Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 2

Bunlarada Bakarsınız







Bu fasılda, Kur'an-ı Kerim'i okuma adabını, şahit olunarak Kur5an okuyanların vasıflarını anlatacağız.
Müridin, Kur'an-ı Kerim'i haftada iki kez hatmetmesi müste-haptır. Bu iki hatimden birini gündüz, diğerini ise gece ikmal eder. Gündüz hatmini pazartesi günü sabah namazının iki rekatında ve­ya bunlardan sonra, gece hatmini ise Cuma günü akşam namazı­nın ilk iki rekatında veya sonrasında tamamlar. Böylelikle hatmi­ne günün ve gecenin başlangıcında başlama imkanına sahip olur.
Eğer hatmi gece hatmi ise, melekler sabaha kadar ona salat ederler. Gündüz hatmi ise akşama çıkıncaya kadar salat ederler. Bu iki vakit de gece ile gündüzün tamamını ihtiva eder. Bir hadis­te şöyle buyrulmaktadır: Kur'an'ı üç defadan az okuyan kimse fa-kih olmaz". [1][1] Allah Resulü (sav) Abdullah b. Ömer'e (ra) Kur'an'ı her yedi günde bir tamamen okumasını emretmiştir. [2][2] Sahabeden (ra) bir topluluk da Kur'an-ı Kerim'i her Cuma hatmederdi.
Yahya b. el-Haris ed-Dinari'den el-Kasım b. Abdurrahman sene­diyle şu bilgi nakledilmiştir: Osman b. Affan (ra) Cuma gecesini Bakara'dan Maide suresine kadar okumakla açardı. Cumartesi ge­cesi En'am'&an Hud'a, Pazar gecesi Yusuftan Meryem'e, Pazartesi gecesi Ta/ıa'dan Şuara'ya kadar, Salı gecesi Ankebuftan Sâd'a ka­dar, Çarşamba gecesi Fussilet'e kadar okur Perşembe gecesi de kalanını okuyarak hatmi tamamlardı. Zeyd b. Sabit (ra) ve babam da böyle yaparlar ve Kur'an'ı her yedi günde bir hatmederlerdi.
İbni Mesud'dan (ra) rivayet edildiğine göre o, Kur'an'ı yedi bölü­me taksim etmişti ve her gece yedide birini okurdu. Ancak onun bu taksimi, bizim alıştığımız mushaf tertibine uygun değildi. O, bunu zikretmemişti, ona göre KuYan'dan ibret almak, tertib ile ilişkisi olmayan bir husustu. Bir cemaattan da Kur'an'm her gün ve gece hatmettikleri rivayet edilmiştir ki onun üç kısımdan daha aşağıda hatmi hoş görülmemiştir. Bu hususta orta yol, daha önce de belirt­tiğimiz gibi üç günde bir hatme dilmesidir.
Kur'an-ı Kerim'in hiziblere ayrılması ve Sahabe'nin (ra) onu na­sıl hiziblere böldüklerine gelince; eğer kul, Kur'an'ı hiziblere böler ve hergün ve gece bir hizib okursa güzel olur. Sünnet olan da bu­dur. Kalbe uygunluğu, tertibin doğruluğu ve anlamaya daha yakın olduğu için Kur'an'ı bu şekilde taksim ederek okumak çok daha ha­yırlıdır. Kul, eğer isterse her rekatta Kur'an-ı Kerim'in onda birinin üçte birini veya bunun yarısını okur. Böylece her rekatta veya her iki rekatta Kur'ân'm otuz cüzünden birini okumuş olur. Gece ve gündüz virdlerinden her birinde bir veya iki hizib ya da bunun al­tında bir mikdar okumak da güzeldir.
Kur'an-ı Kerim yedi hizibden teşekkül eder. İlk hizib üç sure, ikinci hizib beş sure, üçüncü hizib yedi sure, dördüncü hizib dokuz sure, beşinci onbir sure, altıncı onüç sure, yedinci ise Kâf suresin­den sonrasıdır. Kur'ân'm hizibleri bunlardır ve Sahabe (ra) onu bu şekilde hiziblere bölerek okurlardı. Allah Resulü'nden de (sav) bu anlamda hadisler rivayet edilmiştir.[3][3]
O, Kur'an'ı sanki ayet sayısına itibar ederek hiziblere ayırmış gibidir. Ayet sayısı altı bin iki yüz otuzaltı (6236)'dır. Ben de hizib­leri, ayet sayısı bakımından ele aldığımda yaklaşık olarak böyle ol­duğunu gördüm. Kur'an beşliklere, onluklara ve cüzlere bölünme­den önce bilinen taksim şekli buydu. Bunlar dışındaki taksim şe­killeri bidattir;
Denir ki: Haccac, aralarında Asım el-Cuhderi, Matar el-Varrak ve Şihab b. Şerife'nin de bulunduğu Basra ve Kufe'nin tanınmış kariilerini toplamış ve onlara yukarıda saydığımız taksimlere bağlı kalmalarını emretmiştir.
Hasan el-Basri ve Muhammed b. Şirin (ra) bu beşlik, onluk ve otuz cüzlük taksimleri münker görüyorlardı. Şa'bi ve İbrahim en-Neha'î'den de, Kuran'ı kırmızı mürekkeble noktalanmasını ve bu­nun için ücret alınmasını mekruh gördüklerine dair bir görüş riva­yet edilmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: Kur'an'ı bu tür noktalama ve süslemeden uzak tutun.
el-Evza'î, Yahya b. Ebi Kesimden naklen şunu söylemiştir: Kur'an ilk zamanlar, mushaf içinde yalın bir haldeydi. Onunla ilgili yaptık­ları ilk yenilik be ve te harflerini noktalamaları oldu ve 'Bunda bir mahzur yoktur, bu onun nurudur' dediler. Sonra başka bir yenilik olarak ayet sonlarına büyük noktalar koydular ve yine 'Bunda bir mahzur yoktur, bununla ayetlerin başları bilinir1, dediler.
Daha sonra başka bir yenilik daha yaparak sure başlarını ve sonlarını süsleyerek belirgin kıldılar ve yine 'Bunda bir mahzur yoktur, çünkü bunlar sure başları için bir alamettir5, dediler.
Şunu bilin ki, Kur'an'm anlaşılmasında onun müşahedesiyle keşfedilmesi ve melekut alemindeki yüce makamının bilinmesi, şu kötü hasletlerden birine dahi sahip olana nasip olmaz: En basitin­den bile olsa bidat sahibi olmak, bir günah üzerinde ısrar etmek, kalbinde kibir bulunmak, kalbinde yeretmiş bir hevaya meyilli ol­mak, dünya aşığı olmak, imanda tahkik sahibi olmamak veya kat'î imanı zayıf olmak. Bu kötü hasletlerle beraber, kendi birikimine bağlı kalan, kendi tercih ve eğilimine tabi olan, zahiri ilmine daya­nan bir müfessirin görüşüne itimad eden, Kur'an'm aklen bilinen hükümlerine bakmayan ve ilahi hitabın sırlarıyla ilgili olarak Arapça iliminin değişik mezheplerinin hükümlerini göre hükmet­meyen kimseler de kendi akıllarıyla sınırlı kalmaya, bildikleri ilim­lerle yetinmeye, akıllarında bildikleri ilimlerin bilgileriyle kayıtlı kalmaya ve akıllarının tahriklerine uymaya mahkumdurlar.
Muvahhidler nezdinde, bunlar da akıllarını ve ilimlerini ortak koşanlardır. Bu da gizli şirke (=şirk-i hafi) gn^en bir husus olup ka­ranlık gecede karıncanın yürüyüşünden bile daha gizli bir şirktir.
Muhammed b. Ali b. Senane şöyle dedi: Böyle olması, kişinin akıl ve ilminin kamil akıldan (=Akl-ı Kâmil) kaynaklanın ayışı dır.
Çünkü kamil akıl, Allah Teala'yı akledebilen, O'nun hüküm ve ke­lamını anlayabilen akıldır. Ancak böyle bir akla sahip olan kişi Al­lah'ın kelamını tam olarak anlayabilir.
Allah Resulü de (sav) aklın kemale ermesiyle ilgili şöyle buyur­maktadır: "Akıllı, o kimsedir ki Allah Teala'nın emir ve nehyini ak-ledebilir" [4][4] Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ümmeti­min münafıklarının çoğunluğu Kur'an okuyucuları (=Kurrâ')'drr" [5][5] Buradaki nifak, şirk nifakı veya Allah Teala'nın kudretinin inka-rıyla doğan bir nifak olmayıp Kur'an'ı okurken Allah'tan başkası­nın iradesine dayanmak ve O'ndan gayrisini düşünmek şeklinde bir nifaktır. Dolayısıyla insanı, tevhid dairesinden dışarı çıkarmaz. Ama böyle bir şerri barındıran kimsenin yüksek makamlara çık­ması da mümkün değildir.
Kul, kendisini işiten Allah Teala'nın huzuruna girdiğinde, ken­disine Şahit olanın sıfatlarının anlamlarını açık bir kalple gözleye­rek O'nun kelamının sırlarına kulak verir, O'nun kudretini düşü­nüp kendi akıl ve ilmim" terkederek güç ve kudretinden beraat edip kelam sahibi Allah Teala'yı yüceltir, O'nun lütfedeceği anlayışa muhtaç bir halde, dürüst bir hal, selim bir kalp, duru bir iman, ilim kuvveti ve sağlam bir kulak ile Kelam-ı İlahi'yi dinlerse hitab-ı ila­hinin gaybi ilmine şahit olabilir.
Kıraatin en güzeli, tecvid kurallarına (=Tertîl) uygun olanıdır. Çünkü tertil ile okumada, hem emrin ifası, hem de mendubun yerine getirilmesi mevzubahistir. Ayetler üzerinde düşünme ve ibret almaya çalışma da bu tür kıraatta mevcuttur. Ali'den (kv) rivayet edilen şu söz çok güzeldir: Kavrayış ve fıkıh olmayan ibadette de, tefekkür içer­meyen kıraatta da hayır yoktur". İbni Abbas'dan dan (ra) şu söz riva­yet edilmiştir: "Bakara ve Al-i îmran surelerini tertil üzere ve tefek­kür ederek okumak, benim için Kur'an'm tamamını anlamım düşün­meksizin okumaktan daha sevimlidir". Yine ondan şu söz rivayet edilmiştir: Kâri'a ve Zilzal surelerini düşünerek okumak, benim için Kur'an'm tamamım baştan savma okumaktan daha sevimlidir.
Mücahid'e, aynı süre kıyamda duran, ama biri sadece Bakara'yı diğeri ise bütün Kur'an'ı okuyan iki adamın durumu sorulduğunda şöyle demiştir: O ikisi, ecir bakımından müsavidirler. Çünkü ikisi­nin de kıyamı birdir. Tertil üzere okumak ve okuduğunu düşünmek, her şeyden çok namaz esnasında yapıldığı zaman daha faziletlidir.
Denir ki, namaz esnasında tefekkür, namaz dışındakilere göre daha faziletlidir. Çünkü her ikisi de dini bir ameldir. Gerçek tefek­kür de şudur: Emir ve vaad sahibi olan Allah Teala'yı ululayıp yü­celterek O'nun cennet ve cehennemle ilgili vaat ve tehditlerini, emir ve yasaklarını anlamaya, bunlar üzerinde kafa yormaya ve ib­ret almaya çalışmak.
Allah Resulü'ne (sav) hangi namazın daha faziletli olduğu so­rulduğunda "İtaat ve duanın uzun olduğu [6][6] buyurmuştur.
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah Teala için bir secde ederse, Allah da onu bir derece yükseltir". Hizmetçi­si, Ebu Fatıma'dan (sav) cennette refakatini istemiş ve "Secdeyi arttırarak" demişti. Ebu Zerr-i Gıfari'den de (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Bu, gündüz secdelerini çoğaltmak, gece kıyamını uzat­makla olur". [7][7]
Denir ki: Kul, ölümden sonra kabrinden diriltileceği zaman, na-mazmdaki sükunet ve iç huzur hali üzere diriltilir; o anki rahatı, dünyadaki namazlanndaki rahatı ve zevk alma Ölçüsüne göre olur.
Bu anlamda Ebu Hüreyre'den (r.a) şöyle bir hadis rivayet edil­miştir ki o hadisin tevilinden de bu anlam çıkmaktadır: Allah Re­sulü (sav) Bilal'e buyurdu ki: "Bizi namazla rahatlat". [8][8] Burada murad edilen, namaz ile ruhun nimetlendirilerek rahatlatılmasıdır ve onunla istirahat edilmesidir. Bizi bir şeyle rahatlat, denildiği za­man, onunla içimizi şenlendir ve onu ifa ederek üzerimizdeki so­rumluluğu kaldır ve yükümüzü hafiflet, anlamları murad edilir. Dikkat edilirse Allah Resulü (sav) "Bizi ondan kurtar" anlamını ima ettirecek bir ifade kullanmamıştır. Çünkü namaz, Allah Resu-lü'nün (sav) gözünün nuru ve aydınlığıdır.
Bir alim de şöyle demiştir: Bir sureyi okumaya başlıyorum, ama onda şahit olduğum bazı şeyler üzerindeki düşüncem beni öyle alıkoyuyor ki bir de bakıyorum sabah olmuş, bense ona doyamamışım.
Süleyman b. Ebi Süleyman ed-Darani şunu anlatır: İbni Sev-ban, bir kardeşine akşam yemeği için söz verir. Ancak sabaha dek ona gidemez. Ertesi gün kardeşi onunla karşılaştığında şöyle der: Yemeği bende yemeyi vaadetmiştin, ama sözünde durmadın. İbni Sevban şu cevabı verir: Eğer seninle sözleşmem olmamış olsaydı, sana gelmemi engelleyen şeyi söylemezdim. Yatsı namazını kıldı­ğımda, sana gelmeden önce vitri de kılmaya karar verdim, çünkü o arada ölüm gelmeyeceğinden emin olamazdım. Her halükarda vit­rin dua kısmında iken Önüme, içinde türlü çiçeklerin bulunduğu yeşil bir bahçe çıkarıldı, sabaha kadar gözlerimle ona bakakaldım.
Allah Teala buyurdu ki: "İşte Allah, onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiştir" (Mücade­le/22) Bu ayetin tefsirinde denildi ki: Kur'an onları, Kuran ilmiyle takviye etmiştir. Kur'an, imanın ruhudur ve onların takviye edil­mesi de Kur'an ile amel etmelerinden dolayıdır. "Ey Yahya kitabı kuvvetle al" (Meryem/12) ayetinin tefsirinde, kararlılığın ve çaban­la al, denilmiştir. Aynı şekilde "Size verdiğimizi kuvvetle alın" (Ba­kara/63) ayetinin tefsirinde de yani onunla amel edin, denilmiştir.
Bir alime şöyle denilmişti: Kur'an okurken başka bir şey düşün­düğün olur mu? Hemen şu cevabı verdi: Benim için Kur'an'dan da­ha çekici ne olabilir ki onu düşüneyim? Muhakkak ki bu, çok kuv­vetli ve inancında sağlam bir müminin sıfatıdır.
Denilir ki Kur'an-ı Kerim'de meydanlar, bağlar, has odalar, ge­linler, saf ipekler, bahçeler ve haneler vardır: Mim'ler Kur'an'in meydanları, Ra'lar Kur'an'm bağları, Ha'lar Kur'an'm has odaları, teşbih emriyle başlayan sureler (=Müsebbihât) Kur'an'm gelinleri, HaMim'ler Kur'an'ın has ipeği, tafsilat verilen sureler (=mufassılât) Kur'an'm bahçeleri, bunlar dışındakiler ise Kur'an'm haneleridir. Mürid, o meydanlarda dolaşıp, bağları derince, has odalara girip ge­linlere şahit olunca, saf ipeği giyip bahçelerde gezinti yapınca, onun hanelerindeki odalarda sükunet bulunca gördüğü, gezdiği, giydiği ve derdiği şeyler onun başka şeylere meyletmesini engeller.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O, Besmele'yi okudu ve yirmi defa tekrarladı. O'nun her okumasında ayrı bir anlam, her kelimesinde bir ilim olurdu". Kur'an okuyucusunun kalbi, okuduğu her kelimenin manasının müşahidi olmalı ve Allah Teala'nın ona açacağı yakın anlamlarına, ondan anlaşılabilecek başka anlamla­ra, başka kelimeleri anlamada nasıl delil olabileceğine karşı dik­katli olmalıdır.
Bir alim de şöyle derdi: Anlayamadığım ve kalbimi veremedi­ğim bir ayeti okumayı kendim için sevab saymam. Selef-i Salih'den biri de bir sure okuduğunda eğer ona kalbini veremezse bir kez da­ha okurdu. Bir teşbih veya tekbir ayeti geçtiğinde hemen teşbih ve tekbirde bulunur, dua ve istiğfar geçtiğinde hemen dua ve istiğfar­da bulunurdu. Korkutucu bir şey veya umulan bir şey geçtiğinde ise Allah'a sığınır veya niyazda bulunurdu.
Allah Teala'nın "Onu hakkım vererek okurlar". (Bakara/121) ayetinin anlamı da budur. Allah Resulü de (sav) Kur'an okurken böyle davranırdı. Rivayet edilen bir hadiste de bu husus teyid edil­mektedir: "Kur'an'ı indirildiği gibi kısık sesle okumak isteyen kim­se, onu Ibni Ümmi Abd'm kıraati üzere okusun". [9][9] Yani tilavetin anlamını bilerek okusun.
O, Kur'an'ı şahit olan bir kalp, sağlam bir kulak ve çelik gibi keskin bir gözle okurdu. O, Kur'an'ı Kelam-ı İlahi'nin manalarına vakıf olarak, Kelam'm sahibi olan Allah Teala'nın tehditlerini gö­rüp üzülerek, vaatlerini şevk duyarak, ibretlerini korkutarak, uya­rılarım şiddetlendirerek, açıklamalarını yumuşatarak ve müjdele­rini kavuşma dileyerek okurdu. Çünkü o, Kelam Sahibi'nin sıfatla­rım çok iyi bilir, bu kelamdan zevk alırdı.
Böyle bir kul, hadiste rivayet edildiği gibi, Kur'an okuyanların en güzel seslisidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kur'an okuyan­ların en güzel seslisi; Kur'an okurken Allah'tan korktuğunu gördü­ğünüz kimsedir" [10][10] Yine bu minvalde şöyle buyrulmuştur: "Kur'an okuduğunuzda ağlayın, eğer ağlamazsanız ağlamaklı olun" [11][11]
Benzer bir hadis de şöyledir: "Kur'an hüzünle indirildi. Onu oku­duğunuz zaman hüzünlenin [12][12] Yani Kur'an'm ihtiva ettiği tehdid, uyarı, misak ve ahitler insamn zayıflığından dolayı ağlamasını ve hüzünlenmesini gerektirir. Eğer vecde kapılarak içtenlik, samimi­yet ve yakini bir iman neticesi ağlayamaz, hüzne kapılamazsanız, bari ağlamaklı ve onu tasdik ve ikrar etme babında hüzünlü olun.
Kur'an-ı Kerim'i okurken hüzünlü ve ağlamaklı oluşun özendi-rilmesinin sebebi, böyle yapılması halinde kulun ilgi ve kaygısının okuduğu lafız üzerinde toplayabilmesini sağlamasıdır. Kul, dikka­tini okuduğu ayetler üzerinde topladığı zaman onu elbette daha çok tefekkür edebilecek, belki kalbi de diliyle birleşerek onu layı­kıyla okuyanlar zümresine katılabilecektir.
Kur'an okurken hüzünlü ve ağlamaklı olmak, kulun dikkatinin toplanması ve kalbini diğer duygulardan hali olması için mühim bir vasıtadır. Çünkü samimi ve içten olarak hüzünlenip ağlamaklı olan kimse, fikrini toplamış, kalbini Kur'an'a hazır etmiş ve kendi­sini ağlatan şeyden gayrisini düşünmez olur.
Bu anlamda İbni Abbas'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya secde etmekle ilgili bir ayet okuduğunuzda secdeye kapanmak için acele etmeyip önce ağlayın. Eğer gözünüz ağlamaz­sa, kalbiniz ağlasın. Kalbin ağlaması da hüzün ve Allah korkusu­dur". Burada murad edilen şudur: Eğer siz, Kur'an'ı anlayan alim­lerin ağlayışıyla ağlayamaz sanız bari ağlayamamaktan dolayı kalpleriniz hüzünlensin ve sizde ilim ehlinin sıfatları bulunmadığı için Allah'tan korksun.
Kur'an'daki garib kelimelerin tefsiri babında, "Öyle taşlar var ki, çatlayıp bağrından sular akar". (Bakara/74) ayetiyle ilgili ola­rak şu bilgi nakledilmiştir: Burada çok ağlayan gözlere işaret edil­mektedir. Kimi de ancak yazıldığı zaman ondan su çıkar ki, bunlar az ağlayan gözlerdir. Kimileri de vardır ki, Allah korkusundan ye­re düşerler ki bunlar da ağlama olmaksızın sadece hüzün duyarak kalpleriyle ağlayanlardır.
Sabit el-Benani şöyle demiştir: "Bir gece rüyada kendimi Allah Resulü'ne (sav) Kur'an okuyormuş gibi gördüm. Okumayı bitirdi­ğimde şöyle buyurdu: Bu, sadece kıraat, peki gözyaşı nerede?" Ha­san da (ra) şöyle derdi: Bu öyle bir gündür ki, bugün Kur'an okuya­rak sabahlayan bir kul eğer ona inanıyorsa, sevinci azalıp hüznü çoğalır, gülüşü azalıp gözyaşı çoğalır, rahatı ve gevşekliği azalıp gayret ve çabası çoğalır!"
Kur1 an okuyanlar, üç makam üzeredirler ki bunların en üstünü; Kelam'ın sahibi olan Allah Teala'nm sıfatlarına O'nun Kelamı'nda şahit olan, O'nun koyduğu ahlakı, hitabının manalarından öğrenen kimselerin bulunduğu makamdır. Bu makamdakiler, Mukarrebun zümresinden olan ariflerdir.
Kimi de Kur'an okurken Rablerine şahit olarak lütfuyla O'na münacaat eder, nimet ve insanıyla O'na hitab ederler ki bu, haya ve tazim makamı olup bu makamda olanların hali Allah'ın Kela­mı'nı dinlemek ve anlamaktır. Bu makamdakiler ise Ashab-ı Yemin (=Kitapları sağdan verilenler) arasında yer alan Ebrar (=iyiler)'dir.
Kimisi de Rabbine münacaat ettiğini görerek O'na yakarır ki bu, niyaz ve yaranma makamıdır. Bu makamdakilerin hali ise, ta-leb ve bağlanma halidir. Burada da Ashab-ı Yemin'in havassından olan müridler ve mu'terifler (=hallerini itiraf edenler) yer alır.
Kul, Kur'an okurken, Rabbinin bu Kelam ile kendisine hitab et­tiğine şahit olmalıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bizzat O'nun Kela-mı'dır. Dolayısıyla O'nun Kelamı okunurken başka bir kelama ku­lak da veremez, telaffuz da edemez. Ona verilen tek izin, dilini oy-natmasıdır. Onu okuyabilmesi için dilinin hareketine imkan veril­mesi Rabbinin hükmü gereği, onun için konulmuş bir sınır ve ilahi kelamın sese dönme yeri olmasından dolayıdır. Tıpkı Musa (as) ile konuştuğu zaman ağacın dilin yerini alması gibi.
Denir ki Allah Kelamı'nm her bir harfi, Levh-i Mahfuzdaki ye­ri bakımından Kaf dağından bile daha büyüktür. Öyle ki melekler onun tek bir harfini okumak için biraraya gelseler bile, İsrafil (as) gelinceye kadar bunu başaramazlar. Çünkü İsrafil (as) Levh-i Mah­fuz meleğidir, onu kaldırır ve Allah Teala'nm izin ve rahmetiyle ta­şır. Allah Teala onu bu işle mükellef kıldığı için bu gücü ona bah­setmiştir.
Ca'fer b. Muhammed es-Sadık (ra) şöyle demiştir: Allah Teala, kullarına Kelamı'nda tecelli eder ama O'nu göremezler. Yine onun­la ilgili şu hadise nakledilir: Bir gün namaz kılarken bayılarak ye­re düşmüştü. Ayıldığı zaman kendisine durumu sordular, o da şöy­le dedi: Bir ayeti kalbimde sürekli tekrar ediyordum ki, birden onu Kelam sahibinin kendisinden duydum. Ama bedenim, O'nun kud­retinin tesiri karşısında ayakta duramadığı için yere yığıldım. İşte havas böyledir; ayetleri kalpleri üzerinde yine kalpleriyle zikreder ve kendilerini gören ve rehberleri olan Hâlık'ın yardımıyla müşa­hedelerinde tahkik sahibi olurlar. Böylece ayetlerin manaları onla­rı kuşatır ve ilim denizlerinde boğulurlar.
Kur'an okuyucusu yukarıda anlattığımız türde bir müşahedeye güç yetiremezse, o zaman Kur'an okurken Allah Teala'nm Kelamı ile yine O'na münacaat ettiğine, bu münacaatıyla da O'na yaran­maya çalıştığına şahit olur.
Allah Teala ona, kendi diliyle hitab etmekte, kendi dilinin hare­keti ve sesiyle onunla konuşmakta, böylelikle onun hizmetine ver­diği ilmi anlamasını, akletmesini temin etmek istemektedir. Kul, Allah'ın Kelamı'nı ancak O'nun hikmet ve rahmeti gereği kendisi­ne takdir edilen nisbet dahilinde anlayabilir. Cebbar olan Allah Te­ala, eğer kulunun kulağının duyabileceği bir sıfatta konuşmuş ol­saydı, ne Arş, ne Arz yerinde durabilir, kudretinin yüceliğinden do­layı bu ikisi arasındakiler de eriyip giderlerdi.
O, işte bu sebeple bunu ilminin gaybi kısmına ayırarak beşer aklıyla bunun araşma bir perde koymuştur. Kudreti vasıtasıyla in­sanların kalplerine ancak aklen idrak edebileceklerini izhar etmiş, akıllarına da ancak akledilebilenleri tanıma gücünü vermiştir. Bu da O'nun insanoğluna olan lütuf, şefkat, ihsan ve merhametinin bir
neticesidir.
Geçmişlerin haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Allah Teala'nm sıddıklar zümresinde yer alan evliyasından bir ve­li, fetret zamanında zorba bir hükümdarı tevhide ve peygamberle­rin şeriatlarına davet için gönderilmişti. O sıddık, hükümdarın so­rularını, onun aklının alabileceği, anlayışının kuşatabileceği, halk arasında da yaygm olarak bilinen misaller vererek cevaplandırı­yordu. Sonunda hükümdar şöyle dedi: Sen ne diyorsun? Peygam­berlerin getirdiklerinin insan sözü ve görüşü olmayıp Allah Kelamı olduğunu mu iddia ediyorsun? Sıddık da: Evet, dedi. Bunun üzeri­ne hükümdar şöyle dedi: İnsanlar Allah'ın Kelamı'nı nasıl taşıyabi­lirler? Sıddık bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
Görüyoruz ki insanoğlu kuşları ve hayvanları ileri geri çağır­mak, Öne arkaya yürütmek için onlara konuştukları zaman bu can­lıların kendi sözlerini anlamadıklarını farketmişlerdi. Ama zaman içinde onların da anlayabilecekleri türden borazanlar, düdükler ve belli azar ünlemleri buldular. İşte insanlar da aynı şekilde Allah Teala'nm kemale ermiş olan Kelamı'nı anlamaktan ve yüklenmek­ten acizdiler. Bu sebeble Allah'ın Kelamı da onlara, aralarında an­laşabildikleri sesler üzerinde gönderildi ve onlar bu sesler vasıta­sıyla Allah Teala'mn indirdiği hikmeti dinleme imkanı buldular. İn­sanların Allah Kelamı karşısındaki bu durumları, borazan, düdük ve benzeri ünlemlerden anlayabilen hayvanların durumuna ben­zer. Nitekim insanlar da, kendi anladıkları seslerle telaffuz edilen Hikmet-i İlahi'nin ihtiva ettiği en değerli ve en yüce Kelamı anla­yabilirler.
Şu halde ses, ilahi hikmet için bir beden ve mesken mesabesin­dedir. Hikmet ise, bu sesler için bir can ve ruh konumundadır. İn­sanların bedenleri, nasıl taşıdıkları ruh ile değer kazanıyorsa, İla­hı Kelam'm sesleri de aynı şekilde taşıdıkları yüce hikmetlerden dolayı değerlenip yücelirler. Kelam-ı İlahi, mekan bakımından yü­ce, derece bakımından yüksek, güç bakımından ezici, hüküm bakı­mından hak ile batıl arasında kesin karar verici, adil bir hakim, ra­zı olunan bir şahittir, insanlara bazı şeyleri emredip bazı şeylerden de sakındırır. Gölgenin güneş ışığı karşısında duramayışı gibi, ba­tıl da, hikmet-i ilahi'nin Kelamı karşısında dayanamaz. İnsanlar, nasıl gözleriyle güneş ışıklarını delip geçemiyorlarsa, hikmet-i ila­hi'nin derinliğine inme güçleri de yoktur. Ama onlar, güneş ışığın­dan gözlerinin görmesini sağlayacak ve ihtiyaçalannı görmelerini temin edecek kadar istifade edebilirler. Kelam-ı İlahi de, ışığıyla ortalığı aydınlatan ama unsurları bilinemeyen güneş gibi, hatta in­sanların yol bulmalarını sağlayan ama sırrı kimse tarafından bilin­meyen parlak yıldızlar gibi zatı görünmeyen, ancak emirleri müşa­hede edilen perde arkasındaki bir kral gibidir.
Allah Teala'mn Kelamı, bundan çok daha yüce ve değerlidir. O, eşsiz hazinelerin anahtarı, yüksek makamların kapısı, değerli de­recelere yükseltici ve hayatın şarabıdır; öyle bir şaraptır ki, ondan içen ölümsüzlüğü tadar. O Kelam, susuzluğun da devasıdır. Öyle bir devadır ki, ondan bir kez içen bir daha susamaz. Onunla donan-mamış biri onu giydiğinde saklısını ortaya çıkarır. Ona ehil olma­yanlar onu giydikleri zaman, çok geçmeden onlardan sryırıhp çıkar.
Bu sözleri, zorba hükümdara hitab eden hikmet sahibi sıddıktan naklettik. Hükümdar, bu sözler karşısında daha fazla dayanama­yarak Allah'ın da izniyle onun davetine icabet etmiştir.
Allah Teala'mn bizler için bir ayet, ibret, rahmet ve nimet kıldığı Kelamı'nm vasfı işte budur. Bakınız, yüce hikmetler sahibi olan Al­lah Teala, insanoğlunun aklını nasıl da kendi ulvi Kelamı'nı anlaya­cak şekilde yaratmış? Kuşlar ve hayvanlar, düdükler, borazanlar ve ünlemlerle anlarken, insanoğlu aklını kullanarak O'nun yüce Kela­mı'nı anlayabilmektedir. İnsanlar, hayvanlara ve kuşlara bir şey an­latmak için bunları kullanırken Allah Teala da insanlara akıllar bah­şederek Kelamı'nm hüküm ve hakikatlerini anlamalarını temin et­miştir. "Muhakkak ki benim Rabbim dilediğine lütfedicidir. O, her şe­yi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir". (Yusuf/100) Bu; Allah Tea­la'mn tükenmek bilmeyen kudretinin bir nevi olan lütfetme kudreti, eşi bulunmaz hikmetlerinden çok sağlam bir hikmetidir. "Muhakkak ki O, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olandır". (En'am/139)
Kul, Kur'an-ı Kerim'in tamamından Fatiha'âan. sonuna kadar mükellef olduğuna ve onu anlamasının murad edildiğine de şahit olmalıdır. Kur'an'da verilen Örnekler onun için verildiği gibi, zikri­nin nasıl olacağı ve sıfatları da tamamen açıklanmıştır. Çünkü Al­lah Teala, bu Kelamı buyurduğu ve onun ile müminlere hitap etti­ği zaman, hepsini de huzurunda toplamış ve Resulü'nü de onların yanma koymuştu. Dolayısıyla Allah Teala bir anlamda Allah Resu­lü (sav) ile müminleri ona muhatap etme noktasında müsavi kıl­mıştır. O bunu teyid eder mahiyette şöyle buyurmuştur: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitab ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231)
Allah Teala bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun size bir Kitab indirdik ki onda sizin için gerekli olan öğüt vardır". (Enbiya/10) Diğer bir ayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Belki düşünürler diye, kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana Kitab'ı indirdik". (Nahl/44) Başka bir yerde ise şöyle bu­yurmaktadır: "Allah, insanlara misallerini işte böyle verir". (Mu-hammed/3) Yani kendileriyle ilgili özellikleri böyle anlatır.
Allah Teala "Andolsun biz sana açık ayetler indirdik". (Baka­ra/99) buyurduğu gibi şöyle de buyurmuştur: "Andolsun size apaçık ayetler indirdik". (Nur/34) Yine o buyurdu ki: "Sana vahyedilene uy ve sabret." (Yunus/109) "Size Rabbinizden indirilene uyun". (A'raf/2) Yine Allah Teala buyurdu ki: "Sen ve seninle birlikte tevbe edenler, emrolunduğun gibi dürüst olun!" (Hud/112)
Allah Teala şu ayetinde ise delil ve beyanlar bakımından bütün insanları eşit tutarken, hidayet ve rahmetini iman ve takva sahip­lerine has kılmıştır: "Bu Kur'an, insanlar için kalp gözleridir. Kesin olarak inanan bir kavim için de hidayettir, rahmettir". (Casiye/20) Yani buradaki açıklama ve beyan bütün insanlık için geçerli iken, hidayet ve rahmet,yakin sahiplerine yani Allah Teala'dan korkarak O'na kat'i şekilde inananlara mahsus kılınmıştır. Bizler, Kur'an-ı Kerim'i okumakla emrolunduğumuz gibi onu anlamakla da emro-lunduk.
Nebiler serdarı olan Peygamberimiz'in (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur'an'ı okuyun ve garib gelen kelimelerini an­lamaya çalışın". İbni Abbas da (ra) şöyle demiştir: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini öğrenmek isteyen Kur1 an'a baksın".
Ali'den (kv) rivayet edilen bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöy­le buyurmaktadır: "Beni hak ile Peygamber olarak gönderen üzeri­ne yemin ederim ki ümmetim, dinin asılları ve cemaatları üzerin­de yetmiş iki fırkaya bölünecek, hepsi de sapık ve saptırıcı olarak insanları ateşe davet edeceklerdir. Böyle bir durum olduğunda Al­lah Teala'mn Kitabı'na sıkıca sarılın. Onda, sizden öncekilerin de, sizden sonra gelecek olanların da haberleri ve sizinle ona karşı çı­kan zorbalar arasındaki hüküm vardır. Allah onları mahvetsin. Kur'an'sız ilim arayan kişiyi Allah saptırır. Kur'an, Allah Teala'mn sağlam ipi, apaçık nuru ve her derde deva olan şifasıdır. O, kendi­sine sarılanlar için koruyucu, takipçileri için kurtuluştur. Eğrilmez dimdik durur, kaymaz dosdoğru kalır. Onun esrarengiz hazineleri asla bitmez. Çok başvurulması, onu eskitmez. Cinler de onu dinle­diler. Okunması bitince uyarıcı olarak kavimlerine döndüler ve şöyle dediler: Ey kavmimiz, biz doğruya ileten acayip bir Kur'an dinledik; onunla konuşan doğru, onunla amel eden ecirli, ona sarı­lan da sırat-ı müstakimin rehberi olur" [13][13]
Bu anlamda bir başka hadis de Huzeyfe'den (ra) rivayet edil­miştir: Huzeyfe (ra) dedi ki: Allah Resulü (sav) kendisinden sonra ihtilaf ve bölünmeler olacağım söyleyince şunu sordum: Ey Allah Resulü, eğer o döneme yetişirsem bana ne emredersin? Buyurdu ki: "Allah'ın Kitabı'nı öğren ve içindekilerle amel et. Çıkış odur". Soru­yu tekrar ettiğimde cevabı yine aynı oldu: "Allah'ın Kitabı'nı öğren ve içindekilerle amel et. Çıkış odur". Soruyu tekrar sorduğumda şunu üç kere tekrarladı: "Allah'ın Kitabı'nı öğren ve içindekilerle amel et. Kurtuluş ondadır"[14][14]
Ali'den (kv) şjyle bir söz rivayet edilmiştir: "Allah Resulü'nün (sav) diğer insanlardan gizleyip yalnız bana verdiği bir sır yoktur. Kula ancak, Allah tarafından Kitabı'nı anlama gücü nasip edile­bilir".[15][15]Yine ondan şu söz nakledilmiştir: Kim Allah'ın Kitabı'nı anlarsa, ilmin bütün inceliklerini açıklayabilir". İbni Abbas'tan (ra) ve diğerlerinden, Allah Teala'mn "Kime hikmet verilirse, ona büyük hayır verilmiştir". (Bakara/269) buyruğunun tefsiriyle ilgi­li şu söz rivayet edilmiştir: Hikmet, Allah Teala'mn Kitabı'nı an­lamaktır.
Allah Teala "Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a anlattık. Bununla beraber her birine hüküm ve ilim verdik". (Enbiya/79) buyruğunda da, anlamayı derece bakımından hüküm ve ilmin üs­tüne koymuştur. Burada onun Süleyman'a (as) izafe edilmesi, tah­sis yani hususilik arzetmekle beraber Allah Teala, anlamayı genel bir derece olarak vazetmiştir. Çünkü kul ilahi Kelamı anladığı ve Rabbine onunla muamele ettiği zaman ne söylediğini kesin olarak bilir. Yani söylediği ilahi kelamın Sahibi'nin hikayecisi değil, bizzat sahibi gibi olur; şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Eğer Rabbime is­yan edersem, ağır bir günün azabından korkarım". (Yunus/15) Ya da şu ayette olduğu gibi: "Biz Sana tevekkül ettik ve yalmz Sana yöneldik". (Mümtehine/4) Veya "Bize çektirdiğiniz sıkıntılara karşı sabredeceğiz". (İbrahim/12) Görüldüğü gibi ilk ayette ağır bir gü­nün azabından korkan, ikinci ayette Allah'a tevekkül edip ona yö­nelen, üçüncü ayette ise Allah yolundaki sıkıntılara karşı sabırlı olanlar, bu söz ve fiillerin bizzat sahipleri olup onları söyleyen veya yapan başka birilerinden haber verici değildirler. Bunu naklede­rek anlatan biri elbette, ondaki tadı tam olarak alamayacağı gibi bunu başkalarına da miras bırakamaz. Allah Teala'nın Kelamı'nı hissederek okuyan kimse, ondaki bu tadı alır ve onlardaki Allah dostluğunun (=velâyetullah) bir kısmını kazanmış olur.
Aynı durum, söyleyenleri zemmedilen, yapanlarına gazap edile­ceği bildirilen serleri ifade eden ayetlerin okunması halinde de ge­çerlidir. "Tevbe etmeyenler var ya, işte onlar zalimlerdir". (Hucu-rat/11) Bu zayıflığı kendinde barındırarak bu aybı taşıyan kimse ne kadar da çirkin bir davranış içindedir. Bunu okurken, o vasfa haiz olduğu için kendi kendini kötüleyip zemmetmek ne kadar ağır bir derstir. İşte bu yüzden okuduğu Kur'an ayeti kendi aleyhine delil olmaktadır. Tabii ki böyle bir hal içinde olanın münacaatma da ku­lak verilmez. Çünkü sahip olduğu yerilmiş özellik, ona perde ol­maktadır. Ayrıca o, okuduğu ayetin anlamını da düşünmediği için daha aşağıda bir cehalete itilmektedir. Kalbinin Kur'an'ı anlamada gösterdiği katılık, ona set çekmekte, halindeki yalancılık ve sağır­lık da, onu Kur'an'm beyanından uzaklaştırmaktadır. Oysa o, uya­nık bir kalple yönelmiş, dürüstlük ve içtenlikle tevbe etmiş bir kul olsaydı, Kelam-ı İlahi'yi dinlediğinde kendini çağıran davetçiyi gö­rür ve O'nun davetine icabet ederdi.
Allah Teala, kendisine yönelen kul için gözü açık olmayı ve zi­kirden öğüt almasını bilmeyi şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbine gönül verecek her kulun gözüne göstermek ve öğüt ver­mek içindir". (Kaf/8) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Ancak samimi­yetle yönelen ibret alır". (Mümin/13) "Ancak, Allah'ın ahdine bağlı kalan ve misaklarını bozmayan akıl sahipleri ibret alabilir". (Ra'd/19)
Tevbe üzerinde ısrar ve kararlılıkla durabilmek de, ahde vefa başlığı altında değerlendirilir. Tevbe edilen hususa tekrar dönül­mesi ise, doğruluğun azalması, misakın çiğnenmesi anlamındadır. Allah'a yönelme (=İnâbe) asıl olarak tevbe etmek ve Allah'a dön­mek, anlamındadır. Ayette geçen "Akıl=lübb" kelimesi ise, temiz akılları ve duru kalpleri ifade etmektedir.
Şu halde, Allah'tan korkan, kendi nefsine ve insanlara nasihat eden, kalbi selim sahibi bir mümin Kur'an okurken; cennet vaatleri, Övgüler, güzellikler ve Allah'a yakın kılınanların makamları gi­bi hususlarla karşılaştığı zaman, kendisini kesinlikle buralarda görmemeli, aksine bunları diğer müminlere layık görmeli, bu ni­metlere selamet ve olgunlukları bakımından sıddıkların layık oldu­ğunu düşünmelidir. Haklarında kötü sıfatlar sarfedilen kimselere gazap ve tehdit yönelten, sıfatları kınanmış olan gafillerin ve gü­nahkarların makamlarıyla ilgili ayetleri okuduğu zaman ise, ken­dini bunların muhatabı görmelidir. Bunun gayesi de, onlardan korkması ve ürkmesidir. Kul, bu müşahede ile diğer insanlar için umut beslerken, kendisi için korkuya kapılır. Bu yaklaşımı saye­sinde de insanlara karşı hoşgörülü, kendi nefsine karşı öfkeli olur.
Ömer b. Hattab'dan (ra) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: "Alla-hım, küfrüm ve zulmüm için Sen'den mağfiret dilerim". Bu söz üze­rine rivayet sahibi şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, zulmü anladık da senin küfürle ne işin olur? diye sorduğumda şu ayeti okudu: "Mu­hakkak ki insan, çok zulmedici ve çok küfredicidir". (îbrahim/34)
Kulun düşüncesi bu iki yanlışlıkla şekillenirse, kendisini sürek­li övgü ve değer makamında görürken, başkalarını da kınama ve gazap makamında görür. O zaman da kalbi, sadıkların istikametin­den sapar, Allah korkusuyla yaşayanların yolundan bilerek ayrılır. Hem kendisi helak olur, hem de başka insanları helak eder. Çünkü yakınlıkta uzaklığı gören kimseye, korku duygusuyla lütufta bulu­nulmuş olur. Uzaklıkta yakını gören kimseye ise güvenliği içinde tuzak kurulmuş olur.
Bir alim şöyle demiştir: Kur'an'ı okuyor, ama bir tad alamıyor­dum. Ne zaman ki onu, sanki Peygamber (sav) ashabına okuyor­muş, ben de onlar gibi dinliyormuşcasına okumaya başladım, işte o zaman tad alır oldum. Sonra bir makam daha yükseltildim ve onu, sanki Cebrail (as), Peygamber'e (sav) indirirken dinliyormuşum gi­bi okumaya başladım. Sonra Allah Teala bana bir makam daha na~ sib etti. Artık onu, bizzat Kelam Sahibi'nden dinliyormuş gibi oku­yorum. Bu makamda, Kur'an'ın büyük nimetlerini tadıyor, taham­mül edemediğim bir lezzet alıyorum.
Osman (ra) ya da Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Eğer kalpler te­miz olsalardı, Kur'an okumaya doy am azlar di" [16][16]Sabit el-Benani ise şöyle demiştir: Kur'an'la yirmi sene boğuştum. Yirmi sene de ondan zevk aldım.
Alimlerimizden biri de şöyle demiştir: "Her ayetin altı bin anla­mı vardır. Onun anlamları olarak geri kalanlar ise daha fazladır". Ali (kv) şöyle demiştir: Eğer isteseydim, sırf Fatiha suresinin tefsi-riyle yetmiş deve yükü kitap yazardım".
Ebu Süleyman ed-Darani'den şu söz nakledilmiştir: "Ben, bir ayeti okuduğum zaman dört gece -bir rivayette beş gece- onun üze­rinde durur, onun hakkındaki kat'i bir düşünceye varmadan başka bir ayete geçmezdim". Seleften bir alim hakkında şu husus haber verilmiştir: O, Hud suresine altı ay takılmış, sürekli tekrar edip düşünmesine rağmen bir türlü bitirememişti.
Ariflerden birinden de şu söz nakledilmiştir: Her Cuma bir hat­mim, her ay bir hatmim ve her yıl bir hatmim, ayrıca otuz yıldır de­vam ettiğim halde henüz bitiremediğim bir hatmim daha var". O, bununla anlama ve müşahede hatmini kasdetmektedir. Yine bu ki­şi şöyle derdi: Kendimi ubudiyette köle için çalışanlar makamına koyarım. Çünkü ben, yevmiyeci, Cum'acı, aylıkçı ve yıllıkçı olarak amel ederim.
İnsanların, Kelam-ı İlahi'nin künhüne vakıf olamayışı ve onun­la murad edilen sırların bilinemeyişi, Allah Teala'nm zatının mari­fetinin künhüne erişilenle meşinden kaynaklanmaktadır. Allah Te-ala, insanoğluna kendi Zatı'nm tanınması ve marifetiyle ilgili sınır­lı bilgi vermiştir.
Allah Teala'nm sıfatları, fiilleri ve hükümleri, O'nun Kela-mı'nda verilen bilgiler vasıtasıyla bilinir. Çünkü O'nun Kelamı'nın manaları, O'nun sıfat ve ahlakından kaynaklanmaktadır. Bu se-bebledir ki, Allah Teala'nm es-Sehl, el-Latlf, eş-Şedîd, el-'Asûf, el-Mercuv ve el-Muhavvif gibi isimleri, O'nun merhamet, lütuf, inti­kam ve şiddetle cezalandırma gibi sıfatlarından kaynaklanmakta­dır. Allah Teala'nm bizzat kendisini bilip tanımak mümkün olma­dığı için, O'nun Kelamı'nm künhü de ancak O'nun tarafından bili­nebilir. Sıfatlarının künhünü de ancak O bilebilir.
Ancak Allah Teala, Kelamı'nın manalarını yarattıklarına bildir­mek suretiyle sıfatlarının manalarını da bildirmiş, kullara sıfat ve ahlakını, hükümlerinin gizli yönlerini, Hitabı'nm içerdiği sırları,
harflerin anlaşılma biçimini ve Kelam'm batmi manalarını öğret­miştir. Kullar arasında bu bilgi ve marifete en layık olanlar, O'ndan en çok korkanlardır. O'ndan en çok korkanlar ise O'na en yakın olanlardır. O'na en yakın olanlar ise, O'nun ilgi ve inayetine maz-har olanlardır.
Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İnsanların Kur'an'ı en güzel seslendireni, okurken Al­lah korkusuyla dolu olduğunu gördüğünüz kimsedir" [17][17] Kulun, Al­lah Teala'dan hakkıyla korkabilmesi için O'nu layıkıyla tanıması gerekir. O'nu layıkıyla tanımak ise, O'nunla muameleye girmekle olur. O'nunla muameleye girebilmek ise, O'na yakın olmakla müm­kün olur. O'natyakm olmak ise, dikkatini O'na yöneltmek ve sürek­li O'nu düşünmekle mümkün olur. Kul, işte bu noktada hitab-ı ila­hinin sırrına vakıf olur ve Kitab'm batınına muttali' olur.
Kul, Kur'an-ı Kerim'deki secde ayetlerinden sonra vardığı sec­delerinde ayetlerin hayır dolu manalarına mazhar olmak için dua etmeli, kötü hususlar ihtiva eden manalarından ise Allah Teala'ya sığmmalıdır. Gerçek Kur1 an alimleri işte böyle yaparlar. Allah Tea­la, bundan Hoşlanır ve kullarını da bu yüzden kendine secde et­mekle mükellef kılmıştır. Secdenin bu boyutuyla ilgili olarak şu ayeti misal gösterebiliriz: "Secdelere kapanır ve Rablerini hamd ile teşbih ederler de kibirlenmezler". (Secde/15)
Kul, bu ayetten sonra secdeye kapandığa zaman şöyle dua etme­lidir: "Allahım, beni rızan için secde edenlerden kıl, hamdinle teş­bih edenlerden kıl, Senin emrine veya dostlarına karşı kibirlenen-lerden olmaktan Sana sığınırım".
Allah Teala'mn şu buyruğu da bu anlamdadır: "Ve ağlayarak yüz üstü kapanırlar. Bu da onların huşu'unu arttırır". (İsra/109)
Kul, bu ayetten sonra da şöyle dua etmelidir: "Allahım, beni uğrunda ağlayanlardan ve Sana karşı kalbi yumuşak huşu ehlin­den kıl".
Kur1 an, işte bu şekilde kulun ilim ve amelini, zikir ve duasını, kaygı ve tasasını esas almalıdır. Kul, onunla niyaz eder, onunla se-vaplandırılır. Kulun makamı, zikri, halleri, hasılı her şeyi onda toplanmış durumdadır. Arifler de Allah Teala'yı O'nun Kelamı olan Kur'an ile bilir, O'nun hitabıyla yakini olarak sıfatlarına şahit olur­lar. Onların ilimleri de O'nun Kelamı'ndan doğar. İlimleri ve müşa­hedeleri vasıtasıyla buldukları da O'nun sıfatlarının manaların-dandır. Söyledikleri sözler de onların Ruhani müşahedelerinden kaynaklanır. Çünkü Allah Teala hakkında söylenen sözler, O'nun sıfatlarının manalarından öte gitmez. O'ndan bir razı, bir gazap edici, bir nimet verici, bir intikam alıcı, bir cebbar ve kibriya sahi­bi, bir şefkatli ve ilgi gösterici kelam sâdır olur.
Kul, Allah Teala'yı bilen, O'nun Kelamı'm anlayan, O'nu dinleyen ve müşahede eden bir insan olduğu zaman, kendisinden başkaları için gaib olan bazı hakikatlaere şahit olurken, kendisinden başkala­rının göremedikleri hususları rahatlıkla görebilir. Allah Teala buyur­du ki: "Artık andolsun gördüklerinize, ve görmediklerinize ki". (Hak­ka/38-39) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "İbret alın ey basiret sahiple­ri". (Haşr/2) Ayetteki "Basiret" kelimesi, "Anlayış" manasındadır. Bu­na göre de ifade, 'Anlayışınızla Bana yaklaşın' şeklinde olmaktadır. Ayette "Ta" harfi, "Ta-i Tefa'u  şeklinde olup, anlamda kesinlik ve fi­ilde nitelik ve mübalağa ifade etmek için kullanılmış olabilir.
Allah Teala kullarına eller ve gözler verdiğine göre, onlar da gördüklerini güçleriyle ifade etmeli ve Zatı'nı andıkları zaman halktan Allah'a kaçmak, bu suret üzere, imtihanlarını en güzel şe­kilde vermelidirler. Düştükleri imtihan hali, onların hiçbir şeyleri­ni eksiltmemelidir. Onlar, Allah Teala'nm şu ayet-i kerimesinde emrettiği üzere, kendi bildirdikleri kimseler gibi olmalıdırlar: "Öğüt alırsınız diye her şeyi çift yarattık". (Zariyat/49) Onlar bunu işittikleri zaman Allah Teala'ya kaçarlar. Yine O buyurdu ki: "Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin". (Zariyat/51) Onlar, bu buy­rukla birlikte Allah'ı birleyen ve O'na ihlas ile tapanlardan olurlar.
Onlar için O; eşsiz, tek, ihlasa layık olan yegane İlah olur. Da­ha sonra eşyadan ibret alarak O'na yönelir, O'nun katında O'nu zikreder, boylekkle O'ndan yine O'na kaçanlar olurlar. O'nu tevhid ettiklerinde, O'ndan başkasına uLuhiyet tanımaz, O'ndan başkası­na ibadet etmezler. Abdullah'ın mushafmda da böyle bir ibare gör­müştüm: "Onlar, (O'ndan) [18][18] yine Allah'a kaçtılar. Muhakkak ben de sizin için O'ndan bir açık uyarıcıyım". (Zariyat/50)
Abdullah b. Mesud'dan (ra) ve bazı ravilerden nakledilen bir ha­berde bu ifadenin kaldırıldığı bildirilmektedir. Müsned olarak riva­yet edildi ki bunlar, Allah dostu ve ihlaslı ariflerden idiler. Kur*an'm sırrına vakıf olmuş ve bu haberin üzerinde durmuşlardı. Çünkü on­lar, Kur'an hakkında şöyle bir hakikata yakın ve ona şahit olmuş kimselerdi ki Kufan'ın bir zahiri, bir batını, bir sınırı, bir de görü-nemeyen zirvesi vardır Onun zahiri Arapça bilenlere, batım yakini iman sahiplerine, sınırı Zahir ehline, görünertıeyen zirvesi ise İsraf ehli olan Allah dostu, korku makamına ermiş ariflere mahsustur. Onlar, bu zirvenin dehşetini görüp de korktuktan sonra Allah Tea-la'nın lütfü ile ona muttali olmuş ve bu sırrı emin bir yere tevdi et­miş ve sağlam bir halde haberin üzerine eğilmişlerdir. Onlar Allah katında yakın kılınanlardır, çünkü O'nun şahitleridirler.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Şahid, gaib olanın göremediği­ni görür. Kalbi hazır olan şahit olur, şahit olan bulur, bulan tevhid eder, tevhid eden ise yüceltir. Gaib olan görmez, görmeyen kaybe­der, kaybeden unutur, unutan ise unutulur". Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde ayetlerimiz sana geldi, sen ise onla­rı unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutulursun". (Taha/126) Yani sen, Allah'ın ayetlerini terkettin, onları önemsemedin ve üzer­lerinde düşünmedin. Aynı şekilde sen de bugün terkedilirsin ve bir rahmetle yüzüne bakılmaz. Bir lütufla, seninle konuşulmaz ve az da yaklaştınlmazsın![19][19]



Bu fasılda Kur'an-ı Kerim'deki mufassal ve muvassal kelimeleri, bunu bilenlerin övülüp gafil olanların yerilmesini, Kur'an'daki bir takım Garib ve Müşkil kelimelerin tefsirini ve hülasa etmek sure­tiyle manaya delalet eden usul yani prensipleri anlatacağız.
Kelam-ı İlahi'nin zahiri, iki şekil üzeredir: İlki, Mücmel-i Muh­tasar, yani kısa tutulmuş mücmel (=özlü kelime) ikincisi ise, Mûsıl-i Mükerrer, yani birleştirici ve tekrarlı kelimelerdir. Kelam-ı İla­hi'nin kısaltılması ve icmali, belagat ve icaz gereği olarak gerçek­leşmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki bu (Kur'an)'da ibadet eden bir kavim için belağ (duyuru) vardır". (Enbiya/106)
Tekrar edilmesi ve açıklanması ise, kullara anlatmak ve ısrarla hatırlatmak maksadıyla yapılmıştır. Yine Allah Teala şöyle buyur­maktadır: "Andolsun ki Biz onlar için vahyi ardarda ulaştırdık. Umulur ki onlar, iyi düşünürler". (Kasas/51)
Allah Teala, mübhem (=kapalı) mücmel ve mufassal (=açıklan-mış) tevhid hakkında şöyle buyurmaktadır: "Elif Lam Ra" (Hud/1) Bu ayetin tefsirinde mezkur harflerin Allah Teala'nın üç ismine de­lalet ettiği söylenmiştir: Allah; el-Latîf; er-Rahîm.
Başka bir görüşte ise, bu harflerin Allah Teala'nın Rahman is­minin harfleri olduğu söylenmiştir. Allah Teala daha sonra bu üç harfin sebebini açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Bu, ayetleri muh­kem kılınmış.." (Hud/1) yani tevhid ile sağlam kılınmış "Sonra açıklanmış" (Hud/1) yani cennet vaadi ve cehennem tehdidiyle, "Hakîm" (Hud/1) yani hüküm ve hikmet sahibi, "Habîr" (Hud/1) ya­ni her şeyin hükmünden haberdar olan ve helal haram hükümleri­ni açıklama noktasında çok bilgili ve uzman olan Allah tarafından, "Allah'tan başkasına kul olmayın". (Hud/2) Tevhid, işte budur. Al­lah Teala, Kitabı'mn ayetlerini de işte bu şekilde muhkem ve sağ­lam kılmıştır.
"Muhakkak ki ben size O'nun tarafından müjdelemek ve uyar­mak için gönderilmiş bir peygamberim" (Hud/2) işte O'nun pey-gamberi'ne bildirdiği cennet vaadi ve cehennem tehdidi de budur.
İcaz yani kısaltma için kullanılmış kelimelere misal olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Semud'a görülür/açık bir mucize olarak o dişi deveyi verdik. Onunla zulmettiler". (İs-ra/59) Yani onu yalanlayarak kendi kendilerine zulmettiler. Bura­da 'Yalanlayarak kendilerine' kelimeleri icaz maksadıyla hazfedil-miştir.
Başka bir misal de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Tavanları üzerine bomboş bir köy". (Bakara/259) Ayetteki "Hâviyetün" keli­mesi, boş olan anlamındadır. "Urûş" kelimesi ise, çatı ve tavanlar, anlamındadır. Peki bir şehir, çatıları olduğu halde nasıl çatılardan hali olabilir. Bu da hazifle yapılan kısaltmaya misal olacak bir ayettir ki anlamı; ya meyva ve ürünler bulunmayan, ya da çatıla­rında oturan ahali bulunmayan şehir şeklindedir.
Bu nevi kısaltmaya bir diğer misal de Allah Teala'nın şu ayeti­dir: "Ama iyilik, Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimsedir". (Bakara/177) Burada da fiil hazfedilerek yerine isim konulmuştur. Dolayısıyla buradaki mana; 'İyilik, Allah'a ve ahiret günü iman edenin iyiliğidir1 şeklinde olacaktır. Burada hazfedilen kelime, fiil yerine geçen isim de olabilir. Buna göre de ayetin manası şu şekil­de olur: 'İyi kimse, Allah'a ve ahiret gününe iman edendir1. Bu du­rumda ayetteki 'Birr1 kelimesi, iyi kimsenin sıfatı olarak onun yeri­ne geçirilmiş olmaktadır.
İlk tür kısaltmaya misal olarak Allah Teala'nın şu buyruğunu da zikredebilir: "Kalplerine buzağı içirildi". (Bakara/93) Ayetin an­lamı şu şekildedir: 'Onların kalplerine buzağı sevgisi düşürüldü'. Görüldüğü gibi 'Sevgi' kelimesi hazfedilmiştir.
Bu tür kısaltmaya bir diğer misal de Allah Teala'nm şu buyruğu­dur: "Tertemiz bir kimseyi bir can karşılığı olmaksızın öldürdün mü?". (Kehf/74) Ayetin öncesinde ve içerisinde onu öldürdüğü zikre­dilmemektedir. Ancak takdiri anlam, 'Bir can karşılığı olmaksızın öl­dürdü' şeklinde olmaktadır. Buradaki 'Öldürdü* fiili hazfedilmiştir.
Buna benzer bir misal de Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Bir cana karşılık olmaksızın veya yeryüzünde fesad (olmaksızın) bir cana kıyan kimse". (Maide/32) Ayetin takdiri anlamı şöyledir: 'Bir kimseyi öldürmediği veya yeryüzünde düzen bozuculuk yapmadığı halde bir kimseyi öldüren kimse'. Ayette ilk ifadeden hazfedilen 'Öl­dürmek' ikinci ifadede ise 'Fesat çıkarmaksızm' ibareleri hazfedil­miş ve ilk ifadedeki olumsuzluk eki 'Gayrin ölümle ilgili kısımda kullanılmasıyla yetinilmiştir.
"Göklerdeki kimse ve yerde". (Enbiya/19) ayeti de böyledir. Bu­rada da ikinci kelime olan 'Yerde' kelimesinin başından 'Kimse' ke­limesi hazfedilmiştir. Allah Teala'nm şu ayeti de bu türe bir misal teşkil etmektedir: "O halde sana dini kim yalanlatabilir?". (Tin/7) Bu ayet, şu ayet ile bitişiktir: "Biz insanı en güzel bir biçimde ya­rattık". (Tin/4) Bu iki ayetin arasında ayırıcı olarak bir sıfat ve is­tisna cümlesi vardır. Bu durumda takdiri mana şu şekilde olmak­tadır: Ey insan, bu beyan ve vahiyden sonra sana dini yalanlatan nedir? Hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah'a din olarak bağ­lanmayı yalanlatan şey nedir?'
Gizli bedel (=Bedel-i Muzmar) bulunan ayetlerden biri de şu­dur: "Ve o takdirde Biz sana hayatın katmerlisini ve ölümün kat­merlisini tattmrdık". (İsra/75) Bu ayetin takdiri anlamı ise şöyle­dir: 'Sana hayat ehlinin azabının katmerlisini, ölüm ehlinin azabı­nın da katmerlisini tattırırdık'. Buna göre ayette 'Azab' kelimesi hazfedilmiş olmaktadır. Aynı şekilde 'Ölüler ve diriler1 kelimeleri­nin yerine bedel olarak 'Ölüm ve hayat' kelimeleri kullanılmıştır. Dolayısıyla sıfat, ismin yerini almış olmaktadır. Aynı şekilde sıfa­tın lafzı üzere bırakılarak 'Ehli' kelimesinin gizlenmesi de müm­kündür. Buna göre de mana, 'Hayattakilerin azabının katmerlisi, ölüm ehlinin çekeceği azabın katmerlisi' şeklinde oluşturulabilir.
'Ehl' kelimesinin gizlenmesine (=izmar) başka ayetlerde de ör­neğin 'Şehir halkı' yerine 'Şehir5, 'Kervan halkı' yerine 'Kervan' gibi kelimelerde rastlamaktayız. Bu minvalde Allah Teala şöyle buyur­maktadır: "Hem orada bulunduğumuz şehire, hem de içinde bulun­duğumuz kervana sor". (Yusuf 82) Takdiri anlam, 'Hem orada bu­lunduğumuz şehir halkına, hem de içinde bulunduğumuz kervan mensuplarına sor5 şeklindedir.
Bu anlamda diğer bir misali ise şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "O (Kıyamet) göklere ve yere ağır geldi". (A'raf/187) Bu ayette de gizli bedel vardır. Buradaki 'ağır geldi' kelimesi, mana delaletiyle (=Delâletü'l-ma'nâ) 'Gizlendi' anlamına gelir. Çünkü bir şeyin bilgi­si gizlendikçe ağırlığı artar. Aynı şekilde 'Göklerde' kelimesinin an­lamı 'Göklerin üzerinde' şeklindedir. Gizli olan ise 'Halkı' kelimesi­dir. Bütün bu bilgiler ışığında ayetin takdiri anlamı şöyle olmakta­dır: 'Kıyametin vakti gökler halkına da yer halkına da gizli tutul­muştur. O size ansızın gelecektir
Buna misal olabilecek bir başka ayet de şudur: "Yusufu anıp du­rursun". (Yusui/85) Bu ayette, bir gizli bir mahzuf kelime vardır. Mahzuf olan kelime "Hâlâ" kelimesi, muzmar olan ise fiile olum­suzluk katan 'La' kelimesidir. Çünkü bu cümle bir yeminin (=ka-sem) cevabıdır. Buna göre ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Dediler ki: Allah'a yemin ederiz ki sen hala Yusufu anıp duruyor­sun'. Ayette 'La' kelimesi muzmar, 'Hâlâ' anlamındaki 'Tezâlü' keli­mesi de bedel olmaktadır. Bu ayet de, Allah Kelamı'nm muhtasar, fasih ve beliğ olan ifadesidir. Arapların bir kısmının Arapça anlatı­mı da böyledir.
Kur'an'da, her tür ifade şekli vardır. Bu kabilden ayetlere misal olarak şunları zikredebiliriz: "O'nu yalanlamakla rızkının şükrünü mü eda ediyorsunuz?". (Vakıa/82) "Allah'ın nimetini küfürle değiş­tirenleri görmedin mi?". (İbrahim/28) İlk ayetin takdiri anlamı şöy­le olmaktdır: 'Size verilen rızıklara karşı şükrünüzü Allah'ı yalan­layarak mı eda ediyorsunuz?'. İkinci ayetin takdiri ise şöyledir: 'Onlar, Allah Teala'nm nimetlerine karşı duyacakları şükranı nan­körlükle değiştiler1.
Bu tür ifadelere örnek olarak şu ayetleri de gösterebiliriz: "Ni­ce şehirleri helak etmişizdir". (Hacc/45) "Nice şehirler vardır ki onlara süre tanıdım". (Hacc/48) Bu ayetlerde de 'Halkları' kelime­si hazfedilmiştir. Aynı durum, "Kervana sor". (Yusuf/82) ayeti için de geçerli olup 'Mensupları' kelimesi mahzuftur. Ayette geçen *Ayr* kelimesi, meçhul deve, anlamındadır. Bu kelimenin, 'Kervan' an­lamına gelmesi de nahiv alimlerinin Mecaz dedikleri sanatla ol­maktadır.
Kur"an'da Arap dilinin edebi sanatlarından bir çoğu kullanıl­mıştır. Bunlara misal olarak şu ayeti gösterebiliriz: "Muhakkak ki bu Kur'an, en doğru olana iletir". (İsra/9) Yani en doğru olan yola. Bunun bir benzen de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Kullarıma, en güzel olanı demelerini söyle". (İsra/53) Yani en güzel kelimeyi.
Bunun bir diğer örneği de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "En güzel olanla sav". (Mü'minun/96) Yani, en güzel olan söz veya fiille sav. Diğer bir örnek de şu ayet-i kerimedir: "Haklarında Biz'den en güzel verilmiş olan". (Enbiya/101) Yani, haklarında en güzel söz söylenmiş olan kimseler. Bu ayetin bir diğer tefsirinde ise 'Hüs-na-En güzel' kelimesinin-sıfat değil isim anlamında kullanıldığı­dır. Bu durumda kelime, 'Cennet' anlamına gelmektedir.
"Süleyman'ın krallığında". (Bakara/102) ayeti de hazfedilmiş kelime ihtiva eden ayetlerdendir. Bu ayette hazfedilen ise 'Devri' kelimesidir. Buna göre ayetin takdiri anlamı şudur: 'Süleyman'ın krallığı devrinde'. Bir diğer ayet de şudur: "Resullerin vasıtasıyla bize vaadettiğini bize ver". (Al-i İmran/194) Bu ayetin takdiri ise 'Resullerin dilleri vasıtasıyla' şeklindedir. Görüldüğü gibi 'Diller* kelimesi muzmardır.
Kinayeli muzmar ifadelere misal olarak şu ayeti zikredebiliriz: "Onu bana şeytan unutturdu". (Kehf/63) Burada gizlenen kelimeler 'Balık ve onu anma' kelimeleridir. Musa'nın (as) adı ise, kısaltma maksadıyla zikredilmemiş tir. Buna göre takdiri mana şöyle olacak­tır: 'Sana balığı hatırlatmayı şeytan bana unutturdu'. Kinayeye mi­sal olarak da şu ayeti zikredebiliriz: "Biz onu Kattır gecesi indir­dik". (Kadr/1) Burada 'O' zamiriyle kinaye olunan şey, Kur'an olup lafzen işaret edilmemiştir.
Allah Teala'nın şu buyruğu da buna misaldir: "Ta ki Örtüyle giz­lendi". (Sad/32) Burada gizlenen varlık 'Güneş', gizlenme vasıtası ise 'Gece'dir. Görüldüğü gibi 'Güneş' kelimesi mötinde geçmemiş ancak kinaye yoluyla ona işaret edilmiştir. Başka bir misal de şu ayet-i  kerimedir:  "Onunla  ancak  sabredenler kavuşturulurlar".
 (Fussilet/35) Burada kinayeyle ifade edilen şey, sabreden kimsele­rin kavuşturulacakları 'Güzel söz' veya fiildir.
Allah Teala'nın bu anlamdaki başka bir buyruğu da şudur: "Ona ancak sabredenler kavuşturulurlar". (Kasas/80) Sabredenle­rin kavuşturulacakları şey; dünya hayatında 'Zühd' kelimesi, ahi-rette ise 'özendirme ve rağbet sözüdür1. Bu da Allah Teala'nın "Vay halinize, Allah'ın sevabı daha hayırlıdır". (Kasas/80) buyruğuna dönmektedir. Yani bu söze kavuşturulacaklardır.
Bir kelimeye karşılık konulan kısaltmaya (=Bedel-i Muhtasar) rmisal olarak ise, Allah Teala'nın şu buyruğunu gösterebiliriz: "Ona 'Allah'tan kork' denildiğinde günahla ululuğa kapıldı". (Baka­ra/206) Bu ayetin takdiri anlamı, 'Kibir ve ululuk taslaması, onu günaha şevketti' şeklinde olmaktadır. Buna bir başka misal de Al­lah Teala'nın şu buyruğudur: "O'nu uyku veya içi geçme almaz". (Bakara/255) Bunun takdiri anlamı ise şu şekildedir: 'Allah Teala, uyku veya iç geçirmeye müptela olmaz'. Çünkü uyku ve içi geçme hali, kur için geçerlidir vconu, dikkat ve uyanıklık halinden alıp götürür. Bu durum Zat-ı ilahi için asla geçerli olamaz.
Nakli iklaba (=Menkul-i Münkalib) misal olarak şu ayet-i keri­meyi gösterebiliriz: "O, zararı faydasından daha yakın olan kimse­ye dua eder". (Hacc/13) Bu ayetteki 'İçin anlamına gelen Lam har­fi' nakledilmiş olup buna göre ayötin takdiri anlamı şöyledir: *O, öy­le birine dua etmektedir ki, onun kendisine faydadan çok zararı do­kunur". Bu tür ifadelere bir başka misal de şu ayettir: "Güçlü kuv­vetli bir bölüğe ağır geliyordu". (Kasas/76) Yani, anahtarlar öyle ağırdı^ki, taşıyanlarına ağır geliyordu.
iklaba misal olarak da şu ayetleri zikredebiliriz: "Tur-i Sinin". (Tin/2) "İl Yasin'e selam olsun". (Saffat/130) Burada ilk ayette, 'Tur-i Sinin' olarak geçen mekamn ismi iklab edilerek (Tur-i Sina' yani 'Sina dağı şeklinde anlaşılır. İkinci ayetteki 'İl Yasin' ise iklaba uğ­rayarak 'el-Yasin' şeklinde anlaşılır. Burada zikredilen kişinin îdris (as) olduğu da söylenmiştir. Çünkü İbni Mesud'un (ra) rivayetinde de 'İdris'e selam olsun' şeklinde geçmektedir.
Bazıları Kur'an'ı bu şekilde kısımlara bölmüşler, sanki onun bir kısmına iman edip bir kısmını inkar eder gibi bir duruma düşmüş­lerdir. Bu çerçevede misal olacak ayetlerden biri de şudur: "Allah onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a tapanlar yarattı". (Ma-ide/60) Burada makul olan mana 'Allah'ın onlar arasında Tağut'a kulluk edenler varetti' şeklinde olacaktır ve Allah Teala'mn şu buy­ruğuna atıf olması mümkündür: "Allah'ın lanet ve gazap ettiği
kimseler......ve Tağut'a kulluk edenlere de". (Maide/60)Ama'Tağut' kelimesini, esreli olarak okuyanlar 'Abede=kulluk etti' kelimesini isim olarak görmekte ve 'tağut' kelimesiyle isim tamlaması yap­maktadırlar. Böyle yapıldığında ise hepsi aynı manada beş türlü okuma ihtimali doğmaktadır: "Abedetü't-Tağût; 'Ibâdü't-Tağût; Ab-dü't-Tağût; 'Ubbâdü't-Tağût; Ubedü't-Tağût". Ancak 'Abede' kelime­sinin fethalı okunması halinde 'Kulluk etme' anlamında fiil olmak­tadır ki sıhhatli olan da budur.
Gizli kısaltmaya (=Muzmar-ı Muhtasar) misal olarak ise şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "Bilin ki, Ad kavmi hakikaten Rable-rini inkar ettiler". (Hud/60) Burada gizli olan kelime şu ikisinden biridir: Ya Rablerinin 'nimetini' inkar ettiler, ya da Rablerini 'birle­meyi' inkar ettiler. Bu iki kelimeden her hangi biri kısaltma mak­sadıyla gizlenmiştir. 'Rableri' isminin fethalı olması ise, onu esreli kılacak kelimenin kaldırılmış olmasından dolayıdır.
Burada garib bir görüş daha vardır. O da şudur ki, 'Rablerini' is­mi, manası üzerine yüklenmekte ve 'Rablerini örttüler1 şeklinde ve­rilmektedir. Yani onlar, Rablerinin ayetlerini ve onların ihtiva etti­ği hak çağrısını Örtmüşlerdir. Buna göre onların inkarlarının (=küfr) anlamı, 'onlar Rabierini örttükleri için hak da onlara örtü­lü kalmıştır", şeklinde verilmektedir. Tevhidde de bu tür bir haki­kat mevcuttur. Çünkü her fiilde öncelik ondadır. Onlar ise, haktan sonra büyüklüğe kapılmışlardır.
Bu durum, Allah Teala'nm şu buyruğunda da sözkonusudur: "Ve elbette onları, düşmekte oldukları şüpheye yine düşürürdük". (En'am/9) Buradaki 'Libs' kelimesi de 'Örtü' anlamındadır.
Şu ayet de kısaltma gayesiyle gizlemeye misal olarak zikredile­bilir: "Allah dışında dostlar edinenler var ya biz onlara tapmayız". (Sad/3) Burada da 'Derler ki' kelimesi gizlenmiştir. Aynı durum şu ayet-i kerime için de geçerlidir: "Gevelemeye devam ederdiniz. Her halde biz çok ziyandayız". (Vakı'a/65-66) Bu ayette de 'dersiniz' ke­limesi gizlenmiştir. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu şekilde anlaşılır: "Şu kavme ne oluyor da bir sözü dahi neredeyse anlayamıyorlar. Sana bir iyi­lik isabet ettiğinde o, Allah'tandır. Sana bir fenalık isabet ettiğinde ise o sendendir". (Nisa/78-79) Burada anlam şu şekilde gerçeleş-mektedir: '-Kendi haklarında haber vermek ve kendilerinin zem-medilmesi istikametinde- derler ki: Sana isabet eden..'
Kaderiye fırkası, işte bu ayetin tefsirinde, Arap dilinin incelik­lerine da vakıf olmadıkları için helak olmuşlardır. Onlar bunu, Al­lah Teala tarafından bir açıklama ve şeriatın başlangıcı zannetmiş­lerdir. Oysa Allah Teala, şeriatının başlangıcını ve açıklamasını ayetin ilk kısmında "De ki: Bunların hepsi de Allah'tandır" (Ni­sa/78) buyurarak muhkem kılmıştır.
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Kur'an'm anlaşılmasıyla ilgili bir kuşkuya kapıldığınızda Araplar'ın sözlerine başvurun. Kişi bir aye­ti okur ama onun nasıl anlaşılması gerektiğini bilmediği için küfre düşebilir. Bu ayeti, İbni Mesud'un (ra) mushafmda şöyle okudum: 'Şu kavme ne oluyor? Neredeyse bir sözü bile anlamıyorlar. Diyor­lar ki: Sana isabet eden bir iyilik...' Önceki ayet de size haber ver­diğim ve kendim de gördüğüm gibi İbni Mesud'un (ra) mushafmda 'Allah'tan başka dostlar edinenler derler ki: Biz onlara tapmıyo­ruz...'şeklindedir.
Gizli (=Muzmar) ifadelere misal olarak da şu ayet-i kerimeyi de zikredebiliriz: "Eğer dileseydik, sizden yeryüzünde melekler kılar­dık da onun halifesi olurlardı". (Zuhruf/60) Burada murad edilen, insanlardan bir topluluğun meleğe dönüştürülmesi değil, insanlar yerine meleklerin halife kılınmasıdır. Buna göre takdiri anlam şöy­le olmaktadır: 'Dileseydik, yeryüzünde sizin yerinize melekleri va-rederdik de onlar yeryüzünün halifeleri olurlardı'.
Bu şekildeki bedele misal olarak şu ayetleri de zikredebiliriz: "Hayır için önde gidenlerdir". (Mü'minun/61) Bu ayetteki 'Lam' harfi bedel için olup 'Ba=ile,-de, -da' anlamındadır. Eğer onu geçse-lerdi, hayrı kaçırabilirlerdi. Dolayısıyla takdiri anlamı şöyle ol­maktadır: 'Onlar, hayır ile-hayırda- önde gidenlerdir5. Bazılarına göre bunun bir diğer misali de şu ayettir: "Rabbi dağ için tecelli et­tiğinde". (A'raf/143) Buradaki 'Lam=için' harfi de 'Ba=-de, da' anla­mındadır. Dolayısıyla ayetin takdiri anlamı 'Rabbi dağda tecelli ettiğinde' şeklinde olmaktadır. Dağ, Musa (as) için bir perde idi. Al­lah Teala perdeyi kaldırdı ve üzerinde tecelli etti.
Aynı durum Musa (as) ile konuştuğu ağaç için de geçerlidir. Ağaç Musa'ya (as) dönüktü ve Allah Teala ona ağaçtan konuşmuş­tu. Buna verilen misallerden biri de şu ayettir: "Sizleri hurma kü­tüklerinde çarmıha gereceğim". (Taha/71) Yani hurma kütüleri üze­rinde çarmıha gereceğim,. Aynı hal, "Beni zalimler topluluğunda kılma". (A'raf/150) ayeti için de geçerlidir. Burada da takdiri anlam; 'Beni zalimler topluluğuyla beraber kılma' şeklindedir.
Bu anlamda başka bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Yoksa on­da dinledikleri bir merdivenleri mi var?". (Tur/38) Yani, 'Üzerinde durup da dinledikleri bir merdivenleri mi var?' Aynı şekilde "Onda böbürlenirler". (Mü'minun/67) ayeti de buna misaldir. Yani 'Ondan -Kur'an'dan- böbürlenirler1.
Bu anlamda Allah Teala'nm şu buyruğu da mecaza misal olarak gösterilebilir: "Onda bir uzmana sor". (Furkan/59) Yani, 'Onu bir uzmana sor1. Arapça'da yer alan bazı cer harfleri ve edatlar, birbir­lerinin yerini alabilirler. "Gök, onunla yarılır". (Müzzemmil/18) ayeti buna misal olarak zikredilir. Yani, 'Gök, onda - Kıyamet gü­nünde- yarılır*. Buna bir başka misal de Allah Teala'mn şu buyru­ğudur: "Zulmedenler dışında insanların sizin aleyhinizde delilleri olmaması için". (Bakara/150)
Burada da 'İlla=istisna' edatı 'La=olumsuzlukJ edatıyla yer de­ğiştirmiştir. Buna göre ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Zulmedenlerin de ... delilleri olmasın'. Ayetteki 'İlla' edatının de­vamlılık (=isti'nâf) ifade etmesi de mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri 'Ama zulmedenlerden...' şeklinde olur ve haberi takip eden 'Onlardan korkmayın' cümlesiyle bitişik olur. Bu durumda ayetin nihai takdiri de şöyle olur: 'Ama zulmedenlere gelince onlardan korkmayın'.
Bu ayete benzer olan bir başka ayet de şudur: "Çünkü Benim yanımda, peygamber olanlar korkmazlar. Ancak zulmeden...". (Neml/10-11) Burada da 'İlla' edatının isti'naf için olup 'Ama zulme­den, sonra da kötülüğün arkasından iyiliğe dönen olursa' şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu durumda ayetin bu kısmı, haberi son­ra zikredilen bir mübteda olur.
Allah Teala'mn şu buyruğu da bu minvalde görülür: "Mallarını, mallarınıza (katarak) yemeyin". (Nisa/2) Ayetteki 'İla=-e, a' Harf-i Cerri, 'Me'a=beraber, birlikte' anlamındadır. Buna göre de mana şu şekilde olmaktadır: 'Onların mallarını kendi mallarınızla birlikte yemeyin'. Abdestle ilgili şu ayet-i kerimede de benzer bir durum vardır:: "Elleri dirseklere (kadar) yıkayın". (Maide/6) Burada da 'İla' harfi 'Me'a' anlamında olup manayı 'Dirseklerle beraber1 şeklinde değiştirmektedir. Arapça'da harfler ve edatlar birbirlerini yerini alabilirler. Eğer muzmar olanlar açıklansa veya mahzuf olanlar metne katılsaydı, o zaman da kıraat zayıf olurdu.
Açıklama ve vurgulama için ardarda gelen tekrara (=Mavsul-i Mükerrer), misal olarak Allah Teala'mn şu buyruğunu verebiliriz: "Allah dışında ortaklara yakaranlar uymaz, onlar ancak zanna uyarlar". (Yunus/66)
Burada 'Tâbi olma=Uyma' fiili iki kere tekrar edilmiştir. Fiilin tekrarının gayesi, açıklama ve vurgulamadır. Söz uzadığı için, mu-hatabm daha rahat anlayabilmesi için tekrar edilme durumu söz-konusudur. Ayetin takdiri anlamı şöyledir: 'Allah dışında ortaklara yakaranlar, ancak zanna uyarlar1. Yani, onların Allah dışında or­taklara uymaları, sadece kendilerinden kaynaklanan asılsız bir zandır.
Vurgulama (=te'kîd) gayesiyle tekrara yer verilen misaller ara­sında şu ayet-i kerime de anılabilir: "Onun kavminden müstekbir-ler topluluğu, mustazaflardan iman edenlere şöyle dediler". (A'raf/75) Bu ayetin kısaltılın asıyla oluşan takdiri mana şöyledir: 'Kavminin müstekbirleri, iman eden müstazaflara dediler^ Ayette ise gerek 'Müstazaflar1 öne geçirildiği, gerekse onlardan bir kısmı tahsis edildiği için, açıklama (=beyan) maksadıyla 'İman edenleri' kısmı tekrar edilmiştir.
Buna verilebilecek diğer bir misal de Allah Teala'mn şu buyru­ğudur: "Ancak Al-i Lut'u, Biz onların hepsini kurtarıcıyız, sadece karısı hariç". (Hicr/59) Burada, istisnanın üzerinden bir istisna da­ha yapılmaktadır. Dolayısıyla söz uzamaktadır. Ama Allah Teala, onun 'Al'inin bir kısmının kurtarılacağını ifade buyurduğu ve söz kısa olduğu için müstesnadan müstesnayı çıkarmak durumu hasıl olmuştur. Bu ayetten çıkarılacak bir hükmü de, eşin 'Al' kapsamına girmesidir. Çünkü Allah Teala Lut'un (as) hanımını onun 'Al'in-den istisna etmiştir.
Tekid maksadıyla yapılan tekrara misal olarak şu ayet-i keri­meyi de zikredebiliriz: "Derken .. birini yakalamak isteyince". (Ka-sas/19) Bu ayetin kısaltılmış hali, 'Yakalamak istediğinde' şeklin­dedir. Bu ayetin, gizli kısaltmanın bulunduğu bir ayet olduğu da söylenmiştir. Buna göre gizli olan, isimdir. Fiil ise hazfedilmiştir. Bu, yadırganan bir takdirdir. Buna göre ayetin anlamı şöyle olmak­tadır: 'İsrailli her ikisinin de düşmanı olan kişiden dolayı Musa'yı (as) yakalamak istediğinde bunu yapmadı. Dedi ki: Ey Musa, beni öldürmek mi istiyorsun?' Bu durumda ayet, kısaltma ve icaz babın­da değerlendirilebilir.
Tekid için tekrara yer verilen ayetlerden biri de şudur: "Onlar, kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar! Onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündüler". (Fa-tır/44) Bu ayette anlaşılan ve takdiri caiz olan mana şöyledir: 'On­lar, kendilerinden önce ve kendilerinden daha güçlü olanların akı­betlerinin nasıl olduğuna baksınlar". Bu ayette <Men=kimseler> ke­limesi ile iki cümle bağlanmakta ve 'Daha kuvvetli' kelimesi ile de tekid yapılmaktadır. İbni Mesud'un (ra) mushafinda 'Kânû^idiler1 ve <Hüm=onlar? kelimeleri mevcut değildir.
Bu anlamda başka bir ayet-i kerime de şudur: "Rahman olan Al­lah'ı inkar eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar., yapardık". (Zuhruf/33) Burada da beyan ve açıklama maksadıyla sözü uzun tutma vardır. Kısaltılmış takdiri anlamı ise şöyledir: 'Rahman'ı in­kar edenlerin evlerinin tavanlarını gümüş yapardık*. İnkar edenle­rin isimlerini temsil eden <Men=kimselerJ kelimesi takdim edildiği için 'evler7 kelimesi, sonda tekrar edilmiştir.
Kinayeli, muğlak ve şüpheli (=mekniyy-i mübhem-i müştebeh) kelimelere misal olarak şu ayeti zikredebiliriz: "Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köleyi misal verdi". (Nahl/75) Burada 'Şey' keli­mesi ile murad edilen 'Allah'ın verdiği rızıktan infak etme fîili'dir.
Konuyla ilgili başka bir ayet de şudur: "Allah, şu iki kişiyi de misal verdi ki biri dilsizdir; hiç bir şeye gücü yetmez". (Nahl/76) Buradaki 'şey' ile kasdedilen ise 'Adaleti emredip hidayet üzerinde istikamet bulabilmek'tir. Bu minvalde başka bir ayet de şudur:
"Eğer beni takip edersen sakın bana bir şey sorma". (Kehf/70) Bu ayetteki 'şey'den maksad ise, Rubûbiyet vasfından olan hususi bir vasıftır. Çünkü burada şey ile kasdedilen, Allah Teala tarafından Hızır'a (as) öğretilen ilim hakkında sorulan sorulardır. Bu bilgi, ne­ticesi ortaya çıkıncaya kadar sorulmaması gereken bir bilgidir. Ayette 'şey' kelimesiyle kinayeli olarak anlatılması da bundandır. İlim, iki kısma ayrılır: Birinci kısımdaki ilim, soruluncaya kadar açıklanması uygun olmayan ilimdir. Bu, bilinmesi sıkıntı vermeyen ilim olup bilinmemesi genişlik, gizlenmesi de güzellik olarak nite­lenmiştir, ikinci tür ilim ise, sorulması doğru olmayan ilimdir. Çün­kü bunlar Tevhid sıfatları ve Vahdaniyet vasıflarıyla ilgili ilimler olup beşeri akıllara yüklenemezler. Bunlar ancak murad edilen yükleniciye mahsus ilimlerdir. Hızır'a (as) bildirilen ve onun da Musa'dan (as) kendisi söyleyinceye kadar hakkında hiç bir şey sor­mamasını istediği ilim işte bu tür ilimdir. Allah Teala, elbette em­rinde galib gelendir.
Bu tür ayetlere misal olarak şu ayeti de zikredebiliriz: "Yoksa bir Şey olmaksızın mı yaratıldılar?" (Tur/35) Buradaki 'Şey' ile kas­dedilen 'Allah Teala'dır1. Kalık olmaksızın mahlukat nasıl olabilir? Mahhıkatm varlığı, Hâlık'ın da varolmasını gerektirmektedir. O'nun yarattığı insanlar, O'nun varlığının en açık delilleridir. İbni Abbas (ra) ve Zeyd b. Ali'nin (ra) 'Bir Şey olmaksızın' ayetinin tef-siriyle ilgili şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Yani Rab olmaksızın. Hâlık olmaksızın yaratma (=halk) fiili nasıl tahakkuk eder ki?'.
Bu tür ayetlere misal olarak Allah Teala'mn şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Rızıkta bazınızı bazınızdan üstün kıldı". (Nahî/71) Rızıkta üstün kılman ilk taife hür kimselerdir. Rızıkta altta kılman taife ise kölelerden oluşur. Bu nevi ayetlere bir misal de Allah Tea­la'mn şu ayetidir: "Arkadaşı olan der ki: Yanımdaki (amel defteri) hazır". (Kaf/23) Burada (Karmuhu=arkadaşı' ile kasdedilen, kulun yaptıklarını ve söylediklerini kaydetmekle mükellef olan melektir. O melek, istenildiği zaman bu bilgileri hazır etmekle görevlidir.
Bu manadaki ayetlere bir misal de Allah Teala'mn şu ayetidir: "Arkadaşı olan der ki: Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım". (Kaf/27) Ayette geçen 'Karînuhu=arkadaşı' kelimesiyle murad edilen, her insanın yanında olan şeytanıdır. Vereceğimiz başka bir misal de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Kardeşleri azgınlıkta onlara yardım eder, sonra kusur da etmezler". (A'raf/202) Ayetin aslındaki 'ih-vân=kardeşler! kelimesine bitişik olan 'Him=onlarm' zamiri, şey­tanları, 'Yemuddûne=Yardım ederler1 fiiline bitişik olan'Hüm=On-lara' zamiri ise müşrikleri ifade etmektedir. Buna göre ayetin tak­diri anlamı şöyle olmaktadır: 'Şeytanlar, müşriklerin kardeşleridir ve azgınlıklarında müşriklere yardım ederler. Yardımda-asla kusur etmezler1.
Allah Teala'nın bu anlamdaki bir başka ayeti de şudur: "Onun gücü ancak onu dost edinenler ve onu Allah'a ortak koşanlar üze­rindedir". (Nahl/100) <Yetevellevne=Dost edinirler1 fiiline bitişik olan (Hu=onu' zamiri, İblis için kullanılmış bir kinayedir. İkinci 'Hu=Onu' zamiriyle ilgili olarak iki görüş vardır. İlk görüşe göre bu zamir Allah Teala'yı ifade etmektedir. İkinci görüşe göre ise, bu da İblis'i ifade etmektedir. İlkine göre ayetin anlamı şöyle olur: 'Ve Al­lah'a ortak koşanlar1. İkinciye göre ise anlam şöyle olur: 'Onlar, kul­lukta şeytanı (Allah'a) ortak koşarlar5.
Bu çerçevedeki ayetlere bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Derken: savurup ta tozu dumana katarak, bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki". (Adiyat/4-5) İlk 'Hu' zamiri, atların ayaklarını ifade et­mektedir. Bunlar da önceki bir ayette "Ateş saçanlar" (Adiyat/&) ola­rak tanımlanmaktadır. 'Ateş saçanlar" nallarıyla yerlere vurdukla­rında kıvılcımlar saçan atları ifade etmektedir. Onlar, ayaklarıyla, toprağı, da havaya kaldırmaktadırlar. İkinci 'Hu1 zamiri ise, düşma­na hücum ederek ortasına dalanları ifade etmektedir:. Onların orta­ladıkları şey, düşmanın ortasına dalmalarıdır. Çünkü onlar, "Sabah­leyin baskın yapanlar"dır. (Adiyat/3) Onlar, sabah vakti saldıran, müşrik topluluğa saldırarak, onların ortasına dalanlardır.
Allah Teala'nın bu tür anlatıma sahip ayetlerine bir misal de şu buyruğudur: "Onunla su indirdik de onunla bütün meyvalardan bi­tirip çıkardık". (AVaf/57) Ayetteki ilk zamir, bulutları ifade etmek­tedir. Buna göre anlam 'Bulutlarla su indirdik' şeklinde olmakta­dır. <Bihi=Onunla1 ifadesinde ise, hem kinaye hem de bedel, anlamı vardır. Kinayeli anlamı, daha önce belirttiğimiz bulutları ifade et­mesidir. Bedel anlamı ise 'Bihi=onunla' kelimesinin 'Minhu=ondan' anlamını ifade etmesidir.
Bunun bir benzeri de Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Allah'ın kulları onunla içerler". (İnsan/6) Ayetteki 'Biha=onunla' ibaresi as­lında 'Minha=ondan' anlamındadır. Şu ayet-i kerimesinin tefsirin­de de açık olan budur: "Yoğunlaşmışlardan şarıl şarıl bir su indir­dik". (Nebe'/14) Yani bulutlardan. "Onu Ölü toprağı şevkettik". (A'raf/57) buyruğu da aynı şekildedir. Araf suresinin elli yedinci ayetindeki ikinci zamir ise suya raci'dir. Buna göre de ayetin tak­diri anlamı şöyle olmaktadır: 'Suyla her türlü mahsulü çıkardık'. Görüldüğü gibi Allah Teala aynı ayette aynı zamirle iki farklı anla­mı murad etmiş ve anlaşılmasında zorluk olan (=müşkil) bir husus ortaya çıkmıştır.
Özlü (=mücmel) hitabın ikinci ve üçüncü beyanına misal olarak şu ayet-i kerimeyi gösterebiliriz: "Ramazan ayı ki Kur5an onda indi­rilmiştir". (Bakara/185) Burada indirilen şeyin Kur'an olduğu der­hal anlaşılmaktadır. Ancak onun gündüz mü yoksa gece mi indiril­diği anlaşılamamaktadır. İkinci beyan yani açıklama ise Allah Tea-la'nın şu buyruğudur: "Biz onu mübarek bir gecede indirdik". (Du-han/3) Bu ayetten de Kur'an'ın Ramazan ayı içinde değerli bir gece­de indirildiği anlaşılmaktadır. Ancak anlaşılamayan husus, bu ge­cenin hangi gece olduğudur. Allah Teala bu meseleyle ilgili üçüncü beyanında "Muhakkak ki Biz onu Kadir gecesi indirdik". (Kadr/1) buyurarak bunu da açıklayarak beyanın zirvesine ulaşmaktadır.
Bu şekilde açıklanan ayetlere bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Gücüne ulaşıp olgunlaştığında Biz ona verdik". (Kasas/14) Bu ayette 'Eşüdd=Güç, rüşt' kelimesi geçmekte, ancak maksad tam olarak anlaşılamamaktadır. Allah Teala onu beyan ederek ikinci hi­tabında şöyle buyurmuştur: "Gücüne ulaşıp kırk yaşma erdiğinde". (Ahkaf/15) Allah Teala bu ayetinde 'Eşüd=Güç' kelimesiyle kasde-dilenin 'Kırk yaş' olduğunu beyan etmiştir.
Vav' harfi, bir görüşe göre övgü ve vasfetme için kullanılır. Çok­luk anlamında kullanılan tekiller de olabilir. Bu anlamda Allah Te­ala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Asra yemin olsun ki insan, muhakkak hüsrandadır". (Asr/1-2) Buna göre ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Muhakkak ki insanlar hüsrandadır1. Takip eden ayet de bunu gerektirmektedir: "Ancak iman eden ve salih amel iş­leyenler müstesna". (Asr/3) Çünkü tek olandan çoğunluk istisna edilemez. Ancak bir çoğul, kendinden daha fazla bir çoğuldan istis­na edilebilir. Burada ismin tekil kılınması, türü belirtmek içindir.
Allah Teala'nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Ey insan, sen cidden Rabbine doğru çabalar da çabalarsın". (İnşi-kak/6) Bu ayette de çoğul anlamına gelen tekil kullanılmıştır. Bu­na göre ayetin takdiri şöyle olmaktadır: 'Ey insanlar, siz Rabbinize doğru çabalar da çabalarsınız'.
Aynı durum şu ayet-i kerime için de geçerlidir: "Kitabı sağdan verilene gelince, kitabı sırtının ardından verilene de gelince". (înşi-kak/7-10) Burada yön sıfatları ismin tekil olması yüzünden tekil ol­muşlardır. Yine bu tür ayetlere misal olarak şu ayeti de zikredebi­liriz: "Ve onu insan yüklendi. O, gerçekten de çok zalim ve çok ca­hildi". (Ahzab/72) Bunun anlamı da şu şekildedir: 'Onu insanlar yüklendiler'. Ayetlerin bu şekilde tefsiri bizce daha doğrudur. Bu­nun delili olarak hemen peşinden gelen şu ayeti zikredebiliriz: "Çünkü Allah, sonunda münafık erkek ve kadınlara, müşrik erkek ve kadınlara azap edecektir". (Ahzab/73)
Bu tür kullanımın bir diğer misali de Allah Teala'nın şu buyru­ğudur: "insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda onunla sevi­nir". (Rum/36) Allah Teala ismi tekil kıldığı zaman, sıfatı da tekil kılmıştır. Buna misal olarak da O'nun şu buyruğunu zikredebiliriz: "Kendi yaptıklarından dolayı onlara bir bela dokunsa". (Nisa/62) Burada ise görüldüğü gibi çoğulu izhar etmiştir.
Tekilin kasdedildiği çoğula misal olarak da Allah Teala'nın şu ayetini zikredebiliriz: "Nuh'un kavmi gönderilen peygamberleri ya­lanladı". (Şu'ara/105) Burada gönderilen peygamberler ile yalnız Nuh (as) kas de dilmektedir. Çünkü onun kavmine, Nuh'tan (as) başka peygamber gönderilmemiştir. Allah Teala'nın şu buyruğu da buna delalet etmektedir: "Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demiş­ti". (Şu'ara/106) Bazan da çoğulu tekil olarak zikretmiştir. Buna misal olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu verebiliriz: "Siz ona ne at sürdünüz, ne de deve. Ama Allah resullerini dilediğine galip getirir". (Haşr/6) Burada da sadece Allah Resulü (sav) kasdedil-mektedir. Çünkü Hayber savaşının olduğu devirde O'ndan başka resul yoktur. Kinayeli çoğula misal olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir". (Mü­min/57) Burada 'İnsanlar kelimesiyle kasdedilen Deccal'dır. İnsan­lar, Deccaî'm sıfatlarını gözlerinde çok büyütüyorlardı. Ayet böyle bir ortamda nazil olmuştur. Yine Allah Teala'nın şu buyruğu da bu­na misal teşkil eder: "O kimseler ki, insanlar onlara: 'İnsanlar si­zin için toplandı' dediklerinde". (Al-i İmran/173) Burada da kasde­dilen tek bir kişidir. Onlara bu sözü söyleyen kişi, Urve b. Mes'ud es-Sekafi'dir, Ancak Allah Teala, türünden dolayı çoğul sigasmı kullanmıştır. Araplar, tür belirtmek için tekili çoğul olarak ifade ederler.
Bu hususla ilgili görüşlerden birinde de böyle denilmiş ve şu ayet misal gösterilmiştir: "Sonra insanların topluca dönüp geldikleri yer­den siz de geliniz". (Bakara/199) Bu görüşe göre burada 'İnsanlar1 ile kasdedilen Adem (as)'dır. Çünkü Kabe'yi ilk tavaf eden odur. O tavaf ederken Cebrail (as) gelmiş ve ona hacc menasikini göstermiştir. Se­leften gelen bazı eserlerde okuduğuma göre, Adem'in (as) dönüp gel­diği yer burasıdır. Bu da onun için bir delildir.
Sözün güzelliğini ve anlamın sağlamlığını temin etmek maksa­dıyla yapılan kelime veya cümleyi öne alma (=Takdim) ve geriye bı­rakmaya (=Te'hir) gelince Allah Teala'nın şu buyruğunu buna mi­sal olarak gösterebiliriz: "Her kim imanından sonra Allah'ı inkar ederse ve kalbi iman ile yatışmış olduğu halde zorlanmadan, küfür­den hoşlanan bir kimse olursa". (Nahl/106) Bu ayetin özeti ve tehi­ri şöyledir: 'İmanından sonra kalbinden küfrü isteyerek Allah'a in­kar eden kimseler için Allah'tan bir gazap vardır, ama kalbi iman­la yatışmış olduğu halde zorlananlar müstesnadır". Ayetteki 'La-kin=Fakat' edatı, manayı tekid ederek mananın şu şekilde takviye edilmesini sağlamıştır: 'Ama küfre gönlünü açan kimse'. Çünkü kalbi imanıyla mutmain olduğu halde inkara zorlanan müstesna kılınmıştır. Allah Teala 'Zorlananla ilgili kısmı ibarenin son kısmı­na koymamıştır. Zira böyle olması halinde hemen arkasından 'On­lar için Allah'tan bir gazap vardır5 ibaresi gelecekti. Bu son ibare, takdim edilmiş bir mübtedamn haberi olarak sonda gelmiştir. Son­da gelmesinin bir sebebi de hemen arkasından "Çünkü onlar dün­ya hayatını ahirete tercih etmişlerdir". (Nahl/107) ayetinin gelme­sidir. Çünkü bu ayette, onların vasıflarına yer verilmektedir. Dolayısıyla sözün yapısına ve mananın akışına (=Te'lif ve Siyak) uygun düşen de budur.
Allah Teala'nın şu buyruğu da böyledir: "Peygamberin sözü şu olmuştur: Ya Rabbi, onlar... bir kavimdir". (Zuhruf/88) Bu ayet, giz­li ma'tufa bir misal olduğu gibi, takdim ve tehir için de bir misal­dir. Üstteki ibareye atfedilen, "Ve kıyametin saati O'nun katında-dır" . (Zuhruf/85) ibaresidir. Ayetin gizli olan ibare ise 'Peygambe­rin sözünü bildi' ifadesidir. Buna göre mana, şöyle olmaktadır: 'Kı­yametin saatinin bilgisi de, peygamberinin sözünün bilgisi de O'nun katmdadır\ Bu görüş, ayetteki 'Lam' harfini esreli okuyan­lar içindir. 'Lam' harfini fathalı okuyanlara göre ise ayetin anlamı değişmemekte ve şöyle olmaktadır: 'Kıyamet'in saati O'nun katan­dadır ve O, onun sözünü bilir1. 'Lam' harfini ötreli okuyanlara göre ise, haberin isti'nafı sözkonusudur ve cevabı da bir sonraki "Sen on­lardan geç". (Zuhruf/89) ibaresindeki 'Fa'harfidir. Buna göre de an­lam şu şekilde oluşmaktadır: 'Onlar iman etmeyen bir kavimdir, sen de onlardan geç'. Bir önceki ayetin başındaki 'Vav' harfi birleş­tirme gayesiyle kullanılmış da olabilir. Buna göre de Peygamberin sözü, Kıyamet saatine katılır ve Tnde=katmda' zarfi her ikisini bir­leştirmekte kullanılır. Bunlar, Arapça'daki üç değişik okuma şekli­ne göre oluşan mecazi manalardır.
Manaya dayandırmaya misal olarak Allah Teala'nın şu buyru­ğunu zikredebiliriz: "O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkaran­dır. O, geceyi istirahat zamanı kıldı". (En'am/96) Allah Teala, bu­nun ardından "Güneşi ve ayı da bir hesap ölçüsü kılmıştır". (En'am/96) buyurmuştur. Eğer bu kısım manaya dayandırılmış ol­masaydı, 'Güneş ve ay' kelimelerinin lafza tabi olarak Yarıp çıka­ran ve kılan' kelimelerine bağlı olarak esreli okunmaları gerekirdi. Ama ayet 'Güneşi ve ayı hesap ölçüsü kıldı' şeklinde okunmuştur. Bu kıraat 'Geceyi istirahat vakti kıldı' şeklinde okuyanların kıraa-tma uygundur. Buna göre ikinci 'Ce'ale=kıldı' kelimesi, zahiren bi­rinciye tâbi kılınarak okunmuştur.
Bu çerçevede Allah Teala'nm şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Başlarınızı meshedin ve ayaklarınızı da". (Maide/6) 'Ercüle-küm=ayaklarınızı' kelimesinin fethalı okunması halinde ayetin manası, 'Ayaklarınızı yıkayın' şeklinde olmaktadır. Bu kelimeyi esreli olarak okuyanlar ise bu görüşlerinde i'rabm i'raba tabi olması­nı gerektiren dil geleneğine dayanmaktadırlar. Bu kıraati savu­nanlar da, mezhebi açıdan ayakların meshine değil yıkanmasına taraftardırlar. Mezkur kelimedeki 'Lam' harfini fethalı okuyarak baştaki Tıkayın' emrinin mefulü yapanlar da, ayakların yüz ve el­lere tabi olduklarını söylemektedirler. İbni Abbas (ra) ve Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen görüş 'Kur'an-ı Kerim'de iki mesh ve iki yıkama vardır. Ama Allah Resulü (sav) ayakların yıkanması sünnetini koymuştur. Biz de ancak Allah Resulü'nün (sav) yaptığı gibi yaparız' şeklindedir.[20][20]
Bu tür ayetlere misal olarak Allah Teala'nın şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Eğer Rabbinden bir söz geçmeseydi elbette onların azabı hemen bu dünyada olurdu. Ne var ki tayin edilmiş bir vade vardır". (Taha/129) Bu ayette de takdim ve tehir vardır. Bu takdim ve tehir olmasaydı ayetin takdiri anlamı şöyle olurdu: 'Eğer Rabbin­den bir söz ve tayin edilmiş bir vade geçmiş olmasaydı elbette onla­rın azabı hemen bu dünyada olurdu'. Bununla 'ecel=vade' kelimesi de ötreli olmaktadır. Eğer böyle olmasaydı o da 'Lizâmen= hemen' kelimesi gibi fethalı olurdu. Allah Teala, lafzın güzelliği için onu takdim etmiştir. Allah Teala'nın şu buyruğu da bu tür ifadeye misal olarak gösterilebilir: "Sanki ondan haberdarmışsın gibi sana soru­yorlar". (A'raf/187) Bu ayetin takdiri de şöyledir: 'Sana öyle ısrarla soruyorlar ki sanki sen, o kıyametin bilgisi sende varmış gibi'.
Bunun bir diğer misali de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Veya ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz". (Bakara/106) Bu ayette de asıl metinde 'Hayırlısı' kelimesi 'Ondan' kelimesinden ön­ce zikredilerek takdim edilmiş ve anlaşılma zorluğu (=İşkâl) doğ­muştur. Tehire misal olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu zik­redebiliriz: "Muhakkak ki sen, halden hale geçersin". (İnşikak/19) Fiili önceki bir ayetle bitişik olarak birleştiren kıraata göre 'haller' 'karar yurdundan' sonraya tehir edilmiştir. Bundan önce gelen ayet şöyledir: "Ey insan, sen cidden Rabbine doğru çabalar da çabalar­sın". (İnşikak/6) Buna göre ayetlerin takdiri şöyle olmaktadır: 'Ey insan, sen cidden Rabbine doğru çabalar da çabalarsın ve elbette halden hale geçersiniz'. Burada halden hale geçmekle, Berzah alemindeki durumu kasdedilmektedir. Görüldüğü gibi haller, ahiret yurduna girilmesinden sonraya tehir edilmiştir. Aynı görüş, tekili çoğul anlamda görenler tarafından da paylaşılmaktadır. Onlar da ayetin takdiri anlamını şöyle vermektedirler: 'Ey insanlar, muhak­kak ki siz halden hale geçersiniz'. Daha önce de gördüğümüz gibi, 'insan1 kelimesi tür ismi olup çoğul anlamı da verebilmektedir. Bu çoğul da manaya atfen yapılır. Ancak tür belirtmek için tekil kulla­nılmıştır. Buna göre de takdiri şöyle olur: 'Ey insanlar, elbette siz halden hale geçersiniz'. Bu haber cümlesinin tehir edilmesinin se­bebi, onun mübtedası ile arasında bitişik bir kıssanın anlatılıyor ol­masıdır. Anlamı ise takdim edilerek verilir.
Bu tür tehire misal olarak Allah Teala'mn şu ayetini de zikrede­biliriz: "Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı şeyta­na uyardınız". (Nisa/83) Bu ayet, Allah Teala'mn "Ancak azınlığı dı­şında" (Nisa/83) buyruğuyla birlikte ele alınır ki bu ibare, "Bunla­rın hüküm çıkarmağa gücü yetenleri elbette onu anlarlardı" (Ni­sa/83) ibaresiyle bitişiktir. Buna göre ayetin takdiri şöyle olmakta­dır: 'Bunların hüküm çıkarmağa gücü yetenleri, pek azı dışında onu elbette anlarlar, Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve rahmeti olmasaydı şeytana uyardınız'. Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir görüş de belirtil­miştir: 'Pek azı' ibaresi, "Onlara korku ve güvene dair bir haber gel­diğinde onu yayarlar" (Nisa/83) ibaresinden yapılmış bir müstesna­dır. Buna göre de takdiri anlam şöyle olur: 'Onlara korku ve güvene dair bir haber geldiğinde çok azı dışında onu yayarlar'. Bizce bu gö­rüş biraz uzaktır. Bize daha sağlıklı görünen birinci görüştür.
Ibni Abbas da (ra) bir rivayete göre bu anlamda bir kıraati be­nimseyerek şu ayeti buna uygun olarak okumuştur: "Allah, kötü sözün açıklanmasını sevmez, ancak zulme uğrayanlar başkadır". (Nisa/148) Bu ayet, bir önceki "Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Nisa/147) buyruğuyla bitiştirilmiş ve 'Ancak zulme uğrayanlar başkadır ibaresi bunun sonuna konulmuş, böy­lece iki ayetin sıralaması şöyle olmuştur: 'Eğer şükreder ve inanır­sanız Allah size niye azap etsin? Ancak zulme uğrayanlar başkadır. Çünkü Allah fena sözün açıkça söylenmesini sevmez'. Bu durumda 'Allah fena sözün açıklanmasını sevmez'ibaresi, sözün son kısmı ve iki cümlenin arasını ayırıcı kılınmış olmaktadır.
Bunun bir başka misali de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "İn­kar edenlerin bazıları bazılarının dostlarıdır. Eğer böyle yapmazsa­nız yeryüzünde fitne olur". (Enfal/73) Bu ayet, bir önceki "Bununla beraber dinde yardımınızı isterlerse yardım etmek de üzerinize borçtur". (Enfal/72) ibarenin sılası olarak görülmekte ve takdiri an­lam şöyle verilmektedir:' Bununla beraber dinde yardımınızı ister­lerse yardım etmek de üzerinize borçtur. Eğer böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne olur1.
Buna bir başka misal de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Onlar için mağfiret ve değerli bir rızık vardır". (Enfal/4) Bunu takip eden "Nitekim Rabbin seni evinden hak uğrunda savaş için çıkarmıştı". (Enfal/5) ayetiyle bu ayet arasında bir sıla yani bitişme olmayıp takdim ve ilk ayet ile sadece manada bitişme vardır: "De ki: Gani­metler, Allah'a ve Resulü'ne aittir". (Enfal/1) Buna göre ibarenin takdiri şöyle olmaktadır: 'Ganimetler, Allh ve Resulü'ne aittir. Çün­kü Rabbin seni evinden hak yolunda savaş için çıkarmıştı'. Yani, savaşa çıkmaktan sen razı, onlar ise isteksiz oldukları için elde edi­len ganimetler de elbette senin hakkmdır. Bu iki ibare arasına gi­ren parantezde ise, müminlere takva ve İslah emredümekte, ima­nın ve salih olmanın vasıfları anlatılmaktadır. İşte bu parantez cümleden dolayı ayetlerin bütün olarak anlaşılabilmesi noktasında zorluk doğmuştur.
Bu meyanda Allah Teala'mn şu buyruğunu da misal olarak zik­redebiliriz: "Ta ki siz yalnız Allah'a inanmcaya kadar. Ancak İbra­him'in, babasına 'Elbette senin için mağfiret dileyeceğim...' sözü bunun dışındadır". (Mümtehine/4) Ayetin bu kısmı ilk kısmı olan "İbrahim'de ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek vardır" ifadesiyle bitişiktir. Buna göre de ayetin takdiri şöyle yapılabilir:' İbrahim'de ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek vardır. Ancak İbrahim'in, babasına 'Elbette senin için mağfiret dileyece­ğim...' sözü bunun dışındadır5. Bu istisnanın indiriliş sebebi ise, Mekke müşriklerinin, İbrahim'in (as) bu sözüne dayanarak, Allah Resulü'ne (sav) 'Biz de müşrik olarak ölen atalarımız için istiğfar­da bulunalım' demeleridir. Onların bu sözleri üzerine 'ibrahim Pey­gamberin (as) örnekliğinde onun bu sözünün müstesna tutulması­nı ihtiva eden bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Daha sonra bir ayet daha nazil olarak, İbrahim'in (as) babası için yaptığı istiğfarın, sırf verdiği bir sözü tutması için yapıldığını bildirmiştir. O ayet şöyle­dir: "İbrahim'in, babasıyla ilgili istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi". (Tevbe/114)
Allah Teala'mn şu buyruğu da bu hususa misal olarak gösteri­lir: "Ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum. Her kim dayanıl­maz açlık halinde çaresiz kalırsa, günaha meyil maksadı olmaksı­zın..". (Maide/3) Ayetin bu kısmı ilk kısmı ile bitişiktir. Ayetin ilk kısmı şöyledir: "Size şunlar haram kılındı: Ölü, kan, domuz eti...". Buna göre de ayetin takdiri şöyle yapılabilir: ( Size şunlar haram kılındı: ölü, kan, domuz eti... Dayanılmaz açlık halinde çaresiz ka­lan kimse, günaha meyil maksadı olmaksızın..'
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız türden ifade şekillerinin Kur'an-ı Kerinı'de bir çok misalleri vardır. Bunlar, Kur'an ilimlerin­den sadece bir nebzedir. Bu fasılda azı zikrederek çoğa karşı kulun dikkatim çekmek, bir kaç misal ile bir çok hususa rehberlik etmek istedik. Kul, bu misal ve bilgilerden istifade ederek bunları diğer ayetlere de uygulayabilir. Aslında bütün bunlar, Arap Dili'nin ifade şekilleri ve sanatlarından, onların Arapça'yı kullanma yollarından ve onu daha güzel ifade etme istikametindeki çabalarına ışık tut­maktan ibarettir.
Arap dili bilginleri, sözün uzununu beyan, kısasını hıfzetmek için daha uygun görürler. Takdim ve tehiri, ifadeyi güzelleştirmek için kullanırlar. Kur'an da tamamen fasih ve beliğ bir metindir. Çünkü Araplara göre belagatın sıfatı, dağınık ve çok olan sözün kı­sa ve özlü hale getirilmesi, kısa ve özlü olanın ise, açılıp tefsir edil­mesidir. Açıklamaya ihtiyaç varken sözü kısa tutmak, Araplara gö­re bir acizlik iken, kısa ve Özlü ifade edilebilecek bir hususun dal­landırılarak anlatılması ise söz bilmemezliktir. Allah Teala, onla­ra kendi dilleriyle hitab ettiği zaman, onlara akıllarına uygun bir şekilde anlatmış ve yadırgayacakları bir üslup kullanmamıştır. Böylece sözünün, onlar nezdinde güzel bulunmasını, benzerini söylemeleri bakımından ise onlar aleyhinde bir delil olmasını mu-rad etmiştir. Çünkü Allah Teala, katından bir lütuf ve rahmet ola­rak onlara bilebilecekleri ve güzel görecekleri bir Kelam ile hitab etmiştir.
Halkın havas kesimi, ilmi makamları, kendilerine nasip edilen akim üstünlüğü ve sahip oldukları ilmi seviyelere göre Kur'an'm getirdiği bilgileri kavramada değişik seviyelere sahip olurlar. Çün­kü Kur'an-ı Kerim, hem umum hem husus, hem muhkem hem mü-teşabih ve hem zahir hem de batın bir hitaba sahiptir. Buna göre umumu, halkın avamı, hususu halkın havassı, zahiri zahir ehli, ba­tını ise batın ehli için anlaşılır olmaktadır.
Allah Teala ilmiyle her şeyi kuşatacak kadar geniş ve her şeyi bilendir. Allah Teala, inanan kulları ihtilafa düştükleri zaman on­lara hakkı kendi izniyle gösterecektir; kalpler kat'i imanın nuru ile safa bulduğu, akıllar tevfik ve tedbir ile teyid edildiği, halkla ilgili kaygılardan sıyrılıp, sadece Hâlık üzerinde itikaf edildiği ve nefs her türlü hevadan arındırıldığı zaman ruh serbestçe yol alır ve me-lekût-i a7a'da dolaşır. Kalp de, yakini imanın delici nuru ile Arş'm melekûtunu Mevsuf Teala'mn sıfatlarının, Hallak Teala'mn hü­kümlerinin manaları üzerinden kaldırır. Ma'ruf Teala'mn isimleri­nin batınını, Ra'uf ve Rahim Teala'mn ilminin garib yönlerim açı­ğa çıkarır. Mürid, Ma'ruf Teala'mn sıfatlarına mükaşefe yoluyla şa­hit olur ve O'nun şahitliğim tam manasıyla yapar ve Allah Tea­la'mn "Onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona inanırlar" (Baka­ra/121) buyurduğu kimselerden olur.
Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla okumak, ancak müminlere mahsus­tur. Çünkü Allah Teala'nm imandan bir hakikat bahşettiği kimseye, bir o kadar da Kur'an'm manasından bahşedilir. Onun madeni, mü­şahededen doğan bir hakikattir. Kur'an'm müşahede ile okunması işte bunu temin eder. Kişinin imanının hakikilik ölçüsü yükseldik­çe, Kur'an'ı müşahede ile anlaması da o kadar artar. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onlara O'nun ayetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır". (Enfal/2) İşte onlar hakiki müminlerdir.
Kur'an okuyan kul; Kur'an meclisinde hazır bulunup daha son­ra onunla diğerlerini uyaran, imanında artma ve aralarında Kur'an ile müjdeleşme olan kullar gibi sıfatlandırılır: "Onun huzuruna var­dıklarında 'Susun, dinleyin!' dediler. (Okunması) bitirilince de uya­rıcılar olarak kavimlerine döndüler". (Ahkaf/29); "Her inen sure on­ların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müj deleşmektedir-ler". (Tevbe/124) Yine Kur'an okuyucusu, ilmiyle övülüp ümit ile sena edilen ve Allah korkusu taşıyan kullarının sıfatlarıyla sıfatlan­dırılır; Allah Teala buyurdu ki: "Ahiretten sakınır ve Rabbinin rah­metini ümit eder. De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?". (Zümer/9); "Rablerine korku ve umut ile dua ederler". (Secde/16) İş­te bunlar, Allah ehli, O'nun yakınları, sevgilileri ve halis kullarıdır.
Bunlar hakkında Allah Resulü'nden de (sav) şöyle bir hadis ri­vayet edilmiştir: "Kur'an ehli, Allah ehli ve yarattıkları arasında O'nun en has kullarıdır".[21][21] İbni Mesud da (ra) şöyle derdi: Sizden bi­ri nefsi hakkında Kur'an'dan başkasını isteyemez; eğer Kur'an'ı se­verse, Allah'ı da sever. Eğer Kur'an'ı sevmiyorsa Allah'ı da sevmi-yordur. Onun bu sözü, halk dilinde dolaşan şu sözü teyid etmekte­dir: Bir konuşmacıyı sevdiğinde, onun konuşmasını da seversin. Ondan hoşlanmadığında konuşmasından da hoşlanmazsın.
Ebu Muhammed Sehl şöyle demiştir: İmanın alameti, Allah sev­gisidir. Allah sevgisinin alameti Kur'an sevgisidir. Kur'an sevgisi­nin alameti ise, Peygamber (sav) sevgisidir. Peygamber sevgisinin alameti de, O'na tâbi olmaktır. O'na tâbi olmanın alameti ise, dün­yada zühddür.
Bir müridden de şu söz nakledilmiştir: Çok istekli ve kararlı bir şekilde Kur'an okurdum, Bir fetret dönemi geldi ve bana Kur'an okut­maz oldu. Bu şekilde, günlerce Kur'an okumadan durdum. Neden sonra Allah tarafından bir ses geldi: Eğen Beni seviyorsan, Kitabı'ma niçin cefa edersin? Ondaki azarlama lütfumu görmüyor musun?
Bir arif de şöyle demiştir: Mürid, Kur'an-ı Kerim'de muradını bulamadıkça, eksiği ve fazlasını bilmedikçe, Mevlası ile yetinip kullarından müstağni olmadıkça gerçek mürid olamaz. Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği ilimlerin en azı hakkında söylenen 24800 ilim ihtiva ettiğidir. Çünkü her ayetin dört ilmi vardır; zahir, batın, sı­nır ve zirve. Bir başka rivayette ise, onun 77200 ilim ihtiva ettiği söylenmiştir. Buna göre Kur'an'daki her kelime bir ilme, her ilim de bir sıfata tekabül etmektedir. Onun her kelimesi bir sıfatı, her sı­fat da bir takım güzel fiiller gerektirir.
Bu anlamda daha bir çok söz rivayet edilmiş olup naklettikleri­mizle yetiniyoruz. Fettâh ve Alim olan Allah Teala, her türlü eksik­likten münezzehtir. [22][22]



Bu fasılda, Kur'an okuyan kimsenin mekruh görülen sıfatlarını an­latmaya çalışacağız. Kur'an okuyan kimse, yukarıda anlattığımız güzel sıfatlara muhalefet ederek veya bunların zıddını yaparak dalgınlık, gaflet, körlük ve şaşkınlık gibi haller içinde olabilir. Onu okurken, kendi nefsinin sesine kulak verip heva ve arzularına tes­lim olarak, türlü zanlara kapılıp düşmanı olan şeytanın vesvesesi­ne teslim olabilir. Çeşitli kuruntulara dalarak okuduğu zikre biga­ne kalabilir.
İşte bu gibi hallerde bulunan Kur'an okuyucuları için Allah Te-ala'nın şu buyruğu geçerli olur: "Onlar arasında umuntulan dışın­da bir şeyleri olmayıp Kitab'ı bilmeyen ümmiler de vardır". (Baka­ra/78) Yani onlar, sadece okumakla kalır, "Ve onlar sadece zanne­derler". (Bakara/78) Onların yakinin zıddı olan 'Zan* sahipleri ola­rak nitelenmesi, Allah Teala'nm şu buyruğundaki gibidir: "Biz sa­dece zannederiz, yakini olarak bilmeyiz". (Casiye/33) Onların du­rumları, şu ayet-i kerimede daha açık olarak ortaya konmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler var ki, onlara uğrarlar da onlardan yüz çevirirler". (Yusuf/105)
Muhakkak ki Kur'an-ı Kerim, göklerde ve yerdeki ilahi ayetle­rin en değerlisidir. Gökler ve yer, kendilerini yaratan ve onu indi­ren Allah Teala'ya çok kesin olarak delalet etmektedirler. Allah Te­ala kendi yüce kelamını dinlerken, hafife alan ve kendisinden baş­kalarına yakaran kimseleri de bu hallerini bildiğini söylemekle tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Seni dinlerken nasıl din­lediklerini ve fisıldaştıklarmı Biz pek iyi biliriz". (İsra/47)
Kur'an okurken kalbi başka şeylerle meşgul olan, ve dinlediği şeye kulak vermeyerek kendisine yarar da değil de zarar getirecek şey için tasalanan kimselerin durumu da böyledir. Bu kimselere, Kur'an bittikten sonra kalbine kimin girdiği ve ne anladığı sorulsa, içinde oldukları gaflet halinden dolayı cevap veremezler. Onlar sa­dece bedenleriyle orada oldukları için, okunan Kur'an onlar aley­hinde delil olacaktır. Bu hususta Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Onlardan seni dinleyenler de vardır. Hatta yanından çıktıkların­da kendilerine ilim verilmiş olanlara 'O demin ne söyledi?1 derler". (Muhanımed/16)
Allah Teala, işte bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmakta­dır: "Bunlar o kimselerdir ki Allah, kalplerini mühürlemiştir". (Mu-hammed/16) Yani Kur'an'ı anlama hususunda kalpleri mühürlen­miştir. Onların kalpleri Kur'an'ı işitemez de kavrayamaz da. Çünkü onlar "Heva ve heveslerine uymaktadırlar". (Muhammed/16) Bura­da heva ve heves ile kasdedilen, batıl fikirler ve asılsız zanlarıdır.
Denir ki: Kul, Kur'an'ı okuyup da istikamet bulduğu zaman Al­lah Teaîa ona rahmetiyle bakar. Ama Kur'an okuyup da onu başka şeylerle karıştırdığı zaman Allah Teala ona şöyle nida eder: Ondan yüz çevirdiğin halde Benim kelamımla ne işin olabilir? eğer tevbe etmezsen, bırak Benim kelamımı! Bu hususla ilgili olarak İsrailiy-yat kaynaklı şöyle bir bilgi nakledilmiştir: Allah Teala Peygamberi Musa'ya (as) ve Davud'a (as) şöyle vahyetti: İsrailoğullarmın asile­rine uğrayın da Beni anmamalarını söyleyin, Çünkü Ben, Beni ananı anmayı üzerime yazdım ve onları lanetle anıyorum.
Allah Teala, bu tür Kitab okuyanları vasfederken şöyle de bu­yurmaktadır: "Kendilerinden sonra onlara bir topluluk halef oldu ve bunlar Kitab'm varisleri oldular; bu dünya malını alarak (Kita­bı değiştirir sonra da) 'Biz muhakkak bağışlanacağız' derlerdi". (A'raf/169) Bu, onların asılsız zan ve umutlarından başka bir şey değildir. Gerçek bir korku ve ürperme hisleri olmadığı için Yara-tan'larına bu dünyada isyan edip öbür dünyada da bağışlanma di­lediler. Oysa bu, onların hikmet-i ilahiyi bilmemelerinden ve O'nun hükümlerine yüz çevirmelerinden kaynaklanmaktaydı.
Allah Teala bu kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Acaba Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o Ki­tab'm hükmü üzere onlardan söz alınmamış mıydı?". (A'raf/169) Al­lah Teala bilahare onların bunu bildiklerini, ancak bilgilerinin yakini ve kesin değil, söz ve haberden ibaret olduğunu bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Ve onun içindekileri okuyup öğrenmediler miydi?". (A'raf/169) Ama onunla amel etmedikleri için ondan fayda­lanamadılar. Bu, onlar için bir açık bir kınama ve ayıplamadır.
Allah Teala, benzer bir hususla ilgili de şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz inanıyorsanız, imanınız size ne kadar da kötü şeyler em­rediyor". (Bakara/93) Yukarıdaki Araf ayetinin tefsiriyle ilgili garib bir görüş de şöyledir: "Onu okuyup öğrenmediler mi" Ayetin met­nindeki 'Derasû' kelimesi, silmek yoketmek anlamına da gelebil­mektedir. Arapça'da 'Dereset er-rıyhul âsâr=Rüzgar izleri sildi' de­yimi, bu anlamda kullanılmaktadır. 'Hatt-ı dâris=silinmiş yol', 'Rab'i dâris=yıkık ev' de bu anlamdadır.
Bize göre şu ayet bu tefsire daha münasip düşmektedir: "Ken­dilerine Kitab verilenlerden bir fırka, Allah'ın Kitabı'nı sanki bil­miyorlarmış gibi arkalarına attılar ve tutup Süleyman'ın krallığı­na dair şeytanların uydurduğu şeylerin ardına düştüler". (Baka­ra/101) Yani şeytanların nevalarına ve uydukları yola girdiler. Yine bu tefsir Allah Teala'nm şu buyruğuna da uygun düşmektedir: "Onu sırtlarının arkasına attılar ve onu ucuz bir paha karşılığında sattılar. Ne kadar da kötü bir alışveriş yapıyorlar!" (Al-i İmran/187) Her halükarda, onların Allah Kitabı ile amel etmemeleri, onu at­maları, uzaklaştırmaları, itmeleri ve dünyalık karşılığında satma­ları olarak tavsif edilmiştir. Azap ve cehennem tehdidiyle ilgili her ayette, korkanlar için bir öğüt ve korkutma, gafiller için de tarif ve tanımlama vardır. Bunu bilen elbette bilir. Allah Teala buyurdu ki: "Bu (ateş) ile Allah kullarını korkutur: Ey kullarım Ben'den sakı­nın". (Zümer/16) Yine O, cehennem azabıyla ilgili olarak şöyle bu­yurur: "O, inkar edenler için hazırlanmıştır  (Al-i İmran/131)
Selef alimlerinden biri şöyle demiştir: Kul, bir sureyi okumaya başladığı zaman, onu bitirinceye kadar melekler ona salat ederler. Kimi kul da vardı ki bir sureye başladığı zaman onu bitirinceye ka­dar melekler ona lanet ederler. Denildi ki: Peki bu nasıl olur? Dedi ki: Kul, o surenin helalini helal, haramını haram saydıkça melek­ler ona salat ederler. Aksi takdirde ona lanet ederler. Bir alim de şöyle demiştir: Öyle kullar vardır ki, Kur'an okurken farkında ol­madan kendilerini lanetlerler; "Dikkat edin, Allah'ın laneti zalimler üzerinedir" (A'raf/44) ayetini okur, ama kendisi de zulüm içinde­dir. "Allah'ın lanetim yalancılar üzerine kılarız" (Al-i İmran/61) ayetini okur, ama kendisi de yalancılardandır.
Süfyan-ı Sevri de (ra) Allah Teala'nm "Yeryüzünde haksız yere kibire kapılanları ayetlerimden çevireceğim" (A'raf/146) ayetinin tefsirini yaparken şöyle der: Yani onu anlamaktan çevireceğim. Al­lah Resulü de (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim dinar ve dirhem bakımından büyüyünce İslâm'ın hey­beti onlardan sökülüp alınır. İyiliği emredip kötülükten sakmdır-mayı terkettiklerinde ise vahyin bereketinden mahrum kılınırlar. Fudayl b. Iyaz da (ra) der ki: Kui^an'ı anlamaktan mahrum bırakı­lırlar.
Islâmi emirleri boşa çıkaranların Kur'an okumalarının kınan­ması ve zemmedilmesiyle ilgili hadis ve sözler oldukça fazladır. Bunlara misal olarak Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini zikredebi­liriz:"Ümmetimin münafıklarının çoğunluğu Kur'an okuyanlar­dır"[23][23]Hasan el-Basri de (ra) şöyle derdi: Sizler Kur'an okumak için mesafeler koydunuz; geceyi deve yapıyorsunuz ve ona binerek bu mesafeleri alıyorsunuz. Oysa sizden öncekiler onu Rablerinden gel­miş emirnameler olarak görüp geceleri üzerinde düşünür, gündüz­leri de tatbik ederlerdi. Ondan önce de İbni Mesud (ra) şöyle demiş­tir: Kur'an onlara sanki bilgileri olsun diye indirilmiş gibi onu oku­yup incelemeyi amel sayarlar; böyleleri arasında öyle kimseler var­dır ki, Fatiha'&an başlayıp sonuna kadar tek bir harf bile eksiltme­den bütün Kur'an'ı hatmeder de onunla ameli tamamen eksiltir.
Ibni Ömer (ra) ve Cündüb'den (ra) rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denilmektedir: Biz, kendi zamanımızda öyle bir devir yaşadık ki, bizden birine Kur'an'dan önce iman verilirdi. Sonra Muham-med'e (sav) bir sure indirildiğinde hemen onun helal ve haramını, emir ve yasağını, öğrenilmesi gereken inceliklerini -sizin Kur'an'ı öğrendiğiniz gibi- öğrenirdik. Sonra öyle bir zaman geldi ki bazı kimseler görüyorum, Kur'an ona imandan önce veriliyor. Fati-ha'dan sonuna kadar bütün Kur'an'ı okuyup hatmediyor ama, ne emir ve yasağını, ne de bilinmesi gereken hususlarını öğreniyor ve işe yaramaz hurma taneleri gibi sağa sola saçıyor.
Durum aynen onların ifade ettiği gibidir. Çünkü Kur'an'ı oku­mak ile kasdedilen ve hedeflenen şey; onun emirlerine uymak, ya­saklarından uzak durmaktır. Zira onun hadlerini korumak farz ve kul bundan hem mesuldür, hem de terketmesi halinde ceza göre­cektir. Oysa onun harflerini koruyup ezberlemek farz değildir. Kul gücü yettiği halde onu ezberlememesi halinde ceza görmeyecektir. Allah Teala buyurdu ki: "Çünkü Biz senin üzerine ağır bir söz indireceğiz". (Müzzemmil/5) Bu sözün yani Kur'an'm ağırlaşmasını sağlayan, onunla yapılacak ameldir. Aksi takdirde, onun sadece zikredilmesi hafif ve kolay kılınmıştır. Bu hususla ilgili bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Üzerinde kalpleriniz ısı-nıncaya ve derileriniz yumuşayıncaya kadar Kur'an okuyun. Eğer ihtilafa düşerseniz, Kur'an okumuyor sunuz dur".[24][24] Başka bir riva­yette ise "İhtilafa düştüğünüzde onu okumayı bırakın" dediği bildi­rilmektedir.
Kendisine Kur'an'ı okuduğum değerli bir şeyh bana şunu nak­letti: Kur'an'ı bir şeyhime okudum. Onu hatmettiğimde tekrar oku­mak için kendisine döndüm. Beni azarladı ve şöyle dedi: Kur'an okumayı benim için amel haline getirdin. Git de biraz Allah Tea-la'ya oku ve ne kadarını işittiğine ve ne anladığına bir bak!
Allah Resulü'nün (sav) ashabı (ra) arasında da bir veya iki cüz, hatta sayılı bir kaç sure veya iki sure ezberlemiş olanlar vardı. El­bette bir hizib ezberlemiş olanlar da vardı. Bir hizib Kur'an'm ye­dide biridir. Sadece Bakara ve En'am'ı ezberlemiş olanlar da vardı. Allah Resulü (sav) Darü'l-Beka'ya irtihal ettiğinde yirmi bin saha-bi (ra) Kur'an'ı yüzüne hiç bakmaksızın okuyabiliyordu. Bunlar arasında onun tamamını ezbere bilmeyenler altı ya da bir rivayete göre iki kişiydi. Bazıları derler ki: Dört halifeden hiç biri onun hıf­zını tamamlamamıştı. İbni Abbas (ra), Übeyy b. Ka'b'a (ra) hatmet­miş, Abdurrahman b. Avf da (ra) İbni Abbas'a (ra) okuyarak dinlet-mişti. Osman b. Affan da (ra) Zeyd b. Sabit'e (ra) okumuştu. Suffe ashabı da (ra) Ebu Hüreyre'ye (ra) okumuşlardı. Bu sahabilerin hepsi de Kur'an'm emirlerine uyan, yasaklarından sakınan, onu bi­len ve nkhına sahip olan insanlardı.
Yusuf b. Esbat kendisine Kur'an'ı hatmettiği zaman neyle dua ettiğinin sorulduğunu ifade ettikten sonra şu cevabı verdiğim söy­lemektedir: Her hangi bir şeyle dua eder ve tilavetimden dolayı yüz kere istiğfarda bulunurum. Yine o şöyle derdi: Ben Kur'an'ı yudum­layarak okurum. Onu okurken bir şeyini düşünüp de Allah'ın gaza­bına uğramaktan korktuğumda teşbih ve istiğfara dönerim.
Şunu iyi bil ki, kul için Kur*an kıraatmdan gelebilecek fayda, bizzat onun Kur'an'ı tazim etme, anlama, müşahede etme ve onun­la teamüle girme derecesine bağlıdır. Çünkü Kur'an, Allah Tea-la'nm mahlukat alemindeki şiarlarının en büyüklerinden biridir ve Zatı'na delalet eden yeryüzü ayetlerinin en büyüğü ve üzerimizde­ki mükemmel nimetlerinin en güzelidir. Kulun Allah Teala'ya olan tazimi, O'na karşı takvası kadar olacaktır. Hitab-ı İlahi'yi anlama­sı ve onu yüceltmesi de, Kelam sahibi olan Allah Teala'ya olan ma­rifeti, iclali ve O'nun korkusu mesabesinde olur.
Kelam sahibi olan Allah Teala, kulun kalbinde ve idrakinde bü­yüdükçe Allah Teala da ona, Kelamı üzerinde düşünme gücü ihsan edecektir. O, Allah Teala'nm hitabı üzerinde tefekkürünü uzattık­ça, onu sık sık tekrarladıkça, bir hadise olduğunda hemen hatırla­yabildikçe ve gerektiğinde zikre debildikçe Allah'tan korkmuş ve la­yıkıyla sakınmış olur. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmakta­dır: "Onun ihtiva ettiklerini hatırlayın, umulur ki sakınırsınız". (A'raf/171) Yine O, şöyle buyurmaktadır:"Allah, ayetlerini işte böy­le açıklıyor, umulur ki sakınırlar ve umulur ki öğüt alırlar". (Baka­ra/187)
Her söz, sahibine göre değerlenir. Eğer sözün sahibi, yüceltilir-se söz de yüceltilir ve insanın kalbindeki yerinin yüksekliğine göre önemli bir yerde yer alır. Aynı şekilde söz sahibinin basit biri olma­sı halinde, söylediği söz de önemsenmeyecektir. Allah Teala buyur­du ki: "O'nun benzeri bir şey yoktur". (Şura/İl) Yani azamet ve güç bakımından hiç bir şey O'na denk değildir. Dolasıyla hüküm ve be­yan bakımından, O'nun sözü kadar kuvvetli bir söz de yoktur.
Tevrat'ta Huneyn suresini okurken şu ibare ile karşılaştım: "Ey kulum, Ben'den utanmıyor musun? Bir yere giderken yolda bir kar­deşinin mektubu sana geldiği zaman, hemen onu okumak için otu­rursun. Onu harfi harfine okur, üzerinde kafa yorar ve hiç bir kısmini atlamamaya özen gösterirsin. îşte bu da sana indirdiğim Be­nim Kitabım. Bak bakalım onun kaç sözü sana ulaşmış ve onu kaç kere tekrar etmiş, enine boyuna düşünmüşsün? Sonra bir de ondan yüz çevirmektesin. Yoksa Ben, herhangi bir arkadaşından daha mı hafifim? Ey kulum, bir arkadaşın yanma geldiği zaman, bütün çeh­renle ona döner ve sözüne bütün kalbinle kulak verirsin. Eğer baş­ka biri konuşsa veya sizi meşgul edecek bir şey yapsa, hemen onun kesmesini işaret edersin. Bak Ben sana yönelmişim ve sana konuş­maktayım. Oysa sen, kalbinle Ben'den yüz çevirmiş bir haldesin. Yoksa Beni, samimi bir arkadaşından daha mı aşağıda görüyor­sun?" -Ya da olduğu gibi-.
Gece ibadetine kalkmak, Hitab-ı îlahi'yi anlamak isteyen Ehl-i Leyl'e hafif ve kolay gelirken, kalpleri onu anlamaktan tamamen uzaklaştırılmış ve kalın bir perdeyle örtülmüş Ehl-i Nevm'e (=uy-kucular) çok ağır gelmektedir. Allah Teala buyurdu ki: "O, göklere ve yere ağır geldi". (A'raf/187) Yani, Kıyametin ne zaman kopacağı­nın bilgisi gizlendiği için her ikisine de ağır geldi. Zira bilgisi gizli olan şey, ağırlık kazanır. Muhakkak Allah Teala daha iyi bilir. [25][25]



Bu fasılda, Kur'an'ı sesli okuma, bunun hangi niyetlerle yapılabile­ceğini, sesli ve sessiz okumanın hükümlerini anlatacağız. Allah Re-sulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Gizli okumanın, sesli okumaya olan üstünlüğü, gizli sadakanın açıktan verilen sadakaya olan üs­tünlüğü gibidir". [26][26] O, başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Kur'an'ı sesli okuyan, sadakayı göstererek veren gibi, onu sessiz okuyan ise, sadakayı gizli veren gibidir" [27][27] Meşhur bir haberde ise şöyle denilmektedir: "Amelin gizli olanı, açık olanından yetmiş kat daha üstündür". Genel olarak nakledilen haberlerden biri de şöyle­dir: "Rızkın hayırlısı yeterli olanı, zikrin hayırlısı ise gizli olanıdır". Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Akşam ile yatsı arasında ba­zınız bazınıza sesli okumasın". [28][28]
Said b. el-Müseyyeb (ra) bir gece, Mescid-i Nebevi'de Ömer b. Abdülaziz'in (ra) seslice Kur'an okuyarak namaz kıldığına şahit ol­du. Ömer (ra) sesi güzel bir insandı. Said (ra) hizmetçisi Bürd'e şöy­le dedi: Şu namaz kılana git ve sesini kısmasını söyle. Bunun üze­rine hizmetçisi şöyle dedi: Mecid, bizim değil ki! Bu adamın da on­da bir payı var. Said sesini yükselterek şöyle seslendi: Ey namaz kı­lan! Eğer kıldığın namaz ile Allah rızasını umuyorsan, sesini alçalt. Eğer insanlara göstermek için yapıyorsan bil ki, onların Allah ka­tında sana hiç bir faydaları olmayacaktır! Ömer (ra) bunun üzerine sustu ve namazını kısa tutup selam verdikten sonra terliklerini alarak hemen mescitten uzaklaştı. Bu hadise olduğunda kendisi Medine emiri idi.
Allah Resulü (sav) teheccüd namazı kılan ashabının sesli oku­dukları Kur'an'ı dinler, bunu tasvib ederek okudukları Kur'an'ı dik­katle dinlerdi. Hatta onlara gece Kuranı'nı sesli okumalarını em­rederdi. Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Siz­den biri teheccüd namazına kalktığı zaman namazında sesli oku­sun. Çünkü melekler ve dünyayı idare edenler, okumasını dinler ve onun beraber namaz kılarlar". Allah Resulü (sav), gece vakti üç sa-habisini üç ayrı halde gördü. Biri, sessizce okuyordu. Bu, Ebu Be­kir (ra) idi. Bu husus kendisine sorulduğu zaman şöyle dedi: Benim münacaat ettiğim, beni işitir. Bir diğeri ise, Kur'an'ı seslice okuyor­du ki bu da Ömer (ra) idi. Allah Resulü (sav) neden sesli okuduğu­nu sorduğu zaman şöyle dedi: Böylece uyku isteğini dağıtır ve şey­tanı uzak tutarım. Bir üçüncü sahabisi olan Bilal (ra) ise, bir sure­yi sesli, bir diğerini sessiz okuyordu. Allah Resulü (sav) neden böy­le yaptığım sorduğu zaman şöyle dedi: Güzeli güzelle karıştırıyo­rum. Allah Resulü (sav) her üçünü de gördükten sonra şöyle buyur­du: Hepiniz de güzel ve doğru olanı yapmaktasınız"[29][29]
Allah Teala daha iyi bilir, ancak bize göre kulun sesli okuma ci­hetinde bir niyeti veya kaygısını giderme gibi bir isteği yoksa, ses­siz okuması daha faziletlidir. Çünkü bu muamele, ibadetin selame­tine daha yakın, tilavetin afetlerden uzak kalmasını daha çok te­min edicidir. Ama sesli okuma niyeti taşıyan ve Rabbi ile muame­lesinde buna alışmış olan kul için, elbette sesli okumak daha fazi­letlidir. Çünkü böyle yapmakla, gece namazında Kur'an'ı sesli oku­ma sünnetini de eda etmiş olur. Zira onu sesli okuyan kimse, sade­ce kendisine fayda sağlamış olur. Oysa sesli okuyan kimse, hem kendisine, hem de başkalarına fayda sağlamış olur ki "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır". İnsanlara, Allah Teala'nın Kelamı ile faydalı olmak, tabii ki yapılacak faydaların en büyüğü­dür. Çünkü kul, Kur'an'ı sesli okumak suretiyle, bir amel içinde ikinci amelini de ifa etmiş olmaktadır. Dolayısıyla böylesi daha fa­ziletlidir.
Kul, Kur1 an okumaya başlarken şöyle demelidir:
"Kovulmuş şeytanın şerrinden her şeyi işiten ve bilen Allah Te-ala'ya sığınırım. Rabbim, şeytanın fısıltılarından Sana sığınırım. Rabbim, onların kalbime girmelerinden de Sana sığınırım". Kul, bundan sonra Fatiha ve Nas surelerini okumalı ve her sureyi bitir­diğinde "Allah Teala doğru buyurdu, Allah Resulü de tebliğ etti. Al-lahım, bunlarla bize fayda sağla, onları bizim için mübarek eyle. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır. Hayy ve Kayyum olan Al­lah'tan mağfiret dilerim".
Kalbini ve uzuvlarını Allah'ın yasak kıldıklarından koruyan kimse, Kur7an ile sonuna kadar amil olan kimsedir. Çünkü Kur'an, kulun bütün uzuvlarına ve bütün benliğine bölünmüş durumdadır.
Kur'an-ı Kerim'i sesli okumak, yedi değişik niyetle olur:
1. Tertil; Kur'an'ı tertil üzere yani tecvid kaidelerine uygun ola­rak okumak, müslümanlara emredilmiş bir vazifedir.
2.  Kur'an okurken sesi güzelleştirmek; bu, mendub görülen bir husus olup Allah Resulü (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ı   seslerinizle   süsleyin" [30][30] Yine   O,   şöyle  buyurmuştur: "Kur'an'da teganni etmeyen bizden değildir". [31][31] Buradaki teganni, Kur'an okurken sesi güzelleştirmeye dikkat edilmesidir. Hadisin tefsiriyle ilgili iki görüşten biri bu olup Arapça alimlerine göre de sağlıklı olan görüş budur. Diğer görüş ise, onunla yetinmeyen ve yeterli görmeyen, anlamındadır. Bu anlamda, 'Yeteğânâ bih=Onun-la yetindi' ifadesi misal gösterilir.
3. Kur'an'ı kulaklarına da dinletmek ve sesli okumak suretiyle kalbini uyanık tutarak ayetleri üzerinde düşünüp manalarını anla­maya çalışmak; bunlar da ancak sesli okuma ile tahakkuk edebile­cek hususlardır.
4. Sesi yükseltmek yoluyla şeytanı ve bastıran uykuyu kovala­mak;
5. Kur'an'ı sesli okuyarak uyuyan birini uyandırmak ve Allah'ı zikretmesini sağlamak gayesiyle sesli okumak. Böylelikle uyuyan bir kalbin ihya edilmesine vesile olunmuş olabilir.
6. Boş ve gafil biri, seslice Kur'an okuyan birini gördüğünde, gayrete gelip Allah'a hizmet yoluna özenebilir. Böylece sesli okuyan kimse, iyilik ve takva üzerinde böyle birine yardım etmiş olur.
7. Kur'an'ı sesli okumak suretiyle amelini çoğaltmak ve kıyamı­nı devam ettirmek isteyen kişi de, böyle bir alışkanlığa sahipse bu­nu yapabilir.
Kul, eğer bu niyetlerden birine inanarak, bunları talep ederek, Allah Teala'ya yakınlaşmak maksadını güderek, kendini bilerek, maksad ve niyetini sağlam tutarak ve kendisini rızası uğrunda amel etmeye sevkeden Rabbini düşünerek Kur'an-ı Kerim'i sesli okursa, böyle bir durumda sesli okuması daha faziletlidir. Çünkü onun böyle yapmasında, bir değil birden fazla amel sevabı vardır.
Bir amelin fazileti, onun için sahip olunan niyetlerin çokluğuyla hesap edilir. Alimlerin yüksek bir makamda olmaları ve onların amellerinin diğerlerinin amelleri karşısındaki üstünlüğü, amellerin­de güttükleri niyetleri yakinen bilmelerinden ve inanmalarından do­layıdır. Tek bir amelde on değişik niyet bulunabilir. Alimler, bu niyet­lerin hepsini bildikleri için, onların şuuruyla amel eder ve on ecre de nail olurlar. İnsanların amel bakımından en yüklü olanları, niyet ba­kımından en çok, maksad ve edebi bakımından en güzel olanlarıdır.
"Rabbinin nimetine gelince onu anlat". (Duha/11) ayet-i kerime­sinin tefsiriyle ilgili bir tefsirde şöyle denilmektedir: 'Onu anlat­mak' Kur'an okumakla olur. Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kim Allah'ın Kitabı'ndan bir ayet dinlerse, o ayet Kıyamet'e dek kendisine nur olur". [32][32] Başka bir rivayette ise "Ona on hasene yazı­lır" denilmektedir.
Kur'an okuyan kimse, ecir bakımından dinleyen kimsenin orta­ğı sayılır. Çünkü bu ecri ona kazandıran odur. Bir alim de bu hu­susla ilgili şöyle demiştir: Okuyan kimseye bir ecir, dinleyen kim­seye iki ecir vardır. Başka bir alim ise "Dinleyene dokuz ecir var­dır" demiştir ki bize göre her ikisi de sahihtir. Çünkü her iki dinle­yici de dinleme güzelliğine ve niyetine göre ecrini alır.
Kur'an okuyan kişi, başkalarına böyle ecir ve sevaplar kazandı­rırken kendisi de ecir kazanır. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle bu­yurmuştur: "Hayıra delalet eden onu yapan gibidir". [33][33] Özellikle Kur1 an okuyan kimse onu bilen, onda fıkıh sahibi olan bir kişi oldu­ğunda her okumasında ve her durağında dinleyen için bir hüccet ve ilim temin etmiş olur.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) Aişe'yi (ra) beklemekteydi. Ai-şe (ra) geç kaldı. Allah Resulü de (sav) ona "Neden geciktin?" diye sordu. Aişe (ra) "Bir adamın Kur'an okumasını dinliyordum. Daha önce böyle güzel sesli birini dinlememiştim" dedi. Allah Resulü de (sav) gitti ve uzun süre onu dinledi. Sonra odasına döndü ve "Bu, Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim'dir. Ümmetimde Kur"an'ı böyle oku­yan birini varettiği için Allah'a hamdolsun" buyurdu" [34][34]
Yine bir gece Allah Resulü (sav) Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) ile beraberken Abdullah b. Mesud'u (ra) Kur'an okurken duydu. Uzun süre orada kaldılar. Sonra Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Kur'an'ı indirildiği gibi okumak isteyen kimse, onu İbni Ümmi Abd'in kıraati üzerine okusun" [35][35] Başka bir defasında Allah Resu­lü (sav) İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Kur'an oku! O da şaşırarak şöyle dedi: O sana indirilmişken ben nasıl sana okuyabilirim? Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Onu, başkalarından dinlemeyi sevi­yorum. O okurken Allah Resulü'nün (sav) gözleri yaşarıyordu. Bu durum tam 'Her ümmetten bir şahit getirdiğimizde, seni de onlar için şahit olarak getirdiğimizde' (Nisa/41) ayetini okurken oldu". [36][36]
Allah Resulü (sav) Ebu Musa el-Eş'ari'nin (ra) kıraatini de din­lemiş ve şöyle buyurmuştur: "Buna Davud'a (as) verilen Mezmur-lardan biri kadar sevap verildi". [37][37]  Bu hadis, Ebu Musa'ya (ra) bil­dirilince şöyle dedi: Ey Allah Resulü, eğer senin dinlediğini bilsey­dim, onu daha da güzelleştirirdim.
İbni Mesud da (ra) Alkame b. Kays'a huzurunda Kur'an okutur ve şöyle derdi: Anam babam sana feda olsun, onu tertil ile oku. Al­kame de Kur'an'ı güzel sesle okuyanlardandı. Haberde de şöyle ri­vayet edilir: Ömer (ra) İbni Mesud'a (ra) şöyle derdi: Bize Rabbimi-zi zikrettir! İbni Mesud da (ra) onun huzurunda Kur'an okurdu. Bu meclisleri o kadar uzardı ki bazan namaz vaktinin ortalarına geli­nir ve Ömer'e (ra) şöyle denirdi: Ey müminlerin emiri, namaz na­maz! O da şu cevabı verirdi: Biz de namazda (=salat) değil miyiz? O bu sözüyle sanki Allah Teala'mn şu buyruğunu tevil eder gibiy­di: "Muhakkak ki Allah'ın zikri daha büyüktür". (Ankebut/45)
Basra abidlerinden biri şöyle derdi: Bir Bağdatlı'nm yazdığı, 'Riyanın manaları ve nefis afetlerinin sırları' adlı kitabı okuduktan sonra her şey değişti. Eskiden gece yürürken teheccüd namazına kalkanların okudukları Kur'an'ı dinlerdim. Sesleri, oluklardan bo­şalan suların sesine benzerdi. Bunda bir güzellik ve aşinalık, na­maz ve tilavete özendirme vardı. Ama Bağdatlıların yazdıkları bu eser yüzünden, teheccüd ehlinin sesi çıkmaz oldu. Zaman içinde bu adet giderek azalmaya başladı ve bugün tamamen terkedildi.
Eğer kul, yukarıda saydığımız niyetlerden herhangi birine ol­sun sahip değilse, bunlara karşı dalgın ve gafil ise bir tür afete düş­müş demektir. Kalbinde ve düşüncesinde hevasına dönük bir şey­ler bulunabilir. Bu durum onun için bir illet olup böyle bir durum­da sesli okumadan sakınması gerekir. Kalbindeki ağırlığa rağmen yine de sesli okursa, kalbine yerleşmiş olan illetten dolayı ameli fa-sid olur. Bu haldeki kul, kemalden ziyade eksikliğe daha yakın, ih-lasa ise olabildiğince uzaktır. Böyle bir durumda, kul itilasını art­tırmaya çalışmalıdır. Çünkü kalbindeki illeti söküp atmanın yolu budur. İhlas, kalbi için daha uygun, ameli için daha sağlıklı ve akı­beti için daha güzel bir davranıştır.
Kul, namaz veya tilavet esnasında heva ve arzularının tadını alır ve bunu İhlasın tadlanndan biri zannedebilir. Halbuki bu, giz­li şehvetin çok gizli bir tezahürü ve ihlastaki eksikliğin belirtisidir. Bunu ayırdetmek, sülük terbiyesi zayıf olan kimselere zor gelebilir. Çünkü bunu ancak ilim sahipleri farkedebilirler. Dünya hayatında İhlasın tadını ancak zahidler alabilir. İnsanlar da bu hususiyetle­rinden dolayı onları medhederler.
Yaratanları ile güzel muamelelerinden ve sadık hizmetlerinden lezzet alanlar ise Allah Teala'nm aşıkları (=muhibbân) ve O'ndan korkanlardır. Bu tad ve zevk alma hali, şu iki husustan biriyle kay­bolur: İlki övgü ve yerginin denk olmasıyla birlikte nefsin zail ol­masıdır ki bu, Zühd makamının hallerinden biridir. İkincisi ise, ya-kini müşahedeye nail olarak kalpten hali olmaktır ki bu da, Mari­fet makamıdır. Bu iki makamda sır ile aşikârlık bir olur. Aşikârhk, takva ve adalet imamları açısından daha faziletli olabilir.
Bu meyanda hayır ehlinden bir kişi şöyle demişti: Bir seher vakti bana ait yola yakın bir odada Taha suresini okuyordum. Onu bitirdikten sonra içim geçmiş de uyuyakalmışım. Rüyamda sema­dan inen bir adam gördüm. Elinde beyaz bir sayfa vardı. Huzurum­da onu yaydı, baktığımda Taha suresinin yazılı olduğunu gördüm. Her kelimesinin altında on hasene vardı. Yalnız bir kelimenin yeri boştu, onun altında hiç bir şey yoktu. Bu beni tasalandırdı, kendi­me şöyle dedim: Allah'a yemin ederim ki, ben bu kelimeyi de oku­dum, ama onun ne savabı var ne de kendisi! Bunun üzerine o kişi şöyle dedi: Doğru söylüyorsun, sen onu okudun biz de bunu senin için yazdık. Ancak orada bize seslenen birini duyduk: Onu silin ve boş bırakın. Biz de bunun üzerine onu ve sevabını sildik. Rüyamda ağladım ve 'Niçin böyle yaptınız?1 diye sordum. Dediler ki: Sen okurken yoldan bir adam geçti. Sen, ona duyurabilmek için sesini daha da yükselttin, biz de bunun üzerine onu sildik.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir ki:
"O, bir adamın Kur'an'ı sesli olarak okuduğunu duydu. Bunun üzerine ona şöyle seslendi: Ey falanca! Sesini bana değil Allah'a du-yur!"
Bilin ki şöhret tutkusu (Sum'at='Duysunlar diye' okumak), riya ile bitişiktir ve onunla aynı hükme sahiptir. Aynı riya gibi, ameli if-sad edip, amilin ecrini eksiltir. 'Sum'a' kelimesi, Semi'a=işitti, din­ledi' kelimesinden türetilmiştir. Kul, amelini Allah'tan başkasına duyurmak, nefsi zaafı ve hevasınm baskısından dolayı insanlara dinleterek övülmek isterse, ameline Allah'tan başkasını şirk koş­muş ve amelini boşa çıkarmış olur. Bu davranışı, tevhidin özünü kavramadığını gösterir. Oysa Allah'tan başka fayda edecek, zarar verecek, bağışta bulunacak ve engelleyecek birinin olmadığını kesin olarak bilseydi, tevhidi Allah'a has kılınır, şirkten arınır, ameli de riya illetinden beri kalırdı.
Riya kelimesi de aynı şekilde 'Ra'yü'l-ayn=göz görmesi' kelime­sinden alınmıştır. Bu anlamda 'Sum'a' kelimesini de benzer hükme sokmak mümkün olur. Bir hadiste şöyle rivayet edilmektedir: "Al­lah Teala, sum'a yapanın ve riyakarın amelini kabul etmez". Baş­ka bir hadiste ise şöyle rivayet edilir: "Kim sum'a yaparsa, Allah Teala da ona sum'a yapar. Kim de riya ederse, Allah da ona riya eder, onu aşağılar ve hakir görür".[38][38]
Ancak Allah Kelamı'nı öğüt alması, düşünmesi veya dinleyerek istifade etmesi ve ibret alması için bir din kardeşine duyurmak için sesini yükselten kişi, eğer bu niyetinde samimi ise 'Sum'a' kapsa­mına girmez. Çünkü onda hüsnü niyet, sahih bir maksad varolup dünyada medhedilme veya dünyevi bir menfaat elde etme gayesi­nin karıştığı riya afeti mevcut değildir.
Nitekim Ebu Musa el-Eş'ari (ra) sesini yükselterek okurken böyle bir ruh hali içinde olduğu için "Eğer senin dinlediğini bilsey­dim, onu senin için daha da güzelleştirirdim"[39][39] dediği zaman Allah Resulü (sav) tarafından yadırganmamıştır. Çünkü o bunu söyler­ken, hüsnü niyet sahibi idi ve güzel bir gayesi vardı.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O ashabıyla beraber giderken, sızlanan ve ah vah eden birini gördü. Beraberindekiler, 'Ey Allah Resulü, onu riyakâr olarak görür müsün?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: 'Hayır, aksine o çok sızlanan ve ah vah ede­rek Rabbine yönelen biridir".[40][40]
Bilin ki, iman selameti ve sadakat üzere yemek yiyip uyumak, her halükârda, yapmacıklık ve halka şirin görünmek maksadıyla oruç tutup teheccüd namazına kalkmaktan hem hal, hem makam hem de sonuç bakımından çok daha faziletli ve üstündür. Bunu bil­mek ve gereğini yapmak, aynı zamanda Allah'ı bilenlerin ilmî da­yanağıdır. Hasan el-Basri'den (ra) şöyle demiştir: Tadı, üç şeyde arayın. Eğer buldunuzsa müjdeniz olsun ve yolunuzda devam edin. Eğer bulamadıysanız o zaman kapınız kapalı demektir: Kur'an tilaveti, Zikir ve Secde. Başkaları buna sadaka ve seher vaktini de ilave etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'i mushafdan okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Denilir ki, mushafla yapılan bir hatim, ezberden yapı­lan yedi hatime eşittir. Çünkü mushafa bakmak, ibadettir. Saha-be'den (ra) ve Tabiun'dan (ra) bir çoğu mushafa bakarak okurlardı. Onlar mushafa bakmaksızın sokağa çıkmayı hoş görmezlerdi. Ri­vayete göre Osman (ra) fazla okuyup incelemekten dolayı bir mus-hafi dağıtmıştı. [41][41]



Bu fasılda ihya edilmesi müstehap olan ve lütfün umulduğu gece­lerin nasıl ihya edileceğini ve mübarek günlerde devam edilecek evradı anlatmaya çalışacağız.
Sene boyunca ihya edilmesi müstehap olan onbeş gece vardır. Bunlardan beşi Ramazan ayı içerisindedir. Ramazan ayının son on gecesinin vitri bu beş geceyi de ihtiva eder. Ramazan ayının onye-dinci gecesi de mühimdir, çünkü o gecenin sabahı Bedir gazvesinde iki ordunun karşılaştığı *Yevmü'l-Furkân=Ayrım Günü'dür. İbni Zübeyr (ra) bu gecenin, Kadir Gecesi olduğunu düşünürdü.
Diğer dokuz mübarek gece ise sırayla şöyledir: Muharrem ayı­nın ilk gecesi; Aşure gecesi; Receb ayının ilk gecesi; Receb ayının ortanca gecesi; Receb ayının yirmi yedinci gecesi ki Allah Resulü (sav) bu gece yürütülmüş ve Mi'rac gecesi olarak adlandırılmıştır; Arefe gecesi; Kurban ve Ramazan bayramı geceleri; Şaban ayının ortanca gecesi; Sahabe-i Kiram (ra), bu mübarek gecede her rekat­ta onbir defa İhlas okuyup toplam bin defa îhlas okuyarak yüz re­kat namaz kılarlardı. Onlar bu namazı 'Salatü'l-Hayr=Hayır Na­mazı' olarak adlandırırlardı. Bu namazın bereketini bilir ve onu kılmak için biraraya gelerek cemaatle kılarlardı.
Şaban ayının ortanca gecesiyle ilgili olarak Hasan el-Basri'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Allah Resulü'nün (sav) ashabından otuz kadarı bana şunu naklettiler: Bu namazı o gece kılan kimseye Allah Teala yetmiş kez bakar ve her bakışında kulun yetmiş ihtiya­cı giderilir ki bunların en hafifi mağfirettir.
Denildi ki: Allah Teala'mn "Bütün hikmetli işler kararlaştırılır". (Duhan/4) buyurduğu gece, bu gecedir. O gece yılın bütün işleri ka­rarlaştırılıp bir sonrakine kadar uygulanacak hükümler verilir. Muhakkak ki Allah Teala en iyi bilendir.
Bize göre sahih olan görüş, bütün bunların Kadir Gecesi'ne mahsus olduğu cihetindedir. Nitekim Kadir gecesi bu isimle anıl­mıştır. Kur'an da buna şahitlik etmekte ve mezkur ayetin başında da bu husus tesbit edilmektedir: "Biz onu mübarek bir gecede in­dirdik". (Duhan/3) Bunun hemen ardından, dördüncü ayette o ge­cenin özelliği anlatılarak 'Her hikmetli iş onda kararlaştırılır" buy-rulmuştur. Kur'an-ı Kerim kesinlikle Kadir Gecesi nazil olmuştur. Dolayısıyla üstteki iki ayet de Kur'an'm nüzuluyla ilgili olması ci­hetinden "Biz onu Kadir gecesi indirdik" (Kadir/l) ayetine uygun düşmektedir.
Mübarek günlerde evrada devam edilmesi hususuna gelince, bu tür günlerin sayısı ondokuzdur. Bu ondokuz günde evrada devam edilmesi ve ibadete ağırlık verilmesi müstehaptır. Bu ondokuz gün şunlardır: Aşure günü; Arefe günü; Receb ayının yirmiyedinci gü­nü; Ramazan ayının yirmiyedinci günü; Şaban ayının ortanca gü­nü; Cuma günü; Bayram günü ve bilinen günler (=Eyyâm-ı Ma'lu-mât) ki bunlar Zilhicce'nin on günüdür. Sayılı günler (=Eyyâm-ı Ma'dudât) ki bunlar Teşrik günleridir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: "Arefe günü tu­tulan oruç iki senenin kefaretidir; biri geçmiş senenin, diğeri gele­cek senenin. Aşura günü orucu ise bir senenin kefaretidir". Enes b. Malik (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir: "Cuma günü selim olunca diğer günler de selim olur. Rama­zan ayı selim olunca, bütün sene selim olur".
Alimlerimizden biri de şöyle demiştir: Kim şu beş günde gere­ken çabayı gösterirse, ahirette çaba göstermez. Bunlar, Allah Tea-la'dan lütuf ve ziyade sevap umulan günlerdir. Eğer bu günlerde de heva ve hevesinle uğraşır, dünyalıkla meşgul olursanız, Allah'ın lü­tuf ve fazlını ne zaman umabilirsiniz? Bu zatın kasdettiği beş gün; iki bayram günleri, Cuma günü, Arefe günü ve Aşure günü idi.
Bu günler dışında faziletli olan günler, pazartesi ve perşembe günleridir. Bu iki günde de ameller Allah Teala'ya yükseltilir.
Aylar arasında faziletli olanlar ise, dört haram aydır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb. Allah Teala bu ayları haksızlık ve saldırıda bulunmayı yasaklayarak tahsis etmiş, onları dokunul­mazlığı olan aylar olarak belirlemiştir. Zulüm ve haksızlık yapma­nın haram kılındığı bu mübarek aylarda ibadet ve takva işleriyle uğraşmak da çok makbul görülmüştür.
Bu aylarda yapılan ameller diğer aylara nisbetle daha faziletli olmakla beraber Zilhicce ayında yapılan ibadetler, en faziletli ola­rak görülmüştür. Bunu sebebi ise, haccm bu ayda ifa edilmesi, 'Ey-yam-ı Ma'lumât=Bilinen günler1 ve 'Eyyam-ı Ma'dudât=S ayılı gün­ler1 ile tahsis edilmiş olmasıdır. Daha sonra Zilkade gelir ki o da iki sıfata birden sahip olmakla şereflenmiştir: O, hem Haram aylar­dan biri, hem de hacc aylarından biridir. Muharrem ve Receb ise hacc ayları değildir. Şevval ise, haram aylardan olmamakla birlik­te hacc aylarmdandır. Ay içerisindeki en faziletli günler ilk ve son on gündür. Zilhicce ayının ilk ve son on günü, ardından Muharrem ayının ilk on günü, mübarek günlerdir. Bu günlerde yapılan amel­ler pek faziletlidir ve diğer aylarınkine göre sevab bakımından da­ha fazlacadır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim haram ayda şu üç gün oruç tutarsa, Allah Teala onu cehen­nemden yediyüzyıl uzaklaştırır: Perşembe, Cuma ve Cumartesi".
Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ha­ram ayın bir gününde tutulan oruç, diğer ayların otuz gününe denktir".
Bütün günler bakımından en faziletli vakitler ise, beş vakit na­mazın vakitleridir. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Resulü, Ramazan ayının son on günü gelince çarşafını dürer ve el­bisesinin alt kısmını bağlardı". Başka bir hadiste ise şöyle denil­mektedir: Ramazan'm son on günü girince, kendisi gayrete girer, ev halkını da gayr etlendirir di". Yani ibadet ve amellerle yorulur, onla­rı da yorulmaya teşvik ederdi.
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Amel edilen günler arasında Allah Teala'ya Zilhicce'nin on gününden daha üstün ve daha sevimli geleni yoktur. O günlerden birinde tutulan oruç, bir yıllık oruca bedeldir. O günlerde bir gece ibadete kalkmak, Kadir gecesi kıyam etmeye bedel­dir". [42][42] Denildi ki, 'Allah yolunda cihaddan da'. Başka bir rivayette ise 'Malı ve canıyla Allah yolunda cihada çıkıp da her ikisinden de olan kimsenin dışındakilerin cihadından da üstündür1. Hadisin başka bir lafzında ise şöyle rivayet edilmektedir: 'Ancak atı boğaz­lanan ve kendi kanı dökülen kimseninki dışında..'
Allah Teala, bir kulunu sevdiği zaman, kendisine en üstün se­vap ve ecirleri verebilmek için faziletli kıldığı vakitlerde, en fazilet­li amelleri ifa etmesini nasip eder. Bir kuluna gazap ettiğinde ise, haram aylardaki yasakları çiğnetmek, Allah'ın şiarlarını eksilttir­mek ve günahlarını arttırmak için faziletli vakitlerde en kötü ve en çirkin amelleri işlemeye sevkeder.
Denildi ki: "Tevfik-i İlahi'nin alâmeti üçtür: Sen kasdetmeksizin salih amellerin sana gelmesi; senin istemene rağmen kötülüklerin senden uzaklaştırılması; varlıkta ve yoklukta Allah Teala'ya muh-taciyet ve iltica kapısının açılması. Yardımsız bırakılmanın alamet­leri de üçtür: Talep etmene rağmen iyi amellere ulaşmanın zorlaş­ması; Korkmanıza rağmen kötü işlerin kolay kılınması; her durum­da Allah'a muhtariyet ve iltica kapısının kapalı olması. Allah Tea-la'dan hüsn-i tevfik ve güzel tercih nasip etmesini niyaz eder, kaza ve kaderin kötülüğünden de O'na sığınırız. [43][43]



Bu fasılda, Cuma gününü, makamını, adabını ve müridin o gün ve o gece yapması müstehap olan amellerini anlatacağız.
Cuma namazı, bazı sıfatların varolmasıyla birlikte farz, bazı sı­fatların bulunması durumunda da sakıt olan bir namazdır. Onun farz olması için, mukim olmak, gücü yetmek, Öğle vaktine girmek ve kırk hür adamın cemaat olması icab eder. Sakıt olması ise, sefe­ri olmak, ikindi vaktine girmek, sayıda eksik olmak ve özür sahibi olmak durumları için geçerlidir.
Bu namaz, emir sahiplerinin (=yöneticiler) öncülük etmesi gere­ken amellerden biri olup, onlar tarafından kıldırılır. Ancak ben, bi-datçı birinin arkasında kılınmış olması halinde öğle namazının far­zının tekrar edilmesini doğru bulurum. Büyük bir beldede iki cami bulunuyorsa, namaz kılınması en uygun olan, imamı üstün olan ca-miidir. Eğer fazilet bakımından müsavi iseler, o zaman daha eski olan camii tercih edilir. Bu bakımdan da müsavi iseler, o zaman -eğer ilim öğrenmek, öğretmek veya dinlemek gibi bir niyet yoksa-yakın olanda kılmak uygundur.
Cuma namazını mümkün olduğunca daha büyük camiide kıl­mak gerekir. Çünkü orada müslüman sayısı daha fazla olacaktır. Birini tercih ederek namazını onda kılanın namazı da geçerli olur. ibni Cüreyc der ki: Ata'ya şunu sormuştum: Bir şehirde iki veya da­ha fazla camii varsa, hangisinde kılmam daha doğru olur? Bana şu cevabı verdi: Müslümanların en fazla toplandığı camiide kıl. Çün­kü o, Cuma namazıdır ve Allah Teala İslâm'ı onunla yüceltmiş, süslemis ve müslümanları da onunla şereflendirerek diğer ümmetlere üstün kılmıştır.
Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler, Cuma günü (nama­za) çağrıldığınız zaman Allah'ı zikretmeye koşun ve alışverişi bıra­kın!" (Cuma/9) Cuma günü ezandan sonra, alışverişle uğraşmak fu-kahadan bir cemaata göre haramdır. Çünkü ayetteki yasaklama umumi bir ifadeye sahiptir. Bazılarına göre bu vakitte yapılan alış­veriş Tasid-geçersiz' sayıldığı için reddedilebilir.
Bana göre ise bu yasak, ikinci ezandan yani imanım minbere oturması anından sonrası için geçerlidir. Çünkü Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) devirlerinde bilinen Cuma ezanı vakti bu idi. Okunan ilk ezan ise, müslüınan nüfusun artmasından dola­yı Osman (ra) tarafından ihdas edilmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Namaz bittiğinde yeryüzüne yayılın ve Allah'ın lütfunu arayın". (Cuma/10) Bu ayet-i kerime, müminlere Cuma günü Allah Teala'yı zikretmelerini emretmekte, alışverişten uzak durmayı Öğütlemekte, O'nun lütfunu aramalarını isteyerek bunun karşılığında kendilerine hayır ve felah vaade dilmektedir. Bu ikisi, yani hayır ve felah, dünya ve ahiret hazinelerini cemeden iki isimdir.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Teala, Cuma namazını, size şu günümde ve şu makamımda farz kıldı".[44][44] Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim Cu-nıa'yı üç defa özürsüz olarak terkederse Allah onun kalbini mü­hürler".[45][45] Başka bir lafızda ise "İslâm'ı sırtının ardına atmış olur" ifadesi yer alır. Bir adanı İbni Abbas'a (ra) şöyle bir mesele sor­muştu: Bir kişi Cuma ve cemaat namazı kılmadan ölürse hükmü ne olur? İbni Abbas: 'Ateştedir dedi. Adam bu cevaptan sonra bir ay sürekli yanma geldi ve aynı soruyu sordu. O da her defasında 'Ateştedir dedi.
Cuma namazı için iki veya üç fersahlık [46][46] yola gidilebilir. Taşra ehlinden, namaza yetişebilmek için erkenden yola çıkan, ancak geceye kalan ama geri döndüğünde ailesinin yakınmasına muhatap olacak kimsenin Cuma'ya gitmesi müstehaptır. Cuma namazı şu beş zümreye farz değildir: Çocuklar, köleler, kadınlar, yolcular ve hastalar. Bu zümrelerden her hangibir kimse, Cuma'ya şahit olur ve kılarsa, sevabım almış ve farzını kılmış olur.
Konuyla ilgili rivayet edilmiş bir hadis şöyledir: "Cuma günü, Kitab ehlinden iki topluluğa verilmişti, ama onlar ihtilafa düştüler ve ondan çevrildiler. Allah Teala rahmetiyle onu bize bahşetti. O, bu günü İslâm ümmetine saklamıştı, Cuma'yı müslümanlar için bayram kıldı. Onlar bu günle Kitab Ehlinin önüne geçirilmişler, Ki­tab ehli de müslümanların ardından getirilmişlerdir".
Enes b. Malik'den (ra) rivayet edilen bir başka hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cebrail (as) bana geldi. Elinde beyaz bir ayna vardı. Bana şöyle dedi: İşte bu Cuma'dır. Allah Tea­la sana ve senden sonrakilere bir bayram olması için size farz kıl­dı. Dedim ki: Bizim için onda neler var? Dedi ki: Sizin için onda en hayırlı saat var; kim o saatta bir hayır için dua ederse, o onun kıs­meti olur ve Allah Teala da onu kendisine verir. Kısmeti verme kudreti olan Allah, onun daha büyüğünü saklamaya kadir değil mi­dir? Veya o saatta daha önceden düşeceği takdir edilen bir kötülük­ten Allah'a sığınırsa, Allah Teala kendisini o kötülükten koruya­caktır. Bizim katımızda o, günlerin efendisidir. Biz ahirette ona Zi­yade Günü deriz. Kendisine 'Neden?' diye sorduğumda şöyle dedi: Rabbin Cennet'te bir vadiye sahiptir. O tamamen beyaz miskle ko-kulandırılmıştır. Cuma günü İlliyyun'dan Kürsi'ye iner...Orada kullarına tecelli eder, onlar da O'nun vechine nazar ederler..." Bu hadis Müsned-i Elf&e tam metniyle rivayet edilmiştir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma'dır. Adem (as) o gün yaratılmış ve o gün cennete alınmış­tır. Yine o gün oradan indirilmiştir. Kıyamet o gün kopar. O, Allah katında daha ziyade sevap kaynağıdır. Gökyüzündeki melekler de onu böyle isimlendirirler. O, cennette Allah Teala'ya nazar etme gü­nüdür. [47][47] Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ayakları üzerinde duran hiç bir canlı yoktur, ki, Cuma günü ürperti içinde Kıyametin kopmasını bekliyor olmasın. Ancak şeytan ve isyankar Ademoğulla-n bunun dışındadır". [48][48] Denir ki: Kuşlar ve baykuşlar Cuma günü karşılaştıklarında şöyle selamlaşırlar: Selam, selam, salih bir gün.
Bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala, her Cuma gü­nü altıyüzbin kişiyi cehennem azabından azat eder. Enes'in (ra) ri­vayet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cuma günü selamette olunca, diğer günler de selamette olur". Ka'b da şöyle bir haber nakletmektedir: Allah Teala, yarattığı her şeyden birini diğerlerine üstün kılmıştır. Beldeler arasında Mek­ke'yi diğerlerinden üstün kılmıştır. Aylardan Ramazan'ı diğerlerin­den üstün kılmıştır. Günlerden de Cuma'yı diğerlerinden üstün kıl­mıştır.
Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Cehennem her gün zeval vaktinden önce güneş tam tepeye çıktığında alevlendirilir. Cuma günü dışında o vakitte namaz kılmayın. Çünkü Cuma'nm ta­mamı namaza müsaittir ve cehennem de o gün alevlendirilmez.
Kulun Cuma günü yapacağı en faziletli amel, Cuma namazını kılacağı camiiye erkenden gitmektir. Bunun için en güzeli ilk saat­tir. Eğer ilk saat gidemezse ikinci saat gider. Eğer onda da gide-mezse, o zaman üçüncü saatte gider. Çünkü Allah Resulü (sav) şöy­le buyurmuştur: "Cuma'ya ilk saatte giden bir dişi deve kurban et­miş gibidir, ikinci saatte giden, bir inek kurban etmiş gibidir. Üçün­cü saatte giden boynuzlu bir koç kurban etmiş gibidir. Dördüncü saatte giden, bir tavuk hediye etmiş gibidir. Beşinci saatte giden bir yumurta hediye etmiş gibidir. İmam minbere çıktığında ise amel defterleri dürülür, kalemler kaldırılır ve melekler minberin Önünde toplanarak zikri dinlemeye başlarlar. Bu vakitten sonra ge­len, sırf namazın hakkı için gelen gibidir. Onun için hiç bir ziyade sevap yoktur". [49][49]
Hadiste de anlatılan ilk saat, sabah namazının hemen sonrasın­da başlar. İkinci saat, güneşin yükselmeye başladığı vakittir. Üçüncü saat, Duha-i A'lâ da denilen güneşin yayılmaya başladığı, ayak­ların güneşin ısısıyla terlemeye başladığı kuşluk vaktinin yüksel­me zamanıdır. Dördüncü saat, zevalden önceki vakittir. Beşinci sa­at ise, zevale girdiği veya müstevi olduğu zamandır. Dördüncü ve beşinci saatler, erkenliği müstehab olan vakitler değildir ve beşin­ci saatten sonra gelenler için her hangi bir fazilet sözkonusu değil­dir. Çünkü imam, bu vaktin sonunda minbere çıkar ve bu vakitten sonra Cuma'nın farzını kılmaktan başka bir şey yapılmaz.
Denilir ki, insanların Allah Teala'ya yakınlıkları, Allah Teala'yı ziyaret ettiklerinde O'nu ne kadar çok düşündüklerine bağlıdır ki bu da, Cuma namazına gelişlerindeki erkenliğe göre ölçülür. îbni Mesud (ra) bir defasında Cuma namazı için erkenden mescide gel­miş ve orada kendinden önce gelen üç kişinin olduğunu görmüştü. Buna sıkılan îbni Mesud (ra) kendi kendini şöyle teselli etmişti: -Kendini kasdederek- dördün dördüncüsü de her halde Allah Tea­la'ya pek uzak değildir!
İşte Allah Resulü'nün (sav) ashabının imandaki yakin derecesi böylesine yüksekti. Bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edil­miştir: "Melekler, Cuma günü zamanında gelmeyerek geciken kulu merak eder ve birbirlerine şöyle derler: Falan ne yaptı acaba? Ne­den gecikti acaba? Allahım, eğer onu geciktiren fakirliği ise onu zengin kıl, eğer onu geciktiren hastalığı ise, ona şifa ver, eğer bir meşguliyeti varsa, onu bitirt, eğer heva ve hevesi onu geciktirdiyse kalbini Senin itaatma şevket!"
Cuma günü, kıssa anlatanların meclislerine oturmayın, çünkü bu mekruh görülmüştür. Namazdan önce bir zikir halkasına da ka­tılmayın. Maktu' bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki, eğer insanlar onlardaki hayrı bilselerdi onlar için deve koştururlardı: Ezan, cemaatta ilk saf ve Cuma'ya erkenden gitmek"[50][50]İbni Hanbel (ra) bu hadisi zik­rettikten sonra 'Bunların da en faziletlisi, Cuma'ya erken gitmek­tir1 demiştir.
Konuyla ilgili bir başka hadis de şudur: "Cuma günü olduğun­da melekler, ellerinde gümüş sayfalar ve altından kalemlerle mescidin kapılarına oturur ve ilk gireni yazarlar. Hk giren, onların mertebeleri üzeredir". Allah Resulü'nün (sav) Cuma hakkındaki bir diğer hadisi de şöyledir: "Allah Resulü (sav) Cuma günü, namaz­dan önce zikir halkası kurmayı yasaklamıştı.[51][51] Ancak Allah Tea-la'yı bilen, Allah Teala'nm sayılı günlerini zikreden, Allah'ın dinini fıkheden kimse, kuşluk vakti camiide oturursa, onun meclisine ka­tılmak mümkündür. Buna yapan kimse, camiye erken gitmekle ilim dinleme amellerini birleştirmiş olur.
Cuma günü gusletmek, ancak zaruret bulunması halinde terke-dilir. Cuma günü gusletmek, bazılarına göre farzdır. O gün evde gusletmek, daha hayırlıdır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Cuma günü gusletmek her ihtilamlı kişiye vacibdir".[52][52]
Nafi'in (ra) İbni Ömer'den (ra) rivayet ettiği meşhur hadise gö­re Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Cuma'ya gelen kişi gus­letsin".[53][53] Rivayete göre Ömer (ra) hutbe okurken mescide gelen Os­man'a (ra) şöyle demişti: Bu saatte mi geliyorsun? O da şu cevabı verdi: Ezanı duyduktan sonra sadece abdest almak için oyalandım ve hemen çıktım. Bunun üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: Yalnız ab­dest mi aldın! Bildiğime göre Allah Resulü (sav) bugün gusletmeyi emrederdi". Bize göre de, bilmesine rağmen yapmaması Osman (ra) için bir ruhsat bulunduğunu göstermektedir. Bu da müsned bir hadise dayanmaktadır: "Kim Cuma günü abdest alırsa onunla ye­tinir ve nimetlenir. Kim de guslederse, bilsin ki gusletmek daha fa­ziletlidir".[54][54]
Bir sahabe (ra) topluluğundan da şu hadis nakledilmiştir: "Biz­ler, yaz mevsiminde Cuma günü gusletmekle emrolunduk. Kış gel­diğinde ise, dileyen gusleder, dileyen de etmezdi". Allah Resu­lü'nden (sav) şöyle buyurmuştur: "Cuma'ya şahit olan kadın ve er­kekler gusletsinler".
Bu sebebledir ki Malik b. Enes (ra) şöyle derdi: "Kadınlar, Cu­ma'ya girdiklerinde onun için guslederler. Eğer cünüblükten dola­yı guslederse, buna niyet ederse Cuma guslünü de yerine getirmiş sayılır". Cünüblük için guslederken Cuma guslü için de niyet edil­melidir. Bu daha faziletlidir. Sahabeden biri, oğlunun yanına gitti­ğinde onun guslettiğini gördü ve sordu: Cuma için mi guslettin? Oğlu 'Hayır, cünüblük için guslettim' deyince, Sahabi şöyle dedi: Guslü tekrar al. Çünkü ben Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğunu duydum: Cuma günü gusletmek, her müslümana farzdır"[55][55]
Cuma günü fecrin doğuşundan sonra gusledilse, Cuma guslü ifa edilmiş olur. Ama o gün yapılan guslün en faziletlisi, Cuma için ca-miiye gitmeden önce yapılandır. Gusülden sonra namazı bitinceye kadar kadar abdestini bozmaması daha güzeldir. Alimler arasında bunu mekruh görenler de vardır. Ancak Cuma için camiye erken­den giden kişi, abdestini bozduğu için namazdan önce abdest alır­sa, yine gusül üzere sayılır.
Cuma guslünde dişleri misvaklamak, en uygun giysileri giymek ve şöhreti celbedecek elbiselerden uzak durmak müstehap görül­müştür. Cuma günü giyilecek en iyi renk beyazdır. Yemen bürdesi giymek de güzel olur. Cuma günü siyah elbise giymek, sünnet ol­madığı gibi siyah giyene bakmak da faziletli bir şey de değildir.
Cuma günü tırnakları kısaltmak ve bıyıkları düzeltmek müste-hapdır. Allah Resulü'nden (sav) bunun faziletine ve emrettiğine dair bir hadis rivayet edilmiştir. İbni Mesud (ra) ve diğerlerinden. Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu nakledilmiştir: "Kim Cuma gü­nü tırnaklarını keserse, Allah Teala ondan bir derdi giderir, yerine şifa verir".
Cuma'ya giden kimse, kokusu duyulan ama rengi belirgin olma­yan en güzel kokularını sürünmelidir. Erkek kokuları böyledir. Ka­dın kokuları ise, rengi belirgin ama kokusu belirgin olmayan yağ­lardır. Bu hususla ilgili bir hadis rivayet edilmişti.
Cuma günü sarık sarmak da müstehaptır. Bu hususta Vasile b. el-Eska'dan şaz bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Teala ve melek­leri, Cuma günü sarık saranlara salat ederler". Sarık sıcaktan do­layı sıktığı zaman, namazdan önce ve sonra sarığı çözmekte bir beis yoktur. Ancak evden camiye giderken sarıklı olmak gerekir. Na­maz kılarken de sarıklı olmak icab eder. Sarığın fazileti ancak bu hallerde tahakkuk eder. Eğer sarık çıkarılmışsa, imam minbere çı­karken tekrar takılmalıdır. Daha sonra sarıklı bir halde Cuma na­mazı kılınmalıdır. İstenirse, bundan sonra çıkarılabilir.
Cuma günü camiye giden kul, Allah rızası için çıktığını bilerek, huşu, tevazu, vakar, ağırlık, mahcubiyet ve sükunet halini muha­faza etmelidir. O gün bol bol dua ve istiğfarda bulunmalıdır. Evin­den çıkarken, Rabbini O'nun evinde ziyaret etmek, farzı eda ederek O'na yakın olabilmek ve mescidde Rabbiyle başbaşa kalmak için yola çıktığını kalbinden geçirerek niyet etmeli, uzuvlarını her tür­lü şehvet, heva ve hevesten uzak tutmalı, Rabbine hizmet ederken kendisini hiç bir şeyin meşgul etmesine izin vermemelidir.
O gün rahatı bir kenara koyarak dünyevi menfaatların ardına düşmemeli ve o günkü virdine devam etmelidir. O günün başını, Cuma namazını bitirinceye kadar namaz ile hizmete, ortasını ikin­di namazına kadar ilim ve zikir meclislerine katılmaya, sonunu da güneşin batınıma kadar teşbih ve istiğfara tahsis etmelidir. Selef-i Salih, Cuma gününü işte bu şekilde üçe taksim ederlerdi.
Eğer Cuma günü oruç tutulacaksa, perşembe veya cumartesi günleriyle birlikte tutulması güzel görülmüştür. Yalnız Cuma günü oruç tutmak mekruh sayılmıştır. Cuma ehlinden olduğu halde on­da oruç tutmayan kimse için müstehap olan, hanınııyla birleşmesi-dir. Bunun fazileti hakkında birçok hadis mevcuttur. Selef den ba­zıları da böyle yaparlardı.
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim Cuma günü guslet­tirir ve gusleder, sabah erkenden yola çıkar ve imama yakın olur da boş bir şeyle uğraşmazsa, attığı her adım için bir senelik oruç ve ge­ce kıyamı sevabı verilir".[56][56] Başka bir hadis ise şöyledir: "Eğer ima­ma yakın olur ve onu candan dinlerse, bu onun için iki Cuma ara­sına ve üç gün fazlasına kefaret olur".[57][57] Başka bir lafızda ise 'Diğer Cuma'ya kadar ona mağfiret olunur' buyrulmaktadır. Başka bir la­fızda ise, insanların boyunlarına basmaması şartı konulmuştur.[58][58]
Yukarıdaki hadisin başlangıç kısmındaki "Gassele=guslettirdi" ifade, hanımına da guslettirmesi, anlamında kinayeli olarak cinsi münasebeti ifade ediyor olabileceği gibi, 'Gasele=yıkadı' şeklinde okunup 'kendi başını yıkayıp bedenini guslettikten sonra kimsenin boynuna basmazsa' şeklinde de anlaşılabilir. İnsanların boyunları­na basmak mekruh görülmüştür. Bu hususta çok ciddi ve ağır teh­ditler mevcuttur. Bunu yapan kimse, kıyamet günü kendisi için ko­nan bir köprünün başka insanlar tarafından yıkılmasına neden olur.
İbni Cüreyc (ra) mürsel bir hadiste Allah Resulü'nden (sav) şu­nu rivayet eder: "Bir Cuma günü Allah Resulü (sav) hutbe verirken bir adamın insanların boyunlarına basarak ilerlediğini ve ön saffa oturduğunu gördü. Allah Resulü (sav) namazını bitirdikten sonra, özellikle o adama hitap ederek şöyle buyurdu: Ey falanca, neden bugün bizimle cemaata katılmadın? Adam da şaşkınlık içinde şöy­le dedi: Ey Allah Resulü! Cemaate katıldım. O zaman Allah Resu­lü (sav) şöyle buyurdu: Toksa insanların boyunlarına basarken gördüğüm sen değil miydin?!' Müsned bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cuma'yı bizimle birlikte kılmanı en­gelleyen nedir?" O da şöyle dedi: Beni görmediniz mi? Şöyle buyur­du: "Erken gelme bakımından geç kaldığını, mescide girerken de eziyet ettiğini gördüm".
Cuma günü kıssacıların meclisine de oturulmaz. Bu mekruh gö­rülmüştür. Aynı şekilde Cuma namazından önce zikir halkasına oturmak da mekruhtur. Amr b. Şu'ayb, babası-dedesi-Abdullah b. 'Imran senediyle şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav), Al­lah'ın günlerini hatırlatan, dinde fıkıh öğreten ve camide sabahın erken vaktinden itibaren konuşmaya başlamış olan Allah Teala'yı bilen kimseninki dışında Cuma namazından önce halka oluşturul­ması yasaklamıştı".[59][59] Böyle birinin meclisine oturan kimse, Cu-ma'ya erken gitmekle ilim dinleme amellerini birleştirmiş olur.
Selef ulemasından nakledildi ki: Allah Teala'nın kulları için ver­diği rızıktan bir lütfü vardır ki bunu ancak Perşembe gecesi ve Cu­ma günü niyazda bulananlara verir. Meşhur bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır; "Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, ona teva­fuk eden ve Allah Teala'ya niyazda bulunan müslüman bir kul iste­diği şeye Allah tarafından nail olur".[60][60] Bu hadisin başka bir lafzın­da da 'Namaz kılan bir kul ona tesadüf etmez ki..[61][61] ibaresi yeral-maktadır.
Ulema, hadislerde sözedilen bu saatin tayini üzerinde ihtilaf et­miştir. Kimine göre güneşin doğuş vakti, kimine göre insanların Cu­ma namazına kalkma vakti, kimine göre Cuma günü zeval vakti, bazılarına göre Cuma ezanının okunduğu vakit, bazılarına göre imamın minbere çıkıp duaları okumaya başladığı vakit, bazılarına göre ikindi vaktinin sonları, kimine göre de güneşin batma vaktidir.
Fatıma (ra) bu son vakte dikkat eder ve hizmetçisini bu vakitte güneşi gözlemeye gönderirdi. Hizmetçisi güneşin batmaya başladı­ğını bildirdiği zaman, güneş tamamen batmcaya kadar dua ve is­tiğfara dalardı. O, beklenmesi gereken vaktin bu olduğunu ve bu­nu babasından (sav) öğrendiğini haber vermiştir. Bu vakitle ilgili rivayetlerin taşıdığı görüşlerin hülasası budur. Sözü kısa tutmak için bu rivayetlerin hepsine yer veremedik. Kul, bu vakitlerden il­ham almalı ve bu vakitlerde dua etmeli, uygun olanlarında da na­maz kılmalıdır.
Bir alim de şu görüşü belirtmiştir: Bu saat, Cuma günü içinde Ramazan ayındaki Kadir gecesi gibi müphem bırakılmış bir saat olup ancak Allah Teala tarafından bilinir. Beş vakit namaz içerisin­de yeralan (Salat-ı Vusta=Orta Namaz' gibidir1 de diyebiliriz. Başka bir alim ise, bu saatin Kadir gecesinin yıldan yıla değişmesi gibi, her seferinde Cuma gününün değişik vakitlerinde vaki olduğunu söylemiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki kul, Cuma gününün tamamında Al­lah Teala'ya yakarmalı, O'na rağbet etmeli ve O'na muhtaç olduğu­nu kalpten ifade etmelidir. Günün tamamında virdlerine devam edip onun bütün saatlerini zikir ile ihya eden kul, Allah'ın izniyle o saate tevafuk edecektir.
Kul, eğer bir Cuma'da bütün saatleri zikir ve dua ile geçiremez-se, o zaman değişik Cuma günlerinde değişik saatlerde dua ve zi­kirle iştigal ederek bu saate tevafuk edebilir. Eğer böyle yaparsa, zaruri olarak o saate tevafuk edecektir. Özellikle şu iki vakitte, dua ve tazarruatmı arttırmalıdır: İlki, imamın minbere çıkmasından namazın ikame edileceği ana kadar geçen vakit; ikincisi ise, güne­şin batma temayülüne girdiği vakittir. Bu iki vakit, Cuma günü­nün en faziletli vakitleridir. Benim zannı galibime göre de, hadis­lerde bahsi geçen vakit, bu iki vakitten biridir.
Bir gün Ebu Hüreyre (ra) ile Ka'bu'l-Ahbar biraraya gelmişler­di. Ka'bu'l-Ahbar, bahsi geçen saatin, Cuma gününün son vakti ol­duğunu söylemişti. Ebu Hüreyre (ra) ona karşı çıkarak şöyle dedi: Nasıl son saati olabilir? Ben Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğunu duydum: Namaz kılan kul ona tevafuk eder.. Çünkü o saat, bir namaz vaktidir. Bunun üzerine Ka'bu'l-Ahbar şöyle dedi: Allah Resulü (sav) 'Namazı beklemek için oturan kişi, namazda sayılır"[62][62] buyurmadı mı? Ebu Hüreyre de 'Evet' dedi. O zaman Ka'bu'l-Ah­bar, 'Bu da bir namazdır1 dedi. Bunun üzerine Ebu Hüreyre, onu tasdik edercesine sustu.
Kul, Cuma günü ve gecesi Allah Resulü'ne (sav) bol bol salatü se­lam göndermelidir. O gün ve gece göndereceği salatü selamın en azı üçyüz defa olmalıdır. Allah Resulü (sav) kendinden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Cuma günü bana seksen defa sa-lat eden kimsenin seksen yıllık günahı mağfiret olunur. Denildi ki: 'Ey Allah Resulü, sana nasıl salat ederiz?' Dedi ki: 'Şöyle dersiniz: Allahım, kulun, peygamberin ve ümmi Resul'ün Muhammed'e salat et'. Allah Resulü'ne (sav) salat lafzı zikredildikten sonra nasıl olur­sa olsun, O'na salat edilmiş olur. Teşehhüdde rivayet edilen ve ken­disine edilmesini istediği meşhur salat ifadesi ise şöyledir:
"Ailahım, Muhammed'e ve O'mın yakınlarına öyle bir salat et ki, Senin için rıza kaynağı ve onun için de bir eda olsun. Ona Vesi-le'yi ver ve onu vaadettiğin Makam-ı Mahmud'a gönder. Bizim ta­rafımızdan onu, layık olduğu şekilde ve bütün ümmetlerin peygam­berlerinden daha üstün olanla mükafaatlandır. Ey merhamet eden­lerin en merhametlisi, onun kardeşleri olan bütün peygamberlere ve salihlere de salat buyur".[63][63]
Kul bunu yedi kez söyler. Bu salatü selamı getirmekte çok bü­yük bir sevap vardır. Denir ki: Bu salatı, yedi Cuma günü, yedişer kez söyleyen kimse için, Allah Resulü'nün (sav) şefaati farz olur. Kul, daha fazla bir şey yapmak isterse, rivayet edilen şu salatı da okur:
"Ailahım, en faziletli salavatm, en şerefli aklaman, en nadir be-rekatm, şefkat , merhamet ve selamınla peygamberlerin önderi, müttakilerin imamı, Hatem-i Enbiya, alemlerin Rabbinin Resulü, hayrın öncüsü, birrin fatihi, rahmet peygamberi ve ümmetin efen­disi Muhammed'e salat buyur. Aîlahrm, onu kendine yakın kılaca­ğın Makam-ı Mahmud'a gönder. Onu öncekilerin ve sonrakilerin gıpta edecekleri kadar yakın bir makamına al. Ailahım, ona fazl ve fazilet, şeref ve Vesile, yüksek derece ve en ulvi mertebeyi nasip et.Ailahım, Muhammed'e niyaz ettiğini ver, onu ümidine ulaştır ve onu ilk şefaat eden ve ettirilen kıl. Ailahım, onun delilini yücelt, tartısını ağırlaştır, hüccetini aydınlat ve derecesini en yakın kılı­nanların da üstünde yükselt. Ailahım, bizi de onun zümresinde di­rilt, bizi de onun şefaatma mazhar olanlardan kıl, bizi onun sünne­ti üzere yaşat ve onun milleti üzere öldür, bizi onun havzma dahil et ve kasesiyle içir. Bizi, pişman olan, yardımsız bırakılan, şikayet­çi olan, hükmü değiştiren, fitneye sebep olan veya fitneye maruz bı­rakılanlardan eyleme. Amin! Ey alemlerin Rabbü".
Kul, Cuma günü ve gecesi bol bol istiğfarda bulunmalıdır. Mağ­firet isteğinin kullanıldığı her lafizla istiğfar etmiş sayılmasına rağmen şu lafzı söyleyerek istiğfarda bulunursa daha makbul olur:
"Allahm, bana mağfiret et, tevbemi kabul buyur. Muhakkak ki Sen, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olansın!" Eğer;
"Rabbim, mağfiret et, merhamet buyur ve bildiklerini hoşgör. Muhakkak ki Sen, merhamet edenlerin en hayırlısısm!" diye dua ederse, bu da güzel görülür.
Kul, Cuma günü bir hatim indirmelidir. Eğer bu ona ağır gelir­se, o zaman hatmine Cuma gecesinden başlaması hayırlı olur. O gün Kur'an'ı hatmetmek isteyen kimse için, bunu sabah namazının iki rekatıyla akşam namazının iki rekatında yapması çok faziletli olur. Çünkü böyle yapmakla bütün Cuma'yı kuşatmış olur. Kul hat­mini, Cuma ezanı ile kameti arasında tamamlarsa,'bunda çok bü­yük fazilet vardır.
Kulun Cuma namazından önce on iki rekat, namazdan sonra da altı rekat namaz kılması müstehap görülmüştür. Cuma namazı için camiye girdiğinde dört rekat namaz kılmalı ve bu namaz esna­sında, her rekatta elli defa olmak üzere toplam iki yüz defa İhlas suresini okumalıdır. Bununla ilgili Allah Resulü'nden de (sav) ha­dis rivayet edilmiştir.
Bu ameli ifa eden kimse cennette oturacağı yeri görmeden veya orası kendine gösterilmeden önce vefat etmez. Camiye girildiği za­man da oturmadan önce iki rekat namaz kılınmalıdır. Eğer camiye girdiğinde imam hutbe okuyarsa, kısaltarak da olsa bu iki rekatı kılar. Çünkü bunu yapmakla Allah Resulü'nün (sav) emrine uymuş olmaktadır.[64][64] Garib bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) bunu yapan kimseye sükut ettiği bildirilmiştir. Kufeliler ise, eğer imam ses çı­karmazsa kişinin bu iki rekatı kılabileceğini söylemişlerdir. Allah Resulü'nün (sav) buna sükut etmesi, kendi sözünün vucubiyetin-den dolayı ona mahsus bir husus da olabilir.
İbni Cüreyc, Ata vasıtasıyla İbni Abbas (ra) ve Ebu Hüreyre'den (ra) şunu nakletmiş tir: Allah Resulü (sav) buyurduki: "Kim Cuma gecesi veya günü Kehf suresini okursa, kendisine okuduğu yerden Mekke'ye yönelen bir nur verilir, bir sonraki Cuma'ya ve üç gün faz­lasına kadar günahları bağışlanır, sabaha erinceye kadar yetmiş bin melek ona salat eder, hastalık ve beladan afiyet bulur, zatüîcenb, alaca ve cüzzamdan uzak kılınıp deccalm fitnesinden korunur".[65][65]
Cuma günü şu dört sure ile dört rekat namaz kılmak da müste-haptır: En'am, Kehf, Taha ve Yasin. Eğer bunları güzelce okuyama-maktan endişe ederse, o takdirde Yasin, Secde, Lok?nan, Duhan ve Mülk surelerini okur. Cuma geceleri bu dört sureyi okumayı asla bırakmamalıdır. Bununla ilgili hadisler mevcut olup bunu yapmak büyük ecirleri mucibdir. Eğer Kur'an'm tamamını okuyamamaktan endişe ederse, o zaman güzelce okuyabildiklerini okur. Bu da ken­disi için hatim sevabına sayılır. Denildi ki bildiği şekilde bir hatim sayılır.
Abidler Cuma gecesi bin defa Ihlas okumayı müstehap görüyor­lardı. Eğer bunları on veya yirmi rekatlık bir namazda okurlarsa, hatimden daha faziletli olur. Onlar Allah Resulü'ne de (sav) en az bin kez salat-ü selam ediyorlardı. Ayrıca dört kelime ile yani 'Süb-hanallah, Elhamdülillah, Allahü ekber ve la ilahe illallah' kelime­leri ile biner defa teşbih ve tehlil çekiyorlardı. Bunlar, yani biner defa Ihlas suresini okumak, Allah Resulü'ne (sav) salat-ü selam ge­tirmek ve teşbih ile tehlilde bulunmak, Cuma günü yapılabilecek en güzel üç virddir. Bunları ayrı ayrı yapmak veya birleştirmek na­sip edilen kimse asla terketmemelidir. Çünkü bunlar, Cuma günü yapılabilecek amellerin en güzelleridir.
Kul, eğer Cuma günü zevalden önce dört rekatta çekilen üçyüz tesbihatlık bir namaz olan Teşbih namazını kılarsa, amelini çoğalt­mış ve ecrini güzelleştirmiş olur. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki O, "Her Cuma, bir defa Teşbih namazı kıl" buyurmuştur. Ebu'l-Cevza, İbni Abbas'dan (ra) şunu nakletmiştir: İbni Abbas (ra), her gün zevalden sonra bu namazı kaçırmazdı. Onun fazilet ve önemini kendisine de haber vermişti.
Eğer kul altı teşbih suresini Cuma günü veya gecesi okursa gü­zel olur. Allah Resulü'nün (sav) bizzat bu sureleri, sadece Cuma gü­nü ve gecesi özellikle okuduğu rivayet edilmektedir. Konuyla ilgili rivayet edilmiş bir hadis şöyledir: "Allah Resulü (sav), Cuma gece­si akşam namazında Kafinin ve İhlas surelerini, yatsı namazında Cuma ve Münaflkun surelerini -bir rivayete göre bu iki sureyi sa­dece Cuma yatsılarında- okurdu. Cuma günü sabah namazında Lokman ve İnsan surelerini okurdu".
Şu var ki kulun bu mübarek gün ve gecede ilm-i yakin, marifet ve zikir meclislerinde dinleyici ve öğrenici olması namaz kılmasın­dan daha faziletlidir. Namaz kılması ise, hikaye anlatan kassasla-rın meclislerine katılmasından daha hayırlıdır. Ebu Zer'den (ra) ri­vayet edildi ki: "Bir ilim meclisinde hazır olmak bin rekat namaz­dan daha faziletlidir".[66][66]
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Sizden birinin ilimden bir bab öğrenmesi veya öğretmesi, bin rekat namaz kılma­sından daha hayırlıdır".[67][67]Başka bir lafızda ise Allah Resulü'ne (sav) şöyle denilmektedir: 'Ey Allah Resulü, Kur'an okumaktan da mı?' O da şöyle buyurmuştur: "İlimsiz Kur'an fayda eder mi?[68][68]
Bir ilim meclisi veya Allah'ın dinini fıkhetmeye matuf bir mec­lis bulunmadığı zaman, boş kıssalara kulak verilecek kıssacı mec­lislerine katılmaktansa namaz kılmak daha temiz ve andır. Kıssa-cılık, Selef-i Salih tarafından bidat olarak görülmekteydi. Onlar, kıssacılan camiden çıkarırlardı.
İbni Ömer'den (ra) rivayet edilmiştir ki: Bir gün mescidde otur­duğum yere vardım. Baktım ki bir kassas hikaye anlatıyor. Ona 'Meclisimden kalk' dedim. Bana 'Kalkmıyorum' -Bir başka rivayet­te 'Senden önce geldim'- dedi. Ben de zabıtaya haber yolladım. Gel­di ve kıssacıyı yerinden kaldırdı. Eğer kıssa anlatmak, sünnete uy­gun bir hareket olsaydı, İbni Ömer'in (ra) onu kovdurması -özellik­le de kendinden önce geldiği için- asla helal olmazdı. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Kimse bir kardeşini yerinden kaldırıp da sonra oraya kendi oturmasın. Böyle yapmayıp açılın, yer verin". Denilir ki, adam kalktıktan sonra İbni Ömer (ra) tekrar gelinceye kadar o yere otur-madı. Bir başka rivayette ise 'Sonra oraya oturdu' ibaresi yeral-maktadır.
Kıssacılarla ilgili olarak bize ulaşan bir diğer rivayet de şudur: Aişe'nin (ra) odasının avlusunda bir kıssacı durmuş kıssa anlatı­yordu. Aişe (ra), İbni Ömer'e (ra) haber gönderdi ve şöyle dedi: Bu adam, kıssalarıyla beni rahatsız ediyor, teşbih çekmemi engelliyor, ibni Ömer (ra) geldi ve adamı asası ile dövdü, hatta sırtında asası­nı kırdı. Sonra da kovdu.
Kul, namazını kesmese bile namaz kılan birinin önünden geç­mekten sakınmalıdır. Bu hususta Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kırk yıl yerinde durmak, namaz kılan birinin önünden geçmekten daha hayırlıdır"[69][69]Bu hususla ilgili çok ağır tehditler variddir. "Kişinin, rüzgarların süpürdüğü kum olması, namaz kılan birinin önünden geçmesinden daha hayırlıdır". Bu noktada, namaz kılan ile önünden geçenin veballeri müsavi görül­müştür.
Zeyd b. Halid el-Cüheni'nin (ra) hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer namaz kılanın önünden geçen kimsey­le namaz kılan kimse bundaki vebali bilselerdi, kırk yıl yerinde durması onun için daha hayırlı olurdu. Namaz kılan da bir sütuna veya duvara doğru yaklaşsın. Böyle yaptığı zaman hiç kimse onun önünden geçmeye yeltenmez. Gücü yeterse geçeni itsin".[70][70] Abdurrahman b. Ebi Said el-Hudri'nin, babasından naklettiği hadis ise şöyledir: "Eğer reddederse onunla savaşsın. Çünkü o, şeytandır".[71][71] Ebu Said el-Hudri (ra) namazda önünden geçeni neredeyse öl­dürecek gibi itmiştir. Muhtemelen adam ona takılmıştı. Bunun üzerine Mervan'a giderek Ebu Said'e karşı ondan yardım istedi. O da Mervan'a, Allah Resulü'nün (sav) kendisine böyle yapmasını emrettiğini söyledi.
Namaza duran kimse, eğer önüne duracak bir sütun bulamaz­sa, o zaman önüne bir kol yüksekliğinde bir şey koysun. Denildi ki, namaz kılanla, geçenler arasına bir ip çekilse de olur. Bir de şu söz rivayet edilmiştir: Dört şey ağırdır: Kişinin ayakta idrar dökmesi; Birinci safı boş bırakarak ikinci safda namaz kılması; Namazda yü­zünü sıvazlaması; Önünden geçenlerin olabileceği bir yerde namaz kılması;
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: "Cuma günü caminin kapıları önünde oturanların boyunlarına basarak içeri girin. Onlar için ya­sak yoktur.
Cuma günü namaza giden kul, mümkün olduğunca imama ya­kın olmalı, onu dinleyip kulak vermeli ve yüzünü ona doğru çevir­melidir. Sünnetin icabı budur. Eğer çirkin bir şey duymak veya gör­mekten, mesela siyah nakışları olan bir elbise, ipek, dibace, ağır si­lah kuşanmış birini görmekten endişe ederse, eğer bunları giderme gücü de yoksa imama uzak durması daha sağlıklı olur. Uzakta bile olsa imam hutbe verirken, boş bir işle meşgul olmamalı, konuşma­malı, konuşan kimselerin halkasına katılmamalı, konuşan birine de 'Sus' dememeli aksine susmasını ima etmeli, husyeleriyle oyna-mamalıdır.
İmam hutbe verirken boş bir şeyle iştigal ederse, kıldığı Cuma batıl olur. İmamın hutbesi esnasında ilim hakkında da konuşma­malıdır. İmama yakın olmayan ve açık seçik dinleyemeyen kimse, en azından bütün dikkatiyle dinlemeye çalışmalıdır. Uzak kalması durumunda böyle davranması müstehap görülmüştür.
Osman (ra) ve Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "İmamı du­yan ve bütün dikkatiyle dinleyene iki ecir vardır. Duymayıp bütün dikkatini onu dinlemeye verene bir ecir vardır. Duyan ama başka bir şeyle meşgul olana iki günah vardır. Duymayıp boş bir şeyle meşgul olana ise bir günah vardır"[72][72]
Ebu Zer (ra) hadisi de bu minvaldedir: O, Allah Resulü (sav) hutbe okurken Übeyy'e (ra) soru sormuştu. Übeyy (ra) ona susma­sını ima etti. Allah Resulü (sav) hutbeden inince Übeyy (ra) ona döndü ve şöyle dedi: Git, senin Cuma'n geçersizdir. Ebu Zer de onu Allah Resulü'ne (sav) şikayet etti. Allah Resulü de, Übeyy'in doğru söylediğini bildirdi.[73][73] Başka hadislerde gelen hüküm de budur. Bu­na göre imam hutbe okurken, arkadaşına 'sus' veya 'kes' diyen biri, boş bir iş yapmış olur. İmam hutbede iken boş bir şey yapanın da Cuma'sı batıl olur. Müezzinler ezan için kalktıklarında böyle biri­nin imanım huzurundan ayrılması gerekir.
Ebu İshak, el-Hars vasıtasıyla Ali'den (kv) şu sözü rivayet et­miştir: "Şu dört vakitte namaz kılmak mekruhtur: Fecr'den sonra; İkindiden sonra; Günün ortasında ve İmam hutbe okurken". Başka bir rivayette ise şu ifade yer almaktadır: İmamın minbere çıkışı na­mazı, hutbede konuşmaya başlaması ise konuşmayı keser.
Müezzinler hutbeden önceki ezan için kalktıkları sırada halkın secdeye kapanması sünnet değildir. Eğer bu secde, o anda kıldığı bir namazın veya secde ayetinin secdesi ise onlar ezanı bitirinceye kadar namazını uzatmasında bir mahzur yoktur. Çünkü bu, çok fa­ziletli bir vakittir. Bunun mubah olması dışında bu hususla ilgili her hangi bir rivayet görmedim.
Alimlerin arasında bazıları, devlet başkanına ayrılan bölümde namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Onlara göre bu mekan, dev­let başkanına ve çevresine mahsus bir mekandır. Vera' ve takva eh­line göre bu, mescidlerde çıkartılan bidatlardan biridir. Çünkü bunlar halkın geneli için serbest olan kısımlar değildir. Bu meyan-da bize ulaşan bir rivayete göre Hasan el-Basri ve el-Müzeni (ra) bu tür mekanlarda namaz kılmazlardı.
Rivayet edildi ki: "Enes b. Malik'i (ra) devlet erkanına ayrılan yerde namaz kılarken gördüm. Imran b. Husayn da böyle yapanlar­dandı". Kimi alimler bunu mekruh görmemektedir. İnsanlara serbest bırakılması halinde, devlet başkanına yakın olmak ve zikri da­ha iyi duyabilmek bakımından sünnete daha yakın olacağı için ben de bunda bir fazilet görürüm. Eğer buralarda namaz kılmak halka da serbest kılınırsa, o zaman mekruhluk ortadan kalkar. Ama sul­tanın dostlarına mahsus kılındığı zaman, mekruhluk devam eder. Bazı alimler de minberin boşluğunda namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Tabii bu, minberin safları keser hale getirilmesinden Öncedir. Onlara göre safların, minberin boşluğunu da geçecek şekil­de ileri gitmesi bidatti. Sevri (ra) şöyle derdi: İlk saf, minberin önü­nün dışında kalan safdır. İmama yaklaşması halinde fitneye veya bir afete kapılmaktan; mesela inkar etmesi gereken bir şey duy­maktan, ipek, dibace giymek veya ağır silah kuşanarak namaz kıl­mak gibi emir ve nehyi gerektirecek bir şey yapmasından endişe eden kimsenin ön saflardan uzak durması kalbi için daha selim, kafası için daha toparlayıcıdır. Böylece, önde gelenlerle mülaki ol­maktan ve onlara bakmaktan uzak durmuş olur. Bu da, hem kalp selameti, hem de kafa rahatlığı için daha iyi ve daha hayırlıdır.
Alimler ve abidlerden bir cemaat, fîtne ve afetlerden selamette kalmak için, arka saflarda namaz kılmayı tercih ediyorlardı. Bişr b. el-Hars'a 'Cuma namazında, erkenden geldiğini, ama arka saf­larda namaz kıldığını görüyoruz, neden?' diye sormuşlardı. O da şu cevabı vermiştir: 'Bizler, bedensel yakınlığı değil kalplerin yakınlı­ğını isteriz'.
Bir keresinde Süfyan-ı Sevri (ra) Şuayb b. Harb'm minberin önünde Halife Ebu Cafer'in hutbesini dinlediğini gördü. Namazdan sonra yanma gittiğinde ona şöyle dedi: 'Senin bu adama bu kadar yakın olman kafamı meşgul etti. Kabul etmeyeceğin ama kalkıp da düzeltmesini isteyemeyeceğin bir söz söylememesinden nasıl emin olabildin?' daha sonra Abbasiler'in çıkardıkları siyah giyinme bida-tmdan bahsetti. Şuayb da şöyle dedi: 'Ey Eba Abdullah, bize gelen hadislerde imama yakın olun ve iyice dinleyin, denmiyor mu?' O za­man Sevri şöyle dedi: 'Vay haline! O dediğin, hidayet rehberi raşid halifeler için geçerlidir. Halbuki bunlara ne kadar uzak olursan, Al­lah Teala'ya o kadar yakın olursun!".
Ebu'd-Derda'dan da (ra) son safta namaz kılmanın faziletine dair bir hadis rivayet edilmiştir. Said b. Amir şöyle derdi: Ebu'd-Derda ile namaz kıldığımda saflarda geri kalmaya gayret eder, ni­hayet en son safda namazını kılardı. Bir gün beraber namaz kıldı­ğımızda, kendisine 'Safların en hayırlısı, ilkidir5 denilmiyor mu? di­ye sordum. Bana, 'Evet, ama bu ümmet, bütün ümmetler arasında merhamet gören ve kendisine bakılan bir ümmettir. Allah Teala, bu ümmetten namaz kılan bir kula baktığı zaman, insanların en arka­sında yer alanına mağfiret eder. Benim de arkaya kalmam, Allah Teala'nın bana da mağfiret edeceğine dair duyduğum umuttandır dedi. Bazı raviler, bu hadisi merfu kılarak Ebu'd-Derda'nm (ra) bu­nu Allah Resulü'nden (sav) dinlediğini söylemişlerdir.
Cuma günü sadaka vermek, özellikle çok faziletli ve müstehap bir ameldir. İmam hutbede iken dilenene ve imam konuşurken ko­nuşana verilenler dışında o gün verilen her sadakanın karşılığı misliyle arttırılır. Bunlar ise mekruh sayılır.
Salih b. Ahmed şöyle demiştir: Bir Cuma günü, imam hutbede konuşurken bir fakir sadaka istedi. Adam babamın yanındaydı, fa­kat babama vermek istediği şeyi dilenene nasıl vereceğini anlata­madı. Babam da o parayı ondan almadı.
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Bir kişi, camide dilendiği za­man, hiç bir şey verilmemeyi hakeder. Kur'an okunurken dilenene de bir şey vermeyin. Alimlerden bir cemaat da insanların boyunla­rına basarak cami içinde dilenenlere sadaka vermeyi mekruh say­mışlardı. Ancak ayakta durarak veya bir kenarda oturarak kimse­ye eziyet etmeden isteyene vermek mekruh görülmemiştir.
Ka'bu'l-Ahbar'dan şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Cuma'ya şa­hit olan ve namazdan sonra ayrılan kimse, iki farklı şey tasadduk etsin. Sonra dönsün ve iki rekat namaz kılsın, bu iki rekatta da rü­ku, huşu ve secdesinin ihlaslı olmasına dikkat etsin. Sonra da şöy­le dua etsin:
"Allahım, Sen'den Senin Rahman ve Rahim olan Allah isminle, Hayy ve Kayyum, uyku ve dalgınlıktan uzak olan Allah'tan başka ilah yoktur isminle niyaz ediyorum" diye niyazda bulunsun. Böyle niyaz edip de karşılanmayan isteği olmaz.
Selef-i Salih alimlerinden birinden daha değişik bir uygulama rivayet edilmiştir: Kim Cuma günü bir yoksulu doyurur, ardından erken vakitte camiye gider ve hiç kimseye eziyet etmez de imam selam verdikten sonra "Allahım, Sen'den Bismillahirrahmanirra-himil hayyil kayyum isminle bana mağfiret etmeni, merhamet bu­yurmanı ve beni ateşten uzak tutmanı niyaz ediyorum"diye dua eder, sonra doğru gördüğü şekilde dua ederse, kendisine icabet olunur.
Cuma namazını kılarken imamın okumasını duyarsa sadece Fatiha suresini okuyup başka bir şey okumaz. Eğer imamın sesini duyamazsa, o takdirde Fatiha ile beraber başka bir sure de okuya­bilir. İmamı duymasına rağmen onunla beraber Cuma suresini ve­ya başka bir sureyi okuyan kimse, ümmete muhalefet etmiş ve Al­lah Resulü'ne (sav) isyan etmiş olur. Bu davranışı, hiç bir İslâm mezhebinde uygun görülmez.
Cuma namazının selamı verildikten sonra kimseyle konuşma­dan dizleri kırıp oturarak yedi kere Fatiha, yedi kere İhlas ve yedi­şer kere de Felah ve Nas surelerini okunabilir. Bunun faziletiyle il­gili Seleften rivayetler mevcuttur. Bunu yapan kimse, diğer Cu­ma'ya kadar günahlardan korunur ve bu, onun için şeytana karşı bir zırh olur.
Cuma namazından sonra şu duayı okumak da müstehap görül­müştür: "Allahümme ya Ganî ya Hamîd, ya Mübdi', ya Mu'îd, ya Rahîm, ya Vedûd, harama karşı beni helalinle müstağni kıl, fazlın­la Sen'den başkasından da müstağni kıl!" Denilir ki bu dua ile Al­lah Teala onu yarattıklarından müstağni kılar ve ummadığı yerler­den rızkını verir.
Rivayete göre İbni Ömer (ra) dedi ki: "Allah Resulü (sav) Cuma namazından sonra iki rekat namaz kılardı"[74][74] Ebu Hüreyre de (ra) rivayet etti ki: "Allah Resulü (sav) Cuma'dan sonra dört rekat kı­lardı".[75][75] Ali (kv) ve Abdullah (ra) rivayet ettiler ki, "Allah Resulü (sav) Cuma'dan sonra altı rekat kılardı". Eğer kişi altı rekat kılar­sa, gelen bütün rivayetlerin gereğini yapmış olur.
İçmek ve sebil etmek niyetiyle mescidde su satın almak, onun mescidde satılan bir mal olmasını önlemek için mekruh sayılmış­tır. Çünkü mescidde alışveriş yapmak aslen mekruh bir davranış­tır. Eğer mescid dışından almış veya parasını dışarıda ödemişse o zaman içmek ve diğer insanlara ikram etmekte (=sebil) bir beis yoktur.
Sahabe'den (ra) bir cemaatın rivayetine göre caminin avlusun­da namaz kılmak mekruhtur. Hatta bize ulaşan rivayetlerde, avlu­da namaz kılanların tartaklandığı ve oradan kaldırıldıkları da bil­dirilmekte ve buna sebep olarak da avluda namaz kılmanın caiz ol­madığı hükmü belirtilmektedir.
Bize göre bu hüküm iki noktadan ele alınmalıdır: Büyük cami­nin dış avlu duvarları yüksek olur ve içeriden taşan saflar, sanki içerdeki saflarla bitişik gibi bir halde bulunurlar ise bu mekruh de­ğildir. Çünkü burası, caminin içi hükmündedir. Ama avlular cami duvarlarının dışında ve tamamen ayrı durumda iseler, bunlarda namaz kılmak mekruhtur. Aynı şekilde saflara bitişik olmayan ve camiden ayrı olan kısımlarda da gerek araya yol girmesinden ge­rekse uzaklığından dolayı namaz kılmak mekruh görülmüştür. Bu tür mekanlarda cemaat namazına iştirak etmek caiz değildir. Bun­larda namaz kılmaktan s akındır anlar, oralarda namazı mekruh sa­yanlardır.
Kul, Cuma namazını kıldıktan Allah Teala'nm fazl ve lütfunu aramak için yeryüzüne yayılır. Ayette geçen 'Fazl=lütuf kelimesi, ilim taleb etmek ve ilim meclisinde dinleyici olmak anlamındadır.
Denir ki, Cuma gününün ecrinin ziyadesi ilim sahibi ve öğrenci için budur. Allah Teala buyurdu ki: "O sana bilmediklerim öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütfü gerçekten pek büyüktü". (Nisa/113) Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz Davud'a ka­tımızdan bir lütuf verdik". (Sebe'/lO) Bu lütuf ilimdir. Çünkü ben­zer bir ayette bu açıklanmaktadır: "Andolsun Biz Davud'a ve Sü­leyman'a bir ilim verdik ve onlar 'Bize lütufta bulunan Allah'a hamdolsun, dediler". (Neml/15)
Enes b. Malik'den de (ra) "Namaz bittiğinde yeryüzünde yayılın ve Allah'ın lütfunu arayın" (Cuma/10) ayetinin tefsiriyle ilgili şu hadis rivayet edilmiştir: "Dikkat edin, bu; dünyalık aramak değil, aksine hasta ziyaret etmek, bir cenazede hazır bulunmak, bir din kardeşine misafir olmaktır". Muhakkak ki ilim müzakere etmek, insanlara ilim öğretmek, Allah Teala'yı hatırlatmak ve O'na davet etmek, diğer günlerden ziyade Cuma günü daha faziletlidir. Çünkü o, ziyadeli bir gündür. O gün kalplerde bir yönelme ve belirleme olur.
O gün Allah'ın zikrine koşmak, onu dinlemek, kıssacıların değil de zikr-i ilahinin olduğu meclislere katılmak çok daha faziletBkJift Dinleyen kişi, ecir bakımından konuşan kişinin ortağıdır. Denildi ki: Bu, rahmete daha yakınlaştırıcıdır. Alimler, özellikle de Cuma günü kıssacıların meclislerine oturmayı mekruh saymışlardır. Çünkü kıssacılar, sabahın erken saatlerinde, ilk ve ikinci saatte ca­mide bulunup hikayaler anlatmaya başlıyorlardı. Oysa bu vakitler, Kitab'da da belirtildiği gibi o günün en faziletli vakitlerindendir.
Kişi, Cuma günü sabah erken vakitte veya namazdan sonra Al­lah'ı bilen, O'nu zikrettiren ve O'nun yolunu gösteren, dünyada zühd ve takva sahibi olan ahiret alimlerinden birine rastlarsa onun meclisine oturup kendisinden ilim dinlemelidir. Eğer dini ilimlerde konuşan bir müfti gelirse ve kulun da bu bilgilere ihtiyacı varsa, onun meclisine oturması daha hayırlı olur.
Cuma günü camilerde kurulan ilim meclisleri, Cuma'nın zinet-lerinden ve onun lütfunu tamamlayıcılardandır. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Alimlerin meclisleri dışında dünya karanlıktır. Eğer kul, bu şekilde katılacak bir meclis bulamazsa, o zaman gü­nün beşinci virdi olan öğle ile ikindi arasındaki virdini ihya eder.
Cuma günü ikindi namazını da camide kılmak müstehaptır. An­cak bir özür olması halinde camide kılmayabilir. Eğer güneşin çö­küşüne kadar camide oturulursa, sevap bakımından çok daha ha­yırlıdır. Çünkü Cuma'nın beklenen saatinin bu vakitler olması muhtemeldir. Camide kalması, fitne, yapmacıklık ve gereksiz ko­nuşmalardan emin olması halinde daha iyi olur.
Denir ki, ikindi namazını camide kılana bir hac sevabı yazılır. Akşam namazını camide kılana ise, bir umre sevabı verilir. Şayet bir afete mübtela olmaktan endişe eder veya yapmacıklık ya da ge­reksiz konuşmalara dalmaktan emin olamazsa Allah'ı zikretmek, ayetleri ve güzel nimetleri üzerinde düşünmek üzere evine gitmesi daha hayırlı olur. Evinde veya semtinin mescidinde iken de güne­şin batma vaktini, teşbih, zikir, istiğfar ve dua ile geçirmeye itina gösterir. Böyle yapması, kendisi için daha hayırlıdır.
Seleften bir alim şöyle demiştir: Cuma günü nasibi en bol olan kimse, güneşin batış vaktine itina gösteren ve onu bir gün önceden bekleyen kimsedir. O gün nasibi en az olan kimse ise, Cuma saba­hı kalktığında 'Bugün günlerden nedir?' diye sorandır. Seleften ba­zıları, Cuma namazına erkenden katılabilmek için geceyi camide geçirirlerdi. Hatta bazıları, Cumartesi gecesini de camide geçirir, Cuma'mn ziyadesinden de istifade etmeye çalışırlardı.
Selef-i Salih'in büyük çoğunluğu sabah namazını camide kılar ve erken gelmiş olmak, Cuma'mn ilk saatine tevafuk etmek ve Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek için camide oturarak namaz vaktini beklerlerdi. Müslümanların çoğunluğu ise, sabah namazını semt mescidlerinde kılarlar, oradan camiye giderlerdi.
Denildi ki, İslâm'da çıkarılan ilk bidat, camilere erken gitme adetinin terke dilmesidir. Asr-ı Saadet devrinde seher vakti baktığı­nızda sabah namazından sonra sokakların insanlarla dolu olduğu­nu ve kalabalıkların camiye doğru yürüdüğünü görürdünüz. Bu­gün sadece bayramlarda gördüğünüz bu manzara, o devirde her Cuma günü yaşanırdı. Zaman içinde bu güzel adet, körelmeye, azalmaya, bilinmemeye ve terkedümeye başlandı.
Müslümanlar, Pazar günü kiliselerine kendilerinin camiye gi­dişlerinden daha erken giden hıristiyan zımmîleri görüp de utan­mıyorlar mı? Veya cami avlusunda yiyecek satmak için erkenden camiye giden kimelere bakıp da hiç düşünmüyorlar mı ki bu insan­ları oraya çeken şey, dünyalık kazançlardır. Ahiret kazancı peşinde koşmaları gereken müslümanlann onlardan daha erken gitmeleri gerekmez mi? İmanlı müslümanlann, yiyecek satıcılanyla yanş-malan ve Rablerinin nzasına yakın olmak için onlardan Öne geç­meleri gerekmez mi?
Mümin kul, Cuma günü diğer günlerden daha fazla virde ve amele sahip olmalıdır. Bu mübarek günü Rabbine tahsis etmeli, eğer Cumartesi gününü yapamıyorsa bugünü ahiretinin günü kıl­malıdır. Cuma günü, ardarda gelen virdleri ve bilinenden fazla ya­pılan zikirleriyle çok hususi bir gündür. Kul, dünyevi ticaret ve ticari gayeler uğruna hazırlık yaptığı Cumartesi günü için yaptıkla­rını kesinlikle Cuma için yapmamalıdır.
Cuma gününe dünyevi maksatlarla Perşembe gününden hazır­lanmak, mekruh görülmüştür. Bu meyanda, Cuma günü için yiye­cek hazırlamak, çeşitli lüks hazırlıklar yapmak, yiyecek ve içecek­ler hazırlamak mekruhtur.
Ehl-i Beyt (ra) senediyle, -üzerinde durulması gereken- şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetim üzerine Öyle bir zaman gelecektir ki, tıpkı yahudilerin Cumartesi gü­nüne Cuma akşamından hazırlanmaya başlamalan gibi, Cuma gü­nü yapacakları dünyevi işleri için Perşembe akşamından hazırlan­maya başlayacaklardır. Müminler, o gün ancak ahiretleri için hazır­lık yapar, güzel virdlere devam edip günlük virdlerini arttınrlar".
Ebu Muhanımed Sehl (ra) şöyle derdi: Şu günlerde dünyevi ra­hatlık alan kimse, uhrevi rahatlık alamaz; ... ve Cuma günü. Yine o şöyle derdi: Cuma günü ahiretten olup dünyadan değildir. Bir alim de şöyle demiştir: Eğer Cuma günü olmasaydı, şu dünyada kalmak istemezdim.
Ümmetin havassı nezdinde bu gün, ilimlerin ve nurlann, hiz­met ve zikirlerin günüdür. Çünkü Cuma günü Allah Teala katında ağırlığı bakımından faziletli bir gündür. İbni Abbas (ra) senediyle Mücahid'den (ra) şöyle bir garib hadis rivayet edilmiştir: Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Cuma günü meşguliyetlerinizi bırakın. Çünkü o, namaz ve teheccüd günüdür". Cafer-i Sadık'tan da (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Cuma günü, Allah Teala'mn günüdür. O
gün yolculuk yapılmaz.
"Allah'ın fazlını arayın" (Cuma/10) buyruğunun tecellisinin, o mübarek günde bol bol namaz kılmak, belli sureleri okumak, Allah Resulü'ne (sav) salatü selam göndermek ve zikrin her nevini yap­mak olduğunu daha önce belirtmiştik.
Cuma gecesini zikirle geçirmek müstehaptır. Çünkü o, hafta­nın geceleri arasında en faziletli olandır. İmkan bulan her mümin, bu geceyi ihya etmelidir. Allah Teala, sadık müridine her mübarek zamanda bir imkan verir. O, bir kulunu sevdiği zaman ona, fazi­letli vakitlerde amellerin en faziletlilerini eda etmeyi kolaylaştınr. Gazap ettiği kulunu ise, azabım daha acıklı kılmak için faziletli
vakitlerde en kötü işleri yapmaya sevkeder. Çünkü o, mübarek va­kitlerin bereketinden mahrum kalarak ve o vakitlerin hürmetini ihlal ederek kendini Allah Teala'nın daha ağır bir gazabına maruz bırakır.
Cuma gününe mahsus olan zikirleri ve o gece yüceltilmesi gere­ken isimleri dört başlıkta anlatabiliriz:
1. Kırk isim vardır ki İdris (as) o gece bu isimlerle dua etmiştir. Hasan el-Basri (ra), Musa'nın da (as) bu isimlerle dua ettiğini zik­retmiştir. Bunlar, Allah Resulü'nün (sav) dualarında da yeralmış isimlerdir.
2. Zahid İbrahim b. Edhem (ra) bu isimlerle her Cuma günü sa­bah akşam onar kez dua ederdi. Bu, onun Cuma günü için yaptığı hususi amellerdendi.
3. Ali'den (kv) rivayet edildi ki Allah Resulü (sav) şöyle buyur­muştur: "Allah Teala her gün ve gece Zatını yüceltir".
4. Ebu'l-Mu'temer olarak da bilinen Süleyman et-Temimi'nin (ra) tesbihatıdır ki bununla ilgili şu haber nakledilmiştir: Bir şehid vefatından sonra rüyada görülmüş ve kendisine 'Orada gördüğün amellerin  en faziletlisi  hangisiydi?'  diye  sorulduğunda  'Ebu'l-Mu'temer'in tesbihatımn Allah katında yakın bir makamı olduğu­nu gördüm' demişti.
Bu tesbihatı ve Allah Teala'nın kendi Zatı'nı nasıl yücelttiğini kitabımızın ilk kısmında nakletmiştik ve sabahın ilk vaktinde ve güneşin batışından önceki vakitlerde okunması gereken seçme du­alarla birlikte zikretmiştik. Bu sebeble bunları tekrarlamayı uygun görmüyoruz. Ama diğer iki başlıkta yeralan isimleri daha önce an­latmadığımız için burada nakletmeyi münasip görüyoruz:
îdris Peygamberin (as) duasını bize Hasan b. Yahya el-Şahid; Kasım b. Davud el-Karatisi- Abdullah b. Muhammed el-Kareşî-Mu-hammed b. Sa'id el-Müezzin- Sellam et-Tavil senediyle Hasan el-Basri'den (ra) rivayet etmiştir. O dedi ki: "Allah Teala, İdris'i (as) kavmine peygamber olarak gönderdiği zaman ona bu isimleri öğ­retmiş ve ona şöyle vahyetmişti: 'Bu isimleri sessiz olarak içinden söyle ve onları halkına bildirme, yoksa Bana onlarla dua ederler". İdris (as) Allah Teala'ya bu isimlerle dua etmiş, O da kendisini pek yüce bir makama yükseltmiştir.
Allah Teala daha sonra bu isimleri Musa'ya (as) öğretti. Ondan sonra da Muhammed'e (sav) öğretti. Allah Resulü de (sav) Ahzab gazvesinde bu isimlerle dua etti". Hasan (ra) dedi ki: "Haccac'm zulmünden saklanıyordum. Bu isimlerle dua ettim ve Allah Teala beni onun kötülüğünden uzak tuttu. Bulunduğum yerlere altı kez geldi, her defasında bu isimlerle dua ettim. Allah Teala da onun ve adamlarının beni görmelerini engelledi. Siz de Allah Teala'ya bu isimlerle dua edip bütün günahlarınız için mağfiret dileyin, dünya ve ahiretle ilgili ihtiyaçlarınızı niyaz edin, Allah'ın izniyle onlara nail olursunuz. Onlar, Allah Teala'nın isimleri ve sayıca tevbe gün­leri kadar olup kırk adettir:
"Seni teşbih ederiz ki Sen'den başka ilah yoktur. Ey her şeyin Rabbi, varisi, rızık vereni, merhamet edeni, ey ilahların ilahı, cela­li ile yüce. Bütün fiillerinde övülen ya Allah, ey her şeyin Rahman ve Rahimi, daimi mülkünde ve bekasında hiç bir canlı yokken va­rolan Hayy, ilminden hiç bir şeyin gizli olmadığı ve zarar vereme­diği Kayyûm, her şeyin başlangıcında ve sonunda varolan Vâhid-i Baki, mülkü zeval ve fena bulmayacak olan Dâim, benzeri hiç bir şey olmayan Samed, dengi olmayan Bari', vasfı izin mekan olma­yan, Sen ey Kebir ki, kalpler O'nun azametinin sıfatına bir türlü eremez. Ey diğerlerinden hali olarak benzersiz şekilde nefisleri ya­ratan Bari', her türlü afetten uzak olan Zâkî, lütfunun bakışlarıyla bütün yarattıklarına nimeti geniş olan Kâfi, razı olmadığı ve fiili­nin karışmadığı her zulümden uzak olan Nakî, her şeyi rahmetin ilminle kuşatan Sen'sin ey Hannân, ihsanı bütün varlıkları kuşa­tan ey Mennân, bütün varlıkların azametine teslim olduğu ey Dey-yân, ey yerlerde ve göklerdekileri yaratıp kendine döndüren Hâlık, sıkıntılı ve feryatkâr her kula acıyan Rahim, ey lisanların mülkü­nün azamet ve yüceliğini tavsif edemediği Tâmm, ey yarattıkları­nın hiçbirinde başkasından yardım istemeyip harikalar yaratan Mubdi'-i Bedâ'i, yarattıklarından hiçbirinin kendinden habersiz kalamadığı Allâm-ı Guyûb, ey yarattıklarından hiçbirinin denk olamadığı iyilik sahibi olan Halim, ey sessizce çağırması halinde bütün yokettiklerini tekrar diriltecek olan Mu'îd, ey bütün yarat­tıklarını lütfuyla kuşatarak fiilleri Övülen Hamid, ey hiçbir şeyin denk olamayacağı şekilde emrine galib gelen Aziz-i Menf, ey ken­disinden intikam alınamayan yakalaması şiddetli olan Kahir, ey herşeyden daha yüksek olan Karib-i Müte'âl, ey yüce gücüyle bü­tün azgın inatçıları ezen Kahir, ey karanlıkları nuruyla yararak onlara yol gösteren herşeyin Nui^u, ey herşeyin üstünde yüksek ve yüce olan 'Ali, ey her türlü kötülükten beri ve hiçbirşeyin kendisi­ne denk olmadığı Kuddüs, ey mahlukatı yaratan ve öldürdükten sonra tekrar diriltecek olan Mübdi', ey herşeyden büyük, emri adil vaadi sadık olan Celil, ey zihinlerin mecd ve senasının künhüne eremedikleri Mahmûd, ey her şeyi adaletiyle kaplayan affedici Ke­rim, ey izzet, kibriya, mecd ve iftihara değer övgüye sahip olan ve izzeti zelil edilemeyen Azim, ey dillerin nimet ve senasını nutkede-mediği Acîb, ey bütün sıkıntılarımda yardımıma koşan, ey her du­amda bana icabet eden, ey Rabbim!
Allahım! Sen'den peygamberin Muhammed'e salat ve selam et­meni, dünya ve ahiret cezalarından azatlığı, bana kötülük etmek isteyen zalimlerin gözlerini benden çevirmeni, bana karşı gizledik­leri kötülüğü kalplerinden savmanı niyaz ediyorum. Buna Sen'den başkasının gücü yetmez. Allahım, bu dua benden, kabul etmek Sen'den, bu çaba benden Tevekkül edilmek Sen'den, Allah'tan baş­ka engelleyici ve güç yoktur. O, efendimiz Muhammed'e ve onun yakınlarına salat-ü selam etsin".
ibrahim b. Edhem'in (ra) duası ise şöyledir: Ahmed b. el-Mavsı-li el-Vekil b. el-Müvekkei bize, Ca'fer b. Nasır el-Hawas el-Horasa-ni ve ibrahim b. Edhem'in hizmetçisi İbrahim b. Beşşar senediyle rivayet etti ki: İbrahim b. Edhem Cuma günü sabaha erdiğinde ve akşama çıktığında ziyade gününü, yeni sabahı ve her şeyi görüp yazanı selamlayarak şu duayı ederdi: Bugünümüz bayramdır ve bi­ze şöyle dua etmemiz yazılmıştır:
"Hamid, Mecid, Refî', Vedûd, mahlukatma dilediğini yapan Al­lah'ın adıyla. Allah'a iman etmiş, karşılaşmasını tasdik etmiş, hüccetini itiraf etmiş, günahlarımdan istiğfar etmiş, Allah'ın Rab-lığma boyun eğmiş, O'nun dışındakilerin ilahlığını inkar etmiş, Allah'a muhtaç, Allah'a mütevekkil, Allah'a tevbe etmiş, Allah'a, meleklerine, resullerine, Arşı'nm hamillerine, yaratılanlara ve onları yaratana kendisinden başka ilah olmayacak ve ortak kıl­mayacak şekilde ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Peygamberi olduğuna, cennetin hak, cehennemin hak, havzm hak, şefaatin hak, münker ve nekirin hak, Seninle karşılaşmanın hak, vaadinin hak ve kıyametin de kesinlikle gelecek olduğuna şehadet etmiş olarak sabahladım. Şehadet ederim ki Allah Teala kabirlerde olanları diriltecektir. Ben de Allah Teala'nm izniyle bütün bunla­ra iman ederek yaşar, bunlara iman etmiş olarak Ölür ve bu iman üzere hasredilirim.
Allahım! Sen benim Rabbimsin, Sen'den başka hiç bir ilah yok­tur. Beni de Sen yarattın ve ben, Senin kulunum. Gücüm yettikçe, Sana olan ahdim ve vaadim üzereyim. Allahım, bütün şer sahiple­rinin şerrinden Sana sığınırım.
Allahım, ben kendime zulmettim, günahlarımı bağışla. Mu­hakkak ki günahları Sen'den başkası bağışlamaz. Allahım, bana ahlakın en güzelini göster, muhakkak ki onun en güzelini Sen'den başkası gösteremez.
Allahım, ahlakın kötüsünü de benden sav, muhakkak ki onun kötüsünü Sen'den başkası savamaz. Senin emirlerine ramım, ba­şım üstüne. Ben, Senin için varım. Hayrın tamamı da Senin elin­dedir. Sana istiğfar eder, Sana tevbe ederim.     '
Allahım, gönderdiğin peygamberlere iman ettim.
Allahım! indirdiğin bütün kitablara iman ettim.
Allahım, efendimiz Muhammed'e, onun yakınlarına salat ve se­lam et. Bu salat sözü, konuşmamın başı ve sonudur.
Allahım, peygamber ve resullerinin hepbine salat ve selam et. Amin ya Rabbe'l-alemin.
Allahım, bizi onun havzma getirt, onun kadehinden soğuk ve hoş bir içecek içirt de ondan sonra bir daha sus akmayalım. Bizi onun zümresinde hasret, yardımsız ve pişman, ahdi bozan, fitneye düşürülen, kuşkuya kapılan, sapıtan ve gazap edilenler olmaktan koru.
Allahım, beni dünyanın fitnelerinden muhafaza et ve sevdiğin ve razı olduğun amellerde muvaffak kıl. Halimi İslah et. Beni dün­ya hayatında ve ahirette kavl-i sabit ile sebatkâr kıl. Zulmetsem de beni saptırma. Seni teşbih ederim, Seni teşbih ederim.
Ey 'Alî, ey Azim, ey Rahim, ey Aziz, ey Cebbar!
Bütün semavatm teşbih ettiği Allah her türlü noksandan mü­nezzehtir. Dağların sesleriyle, denizlerin dalgalarıyla, balıkların lisanlanyla, gökyüzündeki yıldızların ışıklarıyla, ağaçların kökle­riyle ve yapraklarıyla, yedi kat gök ve yedi kat yerin ve bunlarda varolan bütün canlıların teşbih ettikleri Allah, her türlü noksan­dan münezzehtir. Seni teşbih ederiz, Seni teşbih ederiz ey Hayy, ey Halim. Seni teşbih ederiz ki Sen'den başka ilah yoktur ve tek-sindir ortağın yoktur; can verir, can alırsın. Halbuki Sen daima dirisin asla ölmezsin. Hayır tamamen elindedir ve Sen her şeye güç yetirensin".
Kul, Cuma günü ve gecesi bu dört dua ile dua ettiği zaman, Al­lah Teala onun amelini kemale erdirmiş ve üzerindeki fazlını ta­mamlamış olur. Eğer buraya kadar zikrettiğimiz amel, zikir ve du­aları iyi bir şekilde ifa eder, zikrettiğimiz kötü söz ve fiillerden uzak durursa Cuma ehlinden sayılır ve nasibi ziyadesiyle verilir. Onun yaptığı bu halis amel ve sadık zikirler, Allah Teala katında şükre değer bulunur. Cuma ile ilgili hükümler ve Cuma adabına dair anlatacaklarımız bunlardır. [76][76]



Bu fasılda orucu, tertibini, oruç tutanların sıfatlarını, oruçlunun yapması müstehap olan amelleri, oruç ehlinin oruçta takip edecek­leri yolları ve havassın orucunu anlatacağız.
Allah Teala buyurdu ki: "Sabır ve namaz ile yardım isteyin". (Bakara/45) Bu ayetle ilgi bir tefsirde 'Sabr* kelimesinin 'oruç* anla­mına geldiği söylenmiştir. Allah Resulü de (sav) "Ramazan ayını, sabır ayı olarak isimlendirirdi". [77][77] Çünkü sabır; Allah'ın emri istika­metinde nefsin arzularına gem vurmak, onu durdurmak ve hapset­mektir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sa­bır, imanın yarısıdır. Oruç da sabrın yarısıdır" [78][78] Allah Teala buyur­du ki: "Sabır ile yardım isteyin" (Bakara/45) Yani, nefisle cihadınız­da sabır dileyin. Bir başka tefsirde ise, düşmana karşı dayanmada sabırla yardım isteyin, denilmiştir. Bir başka alim ise, dünyada za-hidlik için oruçla yardım isteyin, şeklinde bir tefsir yapmıştır. Çün­kü oruçlu, zahid ve abid gibidir.
Oruç, dünyada zühdün anahtarı, Mevla'ya kulluğun kapısıdır. Çünkü o, arzu ve isteğe rağmen nefsi yiyecek ve içecekten menet­mektir, Zahid ve abid de, böyle bir yol seçmek suretiyle kendini iba­dete ve amele adayarak dünya işleriyle asgari derecede meşgul olur. Bu sebepledir ki Allah Resulü (sav) oruçlu ile zahidi aynı manada birleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah Teala meleklerine genç bir abid ile övünür ve şöyle buyurur: Ey Benim uğrumda şeh­vetini terkeden, gençliğini yolumda harcayan genç! Sen Benim ka­tımda meleklerim gibisin". Allah Tela oruç tutan hakkında da ben­zer şekilde buyurmuştur: "Ey meleklerim, Benim uğrumda şehve­tini lezzetini, yemeğini ve içeceğini terkeden şu kuluma bakın!".
Oruçta nefs cihadına, nefsin arzularını kesmeye ve adetlerini terkettirmeye yönelik olarak büyük bir yardım mevzubahistir. Oruç, nefsin zayıflatılması, nevalarının eksiltilme sidir. Allah Resu­lü (sav) yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu bildirdi: "Oruç dışında, Adem oğlunun bütün amelleri kendinedir. O, Benim içindir ve onu Ben ödüllendiririm"[79][79]Allah Teala, üstünlüğü ve hususiyeti sebe­biyle orucu Zatı'na izafe etmiştir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki mescidler Al­lah'ındır, sakın Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin". (Cin/18) Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Ben, sadece ha­ram kıldığı bu beldenin Rabbi olana ibadet etmekle emrolundum". (Neml/91) Mescidler, dünyevi mekanlar arasında Allah Teala'ya en sevimli gelen yerler olması, Mekke de yeryüzünün en değerli belde­si olması hasebiyle Allah Teala mescidleri ve Mekke'yi Zatı'na iza­fe etmiştir. Her şey O'nun olmasına rağmen, bizzat bunlara husu­siyet atfetmiştir.
Oruç da aynı şekilde Allah katında amellerin en faziletlisi ve kendisine en sevimli gelenidir. Çünkü oruçta da Samediyet ^Kul­ların ihtiyaçları için Allah'a başvurmaları) ahlakından nebzeler vardır. Oruç, gizli yapılan ibadetlerdendir ve Allah'tan başka hiç kimse bilmediği için orucu kendi Zatı'na izafe etmiştir.
Denildi ki: Adem oğlunun bütün amellerinden kısas talep edile­rek işlediği haksızlıkların bedeli alınabilir. Ancak oruç bunun dı­şında olup ondan kısas alınamaz. Allah Teala kıyamet günü -oruç için- şöyle buyurur: O Benimdir, ondan hiç kimse kısas talep ede­mez. Denildi ki: Her amelin belli bir karşılığı vardır. Ancak oruç bu­nun dışındadır. Hiç kimse onun sevabını bilemez. Onun sevabı he­sapsız olarak verilecek, bol bol arttırılacaktır.
Allah Teala'nm şu buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu gö­rüş teyid edilir: 'Tapmış oldukları amellere mükafaat olarak ken­dileri için göz aydınlığından nelerin gizlenmekte olduğunu şimdi hiç kimse bilemez". (Secde/17) Üstte zikrettiğimiz tefsire göre, mu-rad edilen; yaptıkları oruç ibadetidir. Allah Teala'nm "Seyahat edenler" (Tevbe/112) buyruğunun tevilinde de 'Saihun, yani Sai-mun=oruç tutanlar1 denmiştir. Onlar, Allah yolundaki açlık ve su-suzluklarıyla, dünyacıların göz nurları olan yiyecek ve içecekleri O'nun uğrunda terkederek, sanki Allah yolunda seyahata çıkmış gibi olurlar. Allah Teala da, yaptıkları bu amelden dolayı onlar için göz aydınlığı olacak bir mükafaat hazırlamıştır. Allah Teala buyur­du ki: "Muhakkak ki sabredenlere, mükafaatları hesapsız olarak verilecektir".  (Zümer/10) Bu ayetin tefsirinde  de,  sabredenlerle kasdedilen zümrenin oruç tutanlar olduğu söylenmiştir. Çünkü sa­bır, aynı zamanda oruç ameli için kullanılan isimlerden de biridir. Oruçlu, nafile olarak tuttuğu orucu herkesten sakladığı için, Al­lah Teala da onun için hazırladığı mükafaatm ne olduğunu herkes­ten saklamıştır. Bir hadiste Allah Resulü (sav) Allah Teala'nm şöy­le buyurduğunu haber vermektedir: "Kim Beni nefsinde zikreder­se, Ben de onu nefsimde anarım". Oruç, Allah Teala'yı nefsinde kimseye sezdirmeden zikretmektir.
Kulun dört gün ardarda oruçsuz kalması müstehab görülme­miştir. Çünkü bu, kalbi katılaştırır, kulun halini değiştirir, türlü alışkanlıklar doğurur ve şehvetleri azdırır. Kulun, dört gün ardar­da oruç tutmasının emredilmediği ve mendub görülmediği istisna­lar, Kurban bayramı ve Teşrik günleridir. Kulun, günaşırı oruç tut­ması, iki gün oruç tutup iki gün tutmaması müstehap görülmüştür. Bu, ömrün yarısının oruçla geçirilmesi demektir. Eğer isterse, iki gün oruç tutup bir gün orucunu açabilir. Bu da ömrün üçte ikisini oruçla geçirmektir. İsterse bir gün oruç tutup iki gün tutmayabilir. Bu durumda da ömrünün üçte birini oruçlu geçirmiş olur. Oruçlu­ların, oruç tutma yolları işte bunlardır. Bunlar ve faziletleriyle ilgi­li bir çok rivayet var olup sözü uzatmama gayesiyle bunlara yer vermedik.
Kul, ayın başından üç, ortasından üç ve sonundan üç günü oruç tutarsa güzel etmiş olur. Haftanın Pazartesi, Perşembe ve Cuma günlerini oruçlu geçirmesinde ise büyük hayırlar mevcuttur. Bun­dan da aşağısı, belli günlerde, ayın ilk ve son günlerinde oruç tut-masıdır. Orucun en faziletlisi, Haram Aylar'da tutulan oruçtur. Bunların da en faziletlisi, Muharrem ve Zilhicce aylarında olanla­rıdır. Bunda sonra Şa'ban ayında tutulan oruç gelir. Allah Resulü (sav) Şaban ayında orucu çoğaltarak Ramazanla bitiştirirdi. O, her ayın üç gününde, Pazartesi ve Perşembe günlerinde tutulan orucu asla bırakmazdı. [80][80]
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ramazan ayından sonra tutu­lan orucun en faziletlisi, Allah'ın haram ayı Muharrem'dir" [81][81] Şa­ban ayının ilk yarısında oruç tutmak da müstehap görülmüştür. Ama Selef, Şaban ayının ikinci yarısında orucu bırakırlardı.
Başka bir hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Şaban ayının ikinci yarısında, Ramazan girinceye kadar oruç yoktur" [82][82] Kul, Ra­mazan ayının girişinden önce birkaç gün oruç tutmamalıdır. Şaban orucunu Ramazan orucuyla birleştirmek caizdir. Pazartesi veya Perşembeye rastlamadıkça, Ramazan orucunu Şaban ayından iki veya üç günle karşılamak caiz değildir. Eğer Pazartesi veya Per­şembe gününe tevafuk ederse oruç tutulabilir. Sahabe'den bazıları, Receb ayının tamamında oruç tutmayı, Ramazan'a müsavi kılma endişesiyle mekruh görürlerdi. Bu sebeble Receb ayının birkaç gü­nünde orucu bırakırlardı.
Ulemadan bir topluluk, ömrün tamamını oruçla geçirmeyi mek­ruh görmüştür. Bununla ilgili hadisler de mevcuttur. Ancak onlar bu görüşlerinin açıklamasında bu kerahete sebep olarak, bazı kim­selerin bayramlar ve Teşrik günleri de dahil olmak üzere bütün se­neyi oruçla geçirmelerini göstermişlerdir. Bunun mekruhluğuyla ilgili hadisler rivayet edilmiştir.
Eğer kul, kalbinin İslahını, nefsinin arzusunun kırılmasını ve ha­linin istikamet bulmasını bütün ömrü boyunca oruç tutmakta görürse, böyle oruç tutabilir. Çünkü bu, onun için farz gibi olmaktadır. Zi­ra takva ve salahını buna borçludur. Said'den, Katade b. Ebi Temi­me el-Hüceymi vasıtasıyla Ebu Musa el-Eş'ari'den (ra) rivayet edil­di ki: Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Bütün ömrü boyunca oruç tutana, cehennem daraltılır ve (kapısına) doksan düğüm atı­lır" [83][83] Yani Cehennem onu alacak yer kalmayacak kadar daraltılır.
Konuyla ilgili rivayet edilen hadisler, bütün ömür boyunca oruç tutmanın faziletine delalet etmektedir. Sahabe ve Tabiun'dan bir kısım Selef de bu orucu güzellik üzere tutmuşlardır. Ancak bu oru­cu tutan kişi, sünnetten yüz çeviriyor ve oruç tutmama ruhsatını doğru bulmuyorsa, o zaman bu şekilde oruç tutması mekruh olur. Çünkü böyle yapmakla, Allah Resulü'nün (sav) emirlerine inatla karşı çıkan biri durumuna düşer. Allah Resulü (sav) dini uygula­mada genişliği emretmiştir. Allah Teala da, azimetleriyle olduğu kadar ruhsatlarıyla amel edilmesini de sevdiğini bildirmiştir. Baş­ka bir lafızda ise, 'Masiyetinin işlenmesini hoş görmediği gibi, ruh­satlarıyla amel edilmesinden de hoşlandığı' [84][84] rivayet edilmiştir.
Rivayet edilen bir çok hadis, ömrün yarısını oruçla geçirmenin faziletine delalet etmektedir. Bu da günaşırı oruç tutmakla olur. Kul, bu şekilde oruç tutmakla iki hal arasında olur; Sabr hali ve Şükür hali. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Bana, dünya hazinelerinin ve arzın definelerinin anahtarları sunuldu da onları reddettim ve 'Bir gün acıkır ve bir gün doyarım; doyduğumda Sana hamdeder, acıktığımda Sana yakarırım' dedim".
Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Orucun en fazi­letlisi, kardeşim Davud'un orucudur; o, bir gün tutar, bir gün bıra­kırdı". [85][85] Yine Allah Resulü'nün (sav) 'Ben daha faziletli bir oruç tutmak istiyorum' diyen Abdullah b. Amr'a (ra) 'Bir gün oruç tut, bir gün bırak' buyurması bunu göstermektedir. O, 'Daha da fazilet­li olanım yapmak istiyorum' deyince Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştu: "Bundan daha faziletlisi yoktur". [86][86]
Haram aylarda tutulan oruçla ilgili olarak şöyle bir hadis nak­ledilmiştir: "Haram bir ayda tutulan bir günlük oruç, diğer aylardan birinde tutulan otuz günlük oruçtan daha faziletlidir. Rama­zan ayında tutulan bir günlük oruç ise, Haram aylardan birinde tu­tulan otuz günlük oruçtan daha faziletlidir". Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Haram ayda, Per­şembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç tutan kimseye Allah Tea-la yedi yüz yıllık ibadet sevabı yazar".
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) Ramazan ayı dışın­da hiç bir ayı tam olarak oruçlu geçirmediği rivayet edilmiştir.[87][87] Al­lah Resulü (sav) diğer aylarda oruç tuttuğu zaman muhakkak ara verirdi. O'nun Şaban orucunu Ramazan orucuyla birleştirmesi bir kez olduğu, bu iki ayın orucunu defalarca ayırdığı rivayet edilmek­tedir.
Oruç türleri arasında zikrettiklerimiz, Selef-i Salih'ten bir ce­maatın sürekli takip ettiği oruç şekilleridir. Bunların hepsinin fa­ziletlerine dair hadisler mevcuttur. Aynı şekilde geceleri ve gündüz­leri, kalple ve bedenle yapılan amellerle ilgili anlattıklarımızın ta­mamı da rivayet edilen hadislerde faziletli amellerden sayılmakta­dır.
İman ahlakı ve yakini iman sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili söyle­diklerimiz de hadislere dayanmaktadır. Bunların çoğuyla ilgili, va-adedilen sevaplar ve faziletler zikredilmiş olmakla beraber hepsine yer vermeyi uygun görmedik. Çünkü işimiz, amellerin faziletlerini zikretmekle uğraşmak değildir. Bizim yolumuz, sadece ve sadece amel sahiplerinin kalplerini temizleyerek tehzib etmektir. İman hakikati, amelleri her türlü afetten arındırır ve amel sahipleri ce­lal sahibi olan Allah Teala'ya daha da yakın olurlar. Yüce ve Azim olan Allah Teala'dan başka engelleyici ve güç verici yoktur.
Yakini iman sahibi havassın tuttuğu oruç türlerine dair şunları söyleyebiliriz. Allah sizi muvaffak kılsın, bilin ki oruç tutan avama göre oruç; bedenin oruç tutmasıdır. Yakini iman sahibi olan havas-sa göre ise, kalbin oruç tutmasıdır. Onlara göre oruç, kalbin dünye­vi kaygı ve fikirlerden uzaklaşmasıdır. Bundan sonra, kulağın, gö­zün ve dilin Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzak durması ge­lir ki bu da onların orucudur. Ardından el ve ayağın, saldırganlıktan ve kötü işler peşinden koşmaktan uzak durmaları gelir ki bu da onların orucudur.
Orucu, işte bütün bu evsaf ile tutan kimse, gününün tamamın­da vaktini idrak etmiş olur ve günün her saati onun için bir vakit olur. O, bütün gününü zikirle imar ve ihya etmiş olur. Böyle bir oruçlu hakkında şöyle denilmiştir: Oruçlunun uykusu, ibadet, ne­fesi teşbihtir.
Allah Teala, batıla kulak verip kötü sözler söylemeyi, haram ye­mekle bir tutmuştur. Eğer dinlenen ve söylenen şeylerde, dinleyen ve söyleyen için haram söz konusu olmasaydı, Allah Teala bunları haram yemekle bir tutmazdı. Malum olduğu üzere, haram yemek, büyük günahlardan yani Kebair'dendir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurur: "Yalana kulak verirler, haramı yerler". (Maide/42) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Hiç olmazsa onların alimleri ve din bilginleri, onları günah söylemekten ve ha­ram yemekten alıkoysalardı ya!" (Maide/63)
Allah Teala'nın koyduğu sınırları muhafaza etmesine rağmen yemek veya cinsi münasebetle orucunu bozan kul, Allah'ın emirle­rine tabi oluşundaki fazilet bakımından oruçlu olarak kabul edilir­ken, Allah'ın sınırlarını çiğneyen kimse, yemek ve cinsi münasebet noktasında oruca riayet etse bile, kendine göre oruçlu olmasına rağmen Allah katında oruçsuzdur. Çünkü kaybettiği husus, Allah katında muhafaza ettiği şeyden daha sevimlidir.
Yemek yemeyen, ancak diğer uzuvlarıyla Allah Teala'nın emir­lerine muhalefet eden kimse, abdest alırken butun uzuvlarını üçer kez meshedip namaz kılan kimse gibidir. Sayı bakımından üçer kez yapmakla bu fazilete muvafık kalmış ama, asıl farz olan yıkama emrini yerine getirmemiştir. Bu durumda kıldığı namaz, cehaletin­den ve yaptığı işle aldanmasından dolayı reddedilmiş olacaktır. Oruçlu iken yemek yiyen, ama bütün uzuvlarıyla Allah'ın yasakla­rından sakınan kimse, abdest alırken organlarını birer kez yıkayıp üç sayısının faziletine muvafık olmayan kimse gibidir. O, farzı ye­rine getirdiği ve amelinde ihsan sahibi olduğu, asıl olanı sağlam kı­lıp amelini bilerek yaptığı için o abdestle kıldığı namaz da kabul görecektir. Yemek, cinsi münasebet ve Allah'ın yasak kıldığı şeyler­den bütün varlığıyla uzak duran oruçlunun orucu ise, abdest alırken bütün uzuvlarını üçer kez yıkayan kimsenin abdestine benzer. O, amelin faziletini de tamamlayarak onu en güzel şekilde yapmış olur. Allah Resulü de (sav) bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte bu, benim, benden önceki peygamberlerin ve babam İbrahim'in (as) abdestidir"[88][88]Allah Teala buyurdu ki: "Babanız İbrahim'in dini". (Hac/78) yani size düşen O'nun dinine bağlı kalmaktır, bu dinde O'na tabi olup, ona uyun.
Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Şükrederek yiyen kişi, sabır­lı oruç tutan gibidir"[89][89] Başka bir hadiste ise şöyle bir hadise nakle­dilmektedir: "İki kadın Allah Resulü (sav) devrinde oruç tutmuşlar­dı. Ama açlık ve susuzluk günün sonuna doğru onları bitkin düşür­müş, neredeyse helak olacak bir hale girmişlerdi. Sonunda Allah Resulü'ne (sav) haber göndererek, oruçlarını açmak için izin istedi­ler. Allah Resulü, onlara bir kap gönderdi ve yediklerini ona kusma­larım söyledi. Kadınlardan biri kustuğu zamaiij kap yarısına kadan koyu kan ve kaba etle doldu. Diğeri de aynı şekilde kustu ve kap ağ­zına kadar doldu. İnsanlar, bu duruma çok şaşırdılar. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Bu iki kadın, Allah'ın helal kıldığından oruç tutarak uzak durdular, ama Allah'ın haram kıldığıyla iftar ettiler. Onlardan biri diğerinin yanına oturur ve insanların gıybetini yap­maya başlarlardı. Bunlar da, gıybet ettikleri o insanların etleridir!".
Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Zeki kimselerin uykuları da oruç-suz halleri de ne kadar güzeldir. Onlar, akılsızların tuttukları oru­cu ve uykusuzluklarını kusurlu bulurlar. Yakini iman ve takva sa­hibinin yaptığı zerre miktarı amel, amelleriyle aldananların yaptık­ları dağlar kadar ibadetten çok daha faziletli ve tercihe şayandır.
Söylemesi mahzurlu olan sözleri, dinlemek de mahzurludur. Yapmanız haram olan fiillere bakmanız veya hatırınıza getirmeniz de mekruhdur. Allah Teala, kötü söz söyleyenle dinleyeni bir say­mış ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduğunuz vakit artık başka bir söze dalmcaya kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz". (Nisa/140)
Oruç tutan tevbe eden gibidir. Çünkü sabır, tevbenin sıfatların­dan biridir. Tevbe, kul önceki kötü alışkanlıklara karşı sabırlı oldu­ğu ve bunlara bir daha dönmemeye karar verdiği için geçmiş gü­nahların kefareti olarak görülür. Kul, tevbe etmek suretiyle eski alışkanlıklarına dönmeme ve bütün varlığıyla bunlardan uzak kal­ma sözü vermiş olur. Bunlara tekrar temayül ettiğinde ise, sözünü bozan mütereddit bir tevbekar olur. Böyle birinin tevbesi 'Tevbe-i nasuh=samimi tevbe' olmaz.
Böyle birinin orucu da salih ve sahih bir oruç değildir. Allah Re-sulü'nün (sav) şu hadisini görmüyor musunuz? "Oruç, yalan ve gıy­betle yırtılmadıkça cehennem için kalkandır".[90][90] Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise oruçluya şunu emretmektedir: "Sizden biri oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve cahillik etmesin. Bir kişi ona kötü söz söylediğinde, ona 'Ben oruçluyum' desin".[91][91] Başka bir lafızda ise 'Oruçlu gününü, oruçsuz günüyle bir tutmasın' ifadesi yer almaktadır. Bunun manası şudur: Oruçlu kul, oruç esnasında onun hürmetini korumalı ve ihlal edici davranışlar içinde olmamalıdır.
Allah Resulü'nün (sav) başka bir hadisinde ise şunu görmekte­yiz: "Oruç, bir emanettir. Sizden biri emanetini muhafaza etsin". Emanetin korunması ise, uzuvların korunması ile olur. Çünkü Al­lah Resulü (sav) "Allah size emanetleri sahiplerine eda etmenizi emreder". (Nisa/58) ayetini tefsir ederken elini kulağının ve gözle­rinin üstüne koymuş ve şöyle buyurmuştur: "Kulak bir emanettir, göz de bir emanettir". Allah Resulü (sav) bunu, 'Ben oruçluyum, de' ifadesinin mecazı olarak söylemiş ve oruçlunun yüklendiği emane­te sahip çıkmasını istemiştir. Emanetin korunması da, onu gizle­mekle olur. Eğer onu gereksiz yere ifşa ederse, emanete ihanet et­miş olur. Çünkü emanetin gerçek sahibi olan Allah Teala, onun açıklanmasından hoşlanmaz. Sırrın en güzel korunma ve saklan­ması ise, onu unutmakla olur. Sırrın kaybolması ise, bakanların ço-ğalmasıdır. Oruçlunun dayanağı da, orucunu unutması ve her va­kitte olanlarla meşgul olarak vaktin dolmasını beklememesidir. [92][92]



Bu fasılda nefis muhasebesini ve vakitlere riayet edilmesini anla­tacağız.
Allah Teala buyurdu ki: "Biz Kıyamet günü için adalet terazile­ri koruz da hiçbir nefse zerrece zulmedilmez. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir teraziye koruz. Hesap görücü olarak Biz yeteriz". (Enbiya/47) Ayetteki <Eteynâ=getiririz' fiilinin hemze­si bir kıraatta uzatılarak 'Aateynâ=karşılığım veririz' şeklinde okunmuştur. Bu şekliyle korkutma ve tehdit havası daha keskin ve etkileyici olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye dağınık olarak çıkacaklardır. Kim zerre kadar bir hayır işlemişse onu görecektir. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir". (Züzal/6-8)
Ebu Bekir (ra) vefatı yaklaştığında Ömer'e (ra) şöyle vasiyet et­mişti: Muhakkak ki Hak, ağır ve ağırlığıyla beraber kolaydır. Batıl da hafif, ama hafifliğiyle beraber zorludur. Allah Teala'nm da gün­düz olan ama gece kabul etmediği bir hakkı, gece olan lakin gün­düz kabul etmediği bir hakkı vardır. Eğer bütün insanlara adil dav­ranıp sadece birine zulmetsen bundan sonra zulmün artar. Eğer şu vasiyetimi korursan, hiçbir şey sana Ölüm kadar sevimli gelmez ve ölüm bir gün seni bulacaktır. Eğer bu vasiyetimi zayi edersen, hiç­bir şey sana ölüm kadar nefret ettirici gelmez ama sen de onu aciz bırakamazsın!
Ömer (ra) daima şöyle derdi: Nefislerinizi, siz hesaba çekilme­den önce muhasebe edin. Onları siz tartılmadan önce tartın. Sonra da nefislerinizi Allah Teala'nm karşısında olacak büyük sunuşa hazırlayın. O gün Allah'a sunulcaksmız ve hiçbir şeyiniz gizli kalma­yacak!
Ahirette hesabı hafif olanlar, dünyada iken nefislerini daima muhasebe eden bir topluluktur. Tartıları ağır gelecek olanlar da, dünyada iken sürekli kendilerini tartanlar olacaktır. O gün gerçek ve kusursuz tartı konacak ve sadece hakta olanların kefesi ağır ba­sacaktır. Nefs muhasebesi, Vera' yani Allah korkusuyla olur. Tart­ma ise, yakini müşahede etme ile hasıl olur. Büyük sunuş için ha­zırlanma ise, Melik-i Ekber olan Allah Teala'mn korkusuyla hasıl olur ki zühdün özü de budur.
Allah Resulü (sav) Ebu Zerr'e (ra) vasiyette bulunarak şöyle de­miştir: "Nerede olursan ol, Allah'tan kork. Kötülüğü iyilikle takip ettir ki onun izini silsin. İnsanlara güzel ahlak ile davran".[93][93]
Bu vasiyetin benzerini Allah Teala'nm yüce Kitabı'nda da gör­mekteyiz. O, kullarına buyurdu ki:"Andolsun Biz, sizden önce Ki-tab verilenlere ve size de 'Allah'tan korkunuz' diye vasiyet ettik" (Nisa/131) Allah Resulü'nün (sav) vasiyetinin ikinci kısmını ise şu ayette görmekteyiz: "Ve kötülüğü iyilikle savarlar". (Kasas/54) ya­ni, hata ile yaptıkları bir kötülüğün ardından hemen iyilik yaparak ona kefaret olmasını umarlar. Vasiyetinin üçüncü kısmını ise şu ayette görmekteyiz: "İnsanlara güzel söz söyleyin". (Bakara/83)
Allah Teala, salih kullarına yaptığı vasiyetinde üç vasfı haber vermektedir: "Muhakkak ki insan ziyandadır". (Asr/2) Yani, hüs­randa, vakitlerinin sürekli geçmesinden ve yapacağı kazançlardan mahrum olmasından dolayı kayıptadır. Daha sonra bundan istis­naya giderek şöyle buyurmuştur: "Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, hakkı ve ve sabrı tavsiye edenler hariç". (Asr/3) Üçüncü vasıf ise şu ayet-i kerimede bildirilmektedir: "Birbirlerine merha­meti tavsiye edenler". (Beled/17) Hevalara muhalefet ederek hakka tabi olmakta kul için salah ve kurtuluş vardır. Halbuki, hevaya tes­lim olmada, kul için fesad ve hüsran vardır. Sabr, amelin temelidir. Kulun kazancının mikdarı da ona göre ölçülür.
Mahlukata gösterilecek merhamet, Hâlık'dan gelecek merha­met için bir kapı ve güzel ahlâk için bir anahtar gibidir. Hüsnü zan ve kalp selameti de onunla birlikte gelir. İşte o noktada; hased vekin ortadan kalkarak yerini tevazu ve Hak yolunda zillet alır. Al­lah Teala'nm, Resulü'ne (sav) arkadaşlık etmek için seçtiği Asha-bı'nm (ra) vasıfları da aynen böyleydi ve Allah Teala onlara Sekine indirerek, kendilerini Ruh'u ile destekledi ve haklarında şöyle bu­yurdu: "Kendi aralarında çok merhametlidirler". (Feth/29). Allah Teala, merhametin özü ve hakikati hakkında da şöyle buyurmak­tadır: "Onlara merhametle tevazu kanadım ger". (İsra/24)
Allah Teala, Resulü'nün (sav) dostlarını anlatırken bir de şöyle buyurmuştur: "Müminlere karşı mütevazıdırlar". (Maide/54) İşte bu üç sıfat, kalp rikkatinin anahtarları, kalp kasvetinin mühürleri mesabesindedir. Kalbin rikkatmda (=yumuşak ve ince oluşunda); Allah Teala'ya ve ahir et yurduna yönelme, O'nun emirlerine karşı teyakkuz halinde olma, cennet ve cehennemle vaad ve tehditleri üzerinde tefekkür etme vardır. Kalbin kasavetinde (^katılığında) ise; yüz çevirme ve daimi gaflet vardır.
Nefis muhasebesi vera' ile, nefsin tartılması ayne'l-yakin'i mü­şahede ile, büyük sunuşa hazırlık ise, Melik-i Ekber korkusuyla olur. Zühdün hakikati ve ruhu budur. Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: İnsanı, kaçırmayacağı bir şeyi yakalaması sevindirir­ken, yakalayamayacağı bir şeyi kaçırması üzer. Sana dünyadan ge­lene sakın fazla sevinme ve kaybettiğin dünyalık için de sakın üzülme. Sevincin, yaptığın güzel ameller, hüznün ise yapamadıkla­rın için olsun. Meşguliyetin ahiretin için, tasan ise ölümden sonra­sı için olsun!
Yine Ali (kv) şöyle demektedir: Heva, körlüğün ortağıdır. Şaşkın­lık anında durmak, tevfik-i ilahidendir. Dünyevi tasayı kovan şeyle­rin en güzeli, yakini imandır. Yalanın akıbeti, muhakkak kötülen-mektir. Doğrulukta ise selamet vardır. Nice uzak olan vardır ki, ya-kındakinden daha yakındır. Sevdiği olmayan kimse garibdir. Dost ise, kişinin gıyabında dost ve sadık olandır. Kötü zan, seni dosttan mahrum etmesin. İkramseverlik ve alçakgönüllülük ne kadar da güzel bir ahlaktır. Haya, her türlü güzelliğe götüren yoldur. Kulpla­rın en sağlamı, takvadır. Sarıldığın sebeplerin en sağlamı da, Allah ile arandaki sebeptir. Dünyada sana en çok yarayan, ahiretteki yu­vanı İslah edebileceğin şeydir. Rızık da iki türlüdür. Biri senin ara­dığın rızık, diğeri ise seni arayan rızıktır. Sen ona gitmesen de o sana gelecektir. Eğer ellerinin arasından yokettiklerine sızlanıyorsan, bari sana henüz gelmemiş olanlar için sızlanma. Olana bakarak, henüz olmamış olanı gör. Çünkü işler, birbirlerine benzer.
Abdullah b. Abbas (ra) şöyle derdi: Her şeyin bir afeti vardır. İl­min afeti unutmak, ibadetin afeti tembellik, aklın afeti Övünme, ha­lin afeti hayırsızlık, ticaretin afeti yalan, cömertliğin afeti saçıp sa­vurma, güzelliğin afeti kibir ve İslâm'ın afeti nevadır. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurur: "Ümmetimin afeti dinar ve dirhemdir[94][94]Ve-bere es-Sülemi, Mücahid'in şu sözünü rivayet etmiştir: İbni Abbas (ra) bana beş şey tavsiye etti ve bunların iyi incelenmiş dirhemden ve saflaştınlmış altından daha güzel olduğunu teyid ederek şöyle dedi: Seni ilgilendirmeyen bir konuda asla konuşma. Çünkü bu, se­nin esenliğine daha yakındır. Kendini asla hatadan emin sanma. Seni ilgilendiren bir konuda, yeri gelinceye kadar asla konuşma. Kendini ilgilendiren bir konuda konuşan nice kimseler vardır ki, sö­zü yerine koyamazlar da tepkiyle karşılaşırlar. Hilim sahibiyle ve kendini bilmezle münazara etme. Hilim sahibi seni altüst edebilir, kendini bilmez de canını yakabilir. Bir kardeşin senden ayrıldığın­da, sen ondan ayrıldığında seni nasıl anmasını istersen sen de onu öyle an. Ona istediğini bağışla ki, o da sana onu bağışlasın. Bir şey yapacağın zaman, iyilik yaptığında mükafaat, kötülük yaptığında ise ceza göreceğini iyi bilen bir adam gibi davran.
İbni Abbas'm (ra), oğlu Abdullah'a vasiyeti ise şöyledir: Ey oğul, bu adamın seni bir çok yaşlıdan üstün tuttuğunu ve sana çok değer verdiğini görüyorum. Benim için şu hasletleri iyi muhafaza et! Bu adamın bir sırrını dahi ifşa etme. Bir emrine dahi baş kaldırma. Onun yanında kimsenin gıybetini yapma. O da senden bir ihanet görmesin. Senden bir yalana şahit olmasın! İbni Abbas'm (ra) bu vasiyeti, iki değişik rivayetle bize ulaşmış olup biri diğeriyle çakış­maktadır. Diğer rivayette şöyle bir lafız mevcuttur: Şa'bi'ye dedim ki: Bu tavsiyelerin her biri, bin tavsiyeden daha hayırlıdır. Diğer ri­vayette ise 'Her biri onbin tavsiyeden hayırlıdır1 denilmiştir.
Yusuf b. Esbat da (ra) şöyle demiştir: Üç şey vardır ki, bunları taşıyan kimsenin imanı kemale ermiş demektir: Kişi bir şeye razı olduğunda, rızasının onu batıla götürmemesi; Bir şeye kızdığında,kızgınlığının onu haktan çıkarmaması ve gücü yettiğinde, sadece hakkı olanı alması.
Bir ravi zincirinden müsned olarak şöyle bir söz rivayet edilmiş­tir: Serî b. el-Muğalles şöyle dedi: Üç şey vardır ki yakini iman bun­larla belli olur: Helake sebep olacak mevkilerde hakkı ayakta tut­mak; Bela geldiği zaman Allah Teala'nm emrine teslim olmak ve nimet gittiğinde Allah'ın kazasına rıza göstermek. Bunların şerrin­den Allah'a sığınırız.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Üç şey vardır ki, bunlar olan kişinin imanı kemal bulur: Allah'ın diniyle il­gili olarak hiç bir kmayıcınm kınamasından korkmamak; Amelinin hiç bir kısmında riyakarlık etmemek; Biri dünya diğeri ahiret için olan iki durumla karşılaştığında ahireti dünyaya tercih etmek". Yi­ne Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen meşhur bir hadiste şöyle buyrulm akta dır: "Üç şey vardır ki kurtarıcıdırlar. Üç şey de vardır ki helak edicidirler. Kurtarıcılar şunlardır: Gizli ve açık hallerde Allah'tan korkmak; Hoşnutluk ve kızgınlık hallerinde adaletli ko­nuşmak; Zenginlikte ve yoksullukta kanaatkar olmak. Helak edici­ler ise şunlardır: İtaat edilen bir cimrilik; Tabi olunan bir heva; Ki­şinin kendisine hayran olması".
Bir başka hadiste ise şöyle denilmektedir: "Kerem sahibi olmak takva, şereflilik tevazu, zenginlik ise yakini imandır". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: "İman çıplaktır. Onun elbisesi takva, zineti haya, seme­resi ise ilimdir". Ammar'm (ra) Allah Resulü'ne (sav) isnad ettiği hadisinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Vaiz olarak ölüm, ilim olarak Allah korkusu, yakin olarak zenginlik, ibadet olarak da meşguliyet yeter".
Hatiplerin serdarı, hatipler hatibi, bilgeler bilgesi Allah Resu­lü'nün (sav) meşhur veda hutbesinde söylediklerinden şunları ak­tarmayı uygun görüyoruz. Bilinir ki O'nun bu hutbedeki sözleri, kı­sa ama özlü sözler olup, vaaz, ibret alma, tefekkür etme ve zühde teşvik etme noktasında emsalsiz bir hitabet örneğidir. Söylediği her kelime, taşıdığı anlam ile tam bir uyum içerisindedir. İban b. Ayyaş (ra) Enes b. Malik'ten (ra) nakleder ki Allah Resulü (sav), de­vesinin üzerinden hitab ederek şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Şu dünyada ölüm sanki bizden başkasına yazılmış, hak sanki bizden başkasına farz kılınmış?! Az önce teşyi etmemizden sonra sefer eden şu ölüler, sanki bize geri döneceklermiş gibi kabir­ler hazırlıyor ve miraslarını yiyorken kendimizi ebediler mi sanıyo­ruz. Onların gitmesinden sonra alınacak türlü türlü ibreti unutuyor, kapımızı çalacak her türlü tehlikeden eminmişiz gibi davranıyoruz. Kendi kusuruyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarına zamanı kalmayan, haramdan kazanmadığını Allah yolunda harcayan, teva­zu ve alçakgönüllük sahiplerine merhamet eden, hikmet ve fıkıh eh­li ile içice olanlara ne mutlu! Nefsini zelil kılan, ahlakı güzel olan, kalbi salah bulan ve şerrini insanlardan uzak tutanlara ne mutlu! İl­miyle amel eden, malının fazlasını infak eden, sözünün fazlasıyla tu­tan, sünnetle genişleyip bidate yer vermeyenlere ne mutlu!".
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen başka bir hadis ise, yu­karıda dağınık olarak yeralan tavsiye ve fikirleri toplu alarak, la­fız ve mana bakımından kısa olarak ihtiva etmektedir. Allah Resu­lü (sav) bu özlü hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Kişinin islamının güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen şeyi terketmesidir"[95][95]
Kulun, yapması emredilen bir farz, yapması hoş görülen bir fa­zilet ve ihtiyacı olan bir mubah dışında bir şeyle uğraşmaması, kendisini ilgilendirmeyen şeyi terketmesidir. Başka bir hadiste ise, kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyi terketmesi "Vera'ın yarısı" ola­rak bildirilmektedir.
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Senin şüphelediren şeyi bırakarak şüphelendirmeyene sarıl. Kö­tülük, kalplerin komşusudur"[96][96]Bu hadisin anlamı şudur: Hakkın­da kuşkuya düştüğün söz veya fiili terket. Çünkü bu davranışında senin için bir ganimet veya bir selamet vardır. Bunlar sayesinde de kesin bir fazilete nail olur veya onunla selamete erersin. Kalbine bulanık gelen ve içinde huzursuzluk doğuran şeyden de uaak dur, çünkü ne kadar gizli ve belirsiz olsa da onda bir günah ve kötülük
sö zkonusudur.
Allah Resulü (sav), Rabbinin velilerini vasfedişi gibi, bir hadisin­de müminlerin vasıflarını anlatmıştır. "Bir gün ashabının (ra) arasında oturmaktaydı. Neden sonra'secdeye kapandı ve secdesini hay­li uzun tuttu. Daha sonra secdeden başım kaldırdı ve ellerini uzata­rak şöyle dua etti: 'Allahım, bize değer ver, bizi aşağılama, bizi art­tır eksiltme, bizi yücelt zelil kılma!' Bunun üzerine kendisine sor­duk: Ey Allah Resulü, bu nedir? Buyurdu ki: 'Bana öyle ayetler indi­rildi ki, onları yerine getiren cennete girer1 Sonra da "Şu müminler felah buldu ki:..." (Mü'minun/1-9) diye başlayan aşırı okudu".[97][97]
Başka bir kısa hadis rivayetinde ise şöyle nakledilmektedir: "Bir adam Allah Reulü'ne (sav) şöyle sordu:'Ey Allah Resulü, cen­netlik olduğumu -başka bir lafzında, hakiki mümin olduğumu- ne zaman bilebilirim?' Allah Resulü (sav), 'Şu vasıfları kendinde taşı­dığın zaman' dedi ve "Şu müminler felah buldu ki:..." (Mü'minun/1-9) diye başlayan aşırı okudu.
Allah Resulü'nün (sav), büyük hikmet sahibi sıfatıyla, imanın­da ve amelinde ihlaslı olan kulu, nasıl kısa ama özlü olarak tarif et­tiğini şu hadis-i şerifte görmekteyiz: "Bana sadece şu ayet nazil ol­saydı, o bile yeterdi, dedikten sonra Kehf suresinin son ayetinin şu kısmını okudu: "Her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve Rabbinin ibadetinde O'na hiçbir ortak koşmasın". (Kehf/110)". Bunlar, akıl sahiplerine nefis muhasebesi hususunda söylenebilecek en açık ve nihai sözlerdi. Salih amel, ibadette ihlas­lı olmak, mahlukatı şirk koşmamak ise, Halik Teala'nm tevhidine yakinen iman etmektir.
Sözlerin en güzeline sahip olan Allah Teala, Zatı'ndan korkan dostlarını vasfederken şöyle buyurur: "Gerçekten Rablerinin kor­kusundan titreyenler, Rablerinin ayetlerine iman edenler. Rableri-ne ortak koşmayanlar ve Rablerinin huzuruna döneceklerinden yü­rekleri çarparak zekatlarını verenler var ya, işte onlar, hayırlarda yarışan ve hayır için Önde gidenlerdir", (Mü'minun/57-61) Allah Te­ala, kendisinden korkan dost ve velilerini bu ayetlerde yedi mü­kemmel makama yerleştirmiştir ki bunlar Muhasebe Ehli'nin ma­kamları olarak bilinir. Murakabe Ehli'nin hallerinin manaları da bu makamların muhtevasmdandır.
Allah Teala bu makamlara, korku ve titreme (=Haşyet ve İşfâk) ile başlamış yürek çarpması (=Vecil) ve infak ile noktalamıştır. Bumakamların icabı da Yakini İman'dır. Allah Teala, takva ehlinin tartısını takva ile ağırlaştırmış ve bunu, sıfatlarının sonuncusu olarak vazederek "Rablerinin huzuruna döneceklerinden.." buyur­muştur. Yani onlar, Rablerinin huzuruna dönme noktasında yakini bir imana sahip oldukları için O'ndan korkmakta, titremekte, iman etmekte, ihlaslı davranmakta, canlarım ve mallarını O'nun yoluna sebil etmektedirler.
Bu, aynen Allah Teala'nm şu buyruğundaki gibidir: "Allah'tan korkun ve bilin ki O'nunla karşılaşacaksınız ve müminleri müjde­le!" (Bakara/223) Burada müminlerin Allah huzurunda korkudan emin olduklarına, güzel bir şekilde ağırlanıp O'na yakınlıkla müj-deleneceklerine işaret edilmektedir.
Nefis muhasebesi şöyle yapılır: Kul, nefsinde bir himmet doğdu­ğu ve hareket başladığı zaman şöyle bir durur. Hatır'mı (=kalbe ge­len his ve fikir) yoklar ve tanımaya çalışır. Hatır, kalbin hareketi­ni, Izdırab (=dalgalanma) ise bedenin hareketini ifade eder. Kulun kalbinde doğan his veya fikir, bir niyet, azmetme, karar verme, ça­ba sarfetme veya yapma cihetinde bir himmete sebeb olur. Eğer bunlar, Allah için (=Lillâh), Allah yolunda (=Fillâh) ve Allah ile bir­likte (=Billâh) ise ona devam eder.
Allah için olması; sadece Allah'a has ve halis olması manasm­dadır. Allah ile birlikte olması; nefis ve hevaya yakınlaşma suretiy­le değil de Allah'ın yakınlığının müşahedesiyle birlikte olması, ma­nasmdadır. Allah yolunda olması ise, Allah uğrunda, O'nun rızası­nı kazanma cihetinde olması manasmdadır. Eğer himmetini mucib olan şey, böyle bir şey ise onu bir an önce tamamlamak için çaba sarfeder ve bunda acele eder.
Eğer beşeri tabiata uygun ve beşeriyet vasfına uygun dünyevi bir çıkar, nefsani bir heva, eğlence ve gaflet içinse o hatırı hemen redde­der ve onu kafasından ve kalbinden çıkartıp atmak ister, içinden ge­len bu kötü sese kulak vermeyip onu zihninde üretmeyerek kalbinde yer etmemesi için çabalar. Aksi halde kalbinde yereden bu kötü fik­rin atılması çok zor olur. Oraya yerleşen bu fena fikir, zamanla orada bir tesir doğurur ve bu da zaman içinde fiil olarak ortaya çıkar.
Kalbe doğan his ve fikrin Allah için olması, O'na halis kılınma­sı anlamındadır. Allah ile olması, nefsin ve nevaların değil O'nunyakınlığının müşahedesiyle olması anlamındadır. Allah yolunda ol­ması ise, dünyevi bir kazanç için değil, Allah rızası için olması an­lamındadır. Kul, kalbine doğan bu fikrin (=hatır) tahlilini yapamaz ve onun üzerinde şüpheye düşerek hakikatini göremez, onun Allah Teala katında övülen, rızasına mazhar olacak, kul için öne geçirici-lik vasfı taşıyan bir şey mi yoksa Allah Teala katında çirkin ve mekruh görülen, kulun onu terketmesinde Allah'a yakınlık ve se­vapta fazlalık getiren bir şey mi olduğunu bilemezse, o zaman bir kapalılık (—işkâl) ortaya çıkar. Bu kapalılığın sebebi, şu üç husus­tan biridir: 1. Allah Teala'yı yeterince bilememekten kaynaklanan yakini iman eksikliği; 2. Batıl hükümlerin kapalı yönlerini bileme­mekten doğan ilim eksikliği; 3. Beşer tabiatından doğan ve nefse yerleşen heva ve heveslerin galib gelmesi.
Bir alim şöyle demiştir; Alim, hayrı serden ayırabilen kimse de­ğildir. Çünkü bunu her akıl sahibi yapar. Halbuki alim, iki serden hayırlı olanı bilen ve zaruret halinde onu yapabilendir. Kul, zaru­rete düştüğü zaman böyle yapar. İki hayırdan şer olanını bilendir. Yani dayandığı şeylerden dolayı bunlardan birinden sakınandır.
Şüpheli hususlarda Allah Teala'nm hükmü; geri durma ve uzaklaşmadır. Eğer bu husus, kalbi amellerden biri ise, kul bunun için azmetmez ve niyetlenmez. Eğer bedenle yapılan bir amel ise, onun için koşmaz ve çaba sarfetmez. Aksine, işin içyüzü ortaya çı­kıncaya kadar durur ve diğerlerini de durdurur. Vera' (=titizlik, en­dişe) işte budur. Vera', kapalı hususlardan geri durmak ve bunları yapmaktan çekinmektir. Şüpheli konulara -hakikat ortaya çıkınca­ya kadar-, niyet, söz veya fiille dalmaktan sakınmak, vera'ın gere­ğidir. Bunların açığa çıkması da, ilimdeki kapalılığın giderilmesi, manaların iyice tedkik edilmesiyle olur.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste de bu husus teyid edilerek şöyle buyrulmaktadır: "İnsanların en alimi, onlar ih­tilafa düştüklerinde hakkı en iyi tanıyandır". Yine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah Teala, şüpheler doğduğu zaman basiretli ve tenkidciyi, şehvetlerin hücumunda da kamil aklı sever".
İbni Mesud'dan (ra) şüphelerin çoğalmasıyla ilgili olarak şöyle bir söz nakledilmiştir: Bugün, öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki,en hayırlınız en hızlmızdır. Öyle bir zaman da gelecek ki, en hayır­lınız en yavaşınız olacaktır. Nitekim sahabeden (ra) bir cemaat Irak ehli ile Şam ehli arasında savaş kopunca geri durmuş ve bek­lemeyi tercih etmişlerdir ki bunlar arasında Sa'd, İbni Ömer, Üsa-me, Muhammed b. Mesleme (ra) gibi sahabiler mevcuttu.
Şüpheli noktalarda geri durmayarak onlara atılanlar, kendi gö­rüşüyle övünen ve nefsinin hevasına uyanlardır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste de, böyle davrananlar zemmedil-mektedir: "İtaat edilen bir cimrilik, tabi olunan bir heva ve her gö­rüş sahibinin kendi görüşüyle övünmesini gördüğünde, kendi nef­sinin hususiyetine bağlı kal"[98][98]Dikkat edilirse hadiste zemmedi­len, cimrilik değil 'İtaat edilen cimrilik'tir. Çünkü cimrilik, her nef­sin sıfatıdır.
Kişi, nefsindeki bu cimriliğe itaat ettiği ve sevdiği malı başka­larından kıskanarak sadece kendine saklamaya çalıştığı zaman zemmedilir. Aynı şekilde heva da tek başına zemmedilin emiştir. Çünkü heva da nefsin özünde olan bir özelliktir. Zemmedilen, kişi­nin bu hevaya gem vurmayıp ona tabi olmasıdır. Kişinin kendi gö­rüşüyle övünmesinde zemmedilen boyut ise, kişinin bu görüşü sırf kendi akıl ve zihninin ürün ve neticesi olarak görerek, ona ulaşma­sını sağlayan Allah Teala'nm hidayetini inkar etmesi ve kendi gö­rüşüyle iftihar ederek, kendisinden daha bilgili olan kimselerin gö­rüşlerini hor görmesidir.
Allah Teala buyurduki: "Nefislerinizi temize çıkarmayın". (Necm/32) O, kendi dostları arasındaki görüş sahiplerini vasfeder-ken de şöyle buyurur: "Keskin anlayışlılar için elbette bunda ibret­ler vardır". (Hicr/75) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Basiret üzere Al­lah'a davet ediyoruz. Ben ve bana tabi olanlar". (Yusuf/108) Bir ha­diste de şöyle buyrulmaktadır: "Müminlerin 'güzel' gördükleri şey, Allah katında da 'güzel'dir. Müminlerin, 'çirkin' gördükleri şey ise, Allah katında da 'çirkin'dir. Siz Allah Teala'nm arzmdaki şahitler­siniz". Seleften rivayet edilen bir söz de şöyledir: ibadetin en fazi­letlisi, güzel görüştür.
Misallerin çatışmasından dolayı, durum müşkil bir hale gelip hangi misale uyucağmız açıkça belli olmadığı zaman, vera'ın gereği, durup hiçbir şey yapmamak ve durumun kesinlik kazanmasını beklemektir.
İlim eksikliğinden dolayı hasıl olan şüpheye gelince, bu husus­ta bilmeniz gereken; haram ve helal olarak iki aslı kesin olarak ta­nımanız ve benzerlerine buna göre yaklaşmanız dır. Bu, gayet açık bir hükümdür. Mesela bazıları, güzel yüzlü bir gence bakmayı, er­kek olduğu için helal görmüşlerdir. Bu meseleyi -şüpheli olduğu için- iki asıldan birine dayandırmak istediğinizde, Allah Teala'nm şu ayetini görürsünüz: "Meyvasmı verdiğinde onun meyvasma ba­kın". (En'am/99) Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Mümin erkeklere, gözlerini sakınmalarını söyle". (Nur/30) Dolayı­sıyla, parlak gence bakmakta da cinsel haz sözkonusu olabileceği için, üstteki asla göre hüküm verilir.
Bu durum, aynen mubah olan şiir ve kasideleri dinlemeye ben­zer. Kur'an dinlemek helal, ama şarkı dinlemek haramdır. Kaside­ler ise daha çok şarkıyı andırmaktadır. Bu sebeble bunların dinlen­mesini, ehli olanlar dışındakiler için mekruh görürüz. Aynı durum, Kur'an okurken 'Lahn=makam' ile okuma için de geçerlidir. Kuı^an'ı bu şekilde okuyan kimse, kısaltmaları uzatıp, uzatmaları kısaltacak şekilde makama uymaya çalışırsa, onu şarkıya benzet­tiği için mekruh işlemiş olacaktır. Benzer bir durum pamuk ipek karışımından yapılan giysileri giyme konusunda da geçerlidir. Bize göre, bu tür kumaşlar giymek ve bunlar giyinikken amel etmek mekruhtur. Çünkü bunlar, pamuktan çok ipeğe benzerler.
Ne gözün, ne de kulağın gerçek hükmüne ulaşamadığı kapalı hu­suslara gelince kalpler, bunlar hakkındaki kötü zanları, ve zahiri üzere ameli kesinleştirmeyi sorgularlar. Allah Teala'nm aşağıdaki buyruğu da bu manadadır. İlmi açıklanmayan şeylerden uzak durul­ması gerekir. Kul, kendisine ilim verilmeyen bu tür muğlak konular­dan uzak durmalıdır. Aksi halde uzuvları tarafından sorgulanacağı tehdidi gayet açıktır. Allah Teala buyurdu ki: "Bir de bilmediğin bir şeyin ardınca gitme". (İsra/36) Yani onun ardına düşme, onu merak edip irdelemeye girişme. Bilmediğin bir şeyin izini sürerek, gözünü, kulağını ve kalbini ona şahit etme. Çünkü ilmin hakikati, görme, duyma ve müşahededir. İşte bu sebeple"Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların her biri ondan sorumludur" (İsra/36) buyrulmuştur.
Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Zan-dan sakının. Çünkü zan, sözün en yalan olanıdır".[99][99]
Kim, şüpheli bir meselede sırf kendi hevasma uyarak kati bir karara varırsa; kim de, içyüzünü bilmediği bir fiil veya işe hemen atılır, onu arkadaşlarına da açıklayarak haber varirse çok büyük bir kötülük etmiş olur. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Kim gö­zünün gördüğü veya kulağının duyduğunu yayarsa, Allah Teala onu iman edenler arasında kötülüğü yaymaya çalışanlardan biri olarak yazar". Bu hadis, Allah Teala'nm kulları üzerindeki örtüsü­nü ve kullarının ayıplarını örtenleri sevdiğini ortaya koymaktadır. Ebu Bekir de (ra) duasında bu gerçekleri teyid ederek şöyle der­di: "Allahım, bize hakkı hak olarak göster ki ona uyalım. Batılı da batıl olarak göster ki ondan sakınalım. Bunlardan hiçbirini benzeş-meli gönderme, yoksa hevaya uyarız".
İsa'dan (as) şu söz rivayet edilmiştir: "İşler üç türlüdür: Bir iş vardır ki doğruluğu sana açıkça belli olur, ona uy. Bir iş de vardır ki yanlışlığı sana açıkça belli olur, ondan sakın. Bir iş de vardır ki, hükmü sana kapalı gelir, onu da bilenine havale et".
Ali (kv) şöyle dua ederdi: "Allahım, ilim hakkında ilimsiz konuş­maktan Sana sığınırım". Allah Teala'nm batılı batıl olarak ortaya çıkarıp, dalaleti dalalet olarak beyan etmesi de, hakkı ortaya çıka­rıp doğru ve sadık olanı beyan etmesi gibi O'nun nimetlerindendir. Çünkü o da, yakini bilginin kapılarından biridir. İşte bu sebebledir ki Allah Teala kulu ve peygamberi Muhammed'e (sav) bir iyilikte bulunarak ayetlerini ona açıklamış ve şöyle buyurmuştur: "Ayetle­ri işte bu şekilde açıklarız ki, suçluların yolunu açıkça görebilesin". (En'am/55)
Ayetteki 'Sebü=yol' kelimesinin fethalı okunması, Allah Resu-lü'nün (sav) bunları tanıması, ötreli okunması ise, suçluların yolla­rının gösterilmesi ve açığa çıkarılması, anlamında bir ifade doğu­rur. Allah Teala, takva sahiplerine bunu vaadetmiş, hatta günahla­rın kefaretinden ve mağfiretten bile öne alarak zikretmiştir. O, bu­nun büyük bir lütuf olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız, O da size bir kıstas (furkan) kılar, günahlarınızı kefaret eder". (Enfal/29) Yani kalplerinize, şüpheli halleri ayırabileceğiniz bir ışık koyar.
Aynı şekilde Allah'tan hakkıyla korkan müttakiler için bir de kapalı konulardan çıkış varedilmiş ve onlar, hiç ummadıkları yer­den nzıklandmlmakla müjdelenmişlerdir.[100][100] Bu da öğretilmeksizin bilme olarak anlaşılan, ilahi ilham ve her şeyden haberdar ve her-şeyi bilgisine sahip olan Allah katından verilen tevfik-i ilahi olarak kendini gösterir.
Allah Teala, ilim ehli kendi aralarında saldırganlık için ihtilafa düştüklerinde takva sahibi müminlere böyle bir çıkış vaadetmiştir. Kitab Ehli'nin alimleri arasındaki saldırganlık ise, hased ve kibir afetlerin dendir. Allah'ın gaybi ayetlerini ve kaderi gönülden tasdik etmeyen münafıklar ise, bu vaatten mahrum bırakılmışlardır. Al­lah Teala, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Halbuki kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerine karşı olan kibir ve ha­setten ötürü ihtilafa düşenler, o Kitab verilenlerden başkası değil­dir. İşte Allah, iman edenleri, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakka hidayet etti". (Bakara/213)
Hakka hidayetin oluşumu şöyledir: Takva sahibi kimseye hida­yet verildiği zaman hak ortaya çıkardır ve kul, imtihan için başla­tılan batılı ve onunla ilgili olarak kendine raci olan hükümleri bilir. Batıl, kimi zaman bir düşmanın ismi, kimi zaman da nefsin bir sı­fatıdır. Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmediniz mi? "De ki: 'Hak geldi, artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri döner". (Sebe'/49) Ya­ni hak geldiği zaman, batılı açığa çıkarıp tekrar göstererek başlama ve tekrarlama emrinin hakikatini ortaya koyar. Denildi ki: Ayette 'Batıl' ile murad edilen İblis'dir, bunu iyi düşünün. Allah Teala bu­yurur ki: "Allah'ın ayetlerine iman etmeyenleri, Allah da hidayete erdirmeyecektir". (Nahl/104) Allah Teala'nm hükümleri açıklaması f=beyân) bir nimettir. Çünkü bu da kudret-i ilahinin bir eseridir. Ni­tekim O şöyle buyurmaktadır: "(Hakikat) ona beyan olunca 'Bilirim ki Allah, herşeye kadirdir' dedi". (Bakara/259) Hal böyle olunca ku­la düşen, bu nimetten dolayı Allah Teala'ya şükretmesidir.
Kulun sürekli şükrü, Allah Teala'nm beyân nimetini bahşetme­sine bir vesile olabilir. Kaldı ki Allah Teala, şükredilmesi halinde daha fazlasını vereceğini vaadetmektedir: "Belki şükredersiniz di­ye Allah size ayetlerini işte böyle beyan edip açıklar". (Maide/89) Ayetlerin açıklanmasına şükredenler için şükrün karşılığının ziya­desiyle verileceğinin en güzel delili de yine O'nun şu buyruğudur: "Şükreden bir kavim için ayetleri işte böyle açıklarız". (A'raf/58)
Şüpheli işlerde kalbinin sesini duymayarak duraklayan ve Allah Teala'nm daha fazla ilim, yakini bir kuvvet veya heva perdesini kal­dırmak suretiyle hakikati açmasını bekleyen kul, doğru olana yön­lendirilmiş bir kuldur. Bu manada Allah Teala şöyle buyurmakta­dır: "Kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırma gücü vermiştik". (Sad/20) Böyle bir kul, Allah Teala'nm vasfettiği şu zümreye dahil olacaktır: "Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiş (demek­tir)". (Bakara/269) Kulun bu hali, talep etmediği ve başka bir alimi onu açıklama mevkiine koymadığı durumlar için geçerlidir.
Böyle bir durumda dostları için hakikati öğrenmek ve kendisi­ne yol göstermeleri noktasında alimleri rehber mevkiine koymak isteyen kul ise, zaruri olarak Allah'ı bilen, O'nun hükümlerinin iç­yüzüne vakıf olan, Allah Teala'nm gerdiği perdenin inceliğini ve keşfinin gizemini arif olan bir alime sorması gerekir. Hakikati ken­di kalbiyle mükâşefe edip bulamayan bir kimse ise, o alîm kendisi­ne anlayacağı dilden bu işin hakikatim açıklayacaktır. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun". (Nahl/43) Kul, böyle davranmakla Allah Teala'nm şu buyruğunu da tasdik etmiş olacaktır: "Onu, haberdar olana sor". (Furkan/59)
Allah Teala, ilk yürüten ve son açıklayandır. Ancak yürümek ve sormak kula, hidayete iletmek ve beyan etmek ise hidayeti elinde tu­tan Hak Teala'ya aittir. O, şöyle buyurmaktadır: "De ki: Yeryüzünde yürüyün ve bakın". (Nahl/36) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuluysan, Kitab okuyanlara sor". (Yunus/94)
Konuyla ilgili olarak muhtelif ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "Onu beyan etmek Bize düşer". (Kıyamet/19) "Hidayeti göstermek de Bize düşer". (Leyl/12) "Yolu doğrultmak da Allah'a düşer". (Nahl/9) Allah Teala'nm geçmiş ümmetler içinde yaşayan sünnetle­ri bunlardır ve bu sünnetler asla değişmeyecek, değiştirilemeye­cektir. Allah Teala'nm şu buyruğunu da işitmediniz mi? "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti". (Bakara/31)
Öğretilmek için seçilen insan, o idi. Adem de (as) seçici olan Al­lah Teala'mn tahsisi ile, ilimden nasibini aldı. Sonra şöyle buyur­du: "Ey Adem, onlara isimleri haber ver. O, isimleri onlara haber verdiğinde". (Bakara/33) Bundan sonra Adem'i bırakarak kendi Za-tı'na döndü ve ilminin vasıtasını göstermesinin ardından Kendinin ilmin sahibi olduğunu teyid ederek şöyle buyurdu: "Size 'Muhak­kak ki Ben bilirim' dememiş miydim". (Bakara/33) Dikkat edilirse, 'Adem bilir' buyurmuyor. Çünkü Adem (as) ilimden nasibine düşe­ni Râzık'ı olan Allah Teala'dan almıştır. Bunun sebebi de, Allah ka­tındaki yüksek mevkiidir.
Melekler de isimlerin ilminden paylarına düşen nasibi, Allah Teala'dan Adem (as) vasıtasıyla almışlardır. Şu halde ilmi bahşe­den, çetin kuvvet sahibi Allah Teala'dır. Her şeyi yaratıcı olan O'dur: "Size rızık veren Allah'tan başka yaratıcı mı var?". (Fatır/3) Kullar, Allah Teala'mn ilim rızkından nasiplerini, vasıtalarına ve yollarına göre alırlar. Şu halde, hesaba çekici olan Allah Tea­la'mn müşahedesiyle ilgili muhasebenin ilk makamı budur. Muha­sebe hakkında tahkik sahibi olmak ise, murakabe edip gözetleyen Allah Teala'mn görülmesi sayesinde gerçekleşen Murakabe maka­mının başlangıcıdır. Murakabe'nin bu makamı, yakini iman sahip­lerinin (=Mûkinûn) hallerinden biridir. Yakin ilmi, îman ilminin bittiği yerde başlar. Kulun Yakin ilminden alacağı son nasip, aynı zamanda Ayne'l-Yakin makamının başlangıcıdır. O da Marifetin müşahede edilmesidir.
Bu vasfı haiz olan Marifet, Müşahede makamının başlangıcım teşkil eder. Bu da, yakın kılınanların (=Mukarrebûn) makamıdır. Bununla kasdettiğimiz ise, nefsin uzaklığını kuşatıp onu istila eden Karîb'in sıfatının müşahede edilmesidir. Böylece uzaklığı ya­kınlıkta kaybolur ve aklı, O'nun zannı altında uyanıp hikmeti O'nun kudreti altında durulur. Bunu ay ışığının, güneş ışınları içinde kaybolmasına benzetebiliriz. Muhakkak ki Allah Teala, em­rinde galib gelendir.
İsim ve sıfatların manalarının bilinmesi, ilahi ahlak ve hüküm­lerinin içyüzünün tanınması, Allah'a yakınlık (=Kurb) makamla­rında, Zat'm nurunun aynasıyla gerçekleşir. Mekan hükmünün nu­ru kaldırılır ve kul, sanki aynanın yapısının (=kevn) kaldırılışına şahit olarak Zat'ı, bütün nuru ile müşahede eder. Ayna, yapısından kaybolur ve kul, Allah Teala'mn Kayyumiyeti'nin baskısıyla ayakta durur. Kul, o anda ölü gibi olur ve bütün dikkatiyle Zat'ı müşahe­de eder. Ama bu müşahedesi, aynanın nuruyla ve onun cismiyle gerçekleşen müşahede gibi olmaz. Bu da ancak vasfın yakından muayene edilmesi, muamelenin tamamında murakabenin güzelce yapılması ve şer taşıyan hatırların derhal kovularak hayır taşıyan hatırların hemen uygulanmasında kendini gösteren Rabbin huzu­rundaki edebin güzelleştirilmesinden sonra hasıl olur. İşte bu, Mü­şahede ve Kurb halidir.
Bu hal kulu, ilme'l-yakin ile kalp saflığına, kalp sağlığı ise onu ayne'l-yakin müşahedesin deki çeşitli makamlara yükseltir. Kul, Öy­le bir hale ulaşır ki, ondan sonra kalbinde haktan başka hiçbir ha­tır kalmaz. Dolayısıyla kalbinin sesine (=hâtır) karşı çıktığında, Hakk'a karşı çıkmış olur. Bu vasıfların terkedilmesi ise, kalbin bu­lanmasına yol açar. Kalp bulanıklığı ise, kalbin kararmasına ve zulmetine neden olur. Bunlar da kasvet makamlarını teşkil eder ki bu, Allah'tan uzaklaşmanın (=bu'd) ilk safhasıdır.
Bize şöyle bir haber ulaştı: Küçük de olsa hiçbir fiil yoktur ki, onun için üç defter açılmasın: İlk defterde 'Neden?' İkinci defterde 'Nasıl?' üçüncü defterde ise *Kimin için?' soruları yazılıdır. 'Ne­den?' sorusunun manası şudur: Yaptığın bu fiili neden yaptın? İşte bu, Rubûbiyet hükmü gereği Allah Teala'mn kulluk hükmündeki kulunu imtihan noktasıdır. Bunun manası daha geniş olarak şöy­ledir: Yaptığın bu fiili, Mevlan istediği için mi yaptın, yoksa onu sırf kendi arzundan dolayı mı yaptın?
Kul, eğer bu defterden temiz çıkar, yani bütün yaptıklarını Al­lah Teala emrettiği için yapmış olarak hesabını verirse, ikinci def­ter açılır ve 'Nasıl yaptın?' sorusu sorulur. Bu da, kuldan yaptığı fi­ille ilgili bilgisinin istendiği noktadır ve onun için ikinci imtihanı teşkil eder. Burada kula, yaptığı fiili, bir ilme dayanarak mı yoksa cehaletle mi yaptığı sorulur. Çünkü Allah Teala, ancak kendi yolu üzere yapılan amelleri kabul eder. O'nun yolu da ilimdir.
Eğer kul, bu imtihanı da geçerse, o zaman üçüncü defter açılır ve yaptığı işleri kimin için yaptığı sorulur. Bu da, sadece Rab Tea-la'ya has ve halis kılarak kulluk etmenin sınandığı noktadır. Kulun geçeceği üçüncü imtihan da budur. Bu imtihanı geçenler, Allah Te­ala'nm haklarında "Ancak ihlaslı kulların". (Hicr/40) buyurduğu-kullarıdır. Bu da, ihlas şiarı olan "La ilahe illallah"m gereği ve ica­bıdır. Bundan sonra kul için, karşılaşma anının beklentisi içinde ürpermeden başka bir şey yoktur.
Kul, yaptığı ameli ilim üzere yapmış olabilir. Ama kimin için yaptığı önemlidir. Eğer halisane şekilde Allah Teala'nm rızasını he­defleyerek yapmış ise, o amelin ecrini vermek Allah'a düşer. Şayet kendisi gibi kul olan başka birinin rızası için yapmışsa, o zaman ec­rini ondan istemelidir. Dünyevi bir menfaat için yapmış da olabilir. Onun karşılığı da dünyada verilmiştir.
Amel, hata ve dalgınlıkla karışık olarak yapılmışsa, o zaman da ecir verilmez. Çünkü amel için gerekli olan niyet ve azim mevcut değildir. Allah Teala dışında neyi olursa olsun, başka bir şeyin rıza­sını umarak yapılan her şey, Allah Teala'nm gazabını ve cezasını gerektirir. Çünkü bu, kulun gerçek mesuliyetini terketmesi ve Al­lah'ın haklarını bilmemesidir. Allah'ın kulu olduğu halde, O'ndan başkasını nasıl dost edinebilir? O'nun verdiği rızkı yerken, nasıl başkası için amel edebilir? Din, yalnız Allah'ın olduğu halde, nasıl dini başka kaynaklarda arayabilir? Yoksa o, Allah Teala'nm 'Dik­kat edin, din yalnız Bana halis kılınır" buyruğunu duymamış mıdır?
O'nun "Onlar, ancak hanifler olarak dini Allah'a has kılarak O'na kullukla emrolundular" (Beyyine/5) ayetini duyamadığı için mi, O'nun emirlerini kabul etmez? Ya da O'nun "Allah dışında tap­tıklarınız size rızık veremezler. Rızkı Allah'tan umun ve O'na kul­luk edin" (Ankebut/17) buyruğunu duymamış mıdır?
İşte bunlar, Kur'an'm misalleridir ve alimler de bu misallerden delil çıkarırlar. Şu halde hitab-ı ilahi iyice tefekkür edildiği zaman, arifler de bu misaller vasıtasıyla zikirlerini anlarlar. Allah Teala'nm ayıplama ve kınaması ise, O'nun yüce hitabından uzak duran gafil­lere yöneliktir. O'nun hitabındaki ağır doz, onlar için ahirette göre­cekleri azaptan bile daha fazla can yakıcıdır. Çünkü Allah Teala, di­nin yalnız Kendine halis kılınmasını istemiş ve bu noktada yarat­tıklarından hiçbirinin Kendine ortak koşulmamasını emretmiştir.
O buyurur ki: "Dikkat edin, Din yalnız Allah'a halis kılınır". (Zümer/3) Şu halde Allah'ın yolu, halis ve tevhidle birleşmiş bir yol olup, bulanık ve başkaları tarafından da ortaklaşılan bir yol olma­malıdır. Çünkü ihlas, şehvet ve hevamn bulaşıklarından arındırma ve temizleme demek iken, onun zıddı olan şirk, Allah'a ibadete nef­si ve diğer insanları karıştırmaktır.
İhlas, kan ve işkembedeki besinlerden süzülerek çıkan saf ve temiz bir süt gibidir. Allah Teala üzerimizdeki nimetini onunla ta­mamlar. Bize düşen de, aynı O'nun yaptığı gibi, heva ve hevesin ha­kim olduğu nefsimizden halis ve pâk ameller çıkarabilmektir. Sü­tün içinde bir kan veya işkembe artığı gördüğümüzde ondan nasıl tiksinir ve içmezsek, Hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah Teala da bizim amellerimizde bir riya, şehvet ve heva bulaşı­ğı gördüğünde onları asla kabul etmeyecektir. O'nun, kudretiyle bizler için hayvanlar ve diğer canlılardan binek ve yiyecek edinme-mezi sağladıysa, biz de yalnız O'na şükretmeli ve amellerimizi O'na halis kılmalıyız. O'nun nimetlerini yedikten sonra kazandığımız kuvvetle, salih ameller işlemeliyiz.
Kim, Allah Teala'nm onun için yarattığı nimetleri bilmezlik eder, emrettiği gibi dininde ihlasa yönelmezse, elbetteki gazab-ı ila­hiye maruz ve azab-ı ilahiye müstehak olur. Çünkü böyle davran­makla, O'nun nimetlerine nankörlük etmiş, emirlerine başkaldır-mış olur.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarda düşünen insanlar, halktan mümkün olduğunca kaçarak, Hak'la karşılaşmanın endi­şesiyle sürekli gözyaşı döken kullar olurlar. Onlar, huzur-u ilahiye çağrılan, orada durdurulan, şahit kılman ve oradan asla geri çev­rilmeyen kimselerdir. [101][101]



Bu fasılda virdin mahiyetini ve bilinen evraddan daha fazlasına ta-lib olan ariflerin hallerini anlatacağız.
Şunu bilin ki vird; gece veya gündüzden belli bir vakit için kul­lanılan isimdir. Bu vakit, kulun üzerine tekrarlı olarak varid olur ve kul, bu vakti Allah Teala'ya yakınlaşma yolunda harcar. Bu va­kitte, huzuruna getirdiği mahbub, Ahiret'te ona geri dönecektir. Ya­kınlık (=Kurbet) iki husus için de kullanılan bir isimdir. Bu husus­lardan ilki; kula emredilen bir farz, diğeri ise yapılması mendub görülen bir fazilettir. Kul bu fazileti gece veya gündüzün belli bir vaktinde devamlı olarak ifa ettiğinde, bu kendisi için bir vird olur. Bu, onun takdim ettiği bir vird olup bugün geçirse yarın yine gele­cektir. Virdlerin (=evrâd) en kolay olanı, dört rekatlık namaz, tek­rarlı okunan surelerden birkaçını okumak ya da iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak maksadıyla çalışmaktır.
Enes b. Malik (ra) şöyle derdi: Muhammed b. Sirin'in (ra) gece­leyin ifa ettiği yedi virdi vardı. Bunlardan birini kaçırdığında, gün­düz kaza ederdi. Belli bir vakitle sınırlandırılan ve görev addedilen her amel, 'vird' olarak isimlendirilir. el-Mu'temer b. Süleyman şöy­le demiştir: Ölüm döşeğinde iken babama telkin vermeye gittim. Bana eliyle telkini bırakmamı, kendisinin dördüncü virdi ihya et­mekte olduğunu ima etti.
Kur'an-ı Kerim'in hiziblerinden her bir hizib de, belli bir vakit için 'vird' olarak adlandırılmıştır. Amel sahipleri arasında kimileri de virdlerini Kur'an cüzlerinden belirlerdi. Kimi rekat sayısına gö­re taksim ederken, bunların üstünde yeraîan ilim sahipleri de vird­lerini gece ve gündüz vakitlerinden tesbit ederlerdi.
Bir vaktin; bir ayet, bir rekat, bir tefekkür veya bir kelime-i şe-hadet ile belirlenmesi bile o kimse için 'vird' addedilir. Arifler ise, virdler için belli vakitler koymayıp vakitleri taksim etmemiş, bu­nun yerine virdi tek vird halinde Allah Teala'ya hasretmişlerdir. Dünya ile ilgili ihtiyaçlarını zaruretlerle sınırlamış ve vakitlerini Rableri ile kendi işleri noktasında eşit olarak taksim etmişlerdir.
Boyunlarını Allah'a kulluk köleliğine eğmiş olan bu kullar, bü­tün adımlarını hizmet yolunda atmaya itina göstermişlerdir. Onlar bulundukları her vakitte, virdlerinin sıfatına uygun olarak yapıl­ması istenen şey üzerinde amil kimselerdir. Onların alameti; Allah Teala'nm güzellikle kendilerini seçmiş ve velileri edinmiş olmasıdır. Allah Teala, onları nefislerine mahkum etmez ve birbirlerine muh­taç bırakmaz. Aksine onların ihtiyaçlarım üstlenip korunmalarını üstüne alır. Çünkü O, salihlerin dostudur. Onların müşahedeleri; zikirleri, Habib'e yakın olmaları, sevgi ve muhabbetleridir. Onlar Mahbub'ları dışında hiçbir varlığın faziletine şahit olmaz, Marufla­rı olan Allah Teala dışında hiçkimsenin yakınlığını istemezler. On­lar O'na, yine O'nunla yaklaşır, O'na yönelik olarak yine O'nunla O'nu teşbih ederler. O'nun için O'na tevekkül eder, O'nun azabından dolayı da yine O'ndan korkarlar. O'na karşı, yine O'nu severler.
Onlar, tevhide ilişkin ameller dışındaki amelleri eda etmeseler bile, tevhidi imanlarından zerre kadar eksilme olmaz. Müridlerin takip ettikleri virdlerin tamamını terketseler bile, kalplerinde bir fetret veya kasvet asla görülmez. Çünkü onlar, imanları amellerle artıp yine amellerle eksilenler gibi değildirler. Kalplerini ve halle­rini virdlerle diri tutma ihtiyacı hissetmezler. Onlar, kendi kalple­rinden neyin eksilip neyin arttığını iyi bilirler. Kalplerinin bir vesi­leye, nefislerinin de bir talebe ihtiyacı yoktur ki bunların eksikli­ğinden dolayı yakinî imanlarında bir zaaf oluşsun.
Bütün bunlar, müridlerin hallerin dendir. Onların bütün değiş­imleri iki hususutadır: Hâlık ile darlanıp O'ndan kaçmaları ve halk ile genişleyip onlarla huzur bulmaları. Eğer onlar, Allah Teala'nm yakınlığında daim olurlarsa, O'nunla rahat bulmaları da devamlı olur. O'nun üzerindeki şehadetleri sağlam olursa, O'ndan başkasına asla bakmazlar. Arifler ise, kalpleri yalnız Allah ile dolmuş, diğer varlıklardan tamamen arınmış kimselerdir. Bütün dağınık şeyler,toplayıcılarıyla birlikte onlar için birleştirilmiştir. Kaim olan Allah Teala, kendine şehadetlerinden dolayı onları da kaim kılmıştır. On­lar için herşeyde bir fazlalık, herşeyde bir tevhid, içlerinden gelen her seste Allah'a dönüş, baktıkları herşeyde Allah'a delalet, her ba­kış ve hareketlerinde kendileri için Allah'a götüren bir yol vardır.
Onların tevhidleri devamlı artmakta, yakini imanları da, hiçbir değişme, soğuma, duraklama ve sınırlama olmaksızın devamlı su­rette tazelenmektedir. İçlerinden biri, sebeplere bağlanmak istedi­ğinde rabler Rabbi Allah Teala, bütün sebepleri onun için toplar. Çünkü bu toplanma ile murad edilen O'dur. Arif kul, bu dağınıklı­ğı koklayarak kalbine gelenleri toplamak ister. Bu da, Mahbubu'na olan güveninin ve Mahbubu nezdindeki yerini sağlamlaştırmanın bir yoludur.
Allah Teala, onun talebini bildiği için, kul kendisim attığı za­man, Allah da ona olan dostluk ve velayetinin ifadesi olarak onu ta­şır ve nefis ve hevasına muhtaç etmez. Bütün bunlar, ancak ehli olan kullar tarafından bilinebilecek makamlardır. Bu makamlar, ancak onlara yakışır. Bunlarda bulunmak, sadece onlara uygun dü­şer. Bu makamlar kıyasa konu olamadığı gibi, yerleri hakkında da iddiada bulunulamaz. Bunlar beklenilemeyen makamlardır. Dola­yısıyla bunlar için virdler terkedilebilir. Yine bunlar, umulmayan makamlardır. Dolayısıyla bunlar uğruna gösterilecek çabalar, dai­ma eksik kalacaktır.
Sözkonusu makamlar tarafından murad edilen kullar, onları yüklenmiş kullardır. Onlar, bu makamların ilimleriyle yüzleşmiş-lerdir. Onlar, bu makamların yollarına sokulmuş kimselerdir. Bu makamlar için gereken azık, onlara sağlanmıştır. Bunlar, o kimse­lere has ve mahsus kılınmış makamlardır. Onlar, bu makamlarda daima önde gidenlerdir. Allah Teala'nm velileri, elbette O'nun kul­larıdır. Onlar öyle kimselerdir ki, bütün kalpleriyle taptıkları İlah'a yönelmişlerdir. Daima, yöneldikleri Mabud'larını gözler ve düşünürler. Bu sayede de, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti (=fasl-ı hitâb) sayesinde Allah'ın hükmüne şahitlik eden Kitabı'n hükümlerini layıkı veçhile anlayabilirler.
Allah Teala şöyle buyurur: "O, ısrarla yöneldiğin ilahına bir bak". (Taha/97) Allah Teala bunu, kendi ibadetinden yüz çevirttiği gafiller hakkındaki şu buyruğundan sonra söylemiştir: "Dediler ki: Bir takım putlara tapıyoruz ve onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz". (Şu'ara/71) Ardından da şöyle buyurmuştur: "Haydi gidin ve ilahla­rınız üzerinde sabırlı olun. Muhakkak ki bu, murad edilen bir şey­dir". (Sad/6) Allah Teala, bütün bu ayetlerinin ardından şöyle bu­yurmaktadır: "Rabbinin hükmü için sabırlı ol. Muhakkak ki sen, gözlerimizin önündesin". (Tur/48) Arif kullar, Allah Teala'nm bu ayetlerine vakıf oldukları için, emrolundukları İhlasın, İbadet oldu­ğunu, hakiki ibadetin ise, ancak nevadan uzak durarak Allah Tea-la'ya yönelmekle yapılabileceğini iyi bilirler.
Allah Teala'nm şu buyruğunu hiç duymadınız mı? "Tağut'a iba­det etmekten sakınan ve Allah'a (tevbe ederek) yönelenler için bü­yük bir müjde vardır". (Zümer/17) Allah Teala'nm değişik makam­lara yükselttiği bu arifler, namazın dinin direği olduğunu da yaki-nen bilir ve buna iman ederler. Ama onlara göre namaz, ancak tak­va ehli olan müttakilerin işidir. Takva (=Allah korkusu) ise, sadece Allah Teala'ya yönelme (=inabe) ve sürekli tevbe etme ile tahakkuk eden bir sıfattır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yönelerek O'ndan korkarlar". (Rum/31) Hemen ardından şöyle bu­yurmuştur: "Namazı kılın ve Allah'a ortak koşan müşriklerden ol­mayın". (Rum/31)
Ariflerin, Peygamberlerin sünnetine uygun olarak ifa ettikleri amel işte böyledir. Onların Allah'a yönelmeleri ise, zikrettikleri Rablerini müşahede etmeleridir. Allah Teala, onların zıddı olan kimseleri vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Gözlerinde Benim zikrime karşı bir örtü vardır". (Kehf/101). Halbuki arifler için, O'nun zikri tamamen açılmıştır. Dolayısıyla onlar, Allah Teala'nm o ayetinde vasfettiği kimselerin tam zıddıdırlar. Onların zikirleri­nin yani sürekli Allah'ı anmalarının hakiki özü, O'ndan gayrisini
unutmalarıdır.
Nitekim Allah Teala başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Unuttuğunda Rabbini zikret". (Kehf/24) Ariflerin devamlı surette Allah'ı zikretmeleri, onları herşeyden kaçarak Allah'a yönelmeye sevketmiştir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Umulur ki zikredersiniz. Öyleyse Allah'a kaçın". (Zariyat/50) On­lar Allah Teala'ya kaçtığında, O da kendilerine yakınlığıyla kucak açmış muhabbetine götüren yolu göstermiş, rahmetini kendilerine yayarak hepsini kabzasına almış kendilerinden başka kimseyi gör­memelerini ve tanımamalarını sağlamıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Madem ki siz, kavminizden ve onların, Allah dışında taptıkların­dan ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki Rabbiniz, rahmetinden size bir genişlik versin". (Kehf/16) Yine O, başka bir ayet-i kerime­sinde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki ben, Rabbime gidiciyim, O beni hidayet verecektir". (Saffat/99)
Bundan sonra virdleri ve bunların arttırılmasıyla umulan se­vapları anlatacağız. Bilinen vakitlerde belli ibadetlerin yapılmasıy­la sınırlandırılan evrada sürekli devam edilmesi halinde, müridin eksikliği daha çok ortaya çıkar. Mürid, bu evrada devam etmek su­retiyle, azmin kuvvetini tanır, dünyevi adet ve fetretinin verdiği gevşeklikten sıyrılmayı başarabilir. Virdlerde bir çok fazilet mev­cuttur. Öyle ki, virdlere devam eden bir amil, hastalık veya yolcu­luk sebebiyle ara verdiği zaman, görevli melek sağlığında veya ika­metinde yazdığı sevabı aynen yazmayı sürdürür.
Arifin uykusu, cahilin namazından daha faziletli olabilir. Çün­kü uyuyan kul, uykusunda iken selamette olan, uyandığı zaman zahid ve alim olarak amel eden bir kuldur. Şu oruç tutan ve gece kıyamına kalkan kimsenin ise, ibadetlerinde türlü afetlere mübte-la olmasından ve türlü düşmanlarla ilişki kurmasından emin olu­namaz. Çünkü o, bahsettiğimiz cahil kişidir. Yaptığı amelle kendi­ni kandırır ve bulduğunda kaybeder. Daha önce de şöyle bir hadis rivayet etmiştik: "Alimin uykusu ibadet, nefesi teşbihtir". Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bir alim, şeytanlar için bin abidden daha çetin bir rakiptir".
Maktu' bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "-Gök ile yeri kas-dederek- şu, bunun üstüne düşse bile, alim ilmini hiçbir şey için terketmez". Halbuki, dünya nimetleri bir abidin önünde açılsa, ço­ğunlukla Rabbinin ibadetini terkeder. Çünkü alim, uykusunda bile Allah'ın ayet ve ibretlerini mükaşefe yoluyla öğrenebilir, Melekut-i A'la ve Esfel onun önünde açılabilir, türlü ilimlerle muhatap olup Peygamberlerin uyanıkken şahit oldukları Kudret-i İlahi'ye bir an­lamıyla uykusunda şahit olabilir. Çünkü gözleri uyuşa bile kalbi di­ridir. Halbuki gafil birinin uyanık hali çoğu zaman uykulu hali gibi olabilir. Çünkü gözleri açık olmasına rağmen kalbi ölüdür. Şu halde, alimin uykusu, cahilin uyanıklığına denktir.
Cahil ve gafil birinin uyanık hali, nasıl olur da alimin uykusu­na yakın derecede olur? Bakın Ebu Musa'nın (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet ettiği hadise: "Allah Resulü (sav) Uhud'a bak­tı ve şöyle dedi: "İşte Uhud dağı! Hiç bir varlık onun ağırlığını bile­mez. Ümmetim arasında öyle kimseler vardır ki onların teşbih ve tehlilleri, Allah katında bu dağdan bile daha ağırdır". İbni Mesud (ra) şöyle bir hadis nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Ömer'e (ra) şöy-\ le buyurmuştu: "Kulun bir günde yaptığı amelin, göklerdeki ve yer-dekilerden daha ağır çekmesini asla yadırgamam" Sonra da bu ku­lu vasfederek şöyle buyurmuştur: "O, Allah Teala'yı akleden, O'na yakinen iman eden ve O'nu bilen bir kuldur".
Aişe'ye (ra) Allah Resulü'nün Ramazan ayında kıldığı namaz sorulmuştu. Şöyle dedi: "O, Ramazan ayma mahsus bir ibadete sa­hip değildi. O ayda, senenin diğer aylarında yaptığından daha faz­la bir şey yapmazdı"[102][102].  Enes b. Malik de (ra) şunu rivayet etmiştir: "Geceleyin Allah Resulü'nü (sav) uyur görmek istediğinizde uyur bulur, uyanık görmek istediğinizde de muhakkak uyanık bulurdu­nuz". Allah Resulü (sav) geceleri uyur, sonra uyuduğu kadar kıyam eder, sonra tekrar uyur, sonra da Sabah namazı için kalkardı".
Aişe (ra) şunu nakleder: "Allah Resulü (sav) Ramazan ayı dışın­da hiç bir ay tam olarak oruç tutmadı. Hiçbir gece de sabah nama­zı vaktine kadar kıyam etmedi". [103][103] Yine Aişe (ra), Allah Resulü'nün (sav) belli zamanlarda oruç tuttuğunu, belli zamanlarda orucunu açtığını, geceleri de belli bir süre kıyam edip belli bir süre uyuduğu­nu haber vermektedir. Başka bir hadiste ise Aişe (ra) Allah Resulü (sav) hakkında şöyle demektedir: "Allah Resulü, 'Orucunu hiç açmı­yor5 dedirtecek kadar oruç tutar, 'Hiç iftar etmiyor dedirtecek kadar iftar eder, 'Oruç tutmuyor1 dedirtecek kadar da oruca ara verirdi. Al­lah Resulü (sav) oruca niyetlenerek sabaha çıkar, sonra iftar eder, oruç tutmamaya niyetlenerek sabaha çıkar sonra oruç tutardı [104][104]
Başka bir hadiste de şu husus rivayet edilmektedir: "Allah Re­sulü (sav) sabaha çıktığı zaman ev halkına 'Yiyecek bir şeyiniz var mı?' diye sorar, eğer birşeyler sunar iseler onu yer, aksi halde 'Ben oruçluyum' derdi. Bir gün oruçlu olarak evden çıkmıştı. Sonra eve dönmüş biz de kendisine 'Ey Allah Resulü, bize Hayse* hediye edil­di' dedik. Şöyle buyurdu: 'Halbuki ben, oruca niyet etmiştim, fakat onun yakın olanı hariç". [105][105]
Allah Resulü'nün (sav) virdi, O'na varid olanların hükmü gere­ğiydi. Arifler de işte bu madenden feyiz alırlar. Yakin sahibi bu kim­selerin müşahedeleri de işte böyle olur. Onlar, Allah ile beraberlik­lerinde belli bir vakte ve kesin sınırlamalara ihtiyaç duymazlar. Ni­tekim ariflerden birine 'Allah'ı nasıl tanıdın?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Belli vakitlerde azmetmeyi feshedip, belli vakitler için konulan niyetleri kaldırarak'. Bu anlamda virdler, normal amel sahipleri için geçerli olan vakte bağlı ibadetlerdir. Abidler için aslo-lan da bu nevi vazifelerdir. Onlar, bu vazifeler sayesinde marifet yo­luna girer, ve bunlar sayesinde Bir olan Allah'a şahit olma makamı­na kadar yükselirler. İşte o noktada bütün virdler, tek bir vird olur ve onlar da Allah Teala'nm müşahedesiyle ayakta dururlar.
Selef-i Salih'ten bir alim şöyle demiştir: İman, gönderilen pey­gamberlerin sayısı üzere üçyüz onüç ahlaktan oluşur. Çünkü her peygamber bir ahlaka sahiptir. Her mümin de bu ahlakın faziletle­rinden biri üzere olur. Bu, onun Allah'a götüren yolu, Allah'a olan yö­nelişi ve nasibidir. Her yolda müminlerden bir tabaka vardır. Bun­lardan bazıları, makam bakımından bazılarından üstte yeralırlar.
Başka bir alim de şöyle demiştir: Allah Teala'ya giden yollar, müminlerin sayısmcadır. Bir arif ise şöyle derdi: Allah'a giden yol­lar, mahlukatın sayısı kadardır. Çünkü yaratılan her mahluka şa-hid olanın bir yolu olur. Yaratılanlar, aynı zamanda Yaratan'a götü­ren yollar mesabesindedir.
Bir başka hadiste şöyle buyrulmaktadır: "İman, üçyüzotuzüç yoldur. Kim, bu yıllardan biri üzerinde şehadeti ile Allah Teala'ya mülaki olursa, cennete girer". Bu meyanda Allah Teala şöyle bu­yurmaktadır: "Herkes kendi yolu üzere amel eder. Yol bakımından
Hayse; hurma, kuru yoğurt ve yağın karıştmlmasıyla yapılan bir tür ezme..
kimin daha doğru olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir". (îsra/84) Allah Teala'nm bu buyruğu, sözkonusu müminlerin hepsinin de hidayet üzere olduğunu, ancak içlerinden bir kısmının diğerlerinden daha doğru bir yol üzere olduklarını gösterir.
Bazılarının yolu, Allah Teala'ya diğerlerinin yollarından daha yakın ve daha faziletlidir. Allah Teala'ya daha yakın olan yolu ara­mak, mendub görülmüş ve bu hususta yarışıp rekabet etmek, teş­vik edilmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve O'na vesile arayın". (Maide/35) Buradaki 'Vesile' Allah Teala'nm yakınlığıdır. Yine Allah Teala, şöyle buyurmaktadır: "On­ların taptıkları da, Rablerine yakın olabilmek için vesile ararlar". (İsra/57) Bu yollardan hangisi Allah'a daha yakındır? Allah Tea­la'ya en yakın olan insanlar, Allah katında en yüksek makama sa­hip olanlardır. O'nun katında en yüksek makama sahip olanlar ise, O'nu en iyi tanıyan ve O'nun nezdinde en faziletli olanlardır.
"De ki: Herkes kendi yolu üzere amel eder". (İsra/84) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şu tefsir rivayet edilmiştir: Yani herkes vah­daniyet şuuruna göre amel eder. Kısaca herkes, Allah Teala'yı bir­leme şekli ve O'nun marifetini nasip ettiği mikdarda amel ve kul­luk eder. Ayetteki 'Şâkile' kelimesi, kişiyi şekillendiren yol, tarikat ve ahlâk manalarına gelmektedir. Ali'nin de (kv) bu meyanda şöy­le bir sözü nakledilir: Her müminin, amelleri arasında bir önderi vardır. Müminin Önder kıldığı amel, sayesinde kurtuluşu umut et­tiği ve Allah katında kendisini yükselteceğini ümit ettiği ameldir.
Ulemadan biri şöyle der: Kufe'nin abidleri dört türlüdür: Bir kısmı sadece geceye sahip çıkıp gündüze sahip çıkmazlar. Bir kıs­mı, sadece gündüze sahip çıkıp geceye sahip çıkmazlar. Bir kısmı sadece gizli olana sahip çıkar, âşikârlığı sahiplenmezler. Bir kısmı da aşikarlığa sahip çıkıp gizli olanı sahiplenmezler.
Bazı abidler, gece ibadetini gündüz ibadetine tercih ederlerdi. Çünkü gece ibadetinde nefis mücahedesi ve uzuvları haramdan sa­kınma gayreti vardır. Gündüz ise, gafillerin hareketlerine ve cahil­lerin ortaya çıkışma sahne olur. Gafillerin hareketlerinin ve cahil­lerin mevcudiyetlerinin ortada olmadığı gece vaktinin sükunetinde sükun bulan kul, takva sahibi bir mücahid ve fazilet erbabından bir abid olur.
Buna karşılık şöyle denilmiştir: İbadet, sadece oruç tutup na­maz kılmak değildir. Bilakis, ibadetin en faziletlisi; farzları eda edip haramlardan sakınmak ve bir dirhem dahi kazanırken Allah Teala'dan korkmaktır. Bunlar da gündüzün ibadetleridir. Yüce Al­lah buyurdu ki: "Geceleyin sizi öldüren, gündüz de ne işlediğinizi bilen O'dur". (En'am/60) Yani gündüz uzuvlarınızla sevap günah namına ne kazandığınızı bilir.
Dikkat edilirse, Allah Teala kulun birşeyler yapmasını gündü­ze bağlamıştır. Çünkü gece öldürdükten sonra gündüz onları di­riltmektedir. Eğer kul, gündüz bir şey işlemezse, o zaman Allah Teala tarafından diriltilmiş de olmayacaktır. Bu ise, hitab-ı ilahi­ye muhalefettir. Şu halde en faziletlisi gündüz ibadetidir. Hasan el-Basri (ra) ise şöyle derdi: Amellerin en ağırı, devamlılık üzere gece kıyamıdır.
Virdlere devam etmek, müminlerin ahlakından, abidlerin ise Allah'a götüren yollarındandır. Bu, imanı arttırıcı ve yakini ima­nın alameti olarak görülen güzel bir alışkanlıktır. Aişe'ye (ra) Al­lah Resulü'nün (sav) ameli sorulduğunda şöyle demiştir: "O'nun ameli devamlı idi". [106][106] O, bir ameli yaptığı zaman, onu en güzel şe­kilde yapardı.
Allah Resulü'nün (say) ikindi namazından sonra kıldığı iki re-katlık nafile namazının sebebi de buydu. Bir gün, yabancı bir heye­tin kabulünden dolayı öğleden sonra kılması gereken iki rekatı, ikindi namazından sonra kılmıştı. O günden sonra her ikindi na­mazından sonra iki rekat namaz kılar oldu. Aişe (ra) ve Ümmü Se­leme (ra) bunu merak ederlerdi. Çünkü Allah Resulü (sav) müslü-manların sünnet haline getirmemeleri için bu iki rekatı daima evinde kılardı.
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle büyümüştür: "Kendinizi ancak yapabileceğiniz amellerle mükellef kılın. Siz usanmadıkça Allah Teala usanmaz". [107][107] Başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Amellerin Allah Teala'ya en sevimli geleni, az da olsa devamlı olanıdır". [108][108] Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah Teala'yı bir ibadete alıştırır da sonra bezginliğinden dolayı onu terkederse, Allah da ona gazap eder". Bazı ravilerin müsned olarak rivayet ettikleri Aişe'den (ra) rivayet edilmiş bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmak­tadır: "İlim olarak artamadığım her gün, o günün sabahında bana bereket kılınmamış demektir".
Söz olarak rivayet edilen, kimi zaman Allah Resulü'nden (sav) olduğu söylenip kimi zaman da Hasan b. Ali'ye (ra) izafe edilen bir rivayet de şöyledir: "İki günü eşit olan, aldanmıştır. Bugünü dü­nünden daha kötü olan ise mahrumdur. Sürekli artış içinde olma­yan eksilmededir". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Nefsinde sürekli eksiklik aramayan kimse, eksikliktedir. Eksilme­de olan içinse ölüm daha hayırlıdır". Mümin ise daima şükreder. Şükredenler de sürekli artıştadır. [109][109]



Bu fasılda, insan nefsini tanımaya ve ariflerin vecdlerini anlatma­ya çalışacağız.
İyi bilin ki, insanın eksilme ve noksan içinde olması, içinde bu­lunduğu gaflet halinden dolayıdır. Gaflet ise, nefsin türlü afetlerin­den doğar. Nefs, daimi hareket etme tabiatı üzere yaratılmıştır. Al­lah Teala tarafından da daima en büyük imtihanı olan sükunete çağrılmıştır. Çünkü nefis, ancak sükunete erip, kendi güç ve engel­lemesinden beri kaldığı ve Mevlası'na muhtaç olduğunu bildiği za­man istikamet bulabilir.
Allah Teala buyurdu ki: "Sadece müslümanlar olarak ölün". (Bakara/132) Korkuyla yalnız Allah'a yönelme hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ve canımızı müslüman olarak al". (A'raf/126) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "İn­san çok aceleci idi". (İsra/11), "Muhakkak ki insan aceleden yaratıl­dı". (Enbiya/37) Allah Teala, insanın bu acelecilik sıfatını haber verdikten sonra, bundan vazgeçmesini telkin ederek şöyle buyur­maktadır: "Size ayetlerimi göstereceğim. Benden acele istemeyin". (Enbiya/37); "Allah'ın emri gelecektir. Onun acele olmasını isteme­yin". (NahVl)
Halbuki imanın artması manasına gelen sükunet indiği zaman, nefs sükunet bulur ve kendisine nefes veren Allah'ın lütfuyla heva-dan uzaklaşır. Nefs sükunet bulduğu zaman, Allah'a muhtariyet ve yakarışın alameti olan kalpteki gaflet perdesi kalkar. İnsan nefsi, tabiatı icabı hareketlidir. Hareketi durduğu zaman, minnet ve fazi­lete ulaşır. Tabiatına uyarak hareketliliği seçerse, o zaman imtihan ve adalet gösterme lüzumu ile karşılaşır.
İmtihanın başı, nefsin ihtilafa düşmesi, ihtilafa düşmenin baş­langıcı ise muhalefet etmesidir. Bu muhalefetin ön cephesinde gay­ret yeralırken kapısı kulaktır. Kulak, kelama ve nazariyecüiğe gi­den yolun başıdır. Söz ise, şehvete götüren yoldur. Şehvet, günahın anahtarıdır. Günah ise, cehennemde bir makamdır.
Cebbar olan Allah Teala, kullarını cehennemden dünyada tevbe, ahirette ise affıyla çıkarır. Allah Teala'nm emrine muhalif kalmak, O'nun dostları ve ariflerine, cehennem azabından daha ağır gelir. Bu hususta ariflerden çeşitli sözler rivayet edilmiş olup biri şöyle demiştir: Cehenneme girmekle sınanmam, bana Allah Teala'ya karşı bir günah işlememden daha sevimli gelir. 'Niçin?' diye sorul­duğunda şöyle demiştir: Çünkü Allah Teala'ya karşı günah işle­mekte, Rabbime isyan etmek ve O'nun gazabına maruz olmak söz-konusudur. Halbuki cehennem azabında, Allah Teala'nm kudret ve intikamının izhar edilmesi sözkonusudur. O'nun gazabı bana, azap edilmekten çok daha ağır gelir.
Yakin sahibi bir amilden de bu meyanda bir söz rivayet edilmiş­tir. O şöyle derdi: Benden kabul edilecek iki rekat namaz dahi, cen­nete alınmamdan daha sevimlidir. 'Nasıl olur?' diye sorulduğunda şöyle dedi: Çünkü o iki rekatta Rabbim Allah'ın rızası ve muhabbe­ti mevcuttur. Cennete girmekte ise, benim rızam ve arzum vardır. Tabii ki Rabbimin rızası, benim için kendi hoşnutluğumdan daha güzeldir.
Vüheyb b. el-Verd el-Mekki, içmesi istenen bir sütü içmedi. Çün­kü sütün kaynağını sorduğunda, aldığı cevaptan memnun kalma­mıştı. Bunun üzerine annesi şöyle dedi: İç onu, içmen halinde Allah Teala'nm sana mağfiret etmesini umarım. O da şu cevabı verdi: Ben içtikten sonra Allah Teala'nm bana mağfiret etmiş olmasını iste­mem. Bunun üzerine annesi 'Niçin?' diye sordu. O da şöyle dedi: Gü­nahını işleyerek mağfiretini kazanmak istemem de onun için!
Nefsin sıfatları esas itibarıyla iki noktada toplanır: Tayş1 yani hataya meyil ve 'Şereh' yani açgözlülük. 'Tayş' umumiyetle, ceha­letten 'Şereh' ise hırstan kaynaklanır. Bunlar, nefsin yaratılış fıtra­tım teşkil ederler. 'Tayş'm durumu, pürüzsüz ve doğrultulmuş bir satıh üzerinde ucu ucuna duran bir top veya ceviz tanesine benze­tilebilir. Ona üflemek veya hafifçe itmek dahi harekete geçirmek için kafidir. Hafiflik ve yuvarlaklıktan dolayı derhal hareket eder­ler. Nefs de aynen böyledir. Hırstan kaynaklanan 'Şereh'e misal olarak da bir kelebeği gösterebiliriz. Kelebek, ışığa duyduğu şiddet­li hırstan ötürü yanan bir ateşe cahilce atılır ve ışık ararken helak olur. Işığın az bir bölümüne ulaştığında onunla yetinmeyerek onun kaynağına, kısaca ışığın bizzat kendine ulaşmak ister. Halbuki o, yanan bir lambadır. Eğer uzakta durup az bir ışıkla yetinmiş olsa kurtulacaktır. Cahilce hırsının ardına düşen nefs de aynen böyle­dir. İnsan nefsindeki bu hırs, ondaki acelecilikten kaynaklanmak­tadır.
'Şereh', hırs ve tamah demektir. İşte bu iki zaaf, yanı hırs ve ta­mah, Adem'in (as) cennetten çıkarılmasının esas sebebleridir. Çün­kü Adem (as) ebedi hayata tamah ederek, o meyvayı yemeye hırs göstermişti. Bu hareketi, elbetteki bir cahilliğin ve hırsın neticesiy-di. İşlediği günah ise, dünyanın insanlarla dolmasının, itaat ise ahiretin takva sahipleriyle dolmasının sebebini teşkil etmiştir. Bu­nun içindir ki şöyle denmiştir: Dünya sevgisi, her günahın başıdır. Zühd ise, her türlü taat ve amelin kaynağıdır. Bakın Allah Teala önce cennete koyduğu Adem'i (as) sadece bir günahından dolayı oradan çıkarmıştır. Sizler, bu kadar fazla günahla görmeyi dahi ba­şaramayacağınız cennete nasıl olur da girmeyihayal edersiniz?
Bir hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "İman çıplaktır. Onun giysisi takva, ziyneti haya, meyvası ise ilimdir". Başka bir rivayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Cennet temizdir ve onda ancak temiz olanlar ikamet edebilir. Kullar, onun için temiz olduklarında, ona girerler". Bunun, Allah Teala'nın şu ayetiyle na­sıl birleştirildiğine bir baksanıza: "Melekler, temiz insanlar olarak canlarını aldıkları o kimselere 'Size selam olsun' derler". (Nahl/32)
Başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Bekçileri onlara 'Size selam olsun, temizlenmiş, hoş olmuşsunuz, haydi ebedi kalı­cılar olarak ona girin!' derler" (Zümer/73) Cennet ehli temiz ve arınmış olmalıdır. Çünkü Allah Teala başka bir ayetinde şöyle bu­yurmaktadır: "Ve Adn cennetlerinde temiz ve hoş meskenler". (Tev-be/72) Günahlar ise, pisliklerdir. Allah Teala, şöyle buyurur: "Temiz ve hoş şeyleri onlar için helal, pis şeyleri de haram kılan..". (Araf/157) O, bunu şu ayetinde hülasa etmiştir: "Pis kadınlar da, pis erkekler içindir". (Nur/26) "Temiz kadınlar, temiz erkekler için­dir". (Nur/26)
Bir alim de nefsin 'şereh' dediğimiz hırsını, üzerine bal sürül­müş bir ekmeğe gelen sineğe benzetir. Azgın nefis, balın tamamını emmek isteyip de ortasına konan, sonra da kanatları bala bulaştı­ğı için orada ölen sinek gibidir. Başka bir sinek ise, balın kenarına gelir ve oradan kendine yetecek kadarını emip işini bitirdikten son­ra uçup gider.
Hikmet ehlinden biri de Adem oğlunu ipek böceğine benzetir. İpek böceği, cahilliğinden dolayı kozayı sürekli kendi üzerinde örer. Öyle bir an gelir ki çıkacak yeri kalmaz ve kendini öldürür ve baş­ka bir kozaya dönüşür. Veya bunu da yapamadan kozayı tamamla­dıktan sonra onu Öldürürler. Çünkü ondan doğacak yeni kurtçuk, güneşi görebilmek için dışarı çıkmak isteyecek ve örülen kozayı kesmeye çalışacaktır. Bu sebeble onu öldürerek kozanın hasar gör­memesini sağlarlar.
İşte ömrünü servet uğrunda harcayan cahil de böyledir. Aslında ailesi ve malı ona bir ömrü heder ettirmiştir. Çünkü uğrunda haya­tını tükettiği servetin sefasını sürmek varislerinin hakkı olacaktır. Bu varisler, kendilerine bırakılan serveti Allah yolunda harcarsa-lar sevabı kendilerine, hesabını vermek babalarına düşecektir. Bir de Allah'a isyanda ve günahkarlıkta harcarsalar, o zaman da, va­rislerine böyle bir servet bırakarak onları azdırdığı için günahları­na ortak olacaktır.
İşte böyle biri, ahirette şu iki halden hangisine daha çok pişman olacağını dahi bilemez: Ömrünü başkaları uğrunda tükettiğine mi yansın? Yoksa başka birilerinin hayır tartısında durduğunu gördü­ğü malına mı?
Bir kardeşim hikmet ehlinden birinin yaşadığı şöyle bir hadise nakletmişti: Meclisimize birkaç yoksul geldi. Biz de, bir komşu­muzdan kızartılmış bir deve satın aldık. Kendi yarenlerimizden bir cemaatla birlikte hikmet ehlinden olan o kimseyi de yemeğe davet ettik. O, ete elini uzatıp bir lokma aldı ve onu ağzına getirdikten sonra lokmayı çıkardı ve kendini geri çekerek şöyle dedi: Siz yeme­ye devam edin. Aklıma bir şey geldi ve yememe mani oldu. Biz de: Eğer bizimle birlikte yemezsen, biz de yemeyiz, dedik. O da: Siz bilirsiniz, ben yemeyeceğim, dedi ve sofradan kalkıp gitti. Biz de o ol­maksızın yemeyi doğru bulmadık. Neden sonra, eti kızartan kişiyi çağırıp bu devenin hikayesinin aslını öğrenmek istedik ve adamı çağırttık. Ona deveyle ilgili hoş olmayan bir şey olup olmadığını sorduk. Çok geçmeden, devenin aslında ölmüş bir deve olduğunu ama para kazanma hırsına kapıldığını ve onu kızartarak bize sat­tığını itiraf etti. Biz de eti parçalayarak köpeklere verdik.
Hadiseyi anlatan kişi şöyle demişti: Daha sonra o zat ile karşı­laştım ve hangi sebeple yemekten ayrıldığını, aklına gelen şeyin ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: Söyleyeyim. Benim nef­sim, takip ettiğim riyazetten dolayı yirmi yıldır herhangi bir yemek için hırsa kapılmazdı. Siz bana o kızarmış eti sunduğunuzda, nef­sim onu yeme hırsına kapıldı. Böylesi bir hırsa daha önce hiç şahit olmamıştım. Bunun üzerine o yemekte bir illet olduğunu anladım ve nefsimin de hırsından ötürü onu yemedim. Allah size merhamet etsin, görüyor musunuz ki bir yemekte iki kişinin hırsı nasıl da te­vafuk edip bir araya geliyor? İlcisinin de hırsları aynı, ama Allah Teala'mn yardımı ve yardımsızlığı noktasında birbirlerinden ayrı­lıyorlar.
Alim olan, titizliği ve nefs muhasebesi sayesinde haram olan­dan korunurken, cahil olan -yani deveyi satan- kişi, murakabe ek­sikliği ve nefsinin hırsıyla başbaşa bırakılıyor. Diğer müminler ise, edeplerindeki güzellikten dolayı gelen ilahi tevfîk ile haram ye­mekten korunuyorlar. Çünkü onlar, sırf arkadaşları yemediği için çok arzu ettikleri yemeği terkedebilen insanlardı. Deveyi satan ki­şi de, müşterisinin dürüstlüğü ve hüsnü niyeti karşısında gerçeği itiraf ederek günahını telafi edebilmişti.
İnsan nefsinin tabiatlarını teşkil eden dört mizaç, Allah Tea-la'nm onu yarattığı fıtratın eseri olan hevadan türemiş esaslardır. Bunların ilki Zaaftır ki, toprak fıtratının icabıdır. İkincisi olan Buhl (=cimrilik), çamur tabiatının icabıdır. Üçüncüsü Şehvet'tir ki, ateşin icabıdır. Dördüncüsü olan Cehalet ise, kuru çamurun icabı­dır. Bu dört tabiatı ifade eden sıfatlar, türlü karışımlarla insanın imtihan edilmesi için yaratılmıştır. Bu imtihan, nefsin gevşeklik ve sapmasının başlangıcını ifade eder. Bu; her şeyi bilen ve çok yüce olan Allah Teala'mn takdiridir.
Nefs, dört değişik sıfata mübteladır ki bunların ilki; Rubûbiyet sıfatlarının, kibir, azgınlık, övülmeyi sevme, ululanma isteği ve zenginlik gibi tezahürler karşısında kendini göstermesidir. İkinci olarak nefs; kandırma, hile yapma, hased ve gıybet gibi şeytan ah­lakından olan sıfatlara mübteladır. Üçüncü olarak; yemeyi, içmeyi ve cinsi münasebeti sevmek gibi hayvani tabiatlara mübteladır. Bunların yanısıra dördüncü olarak; korku, tevazu ve alçakgönüllü­lük gibi kulluk sıfatlarına da duyabilir.
Nefsin hareketli olarak yaratıldığı ve sükunetle emrolunduğu-nu daha önce belirtmiştik. Nefsin sahibi olan Allah Teala yardım etmedikçe nefs nasıl sakini eşebilir? Allah Teala, onu harekete geçi­ren Muharrik olarak onu sakinleştirme dikçe sırf bir emirle onun sakinleşmesi nasıl mümkün olabilir.
Kul, ancak yukarıda saydığımız ilk üç sıfatın terkinde ihlaslı ol­duğu zaman muhlis bir kul olabilir. Kulluk sıfatlarına hakiki ma­nada sahip olabildiği zaman, mübtelası olduğu sıfatlardan uzak ve temiz kalabilir. Bu sıfatların ilki olan Rububiyetle ilgili sıfatlardan halis ve beri olması gerekir. Tevhid ehli ulemaya göre; kulluğun vahdaniyete halis kılınması, amel sahiplerinin anıellerindeki ihlas-dan daha zordur. Tevhid ehli olan alimler, işte bu sebeble Kurb (=Allah'a yakınlık) makamlarına yükseltilmişlerdir. Onlara göre nefs; Allah Teala'dan gayrısmdan hür olmadıkça, hakiki kul ola­maz. Başka bir kulun kulu olan bir kimse, nasıl Rabb'in kulu ola­bilir? Çünkü kişi, kime yönlenirse ilahı o olur. Neticede onu ilah olarak tanımanın gerekleriyle birlikte onu rab edinir. Uluhiyet sı­fatına inananlar nezdinde şirk olarak görülen bu daranış, Rabba­niler nezdinde de Rubûbiyet sıfatını karıştırmaktır. Böyle biri, Al­lah Resulü'nün (sav) duasında da haber verdiği gibi ters çevrilmiş ve helak edilmiş bir kimsedir. O, şöyle buyurmaktadır: "Dünyaya kul olan helak olmuştur. Dirheme kul olan helak olmuştur. Karısı­na kul olan helak olmuştur. Kadına kul olan helak olmuştur".[110][110] Bunlar, Allah Teala'mn şu ayetinde haber verdiği 'sayılan' kullar­dandır: "Göklerde ve yerde Rahman'm huzuruna kul oarak gelme­yecek hiç kimse yoktur. Yemin olsun ki O, hepsini toptan ve teker teker saymıştır". (Meryem/94-95)
Allah Teala, yoldan çıkarıcı, kötülüğü emredici, hevaya uygun, Mevla'ya aykırı olan nefislerin sahiplerini tek tek sayacaktır. Di­ğerleri hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Ve Rahman'm kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler. Ve cahiller onlara hitap ettiklerin­de 'Selam' derler. Onlar, Rableri için secde ve kıyam ile geceler ve şöyle derler: 'Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut. Çünkü onun azabı bir helaktir". (Furkan/63-65) Bunlar da, Allah Teala'nın rahmetine nail olan, huzurlu ve razı olunmuş nefs sahipleridir. On­lar, Rahman'm ilim ve hikmet sahibi kullarıdır. Allah Teala onlara Ledünni'den (=katmdan) ilim vermiş ve kendi Zatı için halk için­den seçmiştir. Mürid, değiştirici olmamalı ve uluhiyet sıfatlarını rububiyet sıfatlarıyla, müminlerin sıfatlarını şeytan ahlakıyla, ru­hanilerin vasıflarını hayvani tabiatlarla değiştirmemelidir. Aksine Allah'a yaklaştıracak şekilde değiştirici olmalıdır. Buna giden yol da, nefsine hakim olması ve sahip çıkmasıdır. Böyle yaptığı zaman, nefs onun emrine girer ve onun üzerinde dilediği gibi hükmedebi­lir. Nefsini hakim yaptığında ona hükmedemezsiniz. Öyleyse onun hareket alanını daraltın ve sakın genişletmeyin. Eğer onu sözsahi-bi ve hakim kılarsanız, o size hakim olur. Eğer hareket alanını dar tutmazsanız, genişler ve size müdahale etmeye başlar. Nefsini mağlup etmek istediğinizde onu sakın heva ve arzusuyla başbaşa bırakmayın. Onu alıştığı şeylerden uzak tutun. Eğer bunu yapa­mazsanız, kendisi gibi sizi de nevalarına mahkum eder. Eğer onun üzerinde güç sahibi olmak isterseniz, onu zayıflatmanız gerekir. Onu zayıflatmanın yolu da, arzu ettiklerine ulaşmasını sağlayan vasıtaları ortadan kaldırmak ve iştahının çektiği maddeleri ona vermemektir. Eğer bunu yapamazsanız, nefsiniz sürekli güçlene­cek ve sonunda sizi de helak edecektir.
Nefse hakim olmanın ilk adımı, onu her an hesaba çekmeniz ve her hesabında dikkatlice murakabe etmenizdir. Ondan gelen her sesi (=hatır) titizce incelemeniz gerekir. Eğer içten gelen bu ses, Al­lah rızasına matuf ise, Ölümle yarışır ve onu bir an önce eda edebil­mek için çabalarsınız. Eğer Allah rızasından başka bir şey içinse, bir an önce ve hiç vakit kaybetmeden o sesi yoketmeye çalışırsınız. Böylece kalbinizde yeretmesini engellemiş, meleğin sesinin sizi de­ğiştirmesine fırsat vermeden siz onu değiştirmiş olursunuz.
Konuyla ilgili olarak rivayet edilen bir hadisin tevilinde şöyle denmiştir: "İyilik ömrü arttırır". Bu, aslında halkın dilinde çok yay­gın olan "Allah ömrüne bereket versin" duasının bir tür açıklama­sıdır. İyilik sahibi kimsenin ömrü elbette bereketli kılınır. Çünkü ömrün bereketi; kısa ömür zarfında uyanık kalarak başkalarının kaçırdıkları hayır ve iyilikleri yakalamakla sağlanır. Halbuki, gaf­let içinde olan kimseler, sizin uyanıklığınız sayesinde kazandıkla­rınızı uzun görünen ömürlerinde bile kazanamazlar. Yaptığınız iyi­likler yüzünden, sizin için bir yılda yükselen sevap, onlar için bel­ki yirmi yılda yükselebilecektir.
Allah Teala'ya yakın kılınan havas için, rububiyet sıfatlarının tecelli ettiği Kurb makamlarında, yüksek derecelere çıkarılma ve bütün vakitlerinde yaptıkları zikirler ve kalbi ameller sayesinde ka­çırdıklarını tedarik etme imtiyazı vardır. Teşbih, tehlil veya hamd ile yapılan zerre mikdarı bir zikir, bir anlık tefekkür, basiretli bir bakış, bir düşünce, yakını müşahede etmekten alman bir öğüt, Rab-bini bir vecd, Habib'e bir bakış ve Karib'e az da olsa yakınlaşma; sü­rekli nefslerini vecdeden ve devamlı mahlukatı müşahede eden ga­fillerin yaptıkları dağlar kadar amelden çok daha faziletlidir.
Ariflerin sürdürdükleri müşahedeleri, emanetlere olan riayetle­ri, Allah'a yakınlık ve meclisinde hazır olma vakitlerine olan bağlı­lıklarının misali, Kadir gecesine tevafuk edip de onu ibadet ile ih­ya eden amel sahibinin hali gibidir. Bilindiği gibi, o gece yapılan amel, bin ayın amelinden daha faziletlidir. Bir alim şöyle demiştir: Arif olanın her gecesi, Kadir gecesi gibidir.
Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya karşı gü­nahın işlenmediği her gün, bizim için bayramdır". Hasan el-Basri de (ra) Allah Teala'mn "Geçmiş günlerinizde takdim ettiklerinize karşılık yiyin, için, afiyet olsun". (Hakka/24) buyruğunu okuduğu zaman çevresindekilere şöyle demiştir: Ey kardeşlerim, bu ayette bahsedilen yaşadığınız şu günlerinizdir. Onları, çaba ve gayretle geçirin. Onları zayi etmeyin. Günlerinizdeki boşlukları, hüsnü mu­amele ile doldurun. Bunlarda meşguliyetsiz olarak kalmanız halin­de, mahsul olarak size aynısı geri dönecektir.
Vakitlerini boşa geçirenler de, Allah Teala'nın şu buyruğunda haber verdiği şekilde konuşacaklardır: "Orada yaptığımız kusurlardan dolayı yazık bize!". (En/am/31) Yani yaşanılan geçmiş günlerde ki onların bütün mahsulleri, dönüşleri ve sığınakları o günler ola­caktır. Sürekli kötülü emreden Nefs-i Emmare de şöyle diyecektir: "Günahkar nefis şöyle diyecektir: Allah'ın yanında yaptığım kusur­lardan dolayı yazık bana!". (Zümer/56) Yani dünyadaki günlerim ki, ömrümü onlarda harcadım. Bir tefsire göre bunlar 'Hâliyetün=boş, hali, geçmiş' günler olup sevaptan halidirler. Hükümleri ise sonsuz kılınmış, şehvetleri kaybolup giderken geriye cezaları kalmıştır.
Eğer hesap görücü olan Allah Teala için böyle bir nefs muhase­besini yapmazsanız, Gözetliyici olan Allah Teala'nm katında mura­kabe makamınız da, Habib Teala için muhasebe mekanınız da ola­maz. Dikkat edin de Vera' ehlinin makamını kaçırmayın, tevbe edenlerin hallerinden uzak durmayın. Yapmanız gereken, sadece gece ve gündüz vakitlerinde iki virdi, nefs muhasebesine ayırman-ızdır. Bu iki virdden birini, sabah namazından sonra yaparak geçir­diğiniz gecenin muhasebesini yapmalı ve gaflet ile kaçırdığını tela­fi etmeye çalışmalısın. Eğer bu süre içinde Allah Teala'nm bir ni­metini görmüşsen, bunun için O'na şükreder, eğer bir hata işlemiş-sen onun için de Allah Teala'dan mağfiret dilersin. Eğer halinde, Allah Teala'nm zikrettiği ve bunlardan dolayı övdüğü müminlerin vasıflarından bir vasıf görürseniz, bunun devamını umar ve Al­lah'ın rızasına tamah ederek kendinizi müjdelersiniz. Şayet kalbi­nizde ve umumi halinizde münafıkların vasıflarından birine veya Allah Teala'nm kınayıp zemmettiği cahillerin ahlakından bir dav­ranışa şahit olmuşsanız bunun için de hüzünlenir, ürperir ve tevbe ederek bağışlanma dilersiniz.
Gün içinde nefis muhasebesi için yapılacak ikinci virdi ise yat­madan önce ve vitr namazını kıldıktan sonra yaparsınız. Bu vakit­te de, o gün içinde yaptıklarınızdan dolayı kendinizi hesaba çeker, gaflete düşüp düşmediğinizi, kötü işler yapıp yapmadığınızı ve ne gibi ameller eda ettiğinizi kendi kendinize sorarsın. Yaptığınız amelleri, nasıl ve kimin için yaptığınızı sorgular, sükut ve sessizlik­le bıraktığınız işleri neden ve kimin için terkettiğinizi sorarsınız.
Bu muhasebe ile, eksiklik ve fazlalığınız ortaya çıkar, hareket ve sükununuzdaki ihlas ya da boşa giden Külfetinizi (=bilgisi ve adeti olmayan şeyi yapmak) görürsünüz. Eğer hareket ve sükununuz Allah Teala ve O'nun rızası uğrunda ise bu İhlas olarak kabul edilir. Bundan dolayı O'na döndüğünüzde hakettiğiniz sevabı ver­mek Allah Teala'ya düşer. İyi amellere yönlendirilip kötülüklerden korunmanız hususunda size verilen nimet için devamlı surette Al­lah'a şükretmeniz gerekir. Eğer hareket veya sükununuz, kendi he-vanız veya dünyevi bir menfaat içinse, bu da Külfet olarak görülür. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben ve ümmetimdeki takva sahipleri, külfetten beriyiz". Eğer bu tür işler yapmışsanız, bunlar için de hesap günü Allah Teala'nm cezasını haketmiş olur­sunuz. Ancak ikram sahibi ve herşeyi verici olan Rabbinin mağfi­ret ettikleri bunun dışındadır. Şayet böyle bir durumunuz varsa, devamlı istiğfar, güzel tevbe ve hoşça özür dileme çabasına girin. Allah Teala'mn sizi nefsinize muhtaç etmesinden korkun. Çünkü bu, helak olmanız demektir. Geçen şeyleriniz için bu kadar endişe­lenmeniz ve yaptığınız iyi ameller için de böylesine umutlu olma­nız, sizi uykunun fazlasından menedip üzerinizdeki gaflet havası­nı dağıtabilir. Böylelikle gecenizi kıyam ve ibadet ile ihya eder ve Allah Teala'mn "Onlar (geceleyin) yataklarından kalkarlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler". (Secde/16) buyruğunda vas-fettiği kullarından olursunuz.
Selef-i Salih'ten bir alim, arkadaşlarından birinin kendisini öy­lesine ağır şekilde muhasebe ettiğini, öyle ki bir ortağın diğer orta­ğına sorduğu hesabın dahi bunun yanında çok hafif kaldığını haber vermiştir. Bir alim de şöyle demiştir: Nefreti en çok gerektiren dav­ranış, kişinin kendi kusurlarını unutarak başkalarının kusurlarım söylemesidir. Böyle biri, diğer insanlara karşı zanlarma dayanarak nefret dolu, kendini ise kesinlikle çok seven bir şahsiyet çizer.
Nefis muhasebesini ve Rakîb olanın murakabesini terketmek, Allah Teala'dan uzun süre gafil kalmak demektir. Dünyada gaflet içinde olanlar, ahirette hüsran içinde olacaklardır. Kul tarafından gösterilecek uzun gaflet, aslında Mabud'a karşı kalbi mühürleyen-lerden biridir. Gaflet, kalbin üzerindeki bir kaplamadır. Araplar şöyle derlerdi: Gafil oldu, yani üzerini kapattı (Gafelehu-Ğalefehu)
Bu anlamda 'Cezebe=Cebeze' ve 'Haşşâf=Huffâş' kelimeleri de misal gösterilir. Bunlardan ilki, çekmek ikincisi ise, yarasa ve gece dolaşan şey anlamındadır. Kalbin mühürlenmesinin bir şekli de, günahların ardarda gelmesidir. Buna kazancın ardından gelen pas­lanma (=Rân) denir. Allah Teala bunun hakkında şöyle buyurmak­tadır: "Hayır, fakat onların kazandıkları (günahlar) kalplerinin üze­rine pas bağlamıştır". (Mutafnfin/14) Denildi ki, çirkin kazançlar ve yenilen haram lokmalar. Tefsirde ise bu ayetle ilgili olarak, günah üzerine günah işlemek suretiyle kalbi karartmak, denilmiştir.
'Reyn' kelimesinin asıl manası, meyletmek, galebe gelmek ve Örtmektir. Mesela uykusu gelen kişi için 'Rane aleyhi en-nü'âs' ya­ni uykusu bastırdı, denir. Yine misal olarak sarhoş olan kimse için 'Ranet el-hamru ala 'aklih' yani, şarap aklını örttü, perdeledi denir. Ömer'in (ra) hacca gitmek için borçlanan sonra da borcu ağır basan için söylediği 'Kad riyne bini sözü, borcu ona ağır bastı ve galip gel­di anlamındadır.
Günahların ardarda gelmesi; murakabeye karşı gafil kalınma­sı, nefs muhasebesinin terkedilmesi, tevbenin ertelenmesi, istika­met bulma çabasının savsaklanması, istiğfarın bırakılması ve piş­manlık duyulmamasmdan kaynaklanır. Bunlar ise, dünya sevgisi­nin Allah Teala'nm emirlerine tercih edilmesi, heva ve heveslerin kalbe hakim olmasının neticeleridir.
Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmediniz mi? "Çünkü onlar dünya hayatını sevip ahiret hayatına tercih etmişlerdir. Allah da kafirler güruhunu hidayete erdirmez. Onlar öyle kimselerdir ki Al­lah, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Gaflet için­de olanlar da işte bunlardır". (Nahl/107-108) Allah Teala başka bir ayetinde ise buna delil olarak şöyle buyurmaktadır: "Ve nefsini he-vadan sakındırdı". (Nazi'at/40) Yani dünyayı tercih etmekten sa­kındırdı, anlamındadır. Çünkü Kelam-ı İlahi, açık olan manasında, azgınlık ve dünya hayatını tercih edenler hakkında beyanda bulun­duktan sonra şunu koymaktadır: "Allah, onların kalplerini mühür­ledi de, nevalarına uydular". (Muhammed/16)
Hevaya uymak, kalbin mühürlenmesinin tezahürlerinden biri­dir. Kalbin mühürlenmesi, günahın cezasından dolayıdır. Cezanın mirası ise, Hitab-ı İlahi'yi anlamaya karşı sağırlık halidir. Allah Te­ala'nm şu buyruğunu görmüyor musunuz? "Eğer dilersek, günah­larından dolayı onlara (azabımızı hemen) isabet ettiririz ve kalple­rini mühürleriz de hiçbir şey işitemezler". (A'raf/100)
Ali (kv) ise, gafleti Küfür makamlarından biri olarak görmüş ve Selman'm (ra) 'Küfrün bina edildiği temellere* dair sorusu üzerine şöyle demiştir: Küfür, dört makam üzerine bina edilmiştir: Şüphe; Cefa (=cemaatı terketme, ayrılma); Gaflet ve Körlük. Kalbin gafle­ti arttığı zaman, meleğin kula olan ilham ve telkini azalır. Çünkü o, kalbinin kulağıdır.
Kulun gaflet hali uzadıkça kalp kulağı olan melek hiçbir şey duymaz olur. Hiçbir şey duyamamak, hiçbir şey söyleyememek de­mektir. Melek de işte bu sebeple böyle bir kula hiçbir şey söyleye­mez olur. Bu, hata ve günahlarının cezasıdır. Meleğin kulu hayır ve Allah'a itaat üzerinde sabit kılması, Allah Teala'dan aldığı bir va­hiy ve kul için bir yüceltme unsurudur.
Allah Teala'nm bu manadaki buyruğu şudur: "Hani Rabbin me­leklere vahyediyordu ki: Ben sizinleyim, iman edenlerin (ayakları­nı) sabit küm". (Enfal/12) Bu konuda rivayet edilen bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Adem (as) meleklerin seslerini duymaktan engellenmişti. Bu yüzden yalnızlığa kapıldı ve şöyle dedi: Ey Rab-bim, bana ne oluyor da meleklerin seslerini duyamıyorum? Allah Teala şöyle buyurdu: Günahın, Ey Adem!"
Meleklerin sözünü işitemeyen kulun, onları anlaması da müm­kün olmaz. Kişi, sözünü işitemediği birinin çağrısına elbette karşı­lık veremez. Ancak işitenler, çağrıya karşılık verebilirler. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Teala ile kulu arasında, günahlardan teşekkül etmiş belli bir sınır vardır. Kul, bu sınıra dayandığı za­man kalbine mühür vurulur ve bir daha asla hayra yönlendirilmez. Ey sınırları aşan kişi! Sınıra ulaşmadan önce tevbe ve Allah'a dö­nüşte acele et, yoksa güçlük ve acizlikle karşılaşırsın.
İbni Ömer'in (ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Mühür, Rahman'm arşının sütunu üzerinde asılı durur. Allah'ın koyduğu yasaklar çiğnendiği zaman Allah Tea­la mührü kalplere gönderir ve o da, onları körleştirir". Allah Tea­la'nm "Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde ki­litleri mi var?". (Muhammed/24) buyruğunda haber verdiği kilit iş­te budur.
Kalplerin Kasvet (=katılaşma) hali ise, Allah Teala'nm şu ayetin­de de buyurduğu gibi kulunu ağır şekilde tehdit ettiği uzun bir gaflet devresinden doğan haldir. Allah Teala buyuruyor ki: "Artık Al­lah'ın zikrine uzaklıktan kalpleri katılaşmış olanların vay haline!". (Zümer/22) Allah Teala Kasuet'i Nifak ile birleştirmiş ve bu ikisinin, Nifak ve Kasvet ehline şeytan tarafından fitne olarak telkin edilen haller olduğunu haber vermiştir. O şöyle buyurmaktadır: "(Allah'ın bunu yapması) kalplerinde hastalık ve kasvet bulunanlara şeytanın telkin ettiği şeyi bir fitne (imtihan vesilesi) yapmak içindir". (Hac/53) Yani münafıklar ve kalpleri katılaşmış olanlar için.
Kasvet; Allah Teala'dan uzaklığın neticesidir. Uzaklık (=bu'd) ise, ihanet için verilmiş bir cezadır. Allah Teala muhakkak ki, hain­leri sevmez. "Misaklarını bozmalarından dolayı onları lanetledik ve kalplerini katı kıldık". (Maide/13) buyruğu üzerinde iyice düşünen de bunu anlar. Onlar, sözlerinde durmadıkları ve ahitlerini bozarak Allah'a ihanet ettikleri için, Allah da onları lanetlemiş, yani rahme­tinden ve zikrinden uzaklaştırarak kalplerini katıl aştırmış tır.
Bütün bunların sebebi; kalplerin katılaşmasının ardından bir­biri peşisıra işlenen, yalan, unutma, ihanet ve iftira etme gibi gü­nahlardır. Onlar işte bu gibi günahları işledikleri için kalpleri mü­hürlenmiş, dolayısıyla Mahbub Teala'mn sözü onlar tarafından du-yulamaz olmuştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "On­lara günahlarından dolayı (azabımızı) isabet ettiririz ve hevalarma uyarlar". (A'raf/100) Bu mührün tek gidericisi, takvadır. Takva, ay­nı zamanda Allah'ın buyruklarını işitip anlamak için de bir anah­tardır: "Allah'tan korkun ve dinleyin". (Maide/108) Allah bizi, hay­ra muvaffak kılsın. [111][111]













[1][1] Tirmizî, Kur'ân/ll; Ebu Davûd, Ramazan/8, 9; İbni Mâce, İkamet/178; Dârimî, Salat/73; İbni Hanbel, ü/164, 165, 189, 193, 195.
[2][2] Benzer hadisler için b. Muvatta', Kur'ân/4; Ebu Davûd, Ramazan/8, 9.
[3][3] . Kur'ân'ı hiziblere göre okumayla ilgili hadisler: Ebu Davûd, Ramazan/9; İbni Mâce, İka­met/178 İbni Hanbel, IV/9, 353-355, 381, 383.
[4][4] Benzer bir hadis için b. Dârimî, Mukaddime/17.
[5][5] . tbnî Hanbel, 11/175 IV/151, 155.
[6][6] Müslim, Müsafirun/164,  165; Tirmizî, Salat/168; Nesa'î, Zekat/49; İbni Mâce, İka­met/200; tbni Hanbel, III/302, 391, 412 IV/302
[7][7] Cennetteki refakatla ilgili hadisler için b. Müslim, Salat/225; Ebu Davûd, Tatawu'/22; Nesa'î, Tatbik/79; İbni Hanbel, 1/389, 400, 437, 445, 454.
[8][8] Ebu Davûd, Edeb/78; İbni Hanbel, V/364, 37
[9][9] İbni Mâce, Mukaddime/11; îbni Hanbel, 1/7, 26, 38, 445, 454 H/446 IV/279.
[10][10] İbni Mâce, İkamet/176; Dârimî, Fazâilü'l-Kur'ân/34
[11][11] İbni Mâce, İkamet/176 Zühd/19.
[12][12] İbni Mâce, İkamet/176
[13][13] . Hadisin değişik şekilleri için b. Eİju Davûd, Sünnet/1; Tirmizî, İman/18; İbniMâce, Fi-ten/17; Dârimî, Fazâilu'l-Km'ân/1; îbni Hanbel, III/197, 224, 493 V/69.
[14][14] Tirmizî, Sevabü'l-Kur'ân/14
[15][15] Nesa'î, Kasame/14.
[16][16] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Sevabü'l-Kur'ân/14; Dârimî, Fazâil..
[17][17] . îbni Mâce, îkamet/176; Dârimî, Fazâilu'I-Ku^ân/34.
[18][18] Elimizdeki mushafta (O'ndan) ifadesi mevcut değildir. (Tah.).
[19][19] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 160-179.
[20][20] Bu anlamda bir hadis rivayeti için b. İbni Hanbel, Vl/358
[21][21] İbni Mâce, Mukaddime/16; İbni Hanbel, IH/127, 128, 242
[22][22] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 180-202.
[23][23] îbni Hanbel, 11/175 IV/lfîl, 155
[24][24] Buharî, Fazâihı'l-Kui'âiı/37 İ'tisam/26; Müslim, 'İlm/3, 4; Dârimî, Fazâilu'l-Kui'ân/7; İbni Hanbel, IV/313.
[25][25] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 203-209.
[26][26] Nesa'î, Kıyamü'l-leyI/24
[27][27] Tirmizî, Sevabü'l-KurJân/20; Nesa'î, Zekat/68; İbnİ Hanbel, IV/151, 158.
[28][28] Muvatta', Nida/29; İbni Hanbel, H/36, 67, 129, IV/344
[29][29] Hadisin benzer lafızları için b. Ebu Davûd, Tatawu725; Tirmizî, Mevakit/212.
[30][30] Buharı, Tevhid/52; Ebu Davûd, Vıtr/20; Nesa'î, İftitah/83; İbni Mâce, îkamet/176; Dâri-mî, Fazâüu'l-Kur'ân/34; İbni Hanbel, IV/2S3, 285, 296, 304
[31][31] Buharı, Tevhid/44; Ebu Davûd, Vitr/20; Dârimî, Salat/171 FazâUu'l-Kui^ân/34; İbni Han­bel, 1/172, 175,
[32][32] İbni Hanbel, 11/341
[33][33] Tirmizî, îlim/14.
[34][34] îbni Mâce, İkamet/176.
[35][35] Buharî, Tefsir Sııret-i 92/2; Müslim, Müsafırun/282; Tirmizî, Kur*ân/5; İbni Hanbel, VI/449, 451
[36][36] Buharî, Tefsir-i Suret 4/9 Fazâilu'l-Kur'ân/32, 35; Müslim, Müsafimn/247, 248; Ebu Da-vûd, îlim/13; Tirmizî, Tefsir-i Suret 4/11.
[37][37] Buharî, Fazâilu'l-Kur'ân/31; Müslim, Müsafirun/235, 236; Tirmizî, Menakıb/55; Nesa'î, İftitah/83; İbni Mâce, İkamet/176; Dârimî, Salat/171 FazâiIu'l-Kur'ân/34; İbni Hanbel, 11/369, 450 IV/349, 351, 359 Vl/37, 167.
[38][38] Buhari, Rikak/36; Müslim, Zühd/47, 48; Tirmizî, Zühd/48; İbni Mâce, Zühd/21; Dârimî, Rikak/35; İbni Hanbel, V/45 111/40, 270 IV/313.
[39][39] Bu hadis daha önce tahric edildi
[40][40] İbni Hanbel, V/349.
[41][41] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 210-218.
[42][42] İbni Mâce, Sıyam/39
[43][43] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 219-222.
[44][44] Ibnı Mâce, Ikamet/78
[45][45] Değişik lafızları için b. Müslim, Mesacid/254; Tirmizî, Cuma/7; Ebu Davûd, Salat/203, 204; Nesa'î, Cuma/2, 3; İbni Mâce, İkamet/93; Dârimî, Salat/205; Muvatta', Cuma/20; İb­ni Hanbel, 1/402, 422, 461, 499 IH/332, 424 V/8, 14, 30
[46][46] Fersah; 5,762 km uzunluğunda mesafe
[47][47] Müslim, Cuma/17, 18; Buharî, Cuma/4; Ebu Davûd, Vitr/26; Tirmizî, Cuma/l, 2; İbni Mâ­ce, İkamet/79; Dârimî, Salat/19, 206; Muvatta', Cuma/16; İbni Hanbel, 11/273, 327, 418, 457, 486, 504, 519, 540 III/430 IV/8.
[48][48] Muvatta', Cuma/16; Nesa'î, Cuma/45.
[49][49] Buharı, Cuma/4, 31; Müslim, Cuma/10, 24; Ebu Davûd, Taharet/127; Tirmizi, Cuma/6; Nesa'î, Cum'a/13, 14 îmamet/59; İbni Mâce, İkamet/82; Dârimî, Salat/193; Muvatta', Cu­ma/l; îbni Hanbel, 11/239, 259, 280, 460,505
[50][50] Benzer hadisler için b. Buharî, Ezan/9, 32, 73; Müslim, Salat/129, 131; Tirmizî, Meva-kit/52; Nesa'î, Mevakit/22 Ezan/31; Muvatta', Cemaat/6, Nida/3; İbni Hanbel, 11/239, 278, 303, 374, 533.
[51][51] Nesa'î, Mesacid/22; Ebu Davûd, Salat/214 Edeb/14; Tirmizî, Salat/123.
[52][52] Buhari, Ezan/161 Cuma/2, 3, 12 Şehadat/18; Müslim, Cuma/4, 7; Ebu Davûd, Taha­ret/127; Nesa'î, Cuma/2, 6, 8, 11; İbni Mâce, İkamet/80; Muvatta', Cuma/2, 4; Dârimî, Sa-lat/190; İbni Hanbel, III/6, 30, 60, 65, 69
[53][53] Hadisin benzer lafızları için b.   Buharı, Cuma/2, 3, 5, 6, 12, 26 Ezan/161 Şehadat/18; Müslim, Müsafirun/26, 27 Cuma/l, 2, 4, 6-8; Ebu Davûd, Taharet/127, 128; Tirmizî, Cu­ma/29; Nesa'î, Cuma/7, 8, 11; İbni Mâce, îkamet/78, 80, 83; Muvatta', Cuma/2, 4, 5; îbni Hanbel, 1/15, 46, 265, 268 H/3, 9, 35, 37, 48, 51, 53, 64, 75, 78, 101.
[54][54] Hadisin değişik lafızları için b. Buharı, Vudu746; Müslim, Taharet/8, 12; Ebu Davûd, Ta­haret/32, 51, 128; Tirmizî, Taharet/45 Cuma/5
[55][55] Benzer bir hadis için b. Buharı, Cuma/3.
[56][56] Ebıı Dayûd, Taharet/127; Nesa'î, Cuma/10, 12, 19; İbni Mâce, İlcamet/80; Dârimî, Sa-lat/195; İbni Hanbel, 11/209 IV/9, 10, 104
[57][57] Birinci hadisin kaynaklarına ilaveten b. İbni Hanbel, 1/93
[58][58] Ebu DavÛd, Taharet/127 Salat/229, 232; İbni Hanbel, 11/214 IH/81 V/198. Kalpler 11
[59][59] Benzer anlamdaki hadisler için b. Nesa'î, Mesacid/22 'Iydeyn/31, 32; Ebu Davûd, Sa-lat/214 Edeb/14; Tirmizî, Salat/123; İbni Mâce,İkamet/96; İbni Hanbel, 11/179.
[60][60] Hadisin muhtelif lafızları için b. Buharı, Cuma/37 Talak/24; Müslim, Müsafırun/166, 167 Cuma/13-15; Tirmizî, Cuma/2 Tefsir-i Suret-i 85/1; Nesa'i, Cuma/45; İbni Mâce, İka­met/99; Dârimî, Salat/204; Muvatta', Cuma/15; İbni Hanbel, 11/30, 255, 283, 312, 403, 457, 519 111/39, 65, 313, 348 V/451, 543
[61][61] Ebu Davûd, Salat/201; Muvatta', Cunıa/16; İbni Hanbel, 11/486 V/451
[62][62] İbni Hanbe), V/451, 453; Buharı, Ezan/30; Ebu Davııd, Salat/201; Tirmizî, Cuma/2; Ne-sa'î, Mesacid/40; Muvatta', Cuma/16.
[63][63] Salat-ü Selam lafızları için b. Buharı, Tefsir-i Sııret-i 33/10 Enbiya/10 Da'avat/31, 32; Müslim, Salat/65, 66, 69; Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 33/23 Vıtr/20; Ebu Davûd, Salat/179; Nesa'î, Sehv/49, 50-54; Dârimî, Salat/85; Muvatta', Sefer/66, 67; İbni Hanbel, 1/163 IH/47 IV/118, 241 V/274, 374, 424.
[64][64] Müslim, Cuma/57, 59; Nesa'î, Cuma/16; İbni Hanbel, III/216.
[65][65] Benzer manada başka hadisler için b. Buharı, Cuma/6, 19; Müslim, Cuma/26, 27; îirmi-zî, Cuma/5
[66][66] Benzer bir hadis için b. Dârimî, Mukaddime/32
[67][67] İbni Mâce, Mukaddime/16
[68][68] Benzer bir hadis için b. Ebu Davûd, İlim/5
[69][69] Bu anlamda hadisler için b. Ebu Davûd, Salat/108; Tirmizî, Mevakit/134; İbni Mâce, İka­met/37; Dârimî, Salat/130
[70][70] Bu hususla ilgili hadisler için b. Buharı, Salat/100 Hudud/39; Müslim, Salaf259; Nesa'î, Kıble/5; İbni Mâce, îkamet/39; îbni Hanbel, IV/2.
[71][71] Buharî, Bed'ü'l-halk/11; Müslim, Salat/258, 259, 260; Ebu Davûd, Salat/107; Nesa'î, Kıb­le/8 Kasame/48; Dârimî, Salat/125; Muvatta', Sefer/33; İbni Hanbel, 11/86
[72][72] Benzer manada hadisler için b. Müslim, Cuma/27; Tirmizî, Cuma/4, 5; Ebu Davûd, Sa-lat/203; İbni Hanbel, 1/92 11/209 IV/8, 10 V/75.
[73][73] İbni Mâce, îkamet/86; İbni Hanbel, V/143
[74][74] Müslim, Cuma/71, 72 Müsafinın/105; Buharî, Cuma/39 Teheccüd/25, 29; Tirmizî, Cu­ma/24; Nesa'î, İmamet/64 Cuma/43, 44; İbm" Mâce, İkamet/95; Dârimî, Salat/144, 146, 207; Muvatta', Sefer/69; İbni Hanbel, II/6, 11, 17, 35, 63, 75, 77
[75][75] Nesa'î, Cuma/42; Müslim, Cuma/67, 69
[76][76] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 223-254.
[77][77] Ebu Davûd, Savm/55 Sünnet/16; Nesa'î, Sıyam/1, 82, 84; Muvatta', Sefer/94; İbni Mâce, Sıyam/43; îbni Hanbel, IV/165 V/28, 35,154, 363.
[78][78] Tirmizî, Da'avat/86; İbni Mâce, Sıyam/44; Dârimî, Vudu'/2; İbni Hanbel, IV/260, 363, 365,370, 372
[79][79] Müslim, Sıyam/161, 163; Nesa'î, Sıyam/42; Dârimî, Savm/50; Muvatta', Siyam/58; İbni Hanbel, ü/273, 281
[80][80] Şa'ban ayındaki orucuyla ilgili olarak b. Buharî, Savm/52; Müslim, Siyam/176; Ebu Da­vûd, Savm/59; Tirmizî, Savm/36; İbni Mâce, Sıyam/30; Muvatta', Sıyam/56; İbni Hanbel, VI/39, 84, 107, 128, 143, 153, 165, 188, 189, 233, 242, 249, 268.
Pazartesi ve Perşembe orucuyla ilgili olarak b. Tirmizî, Savm/43; Ebu Davûd, Savm/53, 60, 68 Edeb/47; Nesa'î, Sıyam/70, 76, 83; İbni Mâce, Sıyam/42; Dârimî, Savm/41; İbni Hanbel, 11/91, 201 III/416 IV/78 V/200, 201, 205 VÎ/8, 89, 289, 310
[81][81] Ebu Davûd, Savm/64 Sünnet/3; İbni Mâce, Sıyam/43; Dârimî, Savm/45
[82][82] Tirmizî, Savm/38; İbni Mâce, Sıyam/5; Dârimî, Savm/34; İbni Hanbel, U/442
[83][83] İbni Hanbel, IV/414.
[84][84] İbni Hanbel, 11/108
[85][85] Buharî, Savm/56; îbni Hanbel, 11/206
[86][86] Buharî, Savm/56 Enbiya/37; Nesa'î, Sıyam/76; İbni Hanbel, 11/188.
[87][87] Müslim, Müsafırun/139, 141 Sıyam/178; Buharî, Savm/52, 53; Nesa'î, Sıyam/35, 70 Kıya-mü'I-leyl/2, 17; îbni Mâce, Sıyam/30; Dârimî, Salat/165 Savm/36; İbni Hanbel, VI/54, 95, 109, 158, 171, 218, 228, 242, 24
[88][88] İbni Mâce, Taharet/47; İbni Hanbel, 11/98.
[89][89] Buharı, Bt!ime/56; Tİrmizî, Kıyamet/43; İbni Mâce, Sıyam/55; Dârimî, Et'ime/4; İbni Hanbel, H/283, 289 IV/343
[90][90] Buharî, Savm/2 Tevhid/35; Müslim, Sıyam/161, 163; Ebu Davûd, Savm/25; Tirmizî, Cu­ma/79 Savm/54 îman/8; Nesa'î, Sıyam/42, 43; İbni Mâce, Sıyam/1 Mten/12 Zühd/22; Dâ­rimî, Savm/27, 50; Muvatta', Sıyara/57; İbni Hanbel, 1/195
[91][91] Buharî, Savm/2; Müslim, Sıyam/159; Ebu Davûd, Savm/25; İbni Mâce, Sıyam/21; Muvat­ta', Sıyam/57; İbni Hanbel, 11/245, 257, 286, 462, 465, 504, 511
[92][92] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 255-263.
[93][93] Tirmizî, Birr/55; Dârimî, Rikalt/47; İbni Hanbel, III/5 V/153, 158, 177, 236
[94][94] Benzer bir hadis için b. Tinnizî, Zühd/26; İbni Hanbel, IV/160.
[95][95] Tirmizî, Zühd/11; tbni Mâce, Fiten/12; Muvatta', Hüsnü'l-huluk/3,
[96][96] Buharî, BuyuVS; Tirmizî, Kıyamet/60; İhni Hanbel, III/153.
[97][97] İbni Hanbel, 1/34.
[98][98] Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 5/18; Ebu Davûd, Melalıim/17; İbni Mâce, Fiten/21.
[99][99] Buharî, Vasaya/8 Nikah/45 Feraiz/2 edeb/57, 58; Müslim, Birr/28; Tinnizî, Birr/56; Mu-vatta', Husnü'l-huluk/15; tbni Hanbel, U/245, 287, 312, 342, 465, 517
[100][100] Metinde geçmeyen bu ayet için b. Talak/2.
[101][101] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 264-281.
[102][102] Buharı, Teheccüd/16 Teravih/l; Müslim, Müsafırun/125; Tirmizî, Mevakit/208; Muvatta', Salatü'l-leyl/
[103][103] Buhaii, Savm/52, 53; Müslim, Sıyam/129 Müsafıran/139, 141; Tirmizî, Savm/56; Nesa'î, Sıyam/35, 70; İbni Mâce, Sıyam/30; İbni Hanbel, VI/54, 95, 218.
[104][104] Benzer bir rivayet için b. İbni Hanbel, 1/231, 241, 326.
[105][105] Ebu Davûd, Savm/71; Müslim, Siyam/169, 170; Nesa'î, SıyanV67; İbni Hanbel, VI/49, 207.
[106][106] Buharı, Savm/64 Rikak/18; Müslim, Müsaürun/217; Bbu Davûd, Tatawu'/27; îbni Han-bel, IV/109 VI/43, 55, 174, 189
[107][107] Buharî, Savm/49, 52 Iibas/43 Rikak/18; Müslim, Müsafirun/215, 220, 221 Sıyam/58,177; Tirmizî, Kıbla/13; İbni Mâce, Zühd/28; İbni Hanbel, 11/231, 350, 496 VI/40, 61, 84, 122, 128, 176, 241, 244, 247, 249, 268
[108][108] Buharî, Libas/43
[109][109] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 282-291.
[110][110] Benzer bir hadis için b. Buharî, Cihad/70 Rikak/10; îbni Mâce, Zühd/8.
[111][111] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 292-304.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar