KUT'UL KULUB 13
Yüceler
Yücesi Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın nasip ettiği bu ganimet
malları, hicret eden o fakirlere aittir ki, onlar Allah'ın lütfunu ve rızasını
talep etmek, Allah'ın dinine ve Resulü'ne destek vermek için yurtlarından ve
mallarından edilmişlerdir". (Haşr/8) Yine O, fakir kulları hakkında şöyle
buyurmuştur: "Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar
içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar. Halktan istemekten geri
durmaları sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen kimse, onları zengin
sanır". (Bakara/273)
Allah Teala,
dostlarının fakirlik sıfatını; hicret ve adanmışlıkla övülmelerinin önüne
geçirmiştir. O, sevdiklerini sevdiği sıfatlarla anar. Eğer fakirlik, O'nun için
sıfatların en sevimlisi olmasaydı, sevdiklerini onunla tavsif etmez, o sıfatla
şereflendirmezdi.
Allah Resulü
(sav) de fakirliği emretmiş ve birçok hadisinde fakirliğin faziletlerini haber
vermiştir. Bu hadislerin bir kısmını burada zikredeceğiz. İsmail b. Ayaş,
Abdullah b. Dinar vasıtasıyla İbni Ömer'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Allah Resulü (sav) ashabına insanların en hayırlısının kim olduğunu
sordu. Sahabe, 'Maddi durumu iyi olup malı ve canından Allah'ın hakkı olanı
verendir1 dediler. Allah Resulü (sav) 'Ne mutlu ona! Ama o değil' buyurdu.
Bunun üzerine, İnsanların en hayırlısı kimdir ey Allah Resulü?' diye sordular.
O şöyle buyurdu: Çabasını ortaya koyan fakirdir".
Fakirlikle
ilgili Bilal (ra) hadisi de şöyledir: "Allah Resulü (sav) onu buyurdu ki:
Allah ile fakir olarak karşılaş! O'nunla zengin olarak karşılaşma!"
İbnü'l-A'rabî'den (ra) rivayet edilen hadis de şöyledir: "Allah Resulü
(sav) ona şöyle buyurmuştur: Halinden memnun olan fakirden daha faziletli
kimse yoktur!". Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala, çoluk çocuk sahibi, iffetli
fakiri'sever" [1][68]
Konuyla
ilgili en çok bilinen iki hadis de şunlardır: "Ümmetimin fakirleri,
cennete zenginlerinden beşyüz yıl önce girerler" [2][69] Diğeri de
şudur: "Allahım beni fakir olarak dirilt! Ümmetimi de fakir olarak dirilt
ve beni fakirler zümresinde hasret" [3][70] Bu, Allah
Resulü'nün (sav) fakirlere verdiği değerin büyüklüğünün ve onları yerleştirdiği
mertebenin yüksekliğinin en açık delilidir. O, bu hadislerinde fakirliğin
faziletini vurgulamakta ve ümmetini ona teşvik etmektedir. Yine O, başka bir
hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleridir.
Cennete en çabuk yerleşecek olanları da zayıflarıdır".
İsmail
Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir haber rivayet edilmiştir: Musa
Peygamberin (as) haberini açıklama mahiyetindeki bu haber şöyledir: İsmail
(as) Rabbi'ne şöyle dua etmiştir: Ey Rabbim! Seni nerede arayayım? Bunun
üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Benim yüzümden kalbi kırılanların
yanlarında! İsmail (as) 'Ey Rabbim! Onlar kimdir?' deyince Allah Teala şöyle
buyurdu: Samimi ve dürüst fakirlerdir!
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle demiştir: İki şey dışında bütün ameller hazinelere
atılmış durumdadır. O ikisi ise mühürlenmiş vaziyette bekletilirler. Onlar,
ancak şehidlerin tabiatıyla tabi-atlananlara verilirler: Marifet ve onunla birlikte
verilen fakirlik. O şöyle derdi: Bir fakirin gücünün yetmediği bir lezzet ve
şehvet karşısında çektiği tek nefes, zengin birinin bütün ömrü boyunca yaptığı
ibadetten daha faziletlidir.
Bişr b.
el-Hars (ra) şöyle derdi: İbadetle meşgul olan bir zengin Çöplüğün üstündeki
bostan gibidir. Fakirin ibadeti ise, güzel bir hanımın boğazmdaki mücevher
gerdanlık gibidir. O şöyle derdi: İbadet zenginlere yakışmaz. Yine o şöyle
demiştir: Takva, ancak fakirlikte güzel yapılabilir. Adamın biri kendisine
şöyle demişti: Ey Ebu Nasr! Benim için Allah Teala'ya dua ediver, fakirlik bana
da aileme de zarar vermeye başladı. Bunun üzerine Bişr (ra) şöyle dedi: Ailen,
'Evimizde un da, ekmek de kalmadı' deyince Allah Teala'ya dua et. O anda
edeceğin dua, benim duamdan daha üstündür.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'yı hakkıyla bilen marifet erbabı,
bu ilmi (=marifet) kimden alacaktır? Çoğu, bu ilmin zenginlerden öğrenilmesini
mekruh görmüş ve onun zenginlere yakışmadığını ileri sürmüşlerdir. Fakirlerden
biri şöyle demiştir: Marifet ilmi, Allah Teala tarafından dünyaya karşılık
olarak fakirlere nasip edilmiştir. O ilim, ancak fakirlere zahir olur ve ancak
onlarda bulunur. Allah Teala bu ilim ile onları dünyada rahatlatmış ve dünya
hayatında O'nun rızası için terkettiklerine karşılık bir bedel olarak
bahsetmiştir. Yarın ahirette de onlar için saklanan göz aydınlığını hiç bir
nefis bilmez.
"Öyle
ki melekler her kapıdan yanlarına girip; 'Sabretmenize karşılık selam size!
Dünya yurdunun ne güzel akıbetidir bu!' diyecekler" (Ra'd/23) buyruğunun
tefsiri, dünya hayatında çekilen fakirlik şeklinde yapılmıştır. [4][71]
Fakirlik
ehline göre fakirlik halinin gereklerinin başında; hayati ihtiyaç varolmadıkça
istemekten kaçınarak fakirliğe karşı sabır ve tahammülde bulunmak gelir.
İnsanlara isteyen gözlerle bakmaktan uzak durmak gerekir. İhtiyaç halinde dahi
ilmin kendisine yasakladığı bir şeyi almamak gerekir. İlahi hükümlerle
çizilmiş sınırlardan hiçbirini çiğnememesi gerekir.
İhtiyaç
halinde bir şey istemek (=su'âl, dilenmek) durumunda kaldığı zaman,
kanaatkârlıktan ayrılmamalıdır. İhtiyacından fazlasının verilmesi halinde
biriktirme cihetine gitmemelidir. Bir daha istememek için elinde tutmasında bir
mahzur yoktur. İsterken de seçici davranmalı ve takva ehlinden vazgeçmemelidir.
Kimden isteyebileceğini iyi araştırmalıdır. Çünkü bu noktada vera' sahibi olması
gerekmektedir. Helal haram ayırmaksızın yiyen ve işinde haramdan sakınmayan
kimselerden hiç bir talepte bulunmamalıdır. İhtiyaç sahibi ve aç bir kulun,
soyunu devam ettirmesi ve nefsini teskin etmesi için evlendirilmesi de din
kardeşleri üzerine düşen bir mesuliyettir. Yokluk ve çıplaklık halindeki bir
kulun, barındırılması ve giydirilmesi de müslümanlara düşen bir görevdir. Bu,
üzerlerine yazılı bir farzdır. Bir kısmının yapması, bu farziyeti diğerlerinden
düşürür. Bu şartlardaki bir kul, istediği zaman bundan dolayı hiç bir günaha
maruz kalmaz.
Denilir ki:
İnsanlara el açmanın kefareti, el açanın bu davranı-şmdaki dürüstlüğü ve
samimiyetidir. Fakir, ihtiyacını aldıktan sonra bir daha istememelidir. Aklının
karışması ve kalbinin değişik mecralara kayması sebebiyle fakirliğin
gereklerini yerine getirme hususunda kusurlu davranabilir. Her halükârda
ihtiyacını giderdiği anda el açmaya son vermeli, varlık kazanmak için doygunluğundan
ötesini biriktirmeye meyletmemelidir. El açmayı alışkanlık, meslek ve sanat
haline getirmemelidir.
El açma
halinden kurtulma, kendisi için olabilecek en güzel ve en üstün hal olmalıdır. Peygamberler
arasında da dilenenler olmuştur. Bu üç peygamber, krallığının alındığı kırk gün
zarfında dilenmek zorunda kalan Süleyman (as) ile, gittikleri belde halkından
yiyecek istemek zorunda kalan Musa (as) ve Hızır (as) peygamberlerdir.
Allah Resulü'nün
(sav) el açma hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "At sırtında
dahi gelmiş olsun, el açıp isteyenin (üzerinizde belli) bir hakkı
vardır".[5][72]
Bir diğer hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kavrulmuş
bir hayvan tırnağıyla dahi olsun el açanı boş çevirmeyin"[6][73]
Eğer
insanlara el açıp istemek günah ve azgınlık olsaydı, onlara vermek bu kadar
teşvik edilmezdi. Onlara yardımda bulunan kimse, kötülük ve azgınlıkta
yardımlaşmış olurdu. Halbuki fakirlere yardım etmek, iyilik ve takvadan
sayılmıştır. Çünkü bu, insanın iyilik ve takvasının en açık delillerinden
biridir. İslam'ın doğurduğu haklardan biri de, yardımlaşmadır. Ayrıca din
kardeşlerinin sıkıntılarını gidermek, iyilik ve ihsan babında
değerlendirilmiştir.
Ömer (ra)
akşam ezanından sonra dilenen birini işitmişti. Hizmetçisine 'Ey Yerfa, şu
adamı doyur demişti. Adamın doyrulmasmdan sonra tekrar dilendiğini işitince
hizmetçisine, 'Sana şu adamı doyur demedim mi?' diye çıkıştı. Hizmetçi, adamı
doyurduğunu söyleyince, Ömer (ra) dilenciye bakmış ve elinin altında ekmekle
dolu bir çuval görmüştü. Bunun üzerine öfkelenerek, 'Sen ihtiyacından dolayı
dilenen biri değil tüccarsın!' dedi ve adamın çuvalını çekip içindekileri
sadaka develerinin önüne boşalttı. Ardından da eline sopayı alarak adamı dövdü.
Bir yandan da, 'Sen dilenci değil tüccarsın!' diyordu.
Ali'nin (kv)
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala'nın insanlarla ilgili olarak
takdir ettiği fakirliğin bir ödül, bir de ceza halleri vardır. Kulun yaşadığı
fakirliğin kendisi için ödül oluşunun alameti; ahlakının güzelliği, fakirliğine
rağmen Rabbine kulluğu, halinden yakınmaması ve fakirliğinden dolayı Rabbine
şükretme-sidir. Fakirliğin ceza oluşunun alameti ise; ahlakının bozulması,
fakirlik sebebiyle Rabbine isyan etmesi, sürekli yakınması ve sürekli kadere
karşı öfkeli olmasıdır. İşin hakikati de gerçekten onun ifade ettiği gibidir.
Allah Resulü
(sav), fakirliğin 'ceza' olarak görülebilecek bu ikinci halinden Rabbine
sığınmıştır. Bu, 'nefsin fakirliği'dir. Malda fakirlik, insanlara muhtaç olma
sonucunu doğurur. Eşyaya karşı fakirlik hissine kapılmak ise, haldeki
samimiyetsizliğin ifadesidir. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir:
İnsanlara el açmak, çirkin fiillerdendir. Çirkin fiiller arasında da ondan
başka helal görülen yoktur.
Allah Resulü
(sav) İslam üzere biat aldığı bir topluluğa, işitme ve itaat etmeyi şart
koştuktan sonra hafif bir sesle şöyle buyurmuştu: İnsanlardan hiç bir şey
dilenmeyin! Allah Resulü (sav) daima iffetli olmayı ve insanlara el açmaktan
uzak durmayı emrederdi. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bizden isteyene
veririz. İstemeyeni de Allah muhtaç etmesin" [7][74] Yine O şöyle
buyurmuştur: "Bizden istemeyen, bize daha sevimli gelir" [8][75]
Dilenmemeyi teşvik eden hadislerden biri de şu hadistir: "İnsanlara
muhtaç olmayın! El açma ve isteme azaldıkça bu daha hayırlıdır. Bunun üzerine,
Teki ya size de mi ey Allah Resulü?' denildi. 'Evet, bana da' buyurdu".
Dilenme ve
el açma halinden kurtulmak çok iyi bir durum olmasaydı, Allah Resulü (sav)
bunun için dua etmezdi. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Muhtaç olmamasına rağmen dilenen,
cehennem korlarını çoğaltandır. İhtiyacı kadar olduğu halde isteyen ise
kıyamet günü yüzü kemikten ibaret olarak gelecek ve yüzünde et bulunmayacaktır"[9][76]Bir
diğer hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Dilenciliği, yüzünü ısırıp
ısırıp kopartacaktır". Bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:
"Allah Teala'nın zenginliğiyle muhtariyetten kurtulun! 'Allah'ın
zenginliği nedir?' diye soruldu. Allah Resulü (sav) de, ya öğle veya akşam
yemeğidir, buyurdu".
Konuyla
ilgili bir rivayette ise böyle denilmektedir: Elli dirhemi veya muadili altını
bulunmasına rağmen dilenen kimse, ihtiyacı olmadığı halde ısrarla dilenen
hükmündedir. Kendinde bu miktar dünyalık bulunan kimse, fakirlik dairesinden
çıkmaz. Ancak buna rağmen dilenmesi, fakirlerin avamı kapsamından çıkarılmasına
yol açar.
Tam
acıkmadan önce, doyduktan sonra, biriktirmek için ve günlük yemeği bulunduğu
halde dilenen kimse de bu davranışı sebebiyle fakirlerin havassı zümresinden
çıkartılır. Süfyan-ı Sevri'ye (ra) amellerin en faziletlisi sorulmuştu. Cevaben
'Sıkıntı ve darlık anında iyi görünebihnek' dedi.
Fakir,
verdiği bağıştan dolayı hiç bir zengini aklamamalı, vermediği için de kınayıp
yargılamamalıdır. Dünya ehlini, sahip oldukları dünyalıklar sebebiyle yüceltip
lüzumundan fazla değer vermemelidir. İbnü'l-Mübarek (ra) bu manada şöyle
demiştir: Fakirin tevazusu, zenginlere karşı kibirlenmektir.
Ali'nin de
(kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zenginin Allah katındaki ödülleri arzu
ederek fakir karşısında tevazu göstermesi ne kadar da güzeldir! Bundan da
güzeli, fakirin Allah Teala'ya olan güveninden hareket ederek zengine karşı
büyüklenebilmesidir.
Fakirliğin
gereklerinden biri de, bağışların kesilmemesi veya bir menfaat temin edilmesi
maksadıyla haksızlık karşısında susmaması, arzularının emriyle konuşmamasıdır.
Bu, din için bir tehlike, müslümanlar için de yanıltmadır. [10][77]
Fakirliğin
faziletlerinden ilki, kırk günden daha uzun bir süre için birikimde
bulunmamaktır. Birikim sahibi bir fakirin kırk dirhemden fazla parası olamaz.
Bu sınırlamada esas alman kıstas Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Ve bir
vakit Musa'ya kırk gecelik bir süre ayırmıştık". (Bakara/51) Allah Teala
bu ayetinde, Musa peygamberin (as) görüşme yönündeki emeli için kırk gecelik
bir sınır koymuştur. Birikim de, bir tür geleceğe dönük emel sahibi olma halidir.
Fakirin kırk günlük hayatı emel etmesi, bu süre için birikimde bulunmasını caiz
kılmaktadır.
Emeli kısa
tutmak (=kasrül-emel) ise, bir günlük azıkla yetinmektir. Bu durumda birikimi,
bir gün ve bir gece yetecek kadar olacaktır. Emeli kısa tutmanın
tezahürlerinden biri de, birikim yapmamaktır.
Fakirin
zenginlik sınırı kırk dirhem yani 128 gram gümüş veya muadilidir. Bu,
fakirlerin avamı için geçerlidir. Havası içinse, zenginlik günlük bir öğüne
sahip olmaktır. Çünkü onların emelleri çok daha kısadır. Zenginliğin bu türünü
yukarıdaki hadislerden birinde görmüştük. Orada Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktaydı: Zenginlik, Allah'ın zenginliği yani günlük bir öğün yiyeceğe
sahip olmaktır.
Fakirliğin
bir diğer fazileti, yarının rızkı için tasalanmamaktır. Allah Teala da kuldan
ertesi günün amellerini talep etmemektedir. Fakirin rızıkla ilgili tasasının
bulunmayış sebebi şudur: Rızık bilinen ve kısmetlere taksim edilmiş bir
paydır. Vekil Teala, her şeyi iyi hesaplayan ve idare edendir. Kulu fakirliğe
rıza gösterir, O da kuluna şükranda bulunur. Fakir, Allah Teala'nın nimetinin
büyüklüğünden dolayı haline gıpta eder. Fakirliğin kendinden çekilip alınması
endişesinden asla kurtulamaz. Bu korku, zenginin servetinin alınmasından
duyduğu korkudan daha büyük bir korkudur. Çünkü fakir, halinden çok memnundur.
Rivayete göre
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Ey fakirler zümresi, kalplerinizin
rızasını verin de fakirliğinizin sevabını kazanın. Aksi halde hiç bir şey
alamazsınız!".
Abdurrahman
b. Sabit, Ali (kv) vasıtasıyla Allah Resulü'nden (sav) uzun bir hadis rivayet
etmiştir. Bu hadisin bir kısmında da O'nun şöyle buyurduğu zikredilmektedir:
"Kulların Allah Teala'ya en sevimli geleni, kendisine verilen rızık ile
kanaatkar ve O'ndan memnun olan fakir kuldur".
Fakir,
rahatlık halinde tasalanman, musibet ve darlık halinde mutlu olmalıdır. Diğer
yoksulları sevmeli, onları ehli dünyaya tercih etmeli, zenginlere acımalı ve
onları zenginlikleri sebebiyle kı-namamalıdır. Fakirleri daima tercih etmeli,
onları kendine yaklaştırmalı, ahlakını düzeltmeye, sabrını paylaşmaya, iffet
perdesiyle yoksulluğunu Örtmeye çalışmalıdır. Zengin görünüp yoksulluğunu ifşa
etmemelidir.
Allah
Teala'nın kudsi bir rivayette şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Fakirliğin
size doğru geldiğini gördüğünüzde, 'Merhaba! Sa-lihlerin simgesi!' deyin. Zenginliğin
geldiğini gördüğünüzde ise, 'Ey cezası öne alınmış günah!' deyin.
Rivayete
göre Musa (as) Rabbine şöyle niyaz etmişti: Ey AUa-hım! Yarattıkların içinde
Senin için sevebileceğim dostların kimleredir? Allah Teala da şöyle
buyurmuştu: Bütün fakirler, fakirler! Buradaki tekrar, iki anlama gelmektedir.
İlki, fakirliği kesin olanlar, diğeri ise ihtiyaç ve zaruret halleri had
safhada olanlardır. Rivayete göre İsa (as) da şöyle demiştir: Ben, fakirliği
çok sever, zenginliğe ise buğzederim. Ona, hangi isminin daha sevimli geldiği
sorulduğunda 'Miskin=Fakir' ismi olduğunu söylemiştir.
Allah Resulü
de (sav) Rabbinden öğrendiği bir dua ile şu şekilde niyazda bulunmuştur:
"Sen'den güzellikler, hayırlı işler yapma fırsatı ve fakirleri sevme
fazileti niyaz ederim".
Fakirin
zengine üstünlüğü noktasında dikkate alınacak bir husus da şudur:
Yaratılmışların en üstünü Allah Resulü'dür. O'nun yoluna katılan, yakınlaşan ve
benzemeye çalışan da elbette üstün olacaktır. Çünkü O, misal alınmaya en layık
olandır. Bir diğeri de fakirlerdir. Zira Allah Teala onları vasfederken şöyle
buyurmaktadır: "Ey Resulüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde,
'Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' deyince, harcayacak para bulamamaları
sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir".
(Tevbe/92)
Ayet yokluk
bakımından onları Allah Resulü'yle benzer kılmaktadır. Elbette burada Allah
Resulü'nün (sav) sergilediği hal, en mkemmeli idi. Fakirlerin halinin bu
şekilde vasfedilmesi, onların da diğerlerinden üstün olduklarını
göstermektedir. Bu ayetin devamında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ayıplamak gerekirse, zengin ve varlıklı olmalarına rağmen savaşa
katılmamak için bahaneler ileri sürenler ayıplanmalıdır". (Tevbe/93)
Allah Teala
başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbinin bunca
nimetlerine rağmen kafir insan kendisini kimseye muhtaç değilmiş (=müstağni)
zannedip azar". (Alak/6) Bu ayette zenginler, 'azmak' kelimesiyle
nitelenmekte ve haklarında kesin bir delil konulmaktadır. Fakirlerin sıfatlarını
anlatırken ise, 'Cahiller onları zengin sanırlar1 buyrulmaktadır.
Zenginlik
tercih edilmeyen konumunda olmasaydı, ayette geçen kimselerin eksiklik
yönündeki sıfatlarına nisbet edilmezdi. Zenginlik, dünyü kapılarından biridir,
Kınanmış olan övünç ve kibirin kaynağı da odur. Fakirlik ise ahiret
kapılarından biridir. O, övülmüş sıfatlar olan zühd ve tevazünün da temelidir.
Marifet
ehline göre zenginlik, hakkında tartışma yapılmaması gereken sıfatlardan biri
olup onunla sınanan kimseler için de hoş olmayan bir durumdur. Zenginlik,
kibir, övülmeyi sevmek, her yerde anılmayı istemek gibi yerilmiş
sıfatlardandır. Bunlardan her hangi birinden hoşlanan ve sahip olmak isteyen
kimse Allah Teala ile rekabete girmiş olur. Çünkü bunlar yalnız O'nun hakkı
olan sıfatlardır. Fakirler, bu sıfatları asıl sahibi olan Allah Teala'ya irca
ederler. Çünkü bunlar Rububiyet sıfatlarıdır. Bunu, korku ve sevgi saikiyle
yaparlar.
Fakirlik,
aynı zamanda kulluk sıfatlarından biri olup rica, korku, tevazu zilletten pek
farklı değildir. Bunlardan hoşlanan ve bu sıfatlan kazanmaya çalışanlar ise,
kulluk (=ubûdiyet) sıfatının hakikatine erenlerdir. Allah Teala da kulunun bu
sıfatların hakikat-larına ermelerinden hoşlanır. Çünkü o, netice itibarıyla
zelil bir kuldur. İlahi sıfatları noktasında Zatı ile rekabete girmesini ise asla
istemez. Çünkü O, çok Yüce ve herşeyin Meliki'dir. Zenginlik sevgisi, ebediyet
arzusunu gösterir.
Seni (ra)
şöyle derdi: Zenginlik sevgisi, Rububiyet'te şirk koşmadır. Çünkü ebedilik
(=bekâ), el-Bâki olan Allah Teala'nın sıfatlarından biridir. Zenginliği
fakirlikten üstün tutan kimse, zenginliği sever. Bunun tezahürü de, zenginlere
duyulan sevgidir. Çünkü bir sıfatı sevmek, o sıfat ile vasfedileni sevmenin
delilidir. Bir şeyi sevmek, aynı zamanda onun zıddını sevmemeyi gerektirir.
Buna göre fakirleri sevmeyen biri, -zenginliği sevdiği için- fakirlikten hoşlanmayacaktır.
Böyle biri arzuyu zühde, çokluğu azlığa, ululuğu zillet ve tevazuya tercih
eder. Böyle bir yaklaşımda, dünyanın ahirete yeğlenmesi ve fakirliğin
özendirilmesi yönünde Allah Resulü (sav), Sahabe ve Tabiun'dan gelen bütün
bilgilerin yerle bir edilmesi söz-konusudur.
Denildi ki:
Selef-i Salih devrinde fakirlik, müminlerin şerefi sayılırdı. Onların gözünde
fakir müminler, günümüzdeki (Hicri IV. asır) eşraf gibi görülürlerdi. Allah
Teala'yı hakkıyla bilen alimlere göre de, bu sözde hiç bir yanlışlık veya
eksiklik sözkonusu değildir.
Fakirler,
kendi aralarında üç dereceye ayrılırlar:
1. Zengin fakirler; bunlar, ancak ihtiyaç halinde el
açan, kendi kendilerine yeten ve zor kafi gelene kanaat eden kimselerdir. Onlar,
zenginlerin temizleridir. Allah katında kendileri için ziyade sevap olacaktır.
Yüce Allah, zenginlerin mallarında onlar için belirli bir pay bulunduğunu haber
vermiştir. Çünkü aralarında; tamamen mahrum olanlar, zaruret halinde
isteyenler, kanaatkarlar ve istemeden alanlar vardır.
2. Fakir fakirler; bunlar, fakirlik halinin özüne vakıf
olmuş, kendileri için hâl olarak fakirliği seçmiş, iffet ve namus ehlinin
faziletine dair sahip oldukları bilginin derinliği sebebiyle fakirliği zenginliğe
tercih etmiş kimselerdir. El açarak kendilerini çiğnetmez ve konuşmalara konu
olmazlar. Rablerinden gelen az bir rızka rıza gösterirler. Gördüğünüzde
simalarından tanırsınız. Cahil biri, hiç el açmadıkları ve serzenişte
bulunmadıkları için onları zengin sanır.
Bunlar
arasında; dünya için çalışmaktan kurtarılmış mahrumlar, sebep ve vasıtalara
sarılmaktan muaf tutulmuşlar, mihnet ve zillet olmaksızın kendilerine
ulaştırılan ile kanaat edenler ve ancak zaruret halinde isteyenler bulunur.
Onlar, bulundukları hali takdir etmesinden dolayı Allah Teala'dan razıdırlar.
Bunlar hakkında şöyle denilmiştir: Kendisine dünyalık namına her hangi bir şey
verilen kimseye şu üç hususun hepsi verilmiş demektir: Meşguliyet, vehim ve
uzun hesap.
3. Fakir zenginler; bunlar cömertlik ve ikramseverlikle
tanınmış kimselerdir. Bağış ve infak erbabı olarak tanınmışlardır. Onlar
devamlı alır verirler. Biriktirmeyi sevmezler. Servet yapmak gayesini
gütmezler. Menedilmeleri halinde şükrederler. Çünkü Mene-den'in (=el-Mâni'),
aynı zamanda Veren (=el-Mu'tî) olduğunu bilirler. O'nun menetmesi de, bir
anlamda vermesidir. Darlığa düştük-lerinderızkında Geniş Olan'a (=el-Vâsi')
hamdederler. Çünkü O, her zaman Övülen (el-Mahmûd)'dur. O'nun verdiği darlık,
bolluktur.
Bu zümreye
dahil olanlar, kendilerine verilenleri derhal infak edip dağıtırlar. Dünya
hakkında tam bir zühde sahiptirler. Zira ya-kini bir imana sahiptirler'
Zenginlik olarak sahip oldukları yakini iman kendilerine yeter.
İbrahim b.
Edhem (ra), Horasan'dan ziyaretine gelen Şakik b. Edhem'e (ra) şöyle demişti:
Fakir arkadaşların nasıllar? 'Kendilerine verildiğinde şükrediyor, başkalarını
kendilerine tercih ediyorlar! Bunun üzerine onun başını öptü ve şöyle dedi:
Doğru söylediniz üstad.
Bişr b.
el-Hars (ra) şöyle demiştir: Fakirler üç kısma ayrılır: 1. El açmayan ve
verildiğinde almayan fakir; bu fakir, İlliyyun'da ruhanilerle beraber
olacaktır. 2. El açmayan, ama verildiğinde alan fakir; bu, Kudüs avlusunda
mukarrebun ile beraber olacaktır. 3. ihtiyaç halinde isteyen fakir; bu da
sâdıklarla berebar olacaktır. Halindeki dürüstlük, el açmasına kefaret olur.
Bir
keresinde İbrahim b. Edhem'e altmış bin dirhem takdim edilmişti. Borç içindeydi
ve görmesi gereken bir çok ihtiyacı vardı. Buna rağmen parayı geri çevirdi.
Davranışı sebebiyle kınanınca şöyle dedi: Altmış bin dirhem yüzünden ismimin
'fakirler diva-nı'ndan silinmesini istemedim.
Aişe
validemizin (ra) yüzbin dirhem borcu vardı ve gömleği de yamalıydı. Hizmetçisi,
'Bir dirhem verseniz de et alsam, yemek ye-seniz' deyince ona şöyle cevap
verdi: Bana hatırlatsaydm yapardım. Allah Resulü (sav) bana şöyla vasiyet
etmişti: "Bana kavuşmak istersen, fakirler gibi yaşa! Zenginlerle
oturmaktan sakın! Yır-tılıncaya kadar elbiseni değiştirme [11][78]
Allah
Resulü'nün (sav), fakirlere "Bu, Allah'ın lütfudur, onu dilediğine
verir" buyruğunun manası, yanlışlıkla zenginlerin üstünlüğüne delilmiş
gibi kullanılmak istenmiştir. Bu buyruk, zenginlerin fakirlerden üstün
görülmesine delalet etmez. Ancak böyle bir vehme kapılmak mümkündür. Halbuki
bu, Allah Resulü'nün buyruğunun ilk kısmından çıkarılan manadır.
İlk kısımda,
hiç kimsenin sizi geçmemesi, hiç kimsenin de size yetişmemesi teşvik
edilmektedir. Denildi ki: Zenginler bunu duyduklarında yukarıda ifade edilen
şekilde konuştular. Fakirlerin kalpleri ise türlü duygularla doldu. Bunun
üzerine Allah Resulü'ne (sav) giderek durumu ona sordular. O da şöyle buyurdu:
İşin aslı size söylediğim gibidir. Yani sizi kimse geçmesin. [12][79]
Bu buyruk, sözün ilk kısmı için sübut bulduğunda Allah Resulü (sav) o noktada
masum olmaktadır. Eğer öyle olmasaydı, sözün ilk kısmı, son kısmıyla
çelişirdi. Bu da caiz değildir.
Hadis, tevil
edildiği gibi zahirine yorulursa mana şöyle olmaktadır: Zenginlik, Allah
Teala'nm dünyadaki bir lütfudur ve zenginlerin ahirette bu lütuf sebebiyle her
hangi bir üstünlükleri olamaz. Ancak ilk kısım, onların faziletine işaret
etmekte ve onlar için de uygun olmaktadır.
Allah Teala
verdiği zenginlikle onlara dünyada bir üstünlük bahsetmiştir. Ama onlara
verilen bu fazlalık, fakirlerden daha üstün bir makama yerleştirilmelerini
gerektirmez. Çünkü fakirlerin makam ve hal bakımından zenginlerden üstün
oldukları, fakirlik vasfı ile teyid edilmiştir. Bu zikir ve teşbih
bulunmaksızın dahi fakirlerin yaşadıkları sabır hali, diğerlerine bahşedilen
lütfa rağmen fakirlerin ağır basışının delili mahiyetindedir.
Sonuç
itibarıyla Allah Teala'nm zenginleri muhatap alan bu buyruğu, O'nun zenginleri
size üstün tutuşunun ve rahmetinin bir ifadesidir. Onlar, sırf bu maddi güçleri
sebebiyle üstün görülmüşlerdir. Ayrıca zenginler için zenginliğin de, Allah
Teala'ya götüren yollardan biri olduğunu inkar etmemiz mümkün değildir. Fakat
bize göre, fakirlerin izledikleri yol, zenginlerin yolundan daha faziletlidir.
Çünkü o, misal alınmaya en çok değen yoldur. Bu misal alınma ve benzeme hali,
peygamberlerle olan benzerlik bakımındandır.
"Ne
diriler, ne de ölüler denk olurlar" (Fatır/22) ayetinin tefsi-riyle ilgili
olarak Hasan el-Basri'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Burada
kasdedilen iki zümre zenginlerle fakirlerdir. Ha-san'a göre, fakirler Rableri
sayesinde diri olanlar, zenginler de dünyaya sarılmaları sebebiyle ölü olanlardır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Fakirir zenginlerle içli dışlı olduğunu
gördüğünüzde onun riyakâr olduğunu bilin. Sultanla içli dışlı olduğunu
gördüğünüzde ise hırsız olduğunu bilin. Ariflerden bir zat ise şöyle demiştir:
Fakir, zengin birine meyletmeye başladığı zaman bağı gevşer. Zenginlere tamah
ettiğinde, masumiyeti kopar. Onlarla sükunet bulmaya başladığında ise yoldan
çıkar. Yukarıda rivayet edilen bütün hadis ve sözlerden sonra, zenginliği
fakirlikten üstün görmeye devam eden kimse, en iyi şartlarda sünnetleri
bilmeyen cahil biridir. O, cehaleti sebebiyle arzu ve düşüncelerini, hadis ve
Sahabe sözlerine tercih ederek böyle bir kanaate sahip olmaktadır. Her hangi
bir konuda hadis veya Sahabe sözü bulunduğu zaman, orada görüşe yer yoktur. Onu
bilmesine rağmen muhalefet etmek, inad ve karşı çıkıştan ibarettir. Cehalet ve
arzulardan Allah Teala'ya sığınır ve O'ndan ilim ve takvaya muvaffak kılmasını
niyaz ederiz. [13][80]
Fakir,
dünyalık adına hiç bir şeye sahip olmayan ve bilinen bir geçim kapısı
bulunmayan biri de olabilir. Böyle birinin rızkı, diğer kulların ellerine
bırakılmıştır. Bu durumdaki fakirin, aldıklarına karşılık dünyevi zanaatlardan
birini icra etmesi şart değildir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Bu mal, Allah Teala'nın malıdır. Her kim onu
hakkıyla alırsa bereketli kılınır. Nefsin kibiriyle aldığında ise kendisine
bereketli kılınmaz ve o, yediği halde doymayan biri gibi olur" [14][81]
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kime el açmaksızın ve istemeksizin dünya malından bir şey gelirse, o
Allah Teala tarafından gönderilmiş rızkidir". Bu hadisin başka bir
lafzında ise, şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer ona ihtiyacı
varsa geri çevirmesin. İhtiyacı yoksa, kendinden daha muhtaç olan birine
sarfetsin".
Ata ve
Hasan'dan (ra) şöyle bir mürsel hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: Dilenmeksizin rızkı kendisine gelen kimse, onu geri
çevirdiğinde Allah'a geri vermiş olur". Abid b. Şüreyh de Enes b. Malik
(ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Varlık içinde veren kimse, sıkıntısından dolayı alandan daha üstün
değildir".
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Kul rızkından kaçsa dahi, o onu takip edip bulacaktır!
Tıpkı ölüm gibi! Ondan kaçsa da ölüm kendisim bulacaktır. Ebu Muhammed (ra)
şöyle demiştir: Kul,Rafa-bine dua ederek 'Bana rızık verme!' dese dahi Allah
Teala duasını kabul etmeyecek ve o kul bu duasından dolayı günah işlemiş sayılacaktır.
Allah Teala o kuluna şöyle buyuracaktır: Ey cahil! Seni yarattığım gibi
rızkını da vermem gerekir.
Ariflerden
biri kendi hayatıyla ilgili şunu anlatmıştı: Dünya hakkında öyle bir zühde
sahip oldum ki, insanları terkettim ve şehirden ayrıldım. Eğer rızkım varsa
bana gelecektir düşüncesiyle hiç kimseden bir şey istemez oldum. Bu fikirle dağ
tepe dolaşıyordum Bir dağın tepesinde yedi gün kaldım. Bu süre zarfından hi
çir yiyecek gelmedi. Artık ölmek üzereydim. Rabbime şöyle niyazda bulundum: Ey
Rabbim! Bana can verdiysen nasip ettiğin rızkı da ver! Yoksa beni yanına al.
Allah Teala
şöyle vahyetti: İzzetim hakkı için! Şehirlere geri dönüp insanlar arasında
yaşamaya başlayıncaya kadar sana rızık vermeyeceğim! Bu emir üzerine tekrar
şehire döndüm ve halkın içinde yaşamaya başladım. Biri ekmek, biri katık, başka
biri içecek getirdi. Gelen rızıkları yiyip içtikten sonra içimden şöyle bir ses
işittim: Dünya hakkındaki zühdün sebebiyle Benim hikmetimin kaybolmasına yol
açacaktın. Kulumu, diğer kullarımın eliyle beslememin kudret elimle
beslememden daha sevimli olduğunu bilmez misin?
Kendini
Allah Teala'ya adamış arif kullardan biri şöyle demiştir: İyi bir zanaatım
vardı. Bu zanaatımın terkedilmesi istendi. Bunun üzerine kalbimden nasıl
geçineceğim sorusu geçti. Bunun üzerine içimden şöyle bir ses geldi: Kendini
Bana adadığını gormüyorum. Nasıl olur da rızkın hususunda Beni töhmet altında
bırakırsın? Dostlarımdan birini hizmetine vermek veya düşmanlarımdan
birmünafiğı geçiminize tahsis etmekJ3ana_düşer!
Seleften bir
zat şöyle bir bilgi nakletmiştir: Allah Teala dünyaya vahyederek şöyle
buyurmuştu: Bana hizmet edenlere hizmet et ve bu hizmetinle yorul! ______
Kabe'ye
komşu olanlardan bir zat şunu anlatmıştır: Aîlâh^yo-lunda infak için ayırdığım
birkaç dirhemim vardı. Bir gece zifiri karanlıkta Kabe'yi tavaf eden bir fakir
gördüm. Davranışı güzel, vakarlı biri idi. O tavaf ederken ben de ayak
izlerini takip ediyordum. Hissedemeyeceği şekilde arkasından yürüyordum. Yedi
tavafını bitirdikten sonra Kabe kapısı ile Hacer-i Esved'in arasında durdu.
Gizli bir
sesle dua ediyordu. Sesini işitmek için kulak verdiğimde şöyle dediğini
duydum: Gördüğün gibi açım, gördüğün gibi çıplağım, ey gördüğünü gören, ey
Gören fakat Görülmeyen! Dikkatlice baktığımda üzerindeki elbisenin çok eski
olduğunu ve vücudunu zor örttüğünü gördüm. Sadaka için ayırdığım dirhemlerin,
bundan daha iyisine verilemeyeceğini düşündüm. Arkasından gittiğimde Zemzem
kuyusunun üstündeki kubbenin bir kenarında tavaf namazı kıldığını gördüm.
Hemen eve
gittim ve parayı aldım. O zatı bulup paraları kendisine verdim ve şöyle dedim:
Allah size şu mukaddes mekanda ve bu güzel halde merhamet buyurdu. Bunları alın
ve ihtiyaçlarınız için kullanın. Parayı izannm cebine bıraktığımda, cebi delik
olduğu için paralar yere saçıldı. Onlara baktı ve sadece beş dirhem aldıktan
sonra şöyle dedi: Dört dirheme iki izar alırım, bir dirhemi ile de üç gün
geçinirim. Kalanına ihtiyacım olmaz.
Ertesi gece
baktığımda yeni izan ile tavaf ettiğini gördüm. Kendi kendime onun durumunu
düşünürken elimi kavradı ve bana yedi kez tavaf ettirdi. Ayaklarımızın altında
yeryüzünün en değerli madenleri, altın, gümüş, elmas ve yakutlar kaynıyordu.
İçlerinde insanlar tarafından henüz bilinmeyen taşlar bile vardı. Sonra bana
şöyle dedi: Bunların tamamı bize verildi, ama biz zühdü tercih ettik. Halkın
elinden almak bizim için daha sevimlidir. Çünkü Allah Teala için daha sevimli
ve bizim için de istemek bakımından daha kolaydır. Ayağımızın altındakiler ise
ağırlık ve fitneden başka bir şey değildir. Anlayış sahibi kullar için bunda
bir çok rahmet ve^ıimetler gizlidir.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Beldeler, Allah'ın beldeleri, insanlar
O'nun kullarıdır. Rızkınızı nerede bulursanız orada oturun ve Allah'a
hamdedin!
İbni
Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar, rızık ve ecel dışında
farkıl farklı düşünürler. Buna rağmen Allah'tan başka Rızık Veren (=er-Râzık)
ve O'ndan başka Can Alan (=el-Mümît) bulunmadığı hususunda hemfikirdirler. Yine
onun şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala nzıkları yarattığı zaman
rüzgarlara, onları parçalara ayırmalarını ve her memlekete payına düşeni götürmelerini
emir buyurmuştur. Sonra da bu nzıkları insanlar arasında taksim etmiştir.
Kiminin nzkı yüzbin, kiminin onbin, kiminin yüz, kiminin de bir noktaya
yerleştirilmiş, kiminin de yok denecek kadar az kılınmıştır. İnsanlar arasından
bazılarının nzkı da evinin kapısına bırakılmıştır. Sabah çıkıp akşam girdikçe
onu bulur. Her kul, kendi için kısmet edilen nzkın peşinde koşar ve onu elde
eder. Rızkı sona erdiğinde ölüm meleği gelerek canını teslim alır.
Kul ana
karnında yaratılıp ortaya çıktıktan sonra nzkı asla kesilmez. Ana karnında
iken aldığı gıda, hayız kanından süzülüp çıka-nlan bir besindir. Vücudu bu
şekilde hayat bulur. Midesi, bir kordonla ana karnına bağlanır ve bununla
hayatiyetini devam ettirir. Allah Teala yeryüzüne çıkması için izin verdiğinde,
meleği ona gönderir ve meleğe anne ile yavru arasındaki kordonu kesmesini emreder.
Dünya hayatına çıktığında ise nzkını dünyadan sağlar. Dünyadan aynlırken de,
oradaki son nzkı, ahiretteki nzkının başı olur.
Kulun
ahiretteki nzkı ise, Berzah aleminden olur. Bu alemdeki beslenme de, farklı
şekillerde olmasına karşın dünyadaki gibi olur. Ardından Kıyamet günü gelir.
Oradaki nzkı da, beklediği mevkiye göre belirlenir. Bekleme mevkisinden
çıktığında iki yurttan birine, cennete veya cehenneme girer. Böylelikle nzkı da
oraya intikal eder. Orada sonsuz bir nzık sözkonusudur.
Kul, bütün
bunlan yakini bir iman ile müşahede ettiği zaman, kalbi mutmain olur ve nzık
ile ecel onun gözünde eşitlenir. Bu iman sayesinde şunu kafi olarak bilir ki,
rızık da ecel de gereklidir. Ona düşen ise, kendisiyle ilgili hükümlere riayet
etmektir. Butür bir müşahedeye sahip olan kimse, ömrün ne bir saat uzamayacağını,
ne de bir saat kısalmıyacağmı iyi bilir. Bunu bildiğinde ise, Rabbine ihlas ile
amel etmekten başka bir şeyle meşgul olmaz.
Rızık sayısız
şekilleri ve vasıtaları olmasına karşın genel olarak iki usul üzerinde
şekillenir: 1. Kul, sükunet ve hareketsizliğini muhafaza etmesine rağmen rızık
onun ayağına gelir. Bu, rızkın kula doğru hareketlendiği türdür. Rızkın bu türü
için kulun hareket etmesi ve onu kovalaması gerekmez. 2. Kul, hareket ve
çalışma vasıtasıyla rızkın ardına düşer. Bu da sebep ve vasıtayla ulaşılan
rızık türüdür.
Rızkın her
iki türünde de rızık ve Rızık Veren aymdır. Hareket edip çalışanın durumuyla
hareketsiz kalıp oturanın durumunda rızkın kaynağı olan Hikmet ve Kudret yine
aynıdır. Ancak bu iki durumla ilgili hükümler farklıdır. Diğer taraftan eşya da
insan açısından iki türdür. Biri, insanın emrine verilen türü, diğeri ise insanı
emri altına alan türüdür.
İnsanın
emrine verilen eşya üzerinde tasarrufta bulunurken siz belirleyici olursunuz.
Bunlar, size verilmiş nimetler olup bunlar sebebiyle Rabbinize şükretmeniz
gerekir. Bu rızık konusunda bilinen şükür makamıdır. İnsanın, emri altına
verildiği şeyler ise ona yönelen imtihan ve musibetlerdir. Bunlar için de
sabretmek gerekir. Bu da imtihan halinde sabır makamıdır.
Yukarıda
anlattıklarımıza hakkıyla şahid olan kimseler, bulundukları hali iyi bilir ve
hallerinin gereğini yapmaya çalışırlar. Buna şahit olmayanlar ise, halleri
hakkında bilgisiz kalır, makamlarını idrak edemezler. Bu yüzden de, şaşkınlığa
düşüp Allah Te-ala'nm ilgili hükümlerini bilemezler.
Belirli bir
geçim vasıtası olmayan kul için müstehap olan, Allah Teala'nın kendisine
verdiği nzıktan ancak ihtiyacı kadarım almasıdır. İhtiyacın alameti, satın
almak zorunda olduğu şeyler dışında bir şey almamasıdır. İhtiyacı olan şey, o
anda muhtaç olduğu şeydir. O da Allah Teala'dan gelen bir rızık ve yardımdır.
Bunu alması, kendisi için daha faziletlidir. Satın almak zorunda olmadığı veya
evinde aynısı bulunan birşey verildiğinde, imtihan edilmiş olur. Allah Teala
kendisine onu vererek zühdünü ve mala düşkünlüğünü sınamaktadır. Çünkü böyle
biri bir şeye malik olduğunda, onun kendisine; aitoûlduğunu düşünebilir.
Bu şuura
sahip olan kul, sözkonusu malın Allah tarafından bir imtihan olduğunu ve onunla
ilgili olarak iki hüküm bulunduğunu bilir: Verilen malı açıktan alıp gizlice
kendinden daha muhtaç birine vermek. Bu, kuvvetli kulların gidebilecekleri bir
yoldur. Bu; nefse en ağır gelen davranışlardandır. Allah Resulü (sav) de Ömer'e
(ra) ve diğer sahabilerine bunu emretmiştir. Bu, zühd sahibi alimlerin
halidir. İkinci hüküm ise, mal sahibinin onu daha muhtaç birine vermesini
sağlamak için teklif edilen malı almamaktır. Çünkü Allah Teala'nm o mal
hakkında koyduğu bir takım hükümleri mevcuttur. Bu da, za-hidlerin orta
mertebesinde bulunanların izledikleri yoldur.
İhtiyacı
olmadığı halde sırf biriktirmek ve servet yapmak maksadıyla almaya gelince,
bunun Allah Teala'ya götürecek bir yol olabileceğini düşünemiyorum. Allah
Teala'ya götürmeyen bir yol, arzu ve şehvet yollarından biri olup kulu şeytana
götürür.
Kendisine
verilen yardımı alan kimse, bunun hangi hükümler dahilinde verildiğine de
bakmalıdır. Malın kaynağı, farz zekat olabilir. Zekat, belli kimselere farz
kılınmış bir görev olup Kur*an'da zikredilen altı sıfatı taşıyor olmalıdır. En
titiz ve en sınırlı davranmak gereken mal, bu türde olanlardır. Kul, din
kardeşinin zekatı en isabetli yere vermesi için ihtiyatlı davranmalıdır.
Allah'a ve müslüman kardeşlerine karşı dürüst olmanın gereği de budur.
Zekat
parasının şu dört şey için harcanması çok münasiptir: Yiyecek, giyecek,
ikametgâh ve borç ödemesi. Zekatın harcanabileceği en uygun kalemler
bunlardır. Konuyla ilgili olarak İbni Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: İhtiyacı olmayan bir şeyi satın alan kimse, ihtiyacı olanı satar.
Bu sözün
açıklaması şöyle yapılabilir: Fuzuli dünyalık, yeterli olanın ötesindeki her
türlü maddi eşyadır. Bunlar bir diğer tanımıyla ihtiyaç maddesi olmayan
şeylerdir. Din yani dini duygulara bağlı kalmak ise, kulun muhtaç olduğu bir
değerdir. Akıllı kimse; ihtiyacı olan dini hassasiyetini satarak ihtiyacı
olmayan dünyalıkları satın almaz. Böyle yapanlar, zararlı bir alışveriş yapmış
olurlar. Ticaretleri de, verimsiz bir ticaretten ibaret olur. Çünkü arzuların
sınırı ve bittikleri bir nokta yoktur. Ahiret azığının ise, belli bir sınırı ve
gayesi vardır.
Bu meyanda
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Adem oğlunun
ancak şu üçü üzerinde hakkı vardır:
Kuvvetini
devam ettirecek bir yemek, avretini örtecek bir giysi ve sığınacağı bir ev.
Bunlar dışındakiler için hesap vardır". Bu üçü, anasının karnından
mezarına kadar Adem oğlu ile beraberdir. Dünya hayatı ile ahiret hayatı
arasında da bunlardan müstağni olunmaz. Bu üçü için kullanmak maksadıyla
almandan dolayı sevap vaadedilmiştir. Bunların ötesindekiler için verilenleri
almamak ise almaktan daha üşütün görülmüştür.
Belli bir
geliri ve kazanç vasıtası olmayan kul, bağış ve yardımın hükümlerini iyi
bilmelidir. Çünkü Allah Teala'nm kuluna gönderdiği bağış dört türlü olup
bunlardan iki övülmüş, ikisi de mekruh görülmüştür. Övülenler, şefkat ve
yardım babından verilenlerdir. Mekruh görülenler ise, imtihan ve seçme
babından verilenlerdir. Bunun açıklaması şöyle yapılabilir:
imtihan
babında gelen bağışlar; ihtiyacının doğmasından önce, ihtiyacının bulunmadığı
bir anda veya benzeri evinde bulunuyor-ken gelen bağışlardır. Bunlar, nasıl
davranacağını görmek maksadıyla Allah Teala tarafından gönderilen imtihan
nitelikli bağışlardır. Bu durumda yapılması en uygun olan, alman bu tür
bağışları elden çıkartmaktır. Böylelikle Allah rızası için gizli bir amelde bulunulmuş
olur. Bu şekilde hareket eden kul, bağışı açıktan aldığı için halkın gözünden
düşse de gizli yaptığı yardımla Rabbi katında yükselecektir.
Eğer buna
dayanacak gücü ve sabrı yoksa, bir kez aldıktan sonra bir daha bu tür
bağışları almamak onun için en iyisidir. Allah Teala'nın hakkında ne hüküm vereceğini
beklemeli ve para konusunda din kardeşlerine karşı dürüst davranmalıdır.
Özellikle zekat paralarında çok titiz davranmalıdır.
Seçme ise şu
şekilde olur: Fakir bir kul, her hangi bir yemeği yememeye veya Rabbine yakın
olmak gayesiyle her hangi bir şeyi azaltmaya niyet etmiş olabilir. O, bununla
kalbini İslah etmek ve nefsani arzularına muhalefet etmek gibi ulvi bir gayeyi
hedeflemiş olabilir. Yemeği ve maddiyatı azaltmak, elbette girdiği yolda işini
kolaylaştıracak ve şeytanın attığı düğümleri çözecektir.
Bu durumdaki
kul için en uygun olan; verilen bağışı geri çevir-mesidir. Bu, zühd ve ahdi
gözetme bakımından da daha faziletlidir. Eğer bağışı alır ve muhtaç birine
verirse, bu da zühdün zühdü olarak nitelenir. Yaptığı bu tür bir fiilden dolayı
birçok muamele ecri kazanmış olur.
Bu
muamelelere örnek olarak şunları zikredebiliriz: Kul, Allah Teala tarafından
diğergamlığa yani başkalarını daha çok düşünmeye özendirilmiştir. Fakir biri
olup bir şeye malik olduğunda, onu başka birine verebiliyorsa bu onun tartısına
konacaktır. Bir diğeri Sünnet-i Nebevi'ye uygun davranmaktır. Çünkü Allah
Resulü (sav) bağışların ihtiyaç olmaması halinde de alınarak daha muhtaç olanlara
verilmesini emretmiştir.
Bir diğer
muamele, bağışın insanların gözü önünde alınması ve Allah yolunda gizli olarak
verilmesidir. Bu, huşu ehli dışındakiler için çok zor bir davranıştır. Çünkü
nefs, bağışı açıktan almak suretiyle aşağılanmakta, alman bağışı da başkasına
vermek suretiyle ondan istifade edememektedir. Bu, ancak yakini iman sahiplerinin
tahammül edebilecekleri bir fedakarlıktır. Makam olarak nefste zühd sahibi
olanlar bu makamda yer alabilirler. Hal olarak da zengin fakirler ve zühd
sahibi alimlerin halleri budur. Bunlar daha önce zikrettiğimiz en yüksek
tabakanın mensuplarıdır.
Bağışın
övülen iki türünden biri şefkattir. Buna göre Allah Teala'nın eşsiz şefkati
sayesinde kulun rızkı, ihtiyacı olduğu veya arzu edip alamadığı bir şey
bulunduğu an kendisine gelir. Allah Teala, kulunun bu durumunu bildiği için,
insanlardan istemesine fir-sat bırakmadan ihtiyacını ona gönderir. Ya da
ihtiyaç duyduğu şeyi almasını sağlayacak para gelir. Böylelikle istediği
şeyden istifade etmesi sağlanmış olur. Bu; Allah Teala'nın ulvi şefkatinin
eseri olan bağıştır. Kul için en hayırlısı, bu tür bağışı almasıdır. Böyle bir
bağışın reddedilmesi halinde ilahi bir cezanın verilmesinden endişe edilir. Bu
ceza, aklı yitirmek, beşeri cibilleyetin hakim olması, tamahkârlık ve adi bir
kazanç yoluna sevkedilmek şeklinde tecelli edebilir. Ulemadan bir zat şöyle
demiştir: Kendisine bağış gelip de almayan kimse, daha sonra el açsa da kendine
verilmez!
Bağışın bu
türü, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunda tasvir edilmektedir:
"Varlığından veren biri, kazandığı ecir bakımından verileni alan muhtaç
birinden daha üstün değildir". İhtiyaç sahibi birinin her hangi bir bağışı
alması, sevap bakımından verene ortak olmasıdır. Netice itibarıyla, iyilik ve
takva üzerinde yardımlaşma hususunda
eşit olurlar. Bilindiği üzere yardımlaşmanın bu şekli, Kur'an tarafından açıkça
emredilmiştir. Bu tür bir bağış, onu alana asla zarar vermez.
Seri
es-Sekatî, Ahmed b. Hanbel'e (ra) bir miktar para göndermiş, İbni Hanbel de
onu geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri ona şöyle demişti: Ey Ahmed! Bağışı
geri çevirmenin afetinden sakın! O, almanın afetinden daha büyüktür! Bu ikazdan
sonra görüştüklerinde Ahmed b. Hanbel (ra), 'Bana söylediğini tekrar eder
misin?' dedi. O da, daha önce söylediğini tekrar etti. Bunun üzerine Ahmed b.
Hanbel (ra) şöyle dedi: Parayı geri çevirmemin sebebi, bir aylık azığımın
olması idi. O parayı yanında tut, bir ay sonra verirsin!
Bağışın
dördüncü türü Yardım niteliğinde olandır. Bu tür bağışın belli bir erbabı
vardır. Bu bağışın verileceği fakir; cömert, lütuf ve kerem sahibi, yemek
yedirmeyi seven, diğer fakirleri düşünen, bu karakteri sebebiyle kendi halinde
her hangi bir iyileşme yapmayı düşünmeksizin verilecek bağışa dokunmayan biri
olabilir.
Allah Teala
böyle fakirlere, hallerini desteklemek için devamlı yardım gönderir. Onlar da
bu bağışları O'nun iradesine uygun olarak sarfeder ve gereken yerlere
verirler. Allah Teala'nın gönderdiği bu bağış, onların ahlak ve vakarını
arttırır. Bağışın bu türü, arifler tarafından 'deneme' (=ihtibâr) olarak
görülür.
Bu türden
bağışlarda en hayırlısı, onları almak ve Allah yolunda harcamaktır. Ahlak ve
vakarın gereği de budur. Selef-i Salih'in büyük bölümü de bu gibi bağışlarda
böyle davranmışlardır. Zühd ve takvadan uzak bir topluluk ise bu tür bağışlarda
hataya düşmüşlerdir. Onlar, arzularına ve adi himmetlerine teslim olmuş
kimselerdi. Bağışları kendileri için toplar, başkalarıyla paylaşmaya asla
yanaşmazlardı. Bir de hiç çekinmeden, 'deneme'nin bu olduğunu söylerlerdi.
Bunlar,
'imtihan'm 'deneme'den farklı oluşu noktasında Seleften farklı düşünüyorlardı.
Böyle bir ayrım, sırf arifler nezdinde bilinen bir husustu. Bu nedenledir ki
onlar arzularına uyarak bağışları kaynağını araştırmaksızın almış, hiç bir
sınır tanımamış ve türlü iddialarla onlara el koymuşlardır. Bağışa yükledikleri
manadaki farklılıktan dolayı 'ilim'de hata etmiş, arzularına uygun hareket
etmeleri sebebiyle de 'hâl' yolunda yanlışa sapmışlardır.
Sadıklar
arasında işi gücü olmayanlardan biri, Allah Teala'ya olan hüsnü zannından
dolayı O'nun adına borçlanır, kendisine n-zık verdiğinde ödeyeceğini söylerdi.
Böyle biri bu niyeti üzere öldüğü zaman, aldığı borçtan dolayı hiçbir
sorumluluğu yoktur. Çünkü alacaklıların rıza göstermesi halinde Allah Teala onu
ödeyecektir. Geçmişte devlet hazinesi bu tür borçları öderdi.
Bazıları,
iki elbisesinden birini veya ihtiyacından fazla olan bir eşyasını satıncaya
kadar başkasından borç almazdı. Allah Teala'nın şu buyruğunun muhtelif
tefsirlerinden biri de bu biçimde yapılmıştır: "Nasibi sınırlı olan ise
Allah'ın kendisine verdiği imkan ölçüsünde nafaka versin". (Talak/7)
Ayetin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Durumunda daralma olduğunu gören
kimse, elbiselerden birini satmalıdır. Sıkışık durumda olan birinin, şahsi
değerine güvenerek borç alması gerektiği, bunu da kendisine Allah Teala'nın
verdiği söylenmiştir.
Bir zat
şöyle demiştir: Allah Teala'mn öyle kulları vardır ki sahip oldukları mallara
göre infakta bulunurlar. O'nun öyle kulları da vardır ki yalnız O'na
besledikleri hüsnü zanna güvenerek infak-' ta bulunurlar.
Selef-i
Salih'ten vefat eden bir zat, malının üç zümreye dağıtılmasını vasiyet
etmişti: Güçlüler; Cömertler ve Zenginler. Bu üç zümre ile gerçekte
kasdedilenlerin kimler olduğu sorulmuştu. Denildi ki: Güçlüler; Allah Teala'ya
hakkıyla tevekkül edenlerdir. Cömertler; Allah Teala'nın rızkı hususunda hüsnü
zan sahibi olanlardır. Zenginler ise kendilerini Allah Teala'ya adamış
olanlardır.
Belli bir
geçim vasıtası olmayan kimseler, bağışlan kabul ederken vera' ve titizlikten
ayrılmamalıdırlar. Aynı şekilde belli bir iş yaparak geçimlik kazananlar da,
işlerinde titiz ve duyarlı olmalıdırlar. Çünkü Allah Teala'nm her konuda belli
bir hükmü vardır, işsiz oturmak, bu hükümleri devreden çıkarmaz. Geçimi için
çalışan ne gibi hükümler geçerli ise, çalışmayı terkedenler için de benzer
hükümler geçerlidir. Çünkü çalışmayı terketmek de, ayrı bir çalışmayı ve ameli
gerektirir.
Salih
fakirler, önlerine çıkan herkesin malını ve parasını kabul etmezlerdi. Her
zaman almadıkları gibi her verildiğinde de almazlardı. Verecekleri başka
yerler yoksa, ihtiyaçlarından fazlasını asla kabul etmezlerdi. Onlar, ancak
kalplerinin huzur bulduğu kimselerin verdiklerini alırlardı.
Ürktükleri
ve utandıkları kimselerin verdiklerini asla kabul etmezlerdi. Çünkü ürkme ve
çekinmenin değil yakınlık ve sıcaklığın bulunduğu kimselerin birbirlerine
söyledikleri her ikisini de sevindirecektir. Böyleleri, verdiklerinin kabulünü
de Allah Teala'nın bir lütfü olarak göreceklerdir. Fakir biri olarak, yapacağı
bağış kalbinize soğuk gelen biri elindekini vermeye de soğuk bakan ve verdiğini
reddetmenizi tasa etmeyen biridir.
Ariflerden
biri şöyle demiştir: Allah yolunda kardeş olmuş iki kişinin arasındaki ürküntü
ye çekingenlik, ikisinden birinde varolan bir illetten kaynaklanır. Fakir için
yegâne müstehap olan; bir dostunun veya sevdiği birinin bağışını kabul
etmektir. Çünkü marife-tullah ehli, Allah Teala'nın kendilerine göstermesinden
dolayı bağışların reddi veya kabulü noktasında varolan sebeplerle ilgili olarak
hüküm verirler. Eğer bağışla ilgili bir illet bulunursa, daha önce rivayet
ettiğimiz bir ifadede de belirtildiği gibi illetli yani sakat bir bağış olur.
"El
açmaksızın gelen bir bağışı reddeden kimse, onu Allah Te-ala'ya geri çevirmiş
olur". Marifet ehli, bağışın Allah Teala'dan geldiğine yakinen şahit
oldukları için, onu geri çevirmeyi uygun görmemişlerdir. Denilir ki: Bağışın,
Allah Teala'dan geldiğine şahit olan biri, reddinin de Allah Teala'dan
kaynaklandığını bilir. Bağışı O'na geri göndermesi O'nun içinse veya Allah
Teala'nın kendisim imtihan ettiğini bildiği için güzel bir şekilde geri
çevirmişse yine doğrusunu yapmış olur.
Halkın
bağışlarını çekip çevirmenin Allah Teala'nın fiili olduğunu yakinen bilen
biri, kendisinin geri çevirme fiilinin de Allah Teala'dan kaynaklandığını çok
iyi bilir. Bu durumda O'nun fiili, men etme şeklinde tezahür etmiştir. Bu
sebeple de bağışı geri çevirmiştir. Öyleyse Allah Teala'nın hükümlerini
hakkıyla bilen ve arzularına tabi olmayanlar açısından kabul de ret de aynı
hükümdedir. Çünkü böyle biri, kendisinden beklenen hükmü ifa etmekten öte bir
şey yapmayacaktır.
Bu konuda
servet sahibi bir alim ile basiretten yoksun cahil bir abidin sözleri delil
olamaz. Bağışlar, bazı kimselerden kabul edilirken, bazı kimselerden de kabul
edilmez. Hatta bazı hediyelerin reddedilmesi sünnettendir. Bu meyanda şu hadisi
zikredebiliriz: "Allah Resulü'ne (sav) tereyağı, keş peyniri ve bir koç
hediye edilmişti. Tereyağını ve keş peynirim kabul edip koçu geri
çevirdi".
Allah Resulü
(sav) bazı kimselerin hediyelerini kabul ederken, bazılarının hediyelerini de
geri çevirirdi. Bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kureyşli,
Sakifeli ve Devsli olmayanların hediyelerini defalarca geri çevirmeye teşebbüs
ettim".[15][82]
Tabiun'dan
bir topluluk da bu sünneti yaşatmıştır. Feth el-Mav-sıli'ye (ra) içinde elli
dirhem bulunan bir kese sunulmuştu. Yanındakilere şöyle dedi: Ata (ra), Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmişti: "Rızkı el açmaksızın
kendisine gelen kimse onu geri çevirirse, Allah'a geri çevirmiş olur"[16][83]Ardından
keseyi açtı ve içinden bir dirhem aldıktan sonra kalanı geri verdi.
Bu hadis,
Hasan el-Basri (ra) tarafından da rivayet edilmiştir. Rivayete göre adamın biri
Hasan el-Basri'ye (ra) içinde para bulunan bir kese ve Horasan unu bulunan bir
paket hediye etmek istemişti. Hasan (ra) hediyeyi geri çevirdi. Dostlarından
biri bu hareketini tenkid edince şöyle dedi: Şu oturduğum yerde oturan ve insanlardan
gelen bu tür şeyleri kabul eden kişi, Kıyamet günü Allah Teala'mn huzuruna
hangi yüzle çıkabilir? Hasan el-Basri (ra) hediye ve bağışı ancak yakın
dostlarından kabul ederdi.
İbrahim
et-Teymi dostlarından istediği bir dirhemi alır, başkalarının teklif ettiği
ikiyüz dirhemi geri çevirirdi.
Bişr b.
el-Hars (ra) hiç kimsenin bağış ve hediyesini kabul etmezdi. Biri, dostlarına
şöyle demişti: Bişrin rızkının nereden geldiğini o kadar çok öğrenmek
istiyorum ki! Bunun üzerine içlerinden biri, 'Ben biliyorum, onun âkil bir
dostu var ve onun ihtiyaçlarını karşılıyor* dedi. Buradaki 'âkil' ifadesi, akıl
ve dindarlık bakımından ona denk anlamındadır. Nitekim bazıları, kendilerinden
altta olanlardan hiç bir şey kabul etmez, yalnız akranlarının verdiklerini
alırlardı.
Bişr b.
el-Hars (ra) için sözü edilen 'âkil dost' Seri es-Sekatî'den (ra) başkası
değildi. Bişr (ra) bir defasında şöyle demişti: Hayatta, Seri'den başka hiç
kimseden bir şey istemedim. Çünkü onun zühdünü iyi bilirim. O, elinden çıkanla
mutlu olur. Elinde durandan rahatsızlık duyar. Ben de hoşlandığı bir işte ona
yardım ederim!
Seri
es-Sekatî (ra), Ahmed b. Hanbel'e de (ra) yardım gönderir ve onun yardımlarını
kabul ederdi. Ahmed'in (ra) meclisinde onun adı geçtiği zaman şöyle derdi:
Zenginliğin güzelliğiyle bilinen bir zengin! Yaptıklarını gerçekten çok
beğeniyorum!
Abid
zümresinden bir zat, ehli dünyadan biri kendisine bir bağış teklif ettiği
zaman şöyle derdi: Param kendine sakla ve kalbine şunu bir sor: Paranı aldıktan
sonra senin gözünde daha değerli mi olacağım, yoksa daha aşağı mı? Bu soruma
dürüst bir cevap ver! Eğer ehli dünya, 'Paramı aldıktan sonra daha değerli
olacaksın' derse kabul eder, aksini söylerse reddederdi.
Bir zat da,
halk içinde en yakın olduğu kimselerin verdiklerini geri çevirirdi. Bu
davranışından dolayı tenkide uğrayınca şöyle dedi: Verdiklerini geri çevirmem,
kendilerine duyduğum şefkat ve dürüstlüktendir. Çünkü onlar, kendilerinden
aldığımı sağda solda anlatır ve bilinmesini isterler. Bu da paralarının
gitmesine rağmen hiç bir sevap kazanamamalarına neden olur!
Süfyan-ı
Sevri de (ra) bu görüşte idi. Sevaplarını yitirmelerinden endişe ettiği
kimselere, kendisine verdiklerini başkalarının yanında anlatmamalarını şart
koşardı. "Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek,
eziyet etmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın". (Bakara/264)
ayetinin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Ayette geçen 'Menn=minnet
etmek' ile kasde-dilen, verilen sadakaları hatırlamaktır. <Ezâ=İncitmekJ ile
kasdedi-len ise, onları açığa vurup sağda solda anlatmaktır.
Cüneyd-i
Bağdadi (ra) kendisine para getirip yemesini isteyen bir Horasanlı'ya şöyle
demişti: Kendim yemem, ama fakirlere dağıtırım. Bunun üzerine Horasanlı
'Fakirleri senden daha iyi biliyorum, maksadım o değildir1 dedi. Cüneyd şöyle
karşılık verdi: Bu paranın aldıklarını yiyecek kadar yaşayacağımı ümid
etmiyorum. Horasanlı, 'Parayla sirke, ekmek katığı ve kuru sebze al demiyorum
ki, onu güzel yemekler, tatlılar ve çabuk bozulacak yiyecekler için harca
diyorum' dedi. Bu cevap üzerine Cüneyd (ra), 'Böyle birinin bağışını reddetmek
helal olmaz' dedi ve bağışı kabul etti. Horasanlı, 'Şu Bağdat'ta sana benden
daha çok minnet duyacak biri yoktur!' dedi. Cüneyd de onun bu sözüne şöyle
karşılık verdi: Hiç kimsenin de senin gibilerden başkasından bir şey kabul
etmesi uygun olmaz!
Hakikat
ehli, bağış alırken ve verirken işte böyle davranırlardı.
Her hangi
bir işte çalışmayan kimse, çalışmayı sırf Allah için bırakmış olmalıdır. İşsiz
oturma halinde de Allah Teala'nm ilgili hükümlerini bilmeli, halinin ilminin
icaplarını yerine getirmeli ve Müsebbib'e güvenerek işsiz oturuş zamanını en
güzel şekilde geçirmelidir. Kişinin, belli bir rızık için çalışmayı her şeyi
Bilen Rabbi-ne olan yakini imanı sayesinde terketmesi ancak bu şartlarda helal
olabilir.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Sadece sana takdir edilmiş rızkını yediğini ve bunun için
Rabbinden başkasına şükretmemen gerektiğini bilmeyen kimselerin yemeğini yeme!
Adamın biri Şakik el-Belhi'yi (ra) elli arkadaşıyla birlikte yemeğe davet
etmişti. Sofra çok mükellefti ve hiç bir şey esirgenmemişti. Şakik ve
arkadaşları sofraya oturduklarında Şakik dostlarına şöyle dedi: Bu adam şöyle
düşünüyor: Böyle bir sofra hazırlattığımı görmek istemeyen ve bu yemekleri
kendisine benim sunduğumu itiraf etmeyen kimseye yemeklerim haram olsun! Bu
sözü üzerine hep birden ayağa kalktılar ve yemeğe el sürmeden oradan
ayrıldılar.
Davet sahibi
Şakik'e yetişerek, *O kadar da ileri gitmemiştim, Allah size merhamet
buyursun!' deyince Şakik şöyle dedi: Buraya gelerek sırf dostlarımın imanlarını
denemek istemiştim. Gördüm ki şu genç dışında hiç biri yemeğin nasıl
yapıldığına ve kendilerine neyin sunulduğuna bakmıyorlar!
Musa
peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bîr rivayette bulunulmuştur: Musa (as)
Rabbine şöyle demişti: Ey Rabbim! Rızkımı böyle İsrail oğullarının elinden mi
kıldın? Hep bu şekilde öğle yemeğini birinin evinde, akşam yemeğini başka
birinin evinde mi yiyeceğim? Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti:
Dostlarıma bunu takdir ederim. Onların rızıkJarım, kullarım arasındaki
talepkâr olanların ellerinden verdirerek sevap kazanmalarını isterim.
Oturan bir
alim, çahşan bir cahilden daha hayırlıdır. Rızık için çalışan alim, oturan
cahilden daha üstündür. İradesinin kuvvetisayesinde çalışan kimse, çalışmayı
bırakmış zayıf iradeliden daha faziletlidir.
Allah Teala,
bağış almayı hakedenleri altı zümreye ayırmış ve bunları şu üç ayet-i kerimede
zikretmiştir:
1. Sadakalar, ancak fakirler, miskinler...
içindir". (Tevbe/60)
2. Onların mallarında isteyen ve mahrum bırakılmış olan
için bir hak mevcuttur". (Zariyat/19)
3. O mallardan yeyin, kanaat sahibine ve sormadan alana
yedi-rin". (Hac/36)
Bilinen bir
ticareti ve geçim vasıtası olmayan kimse, bu ayetlerin kapsamına en kolay
giren ve bağış verilmeye en fazla ihtiyacı olan kimsedir. Bunun dışında belli
bir geçim imkanı olan kimse, harcamalarının çokluğu veya ailesinin geçimi için
ondan daha fazlasına ihtiyaç duyabilir. Böyle biri de, taşıdığı özellikler
bakımından bu zümreler arasına dahi olabilir.
Ibni Abbas
(ra) ilk ayetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ayet, Suffe ashabı
ve Kıyamet'e dek onlar hükmünde yaşayacak olanlar hakkında nazil olmuştur.
Suffe ashabı, dörtyüz elli erkekten oluşmaktaydı. Ensar ve muhacirlerin aksine
Medine'de aileleri ve malları yoktu. Bunlar, kabile bağı olmayan kimselerdi.
Allah Resulü (sav) kendilerini Mescidin sofasına yerleştirmiş, Allah Teala da
rızıklarmı belli yollarla takdir etmişti.
Bu altı
zümre dışında bağış alabilecek yedinci bir zümre daha vardır. Bunlar, en güzel
sıfatlarla anılmış, takva sahiplerine bunlara verdiklerine karşılık büyük
sevaplar vaadedilmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: wEy iman
edenler! Kazandığınızın temizlerinden mfakta bulunun". (Bakara/267) Başka
bir ayet-i kerime ise şöyledir: "Hayır adına her harcadığınız size
verilir". (Bakara/272) Bu ayet, O'nun şu ayetiyle bitişik ve ilintilidir:
"Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir. Bunlar
yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar". (Bakara/273)
Allah Teala,
yedinci zümrede yer alan bu fakirleri, Kendi yoluna adanmışlıkla tavsif
etmektedir. Onlar, dünyadan ve dünya ehlinden iyice kopmuş kimseler olup ehli
dünyanın çevresine üşüşmezler. Bulundukları hal, tam bir zühddür. Onların
sıfatlarını bilmeyen kimse, katıksız cahildir.
Bu son
zümre, bağışı hakeden zümreler içinde en üstte yeralan zümredir. Hatta Allah
Teala müminlere onlara infakta bulunmalarını bizzat emretmiş ve
kazandıklarının temizlerini onlara vermelerini tavziye etmiştir. Allah Teala,
yüce kitabında ancak sevdiği kullarını tavsif etmiştir. Bir kulunu her hangi
bir sıfatla övdüğü ve ona senada bulunduğu zaman, ona karşı muhabbeti
kesinleşmiş olur. O'nun tavsifi, muhabbetinin delilidir. Muhabbeti de, büyük
lütfa delalet eder. Nitekim şu ayet-i kerimede bunu görmekteyiz: "Bu
Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir". (Maide/54)
Sufilerden
bir zat, Allah Resulü'nün (sav) "Verenin eli üstte, verilenin eli
alttadır"[17][84]
hadisini açıklama mahiyetinde şöyle demiştir: Burada Veren' fakir, Verilen' ise
zengindir. Buradan çıkartılması gereken asıl mana şudur: Bağışta bulunma ve
verme fiili, hakikati bakımından ahiret nasiplerinden biridir. Bağışın, ahiret
rızkından verilmesi, hakikatte verenin 'fakirverilenin ise 'zengin' olmasını
gerektirmektedir. Netice itibarıyla fakir Veren', zengin ise Verilen'
olmaktadır.
Bu görüşe
delil olarak şu iki rivayet de zikredilebilir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Sadaka, isteyenin eline gelmeden önce Allah Teala'nın eline gelir. Onu,
istek sahibinin eline koyan Allah Tealidir". Buna göre, fakirin eli
üstteki olmaktadır, ikinci hadis ise şudur: "Allah'ın eli en üsttedir,
verenin eli ortancadır". Bu hadis de hakiki 'veren'in fakir olduğunu teyid
etmektedir. Allah Teala'nın eli, onun elinin üstündeki eldir, çünkü bağışı
fakirin eline koyan O'dur. Böylelikle fakirin eli, ortanca el olmaktadır.
Konuyla
ilgili olarak şöyle de denebilir: Ellerin sıralaması, şu ayet-i kerime ile
yapılmıştır: "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir". (Fetih/10)
Buna göre Allah'ın eli en üstte, verenin eli ortada, verilenin eli de alttadır.
Veren, zengin olmalıdır. Çünkü bağış, üstteki gibi bir sıralamaya bağlı olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu durumda şöyle denilebilir: Allah Teala'nın eli, her
ikisinin elinin de üstündedir. Dolayısıyla O'nun elini bu sıralamaya sokmak mümkün
değildir. O'nun eli tartışmasız hepsinin üstündedir. O da bunu beyan ederek
"Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" (Fetih/10) buyurmuştur.
Bu ayetten
anladığımız, insanların ellerinin birbirlerinin üstünde olduğudur. Allah
Teala, buna işaret ettikten sonra Kendi elinin hepsinin üstünde olduğunu
bildirmiştir. Çünkü O, her ikisine de İlk Veren'dir. Verme bakımından O'ndan
daha önce bir İlk yoktur. Aynı şekilde verme makamında da O'nun elinin üstünde
bir el yoktur. Burada tartışılan sıralama, zengin ile fakirin elleri arasındaki
sıralamadır. Allah Teala'nm elinden hemen sonra veren el, hangisinin elidir?
Bize göre
hakiki anlamda verilen, baki ve devamlı olandır. Verilen şey, fani ve kaybolup
gidici olmamalıdır. Bu da ancak, baki olan ahiret mülkünden verilen bir bağış
olabilir. Buna göre 'veren', taraf, fakir olmaktadır. Zengin, fakire dünyada
sahip olduğu fani şeylerden bir kısmını vermektedir. Fakir ise, bağışını almak
suretiyle ebedi olarak kalacağı ahiret mülkünden bir şey vermektedir. Zengin,
fakire şefkat göstererek fani dünya mülkünden bir şeyler vermektedir. Halbuki
dünya 'lâ şey'=Hiçbir şey* olarak vasfedilmiştir. Ondan ne verilebilir ki?
Allah
Teala'nın elinin; onların ellerinin üstünde olmasına gelince, gerçekten de
O'nun eli her şeyi ilk verendir. Çünkü O'nun eli, üstün de, altın da
üstündedir. O'nun için 'üst1 veya 'alt* gibi sıfatlar kullanılamaz. O'nun yüce
sıfatları, beşerin düşük nitelemelerinden çok uzaktır. O, kıyas ve teşbihe tabi
kılınamaz.
Dostlarımızdan
biri, kendi şeyhiyle ilgili şöyle bir hadise anlatmıştı: Ebu Hasan en-Nuri'yi
şehrin bir yerinde elini açmış insanlardan dilenirken gördüm. Bu bana çok
dokundu ve kendi kendime bu davranışı çirkin gördüm. Cüneyd'in (ra) yanına
gittiğimde bunu haber verdim. Bana şöyle dedi:
Bu sana
dokunmasın. Çünkü onun istemesi, insanlann ahiret sevabı kazanmaları ve
kendisinin zarar görmeyeceği şekilde ecir-lenmelerini sağlamaya çalışmaktan
başka bir şey değildir. Şimdi bana bir terazi getirin.
Ardından
teraziye yüz dirhem koydu ve onları tarttıktan sonra keseye yerleştirdi ve bir
avuç dirhemi de tartmadan attı. Bana, 'Bunu Ebu Hasan en-Nuri'ye götür!' dedi.
Kendi
kendime, bir şeyin ancak miktarını bilmek için tartıldığı-nı, oysa Cüneyd'in
(ra) bir avuç daha atarak karıştırdığını ve bu yüzden de miktarın belirsiz hale
geldiğini düşünüyordum. Kesede kaç gram dirhem olduğu belli değildi. Sebebini
sormaktan haya ettim. Keseyi Ebu Hasan'a götürdüm. O da, Cüneyd gibi 'Terazi
getirin' dedi. Ardından yüz dirhemi tartıp ayırdı ve'Bunlan geri götür ve ona
şöyle dediğimi ilet: Özellikle senden hiç bir bağış kabul etmeyeceğim.' Bunu
söyledikten sonra kalan dirhemleri aldı.
Bu davranış,
şaşkınlığımı daha da arttırdı ve kendisine 'Niçin böyle yaptınız?' diye sordum.
Şöyle karşılık verdi: Cüneyd, hikmet sahibi bir zattır. İpi iki taraftan da
tutmak istiyor! O, şu yüz dirhemi kendisi için ahireti sevabı olması niyetiyle
tarttı. Üzerine de Allah rızası çin bir avuç dirhem attı. Ben de Allah için
olanı alıp gerisini iade ettim.
Bunu
Cüneyd'e (ra) anlattığımda gözyaşlarına hakim olamadı ve şöyle dedi: Kendine
yarayanı alıp bize yarayacak olanı geri çevirmiş! Hiç şüphesiz Allah Teala en
doğrusunu bilendir. [18][85]
İhlas ehli
bu meselede farklı görüş ve uygulamalar içinde olmuşlardır. Bazıları, alınan
bağışların gizlenmesi gerektiğini uygun görmüş ve bunu iffet ve hayaya daha
münasip bulmuştur. Onlara göre gizlemek, korunmayı da kolaylaştırıcıdır. Diğer
insanlann kalplerinin selamette olması bakımından daha uygun, avamın nefsleri
bakımından da afetlere daha uzaktır. Bağışları gizlemek, gıybete, ithamda
bulunmaya ve daha ötesindeki bir takım afetlere düşmemeleri noktasında din
kardeşlerine daha yardımcı bir davranıştır. Gizlemek, din kardeşi için ihtiyat,
iyilik ve takvada ona bir tür yardımdır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu
teşvik etmektedir: "Sadakaları gizler ve onları fakirlere verirseniz, bu
sizin için daha hayırlıdır". (Bakara/271)
Allah
Resulü'nün (sav) tavsiyesi de bu yöndedir: "Sadakanın en faziletlisi, onu
fakire götürenin gizleme çabasıdır".[19][86]Ayrıca amelin
gizlisi, açık olandan yetmiş kat daha üstündür. Bağışını gizleme noktasında din
kardeşine yardım etmeyen kimse, iyiliğini gizleme noktasında da yardımcı
olmayacaktır. Bu gizliliğin tek taraflı sağlanması mümkün değildir. Çünkü sır,
iki tarafı olan bir bilgidir. Onlardan biri ifşa ettiğinde veya saklama
hususunda ittifak etmediklerinde hangisinden çıktığı önemli olmaksızın şuyû
bulacaktır.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İşleriniz için gizlilikten destek
arayın. Çünkü her nimet sahibi hasede maruzdur". Eyyub es-Sihıstâni şöyle
demiştir: Komşularımda hased olması korkusuyla yeni elbise bile giymem.
Zahidlerden biri de şöyle demiştir: Dostlarım, 'Bunu nereden buldun?' diye
sormasınlar düşüncesiyle yeni bir şey kullanmaktan imtina bile edebilirim.
İbrahim
et-Teymi hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır: ibrahim dostlarından
birinin üzerinde yeni bir gömlek görmüştü. 'Bunu nereden buldun?' diye
sorduğunda, 'Kardeşim Hayseme giydirdi. Ailesinin bundan haberdar olduklarını
bilseydim kabul etmezdim' dedi.
Adamın biri,
ulemadan bir zata açıktan bir şey vermek istemişti. Alim zat, verdiğini geri
çevirdi. Başka biri aynı alime gizlice bir şey verdiğinde onu kabul etti.
Kendisine bu husus sorulduğu zaman şöyle demişti: İkinci şahıs iyiliğini
gizledi ve edebe uygun hareket etti. Onun amelini kabul etmeyi uygun gördük.
İlki ise iyiliğinin bilinmesini istedi ve edebe ayları davrandı. Bu yüzden de
amelini kabul etmedik.
Bir adam
sufi zümresinden birine halk içinde bir şey vermek istemişti. Sufi bağışı geri
çevirdi. Bunun üzerine adam kendisini ten-kid etti ve 'Allah Teala'mn verdiğini
O'na neden geri veriyorsun?' dedi. O da şöyle karşılık verdi: Verdiğine
Allah'tan başkalarını ortak koştun! Oysa yalnız Allah'tan olması gerekirdi.
Allah'ın görmesi sana yetmediği için, ortaklı bağışını geri çevirdim.
Ulemadan bir
zat, açıktan verileni kabul etmez, gizli verilenleri ise alırdı. Kendisine bu
husus sorulduğu zaman şöyle dedi: Sadakanın açıkça verilmesinde ilmîn ve ilim
ehlinin aşağılanıp gözden düşürülmesi sözkonusudur. Aldığım hiçbir dünyalık
uğruna, ilmi ve ilim ehlini gözden düşürtmem.
Yine bu
manada şöyle bir hadise nakledilmiştir:
Adamın biri
ariflerden birine açıkta bir şeyler vermek istemiş, arif bunu geri çevirmiş,
aynı şey gizli olarak verildiğinde kabul etmişti. Bağış veren kişi, 'Açıkta
verildiğinde reddedip gizli verildiğinde kabul ettiniz, niçin?' diye
sorduğunda şöyle karşılık vermiştir: Gizli verirken Allah Teala'ya taatte
bulundunuz. Ben de bu iyiliğinizi kabul ederek size yardımcı oldum. Açıktan
verirken ise O'na karşı masiyet işlediniz. Allah'a masiyette size yardımcı
olmak istemediğim için kabul etmedim.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: Ancak verdiğini hatırlamayan ve ondan bahsetmeyen
kimsenin bağışını kabul ederim. Verileni gizlemek, Allah Teala'mn teşvik ettiği
verme biçimine de uygundur. Allah Resulü (sav) de gizli vermeyi özendirmiştir.
O, bu şekilde vermeyi gizli amellerden biri olarak üstün tutmuştur.
Bağış ve
hediyeyi gizli verip almada Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun kapsamına da
girilmemiş olur: "Yanında bir topluluk varken kendisine hediye verilen
kimse, o hediyede diğerleriyle ortak olur".[20][87] Allah Resulü
(sav) verilecek hediyeler hakkında da şöyle buyurmuştur: "Kişinin din
kardeşine vereceği en güzel hediye kağıt veye ekmek ikram etmesidir".
Kağıt, hediyelerin en güzeli olarak takdim edilmiştir. Çünkü o, eşyanın en
değerlisidir. Hediyeyi açıktan kabul eden kimse, onu tanık olanlarla paylaşmak
durumundadır. Bunun tek istisnası, mecliste bulunan kimselerin hediyeden onun
lehine feragat etmeleridir. Mecliste kabul edilen bir hediyeyi oradakilerle
paylaşmamak çirkin bir davranıştır.
Marifet ehli
arasında Tevhid erbabı olarak bilinen bir cemaat ise, bağış alan kimsenin bunu
açığa vurmasını daha faziletli görmüştür. Bu görüşleri ise, böyle davranmanın
alan kişi için daha emin, ihlasa daha yakın, izzet, itibar, makam, mevki ve
şöhret gibi illetlere daha uzak olması fikrine dayanmaktadır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Sen ancak kendinden sorumlusun". (Nisa/84) Sadakanın
açıktan alınması gerektiğini söyleyenler bu ayeti zikrettikten sonra şöyle
demişlerdir: Kendimizden emin olduğumuzda, insanlar nezdindeki kıymetimizi
düşürmek için açıktan almamız daha doğru olur. Bunun ötesinde insanların
söyleyecekleri noktasında Allah Teala onun korumasını üstlenmiştir.
Onlara göre
Tevhid inancında yalnız Zahir ve Bâtın olan Allah Teala Mu'tî yani Veren'dir.
Dolayısıyla açıktan verdiği zaman reddetmenin ve geri çevirmenin bir anlamı
yoktur. Onlardan biri şöyle demiştir: Arif olan için, gizli de açık da birdir.
Çünkü her iki halde de kulluk edilen Mabud birdir. Kişinin gizli ve açık
yönlerinde farklı davranması, Tevhid bakımından şirktir.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Biz, verilen bağışı gizliden alıp sonra halk önünde
ellerini açarak dua edeni pek önemsemezdik. Aym zat bunun ardından şunu
söylemiştir: Bu, dünyadandır. Dünyevi işlerde açıklık daha hayırlıdır. Ahiret
işlerinde ise gizlilik daha üstündür.
Müridandan
biri şöyle demiştir: Arifler zümresinden olan hocama, sebeplerin gizlenip
açıklanması hususunu sormuştum. Bana şöyle cevap verdi: Bir şeyi alacaksan, her
halükârda onu açığa vur. Bu noktada karşına iki tür insan çıkar: Bunlardan
biri, açıktan alman halinde seni hakir görür. İstemeniz gereken de böylesidir.
Çünkü bu, dininiz bakımından daha sağlıklı, nefsinizin afetlerini engelleme
noktasında da daha güvenilirdir. Verirken ve alırken bu şekilde amel etmeniz
gerekir. Size ulaşan şey, zoraki olmaksızın geldiği müddetçe böyle davranmak
daha faziletlidir.
ikinci tür
insan ise, açıktan almanız halinde size daha çok değer verir ve daha fazla
saygı duyar. Bu sizin gerçek kardeşinizdir. Size olan sevgisi arttıkça, kendi
sevabı da artacak, size duyduğu saygı büyüyecektir. Onun sevap kazanmasına
vesile olduğunuz için, siz de daha fazla sevap kazanırsınız. Netice itibarıyla
böyle davranmaya devam etmeniz daha uygun olur.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Bir bağış aldığınızda onu açıklayın. Çünkü o, Allah
Teala'nın lütfettiği bir nimettir. Allah Te-ala'nın nimetini açıklamak, elbette
daha faziletlidir. Reddettiğinizde ise bunu gizli tutun. Çünkü bu, size ait
bir tasarruftur ve gizlenmesi daha faziletlidir. Bize göre de, konuyla ilgili
nihai söz budur. Ariflerin yolu da budur.
Alimlerimizden
biri şöyle demiştir: Bağışın alan tarafından açıklanması ahiretten, gizlenmesi
ise dünyadandır. Diğer amellerin açığa vurulması dünyadan, gizlenmesi ise
ahirettendir. Bu sözün sahibi, bağışların açıklanmasını mekruh görmezdi. Allah
Teala'nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Öyleyse Rabbinin nimetini
anlat". (Duha/11) Allah Teala verdiği nimet ve nzıkları saklayan kimseyi
kınamış ve bunu cimrilikle bir tutmuştur. Cimrilik, dünyaya bağlığın
tezahürlerinden biridir. Allah Teala'nm bu manadaki buyruğu şudur: "O
kimseler ki cimrilik eder ve insanlara cimriliği telkin eder, Allah'ın
kendilerine verdiği lütfü gizlerler". (Nisa/37)
Allah Resulü
(sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah Teala kuluna bir nimet
lütfettiği zaman üzerinde görünmesinden hoşlanır".[21][88] Bize göre
arif muvahhidlerin kalplerine yakın olan da budur. Çünkü hallerinin ve
müşahedelerinin icabı budur. Onlar için veren kulların elleri arasında hiç bir
fark yoktur. Onlar, her hususta İlk Veren olan Allah Teala'yı görürler. Bu
noktada gizlenmeleri ile açıkça almaları denk olmuştur.
Bize göre
konuyla ilgili nihai fikir, daha fazla araştırmanın gerekli olmasıdır. Hiç
kuşkusuz Allah Teala daha iyi bilendir. Kanaatimiz odur ki, insanlar
birbirleriyle imtihan edilmektedirler. Her kul, kendi halinin gereğini
yapmalıdır. Amelinde fazilet sahibi ve halinde sıhhatli olabilmesinin yolu
budur. Veren kişi bunu gizleme-li ve çabasını saklamalıdır. Hm-i halini
terketmesi durumunda eksilmeye maruz kalacak ve bu; kendisi için nefs
afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapı olacaktır. Bağışı alan ise,
onu açıklamalı ve çevreye yaymalıdır. Eğer gizler ve kendine saklarsa, amelinde
ihlastan ayrılmış ve bu yüzden de halinde eksilmeye maruz kalmış olur. Bu da
nefsinin afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapıdır.
Rivayete
göre Allah Resulü'ne (sav) şöyle denilmişti: 'Filana bir dinar vermiştim, beni
övdü ve şükranda bulundu. Başka birine ise üç ile on dinar arasında bir miktar
verdiğim halde ne övdü, ne de şükran gösterdi, bunun hükmü nedir?' Allah Resulü
(sav), bu hadisede verilen kimsenin övgü ve şükranda bulunmasını istemiştir.
O, Ibnül-Hamame ve başka şairlere şöyle buyurmuştur: "Beni öven şiirlerini
bırak da, Rabbini övdüklerini ortaya koy!" O da kendinin Övülmesinden
hoşlanırdı. Ama şairden halinin gereği olarak yapması gerekeni istemişti.
Çünkü O, şükran ve Övgüde iyilik ve ihsana teşvik bulunduğunu iyi bilmekteydi.
Övülmek, Allah Teala'nın Zatı için sevdiği Rubûbiyet ahlakının esaslarından
biriydi. O, kendi yolunda infakta bulunanlara da şükranda bulunandır.
Allah Teala
Rızık Veren (=er-Râzık) olarak, dostlarından aracılara şükranda bulunmalarını
ve bu davranışlarından dolayı övmelerini murad etmiştir. Aldıkları bağışlarda,
İlk Veren'i görmeleri böyle yapmalarına mani olmamalıdır. Bunu asr-ı saadette
yaşanan şu hadisede de görmekteyiz:
Muhacirler,
Ensar'm davranışını gördükleri zaman şöyle demişlerdi: Ey Allah Resulü! Daha
önce bu topluluktan daha hayırlı bir topluluğa hiç misafir olmamıştık;
mallarını bile bizimle paylaşıyorlar! Korkarız sevabın tamamını onlar
alacaktır.
Allah Resulü
(sav) de şöyle buyurdu:
Onlara
şükranda bulunup kendilerini övdüğünüz müddetçe (siz de ecir alırsınız).
Bu
nedenledir ki Allah Resulü (sav) başka bir vesilede ashabına şunu emretmiştir:
"Her kime bir iyilik yapılırsa ona misliyle mukabele etsin, eğer
yapamazsa o kimseye senada bulunsun!" Bu hadisin başka bir lafzı ise
şöyledir: "Her kim size bir iyilikte bulunursa ona karşılık verin. Eğer
veremezsiniz, onu hayırla Övün ve dua edin. Böylece verdiğinin karşılığını
verdiğinizi bilir".
Bu anlamda
daha genel bir rivayet de şudur: "İnsanlara şükranda bulunmayan, Allah'a
da şükretmez[22][89]
Bu anlamda
rivayet edilen ve içinde garib bir lafız bulunan bir diğer hadis de şudur:
"İnsanları zikretmeyen kimse, bağışta onları zikretmeleri ve senada
bulunmaları noktasında Allah'ı zikretmez". Bu hadis iki sened zinciriyle
gelmiştir.
Bağış verme
konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü de, veren kimsenin verdiği iyiliğin
anılmasını ve ondan dolayı şükranda bulunulmasını istememesidir. Karşınızdaki
kimsenin bu tür bir maksadı olduğunu bilmeniz ve böyle davranmasından hoşlanmanız,
ilminin eksikliğini ve nefsi âfetlerinin büyüklüğünü gösterir. İyilik
karşısında övgü ve şükran beklememek, verdiği fakirin şahsını gizlemek daha
faziletlidir.
Eğer verilen
kimse, onun iyiliğini açığa çıkarıp anlatırsa kendine olduğu gibi ona da
haksızlık etmiş olur. Bu, onun nefsi afetlerini de güçlendirecek bir
harekettir. Böyle davranan kimse, kötülük ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmış
olur. Bu durumda veren kimse, verilen kimseyi uyararak ona yardımcı olmalıdır.
Çünkü o, yaptığının farkında olmadığı gibi, ilim bakımından yetersiz biri de
olabilir. İşin hakikatini en iyi bilen, şüphesiz Allah Teala'dır.
Bağış verme
konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü ise, bağışın gizlenmesiyle
anlatılması arasında bir farkın bulunmaması durumudur. Yakini imanlarmdaki
kuvvet ve sıhhat sebebiyle, bazı kimseler için alman bağışların gizli veya
aşikâr olması hiç far-ketmemektedir. Onlar, niyet bakımından halis, Nimet
Veren'e dönük sürekli müşahede sahibi olmaları sebebiyle bu ikisi arasında bir
fark görmezler.
Böyle biri
açıkta kabul ettiği zaman uygun olacağı gibi, verdiğinden dolayı teşekkür
edilmesi de sakıncasızdır. Çünkü o, çok kuvvetli bir marifete, kamil bir akla
ve kendisini muvaffak kılan Rabbi'nin sabık takdirine sahiptir. O, yapılan
iyilikten ötürü yalnız O'na şükranda bulunup nimeti de O'ndan bilir. Bununla
ilgili olarak şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Mümin övüldüğü zaman kalbindeki
imanı artar". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kişi, aklı mikdarınca
övülür. Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Kendini tanıyan kimseye insanların
övgüsü zarar vermez.
Bağışlar
noktasında üstünlüğün bir başka tezahürü de şudur: Kişi, iyiliğini izhar ettiği
zaman bundan dolayı niyeti bozulur, insanlara güzel ve şirin görünme gibi
afetlerin tesirine kapılır. Böyle birinin bağışını, açıklaması halinde kabul
etmemek gerekir. Çünkü bağışım kabul etmek, düştüğü günahta ona destek olmak
anlamına gelir. Böyle birine verdiği bağıştan dolayı övgüde bulunmak da doğru
değildir. Yaptığı iyilikten dolayı övülmesi veya iyiliğinin anlatılması,
nefsine düşkünlüğü ve Rabbini layıkıyla tanımaması sebebiyle gurura
kapılmasına ve amelinin fesada uğramasına yol açar.
Nefsani
zaafları olan bu gibi kimseleri verdiği bağış ve yaptığı iyiliklerden dolayı
anmak ve övmek, kapıldığı şirkine katkıda bulunmaktır. "Adamın biri Allah
Resulü'nün (sav) huzurunda orada bulunmayan birini Övmüştü. Allah Resulü (sav)
şöyle buyurdu: Eğer bu söylediğini işitirse boynunu vurmuş gibi olursun ve
iflah olmaz!" Allah Resulü (sav) yakini imanlarından emin olduğu bazı
kimseleri" huzurunda övmüş ve işitecekleri şekilde övgüyle anmıştır. O, bu
tür övgünün, onların imanlarını arttıracağını iyi bilmekteydi.
Bu meyanda
bir adam için, "Bu, göçerlerin efendisidir!", başka biri için de
onun işitebileceği şekilde "Bir kavmin değerli bir mensubu geldiğinde ona
değer verin!"[23][90]
buyurmuştur. Adamın biri O'nun huzurunda çok güzel bir söz söylemişti. Bu
hoşuna gitti ve şöyle buyurdu: "Öyle ifade vardır ki büyü gibidir!"[24][91]
Övülmelerinin sakıncalı olduğunu bildiği kimseleri ise açıktan Övmezdi.
Süiyan-ı
Sevri (ra) Yusuf b. Esbat'a (ra) şöyle demişti: Sana bir bağış gönderdiğim
zaman, bunu senden bile saklardım. Bunun, Allah Teala'nm bana olan bir nimeti
olduğunu düşünüyorum. Verdiğim halde senden daha çok sıkılır ve şükrederdim.
Yoksa göndermezdim.
Sonuç
itibarıyla veren kimsenin sıfatı gizlilik, alanın ise açıklamak olmalıdır.
Bunun aksini yapanlar, hallerini terketmiş olurlar. Verene düşen, verdiğinden
ötürü övülmekten hoşlanmaması, kendisine senada bulunulmasını ve anılmasını
istememesidir. îyi bildiğiniz kimseyi, övmeniz, kendisine şükranda bulunmanız
ve iyiliğini yaymanız gerekir. Verdiğini açıklamak ve şöhret olmak istediğini
bildiğiniz kimseye ise kendine zulmetmesinde yardımcı olmamanız, böyle
kimselere Övgü ve senada bulunmamanız gerekir. Böyle-leri için bu tür davranış
daha uygun ve daha sağlıklıdır. Sıdk ehlinin konuyla ilgili söylediklerinin
özü budur.
Bağışlar
konusunda ihtilafa düşülen bir diğer mesele de, farz olan zekat mallarından
almanın mı, yoksa nafile babından verilen bağışlan almanın mı daha üstün olduğu
hususudur. Bazılarına göre, farz olan zekat mallarını alıp nafile olan
bağışları reddetmek gerekir. Onlara göre, farzı almak, Allah Teala'nın izniyle
O'nun kısmetini almaktır. Allah Teala, ihtiyaç sahiplerine bu kısmetleri almayı
farz kılmıştır.
Bilindiği
gibi zekat farz kılınmıştır. Eğer fakirler ve miskinler zekat almamak üzere
sözleşseler hep birlikte günah işlemiş ve Allah Teala'nm emrine karşı gelmiş
olurlar. Bu hareketleri, Allah Teala'nın mallardan verilmesini farz kıldığı
zekatın boşa çıkarılması anlamına gelmektedir. Farz olanı zekatı kabul etmeyi müdafaa
edenler şöyle demişlerdir:
Zekat malı
kulu, zayıflar ve miskinler zümresine daha kolay sokacak, tevazu ve zillete
daha yakın kılacaktır. Zekat malı farz olduğu için hiç kimsenin minnetini
çekmeye veya onun şart koşacağı bir şeyi yapmaya gerek olmaz. Çünkü fakir ve
miskin konumunda olan herkes onu haketmektedir. Diğer taraftan zekatı almak
dini bakımdan da daha emindir. Çünkü onda dini kullanarak istismarda bulunma
sözkonusu değildir. Zekat payı, ancak ihtiyaç halinde ve islamm hürmeti ile
hake dilmektedir. Halbuki nafile sadakalarda, dini istismar etmek endişesi her
zaman mevcuttur. Bu tür bağışlar, dürüstlük ve itikadımız sebebiyle bize
verilmiş olabilir. Oysa bu tür yardımlarda asıl olan, ihtiyaç sahipleri ve
fakirlere mahsus olmalarıdır.
Abidler
arasında yer alan kariler bu görüştedirler. Dini bakımdan nefsinin salahını
düşünenler için, sırf zekat mallarını almak hallerinin ve müşahedelerinin
gereğidir.
Başka bir
topluluk ise, nafile sadakaları kabul etmekte bir mahzur görmemişlerdir. Zekat
mallarını almaktan imtina eden bu insanlar, nafile sadakaları hediye gibi
telakki etmiş ve şöyle demişlerdir: Hediye kabul etmek emredilmiş ve
müslümanlar arası kaynaşmayı temin etmek için de hediyeleşmek özendirilmiştir.
Bunu savunarak miskinlerin bir takım haklardan feragat etmelerim istemiyoruz.
Endişemiz, onların taşıması gereken sıfatları taşımamaktır.
Bizler,
Allah Teala'nın zekat için koyduğu şartlara uymak hususunda endişe ederiz.
Belki onu almak suretiyle, layık olmayan bir yere gitmesine yol açmış
olabiliriz. Ya da farza muhatap olmayanları tesbitte kusurlu hareket
edebiliriz. Endişemiz bundandır. Bu bakımdan nafile sadakalar daha geniş ve
rahattır.
Bu görüşü
savunanlar da, ister farz, ister nafile olsun, gelen bütün yardımların Allah
Teala'nm nimetleri olduğuna inanırlardı. Din ancak Allah'ındır. Din, halis
olarak Allah Teala'ya aittir.
Her iki
görüştekiler de 'nimet edilme' noktasında ittifak etmişlerdir. Marifet
ehlinden bir topluluk da ikinci görüşü savunmuştur. Bunlara örnek olarak İbrahim
el-Havvas, Ebu'l-Kasım Cüneyd ve bu ikisiyle aynı görüşü paylaşanları
gösterebiliriz.
Konuyla
ilgili bizim görüşümüz ise şöyledir: Önüne gelen her insanın verdiğini
almayan, her vakit kabul etmeyen, muhtaç olduğu zaman dışında istemeyen,
aldığında da zaruri ihtiyacından ötesini almayan kimse, ister farz olan zekatı,
ister nafile bağışları alsın, her ikisi de birbirine yakındır. Çünkü zekatta,
Allah Teala'nın emri gereği farziyet mevcuttur. Nafile ise, verilmesi teşvik
edilmiş bir yardımdır. Allah Teala'nın onunla ilgili hükmü de mevcuttur. Bu
noktada kula düşen; dinini gözetmek, din kardeşi için ihtiyatlı davranmak,
bulunduğu anın gerektirdiği hükmek uygun davranmaktır. Burada, ikisi arasında
bir fark olmaz. Kul, nefsin karanlığına dayanarak arzularına tezlim olmaktan
sakınmalıdır. Çünkü kurtuluş yolu oradan geçmektedir. [25][92]
Mürid, imkan
bulduğunda yolculuğa çıkabilir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Beldeler, Allah'ın beldeleridir, insanlar da O'nun kullarıdır. Rızkını
bulduğun yere yerleş ve Allah'a hamdet [26][93]. Meşhur bir rivayette de şöyle
buyrulmakta-dır: "Yolculuk edin ki ganimetler bulun". Ahiret ehlinin
ganimetleri, ahiret ticaretinden elde edilen kârlardır.
Söz
sahiplerinin en doğrusu olan Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
arzı geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz
(Nisa/97); "De ki: Yer yüzünde yürüyün ve bakın!". (Rum/42);
"Muhakkak ki arzda yakin sahipleri için deliller mevcuttur. Nefslerinizde
de deliller mevcuttur, görmüyor musunuz?". (Zariyaty20-21)
Delilleri
nefsinin içinde kılman kimse, her şeyi görür ve idrak ederken delilleri
ufuklara yerleştirilen kimseler devamlı gezmek durumundadırlar. Allah Teala bu meyanda
da şöyle buyurmuştur: "Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız.
Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Saffat/137); "Göklerde ve
yerde Allah'ın varlığım, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki
insanlar yanlarından geçip gittikleri halde yüz çevirmelerinden dolayı farkına
varmazlar". (Yusuf/105)
Yeryüzünü
dolaşan kimse, edindiği bilgilerle belli bir basiret sahibi olur ve onun
sayesinde ibret alıp akledebilir. Kimi insanlar delillerin yanlarından
geçerken onlara dikkatli baktıkları için Allah Teala'nın lütfuyla Öğüt alır ve
O'na yönelirler. Allah Teala, kullanna 'yayılmış beşik' olarak vasfettiği arz
üzerinde dolaşmalarım ve oradan kendileri için çıkarttığı rızıklardan
yemelerini emretmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünü size
hizmete hazır bir , uysal bir binek gibi kılan da O! Haydi öyleyse onun omuzlarında
rahatça dolaşın ve O'nun takdir ettiği rızıklardan yiyin". (Mülk/15)
Ayetteki 'Menâkıb=Omuzlar" ile kasdedilenin çarşı pazarlar, köyler veya
dağlar olabileceği söylenmiştir. Bize göre 'ahdâ-bü'l-arz=yeryüzünün sırtları'
ile kasdedilen köyler, 'menâkıb=omuzlar ile kasdedilen ise dağlar olabilir.
Çünkü omuzlar, canlıların yüksek kısımlarıdır. Bişr-i Hâfı (ra) şöyle derdi:
Ey Kur'an okuyucuları, seyahat edin güzellesin!
'Sefer=Yolculuk'
kelimesinin kökeniyle ilgili olarak da şunlar söylenebilir: Su, bir yerde
çoğalmaya başladığı zaman bunu ifade etmede 'sefere' fiili kullanılır. Bir
diğer görüşe göre, yolculuğun 'sefer7 olarak isimlendirilmesinin sebebi insanın
gerçek ahlakını ortaya çıkarmasıdır. Çünkü 'Sefere' fiilinin bir anlamı da
açığa çıkartmaktır. Yolculuk, bir anlamdda Allah Teala'nm yeryüzüne yerleştirdiği
delilleri de ortaya çıkarmaktadır.
Kişi bir
yolculuğa niyetlendiği zaman iki rekat istihare namazı kılmalı ve Allah
Teala'ya sağlam bir şekilde tevekkül etmelidir. Kendisini gözetmesi ve O'nunla
sükunet bulması bakımından Allah Teala müslümana yetecektir. Kul, O'na tam
olarak güvenmeli ve itimad etmelidir. Halini belli etmemeli ve Rabbinden tam
olarak razı olmalıdır. Gidişi ve dönüşünün O'nunla olacağını bilmelidir.
Yolculuğu esnasında karşılaşacağı delil ve eserlere bakmaya, üzerlerinde
dikkatlice düşünmeye ve ibretler almaya niyetlenmiş olmalıdır. Yolculuğu ile
Allah'ın lütfunu ummaya da niyetlenmelidir. Bütün bunlar, teşvik edilmiş
yolculuk sebepleridir.
Konuyla
ilgili olarak şöyle denilmiştir: Allah Teala yola çıkacak kulunu meleklerine
havale eder. Bu melekler, kulun yolculuk niyetlerini kontrol ederler. Herkese
niyetine göre istediğini verirler. Eğer dünyalık peşinde ise dünyalık verip
ahiretini eksilterek tasasını çoğaltırlar. Böylesi hırs ve arzularla dolu biri
olup sürekli dünya ile meşgul edilir.
Yolculuk
niyöti ahiret ve ahiret ehlini talep etmek olan kula da basiret ve idrak lütfedilir.
Niyetiyle orantılı olarak ibret ve öğüt alma melekeleri güçlendirilir. Tasası
da ahiret üzerinde toplanır. Kanaati sayesinde belli bir dünyalığı olur. Ama
onu en çok meşgul eden, hırs değil zühddür. Görevli melekler sürekli onun için
dua ve istiğfarda bulunurlar.
Yolcunun
niyeti, kalbinin düzelmesi, nefsinin riyazeti, halinin açığa çıkarılması ve
sıfatlarının %ınanmasıdır. Çünkü nefs, kendi yurdunda boyun eğme ve teslimiyete
daha yatkındır. Muhtemelen yolculukta da kulun isteklerine boyun eğecek ve
karşı gelmeyecektir. Ama yol halinin doğuracağı meşakkat ve sıkıntılar,
ardarda öğreneceği hakikatlar nefsi alışmış olduğu mecradan çıkartacak ve
gerçek yüzünün ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Bu gibi durumlarda,
nefsin bastırılmış istekleri ve dürtüleri de açığa çıkabilir.
Sonuç
itibarıyla yolcu, daha önce karşılaşmadığı ilim ve basiretlerle donanarak
nefsinin gizli kalmış yönlerini bunlar sayesinde öğrenme fırsatını elde
edebilir. Bir anlamda bunlar da, arzın gizlediği hususlar olup Allah Teala
tarafından sevdiği kullarına dilediği zaman açılmaktadır. O bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Halbuki göklerde ve yerde gizli olan herşeyi açığa çıkaran
Allah'a..." (Nahl/25)
Kul, ilim
Öğrenmek (=talebü'l-'ilm) gayesiyle yola çıkıyorsa Allah Teala'nın şu
buyruğunda bahsedilenler zümresine dahil olur: "Seyahat edenler".
(Tevbe/112) Buradaki 'seyahat edenler* ile ilim öğrenmek için gurbete
gidenlerin kasdedildiği bildirihniştir. Said b. el-Müseyyeb (ra), tek bir hadis
için günlerce seyahat ederdi. Şa'bî de şöyle demiştir: Bir kimse, kendisine
doğru yolu gösterecek tek bir kelime için Şam'dan Yemen'in en uç noktasına
seyahat etse, yolculuğunun boşa gittiğini asla düşünmem!
Cabir b.
Abdullah (ra) ve diğer sahabiler, Abdullah b. Enis el-En-sari'den (ra) rivayet
edilen tek bir hadisi bizzat ondan dinlemek için Medine'den Mısır'a bir ay
süren bir yolculuk yapmışlardır. Hadisi dinledikten sonra geri dönmüşlerdir.
Allah Resulü'nün (sav) devrinden günümüze (Hicri IV. Asır) dek hadis öğrenmek
için seyahat edenler, sayılamayacak kadar çoktur.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İlim öğrenmek için
evinden çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolundadır".[27][94]Bir
diğer hadis de şöyledir: "İlim aradığı bir yola giren kimseye Allah Teala
da cennete götüren bir yol açar"[28][95]
İlim için
harcanan paranın, Allah yolunda harcanan para gibi olduğu ve bir dirhemin yedi
yüz dirhem hesap edileceği söylenmiştir. Salihlerle görüşmek üzere seyahat eden
kimse de fazilet sahibidir. Sahabe'den bir zatın şöyle dediği rivayet
edilmiştir: İnsanlar (salihlerle) buluşmak için haccederlerdi. Hac,
yolculukların en hayır-lısıdır. Görüldüğü gibi Sahabe haccı salihlerle buluşma
vesilesi olarak görmüştür.
Yolculuğa
çıkan kimse, dininin selameti bakımından daha faydalı olduğu düşüncesiyle
taşraya yönelmeye niyetlenirse güzel davranmış olur. Çünkü şehirlerde, dünyaya
bağlanmak daha kolaydır. Kul, nefsini ezmek, şöhret fitnesinden kaçmak ve
kendini Allah'a adamak için de yollara düşebilir. İnsanlardan uzaklaşarak kalbini
düzeltme ve halinde istikamet bulma düşüncesiyle de seyahat edebilir.
İnsanlardan uzaklaşmak, riyazet şekillerinden biridir.
Kişi, yakini
imanı kuvvetleninceye ve kalbi itmi'nan buluncaya kadar yalnız kalma cihetine
gidebilir. Bu seviyeye ulaştıktan sonra, bir yerde ikamet etmesiyle yolculuk
etmesi ve insanlardan uzaklaşması onun için farksız olacaktır. Çevresinde
insanların bulunup bulunmaması ona tesir etmeyecektir. Çünkü tasasını onlar
üzerinde yoğunlaştırmayacaktır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) bu hususta şöyle demiştir: Öyle kötü bir zamandayız ki, tanınmayan
zelil kul bile güvende değilken meşhurlar nasıl güvende olabilecektir! Bana
göre bu zaman, kulun bir beldeden diğerine intikal edeceği, tanınmaya
başladığı bir yerden başka bir beldeye taşınması gereken bir zamandır!
Ebu Nuaym
şöyle demiştir: Süfyan'ı destisini eline, azık torbasını sırtına almış bir
halde gördüm. 'Hayırdır, yolculuk nereye ey Ebu Abdullah?' dediğimde şöyle
dedi: Ruhsatların yaşanabildiği bir yer duydum. Orada ikamet etmek istiyorum.
'Gerçekten de yapacak mısın?' diye sorduğumda, 'Evet, bir yerde ruhsatların
yaşanabildiğim işittiğinde oraya yerleş, orası dinin için daha güvenli, tasa
bakımından da daha azdır!' dedi.
Seri
es-Sekatî (ra) sufilere şöyle derdi: Kış çıkıp bahar girdiğinde ve ağaçları
yaprak sardığında yeryüzüne dağılmak gerekir!
Çıkılan
yolculukların en hayırlısı; Allah yolunda cihad için, hac için, sınırlan
beklemek için ve Allah Resulü'nün (sav) kabrini ziyaret etmek için çıkılan
yolculuktur. Bundan sonra Sahabe'nin mezarlarını ziyaret etmek için çıkılan
yolculuklar gelir. Bunlarda sırf Allah rızasını kazanmaya çalışmak esastır.
Bir din
kardeşini ziyaret etmek için yola çıkmak da müstehap görülmüş ve teşvik
edilmiştir. Ehli Beyt kanalıyla şöyle bir haber nakledilmiştir: Tevrat'ta şöyle
yazılıdır: Hasta ziyareti için bir mil, cenaze teşyii etmek için iki mil,
davete icabet için üç mil ve bir din kardeşini ziyaret etmek için dört mil
yürü. Bir başka rivayette ise şöyle denilmiştir:
Adamın biri
başka bir yerde ikamet eden din kardeşini ziyarete niyetlenmişti. Allah Teala
yolunun ortasına bir meleği gözcü koydu. Melek, yolda karşısına çıkıp 'Nereye
gidiyorsun?' diye sordu. Adam da, 'Palan yerdeki bir din kardeşimin ziyaretine'
dedi. Melek, 'İkinizin arasında ulaman gereken bir bağ (~sıla-i rahim ilişkisi)
var mı?' diye sordu. Adam, 'Hayır* dedi. Melek, 'Peki senin üzerinde karşılık
vermeni gerektirecek bir iyiliği var mı?' diye sordu. Adam, 'Hayır, sırf
kendisini Allah için sevdiğimden ziyaretine gidiyorum' dedi. Bunun üzerine
melek şöyle dedi: Ben, Allah Teala'nın elçisiyim. O sana cenneti müjdeliyor ve
kardeşini ziyaretinden dolayı günahlarını bağışladığını bildiriyor.
Kişi, sınır
boylarında kırk gün veya üç gün nöbet beklemek niyetiyle yola çıktığında iyi
etmiş olur. Eğer Abadan'a gitmek ve orada üç gün nöbet tutarsa, alimler ve
abidlerden üç yüz zata denk olmuş olur. Böylelikle daha yüce bir sıfatı haiz
olur. Ali (kv) hakkında da şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, Basra'da bir
adamdan Abadan'da üç gün nöbet tutmasını ve kendisine refakat etmesini istemişti. ___ _......___________
/^ArıflerSerTblr
zat şöyle demiştir: Bir çok belde mükaşefe yolu^--la bana gösterildi. Bütün
sınır boylarının Abadan önünde eğildikleligördüm.
Kişi,
ziyareti teşvik edilen üç mescidden birine gitmek için de yola çıkabilir. Bu da
faziletli bir davranıştır. Allah Resulü'nün (sav)hadisinde de bineklerin
koşturulacağı mescidler[29][96]
olarak bildirdiği bu mescidlerin ilki Mescid-i Haram'dır. İkincisi Mescid-i
Nebevi, üçüncüsü de Aksa Mescidi'dir. Denilir ki: Bu üç mescidde de namaz kılan
kimsenin bütün günahları bağışlanabilir. Hac veya umresine Aksa Mescidi'nden
başlayıp Mescid-i Haram'a giden kimsenin anasından doğduğu andaki gibi
günahlarından sıyrıldığı söylenmiştir. İbni Ömer (ra) Kudüs'e gitmek üzere
Medine'den yola çıkmış ve orada beş vakit namaz kıldıktan sonra derhal
Medine'ye geri dönmüştür. Süleyman (as) da Rabbine dua ederek Aksa Mescidi'ne
ancak namaz kılınmak için gelinmesini niyaz etmiş ve şöyle demiştir: Rabbim,
mescidimde namaz kılan kimse orada durdukça bakışını ondan asla çevirme ve
oradan ayrılırken anasından doğduğu günkü gibi günahlarından arındır! Allah
Teala da bu duasını kabul buyurmuştur.
Allah
Teala'nm Haremi olan Mescid-i Haram ile Resulü'nün (sav) Haremi olan Mescid-i
Nebevi'nin faziletleri burada sayılamayacak kadar çoktur.
Kişi,
helalinden rızık temin etmek maksadıyla da gurbete gidebilir. Böylelikle
haramdan da emin olur. Bu, rıza-ı ilahiye iki noktada —helal yeme ve haramdan
sakınmada- yaklaşmayı ifade eder. Selef-i Salih her devirde bunu yapmışlardır.
Kul,
yolculuğu ve gurbet hayatı esnasında tasasının toplu olmasını gözetmeli,
kalbini dağıtmaman, insanlara tamah etmekten ve el açmaktan uzak durmalıdır.
Belli bir rızık vasıtası olmayan kula, Herşeyi Bilen (=el-Allâm) ve kulunu Çok
Seven (=el-Vedûd) Allah Teala yeter. Kulun Allah'a giden yolu samimi bir
tevekkül, yol azığı da takva olmalı, insanlardan ümidi kesip Rabbinin
imtihanına karşı sabır ve rıza içinde olmalıdır. Görülmez nimetleri için O'na
sürekli şükranda bulunmalıdır. Bu nimetler, verme veya menetme, bolluk veya
darlık şeklinde kendini gösterebilir. Çünkü kul, Rabbinin elindedir. Onu
dilediği gibi çekip çevirir.
Tevekkül
ehli nezdinde hakiki tevekkül; Sabûr olan Allah Te-ala'nrn emri karşısında
sabırlı olmak ve hükmü Hâkim-i Mutlak olan Rabbine havale etmektir. O, bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki sabrederler ve Rablerine
tevekkül ederler". (Nahl/42); "Hüküm ancak Allah'ındır ve ben O'na tevekkül
ettim". (Yusutf67)
Adamın biri
Bişr b. el-Hars'a (ra) şöyle demişti: Yolculuğa çıkmak istiyorum ama hiç param
yok! Bişr şu cevabı verdi: Parasızlık seni yoldan alıkoymasın, niyetini
gerçekleştirmek için yola çık, eğer para vermezse, başka birinin onun
menettiğini sana verme gücü yoktur! İbrahim el-Havvas (ra) da şöyle derdi: Boş
bir avuç, temiz bir kalp, dilediğin yere git!
Kişi,
yaşadığı bir problem veya içine düştüğü bir zaruretten dolayı sabır ve gücü
tükendiği için bir şey isterse, bu onu tevekkül dairesinden çıkarmaz. Çünkü bu
durumdaki bir kul, kendi için değil Rabbi için istemektedir. Onu buna sevkeden
arzu değil ilimdir. Allah Teala'mn kendisine farz kılığı ibadetleri ifa etmek
ve mükellefiyetine esas teşkil eden aklını muhafaza edebilmek belli bir beden
gücüne ihtiyacı vardır. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Her
kim acıkır ve kimseden bir şey istemeden Ölürse cehenneme girer. Bunun
açıklaması şöyledir: Bu kimse, ölüm raddesine geldiği halde insanlardan bir şey
istememek suretiyle Rabbine itaatte gereken sabin bırakmış ve kendisini bile
bile ölüme terketmiş durumdadır.
Sufilerden
bir topluluk, Allah Resulü'nün (sav) "Kulun yediği en helal rızık el
emeğidir"[30][97]
buyruğunu şöyle yorumlamışlardır: Burada kasdedilen ihtiyaç halinde el
açmaktır. Şahsımı bu tür bir yorumdan tamamen tenzih ederim. Cafer el-Hâdi
bunu sufi şeyhlerinden birinden nakletmişti ve kendisi de bu görüşü yerinde
buluyordu. Ama Ebu Said el-Harraz (ra) hayati ihtiyaç halinde elini uzatır ve
şöyle derdi: Oraya Allah için koyun!
Cüneyd'in
(ra) hocalarından Ebu Cafer el-Haddad'dan bu hususta bir bilgi rivayet
edilmiştir. Ebu Cafer tevekkül sahasında derin bir ilme, hâl bakımından da
zühde sahipti. O, günlük azığını temin etmek için akşam ile yatsı arasındaki
zamanı tercih eder ve bu sürede bir veya iki kapıyı çalarak bir veya iki gün
yetecek azığım toplardı. Havastan hiç kimse onun bu davranışını
ayıplamamıştır.
Adamın biri,
süitlerden birine içinde bir kaç dirhem bulunan bir kese verilirken görmüştü.
Sufî, dirhemleri tamamen dağıttıktan sonra yatsı namazının ardından azık
konulması için elini açmıştı. Olayı gören kişi, bu hareketinden dolayı sufiyi
kınamış ve şöyle demişti: Sana verileni sağa sola dağıttın, içinden akşam
yemeğine yetecek kadarını ayırsan daha iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine sufi
şöyle dedi: O parayı akşama kadar yaşayacağımı sanmadığım için dağıttım. Eğer
yaşayacağımı bilseydim dediğini yapardım. Bu hadisede anlatılan sufi, emelini
çok kısa tutan biriydi.
İnsanlara el
açmak, havasın hemen hepsine göre kulu tevekkül dairesinden çıkarır.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Tevekkül sahibi dilenmez, geri çevirmez, biriktirmez. Bana göre
hayati ihtiyaç halinde el açması da onu tevekkül dairesinden çıkarmaz. Sabır
ve gücün bitmesi, Allah Te-ala'nın el açmak için izin vermesidir. Her işi Vekil
Teala'ya bağlayan kul için, böyle bir durumda el açması tevekkülüne halel
getirmez. Çünkü övgülerin en güzeline layık olan Allah Teala, dostunu halden
hale sokabilir. Zahir ve batın ehlinin iki büyük imamının bu şekilde yemek
istediklerini görmüyor musunuz? Çünkü islamm müslumanlar arasına koyduğu
hürmetin gereklerinden biri de din kardeşinin açlığım gidermesidir.
Allah Resulü
(sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Misafiri ağırlamak farzdır"[31][98]Başka
bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Konuğa ikram
haktır".[32][99]Bir
diğer hadîs ise şöyledir: "Onun malından bir gece yetecek kadarını
alabilirsin". Bir diğer hadis de şudur: "Hangi yerleşim yerinde
olursa olsun, müslüman birinin aç olarak sabaha çıktığı yerin halkının zimmeti
yoktur"[33][100]
Süfyan-ı
Sevri (ra) Hicaz'dan San'a'ya giden yollar üzerindeki vahalarda yardım isterdi.
O bu hususta şöyle demiştir: Onlara Abdullah'ın (ra) konukseverlikle ilgili
hadisini hatırlatırdım. Bunun üzerine bana yemek ikram ederler, ben de karnım
doyuncaya kadar yer gerisini bırakırdım.
Yolcu, İbn-i
Sebil'dir. Bu sıfatı ile de Allah Teala'nın zekat verilmesini farz kıldığı
zümrelerden birine dahildir. Çünkü 'sebil' yol anlamındadır. Onda giden kimse
de 'İbn-i Sebil'dir. Bu durumdaki biri için müslüman kardeşinin evinde misafir
olabilmek için geçerli olan üç günlük süre geçerli değildir. Zira o, gittiği
yerde izin verildiği kadar kalabilme hakkına sahiptir. Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: "Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası sadakadır. Kimse üç
günden fazla kalmasın".[34][101]
Görüldüğü
üzere Allah Resulü (sav) üç günden fazla ikameti yasaklamıştır. O bu meyanda
şöyle buyurmuştur: "Üç günden fazla kalmasın. Yoksa kendinden sıkılmasına
neden olur".Üç günden fazlası sadakadır" sözünün yorumu ise şöyle
yapılabilir: Yani mekruhtur ve teşvik edilmemiştir. Kişi eğer sadakayı tercih
ederse nefsini ondan aklamamış olur. Uç gün kalmak ise onun tabii hakkı, ev
sahibinin de sorumluluğudur. Eğer ev sahibi üç günden fazla kalmasını ister
veya o bunu sezerse bunda mahzur olmaz.
Sufilerden
bir topluluk, Allah Resulü'nün (sav) Üç günden fazlası sadakadır sözünün
yorumunu şöyle yapmıştır: Üç günden fazlası, misafirin ev sahiplerine bir
sadakasıdır. O, evde kalmak suretiyle onlara sadaka vermiş gibi olur. Çünkü
bundan sevap kazananlar, ev sahipleridir. Bu yorum hoşumuza gitmemektedir.
Yolcu,
namazlarını tam bir temizlikle ve erkanına bağlı kalarak vakitlerinde kılmaya
özen göstermelidir. Kalbinin dağılmamasına da Özen göstermelidir. Yolculuk,
müridin himmet ve tasasını dağıtırken ariflerin tasasını yoğunlaştırır. Zayıf
kimselerin kalplerini meşgul ederken, kuvvet sahiplerinin kalplerini
rahatlatır.
Yolculuk bir
tür imtihandır ve kulun ahlakını ortaya çıkarır. Ömer b. el-Hattab (ra) huzurunda
bir adamın şahitliğini aklayan (=tezkiye eden) birine şöyle demiştir: Onunla
güzel ahlakı ortaya-ca çıkaracak bir yolculukta bulundun mu? Adam 'Hayır
deyince şö-yöle demiştir: Onu iyi tanıdığım sanmıyorum!
Selef-i
Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Beldesindeki dostları tarafından olduğu
gibi yol arkadaşları tarafından da övülen kimsenin düzgünlük ve dürüstlüğünden
şüphe etmeyin! Böyle olmasının sebebi, yol şartlarının insanın ahlakını bozması
ve sıkıntıları arttırmasıdır. Bu gibi ortamlarda nefsin hırs, azgınlık gibi
gizli huyları birden ortaya çıkar. Yolculuktaki refakati güzel olan kimsenin
ikametteki dostluğu da güzel olur. ikametteki arkadaşlığı güzel olan kimsenin
yolculuktaki arkadaşlığı ise güzel olmayabilir.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Üç kimse vardır ki can sıkıntısından dolayı
kınanmazlar: Oruçlu; Hasta ve Yolcu.
Yolcu, yola
çıkarken şu dört şeyi yanma almalıdır: Su kırbası, iplik, iğne ve makas.
İbrahim el-Havvas (ra) tevekkül ehlindendi ve bu dördünü yanından eksik etmezdi.
O, bu dördü için 'Onlar dünyalıktan sayılmaz' derdi. Sufilerden biri de şöyle
demiştir: Fakirin yanında su kırbası ve ip bulunmaması, dininin eksikliğini
gösterir.
Kalp
erbabından ve halleri ayne'l-yakin müşahede etmiş bir topluluk, nefsleri bir şehre
ısındığında veya bir yerde sükunet bulduğunda, alışkanlıktan kurtulmak, azlık
ve zilleti yeğlemek niyetiyle oradan ayrılmaya çalışırlardı. Onların bu konuda
söyledikleri şu söz çok güzeldir: Mümin; azlık, zillet veya illetten uzak
kalamayan kimsedir! Onlar insanlara yaltaklanan gözlerle bakmaya başlamaktan
endişe ettiklerinde hemen yolculuğa çıkarlardı. Böylece istemedikleri bir hale
düşmekten uzaklaşmış olurlardı. İbrahim el-Havvas (ra) bir şehirde kırk günden
fazla kalmazdı. Kırk günden fazla kalmayı, tevekkülü bakımından illet ve zaaf
olarak görürdü. O, nefsini sürekli sınar ve halini daima açmaya çalışırdı.
.-^e3^H^dehHrinin~ş^Te"dia"îgr^nTablmıştır: Haflt içinde onbır gün
yaşadım. Bu süre zarfında hiçbir şey yemedim. Nefsim, halkın kuru otlarının
üstüne çıkmak istedi. O anda Hızır'ın (as) bana doğru geldiğini gördüm.
Kendisinden kaçmaya yeltenirken arkadan baktığımda, dönüp gittiğini gördüm.
Bakınız, bir Allah dostu tevekkülümü bozmaktan nasıl uzaklaştı? Bunun üzerine
'Ondan neden kaçtın?' diye soruldu. O da, 'Nefsim, yiyecek bir şeyler
getirmesini' , arzu etmişti' dedi.
...._.--. - ~
Kalp ehli
yolculara düşen; kalbin belli bir yere ısınması ve yolculuğa çıkmak ile,
nefsin her ikisine ısınması hallerini birbirinden ayırmaları gerekir. Bu iki
kalplerinin karışmasına neden olabilir. Basireti olmayan, halini sürekli
izlemeyen ve hallerinde sıdk sahibi olamayan kimseler, nefsin ısınmasının
kalbin ısınması olduğunu sanabilirler. Bu, kendilerinde eksilmeye yol açtığı
halde bunun farkına da varamazlar.
Kalbi o
ikisinden birine meylediyorsa şuna iyi bakmalıdır: Acaba o, dininin
istikameti, ahiretinin imarı ve Rabbinin muhabbetine daha mı yakındır? Eğer
öyle ise, sözkonusu tercih kalbe aittir. Çünkü kalp, ancak iman ahlakına ve
ilmin gösterdiğine ısınır. Eğer nefis kaynaklı ise, o zaman da arzularını
tatmine, dünyasını imara ve nevasına daha yakın olur. Zira nefs, bu tür nefsani
arzulara daha
çok ısınır.
Bu gibi
durumlarda ya yerleştiği şehirden ayrılarak gurbete çıkmalı, ya da gurbeti
bırakıp kendi şehrine geri dönmelidir. Yolculuğu bu gibi titiz kıstaslara
dayanmayan, halini iyi tanımayan ve yolculuk hükümlerine uymayan kimsenin
yolculuğu arzu ve fitne için yolculuk ediyor demektir. Yolculuğu, kendisi için
bir imtihan ve sınamadan ibarettir.
Yolcu ve
yolculukla ilgili olarak söyleyebileceğimiz nihai fikirleri şöyle
sıralayabiliriz: Yolculukta kendini oyalayacak bir hâl, Allah'a hasredilen bir
tasa, hakim olabileceği bir süreç, barınacağı bir mesken, bâtını açısından
kazanacağı bir azık, aliminden öğreneceği bir ilim bulunmayan kimse için,
bulunduğu yerde kalması hem kendi hali, hem kalbinin salâhı, hem de nefsinin
sükûnu için yolculuktan daha uygundur.
Böyle biri
yolculuğa çıkması halinde iç dünyası bakımından dağılacak, tasası bakımından
farklı farklı mecralara kayacak, kimi zaman belli bir rızka sahip olurken,
kimi zaman yitirdiği bir alışkanlığın özlemini duyacak, kimi zaman insanlara
yaltaklanarak bakarken kimi zaman da kalbi bakımdan zaafa kapılacaktır. Kimi
zaman insanlara minnet ederek güç kazanacak, kimi zaman da sahip olduklarını
kaybetme korkusuna kapılacaktır. Bu niteliklerde birinin yolculuğu, eksikliğini
arttırmaktan başka bir işe yarayacaktır.
Yolculuk,
irade ve iman bakımından kuvvetli olanların tasasını birleştirirken zaaf içinde
olanların kalelerini ise tamamen dağıtır. Bunlar bu yolun başındakilere mahsus
hususlardır. Diğer taraftan kalbi düzgün olmayan kimsenin hali de istikamet
üzere olmaz. Bu durum kendi beldesinde veya yolculukta olmasına da bağlı
değildir. Seyahat ehlinden biri gurbet hakkında şöyle bir şiir söylemiştir:
Yalnızlığa
ve gurbete Öyle alıştım ki, Her gün onun yumağını sararım.
Bir yerde
geçirdiğim bir günün nimetleri, Ve bir gün çiseler üzerime nikbetleri. Gurbet
kuşunun nefsini hoş eden yalnız, Sözü tatlı olan bir dostun sohbetleri.
Allah Resulü
(sav) kişinin yalnız yolculuk etmesini yasaklamıştır. O, sefere üç kişi
çıkılmasını tavsiye etmiştir. O bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Yolculukta
üç kişi olursanız birini emir sahibi seçin". [35][102] Sahabe de
bu sünneti tatbik eder ve içlerinden biri için 'Filan, Allah Resulü'nün (sav)
tayin ettiği emirdir' derlerdi. Bizce de müstehap olan budur.
Yolculukla
ilgili olarak şöyle bir bilgi rivayet edilmiştir: Dostların en hayırlısı
dörttür. Yolculuklar ve gezintiler ancak toplulukla yapılır. Topluluğun asgari
sayısı da iki ve üçtür. Asgari sayının en hayırlısı dörttür.
Yolculuğun
en güzel şekli yalnızlık üzere olandır. Aynı niyetle bi-raraya gelen üç yolcu,
tek kimse gibidirler. Çünkü onların halleri de kalpleri de birdir. Onlar, tek
bir kul hükmundedirler. Bu şekilde olan üç kişinin seyahati de güzeldir. Ayrıca
bunda iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma da sözkonusudur.
Allah Teala
yardımlaşma ve sohbet nimetlerinden mahrum ettiği kimseler hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Onlar kendi kendilerine bile yardım edemezler, Bizim
tarafımızdan da bir sohbet (destek) bulamazlar". (Enbiya/43) Allah
Teala'nın nefsine karşı yardım ettiği kimse, O'nun dostudur. Allah Teala'nm
dostluk ve desteğinden mahrum olan kimsenin nefsi kendisine musallat olur ve
emrine teslim olur.
Sonuç
itibarıyla yolculuk, niyet ve ihlas gerektiren amellerden biridir. Hüküm
bakımından da farklı türleri vardır. Masiyetten kaçış noktasında farz, Allah
Teala'ya itaat noktasında fazilet, ticari maksatların bulunması halinde
mubahtır. Fesad ve bozgunculuk maksadıyla yapılan yolculuk ise masiyet ve günah
olarak bilinir. [36][103]
Bu bölümde
imamla ilgili hükümleri, imametin sıfatlarını ve imama uyanların durumlarım
ele alacağız.
Mürid,
semtinin imamı ise, imameti layıkıyla yerine getirmek için onun hükümlerini
yerine getirmelidir. İmam, arkasında namaz kılanların ortalama ücreti kadar
ücret almayı hakeder. O, bu çerçevede Allah'a çağıran bir davetçi ve Allah
Teala ile kulları arasında bir elçi gibi hareket eder. O, cemaatin rehberi ve
birçok konuda Allah Teala ile kulları arasında duran bir köprü gibidir.
Konuyla
ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İmam emirdir. O rükuya eğildiğinde siz de rükuya gidin. O secde ettiğinde
siz de secde edin". Bir diğer hadis de şudur: "O tamamladığında hem
kendisi hem de cemaat içindir, o eksik bıraktığında vebali kendine ait olup
cemaatine değildir".
Bir başka
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"imamlarınız
sizin Allah Teala'ya gönderdiğiniz heyetlerinizdir. Namazlarınızı temiz tutmak
istiyorsanız, hayırlı olanlarınızı öne geçiriniz".
Konuyla
ilgili meşhur bir hadis-i şerif de şudur: "İmam kefil olan, müezzin emanet
edilendir. Allahım! İmamları irşad et, müezzinleri bağışla [37][104]
Bir diğer hadis de şudur: "Şu üç kimsenin namazı kabul edilmez -namazları
başlarına değmez-: Sapmış bir kul, kocasının kızgın olduğu kadın ve cemaati
tarafından hoşlanılmayan bir imanı". [38][105]
İmamlığın
ilk şartı, fasiklıktan ve büyük günahlardan sakınarak küçük günahlarda ısrarcı
olmamaktır. Allah Teala'mn Kitabı'nı veya ondan okuyabildiği kısımları
nağmesiz biçimde ve manasını değiştirmeden okuyabilmelidir. Namazın farz ve
sünnetlerini, namaza bozan hususları, sehiv secdesi gerektiren ve
gerektirmeyen durumları iyi bilmelidir.
Namazda bir
hades oluştuğunda veya abdestsiz olduğunu hatırladığında titiz ve vera' ile
davranarak Allah'tan korkmalı ve derhal namazdan çıkmalı, kendisine en yakın
birinin elini tutarak onun devam etmesini temin etmelidir. Bu tür bir durum
ümmetin ilk imamı olan Allah Resulü'nün (sav) başına gelmiş ve O namazdan
çıkmıştır.
Allah Resulü
(sav), namaza abdestsiz başladığını hatırlayınca namazı bırakmıştır. Namaza ara
vermesinin sebebi, namaz kılınırken cünüb olduğunu hatırlaması idi. Bu yüzden
ayrılmış ve gusül abdesti alıp geldikten sonra namaza devam etmiştir, [39][106]
Hadise namazda olursa böyle hareket edilir. Eğer namaza abdestsiz başladığını
hatırlarsa namazı yine bırakır, ancak kimseyi makamına geçirmez. Cemaat,
namazı kendi başına kılabilir.
İmam,
temizliğini kamilen yapma ve namazını ihlas ile kılma hususlarında güvenilir
olmalıdır. Kıldırdığı namaz ile Allah Teala'mn rızası ve katındaki nimetleri
ümit etmelidir.
Namazı ücret
karşılığı kıldırmak helal olmadığı gibi ezanı ücret karşılığı okumak de helal
değildir. Allah Resulü (sav) Osman b. Ebi'l-As es-Sekafi'ye şöyle buyurmuştur:
"Ezan için ücret almayacak bir müezzin bulun [40][107]. Namaza çağıran kimsenin ücret almaması
istenirken, Allah Teala ile kullarının arasına dikilerek onlara namaz kıldıran
kimsenin ücret almasına hasıl izin verilebilir?
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Peygamberlerden sonra en hayırlı olanlar
alimler, alimlerden sonra da müslümanlara namaz kıldıran imamlardır. Çünkü
onlar Allah Teala ile kulları arasındaki risalet köprüsü üzerinde
durmaktadırlar. İlk zümre ilmi, imamlar ise dinin direğini ayakta tutmaları
sebebiyle böyle yüksek bir mertebeye layık görülmüşlerdir. Namaz, dinin
direğidir.
Hilafet
konusunda Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) Ali'ye (kv) tercih edilişi de namaz
imamlığı konusundaki tercihe dayanmıştır. Allah Resulü (sav) ashabı içinde
kendinden sonra namaz kıldırmaya onu ehil görmüştü. Sahabe de bu meyanda şöyle
demişlerdir: Düşündüğümüzde namazın dinin direği olduğunu gördük ve Allah Resulü'nün
(sav) dinimiz için seçtiğini, dünyamız için de seçmeye karar verdik.
"Adamın
biri Allah Resulü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, bana öyle bir amel göster ki beni
cennete soksun' demişti. Allah Resulü (sav) 'Müezzin ol' buyurdu. Adam
'Beceremem' deyince, Allah Resulü de (sav) 'İmam ol' buyurdu. Adam, 'Onu da
beceremem' deyince, 'İmamın hemen arkasında namaz kıl' buyurdu".
Vera'
ehlinden bazıları ihtiva ettiği sorumluluk sebebiyle imamlık etmekten uzak
durur, ezan okumayı ve müezzinlik yapmayı tercih ederlerdi. Müezzinliği
imamlığa tercih eden bu kimselere sahabe ve tabiun arasında sık
rastlamaktayız.
Müslümanlara
namaz kıldıran bir imam namaz vakitlerine riayet etmeli, namazları vaktin
başında kılmaya gayret etmelidir. Böylelikle Allah Teala'mn rızasına nail
olması muhtemeldir. Namazın ilk vaktinin son vaktine üstünlüğü, ahiretin
dünyaya üstünlüğü gibidir. Allah Resulü'nden (sav) bu manada bir çok hadis
rivayet edilmiştir. Bunlardan birinde şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kul namazını vaktin sonunda da olsa kılarak kaçırmamalıdır. Vaktin
başında kılması ise, kendisi için dünyadan ve içindeki-lerden daha
hayırlıdır".
İmam rüku,
secde, kıyam ve ka'de gibi namaz erkanını dengeli ve hakkını vererek
yapmalıdır. Böylelikle arkasında namaz kılanlar içinde bulunan zayıf bünyeli
veya rahatsız kimselerin de onu izlemeleri kolay olacaktır. Allah Resulü (sav)
de namazı böyle kıldı-rırdı. İmam üç kez sekte (=bir süre için susma)
yapmalıdır. Semre b. Cündüb (ra) Imran b. Husayn'dan (ra) böyle rivayet
etmiştir. Sektelerin ilki tekbir getirdiğinde yapılır ve en uzunudur. Bu sektenin
süresi, cemaatin Fatiha sûresini okuyabileceği kadar bir zainandır. Eğer acele
eder ve cemaatin Fatiha'yı tamamlayamamala-nna yol açarsa vebali ona ait olur.
Ancak cemaat başka şeylerle meşgul olduğunu için tamamlayamazsa, sorumluluk
kendilerinindir. Bu durumda imam üzerine düşeni yapmış olmaktadır.
İkinci
sekte, imam Fatiha'yı okuduktan sonra verdiği aradır. Bu sürede sureyi
tamamlayamayanlar onu bitirirler. Bu sektenin süresi, ilk sektenin yarısı
kadardır. Üçüncü sekte, zammı sureyi okuyup rükuya eğilmeden önce verilen
aradır. Sektelerin en kısası olan bu sekte, ikinci sektenin yarısı kadar bir
süreyi kapsar. Bu sektenin sebebi de kıraatin hemen ardından tekbir getirerek
namazın erkanını birbirine karıştırmamadır. Ayrıca kıraati rüku rüknüyle birleştirmekten
de sakınılmış olur. İmam bundan nehyedilmiştir.
İmamın
ardında namaz kılan kimse de, iftitah tekbirini ve selamını imamın tekbiri
veya selamıyla eş zamanlı yapmamalıdır. Ne imam, ne de ardında namaz kılan
cemaat, iki selamı birleştirme-melidirler. Aksine bu iki selam arasına mesafe
koymalıdırlar. Namazda rükünleri birleştirmek Allah Resulü (sav) tarafından
nehyedilmiştir. Rükünleri birleştirme, şu beş noktada olur: İmama tabi olan
kimse, tekbirini, rükuunu, secdesini, kalkışını ve selamını imamdan sonra eda
etmelidir. İmam secdeye iyice kapanmadan kendilerini secdeye atmamahdırlar.
Secdeden kalkılırken de böyle yapılmalıdır. Sahabe, Allah Resulü'nün (sav)
arkasında namaz kılarken bu hususlara dikkat ederlerdi.
İmam, saflar
iyice düzelinceye kadar tekbir getirmemeli, önce sağa, sonra sola dönüp boşluk
veya eğriliklerin düzeltilip doldurulmasını sağlamalıdır. Safların
düzeltilmesi, namazı tamamlayan fiillerdendir. Selef-i Salih hizayı omuzlardan
alır ve ayak topuklarını birleştirirlerdi.
Cemaatle
namaz hakkında şöyle denilmiştir: İnsanlar cemaat namazından şu üç kısımdan
birine mensup olarak çıkarlar:
1. Yirmibeş namaz sevabıyla çıkanlar; bunlar rüku ve
secdelerini imamdan sonra yapanlardır.
2. Bir namaz sevabıyla çıkanlar; bunlar tekbir, rüku ve
secdelerinde imamla aynı zamanda hareket edenlerdir.
3. Namaz sevabı olmaksızın çıkanlar; bunlar da imamdan
Önce oturup kalkan ve namazı ondan önce bitirenlerdir.
İmam, sabah
namazının farzını kıldırırken yüzden az ayeti bulunan surelerden iki sure
okumalıdır. Sabah namazının kıraatini uzun tutmak, alaca karanlıkta başlayıp
ortalık aydınlanmcaya kılmak sünnettendir. Sabah namazının ikinci rekatında
Kur'an-ı Ke-rim'in son otuz veya yirmi suresini okumak da hoştur. Yalnız bunu,
hatmedinceye yani son sureyi okuyuncaya kadar sürdürmek gerekir. Bu surelerde,
türlü ibret ve öğütler gizlidir. İnsanların sürekli okumalarından dolayı
bunlara alışkanlık sözkonusudur. Bu sureler, kafayı ve kalbi boşaltıp Allah'a
hasretmek ve tefekküre dalmak için çok uygundur. Ancak alimlerden bazıları
bunların bir kısmım okuyup sonuna kadar getirmeden rükuya eğilmeyi mekruh görmüşlerdir.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) Yunus suresinin bir kısmını okumuş ve Musa (as) ile
Fîravun'un hikayesine gelince kıraate ara vererek rükuya eğilmişti. Bundan daha
çok bilinen bir hadis ise şöyledir: "Allah Resulü (sav) sabah namazının
iki rekatinde Bakara suresinden yüz ayet okudu. İlkinde 'Kûlû âmenna
billahi...' ayetinden, ikincisinde de 'Rabbena âmenna bimâ enzelte..'
ayetinden itibaren okumuştur". Bir defasında da sabah namazının farzlarında
'Şehidallâhü ennehû lâ ilahe illâ hû...' ayetinden itibaren okuduğu rivayet
edilmiştir.[41][108]
Allah Resulü
(sav), Bilal-ı Habeşi'nin (ra) oradan buradan seçerek okuduğunu işitmişti.
Niçin böyle yaptığını sorunca Bilal (ra) 'Güzeli güzelle harmanlıyorum' dedi.
Allah Resulü de (sav) 'İyi yapıyorsun, isabet etmişsin' buyurdu.
Meşhur bir
rivayet de Ebu Bekir-i Sıddıkla (ra) ilgilidir. es-Sa-nâbihî şöyle demiştir:
Akşam namazını Ebu Bekir'in (ra) arkasında kılıyordum. İkinci rekatte 'Rabbena
lâ tüzığ kulûbenâ=Rabbimiz kalplerimizi kaydırma' ayetini okudu. Bu ayetin,
özellikle akşam namazının ikinci rekatinde okunması müstehap görülmüştür.
Rivayete
göre İbni Mesud (ra) halka yatsı namazını kıldırıyordu. ikinci rekatta Al-i
İmran suresinin son on ayetini okudu. Aynı namazın ikinci rekatında ise Furkan
suresinin son kısmını Tebâre-kellezî ce'ale fî's-semâ'i burûcen...' okudu.
Fakihlere
göre müstehap olan kıraat, Fatiha suresinden sonra bir surenin üçte birini veya
bir sureden iki ayeti okumaktır. Fatiha ile yetinen kimse için bu da
yeterlidir.
İbni Abbas
(ra) tarafından yerine halife olarak bırakılan ve halka fetva
sorabileceklerini söylediği Basralı büyük fakih Cabirb.Zeyd'in namaza iftitah
tekbiriyle başladıktan Fatiha suresini okuduktan sonra Müd hâmmetân=Bunlar da
yemyeşildir' (Rahman/64) ayetinin kıraatiyle yetinip rükuya gittiği rivayet
edilmiştir. Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'in en kısa ayetidir.
Büyük camii
imamlarından birinin yatsı namazının ikinci reka-tinde Yunus suresinin son
kısmını okuduğuna şahit olmuştuk. Cemaat içinde bir çok alim ve arif mevcut
olmasına rağmen hiçbirinin ses çıkarmadıklarını gördük.
Öğle
namazının farzında otuz ayetten daha az ayeti olan sureler okumalıdır. İkindi
namazında ise bunun yarısı kadarını okumalıdır. Allah Resulü'nün (sav) cemaate
kıldırdığı son namaz akşam namazı idi. O namazda Mürselat suresini okumuştu.
O, bu namazdan sonra vefat edinceye kadar bir daha namaz kılamamıştır. Enes b.
Malik (ra) şöyle derdi: "Allah Resulü (sav) insanların namazı -tamamlamasına
rağmen-en.kısa ve hafif tutanı idi". Yine o şunu anlatmıştır: "Allah
Resulü (sav) namazı kısa tutmayı emrederdi. Bize kıldıracak olduğu zaman da
Saffat suresini okurdu"[42][109]Allah
Resulü (sav) ruhsatlardan bahsederken şöyle buyurmuştur: "Sizden biri
cemaate namaz kıldıracağı zaman namazı kısaltsın. Çünkü içlerinde yaşlısı,
güçsüzü ve dertlisi olabilir".[43][110]
Kişi kendi
başına kıldığı zaman istediği kadar uzatabilir. Muaz b. Cebel (ra) bir cemaata namaz
kıldırırken kıraata Bakara suresinden başlatmış ve uzun uzun okumuştu. Bunun
üzerine cemaatten biri ayrıldı ve namazı tek başına tamamladı ve mescidden ayrıldı.
Bunun üzerine adam hakkında 'münafıklık yaptı' dediler. Ardından hadise büyüdü
ve Allah Resulü'nün (sav) huzuruna gitti.
Taraflar
birbirlerinden şikayetçi oldular. Adam, Muaz'ın (ra) kıraati uzatmasından
şikayetçi oldu. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) de Muaz'a (ra) şöyle buyurdu:
Ala, Tarık, Şems ve Duha surelerini okuyuversen daha iyi olmaz mı?"
İmam
tesbihatım beş veya yedi sayısınca yapmalı, cemaatini üçerli olarak kendisine
yetişebilmesini sağlamalıdır. Çünkü cemaat rüku ve secdeye onun arkasından
gitmektedir.
Enes b.
Malik (ra) Medine emiri olan Ömer b. Abdülaziz'in arkasında namaz kıldığı
zaman şöyle demişti: Allah Resulü'nden (sav) sonra bu genç gibi bir imamın
arkasında namaz kılmamış tim. Biz Allah Resulü'nün (sav) arkasında kılarken
tesbihatı. onarlı onarlı yapardık. Konuyla ilgili bir başka rivayette de şöyle
denilmektedir: "Allah Resulü'nün arkasında namaz kılarken rüku ve secde
tesbihatım onarlı onarlı yapardık"[44][111]
İmam öğle,
ikindi ve yatsı namazlarının rekatlarındaFafi/ıa'dan sonra kısa bir sure veya
iki ayet okursa iyi etmiş olur. Geç kalan cemaatin yetişebilmesi için
Fatiha'yı yavaş yavaş okuyabilir.
Selef-i
Salih şu konuda ihtilafa düşmüşlerdir: İmam rükuda iken mescide yetişmeye
çalışanların ayak seslerini işitse rekata yetişmeleri için beklemesi mi
gerekir, yoksa bunu umursamadan kılmaya devam mı etmelidir? Bazılarına göre
yetişmek isteyenlere fırsat vermek için rükuyu uzatır. Şa'bi bu görüşte
olanlardandır. Diğerlerine göre ise onları beklememesi gerekir. Çünkü
arkasında namaz kılanların hukukuna saygı, geç kalanların hukukuna saygıdan
önce gelir. İbrahim en-Neha'i de bu görüştedir.
Hicaz
fikıhçıları da bu yönde görüş belirtmişlerdir, onlara göre de imam namaza
yetişmeye çalışanları beklemez. İhlasın gereği de geç kalanların yetişmesini
sağlamak için namazı bekletmemektir. Küfe fakihlerinden bir kısmına göre
yetişmeye çalışanları beklemesi daha doğrudur. Bu durumda onların yetişmesinin
faziletini de kazanmış olur.
Osman, sabah
namazında insanların rükuya yetişebilmeleri için rükudan önceki kıraati
uzatmayı tercih etmiştir. Bize göre de orta yol budur. Buna göre imam biraz
beklemeli, ayak sesi duyarsa rü-kunun ilk kısmında ise uzatmasında bir mahzur
yoktur. Ama rükunun son kısmında başını kaldırdığında işitmişse namazı uzatma
pahasına beklemesi doğru değildir. Böyle bir durumda gelenleri umursamadan
dikilmeli ve namazını sürdürmelidir.
Teşehhüd
(=Tahiyyat) babında rivayet edilen lafızlar arasında tercihimiz İbin Mesud (ra)
tarafından nakledilen teşehhüddür. 'Vav' harfleriyle birlikte bizim gözümüzde
sabit olan Abdullah b. Mesud (ra) kanalıyla gelen rivayettir. Baş kısmında
Allah Teala'nm ism-i celili Öne alınmalı ve 'mübârekât' lafzı ilave
edilmelidir. Böyle yapıldığında bütün rivayetler de birleştirilmiş olur. Çünkü
İbni Ömer'in (ra) rivayetinde 'mübârekât' lafzı kullanılmakta ve 'Lillâ-hi'
lafzı sonraya alınmaktadır. İbni Ömer'in (ra) rivayetinde 'besmele' de
geçmektedir.
Sevri (ra)
tarafından Eymen b. Vail kanalıyla Ebu'z-Zübeyr'den, o da Cabir*den (ra) şöyle
nakletmiştir: "(Tahiyyatta) Allah Resulü (sav) şunu okurdu: Bismillâhi, ve
billahi et-tahıyyâtü lillâhi ve's-salevâtü ve't-tayyibâtü lillâhi[45][112]Bize
göre en güzel tahiyyat, bu hadiste rivayet edilen lafizdır. Sebebi de ihtiyata
en yakın olmasıdır. Ayrıca hemen her cemaatin rivayetinden bir parça ihtiva etmektedir.
Bundan
sonraki ihtilaf, selam lafzında Allah Resulü'ne (sav) işaret edilip
edilmemesidir. Tercih ettiğimiz selam lafzı; 'Es-Selâmü aleyke yâ
eyyühe'n-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü, es-Se-lâmü aleynâ ve alâ
'ıbâdillâhi's-sâlihîn' şeklindekidir. Sebebi de bu lafzın bir takım rivayetlerde
tefsir gibi zikredilmiş olmasıdır. Rivayet sahibi şöyle demektedir: Allah
Resulü (sav) hayatta iken kendisine şöyle selam verirdik: Es-Selâmü aleyke yâ
eyyühe'n-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. O vefat ettikten sonra da bu
selamı gıyabında vermeye devam ettik.
Tahiyyat
rivayetlerinin hemen hepsinde Kelime-i Şehadet'in 'Ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve Resûlüh' kısmı yer almaktadır. Tercih ettiğimiz de budur. Ancak
Ömer'den (ra) gelen bir rivayette, 'Muhammeden abdühû ve Resûlüllâhi s al 1 ali
âh ü aleyhi ve sellem' ifadesi yer almaktadır.
Ulemadan bir
zat, ariflerden birinden şunu nakletmiştir: Allah Resulü'nü (sav) rüyamda
gördüm ve kendisine, 'Ey Allah Resulü! ,
Alimler
tahiyyat hakkında ihtilafa düştüler, hangisini tercih edelim?' diye sordum.
Şöyle buyurdu: Tahiyyat İbnu Ümmi Abd'in rivayet ettiğidir. Kul, tahiyyatmda
şu beş cümle ile Rabbine istiaze-de bulunmalıdır: Cehennem azabından ve kabir
azabından Sana sığınırım; hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım; Mesih
Dec-cal'm fitnesinden Sana sığınırım; Bir kavim için fitne murad ettiğinde
beni fitneye düşürmeksizin katına al. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır.
Buradaki 'Mesih' kelimesi, yeryüzünü baştan sona dolaşan anlamındadır. Bazı
dilciler ise, bir gözü çıkarılmış olduğu için böyle adlandırıldığını
söylemişlerdir.
Tekbir,
selam ve ezan lafiziarı mutlak ve tartışmasızdır. Müezzinin imamdan farklı bir
şahıs olması müstehaptır. Rivayete göre Allah Resulü (sav) imam ile müezzinin
aynı kişi olmasını mekruh görmüştür. Ezanın faziletinden sözedildiğinde Ömer
(ra) şöyle demiştir: İmamlık olmasaydı müezzinlik yapardım. Allah Resulü'nün
de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ezan müezzinin, kıldırmak
imamındır". Yani imam kıldırmaya daha muktedirdir.
İmam
geciktiği zaman müezzin imamı bekleyebilir. Halbuki imam ve cemaat hazır
olduklarında vakit girdikten sonra müezzini beklemezler. Müezzin de, imamın
birini beklemesi sebebiyle beklemez ve ezanı okuyup kameti getirir. Çünkü
namaz vakte riayet edilerek kılman bir ibadettir ve vaktin ilk bölümünde
kılınması daha makbuldür. Namazı vaktinde kılmak, cemaatin beklemesinden ve
kıraati uzun tutmaktan daha faziletlidir.
Konuyla
ilgili olarak Selef ahlakının şöyle olduğu nakledilmiştir: Vakit girdiğinde
iki kişi varsa üçüncüyü beklemezlerdi. Cenazede de dört kişi gelmişse,
beşinciyi beklemezlerdi. İmam varken cemaatin beklenmesi mekruh görülür,
cenazeye ağıtlar yakılarak geciktirilmesi de bidat olarak değerlendirilirdi.
Bir
defasında Allah Resulü (sav) sabah namazına geç kalmıştı. Bu, bir yolculukta
olmuştu. Gecikmesinin sebebi de abdestti. Sahabe O'nu beklemeyerek Abdürrahman
b. Avfı (ra) öne geçirdiler. Ab-durrahman (ra) sabah namazını kıldırdı. Allah
Resulü (sav) cemaatin ilk rekatını da kaçırmıştı. Sahabenin arkasından namazını
devam ettirdi ve tamamladı. Sahabe böyle davrandıkları için üzgündü. Allah
Resulü (sav), 'Doğrusunu yaptınız, her zaman böyle yapın!' buyurdu. Bir
keresinde de öğle namazına gecikmişti. Sahabede Ebu Bekir-i Sıddık'ı (ra) imam
yaparak onun arkasında kılmışlardı. Onlar namazda iken Allah Resulü (sav)
gelmiş ve bir yanda dikilip tekbir getirerek cemaata katılmak için beklemişti.
Müezzin 'Kad
kâmetü's-salât' dediğinde cemaat ayağa kalkmış olmalı, 'Hayye ale's-salât'
derken ayağa kalkmalıdırlar. Sünnete uygun olan da budur. Müezzin 'Kad
kâmetü's-salât' dediğinde imam tekbir getirmelidir. Bu noktada müezzin kametini
tek başına tamamlar. Kameti tamamladıktan sonra da namaza katılır. O namaza
başladığında imam Fatiha'yı okumaktadır. 'Kad kâmetü's-salât' ifadesinin
gerçek anlamı, insanlar namaz için ayağa kalktılar, şeklindedir. Çünkü 'salat'
yani namaz, canlı olmadığı için ayağa kalkması da mümkün değildir. Buna göre
de, müezzin 'Kad kâmetü's-salât' dediğinde doğru söylemiş olmaktadır.
Bu ifadenin
mecazi kullanımda, namaz vaktinin yaklaşmasını ve namaza kalkmanın vaktinin
gelmesini ifade etmesi de mümkündür. İmamın, aynı zamanda müezzinlik
yapmasının mekruh oluşu da işte bu yüzdendir. Çünkü müezzin, 'Kad
kâmetü's-salât' dediğinde imamın tekbir getirmesi, cemaatin de namaza başlamış
olması gerekmektedir. Bilal de (ra) Allah Resulü'ne (sav) bu meyan-da,
"Amin' demede benden erken davranmayın' diye ricada bulunmuştur.[46][113]
Buradan anlaşılan, Bilal'in (ra) Fatiha'dan sonra söylenen 'Amin' lafzını
cemaatle birlikte terennüm etmek isteyişidir.
İmamın
besmeleyi sesli olarak okumasını müstehap görmem. Hatta besmelenin Fatiha
suresinin ilk ayeti olduğuna inansa bile onun sesli okumamalıdır. Allah
Resulü'nün (sav) konuyla ilgili rivayetlerinin çoğunluğu ve sıhhatli olanları,
besmeleyi sesli okumama yönündedir. Besmeleyi sessiz okumak Allah Resulü'nün
(sav) son dönem fullerindendi. Selef-i Salih de O'nun son dönem fiillerine
itibar ederlerdi. Bu tür fiilleri, alimlerin çoğunluğunun da tercihine şayan
olmuştur.
İbni
Mesud'dan (ra) rivayet edildi ki: İmamın şu dördünü gizlememesi sünnettendir:
Sübhâneke, isti'aze, besmele ve âmin. Ali (kv) de bunların sesli okunması
yönünde fikir belirtmiştir. İbni Abbas (ra) ise bunların sesli okunmasının
sünnet gereği olmadığını söylemiştir. Sabah namazının Hasan'dan (ra) rivayet
edilen sekiz dua ile
uzatılmasını
mekruh görmüyoruz. Bu dualar, Allah Resulü (sav) tarafından sessiz olarak
okunmuştur. O, bunları okurken ellerini kaldırmamıştır. Çünkü bunlar bizzat
dua niteliğinde olan ifadelerdir. Bunları okumayan kimse de iyi etmiş olur.
Çünkü fıkıhçüarın çoğunluğu bu duaların okunmaması yönünde görüş belirtmiştir.
Cuma gecesi
ve sabahı kılman namazlarda, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen iki meşhur
hadiste yer alan surelerin okunması müstehap görülmüştür. İlkine göre Allah
Resulü (sav) Cuma günü sabah namazında Secde suresi ile İnsan surelerini
okurdu. Diğerine göre Cuma günü akşam namazında Kafîrun ve îhlas surelerini,
yatsı namazında Cum'a ve Münafıktın surelerini okurdu."[47][114]
İmamın
teşehhüdde Allah Resulü'nün (sav) Aişe validemize (ra) öğrettiği şu duayı
okuması müstehaptır. Bir çok hayrı içeren ve niyaz bakımından mükemmel olan bu
dua şöyledir:
"Allâhümme
innî es'elüke mine'l-hayri küllihî a'âcilihî ve âcilihî mâ alimtü minhü ve mâ
lem a'lem, es'elüke mâ se'eleke Muhamme-dün sallallâhü aleyhi ve sellem ve
e'ûzü bike mimmâ iste'âzeke Mu-hammedün sallallâhü aleyhi ve sellem minhu.
Es'elüke'l-cennete ve mâ karrebe ileyhâ min kavlin ve amelin ve e'ûzü bike
mine*n-nâri ve mâ karrebe ileyhi min kavlin ve amelin, Allâhümme mâ kadeyte lî
min emrin fec'al âkıbetehû rüşden
Allahım!
Sen'den hayrın er veya geç, bildiğim veya henüz bilemediğim şekillerinin
hepsini niyaz ediyorum. Sen'den Muham-med'in -salat ve selam üzerine olsun-
niyaz ettiğini niyaz ediyorum. Muhammed'in -salat ve selam üzerine olsun- Sana
sığındığından ben de Sana sığınıyorum. Sen'den cenneti ve ona yaklaştıracak söz
ve fiilleri nasip etmeni niyaz ediyorum. Cehennemden ve ona yaklaştıracak söz
ve fiillerden de Sana sığmıyorum. Allahım beni için takdir ettiğin işin
akıbetini hayırlı kıl!"
Bu duayı
okuduktan sonra müminlerin bağışlanmaları için dua eder ve şunları okur:
'Allahım,
kalplerimizi doğrulttuktan sonra eğriltme!'
'Rabbimiz
bize dünyada güzellik ver! Ahirette de bize güzellik ver ve bizi cehennem
azabından koru!'
Bunlar
dışında tercih edilecek başka dua yoktur. Konuyla ilgili rivayetler arasındaki
beş husustan Allah'a sığınma dışında da başka bir dua veya isti'âze mevcut
değildir. Yukarıdaki dualarla yetindiğinde, gerekeni okumuş olacaktır.
İmam dua
ederken sırf kendi namına dua edip cemaati ihmal etmemelidir. Bu mekruh
görülmüştür. Namazda veya sonrasında dua ederken daima 'Biz* zamirini
kullanmalı, 'Sen'den niyaz ederiz, Sana sığınırız' demelidir. Bunu yaparken hem
kendini, hem de cemaatini düşünmelidir. İlgili bir rivayette şöyle
denilmektedir: Kim bir topluluğa imam olursa, duayı yalnız kendine mahsus
tutmamalıdır.
Mürid,
müezzinliği imamlığa tercih edebilir. Selef ulemasından bir zatın şöyle dediği
nakledilmiştir: Müezzinlik, imamlıktan daha faziletlidir. Müezzin, Allah
Resulü'nün (sav) "İmanı emirdir"[48][115] ve
"İmam kefildir"[49][116]
hadislerinden dolayı ecir bakımından daha üstündür. Bu iki hadisinde Allah
Resulü (sav) imamı, kefil ve emîre benzetmekte ve bur küsur işlediklerinde
sorumluluğun cemaate değil kendilerine ait olduğunu bildirmektedir. Bu durumda
ezan okumak, çok daha emniyetli bir görev olmaktadır. Müezzin, imamlığın
hükmünü almamakta ve onun sıfatını taşıyamamakta ise de, imamın arkasında namaz
kılanların veballerinin bir kısmını üstle-nebilmektedir. Ama vazifesini ikmal
ettiğinde ecrini almaktadır.
Allah Resulü
(sav) müezzinler için ettiği duada, imamlardan daha ileri gitmekte ve onları
imamlardan daha çok övmektedir. Yukarıdaki ikinci hadisin son kısmında
"Allahım, imamları irşad et, müezzinlere de mağfiret buyur"
demektedir. Yine O, müezzin hakkında şöyle buyurmuştur: "Müezzine sesi
miktarmca mağfiret edilir. Yaş kuru her şey onun lehinde şahitlik eder".[50][117]
Başka bir hadisinde ise daha etkileyici bir sıfatla anmaktadır: "Müezzin,
kendisineemanet edilendir".[51][118]
Bir diğer hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Müezzinleriniz mutemedleriniz, imamlarınız ise kefillerinizdir".
Mutemedler, elbette kefillerden daha üstündür. Çünkü kefil, bir şeyleri
ödemekle yükümlüdür. Mutemed ise, kendisine güvenilen ve kefalet istenmeyen
kimsedir.
Bu konuda
aktarılabilecek bir güzel bilgi de Sehl b. Sa'd es-Sa-idi'yle (ra) ilgili
olarak anlatılmıştır. Ebu Hazim (ra) dedi ki: Sehl b. Sad (ra) imamlık için
cemaatin gençlerini öne sürüyordu. Kendisine şöyle dedim: Sen Allah Resulü'nün
(sav) sahabilerinden birisin. Öncülük ve fazilet senindir. Öne geçip namazı
sen kıldırsan daha iyi olmaz mı? Bana şöyle karşılık verdi: Yeğenim, Allah
Resulü'nün şöyle buyurduğunu işittim: İmam kefildir! Şahsen kimseye kefil
olmak istemiyorum!
Konuyla
ilgili bir rivayette de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kim
bir mescidde yedi yıl müezzinlik ederse kendisine cennet farz olur",[52][119]
Bir başka rivayet de şöyledir: "Kim kırk yıl müezzinlik ederse cennete
hesapsız girer". Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Üç kimse Kıyamet günü misk yığını üzerinde olacak ve hesaba
kadar bütün insanlar korkarken onlar korkmayacaklardır: Kur'an okuyan ve onu
muhtevasıyla birlikte Allah Teala'ya geri götüren kimse; Dünya hayatında
kölelikle sınanıp Allah'a ve efendisine itaat eden kimse."
"Allah'ın
yoluna davet eden kimseden daha güzel sözlü olan kimdir?" (Fussilet/33)
buyruğunun tefsirinde, ayetin müezzinler hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
Ayetin devamındaki "Ve salih amel işleyen' ile kasdedilenin ise, ezan ile
kamet arasındaki namaz olduğu ifade edilmiştir.
Müezzinin,
ezanı bitirdikten sonra 'Ben müslümanlardanım, alemlerin Rabbine hamdolsun'
demesi, üstteki ayeti okuması, "Dini Allah'a halis kılanlardanım,
alemlerin Rabbine hamdolsun" demesi müstehap görülmüştür. Müezzin, ezan
ile kamet arasında dört rekat namaz kılar ve bol bol dua eder. Bu, müstehap
görülmüştür.
Selef-i
Salih, dört şeyden hoşlanmaz ve onlardan uzak dururlardı: imamlık, müftülük,
vasiyet ve emanet. Onlardan biri şöyle demistir: Benim için cemaatle namaz
kılmaktan ve imama uymaktan daha sevimli bir amel yoktur. Böylelikle imamlığın
hatalarından korunmuş olunun, vebali de başkaları yüklenmiş olur.
Her şeye
rağmen namaza durulacağı zaman, öne geçmesi istenen kimse öne çıkmalı ve
bundan kaçılmamalıdır. Konuyla ilgili olarak geçmiş kavimlerin kıssaları
arasında imamlıktan kaçan bir toplumun helak edildikleri haber verilmiştir.
İmam hazır
oluncaya kadar müezzin namaz kıldıramaz. Cemaat, imamı ayakta
beklememelidirler. Bu mekruh görülmüştür. Allah Resulü (sav) bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Geldiğimi görmedikçe ayağa kalkmayın!"[53][120]
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Dünyada dirlik, ahirette izzet sahibi
olmak isteyen kimse dört şeyden sakınsın: Hadis anlatmak, şahitlik etmek,
imamlık yapmak ve fetva vermek. Onun başka vesilelerde, 'davete katılmak,
hediye kabul etmek' dediği de nakledilmiştir. Bu, Bişr'in aşırı titizliğinin
ifadesidir.
Ezan ve
kametin miktarı konusunda tercihimiz, Hicaz okulunun görüşüdür. Ezanda, her
lafız iki kez tekrarlanmalıdır. Kamette ise bir kere yeterlidir. Sabah
ezanında 'es-salâtü hayrün
mine'n-nevm=Namaz uykudan hayırlıdır* lafzını iki kez tekrar etmelidir.
Ezan, vakit girmeden kısa bir süre önce okunmalıdır ki insanlar namaz için
hazırlık yapabilsinler. Burada bir (orta namaz=salât-ı vustâ' devreye
girmektedir ki bununla ilgili karan rivayetlere bırakmak gerekirse de yaygın
kanaat onun ikindi namazı olduğudur. Selef-i Salih, sesin her yerde
alçaltılması ve kısılmasını tavsiye ederken yalnız iki noktada yükseltmeye izin
vermişlerdir. Bunlardan biri ezan, diğeri de telbiyedir (=Lebbeyk..). Müezzin,
ezan okurken sesini uzatmalı, güzelleştirmeli ve bunun için bütün çabasını
sergilemelidir.
Ezan ile
kamet arasındaki süre bir hadiste şöyle bildirilmiştir: "Müezzin, ezanı
ile kameti arasına kişinin yemeğini bitireceği, boğazını temizlemek isteyen
bîrinin su içmesi kadar bir süre koyar".[54][121] Bu süre,
iki ezan arasında tercih edilen süredir. Yeme, içme ihtiyacı olan kimse, bunu
namaza başlamadan halletmelidir. Aksitakdirde bu onu namaz boyunca meşgul
edebilecektir. Allah Resu-lü'nün bu meyanda iki çirkin şeyin namaza (=büyük ve
küçük ab-destin sıkışması) sokuşturulmasmı nehyettiği rivayet edilmiştir.[55][122]
Bir hadisinde de akşam yemeği ortada iken namaz vakti girdiğinde öncelikle
yemeğin bitirilmesini, namazın yemekten sonra kılınmasını tavsiye etmiştir.[56][123]
Böylelikle kişinin kalbi hiç bir şeyle meşgul olmayacak ve kendini tamamıyla
namaza verebilecektir. Bu da namazın erkanına riayet ile kılınmasının temel
şartlanndan Bîridir. Namazda çok hata eden, kafası ve kalbi yakanşlan anlamayacak
derecede meşgul olan, arkasındaki cemaatte kendinden daha iyi Kur'an okuyan
veya daha fakih birinin bulunduğunu düşünen kimsenin imametini mekruh görürüz.
Namaz kıldıran kimse, bizatihi salih, ibadet ehli veya fakih olsa da, cemaat
içinde daha fakih, daha salih ve daha titiz biri bulunduğunda namaz kıldırmayıp
imamlığı ona vermelidir. Cahil, alimlere, Arapça'yı bilmeyen bir yabancı
Arapça alimine namaz kıldıramaz. Hatta teyemmüm almış biri, suyla abdest almış
birine namaz kıldıramaz.
Cemaat
tamamen cahillerle dolu ise, Kur'an'ı en iyi okuyanları seçilir. Kıraati çok
iyi olanlar birden fazla olduğunda, o zaman da ilim bakımından daha üstün olan
kimse öne geçirilir. Her iki aday da aynı seviyede, yalnız birinin tecvidi daha
üstün ise tecvidi iyi olan diğerine tercih edilir. Gerçi cemaatin tamamını
bilmek mümkün olmaz, ancak en doğru okuyanın imam yapılması daha uygundur. Bu
noktada namazı daha iyi biliyor olması, tercih nedenidir.
Bir
hadisinde de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: Topluluğa,
Allah'ın Kitabı'nı en iyi okuyan imamlık yapar".[57][124] Eğer kıraat
bakımından denk iseler, fıkıh bilgisi daha olan imam olur. Fıkıh bilgisinde de
denk iseler, yaşça büyük olan imam olur. İmamlıkta tercih bu şekildedir. Kişi
kendi evinde imamlığa herkesten daha layıktır. Ancak tercih ettiği değerli bir
zat varsa, imamlık hakkından onun lehine vazgeçebilir.
İmamın
selamın hemen ardından yüzünü cemaate çevirmesi müstehaptır. Cemaatın imamın
yüzünü görmeden kalkmaları da bize göre mekruhtur. Bu konuda Talha (ra) ve
Zübeyr"den (ra) güzel bir davranış rivayet edilmiştir: O ikisi Basra'da
namaz kıldıkları zaman selamdan sonra imama şöyle demişlerdi: Ne kadar güzel
ve erkanına uygun kıldırdınız. Tıpkı bizim kıldığımız gibi kıldınız. ama bir
şey eksik kaldı; selamdan sonra yüzünü cemaate çevirmedin! Ardından cemaate dönüp
şöyle dediler: Siz de çok güzel kıldınız, ancak size yüzünü çevirmeden ayağa
kalktınız!
Komşuları
veya cemaati tarafından sevilmeyip mekruh görülen birinin imamlık yapmak için
öne atılması helal değildir. Cemaat imam hakkında ihtilafa düşse ve bir grup
severken diğerleri sevmese, dini hassasiyeti ve ilmi olanlara itibar edilir.
Karar, onların eğilimine göre verilir. Bunlar azınlık da olsa, çoğunluğun
fikrine iltifat edilmez. Bidatçı birinin arkasında namaz kılınmaz. Bilmeden
kılan kimse, durumu öğrendiğinde namazını tekrar kılar.
Yolda
yürürken ezan okunan kimse, yoldaki en yakın camiye giderek namazını kılmalı,
başka bir camiye gitmeye yeltenmemelidir. Bunun iki istisnası vardır: Diğer
camide daha üstün bir imamın bulunması, yakındaki caminin imamının ehli bidat
veya fasık olması. Bu iki husus sözkonusu olmadığında yakın olan camiye gidip
namazı orada kılmak daha faziletlidir.
Allah
Resulü, bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Camiye komşu olan kişi,
namazını ancak camide kılabilir". Camiye komşu olan kişiyle ilgili iki
hüküm sözkonusudur. İlki ezanı işitiyor olmasıdır. Bu, Ali'den (kv) rivayet
edilmiştir. İkinci hükme göre camiye komşu sayılabilmek için ona azami dördüncü
binada oturmak gerekmektedir.
Ezanı
işittiği halde cemaatla namazı terketmek çok sert bir şekilde kınanmıştır.
Namaz için gidebileceği iki cami bulunan kimse, Hasan'a (ra) göre en yakın
olana gider. Ancak camiye gitmek için daha fazla yürümeye niyet etmişse veya
uzaktakinin imamı daha üstün ise, ya da uzaktaki tarih bakımından daha eski ise
oraya gidebilir. Rivayete göre Enes b. Malik (ra) ve bazı sahabiler yeni camileri
bırakıp eskilere giderlerdi.
İmamın sesli
okuduğu namazlarda, cemaat Fatiha'dan sonra sure okumaz. Fatiha suresini de
ancak imamın sektelerinde okumakgerekir. Eğer imam sekte yapmamışsa, o zaman
sadece imamın cehrî yani sesli okuduğu namazlarda Fatiha'yı okuyabilir. İmamın
kıraati esnasında okumasından dolayı yükleneceği vebal, daha çok imama aittir.
Çünkü imam, sekte yapmamak suretiyle namazı eksiltmiş olmaktadır.
İmam farzı
eda ettikten sonra sünnetleri aynı yerde kılmayıp yerini değiştirmelidir. Bir
hadiste Allah Resulü'nün selam verdikten sonra yerinden sıçradığı
bildirilmiştir. Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Ömer'in de (ra) selamdan sonra
yerlerinden sıçradıkları rivayet edilmiştir. Rivayete göre Allah Resulü (sav)
selamdan sonra ancak 'Allâhümme ente's-Selâmü ve minke's-selâm, tebârekte ve
te'âleyte yâ ze'1-celâli ve'1-ikrâm' ifadesini dinleyecek kadar yerinde durur,
ondan sonra yerinden hemen ayrılırdı.
Cemaat da
sünnetleri, bir adımlık mesafe mikdarı olsun farklı yerde kılarsa daha güzel
olur. Bu konuda Sahabe'den gelen bir bilgi mevcuttur: İmam ve cemaat, kısa bir
tesbihat ve dua için yerlerinde dururlarsa, bunda mahzur yoktur. İmamet kitabı
da bu şekilde sona ermiş oldu.[58][125]
Allah
Teala-, mümin kullarına 'din sayesinde büyük bir nimet lütfettiğini
hatırlatarak ayrı ayrı iken kalplerini kaynaştırdığını ve O'nun nimeti
sayesinde kardeş olduklarını, takva ve iyilik üzerinde kucaklaştıklarını
bildirmektedir. Ardından onlara lütfettiği takva nimetini hatırlatmakta, ipine
ve hidayetine toptan sarılmalarını emretmekte ve dağılıp parçalanmadan
sakındırmaktadır. Hepsinin aynı yurda toplanacaklarını haber vermekte ve bunu
da Zat'ın-dan bir minnet olarak takdim etmektedir. Çünkü O, müminleri bir ateş
çukurunun kenarından çekip kurtarmıştı. Bu, O'nun büyüklüğüne işaret eden
delillerden ve hidayet yollarından biriydi.
Allah Teala
bütün bu hususları ihtiva edecek şekilde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman
edenler! Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak O'na teslim olan
müslümanlardan olarak ölün!
Hepiniz
toptan Allah'ın ipine sanlın bölünüp ayrılmayın!
Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın; Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah
kalplerinizi kaynaştırmış ve O'nun lütfü ile kardeş oluvermiştiniz.
Siz bir ateş
çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size
ayetlerini böyle açıklıyor, ta ki hidayete eresiniz". (Al-i
îmran/102-103)
Allah için
kardeşlik, yolculukta ve ikamette O'nun için dostluk ve karşılıklı sevgi, amel
ehline gereken yollardandır. İhtiva ettiği faziletlerden dolayı her yolun
kendine mahsus yolcuları vardır.
Bunlar,
Allah Teala ve Allah Resulü (sav) tarafından tavsiye edilmiş ve özendirilmiş
yollardır. Allah Teala için sevmek, imanın en kuvvetli kulplarından biridir.
O'nun rızası için kaynaşmak, dostlukta bulunmak ve ziyaretleşmek takva ehlinin
en mühim vasıtalarından biridir.
Konuyla
ilgili rivayetler hayli fazladır. Bunlar, din kardeşliğini, dostluk ve
sevişmeyi teşvik eden ifadelerle doludur. Ancak burada sözkonusu rivayetlerin
tamamını sıralamaya çalışmayıp her bahisle ilgili olanları özetleyerek
nakledeceğiz. Kardeşlik konusunda güzel görülen fiilleri ve bunlarla ilgili
hususları etraflıca ele alacağız. İlk olarak tanışma (=Ta'arruf) konusunda
Tabiun'dan farklı görüşler aktarılmıştır. Mesela biri şöyle demiştir: Tanıdıkları
azaltın, böylesi dininiz için daha güvenlidir, ahirette daha az rezil olmanızı
sağlar ve üzerinizdeki hukukun az olmasını temin eder. Çünkü şöyle bir deyiş
vardır: Tanıdıklar çoğaldıkça hukuk da çoğalır. Dostluk uzadıkça karşılıklı
hukuka riayet daha da güç kazanır. Hatta biri şöyle demiştir: Tanıdığından daha
kötü birini görebilir misin?! Bunlara göre tanıdıkların sayıca az olması, kişi
için daha
hayırlıdır.
Bu görüşte
olanlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Tanığını tanımazlıktan
gel, tanımadığınla tanışma! Bu görüşte olanlar arasında; Süfyan-ı Sevri (ra),
İbrahim b. Edhem (ra), Davud et-Ta'î (ra), Fudayl b. Iyaz (ra), Süleyman
el-Hawas (ra), Yusuf b. Es-bat (ra), Huzeyfe el-Mar'aşi (ra) ve Bişr el-Hâfi
(ra) gibi şahsiyetler
vardır.
Tabiun'un
çoğunluğu ise, din kardeşlerinin çokluğunun müste-hap olduğunu ifade
etmişlerdir. Onlar, müminlerle kaynaşmayı ve sevişmeyi tavsiye edenlerdir.
Çünkü bu, varlık zamanı bir güzellik, darlıkta ise bir destek, iyilik ve takva
üzerinde yardımlaşma ve dinî kaynşmadır.
Bu görüşte
olanlardan bir zat şöyle demiştir: Dostlarınızın sayısını arttırın. Her
müminin bir şefaat hakkı vardır. Umulur ki mümin bir kardeşinizin şefaatine
nail olursunuz. Bu görüşü paylaşanlar; birbirlerine din kardeşliğini emreder,
kaynaşmaya teşvik ederlerdi.
Bir zatın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Mümine mağfiret edildiği zaman diğer
kardeşleri için şefaatte bulunur. Garib bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav)
"İman eden ve salih amel işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha
fazla verir" (Şura/26) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: Müminleri din kardeşleri için şefaatçi kılar ve hep
beraber cennete girmelerini temin eder.
Bu görüşte
olanlara örnek olarak da, Said b. el-Müseyyeb (ra), eş-Şa'bi (ra), İbni Ebi
Leyla (ra), Hişam b. Urve (ra), İbni Şübrüme (ra), Kadı Şüreyh (ra), Şüreyk b.
Abdullah (ra), İbni Uyeyne (ra), İbnü'l-Mübarek (ra), İmam Şafii (ra) ve Ahmed
b. Hanbel'i (ra) gösterebiliriz.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "(Kıyamet günü) bana
en yakın oturacak olanlarınız; ahlaken en güzelleriniz, yardımsever ve herkese
ısınıp ısıtanlarınız olacaktır". Bir başka hadislerinde de şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Mümin ısınılan kimsedir. (İnsanlara) ısınmayan ve
aralarını ısıtmayan kimseden hayır çıkmaz".[59][126]
Değerli bir
zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu ümmetten kalrılıcak şeylerin ilki
huşu, ikincisi vera', üçüncüsü emanet duygusu, dördüncüsü de kaynaşma ve
sıcaklıktır (=ülfet). Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala hayır dilediği kuluna salih bir
dost bahşeder; unuttuğunda hatırlatır, hatırladığında yapması için yardım
eder". Başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "İki din kardeşinin
karşılaştıkları andaki durumları, biri diğerini yıkayan ellerin durumuna
benzer. İki mümin bir araya geldiklerinde, Allah Teala onlardan biri
vasıtasıyla diğerine bir iyilik temin eder".
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim Allah için
kardeş olursa, Allah Teala onu cennette bir derece yükseltir. Bu dereceyi
amellerinden biriyle kazanması mümkün de-ğilir". Veciz bir sözde de şöyle
denilmektedir:
iki din
kardeşinden biri, diğerinden daha yüksek bir makamda ise, çocukların babalara,
yakınların birbirlerine katılması gibi, din kardeşinin makamına yükseltilir.
Çünkü din kardeşliği, gerçek doğum gibi sağlam bir bağdır.
Allah Teala
bu mey anda şöyle buyurmuştur: "Onları zürriyetlerine kattık ve
amellerinden de hiç bir şeyi eksiltmedik". (Tur/21); Bizim ne
şefaatçilerimiz, ne de samimi bir dostumuz yok". (Şu-ara/101) Buradaki
samimi 'hamım' kelimesinin 'hemîm' yani yakından ilgilenen, özen gösteren
manasında olması da mümkündür. Allah Resulü'nün de (sav) bir hadislerinde şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin, kardeşi çok olandır". Bu
meyanda Ömer'den de (ra) şu iki söz rivayet edilmiştir: Kula islamdan sonra
bahşedilen en büyük hayır salih bir din kardeşidir; Sizden biri din kardeşinden
bir sevgi gördüğünde ona sarılsın! Bu tür dostlara isabet edebilmek gedçekten
de zordur.
Hikmet
ehlinden bir zat da konuyla ilgili olarak şöyle bir manzume söylemiştir:
Kavuşamaz
nefs çok aramasına rağmen, Emin bir dosttan daha leziz bir tada, Salih bir din
kardeşinin kaçırmışsa sevgisini, Durgunluğu kesindir o kimsenin istemese de.
Bu
manzumenin ikinci mısrasında bahsedilen kimsenin, kesin olarak aldanmış biri
olduğu söylenmiştir.
Geçmiş
milletlerin kıssaları arasında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Allah Teala,
Musa peygambere (as) vahyederek şöyle buyurmuştu: Ey İmran'ın oğlu! Uyanık ol
ve kendine gerçek kardeşler bul! Beni mutlu etme çabanda sana destek olmayan
bütün dost ve arkadaş bildiklerin düşmanlarındır unutma!
Davud
peygamberle (as) ilgili olarak da benzer bir kıssa nakledilmiştir: Allah
Teala, ona şöyle vahyetmişti: Ey Davud! Ne oluyor da yalnız başına ve
terkedilmiş olduğunu görüyorum?! Davud (as) şöyle dedi: Allahım, Senin için
halkı terkettim. Bunun üzerine Allah Teala kendisine vahyetti: Ey Davud!
Uyanık ol ve kendine din kardeşleri edin! Beni mutlu etme çabanda sana destek
olmayan dosttan uzak dur ve Öylesiyle arkadaşlık etme! Çünkü o düşmanındır ve
kalbini katılaştırarak seni Ben'den uzaklaştırır.
Allah
Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Isıtanlar olun,
soğutanlar olmayın". Bir başka hadis de şöyledir: "Allah Teala için
en sevimli olanınız, kaynaşan ve kaynaştıranlardır. O'nun en çok buğzettiği
ise, kovuculuk edenler ve kardeşlerin arasını açanlardır".[60][127]
Davud (as)
hakkında rivayet edilen kıssalardan biri de şudur; O, Rabbine 'Ey Rabbim! Bütün
insanların beni sevmeleri ve Seninle muamelemin sıhhatli olması nasıl mümkün
olur?' demişti. Allah Teala da şöyle buyurdu: İnsanlara onların tabiatlarına
göre yaklaş ve Benimle arandaki ilişkiyi güzelleştir! Bir başka rivayette ise
şöyle buyurduğu haber verilmektedir: Ehli dünyaya, dünya ahlakıyla, ehli
ahirete ahiret ahlakıyla yaklaş!
Şa'bi (raj,
Sa'sa'a b. Savhan'm yeğeni Zeydan'a şöyle dediğini nakletmiştir: Baban beni
senden çok severdi. Ben de seni oğlumdan çok severim. Sana tavsiye edeceğim
iki hasleti iyi muhafaza et: Mümine içten bir ihlasla yaklaş! Günahkâr
facirlere ise güzel ahlak ile davran. Çünkü o, güzel ahlakından memnun
kalacaktır. Mümine karşı ihlaslı ve samimi olman gerekir.
Ebu'd-Derda
(ra) ise şöyle demiştir: Öyle kimseler vr ki yüzlerine teşekkür ederken
kalplerimiz onları lanetliyor! Bunun açıklaması şöyle yapılabilir: Bazı
kimselerin şerlerinden emin olmak için onlarla iyi geçinmek gerekebilir. Bunu
şu ayet-i kerimenin tefsirinde de görmekteyiz: "Daha güzel olanla
sav". (Fussilet/34) Bunun, selam vermek olduğu söylenmiştir. Ayetin devamı
şöyledir: "Bir de bakarsın ki seninle kendi arasında düşmanlık olan kişi
candan, sıcak bir dost oluvermiş". (Fussilet/34)
İbni Abbas
(ra), Allah Teala'nın "Kötülüğü iyilikle savarlar" (Ra'd/22)
buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani onlar selam vererek ve idare
ederek eziyet ve çirkinliği savarlar. Kötülük çirkinlik ve eziyet, selam verip
idare etmek ise iyilik anlamındadır, iyiliklerin en güzeli, mecliste oturanlara
ikramda bulunmak ve onlara değer vermektir. Bu manada Allah Teala'nın şu
buyruğu hatırlanabilir: "Allah'ın insanların bir kısmını bir kısmı
savması olmasaydı, yeryüzünde fesad olurdu". (Bakara/251) Buradaki savma
ile, arzu, korku, haya ve idare etme yollarının hepsi kas de dilmektedir.
'Müminlere samimi davranıp günahkârları idare edin' sözünün açıklaması da bu
şekildedir. Samimiyet; sevgiyle dolu kalplerin ih-lası, din kardeşliğine
duyulan inanç ile tezahür eder. Bu noktada,muamelelerde dürüstlük ve
hakkaniyetten ayrılmama gündeme gelmektedir. Bunu açıklama babında zikredilen
bir söz de şudur: İnsanlara amelleriyle karışın, kalplerde onlardan ayrılın!
Muhammed b.
el-Haneflyye (ra) şöyle demiştir: Geçinmek zorunda olduğu kimseye iyilikle
geçinmek dışında yaklaşan kimse hikmet sahibi sayılmaz. Halbuki Allah Teala
kendisini ondan kur-tanncaya kadar böyle davranması gerekir. Takvadan uzak
biriyle muamelede bulunmak veya onunla konuşmak ancak zaruret durumlarında
olabilir. Takva sahibiyle geçinmek ve onunla yakınlaşmak ise tercihlerin en
güzelidir.
Musa (as)
hakkında anlatılan kıssalardan birinde şöyle denilmektedir: Allah Teala ona
şöyle vahyetmişti: Bana itaat edersen, mümin kardeşlerin ne kadar çok olur!
Bunun açıklaması şudur: Eğer insanları teselli eder, onlara acır, onlar
hakkında kalbini temiz tutar ve çekememezlik etmezsen samimi kardeşlerin de
çoğalır.
Konuyla
ilgili şöyle denilmiştir: İki din kardeşinden biri diğerinden önce vefat edip
de kendisine 'Cennete gir* denildiğinde 'Kardeşimin yerini gösterin' der..
Eğer o kendinden aşağıda ise cennete girmez ve ona da kendisiyle aynı
derecenin verilmesini bekler. Onun için de kendisini için hazırlananlardan
ister. Kardeşinin kendisi gibi amelleri olmadığı söylendiğinde ise, 'Ben hem
kendim, hem de onun için amel ederdim' der. Sonunda istediklerinin tamamı
verilir ve kardeşi de onunla aynı dereceye yükseltilir. Gerçek din kardeşleri,
fani dünyanın geçici nimetleri için değil ahiretin ebedi nimetleri için
çalışır ve onları tadarken birlikte olmak isterler.
Ulemadan
birinin de ifade ettiği gibi, kardeşliğin en faziletlisi; daimi muhabbet ve
asla uzak durulmayan sıcaklık ve kaynaşmadır. Kardeşlik ve muhabbet, her şeyden
önce uhrevi bir ameldir. Her amel için olduğu gibi onun da güzel bitirilmeye
(=hüsn-i hatime) ihtiyacı vardır. Amelin tamama ermesi için böyle bir son
şarttır. Bu durumda amelden elde edilecek kazanç da tam olacaktır. Sonu ahiret
olmayan kardeşlik ve dostluğun sonu da güzel olmayacaktır. Böyle bir kardeşlik,
kötü bir sonla noktalanacaktır. Bu tür bir son, daha önceki dostluğu da hiç
yokmuş hükmüne sokacaktır.
iki kişi,
yirmi yıllık bir kardeşlik ve dostluğa sahip olabilirler. Ama bu beraberliğin
sonu güzel takdir edilmemişse, yirmi yıllık dostlukları heba olacaktır. İşte bu
nedenledir ki yukarıdaki alim, daimi muhabbeti ve ayrılmaz bir sıcaklık ve
kaynaşmayı şart koşmuştur. Kardeşlik ve dostluğun güzellikle noktalanması için
bunlar gereklidir. Şeytanın en çok haset ettiği kimseler, din kardeşleriyle
iyilik ve takva üzerinde yardımlaş anlardır. O, birbirlerini Allah için seven
kimseleri asla çekemez. Onların beraberliklerini bozmak ve ilişkilerini berbat
etmek hem kendisi, hem de ailesi var güçleriyle çalışırlar.
Allah Teala
bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kullanma, sözün en güzelini demelerini
söyle. Muhakkak şeytan aralarını bozmaya çalışır". (İsra/53) Buradan
anlaşılan, şeytanın her türlü ifsad girişiminden sonra müslümanların
birbirlerine güzel sözlerle hitap etmeleri gereğidir. Allah Teala Yusuf (as)
hakkında şöyle buyurmuştur: "(Yusuf dedi ki:) Şeytan benimle
kardeşlerimin arasını bozduktan sonra". (Yusuf/100)
Denilir ki:
İki insan Allah rızası için kardeş olduklarında, onların arası ancak ikisinden
birinin günah işlemesiyle bozulabilir. Bişr (ra) bu koruda şöyle demiştir: Kul,
Allah Teala'ya kulluğunda kusur ettiği zaman Allah Teala sevdiklerini ondan
söküp alır. Şeytan, mümin kardeşlerin aralarını açmakla görevlendirilmiştir.
Onun tek vazifesi budur. O, kendini sırf bu işe adamıştır.
Kişinin takva
sahibi oluşunun alameti, ayrılırken güzel konuşmak, dargınlıkta bile yüzünü
güleç tutabilmektir. İlim ve hikmet ehlinden bir zat, bu konuda şöyle bir şöyle
bir şiir söylemiştir:
Kerem sahibi
sevgisi bittiğinde dahi, Kabahati örtüp güzelliği gösterendir. Adi kimse ise
ipler gerildiğinde, iyiliği saklayıp iftiraları sıralayandır!
Kerem sahibi
değerli insanların bu şekilde nitelenmesi, Rububi-yet ahlakıyla
ahlaklanmalarmdandır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu duada da buna
işaret edilmektedir: "Ol ki güzelliği açık edip kabahati gizleyen, suçu
yargılamayıp perdeyi yırtmayan!" Müminler de işte bu üstün niteliklere
sahip olmalıdırlar.
Ebu'd-Derda
(ra) şöyle demiştir: Dostun kınaması, yitirilmesinden hayırlıdır. Kardeşin
üzerinde haklı bir durumun dahi olsa ona karşı yumuşak ol, sertleşme ve sakın
şeytana uyma! Yarın öldüğü zaman acı bakımından yokluğu sana yeter. Öldükten
sonra gözyaşı dökeceğine hayatta niçin hatırım sormazsın?!
Bu konuda
Ali (kv) de şöyle demiştir: Dostuna karşı daima yumuşak başlı ol, umulur ki
bir gün düşman olursunuz. Düşmanına karşı da yumuşak başlı ol, umulur ki bir
gün dost olursunuz! Ömer b. Hattab (ra) da konuyla ilgili olarak şöyle
demiştir: Sevgin zorlayıcı, öfken helak edici olmasın! Bunun anlamı
sorulduğunda ise şöyle demiştir: Birine dost olduğun zaman kendini bir çocuğun
sevdiği bir şeye sahip olmak için zorladığı gibi zorlama. Bir dostuna öfkelendiğin
zaman da onun helak olmasını isteyecek kadar öfkelenme!
Büyük Halife
Ömer'in (ra) Yahya b. Said el-Ensari tarafından rivayet edilen vasiyetinde şu
ifadeler yeralmaktadır: Dostlarına karşı dürüst ol, gönüllerine yuva kur!
Onlar varlıkta bir güzellik, darlıkta destektirler. Din kardeşinin işini
olabilecek en güzel biçimde yap ki seni her halükârda sevsin. Düşmanını terket!
Dostunu emin olmayan topluluğa karşı uyar. Emin, Allah korkusu taşıyandır. Günahkârla
arkadaşlık etme! Yoksa günahım sen de öğrenirsin. Öyle birini sırrına da
muttali etme! İşinde Allah korkusu olanlara danış! İbrahim b. Said ise şunu
nakletmiştir:
Yahya b.
Ektem bize şunu anlatmıştı: Halife Memun'a şöyle bir nakilde bulunmuştum:
Süfyan b. Uyeyne (ra), Abdullah b. el-Eb-cer*den şunu rivayet etmişti:
Alkame
el-Atâridî'nin (ra) vefatı yaklaştığında oğlunu çağırmış ve şöyle demiştir:
Ey oğul, bir
dosta ihtiyacın olduğu zaman; kendisine hizmet ettiğinde seni koruyan,
daraldığında destek olan biri olsun!
Öyle biriyle
dost ol ki elini bir hayırla uzattığında o da uzatır, sende bir güzellik
gördüğünde onu zikreder, bir kötülük gördüğünde de ona mani olur!
Öyle biriyle
dost ol ki bir şey istediğinde sana verir, sükut ettiğinde söze başlar. Başına
bir dert geldiğinde seni teselli eder.
Öyle biriyle
dost ol ki konuştuğunda sana inanır, bir işe teşebbüs ettiğinde sana omuz
verir ve tartıştığınızda seni tercih eder.
Bunu
dinledikten sonra Halife Memun şöyle demiştir: Böyle bir dost nereden bulunur
ki?
Ahnef b.
Kays'a (ra), 'Dostlarından hangisi daha sevimlidir?' diye sorulmuştu. Şu
cevabı verdi: Gediklerimi tıkayan, hatalarımı gizleyen ve kusurlarımı kabullenen.
el-Esma'î de
şöyle demiştir: Ala b. el-Cerir, babasından şunu nakletmişti: Ahnef (ra) şunu
söylemişti: Hakiki dost şu üçüne tahammül edendir: Öfke sonucu yapılan
haksızlık; Hatayla yapılan haksızlık; Şöhret tesiriyle yapılan haksızlık. Yine
o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Din kardeşliği çok hassas bir mücevher
gibidir. Onu sakınıp iyi korumadıkça sürekli belaya maruz kalabilir. Din
kardeşliğinin zemini zillettir, zirvesine ancak zilletle ve öfkeni yutmakla
çıkabilirsin. Öyle ki sana haksızlık edeni bile mazur görmen gerekir. Her şeye
de rıza göstermen gerekir. Böylece kendi lütfunu çok görüp kardeşini az ve
kusurlu görmezsin.
Konuyla
ilgili güzel sözlerden biri de şudur: Diğer insanlar için kendi nefsine
zulmetmeyen, onlar için zulme tahammül edemeyen ve kusurlarını görmezden
gelemeyen kimse insanlardan selamette olamaz.
Esma b.
Harice el-Fezari şöyle demişti: Kişi benden bıkmadıkça ondan bıkmam. Benden
bıkan ancak şü ikisinden biri olabilir: İşlediği bir hata veya kusuru, onu
affetmeye en layık kimse olmama rağmen hoş görmeyip öne çıkardığım kerem
sahibi. Ya da malımı ve namusumu oyuncağı yapmadığım adi biri. Bunu söyledikten
sonra da misal olarak şu şiiri okumuştur:
Kerem
sahibinin kusurunu affet,
Adi kimseden
de kerem edip uzak dur!
Muhammed b.
Amirin de din kardeşleri için şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Haksızlık
yüzünden kimseyi yargılama aceleyle,
Çünkü
haksızlığın otlağı çok fenadır.
Öfkeyle
dolsan da çirkinlik etme
Hiç kimseye,
çünkü çirkinlik kınanmıştır.
Bir günah
işledi diye terketme kardeşini,
Çünkü
günahlar bağışlanır Kerem Sahibi tarafından.
Sen deliğini
kapat bir yamayla,
Eski bir
elbiseyi yamar gibi.
Zamanın
doğurduğu bir şüpheyle hemen sızlanma,
Çünkü sabır,
sonuç bakımından daha sıhhatlidir.
Ahmed b.
Yahya b. Sa'leb de benzer bir şiiri Abdullah b. Şe-bib'den nakletmiştir:
Karışıktır
insanların kardeşliği, İşlerinin çoğu da hoşgörüdür. Bir dargınlık çıkıverse
karşına, Bil ki yoktur rahat tasanın ardında, ilişkiyle tut onları ayakta,
Sıcak tutmazlarsa bağı, çarpılırlar. Zamanın getirdikleri bitip tükenmez,
Onları bitiren ancak kalplerin kanıdır.
İkrime, İbni
Abbas'tan (ra) şunu nakletmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Kardeşinle tartışma, alaycı şaka yapma ve tutamayacağın bir söz verme".[61][128]
Ebu Hüreyre (ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İnsanları malla rahatla-tamazsınız, ama güleç yüzler ve güzel ahlak ile
rahatlatabilirsiniz".
Ebu Nüceyh,
İkrime'nin (ra) "Affı yeğle ve onlara (hayırlı) örfün gereğini emret"
(A'raf/199) ayetiyle ilgili olarak şöyle bir tefsir yaptığını rivayet
etmiştir: İnsanların ahlak ve amellerinden görünen kısmı -derinliğine
araştırmaksızm- değerlendirmeye al.
Hikmet
ehlinden biri de şöyle bir şiir okumuştur:
Dostundan
pak olanı al,
Bırak
bulanık olanı.
Çünkü kısadır
ömür,
Dostu
başkalarına kötülemeyecek kadar.
Din
kardeşliğinin kıymetini ve Allah için sevişmenin yüceliğini bilen kimse
kardeşine karşı tahammüllü olur, şükran duyar ve hoşgörülü davranır. Ümit
edilen bir şeyi elde edinceye kadar ona karşı sabırlı olmalı, şükranda da
devamlı olmalıdır. Bir işin bitirilmesi için sabır ne kadar gerekli ise,
nimetin devamlılığı için de şükür gereklidir.
Değerli bir
şey arayan, başka bir değerli şeyi tehlikeye atar. Bir şeyi arzulayan da
arzulanan başka bir şeyi ortaya koyar. Allah Te-ala, kişiyi istediğine muvaffak
kılacak olandır.
İbni
Mesud'dan (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu
bildirilmektedir: "Birbirlerini Allah için sevenler kızıl yakuttan bir
sütunun üstündedirler. O sütunun tepesinde cennet ehline bakılan yetmiş bin
oda vardır. Güzellikleri, güneşin dün-yadakileri aydınlatması gibi cennet
sakinlerini aydınlatır. Yeşil sündüsten yapılma giysileri vardır ve alınlarında
'Birbirlerini Allah için sevenler* yazılıdır".
Konuyla ilgili
olarak rivayet edilen Muaz (ra) hadisi de şöyledir: Ebu İdris el-Havalani (ra)
ona, 'Seni Allah için seviyorum' demişti. Bunun üzerine Muaz (ra) şöyle dedi:
Müjdeler olsun sana! Müjdeler! Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
işittim: "Kıyamet günü arşın çevresine insanlardan bir zümre için
oturacakları sandalyeler konur. Yüzleri- ondördündeki ay gibi parlaktır. Bütün
insanlar korku içindeyken onlar korkmazlar. Herkes endişe içindeyken onlar
endişelenmezler. Onlar Allah Teala'nın veli kullarıdır. Ne korku vardır onlar
için, ne de üzüleceklerdir! Onların kimler olduğu soruldu. Allah Resulü (sav)
de, 'Birbirlerini Allah için sevenler* buyurdu".
Benzer bir
hadis Ebu Hüreyre (ra) tarafından da rivayet edilmiştir: "Arşın
çevresinde nurdan koltuklar vardır. Onların üzerinde de giysileri nurdan bir
topluluk olacaktır. Yüzleri de nur olan bu kimseler, ne peygamberler, ne de
şehitler zümresindendirler. Peygamberler de, şehitler de onlara gıpta ederler.
'Ey Allah Resulü! Bize onların kim olduğunu söyle' dediklerinde 'Birbirlerini
Allah için sevenler, Allah»için aynı meclisi paylaşanlar, birbirlerini Allah
için ziyaret edenler1 buyurdu".
Ibade b.
Samit'ten (ra) rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Allah Teala buyurdu ki:
Muhabbetim; birbirlerini Benim için seven, Benim için ziyaretleşen, Benim için
birbirlerine harcayan ve birbirle-
rine Benim
için sadaka verenlere haktır".[62][129] İbni Mesud
(ra), "Yeryüzünde olanların hepsini harcasan da onların kalplerini
kaynaş-tıramazdın. Fakat Allah onları kaynaştırdı" (Enfal/63) ayetiyle
ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ayet, birbirlerini Allah için sevenler
hakkında nazil olmuştur.
Ebu Bişr,
Mücahid'den (ra) şunu nakletmiştir: Allah için sevi-şenler bir araya gelip de
birbirlerine tebessüm ettiklerinde, kışın ağaç yapmaklarının kuruyup dökülmesi
gibi günahları dökülüp gider.
Bir
hadislerinde de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yedi
kimse, arşın gölgesi dışında hiç bir gölgenin bulunmadığı günde Allah Teala
tarafından gölgelenecektir: ... Allah için kardeş olan, bu niyetle bir araya
gelip bu niyetle ayrılanlar"[63][130]
Fudayl b. Iyaz (ra) ve diğerleri şöyle derlerdi: Müslümanın din kardeşinin
yüzüne sevgi ve merhamet hisleriyle dolu bir bakışı dahi
ibadettir.
Allah için
sevişme, ancak şu şartlara riayet edildiğinde sözkonu-su olabilir: Biraraya
gelindiğinde karşılıklı merhamet; Uzaktayken biraraya gelme arzusu; Dürüstlük;
Gıybetten sakınma; Vefakârlık; Aşinalık; Kabalık etmeme; Soğukluk hissine
kapılmama; Güler-yüzlülük; Çekingenliğin kalkması;
Fudayl b.
Iyaz (ra) şöyle derdi: Gıybet olduğunda kardeşlik de biter. Cüneyd (ra) ise
şöyle demiştir: İki kişi, Allah için kardeş olduklarında, birbirlerinden
çekinmez ve yalnızlık hissine kapılmazlar. Bu, ancak bir eksiklikten dolayı
olabilir. Bu babda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İki kişi birbirlerini Allah için sevdiklerinde, içlerinde Allah'a en
sevimli geleni, kardeşini en çok sevendir". Başka bir hadiste ise şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah için sevişenlerin O'na en sevimli
geleni, kardeşine karşı daha çok şefkat gösterendir". Meşhur bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kişi,
sevdiğini Allah için sevmedikçe imanın tadını alamaz".[64][131]
İbni Abbas
(ra), İkrime'ye (ra) vasiyetinde şöyle demiştir: Kardeşini gıyabında, ancak
işittiğinde hoşlanacağı şekilde konuş. Affedilmeni istediğin gibi onu da
affet. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Bir din kadeşim yanımda anılırken,
orada oturuyor olduğunu canlandırmadan konuşmam ve işittiğinde hoşuna
gitmeyecek bir şey söylemem. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Bir din kardeşim
gıyabında anıldığı zaman derhal kendimi onun yerine koyarım ve onun hakkında
kendi hakkımda konuşulmasını istediğim gibi konuşurum.
İslamda
dürüstlüğün ve sıdkın ölçüsü de budur. Kişinin müslü-man olması, kendi için
istediğini kardeşi için de isteyebilmesi, kendisi için istemediğini din
kardeşi için de istememesidir. Ediblerden biri şöyle demiştir: Bir dostundan,
kendisinden isteyemeyeceği bir şey isteyen kimse ona haksızlık etmiştir.
Kendisinden isteyebileceği bir şey isteyen kimse de onu yormuş olur. Böyle bir
isteği olmayan ise, dostuna lütufta bulunmuştur.
Aynı anlamda
başka bir edip de şöyle demiştir: Dostlarının içinde kendini haketmediği bir
yere koyan kimse günah işlediği gibi dostları da buna rıza göstererek günah
işlemişlerdir. Kendini ha-kettiği yere koyan kimse hem kendini, lıem de
dostlarını yormuş demektir. Hakettiği yerin altına koyan ise, hem kurtulmuş,
hem de dostlarını kurtarmış demektir. İşte bu nedenledir ki eskiler din kardeşliğine
çok büyük bir değer vermişlerdir. Çünkü işin özü budur.
Konuyla
ilgili rivayetlerden birinde şöyle denilmiştir: İki şey vardır ki çok
yücedirler ve her keresinde daha da yücelirler: Helal para ve huzur bulunan
emin bir dost.
Yahya b.
Muaz (ra) ise şöyle demiştir: Devrimizde yüceltilen üç şey vardır: Biri de
vefaya dayalı din kardeşliğidir. Vefa ile kasdedi-len; kişinin gıyabında,
varlığında olduğu gibi konuşmak ve davranmaktır. Buna ölüm hali ve kendisinden
sonra ailesi de dahildir. İşte gerçek vefa budur. Allah Resulü (sav) vefanın
bu türünü din kardeşliğinin şartı olarak takdim etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Bunun üzerine biraraya gelir, bunun üzerine ayrılırlar". Böyle bir
kardeşliğin ödülünün de Kıyamet günü arş ile gölgelenmek olduğunu bildirmiştir.
Ediplerden
biri de vefanın bu şekli hakkında şöyle demiştir: Öldükten sonra gösterilen az
vefa, hayatta iken gösterilen çok vefadan hayırlıdır. Hasan (ra) ve
diğerlerinin anlattıklarına göre Selef-i Salih de böyle düşünürlerdi. Bu
meyanda şöyle denilmiştir: Seleften bir zat ardında aile bırakarak vefat
ettiğinde onun samimi dostu ailesine kırk yıl boyunca bakar ve aile reislerinin
kaybından başka hiç bir hissetmemelerini temin ederdi.
Rivayete
göre Mesruk (ra) ağır bir borca girmişti. Kardeşi Hay-seme'nin de borcu vardı.
Mesruk (ra) Hayseme'nin alacaklısına gidip onun borcunu ödedi. Hayseme'nin
bundan haberi yoktu. Hayse-me de bu esnada gizlice Mesruk'un borcunu
ödemekteydi.
Din
kardeşliğinin özü, kardeşini huzurunda da gıyabında da samimi olarak sevmek,
kalbi dille bir kılmak, içyüzüyle dışyüzünü ister toplum içinde ister
yalnızken farkettirmemektir. Bu noktalarda farklılık olmadığı zaman,
kardeşliğin samimiliği ortaya çıkmış olur. Eğer farklılaşma sözkonusu ise, o
zaman kardeşlikte ikiyüzlülük, sevgide bölünme var demektir. Bu, dinde bir
musibet, müminlerin yolları üzerinde bir tuzaktır. Böyle bir durum, imanın
hakika-tıyla da bağdaşmaz.
Ebu Rezin
el-Ukayli (ra), Allah Resulü'ne (sav) bir şey sormuş, O da bir takım şartlar
koymuştu. Şartlardan biri de, nesep bağı bulunmayan birini Allah rızası için
sevmekti.
Allah için
sevmenin temel şartı, taraflar arasında bir akrabalık bağının veya bir iyiliğin
bulunmasının gerekmemesidir. Bu konuda Allah Resulü'nün (sav) şöyle bir hadise
anlattığı rivayet edilmiştir: "Kişi, başka bir beldedeki din kardeşini
ziyaret etmek için yola çıktığında Allah Teala yolunun ortasına onu gözleyen
bir melek koyar. Melek, 'Nereye gidiyorsun?' diye sorduğunda 'Filan beldedeki
din kardeşimin ziyaretine' der. Bunun üzerine melek, 'Onunla aranda bir
akrabalık veya sana dokunmuş bir iyiliği var mı?' diye sorar. Adam 'Hayır, ben
onu sırf Allah için sevdim' der. Bu cevap üzerine melek, 'Ben Allah Teala'nın
elçisiyim. Sen onu sevdiğin için Allah Teala da seni sevdi' der".[65][132]
Ömer b.
Hattab (ra) ve oğlu Abdullah'tan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Bir adanı,
gündüz oruç tutup iftar etmeksizn gece boyunca namaz kılsa ve nefsiyle mücahede
etse, birilerim Allah için sevip yine birilerine Allah için buğzetmedikçe
yaptıklarının hiç bir faydasim görmez! Bu konuda Allah Resulü'nden (sav) şu
hadis rivayet edilmiştir: "O, ashabına imanın en sağlam kulpunun hangisi
olduğunu sormuştu. Sahabe, 'Namaz' dediler. 'Güzeldir, ama değil' buyurdu.
'Hac' dediler, 'Güzeldir, ama değil' buyurdu. 'Cihad* dediler, 'Güzeldir, ama
değil' buyurdu. Bunun üzerine 'Sen söyle ey Allah Resulü!' dediler. O da,
'İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve O'nun için buğzetmektir1
buyurdu".
Sahabe,
sevilen bir din kardeşinin hal bakımından değişmesi durumunda ne yapılması
gerektiği, ona buğzedilip edilmeyeceği hususunda farklı görüş belirtmişlerdir.
Bu konuda Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Sevdiğim kimsenin hali değişirse, daha
önce sevdiğim gibi buğzederim.
Ebu'd-Derda
(ra) hakkında ise şöyle bir hadise nakledilmiştir: Meclisine sürekli gelen ve
Allah için sevdiği bir genç vardı. Ona yaşlılardan fazla değer verir ve
kendisine yakın tutardı. Hatta genç adamı çekemeyenler bile vardı. Genç büyük
bir günah işledi. Çekemeyenler derhal Ebu'd-Derda'ya (ra) gelip durumu haber
verdiler ve 'Onu meclisinden uzaklaştıracaksın değil mi?' dediler. O da kendilerine
şöyle cevap verdi: Allah'ı tenzih ederim! Dostumuzu, bir günah işledi diye
nasıl terkederiz?
Sahabe'den
ve Tabiun'dan da bu anlamda sözler ve hadiseler nakledilmiştir. Seleften birine
bu husus sorulduğunda şöyle demiştir: Ona değil, ancak işlediği suça
buğzederim. Kendisi din kardeşim olmaya devam eder.
Allah Teala
da peygamberlerinden birine şöyle buyurmuştur: "Sana karşı çıkarlarsa de
ki: Ben, yaptıklarınızdan beriyim". (Şu-ara/216) Dikkat edilirse, 'Sizden
beriyim' denilmemiştir. Çünkü aralarında nesep bağı vardır. Bu meyanda dostluk
için de nesep bağı türünden bir bağın bulunduğundan sözedilmiştir. Hakîm b.
Mur-ra'ya şöyle bir soru sorulmuştu: Senin için hangisi daha sevimlidir; öz
kardeşin mi? Yoksa dostun mu? O da şu veciz cevabı vermişti: Kardeşimi ancak
dostum olduğu zaman severim.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle demiştir: Nice kardeşiniz vardır ki anneniz doğurmamıştır!
İşte bu nedenledir ki 'Akrabalık sevgiye muhtaçtır, sevgi ise akarabalığa
muhtaç değildir' denmiştir. Allah Resulü (sav) günah işleyen birine ağır sözler
sarfeden bir topluluk görünce, 'Onu bırakın, kardeşiniz karşısında şeytana
destek olmayın' buyurmuştur.
Ulemadan bir
zatın da dostların kusurlarıyla ilgili olarak benzer anlamda şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Şeytan, kardeşinizi bu tür durumlara düşürür ki siz ona
darılasınız ve kendisini terkedesiniz. Düşmanınız şeytanın istediğini yapmakla
ne kazanacağınızı sanıyorsunuz? Ebu'd-Derda (ra) başka bir vesilede şöyle
demiştir: Din kardeşinizin hali değiştiğinde, sırf bu yüzden onu kendi haline
bırakmayın. Çünkü kardeşiniz bir kere eğrilirse, sonra da düzelebilir. Başka
bir seferinde de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kardeşinizi İslah edin,
onunla ilgili olarak hasetçiye uymayın, aksi halde siz de onun gibi olursunuz.
İbrahim
en-Neha'i (ra) şöyle demiştir: Günah işledi diyerek kardeşinle bağını koparıp
onu terketme! Bugün günah işlerse, yarın da o günahı terkeder. Yine o şöyle
demiştir: Alimin küçük günahını insanlara anlatmayın! Çünkü alim küçük bir
günah işler, sonra onu terkeder. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle
buyrulmaktadır: "Alimin küçük günahından sakının ve o yüzden alimle
ilişkiyi ko-parmaym, onu düzeltmesini bekleyin".
Allah Resulü
(sav) de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: " Allah Teala'nın en şerli
kulları, laf taşıyan, dostları birbirinden ayıran ve temiz insanlar için
kötülük umanlarlardır"[66][133]Said
b. el-Müsey-yeb'in de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: En çirkin gördüğüm davranış,
kaynaşmış insanları ayırmaktır. Bu sözün başka bir rivayetinde 'Seven
insanları' ifadesi geçmektedir.
Ömer'le (ra)
ilgili olarak da şöyle bir hadise nakledilmiştir: Onun din kardeşliği esasıyla
kardeş olduğu bir adam vardı. Soruşturduğunda Şam'a gitmiş olduğunu öğrendi.
Gidip gelenlerden birine durumunu sorduğunda şu cevabı aldı: O senin kardeşin
tam bir şeytan olmuş! Her türlü günahı işliyor, hatta şarap bile içiyor!
Bunları anlatan adama 'Kes' dedi. Ardından Şam'a gitmeye niyetlendi. Fakat
öncesinde bir mektup yazarak kardeşine gönderdi. Mektupta şöyle yazılıydı:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, "Hâ Mim. Bu Kitab'ın vahyedilip
bölüm bölüm indirilmesi, Aziz ve Alim olan Allah tarafmdandır. O, aynı zamanda
günahı bağışlayan ve tevbeyi kabul edendir". (Mümin/1-3)..." Mektupta
kardeşini bir güzel azarlıyordu.
Şam'daki din
kardeşi mektubu okuyunca, 'Allah Teala doğru buyurdu ve Ömer (ra) de bana
nasihatta bulundu' dedi. Bir süre sonra tevbe edip halini düzeltti.
Allah için
sevmenin en üstün yanı; imanın varlığının delili kılınmasıdır. Allah ve
Resulü'nü (sav) sevmekle bir tutulması da büyük bir fazilettir. Bu meyanda
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah ve
Resulü bütün diğer varlıklardan daha sevimli gelmedikçe kulum iman etmiş
sayılmaz"[67][134]Bir
diğer hadis de şöyledir: "Kul, sevdiği kimseyi Allah için sevmedikçe imanın
tadını alamaz".[68][135]
Allah için
sevmenin gereklerinden biri de, daha .önce belirttiğimiz gibi karşılıklı
ziyaret, harcama ve Allah için yakınlaşmadır. Ubade b. Samit (ra) tarafından
rivayet edilen hadiste bunu görmüştük. Musa b. Ukbe (ra) şöyle demiştir: Din
kardeşlerimden biriyle karşılışmıştım. Onunla buluşmamız birkaç gün sürdü.
Cafer b. Süleyman ise şöyle demiştir: Nefsimde bir fetret gördüğüm zaman
Muhammed b. Vâsi'a bakarak toparlanmaya çalışırdım. Mu-hammed b. Vâsi (ra)
şöyle derdi: Dünyada lezzet alabildiğim üç şey kaldı: Cemaatla namaz; Teheccüd
namazı ve din kardeşlerimle bi-raraya gelmek.
Selef-i
Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Din kardeşleriyle bira-raya gelmek,
kaygıları azaltıp hüzünleri giderir. Hasan ve Ebu Kı-labe (ra) ise şöyle
demişlerdir: Din kardeşlerimiz, bizim için ailemizden ve kendi çocuklarımızdan
daha sevimlidir. Çünkü ailemiz bize dünyayı hatırlatırken, din kardeşlerimiz
ahireti hatırlatmaktadırlar.
Süfyan b.
Uyeyne'ye (ra) 'Sizce en lezzetli şey nedir?' diye sorulmuştu. 'Din
kardeşleriyle aynı meclisi paylaşmak ve kendine yetene dönmek' dedi. Konuyla
ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Kişi,
özlediği ve görüşmeye arzuladığı din kardeşini ziyaret ettiği zaman melek onun
arkasından şöyle seslenir: Sen olgunlaştm, cennet de senin için
olgunlaşsın!" Hasan (ra) şöyle demiştir: Bir din kardeşini uğurlamak için
çıkan kimse için Allah Teala da Kıyamet günü cennete uğurlamaları için
meleklerini gönderir.
Ata (ra)
şöyle demiştir: Üç durumda kardeşlerinizin halini araştırın: Hasta
olduklarında onları ziyaret edin! Dertleri varsa destek olun! (İlahi emirleri)
unutmuşlarsa hatırlatın! Şa'bi (ra) ise mecliste yanyana oturanlar hakkında
şöyle derdi: Adamın simasını tanıyor, ama ismini bilmiyorum. Bu, tevekkül
makammdakilerin tanımasıdır.
Konuyla
ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav),
Ömer'in (ra) bir sağa bir sola bakarak dolandığını görünce durumu sordu. O da,
'Adamın biriyle dost oldum, onu arıyor ama bulamıyorum' dedi. Bunun üzerine
Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Ey Ebu Abdullah! Birini sevip dost
edindiğinde adını, babasının adını ve evini öğren. Hastalandığı zaman
ziyaretine gider, daraldığı zaman destek olursun". Dahhak, İbni Abbas'tan
(ra) şunu nakletmiştir: Ona, 'Senin için insanların en sevimlisi kimdir?* diye
sorulmuştu. 'Meclisime oturan' dedi. O şöyle derdi: Her kim meclisime bir
ihtiyacı olmaksızın üç kez gelirse dünyevi mükafaatım hazırlarım.
Said b.
el-As da şöyle demiştir: Meclisimde oturan kimsenin benim üzerimde üç hakkı
oluşur: Bana yaklaştığında selamlanın, konuştuğunda dinlerim ve oturduğunda
yer açarım. Ahnef b. Kays ise şunu söylemiştir: İnsaf, sevgiyi sağlamlaştırır.
Kerem dolu bir ilişki sayesinde dostluk uzun süreli olur. O şöyle derdi:
Sevgiyi çeken üç haslet vardır: İlişkide insaflılık, sıkıntıda teselli ve
sevgide yoğunlaşma. Ektem b. Sayn oğluna şöyle demişti: Ey oğul! Sevgi ile
akraba olun ve akrabalığa güvenip kalmayın!
Ebu Hazim'e,
"Yakınlık (=karâbet) nedir?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi:
Sevgidir.
Allah için
sevmenin sıhhat şartlarını şöyle sıralayabiliriz: Böyle bir sevgisi bulunan
kimse, bunun zıddı olan günahkâr kimseleri sevmemeli ve onlardan dost
edinmemelidir. Dostluğunu dünyevi çıkarlara veya arzularına uygunluğuna da
dayandırmamahdır. Bu sevgi, günlük çıkarlarına uygunluğu sebebine de
yaslanmamalıdır. Sevgisi, kendisine yapılan bir iyiliğe karşılık verme ve bir
nimetin şükranı olarak da tezahür etmemelidir.
Bütün
bunlar, Allah Teala'ya götüren yolun dışındaki yollardır. Zira dünyevi sebep, kaygı
ve arzulara dayanmaktadırlar. Bunlardan arınmış bir sevgi, Allah için sevmenin
başlangıcını oluşturur ve din kardeşliğine de halel getirmez. Zira din
kardeşliği ikinci bir şüphedir. Kişi, başka birini güzel ahlakı, edebi,
hoşgörüsü, aklı, sabır ve tahammülü için de seviyor olabilir. Veya ona karşı
sıcaklığı, içten yaklaşımı ve aralarındaki kaynaşma kendisini buna sevket-miş
olabilir. Yukarıdaki hususlar gibi bunlar da, kişiyi Allah için sevme halinden
çıkartır. Aksi halde din için bir musibet ve müminlerin yolları için bir tuzak
sözkonusu demektir.
Kul, ondan
ayrıldığı ve diğer lütuf ve nimetler gibi onunla bitişik bulunmadığı takdirde
böyle bir sevgi kalbinin din kardeşliği vecdini bulmasına engel olmayacaktır.
Çünkü insan tabiatı bu şekilde şekillenmiştir. Bu durumda ona kötülüğü dokunan
zıtlara da buğzedecektir. Bilinen sebeplerden rolayı böyle bir sevgiye sahip
olan kimse ne günah işlemiş, ne de masiyette bulunmuş olacaktır. Buğzettiği
zaman da, buğzu kendisini çizilen sınırların dışına çıkarmadıkça günah
kazanmış olmayacaktır. Çünkü bu, beşeri cıbil-leyete dayanan bir sevgidir.
Kişinin üstün kılınmasını sağlayan ise, sevdiğini nefsi için değil Allah için
sevebilmesi, buğzettiğine O'nun için buğzedebihnesidir.
Sevginin bu
türü mubahtır. Çünkü değişip yokolabilir. Belli bir karşılığı olan her sevgi, o
karşılık ortadan kalktığı zaman kaybolup gidecektir. Allah için sevme ve O'nun
için buğzetmede ise, sevginin kaynağında dünyevi veya nefsani çıkarlar
yeralmadığı buğzetmede de nefse zarar verecek şeylerden kaynaklanmayan bir
buğzetme sözkonusudur. Allah için sevmenin hakikati, din ve dünya bakımından
haset edilmemesi gereğidir. Kişi, bu ikisi bakımından kendi nefsine nasıl
haset etmiyorsa, Allah için varolan sevgiye de haset edemez. Bilakis muhtaç olduğu
bu iki unsuru tercih etmek durumundadır.
Son olarak
zikredilen iki husus, Allah için sevmenin iki temel şartıdır. Bunlar, Allah
Teala'nın şu buyruğunda da beyan edilmektedir: "Kendilerine hicret
edenleri severler". (Haşr/9) O, bir hakikati niteleme babında haklı
olarak onların sevgilerini de nitelemekte ve kendilerini överek şöyle
buyurmaktadır: "Yüreklerinde verilenler için bir ihtiyaç
hissetmezler". (Haşr/9) Yani din ve dünya adına verilenlere ihtiyaç
duymazlar. Buradaki ihtiyaç, hasedi ifade etmektedir. Buna göre de mana şöyle
şekillenmektedir: Onlar yüreklerinde kendi nefslerini çekememe babından bir
ihtiyaç hissetmezler.
İkinci şart
ise şu ayet-i kerimede vazedilmektedir: "Hatta kendileri ihtiyaç duysalar
bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler".
(Haşr/9) Bu, konumuzla ilgili nihai söz ve Allah için sevişenlerin tavsifiyle
ilgili anlatılanların özüdür.
Kişi
-ihtiyacı olduğunda- din kardeşini hem malı, hem de canı bakımından kendine
tercih etmelidir. Bu dereceye yükselememiş ise sıddıklar makamında yer alır.
Hali bakımından din kardeşine denk olursa, bu da sadıklar makamıdır. Din
kardeşliğiyle ilgili makamların en alt derecesi de budur. Bu da müminlerin
ahlakındandır.
Allah Resulü
(sav) zengin ile fakiri birbirine eşitleyerek kardeş yapmış ve aynı seviyede
olmalarını temin etmiştir. Kişi, din kardeşini kendi ailesine ve çocuklarına
tercih etmeli, onu ailesinden çok sevebilmelidir. Çünkü ailesine duyduğu sevgi
dünya, heva ve nefs kaynaklıdır. Din kardeşlerine duyduğu sevgi ise ahiret
kaynaklı olup Allah için ve inancı uğrunadır. Takva sahiplerine göre dini ve
uhrevi hususlar daima öne geçirilmeye layıktır.
Hasan
el-Basri'nin (ra) oğlu Abdullah, babasının meclisine gelerek lüzumundan fazla
kaldıklarına ve babasının da kendileriyle fazla meşgul olduğuna inandığı
kimselere gitmelerini telkin ederek Taşlı adamı bıktırmayın* türünden sözler
sarfederdi. Hasan (ra) bunu öğrendiği zaman oğluna çıkışarak şöyle demiştir:
Akılsız! Onlarla uğraşma! Onları sizden çok seviyorum. Çünkü onlar beni Allah
için seviyorlar, sizse dünyalık için!
Ebu Muaviye
el-Esved de şöyle demiştir: Din kardeşlerimin hepsi de benden daha hayırlıdır.
'Bu nasıl olur?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Hepsi de benim kendileri
üstünde bir meziyetim bulunduğunu düşünüyor. Beni kendilerinden üstün
tutanlar, tabii ki benden üstün olurlar!
Konuyla
ilgili bir hadisinde de Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kişi, dostunun dini üzeredir. Kendisine uygun gördüğünü size
uygun görmeyenin dostluğundan hayır çıkmaz".[69][136] el-A'meş
şöyle demiştir: Bir bidati bizden saklayan kimse, aşinalığını bizden
gizlemeyen kimsedir. Bunun anlamı, kişinin kaynaştığı dostlarına benzemesi ve
hakkında dostlarına bakılarak hüküm verilebilmesidir.
el-Esma'î,
Mücahid ve Şa'bi vasıtasıyla Ali b. Ebu Talib'in (kv) akılsız kimseyle dostluğu
hoş görmediğini belirttikten sonra şöyle bir şiir okuduğunu rivayet etmiştir:
Cahille
arkadaşlık etme, Cahilden uzak dur. Nice cahil rezil etmiştir, Kardeşlik ettiği
hilim sahibini. Kişi kişiyle ölçülür, O istediği gibi olmadığında, Bir şey için
bir şeye, Misaller ve kıyaslar yapılır. Kalbin de kalp üzerinde,
Karşılaştığında bir hükmü vardır.
Fakih
Muhammed b. Cami de şöyle bir şiir okumuştur:
Sırf şu
kimsenin önünde zillet göster ki, Bunun aptallıktan değil faziletten olduğunu
bilir. Öyle kimsenin dostluğundan da uzak dur ki, Hala kendini dostlarından
üstün görür. Ediplerden biri de şöyle bir beyit söylemiştir: Dost sayesinde
tanıdığım nice dost vardır ki, En kıymetli dostum olup çıkmıştır. Yolda
gördüğüm bir yol arkadaşı da vardır ki, Benim için dostların en hakikisi
olmuştur.
Hasan b.
Ali'den (ra) de dostluk hakkında kısa ve özlü şu manzume rivayet edilmiştir:
Gerçek
dostun, beraberinde olan, Senin yararın içine kendine zarar veren,
Zamanın
darbeleri seni vurduğunda, Senin toparlanman için kendini dağıtandır.
Bidatçı
biriyle Allah için kardeş olunmaz. Bir günahkârla da bu hali üzereyken dostluk
edilmez. Dünyalık çıkarı ve erişemediği arzuları için zenginlere özlem duyan
fakire de sevgi beslenmez. Zengin ile fakir arasında sağlıklı bir dostluk ve
kardeşlik olabilir. Bunun şartı, zenginin fakirle ilgili hakları yerine
getirmese dahi, fakirin onu kendine tercih etmeye devam etmesi ve herhangi bir
maddi talepte bulunmamasıdır.
Alim ile
cahil ve salih ile günah işleyen arasında da Allah için kardeşlik ve dostluk
oluşabilir. Bunun gayesi de, dindarlığın takviyesi ve taraflardan birinin
diğerini Allah Teala'ya yaklaştırmaya çalışması olabilir. Bu noktada makam
bakımından üstte olan dostuyla ilgili olarak bir takım niyetlere sahip
olabilir. Bu niyetler, din kardeşinin ahlakını güzelleştirmek, amellerini İslah
etmek ya da daha farklı güzellikler olabilir. Her müminin, amelini düzelten bir
dostu vardır. Bu görevi yapması beklenen biri vardır. Mümin, bir anda ve
tamamen helak olmaz. Kendisine şefkatle yaklaşan bir dostu, alim veya salih bir
zatın tevazusu ona destek olur. O da bunları, kendi üstünde görür. Onlar,
müminin ayıbını örter, başkalarının onu kınamalarına fırsat vermezler.
Din
kardeşliğinde izlenen bunlar gibi bir çok yol daha vardır. Hepsinde de asıl
olan güzel niyetlerdir. Bunları bilmeyen kimse, kendinden daha yukarıda
birinden bunları öğrenmeli, o da hem ilmiyle, hem de malıyla ona yardımcı
olmalıdır. Fakirlikteki bilgisizlik, zenginlikteki bilgisizlikten çok daha
zordur. Kişinin ilim ihtiyacı, para ihtiyacından aşağı değildir.
Fudayl b.
Iyaz şöyle demiştir: Dosta 'sadık' denilmesi arkadaşına sadaka vermesinden,
'refik' denilmesi ise iyi davranması ve refakatinden dolayıdır. Dostunuz daha
fakirse ona paranızla rıfk yani şefkat ve dostluk gösterin. Eğer ilim
bakımından üstünseniz, o zaman da ilimle şefkat ve dostluk gösterin. Herkes
dostuyla ilişkisinde dürüst ve samimi olmalı, onu toplum içinde kınamamalı, kusurunu
araştırmamahdır. Denilmiştir ki: Müminlerin nasihatleri, kulaklarındaki küpeler
gibidir.
Cafer b.
Burkan şunu anlatmıştır: Meymun b. Mehran bana şöyle demişti: İstemediğim
şeyleri yüzüme karşı söyle! Müminin din kardeşine nasihati ve dürüstlüğü, hoşlanmadığı
şeyleri yüzüne söylemedikçe ortaya çıkmaz. Eğer kardeşi samimi ise, bu
sözlerden dolayı ona kızmayacaktır. Ama sevgisinde samimi değilse o zaman
Öfkelenecek ve söylediklerinden hoşlanmayacaktır. Bu da dostluğun yalan
olduğunu gösterir.
Allah Teala
yalancılar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ama dürüst olanları
sevmezsiniz". (A'raf/79)
Salihlerden
bir zat şöyle demiştir: En sevdiğim kişi, ayıp ve kusurlarımı gösteren
kimsedir. Ömer b. Hattab (ra) din kardeşlerini bu şekilde yönlendirir ve
emirler verirdi. 'Din kardeşine kusurlarını gösteren kimseye Allah merhamet
buyursun!'
Mus'ir b.
Keddam'a, 'Kusurlarının sana bildirilmesini ister misin?' diye sorulmuş o da
şu cevabı vermişti: Başbaşa iken söylen-mişse evet! Ama meclis içinde beni
küçük düşürerek söylenirse hayır! Selef-i Salih'in güzel ahlakından biri de
şuydu:
Onlar
içlerinden birinin ahlakını beğenmediklerinde başbaşa iken kendisine söyler
veya yazdıkları bir notla kendisine iletirlerdi. İşte Öğüt vermek ile rezil
etmek arasındaki fark! Gizlice yapılan nasihat, toplum içinde yapılan ise rezil
etmedir. İkinci tür nasihat-larda niyet genellikle sıhhatli değildir. Çünkü
onda, muhatabı zor duruma düşüren bir çirkinlik sözkonusudur. Kınamakla
ayıplamak arasındaki fark da böyledir. Kınama (=îtâb) başbaşa iken yapılır.
Ayıplama (=Tevbîh) ise insanların huzurunda yapılır.
Allah Teala
da mümin kullarını huzurunda yalnız iken kınar ve onun bu halini örter.
Günahlarını gizliden bildirir. Bunlar arasında kiminin amel defteri mühürlü
olarak verilir ve cennete götürülürler. Cennete yaklaşıldığında mühürlü
defterleri verilir ve okumaları sağlanır.
Ayıplananlar
ise şahitlerin huzurunda çağrılırlar. Orada bekleyenlerin hepsi onların
rezaletine muttali olurlar. Bu durum azaplarının arttırılmasına sebep olur.
İdare
etmekle (=Müdârat) ile iki yüzlülük (=Müdâhenet) arasındaki fark da böyledir.
İdare etmek, Allah rızası için ve ahiret uğrunda gösterilen davranış
biçimidir. Bu, bir borç verilmesi, mümin kardeşinizin günahtan uzak tutulması
ve kalbinin İslah edilmesi gibi ulvi gayelerle başvurulan bir yoldur. îki
yüzlülük ise, dünyevi bir çıkar elde etmek ve nefsani arzuları tatmin etmek
için yapılır. Gıpta etmek ile haset etmek arasında da böyle bir farklılık vardır.
Gıpta etmek, din kardeşinizde gördüğünüz bir şeyin sizde de olmasını istemeniz
ve onu yitirmesini temenni etmemenizdir. Bilakis onda kalmasını ve devamlı
olmasını dilemeniz dir. Hased ise, din kardeşinizde gördüğünüz bir şeyin sizde
de olmasını ve onunkinin elinden çıkmasını istemeniz, elinde kalmasından
rahatsızlık duy-manızdır. Bu niyetle söz veya fiil türünden bir gayret
göstermeniz haddi aşma ve zulümdür. Bu ise, büyük günahlardandır.
Feraset ile
su-i zan arasında da fark vardır. Feraset, din kardeşinizde gördüğünüz bir
şeyden dolayı bir kanaate varmanız ve onunla ilgili bir hisse sahip olmanızdır.
Bu, kötü bir şey ise onu söylememek, açıklamamak, hüküm vermemek ve kesin
olacak gibi davranmamak gerekir. Aksi takdirde günah işlenmiş olur. Su-i zan
ise, bir din kardeşiniz hakkında kötü bir görüşünüz bulunması, içinizdeki bir
kinden dolayı hakkında kötü düşünmeniz, kendinizde-ki bir kötülük veya
çirkinliği din kardeşinize yüklemeye çalışmanız ve kendinizi onunla
kıyaslamanız dır. İşte su-i zan budur.
Su-i zan
kalbin gıybetidir. Bu da Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğundan dolayı haram
kılınmıştır: "Allah Teala, mümine müminin canını, malını, namusunu ve
hakkında su-i zanda bulunmasını haram kıldı".[70][137] Allah
Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Zandan sakının!
Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır".[71][138] Buraya
kadar beş temel kavramı ve onların zıtlarını tanımaya, aralarındaki farkları
görmeye çalıştık. Bunları iyi bilin ve gereğini yapın. Müslüman, din kardeşine
malıyla, diliyle, kalbiyle ve fiilleriyle yardım etmelidir. Allah için
kardeşlik bu dört unsurla olur. Eğer fiili bir yardıma ihtiyacı olursa
bedeninizle, sözlü bir haksızlığa uğramışsa dilinizle, paraya ihtiyacı varsa
malınızla yardımına koşmanız gerekir. Yardımın en alt derecesi kalp ile yardım
olup sıkıntı ve tasasında ona manen destek olmak, sıkıntısının gitmesini
temenni etmek şeklinde yapılır. Mümin, din kardeşine karşı sürekli hüsnü niyet
beslemeli, gıyabında onu muhafaza etmeli, her fırsatta övgüyle anmalı, lütfunu
geniş tutmalı, kusurlarım dürüp küçük hatalarını kabullenmelidir.
Konuyla
ilgili olarak veciz bir sözde şöyle denilmiştir: Hiç bir insan yoktur ki iyi
ve kötü yönleri bulunmasın. İyi yönleri ağır bastığında kötü yönleri
sinecektir. Bu, orta yollu müminin halidir. Şefkatli bir din kardeşi, din
kardeşinin bildiği güzel yönlerini anlatır. Adi münafıklar ise, kardeşiyle
ilgili olarak bildiği en çirkin kusur ve ayıpları ortaya döker. Bu babda Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Komşunun kötüsünden
Allah'a sığının. O, komşusunda bir hayır gördüğü zaman örter, bir kötülük
gördüğünde ise açıklar".[72][139]
Bu hadis,
bir anlamda Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun açıklamasıdır: "Muhakkak
ki büyüleyen söz de vardır". Çünkü her sözün sonunda, niçin söylendiğinin
açıklaması vardır. Adamın biri Allah Resulü'nün (sav) huzurunda bir başkasını
Övmüştü. Bir gün sonra aynı adam, evvelki gün övdüğü kimseyi tenkid edip
ayıpladı. Allah Resulü (sav) de, 'Dün övüyordun, bugün ise yeriyorsun' buyurdu.
Adam da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki dün doğru söylemiştim, bugün de
yalan söylemiyorum. Çünkü dün beni memnun etmişti, ben de onunla ilgili olarak
bildiğim her iyiliği anlatmıştım. Bugün ise beni kızdırdı. Ben de bildiğim
bütün kötülüklerini sıraladım. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), şöyle
buyurdu: Öyle bir söz vardır ki insanı büyüler".[73][140] Allah
Resulü (sav), böyle buyurmak suretiyle adamın sözünü beğenmediğini ifade etmiş
ve onu si-hire benzetmiştir. Bilindiği üzere sihir haramdır.
O, bir başka
hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Çirkin konuşmak ve maksatlı beyan nifakın
iki şubesidir".[74][141]
Bir diğer hadis de şöyledir: "Allah Teala size maksatlı beyanı mekruh
görmüştür".
İmam
Şafii'den de (ra) adaletle ilgili bir söz nakledilmiştir. Mu-hammed b. Abdullah
b. Hakem bize şunu rivayet etti: Şafii'nin (ra)şöyle dediğini işittim:
Müslümanlardan hiç biri O'na isyanı terket-medikçe Allah'a etmiş olamaz.
Onlardan hiçbiri de O'na itaati ter-ketmedikçe Allah'a isyan edemez. Her kimin
ibadet ve taatleri isyan ve günahlarından fazla ise o adildir. İbnu
Abdi'l-Hakem bu sözün, çok zeki insanların söyleyebilecekleri sözlerden biri
olduğunu belirtmiştir.
Yine Şafii
(ra), arkadaşlık konusunda tam açılma ile tam kısma arasında tutulacak orta
yolla ilgili olarak çok güzel bir söz söylemiştir: İnsanlardan uzaklaşmak
düşmanları çeker. Onlara tam açılmak ise bir çok kötü arkadaşı çeker. Siz,
tamamen açılma ile tam daralma arasında bir yol tutun.
Allah Teala,
müminleri sabır ve rahmetle niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Birbirlerine
sabrı tavsiye ederler, birbirlerine merhameti tavsiye ederler".
(Beled/17) Başka bir ayette de onları 'zilletle niteleyerek şöyle buyurmuştur:
"Müminlere karşı zelil, inkar edenlere karşı azizdirler".
(Maide/54); "Kendi aralarında merhametlidirler". (Feth/29) Bütün
bunlar, mümine gösterilmesi gereken özeni göstermektedir. Dostluktaki
samimiyetin özü de budur. Yine O şöyle buyurmuştur: "Ne de samimi bir
dost". (Şuara/101) Yani kendisiyle ilgilenecek bir dost bulamaz.
Rivayete
göre İsa (as) havarilerine şöyle demişti: Bir din kardeşinizin uyurken rüzgar
tarafından üstünün açıldığını görürseniz ne yaparsınız? 'Üstünü örteriz'
dediler. Bunun üzerine İsa (as) şöyle dedi: Hayır, gizlisini açarsınız!
Havariler, 'Hâşâ, kim böyle yapar?' deyince İsa (as) şunu söyledi: Sizden biri,
kardeşiniz hakkında bir söz işitip onu abartarak başkalarına anlatırsa onun
gizlisini açmış olur.
Bunun
kaynağı, nefste mevcut olan çekememezlik ve kalpte yerleşik olan kindir.
Kişinin işittiği bir şeyin üzerine bir şeyler ekleyerek anlatması, bunlar tarafından
desteklenir. Kişinin böyle bir yola tevessül etmesi, içindeki kinin açığa
çıkarılmasının tezahürüdür. Müminler, Allah Teala'nın şu ayetinde kinin bu
türünden Allah'a sığınmaktadırlar: "Kalplerimizde, iman edenlere karşı
kin va-retme". (Haşr/10) Mümin, kardeşine muhalefet etmemeli ve bir
muradında yoluna çıkmamalıdır.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Bir mümin kardeşine, Haydi gidelim' dediğinde, 'Nereye?'
derse onunla arkadaşlık etmez. Bir diğer alim ise şöyle demiştir: Mümin, bir
kardeşine 'Bana para verdediğinde muhatabı 'Ne kadar? -veya- Ne yapacaksın?'
derse kardeşlik hukukunun gereğini yapmamış olur. Ebu Süleyman ed-Da-rani (ra)
şöyle demiştir: Irak'ta bir dîn kardeşim vardı. Bir ihtiyacım olduğunda
kendisine gider ve 'Bana biraz para ver derdim. Derhal kesesini bana uzatır,
ben de istediğim kadarını içinden alırdım. Bir gün yine kendisine gittim ve
Tardıma ihtiyacım var dedim. 'Ne kadar istiyorsun?' deyince, kalbimde onun
kardeşliğinden duyduğum tat kaçtı.
İbni Amr
(ra) ve Ebu Hüreyre'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: Kişinin dinar ve
dirhemine din kardeşinden daha layık başka kimse yoktur. Allah Resulü de (sav)
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Birbirinize buğzetmeyin,
arkanızdan konuşmayın, birbirinize haset etmeyin, darılıp ilişkiyi koparmayın
ve kardeşçe Allah Teala'nın mümin kullan olun".[75][142]
"Müslüman, müslümanin kardeşidir, ona zulmetmez, onu mahrum etmez ve
yardımsız bırakmaz".[76][143]
Kişinin müslüman kardeşini hakir görmesi kötülüktendir.
Ali (kv) de
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim
insanlarla teamülünde onlara haksızlık etmez, konuştuğunda yalan söylemez ve
vaâdettiğinde vefasızlık etmezse; insaniyeti tam, adaleti mevcut, kardeşliği
gerekli ve gıyabında saygı duyulması icab eden kimselerden biri olur".
Ebu Üsame
el-Bahili de (ra), şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) yanımıza
geldi. Kendi aramızda münakaşa ediyorduk. Bize öfkelendi ve şöyle buyurdu:
Hayrının azlığı sebebiyle tartışmayı bırakın. Tartışmadan uzak durun. Onun
faydası pek azdır. O, kardeşler arasında düşmanlığı körükler"[77][144]Selef-i
Salih'ten bir zat da bu meyanda şöyle demiştir: Her kim kardeşiyle tartışıp
münakaşa ederse değeri azalıp eksilir.
Abdullah b.
Hasan (ra) şöyle demiştir: İnsanlarla düşman olmaktan sakın! Aksi halde hilim
sahibinin tuzağından ve çirkef birinin sürprizinden emin olamazsın! Hikmet
ehlinden bir zat ise şöyle demiştir: Açıktan kınama, gizli gizli kin beslemeden
daha hayirlıdır. Kinin fazlası, sizi dostunuzdan daha soğutmaktan öte bir işe
yaramaz. Din kardeşlerine kin besleme konusunda çok ağır bir söz rivayet
edilmiştir.
Bu söz,
Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr vasıtasıyla babasından nakledilmiştir: Bir
vakitler Yemen'de idim. Yahudi bir komşum vardı. Bana Tevrat'tan bahisler
aktarırdı. Bir gün başka bir yâhu-di geldi. Onunla sohbet ederken kendisine
şöyle dedim: İçimizden bir peygamber gönderildi ve bizi İslam'a davet etti. Biz
de O'nun davetine uyup müslüman olduk. Bize Tevrat'ı da tasdik eden bir Kitab
indirildi. Bunun üzerine yahudi şöyle dedi: Doğru söylüyorsun. Ama sizler,
size gelen Kitabı tatbik edemiyorsunuz. Biz Mu-hammed'i (sav) ve ümmetinin
sıfatlarını kendi kitabımızda da görüyoruz. Bizde yazılı olana göre müslüman
biri, kardeşinin kapısının eşiğinden çıkarken kalbinde ona karşı en ufak bir
kin dahi bulunmamalıdır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şunu söylemiştir: İnsanların en acizi, kardeş aramada kusurlu
davranan, ondan da daha acizi, sahip olduğu kardeşini yitirendir. Hasan
el-Basri de (ra) şöyle demiştir: Bin kişinin dostluğu pahasına bir kişinin dahi
düşmanlığını kazanma! Ömer b. Abdülaziz (ra) ise şunu söylemiştir: Sana
sevgisi, sana ihtiyacıyla orantılı olandan sakın! İhtiyacını gördüğünde sevgisi
de bitecektir!
Selef-i
Salih'ten bir zat konuyla ilgili Selef ahlakım şöyle anlatmıştır: Bizden biri
yolculuğa çıktığında bineğindeki eşyalar için 'Bu filanın, şu falanın' demezdi.
Herkes ihtiyacı olanı alıp kullanır, bunun için izin istemeye dahi gerek
duymazdı. Allah Teala da müminleri bu şekilde vasfederek şöyle buyurmuştur:
"Onların işleri aralarında şura iledir. Verdiğimiz nzıktan da infak
ederler". (Şura/38) Ayetteki 'emrühum=işleri' ifadesi 'umûruhum=işleri'
manasmda-dır. Buradaki 'şûra' ise, şüyu yani ortaklı olma anlamına gelmektedir.
Yani onların işleri taksim edilmemiş olup aralarında müşterektir. 'Verdiğimiz
nzıktan harcarlar* ifadesiyle kasdedilen de, mallarının birbirine karışmış
olmasıdır. Onlar kendi yüklerini, başkalarının yüklerinden ayırmaz, ortak
kullanırlardı.
Utbetü'l-Gulam
(ra), bir din kardeşinin evine gitmiş ve 'Dört bin dirheme ihtiyacım var*
demişti. Kardeşi, 'İkibin al' deyince oradan ayrıldı ve şöyle dedi: Dünyayı
Allah Teala'ya tercih ettin. Allah için kardeşlik ettiğimizi iddia etmekten
utanmadın mı? Nasıl böyle diyebilirsin?
Feth
el-Mavsıli de (ra), din kardeşlerinden birinin evine gitmişti. Adam evde
yoktu. Ailesine sandığı çıkarmalarını söyledi ve onu açıp içindeki keseden
ihtiyacı kadar parayı aldı. Onun peşinden adamın cariyesi giderek efendisini
durumdan haberdâr etti. Adam, 'Eğer doğru söylüyorsan Allah için hürsün!' dedi.
Din kardeşi, Feth'in (ra) yaptığına gerçekten çok sevinmişti.
Ibni Ebi
Şübrüme (ra), bir din kardeşinin büyük bir ihtiyacını gidermişti. Adam buna
karşılık çok değerli bir hediye verdi. 'Bu nedir?' diye sorunca adam, 'Bana
bahşettiğinize karşılık' dedi. İbni Ebi Şübrüme (ra) buna tepki göstererek
şöyle dedi: Malını al, Allah afiyet versin! Din kardeşinizden bir ihtiyacınızı
görmesini isteyip onu karşılamak için çaba sarf etmediğini gördüğünüzde abdest alın
ve onun adını anarak dört tekbir getirin ve kendisini ölmüşler arasında sayın!
Bunun
üzerine başka bir zat şöyle demiştir: Bir din kardeşinizden ihtiyacınızı
gidermesini isteyip Allah rızası için gidermediğini görünce ona ihtiyacınızı
ikinci kez hatırlatın. Belki unutmuş olabilir. Yine gidermezse üçüncü kez
yineleyin. Belki mazur görülecek bir meşguliyetinden dolayı unutmuş olabilir.
Yine gidermezse o zaman adını zikrederek dört tekbir getirin ve şu ayeti
okuyun: "Ölüleri ise Allah diriltecek, sonra O'nun huzuruna
çıkarılacaktır". (En'am/36)
Meymun b.
Mehran (ra) şöyle demiştir: Yardımsız kardeşlik isteyenler, kabir ehliyle
kardeş olsunlar! Adamın biri Ebu Hüreyre'ye (ra) gelmiş ve şöyle demişti:
Seninle Allah için kardeş olmak istiyorum. Ebu Hüreyre (ra), 'Din
kardeşliğinin ne demek olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Adam, 'Bana öğret'
deyince Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Kendi dinar ve dirhemine benden daha çok
hak sahibi olmamandır! Bunun üzerine adam, 'Daha o dereceye yüksel-medim'
dedi. Ebu Hüreyre (ra) de, 'Öyleyse benden uzak dur!' dedi.
Ali b.
Hüseyin (ra) adamın birine şöyle demişti: Sizden birinin eli, din kardeşinin
cebine veya kesesine girip ihtiyacı kadarını izinsiz alabilir mi?
'Hayırdeyince, 'Öyleyse sizler kardeş değilsiniz' dedi. Hasan'ın (ra) huzuruna
bir topluluk gelmişti. Kendisine Namazı kıldın mı ey Ebu Said?' diye
sorduklarında 'Evet' dedi. Bunun üzerine, 'Pazar esnafı henüz kılmadılar^
dediler. O da şöyle dedi: Pazar esnafından kim borç alabilir ki? Duydum ki
kardeşlerine bile dirhemi esirgerlermiş!
Muhammed b.
Nasr anlattı ki: Beytü'l-Makdis'e gitmek isteyen İbrahim b. Edhem'e (ra) bir
adam gelmiş ve "Yolda sana refakat etmek istiyorum' demişti. İbrahim,
'Sana ait olana senden daha layık olmam şartıyla olur* dedi. Adam, 'Hayır1
deyince, 'Dürüstlüğün hoşuma gitti' dedi.
Musa b.
Tarif şunu nakletmiştir: İbrahim b. Edhem (ra), kendisine refakat eden kimseye
karşı çıkmazdı. O, kafasına uymayan kimseyle yola çıkmazdı. Bir defasında fena
bir adam onunla aynı kervanda yolculuk etmişti. Adam, molalardan birinde
İbrahim'e tirit dolu bir tas ikram etmişti. Tası geri vermek isteyince
arkadaşının çuvalını açtı ve orada bulduğu bir tasmayı tirid tasının içine
koyup geri verdi. Arkadaşı geldiğinde tasmanın nereye gittiğini sordu. O da
tirit tasma koyup gönderdiğini söyledi. Arkadaşı, aynı adama üç tasma vermişti.
Fena adam yanlarına gelince, 'HoşgÖr ki hoşgörülesin!' dediler. Bir keresinde
de arkadaşının iznini almaksızın onun eşeğini yayan giden birine vermişti.
Arkadaşı geldiğinde sükut etmiş ve rıza göstermişti.
Avn b.
Abdullah'tan rivayet edilmiştir ki İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Kişinin sana
olan sevgisini sorma, kendi kalbine bak! Onun kalbinde de senin kalbindeki
vardır. Rebia b. Ebu Abdurrah-man şöyle demiştir: Şehirde insanlık, mescidlere
devamlılık ve din kardeşlerinin çokluğuyla yolculukta ise azığı bol koymak ve
kardeşlerinle ihtilaflarını azaltmakla ortaya çıkar.
Ehli Beyt
kanalıyla rivayet edilen bir hadiste de Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu
bildirilmiştir: "Şehirde insanlığın alameti üçtür: Allah'ın Kitabı'nı
okumak, mescidleri imar etmek ve kardeş sayısını çoğaltmak". Din
kardeşliğinin ne kadar önemli olduğunu anlamak için bu hadis bile yeterlidir.
Çünkü Allah Resulü (sav) onu, Kur'an tilaveti ve mescidlerinin ziyaretiyle bir
tutmaktadır. Mescidlere gitmek, kardeşliğin artmasını sağlayan hususlardandır,
îbni Abbas (ra) ve Hasan b. Ali'den (ra) rivayet edilen bir hadiste de bu teyid
edilmektedir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Mescide
gitmeye alışan kimse beş hasletten birini kazanır:.... Allah için kendisinden
istifade edilen din kardeşi".[78][145]
Ebu Uyeyne
de bu babda konuştuktan sonra şu şiiri okumuştur:
Devrin bütün
musibetlerinin başında,
Kardeşlerin
ayrılığı ve hutbelerin boşluğunu gördüm.
O, bir vesilede
şöyle demiştir: Otuz yıldır ayrı olduğum nice topluluklar var ki özlemlerinin
kalbimden çıkacağını hayal bile edemem. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Hiç
bir şey dostlarımın vefatı kadar beni yıkamaz. Denilir ki: Kişinin dostu
öldüğü zaman organlarından birini yitirmiş gibi olur. el-Atebi de bir şiirinde
şöyle demiştir:
İnsanları
hep sınadım ve kendilerine bildirdim, Kopardıkları bağları birleştirmeye
çalıştım. Gördüm ki akrabalık yaklaştırmıyor küskünleri, Sevgi, nesep
bağlarının en yaklaştırıcı olanıdır.
Allah için
kardeş olmuş iki zattan biri, hevası ile imtihan edilmiş ve kandeşine de bunu
bildirerek, 'Ben bir illete kapıldım, istersen bana olan sevgi düğümünü
çözebilirsin' demişti. O da şöyle dedi: Bir kusurun sebebiyle kardeşlik
düğümünü asla çözmem. Ardından kardeşini bu illetten kurtarması için yeme
içmeden kesildi. Allah Teala da bu fedakârlığı sebebiyle kardeşini nevasının
elinden kurtardı. Bu uğurda kırk gün aç kalmıştı. Her gün kardeşine, 'He-van
ile aran nasıl?' diye soruyor, o da 'Kalp eski halinde devam ediyor7 diyordu.
Kardeşi iyice zayıflayıp rahatsızlanmaya başlamıştı ki Allah Teala kardeşini
nevanın elinden kurtardı. Bunu haber alır almaz yiyip içmeye başlamıştı. Çünkü
biraz daha aç kalsa, Ölebilecek durumdaydı-
Benzer bir kıssa
Selef-i Salih'ten iki din kardeşiyle ilgili olarak da rivayet edilmiştir.
Onlardan biri, istikametten ayrılmıştı. Bunun üzerine öbürüne, 'Ondan ayrılıp
kendisiyle görüşmesen iyi olur* denilmişti. Ama o, bu isteklere şöyle karşılık
verdi: Şimdi bana her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Bu zor anında elini
tutmam, hatasını güzellikle söylemem ve önceki haline dönmeye çağırmam
gerekir!
Konuyla
ilgili olarak İsrailiyat kaynaklarında şöyle bir hikaye anlatılmıştır: Bir
dağda yaşayan iki abid din kardeşi vardı. Birgün içlerinden biri et almak için
şehre indi. Kasapta ahlaksız bir kadın gördü ve nefsi onu arzuladı. Kadınla
anlaşıp onun evinde üç gün kaldı. İşlediği günahtan dolayı yüzü kızardığı için
kardeşinin yanına dönmeye de cesaret edemiyordu.
Dağdaki
kardeşi onu merak etti ve şehre inerek kendisini aramaya başladı. Sonunda
izini buldu ve kadınla beraber kaldığı eve geldi. İçeri girdiğinde kardeşi o
ahlaksız kadınla birlikte oturuyordu. Hemen onunla kucaklaştı ve silkeleyerek
götürmek istedi. Ama diğeri işlediği suçu bildiği için utancından dolayı onunla
gitmek istemiyordu. Derin bir utanç içindeydi. Kardeşi kendisine şöyle dedi:
Haydi kardeşim gidelim, ben her şeyi öğrendim. Bugün benim için çok daha önemli
ve daha çok sevilmeye muhtaçsın. Günah işleyen abid, kardeşinin bu ısrarını
görünce daha fazla dayanamadı ve onunla birlikte evden ayrıldı.
Bu hikayede
anlatılmak istenen niyet, niyetlerin en güzellerinden biri, izlenen yol da
edep ve insanlık erbabı ariflerin yoludur.
Din
kardeşlerinden biri kardeşini kendi için tercih ettiğinde tercih eder ve
kardeşlik hukukunun beklentilerine girmezse bu da güzeldir. Abdurrahman b. Avf
(ra) böyle yapmıştır. Ensar*dan Sa'd b. Rebî (ra), malım ve canını emrine
sunduğunda 'Allah sahip olduklarını bereketli kılsın!' diyerek kardeşinin
teklifini ger çevirmiştir. Kendi için tercih ettiğini, din kardeşi için de
tercih etmiştir. Böyle davranmakla onun hibesini kabul etmiş gibi olmuştur.
Çünkü Sa'd (ra), sırf cömertliği, zühdü ve sevgisindeki samimiyeti sebebiyle malını
onun emrine sunmuştur. Burada eşitlik Sa'd (ra), kardeşini tercih ise
Abdurrahman (ra) için geçerli olmuştur. Abdurrahman (ra), ona fazlasıyla
ikramda bulunmuştur. Muhacirlerin Ensar üzerindeki üstünlüklerinden biri de
buydu. Çünkü kardeşi tercih etmek, eşitlik isteğinden daha üst bir derecedir.
Madar b. İsa
ve Süleyman (ra) şöyle demişlerdir: Her kim birini sever, sonra hukukunda kusur
ederse sevgisinde yalancıdır! Ebu Süleyman ed-Darani (ra) ise aynı adam
hakkında şöyle demiştir: O, sevgisinde samimi olabilir, ama hukuka riayette
cimrilik etmiştir. Yine o şöyle demiştir: Dünyanın tamamı benim olsa ve onu din
kardeşlerimden birinin ağzına koyacak olsam, lokmasının küçük olmasını
isterdim. Başka bir vesilede ise şunu söylemiştir: Kardeşlerimden birine ikram
ettiğim lokmanın tadını kendi ağzımda hissederim. Din kardeşlerine ikramda
bulunmak ve onlara yemek yedirmek, sevap bakımından sadakadan daha faziletli
bir ameldir. Bundaki oran, akrabalara ve yakınlara verilen sadakanın,
yabancılara verilenden katlarca fazla olması gibidir.
Ali (kv)
şöyle demiştir: Din kardeşime verdiğim bir dirhem, fakirlere verdiğim yüz
dirhemden daha sevimlidir. Onun bir başka sözü de şudur: Hazırladığım bir
yemeğe din kardeşlerimi toplamam, bir köle azat etmemden daha sevimlidir.
Hikmet
ehlinden bir zat da oğluna şöyle öğütte bulunmuştu: Ey oğul, düşmanların
arasına gir, dostların arasına ise sakın girme! 'Bu nasıl olacak?' diye
sorulduğunda şöyle demiştir: Düşmanların arasına girip aralarını bulmaya
çalışmak onların dostluğunu kazandırır. Dostların arasına girmek ise
düşmanlığı besler.
Hiç kimse
bir din kardeşine gıyabında ihanet etmemeli, hoşlanmayacağı şekilde
konuşmamalıdır. -Sözkonusu şey mubah bile olsa,- o hoşlanmıyorsa söylememek
gerekir. Kardeşinin yaptığı bir fiille ilgili olarak kesin bir ilme sahip
değilse-hoşlanmasa bile- hakkında konuşmamalıdır. Çünkü din kardeşi ondan daha
bilgili olabileceği gibi, bildiği bir açıklama şekli de olabilir. Kardeşine
hiç bir surette yalan söylememeli, sırrını ifşa etmemeli ve gıyabında
kovu-culuk ya da gıybette bulunmamalıdır. Onunla ilişkisinde idareciliği
gerektirecek biçimde davranmamalı, mazeret gerektirecek bir şeyler yapmamalı,
sevmediği veya ona güç gelecek bir şey için onu zorlamamalıdır.
Abbas (ra),
oğlu Abdullah'a (ra) şöyle demişti: -Ömer b. Hattab'ı (ra) ima ederek- Bu
adamın seni yaşlıların önüne geçirdiğini ve kendisine çok yakın tuttuğunu
görüyorum. Şu üç öğüdümü iyi koru: Onun sırrını ifşa etme! Huzurunda kimseyi
çekiştirme! Yalanına tanık olmasın! Bununla ilgili rivayetlerden birinde de şu
ifade yeralmıştır: Onun emrine karşı çıkma ve ona asla ihanet etme!
İbni Abbas
(ra) şöyle demiştir: Bunu Şa'bi'ye anlattım, o da rivayet etti. O şöyle
demiştir: Her bir kelime bin kelimeden daha hayırlıdır. Kimi kelime de onbin
kelimeden daha hayırlıdır. Seleften bir zat kardeşlerinden birine bir sır
vermişti. Ardından da, 'Onu hıfzettin mi yoksa unuttun mu?' diye sormuştu.
Kardeşi de, 'Unuttum'
demişti.
Ediplerden
birine şöyle denilmişti: Sırrı nasıl korursun? O da şu cevabı vermişti: Onun
mezarı olurum! Aynı soru başka birine sorulduğunda, o da şöyle karşılık
vermişti: Haber vereni bilerek inkar eder, haber almak isteyene de yemin
verdiririm. Sır koruma hakkında işittiğimiz en güzel söz, şeyhlerimizden
birinin bir kardeşinden naklettiği şu rivayette geçmektedir. İkisi birlikte
şair Abdullah b. Mu'tez'i ziyaret etmiş ve sırrı muhafaza etmek hakkında bir
şiir söylemelerini istemişlerdi:
Sır
emanetgâhımı saklamak için hazırlık yaptım, Ve onu sineme gömdüm; sinem sırrın mezarı
oldu.
Onun
yanından çıkmıştık ki Muhammed b. Davud el-İsbaha-ni'yle karşılaştık. Nereden
geldiğimizi sorunca İbnü'l-Mu'tezz'in şiirinden sözettik. Bizi durdurup az
düşündü. Ardından da 'Şimdi benim sözümü dinleyin' diyerek şu şiiri okudu:
Sır, ne sinemde
yer alır ne de mezarda, Çünkü gömülenin bir gün çıkacağını bilirim, Ama ben,
unuturum onu sanki, Daha önce öyle bir şey duymamış gibi. Sırrı kendimle aramda
saklamak caiz olsaydı, İç organlarımdan başka hiçbiri onu bilmezdi.
Allah Resulü
(sav), konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Arkadaşların en kötüsü,
kendisini idare etmek zorunda kaldığın ve sürekli özür dilemeye
sevkedendir". Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Arkadaşların en kötüsü, kendisi için zorlamaya gidilendir". Fudayl
b. Iyaz (ra) ise şöyle demiştir: İnsanları küstüren zorlamadan başkası
değildir. Biri kardeşini ziyaret ettiğinde kendi yapmadığı tarzda zorlama
ikramlara muhatap olduğu zaman onun evine bir daha gitmekten çekinir.
Aişe
validemiz de (ra) şunu rivayet etmiştir: "Mümin, müminin kardeşidir. Onu
istismar etmez ve ondan çekinmez". Din kardeşlerini çoğaltma ve onlarla
mutlu olma babında söylenmiş zarif bir hadise işittik. Hadiseyi yaşayanı
hatırlamasak da Hars b. Muham-med, İbrahim b. Sa'id el-Cevheri'den nakletmişti:
Hişam'a pahalı bir kürk hediye edilmişti. Yanındaki birine, 'Bunu Sa'id
el-Cevhe-ri'ye götür ve kendisine şöyle de: Bu, Hüşevm tarafından gelen bir
kürktür, onun adına satın al! Kürkü götüren adam onu satıp parasını aldıktan
sonra geri döndü. Hişam, kürkün parasını Hüşeym'e gönderdi. Böylece kürk de
paralar da Hüşeym'in olmuş oldu.
Ali b.
el-Medini şunu nakletmiştir: Ahmed b. Hanbel (ra) bana, 'Seninle Mekke'ye
gitmek istiyorum ama tek düşüncem seni bıktırmam veya senin beni bıktırman
yönündeki endişem. Çünkü kardeşleri bıktırmak, kerem sahiplerinin ahlakına
uyan bir davranış değildir* demişti. Mekhul de (ra), Hasan'a (ra), 'Seninle
Mekke'ye gitmek istiyorum' demişti. Hasan'm (ra) cevabı şu oldu: Sana ikramı,
aranızdaki ilişkiyi kopartacak tarzda olan kimseyle arkadaşlık etme!
Ebu Amr b.
el-Ala şöyle demiştir: Dostun hakkında olması dışında sabır her konuda
güzeldir. Yine o şöyle demiştir: Allah için kardeş olmuş kimselerin günde en
az iki kez biraraya gelmelerini müs-tehap görürüm.
Enes b. Malik
(ra) şunu söylemiştir: Allah Resulü'nün (sav) ashabı, birlikte yürürlerdi.
Karşılarına bir kaya veya çöp yığını çıktığında ikiye ayrılır ve buluşurlardı.
O buluşma anında dahi birbirleriyle selamlaşırlardı. Hasan (ra) ve Ebu Kılabe
(ra) ise şöyle demişlerdir: Kişinin din kardeşinden kâr etmesi asaletten
değildir. Ibni Şirin de (ra) şunu söylemiştir: Kardeşine, ona ağır gelecek ikramda
bulunma!
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir meclisi paylaşan
iki kişi, bunu güvenle yaparlar. Onlardan birinin diğerinin hoşlanmayacağı bir
şeyi ifşa etmesi helal olmaz". İbnü'l-Mübarek (ra) bir sefere çıkmıştı.
Beraberinde de bir topluluk vardı. Yola çıkarken kendilerine şöyle demişti:
Bende hoşunuza gitmeyen bir şey görürseniz söyleyin! Yolun bir noktasında
ayrılmak istediklerinde, 'Bende hoşunuza gitmeyen bir şey mi gördünüz?' diye
sordu. İçlerinden bir genç, 'Ben gördüm' dedi. O da, 'Ne gördün?' diye sordu.
Genç, 'Dişlerini misvakladığıru görmedik' dedi. Bunun üzerine İbnü'l-Mübarek
(ra) şöyle dedi: Ne yazık! Dişler dostların önünde misvaklanır mı?!
Bişr b.
el-Hars (ra) şöyle derdi: İnsanlar arasında yalnız ahlakı güzel olanla içli
dışlı olun. Öylesinden ancak hayır gelir. Kötü ahlaklıyla hemhal olmayın.
Ondan ancak kötülük gelir.
İmam Şafii
(ra) ise şöyle demiştir: Kızmasını beklediğimde kızmayan eşek, memnun olmasını
beklediğimde memnun olmayan ise şeytandır! Amr b. Dinar'ın da (ra) şu sözü
nakledilmiştir: Seni arzu eden biri hakkında zühd sahibi olman nasibin azlığı,
senin hakkında zühd sahibi olan birini arzu etmen ise nefsin zilletidir.
Muham-med b. Şirin (ra) şöyle derdi: Kişi, kardeşinin günahları yetmiş günah
oluncaya kadar ona tahammül eder ve onlar için özür bekler. Kardeşi öyle
yaparsa sabreder. Aksi halde, 'Kardeşimin benim bilmediğim bir mazereti var
herhalde' der.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: Bir kimseyle kardeş olmak istediğinde onu kızdır.
Hakkında soru sorabileceği kimseleri ondan sakla. Eğer 'Tamam' derse onunla
dost ol. Aksi takdirde iyice sınamadığın kimseyle kardeşlik etme. Sınamak için
ona sır ver, sert konuş ve kızdırmaya çalış. Eğer sırrı ifşa ederse ondan
sakın. Ebu Ye-zid'e (ra) 'Kiminle dost olayım diye bir soru sorulmuştu. Şöyle
cevap verdi: Senin hakkında Allah'ın bildiğini bilen, O'nun örttüğünü örten
kimseyi. Zünnun-i Mısri (ra) ise şöyle demiştir: Seni günahsız gibi görmek
isteyen kimsenin dostluğunda hayır olmaz. Ulemadan bir zata, 'Hangi tür
insanlarla arkadaşlık edilebilir?' diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Zorlamanın
ağırlığını kaldıran ve ilişkinizde çekince koyma sıkıntısı doğurmayan kimse
Cafer b.
Muhammed es-Sadık (ra) şöyle demiştir: Din kardeşlerim arasında bana en ağır
gelen, benim için kendini zorlayan ve ilişkimde çekince koyduğum kimsedir.
Onların en hafifi ise, kendisiyle beraber iken yalnız başımaymışım gibi rahat
olduğum kimsedir.
Bu ve
benzeri sözlerin tamamından çıkan, din kardeşliği ve Allah için sevmenin
taşıması gereken sıfatlardır. Din kardeşliği yapmacıklık ve şirin görünme
çabalarından uzak, riyakârlık ve zorlamadan arınmış olmalıdır. Bu tür
sıfatlar, dostluğun bereketini götürür ve kardeşliğin faydası sona erer.
Suülerden
bir zat şöyle demiştir: insanlar arasında ancak şu kimselerle ilişki kur ki
beraberken iyilik bakımından zenginleşir, kötülük bakımından azalırsınız. Günah
işlediğinizde sizin yerinize tevbe eder, kötülük yaptığınızda özrünüzü kabul
eder. Seni kendi sıkıntısıyla ve senin sıkıntınla yormaz. Bunlar da bu devirde
dostlarda bulunabilecek en yüce değerlerdir.
Nitekim
adamın biri Cüneyd'e (ra) şöyle demişti: Bu zamanda Allah yolunda kardeş
olanlar iyice azaldı. Adam bir süre sustuktan sonra aynı sözü tekrarladı. Bunun
üzerine Cüneyd (ra) şöyle dedi: Allah için bir kardeş aradığında sıkıntını
hafifletmen ve çektiğin eziyete tahammül edebilmelidir. Evet böyleleri iyice
azaldı! Allah için bir kardeş aradığında sıkıntısını gidermen ve eziyetine
sabretmen gerekir. Bildiğim bir topluluk var. İstersen seni onlarla
tanıştırayım. Böyle biri de kendini seven biri olacaktır. Çünkü kardeşinden
böyle bir beklenti içinde olan, onu sırf Allah için seven biri olamaz. Din
kardeşliği sadece eziyeti gidermek değildir. Bu, zaten farzdır.
Ama
kardeşlik, eziyet, karşısında sabırlı olmaktır. Onun bahsettiği bu topluluk
sufüerdi. Sufîler şu dört esasa dayalı bir dostluk ilişkisine sahiptiler. Bu
esasların bir kısmı bir kısmına tercih edilmez. Bunlar hakkında biri diğerine
itirazda bulunmaz. İçlerinden biri hiç oruç tutmasa dahi arkadaşı ona 'Oruç
tut1 demez. Bütün gece boyunca namaz kılsa, arkadaşı kendisine 'Biraz uyu'
demez. Dostunun her iki hali de onun gözünde birdir. Onların gözünde oruç ve
teheccüd namazı fazlalık ifade etmediği gibi uyumak ve nafile oruç tutmamak da
eksiklik ifade etmez.
Eğer
kardeşinin yanında iken amelini arttırıp o yokken eksiltiyorsa, böyle biri için
dini bakımından ayrılık daha emin ve nefsin riyaya düşmesi bakımından daha
uzaktır. Çünkü nefsin yaralış tabiatı, övülmeyi sevip yerilmekten hoşlanmamak
üzere şekillenmiştir. O, bilindiği halin gizlenmesini ve halk nezdinde de
olabildiğince güzel olarak görülmesini ister. Kişi, bu tür kimselerle arkadaşlık
ederse sadıkların yolundan ve ihlas ehlinin gayelerinden uzaklaşmış olur. Bu
gibi kimselerden uzak durmak, kalp için daha güzel, amel için daha ihlashdır.
Bu tür kimselerin arkadaşlık ve birlikteliği ise kalplerin bozulmasına ve halin
eksilip alçalmasına yol açar. Çünkü bu tür davranışlar, riya tezahürleridir.
Riya ise, amellerin ve güzel sermayenin heba edilmesi, izzet ve celal
Sahibi'nin gözünden düşmek demektir. Bundan Allah Teala'ya sığınırız.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: İnsanlarla iyi geçinmek isteyen, onları idare eder,
onları idare eden onlar karşısında riyaya düşer, riyaya düşen ise, onların
başına gelene maruz kalır ve onlar gibi helak olur.
Değerli bir
zat da şöyle demiştir: Halk içinde ancak şu kimseyle kardeşlik et ki dört halde
sana yaklaşımı değişmez: Öfkesinde, memnuniyetinde, tamahında ve nevasında.
Çünkü bunlar, insanların yaratılış tabiatları gereği bir anda değiştikleri
hususlardır. Zira bunlarda nefsin zararı veya yararlandığı bir şeyin
yitirilmesi sözkonusudur.
Ediplerden
biri de şunu söylemiştir: Ancak şu kimselerle arkadaşlık et ki sırrını saklar,
iyiliğini yayar, aybını örter, zor anlarda yanında olur, güzelliklerde seni
kendine yeğler. Böyle birini bula-mazsan, kendinden başkasıyla dostluk etme.
Ulemadan bir
zat edebiyat erbabından şu şiiri nakletmiştir:
Kardeşimin
dostluğu güvendir,
Sözü bana
haberi idi.
Onun zahiri
güzelliği seni mutlu eder,
Sınadığın
hususlarda beğenirsin.
Dostluğuna
yardımcı ol keremle,
Çünkü izi
vardır ahlakında.
Bir güzellik
saklı kalmışsa onu yayar,
Örter aybını
dostunun,
Sonra
örttüğünü de Örter.
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Yalnız şu ikisinden biriyle arkadaşlık et: Ya
kendisinden dinle ilgili bir şeyler öğrenip faydalandığın ya da diniyle ilgili
bir şeyler öğrettiğin kimse. Üçüncüsünden uzak dur.
İbni
Ebi'l-Havari (ra) şöyle demiştir: Hocam Ebu Süleyman bana şöyle derdi: Ey
Ahmed, yalnız şu ikisinden biriyle arkadaşlık et: Bir kimse ki onun sayesinde
dünyada yükselirsin ve bir kimse kisayesinde ahiret bakımından artar
güçlenirsin. Bu ikisinin dışm-dakiyle vakit harcamak büyük ahmaklıktır.
Memun şöyle
derdi: Kardeşler üç gruptur: İlki onsuz olmayan gıda gibidir; ikincisi zaman
zaman ihtiyaç duyulan deva gibidir. Üçüncüsü ise asla ihtiyaç duyulmayan dert
gibidir. Kul, bu üçüncüyle imtihan edilir. Onda ne aşinalık, ne de bir fayda
mevcuttur. İlki ise Allah Teala'nın bir nimet ve lütfudur. O, sıcaklık ve aşinalığın
bulunduğu kuldur. Kişi onun yamnda büyük faydalar görür ve kazanımlara ulaşır.
Ebu Zer (ra)
şöyle derdi: Yalnızlık, kötü arkadaşla birlikte olmaktan hayırlıdır. İyi
arkadaş ise yalnızlıktan daha hayırlıdır. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir:
Kişinin üç tür kardeşi olabilir: Ahi-retlik kardeşi; Dünyalık kardeşi ve kanının
kaynadığı kardeşi. O, üçüncü türdeki dostun, abidlerden olmayabileceğini
söylemiştir. Çünkü üns ve kaynaşma hususi bir durumdur. Üns'ün ancak kerem
sahibinde bulunan bir haslet olduğu söylenmiştir.
Yusuf b.
Esbat (ra), kardeşleri arasında ünsiyete sahip olanlara daha çok değer verir ve
şöyle derdi: Kendisine ünsiyet duyulan üç tür insan vardır. Her alimde üns
bulunmadığı gibi her akıl sahibi veya her abidded de üns bulunmayabilir. Üns,
bir takım unsurların varlığını gerektiren bir duygudur. Bunlar genellikle
velide bulunur. Bu unsurların tamamını taşıyan kimse, üns bakımından kemale
ermiş demektir. O, yalnızlık ve çekinmeden sıyrılmıştır. Bunları taşımayan
kimse ise ünsten uzaktır. Bunların tam olarak varolmadığı kimse ise kısmî ünse
sahip demektir.
Üns
duygusunda sıkıntılardan ve tasalardan kurtulma, sükunet ve kalp huzuru
sözkonusudur. Üns, yedi hasleti gerektirdiği için çok ender bulunan bir haldir.
Onun tam olarak varolabilmesi için ilim, akıl, edep, güzel ahlak, cömertlik,
kalp selameti ve tevazünün onunla donanmış olması gerekir. Bunlardan bir
kısmına sahip olmayan kimse, ünsün kemaline eremez. Üns halinin zıdlan tam bir
yalnızlıktır. Çünkü cahilde üns olmadığı gibi ahmağa da üns hisse-dilemez.
Cimri, kötü ahlakı sebebiyle ünsten mahrumdur. Adi ve kibirli kimselerde ünsten
nasibi olmayanlardır. Bunları iyi bilin.
el-Esma'i'den
rivayet edilmiştir ki, hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Hür insanlarla
mutlak sevgiye dayalı ilişki kurun, avam ile arzu ve korkuya dayalı ilişki
kurun, sefilleri de korku ile idare edin. İnsanlar, ağaçlara benzer. Kimisinin
gölgesi vardır, meyvası yoktur. Bunlar, dünyevi menfaat sağlanan kimseler olup
ahirette hiçbir getirileri yoktur. Kiminin hem gölgesi hem de meyvası vardır.
Bunlar, hem dünya hem de ahiret bakımından verimli olanlardır. İnsanların en
değerlisi de odur. Kimininse ne gölgesi, ne de meyvası vardır. Bunlar,
kendilerine ihtiyaç duyulmayan ağaçlardır. Seksek ağacı gibi. Mugaylan ağacı
da böyledir. Bu, elbiseleri yırtan bir ağaç olup ne yiyecek ne de içecek
verir. Bu tür insanlar, diğerlerine zarar verip yarar sağlamazlar. Kendileri
için biriktirip kimseye bir şey vermezler. Allah Teala bu tür insanlar hakkında
şöyle buyurmaktadır: "Onlar zararı yararından çok olanlara dua ederler. Ne
kötü bir dost! Ne kötü bir arkadaş".
Buna benzer
bir tanım hayvanlar için de yapılmıştır. Mesela fare ve akrep hakkında şöyle
denmiştir:
Tattığınızda
insanların farklı olduklarını görürsünüz, Ağaçlar nasıl aynı değilse onlar da
denk değildir. Kiminin gölgesi de vardır, meyvası da, Kimininse ne gölgesi ne
de meyvası vardır.
Benzer bir
şiir de şudur:
Bir görevin
yapılması için ümit edilen biri değilsen, Haşr günü şefaat edilenlerden
olamazsın. Malıyla cömertlik yapan biri de değilsen , Kardeşlik bağlarının
bozulması daha faydalıdır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Din kardeşiniz bir dostluğa sahip olduğunda
bununla sevginin yarısı, hatta fazlası kesinlik kazanır. Muhammed b. el-Kasım
el-Kareşi (ra), Rebî b. Süleyman vasıtasıyla İmam Şafii'den (ra) şunu nakletmiştir:
Kendisi Bağdat'ta biriyle kardeş olmuştu. Bilahare bu kardeşi Seyyibiler'e
dost olmuş ve Şafii'ye karşı tavrı değişmişti. Bunun üzerine Şafii (ra)
kendisine bir mektup göndererek şu beyitleri yazdı:
Git, sevgin
sevgimden boş olsun! Bu boşama, talak-ı bain değildir.
Eğer
vazgeçtiysen, o tek bir boşamadır. Kalan ikisi için sevgin devam eder. Eğer
imtina edersen seni eskisi gibi severim. Kalan iki boşamada iki hayız olarak
bekler. Uç boşama birden gelirse, işte o zaman, Seyyibiler'in dostluğu da sana
yetmez.
Bu şiir,
fıkıh ehlinden birine söylenmiş ve onun tarafından da hoş bulunmuştur. O, şöyle
demiştir: Bu, fikhi bir boşamadır. Şu var ki Şafii (ra) nikah yapmaksızın
boşamıştır.
İmam Şafii
(ra), Muhammed b. Abdülhakem el-Mısri ile kardeş olmuştu. Kendisini sever ve
yakınında tutarak şöyle derdi: O olmasa, Mısır'da kalmazdım. Bir defasında
Muhammed rahatsızlanmış -ti. Şafii de (ra) kendisini ziyarete gitti. el-Kareşî,
Rebı'den şunu nakletmiştir: İmam Şafii (ra), Muhammedi ziyaretinde şöyle bir şiir
okumuştu:
Dost
hastalandı da onu ziyaret ettim,
Onun için
duyduğum kaygıdan ben de hasta oldum,
Dost beni
ziyarete geldiğinde ise,
Bakışıyla
bir anda iyileşiverdim.
Şafii (ra),
Mısır'dan ayrılırken halefi olarak Muhammed'i bırakıyordu. Nitekim vefatından
sonra da Mısır'daki halefi o olmuştur. Şafii (ra), ölüm hastalığında yatarken
insanları yanına çağırmıştı. Kendisine, 'Ey Ebu Abdullah, senden sonra kimin
meclisine oturacağız? Halkanın başı kim olacak?' diye sorduklarında Muhammed'i
işaret ettiğini sandılar. Muhammed de bunu görmek için başını uzattı. Bir süre
böyle beklenildi. Kendisi İmam'ın başucunda oturuyordu. Neden sonra İmam şöyle
dedi: Allah'ı tenzih ederim, Ebu Yakub el-Bûtî tartışılır mı?
Bu söz
üzerine Muhammed'in kalbi kırıldı. İçinde bir burukluk hissetti. Arkadaşları
Ebu Yakub el-Butî'ye doğru yöneldiler. Muhammed, Şafii'nin ilmini mezhebini
taşıyan kimseydi. Malik'in (ra) mezhebinden ayrılmıştı. Ebu Yakub el-Butî ise
baştan beri Şafii'nin (ra) mezhebinden, zühd ve vera' sahibi bir zattı.
Müslümanlara öğüt verme ve mezhebini anlatma görevini ona vermişti. O, bu konuda
yakın ilişkisinin etkisinde kalmamış ve Muhammed yerine, Ebu Yakub el-Butî'yi
geçirmişti. Çünkü o, bu göreve daha ehildi.
Şafii (ra)
vefat ettiği zaman Muhammed b. Abdülhakem onun mezhebini terketti ve eski
arkadaşlarından ayrılarak Maliki mezhebine döndü. Babasının Malik'in (ra)
görüşleriyle ilgili yazmış olduğu kitapları rivayet etti. Günümüzde İmam
Malik'in (ra) mezhebinin en bilgili şahsiyetlerinden de biridir (Hicri IV.
asır). el-Butî (ra) ise, kendisini tasavvuf yoluna vererek insanlardan
uzaklaştı. Mısır'ın taşrasından sayılan Bûta'ya yerleşti ve orada Rebî b. Süleyman'a
nisbet edilen 'el-Ümm' kitabını tasnif etti.
Halbuki bu
kitabın tasnifi, tamamen Ebu Yakub el-Butî'ye art-tir. Fakat kitapta adının
zikredilmesini istememiştir. Kitabın taslağını Rebî'e vermiş, o da kitapta bir
takım ilaveler yaparak yayılmasına vesile olmuş ve kitap kendisine
maledilmiştir. el-Butî (ra),, hapishaneye götürülmüş, sultanın huzuruna
çıkartılarak Kur*an yaratılmasıyla ilgili olarak sorgulanmış ve hapsedilmiştir.
Rebî'den anlatılmıştır ki: el-Butî, bana hapisten gönderdiği mektupta ilim
meclisleri toplamayı sürdürmemi, ilme devam etmemi ve ilim Öğrencilerine
sevgiyle yaklaşıp kendileriyle ilgilenmemi ve. tevazu göstermemi teşvik
etmişti. Mektubunda şöyle diyordu: Şafii'yi (ra) defalarca şu beyti söylerken
işittim:
Nefsimi
aşağılarım ki ona değer versinler, Aşağılamadığın nefse asla değer
verilmeyecektir.
Seleften bir
zat ise oğluna şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: Ey oğul! Ancak şu kimselerle
arkadaşlık et ki, fakir olduğunda sana yaklaşır, zengin olduğunda sana tamah
etmez. Mertebesi senden yüksekse, sana büyüklük taslamaz. Ona zillet
gösterdiğinde seni korur. Ona bir delil göstersen, sana minnet duyar.
Kendisiyle bir araya geldiğinde seni süsler. Böyle birini bulamazsan hiç
kimseyle arkadaşlık etmez.
Din
kardeşliği hukukuyla ilgili olarak Selef-i Salih'ten nakledilen hadiseleri
misallendirmek için şunları zikredebiliriz: Seleften biri kardeşinin evine
haber vermeksizin gider ve onu bulamazsa ev halkına, 'Ununuz var mı, yağınız
var mı? Bir şeye ihtiyacınız var mı?' diye sorardı. Herhangi bir şey için 'Evde
yok' derlerse, gidip satın alır ve kendilerine verirdi.
Selef, kendi
ailesi ile, din kardeşinin ailesi arasında ayrım yapmaz, sıkıntılarını
paylaşırdı. Ama o kardeşiyle karşılaştığı zaman kendisine bunu bildirmezdi.
Said b Arube
(ra), evindeki bütün giysileri ihtiyacı olanın alabilmesi için dışarı asardı.
Yemeği de aynı şekilde kapının hemen içine koyar ve canı çekenin yemesini temin
ederdi. Kardeşleri acıktığı zaman onun evine gelir ve sofrada ne varsa
yerlerdi. Kimi sulu yemek yerken kimi de sulu veya kızartılmış et yerdi. Bir
elbiseye ihtiyacı olan da kapının yanında asılı olan ipten dilediğini alır ve
ev-sahibinin iznine gerek görmezdi. Çünkü kardeşleri onun ahlakını iyi
bilirlerdi.
Sonrakiler
arasında da Said'in ahlakına sahip olanlar vardı. Allah Teala kaynaşma ve
sıcaklığı müminler arasına ayetlerinden biri olarak koymuştur. Onların bu
sıfatı övülmüş ve bu kaynaştırma, Resulü'ne (sav) bile izafe edilmeyerek yalnız
Allah Teala'ya ait bir fiil olarak takdim edilmiştir: "Ve onların
kalplerini kaynaştırdı. Sen yeryüzündeki servetlerin tamamını harcasan yine
kalplerini kaynaştıramazdın. Ama Allah onları kaynaştırdı. Muhakkak O, Aziz ve
Hakîm'dir". (Enfal/63)
Aziz'dir;
çünkü O'nun kaynaştırdığını hiç kimse ayıramaz. O'nun ayırdığını da hiç kimse
kaynaştıramaz. Hakîm'dir; çünkü kaynaştırma meselesinde hüküm tamamen O'nun elindedir.
Kendini tanıtmadaki tekliği gibi bu hususta da Tek'dir. Aziz ve Ha-kîm'in bir
diğer açıklaması da şudur: Aziz'dir; çünkü müminler arasındaki kaynaşmayı çok
yüceltmiş ve yüksek bir değer vermiştir. Hakîm'dir; çünkü kaynaşmayı hikmet
ehlinin salihlerinde bulunan bir hikmet kılmıştır.
Ebu'd-Derda
(ra), saban çeken iki Öküz görmüştü. Bir ara öküzlerden biri durarak vücudunu
sabana sürtmeye başlamıştı. Ebu'd-Derda (ra) bu sahneyi görünce ağlamaya
başlamış ve şöyle demişti: Allah'ın emrini yerine getirmek için yardımlaşan
din kardeşleri de böyledir. İçlerinden biri durduğu zaman, diğeri de onun durması
sebebiyle durur. Ebu'd-Derda'nın (ra) ibadetinin ağırlığı tefekkürdü, O şöyle
derdi: Secdemde, adlarıyla bildiğim kırk kardeşim için dua ederim.
Konuyla
ilgili bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Din kardeşinin başka bir kardeşi için gıyabında ettiği dua
geri çevrilmez. Melekler de, 'Onun için istediğin senin de olsun' der"[79][146]Hadisin
başka bir lafzında ise şu ifade geçmektedir: 'Allah Teala şöyle buyurur:
Vermeye seninle başlayacağım'. Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişinin kendiyle ilgili kabul edilmeyip
kardeşiyle ilgili kabul edilen birçok duası vardır".
Din kardeşliğinin
gereklerinden biri de, kardeşlerin gıyaplarında birbirleri için dua ve
istiğfarda bulunmalıdır. Kardeşliğin bereketi de ancak bu noktada gündeme
gelmektedir. Muhammed b. Yusuf el-İsbahani (ra), şöyle derdi: Salih bir din
kardeşi mirasım paylaşan ailen gibidir. O senin hasretinle yaşar, sunduğuna
ilgi gösterir, gecenin karanlığında senin için dua eder. Salih bir din kardeşi
meleklere de benzetilmiştir. Çünkü konuyla ilgili bir hadiste şöyle
buyrulmuştur: "Kul öldüğü zaman insanlar 'Acaba geride ne bıraktı?1 diye
sorarlar. Melekler ise, 'Acaba ne getirdi?' diye sorar ve getirdiği iyiliklere
sevinir, onun üzerine titrerler".
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Allah için kardeş edinmenin başka hiç bir faydası
olmasa, sadece şu yeter ki onlardan birine kardeşinin vefat haberi ulaştığında
ona merhamet diler ve bağışlanması için dua eder. Belki de o kimse, bu
kardeşinin hüsnü niyeti sayesinde bağışlanacaktır. Bir başka zat ise şöyle
demiştir: Bir din kardeşinin vefat haberini alıp onun için merhamet dileyen ve
istiğfarda bulunan kimse onun cenazesinde bizzat bulunmuş ve namazını kılmış
gibi olur. Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Mezanndaki Ölü, boğularak ölen gibidir, her şeye tutunmaya çalışır.
Çocuğundan, babasından ve kardeşinden dua bekler. Canlıların duaları, Ölülerin
mezarlarına nur dağları gibi iner". Denildi ki: Ölülere edilen dua,
dirilere dünyada verilen hediyelere benzer. Melek, ölünün yanına gelir. Elinde
nurdan bir tabak ve üzerinde nurdan bir mendil vardır. Sonra o şahsa, 'Bu,
falan kardesinizin hediyesi' der. Ölü, dirilerin aldıkları hediyelere sevinmesi
gibi bu hediye ile mutlu olur.
Kardeşler,
birbirlerine gıyaplarında dua etmeyi tavsiye eder, ya-kini imanların güzelliği
ve niyetlerinin dürüstlüğünden dolayı birbirlerini buna özendirirlerdi.
Serzenişin en büyüğü, bir din kardeşi bile olmaksızın dünyadan ayrılıp giden
kimsenin serzenişidir.
Dien
kardeşliğinin faziletleri açıkça görülmektedir. Kul, bu faziletler sayesinde
Allah katında muhibbanın mertebelerine nail olur. Dünyada en yalnız insan,
sıcaklığım hissedebileceği ve huzurla yaslanabileceği içten bir dostu olmayan
kimsedir. Allah Resulü'nün de (sav) bu hususta şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Dostu olmayan gariptir. Su-i zan sizi dostsuz bırakmasın".
Şeyhlerden biri bu konuda şöyle bir şiir söylemiştir:
Garip, yurdu
kendine ağır gelen değil, Öz yurdundan uzakta olandır garip! Eski bir bağı ve
vefası olan ise, Setler aşmış olsa dahi yakındır!
Süfyan-ı
Sevri'ye (ra), 'Kimde sıcaklık bulursun?' diye bir soru sorulmuştu. 'Kays b.
Rebî'de, kendisini iki senedir görmedim' dedi. Başka bir zat ise şöyle
demiştir: Uzaktaki bir kardeşimin sevgisi, günde iki üç kez yanıma gelen giden
birinin sevgisinden çok daha sağlamdır. Muhammed b. Davud (ra) ise şöyle
demiştir: Ziyaret-gahlann uzaklığına rağmen kalplerin yakınlığı, beldelerin
beldelere yakınlığından daha hayırlıdır.
Kişi,
kardeşiyle ilişkisinde beş husustan sakınmalıdır. Bunlar, edep ve terbiye ile
bağdaşmayan şeylerdir.
1.Zorluğundan dolayı hoşlanmadığı bir şeye zorlamak;
2.Kardeşiyle ilgili mübâlâyı dinlememek, söylediğine
inanmamak;
3.Nereden gelip nereye gittiğini sık sık sormamak;
4.Halini araştırmamak 'tecessüs';
5.Onunla ilgili hususlardan haberdar olmaya gayret
etmemek 'tahassüs'. hususu asla hoş görmemiş ve onların bu yaklaşımıyla ilgili
birçok rivayet aktarılmıştır.
Muhammed b.
Şirin (ra) şöyle demiştir: Kardeşine, ona ağır gelecek bir şeyi zorlama.
Mücahid (ra) ise şöyle demiştir: Bir kardeşinizi yolda gördüğünüzde, nereden
gelip nereye gittiğini sormayın. Hem doğru, hem de yalan söylemesi muhtemeldir.
Yalan söylemek zorunda kaldığında onu buna zorlamış olursunuz.
Rivayete
göre, hikmet ehlinden biri kendi gibi bir zata uğramıştı. Ona, 'Sevgin için
söz kesmeye geldim' dedi. O da, 'Eğer mihrini şu üç şey yaparsan olur1 dedi.
Diğeri, *Nedir onlar?' diye sorunca öbürü şöyle dedi: İlki, hiçbir konuda bana
muhalefet etmemen, ikincisi hakkımdaki mübalâğayı kabul etmemen, üçüncüsü de benim
için kimseye rüşvet vermemendir. Bunun üzerine diğeri Teki, kabul ettim' dedi.
Mihir isteyen de, 'Seninle kardeş oldum' dedi.
İnsanların
hallerini araştırmak (=tecessüs) ve haberlerini Öğrenmeye çalışmak (=tahassüs)
Allah Resulü (sav) tarafından neh-yedilmiş davranışlardır. O, arkadan konuşma
ve dargınlıkla beraber bu ikisinin terkini de kardeşliğin şartları arasında
zikretmiştir: "Tecessüs etmeyin, tahassüs etmeyin, arkanızdan konuşmayın
ve darılmayın. Allah'ın kardeş kulları olun".[80][147] Hadiste
geçen 'Mu-kâta'a', kişinin kardeşiyle ilişkisini kesmesi veya alışılan
adetlerin dışına çıkarak ona karşı eski halini terketme sidir.
'Tedâbür1
ise, 'gıybet'in 'gayb' kelimesinin türevi olması gibi (dü-bür=sırt, arka'
kelimesinin türevidir. Buna göre kasdedilen, kişinin bir din kardeşine arkasını
dönüp gittiğinde onun hakkında yüzyü-zeyken davrandığı gibi davranması,
konuştuğu gibi konuşmasıdır.
Din
kardeşleri, gecelerini zikir, ilim, amel ve tilavetle ihya ederler. Bunlarla
dolu bir birliktelik, arkadaşlığı ve kardeşliği daha da güzelleştirip
derinleştirir. Selef, bu tür dostluktan sevap umulacağım söylerdi. Onlara göre
bu, hem dünya, hem de ahiret bakımından faydalı bir ameldi. Halvet ve
yalnızlıkta ahlakın güzelleştirilmesi, akılların aşılanması ve ilimlerin
müzakeresinin yeterince yapılabileceğini düşünmezlerdi. Bunun ancak erbabına
mahsus olduğunu söylerlerdi.
Onlar,
yürekleri selamette olup az ile razı olan, merhametle donanmış, hasetten
arınmış, yardımlaşmaya gönül vermiş, gösterişten uzak, zorlamacılıktan
sıyrılmış ve sürekli kaynaşma halinde olan kimselerdi. Bu hasletler bulunmayıp
zıtları hakim olduğu zaman, onlara sahip olanlar arasındaki farklılaşma
belirgin olur. Nitekim bu konuda şöyle denilmiştir: Zorlamadan sıyrılan kimsenin
sohbet ve ülfeti devamlı olur. Sıkıntısı az olan kimsenin sevgisi de sürekli
olur.
Ali (kv)
şöyle demiştir: Dostların en kötüsü, onun için kendini zora soktuğun kişidir.
Rivayete göre dostları Yunus Peygamberi (as) ziyaret etmişlerdi. Onlara arpa ekmeği
ve kendi yetiştirdiği sebzelerden ikram etti. Ardından da şöyle demiştir: Allah
Teala'nm kendilerini lüzumsuz yere zorlayanlara lanet ettiğini bilsem, daha
iyisini ikram etmek için kendimi zorlardım!
Allah Resulü
de (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ben ve ümmetimin takva sahipleri,
lüzumsuz yere zorlamadan beriyiz". Kişinin kendini lüzumsuz yere zorlaması
(=tekellüf), niyette olmayan bir şeyi yapmak, kendisini ilgilendirmeyen bir
şeye karışmak ve haset sebebiyle yetenden fazlasına yönelmektir.
Nefste
yerleşik olan haset ve kin ise, beraberinde zıtlaşmayı ve farklılaşmayı
getirir. Gösteriş ve büyüklerime ise soğumayı ve uzak durmayı doğurur.
Çirkinlik ve tuzakçılık ise karşılıklı nefrete sebep olur. Bütün bunlar,
sıcaklığı ortadan kaldıran, muhabbeti zedeleyen ve kardeşliği faziletini boşa
çıkartan hususlardır.
Ehli
Beyt'ten bir zat şöyle demiştir: Bana en ağır gelen kardeş; kendisinden
çekindiğim, kendisinin de benden çekindiği kimsedir. Selef-i Salih'ten bir zat
ise şöyle demiştir: Asr-ı Saadetteki kardeşler, birbirlerini istismar etmez ve
birbirlerinden çekinirler. Hasan el-Basri'ye (ra), malı kendinden habersiz
olarak yenilen bir dostun durumu sorulduğunda şöyle demiştir: Nefsin huzur,
kalbin sükunet bulduğu kimseler için mallarını yerken izin istemeye gerek
yoktur.
Zünnun-ı
Mısri'ye (ra) üns hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Üns; her
aydınlık yüze ve her güzel sese ısınman, ün-siyet göstermendir. Başka birinin
malı alınırken, Allah Teala o kimseyle kardeşi arasında yer alır. Kardeşinizin
bu durumdan memnun olduğunu veya mekruh görmediğini bildiğinizde böyle
davranmak helal olur. Önceden izin verilmiş olmasa da sabık bilginiz izin
yerine geçer. Bu bilginin alameti ise, yüreğinizin o kardeşinizle ferahlaması
ve onun kalbinize hafif gelmesidir. Bu, aynı zamanda kardeşinizin bundan
duyduğu mutluluğun da delilidir.
Buna kıyas
ederek şöyle denebilir: Malından her hangi bir şeyi almanızı hoşgörmediğini
veya mizaç olarak cimri olduğunu bildiğiniz birinin malından almak, yemeğinden
yemek mekruhtur. Buna izin vermesi de bu hükmü değiştirmez. Onun için
almamanızın daha hoş olduğunu bilmenizden sonra hüküm asla farklı olamaz. Vera'
bakımından böyle birinin bizzat verdiğini de almamak gerekir. Çünkü onun
ikramının samimi olmayıp boş olduğu ortadadır. Bunun delili de, yüreğinizin
onunla daralması ve kalbinizde çekingenliğin bulunmasıdır. Konuyla ilgili bir
rivayette de, 'Günah kalbe sahip olandır" denilmektedir. Günah,
yüreğinizde sıkıntı yaratan davranıştır. İyilik ise, güzel ahlaktır. O, nefsin
huzur bulup kalbin itmi'nana erdiği davranıştır. Bu husus, muhtelif hadislerde
izah edilmiştir.
Allah Resulü
(sav), Berire tarafından ikram edilen etten yemiştir. O gittiğinde Berire evde
yoktu. Ama Allah Resulü (sav), etten yemesinin onun hoşuna gideceğini bildiği
için iznini aramaksızın eti yemiştir. Bunun zıddıyla ilgili kıyasımıza delil
olarak da şu hadiseyi nakledebiliriz: Haşim el-Evkas Hasan el-Basri'nin bir
bakkal dükkanında şundan bundan yediğini görmüş ve şöyle demişti: Ey Ebu Said!
Adamın malını izinsiz nasıl yersiniz? Hasan el-Basri (ra) ona kızarak şöyle
karşılık verdi: Akılsız adama bakın! Yemekle ilgili ayeti bir okusana! Hasan
(ra) bunun ardından şu ayeti okudu: "Sizin de eşlerinize yahut
çocuklarınıza ait evlerinizden.... veya arkadaşlarınızın evlerinden yemek
yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61) Muhammed b. Vâsi' (ra) ile Ferkad
es-Senecî'nin (ra) arkadaşları Hasan'ın (ra) evine girer ve kendilerine izin
verilmeksizin yemeklerini yerlerdi. O da bunları görünce, 'Bana artık yaşamayan
bir topluluğun ahlakını hatırlattınız! Biz de böyleydik. Ebu Süleyman
ed-Darani'nin (ra) evine gittiğimizde bize türlü yemekler ikram eder, ancak
kendisi yemez, 'Bunları sizin için hazırladım' derdi. Biz de, "Nasıl olur
bize leziz yemekler yediriyor, kendiniz yemi-yorsunuz' derdik. O da şöyle
derdi: Onları yemiyorum, çünkü o tür yemekleri bıraktım. Onları siz ikram
ediyorum. Çünkü hoşlandığınızı biliyorum. Bizler el-Masisa ve sahil köylerinde
İbrahim b. Ed-henı (ra) ile gecelerdik. Bize murma sürgünü, fındık ve badem türü
çerezler ikram ederdi. 'Namaz kılsanız, bunu bıraksanız' denildiğinde ise, 'Bu
daha faziletlidir1 derdi.
Ariflerden
biri, hiç beklemediği bir anda misafirle karşılaşmıştı. Evde yiyeceği olmadığı
için hemen komşusunun evine gitti ve oradan ekmekle bir tencere yemeği alıp
evine götürdü. Bu hadiseden sonra o komşusu ile karşılaştığında bu yaptığı
güzel görülmüş ve komşusu bir daha benzer bir durum olursa çekinmeden girip
alması gerektiğini söylemiştir.
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Kişi kardeşinin evinde şu dört şeyi yaptığı takdirde
onunla arasındaki üns tamama ermiş olur: Kardeşinin evinde yemek, tuvalete
gitmek, namaz kılmak ve uyumak. Bunu şeyhlerimizden birine anlattığımızda
'Beşinci bir şey daha kalmış' dedi. 'O nedir?' diye sorulduğunda 'Kardeşinizin
evinde hanımınızla birlikte olabilmek. Onu da yaptığında kardeşiyle arasındaki
üns kemale ermiş olur. Çünkü evler bu beşi için mesken edinilir1 dedi. Aksi
halde Allah Teala'nın evleri olan mescidler, daha rahat ve yaşamaya daha uygun
olurdu.
Din
kardeşiyle aranızdaki üns ve karşılıklı çekingenliğin kalkması, kişinin yalnız
başına kalmasıyla kardeşiyle birlikteliği arasında fark kalmamasını
gerektirir. Bunun karşıtı düşünüldüğünde ise üns halinin sona erdiği
söylenebilir. Yukarıdaki beşinci unsur da şeyhlerinizden biri tarafından
rivayet edilmiştir. Buna dayalı olarak Araplar'ın selamlaşmada kullandıkları
deyimleri anlamak da mümkün olur. Buna göre 'Merhaba' kelimesi, yürek açıklığı
ve mekan genişliğinin bunduğunu ifade eder. 'Ehlen ve sehlen=Hoş-geldiniz'
ifadesinde ise kaynaşabileği bir ailenin bulunduğu, oradaki kalışının ev
sahiplerini zorlamayacağı kendisine bildirilmiş olur. Ziyaret ve görüşmenin bu
şekilde kolay olması, aynı zamanda genel ahlakın da gereğidir.
insanlar
arasındaki tanışma ve ilişkiler yedi derecelidir. Bu derecelerin bir kısmı bir
kısmından daha üsttedir.
1. Tanışmanın ilk derecesi görme veya duyma yoluyla
tanımadır. Bu mertebede islamın koyduğu hürmet ve avamın hukuku geçerlidir.
2. Komşuluk; bunda yalnız komşuluk hukuku anlatılır. Bu,
islamın sosyal hayatla ilgili olarak vazettiği hakların ikincisidir. Bu, yan
komşuluktur.
3. Bir yol veya yolculukta refakat etmek. İlgili ayetin
iki anlamından birine göre bu tanıma giren, yol arkadaşıdır. Böyle birinin
kişi üzerinde üç hakkı vardır: İslam hürmeti, komşuluk hürmeti yolcu hürmeti.
Bu hürmetler, bir tür dokunulmazlıklar anlamındadır.
4. Arkadaşlık (=es-Suhbet); bu birliktelik ve tabi olma
hali olup öncekinin üstündedir.
5. Dostluk (=es-Sadâkat); din kardeşliğinin özüdür.
Geçinmek (=mu'âşeret) de bu derecede gerçekleşir. Mu'aşere, bir bakıma karışma
ve kaynaşma anlamındadır. Gerekleri, karşılıklı ziyaretleşme, birlikte
geceleme ve yemeğini paylaşma şeklinde özetlenebilir. Muaşeretin özü de budur.
Muaşere kelimesi, *aşîr=birlikte yaşanılan kimse' kelimesinin türevidir.
Bu
nedenledir ki eşlerden her biri için diğerinin 'aşîri' tanımı kullanılmıştır.
Allah Resulü'nün (sav) hadisinde de bunu görmekteyiz: "Eş küfran-ı
nimette bulunur".[81][148]Allah
Teala da, 'mu'aşir* kelimesini isim olarak kullanılması ve onun yakınlığını
ifade etme noktasında şöyle buyurmuştur: "Ne kötü bir efendi ne kötü bir
aşîr-dir o!w. (Hac/13) Yani birlikte yaşadıkları amca oğlu. Kelimenin
açıklamasıyla ilgili şöyle bir değerlendirme de yapılmıştır. 'Muaşere' vezin
olarak 'mufaale' veznindedir. Bu da, yaşama ve geçinme fiilinin asgari iki
kişinin paylaştıkları bir fiil olmasından dolayıdır. Bu fiilin gerçekleşmesi
için iki kişinin varlığı ve ikisinin de aynı fiili paylaşması şarttır.
Yumruklaşma (=mudârabe), sövüşme (=mü-şâteme), ölümüne vuruşma (=mukâtele)
gibi. Tarafların her ikisi de aynı fiili yaptıklarında bu mana gerçekleşmiş
olur.
6. Kardeşlik (el-Uhuwet); dostluk derecesinin üzerinde
bir ilişkidir. Kardeşlik, hal bakımından birbirlerine denk, güzel ahlak ve
davranış bakımından birbirlerine yakın kimseler arasında görülür. Buna göre
kalp, himmet, ilim ve ahlak bakımından birinde bulunan meziyetler diğerinde de
bulunur. Allah Teala'nın "Saçıp savuranlar şeytanların
kardeşleridir" (îsra/27) buyruğunda olduğu gibi
zıt
özelliklere sahipseler, aynı türden olmadıkları ve müşterek sıfatları
bulunmadığı için kardeşlik sözkonusu olamaz. Allah Te-ala'nın bazı kimseleri
kardeş ilan etmesi, kalplerinin ve hallerinin benzeşmesinden dolayıdır. İşte bu
hâl kardeşliğidir (^uhuvvetü'l-hâl). Dostluğun özü de budur.
7. Sevmek (=el-Muhabbet); kardeşliği daha da özel bir
derecesidir. Allah Teala bunu ülfet ve kaynaşmanın bir unsuru olarak yaratmış
ve kalplerdeki karşılıklı üns olarak varetmiştir. Böyle birini bizzat O dost
edinir ve onu başkalarına bırakmaz. Bu da kalplerin huzur, yüreklerin inşirah
bulması, mutluluğa ulaşılması, yalnızlık hissinin tamamen bitmesi ve
çekingenliğin kalkmasıdır. Bunun ardından 'içten dost=el-Halıl' gelir ki
'seven=el-habîb'in üzerinde bir ilişkidir.
Muhabbet ve
Hullet derecesindeki ilişkiler ancak akıl, ilim ve irfan sahibi kimseler
arasında olabilir. Onların kıstası ve yolu birdir. İlişkinin bu türü pek nadir
bulunur ve en zor rastlanır türüdür. İçten dostluk=Hullet' kavramı, 'sırlan
paylaşma=tehallul-i esrar" kelimesinden gelmektedir. Bu yüzden de sevgi
ve diğergamlığın özünü teşkil etmektedir. Her 'hain" 'habîb' olmasına
rağmen her 'habîb' TıalîV değildir. Çünkü 'hullet1 daha fazla akıl, ilim ve
dayanma kuvveti demektir. Bunları her sevilende bulmak mümkün değildir. Bu
sebeptendir ki onu arayan azalmış sıfatı da zor bulunur olmuştur.
Allah Teala,
Resulü'nü (sav) muhabbet makamına yerleştirdikten sonra dedesi İbrahim'e (as)
katılması için de 'hullet' makamına yükseltmiştir. Hullet, elbette muhabbetin
daha üstündedir. Konuyla ilgili olarak Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "İnsanlar arasında bir halîl edinecek olsaydım Ebu
Bekir'i halîl edinirdim. Ama -kendisini kasdederek- Arkadaşınız Allah Te-ala'nm
halîlidir ve O'nun halîl edindiği kimse için, Yaratan'm hul-letine, yaratılanın
hulletini ortak etmemek gerekir"[82][149]
İslam
kardeşliği ise, hulletten farklıdır ve onda ortaklığa mani yoktur. Bu tür dostlukta,
hâlin paylaşılması sözkonusudur. Bu anlamda, nübüvveti Ali (kv) ile hulleti
Ebu Bekir (ra) ile birlikte an-mıştır. Bir defasında da mutlu ve müjdeleyen bîr
yüzle minbere çıkarak şöyle buyurmuştu: "Dikkat edin! Allah Teala
İbrahim'i olduğu gibi beni de 'Halîl' edindi. Artık hem 'Habîbullah'ım hem de
Ha-Hlullah'ım' buyurdu".
Marifet yani
tanıma gerçekleşmeden hüküm gerektirecek her hangi bir ilişki mevcut değildir.
Böyle bir durum için cari olan; zahirdeki müslüman oluştur. Aynı şekilde
'hahTden sonra da daha üstte bir ilişki derecesi mevut değildir. Ancak niteleme
babından olmak üzer 'Muhib=Seven' kelimesi kullanılmıştır.
Müslümanların
bu tanışıklık derecelerinde farklı hukuk ve dokunulmazlıkları sözkonusudur.
Dostluk ilerledikçe karşılıklı hukuk da perçinlenir. Bu hukuk, tanışma
faslından hullet derecesine doğru artarak devam eder. Konuyla ilgili olarak
şöyle denilmiştir: Bir yıllık arkadaşlık kardeşlik, on yıllık tanışma ise
akrabalık gibidir.
Allah Teala
da bir ayetinde 'dostu' aileye katmış ve onlarla birleştirmiştir. Bunun
ardından kardeşleri de dostlar mertebesine yükseltmiştir. Bunu Allah Teala'mn
şu buyruğunda görmekteyiz: "Ya da anahtarlarına sahip olduğunuz.."
(Nur/61) Görüldüğü gibi müslüman, kendi kasasının anahtarlarını din kardeşine
vermekte, yolculukta ve ikamette dilediği gibi tasarrufta bulunmasını hoş
görmekteydi. Onlar kardeşlerine şöyle derlerdi: Malımla ilgili vereceğin
karar, kendi şahsi kararım gibidir. Mülküm mülkün gibidir.
Bu muameleye
maruz kalan kardeşi de ezilip büzülür, uzaklara gitmemesini isteyerek şöyle
düşünürdü: Eğer uzaklara gitmese, burada daha rahat bir rızkı olur ve vera'
sebebiyle günah tehlikesi daha az rızıklar yerdi. Allah Teala da bu ezilip
büzülmeleri nedeniyle onlara merhamet buyurmuş ve vera'larını şükranla anarak
kardeşlerinin mallarından yiyebilmelerine izin vermiştir.
Bu meyanda
şöyle buyurmaktadır: "Sizin de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait
evlerinizden, babalarınızın evlerinden annelerinizin evlerinden, amcalarınızın
evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin
evlerinden, yahut anahtarlarına sahip olduğunuz yerlerden veya
arkadaşlarınızın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61)
Allah Teala'nın mülkiyet fiiliyle ifade ettiği husus, kardeşinin anahtarlarına
ve onların açtıklarına aynı kendisi gibi sahip olabilmesi durumudur. Çünkü O,
din kardeşlerinden birini diğerini yerine koymuştur. Nitekim O şöyle
buyurmaktadır: "Ya da anahtarlarına sahip olduğunuz.." (Nur/61)
Görüldüğü
gibi arkadaşı sonraya bırakmıştır. Çünkü onda, öncekinin ilişkisindeki kuvvet
mevcut değildir.
Allah Teala
üstteki ayetin devamında şöyle buyurmuştur: "Hej) beraber veya ayrıyken de
yemek yemenizde bir mahzur yoktur". (Nur/61) Yani kardeşleriniz
evlerindeyken kendileriyle birlikte, onlar yokken de gıyaplarında yemeklerini
yiyebilirsiniz. Burada onların varlığıyla yokluğu bir tutulmuştur. Çünkü Allah
Teala o kardeşleri ve onların mülklerini kendi aralarında eşit tutmuştur. Harcama
ve sevme noktasında kalpleriyle dilleri eşittir. Bu husus, "İşleri
aralarında şura iledir" (Şura/38) ayetinin de hakiki anlamdaki açılımıdır.
Ediplerden
biri şöyle demiştir: Kardeşler bir cemaatta toplanıp kaynaştıklarında hepsi de
bundan lezzet alır. İçlerinden birinin bulunmadığı bir mecliste ise tadılan
lezzet eksik olur. Bu eksikliğin sebebi, ünsiyet ve birlikte zikrin
sürekliliğidir. Bu meyanda Malik b. Dinar (ra) ve Muhammed b. Vâsi* (ra)
hakkında şöyle bir hadise rivayet edilmiştir: O ikisi, evinde bulunmadığı bir
sırada Hasan el-Basri'nin (ra) evine gitmişlerdi. Muhammed b. Vâsi'yatağın
altından içinde yiyecek bulunan bir sepet çıkardı ve yemeye başladı. O esnada
Hasan (ra) eve geldi. Onu görünce, 'Biz de böyleydik, birbirimizden
çekinmezdik' dedi.
İki kardeş
veya iki dostun arasında amelleri bakımından riya olmaz. Birbirlerinin
amellerini gözle görseler dahi gizli amel ve halvette yapılmış gibi sevap
kazanırlar. Çünkü onlar, aynı evi paylaşan bir aile veya yolculuktaki arkadaş
gibidirler. Kişiyle aile fertleri, yolcuyla yol arkadaşları arasında ameller
bakımından riya ve gösteriş olmaz. Onlardan saklanmaları ve amellerini
gizlemeye çalışmaları da gerekmez.
Kişinin
yolculuktaki arkadaşı kardeşlerinden biri ise, onun hürmeti daha gerekli,
hukukuna riayeti daha elzem olur. Ona muhalefet etmemesi, bir yerde mola
vermek istediğinde -hoşlanmasa da- itiraz etmemesi gerekir. İkisinden biri
yola çıkmak istediği halde diğeri kalmak istese, öbürü yola çıktığında
diğerinin orada durmayıp ona katılması gerekir. Kardeşi durup bir şey satın
aldığında ona mani olmamalı, yediği veya içtiği bir şeyi ondan esirgememeli,
onu kendinden çok düşünmelidir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Yola, çıkan iki kişiden Allah'a en sevimli geleni,
kardeşine karşı en şefkatli olanıdır".
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'yle (sav) ilgili şöyle şöyle bir olay rivayet
edilmiştir: "O, bir sahabisiyle ormana girmişti. Oradan iki adet misvak
dalı kesti. Biri eğri diğeri doğru idi. Eğeri olanı kendine alıp doğru olanı
sahabisine verdi. Sahabi, 'Ey Allah Resulü, doğru olana sen layıksın' deyince
O şöyle buyurmuştur: Arkadaşına günün bir saatinde olsun refakat eden hiç bir
arkadaş yoktur ki Allah Teala arkadaşlığıyla ilgili hukuku eda edip etmediğini
kendisine sormuş olmasın!".
Kardeşlik ve
dostluk ettiği kimseye amellerinin çokluğuna göre değer veren veya ilişkisini
hallerinin en mükemmel olanına göre değerlendiren kimsenin bu tutumu, girilmek
istenen yolu bilmediğini gösterir. Çünkü onun ilişkisindeki dayanak da sapma
vardır. Hakikatte dayanılması gereken, kalbi hakikatler ve aklın selametidir.
Çünkü kardeşlik ve dostluk ilişkisi bunlara dayandırılır.
Kişinin bu
bilgisizliği, öbür tarafın bilgisizliğiyle de birleşirse, devreye gösteriş ve
yapmacıklık gibi hastalıklar girer. Her ikisi de birbirleri için amel etmeye ve
gösteriş yapmaya yeltenerek birbirlerinin gözlerinde daha yüksek bir mertebeye
yükselmek isterler. Bu ise şirke sürükler. Bilindiği üzere şirk, kulu tevhid
hakikat£n-dan uzaklaştırır. Böylece sabit olan ayaklar kayar ve kul Rabbinin
gözünden düşer. Rabbi, artık onu dost edinip işlerini üstlenmeye1-cektir. Çünkü
o, övülmeyi sevme ve sıfatları izhar ederek mevki edinme gibi illetlere
kapılmıştır. Böyle bir arkadaş, arkadaşların en tehlikesilisi ve en zararlısıdır.
O, diğer arkadaşları için bir imtihan vasıtası kılınmıştır.
Bu durumdaki
arkadaşlar derhal terkedilmelidir. Çünkü onlar cahil kimselerdir. Aksi takdirde
kendileriyle arkadaşlık edenleri yıpratacak ve türlü illetlere maruz
kalmalarına yol açacaklardır. Böyle kimseler, yalnız kalmalı, alçak veya
yüksek, ulvi ya da süfli demeksizin hallerini dürüst olarak yaşamalıdırlar.
Kendilerini kimseyle mukayese etmemelidirler. Böylesi, onlar için daha hayırlı,
akıbetleri bakımından da daha güvenlidir.
Bu gerçekten
çok hassas bir noktadır. Çoğu insan, bu noktadaı olmaktan kurtulamamıştır.
Helak
olanları iki zümreye ayırmak mümkündür.
Bunlardan
ilki; sözkonusu illet ve afetlere dayalı olarak dostluk ve kardeşlik
edenlerdir. Bu kimseler, yakini imanlarındaki zaaf, arzu ve hevalanndaki kuvvet
sebebiyle o illet ve afetleri umursa-mamış, insanları gözlerinde büyütmüş,
onlardan elde edecekleri dünyalıklara büyük değer atfetmiş, kapıldıkları
gösteriş ve yapma-cıklık hastalıkları sebebiyle helaka duçar olmuşlardır. Kendileri
helak olmakla da kalmayarak, dost ve kardeşlerini de helak etmişlerdir.
İkinci
zümredekiler ise, iyi halleri ve gizlilikleriyle tanınan abidlerdir. Bunlar,
duydukları korku sebebiyle hallerini açığa vurmak istememiş, kınanmaktan ve
kusurlu görünmekten çekindikleri için de gizlenmeyi tercih etmişlerdir.
Kendilerini dostluk ve kardeşlikle sınamak istememiş ve hallerinin içyüzünün
öğrenilmesine firsat vermemişlerdir. Buna rağmen uzaktan sevilmek ve takdir
edilmek istemiş, uzun görüşmeler olmaksızın ibadet haliyle tanınmaktan
hoşlanmışlardır. Hal olarak, yalnızlık ve inziva içinde görünmeyi yeğlemiş,
dostluk ve ayrılık ilişkilerini kusurlu gördüklerini ima etmişlerdir. Bu
tutumlarıyla da benzerlerinden ayrışmak ve bütün insanlardan uzakta tek başlarına
olarak tanınmak istemişlerdir. Kendilerine mahsus gördükleri hâl, gerçek
anlamda hâl olmaktan uzaksa ve kendilerini Allah Teala'nm ibadetine
adama-mışlarsa, sırf avamın hallerle ilgili cehaletini istismar ediyorlarsa, bu
takdirde helaktan kaçmaları mümkün olmayacaktır.
Cemaattan
ayrılına, davete icabet sünnetini terk etme, garip bir hâl iddiasında bulunma,
ümmete karışmaktan kibir ve yükseklik taslama nedeniyle imtina etme gibi
illetler bu zümrenin asıl helak sebepleridir. Onlar, halkın cehaletlerini
istismar ederek kendilerinin ibadet sebebiyle inzivada oldukları gibi bir hava
estirmektedirler. Bu iddiayı ileri sürerken, işin hakikatinin da bu olmadığını
iyi bilmektedirler. Bu tür fikirler, kendi kalplerinin fısıldadığı vesveseler
de olabilir. Her halükârda halleri sâdıklar tarafından iyi bilinir. Arifler de
tüm açıklığıyla hâllerine muttalidirler.
Müslümanlarla
içice olmak, yemeklerde kardeşlerle buluşmak, çarşı pazarda dolaşmak,
ihtiyaçları satın almak ve tevazu gereği aldıklarını taşımak, ibadet ve marifet
ehlini küçülten değil daha da büyüten davranışlardır. Sahabe ve Tabiun (ra) da
böyle davranmışlardır. Mesela Ömer (ra) evine götüreceği su kırbasını sırtında
taşırdı. Aym şekilde Ali (kv) hurma ve tuzu üstünde ve ellerinde taşır, bunu
da şöyle değerlendirirdi:
Kemâl sahibi
yitirmez kemâlini, Ailesine taşıdığı ihtiyaçlarla.
Übeyy (ra),
İbni Mesud (ra), Huzeyfe (ra) ve Ebu Hüreyre de (ra) aynı şekilde odunları, un
çuvallarını omuzlarında veya sırtlarında taşırlardı. Peygamberlerin efendisi,
müttakilerin imamı alemlerin Rabbinin elçisi olan Allah Resulü (sav) de,
pazardan satın aldıklarını eve kendisi götürürdü. Sahabemden biri, *Verin ben
taşıyayım ey Allah Resulü!' dediğinde şöyle buyururdu: "Bir şeyin sahibi,
onu taşımaya daha layıktır!"
Hasan b. Ali
(ra) yolda giderken birkaç dilenciye rastlamıştı. Önlerine koydukları çerezleri
yiyorlardı. Hasan (ra) onlara selam verdi. Dilenciler, 'Ey Allah Resulü'nün
kızının oğlu, haydi yemeğimize katıl!' diyerek kendisini davet ettiler. Hasan
(ra) bineğinden indi ve onlar gibi yere oturarak yemeklerini paylaştıktan sonra
tekrar bineğine bindi ve ayrılırken şöyle dedi: Allah Teala kibirle-nenleri
sevmez! Ayrılmadan da onları evinde yemeğe davet etti. Ye-mekte hizmetçisine,
'Evde davetler için sakladığın ne varsa getir* diye talimat vermiş ve
hazırlananları dilencilerle beraber yemiştir.
İsrailiyat
kaynaklarında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: Hikmet ehlinden biri, hikmetle
ilgili üçyüz altmış kitap yazmış ve bunlar sayesinde Allah katında bir
mertebeye ulaşmış olduğu zannına kapılmıştı. Allah Teala o kavmin peygamberine
şöyle vahyetti: Filan kimseye şu buyruğumu ilet: Yeryüzünü nifakla doldurdun.
Nifakla ilgili çalışmalarından hiç birini kabul etmiyorum. Hikmet sahibi kimse
bunu Öğrenince yer altında bir çukurda yaşamaya başladı ve halktan uzaklaştı.
Bir zaman sonra, 'Rabbimin muhabbetine nail oldum' diye düşünmeye başladı.
Bunun üzerine Allah Teala peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Benim rızama
yine kavuşamadın! Bunun üzerine o kimse çarşı pazara girdi ve insanlara karışarak
onlarla beraber oturup kalkmaya başladı. Yemeğini onlarla beraber yedi ve çarşı
pazarda onlarla beraber yürüdü. Bir süre sonra Allah Teala peygamberine şunu
vahyetti: O kuluma de ki: İşte şimdi rızamı kazandın!
Halka şirin
görünmeye çalışan, halkın elinde esir olan, sürekli bakışlarına gözeten bedbaht
şunu bir bilse ki, o insanlar ne rızkını eksiltebilir, ne de ömrünü
uzatabilirler, ne Allah katında yükseltebilir, ne de alçaltabilirler! Bütün
bunlar yalnız Allah'ın elinde olan hususlardır. O'ndan başka hiç bir gücün
bunlar üzerinde etkisi olamaz. Böyle biri Allah Teala'nm şu buyruklarına kulak
verse bu tür gereksiz çabalarla kendini yormaktan kurtulacaktır: "Allah
dışında taptıklarınız size rızık vermeye muktedir değillerdir. Rızkı Allah
katında arayın ve O'na kul olun"; (Ankebut/17); "Allah dışında çağırdıklarınız
da sizin gibi kullardır". (A'raf/194)
Sözkonusu
kimseler bu ilahi ikazları anlasalardı, bütün yaratılmışları kalplerinden
söküp atarak kalpleri çekip çevirenle meşgul olurlardı. Kendi kaygılarına
düşerek insanlardan yüz çevirirlerdi. Rablerinden aldıkları güçle kendi
hallerini ve işlerini açığa vururlardı. O'nun verdiği ilimle müstağni
pldukları için insanların ne gördüklerini pek umursamazlardı. Onun için aslolan
Allah Te-ala'nın gördüğü halleri olurdu. Çünkü yalnız O'na tapar, zarar veren
ve yarar sağlayan olarak O'ndan başkasını düşünmezlerdi. Onlar kendilerini
İslah edecek amellerde bulunur ve bu amellerin kendilerini halk katında aşağıya
düşürüp düşürmediğine bakmazlardı. Yaratan katında kendilerini küçültmedikçe
halkın nazarlarına önem vermezlerdi.
Ama inancı
zayıf, halkın bakışma önem veren ve onlanoı gözünde bir mevkiye sahip
olabilmek için gizlenen, elde edeceği mevkiy-le gururlanıp övünecek olan kimsenin
ne hâli sözkonusu olabilir, ne de makamı! Böyle kimselerin bunu fazilet
sanmalarının, sebebi, bil-gilerindeki eksiklikten dolayıdır. Onlar, cehaletleri
sebebiyle bildiklerini ilim gibi vehmedebilirler. Halbuki Allah karşısında
doğru ve samimî olsalar, kendileri için de daha hayırlı olacaktır.
Yunus b.
Abdüla'la şunu nakletmiş tir: İmam Şafii (ra) bana şöyle demişti: Sana, ancak
nasihat olsun diye söylüyorum. İnsanlardan kurtulmak diye bir şeye imkan
yoktur. Sen, kendini düzeltmeye bak ve onu yap. Sevri'den de (ra) şunu
nakletmişlerdir: İnsanları memnun etmek, ulaşılmaz bir gayedir. Ulaşılmaz bir
şey için çalışan kimse, insanların en ahmağıdır.
Hikmet
ehlinden bir zat da aynı manada şöyle bir beyit söylemiştir:
Sürekli
insanları gözeten gamdan ölür, Cesaret sahibi yaşıtının gönlünü kazanır.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) fakir birine bakıp 'Şöyle şöyle yap' demiş, o da 'Hocam insanlar
yüzünden bir şey yapamıyorum' diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Ebu
Muhammed (ra) arkadaşlarına dönerek şöyle dedi: Yolumuzun hakikatine ermek
isteyen kimse, şu iki sıfattan birini haiz olmadıkça bunu başaramaz: 1. insanları
gözünden düşürmüş kimse; böyle biri alemde kendisi ve Yara-tanı'ndan başkasını
görmez. Bu kimse, Allah'tan başka hiç kimsenin kendisine ne zarar verebileceğini,
ne de yarar temin edebileceğini iyi bilir. 2. İnsanları kalbinden silmiş
kimse; böyle biri de insanların kendisim ne halde gördüklerini umursamaz.
İmamlar
imamı Hasan b. Yesar el-Basri'ye (ra) adamın biri şöyle demişti: Ey Ebu Said,
meclisine gelen bir topluluk var ki maksatları ilminden istifade etmek değil
seni kullanmaktır. Onlar sürekli sözünde bir düşüklük aryor, seni gözden
düşürmek için olmadık sorular soruyorlar. Hasan (ra) tebessüm ederek şöyle
karşılık verdi: Sinirlenme yeğenim! Cennette kalmak istedim onu tattım,
hurilere sarılmak istedim onu tattım, Rahman'a komşu olmak istedim onu tattım
ama bir kez olsun insanlardan kurtulmayı istemedim, çünkü Onları Yaratan,
Rızık Veren, Öldüren ve Dirilten Allah Teala'nm dahi onlardan kurtulamadığını
gördüm. O kurtulamamışken, ben kim oluyorum da böyle bir talepte
bulunabiliyorum?
Bu anlamda
bir rivayet de Musa (as) hakkında nakledilmiştir: O, Rabbine şöyle bir dua
etmişti: Ey Rabbim, insanların dillerini benim hakkımda sustur! Bunun üzerine
Allah Teala kendisine şöy-: le vahyetti: Kendim için yapmadığım bir şeyi senin
için nasıl yapabilirim? Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifade
geçmektedir: Eğer bu özelliği birine verecek olsaydım, Zatıma verirdim.
Ebu'd-Derda'nın (ra) da şöyle dediği rivayet edilmiştir:Canlı olarak sabahına
erdiğim hiç bir gün ve gecesi yoktur ki insanların başıma açtıkları bir belayı
Allah Teala'dan şahsıma lütfedilmiş bir nimet saymamayım. O, bu sözün ardından
şu beyti okumuştur:
İnsanlardan
selamette sabahlayan ve akşama eren kimse yoktur ki Bahtiyar birinin
devşirdiğinden mahrum olmasın.
Rivayete
göre Allah Teala azizlerden birine şöyle vahyetmiştir: Nefs bakımından hoş
olmazsan seni insanların ağzına sakız yapar ve katımdaki tevazu ehlinden
yazmam. Rivayete göre İsa (as) şöyle derdi: Ey Havariler, kardeş olmak
istiyorsanız insanların Öfke ve düşmanlık göstereceği yerde olun!
Allah Teala,
aksini gösteren bir hüküm olmadıkça müminlere karışmayı bereket kılmıştır.
Bunda da sımr, yeterli olanla iktifa etmektir. "Allah Resulü (sav),
Kabe'yi tavaf ettikten sonra su içmek üzere su mataralarının bulunduğu bir
çardağa yöneldi. Deri mataralarda hurma şırası vardı ve insanlar ondan
elleriyle içiyorlardı. O da içmek istedi ve 'Bana da verin buyurdu. Abbas (ra),
'Ey Allah Resulü, bu içecek içine sokulan ellerle kirlenmiş olabilir, evden testide
mayalanmış daha temiz bir içecek getirsem iyi olmaz mı?' dedi. Allah Resulü
(sav) de, 'Hayır, bana insanların içtiği içecekten verin, müslümanlarm
ellerinin bereketinden istifade edeyim' buyurdu ve halkın içtiğinden
içti."
Konuyla
ilgili başka bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav) şöyle
denilmişti: 'Ey Allah Resulü, abdest almanız için testide bekletilmiş su mu,
yoksa insanların abdest aldıkları şu kaplar mı daha uygundur?' O da şöyle
buyurdu: Elbette bu kaplar". Burada da müslümanlann ellerinin bereketinden
istifade endişesi vardı. Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "İki müslüman karşılaşıp ellerini sıktıklarında
biri diğerine tebessüm ederse ikisinin günahları da dökülen yapraklar gibi
dökülüp gider". Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade ye-ralmaktadır:
Yüz rahmet aralarında taksim edilir. Doksan dokuzu sıcaklık gösteren ve gülüşü
daha güzel olana verilir".
Allah
Resulü'nün (sav) bir başka hadisinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah katında dostların en hayırlısı, dostuna karşı en yumuşak ve
şefkatli olandır. Komşuların en hayırlısı da komşusuna karşı en şefkatli
olandır".
Cahil
biriyle arkadaşlık etmekten sakının! Onunla arkadaşlık ederek sen de cehalete
düşersin. Rabbiaden habersiz, nevasına uyan bir kimseyle de arkadaşlık etmeyin,
yoksa sizi Allah'ın yolundan saptırır. Nitekim Allah Teala şöyle
buyurmaktadır: "İstikamet üzere dosdoğru olun ve bilmeyenlerin yollarına
tabi olmayın!". (Yunus/89)
İstikamet
üzere olmanın başı, Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimlerle arkadaşlık
etmektir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kalbini zikrimizden
gafil kıldığımız ve nevasına tabi olmuş kimseye boyun eğmeyin". (Kehf/28);
"Ona inanmayan ve nevasına tabi olan kimse seni şaşırtmasın yoksa
alçalırsın". (Taha/16) Yani aşağı biri olursun. 'Helak olursun' anlamına
geldiği de söylenmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Zikrimize yüz
çevirenden yüz çevir". (Necm/29) Bu ayetin delaletinden çıkan, Allah
Teala'nın zikrine yönelenlerle dostluk ve arkadaşlığa rağbet etme gereğidir.
O'na yüz çevirenden de yüz çevirmek gerekir.
Dost olmaya
layık olan, ancak O'na samimi olarak yönelenlerdir. Allah Teala bu anlamda da
şöyle buyurmuştur: "Bana teslim olanın yoluna tabi ol".(Lokman/15)
İnsanlar
arasında şu beş zümre ile arkadaşlık etmekten sakının:
1. Bidat ehli,
2. Fısk ve fücur ehli,
3. Cahiller,
4. Dünya için hırslananlar,
5. Çok gıybette bulunanlar.
Bunlar,
kalpleri bozan, hâlleri silen, yaşanan anda ve gelecekte zararı dokunabilecek
olan kimselerdir. Süfyan-ı Sevri (ra), şöyle demiştir: Ahmak birinin yüzüne
bakmak, yazılı bir günahtır. Said b. el-Müseyyeb (ra) ise şöyle demiştir:
Zalimlere bakmayın, çünkü amellerinizi boşa çıkartır. Sa'sa'a b. Savhan ise
şöyle demiştir: Müminle karşılaştığınızda onunla hemhal olun. Münafıkla
karşılaştığınızda ise ondan tamamen ayrışın.
Vasfedenlerin
en güzeli Allah Teala ise muttaki dostlarını vj federken şöyle buyurmuştur:
"Cahiller onlara hitap ettikleri s man, 'Selam' der (geçerler)".
(Furkaia/63) Buradaki 'selam' ile kagd dedilenin, 'onlardan selamette olma
temennisi' olması muhtemeldir. Yani Rahman'ın kulları, kendilerine seslenen
cahillere şöı demek istemektedirler: Biz sizin günahınızdan selametteyiz, siz
bizim kötülüğümüzden selamette olun!
Ebu'd-Derda
(ra) şöyle derdi: Bizim zamanımızın insanları dü-kensiz yapraklar gibiydi.
Bugünün insanları ise yapraksızdikenlesri gibi. Tenkid ettiğinizde, onlar da
sizi tenkid ederler. Ama kendilerinden ayrıldığında peşini bırakmazlar. Bugün
malınızdan borç ve-rin ki fakirlik gününüzde işe yarasın. Yine o şöyle
demiştir: Canh olarak sabahına erdiğimhiç bir gün ve gecesi yoktur ki
insanların* başıma açtıkları bir belayı Allah Teala'dan şahsıma lütfedilmiş bir
nimet saymamayım.
Hikmet
ehlinin öncüsü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara karışan ve
onların verdiği rahatsızlıklara karşı sabreden kimse onlara karışmayan
kimseden daha hayırlıdır"![83][150]
Herşe-yi Bilen, izzet ve celal Sahibi ise şöyle buyurmaktadır: "İşte
onlar, sabretmelerinden dolayı ecirleri iki kez verilenlerdir. Onlar kötülüğü
güzellikle savarlar". (Ra'd/22) Yâni onlar, kendilerine söylenen çirkin
sözleri güzel sözlerle geçiştirirler. Allah Teafo bunun beyanında şöyle
buyurmuştur: "Daha güzel olanla sav". (Fussilet/34) Burada daha güzel
olan, sözün daha güzelidir.
Ayetin
devamında şöyle buyrulmaktadır: "Bir de bakarsın ki seninle kendisi
arasında düşmanlık olan kişi candan, ^Sıcak bir dost oluvermiş!"
(Fussilet/34); "Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin
kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır". (Fussilet/35)
Kötülüğe karşı olan iyilik güzel söz, sabır; Allah'ın emrine gösterilen sabır,
nasibin bol olması; ilim ve hilim babından takdir edilen lütf-u ilahi, Allah
katındaki karşılığı da O'nun katındaki büyük ödül ve sevabıdır.
Konuyla
ilgili olarak Lokman'dan (as) orta yolu telkin eden güzel bir söz rivayet
edilmiştir: Ey^ğul, çok tatlı olma ki yutulmaym! Acı da olma ki atümayasın! Bu
tavsiyenin izahı şudur: İnsanlarla ilişkinde aşırı istekli ve peşisıra koşucu
olma yoksa üzerinde Burmaz ve önemsemezler. Onları tiksindiren ve sürekli karşı
çıkan da olma, o zaman da içlerine sokmaz, zürekli dışlar ve reddederler, i
Selef-i Salih'ten bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak i^ade ve
istek sahibi ile ^arkadaş ol. Senin istediğini istemeyen kimseyi dost edinme.
Arap bilgelerinden biri de şöyle demiştir: Arkadaş, elbisedeki yama gibidir.
Kumaşın cinsinden olmazsa sırıtır! Hikmet ehlinden bir zat da şöyle demiştir:
Her insan kendi türüyle mevcuttur. Tıpkı her kuşun kendi türüyle uçması gibi.
İki kişi, on üzerinde ittifak edemeyebilirler. İki kişinin arkadaşlığının
devamı için birinde bulunan sıfatın diğerinde de bulunması gerekir. İnsanlar
da kuşlar gibi değişik türlere sahiptir. Malik b. Dinar (ra), birgün bir karga
île güvercini birlikte gördüğünü ve buna çok şaşırdığını söylemiştir. Nasıl
birlikte olduklarını düşünürken iki kuş havalanmış ve ikisinin de topal
olduklarını farketmişti. Sonra da kendi kendine, 'Bunları biraraya getiren
topal oluşlarıymış' demiştir.
Denilir ki:
İki kişi belli bir zaman arkadaşlık ettikten sonra eğer hâl bakımından benzer
değillerse ayrılmaları gerekir. Bir bedevi,'hikmet ehlinden birinin şu beytini
okumuştu: Der ki Niçin ayrıldınız? Ben de ölçülü bir cevap verdim, Benim
mizacıma uygun değildiıQ.yrıldık, Çünkü insanlar binlerce mizaçtadır.
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ruhlar,
toplanmış askerler gibidir. Birbirine ısınanlar kaynaşırlar. Isınamayanlar
ayrılırlar. Havayı koklarlar".[84][151] Bunun
açıklaması yapılırken ruhların yol ve ahlak bakımından kaynaştıkları veya
kaynaşamadıkları söylenmiştir. Bu hadisle ilgili bir takım ilaveler vardır.
Mümin biri içinde yüz münafığın ve tek bir müminin bulunduğu bir meclise girse
derhal müminin yanına gider ve yanına oturur. Bu hadis için de bir sebep
belirtilmiştir. Bu hadisle ilgili sebep şudur: Medine'de attarlık yapan bir
kadın vardı. Mekke'den de şakacı bir attar kadın gelmişti. AllahiResulü (sav)
ona,
Vasfedenlerin
en güzeli Allah Teala ise muttaki dostlarını vas-federken şöyle buyurmuştur:
"Cahiller onlara hitap ettikleri zaman, 'Selam' der (geçerler)".
(Furkan/63) Buradaki 'selam' ile kas-dedüenin, 'onlardan selamette olma
temennisi' olması muhtemeldir. Yani Rahmanin kulları, kendilerine seslenen
cahillere şöyle demek istemektedirler: Biz sizin günahınızdan selametteyiz, siz
de bizim kötülüğümüzden selamette olun!
Ebu'd-Derda
(ra) şöyle derdi: Bizim zamanımızın insanları dikensiz yapraklar gibiydi.
Bugünün insanları ise yapraksız dikenler gibi. lenkid ettiğinizde, onlar da
sizi tenkid ederler. Ama kendilerinden ayrıldığında peşini bırakmazlar. Bugün
malınızdan borç verin ki fakirlik gününüzde işe yarasın. Yine o şöyle
demiştir: Canlı olarak sabahına erdiğim hiç bir gün ve gecesi yoktur ki
insanların başıma açtıkları bir belayı Allah Teala'dan şahsıma lütfedilmiş bir
nimet saymamayım.
Hikmet
ehlinin öncüsü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara karışan ve
onların verdiği rahatsızlıklara karşı sabreden kimse onlara karışmayan
kimseden daha hayırlıdır[85][152]
Herşe-yi Bilen, izzet ve celal Sahibi ise şöyle buyurmaktadır: "İşte
onlar, sabretmelerinden dolayı ecirleri iki kez verilenlerdir. Onlar kötülüğü
güzellikle savarlar". (Ra'd/22) Yani onlar, kendilerine söylenen çirkin
sözleri güzel sözlerle geçiştirirler. Allah Tealia bunun beyanında şöyle
buyurmuştur: "Daha güzel olanla sav". (Fussilet/34) Burada daha güzel
olan, sözün daha güzelidir.
Ayetin
devamında şöyle buyrulmaktadır: "Bir de bakarsın ki seninle kendisi
arasında düşmanlık olan kişi candan,-sıcak bir dost oluvermiş!"
(Fussilet/34); "Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin
kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır". (Fussilet/35)
Kötülüğe karşı olan iyilik güzel söz, sabır; Allah'ın emrine gösterilen sabır,
nasfrbin bol olması; ilim ve hilim babından takdir edilen lütf-u ilahi, Allah
katındaki karşılığı da O'nun katındaki büyük ödül ve sevabıdır.
Konuyla
ilgili olarak Loknıan'dan (as) orta yolu telkin eden güzel bir söz rivayet
edilmiştir: Ey oğul, çok tatlı olma ki yutulmayasın! Acı da olma ki atılmayasm!
Bu tavsiyenin izahı şudur: İnsanlarla ilişkinde aşırı istekli ve peşisıra
koşucu olma yoksa üzerinde durmaz ve önemsemezler. Onları tiksindiren ve
sürekli karşı çıkan da olma, o zaman da içlerine sokmaz, zürekli dışlar ve
reddederler. Selef-i Salih'ten bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak
irade ve istek sahibi ile^arkadaş ol. Senin istediğini istemeyen kimseyi dost
edinme. Arap bilgelerinden biri de şöyle demiştir: Arkadaş, elbisedeki yama
gibidir. Kumaşın cinsinden olmazsa sırıtır! Hikmet ehlinden bir zat da şöyle
demiştir: Her insan kendi türüyle mevcuttur. Tıpkı her kuşun kendi türüyle
uçması gibi. İki kişi, on üzerinde ittifak edemeyebilirler. İki kişinin
arkadaşlığının devamı için birinde bulunan sıfatın diğerinde de bulunması
gerekir. İnsanlar da kuşlar gibi değişik türlere sahiptir. Malik b. Dinar (ra),
birgün bir karga ile güvercini birlikte gördüğünü ve buna çok şaşırdığını söylemiştir.
Nasıl birlikte olduklarını düşünürken iki kuş havalanmış ve ikisinin de topal
olduklarını farketmişti. Sonra da kendi kendine, 'Bunları biraraya getiren
topal oluşlarıymış' demiştir.
Denilir ki:
İki kişi belli bir zaman arkadaşlık ettikten sonra eğer hâl bakımından benzer
değillerse ayrılmaları gerekir. Bir bedevi,-hikmet ehlinden birinin şu beytini
okumuştu: Der ki Niçin ayrıldınız? Ben de ölçülü bir cevap verdim, Benim mizacıma
uygun değildinıyrıtdık, Çünkü insanlar binlerce mizaçtadır.
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet •edilmiştir: "Ruhlar,
toplanmış askerler gibidir. Birbirine ısınanlar kaynaşırlar. Isınamayanlar
ayrılırlar. Havayı koklarlar".[86][153] Bunun
açıklaması yapılırken ruhların, yol ve ahlak bakımından kaynaştıkları veya
kaynaşamadıkları söylenmiştir. Bu hadisle ilgili bir takım ilaveler vardır.
Mümin biri içinde yüz münafığın ve tek bir müminin bulunduğu bir meclise girse
derhal müminin yanına gider ve yanma oturur. Bu hadis için de bir sebep
belirtilmiştir. Bu hadisle ilgili sebet> şudur: Medine'de attarlık yapan bir
kadın vardı. Mekke'den de şakacı bir attar kadın gelmişti. Allah iResulü (sav)
ona.
'Kime
misafir oldun?' diye sorunca, 'Filan attar hanıma* dedi. Bunun üzerine Allah
Resulü (sav), 'Ruhlar, biraraya toplanmış askerler gibidir" buyurdu.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Allah Teala ruhları yarattığı zaman bazılarını yarmış,
bazılarını ayrı yaratmış, sonra hepsini arşımn çevresinde gezdirmiştir. Aynı
çekirdekten yarılmış iki ruh karşılaştıkları zaman orada tanışmış ve dünya
hayatında da birbirleriyle kaynaşmışlardır. Ayrı yaratılan iki ruh veya biri
çekirdekten yarılma, diğeri ayrı yaratılmış iki ruh karşılaştıklarında
birbirlerine ısmamamış ve farklı düşmüşlerdir. Bu ruhlar, bugün ortaya
çıktıklarında yine aynı şekilde davranacak ve birbirlerinden ayrışıp
kaynaşmayacaklardır.
Arşın
çevresindeki gezide tanışan ruhlar, dünyaya indiklerinde de birbirleriyle
karşılaştıklarında hemen ısınacak ve kaynaşacaklardır. Kaynaşma ve ısınma
buluşma ve biraraya gelmeyle gerçekleşmez. Aksine hâllerin kaynaşması ve
ahlakın paylaşılması ile gelişir. Çünkü hikmet sahipleri insan türlerini, kuş
türlerine benzetmişlerdir. İki farklı türden kuş, her- hangi bir mekanda
biraraya gelebilirler. Ama bu, hakiki anlamda kaynaşma sayılmaz. Çünkü ahlak
ve mizaç bakımından farklıdırlar. Kuşların kaynaşması, havada aynı seviyede
uçmalarından anlaşılır. Biri yüksekte, diğeri alçakta uçuyorsa, er veya geç
ayrılmaları kaçınılmazdır. Çünkü tür farklılığından dolayı ayrışma zaruridir.
Birleşmeye rağmen hal ve sıfattaki farklılıktan dolayı ayrışmanın kuşlardaki
tezahürü açıktır.
İki insan
arasındaki ayrışma veya kaynaşma dört noktada kendini gösterir. Bunlar; niyet,
hâl, ilim ve ahlaktır. İki insan niyetlerinde denk, hâllerinde müşterek, ilim
bakımından yakın ve ahlak bakımından müttefik olduklarında tür ve yapı
bakımından uyum var olur. Bunun tabii sonucu da aralarındaki birlik ve
kaynaşmadır. Bunlann tamamında farklılaşma varsa, o zaman aralarındaki ilişki
karşılıklı soğukluk ve nefretten ibaret olur. Bunu tabii sonucu da ayrılık ve
farklılaşmadır. Sözkonusu noktaların bir kısmında uyum varken bir kısmında
ayrışma varsa, o zaman uyum olan kısımda sıcaklık ve yakınlaşma, kalan
noktalarda da ayrışma ve farklılık görülür.
Ruhların
yaratılışlarındaki farklılıktan dolayı birbirlerinden soğumaları ve havayı
koklayarak uyum sağlayabilecekleri ruhları aramalarının esası budur. Ruhların
tanışmalarının başlangıcındaki safha da bu arayıştır. Gerekli sıfatların
bulunduğu ortamlarda ruhlar birbirleriyle tanışma zemini bulurlar.
Yakup b. Ebî
Ma'ruf dan (ra) şu hadise nakledilmiştir: Esved b. Salim, amcam Ma'ruf
el-Kerhi'nin (ra) yanına gelmişti. O, amcamın samimi kardeşlerinden biriydi.
Ona şöyle dedi: Bişr b. el-Hars (ra) seninle kardeş olmak istiyor, ama bunu
şifahi olarak açıklamaktan utanıyor. Bu yüzden de beni elçi olarak gönderdi.
Senden, kendisiyle kardeşliği kabul ettiğine dair bir niyette bulunmanı arzu
ediyor. Bundan sonra da o kardeşliği dikkate almak ve gereklerini yapmak
istiyor. Fakat bir takım şartları da var. Öncelikle bu kardeşliği bilinmesini
istemiyor. Biribirinizi ziyaret etmenizi arzu etmiyor. Karşılıklı görüşmede
bulunmak istemiyor. Çünkü o, sık görüşmeyi mekruh görüyor.
Ma'ruf (ra)
bunları dinledikten sonra şöyle dedi: Allah ona merhamet buyursun! Bana
gelince, sevdiğim birinden gece gündüz ayrılmak istemem. Onu daima ziyaret
ederim. Her hâlimde onu kendime tercih ederim. Bunu söyledikten sonra din
kardeşliğinin faziletine ve Allah için sevişmenin güzelliğine dair bir çok
hadis nakletti. Bu hadislerden birinde şöyle denilmekteydi: Allah Resulü
(sav), Ali (kv) din kardeşi olmuş, ilmini paylaşmış, bedeninin bir parçası
sayılan en değerli kızı Fatıma'yı (ra) onunla nikahlayarak onunla
bütünleşmiştir. Kardeşliği sebebiyle bütün bu meziyetleri Ali'ye (kv) mahsus
kılmıştır.
Şimdi
söylevim: Bişri kardeşliğe kabul ettim. Onu, isteğinden dolayı din kardeşim
görüyorum. Eğer istemiyorsa beni ziyaret etmeyebilir. Ama ben, istediğim zaman
kendisini ziyaret edebilirim. Buluştuğumuz yerlerde kendisiyle görüşürüz.
Şahsıyla ilgili hiç bir şeyi benden gizlememesi ve beni bütün hallerine muttali
kılması gerekir. Esved b. Salim, Ma'rufun (ra) bu sözlerini Bişre (ra) olduğu
gibi iletti. O da memnun ve mutlu oldu.
Esved b.
Salim, gerçekten de devrinin akıllı insanlarından ve fazilet erbabından bir
şahsiyeti idi. Arkadaş çevresi çok genişti. Onlara karşı daima sabırlı ve
tahammüllü olmuştu. Ma'ruf el-Ker-hi (ra), kendisine danışman tavsiye etmesini
isteyen bir adama Es-ved'i göstermişti. Adamın biri Ma'ruf a (ra) şöyle bir
soru sormuştu:
Ey Ebu
Mahfuz, şu iki adam bu beldenin imamları. Hangisinin daha iyi arkadaş
olabileceğini söyler misin? Tavsiye edeceğin imamın ahlakını benimseyeceğim.
İmam Ahmed b. Hanbel (ra) mi yoksa Bişr b. el-Hars (ra) mı?
O da şöyle
karşılık verdi: İkisini de tavsiye etmem. Ahmed (ra), hadisçidir. Hadis ehlinde
sürekli insanlarla uğraşma sözkonusu-dur. Böylece kalbinde varolan zikir tadı
ve halvet sevgisi kaybolup gidecektir. Bişr'e (ra) gelince, o seninle meşgul
olacak vakit bulamaz, kendi haliyle meşguliyetinden dolayı sana dönüp bakmaz.
Sen Esved b. Salim (ra) ile arkadaşlık et. O sana daha uygundur. Seninle de
ilgilenir. Adam onun dediğini yaptı ve gerçekten de Es-ved'den (ra) istifade
etti. Ma'rufun (ra) onu Esved'e (ra) katmasının sebebi, hal bakımından ona daha
layık olması, sıfat bakımından daha benzer olmasıydı.
Kardeşlikle
ilgili hadiste de Allah Resulü'nün (sav) böyle davrandığı rivyet edilmiştir.
Bu hadiste, Alîah Resulü'nün (sav) ilim ve hâl bakımından benzeyen sahabileri
kardeş ilan ettiği anlatılmaktadır. Mesela O, hal bakımından benzer olan Ebu
Bekir (ra) ile Ömer'i (ra), Osman (ra) ile Abdurrahman'ı (ra), ilim ve zühd bakımından
benzer olan Selman (ra) ile Ebu'd-Derda'yı (ra), Ammar (ra) ve Sa'd'ı (ra) ve
Ali (kv) ile kendisini kardeş ilan etmiştir. Allah Teala, efendimiz Muhammed'e
ve O'nun bütün yakınlarına salat etsin.[87][154]
Kardeşlik
müessesesi Allah Resulü'nün (sav) en büyük faziletlerinden biridir. Çünkü
O'nun ilmi Rabbinin ilminden, hâli de Rab-binin tavsifinden kaynaklanmaktadır.
Allah Resulü (sav) fakir ile zengini de hallerinin denkleşmesi ve zenginin
fakiri desteklemesi için kardeş ilan etmiştir.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra), Ahmed b. Ebul-Havari'ye (ra) şöyle demişti: Bu devirde biriyle
kardeş olduğun zaman, hoşlanmadığın bir davranışı için kınama. En temel emirde
dahi seni tatmin edecek insan bulma hususunda emin olamazsın. Ahmed (ra) der
ki: İnsanları sınadığımda ne kadar da doğru söylediğini gördüm. Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Kardeşin incitmelerine karşı sabretmek, onu kınamaktan daha
hayırlıdır. Kınamak da ilişkiyi kesmekten daha hayırlıdır. İlişkiyi kesmek de
kavgadan daha hayırlıdır.
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Cemaatteki bulanma, ayrılıktaki duruluktan daha
hayırlıdır. Kardeşlik, ince bir cama benzer. Onu iyi koruyup sakınmadığınız
takdirde türlü belalara maruz kalması mümkündür. Kardeşliği ölümün hayırlı
olmasıyla tamamlamaya çalışmak, hayattayken başlatmaktan çok daha zordur.
Ediplerden
biri şöyle demiştir: İnsanlar dört çeşittir: 1. Karın doyurmayacak kadar tatlı
olanlar; 2. Yenilmeyecek kadar acı olanlar; 3. Yenilebilecek derecede ekşi
olan ki vakit geçirmeden onu alın. 4. Yenilebilecek derece tuzlu olan ki
ihtiyacınız varsa onu da alabilirsiniz.
İmamlardan
biri de şunu söylemiştir: İnsanlar dört türdür. Üçünü dost edinebilirsiniz.
Birinden ise sakının. İlki bilen ve bildiğini bilen kimsedir ki o alimdir onu
izleyin. İkincisi bilen ama, bildiğinden haberi olmayandır ki o uyumaktadır.
Onu uyarın. Üçüncüsü, bilmeyen ve bilmediğini bilen kimsedir ki o da cahildir,
ona öğretin. Dördüncüsü ise bilmeyen ama bilmediğini de bilmeyen kimsedir ki o
da münafıktır, bundan sakının.
Dördüncüyle
ilgili olarak Sehl (ra) şöyle demiştir: Allah'a karşı cehaletten daha büyük bir
suç işlenemez. Cehaletin daha da ötesi, cehaletin cehlidir. Ediplerden biri
şöyle demiştir: İnsanlar üç türdür, ikisiyle arkadaş ol, üçüncüden ise kaç!
Senden daha bilgili olanla arkadaş ol; bir şeyler Öğrenirsin. Kendisinden daha
bilgili olduğun ve senden öğrenmek isteyen biriyle dost o; ona birşeyler öğretirsin.
Kendini beğenmiş ve bilmediği gibi Öğrenmek de istemeyen birinden de kaç!
Muhamrned b.
Hanefiyye (ra) ise şöyle demiştir: Maruf üzere geçinmeyen kimse dost değildir.
Allah Teala bir çıkış gösterinceye kadar dostluğu zaruri ise, onun
muamelisinden korunmak gerekir. Zaruret içindeki kardeşleri tercih etmekve
müttakilerle ilişki kurmak, ve onlarla yakınlaşmak ihsanın en güzelidir.
Ebu Mehran
(ra) şöyle demiştir: Evimden şu üçünden birini tercih etmek üzere çıkarım:
Kendimden daha bilgili birini gördüğümde bu benim faydalanma günüm olur ve o
kimseden bir şeyler öğrenirim. Kendi dengim biriyle karşılaştığımda o gün
bildiklerimi tekrar etme günümdür. Bilgi bakımından daha aşağıda biriyle karşılaştığımda
ise, o da sevap kazanma günümdür. Ona bir şeyler öğretir ve sevabını umut
ederim.
Ebu Ca'fer
Muhammed b. Ali (ra), oğlu Cafer b. Muhammed'e şöyle demiştir: İnsanlardan şu
beş zümre dışındaki herkesi dost edinebilirsin:
1.Yalancı; çünkü onun yüzünden aklanabilirsin. O,
çöldeki bir serap gibidir; uzaktakini yakında, yakındakini ise uzakta gösterir.
2.Ahmak; öyle biriyle hiçbir işin olamaz. Çünkü faydalı
bir iş yapacağım derken sana zarar verebilir.
3.Cimri; en çok ihtiyacın olacak şey bakımından
kesiktir.
4. Korkak; zoru gördüğü zaman kendi malını ve canım
teslim ettiği gibi seni de yakalatır.
5.Facir/günahkâr; seni bir yemeğe, belki daha aşağısına
satabilir. Bunların en azı hangisidir diye sorulunca tamahkârlıktır dedi.
Bir hadiste
ise Allah Resulü'yle (sav) ilgili şöyle bir olay rivayet edilmiştir: WO, bir
sahabisiyle ormana girmişti. Oradan iki adet misvak dalı kesti. Biri eğri
diğeri doğru idi. Eğeri olanı kendine alıp doğru olanı sahabisine verdi.
Sahabi, 'Ey Allah Resulü, doğru olana sen layıksın' deyince O şöyle
buyurmuştur: Arkadaşına günün bir saatinde olsun refakat eden hiç bir arkadaş
yoktur ki Allah Teala arkadaşlığıyla ilgili hukuku eda edip etmediğini
kendisine sormuş olmasın!".
Allah için
kardeşlik ve Allah için sevişmek, Selef-i Salih'in izledikleri yollardandı. Bu
gün bu tür kardeşliken eser kalmamıytır. Bun yolların gereğim yapanlar, artık
takipçisi kalmamış bu yolları ihya etmiş olurlar. Onları ihya edenler için
onlarla amel edenlerin ve edeceklerin sevabı kadar sevap sözkonusudur.
Kendisine kalbini huzurla dolduran ve emniyet telkin eden bir dost verilen
kimse, bunun Allah Teala'nın bir lütfü olduğunu iyi bilmelidir. Bu, diğer
nimetlerine izafe edilecek bir nimettir. Allah'a hamd, efendimiz Muhammed'e ve
yakınlarına salat olsun![88][155]
[2][69] Tirmizî, Zühd/37; İbni Mâce, Zühd/6; Dârimî,
Rikak/118; îbni Hanbel, 11/296, 343, 451, 513, 519, V/366
[14][81] . Buhari, Vasaya/9, Hums/19, Rikak/11, Zekat/50;
Müslim, Zekat/96; Tirmizî, Kıyamet/29; Nesa'î, Zekat/50, 93; Dârimî, Zekat/20,
Rikak/37
[17][84] Veren elin üstünlüğüne dair bu ve değir hadîsler için
b. Buharı, Vasaya/9, Rikak/11, Zekat/18, Nafakat/2; Müslim, Zekat/94-97, 106;
Ebu Davud, Zekat/28; Tirmızî, Zekat/38, Zühd/32, Kıyamet/29; Darimi, Zekat/22;
Nesa'î, Zekat/50, 51; Muvatta', Sadaka/8; tbni Hanbel, II/4, 37, 98, 122, 152,
230, 242, 288, 319, III/330, 346, 402, 403, 434, V/262.
[19][86] Ebu Davûd, Vıtr/12, Zekat/40; Nesa'C, Zekat/49; Darimi,
Salat/135; Ibni Hanbel, 11/358, III/412, V/178
[22][89] Ebu Davûd, Edeb/41; Tirmizî, Birr/35; İbni Hanbel,
11/258, 295, 303, 388, 461, 111/32, 74, IV/278, 375, V/211, 212.
[24][91] Buharı, Nikah/47, Tib/51; Müslim, Cum'a/47; Ebu Davûd,
Bdeb/87; Tirmizî, Birr/81; Da-rimi, Salat/199; Muvatta', Kelam/7; İbni Hanbel,
1/296, 303, 309, 313, 327,11/16, 59, 62, III/470, IV/263.
[28][95] . Buharı, İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, ilim/2,
Kui'an/lO; İbni Mâce, Mukaddime/17; îbni Hanbel, 11/252, 325, 407.
[29][96] Buharî, Mescid-i Mekke/l, 6, Savm/67, Sayd/26; Müslim,
Hac/415, 511, 512; Ebu Davûd, Menasik/94; Tirmizî, Saiat/126; Nesal,
Mesacİd/10; Darimi, Salat/132; İbni Hanbel, 11/234, 238, 501, III/7, 34, 53,
64, 71, 77, VI/7, 398.
[30][97] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, BuyuVlö; Nesa'î,
Buyu'/l; îbni Mâce, Ticarat/1; Darimi, Buyu'/6; îbni Hanbel, VI/31, 42, 127,
193, 220.
[34][101] Buharı, edeb/3l, 85, Rikak/23; Müslim, Lakta/14, 15;
Ebu Davûd, Et'ime/5; Tinnizî, Birr/43; îbni Mâce, Edeb/5; Darimi, Et'ime/11;
Muvatta', Sıfatü'n-Nebî/22; İbni Hanbel, 11/288, 354, 431, III/8, 21, 37, 64,
76, IV/31, VI/385, 386.
[37][104] Ebu Davûd, Salat/32; Tirmizî, Salat/39; İbni Mâce,
İkamet/47; îbni Hanbel, 11/232, 382, 424, 472, IV/65, V/260.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık:
4/203-204.
[41][108] Sabah namazı kıraatiyle ilgili bazı hadisler için b.
Buharî, Ezan/104; Ebu Davûd, Sa-lat/131; tbni Mâce, İkamet/5; Darimi, Salat/66,
146.
[42][109] İlgili hadisler için b. Buharı, edeb/80, Ezan/61;
Müslim, Salat/168,169, Mesacid/227; Ebu Davûd, Salat/123, 124,126; Tirmizî,
Sevabü'l-Kuı'an/l; Nesa'î, İmamet/36; Muvatta', Ramazan/6; İbni Hanbel, 11/26,
40, 157, 413, 432, III/103, 154, 188, 182, 185, 188, 205, 212, V/91, 103-105,
384.
[43][110] Buharı, fim/28, Ezan/62; Müslim, Salat/183-186;
Tirmizî, Salat/61; Nesa'î, İmamet/35; İbni Mâce, İkamet/48, 49; Darimi,
Salat/46; Muvatta', Cemaat/13; İbni Hanbel, 11/256, 317, 393, 111/75, 255,
IV/118, 119, 216, 218.
[47][114] Cuma günü sünnet olan kıraatla ilgili hadisler için b.
Buhari, Cum'a/10, Sücud/2, 10; Müslim, Cum'a/50, 52, 61-66; Ebu Davûd, Sala
t/211, 222, 235; Tirmizî, Cum'a/23, 33, Se-vabü'l-Kui'an/8; Nesal, îftitah/47,
Cum'a/38, 39, 40; tbni Mâce, İkamet/2,90; Darimi, Sa-lat/22, 192, 197, 203,
221, Fezailü1-KuiWl6-18; Muvatta', Cum'a/19, Kui'aiı/16; İbni Hanbel, 1/226,
272, 307, 316, 328, 334, 354,11/430, 467, 472, IV/270, 271, 273, 277, V/13, 14,
143, Vl/436, 463.
[48][115] İmamın liderlik sıfatıyla ilgili olarak b. Buharî,
Cum'a/11, İstikraz/20, Itk/19, Vasaya/9, Nikah/81; Ahkam/1; Tirmizî, Ahkam/6;
İbni Hanbel, 11/121
[49][116] Ebu DavÛd, Salat/32; Tirmizî, Salatf39; İbni Mâce,
İkamet/47; İbni Hanbel, 11/232, 382," 424, 472, IV/65, V/260.
[51][118] Ebu Davûd, SalaU32; Tirmizî, Salat/39; İbni Mâce,
İkamet/47; İbni Hanbel, 11/232, 382, 424, 472, IV/65, V/260
[57][124] Buharı, Ezan/54; Ebu Davûd, Salat/60; Tirmizl,
Salat/60; Nesa'î, İmamet/3, 5, 11, 43, Kıble/16; tbni Mâce, Ezan/5, İkamet/46;
tbni Hanbel, 111/48, 51, 84, 163, IV/118, 121, V/71, 272
[63][130] Buharı, Ezan/36, Zekat/16, Hudud/19; Müslim, Zekat/91;
Tirmizî, Zühd/53; NeBa"î, Ku-dat/2; Muvatta', Şa'r/14; îbni Hanbel, 11/439
[64][131] Benzer hadisler için b. Buharî,
îman/9, Edeb/42; Müslim, İman/66; Tirmizî, tman/10; İb-ni Hanbel, III/103, 140,
141, 150, 156, 230, 241, 272, 275, 278.
[68][135] Benzer hadisler için b. Buharı, İman/9, Edeb/42;
Müslim, İman/66; Tirmizî, İman/10; İbni Hanbel, III/103, 140, 141, 150, 156,
230, 241, 272, 275, 278
[70][137] Benzer bir hadis için b. Müslim. Birr/32; Ebu Davûd,
Edeb/35; Tirmizî, Birr/18; İbni Mâ-ce, Fiten/2; İbnİ Hanbel, 11/277, III/491,
IV/168.
[71][138] Buharî, Vasaya/8, Feraiz/2, Nikah/45, Edeb/57, 58;
Müslim, Birr/28; Tİrmizî, Birr/56; Muvatta', Husnül-huluk/15
[73][140] Buhari, Tıb/51, Nikah/47; Müslim, Cum'a/47; Ebu Davûd,
Edeb/86, 87; Tinnizî, Birr/79; Darimi, Salat/199; Muvatta', Kelam/7; İbni
Hanbel, 1/269, 273, 303, 309, 313,11/16, 59, III/470, IV/263
[75][142] Müslim. Birr/24, 31; Tirmizî, Birr/24; îbni Mâce,
Dua/5; İbni Hanbel, 1/3, 5, 7, III/110, 165, 199, 209, 277
[76][143] Buharı, Mezalim/3; Müslim, Birr/32;
Ebu Davûd, Edeb/38; THrmizî, Hudud/3, Birr/18; İbni Hanbel, II/9, 68, V/24, 71.
[79][146] İlgili hadisler için b. Müslim, Zikir/86, 87, 88; Ebu
Davûd, Vıtr/29; İbni Mâce, Mena-sik/5; îbni Hanbel, V/195
[80][147] . Buharî, Nikah/45, Feraiz/2, Edeb/57, 58, 62; Müsüm,
Birr/23, 24, 28-32; Ebu Davûd, Edeb/47; Ibni Mâce, Et'ime/1, Dua/5; Muvatta',
Husnü'l-huluk/14, 15; îbni Hanbel, 1/3, 5, 7, 11/156
[81][148] Buharî, İman/21, Küsufi9, Nikah/88; Müslim, Küsuff 17;
Nesa'î, Küsuf/17; İbni Hanbel, 1/298, 359
[82][149] İlgili hadisler için b. Buharı, Salat/80,
Menakıbü'l-Ensar/45, Fazailü's-Sahabe/3, 5, Fa-raiz/9; Müslim, Mesacid/28,
Fazailü's-Sahabe/2-7; Tîrmizî, Menakıb/14-16; İbni Mâce, Mukaddime/11; Darİmi,
Faraiz/11; İbni Hanbel, 1/270, 359 111/18, 478, IV/4, 5, 212
[83][150] Benzer hadisler için b. tbni Mâce, Fiten/23; TirmiZÎ,
Kjyamet/55; îbni Hanbel, 11/43, V/365
[84][151] Buharı, Enbiya/2; MiiKİİın, Birr/159,160; Ebu DavÛd,
Edeb/16; İbni Hanbel, 11/295, 527, 537
[85][152] Benzer hadisler için b. tbni Mâce, Fiten/23; Tirmİzî,
Kıyamet/55; Ibni Hanbel, 11/43, V/365
[87][154] Allah Resulü'nün (sav) Sahabe'den bazı zatları kardeş
ilan etmesiyle (=mu'âhât) ilgili hadisler için b. Buharı, Menakıbu'l-Ensar/3,
50, BuyuVl, Kefalet/2, Edeb/67; Müslim, Fazailüs-Sahabe/203; Tirmİzî, Bİrr/22;
İbni Hanbel, III/15Z, 190, 204, 271.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar