KUT'UL KULUB 2
Bu fasılda,
Kur'an-ı Kerim'i okuma adabını, şahit olunarak Kur5an okuyanların vasıflarını
anlatacağız.
Müridin,
Kur'an-ı Kerim'i haftada iki kez hatmetmesi müste-haptır. Bu iki hatimden
birini gündüz, diğerini ise gece ikmal eder. Gündüz hatmini pazartesi günü
sabah namazının iki rekatında veya bunlardan sonra, gece hatmini ise Cuma günü
akşam namazının ilk iki rekatında veya sonrasında tamamlar. Böylelikle hatmine
günün ve gecenin başlangıcında başlama imkanına sahip olur.
Eğer hatmi
gece hatmi ise, melekler sabaha kadar ona salat ederler. Gündüz hatmi ise
akşama çıkıncaya kadar salat ederler. Bu iki vakit de gece ile gündüzün
tamamını ihtiva eder. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: Kur'an'ı üç defadan az
okuyan kimse fa-kih olmaz". [1][1]
Allah Resulü (sav) Abdullah b. Ömer'e (ra) Kur'an'ı her yedi günde bir tamamen
okumasını emretmiştir. [2][2]
Sahabeden (ra) bir topluluk da Kur'an-ı Kerim'i her Cuma hatmederdi.
Yahya b.
el-Haris ed-Dinari'den el-Kasım b. Abdurrahman senediyle şu bilgi nakledilmiştir:
Osman b. Affan (ra) Cuma gecesini Bakara'dan Maide suresine kadar okumakla
açardı. Cumartesi gecesi En'am'&an Hud'a, Pazar gecesi Yusuftan Meryem'e,
Pazartesi gecesi Ta/ıa'dan Şuara'ya kadar, Salı gecesi Ankebuftan Sâd'a kadar,
Çarşamba gecesi Fussilet'e kadar okur Perşembe gecesi de kalanını okuyarak
hatmi tamamlardı. Zeyd b. Sabit (ra) ve babam da böyle yaparlar ve Kur'an'ı her
yedi günde bir hatmederlerdi.
İbni
Mesud'dan (ra) rivayet edildiğine göre o, Kur'an'ı yedi bölüme taksim etmişti ve
her gece yedide birini okurdu. Ancak onun bu taksimi, bizim alıştığımız mushaf
tertibine uygun değildi. O, bunu zikretmemişti, ona göre KuYan'dan ibret almak,
tertib ile ilişkisi olmayan bir husustu. Bir cemaattan da Kur'an'm her gün ve
gece hatmettikleri rivayet edilmiştir ki onun üç kısımdan daha aşağıda hatmi
hoş görülmemiştir. Bu hususta orta yol, daha önce de belirttiğimiz gibi üç
günde bir hatme dilmesidir.
Kur'an-ı
Kerim'in hiziblere ayrılması ve Sahabe'nin (ra) onu nasıl hiziblere
böldüklerine gelince; eğer kul, Kur'an'ı hiziblere böler ve hergün ve gece bir
hizib okursa güzel olur. Sünnet olan da budur. Kalbe uygunluğu, tertibin
doğruluğu ve anlamaya daha yakın olduğu için Kur'an'ı bu şekilde taksim ederek
okumak çok daha hayırlıdır. Kul, eğer isterse her rekatta Kur'an-ı Kerim'in
onda birinin üçte birini veya bunun yarısını okur. Böylece her rekatta veya her
iki rekatta Kur'ân'm otuz cüzünden birini okumuş olur. Gece ve gündüz
virdlerinden her birinde bir veya iki hizib ya da bunun altında bir mikdar
okumak da güzeldir.
Kur'an-ı
Kerim yedi hizibden teşekkül eder. İlk hizib üç sure, ikinci hizib beş sure,
üçüncü hizib yedi sure, dördüncü hizib dokuz sure, beşinci onbir sure, altıncı
onüç sure, yedinci ise Kâf suresinden sonrasıdır. Kur'ân'm hizibleri bunlardır
ve Sahabe (ra) onu bu şekilde hiziblere bölerek okurlardı. Allah Resulü'nden de
(sav) bu anlamda hadisler rivayet edilmiştir.[3][3]
O, Kur'an'ı
sanki ayet sayısına itibar ederek hiziblere ayırmış gibidir. Ayet sayısı altı
bin iki yüz otuzaltı (6236)'dır. Ben de hizibleri, ayet sayısı bakımından ele
aldığımda yaklaşık olarak böyle olduğunu gördüm. Kur'an beşliklere, onluklara
ve cüzlere bölünmeden önce bilinen taksim şekli buydu. Bunlar dışındaki taksim
şekilleri bidattir;
Denir ki:
Haccac, aralarında Asım el-Cuhderi, Matar el-Varrak ve Şihab b. Şerife'nin de
bulunduğu Basra ve Kufe'nin tanınmış kariilerini toplamış ve onlara yukarıda
saydığımız taksimlere bağlı kalmalarını emretmiştir.
Hasan
el-Basri ve Muhammed b. Şirin (ra) bu beşlik, onluk ve otuz cüzlük taksimleri
münker görüyorlardı. Şa'bi ve İbrahim en-Neha'î'den de, Kuran'ı kırmızı
mürekkeble noktalanmasını ve bunun için ücret alınmasını mekruh gördüklerine
dair bir görüş rivayet edilmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: Kur'an'ı bu tür
noktalama ve süslemeden uzak tutun.
el-Evza'î,
Yahya b. Ebi Kesimden naklen şunu söylemiştir: Kur'an ilk zamanlar, mushaf
içinde yalın bir haldeydi. Onunla ilgili yaptıkları ilk yenilik be ve te
harflerini noktalamaları oldu ve 'Bunda bir mahzur yoktur, bu onun nurudur'
dediler. Sonra başka bir yenilik olarak ayet sonlarına büyük noktalar koydular
ve yine 'Bunda bir mahzur yoktur, bununla ayetlerin başları bilinir1, dediler.
Daha sonra
başka bir yenilik daha yaparak sure başlarını ve sonlarını süsleyerek belirgin
kıldılar ve yine 'Bunda bir mahzur yoktur, çünkü bunlar sure başları için bir
alamettir5, dediler.
Şunu bilin
ki, Kur'an'm anlaşılmasında onun müşahedesiyle keşfedilmesi ve melekut
alemindeki yüce makamının bilinmesi, şu kötü hasletlerden birine dahi sahip
olana nasip olmaz: En basitinden bile olsa bidat sahibi olmak, bir günah
üzerinde ısrar etmek, kalbinde kibir bulunmak, kalbinde yeretmiş bir hevaya
meyilli olmak, dünya aşığı olmak, imanda tahkik sahibi olmamak veya kat'î
imanı zayıf olmak. Bu kötü hasletlerle beraber, kendi birikimine bağlı kalan,
kendi tercih ve eğilimine tabi olan, zahiri ilmine dayanan bir müfessirin
görüşüne itimad eden, Kur'an'm aklen bilinen hükümlerine bakmayan ve ilahi
hitabın sırlarıyla ilgili olarak Arapça iliminin değişik mezheplerinin
hükümlerini göre hükmetmeyen kimseler de kendi akıllarıyla sınırlı kalmaya,
bildikleri ilimlerle yetinmeye, akıllarında bildikleri ilimlerin bilgileriyle
kayıtlı kalmaya ve akıllarının tahriklerine uymaya mahkumdurlar.
Muvahhidler nezdinde,
bunlar da akıllarını ve ilimlerini ortak koşanlardır. Bu da gizli şirke
(=şirk-i hafi) gn^en bir husus olup karanlık gecede karıncanın yürüyüşünden
bile daha gizli bir şirktir.
Muhammed b.
Ali b. Senane şöyle dedi: Böyle olması, kişinin akıl ve ilminin kamil akıldan
(=Akl-ı Kâmil) kaynaklanın ayışı dır.
Çünkü kamil
akıl, Allah Teala'yı akledebilen, O'nun hüküm ve kelamını anlayabilen akıldır.
Ancak böyle bir akla sahip olan kişi Allah'ın kelamını tam olarak anlayabilir.
Allah Resulü
de (sav) aklın kemale ermesiyle ilgili şöyle buyurmaktadır: "Akıllı, o
kimsedir ki Allah Teala'nın emir ve nehyini ak-ledebilir" [4][4]
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetimin münafıklarının
çoğunluğu Kur'an okuyucuları (=Kurrâ')'drr" [5][5] Buradaki nifak,
şirk nifakı veya Allah Teala'nın kudretinin inka-rıyla doğan bir nifak olmayıp
Kur'an'ı okurken Allah'tan başkasının iradesine dayanmak ve O'ndan gayrisini
düşünmek şeklinde bir nifaktır. Dolayısıyla insanı, tevhid dairesinden dışarı
çıkarmaz. Ama böyle bir şerri barındıran kimsenin yüksek makamlara çıkması da
mümkün değildir.
Kul,
kendisini işiten Allah Teala'nın huzuruna girdiğinde, kendisine Şahit olanın
sıfatlarının anlamlarını açık bir kalple gözleyerek O'nun kelamının sırlarına
kulak verir, O'nun kudretini düşünüp kendi akıl ve ilmim" terkederek güç
ve kudretinden beraat edip kelam sahibi Allah Teala'yı yüceltir, O'nun
lütfedeceği anlayışa muhtaç bir halde, dürüst bir hal, selim bir kalp, duru bir
iman, ilim kuvveti ve sağlam bir kulak ile Kelam-ı İlahi'yi dinlerse hitab-ı
ilahinin gaybi ilmine şahit olabilir.
Kıraatin en
güzeli, tecvid kurallarına (=Tertîl) uygun olanıdır. Çünkü tertil ile okumada,
hem emrin ifası, hem de mendubun yerine getirilmesi mevzubahistir. Ayetler
üzerinde düşünme ve ibret almaya çalışma da bu tür kıraatta mevcuttur. Ali'den
(kv) rivayet edilen şu söz çok güzeldir: Kavrayış ve fıkıh olmayan ibadette de,
tefekkür içermeyen kıraatta da hayır yoktur". İbni Abbas'dan dan (ra) şu
söz rivayet edilmiştir: "Bakara ve Al-i îmran surelerini tertil üzere ve
tefekkür ederek okumak, benim için Kur'an'm tamamını anlamım düşünmeksizin
okumaktan daha sevimlidir". Yine ondan şu söz rivayet edilmiştir: Kâri'a
ve Zilzal surelerini düşünerek okumak, benim için Kur'an'm tamamım baştan savma
okumaktan daha sevimlidir.
Mücahid'e,
aynı süre kıyamda duran, ama biri sadece Bakara'yı diğeri ise bütün Kur'an'ı
okuyan iki adamın durumu sorulduğunda şöyle demiştir: O ikisi, ecir bakımından
müsavidirler. Çünkü ikisinin de kıyamı birdir. Tertil üzere okumak ve
okuduğunu düşünmek, her şeyden çok namaz esnasında yapıldığı zaman daha
faziletlidir.
Denir ki,
namaz esnasında tefekkür, namaz dışındakilere göre daha faziletlidir. Çünkü her
ikisi de dini bir ameldir. Gerçek tefekkür de şudur: Emir ve vaad sahibi olan
Allah Teala'yı ululayıp yücelterek O'nun cennet ve cehennemle ilgili vaat ve
tehditlerini, emir ve yasaklarını anlamaya, bunlar üzerinde kafa yormaya ve ibret
almaya çalışmak.
Allah
Resulü'ne (sav) hangi namazın daha faziletli olduğu sorulduğunda "İtaat
ve duanın uzun olduğu [6][6]
buyurmuştur.
Başka bir
hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah Teala için bir secde ederse,
Allah da onu bir derece yükseltir". Hizmetçisi, Ebu Fatıma'dan (sav)
cennette refakatini istemiş ve "Secdeyi arttırarak" demişti. Ebu
Zerr-i Gıfari'den de (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Bu, gündüz
secdelerini çoğaltmak, gece kıyamını uzatmakla olur". [7][7]
Denir ki:
Kul, ölümden sonra kabrinden diriltileceği zaman, na-mazmdaki sükunet ve iç
huzur hali üzere diriltilir; o anki rahatı, dünyadaki namazlanndaki rahatı ve
zevk alma Ölçüsüne göre olur.
Bu anlamda
Ebu Hüreyre'den (r.a) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir ki o hadisin
tevilinden de bu anlam çıkmaktadır: Allah Resulü (sav) Bilal'e buyurdu ki:
"Bizi namazla rahatlat". [8][8]
Burada murad edilen, namaz ile ruhun nimetlendirilerek rahatlatılmasıdır ve
onunla istirahat edilmesidir. Bizi bir şeyle rahatlat, denildiği zaman, onunla
içimizi şenlendir ve onu ifa ederek üzerimizdeki sorumluluğu kaldır ve
yükümüzü hafiflet, anlamları murad edilir. Dikkat edilirse Allah Resulü (sav)
"Bizi ondan kurtar" anlamını ima ettirecek bir ifade kullanmamıştır.
Çünkü namaz, Allah Resu-lü'nün (sav) gözünün nuru ve aydınlığıdır.
Bir alim de
şöyle demiştir: Bir sureyi okumaya başlıyorum, ama onda şahit olduğum bazı
şeyler üzerindeki düşüncem beni öyle alıkoyuyor ki bir de bakıyorum sabah
olmuş, bense ona doyamamışım.
Süleyman b.
Ebi Süleyman ed-Darani şunu anlatır: İbni Sev-ban, bir kardeşine akşam yemeği
için söz verir. Ancak sabaha dek ona gidemez. Ertesi gün kardeşi onunla
karşılaştığında şöyle der: Yemeği bende yemeyi vaadetmiştin, ama sözünde
durmadın. İbni Sevban şu cevabı verir: Eğer seninle sözleşmem olmamış olsaydı,
sana gelmemi engelleyen şeyi söylemezdim. Yatsı namazını kıldığımda, sana
gelmeden önce vitri de kılmaya karar verdim, çünkü o arada ölüm gelmeyeceğinden
emin olamazdım. Her halükarda vitrin dua kısmında iken Önüme, içinde türlü
çiçeklerin bulunduğu yeşil bir bahçe çıkarıldı, sabaha kadar gözlerimle ona bakakaldım.
Allah Teala
buyurdu ki: "İşte Allah, onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini
katından bir ruh ile desteklemiştir" (Mücadele/22) Bu ayetin tefsirinde
denildi ki: Kur'an onları, Kuran ilmiyle takviye etmiştir. Kur'an, imanın
ruhudur ve onların takviye edilmesi de Kur'an ile amel etmelerinden dolayıdır.
"Ey Yahya kitabı kuvvetle al" (Meryem/12) ayetinin tefsirinde,
kararlılığın ve çabanla al, denilmiştir. Aynı şekilde "Size verdiğimizi
kuvvetle alın" (Bakara/63) ayetinin tefsirinde de yani onunla amel edin,
denilmiştir.
Bir alime
şöyle denilmişti: Kur'an okurken başka bir şey düşündüğün olur mu? Hemen şu
cevabı verdi: Benim için Kur'an'dan daha çekici ne olabilir ki onu düşüneyim?
Muhakkak ki bu, çok kuvvetli ve inancında sağlam bir müminin sıfatıdır.
Denilir ki
Kur'an-ı Kerim'de meydanlar, bağlar, has odalar, gelinler, saf ipekler,
bahçeler ve haneler vardır: Mim'ler Kur'an'in meydanları, Ra'lar Kur'an'm
bağları, Ha'lar Kur'an'm has odaları, teşbih emriyle başlayan sureler
(=Müsebbihât) Kur'an'm gelinleri, HaMim'ler Kur'an'ın has ipeği, tafsilat
verilen sureler (=mufassılât) Kur'an'm bahçeleri, bunlar dışındakiler ise
Kur'an'm haneleridir. Mürid, o meydanlarda dolaşıp, bağları derince, has
odalara girip gelinlere şahit olunca, saf ipeği giyip bahçelerde gezinti
yapınca, onun hanelerindeki odalarda sükunet bulunca gördüğü, gezdiği, giydiği
ve derdiği şeyler onun başka şeylere meyletmesini engeller.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O, Besmele'yi okudu ve yirmi defa
tekrarladı. O'nun her okumasında ayrı bir anlam, her kelimesinde bir ilim
olurdu". Kur'an okuyucusunun kalbi, okuduğu her kelimenin manasının
müşahidi olmalı ve Allah Teala'nın ona açacağı yakın anlamlarına, ondan
anlaşılabilecek başka anlamlara, başka kelimeleri anlamada nasıl delil
olabileceğine karşı dikkatli olmalıdır.
Bir alim de
şöyle derdi: Anlayamadığım ve kalbimi veremediğim bir ayeti okumayı kendim
için sevab saymam. Selef-i Salih'den biri de bir sure okuduğunda eğer ona
kalbini veremezse bir kez daha okurdu. Bir teşbih veya tekbir ayeti geçtiğinde
hemen teşbih ve tekbirde bulunur, dua ve istiğfar geçtiğinde hemen dua ve
istiğfarda bulunurdu. Korkutucu bir şey veya umulan bir şey geçtiğinde ise
Allah'a sığınır veya niyazda bulunurdu.
Allah
Teala'nın "Onu hakkım vererek okurlar". (Bakara/121) ayetinin anlamı
da budur. Allah Resulü de (sav) Kur'an okurken böyle davranırdı. Rivayet edilen
bir hadiste de bu husus teyid edilmektedir: "Kur'an'ı indirildiği gibi
kısık sesle okumak isteyen kimse, onu Ibni Ümmi Abd'm kıraati üzere
okusun". [9][9]
Yani tilavetin anlamını bilerek okusun.
O, Kur'an'ı
şahit olan bir kalp, sağlam bir kulak ve çelik gibi keskin bir gözle okurdu. O,
Kur'an'ı Kelam-ı İlahi'nin manalarına vakıf olarak, Kelam'm sahibi olan Allah
Teala'nın tehditlerini görüp üzülerek, vaatlerini şevk duyarak, ibretlerini
korkutarak, uyarılarım şiddetlendirerek, açıklamalarını yumuşatarak ve müjdelerini
kavuşma dileyerek okurdu. Çünkü o, Kelam Sahibi'nin sıfatlarım çok iyi bilir,
bu kelamdan zevk alırdı.
Böyle bir
kul, hadiste rivayet edildiği gibi, Kur'an okuyanların en güzel seslisidir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kur'an okuyanların en güzel seslisi;
Kur'an okurken Allah'tan korktuğunu gördüğünüz kimsedir" [10][10]
Yine bu minvalde şöyle buyrulmuştur: "Kur'an okuduğunuzda ağlayın, eğer
ağlamazsanız ağlamaklı olun" [11][11]
Benzer bir
hadis de şöyledir: "Kur'an hüzünle indirildi. Onu okuduğunuz zaman
hüzünlenin [12][12]
Yani Kur'an'm ihtiva ettiği tehdid, uyarı, misak ve ahitler insamn
zayıflığından dolayı ağlamasını ve hüzünlenmesini gerektirir. Eğer vecde
kapılarak içtenlik, samimiyet ve yakini bir iman neticesi ağlayamaz, hüzne
kapılamazsanız, bari ağlamaklı ve onu tasdik ve ikrar etme babında hüzünlü
olun.
Kur'an-ı
Kerim'i okurken hüzünlü ve ağlamaklı oluşun özendi-rilmesinin sebebi, böyle
yapılması halinde kulun ilgi ve kaygısının okuduğu lafız üzerinde
toplayabilmesini sağlamasıdır. Kul, dikkatini okuduğu ayetler üzerinde
topladığı zaman onu elbette daha çok tefekkür edebilecek, belki kalbi de
diliyle birleşerek onu layıkıyla okuyanlar zümresine katılabilecektir.
Kur'an
okurken hüzünlü ve ağlamaklı olmak, kulun dikkatinin toplanması ve kalbini
diğer duygulardan hali olması için mühim bir vasıtadır. Çünkü samimi ve içten
olarak hüzünlenip ağlamaklı olan kimse, fikrini toplamış, kalbini Kur'an'a
hazır etmiş ve kendisini ağlatan şeyden gayrisini düşünmez olur.
Bu anlamda
İbni Abbas'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya secde
etmekle ilgili bir ayet okuduğunuzda secdeye kapanmak için acele etmeyip önce
ağlayın. Eğer gözünüz ağlamazsa, kalbiniz ağlasın. Kalbin ağlaması da hüzün ve
Allah korkusudur". Burada murad edilen şudur: Eğer siz, Kur'an'ı anlayan
alimlerin ağlayışıyla ağlayamaz sanız bari ağlayamamaktan dolayı kalpleriniz
hüzünlensin ve sizde ilim ehlinin sıfatları bulunmadığı için Allah'tan korksun.
Kur'an'daki
garib kelimelerin tefsiri babında, "Öyle taşlar var ki, çatlayıp bağrından
sular akar". (Bakara/74) ayetiyle ilgili olarak şu bilgi nakledilmiştir:
Burada çok ağlayan gözlere işaret edilmektedir. Kimi de ancak yazıldığı zaman
ondan su çıkar ki, bunlar az ağlayan gözlerdir. Kimileri de vardır ki, Allah
korkusundan yere düşerler ki bunlar da ağlama olmaksızın sadece hüzün duyarak
kalpleriyle ağlayanlardır.
Sabit
el-Benani şöyle demiştir: "Bir gece rüyada kendimi Allah Resulü'ne (sav)
Kur'an okuyormuş gibi gördüm. Okumayı bitirdiğimde şöyle buyurdu: Bu, sadece
kıraat, peki gözyaşı nerede?" Hasan da (ra) şöyle derdi: Bu öyle bir
gündür ki, bugün Kur'an okuyarak sabahlayan bir kul eğer ona inanıyorsa,
sevinci azalıp hüznü çoğalır, gülüşü azalıp gözyaşı çoğalır, rahatı ve
gevşekliği azalıp gayret ve çabası çoğalır!"
Kur1 an
okuyanlar, üç makam üzeredirler ki bunların en üstünü; Kelam'ın sahibi olan
Allah Teala'nm sıfatlarına O'nun Kelamı'nda şahit olan, O'nun koyduğu ahlakı,
hitabının manalarından öğrenen kimselerin bulunduğu makamdır. Bu makamdakiler,
Mukarrebun zümresinden olan ariflerdir.
Kimi de
Kur'an okurken Rablerine şahit olarak lütfuyla O'na münacaat eder, nimet ve
insanıyla O'na hitab ederler ki bu, haya ve tazim makamı olup bu makamda
olanların hali Allah'ın Kelamı'nı dinlemek ve anlamaktır. Bu makamdakiler ise
Ashab-ı Yemin (=Kitapları sağdan verilenler) arasında yer alan Ebrar
(=iyiler)'dir.
Kimisi de
Rabbine münacaat ettiğini görerek O'na yakarır ki bu, niyaz ve yaranma
makamıdır. Bu makamdakilerin hali ise, ta-leb ve bağlanma halidir. Burada da
Ashab-ı Yemin'in havassından olan müridler ve mu'terifler (=hallerini itiraf
edenler) yer alır.
Kul, Kur'an
okurken, Rabbinin bu Kelam ile kendisine hitab ettiğine şahit olmalıdır. Çünkü
Kur'an-ı Kerim, bizzat O'nun Kela-mı'dır. Dolayısıyla O'nun Kelamı okunurken
başka bir kelama kulak da veremez, telaffuz da edemez. Ona verilen tek izin,
dilini oy-natmasıdır. Onu okuyabilmesi için dilinin hareketine imkan verilmesi
Rabbinin hükmü gereği, onun için konulmuş bir sınır ve ilahi kelamın sese dönme
yeri olmasından dolayıdır. Tıpkı Musa (as) ile konuştuğu zaman ağacın dilin
yerini alması gibi.
Denir ki
Allah Kelamı'nm her bir harfi, Levh-i Mahfuzdaki yeri bakımından Kaf dağından
bile daha büyüktür. Öyle ki melekler onun tek bir harfini okumak için biraraya
gelseler bile, İsrafil (as) gelinceye kadar bunu başaramazlar. Çünkü İsrafil
(as) Levh-i Mahfuz meleğidir, onu kaldırır ve Allah Teala'nm izin ve
rahmetiyle taşır. Allah Teala onu bu işle mükellef kıldığı için bu gücü ona
bahsetmiştir.
Ca'fer b.
Muhammed es-Sadık (ra) şöyle demiştir: Allah Teala, kullarına Kelamı'nda
tecelli eder ama O'nu göremezler. Yine onunla ilgili şu hadise nakledilir: Bir
gün namaz kılarken bayılarak yere düşmüştü. Ayıldığı zaman kendisine durumu
sordular, o da şöyle dedi: Bir ayeti kalbimde sürekli tekrar ediyordum ki,
birden onu Kelam sahibinin kendisinden duydum. Ama bedenim, O'nun kudretinin
tesiri karşısında ayakta duramadığı için yere yığıldım. İşte havas böyledir;
ayetleri kalpleri üzerinde yine kalpleriyle zikreder ve kendilerini gören ve
rehberleri olan Hâlık'ın yardımıyla müşahedelerinde tahkik sahibi olurlar.
Böylece ayetlerin manaları onları kuşatır ve ilim denizlerinde boğulurlar.
Kur'an
okuyucusu yukarıda anlattığımız türde bir müşahedeye güç yetiremezse, o zaman
Kur'an okurken Allah Teala'nm Kelamı ile yine O'na münacaat ettiğine, bu
münacaatıyla da O'na yaranmaya çalıştığına şahit olur.
Allah Teala
ona, kendi diliyle hitab etmekte, kendi dilinin hareketi ve sesiyle onunla
konuşmakta, böylelikle onun hizmetine verdiği ilmi anlamasını, akletmesini
temin etmek istemektedir. Kul, Allah'ın Kelamı'nı ancak O'nun hikmet ve rahmeti
gereği kendisine takdir edilen nisbet dahilinde anlayabilir. Cebbar olan Allah
Teala, eğer kulunun kulağının duyabileceği bir sıfatta konuşmuş olsaydı, ne
Arş, ne Arz yerinde durabilir, kudretinin yüceliğinden dolayı bu ikisi
arasındakiler de eriyip giderlerdi.
O, işte bu
sebeple bunu ilminin gaybi kısmına ayırarak beşer aklıyla bunun araşma bir
perde koymuştur. Kudreti vasıtasıyla insanların kalplerine ancak aklen idrak
edebileceklerini izhar etmiş, akıllarına da ancak akledilebilenleri tanıma
gücünü vermiştir. Bu da O'nun insanoğluna olan lütuf, şefkat, ihsan ve
merhametinin bir
neticesidir.
Geçmişlerin
haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: Allah Teala'nm sıddıklar
zümresinde yer alan evliyasından bir veli, fetret zamanında zorba bir
hükümdarı tevhide ve peygamberlerin şeriatlarına davet için gönderilmişti. O
sıddık, hükümdarın sorularını, onun aklının alabileceği, anlayışının
kuşatabileceği, halk arasında da yaygm olarak bilinen misaller vererek
cevaplandırıyordu. Sonunda hükümdar şöyle dedi: Sen ne diyorsun? Peygamberlerin
getirdiklerinin insan sözü ve görüşü olmayıp Allah Kelamı olduğunu mu iddia
ediyorsun? Sıddık da: Evet, dedi. Bunun üzerine hükümdar şöyle dedi: İnsanlar
Allah'ın Kelamı'nı nasıl taşıyabilirler? Sıddık bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
Görüyoruz ki
insanoğlu kuşları ve hayvanları ileri geri çağırmak, Öne arkaya yürütmek için
onlara konuştukları zaman bu canlıların kendi sözlerini anlamadıklarını
farketmişlerdi. Ama zaman içinde onların da anlayabilecekleri türden
borazanlar, düdükler ve belli azar ünlemleri buldular. İşte insanlar da aynı
şekilde Allah Teala'nm kemale ermiş olan Kelamı'nı anlamaktan ve yüklenmekten
acizdiler. Bu sebeble Allah'ın Kelamı da onlara, aralarında anlaşabildikleri
sesler üzerinde gönderildi ve onlar bu sesler vasıtasıyla Allah Teala'mn
indirdiği hikmeti dinleme imkanı buldular. İnsanların Allah Kelamı
karşısındaki bu durumları, borazan, düdük ve benzeri ünlemlerden anlayabilen
hayvanların durumuna benzer. Nitekim insanlar da, kendi anladıkları seslerle
telaffuz edilen Hikmet-i İlahi'nin ihtiva ettiği en değerli ve en yüce Kelamı
anlayabilirler.
Şu halde
ses, ilahi hikmet için bir beden ve mesken mesabesindedir. Hikmet ise, bu
sesler için bir can ve ruh konumundadır. İnsanların bedenleri, nasıl taşıdıkları
ruh ile değer kazanıyorsa, İlahı Kelam'm sesleri de aynı şekilde taşıdıkları
yüce hikmetlerden dolayı değerlenip yücelirler. Kelam-ı İlahi, mekan bakımından
yüce, derece bakımından yüksek, güç bakımından ezici, hüküm bakımından hak
ile batıl arasında kesin karar verici, adil bir hakim, razı olunan bir
şahittir, insanlara bazı şeyleri emredip bazı şeylerden de sakındırır. Gölgenin
güneş ışığı karşısında duramayışı gibi, batıl da, hikmet-i ilahi'nin Kelamı
karşısında dayanamaz. İnsanlar, nasıl gözleriyle güneş ışıklarını delip
geçemiyorlarsa, hikmet-i ilahi'nin derinliğine inme güçleri de yoktur. Ama
onlar, güneş ışığından gözlerinin görmesini sağlayacak ve ihtiyaçalannı
görmelerini temin edecek kadar istifade edebilirler. Kelam-ı İlahi de, ışığıyla
ortalığı aydınlatan ama unsurları bilinemeyen güneş gibi, hatta insanların yol
bulmalarını sağlayan ama sırrı kimse tarafından bilinmeyen parlak yıldızlar
gibi zatı görünmeyen, ancak emirleri müşahede edilen perde arkasındaki bir
kral gibidir.
Allah
Teala'mn Kelamı, bundan çok daha yüce ve değerlidir. O, eşsiz hazinelerin
anahtarı, yüksek makamların kapısı, değerli derecelere yükseltici ve hayatın
şarabıdır; öyle bir şaraptır ki, ondan içen ölümsüzlüğü tadar. O Kelam,
susuzluğun da devasıdır. Öyle bir devadır ki, ondan bir kez içen bir daha
susamaz. Onunla donan-mamış biri onu giydiğinde saklısını ortaya çıkarır. Ona
ehil olmayanlar onu giydikleri zaman, çok geçmeden onlardan sryırıhp çıkar.
Bu sözleri,
zorba hükümdara hitab eden hikmet sahibi sıddıktan naklettik. Hükümdar, bu
sözler karşısında daha fazla dayanamayarak Allah'ın da izniyle onun davetine
icabet etmiştir.
Allah
Teala'mn bizler için bir ayet, ibret, rahmet ve nimet kıldığı Kelamı'nm vasfı
işte budur. Bakınız, yüce hikmetler sahibi olan Allah Teala, insanoğlunun
aklını nasıl da kendi ulvi Kelamı'nı anlayacak şekilde yaratmış? Kuşlar ve
hayvanlar, düdükler, borazanlar ve ünlemlerle anlarken, insanoğlu aklını
kullanarak O'nun yüce Kelamı'nı anlayabilmektedir. İnsanlar, hayvanlara ve
kuşlara bir şey anlatmak için bunları kullanırken Allah Teala da insanlara
akıllar bahşederek Kelamı'nm hüküm ve hakikatlerini anlamalarını temin etmiştir.
"Muhakkak ki benim Rabbim dilediğine lütfedicidir. O, her şeyi bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir". (Yusuf/100) Bu; Allah Teala'mn tükenmek
bilmeyen kudretinin bir nevi olan lütfetme kudreti, eşi bulunmaz hikmetlerinden
çok sağlam bir hikmetidir. "Muhakkak ki O, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet
sahibi olandır". (En'am/139)
Kul,
Kur'an-ı Kerim'in tamamından Fatiha'âan. sonuna kadar mükellef olduğuna ve onu
anlamasının murad edildiğine de şahit olmalıdır. Kur'an'da verilen Örnekler
onun için verildiği gibi, zikrinin nasıl olacağı ve sıfatları da tamamen
açıklanmıştır. Çünkü Allah Teala, bu Kelamı buyurduğu ve onun ile müminlere
hitap ettiği zaman, hepsini de huzurunda toplamış ve Resulü'nü de onların
yanma koymuştu. Dolayısıyla Allah Teala bir anlamda Allah Resulü (sav) ile
müminleri ona muhatap etme noktasında müsavi kılmıştır. O bunu teyid eder mahiyette
şöyle buyurmuştur: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek
için indirdiği Kitab ve hikmeti hatırlayın". (Bakara/231)
Allah Teala
bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun size bir
Kitab indirdik ki onda sizin için gerekli olan öğüt vardır". (Enbiya/10)
Diğer bir ayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Belki düşünürler diye,
kendilerine indirileni insanlara açıklaman için sana Kitab'ı indirdik".
(Nahl/44) Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Allah, insanlara
misallerini işte böyle verir". (Mu-hammed/3) Yani kendileriyle ilgili
özellikleri böyle anlatır.
Allah Teala
"Andolsun biz sana açık ayetler indirdik". (Bakara/99) buyurduğu
gibi şöyle de buyurmuştur: "Andolsun size apaçık ayetler indirdik".
(Nur/34) Yine o buyurdu ki: "Sana vahyedilene uy ve sabret."
(Yunus/109) "Size Rabbinizden indirilene uyun". (A'raf/2) Yine Allah
Teala buyurdu ki: "Sen ve seninle birlikte tevbe edenler, emrolunduğun
gibi dürüst olun!" (Hud/112)
Allah Teala
şu ayetinde ise delil ve beyanlar bakımından bütün insanları eşit tutarken,
hidayet ve rahmetini iman ve takva sahiplerine has kılmıştır: "Bu Kur'an,
insanlar için kalp gözleridir. Kesin olarak inanan bir kavim için de
hidayettir, rahmettir". (Casiye/20) Yani buradaki açıklama ve beyan bütün
insanlık için geçerli iken, hidayet ve rahmet,yakin sahiplerine yani Allah
Teala'dan korkarak O'na kat'i şekilde inananlara mahsus kılınmıştır. Bizler,
Kur'an-ı Kerim'i okumakla emrolunduğumuz gibi onu anlamakla da emro-lunduk.
Nebiler
serdarı olan Peygamberimiz'in (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an'ı okuyun ve garib gelen kelimelerini anlamaya çalışın". İbni
Abbas da (ra) şöyle demiştir: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini öğrenmek
isteyen Kur1 an'a baksın".
Ali'den (kv)
rivayet edilen bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Beni hak ile Peygamber olarak gönderen üzerine yemin ederim ki ümmetim,
dinin asılları ve cemaatları üzerinde yetmiş iki fırkaya bölünecek, hepsi de
sapık ve saptırıcı olarak insanları ateşe davet edeceklerdir. Böyle bir durum
olduğunda Allah Teala'mn Kitabı'na sıkıca sarılın. Onda, sizden öncekilerin
de, sizden sonra gelecek olanların da haberleri ve sizinle ona karşı çıkan
zorbalar arasındaki hüküm vardır. Allah onları mahvetsin. Kur'an'sız ilim
arayan kişiyi Allah saptırır. Kur'an, Allah Teala'mn sağlam ipi, apaçık nuru ve
her derde deva olan şifasıdır. O, kendisine sarılanlar için koruyucu,
takipçileri için kurtuluştur. Eğrilmez dimdik durur, kaymaz dosdoğru kalır.
Onun esrarengiz hazineleri asla bitmez. Çok başvurulması, onu eskitmez. Cinler
de onu dinlediler. Okunması bitince uyarıcı olarak kavimlerine döndüler ve
şöyle dediler: Ey kavmimiz, biz doğruya ileten acayip bir Kur'an dinledik;
onunla konuşan doğru, onunla amel eden ecirli, ona sarılan da sırat-ı
müstakimin rehberi olur" [13][13]
Bu anlamda
bir başka hadis de Huzeyfe'den (ra) rivayet edilmiştir: Huzeyfe (ra) dedi ki:
Allah Resulü (sav) kendisinden sonra ihtilaf ve bölünmeler olacağım söyleyince
şunu sordum: Ey Allah Resulü, eğer o döneme yetişirsem bana ne emredersin?
Buyurdu ki: "Allah'ın Kitabı'nı öğren ve içindekilerle amel et. Çıkış
odur". Soruyu tekrar ettiğimde cevabı yine aynı oldu: "Allah'ın
Kitabı'nı öğren ve içindekilerle amel et. Çıkış odur". Soruyu tekrar
sorduğumda şunu üç kere tekrarladı: "Allah'ın Kitabı'nı öğren ve
içindekilerle amel et. Kurtuluş ondadır"[14][14]
Ali'den (kv)
şjyle bir söz rivayet edilmiştir: "Allah Resulü'nün (sav) diğer
insanlardan gizleyip yalnız bana verdiği bir sır yoktur. Kula ancak, Allah
tarafından Kitabı'nı anlama gücü nasip edilebilir".[15][15]Yine ondan şu
söz nakledilmiştir: Kim Allah'ın Kitabı'nı anlarsa, ilmin bütün inceliklerini
açıklayabilir". İbni Abbas'tan (ra) ve diğerlerinden, Allah Teala'mn
"Kime hikmet verilirse, ona büyük hayır verilmiştir". (Bakara/269)
buyruğunun tefsiriyle ilgili şu söz rivayet edilmiştir: Hikmet, Allah Teala'mn
Kitabı'nı anlamaktır.
Allah Teala
"Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a anlattık. Bununla beraber her birine
hüküm ve ilim verdik". (Enbiya/79) buyruğunda da, anlamayı derece
bakımından hüküm ve ilmin üstüne koymuştur. Burada onun Süleyman'a (as) izafe
edilmesi, tahsis yani hususilik arzetmekle beraber Allah Teala, anlamayı genel
bir derece olarak vazetmiştir. Çünkü kul ilahi Kelamı anladığı ve Rabbine onunla
muamele ettiği zaman ne söylediğini kesin olarak bilir. Yani söylediği ilahi
kelamın Sahibi'nin hikayecisi değil, bizzat sahibi gibi olur; şu ayet-i
kerimede olduğu gibi: "Eğer Rabbime isyan edersem, ağır bir günün
azabından korkarım". (Yunus/15) Ya da şu ayette olduğu gibi: "Biz
Sana tevekkül ettik ve yalmz Sana yöneldik". (Mümtehine/4) Veya "Bize
çektirdiğiniz sıkıntılara karşı sabredeceğiz". (İbrahim/12) Görüldüğü gibi
ilk ayette ağır bir günün azabından korkan, ikinci ayette Allah'a tevekkül
edip ona yönelen, üçüncü ayette ise Allah yolundaki sıkıntılara karşı sabırlı
olanlar, bu söz ve fiillerin bizzat sahipleri olup onları söyleyen veya yapan
başka birilerinden haber verici değildirler. Bunu naklederek anlatan biri
elbette, ondaki tadı tam olarak alamayacağı gibi bunu başkalarına da miras
bırakamaz. Allah Teala'nın Kelamı'nı hissederek okuyan kimse, ondaki bu tadı
alır ve onlardaki Allah dostluğunun (=velâyetullah) bir kısmını kazanmış olur.
Aynı durum,
söyleyenleri zemmedilen, yapanlarına gazap edileceği bildirilen serleri ifade
eden ayetlerin okunması halinde de geçerlidir. "Tevbe etmeyenler var ya,
işte onlar zalimlerdir". (Hucu-rat/11) Bu zayıflığı kendinde barındırarak
bu aybı taşıyan kimse ne kadar da çirkin bir davranış içindedir. Bunu okurken,
o vasfa haiz olduğu için kendi kendini kötüleyip zemmetmek ne kadar ağır bir
derstir. İşte bu yüzden okuduğu Kur'an ayeti kendi aleyhine delil olmaktadır.
Tabii ki böyle bir hal içinde olanın münacaatma da kulak verilmez. Çünkü sahip
olduğu yerilmiş özellik, ona perde olmaktadır. Ayrıca o, okuduğu ayetin
anlamını da düşünmediği için daha aşağıda bir cehalete itilmektedir. Kalbinin
Kur'an'ı anlamada gösterdiği katılık, ona set çekmekte, halindeki yalancılık ve
sağırlık da, onu Kur'an'm beyanından uzaklaştırmaktadır. Oysa o, uyanık bir
kalple yönelmiş, dürüstlük ve içtenlikle tevbe etmiş bir kul olsaydı, Kelam-ı
İlahi'yi dinlediğinde kendini çağıran davetçiyi görür ve O'nun davetine icabet
ederdi.
Allah Teala,
kendisine yönelen kul için gözü açık olmayı ve zikirden öğüt almasını bilmeyi
şart koşmuş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbine gönül verecek her kulun gözüne
göstermek ve öğüt vermek içindir". (Kaf/8) Yine O, şöyle buyurmaktadır:
"Ancak samimiyetle yönelen ibret alır". (Mümin/13) "Ancak,
Allah'ın ahdine bağlı kalan ve misaklarını bozmayan akıl sahipleri ibret
alabilir". (Ra'd/19)
Tevbe
üzerinde ısrar ve kararlılıkla durabilmek de, ahde vefa başlığı altında
değerlendirilir. Tevbe edilen hususa tekrar dönülmesi ise, doğruluğun
azalması, misakın çiğnenmesi anlamındadır. Allah'a yönelme (=İnâbe) asıl olarak
tevbe etmek ve Allah'a dönmek, anlamındadır. Ayette geçen
"Akıl=lübb" kelimesi ise, temiz akılları ve duru kalpleri ifade
etmektedir.
Şu halde,
Allah'tan korkan, kendi nefsine ve insanlara nasihat eden, kalbi selim sahibi
bir mümin Kur'an okurken; cennet vaatleri, Övgüler, güzellikler ve Allah'a
yakın kılınanların makamları gibi hususlarla karşılaştığı zaman, kendisini
kesinlikle buralarda görmemeli, aksine bunları diğer müminlere layık görmeli, bu
nimetlere selamet ve olgunlukları bakımından sıddıkların layık olduğunu
düşünmelidir. Haklarında kötü sıfatlar sarfedilen kimselere gazap ve tehdit
yönelten, sıfatları kınanmış olan gafillerin ve günahkarların makamlarıyla
ilgili ayetleri okuduğu zaman ise, kendini bunların muhatabı görmelidir. Bunun
gayesi de, onlardan korkması ve ürkmesidir. Kul, bu müşahede ile diğer insanlar
için umut beslerken, kendisi için korkuya kapılır. Bu yaklaşımı sayesinde de
insanlara karşı hoşgörülü, kendi nefsine karşı öfkeli olur.
Ömer b.
Hattab'dan (ra) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: "Alla-hım, küfrüm ve
zulmüm için Sen'den mağfiret dilerim". Bu söz üzerine rivayet sahibi
şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, zulmü anladık da senin küfürle ne işin olur?
diye sorduğumda şu ayeti okudu: "Muhakkak ki insan, çok zulmedici ve çok
küfredicidir". (îbrahim/34)
Kulun
düşüncesi bu iki yanlışlıkla şekillenirse, kendisini sürekli övgü ve değer
makamında görürken, başkalarını da kınama ve gazap makamında görür. O zaman da
kalbi, sadıkların istikametinden sapar, Allah korkusuyla yaşayanların yolundan
bilerek ayrılır. Hem kendisi helak olur, hem de başka insanları helak eder.
Çünkü yakınlıkta uzaklığı gören kimseye, korku duygusuyla lütufta bulunulmuş
olur. Uzaklıkta yakını gören kimseye ise güvenliği içinde tuzak kurulmuş olur.
Bir alim
şöyle demiştir: Kur'an'ı okuyor, ama bir tad alamıyordum. Ne zaman ki onu,
sanki Peygamber (sav) ashabına okuyormuş, ben de onlar gibi dinliyormuşcasına
okumaya başladım, işte o zaman tad alır oldum. Sonra bir makam daha
yükseltildim ve onu, sanki Cebrail (as), Peygamber'e (sav) indirirken
dinliyormuşum gibi okumaya başladım. Sonra Allah Teala bana bir makam daha na~
sib etti. Artık onu, bizzat Kelam Sahibi'nden dinliyormuş gibi okuyorum. Bu
makamda, Kur'an'ın büyük nimetlerini tadıyor, tahammül edemediğim bir lezzet
alıyorum.
Osman (ra)
ya da Huzeyfe (ra) şöyle demiştir: "Eğer kalpler temiz olsalardı, Kur'an
okumaya doy am azlar di" [16][16]Sabit
el-Benani ise şöyle demiştir: Kur'an'la yirmi sene boğuştum. Yirmi sene de
ondan zevk aldım.
Alimlerimizden
biri de şöyle demiştir: "Her ayetin altı bin anlamı vardır. Onun
anlamları olarak geri kalanlar ise daha fazladır". Ali (kv) şöyle
demiştir: Eğer isteseydim, sırf Fatiha suresinin tefsi-riyle yetmiş deve yükü
kitap yazardım".
Ebu Süleyman
ed-Darani'den şu söz nakledilmiştir: "Ben, bir ayeti okuduğum zaman dört
gece -bir rivayette beş gece- onun üzerinde durur, onun hakkındaki kat'i bir
düşünceye varmadan başka bir ayete geçmezdim". Seleften bir alim hakkında
şu husus haber verilmiştir: O, Hud suresine altı ay takılmış, sürekli tekrar
edip düşünmesine rağmen bir türlü bitirememişti.
Ariflerden
birinden de şu söz nakledilmiştir: Her Cuma bir hatmim, her ay bir hatmim ve
her yıl bir hatmim, ayrıca otuz yıldır devam ettiğim halde henüz bitiremediğim
bir hatmim daha var". O, bununla anlama ve müşahede hatmini
kasdetmektedir. Yine bu kişi şöyle derdi: Kendimi ubudiyette köle için
çalışanlar makamına koyarım. Çünkü ben, yevmiyeci, Cum'acı, aylıkçı ve yıllıkçı
olarak amel ederim.
İnsanların,
Kelam-ı İlahi'nin künhüne vakıf olamayışı ve onunla murad edilen sırların
bilinemeyişi, Allah Teala'nm zatının marifetinin künhüne erişilenle meşinden
kaynaklanmaktadır. Allah Te-ala, insanoğluna kendi Zatı'nm tanınması ve
marifetiyle ilgili sınırlı bilgi vermiştir.
Allah
Teala'nm sıfatları, fiilleri ve hükümleri, O'nun Kela-mı'nda verilen bilgiler
vasıtasıyla bilinir. Çünkü O'nun Kelamı'nın manaları, O'nun sıfat ve ahlakından
kaynaklanmaktadır. Bu se-bebledir ki, Allah Teala'nm es-Sehl, el-Latlf,
eş-Şedîd, el-'Asûf, el-Mercuv ve el-Muhavvif gibi isimleri, O'nun merhamet,
lütuf, intikam ve şiddetle cezalandırma gibi sıfatlarından kaynaklanmaktadır.
Allah Teala'nm bizzat kendisini bilip tanımak mümkün olmadığı için, O'nun
Kelamı'nm künhü de ancak O'nun tarafından bilinebilir. Sıfatlarının künhünü de
ancak O bilebilir.
Ancak Allah
Teala, Kelamı'nın manalarını yarattıklarına bildirmek suretiyle sıfatlarının
manalarını da bildirmiş, kullara sıfat ve ahlakını, hükümlerinin gizli
yönlerini, Hitabı'nm içerdiği sırları,
harflerin
anlaşılma biçimini ve Kelam'm batmi manalarını öğretmiştir. Kullar arasında bu
bilgi ve marifete en layık olanlar, O'ndan en çok korkanlardır. O'ndan en çok
korkanlar ise O'na en yakın olanlardır. O'na en yakın olanlar ise, O'nun ilgi
ve inayetine maz-har olanlardır.
Bir hadiste
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İnsanların
Kur'an'ı en güzel seslendireni, okurken Allah korkusuyla dolu olduğunu
gördüğünüz kimsedir" [17][17]
Kulun, Allah Teala'dan hakkıyla korkabilmesi için O'nu layıkıyla tanıması
gerekir. O'nu layıkıyla tanımak ise, O'nunla muameleye girmekle olur. O'nunla
muameleye girebilmek ise, O'na yakın olmakla mümkün olur. O'natyakm olmak ise,
dikkatini O'na yöneltmek ve sürekli O'nu düşünmekle mümkün olur. Kul, işte bu
noktada hitab-ı ilahinin sırrına vakıf olur ve Kitab'm batınına muttali' olur.
Kul,
Kur'an-ı Kerim'deki secde ayetlerinden sonra vardığı secdelerinde ayetlerin
hayır dolu manalarına mazhar olmak için dua etmeli, kötü hususlar ihtiva eden
manalarından ise Allah Teala'ya sığmmalıdır. Gerçek Kur1 an alimleri işte böyle
yaparlar. Allah Teala, bundan Hoşlanır ve kullarını da bu yüzden kendine secde
etmekle mükellef kılmıştır. Secdenin bu boyutuyla ilgili olarak şu ayeti misal
gösterebiliriz: "Secdelere kapanır ve Rablerini hamd ile teşbih ederler de
kibirlenmezler". (Secde/15)
Kul, bu
ayetten sonra secdeye kapandığa zaman şöyle dua etmelidir: "Allahım, beni
rızan için secde edenlerden kıl, hamdinle teşbih edenlerden kıl, Senin emrine
veya dostlarına karşı kibirlenen-lerden olmaktan Sana sığınırım".
Allah
Teala'mn şu buyruğu da bu anlamdadır: "Ve ağlayarak yüz üstü kapanırlar.
Bu da onların huşu'unu arttırır". (İsra/109)
Kul, bu
ayetten sonra da şöyle dua etmelidir: "Allahım, beni uğrunda ağlayanlardan
ve Sana karşı kalbi yumuşak huşu ehlinden kıl".
Kur1 an,
işte bu şekilde kulun ilim ve amelini, zikir ve duasını, kaygı ve tasasını esas
almalıdır. Kul, onunla niyaz eder, onunla se-vaplandırılır. Kulun makamı,
zikri, halleri, hasılı her şeyi onda toplanmış durumdadır. Arifler de Allah
Teala'yı O'nun Kelamı olan Kur'an ile bilir, O'nun hitabıyla yakini olarak
sıfatlarına şahit olurlar. Onların ilimleri de O'nun Kelamı'ndan doğar.
İlimleri ve müşahedeleri vasıtasıyla buldukları da O'nun sıfatlarının
manaların-dandır. Söyledikleri sözler de onların Ruhani müşahedelerinden
kaynaklanır. Çünkü Allah Teala hakkında söylenen sözler, O'nun sıfatlarının
manalarından öte gitmez. O'ndan bir razı, bir gazap edici, bir nimet verici,
bir intikam alıcı, bir cebbar ve kibriya sahibi, bir şefkatli ve ilgi
gösterici kelam sâdır olur.
Kul, Allah
Teala'yı bilen, O'nun Kelamı'm anlayan, O'nu dinleyen ve müşahede eden bir
insan olduğu zaman, kendisinden başkaları için gaib olan bazı hakikatlaere
şahit olurken, kendisinden başkalarının göremedikleri hususları rahatlıkla
görebilir. Allah Teala buyurdu ki: "Artık andolsun gördüklerinize, ve
görmediklerinize ki". (Hakka/38-39) Yine O, şöyle buyurmaktadır:
"İbret alın ey basiret sahipleri". (Haşr/2) Ayetteki
"Basiret" kelimesi, "Anlayış" manasındadır. Buna göre de
ifade, 'Anlayışınızla Bana yaklaşın' şeklinde olmaktadır. Ayette "Ta"
harfi, "Ta-i Tefa'u şeklinde olup,
anlamda kesinlik ve fiilde nitelik ve mübalağa ifade etmek için kullanılmış
olabilir.
Allah Teala
kullarına eller ve gözler verdiğine göre, onlar da gördüklerini güçleriyle
ifade etmeli ve Zatı'nı andıkları zaman halktan Allah'a kaçmak, bu suret üzere,
imtihanlarını en güzel şekilde vermelidirler. Düştükleri imtihan hali, onların
hiçbir şeylerini eksiltmemelidir. Onlar, Allah Teala'nm şu ayet-i kerimesinde
emrettiği üzere, kendi bildirdikleri kimseler gibi olmalıdırlar: "Öğüt
alırsınız diye her şeyi çift yarattık". (Zariyat/49) Onlar bunu
işittikleri zaman Allah Teala'ya kaçarlar. Yine O buyurdu ki: "Allah ile
beraber başka bir ilah edinmeyin". (Zariyat/51) Onlar, bu buyrukla
birlikte Allah'ı birleyen ve O'na ihlas ile tapanlardan olurlar.
Onlar için
O; eşsiz, tek, ihlasa layık olan yegane İlah olur. Daha sonra eşyadan ibret
alarak O'na yönelir, O'nun katında O'nu zikreder, boylekkle O'ndan yine O'na
kaçanlar olurlar. O'nu tevhid ettiklerinde, O'ndan başkasına uLuhiyet tanımaz,
O'ndan başkasına ibadet etmezler. Abdullah'ın mushafmda da böyle bir ibare görmüştüm:
"Onlar, (O'ndan) [18][18]
yine Allah'a kaçtılar. Muhakkak ben de sizin için O'ndan bir açık
uyarıcıyım". (Zariyat/50)
Abdullah b.
Mesud'dan (ra) ve bazı ravilerden nakledilen bir haberde bu ifadenin
kaldırıldığı bildirilmektedir. Müsned olarak rivayet edildi ki bunlar, Allah
dostu ve ihlaslı ariflerden idiler. Kur*an'm sırrına vakıf olmuş ve bu haberin
üzerinde durmuşlardı. Çünkü onlar, Kur'an hakkında şöyle bir hakikata yakın ve
ona şahit olmuş kimselerdi ki Kufan'ın bir zahiri, bir batını, bir sınırı, bir
de görü-nemeyen zirvesi vardır Onun zahiri Arapça bilenlere, batım yakini iman
sahiplerine, sınırı Zahir ehline, görünertıeyen zirvesi ise İsraf ehli olan
Allah dostu, korku makamına ermiş ariflere mahsustur. Onlar, bu zirvenin
dehşetini görüp de korktuktan sonra Allah Tea-la'nın lütfü ile ona muttali
olmuş ve bu sırrı emin bir yere tevdi etmiş ve sağlam bir halde haberin
üzerine eğilmişlerdir. Onlar Allah katında yakın kılınanlardır, çünkü O'nun
şahitleridirler.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Şahid, gaib olanın göremediğini görür. Kalbi hazır
olan şahit olur, şahit olan bulur, bulan tevhid eder, tevhid eden ise yüceltir.
Gaib olan görmez, görmeyen kaybeder, kaybeden unutur, unutan ise
unutulur". Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde
ayetlerimiz sana geldi, sen ise onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen
unutulursun". (Taha/126) Yani sen, Allah'ın ayetlerini terkettin, onları
önemsemedin ve üzerlerinde düşünmedin. Aynı şekilde sen de bugün terkedilirsin
ve bir rahmetle yüzüne bakılmaz. Bir lütufla, seninle konuşulmaz ve az da
yaklaştınlmazsın![19][19]
Bu fasılda
Kur'an-ı Kerim'deki mufassal ve muvassal kelimeleri, bunu bilenlerin övülüp
gafil olanların yerilmesini, Kur'an'daki bir takım Garib ve Müşkil kelimelerin
tefsirini ve hülasa etmek suretiyle manaya delalet eden usul yani prensipleri
anlatacağız.
Kelam-ı
İlahi'nin zahiri, iki şekil üzeredir: İlki, Mücmel-i Muhtasar, yani kısa
tutulmuş mücmel (=özlü kelime) ikincisi ise, Mûsıl-i Mükerrer, yani
birleştirici ve tekrarlı kelimelerdir. Kelam-ı İlahi'nin kısaltılması ve
icmali, belagat ve icaz gereği olarak gerçekleşmiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Muhakkak ki bu (Kur'an)'da ibadet eden bir kavim için belağ
(duyuru) vardır". (Enbiya/106)
Tekrar
edilmesi ve açıklanması ise, kullara anlatmak ve ısrarla hatırlatmak maksadıyla
yapılmıştır. Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz onlar
için vahyi ardarda ulaştırdık. Umulur ki onlar, iyi düşünürler".
(Kasas/51)
Allah Teala,
mübhem (=kapalı) mücmel ve mufassal (=açıklan-mış) tevhid hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Elif Lam Ra" (Hud/1) Bu ayetin tefsirinde mezkur
harflerin Allah Teala'nın üç ismine delalet ettiği söylenmiştir: Allah;
el-Latîf; er-Rahîm.
Başka bir
görüşte ise, bu harflerin Allah Teala'nın Rahman isminin harfleri olduğu
söylenmiştir. Allah Teala daha sonra bu üç harfin sebebini açıklayarak şöyle
buyurmuştur: "Bu, ayetleri muhkem kılınmış.." (Hud/1) yani tevhid
ile sağlam kılınmış "Sonra açıklanmış" (Hud/1) yani cennet vaadi ve
cehennem tehdidiyle, "Hakîm" (Hud/1) yani hüküm ve hikmet sahibi,
"Habîr" (Hud/1) yani her şeyin hükmünden haberdar olan ve helal
haram hükümlerini açıklama noktasında çok bilgili ve uzman olan Allah
tarafından, "Allah'tan başkasına kul olmayın". (Hud/2) Tevhid, işte
budur. Allah Teala, Kitabı'mn ayetlerini de işte bu şekilde muhkem ve sağlam
kılmıştır.
"Muhakkak
ki ben size O'nun tarafından müjdelemek ve uyarmak için gönderilmiş bir
peygamberim" (Hud/2) işte O'nun pey-gamberi'ne bildirdiği cennet vaadi ve
cehennem tehdidi de budur.
İcaz yani
kısaltma için kullanılmış kelimelere misal olarak da Allah Teala'nın şu
buyruğunu zikredebiliriz: "Semud'a görülür/açık bir mucize olarak o dişi
deveyi verdik. Onunla zulmettiler". (İs-ra/59) Yani onu yalanlayarak kendi
kendilerine zulmettiler. Burada 'Yalanlayarak kendilerine' kelimeleri icaz
maksadıyla hazfedil-miştir.
Başka bir
misal de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Tavanları üzerine bomboş bir
köy". (Bakara/259) Ayetteki "Hâviyetün" kelimesi, boş olan
anlamındadır. "Urûş" kelimesi ise, çatı ve tavanlar, anlamındadır.
Peki bir şehir, çatıları olduğu halde nasıl çatılardan hali olabilir. Bu da
hazifle yapılan kısaltmaya misal olacak bir ayettir ki anlamı; ya meyva ve
ürünler bulunmayan, ya da çatılarında oturan ahali bulunmayan şehir
şeklindedir.
Bu nevi
kısaltmaya bir diğer misal de Allah Teala'nın şu ayetidir: "Ama iyilik,
Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimsedir". (Bakara/177) Burada da fiil
hazfedilerek yerine isim konulmuştur. Dolayısıyla buradaki mana; 'İyilik,
Allah'a ve ahiret günü iman edenin iyiliğidir1 şeklinde olacaktır. Burada hazfedilen
kelime, fiil yerine geçen isim de olabilir. Buna göre de ayetin manası şu şekilde
olur: 'İyi kimse, Allah'a ve ahiret gününe iman edendir1. Bu durumda ayetteki
'Birr1 kelimesi, iyi kimsenin sıfatı olarak onun yerine geçirilmiş olmaktadır.
İlk tür kısaltmaya
misal olarak Allah Teala'nın şu buyruğunu da zikredebilir: "Kalplerine
buzağı içirildi". (Bakara/93) Ayetin anlamı şu şekildedir: 'Onların
kalplerine buzağı sevgisi düşürüldü'. Görüldüğü gibi 'Sevgi' kelimesi
hazfedilmiştir.
Bu tür
kısaltmaya bir diğer misal de Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Tertemiz bir
kimseyi bir can karşılığı olmaksızın öldürdün mü?". (Kehf/74) Ayetin
öncesinde ve içerisinde onu öldürdüğü zikredilmemektedir. Ancak takdiri anlam,
'Bir can karşılığı olmaksızın öldürdü' şeklinde olmaktadır. Buradaki 'Öldürdü*
fiili hazfedilmiştir.
Buna benzer
bir misal de Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Bir cana karşılık olmaksızın
veya yeryüzünde fesad (olmaksızın) bir cana kıyan kimse". (Maide/32)
Ayetin takdiri anlamı şöyledir: 'Bir kimseyi öldürmediği veya yeryüzünde düzen
bozuculuk yapmadığı halde bir kimseyi öldüren kimse'. Ayette ilk ifadeden
hazfedilen 'Öldürmek' ikinci ifadede ise 'Fesat çıkarmaksızm' ibareleri
hazfedilmiş ve ilk ifadedeki olumsuzluk eki 'Gayrin ölümle ilgili kısımda kullanılmasıyla
yetinilmiştir.
"Göklerdeki
kimse ve yerde". (Enbiya/19) ayeti de böyledir. Burada da ikinci kelime
olan 'Yerde' kelimesinin başından 'Kimse' kelimesi hazfedilmiştir. Allah
Teala'nm şu ayeti de bu türe bir misal teşkil etmektedir: "O halde sana
dini kim yalanlatabilir?". (Tin/7) Bu ayet, şu ayet ile bitişiktir:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık". (Tin/4) Bu iki ayetin
arasında ayırıcı olarak bir sıfat ve istisna cümlesi vardır. Bu durumda
takdiri mana şu şekilde olmaktadır: Ey insan, bu beyan ve vahiyden sonra sana
dini yalanlatan nedir? Hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah'a din olarak
bağlanmayı yalanlatan şey nedir?'
Gizli bedel
(=Bedel-i Muzmar) bulunan ayetlerden biri de şudur: "Ve o takdirde Biz
sana hayatın katmerlisini ve ölümün katmerlisini tattmrdık". (İsra/75) Bu
ayetin takdiri anlamı ise şöyledir: 'Sana hayat ehlinin azabının katmerlisini,
ölüm ehlinin azabının da katmerlisini tattırırdık'. Buna göre ayette 'Azab'
kelimesi hazfedilmiş olmaktadır. Aynı şekilde 'Ölüler ve diriler1 kelimelerinin
yerine bedel olarak 'Ölüm ve hayat' kelimeleri kullanılmıştır. Dolayısıyla
sıfat, ismin yerini almış olmaktadır. Aynı şekilde sıfatın lafzı üzere
bırakılarak 'Ehli' kelimesinin gizlenmesi de mümkündür. Buna göre de mana, 'Hayattakilerin
azabının katmerlisi, ölüm ehlinin çekeceği azabın katmerlisi' şeklinde
oluşturulabilir.
'Ehl'
kelimesinin gizlenmesine (=izmar) başka ayetlerde de örneğin 'Şehir halkı'
yerine 'Şehir5, 'Kervan halkı' yerine 'Kervan' gibi kelimelerde rastlamaktayız.
Bu minvalde Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Hem orada bulunduğumuz
şehire, hem de içinde bulunduğumuz kervana sor". (Yusuf 82) Takdiri
anlam, 'Hem orada bulunduğumuz şehir halkına, hem de içinde bulunduğumuz
kervan mensuplarına sor5 şeklindedir.
Bu anlamda
diğer bir misali ise şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "O (Kıyamet) göklere
ve yere ağır geldi". (A'raf/187) Bu ayette de gizli bedel vardır. Buradaki
'ağır geldi' kelimesi, mana delaletiyle (=Delâletü'l-ma'nâ) 'Gizlendi' anlamına
gelir. Çünkü bir şeyin bilgisi gizlendikçe ağırlığı artar. Aynı şekilde
'Göklerde' kelimesinin anlamı 'Göklerin üzerinde' şeklindedir. Gizli olan ise
'Halkı' kelimesidir. Bütün bu bilgiler ışığında ayetin takdiri anlamı şöyle
olmaktadır: 'Kıyametin vakti gökler halkına da yer halkına da gizli tutulmuştur.
O size ansızın gelecektir
Buna misal
olabilecek bir başka ayet de şudur: "Yusufu anıp durursun".
(Yusui/85) Bu ayette, bir gizli bir mahzuf kelime vardır. Mahzuf olan kelime
"Hâlâ" kelimesi, muzmar olan ise fiile olumsuzluk katan 'La'
kelimesidir. Çünkü bu cümle bir yeminin (=ka-sem) cevabıdır. Buna göre ayetin
takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Dediler ki: Allah'a yemin ederiz ki sen hala
Yusufu anıp duruyorsun'. Ayette 'La' kelimesi muzmar, 'Hâlâ' anlamındaki
'Tezâlü' kelimesi de bedel olmaktadır. Bu ayet de, Allah Kelamı'nm muhtasar,
fasih ve beliğ olan ifadesidir. Arapların bir kısmının Arapça anlatımı da
böyledir.
Kur'an'da,
her tür ifade şekli vardır. Bu kabilden ayetlere misal olarak şunları
zikredebiliriz: "O'nu yalanlamakla rızkının şükrünü mü eda
ediyorsunuz?". (Vakıa/82) "Allah'ın nimetini küfürle değiştirenleri
görmedin mi?". (İbrahim/28) İlk ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktdır:
'Size verilen rızıklara karşı şükrünüzü Allah'ı yalanlayarak mı eda
ediyorsunuz?'. İkinci ayetin takdiri ise şöyledir: 'Onlar, Allah Teala'nm
nimetlerine karşı duyacakları şükranı nankörlükle değiştiler1.
Bu tür
ifadelere örnek olarak şu ayetleri de gösterebiliriz: "Nice şehirleri
helak etmişizdir". (Hacc/45) "Nice şehirler vardır ki onlara süre
tanıdım". (Hacc/48) Bu ayetlerde de 'Halkları' kelimesi hazfedilmiştir.
Aynı durum, "Kervana sor". (Yusuf/82) ayeti için de geçerli olup
'Mensupları' kelimesi mahzuftur. Ayette geçen *Ayr* kelimesi, meçhul deve,
anlamındadır. Bu kelimenin, 'Kervan' anlamına gelmesi de nahiv alimlerinin
Mecaz dedikleri sanatla olmaktadır.
Kur"an'da
Arap dilinin edebi sanatlarından bir çoğu kullanılmıştır. Bunlara misal olarak
şu ayeti gösterebiliriz: "Muhakkak ki bu Kur'an, en doğru olana iletir".
(İsra/9) Yani en doğru olan yola. Bunun bir benzen de Allah Teala'nın şu
buyruğudur: "Kullarıma, en güzel olanı demelerini söyle". (İsra/53)
Yani en güzel kelimeyi.
Bunun bir
diğer örneği de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "En güzel olanla sav".
(Mü'minun/96) Yani, en güzel olan söz veya fiille sav. Diğer bir örnek de şu
ayet-i kerimedir: "Haklarında Biz'den en güzel verilmiş olan".
(Enbiya/101) Yani, haklarında en güzel söz söylenmiş olan kimseler. Bu ayetin
bir diğer tefsirinde ise 'Hüs-na-En güzel' kelimesinin-sıfat değil isim
anlamında kullanıldığıdır. Bu durumda kelime, 'Cennet' anlamına gelmektedir.
"Süleyman'ın
krallığında". (Bakara/102) ayeti de hazfedilmiş kelime ihtiva eden
ayetlerdendir. Bu ayette hazfedilen ise 'Devri' kelimesidir. Buna göre ayetin
takdiri anlamı şudur: 'Süleyman'ın krallığı devrinde'. Bir diğer ayet de şudur:
"Resullerin vasıtasıyla bize vaadettiğini bize ver". (Al-i İmran/194)
Bu ayetin takdiri ise 'Resullerin dilleri vasıtasıyla' şeklindedir. Görüldüğü
gibi 'Diller* kelimesi muzmardır.
Kinayeli
muzmar ifadelere misal olarak şu ayeti zikredebiliriz: "Onu bana şeytan
unutturdu". (Kehf/63) Burada gizlenen kelimeler 'Balık ve onu anma'
kelimeleridir. Musa'nın (as) adı ise, kısaltma maksadıyla zikredilmemiş tir.
Buna göre takdiri mana şöyle olacaktır: 'Sana balığı hatırlatmayı şeytan bana
unutturdu'. Kinayeye misal olarak da şu ayeti zikredebiliriz: "Biz onu
Kattır gecesi indirdik". (Kadr/1) Burada 'O' zamiriyle kinaye olunan şey,
Kur'an olup lafzen işaret edilmemiştir.
Allah
Teala'nın şu buyruğu da buna misaldir: "Ta ki Örtüyle gizlendi".
(Sad/32) Burada gizlenen varlık 'Güneş', gizlenme vasıtası ise 'Gece'dir.
Görüldüğü gibi 'Güneş' kelimesi mötinde geçmemiş ancak kinaye yoluyla ona
işaret edilmiştir. Başka bir misal de şu ayet-i
kerimedir: "Onunla ancak
sabredenler kavuşturulurlar".
(Fussilet/35) Burada kinayeyle ifade edilen
şey, sabreden kimselerin kavuşturulacakları 'Güzel söz' veya fiildir.
Allah
Teala'nın bu anlamdaki başka bir buyruğu da şudur: "Ona ancak sabredenler
kavuşturulurlar". (Kasas/80) Sabredenlerin kavuşturulacakları şey; dünya
hayatında 'Zühd' kelimesi, ahi-rette ise 'özendirme ve rağbet sözüdür1. Bu da
Allah Teala'nın "Vay halinize, Allah'ın sevabı daha hayırlıdır".
(Kasas/80) buyruğuna dönmektedir. Yani bu söze kavuşturulacaklardır.
Bir kelimeye
karşılık konulan kısaltmaya (=Bedel-i Muhtasar) rmisal olarak ise, Allah
Teala'nın şu buyruğunu gösterebiliriz: "Ona 'Allah'tan kork' denildiğinde
günahla ululuğa kapıldı". (Bakara/206) Bu ayetin takdiri anlamı, 'Kibir
ve ululuk taslaması, onu günaha şevketti' şeklinde olmaktadır. Buna bir başka
misal de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "O'nu uyku veya içi geçme
almaz". (Bakara/255) Bunun takdiri anlamı ise şu şekildedir: 'Allah Teala,
uyku veya iç geçirmeye müptela olmaz'. Çünkü uyku ve içi geçme hali, kur için
geçerlidir vconu, dikkat ve uyanıklık halinden alıp götürür. Bu durum Zat-ı
ilahi için asla geçerli olamaz.
Nakli iklaba
(=Menkul-i Münkalib) misal olarak şu ayet-i kerimeyi gösterebiliriz: "O,
zararı faydasından daha yakın olan kimseye dua eder". (Hacc/13) Bu
ayetteki 'İçin anlamına gelen Lam harfi' nakledilmiş olup buna göre ayötin
takdiri anlamı şöyledir: *O, öyle birine dua etmektedir ki, onun kendisine
faydadan çok zararı dokunur". Bu tür ifadelere bir başka misal de şu
ayettir: "Güçlü kuvvetli bir bölüğe ağır geliyordu". (Kasas/76)
Yani, anahtarlar öyle ağırdı^ki, taşıyanlarına ağır geliyordu.
iklaba misal
olarak da şu ayetleri zikredebiliriz: "Tur-i Sinin". (Tin/2) "İl
Yasin'e selam olsun". (Saffat/130) Burada ilk ayette, 'Tur-i Sinin' olarak
geçen mekamn ismi iklab edilerek (Tur-i Sina' yani 'Sina dağı şeklinde
anlaşılır. İkinci ayetteki 'İl Yasin' ise iklaba uğrayarak 'el-Yasin' şeklinde
anlaşılır. Burada zikredilen kişinin îdris (as) olduğu da söylenmiştir. Çünkü
İbni Mesud'un (ra) rivayetinde de 'İdris'e selam olsun' şeklinde geçmektedir.
Bazıları
Kur'an'ı bu şekilde kısımlara bölmüşler, sanki onun bir kısmına iman edip bir
kısmını inkar eder gibi bir duruma düşmüşlerdir. Bu çerçevede misal olacak
ayetlerden biri de şudur: "Allah onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a
tapanlar yarattı". (Ma-ide/60) Burada makul olan mana 'Allah'ın onlar
arasında Tağut'a kulluk edenler varetti' şeklinde olacaktır ve Allah Teala'mn
şu buyruğuna atıf olması mümkündür: "Allah'ın lanet ve gazap ettiği
kimseler......ve
Tağut'a kulluk edenlere de". (Maide/60)Ama'Tağut' kelimesini, esreli
olarak okuyanlar 'Abede=kulluk etti' kelimesini isim olarak görmekte ve 'tağut'
kelimesiyle isim tamlaması yapmaktadırlar. Böyle yapıldığında ise hepsi aynı
manada beş türlü okuma ihtimali doğmaktadır: "Abedetü't-Tağût;
'Ibâdü't-Tağût; Ab-dü't-Tağût; 'Ubbâdü't-Tağût; Ubedü't-Tağût". Ancak
'Abede' kelimesinin fethalı okunması halinde 'Kulluk etme' anlamında fiil
olmaktadır ki sıhhatli olan da budur.
Gizli
kısaltmaya (=Muzmar-ı Muhtasar) misal olarak ise şu ayet-i kerimeyi
zikredebiliriz: "Bilin ki, Ad kavmi hakikaten Rable-rini inkar
ettiler". (Hud/60) Burada gizli olan kelime şu ikisinden biridir: Ya
Rablerinin 'nimetini' inkar ettiler, ya da Rablerini 'birlemeyi' inkar
ettiler. Bu iki kelimeden her hangi biri kısaltma maksadıyla gizlenmiştir.
'Rableri' isminin fethalı olması ise, onu esreli kılacak kelimenin kaldırılmış
olmasından dolayıdır.
Burada garib
bir görüş daha vardır. O da şudur ki, 'Rablerini' ismi, manası üzerine
yüklenmekte ve 'Rablerini örttüler1 şeklinde verilmektedir. Yani onlar,
Rablerinin ayetlerini ve onların ihtiva ettiği hak çağrısını Örtmüşlerdir.
Buna göre onların inkarlarının (=küfr) anlamı, 'onlar Rabierini örttükleri için
hak da onlara örtülü kalmıştır", şeklinde verilmektedir. Tevhidde de bu
tür bir hakikat mevcuttur. Çünkü her fiilde öncelik ondadır. Onlar ise, haktan
sonra büyüklüğe kapılmışlardır.
Bu durum,
Allah Teala'nm şu buyruğunda da sözkonusudur: "Ve elbette onları, düşmekte
oldukları şüpheye yine düşürürdük". (En'am/9) Buradaki 'Libs' kelimesi de
'Örtü' anlamındadır.
Şu ayet de
kısaltma gayesiyle gizlemeye misal olarak zikredilebilir: "Allah dışında
dostlar edinenler var ya biz onlara tapmayız". (Sad/3) Burada da 'Derler
ki' kelimesi gizlenmiştir. Aynı durum şu ayet-i kerime için de geçerlidir:
"Gevelemeye devam ederdiniz. Her halde biz çok ziyandayız".
(Vakı'a/65-66) Bu ayette de 'dersiniz' kelimesi gizlenmiştir. Allah Teala'nm
şu buyruğu da bu şekilde anlaşılır: "Şu kavme ne oluyor da bir sözü dahi
neredeyse anlayamıyorlar. Sana bir iyilik isabet ettiğinde o, Allah'tandır.
Sana bir fenalık isabet ettiğinde ise o sendendir". (Nisa/78-79) Burada
anlam şu şekilde gerçeleş-mektedir: '-Kendi haklarında haber vermek ve
kendilerinin zem-medilmesi istikametinde- derler ki: Sana isabet eden..'
Kaderiye
fırkası, işte bu ayetin tefsirinde, Arap dilinin inceliklerine da vakıf
olmadıkları için helak olmuşlardır. Onlar bunu, Allah Teala tarafından bir
açıklama ve şeriatın başlangıcı zannetmişlerdir. Oysa Allah Teala, şeriatının
başlangıcını ve açıklamasını ayetin ilk kısmında "De ki: Bunların hepsi de
Allah'tandır" (Nisa/78) buyurarak muhkem kılmıştır.
İbni Abbas
(ra) şöyle demiştir: Kur'an'm anlaşılmasıyla ilgili bir kuşkuya kapıldığınızda
Araplar'ın sözlerine başvurun. Kişi bir ayeti okur ama onun nasıl anlaşılması
gerektiğini bilmediği için küfre düşebilir. Bu ayeti, İbni Mesud'un (ra)
mushafmda şöyle okudum: 'Şu kavme ne oluyor? Neredeyse bir sözü bile
anlamıyorlar. Diyorlar ki: Sana isabet eden bir iyilik...' Önceki ayet de size
haber verdiğim ve kendim de gördüğüm gibi İbni Mesud'un (ra) mushafmda
'Allah'tan başka dostlar edinenler derler ki: Biz onlara tapmıyoruz...'şeklindedir.
Gizli (=Muzmar)
ifadelere misal olarak da şu ayet-i kerimeyi de zikredebiliriz: "Eğer
dileseydik, sizden yeryüzünde melekler kılardık da onun halifesi
olurlardı". (Zuhruf/60) Burada murad edilen, insanlardan bir topluluğun
meleğe dönüştürülmesi değil, insanlar yerine meleklerin halife kılınmasıdır.
Buna göre takdiri anlam şöyle olmaktadır: 'Dileseydik, yeryüzünde sizin
yerinize melekleri va-rederdik de onlar yeryüzünün halifeleri olurlardı'.
Bu şekildeki
bedele misal olarak şu ayetleri de zikredebiliriz: "Hayır için önde
gidenlerdir". (Mü'minun/61) Bu ayetteki 'Lam' harfi bedel için olup
'Ba=ile,-de, -da' anlamındadır. Eğer onu geçse-lerdi, hayrı kaçırabilirlerdi.
Dolayısıyla takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Onlar, hayır ile-hayırda- önde
gidenlerdir5. Bazılarına göre bunun bir diğer misali de şu ayettir: "Rabbi
dağ için tecelli ettiğinde". (A'raf/143) Buradaki 'Lam=için' harfi de
'Ba=-de, da' anlamındadır. Dolayısıyla ayetin takdiri anlamı 'Rabbi dağda
tecelli ettiğinde' şeklinde olmaktadır. Dağ, Musa (as) için bir perde idi. Allah
Teala perdeyi kaldırdı ve üzerinde tecelli etti.
Aynı durum
Musa (as) ile konuştuğu ağaç için de geçerlidir. Ağaç Musa'ya (as) dönüktü ve
Allah Teala ona ağaçtan konuşmuştu. Buna verilen misallerden biri de şu
ayettir: "Sizleri hurma kütüklerinde çarmıha gereceğim". (Taha/71)
Yani hurma kütüleri üzerinde çarmıha gereceğim,. Aynı hal, "Beni zalimler
topluluğunda kılma". (A'raf/150) ayeti için de geçerlidir. Burada da
takdiri anlam; 'Beni zalimler topluluğuyla beraber kılma' şeklindedir.
Bu anlamda
başka bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Yoksa onda dinledikleri bir
merdivenleri mi var?". (Tur/38) Yani, 'Üzerinde durup da dinledikleri bir
merdivenleri mi var?' Aynı şekilde "Onda böbürlenirler".
(Mü'minun/67) ayeti de buna misaldir. Yani 'Ondan -Kur'an'dan- böbürlenirler1.
Bu anlamda
Allah Teala'nm şu buyruğu da mecaza misal olarak gösterilebilir: "Onda bir
uzmana sor". (Furkan/59) Yani, 'Onu bir uzmana sor1. Arapça'da yer alan
bazı cer harfleri ve edatlar, birbirlerinin yerini alabilirler. "Gök,
onunla yarılır". (Müzzemmil/18) ayeti buna misal olarak zikredilir. Yani,
'Gök, onda - Kıyamet gününde- yarılır*. Buna bir başka misal de Allah Teala'mn
şu buyruğudur: "Zulmedenler dışında insanların sizin aleyhinizde
delilleri olmaması için". (Bakara/150)
Burada da
'İlla=istisna' edatı 'La=olumsuzlukJ edatıyla yer değiştirmiştir. Buna göre
ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Zulmedenlerin de ... delilleri
olmasın'. Ayetteki 'İlla' edatının devamlılık (=isti'nâf) ifade etmesi de mümkündür.
Buna göre ifadenin takdiri 'Ama zulmedenlerden...' şeklinde olur ve haberi
takip eden 'Onlardan korkmayın' cümlesiyle bitişik olur. Bu durumda ayetin
nihai takdiri de şöyle olur: 'Ama zulmedenlere gelince onlardan korkmayın'.
Bu ayete
benzer olan bir başka ayet de şudur: "Çünkü Benim yanımda, peygamber
olanlar korkmazlar. Ancak zulmeden...". (Neml/10-11) Burada da 'İlla'
edatının isti'naf için olup 'Ama zulmeden, sonra da kötülüğün arkasından
iyiliğe dönen olursa' şeklinde anlaşılması mümkündür. Bu durumda ayetin bu
kısmı, haberi sonra zikredilen bir mübteda olur.
Allah
Teala'mn şu buyruğu da bu minvalde görülür: "Mallarını, mallarınıza
(katarak) yemeyin". (Nisa/2) Ayetteki 'İla=-e, a' Harf-i Cerri,
'Me'a=beraber, birlikte' anlamındadır. Buna göre de mana şu şekilde olmaktadır:
'Onların mallarını kendi mallarınızla birlikte yemeyin'. Abdestle ilgili şu
ayet-i kerimede de benzer bir durum vardır:: "Elleri dirseklere (kadar)
yıkayın". (Maide/6) Burada da 'İla' harfi 'Me'a' anlamında olup manayı
'Dirseklerle beraber1 şeklinde değiştirmektedir. Arapça'da harfler ve edatlar
birbirlerini yerini alabilirler. Eğer muzmar olanlar açıklansa veya mahzuf
olanlar metne katılsaydı, o zaman da kıraat zayıf olurdu.
Açıklama ve
vurgulama için ardarda gelen tekrara (=Mavsul-i Mükerrer), misal olarak Allah
Teala'mn şu buyruğunu verebiliriz: "Allah dışında ortaklara yakaranlar
uymaz, onlar ancak zanna uyarlar". (Yunus/66)
Burada 'Tâbi
olma=Uyma' fiili iki kere tekrar edilmiştir. Fiilin tekrarının gayesi, açıklama
ve vurgulamadır. Söz uzadığı için, mu-hatabm daha rahat anlayabilmesi için
tekrar edilme durumu söz-konusudur. Ayetin takdiri anlamı şöyledir: 'Allah
dışında ortaklara yakaranlar, ancak zanna uyarlar1. Yani, onların Allah dışında
ortaklara uymaları, sadece kendilerinden kaynaklanan asılsız bir zandır.
Vurgulama
(=te'kîd) gayesiyle tekrara yer verilen misaller arasında şu ayet-i kerime de
anılabilir: "Onun kavminden müstekbir-ler topluluğu, mustazaflardan iman
edenlere şöyle dediler". (A'raf/75) Bu ayetin kısaltılın asıyla oluşan
takdiri mana şöyledir: 'Kavminin müstekbirleri, iman eden müstazaflara dediler^
Ayette ise gerek 'Müstazaflar1 öne geçirildiği, gerekse onlardan bir kısmı
tahsis edildiği için, açıklama (=beyan) maksadıyla 'İman edenleri' kısmı tekrar
edilmiştir.
Buna
verilebilecek diğer bir misal de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Ancak
Al-i Lut'u, Biz onların hepsini kurtarıcıyız, sadece karısı hariç".
(Hicr/59) Burada, istisnanın üzerinden bir istisna daha yapılmaktadır.
Dolayısıyla söz uzamaktadır. Ama Allah Teala, onun 'Al'inin bir kısmının
kurtarılacağını ifade buyurduğu ve söz kısa olduğu için müstesnadan müstesnayı
çıkarmak durumu hasıl olmuştur. Bu ayetten çıkarılacak bir hükmü de, eşin 'Al'
kapsamına girmesidir. Çünkü Allah Teala Lut'un (as) hanımını onun 'Al'in-den
istisna etmiştir.
Tekid
maksadıyla yapılan tekrara misal olarak şu ayet-i kerimeyi de zikredebiliriz:
"Derken .. birini yakalamak isteyince". (Ka-sas/19) Bu ayetin
kısaltılmış hali, 'Yakalamak istediğinde' şeklindedir. Bu ayetin, gizli
kısaltmanın bulunduğu bir ayet olduğu da söylenmiştir. Buna göre gizli olan,
isimdir. Fiil ise hazfedilmiştir. Bu, yadırganan bir takdirdir. Buna göre
ayetin anlamı şöyle olmaktadır: 'İsrailli her ikisinin de düşmanı olan kişiden
dolayı Musa'yı (as) yakalamak istediğinde bunu yapmadı. Dedi ki: Ey Musa, beni
öldürmek mi istiyorsun?' Bu durumda ayet, kısaltma ve icaz babında
değerlendirilebilir.
Tekid için
tekrara yer verilen ayetlerden biri de şudur: "Onlar, kendilerinden
öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar! Onlar, kuvvet bakımından
kendilerinden daha üstündüler". (Fa-tır/44) Bu ayette anlaşılan ve takdiri
caiz olan mana şöyledir: 'Onlar, kendilerinden önce ve kendilerinden daha
güçlü olanların akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar". Bu ayette
<Men=kimseler> kelimesi ile iki cümle bağlanmakta ve 'Daha kuvvetli'
kelimesi ile de tekid yapılmaktadır. İbni Mesud'un (ra) mushafinda
'Kânû^idiler1 ve <Hüm=onlar? kelimeleri mevcut değildir.
Bu anlamda
başka bir ayet-i kerime de şudur: "Rahman olan Allah'ı inkar eden
kimselerin evlerine gümüşten tavanlar., yapardık". (Zuhruf/33) Burada da
beyan ve açıklama maksadıyla sözü uzun tutma vardır. Kısaltılmış takdiri anlamı
ise şöyledir: 'Rahman'ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını gümüş yapardık*.
İnkar edenlerin isimlerini temsil eden <Men=kimselerJ kelimesi takdim
edildiği için 'evler7 kelimesi, sonda tekrar edilmiştir.
Kinayeli,
muğlak ve şüpheli (=mekniyy-i mübhem-i müştebeh) kelimelere misal olarak şu
ayeti zikredebiliriz: "Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köleyi misal
verdi". (Nahl/75) Burada 'Şey' kelimesi ile murad edilen 'Allah'ın
verdiği rızıktan infak etme fîili'dir.
Konuyla
ilgili başka bir ayet de şudur: "Allah, şu iki kişiyi de misal verdi ki
biri dilsizdir; hiç bir şeye gücü yetmez". (Nahl/76) Buradaki 'şey' ile
kasdedilen ise 'Adaleti emredip hidayet üzerinde istikamet bulabilmek'tir. Bu
minvalde başka bir ayet de şudur:
"Eğer
beni takip edersen sakın bana bir şey sorma". (Kehf/70) Bu ayetteki
'şey'den maksad ise, Rubûbiyet vasfından olan hususi bir vasıftır. Çünkü burada
şey ile kasdedilen, Allah Teala tarafından Hızır'a (as) öğretilen ilim hakkında
sorulan sorulardır. Bu bilgi, neticesi ortaya çıkıncaya kadar sorulmaması
gereken bir bilgidir. Ayette 'şey' kelimesiyle kinayeli olarak anlatılması da
bundandır. İlim, iki kısma ayrılır: Birinci kısımdaki ilim, soruluncaya kadar
açıklanması uygun olmayan ilimdir. Bu, bilinmesi sıkıntı vermeyen ilim olup
bilinmemesi genişlik, gizlenmesi de güzellik olarak nitelenmiştir, ikinci tür
ilim ise, sorulması doğru olmayan ilimdir. Çünkü bunlar Tevhid sıfatları ve
Vahdaniyet vasıflarıyla ilgili ilimler olup beşeri akıllara yüklenemezler.
Bunlar ancak murad edilen yükleniciye mahsus ilimlerdir. Hızır'a (as)
bildirilen ve onun da Musa'dan (as) kendisi söyleyinceye kadar hakkında hiç bir
şey sormamasını istediği ilim işte bu tür ilimdir. Allah Teala, elbette emrinde
galib gelendir.
Bu tür
ayetlere misal olarak şu ayeti de zikredebiliriz: "Yoksa bir Şey
olmaksızın mı yaratıldılar?" (Tur/35) Buradaki 'Şey' ile kasdedilen
'Allah Teala'dır1. Kalık olmaksızın mahlukat nasıl olabilir? Mahhıkatm varlığı,
Hâlık'ın da varolmasını gerektirmektedir. O'nun yarattığı insanlar, O'nun
varlığının en açık delilleridir. İbni Abbas (ra) ve Zeyd b. Ali'nin (ra) 'Bir
Şey olmaksızın' ayetinin tef-siriyle ilgili şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
Yani Rab olmaksızın. Hâlık olmaksızın yaratma (=halk) fiili nasıl tahakkuk eder
ki?'.
Bu tür
ayetlere misal olarak Allah Teala'mn şu buyruğunu da zikredebiliriz:
"Rızıkta bazınızı bazınızdan üstün kıldı". (Nahî/71) Rızıkta üstün
kılman ilk taife hür kimselerdir. Rızıkta altta kılman taife ise kölelerden
oluşur. Bu nevi ayetlere bir misal de Allah Teala'mn şu ayetidir:
"Arkadaşı olan der ki: Yanımdaki (amel defteri) hazır". (Kaf/23)
Burada (Karmuhu=arkadaşı' ile kasdedilen, kulun yaptıklarını ve söylediklerini
kaydetmekle mükellef olan melektir. O melek, istenildiği zaman bu bilgileri
hazır etmekle görevlidir.
Bu manadaki
ayetlere bir misal de Allah Teala'mn şu ayetidir: "Arkadaşı olan der ki:
Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım". (Kaf/27) Ayette geçen
'Karînuhu=arkadaşı' kelimesiyle murad edilen, her insanın yanında olan
şeytanıdır. Vereceğimiz başka bir misal de Allah Teala'nın şu buyruğudur:
"Kardeşleri azgınlıkta onlara yardım eder, sonra kusur da etmezler".
(A'raf/202) Ayetin aslındaki 'ih-vân=kardeşler! kelimesine bitişik olan
'Him=onlarm' zamiri, şeytanları, 'Yemuddûne=Yardım ederler1 fiiline bitişik
olan'Hüm=On-lara' zamiri ise müşrikleri ifade etmektedir. Buna göre ayetin takdiri
anlamı şöyle olmaktadır: 'Şeytanlar, müşriklerin kardeşleridir ve
azgınlıklarında müşriklere yardım ederler. Yardımda-asla kusur etmezler1.
Allah
Teala'nın bu anlamdaki bir başka ayeti de şudur: "Onun gücü ancak onu dost
edinenler ve onu Allah'a ortak koşanlar üzerindedir". (Nahl/100)
<Yetevellevne=Dost edinirler1 fiiline bitişik olan (Hu=onu' zamiri, İblis
için kullanılmış bir kinayedir. İkinci 'Hu=Onu' zamiriyle ilgili olarak iki
görüş vardır. İlk görüşe göre bu zamir Allah Teala'yı ifade etmektedir. İkinci
görüşe göre ise, bu da İblis'i ifade etmektedir. İlkine göre ayetin anlamı
şöyle olur: 'Ve Allah'a ortak koşanlar1. İkinciye göre ise anlam şöyle olur:
'Onlar, kullukta şeytanı (Allah'a) ortak koşarlar5.
Bu
çerçevedeki ayetlere bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Derken: savurup ta
tozu dumana katarak, bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki".
(Adiyat/4-5) İlk 'Hu' zamiri, atların ayaklarını ifade etmektedir. Bunlar da
önceki bir ayette "Ateş saçanlar" (Adiyat/&) olarak tanımlanmaktadır.
'Ateş saçanlar" nallarıyla yerlere vurduklarında kıvılcımlar saçan atları
ifade etmektedir. Onlar, ayaklarıyla, toprağı, da havaya kaldırmaktadırlar.
İkinci 'Hu1 zamiri ise, düşmana hücum ederek ortasına dalanları ifade
etmektedir:. Onların ortaladıkları şey, düşmanın ortasına dalmalarıdır. Çünkü
onlar, "Sabahleyin baskın yapanlar"dır. (Adiyat/3) Onlar, sabah
vakti saldıran, müşrik topluluğa saldırarak, onların ortasına dalanlardır.
Allah
Teala'nın bu tür anlatıma sahip ayetlerine bir misal de şu buyruğudur:
"Onunla su indirdik de onunla bütün meyvalardan bitirip çıkardık".
(AVaf/57) Ayetteki ilk zamir, bulutları ifade etmektedir. Buna göre anlam
'Bulutlarla su indirdik' şeklinde olmaktadır. <Bihi=Onunla1 ifadesinde ise,
hem kinaye hem de bedel, anlamı vardır. Kinayeli anlamı, daha önce
belirttiğimiz bulutları ifade etmesidir. Bedel anlamı ise 'Bihi=onunla'
kelimesinin 'Minhu=ondan' anlamını ifade etmesidir.
Bunun bir
benzeri de Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Allah'ın kulları onunla
içerler". (İnsan/6) Ayetteki 'Biha=onunla' ibaresi aslında 'Minha=ondan'
anlamındadır. Şu ayet-i kerimesinin tefsirinde de açık olan budur:
"Yoğunlaşmışlardan şarıl şarıl bir su indirdik". (Nebe'/14) Yani
bulutlardan. "Onu Ölü toprağı şevkettik". (A'raf/57) buyruğu da aynı
şekildedir. Araf suresinin elli yedinci ayetindeki ikinci zamir ise suya
raci'dir. Buna göre de ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Suyla her
türlü mahsulü çıkardık'. Görüldüğü gibi Allah Teala aynı ayette aynı zamirle
iki farklı anlamı murad etmiş ve anlaşılmasında zorluk olan (=müşkil) bir
husus ortaya çıkmıştır.
Özlü
(=mücmel) hitabın ikinci ve üçüncü beyanına misal olarak şu ayet-i kerimeyi
gösterebiliriz: "Ramazan ayı ki Kur5an onda indirilmiştir".
(Bakara/185) Burada indirilen şeyin Kur'an olduğu derhal anlaşılmaktadır.
Ancak onun gündüz mü yoksa gece mi indirildiği anlaşılamamaktadır. İkinci
beyan yani açıklama ise Allah Tea-la'nın şu buyruğudur: "Biz onu mübarek
bir gecede indirdik". (Du-han/3) Bu ayetten de Kur'an'ın Ramazan ayı
içinde değerli bir gecede indirildiği anlaşılmaktadır. Ancak anlaşılamayan
husus, bu gecenin hangi gece olduğudur. Allah Teala bu meseleyle ilgili üçüncü
beyanında "Muhakkak ki Biz onu Kadir gecesi indirdik". (Kadr/1)
buyurarak bunu da açıklayarak beyanın zirvesine ulaşmaktadır.
Bu şekilde
açıklanan ayetlere bir misal de şu ayet-i kerimedir: "Gücüne ulaşıp
olgunlaştığında Biz ona verdik". (Kasas/14) Bu ayette 'Eşüdd=Güç, rüşt'
kelimesi geçmekte, ancak maksad tam olarak anlaşılamamaktadır. Allah Teala onu
beyan ederek ikinci hitabında şöyle buyurmuştur: "Gücüne ulaşıp kırk
yaşma erdiğinde". (Ahkaf/15) Allah Teala bu ayetinde 'Eşüd=Güç'
kelimesiyle kasde-dilenin 'Kırk yaş' olduğunu beyan etmiştir.
Vav' harfi,
bir görüşe göre övgü ve vasfetme için kullanılır. Çokluk anlamında kullanılan
tekiller de olabilir. Bu anlamda Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz:
"Asra yemin olsun ki insan, muhakkak hüsrandadır". (Asr/1-2) Buna
göre ayetin takdiri anlamı şöyle olmaktadır: 'Muhakkak ki insanlar hüsrandadır1.
Takip eden ayet de bunu gerektirmektedir: "Ancak iman eden ve salih amel
işleyenler müstesna". (Asr/3) Çünkü tek olandan çoğunluk istisna
edilemez. Ancak bir çoğul, kendinden daha fazla bir çoğuldan istisna
edilebilir. Burada ismin tekil kılınması, türü belirtmek içindir.
Allah
Teala'nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Ey insan, sen
cidden Rabbine doğru çabalar da çabalarsın". (İnşi-kak/6) Bu ayette de
çoğul anlamına gelen tekil kullanılmıştır. Buna göre ayetin takdiri şöyle
olmaktadır: 'Ey insanlar, siz Rabbinize doğru çabalar da çabalarsınız'.
Aynı durum
şu ayet-i kerime için de geçerlidir: "Kitabı sağdan verilene gelince,
kitabı sırtının ardından verilene de gelince". (înşi-kak/7-10) Burada yön
sıfatları ismin tekil olması yüzünden tekil olmuşlardır. Yine bu tür ayetlere
misal olarak şu ayeti de zikredebiliriz: "Ve onu insan yüklendi. O,
gerçekten de çok zalim ve çok cahildi". (Ahzab/72) Bunun anlamı da şu
şekildedir: 'Onu insanlar yüklendiler'. Ayetlerin bu şekilde tefsiri bizce daha
doğrudur. Bunun delili olarak hemen peşinden gelen şu ayeti zikredebiliriz:
"Çünkü Allah, sonunda münafık erkek ve kadınlara, müşrik erkek ve
kadınlara azap edecektir". (Ahzab/73)
Bu tür
kullanımın bir diğer misali de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "insana
katımızdan bir rahmet tattırdığımızda onunla sevinir". (Rum/36) Allah
Teala ismi tekil kıldığı zaman, sıfatı da tekil kılmıştır. Buna misal olarak da
O'nun şu buyruğunu zikredebiliriz: "Kendi yaptıklarından dolayı onlara bir
bela dokunsa". (Nisa/62) Burada ise görüldüğü gibi çoğulu izhar etmiştir.
Tekilin
kasdedildiği çoğula misal olarak da Allah Teala'nın şu ayetini zikredebiliriz:
"Nuh'un kavmi gönderilen peygamberleri yalanladı". (Şu'ara/105)
Burada gönderilen peygamberler ile yalnız Nuh (as) kas de dilmektedir. Çünkü
onun kavmine, Nuh'tan (as) başka peygamber gönderilmemiştir. Allah Teala'nın şu
buyruğu da buna delalet etmektedir: "Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle
demişti". (Şu'ara/106) Bazan da çoğulu tekil olarak zikretmiştir. Buna
misal olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu verebiliriz: "Siz ona ne at
sürdünüz, ne de deve. Ama Allah resullerini dilediğine galip getirir".
(Haşr/6) Burada da sadece Allah Resulü (sav) kasdedil-mektedir. Çünkü Hayber
savaşının olduğu devirde O'ndan başka resul yoktur. Kinayeli çoğula misal
olarak da Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Muhakkak ki
göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir
iştir". (Mümin/57) Burada 'İnsanlar kelimesiyle kasdedilen Deccal'dır.
İnsanlar, Deccaî'm sıfatlarını gözlerinde çok büyütüyorlardı. Ayet böyle bir
ortamda nazil olmuştur. Yine Allah Teala'nın şu buyruğu da buna misal teşkil
eder: "O kimseler ki, insanlar onlara: 'İnsanlar sizin için toplandı'
dediklerinde". (Al-i İmran/173) Burada da kasdedilen tek bir kişidir.
Onlara bu sözü söyleyen kişi, Urve b. Mes'ud es-Sekafi'dir, Ancak Allah Teala,
türünden dolayı çoğul sigasmı kullanmıştır. Araplar, tür belirtmek için tekili
çoğul olarak ifade ederler.
Bu hususla
ilgili görüşlerden birinde de böyle denilmiş ve şu ayet misal gösterilmiştir:
"Sonra insanların topluca dönüp geldikleri yerden siz de geliniz".
(Bakara/199) Bu görüşe göre burada 'İnsanlar1 ile kasdedilen Adem (as)'dır.
Çünkü Kabe'yi ilk tavaf eden odur. O tavaf ederken Cebrail (as) gelmiş ve ona
hacc menasikini göstermiştir. Seleften gelen bazı eserlerde okuduğuma göre,
Adem'in (as) dönüp geldiği yer burasıdır. Bu da onun için bir delildir.
Sözün
güzelliğini ve anlamın sağlamlığını temin etmek maksadıyla yapılan kelime veya
cümleyi öne alma (=Takdim) ve geriye bırakmaya (=Te'hir) gelince Allah
Teala'nın şu buyruğunu buna misal olarak gösterebiliriz: "Her kim
imanından sonra Allah'ı inkar ederse ve kalbi iman ile yatışmış olduğu halde
zorlanmadan, küfürden hoşlanan bir kimse olursa". (Nahl/106) Bu ayetin
özeti ve tehiri şöyledir: 'İmanından sonra kalbinden küfrü isteyerek Allah'a
inkar eden kimseler için Allah'tan bir gazap vardır, ama kalbi imanla
yatışmış olduğu halde zorlananlar müstesnadır". Ayetteki 'La-kin=Fakat'
edatı, manayı tekid ederek mananın şu şekilde takviye edilmesini sağlamıştır:
'Ama küfre gönlünü açan kimse'. Çünkü kalbi imanıyla mutmain olduğu halde
inkara zorlanan müstesna kılınmıştır. Allah Teala 'Zorlananla ilgili kısmı
ibarenin son kısmına koymamıştır. Zira böyle olması halinde hemen arkasından
'Onlar için Allah'tan bir gazap vardır5 ibaresi gelecekti. Bu son ibare,
takdim edilmiş bir mübtedamn haberi olarak sonda gelmiştir. Sonda gelmesinin
bir sebebi de hemen arkasından "Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih
etmişlerdir". (Nahl/107) ayetinin gelmesidir. Çünkü bu ayette, onların
vasıflarına yer verilmektedir. Dolayısıyla sözün yapısına ve mananın akışına
(=Te'lif ve Siyak) uygun düşen de budur.
Allah
Teala'nın şu buyruğu da böyledir: "Peygamberin sözü şu olmuştur: Ya Rabbi,
onlar... bir kavimdir". (Zuhruf/88) Bu ayet, gizli ma'tufa bir misal
olduğu gibi, takdim ve tehir için de bir misaldir. Üstteki ibareye atfedilen,
"Ve kıyametin saati O'nun katında-dır" . (Zuhruf/85) ibaresidir.
Ayetin gizli olan ibare ise 'Peygamberin sözünü bildi' ifadesidir. Buna göre
mana, şöyle olmaktadır: 'Kıyametin saatinin bilgisi de, peygamberinin sözünün
bilgisi de O'nun katmdadır\ Bu görüş, ayetteki 'Lam' harfini esreli okuyanlar
içindir. 'Lam' harfini fathalı okuyanlara göre ise ayetin anlamı değişmemekte
ve şöyle olmaktadır: 'Kıyamet'in saati O'nun katandadır ve O, onun sözünü
bilir1. 'Lam' harfini ötreli okuyanlara göre ise, haberin isti'nafı
sözkonusudur ve cevabı da bir sonraki "Sen onlardan geç".
(Zuhruf/89) ibaresindeki 'Fa'harfidir. Buna göre de anlam şu şekilde
oluşmaktadır: 'Onlar iman etmeyen bir kavimdir, sen de onlardan geç'. Bir
önceki ayetin başındaki 'Vav' harfi birleştirme gayesiyle kullanılmış da
olabilir. Buna göre de Peygamberin sözü, Kıyamet saatine katılır ve
Tnde=katmda' zarfi her ikisini birleştirmekte kullanılır. Bunlar, Arapça'daki
üç değişik okuma şekline göre oluşan mecazi manalardır.
Manaya
dayandırmaya misal olarak Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz:
"O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. O, geceyi istirahat
zamanı kıldı". (En'am/96) Allah Teala, bunun ardından "Güneşi ve ayı
da bir hesap ölçüsü kılmıştır". (En'am/96) buyurmuştur. Eğer bu kısım
manaya dayandırılmış olmasaydı, 'Güneş ve ay' kelimelerinin lafza tabi olarak
Yarıp çıkaran ve kılan' kelimelerine bağlı olarak esreli okunmaları gerekirdi.
Ama ayet 'Güneşi ve ayı hesap ölçüsü kıldı' şeklinde okunmuştur. Bu kıraat
'Geceyi istirahat vakti kıldı' şeklinde okuyanların kıraa-tma uygundur. Buna
göre ikinci 'Ce'ale=kıldı' kelimesi, zahiren birinciye tâbi kılınarak
okunmuştur.
Bu çerçevede
Allah Teala'nm şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Başlarınızı meshedin ve
ayaklarınızı da". (Maide/6) 'Ercüle-küm=ayaklarınızı' kelimesinin fethalı
okunması halinde ayetin manası, 'Ayaklarınızı yıkayın' şeklinde olmaktadır. Bu
kelimeyi esreli olarak okuyanlar ise bu görüşlerinde i'rabm i'raba tabi olmasını
gerektiren dil geleneğine dayanmaktadırlar. Bu kıraati savunanlar da, mezhebi
açıdan ayakların meshine değil yıkanmasına taraftardırlar. Mezkur kelimedeki
'Lam' harfini fethalı okuyarak baştaki Tıkayın' emrinin mefulü yapanlar da,
ayakların yüz ve ellere tabi olduklarını söylemektedirler. İbni Abbas (ra) ve
Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen görüş 'Kur'an-ı Kerim'de iki mesh ve iki
yıkama vardır. Ama Allah Resulü (sav) ayakların yıkanması sünnetini koymuştur.
Biz de ancak Allah Resulü'nün (sav) yaptığı gibi yaparız' şeklindedir.[20][20]
Bu tür
ayetlere misal olarak Allah Teala'nın şu buyruğunu da zikredebiliriz:
"Eğer Rabbinden bir söz geçmeseydi elbette onların azabı hemen bu dünyada
olurdu. Ne var ki tayin edilmiş bir vade vardır". (Taha/129) Bu ayette de
takdim ve tehir vardır. Bu takdim ve tehir olmasaydı ayetin takdiri anlamı
şöyle olurdu: 'Eğer Rabbinden bir söz ve tayin edilmiş bir vade geçmiş
olmasaydı elbette onların azabı hemen bu dünyada olurdu'. Bununla 'ecel=vade'
kelimesi de ötreli olmaktadır. Eğer böyle olmasaydı o da 'Lizâmen= hemen'
kelimesi gibi fethalı olurdu. Allah Teala, lafzın güzelliği için onu takdim etmiştir.
Allah Teala'nın şu buyruğu da bu tür ifadeye misal olarak gösterilebilir:
"Sanki ondan haberdarmışsın gibi sana soruyorlar". (A'raf/187) Bu
ayetin takdiri de şöyledir: 'Sana öyle ısrarla soruyorlar ki sanki sen, o
kıyametin bilgisi sende varmış gibi'.
Bunun bir
diğer misali de Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Veya ondan daha
hayırlısını ya da benzerini getiririz". (Bakara/106) Bu ayette de asıl
metinde 'Hayırlısı' kelimesi 'Ondan' kelimesinden önce zikredilerek takdim
edilmiş ve anlaşılma zorluğu (=İşkâl) doğmuştur. Tehire misal olarak da Allah
Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Muhakkak ki sen, halden hale
geçersin". (İnşikak/19) Fiili önceki bir ayetle bitişik olarak birleştiren
kıraata göre 'haller' 'karar yurdundan' sonraya tehir edilmiştir. Bundan önce
gelen ayet şöyledir: "Ey insan, sen cidden Rabbine doğru çabalar da
çabalarsın". (İnşikak/6) Buna göre ayetlerin takdiri şöyle olmaktadır:
'Ey insan, sen cidden Rabbine doğru çabalar da çabalarsın ve elbette halden
hale geçersiniz'. Burada halden hale geçmekle, Berzah alemindeki durumu
kasdedilmektedir. Görüldüğü gibi haller, ahiret yurduna girilmesinden sonraya
tehir edilmiştir. Aynı görüş, tekili çoğul anlamda görenler tarafından da
paylaşılmaktadır. Onlar da ayetin takdiri anlamını şöyle vermektedirler: 'Ey
insanlar, muhakkak ki siz halden hale geçersiniz'. Daha önce de gördüğümüz
gibi, 'insan1 kelimesi tür ismi olup çoğul anlamı da verebilmektedir. Bu çoğul
da manaya atfen yapılır. Ancak tür belirtmek için tekil kullanılmıştır. Buna
göre de takdiri şöyle olur: 'Ey insanlar, elbette siz halden hale geçersiniz'.
Bu haber cümlesinin tehir edilmesinin sebebi, onun mübtedası ile arasında
bitişik bir kıssanın anlatılıyor olmasıdır. Anlamı ise takdim edilerek
verilir.
Bu tür
tehire misal olarak Allah Teala'mn şu ayetini de zikredebiliriz: "Eğer
üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı şeytana uyardınız".
(Nisa/83) Bu ayet, Allah Teala'mn "Ancak azınlığı dışında" (Nisa/83)
buyruğuyla birlikte ele alınır ki bu ibare, "Bunların hüküm çıkarmağa
gücü yetenleri elbette onu anlarlardı" (Nisa/83) ibaresiyle bitişiktir.
Buna göre ayetin takdiri şöyle olmaktadır: 'Bunların hüküm çıkarmağa gücü
yetenleri, pek azı dışında onu elbette anlarlar, Allah'ın üzerinizdeki lütuf ve
rahmeti olmasaydı şeytana uyardınız'. Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir görüş
de belirtilmiştir: 'Pek azı' ibaresi, "Onlara korku ve güvene dair bir
haber geldiğinde onu yayarlar" (Nisa/83) ibaresinden yapılmış bir
müstesnadır. Buna göre de takdiri anlam şöyle olur: 'Onlara korku ve güvene
dair bir haber geldiğinde çok azı dışında onu yayarlar'. Bizce bu görüş biraz
uzaktır. Bize daha sağlıklı görünen birinci görüştür.
Ibni Abbas
da (ra) bir rivayete göre bu anlamda bir kıraati benimseyerek şu ayeti buna
uygun olarak okumuştur: "Allah, kötü sözün açıklanmasını sevmez, ancak
zulme uğrayanlar başkadır". (Nisa/148) Bu ayet, bir önceki "Eğer
şükreder ve inanırsanız, Allah size niye azap etsin?". (Nisa/147)
buyruğuyla bitiştirilmiş ve 'Ancak zulme uğrayanlar başkadır ibaresi bunun
sonuna konulmuş, böylece iki ayetin sıralaması şöyle olmuştur: 'Eğer şükreder
ve inanırsanız Allah size niye azap etsin? Ancak zulme uğrayanlar başkadır.
Çünkü Allah fena sözün açıkça söylenmesini sevmez'. Bu durumda 'Allah fena
sözün açıklanmasını sevmez'ibaresi, sözün son kısmı ve iki cümlenin arasını
ayırıcı kılınmış olmaktadır.
Bunun bir
başka misali de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "İnkar edenlerin bazıları
bazılarının dostlarıdır. Eğer böyle yapmazsanız yeryüzünde fitne olur".
(Enfal/73) Bu ayet, bir önceki "Bununla beraber dinde yardımınızı
isterlerse yardım etmek de üzerinize borçtur". (Enfal/72) ibarenin sılası
olarak görülmekte ve takdiri anlam şöyle verilmektedir:' Bununla beraber dinde
yardımınızı isterlerse yardım etmek de üzerinize borçtur. Eğer böyle
yapmazsanız yeryüzünde fitne olur1.
Buna bir
başka misal de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Onlar için mağfiret ve
değerli bir rızık vardır". (Enfal/4) Bunu takip eden "Nitekim Rabbin
seni evinden hak uğrunda savaş için çıkarmıştı". (Enfal/5) ayetiyle bu
ayet arasında bir sıla yani bitişme olmayıp takdim ve ilk ayet ile sadece
manada bitişme vardır: "De ki: Ganimetler, Allah'a ve Resulü'ne
aittir". (Enfal/1) Buna göre ibarenin takdiri şöyle olmaktadır:
'Ganimetler, Allh ve Resulü'ne aittir. Çünkü Rabbin seni evinden hak yolunda
savaş için çıkarmıştı'. Yani, savaşa çıkmaktan sen razı, onlar ise isteksiz
oldukları için elde edilen ganimetler de elbette senin hakkmdır. Bu iki ibare
arasına giren parantezde ise, müminlere takva ve İslah emredümekte, imanın ve
salih olmanın vasıfları anlatılmaktadır. İşte bu parantez cümleden dolayı
ayetlerin bütün olarak anlaşılabilmesi noktasında zorluk doğmuştur.
Bu meyanda
Allah Teala'mn şu buyruğunu da misal olarak zikredebiliriz: "Ta ki siz
yalnız Allah'a inanmcaya kadar. Ancak İbrahim'in, babasına 'Elbette senin için
mağfiret dileyeceğim...' sözü bunun dışındadır". (Mümtehine/4) Ayetin bu
kısmı ilk kısmı olan "İbrahim'de ve beraberindekilerde sizin için güzel
bir örnek vardır" ifadesiyle bitişiktir. Buna göre de ayetin takdiri şöyle
yapılabilir:' İbrahim'de ve beraberindekilerde sizin için güzel bir örnek
vardır. Ancak İbrahim'in, babasına 'Elbette senin için mağfiret dileyeceğim...'
sözü bunun dışındadır5. Bu istisnanın indiriliş sebebi ise, Mekke müşriklerinin,
İbrahim'in (as) bu sözüne dayanarak, Allah Resulü'ne (sav) 'Biz de müşrik
olarak ölen atalarımız için istiğfarda bulunalım' demeleridir. Onların bu
sözleri üzerine 'ibrahim Peygamberin (as) örnekliğinde onun bu sözünün
müstesna tutulmasını ihtiva eden bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Daha sonra
bir ayet daha nazil olarak, İbrahim'in (as) babası için yaptığı istiğfarın,
sırf verdiği bir sözü tutması için yapıldığını bildirmiştir. O ayet şöyledir:
"İbrahim'in, babasıyla ilgili istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu bir
sözden dolayı idi". (Tevbe/114)
Allah
Teala'mn şu buyruğu da bu hususa misal olarak gösterilir: "Ve sizin için
din olarak İslâm'dan razı oldum. Her kim dayanılmaz açlık halinde çaresiz
kalırsa, günaha meyil maksadı olmaksızın..". (Maide/3) Ayetin bu kısmı
ilk kısmı ile bitişiktir. Ayetin ilk kısmı şöyledir: "Size şunlar haram
kılındı: Ölü, kan, domuz eti...". Buna göre de ayetin takdiri şöyle
yapılabilir: ( Size şunlar haram kılındı: ölü, kan, domuz eti... Dayanılmaz
açlık halinde çaresiz kalan kimse, günaha meyil maksadı olmaksızın..'
Yukarıda
anlatmaya çalıştığımız türden ifade şekillerinin Kur'an-ı Kerinı'de bir çok
misalleri vardır. Bunlar, Kur'an ilimlerinden sadece bir nebzedir. Bu fasılda
azı zikrederek çoğa karşı kulun dikkatim çekmek, bir kaç misal ile bir çok
hususa rehberlik etmek istedik. Kul, bu misal ve bilgilerden istifade ederek
bunları diğer ayetlere de uygulayabilir. Aslında bütün bunlar, Arap Dili'nin
ifade şekilleri ve sanatlarından, onların Arapça'yı kullanma yollarından ve onu
daha güzel ifade etme istikametindeki çabalarına ışık tutmaktan ibarettir.
Arap dili
bilginleri, sözün uzununu beyan, kısasını hıfzetmek için daha uygun görürler.
Takdim ve tehiri, ifadeyi güzelleştirmek için kullanırlar. Kur'an da tamamen
fasih ve beliğ bir metindir. Çünkü Araplara göre belagatın sıfatı, dağınık ve
çok olan sözün kısa ve özlü hale getirilmesi, kısa ve özlü olanın ise, açılıp
tefsir edilmesidir. Açıklamaya ihtiyaç varken sözü kısa tutmak, Araplara göre
bir acizlik iken, kısa ve Özlü ifade edilebilecek bir hususun dallandırılarak
anlatılması ise söz bilmemezliktir. Allah Teala, onlara kendi dilleriyle hitab
ettiği zaman, onlara akıllarına uygun bir şekilde anlatmış ve yadırgayacakları
bir üslup kullanmamıştır. Böylece sözünün, onlar nezdinde güzel bulunmasını,
benzerini söylemeleri bakımından ise onlar aleyhinde bir delil olmasını mu-rad
etmiştir. Çünkü Allah Teala, katından bir lütuf ve rahmet olarak onlara
bilebilecekleri ve güzel görecekleri bir Kelam ile hitab etmiştir.
Halkın havas
kesimi, ilmi makamları, kendilerine nasip edilen akim üstünlüğü ve sahip
oldukları ilmi seviyelere göre Kur'an'm getirdiği bilgileri kavramada değişik
seviyelere sahip olurlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim, hem umum hem husus, hem muhkem
hem mü-teşabih ve hem zahir hem de batın bir hitaba sahiptir. Buna göre umumu,
halkın avamı, hususu halkın havassı, zahiri zahir ehli, batını ise batın ehli
için anlaşılır olmaktadır.
Allah Teala
ilmiyle her şeyi kuşatacak kadar geniş ve her şeyi bilendir. Allah Teala,
inanan kulları ihtilafa düştükleri zaman onlara hakkı kendi izniyle
gösterecektir; kalpler kat'i imanın nuru ile safa bulduğu, akıllar tevfik ve
tedbir ile teyid edildiği, halkla ilgili kaygılardan sıyrılıp, sadece Hâlık
üzerinde itikaf edildiği ve nefs her türlü hevadan arındırıldığı zaman ruh
serbestçe yol alır ve me-lekût-i a7a'da dolaşır. Kalp de, yakini imanın delici
nuru ile Arş'm melekûtunu Mevsuf Teala'mn sıfatlarının, Hallak Teala'mn hükümlerinin
manaları üzerinden kaldırır. Ma'ruf Teala'mn isimlerinin batınını, Ra'uf ve
Rahim Teala'mn ilminin garib yönlerim açığa çıkarır. Mürid, Ma'ruf Teala'mn
sıfatlarına mükaşefe yoluyla şahit olur ve O'nun şahitliğim tam manasıyla
yapar ve Allah Teala'mn "Onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona
inanırlar" (Bakara/121) buyurduğu kimselerden olur.
Kur'an-ı
Kerim'i hakkıyla okumak, ancak müminlere mahsustur. Çünkü Allah Teala'nm
imandan bir hakikat bahşettiği kimseye, bir o kadar da Kur'an'm manasından
bahşedilir. Onun madeni, müşahededen doğan bir hakikattir. Kur'an'm müşahede
ile okunması işte bunu temin eder. Kişinin imanının hakikilik ölçüsü yükseldikçe,
Kur'an'ı müşahede ile anlaması da o kadar artar. Nitekim Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Onlara O'nun ayetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır".
(Enfal/2) İşte onlar hakiki müminlerdir.
Kur'an
okuyan kul; Kur'an meclisinde hazır bulunup daha sonra onunla diğerlerini
uyaran, imanında artma ve aralarında Kur'an ile müjdeleşme olan kullar gibi
sıfatlandırılır: "Onun huzuruna vardıklarında 'Susun, dinleyin!' dediler.
(Okunması) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler".
(Ahkaf/29); "Her inen sure onların imanını arttırmıştır ve onlar
birbirleriyle müj deleşmektedir-ler". (Tevbe/124) Yine Kur'an okuyucusu,
ilmiyle övülüp ümit ile sena edilen ve Allah korkusu taşıyan kullarının
sıfatlarıyla sıfatlandırılır; Allah Teala buyurdu ki: "Ahiretten sakınır
ve Rabbinin rahmetini ümit eder. De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur
mu?". (Zümer/9); "Rablerine korku ve umut ile dua ederler".
(Secde/16) İşte bunlar, Allah ehli, O'nun yakınları, sevgilileri ve halis
kullarıdır.
Bunlar
hakkında Allah Resulü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Kur'an ehli, Allah ehli ve yarattıkları arasında O'nun en has
kullarıdır".[21][21]
İbni Mesud da (ra) şöyle derdi: Sizden biri nefsi hakkında Kur'an'dan
başkasını isteyemez; eğer Kur'an'ı severse, Allah'ı da sever. Eğer Kur'an'ı
sevmiyorsa Allah'ı da sevmi-yordur. Onun bu sözü, halk dilinde dolaşan şu sözü
teyid etmektedir: Bir konuşmacıyı sevdiğinde, onun konuşmasını da seversin.
Ondan hoşlanmadığında konuşmasından da hoşlanmazsın.
Ebu Muhammed
Sehl şöyle demiştir: İmanın alameti, Allah sevgisidir. Allah sevgisinin
alameti Kur'an sevgisidir. Kur'an sevgisinin alameti ise, Peygamber (sav)
sevgisidir. Peygamber sevgisinin alameti de, O'na tâbi olmaktır. O'na tâbi
olmanın alameti ise, dünyada zühddür.
Bir müridden
de şu söz nakledilmiştir: Çok istekli ve kararlı bir şekilde Kur'an okurdum,
Bir fetret dönemi geldi ve bana Kur'an okutmaz oldu. Bu şekilde, günlerce
Kur'an okumadan durdum. Neden sonra Allah tarafından bir ses geldi: Eğen Beni
seviyorsan, Kitabı'ma niçin cefa edersin? Ondaki azarlama lütfumu görmüyor
musun?
Bir arif de
şöyle demiştir: Mürid, Kur'an-ı Kerim'de muradını bulamadıkça, eksiği ve
fazlasını bilmedikçe, Mevlası ile yetinip kullarından müstağni olmadıkça gerçek
mürid olamaz. Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği ilimlerin en azı hakkında
söylenen 24800 ilim ihtiva ettiğidir. Çünkü her ayetin dört ilmi vardır; zahir,
batın, sınır ve zirve. Bir başka rivayette ise, onun 77200 ilim ihtiva ettiği
söylenmiştir. Buna göre Kur'an'daki her kelime bir ilme, her ilim de bir sıfata
tekabül etmektedir. Onun her kelimesi bir sıfatı, her sıfat da bir takım güzel
fiiller gerektirir.
Bu anlamda
daha bir çok söz rivayet edilmiş olup naklettiklerimizle yetiniyoruz. Fettâh
ve Alim olan Allah Teala, her türlü eksiklikten münezzehtir. [22][22]
Bu fasılda,
Kur'an okuyan kimsenin mekruh görülen sıfatlarını anlatmaya çalışacağız.
Kur'an okuyan kimse, yukarıda anlattığımız güzel sıfatlara muhalefet ederek
veya bunların zıddını yaparak dalgınlık, gaflet, körlük ve şaşkınlık gibi
haller içinde olabilir. Onu okurken, kendi nefsinin sesine kulak verip heva ve
arzularına teslim olarak, türlü zanlara kapılıp düşmanı olan şeytanın
vesvesesine teslim olabilir. Çeşitli kuruntulara dalarak okuduğu zikre bigane
kalabilir.
İşte bu gibi
hallerde bulunan Kur'an okuyucuları için Allah Te-ala'nın şu buyruğu geçerli
olur: "Onlar arasında umuntulan dışında bir şeyleri olmayıp Kitab'ı
bilmeyen ümmiler de vardır". (Bakara/78) Yani onlar, sadece okumakla
kalır, "Ve onlar sadece zannederler". (Bakara/78) Onların yakinin
zıddı olan 'Zan* sahipleri olarak nitelenmesi, Allah Teala'nm şu buyruğundaki
gibidir: "Biz sadece zannederiz, yakini olarak bilmeyiz".
(Casiye/33) Onların durumları, şu ayet-i kerimede daha açık olarak ortaya
konmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler var ki, onlara uğrarlar da
onlardan yüz çevirirler". (Yusuf/105)
Muhakkak ki
Kur'an-ı Kerim, göklerde ve yerdeki ilahi ayetlerin en değerlisidir. Gökler ve
yer, kendilerini yaratan ve onu indiren Allah Teala'ya çok kesin olarak
delalet etmektedirler. Allah Teala kendi yüce kelamını dinlerken, hafife alan
ve kendisinden başkalarına yakaran kimseleri de bu hallerini bildiğini
söylemekle tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Seni dinlerken nasıl
dinlediklerini ve fisıldaştıklarmı Biz pek iyi biliriz". (İsra/47)
Kur'an
okurken kalbi başka şeylerle meşgul olan, ve dinlediği şeye kulak vermeyerek
kendisine yarar da değil de zarar getirecek şey için tasalanan kimselerin
durumu da böyledir. Bu kimselere, Kur'an bittikten sonra kalbine kimin girdiği
ve ne anladığı sorulsa, içinde oldukları gaflet halinden dolayı cevap
veremezler. Onlar sadece bedenleriyle orada oldukları için, okunan Kur'an
onlar aleyhinde delil olacaktır. Bu hususta Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan seni dinleyenler de vardır. Hatta yanından çıktıklarında
kendilerine ilim verilmiş olanlara 'O demin ne söyledi?1 derler".
(Muhanımed/16)
Allah Teala,
işte bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bunlar o kimselerdir
ki Allah, kalplerini mühürlemiştir". (Mu-hammed/16) Yani Kur'an'ı anlama
hususunda kalpleri mühürlenmiştir. Onların kalpleri Kur'an'ı işitemez de
kavrayamaz da. Çünkü onlar "Heva ve heveslerine uymaktadırlar".
(Muhammed/16) Burada heva ve heves ile kasdedilen, batıl fikirler ve asılsız
zanlarıdır.
Denir ki:
Kul, Kur'an'ı okuyup da istikamet bulduğu zaman Allah Teaîa ona rahmetiyle
bakar. Ama Kur'an okuyup da onu başka şeylerle karıştırdığı zaman Allah Teala
ona şöyle nida eder: Ondan yüz çevirdiğin halde Benim kelamımla ne işin
olabilir? eğer tevbe etmezsen, bırak Benim kelamımı! Bu hususla ilgili olarak
İsrailiy-yat kaynaklı şöyle bir bilgi nakledilmiştir: Allah Teala Peygamberi
Musa'ya (as) ve Davud'a (as) şöyle vahyetti: İsrailoğullarmın asilerine
uğrayın da Beni anmamalarını söyleyin, Çünkü Ben, Beni ananı anmayı üzerime
yazdım ve onları lanetle anıyorum.
Allah Teala,
bu tür Kitab okuyanları vasfederken şöyle de buyurmaktadır:
"Kendilerinden sonra onlara bir topluluk halef oldu ve bunlar Kitab'm
varisleri oldular; bu dünya malını alarak (Kitabı değiştirir sonra da) 'Biz
muhakkak bağışlanacağız' derlerdi". (A'raf/169) Bu, onların asılsız zan ve
umutlarından başka bir şey değildir. Gerçek bir korku ve ürperme hisleri
olmadığı için Yara-tan'larına bu dünyada isyan edip öbür dünyada da bağışlanma
dilediler. Oysa bu, onların hikmet-i ilahiyi bilmemelerinden ve O'nun
hükümlerine yüz çevirmelerinden kaynaklanmaktaydı.
Allah Teala
bu kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Acaba Allah'a karşı haktan
başka bir şey söylemeyeceklerine dair o Kitab'm hükmü üzere onlardan söz
alınmamış mıydı?". (A'raf/169) Allah Teala bilahare onların bunu
bildiklerini, ancak bilgilerinin yakini ve kesin değil, söz ve haberden ibaret
olduğunu bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Ve onun içindekileri okuyup
öğrenmediler miydi?". (A'raf/169) Ama onunla amel etmedikleri için ondan
faydalanamadılar. Bu, onlar için bir açık bir kınama ve ayıplamadır.
Allah Teala,
benzer bir hususla ilgili de şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz inanıyorsanız,
imanınız size ne kadar da kötü şeyler emrediyor". (Bakara/93) Yukarıdaki
Araf ayetinin tefsiriyle ilgili garib bir görüş de şöyledir: "Onu okuyup
öğrenmediler mi" Ayetin metnindeki 'Derasû' kelimesi, silmek yoketmek
anlamına da gelebilmektedir. Arapça'da 'Dereset er-rıyhul âsâr=Rüzgar izleri
sildi' deyimi, bu anlamda kullanılmaktadır. 'Hatt-ı dâris=silinmiş yol',
'Rab'i dâris=yıkık ev' de bu anlamdadır.
Bize göre şu
ayet bu tefsire daha münasip düşmektedir: "Kendilerine Kitab
verilenlerden bir fırka, Allah'ın Kitabı'nı sanki bilmiyorlarmış gibi
arkalarına attılar ve tutup Süleyman'ın krallığına dair şeytanların uydurduğu
şeylerin ardına düştüler". (Bakara/101) Yani şeytanların nevalarına ve
uydukları yola girdiler. Yine bu tefsir Allah Teala'nm şu buyruğuna da uygun
düşmektedir: "Onu sırtlarının arkasına attılar ve onu ucuz bir paha
karşılığında sattılar. Ne kadar da kötü bir alışveriş yapıyorlar!" (Al-i
İmran/187) Her halükarda, onların Allah Kitabı ile amel etmemeleri, onu atmaları,
uzaklaştırmaları, itmeleri ve dünyalık karşılığında satmaları olarak tavsif
edilmiştir. Azap ve cehennem tehdidiyle ilgili her ayette, korkanlar için bir
öğüt ve korkutma, gafiller için de tarif ve tanımlama vardır. Bunu bilen
elbette bilir. Allah Teala buyurdu ki: "Bu (ateş) ile Allah kullarını
korkutur: Ey kullarım Ben'den sakının". (Zümer/16) Yine O, cehennem
azabıyla ilgili olarak şöyle buyurur: "O, inkar edenler için
hazırlanmıştır (Al-i İmran/131)
Selef
alimlerinden biri şöyle demiştir: Kul, bir sureyi okumaya başladığı zaman, onu
bitirinceye kadar melekler ona salat ederler. Kimi kul da vardı ki bir sureye
başladığı zaman onu bitirinceye kadar melekler ona lanet ederler. Denildi ki:
Peki bu nasıl olur? Dedi ki: Kul, o surenin helalini helal, haramını haram
saydıkça melekler ona salat ederler. Aksi takdirde ona lanet ederler. Bir alim
de şöyle demiştir: Öyle kullar vardır ki, Kur'an okurken farkında olmadan
kendilerini lanetlerler; "Dikkat edin, Allah'ın laneti zalimler
üzerinedir" (A'raf/44) ayetini okur, ama kendisi de zulüm içindedir.
"Allah'ın lanetim yalancılar üzerine kılarız" (Al-i İmran/61) ayetini
okur, ama kendisi de yalancılardandır.
Süfyan-ı
Sevri de (ra) Allah Teala'nm "Yeryüzünde haksız yere kibire kapılanları
ayetlerimden çevireceğim" (A'raf/146) ayetinin tefsirini yaparken şöyle
der: Yani onu anlamaktan çevireceğim. Allah Resulü de (sav) rivayet edilen bir
hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim dinar ve dirhem bakımından büyüyünce
İslâm'ın heybeti onlardan sökülüp alınır. İyiliği emredip kötülükten
sakmdır-mayı terkettiklerinde ise vahyin bereketinden mahrum kılınırlar. Fudayl
b. Iyaz da (ra) der ki: Kui^an'ı anlamaktan mahrum bırakılırlar.
Islâmi
emirleri boşa çıkaranların Kur'an okumalarının kınanması ve zemmedilmesiyle
ilgili hadis ve sözler oldukça fazladır. Bunlara misal olarak Allah Resulü'nün
(sav) şu hadisini zikredebiliriz:"Ümmetimin münafıklarının çoğunluğu
Kur'an okuyanlardır"[23][23]Hasan
el-Basri de (ra) şöyle derdi: Sizler Kur'an okumak için mesafeler koydunuz;
geceyi deve yapıyorsunuz ve ona binerek bu mesafeleri alıyorsunuz. Oysa sizden
öncekiler onu Rablerinden gelmiş emirnameler olarak görüp geceleri üzerinde
düşünür, gündüzleri de tatbik ederlerdi. Ondan önce de İbni Mesud (ra) şöyle
demiştir: Kur'an onlara sanki bilgileri olsun diye indirilmiş gibi onu okuyup
incelemeyi amel sayarlar; böyleleri arasında öyle kimseler vardır ki,
Fatiha'&an başlayıp sonuna kadar tek bir harf bile eksiltmeden bütün
Kur'an'ı hatmeder de onunla ameli tamamen eksiltir.
Ibni Ömer
(ra) ve Cündüb'den (ra) rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denilmektedir:
Biz, kendi zamanımızda öyle bir devir yaşadık ki, bizden birine Kur'an'dan önce
iman verilirdi. Sonra Muham-med'e (sav) bir sure indirildiğinde hemen onun
helal ve haramını, emir ve yasağını, öğrenilmesi gereken inceliklerini -sizin
Kur'an'ı öğrendiğiniz gibi- öğrenirdik. Sonra öyle bir zaman geldi ki bazı
kimseler görüyorum, Kur'an ona imandan önce veriliyor. Fati-ha'dan sonuna kadar
bütün Kur'an'ı okuyup hatmediyor ama, ne emir ve yasağını, ne de bilinmesi
gereken hususlarını öğreniyor ve işe yaramaz hurma taneleri gibi sağa sola
saçıyor.
Durum aynen
onların ifade ettiği gibidir. Çünkü Kur'an'ı okumak ile kasdedilen ve
hedeflenen şey; onun emirlerine uymak, yasaklarından uzak durmaktır. Zira onun
hadlerini korumak farz ve kul bundan hem mesuldür, hem de terketmesi halinde
ceza görecektir. Oysa onun harflerini koruyup ezberlemek farz değildir. Kul
gücü yettiği halde onu ezberlememesi halinde ceza görmeyecektir. Allah Teala
buyurdu ki: "Çünkü Biz senin üzerine ağır bir söz indireceğiz".
(Müzzemmil/5) Bu sözün yani Kur'an'm ağırlaşmasını sağlayan, onunla yapılacak
ameldir. Aksi takdirde, onun sadece zikredilmesi hafif ve kolay kılınmıştır. Bu
hususla ilgili bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Üzerinde kalpleriniz ısı-nıncaya ve derileriniz yumuşayıncaya kadar Kur'an
okuyun. Eğer ihtilafa düşerseniz, Kur'an okumuyor sunuz dur".[24][24]
Başka bir rivayette ise "İhtilafa düştüğünüzde onu okumayı bırakın"
dediği bildirilmektedir.
Kendisine
Kur'an'ı okuduğum değerli bir şeyh bana şunu nakletti: Kur'an'ı bir şeyhime
okudum. Onu hatmettiğimde tekrar okumak için kendisine döndüm. Beni azarladı
ve şöyle dedi: Kur'an okumayı benim için amel haline getirdin. Git de biraz
Allah Tea-la'ya oku ve ne kadarını işittiğine ve ne anladığına bir bak!
Allah
Resulü'nün (sav) ashabı (ra) arasında da bir veya iki cüz, hatta sayılı bir kaç
sure veya iki sure ezberlemiş olanlar vardı. Elbette bir hizib ezberlemiş
olanlar da vardı. Bir hizib Kur'an'm yedide biridir. Sadece Bakara ve En'am'ı
ezberlemiş olanlar da vardı. Allah Resulü (sav) Darü'l-Beka'ya irtihal
ettiğinde yirmi bin saha-bi (ra) Kur'an'ı yüzüne hiç bakmaksızın
okuyabiliyordu. Bunlar arasında onun tamamını ezbere bilmeyenler altı ya da bir
rivayete göre iki kişiydi. Bazıları derler ki: Dört halifeden hiç biri onun hıfzını
tamamlamamıştı. İbni Abbas (ra), Übeyy b. Ka'b'a (ra) hatmetmiş, Abdurrahman
b. Avf da (ra) İbni Abbas'a (ra) okuyarak dinlet-mişti. Osman b. Affan da (ra)
Zeyd b. Sabit'e (ra) okumuştu. Suffe ashabı da (ra) Ebu Hüreyre'ye (ra)
okumuşlardı. Bu sahabilerin hepsi de Kur'an'm emirlerine uyan, yasaklarından
sakınan, onu bilen ve nkhına sahip olan insanlardı.
Yusuf b.
Esbat kendisine Kur'an'ı hatmettiği zaman neyle dua ettiğinin sorulduğunu ifade
ettikten sonra şu cevabı verdiğim söylemektedir: Her hangi bir şeyle dua eder
ve tilavetimden dolayı yüz kere istiğfarda bulunurum. Yine o şöyle derdi: Ben
Kur'an'ı yudumlayarak okurum. Onu okurken bir şeyini düşünüp de Allah'ın gazabına
uğramaktan korktuğumda teşbih ve istiğfara dönerim.
Şunu iyi bil
ki, kul için Kur*an kıraatmdan gelebilecek fayda, bizzat onun Kur'an'ı tazim
etme, anlama, müşahede etme ve onunla teamüle girme derecesine bağlıdır. Çünkü
Kur'an, Allah Tea-la'nm mahlukat alemindeki şiarlarının en büyüklerinden
biridir ve Zatı'na delalet eden yeryüzü ayetlerinin en büyüğü ve üzerimizdeki
mükemmel nimetlerinin en güzelidir. Kulun Allah Teala'ya olan tazimi, O'na
karşı takvası kadar olacaktır. Hitab-ı İlahi'yi anlaması ve onu yüceltmesi de,
Kelam sahibi olan Allah Teala'ya olan marifeti, iclali ve O'nun korkusu mesabesinde
olur.
Kelam sahibi
olan Allah Teala, kulun kalbinde ve idrakinde büyüdükçe Allah Teala da ona,
Kelamı üzerinde düşünme gücü ihsan edecektir. O, Allah Teala'nm hitabı üzerinde
tefekkürünü uzattıkça, onu sık sık tekrarladıkça, bir hadise olduğunda hemen
hatırlayabildikçe ve gerektiğinde zikre debildikçe Allah'tan korkmuş ve layıkıyla
sakınmış olur. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Onun ihtiva
ettiklerini hatırlayın, umulur ki sakınırsınız". (A'raf/171) Yine O, şöyle
buyurmaktadır:"Allah, ayetlerini işte böyle açıklıyor, umulur ki
sakınırlar ve umulur ki öğüt alırlar". (Bakara/187)
Her söz,
sahibine göre değerlenir. Eğer sözün sahibi, yüceltilir-se söz de yüceltilir ve
insanın kalbindeki yerinin yüksekliğine göre önemli bir yerde yer alır. Aynı
şekilde söz sahibinin basit biri olması halinde, söylediği söz de
önemsenmeyecektir. Allah Teala buyurdu ki: "O'nun benzeri bir şey
yoktur". (Şura/İl) Yani azamet ve güç bakımından hiç bir şey O'na denk
değildir. Dolasıyla hüküm ve beyan bakımından, O'nun sözü kadar kuvvetli bir
söz de yoktur.
Tevrat'ta
Huneyn suresini okurken şu ibare ile karşılaştım: "Ey kulum, Ben'den
utanmıyor musun? Bir yere giderken yolda bir kardeşinin mektubu sana geldiği
zaman, hemen onu okumak için oturursun. Onu harfi harfine okur, üzerinde kafa
yorar ve hiç bir kısmini atlamamaya özen gösterirsin. îşte bu da sana
indirdiğim Benim Kitabım. Bak bakalım onun kaç sözü sana ulaşmış ve onu kaç
kere tekrar etmiş, enine boyuna düşünmüşsün? Sonra bir de ondan yüz çevirmektesin.
Yoksa Ben, herhangi bir arkadaşından daha mı hafifim? Ey kulum, bir arkadaşın
yanma geldiği zaman, bütün çehrenle ona döner ve sözüne bütün kalbinle kulak
verirsin. Eğer başka biri konuşsa veya sizi meşgul edecek bir şey yapsa, hemen
onun kesmesini işaret edersin. Bak Ben sana yönelmişim ve sana konuşmaktayım.
Oysa sen, kalbinle Ben'den yüz çevirmiş bir haldesin. Yoksa Beni, samimi bir
arkadaşından daha mı aşağıda görüyorsun?" -Ya da olduğu gibi-.
Gece
ibadetine kalkmak, Hitab-ı îlahi'yi anlamak isteyen Ehl-i Leyl'e hafif ve kolay
gelirken, kalpleri onu anlamaktan tamamen uzaklaştırılmış ve kalın bir perdeyle
örtülmüş Ehl-i Nevm'e (=uy-kucular) çok ağır gelmektedir. Allah Teala buyurdu
ki: "O, göklere ve yere ağır geldi". (A'raf/187) Yani, Kıyametin ne
zaman kopacağının bilgisi gizlendiği için her ikisine de ağır geldi. Zira
bilgisi gizli olan şey, ağırlık kazanır. Muhakkak Allah Teala daha iyi bilir.
[25][25]
Bu fasılda,
Kur'an'ı sesli okuma, bunun hangi niyetlerle yapılabileceğini, sesli ve sessiz
okumanın hükümlerini anlatacağız. Allah Re-sulü'nden (sav) rivayet edildi ki:
"Gizli okumanın, sesli okumaya olan üstünlüğü, gizli sadakanın açıktan
verilen sadakaya olan üstünlüğü gibidir". [26][26] O, başka bir
hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Kur'an'ı sesli okuyan, sadakayı
göstererek veren gibi, onu sessiz okuyan ise, sadakayı gizli veren
gibidir" [27][27]
Meşhur bir haberde ise şöyle denilmektedir: "Amelin gizli olanı, açık
olanından yetmiş kat daha üstündür". Genel olarak nakledilen haberlerden
biri de şöyledir: "Rızkın hayırlısı yeterli olanı, zikrin hayırlısı ise
gizli olanıdır". Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Akşam ile
yatsı arasında bazınız bazınıza sesli okumasın". [28][28]
Said b.
el-Müseyyeb (ra) bir gece, Mescid-i Nebevi'de Ömer b. Abdülaziz'in (ra) seslice
Kur'an okuyarak namaz kıldığına şahit oldu. Ömer (ra) sesi güzel bir insandı.
Said (ra) hizmetçisi Bürd'e şöyle dedi: Şu namaz kılana git ve sesini
kısmasını söyle. Bunun üzerine hizmetçisi şöyle dedi: Mecid, bizim değil ki!
Bu adamın da onda bir payı var. Said sesini yükselterek şöyle seslendi: Ey
namaz kılan! Eğer kıldığın namaz ile Allah rızasını umuyorsan, sesini alçalt.
Eğer insanlara göstermek için yapıyorsan bil ki, onların Allah katında sana
hiç bir faydaları olmayacaktır! Ömer (ra) bunun üzerine sustu ve namazını kısa
tutup selam verdikten sonra terliklerini alarak hemen mescitten uzaklaştı. Bu
hadise olduğunda kendisi Medine emiri idi.
Allah Resulü
(sav) teheccüd namazı kılan ashabının sesli okudukları Kur'an'ı dinler, bunu
tasvib ederek okudukları Kur'an'ı dikkatle dinlerdi. Hatta onlara gece
Kuranı'nı sesli okumalarını emrederdi. Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Sizden biri teheccüd namazına kalktığı zaman
namazında sesli okusun. Çünkü melekler ve dünyayı idare edenler, okumasını
dinler ve onun beraber namaz kılarlar". Allah Resulü (sav), gece vakti üç
sa-habisini üç ayrı halde gördü. Biri, sessizce okuyordu. Bu, Ebu Bekir (ra)
idi. Bu husus kendisine sorulduğu zaman şöyle dedi: Benim münacaat ettiğim,
beni işitir. Bir diğeri ise, Kur'an'ı seslice okuyordu ki bu da Ömer (ra) idi.
Allah Resulü (sav) neden sesli okuduğunu sorduğu zaman şöyle dedi: Böylece
uyku isteğini dağıtır ve şeytanı uzak tutarım. Bir üçüncü sahabisi olan Bilal
(ra) ise, bir sureyi sesli, bir diğerini sessiz okuyordu. Allah Resulü (sav)
neden böyle yaptığım sorduğu zaman şöyle dedi: Güzeli güzelle karıştırıyorum.
Allah Resulü (sav) her üçünü de gördükten sonra şöyle buyurdu: Hepiniz de
güzel ve doğru olanı yapmaktasınız"[29][29]
Allah Teala
daha iyi bilir, ancak bize göre kulun sesli okuma cihetinde bir niyeti veya
kaygısını giderme gibi bir isteği yoksa, sessiz okuması daha faziletlidir.
Çünkü bu muamele, ibadetin selametine daha yakın, tilavetin afetlerden uzak
kalmasını daha çok temin edicidir. Ama sesli okuma niyeti taşıyan ve Rabbi ile
muamelesinde buna alışmış olan kul için, elbette sesli okumak daha faziletlidir.
Çünkü böyle yapmakla, gece namazında Kur'an'ı sesli okuma sünnetini de eda
etmiş olur. Zira onu sesli okuyan kimse, sadece kendisine fayda sağlamış olur.
Oysa sesli okuyan kimse, hem kendisine, hem de başkalarına fayda sağlamış olur
ki "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır". İnsanlara,
Allah Teala'nın Kelamı ile faydalı olmak, tabii ki yapılacak faydaların en
büyüğüdür. Çünkü kul, Kur'an'ı sesli okumak suretiyle, bir amel içinde ikinci
amelini de ifa etmiş olmaktadır. Dolayısıyla böylesi daha faziletlidir.
Kul, Kur1 an
okumaya başlarken şöyle demelidir:
"Kovulmuş
şeytanın şerrinden her şeyi işiten ve bilen Allah Te-ala'ya sığınırım. Rabbim,
şeytanın fısıltılarından Sana sığınırım. Rabbim, onların kalbime girmelerinden
de Sana sığınırım". Kul, bundan sonra Fatiha ve Nas surelerini okumalı ve
her sureyi bitirdiğinde "Allah Teala doğru buyurdu, Allah Resulü de
tebliğ etti. Al-lahım, bunlarla bize fayda sağla, onları bizim için mübarek
eyle. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır. Hayy ve Kayyum olan Allah'tan
mağfiret dilerim".
Kalbini ve
uzuvlarını Allah'ın yasak kıldıklarından koruyan kimse, Kur7an ile sonuna kadar
amil olan kimsedir. Çünkü Kur'an, kulun bütün uzuvlarına ve bütün benliğine
bölünmüş durumdadır.
Kur'an-ı
Kerim'i sesli okumak, yedi değişik niyetle olur:
1. Tertil;
Kur'an'ı tertil üzere yani tecvid kaidelerine uygun olarak okumak,
müslümanlara emredilmiş bir vazifedir.
2. Kur'an okurken sesi güzelleştirmek; bu,
mendub görülen bir husus olup Allah Resulü (sav) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Kur'an'ı seslerinizle süsleyin" [30][30] Yine O,
şöyle buyurmuştur:
"Kur'an'da teganni etmeyen bizden değildir". [31][31] Buradaki
teganni, Kur'an okurken sesi güzelleştirmeye dikkat edilmesidir. Hadisin tefsiriyle
ilgili iki görüşten biri bu olup Arapça alimlerine göre de sağlıklı olan görüş
budur. Diğer görüş ise, onunla yetinmeyen ve yeterli görmeyen, anlamındadır. Bu
anlamda, 'Yeteğânâ bih=Onun-la yetindi' ifadesi misal gösterilir.
3. Kur'an'ı
kulaklarına da dinletmek ve sesli okumak suretiyle kalbini uyanık tutarak
ayetleri üzerinde düşünüp manalarını anlamaya çalışmak; bunlar da ancak sesli
okuma ile tahakkuk edebilecek hususlardır.
4. Sesi
yükseltmek yoluyla şeytanı ve bastıran uykuyu kovalamak;
5. Kur'an'ı
sesli okuyarak uyuyan birini uyandırmak ve Allah'ı zikretmesini sağlamak
gayesiyle sesli okumak. Böylelikle uyuyan bir kalbin ihya edilmesine vesile
olunmuş olabilir.
6. Boş ve
gafil biri, seslice Kur'an okuyan birini gördüğünde, gayrete gelip Allah'a
hizmet yoluna özenebilir. Böylece sesli okuyan kimse, iyilik ve takva üzerinde
böyle birine yardım etmiş olur.
7. Kur'an'ı
sesli okumak suretiyle amelini çoğaltmak ve kıyamını devam ettirmek isteyen
kişi de, böyle bir alışkanlığa sahipse bunu yapabilir.
Kul, eğer bu
niyetlerden birine inanarak, bunları talep ederek, Allah Teala'ya yakınlaşmak
maksadını güderek, kendini bilerek, maksad ve niyetini sağlam tutarak ve
kendisini rızası uğrunda amel etmeye sevkeden Rabbini düşünerek Kur'an-ı
Kerim'i sesli okursa, böyle bir durumda sesli okuması daha faziletlidir. Çünkü
onun böyle yapmasında, bir değil birden fazla amel sevabı vardır.
Bir amelin
fazileti, onun için sahip olunan niyetlerin çokluğuyla hesap edilir. Alimlerin
yüksek bir makamda olmaları ve onların amellerinin diğerlerinin amelleri
karşısındaki üstünlüğü, amellerinde güttükleri niyetleri yakinen bilmelerinden
ve inanmalarından dolayıdır. Tek bir amelde on değişik niyet bulunabilir.
Alimler, bu niyetlerin hepsini bildikleri için, onların şuuruyla amel eder ve
on ecre de nail olurlar. İnsanların amel bakımından en yüklü olanları, niyet bakımından
en çok, maksad ve edebi bakımından en güzel olanlarıdır.
"Rabbinin
nimetine gelince onu anlat". (Duha/11) ayet-i kerimesinin tefsiriyle
ilgili bir tefsirde şöyle denilmektedir: 'Onu anlatmak' Kur'an okumakla olur.
Bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Kim Allah'ın Kitabı'ndan bir ayet
dinlerse, o ayet Kıyamet'e dek kendisine nur olur". [32][32] Başka bir
rivayette ise "Ona on hasene yazılır" denilmektedir.
Kur'an
okuyan kimse, ecir bakımından dinleyen kimsenin ortağı sayılır. Çünkü bu ecri
ona kazandıran odur. Bir alim de bu hususla ilgili şöyle demiştir: Okuyan
kimseye bir ecir, dinleyen kimseye iki ecir vardır. Başka bir alim ise
"Dinleyene dokuz ecir vardır" demiştir ki bize göre her ikisi de
sahihtir. Çünkü her iki dinleyici de dinleme güzelliğine ve niyetine göre
ecrini alır.
Kur'an
okuyan kişi, başkalarına böyle ecir ve sevaplar kazandırırken kendisi de ecir
kazanır. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hayıra delalet eden
onu yapan gibidir". [33][33]
Özellikle Kur1 an okuyan kimse onu bilen, onda fıkıh sahibi olan bir kişi olduğunda
her okumasında ve her durağında dinleyen için bir hüccet ve ilim temin etmiş
olur.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) Aişe'yi (ra) beklemekteydi. Ai-şe (ra) geç kaldı. Allah
Resulü de (sav) ona "Neden geciktin?" diye sordu. Aişe (ra) "Bir
adamın Kur'an okumasını dinliyordum. Daha önce böyle güzel sesli birini
dinlememiştim" dedi. Allah Resulü de (sav) gitti ve uzun süre onu dinledi.
Sonra odasına döndü ve "Bu, Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim'dir. Ümmetimde
Kur"an'ı böyle okuyan birini varettiği için Allah'a hamdolsun"
buyurdu" [34][34]
Yine bir
gece Allah Resulü (sav) Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) ile beraberken Abdullah b.
Mesud'u (ra) Kur'an okurken duydu. Uzun süre orada kaldılar. Sonra Allah Resulü
(sav) şöyle buyurdu: "Kur'an'ı indirildiği gibi okumak isteyen kimse, onu
İbni Ümmi Abd'in kıraati üzerine okusun" [35][35] Başka bir
defasında Allah Resulü (sav) İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Kur'an oku! O da
şaşırarak şöyle dedi: O sana indirilmişken ben nasıl sana okuyabilirim? Allah
Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Onu, başkalarından dinlemeyi seviyorum. O
okurken Allah Resulü'nün (sav) gözleri yaşarıyordu. Bu durum tam 'Her ümmetten
bir şahit getirdiğimizde, seni de onlar için şahit olarak getirdiğimizde'
(Nisa/41) ayetini okurken oldu". [36][36]
Allah Resulü
(sav) Ebu Musa el-Eş'ari'nin (ra) kıraatini de dinlemiş ve şöyle buyurmuştur:
"Buna Davud'a (as) verilen Mezmur-lardan biri kadar sevap verildi". [37][37] Bu hadis, Ebu Musa'ya (ra) bildirilince
şöyle dedi: Ey Allah Resulü, eğer senin dinlediğini bilseydim, onu daha da
güzelleştirirdim.
İbni Mesud
da (ra) Alkame b. Kays'a huzurunda Kur'an okutur ve şöyle derdi: Anam babam
sana feda olsun, onu tertil ile oku. Alkame de Kur'an'ı güzel sesle
okuyanlardandı. Haberde de şöyle rivayet edilir: Ömer (ra) İbni Mesud'a (ra)
şöyle derdi: Bize Rabbimi-zi zikrettir! İbni Mesud da (ra) onun huzurunda
Kur'an okurdu. Bu meclisleri o kadar uzardı ki bazan namaz vaktinin ortalarına
gelinir ve Ömer'e (ra) şöyle denirdi: Ey müminlerin emiri, namaz namaz! O da
şu cevabı verirdi: Biz de namazda (=salat) değil miyiz? O bu sözüyle sanki
Allah Teala'mn şu buyruğunu tevil eder gibiydi: "Muhakkak ki Allah'ın
zikri daha büyüktür". (Ankebut/45)
Basra
abidlerinden biri şöyle derdi: Bir Bağdatlı'nm yazdığı, 'Riyanın manaları ve
nefis afetlerinin sırları' adlı kitabı okuduktan sonra her şey değişti. Eskiden
gece yürürken teheccüd namazına kalkanların okudukları Kur'an'ı dinlerdim.
Sesleri, oluklardan boşalan suların sesine benzerdi. Bunda bir güzellik ve
aşinalık, namaz ve tilavete özendirme vardı. Ama Bağdatlıların yazdıkları bu
eser yüzünden, teheccüd ehlinin sesi çıkmaz oldu. Zaman içinde bu adet giderek
azalmaya başladı ve bugün tamamen terkedildi.
Eğer kul,
yukarıda saydığımız niyetlerden herhangi birine olsun sahip değilse, bunlara
karşı dalgın ve gafil ise bir tür afete düşmüş demektir. Kalbinde ve
düşüncesinde hevasına dönük bir şeyler bulunabilir. Bu durum onun için bir
illet olup böyle bir durumda sesli okumadan sakınması gerekir. Kalbindeki
ağırlığa rağmen yine de sesli okursa, kalbine yerleşmiş olan illetten dolayı
ameli fa-sid olur. Bu haldeki kul, kemalden ziyade eksikliğe daha yakın,
ih-lasa ise olabildiğince uzaktır. Böyle bir durumda, kul itilasını arttırmaya
çalışmalıdır. Çünkü kalbindeki illeti söküp atmanın yolu budur. İhlas, kalbi
için daha uygun, ameli için daha sağlıklı ve akıbeti için daha güzel bir
davranıştır.
Kul, namaz
veya tilavet esnasında heva ve arzularının tadını alır ve bunu İhlasın
tadlanndan biri zannedebilir. Halbuki bu, gizli şehvetin çok gizli bir
tezahürü ve ihlastaki eksikliğin belirtisidir. Bunu ayırdetmek, sülük terbiyesi
zayıf olan kimselere zor gelebilir. Çünkü bunu ancak ilim sahipleri
farkedebilirler. Dünya hayatında İhlasın tadını ancak zahidler alabilir.
İnsanlar da bu hususiyetlerinden dolayı onları medhederler.
Yaratanları
ile güzel muamelelerinden ve sadık hizmetlerinden lezzet alanlar ise Allah
Teala'nm aşıkları (=muhibbân) ve O'ndan korkanlardır. Bu tad ve zevk alma hali,
şu iki husustan biriyle kaybolur: İlki övgü ve yerginin denk olmasıyla
birlikte nefsin zail olmasıdır ki bu, Zühd makamının hallerinden biridir.
İkincisi ise, ya-kini müşahedeye nail olarak kalpten hali olmaktır ki bu da,
Marifet makamıdır. Bu iki makamda sır ile aşikârlık bir olur. Aşikârhk, takva
ve adalet imamları açısından daha faziletli olabilir.
Bu meyanda
hayır ehlinden bir kişi şöyle demişti: Bir seher vakti bana ait yola yakın bir
odada Taha suresini okuyordum. Onu bitirdikten sonra içim geçmiş de
uyuyakalmışım. Rüyamda semadan inen bir adam gördüm. Elinde beyaz bir sayfa
vardı. Huzurumda onu yaydı, baktığımda Taha suresinin yazılı olduğunu gördüm.
Her kelimesinin altında on hasene vardı. Yalnız bir kelimenin yeri boştu, onun
altında hiç bir şey yoktu. Bu beni tasalandırdı, kendime şöyle dedim: Allah'a
yemin ederim ki, ben bu kelimeyi de okudum, ama onun ne savabı var ne de
kendisi! Bunun üzerine o kişi şöyle dedi: Doğru söylüyorsun, sen onu okudun biz
de bunu senin için yazdık. Ancak orada bize seslenen birini duyduk: Onu silin
ve boş bırakın. Biz de bunun üzerine onu ve sevabını sildik. Rüyamda ağladım ve
'Niçin böyle yaptınız?1 diye sordum. Dediler ki: Sen okurken yoldan bir adam
geçti. Sen, ona duyurabilmek için sesini daha da yükselttin, biz de bunun
üzerine onu sildik.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir ki:
"O, bir
adamın Kur'an'ı sesli olarak okuduğunu duydu. Bunun üzerine ona şöyle seslendi:
Ey falanca! Sesini bana değil Allah'a du-yur!"
Bilin ki
şöhret tutkusu (Sum'at='Duysunlar diye' okumak), riya ile bitişiktir ve onunla
aynı hükme sahiptir. Aynı riya gibi, ameli if-sad edip, amilin ecrini eksiltir.
'Sum'a' kelimesi, Semi'a=işitti, dinledi' kelimesinden türetilmiştir. Kul,
amelini Allah'tan başkasına duyurmak, nefsi zaafı ve hevasınm baskısından
dolayı insanlara dinleterek övülmek isterse, ameline Allah'tan başkasını şirk
koşmuş ve amelini boşa çıkarmış olur. Bu davranışı, tevhidin özünü
kavramadığını gösterir. Oysa Allah'tan başka fayda edecek, zarar verecek,
bağışta bulunacak ve engelleyecek birinin olmadığını kesin olarak bilseydi,
tevhidi Allah'a has kılınır, şirkten arınır, ameli de riya illetinden beri
kalırdı.
Riya kelimesi de aynı şekilde 'Ra'yü'l-ayn=göz
görmesi' kelimesinden alınmıştır. Bu anlamda 'Sum'a' kelimesini de benzer
hükme sokmak mümkün olur. Bir hadiste şöyle rivayet edilmektedir: "Allah
Teala, sum'a yapanın ve riyakarın amelini kabul etmez". Başka bir hadiste
ise şöyle rivayet edilir: "Kim sum'a yaparsa, Allah Teala da ona sum'a
yapar. Kim de riya ederse, Allah da ona riya eder, onu aşağılar ve hakir
görür".[38][38]
Ancak Allah
Kelamı'nı öğüt alması, düşünmesi veya dinleyerek istifade etmesi ve ibret
alması için bir din kardeşine duyurmak için sesini yükselten kişi, eğer bu
niyetinde samimi ise 'Sum'a' kapsamına girmez. Çünkü onda hüsnü niyet, sahih
bir maksad varolup dünyada medhedilme veya dünyevi bir menfaat elde etme gayesinin
karıştığı riya afeti mevcut değildir.
Nitekim Ebu
Musa el-Eş'ari (ra) sesini yükselterek okurken böyle bir ruh hali içinde olduğu
için "Eğer senin dinlediğini bilseydim, onu senin için daha da
güzelleştirirdim"[39][39]
dediği zaman Allah Resulü (sav) tarafından yadırganmamıştır. Çünkü o bunu
söylerken, hüsnü niyet sahibi idi ve güzel bir gayesi vardı.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "O ashabıyla beraber giderken,
sızlanan ve ah vah eden birini gördü. Beraberindekiler, 'Ey Allah Resulü, onu
riyakâr olarak görür müsün?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: 'Hayır,
aksine o çok sızlanan ve ah vah ederek Rabbine yönelen biridir".[40][40]
Bilin ki,
iman selameti ve sadakat üzere yemek yiyip uyumak, her halükârda, yapmacıklık
ve halka şirin görünmek maksadıyla oruç tutup teheccüd namazına kalkmaktan hem
hal, hem makam hem de sonuç bakımından çok daha faziletli ve üstündür. Bunu bilmek
ve gereğini yapmak, aynı zamanda Allah'ı bilenlerin ilmî dayanağıdır. Hasan
el-Basri'den (ra) şöyle demiştir: Tadı, üç şeyde arayın. Eğer buldunuzsa
müjdeniz olsun ve yolunuzda devam edin. Eğer bulamadıysanız o zaman kapınız
kapalı demektir: Kur'an tilaveti, Zikir ve Secde. Başkaları buna sadaka ve
seher vaktini de ilave etmişlerdir.
Kur'an-ı
Kerim'i mushafdan okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Denilir ki,
mushafla yapılan bir hatim, ezberden yapılan yedi hatime eşittir. Çünkü
mushafa bakmak, ibadettir. Saha-be'den (ra) ve Tabiun'dan (ra) bir çoğu mushafa
bakarak okurlardı. Onlar mushafa bakmaksızın sokağa çıkmayı hoş görmezlerdi. Rivayete
göre Osman (ra) fazla okuyup incelemekten dolayı bir mus-hafi dağıtmıştı. [41][41]
Bu fasılda
ihya edilmesi müstehap olan ve lütfün umulduğu gecelerin nasıl ihya
edileceğini ve mübarek günlerde devam edilecek evradı anlatmaya çalışacağız.
Sene boyunca
ihya edilmesi müstehap olan onbeş gece vardır. Bunlardan beşi Ramazan ayı içerisindedir.
Ramazan ayının son on gecesinin vitri bu beş geceyi de ihtiva eder. Ramazan
ayının onye-dinci gecesi de mühimdir, çünkü o gecenin sabahı Bedir gazvesinde
iki ordunun karşılaştığı *Yevmü'l-Furkân=Ayrım Günü'dür. İbni Zübeyr (ra) bu
gecenin, Kadir Gecesi olduğunu düşünürdü.
Diğer dokuz
mübarek gece ise sırayla şöyledir: Muharrem ayının ilk gecesi; Aşure gecesi;
Receb ayının ilk gecesi; Receb ayının ortanca gecesi; Receb ayının yirmi
yedinci gecesi ki Allah Resulü (sav) bu gece yürütülmüş ve Mi'rac gecesi olarak
adlandırılmıştır; Arefe gecesi; Kurban ve Ramazan bayramı geceleri; Şaban
ayının ortanca gecesi; Sahabe-i Kiram (ra), bu mübarek gecede her rekatta
onbir defa İhlas okuyup toplam bin defa îhlas okuyarak yüz rekat namaz
kılarlardı. Onlar bu namazı 'Salatü'l-Hayr=Hayır Namazı' olarak
adlandırırlardı. Bu namazın bereketini bilir ve onu kılmak için biraraya
gelerek cemaatle kılarlardı.
Şaban ayının
ortanca gecesiyle ilgili olarak Hasan el-Basri'den (ra) şu söz rivayet
edilmiştir: Allah Resulü'nün (sav) ashabından otuz kadarı bana şunu
naklettiler: Bu namazı o gece kılan kimseye Allah Teala yetmiş kez bakar ve her
bakışında kulun yetmiş ihtiyacı giderilir ki bunların en hafifi mağfirettir.
Denildi ki:
Allah Teala'mn "Bütün hikmetli işler kararlaştırılır". (Duhan/4)
buyurduğu gece, bu gecedir. O gece yılın bütün işleri kararlaştırılıp bir
sonrakine kadar uygulanacak hükümler verilir. Muhakkak ki Allah Teala en iyi
bilendir.
Bize göre
sahih olan görüş, bütün bunların Kadir Gecesi'ne mahsus olduğu cihetindedir.
Nitekim Kadir gecesi bu isimle anılmıştır. Kur'an da buna şahitlik etmekte ve
mezkur ayetin başında da bu husus tesbit edilmektedir: "Biz onu mübarek
bir gecede indirdik". (Duhan/3) Bunun hemen ardından, dördüncü ayette o
gecenin özelliği anlatılarak 'Her hikmetli iş onda kararlaştırılır"
buy-rulmuştur. Kur'an-ı Kerim kesinlikle Kadir Gecesi nazil olmuştur.
Dolayısıyla üstteki iki ayet de Kur'an'm nüzuluyla ilgili olması cihetinden
"Biz onu Kadir gecesi indirdik" (Kadir/l) ayetine uygun düşmektedir.
Mübarek
günlerde evrada devam edilmesi hususuna gelince, bu tür günlerin sayısı
ondokuzdur. Bu ondokuz günde evrada devam edilmesi ve ibadete ağırlık verilmesi
müstehaptır. Bu ondokuz gün şunlardır: Aşure günü; Arefe günü; Receb ayının
yirmiyedinci günü; Ramazan ayının yirmiyedinci günü; Şaban ayının ortanca günü;
Cuma günü; Bayram günü ve bilinen günler (=Eyyâm-ı Ma'lu-mât) ki bunlar
Zilhicce'nin on günüdür. Sayılı günler (=Eyyâm-ı Ma'dudât) ki bunlar Teşrik
günleridir.
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: "Arefe günü tutulan oruç iki
senenin kefaretidir; biri geçmiş senenin, diğeri gelecek senenin. Aşura günü
orucu ise bir senenin kefaretidir". Enes b. Malik (ra) Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Cuma günü selim olunca diğer
günler de selim olur. Ramazan ayı selim olunca, bütün sene selim olur".
Alimlerimizden
biri de şöyle demiştir: Kim şu beş günde gereken çabayı gösterirse, ahirette
çaba göstermez. Bunlar, Allah Tea-la'dan lütuf ve ziyade sevap umulan
günlerdir. Eğer bu günlerde de heva ve hevesinle uğraşır, dünyalıkla meşgul
olursanız, Allah'ın lütuf ve fazlını ne zaman umabilirsiniz? Bu zatın
kasdettiği beş gün; iki bayram günleri, Cuma günü, Arefe günü ve Aşure günü
idi.
Bu günler
dışında faziletli olan günler, pazartesi ve perşembe günleridir. Bu iki günde
de ameller Allah Teala'ya yükseltilir.
Aylar
arasında faziletli olanlar ise, dört haram aydır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem
ve Receb. Allah Teala bu ayları haksızlık ve saldırıda bulunmayı yasaklayarak
tahsis etmiş, onları dokunulmazlığı olan aylar olarak belirlemiştir. Zulüm ve
haksızlık yapmanın haram kılındığı bu mübarek aylarda ibadet ve takva
işleriyle uğraşmak da çok makbul görülmüştür.
Bu aylarda
yapılan ameller diğer aylara nisbetle daha faziletli olmakla beraber Zilhicce
ayında yapılan ibadetler, en faziletli olarak görülmüştür. Bunu sebebi ise,
haccm bu ayda ifa edilmesi, 'Ey-yam-ı Ma'lumât=Bilinen günler1 ve 'Eyyam-ı
Ma'dudât=S ayılı günler1 ile tahsis edilmiş olmasıdır. Daha sonra Zilkade
gelir ki o da iki sıfata birden sahip olmakla şereflenmiştir: O, hem Haram
aylardan biri, hem de hacc aylarından biridir. Muharrem ve Receb ise hacc
ayları değildir. Şevval ise, haram aylardan olmamakla birlikte hacc
aylarmdandır. Ay içerisindeki en faziletli günler ilk ve son on gündür.
Zilhicce ayının ilk ve son on günü, ardından Muharrem ayının ilk on günü,
mübarek günlerdir. Bu günlerde yapılan ameller pek faziletlidir ve diğer
aylarınkine göre sevab bakımından daha fazlacadır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim haram ayda şu üç
gün oruç tutarsa, Allah Teala onu cehennemden yediyüzyıl uzaklaştırır:
Perşembe, Cuma ve Cumartesi".
Başka bir
hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Haram ayın bir gününde
tutulan oruç, diğer ayların otuz gününe denktir".
Bütün günler
bakımından en faziletli vakitler ise, beş vakit namazın vakitleridir. Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Resulü, Ramazan ayının son on
günü gelince çarşafını dürer ve elbisesinin alt kısmını bağlardı". Başka
bir hadiste ise şöyle denilmektedir: Ramazan'm son on günü girince, kendisi
gayrete girer, ev halkını da gayr etlendirir di". Yani ibadet ve amellerle
yorulur, onları da yorulmaya teşvik ederdi.
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Amel edilen günler arasında Allah Teala'ya Zilhicce'nin on gününden daha
üstün ve daha sevimli geleni yoktur. O günlerden birinde tutulan oruç, bir
yıllık oruca bedeldir. O günlerde bir gece ibadete kalkmak, Kadir gecesi kıyam
etmeye bedeldir". [42][42]
Denildi ki, 'Allah yolunda cihaddan da'. Başka bir rivayette ise 'Malı ve
canıyla Allah yolunda cihada çıkıp da her ikisinden de olan kimsenin
dışındakilerin cihadından da üstündür1. Hadisin başka bir lafzında ise şöyle
rivayet edilmektedir: 'Ancak atı boğazlanan ve kendi kanı dökülen kimseninki
dışında..'
Allah Teala,
bir kulunu sevdiği zaman, kendisine en üstün sevap ve ecirleri verebilmek için
faziletli kıldığı vakitlerde, en faziletli amelleri ifa etmesini nasip eder.
Bir kuluna gazap ettiğinde ise, haram aylardaki yasakları çiğnetmek, Allah'ın
şiarlarını eksilttirmek ve günahlarını arttırmak için faziletli vakitlerde en
kötü ve en çirkin amelleri işlemeye sevkeder.
Denildi ki:
"Tevfik-i İlahi'nin alâmeti üçtür: Sen kasdetmeksizin salih amellerin sana
gelmesi; senin istemene rağmen kötülüklerin senden uzaklaştırılması; varlıkta
ve yoklukta Allah Teala'ya muh-taciyet ve iltica kapısının açılması. Yardımsız
bırakılmanın alametleri de üçtür: Talep etmene rağmen iyi amellere ulaşmanın
zorlaşması; Korkmanıza rağmen kötü işlerin kolay kılınması; her durumda
Allah'a muhtariyet ve iltica kapısının kapalı olması. Allah Tea-la'dan hüsn-i
tevfik ve güzel tercih nasip etmesini niyaz eder, kaza ve kaderin kötülüğünden
de O'na sığınırız. [43][43]
Bu fasılda,
Cuma gününü, makamını, adabını ve müridin o gün ve o gece yapması müstehap olan
amellerini anlatacağız.
Cuma namazı,
bazı sıfatların varolmasıyla birlikte farz, bazı sıfatların bulunması
durumunda da sakıt olan bir namazdır. Onun farz olması için, mukim olmak, gücü
yetmek, Öğle vaktine girmek ve kırk hür adamın cemaat olması icab eder. Sakıt olması
ise, seferi olmak, ikindi vaktine girmek, sayıda eksik olmak ve özür sahibi
olmak durumları için geçerlidir.
Bu namaz,
emir sahiplerinin (=yöneticiler) öncülük etmesi gereken amellerden biri olup,
onlar tarafından kıldırılır. Ancak ben, bi-datçı birinin arkasında kılınmış
olması halinde öğle namazının farzının tekrar edilmesini doğru bulurum. Büyük
bir beldede iki cami bulunuyorsa, namaz kılınması en uygun olan, imamı üstün
olan ca-miidir. Eğer fazilet bakımından müsavi iseler, o zaman daha eski olan
camii tercih edilir. Bu bakımdan da müsavi iseler, o zaman -eğer ilim öğrenmek,
öğretmek veya dinlemek gibi bir niyet yoksa-yakın olanda kılmak uygundur.
Cuma
namazını mümkün olduğunca daha büyük camiide kılmak gerekir. Çünkü orada
müslüman sayısı daha fazla olacaktır. Birini tercih ederek namazını onda
kılanın namazı da geçerli olur. ibni Cüreyc der ki: Ata'ya şunu sormuştum: Bir
şehirde iki veya daha fazla camii varsa, hangisinde kılmam daha doğru olur?
Bana şu cevabı verdi: Müslümanların en fazla toplandığı camiide kıl. Çünkü o,
Cuma namazıdır ve Allah Teala İslâm'ı onunla yüceltmiş, süslemis ve
müslümanları da onunla şereflendirerek diğer ümmetlere üstün kılmıştır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Ey iman edenler, Cuma günü (namaza) çağrıldığınız zaman Allah'ı
zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın!" (Cuma/9) Cuma günü ezandan
sonra, alışverişle uğraşmak fu-kahadan bir cemaata göre haramdır. Çünkü
ayetteki yasaklama umumi bir ifadeye sahiptir. Bazılarına göre bu vakitte
yapılan alışveriş Tasid-geçersiz' sayıldığı için reddedilebilir.
Bana göre
ise bu yasak, ikinci ezandan yani imanım minbere oturması anından sonrası için
geçerlidir. Çünkü Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) devirlerinde
bilinen Cuma ezanı vakti bu idi. Okunan ilk ezan ise, müslüınan nüfusun
artmasından dolayı Osman (ra) tarafından ihdas edilmiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Namaz bittiğinde yeryüzüne yayılın ve Allah'ın lütfunu
arayın". (Cuma/10) Bu ayet-i kerime, müminlere Cuma günü Allah Teala'yı
zikretmelerini emretmekte, alışverişten uzak durmayı Öğütlemekte, O'nun lütfunu
aramalarını isteyerek bunun karşılığında kendilerine hayır ve felah vaade
dilmektedir. Bu ikisi, yani hayır ve felah, dünya ve ahiret hazinelerini
cemeden iki isimdir.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Teala, Cuma namazını, size şu
günümde ve şu makamımda farz kıldı".[44][44] Başka bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim Cu-nıa'yı üç defa
özürsüz olarak terkederse Allah onun kalbini mühürler".[45][45]
Başka bir lafızda ise "İslâm'ı sırtının ardına atmış olur" ifadesi
yer alır. Bir adanı İbni Abbas'a (ra) şöyle bir mesele sormuştu: Bir kişi Cuma
ve cemaat namazı kılmadan ölürse hükmü ne olur? İbni Abbas: 'Ateştedir dedi.
Adam bu cevaptan sonra bir ay sürekli yanma geldi ve aynı soruyu sordu. O da
her defasında 'Ateştedir dedi.
Cuma namazı
için iki veya üç fersahlık [46][46]
yola gidilebilir. Taşra ehlinden, namaza yetişebilmek için erkenden yola çıkan,
ancak geceye kalan ama geri döndüğünde ailesinin yakınmasına muhatap olacak
kimsenin Cuma'ya gitmesi müstehaptır. Cuma namazı şu beş zümreye farz değildir:
Çocuklar, köleler, kadınlar, yolcular ve hastalar. Bu zümrelerden her hangibir
kimse, Cuma'ya şahit olur ve kılarsa, sevabım almış ve farzını kılmış olur.
Konuyla
ilgili rivayet edilmiş bir hadis şöyledir: "Cuma günü, Kitab ehlinden iki
topluluğa verilmişti, ama onlar ihtilafa düştüler ve ondan çevrildiler. Allah
Teala rahmetiyle onu bize bahşetti. O, bu günü İslâm ümmetine saklamıştı,
Cuma'yı müslümanlar için bayram kıldı. Onlar bu günle Kitab Ehlinin önüne
geçirilmişler, Kitab ehli de müslümanların ardından getirilmişlerdir".
Enes b.
Malik'den (ra) rivayet edilen bir başka hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Cebrail (as) bana geldi. Elinde beyaz bir ayna vardı. Bana
şöyle dedi: İşte bu Cuma'dır. Allah Teala sana ve senden sonrakilere bir
bayram olması için size farz kıldı. Dedim ki: Bizim için onda neler var? Dedi
ki: Sizin için onda en hayırlı saat var; kim o saatta bir hayır için dua ederse,
o onun kısmeti olur ve Allah Teala da onu kendisine verir. Kısmeti verme
kudreti olan Allah, onun daha büyüğünü saklamaya kadir değil midir? Veya o
saatta daha önceden düşeceği takdir edilen bir kötülükten Allah'a sığınırsa,
Allah Teala kendisini o kötülükten koruyacaktır. Bizim katımızda o, günlerin
efendisidir. Biz ahirette ona Ziyade Günü deriz. Kendisine 'Neden?' diye
sorduğumda şöyle dedi: Rabbin Cennet'te bir vadiye sahiptir. O tamamen beyaz
miskle ko-kulandırılmıştır. Cuma günü İlliyyun'dan Kürsi'ye iner...Orada
kullarına tecelli eder, onlar da O'nun vechine nazar ederler..." Bu hadis
Müsned-i Elf&e tam metniyle rivayet edilmiştir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma'dır. Adem (as) o
gün yaratılmış ve o gün cennete alınmıştır. Yine o gün oradan indirilmiştir.
Kıyamet o gün kopar. O, Allah katında daha ziyade sevap kaynağıdır.
Gökyüzündeki melekler de onu böyle isimlendirirler. O, cennette Allah Teala'ya
nazar etme günüdür. [47][47]
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ayakları üzerinde duran hiç
bir canlı yoktur, ki, Cuma günü ürperti içinde Kıyametin kopmasını bekliyor
olmasın. Ancak şeytan ve isyankar Ademoğulla-n bunun dışındadır". [48][48]
Denir ki: Kuşlar ve baykuşlar Cuma günü karşılaştıklarında şöyle selamlaşırlar:
Selam, selam, salih bir gün.
Bir
rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala, her Cuma günü altıyüzbin
kişiyi cehennem azabından azat eder. Enes'in (ra) rivayet ettiği bir hadiste
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cuma günü selamette olunca, diğer
günler de selamette olur". Ka'b da şöyle bir haber nakletmektedir: Allah
Teala, yarattığı her şeyden birini diğerlerine üstün kılmıştır. Beldeler
arasında Mekke'yi diğerlerinden üstün kılmıştır. Aylardan Ramazan'ı diğerlerinden
üstün kılmıştır. Günlerden de Cuma'yı diğerlerinden üstün kılmıştır.
Başka bir
rivayette ise şöyle denilmektedir: Cehennem her gün zeval vaktinden önce güneş
tam tepeye çıktığında alevlendirilir. Cuma günü dışında o vakitte namaz
kılmayın. Çünkü Cuma'nm tamamı namaza müsaittir ve cehennem de o gün
alevlendirilmez.
Kulun Cuma
günü yapacağı en faziletli amel, Cuma namazını kılacağı camiiye erkenden
gitmektir. Bunun için en güzeli ilk saattir. Eğer ilk saat gidemezse ikinci
saat gider. Eğer onda da gide-mezse, o zaman üçüncü saatte gider. Çünkü Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Cuma'ya ilk saatte giden bir dişi deve
kurban etmiş gibidir, ikinci saatte giden, bir inek kurban etmiş gibidir. Üçüncü
saatte giden boynuzlu bir koç kurban etmiş gibidir. Dördüncü saatte giden, bir
tavuk hediye etmiş gibidir. Beşinci saatte giden bir yumurta hediye etmiş
gibidir. İmam minbere çıktığında ise amel defterleri dürülür, kalemler
kaldırılır ve melekler minberin Önünde toplanarak zikri dinlemeye başlarlar. Bu
vakitten sonra gelen, sırf namazın hakkı için gelen gibidir. Onun için hiç bir
ziyade sevap yoktur". [49][49]
Hadiste de
anlatılan ilk saat, sabah namazının hemen sonrasında başlar. İkinci saat,
güneşin yükselmeye başladığı vakittir. Üçüncü saat, Duha-i A'lâ da denilen
güneşin yayılmaya başladığı, ayakların güneşin ısısıyla terlemeye başladığı
kuşluk vaktinin yükselme zamanıdır. Dördüncü saat, zevalden önceki vakittir.
Beşinci saat ise, zevale girdiği veya müstevi olduğu zamandır. Dördüncü ve
beşinci saatler, erkenliği müstehab olan vakitler değildir ve beşinci saatten
sonra gelenler için her hangi bir fazilet sözkonusu değildir. Çünkü imam, bu
vaktin sonunda minbere çıkar ve bu vakitten sonra Cuma'nın farzını kılmaktan
başka bir şey yapılmaz.
Denilir ki,
insanların Allah Teala'ya yakınlıkları, Allah Teala'yı ziyaret ettiklerinde
O'nu ne kadar çok düşündüklerine bağlıdır ki bu da, Cuma namazına
gelişlerindeki erkenliğe göre ölçülür. îbni Mesud (ra) bir defasında Cuma
namazı için erkenden mescide gelmiş ve orada kendinden önce gelen üç kişinin
olduğunu görmüştü. Buna sıkılan îbni Mesud (ra) kendi kendini şöyle teselli
etmişti: -Kendini kasdederek- dördün dördüncüsü de her halde Allah Teala'ya
pek uzak değildir!
İşte Allah
Resulü'nün (sav) ashabının imandaki yakin derecesi böylesine yüksekti. Bir
hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Melekler, Cuma günü
zamanında gelmeyerek geciken kulu merak eder ve birbirlerine şöyle derler:
Falan ne yaptı acaba? Neden gecikti acaba? Allahım, eğer onu geciktiren
fakirliği ise onu zengin kıl, eğer onu geciktiren hastalığı ise, ona şifa ver,
eğer bir meşguliyeti varsa, onu bitirt, eğer heva ve hevesi onu geciktirdiyse
kalbini Senin itaatma şevket!"
Cuma günü,
kıssa anlatanların meclislerine oturmayın, çünkü bu mekruh görülmüştür.
Namazdan önce bir zikir halkasına da katılmayın. Maktu' bir hadiste Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki,
eğer insanlar onlardaki hayrı bilselerdi onlar için deve koştururlardı: Ezan,
cemaatta ilk saf ve Cuma'ya erkenden gitmek"[50][50]İbni Hanbel
(ra) bu hadisi zikrettikten sonra 'Bunların da en faziletlisi, Cuma'ya erken
gitmektir1 demiştir.
Konuyla
ilgili bir başka hadis de şudur: "Cuma günü olduğunda melekler, ellerinde
gümüş sayfalar ve altından kalemlerle mescidin kapılarına oturur ve ilk gireni
yazarlar. Hk giren, onların mertebeleri üzeredir". Allah Resulü'nün (sav)
Cuma hakkındaki bir diğer hadisi de şöyledir: "Allah Resulü (sav) Cuma
günü, namazdan önce zikir halkası kurmayı yasaklamıştı.[51][51] Ancak Allah
Tea-la'yı bilen, Allah Teala'nm sayılı günlerini zikreden, Allah'ın dinini
fıkheden kimse, kuşluk vakti camiide oturursa, onun meclisine katılmak
mümkündür. Buna yapan kimse, camiye erken gitmekle ilim dinleme amellerini
birleştirmiş olur.
Cuma günü
gusletmek, ancak zaruret bulunması halinde terke-dilir. Cuma günü gusletmek,
bazılarına göre farzdır. O gün evde gusletmek, daha hayırlıdır. Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Cuma günü gusletmek her ihtilamlı
kişiye vacibdir".[52][52]
Nafi'in (ra)
İbni Ömer'den (ra) rivayet ettiği meşhur hadise göre Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmuştur: "Cuma'ya gelen kişi gusletsin".[53][53] Rivayete
göre Ömer (ra) hutbe okurken mescide gelen Osman'a (ra) şöyle demişti: Bu
saatte mi geliyorsun? O da şu cevabı verdi: Ezanı duyduktan sonra sadece abdest
almak için oyalandım ve hemen çıktım. Bunun üzerine Ömer (ra) şöyle dedi:
Yalnız abdest mi aldın! Bildiğime göre Allah Resulü (sav) bugün gusletmeyi
emrederdi". Bize göre de, bilmesine rağmen yapmaması Osman (ra) için bir
ruhsat bulunduğunu göstermektedir. Bu da müsned bir hadise dayanmaktadır:
"Kim Cuma günü abdest alırsa onunla yetinir ve nimetlenir. Kim de
guslederse, bilsin ki gusletmek daha faziletlidir".[54][54]
Bir sahabe
(ra) topluluğundan da şu hadis nakledilmiştir: "Bizler, yaz mevsiminde
Cuma günü gusletmekle emrolunduk. Kış geldiğinde ise, dileyen gusleder,
dileyen de etmezdi". Allah Resulü'nden (sav) şöyle buyurmuştur:
"Cuma'ya şahit olan kadın ve erkekler gusletsinler".
Bu
sebebledir ki Malik b. Enes (ra) şöyle derdi: "Kadınlar, Cuma'ya
girdiklerinde onun için guslederler. Eğer cünüblükten dolayı guslederse, buna
niyet ederse Cuma guslünü de yerine getirmiş sayılır". Cünüblük için
guslederken Cuma guslü için de niyet edilmelidir. Bu daha faziletlidir.
Sahabeden biri, oğlunun yanına gittiğinde onun guslettiğini gördü ve sordu:
Cuma için mi guslettin? Oğlu 'Hayır, cünüblük için guslettim' deyince, Sahabi
şöyle dedi: Guslü tekrar al. Çünkü ben Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
duydum: Cuma günü gusletmek, her müslümana farzdır"[55][55]
Cuma günü
fecrin doğuşundan sonra gusledilse, Cuma guslü ifa edilmiş olur. Ama o gün
yapılan guslün en faziletlisi, Cuma için ca-miiye gitmeden önce yapılandır.
Gusülden sonra namazı bitinceye kadar kadar abdestini bozmaması daha güzeldir.
Alimler arasında bunu mekruh görenler de vardır. Ancak Cuma için camiye erkenden
giden kişi, abdestini bozduğu için namazdan önce abdest alırsa, yine gusül
üzere sayılır.
Cuma
guslünde dişleri misvaklamak, en uygun giysileri giymek ve şöhreti celbedecek
elbiselerden uzak durmak müstehap görülmüştür. Cuma günü giyilecek en iyi renk
beyazdır. Yemen bürdesi giymek de güzel olur. Cuma günü siyah elbise giymek,
sünnet olmadığı gibi siyah giyene bakmak da faziletli bir şey de değildir.
Cuma günü
tırnakları kısaltmak ve bıyıkları düzeltmek müste-hapdır. Allah Resulü'nden
(sav) bunun faziletine ve emrettiğine dair bir hadis rivayet edilmiştir. İbni
Mesud (ra) ve diğerlerinden. Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu nakledilmiştir:
"Kim Cuma günü tırnaklarını keserse, Allah Teala ondan bir derdi giderir,
yerine şifa verir".
Cuma'ya
giden kimse, kokusu duyulan ama rengi belirgin olmayan en güzel kokularını
sürünmelidir. Erkek kokuları böyledir. Kadın kokuları ise, rengi belirgin ama
kokusu belirgin olmayan yağlardır. Bu hususla ilgili bir hadis rivayet
edilmişti.
Cuma günü
sarık sarmak da müstehaptır. Bu hususta Vasile b. el-Eska'dan şaz bir hadis
rivayet edilmiştir: "Allah Teala ve melekleri, Cuma günü sarık saranlara
salat ederler". Sarık sıcaktan dolayı sıktığı zaman, namazdan önce ve
sonra sarığı çözmekte bir beis yoktur. Ancak evden camiye giderken sarıklı
olmak gerekir. Namaz kılarken de sarıklı olmak icab eder. Sarığın fazileti
ancak bu hallerde tahakkuk eder. Eğer sarık çıkarılmışsa, imam minbere çıkarken
tekrar takılmalıdır. Daha sonra sarıklı bir halde Cuma namazı kılınmalıdır.
İstenirse, bundan sonra çıkarılabilir.
Cuma günü
camiye giden kul, Allah rızası için çıktığını bilerek, huşu, tevazu, vakar,
ağırlık, mahcubiyet ve sükunet halini muhafaza etmelidir. O gün bol bol dua ve
istiğfarda bulunmalıdır. Evinden çıkarken, Rabbini O'nun evinde ziyaret etmek,
farzı eda ederek O'na yakın olabilmek ve mescidde Rabbiyle başbaşa kalmak için
yola çıktığını kalbinden geçirerek niyet etmeli, uzuvlarını her türlü şehvet,
heva ve hevesten uzak tutmalı, Rabbine hizmet ederken kendisini hiç bir şeyin
meşgul etmesine izin vermemelidir.
O gün rahatı
bir kenara koyarak dünyevi menfaatların ardına düşmemeli ve o günkü virdine
devam etmelidir. O günün başını, Cuma namazını bitirinceye kadar namaz ile
hizmete, ortasını ikindi namazına kadar ilim ve zikir meclislerine katılmaya,
sonunu da güneşin batınıma kadar teşbih ve istiğfara tahsis etmelidir. Selef-i
Salih, Cuma gününü işte bu şekilde üçe taksim ederlerdi.
Eğer Cuma
günü oruç tutulacaksa, perşembe veya cumartesi günleriyle birlikte tutulması
güzel görülmüştür. Yalnız Cuma günü oruç tutmak mekruh sayılmıştır. Cuma
ehlinden olduğu halde onda oruç tutmayan kimse için müstehap olan, hanınııyla
birleşmesi-dir. Bunun fazileti hakkında birçok hadis mevcuttur. Selef den bazıları
da böyle yaparlardı.
Allah Resulü
(sav) şöyle buyurmuştur: "Kim Cuma günü guslettirir ve gusleder, sabah
erkenden yola çıkar ve imama yakın olur da boş bir şeyle uğraşmazsa, attığı her
adım için bir senelik oruç ve gece kıyamı sevabı verilir".[56][56]
Başka bir hadis ise şöyledir: "Eğer imama yakın olur ve onu candan
dinlerse, bu onun için iki Cuma arasına ve üç gün fazlasına kefaret
olur".[57][57]
Başka bir lafızda ise 'Diğer Cuma'ya kadar ona mağfiret olunur' buyrulmaktadır.
Başka bir lafızda ise, insanların boyunlarına basmaması şartı konulmuştur.[58][58]
Yukarıdaki
hadisin başlangıç kısmındaki "Gassele=guslettirdi" ifade, hanımına da
guslettirmesi, anlamında kinayeli olarak cinsi münasebeti ifade ediyor
olabileceği gibi, 'Gasele=yıkadı' şeklinde okunup 'kendi başını yıkayıp
bedenini guslettikten sonra kimsenin boynuna basmazsa' şeklinde de
anlaşılabilir. İnsanların boyunlarına basmak mekruh görülmüştür. Bu hususta
çok ciddi ve ağır tehditler mevcuttur. Bunu yapan kimse, kıyamet günü kendisi
için konan bir köprünün başka insanlar tarafından yıkılmasına neden olur.
İbni Cüreyc
(ra) mürsel bir hadiste Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet eder: "Bir
Cuma günü Allah Resulü (sav) hutbe verirken bir adamın insanların boyunlarına
basarak ilerlediğini ve ön saffa oturduğunu gördü. Allah Resulü (sav) namazını
bitirdikten sonra, özellikle o adama hitap ederek şöyle buyurdu: Ey falanca,
neden bugün bizimle cemaata katılmadın? Adam da şaşkınlık içinde şöyle dedi:
Ey Allah Resulü! Cemaate katıldım. O zaman Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu:
Toksa insanların boyunlarına basarken gördüğüm sen değil miydin?!' Müsned bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Cuma'yı bizimle
birlikte kılmanı engelleyen nedir?" O da şöyle dedi: Beni görmediniz mi?
Şöyle buyurdu: "Erken gelme bakımından geç kaldığını, mescide girerken de
eziyet ettiğini gördüm".
Cuma günü
kıssacıların meclisine de oturulmaz. Bu mekruh görülmüştür. Aynı şekilde Cuma
namazından önce zikir halkasına oturmak da mekruhtur. Amr b. Şu'ayb,
babası-dedesi-Abdullah b. 'Imran senediyle şunu rivayet etmiştir: "Allah
Resulü (sav), Allah'ın günlerini hatırlatan, dinde fıkıh öğreten ve camide
sabahın erken vaktinden itibaren konuşmaya başlamış olan Allah Teala'yı bilen
kimseninki dışında Cuma namazından önce halka oluşturulması
yasaklamıştı".[59][59]
Böyle birinin meclisine oturan kimse, Cu-ma'ya erken gitmekle ilim dinleme
amellerini birleştirmiş olur.
Selef
ulemasından nakledildi ki: Allah Teala'nın kulları için verdiği rızıktan bir
lütfü vardır ki bunu ancak Perşembe gecesi ve Cuma günü niyazda bulananlara
verir. Meşhur bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır; "Cuma gününde öyle bir
saat vardır ki, ona tevafuk eden ve Allah Teala'ya niyazda bulunan müslüman
bir kul istediği şeye Allah tarafından nail olur".[60][60] Bu hadisin
başka bir lafzında da 'Namaz kılan bir kul ona tesadüf etmez ki..[61][61]
ibaresi yeral-maktadır.
Ulema,
hadislerde sözedilen bu saatin tayini üzerinde ihtilaf etmiştir. Kimine göre
güneşin doğuş vakti, kimine göre insanların Cuma namazına kalkma vakti, kimine
göre Cuma günü zeval vakti, bazılarına göre Cuma ezanının okunduğu vakit,
bazılarına göre imamın minbere çıkıp duaları okumaya başladığı vakit,
bazılarına göre ikindi vaktinin sonları, kimine göre de güneşin batma vaktidir.
Fatıma (ra)
bu son vakte dikkat eder ve hizmetçisini bu vakitte güneşi gözlemeye
gönderirdi. Hizmetçisi güneşin batmaya başladığını bildirdiği zaman, güneş
tamamen batmcaya kadar dua ve istiğfara dalardı. O, beklenmesi gereken vaktin
bu olduğunu ve bunu babasından (sav) öğrendiğini haber vermiştir. Bu vakitle
ilgili rivayetlerin taşıdığı görüşlerin hülasası budur. Sözü kısa tutmak için
bu rivayetlerin hepsine yer veremedik. Kul, bu vakitlerden ilham almalı ve bu
vakitlerde dua etmeli, uygun olanlarında da namaz kılmalıdır.
Bir alim de
şu görüşü belirtmiştir: Bu saat, Cuma günü içinde Ramazan ayındaki Kadir gecesi
gibi müphem bırakılmış bir saat olup ancak Allah Teala tarafından bilinir. Beş
vakit namaz içerisinde yeralan (Salat-ı Vusta=Orta Namaz' gibidir1 de
diyebiliriz. Başka bir alim ise, bu saatin Kadir gecesinin yıldan yıla
değişmesi gibi, her seferinde Cuma gününün değişik vakitlerinde vaki olduğunu
söylemiştir.
Bütün bunlar
gösteriyor ki kul, Cuma gününün tamamında Allah Teala'ya yakarmalı, O'na
rağbet etmeli ve O'na muhtaç olduğunu kalpten ifade etmelidir. Günün tamamında
virdlerine devam edip onun bütün saatlerini zikir ile ihya eden kul, Allah'ın
izniyle o saate tevafuk edecektir.
Kul, eğer
bir Cuma'da bütün saatleri zikir ve dua ile geçiremez-se, o zaman değişik Cuma
günlerinde değişik saatlerde dua ve zikirle iştigal ederek bu saate tevafuk
edebilir. Eğer böyle yaparsa, zaruri olarak o saate tevafuk edecektir.
Özellikle şu iki vakitte, dua ve tazarruatmı arttırmalıdır: İlki, imamın
minbere çıkmasından namazın ikame edileceği ana kadar geçen vakit; ikincisi
ise, güneşin batma temayülüne girdiği vakittir. Bu iki vakit, Cuma gününün en
faziletli vakitleridir. Benim zannı galibime göre de, hadislerde bahsi geçen
vakit, bu iki vakitten biridir.
Bir gün Ebu
Hüreyre (ra) ile Ka'bu'l-Ahbar biraraya gelmişlerdi. Ka'bu'l-Ahbar, bahsi
geçen saatin, Cuma gününün son vakti olduğunu söylemişti. Ebu Hüreyre (ra) ona
karşı çıkarak şöyle dedi: Nasıl son saati olabilir? Ben Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğunu duydum: Namaz kılan kul ona tevafuk eder.. Çünkü o saat, bir
namaz vaktidir. Bunun üzerine Ka'bu'l-Ahbar şöyle dedi: Allah Resulü (sav)
'Namazı beklemek için oturan kişi, namazda sayılır"[62][62] buyurmadı
mı? Ebu Hüreyre de 'Evet' dedi. O zaman Ka'bu'l-Ahbar, 'Bu da bir namazdır1
dedi. Bunun üzerine Ebu Hüreyre, onu tasdik edercesine sustu.
Kul, Cuma
günü ve gecesi Allah Resulü'ne (sav) bol bol salatü selam göndermelidir. O gün
ve gece göndereceği salatü selamın en azı üçyüz defa olmalıdır. Allah Resulü
(sav) kendinden rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Cuma günü
bana seksen defa sa-lat eden kimsenin seksen yıllık günahı mağfiret olunur.
Denildi ki: 'Ey Allah Resulü, sana nasıl salat ederiz?' Dedi ki: 'Şöyle
dersiniz: Allahım, kulun, peygamberin ve ümmi Resul'ün Muhammed'e salat et'.
Allah Resulü'ne (sav) salat lafzı zikredildikten sonra nasıl olursa olsun,
O'na salat edilmiş olur. Teşehhüdde rivayet edilen ve kendisine edilmesini
istediği meşhur salat ifadesi ise şöyledir:
"Ailahım,
Muhammed'e ve O'mın yakınlarına öyle bir salat et ki, Senin için rıza kaynağı
ve onun için de bir eda olsun. Ona Vesi-le'yi ver ve onu vaadettiğin Makam-ı
Mahmud'a gönder. Bizim tarafımızdan onu, layık olduğu şekilde ve bütün
ümmetlerin peygamberlerinden daha üstün olanla mükafaatlandır. Ey merhamet
edenlerin en merhametlisi, onun kardeşleri olan bütün peygamberlere ve
salihlere de salat buyur".[63][63]
Kul bunu
yedi kez söyler. Bu salatü selamı getirmekte çok büyük bir sevap vardır. Denir
ki: Bu salatı, yedi Cuma günü, yedişer kez söyleyen kimse için, Allah
Resulü'nün (sav) şefaati farz olur. Kul, daha fazla bir şey yapmak isterse,
rivayet edilen şu salatı da okur:
"Ailahım,
en faziletli salavatm, en şerefli aklaman, en nadir be-rekatm, şefkat ,
merhamet ve selamınla peygamberlerin önderi, müttakilerin imamı, Hatem-i
Enbiya, alemlerin Rabbinin Resulü, hayrın öncüsü, birrin fatihi, rahmet
peygamberi ve ümmetin efendisi Muhammed'e salat buyur. Aîlahrm, onu kendine
yakın kılacağın Makam-ı Mahmud'a gönder. Onu öncekilerin ve sonrakilerin gıpta
edecekleri kadar yakın bir makamına al. Ailahım, ona fazl ve fazilet, şeref ve
Vesile, yüksek derece ve en ulvi mertebeyi nasip et.Ailahım, Muhammed'e niyaz
ettiğini ver, onu ümidine ulaştır ve onu ilk şefaat eden ve ettirilen kıl.
Ailahım, onun delilini yücelt, tartısını ağırlaştır, hüccetini aydınlat ve
derecesini en yakın kılınanların da üstünde yükselt. Ailahım, bizi de onun
zümresinde dirilt, bizi de onun şefaatma mazhar olanlardan kıl, bizi onun
sünneti üzere yaşat ve onun milleti üzere öldür, bizi onun havzma dahil et ve
kasesiyle içir. Bizi, pişman olan, yardımsız bırakılan, şikayetçi olan, hükmü
değiştiren, fitneye sebep olan veya fitneye maruz bırakılanlardan eyleme.
Amin! Ey alemlerin Rabbü".
Kul, Cuma
günü ve gecesi bol bol istiğfarda bulunmalıdır. Mağfiret isteğinin
kullanıldığı her lafizla istiğfar etmiş sayılmasına rağmen şu lafzı söyleyerek
istiğfarda bulunursa daha makbul olur:
"Allahm,
bana mağfiret et, tevbemi kabul buyur. Muhakkak ki Sen, tevbeleri çokça kabul
eden ve çok merhametli olansın!" Eğer;
"Rabbim,
mağfiret et, merhamet buyur ve bildiklerini hoşgör. Muhakkak ki Sen, merhamet
edenlerin en hayırlısısm!" diye dua ederse, bu da güzel görülür.
Kul, Cuma
günü bir hatim indirmelidir. Eğer bu ona ağır gelirse, o zaman hatmine Cuma
gecesinden başlaması hayırlı olur. O gün Kur'an'ı hatmetmek isteyen kimse için,
bunu sabah namazının iki rekatıyla akşam namazının iki rekatında yapması çok
faziletli olur. Çünkü böyle yapmakla bütün Cuma'yı kuşatmış olur. Kul hatmini,
Cuma ezanı ile kameti arasında tamamlarsa,'bunda çok büyük fazilet vardır.
Kulun Cuma
namazından önce on iki rekat, namazdan sonra da altı rekat namaz kılması müstehap
görülmüştür. Cuma namazı için camiye girdiğinde dört rekat namaz kılmalı ve bu
namaz esnasında, her rekatta elli defa olmak üzere toplam iki yüz defa İhlas
suresini okumalıdır. Bununla ilgili Allah Resulü'nden de (sav) hadis rivayet
edilmiştir.
Bu ameli ifa
eden kimse cennette oturacağı yeri görmeden veya orası kendine gösterilmeden
önce vefat etmez. Camiye girildiği zaman da oturmadan önce iki rekat namaz
kılınmalıdır. Eğer camiye girdiğinde imam hutbe okuyarsa, kısaltarak da olsa bu
iki rekatı kılar. Çünkü bunu yapmakla Allah Resulü'nün (sav) emrine uymuş
olmaktadır.[64][64]
Garib bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) bunu yapan kimseye sükut ettiği
bildirilmiştir. Kufeliler ise, eğer imam ses çıkarmazsa kişinin bu iki rekatı
kılabileceğini söylemişlerdir. Allah Resulü'nün (sav) buna sükut etmesi, kendi
sözünün vucubiyetin-den dolayı ona mahsus bir husus da olabilir.
İbni Cüreyc,
Ata vasıtasıyla İbni Abbas (ra) ve Ebu Hüreyre'den (ra) şunu nakletmiş tir:
Allah Resulü (sav) buyurduki: "Kim Cuma gecesi veya günü Kehf suresini
okursa, kendisine okuduğu yerden Mekke'ye yönelen bir nur verilir, bir sonraki
Cuma'ya ve üç gün fazlasına kadar günahları bağışlanır, sabaha erinceye kadar
yetmiş bin melek ona salat eder, hastalık ve beladan afiyet bulur, zatüîcenb, alaca
ve cüzzamdan uzak kılınıp deccalm fitnesinden korunur".[65][65]
Cuma günü şu
dört sure ile dört rekat namaz kılmak da müste-haptır: En'am, Kehf, Taha ve
Yasin. Eğer bunları güzelce okuyama-maktan endişe ederse, o takdirde Yasin,
Secde, Lok?nan, Duhan ve Mülk surelerini okur. Cuma geceleri bu dört sureyi
okumayı asla bırakmamalıdır. Bununla ilgili hadisler mevcut olup bunu yapmak
büyük ecirleri mucibdir. Eğer Kur'an'm tamamını okuyamamaktan endişe ederse, o
zaman güzelce okuyabildiklerini okur. Bu da kendisi için hatim sevabına
sayılır. Denildi ki bildiği şekilde bir hatim sayılır.
Abidler Cuma
gecesi bin defa Ihlas okumayı müstehap görüyorlardı. Eğer bunları on veya
yirmi rekatlık bir namazda okurlarsa, hatimden daha faziletli olur. Onlar Allah
Resulü'ne de (sav) en az bin kez salat-ü selam ediyorlardı. Ayrıca dört kelime
ile yani 'Süb-hanallah, Elhamdülillah, Allahü ekber ve la ilahe illallah'
kelimeleri ile biner defa teşbih ve tehlil çekiyorlardı. Bunlar, yani biner
defa Ihlas suresini okumak, Allah Resulü'ne (sav) salat-ü selam getirmek ve
teşbih ile tehlilde bulunmak, Cuma günü yapılabilecek en güzel üç virddir.
Bunları ayrı ayrı yapmak veya birleştirmek nasip edilen kimse asla
terketmemelidir. Çünkü bunlar, Cuma günü yapılabilecek amellerin en güzelleridir.
Kul, eğer
Cuma günü zevalden önce dört rekatta çekilen üçyüz tesbihatlık bir namaz olan
Teşbih namazını kılarsa, amelini çoğaltmış ve ecrini güzelleştirmiş olur.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki O, "Her Cuma, bir defa Teşbih
namazı kıl" buyurmuştur. Ebu'l-Cevza, İbni Abbas'dan (ra) şunu
nakletmiştir: İbni Abbas (ra), her gün zevalden sonra bu namazı kaçırmazdı.
Onun fazilet ve önemini kendisine de haber vermişti.
Eğer kul
altı teşbih suresini Cuma günü veya gecesi okursa güzel olur. Allah Resulü'nün
(sav) bizzat bu sureleri, sadece Cuma günü ve gecesi özellikle okuduğu rivayet
edilmektedir. Konuyla ilgili rivayet edilmiş bir hadis şöyledir: "Allah
Resulü (sav), Cuma gecesi akşam namazında Kafinin ve İhlas surelerini, yatsı
namazında Cuma ve Münaflkun surelerini -bir rivayete göre bu iki sureyi sadece
Cuma yatsılarında- okurdu. Cuma günü sabah namazında Lokman ve İnsan surelerini
okurdu".
Şu var ki
kulun bu mübarek gün ve gecede ilm-i yakin, marifet ve zikir meclislerinde
dinleyici ve öğrenici olması namaz kılmasından daha faziletlidir. Namaz
kılması ise, hikaye anlatan kassasla-rın meclislerine katılmasından daha
hayırlıdır. Ebu Zer'den (ra) rivayet edildi ki: "Bir ilim meclisinde
hazır olmak bin rekat namazdan daha faziletlidir".[66][66]
Başka bir
hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Sizden birinin ilimden bir bab
öğrenmesi veya öğretmesi, bin rekat namaz kılmasından daha hayırlıdır".[67][67]Başka
bir lafızda ise Allah Resulü'ne (sav) şöyle denilmektedir: 'Ey Allah Resulü,
Kur'an okumaktan da mı?' O da şöyle buyurmuştur: "İlimsiz Kur'an fayda
eder mi?[68][68]
Bir ilim
meclisi veya Allah'ın dinini fıkhetmeye matuf bir meclis bulunmadığı zaman,
boş kıssalara kulak verilecek kıssacı meclislerine katılmaktansa namaz kılmak
daha temiz ve andır. Kıssa-cılık, Selef-i Salih tarafından bidat olarak
görülmekteydi. Onlar, kıssacılan camiden çıkarırlardı.
İbni
Ömer'den (ra) rivayet edilmiştir ki: Bir gün mescidde oturduğum yere vardım.
Baktım ki bir kassas hikaye anlatıyor. Ona 'Meclisimden kalk' dedim. Bana
'Kalkmıyorum' -Bir başka rivayette 'Senden önce geldim'- dedi. Ben de zabıtaya
haber yolladım. Geldi ve kıssacıyı yerinden kaldırdı. Eğer kıssa anlatmak,
sünnete uygun bir hareket olsaydı, İbni Ömer'in (ra) onu kovdurması -özellikle
de kendinden önce geldiği için- asla helal olmazdı. Çünkü Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmuştur:
"Kimse
bir kardeşini yerinden kaldırıp da sonra oraya kendi oturmasın. Böyle yapmayıp
açılın, yer verin". Denilir ki, adam kalktıktan sonra İbni Ömer (ra)
tekrar gelinceye kadar o yere otur-madı. Bir başka rivayette ise 'Sonra oraya
oturdu' ibaresi yeral-maktadır.
Kıssacılarla
ilgili olarak bize ulaşan bir diğer rivayet de şudur: Aişe'nin (ra) odasının
avlusunda bir kıssacı durmuş kıssa anlatıyordu. Aişe (ra), İbni Ömer'e (ra)
haber gönderdi ve şöyle dedi: Bu adam, kıssalarıyla beni rahatsız ediyor,
teşbih çekmemi engelliyor, ibni Ömer (ra) geldi ve adamı asası ile dövdü, hatta
sırtında asasını kırdı. Sonra da kovdu.
Kul,
namazını kesmese bile namaz kılan birinin önünden geçmekten sakınmalıdır. Bu
hususta Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kırk yıl
yerinde durmak, namaz kılan birinin önünden geçmekten daha hayırlıdır"[69][69]Bu
hususla ilgili çok ağır tehditler variddir. "Kişinin, rüzgarların
süpürdüğü kum olması, namaz kılan birinin önünden geçmesinden daha
hayırlıdır". Bu noktada, namaz kılan ile önünden geçenin veballeri müsavi
görülmüştür.
Zeyd b.
Halid el-Cüheni'nin (ra) hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer namaz kılanın önünden geçen kimseyle namaz kılan kimse bundaki
vebali bilselerdi, kırk yıl yerinde durması onun için daha hayırlı olurdu.
Namaz kılan da bir sütuna veya duvara doğru yaklaşsın. Böyle yaptığı zaman hiç
kimse onun önünden geçmeye yeltenmez. Gücü yeterse geçeni itsin".[70][70]
Abdurrahman b. Ebi Said el-Hudri'nin, babasından naklettiği hadis ise şöyledir:
"Eğer reddederse onunla savaşsın. Çünkü o, şeytandır".[71][71]
Ebu Said el-Hudri (ra) namazda önünden geçeni neredeyse öldürecek gibi
itmiştir. Muhtemelen adam ona takılmıştı. Bunun üzerine Mervan'a giderek Ebu
Said'e karşı ondan yardım istedi. O da Mervan'a, Allah Resulü'nün (sav)
kendisine böyle yapmasını emrettiğini söyledi.
Namaza duran
kimse, eğer önüne duracak bir sütun bulamazsa, o zaman önüne bir kol
yüksekliğinde bir şey koysun. Denildi ki, namaz kılanla, geçenler arasına bir
ip çekilse de olur. Bir de şu söz rivayet edilmiştir: Dört şey ağırdır: Kişinin
ayakta idrar dökmesi; Birinci safı boş bırakarak ikinci safda namaz kılması;
Namazda yüzünü sıvazlaması; Önünden geçenlerin olabileceği bir yerde namaz
kılması;
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: "Cuma günü caminin kapıları önünde oturanların
boyunlarına basarak içeri girin. Onlar için yasak yoktur.
Cuma günü
namaza giden kul, mümkün olduğunca imama yakın olmalı, onu dinleyip kulak
vermeli ve yüzünü ona doğru çevirmelidir. Sünnetin icabı budur. Eğer çirkin
bir şey duymak veya görmekten, mesela siyah nakışları olan bir elbise, ipek,
dibace, ağır silah kuşanmış birini görmekten endişe ederse, eğer bunları
giderme gücü de yoksa imama uzak durması daha sağlıklı olur. Uzakta bile olsa
imam hutbe verirken, boş bir işle meşgul olmamalı, konuşmamalı, konuşan
kimselerin halkasına katılmamalı, konuşan birine de 'Sus' dememeli aksine
susmasını ima etmeli, husyeleriyle oyna-mamalıdır.
İmam hutbe
verirken boş bir şeyle iştigal ederse, kıldığı Cuma batıl olur. İmamın hutbesi
esnasında ilim hakkında da konuşmamalıdır. İmama yakın olmayan ve açık seçik
dinleyemeyen kimse, en azından bütün dikkatiyle dinlemeye çalışmalıdır. Uzak kalması
durumunda böyle davranması müstehap görülmüştür.
Osman (ra)
ve Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "İmamı duyan ve bütün
dikkatiyle dinleyene iki ecir vardır. Duymayıp bütün dikkatini onu dinlemeye
verene bir ecir vardır. Duyan ama başka bir şeyle meşgul olana iki günah
vardır. Duymayıp boş bir şeyle meşgul olana ise bir günah vardır"[72][72]
Ebu Zer (ra)
hadisi de bu minvaldedir: O, Allah Resulü (sav) hutbe okurken Übeyy'e (ra) soru
sormuştu. Übeyy (ra) ona susmasını ima etti. Allah Resulü (sav) hutbeden
inince Übeyy (ra) ona döndü ve şöyle dedi: Git, senin Cuma'n geçersizdir. Ebu
Zer de onu Allah Resulü'ne (sav) şikayet etti. Allah Resulü de, Übeyy'in doğru
söylediğini bildirdi.[73][73]
Başka hadislerde gelen hüküm de budur. Buna göre imam hutbe okurken,
arkadaşına 'sus' veya 'kes' diyen biri, boş bir iş yapmış olur. İmam hutbede
iken boş bir şey yapanın da Cuma'sı batıl olur. Müezzinler ezan için
kalktıklarında böyle birinin imanım huzurundan ayrılması gerekir.
Ebu İshak,
el-Hars vasıtasıyla Ali'den (kv) şu sözü rivayet etmiştir: "Şu dört
vakitte namaz kılmak mekruhtur: Fecr'den sonra; İkindiden sonra; Günün
ortasında ve İmam hutbe okurken". Başka bir rivayette ise şu ifade yer
almaktadır: İmamın minbere çıkışı namazı, hutbede konuşmaya başlaması ise
konuşmayı keser.
Müezzinler
hutbeden önceki ezan için kalktıkları sırada halkın secdeye kapanması sünnet
değildir. Eğer bu secde, o anda kıldığı bir namazın veya secde ayetinin secdesi
ise onlar ezanı bitirinceye kadar namazını uzatmasında bir mahzur yoktur. Çünkü
bu, çok faziletli bir vakittir. Bunun mubah olması dışında bu hususla ilgili
her hangi bir rivayet görmedim.
Alimlerin
arasında bazıları, devlet başkanına ayrılan bölümde namaz kılmayı mekruh
saymışlardır. Onlara göre bu mekan, devlet başkanına ve çevresine mahsus bir
mekandır. Vera' ve takva ehline göre bu, mescidlerde çıkartılan bidatlardan
biridir. Çünkü bunlar halkın geneli için serbest olan kısımlar değildir. Bu
meyan-da bize ulaşan bir rivayete göre Hasan el-Basri ve el-Müzeni (ra) bu tür
mekanlarda namaz kılmazlardı.
Rivayet
edildi ki: "Enes b. Malik'i (ra) devlet erkanına ayrılan yerde namaz
kılarken gördüm. Imran b. Husayn da böyle yapanlardandı". Kimi alimler
bunu mekruh görmemektedir. İnsanlara serbest bırakılması halinde, devlet
başkanına yakın olmak ve zikri daha iyi duyabilmek bakımından sünnete daha
yakın olacağı için ben de bunda bir fazilet görürüm. Eğer buralarda namaz
kılmak halka da serbest kılınırsa, o zaman mekruhluk ortadan kalkar. Ama sultanın
dostlarına mahsus kılındığı zaman, mekruhluk devam eder. Bazı alimler de
minberin boşluğunda namaz kılmayı mekruh saymışlardır. Tabii bu, minberin
safları keser hale getirilmesinden Öncedir. Onlara göre safların, minberin
boşluğunu da geçecek şekilde ileri gitmesi bidatti. Sevri (ra) şöyle derdi:
İlk saf, minberin önünün dışında kalan safdır. İmama yaklaşması halinde
fitneye veya bir afete kapılmaktan; mesela inkar etmesi gereken bir şey duymaktan,
ipek, dibace giymek veya ağır silah kuşanarak namaz kılmak gibi emir ve nehyi
gerektirecek bir şey yapmasından endişe eden kimsenin ön saflardan uzak durması
kalbi için daha selim, kafası için daha toparlayıcıdır. Böylece, önde
gelenlerle mülaki olmaktan ve onlara bakmaktan uzak durmuş olur. Bu da, hem
kalp selameti, hem de kafa rahatlığı için daha iyi ve daha hayırlıdır.
Alimler ve
abidlerden bir cemaat, fîtne ve afetlerden selamette kalmak için, arka saflarda
namaz kılmayı tercih ediyorlardı. Bişr b. el-Hars'a 'Cuma namazında, erkenden
geldiğini, ama arka saflarda namaz kıldığını görüyoruz, neden?' diye
sormuşlardı. O da şu cevabı vermiştir: 'Bizler, bedensel yakınlığı değil
kalplerin yakınlığını isteriz'.
Bir
keresinde Süfyan-ı Sevri (ra) Şuayb b. Harb'm minberin önünde Halife Ebu
Cafer'in hutbesini dinlediğini gördü. Namazdan sonra yanma gittiğinde ona şöyle
dedi: 'Senin bu adama bu kadar yakın olman kafamı meşgul etti. Kabul
etmeyeceğin ama kalkıp da düzeltmesini isteyemeyeceğin bir söz söylememesinden
nasıl emin olabildin?' daha sonra Abbasiler'in çıkardıkları siyah giyinme
bida-tmdan bahsetti. Şuayb da şöyle dedi: 'Ey Eba Abdullah, bize gelen
hadislerde imama yakın olun ve iyice dinleyin, denmiyor mu?' O zaman Sevri
şöyle dedi: 'Vay haline! O dediğin, hidayet rehberi raşid halifeler için
geçerlidir. Halbuki bunlara ne kadar uzak olursan, Allah Teala'ya o kadar
yakın olursun!".
Ebu'd-Derda'dan
da (ra) son safta namaz kılmanın faziletine dair bir hadis rivayet edilmiştir.
Said b. Amir şöyle derdi: Ebu'd-Derda ile namaz kıldığımda saflarda geri
kalmaya gayret eder, nihayet en son safda namazını kılardı. Bir gün beraber
namaz kıldığımızda, kendisine 'Safların en hayırlısı, ilkidir5 denilmiyor mu?
diye sordum. Bana, 'Evet, ama bu ümmet, bütün ümmetler arasında merhamet gören
ve kendisine bakılan bir ümmettir. Allah Teala, bu ümmetten namaz kılan bir
kula baktığı zaman, insanların en arkasında yer alanına mağfiret eder. Benim
de arkaya kalmam, Allah Teala'nın bana da mağfiret edeceğine dair duyduğum
umuttandır dedi. Bazı raviler, bu hadisi merfu kılarak Ebu'd-Derda'nm (ra) bunu
Allah Resulü'nden (sav) dinlediğini söylemişlerdir.
Cuma günü
sadaka vermek, özellikle çok faziletli ve müstehap bir ameldir. İmam hutbede
iken dilenene ve imam konuşurken konuşana verilenler dışında o gün verilen her
sadakanın karşılığı misliyle arttırılır. Bunlar ise mekruh sayılır.
Salih b.
Ahmed şöyle demiştir: Bir Cuma günü, imam hutbede konuşurken bir fakir sadaka
istedi. Adam babamın yanındaydı, fakat babama vermek istediği şeyi dilenene
nasıl vereceğini anlatamadı. Babam da o parayı ondan almadı.
İbni Mesud
(ra) şöyle demiştir: Bir kişi, camide dilendiği zaman, hiç bir şey verilmemeyi
hakeder. Kur'an okunurken dilenene de bir şey vermeyin. Alimlerden bir cemaat
da insanların boyunlarına basarak cami içinde dilenenlere sadaka vermeyi
mekruh saymışlardı. Ancak ayakta durarak veya bir kenarda oturarak kimseye
eziyet etmeden isteyene vermek mekruh görülmemiştir.
Ka'bu'l-Ahbar'dan
şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Cuma'ya şahit olan ve namazdan sonra ayrılan
kimse, iki farklı şey tasadduk etsin. Sonra dönsün ve iki rekat namaz kılsın,
bu iki rekatta da rüku, huşu ve secdesinin ihlaslı olmasına dikkat etsin.
Sonra da şöyle dua etsin:
"Allahım,
Sen'den Senin Rahman ve Rahim olan Allah isminle, Hayy ve Kayyum, uyku ve
dalgınlıktan uzak olan Allah'tan başka ilah yoktur isminle niyaz ediyorum"
diye niyazda bulunsun. Böyle niyaz edip de karşılanmayan isteği olmaz.
Selef-i
Salih alimlerinden birinden daha değişik bir uygulama rivayet edilmiştir: Kim
Cuma günü bir yoksulu doyurur, ardından erken vakitte camiye gider ve hiç
kimseye eziyet etmez de imam selam verdikten sonra "Allahım, Sen'den
Bismillahirrahmanirra-himil hayyil kayyum isminle bana mağfiret etmeni,
merhamet buyurmanı ve beni ateşten uzak tutmanı niyaz ediyorum"diye dua
eder, sonra doğru gördüğü şekilde dua ederse, kendisine icabet olunur.
Cuma
namazını kılarken imamın okumasını duyarsa sadece Fatiha suresini okuyup başka
bir şey okumaz. Eğer imamın sesini duyamazsa, o takdirde Fatiha ile beraber
başka bir sure de okuyabilir. İmamı duymasına rağmen onunla beraber Cuma
suresini veya başka bir sureyi okuyan kimse, ümmete muhalefet etmiş ve Allah
Resulü'ne (sav) isyan etmiş olur. Bu davranışı, hiç bir İslâm mezhebinde uygun
görülmez.
Cuma
namazının selamı verildikten sonra kimseyle konuşmadan dizleri kırıp oturarak
yedi kere Fatiha, yedi kere İhlas ve yedişer kere de Felah ve Nas surelerini
okunabilir. Bunun faziletiyle ilgili Seleften rivayetler mevcuttur. Bunu yapan
kimse, diğer Cuma'ya kadar günahlardan korunur ve bu, onun için şeytana karşı
bir zırh olur.
Cuma
namazından sonra şu duayı okumak da müstehap görülmüştür: "Allahümme ya
Ganî ya Hamîd, ya Mübdi', ya Mu'îd, ya Rahîm, ya Vedûd, harama karşı beni
helalinle müstağni kıl, fazlınla Sen'den başkasından da müstağni kıl!"
Denilir ki bu dua ile Allah Teala onu yarattıklarından müstağni kılar ve
ummadığı yerlerden rızkını verir.
Rivayete
göre İbni Ömer (ra) dedi ki: "Allah Resulü (sav) Cuma namazından sonra iki
rekat namaz kılardı"[74][74]
Ebu Hüreyre de (ra) rivayet etti ki: "Allah Resulü (sav) Cuma'dan sonra
dört rekat kılardı".[75][75]
Ali (kv) ve Abdullah (ra) rivayet ettiler ki, "Allah Resulü (sav) Cuma'dan
sonra altı rekat kılardı". Eğer kişi altı rekat kılarsa, gelen bütün
rivayetlerin gereğini yapmış olur.
İçmek ve
sebil etmek niyetiyle mescidde su satın almak, onun mescidde satılan bir mal
olmasını önlemek için mekruh sayılmıştır. Çünkü mescidde alışveriş yapmak
aslen mekruh bir davranıştır. Eğer mescid dışından almış veya parasını
dışarıda ödemişse o zaman içmek ve diğer insanlara ikram etmekte (=sebil) bir
beis yoktur.
Sahabe'den
(ra) bir cemaatın rivayetine göre caminin avlusunda namaz kılmak mekruhtur.
Hatta bize ulaşan rivayetlerde, avluda namaz kılanların tartaklandığı ve
oradan kaldırıldıkları da bildirilmekte ve buna sebep olarak da avluda namaz
kılmanın caiz olmadığı hükmü belirtilmektedir.
Bize göre bu
hüküm iki noktadan ele alınmalıdır: Büyük caminin dış avlu duvarları yüksek
olur ve içeriden taşan saflar, sanki içerdeki saflarla bitişik gibi bir halde
bulunurlar ise bu mekruh değildir. Çünkü burası, caminin içi hükmündedir. Ama
avlular cami duvarlarının dışında ve tamamen ayrı durumda iseler, bunlarda
namaz kılmak mekruhtur. Aynı şekilde saflara bitişik olmayan ve camiden ayrı
olan kısımlarda da gerek araya yol girmesinden gerekse uzaklığından dolayı
namaz kılmak mekruh görülmüştür. Bu tür mekanlarda cemaat namazına iştirak
etmek caiz değildir. Bunlarda namaz kılmaktan s akındır anlar, oralarda namazı
mekruh sayanlardır.
Kul, Cuma
namazını kıldıktan Allah Teala'nm fazl ve lütfunu aramak için yeryüzüne
yayılır. Ayette geçen 'Fazl=lütuf kelimesi, ilim taleb etmek ve ilim meclisinde
dinleyici olmak anlamındadır.
Denir ki,
Cuma gününün ecrinin ziyadesi ilim sahibi ve öğrenci için budur. Allah Teala
buyurdu ki: "O sana bilmediklerim öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütfü
gerçekten pek büyüktü". (Nisa/113) Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun Biz Davud'a katımızdan bir lütuf verdik". (Sebe'/lO) Bu
lütuf ilimdir. Çünkü benzer bir ayette bu açıklanmaktadır: "Andolsun Biz
Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik ve onlar 'Bize lütufta bulunan Allah'a
hamdolsun, dediler". (Neml/15)
Enes b.
Malik'den de (ra) "Namaz bittiğinde yeryüzünde yayılın ve Allah'ın lütfunu
arayın" (Cuma/10) ayetinin tefsiriyle ilgili şu hadis rivayet edilmiştir:
"Dikkat edin, bu; dünyalık aramak değil, aksine hasta ziyaret etmek, bir
cenazede hazır bulunmak, bir din kardeşine misafir olmaktır". Muhakkak ki
ilim müzakere etmek, insanlara ilim öğretmek, Allah Teala'yı hatırlatmak ve
O'na davet etmek, diğer günlerden ziyade Cuma günü daha faziletlidir. Çünkü o,
ziyadeli bir gündür. O gün kalplerde bir yönelme ve belirleme olur.
O gün
Allah'ın zikrine koşmak, onu dinlemek, kıssacıların değil de zikr-i ilahinin
olduğu meclislere katılmak çok daha faziletBkJift Dinleyen kişi, ecir
bakımından konuşan kişinin ortağıdır. Denildi ki: Bu, rahmete daha
yakınlaştırıcıdır. Alimler, özellikle de Cuma günü kıssacıların meclislerine
oturmayı mekruh saymışlardır. Çünkü kıssacılar, sabahın erken saatlerinde, ilk
ve ikinci saatte camide bulunup hikayaler anlatmaya başlıyorlardı. Oysa bu
vakitler, Kitab'da da belirtildiği gibi o günün en faziletli vakitlerindendir.
Kişi, Cuma
günü sabah erken vakitte veya namazdan sonra Allah'ı bilen, O'nu zikrettiren
ve O'nun yolunu gösteren, dünyada zühd ve takva sahibi olan ahiret alimlerinden
birine rastlarsa onun meclisine oturup kendisinden ilim dinlemelidir. Eğer dini
ilimlerde konuşan bir müfti gelirse ve kulun da bu bilgilere ihtiyacı varsa,
onun meclisine oturması daha hayırlı olur.
Cuma günü
camilerde kurulan ilim meclisleri, Cuma'nın zinet-lerinden ve onun lütfunu
tamamlayıcılardandır. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Alimlerin meclisleri
dışında dünya karanlıktır. Eğer kul, bu şekilde katılacak bir meclis bulamazsa,
o zaman günün beşinci virdi olan öğle ile ikindi arasındaki virdini ihya eder.
Cuma günü
ikindi namazını da camide kılmak müstehaptır. Ancak bir özür olması halinde
camide kılmayabilir. Eğer güneşin çöküşüne kadar camide oturulursa, sevap
bakımından çok daha hayırlıdır. Çünkü Cuma'nın beklenen saatinin bu vakitler
olması muhtemeldir. Camide kalması, fitne, yapmacıklık ve gereksiz konuşmalardan
emin olması halinde daha iyi olur.
Denir ki,
ikindi namazını camide kılana bir hac sevabı yazılır. Akşam namazını camide
kılana ise, bir umre sevabı verilir. Şayet bir afete mübtela olmaktan endişe
eder veya yapmacıklık ya da gereksiz konuşmalara dalmaktan emin olamazsa
Allah'ı zikretmek, ayetleri ve güzel nimetleri üzerinde düşünmek üzere evine
gitmesi daha hayırlı olur. Evinde veya semtinin mescidinde iken de güneşin
batma vaktini, teşbih, zikir, istiğfar ve dua ile geçirmeye itina gösterir.
Böyle yapması, kendisi için daha hayırlıdır.
Seleften bir
alim şöyle demiştir: Cuma günü nasibi en bol olan kimse, güneşin batış vaktine
itina gösteren ve onu bir gün önceden bekleyen kimsedir. O gün nasibi en az
olan kimse ise, Cuma sabahı kalktığında 'Bugün günlerden nedir?' diye
sorandır. Seleften bazıları, Cuma namazına erkenden katılabilmek için geceyi
camide geçirirlerdi. Hatta bazıları, Cumartesi gecesini de camide geçirir,
Cuma'mn ziyadesinden de istifade etmeye çalışırlardı.
Selef-i
Salih'in büyük çoğunluğu sabah namazını camide kılar ve erken gelmiş olmak,
Cuma'mn ilk saatine tevafuk etmek ve Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek için camide
oturarak namaz vaktini beklerlerdi. Müslümanların çoğunluğu ise, sabah namazını
semt mescidlerinde kılarlar, oradan camiye giderlerdi.
Denildi ki,
İslâm'da çıkarılan ilk bidat, camilere erken gitme adetinin terke dilmesidir.
Asr-ı Saadet devrinde seher vakti baktığınızda sabah namazından sonra
sokakların insanlarla dolu olduğunu ve kalabalıkların camiye doğru yürüdüğünü
görürdünüz. Bugün sadece bayramlarda gördüğünüz bu manzara, o devirde her Cuma
günü yaşanırdı. Zaman içinde bu güzel adet, körelmeye, azalmaya, bilinmemeye ve
terkedümeye başlandı.
Müslümanlar,
Pazar günü kiliselerine kendilerinin camiye gidişlerinden daha erken giden
hıristiyan zımmîleri görüp de utanmıyorlar mı? Veya cami avlusunda yiyecek
satmak için erkenden camiye giden kimelere bakıp da hiç düşünmüyorlar mı ki bu
insanları oraya çeken şey, dünyalık kazançlardır. Ahiret kazancı peşinde
koşmaları gereken müslümanlann onlardan daha erken gitmeleri gerekmez mi?
İmanlı müslümanlann, yiyecek satıcılanyla yanş-malan ve Rablerinin nzasına
yakın olmak için onlardan Öne geçmeleri gerekmez mi?
Mümin kul,
Cuma günü diğer günlerden daha fazla virde ve amele sahip olmalıdır. Bu mübarek
günü Rabbine tahsis etmeli, eğer Cumartesi gününü yapamıyorsa bugünü ahiretinin
günü kılmalıdır. Cuma günü, ardarda gelen virdleri ve bilinenden fazla yapılan
zikirleriyle çok hususi bir gündür. Kul, dünyevi ticaret ve ticari gayeler
uğruna hazırlık yaptığı Cumartesi günü için yaptıklarını kesinlikle Cuma için
yapmamalıdır.
Cuma gününe
dünyevi maksatlarla Perşembe gününden hazırlanmak, mekruh görülmüştür. Bu
meyanda, Cuma günü için yiyecek hazırlamak, çeşitli lüks hazırlıklar yapmak,
yiyecek ve içecekler hazırlamak mekruhtur.
Ehl-i Beyt
(ra) senediyle, -üzerinde durulması gereken- şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetim üzerine Öyle bir zaman
gelecektir ki, tıpkı yahudilerin Cumartesi gününe Cuma akşamından hazırlanmaya
başlamalan gibi, Cuma günü yapacakları dünyevi işleri için Perşembe akşamından
hazırlanmaya başlayacaklardır. Müminler, o gün ancak ahiretleri için hazırlık
yapar, güzel virdlere devam edip günlük virdlerini arttınrlar".
Ebu
Muhanımed Sehl (ra) şöyle derdi: Şu günlerde dünyevi rahatlık alan kimse,
uhrevi rahatlık alamaz; ... ve Cuma günü. Yine o şöyle derdi: Cuma günü
ahiretten olup dünyadan değildir. Bir alim de şöyle demiştir: Eğer Cuma günü
olmasaydı, şu dünyada kalmak istemezdim.
Ümmetin
havassı nezdinde bu gün, ilimlerin ve nurlann, hizmet ve zikirlerin günüdür.
Çünkü Cuma günü Allah Teala katında ağırlığı bakımından faziletli bir gündür.
İbni Abbas (ra) senediyle Mücahid'den (ra) şöyle bir garib hadis rivayet
edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Cuma günü meşguliyetlerinizi
bırakın. Çünkü o, namaz ve teheccüd günüdür". Cafer-i Sadık'tan da (ra) şu
söz rivayet edilmiştir: Cuma günü, Allah Teala'mn günüdür. O
gün yolculuk
yapılmaz.
"Allah'ın
fazlını arayın" (Cuma/10) buyruğunun tecellisinin, o mübarek günde bol bol
namaz kılmak, belli sureleri okumak, Allah Resulü'ne (sav) salatü selam
göndermek ve zikrin her nevini yapmak olduğunu daha önce belirtmiştik.
Cuma
gecesini zikirle geçirmek müstehaptır. Çünkü o, haftanın geceleri arasında en
faziletli olandır. İmkan bulan her mümin, bu geceyi ihya etmelidir. Allah
Teala, sadık müridine her mübarek zamanda bir imkan verir. O, bir kulunu
sevdiği zaman ona, faziletli vakitlerde amellerin en faziletlilerini eda
etmeyi kolaylaştınr. Gazap ettiği kulunu ise, azabım daha acıklı kılmak için
faziletli
vakitlerde
en kötü işleri yapmaya sevkeder. Çünkü o, mübarek vakitlerin bereketinden
mahrum kalarak ve o vakitlerin hürmetini ihlal ederek kendini Allah Teala'nın
daha ağır bir gazabına maruz bırakır.
Cuma gününe
mahsus olan zikirleri ve o gece yüceltilmesi gereken isimleri dört başlıkta
anlatabiliriz:
1. Kırk isim
vardır ki İdris (as) o gece bu isimlerle dua etmiştir. Hasan el-Basri (ra),
Musa'nın da (as) bu isimlerle dua ettiğini zikretmiştir. Bunlar, Allah
Resulü'nün (sav) dualarında da yeralmış isimlerdir.
2. Zahid
İbrahim b. Edhem (ra) bu isimlerle her Cuma günü sabah akşam onar kez dua
ederdi. Bu, onun Cuma günü için yaptığı hususi amellerdendi.
3. Ali'den
(kv) rivayet edildi ki Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala
her gün ve gece Zatını yüceltir".
4.
Ebu'l-Mu'temer olarak da bilinen Süleyman et-Temimi'nin (ra) tesbihatıdır ki
bununla ilgili şu haber nakledilmiştir: Bir şehid vefatından sonra rüyada
görülmüş ve kendisine 'Orada gördüğün amellerin
en faziletlisi hangisiydi?' diye
sorulduğunda 'Ebu'l-Mu'temer'in
tesbihatımn Allah katında yakın bir makamı olduğunu gördüm' demişti.
Bu tesbihatı
ve Allah Teala'nın kendi Zatı'nı nasıl yücelttiğini kitabımızın ilk kısmında
nakletmiştik ve sabahın ilk vaktinde ve güneşin batışından önceki vakitlerde
okunması gereken seçme dualarla birlikte zikretmiştik. Bu sebeble bunları
tekrarlamayı uygun görmüyoruz. Ama diğer iki başlıkta yeralan isimleri daha
önce anlatmadığımız için burada nakletmeyi münasip görüyoruz:
îdris
Peygamberin (as) duasını bize Hasan b. Yahya el-Şahid; Kasım b. Davud
el-Karatisi- Abdullah b. Muhammed el-Kareşî-Mu-hammed b. Sa'id el-Müezzin-
Sellam et-Tavil senediyle Hasan el-Basri'den (ra) rivayet etmiştir. O dedi ki:
"Allah Teala, İdris'i (as) kavmine peygamber olarak gönderdiği zaman ona bu
isimleri öğretmiş ve ona şöyle vahyetmişti: 'Bu isimleri sessiz olarak içinden
söyle ve onları halkına bildirme, yoksa Bana onlarla dua ederler". İdris
(as) Allah Teala'ya bu isimlerle dua etmiş, O da kendisini pek yüce bir makama
yükseltmiştir.
Allah Teala
daha sonra bu isimleri Musa'ya (as) öğretti. Ondan sonra da Muhammed'e (sav)
öğretti. Allah Resulü de (sav) Ahzab gazvesinde bu isimlerle dua etti".
Hasan (ra) dedi ki: "Haccac'm zulmünden saklanıyordum. Bu isimlerle dua
ettim ve Allah Teala beni onun kötülüğünden uzak tuttu. Bulunduğum yerlere altı
kez geldi, her defasında bu isimlerle dua ettim. Allah Teala da onun ve
adamlarının beni görmelerini engelledi. Siz de Allah Teala'ya bu isimlerle dua
edip bütün günahlarınız için mağfiret dileyin, dünya ve ahiretle ilgili
ihtiyaçlarınızı niyaz edin, Allah'ın izniyle onlara nail olursunuz. Onlar,
Allah Teala'nın isimleri ve sayıca tevbe günleri kadar olup kırk adettir:
"Seni
teşbih ederiz ki Sen'den başka ilah yoktur. Ey her şeyin Rabbi, varisi, rızık
vereni, merhamet edeni, ey ilahların ilahı, celali ile yüce. Bütün fiillerinde
övülen ya Allah, ey her şeyin Rahman ve Rahimi, daimi mülkünde ve bekasında hiç
bir canlı yokken varolan Hayy, ilminden hiç bir şeyin gizli olmadığı ve zarar
veremediği Kayyûm, her şeyin başlangıcında ve sonunda varolan Vâhid-i Baki,
mülkü zeval ve fena bulmayacak olan Dâim, benzeri hiç bir şey olmayan Samed,
dengi olmayan Bari', vasfı izin mekan olmayan, Sen ey Kebir ki, kalpler O'nun
azametinin sıfatına bir türlü eremez. Ey diğerlerinden hali olarak benzersiz
şekilde nefisleri yaratan Bari', her türlü afetten uzak olan Zâkî, lütfunun
bakışlarıyla bütün yarattıklarına nimeti geniş olan Kâfi, razı olmadığı ve
fiilinin karışmadığı her zulümden uzak olan Nakî, her şeyi rahmetin ilminle
kuşatan Sen'sin ey Hannân, ihsanı bütün varlıkları kuşatan ey Mennân, bütün
varlıkların azametine teslim olduğu ey Dey-yân, ey yerlerde ve göklerdekileri
yaratıp kendine döndüren Hâlık, sıkıntılı ve feryatkâr her kula acıyan Rahim,
ey lisanların mülkünün azamet ve yüceliğini tavsif edemediği Tâmm, ey
yarattıklarının hiçbirinde başkasından yardım istemeyip harikalar yaratan
Mubdi'-i Bedâ'i, yarattıklarından hiçbirinin kendinden habersiz kalamadığı
Allâm-ı Guyûb, ey yarattıklarından hiçbirinin denk olamadığı iyilik sahibi olan
Halim, ey sessizce çağırması halinde bütün yokettiklerini tekrar diriltecek
olan Mu'îd, ey bütün yarattıklarını lütfuyla kuşatarak fiilleri Övülen Hamid,
ey hiçbir şeyin denk olamayacağı şekilde emrine galib gelen Aziz-i Menf, ey kendisinden
intikam alınamayan yakalaması şiddetli olan Kahir, ey herşeyden daha yüksek
olan Karib-i Müte'âl, ey yüce gücüyle bütün azgın inatçıları ezen Kahir, ey
karanlıkları nuruyla yararak onlara yol gösteren herşeyin Nui^u, ey herşeyin
üstünde yüksek ve yüce olan 'Ali, ey her türlü kötülükten beri ve hiçbirşeyin
kendisine denk olmadığı Kuddüs, ey mahlukatı yaratan ve öldürdükten sonra
tekrar diriltecek olan Mübdi', ey herşeyden büyük, emri adil vaadi sadık olan
Celil, ey zihinlerin mecd ve senasının künhüne eremedikleri Mahmûd, ey her şeyi
adaletiyle kaplayan affedici Kerim, ey izzet, kibriya, mecd ve iftihara değer
övgüye sahip olan ve izzeti zelil edilemeyen Azim, ey dillerin nimet ve
senasını nutkede-mediği Acîb, ey bütün sıkıntılarımda yardımıma koşan, ey her
duamda bana icabet eden, ey Rabbim!
Allahım!
Sen'den peygamberin Muhammed'e salat ve selam etmeni, dünya ve ahiret
cezalarından azatlığı, bana kötülük etmek isteyen zalimlerin gözlerini benden
çevirmeni, bana karşı gizledikleri kötülüğü kalplerinden savmanı niyaz
ediyorum. Buna Sen'den başkasının gücü yetmez. Allahım, bu dua benden, kabul
etmek Sen'den, bu çaba benden Tevekkül edilmek Sen'den, Allah'tan başka
engelleyici ve güç yoktur. O, efendimiz Muhammed'e ve onun yakınlarına salat-ü
selam etsin".
ibrahim b.
Edhem'in (ra) duası ise şöyledir: Ahmed b. el-Mavsı-li el-Vekil b. el-Müvekkei
bize, Ca'fer b. Nasır el-Hawas el-Horasa-ni ve ibrahim b. Edhem'in hizmetçisi
İbrahim b. Beşşar senediyle rivayet etti ki: İbrahim b. Edhem Cuma günü sabaha
erdiğinde ve akşama çıktığında ziyade gününü, yeni sabahı ve her şeyi görüp
yazanı selamlayarak şu duayı ederdi: Bugünümüz bayramdır ve bize şöyle dua
etmemiz yazılmıştır:
"Hamid,
Mecid, Refî', Vedûd, mahlukatma dilediğini yapan Allah'ın adıyla. Allah'a iman
etmiş, karşılaşmasını tasdik etmiş, hüccetini itiraf etmiş, günahlarımdan
istiğfar etmiş, Allah'ın Rab-lığma boyun eğmiş, O'nun dışındakilerin ilahlığını
inkar etmiş, Allah'a muhtaç, Allah'a mütevekkil, Allah'a tevbe etmiş, Allah'a,
meleklerine, resullerine, Arşı'nm hamillerine, yaratılanlara ve onları yaratana
kendisinden başka ilah olmayacak ve ortak kılmayacak şekilde ve Muhammed'in de
O'nun kulu ve Peygamberi olduğuna, cennetin hak, cehennemin hak, havzm hak,
şefaatin hak, münker ve nekirin hak, Seninle karşılaşmanın hak, vaadinin hak ve
kıyametin de kesinlikle gelecek olduğuna şehadet etmiş olarak sabahladım.
Şehadet ederim ki Allah Teala kabirlerde olanları diriltecektir. Ben de Allah
Teala'nm izniyle bütün bunlara iman ederek yaşar, bunlara iman etmiş olarak
Ölür ve bu iman üzere hasredilirim.
Allahım! Sen
benim Rabbimsin, Sen'den başka hiç bir ilah yoktur. Beni de Sen yarattın ve
ben, Senin kulunum. Gücüm yettikçe, Sana olan ahdim ve vaadim üzereyim.
Allahım, bütün şer sahiplerinin şerrinden Sana sığınırım.
Allahım, ben
kendime zulmettim, günahlarımı bağışla. Muhakkak ki günahları Sen'den başkası
bağışlamaz. Allahım, bana ahlakın en güzelini göster, muhakkak ki onun en
güzelini Sen'den başkası gösteremez.
Allahım,
ahlakın kötüsünü de benden sav, muhakkak ki onun kötüsünü Sen'den başkası
savamaz. Senin emirlerine ramım, başım üstüne. Ben, Senin için varım. Hayrın
tamamı da Senin elindedir. Sana istiğfar eder, Sana tevbe ederim. '
Allahım,
gönderdiğin peygamberlere iman ettim.
Allahım!
indirdiğin bütün kitablara iman ettim.
Allahım,
efendimiz Muhammed'e, onun yakınlarına salat ve selam et. Bu salat sözü,
konuşmamın başı ve sonudur.
Allahım,
peygamber ve resullerinin hepbine salat ve selam et. Amin ya Rabbe'l-alemin.
Allahım,
bizi onun havzma getirt, onun kadehinden soğuk ve hoş bir içecek içirt de ondan
sonra bir daha sus akmayalım. Bizi onun zümresinde hasret, yardımsız ve pişman,
ahdi bozan, fitneye düşürülen, kuşkuya kapılan, sapıtan ve gazap edilenler
olmaktan koru.
Allahım, beni
dünyanın fitnelerinden muhafaza et ve sevdiğin ve razı olduğun amellerde
muvaffak kıl. Halimi İslah et. Beni dünya hayatında ve ahirette kavl-i sabit
ile sebatkâr kıl. Zulmetsem de beni saptırma. Seni teşbih ederim, Seni teşbih
ederim.
Ey 'Alî, ey
Azim, ey Rahim, ey Aziz, ey Cebbar!
Bütün
semavatm teşbih ettiği Allah her türlü noksandan münezzehtir. Dağların
sesleriyle, denizlerin dalgalarıyla, balıkların lisanlanyla, gökyüzündeki
yıldızların ışıklarıyla, ağaçların kökleriyle ve yapraklarıyla, yedi kat gök
ve yedi kat yerin ve bunlarda varolan bütün canlıların teşbih ettikleri Allah,
her türlü noksandan münezzehtir. Seni teşbih ederiz, Seni teşbih ederiz ey
Hayy, ey Halim. Seni teşbih ederiz ki Sen'den başka ilah yoktur ve tek-sindir
ortağın yoktur; can verir, can alırsın. Halbuki Sen daima dirisin asla
ölmezsin. Hayır tamamen elindedir ve Sen her şeye güç yetirensin".
Kul, Cuma
günü ve gecesi bu dört dua ile dua ettiği zaman, Allah Teala onun amelini
kemale erdirmiş ve üzerindeki fazlını tamamlamış olur. Eğer buraya kadar
zikrettiğimiz amel, zikir ve duaları iyi bir şekilde ifa eder, zikrettiğimiz
kötü söz ve fiillerden uzak durursa Cuma ehlinden sayılır ve nasibi ziyadesiyle
verilir. Onun yaptığı bu halis amel ve sadık zikirler, Allah Teala katında
şükre değer bulunur. Cuma ile ilgili hükümler ve Cuma adabına dair
anlatacaklarımız bunlardır. [76][76]
Bu fasılda
orucu, tertibini, oruç tutanların sıfatlarını, oruçlunun yapması müstehap olan
amelleri, oruç ehlinin oruçta takip edecekleri yolları ve havassın orucunu
anlatacağız.
Allah Teala
buyurdu ki: "Sabır ve namaz ile yardım isteyin". (Bakara/45) Bu
ayetle ilgi bir tefsirde 'Sabr* kelimesinin 'oruç* anlamına geldiği söylenmiştir.
Allah Resulü de (sav) "Ramazan ayını, sabır ayı olarak
isimlendirirdi". [77][77]
Çünkü sabır; Allah'ın emri istikametinde nefsin arzularına gem vurmak, onu
durdurmak ve hapsetmektir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sabır, imanın
yarısıdır. Oruç da sabrın yarısıdır" [78][78] Allah Teala
buyurdu ki: "Sabır ile yardım isteyin" (Bakara/45) Yani, nefisle
cihadınızda sabır dileyin. Bir başka tefsirde ise, düşmana karşı dayanmada
sabırla yardım isteyin, denilmiştir. Bir başka alim ise, dünyada za-hidlik için
oruçla yardım isteyin, şeklinde bir tefsir yapmıştır. Çünkü oruçlu, zahid ve
abid gibidir.
Oruç,
dünyada zühdün anahtarı, Mevla'ya kulluğun kapısıdır. Çünkü o, arzu ve isteğe
rağmen nefsi yiyecek ve içecekten menetmektir, Zahid ve abid de, böyle bir yol
seçmek suretiyle kendini ibadete ve amele adayarak dünya işleriyle asgari
derecede meşgul olur. Bu sebepledir ki Allah Resulü (sav) oruçlu ile zahidi
aynı manada birleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah Teala meleklerine genç
bir abid ile övünür ve şöyle buyurur: Ey Benim uğrumda şehvetini terkeden,
gençliğini yolumda harcayan genç! Sen Benim katımda meleklerim gibisin".
Allah Tela oruç tutan hakkında da benzer şekilde buyurmuştur: "Ey
meleklerim, Benim uğrumda şehvetini lezzetini, yemeğini ve içeceğini terkeden
şu kuluma bakın!".
Oruçta nefs
cihadına, nefsin arzularını kesmeye ve adetlerini terkettirmeye yönelik olarak
büyük bir yardım mevzubahistir. Oruç, nefsin zayıflatılması, nevalarının
eksiltilme sidir. Allah Resulü (sav) yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu bildirdi:
"Oruç dışında, Adem oğlunun bütün amelleri kendinedir. O, Benim içindir ve
onu Ben ödüllendiririm"[79][79]Allah
Teala, üstünlüğü ve hususiyeti sebebiyle orucu Zatı'na izafe etmiştir.
Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki mescidler Allah'ındır, sakın Allah ile
beraber başka bir ilah edinmeyin". (Cin/18) Başka bir ayette de şöyle
buyurmaktadır: "Ben, sadece haram kıldığı bu beldenin Rabbi olana ibadet
etmekle emrolundum". (Neml/91) Mescidler, dünyevi mekanlar arasında Allah
Teala'ya en sevimli gelen yerler olması, Mekke de yeryüzünün en değerli beldesi
olması hasebiyle Allah Teala mescidleri ve Mekke'yi Zatı'na izafe etmiştir.
Her şey O'nun olmasına rağmen, bizzat bunlara hususiyet atfetmiştir.
Oruç da aynı
şekilde Allah katında amellerin en faziletlisi ve kendisine en sevimli
gelenidir. Çünkü oruçta da Samediyet ^Kulların ihtiyaçları için Allah'a
başvurmaları) ahlakından nebzeler vardır. Oruç, gizli yapılan ibadetlerdendir
ve Allah'tan başka hiç kimse bilmediği için orucu kendi Zatı'na izafe etmiştir.
Denildi ki:
Adem oğlunun bütün amellerinden kısas talep edilerek işlediği haksızlıkların
bedeli alınabilir. Ancak oruç bunun dışında olup ondan kısas alınamaz. Allah
Teala kıyamet günü -oruç için- şöyle buyurur: O Benimdir, ondan hiç kimse kısas
talep edemez. Denildi ki: Her amelin belli bir karşılığı vardır. Ancak oruç bunun
dışındadır. Hiç kimse onun sevabını bilemez. Onun sevabı hesapsız olarak
verilecek, bol bol arttırılacaktır.
Allah
Teala'nm şu buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu görüş teyid edilir:
'Tapmış oldukları amellere mükafaat olarak kendileri için göz aydınlığından
nelerin gizlenmekte olduğunu şimdi hiç kimse bilemez". (Secde/17) Üstte
zikrettiğimiz tefsire göre, mu-rad edilen; yaptıkları oruç ibadetidir. Allah
Teala'nm "Seyahat edenler" (Tevbe/112) buyruğunun tevilinde de
'Saihun, yani Sai-mun=oruç tutanlar1 denmiştir. Onlar, Allah yolundaki açlık ve
su-suzluklarıyla, dünyacıların göz nurları olan yiyecek ve içecekleri O'nun uğrunda
terkederek, sanki Allah yolunda seyahata çıkmış gibi olurlar. Allah Teala da,
yaptıkları bu amelden dolayı onlar için göz aydınlığı olacak bir mükafaat
hazırlamıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki sabredenlere,
mükafaatları hesapsız olarak verilecektir". (Zümer/10) Bu ayetin tefsirinde de,
sabredenlerle kasdedilen zümrenin oruç tutanlar olduğu söylenmiştir.
Çünkü sabır, aynı zamanda oruç ameli için kullanılan isimlerden de biridir.
Oruçlu, nafile olarak tuttuğu orucu herkesten sakladığı için, Allah Teala da
onun için hazırladığı mükafaatm ne olduğunu herkesten saklamıştır. Bir hadiste
Allah Resulü (sav) Allah Teala'nm şöyle buyurduğunu haber vermektedir:
"Kim Beni nefsinde zikrederse, Ben de onu nefsimde anarım". Oruç,
Allah Teala'yı nefsinde kimseye sezdirmeden zikretmektir.
Kulun dört
gün ardarda oruçsuz kalması müstehab görülmemiştir. Çünkü bu, kalbi
katılaştırır, kulun halini değiştirir, türlü alışkanlıklar doğurur ve
şehvetleri azdırır. Kulun, dört gün ardarda oruç tutmasının emredilmediği ve
mendub görülmediği istisnalar, Kurban bayramı ve Teşrik günleridir. Kulun,
günaşırı oruç tutması, iki gün oruç tutup iki gün tutmaması müstehap
görülmüştür. Bu, ömrün yarısının oruçla geçirilmesi demektir. Eğer isterse, iki
gün oruç tutup bir gün orucunu açabilir. Bu da ömrün üçte ikisini oruçla
geçirmektir. İsterse bir gün oruç tutup iki gün tutmayabilir. Bu durumda da
ömrünün üçte birini oruçlu geçirmiş olur. Oruçluların, oruç tutma yolları işte
bunlardır. Bunlar ve faziletleriyle ilgili bir çok rivayet var olup sözü
uzatmama gayesiyle bunlara yer vermedik.
Kul, ayın
başından üç, ortasından üç ve sonundan üç günü oruç tutarsa güzel etmiş olur.
Haftanın Pazartesi, Perşembe ve Cuma günlerini oruçlu geçirmesinde ise büyük
hayırlar mevcuttur. Bundan da aşağısı, belli günlerde, ayın ilk ve son
günlerinde oruç tut-masıdır. Orucun en faziletlisi, Haram Aylar'da tutulan
oruçtur. Bunların da en faziletlisi, Muharrem ve Zilhicce aylarında olanlarıdır.
Bunda sonra Şa'ban ayında tutulan oruç gelir. Allah Resulü (sav) Şaban ayında
orucu çoğaltarak Ramazanla bitiştirirdi. O, her ayın üç gününde, Pazartesi ve
Perşembe günlerinde tutulan orucu asla bırakmazdı. [80][80]
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Ramazan ayından sonra tutulan orucun en faziletlisi,
Allah'ın haram ayı Muharrem'dir" [81][81] Şaban
ayının ilk yarısında oruç tutmak da müstehap görülmüştür. Ama Selef, Şaban
ayının ikinci yarısında orucu bırakırlardı.
Başka bir
hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Şaban ayının ikinci yarısında,
Ramazan girinceye kadar oruç yoktur" [82][82] Kul, Ramazan
ayının girişinden önce birkaç gün oruç tutmamalıdır. Şaban orucunu Ramazan
orucuyla birleştirmek caizdir. Pazartesi veya Perşembeye rastlamadıkça, Ramazan
orucunu Şaban ayından iki veya üç günle karşılamak caiz değildir. Eğer
Pazartesi veya Perşembe gününe tevafuk ederse oruç tutulabilir. Sahabe'den
bazıları, Receb ayının tamamında oruç tutmayı, Ramazan'a müsavi kılma
endişesiyle mekruh görürlerdi. Bu sebeble Receb ayının birkaç gününde orucu
bırakırlardı.
Ulemadan bir
topluluk, ömrün tamamını oruçla geçirmeyi mekruh görmüştür. Bununla ilgili
hadisler de mevcuttur. Ancak onlar bu görüşlerinin açıklamasında bu kerahete
sebep olarak, bazı kimselerin bayramlar ve Teşrik günleri de dahil olmak üzere
bütün seneyi oruçla geçirmelerini göstermişlerdir. Bunun mekruhluğuyla ilgili
hadisler rivayet edilmiştir.
Eğer kul,
kalbinin İslahını, nefsinin arzusunun kırılmasını ve halinin istikamet
bulmasını bütün ömrü boyunca oruç tutmakta görürse, böyle oruç tutabilir. Çünkü
bu, onun için farz gibi olmaktadır. Zira takva ve salahını buna borçludur.
Said'den, Katade b. Ebi Temime el-Hüceymi vasıtasıyla Ebu Musa el-Eş'ari'den
(ra) rivayet edildi ki: Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Bütün ömrü
boyunca oruç tutana, cehennem daraltılır ve (kapısına) doksan düğüm atılır"
[83][83]
Yani Cehennem onu alacak yer kalmayacak kadar daraltılır.
Konuyla ilgili rivayet edilen hadisler, bütün ömür
boyunca oruç tutmanın faziletine delalet etmektedir. Sahabe ve Tabiun'dan bir
kısım Selef de bu orucu güzellik üzere tutmuşlardır. Ancak bu orucu tutan
kişi, sünnetten yüz çeviriyor ve oruç tutmama ruhsatını doğru bulmuyorsa, o
zaman bu şekilde oruç tutması mekruh olur. Çünkü böyle yapmakla, Allah
Resulü'nün (sav) emirlerine inatla karşı çıkan biri durumuna düşer. Allah
Resulü (sav) dini uygulamada genişliği emretmiştir. Allah Teala da,
azimetleriyle olduğu kadar ruhsatlarıyla amel edilmesini de sevdiğini
bildirmiştir. Başka bir lafızda ise, 'Masiyetinin işlenmesini hoş görmediği
gibi, ruhsatlarıyla amel edilmesinden de hoşlandığı' [84][84] rivayet
edilmiştir.
Rivayet
edilen bir çok hadis, ömrün yarısını oruçla geçirmenin faziletine delalet
etmektedir. Bu da günaşırı oruç tutmakla olur. Kul, bu şekilde oruç tutmakla
iki hal arasında olur; Sabr hali ve Şükür hali. Allah Resulü'nden (sav) rivayet
edildi ki: "Bana, dünya hazinelerinin ve arzın definelerinin anahtarları
sunuldu da onları reddettim ve 'Bir gün acıkır ve bir gün doyarım; doyduğumda
Sana hamdeder, acıktığımda Sana yakarırım' dedim".
Başka bir
hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Orucun en faziletlisi, kardeşim
Davud'un orucudur; o, bir gün tutar, bir gün bırakırdı". [85][85]
Yine Allah Resulü'nün (sav) 'Ben daha faziletli bir oruç tutmak istiyorum'
diyen Abdullah b. Amr'a (ra) 'Bir gün oruç tut, bir gün bırak' buyurması bunu
göstermektedir. O, 'Daha da faziletli olanım yapmak istiyorum' deyince Allah
Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştu: "Bundan daha faziletlisi yoktur". [86][86]
Haram
aylarda tutulan oruçla ilgili olarak şöyle bir hadis nakledilmiştir:
"Haram bir ayda tutulan bir günlük oruç, diğer aylardan birinde tutulan
otuz günlük oruçtan daha faziletlidir. Ramazan ayında tutulan bir günlük oruç
ise, Haram aylardan birinde tutulan otuz günlük oruçtan daha
faziletlidir". Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle
buyurmaktadır: "Haram ayda, Perşembe, Cuma ve Cumartesi günleri oruç
tutan kimseye Allah Tea-la yedi yüz yıllık ibadet sevabı yazar".
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) Ramazan ayı dışında hiç bir ayı tam olarak
oruçlu geçirmediği rivayet edilmiştir.[87][87] Allah
Resulü (sav) diğer aylarda oruç tuttuğu zaman muhakkak ara verirdi. O'nun Şaban
orucunu Ramazan orucuyla birleştirmesi bir kez olduğu, bu iki ayın orucunu
defalarca ayırdığı rivayet edilmektedir.
Oruç türleri
arasında zikrettiklerimiz, Selef-i Salih'ten bir cemaatın sürekli takip ettiği
oruç şekilleridir. Bunların hepsinin faziletlerine dair hadisler mevcuttur.
Aynı şekilde geceleri ve gündüzleri, kalple ve bedenle yapılan amellerle
ilgili anlattıklarımızın tamamı da rivayet edilen hadislerde faziletli
amellerden sayılmaktadır.
İman ahlakı
ve yakini iman sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili söylediklerimiz de hadislere
dayanmaktadır. Bunların çoğuyla ilgili, va-adedilen sevaplar ve faziletler
zikredilmiş olmakla beraber hepsine yer vermeyi uygun görmedik. Çünkü işimiz,
amellerin faziletlerini zikretmekle uğraşmak değildir. Bizim yolumuz, sadece ve
sadece amel sahiplerinin kalplerini temizleyerek tehzib etmektir. İman
hakikati, amelleri her türlü afetten arındırır ve amel sahipleri celal sahibi
olan Allah Teala'ya daha da yakın olurlar. Yüce ve Azim olan Allah Teala'dan
başka engelleyici ve güç verici yoktur.
Yakini iman
sahibi havassın tuttuğu oruç türlerine dair şunları söyleyebiliriz. Allah sizi
muvaffak kılsın, bilin ki oruç tutan avama göre oruç; bedenin oruç tutmasıdır.
Yakini iman sahibi olan havas-sa göre ise, kalbin oruç tutmasıdır. Onlara göre
oruç, kalbin dünyevi kaygı ve fikirlerden uzaklaşmasıdır. Bundan sonra,
kulağın, gözün ve dilin Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzak durması gelir
ki bu da onların orucudur. Ardından el ve ayağın, saldırganlıktan ve kötü işler
peşinden koşmaktan uzak durmaları gelir ki bu da onların orucudur.
Orucu, işte
bütün bu evsaf ile tutan kimse, gününün tamamında vaktini idrak etmiş olur ve
günün her saati onun için bir vakit olur. O, bütün gününü zikirle imar ve ihya
etmiş olur. Böyle bir oruçlu hakkında şöyle denilmiştir: Oruçlunun uykusu,
ibadet, nefesi teşbihtir.
Allah Teala,
batıla kulak verip kötü sözler söylemeyi, haram yemekle bir tutmuştur. Eğer
dinlenen ve söylenen şeylerde, dinleyen ve söyleyen için haram söz konusu
olmasaydı, Allah Teala bunları haram yemekle bir tutmazdı. Malum olduğu üzere,
haram yemek, büyük günahlardan yani Kebair'dendir. Allah Teala bu meyanda şöyle
buyurur: "Yalana kulak verirler, haramı yerler". (Maide/42) Başka bir
ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Hiç olmazsa onların alimleri ve
din bilginleri, onları günah söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı
ya!" (Maide/63)
Allah
Teala'nın koyduğu sınırları muhafaza etmesine rağmen yemek veya cinsi
münasebetle orucunu bozan kul, Allah'ın emirlerine tabi oluşundaki fazilet
bakımından oruçlu olarak kabul edilirken, Allah'ın sınırlarını çiğneyen kimse,
yemek ve cinsi münasebet noktasında oruca riayet etse bile, kendine göre oruçlu
olmasına rağmen Allah katında oruçsuzdur. Çünkü kaybettiği husus, Allah katında
muhafaza ettiği şeyden daha sevimlidir.
Yemek
yemeyen, ancak diğer uzuvlarıyla Allah Teala'nın emirlerine muhalefet eden
kimse, abdest alırken butun uzuvlarını üçer kez meshedip namaz kılan kimse
gibidir. Sayı bakımından üçer kez yapmakla bu fazilete muvafık kalmış ama, asıl
farz olan yıkama emrini yerine getirmemiştir. Bu durumda kıldığı namaz,
cehaletinden ve yaptığı işle aldanmasından dolayı reddedilmiş olacaktır.
Oruçlu iken yemek yiyen, ama bütün uzuvlarıyla Allah'ın yasaklarından sakınan
kimse, abdest alırken organlarını birer kez yıkayıp üç sayısının faziletine
muvafık olmayan kimse gibidir. O, farzı yerine getirdiği ve amelinde ihsan
sahibi olduğu, asıl olanı sağlam kılıp amelini bilerek yaptığı için o abdestle
kıldığı namaz da kabul görecektir. Yemek, cinsi münasebet ve Allah'ın yasak
kıldığı şeylerden bütün varlığıyla uzak duran oruçlunun orucu ise, abdest alırken
bütün uzuvlarını üçer kez yıkayan kimsenin abdestine benzer. O, amelin
faziletini de tamamlayarak onu en güzel şekilde yapmış olur. Allah Resulü de
(sav) bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte bu, benim, benden önceki
peygamberlerin ve babam İbrahim'in (as) abdestidir"[88][88]Allah Teala
buyurdu ki: "Babanız İbrahim'in dini". (Hac/78) yani size düşen O'nun
dinine bağlı kalmaktır, bu dinde O'na tabi olup, ona uyun.
Allah Resulü
(sav) şöyle buyurdu: "Şükrederek yiyen kişi, sabırlı oruç tutan
gibidir"[89][89]
Başka bir hadiste ise şöyle bir hadise nakledilmektedir: "İki kadın Allah
Resulü (sav) devrinde oruç tutmuşlardı. Ama açlık ve susuzluk günün sonuna
doğru onları bitkin düşürmüş, neredeyse helak olacak bir hale girmişlerdi.
Sonunda Allah Resulü'ne (sav) haber göndererek, oruçlarını açmak için izin
istediler. Allah Resulü, onlara bir kap gönderdi ve yediklerini ona kusmalarım
söyledi. Kadınlardan biri kustuğu zamaiij kap yarısına kadan koyu kan ve kaba
etle doldu. Diğeri de aynı şekilde kustu ve kap ağzına kadar doldu. İnsanlar,
bu duruma çok şaşırdılar. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Bu iki kadın,
Allah'ın helal kıldığından oruç tutarak uzak durdular, ama Allah'ın haram
kıldığıyla iftar ettiler. Onlardan biri diğerinin yanına oturur ve insanların gıybetini
yapmaya başlarlardı. Bunlar da, gıybet ettikleri o insanların
etleridir!".
Ebu'd-Derda
(ra) şöyle derdi: Zeki kimselerin uykuları da oruç-suz halleri de ne kadar
güzeldir. Onlar, akılsızların tuttukları orucu ve uykusuzluklarını kusurlu
bulurlar. Yakini iman ve takva sahibinin yaptığı zerre miktarı amel,
amelleriyle aldananların yaptıkları dağlar kadar ibadetten çok daha faziletli
ve tercihe şayandır.
Söylemesi
mahzurlu olan sözleri, dinlemek de mahzurludur. Yapmanız haram olan fiillere
bakmanız veya hatırınıza getirmeniz de mekruhdur. Allah Teala, kötü söz
söyleyenle dinleyeni bir saymış ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduğunuz vakit artık başka
bir söze dalmcaya kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi
olursunuz". (Nisa/140)
Oruç tutan
tevbe eden gibidir. Çünkü sabır, tevbenin sıfatlarından biridir. Tevbe, kul
önceki kötü alışkanlıklara karşı sabırlı olduğu ve bunlara bir daha dönmemeye
karar verdiği için geçmiş günahların kefareti olarak görülür. Kul, tevbe etmek
suretiyle eski alışkanlıklarına dönmeme ve bütün varlığıyla bunlardan uzak kalma
sözü vermiş olur. Bunlara tekrar temayül ettiğinde ise, sözünü bozan mütereddit
bir tevbekar olur. Böyle birinin tevbesi 'Tevbe-i nasuh=samimi tevbe' olmaz.
Böyle
birinin orucu da salih ve sahih bir oruç değildir. Allah Re-sulü'nün (sav) şu
hadisini görmüyor musunuz? "Oruç, yalan ve gıybetle yırtılmadıkça
cehennem için kalkandır".[90][90]
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise oruçluya şunu emretmektedir:
"Sizden biri oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve cahillik etmesin.
Bir kişi ona kötü söz söylediğinde, ona 'Ben oruçluyum' desin".[91][91]
Başka bir lafızda ise 'Oruçlu gününü, oruçsuz günüyle bir tutmasın' ifadesi yer
almaktadır. Bunun manası şudur: Oruçlu kul, oruç esnasında onun hürmetini
korumalı ve ihlal edici davranışlar içinde olmamalıdır.
Allah
Resulü'nün (sav) başka bir hadisinde ise şunu görmekteyiz: "Oruç, bir
emanettir. Sizden biri emanetini muhafaza etsin". Emanetin korunması ise,
uzuvların korunması ile olur. Çünkü Allah Resulü (sav) "Allah size
emanetleri sahiplerine eda etmenizi emreder". (Nisa/58) ayetini tefsir
ederken elini kulağının ve gözlerinin üstüne koymuş ve şöyle buyurmuştur:
"Kulak bir emanettir, göz de bir emanettir". Allah Resulü (sav) bunu,
'Ben oruçluyum, de' ifadesinin mecazı olarak söylemiş ve oruçlunun yüklendiği
emanete sahip çıkmasını istemiştir. Emanetin korunması da, onu gizlemekle
olur. Eğer onu gereksiz yere ifşa ederse, emanete ihanet etmiş olur. Çünkü
emanetin gerçek sahibi olan Allah Teala, onun açıklanmasından hoşlanmaz. Sırrın
en güzel korunma ve saklanması ise, onu unutmakla olur. Sırrın kaybolması ise,
bakanların ço-ğalmasıdır. Oruçlunun dayanağı da, orucunu unutması ve her vakitte
olanlarla meşgul olarak vaktin dolmasını beklememesidir. [92][92]
Bu fasılda
nefis muhasebesini ve vakitlere riayet edilmesini anlatacağız.
Allah Teala
buyurdu ki: "Biz Kıyamet günü için adalet terazileri koruz da hiçbir
nefse zerrece zulmedilmez. Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir
teraziye koruz. Hesap görücü olarak Biz yeteriz". (Enbiya/47) Ayetteki
<Eteynâ=getiririz' fiilinin hemzesi bir kıraatta uzatılarak 'Aateynâ=karşılığım
veririz' şeklinde okunmuştur. Bu şekliyle korkutma ve tehdit havası daha keskin
ve etkileyici olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "O gün insanlar,
amelleri kendilerine gösterilsin diye dağınık olarak çıkacaklardır. Kim zerre
kadar bir hayır işlemişse onu görecektir. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu
görecektir". (Züzal/6-8)
Ebu Bekir
(ra) vefatı yaklaştığında Ömer'e (ra) şöyle vasiyet etmişti: Muhakkak ki Hak,
ağır ve ağırlığıyla beraber kolaydır. Batıl da hafif, ama hafifliğiyle beraber
zorludur. Allah Teala'nm da gündüz olan ama gece kabul etmediği bir hakkı,
gece olan lakin gündüz kabul etmediği bir hakkı vardır. Eğer bütün insanlara
adil davranıp sadece birine zulmetsen bundan sonra zulmün artar. Eğer şu
vasiyetimi korursan, hiçbir şey sana Ölüm kadar sevimli gelmez ve ölüm bir gün
seni bulacaktır. Eğer bu vasiyetimi zayi edersen, hiçbir şey sana ölüm kadar
nefret ettirici gelmez ama sen de onu aciz bırakamazsın!
Ömer (ra)
daima şöyle derdi: Nefislerinizi, siz hesaba çekilmeden önce muhasebe edin.
Onları siz tartılmadan önce tartın. Sonra da nefislerinizi Allah Teala'nm
karşısında olacak büyük sunuşa hazırlayın. O gün Allah'a sunulcaksmız ve hiçbir
şeyiniz gizli kalmayacak!
Ahirette
hesabı hafif olanlar, dünyada iken nefislerini daima muhasebe eden bir
topluluktur. Tartıları ağır gelecek olanlar da, dünyada iken sürekli
kendilerini tartanlar olacaktır. O gün gerçek ve kusursuz tartı konacak ve
sadece hakta olanların kefesi ağır basacaktır. Nefs muhasebesi, Vera' yani
Allah korkusuyla olur. Tartma ise, yakini müşahede etme ile hasıl olur. Büyük
sunuş için hazırlanma ise, Melik-i Ekber olan Allah Teala'mn korkusuyla hasıl
olur ki zühdün özü de budur.
Allah Resulü
(sav) Ebu Zerr'e (ra) vasiyette bulunarak şöyle demiştir: "Nerede olursan
ol, Allah'tan kork. Kötülüğü iyilikle takip ettir ki onun izini silsin.
İnsanlara güzel ahlak ile davran".[93][93]
Bu vasiyetin
benzerini Allah Teala'nm yüce Kitabı'nda da görmekteyiz. O, kullarına buyurdu
ki:"Andolsun Biz, sizden önce Ki-tab verilenlere ve size de 'Allah'tan
korkunuz' diye vasiyet ettik" (Nisa/131) Allah Resulü'nün (sav)
vasiyetinin ikinci kısmını ise şu ayette görmekteyiz: "Ve kötülüğü
iyilikle savarlar". (Kasas/54) yani, hata ile yaptıkları bir kötülüğün
ardından hemen iyilik yaparak ona kefaret olmasını umarlar. Vasiyetinin üçüncü
kısmını ise şu ayette görmekteyiz: "İnsanlara güzel söz söyleyin".
(Bakara/83)
Allah Teala,
salih kullarına yaptığı vasiyetinde üç vasfı haber vermektedir: "Muhakkak
ki insan ziyandadır". (Asr/2) Yani, hüsranda, vakitlerinin sürekli
geçmesinden ve yapacağı kazançlardan mahrum olmasından dolayı kayıptadır. Daha
sonra bundan istisnaya giderek şöyle buyurmuştur: "Ancak iman edenler,
salih amel işleyenler, hakkı ve ve sabrı tavsiye edenler hariç". (Asr/3)
Üçüncü vasıf ise şu ayet-i kerimede bildirilmektedir: "Birbirlerine merhameti
tavsiye edenler". (Beled/17) Hevalara muhalefet ederek hakka tabi olmakta
kul için salah ve kurtuluş vardır. Halbuki, hevaya teslim olmada, kul için
fesad ve hüsran vardır. Sabr, amelin temelidir. Kulun kazancının mikdarı da ona
göre ölçülür.
Mahlukata
gösterilecek merhamet, Hâlık'dan gelecek merhamet için bir kapı ve güzel ahlâk
için bir anahtar gibidir. Hüsnü zan ve kalp selameti de onunla birlikte gelir.
İşte o noktada; hased vekin ortadan kalkarak yerini tevazu ve Hak yolunda
zillet alır. Allah Teala'nm, Resulü'ne (sav) arkadaşlık etmek için seçtiği
Asha-bı'nm (ra) vasıfları da aynen böyleydi ve Allah Teala onlara Sekine
indirerek, kendilerini Ruh'u ile destekledi ve haklarında şöyle buyurdu:
"Kendi aralarında çok merhametlidirler". (Feth/29). Allah Teala,
merhametin özü ve hakikati hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Onlara
merhametle tevazu kanadım ger". (İsra/24)
Allah Teala,
Resulü'nün (sav) dostlarını anlatırken bir de şöyle buyurmuştur:
"Müminlere karşı mütevazıdırlar". (Maide/54) İşte bu üç sıfat, kalp
rikkatinin anahtarları, kalp kasvetinin mühürleri mesabesindedir. Kalbin
rikkatmda (=yumuşak ve ince oluşunda); Allah Teala'ya ve ahir et yurduna
yönelme, O'nun emirlerine karşı teyakkuz halinde olma, cennet ve cehennemle
vaad ve tehditleri üzerinde tefekkür etme vardır. Kalbin kasavetinde
(^katılığında) ise; yüz çevirme ve daimi gaflet vardır.
Nefis
muhasebesi vera' ile, nefsin tartılması ayne'l-yakin'i müşahede ile, büyük
sunuşa hazırlık ise, Melik-i Ekber korkusuyla olur. Zühdün hakikati ve ruhu
budur. Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: İnsanı, kaçırmayacağı bir şeyi
yakalaması sevindirirken, yakalayamayacağı bir şeyi kaçırması üzer. Sana
dünyadan gelene sakın fazla sevinme ve kaybettiğin dünyalık için de sakın
üzülme. Sevincin, yaptığın güzel ameller, hüznün ise yapamadıkların için
olsun. Meşguliyetin ahiretin için, tasan ise ölümden sonrası için olsun!
Yine Ali
(kv) şöyle demektedir: Heva, körlüğün ortağıdır. Şaşkınlık anında durmak,
tevfik-i ilahidendir. Dünyevi tasayı kovan şeylerin en güzeli, yakini imandır.
Yalanın akıbeti, muhakkak kötülen-mektir. Doğrulukta ise selamet vardır. Nice
uzak olan vardır ki, ya-kındakinden daha yakındır. Sevdiği olmayan kimse
garibdir. Dost ise, kişinin gıyabında dost ve sadık olandır. Kötü zan, seni
dosttan mahrum etmesin. İkramseverlik ve alçakgönüllülük ne kadar da güzel bir
ahlaktır. Haya, her türlü güzelliğe götüren yoldur. Kulpların en sağlamı,
takvadır. Sarıldığın sebeplerin en sağlamı da, Allah ile arandaki sebeptir.
Dünyada sana en çok yarayan, ahiretteki yuvanı İslah edebileceğin şeydir.
Rızık da iki türlüdür. Biri senin aradığın rızık, diğeri ise seni arayan
rızıktır. Sen ona gitmesen de o sana gelecektir. Eğer ellerinin arasından
yokettiklerine sızlanıyorsan, bari sana henüz gelmemiş olanlar için sızlanma.
Olana bakarak, henüz olmamış olanı gör. Çünkü işler, birbirlerine benzer.
Abdullah b.
Abbas (ra) şöyle derdi: Her şeyin bir afeti vardır. İlmin afeti unutmak,
ibadetin afeti tembellik, aklın afeti Övünme, halin afeti hayırsızlık,
ticaretin afeti yalan, cömertliğin afeti saçıp savurma, güzelliğin afeti kibir
ve İslâm'ın afeti nevadır. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurur: "Ümmetimin
afeti dinar ve dirhemdir[94][94]Ve-bere
es-Sülemi, Mücahid'in şu sözünü rivayet etmiştir: İbni Abbas (ra) bana beş şey
tavsiye etti ve bunların iyi incelenmiş dirhemden ve saflaştınlmış altından
daha güzel olduğunu teyid ederek şöyle dedi: Seni ilgilendirmeyen bir konuda
asla konuşma. Çünkü bu, senin esenliğine daha yakındır. Kendini asla hatadan
emin sanma. Seni ilgilendiren bir konuda, yeri gelinceye kadar asla konuşma.
Kendini ilgilendiren bir konuda konuşan nice kimseler vardır ki, sözü yerine
koyamazlar da tepkiyle karşılaşırlar. Hilim sahibiyle ve kendini bilmezle
münazara etme. Hilim sahibi seni altüst edebilir, kendini bilmez de canını
yakabilir. Bir kardeşin senden ayrıldığında, sen ondan ayrıldığında seni nasıl
anmasını istersen sen de onu öyle an. Ona istediğini bağışla ki, o da sana onu
bağışlasın. Bir şey yapacağın zaman, iyilik yaptığında mükafaat, kötülük
yaptığında ise ceza göreceğini iyi bilen bir adam gibi davran.
İbni Abbas'm
(ra), oğlu Abdullah'a vasiyeti ise şöyledir: Ey oğul, bu adamın seni bir çok
yaşlıdan üstün tuttuğunu ve sana çok değer verdiğini görüyorum. Benim için şu
hasletleri iyi muhafaza et! Bu adamın bir sırrını dahi ifşa etme. Bir emrine
dahi baş kaldırma. Onun yanında kimsenin gıybetini yapma. O da senden bir
ihanet görmesin. Senden bir yalana şahit olmasın! İbni Abbas'm (ra) bu
vasiyeti, iki değişik rivayetle bize ulaşmış olup biri diğeriyle çakışmaktadır.
Diğer rivayette şöyle bir lafız mevcuttur: Şa'bi'ye dedim ki: Bu tavsiyelerin
her biri, bin tavsiyeden daha hayırlıdır. Diğer rivayette ise 'Her biri onbin
tavsiyeden hayırlıdır1 denilmiştir.
Yusuf b.
Esbat da (ra) şöyle demiştir: Üç şey vardır ki, bunları taşıyan kimsenin imanı
kemale ermiş demektir: Kişi bir şeye razı olduğunda, rızasının onu batıla
götürmemesi; Bir şeye kızdığında,kızgınlığının onu haktan çıkarmaması ve gücü
yettiğinde, sadece hakkı olanı alması.
Bir ravi
zincirinden müsned olarak şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Serî b.
el-Muğalles şöyle dedi: Üç şey vardır ki yakini iman bunlarla belli olur:
Helake sebep olacak mevkilerde hakkı ayakta tutmak; Bela geldiği zaman Allah
Teala'nm emrine teslim olmak ve nimet gittiğinde Allah'ın kazasına rıza
göstermek. Bunların şerrinden Allah'a sığınırız.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Üç şey vardır ki, bunlar olan
kişinin imanı kemal bulur: Allah'ın diniyle ilgili olarak hiç bir kmayıcınm
kınamasından korkmamak; Amelinin hiç bir kısmında riyakarlık etmemek; Biri
dünya diğeri ahiret için olan iki durumla karşılaştığında ahireti dünyaya
tercih etmek". Yine Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen meşhur bir
hadiste şöyle buyrulm akta dır: "Üç şey vardır ki kurtarıcıdırlar. Üç şey
de vardır ki helak edicidirler. Kurtarıcılar şunlardır: Gizli ve açık hallerde
Allah'tan korkmak; Hoşnutluk ve kızgınlık hallerinde adaletli konuşmak;
Zenginlikte ve yoksullukta kanaatkar olmak. Helak ediciler ise şunlardır:
İtaat edilen bir cimrilik; Tabi olunan bir heva; Kişinin kendisine hayran
olması".
Bir başka
hadiste ise şöyle denilmektedir: "Kerem sahibi olmak takva, şereflilik
tevazu, zenginlik ise yakini imandır". Başka bir hadiste ise Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İman çıplaktır.
Onun elbisesi takva, zineti haya, semeresi ise ilimdir". Ammar'm (ra)
Allah Resulü'ne (sav) isnad ettiği hadisinde ise şöyle buyrulmaktadır:
"Vaiz olarak ölüm, ilim olarak Allah korkusu, yakin olarak zenginlik,
ibadet olarak da meşguliyet yeter".
Hatiplerin
serdarı, hatipler hatibi, bilgeler bilgesi Allah Resulü'nün (sav) meşhur veda
hutbesinde söylediklerinden şunları aktarmayı uygun görüyoruz. Bilinir ki
O'nun bu hutbedeki sözleri, kısa ama özlü sözler olup, vaaz, ibret alma,
tefekkür etme ve zühde teşvik etme noktasında emsalsiz bir hitabet örneğidir.
Söylediği her kelime, taşıdığı anlam ile tam bir uyum içerisindedir. İban b.
Ayyaş (ra) Enes b. Malik'ten (ra) nakleder ki Allah Resulü (sav), devesinin
üzerinden hitab ederek şöyle buyurdu:
"Ey
insanlar! Şu dünyada ölüm sanki bizden başkasına yazılmış, hak sanki bizden
başkasına farz kılınmış?! Az önce teşyi etmemizden sonra sefer eden şu ölüler,
sanki bize geri döneceklermiş gibi kabirler hazırlıyor ve miraslarını yiyorken
kendimizi ebediler mi sanıyoruz. Onların gitmesinden sonra alınacak türlü
türlü ibreti unutuyor, kapımızı çalacak her türlü tehlikeden eminmişiz gibi
davranıyoruz. Kendi kusuruyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarına zamanı
kalmayan, haramdan kazanmadığını Allah yolunda harcayan, tevazu ve
alçakgönüllük sahiplerine merhamet eden, hikmet ve fıkıh ehli ile içice
olanlara ne mutlu! Nefsini zelil kılan, ahlakı güzel olan, kalbi salah bulan ve
şerrini insanlardan uzak tutanlara ne mutlu! İlmiyle amel eden, malının
fazlasını infak eden, sözünün fazlasıyla tutan, sünnetle genişleyip bidate yer
vermeyenlere ne mutlu!".
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen başka bir hadis ise, yukarıda dağınık olarak
yeralan tavsiye ve fikirleri toplu alarak, lafız ve mana bakımından kısa
olarak ihtiva etmektedir. Allah Resulü (sav) bu özlü hadisinde şöyle
buyurmaktadır: "Kişinin islamının güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen
şeyi terketmesidir"[95][95]
Kulun,
yapması emredilen bir farz, yapması hoş görülen bir fazilet ve ihtiyacı olan
bir mubah dışında bir şeyle uğraşmaması, kendisini ilgilendirmeyen şeyi
terketmesidir. Başka bir hadiste ise, kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyi
terketmesi "Vera'ın yarısı" olarak bildirilmektedir.
Allah Resulü
(sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Senin şüphelediren
şeyi bırakarak şüphelendirmeyene sarıl. Kötülük, kalplerin komşusudur"[96][96]Bu
hadisin anlamı şudur: Hakkında kuşkuya düştüğün söz veya fiili terket. Çünkü
bu davranışında senin için bir ganimet veya bir selamet vardır. Bunlar
sayesinde de kesin bir fazilete nail olur veya onunla selamete erersin. Kalbine
bulanık gelen ve içinde huzursuzluk doğuran şeyden de uaak dur, çünkü ne kadar
gizli ve belirsiz olsa da onda bir günah ve kötülük
sö
zkonusudur.
Allah Resulü
(sav), Rabbinin velilerini vasfedişi gibi, bir hadisinde müminlerin
vasıflarını anlatmıştır. "Bir gün ashabının (ra) arasında oturmaktaydı.
Neden sonra'secdeye kapandı ve secdesini hayli uzun tuttu. Daha sonra secdeden
başım kaldırdı ve ellerini uzatarak şöyle dua etti: 'Allahım, bize değer ver,
bizi aşağılama, bizi arttır eksiltme, bizi yücelt zelil kılma!' Bunun üzerine
kendisine sorduk: Ey Allah Resulü, bu nedir? Buyurdu ki: 'Bana öyle ayetler
indirildi ki, onları yerine getiren cennete girer1 Sonra da "Şu müminler
felah buldu ki:..." (Mü'minun/1-9) diye başlayan aşırı okudu".[97][97]
Başka bir
kısa hadis rivayetinde ise şöyle nakledilmektedir: "Bir adam Allah
Reulü'ne (sav) şöyle sordu:'Ey Allah Resulü, cennetlik olduğumu -başka bir
lafzında, hakiki mümin olduğumu- ne zaman bilebilirim?' Allah Resulü (sav), 'Şu
vasıfları kendinde taşıdığın zaman' dedi ve "Şu müminler felah buldu
ki:..." (Mü'minun/1-9) diye başlayan aşırı okudu.
Allah
Resulü'nün (sav), büyük hikmet sahibi sıfatıyla, imanında ve amelinde ihlaslı
olan kulu, nasıl kısa ama özlü olarak tarif ettiğini şu hadis-i şerifte
görmekteyiz: "Bana sadece şu ayet nazil olsaydı, o bile yeterdi, dedikten
sonra Kehf suresinin son ayetinin şu kısmını okudu: "Her kim Rabbine
kavuşmayı arzu ederse salih amel işlesin ve Rabbinin ibadetinde O'na hiçbir
ortak koşmasın". (Kehf/110)". Bunlar, akıl sahiplerine nefis
muhasebesi hususunda söylenebilecek en açık ve nihai sözlerdi. Salih amel,
ibadette ihlaslı olmak, mahlukatı şirk koşmamak ise, Halik Teala'nm tevhidine
yakinen iman etmektir.
Sözlerin en
güzeline sahip olan Allah Teala, Zatı'ndan korkan dostlarını vasfederken şöyle
buyurur: "Gerçekten Rablerinin korkusundan titreyenler, Rablerinin
ayetlerine iman edenler. Rableri-ne ortak koşmayanlar ve Rablerinin huzuruna
döneceklerinden yürekleri çarparak zekatlarını verenler var ya, işte onlar,
hayırlarda yarışan ve hayır için Önde gidenlerdir", (Mü'minun/57-61) Allah
Teala, kendisinden korkan dost ve velilerini bu ayetlerde yedi mükemmel
makama yerleştirmiştir ki bunlar Muhasebe Ehli'nin makamları olarak bilinir.
Murakabe Ehli'nin hallerinin manaları da bu makamların muhtevasmdandır.
Allah Teala
bu makamlara, korku ve titreme (=Haşyet ve İşfâk) ile başlamış yürek çarpması
(=Vecil) ve infak ile noktalamıştır. Bumakamların icabı da Yakini İman'dır.
Allah Teala, takva ehlinin tartısını takva ile ağırlaştırmış ve bunu,
sıfatlarının sonuncusu olarak vazederek "Rablerinin huzuruna döneceklerinden.."
buyurmuştur. Yani onlar, Rablerinin huzuruna dönme noktasında yakini bir imana
sahip oldukları için O'ndan korkmakta, titremekte, iman etmekte, ihlaslı
davranmakta, canlarım ve mallarını O'nun yoluna sebil etmektedirler.
Bu, aynen
Allah Teala'nm şu buyruğundaki gibidir: "Allah'tan korkun ve bilin ki
O'nunla karşılaşacaksınız ve müminleri müjdele!" (Bakara/223) Burada
müminlerin Allah huzurunda korkudan emin olduklarına, güzel bir şekilde
ağırlanıp O'na yakınlıkla müj-deleneceklerine işaret edilmektedir.
Nefis
muhasebesi şöyle yapılır: Kul, nefsinde bir himmet doğduğu ve hareket
başladığı zaman şöyle bir durur. Hatır'mı (=kalbe gelen his ve fikir) yoklar
ve tanımaya çalışır. Hatır, kalbin hareketini, Izdırab (=dalgalanma) ise
bedenin hareketini ifade eder. Kulun kalbinde doğan his veya fikir, bir niyet,
azmetme, karar verme, çaba sarfetme veya yapma cihetinde bir himmete sebeb
olur. Eğer bunlar, Allah için (=Lillâh), Allah yolunda (=Fillâh) ve Allah ile
birlikte (=Billâh) ise ona devam eder.
Allah için
olması; sadece Allah'a has ve halis olması manasmdadır. Allah ile birlikte
olması; nefis ve hevaya yakınlaşma suretiyle değil de Allah'ın yakınlığının
müşahedesiyle birlikte olması, manasmdadır. Allah yolunda olması ise, Allah
uğrunda, O'nun rızasını kazanma cihetinde olması manasmdadır. Eğer himmetini
mucib olan şey, böyle bir şey ise onu bir an önce tamamlamak için çaba sarfeder
ve bunda acele eder.
Eğer beşeri
tabiata uygun ve beşeriyet vasfına uygun dünyevi bir çıkar, nefsani bir heva,
eğlence ve gaflet içinse o hatırı hemen reddeder ve onu kafasından ve
kalbinden çıkartıp atmak ister, içinden gelen bu kötü sese kulak vermeyip onu
zihninde üretmeyerek kalbinde yer etmemesi için çabalar. Aksi halde kalbinde
yereden bu kötü fikrin atılması çok zor olur. Oraya yerleşen bu fena fikir,
zamanla orada bir tesir doğurur ve bu da zaman içinde fiil olarak ortaya çıkar.
Kalbe doğan
his ve fikrin Allah için olması, O'na halis kılınması anlamındadır. Allah ile
olması, nefsin ve nevaların değil O'nunyakınlığının müşahedesiyle olması
anlamındadır. Allah yolunda olması ise, dünyevi bir kazanç için değil, Allah
rızası için olması anlamındadır. Kul, kalbine doğan bu fikrin (=hatır)
tahlilini yapamaz ve onun üzerinde şüpheye düşerek hakikatini göremez, onun
Allah Teala katında övülen, rızasına mazhar olacak, kul için öne geçirici-lik
vasfı taşıyan bir şey mi yoksa Allah Teala katında çirkin ve mekruh görülen,
kulun onu terketmesinde Allah'a yakınlık ve sevapta fazlalık getiren bir şey
mi olduğunu bilemezse, o zaman bir kapalılık (—işkâl) ortaya çıkar. Bu
kapalılığın sebebi, şu üç husustan biridir: 1. Allah Teala'yı yeterince
bilememekten kaynaklanan yakini iman eksikliği; 2. Batıl hükümlerin kapalı
yönlerini bilememekten doğan ilim eksikliği; 3. Beşer tabiatından doğan ve
nefse yerleşen heva ve heveslerin galib gelmesi.
Bir alim
şöyle demiştir; Alim, hayrı serden ayırabilen kimse değildir. Çünkü bunu her
akıl sahibi yapar. Halbuki alim, iki serden hayırlı olanı bilen ve zaruret
halinde onu yapabilendir. Kul, zarurete düştüğü zaman böyle yapar. İki
hayırdan şer olanını bilendir. Yani dayandığı şeylerden dolayı bunlardan
birinden sakınandır.
Şüpheli
hususlarda Allah Teala'nm hükmü; geri durma ve uzaklaşmadır. Eğer bu husus,
kalbi amellerden biri ise, kul bunun için azmetmez ve niyetlenmez. Eğer bedenle
yapılan bir amel ise, onun için koşmaz ve çaba sarfetmez. Aksine, işin içyüzü
ortaya çıkıncaya kadar durur ve diğerlerini de durdurur. Vera' (=titizlik, endişe)
işte budur. Vera', kapalı hususlardan geri durmak ve bunları yapmaktan
çekinmektir. Şüpheli konulara -hakikat ortaya çıkıncaya kadar-, niyet, söz
veya fiille dalmaktan sakınmak, vera'ın gereğidir. Bunların açığa çıkması da,
ilimdeki kapalılığın giderilmesi, manaların iyice tedkik edilmesiyle olur.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste de bu husus teyid edilerek şöyle
buyrulmaktadır: "İnsanların en alimi, onlar ihtilafa düştüklerinde hakkı
en iyi tanıyandır". Yine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Allah Teala, şüpheler doğduğu zaman basiretli ve tenkidciyi,
şehvetlerin hücumunda da kamil aklı sever".
İbni
Mesud'dan (ra) şüphelerin çoğalmasıyla ilgili olarak şöyle bir söz
nakledilmiştir: Bugün, öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki,en hayırlınız en
hızlmızdır. Öyle bir zaman da gelecek ki, en hayırlınız en yavaşınız
olacaktır. Nitekim sahabeden (ra) bir cemaat Irak ehli ile Şam ehli arasında
savaş kopunca geri durmuş ve beklemeyi tercih etmişlerdir ki bunlar arasında
Sa'd, İbni Ömer, Üsa-me, Muhammed b. Mesleme (ra) gibi sahabiler mevcuttu.
Şüpheli
noktalarda geri durmayarak onlara atılanlar, kendi görüşüyle övünen ve
nefsinin hevasına uyanlardır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir
hadiste de, böyle davrananlar zemmedil-mektedir: "İtaat edilen bir
cimrilik, tabi olunan bir heva ve her görüş sahibinin kendi görüşüyle
övünmesini gördüğünde, kendi nefsinin hususiyetine bağlı kal"[98][98]Dikkat
edilirse hadiste zemmedilen, cimrilik değil 'İtaat edilen cimrilik'tir. Çünkü
cimrilik, her nefsin sıfatıdır.
Kişi, nefsindeki
bu cimriliğe itaat ettiği ve sevdiği malı başkalarından kıskanarak sadece
kendine saklamaya çalıştığı zaman zemmedilir. Aynı şekilde heva da tek başına
zemmedilin emiştir. Çünkü heva da nefsin özünde olan bir özelliktir.
Zemmedilen, kişinin bu hevaya gem vurmayıp ona tabi olmasıdır. Kişinin kendi
görüşüyle övünmesinde zemmedilen boyut ise, kişinin bu görüşü sırf kendi akıl
ve zihninin ürün ve neticesi olarak görerek, ona ulaşmasını sağlayan Allah
Teala'nm hidayetini inkar etmesi ve kendi görüşüyle iftihar ederek,
kendisinden daha bilgili olan kimselerin görüşlerini hor görmesidir.
Allah Teala
buyurduki: "Nefislerinizi temize çıkarmayın". (Necm/32) O, kendi
dostları arasındaki görüş sahiplerini vasfeder-ken de şöyle buyurur:
"Keskin anlayışlılar için elbette bunda ibretler vardır". (Hicr/75)
Yine O, şöyle buyurmuştur: "Basiret üzere Allah'a davet ediyoruz. Ben ve
bana tabi olanlar". (Yusuf/108) Bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
"Müminlerin 'güzel' gördükleri şey, Allah katında da 'güzel'dir.
Müminlerin, 'çirkin' gördükleri şey ise, Allah katında da 'çirkin'dir. Siz
Allah Teala'nm arzmdaki şahitlersiniz". Seleften rivayet edilen bir söz
de şöyledir: ibadetin en faziletlisi, güzel görüştür.
Misallerin
çatışmasından dolayı, durum müşkil bir hale gelip hangi misale uyucağmız açıkça
belli olmadığı zaman, vera'ın gereği, durup hiçbir şey yapmamak ve durumun
kesinlik kazanmasını beklemektir.
İlim
eksikliğinden dolayı hasıl olan şüpheye gelince, bu hususta bilmeniz gereken;
haram ve helal olarak iki aslı kesin olarak tanımanız ve benzerlerine buna
göre yaklaşmanız dır. Bu, gayet açık bir hükümdür. Mesela bazıları, güzel yüzlü
bir gence bakmayı, erkek olduğu için helal görmüşlerdir. Bu meseleyi -şüpheli
olduğu için- iki asıldan birine dayandırmak istediğinizde, Allah Teala'nm şu
ayetini görürsünüz: "Meyvasmı verdiğinde onun meyvasma bakın".
(En'am/99) Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Mümin
erkeklere, gözlerini sakınmalarını söyle". (Nur/30) Dolayısıyla, parlak
gence bakmakta da cinsel haz sözkonusu olabileceği için, üstteki asla göre
hüküm verilir.
Bu durum,
aynen mubah olan şiir ve kasideleri dinlemeye benzer. Kur'an dinlemek helal,
ama şarkı dinlemek haramdır. Kasideler ise daha çok şarkıyı andırmaktadır. Bu
sebeble bunların dinlenmesini, ehli olanlar dışındakiler için mekruh görürüz.
Aynı durum, Kur'an okurken 'Lahn=makam' ile okuma için de geçerlidir. Kuı^an'ı
bu şekilde okuyan kimse, kısaltmaları uzatıp, uzatmaları kısaltacak şekilde
makama uymaya çalışırsa, onu şarkıya benzettiği için mekruh işlemiş olacaktır.
Benzer bir durum pamuk ipek karışımından yapılan giysileri giyme konusunda da
geçerlidir. Bize göre, bu tür kumaşlar giymek ve bunlar giyinikken amel etmek
mekruhtur. Çünkü bunlar, pamuktan çok ipeğe benzerler.
Ne gözün, ne
de kulağın gerçek hükmüne ulaşamadığı kapalı hususlara gelince kalpler, bunlar
hakkındaki kötü zanları, ve zahiri üzere ameli kesinleştirmeyi sorgularlar.
Allah Teala'nm aşağıdaki buyruğu da bu manadadır. İlmi açıklanmayan şeylerden
uzak durulması gerekir. Kul, kendisine ilim verilmeyen bu tür muğlak konulardan
uzak durmalıdır. Aksi halde uzuvları tarafından sorgulanacağı tehdidi gayet
açıktır. Allah Teala buyurdu ki: "Bir de bilmediğin bir şeyin ardınca
gitme". (İsra/36) Yani onun ardına düşme, onu merak edip irdelemeye
girişme. Bilmediğin bir şeyin izini sürerek, gözünü, kulağını ve kalbini ona
şahit etme. Çünkü ilmin hakikati, görme, duyma ve müşahededir. İşte bu
sebeple"Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların her biri ondan sorumludur"
(İsra/36) buyrulmuştur.
Allah Resulü
de (sav) bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Zan-dan sakının. Çünkü zan,
sözün en yalan olanıdır".[99][99]
Kim, şüpheli
bir meselede sırf kendi hevasma uyarak kati bir karara varırsa; kim de,
içyüzünü bilmediği bir fiil veya işe hemen atılır, onu arkadaşlarına da
açıklayarak haber varirse çok büyük bir kötülük etmiş olur. Bir hadiste şöyle
buyrulmaktadır: "Kim gözünün gördüğü veya kulağının duyduğunu yayarsa,
Allah Teala onu iman edenler arasında kötülüğü yaymaya çalışanlardan biri olarak
yazar". Bu hadis, Allah Teala'nm kulları üzerindeki örtüsünü ve
kullarının ayıplarını örtenleri sevdiğini ortaya koymaktadır. Ebu Bekir de (ra)
duasında bu gerçekleri teyid ederek şöyle derdi: "Allahım, bize hakkı hak
olarak göster ki ona uyalım. Batılı da batıl olarak göster ki ondan sakınalım.
Bunlardan hiçbirini benzeş-meli gönderme, yoksa hevaya uyarız".
İsa'dan (as)
şu söz rivayet edilmiştir: "İşler üç türlüdür: Bir iş vardır ki doğruluğu
sana açıkça belli olur, ona uy. Bir iş de vardır ki yanlışlığı sana açıkça
belli olur, ondan sakın. Bir iş de vardır ki, hükmü sana kapalı gelir, onu da
bilenine havale et".
Ali (kv)
şöyle dua ederdi: "Allahım, ilim hakkında ilimsiz konuşmaktan Sana
sığınırım". Allah Teala'nm batılı batıl olarak ortaya çıkarıp, dalaleti
dalalet olarak beyan etmesi de, hakkı ortaya çıkarıp doğru ve sadık olanı
beyan etmesi gibi O'nun nimetlerindendir. Çünkü o da, yakini bilginin
kapılarından biridir. İşte bu sebebledir ki Allah Teala kulu ve peygamberi
Muhammed'e (sav) bir iyilikte bulunarak ayetlerini ona açıklamış ve şöyle
buyurmuştur: "Ayetleri işte bu şekilde açıklarız ki, suçluların yolunu
açıkça görebilesin". (En'am/55)
Ayetteki
'Sebü=yol' kelimesinin fethalı okunması, Allah Resu-lü'nün (sav) bunları
tanıması, ötreli okunması ise, suçluların yollarının gösterilmesi ve açığa
çıkarılması, anlamında bir ifade doğurur. Allah Teala, takva sahiplerine bunu
vaadetmiş, hatta günahların kefaretinden ve mağfiretten bile öne alarak
zikretmiştir. O, bunun büyük bir lütuf olduğunu haber vererek şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah'tan korkarsanız, O da size bir kıstas
(furkan) kılar, günahlarınızı kefaret eder". (Enfal/29) Yani kalplerinize,
şüpheli halleri ayırabileceğiniz bir ışık koyar.
Aynı şekilde
Allah'tan hakkıyla korkan müttakiler için bir de kapalı konulardan çıkış
varedilmiş ve onlar, hiç ummadıkları yerden nzıklandmlmakla müjdelenmişlerdir.[100][100]
Bu da öğretilmeksizin bilme olarak anlaşılan, ilahi ilham ve her şeyden
haberdar ve her-şeyi bilgisine sahip olan Allah katından verilen tevfik-i ilahi
olarak kendini gösterir.
Allah Teala,
ilim ehli kendi aralarında saldırganlık için ihtilafa düştüklerinde takva
sahibi müminlere böyle bir çıkış vaadetmiştir. Kitab Ehli'nin alimleri
arasındaki saldırganlık ise, hased ve kibir afetlerin dendir. Allah'ın gaybi
ayetlerini ve kaderi gönülden tasdik etmeyen münafıklar ise, bu vaatten mahrum
bırakılmışlardır. Allah Teala, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Halbuki
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerine karşı olan kibir ve hasetten
ötürü ihtilafa düşenler, o Kitab verilenlerden başkası değildir. İşte Allah,
iman edenleri, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakka hidayet
etti". (Bakara/213)
Hakka
hidayetin oluşumu şöyledir: Takva sahibi kimseye hidayet verildiği zaman hak
ortaya çıkardır ve kul, imtihan için başlatılan batılı ve onunla ilgili olarak
kendine raci olan hükümleri bilir. Batıl, kimi zaman bir düşmanın ismi, kimi
zaman da nefsin bir sıfatıdır. Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmediniz mi?
"De ki: 'Hak geldi, artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri döner".
(Sebe'/49) Yani hak geldiği zaman, batılı açığa çıkarıp tekrar göstererek
başlama ve tekrarlama emrinin hakikatini ortaya koyar. Denildi ki: Ayette
'Batıl' ile murad edilen İblis'dir, bunu iyi düşünün. Allah Teala buyurur ki:
"Allah'ın ayetlerine iman etmeyenleri, Allah da hidayete
erdirmeyecektir". (Nahl/104) Allah Teala'nm hükümleri açıklaması f=beyân)
bir nimettir. Çünkü bu da kudret-i ilahinin bir eseridir. Nitekim O şöyle
buyurmaktadır: "(Hakikat) ona beyan olunca 'Bilirim ki Allah, herşeye
kadirdir' dedi". (Bakara/259) Hal böyle olunca kula düşen, bu nimetten
dolayı Allah Teala'ya şükretmesidir.
Kulun
sürekli şükrü, Allah Teala'nm beyân nimetini bahşetmesine bir vesile olabilir.
Kaldı ki Allah Teala, şükredilmesi halinde daha fazlasını vereceğini
vaadetmektedir: "Belki şükredersiniz diye Allah size ayetlerini işte
böyle beyan edip açıklar". (Maide/89) Ayetlerin açıklanmasına şükredenler
için şükrün karşılığının ziyadesiyle verileceğinin en güzel delili de yine
O'nun şu buyruğudur: "Şükreden bir kavim için ayetleri işte böyle
açıklarız". (A'raf/58)
Şüpheli
işlerde kalbinin sesini duymayarak duraklayan ve Allah Teala'nm daha fazla
ilim, yakini bir kuvvet veya heva perdesini kaldırmak suretiyle hakikati
açmasını bekleyen kul, doğru olana yönlendirilmiş bir kuldur. Bu manada Allah
Teala şöyle buyurmaktadır: "Kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırma
gücü vermiştik". (Sad/20) Böyle bir kul, Allah Teala'nm vasfettiği şu
zümreye dahil olacaktır: "Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiş
(demektir)". (Bakara/269) Kulun bu hali, talep etmediği ve başka bir
alimi onu açıklama mevkiine koymadığı durumlar için geçerlidir.
Böyle bir
durumda dostları için hakikati öğrenmek ve kendisine yol göstermeleri
noktasında alimleri rehber mevkiine koymak isteyen kul ise, zaruri olarak
Allah'ı bilen, O'nun hükümlerinin içyüzüne vakıf olan, Allah Teala'nm gerdiği
perdenin inceliğini ve keşfinin gizemini arif olan bir alime sorması gerekir.
Hakikati kendi kalbiyle mükâşefe edip bulamayan bir kimse ise, o alîm kendisine
anlayacağı dilden bu işin hakikatim açıklayacaktır. Allah Teala şöyle
buyurmaktadır: "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun". (Nahl/43)
Kul, böyle davranmakla Allah Teala'nm şu buyruğunu da tasdik etmiş olacaktır:
"Onu, haberdar olana sor". (Furkan/59)
Allah Teala,
ilk yürüten ve son açıklayandır. Ancak yürümek ve sormak kula, hidayete iletmek
ve beyan etmek ise hidayeti elinde tutan Hak Teala'ya aittir. O, şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Yeryüzünde yürüyün ve bakın". (Nahl/36) Yine
O, şöyle buyurmuştur: "Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuluysan, Kitab
okuyanlara sor". (Yunus/94)
Konuyla
ilgili olarak muhtelif ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "Onu beyan etmek
Bize düşer". (Kıyamet/19) "Hidayeti göstermek de Bize düşer".
(Leyl/12) "Yolu doğrultmak da Allah'a düşer". (Nahl/9) Allah Teala'nm
geçmiş ümmetler içinde yaşayan sünnetleri bunlardır ve bu sünnetler asla
değişmeyecek, değiştirilemeyecektir. Allah Teala'nm şu buyruğunu da işitmediniz
mi? "Ve Adem'e bütün isimleri öğretti". (Bakara/31)
Öğretilmek
için seçilen insan, o idi. Adem de (as) seçici olan Allah Teala'mn tahsisi
ile, ilimden nasibini aldı. Sonra şöyle buyurdu: "Ey Adem, onlara
isimleri haber ver. O, isimleri onlara haber verdiğinde". (Bakara/33)
Bundan sonra Adem'i bırakarak kendi Za-tı'na döndü ve ilminin vasıtasını
göstermesinin ardından Kendinin ilmin sahibi olduğunu teyid ederek şöyle
buyurdu: "Size 'Muhakkak ki Ben bilirim' dememiş miydim".
(Bakara/33) Dikkat edilirse, 'Adem bilir' buyurmuyor. Çünkü Adem (as) ilimden
nasibine düşeni Râzık'ı olan Allah Teala'dan almıştır. Bunun sebebi de, Allah
katındaki yüksek mevkiidir.
Melekler de
isimlerin ilminden paylarına düşen nasibi, Allah Teala'dan Adem (as)
vasıtasıyla almışlardır. Şu halde ilmi bahşeden, çetin kuvvet sahibi Allah
Teala'dır. Her şeyi yaratıcı olan O'dur: "Size rızık veren Allah'tan başka
yaratıcı mı var?". (Fatır/3) Kullar, Allah Teala'mn ilim rızkından
nasiplerini, vasıtalarına ve yollarına göre alırlar. Şu halde, hesaba çekici
olan Allah Teala'mn müşahedesiyle ilgili muhasebenin ilk makamı budur. Muhasebe
hakkında tahkik sahibi olmak ise, murakabe edip gözetleyen Allah Teala'mn
görülmesi sayesinde gerçekleşen Murakabe makamının başlangıcıdır. Murakabe'nin
bu makamı, yakini iman sahiplerinin (=Mûkinûn) hallerinden biridir. Yakin
ilmi, îman ilminin bittiği yerde başlar. Kulun Yakin ilminden alacağı son
nasip, aynı zamanda Ayne'l-Yakin makamının başlangıcıdır. O da Marifetin
müşahede edilmesidir.
Bu vasfı haiz
olan Marifet, Müşahede makamının başlangıcım teşkil eder. Bu da, yakın
kılınanların (=Mukarrebûn) makamıdır. Bununla kasdettiğimiz ise, nefsin
uzaklığını kuşatıp onu istila eden Karîb'in sıfatının müşahede edilmesidir.
Böylece uzaklığı yakınlıkta kaybolur ve aklı, O'nun zannı altında uyanıp
hikmeti O'nun kudreti altında durulur. Bunu ay ışığının, güneş ışınları içinde
kaybolmasına benzetebiliriz. Muhakkak ki Allah Teala, emrinde galib gelendir.
İsim ve
sıfatların manalarının bilinmesi, ilahi ahlak ve hükümlerinin içyüzünün
tanınması, Allah'a yakınlık (=Kurb) makamlarında, Zat'm nurunun aynasıyla
gerçekleşir. Mekan hükmünün nuru kaldırılır ve kul, sanki aynanın yapısının
(=kevn) kaldırılışına şahit olarak Zat'ı, bütün nuru ile müşahede eder. Ayna,
yapısından kaybolur ve kul, Allah Teala'mn Kayyumiyeti'nin baskısıyla ayakta
durur. Kul, o anda ölü gibi olur ve bütün dikkatiyle Zat'ı müşahede eder. Ama
bu müşahedesi, aynanın nuruyla ve onun cismiyle gerçekleşen müşahede gibi
olmaz. Bu da ancak vasfın yakından muayene edilmesi, muamelenin tamamında
murakabenin güzelce yapılması ve şer taşıyan hatırların derhal kovularak hayır
taşıyan hatırların hemen uygulanmasında kendini gösteren Rabbin huzurundaki
edebin güzelleştirilmesinden sonra hasıl olur. İşte bu, Müşahede ve Kurb
halidir.
Bu hal kulu,
ilme'l-yakin ile kalp saflığına, kalp sağlığı ise onu ayne'l-yakin müşahedesin
deki çeşitli makamlara yükseltir. Kul, Öyle bir hale ulaşır ki, ondan sonra
kalbinde haktan başka hiçbir hatır kalmaz. Dolayısıyla kalbinin sesine
(=hâtır) karşı çıktığında, Hakk'a karşı çıkmış olur. Bu vasıfların terkedilmesi
ise, kalbin bulanmasına yol açar. Kalp bulanıklığı ise, kalbin kararmasına ve
zulmetine neden olur. Bunlar da kasvet makamlarını teşkil eder ki bu, Allah'tan
uzaklaşmanın (=bu'd) ilk safhasıdır.
Bize şöyle
bir haber ulaştı: Küçük de olsa hiçbir fiil yoktur ki, onun için üç defter
açılmasın: İlk defterde 'Neden?' İkinci defterde 'Nasıl?' üçüncü defterde ise
*Kimin için?' soruları yazılıdır. 'Neden?' sorusunun manası şudur: Yaptığın bu
fiili neden yaptın? İşte bu, Rubûbiyet hükmü gereği Allah Teala'mn kulluk
hükmündeki kulunu imtihan noktasıdır. Bunun manası daha geniş olarak şöyledir:
Yaptığın bu fiili, Mevlan istediği için mi yaptın, yoksa onu sırf kendi
arzundan dolayı mı yaptın?
Kul, eğer bu
defterden temiz çıkar, yani bütün yaptıklarını Allah Teala emrettiği için
yapmış olarak hesabını verirse, ikinci defter açılır ve 'Nasıl yaptın?' sorusu
sorulur. Bu da, kuldan yaptığı fiille ilgili bilgisinin istendiği noktadır ve
onun için ikinci imtihanı teşkil eder. Burada kula, yaptığı fiili, bir ilme
dayanarak mı yoksa cehaletle mi yaptığı sorulur. Çünkü Allah Teala, ancak kendi
yolu üzere yapılan amelleri kabul eder. O'nun yolu da ilimdir.
Eğer kul, bu
imtihanı da geçerse, o zaman üçüncü defter açılır ve yaptığı işleri kimin için
yaptığı sorulur. Bu da, sadece Rab Tea-la'ya has ve halis kılarak kulluk
etmenin sınandığı noktadır. Kulun geçeceği üçüncü imtihan da budur. Bu imtihanı
geçenler, Allah Teala'nm haklarında "Ancak ihlaslı kulların".
(Hicr/40) buyurduğu-kullarıdır. Bu da, ihlas şiarı olan "La ilahe
illallah"m gereği ve icabıdır. Bundan sonra kul için, karşılaşma anının
beklentisi içinde ürpermeden başka bir şey yoktur.
Kul, yaptığı
ameli ilim üzere yapmış olabilir. Ama kimin için yaptığı önemlidir. Eğer
halisane şekilde Allah Teala'nm rızasını hedefleyerek yapmış ise, o amelin
ecrini vermek Allah'a düşer. Şayet kendisi gibi kul olan başka birinin rızası
için yapmışsa, o zaman ecrini ondan istemelidir. Dünyevi bir menfaat için
yapmış da olabilir. Onun karşılığı da dünyada verilmiştir.
Amel, hata
ve dalgınlıkla karışık olarak yapılmışsa, o zaman da ecir verilmez. Çünkü amel
için gerekli olan niyet ve azim mevcut değildir. Allah Teala dışında neyi
olursa olsun, başka bir şeyin rızasını umarak yapılan her şey, Allah Teala'nm
gazabını ve cezasını gerektirir. Çünkü bu, kulun gerçek mesuliyetini terketmesi
ve Allah'ın haklarını bilmemesidir. Allah'ın kulu olduğu halde, O'ndan
başkasını nasıl dost edinebilir? O'nun verdiği rızkı yerken, nasıl başkası için
amel edebilir? Din, yalnız Allah'ın olduğu halde, nasıl dini başka kaynaklarda
arayabilir? Yoksa o, Allah Teala'nm 'Dikkat edin, din yalnız Bana halis
kılınır" buyruğunu duymamış mıdır?
O'nun
"Onlar, ancak hanifler olarak dini Allah'a has kılarak O'na kullukla
emrolundular" (Beyyine/5) ayetini duyamadığı için mi, O'nun emirlerini
kabul etmez? Ya da O'nun "Allah dışında taptıklarınız size rızık
veremezler. Rızkı Allah'tan umun ve O'na kulluk edin" (Ankebut/17) buyruğunu
duymamış mıdır?
İşte bunlar,
Kur'an'm misalleridir ve alimler de bu misallerden delil çıkarırlar. Şu halde
hitab-ı ilahi iyice tefekkür edildiği zaman, arifler de bu misaller vasıtasıyla
zikirlerini anlarlar. Allah Teala'nm ayıplama ve kınaması ise, O'nun yüce
hitabından uzak duran gafillere yöneliktir. O'nun hitabındaki ağır doz, onlar
için ahirette görecekleri azaptan bile daha fazla can yakıcıdır. Çünkü Allah
Teala, dinin yalnız Kendine halis kılınmasını istemiş ve bu noktada yarattıklarından
hiçbirinin Kendine ortak koşulmamasını emretmiştir.
O buyurur
ki: "Dikkat edin, Din yalnız Allah'a halis kılınır". (Zümer/3) Şu
halde Allah'ın yolu, halis ve tevhidle birleşmiş bir yol olup, bulanık ve
başkaları tarafından da ortaklaşılan bir yol olmamalıdır. Çünkü ihlas, şehvet
ve hevamn bulaşıklarından arındırma ve temizleme demek iken, onun zıddı olan
şirk, Allah'a ibadete nefsi ve diğer insanları karıştırmaktır.
İhlas, kan
ve işkembedeki besinlerden süzülerek çıkan saf ve temiz bir süt gibidir. Allah Teala
üzerimizdeki nimetini onunla tamamlar. Bize düşen de, aynı O'nun yaptığı gibi,
heva ve hevesin hakim olduğu nefsimizden halis ve pâk ameller çıkarabilmektir.
Sütün içinde bir kan veya işkembe artığı gördüğümüzde ondan nasıl tiksinir ve
içmezsek, Hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah Teala da bizim
amellerimizde bir riya, şehvet ve heva bulaşığı gördüğünde onları asla kabul
etmeyecektir. O'nun, kudretiyle bizler için hayvanlar ve diğer canlılardan
binek ve yiyecek edinme-mezi sağladıysa, biz de yalnız O'na şükretmeli ve
amellerimizi O'na halis kılmalıyız. O'nun nimetlerini yedikten sonra
kazandığımız kuvvetle, salih ameller işlemeliyiz.
Kim, Allah
Teala'nm onun için yarattığı nimetleri bilmezlik eder, emrettiği gibi dininde
ihlasa yönelmezse, elbetteki gazab-ı ilahiye maruz ve azab-ı ilahiye müstehak
olur. Çünkü böyle davranmakla, O'nun nimetlerine nankörlük etmiş, emirlerine
başkaldır-mış olur.
Yukarıda
anlatmaya çalıştığımız hususlarda düşünen insanlar, halktan mümkün olduğunca
kaçarak, Hak'la karşılaşmanın endişesiyle sürekli gözyaşı döken kullar
olurlar. Onlar, huzur-u ilahiye çağrılan, orada durdurulan, şahit kılman ve
oradan asla geri çevrilmeyen kimselerdir. [101][101]
Bu fasılda
virdin mahiyetini ve bilinen evraddan daha fazlasına ta-lib olan ariflerin
hallerini anlatacağız.
Şunu bilin
ki vird; gece veya gündüzden belli bir vakit için kullanılan isimdir. Bu
vakit, kulun üzerine tekrarlı olarak varid olur ve kul, bu vakti Allah Teala'ya
yakınlaşma yolunda harcar. Bu vakitte, huzuruna getirdiği mahbub, Ahiret'te
ona geri dönecektir. Yakınlık (=Kurbet) iki husus için de kullanılan bir
isimdir. Bu hususlardan ilki; kula emredilen bir farz, diğeri ise yapılması
mendub görülen bir fazilettir. Kul bu fazileti gece veya gündüzün belli bir
vaktinde devamlı olarak ifa ettiğinde, bu kendisi için bir vird olur. Bu, onun
takdim ettiği bir vird olup bugün geçirse yarın yine gelecektir. Virdlerin
(=evrâd) en kolay olanı, dört rekatlık namaz, tekrarlı okunan surelerden
birkaçını okumak ya da iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak maksadıyla
çalışmaktır.
Enes b.
Malik (ra) şöyle derdi: Muhammed b. Sirin'in (ra) geceleyin ifa ettiği yedi
virdi vardı. Bunlardan birini kaçırdığında, gündüz kaza ederdi. Belli bir
vakitle sınırlandırılan ve görev addedilen her amel, 'vird' olarak
isimlendirilir. el-Mu'temer b. Süleyman şöyle demiştir: Ölüm döşeğinde iken
babama telkin vermeye gittim. Bana eliyle telkini bırakmamı, kendisinin
dördüncü virdi ihya etmekte olduğunu ima etti.
Kur'an-ı
Kerim'in hiziblerinden her bir hizib de, belli bir vakit için 'vird' olarak
adlandırılmıştır. Amel sahipleri arasında kimileri de virdlerini Kur'an
cüzlerinden belirlerdi. Kimi rekat sayısına göre taksim ederken, bunların
üstünde yeraîan ilim sahipleri de virdlerini gece ve gündüz vakitlerinden
tesbit ederlerdi.
Bir vaktin;
bir ayet, bir rekat, bir tefekkür veya bir kelime-i şe-hadet ile belirlenmesi
bile o kimse için 'vird' addedilir. Arifler ise, virdler için belli vakitler
koymayıp vakitleri taksim etmemiş, bunun yerine virdi tek vird halinde Allah
Teala'ya hasretmişlerdir. Dünya ile ilgili ihtiyaçlarını zaruretlerle
sınırlamış ve vakitlerini Rableri ile kendi işleri noktasında eşit olarak
taksim etmişlerdir.
Boyunlarını
Allah'a kulluk köleliğine eğmiş olan bu kullar, bütün adımlarını hizmet
yolunda atmaya itina göstermişlerdir. Onlar bulundukları her vakitte,
virdlerinin sıfatına uygun olarak yapılması istenen şey üzerinde amil kimselerdir.
Onların alameti; Allah Teala'nm güzellikle kendilerini seçmiş ve velileri
edinmiş olmasıdır. Allah Teala, onları nefislerine mahkum etmez ve birbirlerine
muhtaç bırakmaz. Aksine onların ihtiyaçlarım üstlenip korunmalarını üstüne
alır. Çünkü O, salihlerin dostudur. Onların müşahedeleri; zikirleri, Habib'e
yakın olmaları, sevgi ve muhabbetleridir. Onlar Mahbub'ları dışında hiçbir
varlığın faziletine şahit olmaz, Marufları olan Allah Teala dışında
hiçkimsenin yakınlığını istemezler. Onlar O'na, yine O'nunla yaklaşır, O'na
yönelik olarak yine O'nunla O'nu teşbih ederler. O'nun için O'na tevekkül eder,
O'nun azabından dolayı da yine O'ndan korkarlar. O'na karşı, yine O'nu
severler.
Onlar,
tevhide ilişkin ameller dışındaki amelleri eda etmeseler bile, tevhidi
imanlarından zerre kadar eksilme olmaz. Müridlerin takip ettikleri virdlerin
tamamını terketseler bile, kalplerinde bir fetret veya kasvet asla görülmez.
Çünkü onlar, imanları amellerle artıp yine amellerle eksilenler gibi
değildirler. Kalplerini ve hallerini virdlerle diri tutma ihtiyacı
hissetmezler. Onlar, kendi kalplerinden neyin eksilip neyin arttığını iyi
bilirler. Kalplerinin bir vesileye, nefislerinin de bir talebe ihtiyacı yoktur
ki bunların eksikliğinden dolayı yakinî imanlarında bir zaaf oluşsun.
Bütün
bunlar, müridlerin hallerin dendir. Onların bütün değişimleri iki hususutadır:
Hâlık ile darlanıp O'ndan kaçmaları ve halk ile genişleyip onlarla huzur
bulmaları. Eğer onlar, Allah Teala'nm yakınlığında daim olurlarsa, O'nunla
rahat bulmaları da devamlı olur. O'nun üzerindeki şehadetleri sağlam olursa,
O'ndan başkasına asla bakmazlar. Arifler ise, kalpleri yalnız Allah ile dolmuş,
diğer varlıklardan tamamen arınmış kimselerdir. Bütün dağınık
şeyler,toplayıcılarıyla birlikte onlar için birleştirilmiştir. Kaim olan Allah
Teala, kendine şehadetlerinden dolayı onları da kaim kılmıştır. Onlar için
herşeyde bir fazlalık, herşeyde bir tevhid, içlerinden gelen her seste Allah'a
dönüş, baktıkları herşeyde Allah'a delalet, her bakış ve hareketlerinde
kendileri için Allah'a götüren bir yol vardır.
Onların
tevhidleri devamlı artmakta, yakini imanları da, hiçbir değişme, soğuma,
duraklama ve sınırlama olmaksızın devamlı surette tazelenmektedir. İçlerinden
biri, sebeplere bağlanmak istediğinde rabler Rabbi Allah Teala, bütün
sebepleri onun için toplar. Çünkü bu toplanma ile murad edilen O'dur. Arif kul,
bu dağınıklığı koklayarak kalbine gelenleri toplamak ister. Bu da, Mahbubu'na
olan güveninin ve Mahbubu nezdindeki yerini sağlamlaştırmanın bir yoludur.
Allah Teala,
onun talebini bildiği için, kul kendisim attığı zaman, Allah da ona olan
dostluk ve velayetinin ifadesi olarak onu taşır ve nefis ve hevasına muhtaç
etmez. Bütün bunlar, ancak ehli olan kullar tarafından bilinebilecek
makamlardır. Bu makamlar, ancak onlara yakışır. Bunlarda bulunmak, sadece
onlara uygun düşer. Bu makamlar kıyasa konu olamadığı gibi, yerleri hakkında
da iddiada bulunulamaz. Bunlar beklenilemeyen makamlardır. Dolayısıyla bunlar
için virdler terkedilebilir. Yine bunlar, umulmayan makamlardır. Dolayısıyla
bunlar uğruna gösterilecek çabalar, daima eksik kalacaktır.
Sözkonusu
makamlar tarafından murad edilen kullar, onları yüklenmiş kullardır. Onlar, bu
makamların ilimleriyle yüzleşmiş-lerdir. Onlar, bu makamların yollarına
sokulmuş kimselerdir. Bu makamlar için gereken azık, onlara sağlanmıştır.
Bunlar, o kimselere has ve mahsus kılınmış makamlardır. Onlar, bu makamlarda
daima önde gidenlerdir. Allah Teala'nm velileri, elbette O'nun kullarıdır.
Onlar öyle kimselerdir ki, bütün kalpleriyle taptıkları İlah'a yönelmişlerdir.
Daima, yöneldikleri Mabud'larını gözler ve düşünürler. Bu sayede de, doğruyu
yanlıştan ayırma kabiliyeti (=fasl-ı hitâb) sayesinde Allah'ın hükmüne şahitlik
eden Kitabı'n hükümlerini layıkı veçhile anlayabilirler.
Allah Teala
şöyle buyurur: "O, ısrarla yöneldiğin ilahına bir bak". (Taha/97)
Allah Teala bunu, kendi ibadetinden yüz çevirttiği gafiller hakkındaki şu
buyruğundan sonra söylemiştir: "Dediler ki: Bir takım putlara tapıyoruz ve
onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz". (Şu'ara/71) Ardından da şöyle
buyurmuştur: "Haydi gidin ve ilahlarınız üzerinde sabırlı olun. Muhakkak
ki bu, murad edilen bir şeydir". (Sad/6) Allah Teala, bütün bu
ayetlerinin ardından şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin hükmü için sabırlı
ol. Muhakkak ki sen, gözlerimizin önündesin". (Tur/48) Arif kullar, Allah
Teala'nm bu ayetlerine vakıf oldukları için, emrolundukları İhlasın, İbadet
olduğunu, hakiki ibadetin ise, ancak nevadan uzak durarak Allah Tea-la'ya
yönelmekle yapılabileceğini iyi bilirler.
Allah
Teala'nm şu buyruğunu hiç duymadınız mı? "Tağut'a ibadet etmekten sakınan
ve Allah'a (tevbe ederek) yönelenler için büyük bir müjde vardır".
(Zümer/17) Allah Teala'nm değişik makamlara yükselttiği bu arifler, namazın
dinin direği olduğunu da yaki-nen bilir ve buna iman ederler. Ama onlara göre
namaz, ancak takva ehli olan müttakilerin işidir. Takva (=Allah korkusu) ise,
sadece Allah Teala'ya yönelme (=inabe) ve sürekli tevbe etme ile tahakkuk eden
bir sıfattır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yönelerek
O'ndan korkarlar". (Rum/31) Hemen ardından şöyle buyurmuştur:
"Namazı kılın ve Allah'a ortak koşan müşriklerden olmayın". (Rum/31)
Ariflerin,
Peygamberlerin sünnetine uygun olarak ifa ettikleri amel işte böyledir. Onların
Allah'a yönelmeleri ise, zikrettikleri Rablerini müşahede etmeleridir. Allah
Teala, onların zıddı olan kimseleri vasfederken şöyle buyurmaktadır:
"Gözlerinde Benim zikrime karşı bir örtü vardır". (Kehf/101). Halbuki
arifler için, O'nun zikri tamamen açılmıştır. Dolayısıyla onlar, Allah Teala'nm
o ayetinde vasfettiği kimselerin tam zıddıdırlar. Onların zikirlerinin yani
sürekli Allah'ı anmalarının hakiki özü, O'ndan gayrisini
unutmalarıdır.
Nitekim
Allah Teala başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Unuttuğunda Rabbini
zikret". (Kehf/24) Ariflerin devamlı surette Allah'ı zikretmeleri, onları
herşeyden kaçarak Allah'a yönelmeye sevketmiştir. Allah Teala da bu meyanda
şöyle buyurmaktadır: "Umulur ki zikredersiniz. Öyleyse Allah'a
kaçın". (Zariyat/50) Onlar Allah Teala'ya kaçtığında, O da kendilerine
yakınlığıyla kucak açmış muhabbetine götüren yolu göstermiş, rahmetini
kendilerine yayarak hepsini kabzasına almış kendilerinden başka kimseyi görmemelerini
ve tanımamalarını sağlamıştır. Allah Teala buyurdu ki: "Madem ki siz,
kavminizden ve onların, Allah dışında taptıklarından ayrıldınız, o halde
mağaraya sığının ki Rabbiniz, rahmetinden size bir genişlik versin".
(Kehf/16) Yine O, başka bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki ben, Rabbime gidiciyim, O beni hidayet verecektir".
(Saffat/99)
Bundan sonra
virdleri ve bunların arttırılmasıyla umulan sevapları anlatacağız. Bilinen
vakitlerde belli ibadetlerin yapılmasıyla sınırlandırılan evrada sürekli devam
edilmesi halinde, müridin eksikliği daha çok ortaya çıkar. Mürid, bu evrada
devam etmek suretiyle, azmin kuvvetini tanır, dünyevi adet ve fetretinin
verdiği gevşeklikten sıyrılmayı başarabilir. Virdlerde bir çok fazilet mevcuttur.
Öyle ki, virdlere devam eden bir amil, hastalık veya yolculuk sebebiyle ara
verdiği zaman, görevli melek sağlığında veya ikametinde yazdığı sevabı aynen
yazmayı sürdürür.
Arifin
uykusu, cahilin namazından daha faziletli olabilir. Çünkü uyuyan kul,
uykusunda iken selamette olan, uyandığı zaman zahid ve alim olarak amel eden
bir kuldur. Şu oruç tutan ve gece kıyamına kalkan kimsenin ise, ibadetlerinde
türlü afetlere mübte-la olmasından ve türlü düşmanlarla ilişki kurmasından emin
olunamaz. Çünkü o, bahsettiğimiz cahil kişidir. Yaptığı amelle kendini
kandırır ve bulduğunda kaybeder. Daha önce de şöyle bir hadis rivayet etmiştik:
"Alimin uykusu ibadet, nefesi teşbihtir". Başka bir hadiste ise şöyle
buyrulmaktadır: "Bir alim, şeytanlar için bin abidden daha çetin bir
rakiptir".
Maktu' bir
hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "-Gök ile yeri kas-dederek- şu, bunun
üstüne düşse bile, alim ilmini hiçbir şey için terketmez". Halbuki, dünya
nimetleri bir abidin önünde açılsa, çoğunlukla Rabbinin ibadetini terkeder.
Çünkü alim, uykusunda bile Allah'ın ayet ve ibretlerini mükaşefe yoluyla
öğrenebilir, Melekut-i A'la ve Esfel onun önünde açılabilir, türlü ilimlerle
muhatap olup Peygamberlerin uyanıkken şahit oldukları Kudret-i İlahi'ye bir anlamıyla
uykusunda şahit olabilir. Çünkü gözleri uyuşa bile kalbi diridir. Halbuki gafil
birinin uyanık hali çoğu zaman uykulu hali gibi olabilir. Çünkü gözleri açık
olmasına rağmen kalbi ölüdür. Şu halde, alimin uykusu, cahilin uyanıklığına
denktir.
Cahil ve
gafil birinin uyanık hali, nasıl olur da alimin uykusuna yakın derecede olur?
Bakın Ebu Musa'nın (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet ettiği hadise:
"Allah Resulü (sav) Uhud'a baktı ve şöyle dedi: "İşte Uhud dağı! Hiç
bir varlık onun ağırlığını bilemez. Ümmetim arasında öyle kimseler vardır ki
onların teşbih ve tehlilleri, Allah katında bu dağdan bile daha ağırdır".
İbni Mesud (ra) şöyle bir hadis nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Ömer'e (ra)
şöy-\ le buyurmuştu: "Kulun bir günde yaptığı amelin, göklerdeki ve
yer-dekilerden daha ağır çekmesini asla yadırgamam" Sonra da bu kulu
vasfederek şöyle buyurmuştur: "O, Allah Teala'yı akleden, O'na yakinen
iman eden ve O'nu bilen bir kuldur".
Aişe'ye (ra)
Allah Resulü'nün Ramazan ayında kıldığı namaz sorulmuştu. Şöyle dedi: "O,
Ramazan ayma mahsus bir ibadete sahip değildi. O ayda, senenin diğer aylarında
yaptığından daha fazla bir şey yapmazdı"[102][102]. Enes b. Malik de (ra) şunu rivayet etmiştir:
"Geceleyin Allah Resulü'nü (sav) uyur görmek istediğinizde uyur bulur,
uyanık görmek istediğinizde de muhakkak uyanık bulurdunuz". Allah Resulü
(sav) geceleri uyur, sonra uyuduğu kadar kıyam eder, sonra tekrar uyur, sonra
da Sabah namazı için kalkardı".
Aişe (ra)
şunu nakleder: "Allah Resulü (sav) Ramazan ayı dışında hiç bir ay tam
olarak oruç tutmadı. Hiçbir gece de sabah namazı vaktine kadar kıyam
etmedi". [103][103]
Yine Aişe (ra), Allah Resulü'nün (sav) belli zamanlarda oruç tuttuğunu, belli
zamanlarda orucunu açtığını, geceleri de belli bir süre kıyam edip belli bir
süre uyuduğunu haber vermektedir. Başka bir hadiste ise Aişe (ra) Allah Resulü
(sav) hakkında şöyle demektedir: "Allah Resulü, 'Orucunu hiç açmıyor5
dedirtecek kadar oruç tutar, 'Hiç iftar etmiyor dedirtecek kadar iftar eder,
'Oruç tutmuyor1 dedirtecek kadar da oruca ara verirdi. Allah Resulü (sav)
oruca niyetlenerek sabaha çıkar, sonra iftar eder, oruç tutmamaya niyetlenerek
sabaha çıkar sonra oruç tutardı [104][104]
Başka bir
hadiste de şu husus rivayet edilmektedir: "Allah Resulü (sav) sabaha
çıktığı zaman ev halkına 'Yiyecek bir şeyiniz var mı?' diye sorar, eğer
birşeyler sunar iseler onu yer, aksi halde 'Ben oruçluyum' derdi. Bir gün
oruçlu olarak evden çıkmıştı. Sonra eve dönmüş biz de kendisine 'Ey Allah
Resulü, bize Hayse* hediye edildi' dedik. Şöyle buyurdu: 'Halbuki ben, oruca
niyet etmiştim, fakat onun yakın olanı hariç". [105][105]
Allah
Resulü'nün (sav) virdi, O'na varid olanların hükmü gereğiydi. Arifler de işte
bu madenden feyiz alırlar. Yakin sahibi bu kimselerin müşahedeleri de işte
böyle olur. Onlar, Allah ile beraberliklerinde belli bir vakte ve kesin
sınırlamalara ihtiyaç duymazlar. Nitekim ariflerden birine 'Allah'ı nasıl
tanıdın?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Belli vakitlerde azmetmeyi
feshedip, belli vakitler için konulan niyetleri kaldırarak'. Bu anlamda
virdler, normal amel sahipleri için geçerli olan vakte bağlı ibadetlerdir.
Abidler için aslo-lan da bu nevi vazifelerdir. Onlar, bu vazifeler sayesinde
marifet yoluna girer, ve bunlar sayesinde Bir olan Allah'a şahit olma makamına
kadar yükselirler. İşte o noktada bütün virdler, tek bir vird olur ve onlar da
Allah Teala'nm müşahedesiyle ayakta dururlar.
Selef-i
Salih'ten bir alim şöyle demiştir: İman, gönderilen peygamberlerin sayısı
üzere üçyüz onüç ahlaktan oluşur. Çünkü her peygamber bir ahlaka sahiptir. Her
mümin de bu ahlakın faziletlerinden biri üzere olur. Bu, onun Allah'a götüren
yolu, Allah'a olan yönelişi ve nasibidir. Her yolda müminlerden bir tabaka
vardır. Bunlardan bazıları, makam bakımından bazılarından üstte yeralırlar.
Başka bir
alim de şöyle demiştir: Allah Teala'ya giden yollar, müminlerin sayısmcadır.
Bir arif ise şöyle derdi: Allah'a giden yollar, mahlukatın sayısı kadardır.
Çünkü yaratılan her mahluka şa-hid olanın bir yolu olur. Yaratılanlar, aynı
zamanda Yaratan'a götüren yollar mesabesindedir.
Bir başka
hadiste şöyle buyrulmaktadır: "İman, üçyüzotuzüç yoldur. Kim, bu yıllardan
biri üzerinde şehadeti ile Allah Teala'ya mülaki olursa, cennete girer".
Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Herkes kendi yolu üzere amel
eder. Yol bakımından
Hayse;
hurma, kuru yoğurt ve yağın karıştmlmasıyla yapılan bir tür ezme..
kimin daha
doğru olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir". (îsra/84) Allah Teala'nm bu
buyruğu, sözkonusu müminlerin hepsinin de hidayet üzere olduğunu, ancak
içlerinden bir kısmının diğerlerinden daha doğru bir yol üzere olduklarını
gösterir.
Bazılarının
yolu, Allah Teala'ya diğerlerinin yollarından daha yakın ve daha faziletlidir.
Allah Teala'ya daha yakın olan yolu aramak, mendub görülmüş ve bu hususta
yarışıp rekabet etmek, teşvik edilmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Ey
iman edenler, Allah'tan korkun ve O'na vesile arayın". (Maide/35) Buradaki
'Vesile' Allah Teala'nm yakınlığıdır. Yine Allah Teala, şöyle buyurmaktadır:
"Onların taptıkları da, Rablerine yakın olabilmek için vesile
ararlar". (İsra/57) Bu yollardan hangisi Allah'a daha yakındır? Allah Teala'ya
en yakın olan insanlar, Allah katında en yüksek makama sahip olanlardır. O'nun
katında en yüksek makama sahip olanlar ise, O'nu en iyi tanıyan ve O'nun
nezdinde en faziletli olanlardır.
"De ki:
Herkes kendi yolu üzere amel eder". (İsra/84) ayetinin tefsiriyle ilgili
olarak şu tefsir rivayet edilmiştir: Yani herkes vahdaniyet şuuruna göre amel
eder. Kısaca herkes, Allah Teala'yı birleme şekli ve O'nun marifetini nasip
ettiği mikdarda amel ve kulluk eder. Ayetteki 'Şâkile' kelimesi, kişiyi
şekillendiren yol, tarikat ve ahlâk manalarına gelmektedir. Ali'nin de (kv) bu
meyanda şöyle bir sözü nakledilir: Her müminin, amelleri arasında bir önderi
vardır. Müminin Önder kıldığı amel, sayesinde kurtuluşu umut ettiği ve Allah
katında kendisini yükselteceğini ümit ettiği ameldir.
Ulemadan
biri şöyle der: Kufe'nin abidleri dört türlüdür: Bir kısmı sadece geceye sahip
çıkıp gündüze sahip çıkmazlar. Bir kısmı, sadece gündüze sahip çıkıp geceye
sahip çıkmazlar. Bir kısmı sadece gizli olana sahip çıkar, âşikârlığı
sahiplenmezler. Bir kısmı da aşikarlığa sahip çıkıp gizli olanı sahiplenmezler.
Bazı
abidler, gece ibadetini gündüz ibadetine tercih ederlerdi. Çünkü gece
ibadetinde nefis mücahedesi ve uzuvları haramdan sakınma gayreti vardır.
Gündüz ise, gafillerin hareketlerine ve cahillerin ortaya çıkışma sahne olur.
Gafillerin hareketlerinin ve cahillerin mevcudiyetlerinin ortada olmadığı gece
vaktinin sükunetinde sükun bulan kul, takva sahibi bir mücahid ve fazilet
erbabından bir abid olur.
Buna
karşılık şöyle denilmiştir: İbadet, sadece oruç tutup namaz kılmak değildir.
Bilakis, ibadetin en faziletlisi; farzları eda edip haramlardan sakınmak ve bir
dirhem dahi kazanırken Allah Teala'dan korkmaktır. Bunlar da gündüzün ibadetleridir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Geceleyin sizi öldüren, gündüz de ne işlediğinizi
bilen O'dur". (En'am/60) Yani gündüz uzuvlarınızla sevap günah namına ne
kazandığınızı bilir.
Dikkat
edilirse, Allah Teala kulun birşeyler yapmasını gündüze bağlamıştır. Çünkü
gece öldürdükten sonra gündüz onları diriltmektedir. Eğer kul, gündüz bir şey
işlemezse, o zaman Allah Teala tarafından diriltilmiş de olmayacaktır. Bu ise,
hitab-ı ilahiye muhalefettir. Şu halde en faziletlisi gündüz ibadetidir. Hasan
el-Basri (ra) ise şöyle derdi: Amellerin en ağırı, devamlılık üzere gece
kıyamıdır.
Virdlere
devam etmek, müminlerin ahlakından, abidlerin ise Allah'a götüren
yollarındandır. Bu, imanı arttırıcı ve yakini imanın alameti olarak görülen
güzel bir alışkanlıktır. Aişe'ye (ra) Allah Resulü'nün (sav) ameli
sorulduğunda şöyle demiştir: "O'nun ameli devamlı idi". [106][106]
O, bir ameli yaptığı zaman, onu en güzel şekilde yapardı.
Allah
Resulü'nün (say) ikindi namazından sonra kıldığı iki re-katlık nafile namazının
sebebi de buydu. Bir gün, yabancı bir heyetin kabulünden dolayı öğleden sonra
kılması gereken iki rekatı, ikindi namazından sonra kılmıştı. O günden sonra
her ikindi namazından sonra iki rekat namaz kılar oldu. Aişe (ra) ve Ümmü Seleme
(ra) bunu merak ederlerdi. Çünkü Allah Resulü (sav) müslü-manların sünnet
haline getirmemeleri için bu iki rekatı daima evinde kılardı.
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle büyümüştür: "Kendinizi ancak
yapabileceğiniz amellerle mükellef kılın. Siz usanmadıkça Allah Teala usanmaz".
[107][107]
Başka bir hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Amellerin Allah Teala'ya en
sevimli geleni, az da olsa devamlı olanıdır". [108][108] Başka bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah Teala'yı
bir ibadete alıştırır da sonra bezginliğinden dolayı onu terkederse, Allah da
ona gazap eder". Bazı ravilerin müsned olarak rivayet ettikleri Aişe'den
(ra) rivayet edilmiş bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"İlim olarak artamadığım her gün, o günün sabahında bana bereket
kılınmamış demektir".
Söz olarak
rivayet edilen, kimi zaman Allah Resulü'nden (sav) olduğu söylenip kimi zaman
da Hasan b. Ali'ye (ra) izafe edilen bir rivayet de şöyledir: "İki günü
eşit olan, aldanmıştır. Bugünü dününden daha kötü olan ise mahrumdur. Sürekli
artış içinde olmayan eksilmededir". Başka bir rivayette ise şöyle
denilmektedir: "Nefsinde sürekli eksiklik aramayan kimse, eksikliktedir.
Eksilmede olan içinse ölüm daha hayırlıdır". Mümin ise daima şükreder.
Şükredenler de sürekli artıştadır. [109][109]
Bu fasılda,
insan nefsini tanımaya ve ariflerin vecdlerini anlatmaya çalışacağız.
İyi bilin
ki, insanın eksilme ve noksan içinde olması, içinde bulunduğu gaflet halinden
dolayıdır. Gaflet ise, nefsin türlü afetlerinden doğar. Nefs, daimi hareket
etme tabiatı üzere yaratılmıştır. Allah Teala tarafından da daima en büyük
imtihanı olan sükunete çağrılmıştır. Çünkü nefis, ancak sükunete erip, kendi
güç ve engellemesinden beri kaldığı ve Mevlası'na muhtaç olduğunu bildiği zaman
istikamet bulabilir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Sadece müslümanlar olarak ölün". (Bakara/132) Korkuyla
yalnız Allah'a yönelme hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır. Ve canımızı müslüman olarak al". (A'raf/126) Yine
O, şöyle buyurmaktadır: "İnsan çok aceleci idi". (İsra/11),
"Muhakkak ki insan aceleden yaratıldı". (Enbiya/37) Allah Teala,
insanın bu acelecilik sıfatını haber verdikten sonra, bundan vazgeçmesini telkin
ederek şöyle buyurmaktadır: "Size ayetlerimi göstereceğim. Benden acele
istemeyin". (Enbiya/37); "Allah'ın emri gelecektir. Onun acele
olmasını istemeyin". (NahVl)
Halbuki
imanın artması manasına gelen sükunet indiği zaman, nefs sükunet bulur ve kendisine
nefes veren Allah'ın lütfuyla heva-dan uzaklaşır. Nefs sükunet bulduğu zaman,
Allah'a muhtariyet ve yakarışın alameti olan kalpteki gaflet perdesi kalkar.
İnsan nefsi, tabiatı icabı hareketlidir. Hareketi durduğu zaman, minnet ve fazilete
ulaşır. Tabiatına uyarak hareketliliği seçerse, o zaman imtihan ve adalet
gösterme lüzumu ile karşılaşır.
İmtihanın
başı, nefsin ihtilafa düşmesi, ihtilafa düşmenin başlangıcı ise muhalefet
etmesidir. Bu muhalefetin ön cephesinde gayret yeralırken kapısı kulaktır.
Kulak, kelama ve nazariyecüiğe giden yolun başıdır. Söz ise, şehvete götüren
yoldur. Şehvet, günahın anahtarıdır. Günah ise, cehennemde bir makamdır.
Cebbar olan
Allah Teala, kullarını cehennemden dünyada tevbe, ahirette ise affıyla çıkarır.
Allah Teala'nm emrine muhalif kalmak, O'nun dostları ve ariflerine, cehennem
azabından daha ağır gelir. Bu hususta ariflerden çeşitli sözler rivayet edilmiş
olup biri şöyle demiştir: Cehenneme girmekle sınanmam, bana Allah Teala'ya
karşı bir günah işlememden daha sevimli gelir. 'Niçin?' diye sorulduğunda
şöyle demiştir: Çünkü Allah Teala'ya karşı günah işlemekte, Rabbime isyan
etmek ve O'nun gazabına maruz olmak söz-konusudur. Halbuki cehennem azabında,
Allah Teala'nm kudret ve intikamının izhar edilmesi sözkonusudur. O'nun gazabı
bana, azap edilmekten çok daha ağır gelir.
Yakin sahibi
bir amilden de bu meyanda bir söz rivayet edilmiştir. O şöyle derdi: Benden
kabul edilecek iki rekat namaz dahi, cennete alınmamdan daha sevimlidir.
'Nasıl olur?' diye sorulduğunda şöyle dedi: Çünkü o iki rekatta Rabbim Allah'ın
rızası ve muhabbeti mevcuttur. Cennete girmekte ise, benim rızam ve arzum
vardır. Tabii ki Rabbimin rızası, benim için kendi hoşnutluğumdan daha
güzeldir.
Vüheyb b.
el-Verd el-Mekki, içmesi istenen bir sütü içmedi. Çünkü sütün kaynağını
sorduğunda, aldığı cevaptan memnun kalmamıştı. Bunun üzerine annesi şöyle
dedi: İç onu, içmen halinde Allah Teala'nm sana mağfiret etmesini umarım. O da
şu cevabı verdi: Ben içtikten sonra Allah Teala'nm bana mağfiret etmiş olmasını
istemem. Bunun üzerine annesi 'Niçin?' diye sordu. O da şöyle dedi: Günahını
işleyerek mağfiretini kazanmak istemem de onun için!
Nefsin
sıfatları esas itibarıyla iki noktada toplanır: Tayş1 yani hataya meyil ve
'Şereh' yani açgözlülük. 'Tayş' umumiyetle, cehaletten 'Şereh' ise hırstan
kaynaklanır. Bunlar, nefsin yaratılış fıtratım teşkil ederler. 'Tayş'm durumu,
pürüzsüz ve doğrultulmuş bir satıh üzerinde ucu ucuna duran bir top veya ceviz
tanesine benzetilebilir. Ona üflemek veya hafifçe itmek dahi harekete geçirmek
için kafidir. Hafiflik ve yuvarlaklıktan dolayı derhal hareket ederler. Nefs
de aynen böyledir. Hırstan kaynaklanan 'Şereh'e misal olarak da bir kelebeği
gösterebiliriz. Kelebek, ışığa duyduğu şiddetli hırstan ötürü yanan bir ateşe
cahilce atılır ve ışık ararken helak olur. Işığın az bir bölümüne ulaştığında
onunla yetinmeyerek onun kaynağına, kısaca ışığın bizzat kendine ulaşmak ister.
Halbuki o, yanan bir lambadır. Eğer uzakta durup az bir ışıkla yetinmiş olsa
kurtulacaktır. Cahilce hırsının ardına düşen nefs de aynen böyledir. İnsan
nefsindeki bu hırs, ondaki acelecilikten kaynaklanmaktadır.
'Şereh',
hırs ve tamah demektir. İşte bu iki zaaf, yanı hırs ve tamah, Adem'in (as)
cennetten çıkarılmasının esas sebebleridir. Çünkü Adem (as) ebedi hayata tamah
ederek, o meyvayı yemeye hırs göstermişti. Bu hareketi, elbetteki bir
cahilliğin ve hırsın neticesiy-di. İşlediği günah ise, dünyanın insanlarla
dolmasının, itaat ise ahiretin takva sahipleriyle dolmasının sebebini teşkil
etmiştir. Bunun içindir ki şöyle denmiştir: Dünya sevgisi, her günahın
başıdır. Zühd ise, her türlü taat ve amelin kaynağıdır. Bakın Allah Teala önce
cennete koyduğu Adem'i (as) sadece bir günahından dolayı oradan çıkarmıştır.
Sizler, bu kadar fazla günahla görmeyi dahi başaramayacağınız cennete nasıl
olur da girmeyihayal edersiniz?
Bir
hadisinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "İman çıplaktır. Onun
giysisi takva, ziyneti haya, meyvası ise ilimdir". Başka bir rivayette ise
şöyle buyrulmaktadır: "Cennet temizdir ve onda ancak temiz olanlar ikamet
edebilir. Kullar, onun için temiz olduklarında, ona girerler". Bunun,
Allah Teala'nın şu ayetiyle nasıl birleştirildiğine bir baksanıza:
"Melekler, temiz insanlar olarak canlarını aldıkları o kimselere 'Size
selam olsun' derler". (Nahl/32)
Başka bir
ayetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Bekçileri onlara 'Size selam olsun,
temizlenmiş, hoş olmuşsunuz, haydi ebedi kalıcılar olarak ona girin!'
derler" (Zümer/73) Cennet ehli temiz ve arınmış olmalıdır. Çünkü Allah
Teala başka bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Ve Adn cennetlerinde temiz
ve hoş meskenler". (Tev-be/72) Günahlar ise, pisliklerdir. Allah Teala,
şöyle buyurur: "Temiz ve hoş şeyleri onlar için helal, pis şeyleri de
haram kılan..". (Araf/157) O, bunu şu ayetinde hülasa etmiştir: "Pis
kadınlar da, pis erkekler içindir". (Nur/26) "Temiz kadınlar, temiz
erkekler içindir". (Nur/26)
Bir alim de
nefsin 'şereh' dediğimiz hırsını, üzerine bal sürülmüş bir ekmeğe gelen sineğe
benzetir. Azgın nefis, balın tamamını emmek isteyip de ortasına konan, sonra da
kanatları bala bulaştığı için orada ölen sinek gibidir. Başka bir sinek ise,
balın kenarına gelir ve oradan kendine yetecek kadarını emip işini bitirdikten
sonra uçup gider.
Hikmet
ehlinden biri de Adem oğlunu ipek böceğine benzetir. İpek böceği, cahilliğinden
dolayı kozayı sürekli kendi üzerinde örer. Öyle bir an gelir ki çıkacak yeri
kalmaz ve kendini öldürür ve başka bir kozaya dönüşür. Veya bunu da yapamadan
kozayı tamamladıktan sonra onu Öldürürler. Çünkü ondan doğacak yeni kurtçuk,
güneşi görebilmek için dışarı çıkmak isteyecek ve örülen kozayı kesmeye
çalışacaktır. Bu sebeble onu öldürerek kozanın hasar görmemesini sağlarlar.
İşte ömrünü
servet uğrunda harcayan cahil de böyledir. Aslında ailesi ve malı ona bir ömrü
heder ettirmiştir. Çünkü uğrunda hayatını tükettiği servetin sefasını sürmek
varislerinin hakkı olacaktır. Bu varisler, kendilerine bırakılan serveti Allah
yolunda harcarsa-lar sevabı kendilerine, hesabını vermek babalarına düşecektir.
Bir de Allah'a isyanda ve günahkarlıkta harcarsalar, o zaman da, varislerine
böyle bir servet bırakarak onları azdırdığı için günahlarına ortak olacaktır.
İşte böyle
biri, ahirette şu iki halden hangisine daha çok pişman olacağını dahi bilemez:
Ömrünü başkaları uğrunda tükettiğine mi yansın? Yoksa başka birilerinin hayır
tartısında durduğunu gördüğü malına mı?
Bir kardeşim
hikmet ehlinden birinin yaşadığı şöyle bir hadise nakletmişti: Meclisimize
birkaç yoksul geldi. Biz de, bir komşumuzdan kızartılmış bir deve satın aldık.
Kendi yarenlerimizden bir cemaatla birlikte hikmet ehlinden olan o kimseyi de
yemeğe davet ettik. O, ete elini uzatıp bir lokma aldı ve onu ağzına
getirdikten sonra lokmayı çıkardı ve kendini geri çekerek şöyle dedi: Siz yemeye
devam edin. Aklıma bir şey geldi ve yememe mani oldu. Biz de: Eğer bizimle
birlikte yemezsen, biz de yemeyiz, dedik. O da: Siz bilirsiniz, ben
yemeyeceğim, dedi ve sofradan kalkıp gitti. Biz de o olmaksızın yemeyi doğru
bulmadık. Neden sonra, eti kızartan kişiyi çağırıp bu devenin hikayesinin
aslını öğrenmek istedik ve adamı çağırttık. Ona deveyle ilgili hoş olmayan bir
şey olup olmadığını sorduk. Çok geçmeden, devenin aslında ölmüş bir deve
olduğunu ama para kazanma hırsına kapıldığını ve onu kızartarak bize sattığını
itiraf etti. Biz de eti parçalayarak köpeklere verdik.
Hadiseyi
anlatan kişi şöyle demişti: Daha sonra o zat ile karşılaştım ve hangi sebeple
yemekten ayrıldığını, aklına gelen şeyin ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı
verdi: Söyleyeyim. Benim nefsim, takip ettiğim riyazetten dolayı yirmi yıldır
herhangi bir yemek için hırsa kapılmazdı. Siz bana o kızarmış eti sunduğunuzda,
nefsim onu yeme hırsına kapıldı. Böylesi bir hırsa daha önce hiç şahit
olmamıştım. Bunun üzerine o yemekte bir illet olduğunu anladım ve nefsimin de
hırsından ötürü onu yemedim. Allah size merhamet etsin, görüyor musunuz ki bir
yemekte iki kişinin hırsı nasıl da tevafuk edip bir araya geliyor? İlcisinin
de hırsları aynı, ama Allah Teala'mn yardımı ve yardımsızlığı noktasında
birbirlerinden ayrılıyorlar.
Alim olan,
titizliği ve nefs muhasebesi sayesinde haram olandan korunurken, cahil olan
-yani deveyi satan- kişi, murakabe eksikliği ve nefsinin hırsıyla başbaşa
bırakılıyor. Diğer müminler ise, edeplerindeki güzellikten dolayı gelen ilahi
tevfîk ile haram yemekten korunuyorlar. Çünkü onlar, sırf arkadaşları yemediği
için çok arzu ettikleri yemeği terkedebilen insanlardı. Deveyi satan kişi de,
müşterisinin dürüstlüğü ve hüsnü niyeti karşısında gerçeği itiraf ederek
günahını telafi edebilmişti.
İnsan
nefsinin tabiatlarını teşkil eden dört mizaç, Allah Tea-la'nm onu yarattığı
fıtratın eseri olan hevadan türemiş esaslardır. Bunların ilki Zaaftır ki,
toprak fıtratının icabıdır. İkincisi olan Buhl (=cimrilik), çamur tabiatının
icabıdır. Üçüncüsü Şehvet'tir ki, ateşin icabıdır. Dördüncüsü olan Cehalet ise,
kuru çamurun icabıdır. Bu dört tabiatı ifade eden sıfatlar, türlü karışımlarla
insanın imtihan edilmesi için yaratılmıştır. Bu imtihan, nefsin gevşeklik ve
sapmasının başlangıcını ifade eder. Bu; her şeyi bilen ve çok yüce olan Allah
Teala'mn takdiridir.
Nefs, dört
değişik sıfata mübteladır ki bunların ilki; Rubûbiyet sıfatlarının, kibir,
azgınlık, övülmeyi sevme, ululanma isteği ve zenginlik gibi tezahürler
karşısında kendini göstermesidir. İkinci olarak nefs; kandırma, hile yapma,
hased ve gıybet gibi şeytan ahlakından olan sıfatlara mübteladır. Üçüncü
olarak; yemeyi, içmeyi ve cinsi münasebeti sevmek gibi hayvani tabiatlara
mübteladır. Bunların yanısıra dördüncü olarak; korku, tevazu ve alçakgönüllülük
gibi kulluk sıfatlarına da duyabilir.
Nefsin
hareketli olarak yaratıldığı ve sükunetle emrolunduğu-nu daha önce
belirtmiştik. Nefsin sahibi olan Allah Teala yardım etmedikçe nefs nasıl sakini
eşebilir? Allah Teala, onu harekete geçiren Muharrik olarak onu sakinleştirme
dikçe sırf bir emirle onun sakinleşmesi nasıl mümkün olabilir.
Kul, ancak
yukarıda saydığımız ilk üç sıfatın terkinde ihlaslı olduğu zaman muhlis bir
kul olabilir. Kulluk sıfatlarına hakiki manada sahip olabildiği zaman, mübtelası
olduğu sıfatlardan uzak ve temiz kalabilir. Bu sıfatların ilki olan Rububiyetle
ilgili sıfatlardan halis ve beri olması gerekir. Tevhid ehli ulemaya göre;
kulluğun vahdaniyete halis kılınması, amel sahiplerinin anıellerindeki
ihlas-dan daha zordur. Tevhid ehli olan alimler, işte bu sebeble Kurb (=Allah'a
yakınlık) makamlarına yükseltilmişlerdir. Onlara göre nefs; Allah Teala'dan
gayrısmdan hür olmadıkça, hakiki kul olamaz. Başka bir kulun kulu olan bir
kimse, nasıl Rabb'in kulu olabilir? Çünkü kişi, kime yönlenirse ilahı o olur.
Neticede onu ilah olarak tanımanın gerekleriyle birlikte onu rab edinir.
Uluhiyet sıfatına inananlar nezdinde şirk olarak görülen bu daranış, Rabbaniler
nezdinde de Rubûbiyet sıfatını karıştırmaktır. Böyle biri, Allah Resulü'nün
(sav) duasında da haber verdiği gibi ters çevrilmiş ve helak edilmiş bir
kimsedir. O, şöyle buyurmaktadır: "Dünyaya kul olan helak olmuştur.
Dirheme kul olan helak olmuştur. Karısına kul olan helak olmuştur. Kadına kul
olan helak olmuştur".[110][110]
Bunlar, Allah Teala'mn şu ayetinde haber verdiği 'sayılan' kullardandır:
"Göklerde ve yerde Rahman'm huzuruna kul oarak gelmeyecek hiç kimse
yoktur. Yemin olsun ki O, hepsini toptan ve teker teker saymıştır".
(Meryem/94-95)
Allah Teala,
yoldan çıkarıcı, kötülüğü emredici, hevaya uygun, Mevla'ya aykırı olan
nefislerin sahiplerini tek tek sayacaktır. Diğerleri hakkında ise şöyle
buyurmaktadır: "Ve Rahman'm kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler. Ve
cahiller onlara hitap ettiklerinde 'Selam' derler. Onlar, Rableri için secde
ve kıyam ile geceler ve şöyle derler: 'Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak
tut. Çünkü onun azabı bir helaktir". (Furkan/63-65) Bunlar da, Allah
Teala'nın rahmetine nail olan, huzurlu ve razı olunmuş nefs sahipleridir. Onlar,
Rahman'm ilim ve hikmet sahibi kullarıdır. Allah Teala onlara Ledünni'den
(=katmdan) ilim vermiş ve kendi Zatı için halk içinden seçmiştir. Mürid,
değiştirici olmamalı ve uluhiyet sıfatlarını rububiyet sıfatlarıyla, müminlerin
sıfatlarını şeytan ahlakıyla, ruhanilerin vasıflarını hayvani tabiatlarla
değiştirmemelidir. Aksine Allah'a yaklaştıracak şekilde değiştirici olmalıdır.
Buna giden yol da, nefsine hakim olması ve sahip çıkmasıdır. Böyle yaptığı
zaman, nefs onun emrine girer ve onun üzerinde dilediği gibi hükmedebilir.
Nefsini hakim yaptığında ona hükmedemezsiniz. Öyleyse onun hareket alanını
daraltın ve sakın genişletmeyin. Eğer onu sözsahi-bi ve hakim kılarsanız, o
size hakim olur. Eğer hareket alanını dar tutmazsanız, genişler ve size
müdahale etmeye başlar. Nefsini mağlup etmek istediğinizde onu sakın heva ve
arzusuyla başbaşa bırakmayın. Onu alıştığı şeylerden uzak tutun. Eğer bunu yapamazsanız,
kendisi gibi sizi de nevalarına mahkum eder. Eğer onun üzerinde güç sahibi
olmak isterseniz, onu zayıflatmanız gerekir. Onu zayıflatmanın yolu da, arzu
ettiklerine ulaşmasını sağlayan vasıtaları ortadan kaldırmak ve iştahının
çektiği maddeleri ona vermemektir. Eğer bunu yapamazsanız, nefsiniz sürekli
güçlenecek ve sonunda sizi de helak edecektir.
Nefse hakim
olmanın ilk adımı, onu her an hesaba çekmeniz ve her hesabında dikkatlice
murakabe etmenizdir. Ondan gelen her sesi (=hatır) titizce incelemeniz gerekir.
Eğer içten gelen bu ses, Allah rızasına matuf ise, Ölümle yarışır ve onu bir
an önce eda edebilmek için çabalarsınız. Eğer Allah rızasından başka bir şey
içinse, bir an önce ve hiç vakit kaybetmeden o sesi yoketmeye çalışırsınız.
Böylece kalbinizde yeretmesini engellemiş, meleğin sesinin sizi değiştirmesine
fırsat vermeden siz onu değiştirmiş olursunuz.
Konuyla
ilgili olarak rivayet edilen bir hadisin tevilinde şöyle denmiştir:
"İyilik ömrü arttırır". Bu, aslında halkın dilinde çok yaygın olan
"Allah ömrüne bereket versin" duasının bir tür açıklamasıdır. İyilik
sahibi kimsenin ömrü elbette bereketli kılınır. Çünkü ömrün bereketi; kısa ömür
zarfında uyanık kalarak başkalarının kaçırdıkları hayır ve iyilikleri
yakalamakla sağlanır. Halbuki, gaflet içinde olan kimseler, sizin
uyanıklığınız sayesinde kazandıklarınızı uzun görünen ömürlerinde bile kazanamazlar.
Yaptığınız iyilikler yüzünden, sizin için bir yılda yükselen sevap, onlar için
belki yirmi yılda yükselebilecektir.
Allah
Teala'ya yakın kılınan havas için, rububiyet sıfatlarının tecelli ettiği Kurb
makamlarında, yüksek derecelere çıkarılma ve bütün vakitlerinde yaptıkları
zikirler ve kalbi ameller sayesinde kaçırdıklarını tedarik etme imtiyazı
vardır. Teşbih, tehlil veya hamd ile yapılan zerre mikdarı bir zikir, bir anlık
tefekkür, basiretli bir bakış, bir düşünce, yakını müşahede etmekten alman bir
öğüt, Rab-bini bir vecd, Habib'e bir bakış ve Karib'e az da olsa yakınlaşma; sürekli
nefslerini vecdeden ve devamlı mahlukatı müşahede eden gafillerin yaptıkları
dağlar kadar amelden çok daha faziletlidir.
Ariflerin
sürdürdükleri müşahedeleri, emanetlere olan riayetleri, Allah'a yakınlık ve
meclisinde hazır olma vakitlerine olan bağlılıklarının misali, Kadir gecesine
tevafuk edip de onu ibadet ile ihya eden amel sahibinin hali gibidir.
Bilindiği gibi, o gece yapılan amel, bin ayın amelinden daha faziletlidir. Bir
alim şöyle demiştir: Arif olanın her gecesi, Kadir gecesi gibidir.
Ali'den (kv)
şu söz rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya karşı günahın işlenmediği her
gün, bizim için bayramdır". Hasan el-Basri de (ra) Allah Teala'mn
"Geçmiş günlerinizde takdim ettiklerinize karşılık yiyin, için, afiyet
olsun". (Hakka/24) buyruğunu okuduğu zaman çevresindekilere şöyle
demiştir: Ey kardeşlerim, bu ayette bahsedilen yaşadığınız şu günlerinizdir.
Onları, çaba ve gayretle geçirin. Onları zayi etmeyin. Günlerinizdeki
boşlukları, hüsnü muamele ile doldurun. Bunlarda meşguliyetsiz olarak kalmanız
halinde, mahsul olarak size aynısı geri dönecektir.
Vakitlerini
boşa geçirenler de, Allah Teala'nın şu buyruğunda haber verdiği şekilde
konuşacaklardır: "Orada yaptığımız kusurlardan dolayı yazık bize!".
(En/am/31) Yani yaşanılan geçmiş günlerde ki onların bütün mahsulleri,
dönüşleri ve sığınakları o günler olacaktır. Sürekli kötülü emreden Nefs-i
Emmare de şöyle diyecektir: "Günahkar nefis şöyle diyecektir: Allah'ın
yanında yaptığım kusurlardan dolayı yazık bana!". (Zümer/56) Yani
dünyadaki günlerim ki, ömrümü onlarda harcadım. Bir tefsire göre bunlar
'Hâliyetün=boş, hali, geçmiş' günler olup sevaptan halidirler. Hükümleri ise
sonsuz kılınmış, şehvetleri kaybolup giderken geriye cezaları kalmıştır.
Eğer hesap
görücü olan Allah Teala için böyle bir nefs muhasebesini yapmazsanız,
Gözetliyici olan Allah Teala'nm katında murakabe makamınız da, Habib Teala
için muhasebe mekanınız da olamaz. Dikkat edin de Vera' ehlinin makamını
kaçırmayın, tevbe edenlerin hallerinden uzak durmayın. Yapmanız gereken, sadece
gece ve gündüz vakitlerinde iki virdi, nefs muhasebesine ayırman-ızdır. Bu iki
virdden birini, sabah namazından sonra yaparak geçirdiğiniz gecenin
muhasebesini yapmalı ve gaflet ile kaçırdığını telafi etmeye çalışmalısın.
Eğer bu süre içinde Allah Teala'nm bir nimetini görmüşsen, bunun için O'na
şükreder, eğer bir hata işlemiş-sen onun için de Allah Teala'dan mağfiret
dilersin. Eğer halinde, Allah Teala'nm zikrettiği ve bunlardan dolayı övdüğü
müminlerin vasıflarından bir vasıf görürseniz, bunun devamını umar ve Allah'ın
rızasına tamah ederek kendinizi müjdelersiniz. Şayet kalbinizde ve umumi
halinizde münafıkların vasıflarından birine veya Allah Teala'nm kınayıp zemmettiği
cahillerin ahlakından bir davranışa şahit olmuşsanız bunun için de hüzünlenir,
ürperir ve tevbe ederek bağışlanma dilersiniz.
Gün içinde
nefis muhasebesi için yapılacak ikinci virdi ise yatmadan önce ve vitr
namazını kıldıktan sonra yaparsınız. Bu vakitte de, o gün içinde
yaptıklarınızdan dolayı kendinizi hesaba çeker, gaflete düşüp düşmediğinizi,
kötü işler yapıp yapmadığınızı ve ne gibi ameller eda ettiğinizi kendi
kendinize sorarsın. Yaptığınız amelleri, nasıl ve kimin için yaptığınızı sorgular,
sükut ve sessizlikle bıraktığınız işleri neden ve kimin için terkettiğinizi
sorarsınız.
Bu muhasebe
ile, eksiklik ve fazlalığınız ortaya çıkar, hareket ve sükununuzdaki ihlas ya
da boşa giden Külfetinizi (=bilgisi ve adeti olmayan şeyi yapmak) görürsünüz.
Eğer hareket ve sükununuz Allah Teala ve O'nun rızası uğrunda ise bu İhlas
olarak kabul edilir. Bundan dolayı O'na döndüğünüzde hakettiğiniz sevabı vermek
Allah Teala'ya düşer. İyi amellere yönlendirilip kötülüklerden korunmanız
hususunda size verilen nimet için devamlı surette Allah'a şükretmeniz gerekir.
Eğer hareket veya sükununuz, kendi he-vanız veya dünyevi bir menfaat içinse, bu
da Külfet olarak görülür. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben ve
ümmetimdeki takva sahipleri, külfetten beriyiz". Eğer bu tür işler
yapmışsanız, bunlar için de hesap günü Allah Teala'nm cezasını haketmiş olursunuz.
Ancak ikram sahibi ve herşeyi verici olan Rabbinin mağfiret ettikleri bunun
dışındadır. Şayet böyle bir durumunuz varsa, devamlı istiğfar, güzel tevbe ve
hoşça özür dileme çabasına girin. Allah Teala'mn sizi nefsinize muhtaç
etmesinden korkun. Çünkü bu, helak olmanız demektir. Geçen şeyleriniz için bu
kadar endişelenmeniz ve yaptığınız iyi ameller için de böylesine umutlu olmanız,
sizi uykunun fazlasından menedip üzerinizdeki gaflet havasını dağıtabilir.
Böylelikle gecenizi kıyam ve ibadet ile ihya eder ve Allah Teala'mn "Onlar
(geceleyin) yataklarından kalkarlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua
ederler". (Secde/16) buyruğunda vas-fettiği kullarından olursunuz.
Selef-i
Salih'ten bir alim, arkadaşlarından birinin kendisini öylesine ağır şekilde
muhasebe ettiğini, öyle ki bir ortağın diğer ortağına sorduğu hesabın dahi
bunun yanında çok hafif kaldığını haber vermiştir. Bir alim de şöyle demiştir:
Nefreti en çok gerektiren davranış, kişinin kendi kusurlarını unutarak
başkalarının kusurlarım söylemesidir. Böyle biri, diğer insanlara karşı
zanlarma dayanarak nefret dolu, kendini ise kesinlikle çok seven bir şahsiyet
çizer.
Nefis
muhasebesini ve Rakîb olanın murakabesini terketmek, Allah Teala'dan uzun süre
gafil kalmak demektir. Dünyada gaflet içinde olanlar, ahirette hüsran içinde
olacaklardır. Kul tarafından gösterilecek uzun gaflet, aslında Mabud'a karşı
kalbi mühürleyen-lerden biridir. Gaflet, kalbin üzerindeki bir kaplamadır.
Araplar şöyle derlerdi: Gafil oldu, yani üzerini kapattı (Gafelehu-Ğalefehu)
Bu anlamda
'Cezebe=Cebeze' ve 'Haşşâf=Huffâş' kelimeleri de misal gösterilir. Bunlardan
ilki, çekmek ikincisi ise, yarasa ve gece dolaşan şey anlamındadır. Kalbin
mühürlenmesinin bir şekli de, günahların ardarda gelmesidir. Buna kazancın
ardından gelen paslanma (=Rân) denir. Allah Teala bunun hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Hayır, fakat onların kazandıkları (günahlar) kalplerinin
üzerine pas bağlamıştır". (Mutafnfin/14) Denildi ki, çirkin kazançlar ve
yenilen haram lokmalar. Tefsirde ise bu ayetle ilgili olarak, günah üzerine
günah işlemek suretiyle kalbi karartmak, denilmiştir.
'Reyn'
kelimesinin asıl manası, meyletmek, galebe gelmek ve Örtmektir. Mesela uykusu
gelen kişi için 'Rane aleyhi en-nü'âs' yani uykusu bastırdı, denir. Yine misal
olarak sarhoş olan kimse için 'Ranet el-hamru ala 'aklih' yani, şarap aklını
örttü, perdeledi denir. Ömer'in (ra) hacca gitmek için borçlanan sonra da borcu
ağır basan için söylediği 'Kad riyne bini sözü, borcu ona ağır bastı ve galip
geldi anlamındadır.
Günahların
ardarda gelmesi; murakabeye karşı gafil kalınması, nefs muhasebesinin
terkedilmesi, tevbenin ertelenmesi, istikamet bulma çabasının savsaklanması,
istiğfarın bırakılması ve pişmanlık duyulmamasmdan kaynaklanır. Bunlar ise,
dünya sevgisinin Allah Teala'nm emirlerine tercih edilmesi, heva ve heveslerin
kalbe hakim olmasının neticeleridir.
Allah
Teala'nm şu buyruğunu işitmediniz mi? "Çünkü onlar dünya hayatını sevip
ahiret hayatına tercih etmişlerdir. Allah da kafirler güruhunu hidayete
erdirmez. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, kalplerini, kulaklarını ve
gözlerini mühürlemiştir. Gaflet içinde olanlar da işte bunlardır".
(Nahl/107-108) Allah Teala başka bir ayetinde ise buna delil olarak şöyle
buyurmaktadır: "Ve nefsini he-vadan sakındırdı". (Nazi'at/40) Yani
dünyayı tercih etmekten sakındırdı, anlamındadır. Çünkü Kelam-ı İlahi, açık
olan manasında, azgınlık ve dünya hayatını tercih edenler hakkında beyanda
bulunduktan sonra şunu koymaktadır: "Allah, onların kalplerini mühürledi
de, nevalarına uydular". (Muhammed/16)
Hevaya
uymak, kalbin mühürlenmesinin tezahürlerinden biridir. Kalbin mühürlenmesi,
günahın cezasından dolayıdır. Cezanın mirası ise, Hitab-ı İlahi'yi anlamaya
karşı sağırlık halidir. Allah Teala'nm şu buyruğunu görmüyor musunuz?
"Eğer dilersek, günahlarından dolayı onlara (azabımızı hemen) isabet
ettiririz ve kalplerini mühürleriz de hiçbir şey işitemezler".
(A'raf/100)
Ali (kv)
ise, gafleti Küfür makamlarından biri olarak görmüş ve Selman'm (ra) 'Küfrün
bina edildiği temellere* dair sorusu üzerine şöyle demiştir: Küfür, dört makam
üzerine bina edilmiştir: Şüphe; Cefa (=cemaatı terketme, ayrılma); Gaflet ve
Körlük. Kalbin gafleti arttığı zaman, meleğin kula olan ilham ve telkini
azalır. Çünkü o, kalbinin kulağıdır.
Kulun gaflet
hali uzadıkça kalp kulağı olan melek hiçbir şey duymaz olur. Hiçbir şey
duyamamak, hiçbir şey söyleyememek demektir. Melek de işte bu sebeple böyle
bir kula hiçbir şey söyleyemez olur. Bu, hata ve günahlarının cezasıdır.
Meleğin kulu hayır ve Allah'a itaat üzerinde sabit kılması, Allah Teala'dan
aldığı bir vahiy ve kul için bir yüceltme unsurudur.
Allah
Teala'nm bu manadaki buyruğu şudur: "Hani Rabbin meleklere vahyediyordu
ki: Ben sizinleyim, iman edenlerin (ayaklarını) sabit küm". (Enfal/12) Bu
konuda rivayet edilen bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Adem (as)
meleklerin seslerini duymaktan engellenmişti. Bu yüzden yalnızlığa kapıldı ve
şöyle dedi: Ey Rab-bim, bana ne oluyor da meleklerin seslerini duyamıyorum?
Allah Teala şöyle buyurdu: Günahın, Ey Adem!"
Meleklerin
sözünü işitemeyen kulun, onları anlaması da mümkün olmaz. Kişi, sözünü
işitemediği birinin çağrısına elbette karşılık veremez. Ancak işitenler,
çağrıya karşılık verebilirler. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Teala ile
kulu arasında, günahlardan teşekkül etmiş belli bir sınır vardır. Kul, bu
sınıra dayandığı zaman kalbine mühür vurulur ve bir daha asla hayra yönlendirilmez.
Ey sınırları aşan kişi! Sınıra ulaşmadan önce tevbe ve Allah'a dönüşte acele
et, yoksa güçlük ve acizlikle karşılaşırsın.
İbni Ömer'in
(ra) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Mühür, Rahman'm arşının sütunu üzerinde asılı durur. Allah'ın koyduğu
yasaklar çiğnendiği zaman Allah Teala mührü kalplere gönderir ve o da, onları
körleştirir". Allah Teala'nm "Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa
kalplerin üzerinde kilitleri mi var?". (Muhammed/24) buyruğunda haber
verdiği kilit işte budur.
Kalplerin
Kasvet (=katılaşma) hali ise, Allah Teala'nm şu ayetinde de buyurduğu gibi
kulunu ağır şekilde tehdit ettiği uzun bir gaflet devresinden doğan haldir.
Allah Teala buyuruyor ki: "Artık Allah'ın zikrine uzaklıktan kalpleri
katılaşmış olanların vay haline!". (Zümer/22) Allah Teala Kasuet'i Nifak
ile birleştirmiş ve bu ikisinin, Nifak ve Kasvet ehline şeytan tarafından fitne
olarak telkin edilen haller olduğunu haber vermiştir. O şöyle buyurmaktadır:
"(Allah'ın bunu yapması) kalplerinde hastalık ve kasvet bulunanlara
şeytanın telkin ettiği şeyi bir fitne (imtihan vesilesi) yapmak içindir".
(Hac/53) Yani münafıklar ve kalpleri katılaşmış olanlar için.
Kasvet;
Allah Teala'dan uzaklığın neticesidir. Uzaklık (=bu'd) ise, ihanet için
verilmiş bir cezadır. Allah Teala muhakkak ki, hainleri sevmez.
"Misaklarını bozmalarından dolayı onları lanetledik ve kalplerini katı
kıldık". (Maide/13) buyruğu üzerinde iyice düşünen de bunu anlar. Onlar,
sözlerinde durmadıkları ve ahitlerini bozarak Allah'a ihanet ettikleri için,
Allah da onları lanetlemiş, yani rahmetinden ve zikrinden uzaklaştırarak
kalplerini katıl aştırmış tır.
Bütün
bunların sebebi; kalplerin katılaşmasının ardından birbiri peşisıra işlenen,
yalan, unutma, ihanet ve iftira etme gibi günahlardır. Onlar işte bu gibi
günahları işledikleri için kalpleri mühürlenmiş, dolayısıyla Mahbub Teala'mn
sözü onlar tarafından du-yulamaz olmuştur. Nitekim Allah Teala şöyle
buyurmaktadır: "Onlara günahlarından dolayı (azabımızı) isabet ettiririz
ve hevalarma uyarlar". (A'raf/100) Bu mührün tek gidericisi, takvadır.
Takva, aynı zamanda Allah'ın buyruklarını işitip anlamak için de bir anahtardır:
"Allah'tan korkun ve dinleyin". (Maide/108) Allah bizi, hayra
muvaffak kılsın. [111][111]
[1][1] Tirmizî, Kur'ân/ll; Ebu Davûd, Ramazan/8, 9; İbni
Mâce, İkamet/178; Dârimî, Salat/73; İbni Hanbel, ü/164, 165, 189, 193, 195.
[3][3] . Kur'ân'ı hiziblere göre okumayla ilgili hadisler:
Ebu Davûd, Ramazan/9; İbni Mâce, İkamet/178 İbni Hanbel, IV/9, 353-355, 381,
383.
[6][6] Müslim, Müsafirun/164,
165; Tirmizî, Salat/168; Nesa'î, Zekat/49; İbni Mâce, İkamet/200; tbni
Hanbel, III/302, 391, 412 IV/302
[7][7] Cennetteki refakatla ilgili hadisler için b. Müslim,
Salat/225; Ebu Davûd, Tatawu'/22; Nesa'î, Tatbik/79; İbni Hanbel, 1/389, 400,
437, 445, 454.
[13][13] . Hadisin değişik şekilleri için b. Eİju Davûd,
Sünnet/1; Tirmizî, İman/18; İbniMâce, Fi-ten/17; Dârimî, Fazâilu'l-Km'ân/1;
îbni Hanbel, III/197, 224, 493 V/69.
[24][24] Buharî, Fazâihı'l-Kui'âiı/37 İ'tisam/26; Müslim,
'İlm/3, 4; Dârimî, Fazâilu'l-Kui'ân/7; İbni Hanbel, IV/313.
[30][30] Buharı, Tevhid/52; Ebu Davûd, Vıtr/20; Nesa'î,
İftitah/83; İbni Mâce, îkamet/176; Dâri-mî, Fazâüu'l-Kur'ân/34; İbni Hanbel,
IV/2S3, 285, 296, 304
[31][31] Buharı, Tevhid/44; Ebu Davûd, Vitr/20; Dârimî,
Salat/171 FazâUu'l-Kui^ân/34; İbni Hanbel, 1/172, 175,
[35][35] Buharî, Tefsir Sııret-i 92/2; Müslim, Müsafırun/282;
Tirmizî, Kur*ân/5; İbni Hanbel, VI/449, 451
[36][36] Buharî, Tefsir-i Suret 4/9 Fazâilu'l-Kur'ân/32, 35;
Müslim, Müsafimn/247, 248; Ebu Da-vûd, îlim/13; Tirmizî, Tefsir-i Suret 4/11.
[37][37] Buharî, Fazâilu'l-Kur'ân/31; Müslim, Müsafirun/235,
236; Tirmizî, Menakıb/55; Nesa'î, İftitah/83; İbni Mâce, İkamet/176; Dârimî,
Salat/171 FazâiIu'l-Kur'ân/34; İbni Hanbel, 11/369, 450 IV/349, 351, 359 Vl/37,
167.
[38][38] Buhari, Rikak/36; Müslim, Zühd/47, 48; Tirmizî,
Zühd/48; İbni Mâce, Zühd/21; Dârimî, Rikak/35; İbni Hanbel, V/45 111/40, 270
IV/313.
[45][45] Değişik lafızları için b. Müslim, Mesacid/254;
Tirmizî, Cuma/7; Ebu Davûd, Salat/203, 204; Nesa'î, Cuma/2, 3; İbni Mâce,
İkamet/93; Dârimî, Salat/205; Muvatta', Cuma/20; İbni Hanbel, 1/402, 422, 461,
499 IH/332, 424 V/8, 14, 30
[47][47] Müslim, Cuma/17, 18; Buharî, Cuma/4; Ebu Davûd,
Vitr/26; Tirmizî, Cuma/l, 2; İbni Mâce, İkamet/79; Dârimî, Salat/19, 206;
Muvatta', Cuma/16; İbni Hanbel, 11/273, 327, 418, 457, 486, 504, 519, 540
III/430 IV/8.
[49][49] Buharı, Cuma/4, 31; Müslim, Cuma/10, 24; Ebu Davûd,
Taharet/127; Tirmizi, Cuma/6; Nesa'î, Cum'a/13, 14 îmamet/59; İbni Mâce,
İkamet/82; Dârimî, Salat/193; Muvatta', Cuma/l; îbni Hanbel, 11/239, 259, 280,
460,505
[50][50] Benzer hadisler için b. Buharî, Ezan/9, 32, 73;
Müslim, Salat/129, 131; Tirmizî, Meva-kit/52; Nesa'î, Mevakit/22 Ezan/31;
Muvatta', Cemaat/6, Nida/3; İbni Hanbel, 11/239, 278, 303, 374, 533.
[52][52] Buhari, Ezan/161 Cuma/2, 3, 12 Şehadat/18; Müslim,
Cuma/4, 7; Ebu Davûd, Taharet/127; Nesa'î, Cuma/2, 6, 8, 11; İbni Mâce,
İkamet/80; Muvatta', Cuma/2, 4; Dârimî, Sa-lat/190; İbni Hanbel, III/6, 30, 60,
65, 69
[53][53] Hadisin benzer lafızları için b. Buharı, Cuma/2, 3, 5, 6, 12, 26 Ezan/161
Şehadat/18; Müslim, Müsafirun/26, 27 Cuma/l, 2, 4, 6-8; Ebu Davûd, Taharet/127,
128; Tirmizî, Cuma/29; Nesa'î, Cuma/7, 8, 11; İbni Mâce, îkamet/78, 80, 83;
Muvatta', Cuma/2, 4, 5; îbni Hanbel, 1/15, 46, 265, 268 H/3, 9, 35, 37, 48, 51,
53, 64, 75, 78, 101.
[54][54] Hadisin değişik lafızları için b. Buharı, Vudu746;
Müslim, Taharet/8, 12; Ebu Davûd, Taharet/32, 51, 128; Tirmizî, Taharet/45
Cuma/5
[56][56] Ebıı Dayûd, Taharet/127; Nesa'î, Cuma/10, 12, 19; İbni
Mâce, İlcamet/80; Dârimî, Sa-lat/195; İbni Hanbel, 11/209 IV/9, 10, 104
[59][59] Benzer anlamdaki hadisler için b. Nesa'î, Mesacid/22
'Iydeyn/31, 32; Ebu Davûd, Sa-lat/214 Edeb/14; Tirmizî, Salat/123; İbni
Mâce,İkamet/96; İbni Hanbel, 11/179.
[60][60] Hadisin muhtelif lafızları için b. Buharı, Cuma/37
Talak/24; Müslim, Müsafırun/166, 167 Cuma/13-15; Tirmizî, Cuma/2 Tefsir-i
Suret-i 85/1; Nesa'i, Cuma/45; İbni Mâce, İkamet/99; Dârimî, Salat/204;
Muvatta', Cuma/15; İbni Hanbel, 11/30, 255, 283, 312, 403, 457, 519 111/39, 65,
313, 348 V/451, 543
[62][62] İbni Hanbe), V/451, 453; Buharı, Ezan/30; Ebu Davııd,
Salat/201; Tirmizî, Cuma/2; Ne-sa'î, Mesacid/40; Muvatta', Cuma/16.
[63][63] Salat-ü Selam lafızları için b. Buharı, Tefsir-i
Sııret-i 33/10 Enbiya/10 Da'avat/31, 32; Müslim, Salat/65, 66, 69; Tirmizî,
Tefsir-i Suret-i 33/23 Vıtr/20; Ebu Davûd, Salat/179; Nesa'î, Sehv/49, 50-54;
Dârimî, Salat/85; Muvatta', Sefer/66, 67; İbni Hanbel, 1/163 IH/47 IV/118, 241
V/274, 374, 424.
[65][65] Benzer manada başka hadisler için b. Buharı, Cuma/6,
19; Müslim, Cuma/26, 27; îirmi-zî, Cuma/5
[69][69] Bu anlamda hadisler için b. Ebu Davûd, Salat/108;
Tirmizî, Mevakit/134; İbni Mâce, İkamet/37; Dârimî, Salat/130
[70][70] Bu hususla ilgili hadisler için b. Buharı, Salat/100
Hudud/39; Müslim, Salaf259; Nesa'î, Kıble/5; İbni Mâce, îkamet/39; îbni Hanbel,
IV/2.
[71][71] Buharî, Bed'ü'l-halk/11; Müslim, Salat/258, 259, 260;
Ebu Davûd, Salat/107; Nesa'î, Kıble/8 Kasame/48; Dârimî, Salat/125; Muvatta',
Sefer/33; İbni Hanbel, 11/86
[72][72] Benzer manada hadisler için b. Müslim, Cuma/27;
Tirmizî, Cuma/4, 5; Ebu Davûd, Sa-lat/203; İbni Hanbel, 1/92 11/209 IV/8, 10
V/75.
[74][74] Müslim, Cuma/71, 72 Müsafinın/105; Buharî, Cuma/39
Teheccüd/25, 29; Tirmizî, Cuma/24; Nesa'î, İmamet/64 Cuma/43, 44; İbm"
Mâce, İkamet/95; Dârimî, Salat/144, 146, 207; Muvatta', Sefer/69; İbni Hanbel,
II/6, 11, 17, 35, 63, 75, 77
[77][77] Ebu Davûd, Savm/55 Sünnet/16; Nesa'î, Sıyam/1, 82, 84;
Muvatta', Sefer/94; İbni Mâce, Sıyam/43; îbni Hanbel, IV/165 V/28, 35,154, 363.
[78][78] Tirmizî, Da'avat/86; İbni Mâce,
Sıyam/44; Dârimî, Vudu'/2; İbni Hanbel, IV/260, 363, 365,370, 372
[79][79] Müslim, Sıyam/161, 163; Nesa'î, Sıyam/42; Dârimî,
Savm/50; Muvatta', Siyam/58; İbni Hanbel, ü/273, 281
[80][80] Şa'ban ayındaki orucuyla ilgili
olarak b. Buharî, Savm/52; Müslim, Siyam/176; Ebu Davûd, Savm/59; Tirmizî,
Savm/36; İbni Mâce, Sıyam/30; Muvatta', Sıyam/56; İbni Hanbel, VI/39, 84, 107,
128, 143, 153, 165, 188, 189, 233, 242, 249, 268.
Pazartesi ve Perşembe orucuyla ilgili olarak b. Tirmizî, Savm/43; Ebu
Davûd, Savm/53, 60, 68 Edeb/47; Nesa'î, Sıyam/70, 76, 83; İbni Mâce, Sıyam/42;
Dârimî, Savm/41; İbni Hanbel, 11/91, 201 III/416 IV/78 V/200, 201, 205 VÎ/8,
89, 289, 310
[87][87] Müslim, Müsafırun/139, 141 Sıyam/178; Buharî, Savm/52,
53; Nesa'î, Sıyam/35, 70 Kıya-mü'I-leyl/2, 17; îbni Mâce, Sıyam/30; Dârimî,
Salat/165 Savm/36; İbni Hanbel, VI/54, 95, 109, 158, 171, 218, 228, 242, 24
[89][89] Buharı, Bt!ime/56; Tİrmizî, Kıyamet/43; İbni Mâce,
Sıyam/55; Dârimî, Et'ime/4; İbni Hanbel, H/283, 289 IV/343
[90][90] Buharî, Savm/2 Tevhid/35; Müslim, Sıyam/161, 163; Ebu
Davûd, Savm/25; Tirmizî, Cuma/79 Savm/54 îman/8; Nesa'î, Sıyam/42, 43; İbni
Mâce, Sıyam/1 Mten/12 Zühd/22; Dârimî, Savm/27, 50; Muvatta', Sıyara/57; İbni
Hanbel, 1/195
[91][91] Buharî, Savm/2; Müslim, Sıyam/159; Ebu Davûd, Savm/25;
İbni Mâce, Sıyam/21; Muvatta', Sıyam/57; İbni Hanbel, 11/245, 257, 286, 462,
465, 504, 511
[99][99] Buharî, Vasaya/8 Nikah/45 Feraiz/2 edeb/57, 58;
Müslim, Birr/28; Tinnizî, Birr/56; Mu-vatta', Husnü'l-huluk/15; tbni Hanbel,
U/245, 287, 312, 342, 465, 517
[102][102] Buharı, Teheccüd/16 Teravih/l; Müslim, Müsafırun/125;
Tirmizî, Mevakit/208; Muvatta', Salatü'l-leyl/
[103][103] Buhaii, Savm/52, 53; Müslim, Sıyam/129 Müsafıran/139,
141; Tirmizî, Savm/56; Nesa'î, Sıyam/35, 70; İbni Mâce, Sıyam/30; İbni Hanbel,
VI/54, 95, 218.
[106][106] Buharı, Savm/64 Rikak/18; Müslim, Müsaürun/217; Bbu
Davûd, Tatawu'/27; îbni Han-bel, IV/109 VI/43, 55, 174, 189
[107][107] Buharî, Savm/49, 52 Iibas/43 Rikak/18; Müslim,
Müsafirun/215, 220, 221 Sıyam/58,177; Tirmizî, Kıbla/13; İbni Mâce, Zühd/28;
İbni Hanbel, 11/231, 350, 496 VI/40, 61, 84, 122, 128, 176, 241, 244, 247, 249,
268
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar