgulanır.
Üsttaki
usulü iyi Öğrenin. Bu, sufilerin izledikleri yoldur. Selefin arifleri de o
usul üzere amel etmişlerdir. Herhangi birinin karşı çıkması onlara asla zarar
vermezdi.
Kulun duası,
Efendisi'ni yüceltmek ve O'nu övmek için olup kendisini anmak ve başkalarını
unutmak için değilse bunda hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Allah Teala, sıfatı
gereği bunu vacip kılmıştır. Bu tür istek ve duada bulunmak kul üzerine farz
kılınmıştır. Böyle yapan kul da, kendi lehine olanlardan çok kendine farz kılınanlarla
uğraşmış olur. Bu ise, çok daha faziletli olup muhibbanm makamıdır. Bu, sürekli
Allah Teala'nm şahitliğini yerine getirme makamıdır. Daha önce belirttiğimiz
gibi o da, amel ettiği andaki ilminin gerektirdiği amelde bulunma halinin
kapsamına girer.
Alimler, şu
üç makamdan hangisinin daha üstün olduğu hususunda ihtilafa düşmüşlerdir:
İlki, Allah
Teala'ya kavuşma arzusu ile ölümü arzulayan kulun makamıdır.
ikincisi,
Rabbine hizmet ve O'nun yolunda çaba sarfetmek için yaşamayı isteyen kulun
makamıdır.
Üçüncüsü
ise, 'Hiçbirini tercih etmiyor, Rabbimin benim için razı olduğuna rıza
gösteriyorum. Beni ister ebediyete kadar yaşatsın, isterse yarın canımı alsın'
diyen kulun makamıdır.
Alimler, bu
üçü hakkında bir arifin hakemliğine başvurdular. O da şöyle dedi: Rıza sahibi
olan, en faziletlileridir. Çünkü o, fuzuli istek bakımından en az olandır.
İtiraz ve
tercihte bulunmayı terketmeye dair söylediklerimiz de bunu teyid etmektedir.
Çünkü kul, dünya yurduna veya ahiret yurduna kendi tercihi olmaksızın
girmektedir. Dolayısıyla dünyadan çıkışı da, girişi gibi tercihi olmaksızın
gerçekleşecektir. Ayrıca rıza makamı, şevk ve Özlem makamından daha üstündür.
Fazilet
bakımından ölümü isteyen ikinci sırada gelir. Çünkü o, Allah Teala'ya kavuşma
özlemiyle ölümü arzu etmektedir. Bu da, muhabbette bir makam ve hayata önem
vermeme noktasında mühim bir derecedir. Bir hadiste Allah Resulü'nün de (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim
Allah Teala'ya kavuşmayı arzu ederse, Allah Teala da onunla kavuşmayı
ister".[12][12]
Allah
Teala'ya ve dinine hizmet için yaşamak isteyen kimse de fazilet sahibi görülür.
Ancak onun makamı, üçüncü sırada gelir. Onun makamı, ümidin kuvveti ve günahtan
korunma noktasında hüsnü zannı ihtiva etmektedir.
Bu kimse
için de belli bir aşinalık ve Allah Teala'ya yakınlık ihtimali gözlenir.
Dolayısıyla makamı ona güzel gelir, nefsi sükunet bulur ve günleri kısalır.
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminlerin iman bakımından en
faziletlisi -müminlerin iman bakımından en mükemmeli- ömrü uzun, ameli güzel
olandır". Çünkü ameller, imanın gerekleridir. İmanın gerçeği de, onun söz
ve amel olmasıdır. Bunların ötesinde ise, sahibinin sevinip gıpta edebileceği
ve övgüyle anılabileceği başka bir makam yoktur. Zira bunlar dışında, nefsi
tatmin için uzun süre yaşama arzusu sözkonusu olur.
Nefis, bu
yolun yolcusu olan zayıf kimselere meyledebilir. Bunun sonucunda da, onda bir
hastalık gizlenebilir. Bu hastalık, nefs ve onun arzuları için daha uzun süreli
yaşama isteğidir. Nefs, hayatı sevme tabiatıyla yaratılmış olup tul-i emeli ve
tabiatı gereği ölümden nefret eder.
Sonra da,
kendisinin Allah Teala ve O'na taat için yaşamak istediği vehmine kapılabilir.
Bu, ancak gerçek zühdün ortaya çıkartabileceği gizli şehvettir. Bu üçüncü
yolda da ancak arif, zahid ve sürekli yakini müşahede eden bir kul fazilet
sahibi sayılır. Şahsi sıfatı ve hevası sebebiyle hastalıklı olan kimseye ise,
ne bir makamda, ne de bir yolda itibar edilmez.
Bir gün
Vüheyb b. el-Verd, Süfyan-ı Sevri ve Yusuf b. Esbat bi-raraya gelmişlerdi.
Sevri dedi ki: Geçmişte ani ölümden hoşlanmazdım. Bugün ise, şurada ölmüş
olmayı istiyorum. Yusuf, 'Niçin?' diye sordu. Süfyan, 'Fitneden endişe ettiğim
için' dedi. Yusuf şöyle dedi: Ama ben, uzun süre yaşamayı mekruh görmüyorum.
Sevri, 'Ölümü niçin hoş görmüyorsun?' diye sordu. O da, 'Belki bir güne
rastlarım da, o gün tevbe edip salih bir amel işlerim, diye' dedi.
Bir ara,
Vüheyb'e, 'Sen ne diyorsun?' diye soruldu. O da şunu söyledi: Ben hiçbirini
tercih etmiyor, Allah Teala'nm istediğini istiyorum. Bunun üzerine Sevri, onun
alnını Öptü ve şöyle dedi: Kabe'nin Rabbi'nin hakkı için, işte ruhaniyet! O,
bu ifadesi ile ruhanilerin makamını kasdetmişti. Ruhaniler, ruh ve reyhan ehli olan yakın
kılınmış insanlardır. Onlar, muhabbet ve rıza ehlidirler. Tıpkı Allah Teala'nın
buyurduğu gibi: "Ona ruh/rahatlık ve reyhan/ güzel rızık vardır".
(Vakıa/89) Yani onlar, Allah Teala'nın yakınında esen meltemden koklayacak ve
Allah Teala'nın sevgisinden rızıklanacaklardır.
Allah Teala,
ashab-ı yemin için her türlü darlık ve belada bir kurtuluş bulunduğunu haber
vermiştir. Mukarrebun ise, daha üstün olanlardır. Dolayısıyla onlar için de
her türlü belada bir rahatlık vardır. Bunun sebebi de onların Karib olan Allah
Teala'yı müşahede etmeleridir. Allah Teala'ya her yakınlıkta Habib'in
yakınlığından dolayı bir reyhan/güzel rızık mevcuttur. Onlar, işte bu sebeple
yücelmiş ve daha üstün tutulmuşlardır.
Sufîlerden
bir zat şöyle demiştir: Arifin eşyadaki sırrı, kuyunun içindeki su gibi belli
bir makam tutmaz. Oradan çıkartıldığında ise açığa çıkar.
Allah
Teala'dan razı olan kimse, O'nun zemmettiğini zemmedip, mekruh gördüğünü mekruh
görür. Bu, onun rızasını zedelemez. Rabbine muvafık davranmasından dolayı
fiillerinde ihsan sahibi sayılır. Eğer halinden razı olmazsa, din ve ahireti
bakımından kayba uğrar. Dünya malının çokluğunu, onu biriktirmeyi ve toplamayı
mekruh görürse, rızasına halel gelmez. Çünkü o. bu davranışıyla zühdün
hakikatine ermiştir. O, bu hallerinin tamamında ilme uygun davranmış sayılır.
Allah Teala,
kulunun hükümlerini en iyi bilendir. O, kullarına herkesten daha sahipleniri ve
onu halkın tamamından daha çok müşahede edicidir. En yüce misal O'nundur. Buna
bağlı olarak da hükümlerine şahit olur, emrini çiğneyen kullarıniizemmeder,
ilmini iradesiyle tatbik eder ve yasağını ihlal eden asilere de Zatı'nın
adalet ve hikmeti gereği buğzeder.
O, veren ele
şahit olur, infak edenleri över, iradesini onları muvaffak kılacak şekilde
devam ettirir, kendinden bir kerem ve lütuf olarak amel ehlinin şükürlerini
kabul eder. O'ndan razı olanlar da, O'nun verdiği hükümlere uygun davranır ve
çizdiği yolda O'na tabi
olurlar.
Takdirinde O'na teslimiyet gösterirler. Onlar, Allah Teala hakkında ilim
sahibi, O'nun tedbirine razı, vazettiği şeriatı uygulayan, Resulü'ne (sav)
uyan, Rabbi'nin zemmettiğini zemmeden, sırf kendi yararını gözetmeksizin O'nun
övdüklerini öven kimselerdir.
Acıları ve
musibetleri, Allah Teala'nın lütfettiği nimetler olarak gören rıza ehlinin,
bunları anlatması ve başkalarına bildirmesi, hallerini zedelemez. Kalpleri,
kazaların acısından dolayı sızlanıp serzenişte bulunmadıkça ve öfke
göstermedikçe rızaları zedelenmez.
Rıza
makamının başı sabırdır. Sonra kanaat gelir. Ardından sırayla zühd, muhabbet
ve tevekkül gelir. Buna göre rıza, tevekkül sahibinin halidir. Tevekkül de,
rızanın makamıdır. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Gerçek rıza; Allah Teala'm
vermesi ve engellemesinin kulun gözünde eşit olmasıdır. Başka biri de şöyle
demiştir: Kişinin kalbi, varlıkta ve yoklukta, sağlıkta ve hastalıkta
değişmezse rıza göstermiş olur.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: Allah Teala'nın engellemesi de bir tür vermedir.
Çünkü O, yokluk ve cimrilik olmaksızın engeller. O'nun engellemesi, güzel
tercihi ve bakışıdır. Durum, aynen ifade ettiği gibidir. Çünkü engellemenin
hakikati, ancak yanında bir şeyiniz bulunan kimse için olabilir. O kimse size
engel olarak vermekten imtina edebilir. Ya da sizi hakettiğiniz bir şeyden
mahrum edebilir.
Ama
haketmediğiniz veya yanında size ait bir şeyiniz bulunmayan kimsenin engelleme
ve mahrum etmesinden sözedilemez. Çünkü bunu takdir eden Allah Teala, herşeyin
yaratıcısı, ilk defa ortaya çıkarıcısı ve ortaya çıkardıklarının tek
Maliki'dir. O, yarattığı için dilediğini seçme hakkına sahiptir.
Yarattıklarından hiçbirinin ise, seçme veya O'nun hükmünü paylaşma hakkı
yoktur.
O, hiçbir
varlığı hükmüne ortak etmez. Kul, hiç bir şey değilken, herşeyi seçip tercih
eden O'dur. Bu da, O'nun farklı takdirlerine göre verdiğidir. O'nun verme
fiili, çeşitli hükümlere, acı-tatlı birçok tedbire, şefkat ve zorlama,
darhk-bolluk gibi tasarruflarına bağlıdır. Kimi, insan nefsine uygun ve yumuşak
iken, kimi de onun arzu ettiğinin aksinedir.
Allah
Teala'nın verdiği hükümlere sabretmek, müminlerin makamıdır. Bunlara rıza
göstermek ise, yakini iman sahiplerinin makamıdır. 'Yakin sahibi bir kavim
için, Allah Teala'dan daha güzel hüküm veren var mıdır? Allah hükmedinceye
kadar sabret! O, hüküm verenlerin en iyisidir1.
Rıza, yakini
iman makamları, muhibbanm halleri ve tevekkül ehlinin müşahedeleri arasındadır.
O, Allah Teala'nın bütün fiillerine dahildir. Çünkü bu fiillerin tamamı, O'nun
kazasının sebepleridir. O'nun mülkünde, ancak O'nun takdir ve kaza ettiği
olabilir. Allah Teala'yı layıkıyla bilen ariflere düşen; O'nun kazasına rıza
göstermektir.
Bundan sonra
ilmin tafsilatı ve hükümlerin tertibi gelmektedir, iyilik ve birr türünden
olanları emretmiş ve mendup görmüştür. Kul da, bunlara rıza göstermiş, fiilen
ve seri olarak onları sevmiştir. Bunlar sebebiyle de Allah Teala'ya şükretmek
farz olmuştur.
Kötülük ve
şer türünden olanları ise yasaklamış ve bunları işleyenleri azapla tehdit
etmiştir. Kula düşen, adalet ve takdir bakımından Allah Teala'ya ve O'nun
hükümlerine rıza göstermek, her işi hüküm ve hikmet olarak Rabbi'ne havale
etmektir. O, kötülüklere karşı sabırlı olmalı, onlara yaklaşmaman ve bunları
yapmayı kendine bir haksızlık olarak görüp bunlar neticesinde gelecek azaba
razı olmalıdır.
Zira o, bu
günahları bizzat kazanarak ve rıza göstererek kendi uzuvlarıyla işlemiştir. En
büyük delil, hiç kuşkusuz Allah Tea-la'nmdır. Kulun ise hiçbir özür ve bahanesi
yoktur. O, Allah Tea-la'nm iradesine rıza göstermelidir. Ama O, eğer dilerse
rahmet ve kereminin bir göstergesi olarak kulunun günahını affedebilir.
Ya da
dilerse, adaleti ve hakkaniyeti gereği cezalandırabilir. Bu konudaki hitab-ı
ilahinin özü, kazanın kötüsüne irade ve fiil olarak ancak Allah Teala'nın kendi
Zatı'ndan rıza göstermesidir. Kul buna, kendinden değil Allah Teala'dan
geldiğini bilerek rıza göstermelidir. Çünkü yakini iman sahipleri ve muhabbet
ehli, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini asla ihmal etmezler.
Onlar,
masiyetlerin inkar edilerek, dille ve kalple mekruh görülmesi gereğini de
inkar etmezler. Çünkü iman, bunu farz kılmış, şeriat da bunu getirmiştir. Allah
Teala da onları mekruh görmüştür. Yakini iman sahiplerine düşen de; O'nun
mekruh gördüklerini mekruh görüp sevdiklerini sevmektir.
Yakin
makamı, imanın farz kıldıklarını düşürmediği gibi tevhidi müşahede de,
Resul'ün (sav) getirdiği şeriatı ve O'na uyma mesuliyetini iptal etmez. Kim
bunun aksini iddia ederse, Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) iftira etmiş,
yakin sahiplerini ve muhabbet ehlini karalamış olur.
Allah
Teala'nın dünyadan ve masiyetlerden razı olan bir kavmi zemmedişini görmüyor
musunuz? O, öne geçenlerden geride kalmaya rıza gösteren bu kavim hakkında
şöyle buyurmuştur: "Dünya hayatına razı olup onunla huzur bulanlar".
(Yunus/7) Allah Teala, bu tercihlerinden dolayı onları kınayarak şöyle
buyurmuştur: "Ahirete inanmayanların kalpleri ona kansın, ondan
hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler diye".
(En'am/113) Allah Teala, geride kalanlarla (=kadmlarla) birlikte kalmaya rıza
göstermelerinden dolayı onları şöyle nitelemiştir: "Kalpleri mühürlenmiştir.
Onlar artık anlayamazlar". (Tevbe/87)
Günahlara ve
çirkinliklere, Allah Teala'dan veya başkasından geldiğini düşünerek rıza
gösteren, onlar için istekte bulunan, dostluk kuran ve onlar için başkalarına
yardımcı olan, ya da bunun İlahi Rıza ile ödüllendirilen Rıza makamına dahi
olduğunu veya Allah Teala tarafından anlatılıp övülen rıza ehlinin hallerinden
olduğunu iddia eden kimseler de, Allah Teala'nın zemmettiği o kavimle
beraberdirler. Nitekim bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Kötülüğe rehberlik eden, onu yapan gibidir". Ibni Me-sud da (ra)
'Kul, münkerden kaçtığı halde, onu yapanın günahı kadar günah kazanabilir1
demişti. 'Bu nasıl olur?' diye soruldu. O da şöyle dedi: Münkeri anlatır ve ona
rıza gösterir.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer
bir kul doğuda bir adam öldürmüş, batıda başka biri de bu cinayete rıza
göstermiş ise, onun cinayetine ortak olmuş olur". Bu hususta Allah
Resulü'nden (sav) mürsel yolla rivayet edilen hasen bir hadis de şöyledir:
"Din bakımından kendinden üst-tekine, dünya bakımından da kendinden
alttakine bakan kimseyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar. Dinde
kendinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabreden ve
şükreden olarak yazmaz".[13][13]
Sonrakiler
arasında ortaya çıkan, ilim ve yakini imandan yoksun bir takım boş kimseler
rıza konusunda hata ederek, kendilerinden kaynaklanan her türlü masiyet ve
günahı rıza kapsamına sokmuşlardır. Bunlar, rızanın tafsilatından habersiz ve
tevil ilmini anlamaktan uzak kimselerdir. Rıza halinden uzak, Kitab'm
müte-şabih ayetlerine tabi olan bu kimseler, fitne maksadıyla sözde ve fİ-ilde
bidata yönelmişlerdir. Bunlar, vakitleri heba olmuş ve başkalarının
vakitlerini de bu tür boş fikirlerle heba etmiş kimselerdir. Alimler nezdinde,
iddialarının batıllığı, yanlışlığına delil aratmayacak kadar açıktır. Batıl ve
boş fikirlerle meşgul olmak da, boştur.
Rıza, ancak
Allah Teala'nm emir ve yasaklarına aykırı ve masiyet olmayan hususlar için
geçerli bir haldir. Mesela mallarda eksilme, dünyevi bakımdan zararda olma,
evlat ve ailede kayba uğrama gibi kişiye ağır gelen ve hoş görülmeyen hallerde
geçerlidir. Aynı şekilde, Allah Teaia tarafından cezalandırılmayan ve azap
tehdidi bulunmayan, suç ve günahlardan uzak uhrevi ameller de rıza olabilir.
Batıla
yönelmiş biri, cimriliğini, insanlara yardımcı olmaya düşkün olmayışını ve
harcamalarım gerekçe göstererek, ya da dünyevi işlerinin genişliğim ve
fakirliğini bahane ederek, bunların kendisini sadaka vermekten ve sahip
oldukları konusunda zühd ile davranmaktan alıkoyduğunu söyleyebilir. Ama
kendisinin, Allah Teala'nm takdir ettiğine çok az itirazda bulunduğunu, bunun
da kendine mahsus bir rıza makamı olduğunu iddia edebilir.
Bütün
bunlar, heva sahibi bir eğlence düşkününün boş laflarından ibarettir. O,
insanları kandıran biridir. Onun temennileri, şeytanın hile ve aldatmalarından
ibarettir. Çünkü rıza; fakirlik ve sıkıntıyı tercihe engel olmaz. Rıza sahibi
de, zühdün faziletini ve onun sıfatlarını nasıl olduğunu bilir.
Rıza sahibi,
nimetin çokluğunu ve onun artmasını hoş görmediği için mala sıkı sıkı
sarılmayı ve mal bakımından genişlemeyi asla tavsiye etmez. Çünkü rıza, kulu
teşvik edildiği şeyden alıkoyup kendisine hoş görülmeye şeyi yapmaya sevketmez.
Bunun aksini söylemek, nefsin bahanesi ve insanların dilinden kurtulmak için
onları kandırmaktan öte gitmez. Ama Malik'i olan Allah Teala nezdinde ne
bahanesi, ne de kurtuluşu sözkonusudur.
Yukarıda
anlattıklarımızın özü şudur: Rıza, ancak sabır ve şükrün güzel görüldüğü
şeyler hususunda olabilir. Çünkü rıza, şükür ve sabır makamlarının üstünde bir
makamdır. O, sabreden ve şük-redenlerin yapacakları ziyade bir ameldir.
Eğer kul,
dinen eksik, dünya bakımından fazla ise ve bu haline rıza gösteriyorsa, bu
haline gösterdiği rıza, amellerinin en kötüsünü oluşturur. Çünkü bu, emr-i
ilahiye aykırı bir durumdur. Allah Teala buyurdu ki: "Allah'tan korkun ve
O'nun için vesile arayın". (Maide/35); "Onların en yakınları da
Rableri'ne daha yakın olmak için vesile ararlar", fîsra/57);
"Rabbiniz'den bir mağfirete koşuşun". (Hadid/21); "Rabbinizden
bir mağfiret için yarışın". (Bakara/268)
Allah Teala
bu hususta da şöyle buyurmuştur: "Bu konuda rekabet edenler, rekabet
etsinler". (Mutaffifun/26);"îşte onlar, hayır işlerinde yarışırlar ve
onlar hayır için önde giderler". (Mü'mi-nun/61) Görüldüğü gibi Allah
Teala, hayırda yarışmayı ve öne geçmeyi teşvik etmiş, geri kalmayı ve
engelleri bahane göstererek yerinde saymayı ise kınamıştır. Müminlerin yolu da
da budur. Yakin sahiplerinin makamları da bunda yer alırlar.
Seri
es-Sekati'nin pazarı terkederek dünya hakkında zühde yönelmesinin sebebi,
'Elhamdü lillah' sözüydü. O, pazarda yangın çıktığı kendisine haber verildiği
zaman, bu musibet sebebiyle pazara dönmesi istenirken söylediği hamd sözü
sebebiyle ticareti ter-ketmiştir.
Gecenin bir
yarısında sokağa çıktığı sırada bir toplulukla karşılaşmış ve onlar, 'Ey Ebu
Hasan, birçok insanın dükkanı yandı, ama seninki yanmadı' demişlerdi. Bunun
üzerine, Rabbi'ne hamdetti. Sonra biraz düşündü ve kendi kendine şöyle dedi:
Ben, nasıl kendi malımın kurtulup diğer mümin kardeşlerimin mallarının yanması
sebebiyle 'Elhamdü lillah' derim. Ardından dükkanındaki aletleri, bu sözüne
kefaret olması için tasadduk etti. Sonra da pazarı terketti.
Allah Teala
da, bu fiili sebebiyle onun şükrünü kabul etti ve dünyada zühd sahibi olmasını
kolaylaştırdı. Onu muhabbet makamına yükseltti Rızayı terketmesi, onu rızaya
sevketmişti. Seri es-Sekati'nin şöyle dediğini duydum: Öyle bir söz söyledim
ki, tam otuz yıl ondan dolayı istiğfarda bulundum. Kasdettiği söz, 'Elhamdü
lillah'idi.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Müslümanların işlerine önem vermeyen, onlardan değildir". Meşhur bir
hadis ise şöyledir: "İman bağlarının en sağlamı; Allah için sevmek, O'nun
için buğzetmektir".[14][14]Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) bunu, imanın en sağlam kulpu olarak takdim etmiştir.
Çünkü iman, buna dayanmaktadır. Şeytan, bu bağı çözemez. İman bağını
çözemediği gibi bu bağ üzerinde de hiçbir güce sahip değildir. Çünkü Allah
Teala, bu bağ ile onun arasına durur.
Allah Teala,
böyle bir imanı kulunun kalbine yazdıktan sonra, ruhunda da ebedileştirmeyi
üstüne almıştır. Allah için sevmede, dostluk, can, mal, fiil ve sözle yardımcı
olmak vardır. Allah için buğzetmede ise, bunların aksi mevcuttur. Bidatçı,
günahkar, fasık, zalim ve saldırgan kimselere buğzetme sözkonusudur. Bunlarla
dost olmamak ve kendilerine yardımcı olmamak müminlere farz kılınmıştır.
İşte bu
nedenle, Allah dostlarıyla dost olup, O'nun düşmanlarına düşman olmak imanın
en sağlam bağlarından biri sayılmıştır. Çünkü şeytanın tasallutu ve
arzularınızın etkisiyle masiyet işleyebilirce Rabbiniz'e karşı gelebilirsiniz.
Buna rağmen, günahkârlara buğzedip onlarla bu günahları sebebiyle dost
olmamanız ve işledikleri suçlar sebebiyle onları sevmemeniz gerekir.
Şeytan,
nefsiniz üzerindeki etkisi dışında iman bağınız üzerinde yetki sahibi
kılınmamıştır. Allah korkunuz ve murakabeniz noktasında yetkili kılınmasına
rağmen iman bağınızı sarsma hususunda hiçbir yetkisi yoktur. O, haramları
helal kılma, onları güzel görme, onlara inanma, rıza gösterme ve tevbeyi
terketme konularında sizin üzerinizde yetki ve nüfuz sahibi değildir. Ama
bunlara teşebbüs etme konusunda yetkili kılınmıştır.
Eğer
diğerlerine de yetkili kılınmış olsaydı, fasıkları sever, onlarla dostluk
kurar, fısklarmda yardımcı olur, işledikleri haramları helal kılar veya onlara
rıza göstererek öyle olduğuna inanırdınız. Bu durumda da, gündüzün geceden
sıyrılıp çıktığı gibi imanınız da sizi terkedip giderdi. Bunun azında da
çoğunda da, böyle olamazsınız. Çünkü sözkonusu bağlar, imanın dayandığı
bağlardır. .Bunlar tek bir daire içinde yeralan hususlardır. Allah Teala'nm şu
buyruğunu işitmediniz mi? "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost
edinmesinler". (Al-i İmran/28)
Böyle
yapanlar, Allah Teala'dan hiçbir hayır elde edemezler. Allah Teala'nm şu buyruğunu
işitmez misiniz? "Yahudileri ve hıristi-yanları dostlar edinmeyin. Onlar,
birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, o
onlardandır". (Maide/51); "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri
dost edinmesinler". (Al-i İmran/28); "Allah Teala'ya, aleyhinize
olacak açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?". (Nisa/144) Yoksa Allah,
sizleri de onları da cehennemde
toplar.
Yine O, bu
konuda şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki zalimler, birbirlerinin
dostlarıdır. Allah da, takva sahiplerinin dostudur". (Casiye/19) Başka bir
ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte kazandıkları günahlar sebebiyle
zalimlerin bir kısmını bir kısmına böyle dost ederiz". (En'am/129)
Ardından da şöyle buyurmuştur: "Kim de müminlerin yolundan başka bir yola
uyarsa, onu döndüğü yolda bı-rakar ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah
Teala, her müminden bütün münafıklara buğze-deceğine dair bir söz almıştır.
Yine O, her münafıktan da, bütün müminlere buğzedeceğine dair söz
almıştır". Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilir: "Kişi sevdiği ile beraberdir ve onun için Allah Teala'dan
beklediği vardır"[15][15]Başka
bir hadis-i şerif ise şöyledir; "Kim bir topluluğu sever ve dünyada onlarla
dost olursa, Kıyamet günü onlarla beraber gelir".
Allah
Resulü'nün (sav), "İman bağlarının en sağlamı, Allah için sevmek, O'nun
için buğzetmektir" hadisinin gizli bir anlamı da şudur: Müminler sizi
sevmeli, münafıklar da size buğzetmelidirler. Bu, sizin iman bağınızın
sağlamlığının da alameti olur. Çünkü "Allah için sevme" ifadesi,
münafıkları, -Sizin onlara buğzettiğiniz gibi- onların da size buğzetmeleri
anlamına gelir. Yani müminlere sevimli olmalısınız ki sizi sevsinler.
Münafıklara da buğz etmelisiniz ki, sizden soğuyup buğzetsinler. Bu da, onlara
meyletmemek ve sürekli öğütte bulunmakla olabilir. Bu tür davranmak, sizin
imanmızın gücüne ve Allah için hiçkimsenin kınamasına aldırmayışmıza delalet
eder. Allah Teala da kendi sevdiği ve kendini seven kullarını böyle
vasfetmiştir. Bu, uzlaşmaktan ve nifaktan sakınmanızı, vera' ve ihlasa
yaklaşmanızı sağlar. Böyle davrandığınızda, münafıkları öfkelendirip size
kızmalarını sağlarsınız.
Bu anlamda
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında
merhametlidirler". (Feth/29) Yani müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere
karşı ise izzet sahibidirler. Allah Teala, Resulü'ne de (sav) bu anlamda şöyle
emretmiştir: "Ey müminler, kafirlerden size yakın bulunanlarla savaşın,
sizde bir sertlik bulsunlar". (Tevbe/123)
İsa'dan (as)
da bu hususta şöyle bir söz rivayet edilmiştir: 'Allah Teala buyurdu ki:
'Kullarımın Bana en sevimlileri, seher vakitlerinde Beni zikredenleri ve Beni
günahkârlara buğzettirenleridir". Yani, onlara buğz gösteren ve onları
kızdıracak derecede hoşnutsuzluğu açıkça ifade edenlerdir. Onlar kendisine
buğzettiğinde, Allah Teala da onlara buğze de çektir. Böylelikle Allah
Teala'yı onlara buğzettirmiş olacaktır. Bu da, onların buğz e dilmelerine ve
gazaba uğramalarına yol açacaktır.
Süfyan-ı
Sevri şöyle derdi: "Bir kimsenin komşularına şirin göründüğünü
gördüğünüzde, onun münafık olduğunu bilin". Ka'bü'l-Ahbar, Şam ulemasından
olan Ebu İdris el-Havlani'ye, 'Halk nez-dinde nasıl görülüyorsun?' diye sordu.
O da, 'Beni seviyor ve değer veriyorlar1 dedi. Bunun üzerine Ka'b, 'Öyleyse
Tevrat beni doğrulamıyor3 dedi. el-Havlani, 'Tevrat'ta ne yazıyor ki?' diye
sordu. O şu cevabı verdi: 'Tevrat'ta şunu görüyorum: Alim kimse, komşuları tarafından
sevilmez".
Müridandan
biri şöyle demişti: Marifet ehlinden birine şunu dedim: Ben, Allah Teala'dan
çok gafil, O'nun rızasına koşmada çok zayıfım. Bana öyle bir şey tavsiye et
ki, onunla kaçırdıklarımı telafi edebileyim. Bana şöyle dedi: Ey kardeşim, eğer
Allah dostlarına sevimli görünmeyi, onların gorüllerine girmeyi başarabilirsen
bunu yap. Belki onlar seni severler. Çünkü Allah Teala, dostlarının kalplerine
günde yetmiş kez bakar. Allah Teala'nın asla nazar' etmeyeceği kimselerden
olduğuna göre, belki sevdikleri için onların kalplerinde seni görür ve sana
dünya ve ahiret saadeti kazandırır.
Allah
Teala'nın, sıddıkların ve şehitlerin kalplerine doğrudan aktığı söylenmiştir.
Sonra bir topluluğun kalplerinde başka bir topluluğun kalplerine, diğer bir
topluluğun kalplerinde başka iki topluluğun kalplerine bakar.
Bize göre,
dinin azimetlerinden ve vera' ehlinin yolunun özelliklerinden biri de, Allah
Teala'nın düşmanlarına buğzetmek, bidatçıla-ra ve zalimlere öfkelenmek
suretiyle onların da size buğzedip kızmalarını sağlamaktır. Böylelikle Allah
Teala'ya bir yakınlık kurabilirsiniz. Bunun mukabilinde, Allah dostlarını
sevmeniz ve onlar tarafından sevilmeniz de, Allah dostluğunun sebeplerinden
sayılmıştır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Alla-hım, bir
günahkar benim üzerimde hak sahibi olmasın ki kalbim ona sevgi duymasın".
Emirlerden biri Ebu Hüreyre'ye bin dinar ve on elbise göndermişti. O, bunları
geri gönderdi ve şöyle dedi: 'Ben onun malını kabul edecek değilim. Çünkü o,
malı helal haram demeden toplar ve haksız yere sarfeder.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Günahkarın hediyesini ona geri verin de, yaptıklarını
tasvip ettiğinizi düşünmesin". Malınızı bunda zühd göstererek azaltın. Bu,
dinin en büyük kapılarından biridir. Günahkarlara meyletmek ve onlarla
kaynaşmak ise, dünyanın en büyük kapılarmdandır. Bu şekilde ehli dünyanın
hayatları düzelir ve onlar için selamet sözkonusu olur.
"Allah
için sevip O'nun için buğzetme' esasının bir anlamı da bu yöndedir. Bu anlam
biraz kapalı olmasına rağmen açıklandığı zaman, oldukça açık ve kesin olarak
ortaya çıkmaktadır. Ahiret uleması, bu anlamı gayet iyi bilirler. Buna göre,
kim fasıklar tarafından sevilmek ve güvenilmek ister, başına işler gelme
endişesiyle zalimlere tabi oluşunu açıkça ifade ederse, onun bu tavırları nifakın
önemli alametlerinden ikisi olur.
Nitekim
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Başka bir takım insanlar da
bulacaksınız ki, hem sizlerden, hem de kendi toplumlarından emin olmak
isterler. Ama ne zaman fitneye gö-türülseler, baş aşağı edilip (fitnenin) içine
atılırlar". (Nisa/91) O'nun şu buyruğu ise, ikinci anlama delalet
etmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların, 'Bize bir felaket
gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koştuklarını görürsün".
(Maide/52)
Kalplerinde
hastalık bulunan münafıklar, inkar edenleri gizlice desteklemekte ve müminlere,
yapılacak savaşta kafirlerin muzaffer çıkmasından endişe ettiklerini
söylemektedirler. Ancak Allah Teala onları yalanlayarak şöyle buyurmuştur:
"Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de onlar,
içlerinde gizlediklerine pişman olurlar". (Maide/52)
Müminlerden
ve ehli sünnetten olup Allah Teala'yı seven kimseler, münafıklar ve bidat ehli
hakkında endişeli olmalı ve Allah Teala'yı gazaba sevketmekten korkmalıdırlar.
Müminlerin yardımına koşan kimseler, imanlarının nifaktan arınmış olabilmesi
ve yollarının dosdoğru kalabilmesi için zalimlerle kaynaşmaktan ve onlara
uymaktan uzak durmalıdırlar.
Allah Teala,
düşmanlarını sevenleri iman dairesinden çıkartmıştır. Allah düşmanlarına
buğzedenlerin imanlarını ise sağlam kılmış ve yakin ile teyid etmiştir. O, bu
meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin,
babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulü'ne
düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin". (Mücadele/22)
Bir takım
cahiller ise, rızanın kendisinden veya başkasından kaynaklanan masiyetlerle de
olabileceğini iddia etmişlerdir. Onlar, bu noktada günahları ibadet ve
taatlardan ayırmamış, onları ibadet sayarak eşit görmüşlerdir. Kuşkusuz bu
iddiada, peygamberlerin getirdikleri şeriatlerin tahribi, Allah Teala'mn
helal-haram ve emir-yasak türünden indirdiği bütün hükümlerin iptali
sözkonusu-dur. Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Bulunduğu yer bakımdan insanların en kötüsü, bir müminin günahına
bakarak onun hasenatını terkedendir". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir:
Alimlerin şaz/ender hükümlerini sırtlanan kimse, çok büyük bir şer sırtlanmış
tır.
: Dini
muamelelerde güzel ahlakın bir ifadesi de, salih amel işlediğinizde, 'Ey
Rabbim, bu ameli Sen yaptırdın, Senin güç vermen, muktedir kılman ve muvaffak
kılman sayesinde Sana taatte bulundum. Çünkü benim uzuvlarım, senin
neferlerindir. Bir günah işlediğimde ise, kendi kendime zulmetmiş, nevam ve
şehvetim sebebiyle uzuvlarım bu suça irtikap etmiştir, bunlar benim
sıfatlarım-dır* demenizdir. Ardından da bu günahı, O'nun irade ve takdirinin
bir eseri
olarak yaptığınıza inanmanız gerekir. Böylelikle her iki halde de, Rabbinizin
rızasına uygun hareket etmiş olursunuz.
Her iki
durumda da, söz ve niyetle O'nu razı etmeye çalışmış olursunuz. Sonuç olarak
da, iyi işlerinizde kendinizle övünmeyip günahlarınızda da, nefsinizi mahkum
etmek ve zulmünüzü itiraf etmek suretiyle Allah Teala'nm rızasını mucip
harekette bulunmuş olursunuz. Bu tür bir müşahede, cahil kimseye çok ağır
gelir.
O, bir
iyilik yaptığında kendini görüp, kendi güç ve iktidarına bakar. Kibiri
sebebiyle de helak olur. Yaptığı amel de, övünmesi yüzünden boşa gider. Bir
günah işlediğinde ise, günahını itiraf ile nefsine zulmettiğini ikrar etmez.
Böyle birinin tevbesi sahih olmadığı gibi, Allah Teala'nm ondan rızası da
sözkonusu olmaz. Bu tür dalalet müşahedelerinden Allah'a sığınırız.
Ebu Muhammed
Sehi (ra) şöyle demişti: Kul, salih bir amel işlediğinde, (Ey Rabbim, bu ameli
bana Sen yaptırdın' derse, Allah Teala onun şükrünü kabul ederek, 'O ameli sen
yaptın' buyurur. Ama kul, kendine bakarak, 'Bu ameli ben ifa ettim' derse, o
zaman Allah Teala, 'Hayır, sana Ben yaptırdım' buyurur. Bir günah işlediğinde
ise, 'Bunu Sen takdir ettin, ben de istedim' derse, Allah Teala, 'Sen kendine
zulmettin, şehvet ve arzunun tesiriyle masiyette bulundun' buyurur. Eğer kul,
'Ben, kendime zulmettim ve cehaletim sonucu Sana karşı geldim' derse, Allah
Teala ondan haya ederek, 'Aksine onu Ben takdir edip kaza büyürdüm, nefsine
zulmetmeni itiraf etmenden Ötürü de onu bağışladım' buyurur.
Amel ehlinin
adabı ve ilim ehlinin müşahedesi işte böyle davranmayı gerektirir. Bu, Allah
Teala'nm şu kudsi hadisteki buyruğunun kapsamına girmektedir: "Rabbinizi
en iyi bileniniz, kendi nefsini en iyi bileninizdir". Adem oğlu da, aynı
şekilde muameleye girdiği kimseden, kusuru itiraf ve tevazu bekler. Bu, Allah
Teala'nm şu buyruğundaki anlamlardan da biridir: "Ve diğerleri de günahlarını
itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar". (Tev-be/102)
Denildi ki: Burada murad edilen, kötü fiilden sonra yapılan itiraftır. Çünkü
sözkonusu kötü amel, ayette belirtilmiştir. İyi amel ise, itiraftan sonra
olandır.
Allah
Resulü'nün (sav) daha önce naklettiğimiz şu hadisinden çıkartılacak dört güzel
husus vardır: "Din bakımından kendindenüsttekine, dünya bakımından da
kendinden alttakine bakan kimseyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar.
Dininde kendinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabreden
ve şükreden olarak yazmaz".[16][16]Kul,
bu hadis üzerinde iyice düşündüğü zaman bu dört hususu görebilir:
Öncelikle bu
dört hususa sahip olanları görür. Gözü ve aklıyla öncekilerin izledikleri yola
bakar ve kendisinden dünyevi bakımdan üstte olanları gördüğü zaman, halinden
dolayı Allah'a şükrederek, O'nun takdir ettiği rızka kanaat eder. Böylelikle
de, kanaat ettiği şeyi bilmesi ve fazla malın kendisinden uzaklaştırılması yönündeki
ilahi iradeye rıza göstermesi sebebiyle sabır ve şükür sahibi olur. Çünkü
Kıyamet günü hesabın uzamasından kurtulmuş olur.
Dini
bakımdan kendinde üstte birini gördüğü zaman, ona yetişmeye çalışır ve onunla
yarışır. Çünkü buna teşvik edilmiştir. Bu hali, kendisi için hayır işleme ve
salih amellerde bulunma yönünde bir teşvik ve özendirme unsuru olur. Bu
durumda kazanacağı şeylerin en basiti, nefsine kızması ve kusurundan dolayı ona
buğ-zetmesi olur.
Daha sonra
diğer iki duruma, tersinden bakar. Burada da, kendinden alttaki ihtiyaç ve
musibet sahiplerini görerek kendini üstün kıldığı ve himaye ettiği için Rabbine
hamdeder. Kendisine olan nimeti ve yeterliği sebebiyle O'na şükreder.
Din
bakımından kendinden aşağıda bulunan günahkâr, fasık, zalim, ehli bidat ve
dalalet kimselere baktığı zaman da, Allah Tea-la'nm kendisi üzerindeki lütuf ve
rahmetinden dolayı O'na hamdü senada bulunur. İslammın güzelliği ve onların
imtihanından muhafaza edilmesi sebebiyle Rabbine şükreder. Böylelikle yine
şükür ve sabır ehli arasındaki yerini almış olur.
Kul için,
Allah Teala'nın kendisine bahşettiği akıl ve basiret sayesinde bu
tabakalardaki kimselere karşı izlemesi gereken dört muamele vardır. O, bu
hususta Allah Resulü'nün (sav) şu sözünü gözetmelidir:
"Ancak
iki kimseye haset edilebilir: Bir adama ki Allah ona hikmet vermiştir ve o, bu
hikmeti insanlara yayar ve öğretir. Bir adama ki, Allah ona mal vermiştir ve o,
bu malı Hakk yolunda tüketmekle görevlendirilmiştir"[17][17]
Bu hadisin
başka bir lafzı ise şöyledir: "Ve bir adama ki, Allah Teala ona Kur'an'ı
nasip etmiştir ve o, gece gündüz onun gereğini ifa eder". Bunları gören
kişi şöyle der: Eğer Allah, bunlara verdiğini bana verseydi, ben de onun
yaptığını yapardım. Görüldüğü gibi müslüman, hayır işlerinde ileri gidenlere
haset etmeye Özendirilmiş ve bu noktada hased edenler, fazilet sahibi
sayılmıştır. Çünkü Allah Teala, hayır işlerinde rekabeti mendup görmüştür.
Bu şekilde
hayır işlerinden dolayı hasette bulunan kimse, bu hareketiyle rıza makamında
bir sevap kazanmış olur. Böyle kimselere gıpta etmek ve onlar gibi olmayı
istemek de sevaptır. Ama bu hususları altüst eden, işlerin sonlarını
düşünmeyen, gaflet ve cehaletin esiri olan kimseler, dünyevi bakımdan
kendilerinin üstünde yeralan zenginlere gıpta eder, onların yerinde olmak
isterler.
Onların bu
bakışları da, Allah Teala'nın kendilerine bahşettiği nimetleri küçümsemelerine,
kendileri için takdir edilmiş kısmeti hafife almalarına yol açar. Böyleleri,
dini bakımdan da, kendilerinden aşağı derecelerde bulunan avama bakar, kusurlu
hallerini hoş görür ve bunu da kendilerine bahane yaparak, hayır işlerinde yarışmayı
tercih etmezler. Böyleleri, kibir ve gurura kapılarak kendi hallerini üstün
görüp başkalarının yapamadığı şeyleri kendilerinin yaptığı düşüncesiyle
nefislerini temize çıkarabilirler.
Bu tür
kimseler, sabırsız ve nimete karşı nankör olarak yazılırlar. Çünkü nimete
şükran duyma erdemini yitirmişlerdir. Bunlar, ne şükür, ne de sabır ehlidirler.
Bu sıfatlar, genel olarak münafıkların sıfatlarıdır. Bu makam da, helak
ehlinin makamıdır. Zira sabır ve şükür, müminlerin sıfatlarıdır.
Yaşadığımız
şu belde de (Bağdat), benzer sıfatlarla tanınmıştır. Allah Teala, yardımcı
olsun. Nitekim, Abdullah b. el-Mübarek'ten şunu nakletmişlerdir: O, 'Doğuyu da
batıyı da dolaştım. Bağdat'tan daha beter bir belde görmedim' demişti, 'Neden
ey Ebu Abdurrah-man?' diye soruldu. Dedi ki: 'Burası, nimetin hor görüldüğü,
günahların basite alındığı bir beldedir.
Yine onunla
ilgili olarak şunu anlatmışlardır: "O, Horasan'a gittiği zaman, 'Bağdat
halkını nasıl görüyorsun?' diye sordular. Dedi ki: Orada kızgın zabıta, hırslı
tüccar ve şaşkın karilerden başkasını görmedim. Hatta denilir ki, İbni
Mübarek, Bağdat'tan Mekke'ye gittiği güne kadar, orada kaldığı her gün için bir
dinar sadaka vermiştir. Bana da, onaltı dinar tasadduk ettiği söylenmişti.
Şafii (ra)
ise, Bağdat'ı dünyaya benzetmiş ve şöyle demiştir: 'Bütün dünya bir çöl,
Bağdat onun şehridir'. Yunus b. Abdül-A'la'dan şu bilgi nakledilmiştir: Şafii
(ra) bana şöyle demişti: Ey Yunus, Bağdat'ı gördün mü? Ben de, 'Hayır' dedim.
Bunun üzerine bana şöyle dedi: Öyleyse ne dünyayı, ne de insanları görmüş
sayılmazsın,
Irak'ı
yerenler hayli kalabalıktır. Bunlar arasında, Ömer b. Ab-dülaziz ve Ka'bül
Ahbar da bulunur. Ömer'in (ra) azatlı bir kölesine şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Nerede yaşıyorsun? O da İrak'ta' dedi. Ömer (ra) adama sitem ederek
şöyle dedi: Orada ne yapıyorsun? Bana ulaşan bir habere göre, Irak'ta yaşayan
herkese, beladan bir yoldaş musallat edilirmiş. Ka'b da bir gün Irak'tan
sözet-miş ve şöyle demişti: Şerrin onda dokuzu oradadır. Müzmin hastalıklar da
oradadır.
Çirkinliklerin
bol, günahın çok işlendiği bir beldede yaşayan kimse, orada sıkılıp bir türlü
huzur bulamaz. Allah Teala'ya yönelerek hüsn-ü iradesi ile kendisini oradan
çıkartmasını niyaz eder. Şiddetli geçim sıkıntısı ve gerçek hayır sahiplerinin
azlığı sebebiyle oradan çıkma güç ve imkanını bulamayan kimse, eğer buna bir
türlü yol bulamıyor ve dinini orada sağlıklı bir şekilde yaşayabili-yorsa,
Allah Teala'nın lütfü ile, O'nun katında mazur görülür.
Onun bu
hali; yerinden memnun ve huzur duyan, haline rıza gösterip hevasma uyan ve
dünya malı ile fitnenin sebeplerine sarılarak orada kalan kimselere göre af ve
kurtuluşa daha yakındır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Peki Allah Teala'nın arzı geniş değil miydi, orada hicret
etseydiniz?". (Nisa/97) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Günah
işlenen bir beldede iseniz, oradan başka bir yere göçünüz. Başka bir tefsirde
ise, şöyle denmiştir: Kişi, çirkinlik ve günahları işleyenlerin, dindarlardan
daha zayıf ve az olduğu bir beldede yaşıyor, ancak bunu yadırgamıyorsa, oradan
çıkması farz olur.
Allah Teala,
zayıf düşürülmüş bir topluluğun özürleri ve onların durumlarını affa havale
etmesi hakkında şöyle buyurmuştur: "Zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar
hariç". (Nisa/98) Onlar derler ki: "Rabbimiz, bizi şu halkı zalim
şehirden çıkar". (Nisa/75) Allah Teala, onların genel hükmünü ve istisnai
hallerini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yalnız hiçbir çareye gücü
yetmeyen ve hicret için yol bulamayan... hariç. Çünkü Allah Teala'nın, bunları
affetmesi umulur". (Nisa/98-99) Dolayısıyla hevanın tamamından korunma
gayesiyle bu tür bir vaziyete rıza göstermek sahih olmaz.
Rızanın başı
kanaattir. Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Kul, evinin kapısına dünya
ehlinin arzu ettikleri servet ve nimet namına herşey gelse ve kendisine
sunulsa, o da onlara bakmayıp haline kanaat ederek kapısını kapatsa bile tam
olarak kanaatkar
olmaz.
Günahtan
korunmak, Allah Teala'dan razı olan kulun halidir. Bu, rahmetin açık şeklidir.
Rahmet, Allah Teala'dan razı olma yolunun başıdır. O, bu hususta şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ki nefsj kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin rahmet
ettikleri hariç". (Yusuf753); "Bugün, Allah Teala'nın rahmet ettiği
dışında O'nun emrinden koruyacak güç yoktur". (Hud/43)
Allah
Teala'nın kuluna lütfedeceği ismet yani günahtan muhafaza etme nimeti, O'nun
rahmetinin de delilidir. Rahmet ise, kulu muhabbet makamına dahil eder. Bu,
Allah Teala tarafından sevilenlerin rahmetidir. Muhabbet de kulu rıza makamına
yükseltir. Böylelikle muhabbet, Mahbub'un şahitliğinden doğan makamı olur. Rıza
da, kalan bütün davranışlarındaki hali olur. Rıza Kitabı da burada sona ermiş
oldu. [18][18]
Yakin
makamlarının dokuzuncusu, Muhabbet makamıdır. Muhabbet, ariflerin makamlarının
en yükseğidir. O; Allah Teala'nın ihlas-lı kullarını tercih edişidir. İlahi
lütfün son noktası da budur. Yüce Allah buyurdu ki: "Allah onları sever,
onlar da Allah Teala'yı severler". (Maide/54); "Bu, Allah Teala'nın
dilediklerine bahşettiği lütfu-dur". (Cum'a/4) Bu haber, mübtedası ile
anlam bakımından bitişik-
tir. Çünkü
Allah Teala, seven kulları, onlara olan lütfü ile vasfet-miş ve bu ikisi
arasına başka bir şey koymamıştır. Bu da, sevilen kulların övgüyle
vasfedilişidir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala,
sevdiğine ateş ile azap edecek değildir". [19][19] Allah Teala
da, Resulü'nün (sav) bu sözünü tasdik edip O'na muhabbet iddiasında
bulunanların sözlerinin boş olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "De
ki: O halde niçin Allah günahlarınızdan dolayı size azap ediyor? Hayır! Siz de
O'nun yarattıklarından birer insansınız". (Maide/18)
Zeyd b.
Eşlem dedi ki: Allah Teala kulunu sever. Hatta sevgisi o dereceye varır ki ona,
'Dilediğini yap, seni bağışladım' buyurur. İsmail b. Eban, Enes b. Malik'ten
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah
Teala bir kulunu sevdiği zaman, işlediği günah ona zarar vermez. Günahından
tevbe eden, hiç günahı olmayan gibidir. Daha sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri sever".
[20][20]
Allah Teala,
muhabbeti için günahların bağışlanmasını şart koşmuştur. Bunu da şu ayet-i
kerimede görmekteyiz: "Ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın". (Al-i İmran/31) Allah Teala'ya inanan her mümin, O'nu sever.
Ama O'na olan sevgi ve muhabbeti, imanı, müşahedesinin açıklığı ve Mahbub'un
herhangi bir sıfatta ona tecellisi oranındadır.
Bunun delili
de, onların tevhide icabetleri, O'nun emir ve yasaklarına bağlı kalmaları ve
hükmü O'na teslim etmeleridir. Bundan sonra tevhidin müşahedeleri, emir ve
yasaklara bağlılığın devamı ve hükümleri O'na teslimde farklı derecelere sahip
olurlar. Bu da ancak, muhabbetten kaynaklanır.
Allah
Teala'yı sevenler, kısımlarına göre farklılaşabilirler. Alt derecelerdeki biri
de Allah Teala'nm sevgisinden mahrum kalmayabilir. Tıpkı marifet sahibinin,
marifetten geri kalmadığı gibi. Hiçbir büyük de, kendini tevbeden müstağni
göremez. Bütün ilimlere vakıf olsa dahi bu durum değişmez.
Çünkü Allah
Teala müminleri, Zatı'na aşırı sevgi ile vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"İman edenler ise en çok Allah Teala'yı severler". (Bakara/165)
Ayette geçen (Eşedd=daha çok' kelimesi, onların muhabbet bakımından farklı
derecelerde oluşlarına delalet eder. Çünkü 'Eşedd' kelimesi, bu anlamı ihtiva
etmektedir. Allah Teala, 'Şedîd=çok' buyurmuştur.
Allah
Teala'yı sevme babında kullanılan bu hitap, "Allah katında en değerliniz,
en takvalı olanmızdır" (Hucurat/13) buyruğuna benzer. Bu ikinci ayet de,
müminlerin takvalarındaki farklılaşmaya orantılı olarak değerli oluş
bakımından da farklı derecelerde olduklarını göstermektedir. Allah Teala, bu
buyruğunda da, 'Değerli takva sahipleri' ifadesini kullanmamıştır.
Allah Resulü
(sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teala dünyayı, sevdiğine
de, sevmediğine de verir. îmanı ise, sadece sevdiklerine verir".[21][21]
Müminler, Allah sevgisi noktasında farklı derecelere sahiptirler. Bu
farklılığın sebebi, marifet ve müşahede bakımından farklı seviyelerde
bulunmalarıdır.
Allah Resulü
(sav) Allah sevgisini imanın şartlarından biri olarak görmüş ve şöyle
buyurmuştur: "Sizden biri Allah ve Resulü, kendisine diğerlerinden daha
sevimli gelmedikçe iman etmiş olmaz"[22][22]
Bu hadisten
daha açık ve kesin ifade taşıyan bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah'a
yemin olsun ki bir kul Ben kendisine ailesinden, malından ve bütün insanlardan
daha sevimli gelmedikçe iman etmiş olmaz".[23][23] Başka bir
rivayette, 'Kendi canından' ifadesi yeraltı aktadır.
Allah Resulü
(sav) vazettiği bütün hükümlerde Allah sevgisini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Size verdiği nimetlerden dolayı Allah Teala'yı sevin. Allah Teala'yı
sevmeniz sebebiyle de beni sevin"[24][24]
Bu emir,
Allah sevgisinin farziyetinin delilidir. Müminler, Allah Teala'nm lütufları
bakımından farklı derecelere sahip olsalar da,bu lütufların en büyüğü
Marifetullah yani Allah Teala'yı layıkıyla bilmektir. Allah sevgisinin en
üstünü ise, müşahededen doğan sevgidir.
Allah
Teala'yı seven muhibban, muhabbetin farklı mertebelerine sahiptirler. Bu
mertebelerden bazıları, diğerlerinden üsttedir. Onlar arasında Allah Teala'yı
en çok sevenler, O'nun ahlakına en çok sarılanlardır. O'nun ahlakının esasları
ise, ilim, hilim, af, güzel davranış ve halkın kusurlarını örtmek ve
benzerleridir.
O'nun
sıfatlarının manalarını en iyi bilenler; sıfatları noktasında O'nunla
mücadeleden en çok kaçınan ve O'nu en çok sevenlerdir. Onlar, kibir, övünç,
övülmeyi sevme, zenginlik, ululuk ve zikredilmek isteme gibi sıfatlara
meylederek O'na şirk koşmaktan uzak dururlar.
Bunların
ardından, Allah Resulü'nü (sav) en çok sevenler gelir. Çünkü O, Habib Teala'nm
habibi, O'nun eserlerinin takipçisi ve ahlakına en çok benzemeye çalışandır.
Rivayet
edilir ki: "Bir adam O'na gelerek, 'Ey Allah Resulü, seni seviyorum'
demişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Fakirliğe hazır ol' buyurdu. Adam,
'Allah Teala'yı d& seviyorum' deyince, O 'Öyleyse imtihana hazır ol'
buyurdu".
Bu ikisi
arasındaki fark şudur: Musibetlerle imtihan etmek, Allah Tfeala'nın
ahlakmdandır. O, kullarını imtihan ederek seçendir. Dolayısıyla adam Allah
Teala'yı sevdiğini söyleyince, ahlakı üzerinde sabırlı olması için O'nun
kendisini imtihan edeceğini haber vermiştir. Nitekim Allah Teala da şöyle
buyurmuştur: "Rabbin için sabret". (Müddessir/7) Yani O'nun
hükümlerine ve imtihan için verdiği musibetlere sabret.
Fakirlik ise
Allah Resulü'nün (sav) sıfatlarındandır. Dolayısıyla adam, Allah Resulü'nü
sevdiğini söylediği zaman, kendi sıfatlarına uymasını ve izlerini sürmesini
tavsiye etmiştir. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allahım, beni
fakir olarak dirilt, fakir olarak canımı al ve beni fakirlerin arasında
hasret".56
Muhabbetin
alametlerinden biri de, Habib Teala'yı çok zikretmektir. Zikrullah, aynı
zamanda Allah Teala'nm kuluna duyduğu sevginin de delilidir. Bu, kullarına olan
lütuflarmın en büyüklerin-
56. Tirmizî,
ZühdZühd/37; İbni Mâce, Zühd/7.
dendir. Bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva-Vet edilmektedir:
"Allah Teala'nm her gün için bir sadakası vardır ve onu yarattıklarına
lütfeder". O'nun bir kuluna sadaka ile lütfetmesi, ona zikrini ilham
etmesinden daha faziletlidir.
Süfyan,
Malik b. Mu'avvel'den şunu nakletmiştir: "Allah Resu-lü'ne (sav), 'Hangi
amel daha faziletlidir?' diye soruldu. Buyurdu ki: 'Haramlardan uzak durmak ve
ağzının sürekli zikrullah ile ıslak kalması" [25][25] O, Allah
sevgisini emrettiği gibi, Allah Teala'yı çok zikretmeyi de emretmiştir".
Çünkü Allah Teala'yı zikretmek, muhabbetin gereklerindendir. Başka bir hadiste
ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı o kadar çok zikret
ki, senin için 'deli'desinler". [26][26]
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah Teala'yı o kadar çok zikredin ki, münafıklar, 'Sizler
riyakârsınız' desinler".
Ebu Mesleme
el-Medeni, babası kanalıyla dedesinden şu hadisi nakletmiştir: "Bir gün
Allah Resulü (sav) bize Küba mescidine geldi. Uzun bir konuşma yaptı. Hadisin
sonunda şöyle buyurdu: 'Kim, Allah Teala için tevazuda bulunursa Allah Teala
onu yükseltir. Kim de büyüklük taslarsa, onu alçaltır. Kim Allah Teala'yı çok
zikrederse, Allah da onu sever [27][27]
Allah Resulü
(sav), zikredenlerin Öne geçen ferdler olduğunu haber vermiş ve onları günahın
kaldırılması ve zikrin yükseltilmesi bakımından peygamberlerin derecesine
yükseltmiştir.
O'nun şu
hadisinde de zikir, Allah sevgisinin icaplarından biri olarak takdim edilmiştir:
"Yürüyün, ferdler geçtiler1. Bunun üzerine, 'Ferdler kimdir?' diye
soruldu. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Allah Teala'yı çok zikredenlerdir.
Allah Teala, zikirleri sebebiyle onların günah yüklerini kaldırmıştır. Onlar
Kıyamet günü hafiflemiş olarak gelirler". [28][28]
Muhabbetin
en büyük alametlerinden biri ise, Allah Teala'ya O'nu görerek kavuşmak, ahiret
yurdu ve yakınlık makamında keşifte bulunabilmektir. Bu da ölüme duyulan
özlemdir.
Çünkü ölüm,
Allah Teala'ya kavuşmanın anahtarı ve O'nu bizzat görme makamına girmenin
kapısıdır. Bir hadiste de Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Kim Allah'a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak
ister"[29][29]
Huzeyfe (ra) Ölüm anında şöyle demişti: "Habibim, ihtiyaç üzerine geldi,
bense nedametten kurtulamıyorum".
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala için, kulunda O'na kavuşma
isteğinden sonra çok secde etmek kadar sevimli bir haslet yoktur. Görüldüğü
gibi Allah sevgisi daima öne çıkarılmaktadır.
Allah Teala,
kulunun sıdkınm hakikatini isbat etmesi için Kendi yolunda savaşmasını şart
koşmuştur. O, sevdiğinin Kendi yolunda savaşmasını istediğini haber vererek
şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, Kendi yolunda kurşunla kaynatılmış
binalar gibi saf tutarak savaşanları sever". (Saf/4)
Bundan önce
de, onlara ikrar telkin ederek şöyle buyurmuştur: 'Tapmadığınız şeyleri niçin
söylersiniz?" (Saf/2) Çünkü onlar, Allah Teala'yı sevdiklerini
söylemişlerdi. O da bunun üzerine, sevgilerini sınamak için savaşı farz
kılmıştır.
O'nun
sevgisinin alametlerinden biri de, sevdiğinin malını ve canını istemesidir. O,
bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah yolunda savaşırlar,
öldürürler ve öldürülürler". (Tevbe/111)
Ebu Bekir'in
(ra), Ömer'e (ra) vasiyetinde şu söz yer almaktadır: "Hak ağırdır.
Ağırlığıyla birlikte de, hoştur. Batıl ise hafiftir. Hafif-ligiyle beraber de
tiksindiricidir. Eğer vasiyetimi iyi muhafaza edersen, hiçbir gayb sana ölümden
daha sevimli gelmez, ölüm sana ulaşacaktır. Eğer vasiyetimi zayi edersen, hiçbir
gayb sana ölümden daha soğuk gelmeyecektir, ama onu etkisiz kılamazsın".
Sevri ve
Bişr b. el-Hars şöyle derlerdi: "Kuşkuda olan dışında hiç kimse ölümü
çirkin görmez". Gerçek de onların ifade ettikleri gibidir. Çünkü seven
kimse, hiçbir şartta sevdiğine kavuşmayı çirkin görmez.
Sevginin bu
şekli, ancak Allah Teala'yı bütün kalbiyle seven muhibbana mahsustur. Böyle bir
sevgiye ulaşan kimseyi ise Rabbızler Kalp, uzaklığın doğurduğu özlemle çile
çeker, bir an önce sevdiğine kavuşmak ister.
Rivayet
edilir ki: Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Zum'a, azatlısı Salim'i evlendirdiği zaman
bütün Kureyş onu kınamış ve, 'Kureyş'in iffetli hanımlarından birini, bir
köleyle mi nikahladın?' demişlerdi. O da şu karşığılı vermişti: 'Vallahi, onu
onunla nikahladım. Ve biliyorum ki o köle, o hanımdan daha hayırlıdır*.
Bu söz,
Kureyşliler'in ağrına gitti. Ona şöyle dediler: 'Biri kölen, biri kızkardeşin,
bunu nasıl yaparsın?' O da şu karşılığı verdi: 'Ben, Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğunu işittim: 'Allah Teala'yı bütün kalbiyle seven bir adama
bakmak isteyen Salim'e baksın". Bu hadisten çıkartılacak bir anlam da,
bazı müminlerin Allah Teala'yı kalplerinin bir kısmıyla sevdikleridir. Onlar,
kalplerinin yalnız bir kısmını O'na adayanlardır. Bunların kalplerinde başka
sevgilerin de yeri vardır.
Allah
Teala'yı bütün kalpleriyle seven müminler, O'nu bütün masivaya tercih ederler.
İşte bunlar, Allah Teala'nm saf ve halis kullarıdır. Bunlar için Allah
Teala'dan başka ma'bud yoktur. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur.
Yine aynı
hadiste şuna delalet edilmektedir: Müminler, Allah sevgisi noktasında değişik
makamlar üzeredirler. Bu da, ilahi sıfatların müşahedelerinin derecelerine
göre belirlenir. Bazı kalpler, bütünüyle müşahede ederken, bazıları kısmen
müşahede ederler.
Nu'ayman her
günah işlediğinde Allah Resulü'ne (sav) getirilirdi. Yine bir defasında suç
işlediği için O'na getirilmiş, Allah Resulü (sav) de ona had cezası
uygulamıştı. Bunun üzerine, mecliste bulunan biri onu lanetleyerek, 'Allah
Resulü'ne (sav) ne kadar da çok getiriliyor5 dedi. Bunun üzerine Allah Resulü
(sav), 'Böyle deme, muhakkak ki o da, Allah Teala'yı seviyor buyurdu".
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) o günahkârı, işlediği suçlara rağmen Allah
sevgisi dairesinden çıkartmamıştır.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: İman kalbin dışında, yani yürekte olduğu zaman mümin
Allah Teala'yı orta derecede sever, iman kalbin içine girdiği zaman, onda
bulunan siyah noktaya yerleşmiş olur ki bu durumda Allah Teala'yı en yüksek
derecede sever. B muhabbetine
bakılır:
Eğer Allah
Teala'yı bütün heva ve arzularına tercih ediyorsa, Allah sevgisi kulun nevasına
galip gelir ve muhabbetullah olur. Bu, kulun herşeyden dolayı Allah Teala'yı
sevnıesidir. Böylesi bir kul, Allah Teala'ya hakkıyla iman ettiği gibi, O'nu
hakkıyla seven kuldur. Eğer kalbinizi bu dereceden aşağıda görüyorsunuz,
sevgiden nasibiniz o kadardır.
Muhabbetin
en açık alameti, Mahbub Teala'yı kalbin bütün hazinelerine tercih etmektir. Bu
yüzden de Allah Teala nıuhibbam tercih etmekle vasfetmiştir. Arifler de, onları
bu şekilde nitelemişlerdir. Allah Teala muhibbam vasfederken şöyle
buyurmuştur: "Kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden
dolayı yüreklerinde bir sıkıntı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi,
(muhacirleri) kendi canlarına tercih ederler". (Haşr/9) Allah Teala başka
bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Vallahi, Allah seni bize tercih
etti". (Yusuf/91)
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Kalbin zahiri yani dış yüzü İslam'ın yeridir. Batını yani
iç yüzü ise, imanın mekanıdır. İşte bu noktada muhibbanın dereceleri
farklılaşmıştır. Çünkü imanın islam, batının zahir üzerindeki üstünlüğü
açıktır.
Basra
alimlerinden bir zat ise, 'Kalp' ile 'Fu'âd=Yürek'i birbirinden ayırmış ve
şöyle demiştir: Fu'âd, kalbin konduğu ve attığı yerdir. Kalp onun aslı ve
genişleyen kısmıdır. Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Kalpte iki boşluk
vardır. Zahir yani görünen boşluk fu'âddır ki aklın konağıdır. Batın yani
görünmeyen boşluk ise, kalptir ki işitme, görme, anlama ve müşahede etme
melekeleri onda bulunur. Orası da imanın konağıdır. Allah Teala da, bir ayet-i
kerimede şöyle buyurmuştur: "Allah onların kalplerine imanı yazdı".
(Mücadele/22); "Muhakkak ki bunda, kalbi olan veya şahit olarak kulak
veren kimse için bir hatırlatma vardır". (Kaf/37)
İslam
sevgisi, bütün insanlara farz kılınmış bir sevgidir. Bu sevgi, Allah Teala'ya
itaat ve O'nun muhabbeti için farzları eda edip haramlardan sakınmayla irtibatl
anmış tır. Mukarrebun'un muhabbet ve sevgisi ise, sıfatların manalarını müşahede
etmekten kaynaklanır. Bu muhabbet, O'nun ahlakının bilinmesiyle ortaya çıkar.
Muhabbetin bu şekli, Allah Teala'nm havas kullarına mahsus bir sevgidir.
Bu sevginin
aslı ve özü olan marifetullah yani Allah Teala'yı bilme de, umum ve husus
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ariflerin ha-vassı için, muhabbetin çok hususi
bir şekli sözkonusudur. Onların umumu için ise, muhabbetin umumu geçerlidir.
Geçmiş
ümmetlerin haberleri arasında şu hadise nakledilmiştir: "Züleyha iman
ettiği zaman, Yusuf (as) onunla evlenmişti. Evlendikten sonra Züleyha uzlete
çekildi ve kendini ibadete hasrederek insanlardan uzaklaştı.
Yusuf (as)
onu gündüz yatağa davet ettiği zaman, onu geceye havale ederek isteğini geri
çeviriyordu. Gece çağırdığında ise, gündüze erteliyor ve şöyle diyordu: 'Ey
Yusuf! Ben seni Allah Teala'yı bilmezden önce seviyordum. Ama O'nu bildikten
sonra sevgisi kalbimde hiçbir sevgiye yer bırakmadı. Bu sevgiyi değiştirmek de
istemiyorum'. Sonunda Yusuf (as) ona şöyle dedi: 'Allah Teala bunu . emretti
ve bana, senden iki erkek çocuk doğacağını ve bunları peyT , gamber kılacağını
haber verdi'.
j
Züleyha,
bunun üzerine, 'Allah Teala böyle emir buyurmuş ve beni bir şeye vasıta kılmayı
murad etmişse, o zaman Allah Tet ala'mn emrine boyun eğmek gerekir5 dedi ve
Yusuf (as) ile beraber oldu". Allah Teala'yı hakkıyla bilen ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Tevhid kemale erdiğinde, muhabbet de tamam bulur. Muhabbet
geldiğinde ise, tevekkül tamama erer ve kulun imanı kemal bularak farzları
halis olur. Bu da yakin olarak adlandırılır Fudayl b. lyaz muhabbetin farziyeti
hakkında şöyle demiştir ' Size, 'Allah Teala'yı seviyor musunuz?' diye
sorulduğunda susun. 'Hayır1 dediğinizde küfre düşersiniz. 'Evet' dediğinizde
ise, muhibbanın sıfatına sahip değilseniz Allah Teala'nm gazabına
uğrayabilirsiniz.
Alimlerimizden
biri şöyle demiştir: Cennette, marifet ve muhabbet nimetlerinden daha üstün
bir nimet yoktur. Cehennemde ise, marifet ve muhabbet iddiasında bulununup
bunların aslına vakıf olmayanların çektiklerinden daha ağır bir azap yoktur.
Onun üstünde başka bir alim de şunu ifade etmiştir: Bütün makam sa-i hiplerinin
affedilmesi ve hoş görülmeleri umulur.
Ancak
marifet ve muhabbet iddiasında bulunanlar bunun dışındadır. Onlar, her ses,
her hareket, her duruş, her bakış ve her dşünüşleri için, Allah yolunda, O'nun
için ve O'nunla beraber olup olmaması noktasında hesaba çekileceklerdir.
Allah
Teala'nın kuluna muhabbeti, insanların sevgi ve muhabbeti gibi değildir. Çünkü
insanların sevgisi, şu yedi sebepten biriyle ortaya çıkar: Tabiat, cinsiyet,
fayda, sıfat, arzu, merhamet ve bu sevgiyle Allah'a yakın olma. Bunlar,
birbirine benzeyen şeyler, insanlar için ihdas edilmiş sebeplerdir. Bu tür
sevgiler, sözkonusu sebeplerden, doğan ve ortaya çıkan sevgilerdir. Zamanın
değişimi veya sıfatların şekil değiştirmesiyle değişiklik arzedebilirler.
Allah
Teala'nın sevgisi ise, O'nun güzel kelimesinden kaynaklanan, bütün sebeplerin
evvelinde varolan, hadisâttan çok önce kıdem sıfatını taşıyan bir sevgidir.
O'nun yüce inayeti ile varolan bu muhabbet, ebediyen değişmez ve yeni
gelişmelerle şekil değiştirmez.
Allah Teala
bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Ama Biz'den kendilerine güzellik geçmiş
olanlar". (Enbiya/101) Yani haklarında güzel sözümüz geçmiş olan kimseler.
Başka bir tefsirde ise, 'güzel makamları' önceden kesinleşmiş olanlar,
denilmiştir.
Allah
Teala'nın önceden belirlenmiş olan hükmünü, kulların değiştirmesi caiz
değildir. O'nun hükmü, bütün hükümlerin öncesinde yer alır. Nitekim O'nun şu
buyrukları da, buna delalet etmektedir: "Andolsun Biz, İbrahim'e de
önceden doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten Biz onu
biliyorduk". (Enbiya/51); "O, sizleri önceden müslümanlar olarak
adlandırmıştı". (Hacc/78); "Kendileri için bir doğruluk kademesi
olduğunu müjdele". (Yunus/2) Allah Teala, onların son işaretleriyle
ilgili olarakta şöyle buyurmuştur: "Güçlü Padişah'm huzurunda doğruluk
koltuklanndadıriar". (Kamer/55)
Allah
Teala'nın kıdeminden önce onların doğruluk makamında bulunmaları mümkün
değildir. Yine O'nun ilminden önce bu tür bir amellerinin olması da
imkansızdır. Çünkü Allah Teaîa'nın ameli, malumdan öncedir. O'nun dostlarına
olan muhabbeti de, onların Kendisi'ne sevgilerinden ve gösterdikleri amellerden
çok öncedir.
Ayrıca bu,
Allah Teala'nın Zatı'na mahsus hükümlerinden birinin özelliği, O'nun nasibinin
lütfü ve ihlas ehline nimetlerinin en güzelini verenin nimetlerini tamama
erdirmesidir. Yine o, sabık doğruluk kademeleri sebebiyle tercih edilenlerin
tercih edilişidir.
Onlar Sıdk
Sahibi'nin huzurundaki doğruluk koltuğuna daha önceden oturtulmuşlardır. Bunun
için akla uygun bir sebep bulmak mümkün değildir. Önceden yapılmış bir amel
için de neden bulunamaz. Bütün bunlar, kaderin sırlarında cari ve Kadir-i
Mutlak'm lütfuna mahsus durumlardır.
Kaderin
sırrını ifşa etmek ise, küfürdür. Onu, ancak bir peygamber veya bir sıddık
bilebilir. Allah Teala, ancak gösterdiği kullarını bu sırra mazhar kılar.
Birtakım rivayetlerde görülen sebepler, ahbabın yolundan ve akıl sahibi
mukarrebunun makamlarından ibarettir.
Muhabbet;
ancak kulun güzel işlere muvaffak kılınması, ismetinin gözetilmesi, Allah
Teala'nın ilminin gizli yönlerinin öğretilmesi ve her şeyde derhal O'na
dönecek şekilde lütfunun gizliliklerinin bildirilmesi sayesinde açığa çıkıp
zahir olur.
Kulların
O'nun huzurunda durması, hiçbirşeye iltifat etmeksizin O'na bakmaları, O'na
herşeyden daha yakın olmaları, O'nun rızasını çekecek amelleri çok işlemeleri,
O'nun sıfatlarının manalarına muttali kılınmaları, gizli sırlarını kendilerine
bildirmesi, onların fikirlerini nimetlerinin batini yönlerine açması, onlara
halis şükür ve zikrin hakikatini nasip etmesi de muhabbet-i ilahinin
ala-metlerindendir.
Bunlar,
Allah Teala'nın ayne'l-yakin olarak keşfi bildirimlerde bulunduğu muhibban
zümresinin yollarıdır. Denir ki: Allah Teala bir kulu sevdiği zaman, onu
istihdam eder. Onu istihdam ettiğinde de yalnız Kendi'ne hasreder. Başka bir
söz de şöyledir: "Allah Teala bir kulu sevdiği zaman ona nazar eder. O, bir
kula nazar ettiği zaman ona azap etmez". Allah Resulü'nden (sav) de bu
anlamda hadisler rivayet edilmiştir.
Allah
Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah Teala bir kulunu sevdiğinde onu imtihan eder. Onu tam olarak
sevdiğinde iktina eder. Denildi ki: 'İktina nedir ey Allah Resulü?' Şu cevaba
verdi: Yani onda ne aile, ne de mal bırakır".
Muhabbet,
Muhibb-i Evvel olan Allah Teala'nın kulunu tercih edişinden doğan bir sevap ve
mahbub olan kuldan kaynaklanan bir takım hükümleri ihtiva eder. Bu hükümler,
onun güzel amelleri veya Allah Teala'nın kendisine bahşettiği ilmin hakikati
ile alakalıdır.
Nitekim
Yusufun (as) kardeşleri, Allah Teala'nın ona karşı muhabbetini gördükleri
zaman şöyle demişlerdi: "Andolsun ki Allah seni bizden üstün tuttu".
(Yusuf/91) Ardından da şunu ifade etmişlerdi: "Doğrusu biz suç
işlemiştik". (Yusuf/91) Onlar, geçmişte işledikleri suçu itiraf
etmişlerdi. Allah Teala da, yaptıkları sebebiyle onları değil Yusufu (as)
seçmişti.
Allah Teala,
Yusufu (as) vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Beni arzın hazineleri
üstüne (memur) kıl. Çünkü ben, onları iyi korurum". (Yusuf/55) Allah
Teala, onun yeteneğini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Güç ve
kuvvetine ulaşınca, ona hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, güzel hareket edenleri
böyle ödüllendiririz". (Yusuf/22) Allah Teala, onu seçiş sebebi olarak da
geçmişte yaptığı güzellikleri göstermektedir.
Peygamberler
de şöyle buyurmuşlardır: "Biz de sizler gibi insandan başka bir şey
değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder".
(İbrahim/İl) Allah Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah
meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer". (Hacc/75)
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala
bir kulu sevdiğinde onu imtihan eder. Eğer sabrederse onu ayırır. Eğer rıza
gösterirse onu seçer". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'yı
sevdiğinizi düşünüyor ve sınandığınızı görüyorsanız, bilin ki O sizi arındırmak
istemektedir. Müridlerden biri, şeyhine şöyle demişti: Galiba muhabbetten bir
bahşa muttali kılındım. Bunun üzerine şeyh şöyle dedi: 'Ey oğul, seni kendinden
başka bir sevgili ile sınayıp sen de Allah Teala'yı ona tercih edebildin mi?'
Mürid, 'Hayır" dedi. Bunun üzerine şeyh şunu söyledi: 'Öyleyse muhabbete
tamah etme. Allah Teala imtihan etmediği kuluna onu bahşetmez'.
Muhabbetin
emarelerinden biri de, Habib Teala'nın Kelam'ını sevmek ve onu sürekli dilde ve
kalpte tekrarlamaktır. Müridlerden biri hakkında şunu naklettiler: Kötü bir
şeye niyetlendiğimde Allah'a yakarmanın tadına ermeyi öğrenmiş ve gece gündüz
Kur'an okur olmuştum. Sonra bir soğukluk oldu ve tilavetten uzaklaştım.
Uykuda bir
nida sahibinin şöyle seslendiğim işittim: Beni sevdiğini iddia ediyorsan,
Kitab'ıma niçin cefa ettin? Ondaki kınamalarımı görmüyor musun? Bunun üzerine
o soğukluktan kurtuldum ve kalbim yine Kur'an sevgisiyle doldu. Tekrar eski
halime döndüm.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Kul, Kur'an'da bütün aradığını bulamadıkça mürid
olamaz. Rivayete göre İbni Mesud (ra) şöyle derdi: "Hiçbiriniz, Kur'an'dan
başka bir şeyle kendini sorgulama-malıdır. Eğer Kur'an'ı seviyorsa, Allah
Teala'yı da seviyor demektir. Eğer Kur'an'ı sevmiyorsa, Allah Teala'yı da
sevmiyor demektir". Kur'an sevgisinin bir alameti de, Kur'an ehlini
sevmek, gecenin değişik vakitleriyle günün aralıklarında Kur'an tilavet
etmektir.
Sehl b.
Abdullah şöyle demiştir: Allah sevgisinin alameti, Kur'an sevgisidir. Allah ve
Kur'an sevgisinin alameti ise, Allah Re-sulü'nü (sav) sevmektir. Allah
Resulü'nü (sav) sevmenin alameti de sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alameti
ise, ahireti sevmektir. Ahiret sevgisinin alameti ise, dünyaya buğzetmektir.
Dünyaya buğzetmenin alameti de, ondan ancak yeteri kadarını ve ahirete
ulaştıracak olanı almaktır.
Söz
sahiplerinin en güzeli Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler,
sizden kim dininden dönerse, Allah sevdiği ve onların da Kendisi'ni sevdikleri
bir kavim getirecektir". (Maide/54) Getirdiği o kavim de mürted
olmayacaklardır. Zaten Allah Teala'nın sevdiği kulların böyle olması yakışmaz.
Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Sizi başka bir kavimle
değiştirir ve onlar da, sizler gibi olmazlar". (Muhammed/38)
Allah
sevgisinin bir alameti de, Habib Teala'ya yaklaştıracak uhrevi amelleri nefsin
arzuladığı dünya işlerine tercih etmek, Allah Teala'nın emirlerini derhal ifa
ederek, nefsi arzuların önüne koymaktır. O'nun sevgisini, hevanıza tercih
etmeniz de, Allah sevgisinin alametlerindendir. Emir ve yasaklarında Allah
Resulü'ne (sav) tabi olmak, Allah dostu alim ve abidlere alçakgönüllü davranmak,
ehli dünya karşısında aziz olmak da bu sevginin işaretlerin-dendir.
Bir
defasında Abdullah b. el-Mübarek'e, 'Tevazu nedir?' diye sorulmuştu. O,
'Büyüklenenlere karşı büyüklenmektir1 cevabını vermişti. el-Feth b. Şahref
şöyle demiştir: Ah b. Ebu Talib'i (kv) rü-
yamda
gördüm. Ona, 'Bana bir hayır haber ver5 dedim. 'Zenginlerin, Allah Teala'nm
sevabını umarak fakirlere gösterdikleri tevazu ne kadar da güzeldir! Bundan da
güzeli, fakirlerin Allah Teala'ya güvenerek zenginler karşısında
büyüklenmeleridir" dedi.
Allah Teala
sevdiklerini, dostlarına karşı alçakgönüllü, düşmanlarına karşı izzetli
davranmakla vasfetmiştir. Çünkü O, sevdiklerini sıfatların en güzeli ile
tavsif etmektedir. Habibe alçakgönüllü davranmak güzeldir. Düşmana karşı
gösterilen izzet de, güzelliği bakımından zelile karşı gösterilen izzet
gibidir.
İşte bu
nedenle Allah Teala sevdiği kullarım, dosta karşı alçakgönüllü, düşmana karşı
aziz olarak tavsif etmiştir. Dosta karşı kibirlenmeyi ise düşmana karşı
alçakgönüllülükte olduğu gibi çirkin görmüştür. Allah Teala, sevdiklerini
çirkin sıfatlarla anmaz.
Allah
sevgisinin alametlerinden biri de, Mahbub Teala'nm yolunda, O'na yaklaşabilmek
ve rızasına kavuşabilmek için mal ve can ile cihad etmek, bu yolda önüne çıkan
her engeli safdışı etmektir. O, bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Ya Rabbi,
razı olasın diye Sana çabuk geldim". (Taha/84) O, Habibi'ne (sav) de şöyle
emir buyurmuştur: "Herşeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O'na
yö-nel". (Müzzemmil/8) Buradaki emrin iki anlamı vardır. İlkine göre,
herşeyi bırakarak kendini ihlas ile Rabbi'ne hasret ve O'nu herşe-ye tercih et,
anlamı sözkonusudur. Diğerine göre ise, Allah Teala'ya ulaşıncaya kadar önüne
çıkan her engeli bertaraf et, anlamı sözkonusudur. Bu ikisi de, kulun Allah
sevgisi noktasında hiçbir kmayı-cınm kınamasından korkmaması, nefsi zora
koşarak O'na yönelmesi, dünyayı dışlaması, malı mülkü terketmesi, sevgisinde
hiçbir övücünün övgüsüne ihtiyaç duymaması, Allah Teala'yı mala mülke tercih
edişi sebebiyle insanların övgü ve senalarını arzu etmemesi gereklerine işaret
eden en açık delillerdir.
Yine bunlar,
yalnızlıkta aşinalık, halvette rahatlık, yakarışta boyun eğiş, O'nun Kelamı ile
nimetlenmek, hükümlerinin acısından zevk almak, hizmetin tadına varmak ve
Allah'tan gelen belayı nimet görmek konusunda açık delillerdir. Sabit el-Benani
dedi ki: Yirmi yıl Kur1 an ile hemhal oldum, lezzetini yirmi yıl aldım.
Mahbub
Teala'dan başka birine yaslanmamak da, muhabbetin alametlerindendir. Çünkü bu,
O'na ısınmak, aşina olmaktır. Ebu Muhammed (ra) şöyle demiştir: Allah katında
sevenin ihaneti, ava-
mm
masiyetinden çok daha ağırdır. Onun ihaneti, Allah'tan sına dayanmak, O'ndan
başkasından aşinalık beklemektir.
Musa'nın
(as) su istediği zenci köle Berah'm hikayesinde de buna ait bir ders vardır:
"Allah Teala, Musa'ya (as) şöyle buyurdu: 'Beratı Benim için ne kadar da
güzel bir kuldur. Ama onun bir kusuru var\ Musa, 'Ey Rabbim, onun kusuru
nedir?' diye sordu. Allah Teala da, 'Seher yeli onun çok hoşuna gidyor ve
kendim ona veriyor. Beni seven bir kul, kendini Ben'den başkasına vermez'
buyurdu".
Rivayette
geçen 'sükûn' kelimesi, burada bir şeyden rahat duymak, ona aşina olmak
anlamındadır. Kelimenin bunun dışında, bir şeye bakmak, onu delil görmek, ondan
kesin emin olmak ve onunla mutmain olmak gibi anlamları da vardır.
Yukarıdaki
kıssa, marifet ehlinden bir zata anlatıldığında şöyle demişti: 'Allah Teala bu
buyruğu ile, Berah'ı değil Musa'yı (as) kas-detmektedir. Çünkü muhabbet
makamına koyduğu Musa Peygamberdir. Ancak Allah Teala, bizzat kendisine
ifadeden haya ederek Berah'ı öne çıkarmıştır. Bu, Allah Teala'dan şöyle bir
cevap olmuştur: 'Ben, onu zikrederek Musa'nın kusurunu yüzüne vurmadım'. Allah
Teala, peygamberini sevdiği için kusurunu yüzüne vurmak-sızm haber
vermiştir".
Allah
Teala'yı seven muhibbanm nimetleri; yalnız O'nunla birlikte olmaları, O'nun
tarafından imtihan edildiklerinde de huzur ve rahatı ancak O'na yönelerek
bulmalarında olur. Onlar, bu huzur ve rahatlığı O'ndan başkasında buldukları
zaman, düştükleri gafletten dolayı günah işlemiş sayılırlar ve bundan dolayı
tevbe etmeleri gerekir. Allah Teala da onlara mağfiret buyurur.
Rivayete
göre bir abid, uzun yıllar ormanda Allah Teala'ya kullukta bulunmuştu. Bir
gün, sığındığı ağaca bir kuşun yuva yaptığını ve öttüğünü gördü. Kendi kendine
şöyle dedi: Keşke şu ağacım mescide dönüşse, bu kuşun sesinde aşinalık
bulurdum.
Allah Teala
da, ağacı mescide çevirdi. Sonra da zamanın peygamberine şöyle vahyetti: Falan
abide şu buyruğumu söyle: Bir mahlukta aşinalık bulduğun için seni öyle bir
dereceden indireceğim ki, yaptığın amellerle o dereceye asla çıkamayacaksın.
Muhabbetin
doğruluk ve ihlas alametlerinden biri de, aşinalığı yalnız O'nda bularak,
kendini O'na adamaktır. Kul, O'nun meclisinde bulunarak Zatı ile konuştuğu
zaman huzur ve sükunet bul-
malıdır.
Halvette Rabbi'ne yakarmalıdır. Nimetlerin tadını almak; O'nun rızasına uygun
davranmak ağır bastığı için O'na karşı çıkmayı terketmekle olur. Bir zat,
muhibbandan birinin şu beytini okumuştu:
Güzel sabrın
en tatlısı, en tatlıyı terketmede gösterilen sabırdır, Arzuladıklarımın en arzu
edileni ise, o arzuyu en çok terketmektir.
Bir diğeri
ise şöyle bir beyit söylemiştir:
Arzu
ettiğimi, arzu ettiğim Zat için terkederim,
Nefsim
öfkeyle dolsa da, O'nun razı olduğuna razı olurum.
Habib Teala
ile mutmain olmak, bütün tasayı Rarib olan Hak Teala'ya hasretmek gerekir.
Ayrıca sürekli O'na bakmak ve O'nu tefekkür etmek de Allah sevgisinin
samimiyet alametlerindendir. Çünkü O'nu bilen, O'nu sever, O'nu seven O'na
bakar, O'na bakan ise O'nun üzerinde yoğunlaşır. Bunu, Allah Teala'nın şu
buyruğundan anlamak da mümkündür: "Şimdi durup yaptığın tanrına bak. Biz
onu yakacağız". (Taha/97)
Muhabbetin
farz ve faziletlerinden biri de, sevdiği hususta Ha-bib'in isteğine uygun
davranmaktır. Ömer (ra) bu meyanda Suhayb (ra) için şöyle demişti: 'Allah
Suhayb'a rahmet etsin. Allah Te-ala'dan korkmasaydı, yine masiyette
bulunmazdı'. Çünkü onun sahip olduğu Allah sevgisi, korkuya gerek olmaksızın
kendisini O'na masiyetten alıkoymaktaydı. O Allah Teala'ya, muhabbet ve sevgisi
sebebiyle itaat etmekteydi.
Suhayb (ra)
şöyle demiştir: Benden, Rabbime olan sevgim dışında hiçbir şey netice
çıkartılamaz. Kasdettiği; Allah Teala'nın korkutucu sıfatları ile rica ve
ümidi mucib fiilleriydi. Alimlerimizden bir zat ise şöyle demiştir: Tercih
ediş, muhabbetin şahididir.
Kişinin
sevgisinin alameti, Allah Teala'yı kendisine tercih edişidir. Yine o, şöyle
demiştir: Allah Teala'nın taatinde bulunan herkes, O'nun sevgisine mazhar
olamaz. Ama O'nun yasaklarından uzak duran herkes O'nun sevgisine layık olur'.
Hakikat de, bu zatın ifade ettiği gibidir.
m Muhabbet,
salih amelleri çok işlemekle değil yasaklardan uzaK durmakla ortaya çıkar. Bu
konuda şöyle bir söz rivayet edilmiştir İyi işler, iyiler, fasıklar ve
günahkârlar tarafından yapılır. Günah lar ise, ancak sıddıklar tarafından
terkedilir.
Denildi ki:
İbadetlerin en faziletli mertebesi, onlar üzerinde sa birli olmaktır.
İbadetlerde sabırlı olmak, yetmiş katma kadar se^ vapla ödüllendirilir.
Günahlar karşısında sabır ise, yediyüz katma kadar sevapla ödüllendirilir.
Böyle biri, sanki Allah yolunda cihad edenin makamına konulmuş gibi olur. Çünkü
Allah Teala'dan bir imtihana ve nefsin zaruri gördüklerinden bir harama muhatap
olimaktadır.
Bu durumdaki
kul, nevasını terkettiği zaman, nefsini de terkelj-miş olur. Böyle bir fiilden
dolayı kazandıklarının en hafifi, dünya hakkında zühd ve Allah yolunda cihad
sevabıdır. İşte bu yüzden bu gibi kimselerin sevapları, yediyüz kata kadar
çıkartılmıştır. Ayiiı nedenle de, Allah Teala'nın muhabbetine layık olmuş olur.
Allah Teala
buyurdu ki: Rabbinin makamından korkan için iki cennet vardır".
(Rahman/46) Allah Teala, böyle kullarına duyduğu sevgi ile, onu diğerlerinden
üstün kılmıştır. Bu hususta duyduğum haberlerin en ilginci şudur: Musa (as),
Hızır'a (as) 'Bu mertebeye neyle ulaştın?' diye sordu. O, 'Günahların tamamım
terkederek' dedi.
Ebu
Mulıammed Sehl (ra), Allah Teala'nın "Allah müminlerin mallarım ve
canlarım satın aldı" (Tevbe/111) buyruğuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
Canlarının geçimi fâni, yani dünyevi şehvetlerden aldıkları anlık paylardır.
Allah
Teala'ya serzenişte bulunarak rahatlamak ve yalnız O'na has kıldığı ameliyle
huzur bulmak da muhabbetin alametlerindendir. Amelleri, O'nun Zatı'na halis
kılarak bunlarda güzel edeb göstermek de muhabbetin emarelerindendir.
Amellerde
gösterilecek güzel edeb; onları gizlemek, Allah Tea-la'nm hükmettiği darlık ve
sıkıntıları saklamak, bahşettiği lütuf ve faydaları anlatarak nimetleri, gizli
lütufları, yaratışının incelikleri ve kudretinin latif yönleri üzerinde uzun
uzun tefekkür etmekle olur. Her hal ve şartta Allah Teala'ya senada bulunmak,
O'ndan gelen nimet ve lütufları anlatmak, O'nun imtihanlarına sabretmek de muhabbetin
alametlerindendir. Çünkü o, böyle davranmak su-
retiyle,
Allah Teala'rnn ehlinden ve dostlarından biri olduğunu göstermiş olur.
Allah Teala
kalplerinde daha fazla yer edinmek için dostlarını sıkarak zorluğa düşürebilir.
Allah Teala, onlar nezdinde, çok büyük bir yeri olduğunu bildiği gibi, onların
Zatı'na karşı başka birini istemeyeceklerini de iyi bilir. Çünkü onlar, O'ndan
başkasında huzur bulamaz, O'ndan başkasından talepdâr olmazlar. Onlar için
Allah Teala'dan başka himmet yoktur.
Muhibbandan
biri şöyle demiştir: Sen'den vah bana, Sen'in uğrunda vay bana! Sen'den
korkar, Sen'i özlerim. Sen'den talepte bulunsam beni yorar, Sen'den kaçsam Sen
beni talep edersin. Senin beraberliğinde benim bir rahat, Sen'den başkasında da
benim için bir istirahat yoktur.
Mendub
kılınan hayır işlerine, tad alarak ve yürek ferahlayarak koşmak da muhabbetin
alametlerindendir. Nitekim bu hususta şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Kulum Bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder, ta ki Ben de onu
severim". [30][30]
Allah Teala'nm kazasına rıza göstermek de muhabbetin alametlerindendir. Çünkü
bu, Allah Teala'nın fiillerini güzel görmektir.
Allah
Teala'yı devamlı zikretmek, O'nu zikredenleri sevmek, Allah'ı zikredenlerin
meclislerine oturmak, serzeniş ve özlemini Allah Teala'ya yöneltmek, kalbi
halktan uzak tutmak, herşeyde Hâ-lık'a bakmak, herşeyi süratle O'na havale
etmek, her şeyde aşinalığı yalnız Allah'ta bulmak, O'nu bol bol zikretmek ve
herşeyden ibret çıkarmak da muhabbetin alametlerindendir.
Muhabbetin alametlerinden
biri de teheccüdü uzatmaktır. Bu konuda Allah Teala'nın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Gece çöktüğünde Beni bırakarak uyuduğu halde Bana muhabbetini
iddia eden kimse yalancıdır".
Ariflerden
bir zat ise, gece uykusuzluğunu başlıbaşma bir makam olarak görmüştür. Üstteki
hadis kendisine iHÜüedüdiği zaman şöyle demiştir: Bu, Allah Teala'nm şevk
makamına koyduğu kimsedir. Ama kendisine sekine indirdiği ve yakınlığında
aşinalığına sığındırdığı kulun, uykusu ile uykusuzluğu birdir. Aynı arif
sözüne devamla şöyle demiştir: Muhibbandan öyle bir topluluk gördüm ki
--------------------------------------------_____________________________________________________
onların
uykuları, uykusuzluklarından daha fazla idi. Muhibbanm imamı ve Allah Teala
tarafından sevilenlerin önderi Allah -Resulü (sav) de, bazan uyur, bazan da
teheccüd namazına kalkardı. Kimi zaman, uykusu teheccüdünden fazla olurdu. O,
geceleri muhakka uyurdu.
Dünyada zühd
göstererek malını Habib'in yolunda harcamak ve Hakk'ı tüm nevalara tercih
ederek canını O'nun yoluna koymak da muhabbetin işaretlerindendir. Cüneyd şöyle
demiştir: Muhabbetin alameti, bedeni zayıflatıp kalbi zayıflatmayacak uğraş ve
gayretlerde devamlı olmaktır.
Selef-i
Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Muhabbetten kaynaklanan bir amele
soğukluk gelmez. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Allah yemin ederim ki,
O'nu seven biri en ağır vesilelere .bile maruz kalsa, Allah Teala'nm
ibadetinden asla bıkkınlık duymaz.
Muhabbetin
alametlerinden biri de, birbirlerine hakkı öğütlemek ve onu tavsiye ederek
bunda sabır göstermektir. Nitekim Allah Teala, salihler arasında kârlı
çıkanları haber verirken şöyle buyurmuştur: "Muhakkak insan hüsrandadır.
Ancak iman edip salih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı ıtavsiye
edenler hariç".
(Asr/1-3)
Allah
Teala'dan başkasını sevenler, O'nun şöyle tavsif-ettiği kimseler gibidirler:
"Ödüllerinizi verir ve sizden mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi
de sizi sıkıştır saydı, cimrilik ederdiniz ve bu kinlerinizi ortaya
çıkarırdı". (Muhammed/36-37) Bu ayetin kıra-atiyle ilgili olarak İbni
Abbas'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Kinlerinizi -yani mallarınızı-
çıkarırdı.
Mal sevgisi
ve sürekli malla meşguliyet sebebiyle şirk bulaşan imanı zayıf kimseler,
ihlaslı Allah dostlarının kazandıklarını kaybetmiş ve salihlerin idrak
ettikleri güzel son ile Tuba cennetini kaçırmışlardır. Allah Teala, gerçek
dostlarından mallarını ve canlarını son katresine kadar vermelerini ister ki
Kendi'nden başka bir sevdikleri olmasın ve yalnız O'na kulluk etsinler.
O bunu,
sevgilerini açığa çıkarmak, samimiyet ve sabırla ilgili sözlerini sınamak için
yapar. Çünkü O, çok cömert bir mülk Sahi-bi'dir. İstediği zaman, tamamını
ister. O, aynı zamanda da kıskançtır; başka kişi ve varlıkların Kendi
sevgisine ortak edilmesini istemez. Bu sevgiye, ancak Allah Teala'yı layıkıyla
bilenler tahammül eder. O'nun hükümlerine ancak yakini iman sahipleri rıza
gösterebilirler. Şu var ki Allah Teala, malın ve canın tamamını, ancak özel
bir muhabbet ile sevdiği kullarından ister. Bütün bunlar, O'nun hikmetinin
gereklerindendir.
Malını ve
canını adama konusunda tüm çabasını sarfeden ve bu sebeple de mülkiyetinde
hiçbir mal kalmayan mahbublardan birine, 'Bu halinin sebebi nedir? Muhabbetten
mi?' diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Halktan birinin birine söylediği bir söz
başıma bu imtihanı getirdi. 'O söz neydi?' diye sordular.
Dedi ki:
Aşıklardan birinin sevdiği ile halvette iken şöyle dediğini işittim: Vallahi
seni bütün kalbimle seviyorum. Sen ise, bütün varlığınla benden yüz
çeviriyorsun. Sevdiği ona, Beni seviyorsan, benim için ne verebilirsin? diye
sordu. O da dedi ki: Ey efendim, sahip olduklarıma seni sahip eder, sonra da
canımı yoluna feda ederim. Bunu duyunca kendi kendime şöyle dedim: Mahlukun
mahluka, kulun kula sevgisi böyle olunca, mahlukun Hâlık'ma, abidin Mabûd'una
olan sevgisi nasıl olabilir? İşte bu söz, onun imtihanının sebebi olmuştu.
Mallar,
satın alma yoluyla nefslere dahil olur. Nefislerin satın aldıkları, sözkonusu
şeyleri sevmelerinden dolayıdır. Allah Teala da, malların ve canların insanlar
için taşıdığı değeri bildiği için bunları onlardan satın almaktadır. Allah
Teala'nm bunları sevmesinin alameti, onları kendilerinden satın almasıdır.
Satın almasının belirtisi ise, bunları dürerek almasıdır. Allah Teala bunları
aldığında, insanların O'ndan başkasından heva adına beklentileri kalmaz. Çünkü
Allah Teala, onları satın almıştır.
Nefslerin
afetleri, onların dertleridir. Nefslerin devası ise, bunlardan arınmaktır.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onları arındıran kurtuldu".
(Şems/9) Allah Teala nefsi afetlerden arındırdığı zaman, onu saflaştırmış
olur.
Nefsi takva
için şehvetlerden arındırmak üzere imtihan ettiğinde ise onu satın almış olur.
Nefsin her hastalığının bir devası vardır. Nefsin devası da, derdine göre ağır
veya zorlu olur. Nefsinizin devasını, derdinin çıktığı yerin üstüne koymanız
gerekir. O dert nereden geldi ise, onun geldiği yere onun zıddını yerleştirmek
veya o derdin kökünü kurutmak gerekir.
Allah Teala
tarafından satın alınmış nefslerin alameti, sevilen ve seçilen nefsler olmalarıdır.
Habib Teala'ya tevbe; O'na hizmet ve sürekli O'na hamd ile olur. Güzel edeple
huzurunda namaza devam etmek, O'nun sevdiğini emredip çirkin gördüğünden
sakındırmak ve koyduğu sınırlara riayet etmek de O'na yönelmenin
yollarındandır. İlmi de aklın mecralarında gizlemek suretiyle düzenlemek gerekir.
Kudretin kayyumiyetini gizlemek de onu koruma şekillerin-dendir. Çünkü aklın
sınırları vardır. Bu da muhabbet ilminin gizlenmesini gerektirir. Bu husus
muhibban nezdinde, beden için konulan sınır ve hadler gibidir.
Bilindiği
üzere Allah Teala bu sınırları, peygamberlerinin dilleriyle vazetmiştir. Allah
Teala'nm koyduğu sınırları çiğneyen kimse, kendine zulmetmiş olur. Bundan
dolayı tevbe etmeyenler de gerçek zalimlerdir. Allah Teala ise, çok tevbe edenleri
ve çok arınanları sever. O, bu durumdan sakınan takva sahiplerini de sever.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allah Teala'nm kendisini sevmesini
isteyen kimse, dünyada zühd sahibi olsun". [31][31]Hiçkimse,
dünyada zühd sahibi olmadıkça Allah sevgisine tamah etmemelidir.
Yukarıda
anlattığımız hususlar, Allah Teala'yı seven muhibba-nın ağırlıklı sıfatlarıdır.
Muhabbetin alametlerinden biri de, kulluğu yalnız Allah için yapmak, kaygı ve
arzusunu muhabbet üzerinde yoğunlaştırmaktır. Kul, yalnız Allah Teala'nm
rızası bulunan şeyleri arzu etmelidir. Allah Teala, ancak onun arzu ettiğini
takdir | edecektir. Ulemadan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Seni j
halktan uzaklaştırdığını gördüğünde, bil ki seni Zatı'na aşina kılmak
istemektedir.
Davud (as)
hakkında rivayet edilen haberlerden birinde Allah Teala'nm ona şöyle vahyettiği
nakledilmiştir: Beni sevenlerin en üstünü, Bana hiçbir menfaat beklemeksizin
kulluk edip rubûbiyet sıfatına layık olan değeri verendir.
Vehb de,
Zebur'dan şunu aktarmıştır: "Bana cennet ya da cehennem için kulluk eden
kimse ne kadar da zalimdir! Eğer cennet ve cehennemi yaratmasaydım, itaatma
layık olmayacak mıydım?" Benzer bir ifade, İsa (as) hakkında nakledilen
haberler arasında da geçmektedir: "Takva sahibini, Rab Teala'ya düşkün
olarak gördü-ğünüzde, bunun onu O'ndan başkası ile meşgul olmaktan kurtardığını
bilin". Yine O'ndan şu söz rivayet edilmiştir: "Allah Teala'yı seven,
musibetleri de sever".
Rivayete
göre İsa (as) havarilerle giderken ibadetle meşgul olan bir topluluk görmüştü.
Bunlar, ibadetten yorgun düşmüş kimselerdi. Çürümüş su kırbaları gibi
duruyorlardı. İsa (as) onlara, 'Siz kimsiniz?' diye sordu. Onlar da, 'Biz,
abidleriz' dediler. İsa (as), 'Neye ibadet ettiniz?' diye sorunca şu cevabı
verdiler: Allah Teala bizleri ateşle dağladı ve biz de cehennem korkusuyla
dolduk. Bunun üzerine İsa (as) şöyle buyurdu: 'Sizi korktuğunuzdan emin kılmak,
Allah Teala üzerine bir haktır".
Ardından bu
kimselerden daha fazla ibadet eden başka bir topluluğa rastladı. Onlara, 'Siz
ne için ibadet ettiniz?' diye sordu. Onlar da, 'Allah Teala bizleri cennetlere
ve onlarda dostları için hazırladıklarına özendirdi. Bizler de bunu ümid
ediyoruz. İsa (as) da şöyle buyurdu: Ümit ettiğiniz şeyi size vermesi Allah
Teala üzerinde bir haktır.
Sonra
ibadetle meşgul olan başka bir toplulukla karşılaştı. Onlara, 'Kimlersiniz?'
diye sordu. Onlar da, 'Biz, Allah Teala'yı sevenleriz. Ne cehennem korkusu, ne
de cennet özlemiyle ibadet ederiz. Sadece O'na olan sevgimiz ve yüceliğini
tazim etmemiz sebebiyle ibadette bulunuruz' dediler. Bunun üzerine İsa (as)
şöyle buyurdu: 'İşte sizler gerçek Allah dostlarısınız. Ben de sizlerle beraber
olmakla emrolundum'. Sonra da onların arasında ikamet etmeye başladı. Bu
haberin başka bir rivayetinde öncekilere şöyle dediği nakledilmiştir: 'Sizler,
bir mahluktan korkuyor, başka bir mahluğu seviyorsunuz'. Sonunculara ise,
'Sizler Allah Teala'ya yakın kılınmışlarsınız1 demiştir.
Tabiun
arasında da, İsa'nın (as) sözettiği kimselerin makamına layık olanlar çıkmıştır.
Bunlardan biri olan Ebu Hazim el-Medeni (ra) şöyle derdi: Azap korkusuyla
kulluk etmek hususunda Rab-bimden haya ederim. Bu durumda, karşılığı
verilmediğinde amel etmeyen kötü bir kul gibi olurum. Ben O'na yalnız
muhabbetimden dolayı kulluk ederim. Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şu hadis
rivayet edilmiştir: "Sizden biri, korktuğunda amel eden gibi kötü kul ve
ücreti verilmediğinde calısmavan kötü isçi cnhi olmasın"
Ma'ruf-i
Kerhi'nin dostlarından biri ona, 'Bana söyler misin, seni ibadete ve
insanlardan uzaklaşmaya sevkeden nedir?' diye sordu. Ma'ruf bir müddet sustu.
Soru sahibi, 'Ölümü hatırlamak mı?' dedi. Bunun üzerine Ma'ruf, 'Ölüm nedir?'
diye sordu. Dostu, 'Ka-biri ve Berzah alemini hatırlamaktır5 dedi. 'Peki kabir
nedir?' diye sordu. Dostu, 'Cehennem korkusu, cennet arzusudur" dedi.
Bunun üzerine Ma'ruf şöyle dedi: O da nedir? Bunların hepsi O'nun elindedir.
Eğer O'nu seversen, sana bütün bunları unutturur. Eğer O'nunla aranda bir
aşinalık varsa, bunların hepsiyle ilgili olarak
sana O
yeter.
Ali b.
el-Muvaffak'tan şu söz nakledilmiştir: 'Rüyamda kendimi cennete girmiş gibi
gördüm. Orada sofranın üstünde oturan bir adam gördüm. Sağında ve solunda iki
melek vardı. Ona her türlü güzel yiyeceklerden sunuyorlardı. O da bu nimetleri
yiyordu.
Sonra
cennetin kapısında dikili duran bir adam gördüm. Gelenleri inceliyor, bir
kısmını cennete sokarken bir kısmını da geri çeviriyordu. Daha sonra Kudüs'ün
avlusuna geçtim. Orada arşın duvarında bir başka adam gördüm. Gözlerini dikmiş
Allah Teala'ya ba-f kıyordu. Başını hiç oynatmıyordu.
Meleğe, 'Bu
kim?' diye sordum. Bana, 'O, Ma'ruf-i Kerhi'dir. Ne cehennem korkusuyla, ne de
cennet ümidiyle Rabbi'ne kulluk etmiştir. Yalnız O'na olan sevgisi sebebiyle
kullukta bulunmuştur. Allah Teala da, Kıyamet'e kadar Kendi'ne bakmasına izin
vermiştir1 dedi. 'Peki diğerleri kimler?' diye sordum. 'Kardeşlerin Bişr b.
el-Hars ve Ahmed b. Hanbel' dedi.
Bu makam,
sıddıkların abdalının makamıdır. Onlar peygamberlerin abdallarının makamına
konulmadıkları gibi şehitlerin derecelerine de yükseltilmezler. Ta ki Allah
sevgisi bütün hallerde kalplerine hakim olsun ve yalnız O'na tamah ederek
O'ndan başkasını unutsunlar. Böyleleri, mukarrebun zümresindedirler ve cennetteki
nimetleri katıksızdır.
Ashab-ı
Yeminin nimetleri ise, kendi kalpleri gibi karışıktır. Nitekim Allah Teala,
onların nimetlerini vasfederken şöyle buyurmuştur: "İyiler, elbette nimet
içindedirler. Koltuklar üzerinde oturup bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve
pırıltısını sezersin. Onlara mühürlü halis bir şaraptan içirilir".
(Mutaffifin/22-25)
Allah Teala
başka bir ayetinde de, mukarrebun içeceklerini vas-federek şöyle buyurmuştur:
"Karışımı tesnimdendir. Bir çeşme ki Allah Teala'ya yaklaştırılanlar ondan
içerler". (Mutaffifin/27-28) Ashab-ı Yemin'in içecekleri ise karışıktır.
Allah Teala iyilerin içeceğini, mukarrebunun içeceğiyle aynı karışımdan
kılmıştır. O, bütün cennet nimetlerini şerab/içecek olarak ifade buyurmuştur.
Tıpkı ilim ve amelleri kitab/defter kelimesiyle ifade buyurduğu gibi.
Allah Teala
ebrâr yani iyiler zümresini vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Ebrarın
defteri üliyyundadır". (Mutaffîfîn/18) Ardından da şöyle buyurmuştur:
"Allah Teala'ya yaklaştırılmış olanlar, ona şahit olurlar".
(Mutaffifin/21) Buna göre ebrâr zümresinin ilimlerinin güzelliği, amellerinin
duruluğu ve defterlerinin yüksekliği ancak Allah Teala'ya yaklaştırılmış olan
mukarrebun zümresinin şahitliğiyle mümkün olabilmiştir. Onların dünyadaki ilim
ve amelleri de, yine onların müşahedeleriyle güzelleşip yükselmiştir. Onlar,
kendileri açısından ziyade sevabı da, mukarrebuna yaklaşmakta bulmuşlardır.
Allah Teala
buyurdu ki: "İlk defa yarattığımız gibi tekrar diriltiriz".
(Enbiya/104); "Yaptıklarına uygun bir ceza olarak". (Nebe/26) Yani
amellerine uygun olarak karşılık görürler. Yine O, başka bir ayet-i kerimede
şöyle buyurmaktadır: "Bu sıfatlarından dolayı Allah onların cezalarım
verecektir. Muhakkak ki O, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir".
(En'am/139) Yani Allah Teala onları, dünyadaki sıfatlarına uygun olarak
ağırlayacaktır.
Buna göre,
dünya yurdundaki nimeti, mülkün güzelliklerinden olduğu zaman, yarın da
ahirette dünya mülkünün nimetleriyle karşılaşacaktır. Dünyadaki nimet ve
sevinci, Allah Teala olan kimse de, ahirete vardığı zaman O Padişahsın huzurunda
doğruluk koltuğuna oturacaktır. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir:
Kim dünyada sürekli nefsi ile meşgul ise, ahirette de nefsi ile uğraşacaktır.
Her kim bugün Rabbi ile meşgul ise, ahirette de Rabbi ile meşgul olacaktır.
Muhibban
zümresinden olan Rabia el-Adeviyye (ra) hakkında şu hadise nakledilmiştir:
Süfyan-ı Sevri onun meclisinde oturuyor ve 'Bize, Rabbinin sana nasip ettiği
zarif hikmetleri anlat' diyordu. O da şöyle dedi: Ne kadar da güzel bir
insansın. Bir de dünyayı sevmesen. Aslında merhum Sevri, dünya hakkında zahid
bir zat idi, Ama Rabia, onun hadis kitaplarını saklamasını ve insanlara yönelmesini
dünya kapılarından sayıyordu.
Bir gün
Sevri ona şunu sordu: 'Her kulun bir şartı ve her imanın bir hakikati vardır.
Senin imanının hakikati nedir? Rabia (ra) şu cevabı verdi: Ben, Allah Teala'dan
korkum sebebiyle kulluk etmedim. Aksi halde, korkmadığında çalışmayan kötü
hizmetçi gibi olurdum. O'na cennet arzusu ile de kulluk etmedim. Aksi takdirde,
ancak parasını aldığında çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Yalnız Allah
sevgisi ve O'nun şevkiyle ibadet ettim.
Hammad b.
Zeyd de ondan şunu rivayet etmiştir: Rabia (ra) dedi ki: Ben dünyayı, ona
sahip olan Allah'tan istemekten haya ederken, ona sahip olmayan bir kuldan
nasıl isteyebilirim?!
Bu, onun
Hammad'a verdiği cevaptı. Çünkü Hammad kendisine, 'İhtiyaçların varsa bildirin
de halledelim' demişti. Bir defasında Abdülvahid b. Zeyd ona talip olmuştu.
Kendisine şöyle dedi: Ey şehvet düşkünü, kendin gibi bir şehvet düşkünü ara.
Bende şehvete delalet edecek ne gördün?
Basra emiri
Muhammed b. Süleyman da yüzbinlik mihirle ona evlenme teklif etmiş ve şöyle
demişti: Benim her ay onbinlik gelirim var, onu sana vereyim'. Bunun üzerine
Rabia (ra) şöyle bir mektup gönderdi: Bana ait bir kul olman ve herşeyinin bana
ait olması beni sevindirmez. Sen beni, bir anlık kadar dahi olsun Allah
Teala'yı anmaktan alıkoydun. Bu günah bana yeter.
O, muhabbet
hakkında, açıklamaya ihtiyacı olan bir şiir söylemişti. Bu şiiri Basralılar
kendisinden nakletmişlerdir. Bunlar arasında, Cafer b. Süleyman ez-Zabe'i,
Süfyan-ı Sevri, Hammad b. Zeyd ve Abdülvahid b. Zeyd gibi şahıslar vardı:
Seni iki
sevgiyle severim; heva sevgisiVe öyle bir sevgi ki, ona Seriden başkası layık
değildir
.fiu Heva
sevgisi olana gelince,
Seni
zikrederek Sen'den başkasından uzaklaşmamdır.
Yalnız Senin
layık olduğun sevgiye gelince,
rar Seni
görebilmem için perdeyi aralamandır.
Ne onda, ne
de bunda benim Övülmeni gerekmezken, Onda da, bunda da övgü yalnız Sana
mahsustur.
Onun heva
sevgisi ile Allah Teala'nm layık olduğu sevgiye dair söyledikleri ve sevgiyi bu
şekilde iki sınıfa ayırması, açıklama gerektirmektedir. Bilmeyenlerin ve bunun
aslına şahit olmayanların anlayabilmeleri için bu gereklidir. Aksi takdirde, bu
konuda bir yetkinliği ve derinliği olmayan bir takım akıl sahiplerinin
sözko-nusu ifadeleri yadırgamaları mümkündür. Bu nedenle de, bunu açıklamayı
gerekli görüyor ve marifet sahiplerine yol göstermek istiyoruz.
Heva sevgisi
şu anlamda kullanılmıştır: Ben Seni, haber alma veya duyma yoluyla değil aynel
yakin olarak müşahede edip gördüğüm için sevdim. Benim tasdikim, nimetler ve
ihsandan hareketle ortaya çıkmış değildir. Bu husus farklı olduğuna göre,
fiillerin farklılaşmasından dolayı benim sevgim de farklı olacaktır. Benim muhabbetim,
aynel yakin görme yoluyla olmalıdır. Ben Sana yakın oldum ve herkesten Sana
kaçtım. Daima Seninle meşgul oldum ve mâsivadan uzaklaştım.
Bundan önce
bir takım nevalarım vardı. Ama Seni gördüğümde, bunların hepsi toparlandı ve
tamamı Senin üstünde yoğunlaştı. Bütün kalbim ve bütün muhabbetim Sen oldun.
Bana nıâsivayı unutturdun. Ama buna rağmen kendimi bu muhabbete ve ahirette
rıza makamında Sana keşf ve ayan üzere bakmaya ehliyetli görmüyorum. Çünkü
Sana olan muhabbetim, herhangi bir karşılık gerektirmemektedir. Aksine herşeyi
Senin için kılmamı gerektirmektedir.
Gücümün
yetmeyeceği herşeyi Senin için yapmam gerekir. Böyle yapsam da Senin hakkını
ödemem asla mümkün değildir. Çünkü ben, Seni sevdim ve kusurda bulunma korkusu
beni terketmez oldu. Karşılığı vermemdeki eksiklikten dolayı haya etmem bana
farz oldu. Ama Sen kereminin lütfuyla bana ihsanda bulundun ve bugün benim
yanımda gösterdiğin gibi ahirette de bana Kendi katında Zatı'nı gösterdin.
Dünyada bana
lütfettiğin bu eşsiz nimet için Sana hamdolsun. Ahirette kendi katında
lütfedeceğin için de Sana hamd ederim. Oysa ben, ne dünya, ne de ahirette bu
lütuftan dolayı övülmeyi haket-mem. Çünkü her ikisine Senin sayende ulaştım.
Dolayısıyla her ikisinde de hamda layık olan yalnız Sensin. Beni bu derecelere
eriştiren de yine Sen'sin.
Rabia'nm
(ra) şiirinin açıklaması bundan ibarettir. Bu, aynı za-anda zannımıza göre
Allah Teala'yı hakkıyla seven muhibbanm da vecdidir. Çünkü Rabia'nm (ra)
muhabbet makamında doğruluk kademesi vardı. Allah Teala daha iyi bilir. Böyle
bir kitapta, yukarıda özetlediğimiz hususların hakikatlerini keşfederek
açıklamak ve zikrettiğimiz hususların tafsilatına girmek mümkün değildir.
Rabia (ra)
gibi muhibbandan olmayan biri, muhabbetiyle nazlanıp sevdiğinden ona karşılık
bir ödül vermesini isteyebileceği gibi kendini muhabbeti sebebiyle O'ndan
birtakım şeyleri talep etmeye ehil de görebilir.
Bunlar
muhabbetle aldatılmış ve onu gerçek anlamıyla görmekten menedilmiş
kimselerdir. Bu, ancak rica makamı için geçerlidir. Bunun zıddı da korku
makamıdır. Bunun muhabbetle, uzaktan yakından alakası yoktur.
Muhabbet,
ancak muhabbette buğzedilme korkusuyla sıhhat bulur. Ariflerden bir zat şöyle
demiştir: O'nu bildiğini zanneden, O'nu bilmeyendir. O'nu sevdiğini vehmeden
de, O'nu layıkıyla sevmeyendir. [32][32]
Muhibler
için sözkonusu olan yedi korku vardır ki, diğer nîakam sahipleri için geçerli
değildir. Bu korkuların bir kısmı, diğerlerinden daha şiddetlidir.
Korkuların
ilki, yüz çevirme korkusudur. Bundan daha büyüğü, hicap yani perdeleme
korkusudur.
Bundan da
büyüğü, uzaklık korkusudur. Hud suresinde bu anlamda yer alan bazı ayetler,
Allah Resulü'nü (sav) kocaltmıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Hud'un kavmi
Ad, (Allah Teala'nm rahmetinden) uzak olsun!". (Hud/60); "Ve iyi
bilin ki Semud, uzak oldular!". (Hud/68) Uzaklıkta uzaklaştırma, yakında
yakınlık ehli olan kimseleri kocatır.
Bundan sonra
müridin elinden kazandıklarını çekip alma ve sınırda durdurma korkusu gelir.
Bu, izhar ve tercih noktasındaki havas için geçerli olan bir korkudur.
Kendilerine bir ceza olarak hakikat ellerinden çekilip alınır. Bu, muhabbet
iddiası ve nefsin kendi
gerçeğini
nitelemesinde olabilir. Ama muhabbet ehli bu noktalarda kusur edip ümitsizliğe
düşmezler.
Bundan sonra
Allah Teala'nm gizli tuzaklarından olan kaçırma (=fevt) korkusu gelir. Bir
defasında muhibbanın önde gelenlerinden îbrahim b. Edhem'in kulağına cezbedeki
bir adamın şu şiiri takılmıştı:
Ben'den yüz
çevirmen dışında herşeyin mağfiret olunmuştur, Sana kaçırdıklarını verdik,
geriye Benim için kaçırdıkların kaldı.
ibrahim b.
Edhem bunu duyar duymaz bocaladı ve bayıldı. Bir gün bir gece baygın yattı. Bu
hadisenin uzun bir kıssası vardır.
İbrahim b.
Edhem, konulduğu bir çok makamdan sonra, bunlardan söz edilen makama
nakledildi. Kendisi bu kıssanın sonunda şöyle demiştir: Dağdan 'Ey İbrahim! Kul
ol' diye bir nida duydum. Artık bir kul olduğum için rahatladım.
Bu nidanın
anlamı şudur: Sana yalnız Bir olan Allah Teala sahip olsun, sen de yalnız
O'nun kulu ve kölesi olarak başkalarından azat ol. Hiçbir şeye sahip olma.
Zaten her şey, O'nun hazinesinde-dir. Onlara sahiplenme. Sahiplendiğin şeyler
Mâlik olan Allah Te-ala'nm önünde sana perde olurlar. Bu perde, sahip olduğun
eşyaya göre kalınlaşır incelir.
Allah Teala,
yarattıkları ile kendi Zatı arasındaki ilişkiye şöyle bir misal vermiştir:
İki adam
vardır. Bunlardan birinin birbirleriyle çekişen aile, mal ve arzular gibi
ortakları vardır. Diğeri ise, Tek olana teslim olmuş, ihlaslı bir adamdır. Bu
ikisinin eşit olmaları elbette mümkün değildir. Allah Teala bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Allah Teala, (putperestle tek Allah'a inananın durumunu
anlatmak için) bir misal getirdi: Birbiriyle çekişen birçok ortağın sahip
olduğu bir adam (bir köle) ile, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu
ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, yalnız Allah'a mahsustur, fakat çokları
bilmiyorlar". (Zümer/29) Yani insanları çoğu, bu şekilde Tek olanı
bilmeyenlerdir.
Kaçırma
korkusundan daha da büyüğü, rahatlayıp avunma (=selv) korkusudur. Bu, muhibbanın en çok korktukları şeydir.
Çünkü
Allah'a ait muhabbet, onların çabasıyla değil yalnız O'nun sayesinde
olmaktadır. Bu, takdir edilemeyecek kadar büyük bir nimettir. Kul, bu nimetten
dolayı ne yaparak Rabbi'ne şükranda b lunabilir. Hiçbir şey, bu nimete denk
olamaz.
Aynı şekilde
avuntuları da, sevgileri gibi yalnız O'nunla olabilir Onlar, bilemedikleri bir
yerden kendilerine gelen bu avuntuya tes lim olurlar. Sevgiyi Allah Teala'da
bulduğunuz gibi, teselli ve avunj tuyu da O'nunla bulursunuz. Hiç bilemediğiniz
bir şekilde O'ndam uzaklaşarak kendini avutmaya başlayabilirsiniz. Çünkü O,
hikmetinin incelikleriyle sizi derece derece kendinden uzaklaştırabilir.
O'nu
farketmeden seversiniz. Çünkü O, rahmetinin enginlikle-rindeki kudretine sizi
şahit kılmış ve bir anda kendinizi O'nu sevenlerden bulmuş sunuz dur. Bu
sevgi, geldiği gibi de gidebilir. O'nun tuzakları ve ceberut sıfatı gereği
Zatı'ndan perdelenirsiniz. İşte aynı şekilde, kalbinizin bir anda O'ndan
uzaklaşarak avuntuya kapıldığını görürsünüz. Bu konuda hiçbir kuvvet, imkan,
hile ve: geri getirme çabası fayda etmez. Bunu, ancak Allah Teala'mn imtihanının
inceliğini bilenler anlatabilir. Bundan da, sadece Allah Teala'mn gizli
tuzağından ve imtihanından korkan kimseler sakınabilir. Allah Teala'mn sizi bu
tür bir avuntuya teslim etmesi, sizi reddedip attığının delilidir. Çünkü O'nu
sevdiğinizde de, ancak O'nun takdiri sayesinde sevebilirsiniz.
Bu, Allah
Teala'mn tuzağa düşmüş kalpleri bir anda çeviren kudretinin sürati sayesinde
tahakkuk eden gizli tuzaktır. Bu, gurura kapılmış olanlara erişen bedbahtlık
halidir. Süratinden dolayı göz bunu farkedemediği gibi gizliliği yüzünden kalp
de ona mani olamaz. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Yine ayetlerimiz
hakkında bir tuzak düşünürler. De ki: Allah Teala'mn tuzağı daha
seridir". (Yunus/21) Yani O, daha gizli olarak değiştirendir.
Onlara
sevdikleri nimetler vermiş, ancak bu nimetler kendileri için bir ceza ve nimet
kisvesinde bir intikam olmuştur. Onlar, bu nimetlerle, bilmedikleri bir
şekilde ağır ağır azaba çekilmektedirler.
Bütün bu
korkulardan daha da korkutucu olanı; değiştirilme korkusudur. Çünkü bu, şaibe
ve kapalılığı olmayan bir korkudur. Azaba çekişin hakiki sureti olan bu
korkuda, Mahbub Teala'mn ga-zab, buğz ve uzaklaştırmasının son noktası görülür.
Avuntu bu kor-
kunım
başlangıcıdır. Yüz çevirme ve perdeleme ise bütün bunların başıdır. Zikirden
uzaklaştırma ve iyilikle yüreğin daralması ise sebeplerdir. Allah Teala'nm
rıza ve sevgisinden uzaklaştırılmış ve azaba basamak kılınmış bu davranışlar
güçlenip arttığı vakit, bütün bu yasaklara yol açarlar. Bunlar zayıfladığında
ve salih ameller ve hasenat ile yer değiştirdiklerinde ise, muhabbet ve
yakınlığın makamlarına dahil edilirler. Bu hususta Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hevasma dalmış kimse, Allah Teala'nm
gazaplısıdır".
Bu
sıfatların sizde bulunması, sizin değişmenizin ve makam bakımından
düşürülmenizin emarelerindendir. Bunlardan korkmak ise, O'nun ahlakını
öğrenmenin alametidir. Bu makamların hepsini bir kitapta şerhetmek ve onların
tafsilatına girmek mümkün değildir.
Bunlar,
ancak kulun kalbinde şerhedilirler. Onun yakini imanı ile şerholur ve kulun
nefsi karşısındaki üstünlüğüyle açıklanırlar. Şirke düşen bir kalp ve nevasına
dalmış bir kul, bunlara ehil değildir. Allah Teala yardımcımız olsun.
Sekizinci
korku, ulvi bir muhabbetin şahitliğine karşı duyulan korkudur. Bu durumda
muhabbet garib hale gelir ve kafaları karıştırır. Kulaklardaki şöhretinin
azlığından dolayı cahil kalman Allah sevgisinin sıfatı bazı kimselere gizli
kalır.
Bunun adını
koymadık. Çünkü bu, muhabbet adına ismi bulunan başka bir makam hakkında
duyulan bir korkudur. Bunu duyanların çoğunun kafaları karışabilir ve onu
yadırgayabilirler. Bu gibi kimseler, o makama şahit olanların akıllarından
geçmeyen bir takım vehimlere kapılır ve bu sevgiyi, insanların sevgileriyle
karıştırırlar.
Bu sevgiyi
beşeri sevgiye benzetirler. Çünkü halkın sıfatlarına verilen isimler, Hâlık'm
sıfatlarına verilen isimlere benzer. Bu gibi kimseler için bu hususta yalnızca
kendi bildikleri geçerlidir. Onlar, bu ilimleri ile perdelenmişlerken, nasıl
olur da şahit olabilirler? Böyle birinin korkusunu ve bu korkuya göre makamını
zikrettiğimizde, kendi açıklamasıyla durumu açığa kavuşur.
Bu korkunun
kaynağıyla imtihan edilen kimse, kendiliğinden soruncaya kadar konuyu kapatmak,
açmaktan daha hayırlıdır.
Çünkü
mupabbetin bütün makamları, onun makamı karşısm-da,denize katılan bir nehir
gibidirler. Onun durumu, yakini müşahedelerin tamamının, tevhide tevhidle
şahitlikte bulunma karşısındaki durumu gibidir. Bu, muhabbetin bilinen bir
sıfatıdır. Çünkü bu, Habib'in muhibbe olan özlemindendir.
Bu husus,
Rabia'nm fra) yukarıda geçen sözüne benzemektedir. Hatırlanacağı üzere o, heva
sevgisinden bahsetmişti. Aişe'nin (ra), Allah Resulü'ne (sav) söylediği şu söz
de bu kapsamda değerlendirilir: "Görüyorum ki Rabbin, senin hevana
süratle yetişiyor".
Muhib makamına
girdikten sonra ondan çıkartılan kimse, üstte anlattığımız makama yükseltilir.
Çünkü o, yakini imanın en güzel müşahedeleri ile sevilen/mahbub makamına
oturtulmuş olur. Cüneyd (ra) şu beyti çok sık tekrar ederdi:
Bundan sonra
ne sıfatları zor anlaşılır olur,
Ne de
gizlemesi, katında adalet ve lütfuna uygun düşer.
Dikkat edin!
Rahman'ın bir sırrı vardır ki onu,
Yalnız
ehline gizli olarak verir. Örtmek en güzelidir.
Mahbub bir
zattan da aynı anlamda şu beyti dinledik:
Muhabbet
Sen'den izzet ile belirdi ve karıştı,
Vuslat suyu
ile. Onu birleştiren de Sen'din.
Fani
oluşunda sonra baki kıldığın kimseye yardım ettin,
Ve mekansız
olarak varoldu. Çünkü o, artık Sen'din.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: "Allah Teala'yı korku olmaksızın sırf muhabbet ile bilen
kimse, sevinç ve şımarıklığından dolayı helak olur. O'nu muhabbet olmaksızın,
sırf korku ile bilen kimse de, uzaklık ve yalnızlık duygularıyla O'ndan kopar.
O'nu korku
ve muhabbet ile bileni ise, Allah Teala sever, Zatı'na yaklaştırır, ilim verir
ve ayağını sağlam kılar". Korku ehlinin korkusuna hayran olmamak gerekir.
Çünkü onlar, sadece korkutucu sıfatları ve helak edici fiileri bilirler.
Esas hayran
olunması gereken, muhabbet ehlinin korkusudur. Onlar Allah Teala'nm ahlakını ve
hoşgörüsünü bilmelerine, O'nun
kunun
başlangıcıdır. Yüz çevirme ve perdeleme ise bütün bunların başıdır. Zikirden
uzaklaştırma ve iyilikle yüreğin daralması ise sebeplerdir. Allah Teala'nm
rıza ve sevgisinden uzaklaştırılmış ve azaba basamak kılınmış bu davranışlar
güçlenip arttığı vakit, bütün bu yasaklara yol açarlar. Bunlar zayıfladığında
ve salih ameller ve hasenat ile yer değiştirdiklerinde ise, muhabbet ve
yakınlığın makamlarına dahil edilirler. Bu hususta Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hevasma dalmış kimse, Allah Teala'nm
gazaplısı dır".
Bu
sıfatların sizde bulunması, sizin değişmenizin ve makam bakımından
düşürülmenizin emarelerindendir. Bunlardan korkmak ise, O'nun ahlakını
öğrenmenin alametidir. Bu makamların hepsini bir kitapta şerhetmek ve onların
tafsilatına girmek mümkün değildir.
Bunlar,
ancak kulun kalbinde şerhedilirler. Onun yakini imanı ile şerholur ve kulun
nefsi karşısındaki üstünlüğüyle açıklanırlar. Şirke düşen bir kalp ve nevasına
dalmış bir kul, bunlara ehil değildir. Allah Teala yardımcımız olsun.
Sekizinci
korku, ulvi bir muhabbetin şahitliğine karşı duyulan korkudur. Bu durumda
muhabbet garib hale gelir ve kafaları karıştırır. Kulaklardaki şöhretinin
azlığından dolayı cahil kalman Allah sevgisinin sıfatı bazı kimselere gizli
kalır.
Bunun adını
koymadık. Çünkü bu, muhabbet adına ismi bulunan başka bir makam hakkında
duyulan bir korkudur. Bunu duyanların çoğunun kafaları karışabilir ve onu
yadırgayabilirler. Bu gibi kimseler, o makama şahit olanların akıllarından
geçmeyen bir takım vehimlere kapılır ve bu sevgiyi, insanların sevgileriyle
karıştırırlar.
Bu sevgiyi
beşeri sevgiye benzetirler. Çünkü halkın sıfatlarına verilen isimler, Hâlık'm
sıfatlarına verilen isimlere benzer. Bu gibi kimseler için bu hususta yalnızca
kendi bildikleri geçerlidir. Onlar, bu ilimleri ile perdelenmişlerken, nasıl
olur da şahit olabilirler? Böyle birinin korkusunu ve bu korkuya göre makamını
zikrettiğimizde, kendi açıklamasıyla durumu açığa kavuşur.
Bu korkunun
kaynağıyla imtihan edilen kimse, kendiliğinden soruncaya kadar konuyu kapatmak,
açmaktan daha hayırlıdır.
Çünkü
mupabbetin bütün makamları, onun makamı karşısın-da,denize katılan bir nehir
gibidirler. Onun durumu, yakini müşahedelerin tamamının, tevhide tevhidle
şahitlikte bulunma karşısındaki durumu gibidir. Bu, muhabbetin bilinen bir
sıfatıdır. Çünkü bu, Habib'in muhibbe olan özlemindendir.
Bu husus,
Rabia'nm (ra) yukarıda geçen sözüne benzemektedir. Hatırlanacağı üzere o, heva
sevgisinden bahsetmişti. Aişe'nin (ra), Allah Resulü'ne (sav) söylediği şu söz
de bu kapsamda değerlendirilir: "Görüyorum ki Rabbin, senin hevana
süratle yetişiyor".
Muhib
makamına girdikten sonra ondan çıkartılan kimse, üstte anlattığımız makama
yükseltilir. Çünkü o, yakini imamn en güzel müşahedeleri ile sevilen/mahbub
makamına oturtulmuş olur. Cüneyd (ra) şu beyti çok sık tekrar ederdi:
Bundan sonra
ne sıfatlan zor anlaşılır olur, Ne de gizlemesi, katında adalet ve lütfuna
uygun düşer. Dikkat edin! Rahman'ın bir sırrı vardır ki onu, Yalnız ehline
gizli olarak verir. Örtmek en güzelidir.
Mahbub bir
zattan da aynı anlamda şu beyti dinledik:
Muhabbet
Sen'den izzet ile belirdi ve karıştı,
Vuslat suyu
ile. Onu birleştiren de Sen'din.
Fani
oluşunda sonra baki kıldığın kimseye yardım ettin,
Ve mekansız olarak
varoldu. Çünkü o, artık Sen'din.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: "Allah Teala'yı korku olmaksızın sırf muhabbet ile
bilen kimse, sevinç ve şımarıklığından dolayı helak olur. O'nu muhabbet
olmaksızın, sırf korku ile bilen kimse de, uzaklık ve yalnızlık duygularıyla
O'ndan kopar.
O'nu korku
ve muhabbet ile bileni ise, Allah Teala sever, Zatı'na yaklaştırır, ilim verir
ve ayağını sağlam kılar". Korku ehlinin korkusuna hayran olmamak gerekir.
Çünkü onlar, sadece korkutucu sıfatları ve helak edici fiilen bilirler.
Esas hayran
olunması gereken, muhabbet ehlinin korkusudur. Onlar Allah Teala'nm ahlakını ve
hoşgörüsünü bilmelerine, O'riUn
şefkat ve
lütfuna korku ehlinin asla görmediği kadar şahit olmalarına rağmen O'ndan
korku duyarlar. Muhabbet ehli, muhabbetlerine rağmen O'ndan korkmaktadırlar.
O'nu kendi nefsleri üzerinde sevmektedirler. Korkularına rağmen O'na özlem
duymaktadırlar.
Allah
Teala'mn kendilerine bahşettiği lütuf ve sevgiye rağmen O'nun huzurunda aşırıya
gitmekten sakınmaktadırlar. Onları aziz kılmış olmasına rağmen, O'nun önünde
zillete bürünmektedirler. Kendisine fazla verilmediği için kendini sıkan ve
tutan kimseye şaşmamak gerekir. Asıl şaşılacak olan, izzet ve ikrama layık olduğu
halde, tevazu ve alçakgönüllülükten ayrılmayan kimsedir.
Muhibban,
Allah Teala'mn bol ikramı karşısında kendilerine hakim olabilenlerdir. Korku
ehli ise, O'nun menettiği hususlarda kendilerini tutanlardır. Muhibban için
izzet ve ikramla beraber zillet, korku ehli için ise, korku ve endişeyle
beraber zillet sözkonusudur.
Bütün
bunlar, muhabbet ehlinin ulaştıkları marifet seviyesinin, diğerlerinin
marifetlerinden çok daha üstün olduğudur. Çünkü onlar da, bu yolun başında
korku ehli olmuşlardır. Buna göre her mu-hib, aynı zamanda korku sahibidir. Her
korku sahibi ise, muhib değildir. Yani mukarrebunun muhabbetine ulaşmış
değildir. Çünkü o, muhabbetin tadını alamamıştır.
Müslümanlara
farz kılınmış olan Allah sevgisi, esas itibarıyla havassın makamlarında dikkate
alınmaz. Çünkü bu sevgi, onların hallerinin getirdiği vecdlerde sözkonusu
olamaz. Makamlar arasındaki geçişlerde de, bu muhabbet ile yükselme
sağlanamaz. Çünkü bu sevgi, imanın gıdası ve onun sıhhat dayanağı olup varlığım
da sadece imana borçludur.
Muhabbet,
korkuyu kaldırmaz. Bu yüzden de muhib kimse, hem muhabbet, hem de korku sahibi
sayılmıştır. Çünkü onun sevdiği Mahbub Teala, aynı zamanda korkutucudur.
Mücerred korku ise, sahibini yukarıda anlattıklarımız sebebiyle muhabbetten alıkoyabilir.
O, ebrâr/iyiler zümresinin keşfi ve mukarrebunun perde-sidir. Çünkü muhibbanm
korkuda bir gıdaları, muhabbette ise genişlikleri vardır.
Korku
ehlinin ise, korkuda genişlikleri, muhabbette ise âz bir gıdaları mevcuttur.
Bu husus, korku ve ümit makamında söylenenle-1e benzemektedir. Çünkü korku ve
ümit (=havf-recâ), imanın sıfat-
larıdır.
Ancak korku sahibi, kendi hali içinde ümit makamında derece sahibi olurken,
rica ehli de ümidinin içinde korkuyu barındırır. Makamların tertibinde Allah
Teala'nın beşer tarafından anlaşılması güç bir hükmü ve latif bir hikmeti vardır.
Bunu ancak, bu makamların şahitliklerine nail kılman kimseler bilebilirler.
Eğer kul, korku makamını geçmişse, arif ve mukarreb kılınanların muhab-betiyle
seven bir muhib olur. Eğer muhabbet makamını geçmişse, ashab-ı yeminin
muhabbeti ile muhib olur.
Böyle bir
kul için, ne Allah Teala'ya ünsiyet kuran muhibbanm makamları, ne de mukarrebun
makamlarmdakilerin şevkleri sözkonusu olabilir. Bunların hepsi de, salih ve
yakin sahibi kimselerdir. Halleri, zahir ehlinin ilmi tertibi dışında gelişse
de durum değişmez. Çünkü onları inkar edenler, ikrar edenlerden daha fazladır:
"Allah, emrini yerine getirendir. Ama insanların çoğu bilmezler".
(Yusın721); "Onlar Allah katında derecelere sahiptirler. Allah onların
yaptıklarını görendir". (Al-i İmran/163)
Muhabbet,
belki korku için bir sevap ve ziyade lütuf olabilir. Bu, amel ehlinin makamında
geçerlidir. Korku da, muhtemelen muhabbetin ziyadesi ve sevabı olabilir. Bu da
ilim sahiplerinin makamında geçerlidir. Korkudan sonraki nasibi muhabbet olan
kimse, mahbub ve mukarreb olanların arasında yer alır. Muhabbetinden nasibi
korku olan kimse ise, Allah Teala'yı seven ebrâr/iyilik ehli ve ashab-ı yemin
arasında yer alır.
Basralı
alimlerimizden bir zata, muhabbetin mi yoksa hayanın mı daha faziletli olduğu
sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Korkuya yol açan bir muhabbet noktasında, haya
ondan daha üstün olur. Hayaya zemin hazırlayan muhabbet ise, hayadan daha
üstündür. Çünkü o şevktir. Cüneyd-i Bağdadi (ra) dedi ki: 'Muhabbetin bizzat
kendisi, aydınlanma ve sevinç yoluyla kalbin Allah Teala'ya yakın olmasıdır.
Allah
Teala'mn batini isimlerindeki sıfatların tecelli etme isteğine gelince, burada
bu mevzulara hiç girmedik. Bizim bütün anlattıklarımız, O'nun zahiri
isimlerinden kaynaklanan ahlaka duyulan sevgi ve istek hakkındadır. Diğer
hususların bir kitapta işlenmesinin helal olduğunu da düşünmüyorum. Bunların,
avama açıklanması helal değildir. Çünkü bunlar, mukaşefenin sırlarındandır.
Bunlara,
ancak mükaşefe ehli muttali olabilirler. Ancak bunlara nail olanlar, onlar
hakkında konuşabilirler. Daha önce hiç bir alimin bunları kitabında işlediğini
görmedik. Zira bunlar, bir kitaptan alınabilecek bilgiler değildir. Ancak
alimlerin ağızlarından dinlenebilecek ve kalpten kalbe aktarılacak hususlardır.
Bu bakımdan da, yukarıda sekizinci korku hakkında söylediklerimize benzerlik
arzederler. Hatırlanacağı üzere, sekizinci korkuyu bilgi sahibi olmayanlar
için açıklamamıştık. Hadislerde de, kendisine bu korku tattırılan kimselerin
onu açıklamadıkları nakledilmektedir.
Bize ulaşan
rivayetlerden birinde bu husus şöyle geçmektedir: Abdal zümresinden bir zat,
sıddıklardan birinden, Allah Teala'ya dua ederek kendisine zerre mikdarı
muhabbet ihsan etmesi için dua etmesini rica etmişti. O sıddık da, onun
isteğini yerine getirdi. Bunun üzerine o abdal kendini dağlara vurdu, aklını
kaybetti, kalbi ürperdi ve yedi gün bu halde tepkisiz olarak yaşadı. Ne bir
şeyden faydalanabiliyor, ne de kimse ondan faydalanabiliyordu.
Bunun
üzerine sıddık zat Rabbi'ne niyazda bulunarak şöyle dedi: Ey Rabbim, ona
verdiğin muhabbet zerresinin yarısını eksilt. Bunun üzerine Allah Teala şöyle
vahyetti: Zaten Biz ona, zerre kadar marifetin yüzbinde biri kadar bir parça
vermiştik. Sen Bize niyaz ettiğin vakitte yüz bin kul daha Bizim muhabbetimiz
için niyazda bulunmuşlardı. Sen niyazda bulununca, duana icabet ettim. Onlara
ise, bu şahsa verdiğim kadar muhabbet verdim. Onun zerresini yüzbin kul
arasında paylaştıracak kadar parçaya böldüm. Bu kula düşen de, onlarınki gibi
bir parçadır. Bunun üzerine, 'Ey hüküm sahiplerinin en hayırlısı olan Rabbim,
ona verdiğini eksilt' diye dua ettim.
Allah Teala,
o parçanın büyük kısmını aldı ve onda yüzbinde birinin onda birini bıraktı.
Ancak o zaman abdalın korku ve muhabbeti, ilim ve ricası dengelendi ve diğer
arifler gibi oldu.
Muhabbetin
alametlerinden biri de; Celil olan Hak Teala'ya ya-kararak uykusuz kalmak,
gurbeti özlemek, Mahbub Teala ile halvete çekilmeyi arzulamak, kalbin vecdî
sırlar ve gaybî mütalaalar ile münacaatta bulunmasıdır. SafVet ehline göre
münacaat, ancak kalplerle olur. O, kalplerin gaybin batini noktalarında
mütalaası, melekût aleminin sırlarında dolaşması ve ceberûtun tezahürlerin-
de
yücelmesidir. Bu yücelme, ruhlarının nurlarıyla olur. Bu nurları ise, ilahi
nurların ışıkları taşıyarak sırlar hazinelerine bırakırlar. Münacaat, kurbî
ru'yetin yani Allah Teala'nm yakınlığını görmenin delili, aşinalığın
bulunuşunun şahididir.
Nitekim
Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gece çöktüğünde Beni
bırakarak uyuyan kimse, Benim muhabbetimi iddia ettiğinde yalan
söylüyordur". Her sevgili, sevgilisi ile başbaşa kalmayı istemez mi? Ben
de sevdiklerime çok yakınım. Onların gizli sırlarını işitir, fısıltılarını
bilirim. Onların serzeniş ve özlemlerine şahit olurum.
Ulemadan bir
zatın şunu söylediği rivayet edilir: Allah Teala, sıddıklardan birine şunu
variyetini ştir:
'Kullarım
arasında öyle kimseler var ki, onlar Beni, Ben de onları severim. Onlar beni,
Ben de onları özlerim. Onlar Beni, Ben de onları zikrederim. Onlar Bana, Ben de
onlara bakarım. Eğer onların yoluna girersen, seni de severim. Eğer onlardan
ayrılırsan, sana buğzederim'.
O da şöyle
dedi: Ey Rabbim, onların alameti nedir? Allah Teala buyurdu ki: Onlar, şefkatli
bir çobanın sürüsünü gözettiği gibi, gündüzleri gölgeleri gözetirler. Akşam
vakti kuşların yuvalarını özleyişleri gibi havanın kararmasını sabırsızlıkla
beklerler. Gece karanlığı çöküp karanlıklar karıştığı, yataklar serilip
yastıklar dizildiği, her seven sevdiği ile halvete girdiği vakit, ayakları
üstünde dikilir, yüzlerini yaygı yaparlar ve Bana Benim kelamım ile münacaat
ederler. Verdiğim nimetler sebebiyle Bana yaranmaya çalışırlar. Kimi feryat
eder, kimi ağlar, kimi ah ü vah eder, kimi de serzenişte bulunur.
Kimi ayakta,
kimi oturur, kimi rükuda, kimi de secdededir. Onların Benim için tahammül
ettikleri, gözümün önündedir. Benim muhabbetim uğrunda yakındıkları da
kulağımın dibindedir. Onlara ilk başta üç şey veririm: Kalplerine nurumdan
akıtırım da, hakkımda, onlar hakkında haber verdiğim gibi haber verirler.
İkinci olarak; onların hesapları, gökler, yer ve bu ikisi arasındakiler kadar
ağır dahi olsa bu yükü hafifletirim. Üçüncü olarak da, Yüzüm ile onlara
yönelirim. Yüzümle yöneldiğim herkes, ona vermek istediğimin değerini
bilir.
[8][8] Benzer hadisler için b. Buhârî,
İman/37; Müslim, İman/l, 5-7; Ebu Davûd, Sünnet/16;Tirmizî, İman/4; Nesa'î,
îman/5, 6; İbni Mâce, Mukaddime/9
[9][9] Benzer hadisler için b. Buhârî,
İman/37; Müslim, İman/l, 5-7; Ebu Davûd, Sünnet/16;Tirmizî, İman/4; Nesa'î,
îman/5, 6; İbni Mâce, Mukaddime/9.
[11][11] Buhârî, isti'zan/10, Nikah/67; Ebu Davûd, Vitr/32,
Edeb/1; Tirmizî, Birr/69; îbni Hanbel, 111/101, 124, 159, 168, 174, 195, 196,
200, 209, 227, 231, 255, 256
[15][15] Buhârî, Edeb/96; Müslim, Birr/165; Tirmizî, Zühd/5O,
Da'avat/98; Dârimî, Rikak/71; îb-ni Hanbel, 1/393, III/104, 110, 159, 165, 167,
168, 172, 178, 192, 198.
[17][17] Buhârî, Ahkam/3, İlim/15, Zekat/5,
İ'tisam/13; Müslim, Müsafırun/268; İbni Mâce, Zühd/22; İbni Hanbel, 1/385, 432.
[23][23] Buhârî, İman/8, Eyman/3; Müslim, İman/69, 70; Nesa'î,
İman/19; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, III/177, 207, 275, 278, IV/336.
[29][29] Buhârî, Rikak/41; Müslim, Zikir/14, 16-18; Tirmizî,
Cenaiz/67, Zühd/6; Nesa'î, Cenaız/lO, İbni Mâce, Zühd/31; Dâiimî, Rikak/43;
İbni Hanbel, 11/313, 346.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar