Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 13

Bunlarada Bakarsınız




Yüceler Yücesi Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın nasip et­tiği bu ganimet malları, hicret eden o fakirlere aittir ki, onlar Al­lah'ın lütfunu ve rızasını talep etmek, Allah'ın dinine ve Resulü'ne destek vermek için yurtlarından ve mallarından edilmişlerdir". (Haşr/8) Yine O, fakir kulları hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar. Halktan istemek­ten geri durmaları sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen kimse, on­ları zengin sanır". (Bakara/273)
Allah Teala, dostlarının fakirlik sıfatını; hicret ve adanmışlıkla övülmelerinin önüne geçirmiştir. O, sevdiklerini sevdiği sıfatlarla anar. Eğer fakirlik, O'nun için sıfatların en sevimlisi olmasaydı, sevdiklerini onunla tavsif etmez, o sıfatla şereflendirmezdi.
Allah Resulü (sav) de fakirliği emretmiş ve birçok hadisinde fa­kirliğin faziletlerini haber vermiştir. Bu hadislerin bir kısmını bura­da zikredeceğiz. İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar vasıtasıyla İbni Ömer'den (ra) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) ashabı­na insanların en hayırlısının kim olduğunu sordu. Sahabe, 'Maddi durumu iyi olup malı ve canından Allah'ın hakkı olanı verendir1 de­diler. Allah Resulü (sav) 'Ne mutlu ona! Ama o değil' buyurdu. Bunun üzerine, İnsanların en hayırlısı kimdir ey Allah Resulü?' diye sordu­lar. O şöyle buyurdu: Çabasını ortaya koyan fakirdir".
Fakirlikle ilgili Bilal (ra) hadisi de şöyledir: "Allah Resulü (sav) onu buyurdu ki: Allah ile fakir olarak karşılaş! O'nunla zengin ola­rak karşılaşma!" İbnü'l-A'rabî'den (ra) rivayet edilen hadis de şöy­ledir: "Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurmuştur: Halinden mem­nun olan fakirden daha faziletli kimse yoktur!". Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Al­lah Teala, çoluk çocuk sahibi, iffetli fakiri'sever" [1][68]
Konuyla ilgili en çok bilinen iki hadis de şunlardır: "Ümmeti­min fakirleri, cennete zenginlerinden beşyüz yıl önce girerler" [2][69] Diğeri de şudur: "Allahım beni fakir olarak dirilt! Ümmetimi de fa­kir olarak dirilt ve beni fakirler zümresinde hasret" [3][70] Bu, Allah Resulü'nün (sav) fakirlere verdiği değerin büyüklüğünün ve onları yerleştirdiği mertebenin yüksekliğinin en açık delilidir. O, bu ha­dislerinde fakirliğin faziletini vurgulamakta ve ümmetini ona teş­vik etmektedir. Yine O, başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleridir. Cennete en çabuk yerleşe­cek olanları da zayıflarıdır".
İsmail Peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bir haber rivayet edilmiştir: Musa Peygamberin (as) haberini açıklama mahiyetin­deki bu haber şöyledir: İsmail (as) Rabbi'ne şöyle dua etmiştir: Ey Rabbim! Seni nerede arayayım? Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: Benim yüzümden kalbi kırılanların yanlarında! İsmail (as) 'Ey Rabbim! Onlar kimdir?' deyince Allah Teala şöyle buyurdu: Samimi ve dürüst fakirlerdir!
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: İki şey dışında bü­tün ameller hazinelere atılmış durumdadır. O ikisi ise mühürlen­miş vaziyette bekletilirler. Onlar, ancak şehidlerin tabiatıyla tabi-atlananlara verilirler: Marifet ve onunla birlikte verilen fakirlik. O şöyle derdi: Bir fakirin gücünün yetmediği bir lezzet ve şehvet kar­şısında çektiği tek nefes, zengin birinin bütün ömrü boyunca yaptı­ğı ibadetten daha faziletlidir.
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: İbadetle meşgul olan bir zengin Çöplüğün üstündeki bostan gibidir. Fakirin ibadeti ise, güzel bir hanımın boğazmdaki mücevher gerdanlık gibidir. O şöyle derdi: İba­det zenginlere yakışmaz. Yine o şöyle demiştir: Takva, ancak fakir­likte güzel yapılabilir. Adamın biri kendisine şöyle demişti: Ey Ebu Nasr! Benim için Allah Teala'ya dua ediver, fakirlik bana da aileme de zarar vermeye başladı. Bunun üzerine Bişr (ra) şöyle dedi: Ailen, 'Evimizde un da, ekmek de kalmadı' deyince Allah Teala'ya dua et. O anda edeceğin dua, benim duamdan daha üstündür.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'yı hakkıyla bilen marifet erbabı, bu ilmi (=marifet) kimden alacaktır? Çoğu, bu ilmin zenginlerden öğrenilmesini mekruh görmüş ve onun zengin­lere yakışmadığını ileri sürmüşlerdir. Fakirlerden biri şöyle demiş­tir: Marifet ilmi, Allah Teala tarafından dünyaya karşılık olarak fa­kirlere nasip edilmiştir. O ilim, ancak fakirlere zahir olur ve ancak onlarda bulunur. Allah Teala bu ilim ile onları dünyada rahatlat­mış ve dünya hayatında O'nun rızası için terkettiklerine karşılık bir bedel olarak bahsetmiştir. Yarın ahirette de onlar için saklanan göz aydınlığını hiç bir nefis bilmez.
"Öyle ki melekler her kapıdan yanlarına girip; 'Sabretmenize karşılık selam size! Dünya yurdunun ne güzel akıbetidir bu!' diye­cekler" (Ra'd/23) buyruğunun tefsiri, dünya hayatında çekilen fa­kirlik şeklinde yapılmıştır. [4][71]


Fakirlik ehline göre fakirlik halinin gereklerinin başında; hayati ihtiyaç varolmadıkça istemekten kaçınarak fakirliğe karşı sabır ve tahammülde bulunmak gelir. İnsanlara isteyen gözlerle bakmak­tan uzak durmak gerekir. İhtiyaç halinde dahi ilmin kendisine ya­sakladığı bir şeyi almamak gerekir. İlahi hükümlerle çizilmiş sınır­lardan hiçbirini çiğnememesi gerekir.
İhtiyaç halinde bir şey istemek (=su'âl, dilenmek) durumunda kaldığı zaman, kanaatkârlıktan ayrılmamalıdır. İhtiyacından fazla­sının verilmesi halinde biriktirme cihetine gitmemelidir. Bir daha istememek için elinde tutmasında bir mahzur yoktur. İsterken de seçici davranmalı ve takva ehlinden vazgeçmemelidir. Kimden iste­yebileceğini iyi araştırmalıdır. Çünkü bu noktada vera' sahibi olma­sı gerekmektedir. Helal haram ayırmaksızın yiyen ve işinde haram­dan sakınmayan kimselerden hiç bir talepte bulunmamalıdır. İhtiyaç sahibi ve aç bir kulun, soyunu devam ettirmesi ve nefsini tes­kin etmesi için evlendirilmesi de din kardeşleri üzerine düşen bir mesuliyettir. Yokluk ve çıplaklık halindeki bir kulun, barındırılma­sı ve giydirilmesi de müslümanlara düşen bir görevdir. Bu, üzerle­rine yazılı bir farzdır. Bir kısmının yapması, bu farziyeti diğerlerin­den düşürür. Bu şartlardaki bir kul, istediği zaman bundan dolayı hiç bir günaha maruz kalmaz.
Denilir ki: İnsanlara el açmanın kefareti, el açanın bu davranı-şmdaki dürüstlüğü ve samimiyetidir. Fakir, ihtiyacını aldıktan sonra bir daha istememelidir. Aklının karışması ve kalbinin deği­şik mecralara kayması sebebiyle fakirliğin gereklerini yerine getir­me hususunda kusurlu davranabilir. Her halükârda ihtiyacını gi­derdiği anda el açmaya son vermeli, varlık kazanmak için doygun­luğundan ötesini biriktirmeye meyletmemelidir. El açmayı alışkan­lık, meslek ve sanat haline getirmemelidir.
El açma halinden kurtulma, kendisi için olabilecek en güzel ve en üstün hal olmalıdır. Peygamberler arasında da dilenenler olmuştur. Bu üç peygamber, krallığının alındığı kırk gün zarfında dilenmek zo­runda kalan Süleyman (as) ile, gittikleri belde halkından yiyecek is­temek zorunda kalan Musa (as) ve Hızır (as) peygamberlerdir.
Allah Resulü'nün (sav) el açma hakkında şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "At sırtında dahi gelmiş olsun, el açıp isteyenin (üze­rinizde belli) bir hakkı vardır".[5][72] Bir diğer hadiste ise şöyle buyur­duğu rivayet edilmektedir: "Kavrulmuş bir hayvan tırnağıyla dahi olsun el açanı boş çevirmeyin"[6][73]
Eğer insanlara el açıp istemek günah ve azgınlık olsaydı, onla­ra vermek bu kadar teşvik edilmezdi. Onlara yardımda bulunan kimse, kötülük ve azgınlıkta yardımlaşmış olurdu. Halbuki fakirle­re yardım etmek, iyilik ve takvadan sayılmıştır. Çünkü bu, insanın iyilik ve takvasının en açık delillerinden biridir. İslam'ın doğurdu­ğu haklardan biri de, yardımlaşmadır. Ayrıca din kardeşlerinin sı­kıntılarını gidermek, iyilik ve ihsan babında değerlendirilmiştir.
Ömer (ra) akşam ezanından sonra dilenen birini işitmişti. Hiz­metçisine 'Ey Yerfa, şu adamı doyur demişti. Adamın doyrulmasmdan sonra tekrar dilendiğini işitince hizmetçisine, 'Sana şu adamı doyur demedim mi?' diye çıkıştı. Hizmetçi, adamı doyurduğunu söyleyince, Ömer (ra) dilenciye bakmış ve elinin altında ekmekle dolu bir çuval görmüştü. Bunun üzerine öfkelenerek, 'Sen ihtiya­cından dolayı dilenen biri değil tüccarsın!' dedi ve adamın çuvalını çekip içindekileri sadaka develerinin önüne boşalttı. Ardından da eline sopayı alarak adamı dövdü. Bir yandan da, 'Sen dilenci değil tüccarsın!' diyordu.
Ali'nin (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala'nın in­sanlarla ilgili olarak takdir ettiği fakirliğin bir ödül, bir de ceza hal­leri vardır. Kulun yaşadığı fakirliğin kendisi için ödül oluşunun alameti; ahlakının güzelliği, fakirliğine rağmen Rabbine kulluğu, halinden yakınmaması ve fakirliğinden dolayı Rabbine şükretme-sidir. Fakirliğin ceza oluşunun alameti ise; ahlakının bozulması, fakirlik sebebiyle Rabbine isyan etmesi, sürekli yakınması ve sü­rekli kadere karşı öfkeli olmasıdır. İşin hakikati de gerçekten onun ifade ettiği gibidir.
Allah Resulü (sav), fakirliğin 'ceza' olarak görülebilecek bu ikin­ci halinden Rabbine sığınmıştır. Bu, 'nefsin fakirliği'dir. Malda fa­kirlik, insanlara muhtaç olma sonucunu doğurur. Eşyaya karşı fa­kirlik hissine kapılmak ise, haldeki samimiyetsizliğin ifadesidir. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: İnsanlara el aç­mak, çirkin fiillerdendir. Çirkin fiiller arasında da ondan başka he­lal görülen yoktur.
Allah Resulü (sav) İslam üzere biat aldığı bir topluluğa, işitme ve itaat etmeyi şart koştuktan sonra hafif bir sesle şöyle buyurmuş­tu: İnsanlardan hiç bir şey dilenmeyin! Allah Resulü (sav) daima if­fetli olmayı ve insanlara el açmaktan uzak durmayı emrederdi. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bizden isteyene veririz. İstemeye­ni de Allah muhtaç etmesin" [7][74] Yine O şöyle buyurmuştur: "Bizden istemeyen, bize daha sevimli gelir" [8][75] Dilenmemeyi teşvik eden ha­dislerden biri de şu hadistir: "İnsanlara muhtaç olmayın! El açma ve isteme azaldıkça bu daha hayırlıdır. Bunun üzerine, Teki ya si­ze de mi ey Allah Resulü?' denildi. 'Evet, bana da' buyurdu".
Dilenme ve el açma halinden kurtulmak çok iyi bir durum ol­masaydı, Allah Resulü (sav) bunun için dua etmezdi. Konuyla ilgi­li bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: "Muhtaç olmamasına rağmen dilenen, cehennem korla­rını çoğaltandır. İhtiyacı kadar olduğu halde isteyen ise kıyamet günü yüzü kemikten ibaret olarak gelecek ve yüzünde et bulunma­yacaktır"[9][76]Bir diğer hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Dilencili­ği, yüzünü ısırıp ısırıp kopartacaktır". Bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala'nın zenginliğiyle muhtariyetten kur­tulun! 'Allah'ın zenginliği nedir?' diye soruldu. Allah Resulü (sav) de, ya öğle veya akşam yemeğidir, buyurdu".
Konuyla ilgili bir rivayette ise böyle denilmektedir: Elli dirhemi veya muadili altını bulunmasına rağmen dilenen kimse, ihtiyacı ol­madığı halde ısrarla dilenen hükmündedir. Kendinde bu miktar dünyalık bulunan kimse, fakirlik dairesinden çıkmaz. Ancak buna rağmen dilenmesi, fakirlerin avamı kapsamından çıkarılmasına yol açar.
Tam acıkmadan önce, doyduktan sonra, biriktirmek için ve gün­lük yemeği bulunduğu halde dilenen kimse de bu davranışı sebe­biyle fakirlerin havassı zümresinden çıkartılır. Süfyan-ı Sevri'ye (ra) amellerin en faziletlisi sorulmuştu. Cevaben 'Sıkıntı ve darlık anında iyi görünebihnek' dedi.
Fakir, verdiği bağıştan dolayı hiç bir zengini aklamamalı, ver­mediği için de kınayıp yargılamamalıdır. Dünya ehlini, sahip ol­dukları dünyalıklar sebebiyle yüceltip lüzumundan fazla değer ver­memelidir. İbnü'l-Mübarek (ra) bu manada şöyle demiştir: Fakirin tevazusu, zenginlere karşı kibirlenmektir.
Ali'nin de (kv) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zenginin Allah ka­tındaki ödülleri arzu ederek fakir karşısında tevazu göstermesi ne kadar da güzeldir! Bundan da güzeli, fakirin Allah Teala'ya olan güveninden hareket ederek zengine karşı büyüklenebilmesidir.
Fakirliğin gereklerinden biri de, bağışların kesilmemesi veya bir menfaat temin edilmesi maksadıyla haksızlık karşısında sus­maması, arzularının emriyle konuşmamasıdır. Bu, din için bir teh­like, müslümanlar için de yanıltmadır. [10][77]
Fakirliğin faziletlerinden ilki, kırk günden daha uzun bir süre için birikimde bulunmamaktır. Birikim sahibi bir fakirin kırk dirhem­den fazla parası olamaz. Bu sınırlamada esas alman kıstas Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Ve bir vakit Musa'ya kırk gecelik bir sü­re ayırmıştık". (Bakara/51) Allah Teala bu ayetinde, Musa peygam­berin (as) görüşme yönündeki emeli için kırk gecelik bir sınır koy­muştur. Birikim de, bir tür geleceğe dönük emel sahibi olma hali­dir. Fakirin kırk günlük hayatı emel etmesi, bu süre için birikimde bulunmasını caiz kılmaktadır.
Emeli kısa tutmak (=kasrül-emel) ise, bir günlük azıkla yetin­mektir. Bu durumda birikimi, bir gün ve bir gece yetecek kadar ola­caktır. Emeli kısa tutmanın tezahürlerinden biri de, birikim yap­mamaktır.
Fakirin zenginlik sınırı kırk dirhem yani 128 gram gümüş veya muadilidir. Bu, fakirlerin avamı için geçerlidir. Havası içinse, zen­ginlik günlük bir öğüne sahip olmaktır. Çünkü onların emelleri çok daha kısadır. Zenginliğin bu türünü yukarıdaki hadislerden birin­de görmüştük. Orada Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktaydı: Zen­ginlik, Allah'ın zenginliği yani günlük bir öğün yiyeceğe sahip ol­maktır.
Fakirliğin bir diğer fazileti, yarının rızkı için tasalanmamaktır. Allah Teala da kuldan ertesi günün amellerini talep etmemektedir. Fakirin rızıkla ilgili tasasının bulunmayış sebebi şudur: Rızık bili­nen ve kısmetlere taksim edilmiş bir paydır. Vekil Teala, her şeyi iyi hesaplayan ve idare edendir. Kulu fakirliğe rıza gösterir, O da kuluna şükranda bulunur. Fakir, Allah Teala'nın nimetinin büyük­lüğünden dolayı haline gıpta eder. Fakirliğin kendinden çekilip alınması endişesinden asla kurtulamaz. Bu korku, zenginin serve­tinin alınmasından duyduğu korkudan daha büyük bir korkudur. Çünkü fakir, halinden çok memnundur.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: Ey fakir­ler zümresi, kalplerinizin rızasını verin de fakirliğinizin sevabını kazanın. Aksi halde hiç bir şey alamazsınız!".
Abdurrahman b. Sabit, Ali (kv) vasıtasıyla Allah Resulü'nden (sav) uzun bir hadis rivayet etmiştir. Bu hadisin bir kısmında da O'nun şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "Kulların Allah Teala'ya en sevimli geleni, kendisine verilen rızık ile kanaatkar ve O'ndan memnun olan fakir kuldur".
Fakir, rahatlık halinde tasalanman, musibet ve darlık halinde mutlu olmalıdır. Diğer yoksulları sevmeli, onları ehli dünyaya ter­cih etmeli, zenginlere acımalı ve onları zenginlikleri sebebiyle kı-namamalıdır. Fakirleri daima tercih etmeli, onları kendine yaklaş­tırmalı, ahlakını düzeltmeye, sabrını paylaşmaya, iffet perdesiyle yoksulluğunu Örtmeye çalışmalıdır. Zengin görünüp yoksulluğunu ifşa etmemelidir.
Allah Teala'nın kudsi bir rivayette şöyle buyurduğu haber veril­miştir: Fakirliğin size doğru geldiğini gördüğünüzde, 'Merhaba! Sa-lihlerin simgesi!' deyin. Zenginliğin geldiğini gördüğünüzde ise, 'Ey cezası öne alınmış günah!' deyin.
Rivayete göre Musa (as) Rabbine şöyle niyaz etmişti: Ey AUa-hım! Yarattıkların içinde Senin için sevebileceğim dostların kimlere­dir? Allah Teala da şöyle buyurmuştu: Bütün fakirler, fakirler! Bu­radaki tekrar, iki anlama gelmektedir. İlki, fakirliği kesin olanlar, diğeri ise ihtiyaç ve zaruret halleri had safhada olanlardır. Rivaye­te göre İsa (as) da şöyle demiştir: Ben, fakirliği çok sever, zenginli­ğe ise buğzederim. Ona, hangi isminin daha sevimli geldiği sorul­duğunda 'Miskin=Fakir' ismi olduğunu söylemiştir.
Allah Resulü de (sav) Rabbinden öğrendiği bir dua ile şu şekil­de niyazda bulunmuştur: "Sen'den güzellikler, hayırlı işler yapma fırsatı ve fakirleri sevme fazileti niyaz ederim".
Fakirin zengine üstünlüğü noktasında dikkate alınacak bir hu­sus da şudur: Yaratılmışların en üstünü Allah Resulü'dür. O'nun yoluna katılan, yakınlaşan ve benzemeye çalışan da elbette üstün olacaktır. Çünkü O, misal alınmaya en layık olandır. Bir diğeri de fakirlerdir. Zira Allah Teala onları vasfederken şöyle buyurmakta­dır: "Ey Resulüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde, 'Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' deyince, harcayacak para bulama­maları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir". (Tevbe/92)
Ayet yokluk bakımından onları Allah Resulü'yle benzer kılmak­tadır. Elbette burada Allah Resulü'nün (sav) sergilediği hal, en mkemmeli idi. Fakirlerin halinin bu şekilde vasfedilmesi, onların da diğerlerinden üstün olduklarını göstermektedir. Bu ayetin deva­mında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ayıplamak gerekirse, zen­gin ve varlıklı olmalarına rağmen savaşa katılmamak için bahane­ler ileri sürenler ayıplanmalıdır". (Tevbe/93)
Allah Teala başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbinin bunca nimetlerine rağmen kafir insan kendisini kimseye muhtaç değilmiş (=müstağni) zannedip azar". (Alak/6) Bu ayette zenginler, 'azmak' kelimesiyle nitelenmekte ve haklarında kesin bir delil konulmaktadır. Fakirlerin sıfatlarını anlatırken ise, 'Cahiller onları zengin sanırlar1 buyrulmaktadır.
Zenginlik tercih edilmeyen konumunda olmasaydı, ayette geçen kimselerin eksiklik yönündeki sıfatlarına nisbet edilmezdi. Zengin­lik, dünyü kapılarından biridir, Kınanmış olan övünç ve kibirin kaynağı da odur. Fakirlik ise ahiret kapılarından biridir. O, övül­müş sıfatlar olan zühd ve tevazünün da temelidir.
Marifet ehline göre zenginlik, hakkında tartışma yapılmaması gereken sıfatlardan biri olup onunla sınanan kimseler için de hoş olmayan bir durumdur. Zenginlik, kibir, övülmeyi sevmek, her yer­de anılmayı istemek gibi yerilmiş sıfatlardandır. Bunlardan her hangi birinden hoşlanan ve sahip olmak isteyen kimse Allah Teala ile rekabete girmiş olur. Çünkü bunlar yalnız O'nun hakkı olan sı­fatlardır. Fakirler, bu sıfatları asıl sahibi olan Allah Teala'ya irca ederler. Çünkü bunlar Rububiyet sıfatlarıdır. Bunu, korku ve sevgi saikiyle yaparlar.
Fakirlik, aynı zamanda kulluk sıfatlarından biri olup rica, kor­ku, tevazu zilletten pek farklı değildir. Bunlardan hoşlanan ve bu sıfatlan kazanmaya çalışanlar ise, kulluk (=ubûdiyet) sıfatının ha­kikatine erenlerdir. Allah Teala da kulunun bu sıfatların hakikat-larına ermelerinden hoşlanır. Çünkü o, netice itibarıyla zelil bir kuldur. İlahi sıfatları noktasında Zatı ile rekabete girmesini ise as­la istemez. Çünkü O, çok Yüce ve herşeyin Meliki'dir. Zenginlik sevgisi, ebediyet arzusunu gösterir.
Seni (ra) şöyle derdi: Zenginlik sevgisi, Rububiyet'te şirk koş­madır. Çünkü ebedilik (=bekâ), el-Bâki olan Allah Teala'nın sıfatla­rından biridir. Zenginliği fakirlikten üstün tutan kimse, zenginliği sever. Bunun tezahürü de, zenginlere duyulan sevgidir. Çünkü bir sıfatı sevmek, o sıfat ile vasfedileni sevmenin delilidir. Bir şeyi sev­mek, aynı zamanda onun zıddını sevmemeyi gerektirir. Buna göre fakirleri sevmeyen biri, -zenginliği sevdiği için- fakirlikten hoşlan­mayacaktır. Böyle biri arzuyu zühde, çokluğu azlığa, ululuğu zillet ve tevazuya tercih eder. Böyle bir yaklaşımda, dünyanın ahirete yeğlenmesi ve fakirliğin özendirilmesi yönünde Allah Resulü (sav), Sahabe ve Tabiun'dan gelen bütün bilgilerin yerle bir edilmesi söz-konusudur.
Denildi ki: Selef-i Salih devrinde fakirlik, müminlerin şerefi sa­yılırdı. Onların gözünde fakir müminler, günümüzdeki (Hicri IV. asır) eşraf gibi görülürlerdi. Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimlere göre de, bu sözde hiç bir yanlışlık veya eksiklik sözkonusu değildir.
Fakirler, kendi aralarında üç dereceye ayrılırlar:
1. Zengin fakirler; bunlar, ancak ihtiyaç halinde el açan, kendi kendilerine yeten ve zor kafi gelene kanaat eden kimselerdir. On­lar, zenginlerin temizleridir. Allah katında kendileri için ziyade se­vap olacaktır. Yüce Allah, zenginlerin mallarında onlar için belirli bir pay bulunduğunu haber vermiştir. Çünkü aralarında; tamamen mahrum olanlar, zaruret halinde isteyenler, kanaatkarlar ve iste­meden alanlar vardır.
2. Fakir fakirler; bunlar, fakirlik halinin özüne vakıf olmuş, ken­dileri için hâl olarak fakirliği seçmiş, iffet ve namus ehlinin fazileti­ne dair sahip oldukları bilginin derinliği sebebiyle fakirliği zengin­liğe tercih etmiş kimselerdir. El açarak kendilerini çiğnetmez ve ko­nuşmalara konu olmazlar. Rablerinden gelen az bir rızka rıza gös­terirler. Gördüğünüzde simalarından tanırsınız. Cahil biri, hiç el aç­madıkları ve serzenişte bulunmadıkları için onları zengin sanır.
Bunlar arasında; dünya için çalışmaktan kurtarılmış mahrum­lar, sebep ve vasıtalara sarılmaktan muaf tutulmuşlar, mihnet ve zillet olmaksızın kendilerine ulaştırılan ile kanaat edenler ve an­cak zaruret halinde isteyenler bulunur. Onlar, bulundukları hali takdir etmesinden dolayı Allah Teala'dan razıdırlar. Bunlar hak­kında şöyle denilmiştir: Kendisine dünyalık namına her hangi bir şey verilen kimseye şu üç hususun hepsi verilmiş demektir: Meşgu­liyet, vehim ve uzun hesap.
3. Fakir zenginler; bunlar cömertlik ve ikramseverlikle tanın­mış kimselerdir. Bağış ve infak erbabı olarak tanınmışlardır. Onlar devamlı alır verirler. Biriktirmeyi sevmezler. Servet yapmak gaye­sini gütmezler. Menedilmeleri halinde şükrederler. Çünkü Mene-den'in (=el-Mâni'), aynı zamanda Veren (=el-Mu'tî) olduğunu bilir­ler. O'nun menetmesi de, bir anlamda vermesidir. Darlığa düştük-lerinderızkında Geniş Olan'a (=el-Vâsi') hamdederler. Çünkü O, her zaman Övülen (el-Mahmûd)'dur. O'nun verdiği darlık, bolluk­tur.
Bu zümreye dahil olanlar, kendilerine verilenleri derhal infak edip dağıtırlar. Dünya hakkında tam bir zühde sahiptirler. Zira ya-kini bir imana sahiptirler' Zenginlik olarak sahip oldukları yakini iman kendilerine yeter.
İbrahim b. Edhem (ra), Horasan'dan ziyaretine gelen Şakik b. Edhem'e (ra) şöyle demişti: Fakir arkadaşların nasıllar? 'Kendile­rine verildiğinde şükrediyor, başkalarını kendilerine tercih ediyor­lar! Bunun üzerine onun başını öptü ve şöyle dedi: Doğru söyledi­niz üstad.
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Fakirler üç kısma ayrılır: 1. El açmayan ve verildiğinde almayan fakir; bu fakir, İlliyyun'da ru­hanilerle beraber olacaktır. 2. El açmayan, ama verildiğinde alan fakir; bu, Kudüs avlusunda mukarrebun ile beraber olacaktır. 3. ihtiyaç halinde isteyen fakir; bu da sâdıklarla berebar olacaktır. Halindeki dürüstlük, el açmasına kefaret olur.
Bir keresinde İbrahim b. Edhem'e altmış bin dirhem takdim edilmişti. Borç içindeydi ve görmesi gereken bir çok ihtiyacı vardı. Buna rağmen parayı geri çevirdi. Davranışı sebebiyle kınanınca şöyle dedi: Altmış bin dirhem yüzünden ismimin 'fakirler diva-nı'ndan silinmesini istemedim.
Aişe validemizin (ra) yüzbin dirhem borcu vardı ve gömleği de yamalıydı. Hizmetçisi, 'Bir dirhem verseniz de et alsam, yemek ye-seniz' deyince ona şöyle cevap verdi: Bana hatırlatsaydm yapar­dım. Allah Resulü (sav) bana şöyla vasiyet etmişti: "Bana kavuş­mak istersen, fakirler gibi yaşa! Zenginlerle oturmaktan sakın! Yır-tılıncaya kadar elbiseni değiştirme [11][78]
Allah Resulü'nün (sav), fakirlere "Bu, Allah'ın lütfudur, onu di­lediğine verir" buyruğunun manası, yanlışlıkla zenginlerin üstün­lüğüne delilmiş gibi kullanılmak istenmiştir. Bu buyruk, zenginle­rin fakirlerden üstün görülmesine delalet etmez. Ancak böyle bir vehme kapılmak mümkündür. Halbuki bu, Allah Resulü'nün buy­ruğunun ilk kısmından çıkarılan manadır.
İlk kısımda, hiç kimsenin sizi geçmemesi, hiç kimsenin de size yetişmemesi teşvik edilmektedir. Denildi ki: Zenginler bunu duy­duklarında yukarıda ifade edilen şekilde konuştular. Fakirlerin kalpleri ise türlü duygularla doldu. Bunun üzerine Allah Resulü'ne (sav) giderek durumu ona sordular. O da şöyle buyurdu: İşin aslı si­ze söylediğim gibidir. Yani sizi kimse geçmesin. [12][79] Bu buyruk, sözün ilk kısmı için sübut bulduğunda Allah Resulü (sav) o noktada ma­sum olmaktadır. Eğer öyle olmasaydı, sözün ilk kısmı, son kısmıy­la çelişirdi. Bu da caiz değildir.
Hadis, tevil edildiği gibi zahirine yorulursa mana şöyle olmak­tadır: Zenginlik, Allah Teala'nm dünyadaki bir lütfudur ve zengin­lerin ahirette bu lütuf sebebiyle her hangi bir üstünlükleri olamaz. Ancak ilk kısım, onların faziletine işaret etmekte ve onlar için de uygun olmaktadır.
Allah Teala verdiği zenginlikle onlara dünyada bir üstünlük bahsetmiştir. Ama onlara verilen bu fazlalık, fakirlerden daha üs­tün bir makama yerleştirilmelerini gerektirmez. Çünkü fakirlerin makam ve hal bakımından zenginlerden üstün oldukları, fakirlik vasfı ile teyid edilmiştir. Bu zikir ve teşbih bulunmaksızın dahi fa­kirlerin yaşadıkları sabır hali, diğerlerine bahşedilen lütfa rağmen fakirlerin ağır basışının delili mahiyetindedir.
Sonuç itibarıyla Allah Teala'nm zenginleri muhatap alan bu buyruğu, O'nun zenginleri size üstün tutuşunun ve rahmetinin bir ifadesidir. Onlar, sırf bu maddi güçleri sebebiyle üstün görülmüş­lerdir. Ayrıca zenginler için zenginliğin de, Allah Teala'ya götüren yollardan biri olduğunu inkar etmemiz mümkün değildir. Fakat bi­ze göre, fakirlerin izledikleri yol, zenginlerin yolundan daha fazilet­lidir. Çünkü o, misal alınmaya en çok değen yoldur. Bu misal alın­ma ve benzeme hali, peygamberlerle olan benzerlik bakımındandır.
"Ne diriler, ne de ölüler denk olurlar" (Fatır/22) ayetinin tefsi-riyle ilgili olarak Hasan el-Basri'nin (ra) şöyle dediği rivayet edil­miştir: Burada kasdedilen iki zümre zenginlerle fakirlerdir. Ha-san'a göre, fakirler Rableri sayesinde diri olanlar, zenginler de dün­yaya sarılmaları sebebiyle ölü olanlardır.
Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Fakirir zenginlerle içli dışlı olduğunu gördüğünüzde onun riyakâr olduğunu bilin. Sultan­la içli dışlı olduğunu gördüğünüzde ise hırsız olduğunu bilin. Arif­lerden bir zat ise şöyle demiştir: Fakir, zengin birine meyletmeye başladığı zaman bağı gevşer. Zenginlere tamah ettiğinde, masumi­yeti kopar. Onlarla sükunet bulmaya başladığında ise yoldan çıkar. Yukarıda rivayet edilen bütün hadis ve sözlerden sonra, zen­ginliği fakirlikten üstün görmeye devam eden kimse, en iyi şartlar­da sünnetleri bilmeyen cahil biridir. O, cehaleti sebebiyle arzu ve düşüncelerini, hadis ve Sahabe sözlerine tercih ederek böyle bir ka­naate sahip olmaktadır. Her hangi bir konuda hadis veya Sahabe sözü bulunduğu zaman, orada görüşe yer yoktur. Onu bilmesine rağmen muhalefet etmek, inad ve karşı çıkıştan ibarettir. Cehalet ve arzulardan Allah Teala'ya sığınır ve O'ndan ilim ve takvaya mu­vaffak kılmasını niyaz ederiz. [13][80]


Fakir, dünyalık adına hiç bir şeye sahip olmayan ve bilinen bir ge­çim kapısı bulunmayan biri de olabilir. Böyle birinin rızkı, diğer kulların ellerine bırakılmıştır. Bu durumdaki fakirin, aldıklarına karşılık dünyevi zanaatlardan birini icra etmesi şart değildir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bu mal, Al­lah Teala'nın malıdır. Her kim onu hakkıyla alırsa bereketli kılınır. Nefsin kibiriyle aldığında ise kendisine bereketli kılınmaz ve o, ye­diği halde doymayan biri gibi olur" [14][81]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kime el açmaksızın ve istemeksizin dünya malından bir şey gelirse, o Allah Teala tarafından gönderilmiş rızkidir". Bu hadisin başka bir lafzında ise, şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer ona ihtiyacı varsa geri çevirmesin. İhtiyacı yoksa, kendinden daha muhtaç olan birine sarfetsin".
Ata ve Hasan'dan (ra) şöyle bir mürsel hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Dilenmeksizin rızkı kendisine ge­len kimse, onu geri çevirdiğinde Allah'a geri vermiş olur". Abid b. Şüreyh de Enes b. Malik (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Varlık içinde veren kimse, sı­kıntısından dolayı alandan daha üstün değildir".
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Kul rızkından kaçsa dahi, o onu takip edip bulacaktır! Tıpkı ölüm gibi! Ondan kaçsa da ölüm kendisim bulacaktır. Ebu Muhammed (ra) şöyle demiştir: Kul,Rafa-bine dua ederek 'Bana rızık verme!' dese dahi Allah Teala duasını kabul etmeyecek ve o kul bu duasından dolayı günah işlemiş sayı­lacaktır. Allah Teala o kuluna şöyle buyuracaktır: Ey cahil! Seni ya­rattığım gibi rızkını da vermem gerekir.
Ariflerden biri kendi hayatıyla ilgili şunu anlatmıştı: Dünya hakkında öyle bir zühde sahip oldum ki, insanları terkettim ve şe­hirden ayrıldım. Eğer rızkım varsa bana gelecektir düşüncesiyle hiç kimseden bir şey istemez oldum. Bu fikirle dağ tepe dolaşıyor­dum Bir dağın tepesinde yedi gün kaldım. Bu süre zarfından hi çir yiyecek gelmedi. Artık ölmek üzereydim. Rabbime şöyle niyazda bulundum: Ey Rabbim! Bana can verdiysen nasip ettiğin rızkı da ver! Yoksa beni yanına al.
Allah Teala şöyle vahyetti: İzzetim hakkı için! Şehirlere geri dö­nüp insanlar arasında yaşamaya başlayıncaya kadar sana rızık vermeyeceğim! Bu emir üzerine tekrar şehire döndüm ve halkın içinde yaşamaya başladım. Biri ekmek, biri katık, başka biri içecek getirdi. Gelen rızıkları yiyip içtikten sonra içimden şöyle bir ses işittim: Dünya hakkındaki zühdün sebebiyle Benim hikmetimin kaybolmasına yol açacaktın. Kulumu, diğer kullarımın eliyle besle­memin kudret elimle beslememden daha sevimli olduğunu bilmez misin?
Kendini Allah Teala'ya adamış arif kullardan biri şöyle demiş­tir: İyi bir zanaatım vardı. Bu zanaatımın terkedilmesi istendi. Bu­nun üzerine kalbimden nasıl geçineceğim sorusu geçti. Bunun üze­rine içimden şöyle bir ses geldi: Kendini Bana adadığını gormüyorum. Nasıl olur da rızkın hususunda Beni töhmet altında bırakır­sın? Dostlarımdan birini hizmetine vermek veya düşmanlarımdan birmünafiğı geçiminize tahsis etmekJ3ana_düşer!
Seleften bir zat şöyle bir bilgi nakletmiştir: Allah Teala dünya­ya vahyederek şöyle buyurmuştu: Bana hizmet edenlere hizmet et ve bu hizmetinle yorul!                              ______
Kabe'ye komşu olanlardan bir zat şunu anlatmıştır: Aîlâh^yo-lunda infak için ayırdığım birkaç dirhemim vardı. Bir gece zifiri ka­ranlıkta Kabe'yi tavaf eden bir fakir gördüm. Davranışı güzel, va­karlı biri idi. O tavaf ederken ben de ayak izlerini takip ediyordum. Hissedemeyeceği şekilde arkasından yürüyordum. Yedi tavafını bi­tirdikten sonra Kabe kapısı ile Hacer-i Esved'in arasında durdu.
Gizli bir sesle dua ediyordu. Sesini işitmek için kulak verdiğim­de şöyle dediğini duydum: Gördüğün gibi açım, gördüğün gibi çıp­lağım, ey gördüğünü gören, ey Gören fakat Görülmeyen! Dikkatli­ce baktığımda üzerindeki elbisenin çok eski olduğunu ve vücudunu zor örttüğünü gördüm. Sadaka için ayırdığım dirhemlerin, bundan daha iyisine verilemeyeceğini düşündüm. Arkasından gittiğimde Zemzem kuyusunun üstündeki kubbenin bir kenarında tavaf na­mazı kıldığını gördüm.
Hemen eve gittim ve parayı aldım. O zatı bulup paraları kendi­sine verdim ve şöyle dedim: Allah size şu mukaddes mekanda ve bu güzel halde merhamet buyurdu. Bunları alın ve ihtiyaçlarınız için kullanın. Parayı izannm cebine bıraktığımda, cebi delik olduğu için paralar yere saçıldı. Onlara baktı ve sadece beş dirhem aldık­tan sonra şöyle dedi: Dört dirheme iki izar alırım, bir dirhemi ile de üç gün geçinirim. Kalanına ihtiyacım olmaz.
Ertesi gece baktığımda yeni izan ile tavaf ettiğini gördüm. Ken­di kendime onun durumunu düşünürken elimi kavradı ve bana ye­di kez tavaf ettirdi. Ayaklarımızın altında yeryüzünün en değerli madenleri, altın, gümüş, elmas ve yakutlar kaynıyordu. İçlerinde insanlar tarafından henüz bilinmeyen taşlar bile vardı. Sonra ba­na şöyle dedi: Bunların tamamı bize verildi, ama biz zühdü tercih ettik. Halkın elinden almak bizim için daha sevimlidir. Çünkü Al­lah Teala için daha sevimli ve bizim için de istemek bakımından daha kolaydır. Ayağımızın altındakiler ise ağırlık ve fitneden başka bir şey değildir. Anlayış sahibi kullar için bunda bir çok rahmet ve^ıimetler gizlidir.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmiştir: Beldeler, Al­lah'ın beldeleri, insanlar O'nun kullarıdır. Rızkınızı nerede bulur­sanız orada oturun ve Allah'a hamdedin!
İbni Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar, rızık ve ecel dışında farkıl farklı düşünürler. Buna rağmen Allah'tan baş­ka Rızık Veren (=er-Râzık) ve O'ndan başka Can Alan (=el-Mümît) bulunmadığı hususunda hemfikirdirler. Yine onun şöyle dediği riva­yet edilmiştir: Allah Teala nzıkları yarattığı zaman rüzgarlara, on­ları parçalara ayırmalarını ve her memlekete payına düşeni götür­melerini emir buyurmuştur. Sonra da bu nzıkları insanlar arasında taksim etmiştir. Kiminin nzkı yüzbin, kiminin onbin, kiminin yüz, kiminin de bir noktaya yerleştirilmiş, kiminin de yok denecek kadar az kılınmıştır. İnsanlar arasından bazılarının nzkı da evinin kapı­sına bırakılmıştır. Sabah çıkıp akşam girdikçe onu bulur. Her kul, kendi için kısmet edilen nzkın peşinde koşar ve onu elde eder. Rız­kı sona erdiğinde ölüm meleği gelerek canını teslim alır.
Kul ana karnında yaratılıp ortaya çıktıktan sonra nzkı asla ke­silmez. Ana karnında iken aldığı gıda, hayız kanından süzülüp çıka-nlan bir besindir. Vücudu bu şekilde hayat bulur. Midesi, bir kor­donla ana karnına bağlanır ve bununla hayatiyetini devam ettirir. Allah Teala yeryüzüne çıkması için izin verdiğinde, meleği ona gön­derir ve meleğe anne ile yavru arasındaki kordonu kesmesini emre­der. Dünya hayatına çıktığında ise nzkını dünyadan sağlar. Dünya­dan aynlırken de, oradaki son nzkı, ahiretteki nzkının başı olur.
Kulun ahiretteki nzkı ise, Berzah aleminden olur. Bu alemdeki beslenme de, farklı şekillerde olmasına karşın dünyadaki gibi olur. Ardından Kıyamet günü gelir. Oradaki nzkı da, beklediği mevkiye göre belirlenir. Bekleme mevkisinden çıktığında iki yurttan birine, cennete veya cehenneme girer. Böylelikle nzkı da oraya intikal eder. Orada sonsuz bir nzık sözkonusudur.
Kul, bütün bunlan yakini bir iman ile müşahede ettiği zaman, kalbi mutmain olur ve nzık ile ecel onun gözünde eşitlenir. Bu iman sayesinde şunu kafi olarak bilir ki, rızık da ecel de gerekli­dir. Ona düşen ise, kendisiyle ilgili hükümlere riayet etmektir. Butür bir müşahedeye sahip olan kimse, ömrün ne bir saat uzamaya­cağını, ne de bir saat kısalmıyacağmı iyi bilir. Bunu bildiğinde ise, Rabbine ihlas ile amel etmekten başka bir şeyle meşgul olmaz.
Rızık sayısız şekilleri ve vasıtaları olmasına karşın genel olarak iki usul üzerinde şekillenir: 1. Kul, sükunet ve hareketsizliğini mu­hafaza etmesine rağmen rızık onun ayağına gelir. Bu, rızkın kula doğru hareketlendiği türdür. Rızkın bu türü için kulun hareket et­mesi ve onu kovalaması gerekmez. 2. Kul, hareket ve çalışma vası­tasıyla rızkın ardına düşer. Bu da sebep ve vasıtayla ulaşılan rızık türüdür.
Rızkın her iki türünde de rızık ve Rızık Veren aymdır. Hareket edip çalışanın durumuyla hareketsiz kalıp oturanın durumunda rızkın kaynağı olan Hikmet ve Kudret yine aynıdır. Ancak bu iki durumla ilgili hükümler farklıdır. Diğer taraftan eşya da insan açı­sından iki türdür. Biri, insanın emrine verilen türü, diğeri ise insa­nı emri altına alan türüdür.
İnsanın emrine verilen eşya üzerinde tasarrufta bulunurken siz belirleyici olursunuz. Bunlar, size verilmiş nimetler olup bunlar se­bebiyle Rabbinize şükretmeniz gerekir. Bu rızık konusunda bilinen şükür makamıdır. İnsanın, emri altına verildiği şeyler ise ona yö­nelen imtihan ve musibetlerdir. Bunlar için de sabretmek gerekir. Bu da imtihan halinde sabır makamıdır.
Yukarıda anlattıklarımıza hakkıyla şahid olan kimseler, bulun­dukları hali iyi bilir ve hallerinin gereğini yapmaya çalışırlar. Bu­na şahit olmayanlar ise, halleri hakkında bilgisiz kalır, makamla­rını idrak edemezler. Bu yüzden de, şaşkınlığa düşüp Allah Te-ala'nm ilgili hükümlerini bilemezler.
Belirli bir geçim vasıtası olmayan kul için müstehap olan, Allah Teala'nın kendisine verdiği nzıktan ancak ihtiyacı kadarım alma­sıdır. İhtiyacın alameti, satın almak zorunda olduğu şeyler dışında bir şey almamasıdır. İhtiyacı olan şey, o anda muhtaç olduğu şey­dir. O da Allah Teala'dan gelen bir rızık ve yardımdır. Bunu alma­sı, kendisi için daha faziletlidir. Satın almak zorunda olmadığı ve­ya evinde aynısı bulunan birşey verildiğinde, imtihan edilmiş olur. Allah Teala kendisine onu vererek zühdünü ve mala düşkünlüğü­nü sınamaktadır. Çünkü böyle biri bir şeye malik olduğunda, onun kendisine; aitoûlduğunu düşünebilir.
Bu şuura sahip olan kul, sözkonusu malın Allah tarafından bir imtihan olduğunu ve onunla ilgili olarak iki hüküm bulunduğunu bi­lir: Verilen malı açıktan alıp gizlice kendinden daha muhtaç birine vermek. Bu, kuvvetli kulların gidebilecekleri bir yoldur. Bu; nefse en ağır gelen davranışlardandır. Allah Resulü (sav) de Ömer'e (ra) ve di­ğer sahabilerine bunu emretmiştir. Bu, zühd sahibi alimlerin halidir. İkinci hüküm ise, mal sahibinin onu daha muhtaç birine vermesini sağlamak için teklif edilen malı almamaktır. Çünkü Allah Teala'nm o mal hakkında koyduğu bir takım hükümleri mevcuttur. Bu da, za-hidlerin orta mertebesinde bulunanların izledikleri yoldur.
İhtiyacı olmadığı halde sırf biriktirmek ve servet yapmak mak­sadıyla almaya gelince, bunun Allah Teala'ya götürecek bir yol ola­bileceğini düşünemiyorum. Allah Teala'ya götürmeyen bir yol, arzu ve şehvet yollarından biri olup kulu şeytana götürür.
Kendisine verilen yardımı alan kimse, bunun hangi hükümler dahilinde verildiğine de bakmalıdır. Malın kaynağı, farz zekat ola­bilir. Zekat, belli kimselere farz kılınmış bir görev olup Kur*an'da zikredilen altı sıfatı taşıyor olmalıdır. En titiz ve en sınırlı davran­mak gereken mal, bu türde olanlardır. Kul, din kardeşinin zekatı en isabetli yere vermesi için ihtiyatlı davranmalıdır. Allah'a ve müslüman kardeşlerine karşı dürüst olmanın gereği de budur.
Zekat parasının şu dört şey için harcanması çok münasiptir: Yi­yecek, giyecek, ikametgâh ve borç ödemesi. Zekatın harcanabilece­ği en uygun kalemler bunlardır. Konuyla ilgili olarak İbni Abbas'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: İhtiyacı olmayan bir şeyi satın alan kimse, ihtiyacı olanı satar.
Bu sözün açıklaması şöyle yapılabilir: Fuzuli dünyalık, yeterli olanın ötesindeki her türlü maddi eşyadır. Bunlar bir diğer tanı­mıyla ihtiyaç maddesi olmayan şeylerdir. Din yani dini duygulara bağlı kalmak ise, kulun muhtaç olduğu bir değerdir. Akıllı kimse; ihtiyacı olan dini hassasiyetini satarak ihtiyacı olmayan dünyalık­ları satın almaz. Böyle yapanlar, zararlı bir alışveriş yapmış olur­lar. Ticaretleri de, verimsiz bir ticaretten ibaret olur. Çünkü arzu­ların sınırı ve bittikleri bir nokta yoktur. Ahiret azığının ise, belli bir sınırı ve gayesi vardır.
Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Adem oğlunun ancak şu üçü üzerinde hakkı vardır:
Kuvvetini devam ettirecek bir yemek, avretini örtecek bir giysi ve sığınacağı bir ev. Bunlar dışındakiler için hesap vardır". Bu üçü, anasının karnından mezarına kadar Adem oğlu ile beraberdir. Dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında da bunlardan müstağni olunmaz. Bu üçü için kullanmak maksadıyla almandan dolayı se­vap vaadedilmiştir. Bunların ötesindekiler için verilenleri alma­mak ise almaktan daha üşütün görülmüştür.
Belli bir geliri ve kazanç vasıtası olmayan kul, bağış ve yardı­mın hükümlerini iyi bilmelidir. Çünkü Allah Teala'nm kuluna gön­derdiği bağış dört türlü olup bunlardan iki övülmüş, ikisi de mek­ruh görülmüştür. Övülenler, şefkat ve yardım babından verilenler­dir. Mekruh görülenler ise, imtihan ve seçme babından verilenler­dir. Bunun açıklaması şöyle yapılabilir:
imtihan babında gelen bağışlar; ihtiyacının doğmasından önce, ihtiyacının bulunmadığı bir anda veya benzeri evinde bulunuyor-ken gelen bağışlardır. Bunlar, nasıl davranacağını görmek maksa­dıyla Allah Teala tarafından gönderilen imtihan nitelikli bağışlar­dır. Bu durumda yapılması en uygun olan, alman bu tür bağışları elden çıkartmaktır. Böylelikle Allah rızası için gizli bir amelde bu­lunulmuş olur. Bu şekilde hareket eden kul, bağışı açıktan aldığı için halkın gözünden düşse de gizli yaptığı yardımla Rabbi katında yükselecektir.
Eğer buna dayanacak gücü ve sabrı yoksa, bir kez aldıktan son­ra bir daha bu tür bağışları almamak onun için en iyisidir. Allah Teala'nın hakkında ne hüküm vereceğini beklemeli ve para konu­sunda din kardeşlerine karşı dürüst davranmalıdır. Özellikle zekat paralarında çok titiz davranmalıdır.
Seçme ise şu şekilde olur: Fakir bir kul, her hangi bir yemeği yememeye veya Rabbine yakın olmak gayesiyle her hangi bir şeyi azaltmaya niyet etmiş olabilir. O, bununla kalbini İslah etmek ve nefsani arzularına muhalefet etmek gibi ulvi bir gayeyi hedeflemiş olabilir. Yemeği ve maddiyatı azaltmak, elbette girdiği yolda işini kolaylaştıracak ve şeytanın attığı düğümleri çözecektir.
Bu durumdaki kul için en uygun olan; verilen bağışı geri çevir-mesidir. Bu, zühd ve ahdi gözetme bakımından da daha faziletlidir. Eğer bağışı alır ve muhtaç birine verirse, bu da zühdün zühdü olarak nitelenir. Yaptığı bu tür bir fiilden dolayı birçok muamele ecri kazanmış olur.
Bu muamelelere örnek olarak şunları zikredebiliriz: Kul, Allah Teala tarafından diğergamlığa yani başkalarını daha çok düşünme­ye özendirilmiştir. Fakir biri olup bir şeye malik olduğunda, onu başka birine verebiliyorsa bu onun tartısına konacaktır. Bir diğeri Sünnet-i Nebevi'ye uygun davranmaktır. Çünkü Allah Resulü (sav) bağışların ihtiyaç olmaması halinde de alınarak daha muhtaç olan­lara verilmesini emretmiştir.
Bir diğer muamele, bağışın insanların gözü önünde alınması ve Allah yolunda gizli olarak verilmesidir. Bu, huşu ehli dışındakiler için çok zor bir davranıştır. Çünkü nefs, bağışı açıktan almak sure­tiyle aşağılanmakta, alman bağışı da başkasına vermek suretiyle ondan istifade edememektedir. Bu, ancak yakini iman sahiplerinin tahammül edebilecekleri bir fedakarlıktır. Makam olarak nefste zühd sahibi olanlar bu makamda yer alabilirler. Hal olarak da zen­gin fakirler ve zühd sahibi alimlerin halleri budur. Bunlar daha ön­ce zikrettiğimiz en yüksek tabakanın mensuplarıdır.
Bağışın övülen iki türünden biri şefkattir. Buna göre Allah Te­ala'nın eşsiz şefkati sayesinde kulun rızkı, ihtiyacı olduğu veya ar­zu edip alamadığı bir şey bulunduğu an kendisine gelir. Allah Te­ala, kulunun bu durumunu bildiği için, insanlardan istemesine fir-sat bırakmadan ihtiyacını ona gönderir. Ya da ihtiyaç duyduğu şe­yi almasını sağlayacak para gelir. Böylelikle istediği şeyden istifa­de etmesi sağlanmış olur. Bu; Allah Teala'nın ulvi şefkatinin eseri olan bağıştır. Kul için en hayırlısı, bu tür bağışı almasıdır. Böyle bir bağışın reddedilmesi halinde ilahi bir cezanın verilmesinden endi­şe edilir. Bu ceza, aklı yitirmek, beşeri cibilleyetin hakim olması, tamahkârlık ve adi bir kazanç yoluna sevkedilmek şeklinde tecelli edebilir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Kendisine bağış gelip de almayan kimse, daha sonra el açsa da kendine verilmez!
Bağışın bu türü, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunda tasvir edilmektedir: "Varlığından veren biri, kazandığı ecir bakımından verileni alan muhtaç birinden daha üstün değildir". İhtiyaç sahibi birinin her hangi bir bağışı alması, sevap bakımından verene ortak olmasıdır. Netice itibarıyla, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma  hususunda eşit olurlar. Bilindiği üzere yardımlaşmanın bu şekli, Kur'an tarafından açıkça emredilmiştir. Bu tür bir bağış, onu ala­na asla zarar vermez.
Seri es-Sekatî, Ahmed b. Hanbel'e (ra) bir miktar para gönder­miş, İbni Hanbel de onu geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri ona şöyle demişti: Ey Ahmed! Bağışı geri çevirmenin afetinden sakın! O, almanın afetinden daha büyüktür! Bu ikazdan sonra görüştük­lerinde Ahmed b. Hanbel (ra), 'Bana söylediğini tekrar eder misin?' dedi. O da, daha önce söylediğini tekrar etti. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle dedi: Parayı geri çevirmemin sebebi, bir aylık azığımın olması idi. O parayı yanında tut, bir ay sonra verirsin!
Bağışın dördüncü türü Yardım niteliğinde olandır. Bu tür bağı­şın belli bir erbabı vardır. Bu bağışın verileceği fakir; cömert, lütuf ve kerem sahibi, yemek yedirmeyi seven, diğer fakirleri düşünen, bu karakteri sebebiyle kendi halinde her hangi bir iyileşme yapma­yı düşünmeksizin verilecek bağışa dokunmayan biri olabilir.
Allah Teala böyle fakirlere, hallerini desteklemek için devamlı yardım gönderir. Onlar da bu bağışları O'nun iradesine uygun ola­rak sarfeder ve gereken yerlere verirler. Allah Teala'nın gönderdiği bu bağış, onların ahlak ve vakarını arttırır. Bağışın bu türü, arifler tarafından 'deneme' (=ihtibâr) olarak görülür.
Bu türden bağışlarda en hayırlısı, onları almak ve Allah yolun­da harcamaktır. Ahlak ve vakarın gereği de budur. Selef-i Salih'in büyük bölümü de bu gibi bağışlarda böyle davranmışlardır. Zühd ve takvadan uzak bir topluluk ise bu tür bağışlarda hataya düş­müşlerdir. Onlar, arzularına ve adi himmetlerine teslim olmuş kimselerdi. Bağışları kendileri için toplar, başkalarıyla paylaşma­ya asla yanaşmazlardı. Bir de hiç çekinmeden, 'deneme'nin bu ol­duğunu söylerlerdi.
Bunlar, 'imtihan'm 'deneme'den farklı oluşu noktasında Se­leften farklı düşünüyorlardı. Böyle bir ayrım, sırf arifler nezdinde bilinen bir husustu. Bu nedenledir ki onlar arzularına uyarak ba­ğışları kaynağını araştırmaksızın almış, hiç bir sınır tanımamış ve türlü iddialarla onlara el koymuşlardır. Bağışa yükledikleri mana­daki farklılıktan dolayı 'ilim'de hata etmiş, arzularına uygun hare­ket etmeleri sebebiyle de 'hâl' yolunda yanlışa sapmışlardır.
Sadıklar arasında işi gücü olmayanlardan biri, Allah Teala'ya olan hüsnü zannından dolayı O'nun adına borçlanır, kendisine n-zık verdiğinde ödeyeceğini söylerdi. Böyle biri bu niyeti üzere öldü­ğü zaman, aldığı borçtan dolayı hiçbir sorumluluğu yoktur. Çünkü alacaklıların rıza göstermesi halinde Allah Teala onu ödeyecektir. Geçmişte devlet hazinesi bu tür borçları öderdi.
Bazıları, iki elbisesinden birini veya ihtiyacından fazla olan bir eşyasını satıncaya kadar başkasından borç almazdı. Allah Te­ala'nın şu buyruğunun muhtelif tefsirlerinden biri de bu biçimde yapılmıştır: "Nasibi sınırlı olan ise Allah'ın kendisine verdiği im­kan ölçüsünde nafaka versin". (Talak/7) Ayetin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Durumunda daralma olduğunu gören kimse, el­biselerden birini satmalıdır. Sıkışık durumda olan birinin, şahsi değerine güvenerek borç alması gerektiği, bunu da kendisine Allah Teala'nın verdiği söylenmiştir.
Bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'mn öyle kulları vardır ki sa­hip oldukları mallara göre infakta bulunurlar. O'nun öyle kulları da vardır ki yalnız O'na besledikleri hüsnü zanna güvenerek infak-' ta bulunurlar.
Selef-i Salih'ten vefat eden bir zat, malının üç zümreye dağıtıl­masını vasiyet etmişti: Güçlüler; Cömertler ve Zenginler. Bu üç zümre ile gerçekte kasdedilenlerin kimler olduğu sorulmuştu. De­nildi ki: Güçlüler; Allah Teala'ya hakkıyla tevekkül edenlerdir. Cö­mertler; Allah Teala'nın rızkı hususunda hüsnü zan sahibi olanlar­dır. Zenginler ise kendilerini Allah Teala'ya adamış olanlardır.
Belli bir geçim vasıtası olmayan kimseler, bağışlan kabul eder­ken vera' ve titizlikten ayrılmamalıdırlar. Aynı şekilde belli bir iş yaparak geçimlik kazananlar da, işlerinde titiz ve duyarlı olmalı­dırlar. Çünkü Allah Teala'nm her konuda belli bir hükmü vardır, işsiz oturmak, bu hükümleri devreden çıkarmaz. Geçimi için çalı­şan ne gibi hükümler geçerli ise, çalışmayı terkedenler için de ben­zer hükümler geçerlidir. Çünkü çalışmayı terketmek de, ayrı bir ça­lışmayı ve ameli gerektirir.
Salih fakirler, önlerine çıkan herkesin malını ve parasını kabul etmezlerdi. Her zaman almadıkları gibi her verildiğinde de almaz­lardı. Verecekleri başka yerler yoksa, ihtiyaçlarından fazlasını asla kabul etmezlerdi. Onlar, ancak kalplerinin huzur bulduğu kimsele­rin verdiklerini alırlardı.
Ürktükleri ve utandıkları kimselerin verdiklerini asla kabul et­mezlerdi. Çünkü ürkme ve çekinmenin değil yakınlık ve sıcaklığın bulunduğu kimselerin birbirlerine söyledikleri her ikisini de sevin­direcektir. Böyleleri, verdiklerinin kabulünü de Allah Teala'nın bir lütfü olarak göreceklerdir. Fakir biri olarak, yapacağı bağış kalbi­nize soğuk gelen biri elindekini vermeye de soğuk bakan ve verdi­ğini reddetmenizi tasa etmeyen biridir.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Allah yolunda kardeş olmuş iki ki­şinin arasındaki ürküntü ye çekingenlik, ikisinden birinde varolan bir illetten kaynaklanır. Fakir için yegâne müstehap olan; bir dos­tunun veya sevdiği birinin bağışını kabul etmektir. Çünkü marife-tullah ehli, Allah Teala'nın kendilerine göstermesinden dolayı ba­ğışların reddi veya kabulü noktasında varolan sebeplerle ilgili ola­rak hüküm verirler. Eğer bağışla ilgili bir illet bulunursa, daha ön­ce rivayet ettiğimiz bir ifadede de belirtildiği gibi illetli yani sakat bir bağış olur.
"El açmaksızın gelen bir bağışı reddeden kimse, onu Allah Te-ala'ya geri çevirmiş olur". Marifet ehli, bağışın Allah Teala'dan gel­diğine yakinen şahit oldukları için, onu geri çevirmeyi uygun gör­memişlerdir. Denilir ki: Bağışın, Allah Teala'dan geldiğine şahit olan biri, reddinin de Allah Teala'dan kaynaklandığını bilir. Bağışı O'na geri göndermesi O'nun içinse veya Allah Teala'nın kendisim imtihan ettiğini bildiği için güzel bir şekilde geri çevirmişse yine doğrusunu yapmış olur.
Halkın bağışlarını çekip çevirmenin Allah Teala'nın fiili olduğu­nu yakinen bilen biri, kendisinin geri çevirme fiilinin de Allah Te­ala'dan kaynaklandığını çok iyi bilir. Bu durumda O'nun fiili, men etme şeklinde tezahür etmiştir. Bu sebeple de bağışı geri çevirmiş­tir. Öyleyse Allah Teala'nın hükümlerini hakkıyla bilen ve arzula­rına tabi olmayanlar açısından kabul de ret de aynı hükümdedir. Çünkü böyle biri, kendisinden beklenen hükmü ifa etmekten öte bir şey yapmayacaktır.
Bu konuda servet sahibi bir alim ile basiretten yoksun cahil bir abidin sözleri delil olamaz. Bağışlar, bazı kimselerden kabul edilirken, bazı kimselerden de kabul edilmez. Hatta bazı hediyelerin reddedilmesi sünnettendir. Bu meyanda şu hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü'ne (sav) tereyağı, keş peyniri ve bir koç hediye edil­mişti. Tereyağını ve keş peynirim kabul edip koçu geri çevirdi".
Allah Resulü (sav) bazı kimselerin hediyelerini kabul ederken, bazılarının hediyelerini de geri çevirirdi. Bu meyanda şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Kureyşli, Sakifeli ve Devsli olmayanların hediyelerini defalarca geri çevirmeye teşebbüs ettim".[15][82]
Tabiun'dan bir topluluk da bu sünneti yaşatmıştır. Feth el-Mav-sıli'ye (ra) içinde elli dirhem bulunan bir kese sunulmuştu. Yanın­dakilere şöyle dedi: Ata (ra), Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmişti: "Rızkı el açmaksızın kendisine gelen kimse onu geri çevirirse, Allah'a geri çevirmiş olur"[16][83]Ardından keseyi aç­tı ve içinden bir dirhem aldıktan sonra kalanı geri verdi.
Bu hadis, Hasan el-Basri (ra) tarafından da rivayet edilmiştir. Rivayete göre adamın biri Hasan el-Basri'ye (ra) içinde para bulu­nan bir kese ve Horasan unu bulunan bir paket hediye etmek iste­mişti. Hasan (ra) hediyeyi geri çevirdi. Dostlarından biri bu hare­ketini tenkid edince şöyle dedi: Şu oturduğum yerde oturan ve in­sanlardan gelen bu tür şeyleri kabul eden kişi, Kıyamet günü Allah Teala'mn huzuruna hangi yüzle çıkabilir? Hasan el-Basri (ra) hedi­ye ve bağışı ancak yakın dostlarından kabul ederdi.
İbrahim et-Teymi dostlarından istediği bir dirhemi alır, başkala­rının teklif ettiği ikiyüz dirhemi geri çevirirdi.
Bişr b. el-Hars (ra) hiç kimsenin bağış ve hediyesini kabul et­mezdi. Biri, dostlarına şöyle demişti: Bişrin rızkının nereden geldi­ğini o kadar çok öğrenmek istiyorum ki! Bunun üzerine içlerinden biri, 'Ben biliyorum, onun âkil bir dostu var ve onun ihtiyaçlarını karşılıyor* dedi. Buradaki 'âkil' ifadesi, akıl ve dindarlık bakımın­dan ona denk anlamındadır. Nitekim bazıları, kendilerinden altta olanlardan hiç bir şey kabul etmez, yalnız akranlarının verdikleri­ni alırlardı.
Bişr b. el-Hars (ra) için sözü edilen 'âkil dost' Seri es-Sekatî'den (ra) başkası değildi. Bişr (ra) bir defasında şöyle demişti: Hayatta, Seri'den başka hiç kimseden bir şey istemedim. Çünkü onun züh­dünü iyi bilirim. O, elinden çıkanla mutlu olur. Elinde durandan rahatsızlık duyar. Ben de hoşlandığı bir işte ona yardım ederim!
Seri es-Sekatî (ra), Ahmed b. Hanbel'e de (ra) yardım gönderir ve onun yardımlarını kabul ederdi. Ahmed'in (ra) meclisinde onun adı geçtiği zaman şöyle derdi: Zenginliğin güzelliğiyle bilinen bir zengin! Yaptıklarını gerçekten çok beğeniyorum!
Abid zümresinden bir zat, ehli dünyadan biri kendisine bir ba­ğış teklif ettiği zaman şöyle derdi: Param kendine sakla ve kalbine şunu bir sor: Paranı aldıktan sonra senin gözünde daha değerli mi olacağım, yoksa daha aşağı mı? Bu soruma dürüst bir cevap ver! Eğer ehli dünya, 'Paramı aldıktan sonra daha değerli olacaksın' derse kabul eder, aksini söylerse reddederdi.
Bir zat da, halk içinde en yakın olduğu kimselerin verdiklerini geri çevirirdi. Bu davranışından dolayı tenkide uğrayınca şöyle de­di: Verdiklerini geri çevirmem, kendilerine duyduğum şefkat ve dü­rüstlüktendir. Çünkü onlar, kendilerinden aldığımı sağda solda an­latır ve bilinmesini isterler. Bu da paralarının gitmesine rağmen hiç bir sevap kazanamamalarına neden olur!
Süfyan-ı Sevri de (ra) bu görüşte idi. Sevaplarını yitirmelerin­den endişe ettiği kimselere, kendisine verdiklerini başkalarının ya­nında anlatmamalarını şart koşardı. "Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimselere minnet etmek, eziyet etmek suretiyle o sada­kalarınızı boşa çıkarmayın". (Bakara/264) ayetinin tefsiri yapılır­ken şöyle denilmiştir: Ayette geçen 'Menn=minnet etmek' ile kasde-dilen, verilen sadakaları hatırlamaktır. <Ezâ=İncitmekJ ile kasdedi-len ise, onları açığa vurup sağda solda anlatmaktır.
Cüneyd-i Bağdadi (ra) kendisine para getirip yemesini isteyen bir Horasanlı'ya şöyle demişti: Kendim yemem, ama fakirlere dağı­tırım. Bunun üzerine Horasanlı 'Fakirleri senden daha iyi biliyo­rum, maksadım o değildir1 dedi. Cüneyd şöyle karşılık verdi: Bu pa­ranın aldıklarını yiyecek kadar yaşayacağımı ümid etmiyorum. Ho­rasanlı, 'Parayla sirke, ekmek katığı ve kuru sebze al demiyorum ki, onu güzel yemekler, tatlılar ve çabuk bozulacak yiyecekler için harca diyorum' dedi. Bu cevap üzerine Cüneyd (ra), 'Böyle birinin bağışını reddetmek helal olmaz' dedi ve bağışı kabul etti. Horasanlı, 'Şu Bağdat'ta sana benden daha çok minnet duyacak biri yok­tur!' dedi. Cüneyd de onun bu sözüne şöyle karşılık verdi: Hiç kim­senin de senin gibilerden başkasından bir şey kabul etmesi uygun olmaz!
Hakikat ehli, bağış alırken ve verirken işte böyle davranırlardı.
Her hangi bir işte çalışmayan kimse, çalışmayı sırf Allah için bı­rakmış olmalıdır. İşsiz oturma halinde de Allah Teala'nm ilgili hü­kümlerini bilmeli, halinin ilminin icaplarını yerine getirmeli ve Müsebbib'e güvenerek işsiz oturuş zamanını en güzel şekilde geçir­melidir. Kişinin, belli bir rızık için çalışmayı her şeyi Bilen Rabbi-ne olan yakini imanı sayesinde terketmesi ancak bu şartlarda he­lal olabilir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sadece sana takdir edilmiş rız­kını yediğini ve bunun için Rabbinden başkasına şükretmemen ge­rektiğini bilmeyen kimselerin yemeğini yeme! Adamın biri Şakik el-Belhi'yi (ra) elli arkadaşıyla birlikte yemeğe davet etmişti. Sofra çok mükellefti ve hiç bir şey esirgenmemişti. Şakik ve arkadaşları sofraya oturduklarında Şakik dostlarına şöyle dedi: Bu adam şöyle düşünüyor: Böyle bir sofra hazırlattığımı görmek istemeyen ve bu yemekleri kendisine benim sunduğumu itiraf etmeyen kimseye ye­meklerim haram olsun! Bu sözü üzerine hep birden ayağa kalktılar ve yemeğe el sürmeden oradan ayrıldılar.
Davet sahibi Şakik'e yetişerek, *O kadar da ileri gitmemiştim, Allah size merhamet buyursun!' deyince Şakik şöyle dedi: Buraya gelerek sırf dostlarımın imanlarını denemek istemiştim. Gördüm ki şu genç dışında hiç biri yemeğin nasıl yapıldığına ve kendilerine neyin sunulduğuna bakmıyorlar!
Musa peygamberle (as) ilgili olarak şöyle bîr rivayette bulunul­muştur: Musa (as) Rabbine şöyle demişti: Ey Rabbim! Rızkımı böy­le İsrail oğullarının elinden mi kıldın? Hep bu şekilde öğle yemeği­ni birinin evinde, akşam yemeğini başka birinin evinde mi yiyece­ğim? Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: Dostlarıma bu­nu takdir ederim. Onların rızıkJarım, kullarım arasındaki talepkâr olanların ellerinden verdirerek sevap kazanmalarını isterim.
Oturan bir alim, çahşan bir cahilden daha hayırlıdır. Rızık için çalışan alim, oturan cahilden daha üstündür. İradesinin kuvvetisayesinde çalışan kimse, çalışmayı bırakmış zayıf iradeliden daha faziletlidir.
Allah Teala, bağış almayı hakedenleri altı zümreye ayırmış ve bunları şu üç ayet-i kerimede zikretmiştir:
1. Sadakalar, ancak fakirler, miskinler... içindir". (Tevbe/60)
2. Onların mallarında isteyen ve mahrum bırakılmış olan için bir hak mevcuttur". (Zariyat/19)
3. O mallardan yeyin, kanaat sahibine ve sormadan alana yedi-rin". (Hac/36)
Bilinen bir ticareti ve geçim vasıtası olmayan kimse, bu ayetle­rin kapsamına en kolay giren ve bağış verilmeye en fazla ihtiyacı olan kimsedir. Bunun dışında belli bir geçim imkanı olan kimse, harcamalarının çokluğu veya ailesinin geçimi için ondan daha faz­lasına ihtiyaç duyabilir. Böyle biri de, taşıdığı özellikler bakımın­dan bu zümreler arasına dahi olabilir.
Ibni Abbas (ra) ilk ayetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: Bu ayet, Suffe ashabı ve Kıyamet'e dek onlar hükmünde yaşayacak olanlar hakkında nazil olmuştur. Suffe ashabı, dörtyüz elli erkek­ten oluşmaktaydı. Ensar ve muhacirlerin aksine Medine'de aileleri ve malları yoktu. Bunlar, kabile bağı olmayan kimselerdi. Allah Re­sulü (sav) kendilerini Mescidin sofasına yerleştirmiş, Allah Teala da rızıklarmı belli yollarla takdir etmişti.
Bu altı zümre dışında bağış alabilecek yedinci bir zümre daha vardır. Bunlar, en güzel sıfatlarla anılmış, takva sahiplerine bunla­ra verdiklerine karşılık büyük sevaplar vaadedilmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: wEy iman edenler! Kazandığını­zın temizlerinden mfakta bulunun". (Bakara/267) Başka bir ayet-i kerime ise şöyledir: "Hayır adına her harcadığınız size verilir". (Ba­kara/272) Bu ayet, O'nun şu ayetiyle bitişik ve ilintilidir: "Bu yar­dımlar, kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkanı bulamazlar". (Bakara/273)
Allah Teala, yedinci zümrede yer alan bu fakirleri, Kendi yoluna adanmışlıkla tavsif etmektedir. Onlar, dünyadan ve dünya ehlin­den iyice kopmuş kimseler olup ehli dünyanın çevresine üşüşmez­ler. Bulundukları hal, tam bir zühddür. Onların sıfatlarını bilme­yen kimse, katıksız cahildir.
Bu son zümre, bağışı hakeden zümreler içinde en üstte yeralan zümredir. Hatta Allah Teala müminlere onlara infakta bulunmala­rını bizzat emretmiş ve kazandıklarının temizlerini onlara verme­lerini tavziye etmiştir. Allah Teala, yüce kitabında ancak sevdiği kullarını tavsif etmiştir. Bir kulunu her hangi bir sıfatla övdüğü ve ona senada bulunduğu zaman, ona karşı muhabbeti kesinleşmiş olur. O'nun tavsifi, muhabbetinin delilidir. Muhabbeti de, büyük lütfa delalet eder. Nitekim şu ayet-i kerimede bunu görmekteyiz: "Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir". (Maide/54)
Sufilerden bir zat, Allah Resulü'nün (sav) "Verenin eli üstte, ve­rilenin eli alttadır"[17][84] hadisini açıklama mahiyetinde şöyle demiştir: Burada Veren' fakir, Verilen' ise zengindir. Buradan çıkartılması gereken asıl mana şudur: Bağışta bulunma ve verme fiili, hakikati bakımından ahiret nasiplerinden biridir. Bağışın, ahiret rızkından verilmesi, hakikatte verenin 'fakirverilenin ise 'zengin' olmasını gerektirmektedir. Netice itibarıyla fakir Veren', zengin ise Verilen' olmaktadır.
Bu görüşe delil olarak şu iki rivayet de zikredilebilir: Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Sadaka, isteyenin eline gelmeden önce Al­lah Teala'nın eline gelir. Onu, istek sahibinin eline koyan Allah Te­alidir". Buna göre, fakirin eli üstteki olmaktadır, ikinci hadis ise şudur: "Allah'ın eli en üsttedir, verenin eli ortancadır". Bu hadis de hakiki 'veren'in fakir olduğunu teyid etmektedir. Allah Teala'nın eli, onun elinin üstündeki eldir, çünkü bağışı fakirin eline koyan O'dur. Böylelikle fakirin eli, ortanca el olmaktadır.
Konuyla ilgili olarak şöyle de denebilir: Ellerin sıralaması, şu ayet-i kerime ile yapılmıştır: "Allah'ın eli onların ellerinin üstünde­dir". (Fetih/10) Buna göre Allah'ın eli en üstte, verenin eli ortada, verilenin eli de alttadır. Veren, zengin olmalıdır. Çünkü bağış, üst­teki gibi bir sıralamaya bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu du­rumda şöyle denilebilir: Allah Teala'nın eli, her ikisinin elinin de üstündedir. Dolayısıyla O'nun elini bu sıralamaya sokmak müm­kün değildir. O'nun eli tartışmasız hepsinin üstündedir. O da bunu beyan ederek "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" (Fetih/10) buyurmuştur.
Bu ayetten anladığımız, insanların ellerinin birbirlerinin üstün­de olduğudur. Allah Teala, buna işaret ettikten sonra Kendi elinin hepsinin üstünde olduğunu bildirmiştir. Çünkü O, her ikisine de İlk Veren'dir. Verme bakımından O'ndan daha önce bir İlk yoktur. Aynı şekilde verme makamında da O'nun elinin üstünde bir el yok­tur. Burada tartışılan sıralama, zengin ile fakirin elleri arasındaki sıralamadır. Allah Teala'nm elinden hemen sonra veren el, hangi­sinin elidir?
Bize göre hakiki anlamda verilen, baki ve devamlı olandır. Veri­len şey, fani ve kaybolup gidici olmamalıdır. Bu da ancak, baki olan ahiret mülkünden verilen bir bağış olabilir. Buna göre 'veren', ta­raf, fakir olmaktadır. Zengin, fakire dünyada sahip olduğu fani şey­lerden bir kısmını vermektedir. Fakir ise, bağışını almak suretiyle ebedi olarak kalacağı ahiret mülkünden bir şey vermektedir. Zen­gin, fakire şefkat göstererek fani dünya mülkünden bir şeyler ver­mektedir. Halbuki dünya 'lâ şey'=Hiçbir şey* olarak vasfedilmiştir. Ondan ne verilebilir ki?
Allah Teala'nın elinin; onların ellerinin üstünde olmasına gelin­ce, gerçekten de O'nun eli her şeyi ilk verendir. Çünkü O'nun eli, üstün de, altın da üstündedir. O'nun için 'üst1 veya 'alt* gibi sıfatlar kullanılamaz. O'nun yüce sıfatları, beşerin düşük nitelemelerinden çok uzaktır. O, kıyas ve teşbihe tabi kılınamaz.
Dostlarımızdan biri, kendi şeyhiyle ilgili şöyle bir hadise anlat­mıştı: Ebu Hasan en-Nuri'yi şehrin bir yerinde elini açmış insan­lardan dilenirken gördüm. Bu bana çok dokundu ve kendi kendime bu davranışı çirkin gördüm. Cüneyd'in (ra) yanına gittiğimde bunu haber verdim. Bana şöyle dedi:
Bu sana dokunmasın. Çünkü onun istemesi, insanlann ahiret sevabı kazanmaları ve kendisinin zarar görmeyeceği şekilde ecir-lenmelerini sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Şimdi bana bir terazi getirin.
Ardından teraziye yüz dirhem koydu ve onları tarttıktan sonra keseye yerleştirdi ve bir avuç dirhemi de tartmadan attı. Bana, 'Bunu Ebu Hasan en-Nuri'ye götür!' dedi.
Kendi kendime, bir şeyin ancak miktarını bilmek için tartıldığı-nı, oysa Cüneyd'in (ra) bir avuç daha atarak karıştırdığını ve bu yüzden de miktarın belirsiz hale geldiğini düşünüyordum. Kesede kaç gram dirhem olduğu belli değildi. Sebebini sormaktan haya et­tim. Keseyi Ebu Hasan'a götürdüm. O da, Cüneyd gibi 'Terazi geti­rin' dedi. Ardından yüz dirhemi tartıp ayırdı ve'Bunlan geri götür ve ona şöyle dediğimi ilet: Özellikle senden hiç bir bağış kabul et­meyeceğim.' Bunu söyledikten sonra kalan dirhemleri aldı.
Bu davranış, şaşkınlığımı daha da arttırdı ve kendisine 'Niçin böyle yaptınız?' diye sordum. Şöyle karşılık verdi: Cüneyd, hikmet sahibi bir zattır. İpi iki taraftan da tutmak istiyor! O, şu yüz dirhe­mi kendisi için ahireti sevabı olması niyetiyle tarttı. Üzerine de Al­lah rızası çin bir avuç dirhem attı. Ben de Allah için olanı alıp ge­risini iade ettim.
Bunu Cüneyd'e (ra) anlattığımda gözyaşlarına hakim olamadı ve şöyle dedi: Kendine yarayanı alıp bize yarayacak olanı geri çe­virmiş! Hiç şüphesiz Allah Teala en doğrusunu bilendir. [18][85]


İhlas ehli bu meselede farklı görüş ve uygulamalar içinde olmuşlar­dır. Bazıları, alınan bağışların gizlenmesi gerektiğini uygun gör­müş ve bunu iffet ve hayaya daha münasip bulmuştur. Onlara gö­re gizlemek, korunmayı da kolaylaştırıcıdır. Diğer insanlann kalp­lerinin selamette olması bakımından daha uygun, avamın nefsleri bakımından da afetlere daha uzaktır. Bağışları gizlemek, gıybete, ithamda bulunmaya ve daha ötesindeki bir takım afetlere düşme­meleri noktasında din kardeşlerine daha yardımcı bir davranıştır. Gizlemek, din kardeşi için ihtiyat, iyilik ve takvada ona bir tür yar­dımdır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu teşvik etmektedir: "Sa­dakaları gizler ve onları fakirlere verirseniz, bu sizin için daha ha­yırlıdır". (Bakara/271)
Allah Resulü'nün (sav) tavsiyesi de bu yöndedir: "Sadakanın en faziletlisi, onu fakire götürenin gizleme çabasıdır".[19][86]Ayrıca amelin gizlisi, açık olandan yetmiş kat daha üstündür. Bağışını gizleme noktasında din kardeşine yardım etmeyen kimse, iyiliğini gizleme noktasında da yardımcı olmayacaktır. Bu gizliliğin tek taraflı sağ­lanması mümkün değildir. Çünkü sır, iki tarafı olan bir bilgidir. Onlardan biri ifşa ettiğinde veya saklama hususunda ittifak etme­diklerinde hangisinden çıktığı önemli olmaksızın şuyû bulacaktır.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İşleriniz için gizlilikten destek arayın. Çünkü her nimet sahibi hasede ma­ruzdur". Eyyub es-Sihıstâni şöyle demiştir: Komşularımda hased olması korkusuyla yeni elbise bile giymem. Zahidlerden biri de şöy­le demiştir: Dostlarım, 'Bunu nereden buldun?' diye sormasınlar düşüncesiyle yeni bir şey kullanmaktan imtina bile edebilirim.
İbrahim et-Teymi hakkında da şöyle bir hadise anlatılmıştır: ib­rahim dostlarından birinin üzerinde yeni bir gömlek görmüştü. 'Bunu nereden buldun?' diye sorduğunda, 'Kardeşim Hayseme giy­dirdi. Ailesinin bundan haberdar olduklarını bilseydim kabul et­mezdim' dedi.
Adamın biri, ulemadan bir zata açıktan bir şey vermek istemiş­ti. Alim zat, verdiğini geri çevirdi. Başka biri aynı alime gizlice bir şey verdiğinde onu kabul etti. Kendisine bu husus sorulduğu za­man şöyle demişti: İkinci şahıs iyiliğini gizledi ve edebe uygun ha­reket etti. Onun amelini kabul etmeyi uygun gördük. İlki ise iyili­ğinin bilinmesini istedi ve edebe ayları davrandı. Bu yüzden de amelini kabul etmedik.
Bir adam sufi zümresinden birine halk içinde bir şey vermek is­temişti. Sufi bağışı geri çevirdi. Bunun üzerine adam kendisini ten-kid etti ve 'Allah Teala'mn verdiğini O'na neden geri veriyorsun?' dedi. O da şöyle karşılık verdi: Verdiğine Allah'tan başkalarını or­tak koştun! Oysa yalnız Allah'tan olması gerekirdi. Allah'ın görme­si sana yetmediği için, ortaklı bağışını geri çevirdim.
Ulemadan bir zat, açıktan verileni kabul etmez, gizli verilenleri ise alırdı. Kendisine bu husus sorulduğu zaman şöyle dedi: Sada­kanın açıkça verilmesinde ilmîn ve ilim ehlinin aşağılanıp gözden düşürülmesi sözkonusudur. Aldığım hiçbir dünyalık uğruna, ilmi ve ilim ehlini gözden düşürtmem.
Yine bu manada şöyle bir hadise nakledilmiştir:
Adamın biri ariflerden birine açıkta bir şeyler vermek istemiş, arif bunu geri çevirmiş, aynı şey gizli olarak verildiğinde kabul et­mişti. Bağış veren kişi, 'Açıkta verildiğinde reddedip gizli verildi­ğinde kabul ettiniz, niçin?' diye sorduğunda şöyle karşılık vermiş­tir: Gizli verirken Allah Teala'ya taatte bulundunuz. Ben de bu iyi­liğinizi kabul ederek size yardımcı oldum. Açıktan verirken ise O'na karşı masiyet işlediniz. Allah'a masiyette size yardımcı olmak istemediğim için kabul etmedim.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Ancak verdiğini hatırlamayan ve ondan bahsetmeyen kimsenin bağışını kabul ederim. Verileni gizlemek, Allah Teala'mn teşvik ettiği verme biçimine de uygundur. Allah Resulü (sav) de gizli vermeyi özendirmiştir. O, bu şekilde ver­meyi gizli amellerden biri olarak üstün tutmuştur.
Bağış ve hediyeyi gizli verip almada Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun kapsamına da girilmemiş olur: "Yanında bir topluluk varken kendisine hediye verilen kimse, o hediyede diğerleriyle or­tak olur".[20][87] Allah Resulü (sav) verilecek hediyeler hakkında da şöy­le buyurmuştur: "Kişinin din kardeşine vereceği en güzel hediye kağıt veye ekmek ikram etmesidir". Kağıt, hediyelerin en güzeli olarak takdim edilmiştir. Çünkü o, eşyanın en değerlisidir. Hediye­yi açıktan kabul eden kimse, onu tanık olanlarla paylaşmak duru­mundadır. Bunun tek istisnası, mecliste bulunan kimselerin hedi­yeden onun lehine feragat etmeleridir. Mecliste kabul edilen bir he­diyeyi oradakilerle paylaşmamak çirkin bir davranıştır.
Marifet ehli arasında Tevhid erbabı olarak bilinen bir cemaat ise, bağış alan kimsenin bunu açığa vurmasını daha faziletli gör­müştür. Bu görüşleri ise, böyle davranmanın alan kişi için daha emin, ihlasa daha yakın, izzet, itibar, makam, mevki ve şöhret gibi illetlere daha uzak olması fikrine dayanmaktadır.
Allah Teala buyurdu ki: "Sen ancak kendinden sorumlusun". (Nisa/84) Sadakanın açıktan alınması gerektiğini söyleyenler bu ayeti zikrettikten sonra şöyle demişlerdir: Kendimizden emin oldu­ğumuzda, insanlar nezdindeki kıymetimizi düşürmek için açıktan almamız daha doğru olur. Bunun ötesinde insanların söyleyecekle­ri noktasında Allah Teala onun korumasını üstlenmiştir.
Onlara göre Tevhid inancında yalnız Zahir ve Bâtın olan Allah Teala Mu'tî yani Veren'dir. Dolayısıyla açıktan verdiği zaman red­detmenin ve geri çevirmenin bir anlamı yoktur. Onlardan biri şöy­le demiştir: Arif olan için, gizli de açık da birdir. Çünkü her iki hal­de de kulluk edilen Mabud birdir. Kişinin gizli ve açık yönlerinde farklı davranması, Tevhid bakımından şirktir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Biz, verilen bağışı gizliden alıp sonra halk önünde ellerini açarak dua edeni pek önemsemezdik. Aym zat bunun ardından şunu söylemiştir: Bu, dünyadandır. Dün­yevi işlerde açıklık daha hayırlıdır. Ahiret işlerinde ise gizlilik da­ha üstündür.
Müridandan biri şöyle demiştir: Arifler zümresinden olan hoca­ma, sebeplerin gizlenip açıklanması hususunu sormuştum. Bana şöyle cevap verdi: Bir şeyi alacaksan, her halükârda onu açığa vur. Bu noktada karşına iki tür insan çıkar: Bunlardan biri, açıktan al­man halinde seni hakir görür. İstemeniz gereken de böylesidir. Çünkü bu, dininiz bakımından daha sağlıklı, nefsinizin afetlerini engelleme noktasında da daha güvenilirdir. Verirken ve alırken bu şekilde amel etmeniz gerekir. Size ulaşan şey, zoraki olmaksızın geldiği müddetçe böyle davranmak daha faziletlidir.
ikinci tür insan ise, açıktan almanız halinde size daha çok değer verir ve daha fazla saygı duyar. Bu sizin gerçek kardeşinizdir. Size olan sevgisi arttıkça, kendi sevabı da artacak, size duyduğu saygı büyüyecektir. Onun sevap kazanmasına vesile olduğunuz için, siz de daha fazla sevap kazanırsınız. Netice itibarıyla böyle davranma­ya devam etmeniz daha uygun olur.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Bir bağış aldığınızda onu açık­layın. Çünkü o, Allah Teala'nın lütfettiği bir nimettir. Allah Te-ala'nın nimetini açıklamak, elbette daha faziletlidir. Reddettiğiniz­de ise bunu gizli tutun. Çünkü bu, size ait bir tasarruftur ve gizlen­mesi daha faziletlidir. Bize göre de, konuyla ilgili nihai söz budur. Ariflerin yolu da budur.
Alimlerimizden biri şöyle demiştir: Bağışın alan tarafından açıklanması ahiretten, gizlenmesi ise dünyadandır. Diğer amelle­rin açığa vurulması dünyadan, gizlenmesi ise ahirettendir. Bu sö­zün sahibi, bağışların açıklanmasını mekruh görmezdi. Allah Teala'nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Öyleyse Rabbinin nimetini anlat". (Duha/11) Allah Teala verdiği nimet ve nzıkları saklayan kimseyi kınamış ve bunu cimrilikle bir tutmuştur. Cimri­lik, dünyaya bağlığın tezahürlerinden biridir. Allah Teala'nm bu manadaki buyruğu şudur: "O kimseler ki cimrilik eder ve insanla­ra cimriliği telkin eder, Allah'ın kendilerine verdiği lütfü gizlerler". (Nisa/37)
Allah Resulü (sav) de bu manada şöyle buyurmuştur: "Allah Te­ala kuluna bir nimet lütfettiği zaman üzerinde görünmesinden hoş­lanır".[21][88] Bize göre arif muvahhidlerin kalplerine yakın olan da bu­dur. Çünkü hallerinin ve müşahedelerinin icabı budur. Onlar için veren kulların elleri arasında hiç bir fark yoktur. Onlar, her husus­ta İlk Veren olan Allah Teala'yı görürler. Bu noktada gizlenmeleri ile açıkça almaları denk olmuştur.
Bize göre konuyla ilgili nihai fikir, daha fazla araştırmanın ge­rekli olmasıdır. Hiç kuşkusuz Allah Teala daha iyi bilendir. Kana­atimiz odur ki, insanlar birbirleriyle imtihan edilmektedirler. Her kul, kendi halinin gereğini yapmalıdır. Amelinde fazilet sahibi ve halinde sıhhatli olabilmesinin yolu budur. Veren kişi bunu gizleme-li ve çabasını saklamalıdır. Hm-i halini terketmesi durumunda ek­silmeye maruz kalacak ve bu; kendisi için nefs afetlerinden bir afet, dünya kapılarından bir kapı olacaktır. Bağışı alan ise, onu açıklamalı ve çevreye yaymalıdır. Eğer gizler ve kendine saklarsa, amelinde ihlastan ayrılmış ve bu yüzden de halinde eksilmeye ma­ruz kalmış olur. Bu da nefsinin afetlerinden bir afet, dünya kapıla­rından bir kapıdır.
Rivayete göre Allah Resulü'ne (sav) şöyle denilmişti: 'Filana bir dinar vermiştim, beni övdü ve şükranda bulundu. Başka birine ise üç ile on dinar arasında bir miktar verdiğim halde ne övdü, ne de şükran gösterdi, bunun hükmü nedir?' Allah Resulü (sav), bu hadi­sede verilen kimsenin övgü ve şükranda bulunmasını istemiştir. O, Ibnül-Hamame ve başka şairlere şöyle buyurmuştur: "Beni öven şiirlerini bırak da, Rabbini övdüklerini ortaya koy!" O da kendinin Övülmesinden hoşlanırdı. Ama şairden halinin gereği olarak yap­ması gerekeni istemişti. Çünkü O, şükran ve Övgüde iyilik ve ihsana teşvik bulunduğunu iyi bilmekteydi. Övülmek, Allah Teala'nın Zatı için sevdiği Rubûbiyet ahlakının esaslarından biriydi. O, ken­di yolunda infakta bulunanlara da şükranda bulunandır.
Allah Teala Rızık Veren (=er-Râzık) olarak, dostlarından aracı­lara şükranda bulunmalarını ve bu davranışlarından dolayı övme­lerini murad etmiştir. Aldıkları bağışlarda, İlk Veren'i görmeleri böyle yapmalarına mani olmamalıdır. Bunu asr-ı saadette yaşanan şu hadisede de görmekteyiz:
Muhacirler, Ensar'm davranışını gördükleri zaman şöyle demiş­lerdi: Ey Allah Resulü! Daha önce bu topluluktan daha hayırlı bir topluluğa hiç misafir olmamıştık; mallarını bile bizimle paylaşıyor­lar! Korkarız sevabın tamamını onlar alacaktır.
Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu:
Onlara şükranda bulunup kendilerini övdüğünüz müddetçe (siz de ecir alırsınız).
Bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) başka bir vesilede ashabına şunu emretmiştir: "Her kime bir iyilik yapılırsa ona misliyle muka­bele etsin, eğer yapamazsa o kimseye senada bulunsun!" Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim size bir iyilikte bulunursa ona karşılık verin. Eğer veremezsiniz, onu hayırla Övün ve dua edin. Böylece verdiğinin karşılığını verdiğinizi bilir".
Bu anlamda daha genel bir rivayet de şudur: "İnsanlara şükran­da bulunmayan, Allah'a da şükretmez[22][89]
Bu anlamda rivayet edilen ve içinde garib bir lafız bulunan bir diğer hadis de şudur: "İnsanları zikretmeyen kimse, bağışta onları zikretmeleri ve senada bulunmaları noktasında Allah'ı zikretmez". Bu hadis iki sened zinciriyle gelmiştir.
Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü de, ve­ren kimsenin verdiği iyiliğin anılmasını ve ondan dolayı şükranda bulunulmasını istememesidir. Karşınızdaki kimsenin bu tür bir maksadı olduğunu bilmeniz ve böyle davranmasından hoşlanma­nız, ilminin eksikliğini ve nefsi âfetlerinin büyüklüğünü gösterir. İyilik karşısında övgü ve şükran beklememek, verdiği fakirin şah­sını gizlemek daha faziletlidir.
Eğer verilen kimse, onun iyiliğini açığa çıkarıp anlatırsa kendi­ne olduğu gibi ona da haksızlık etmiş olur. Bu, onun nefsi afetleri­ni de güçlendirecek bir harekettir. Böyle davranan kimse, kötülük ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmış olur. Bu durumda veren kim­se, verilen kimseyi uyararak ona yardımcı olmalıdır. Çünkü o, yap­tığının farkında olmadığı gibi, ilim bakımından yetersiz biri de ola­bilir. İşin hakikatini en iyi bilen, şüphesiz Allah Teala'dır.
Bağış verme konusundaki üstünlüğün bir diğer tezahürü ise, bağışın gizlenmesiyle anlatılması arasında bir farkın bulunmama­sı durumudur. Yakini imanlarmdaki kuvvet ve sıhhat sebebiyle, bazı kimseler için alman bağışların gizli veya aşikâr olması hiç far-ketmemektedir. Onlar, niyet bakımından halis, Nimet Veren'e dö­nük sürekli müşahede sahibi olmaları sebebiyle bu ikisi arasında bir fark görmezler.
Böyle biri açıkta kabul ettiği zaman uygun olacağı gibi, verdi­ğinden dolayı teşekkür edilmesi de sakıncasızdır. Çünkü o, çok kuvvetli bir marifete, kamil bir akla ve kendisini muvaffak kılan Rabbi'nin sabık takdirine sahiptir. O, yapılan iyilikten ötürü yalnız O'na şükranda bulunup nimeti de O'ndan bilir. Bununla ilgili ola­rak şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Mümin övüldüğü zaman kal­bindeki imanı artar". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kişi, aklı mikdarınca övülür. Sevri (ra) ise şöyle demiştir: Kendini tanıyan kimseye insanların övgüsü zarar vermez.
Bağışlar noktasında üstünlüğün bir başka tezahürü de şudur: Kişi, iyiliğini izhar ettiği zaman bundan dolayı niyeti bozulur, in­sanlara güzel ve şirin görünme gibi afetlerin tesirine kapılır. Böyle birinin bağışını, açıklaması halinde kabul etmemek gerekir. Çünkü bağışım kabul etmek, düştüğü günahta ona destek olmak anlamı­na gelir. Böyle birine verdiği bağıştan dolayı övgüde bulunmak da doğru değildir. Yaptığı iyilikten dolayı övülmesi veya iyiliğinin an­latılması, nefsine düşkünlüğü ve Rabbini layıkıyla tanımaması se­bebiyle gurura kapılmasına ve amelinin fesada uğramasına yol açar.
Nefsani zaafları olan bu gibi kimseleri verdiği bağış ve yaptığı iyiliklerden dolayı anmak ve övmek, kapıldığı şirkine katkıda bu­lunmaktır. "Adamın biri Allah Resulü'nün (sav) huzurunda orada bulunmayan birini Övmüştü. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer bu söylediğini işitirse boynunu vurmuş gibi olursun ve iflah olmaz!" Allah Resulü (sav) yakini imanlarından emin olduğu bazı kimseleri" huzurunda övmüş ve işitecekleri şekilde övgüyle anmıştır. O, bu tür övgünün, onların imanlarını arttıracağını iyi bilmekteydi.
Bu meyanda bir adam için, "Bu, göçerlerin efendisidir!", başka bi­ri için de onun işitebileceği şekilde "Bir kavmin değerli bir mensubu geldiğinde ona değer verin!"[23][90] buyurmuştur. Adamın biri O'nun hu­zurunda çok güzel bir söz söylemişti. Bu hoşuna gitti ve şöyle buyur­du: "Öyle ifade vardır ki büyü gibidir!"[24][91] Övülmelerinin sakıncalı ol­duğunu bildiği kimseleri ise açıktan Övmezdi.
Süiyan-ı Sevri (ra) Yusuf b. Esbat'a (ra) şöyle demişti: Sana bir bağış gönderdiğim zaman, bunu senden bile saklardım. Bunun, Al­lah Teala'nm bana olan bir nimeti olduğunu düşünüyorum. Verdi­ğim halde senden daha çok sıkılır ve şükrederdim. Yoksa gönder­mezdim.
Sonuç itibarıyla veren kimsenin sıfatı gizlilik, alanın ise açıkla­mak olmalıdır. Bunun aksini yapanlar, hallerini terketmiş olurlar. Verene düşen, verdiğinden ötürü övülmekten hoşlanmaması, ken­disine senada bulunulmasını ve anılmasını istememesidir. îyi bildi­ğiniz kimseyi, övmeniz, kendisine şükranda bulunmanız ve iyiliği­ni yaymanız gerekir. Verdiğini açıklamak ve şöhret olmak istediği­ni bildiğiniz kimseye ise kendine zulmetmesinde yardımcı olmama­nız, böyle kimselere Övgü ve senada bulunmamanız gerekir. Böyle-leri için bu tür davranış daha uygun ve daha sağlıklıdır. Sıdk ehli­nin konuyla ilgili söylediklerinin özü budur.
Bağışlar konusunda ihtilafa düşülen bir diğer mesele de, farz olan zekat mallarından almanın mı, yoksa nafile babından verilen bağışlan almanın mı daha üstün olduğu hususudur. Bazılarına gö­re, farz olan zekat mallarını alıp nafile olan bağışları reddetmek gerekir. Onlara göre, farzı almak, Allah Teala'nın izniyle O'nun kıs­metini almaktır. Allah Teala, ihtiyaç sahiplerine bu kısmetleri al­mayı farz kılmıştır.
Bilindiği gibi zekat farz kılınmıştır. Eğer fakirler ve miskinler zekat almamak üzere sözleşseler hep birlikte günah işlemiş ve Al­lah Teala'nm emrine karşı gelmiş olurlar. Bu hareketleri, Allah Te­ala'nın mallardan verilmesini farz kıldığı zekatın boşa çıkarılması anlamına gelmektedir. Farz olanı zekatı kabul etmeyi müdafaa edenler şöyle demişlerdir:
Zekat malı kulu, zayıflar ve miskinler zümresine daha kolay so­kacak, tevazu ve zillete daha yakın kılacaktır. Zekat malı farz oldu­ğu için hiç kimsenin minnetini çekmeye veya onun şart koşacağı bir şeyi yapmaya gerek olmaz. Çünkü fakir ve miskin konumunda olan herkes onu haketmektedir. Diğer taraftan zekatı almak dini bakımdan da daha emindir. Çünkü onda dini kullanarak istismar­da bulunma sözkonusu değildir. Zekat payı, ancak ihtiyaç halinde ve islamm hürmeti ile hake dilmektedir. Halbuki nafile sadakalar­da, dini istismar etmek endişesi her zaman mevcuttur. Bu tür ba­ğışlar, dürüstlük ve itikadımız sebebiyle bize verilmiş olabilir. Oy­sa bu tür yardımlarda asıl olan, ihtiyaç sahipleri ve fakirlere mah­sus olmalarıdır.
Abidler arasında yer alan kariler bu görüştedirler. Dini bakım­dan nefsinin salahını düşünenler için, sırf zekat mallarını almak hallerinin ve müşahedelerinin gereğidir.
Başka bir topluluk ise, nafile sadakaları kabul etmekte bir mah­zur görmemişlerdir. Zekat mallarını almaktan imtina eden bu in­sanlar, nafile sadakaları hediye gibi telakki etmiş ve şöyle demiş­lerdir: Hediye kabul etmek emredilmiş ve müslümanlar arası kay­naşmayı temin etmek için de hediyeleşmek özendirilmiştir. Bunu savunarak miskinlerin bir takım haklardan feragat etmelerim is­temiyoruz. Endişemiz, onların taşıması gereken sıfatları taşıma­maktır.
Bizler, Allah Teala'nın zekat için koyduğu şartlara uymak husu­sunda endişe ederiz. Belki onu almak suretiyle, layık olmayan bir yere gitmesine yol açmış olabiliriz. Ya da farza muhatap olmayan­ları tesbitte kusurlu hareket edebiliriz. Endişemiz bundandır. Bu bakımdan nafile sadakalar daha geniş ve rahattır.
Bu görüşü savunanlar da, ister farz, ister nafile olsun, gelen bü­tün yardımların Allah Teala'nm nimetleri olduğuna inanırlardı. Din ancak Allah'ındır. Din, halis olarak Allah Teala'ya aittir.
Her iki görüştekiler de 'nimet edilme' noktasında ittifak etmiş­lerdir. Marifet ehlinden bir topluluk da ikinci görüşü savunmuştur. Bunlara örnek olarak İbrahim el-Havvas, Ebu'l-Kasım Cüneyd ve bu ikisiyle aynı görüşü paylaşanları gösterebiliriz.
Konuyla ilgili bizim görüşümüz ise şöyledir: Önüne gelen her in­sanın verdiğini almayan, her vakit kabul etmeyen, muhtaç olduğu zaman dışında istemeyen, aldığında da zaruri ihtiyacından ötesini almayan kimse, ister farz olan zekatı, ister nafile bağışları alsın, her ikisi de birbirine yakındır. Çünkü zekatta, Allah Teala'nın em­ri gereği farziyet mevcuttur. Nafile ise, verilmesi teşvik edilmiş bir yardımdır. Allah Teala'nın onunla ilgili hükmü de mevcuttur. Bu noktada kula düşen; dinini gözetmek, din kardeşi için ihtiyatlı dav­ranmak, bulunduğu anın gerektirdiği hükmek uygun davranmak­tır. Burada, ikisi arasında bir fark olmaz. Kul, nefsin karanlığına dayanarak arzularına tezlim olmaktan sakınmalıdır. Çünkü kurtu­luş yolu oradan geçmektedir. [25][92]



Mürid, imkan bulduğunda yolculuğa çıkabilir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Beldeler, Allah'ın belde­leridir, insanlar da O'nun kullarıdır. Rızkını bulduğun yere yerleş ve Allah'a hamdet [26][93].  Meşhur bir rivayette de şöyle buyrulmakta-dır: "Yolculuk edin ki ganimetler bulun". Ahiret ehlinin ganimetle­ri, ahiret ticaretinden elde edilen kârlardır.
Söz sahiplerinin en doğrusu olan Allah Teala şöyle buyurmuş­tur: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz  (Ni­sa/97); "De ki: Yer yüzünde yürüyün ve bakın!". (Rum/42); "Muhak­kak ki arzda yakin sahipleri için deliller mevcuttur. Nefslerinizde de deliller mevcuttur, görmüyor musunuz?". (Zariyaty20-21)
Delilleri nefsinin içinde kılman kimse, her şeyi görür ve idrak ederken delilleri ufuklara yerleştirilen kimseler devamlı gezmek durumundadırlar. Allah Teala bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Saffat/137); "Göklerde ve yerde Allah'ın varlığım, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki insan­lar yanlarından geçip gittikleri halde yüz çevirmelerinden dolayı farkına varmazlar". (Yusuf/105)
Yeryüzünü dolaşan kimse, edindiği bilgilerle belli bir basiret sa­hibi olur ve onun sayesinde ibret alıp akledebilir. Kimi insanlar de­lillerin yanlarından geçerken onlara dikkatli baktıkları için Allah Teala'nın lütfuyla Öğüt alır ve O'na yönelirler. Allah Teala, kullanna 'yayılmış beşik' olarak vasfettiği arz üzerinde dolaşmalarım ve oradan kendileri için çıkarttığı rızıklardan yemelerini emretmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünü size hizmete ha­zır bir , uysal bir binek gibi kılan da O! Haydi öyleyse onun omuz­larında rahatça dolaşın ve O'nun takdir ettiği rızıklardan yiyin". (Mülk/15) Ayetteki 'Menâkıb=Omuzlar" ile kasdedilenin çarşı pa­zarlar, köyler veya dağlar olabileceği söylenmiştir. Bize göre 'ahdâ-bü'l-arz=yeryüzünün sırtları' ile kasdedilen köyler, 'menâkıb=omuz­lar ile kasdedilen ise dağlar olabilir. Çünkü omuzlar, canlıların yük­sek kısımlarıdır. Bişr-i Hâfı (ra) şöyle derdi: Ey Kur'an okuyucuları, seyahat edin güzellesin!
'Sefer=Yolculuk' kelimesinin kökeniyle ilgili olarak da şunlar söylenebilir: Su, bir yerde çoğalmaya başladığı zaman bunu ifade etmede 'sefere' fiili kullanılır. Bir diğer görüşe göre, yolculuğun 'se­fer7 olarak isimlendirilmesinin sebebi insanın gerçek ahlakını orta­ya çıkarmasıdır. Çünkü 'Sefere' fiilinin bir anlamı da açığa çıkart­maktır. Yolculuk, bir anlamdda Allah Teala'nm yeryüzüne yerleş­tirdiği delilleri de ortaya çıkarmaktadır.
Kişi bir yolculuğa niyetlendiği zaman iki rekat istihare namazı kılmalı ve Allah Teala'ya sağlam bir şekilde tevekkül etmelidir. Kendisini gözetmesi ve O'nunla sükunet bulması bakımından Al­lah Teala müslümana yetecektir. Kul, O'na tam olarak güvenmeli ve itimad etmelidir. Halini belli etmemeli ve Rabbinden tam olarak razı olmalıdır. Gidişi ve dönüşünün O'nunla olacağını bilmelidir. Yolculuğu esnasında karşılaşacağı delil ve eserlere bakmaya, üzer­lerinde dikkatlice düşünmeye ve ibretler almaya niyetlenmiş olma­lıdır. Yolculuğu ile Allah'ın lütfunu ummaya da niyetlenmelidir. Bü­tün bunlar, teşvik edilmiş yolculuk sebepleridir.
Konuyla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Allah Teala yola çıkacak kulunu meleklerine havale eder. Bu melekler, kulun yolculuk ni­yetlerini kontrol ederler. Herkese niyetine göre istediğini verirler. Eğer dünyalık peşinde ise dünyalık verip ahiretini eksilterek tasa­sını çoğaltırlar. Böylesi hırs ve arzularla dolu biri olup sürekli dün­ya ile meşgul edilir.
Yolculuk niyöti ahiret ve ahiret ehlini talep etmek olan kula da basiret ve idrak lütfedilir. Niyetiyle orantılı olarak ibret ve öğüt al­ma melekeleri güçlendirilir. Tasası da ahiret üzerinde toplanır. Kanaati sayesinde belli bir dünyalığı olur. Ama onu en çok meşgul eden, hırs değil zühddür. Görevli melekler sürekli onun için dua ve istiğfarda bulunurlar.
Yolcunun niyeti, kalbinin düzelmesi, nefsinin riyazeti, halinin açığa çıkarılması ve sıfatlarının %ınanmasıdır. Çünkü nefs, kendi yurdunda boyun eğme ve teslimiyete daha yatkındır. Muhtemelen yolculukta da kulun isteklerine boyun eğecek ve karşı gelmeyecek­tir. Ama yol halinin doğuracağı meşakkat ve sıkıntılar, ardarda öğ­reneceği hakikatlar nefsi alışmış olduğu mecradan çıkartacak ve gerçek yüzünün ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Bu gibi durumlarda, nefsin bastırılmış istekleri ve dürtüleri de açığa çıka­bilir.
Sonuç itibarıyla yolcu, daha önce karşılaşmadığı ilim ve basiret­lerle donanarak nefsinin gizli kalmış yönlerini bunlar sayesinde öğ­renme fırsatını elde edebilir. Bir anlamda bunlar da, arzın gizlediği hususlar olup Allah Teala tarafından sevdiği kullarına dilediği za­man açılmaktadır. O bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Halbuki gök­lerde ve yerde gizli olan herşeyi açığa çıkaran Allah'a..." (Nahl/25)
Kul, ilim Öğrenmek (=talebü'l-'ilm) gayesiyle yola çıkıyorsa Allah Teala'nın şu buyruğunda bahsedilenler zümresine dahil olur: "Se­yahat edenler". (Tevbe/112) Buradaki 'seyahat edenler* ile ilim öğ­renmek için gurbete gidenlerin kasdedildiği bildirihniştir. Said b. el-Müseyyeb (ra), tek bir hadis için günlerce seyahat ederdi. Şa'bî de şöyle demiştir: Bir kimse, kendisine doğru yolu gösterecek tek bir kelime için Şam'dan Yemen'in en uç noktasına seyahat etse, yol­culuğunun boşa gittiğini asla düşünmem!
Cabir b. Abdullah (ra) ve diğer sahabiler, Abdullah b. Enis el-En-sari'den (ra) rivayet edilen tek bir hadisi bizzat ondan dinlemek için Medine'den Mısır'a bir ay süren bir yolculuk yapmışlardır. Ha­disi dinledikten sonra geri dönmüşlerdir. Allah Resulü'nün (sav) devrinden günümüze (Hicri IV. Asır) dek hadis öğrenmek için seya­hat edenler, sayılamayacak kadar çoktur.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İlim öğrenmek için evinden çıkan kimse, dönünceye kadar Allah yolun­dadır".[27][94]Bir diğer hadis de şöyledir: "İlim aradığı bir yola giren kimseye Allah Teala da cennete götüren bir yol açar"[28][95]
İlim için harcanan paranın, Allah yolunda harcanan para gibi ol­duğu ve bir dirhemin yedi yüz dirhem hesap edileceği söylenmiştir. Salihlerle görüşmek üzere seyahat eden kimse de fazilet sahibidir. Sahabe'den bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar (sa­lihlerle) buluşmak için haccederlerdi. Hac, yolculukların en hayır-lısıdır. Görüldüğü gibi Sahabe haccı salihlerle buluşma vesilesi ola­rak görmüştür.
Yolculuğa çıkan kimse, dininin selameti bakımından daha fay­dalı olduğu düşüncesiyle taşraya yönelmeye niyetlenirse güzel dav­ranmış olur. Çünkü şehirlerde, dünyaya bağlanmak daha kolaydır. Kul, nefsini ezmek, şöhret fitnesinden kaçmak ve kendini Allah'a adamak için de yollara düşebilir. İnsanlardan uzaklaşarak kalbini düzeltme ve halinde istikamet bulma düşüncesiyle de seyahat ede­bilir. İnsanlardan uzaklaşmak, riyazet şekillerinden biridir.
Kişi, yakini imanı kuvvetleninceye ve kalbi itmi'nan buluncaya kadar yalnız kalma cihetine gidebilir. Bu seviyeye ulaştıktan son­ra, bir yerde ikamet etmesiyle yolculuk etmesi ve insanlardan uzaklaşması onun için farksız olacaktır. Çevresinde insanların bu­lunup bulunmaması ona tesir etmeyecektir. Çünkü tasasını onlar üzerinde yoğunlaştırmayacaktır.
Süfyan-ı Sevri (ra) bu hususta şöyle demiştir: Öyle kötü bir za­mandayız ki, tanınmayan zelil kul bile güvende değilken meşhur­lar nasıl güvende olabilecektir! Bana göre bu zaman, kulun bir bel­deden diğerine intikal edeceği, tanınmaya başladığı bir yerden baş­ka bir beldeye taşınması gereken bir zamandır!
Ebu Nuaym şöyle demiştir: Süfyan'ı destisini eline, azık torbası­nı sırtına almış bir halde gördüm. 'Hayırdır, yolculuk nereye ey Ebu Abdullah?' dediğimde şöyle dedi: Ruhsatların yaşanabildiği bir yer duydum. Orada ikamet etmek istiyorum. 'Gerçekten de yapa­cak mısın?' diye sorduğumda, 'Evet, bir yerde ruhsatların yaşana­bildiğim işittiğinde oraya yerleş, orası dinin için daha güvenli, ta­sa bakımından da daha azdır!' dedi.
Seri es-Sekatî (ra) sufilere şöyle derdi: Kış çıkıp bahar girdiğin­de ve ağaçları yaprak sardığında yeryüzüne dağılmak gerekir!
Çıkılan yolculukların en hayırlısı; Allah yolunda cihad için, hac için, sınırlan beklemek için ve Allah Resulü'nün (sav) kabrini ziya­ret etmek için çıkılan yolculuktur. Bundan sonra Sahabe'nin me­zarlarını ziyaret etmek için çıkılan yolculuklar gelir. Bunlarda sırf Allah rızasını kazanmaya çalışmak esastır.
Bir din kardeşini ziyaret etmek için yola çıkmak da müstehap görülmüş ve teşvik edilmiştir. Ehli Beyt kanalıyla şöyle bir haber nakledilmiştir: Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Hasta ziyareti için bir mil, cenaze teşyii etmek için iki mil, davete icabet için üç mil ve bir din kardeşini ziyaret etmek için dört mil yürü. Bir başka rivayette ise şöyle denilmiştir:
Adamın biri başka bir yerde ikamet eden din kardeşini ziyarete niyetlenmişti. Allah Teala yolunun ortasına bir meleği gözcü koy­du. Melek, yolda karşısına çıkıp 'Nereye gidiyorsun?' diye sordu. Adam da, 'Palan yerdeki bir din kardeşimin ziyaretine' dedi. Melek, 'İkinizin arasında ulaman gereken bir bağ (~sıla-i rahim ilişkisi) var mı?' diye sordu. Adam, 'Hayır* dedi. Melek, 'Peki senin üzerin­de karşılık vermeni gerektirecek bir iyiliği var mı?' diye sordu. Adam, 'Hayır, sırf kendisini Allah için sevdiğimden ziyaretine gidi­yorum' dedi. Bunun üzerine melek şöyle dedi: Ben, Allah Teala'nın elçisiyim. O sana cenneti müjdeliyor ve kardeşini ziyaretinden do­layı günahlarını bağışladığını bildiriyor.
Kişi, sınır boylarında kırk gün veya üç gün nöbet beklemek ni­yetiyle yola çıktığında iyi etmiş olur. Eğer Abadan'a gitmek ve ora­da üç gün nöbet tutarsa, alimler ve abidlerden üç yüz zata denk ol­muş olur. Böylelikle daha yüce bir sıfatı haiz olur. Ali (kv) hakkın­da da şöyle bir hadise nakledilmiştir: O, Basra'da bir adamdan Abadan'da üç gün nöbet tutmasını ve kendisine refakat etmesini is­temişti.                               ___          _......___________
/^ArıflerSerTblr zat şöyle demiştir: Bir çok belde mükaşefe yolu^--la bana gösterildi. Bütün sınır boylarının Abadan önünde eğildikleligördüm.
Kişi, ziyareti teşvik edilen üç mescidden birine gitmek için de yola çıkabilir. Bu da faziletli bir davranıştır. Allah Resulü'nün (sav)hadisinde de bineklerin koşturulacağı mescidler[29][96] olarak bildirdiği bu mescidlerin ilki Mescid-i Haram'dır. İkincisi Mescid-i Nebevi, üçüncüsü de Aksa Mescidi'dir. Denilir ki: Bu üç mescidde de namaz kılan kimsenin bütün günahları bağışlanabilir. Hac veya umresine Aksa Mescidi'nden başlayıp Mescid-i Haram'a giden kimsenin ana­sından doğduğu andaki gibi günahlarından sıyrıldığı söylenmiştir. İbni Ömer (ra) Kudüs'e gitmek üzere Medine'den yola çıkmış ve orada beş vakit namaz kıldıktan sonra derhal Medine'ye geri dön­müştür. Süleyman (as) da Rabbine dua ederek Aksa Mescidi'ne an­cak namaz kılınmak için gelinmesini niyaz etmiş ve şöyle demiştir: Rabbim, mescidimde namaz kılan kimse orada durdukça bakışını ondan asla çevirme ve oradan ayrılırken anasından doğduğu gün­kü gibi günahlarından arındır! Allah Teala da bu duasını kabul bu­yurmuştur.
Allah Teala'nm Haremi olan Mescid-i Haram ile Resulü'nün (sav) Haremi olan Mescid-i Nebevi'nin faziletleri burada sayılama­yacak kadar çoktur.
Kişi, helalinden rızık temin etmek maksadıyla da gurbete gide­bilir. Böylelikle haramdan da emin olur. Bu, rıza-ı ilahiye iki nok­tada —helal yeme ve haramdan sakınmada- yaklaşmayı ifade eder. Selef-i Salih her devirde bunu yapmışlardır.
Kul, yolculuğu ve gurbet hayatı esnasında tasasının toplu olma­sını gözetmeli, kalbini dağıtmaman, insanlara tamah etmekten ve el açmaktan uzak durmalıdır. Belli bir rızık vasıtası olmayan kula, Herşeyi Bilen (=el-Allâm) ve kulunu Çok Seven (=el-Vedûd) Allah Teala yeter. Kulun Allah'a giden yolu samimi bir tevekkül, yol azı­ğı da takva olmalı, insanlardan ümidi kesip Rabbinin imtihanına karşı sabır ve rıza içinde olmalıdır. Görülmez nimetleri için O'na sürekli şükranda bulunmalıdır. Bu nimetler, verme veya menetme, bolluk veya darlık şeklinde kendini gösterebilir. Çünkü kul, Rabbi­nin elindedir. Onu dilediği gibi çekip çevirir.
Tevekkül ehli nezdinde hakiki tevekkül; Sabûr olan Allah Te-ala'nrn emri karşısında sabırlı olmak ve hükmü Hâkim-i Mutlak olan Rabbine havale etmektir. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki sabrederler ve Rablerine tevekkül ederler". (Nahl/42); "Hüküm ancak Allah'ındır ve ben O'na tevekkül ettim". (Yusutf67)
Adamın biri Bişr b. el-Hars'a (ra) şöyle demişti: Yolculuğa çık­mak istiyorum ama hiç param yok! Bişr şu cevabı verdi: Parasızlık seni yoldan alıkoymasın, niyetini gerçekleştirmek için yola çık, eğer para vermezse, başka birinin onun menettiğini sana verme gücü yoktur! İbrahim el-Havvas (ra) da şöyle derdi: Boş bir avuç, temiz bir kalp, dilediğin yere git!
Kişi, yaşadığı bir problem veya içine düştüğü bir zaruretten do­layı sabır ve gücü tükendiği için bir şey isterse, bu onu tevekkül da­iresinden çıkarmaz. Çünkü bu durumdaki bir kul, kendi için değil Rabbi için istemektedir. Onu buna sevkeden arzu değil ilimdir. Al­lah Teala'mn kendisine farz kılığı ibadetleri ifa etmek ve mükelle­fiyetine esas teşkil eden aklını muhafaza edebilmek belli bir beden gücüne ihtiyacı vardır. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmek­tedir: Her kim acıkır ve kimseden bir şey istemeden Ölürse cehen­neme girer. Bunun açıklaması şöyledir: Bu kimse, ölüm raddesine geldiği halde insanlardan bir şey istememek suretiyle Rabbine ita­atte gereken sabin bırakmış ve kendisini bile bile ölüme terketmiş durumdadır.
Sufilerden bir topluluk, Allah Resulü'nün (sav) "Kulun yediği en helal rızık el emeğidir"[30][97] buyruğunu şöyle yorumlamışlardır: Bura­da kasdedilen ihtiyaç halinde el açmaktır. Şahsımı bu tür bir yo­rumdan tamamen tenzih ederim. Cafer el-Hâdi bunu sufi şeyhle­rinden birinden nakletmişti ve kendisi de bu görüşü yerinde bulu­yordu. Ama Ebu Said el-Harraz (ra) hayati ihtiyaç halinde elini uzatır ve şöyle derdi: Oraya Allah için koyun!
Cüneyd'in (ra) hocalarından Ebu Cafer el-Haddad'dan bu husus­ta bir bilgi rivayet edilmiştir. Ebu Cafer tevekkül sahasında derin bir ilme, hâl bakımından da zühde sahipti. O, günlük azığını temin etmek için akşam ile yatsı arasındaki zamanı tercih eder ve bu sü­rede bir veya iki kapıyı çalarak bir veya iki gün yetecek azığım top­lardı. Havastan hiç kimse onun bu davranışını ayıplamamıştır.
Adamın biri, süitlerden birine içinde bir kaç dirhem bulunan bir kese verilirken görmüştü. Sufî, dirhemleri tamamen dağıttıktan sonra yatsı namazının ardından azık konulması için elini açmıştı. Olayı gören kişi, bu hareketinden dolayı sufiyi kınamış ve şöyle de­mişti: Sana verileni sağa sola dağıttın, içinden akşam yemeğine ye­tecek kadarını ayırsan daha iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine sufi şöyle dedi: O parayı akşama kadar yaşayacağımı sanmadığım için dağıttım. Eğer yaşayacağımı bilseydim dediğini yapardım. Bu ha­disede anlatılan sufi, emelini çok kısa tutan biriydi.
İnsanlara el açmak, havasın hemen hepsine göre kulu tevekkül dairesinden çıkarır.
Sehl (ra) şöyle derdi: Tevekkül sahibi dilenmez, geri çevirmez, biriktirmez. Bana göre hayati ihtiyaç halinde el açması da onu te­vekkül dairesinden çıkarmaz. Sabır ve gücün bitmesi, Allah Te-ala'nın el açmak için izin vermesidir. Her işi Vekil Teala'ya bağla­yan kul için, böyle bir durumda el açması tevekkülüne halel getir­mez. Çünkü övgülerin en güzeline layık olan Allah Teala, dostunu halden hale sokabilir. Zahir ve batın ehlinin iki büyük imamının bu şekilde yemek istediklerini görmüyor musunuz? Çünkü islamm müslumanlar arasına koyduğu hürmetin gereklerinden biri de din kardeşinin açlığım gidermesidir.
Allah Resulü (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Misafiri ağır­lamak farzdır"[31][98]Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Konuğa ikram haktır".[32][99]Bir diğer hadîs ise şöyledir: "Onun malından bir gece yetecek kadarını alabilirsin". Bir diğer hadis de şudur: "Hangi yerleşim yerinde olursa olsun, müslüman birinin aç olarak sabaha çıktığı yerin halkının zimmeti yoktur"[33][100]
Süfyan-ı Sevri (ra) Hicaz'dan San'a'ya giden yollar üzerindeki vahalarda yardım isterdi. O bu hususta şöyle demiştir: Onlara Ab­dullah'ın (ra) konukseverlikle ilgili hadisini hatırlatırdım. Bunun üzerine bana yemek ikram ederler, ben de karnım doyuncaya ka­dar yer gerisini bırakırdım.
Yolcu, İbn-i Sebil'dir. Bu sıfatı ile de Allah Teala'nın zekat veril­mesini farz kıldığı zümrelerden birine dahildir. Çünkü 'sebil' yol anlamındadır. Onda giden kimse de 'İbn-i Sebil'dir. Bu durumdaki biri için müslüman kardeşinin evinde misafir olabilmek için geçer­li olan üç günlük süre geçerli değildir. Zira o, gittiği yerde izin ve­rildiği kadar kalabilme hakkına sahiptir. Allah Resulü (sav) buyur­du ki: "Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası sadakadır. Kimse üç günden fazla kalmasın".[34][101]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) üç günden fazla ikameti ya­saklamıştır. O bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Üç günden fazla kalmasın. Yoksa kendinden sıkılmasına neden olur".Üç günden fazlası sadakadır" sözünün yorumu ise şöyle yapılabilir: Yani mek­ruhtur ve teşvik edilmemiştir. Kişi eğer sadakayı tercih ederse nef­sini ondan aklamamış olur. Uç gün kalmak ise onun tabii hakkı, ev sahibinin de sorumluluğudur. Eğer ev sahibi üç günden fazla kal­masını ister veya o bunu sezerse bunda mahzur olmaz.
Sufilerden bir topluluk, Allah Resulü'nün (sav) Üç günden faz­lası sadakadır sözünün yorumunu şöyle yapmıştır: Üç günden faz­lası, misafirin ev sahiplerine bir sadakasıdır. O, evde kalmak sure­tiyle onlara sadaka vermiş gibi olur. Çünkü bundan sevap kaza­nanlar, ev sahipleridir. Bu yorum hoşumuza gitmemektedir.
Yolcu, namazlarını tam bir temizlikle ve erkanına bağlı kalarak vakitlerinde kılmaya özen göstermelidir. Kalbinin dağılmamasına da Özen göstermelidir. Yolculuk, müridin himmet ve tasasını dağı­tırken ariflerin tasasını yoğunlaştırır. Zayıf kimselerin kalplerini meşgul ederken, kuvvet sahiplerinin kalplerini rahatlatır.
Yolculuk bir tür imtihandır ve kulun ahlakını ortaya çıkarır. Ömer b. el-Hattab (ra) huzurunda bir adamın şahitliğini aklayan (=tezkiye eden) birine şöyle demiştir: Onunla güzel ahlakı ortaya-ca çıkaracak bir yolculukta bulundun mu? Adam 'Hayır deyince şö-yöle demiştir: Onu iyi tanıdığım sanmıyorum!
Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Beldesindeki dostları tarafından olduğu gibi yol arkadaşları tarafından da övülen kimse­nin düzgünlük ve dürüstlüğünden şüphe etmeyin! Böyle olmasının sebebi, yol şartlarının insanın ahlakını bozması ve sıkıntıları art­tırmasıdır. Bu gibi ortamlarda nefsin hırs, azgınlık gibi gizli huyları birden ortaya çıkar. Yolculuktaki refakati güzel olan kimsenin ikametteki dostluğu da güzel olur. ikametteki arkadaşlığı güzel olan kimsenin yolculuktaki arkadaşlığı ise güzel olmayabilir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Üç kimse vardır ki can sı­kıntısından dolayı kınanmazlar: Oruçlu; Hasta ve Yolcu.
Yolcu, yola çıkarken şu dört şeyi yanma almalıdır: Su kırbası, ip­lik, iğne ve makas. İbrahim el-Havvas (ra) tevekkül ehlindendi ve bu dördünü yanından eksik etmezdi. O, bu dördü için 'Onlar dün­yalıktan sayılmaz' derdi. Sufilerden biri de şöyle demiştir: Fakirin yanında su kırbası ve ip bulunmaması, dininin eksikliğini gösterir.
Kalp erbabından ve halleri ayne'l-yakin müşahede etmiş bir top­luluk, nefsleri bir şehre ısındığında veya bir yerde sükunet buldu­ğunda, alışkanlıktan kurtulmak, azlık ve zilleti yeğlemek niyetiyle oradan ayrılmaya çalışırlardı. Onların bu konuda söyledikleri şu söz çok güzeldir: Mümin; azlık, zillet veya illetten uzak kalamayan kimsedir! Onlar insanlara yaltaklanan gözlerle bakmaya başla­maktan endişe ettiklerinde hemen yolculuğa çıkarlardı. Böylece is­temedikleri bir hale düşmekten uzaklaşmış olurlardı. İbrahim el-Havvas (ra) bir şehirde kırk günden fazla kalmazdı. Kırk günden fazla kalmayı, tevekkülü bakımından illet ve zaaf olarak görürdü. O, nefsini sürekli sınar ve halini daima açmaya çalışırdı. .-^e3^H^dehHrinin~ş^Te"dia"îgr^nTablmıştır: Haflt içinde onbır gün yaşadım. Bu süre zarfında hiçbir şey yemedim. Nefsim, halkın kuru otlarının üstüne çıkmak istedi. O anda Hızır'ın (as) bana doğ­ru geldiğini gördüm. Kendisinden kaçmaya yeltenirken arkadan baktığımda, dönüp gittiğini gördüm. Bakınız, bir Allah dostu tevek­külümü bozmaktan nasıl uzaklaştı? Bunun üzerine 'Ondan neden kaçtın?' diye soruldu. O da, 'Nefsim, yiyecek bir şeyler getirmesini' , arzu etmişti' dedi.         ...._.--.    -                           ~
Kalp ehli yolculara düşen; kalbin belli bir yere ısınması ve yol­culuğa çıkmak ile, nefsin her ikisine ısınması hallerini birbirinden ayırmaları gerekir. Bu iki kalplerinin karışmasına neden olabilir. Basireti olmayan, halini sürekli izlemeyen ve hallerinde sıdk sahi­bi olamayan kimseler, nefsin ısınmasının kalbin ısınması olduğunu sanabilirler. Bu, kendilerinde eksilmeye yol açtığı halde bunun far­kına da varamazlar.
Kalbi o ikisinden birine meylediyorsa şuna iyi bakmalıdır: Aca­ba o, dininin istikameti, ahiretinin imarı ve Rabbinin muhabbetine daha mı yakındır? Eğer öyle ise, sözkonusu tercih kalbe aittir. Çün­kü kalp, ancak iman ahlakına ve ilmin gösterdiğine ısınır. Eğer ne­fis kaynaklı ise, o zaman da arzularını tatmine, dünyasını imara ve nevasına daha yakın olur. Zira nefs, bu tür nefsani arzulara daha
çok ısınır.
Bu gibi durumlarda ya yerleştiği şehirden ayrılarak gurbete çık­malı, ya da gurbeti bırakıp kendi şehrine geri dönmelidir. Yolculu­ğu bu gibi titiz kıstaslara dayanmayan, halini iyi tanımayan ve yol­culuk hükümlerine uymayan kimsenin yolculuğu arzu ve fitne için yolculuk ediyor demektir. Yolculuğu, kendisi için bir imtihan ve sı­namadan ibarettir.
Yolcu ve yolculukla ilgili olarak söyleyebileceğimiz nihai fikirle­ri şöyle sıralayabiliriz: Yolculukta kendini oyalayacak bir hâl, Al­lah'a hasredilen bir tasa, hakim olabileceği bir süreç, barınacağı bir mesken, bâtını açısından kazanacağı bir azık, aliminden öğrenece­ği bir ilim bulunmayan kimse için, bulunduğu yerde kalması hem kendi hali, hem kalbinin salâhı, hem de nefsinin sükûnu için yolcu­luktan daha uygundur.
Böyle biri yolculuğa çıkması halinde iç dünyası bakımından da­ğılacak, tasası bakımından farklı farklı mecralara kayacak, kimi za­man belli bir rızka sahip olurken, kimi zaman yitirdiği bir alışkan­lığın özlemini duyacak, kimi zaman insanlara yaltaklanarak bakar­ken kimi zaman da kalbi bakımdan zaafa kapılacaktır. Kimi zaman insanlara minnet ederek güç kazanacak, kimi zaman da sahip ol­duklarını kaybetme korkusuna kapılacaktır. Bu niteliklerde birinin yolculuğu, eksikliğini arttırmaktan başka bir işe yarayacaktır.
Yolculuk, irade ve iman bakımından kuvvetli olanların tasasını birleştirirken zaaf içinde olanların kalelerini ise tamamen dağıtır. Bunlar bu yolun başındakilere mahsus hususlardır. Diğer taraftan kalbi düzgün olmayan kimsenin hali de istikamet üzere olmaz. Bu durum kendi beldesinde veya yolculukta olmasına da bağlı değildir. Seyahat ehlinden biri gurbet hakkında şöyle bir şiir söylemiştir:
Yalnızlığa ve gurbete Öyle alıştım ki, Her gün onun yumağını sararım.
Bir yerde geçirdiğim bir günün nimetleri, Ve bir gün çiseler üzerime nikbetleri. Gurbet kuşunun nefsini hoş eden yalnız, Sözü tatlı olan bir dostun sohbetleri.
Allah Resulü (sav) kişinin yalnız yolculuk etmesini yasaklamış­tır. O, sefere üç kişi çıkılmasını tavsiye etmiştir. O bu meyanda şöy­le buyurmuştur: "Yolculukta üç kişi olursanız birini emir sahibi se­çin". [35][102] Sahabe de bu sünneti tatbik eder ve içlerinden biri için 'Fi­lan, Allah Resulü'nün (sav) tayin ettiği emirdir' derlerdi. Bizce de müstehap olan budur.
Yolculukla ilgili olarak şöyle bir bilgi rivayet edilmiştir: Dostla­rın en hayırlısı dörttür. Yolculuklar ve gezintiler ancak toplulukla yapılır. Topluluğun asgari sayısı da iki ve üçtür. Asgari sayının en hayırlısı dörttür.
Yolculuğun en güzel şekli yalnızlık üzere olandır. Aynı niyetle bi-raraya gelen üç yolcu, tek kimse gibidirler. Çünkü onların halleri de kalpleri de birdir. Onlar, tek bir kul hükmundedirler. Bu şekilde olan üç kişinin seyahati de güzeldir. Ayrıca bunda iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma da sözkonusudur.
Allah Teala yardımlaşma ve sohbet nimetlerinden mahrum etti­ği kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendi kendileri­ne bile yardım edemezler, Bizim tarafımızdan da bir sohbet (des­tek) bulamazlar". (Enbiya/43) Allah Teala'nın nefsine karşı yardım ettiği kimse, O'nun dostudur. Allah Teala'nm dostluk ve desteğin­den mahrum olan kimsenin nefsi kendisine musallat olur ve emri­ne teslim olur.
Sonuç itibarıyla yolculuk, niyet ve ihlas gerektiren amellerden biridir. Hüküm bakımından da farklı türleri vardır. Masiyetten ka­çış noktasında farz, Allah Teala'ya itaat noktasında fazilet, ticari maksatların bulunması halinde mubahtır. Fesad ve bozgunculuk maksadıyla yapılan yolculuk ise masiyet ve günah olarak bilinir. [36][103]



Bu bölümde imamla ilgili hükümleri, imametin sıfatlarını ve ima­ma uyanların durumlarım ele alacağız.
Mürid, semtinin imamı ise, imameti layıkıyla yerine getirmek için onun hükümlerini yerine getirmelidir. İmam, arkasında namaz kılanların ortalama ücreti kadar ücret almayı hakeder. O, bu çer­çevede Allah'a çağıran bir davetçi ve Allah Teala ile kulları arasın­da bir elçi gibi hareket eder. O, cemaatin rehberi ve birçok konuda Allah Teala ile kulları arasında duran bir köprü gibidir.
Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "İmam emirdir. O rükuya eğildiğinde siz de rükuya gidin. O secde ettiğinde siz de secde edin". Bir diğer hadis de şudur: "O tamamladığında hem kendisi hem de cemaat içindir, o eksik bıraktığında vebali kendine ait olup cemaatine değildir".
Bir başka hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir:
"imamlarınız sizin Allah Teala'ya gönderdiğiniz heyetlerinizdir. Namazlarınızı temiz tutmak istiyorsanız, hayırlı olanlarınızı öne geçiriniz".
Konuyla ilgili meşhur bir hadis-i şerif de şudur: "İmam kefil olan, müezzin emanet edilendir. Allahım! İmamları irşad et, müez­zinleri bağışla [37][104] Bir diğer hadis de şudur: "Şu üç kimsenin nama­zı kabul edilmez -namazları başlarına değmez-: Sapmış bir kul, kocasının kızgın olduğu kadın ve cemaati tarafından hoşlanılmayan bir imanı". [38][105]


İmamlığın ilk şartı, fasiklıktan ve büyük günahlardan sakınarak küçük günahlarda ısrarcı olmamaktır. Allah Teala'mn Kitabı'nı ve­ya ondan okuyabildiği kısımları nağmesiz biçimde ve manasını de­ğiştirmeden okuyabilmelidir. Namazın farz ve sünnetlerini, nama­za bozan hususları, sehiv secdesi gerektiren ve gerektirmeyen du­rumları iyi bilmelidir.
Namazda bir hades oluştuğunda veya abdestsiz olduğunu hatır­ladığında titiz ve vera' ile davranarak Allah'tan korkmalı ve derhal namazdan çıkmalı, kendisine en yakın birinin elini tutarak onun devam etmesini temin etmelidir. Bu tür bir durum ümmetin ilk imamı olan Allah Resulü'nün (sav) başına gelmiş ve O namazdan çıkmıştır.
Allah Resulü (sav), namaza abdestsiz başladığını hatırlayınca namazı bırakmıştır. Namaza ara vermesinin sebebi, namaz kılınır­ken cünüb olduğunu hatırlaması idi. Bu yüzden ayrılmış ve gusül abdesti alıp geldikten sonra namaza devam etmiştir, [39][106] Hadise na­mazda olursa böyle hareket edilir. Eğer namaza abdestsiz başladı­ğını hatırlarsa namazı yine bırakır, ancak kimseyi makamına ge­çirmez. Cemaat, namazı kendi başına kılabilir.
İmam, temizliğini kamilen yapma ve namazını ihlas ile kılma hususlarında güvenilir olmalıdır. Kıldırdığı namaz ile Allah Te­ala'mn rızası ve katındaki nimetleri ümit etmelidir.
Namazı ücret karşılığı kıldırmak helal olmadığı gibi ezanı ücret karşılığı okumak de helal değildir. Allah Resulü (sav) Osman b. Ebi'l-As es-Sekafi'ye şöyle buyurmuştur: "Ezan için ücret almaya­cak bir müezzin bulun [40][107].  Namaza çağıran kimsenin ücret alma­ması istenirken, Allah Teala ile kullarının arasına dikilerek onlara namaz kıldıran kimsenin ücret almasına hasıl izin verilebilir?
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Peygamberlerden sonra en hayırlı olanlar alimler, alimlerden sonra da müslümanlara namaz kıldıran imamlardır. Çünkü onlar Allah Teala ile kulları ara­sındaki risalet köprüsü üzerinde durmaktadırlar. İlk zümre ilmi, imamlar ise dinin direğini ayakta tutmaları sebebiyle böyle yüksek bir mertebeye layık görülmüşlerdir. Namaz, dinin direğidir.
Hilafet konusunda Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) Ali'ye (kv) tercih edilişi de namaz imamlığı konusundaki tercihe dayanmıştır. Allah Resulü (sav) ashabı içinde kendinden sonra namaz kıldırmaya onu ehil görmüştü. Sahabe de bu meyanda şöyle demişlerdir: Düşündü­ğümüzde namazın dinin direği olduğunu gördük ve Allah Resu­lü'nün (sav) dinimiz için seçtiğini, dünyamız için de seçmeye karar verdik.
"Adamın biri Allah Resulü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, bana öyle bir amel göster ki beni cennete soksun' demişti. Allah Resulü (sav) 'Müezzin ol' buyurdu. Adam 'Beceremem' deyince, Allah Resulü de (sav) 'İmam ol' buyurdu. Adam, 'Onu da beceremem' deyince, 'İma­mın hemen arkasında namaz kıl' buyurdu".
Vera' ehlinden bazıları ihtiva ettiği sorumluluk sebebiyle imam­lık etmekten uzak durur, ezan okumayı ve müezzinlik yapmayı ter­cih ederlerdi. Müezzinliği imamlığa tercih eden bu kimselere saha­be ve tabiun arasında sık rastlamaktayız.
Müslümanlara namaz kıldıran bir imam namaz vakitlerine ri­ayet etmeli, namazları vaktin başında kılmaya gayret etmelidir. Böylelikle Allah Teala'mn rızasına nail olması muhtemeldir. Na­mazın ilk vaktinin son vaktine üstünlüğü, ahiretin dünyaya üstün­lüğü gibidir. Allah Resulü'nden (sav) bu manada bir çok hadis riva­yet edilmiştir. Bunlardan birinde şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Kul namazını vaktin sonunda da olsa kılarak kaçırmamalı­dır. Vaktin başında kılması ise, kendisi için dünyadan ve içindeki-lerden daha hayırlıdır".
İmam rüku, secde, kıyam ve ka'de gibi namaz erkanını dengeli ve hakkını vererek yapmalıdır. Böylelikle arkasında namaz kılan­lar içinde bulunan zayıf bünyeli veya rahatsız kimselerin de onu iz­lemeleri kolay olacaktır. Allah Resulü (sav) de namazı böyle kıldı-rırdı. İmam üç kez sekte (=bir süre için susma) yapmalıdır. Semre b. Cündüb (ra) Imran b. Husayn'dan (ra) böyle rivayet etmiştir. Sektelerin ilki tekbir getirdiğinde yapılır ve en uzunudur. Bu sek­tenin süresi, cemaatin Fatiha sûresini okuyabileceği kadar bir zainandır. Eğer acele eder ve cemaatin Fatiha'yı tamamlayamamala-nna yol açarsa vebali ona ait olur. Ancak cemaat başka şeylerle meşgul olduğunu için tamamlayamazsa, sorumluluk kendilerinin­dir. Bu durumda imam üzerine düşeni yapmış olmaktadır.
İkinci sekte, imam Fatiha'yı okuduktan sonra verdiği aradır. Bu sürede sureyi tamamlayamayanlar onu bitirirler. Bu sektenin sü­resi, ilk sektenin yarısı kadardır. Üçüncü sekte, zammı sureyi oku­yup rükuya eğilmeden önce verilen aradır. Sektelerin en kısası olan bu sekte, ikinci sektenin yarısı kadar bir süreyi kapsar. Bu sekte­nin sebebi de kıraatin hemen ardından tekbir getirerek namazın erkanını birbirine karıştırmamadır. Ayrıca kıraati rüku rüknüyle birleştirmekten de sakınılmış olur. İmam bundan nehyedilmiştir.
İmamın ardında namaz kılan kimse de, iftitah tekbirini ve sela­mını imamın tekbiri veya selamıyla eş zamanlı yapmamalıdır. Ne imam, ne de ardında namaz kılan cemaat, iki selamı birleştirme-melidirler. Aksine bu iki selam arasına mesafe koymalıdırlar. Na­mazda rükünleri birleştirmek Allah Resulü (sav) tarafından nehye­dilmiştir. Rükünleri birleştirme, şu beş noktada olur: İmama tabi olan kimse, tekbirini, rükuunu, secdesini, kalkışını ve selamını imamdan sonra eda etmelidir. İmam secdeye iyice kapanmadan kendilerini secdeye atmamahdırlar. Secdeden kalkılırken de böyle yapılmalıdır. Sahabe, Allah Resulü'nün (sav) arkasında namaz kı­larken bu hususlara dikkat ederlerdi.
İmam, saflar iyice düzelinceye kadar tekbir getirmemeli, önce sağa, sonra sola dönüp boşluk veya eğriliklerin düzeltilip doldurul­masını sağlamalıdır. Safların düzeltilmesi, namazı tamamlayan fi­illerdendir. Selef-i Salih hizayı omuzlardan alır ve ayak topukları­nı birleştirirlerdi.
Cemaatle namaz hakkında şöyle denilmiştir: İnsanlar cemaat namazından şu üç kısımdan birine mensup olarak çıkarlar:
1. Yirmibeş namaz sevabıyla çıkanlar; bunlar rüku ve secdeleri­ni imamdan sonra yapanlardır.
2. Bir namaz sevabıyla çıkanlar; bunlar tekbir, rüku ve secdele­rinde imamla aynı zamanda hareket edenlerdir.
3. Namaz sevabı olmaksızın çıkanlar; bunlar da imamdan Önce oturup kalkan ve namazı ondan önce bitirenlerdir.
İmam, sabah namazının farzını kıldırırken yüzden az ayeti bu­lunan surelerden iki sure okumalıdır. Sabah namazının kıraatini uzun tutmak, alaca karanlıkta başlayıp ortalık aydınlanmcaya kıl­mak sünnettendir. Sabah namazının ikinci rekatında Kur'an-ı Ke-rim'in son otuz veya yirmi suresini okumak da hoştur. Yalnız bunu, hatmedinceye yani son sureyi okuyuncaya kadar sürdürmek gere­kir. Bu surelerde, türlü ibret ve öğütler gizlidir. İnsanların sürekli okumalarından dolayı bunlara alışkanlık sözkonusudur. Bu sure­ler, kafayı ve kalbi boşaltıp Allah'a hasretmek ve tefekküre dalmak için çok uygundur. Ancak alimlerden bazıları bunların bir kısmım okuyup sonuna kadar getirmeden rükuya eğilmeyi mekruh gör­müşlerdir.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) Yunus suresinin bir kısmını okumuş ve Musa (as) ile Fîravun'un hikayesine gelince kıraate ara vererek rükuya eğilmişti. Bundan daha çok bilinen bir hadis ise şöyledir: "Allah Resulü (sav) sabah namazının iki rekatinde Baka­ra suresinden yüz ayet okudu. İlkinde 'Kûlû âmenna billahi...' aye­tinden, ikincisinde de 'Rabbena âmenna bimâ enzelte..' ayetinden itibaren okumuştur". Bir defasında da sabah namazının farzların­da 'Şehidallâhü ennehû lâ ilahe illâ hû...' ayetinden itibaren okudu­ğu rivayet edilmiştir.[41][108]
Allah Resulü (sav), Bilal-ı Habeşi'nin (ra) oradan buradan seçe­rek okuduğunu işitmişti. Niçin böyle yaptığını sorunca Bilal (ra) 'Güzeli güzelle harmanlıyorum' dedi. Allah Resulü de (sav) 'İyi ya­pıyorsun, isabet etmişsin' buyurdu.
Meşhur bir rivayet de Ebu Bekir-i Sıddıkla (ra) ilgilidir. es-Sa-nâbihî şöyle demiştir: Akşam namazını Ebu Bekir'in (ra) arkasında kılıyordum. İkinci rekatte 'Rabbena lâ tüzığ kulûbenâ=Rabbimiz kalplerimizi kaydırma' ayetini okudu. Bu ayetin, özellikle akşam namazının ikinci rekatinde okunması müstehap görülmüştür.
Rivayete göre İbni Mesud (ra) halka yatsı namazını kıldırıyordu. ikinci rekatta Al-i İmran suresinin son on ayetini okudu. Aynı na­mazın ikinci rekatında ise Furkan suresinin son kısmını Tebâre-kellezî ce'ale fî's-semâ'i burûcen...' okudu.
Fakihlere göre müstehap olan kıraat, Fatiha suresinden sonra bir surenin üçte birini veya bir sureden iki ayeti okumaktır. Fatiha ile yetinen kimse için bu da yeterlidir.
İbni Abbas (ra) tarafından yerine halife olarak bırakılan ve hal­ka fetva sorabileceklerini söylediği Basralı büyük fakih Cabirb.Zeyd'in namaza iftitah tekbiriyle başladıktan Fatiha suresini oku­duktan sonra Müd hâmmetân=Bunlar da yemyeşildir' (Rah­man/64) ayetinin kıraatiyle yetinip rükuya gittiği rivayet edilmiş­tir. Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'in en kısa ayetidir.
Büyük camii imamlarından birinin yatsı namazının ikinci reka-tinde Yunus suresinin son kısmını okuduğuna şahit olmuştuk. Ce­maat içinde bir çok alim ve arif mevcut olmasına rağmen hiçbirinin ses çıkarmadıklarını gördük.
Öğle namazının farzında otuz ayetten daha az ayeti olan sureler okumalıdır. İkindi namazında ise bunun yarısı kadarını okumalıdır. Allah Resulü'nün (sav) cemaate kıldırdığı son namaz akşam na­mazı idi. O namazda Mürselat suresini okumuştu. O, bu namazdan sonra vefat edinceye kadar bir daha namaz kılamamıştır. Enes b. Malik (ra) şöyle derdi: "Allah Resulü (sav) insanların namazı -ta­mamlamasına rağmen-en.kısa ve hafif tutanı idi". Yine o şunu an­latmıştır: "Allah Resulü (sav) namazı kısa tutmayı emrederdi. Bize kıldıracak olduğu zaman da Saffat suresini okurdu"[42][109]Allah Resu­lü (sav) ruhsatlardan bahsederken şöyle buyurmuştur: "Sizden bi­ri cemaate namaz kıldıracağı zaman namazı kısaltsın. Çünkü içle­rinde yaşlısı, güçsüzü ve dertlisi olabilir".[43][110]
Kişi kendi başına kıldığı zaman istediği kadar uzatabilir. Muaz b. Cebel (ra) bir cemaata namaz kıldırırken kıraata Bakara sure­sinden başlatmış ve uzun uzun okumuştu. Bunun üzerine cemaat­ten biri ayrıldı ve namazı tek başına tamamladı ve mescidden ay­rıldı. Bunun üzerine adam hakkında 'münafıklık yaptı' dediler. Ar­dından hadise büyüdü ve Allah Resulü'nün (sav) huzuruna gitti.
Taraflar birbirlerinden şikayetçi oldular. Adam, Muaz'ın (ra) kıra­ati uzatmasından şikayetçi oldu. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) de Muaz'a (ra) şöyle buyurdu: Ala, Tarık, Şems ve Duha surelerini okuyuversen daha iyi olmaz mı?"
İmam tesbihatım beş veya yedi sayısınca yapmalı, cemaatini üçerli olarak kendisine yetişebilmesini sağlamalıdır. Çünkü cema­at rüku ve secdeye onun arkasından gitmektedir.
Enes b. Malik (ra) Medine emiri olan Ömer b. Abdülaziz'in arka­sında namaz kıldığı zaman şöyle demişti: Allah Resulü'nden (sav) sonra bu genç gibi bir imamın arkasında namaz kılmamış tim. Biz Allah Resulü'nün (sav) arkasında kılarken tesbihatı. onarlı onarlı yapardık. Konuyla ilgili bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Allah Resulü'nün arkasında namaz kılarken rüku ve secde tesbi­hatım onarlı onarlı yapardık"[44][111]
İmam öğle, ikindi ve yatsı namazlarının rekatlarındaFafi/ıa'dan sonra kısa bir sure veya iki ayet okursa iyi etmiş olur. Geç kalan ce­maatin yetişebilmesi için Fatiha'yı yavaş yavaş okuyabilir.
Selef-i Salih şu konuda ihtilafa düşmüşlerdir: İmam rükuda iken mescide yetişmeye çalışanların ayak seslerini işitse rekata ye­tişmeleri için beklemesi mi gerekir, yoksa bunu umursamadan kıl­maya devam mı etmelidir? Bazılarına göre yetişmek isteyenlere fır­sat vermek için rükuyu uzatır. Şa'bi bu görüşte olanlardandır. Di­ğerlerine göre ise onları beklememesi gerekir. Çünkü arkasında na­maz kılanların hukukuna saygı, geç kalanların hukukuna saygı­dan önce gelir. İbrahim en-Neha'i de bu görüştedir.
Hicaz fikıhçıları da bu yönde görüş belirtmişlerdir, onlara göre de imam namaza yetişmeye çalışanları beklemez. İhlasın gereği de geç kalanların yetişmesini sağlamak için namazı bekletmemektir. Küfe fakihlerinden bir kısmına göre yetişmeye çalışanları bekleme­si daha doğrudur. Bu durumda onların yetişmesinin faziletini de kazanmış olur.
Osman, sabah namazında insanların rükuya yetişebilmeleri için rükudan önceki kıraati uzatmayı tercih etmiştir. Bize göre de orta yol budur. Buna göre imam biraz beklemeli, ayak sesi duyarsa rü-kunun ilk kısmında ise uzatmasında bir mahzur yoktur. Ama rükunun son kısmında başını kaldırdığında işitmişse namazı uzatma pahasına beklemesi doğru değildir. Böyle bir durumda gelenleri umursamadan dikilmeli ve namazını sürdürmelidir.
Teşehhüd (=Tahiyyat) babında rivayet edilen lafızlar arasında tercihimiz İbin Mesud (ra) tarafından nakledilen teşehhüddür. 'Vav' harfleriyle birlikte bizim gözümüzde sabit olan Abdullah b. Mesud (ra) kanalıyla gelen rivayettir. Baş kısmında Allah Teala'nm ism-i celili Öne alınmalı ve 'mübârekât' lafzı ilave edilmelidir. Böy­le yapıldığında bütün rivayetler de birleştirilmiş olur. Çünkü İbni Ömer'in (ra) rivayetinde 'mübârekât' lafzı kullanılmakta ve 'Lillâ-hi' lafzı sonraya alınmaktadır. İbni Ömer'in (ra) rivayetinde 'besme­le' de geçmektedir.
Sevri (ra) tarafından Eymen b. Vail kanalıyla Ebu'z-Zübeyr'den, o da Cabir*den (ra) şöyle nakletmiştir: "(Tahiyyatta) Allah Resulü (sav) şunu okurdu: Bismillâhi, ve billahi et-tahıyyâtü lillâhi ve's-salevâtü ve't-tayyibâtü lillâhi[45][112]Bize göre en güzel tahiyyat, bu hadiste rivayet edilen lafizdır. Sebebi de ihtiyata en yakın olması­dır. Ayrıca hemen her cemaatin rivayetinden bir parça ihtiva et­mektedir.
Bundan sonraki ihtilaf, selam lafzında Allah Resulü'ne (sav) işa­ret edilip edilmemesidir. Tercih ettiğimiz selam lafzı; 'Es-Selâmü aleyke yâ eyyühe'n-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü, es-Se-lâmü aleynâ ve alâ 'ıbâdillâhi's-sâlihîn' şeklindekidir. Sebebi de bu lafzın bir takım rivayetlerde tefsir gibi zikredilmiş olmasıdır. Riva­yet sahibi şöyle demektedir: Allah Resulü (sav) hayatta iken kendi­sine şöyle selam verirdik: Es-Selâmü aleyke yâ eyyühe'n-Nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. O vefat ettikten sonra da bu selamı gıyabında vermeye devam ettik.
Tahiyyat rivayetlerinin hemen hepsinde Kelime-i Şehadet'in 'Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh' kısmı yer almakta­dır. Tercih ettiğimiz de budur. Ancak Ömer'den (ra) gelen bir riva­yette, 'Muhammeden abdühû ve Resûlüllâhi s al 1 ali âh ü aleyhi ve sellem' ifadesi yer almaktadır.
Ulemadan bir zat, ariflerden birinden şunu nakletmiştir: Allah Resulü'nü (sav) rüyamda gördüm ve kendisine, 'Ey Allah Resulü! ,
Alimler tahiyyat hakkında ihtilafa düştüler, hangisini tercih ede­lim?' diye sordum. Şöyle buyurdu: Tahiyyat İbnu Ümmi Abd'in ri­vayet ettiğidir. Kul, tahiyyatmda şu beş cümle ile Rabbine istiaze-de bulunmalıdır: Cehennem azabından ve kabir azabından Sana sı­ğınırım; hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım; Mesih Dec-cal'm fitnesinden Sana sığınırım; Bir kavim için fitne murad etti­ğinde beni fitneye düşürmeksizin katına al. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. Buradaki 'Mesih' kelimesi, yeryüzünü baştan sona dolaşan anlamındadır. Bazı dilciler ise, bir gözü çıkarılmış olduğu için böyle adlandırıldığını söylemişlerdir.
Tekbir, selam ve ezan lafiziarı mutlak ve tartışmasızdır. Müezzi­nin imamdan farklı bir şahıs olması müstehaptır. Rivayete göre Al­lah Resulü (sav) imam ile müezzinin aynı kişi olmasını mekruh görmüştür. Ezanın faziletinden sözedildiğinde Ömer (ra) şöyle de­miştir: İmamlık olmasaydı müezzinlik yapardım. Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ezan müezzinin, kıl­dırmak imamındır". Yani imam kıldırmaya daha muktedirdir.
İmam geciktiği zaman müezzin imamı bekleyebilir. Halbuki imam ve cemaat hazır olduklarında vakit girdikten sonra müezzi­ni beklemezler. Müezzin de, imamın birini beklemesi sebebiyle bek­lemez ve ezanı okuyup kameti getirir. Çünkü namaz vakte riayet edilerek kılman bir ibadettir ve vaktin ilk bölümünde kılınması da­ha makbuldür. Namazı vaktinde kılmak, cemaatin beklemesinden ve kıraati uzun tutmaktan daha faziletlidir.
Konuyla ilgili olarak Selef ahlakının şöyle olduğu nakledilmiş­tir: Vakit girdiğinde iki kişi varsa üçüncüyü beklemezlerdi. Cena­zede de dört kişi gelmişse, beşinciyi beklemezlerdi. İmam varken cemaatin beklenmesi mekruh görülür, cenazeye ağıtlar yakılarak geciktirilmesi de bidat olarak değerlendirilirdi.
Bir defasında Allah Resulü (sav) sabah namazına geç kalmıştı. Bu, bir yolculukta olmuştu. Gecikmesinin sebebi de abdestti. Saha­be O'nu beklemeyerek Abdürrahman b. Avfı (ra) öne geçirdiler. Ab-durrahman (ra) sabah namazını kıldırdı. Allah Resulü (sav) cema­atin ilk rekatını da kaçırmıştı. Sahabenin arkasından namazını de­vam ettirdi ve tamamladı. Sahabe böyle davrandıkları için üzgün­dü. Allah Resulü (sav), 'Doğrusunu yaptınız, her zaman böyle ya­pın!' buyurdu. Bir keresinde de öğle namazına gecikmişti. Sahabede Ebu Bekir-i Sıddık'ı (ra) imam yaparak onun arkasında kılmış­lardı. Onlar namazda iken Allah Resulü (sav) gelmiş ve bir yanda dikilip tekbir getirerek cemaata katılmak için beklemişti.
Müezzin 'Kad kâmetü's-salât' dediğinde cemaat ayağa kalkmış olmalı, 'Hayye ale's-salât' derken ayağa kalkmalıdırlar. Sünnete uygun olan da budur. Müezzin 'Kad kâmetü's-salât' dediğinde imam tekbir getirmelidir. Bu noktada müezzin kametini tek başına tamamlar. Kameti tamamladıktan sonra da namaza katılır. O na­maza başladığında imam Fatiha'yı okumaktadır. 'Kad kâmetü's-sa­lât' ifadesinin gerçek anlamı, insanlar namaz için ayağa kalktılar, şeklindedir. Çünkü 'salat' yani namaz, canlı olmadığı için ayağa kalkması da mümkün değildir. Buna göre de, müezzin 'Kad kâme­tü's-salât' dediğinde doğru söylemiş olmaktadır.
Bu ifadenin mecazi kullanımda, namaz vaktinin yaklaşmasını ve namaza kalkmanın vaktinin gelmesini ifade etmesi de müm­kündür. İmamın, aynı zamanda müezzinlik yapmasının mekruh oluşu da işte bu yüzdendir. Çünkü müezzin, 'Kad kâmetü's-salât' dediğinde imamın tekbir getirmesi, cemaatin de namaza başlamış olması gerekmektedir. Bilal de (ra) Allah Resulü'ne (sav) bu meyan-da, "Amin' demede benden erken davranmayın' diye ricada bulun­muştur.[46][113] Buradan anlaşılan, Bilal'in (ra) Fatiha'dan sonra söyle­nen 'Amin' lafzını cemaatle birlikte terennüm etmek isteyişidir.
İmamın besmeleyi sesli olarak okumasını müstehap görmem. Hatta besmelenin Fatiha suresinin ilk ayeti olduğuna inansa bile onun sesli okumamalıdır. Allah Resulü'nün (sav) konuyla ilgili ri­vayetlerinin çoğunluğu ve sıhhatli olanları, besmeleyi sesli okuma­ma yönündedir. Besmeleyi sessiz okumak Allah Resulü'nün (sav) son dönem fullerindendi. Selef-i Salih de O'nun son dönem fiilleri­ne itibar ederlerdi. Bu tür fiilleri, alimlerin çoğunluğunun da terci­hine şayan olmuştur.
İbni Mesud'dan (ra) rivayet edildi ki: İmamın şu dördünü gizle­memesi sünnettendir: Sübhâneke, isti'aze, besmele ve âmin. Ali (kv) de bunların sesli okunması yönünde fikir belirtmiştir. İbni Abbas (ra) ise bunların sesli okunmasının sünnet gereği olmadığını söyle­miştir. Sabah namazının Hasan'dan (ra) rivayet edilen sekiz dua ile
uzatılmasını mekruh görmüyoruz. Bu dualar, Allah Resulü (sav) ta­rafından sessiz olarak okunmuştur. O, bunları okurken ellerini kal­dırmamıştır. Çünkü bunlar bizzat dua niteliğinde olan ifadelerdir. Bunları okumayan kimse de iyi etmiş olur. Çünkü fıkıhçüarın ço­ğunluğu bu duaların okunmaması yönünde görüş belirtmiştir.
Cuma gecesi ve sabahı kılman namazlarda, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen iki meşhur hadiste yer alan surelerin okunma­sı müstehap görülmüştür. İlkine göre Allah Resulü (sav) Cuma gü­nü sabah namazında Secde suresi ile İnsan surelerini okurdu. Di­ğerine göre Cuma günü akşam namazında Kafîrun ve îhlas surele­rini, yatsı namazında Cum'a ve Münafıktın surelerini okurdu."[47][114]
İmamın teşehhüdde Allah Resulü'nün (sav) Aişe validemize (ra) öğrettiği şu duayı okuması müstehaptır. Bir çok hayrı içeren ve ni­yaz bakımından mükemmel olan bu dua şöyledir:
"Allâhümme innî es'elüke mine'l-hayri küllihî a'âcilihî ve âcilihî mâ alimtü minhü ve mâ lem a'lem, es'elüke mâ se'eleke Muhamme-dün sallallâhü aleyhi ve sellem ve e'ûzü bike mimmâ iste'âzeke Mu-hammedün sallallâhü aleyhi ve sellem minhu. Es'elüke'l-cennete ve mâ karrebe ileyhâ min kavlin ve amelin ve e'ûzü bike mine*n-nâri ve mâ karrebe ileyhi min kavlin ve amelin, Allâhümme mâ kadeyte lî min emrin fec'al âkıbetehû rüşden
Allahım! Sen'den hayrın er veya geç, bildiğim veya henüz bile­mediğim şekillerinin hepsini niyaz ediyorum. Sen'den Muham-med'in -salat ve selam üzerine olsun- niyaz ettiğini niyaz ediyorum. Muhammed'in -salat ve selam üzerine olsun- Sana sığındığından ben de Sana sığınıyorum. Sen'den cenneti ve ona yaklaştıracak söz ve fiilleri nasip etmeni niyaz ediyorum. Cehennemden ve ona yak­laştıracak söz ve fiillerden de Sana sığmıyorum. Allahım beni için takdir ettiğin işin akıbetini hayırlı kıl!"
Bu duayı okuduktan sonra müminlerin bağışlanmaları için dua eder ve şunları okur:
'Allahım, kalplerimizi doğrulttuktan sonra eğriltme!'
'Rabbimiz bize dünyada güzellik ver! Ahirette de bize güzellik ver ve bizi cehennem azabından koru!'
Bunlar dışında tercih edilecek başka dua yoktur. Konuyla ilgili rivayetler arasındaki beş husustan Allah'a sığınma dışında da baş­ka bir dua veya isti'âze mevcut değildir. Yukarıdaki dualarla yetin­diğinde, gerekeni okumuş olacaktır.
İmam dua ederken sırf kendi namına dua edip cemaati ihmal et­memelidir. Bu mekruh görülmüştür. Namazda veya sonrasında dua ederken daima 'Biz* zamirini kullanmalı, 'Sen'den niyaz ederiz, Sana sığınırız' demelidir. Bunu yaparken hem kendini, hem de ce­maatini düşünmelidir. İlgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Kim bir topluluğa imam olursa, duayı yalnız kendine mahsus tutmama­lıdır.
Mürid, müezzinliği imamlığa tercih edebilir. Selef ulemasından bir zatın şöyle dediği nakledilmiştir: Müezzinlik, imamlıktan daha faziletlidir. Müezzin, Allah Resulü'nün (sav) "İmanı emirdir"[48][115] ve "İmam kefildir"[49][116] hadislerinden dolayı ecir bakımından daha üs­tündür. Bu iki hadisinde Allah Resulü (sav) imamı, kefil ve emîre benzetmekte ve bur küsur işlediklerinde sorumluluğun cemaate değil kendilerine ait olduğunu bildirmektedir. Bu durumda ezan okumak, çok daha emniyetli bir görev olmaktadır. Müezzin, imam­lığın hükmünü almamakta ve onun sıfatını taşıyamamakta ise de, imamın arkasında namaz kılanların veballerinin bir kısmını üstle-nebilmektedir. Ama vazifesini ikmal ettiğinde ecrini almaktadır.
Allah Resulü (sav) müezzinler için ettiği duada, imamlardan da­ha ileri gitmekte ve onları imamlardan daha çok övmektedir. Yuka­rıdaki ikinci hadisin son kısmında "Allahım, imamları irşad et, mü­ezzinlere de mağfiret buyur" demektedir. Yine O, müezzin hakkın­da şöyle buyurmuştur: "Müezzine sesi miktarmca mağfiret edilir. Yaş kuru her şey onun lehinde şahitlik eder".[50][117] Başka bir hadisin­de ise daha etkileyici bir sıfatla anmaktadır: "Müezzin, kendisineemanet edilendir".[51][118] Bir diğer hadisinde ise şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Müezzinleriniz mutemedleriniz, imamlarınız ise kefillerinizdir". Mutemedler, elbette kefillerden daha üstündür. Çünkü kefil, bir şeyleri ödemekle yükümlüdür. Mutemed ise, ken­disine güvenilen ve kefalet istenmeyen kimsedir.
Bu konuda aktarılabilecek bir güzel bilgi de Sehl b. Sa'd es-Sa-idi'yle (ra) ilgili olarak anlatılmıştır. Ebu Hazim (ra) dedi ki: Sehl b. Sad (ra) imamlık için cemaatin gençlerini öne sürüyordu. Ken­disine şöyle dedim: Sen Allah Resulü'nün (sav) sahabilerinden biri­sin. Öncülük ve fazilet senindir. Öne geçip namazı sen kıldırsan da­ha iyi olmaz mı? Bana şöyle karşılık verdi: Yeğenim, Allah Resu­lü'nün şöyle buyurduğunu işittim: İmam kefildir! Şahsen kimseye kefil olmak istemiyorum!
Konuyla ilgili bir rivayette de Allah Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "Her kim bir mescidde yedi yıl müezzinlik ederse kendi­sine cennet farz olur",[52][119] Bir başka rivayet de şöyledir: "Kim kırk yıl müezzinlik ederse cennete hesapsız girer". Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç kimse Kıyamet günü misk yığını üzerinde olacak ve hesaba kadar bütün insanlar kor­karken onlar korkmayacaklardır: Kur'an okuyan ve onu muhteva­sıyla birlikte Allah Teala'ya geri götüren kimse; Dünya hayatında kölelikle sınanıp Allah'a ve efendisine itaat eden kimse."
"Allah'ın yoluna davet eden kimseden daha güzel sözlü olan kimdir?" (Fussilet/33) buyruğunun tefsirinde, ayetin müezzinler hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Ayetin devamındaki "Ve salih amel işleyen' ile kasdedilenin ise, ezan ile kamet arasındaki namaz olduğu ifade edilmiştir.
Müezzinin, ezanı bitirdikten sonra 'Ben müslümanlardanım, alemlerin Rabbine hamdolsun' demesi, üstteki ayeti okuması, "Dini Allah'a halis kılanlardanım, alemlerin Rabbine hamdolsun" demesi müstehap görülmüştür. Müezzin, ezan ile kamet arasında dört re­kat namaz kılar ve bol bol dua eder. Bu, müstehap görülmüştür.
Selef-i Salih, dört şeyden hoşlanmaz ve onlardan uzak dururlar­dı: imamlık, müftülük, vasiyet ve emanet. Onlardan biri şöyle demistir: Benim için cemaatle namaz kılmaktan ve imama uymaktan daha sevimli bir amel yoktur. Böylelikle imamlığın hatalarından korunmuş olunun, vebali de başkaları yüklenmiş olur.
Her şeye rağmen namaza durulacağı zaman, öne geçmesi iste­nen kimse öne çıkmalı ve bundan kaçılmamalıdır. Konuyla ilgili olarak geçmiş kavimlerin kıssaları arasında imamlıktan kaçan bir toplumun helak edildikleri haber verilmiştir.
İmam hazır oluncaya kadar müezzin namaz kıldıramaz. Cema­at, imamı ayakta beklememelidirler. Bu mekruh görülmüştür. Al­lah Resulü (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Geldiğimi gör­medikçe ayağa kalkmayın!"[53][120] Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Dünyada dirlik, ahirette izzet sahibi olmak isteyen kimse dört şey­den sakınsın: Hadis anlatmak, şahitlik etmek, imamlık yapmak ve fetva vermek. Onun başka vesilelerde, 'davete katılmak, hediye ka­bul etmek' dediği de nakledilmiştir. Bu, Bişr'in aşırı titizliğinin ifa­desidir.
Ezan ve kametin miktarı konusunda tercihimiz, Hicaz okulunun görüşüdür. Ezanda, her lafız iki kez tekrarlanmalıdır. Kamette ise bir kere yeterlidir.  Sabah  ezanında 'es-salâtü hayrün  mine'n-nevm=Namaz uykudan hayırlıdır* lafzını iki kez tekrar etmelidir. Ezan, vakit girmeden kısa bir süre önce okunmalıdır ki insanlar namaz için hazırlık yapabilsinler. Burada bir (orta namaz=salât-ı vustâ' devreye girmektedir ki bununla ilgili karan rivayetlere bı­rakmak gerekirse de yaygın kanaat onun ikindi namazı olduğudur. Selef-i Salih, sesin her yerde alçaltılması ve kısılmasını tavsiye ederken yalnız iki noktada yükseltmeye izin vermişlerdir. Bunlar­dan biri ezan, diğeri de telbiyedir (=Lebbeyk..). Müezzin, ezan okurken sesini uzatmalı, güzelleştirmeli ve bunun için bütün çaba­sını sergilemelidir.
Ezan ile kamet arasındaki süre bir hadiste şöyle bildirilmiştir: "Müezzin, ezanı ile kameti arasına kişinin yemeğini bitireceği, bo­ğazını temizlemek isteyen bîrinin su içmesi kadar bir süre ko­yar".[54][121] Bu süre, iki ezan arasında tercih edilen süredir. Yeme, içme ihtiyacı olan kimse, bunu namaza başlamadan halletmelidir. Aksitakdirde bu onu namaz boyunca meşgul edebilecektir. Allah Resu-lü'nün bu meyanda iki çirkin şeyin namaza (=büyük ve küçük ab-destin sıkışması) sokuşturulmasmı nehyettiği rivayet edilmiştir.[55][122] Bir hadisinde de akşam yemeği ortada iken namaz vakti girdiğin­de öncelikle yemeğin bitirilmesini, namazın yemekten sonra kılın­masını tavsiye etmiştir.[56][123] Böylelikle kişinin kalbi hiç bir şeyle meş­gul olmayacak ve kendini tamamıyla namaza verebilecektir. Bu da namazın erkanına riayet ile kılınmasının temel şartlanndan Bîridir. Namazda çok hata eden, kafası ve kalbi yakanşlan anlamaya­cak derecede meşgul olan, arkasındaki cemaatte kendinden daha iyi Kur'an okuyan veya daha fakih birinin bulunduğunu düşünen kimsenin imametini mekruh görürüz. Namaz kıldıran kimse, biza­tihi salih, ibadet ehli veya fakih olsa da, cemaat içinde daha fakih, daha salih ve daha titiz biri bulunduğunda namaz kıldırmayıp imamlığı ona vermelidir. Cahil, alimlere, Arapça'yı bilmeyen bir ya­bancı Arapça alimine namaz kıldıramaz. Hatta teyemmüm almış biri, suyla abdest almış birine namaz kıldıramaz.
Cemaat tamamen cahillerle dolu ise, Kur'an'ı en iyi okuyanları seçilir. Kıraati çok iyi olanlar birden fazla olduğunda, o zaman da ilim bakımından daha üstün olan kimse öne geçirilir. Her iki aday da aynı seviyede, yalnız birinin tecvidi daha üstün ise tecvidi iyi olan diğerine tercih edilir. Gerçi cemaatin tamamını bilmek müm­kün olmaz, ancak en doğru okuyanın imam yapılması daha uygun­dur. Bu noktada namazı daha iyi biliyor olması, tercih nedenidir.
Bir hadisinde de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: Topluluğa, Allah'ın Kitabı'nı en iyi okuyan imamlık ya­par".[57][124] Eğer kıraat bakımından denk iseler, fıkıh bilgisi daha olan imam olur. Fıkıh bilgisinde de denk iseler, yaşça büyük olan imam olur. İmamlıkta tercih bu şekildedir. Kişi kendi evinde imamlığa herkesten daha layıktır. Ancak tercih ettiği değerli bir zat varsa, imamlık hakkından onun lehine vazgeçebilir.
İmamın selamın hemen ardından yüzünü cemaate çevirmesi müstehaptır. Cemaatın imamın yüzünü görmeden kalkmaları da bize göre mekruhtur. Bu konuda Talha (ra) ve Zübeyr"den (ra) gü­zel bir davranış rivayet edilmiştir: O ikisi Basra'da namaz kıldıkla­rı zaman selamdan sonra imama şöyle demişlerdi: Ne kadar güzel ve erkanına uygun kıldırdınız. Tıpkı bizim kıldığımız gibi kıldınız. ama bir şey eksik kaldı; selamdan sonra yüzünü cemaate çevirme­din! Ardından cemaate dönüp şöyle dediler: Siz de çok güzel kıldı­nız, ancak size yüzünü çevirmeden ayağa kalktınız!
Komşuları veya cemaati tarafından sevilmeyip mekruh görülen birinin imamlık yapmak için öne atılması helal değildir. Cemaat imam hakkında ihtilafa düşse ve bir grup severken diğerleri sev­mese, dini hassasiyeti ve ilmi olanlara itibar edilir. Karar, onların eğilimine göre verilir. Bunlar azınlık da olsa, çoğunluğun fikrine il­tifat edilmez. Bidatçı birinin arkasında namaz kılınmaz. Bilmeden kılan kimse, durumu öğrendiğinde namazını tekrar kılar.
Yolda yürürken ezan okunan kimse, yoldaki en yakın camiye gi­derek namazını kılmalı, başka bir camiye gitmeye yeltenmemelidir. Bunun iki istisnası vardır: Diğer camide daha üstün bir imamın bulunması, yakındaki caminin imamının ehli bidat veya fasık ol­ması. Bu iki husus sözkonusu olmadığında yakın olan camiye gidip namazı orada kılmak daha faziletlidir.
Allah Resulü, bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Camiye komşu olan kişi, namazını ancak camide kılabilir". Camiye komşu olan kişiyle ilgili iki hüküm sözkonusudur. İlki ezanı işitiyor olma­sıdır. Bu, Ali'den (kv) rivayet edilmiştir. İkinci hükme göre camiye komşu sayılabilmek için ona azami dördüncü binada oturmak ge­rekmektedir.
Ezanı işittiği halde cemaatla namazı terketmek çok sert bir şe­kilde kınanmıştır. Namaz için gidebileceği iki cami bulunan kimse, Hasan'a (ra) göre en yakın olana gider. Ancak camiye gitmek için daha fazla yürümeye niyet etmişse veya uzaktakinin imamı daha üstün ise, ya da uzaktaki tarih bakımından daha eski ise oraya gi­debilir. Rivayete göre Enes b. Malik (ra) ve bazı sahabiler yeni ca­mileri bırakıp eskilere giderlerdi.
İmamın sesli okuduğu namazlarda, cemaat Fatiha'dan sonra su­re okumaz. Fatiha suresini de ancak imamın sektelerinde okumakgerekir. Eğer imam sekte yapmamışsa, o zaman sadece imamın cehrî yani sesli okuduğu namazlarda Fatiha'yı okuyabilir. İmamın kıraati esnasında okumasından dolayı yükleneceği vebal, daha çok imama aittir. Çünkü imam, sekte yapmamak suretiyle namazı ek­siltmiş olmaktadır.
İmam farzı eda ettikten sonra sünnetleri aynı yerde kılmayıp yerini değiştirmelidir. Bir hadiste Allah Resulü'nün selam verdik­ten sonra yerinden sıçradığı bildirilmiştir. Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Ömer'in de (ra) selamdan sonra yerlerinden sıçradıkları rivayet edilmiştir. Rivayete göre Allah Resulü (sav) selamdan sonra ancak 'Allâhümme ente's-Selâmü ve minke's-selâm, tebârekte ve te'âleyte yâ ze'1-celâli ve'1-ikrâm' ifadesini dinleyecek kadar yerinde durur, ondan sonra yerinden hemen ayrılırdı.
Cemaat da sünnetleri, bir adımlık mesafe mikdarı olsun farklı yerde kılarsa daha güzel olur. Bu konuda Sahabe'den gelen bir bil­gi mevcuttur: İmam ve cemaat, kısa bir tesbihat ve dua için yerle­rinde dururlarsa, bunda mahzur yoktur. İmamet kitabı da bu şekil­de sona ermiş oldu.[58][125]



Allah Teala-, mümin kullarına 'din sayesinde büyük bir nimet lüt­fettiğini hatırlatarak ayrı ayrı iken kalplerini kaynaştırdığını ve O'nun nimeti sayesinde kardeş olduklarını, takva ve iyilik üzerin­de kucaklaştıklarını bildirmektedir. Ardından onlara lütfettiği tak­va nimetini hatırlatmakta, ipine ve hidayetine toptan sarılmaları­nı emretmekte ve dağılıp parçalanmadan sakındırmaktadır. Hepsi­nin aynı yurda toplanacaklarını haber vermekte ve bunu da Zat'ın-dan bir minnet olarak takdim etmektedir. Çünkü O, müminleri bir ateş çukurunun kenarından çekip kurtarmıştı. Bu, O'nun büyüklü­ğüne işaret eden delillerden ve hidayet yollarından biriydi.
Allah Teala bütün bu hususları ihtiva edecek şekilde şöyle bu­yurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan korkulması gerektiği gi­bi korkun ve ancak O'na teslim olan müslümanlardan olarak ölün!
Hepiniz toptan Allah'ın ipine sanlın bölünüp ayrılmayın!
Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi kaynaştırmış ve O'nun lütfü ile kardeş oluvermiştiniz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor, ta ki hida­yete eresiniz". (Al-i îmran/102-103)
Allah için kardeşlik, yolculukta ve ikamette O'nun için dostluk ve karşılıklı sevgi, amel ehline gereken yollardandır. İhtiva ettiği faziletlerden dolayı her yolun kendine mahsus yolcuları vardır.
Bunlar, Allah Teala ve Allah Resulü (sav) tarafından tavsiye edil­miş ve özendirilmiş yollardır. Allah Teala için sevmek, imanın en kuvvetli kulplarından biridir. O'nun rızası için kaynaşmak, dost­lukta bulunmak ve ziyaretleşmek takva ehlinin en mühim vasıta­larından biridir.
Konuyla ilgili rivayetler hayli fazladır. Bunlar, din kardeşliğini, dostluk ve sevişmeyi teşvik eden ifadelerle doludur. Ancak burada sözkonusu rivayetlerin tamamını sıralamaya çalışmayıp her bahis­le ilgili olanları özetleyerek nakledeceğiz. Kardeşlik konusunda gü­zel görülen fiilleri ve bunlarla ilgili hususları etraflıca ele alacağız. İlk olarak tanışma (=Ta'arruf) konusunda Tabiun'dan farklı gö­rüşler aktarılmıştır. Mesela biri şöyle demiştir: Tanıdıkları azaltın, böylesi dininiz için daha güvenlidir, ahirette daha az rezil olmanı­zı sağlar ve üzerinizdeki hukukun az olmasını temin eder. Çünkü şöyle bir deyiş vardır: Tanıdıklar çoğaldıkça hukuk da çoğalır. Dostluk uzadıkça karşılıklı hukuka riayet daha da güç kazanır. Hatta biri şöyle demiştir: Tanıdığından daha kötü birini görebilir misin?! Bunlara göre tanıdıkların sayıca az olması, kişi için daha
hayırlıdır.
Bu görüşte olanlardan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ta­nığını tanımazlıktan gel, tanımadığınla tanışma! Bu görüşte olan­lar arasında; Süfyan-ı Sevri (ra), İbrahim b. Edhem (ra), Davud et-Ta'î (ra), Fudayl b. Iyaz (ra), Süleyman el-Hawas (ra), Yusuf b. Es-bat (ra), Huzeyfe el-Mar'aşi (ra) ve Bişr el-Hâfi (ra) gibi şahsiyetler
vardır.
Tabiun'un çoğunluğu ise, din kardeşlerinin çokluğunun müste-hap olduğunu ifade etmişlerdir. Onlar, müminlerle kaynaşmayı ve sevişmeyi tavsiye edenlerdir. Çünkü bu, varlık zamanı bir güzellik, darlıkta ise bir destek, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma ve di­nî kaynşmadır.
Bu görüşte olanlardan bir zat şöyle demiştir: Dostlarınızın sayısı­nı arttırın. Her müminin bir şefaat hakkı vardır. Umulur ki mümin bir kardeşinizin şefaatine nail olursunuz. Bu görüşü paylaşanlar; birbirlerine din kardeşliğini emreder, kaynaşmaya teşvik ederlerdi.
Bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Mümine mağfiret edil­diği zaman diğer kardeşleri için şefaatte bulunur. Garib bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) "İman eden ve salih amel işleyenlere icabet eder ve onlara lütfundan daha fazla verir" (Şura/26) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Müminle­ri din kardeşleri için şefaatçi kılar ve hep beraber cennete girmele­rini temin eder.
Bu görüşte olanlara örnek olarak da, Said b. el-Müseyyeb (ra), eş-Şa'bi (ra), İbni Ebi Leyla (ra), Hişam b. Urve (ra), İbni Şübrüme (ra), Kadı Şüreyh (ra), Şüreyk b. Abdullah (ra), İbni Uyeyne (ra), İbnü'l-Mübarek (ra), İmam Şafii (ra) ve Ahmed b. Hanbel'i (ra) gös­terebiliriz.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "(Kı­yamet günü) bana en yakın oturacak olanlarınız; ahlaken en güzel­leriniz, yardımsever ve herkese ısınıp ısıtanlarınız olacaktır". Bir başka hadislerinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin ısınılan kimsedir. (İnsanlara) ısınmayan ve aralarını ısıtmayan kimseden hayır çıkmaz".[59][126]
Değerli bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu ümmetten kalrılıcak şeylerin ilki huşu, ikincisi vera', üçüncüsü emanet duy­gusu, dördüncüsü de kaynaşma ve sıcaklıktır (=ülfet). Bir hadisle­rinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala hayır dilediği kuluna salih bir dost bahşeder; unuttu­ğunda hatırlatır, hatırladığında yapması için yardım eder". Başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "İki din kardeşinin karşılaş­tıkları andaki durumları, biri diğerini yıkayan ellerin durumuna benzer. İki mümin bir araya geldiklerinde, Allah Teala onlardan bi­ri vasıtasıyla diğerine bir iyilik temin eder".
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim Allah için kardeş olursa, Allah Teala onu cennette bir derece yükseltir. Bu dereceyi amellerinden biriyle kazanması mümkün de-ğilir". Veciz bir sözde de şöyle denilmektedir:
iki din kardeşinden biri, diğerinden daha yüksek bir makamda ise, çocukların babalara, yakınların birbirlerine katılması gibi, din kardeşinin makamına yükseltilir. Çünkü din kardeşliği, gerçek do­ğum gibi sağlam bir bağdır.
Allah Teala bu mey anda şöyle buyurmuştur: "Onları zürriyetlerine kattık ve amellerinden de hiç bir şeyi eksiltmedik". (Tur/21); Bizim ne şefaatçilerimiz, ne de samimi bir dostumuz yok". (Şu-ara/101) Buradaki samimi 'hamım' kelimesinin 'hemîm' yani yakın­dan ilgilenen, özen gösteren manasında olması da mümkündür. Al­lah Resulü'nün de (sav) bir hadislerinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin, kardeşi çok olandır". Bu meyanda Ömer'den de (ra) şu iki söz rivayet edilmiştir: Kula islamdan sonra bahşedilen en büyük hayır salih bir din kardeşidir; Sizden biri din kardeşin­den bir sevgi gördüğünde ona sarılsın! Bu tür dostlara isabet ede­bilmek gedçekten de zordur.
Hikmet ehlinden bir zat da konuyla ilgili olarak şöyle bir man­zume söylemiştir:
Kavuşamaz nefs çok aramasına rağmen, Emin bir dosttan daha leziz bir tada, Salih bir din kardeşinin kaçırmışsa sevgisini, Durgunluğu kesindir o kimsenin istemese de.
Bu manzumenin ikinci mısrasında bahsedilen kimsenin, kesin olarak aldanmış biri olduğu söylenmiştir.
Geçmiş milletlerin kıssaları arasında şöyle bir hadise anlatıl­mıştır: Allah Teala, Musa peygambere (as) vahyederek şöyle buyur­muştu: Ey İmran'ın oğlu! Uyanık ol ve kendine gerçek kardeşler bul! Beni mutlu etme çabanda sana destek olmayan bütün dost ve arkadaş bildiklerin düşmanlarındır unutma!
Davud peygamberle (as) ilgili olarak da benzer bir kıssa nakle­dilmiştir: Allah Teala, ona şöyle vahyetmişti: Ey Davud! Ne oluyor da yalnız başına ve terkedilmiş olduğunu görüyorum?! Davud (as) şöyle dedi: Allahım, Senin için halkı terkettim. Bunun üzerine Al­lah Teala kendisine vahyetti: Ey Davud! Uyanık ol ve kendine din kardeşleri edin! Beni mutlu etme çabanda sana destek olmayan dosttan uzak dur ve Öylesiyle arkadaşlık etme! Çünkü o düşmanın­dır ve kalbini katılaştırarak seni Ben'den uzaklaştırır.
Allah Resulü'nün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Isıtanlar olun, soğutanlar olmayın". Bir başka hadis de şöyledir: "Allah Teala için en sevimli olanınız, kaynaşan ve kaynaştıranlardır. O'nun en çok buğzettiği ise, kovuculuk edenler ve kardeşlerin arasını açanlardır".[60][127]
Davud (as) hakkında rivayet edilen kıssalardan biri de şudur; O, Rabbine 'Ey Rabbim! Bütün insanların beni sevmeleri ve Seninle muamelemin sıhhatli olması nasıl mümkün olur?' demişti. Allah Teala da şöyle buyurdu: İnsanlara onların tabiatlarına göre yaklaş ve Benimle arandaki ilişkiyi güzelleştir! Bir başka rivayette ise şöyle buyurduğu haber verilmektedir: Ehli dünyaya, dünya ahla­kıyla, ehli ahirete ahiret ahlakıyla yaklaş!
Şa'bi (raj, Sa'sa'a b. Savhan'm yeğeni Zeydan'a şöyle dediğini nakletmiştir: Baban beni senden çok severdi. Ben de seni oğlum­dan çok severim. Sana tavsiye edeceğim iki hasleti iyi muhafaza et: Mümine içten bir ihlasla yaklaş! Günahkâr facirlere ise güzel ah­lak ile davran. Çünkü o, güzel ahlakından memnun kalacaktır. Mü­mine karşı ihlaslı ve samimi olman gerekir.
Ebu'd-Derda (ra) ise şöyle demiştir: Öyle kimseler vr ki yüzleri­ne teşekkür ederken kalplerimiz onları lanetliyor! Bunun açıkla­ması şöyle yapılabilir: Bazı kimselerin şerlerinden emin olmak için onlarla iyi geçinmek gerekebilir. Bunu şu ayet-i kerimenin tefsirin­de de görmekteyiz: "Daha güzel olanla sav". (Fussilet/34) Bunun, selam vermek olduğu söylenmiştir. Ayetin devamı şöyledir: "Bir de bakarsın ki seninle kendi arasında düşmanlık olan kişi candan, sı­cak bir dost oluvermiş". (Fussilet/34)
İbni Abbas (ra), Allah Teala'nın "Kötülüğü iyilikle savarlar" (Ra'd/22) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani onlar se­lam vererek ve idare ederek eziyet ve çirkinliği savarlar. Kötülük çirkinlik ve eziyet, selam verip idare etmek ise iyilik anlamındadır, iyiliklerin en güzeli, mecliste oturanlara ikramda bulunmak ve on­lara değer vermektir. Bu manada Allah Teala'nın şu buyruğu hatır­lanabilir: "Allah'ın insanların bir kısmını bir kısmı savması olma­saydı, yeryüzünde fesad olurdu". (Bakara/251) Buradaki savma ile, arzu, korku, haya ve idare etme yollarının hepsi kas de dilmektedir. 'Müminlere samimi davranıp günahkârları idare edin' sözünün açıklaması da bu şekildedir. Samimiyet; sevgiyle dolu kalplerin ih-lası, din kardeşliğine duyulan inanç ile tezahür eder. Bu noktada,muamelelerde dürüstlük ve hakkaniyetten ayrılmama gündeme gelmektedir. Bunu açıklama babında zikredilen bir söz de şudur: İnsanlara amelleriyle karışın, kalplerde onlardan ayrılın!
Muhammed b. el-Haneflyye (ra) şöyle demiştir: Geçinmek zo­runda olduğu kimseye iyilikle geçinmek dışında yaklaşan kimse hikmet sahibi sayılmaz. Halbuki Allah Teala kendisini ondan kur-tanncaya kadar böyle davranması gerekir. Takvadan uzak biriyle muamelede bulunmak veya onunla konuşmak ancak zaruret du­rumlarında olabilir. Takva sahibiyle geçinmek ve onunla yakınlaş­mak ise tercihlerin en güzelidir.
Musa (as) hakkında anlatılan kıssalardan birinde şöyle denil­mektedir: Allah Teala ona şöyle vahyetmişti: Bana itaat edersen, mümin kardeşlerin ne kadar çok olur! Bunun açıklaması şudur: Eğer insanları teselli eder, onlara acır, onlar hakkında kalbini temiz tutar ve çekememezlik etmezsen samimi kardeşlerin de çoğalır.
Konuyla ilgili şöyle denilmiştir: İki din kardeşinden biri diğerin­den önce vefat edip de kendisine 'Cennete gir* denildiğinde 'Karde­şimin yerini gösterin' der.. Eğer o kendinden aşağıda ise cennete gir­mez ve ona da kendisiyle aynı derecenin verilmesini bekler. Onun için de kendisini için hazırlananlardan ister. Kardeşinin kendisi gi­bi amelleri olmadığı söylendiğinde ise, 'Ben hem kendim, hem de onun için amel ederdim' der. Sonunda istediklerinin tamamı verilir ve kardeşi de onunla aynı dereceye yükseltilir. Gerçek din kardeş­leri, fani dünyanın geçici nimetleri için değil ahiretin ebedi nimet­leri için çalışır ve onları tadarken birlikte olmak isterler.
Ulemadan birinin de ifade ettiği gibi, kardeşliğin en faziletlisi; daimi muhabbet ve asla uzak durulmayan sıcaklık ve kaynaşmadır. Kardeşlik ve muhabbet, her şeyden önce uhrevi bir ameldir. Her amel için olduğu gibi onun da güzel bitirilmeye (=hüsn-i hatime) ih­tiyacı vardır. Amelin tamama ermesi için böyle bir son şarttır. Bu durumda amelden elde edilecek kazanç da tam olacaktır. Sonu ahi­ret olmayan kardeşlik ve dostluğun sonu da güzel olmayacaktır. Böyle bir kardeşlik, kötü bir sonla noktalanacaktır. Bu tür bir son, daha önceki dostluğu da hiç yokmuş hükmüne sokacaktır.
iki kişi, yirmi yıllık bir kardeşlik ve dostluğa sahip olabilirler. Ama bu beraberliğin sonu güzel takdir edilmemişse, yirmi yıllık dostlukları heba olacaktır. İşte bu nedenledir ki yukarıdaki alim, daimi muhabbeti ve ayrılmaz bir sıcaklık ve kaynaşmayı şart koş­muştur. Kardeşlik ve dostluğun güzellikle noktalanması için bun­lar gereklidir. Şeytanın en çok haset ettiği kimseler, din kardeşle­riyle iyilik ve takva üzerinde yardımlaş anlardır. O, birbirlerini Al­lah için seven kimseleri asla çekemez. Onların beraberliklerini boz­mak ve ilişkilerini berbat etmek hem kendisi, hem de ailesi var güçleriyle çalışırlar.
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kullanma, sözün en güzelini demelerini söyle. Muhakkak şeytan aralarını bozmaya çalışır". (İsra/53) Buradan anlaşılan, şeytanın her türlü ifsad giri­şiminden sonra müslümanların birbirlerine güzel sözlerle hitap et­meleri gereğidir. Allah Teala Yusuf (as) hakkında şöyle buyurmuş­tur: "(Yusuf dedi ki:) Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduk­tan sonra". (Yusuf/100)
Denilir ki: İki insan Allah rızası için kardeş olduklarında, onla­rın arası ancak ikisinden birinin günah işlemesiyle bozulabilir. Bişr (ra) bu koruda şöyle demiştir: Kul, Allah Teala'ya kulluğunda kusur ettiği zaman Allah Teala sevdiklerini ondan söküp alır. Şey­tan, mümin kardeşlerin aralarını açmakla görevlendirilmiştir. Onun tek vazifesi budur. O, kendini sırf bu işe adamıştır.
Kişinin takva sahibi oluşunun alameti, ayrılırken güzel konuş­mak, dargınlıkta bile yüzünü güleç tutabilmektir. İlim ve hikmet ehlinden bir zat, bu konuda şöyle bir şöyle bir şiir söylemiştir:
Kerem sahibi sevgisi bittiğinde dahi, Kabahati örtüp güzelliği gösterendir. Adi kimse ise ipler gerildiğinde, iyiliği saklayıp iftiraları sıralayandır!
Kerem sahibi değerli insanların bu şekilde nitelenmesi, Rububi-yet ahlakıyla ahlaklanmalarmdandır. Allah Resulü'nden (sav) riva­yet edilen şu duada da buna işaret edilmektedir: "Ol ki güzelliği açık edip kabahati gizleyen, suçu yargılamayıp perdeyi yırtma­yan!" Müminler de işte bu üstün niteliklere sahip olmalıdırlar.
Ebu'd-Derda (ra) şöyle demiştir: Dostun kınaması, yitirilmesin­den hayırlıdır. Kardeşin üzerinde haklı bir durumun dahi olsa ona karşı yumuşak ol, sertleşme ve sakın şeytana uyma! Yarın öldüğü zaman acı bakımından yokluğu sana yeter. Öldükten sonra gözya­şı dökeceğine hayatta niçin hatırım sormazsın?!
Bu konuda Ali (kv) de şöyle demiştir: Dostuna karşı daima yumu­şak başlı ol, umulur ki bir gün düşman olursunuz. Düşmanına kar­şı da yumuşak başlı ol, umulur ki bir gün dost olursunuz! Ömer b. Hattab (ra) da konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: Sevgin zorlayıcı, öfken helak edici olmasın! Bunun anlamı sorulduğunda ise şöyle de­miştir: Birine dost olduğun zaman kendini bir çocuğun sevdiği bir şeye sahip olmak için zorladığı gibi zorlama. Bir dostuna öfkelendi­ğin zaman da onun helak olmasını isteyecek kadar öfkelenme!
Büyük Halife Ömer'in (ra) Yahya b. Said el-Ensari tarafından ri­vayet edilen vasiyetinde şu ifadeler yeralmaktadır: Dostlarına kar­şı dürüst ol, gönüllerine yuva kur! Onlar varlıkta bir güzellik, dar­lıkta destektirler. Din kardeşinin işini olabilecek en güzel biçimde yap ki seni her halükârda sevsin. Düşmanını terket! Dostunu emin olmayan topluluğa karşı uyar. Emin, Allah korkusu taşıyandır. Gü­nahkârla arkadaşlık etme! Yoksa günahım sen de öğrenirsin. Öyle birini sırrına da muttali etme! İşinde Allah korkusu olanlara danış! İbrahim b. Said ise şunu nakletmiştir:
Yahya b. Ektem bize şunu anlatmıştı: Halife Memun'a şöyle bir nakilde bulunmuştum: Süfyan b. Uyeyne (ra), Abdullah b. el-Eb-cer*den şunu rivayet etmişti:
Alkame el-Atâridî'nin (ra) vefatı yaklaştığında oğlunu çağırmış ve şöyle demiştir:
Ey oğul, bir dosta ihtiyacın olduğu zaman; kendisine hizmet et­tiğinde seni koruyan, daraldığında destek olan biri olsun!
Öyle biriyle dost ol ki elini bir hayırla uzattığında o da uzatır, sende bir güzellik gördüğünde onu zikreder, bir kötülük gördüğün­de de ona mani olur!
Öyle biriyle dost ol ki bir şey istediğinde sana verir, sükut etti­ğinde söze başlar. Başına bir dert geldiğinde seni teselli eder.
Öyle biriyle dost ol ki konuştuğunda sana inanır, bir işe teşeb­büs ettiğinde sana omuz verir ve tartıştığınızda seni tercih eder.
Bunu dinledikten sonra Halife Memun şöyle demiştir: Böyle bir dost nereden bulunur ki?
Ahnef b. Kays'a (ra), 'Dostlarından hangisi daha sevimlidir?' di­ye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Gediklerimi tıkayan, hatalarımı gizleyen ve kusurlarımı kabullenen.
el-Esma'î de şöyle demiştir: Ala b. el-Cerir, babasından şunu nakletmişti: Ahnef (ra) şunu söylemişti: Hakiki dost şu üçüne ta­hammül edendir: Öfke sonucu yapılan haksızlık; Hatayla yapılan haksızlık; Şöhret tesiriyle yapılan haksızlık. Yine o, başka bir vesi­lede şöyle demiştir: Din kardeşliği çok hassas bir mücevher gibidir. Onu sakınıp iyi korumadıkça sürekli belaya maruz kalabilir. Din kardeşliğinin zemini zillettir, zirvesine ancak zilletle ve öfkeni yut­makla çıkabilirsin. Öyle ki sana haksızlık edeni bile mazur görmen gerekir. Her şeye de rıza göstermen gerekir. Böylece kendi lütfunu çok görüp kardeşini az ve kusurlu görmezsin.
Konuyla ilgili güzel sözlerden biri de şudur: Diğer insanlar için kendi nefsine zulmetmeyen, onlar için zulme tahammül edemeyen ve kusurlarını görmezden gelemeyen kimse insanlardan selamette olamaz.
Esma b. Harice el-Fezari şöyle demişti: Kişi benden bıkmadıkça ondan bıkmam. Benden bıkan ancak şü ikisinden biri olabilir: İşle­diği bir hata veya kusuru, onu affetmeye en layık kimse olmama rağmen hoş görmeyip öne çıkardığım kerem sahibi. Ya da malımı ve namusumu oyuncağı yapmadığım adi biri. Bunu söyledikten sonra da misal olarak şu şiiri okumuştur:
Kerem sahibinin kusurunu affet,
Adi kimseden de kerem edip uzak dur!
Muhammed b. Amirin de din kardeşleri için şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Haksızlık yüzünden kimseyi yargılama aceleyle,
Çünkü haksızlığın otlağı çok fenadır.
Öfkeyle dolsan da çirkinlik etme
Hiç kimseye, çünkü çirkinlik kınanmıştır.
Bir günah işledi diye terketme kardeşini,
Çünkü günahlar bağışlanır Kerem Sahibi tarafından.
Sen deliğini kapat bir yamayla,
Eski bir elbiseyi yamar gibi.
Zamanın doğurduğu bir şüpheyle hemen sızlanma,
Çünkü sabır, sonuç bakımından daha sıhhatlidir.
Ahmed b. Yahya b. Sa'leb de benzer bir şiiri Abdullah b. Şe-bib'den nakletmiştir:
Karışıktır insanların kardeşliği, İşlerinin çoğu da hoşgörüdür. Bir dargınlık çıkıverse karşına, Bil ki yoktur rahat tasanın ardında, ilişkiyle tut onları ayakta, Sıcak tutmazlarsa bağı, çarpılırlar. Zamanın getirdikleri bitip tükenmez, Onları bitiren ancak kalplerin kanıdır.
İkrime, İbni Abbas'tan (ra) şunu nakletmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Kardeşinle tartışma, alaycı şaka yapma ve tuta­mayacağın bir söz verme".[61][128] Ebu Hüreyre (ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İnsanları malla rahatla-tamazsınız, ama güleç yüzler ve güzel ahlak ile rahatlatabilirsiniz".
Ebu Nüceyh, İkrime'nin (ra) "Affı yeğle ve onlara (hayırlı) örfün gereğini emret" (A'raf/199) ayetiyle ilgili olarak şöyle bir tefsir yap­tığını rivayet etmiştir: İnsanların ahlak ve amellerinden görünen kısmı -derinliğine araştırmaksızm- değerlendirmeye al.
Hikmet ehlinden biri de şöyle bir şiir okumuştur:
Dostundan pak olanı al,
Bırak bulanık olanı.
Çünkü kısadır ömür,
Dostu başkalarına kötülemeyecek kadar.
Din kardeşliğinin kıymetini ve Allah için sevişmenin yüceliğini bilen kimse kardeşine karşı tahammüllü olur, şükran duyar ve hoşgörülü davranır. Ümit edilen bir şeyi elde edinceye kadar ona kar­şı sabırlı olmalı, şükranda da devamlı olmalıdır. Bir işin bitirilme­si için sabır ne kadar gerekli ise, nimetin devamlılığı için de şükür gereklidir.
Değerli bir şey arayan, başka bir değerli şeyi tehlikeye atar. Bir şeyi arzulayan da arzulanan başka bir şeyi ortaya koyar. Allah Te-ala, kişiyi istediğine muvaffak kılacak olandır.
İbni Mesud'dan (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Birbirlerini Allah için sevenler kızıl yakuttan bir sütunun üstündedirler. O sütunun tepesinde cen­net ehline bakılan yetmiş bin oda vardır. Güzellikleri, güneşin dün-yadakileri aydınlatması gibi cennet sakinlerini aydınlatır. Yeşil sündüsten yapılma giysileri vardır ve alınlarında 'Birbirlerini Al­lah için sevenler* yazılıdır".
Konuyla ilgili olarak rivayet edilen Muaz (ra) hadisi de şöyledir: Ebu İdris el-Havalani (ra) ona, 'Seni Allah için seviyorum' demişti. Bunun üzerine Muaz (ra) şöyle dedi: Müjdeler olsun sana! Müjde­ler! Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu işittim: "Kıyamet günü arşın çevresine insanlardan bir zümre için oturacakları san­dalyeler konur. Yüzleri- ondördündeki ay gibi parlaktır. Bütün in­sanlar korku içindeyken onlar korkmazlar. Herkes endişe içindey­ken onlar endişelenmezler. Onlar Allah Teala'nın veli kullarıdır. Ne korku vardır onlar için, ne de üzüleceklerdir! Onların kimler oldu­ğu soruldu. Allah Resulü (sav) de, 'Birbirlerini Allah için sevenler* buyurdu".
Benzer bir hadis Ebu Hüreyre (ra) tarafından da rivayet edil­miştir: "Arşın çevresinde nurdan koltuklar vardır. Onların üzerin­de de giysileri nurdan bir topluluk olacaktır. Yüzleri de nur olan bu kimseler, ne peygamberler, ne de şehitler zümresindendirler. Pey­gamberler de, şehitler de onlara gıpta ederler. 'Ey Allah Resulü! Bi­ze onların kim olduğunu söyle' dediklerinde 'Birbirlerini Allah için sevenler, Allah»için aynı meclisi paylaşanlar, birbirlerini Allah için ziyaret edenler1 buyurdu".
Ibade b. Samit'ten (ra) rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Allah Teala buyurdu ki: Muhabbetim; birbirlerini Benim için seven, Be­nim için ziyaretleşen, Benim için birbirlerine harcayan ve birbirle-
rine Benim için sadaka verenlere haktır".[62][129] İbni Mesud (ra), "Yer­yüzünde olanların hepsini harcasan da onların kalplerini kaynaş-tıramazdın. Fakat Allah onları kaynaştırdı" (Enfal/63) ayetiyle ilgi­li olarak şöyle demiştir: Bu ayet, birbirlerini Allah için sevenler hakkında nazil olmuştur.
Ebu Bişr, Mücahid'den (ra) şunu nakletmiştir: Allah için sevi-şenler bir araya gelip de birbirlerine tebessüm ettiklerinde, kışın ağaç yapmaklarının kuruyup dökülmesi gibi günahları dökülüp gi­der.
Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yedi kimse, arşın gölgesi dışında hiç bir gölgenin bu­lunmadığı günde Allah Teala tarafından gölgelenecektir: ... Allah için kardeş olan, bu niyetle bir araya gelip bu niyetle ayrılanlar"[63][130] Fudayl b. Iyaz (ra) ve diğerleri şöyle derlerdi: Müslümanın din kar­deşinin yüzüne sevgi ve merhamet hisleriyle dolu bir bakışı dahi
ibadettir.
Allah için sevişme, ancak şu şartlara riayet edildiğinde sözkonu-su olabilir: Biraraya gelindiğinde karşılıklı merhamet; Uzaktayken biraraya gelme arzusu; Dürüstlük; Gıybetten sakınma; Vefakârlık; Aşinalık; Kabalık etmeme; Soğukluk hissine kapılmama; Güler-yüzlülük; Çekingenliğin kalkması;
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle derdi: Gıybet olduğunda kardeşlik de biter. Cüneyd (ra) ise şöyle demiştir: İki kişi, Allah için kardeş ol­duklarında, birbirlerinden çekinmez ve yalnızlık hissine kapılmaz­lar. Bu, ancak bir eksiklikten dolayı olabilir. Bu babda Allah Resu­lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki kişi birbirleri­ni Allah için sevdiklerinde, içlerinde Allah'a en sevimli geleni, kar­deşini en çok sevendir". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu ri­vayet edilmektedir: "Allah için sevişenlerin O'na en sevimli geleni, kardeşine karşı daha çok şefkat gösterendir". Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kişi, sevdiğini Allah için sevmedikçe imanın tadını alamaz".[64][131]
İbni Abbas (ra), İkrime'ye (ra) vasiyetinde şöyle demiştir: Karde­şini gıyabında, ancak işittiğinde hoşlanacağı şekilde konuş. Affedil­meni istediğin gibi onu da affet. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Bir din kadeşim yanımda anılırken, orada oturuyor olduğunu canlan­dırmadan konuşmam ve işittiğinde hoşuna gitmeyecek bir şey söy­lemem. Bir diğeri ise şöyle demiştir: Bir din kardeşim gıyabında anıldığı zaman derhal kendimi onun yerine koyarım ve onun hak­kında kendi hakkımda konuşulmasını istediğim gibi konuşurum.
İslamda dürüstlüğün ve sıdkın ölçüsü de budur. Kişinin müslü-man olması, kendi için istediğini kardeşi için de isteyebilmesi, ken­disi için istemediğini din kardeşi için de istememesidir. Ediblerden biri şöyle demiştir: Bir dostundan, kendisinden isteyemeyeceği bir şey isteyen kimse ona haksızlık etmiştir. Kendisinden isteyebilece­ği bir şey isteyen kimse de onu yormuş olur. Böyle bir isteği olma­yan ise, dostuna lütufta bulunmuştur.
Aynı anlamda başka bir edip de şöyle demiştir: Dostlarının için­de kendini haketmediği bir yere koyan kimse günah işlediği gibi dostları da buna rıza göstererek günah işlemişlerdir. Kendini ha-kettiği yere koyan kimse hem kendini, lıem de dostlarını yormuş de­mektir. Hakettiği yerin altına koyan ise, hem kurtulmuş, hem de dostlarını kurtarmış demektir. İşte bu nedenledir ki eskiler din kar­deşliğine çok büyük bir değer vermişlerdir. Çünkü işin özü budur.
Konuyla ilgili rivayetlerden birinde şöyle denilmiştir: İki şey vardır ki çok yücedirler ve her keresinde daha da yücelirler: Helal para ve huzur bulunan emin bir dost.
Yahya b. Muaz (ra) ise şöyle demiştir: Devrimizde yüceltilen üç şey vardır: Biri de vefaya dayalı din kardeşliğidir. Vefa ile kasdedi-len; kişinin gıyabında, varlığında olduğu gibi konuşmak ve davran­maktır. Buna ölüm hali ve kendisinden sonra ailesi de dahildir. İş­te gerçek vefa budur. Allah Resulü (sav) vefanın bu türünü din kar­deşliğinin şartı olarak takdim etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bunun üzerine biraraya gelir, bunun üzerine ayrılırlar". Böyle bir kardeş­liğin ödülünün de Kıyamet günü arş ile gölgelenmek olduğunu bil­dirmiştir.
Ediplerden biri de vefanın bu şekli hakkında şöyle demiştir: Öl­dükten sonra gösterilen az vefa, hayatta iken gösterilen çok vefadan hayırlıdır. Hasan (ra) ve diğerlerinin anlattıklarına göre Selef-i Salih de böyle düşünürlerdi. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Se­leften bir zat ardında aile bırakarak vefat ettiğinde onun samimi dostu ailesine kırk yıl boyunca bakar ve aile reislerinin kaybından başka hiç bir hissetmemelerini temin ederdi.
Rivayete göre Mesruk (ra) ağır bir borca girmişti. Kardeşi Hay-seme'nin de borcu vardı. Mesruk (ra) Hayseme'nin alacaklısına gi­dip onun borcunu ödedi. Hayseme'nin bundan haberi yoktu. Hayse-me de bu esnada gizlice Mesruk'un borcunu ödemekteydi.
Din kardeşliğinin özü, kardeşini huzurunda da gıyabında da sa­mimi olarak sevmek, kalbi dille bir kılmak, içyüzüyle dışyüzünü is­ter toplum içinde ister yalnızken farkettirmemektir. Bu noktalarda farklılık olmadığı zaman, kardeşliğin samimiliği ortaya çıkmış olur. Eğer farklılaşma sözkonusu ise, o zaman kardeşlikte ikiyüzlü­lük, sevgide bölünme var demektir. Bu, dinde bir musibet, mümin­lerin yolları üzerinde bir tuzaktır. Böyle bir durum, imanın hakika-tıyla da bağdaşmaz.
Ebu Rezin el-Ukayli (ra), Allah Resulü'ne (sav) bir şey sormuş, O da bir takım şartlar koymuştu. Şartlardan biri de, nesep bağı bu­lunmayan birini Allah rızası için sevmekti.
Allah için sevmenin temel şartı, taraflar arasında bir akrabalık bağının veya bir iyiliğin bulunmasının gerekmemesidir. Bu konuda Allah Resulü'nün (sav) şöyle bir hadise anlattığı rivayet edilmiştir: "Kişi, başka bir beldedeki din kardeşini ziyaret etmek için yola çık­tığında Allah Teala yolunun ortasına onu gözleyen bir melek koyar. Melek, 'Nereye gidiyorsun?' diye sorduğunda 'Filan beldedeki din kardeşimin ziyaretine' der. Bunun üzerine melek, 'Onunla aranda bir akrabalık veya sana dokunmuş bir iyiliği var mı?' diye sorar. Adam 'Hayır, ben onu sırf Allah için sevdim' der. Bu cevap üzerine melek, 'Ben Allah Teala'nın elçisiyim. Sen onu sevdiğin için Allah Teala da seni sevdi' der".[65][132]
Ömer b. Hattab (ra) ve oğlu Abdullah'tan (ra) şu söz rivayet edil­miştir: Bir adanı, gündüz oruç tutup iftar etmeksizn gece boyunca namaz kılsa ve nefsiyle mücahede etse, birilerim Allah için sevip yine birilerine Allah için buğzetmedikçe yaptıklarının hiç bir faydasim görmez! Bu konuda Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "O, ashabına imanın en sağlam kulpunun hangisi oldu­ğunu sormuştu. Sahabe, 'Namaz' dediler. 'Güzeldir, ama değil' bu­yurdu. 'Hac' dediler, 'Güzeldir, ama değil' buyurdu. 'Cihad* dediler, 'Güzeldir, ama değil' buyurdu. Bunun üzerine 'Sen söyle ey Allah Resulü!' dediler. O da, 'İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve O'nun için buğzetmektir1 buyurdu".
Sahabe, sevilen bir din kardeşinin hal bakımından değişmesi durumunda ne yapılması gerektiği, ona buğzedilip edilmeyeceği hususunda farklı görüş belirtmişlerdir. Bu konuda Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Sevdiğim kimsenin hali değişirse, daha önce sevdi­ğim gibi buğzederim.
Ebu'd-Derda (ra) hakkında ise şöyle bir hadise nakledilmiştir: Meclisine sürekli gelen ve Allah için sevdiği bir genç vardı. Ona yaşlılardan fazla değer verir ve kendisine yakın tutardı. Hatta genç adamı çekemeyenler bile vardı. Genç büyük bir günah işledi. Çeke­meyenler derhal Ebu'd-Derda'ya (ra) gelip durumu haber verdiler ve 'Onu meclisinden uzaklaştıracaksın değil mi?' dediler. O da ken­dilerine şöyle cevap verdi: Allah'ı tenzih ederim! Dostumuzu, bir günah işledi diye nasıl terkederiz?
Sahabe'den ve Tabiun'dan da bu anlamda sözler ve hadiseler nakledilmiştir. Seleften birine bu husus sorulduğunda şöyle demiş­tir: Ona değil, ancak işlediği suça buğzederim. Kendisi din karde­şim olmaya devam eder.
Allah Teala da peygamberlerinden birine şöyle buyurmuştur: "Sana karşı çıkarlarsa de ki: Ben, yaptıklarınızdan beriyim". (Şu-ara/216) Dikkat edilirse, 'Sizden beriyim' denilmemiştir. Çünkü aralarında nesep bağı vardır. Bu meyanda dostluk için de nesep ba­ğı türünden bir bağın bulunduğundan sözedilmiştir. Hakîm b. Mur-ra'ya şöyle bir soru sorulmuştu: Senin için hangisi daha sevimlidir; öz kardeşin mi? Yoksa dostun mu? O da şu veciz cevabı vermişti: Kardeşimi ancak dostum olduğu zaman severim.
Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: Nice kardeşiniz vardır ki an­neniz doğurmamıştır! İşte bu nedenledir ki 'Akrabalık sevgiye muhtaçtır, sevgi ise akarabalığa muhtaç değildir' denmiştir. Allah Resulü (sav) günah işleyen birine ağır sözler sarfeden bir topluluk görünce, 'Onu bırakın, kardeşiniz karşısında şeytana destek olma­yın' buyurmuştur.
Ulemadan bir zatın da dostların kusurlarıyla ilgili olarak benzer anlamda şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şeytan, kardeşinizi bu tür durumlara düşürür ki siz ona darılasınız ve kendisini terkedesiniz. Düşmanınız şeytanın istediğini yapmakla ne kazanacağınızı sanı­yorsunuz? Ebu'd-Derda (ra) başka bir vesilede şöyle demiştir: Din kardeşinizin hali değiştiğinde, sırf bu yüzden onu kendi haline bı­rakmayın. Çünkü kardeşiniz bir kere eğrilirse, sonra da düzelebi­lir. Başka bir seferinde de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kardeşi­nizi İslah edin, onunla ilgili olarak hasetçiye uymayın, aksi halde siz de onun gibi olursunuz.
İbrahim en-Neha'i (ra) şöyle demiştir: Günah işledi diyerek kar­deşinle bağını koparıp onu terketme! Bugün günah işlerse, yarın da o günahı terkeder. Yine o şöyle demiştir: Alimin küçük günahı­nı insanlara anlatmayın! Çünkü alim küçük bir günah işler, sonra onu terkeder. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle buyrulmaktadır: "Alimin küçük günahından sakının ve o yüzden alimle ilişkiyi ko-parmaym, onu düzeltmesini bekleyin".
Allah Resulü (sav) de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: " Allah Teala'nın en şerli kulları, laf taşıyan, dostları birbirinden ayıran ve temiz insanlar için kötülük umanlarlardır"[66][133]Said b. el-Müsey-yeb'in de (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: En çirkin gördüğüm dav­ranış, kaynaşmış insanları ayırmaktır. Bu sözün başka bir rivaye­tinde 'Seven insanları' ifadesi geçmektedir.
Ömer'le (ra) ilgili olarak da şöyle bir hadise nakledilmiştir: Onun din kardeşliği esasıyla kardeş olduğu bir adam vardı. Soruş­turduğunda Şam'a gitmiş olduğunu öğrendi. Gidip gelenlerden bi­rine durumunu sorduğunda şu cevabı aldı: O senin kardeşin tam bir şeytan olmuş! Her türlü günahı işliyor, hatta şarap bile içiyor! Bunları anlatan adama 'Kes' dedi. Ardından Şam'a gitmeye niyet­lendi. Fakat öncesinde bir mektup yazarak kardeşine gönderdi. Mektupta şöyle yazılıydı: Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, "Hâ Mim. Bu Kitab'ın vahyedilip bölüm bölüm indirilmesi, Aziz ve Alim olan Allah tarafmdandır. O, aynı zamanda günahı bağışlayan ve tevbeyi kabul edendir". (Mümin/1-3)..." Mektupta kardeşini bir güzel azarlıyordu.
Şam'daki din kardeşi mektubu okuyunca, 'Allah Teala doğru bu­yurdu ve Ömer (ra) de bana nasihatta bulundu' dedi. Bir süre son­ra tevbe edip halini düzeltti.
Allah için sevmenin en üstün yanı; imanın varlığının delili kılın­masıdır. Allah ve Resulü'nü (sav) sevmekle bir tutulması da büyük bir fazilettir. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah ve Resulü bütün diğer varlıklardan daha sevimli gelmedikçe kulum iman etmiş sayılmaz"[67][134]Bir diğer hadis de şöyledir: "Kul, sevdiği kimseyi Allah için sevmedikçe ima­nın tadını alamaz".[68][135]
Allah için sevmenin gereklerinden biri de, daha .önce belirttiği­miz gibi karşılıklı ziyaret, harcama ve Allah için yakınlaşmadır. Ubade b. Samit (ra) tarafından rivayet edilen hadiste bunu gör­müştük. Musa b. Ukbe (ra) şöyle demiştir: Din kardeşlerimden bi­riyle karşılışmıştım. Onunla buluşmamız birkaç gün sürdü. Cafer b. Süleyman ise şöyle demiştir: Nefsimde bir fetret gördüğüm za­man Muhammed b. Vâsi'a bakarak toparlanmaya çalışırdım. Mu-hammed b. Vâsi (ra) şöyle derdi: Dünyada lezzet alabildiğim üç şey kaldı: Cemaatla namaz; Teheccüd namazı ve din kardeşlerimle bi-raraya gelmek.
Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Din kardeşleriyle bira-raya gelmek, kaygıları azaltıp hüzünleri giderir. Hasan ve Ebu Kı-labe (ra) ise şöyle demişlerdir: Din kardeşlerimiz, bizim için aile­mizden ve kendi çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü ailemiz bize dünyayı hatırlatırken, din kardeşlerimiz ahireti hatırlatmak­tadırlar.
Süfyan b. Uyeyne'ye (ra) 'Sizce en lezzetli şey nedir?' diye sorul­muştu. 'Din kardeşleriyle aynı meclisi paylaşmak ve kendine yete­ne dönmek' dedi. Konuyla ilgili bir hadiste de şöyle buyrulduğu ri­vayet edilmiştir: "Kişi, özlediği ve görüşmeye arzuladığı din karde­şini ziyaret ettiği zaman melek onun arkasından şöyle seslenir: Sen olgunlaştm, cennet de senin için olgunlaşsın!" Hasan (ra) şöyle demiştir: Bir din kardeşini uğurlamak için çıkan kimse için Al­lah Teala da Kıyamet günü cennete uğurlamaları için meleklerini gönderir.
Ata (ra) şöyle demiştir: Üç durumda kardeşlerinizin halini araş­tırın: Hasta olduklarında onları ziyaret edin! Dertleri varsa destek olun! (İlahi emirleri) unutmuşlarsa hatırlatın! Şa'bi (ra) ise meclis­te yanyana oturanlar hakkında şöyle derdi: Adamın simasını tanı­yor, ama ismini bilmiyorum. Bu, tevekkül makammdakilerin tanı­masıdır.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav), Ömer'in (ra) bir sağa bir sola bakarak dolandığını gö­rünce durumu sordu. O da, 'Adamın biriyle dost oldum, onu arıyor ama bulamıyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Ey Ebu Abdullah! Birini sevip dost edindiğinde adını, ba­basının adını ve evini öğren. Hastalandığı zaman ziyaretine gider, daraldığı zaman destek olursun". Dahhak, İbni Abbas'tan (ra) şunu nakletmiştir: Ona, 'Senin için insanların en sevimlisi kimdir?* diye sorulmuştu. 'Meclisime oturan' dedi. O şöyle derdi: Her kim mecli­sime bir ihtiyacı olmaksızın üç kez gelirse dünyevi mükafaatım ha­zırlarım.
Said b. el-As da şöyle demiştir: Meclisimde oturan kimsenin be­nim üzerimde üç hakkı oluşur: Bana yaklaştığında selamlanın, ko­nuştuğunda dinlerim ve oturduğunda yer açarım. Ahnef b. Kays ise şunu söylemiştir: İnsaf, sevgiyi sağlamlaştırır. Kerem dolu bir iliş­ki sayesinde dostluk uzun süreli olur. O şöyle derdi: Sevgiyi çeken üç haslet vardır: İlişkide insaflılık, sıkıntıda teselli ve sevgide yo­ğunlaşma. Ektem b. Sayn oğluna şöyle demişti: Ey oğul! Sevgi ile akraba olun ve akrabalığa güvenip kalmayın!
Ebu Hazim'e, "Yakınlık (=karâbet) nedir?' diye sorulmuştu. Şöy­le cevap verdi: Sevgidir.
Allah için sevmenin sıhhat şartlarını şöyle sıralayabiliriz: Böyle bir sevgisi bulunan kimse, bunun zıddı olan günahkâr kimseleri sevmemeli ve onlardan dost edinmemelidir. Dostluğunu dünyevi çı­karlara veya arzularına uygunluğuna da dayandırmamahdır. Bu sevgi, günlük çıkarlarına uygunluğu sebebine de yaslanmamalıdır. Sevgisi, kendisine yapılan bir iyiliğe karşılık verme ve bir nimetin şükranı olarak da tezahür etmemelidir.
Bütün bunlar, Allah Teala'ya götüren yolun dışındaki yollardır. Zira dünyevi sebep, kaygı ve arzulara dayanmaktadırlar. Bunlar­dan arınmış bir sevgi, Allah için sevmenin başlangıcını oluşturur ve din kardeşliğine de halel getirmez. Zira din kardeşliği ikinci bir şüphedir. Kişi, başka birini güzel ahlakı, edebi, hoşgörüsü, aklı, sa­bır ve tahammülü için de seviyor olabilir. Veya ona karşı sıcaklığı, içten yaklaşımı ve aralarındaki kaynaşma kendisini buna sevket-miş olabilir. Yukarıdaki hususlar gibi bunlar da, kişiyi Allah için sevme halinden çıkartır. Aksi halde din için bir musibet ve mümin­lerin yolları için bir tuzak sözkonusu demektir.
Kul, ondan ayrıldığı ve diğer lütuf ve nimetler gibi onunla biti­şik bulunmadığı takdirde böyle bir sevgi kalbinin din kardeşliği vecdini bulmasına engel olmayacaktır. Çünkü insan tabiatı bu şe­kilde şekillenmiştir. Bu durumda ona kötülüğü dokunan zıtlara da buğzedecektir. Bilinen sebeplerden rolayı böyle bir sevgiye sahip olan kimse ne günah işlemiş, ne de masiyette bulunmuş olacaktır. Buğzettiği zaman da, buğzu kendisini çizilen sınırların dışına çı­karmadıkça günah kazanmış olmayacaktır. Çünkü bu, beşeri cıbil-leyete dayanan bir sevgidir. Kişinin üstün kılınmasını sağlayan ise, sevdiğini nefsi için değil Allah için sevebilmesi, buğzettiğine O'nun için buğzedebihnesidir.
Sevginin bu türü mubahtır. Çünkü değişip yokolabilir. Belli bir karşılığı olan her sevgi, o karşılık ortadan kalktığı zaman kaybolup gidecektir. Allah için sevme ve O'nun için buğzetmede ise, sevginin kaynağında dünyevi veya nefsani çıkarlar yeralmadığı buğzetmede de nefse zarar verecek şeylerden kaynaklanmayan bir buğzetme sözkonusudur. Allah için sevmenin hakikati, din ve dünya bakı­mından haset edilmemesi gereğidir. Kişi, bu ikisi bakımından ken­di nefsine nasıl haset etmiyorsa, Allah için varolan sevgiye de ha­set edemez. Bilakis muhtaç olduğu bu iki unsuru tercih etmek du­rumundadır.
Son olarak zikredilen iki husus, Allah için sevmenin iki temel şartıdır. Bunlar, Allah Teala'nın şu buyruğunda da beyan edilmek­tedir: "Kendilerine hicret edenleri severler". (Haşr/9) O, bir haki­kati niteleme babında haklı olarak onların sevgilerini de nitele­mekte ve kendilerini överek şöyle buyurmaktadır: "Yüreklerinde verilenler için bir ihtiyaç hissetmezler". (Haşr/9) Yani din ve dün­ya adına verilenlere ihtiyaç duymazlar. Buradaki ihtiyaç, hasedi ifade etmektedir. Buna göre de mana şöyle şekillenmektedir: On­lar yüreklerinde kendi nefslerini çekememe babından bir ihtiyaç hissetmezler.
İkinci şart ise şu ayet-i kerimede vazedilmektedir: "Hatta kendi­leri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara veril­mesini tercih ederler". (Haşr/9) Bu, konumuzla ilgili nihai söz ve Allah için sevişenlerin tavsifiyle ilgili anlatılanların özüdür.
Kişi -ihtiyacı olduğunda- din kardeşini hem malı, hem de canı ba­kımından kendine tercih etmelidir. Bu dereceye yükselememiş ise sıddıklar makamında yer alır. Hali bakımından din kardeşine denk olursa, bu da sadıklar makamıdır. Din kardeşliğiyle ilgili makamla­rın en alt derecesi de budur. Bu da müminlerin ahlakındandır.
Allah Resulü (sav) zengin ile fakiri birbirine eşitleyerek kardeş yapmış ve aynı seviyede olmalarını temin etmiştir. Kişi, din karde­şini kendi ailesine ve çocuklarına tercih etmeli, onu ailesinden çok sevebilmelidir. Çünkü ailesine duyduğu sevgi dünya, heva ve nefs kaynaklıdır. Din kardeşlerine duyduğu sevgi ise ahiret kaynaklı olup Allah için ve inancı uğrunadır. Takva sahiplerine göre dini ve uhrevi hususlar daima öne geçirilmeye layıktır.
Hasan el-Basri'nin (ra) oğlu Abdullah, babasının meclisine gele­rek lüzumundan fazla kaldıklarına ve babasının da kendileriyle fazla meşgul olduğuna inandığı kimselere gitmelerini telkin ederek Taşlı adamı bıktırmayın* türünden sözler sarfederdi. Hasan (ra) bunu öğrendiği zaman oğluna çıkışarak şöyle demiştir: Akılsız! On­larla uğraşma! Onları sizden çok seviyorum. Çünkü onlar beni Al­lah için seviyorlar, sizse dünyalık için!
Ebu Muaviye el-Esved de şöyle demiştir: Din kardeşlerimin hep­si de benden daha hayırlıdır. 'Bu nasıl olur?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Hepsi de benim kendileri üstünde bir meziyetim bu­lunduğunu düşünüyor. Beni kendilerinden üstün tutanlar, tabii ki benden üstün olurlar!
Konuyla ilgili bir hadisinde de Allah Resulü'nun (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Kişi, dostunun dini üzeredir. Kendisi­ne uygun gördüğünü size uygun görmeyenin dostluğundan hayır çıkmaz".[69][136] el-A'meş şöyle demiştir: Bir bidati bizden saklayan kim­se, aşinalığını bizden gizlemeyen kimsedir. Bunun anlamı, kişinin kaynaştığı dostlarına benzemesi ve hakkında dostlarına bakılarak hüküm verilebilmesidir.
el-Esma'î, Mücahid ve Şa'bi vasıtasıyla Ali b. Ebu Talib'in (kv) akılsız kimseyle dostluğu hoş görmediğini belirttikten sonra şöyle bir şiir okuduğunu rivayet etmiştir:
Cahille arkadaşlık etme, Cahilden uzak dur. Nice cahil rezil etmiştir, Kardeşlik ettiği hilim sahibini. Kişi kişiyle ölçülür, O istediği gibi olmadığında, Bir şey için bir şeye, Misaller ve kıyaslar yapılır. Kalbin de kalp üzerinde, Karşılaştığında bir hükmü vardır.
Fakih Muhammed b. Cami de şöyle bir şiir okumuştur:
Sırf şu kimsenin önünde zillet göster ki, Bunun aptallıktan değil faziletten olduğunu bilir. Öyle kimsenin dostluğundan da uzak dur ki, Hala kendini dostlarından üstün görür. Ediplerden biri de şöyle bir beyit söylemiştir: Dost sayesinde tanıdığım nice dost vardır ki, En kıymetli dostum olup çıkmıştır. Yolda gördüğüm bir yol arkadaşı da vardır ki, Benim için dostların en hakikisi olmuştur.
Hasan b. Ali'den (ra) de dostluk hakkında kısa ve özlü şu man­zume rivayet edilmiştir:
Gerçek dostun, beraberinde olan, Senin yararın içine kendine zarar veren,
Zamanın darbeleri seni vurduğunda, Senin toparlanman için kendini dağıtandır.
Bidatçı biriyle Allah için kardeş olunmaz. Bir günahkârla da bu hali üzereyken dostluk edilmez. Dünyalık çıkarı ve erişemediği ar­zuları için zenginlere özlem duyan fakire de sevgi beslenmez. Zen­gin ile fakir arasında sağlıklı bir dostluk ve kardeşlik olabilir. Bu­nun şartı, zenginin fakirle ilgili hakları yerine getirmese dahi, fa­kirin onu kendine tercih etmeye devam etmesi ve herhangi bir maddi talepte bulunmamasıdır.
Alim ile cahil ve salih ile günah işleyen arasında da Allah için kardeşlik ve dostluk oluşabilir. Bunun gayesi de, dindarlığın takvi­yesi ve taraflardan birinin diğerini Allah Teala'ya yaklaştırmaya çalışması olabilir. Bu noktada makam bakımından üstte olan dos­tuyla ilgili olarak bir takım niyetlere sahip olabilir. Bu niyetler, din kardeşinin ahlakını güzelleştirmek, amellerini İslah etmek ya da daha farklı güzellikler olabilir. Her müminin, amelini düzelten bir dostu vardır. Bu görevi yapması beklenen biri vardır. Mümin, bir anda ve tamamen helak olmaz. Kendisine şefkatle yaklaşan bir dostu, alim veya salih bir zatın tevazusu ona destek olur. O da bun­ları, kendi üstünde görür. Onlar, müminin ayıbını örter, başkaları­nın onu kınamalarına fırsat vermezler.
Din kardeşliğinde izlenen bunlar gibi bir çok yol daha vardır. Hepsinde de asıl olan güzel niyetlerdir. Bunları bilmeyen kimse, kendinden daha yukarıda birinden bunları öğrenmeli, o da hem il­miyle, hem de malıyla ona yardımcı olmalıdır. Fakirlikteki bilgisiz­lik, zenginlikteki bilgisizlikten çok daha zordur. Kişinin ilim ihtiya­cı, para ihtiyacından aşağı değildir.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Dosta 'sadık' denilmesi arkadaşı­na sadaka vermesinden, 'refik' denilmesi ise iyi davranması ve re­fakatinden dolayıdır. Dostunuz daha fakirse ona paranızla rıfk ya­ni şefkat ve dostluk gösterin. Eğer ilim bakımından üstünseniz, o zaman da ilimle şefkat ve dostluk gösterin. Herkes dostuyla ilişki­sinde dürüst ve samimi olmalı, onu toplum içinde kınamamalı, ku­surunu araştırmamahdır. Denilmiştir ki: Müminlerin nasihatleri, kulaklarındaki küpeler gibidir.
Cafer b. Burkan şunu anlatmıştır: Meymun b. Mehran bana şöy­le demişti: İstemediğim şeyleri yüzüme karşı söyle! Müminin din kardeşine nasihati ve dürüstlüğü, hoşlanmadığı şeyleri yüzüne söylemedikçe ortaya çıkmaz. Eğer kardeşi samimi ise, bu sözlerden dolayı ona kızmayacaktır. Ama sevgisinde samimi değilse o zaman Öfkelenecek ve söylediklerinden hoşlanmayacaktır. Bu da dostlu­ğun yalan olduğunu gösterir.
Allah Teala yalancılar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ama dü­rüst olanları sevmezsiniz". (A'raf/79)
Salihlerden bir zat şöyle demiştir: En sevdiğim kişi, ayıp ve ku­surlarımı gösteren kimsedir. Ömer b. Hattab (ra) din kardeşlerini bu şekilde yönlendirir ve emirler verirdi. 'Din kardeşine kusurları­nı gösteren kimseye Allah merhamet buyursun!'
Mus'ir b. Keddam'a, 'Kusurlarının sana bildirilmesini ister mi­sin?' diye sorulmuş o da şu cevabı vermişti: Başbaşa iken söylen-mişse evet! Ama meclis içinde beni küçük düşürerek söylenirse ha­yır! Selef-i Salih'in güzel ahlakından biri de şuydu:
Onlar içlerinden birinin ahlakını beğenmediklerinde başbaşa iken kendisine söyler veya yazdıkları bir notla kendisine iletirler­di. İşte Öğüt vermek ile rezil etmek arasındaki fark! Gizlice yapılan nasihat, toplum içinde yapılan ise rezil etmedir. İkinci tür nasihat-larda niyet genellikle sıhhatli değildir. Çünkü onda, muhatabı zor duruma düşüren bir çirkinlik sözkonusudur. Kınamakla ayıplamak arasındaki fark da böyledir. Kınama (=îtâb) başbaşa iken yapılır. Ayıplama (=Tevbîh) ise insanların huzurunda yapılır.
Allah Teala da mümin kullarını huzurunda yalnız iken kınar ve onun bu halini örter. Günahlarını gizliden bildirir. Bunlar arasın­da kiminin amel defteri mühürlü olarak verilir ve cennete götürü­lürler. Cennete yaklaşıldığında mühürlü defterleri verilir ve oku­maları sağlanır.
Ayıplananlar ise şahitlerin huzurunda çağrılırlar. Orada bekle­yenlerin hepsi onların rezaletine muttali olurlar. Bu durum azap­larının arttırılmasına sebep olur.
İdare etmekle (=Müdârat) ile iki yüzlülük (=Müdâhenet) arasın­daki fark da böyledir. İdare etmek, Allah rızası için ve ahiret uğ­runda gösterilen davranış biçimidir. Bu, bir borç verilmesi, mümin kardeşinizin günahtan uzak tutulması ve kalbinin İslah edilmesi gibi ulvi gayelerle başvurulan bir yoldur. îki yüzlülük ise, dünyevi bir çıkar elde etmek ve nefsani arzuları tatmin etmek için yapılır. Gıpta etmek ile haset etmek arasında da böyle bir farklılık var­dır. Gıpta etmek, din kardeşinizde gördüğünüz bir şeyin sizde de ol­masını istemeniz ve onu yitirmesini temenni etmemenizdir. Bilakis onda kalmasını ve devamlı olmasını dilemeniz dir. Hased ise, din kardeşinizde gördüğünüz bir şeyin sizde de olmasını ve onunkinin elinden çıkmasını istemeniz, elinde kalmasından rahatsızlık duy-manızdır. Bu niyetle söz veya fiil türünden bir gayret göstermeniz haddi aşma ve zulümdür. Bu ise, büyük günahlardandır.
Feraset ile su-i zan arasında da fark vardır. Feraset, din karde­şinizde gördüğünüz bir şeyden dolayı bir kanaate varmanız ve onunla ilgili bir hisse sahip olmanızdır. Bu, kötü bir şey ise onu söy­lememek, açıklamamak, hüküm vermemek ve kesin olacak gibi davranmamak gerekir. Aksi takdirde günah işlenmiş olur. Su-i zan ise, bir din kardeşiniz hakkında kötü bir görüşünüz bulunması, içi­nizdeki bir kinden dolayı hakkında kötü düşünmeniz, kendinizde-ki bir kötülük veya çirkinliği din kardeşinize yüklemeye çalışmanız ve kendinizi onunla kıyaslamanız dır. İşte su-i zan budur.
Su-i zan kalbin gıybetidir. Bu da Allah Resulü'nün (sav) şu buy­ruğundan dolayı haram kılınmıştır: "Allah Teala, mümine mümi­nin canını, malını, namusunu ve hakkında su-i zanda bulunmasını haram kıldı".[70][137] Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde de şöyle bu­yurmuştur: "Zandan sakının! Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır".[71][138] Buraya kadar beş temel kavramı ve onların zıtlarını tanımaya, aralarındaki farkları görmeye çalıştık. Bunları iyi bilin ve gereğini yapın. Müslüman, din kardeşine malıyla, diliyle, kalbiyle ve fiille­riyle yardım etmelidir. Allah için kardeşlik bu dört unsurla olur. Eğer fiili bir yardıma ihtiyacı olursa bedeninizle, sözlü bir haksız­lığa uğramışsa dilinizle, paraya ihtiyacı varsa malınızla yardımına koşmanız gerekir. Yardımın en alt derecesi kalp ile yardım olup sı­kıntı ve tasasında ona manen destek olmak, sıkıntısının gitmesini temenni etmek şeklinde yapılır. Mümin, din kardeşine karşı sürek­li hüsnü niyet beslemeli, gıyabında onu muhafaza etmeli, her fır­satta övgüyle anmalı, lütfunu geniş tutmalı, kusurlarım dürüp kü­çük hatalarını kabullenmelidir.
Konuyla ilgili olarak veciz bir sözde şöyle denilmiştir: Hiç bir in­san yoktur ki iyi ve kötü yönleri bulunmasın. İyi yönleri ağır bastı­ğında kötü yönleri sinecektir. Bu, orta yollu müminin halidir. Şef­katli bir din kardeşi, din kardeşinin bildiği güzel yönlerini anlatır. Adi münafıklar ise, kardeşiyle ilgili olarak bildiği en çirkin kusur ve ayıpları ortaya döker. Bu babda Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Komşunun kötüsünden Allah'a sığı­nın. O, komşusunda bir hayır gördüğü zaman örter, bir kötülük gördüğünde ise açıklar".[72][139]
Bu hadis, bir anlamda Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunun açıklamasıdır: "Muhakkak ki büyüleyen söz de vardır". Çünkü her sözün sonunda, niçin söylendiğinin açıklaması vardır. Adamın biri Allah Resulü'nün (sav) huzurunda bir başkasını Övmüştü. Bir gün sonra aynı adam, evvelki gün övdüğü kimseyi tenkid edip ayıpladı. Allah Resulü (sav) de, 'Dün övüyordun, bugün ise yeriyorsun' bu­yurdu. Adam da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki dün doğru söy­lemiştim, bugün de yalan söylemiyorum. Çünkü dün beni memnun etmişti, ben de onunla ilgili olarak bildiğim her iyiliği anlatmıştım. Bugün ise beni kızdırdı. Ben de bildiğim bütün kötülüklerini sıra­ladım. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), şöyle buyurdu: Öyle bir söz vardır ki insanı büyüler".[73][140] Allah Resulü (sav), böyle buyur­mak suretiyle adamın sözünü beğenmediğini ifade etmiş ve onu si-hire benzetmiştir. Bilindiği üzere sihir haramdır.
O, bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Çirkin konuşmak ve maksatlı beyan nifakın iki şubesidir".[74][141] Bir diğer hadis de şöy­ledir: "Allah Teala size maksatlı beyanı mekruh görmüştür".
İmam Şafii'den de (ra) adaletle ilgili bir söz nakledilmiştir. Mu-hammed b. Abdullah b. Hakem bize şunu rivayet etti: Şafii'nin (ra)şöyle dediğini işittim: Müslümanlardan hiç biri O'na isyanı terket-medikçe Allah'a etmiş olamaz. Onlardan hiçbiri de O'na itaati ter-ketmedikçe Allah'a isyan edemez. Her kimin ibadet ve taatleri is­yan ve günahlarından fazla ise o adildir. İbnu Abdi'l-Hakem bu sö­zün, çok zeki insanların söyleyebilecekleri sözlerden biri olduğunu belirtmiştir.
Yine Şafii (ra), arkadaşlık konusunda tam açılma ile tam kısma arasında tutulacak orta yolla ilgili olarak çok güzel bir söz söyle­miştir: İnsanlardan uzaklaşmak düşmanları çeker. Onlara tam açılmak ise bir çok kötü arkadaşı çeker. Siz, tamamen açılma ile tam daralma arasında bir yol tutun.
Allah Teala, müminleri sabır ve rahmetle niteleyerek şöyle bu­yurmuştur: "Birbirlerine sabrı tavsiye ederler, birbirlerine merha­meti tavsiye ederler". (Beled/17) Başka bir ayette de onları 'zilletle niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Müminlere karşı zelil, inkar eden­lere karşı azizdirler". (Maide/54); "Kendi aralarında merhametli­dirler". (Feth/29) Bütün bunlar, mümine gösterilmesi gereken öze­ni göstermektedir. Dostluktaki samimiyetin özü de budur. Yine O şöyle buyurmuştur: "Ne de samimi bir dost". (Şuara/101) Yani ken­disiyle ilgilenecek bir dost bulamaz.
Rivayete göre İsa (as) havarilerine şöyle demişti: Bir din karde­şinizin uyurken rüzgar tarafından üstünün açıldığını görürseniz ne yaparsınız? 'Üstünü örteriz' dediler. Bunun üzerine İsa (as) şöyle de­di: Hayır, gizlisini açarsınız! Havariler, 'Hâşâ, kim böyle yapar?' de­yince İsa (as) şunu söyledi: Sizden biri, kardeşiniz hakkında bir söz işitip onu abartarak başkalarına anlatırsa onun gizlisini açmış olur.
Bunun kaynağı, nefste mevcut olan çekememezlik ve kalpte yer­leşik olan kindir. Kişinin işittiği bir şeyin üzerine bir şeyler ekleye­rek anlatması, bunlar tarafından desteklenir. Kişinin böyle bir yo­la tevessül etmesi, içindeki kinin açığa çıkarılmasının tezahürü­dür. Müminler, Allah Teala'nın şu ayetinde kinin bu türünden Al­lah'a sığınmaktadırlar: "Kalplerimizde, iman edenlere karşı kin va-retme". (Haşr/10) Mümin, kardeşine muhalefet etmemeli ve bir muradında yoluna çıkmamalıdır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir mümin kardeşine, Haydi gidelim' dediğinde, 'Nereye?' derse onunla arkadaşlık etmez. Bir di­ğer alim ise şöyle demiştir: Mümin, bir kardeşine 'Bana para verdediğinde muhatabı 'Ne kadar? -veya- Ne yapacaksın?' derse kar­deşlik hukukunun gereğini yapmamış olur. Ebu Süleyman ed-Da-rani (ra) şöyle demiştir: Irak'ta bir dîn kardeşim vardı. Bir ihtiya­cım olduğunda kendisine gider ve 'Bana biraz para ver derdim. Derhal kesesini bana uzatır, ben de istediğim kadarını içinden alır­dım. Bir gün yine kendisine gittim ve Tardıma ihtiyacım var de­dim. 'Ne kadar istiyorsun?' deyince, kalbimde onun kardeşliğinden duyduğum tat kaçtı.
İbni Amr (ra) ve Ebu Hüreyre'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: Kişinin dinar ve dirhemine din kardeşinden daha layık başka kim­se yoktur. Allah Resulü de (sav) konuyla ilgili olarak şöyle buyur­muştur: "Birbirinize buğzetmeyin, arkanızdan konuşmayın, birbi­rinize haset etmeyin, darılıp ilişkiyi koparmayın ve kardeşçe Allah Teala'nın mümin kullan olun".[75][142] "Müslüman, müslümanin karde­şidir, ona zulmetmez, onu mahrum etmez ve yardımsız bırak­maz".[76][143] Kişinin müslüman kardeşini hakir görmesi kötülüktendir.
Ali (kv) de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet et­miştir: "Her kim insanlarla teamülünde onlara haksızlık etmez, konuştuğunda yalan söylemez ve vaâdettiğinde vefasızlık etmezse; insaniyeti tam, adaleti mevcut, kardeşliği gerekli ve gıyabında say­gı duyulması icab eden kimselerden biri olur".
Ebu Üsame el-Bahili de (ra), şunu rivayet etmiştir: "Allah Resu­lü (sav) yanımıza geldi. Kendi aramızda münakaşa ediyorduk. Bi­ze öfkelendi ve şöyle buyurdu: Hayrının azlığı sebebiyle tartışmayı bırakın. Tartışmadan uzak durun. Onun faydası pek azdır. O, kar­deşler arasında düşmanlığı körükler"[77][144]Selef-i Salih'ten bir zat da bu meyanda şöyle demiştir: Her kim kardeşiyle tartışıp münakaşa ederse değeri azalıp eksilir.
Abdullah b. Hasan (ra) şöyle demiştir: İnsanlarla düşman ol­maktan sakın! Aksi halde hilim sahibinin tuzağından ve çirkef bi­rinin sürprizinden emin olamazsın! Hikmet ehlinden bir zat ise şöyle demiştir: Açıktan kınama, gizli gizli kin beslemeden daha hayirlıdır. Kinin fazlası, sizi dostunuzdan daha soğutmaktan öte bir işe yaramaz. Din kardeşlerine kin besleme konusunda çok ağır bir söz rivayet edilmiştir.
Bu söz, Abdurrahman b. Cübeyr b. Nüfeyr vasıtasıyla babasın­dan nakledilmiştir: Bir vakitler Yemen'de idim. Yahudi bir komşum vardı. Bana Tevrat'tan bahisler aktarırdı. Bir gün başka bir yâhu-di geldi. Onunla sohbet ederken kendisine şöyle dedim: İçimizden bir peygamber gönderildi ve bizi İslam'a davet etti. Biz de O'nun davetine uyup müslüman olduk. Bize Tevrat'ı da tasdik eden bir Kitab indirildi. Bunun üzerine yahudi şöyle dedi: Doğru söylüyor­sun. Ama sizler, size gelen Kitabı tatbik edemiyorsunuz. Biz Mu-hammed'i (sav) ve ümmetinin sıfatlarını kendi kitabımızda da gö­rüyoruz. Bizde yazılı olana göre müslüman biri, kardeşinin kapısı­nın eşiğinden çıkarken kalbinde ona karşı en ufak bir kin dahi bu­lunmamalıdır.
Selef-i Salih'ten bir zat şunu söylemiştir: İnsanların en acizi, kardeş aramada kusurlu davranan, ondan da daha acizi, sahip ol­duğu kardeşini yitirendir. Hasan el-Basri de (ra) şöyle demiştir: Bin kişinin dostluğu pahasına bir kişinin dahi düşmanlığını kazan­ma! Ömer b. Abdülaziz (ra) ise şunu söylemiştir: Sana sevgisi, sa­na ihtiyacıyla orantılı olandan sakın! İhtiyacını gördüğünde sevgi­si de bitecektir!
Selef-i Salih'ten bir zat konuyla ilgili Selef ahlakım şöyle anlat­mıştır: Bizden biri yolculuğa çıktığında bineğindeki eşyalar için 'Bu filanın, şu falanın' demezdi. Herkes ihtiyacı olanı alıp kullanır, bu­nun için izin istemeye dahi gerek duymazdı. Allah Teala da mümin­leri bu şekilde vasfederek şöyle buyurmuştur: "Onların işleri arala­rında şura iledir. Verdiğimiz nzıktan da infak ederler". (Şura/38) Ayetteki 'emrühum=işleri' ifadesi 'umûruhum=işleri' manasmda-dır. Buradaki 'şûra' ise, şüyu yani ortaklı olma anlamına gelmekte­dir. Yani onların işleri taksim edilmemiş olup aralarında müşterek­tir. 'Verdiğimiz nzıktan harcarlar* ifadesiyle kasdedilen de, malla­rının birbirine karışmış olmasıdır. Onlar kendi yüklerini, başkala­rının yüklerinden ayırmaz, ortak kullanırlardı.
Utbetü'l-Gulam (ra), bir din kardeşinin evine gitmiş ve 'Dört bin dirheme ihtiyacım var* demişti. Kardeşi, 'İkibin al' deyince oradan ayrıldı ve şöyle dedi: Dünyayı Allah Teala'ya tercih ettin. Allah için kardeşlik ettiğimizi iddia etmekten utanmadın mı? Nasıl böyle di­yebilirsin?
Feth el-Mavsıli de (ra), din kardeşlerinden birinin evine gitmiş­ti. Adam evde yoktu. Ailesine sandığı çıkarmalarını söyledi ve onu açıp içindeki keseden ihtiyacı kadar parayı aldı. Onun peşinden adamın cariyesi giderek efendisini durumdan haberdâr etti. Adam, 'Eğer doğru söylüyorsan Allah için hürsün!' dedi. Din kardeşi, Feth'in (ra) yaptığına gerçekten çok sevinmişti.
Ibni Ebi Şübrüme (ra), bir din kardeşinin büyük bir ihtiyacını gidermişti. Adam buna karşılık çok değerli bir hediye verdi. 'Bu ne­dir?' diye sorunca adam, 'Bana bahşettiğinize karşılık' dedi. İbni Ebi Şübrüme (ra) buna tepki göstererek şöyle dedi: Malını al, Allah afiyet versin! Din kardeşinizden bir ihtiyacınızı görmesini isteyip onu karşılamak için çaba sarf etmediğini gördüğünüzde abdest alın ve onun adını anarak dört tekbir getirin ve kendisini ölmüşler ara­sında sayın!
Bunun üzerine başka bir zat şöyle demiştir: Bir din kardeşinizden ihtiyacınızı gidermesini isteyip Allah rızası için gidermediğini gö­rünce ona ihtiyacınızı ikinci kez hatırlatın. Belki unutmuş olabilir. Yine gidermezse üçüncü kez yineleyin. Belki mazur görülecek bir meşguliyetinden dolayı unutmuş olabilir. Yine gidermezse o zaman adını zikrederek dört tekbir getirin ve şu ayeti okuyun: "Ölüleri ise Allah diriltecek, sonra O'nun huzuruna çıkarılacaktır". (En'am/36)
Meymun b. Mehran (ra) şöyle demiştir: Yardımsız kardeşlik is­teyenler, kabir ehliyle kardeş olsunlar! Adamın biri Ebu Hüreyre'ye (ra) gelmiş ve şöyle demişti: Seninle Allah için kardeş olmak istiyo­rum. Ebu Hüreyre (ra), 'Din kardeşliğinin ne demek olduğunu bili­yor musun?' diye sordu. Adam, 'Bana öğret' deyince Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Kendi dinar ve dirhemine benden daha çok hak sa­hibi olmamandır! Bunun üzerine adam, 'Daha o dereceye yüksel-medim' dedi. Ebu Hüreyre (ra) de, 'Öyleyse benden uzak dur!' dedi.
Ali b. Hüseyin (ra) adamın birine şöyle demişti: Sizden birinin eli, din kardeşinin cebine veya kesesine girip ihtiyacı kadarını izin­siz alabilir mi? 'Hayırdeyince, 'Öyleyse sizler kardeş değilsiniz' de­di. Hasan'ın (ra) huzuruna bir topluluk gelmişti. Kendisine Namazı kıldın mı ey Ebu Said?' diye sorduklarında 'Evet' dedi. Bunun üzerine, 'Pazar esnafı henüz kılmadılar^ dediler. O da şöyle dedi: Pazar esnafından kim borç alabilir ki? Duydum ki kardeşlerine bi­le dirhemi esirgerlermiş!
Muhammed b. Nasr anlattı ki: Beytü'l-Makdis'e gitmek isteyen İbrahim b. Edhem'e (ra) bir adam gelmiş ve "Yolda sana refakat et­mek istiyorum' demişti. İbrahim, 'Sana ait olana senden daha layık olmam şartıyla olur* dedi. Adam, 'Hayır1 deyince, 'Dürüstlüğün ho­şuma gitti' dedi.
Musa b. Tarif şunu nakletmiştir: İbrahim b. Edhem (ra), kendi­sine refakat eden kimseye karşı çıkmazdı. O, kafasına uymayan kimseyle yola çıkmazdı. Bir defasında fena bir adam onunla aynı kervanda yolculuk etmişti. Adam, molalardan birinde İbrahim'e ti­rit dolu bir tas ikram etmişti. Tası geri vermek isteyince arkadaşı­nın çuvalını açtı ve orada bulduğu bir tasmayı tirid tasının içine koyup geri verdi. Arkadaşı geldiğinde tasmanın nereye gittiğini sordu. O da tirit tasma koyup gönderdiğini söyledi. Arkadaşı, aynı adama üç tasma vermişti. Fena adam yanlarına gelince, 'HoşgÖr ki hoşgörülesin!' dediler. Bir keresinde de arkadaşının iznini almaksı­zın onun eşeğini yayan giden birine vermişti. Arkadaşı geldiğinde sükut etmiş ve rıza göstermişti.
Avn b. Abdullah'tan rivayet edilmiştir ki İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Kişinin sana olan sevgisini sorma, kendi kalbine bak! Onun kalbinde de senin kalbindeki vardır. Rebia b. Ebu Abdurrah-man şöyle demiştir: Şehirde insanlık, mescidlere devamlılık ve din kardeşlerinin çokluğuyla yolculukta ise azığı bol koymak ve kar­deşlerinle ihtilaflarını azaltmakla ortaya çıkar.
Ehli Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadiste de Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Şehirde insanlığın ala­meti üçtür: Allah'ın Kitabı'nı okumak, mescidleri imar etmek ve kardeş sayısını çoğaltmak". Din kardeşliğinin ne kadar önemli ol­duğunu anlamak için bu hadis bile yeterlidir. Çünkü Allah Resulü (sav) onu, Kur'an tilaveti ve mescidlerinin ziyaretiyle bir tutmakta­dır. Mescidlere gitmek, kardeşliğin artmasını sağlayan hususlar­dandır, îbni Abbas (ra) ve Hasan b. Ali'den (ra) rivayet edilen bir hadiste de bu teyid edilmektedir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Mescide gitmeye alışan kimse beş hasletten birini kazanır:.... Allah için kendisinden istifade edilen din kardeşi".[78][145]
Ebu Uyeyne de bu babda konuştuktan sonra şu şiiri okumuştur:
Devrin bütün musibetlerinin başında,
Kardeşlerin ayrılığı ve hutbelerin boşluğunu gördüm.
O, bir vesilede şöyle demiştir: Otuz yıldır ayrı olduğum nice top­luluklar var ki özlemlerinin kalbimden çıkacağını hayal bile ede­mem. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Hiç bir şey dostlarımın vefa­tı kadar beni yıkamaz. Denilir ki: Kişinin dostu öldüğü zaman or­ganlarından birini yitirmiş gibi olur. el-Atebi de bir şiirinde şöyle demiştir:
İnsanları hep sınadım ve kendilerine bildirdim, Kopardıkları bağları birleştirmeye çalıştım. Gördüm ki akrabalık yaklaştırmıyor küskünleri, Sevgi, nesep bağlarının en yaklaştırıcı olanıdır.
Allah için kardeş olmuş iki zattan biri, hevası ile imtihan edil­miş ve kandeşine de bunu bildirerek, 'Ben bir illete kapıldım, ister­sen bana olan sevgi düğümünü çözebilirsin' demişti. O da şöyle de­di: Bir kusurun sebebiyle kardeşlik düğümünü asla çözmem. Ar­dından kardeşini bu illetten kurtarması için yeme içmeden kesildi. Allah Teala da bu fedakârlığı sebebiyle kardeşini nevasının elinden kurtardı. Bu uğurda kırk gün aç kalmıştı. Her gün kardeşine, 'He-van ile aran nasıl?' diye soruyor, o da 'Kalp eski halinde devam edi­yor7 diyordu. Kardeşi iyice zayıflayıp rahatsızlanmaya başlamıştı ki Allah Teala kardeşini nevanın elinden kurtardı. Bunu haber alır almaz yiyip içmeye başlamıştı. Çünkü biraz daha aç kalsa, Ölebile­cek durumdaydı-
Benzer bir kıssa Selef-i Salih'ten iki din kardeşiyle ilgili olarak da rivayet edilmiştir. Onlardan biri, istikametten ayrılmıştı. Bu­nun üzerine öbürüne, 'Ondan ayrılıp kendisiyle görüşmesen iyi olur* denilmişti. Ama o, bu isteklere şöyle karşılık verdi: Şimdi bana her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Bu zor anında elini tut­mam, hatasını güzellikle söylemem ve önceki haline dönmeye ça­ğırmam gerekir!
Konuyla ilgili olarak İsrailiyat kaynaklarında şöyle bir hikaye anlatılmıştır: Bir dağda yaşayan iki abid din kardeşi vardı. Birgün içlerinden biri et almak için şehre indi. Kasapta ahlaksız bir kadın gördü ve nefsi onu arzuladı. Kadınla anlaşıp onun evinde üç gün kaldı. İşlediği günahtan dolayı yüzü kızardığı için kardeşinin yanı­na dönmeye de cesaret edemiyordu.
Dağdaki kardeşi onu merak etti ve şehre inerek kendisini ara­maya başladı. Sonunda izini buldu ve kadınla beraber kaldığı eve geldi. İçeri girdiğinde kardeşi o ahlaksız kadınla birlikte oturuyor­du. Hemen onunla kucaklaştı ve silkeleyerek götürmek istedi. Ama diğeri işlediği suçu bildiği için utancından dolayı onunla gitmek is­temiyordu. Derin bir utanç içindeydi. Kardeşi kendisine şöyle dedi: Haydi kardeşim gidelim, ben her şeyi öğrendim. Bugün benim için çok daha önemli ve daha çok sevilmeye muhtaçsın. Günah işleyen abid, kardeşinin bu ısrarını görünce daha fazla dayanamadı ve onunla birlikte evden ayrıldı.
Bu hikayede anlatılmak istenen niyet, niyetlerin en güzellerin­den biri, izlenen yol da edep ve insanlık erbabı ariflerin yoludur.
Din kardeşlerinden biri kardeşini kendi için tercih ettiğinde ter­cih eder ve kardeşlik hukukunun beklentilerine girmezse bu da gü­zeldir. Abdurrahman b. Avf (ra) böyle yapmıştır. Ensar*dan Sa'd b. Rebî (ra), malım ve canını emrine sunduğunda 'Allah sahip olduk­larını bereketli kılsın!' diyerek kardeşinin teklifini ger çevirmiştir. Kendi için tercih ettiğini, din kardeşi için de tercih etmiştir. Böyle davranmakla onun hibesini kabul etmiş gibi olmuştur. Çünkü Sa'd (ra), sırf cömertliği, zühdü ve sevgisindeki samimiyeti sebebiyle malını onun emrine sunmuştur. Burada eşitlik Sa'd (ra), kardeşini tercih ise Abdurrahman (ra) için geçerli olmuştur. Abdurrahman (ra), ona fazlasıyla ikramda bulunmuştur. Muhacirlerin Ensar üze­rindeki üstünlüklerinden biri de buydu. Çünkü kardeşi tercih et­mek, eşitlik isteğinden daha üst bir derecedir.
Madar b. İsa ve Süleyman (ra) şöyle demişlerdir: Her kim birini sever, sonra hukukunda kusur ederse sevgisinde yalancıdır! Ebu Süleyman ed-Darani (ra) ise aynı adam hakkında şöyle demiştir: O, sevgisinde samimi olabilir, ama hukuka riayette cimrilik etmiştir. Yine o şöyle demiştir: Dünyanın tamamı benim olsa ve onu din kar­deşlerimden birinin ağzına koyacak olsam, lokmasının küçük olma­sını isterdim. Başka bir vesilede ise şunu söylemiştir: Kardeşlerim­den birine ikram ettiğim lokmanın tadını kendi ağzımda hissederim. Din kardeşlerine ikramda bulunmak ve onlara yemek yedirmek, sevap bakımından sadakadan daha faziletli bir ameldir. Bundaki oran, akrabalara ve yakınlara verilen sadakanın, yabancılara veri­lenden katlarca fazla olması gibidir.
Ali (kv) şöyle demiştir: Din kardeşime verdiğim bir dirhem, fa­kirlere verdiğim yüz dirhemden daha sevimlidir. Onun bir başka sözü de şudur: Hazırladığım bir yemeğe din kardeşlerimi topla­mam, bir köle azat etmemden daha sevimlidir.
Hikmet ehlinden bir zat da oğluna şöyle öğütte bulunmuştu: Ey oğul, düşmanların arasına gir, dostların arasına ise sakın girme! 'Bu nasıl olacak?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: Düşmanların arasına girip aralarını bulmaya çalışmak onların dostluğunu ka­zandırır. Dostların arasına girmek ise düşmanlığı besler.
Hiç kimse bir din kardeşine gıyabında ihanet etmemeli, hoşlan­mayacağı şekilde konuşmamalıdır. -Sözkonusu şey mubah bile ol­sa,- o hoşlanmıyorsa söylememek gerekir. Kardeşinin yaptığı bir fi­ille ilgili olarak kesin bir ilme sahip değilse-hoşlanmasa bile- hak­kında konuşmamalıdır. Çünkü din kardeşi ondan daha bilgili ola­bileceği gibi, bildiği bir açıklama şekli de olabilir. Kardeşine hiç bir surette yalan söylememeli, sırrını ifşa etmemeli ve gıyabında kovu-culuk ya da gıybette bulunmamalıdır. Onunla ilişkisinde idarecili­ği gerektirecek biçimde davranmamalı, mazeret gerektirecek bir şeyler yapmamalı, sevmediği veya ona güç gelecek bir şey için onu zorlamamalıdır.
Abbas (ra), oğlu Abdullah'a (ra) şöyle demişti: -Ömer b. Hattab'ı (ra) ima ederek- Bu adamın seni yaşlıların önüne geçirdiğini ve kendisine çok yakın tuttuğunu görüyorum. Şu üç öğüdümü iyi ko­ru: Onun sırrını ifşa etme! Huzurunda kimseyi çekiştirme! Yalanı­na tanık olmasın! Bununla ilgili rivayetlerden birinde de şu ifade yeralmıştır: Onun emrine karşı çıkma ve ona asla ihanet etme!
İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Bunu Şa'bi'ye anlattım, o da riva­yet etti. O şöyle demiştir: Her bir kelime bin kelimeden daha hayır­lıdır. Kimi kelime de onbin kelimeden daha hayırlıdır. Seleften bir zat kardeşlerinden birine bir sır vermişti. Ardından da, 'Onu hıfzet­tin mi yoksa unuttun mu?' diye sormuştu. Kardeşi de, 'Unuttum'
demişti.
Ediplerden birine şöyle denilmişti: Sırrı nasıl korursun? O da şu cevabı vermişti: Onun mezarı olurum! Aynı soru başka birine sorul­duğunda, o da şöyle karşılık vermişti: Haber vereni bilerek inkar eder, haber almak isteyene de yemin verdiririm. Sır koruma hak­kında işittiğimiz en güzel söz, şeyhlerimizden birinin bir kardeşin­den naklettiği şu rivayette geçmektedir. İkisi birlikte şair Abdullah b. Mu'tez'i ziyaret etmiş ve sırrı muhafaza etmek hakkında bir şiir söylemelerini istemişlerdi:
Sır emanetgâhımı saklamak için hazırlık yaptım, Ve onu sineme gömdüm; sinem sırrın mezarı oldu.
Onun yanından çıkmıştık ki Muhammed b. Davud el-İsbaha-ni'yle karşılaştık. Nereden geldiğimizi sorunca İbnü'l-Mu'tezz'in şi­irinden sözettik. Bizi durdurup az düşündü. Ardından da 'Şimdi be­nim sözümü dinleyin' diyerek şu şiiri okudu:
Sır, ne sinemde yer alır ne de mezarda, Çünkü gömülenin bir gün çıkacağını bilirim, Ama ben, unuturum onu sanki, Daha önce öyle bir şey duymamış gibi. Sırrı kendimle aramda saklamak caiz olsaydı, İç organlarımdan başka hiçbiri onu bilmezdi.
Allah Resulü (sav), konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Ar­kadaşların en kötüsü, kendisini idare etmek zorunda kaldığın ve sürekli özür dilemeye sevkedendir". Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Arkadaşların en kötüsü, kendisi için zorlamaya gidilendir". Fudayl b. Iyaz (ra) ise şöyle demiştir: İnsanları küstü­ren zorlamadan başkası değildir. Biri kardeşini ziyaret ettiğinde kendi yapmadığı tarzda zorlama ikramlara muhatap olduğu za­man onun evine bir daha gitmekten çekinir.
Aişe validemiz de (ra) şunu rivayet etmiştir: "Mümin, müminin kardeşidir. Onu istismar etmez ve ondan çekinmez". Din kardeşle­rini çoğaltma ve onlarla mutlu olma babında söylenmiş zarif bir ha­dise işittik. Hadiseyi yaşayanı hatırlamasak da Hars b. Muham-med, İbrahim b. Sa'id el-Cevheri'den nakletmişti: Hişam'a pahalı bir kürk hediye edilmişti. Yanındaki birine, 'Bunu Sa'id el-Cevhe-ri'ye götür ve kendisine şöyle de: Bu, Hüşevm tarafından gelen bir kürktür, onun adına satın al! Kürkü götüren adam onu satıp para­sını aldıktan sonra geri döndü. Hişam, kürkün parasını Hüşeym'e gönderdi. Böylece kürk de paralar da Hüşeym'in olmuş oldu.
Ali b. el-Medini şunu nakletmiştir: Ahmed b. Hanbel (ra) bana, 'Seninle Mekke'ye gitmek istiyorum ama tek düşüncem seni bıktır­mam veya senin beni bıktırman yönündeki endişem. Çünkü kar­deşleri bıktırmak, kerem sahiplerinin ahlakına uyan bir davranış değildir* demişti. Mekhul de (ra), Hasan'a (ra), 'Seninle Mekke'ye gitmek istiyorum' demişti. Hasan'm (ra) cevabı şu oldu: Sana ikra­mı, aranızdaki ilişkiyi kopartacak tarzda olan kimseyle arkadaşlık etme!
Ebu Amr b. el-Ala şöyle demiştir: Dostun hakkında olması dışın­da sabır her konuda güzeldir. Yine o şöyle demiştir: Allah için kar­deş olmuş kimselerin günde en az iki kez biraraya gelmelerini müs-tehap görürüm.
Enes b. Malik (ra) şunu söylemiştir: Allah Resulü'nün (sav) as­habı, birlikte yürürlerdi. Karşılarına bir kaya veya çöp yığını çıktı­ğında ikiye ayrılır ve buluşurlardı. O buluşma anında dahi birbir­leriyle selamlaşırlardı. Hasan (ra) ve Ebu Kılabe (ra) ise şöyle de­mişlerdir: Kişinin din kardeşinden kâr etmesi asaletten değildir. Ibni Şirin de (ra) şunu söylemiştir: Kardeşine, ona ağır gelecek ik­ramda bulunma!
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir meclisi paylaşan iki kişi, bunu güvenle yaparlar. Onlardan birinin diğerinin hoşlanmayacağı bir şeyi ifşa etmesi helal olmaz". İbnü'l-Mübarek (ra) bir sefere çıkmıştı. Beraberinde de bir topluluk var­dı. Yola çıkarken kendilerine şöyle demişti: Bende hoşunuza gitmeyen bir şey görürseniz söyleyin! Yolun bir noktasında ayrılmak is­tediklerinde, 'Bende hoşunuza gitmeyen bir şey mi gördünüz?' diye sordu. İçlerinden bir genç, 'Ben gördüm' dedi. O da, 'Ne gördün?' di­ye sordu. Genç, 'Dişlerini misvakladığıru görmedik' dedi. Bunun üzerine İbnü'l-Mübarek (ra) şöyle dedi: Ne yazık! Dişler dostların önünde misvaklanır mı?!
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: İnsanlar arasında yalnız ahlakı güzel olanla içli dışlı olun. Öylesinden ancak hayır gelir. Kötü ah­laklıyla hemhal olmayın. Ondan ancak kötülük gelir.
İmam Şafii (ra) ise şöyle demiştir: Kızmasını beklediğimde kız­mayan eşek, memnun olmasını beklediğimde memnun olmayan ise şeytandır! Amr b. Dinar'ın da (ra) şu sözü nakledilmiştir: Seni arzu eden biri hakkında zühd sahibi olman nasibin azlığı, senin hakkın­da zühd sahibi olan birini arzu etmen ise nefsin zilletidir. Muham-med b. Şirin (ra) şöyle derdi: Kişi, kardeşinin günahları yetmiş gü­nah oluncaya kadar ona tahammül eder ve onlar için özür bekler. Kardeşi öyle yaparsa sabreder. Aksi halde, 'Kardeşimin benim bil­mediğim bir mazereti var herhalde' der.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Bir kimseyle kardeş olmak is­tediğinde onu kızdır. Hakkında soru sorabileceği kimseleri ondan sakla. Eğer 'Tamam' derse onunla dost ol. Aksi takdirde iyice sına­madığın kimseyle kardeşlik etme. Sınamak için ona sır ver, sert ko­nuş ve kızdırmaya çalış. Eğer sırrı ifşa ederse ondan sakın. Ebu Ye-zid'e (ra) 'Kiminle dost olayım diye bir soru sorulmuştu. Şöyle ce­vap verdi: Senin hakkında Allah'ın bildiğini bilen, O'nun örttüğü­nü örten kimseyi. Zünnun-i Mısri (ra) ise şöyle demiştir: Seni gü­nahsız gibi görmek isteyen kimsenin dostluğunda hayır olmaz. Ule­madan bir zata, 'Hangi tür insanlarla arkadaşlık edilebilir?' diye sorulmuştu. Şöyle dedi: Zorlamanın ağırlığını kaldıran ve ilişkiniz­de çekince koyma sıkıntısı doğurmayan kimse
Cafer b. Muhammed es-Sadık (ra) şöyle demiştir: Din kardeşle­rim arasında bana en ağır gelen, benim için kendini zorlayan ve iliş­kimde çekince koyduğum kimsedir. Onların en hafifi ise, kendisiyle beraber iken yalnız başımaymışım gibi rahat olduğum kimsedir.
Bu ve benzeri sözlerin tamamından çıkan, din kardeşliği ve Al­lah için sevmenin taşıması gereken sıfatlardır. Din kardeşliği yapmacıklık ve şirin görünme çabalarından uzak, riyakârlık ve zorla­madan arınmış olmalıdır. Bu tür sıfatlar, dostluğun bereketini gö­türür ve kardeşliğin faydası sona erer.
Suülerden bir zat şöyle demiştir: insanlar arasında ancak şu kimselerle ilişki kur ki beraberken iyilik bakımından zenginleşir, kötülük bakımından azalırsınız. Günah işlediğinizde sizin yerinize tevbe eder, kötülük yaptığınızda özrünüzü kabul eder. Seni kendi sıkıntısıyla ve senin sıkıntınla yormaz. Bunlar da bu devirde dost­larda bulunabilecek en yüce değerlerdir.
Nitekim adamın biri Cüneyd'e (ra) şöyle demişti: Bu zamanda Al­lah yolunda kardeş olanlar iyice azaldı. Adam bir süre sustuktan sonra aynı sözü tekrarladı. Bunun üzerine Cüneyd (ra) şöyle dedi: Allah için bir kardeş aradığında sıkıntını hafifletmen ve çektiğin ezi­yete tahammül edebilmelidir. Evet böyleleri iyice azaldı! Allah için bir kardeş aradığında sıkıntısını gidermen ve eziyetine sabretmen gerekir. Bildiğim bir topluluk var. İstersen seni onlarla tanıştırayım. Böyle biri de kendini seven biri olacaktır. Çünkü kardeşinden böyle bir beklenti içinde olan, onu sırf Allah için seven biri olamaz. Din kardeşliği sadece eziyeti gidermek değildir. Bu, zaten farzdır.
Ama kardeşlik, eziyet, karşısında sabırlı olmaktır. Onun bahset­tiği bu topluluk sufüerdi. Sufîler şu dört esasa dayalı bir dostluk ilişkisine sahiptiler. Bu esasların bir kısmı bir kısmına tercih edil­mez. Bunlar hakkında biri diğerine itirazda bulunmaz. İçlerinden biri hiç oruç tutmasa dahi arkadaşı ona 'Oruç tut1 demez. Bütün ge­ce boyunca namaz kılsa, arkadaşı kendisine 'Biraz uyu' demez. Dostunun her iki hali de onun gözünde birdir. Onların gözünde oruç ve teheccüd namazı fazlalık ifade etmediği gibi uyumak ve na­file oruç tutmamak da eksiklik ifade etmez.
Eğer kardeşinin yanında iken amelini arttırıp o yokken eksilti­yorsa, böyle biri için dini bakımından ayrılık daha emin ve nefsin riyaya düşmesi bakımından daha uzaktır. Çünkü nefsin yaralış ta­biatı, övülmeyi sevip yerilmekten hoşlanmamak üzere şekillenmiş­tir. O, bilindiği halin gizlenmesini ve halk nezdinde de olabildiğin­ce güzel olarak görülmesini ister. Kişi, bu tür kimselerle arkadaş­lık ederse sadıkların yolundan ve ihlas ehlinin gayelerinden uzak­laşmış olur. Bu gibi kimselerden uzak durmak, kalp için daha gü­zel, amel için daha ihlashdır. Bu tür kimselerin arkadaşlık ve birlikteliği ise kalplerin bozulmasına ve halin eksilip alçalmasına yol açar. Çünkü bu tür davranışlar, riya tezahürleridir. Riya ise, amel­lerin ve güzel sermayenin heba edilmesi, izzet ve celal Sahibi'nin gözünden düşmek demektir. Bundan Allah Teala'ya sığınırız.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: İnsanlarla iyi geçinmek iste­yen, onları idare eder, onları idare eden onlar karşısında riyaya dü­şer, riyaya düşen ise, onların başına gelene maruz kalır ve onlar gi­bi helak olur.
Değerli bir zat da şöyle demiştir: Halk içinde ancak şu kimseyle kardeşlik et ki dört halde sana yaklaşımı değişmez: Öfkesinde, memnuniyetinde, tamahında ve nevasında. Çünkü bunlar, insanla­rın yaratılış tabiatları gereği bir anda değiştikleri hususlardır. Zi­ra bunlarda nefsin zararı veya yararlandığı bir şeyin yitirilmesi sözkonusudur.
Ediplerden biri de şunu söylemiştir: Ancak şu kimselerle arka­daşlık et ki sırrını saklar, iyiliğini yayar, aybını örter, zor anlarda yanında olur, güzelliklerde seni kendine yeğler. Böyle birini bula-mazsan, kendinden başkasıyla dostluk etme.
Ulemadan bir zat edebiyat erbabından şu şiiri nakletmiştir:
Kardeşimin dostluğu güvendir,
Sözü bana haberi idi.
Onun zahiri güzelliği seni mutlu eder,
Sınadığın hususlarda beğenirsin.
Dostluğuna yardımcı ol keremle,
Çünkü izi vardır ahlakında.
Bir güzellik saklı kalmışsa onu yayar,
Örter aybını dostunun,
Sonra örttüğünü de Örter.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yalnız şu ikisinden biriyle arkadaşlık et: Ya kendisinden dinle ilgili bir şeyler öğrenip fayda­landığın ya da diniyle ilgili bir şeyler öğrettiğin kimse. Üçüncüsün­den uzak dur.
İbni Ebi'l-Havari (ra) şöyle demiştir: Hocam Ebu Süleyman ba­na şöyle derdi: Ey Ahmed, yalnız şu ikisinden biriyle arkadaşlık et: Bir kimse ki onun sayesinde dünyada yükselirsin ve bir kimse kisayesinde ahiret bakımından artar güçlenirsin. Bu ikisinin dışm-dakiyle vakit harcamak büyük ahmaklıktır.
Memun şöyle derdi: Kardeşler üç gruptur: İlki onsuz olmayan gıda gibidir; ikincisi zaman zaman ihtiyaç duyulan deva gibidir. Üçüncüsü ise asla ihtiyaç duyulmayan dert gibidir. Kul, bu üçün­cüyle imtihan edilir. Onda ne aşinalık, ne de bir fayda mevcuttur. İlki ise Allah Teala'nın bir nimet ve lütfudur. O, sıcaklık ve aşina­lığın bulunduğu kuldur. Kişi onun yamnda büyük faydalar görür ve kazanımlara ulaşır.
Ebu Zer (ra) şöyle derdi: Yalnızlık, kötü arkadaşla birlikte ol­maktan hayırlıdır. İyi arkadaş ise yalnızlıktan daha hayırlıdır. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: Kişinin üç tür kardeşi olabilir: Ahi-retlik kardeşi; Dünyalık kardeşi ve kanının kaynadığı kardeşi. O, üçüncü türdeki dostun, abidlerden olmayabileceğini söylemiştir. Çünkü üns ve kaynaşma hususi bir durumdur. Üns'ün ancak ke­rem sahibinde bulunan bir haslet olduğu söylenmiştir.
Yusuf b. Esbat (ra), kardeşleri arasında ünsiyete sahip olanlara daha çok değer verir ve şöyle derdi: Kendisine ünsiyet duyulan üç tür insan vardır. Her alimde üns bulunmadığı gibi her akıl sahibi veya her abidded de üns bulunmayabilir. Üns, bir takım unsurların varlığını gerektiren bir duygudur. Bunlar genellikle velide bulunur. Bu unsurların tamamını taşıyan kimse, üns bakımından kemale ermiş demektir. O, yalnızlık ve çekinmeden sıyrılmıştır. Bunları ta­şımayan kimse ise ünsten uzaktır. Bunların tam olarak varolmadı­ğı kimse ise kısmî ünse sahip demektir.
Üns duygusunda sıkıntılardan ve tasalardan kurtulma, sükunet ve kalp huzuru sözkonusudur. Üns, yedi hasleti gerektirdiği için çok ender bulunan bir haldir. Onun tam olarak varolabilmesi için ilim, akıl, edep, güzel ahlak, cömertlik, kalp selameti ve tevazünün onunla donanmış olması gerekir. Bunlardan bir kısmına sahip ol­mayan kimse, ünsün kemaline eremez. Üns halinin zıdlan tam bir yalnızlıktır. Çünkü cahilde üns olmadığı gibi ahmağa da üns hisse-dilemez. Cimri, kötü ahlakı sebebiyle ünsten mahrumdur. Adi ve kibirli kimselerde ünsten nasibi olmayanlardır. Bunları iyi bilin.
el-Esma'i'den rivayet edilmiştir ki, hikmet ehlinden bir zat şöy­le demiştir: Hür insanlarla mutlak sevgiye dayalı ilişki kurun, avam ile arzu ve korkuya dayalı ilişki kurun, sefilleri de korku ile idare edin. İnsanlar, ağaçlara benzer. Kimisinin gölgesi vardır, meyvası yoktur. Bunlar, dünyevi menfaat sağlanan kimseler olup ahirette hiçbir getirileri yoktur. Kiminin hem gölgesi hem de mey­vası vardır. Bunlar, hem dünya hem de ahiret bakımından verimli olanlardır. İnsanların en değerlisi de odur. Kimininse ne gölgesi, ne de meyvası vardır. Bunlar, kendilerine ihtiyaç duyulmayan ağaç­lardır. Seksek ağacı gibi. Mugaylan ağacı da böyledir. Bu, elbisele­ri yırtan bir ağaç olup ne yiyecek ne de içecek verir. Bu tür insan­lar, diğerlerine zarar verip yarar sağlamazlar. Kendileri için birik­tirip kimseye bir şey vermezler. Allah Teala bu tür insanlar hakkın­da şöyle buyurmaktadır: "Onlar zararı yararından çok olanlara dua ederler. Ne kötü bir dost! Ne kötü bir arkadaş".
Buna benzer bir tanım hayvanlar için de yapılmıştır. Mesela fa­re ve akrep hakkında şöyle denmiştir:
Tattığınızda insanların farklı olduklarını görürsünüz, Ağaçlar nasıl aynı değilse onlar da denk değildir. Kiminin gölgesi de vardır, meyvası da, Kimininse ne gölgesi ne de meyvası vardır.
Benzer bir şiir de şudur:
Bir görevin yapılması için ümit edilen biri değilsen, Haşr günü şefaat edilenlerden olamazsın. Malıyla cömertlik yapan biri de değilsen , Kardeşlik bağlarının bozulması daha faydalıdır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Din kardeşiniz bir dostlu­ğa sahip olduğunda bununla sevginin yarısı, hatta fazlası kesinlik kazanır. Muhammed b. el-Kasım el-Kareşi (ra), Rebî b. Süleyman vasıtasıyla İmam Şafii'den (ra) şunu nakletmiştir: Kendisi Bağ­dat'ta biriyle kardeş olmuştu. Bilahare bu kardeşi Seyyibiler'e dost olmuş ve Şafii'ye karşı tavrı değişmişti. Bunun üzerine Şafii (ra) kendisine bir mektup göndererek şu beyitleri yazdı:
Git, sevgin sevgimden boş olsun! Bu boşama, talak-ı bain değildir.
Eğer vazgeçtiysen, o tek bir boşamadır. Kalan ikisi için sevgin devam eder. Eğer imtina edersen seni eskisi gibi severim. Kalan iki boşamada iki hayız olarak bekler. Uç boşama birden gelirse, işte o zaman, Seyyibiler'in dostluğu da sana yetmez.
Bu şiir, fıkıh ehlinden birine söylenmiş ve onun tarafından da hoş bulunmuştur. O, şöyle demiştir: Bu, fikhi bir boşamadır. Şu var ki Şafii (ra) nikah yapmaksızın boşamıştır.
İmam Şafii (ra), Muhammed b. Abdülhakem el-Mısri ile kardeş olmuştu. Kendisini sever ve yakınında tutarak şöyle derdi: O olma­sa, Mısır'da kalmazdım. Bir defasında Muhammed rahatsızlanmış -ti. Şafii de (ra) kendisini ziyarete gitti. el-Kareşî, Rebı'den şunu nakletmiştir: İmam Şafii (ra), Muhammedi ziyaretinde şöyle bir şi­ir okumuştu:
Dost hastalandı da onu ziyaret ettim,
Onun için duyduğum kaygıdan ben de hasta oldum,
Dost beni ziyarete geldiğinde ise,
Bakışıyla bir anda iyileşiverdim.
Şafii (ra), Mısır'dan ayrılırken halefi olarak Muhammed'i bırakı­yordu. Nitekim vefatından sonra da Mısır'daki halefi o olmuştur. Şafii (ra), ölüm hastalığında yatarken insanları yanına çağırmıştı. Kendisine, 'Ey Ebu Abdullah, senden sonra kimin meclisine otura­cağız? Halkanın başı kim olacak?' diye sorduklarında Muhammed'i işaret ettiğini sandılar. Muhammed de bunu görmek için başını uzattı. Bir süre böyle beklenildi. Kendisi İmam'ın başucunda otu­ruyordu. Neden sonra İmam şöyle dedi: Allah'ı tenzih ederim, Ebu Yakub el-Bûtî tartışılır mı?
Bu söz üzerine Muhammed'in kalbi kırıldı. İçinde bir burukluk hissetti. Arkadaşları Ebu Yakub el-Butî'ye doğru yöneldiler. Mu­hammed, Şafii'nin ilmini mezhebini taşıyan kimseydi. Malik'in (ra) mezhebinden ayrılmıştı. Ebu Yakub el-Butî ise baştan beri Şafii'nin (ra) mezhebinden, zühd ve vera' sahibi bir zattı. Müslümanlara öğüt verme ve mezhebini anlatma görevini ona vermişti. O, bu ko­nuda yakın ilişkisinin etkisinde kalmamış ve Muhammed yerine, Ebu Yakub el-Butî'yi geçirmişti. Çünkü o, bu göreve daha ehildi.
Şafii (ra) vefat ettiği zaman Muhammed b. Abdülhakem onun mezhebini terketti ve eski arkadaşlarından ayrılarak Maliki mez­hebine döndü. Babasının Malik'in (ra) görüşleriyle ilgili yazmış ol­duğu kitapları rivayet etti. Günümüzde İmam Malik'in (ra) mezhe­binin en bilgili şahsiyetlerinden de biridir (Hicri IV. asır). el-Butî (ra) ise, kendisini tasavvuf yoluna vererek insanlardan uzaklaştı. Mısır'ın taşrasından sayılan Bûta'ya yerleşti ve orada Rebî b. Sü­leyman'a nisbet edilen 'el-Ümm' kitabını tasnif etti.
Halbuki bu kitabın tasnifi, tamamen Ebu Yakub el-Butî'ye art-tir. Fakat kitapta adının zikredilmesini istememiştir. Kitabın tas­lağını Rebî'e vermiş, o da kitapta bir takım ilaveler yaparak yayıl­masına vesile olmuş ve kitap kendisine maledilmiştir. el-Butî (ra),, hapishaneye götürülmüş, sultanın huzuruna çıkartılarak Kur*an yaratılmasıyla ilgili olarak sorgulanmış ve hapsedilmiştir. Rebî'den anlatılmıştır ki: el-Butî, bana hapisten gönderdiği mektupta ilim meclisleri toplamayı sürdürmemi, ilme devam etmemi ve ilim Öğ­rencilerine sevgiyle yaklaşıp kendileriyle ilgilenmemi ve. tevazu göstermemi teşvik etmişti. Mektubunda şöyle diyordu: Şafii'yi (ra) defalarca şu beyti söylerken işittim:
Nefsimi aşağılarım ki ona değer versinler, Aşağılamadığın nefse asla değer verilmeyecektir.
Seleften bir zat ise oğluna şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: Ey oğul! Ancak şu kimselerle arkadaşlık et ki, fakir olduğunda sana yaklaşır, zengin olduğunda sana tamah etmez. Mertebesi senden yüksekse, sana büyüklük taslamaz. Ona zillet gösterdiğinde seni korur. Ona bir delil göstersen, sana minnet duyar. Kendisiyle bir araya geldiğinde seni süsler. Böyle birini bulamazsan hiç kimseyle arkadaşlık etmez.
Din kardeşliği hukukuyla ilgili olarak Selef-i Salih'ten nakledi­len hadiseleri misallendirmek için şunları zikredebiliriz: Seleften biri kardeşinin evine haber vermeksizin gider ve onu bulamazsa ev halkına, 'Ununuz var mı, yağınız var mı? Bir şeye ihtiyacınız var mı?' diye sorardı. Herhangi bir şey için 'Evde yok' derlerse, gidip sa­tın alır ve kendilerine verirdi.
Selef, kendi ailesi ile, din kardeşinin ailesi arasında ayrım yap­maz, sıkıntılarını paylaşırdı. Ama o kardeşiyle karşılaştığı zaman kendisine bunu bildirmezdi.
Said b Arube (ra), evindeki bütün giysileri ihtiyacı olanın alabil­mesi için dışarı asardı. Yemeği de aynı şekilde kapının hemen içine koyar ve canı çekenin yemesini temin ederdi. Kardeşleri acıktığı zaman onun evine gelir ve sofrada ne varsa yerlerdi. Kimi sulu ye­mek yerken kimi de sulu veya kızartılmış et yerdi. Bir elbiseye ih­tiyacı olan da kapının yanında asılı olan ipten dilediğini alır ve ev-sahibinin iznine gerek görmezdi. Çünkü kardeşleri onun ahlakını iyi bilirlerdi.
Sonrakiler arasında da Said'in ahlakına sahip olanlar vardı. Al­lah Teala kaynaşma ve sıcaklığı müminler arasına ayetlerinden bi­ri olarak koymuştur. Onların bu sıfatı övülmüş ve bu kaynaştırma, Resulü'ne (sav) bile izafe edilmeyerek yalnız Allah Teala'ya ait bir fiil olarak takdim edilmiştir: "Ve onların kalplerini kaynaştırdı. Sen yeryüzündeki servetlerin tamamını harcasan yine kalplerini kaynaştıramazdın. Ama Allah onları kaynaştırdı. Muhakkak O, Aziz ve Hakîm'dir". (Enfal/63)
Aziz'dir; çünkü O'nun kaynaştırdığını hiç kimse ayıramaz. O'nun ayırdığını da hiç kimse kaynaştıramaz. Hakîm'dir; çünkü kaynaştırma meselesinde hüküm tamamen O'nun elindedir. Ken­dini tanıtmadaki tekliği gibi bu hususta da Tek'dir. Aziz ve Ha-kîm'in bir diğer açıklaması da şudur: Aziz'dir; çünkü müminler arasındaki kaynaşmayı çok yüceltmiş ve yüksek bir değer vermiş­tir. Hakîm'dir; çünkü kaynaşmayı hikmet ehlinin salihlerinde bu­lunan bir hikmet kılmıştır.
Ebu'd-Derda (ra), saban çeken iki Öküz görmüştü. Bir ara öküz­lerden biri durarak vücudunu sabana sürtmeye başlamıştı. Ebu'd-Derda (ra) bu sahneyi görünce ağlamaya başlamış ve şöyle demiş­ti: Allah'ın emrini yerine getirmek için yardımlaşan din kardeşleri de böyledir. İçlerinden biri durduğu zaman, diğeri de onun durma­sı sebebiyle durur. Ebu'd-Derda'nın (ra) ibadetinin ağırlığı tefekkürdü, O şöyle derdi: Secdemde, adlarıyla bildiğim kırk kardeşim için dua ederim.
Konuyla ilgili bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Din kardeşinin başka bir kardeşi için gı­yabında ettiği dua geri çevrilmez. Melekler de, 'Onun için istediğin senin de olsun' der"[79][146]Hadisin başka bir lafzında ise şu ifade geç­mektedir: 'Allah Teala şöyle buyurur: Vermeye seninle başlayaca­ğım'. Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kişinin kendiyle ilgili kabul edilmeyip kardeşiy­le ilgili kabul edilen birçok duası vardır".
Din kardeşliğinin gereklerinden biri de, kardeşlerin gıyapların­da birbirleri için dua ve istiğfarda bulunmalıdır. Kardeşliğin bere­keti de ancak bu noktada gündeme gelmektedir. Muhammed b. Yu­suf el-İsbahani (ra), şöyle derdi: Salih bir din kardeşi mirasım pay­laşan ailen gibidir. O senin hasretinle yaşar, sunduğuna ilgi göste­rir, gecenin karanlığında senin için dua eder. Salih bir din kardeşi meleklere de benzetilmiştir. Çünkü konuyla ilgili bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Kul öldüğü zaman insanlar 'Acaba geride ne bırak­tı?1 diye sorarlar. Melekler ise, 'Acaba ne getirdi?' diye sorar ve ge­tirdiği iyiliklere sevinir, onun üzerine titrerler".
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah için kardeş edinme­nin başka hiç bir faydası olmasa, sadece şu yeter ki onlardan biri­ne kardeşinin vefat haberi ulaştığında ona merhamet diler ve ba­ğışlanması için dua eder. Belki de o kimse, bu kardeşinin hüsnü ni­yeti sayesinde bağışlanacaktır. Bir başka zat ise şöyle demiştir: Bir din kardeşinin vefat haberini alıp onun için merhamet dileyen ve istiğfarda bulunan kimse onun cenazesinde bizzat bulunmuş ve na­mazını kılmış gibi olur. Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mezanndaki Ölü, boğularak ölen gibidir, her şeye tu­tunmaya çalışır. Çocuğundan, babasından ve kardeşinden dua bek­ler. Canlıların duaları, Ölülerin mezarlarına nur dağları gibi iner". Denildi ki: Ölülere edilen dua, dirilere dünyada verilen hediye­lere benzer. Melek, ölünün yanına gelir. Elinde nurdan bir tabak ve üzerinde nurdan bir mendil vardır. Sonra o şahsa, 'Bu, falan kardesinizin hediyesi' der. Ölü, dirilerin aldıkları hediyelere sevinmesi gibi bu hediye ile mutlu olur.
Kardeşler, birbirlerine gıyaplarında dua etmeyi tavsiye eder, ya-kini imanların güzelliği ve niyetlerinin dürüstlüğünden dolayı bir­birlerini buna özendirirlerdi. Serzenişin en büyüğü, bir din karde­şi bile olmaksızın dünyadan ayrılıp giden kimsenin serzenişidir.
Dien kardeşliğinin faziletleri açıkça görülmektedir. Kul, bu fazi­letler sayesinde Allah katında muhibbanın mertebelerine nail olur. Dünyada en yalnız insan, sıcaklığım hissedebileceği ve huzurla yaslanabileceği içten bir dostu olmayan kimsedir. Allah Resulü'nün de (sav) bu hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Dostu ol­mayan gariptir. Su-i zan sizi dostsuz bırakmasın". Şeyhlerden biri bu konuda şöyle bir şiir söylemiştir:
Garip, yurdu kendine ağır gelen değil, Öz yurdundan uzakta olandır garip! Eski bir bağı ve vefası olan ise, Setler aşmış olsa dahi yakındır!
Süfyan-ı Sevri'ye (ra), 'Kimde sıcaklık bulursun?' diye bir soru sorulmuştu. 'Kays b. Rebî'de, kendisini iki senedir görmedim' dedi. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Uzaktaki bir kardeşimin sevgisi, günde iki üç kez yanıma gelen giden birinin sevgisinden çok daha sağlamdır. Muhammed b. Davud (ra) ise şöyle demiştir: Ziyaret-gahlann uzaklığına rağmen kalplerin yakınlığı, beldelerin beldele­re yakınlığından daha hayırlıdır.
Kişi, kardeşiyle ilişkisinde beş husustan sakınmalıdır. Bunlar, edep ve terbiye ile bağdaşmayan şeylerdir.
1.Zorluğundan dolayı hoşlanmadığı bir şeye zorlamak;
2.Kardeşiyle ilgili mübâlâyı dinlememek, söylediğine inanma­mak;
3.Nereden gelip nereye gittiğini sık sık sormamak;
4.Halini araştırmamak 'tecessüs';
5.Onunla ilgili hususlardan haberdar olmaya gayret etmemek 'tahassüs'. hususu asla hoş görmemiş ve onların bu yaklaşımıyla ilgili birçok rivayet aktarılmıştır.
Muhammed b. Şirin (ra) şöyle demiştir: Kardeşine, ona ağır ge­lecek bir şeyi zorlama. Mücahid (ra) ise şöyle demiştir: Bir kardeşi­nizi yolda gördüğünüzde, nereden gelip nereye gittiğini sormayın. Hem doğru, hem de yalan söylemesi muhtemeldir. Yalan söylemek zorunda kaldığında onu buna zorlamış olursunuz.
Rivayete göre, hikmet ehlinden biri kendi gibi bir zata uğramış­tı. Ona, 'Sevgin için söz kesmeye geldim' dedi. O da, 'Eğer mihrini şu üç şey yaparsan olur1 dedi. Diğeri, *Nedir onlar?' diye sorunca öbürü şöyle dedi: İlki, hiçbir konuda bana muhalefet etmemen, ikincisi hakkımdaki mübalâğayı kabul etmemen, üçüncüsü de be­nim için kimseye rüşvet vermemendir. Bunun üzerine diğeri Teki, kabul ettim' dedi. Mihir isteyen de, 'Seninle kardeş oldum' dedi.
İnsanların hallerini araştırmak (=tecessüs) ve haberlerini Öğ­renmeye çalışmak (=tahassüs) Allah Resulü (sav) tarafından neh-yedilmiş davranışlardır. O, arkadan konuşma ve dargınlıkla bera­ber bu ikisinin terkini de kardeşliğin şartları arasında zikretmiş­tir: "Tecessüs etmeyin, tahassüs etmeyin, arkanızdan konuşmayın ve darılmayın. Allah'ın kardeş kulları olun".[80][147] Hadiste geçen 'Mu-kâta'a', kişinin kardeşiyle ilişkisini kesmesi veya alışılan adetlerin dışına çıkarak ona karşı eski halini terketme sidir.
'Tedâbür1 ise, 'gıybet'in 'gayb' kelimesinin türevi olması gibi (dü-bür=sırt, arka' kelimesinin türevidir. Buna göre kasdedilen, kişinin bir din kardeşine arkasını dönüp gittiğinde onun hakkında yüzyü-zeyken davrandığı gibi davranması, konuştuğu gibi konuşmasıdır.
Din kardeşleri, gecelerini zikir, ilim, amel ve tilavetle ihya eder­ler. Bunlarla dolu bir birliktelik, arkadaşlığı ve kardeşliği daha da güzelleştirip derinleştirir. Selef, bu tür dostluktan sevap umulaca­ğım söylerdi. Onlara göre bu, hem dünya, hem de ahiret bakımın­dan faydalı bir ameldi. Halvet ve yalnızlıkta ahlakın güzelleştiril­mesi, akılların aşılanması ve ilimlerin müzakeresinin yeterince ya­pılabileceğini düşünmezlerdi. Bunun ancak erbabına mahsus oldu­ğunu söylerlerdi.
Onlar, yürekleri selamette olup az ile razı olan, merhametle do­nanmış, hasetten arınmış, yardımlaşmaya gönül vermiş, gösteriş­ten uzak, zorlamacılıktan sıyrılmış ve sürekli kaynaşma halinde olan kimselerdi. Bu hasletler bulunmayıp zıtları hakim olduğu za­man, onlara sahip olanlar arasındaki farklılaşma belirgin olur. Ni­tekim bu konuda şöyle denilmiştir: Zorlamadan sıyrılan kimsenin sohbet ve ülfeti devamlı olur. Sıkıntısı az olan kimsenin sevgisi de sürekli olur.
Ali (kv) şöyle demiştir: Dostların en kötüsü, onun için kendini zora soktuğun kişidir. Rivayete göre dostları Yunus Peygamberi (as) ziyaret etmişlerdi. Onlara arpa ekmeği ve kendi yetiştirdiği sebzelerden ikram etti. Ardından da şöyle demiştir: Allah Teala'nm kendilerini lüzumsuz yere zorlayanlara lanet ettiğini bilsem, daha iyisini ikram etmek için kendimi zorlardım!
Allah Resulü de (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ben ve ümmetimin takva sahipleri, lüzumsuz yere zorlamadan beriyiz". Kişinin kendini lüzumsuz yere zorlaması (=tekellüf), niyette olma­yan bir şeyi yapmak, kendisini ilgilendirmeyen bir şeye karışmak ve haset sebebiyle yetenden fazlasına yönelmektir.
Nefste yerleşik olan haset ve kin ise, beraberinde zıtlaşmayı ve farklılaşmayı getirir. Gösteriş ve büyüklerime ise soğumayı ve uzak durmayı doğurur. Çirkinlik ve tuzakçılık ise karşılıklı nefrete se­bep olur. Bütün bunlar, sıcaklığı ortadan kaldıran, muhabbeti ze­deleyen ve kardeşliği faziletini boşa çıkartan hususlardır.
Ehli Beyt'ten bir zat şöyle demiştir: Bana en ağır gelen kardeş; kendisinden çekindiğim, kendisinin de benden çekindiği kimsedir. Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Asr-ı Saadetteki kardeş­ler, birbirlerini istismar etmez ve birbirlerinden çekinirler. Hasan el-Basri'ye (ra), malı kendinden habersiz olarak yenilen bir dostun durumu sorulduğunda şöyle demiştir: Nefsin huzur, kalbin süku­net bulduğu kimseler için mallarını yerken izin istemeye gerek yoktur.
Zünnun-ı Mısri'ye (ra) üns hakkında bir soru sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Üns; her aydınlık yüze ve her güzel sese ısınman, ün-siyet göstermendir. Başka birinin malı alınırken, Allah Teala o kimseyle kardeşi arasında yer alır. Kardeşinizin bu durumdan memnun olduğunu veya mekruh görmediğini bildiğinizde böyle davranmak helal olur. Önceden izin verilmiş olmasa da sabık bilgi­niz izin yerine geçer. Bu bilginin alameti ise, yüreğinizin o kardeşi­nizle ferahlaması ve onun kalbinize hafif gelmesidir. Bu, aynı za­manda kardeşinizin bundan duyduğu mutluluğun da delilidir.
Buna kıyas ederek şöyle denebilir: Malından her hangi bir şeyi al­manızı hoşgörmediğini veya mizaç olarak cimri olduğunu bildiğiniz birinin malından almak, yemeğinden yemek mekruhtur. Buna izin vermesi de bu hükmü değiştirmez. Onun için almamanızın daha hoş olduğunu bilmenizden sonra hüküm asla farklı olamaz. Vera' bakı­mından böyle birinin bizzat verdiğini de almamak gerekir. Çünkü onun ikramının samimi olmayıp boş olduğu ortadadır. Bunun delili de, yüreğinizin onunla daralması ve kalbinizde çekingenliğin bulun­masıdır. Konuyla ilgili bir rivayette de, 'Günah kalbe sahip olandır" denilmektedir. Günah, yüreğinizde sıkıntı yaratan davranıştır. İyilik ise, güzel ahlaktır. O, nefsin huzur bulup kalbin itmi'nana erdiği davranıştır. Bu husus, muhtelif hadislerde izah edilmiştir.
Allah Resulü (sav), Berire tarafından ikram edilen etten yemiş­tir. O gittiğinde Berire evde yoktu. Ama Allah Resulü (sav), etten ye­mesinin onun hoşuna gideceğini bildiği için iznini aramaksızın eti yemiştir. Bunun zıddıyla ilgili kıyasımıza delil olarak da şu hadise­yi nakledebiliriz: Haşim el-Evkas Hasan el-Basri'nin bir bakkal dükkanında şundan bundan yediğini görmüş ve şöyle demişti: Ey Ebu Said! Adamın malını izinsiz nasıl yersiniz? Hasan el-Basri (ra) ona kızarak şöyle karşılık verdi: Akılsız adama bakın! Yemekle ilgi­li ayeti bir okusana! Hasan (ra) bunun ardından şu ayeti okudu: "Si­zin de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait evlerinizden.... veya arka­daşlarınızın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61) Muhammed b. Vâsi' (ra) ile Ferkad es-Senecî'nin (ra) arkadaşla­rı Hasan'ın (ra) evine girer ve kendilerine izin verilmeksizin ye­meklerini yerlerdi. O da bunları görünce, 'Bana artık yaşamayan bir topluluğun ahlakını hatırlattınız! Biz de böyleydik. Ebu Süley­man ed-Darani'nin (ra) evine gittiğimizde bize türlü yemekler ik­ram eder, ancak kendisi yemez, 'Bunları sizin için hazırladım' der­di. Biz de, "Nasıl olur bize leziz yemekler yediriyor, kendiniz yemi-yorsunuz' derdik. O da şöyle derdi: Onları yemiyorum, çünkü o tür yemekleri bıraktım. Onları siz ikram ediyorum. Çünkü hoşlandığı­nızı biliyorum. Bizler el-Masisa ve sahil köylerinde İbrahim b. Ed-henı (ra) ile gecelerdik. Bize murma sürgünü, fındık ve badem tü­rü çerezler ikram ederdi. 'Namaz kılsanız, bunu bıraksanız' denil­diğinde ise, 'Bu daha faziletlidir1 derdi.
Ariflerden biri, hiç beklemediği bir anda misafirle karşılaşmıştı. Evde yiyeceği olmadığı için hemen komşusunun evine gitti ve ora­dan ekmekle bir tencere yemeği alıp evine götürdü. Bu hadiseden sonra o komşusu ile karşılaştığında bu yaptığı güzel görülmüş ve komşusu bir daha benzer bir durum olursa çekinmeden girip alma­sı gerektiğini söylemiştir.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Kişi kardeşinin evinde şu dört şeyi yaptığı takdirde onunla arasındaki üns tamama ermiş olur: Kardeşinin evinde yemek, tuvalete gitmek, namaz kılmak ve uyumak. Bunu şeyhlerimizden birine anlattığımızda 'Beşinci bir şey daha kalmış' dedi. 'O nedir?' diye sorulduğunda 'Kardeşinizin evinde hanımınızla birlikte olabilmek. Onu da yaptığında kardeşiy­le arasındaki üns kemale ermiş olur. Çünkü evler bu beşi için mes­ken edinilir1 dedi. Aksi halde Allah Teala'nın evleri olan mescidler, daha rahat ve yaşamaya daha uygun olurdu.
Din kardeşiyle aranızdaki üns ve karşılıklı çekingenliğin kalk­ması, kişinin yalnız başına kalmasıyla kardeşiyle birlikteliği ara­sında fark kalmamasını gerektirir. Bunun karşıtı düşünüldüğünde ise üns halinin sona erdiği söylenebilir. Yukarıdaki beşinci unsur da şeyhlerinizden biri tarafından rivayet edilmiştir. Buna dayalı olarak Araplar'ın selamlaşmada kullandıkları deyimleri anlamak da mümkün olur. Buna göre 'Merhaba' kelimesi, yürek açıklığı ve mekan genişliğinin bunduğunu ifade eder. 'Ehlen ve sehlen=Hoş-geldiniz' ifadesinde ise kaynaşabileği bir ailenin bulunduğu, orada­ki kalışının ev sahiplerini zorlamayacağı kendisine bildirilmiş olur. Ziyaret ve görüşmenin bu şekilde kolay olması, aynı zamanda ge­nel ahlakın da gereğidir.
insanlar arasındaki tanışma ve ilişkiler yedi derecelidir. Bu de­recelerin bir kısmı bir kısmından daha üsttedir.
1. Tanışmanın ilk derecesi görme veya duyma yoluyla tanımadır. Bu mertebede islamın koyduğu hürmet ve avamın hukuku geçerlidir.
2. Komşuluk; bunda yalnız komşuluk hukuku anlatılır. Bu, isla­mın sosyal hayatla ilgili olarak vazettiği hakların ikincisidir. Bu, yan komşuluktur.
3. Bir yol veya yolculukta refakat etmek. İlgili ayetin iki anlamın­dan birine göre bu tanıma giren, yol arkadaşıdır. Böyle birinin kişi üzerinde üç hakkı vardır: İslam hürmeti, komşuluk hürmeti yolcu hürmeti. Bu hürmetler, bir tür dokunulmazlıklar anlamındadır.
4. Arkadaşlık (=es-Suhbet); bu birliktelik ve tabi olma hali olup öncekinin üstündedir.
5. Dostluk (=es-Sadâkat); din kardeşliğinin özüdür. Geçinmek (=mu'âşeret) de bu derecede gerçekleşir. Mu'aşere, bir bakıma ka­rışma ve kaynaşma anlamındadır. Gerekleri, karşılıklı ziyaretleş­me, birlikte geceleme ve yemeğini paylaşma şeklinde özetlenebilir. Muaşeretin özü de budur. Muaşere kelimesi, *aşîr=birlikte yaşanı­lan kimse' kelimesinin türevidir.
Bu nedenledir ki eşlerden her biri için diğerinin 'aşîri' tanımı kullanılmıştır. Allah Resulü'nün (sav) hadisinde de bunu görmek­teyiz: "Eş küfran-ı nimette bulunur".[81][148]Allah Teala da, 'mu'aşir* ke­limesini isim olarak kullanılması ve onun yakınlığını ifade etme noktasında şöyle buyurmuştur: "Ne kötü bir efendi ne kötü bir aşîr-dir o!w. (Hac/13) Yani birlikte yaşadıkları amca oğlu. Kelimenin açıklamasıyla ilgili şöyle bir değerlendirme de yapılmıştır. 'Muaşe­re' vezin olarak 'mufaale' veznindedir. Bu da, yaşama ve geçinme fi­ilinin asgari iki kişinin paylaştıkları bir fiil olmasından dolayıdır. Bu fiilin gerçekleşmesi için iki kişinin varlığı ve ikisinin de aynı fi­ili paylaşması şarttır. Yumruklaşma (=mudârabe), sövüşme (=mü-şâteme), ölümüne vuruşma (=mukâtele) gibi. Tarafların her ikisi de aynı fiili yaptıklarında bu mana gerçekleşmiş olur.
6. Kardeşlik (el-Uhuwet); dostluk derecesinin üzerinde bir iliş­kidir. Kardeşlik, hal bakımından birbirlerine denk, güzel ahlak ve davranış bakımından birbirlerine yakın kimseler arasında görülür. Buna göre kalp, himmet, ilim ve ahlak bakımından birinde bulu­nan meziyetler diğerinde de bulunur. Allah Teala'nın "Saçıp savu­ranlar şeytanların kardeşleridir" (îsra/27) buyruğunda olduğu gibi
zıt özelliklere sahipseler, aynı türden olmadıkları ve müşterek sı­fatları bulunmadığı için kardeşlik sözkonusu olamaz. Allah Te-ala'nın bazı kimseleri kardeş ilan etmesi, kalplerinin ve hallerinin benzeşmesinden dolayıdır. İşte bu hâl kardeşliğidir (^uhuvvetü'l-hâl). Dostluğun özü de budur.
7. Sevmek (=el-Muhabbet); kardeşliği daha da özel bir derecesi­dir. Allah Teala bunu ülfet ve kaynaşmanın bir unsuru olarak ya­ratmış ve kalplerdeki karşılıklı üns olarak varetmiştir. Böyle biri­ni bizzat O dost edinir ve onu başkalarına bırakmaz. Bu da kalple­rin huzur, yüreklerin inşirah bulması, mutluluğa ulaşılması, yal­nızlık hissinin tamamen bitmesi ve çekingenliğin kalkmasıdır. Bu­nun ardından 'içten dost=el-Halıl' gelir ki 'seven=el-habîb'in üze­rinde bir ilişkidir.
Muhabbet ve Hullet derecesindeki ilişkiler ancak akıl, ilim ve ir­fan sahibi kimseler arasında olabilir. Onların kıstası ve yolu birdir. İlişkinin bu türü pek nadir bulunur ve en zor rastlanır türüdür. İç­ten dostluk=Hullet' kavramı, 'sırlan paylaşma=tehallul-i esrar" ke­limesinden gelmektedir. Bu yüzden de sevgi ve diğergamlığın özü­nü teşkil etmektedir. Her 'hain" 'habîb' olmasına rağmen her 'habîb' TıalîV değildir. Çünkü 'hullet1 daha fazla akıl, ilim ve dayanma kuv­veti demektir. Bunları her sevilende bulmak mümkün değildir. Bu sebeptendir ki onu arayan azalmış sıfatı da zor bulunur olmuştur.
Allah Teala, Resulü'nü (sav) muhabbet makamına yerleştirdik­ten sonra dedesi İbrahim'e (as) katılması için de 'hullet' makamına yükseltmiştir. Hullet, elbette muhabbetin daha üstündedir. Konuy­la ilgili olarak Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "İnsanlar arasında bir halîl edinecek olsaydım Ebu Bekir'i halîl edinirdim. Ama -kendisini kasdederek- Arkadaşınız Allah Te-ala'nm halîlidir ve O'nun halîl edindiği kimse için, Yaratan'm hul-letine, yaratılanın hulletini ortak etmemek gerekir"[82][149]
İslam kardeşliği ise, hulletten farklıdır ve onda ortaklığa mani yoktur. Bu tür dostlukta, hâlin paylaşılması sözkonusudur. Bu an­lamda, nübüvveti Ali (kv) ile hulleti Ebu Bekir (ra) ile birlikte an-mıştır. Bir defasında da mutlu ve müjdeleyen bîr yüzle minbere çıkarak şöyle buyurmuştu: "Dikkat edin! Allah Teala İbrahim'i oldu­ğu gibi beni de 'Halîl' edindi. Artık hem 'Habîbullah'ım hem de Ha-Hlullah'ım' buyurdu".
Marifet yani tanıma gerçekleşmeden hüküm gerektirecek her hangi bir ilişki mevcut değildir. Böyle bir durum için cari olan; za­hirdeki müslüman oluştur. Aynı şekilde 'hahTden sonra da daha üstte bir ilişki derecesi mevut değildir. Ancak niteleme babından ol­mak üzer 'Muhib=Seven' kelimesi kullanılmıştır.
Müslümanların bu tanışıklık derecelerinde farklı hukuk ve do­kunulmazlıkları sözkonusudur. Dostluk ilerledikçe karşılıklı hukuk da perçinlenir. Bu hukuk, tanışma faslından hullet derecesine doğ­ru artarak devam eder. Konuyla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bir yıllık arkadaşlık kardeşlik, on yıllık tanışma ise akrabalık gibidir.
Allah Teala da bir ayetinde 'dostu' aileye katmış ve onlarla bir­leştirmiştir. Bunun ardından kardeşleri de dostlar mertebesine yükseltmiştir. Bunu Allah Teala'mn şu buyruğunda görmekteyiz: "Ya da anahtarlarına sahip olduğunuz.." (Nur/61) Görüldüğü gibi müslüman, kendi kasasının anahtarlarını din kardeşine vermekte, yolculukta ve ikamette dilediği gibi tasarrufta bulunmasını hoş görmekteydi. Onlar kardeşlerine şöyle derlerdi: Malımla ilgili vere­ceğin karar, kendi şahsi kararım gibidir. Mülküm mülkün gibidir.
Bu muameleye maruz kalan kardeşi de ezilip büzülür, uzaklara gitmemesini isteyerek şöyle düşünürdü: Eğer uzaklara gitmese, burada daha rahat bir rızkı olur ve vera' sebebiyle günah tehlikesi daha az rızıklar yerdi. Allah Teala da bu ezilip büzülmeleri nede­niyle onlara merhamet buyurmuş ve vera'larını şükranla anarak kardeşlerinin mallarından yiyebilmelerine izin vermiştir.
Bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Sizin de eşlerinize yahut ço­cuklarınıza ait evlerinizden, babalarınızın evlerinden annelerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, da­yılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları­na sahip olduğunuz yerlerden veya arkadaşlarınızın evlerinden ye­mek yemenizde mahzur yoktur". (Nur/61) Allah Teala'nın mülkiyet fiiliyle ifade ettiği husus, kardeşinin anahtarlarına ve onların açtık­larına aynı kendisi gibi sahip olabilmesi durumudur. Çünkü O, din kardeşlerinden birini diğerini yerine koymuştur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Ya da anahtarlarına sahip olduğunuz.." (Nur/61)
Görüldüğü gibi arkadaşı sonraya bırakmıştır. Çünkü onda, önceki­nin ilişkisindeki kuvvet mevcut değildir.
Allah Teala üstteki ayetin devamında şöyle buyurmuştur: "Hej) beraber veya ayrıyken de yemek yemenizde bir mahzur yoktur". (Nur/61) Yani kardeşleriniz evlerindeyken kendileriyle birlikte, on­lar yokken de gıyaplarında yemeklerini yiyebilirsiniz. Burada onla­rın varlığıyla yokluğu bir tutulmuştur. Çünkü Allah Teala o kar­deşleri ve onların mülklerini kendi aralarında eşit tutmuştur. Har­cama ve sevme noktasında kalpleriyle dilleri eşittir. Bu husus, "İş­leri aralarında şura iledir" (Şura/38) ayetinin de hakiki anlamdaki açılımıdır.
Ediplerden biri şöyle demiştir: Kardeşler bir cemaatta toplanıp kaynaştıklarında hepsi de bundan lezzet alır. İçlerinden birinin bu­lunmadığı bir mecliste ise tadılan lezzet eksik olur. Bu eksikliğin sebebi, ünsiyet ve birlikte zikrin sürekliliğidir. Bu meyanda Malik b. Dinar (ra) ve Muhammed b. Vâsi* (ra) hakkında şöyle bir hadise rivayet edilmiştir: O ikisi, evinde bulunmadığı bir sırada Hasan el-Basri'nin (ra) evine gitmişlerdi. Muhammed b. Vâsi'yatağın altın­dan içinde yiyecek bulunan bir sepet çıkardı ve yemeye başladı. O esnada Hasan (ra) eve geldi. Onu görünce, 'Biz de böyleydik, birbi­rimizden çekinmezdik' dedi.
İki kardeş veya iki dostun arasında amelleri bakımından riya ol­maz. Birbirlerinin amellerini gözle görseler dahi gizli amel ve hal­vette yapılmış gibi sevap kazanırlar. Çünkü onlar, aynı evi payla­şan bir aile veya yolculuktaki arkadaş gibidirler. Kişiyle aile fertle­ri, yolcuyla yol arkadaşları arasında ameller bakımından riya ve gösteriş olmaz. Onlardan saklanmaları ve amellerini gizlemeye ça­lışmaları da gerekmez.
Kişinin yolculuktaki arkadaşı kardeşlerinden biri ise, onun hür­meti daha gerekli, hukukuna riayeti daha elzem olur. Ona muhale­fet etmemesi, bir yerde mola vermek istediğinde -hoşlanmasa da- iti­raz etmemesi gerekir. İkisinden biri yola çıkmak istediği halde diğe­ri kalmak istese, öbürü yola çıktığında diğerinin orada durmayıp ona katılması gerekir. Kardeşi durup bir şey satın aldığında ona ma­ni olmamalı, yediği veya içtiği bir şeyi ondan esirgememeli, onu ken­dinden çok düşünmelidir. Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün  (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Yola, çıkan iki kişiden Allah'a en sevimli geleni, kardeşine karşı en şefkatli olanıdır".
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'yle (sav) ilgili şöyle şöyle bir olay rivayet edilmiştir: "O, bir sahabisiyle ormana girmişti. Oradan iki adet misvak dalı kesti. Biri eğri diğeri doğru idi. Eğeri olanı kendine alıp doğru olanı sahabisine verdi. Sahabi, 'Ey Allah Resu­lü, doğru olana sen layıksın' deyince O şöyle buyurmuştur: Arkada­şına günün bir saatinde olsun refakat eden hiç bir arkadaş yoktur ki Allah Teala arkadaşlığıyla ilgili hukuku eda edip etmediğini kendisine sormuş olmasın!".
Kardeşlik ve dostluk ettiği kimseye amellerinin çokluğuna göre değer veren veya ilişkisini hallerinin en mükemmel olanına göre değerlendiren kimsenin bu tutumu, girilmek istenen yolu bilmedi­ğini gösterir. Çünkü onun ilişkisindeki dayanak da sapma vardır. Hakikatte dayanılması gereken, kalbi hakikatler ve aklın selame­tidir. Çünkü kardeşlik ve dostluk ilişkisi bunlara dayandırılır.
Kişinin bu bilgisizliği, öbür tarafın bilgisizliğiyle de birleşirse, devreye gösteriş ve yapmacıklık gibi hastalıklar girer. Her ikisi de birbirleri için amel etmeye ve gösteriş yapmaya yeltenerek birbir­lerinin gözlerinde daha yüksek bir mertebeye yükselmek isterler. Bu ise şirke sürükler. Bilindiği üzere şirk, kulu tevhid hakikat£n-dan uzaklaştırır. Böylece sabit olan ayaklar kayar ve kul Rabbinin gözünden düşer. Rabbi, artık onu dost edinip işlerini üstlenmeye1-cektir. Çünkü o, övülmeyi sevme ve sıfatları izhar ederek mevki edinme gibi illetlere kapılmıştır. Böyle bir arkadaş, arkadaşların en tehlikesilisi ve en zararlısıdır. O, diğer arkadaşları için bir imti­han vasıtası kılınmıştır.
Bu durumdaki arkadaşlar derhal terkedilmelidir. Çünkü onlar cahil kimselerdir. Aksi takdirde kendileriyle arkadaşlık edenleri yıpratacak ve türlü illetlere maruz kalmalarına yol açacaklardır. Böyle kimseler, yalnız kalmalı, alçak veya yüksek, ulvi ya da süfli demeksizin hallerini dürüst olarak yaşamalıdırlar. Kendilerini kimseyle mukayese etmemelidirler. Böylesi, onlar için daha hayır­lı, akıbetleri bakımından da daha güvenlidir.
Bu gerçekten çok hassas bir noktadır. Çoğu insan, bu noktadaı  olmaktan kurtulamamıştır.
Helak olanları iki zümreye ayırmak mümkündür.
Bunlardan ilki; sözkonusu illet ve afetlere dayalı olarak dostluk ve kardeşlik edenlerdir. Bu kimseler, yakini imanlarındaki zaaf, arzu ve hevalanndaki kuvvet sebebiyle o illet ve afetleri umursa-mamış, insanları gözlerinde büyütmüş, onlardan elde edecekleri dünyalıklara büyük değer atfetmiş, kapıldıkları gösteriş ve yapma-cıklık hastalıkları sebebiyle helaka duçar olmuşlardır. Kendileri helak olmakla da kalmayarak, dost ve kardeşlerini de helak etmiş­lerdir.
İkinci zümredekiler ise, iyi halleri ve gizlilikleriyle tanınan abidlerdir. Bunlar, duydukları korku sebebiyle hallerini açığa vur­mak istememiş, kınanmaktan ve kusurlu görünmekten çekindikle­ri için de gizlenmeyi tercih etmişlerdir. Kendilerini dostluk ve kar­deşlikle sınamak istememiş ve hallerinin içyüzünün öğrenilmesine firsat vermemişlerdir. Buna rağmen uzaktan sevilmek ve takdir edilmek istemiş, uzun görüşmeler olmaksızın ibadet haliyle tanın­maktan hoşlanmışlardır. Hal olarak, yalnızlık ve inziva içinde gö­rünmeyi yeğlemiş, dostluk ve ayrılık ilişkilerini kusurlu gördükle­rini ima etmişlerdir. Bu tutumlarıyla da benzerlerinden ayrışmak ve bütün insanlardan uzakta tek başlarına olarak tanınmak iste­mişlerdir. Kendilerine mahsus gördükleri hâl, gerçek anlamda hâl olmaktan uzaksa ve kendilerini Allah Teala'nm ibadetine adama-mışlarsa, sırf avamın hallerle ilgili cehaletini istismar ediyorlarsa, bu takdirde helaktan kaçmaları mümkün olmayacaktır.
Cemaattan ayrılına, davete icabet sünnetini terk etme, garip bir hâl iddiasında bulunma, ümmete karışmaktan kibir ve yükseklik taslama nedeniyle imtina etme gibi illetler bu zümrenin asıl helak sebepleridir. Onlar, halkın cehaletlerini istismar ederek kendileri­nin ibadet sebebiyle inzivada oldukları gibi bir hava estirmektedir­ler. Bu iddiayı ileri sürerken, işin hakikatinin da bu olmadığını iyi bilmektedirler. Bu tür fikirler, kendi kalplerinin fısıldadığı vesve­seler de olabilir. Her halükârda halleri sâdıklar tarafından iyi bili­nir. Arifler de tüm açıklığıyla hâllerine muttalidirler.
Müslümanlarla içice olmak, yemeklerde kardeşlerle buluşmak, çarşı pazarda dolaşmak, ihtiyaçları satın almak ve tevazu gereği aldıklarını taşımak, ibadet ve marifet ehlini küçülten değil daha da büyüten davranışlardır. Sahabe ve Tabiun (ra) da böyle davranmış­lardır. Mesela Ömer (ra) evine götüreceği su kırbasını sırtında ta­şırdı. Aym şekilde Ali (kv) hurma ve tuzu üstünde ve ellerinde ta­şır, bunu da şöyle değerlendirirdi:
Kemâl sahibi yitirmez kemâlini, Ailesine taşıdığı ihtiyaçlarla.
Übeyy (ra), İbni Mesud (ra), Huzeyfe (ra) ve Ebu Hüreyre de (ra) aynı şekilde odunları, un çuvallarını omuzlarında veya sırtla­rında taşırlardı. Peygamberlerin efendisi, müttakilerin imamı alemlerin Rabbinin elçisi olan Allah Resulü (sav) de, pazardan sa­tın aldıklarını eve kendisi götürürdü. Sahabemden biri, *Verin ben taşıyayım ey Allah Resulü!' dediğinde şöyle buyururdu: "Bir şeyin sahibi, onu taşımaya daha layıktır!"
Hasan b. Ali (ra) yolda giderken birkaç dilenciye rastlamıştı. Önlerine koydukları çerezleri yiyorlardı. Hasan (ra) onlara selam verdi. Dilenciler, 'Ey Allah Resulü'nün kızının oğlu, haydi yemeği­mize katıl!' diyerek kendisini davet ettiler. Hasan (ra) bineğinden indi ve onlar gibi yere oturarak yemeklerini paylaştıktan sonra tekrar bineğine bindi ve ayrılırken şöyle dedi: Allah Teala kibirle-nenleri sevmez! Ayrılmadan da onları evinde yemeğe davet etti. Ye-mekte hizmetçisine, 'Evde davetler için sakladığın ne varsa getir* diye talimat vermiş ve hazırlananları dilencilerle beraber yemiştir.
İsrailiyat kaynaklarında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: Hikmet ehlinden biri, hikmetle ilgili üçyüz altmış kitap yazmış ve bunlar sayesinde Allah katında bir mertebeye ulaşmış olduğu zannına ka­pılmıştı. Allah Teala o kavmin peygamberine şöyle vahyetti: Filan kimseye şu buyruğumu ilet: Yeryüzünü nifakla doldurdun. Nifakla ilgili çalışmalarından hiç birini kabul etmiyorum. Hikmet sahibi kimse bunu Öğrenince yer altında bir çukurda yaşamaya başladı ve halktan uzaklaştı. Bir zaman sonra, 'Rabbimin muhabbetine nail oldum' diye düşünmeye başladı. Bunun üzerine Allah Teala pey­gamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Benim rızama yine kavuşa­madın! Bunun üzerine o kimse çarşı pazara girdi ve insanlara ka­rışarak onlarla beraber oturup kalkmaya başladı. Yemeğini onlarla beraber yedi ve çarşı pazarda onlarla beraber yürüdü. Bir süre sonra Allah Teala peygamberine şunu vahyetti: O kuluma de ki: İş­te şimdi rızamı kazandın!
Halka şirin görünmeye çalışan, halkın elinde esir olan, sürekli bakışlarına gözeten bedbaht şunu bir bilse ki, o insanlar ne rızkını eksiltebilir, ne de ömrünü uzatabilirler, ne Allah katında yükselte­bilir, ne de alçaltabilirler! Bütün bunlar yalnız Allah'ın elinde olan hususlardır. O'ndan başka hiç bir gücün bunlar üzerinde etkisi ola­maz. Böyle biri Allah Teala'nm şu buyruklarına kulak verse bu tür gereksiz çabalarla kendini yormaktan kurtulacaktır: "Allah dışın­da taptıklarınız size rızık vermeye muktedir değillerdir. Rızkı Allah katında arayın ve O'na kul olun"; (Ankebut/17); "Allah dışında ça­ğırdıklarınız da sizin gibi kullardır". (A'raf/194)
Sözkonusu kimseler bu ilahi ikazları anlasalardı, bütün yaratıl­mışları kalplerinden söküp atarak kalpleri çekip çevirenle meşgul olurlardı. Kendi kaygılarına düşerek insanlardan yüz çevirirlerdi. Rablerinden aldıkları güçle kendi hallerini ve işlerini açığa vurur­lardı. O'nun verdiği ilimle müstağni pldukları için insanların ne gördüklerini pek umursamazlardı. Onun için aslolan Allah Te-ala'nın gördüğü halleri olurdu. Çünkü yalnız O'na tapar, zarar ve­ren ve yarar sağlayan olarak O'ndan başkasını düşünmezlerdi. On­lar kendilerini İslah edecek amellerde bulunur ve bu amellerin kendilerini halk katında aşağıya düşürüp düşürmediğine bakmaz­lardı. Yaratan katında kendilerini küçültmedikçe halkın nazarları­na önem vermezlerdi.
Ama inancı zayıf, halkın bakışma önem veren ve onlanoı gözün­de bir mevkiye sahip olabilmek için gizlenen, elde edeceği mevkiy-le gururlanıp övünecek olan kimsenin ne hâli sözkonusu olabilir, ne de makamı! Böyle kimselerin bunu fazilet sanmalarının, sebebi, bil-gilerindeki eksiklikten dolayıdır. Onlar, cehaletleri sebebiyle bil­diklerini ilim gibi vehmedebilirler. Halbuki Allah karşısında doğru ve samimî olsalar, kendileri için de daha hayırlı olacaktır.
Yunus b. Abdüla'la şunu nakletmiş tir: İmam Şafii (ra) bana şöy­le demişti: Sana, ancak nasihat olsun diye söylüyorum. İnsanlar­dan kurtulmak diye bir şeye imkan yoktur. Sen, kendini düzeltme­ye bak ve onu yap. Sevri'den de (ra) şunu nakletmişlerdir: İnsanları memnun etmek, ulaşılmaz bir gayedir. Ulaşılmaz bir şey için ça­lışan kimse, insanların en ahmağıdır.
Hikmet ehlinden bir zat da aynı manada şöyle bir beyit söyle­miştir:
Sürekli insanları gözeten gamdan ölür, Cesaret sahibi yaşıtının gönlünü kazanır.
Ebu Muhammed Sehl (ra) fakir birine bakıp 'Şöyle şöyle yap' de­miş, o da 'Hocam insanlar yüzünden bir şey yapamıyorum' diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Ebu Muhammed (ra) arkadaşla­rına dönerek şöyle dedi: Yolumuzun hakikatine ermek isteyen kim­se, şu iki sıfattan birini haiz olmadıkça bunu başaramaz: 1. insan­ları gözünden düşürmüş kimse; böyle biri alemde kendisi ve Yara-tanı'ndan başkasını görmez. Bu kimse, Allah'tan başka hiç kimse­nin kendisine ne zarar verebileceğini, ne de yarar temin edebilece­ğini iyi bilir. 2. İnsanları kalbinden silmiş kimse; böyle biri de in­sanların kendisim ne halde gördüklerini umursamaz.
İmamlar imamı Hasan b. Yesar el-Basri'ye (ra) adamın biri şöy­le demişti: Ey Ebu Said, meclisine gelen bir topluluk var ki mak­satları ilminden istifade etmek değil seni kullanmaktır. Onlar sü­rekli sözünde bir düşüklük aryor, seni gözden düşürmek için olma­dık sorular soruyorlar. Hasan (ra) tebessüm ederek şöyle karşılık verdi: Sinirlenme yeğenim! Cennette kalmak istedim onu tattım, hurilere sarılmak istedim onu tattım, Rahman'a komşu olmak iste­dim onu tattım ama bir kez olsun insanlardan kurtulmayı isteme­dim, çünkü Onları Yaratan, Rızık Veren, Öldüren ve Dirilten Allah Teala'nm dahi onlardan kurtulamadığını gördüm. O kurtulama­mışken, ben kim oluyorum da böyle bir talepte bulunabiliyorum?
Bu anlamda bir rivayet de Musa (as) hakkında nakledilmiştir: O, Rabbine şöyle bir dua etmişti: Ey Rabbim, insanların dillerini benim hakkımda sustur! Bunun üzerine Allah Teala kendisine şöy-: le vahyetti: Kendim için yapmadığım bir şeyi senin için nasıl yapa­bilirim? Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifade geçmektedir: Eğer bu özelliği birine verecek olsaydım, Zatıma verirdim. Ebu'd-Derda'nın (ra) da şöyle dediği rivayet edilmiştir:Canlı olarak sabahına erdiğim hiç bir gün ve gecesi yoktur ki in­sanların başıma açtıkları bir belayı Allah Teala'dan şahsıma lütfe­dilmiş bir nimet saymamayım. O, bu sözün ardından şu beyti oku­muştur:
İnsanlardan selamette sabahlayan ve akşama eren kimse yoktur ki Bahtiyar birinin devşirdiğinden mahrum olmasın.
Rivayete göre Allah Teala azizlerden birine şöyle vahyetmiştir: Nefs bakımından hoş olmazsan seni insanların ağzına sakız yapar ve katımdaki tevazu ehlinden yazmam. Rivayete göre İsa (as) şöy­le derdi: Ey Havariler, kardeş olmak istiyorsanız insanların Öfke ve düşmanlık göstereceği yerde olun!
Allah Teala, aksini gösteren bir hüküm olmadıkça müminlere karışmayı bereket kılmıştır. Bunda da sımr, yeterli olanla iktifa et­mektir. "Allah Resulü (sav), Kabe'yi tavaf ettikten sonra su içmek üzere su mataralarının bulunduğu bir çardağa yöneldi. Deri mata­ralarda hurma şırası vardı ve insanlar ondan elleriyle içiyorlardı. O da içmek istedi ve 'Bana da verin buyurdu. Abbas (ra), 'Ey Allah Resulü, bu içecek içine sokulan ellerle kirlenmiş olabilir, evden tes­tide mayalanmış daha temiz bir içecek getirsem iyi olmaz mı?' de­di. Allah Resulü (sav) de, 'Hayır, bana insanların içtiği içecekten verin, müslümanlarm ellerinin bereketinden istifade edeyim' bu­yurdu ve halkın içtiğinden içti."
Konuyla ilgili başka bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav) şöyle denilmişti: 'Ey Allah Resulü, abdest almanız için testide bek­letilmiş su mu, yoksa insanların abdest aldıkları şu kaplar mı da­ha uygundur?' O da şöyle buyurdu: Elbette bu kaplar". Burada da müslümanlann ellerinin bereketinden istifade endişesi vardı. Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İki müslüman karşılaşıp ellerini sıktıklarında biri diğerine tebessüm ederse ikisinin günahları da dökülen yapraklar gibi dökülüp gider". Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade ye-ralmaktadır: Yüz rahmet aralarında taksim edilir. Doksan dokuzu sıcaklık gösteren ve gülüşü daha güzel olana verilir".
Allah Resulü'nün (sav) bir başka hadisinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah katında dostların en hayırlısı, dostuna karşı en yumuşak ve şefkatli olandır. Komşuların en hayırlısı da komşusuna karşı en şefkatli olandır".
Cahil biriyle arkadaşlık etmekten sakının! Onunla arkadaşlık ederek sen de cehalete düşersin. Rabbiaden habersiz, nevasına uyan bir kimseyle de arkadaşlık etmeyin, yoksa sizi Allah'ın yolun­dan saptırır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İstikamet üzere dosdoğru olun ve bilmeyenlerin yollarına tabi olmayın!". (Yu­nus/89)
İstikamet üzere olmanın başı, Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimlerle arkadaşlık etmektir. Allah Teala bu meyanda şöyle bu­yurmuştur: "Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız ve nevasına tabi olmuş kimseye boyun eğmeyin". (Kehf/28); "Ona inanmayan ve ne­vasına tabi olan kimse seni şaşırtmasın yoksa alçalırsın". (Taha/16) Yani aşağı biri olursun. 'Helak olursun' anlamına geldiği de söylen­miştir. Allah Teala buyurdu ki: "Zikrimize yüz çevirenden yüz çe­vir". (Necm/29) Bu ayetin delaletinden çıkan, Allah Teala'nın zikri­ne yönelenlerle dostluk ve arkadaşlığa rağbet etme gereğidir. O'na yüz çevirenden de yüz çevirmek gerekir.
Dost olmaya layık olan, ancak O'na samimi olarak yönelenler­dir. Allah Teala bu anlamda da şöyle buyurmuştur: "Bana teslim olanın yoluna tabi ol".(Lokman/15)
İnsanlar arasında şu beş zümre ile arkadaşlık etmekten sakı­nın:
1. Bidat ehli,
2. Fısk ve fücur ehli,
3. Cahiller,
4. Dünya için hırslananlar,
5. Çok gıybette bulunanlar.
Bunlar, kalpleri bozan, hâlleri silen, yaşanan anda ve gelecekte zararı dokunabilecek olan kimselerdir. Süfyan-ı Sevri (ra), şöyle de­miştir: Ahmak birinin yüzüne bakmak, yazılı bir günahtır. Said b. el-Müseyyeb (ra) ise şöyle demiştir: Zalimlere bakmayın, çünkü amellerinizi boşa çıkartır. Sa'sa'a b. Savhan ise şöyle demiştir: Mü­minle karşılaştığınızda onunla hemhal olun. Münafıkla karşılaştı­ğınızda ise ondan tamamen ayrışın.
Vasfedenlerin en güzeli Allah Teala ise muttaki dostlarını vj federken şöyle buyurmuştur: "Cahiller onlara hitap ettikleri s man, 'Selam' der (geçerler)". (Furkaia/63) Buradaki 'selam' ile kagd dedilenin, 'onlardan selamette olma temennisi' olması muhtemel­dir. Yani Rahman'ın kulları, kendilerine seslenen cahillere şöı demek istemektedirler: Biz sizin günahınızdan selametteyiz, siz bizim kötülüğümüzden selamette olun!                                     
Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Bizim zamanımızın insanları dü-kensiz yapraklar gibiydi. Bugünün insanları ise yapraksızdikenlesri gibi. Tenkid ettiğinizde, onlar da sizi tenkid ederler. Ama kendile­rinden ayrıldığında peşini bırakmazlar. Bugün malınızdan borç ve-rin ki fakirlik gününüzde işe yarasın. Yine o şöyle demiştir: Canh olarak sabahına erdiğimhiç bir gün ve gecesi yoktur ki insanların* başıma açtıkları bir belayı Allah Teala'dan şahsıma lütfedilmiş bir nimet saymamayım.
Hikmet ehlinin öncüsü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara karışan ve onların verdiği rahatsızlıklara karşı sabre­den kimse onlara karışmayan kimseden daha hayırlıdır"![83][150] Herşe-yi Bilen, izzet ve celal Sahibi ise şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar, sabretmelerinden dolayı ecirleri iki kez verilenlerdir. Onlar kötülü­ğü güzellikle savarlar". (Ra'd/22) Yâni onlar, kendilerine söylenen çirkin sözleri güzel sözlerle geçiştirirler. Allah Teafo bunun beya­nında şöyle buyurmuştur: "Daha güzel olanla sav". (Fussilet/34) Burada daha güzel olan, sözün daha güzelidir.
Ayetin devamında şöyle buyrulmaktadır: "Bir de bakarsın ki se­ninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, ^Sıcak bir dost oluvermiş!" (Fussilet/34); "Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır". (Fussilet/35) Kötülüğe karşı olan iyilik güzel söz, sabır; Allah'ın emrine gösterilen sabır, nasibin bol olması; ilim ve hilim babından takdir edilen lütf-u ilahi, Allah katındaki karşılığı da O'nun katın­daki büyük ödül ve sevabıdır.
Konuyla ilgili olarak Lokman'dan (as) orta yolu telkin eden gü­zel bir söz rivayet edilmiştir: Ey^ğul, çok tatlı olma ki yutulmaym! Acı da olma ki atümayasın! Bu tavsiyenin izahı şudur: İnsan­larla ilişkinde aşırı istekli ve peşisıra koşucu olma yoksa üzerinde Burmaz ve önemsemezler. Onları tiksindiren ve sürekli karşı çıkan da olma, o zaman da içlerine sokmaz, zürekli dışlar ve reddederler, i Selef-i Salih'ten bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak i^ade ve istek sahibi ile ^arkadaş ol. Senin istediğini istemeyen kim­seyi dost edinme. Arap bilgelerinden biri de şöyle demiştir: Arkadaş, elbisedeki yama gibidir. Kumaşın cinsinden olmazsa sırıtır! Hikmet ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Her insan kendi türüyle mevcut­tur. Tıpkı her kuşun kendi türüyle uçması gibi. İki kişi, on üzerin­de ittifak edemeyebilirler. İki kişinin arkadaşlığının devamı için bi­rinde bulunan sıfatın diğerinde de bulunması gerekir. İnsanlar da kuşlar gibi değişik türlere sahiptir. Malik b. Dinar (ra), birgün bir karga île güvercini birlikte gördüğünü ve buna çok şaşırdığını söy­lemiştir. Nasıl birlikte olduklarını düşünürken iki kuş havalanmış ve ikisinin de topal olduklarını farketmişti. Sonra da kendi kendi­ne, 'Bunları biraraya getiren topal oluşlarıymış' demiştir.
Denilir ki: İki kişi belli bir zaman arkadaşlık ettikten sonra eğer hâl bakımından benzer değillerse ayrılmaları gerekir. Bir be­devi,'hikmet ehlinden birinin şu beytini okumuştu: Der ki Niçin ayrıldınız? Ben de ölçülü bir cevap verdim, Benim mizacıma uygun değildiıQ.yrıldık, Çünkü insanlar binlerce mizaçtadır.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ruhlar, toplanmış askerler gibidir. Birbirine ısınanlar kaynaşırlar. Isınamayanlar ayrılırlar. Havayı koklarlar".[84][151] Bunun açıklaması yapılırken ruhların yol ve ahlak bakımından kaynaştık­ları veya kaynaşamadıkları söylenmiştir. Bu hadisle ilgili bir takım ilaveler vardır. Mümin biri içinde yüz münafığın ve tek bir mümi­nin bulunduğu bir meclise girse derhal müminin yanına gider ve yanına oturur. Bu hadis için de bir sebep belirtilmiştir. Bu hadisle ilgili sebep şudur: Medine'de attarlık yapan bir kadın vardı. Mek­ke'den de şakacı bir attar kadın gelmişti. AllahiResulü (sav) ona,
Vasfedenlerin en güzeli Allah Teala ise muttaki dostlarını vas-federken şöyle buyurmuştur: "Cahiller onlara hitap ettikleri za­man, 'Selam' der (geçerler)". (Furkan/63) Buradaki 'selam' ile kas-dedüenin, 'onlardan selamette olma temennisi' olması muhtemel­dir. Yani Rahmanin kulları, kendilerine seslenen cahillere şöyle demek istemektedirler: Biz sizin günahınızdan selametteyiz, siz de bizim kötülüğümüzden selamette olun!
Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Bizim zamanımızın insanları di­kensiz yapraklar gibiydi. Bugünün insanları ise yapraksız dikenler gibi. lenkid ettiğinizde, onlar da sizi tenkid ederler. Ama kendile­rinden ayrıldığında peşini bırakmazlar. Bugün malınızdan borç ve­rin ki fakirlik gününüzde işe yarasın. Yine o şöyle demiştir: Canlı olarak sabahına erdiğim hiç bir gün ve gecesi yoktur ki insanların başıma açtıkları bir belayı Allah Teala'dan şahsıma lütfedilmiş bir nimet saymamayım.
Hikmet ehlinin öncüsü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara karışan ve onların verdiği rahatsızlıklara karşı sabre­den kimse onlara karışmayan kimseden daha hayırlıdır[85][152] Herşe-yi Bilen, izzet ve celal Sahibi ise şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar, sabretmelerinden dolayı ecirleri iki kez verilenlerdir. Onlar kötülü­ğü güzellikle savarlar". (Ra'd/22) Yani onlar, kendilerine söylenen çirkin sözleri güzel sözlerle geçiştirirler. Allah Tealia bunun beya­nında şöyle buyurmuştur: "Daha güzel olanla sav". (Fussilet/34) Burada daha güzel olan, sözün daha güzelidir.
Ayetin devamında şöyle buyrulmaktadır: "Bir de bakarsın ki se­ninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan,-sıcak bir dost oluvermiş!" (Fussilet/34); "Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır". (Fussilet/35) Kötülüğe karşı olan iyilik güzel söz, sabır; Allah'ın emrine gösterilen sabır, nasfrbin bol olması; ilim ve hilim babından takdir edilen lütf-u ilahi, Allah katındaki karşılığı da O'nun katın­daki büyük ödül ve sevabıdır.
Konuyla ilgili olarak Loknıan'dan (as) orta yolu telkin eden gü­zel bir söz rivayet edilmiştir: Ey oğul, çok tatlı olma ki yutulmayasın! Acı da olma ki atılmayasm! Bu tavsiyenin izahı şudur: İnsan­larla ilişkinde aşırı istekli ve peşisıra koşucu olma yoksa üzerinde durmaz ve önemsemezler. Onları tiksindiren ve sürekli karşı çıkan da olma, o zaman da içlerine sokmaz, zürekli dışlar ve reddederler. Selef-i Salih'ten bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ancak irade ve istek sahibi ile^arkadaş ol. Senin istediğini istemeyen kim­seyi dost edinme. Arap bilgelerinden biri de şöyle demiştir: Arkadaş, elbisedeki yama gibidir. Kumaşın cinsinden olmazsa sırıtır! Hikmet ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Her insan kendi türüyle mevcut­tur. Tıpkı her kuşun kendi türüyle uçması gibi. İki kişi, on üzerin­de ittifak edemeyebilirler. İki kişinin arkadaşlığının devamı için bi­rinde bulunan sıfatın diğerinde de bulunması gerekir. İnsanlar da kuşlar gibi değişik türlere sahiptir. Malik b. Dinar (ra), birgün bir karga ile güvercini birlikte gördüğünü ve buna çok şaşırdığını söy­lemiştir. Nasıl birlikte olduklarını düşünürken iki kuş havalanmış ve ikisinin de topal olduklarını farketmişti. Sonra da kendi kendi­ne, 'Bunları biraraya getiren topal oluşlarıymış' demiştir.
Denilir ki: İki kişi belli bir zaman arkadaşlık ettikten sonra eğer hâl bakımından benzer değillerse ayrılmaları gerekir. Bir be­devi,-hikmet ehlinden birinin şu beytini okumuştu: Der ki Niçin ayrıldınız? Ben de ölçülü bir cevap verdim, Benim mizacıma uygun değildinıyrıtdık, Çünkü insanlar binlerce mizaçtadır.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet •edilmiştir: "Ruhlar, toplanmış askerler gibidir. Birbirine ısınanlar kaynaşırlar. Isınamayanlar ayrılırlar. Havayı koklarlar".[86][153] Bunun açıklaması yapılırken ruhların, yol ve ahlak bakımından kaynaştık­ları veya kaynaşamadıkları söylenmiştir. Bu hadisle ilgili bir takım ilaveler vardır. Mümin biri içinde yüz münafığın ve tek bir mümi­nin bulunduğu bir meclise girse derhal müminin yanına gider ve yanma oturur. Bu hadis için de bir sebep belirtilmiştir. Bu hadisle ilgili sebet> şudur: Medine'de attarlık yapan bir kadın vardı. Mek­ke'den de şakacı bir attar kadın gelmişti. Allah iResulü (sav) ona.
'Kime misafir oldun?' diye sorunca, 'Filan attar hanıma* dedi. Bu­nun üzerine Allah Resulü (sav), 'Ruhlar, biraraya toplanmış asker­ler gibidir" buyurdu.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala ruhları yarattığı zaman bazılarını yarmış, bazılarını ayrı yaratmış, sonra hepsini arşımn çevresinde gezdirmiştir. Aynı çekirdekten yarılmış iki ruh karşılaştıkları zaman orada tanışmış ve dünya hayatında da bir­birleriyle kaynaşmışlardır. Ayrı yaratılan iki ruh veya biri çekir­dekten yarılma, diğeri ayrı yaratılmış iki ruh karşılaştıklarında birbirlerine ısmamamış ve farklı düşmüşlerdir. Bu ruhlar, bugün ortaya çıktıklarında yine aynı şekilde davranacak ve birbirlerinden ayrışıp kaynaşmayacaklardır.
Arşın çevresindeki gezide tanışan ruhlar, dünyaya indiklerinde de birbirleriyle karşılaştıklarında hemen ısınacak ve kaynaşacak­lardır. Kaynaşma ve ısınma buluşma ve biraraya gelmeyle gerçek­leşmez. Aksine hâllerin kaynaşması ve ahlakın paylaşılması ile ge­lişir. Çünkü hikmet sahipleri insan türlerini, kuş türlerine benzet­mişlerdir. İki farklı türden kuş, her- hangi bir mekanda biraraya ge­lebilirler. Ama bu, hakiki anlamda kaynaşma sayılmaz. Çünkü ah­lak ve mizaç bakımından farklıdırlar. Kuşların kaynaşması, havada aynı seviyede uçmalarından anlaşılır. Biri yüksekte, diğeri alçakta uçuyorsa, er veya geç ayrılmaları kaçınılmazdır. Çünkü tür farklılı­ğından dolayı ayrışma zaruridir. Birleşmeye rağmen hal ve sıfatta­ki farklılıktan dolayı ayrışmanın kuşlardaki tezahürü açıktır.
İki insan arasındaki ayrışma veya kaynaşma dört noktada kendi­ni gösterir. Bunlar; niyet, hâl, ilim ve ahlaktır. İki insan niyetlerinde denk, hâllerinde müşterek, ilim bakımından yakın ve ahlak bakımın­dan müttefik olduklarında tür ve yapı bakımından uyum var olur. Bunun tabii sonucu da aralarındaki birlik ve kaynaşmadır. Bunlann tamamında farklılaşma varsa, o zaman aralarındaki ilişki karşılıklı soğukluk ve nefretten ibaret olur. Bunu tabii sonucu da ayrılık ve farklılaşmadır. Sözkonusu noktaların bir kısmında uyum varken bir kısmında ayrışma varsa, o zaman uyum olan kısımda sıcaklık ve ya­kınlaşma, kalan noktalarda da ayrışma ve farklılık görülür.
Ruhların yaratılışlarındaki farklılıktan dolayı birbirlerinden soğumaları ve havayı koklayarak uyum sağlayabilecekleri ruhları aramalarının esası budur. Ruhların tanışmalarının başlangıcında­ki safha da bu arayıştır. Gerekli sıfatların bulunduğu ortamlarda ruhlar birbirleriyle tanışma zemini bulurlar.
Yakup b. Ebî Ma'ruf dan (ra) şu hadise nakledilmiştir: Esved b. Salim, amcam Ma'ruf el-Kerhi'nin (ra) yanına gelmişti. O, amca­mın samimi kardeşlerinden biriydi. Ona şöyle dedi: Bişr b. el-Hars (ra) seninle kardeş olmak istiyor, ama bunu şifahi olarak açıkla­maktan utanıyor. Bu yüzden de beni elçi olarak gönderdi. Senden, kendisiyle kardeşliği kabul ettiğine dair bir niyette bulunmanı ar­zu ediyor. Bundan sonra da o kardeşliği dikkate almak ve gerekle­rini yapmak istiyor. Fakat bir takım şartları da var. Öncelikle bu kardeşliği bilinmesini istemiyor. Biribirinizi ziyaret etmenizi arzu etmiyor. Karşılıklı görüşmede bulunmak istemiyor. Çünkü o, sık görüşmeyi mekruh görüyor.
Ma'ruf (ra) bunları dinledikten sonra şöyle dedi: Allah ona mer­hamet buyursun! Bana gelince, sevdiğim birinden gece gündüz ay­rılmak istemem. Onu daima ziyaret ederim. Her hâlimde onu ken­dime tercih ederim. Bunu söyledikten sonra din kardeşliğinin fazi­letine ve Allah için sevişmenin güzelliğine dair bir çok hadis nak­letti. Bu hadislerden birinde şöyle denilmekteydi: Allah Resulü (sav), Ali (kv) din kardeşi olmuş, ilmini paylaşmış, bedeninin bir parçası sayılan en değerli kızı Fatıma'yı (ra) onunla nikahlayarak onunla bütünleşmiştir. Kardeşliği sebebiyle bütün bu meziyetleri Ali'ye (kv) mahsus kılmıştır.
Şimdi söylevim: Bişri kardeşliğe kabul ettim. Onu, isteğinden dolayı din kardeşim görüyorum. Eğer istemiyorsa beni ziyaret et­meyebilir. Ama ben, istediğim zaman kendisini ziyaret edebilirim. Buluştuğumuz yerlerde kendisiyle görüşürüz. Şahsıyla ilgili hiç bir şeyi benden gizlememesi ve beni bütün hallerine muttali kılması gerekir. Esved b. Salim, Ma'rufun (ra) bu sözlerini Bişre (ra) oldu­ğu gibi iletti. O da memnun ve mutlu oldu.
Esved b. Salim, gerçekten de devrinin akıllı insanlarından ve fazilet erbabından bir şahsiyeti idi. Arkadaş çevresi çok genişti. Onlara karşı daima sabırlı ve tahammüllü olmuştu. Ma'ruf el-Ker-hi (ra), kendisine danışman tavsiye etmesini isteyen bir adama Es-ved'i göstermişti. Adamın biri Ma'ruf a (ra) şöyle bir soru sormuştu:
Ey Ebu Mahfuz, şu iki adam bu beldenin imamları. Hangisinin da­ha iyi arkadaş olabileceğini söyler misin? Tavsiye edeceğin imamın ahlakını benimseyeceğim. İmam Ahmed b. Hanbel (ra) mi yoksa Bişr b. el-Hars (ra) mı?
O da şöyle karşılık verdi: İkisini de tavsiye etmem. Ahmed (ra), hadisçidir. Hadis ehlinde sürekli insanlarla uğraşma sözkonusu-dur. Böylece kalbinde varolan zikir tadı ve halvet sevgisi kaybolup gidecektir. Bişr'e (ra) gelince, o seninle meşgul olacak vakit bula­maz, kendi haliyle meşguliyetinden dolayı sana dönüp bakmaz. Sen Esved b. Salim (ra) ile arkadaşlık et. O sana daha uygundur. Seninle de ilgilenir. Adam onun dediğini yaptı ve gerçekten de Es-ved'den (ra) istifade etti. Ma'rufun (ra) onu Esved'e (ra) katmasının sebebi, hal bakımından ona daha layık olması, sıfat bakımından daha benzer olmasıydı.
Kardeşlikle ilgili hadiste de Allah Resulü'nün (sav) böyle dav­randığı rivyet edilmiştir. Bu hadiste, Alîah Resulü'nün (sav) ilim ve hâl bakımından benzeyen sahabileri kardeş ilan ettiği anlatılmak­tadır. Mesela O, hal bakımından benzer olan Ebu Bekir (ra) ile Ömer'i (ra), Osman (ra) ile Abdurrahman'ı (ra), ilim ve zühd bakı­mından benzer olan Selman (ra) ile Ebu'd-Derda'yı (ra), Ammar (ra) ve Sa'd'ı (ra) ve Ali (kv) ile kendisini kardeş ilan etmiştir. Allah Teala, efendimiz Muhammed'e ve O'nun bütün yakınlarına salat etsin.[87][154]
Kardeşlik müessesesi Allah Resulü'nün (sav) en büyük fazilet­lerinden biridir. Çünkü O'nun ilmi Rabbinin ilminden, hâli de Rab-binin tavsifinden kaynaklanmaktadır. Allah Resulü (sav) fakir ile zengini de hallerinin denkleşmesi ve zenginin fakiri desteklemesi için kardeş ilan etmiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra), Ahmed b. Ebul-Havari'ye (ra) şöyle demişti: Bu devirde biriyle kardeş olduğun zaman, hoşlanma­dığın bir davranışı için kınama. En temel emirde dahi seni tatmin edecek insan bulma hususunda emin olamazsın. Ahmed (ra) der ki: İnsanları sınadığımda ne kadar da doğru söylediğini gördüm. Ule­madan bir zat şöyle demiştir: Kardeşin incitmelerine karşı sabretmek, onu kınamaktan daha hayırlıdır. Kınamak da ilişkiyi kesmek­ten daha hayırlıdır. İlişkiyi kesmek de kavgadan daha hayırlıdır.
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Cemaatteki bulanma, ayrı­lıktaki duruluktan daha hayırlıdır. Kardeşlik, ince bir cama ben­zer. Onu iyi koruyup sakınmadığınız takdirde türlü belalara maruz kalması mümkündür. Kardeşliği ölümün hayırlı olmasıyla tamam­lamaya çalışmak, hayattayken başlatmaktan çok daha zordur.
Ediplerden biri şöyle demiştir: İnsanlar dört çeşittir: 1. Karın doyurmayacak kadar tatlı olanlar; 2. Yenilmeyecek kadar acı olan­lar; 3. Yenilebilecek derecede ekşi olan ki vakit geçirmeden onu alın. 4. Yenilebilecek derece tuzlu olan ki ihtiyacınız varsa onu da alabilirsiniz.
İmamlardan biri de şunu söylemiştir: İnsanlar dört türdür. Üçünü dost edinebilirsiniz. Birinden ise sakının. İlki bilen ve bildi­ğini bilen kimsedir ki o alimdir onu izleyin. İkincisi bilen ama, bil­diğinden haberi olmayandır ki o uyumaktadır. Onu uyarın. Üçün­cüsü, bilmeyen ve bilmediğini bilen kimsedir ki o da cahildir, ona öğretin. Dördüncüsü ise bilmeyen ama bilmediğini de bilmeyen kimsedir ki o da münafıktır, bundan sakının.
Dördüncüyle ilgili olarak Sehl (ra) şöyle demiştir: Allah'a karşı cehaletten daha büyük bir suç işlenemez. Cehaletin daha da ötesi, cehaletin cehlidir. Ediplerden biri şöyle demiştir: İnsanlar üç tür­dür, ikisiyle arkadaş ol, üçüncüden ise kaç! Senden daha bilgili olanla arkadaş ol; bir şeyler Öğrenirsin. Kendisinden daha bilgili ol­duğun ve senden öğrenmek isteyen biriyle dost o; ona birşeyler öğ­retirsin. Kendini beğenmiş ve bilmediği gibi Öğrenmek de isteme­yen birinden de kaç!
Muhamrned b. Hanefiyye (ra) ise şöyle demiştir: Maruf üzere geçinmeyen kimse dost değildir. Allah Teala bir çıkış gösterinceye kadar dostluğu zaruri ise, onun muamelisinden korunmak gerekir. Zaruret içindeki kardeşleri tercih etmekve müttakilerle ilişki kur­mak, ve onlarla yakınlaşmak ihsanın en güzelidir.
Ebu Mehran (ra) şöyle demiştir: Evimden şu üçünden birini ter­cih etmek üzere çıkarım: Kendimden daha bilgili birini gördüğüm­de bu benim faydalanma günüm olur ve o kimseden bir şeyler öğ­renirim. Kendi dengim biriyle karşılaştığımda o gün bildiklerimi tekrar etme günümdür. Bilgi bakımından daha aşağıda biriyle kar­şılaştığımda ise, o da sevap kazanma günümdür. Ona bir şeyler öğ­retir ve sevabını umut ederim.
Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali (ra), oğlu Cafer b. Muhammed'e şöyle demiştir: İnsanlardan şu beş zümre dışındaki herkesi dost edinebilirsin:
1.Yalancı; çünkü onun yüzünden aklanabilirsin. O, çöldeki bir serap gibidir; uzaktakini yakında, yakındakini ise uzakta gösterir.
2.Ahmak; öyle biriyle hiçbir işin olamaz. Çünkü faydalı bir iş yapacağım derken sana zarar verebilir.
3.Cimri; en çok ihtiyacın olacak şey bakımından kesiktir.
4. Korkak; zoru gördüğü zaman kendi malını ve canım teslim ettiği gibi seni de yakalatır.
5.Facir/günahkâr; seni bir yemeğe, belki daha aşağısına sata­bilir. Bunların en azı hangisidir diye sorulunca tamahkârlıktır de­di.
Bir hadiste ise Allah Resulü'yle (sav) ilgili şöyle bir olay rivayet edilmiştir: WO, bir sahabisiyle ormana girmişti. Oradan iki adet misvak dalı kesti. Biri eğri diğeri doğru idi. Eğeri olanı kendine alıp doğru olanı sahabisine verdi. Sahabi, 'Ey Allah Resulü, doğru olana sen layıksın' deyince O şöyle buyurmuştur: Arkadaşına gü­nün bir saatinde olsun refakat eden hiç bir arkadaş yoktur ki Allah Teala arkadaşlığıyla ilgili hukuku eda edip etmediğini kendisine sormuş olmasın!".
Allah için kardeşlik ve Allah için sevişmek, Selef-i Salih'in izle­dikleri yollardandı. Bu gün bu tür kardeşliken eser kalmamıytır. Bun yolların gereğim yapanlar, artık takipçisi kalmamış bu yolları ihya etmiş olurlar. Onları ihya edenler için onlarla amel edenlerin ve edeceklerin sevabı kadar sevap sözkonusudur. Kendisine kalbi­ni huzurla dolduran ve emniyet telkin eden bir dost verilen kimse, bunun Allah Teala'nın bir lütfü olduğunu iyi bilmelidir. Bu, diğer nimetlerine izafe edilecek bir nimettir. Allah'a hamd, efendimiz Muhammed'e ve yakınlarına salat olsun![88][155]






[1][68] İbni Mâce, Zühd/5
[2][69] Tirmizî, Zühd/37; İbni Mâce, Zühd/6; Dârimî, Rikak/118; îbni Hanbel, 11/296, 343, 451, 513, 519, V/366
[3][70] Tirmizî, Zühd/37; îbni Mâce, Zühd/7
[4][71] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/152-154.
[5][72] Ebu Davûd, Zekat/33; Muvatta', Sadaka/3; tbni Hanbel, 1/201.
[6][73] Nesa'î, Zekat/70; Muvatta', Sıfatü'n-Nebî/8; İbni Hanbel, IV/70, VI/435.
[7][74] Nesa% Zekat/89; îbni Hanbel, Hf/3, 9, 44, IV/138
[8][75] Nesa'î, Zekaf86; Ebu Davûd, Zekat/27.
[9][76] Müslim, Zekat/105; Ebu Davûd, Zekat/24; İbni Mâce, Zekat/26; îbni Hanbel, 11/231, VI/454.
[10][77] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/
[11][78] Tinnizî, Libas/38
[12][79] Buharı, Ezan/155, Fazailü's-Sahabe/2; îbni Hanbel, 1/3
[13][80] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/154-164.
[14][81] . Buhari, Vasaya/9, Hums/19, Rikak/11, Zekat/50; Müslim, Zekat/96; Tirmizî, Kıyamet/29; Nesa'î, Zekat/50, 93; Dârimî, Zekat/20, Rikak/37
[15][82] Benzer manada bir hadis için b. Tirmizî, Minakıb/73
[16][83] Nesa'î, Zekat/94; Buharî, Zekat/51; îbni Hanbel, IV/221, VI/452
[17][84] Veren elin üstünlüğüne dair bu ve değir hadîsler için b. Buharı, Vasaya/9, Rikak/11, Ze­kat/18, Nafakat/2; Müslim, Zekat/94-97, 106; Ebu Davud, Zekat/28; Tirmızî, Zekat/38, Zühd/32, Kıyamet/29; Darimi, Zekat/22; Nesa'î, Zekat/50, 51; Muvatta', Sadaka/8; tbni Hanbel, II/4, 37, 98, 122, 152, 230, 242, 288, 319, III/330, 346, 402, 403, 434, V/262.
[18][85] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/164-181.
[19][86] Ebu Davûd, Vıtr/12, Zekat/40; Nesa'C, Zekat/49; Darimi, Salat/135; Ibni Hanbel, 11/358, III/412, V/178
[20][87] Buharî, Hibe/25
[21][88] Iboj Hanbel, III/474
[22][89] Ebu Davûd, Edeb/41; Tirmizî, Birr/35; İbni Hanbel, 11/258, 295, 303, 388, 461, 111/32, 74, IV/278, 375, V/211, 212.
[23][90] İbni Mâce, Edeb/19.
[24][91] Buharı, Nikah/47, Tib/51; Müslim, Cum'a/47; Ebu Davûd, Bdeb/87; Tirmizî, Birr/81; Da-rimi, Salat/199; Muvatta', Kelam/7; İbni Hanbel, 1/296, 303, 309, 313, 327,11/16, 59, 62, III/470, IV/263.
[25][92] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/181-190.
[26][93] tbni Hanbel, 1/166.
[27][94] İbni Mâce, Mukaddime/17.
[28][95] . Buharı, İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, ilim/2, Kui'an/lO; İbni Mâce, Mukaddi­me/17; îbni Hanbel, 11/252, 325, 407.
[29][96] Buharî, Mescid-i Mekke/l, 6, Savm/67, Sayd/26; Müslim, Hac/415, 511, 512; Ebu Davûd, Menasik/94; Tirmizî, Saiat/126; Nesal, Mesacİd/10; Darimi, Salat/132; İbni Hanbel, 11/234, 238, 501, III/7, 34, 53, 64, 71, 77, VI/7, 398.
[30][97] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, BuyuVlö; Nesa'î, Buyu'/l; îbni Mâce, Ticarat/1; Da­rimi, Buyu'/6; îbni Hanbel, VI/31, 42, 127, 193, 220.
[31][98] İbni Hanbel, IV/130,133
[32][99] İbni Mâce, Et'ime/55; Darimi, Et'ime/11.
[33][100] İbni Hanbel, 11/33
[34][101] Buharı, edeb/3l, 85, Rikak/23; Müslim, Lakta/14, 15; Ebu Davûd, Et'ime/5; Tinnizî, Birr/43; îbni Mâce, Edeb/5; Darimi, Et'ime/11; Muvatta', Sıfatü'n-Nebî/22; İbni Hanbel, 11/288, 354, 431, III/8, 21, 37, 64, 76, IV/31, VI/385, 386.
[35][102] Ebu Davûd, Cihad/80
[36][103] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/189-202.
[37][104] Ebu Davûd, Salat/32; Tirmizî, Salat/39; İbni Mâce, İkamet/47; îbni Hanbel, 11/232, 382, 424, 472, IV/65, V/260.
[38][105] Tirmizî, Sala t/149
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/203-204.
[39][106] Buharı, Gusül/17
[40][107] Tirmizî, Salat/41; Nesa'î, Ezan/32; İbni Mâce, Ezan/3; İbni Hanbel, IV/217.
[41][108] Sabah namazı kıraatiyle ilgili bazı hadisler için b. Buharî, Ezan/104; Ebu Davûd, Sa-lat/131; tbni Mâce, İkamet/5; Darimi, Salat/66, 146.
[42][109] İlgili hadisler için b. Buharı, edeb/80, Ezan/61; Müslim, Salat/168,169, Mesacid/227; Ebu Davûd, Salat/123, 124,126; Tirmizî, Sevabü'l-Kuı'an/l; Nesa'î, İmamet/36; Muvatta', Ra­mazan/6; İbni Hanbel, 11/26, 40, 157, 413, 432, III/103, 154, 188, 182, 185, 188, 205, 212, V/91, 103-105, 384.
[43][110] Buharı, fim/28, Ezan/62; Müslim, Salat/183-186; Tirmizî, Salat/61; Nesa'î, İmamet/35; İbni Mâce, İkamet/48, 49; Darimi, Salat/46; Muvatta', Cemaat/13; İbni Hanbel, 11/256, 317, 393, 111/75, 255, IV/118, 119, 216, 218.
[44][111] İlgili hadisler için b. Ebu Davûd, Salat/150; Nesa'î, Tatbik/76; İbni Hanbel, III/163.
[45][112] Nesa'î, Sehv/45; İbni Mâce, İkamet/24
[46][113] İbni Hanbel, VI/12, 15.
[47][114] Cuma günü sünnet olan kıraatla ilgili hadisler için b. Buhari, Cum'a/10, Sücud/2, 10; Müslim, Cum'a/50, 52, 61-66; Ebu Davûd, Sala t/211, 222, 235; Tirmizî, Cum'a/23, 33, Se-vabü'l-Kui'an/8; Nesal, îftitah/47, Cum'a/38, 39, 40; tbni Mâce, İkamet/2,90; Darimi, Sa-lat/22, 192, 197, 203, 221, Fezailü1-KuiWl6-18; Muvatta', Cum'a/19, Kui'aiı/16; İbni Hanbel, 1/226, 272, 307, 316, 328, 334, 354,11/430, 467, 472, IV/270, 271, 273, 277, V/13, 14, 143, Vl/436, 463.
[48][115] İmamın liderlik sıfatıyla ilgili olarak b. Buharî, Cum'a/11, İstikraz/20, Itk/19, Vasaya/9, Nikah/81; Ahkam/1; Tirmizî, Ahkam/6; İbni Hanbel, 11/121
[49][116] Ebu DavÛd, Salat/32; Tirmizî, Salatf39; İbni Mâce, İkamet/47; İbni Hanbel, 11/232, 382," 424, 472, IV/65, V/260.
[50][117] Nesa'î, Ezan/14; İbni Mâce, Ezan/5; Ebu Davûd, Salatf31.
[51][118] Ebu Davûd, SalaU32; Tirmizî, Salat/39; İbni Mâce, İkamet/47; İbni Hanbel, 11/232, 382, 424, 472, IV/65, V/260
[52][119] Tirmizî, Salat/38; İbni Mâce, Ezan/5.
[53][120] 'Krmizî, Salat/29; Nesa'î, Ezan/42, îmamet/12
[54][121] Tinnizî, Mevakîl/29.
[55][122] Müslim, Mesacid/67; Ebu Davûd, Taharet/43; Darimi, Salat/137; tbni Hanbel, VI/43, 54, 73
[56][123] tbni Hanbel, 11/103
[57][124] Buharı, Ezan/54; Ebu Davûd, Salat/60; Tirmizl, Salat/60; Nesa'î, İmamet/3, 5, 11, 43, Kıble/16; tbni Mâce, Ezan/5, İkamet/46; tbni Hanbel, 111/48, 51, 84, 163, IV/118, 121, V/71, 272
[58][125] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/204-219.
[59][126] İbni Hanbel, 11/400, V/335
[60][127] İbni Hanbel, IV/227, VI/459.
[61][128] Tirmizî, Birr/58
[62][129] Muvatta', Şa'r/16; İbni Hanbel, V/229, 233, 237, 239, 328.
[63][130] Buharı, Ezan/36, Zekat/16, Hudud/19; Müslim, Zekat/91; Tirmizî, Zühd/53; NeBa"î, Ku-dat/2; Muvatta', Şa'r/14; îbni Hanbel, 11/439
[64][131] Benzer hadisler için b. Buharî, îman/9, Edeb/42; Müslim, İman/66; Tirmizî, tman/10; İb-ni Hanbel, III/103, 140, 141, 150, 156, 230, 241, 272, 275, 278.
[65][132] Müslim, Birr/38; İboi Hanbel, 11/292, 408, 462, 508
[66][133] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, VI/459, IV/227
[67][134] Nesa'î, İman/2-4; İbni Mâce, Fiten/23; İbni Hanbel, IV/11
[68][135] Benzer hadisler için b. Buharı, İman/9, Edeb/42; Müslim, İman/66; Tirmizî, İman/10; İb­ni Hanbel, III/103, 140, 141, 150, 156, 230, 241, 272, 275, 278
[69][136] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Zühd/45
[70][137] Benzer bir hadis için b. Müslim. Birr/32; Ebu Davûd, Edeb/35; Tirmizî, Birr/18; İbni Mâ-ce, Fiten/2; İbnİ Hanbel, 11/277, III/491, IV/168.
[71][138] Buharî, Vasaya/8, Feraiz/2, Nikah/45, Edeb/57, 58; Müslim, Birr/28; Tİrmizî, Birr/56; Muvatta', Husnül-huluk/15
[72][139] Benzer bir hadis için b. Nesa'î, İsti'aze/44; İbni Hanbel, 11/346.
[73][140] Buhari, Tıb/51, Nikah/47; Müslim, Cum'a/47; Ebu Davûd, Edeb/86, 87; Tinnizî, Birr/79; Darimi, Salat/199; Muvatta', Kelam/7; İbni Hanbel, 1/269, 273, 303, 309, 313,11/16, 59, III/470, IV/263
[74][141] Tinnizî, Birr/78; İbni Hanbel, V/269
[75][142] Müslim. Birr/24, 31; Tirmizî, Birr/24; îbni Mâce, Dua/5; İbni Hanbel, 1/3, 5, 7, III/110, 165, 199, 209, 277
[76][143] Buharı, Mezalim/3; Müslim, Birr/32; Ebu Davûd, Edeb/38; THrmizî, Hudud/3, Birr/18; İbni Hanbel, II/9, 68, V/24, 71.
[77][144] Darimi, Mukaddime/29.
[78][145] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 11/418
[79][146] İlgili hadisler için b. Müslim, Zikir/86, 87, 88; Ebu Davûd, Vıtr/29; İbni Mâce, Mena-sik/5; îbni Hanbel, V/195
[80][147] . Buharî, Nikah/45, Feraiz/2, Edeb/57, 58, 62; Müsüm, Birr/23, 24, 28-32; Ebu Davûd, Edeb/47; Ibni Mâce, Et'ime/1, Dua/5; Muvatta', Husnü'l-huluk/14, 15; îbni Hanbel, 1/3, 5, 7, 11/156
[81][148] Buharî, İman/21, Küsufi9, Nikah/88; Müslim, Küsuff 17; Nesa'î, Küsuf/17; İbni Hanbel, 1/298, 359
[82][149] İlgili hadisler için b. Buharı, Salat/80, Menakıbü'l-Ensar/45, Fazailü's-Sahabe/3, 5, Fa-raiz/9; Müslim, Mesacid/28, Fazailü's-Sahabe/2-7; Tîrmizî, Menakıb/14-16; İbni Mâce, Mukaddime/11; Darİmi, Faraiz/11; İbni Hanbel, 1/270, 359 111/18, 478, IV/4, 5, 212
[83][150] Benzer hadisler için b. tbni Mâce, Fiten/23; TirmiZÎ, Kjyamet/55; îbni Hanbel, 11/43, V/365
[84][151] Buharı, Enbiya/2; MiiKİİın, Birr/159,160; Ebu DavÛd, Edeb/16; İbni Hanbel, 11/295, 527, 537
[85][152] Benzer hadisler için b. tbni Mâce, Fiten/23; Tirmİzî, Kıyamet/55; Ibni Hanbel, 11/43, V/365
[86][153] Buharı, Enbiya/2; Müslim, Bırr/159,160; Ebu Davûd, Edeb/16; İbni Hanbel, 11/295, 527, 537
[87][154] Allah Resulü'nün (sav) Sahabe'den bazı zatları kardeş ilan etmesiyle (=mu'âhât) ilgili hadisler için b. Buharı, Menakıbu'l-Ensar/3, 50, BuyuVl, Kefalet/2, Edeb/67; Müslim, Fazailüs-Sahabe/203; Tirmİzî, Bİrr/22; İbni Hanbel, III/15Z, 190, 204, 271.
[88][155] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/220-286.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar