KUT'UL KULUB 4
Konuya
girmeden önce Allah Resulü'nün (sav) "İlim talep etmek, her müslüman
üzerine farzdır" [1][1]
ve "İlmi Çin'de bile olsa talep edin" hadislerini izah etmek
istiyoruz. İlim talep etmek yani onu öğrenmek için ardına düşmek, her müslüman
üzerine farz kılınmış bir görevdir. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle
demiştir: Allah Resulü (sav) bu 'İlim' ile, ilm-i hali yani kulun
yerleştirildiği makamından kaynaklanan halini bilmesini murad etmiştir. Buna
göre her kul, Allah Teala ile arasındaki halini hem dünya, hem de ahiret
dairesinde bilmelidir. Bu ilmi elde ettikten sonra da Allah Tea-la'nın bu mevkide
kendisine farz kıldığı hükümleri ifa etmeye çalışmalıdır.
Ariflerden
bir zat şunu söylemiştir: Hadiste kasdedilen, Marifet ilminin talep edilmesi ve
kulun yaşadığı an ile, gününün her anında yapması gerekenleri yapmasıdır. Şam
ulemasından bir zat da şöyle demiştir; Allah Resulü'nün (sav) kasdettiği, İhlas
ilmi ile nefsin afet ve vesveselerinin, ayrıca şeytanın hile ve tuzaklarının
bilinmesidir. Kulun, amelleri salih kılacak şeylerle, onları ifsad edecek
afetleri bilmesi ona farz kılınmıştır. Bunun sebebi de amellerde İhlasın farz
kılınmış olmasıdır. Bir de şeytanın düşmanlığım bilmesi ve bu bilgiye
dayanarak ona düşman olması da gerekmektedir. Abdurrahim b. Yahya el-Ermevi ve
ona tabi olanlar bu görüştedirlerdir.
Basra
ulenıasmdn bir zat ise şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) kasdettiği, kalp
ilmi ve hatırların marifeti ile bunların tefrikinin Öğreni İme sinin
farziyetidir. Çünkü bunlar, Allah Teala'nm kullarına gönderdiği elçileri
mesabesindedir. Bunların yanısıra şeytanın ve nefsin vesveselerini de bilmesi
icab eder. Kul bunları bildiği zaman, Allah Teala'dan gelen emir ve davetlere
uyarken yine O'ndan imtihan ve sınama maksadıyla gelen afetlere karşı da
dikkatli olur. Bunları bilmesi, onları reddetmek için nefsiyle cihad etmesini
gerektirir. Çünkü bunlar, niyetin başını, niyet de amellerin temelini
oluşturur.
Fiiller,
niyetlerden doğarken ameller de sevap bakımından onların derecesine göre
katlanır. Kul, şeytanın sesiyle meleğin sesini, ruhun hatırıyla nefsin
vesvesesini ve yakin ilmiyle aklın müessirlerini tefrik etme ihtiyacmdadır.
Böylelikle hükümleri de temyiz etme gücüne ulaşacaktır. Bu görüşü savunanlara
göre, ilmin bu boyutunu öğrenmek her müslüman üstüne farzdır. Ulemadan Malik
b. Dinar, Ferkad es-Seneci, Abdülvahid b. Zeyd ve onların öğrencileri bu
görüştedirler. Hocaları Hasan el-Basri de (ra) bu ilim üzerinde konuşurdu.
Onlar kalbi ilimleri bu şahsiyetten nakletmişlerdir.
Şam
abidlerine göre ise Allah Resulü (sav) bu ilim ile, Helal ilminin fariza
oluşunu murad etmiştir. Çünkü Allah Teala bunu emretmiş, müslümanlar da haram
yiyen kimsenin fasık oluşu hususunda icma etmişlerdir. Bu babda açıklayıcı bir
hadis de mevcut
olup
şöyledir: "Helali aramak farizadan sonraki farizadır". Bu görüşe
sahip olanlar arasında da ibrahim b. Edbem, Yusuf b. Esbat, Vüheyb b. el-Verd
ve Hubeyb b. Harb gibi zevatı görmekteyiz. Marifet ehlinden olup bu taifenin
arasında bulunan biri de şöyle demiştir: İlm-i Batm'ı talep etmek, ehli
üzerine farizadır.
Başkaları
dediler ki: İlmin bu türü, müslümanların avamından çok Allah Teala'nın bunun
için seçtiği ve vazifelendirdiği kalp ehli kimselere mahsustur. Çünkü bir
hadisin lafzında şöyle bir ibare geçmektedir: "Yakin'i öğrenin".
Yani, Yakin ilmini talep edin. Yakin ilmi ise, yalnızca Yakin Ehli nezdinde
bulunur. Bu ise, 'Faydalı İlim=ilm-i nâfî' olarak isimlendirilen ve Allah
Resulü'nün (sav) şu hadisinden de anlaşılacağı üzere müminin Allah Teala
katında bulunması gereken hali ve makamını temsil eder: "Ve kalpteki
batın ilim ki o, Faydalı İlim'dir". Cündüb (ra) şöyle demiştir:
"Allah Re-suîü'yle (sav) beraberken bize Önce ilim, sonra Kur'an
öğretirdi. Bizim de imanımız artardı. İnsanlar üstüne öyle bir zaman gelecek
ki Kur'an'ı imandan önce öğreneceklerdir". Bu görüş de, Basra'nın
abidlerine aittir.
Selef-i Salih'den
bir zat şöyle demiştir: Bu ilim ile kasdedilen, Tevhid ilmi hakkında cahil
kahnmaması gerekeni, emir ve nehiyle-rin asıllarını ve helal ile haram
arasındaki farkları bilmektir. Çünkü diğer ilimlerin bundan Öte bir gayeleri
yoktur. Hadiste geçen 'ilim' kelimesi bilinmesi gereken malumattan olmaları
bakımından bütün bunlar için kulanılan bir isimdir.
Alimlerin
neredeyse tamamı, yukarıda zikrettiğimiz hususların ötesindeki ilimleri
öğrenmenin farz olmayıp mendubiyet ve fazilet ifade ettiği üzerinde icma
etmişlerdir.
Küfe
ulemasından bir topluluk ie, bu 'ilim' ile murad edilenlerin; alışveriş, nikah
ve boşanma ilimleri olduğunu söylemiştir. Onlara göre, bu işlere giren her kul
bunların ilimlerini de öğrenmek mecburiyetindedir. Bunu da Ömer b. Hattab'm
(ra) şu sözüne dayandırmışlardır: Bizim pazarımızda ancak fıkıh sahibi olanlar
ticaret yapabilir. Aksi takdirde isteyerek veya istemeyerek faiz yer. Bu sözün
başka bir rivayetinde ise 'Fıkıh bilen sonra ticaret eden kimse...' ifadesi
kullanılmaktadır. Bu görüşe meyledenler arasında da Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife
ve Öğrencilerini görmekteyiz.
Horasan
bölgesinin öncü ulemasından biri ise, Allah Resulü'nün (sav) muradının şu
olduğunu bildirmiştir: Kişi, kendi evinde olup da dini emirlerle ilgili bir
amelde bulunmak istediğinde veya kalbine hüküm ve ibadete dair bir mesele
takıldığında, konu iti-kad ve amelle doğrudan alakalı olduğu için sükut
edemeyecektir. Böyle bir durumda kendi reyi ile amelde bulunması da caiz olmaz.
Yapması gereken; hemen ayakkabılarını giyerek sokağa çıkmak ve beldesinin o
hususutaki en bilgili şahsiyetini bularak meseleyi ona sormaktır. Kafasına
takılan her mesele ve konuda böyle yapması bu hadis ile üzerine farz
kılınmıştır. Bu görüşü nakledenler ise Abdullah b. el-Mübarek ve hadis
ehlinden bazılarıdır.
Başkaları
ise Allah Resulü'nün (sav) muradının, Tevhid ilmini talep etmenin farz olduğu
cihetindedir. Bunlar da, sözkonusu talebin keyfiyeti ve doğruyu bulmanın
mahiyeti üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan kimisi, talebin keyfiyetinin
istidlal ve ibret alma yoluyla olacağını söylemişlerdir. Kimileri de araştırma
ve düşünme yoluyla olacağını söylemişlerdir. Bazıları da, Allah Teala'mn
tevfîki ve nakiller yoluyla olacağını beyan etmişlerdir.
Bunlardan
bir topluluk ise şunu söylemiştir: Allah Resulü'nün (sav) muradı; şüpheli ve
muğlak hususların ilminin talep edilmesidir. Çünkü kul, bu tür hususları
duyduğu veya bunlara müptela olduğu zaman ne yapması gerektiğini öğrenmiş
olacaktır. Kul, asıl olarak teslimiyete dayanmışsa o takdirde esasen dikkat
etmediği bu tür hususları öğrenmeyi talep etmeyebilir. Müslümanların umumuna
bakıldığında, itikadlarma bu tür vehimlerin karışmadığını ve yüreklerine kuşku
düşmediğini görebiliriz. Dolayısıyla bu gibi insanların, bu konularda araştırma
yapmalarına da lüzum yoktur.
Ama
kulaklarına bu türden bir söz gelip de bu söz kalplerine yerleştiği zaman, bunu
tefrik edip hakkını batıldan ayıracak bir ilme sahip olmadığı zaman, buna
sükut edip geçmesi caiz olmaz. Çünkü bu, bir batıla hak gibi inanmasına veya
bir hakkı, batıl gibi reddetmesine sebep olabilir. İşte böyle bir durumda,
batıla hak gibi inanmayıp hakkı batıl gibi reddetmeyeceğini yakini bir ilme
ulaşabilmek için meseleyi alimlere sorması ve hakiki şeklini ortaya çıkarmaya
çalışması onun üzerine farz kılınmıştır. Böyle bir durumdaki kul, hakikati
talep etmekten geri durmamalıdır. Aksi halde bile bile bir şüpheye dayanarak
hevasma uymuş veya dinde bir kuşkuya kapılarak müminlerin yolundan ayrılmış
ya da bir bidata inanarak sünnetten ve cemaatın mezhebinden çıkmış olur. İlk
halife Ebu Bekir-i Sıddık'm da (ra) bu manada bir duası vardır: 'Allahım bize
hakkı hak olarak göster ki ona tabi olalım. Batılı da batıl olarak göster ki
ondan sakınalım. Onu bize ben-zeşik (=müteşabih) kılma ki nevaya tabi
olmayalım'. Bu görüş de Ebu Sevvar İbrahim b. Halid el-Kelbi, Davud b. Ali,
Hüseyn el-Ke-rabisi, Haris b. Esed el-Muhasibi ve onları izleyen kelamcılara
aittir.
Allah
Resulü'nün (sav) yukarıda zikrettiğimiz hadisinin manası hakkında ulemanın sahip
olduğu görüşler bunlardan ibarettir. Bunları her mezhebin görüşleri hakkındaki
bilgimize dayanarak aktarıp kullandıkları delilleri de zikrettik. Lafızlar
bizim olsa da anlattığımız manalar onlara aittir. Bize göre bunların tamamı da
güzel ve isabetli olma ihtimali varid olan görüşlerdir.
Bu alimlerin
hepsi de, hadisin lafzi tefsiri noktasında farklı görüşlere sahip olmuş iseler
de zahir uleması dışında mana bakımından birbirlerine oldukça yakındırlar.
Zahir ehli, hadisi kendi ilimlerine göre tefsir ederken, Batın ehli de kendi
ilimlerine göre tevil etmişlerdir. Şu unutulmamalıdır ki Zahir de Batın da
birbirlerinden müstağni kalamayacak ilimler olup İman ve İslam gibi birbiriyle
çok yakından irtibatlıdırlar.
Bu ikisini,
beden ve kalp gibi birbirlerinden ayrılması düşünülemeyecek iki unsura da
benzetebiliriz. Nitekim görüşlerde ihtilaf eden bu alimler, Allah Resulü'nün
(sav) bu talep ile, muhakeme ve fetva ilimlerini, ihtilaf ve mezheb ilimlerini,
ya da hadis kitaplarını öğrenmelerini murad etmediği hususunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü bu gibi ilimler, talep edilmesi farz olmayan ilimlerdir. Şu
var ki Allah Teala, bu ilimler için de onları ayakta tutacak kimseler
varedecektir. Allah en iyi bilendir,
Bize göre
"İlim talep etmek farzdır" hadisinin hakiki manası hakkında aslolan
şudur: Müslüman, İslam'ın üzerine bina edildiği beş esasın ilmini talep
etmelidir. Çünkü bunlar, müslümanm yerine getirmesi gereken farzları teşkil
etmektedir. Öte yandan bunlarm ilmine sahip olmaksızın amelde bulunmak da sıhhatli
olmaz. Amelin başı, onun ilmine sahip olmaktır. Şu halde amelin farz kılınmasının
icabı olarak onun ilmi de farz olmaktadır. Müslümanlar üzerinde bu beş esastan
başka farz olmadığına göre, sadece bu beş esasla ilgili ilimleri talep etmek
farz olur. Çünkü bu, farzın farzıdır. Tevhid ilmi de buna dahildir. Zira bu beş
esasın başında 'La ilahe illallah' şehadeti gelmektedir. Bu şehadet, Allah
Teala'nm zatına bitişik olan sıfatlarının isbatı, O'ndan ayrı olan sıfatların
da reddi ile olur. Bütün bunlar da 'La ilahe illallah' şehadetinin ilmine dahil
olan hususlardır.
İhlas ilmine
gelince, o da İslam'ın sıhhati bakımından lüzumlu bir ilimdir. Çünkü bir
kişinin müslüman olabilmesi, amelinin yalnız Allah Teala'ya halis ve muhlis
kılınmasına bağlıdır. Bunu da Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğundan
anlamaktayız: "Üç şey vardır ki müslümanm kalbi bunlar üzereyken şaşmaz:
Amelin Allah Teala'ya halis kılınması...[2][2] Görüldüğü gibi
Allah Resulü (sav) İhlas ile başlamış ve onu müslüman olmanın sıhhatinin şartı
olarak beyan etmiştir.
Tefsirini
zikrettiğimiz hadisteki ilim ile ilgilili esaslardan biri de bu ilmin, ümmetin
icması ile zaten malum olan ilimlerden biri olmasının caiz olmayışıdır. Mesela
Allah Resulü (sav) bununla tıp, astroloji, nahiv, şiir veya megâzi yani tarih
ilimlerini murad etmemiştir. Bunların ilim olarak isimlendirilmesi, aslen
malum ve bilinebilir olmalarından ve bunlara sahip olan kimselerin de o ilimlerin
alimleri olarak tanınmalarından dolayıdır.
Allah
Resulü'nün (sav) murad etmediği bir diğer husus da şeriatın gerektirdiği
hususlardır. Bu babda ümmet, fetva ve muhakeme ilimlerinin, mezheplerin
ihtilaf sebebleriyle ilgili ilimlerin ve reylerdeki ihtilaflarla ilgili
bilgilerin talep edilip öğrenilmesinin murad edilmediği hususunda da müttefiktir.
Bütün bunlar, ilgili olan kimseler tarafından ilim olarak isimlendirilen
bilgilerdir. Bunların bir kısmı farz-ı kifaye olmakla beraber, tamamıyla farz-ı
ayn dairesinin dışında yeralmışlardır.
Bu meyanda
hadisin lafzına baktığımızda önce genelleme yapılan bölümün 'İlim talep etmek
farzdır' kısmı olduğunu görürüz.Bundan sonra 'Her müslüman üzerine' ifadesi
gelmektedir ki bu da, kişilerin bizzat kendilerine yönelen bir husustur. Bu,
sanki hakkında 'ilim' ismi vaki olan ve baştaki Lam-ı Tarif ile bilinen her
türlü ilmi kasdeden bir ifade gibi görülebilmektedir. Tefsirin bu şekilleri
boşa çıkarıldığında en sağlıklı olan mananın, İslam'ın bina edildiği beş esasın
bilinmesinin farz oluşu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Müslümanlar
üzerine farz kılman da, sadece bu esaslarla ilgili bilgilerin öğrenilme sidir.
Bunu Allah Resulü'nün (sav) bir bedevi ile arasında geçen şu hadisede de
görmekteyiz. Bedevi O'na şöyle demişti: "Bana, Allah Teala'nm üzerime farz
kıldıklarım bildir. -Başka bir rivayette 'Bize, Allah Teala'nm bize seninle
gönderdiği şeyleri bildir1 ibaresi geçmektedir-. Allah Resulü de (sav) ona,
keli-me-i şehadeti, beş vakit namazı, zekatı, Ramazan orucunu ve Kabe'yi
haccetmeyi bildirdi. Bunun üzerine bedevi: Bunlar dışında üzerime düşen başka
birşey var mı? diye sordu. Allah Resulü de (sav): Hayır, sadece gönüllü olarak
yapacakların, dedi. Bunun üzerine adam şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki,
bunlar üstüne ne bir şey ekler, ne de bunlardan birşey eksiltirim. Allah Resulü
(sav) bu kişi hakkında şöyle buyurdu: Eğer doğru söylemişse kurtuluşa erecek
ve cennete girecektir".[3][3]
Bu beş esası
bilmek, bilinen şeylerin farz oluşu sebebiyle farz kılınmıştır. Çünkü ilim
olmaksızın amel olamaz. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Ancak bildikleri halde hakka şahitlik edenler hariç". (Zuhruf/86);
"Ta ki ne söylediğinizi bilesiniz". (Nisa/43); "Sizin yanınızda
bir ilim mi var ki bizim için çıkartıp (göstereceksiniz)? Siz yalnızca zanna
uyuyorsunuz". (En'am/148); "Zulmedenler"ise hiçbir ilme
dayanmaksızın sadece nevalarına tabi oldular. Allah'ın saptırdığını kim
hidayete iletebilir?". (Rum/29); "İlim sahibi olmayanların
hevalannauyma. Muhakkak ki onlar Allah'a karşı sana hiçbir yardımda
bulunamazlar". (Casiye/18); "Artık bilin ki o Kur'an ancak Allah'ın
ilmiyle indirilmiştir". (Hud/14); "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline
sorun". (Nahl/43)
Yukarıda
zikrettiğimiz ayetlerde Allah Teala ilim öğrenmeyi müslümanlar üzerine farz
kılmaktadır. İslam'ın beş esasıyla ilgili olarak rivayet edilen ve Allah Resulü
(sav) tarafından dinin farzları olarak bildirilen sözkonusu amellerden sonra
ilim öğrenmenin farzîyetine dair söylediği mücmel hadisi gelmektedir. Allah
Resulü (sav) 'Her müslüman üzerine' buyurarak bunu tahsis ve teyid etmiştir.
Bunun açıklaması şudur: İslam'ın üzerine bina edildiği bu beş temeli bilmek,
bunların farziyetinden dolayı her müslüman üzerine farz kılınmıştır.
Mürsel bir
hadiste şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) bir adamın
etrafına toplanmış bir kalabalığa rastladı. Çev-redekilere 'Bu nedir?' diye
sorunca 'Herşeyi çok iyi bilen bir adam' dediler. O da 'Neyi?' diye sordu.
Bunun üzerine 'Şiir, neseb ve Arap-lar'm Önemli tarih vakalarını' dediler.
Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Bu, bilinmemeğinin zararı
olmayan bir ilimdir". Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ibare
geçmektedir: 'Bu, faydasız bir ilim, zararsız bir cehalettir".
Allah Resulü
(sav) başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öyle ilim vardır ki
cehalettir. Öyle söz vardır ki, faydadan uzakta".[4][4] Allah Resulü
(sav) başka bir hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Az bir tevfık-i ilahi,
çok ilimden daha hayırlıdır". Garib bir hadiste ise şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Herşey ilme muhtaçtır. İlim ise tevfîk-i ilahiye
muhtaçtır". Meşhur bir hadiste ise Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Allahım, faydasız bir ilimden Sana
sığınırım".[5][5]
O, bu tür ilimlerin de konuları olduğu ve bu ilimlere sahip olanlar, ulema
sayıldıkları için 'ilim' ismini kullanmıştır. Ancak bunların sahip oldukları
ilimdeki faydalı olma unsurunu izale etmiş ve bu tür ilimlerden Allah Teala'ya
sığınmıştır.
Allah
Resulü'nden (sav) bu babda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah
Resulü buyurdu ki: Şeytan ilimde sizi geçmiştir. Dedik ki: Ey Allah Resulü,
nasıl olur da ilimde bizi geçebilir? Buyurdu ki: O şöyle der: İlmi talep et,
ama ilim sahibi oluncaya kadar amel etme. O bu şekilde konuşmaya devam ederken
ameli de ölünceye kadar ertelerdi. Neticede hiç amelde bulunmadı". Bu
hadisten iki delil çıkartabiliriz. Bunların ilki şudur: Allah Teala, şeytanın
fuzuli ilim talep etmesini murad etmiştir. Bu ilmin, ona ne ahirette bir
faydası, ne de Allah Teala'ya yakınlaşmasında bir yardımı söz-konusudur.
İkincisi ise şudur: Faziletli kılman ve mendub görülen ilim, amelin
gerektirdiği ilimdir. Çünkü Allah Resulü (sav) ilimsiz ameli emretmediği gibi
amel için yapılan ilim talebini de mekruh görmezdi. O'nun şu buyruğu da bunun
en açık delilidir: "İlim sahibinin fazileti, benim için amel sahibinin
faziletinden daha hayırlıdır. Dininizin en hayırlısı da vera' yani
titizliktir".
Marifet ve
Yakın ilimlerinin sair ilimlere üstünlüğü ve Selef ulemasının dünya ve ahiret
alimleriyle ilgili sözleri: Allah Resulü (sav) vefat ettikleri zaman, Allah
Teala'yı bilen, O'nun fıkhına sahip olan ve rıza-i ilahiye mazhar olan
binlerce sahabi vardı. Ama bu kadar sahabi arasında kendisini fetva ve hüküm
verme makamlarında gören sahabilerin sayısı, on küsur sahabiden ibaretti. Mesela
îbni Ömer (ra) kendisine bir fetva sorulduğu zaman şöyle derdi: Müminlerin
emirine gidin. Çünkü müslümanlarm işlerini o üstlenmiştir. Bunun fetvasının
vebalini onun sırtına yükleyin.
İbni Abbas
(ra), sahabenin bir bölümü ve onlara güzellikle tabi olan Tabiun'dan şu söz
nakledilmiştir: İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanların bütün sorularında
onlara fetva veren kesinlikle mecnundur. İbni Ömer (ra) kendisine on mesele
sorulduğu vakit, bunlardan sadece birine fetva verir, dokuzu hakkında sükut
ederdi. İbni Abbas (ra) ise bunun tam aksine hareket eder ve kendisine sorulan
on meseleden dokuzunu cevaplandırır, sadece birinde sükut ederdi.
Ulema
arasında da 'Bilemiyorum' diyenlerin sayısı 'Biliyorum' diyenlerin sayısından
çok daha fazla idi. Süfyan-ı Sevri, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Fudayl b.
Iyaz ve Bişr b. el-Hars çoğunluğa giren ulemadandı. Bunlar, oturdukları
meclislerde kendilerine yöneltilen soruların bir kısmını cevaplarken bir
kısmını cevaplamazlardı. Onlar, kendilerine sorulan her soruyu cevaplandırmazlardı.
Abdurrahman
b. Ebi Leyla'dan şunu rivayet ettik: Şu mescidde Allah Resulü'nün (sav)
ashabından yüz yirmisini gördüm. Onlardan birine bir fetva veya hadis
sorulduğu vakit, yanındaki kardeşinin onu cevaplandırmasını isterdi. Bu sözün
başka bir rivayetinde de şu ifade geçmektedir: Bir mesele onlardan birine
arzedildiği zaman, onu bir başkasına havale ederdi. O da başka bir sahabiye havale
ederdi. Bu şekilde mesele, havale edile edile ilk sorulan sahabiye tekrar
gelirdi.
İbni Mesud,
İbni Ömer (ra) ve Tabiun'dan şu rivayet edildi. Biz de onu müsned olarak
rivayet ettik: İnsanlara ancak şu üçü fetva verir: Emir; memur ve
işgüzar".[6][6]Bunun
açıklamasını şöyle yapabiliriz: Emir, fetva ve hükümler bahsinde konuşma
salahiyeti olan kimsedir. Emir sahipleri, kendilerine sorular sorulan ve
fetvalar veren kimselerdi. Memurlara gelince, emirler tarafından fetva
vermekle vazifelendirilen ve kendi makamlarına konulan kimselerdir, işgüzarlar
ise, geçmişlerin kıssaları ve önceki ümmetlerin haberleri hakkında konuşan
kimselerdir. Bunlar, hal bakımından ihtiyaç duyulmayan şeyler olup mendub
görülen ilimlerden de değildir. Bu tür bilgiler, eksiltme ve arttırmaya
açıktır. İşte bu yüzdendir ki kıssalar mekruh görülmüş kıssa anlatanlar da
işgüzarlar arasında sayılmıştır.
Üstteki
hadisin başka bir rivayetinde de bu manayı teyid eden bir lafza yer
verilmiştir: "İnsanlara ancak üç kişi konuşur: Emir, memur ve müra'i"[7][7]Emir
denildiği zaman insanların aklına gelen kimse, muhakemat ve fetvalar da
kendisine başvurulan Müfti idi. Memur ise, Allah Teala'yı bilen, dünyada zühd
sahibi olan, iman, yakin ve Kur'an ilimleri hakkında konuşabilen ve Allah
Teala'nın verdiği izin ile insanları dini amellerin salah ve ıslahına davet ve
teşvik eden ulemadır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Hani
Allah Kitab verilenlerden onu insanlara açıklayıp asla gizlemeyeceksiniz diye
misaklarmı almıştı". (Al-i İmran/187)
Ebu Hüreyre
(ra) ve diğerleri şöyle derlerdi: Eğer Allah'ın Kita-bı'ndaki şu iki ayet
olmasaydı, sizlere tek bir hadis bile nakletmez-dim. Sonra üstte zikrettiğimiz
ayeti ve ondan önceki ayetleri okudu. Allah Resulü (sav) şöyle derdi:
"Allah Teala, ilim verdiği her alimden misakını almıştır. Peygamberlerden
de vahyi açıklamaları ve gizlememeleri için misak almıştır.
Müra'i ise,
dünyevi ilimlerle ilgili söz söyleyen ve nevasına dayanarak konuşan kimsedir.
Bu şekilde konuşarak insanların kalplerini kendisine meylettirerek maddi
menfaat ve itibar kazanmaya çalışır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve
onları ihsan üzere takip eden Tabiun, şu dört şeyi savmaya çalışırlardı:
Emanet, ve-di'a, vasiyet ve fetva. Yine onlardan biri şöyle derdi: Selefin
fetvaya en hızlı gideni, ilimce en az olanıdır. Onu en çok reddeden ve ona
karşı en çok duraksayan ise vera' bakımından en ileri olandır.
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve onları ihsan üzere takip eden
Tabiun şu beş şeyle meşgul olurlardı: Kuran-ı Kerim okumak; mescidleri mamur
etmek; Allah Teala'yı zikretmek; İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak.
Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ademoğlunun
söylediği her söz, şu üçü dışında lehine değil aleyhinedir: İyiliği emretmek
kötülükten sakındırmak ve Allah Teala'yı zikretmek".[8][8] Söz
sahiplerinin en sadıkı olan Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Onların
aralarında fısıldaşmalarmın birçoğunda hiçbir hayır yoktur. Ancak sadaka
vermeyi, veya bir iyilik yapmayı, ya da insanlar arasını düzeltmeyi emreden
başka". (Nisa/114)
Hadis
ehlinden bir zat, Kûfe'nin fakihlerinden ve rey ehlinden birini, vefatından
sonra rüyasında görmüştü. Ona şöyle dedi: Verdiğin fetva ve söylediğin
reylerinden dolayı orada ne yaptın? O da yüzünü ekşitti ve kendisinden yüz
çevirerek şöyle dedi: Bunların bir şey olmadığını ve neticesinin hiç de
hayırlı olmadığım gördük. Ali b. Nasr b. Ali'nin, babasından şunu rivayet
ettiğini naklettiler: Vefatından sonra Halil b. Ahmed'i rüyamda gördüm. Ona
şöyle dedim: Kendisine soru sorulacaklar arasında Halil'den daha akıllısını
bilmiyorum. Bana şöyle dedi: İçinde bulunduğumuz hali görüyor musun? Ben Allah
Teala hakkında Sübhaııallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah ve Allahü Ekber
sözlerinden daha faydalı bir söz görmedim.
Şeyhlerden
birinden şunu naklettiler: Ulemadan birini rüyamda gördüm ve şöyle dedim:
Hakkında mücadele edip münazara yaptığımız o ilimleri ne yaptın? Elini açtı,
sonra içine üfledi ve şöyle dedi: Hepsi de dağılıp toz oldu. Sadece bir gece
yarısı kıldığım iki rekat namazın faydasını gördüm. Ebu Davud es-Sicistani'den
de şu söz rivayet edilmiştir: O dedi ki: Arkadaşlarımdan biri hadisin peşine
çok düşer ve onu iyi tanırdı. Vefat ettiğinde onu rüyamda gördüm ve 'Allah sana
ne yaptı?' diye sordum. Sükut etti. Sorumu tekrarladım. Yine sükut etti. Sonra
'Allah Teala sana mağfiret etti mi?' diye sordum. 'Hayır5 dedi. 'Niçin?' diye
sorduğumda 'Günahlar çok, hesaplaşma ise çok titiz. Ama bana hayır vaadedilcuV
Ben de hayır umuyorum' dedi.
Kendisine
sordum: 'Orada hangi amellerin daha faziletli olduğunu gördün?' Dedi ki:
Kur'an-ı Kerim okumak ve gecenin karanlığında namaz kılmak. Bunun üzerine
şöyle dedim: Hangisi daha faziletli idi, okuman mı, yoksa okutman mı? Şu
cevabı verdi: Kendi okuduklarım. Sonra şunu sordum: 'Falan güvenilir bir
ravidir, falan ise zayıf biridir5 gibi sözlerimizin orada nasıl bir sonla
karşılaştığını gördün? Dedi ki: Eğer niyetin halis ise, ne lehte ne de aleyhte
olmadığını gördüm.
Bir şeyhten
de şu hadise rivayet edilmiştir: Ahmed b. Ömer el-Hakani şunu anlatmıştı: Bir
gece rüyada kendimi gördüm. Bir yolda yürüyor gibiydim. Önüme bir adam çıktı
ve bana doğru geldi ve şöyle dedi: Eğer yeryüzünde kilerin çoğuna uyarsan seni
Allah yolundan saptırırlar. Ben de adama, 'Bunu bana mı söylüyorsun?' diye
sordum. 'Sana ve seni takip eden kimseye' cevabını verdi. Arkama baktığımda
Seri'yi görüverdim. Adama sırtımı çevirerek Seri'ye döndüm ve şöyle dedim: Bu,
bizim hocamız ve terbiye edenimizdir. Dünyada iken bizi o terbiye ederdi.
Sonra ona
hitaben şöyle dedim: Ey Eba Hasan, sen Allah Tea-la'ya kavuştun, bana Allah
Teala'nın hangi amelleri kabul buyurduğunu haber verir misin? dedim. Elimden
tuttu ve 'Gel' dedi. Onunla beraber Kabe şeklinde bir binanın Önüne vardık.
Binanın bir kenarında durduk. Az sonra binadan bir şahıs belirdi ve etraf bir
anda nurla doldu. Seri, ona işaret etti. O şahıs beni kendisine doğru çekti.
Nurdan gözlerimi açamıyordum. Sonra bana şöyle dedi: Şeyh ile yaptığınız
konuşmayı duydum. Kur'an-ı Kerim'de övülmüş olan ahlaka sarıl. Onda
zemmedilmiş olan her türlü davranıştan da uzak dur. Bu, sana yeter.
Seri
Sakati'den şunu naklettiler: Bir genç vardı, ilm-i zahiri tahsil etmeye çalışır
ve bunda sebat ederdi. Nice sonra uzlete çekildi ve ibadete daldı. Onu
sorduğumda, insanlardan kaçıp uzlete çekildiğini ve evinde oturup ibadet
ettiğini öğrendim. Yanma gittim ve şöyle dedim: Sen, ilm-i zahiri tahsil
etmekte pek istekli idin.
Şimdi ne
oldu da böyle ayrılıp gittin? Dedi ki: Rüyamda birinin bana şöyle dediğini
gördüm: Kaybettiğin her ilim, sana Allah'ı kaybettiriyor. Ben de şöyle dedim:
Ben ilmi hıfzediyorum. Bana şöyle dedi: İlmin hıfzı ve koruyucusu, onunla amel
etmektir. Bunun üzerine ilim talep etmeyi bırakıp amel üzerinde durmaya
başladım.
İbni Mesud
(ra) şöyle derdi: İlim, rivayetin çokluğuyla değil, Allah korkusuyladır. Onun
dışında başka bir fakih de şunu ifade etmiştir: İlim, Allah Teala'nın kalbe
attığı bir nurdur. Hasan el-Bas-ri ise (ra) şunu söylerdi: Amel etmediğiniz
müddetçe dilediğiniz kadar ilim sahibi olun. Allah Teala, onunla amel
etmedikçe size ecir verecek değildir. Akılsızların bütün gayreti, rivayet iken
alimlerin tek gayretleri ilme riayettir. Yine ondan şu söz rivayet edilmiştir:
Allah Teala, görüş ve rivayet sahibine önem vermez. O, sadece anlayış ve
dirayet sahibine önem verir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Öyle kimseler
var ki, onlara bir mesele sorulduğu zaman hemen fetva vermeye koşarlar.
Halbuki aynı şey Bedir ashabına sorulsaydı, onları aciz bırakırdı.
Abdurrahman
b. Yahya el-Esved ve diğer alimler şöyle derlerdi: Ahkam ve fetva ilmine
gelince, bu ilim yetkililer ve emirler tarafından deruhte edilir, halk da bu
hususta onlara müracaat ederlerdi. Sonra idare gevşedi ve yetkililer dünyaya
meyletmeleri ve savaşlarla meşgul olmaları sebebiyle bu görevi yerine
getiremez oldular. Neticede bu ilimlerle ilgili olarak zahir ulemasından ve
camilerdeki müftilerden yardım istemeye başladılar.
Müminlerin
emiri halkın şikayetlerini dinlemek için oturduğu zaman, sağında ve solunda
birer müfti bulunurdu. Muhakeme ve fetvalarla ilgili hususlarda onlara
danışırdı. Emniyet mensupları da bu şekilde emir verirlerdi. Halk içinde de
fetva ve muhakeme ilmini öğrenenler vardı. Bunlar, ilimlerini yetkililerin
hizmetine sunarlardı. Böylelikle maddi menfaat ve makam sevdasıyla müfti
olanların sayısı hayli çoğaldı. Daha sonra durum değişti ve idareciler,
müftilerden yardım istemeyi bıraktılar. Bunu göstermesi bakımından Ömer b.
Hattab'm (ra), Ukbe b. Amr'a (ra) yazdığı mektup önemlidir. O, bu mektubunda
şöyle demekteydi: 'Ben sana, emir veya memur olmadığın halde insanlara fetva
vermemen gerektiğini bildirmedim mi?'
Ebu Amir
el-Herevi'den ise şu hadise rivayet edilmiştir: Muaviye ile beraber haccettim.
Mekke'ye vardığımızda Manzum oğullarının azatlısı olan bir adamın halka fetva
verip muhakemede bulunduğu bildirildi. Muaviye, adamı çağırttı ve geldiği zaman
kendisine şöyle dedi: Sen bununla emrolundun mu? Adam, 'Hayır1 dedi. O zaman
Muaviye şöyle dedi: O halde neden fetva veriyorsun? Adam da 'Sahip olduğumuz
ilmi diğer insanlara yayıyoruz' dedi. Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: Eğer
sana böyle mübarek bir günde rastlamamış olsaydım, bir yerini keserdim. Sonra
da onu bu işten menetti.
Selef-i
Salih, benzer sözleri kalp ve iman ilimleri için söylememekteydi. Hatta Ömer
b. Hattab (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektupda şöyle demişti: İtaat
ehlinden duyduklarınızı iyi muhafaza edin. Çünkü işlerin sadık şekilleri
onlara açık kılınır. Ömer (ra) müridlerin meclislerine oturarak onları
dinlerdi. Bir haberde de şöyle rivayet edilmiştir: Bir kimseye sükut ve zühd
faziletlerinin verilmiş olduğunu gördüğünüzde ona yakın olun. Çünkü o, hikmeti
telakki etmiştir.
Hadis
ehlinden bir zat şunu nakleder: Süfyan-ı Sevri'yi hüzünlü gördüm ve sebebini
sordum. Canı sıkkın bir halde şöyle dedi: Ola ola dünyacıların ticarethanesi
olduk. Kendisine 'Nasıl olur?' diye sorduğumda şöyle dedi: Onlar bize katılıyor
ve bizi tanıyıp ilmimizi aldıktan sonra ya vali, ya vergi toplayıcısı, ya da
kahraman olup gidiyorlar.
Hasan
el-Basri de (ra) şöyle derdi: İlim öğrenen öyle bir zümre vardır ki onlar için
ahirette hiçbir nasip yoktur. Sadece Allah Tea-la ilmin zayi olmaması için onu
onlar vasıtasıyla korur. Me'mun şunu söylemiştir: Üç şey olmasaydı dünya harap
olurdu: Şehvet olmasaydı, nesil kesilirdi. Malı çoğaltma arzusu olmasaydı
geçim yolu kalmazdı. Önderlik hırsı olmasaydı, o zaman da ilim kaybolup
giderdi.
Buraya kadar
saydıklarımız dünya alimlerinin ve dille alim olanların vasıfları hakkında idi.
Ahiret
uleması, marifet ve yakin ehli ise; idarecilerden, onların dünyacı
yandaşlarından ve adamlarından kaçan kimselerdir. Bu gibi alimler, dünya
alimlerini kusurlu bulur ve onları tenkid ederek meclislerini terke derlerdi.
İbni Ebi
Leyla (ra) şöyle demiştir: Şu mescidde sahabeden yüz yirmisiyle karşılaştım.
Onlardan herhangi birine bir hadis sorulduğunda veya bir mesele hakkında fetva
istendiğinde yanındaki arkadaşına havale etmeksizin kendi bilgisiyle yetinmiş
olduğunu hiç görmedim. Başka bir vesilede de şunu söylemiştir: Sahabe'den üç
yüz zat ile karşılaştım. Onlara bir hadis ve fetva sorulduğu zaman onu
birbirlerine havale ederler ve fetvayı kendi aralarında başka birine atmaya
çalışırlardı. Ama onlara Kur'an ile, yakin ve iman ile ilgili bir mesele
sorulduğu zaman asla susmaz ve arkadaşlarına havale etmezlerdi.
Allah Teala
buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun". (Nahl/43) Burada
zikir ehli olan alimlerdir. Çünkü onlar, daima Allah Teala'yı zikreden, Tevhid
ve akıl ehli olan kimselerdi. Onlar bu ilmi, kitaplardan okumak suretiyle veya
birbirlerinin dillerinden dinlemek suretiyle Öğrenmiyorlardı. Onlar, amel ve
güzel muamele sahibi kimselerdi. Onlardan biri kendini yalnız Allah'a verip
O'nun taatıyla meşgul olduğu vakit, Allah Teala da kendisini hizmetinde
görevlendirir ve ona kalbi ameller nasip ederdi. Onlar Allah Teala'nm huzurunda
halvette iken O'ndan başkasını zikretmez ve O'ndan başkasıyla meşgul
olmazlardı.
Bunlar halk
arasına çıktıklarında ve halk kendilerine soru sorduğu zaman, Allah Teala
onlara doğruyu ilham eder ve en sağlam sözü söylemeye muvaffak kılardı. Çünkü
Allah Teala saf kalpleri, duru akılları ve yüksek himmetleri sebebiyle
yaptıkları batini kalp amelleri sayesinde onlara miras olarak hikmeti nasip
etmiştir. O, hüsnü tevfiki ile diğer insanlardan üstün tuttuğu bu kimselere, ilmin
hakikatini ilham etmiş ve sırların özüne muttali kılmıştır. Çünkü onlar, hizmeti
yalnız O'na has kılmış ve hüsnü muamele ile O'nunla başbaşa kalmışlardır.
Onlar
kendilerine sorulan meseleleri, Allah Teala'nm kendileri üzerindeki güzel
tesiri ve üzerlerindeki güzel eseri sayesinde cevaplandırırlardı. Konuştukları
zaman kudret ilmiyle konuşur, hikmet vasfını izhar eder, iman ilimlerini dile
getirir ve Kur'an-ı Ke-rim'in batınını ortaya çıkarırlardı. İşte Allah Teala
ile kulu arasındaki faydalı ilim budur. Kul, Rabbi'ni bu ilimle karşılar ve
O'ndan kendisine bu ilmi nasip etmesini niyaz eder. Allah Teala da kulunu bu
ilminden dolayı sevaplandırır. Bütün amellerin şaşmaz terazisi de bu ilimdir.
Kulun amelleri, Allah Teala hakkındaki bilgisininin derecesine ağır basar ve
hasenatı katlanır. Kul, işte bu ilmi ve ameliyle Allah Teala nezdinde yakın
kılınanlardan olur. Çünkü o, Rab-binin katında Yakin sahiplerinden
sayılmaktadır.
Ahiret
alimleri, hakikat ehli olan kimselerdir. Allah Resulü (sav) onları bu şekilde
vasfetmiş ve onların bütün yaratılmışlardan üstün olduklarını haber vermiştir.
O, bu kimseleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Kalpler kaplar gibidir.
Onların en hayırlısı, en iyi koruyanıdır".[9][9] İnsanlar üç
zümredir: Rabbani alim, kurtuluş yolu üzere ilim öğrenen müteallim ve her
bağırtıya kulak veren bayağı ve ahmak kimseler. Bunlar, esen her rüzgara
meylederler, ilmin nuru ile aydınlanmamış ve sağlam bir dayanağa
sığınmamışlardır.
İlim, maldan
daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni korurken, malı sen korursun. İlmi arındıran ve
onun zekatı olan ameldir. Mal ise, harcamakla eksilir. İlim dostluğu, kişinin
borçlandığı bir borç olup onu kazandıran hayatta iken taatte bulunmak, vefat
ettikten sonra da güzel sözlerle anılmaktır. İlim hakim, mal ise mahkumdur.
Malın menfaati, onun zevali ile sona erer. Mal biriktirenler, daha hayatta iken
ölmüş kimselerdir. Alimler ise dünya durdukça baki kalmaya devam ederler.
İşte
oracıkta toplanmış bir ilim var. Keşke onu taşıyacak kimseler bulabilsem. Ama
hayır çok zeki ama güvenilmez birini görüyorum. O da Allah'ın dinini dünyalık
menfaat sağlamak için kullanıyor. Allah Teala'nm velileri üzerindeki
nimetleriyle üstünlük sağlamak ve O'nun huccetleriyle diğer insanlara galip
gelmek istiyor. Veya hak ehline takılmış birini bulurum. Bu da, önüne çıkan ilk
şüpheyle kuşkuya kapılan biridir. Çünkü basireti yoktur. Bunların her ikisi de
şunun bunun dışında dini asla gözetmeyen kimselerdir. Kimi de lezzete dalmış ve
şehvetlerinin peşinde koşmaya sarılmış, ya da mal biriktirip onu yığmaya
dalarak arzularına esir olmuştur. Bu ikisi de daha çok ehlî hayvanlara
benzerler.
İlmi taşıyan
kimseler, bu şekilde ölmüş kimseler olduğu zaman ilim de ölür. Ancak Allah
Teala'nm hüccet ve delillerinin boşa çıkmaması için korkak ve sindirilmiş, ya
da açık ve meydanda duran kişiliklere sahip kimseler daima varolmuştur, ikinci
gruptakiler, Allah Teala'nm hüccetlerini ayakta tutarlar. Sayıca az ama değer
bakımından yüksek olan bu kimseler nerededirler? Kendileri kayıp olmasına
rağmen, misalleri kalplerde mevcuttur. Allah Teala da benzerlerine tevdi
edinceye kadar hüccetini, onlar vasıtasıyla muhafaza eder. Onlar da Allah
Teala'nm hüccetini benzerlerinin gönüllerine nakşederler.
İlim onları
hakikate iletir. Onlar da Yakin'in ruhuyla temas eder ve aşırıya kaçanların s
ertleş tir dikleri şeyleri yumuşatırlar. Dünyaya ebediyen yarenlik eden
gafillerin yalnızlık çektikleri şeylerde kendileri için aşinalık bulurlar.
Onların ruhları, en yüce mekana asılıdır. İşte onlar, Allah Teaa'mn
yarattıkları arasındaki velileri, arz üzerindeki valileri ve O'nun dininin
davetçileridir. Sonra ağlayarak şöyle dedi: Onları görmeyi öyle özlüyorum ki..
Bütün
bunlar, ahiret ulemasının sıfatlarıdır. Bunlar, çene ilminin değil batın
ilminin ve kalp ilimlerinin hususiyetleridir. Muaz b. Cebel (ra) Allah Teala'yı
bilmeyi (=ma'rifetullah) hedefleyen ilmi vasfederken bu manada sözler
söylemiştir. Reca b. Hayve b. Ab-durrahman b. Ganem, Muaz b. Cebel'in (ra) şunu
söylediğini nak-letmiştir: İlmi öğrenin. Onu Allah Teala için Öğrenmek Allah
korkusudur. Onu talep etmek, ibadettir. Onun öğretimiyle uğraşmak teşbihtir.
Onu aramak cihad, bilmeyen kimseye öğretmek ise sadakadır. Onu ehline vermek
ise, Allah Teala'ya yakınlaşmaktır.
İlim,
ıssızlıkta candan bir dost, yalnızlıkta bir yoldaştır. O refah ve sıkıntının
rehberi, dostlar arasında bir süs, yabancılar arasında bir yakın ve cennet
yolunun aydınlatıcısı dır. Allah Teala, ilim sayesinde bazı kavimleri
yükseltir ve onları hayırda önderler, kendilerine uyulan hidayet rehberleri ve
hayırda yol göstericiler kılar. Onların izleri sürülüp amelleri gözlenir.
Onların fillerin uyulup reylerine başvurulur. Melekler bile onların dostluğunu
arzulayıp kanatlarıyla onları meshederler. Yaş kuru her şey, hatta denizdeki
balıklar, gökyüzündeki kuşlar ve yeryüzündeki vahşi ve evcil hayvanlar, gökler
ve yıldızlar dahi onlar için istiğfarda bulunur. Çünkü ilim, kalplerin
körleşmeyerek hayatta kalış sebebidir. Yine o, zulmete karşı gözlerin nuru,
zafiyete karşı bedenlerin kuvvet kaynağıdır.
Kul, ilim
ile birr ehlinin makamlarına ve pek yüksek derecelere ulaşır, ilim üzerinde tefekkür
etmek, oruç ibadetine müsavidir.
Onunla kıyam
etmek için ilmin tedrisatını yapmak, Allah Teala'ya itaatin yoludur. Onunla
kulluk edilip onunla tevhidde bulunulur. Onunla vera'da bulunulup yine onunla
koparılmaması istenen bağlar kaynaştırılabilir. İlim bir imam, amel ise onun
cemaatidir. Mutlu insanlara ilham edilen ilim, isyankar ve bedbaht insanlardan
uz akl aş tinimi ş tır.
Bütün
bunlar, ahiret ulemasının ve Batın ilminin vasıflandır. Dört halifeden sonra
gelen emirlerin en faziletlisi Ömer b. Abdüla-ziz (ra) idi. Zekeriyya b. Yahy
et-Ta'i'den şu rivayette bulunuldu: Amcam Zecr b. Husayn bana şunu nakletti:
Ömer b. Abdülaziz (ra) Hasan el-Basri'ye (ra) bir mektup yazarak şöyle demişti:
Selamdan sonra. Bana Allah Teala'nm emrini ifa etme noktasında yardımla-nna
başvurabileceğim bir topluluk göster. Hasan el-Basri (ra) yazdığı cevapta
şöyle demişti: Din ehline gelince onlarseni asla istemeyeceklerdir. Dünya
ehlini ise, sen asla istemezsin. Sana tavziyem eşrafdır. Çünkü onlar ihanetle
şereflerini lekelemek istemeyen şerefli kimselerdir.
Hasan
el-Basri (ra) Basra ulemasının bir kısmı hakkında konuşur ve onlan zemmederdi.
Medineli Ebu Hazim ve Rebi'a da, Mer-van oğullanndan çıkan alimleri
zemmederlerdi. Süfyan-ı Sevri (ra), Abdullah b. el-Mübarek, Eyyub ve İbni Avn
ise, Küfe ehlinden olan bazı dünya alimleri hakkında konuşur ve onlan tenkid
ederlerdi. Fudayl b. Iyaz, İbrahim b. Edhem ve Yusuf b. Esbat (ra) da Mekke ve
Şam ahalisi arasında bulunan bazı dünya alimleri hakkında konuşmuşlardır.
Burada haklarında konuşulan kimselerin isimlerini zikretmeyi hoş görmedik.
Çünkü bu tür hallerde sükut etmek, selamete daha yakındır.
Bişr şöyle
derdi: 'Bize nakletti ki=Haddesenâ' kelimesi, dünya-kapılarmdan bir kapıdır.
Bir adamın 'Haddesena' diye söze başladığını işittiğinizde şunu bilin ki o
kimse 'Bana yer açın' demek istiyordur. Onun imamı olan Süfyan es-Sevri (ra)
ise, ondan önce şöyle demiştir: Zahir ilminin ehli olanlar için şu dünyanın
talebi ası-1 gaye olup ahiret azığı rağbet görmez. İbni Vehb de şöyle demiştir:
Malik'in (ra) yanında ilim talebi bahsini açtığımda şöyle dedi: Niyet sahih
olduğu zaman, ilim talep etmek de, onu yaymak da güzeldir. Ama sen sabahtan
akşama, akşamdan sabaha dek sana asıl lazım olana bak. Hiçbir şeyi bunun üstüne
koyma. Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle derdi: Kişi hadis talep ettiğinde,
evlendiğinde veya geçim için yola çıktığında dünyaya meyletmiş olur.
İman ve
Tevhid ilmi ile, Yakin ve Marifet ilmine gelince bu ilimler, iman ve yakin
sahibi ve İslami yaşantısı güzel olan kimselerle beraberdir. Bu ilim, onların
Allah Teala huzurundaki makam ve halleri, cennet derecelerindeki nasipleridir.
Onlar, bu ilim sayesinde Allah Teala nezdinde yakın kılınanlardan olurlar.
Allah Teala'yı bilmek ve O'na iman etmek, asla ayrılmayan yoldaşlardır.
Allah
Teala'yı bilmek (=ma'rifetullah), O'na imanın da mihengi-dir. Kul, bu ilimle
amellerdeki ziyade sevabı noksanından ayırt edebilir. Çünkü ilim, imanın
zahiridir ve onu ortaya çıkarır. İman ise, imanın batınıdır ve onu
hareketlendirip ateşlendirir. İman, ilmin yardımcısı ve gören gözüdür. İlim
ise, imanın gücü ve onun dilidir. İmanın ziyadesi ve eksilmesi de Allah
Teala'yı bilmeye bağlıdır. Onun gücü ve zayıflığı da ona bağlıdır. Lokman Hekim
(as) oğluna yaptığı vasiyetinde şöyle der: Ey oğul, ziraat nasıl su ve toprakla
sıhhatli oluyorsa, iman da ancak ilim ve amel ile sıhhat bulur.
Marifete
göre müşahede, imana göre yakin ne ise, una göre nişasta, buğdaya göre kavut
da odur. Buğday, bunlann hepsini ihtiva eder. İman da aynı şekilde hepsinin
aslıdır. Müşahede ise, imanın fer'iyatmm en üstün olanıdır. Benzer şekilde
buğdayın fer'iya-tmın en üstünü de nişastadır. Bütün bu makamlar, imanın
nurları arasında mevcuttur ve yakin ilmi onu beslemektedir.
Marifet iki
makam üzeredir. Bunların ilki işitmeye dayanan marifet (=Ma'rifetü>s-semI),
ikincisi ise görmeye dayanan marifet yani (=Ma'rifetü'l-ayân)dır. İslam'a göre
işitmeye dayanan marifet şudur: Müslüman olan kimse, hakkı işitir ve onu bu
yolla bilir. Bu iman noktasında Tasdik olarak görülür.
Görmeye
dayanan marifet ise, müşahede makamında olur. Bu makam, Ayne'l-Yakin makamıdır.
Müşahede de iki makam üzeredir. Bunlann ilki, istidlale dayanan müşahede
(=Müşahedetü'l-is-tidlâl), ikincisi ise bizzat delile dayanan müşahede yani
(=Müşahe-detü'd-delil)'dir.
İstidlale
dayanan müşahede, marifetten önce geldiğinde işitmeye dayalı marifet oluşur. Bu
da kişinin kulağında meydana gelir. Bunun lisanı, sözdür. Bunu bulan kimse de
vecd sahibidir ve Yakin ilmini bilir. Allah Teala'nm şu buyruğunda da bunun delilim
görmekteyiz: "Sana Sebe'den kesin {yakin) bir haber getirdim".
(Neml/22) Bu ilim oluştuğu zaman bu makam, vecdden önceki ilim olup işitmeye
dayalı ilim (=Ilmü's-sem'i) olarak bilinir. Bu ilme ulaşmanın yolu, öğrenme
olabilir. Nitekim Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin'i
Öğrenin". Yani yakin sahiplerinin meclislerini paylaşın ve onlardan yakin
ilmini dinleyin. Çünkü onlar, onun alimleridir.
Delile
dayanan müşahede ise, gözle görmeyi ifade eden marifetten sonra ulaşılan ilim
makamıdır. Bu makam, yakinin kendisi olup lisanı da vecddir. Vecde ulaşan kul,
Allah Teala'nm yakınlığını vecdeden kimsedir. Bu vecdden sonra Ayne'l-Yakin
olarak ilme-der. Bu mertebeye ulaşan zat, Allah Teala'nm nuru ve yed-i kudreti
üzere sorumluluğunu üstüne aldığı bir kimsedir. Allah Resulü de (sav) bu
nıeyanda şöyle buyurmuştur: "Onun soğukluğunu vecdet-tinı ve ilim sahibi
oldum".[10][10]
Vecdden sonra tahakkuk eden bu ilim, yakinin Ayne'l-Yakin olarak bilinmesini
ihtiva eder. Bu da, kalbi amellerdendir.
işte bu hususiyetleri
taşıyanlar, ahiret alimleridir. Onlar mele-kût ehli ve kalp erbabıdırlar.
Kitapları sağ taraflarından verilecek olan bu insanlar Allah Teala'ya lakın
kılınanlardandır. Zahir ilmi ise dünya ilminden olup insanın diliyle ifa edilen
amellerdendir. Bu ilme sahip olan alimler, dünya alimleri olarak nitelenirler.
Bunlar arasındaki salih kimseler de, kitapları sağdan verilecek Ashab-ı Yemin
içinde yeralırlar.
Muaz b.
Cebel'e (ra) bir adam geldi ve şöyle dedi: Bana şu iki adamın durumlarını
anlat: Onlardan biri bütün çabasını ibadette sarfeder ve amel bakımından
zengin, günah bakımından yoksul ama yakin bakımından çok yetersizdir. Yaptığı
işlerde şüpheden kurtulamaz. Muaz (ra) şöyle demiştir: Onun şüphesi, amellerini
boşa çıkartacaktır.
Adam sözüne
devam ederek şöyle dedi: Peki şu adamın halini de bildir ki o, amel bakımından
zayıf ama yakini bakımından çok güçlüdür. Buna rağmen günahları hayli fazladır.
Muaz (ra) sükut etti. Bunun üzerine adam şunu söyledi: Allah'a yemin ederim ki
birincinin şüphesi onun amellerine boşa çıkartıyorsa, ikincinin yakini de
onun günahlarını bertaraf edecektir. Bunun üzerine Muaz (ra) adamın elinden
tutarak ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle dedi: Fıkıh bakımından bundan
daha iyisini görmedim.
Biz de mana
bakımından müsned olarak şu hadisi rivayet ettik: Allah Resulü'ne (sav) şöyle
denildi: Ey Allah Resulü, bir adam var ki yakini sağlam ama günahları çok. Bir
adam da var ki ameli çok, fakat yakini zayıf. Buyurdu ki: Hiçbir Ademoğlu
günahsız değildirr. Ama dürtüsü akıl, seciyyesi yakin olan bir insan, günahlarından
fazla zarar görmeyecektir. Çünkü o, her günahında tev-be ve istiğfar edip
nedamet gösterecek, bu da günahlarına kefaret olacaktır. Neticede tek bir
fazileti kalsa da cennete onunla girecektir".
Ebu Ümame'den
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Size
verilenlerin en azı yakin ve sabır azimetidir. Bu ikisinden nasibi verilenler,
kaçırdıkları gece namazlarını ve gündüz oruçlarını umursamazlar". Lokman
Hekim de oğluna yaptığı vasiyette şöyle demiştir: Ey oğul, amele ancak yakin
ile güç ye-tirilir. Kişi, ancak yakini imanı mikdarmca amelde bulunur. Amel
sahibi, yakini eksilmedikçe amelinde kusur etmez. Yakin sahibi olduğu zaman,
amelinin az olması, yakininde zaaf bulunup çok amel etmesinden daha hayırlıdır.
Kişinin yakini zaafa uğradığında, onu alçaltacak günahlar kendisine hakim
olmaya başlar.
Yahya b.
Muaz şöyle derdi: Tevhidin bir nuru, şirkin ise bir nârı (ateşi) vardır.
Tevhid, muvahhidin günahlarını yakma noktasında onun nuru, müşriklerin
hasenatını yakma noktasında da nârlarından daha yakıcıdır.
Yakin, üç
makamdır:
1.Ayne'l-Yakin; bu tür haber üzerinde ihtilaf olmaz. Bu
tür bilgiye sahip olan, herşeyden haberdar olandır. Bu makam, sıddıklar ve
şehitlerin makamıdır.
2. Tasdik ve teslimiyet yakini; bu tür bilgi, haber
verme yoluyla olur. Bunun ilmine sahip olan da, haber verilmiş ve teslim olmuş
görülür. Yakinin bu türü, müminlerin yakinidir. Bunlar, sarihler arasında
bulunan birr ehlidirler. İçlerinde daha aşağı makamda bulunanlar da vardır.
Allah Teala bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu, onların imanlarını ve
teslimiyetlerini arttırmaktan başka bir şey yapmadı". (Ahzab/22) Bunların
yakinleri, sebeplerin ortadan kalkması ve itiyadın eksilmesiyle zaafa
uğrayabilir. Bunların varlığı ve adetin aynen cari olması halinde ise
güçlenir. Aracılara bağlı olmaları sebebiyle gözlerindeki perde kaldırılmaz.
Ancak mükaşefe yoluyla muttali kılınabilirler. İmanlarmdaki ziyade ve
ünsiyetlerindeki artışı halka bağlarlar. Onların iman bakımından eksilme ve
yalnızlık hissine kapıl mal arın daki artış ise, bu sebepleri kaybetmeleri
sebebiyledir. Bu kimselerin iman derecelerinde farklılaşma görülebilir ve
baktıkları şeylerin değişmesine bağlı olarak değişik renklere bürünebilirler.
3. Yakinin
üçüncü makamı, Zanni Yakm'dir. Yakinin bu türü, ilmin, hadislerin ve ulema
sözlerinin gösterdikleri delillere bağlı olarak güçlenir. Bunlar da Allah
Teala'dan ziyade sevaba ve nasibe mazhar olabilirler. Sözkonusu delillerin
yokluğu ve konuşanların susması halinde ise yakinlerinde zaafıyet başgösterir.
Bu da, istidlal yani delile dayalı yakindir. Yakinin bu türüne sevkeden
ilimler, akli ilimlerdir. Bu yakine sahip olanlar, müslümanlarm umumu arasında;
kelamcılar, rey, akıl, kıyas ve nazar ilimleriyle meşgul olanlar içinde
bulunur.
Allah Teala
karşısında yakini imana sahip olan her mümin, Tevhid ve Marifet ilimlerinden de
bir nasibe sahiptir. Ama onun ilim ve marifeti yakini mikdarıncadır. Yakini
ise, imanının saflık ve kuvvetine göredir. İmanı ise, muamele ve riayetine
bağlıdır.
İlimlerin en
üstünü, Ayne'l-Yakin Müşahede ilmidir. Bu ilim yakınlık makamlarına,
meclislerindeki muhadeselerine, ünsleri-nin sığınağına ve tefekkürlerinin
letafetine göre Mukarrebun zümresine mahsus olan bir ilimdir. İlimlerin en
altta olanı ise şartsız teslimiyetle inkarsız ve şüphesiz bir halde kabul
ilmidir. Bu ilim de, müminlerin umumu için geçerlidir. Bu da iman ilminden ve
tasdikin ziyadesinden sayılır ki, Ashab-ı Yemin için geçerlidir. Bu ikisi
arasında da pek latif makamlar varolup Mukarrebun zümresinin en üstteki
makamından, orta makamlara, Ashab-ı Yemin'in en alt makamından illiyyunun
ortalarının en üstlerine doğru sıralanırlar.[11][11]
Allah
Resulü'nün (sav) bir hadisinde şöyle bir taksim rivayet edilmiştir:
"İlim, üç çeşittir: Konuşan bir Kitab; yaşayan bir Sünnet ve
'Bilmiyorum=La edrî' demek". Şa'bi'den de şu söz nakledilmiştir:
'Bilmiyorum' demek, ilmin yarısıdır. Onun bu sözle kasdettiği, böyle
söylemenin vera'a daha uygun oluşudur.
Süfyan-ı
Sevri (ra) ise şöyle derdi: İlim sadece, güvenilir (=sika) birinden alman
ruhsattır. Titizlenmeye gelince, onlardan her biri bunu hasen görürdü. Onun
muradı ise, vera' ve titizliğin, alim olmasalar dahi bütün müminler tarafından
takip edilmesi gereken bir yol olduğudur. Çünkü vera', hemen atılmaktan
sakınmak ve şüphelere hücum etmeyerek kapalı meselelerde sükun veya sükut ile
duraklamaktır. Yakin, meselelere basirete dayanarak, tedbirli bir şekilde
yaklaşmaktır. Bir mesele hakkında ilme dayanarak kafi bir görüşe varmak,
ilimlerine itimad edilen alimlerin en bariz sıfatlarından biridir. Onlar
dışında hiç kimse bunu hasen görmez. Bu meyanda Ali (kv), Cemel vakasının olduğu
gün oğlu Muham-med b. Hanefîyye'yi (ra) öne çıkardı ve şöyle dedi: Allah'a
yemin ederim ki bu, kör ve karanlık fitnedir. Sonra mızrağıyla onu dürterek
'Ey anası olmayasıca önüme gel' diyerek şunu ilave etti: Babanın komutanı ve
sevkedicisi olduğu bir fitne olabilir mi? Kişi, 'Bilmiyorum' dediği zaman,
ilmiyle amel etmiş ve haliyle kaim olmuş olur. Böyle biri için bilen ve haliyle
kaim olarak ilmiyle amel eden ve onu izhar eden kişinin yaptığı amelin sevabı
kadar sevap vardır. İşte bu sebepie 'Bilmiyorum' sözü, ilmin yarısı olmuştur.
Aynı şekilde vera' için Allah Teala yolunda sükut eden kimsenin güzelliği de,
O'nun yolunda insanlara faydalı olmak için ilme dayanarak konuşanın güzelliği
gibidir.
Ali b. Hasan
ve Muhammed b. Aclan şöyle demişlerdir: Alim 'Bilmiyorum' sözünü söylemekte
yanlışa düştüğü zaman, sözleri musibete duçar olur. Aynı ifade, bu iki zattan
sonra İmam Malik ve İmam Şafii tarafından da dile getirilmiştir. İnsanların
farklılaşması bakımından ilim ve cehalet, akıllılık ve deliliğe benzer.
Deliler, tabaka tabakadır. Aynı şekilde akıllılar da tabaka tabakadır. Cahiller
de alimler gibi tabaka tabakadır. Cahillerin havassı, alimlerin avammına
benzerler. Bu sebeple de bunları tanımak, halkın avamı bakımından zor olur.
Hatta bunları ulemadan sayabilirler. Halbuki onların hali, hakiki alimler
nezdinde apaçık ortadadır. Ariflerin durumu da böyledir. Ulemanın avam tabakası
bunları tanımakta zorlanırken yakin sahipleri onları hemen tanırlar.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: İlim, iki türlüdür: Emirlerin ilmi; takva ehlinin ilmi.
Emirlerin ilmi, muhakeme ve hüküm ilmidir. Takva sahibi müttakilerin ilmi ise,
Yakin ve Marifet ilmidir. Allah Teala, müminlerin ilimlerini vasfedip iman
ilmini zikrederken şöyle buyurmuştur: "Ki Allah, sizden iman edenleri
yüceltsin ve kendilerine ilim verilenlere ise derecler ihsan etsin".
(Mücadele/11)
Görüldüğü,
üzere Allah Teala iman edenleri 'alimler5 olarak vas-fetmiştir. Bu da ilim ve
imanın ayrılmaz bir bütün olduklarını gayet açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Ayette geçen 'Vav' harfi dil alimlerine göre, atıf değil övgü
ifade etmektedir. Araplar vasıfları överken 'Vav' harfini kullanarak mübalağa
ifade ederlerdi. Mesela 'Fülanun el-akılü ve'1-alimu ve'l-edibu=Falanca akıllı,
alim ve edeb sahibidir' ifadesindeki 'Vav' harfleri, o sıfatlardaki mübalağayı
ifade eder.
Bunun bir
diğer misali de, Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Fakat içlerinden ilimde
derinleşmiş olanlarla mümin olanlar, senden önce indirilenlerle beraber sana
indirilene de iman ediyorlar. Namazı ikame edenler, zekatı verenler, Allah'a
ve ahiret gününe inananlar; işte onlara büyük bir mükafaat vereceğiz".
(Nisa/162) Ayette namaz kılanlar ile başlayan kısım tamamen sıfatlardan ibarettir.
Müminler, ilimde derinleşmiş insanlar olup, namazlarını ikame eder ve
zekatlarını verirlerdi. Bir başka açıdan bakıldığında bütün hepsi 'İlimde
derinleşmiş olanlardın sıfatlarıdır. İşte bu sebepledir ki 'İkame edenler5
kelimesi mansub kılınmıştır. Çünkü o, övgü ifade etmektedir.
Araplar,
Övgü için kullandıkları kelimeleri nasbeder ve ref ederler, yani sonlarını
fethalı ve ötreli okurlardı. Allah Teala'nm "İlimde derinleşmiş olanlar
'İman ettik' derler" (Al-i İmran/7) buyruğu da bu manadadır. Burada da,
müminler ilini ile vasfedildikleri gibi ilim sahipleri 'İman' ile
vasfedilmişlerdir. Allah Teala başka birayet-i kerimesinde de şöyle
buyurmaktadır: "İlim ve iman verilenler". (Rum/56)
Bu babdan
olmak üzere Enes'in (ra) şu hadisini de zikredebiliriz: "Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: Ümmetim beş tabakadır. Her tabaka, kırk yıldır. Benim ve
ashabımın tabakası, ilim ve iman ehlidir. Seksen yıla kadar onları takip
edenler birr ve takva ehlidirler. Yüzyirmi yıla kadar onları takip edenler
ise, akrabalık ve er-ham bağlarını kaynaşık tutanlardır,."[12][12]
Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) ilim ile imam birleştirmiş ve bunları bütün tabakaların
üstünde zikretmiştir. Allah Teala da imanı ilmin bizzat kendisi olan Kur'an ile
birleştirmiştir. Yine O, Kurân'ı iman ile birleştirerek şöyle buyurmuştur:
"İşte Allah onların kalperine iman yazmış ve tarafından bir ruh ile
desteklemiştir". (Mücadele/22) Bu ayetin tefsiri yapılırken 'Ruh' kelimesi
ile Kur'an'm murad edildiği söylenmiştir. Ayetteki 'Ha=O'ndan' zamirinin,
Allah Teala'ya raci olduğu istikametindeki görüş, müfesshie-rin ekseriyeti
tarafından paylaşılmaktadır. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Sen ne kitap
nedir biliyordun, ne de iman. Ama Biz onu bir nur kıldık". (Şura/52) Allah
Teala'nm Kelamı'na göre iman ehli, aynı zamanda Kur'an ehlidir. Kur'an ehli
ise, Allah Teala'nm ehli ve O'nun has kullarıdır.
Mehdi,
ulemadan bir zat olan Süfyan b. Hüseyn'in yanma girdiğinde ona şöyle dedi: Sen
ulemadan mısın? O sükut etti. Bunun üzerine sorusunu tekrarladı. O yine sükut
etti. Bunun üzerine çevredekiler 'Müminlerin emirine cevap vermeyecek misin?'
dediler. O da şu cevabı verdi: Bana öyle bir soru soruyor ki cevabı yoktur.
Eğer 'alim değilim' desem, Allah Teala'nm Kitabı'nı okuduğum için yalan
söylemiş olurum. Eğer 'Alimim' desem, o zaman da cahil biri olurum.
Ebu Cafer
er-Razi, Rebi vasıtasıyla Enes'ten (ra) Allah Tea-la'ntn "Allah'dan ancak
alim kulları layıkıyla korkar" (Fatır/28) ayetinin tefsiriyle ilgili
olarak şunu rivayet etmiştir: Yani Allah Te-ala'dan korkmayan biri alim olamaz.
Davud'un da (as) bunu söylediğini görmüyor musun? Allahım, ilmi Senin korkun,
hikmet ve imanı da Zatının sayesinde mevcut kıldın. Sen'den korkmayan, ilim
sahibi olamayacağı gibi, Sana iman etmeyen de hüküm ve hikmet sahibi olamaz.
Abdullah b. Revvaha ise, ilmi iman olarak isimlendirmiştir. O, arkadaşlarına
şöyle derdi: Haydi oturun da bir saat iman edelim. Sonra oturup iman ilmini
müzakere ederlerdi.
Allah Teala,
müminler için kulak, göz ve kalpler yaratmıştır. İşte bunlar, ilmi elde etme
vasıtaları ve ilim yollarıdır. İlme bunlar vasıtasıyla ulaşılır. Bunlar, ilmin
asılları ve Allah Teala'nm yarattıklarına lütfettiği nimetlerdir. O,
kullarından bu nimetleri için şükranda bulunmalarını da talep etmiştir. Nitekim
O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah sizi analarınızın karınlarından o
halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz. Öyle iken şükredesiniz diye size
kulak, gözler ve gönüller verdi". (Nahl/78)
Görüldüğü
gibi Allah Teala, önce nefyettiği ilmi, kulaklar, gözler ve gönüller sayesinde
isbat etmektedir. Yine O, mümin olmayanları anlatırken onların ilim ile
müstağni olamayacaklarım bildirerek şöyle buyurmuştur: "Hem kendileri
için kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları, ne gözleri,
ne de gönülleri kendilerine bir fayda verdi. Zira onlar Allah'ın ayetlerini
inkar ediyorlardı". (Ahkaf/26) Görüldüğü üzere iman etmeyenlere ne
duydukları, ne gördükleri, ne de düşündükleri fayda etmeyecektir. Ancak iman
eden insanlar, kulakları, gözleri ve gönülleriyle ulaştıkları ilim ile
diğerlerine muhtaç olmaktan kurtulacaklardır. Bu vasıtalar, sadece onlar için
ilim vasıtaları olacaktır.
Bu manada
Allah Teala'nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Hakkında ilmin olmayan
şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bütün bunlar ondan mesul
olacaktır". (İsra/36) Eğer ilim, kulak, göz ve gönül ile vaki olan bir
fazilet olmasaydı, bilinmeyen bir şeyin ardına düşmekten menedilmezlerdi. Bu
vasıtaların bilmediği şeylerin ardına düşmekten menedilmelerine bağlı olan
hakikat da, ilmin bunlar vasıtasıyla isbat edilmesidir. Kulak, göz ve gönül sahibi
her mümin, Allah Teala'nm lütuf ve rahmetini bilen kimsedir.
Allah Teala,
bu ümmeti diğer ümmetlerinden farklı üç husus ile üstün kılmıştır. O, bu üç
hususu İslam Ümmeti'ne mahsus kılmıştır.
Bunların
ilki, ümmetin nesilleri arasındaki sened zincirinin sağlam olarak baki
kılınmış olmasıdır. Buna göre ümmetin her nesli, ilmi selefden halefe taşıyarak
Allah Resulü'ne (sav) dayandıracak bir sened zincirine sahip olmuştur. İlim bu
şekilde günümüzdeki alimlere kadar sağlam olarak gelmiştir. Alimler ilmi sahifelere
yazarak çoğaltmışlardır. Bu sahifelerden birinde ihtilafa düşüldüğü vakit, o
sahife diğerleriyle mukayese edilerek tashih edilmiştir.
İkincisi
ise, gaybdan vahiy yoluyla indirilen Kitab'm muhafaza edilmesidir. Diğer
ümmetler, Allah Teala'nm indirdiği Kitab'ı bakarak okumuşlardı. Bu sebebledir
ki Kur'an-ı Kerim dışında hiçbir Kitab'm tamamı muhafaza edilememiştir.
Buhtennasr Beyt-i Makdis'i yaktığı zaman Tevrat'ın da tamamını yaktırmıştı.
Yehud'un torunlarından biri de, Allah Teala'nm kendisini tahsis etmesi ve
eşsiz kılması sebebiyle bu halin tamamen üstünde kaldığım, çünkü Allah'ın oğlu
olup Tevrat'ın tamamını hıfzetmiş olduğunu söylemiştir.
Üçüncüsü de
şudur: İslam Ümmeti'nden her mümin, iman ilminden sorumludur. Bundan ötürü
sözü dinlenip görüşü alınır. O, yaşının küçüklüğüne rağmen ilim sahibi
olabilir. Halbuki önceki ümmetlerde insanlar ilmi, rahipler, papazlar, hahamlar
ve keşişlerden dinlerlerdi. Diğer insanlar ilme ancak bu şekilde sahip olabilirlerdi.
İslam
Ümmeti'nin sadece Musa'nın (as) ümmetine (=yahudiler) karşı olan dördüncü bir
üstünlüğü daha vardır ki o da şudur: İslam Ümmeti, iman kalplerinde sebat bulan
ye kalplerin günahlara çev-rilmesiyle şek ve şirke bulaşmayan insanlardan
teşekkül etmektedir. Halbuki Musa'nın (as) ümmeti, kalpleri şek ve şirk içinde
süratle çevrilen, uzuvları da hemen günahlara meyledebilen insanlardan oluş
marktaydı. İşte bu sebepledir ki denizin yarılması, onun arasından yürüyüp
gitmeleri ve peşlerinden gelen Firavun'un kapanan denizde boğularak helak
edilmesi gibi büyük mucizelere bizzat şahit olmalarına rağmen Musa'ya (as)
şunu söyleyebilmişlerdir: "Ey Musa, bize de onların ilahları gibi bir
ilah yap". (A'raf/138) Önceki ümmetlerle ilgili olarak şöyle bir haber
nakledilmiştir: Semavi kitaplardan birinde Allah Teala'nm şu buyruğu rivayet
edilmektedir: Ey İsrailoğulları, 'ilim göklerdedir onu kim indirecek? ilim
arzın derinlerindedir, onu kim çıkartacak?; ilim denizlerin altındadır, kim
ona ulaşıp getirecek?' demeyin. İlim sizin kalpleriniz dedir. Huzurumda
ruhanilerin adabına uyarak edebli olun ve Bana karşı sıddıklarm ahlakıyla
ahlaklamn. Sizi örtüp ğarke-dinceye kadar ilmi kalplerinizde açık edin.
İncil'de ise şöyle yazıldığı rivayet edilmiştir: Bildiklerinizle amel edinceye
kadar bilmediklerinizi öğrenmeye çalışmayın.
Selef-i
Salih'den bize ulaşan haberlerde ise şu ifadeler zikredilmektedir: Bildiği ile
amel eden, Allah Teala tarafından bilmediklerinin ilmine varis kılınır. Başka
bir haberde ise şöyle denilmektedir: Bildiklerinin onda biriyle amel eden,
Allah Teala tarafından bilmediklerinin ilmine varis kılınır.
Huzeyfe b.
el-Yeman'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Sizler öyle bir zamanda
yaşıyorsunuz ki bildiğinin onda birini terkeden dahi helak olacaktır. İnsanlar
üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, bildiğinin onda biriyle amel eden bile
kurtuluşa erecektir. İşte o, amel edenlerin azınlık, Allah'ı emirlerini hiçe
sayanların çoğurnluk olduğu zamandır.
Kur'an-ı
Kerim'de de bu manada kısa ve özlü buyruklar mevcuttur: "Allah'dan korkun
ki Allah size bildirsin". (Bakara/282); "Al-lah'dan korkun ve bilin
ki..." (Bakara/194); "Allah'dan korkun ve dinleyin-ki.."
(Maide/108)
Bil ki, bir
ilim ile amel eden veya onu dile getiren kimse, Allah Teala katında hakikata
isabet etmiş olur ve iki ecir kazanır. Bu ecirlerden biri muvaffakiyet ecri,
ikincisi ise amel ecridir. Bu da ariflerin makamıdır. Cehaletle konuşan veya
onunla amel eden kimse ise hakikati bulmada hata etmiş ve iki günah kazanmış
olur. Bu da cahillerin makamıdır. Kendi ilmiyle konuşan veya amelde bulunan,
ancak hakikati bulmada hata eden kimsenin de sahip olduğu ilimden dolayı bir
ecri olur. Bu da zahir ulemasının makamıdır. Cehaletle konuşan veya amelde
bulunan, ancak hakikata isabet eden kimseye de ilim talebini reddetttiği için
bir günah yazılır. Bu da, cahil abidlerin makamıdır.
Alim, hâkim
gibidir. Allah Resulü (sav) hâkimleri üç gruba taksim etmiş ve şöyle
buyurmuştur: "Kadılar üç zümredir: İlim sahibi olarak hak ile hükmeden
kadı ki, cennettedir. İlim sahibi olduğu halde zulüm ile hükmeden kadı ile
bilmediği halde zulümle hükmeden kadıya gelince bu ikisi de
cehennemdedir".[13][13]
Allah
Teala'mn buyrukları arasında en güzel bulduğum şu ayet-i kerimedir: "Ey
Ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek örtü, bir de süs elbisesi indirdik".
(A'raf/26) Ayetteki örtünün ilim, süsün ise yakın olduğu söylenmiştir. Vehb b.
MünebbüYten de şu manada bir hadis rivayet edilmiştir: "İman çıplaktır,
onun elbisesi takva, süsü haya, meyvesi de ilimdir". Bu hadis, Hamza
el-Horasani tarafından Süfyan-ı Sevri'ye isnad edilmiştir. Abdullah ise, onu
Allah Resu-lü'nden (sav) merfu olarak rivayet etmiştir. Bize de müsned olarak
rivayet edilmiştir.
Müs'ir, Sa'd
b. İbrahim'den şunu nakletmiştir: Bir kişi ona Medine'de en fakih olan alimin
kim olduğunu sormuştu. O da şu cevabı vermişti: Aralarında Allah Teala'dan en
fazla korkandır. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Biri çıkıp bana
'İnsanların hangisi daha bilgilidir?' diye sorarsa 'Vera1 bakımından en ileri
olan' derim. Eğer biri de çıkıp bu şehrin en hayırlısını sorarsa ona da şöyle
derim: 'Siz, şehir halkının en fazla öğütte bulunanını tanıyor musunuz?'
'Evet' dedikleri zaman, 'En hayırlıları işte odur1 derim. Başka bir alim de
şöyle demiştir: Eğer bana, 'İnsanların en ahmağı kimdir?' diye sorulursa,
hemen kadının elini tutar ve İşte budur1 derim.
Allah Teala
buyurmuştur ki: "Allah'dan korkun ve dinleyin". (Maide/108);
"Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyin". (Ahzab/70) Görüldüğü üzere
Allah Teala, doğru sözün, sağlam ilmin ve sağlıklı bir dinlemenin anahtarı
olarak takvayı göstermektedir. Bu, Allah Teala'nın bizden önceki ümmetlere ve
bize yaptığı bir vasiyetidir. Çünkü O, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki
sizden önce kitab verilenlere ve size Allah'tan korkmanızı vasiyet
ettik". (Nisa/131) Bu ayet, Kur'an-ı^Kerim'in kutbudur. Kur'an, bir
değirmenin çark üzerinde dönmesi misali bir bütün olarak bu ayet üzerinde
döner.
İsa
peygamberin (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ahirete giden yolda dünyaya
yönelen biri nasıl ilim ehlinden olabilir? Amel etmek için değil de sadece
başkalarına anlatmak için ilim talep eden biri nasıl ilim ehlinden olabilir?
Dahhak b. Müzahim şöyle demişti: Seleften idrak ettiği zatlar, birbirlerinden
sadece vera'ı öğreniyorlardı. Bugünün insanları ise Kelam öğreniyorlar.
Bu manada
rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilmektedir: "Hidayet üzere olan bir kavim, ancak cedel yani tartışma
ilmine müptela kılındıkları için yoldan çıkmıştır. Allah Rsulü (sav) bunu
söyledikten sonra şu ayeti okudu: 'Dunu sana sadece bir tartışma konusu (cedel)
olarak misal veriyorlar. Doğrusu onlar tartışmada çok hırslı adamlar7
(Zuhruf/58)". [14][14]
"Kalplerinde eğrilik bulunanlara gelince.." (Al-i İmran/7) ayetinin
tefsirinde de Allah Resulü'nün (sav) 'Bunlar cedel ehlidir' buyurduğu rivayet
edilmiştir. Allah Teala, bu tür kimselerden sakınmamızı emretmiştir.
Selef-i
Salih'ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: Ahir zamanda öyle alimler
çıkacaktır ki, onlara amel kapısı kapanıp Cedel kapısı açılacaktır. Bir haberde
de şu ifade rivayet edilmiştir: Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki daima
amele ilham ediliyorsunuz. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara
sadece cedel ilham edilecektir. Ibni Mesud'dan (ra) da şu söz rivayet
edilmiştir: Bugün öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki en hayırlınız, amellere
koşanı-nızdır. Sizden sonra öyle bir zaman gelecek ki en hayırlınız, hayrı
tanımaya çalışanınız olacaktır.
Çünkü ilk
devirde, hak ve yakin gayet açık idi. Sonrasında yani bizim yaşadığımız
devirlerde şüpheler ve bidatların artması neticesinde yollar kararacak ve
insanlar ne yapacaklarını bilemez hale düşeceklerdir. Böyle bir zamanda
Selefin yollarını bilen kimselere düşen vazife, bidatların tamamından uzak
durmaktır. Ulemadan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala bir
kulu için hayır nıurad ettiği zaman ona amel kapısını açarak cedel kapısını
yüzüne kapatır. Bir kul için kötülük istediğinde ise, amel kapısını yüzüne
kapatarak cedel kapısını ardına kadar açar. Meşhur bir hadiste de Allah Resulü
(sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tea-la'nm yarattıkları arasında en çok
buğzettiği kimse, en azılı tartışmacıdır".
Başka bir
hadiste de şöyle buyrulmaktadır: Haya ve acizlik, imanın iki şub'esidir.
Edebsizlik ve beyan ise nifakın iki şubesidir. Bu haberin tefsiri mhiyetinde
şöyle denilmiştir: Acizlik, dilin acizliği olup kalp acizliği değildir.
Konuyla ilgili başka bir hadis de, Hakem b. Uyeyne tarafından Abdurrahman b.
Ebi Leyla'dan rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bir kavme
mantık ilmi verilirse, amelden menedilirler". Bir diğer hadiste de Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, ineğin otu diliyle kurcalaması
gibi sözü diliyle kurcalayan belagat sahibine buğzeder".[15][15]
Ahmed b.
Hanbel (ra) şöyle derdi: İlim, ancak yukarıdan gelendir. Yani öğretme
olmaksızın ilham yoluyla gelendir. Yine o, şöyle demiştir: Kelam ehlinin
uleması, zındıklardır. Ondan önce yaşamış olan Ebu Yusuf ise şöyle demiştir:
Kelam konusunda ilim talep etmek, zındıkl aşmaktır.
Batın ilminin
Zahir ilmine üstünlüğü hakkında
başka bir açıklama:
Alimlerin
üstün tuttukları, zikrini yücelttikleri, önemini teyid ettikleri, 'İlim'
olarak niteleyip övdükleri, hakkında müteaddit hadis ve sözlerin rivayet
edildiği, mendup görülen ve sahipleri hadisler tarafından fazilet erbabı olarak
müjdelenen ilim; İlmullah'dır. Bu ilim, Allah Teala'nm yolunu gösteren, insanı
O'na döndüren, iman ve yakin ilminde tevhide şahit olan ilimdir.
Marifet ve
muamele ilmi, ahkam ve fetva ilimlerinden farklıdır. Bu ilme sahip olanlar,
ilmiyle amel eden, ameli ilimle beraber zikreden ve bunların tamamını da Allah
korkusu ve huşu' olarak vas-fedenlerdir. O, dil değil kalp ilmidir. Zaten ilmin
yolu da budur. Onlar, yakinin makamları ve müttakilerin vasıflan olan kalbi
ameller gibi imani amellerden kaynaklanan muameleleri de kaçırmazlar.
İmanlarında ziyade sağlayan ve uzuvlarla ifa edilen salih amelleri de asla
ihmal etmezler.
Bu amel ve
muamelelerin erbapları, fakr ve zühd ehlinden olup tevekkül ve~korku hallerine
sahip olan, şevk ve muhabbet sahipleridir. Onlar, insanın ahkam ve fetva
ilimlerini bildiği için ilmiyle amel ederek bu ilimlerin hükümlerine bağlı
kalmalarını ve bu suretle mesela muhakeme ilmine talip olup insanlar arasında
hüküm veren bir kadı olmalarını veya zekat ve alışveriş hükümlerini bildiği
için ticarete atılmasını, ya da nikah ve talak hükümlerini bildikleri için
evlenmelerini pek önemsemezler.
İnsanın bu
gibi ilimlerle âmil olması alimler nezdinde mühim değildir. Bu, onlardan
birinin söylediği bir sözden de ibaret değildir. Bilakis onlardan bunun
kerahatine ve z emme dilişine dair haberler rivayet edilmiştir. Bu gibi
ilimlerin ehli olanlar, dünyaya rağbet etmek ve dünya malını toplamada
hırslanmak gibi kötü sıfatlarla vasfedilmişler dir. Onlar emir sahipleriyle
içice yaşadıkları için muamelelerini de onlara tahsis ederler. Onlar; ilme
itina göstererek huşu' ve zühd sıfatlarıyla vasfedilenler arasına sokulmamışlardır.
Bunun bir
diğer misali de Selef ulemasının ekseriyetinin ilmi amelden üstün tutmalarıdır.
Onların bu meyandaki sözlerine baktığımızda şunları görürüz: 'İlimden bir
zerre, keza mikdar amelden daha faziletlidir'. 'Alimin kıldığı iki rekat,
abidin kıldığı bin rekattan daha faziletlidir'. Bu babda Ebu Said el-Hudri de
(ra) Allah Re-sulü'nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "Alimin abide
üstünlüğü, benim ümmetime üstünlüğüm gibidir". Meşhur bir hadiste ise
"Ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir [16][16]
buyrulmaktadır. İbni Ab-bas ve Sa'd'ın fra) şu hadisleri de müsned olarak
rivayet edilmiştir: "Bir alim, şeytan için bin abidden daha
çetindir". Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Bir alimin ölümü, bin abidin ölümünden daha üzüntü
vericidir".
Görüldüğü
üzere Allah Resulü (sav) ve Selef-i Salih, bu sözleriyle ilmin amelden daha
faziletli olduğunu teyid etmişlerdir. Çünkü îlmullah, yani Allah Teala'mn ilmi,
aynı zamanda imanın sıfatlarından ve yakinin esaslarından biridir. Semadan
indirilenler arasında hiçbir şey onun kadar aziz ve kıymetli değildir. Hiçbir
şey de ona denk tutulamaz. Hiçbir amel, onsuz sahih olmadığı gibi, onsuz kabul
da edilmez. Çünkü o, bütün amellerin mihengidir. Ameller, onun terazisiyle
tartılarak kabul görür. Bu teraziye göre de onlardan bir kısmı diğerlerinden
üstün tutulup ağırlık bakımından çok daha ağır basar. Amel sahipleri de
ilimlerinin derecelerine göre İl-liyyun derecelerinde yerlerini alır ve
birbirlerinin üstlerine yerleşirler.
Allah Teala
da ilmin ehemmiyetim teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Andolsun onlara bir
Kitab getirdik ve onu ilme dayanarak açıkladık". (A'raf/52); "Ta ki
onlara ilim ile anlatalım". (A'raf/7)- "O gün tartı haktır. Kimlerin
tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erecektir". (A'raf/8) Bunun
rububiyete râci olması daha yakın ve daha uygun bir neticedir. Amel, amel
sahibinin vasfı ve kulluğunun icabıdır.
Selef-i
Salih, yukarıda zikrettiğimiz sözlerinde fetva, hüküm ve muhakemeyle ilgili
ilimleri kasdetmiş değilllerdir. Çünkü bunlar, insanların yaşadıkları hususlar
olup bizzat kendileriyle ilgili bilgilerdir. Bunların, Allah Teala'ya
kalplerle yapılan muamelelerden daha faziletli olması mümkün değildir. Çünkü
bunlar, Mukarrebun zümresinin makamı olun yakin ile teması ifade eden rıza,
muhabbet ve tevekkül makamlarını temsil eder. Hiçbir alim de bunun aksini
söylememiştir.
Abdurrahman
b. Ganem, Muaz b. Cebel'in (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) şunu rivayet ettiğini
nakleder: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: İnsanlar arasında nübüvvet
derecesine en yakın olanlar, ilim ve cihad ehlidirler. İlim ehli, insanları
peygamberlerin getirdikleri hakkı gösterirler. Cihad ehli ise, peygamberlerin
getirdikleri uğruna kılıçlarıyla cihad eden kimselerdir". İlmin, nasıl da
cihad gibi Allah Teala'ya sevkedici kılındığını görmüyor musunuz?
Bu manadaki
başka bir hadisinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "İlk şefaat edecek peygamberlerdir. Sonra şehitler
gelir". Başka bir hadiste ise şöyle buyrul-maktadır: "Peygamberlerin
alimler üzerinde bir derece üstünlükleri vardır. Alimlerin ise şehitler
üzerinde iki derece üstünlükleri vardır"[17][17]
İbni Abbas
(ra) Allah Teala'mn "Allah, sizden iman edenleri yüceltsin ve kendilerine
ilim verilenlere ise dereceler ihsan etsin" (Mücadele/11) buyruğunun
tefsirini yaparken şöyle demiştir: Alimlerin iman edenler üzerindeki
üstünlükleri yediyüz derecedir. Bu derecelerden her ikisi arasındaki,mesafe
beşyüz senedir. Ömer (ra) vefat ettiği zaman İbni Mesjm (ra) şöyle demişti:
Zannederim onunla beraber ilmin onda dokuzu da gitmiştir. Bunun üzerine çevresindekiler
şöyle dediler: Sahabe'nin büyük bir ekseriyeti aramızda bulunurken nasıL-böyle
"elersin? Dedi ki: İlim ile kasdettiğim, sizin murad ettiğiniz ilim
değildir. Benim kasdettiğim İlmullah'dır.
Ibni
Mesud'un (ra) bu sözüyle, malumat ile oluşan ilmin hakiki ilim olmadığı ortaya
çıkmaktadır. O, yine bu sözüyle Allah ilmini malumat ilminden on kat üstün
görmüştür. Zahir ilmi, amellere çok fazla bir katkıda bulunmaz. Çünkü zahir
ilmi de zahiri amellerdendir. Zira o, dilin sıfatlarından biri olup ümmetin
avammı için geçerlidir. Zahiri amellerin en yüksek makamı ihlastır. Eğer bu
makamın altındakiler yitirilirse, bu da diğer şehvani bilgiler gibi dünyalık
için olur. İhlas, ilm-i batında Allah Teala'yı bilme halinin ilk basamağıdır.
Bu istikametteki makamların ise sonu yoktur. Bu makamlar, ariflerin
makamlarının ve sıddıkların derecelerinin en üstlerine kadar uzanır. [18][18]
Şer alimleri
ilimlerini kullanarak dünya nimetlerini elde etmeye çalışırlar. Alimler ilmi,
Allah Teala'yı bilme (=İlmullah) ile Allah Teala'nm emrini bilme olarak ikiye
taksim etmişlerdir. Onlar bu taksime dayanarak alimleri de ahiret ve dünya
alimleri olarak iki zümreye ayırmışlardır.
Süfyan-ı
Sevri de (ra) ulemayı üçe ayırmıştır: Allah Teala'yı ve O'nun emirlerini bilen
alim ki bu, kâmil alimdir, ikincisi Allah Teala'yı bilen alimdir ki bu, korku
ve takva ehlinden olan alimdir. Üçüncüsü ise Allah Teala'yı bilmeyip sadece
O'nun emirlerini bilen alimdir ki bu da, fâcir alimdir. Denildi ki: Allah Teala
için alim olan kimse, ilmiyle amel eden alimdir. Allah Teala'nm günlerini bilen
alim ise, korku ve rica ehlinden bir alimdir.
Süfyan-ı
Sevri'ye (ra) ilmin ne olduğu sorulmuştu. O da şu cevabı verdi: Vera'dır.
'Hangi şeyler vera'dır?' diye soruldu. O da şöyle dedi: 'Vera'ın bilinmesini
sağlayan ilim talebidir1. Vera', ulemadan bir topluluğa göre, uzun uzun sükut
edilmesi ve az konuşulma-sıdır. Halbuki bu, bizce doğru değildir. Çünkü konuşan
alim, susandan daha üstündür.
Lokman
Hekim'in (as) vasiyetinde şunu görmekteyiz: ilmin üç alameti vardır: Allah'ı
bilmek, Allah Teala'nm sevdiklerini bilmek ve O'nun çirkin gördüklerini bilmek.
Lokman (as), bu üç hususu ilmin hakiki çehresi ve mevcudiyet delili saymıştır.
Ahiret
uleması ile dünya uleması arasındaki farkı şöyle anlayabilirsiniz: İlim sahibi
bir alim, onu tanımayan biri tarafından görüldüğü zaman, onun üzerinde ilmine
delalet edecek bir alamet görerek onun alim olduğunu anlayamazsa bu zat Allah
Teala'yı bilen alimlerdendir. Böyle alimler, ancak simalarındaki huşu, sükunet,
tevazu ve zilletten tanınırlar. Bu; Allah Teala'nm velilerine vurduğu boya,
onlara giydirdiği elbisedir. "Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası
vardır?". (Bakara/138) Onların bu meyandaki misali, zanaatkarlar gibidir.
Bir zanaatkar, yolda yürüdüğü vakit za-naatıyla tanınır. Çünkü zanaatın
eserleri onun üzerinde bariz olarak görülür. Zanaatı, şüpheye mahal
bırakmayacak şekilde üzerinde taşıdığı bir sıfat ve elbise halini almıştır. O
zanaat zanaatkarın siması olmuştur.
Allah
Teala'nm bir kula giydirdiği elbiseler arasında sükunet içindeki huşudan daha
güzel bir giysi olabilir mi? Bu, peygamberlerin giysisi, sıddıkların ve
alimlerin simasıdır.
Kalp ehli,
Allah Teala'nm sevdiği şeylerin en küçük olanlarını, O'nun çirkin gördüğü
şeylerin en gizlilerini herkesten daha iyi bilir. Bunlar, Allah Teala'yı
hakkıyla bilen ve O'nu fıkheden kimselerdfr. Sehl (ra) şöyle derdi: Alimler üçe
ayrılır: Allah Teala'yı bilen; Allah Teala için bilen ve Allah Teala'nm
hükmünü bilenler. O, Allah Teala'yı bilen ile, yakin sahibi arif kimseyi; Allah
Teala için bilen ile, ihlas ilmini, halleri ve muameleleri bilen kimseyi; Allah
Teala'nm hükmünü bilen ile de; helal ve haram ilminin tafsilatını bilen
kimseyi murad etmekteydi. Bu tefsirimiz, Sehl'in (ra) sözünün manalarını ve
görüşlerini bilmemizden kaynaklanmaktadır.
Yine Sehl
(ra) başka bir münasebette daha sade bir ifade kullanarak şöyle demiştir:
Allah Teala'nm günlerini ve emirlerini değil bizzat O'nu bilenler var ya işte
onlar müminlerdir. Allah Teala'nm emirlerini bilip O'nun günlerim bilmeyenlere
gelince onlar da, he-lal-haram bahislerinde fetva verenlerdir. Allah Teala'yı
ve O'nun günlerini bilen alimlere gelince, bunlar sıddıklardır. Sehl 'Allah Teala'nm
günleri' ifadesiyle O'nun batini nimetlerini ve görünmez cezalarını
kasdetmektedir. Sehl (ra) bu sözünün ardından şöyle bir söz de söylemiştir:
Alimler dışında bütün insanlar ölüdür. Korkanlar dışında bütün alimler ölüdür.
Sevenler dışında bütün korkanlar
oturmaktan
menedişine yönelik imalarıyla, onları ahiret yollarından saptırması zor da
olsa anlaşılacaktır. Çünkü böyle kimseler, is-teseyerek ya da istemeyerek dünya
sevgisine ve nevalarının baskısına teslim olmuşlardır.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Allah Teala mütevazı alimi severken, azgın ve zorba
alimlere buğzeder. Allah Teala, kendisi için tevazu göstereni hikmetine varis
kılar. İbni Mesud'un (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala yağ bağlamış bilgine
buğzeder".
Allah Resulü
(sav), Yahudi din bilginlerinden biri olan Malik b. Sayfa şöyle buyurmuştur:
"Senden Allah Teala'nın hakkı için rica ediyorum: Allah Teala'nın Musa'ya
(as) indirdiği kitapta O'nun yağ bağlamış bilgine buğzettiğine dair bir nas
görmedin mi? İbni Sayf, yağlı bir bünyeye sahipti. Bu yüzden Allah Resulü'nün
(sav) sözüne kızdı ve şöyle dedi: Allah Teala hiç kimseye içinde böyle bir
ayet bulunan bir kitap indirmemiştir. Bu da onun "De ki: Musa'nın insanlar
için nur olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" (En'am/91) ayeti
karşısındaki şaşkınlık ve çaresizliğini göstermekteydi. Arkadaşları kendisine
şöyle dediler: Vay canına, sen ne diyorsun? Böyle demekle Musa'nın kitabını
inkar etmiş oluyorsun. O da kendini müdafaa etmek için şöyle dedi: O, benimle
münakaşayı uzatacağı için böyle dedim".
İlim ehli
arasında şöyle denir: Allah Teala hiç kimseye bir ilim vermemiştir ki onunla
beraber kendisine hilim, tevazu, güzel ahlak ve yumuşaklık vermemiş olsun. İşte
bunlar, faydalı ilmin alametleridir. Bu manada şöyle bir hadis de rivayet
edilmiştir: "Allah Teala'nın zühd, tevazu ve güzel ahlak nasip ettiği
kimse, müttakilerin imamıdır".
Hasan
el-Basri de (ra) şöyle derdi: Hilim, ilmin veziri, yumu-şakbaşlılık onun
babası, tevazu ise sırdaşıdır. Davud'dan (as) rivayet edilen haberlerden
birinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Allah Teala bana şöyle nida etti: Ey
Davud! Benden dünyanın sarhoş ettiği bir alim isteme. Yoksa seni muhabbetimin
yolundan saptırır. Böyle alimler, Beni murad eden kullarımın yollarını kesen
yol kesicilerdir. Ey Davud, şehvetini muhabbetime tercih eden bir alime reva
göreceğim azabın en hafifi, onu Bana münacaatm lezzetinden mahrum etmenidir. Ey
Davud, Bana talip olan birini gördüğünde onun hizmetkarı ol. Ey Davud, kim Bana
kaçarak dönerse onu da katımda mütehassıs alim olarak yazarım. Katımda
mütehassıs alim olarak yazdığımı kimseye de asla azap etmem'.
Bu meyanda
İsa Peygamberden de (as) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: 'Şer alimleri,
nehrin ağzına düşmüş kaya gibidir. Ne kendisi su içer, ne de ekinlerin suya
kavuşmalarına izin verir. Dünya alimleri de böyledir. Ahiret yolunun üzerine
oturan bu kimseler, ne kendileri dinin hükümlerini tatbik eder, ne de diğer
insanların Allah Teala'ya giden yola girmelerine müsaade ederler1. Yine o şöyle
demiştir: 'Şer uleması, samandan yapılmış sopaya benzer. Dış görüntüsü güzel,
içi ise bozuktur. Onlar yüksek yapılı mezarlara da benzerler. Bu kabirlerin
dışları mamure, içleri ise ölülerin kemiklerinden ibarettir'.
Bişr b.
el-Hars (ra) şöyle derdi: 'Ulema arasında önder olmak isteyip de Allah
Teala'ya O'nu buğzettirecek şeylerle yaklaşan kimse, göklerde ve yerde Allah
Teala'nın öfkesine maruz kalan kimsedir5. Evza'i de (ra) Bilal b. Sa'd'm şöyle
dediğini rivayet etmiştir 'Sizden biri zabıta amirine ve onun yardımcılarına
baktığı zaman onun halinden Allah'a sığınıp ona karşı öfkeyle dolar. Dünya
alimine baktığında ise, onun halka karşı yapmacık hareketlerde bulunduğunu,
hırs ve önderlik peşinde koştuğunu görür. Buna rağmen ona karşı öfke duymaz.
Halbuki bu alim, öfke duyulmaya o zabıta amirinden daha fazla layıktır
Ebu Muhammed
şöyle derdi: 'Din ve dünya ile ilgili hiçbir işinizi ulemaya danışmadan
kesinleştirmeyin. Kendisine şöyle dediler: Ey Eba Muhammed, ulema kimlerdir?
Dedi ki: Ahireti dünyaya, Allah Teala'yı nefslerine tercih edenlerdir Ömer
(ra), vasiyetinde şöyle demiştir: 'İşlerini, Allah korkusu taşıyanlarla
istişare et'.
İsrailiyat
kaynaklı haberler arasında şöyle bir hadise nakledilmiştir: 'Hikmet ehlinden
bir zat, hikmet hakkında üçyüz altmış kitap tasnif etmiş ve Hakem olarak
nitelenmeye başlamıştı. Allah Teala o kavmin peygamberine vahyederek şöyle
buyurdu: Falancaya de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdun ve bunlardan
hiçbirinde Allah'ın rızasını murad etmedin. Allah da senin nifakındn hiçbir
Şeyi kabul etmeyecektir. Peygamber bunu o zata anlatınca, huzurunda yere
yıkıldı. Çok kederlendi ve bu halini bırakarak halkın arasına karıştı.
Pazarlarda dolaştı. İsrailoğullarma karşı zayıf düştü, kendine karşı da tevazu
sahibi oldu. Allah Teala bir zaman sonra aynı peygamberine şöyle vahyetti: O
şahsa de ki: Artık Allah Te-ala'nın rızasına nail oldun'.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: İlim ehli iki sınıftır: Avam alimi ve Havas alimi. Avam
alimi, helal-haram bahislerinde fetva veren kimsedir. Bu gibiler, köşk
halkındandır. Havas alimi ise, Tev-hid ve marifet ilimlerini bilen kimsedir. O
da, münzevi halde yaşayan tekke sakinlerindendir'. Alimler şöyle derlerdi:
Ahmed b. Han-bel (ra) herkesin bildiği Dicle nehrine benzer. Bişr b. el-Hars
fra) ise, üzeri örtülü bir tatlı su kuyusuna benzer. Ona ancak birer birer
yaklaşılır.
Hammad b.
Zeyd şunu nakletmiştir: 'Eyyub'a şu soru sorulmuştu: İlim, bugün mü fazladır,
yoksa geçmişte mi? Şu cevabı verdi: Geçmişte ilim daha fazlaydı. Bugün ise,
konuşma daha fazladır5. Eyyub, bu sözüyle ilmi konuşmadan ayırdetmiştir. Selef
bu ayrımı yaparak şöyle derdi: 'Falan alimdir, falan da kelamcı yani konuşmacıdır.
Falan ilimce fazladır, falan da konuşma bakımından fazladır5.
Ebu Süleyman
Darani şöyle derdi: 'Marifet, konuşmadan çok sükuta daha yakındır'. Ariflerden
bir zat da şöyle demiştir: 'İlim iki kısma ayrılır: Onun yansı sükut, yarısı da
nerede sükut edeceğinizi bümemzdir\ Başka biri de bu taksime şunu ilave
etmiştir: 'İlmin yarısı vecd, diğer yarısı da nazar, yani tefekkür ve ibret
almadır'.
Süfyan-ı
Sevri'ye fra) kimin alim olduğu sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: 'İlmi yerli
yerine oturtan ve herşeye hakkını veren kim-sedir\ Hikmet ehlinden bir zat da
şöyle demiştir: 'İlim arttığı zaman kelam azalır1. İbrahim Havvas (ra) şöyle
derdi: 'Sufi, ilim bakımından arttıkça toprak kaynaklı tabiatı zayıflar*. Yine
o şöyle demiştir: 'Şeyhlerimizden biri şunu söylemişti: Cüneyd-i Bağdadi'ye
dedim ki: Ey Eba Kasım, dil kalpsiz olur mu? 'Çok' dedi. 'Peki kalp dilsiz olur
mu?' dediğimde şu cevabı verdi: 'Evet, ama kalpsiz dil, kul için bir imtihan ve
bela iken dilsiz kalp onun için bir nimettir1. 'Peki her ikisi de beraber
olduğunda ne olur?' dediğimde şöyle karşılık verdi: 'İşte bu, tereyağıyla bal
gibidir
Süfyan-ı
Sevri (ra) Malik b. Muğavvel'den maktu' olarak şu hadisi nakletmiştir:
"Denildi
ki: Ey Allah Resulü, amellerin en faziletlisi hangisidir?
Buyurdu ki:
Haramlardan kaçınmak ve dilinin Allah'ın zikriyle devamlı yaş kalmasıdır.
Denildi ki:
Ey Allah Resulü, arkadaşların en hayırlısı kimdir?
Buyurdu ki:
Öyle bir arkadaştır ki; Allah'ın emrini hatırladığında onu yapman için sana
yardım eder, unuttuğunda ise sana onu hatırlatır.
Denildi ki:
Ey Allah Resulü, arkadaşların en kötüsü hangisidir?
Şöyle
buyurdu: Öyle bir arkadaştır ki; sen sükut ettiğinde sana hatırlatmaz,
hatırladığın zaman da sana yardım etmez.
Denildi ki:
İnsanların en bilgilisi kimdir?
Buyurdu ki:
Allah Teala'dan en fazla korkanlarıdır.
Denildi ki:
Ey Allah Resulü, bize aynı meclisi paylaşacağımız kimselerin en hayırlılarını
bildir.
Buyurdu ki:
Görüldükleri zaman Allah Teala'yı zikredenlerdir.
Denildi ki:
Ey Allah Resulü, insanların en kötüleri kimlerdir?
Buyurdu ki:
Allahım mağfiret et.
Dediler ki:
Ey Allah Resulü, bize onları bildir.
Buyurdu ki:
Bozulmuş alimlerdir".
Ali (kv),
rey ve hevalfarma dayanarak konuşan dünya alimlerini oldukça ilginç bir şekilde
tavsif etmiştir. Bu haber, Halid b. Talik-babası-dedesi-İmran b. Husayn (ra)
senediyle rivayet edilmiştir:
İmran (ra)
şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib (kv) bize hitab ederek dedi ki: 'Zimmetim rehin
olsun ve kefil olurum ki takva üzere olan hiçbir kavmin ekinleri kuramaz ve
hidayet üzere olan hiçbir asim ihtirası azmaz.
İnsanların
en cahili, kendini bilmeyendir. Kişiye cehalet olarak, kendini bilmemesi yeter.
Halk arasında Allah Teala'mn buğzuna en fazla müstehak olan; ilim devşirdikten
sonra düzenin gıyabmdaki hakikatları görmeksizin fitnenin karanlıklarına
saldıran kimsedir. Benzer insanlar ve düşük seciyeli kimseler böyle birini
'alim' olarak isimlendirebilir. Halbuki o bir gün bile ilmiyle hücum
edememiştir.
O kendi
ilmini çok görür. Ama onun ilminden az olan kısım, çok olan kısmından daha
hayırlıdır. Çünkü o, bozuk bir sudan içmiş ve gereksiz olan şeylere kafasında
fazla yer vermiştir. İnsanlar için fetva vermek üzere oturduğu zaman onları,
başkalarına şüpheli gelen meselelerden kurtarmaya çalışır.
Müphem
meselelerden biriyle karşılaştığında zayıf görüşüyle derhal ona atılır. O,
Örümceğin ağandaki gibi şüpheleri, kati gören, hata mı yoksa isabet mi ettiğini
bilmeyen biridir.
O,
cahilliklerini birbiri üstüne yığan, karanlıklarda sağa sola çarparak gitmekten
vazgeçmeyen biridir. Bilmediği hususlarda özür dileyerek teslim olma faziletini
gösteremez. İlme azı dişiyle sahip çıkarak onu ganimet bilmez. Kan sahipleri
onun yüzünden ağlarken, mirasçılar da haksızlıklarından dolayı çığlığa
boğulurlar.
Onun verdiği
hükümle haram olan şeyler helal görülür. Allah Teala da kendisine mühlet verir.
Bu kimse, dünya hayatında gözyaşı ve hıçkırıklara boğulan o kimselerin
öldürmelerine dahi layık değildir..'
Ali (kv),
Küheyl b. Ziyad tarafından rivayet edilen bir haberde, ahiret alimlerini de
vasfetmiş ve şöyle demiştir:
'İnsanlar üç
sınıftır: Rabbani alim; yani Allah Teala'nm rububi-yetini bilen kimsedir. -Bu
yüzden de Rab Teala'ya nisbet edilmiştir-. Allah Teala da, bir ayet-i
kerimesinde onları böyle isimlendirmiştir: "Kitab'ı öğretmekte olduğunuz
için Rabbaniler olun". (Al-i İm-ran/79) Allah Teala'nm Kitabı'nı öğreten
ve onunla ders yapan kimseler 'Rabbani' olarak anılmıştır. Rabbani alim; ilim
ile ameli cerae-den alimdir. 'Rabbani alim', işte bu şekilde ilim ve amel
sahibi olarak insanlara hayır öğretenlere, denir.
Ali (kv)
dedi ki: 'İşte bu, semavat mülkünde 'Azim' olarak adlandırılan alimdir".
Allah Teala
da onların öncülüğünü beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Hiç olmazsa
onların Rabbanileri ve din bilginleri onları ... alıkoysalardı ya".
(Maide/63) Allah Teala, bu ayetinde, Rabbanileri, Kitab alimleri olan 'Ahbar'm
önüne geçirmiştir.
Mücahid'den
de bu manada bir görüş rivayet ettik: 'Rabbaniler, Ahbar'ın bir derece
üstündedirler'. Başka bir alim de şöyle demiştir: 'Ahbar, Ruhban'm bir derece
üzerindedir'. Bu söz ile kasdedilen, kalp alimlerinin dil alimlerinden üstün
oluşudur. Kitab alimleri de, abidlerden bir derece üstündür.
Allah Teala,
kendisine yardım etmeleri ve uğrunda sabretmeleri noktasında onları
Peygamberleriyle bir tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "Nice peygamberler
gelip geçti ki beraberlerinde Allah'a kulluk vazifesine son derece bağlı birçok
Rabbaniler harp ettiler". (Al-i İmran/146) Allah Teala ayetin devamında da
bu kimseleri O'nun emrinde sebatkarlık, dininde metanet ve hükmünde sabır ile
tavsif etmektedir: "Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeyip
zaaf göstermediler. Miskinlik edip düşmana boyun da eğmediler. Allah, hiç
şüphesiz sabır ve sebat edenleri sever". (Al-i İmran/146) Ayette geçen
'Rabbiyyun' kelimesi, 'Rabbiyy' kelimesinin çoğulu olup Rabbani manasında
olduğu söylenmiştir. 'Rabbiyy'in çoğulu 'Rabbiyyun' iken 'Rabbani' kelimesinin
çoğulu da 'Rabbaniy-yun'dur.
Allah Resulü
de (sav) bu sıralamaya riayet derek şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü önce
peygamberler, ardından alimler, ardında da şehitler şefaat ederler".[19][19]
Görüldüğü üzre Allah Resulü de (sav) alimleri şehitlerin önüne geçirmiştir.
Çünkü alim ümmetin imamıdır. Ona verilen ecir ümmetin ecrinin mislidir. Şehidin
ameli ise, sadece kendinedir.
Başka bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmektedir:
"Alimin mürekkebi, şehidin kanıyla tartılır". Şehidin hallerinin en
yükseği döktüğü kandır. Alimin hallerinin en aşağısı ise kullandığı
mürekkebidir. Allah Resulü (sav) yukarıdaki hadisinde bu ikisini denk tutmuş ve
bu suretle de alimin halini, şehidin halinden üstün tutmuştur.
Ali (kv)
şöyle derdi: Alim, oruç tutan, gece ibadete kalkan ve Allah yolunda cihad
edenden daha üstündür. Alim vefat ettiği zaman İslam'da ancak onun halefinin
doldurabileceği bir gedik açılır. Bununla ilgili olarak şu mealde müsned bir
hadis rivayet edilmiştir: "Alim vefat ettiği zaman İslam'da öyle bir gedik
açılır ki geceyi ve gündüzü kaplayan hiçbir şey onu dolduramaz. Dikkat edin bir
kabilenin ölümü dahi bir alimin vefatından daha hafiftir".
Ali (kv)
Küheyl'in rivayet ettiği haberin başka bir yerinde de şöyle demektedir: felah
ve kurtuluş yolu üzere ilim öğrenen'. Bununla kasdedilen, müridlik halinde
bulunup Allah Teala'yı bilen ulemadan ilim talep eden kimsedir. O bu ilmi,
selamete erebilmek gayesiyle hüsn-ü muamele ve ihlas ile talep eder. Talep
ettiği ilmin, kendisini dünyada cehaletten, ahirette ise azaptan kurtarmasını
niyaz eder.
Ali (kv)
sözüne devam ederek şöyle demiştir: 'Ve şaşkın bir sürü'. 'Hemec', bilmediği
için ardarda ateşe düşen sinekler manasına gelir. Müfredi 'Hemecetün'dür.
İfadede geçen 'Ru'a' kelimesi ise, hafif, akılsız ve şaşkın kimse manasına
gelir. Böyleleri, tamahkarlığın kışkırttığı, öfkenin hafiflettiği, Övünmenin
azdırdığı ve kibirin böbürlendirdiği kimselerdir. Ali (kv) üstteki ifadeyi
söyledikten sonra ağladı ve şöyle dedi: 'ilim de işte bu şekilde hakiki ilim
ehlinin ölümüyle birlikte ölüp gidiyor5. Rabbanileri vasfederken de derin bir
nefes alarak şöyle dedi: 'Onları -yani Rabbani alimleri- görmeye Öyle hasretim
ki'.
Ali'ye (kv)
ait olan bu hitabeyi daha önce tam olarak zikretmiştik. Ali'nin (kv)
kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Allah
Resulü (sav) tarafından da özlenmişler-dir. Allah Resulü (sav) bu hususla
ilgili hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Kardeşlerimle buluşmaya öyle
hasretim ki. Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim. Onlar sizden sonra
gelecek bir topluluktur". O, bundan sonra kardeşleri olarak zikrettiği
kimselerin sıfatlarını anlatmaya başlamıştır.
Onların
'kardeşler1 olarak tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin
kalpleri üzere, ahlaklarının da imanın esaslarına dayanıyor olmasıydı. Onlar,
bu ümmetin abdal zümresidir. Onların sıfatlarıyla ilgili olarak, çok açık
hususlar zikredilmiştir. Onlar, üç tabakadırlar: Sıddıklar, şehitler ve
salihler. Onlar arasında kalpleri İbrahim-i Halil'in (as) kalbi üzere olanlar
vardır. Yine onlar arasında kalpleri Musa-i Kelim (as) ve Isa-i Ruh (as) ve
Mu-hammed-i Habib'in (sav) kalpleri üzere olanlar vardır. Onlar arasında
kalpleri, Cebrail, Mikail ve israfil'in (as) kalpleri üzere olanlar da vardır.
İki kişi
arasındaki kardeşlik (=uhuwet), fiil ve ahlaktaki çok yakın benzerlik ve
tecanüsten kaynaklanabilir. Nitekim Allah Tea-la şöyle buyurmaktadır:
"Nifaklık edenleri görmüyor musun? Kardeşleri olan inkar edenlere
diyorlar ki.." (Haşr/11) Bu iki zümrenin kalplerindeki şüphe ve inkara
dair his ve fikirler onların kardeş kılınmasına yetmiştir.
Allah Teala
başka bir ayet-i kerimesinde de şöyle buyurmuştur: "Saçarak dağıtan, ancak
şeytanların kardeşleridir". (İsra/27) Bu kimselerle şeytanlar arasında
yaratılışı bakımından hiçbir benzerlik olmadığı gibi analık-babalık cihetinden
de hiçbir bağları yoktur. Çünkü şeytanlar, İblis'in çucuklarıdır. Saçıp
dağıtanlar ise, Adem'in (as) çocuklarmdandır. Ama ahlak ve fiilleri noktasında
kalpleri benzeşmiştir. Allah Teala da işte bu sebeple bu iki zümreyi kardeş
ilan etmiştir.
Ahiret
ulemasından olan bir zatın aklı, kalbinden gelen nurlarla aydınlanır.
Anlayışı, ilim ve müşahedesinin istidlalinden bilgilenir. Ahlakı, sahip olduğu
yakini imanın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve süluku da, O'nun yolu ve
sünneti üzeredir. Böylelikle O'nun kardeşlerinden biri olmuştur. Peygamberlerin
kardeşleri de Allah Resulü'nün (sav) görmeyi özlediği kimselerdir.
Onlar, Allah
Resulü'nün de (sav) bir hadisinde buyurduğu gibi halk içindeki gariplerdir. O
buyurdu ki: "İslam, garip olarak başladı ve sonunda tekrar garip
olacaktır. Ne mutlu gariplere! Denildi ki: Garipler kimlerdir? Buyurdu ki: İnsanlar
bozuldukları zaman İslah edenlerdir". Bu hadisin başka bir lafzında da şu
ifade yeral-maktadır: "Onlar, insanların benim sünnetimden ifsad
ettiklerini İslah eden, benim sünnetimden öldürdüklerini ihya edenlerdir".[20][20]
Yani onlar, Allah Resulü'nün (sav) insanlar tarafından .bilinmeyen ve
terkedilmiş olanı yolunu tekrar ortaya çıkaranlardır.
Allah Resulü
(sav) başka bir rivayette de şöyle buyurmaktadır: 'Sünnetime ve sizin bugün
üzerinde bulunduğunuz yola sıkı sıkıya sarılanlardır. Bir diğer rivayette ise
şu ifade geçmektedir: 'Garipler, kötü bir insan topluluğu içinde yaşayan
azınlık ve salih kimselerdir. Onlara kızanlar, onları sevenlerden çoktur. İşte
onlar, Allah Teala'nm kendilerine nimette bulunarak illiyyunun en üst mertebesinde
peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir1. Onlar, Allah Teala tarafından
kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere refik olacaklardır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir alimin yamndakilerin kalabalık olduğunu
gördüğünde bil ki o, bir dalkavuktur1. Yine o şöyle demiştir: 'Bir kimsenin
çevresi tarafından çok sevilen, komşuları tarafından çok övülen biri olduğunu
gördüğünüzde bilin ki o, riyakârdır1.
Allah Teala,
şer alimlerim ilimlerini kullanarak dünyalık kazanmakla suçlarken, ahiret
alimlerini de huşu ve zühd sıfatlarıyla zikretmiştir. O, dünya alimlerini
vasfederken şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine kitap verilmiş
olanların şöyle ahdini aldı: Muhakkak onu insanlara hakkıyla beyan edip
anlatasınız ve onu giz-lemeyesiniz. Derken onlar, o kitabı arkalarına attılar.
Onu az bir değere değiştiler". (Al-i İmran/187)
Allah Teala,
ahiret ulemasını vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Kitab ehli
içinden öyle kimseler vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi, Allah için hakka
boyun eğerek kendilerine indirilene de, size indirilene de iman ederler.
Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satmazlar. İşte onlar, Rableri katında
kendileri için müka-faat olanlardır". (Al-i îmran/199)
Dahhak, İbni
Abbas (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Bu ümmetin alimleri şu iki kişidir: Bir kişi vardır ki Allah Teala ona
ilim vermiş, o da bu ilmi insanlara dağıtmıştır. Bunun için onlardan hiçbir
şey tar^.ah etmemiş ve onu hiçbir pahaya satmamıştır. îşte bu, gökteki
kuşların, sudaki balıkların, karadaki canlıların ve değerli Katib meleklerin
kendisine salat ettikleri alimdir. Kıyamet günü, Allah Teala'mn huzuruna
peygamberlerin refakatinde şerefli bir efendi sıfatıyla gelir.
Diğer kişi
de, Allah Teala'mn dünyada kendisine verdiği ilmi Allah'ın kullarından
kıskanan bir alimdir. O, bu ilim için onlardan birşeyler tamah eder ve ilmini
belli bir pahaya satar. Bu da kıyamet günü ağzına ateşten bir gem vurulmuş
olarak gelecektir. Mah-lukatm başında duran biri şöyle nida edecektir: İşte bu,
falan oğlu falandır. Allah Teala kendisine bir ilim vermiş, o da bu ilmi
Allah'ın kullarından kıskanarak onun için tamahta bulunmuş ve onu bir paha
karşılığı satmıştır. Bu alim de bütün insanların hesapları tamamlanıncaya
kadar azap görecektir".
İlmini
kullanarak dünyalık kazananlar hakkında işittiğim en ağır söz, Utbe b. Vakıd
tarafından Osman b. Ebi Süleyman'dan rivayet edilen şu haberdir: 'Musa
Peygamberin hizmetlisi olarak çalışan bir adam vardı. Çok geçmeden 'Musa
Neciyyullah bana bildirdi ki... Musa Kelimullah bana nakletti ki..1 demeye
başladı. Çok geçmeden zenginleşti ve serveti arttı. Musa Peygamber bir müddet
sonra bu adamın izini kaybetti. Adamı merak edip insanlara onu soruyor, fakat
izine bir türlü rastlayamıyordu.
Günlerden
bir gün, adamın biri elinde siyah bir ipe bağlanmış bir domuzu sürüyerek Musa
Peygamberce geldi ve hizmetçisini kas-dederek 'Falanı tanır mısın?' diye sordu.
O da 'Evet' dedi. Bunun üzerine 'İşte bu domuz odur5 dedi. O zaman Musa (as)
Rabbine dua ederek şöyl dedi: Ey Rabbim, bu adamı eski haline döndürmeni niyaz
ediyorum. Ta ki başına gelenleri kendisine sorabileyim. Allah Teala da ona
şöyle vahyetti: Ey Musa, bana Adem'in (as) ettiği duayı hatta onun daha
fazlasını etsen dahi yine isteğine icabet edecek değilim. Ama sana bu kişiyi niçin
böyle kıldığımı bildireyim: O, dini kullanarak dünyalık kazanmaya çalışıyordu.
Hasan
el-Basri'den de (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: 'Bir gün meclisinden
ayrılmak üzereyken Horasan ahalisinden bir kişi önüne, içinde beş bin dirhem
bulunan bir kese koymuş ardından da çantasından içinde Horasan işi on giysi
bulunan bir bohça çıkartıp uzatmıştı. Hasan (ra) 'Bu nedir?' diye sorduğunda
adam şöyle dedi: Ey Eba Sa'id, bu harcaman, bu da giysindir. Hasan el-Basri
dedi ki: Allah sana afiyet versin. Paranı da, kisveni de kendinde tut. Bizim
onlara ihtiyacımız yoktur. Şunu unutma ki, şu meclisim gibi bir meclise oturan
ve insanlardan bu tür şeyleri kabul eden kimse, Kıyamet günü Allah Teala ile
karşılaştığında hayır ve iyilikten tamamen nasipsiz kalır.
Bu babda
rivayet edilen bir haber de şöyledir: 'Kula yapılan övgü ve sena, doğudan
batıya kadar yayılır. Allah katında sivrisinek ağırlığındaki suç bile tartılır.
Dünya alimleri, ilim ile dünyayı talep edip din ile dünyalık yerler.
Dünyacılardan dostlar ve arkadaşlar edinip onlara izzet ve ikramda bulunurlar.
Onlara müjdeci ve he-veslendirici bir yüzle yönelirler. Böyleleri her devirde
sıfatlarıyla, sözlerindeki eğrilikle ve simalarıyla tanınırlar.
Şer
alimlerinin makamları hakkında çok ağır bir hadis daha rivayet edilmiştir. Bu
makamların sahiplerinden Allah Teala'ya sığınırken, bizleri bu makamlardan
biriyle imtihan etmemesini niyaz ederiz. Bu hadis, biri müsned diğeri mevkuf
olmak üzere iki yolla rivayet edilmiştir. Mevkuf olarak Muaz b. Cebel'den
rivayet edilmiş olup bizce daha makbuldür. Münzir b. Ali-Ebu Nu'aym
eş-Şa-mi-Muhammed b. Ziyad kanalıyla Muaz b. Cebel'den (ra) nakledildi ki:
"Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Alimin fitnesi, konuşmayı dinlemekten
çok sevmesidir". Çünkü konuşmada süsleme ve ilavede bulunma vardır.
Konuşmayı seven kimse, hataya düşmekten emin olamaz. Sükut ise selamet ve
gerçek ilim demektir.
Ulema
arasında, ilmi depolayıp başkalarıyla paylaşmak istemeyenler de vardır.
Bunlar, cehennem ateşinin ilk katında yer alacak şer alimleridir.
Ulema
arasında ilmini güç ve saltanat gibi görenler vardır. Bunlar, ilimlerinden bir
hususun reddedilmesi veya hafife alınması halinde öfkelenirler. Böyleleri ise,
ateşin ikinci katında yeralırlar.
Şer uleması
arasında, sohbet ve ilminin incelikleri eşrafa ve zenginlere hasreden ve
fakirleri bunlara layık görmeyenler vardır. Bunlar da cehennemin üçüncü katında
yeralırlar.
Bir diğer
zümre ise, kendilerini fetva makamına atayarak hatalı fetva verirler. Allah
Teala, üstüne vazife olmayan işlere bulaşanlara gazap eder. Bunlar da
cehennemin dördüncü katındaki yerlerini alacaklardır.
Şer uleması
arasında ilmiyle böbürlenebilmek için yahudiler ve hıristiy ani arın sözlerini
nakledenler vardır. Bunlar da cehennemin beşinci katında yeralırlar.
Şer uleması
arasında ilimlerini asalet, şöhret ve şeref kaynağı olarak görenler vardır.
Bunlar da cehennem ateşinin altıncı katına yerleşirler.
Bu tür ulema
arasında gurur ve kibirin azdırdığı kimseler vardır ki bunlar, vaaz verdikleri
zaman sertleşir, vaaz edildikleri zaman beğenmezler. Bunlar da cehennem
ateşinin yedinci katında yeralırlar.
Sükutu seçin
ki şeytana galip gelebilesiniz. Hoşlanmaksızm gülmekten ve maksatsız yürümekten
sakının.
Rivayet
edilen başka bir hadiste de ahiret ulemasının vasıflarına delalet edecek
hususlar bulunmaktadır. Yine bu hadiste, onların insanları davet ettikleri iman
makamlarının, din ve yakin vesilelerinin usulüne işaret edilmektedir. Şakik b.
İbrahim el-Belhi, İbad b. Kesir-Ebu'z-Zübeyr vasıtasıyla Cabir'den (ra)
-tamamen katıldığım bir manada- Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet etti: "Her alimin meclisinde oturmayın. Ancak sizi beş şeyden beş
şeye çağıran alimin meclisinde oturun: Şüpheden yakine; riyadan ihlasa; hevadan
zühde; kibirden tevazuya ve düşmanlıktan nasihata".
Yukarıda
zikredilen ve Selef-i Salih tarafından kasdedilen ilmin; yakin ve takva,
marifet ve hidayet ilimleri oluşuna delalet eden bir diğer husus da Sahabe ve
Tabiun'un bu ilmin yitiriri sinden dolayı duydukları hüzün ve yokolmasmdan
duydukları korku ve endişedir. Onlar ahir zamanda bu ilmin azalıp
zayıflayacağını bildirmişlerdi. Kasdettikleri ilim de, Kalp ve Müşahede
ilmiydi. Çünkü sadece bu ilim, takvanın neticesi olarak teşekkül eden bir ilimdir.
Marifet ve yakin ilimleri de imanın ziyadesi ve hidayetin semeresi olarak
görülürler. Takva sahipleri yitirilir, korku ehli azalır ve zahidler yokolursa,
bu ilimler de gidecektir. Çünkü bu ilimler, böyle insanlarla ayakta duran ve
onlarla varolan ilimlerdir. Bu ilimlerin erbabı, onlardır. Onları dile
getirenler de böyle insanlardır. Bu ilimler, onların halleri ve yollarıdır.
Onlar da bu yollara giren ve onları ayakta tutan kimselerdir.
Sahabe ve
Tabiun, bu ilimlerin değerim gayet iyi bildikleri için yitirilmelerinden dolayı
gözyaşı döküyorlardı.
Allah Teala
ahiret alimlerini şu sıfatlarla tavsif etmiştir: Onlar dünyada zühd
sahibidirler ve onu önemsemezler. Salih ameller işler ve bunlara iman ederler.
Dünyacıları
ise şöyle tavsif etmiştir: Onlar dünyayı arzulayan ve onu yücelten kimselerdir.
Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Derken bütün debdebesiyle
halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: Ne olurdu şu Karun'a
verilen (servet) gibi bizim de olsa. O gerçekten çok bahtiyar biridir dediler.
Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih
amel işleyenler için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır, dediler. (Allah Teala da)
Ona ancak sabredenler kavuşturulurlar (buyurdu)". (Kasas/79-80) Yani bu
hikmete ancak, Karun'un sahip olduğu ve halkına teşhir ettiği dünya
zinetlerine karşı sabırlı olanlar nail kılınırlar.
Cündüb b.
Abdullah'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü'nün (sav)
yanında cahil gençler olarak oturur O da bize -Kur'an'dan önce imanı öğretirdi.
Kur'an'ı daha sonra öğrendik ve imanımız daha da arttı". İbni Mesud'dan da
(ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kur'an, amel edilmek için indirilmişti.
Ama siz onun tedrisatını amel edindiniz. Öyle bir topluluk gelecek ki onu
şarkıyı güzelleştirir gibi güzelleştirecektir. İşte onlar sizin hayırlılarınız
değildir". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu ifade yeralmakta-dır:
"Onu kumar oklarının yerine koyacak ve erteleyici değil aceleci
davranacaklardır".
İbni Amr
(ra) ve diğerlerinden şu hadis nakledilmiştir: "Biz, zamanımızda şöyle
kısa bir devir yaşadık: Bu devirde bizden birine Kur'an öğrenmeden Önce ilim
verilirdi. Sure indiği zaman kişi onun helal, haram, emir ve nehyi ile ona
karşı ne yapması gerektiğini öğrenirdi. Siz de bugün Kur'an öğreniyorsunuz.
Ama ben öyle kimseler gördüm ki onlara imandan önce Kur'an öğretilmiştir.
Bunlar Fatiha'dan sonuna kadar bütün Kur'an'ı hatmettikleri halde ne emri, ne
nehyi ve ne de o surelerde ne yapılması gerektiğini bilirler. Bütün
yaptıkları, onu bozuk hurmalar gibi saçıp dağıtmaktır". Bu anlamda rivayet
edilen başka bir hadiste ise şöyle buyrul-maktadır: "Bizler Allah
Resulü'nün (sav) sahabileri, Kur'an'dan önce imanla karşılaştık. Sizden sonra
öyle bir kavim gelecektir ki imandan önce Kur'an öğrenecek ve onun okuma
şekillerini doğru bilecek ama hükümlerini kaybedeceklerdir. Onlar 'Biz Kur'an
okuduk, kim bizden daha iyi okuyabilir. Biz ilim sahibi olduk, kim bizden
daha bilgili olabilir?' diyeceklerdir. İşte bunların Kur'an'dan aldıkları
nasip de bu olacaktır". Bu hadisin başka bir rivayetinde şu lafız
geçmektedir: İşte onlar, bu ümmetin en şerlileridir'.
Halefin
seleften naklederek taşıdığı rivayet ilmine ve kitap sa-hifelerinde yazılı
olarak başkalarına intikal eden yazılı nakillere gelince, bunlar umumiyetle
hüküm, fetva, ilm-i İslam ve kaza müessesesiyle ilgili malumatı ihtiva
ederler. Sem'î yani işitmeye dayanan malumatın anahtarı istidlal, deposu ise
akıldır. Bunlar kitaplarda yazılmış, sayfalarda mürekkebe dökülmüştür.
Küçükler bunları büyüklerin ağızlarından dinleyerek öğrenirler. Bu tür
bilgiler, İslam baki oldukça baki kalır ve müslümanlar varoldukça mevcu
diyetlerini muhafaza ederler. Bunlar, Allah Teala'nın kulları karş] smdaki
hücceti ve halkın umumunun da dayanağını teşkil ederleı Allah Teala, bunların
ortada olmasını teminat altına almıştır. Eğe: onları taşıyan ve nakleden
alimleri varetmemiş olsaydı, bunlar di böyle açık bir halde mevcut olmazlardı.
Allah Teala bu meyandf şöyle buyurmaktadır: "O, Resulü'nü hidayet ve hak
din ile bütür dinlere üstün kılmak için gönderendir. Müşrikler isterse hoşlanmasınlar".
(Tevbe/33)
Allah Resulü
de (sav) bu manada şöyle buyurmuştur: "Bir de dilde olan zahiri ilim
vardır ki bu, Allah Teala'nın yarattıklarına karşı hüccetidir". Yine O,
ashabına şöyle buyurmuştur: "Siz benden işitiyorsunuz. Sizden de
işitilecek ve sizi işitenlerden de işitilecek-tir".[21][21] Allah Resulü
(sav), sağlam ve kendisine tevdi edilmiş bir ilme dayanarak İslam'ın zahiri
olan Kitab'm açıklığını haber vermiş ve onun bilinmeyişini ya da yokluğunu şirk
olarak tesbit etmiştir. Allah Teala da, müşriklerin hoşnutsuzluğuna rağmen
İslam'ın bekasını teminat altına aldığını haber vermiştir.
Allah Resulü
(sav) şöyle buyurmuştur: "Allah bizden bir hadis duyup da onu işittiği
gibi başkasına tebliğ edene merhamet etsin. Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki
fakih değildir. Nice fıkıh taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih
olana taşır [22][22]
Burada sözedi-len ve 'Fakih olmayan fıkıh taşıyıcısı' olarak vasfedilen kişi,
ilmiyle amel etmediği için kalben fakih olmayan kimsedir. Böyle biri, ona
ulaşan ilmi, kendisinden daha fakih olan birine taşıyabilir. O kimse de, o ilmi
güzelce özümseyip onunla amel eder.
Nitekim
başka bir hadiste Allah Reulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kendisine tebliğ
ediln nice kimseler vardır ki ilk dinleyenden daha iyi koruyucudur" [23][23]
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) ilmi işittiği zaman, onu özümseyip üzerinde
tefekkür eden kimseyi, hadisi kendisinden duyan kişi olmadığı halde övmüştür.
Allah Teala
da bu meyandaki bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmuştur: "Kavrayıcı
kulaklar onu kavrasın diye". (Hakka/12)
Burada
zikredilen kulak, işittiği şeyi muhafaza eden kalp kulağı ve onu kavrayıp
saklayan hafızadır. Allah Teala başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz bunda kalbi olan, yahut şahit olarak kulak veren kimse için
uyandıracak bir öğüt vardır". (Kaf/37) Yani kulak vererek dinlediği şeyi
iyice duyan ve ona kalbiyle de şahit olduğu için iyice kavrayan kimse elbette
öğüt alacaktır.
Yukarıda
zikrettiğimiz "Kavrayıcı kulaklar onu kavrasın diye" (Hakka/12) ayetinin
tefsirinde şunlar söylenmektedir: Burada sö-zedilen kulak, Allah Teala'mn emir
ve yasağını akledip onu iyice kavrayan ve onunla amel eden bir kulun kulağıdır.
Nitekim Allah Teala müminlerin umumi vasıflarını sıralarken şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın koyduğu sınırları muhafaza ederler". (Tevbe/112)
Ali (kv) bu
babda şöyle demiştir: İlmi talep edin ki onunla tanının, ilminizle amel edin
ki onun ehlinden olun. Yine o başka bir münasebette şöyle demiştir: İlmi
işittiğiniz zaman onu içinizde tutun ve onu boş sözlerle karıştırmayın. Aksi
halde kalpler onu püskürtüp atacaktır.
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Kim bariz bir şekilde gülerse ilminden bir
kısmını atmış olur\ Halil b. Ahmed de (ra) şöyle demiştir: 'İlim, kitaplığın
ihtiva ettiği malumat değildir. Hakiki ilim, kalbin kavradığı bilgilerdir.
Alim, şu üç sıfatı cemettiğinde, öğrencisine karşı nimetini tamamlamış olur:
Sabır, tevazu ve güzel ahlak. Öğrenci de şu üç sıfatı taşıdığında alime karşı
nimetini tamamlamış olur: Akıl, edeb ve güzel anlayış. Allah Teala elbette en
iyisini bilendir. [24][24]
Allah
Teala'yı hakkıyla bilen bir alim, şu beş sıfatı haiz olmalıdır. Bunlar, ahiret
ulemasının alametleridir; Korku, huşu, tevazu, güzel ahlak ve zühd.
Allah Teala
buyurdu ki: "Allah'dan kulları içinde ancak alimler hakkıyla korkar".
(Fatır/28) Yine O, huşu hakkında şöyle buyurmaktadır: "Allah'a huşu duyar
ve O'nun ayetlerini az bir pahaya satmazlar". (Al-i îmran/199) Ahiret
alimi, tevazu ve güzel ahlaka da sahip olmalıdır. Allah Teala buyurdu ki:
"Müminlere kanadınıger ve de ki: Ben açık bir uyarıcıyım". (Hicr/88);
"Ve Allah'dan bir rahmet ile, onlara karşı yumuşadm". (Al-i İmran/159)
Ahiret
ulemasına gereken sıfatlardan biri de dünya hayatında zühd sahibi olmaktır.
Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: Yazıklar
olsun size, iman edip salih amel işleyenler için Allah'ın sevabı daha
hayırlıdır". (Kasas/80) Bu sıfatları taşıyan kimse, Allah Teala'yı
hakkıyla bilen ahiret ulemasından sayılır. Dinle ilgili hususlarda ortaya çıkan
müşkil meselelerde alimin açıklamasına ihtiyaç duyulur. Kalplerde oluşan
şüphelerin giderilmesinde ise ariflere ihtiyaç duyulur. Abdullah b. Mesud da
fra) bu meyanda şöyle demiştir: Sizden birinin kalbine takılan bir meseleyi
kendisine bildirecek ve ona derman olacak birini bulabildiğiniz sürece hayır
içinde olmaya devam edersiniz. Allah'a yemin olsun ki, böylelerini
bulamayacağınız zamanlar neredeyse gelmiştir'.
Allah Resulü
de (sav) bir defasında İbni Mesud'a (ra) şunu sormuştu: "İnsanların en
bilgilisi kimdir? O da 'Allah ve Resulü en iyi bilendir" demişti. Bunun
üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: İşler karıştığında ve müşkil
meseleler vuku bulduğunda oturağı üstünde emeklese bile hakkı en iyi
bilenleridir. İnsanlar ihtilafa düştüklerinde, amelinde kusur bulunsa dahi
hakka en iyi bilen odur".
Allah Resulü
(sav), İmran b. Husayn'm (ra) hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah
Teala, şüpheler varid olduğu zaman tenkidçi gözü, şehvetler hücum ettiği zaman
akl-ı kamili, birkaç hurmayla dahi olsun cömertliği ve yılan öldürmekte dahi
olsun cesareti sever". Ne üzücüdür ki yaşadığımız şu devirde îbni Mesud'un
(ra) endişe ettiği durumla karşılaşmış bulunuyoruz. Mesela tevhidin
mana-lanyla ilgili bir şüpheyle karşılaştığınızda veya tevhid ehlinin sıfatlarının
esaslarından biriyle ilgili olarak bir müminin kalbine bir soru takıldığında,
onu giderebilmek ve işin hakiki şeklini ortaya çıkararak yüreğini teskin etmek
istediğinizde bunu yapmanız hayli zor olacaktır. Yaşadığımız şu devirde
tevfîk-i ilahiye mazhar olmuş bir kalp sahibine ulaşmak neredeyse imkansızdır.
Böyle bir
durumda hakikati bulmak için girdiğiniz araştırmada şu beş zümrenin ortasında
kalakalırsınız:
1. Sapıtmış bidatçılar; bunlar, kendi nevalarından
kaynaklanan reylerini bildirerek şaşkınlık ve şüphenizi daha da arttırırlar.
2. Kelamcı; o da, kendi ilminin, yakin ehlinin
şehadetlerini idrak edemeyeceğini söyleyerek, akılla bilinen bilgilerini dinin
zahirine kıyas ederek sana bir görüş bildirir. Bu da ayrı bir şüphedir. Bir
şüphe, başka bir şüphenin ortaya çıkarılmasını sağlayabilir mi?
3. Şatahât ehlinden bir Sufî'ye gidersiniz; böyle bir
aufî, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitab ve Sünnet'in
ötesine taşır. O, bu iki kaynağı fazla önemsemez ve söylediği sözlerle
imamların görüşlerine muhalefet eder. Bu görüşlere muhalefet etmekten
çekinmediği gibi sana sadece, zanna, vesveseye, had-se ve hakkı batıl gösterme
esasına dayanarak fikir beyan eder. Kevni ve mekanı ortadan kaldırarak, ilmi ve
ahkamı tamamen devreden çıkarır. Kavramları ve kaideleri çiğneyip atar.
Bunlar, ucu
bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiçbir hüccete dayanmayan
kimselerdir. Tevhid denizinde boğulup giden bu zavallılar, ne müttakilerin
imamları sayılır, ne de müttaki-ler için bir rehber olabilirler. Bunların
bildirecekleri görüşler, delilden yoksun olduğu ve delillendirme yollarından
birine dayanmadığı için tamamen geçersizdir.
4. Fetva ehli Alimlere gidersiniz: Böyleleri,
kendilerine göre alim oldukları ve ilimleri kendi çevrelerinde takdir gördüğü
için alim makamında dururlar. Bunların diyeceği de şundan ibarettir: Bu husus,
ahiret hükümlerinden ve gayb ilminden olup bu bahislerde konuşamayız. Çünkü
biz, bunlarla mükellef kılınmadık. Halbuki girdikleri münazaraların çoğunda
aslen mükellef olmadığımız hususlarda fikir beyan eder ve Selefin telaffuz
etmediği hususları ısrarla müdafaa ederler. Zorlama bilgileri öğrenir ve
öğretirler.
Zavallılar,
şunu bilmezler ki asıl mükellef kılındığımız ilimler; imanın yakini, tevhidin
hakikati, mumelenin ihlasının bilinmesi ve ihlasa etki eden hususları
bilmektir. Onlar ise kendi kendilerine ardına düştükleri ilimleri zorlama
yoluyla öğrenmektedirler. Bunlar, bizim mükellef kılındığımız ilim dairesinin
dışındadır. Oysa iman ilmi, tevhidin sıhhati, Rahman'a kulluğun ihlası,
amellerin dünyevi hevalardan halis kılınması ve bunlara tealluk eden kalbi
ameller, dini fıkhetmenin esasını ve müminlerin sıfatlarının tavsifini ifade
ederler. Çünkü bunların icabı, müminleri uyarma ve korkutmadır.
Nitekim
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "O halde onlardan bir kısmı da din
ilimlerini öğrenmek ve kabileleri savaştan kendilerine döndüğü zaman onları,
Allah'ın azabıyla korkutmak için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) Bu manada
Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin'i öğrenin. Ben de sizinle
beraber öğreniyorum". Sahabe de (ra) şöyle demişlerdir: (Biz önce imanı
öğrendik. Sonra Kur'an'ı öğrendik ve imanımız daha da arttı'. Şu halde bu ilim,
yakin ile hidayetin artması ve müminlerin de imanlarmdaki artışı beraberinde
getirmektedir. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Allah onları iman
bakımından arttırdı". (Al-i İmran/173); "Allah, hidayete erenleri
hidayet bakımından arttırır". (Meryem/76)
Böyle
alimler, muameledeki edeb güzelliğinin marifet ve yakin ile olduğunu
hissedemezler. Bu da, yakin sahiplerinin sıfatlarm-dandır. Yine bu, kulun
bulunduğu makamda Rabbi ile arasındaki bir hali, Rabbi'nden aldığı bir nasibi
ve ahireti bakımından da aldığı sevabıdır. Bu, birinci derecede kulun tevhid
şehadetinin halis oluşuna ve şirk unsurlarından ve nifak tohumlarından arınmış
bir iman ile içice olmasına bağlıdır. Bu iman, farizalarla birlikte varolan
bir imandır. Bu farzlardan biri de amelde ihlas sahibi olmaktır.
Alim
olduğunu iddia eden kimse, bunlar dışında kendi kalbinin yattığı ve gönlünün
hoşlandığı fuzuli ilimler ve garip anlayışlarla meşgul olur. Bunlar ise, halkın
gündelik ihtiyaçlarından ve başlarına gelen hadiselerden ibaret olup yukarıda
anlattığımız türdeki ilim için perde ve oyalayıcı bir meşguliyet teşkil
ederler. Alim olduğunu iddia eden bu gafil, faydalı ilmin hakikatini yeterince
bilmediği için arzularının süslediği ve maksadının sevdirdiği fuzuli bilgileri,
bu ilme tercih eder. O, insanların ihtiyaç ve hallerini, kendi nefsinin ihtiyaç
ve hallerine tercih etmekte ve onların dünyevi işleriyle ilgili olarak
kendisindeki nasipleri uğruna çalışarak yüce Rabbinden ahiretti alacağı çok
daha büyük ve dolgun nasibini ihmal etmektedir. Halbuki bu nasip, kendisi için
çok daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü neticede dönüp gideceği ve ebediyen
sığınacağı yer orasıdır.
Böyle
davranmak suretiyle insanlara yaklaşmayı, Allah Tea-îa'ya yakınlaşmaya tercih
etmiş ve onlarla meşgul olarak çok daha değerli ve ulvi olan Rabbi'nin sevabım
terketmiş olur. O, her anını onlara ayırmayı, kalbim Rabbinin hizmetine girip
O'nun rızasını umarak takva ile Rabbi için halis kılmaya yeğlemektedir. Onların
dillerini İslah etmeyle uğraşırken kendi kalbinin salâhını ihmal etmektedir.
Onların zahiri hallerine bakmaktan kendi halinin batınını göremez olur. Bunun
sebebi, müptela olduğu önderlik sevdası, halk içinde şöhret kazanma isteği,
siyaseten yer kazanmak, geçici dünya malına duyulan arzu ve dünyanın geçici
izzetine gösterilen düşkünlüktür. Tabii böyle biri, himmet eksikliği ve ahir
ete yönelik niyet zaafiyeti de çekmektedir.
İşte bütün
bunlardan dolayı, kendi günlerini insanların günleri için tüketir, cahiller
kendisine 'alim' desinler ve birtakım boş kimselerin nazarında 'Fazilet
erbabı' olsunlar diye ömürlerini onların şehvetleri uğruna harcarlar. Böyleler!
Kıyamet günü iflas etmiş olarak geleceklerdir. O gün, dünyada salih ameller
işleyip Allah Te-ala'nm rızasını kazanan alimlere ve abidlere verilen bol
nasibi gördükleri zaman şaşıp kalırlar. Fakat başkalarının nasibinden onlara
ne fayda gelir ki?! Allah Teala, her ilim için bir alim, her amel için de bir
âmil yaratmıştır. İşte onlar kitaptan nasiplerini idrak edecek olan bahtiyar
kimselerdir. Her iş, onun için yaratılmış kimseye kolay kılınır.
İşte bu tür
alimler hakkındaki hükmün izahı da budur. Ümmet şunda asla ihtilafa
düşmemiştir; Tevhid ilmi, özellikle de şüphelerin ortaya çıktığı ve tevhidle ilgili
müşkil meselelerin gündeme getirildiği devirlerde müslümanlar üzerine yazılı
bir farzdır.
Ümmetin
ihtilafa düştükleri husus, şu iki meseleden ibarettir: Tevhid nasıl bir şeydir?
Tevhide ulaşma ve onu talep etme keyfiyeti nasıldır? Bu hususta kimileri talep
etme ve araştırma yolunu, kimileri istidlal ve tefekkür yolunu, kimileri
rivayet ve haber yolunu, kimileri teslimiyet ve tevfık-i ilahi yolunu,
kinlileri de acz ve kusurun itirafıyla onu idrak etmenin mümkün olacağını
söylemişlerdir.
5. Ulemanın beşinci zümresi de hadis ve rivayetlere
sahip olan Muhaddislerdir: Bunlara birşey sorduğunuzda size tavsiyeleri; teslimiyet
göstermek ve varsa hadisin emrine olduğu gibi uyarak fazla araştırmam aktır.
Bunlar, selamet bakımından fıkıh ehli müfti-lerden sonra gelirler. Avamın
selefine benzerlikleri ve takip ettikleri yol bakımından da en hayırlılar
bunlardır. Yakini şehadete sahip
olmayan bu
insanlar, gördüklerinin hakikatma ve müşahedeye de sahip değildirler. Bunlar,
yalnızca işittikleri ilim için rivayetçi, duydukları hadis ve haber için de iyi
bir nakilcidirler. Haber verdikleri şeyi fıkhetmeseler bile onu olduğu gibi
aktardıkları için Rableri önünde bir hüccete sahiptirler. Ama naklettiklerini
şahit olarak okuyamazlar.
Zühri (ra)
şöyle derdi: 'Bana falanca nakletti. O, ilmin koruyucu kaplarından biriydi'.
Dikkat edilirse 'Alim1 demeyip İlmin kabı' ifadesini kullanmaktadır. Malik b.
Enes de (ra) şöyle derdi: 'Tabi-un'dan yetmiş şeyhle karşılaştım. Onlar
arasında abidler, duası kabul görenler ve yağmur duasına davet edilenler de
vardı. Bu zümrelerin hiçbirinden ilim nakletmedim. Kendisine 'Niçin?' diye
sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ilim ehli değillerdi'. Bu haberin başka
bir rivayetinde ise Malik'in (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: 'Çünkü onlar
naklettiklerini anlayamayan, kendilerine sorulanları fıkhedemeyen kimselerdi'.
Malik (ra)
der ki: 'İbni Şihab ez-Zühri, yaşı küçük olmasına rağmen bizi geçti. Onun
yanma gitmek için sıraya girer, hatta kimi zaman ona ulaşamazdık. Çünkü o,
naklettiği şeyin alimi olan bir zattı'. Bu durum, Allah Resulü'nün (sav) şu
buyruğuna da uygun düş mektedir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih
değildir. Nice fıkıl taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana
taşır".[25][25]
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Selef uleması, alimler arasında ki ihtilafları bilmeyen
kimsenin bilgisini 'ilim' saymıazdı. Başka bi zat ise şöyle demiştir: 'Ulemanın
ihtilaflarım bilmeyen kimseni fetva vermesi helal olmadığı gibi 'alim' olarak
da isirnlendmlme2 Katade ve Said b. Cübeyr (ra) şöyle derlerdi: 'Alimlerin en
bilgilis ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir.. İmam Ahmed'e (ra) şöyle di
nilmişti: Bir kişi yüzbin hadis yazdığında fetva vermeye hakkı oh mu? Cevabı
'Hayır1 oldu. 'Peki ikiyüz bin hadis yazarsa' denildiği de cevabı yine 'Hayır1
oldu. 'Peki üçyüz bin hadis yazarsa?' diye s rulduğunda cevabı şöyle oldu:
'Umarım'.
Tevrat'ta da
şöyle bir söz nakledilmiştir: 'Maharetli tabibin t tini bir hastalık için
yazdığı deva uygun olur. .
Medain şehrinden,
Ebu'd-Derda'ya (ra) bir mektup yazdı. Bu ikisi, Allah Resulü (sav) tarafından
kardeş kılınanlardandı. Selman (ra) mektubunda şöyle diyordu: 'Ey kardeşim,
bana ulaşan bilgilere göre oturmuş insanları tedavi ediyormuşsun. Eğer kendini
tabib olarak görüyorsan konuş. Çünkü sözün şifa olur. Eğer tababet iddiasında
bulunuyorsan sakın ola ki bir müslümanı öldürmeyesin'.[26][26] Ebu'd-Derda
(ra) bu mektuptan sonra insanların sorularına cevap vermekten imtina etmeye
başladı. Bir kimse ona sorduğunda kendisine cevap vermişti. Bu mektuptan sonra
'Onu çağırın' dedi. Adama şöyle dedi: Sana söylediğimi tekrarla. Adam tekrar
ettiğinde: Yemin ederim ki bu, tababet iddia eden birinin sözüdür, Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kendisinin tıp bilgisi olduğu bilinmediği halde
tababette bulunan ve bir kimseyi öldüren kimse onun tazminatını öder[27][27]
İbni Abbas
(ra) şöyle derdi: 'Cabir b. Zeyd'e sorun. Bütün Basra fetva için ona başvursa
dahi, hepsine yeter5. Cabir (ra), Tabiun'un salihlerindendi. İbni Ömer de (ra)
kendisine bir mesele sorulduğu vakit 'Said b. el-Müseyyeb'e sorun' derdi. Enes
b. Malik (ra) ise 'Hocamız Hasan el-Basri'ye sorun. Çünkü o hıfzetti, biz ise
unuttuk' derdi.
Basralı biri
de şu hadiseyi nakletmiştir: 'Şehrimize Allah Resu-lü'nün (sav) ashabından bir
zat gelmişti. Biz de Hasan el-Basri'nin yanma gittik ve 'Şu sahabinin yanma
gidelim de ondan Allah Re-sulü'nün (sav) hadislerini nakletmesini isteyelim.
Sen de bizimle gelirsen seviniriz'. Hasan (ra) Teki' dedi ve sahabinin yanma
gittik. Ona Allah Resulü'nün (sav) hadislerini sordukça o da bize naklediyordu.
Bu şekilde yirmi hadis nakletti. Bu arada Hasan el-Bas-ri (ra) sükut edip
dinliyordu. Sonunda dizlerinin üstünde doğrularak şöyle dedi: 'Ey Allah
Resulü'nün sahabisi, bize rivayet ettiklerinin tefsirini yapsan da muhtevasını
fıkhetsek'.
Bunun
üzerine sahabi sükut etti ve 'Bende sadece işittiğim var1 dedi. Hasan el-Basri
(ra) onun rivayet ettiklerini tefsir ederek şöyle dedi:'Birinci hadise
gelince, onun tefsiri böyle böyledir, ikinci hadisin tefsiri is şöyle
şöyledir..' Bu şekilde sahabinin naklettiği hadişlerin tamamım açıklayıp tefsir
etti. Hasan el-Basri'nin hafızasına ve hadisi güzelce eda edişine mi yoksa
onun ilim ve tefsirinin büyüklüğüne mi hayran kalacağımızı bilemedik.
Sahabi yerden
bir avuç taş aldı, biz de onu sayıp ezberledik. Sonra şöyle dedi: Aranızda
böyle bir alim varken ilmi niye bana soruyorsunuz?'.
Allah
Resulü'nün (sav) sahabesi, lisan ilmi ve fetva ile ilgili hususlarda soru
soranları, yeri ve mertebesi bakımından kendilerinden daha aşağıda olanlara
havale ederlerdi. Tevhid, marifet ve iman ilimlerinde onların derecelerce
üstünde olanlar bulunmasına rağmen kendilerine bu bahislerde soru soran şüphe
içindeki kimseleri geri çevirmez, marifet ve yakin ilimlerinde soranları
başkalarına havale etmezlerdi. Çünkü ilim, Allah Teala tarafından velilerinin
kalplerine atılmış bir nurdan ibarettir.
Bu babda
birbirlerine denk görülen kimselerden bazıları diğerlerinden daha yüksek bir
dereceye yükseltilip yaşlılar değil de gençler bu ilimle tahsis edilebilir.
Hatta Seleften sonra gelen Tabi-un, bu ilme daha layık olabilir. Bu, muhtemelen
alçakgönüllülük yaparak sükut eden kimselere yönelik bir tenbih olup kendi durumlarını
görerek yükselmeleri ve yücelmeleri için bir uyarı da olabilir. Nitekim Allah
Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki yeryüzünde
ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önder yapalım ve varisler kılalım".
(Kasas/5)
Nur, bir
kulun yüreğine bırakıldığı zaman kalbi ilim ile genişlerken, bakışı yakin ile
olur. Onun lisanı, beyanın hakikatıyla nâ-tık olur ki bu da, Allah Teala'nm
velilerinin kalplerine tevdi ettiği hikmetin ta kendisidir. "Hem de
kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırdetme yeteneği vermiştik" (Sad/20)
ayetinin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Bu, görüşte isabetli olma ve
bir tür Allah Teala tarafından hakiktı bulmada muvaffak kılınma halidir.
Allah Teala
buyurdu ki: "O, hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilene büyük bir hayır
verilmiştir". (Bakara/269) Denildi ki: Buradaki hikmet, anlayış ve
ferasettir. Allah Resulü de (sav) "Allah kime hidayet vermek isterse onun
yüreğini İslam'a açar" (En'am/125) ayetini okuduktan sonra hidayetin
vasıflarını açıklamıştır. "Bu ayeti okuduğu zaman O'na şöyle denildi: Ey
Allah Resulü, bu 'şerh=açma' nedir? Buyurdu ki: Nur kalbe atıldığı zaman yürek
onunla açılıp genişler. Denildi ki: Bunun bir alameti var mıdır? Buyurdu ki:
Evet, aldanış yurdundan etek çekerek, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden
önce ölüme hazırlık yapmak".
Allah Resulü
(sav) daha sonra bunun vasıtası olarak da dünyada zühdü, Mevla'nın hizmetine
koşmayı, hüsn-ü tevfiki ve ilimde isabeti zikretmiştir. Bunlar Allah Teala
tarafından bahşedilen mev-hibeler ve imtiyazlar olup Allah Teala'mn dilediği
kullara mahsus olurlar.
Küfe emiri
olan Ebu Musa el-Eş'ari'ye (ra) Allah yolunda geri adım atarak değil de hücum
ederek öldürülen kimsenin nerede olduğu sorulmuştu. Ebu Musa (ra)
'Cennettedir1 dedi. İbni Mesud (ra) bunu işitince soru sahibine şöyle dedi:
Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir. Adam da tekrar
Ebu Musa'ya gitti ve 'Allah yolunda gerileyerek değil de öne atılarak
savaşırken öldürülen kimse nerededir?' diye sordu. O da 'Cennettedir1 dedi. İbni
Mesud, bunu duyunca adama 'Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu
anlamamış olabilir1 dedi. Adam da tekrar Ebu Musa'ya gitti ve 'Allah yolunda
gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse hakkındaki
görüşün nedir? O nerededir?' diye sordu. O da üçüncü defa 'Cennettedir' dedi.
Bilahare Ebu
Musa (ra)İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Bendeki ilim budur. Peki senin görüşün
nedir? İbni Mesud (ra) 'Ama ben böyle görmüyorum' dedi. Ebu Musa (ra) da 'Peki
senin görüşün nedir?' diye sordu. O zaman İbni Mesud (ra) şöyle dedi: 'Allah
yolunda savaşırsa ve hakka isabet etmişse, öldürüldüğü zaman cennette olur1.
Bu cevap üzerine Ebu Musa el-Eş'ari şöyle (ra) dedi: Bu doğru söylüyor.
Aranızda böyle bir alim varken bir daha bana soru sormayın'.
Hadis
ehlinin de söylediği gibi asıl olan; sıfatların haberlerini olduğu gibi kabul
etmek ve tefsiri hakkında sükut etmektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki
yalnızca isim ve sıfatların manalarının ve delillerinin bilinmesi sayesinde
onlar hakkındaki zan ve vesveseler reddedilip onlarla ilgili teşbih ve temsil
gibi bidatler terkedi-lebilir. Yakine huzur içinde teslim olmak da onu müşahede
yoluyla bilmekten geçer ki bu da yakin ehlinin makamıdır. Bunlara Allah
Teala'mn sıfatları olarak inanılması, Allah Teala'mn bunlarda tecelli etmesi
sınırsız ve sayısız olarak bunlar dışında dilediği sıfatlarda da tecelli
etmesi ve istediği sıfatta dilediği keyfiyette zuhur etmesi, O'nun belli bir
sıfata bağlı olmaması ve herhangi bir surette mahkum olmaması O'nun
gayriyetini izhar etmeksizin de olabilir. Cins ve cevherliğin yokluğundan,
keyfiyet ve misliyetin reddinden dolayı dilediği vasıfta zuhur edebilir.
Yakinin bu
mertebesi de, şehidler zümresindeki Mukarrebun'nn makamıdır. Bunlar Sıddıklar
ve yakin ehlinin havassıdırlar. Onların bakışından yüz çeviren ve onların
şehadetleriyle yüzleşmeyen kimseler, teslimiyet ve tasdik makamında bulunurlar.
Bunlar da işte bu makama sığınıp orada istirahat bulurlar. Bunların makamından
daha aşağıda övülecek bir makam ve zikre değer bir sıfat mevcut değildir.
Bu hususları
aklıyla araştırıp kendi görüşü ile tefsire yeltenen kimseler, ya teşbih
hatasına düşer, ya da reddeden ve batıl sayanlar dairesine girerler. Bu ilmin,
diğer ilmlere olan üstünlüğüne dair Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiş
birçok hadis ile Sahabe ve Tabiun'dan nakldilmiş bir çok söz mevcuttur. Yine
Selefden zikir meclislerinin ve zikir ehlinin faziletlerine dair birçok haber
nakledilmiştir.
Onlar, zikir
ile iman ve marifet ilimlerini, muamele ve kalplerin basiretlerini fıkhetmeyi
ve gaybm sırlarına ayne'l-yakin ile nazar etmeyi murad ediyorlardı. Zikir
meclisi ile kasdettikleri, kıssa ve hikayelerin anlatıldığı ve kassasların
konuştuğu yerler değildi. Çünkü onlar kıssacığılı bidat olarak görüyorlardı.
Onlara göre Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer'in (ra) devirlerinde
hiç kimse kıssacıhğa yeltenmemişti. İslam aleminin şahit olduğu büyük fitnenin
patlak vermesinden sonra kıssacılar da ortaya çıkmaya başladılar. Ali (kv)
Basra'ya girdiği zaman camideki kıssacılan oradan çıkartmış ve şöyle demişti: 'Mescidimizde
kıssa anlatılamaz'. Ali (kv) Hasan el-Basri (ra) ile karşılaşıncaya kadar bu
tavrını sürdürdü. O da bazan kıssa anlatırdı. Ali (kv) onu da dinledi, sonra
mescidden ayrılarak Hasan el-Basri'yi dışarı attırmadı.
Bir gün İbni
Ömer (ra) camide oturduğu kısma gelince, bir kıs-sacının oturmuş insanlara
kıssa anlattığını gördü. Zabıta amirini çağırarak bu kıssacıyı mescidden
çıkartmasını istedi. Amir de onu mescidden attı. Eğer kıssa anlatmak zikir
meclislerinin özelliğinden ve kıssacılar da muteber alimlerden olmuş olsaydı,
İbni Ömer (ra) gibi zühd ve vera1 sahibi olan bir zat, o kıssacıyı mescidden dışarı
artırmazdı.
İbni Şevzeb,
Ebu't-Teyyah'dan şunu nakletti; 'Hasan el-Basri'ye (ra) dedim ki: İmamımız
kıssa anlatıyor. Erkekler ve kadınlar da biraraya gelip dua ederlerken
seslerini yükseltiyor ve ellerini uzatarak dua ediyorlar. Dedi ki: Dua ederken
sesi yüksetmek bidattir. Elleri uzatarak dua etmek bidattir.
Ebu'l-Eşheb
de Hasan el-Basri'den (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Kıssalar bidattir. Bir
defasında İbni Sirin'e (ra) şöyle denilmişti: 'Ne olur kardeşlerine bir kıssa
anlatsan'. O da şu karşılığı verdi: 'Denildi ki: İnsanlara hitaben ancak şu üç
kişi konuşur: Amir, memur ve ahmak. Ben ne amirim, ne de memurum. Üçüncü
olmayı da asla istemem'. Avn b. Musa'dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur:
Muaviye b. Kurra bize anlattı ki: 'Hasan el-Basri'ye (ra) şöyle bir soru
sordum: Sence bir hastayı ziyaret etmem mi daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan
bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Hastanı ziyaret et. Ben yine
sordum: Sence, bir cenazenin teşyiin-de bulunmam mı daha güzeldir, yoksa kıssa
anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Cenazeni teşyi et. Bir kez
daha sordum: Sana göre bana ihtiyacı olan birine yardım etmem mi daha iyidir,
yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Onun ihtiyacını
gör. Bu şekilde her şeyi zikrettim. Nihayetinde boş geçirilen oturumları dahi,
kıssa anlatılan meclislerden daha hayırlı gördüğünü beyan etti'.
Eğer Selefe
göre zikir meclisleri kıssacılarm meclisleriyle aynı olsa ve kıssalar da
onların gözünde zikir olarak değerlen dirils ey di Hasan el-Basri (ra)
kıssacılarm meclislerini bu kadar Önemsiz görmez ve amellerden birçoğunu ona
tercih etmezdi. Çünkü o, insanları tevhid ile Allah Teala'ya çağıran, marifet
ve yakin ilimleri hakkında söz söyleyen nadir alimlerdendi.
Allah
Teala'yı zikredenlerle beraber zikir meclisinde hazır olmak, imanın ziyade
sindendir. Allah Teala da zikredenlerin makamını, müminlerin makamının üstüne
çıkartmış ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki müslüman erkekler ve müslüman
kadınlar, mümin erkekler ve mümine hanımlar.....zikreden erkekler ve zikreden
hanımlar".
(Ahzab/35) Görüldüğü üzere, zikredenler, iman edenlerden daha üstün bir
makamda anılmışlardır.
Ebu Zer1 den
(ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Zikir meclisinde hazır bulunmak, bin rekat namaz kılmaktan daha üstündür.
İlim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden daha faziletlidir. İlim
meclisinde bulunmak bin cenazeye şahit olmaktan daha faziletlidir.. Denildi ki:
Ey Allah Resulü, Kur5an okumaktan da üstün müdür? Bunun üzerine Allah Resulü
(sav) şöyle buyurdu: îlimsiz Kur'an'm ne faydası olur ki?".
Seleften bir
zat ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisinde hazır bulunmak, on batıl mecliste
bulunmanın keffareti olur.
Ata' ise
şöyle demiştir: Bir zikir meclisi, eğlence meclislerinden yetmişine kefaret
olur. Muaz el-A'lem'den nakledildi ki: 'Yunus b. Ubeyd, beni Mutezilenin ders
halkalarından birinde görmüştü. 'Gel' diyerek bana seslendi. Yanma gittiğimde
şöyle dedi: İlla da bir meclise oturacaksan, kıssacılarm meclisinde otur daha
iyi'.
Hasan
el-Basri (ra) zikir ehlinden bir alimdi. Onun meclisleri daima zikir meclisi
olurdu. Evinde kurduğu zikir meclislerinde, kardeşleri ve ibadet ehlinden
dostları ve takipçileriyle başbaşa kalırdı. Bunlara misal olarak, Malik b.
Dinar, Sabit el—Benani, Eyyub es-Sihıstani, Muhammed b. Vasi', Ferkad es-Seneci
ve Abdülvahid b. Zeyd (ra) gibi zevatı zikredebiliriz. O, bu meclislerde şöyle
derdi: 'Haydi nuru getirin de ortaya yayın'. Hasan el-Basri bu ilim hakkında
konuşurken, yakin ve kudret ilminden, kalplere doğan hatırlardan, amelleri
ifsad eden marazlardan, nefislerin vesveselerinden ve bunlar gibi mevzulardan
bahsederdi. Kimi zaman Hadis ehlinden bazıları, kafalarını gizleyerek onun
meclisine sızar ve diğerlerinin arkasında oturarak onun anlattıklarını
dinlerlerdi. Hasan böyleleri-ni gördüğü zaman şöyle derdi: Ey ahmak, burada ne
yapıyorsun? Kardeşlerimizle başbaşa kalmış zikrettiğimizi görmüyor musun?
Üzerinde
konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız Hasan el-Basri'dir. Biz, onun izini sürer,
onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de Allah Teala'mn
izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır.
Hasan
el-Basri (ra), Tabiun'un en hayırlılarından biriydi. Onunla ilgili olarak şöyle
denilmiştir: Kırk yılım hikmeti kavramaya verdikten sonra onu anlatmaya
başlamıştır. Bedir ashabından (ra) yetmiş zat ile görüşmüş ve üçyüz sahabiyi
bizzat görmüştür. Ömer b. Hattab'm (ra) hilafetinin sona ermesinden iki gece
evvel, Hicret'in yirminci yılında Medine'de doğmuştur. Annasi, Allah Resulü'nün
(sav) hanımı ve müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin (ra) hizmetçisiydi. Rivayete
göre Ümmü Seleme (ra) bebekken kendisini memesiyle teselli etmiştir. Konuşması
Allah Resulü'nün (sav) konuşmasına çok benzerdi.
Hasan
el-Basri (ra), Osman b. Affan (ra) ve Ali b. Ebi Talib (kv) ile Aşere-i
Mübeşşere'den hayatta kalanları da görmüştür. O, Osman'ın (ra) devrinden yani
hicretin yirmi yılının biraz fazlasından doksan küsur yılma kadar geçen sürede
Sahabe'den birçok zatı görmüştür.
Sahabe'nin
en son vefat edenleri şunlardır: Basra'da Enes b. Malik (ra); Medine'de Sehl b.
Sa'd es-Sa'idi (ra); Mekke'de Ebu't-Tufeyl (ra); Yemen'de Ebyad b. Cemal
el-Mazini (ra); Kûfe'de Abdullah b. Übeyy (ra); Şam'da Ebu Karsame (ra);
Horasan'da Büreyde el-Eslemi (ra). Hicretin yüzüncü yılma girildiğinde dünya
üzerinde Allah Resulü'nü (sav) göz ucuyla dahi olsun görmüş olan hiç kimse kalmamıştı.
Hasan el-Basri (ra) de Hicret'in yüz onuncu yılında vefat etti.
Ebu Katade
el-Adevi (ra) şöyle derdi: 'Bu şeyhe sıkı sarılın. Allah'a yemin ederim ki,
Allah Resulü'ne (sav) sahabi olamamış insanlar arasında O'nun ashabına bunun
kadar benzeyen başka birini görmedim'. Ulema şöyle derdi: Biz Hasan
el-Basri'yi (ra) hilmi, huşu'u, vakarı ve sükuneti bakımından İbrahim-i Halil'e
(as) benzetirdik. O, gerçekten de o peygamberin sıfatlarını taşımaktaydı.
Basra
ahalisinden bir kadın Allah Teala'ya bir nezir adamıştı. Eğer O, kadının
istediğini tahakkuk ettirirse adağına göre kendi dokuduğu kumaştan bir elbise
dikecek ve onu Basra şehrinin en hayırlı zatına giydirecekti. Bir müddet sonra
kadıncağız adadığı hususun tamamen tahakkuk ettiğini gördü ve adağına sadık
kalarak elbiseyi dikti. Ardından Basra'nın en hayırlısını soruşturmaya
başladı. Sorduğu herkes 'Hasan el-Basri'dir dedi.
Bu ilme ilk
giren, onu ilk kez dile getiren, esaslarını anlatan, nurlarını izhar edip
üstündeki örtüyü kaldıran Hasan el-Basri'dir. O, bu ilim hakkında kardeşlerinin
daha önce hiç işitmedikleri şeyler söylüyordu. Bir gün kendisine şöyle
denildi: 'Ey Eba Sa'id, sen bu ilimde daha önce bir başkasından duymadığımız
şeyler söylüyorsun. Bütün bunları kimden öğrendin'. 'Huzeyfe b. el-Yeman'dan
(ra)' dedi. Bunun üzerine Huzeyfe b. el-Yeman'a (ra) giderek 'Senin daha önce
Allah Resulü'nün (sav) ashabından hiç kimsenin söylemediği şeyler söylediğini
görüyoruz. Bu ilmi kimden aldın?' diye sordular. Dedi ki: 'Allah Resulü (sav)
bu ilmi bana mahsus kıldı. Diğerleri O'na hayrı sorarken ben, içine düşme
korkusuyla şerri soruyordum. Böylece hayrın da beni geçemeyeceğini
biliyordum'.
Huzeyfe'nin
(ra) bir defasında şöyle dediği rivayet edilir: 'Şunu öğrendim ki şerri
bilmeyen kimse, hayrı da bilemez Bu sözün başka bir rivayetinde şu ifade
geçmektedir: 'İnsanlar, Allah Resulü'ne (sav) amellerin faziletlerini sorarak
'Ey Allah Resulü, şöyle şöyle yapan için ne vardır?' derlerdi. Ben ise 'Ey
Allah Resulü, şu şu amelleri ne ifsad eder?' diye sorardım. O da ısrarla
amellerin afetlerini soruşumu görünce, bu ilmi bana has kıldı'.
Huzeyfe (ra)
münafıkların bilgisine sahip olan tek sahabi idi. Allah Resulü (sav) bu ilmi,
ilmin sırlarını, anlayışın inceliklerim ve yakinin gizli yönlerini Sahabe
arasında yalnız ona mahsus kılmıştı. Ömer (ra), Osman (ra) ve diğer büyük
sahabiler bile umumi ve hususi fitneleri ona sorar, ona has kılman ilim
hakkında kendisina müracaat eder, münafıkları ve Allah Teala'nm Kur'an'da
zikrettiği münafıklardan hayatta kalan olup olmadığını ona sorarlardı. Huzeyfe
de (ra) onları sayı olarak bildirir, isimlerini söylemezdi.
Ömer (ra)
bile, ona kendi hakkında soru sorar, nifak içinde olup olmadığını öğrenmek
isterdi. Huzeyfe (ra) onu nifaktan ibra etti. Ömer (ra) münafığın alametlerini
ve nifağın belirtilerini de ona sorardı. Huzeyfe de (ra) kendisine izin
verilen daire içinde onun sorularını cevaplar, ancak izin verilmeyen hususları
haber vermekten affını ister ve mazur görülürdü. Ömer (ra), namaz kıldırmak
için cenazeye davet edildiği zaman, Huzeyfe'nin (ra) namazda olup olmadığına
bakardı Eğer Huzeyfe (ra) varsa namazı kılar, eğer o gelmemişse namazını
kılmazdı.
m ialıb
el-Mekk'i
Huzeyfe b.
el-Yeman fra) Sahabe arasında 'Sır sahibi= Sahibu's-sır5 olarak anılırdı. Bu
ilimle ilgili olarak Sahabe'ye bir sual sorulduğu zaman -Huzeyfe'yi
kasdederek- şöyle derlerdi: Sır sahibi aranızda iken bana soruyorsunuz?
Enes b.
Malik (ra), Allah Resulü'nden (sav) zikir meclisinin faziletiyle ilgili
duyduğu hadislerden hareket ederek şöyle demiştir: 'Benim için, güneşin
fecrinden doğuşuna kadar geçen sürede Allah Teala'yı zikreden bir toplulukla
oturmam, dört köle azat etmemden daha sevimlidir'. Enes (raj dedi ki: Yezid
er-Rikaşi ve Ziyad en-Nu-meyri'ye döndüm ve şöyle dedim: Zikir meclisleri, kurduğunuz
şu meclisler gibi; birinin kıssa anlattığı, arkadaşlarına hitap ettiği veya
hadisleri ardarda sıraladığı meclisler değildi. Biz meclise oturduğumuz zaman,
imanı zikredip Kur'an'ı tefekkür eder, dini fıkhe-der ve Allah Teala'nm
üzerimizdeki nimetlerini sayardık'.
Abdullah b.
Revaha (ra), Allah Resulü'nün (sav) ashabına şöyle derdi: Gelin de bir saat
iman edelim. Bu davet üzerine onun yanına oturur, ilmullah'ı, tevhidi ve
ahireti zikrederlerdi. Abdullah, Allah Resulü'nün (sav) namazını bitirmesinden
sonra O'nun yerini alır, insanlar da onun çevresine toplanırdı. O da bu
insanlara; Allah Teala'yı, O'nun azap ve mükafaat günlerini zikrederek Allah
Resulü'nün (sav) hadislerini onlara anlatmaya çalışırdı. Kimi zaman onlar
böyle toplanmışken Allah Resulü (sav) odasından çıkarak yanlarına gelir ve
yerine otururdu. Orada bulunanlar sükut ettiğinde, zikirlerine devam
etmelerini emreder ve şöyle buyururdu: "Ben de bununla emrolundum ve
insanları buna davet ettim".
Muaz b.
Cebel (ra), buna benzer bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) bu ilim hakkında konuşurdu".
Cündüb'ün (ra) rivayet ettiği bir hadiste ise bunun açıklamasını görmekteyiz:
"Biz Allah Resulü'yle oturduğumuzda, bize Kur'an'dan önce imam
öğretirdi".
Cündüb (ra)
iman ilmini İman' olarak isimlendirmiştir. İbni Revaha da (ra) onun için bu
ismi kullanmıştır. Çünkü 'İman ilmi', 'îman'm sıfatlarından biridir. Araplar,
bir şeye isim verirken aslına göre verdikleri gibi, sıfatına göre de isim verirlerdi.
Nitekim Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Yakini
öğrenin". Burada da murad edilen, Yakin ilmidir. Allah Teala'nm şu
buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Hüzünden gözlerine ak
düştü". (Yusuf/84) Buradaki hüzün de, gözyaşı manasmdadır. Allah Teala bu
ayette kelimenin aslını kullanarak isim vermiştir. Çünkü hüzün, gözyaşının
aslıdır.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Resulü (sav) bir gün sokağa
çıkmıştı. Yolda iki meclis gördü. Meclislerden birinde Allah'a dua edilip O'na
terğibde bulunuluyordu. İkinci mecliste ise dini fıkhediyor ve insanlara ilim
öğretiyorlardı. İki meclisin ortasında durdu ve şöyle dedi: İlk meclistekiler,
Allah Teala'dan dilekte bulunuyorlar. O, isterse verir, isterse vermez. İkinci
meclisteki-lere gelince onlar insanlara ilim öğretiyor ve dinde fıkıh sahibi olmaya
çalışıyorlar. Biz de ancak muallim olarak gönderildik. Ardından insanlara
fıkıh kazandıran ve Allah Teala'yı zikreden meclise yöneldi ve onlarla beraber
oturdu".[28][28]
Seleften bir
zat şu hadiseyi nakletmiştir: 'Bir gün mescide girdiğimde iki halka
kurulduğunu gördüm. Halkalardan birinde kıssalar anlatılıp dua ediliyordu.
Diğer halkadakiler ise, ilim hakkında konuşuyor ve amellerin fıkhıyla
uğraşıyorlardı. Ben de dua meclisine meyledip onların halkasına oturdum. Bir
müddet sonra gözlerim ağırlaşıp uyuya kalmışım. Uykumda birinin şöyle
seslendiğini duydum: Sen, bunların meclisine oturup ilim meclisini terkettin.
Halbuki ilim meclisine otursaydm Cebrail'i (as) yanlarında görürdün'.
Zikrin
hakikati, Allah Teala'yı bilmek, yani İlmullah'tır. Allah Resulü'nden (sav)
rivayet edilen şu hadisi hiç duymadınız mı? "Zikrin en faziletlisi, 'La
ilahe iIlallah=Allah'dan başka ilah yoktur5 sözüdür"[29][29]Allah Teala
da Resulü'nü tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "Bil ki, Allah'tan başka
ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kur'an, ancak Allah'ın
ilmiyle in diri İmi ştir. Ve O'ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)
İlme
gelince; zikir, müşahede ilmindendir. Müşahede ise, ayne'l-yaki?ı'in sıfatıdır.
Gözün üzerindeki perde kaldırıldığı zaman göz, nurları sayesinde sıfatların
manalarına şahit olacaktır. Bu, imanın hakikat ve kemalinden doğan yakin
nurunun ziyadesidir.
İşte o
noktada, sıfatının nurundan dolayı sıfat sahibini zikredilenin müşahedesiyle
zikredersiniz. Bu meyanda O'nun şu buyruğu gayet açıktır "Onlar ki, Beni
hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde idi". (KehClOl) O'nu
zikretmeye karşı bu örtüsü kaldırılmış olan kimse, zikrettiği Hak Teala'yı
müşahede eder. Bu anda zikredip hatırlamış olur. Bundan zonra, halkın
unutmasından sonraki hakiki ilim vücud bulur. Allah Teala da bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Unuttuğun vakit Rabbini zikret". (Kehf/24) İmanın
hakiki şekli, Allah dışında bütün ilahları inkar etmekse, Zikr-i İla-hi'nin
hakiki şekli de, O'ndan başkasını unutmaktır. Allah Tea-la'nın şu buyruğu da
bunu teyid etmektedir: "Her kim tağutu inkar edip Allah'a iman
ederse.." (Bakara/256)
Hadis
ehlinden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Marifet ehli arasındaki
kardeşlerimden biri bana gelerek şöyle demişti: Kalbimde bir gaflet
hissediyorum. Ne olur beni zikir meclislerinden birine götürsen. Ben de ona
zikir ehlinden olup avama mahsus ilimleri anlatan bir zatın ismini söyledim.
Onunla birlikte o zatın meclisine gittik. Halk toplandıktan sonra biraz kıssa
anlatmaya başladı. Ardından cennet ve cehennemi zikretti.
Arkadaşım
bana dönerek şöyle dedi: 'Sen bana bu zatın Allah Teala'yı zikrettiğini,
Rabbini ve O'nun mühim günlerini hatırlattığım söylememiş miydin? Ben de
'Evet, zikir meclisi bizde böyle olur' dedim. O zaman bana şöyle dedi: Ben,
mahrukatın zikrinden başka bir şey duymadım. Allah Teala'mn zikri hani nerede?
Bir süre
daha dinledi. Adamın, marifet ilmine ait ve kendi sufi şeyhlerinden dinlemeye
alıştığı bahislere gireceğini umuyordu. Ancak umduğunu bulamayınca şöyle dedi:
Haydi gidelim. Artık bu mecliste oturamam. Şahsen böyle bir meclise
niyetlenmemiştim. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: Ben, insanları
çiğneyerek meclisi terketmekten haya ederim. Ama sen doğru gördüğünü yapabilirsin.
O da, dinleye çilerin saflarım yararak mescidden ayrıldı.
Zühri (ra)
Salim vasıtasıyla Ibni Ömer'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Bir gün, İbni Ömer
(ra) mescidden çıkıp gitmiş ve şöyle demişti: Beni bu mescidden çıkaran,
içerideki kıssacıdan başkası değildir. Eğer o olmasaydı kesinlikle çıkmazdım.
Damra şöyle dedi: Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şunu sordum: Kıssa anlatan kişiye
yüzümüzü dönelim mi? Bana şu cevabı verdi: Bidatlara sırtınızı dönün. İbni Avn
da şunu söylemiştir: İbni Sirin'in (ra) yanına girdiğimde bana, yeni bir haber
olup olmadığını sordu. Ben de, emirin kıssacıla-rı kıssa anlatmaktan
menettiğini söyledim.
Ebu
Ma'mer'den nakledilmiştir ki: Halef b. Halife şu hadiseyi anlattı: Bir gün
yolda yürürken Ebu Hakem'in mescidin kapısında dişlerini misvakladığım gördüm.
O esnada bir kassas da mescidde kıssa anlatıyordu. Bir adam Ebu Hakem'i görerek
yanına gitti ve şöyle dedi: Ey Eba Hakem, insanlar seni bekliyorlar. Dedi ki:
Ben, kesinlikle onların bulunduğu halden daha hayırlı bir haldeyim. Ben sünneti
ifa ediyorum, onlar ise bidat içindeler.
A'meş'ten
(ra) ise bundan daha ağır bir ifade nakledilmiştir. A'meş (ra) Basra'ya
gitmişti. Orada bir yabancıydı. Camiye gittiğinde bir kassasm 'A'meş bize Ebu
İshak'tan nakletti ki.. A'meş bize Ebu Vail'den nakletti ki..' diyerek
kıssalar anlattığını gördü. Hemen halkanın ortasına daldı ve elini kaldırdı,
koltukaltı kıllarını yolmaya başladı. Bunun üzerine kassas ona bakarak 'Ey
şeyh, utanmıyor musun biz burada ilim yapıyoruz, sen ise böyle çirkin bir şey
yapıyorsun?' dedi. A'meş de (ra) şöyle dedi: Benim şu anda yaptığım, şu
yaptığından daha hayırlıdır. Kassas da 'Nasıl olur?' diye sordu. A'meş, 'Ben
bir sünneti ifa ediyorum, sen ise yalan söylüyorsun. Ben A'meş'im ve senin
naklettiklerinden hiçbirini nakletmedim' dedi. Halk, A'meş adını duyunca
kassasm etrafından dağılarak onun çevresine toplandılar5.
Muhammed b.
Harun'dan şunu naklettiler: İshak ona şu haberi anlatmıştı: İmam Ahmed b.
Hanbel (ra) ile birlikte bayram namazı kıldım. Orada bir kassas kıssa
anlatarak bidatçılara lanet ediyor, sünneti zikrediyordu. Namazı kılıp
ayrıldıktan sonra Ebu Abdullah (ra) yolda o kassası hatırladı ve şöyle dedi:
'Anlattıklarının ekseriyeti yalan olsa dahi şu kıssacıların avama faydaları da
dokunuyor.
Muhammed b.
Ca'fer'den de şu bilgi aktarılmıştır: Ebu'1-Hars şunu nakletmişti: İmam Ahmed
b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İnsanların en yalancısı, kassaslar ve çok soru
soranlardır1. Yine Ahmed b. Hanbel'den (ra) şu sözü rivayet edilmiştir:
'İnsanların doğru sözlü kıssacılara ihtiyaçları o kadar fazladır ki. Çünkü
onlar halka mizanı ve kabir azabını hatırlatırlar. Dedim ki: Peki siz onların
meclislerine katılır mısınız? 'Hayır!' dedi'.
Hubeyb b.
Ebi Sabit, Ziyad en-Numeyri'den şunu nakletti: 'Enes b. Malik (ra) zaviyede
iken yanına gittim. Bana 'Kıssa anlat' dedi. Ben de, 'Nasıl olur? Ulema onun
bidat olduğunu söylüyor' dedim. Şöyle dedi: 'Allah Teala'nm zikrine dair
hiçbirşey bidat değildir1. Ben de kendisine kıssa anlattım. İnanması ümidiyle
en doğru kıssa ve dualarımı zikretmiştim. Ben anlattıkça onun inandığını
hissediyordum'.
Selef-i
Salih duayı da kıssadan sayıyorlardı. Yusuf b. Atıyye, Muhammed b. Abdurrahman
el-Harraz'dan şunu nakletti: Hasan el-Basri (ra) Amir b. Abdullah el-Anberi'nin
yokluğunu farketmiş ve çevresindekilere 'Beni Ebu Abdullah'a götürün' demişti.
Hasan onun evine gittiğinde, içinde kumdan başka birşey bulunmayan bir evde
başını sarmalamış halde oturduğunu gördü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, birkaç
gündür seni göremiyoruz.
O da şöyle
dedi: Ben bu meclislere gidip geliyor, bir sürü yalan yanlışa ve karıştırmaya
kulak veriyordum. Şeyhlerimizi dinliyor ve onlardan Allah Resulü'nün (sav)
hadislerini Öğreniyordum. O, şöyle buyurmuştu: "Kıyamet günü, insanların
iman bakımından en saf olanları, dünyada en fazla tefekkür edenlerdir. Cennette
en çok gülecek olanlar ise, dünyada en çok ağlayanlardır. Ahirette en sevinçli
olacaklar ise, dünyada en uzun süre hüzün çekenlerdir". Ben de evin
kalbimin boşalmasına ve nefsime hakim olmama daha uygun olduğunu düşündüm.
Hasan
el-Basri (ra) onu dinledikten sonra şöyle dedi: Bu sözleri bizim meclislerimizi
kasdederek söylemiyor. Onun kasdettiği, tarikatlar içinde bulunan ve
kıssacılarm yalan yanlış konuştukları kıssa meclisleridir. Bu meclislerde
konuşan kassaslar, dinin emirlerini bilgisizce takdim veya tehir ederler.
Ulemadan bir
zat, söz sahiplerini üç sınıfa taksim etmiş ve bulundukları yerlere göre şöyle
vasfetmiş tir: Konuşanlar üç sınıftır: îlki kürsi sahipleridir ki bunlar kıssa
anlatan kassaslardır. İkincisi sütun sahipleridir ki bunlar, halka fetva veren
müftilerdir. Üçüncü ise, Zaviye sakinleri olup marifet ilmine sahip olan
kimselerdir. Ayet ve hadislerin anlatıldığı zikir meclisleri, İlmullah ehli,
tevhid ve marifet ilimlerinin erbabı olan zatların meclisleridir. Bir hadiste
şöyle buyrulmuştur: "Cennet bahçelerine uğradığınızda serbestçe dolaşın.
Denildi ki: Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: Zikir meclisleridir". Bir
diğer hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala'nm
halkın yaptıklarını yazanlar dışında bir de havada dolaşan melekleri vardır.
Bunlar zikir meclisi gördükleri zaman, birbirlerine seslenerek 'Haydi
meramınıza gelin' diye çağrışırlar. Oraya geldiklerinde hazır bulunanlara ikram
eder ve zikredenleri dinlerler. Siz de Allah'ı ve O'nun mühim günlerini zikredin".[30][30]
Vehb b.
Münebbih el-Yemani şöyle demiştir: İlmin tartışıldığı bir meclis, onun
süresince namaz kılmaktan daha güzeldir. Belki onlardan biri, orada bir kelime
işitir de ondan bir sene veya Ömrünün kalan yılları boyunca faydalanır. Ahmed
b. Hanbel'e (ra) zikir meclisleri ve onların fazileti sorulmuştu. O da
insanları zikir meclislerine özendirerek şöyle dedi: İnsanların toplanarak
Allah Tea-la'yı zikretmeleri ve O'nun üzerlerindeki nimetlerini saymalarından
daha güzel ne olabilir? Ensar da (ra) buna benzer sözler söylemişlerdir.
Ali'den (kv)
şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala'nm beni çocukken öldürüp cennetin yüce
katlarına yerleştirmesi beni mutlu etmezdi. 'Niçin?' diye sorulduğunda şu
cevabı verdi: Çünkü O, beni yaşatmak suretiyle Zatı'nı tanımamı nasip etmiştir.
Malik b. Dinar da (ra) şöyle demişti: İnsanlar, bir şeyin güzelliğini tatmadan
dünyayı terkedip giderler. 'O nedir?' diye sorulunca dedi ki: Marifet'.
Ardından şu şiiri söyledi:
Zü'l-Celal'in
marifeti; izzet, ışık, behçet, sevinç ve arifler için de övünçtür I Muhabbetten
de onlara nur doğar. Seni bilene tebrikler ya ilahi, o artık ömür boyu
bahtiyardır.
Yahya b.
Muaz er-Razi dedi ki: Dünyada bir cennet vardır. Ona giren, hiçbir şeyi
arzulamaz ve asla yalnızlık hissetmez. 'O nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi:
'Marifetullah yani Allah'ı bilmektir'. Bir başka alim ise şunu söylemiştir: Üç
haslet vardır ki, arifi tanırken hata etmemenizi sağlarlar: Heybet, tatlılık
ve sıcaklık. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Alimler,
zahidler ve abidler kalpleri kilitli olarak çıkıp giderler. Allah Teala ancak
sıddıklar ve şehitlerin kalplerini açar. Bunu söyledikten sonra Allah Teala'nm
şu buyruğunu okudu: "Gaybm anahtarları O'nun katında olup O'ndan gayrı
hiçkimse onları bilemez". (En'am/59) Şu halde sayılan zümrelerin kalpleri,
marifet ve tevhid gözünün şeha-detine karşı kilitlidir.
Bu tür zikir
meclisleri, eski devirlerde marifet ehline ve kalp amelleri ile batın ilminin
erbabına mahsus idi. Bunlar da Ahiret uleması ve dinde fıkıh sahibi idiler. Söz
söyleyenlerin en sadık olanı Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan bir
kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır".
(Tevbe/122) Allah Teala bu ayet-i kerimede, aslen kalbi bir fiil olan 'fikh'ı,
fıkhın sebep ve vesilesi olarak da 'korku'yu zikretmiştir.
Akıl ilmi,
Zahir ilminin muhtevasına girer. İlmullah yani Allah'ı bilme ise, yakinin
muhtevasına girer. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Yakin, imanın tamamıdır".[31][31]Allah Teala
da şöyle buyurmuştur: "Onu ancak ilim sahipleri aklederler".
(Ankebut/43) Görüldüğü üzere Allah Teala aklı, ilmin sıfatlarından kılmıştır.
Allah Resulü ise (sav) ilim talep etmeyi emrettiği gibi yakini Öğrenmeyi de
emretmiştir. Bu hadis, diğerine göre daha hususi bir manayı ihtiva etmektedir.
Buna göre Allah Resulü'nün (sav) "Yakini öğrenin" buyruğu, havasa
yönelik olmaktadır. Çünkü yakin, ilmin üstünde bir makamdır.
O'nun, ilim
talebinin farz oluşuna dair verdiği emir ise, umum için geçerlidir.
"Yakini öğrenin" hadisinde yakin ehlinin meclislerine iştirak etmeye
dair bir emir mevcuttur. Çünkü yakin, bizatihi ortaya çıkmayıp yakin sahipleri
nezdinde bulunabilecek bir fazilettir. Allah Resulü (sav) nıüslümanlara
emrederken 'Ma'kul ilmini veya fetva ilmini öğrenin' gibi bir ifade
kullanmamıştır. Zahir uleması, ilk devirden beri 'Müftiler1 olarak
bilinmekteydi. Allah Resulü'nün (sav) bu meyandaki hadislerine misal olarak
"Müftiler sana fetva vermiş olsalar da fetvayı kalbine sor"[32][32]
hadisini zikredebiliriz. Görüldüğü gibi O, soru sahibim müftilerin fetvalarına
rağmen, yine de kalbinin fıkhına yönlendirmektedir. Bu durumda kalbin de
'fakih' olması gerekmektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bir müslümam fakih
olmayan birine sevketmesini düşünmek dahi caiz değildir.
Batın ilmi,
Zahir ilmi üzerinde hakim olmamış olsaydı, zahir ulemasından olan lisan
alimleri Batın ilmini Zahir ehlinin ilimleri arasından çıkararak Kalp ehline
mahsus olan Batın ilmi dairesine sokmazlardı. Allah Resulü (sav) zahir ehlinin
müftilerinden fetva almış birini, daha aşağı derecede bir fakihe yani kişinin
kendi kalbine havale etmezdi. Lafzı itibarıyla teyidli ve mübalağa sigasıyla
buyrulan böyle bir hadis varken aksini düşünmek nasıl caiz olabilir? Allah
Resulü (sav) "Fetva vermiş olsalar dahi sen fetvayı kalbine sor"
buyurmaktadır. Bu buyruk, sağlam bir kalbi ve açık bir kulağı olan, delilini
görmüş ve şehvetinin gemlerinden sıyrılmış kimselere mahsustur. Netice
itibarıyla 'Fıkıh', dil sıfatlarından biri değildir. O, bir kalp sıfatıdır.
Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Onların kalpleri vardır,
fakat onlarla fıkhetmezler". (A'raf/179)
Allah
Teala'nm buyruğunu işiten ve O'nu müşahede eden bir kalbin sahibi, bu kalbiyle
O'nun hitabını fıkhedip dinlediği emre uyar ve Allah Teala'ya yönelerek O'nun
şu buyruğunu her zaman anar: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini
fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122)
Fıkıh ile
ortaya çıkan iki sıfat vardır: Bunların ilki 'Nezâret' yani korkutucu ve
uyarıcı olmaktır. Bu, Allah Teala'nm dinine davet yolunda sahip olunan
makamlardan biridir. 'Nezîr=Uy arıcı' olacak kimse, mutlaka korkutucu olmak
durumundadır. Korkutucu olabilmek için de öncelikle korku ehlinden olmak icap
eder. Korku sahibi ise, ancak alimlerden olabilir. Sıfatların ikincisi,
dikkatli ve uyanık olmaktır. Bu da Allah Teala'nm marifetiyle ilgili
makamlardan biridir. Bu da bir nevi korku ve tedirginlik halidir. 'Fıkıh' ve
'Fehm=Anlama', aynı mana için kullanılan iki isimdir. Araplar
'Fa-kihtü=fıkhettim' fiilini, 'Fehimtü=anladım' fiiliyle aynı manada
kullanmışlardır.
&?
Allah Teala,
Zatı'nı anlamayı (=fehm), ilim ve hikmetten üstün tutarken, anlayış sahibi
kılmayı (=ifham), muhakeme ve hükümlerden üstün kılmıştır. O, bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Biz o meselenin hükmünü derhal Süleyman'a anlattık. Bununla
beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) Allah Teala,
bu buyruğunda hüküm ve ilim bakımından müşterek kıldığı Süleyman ve Davud
Peygamber'den (as) Tefhim=Anlayış verme, anlatma' fiilini Süleyman Peygamber5
e mahsus kılarak onun hükmünü, babasının hükmünden üstün kılmıştır.
Hasan b. Ali
de (ra), insanları Allah Teala'ya götüren, onlara O'nun yolunda rehberlik eden
hidayet alimlerini üstün görerek onları 'Ulema' olarak isimlendirmiş ve bize
manzum olarak rivayet edilen bir sözünde ilim kelimesini onların hakkı olarak
beyan etmiştir. Aşağıda manzum olarak zikredeceğimiz söz, Ali'den de (kv)
rivayet edilmiştir:
iftihar,
ancak ilim ehlinin hakkıdır. Çünkü onlar, Hidayet üzere olup hidayet isteyenler
için rehberdirler. Herkesin ağırlığı, yaptığı ihsana göre olup Cahiller de ilim
ehlinin düşmanlarıdır.
Ma'lumu olan
Allah Teala'yı bilen bir alimden kim daha üstün olabilir? Her ilim, ma'lumu ile
değerlendiğine ve her alimin ağırlığı ilmine nisbetle olduğuna göre, bu ilme
sahip olanın değeri ölçülebilir mi?
Zahidlerin
imamı olan Abdülvahid b. Ziyad da bu manada manzum bir söz söylemiştir. O, bu
sözünü Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimlere tahsis ederken onların
yürüdükleri yolu bütün yolların üstüne çıkartmıştır. O, manzum sözünde şöyle
der:
Yollar
muhtelif, Hakka giden yollarsa tekdir.
Hak yoluna
girenler de eşsiz kılınmış ferdlerdir.
Halk
tarafından bilinmezler ve maksatlarına da nüfuz edilmez,
Halbuki
onlar, maksatlarını bilerek yavaş yavaş yürürler.
İnsanlar
ise, onlar için murad edilenden gafil bir halde,
Ekseriyeti
Hak yoluna karşı biganedirler.
İbni
Mesud'dan (ra) şu bilgi rivayet edilmiştir: Ömer (ra) vefat ettiği zaman şöyle
dedi: 'Sanıyorum onun vefatıyla ilmin onda dokuzu gitmiş oldu. Çevresindekiler
şaşkınlıkla şöyle dediler: Allah Resulü'nün (sav) ashabı (ra) hemen tamamıyla
mevcut iken nasıl böyle dersin? Dedi ki: Benim kasdettiğim, sizin ardına
düştüğünüz ilim değil İlmullah'tır.
İbni Mesud
(ra) şöyle derdi: Müttakiler, ardarda gelirler1 Yine o, şöyle demekteydi:
Müttakiler efendiler, alimler ise komutanlardır. Onların meclislerine iştirak
etmek de kişi için ziyadesiyle sevaptır. Bu sözüyle müttakilerin halkın
efendileri ve öncüleri olduklarını kasdetmekteydi.
Allah Teala
da müttakilerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah katında en
değerliniz, en takvalımzdır". (Hucurat/13) Alimler ise müttakilerin
komutanları, yani onların imamları mesabesindedir. Onlar da alimlerin
eserlerinin ardına düşerler. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Bizleri müttakilere imam kıl". (Furkan/74)
Görüldüğü
üzere Allah Teala alimleri, müttakilerden üstün tutmuştur. Allah Teala
alimleri, müttakilerin imamları kılmış, müttakiler de onların arkadaşları
olmuştur. Onların meclislerine iştirk edenler için vaadedilen üstünlük,
müttakilerin meclislerine göre sahip oldukları üstünlükten kaynaklanmaktadır.
Çünkü her alim muttaki iken, her muttaki alim değildir. Nitekim bu manada şöyle
bir haber nakledilmiştir: 'Alimler çok, fakat hikmet ehli alimler azdır.
Salihler çok, fakat sıdk sahibi salihler azdır5.
Abdullah b.
Mübarek'e (ra) 'İnsanlar kimlerdir?' diye sorulduğunda 'Alimlerdir1 cevabım
vermiştir. 'Krallar kimlerdir?' diye sorulduğunda ise 'Zahidlerdir1 demiştir.
Teki sefiller kimlerdir?' diye sorulduğunda, 'İnsanlar arasında dinini geçim
vasıtası yapanlardır5 cevabını vermiştir. Başka bir rivayette ise şöyle dediği
bildirilmiştir: 'Her türlü günahı işleyen, dünyayı talep eden ve şahitliklere
müdahil olanlardır1.
Ferkad
es-Senci (ra) bir şey sorup da cevabını aldığı Hasan el-Basri'ye (ra) şöyle
demişti: 'Ey Eba Said, fakihler sana karşı çıkıyorlar, buna ne dersin? Hasan
şunu söyledi: Anası ölesice Furey-kad! Sen şu gözlerinle fakih gördün mü? Fakih
ancak o kimsedir ki; dünyada zühd gösterir, ahireti arzular, dininde basiret
sahibi olur, Rabbinin ibadetinde müdavimdir, vera' sahibi ve müslümanlarm
ırzlarını koruyucudur, onların mallarına karşı dürüst ve cemaatlarına karşı
nasihat edicidir..' Burada, sözkonusu ifadenin üç farklı rivayeti
birleştirilmiştir.
İşte Allah
Teala'yı bilen hakiki alimin sıfatları bunlardır. Onlar ariflerdir. Abdullah b.
Ahmed b. Hanbel şunu nakletmişti: Babama dedim ki: Duyduğuma göre, Maruf-u
Kerhi'ye gidermişsin. Onda hadis ilmi var mıydı? Bana şöyle dedi: Ey oğul, onda
işin başı yani Allah korkusu (=mehâfetullah) vardı'. Ahmed b. Hanbel'e (ra)
'İlk imamlar neyle zikredilip tavsif edilirlerdi?' diye sorulduğunda, 'Sadece
sıdk ile' dedi. 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'İhlastır' dedi. 'Peki ihlas
nedir?' diye sordular. 'Zühddür' cevabını verdi. Ta zühd nedir?1 diye
sordular. O zaman bir an düşündü ve şöyle dedi: Bunu za-hidlere sorun. Bişr b.
el-Hars'e sorun.
Bişr'den
Mansur b. Ammar hakkında (ra) hoş hikayeler nakledilmiştir:
Mansur b.
Ammar, zikir ehli vaizlerdendi. Ama o vaktin uleması, Bişr, Ahmed ve Ebu Sevr
gibi değillerdi. Bu yüzden de İbni Aramar'ı alim saymamışlardı. Onlara göre o
da bir kassasdı. Avam ise onu ulemadan sayardı. Nasr b. Ali el-Cuhdumi anlatır
ki: Bir gün mizah yapmış ve biraz aşırıya kaçarak mizahın dozunu kaçırmıştı.
Kendisine şöyle denildi: Ulemadan biri olarak böyle fena bir sözü nasıl
söylersin? O da şu cevabı verdi: Ulemadan hiç kimse görmedim ki mizah yapmamış
olsun. Kendisine 'Bişr b. el-Hars'ı gördün, onun böyle bir mizah yaptığına
şahit oldun mu?' denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Elbette. Bh'gün kapı önünde
onunla beraber oturuyorduk. Mansur b. Ammar koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey
Ebu Nasr, Emir bütün alimlerin ve salih zatların toplanmasını emretti. Ne dersin
gizleneyim mi? Bişr onu itti ve şöyle dedi: Bizden uzak dur. Yoksa silah yüklü
birileri uğrayıp seni yanımızda bulur da yanarız'.
işte Selef-i
Salih devrinde kıssacıların ulema nezdindeki yeri buydu.
Nihayetinde
bu ilmin erbabı irtihal etti ve zikir meclisleri, öncekilerin usul ve
yollarını bilen zatlar dışında yakin ve muamele ilimlerini bilmez hale geldi.
Selef, zikir meclisleri ile kıssacıların halkalarını birbirinden tefrik edip
ulema ile sadece konuşanları birbirlerinden ayrıştırırlardı. Onlar dildeki ilim
ile kalbin fıkhını, yakin ilmi ile akıl ilmini birbirlerinden ayırırlardı.
Çünkü alim ile kassas arasında açık bir fark vardı. Alim, kendisine sual
sorulun-caya kadar sükut eder, sual sorulduğunda ise Allah Teala'nm lüt-fuyla
bildiği kadarını cevaplandırıp ortaya koyar ve Allah Teala'nm kendisine çizdiği
istikamette ve bildiği kadar konuşurdu. Eğer sükut etmesi daha hayırlı ise,
daha hayırlı olacağını bildiği için sükutu tercih ederdi. Eğer karşısında
konuşmaya ehil birini göremezse bekler ve ilmi ehline bidirirdi. İlmin ehli de
onu bilip takdir ederdi. Böyle bir alimin vecd ve müşahededen de nasibi olurdu.
Allah Teala
buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) Bu
ayetten iki mana çıkarılabilir: 'Eğer bilmiyorsanız' buyruğundan hareketle
burada zikredilen 'Zikir ehli'Allah Teala'yı bilen alimler olmaktadır. Çünkü
Allah Teala'nm 'Bilmeyenlere sorun' buyurmasını düşünmek bile caiz değildir.
Bilmeyenler, cahiller olduğu için soru sahibinin cehaletini arttırmaktan başka
bir işe yaramayacaklardır. İkinci mana da şudur: Alimler, kendilerine
soru-luncaya kadar sükut ederler. Kendilerine sual sorulduğunda ise, Allah
Teala'nm bilmeyenlere verdiği 'Sorun' emri gereği cevap vermeleri farz olur.
Yukarıda
izahına çalıştığımız ayet-i kerimeden çıkardığımız neticeler de, zikir
meclislerinin; faziletlerine dair hadis ve sözlerin va-rid olduğu ilim
meclisleri olduklarına delalet etmektedir. Bunu düşündüğümüz zaman, mesul
tutulan zikir ehlinin, 'Umulur ki zikrederler1 buyruğunun ulaştığı kimseler
olduğunu görürüz. Bilmeyenlere açıklama ulaştığı zaman, hemen Allah Teala'nm
vaadettiğini hatırlayacaklardır. Hatırladıkları zaman da, ilim sahibi olacaklardır.
İşte bu yüzden Allah Teala onlara, bilmedikleri hususları sormalarını
emretmiştir.
Allah Resulü
de (sav) bu manadaki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Cahilin cehaleti
üzere kalması doğru olmaz. Alime de ilmine rağmen sükut etmek yakışmaz".
Allah Teala da "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43)
buyurmuştur. Allah Resulü (sav) Ehl-i Beyt kanalından rivayet edilen bir
hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "İlim hazinelerden ibarettir.
Anahtarı ise sorudur. Sorun. Çünkü bunda dört ecir vardır: Sorana, alime,
dinleyene ve onları sevene İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanlara, her
sorduklarında fetva veren kimse kesinlikle mecnundur. A'meş (ra) ise şöyle
derdi: Sözün öyle bir türü vardır ki cevabı sükuttur. Zünnun-i Mısri ise şunu
söylemiştir: Sadık kimselerin güzel soruları, ariflerin kalplerinin
anahtarıdır.
Kassas ise,
söze başladığı zaman kıssa anlatan ve hikayeleri ar-darda sıralayan kimsedir.
Ona 'Takip eden' manasında 'Kassas' denilmesinin sebebi de budur. Çünkü o,
daima kendinden öncekilerin kıssalarını takip eder. Allah Teala'nm şu buyruğu,
kelimenin bu manasına bir misal teşkil etmektadir: "(Annesi) Musa'nın
kızkar-deşine: Onun izini takip et, demişti". (Kasas/11) Musa'nın (as) annesi,
kızını onun ardmdn gönderirken 'İzini takip et ve bana onun haberini getir1
manasına gelen 'Kussi' kelimesini kullanmıştır.
Malik b.
Enes (ra) şöyle demiştir: 'İlmin ortadan kalkmasının alametlerinden biri de,
sorulmadan önce konuşulmasıdır\ Bir defasında da şunu söylemişti: İlmin
ortadan kalkmasının alametlerinden biri de, sorulan herşeye cevap
verilmesidir. Çünkü bu tür davranmak, ilmin değerini düşürecek ve onu hafife
aldıracaktır. Yani işin usulü ortadan kalkacak ve yerine İndir kaldır"
türü bir davranış biçimi gelecektir. Denilir ki: İlmi sorulmadan anlatan
alimin nurunun üçte ikisi gider.
İbrahim b.
Edhem ve diğerleri şöyle demişlerdir: Alimin sükutu, şeytana konuşmasından
daha ağır gelir. Çünkü o, sükut ettiği zaman hilm ile susar, konuştuğunda ise,
ilim ile konuşur. Şeytan da şöyle der: Şuna bakın, susması bana konuşmasından
daha zor geliyor. İşte bu sebebledir ki 'Sükut, alimin süsü, cahilin örtüşüdür1
denilmiştir.
Kasım b.
Muhammed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişinin kendine değer vermesinin
en güzel şekli, soruluncaya kadar bildiği hakkında sükut etmesidir. Hakikaten
de soru sorulduktan sonra konuşan alim, ilmine sahip çıkmış olur. Bu soruyu
cevaplamak farz da olabilir. Burada aslolan şehvetleri bir kenara iterek ihtiyaç
halinde cevap vermek suretiyle farzın icabını yapmaktır. Allah Teala'nm
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) buyruğunun gereği
de budur. Allah Teala bilmeyenlere sormayı emrettiği gibi, soru sorulan
kimselere de cevap vermeyi farz kılmıştır.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kendisine bir ilim sorulan ve onu gizleyen kimsenin
ağzına ateşten bir gem vurulur".[33][33] Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) ilmi gizleyenleri çok ağır bir azapla tehdit etmiştir.
Bir şeyi açıklamak, şehvet sebeplerinden biri olabilir. Şehvet ise, dünyaya ait
bir husustur. Malik b. Enes'e (ra) bir adam anlatılmış ve hükmü sorulmuştu. O
da şöyle dedi: Kendisine sorulmadan konuşuyorsa da başka bir kusuru yoktur.
Bir defasında ise şunu söylemiştir: Onda bir beis yoktur. Ancak bir aylık sözü
bir günde söyler.
Sözün de
şehvet türlerinden biri oluşunun mahiyeti sorulmuştu. Malik (ra) şöyle dedi:
Kişinin ilmini, sorulmadan önce açıklamasıdır. Bir zat, abdal zümresini
vasfederken şöyle demiştir: 'Yemekleri tam acıkınca, sözleri ise zaruret
halinde sözkonusu olur. Onlar, kendilerine soruluncaya kadar konuşmazlardı.
Sorulduğu zaman cevap verirlerdi. Kendisine soru sorulmadan konuşmayan kimse,
kendisini ilgilendirmeyen şeye dalan veya boşa konuşan biri olarak görülmez.
Çünkü sorunun ardından cevap vermek, selam verildiğinde ona karşılık vermenin
farziyeti gibidir. İbni Abbas da (ra) bu babda şöyle demiştir: Sorunun
cevaplanmasını selamın iadesi gibi farz görürüm'.
Ebu Musa
el-Eş'ari ve İbni Mesud (ra) şöyle demişlerdir: Kendisine bir ilim sorulan
kişi ya onu söylesin, ya da sussun. Aksi halde zorlamacılar arasında yazılır ve
din dairesinden çıkar. Benzer bir söz ibni Abbas'dan da (ra) rivayet
edilmiştir. Selef uleması, her işlerinde zorlamacılığa (tekellüf=üzerine
vazife olmayana) düşmekten ve kendisini ilgilendirmeyen şeylere bulaşmaktan
korkardı. Onlar, bir ihtiyaç bulunmaksızın konuşmaktan, kendilerine soru
sorulmadan, yerinde olduğunu görmeden ve ehli olanı bulmadan konuşmaya
başlamayı tekellüf ve kendini ilgilendirmeyen şeylere bulaşma (=mâ lâ ya'nî)
babından değerlendirirlerdi.
ibni Abbas'm
(ra) Mücahid'e vasiyetinde şu ifadeyi görmekteyiz: 'Seni ilgilendirmeyen
hususlarda konuşma. Böylesi daha faziletlidir. Böyle yapmaman halinde hataya
düşmenden emin olamam. Seni ilgilendiren şey hakkında ise yeri ve zamanı
gelinceye kadar konuşma. Nice konuşan vardır ki sözünü yerinde sarfetmediği
için günaha girmiştir1. Ensar'dan bir zat (ra) hakkında da şu rivayet
edilmiştir: 'Vefat ettiği zaman annesi şöyle demişti: 'Cennet sana kutlu olsun.
Allah Resulü'yle (sav) birlikte Allah yolunda cihad ederken şehit oldun'. Bunu
üzerine Allah Resulü (sav) 'Cennete girdiğini nerden biliyorsun. Belki
kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında konuşur veya kendisini zengin
etmeyecek şeyi vermekte cimrilik ederdi".[34][34]
Bir ilmi,
talep olmaksızın açıklayan veya ehli olmayan kimselere yayan kişi, onu
duyanların inkar etmeleri halinde bundan mesul tutulacak ve bu yaptığından
dolayı hesap vermesi istenecektir. Çünkü o, bu tür bir açıklama ile, tekellüfte
bulunarak kendini ilgilendirmeyen bir şey hakkında konuşmuş olmaktadır. Eğer
kendisine soru sorulmuş, o da sorunun ardından cevap vermiş ise, bu durumda
inkar edenin mesuliyeti ona düşmez. Çünkü o, bir soruyu cevaplamaktan başka bir
şey yapmamıştır.
İşte bu
nedenledir ki bu ilim hakkında konuşan Selef uleması, kendilerine bir şey
sorulmadıkça sükut ederlerdi. Ebu Muhammed şöyle derdi: 'Alim, oturup sükut
eder ve kalbini Rabbine doğru yükselterek O'nun tevfikine muhtaciyetini
hisseder ve O'ndan kendisine doğruyu ilham etmesini niyaz eder. Ona sorulan
bir şey hakkında konuştuğu zaman da, Allah Teala'mn kendisine ilham ettiği şekilde
konuşur1.
Gömdüğü gibi
Ebu Muhammed, alimi oturma ve sükut hallerinde tevekküle muhtaç olarak Rabbini
düşünen ve Vekili olan Allah Teala'mn emrine râm olarak bekleyen kişi olarak
takdim etmiştir. Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Hakiki alime bir mesele
sorulduğunda azı dişi sökülür gibi olur\ Rakabe b. Muskale ve başkaları da
şunu söylemişlerdir: 'Alim, insanları etrafına toplayarak onlara birşeyler
anlatan kimse değildir. Hakiki alim, kendisine ilim sorulduğu zaman, hardal
koklamış gibi olandır1. Bu sözü A'meş'in söylediğine dair de bir rivayet
mevcuttur. Muhammed b. Suka, A'meş'e hadis soruyor, o da yüz çevirip cevap
vermiyordu. A'meş, Rakabe'ye dönüp şöyle dedi: O da senin gibi, ahmaklaştığı
zaman, benim kötü ahlakım yüzünden kendi faydasına olanı terke-diyor. Muhammed
bu sözü işitince şöyle dedi: Yazıklar olsun, halbuki ben onu ilaç yerine
koyuyor ve onun yararı için acısına tahammül ediyorum'.
Ali (kv) ve
İbni Mesud'dan (ra) şu hadise nakledilmiştir: 'Şehre bir adam gelmişti. Adam
insanları toplayarak bol bol konuşuyor ve şöyle diyordu: Beni iyi tanıyın.
Horasan ulemasından bir zat bana, kendi şeyhi vasıtasıyla büyük zat Ebu Hafs
en-Nisaburi'den nakletti ki.. Ebu Hafs'm Horasan'daki durumu, Cüneyd'in
Bağdat'taki durumuna benzerdi. Ali (kv) şöyle dedi: Din hakkında kendisine bir
mesele sorulan alim, Öyle kaygılanır ki o anda yaralansa, korkusundan dolayı
yarasından kan bile akmaz. Çünkü o, dünyada sorulan meseleye vereceği cevaptan
ötürü ahirette sorguya çekilmekten endişe eder. Sorudan kaçmamasmın sebebi ise,
alimlerin azalması yüzünden cevap vermesinin farz kılınmış olmasıdır.
İbni Ömer
(ra), kendisine sorulan sorulardan dokuzunu geçip sadece birini cevaplar ve çok
soranlara şöyle derdi: Yoksa bizi köprü yapıp cehennemin üstünden geçip gitmek
ve 'İbni Ömer böye fetva vermişti' diyerek kurtulmak mı istiyorsunuz? İbrahim
et-Temi-nıi (ra) ise, kendisine bir mesele sorulduğu zaman gözyaşlarını tutamaz
ve 'Bu meseleyi benden başka soracak birini bulumadınız da, beni mi delil
göstermek istediniz? İbrahim en-Neha'i'jâ mescidin sütunlarından birine
yaslandırıp konuşması için ikna etmeye ne kadar çahştıysak da başaramadık. O da
bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve şöyle derdi: Ne üzücü ki insanlar bize
muhtaç oldu.
Süfyan b,
Uyeyne de (ra) yaşadığı devirde birtakım ilimlere tek başına sahip olan bir zat
idi. Buna rağmen, halinden yakınarak kendisi için şu beyti okurdu:
Memmeket
hâli kalınca ulemadan, şanı arttı yazısız ilmin, Benim sıkıntını da işte bu,
şana tek başıma sahip olmam.
Ebu'l-'Aliye
er-Reyyahi ise iki üç kişiye konuşurdu. Kendisini dinleyenlerin sayısı dörde
ulaşınca kalkıp giderdi. İbrahim, Sevri ve ibrahim b. edhem de (ra) böyle
davranırlardı. Hepsi de birkaç kişilik gruplara konuşurken dinleyenlerin
sayısı arttığında meclisten ayrılırlardı.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) ise beş altı kişiden on kişiye kadar olan toplulukla oturup sohbet
ederdi. Tasavvuf şeyhlerinden biri bana şöyle demişti: Cüneyd-i Bağdadi (ra) on
küsur kişiye konuşurdu. Ona göre meclisin kemali yirmi kişiyle tamama ererdi.
Şeyhimiz
Ebu'l-Hasen b. Salim'den şunu işittik: Bir topluluk, onun mescidinde
toplandıkları zaman içerinden birini kendisine gönderir ve 'Kardeşleriniz
geldiler ve sizinle görüşüp ilminizi dinlemek istiyorlar. Eğer yanlarına
çıkmayı uygun görürseniz buradalar' derdi. Ebu'l-Hasan'm evi, mescidin
bitişiğindeydi. Zaten mescidde-kilerin elçisi de onun evine girmeden bu ricada
bulunurdu. O, dışarı çıkıp mescidde bekleyenleri gördüğü zaman, gönderdikleri
elçiye 'Bunlar kim?' diye sorardı. O da meclise gelenleri teker teker isimleriyle
sayardı. Eğer onları ilme layık görmüyorsa, 'Onlar benim yoldaşlarım değil
sadece meclis erbabıdırlar' der ve huzurlarına çıkmazdı. Onları, ilmine yakın
kılmaya layık bulmamış gibi hareket eder ve zamanını onların zamanlarına
katarak heba etmek istemezdi'. İşte hakiki alimin halveti, kendisi için bu
kadar kıymetlidir.
Hakiki
dostlarını görürse, onlarla oturup sohbet etmeyi halvete tercih ederdi. Bu da,
ulema için ziyadesiyle sevaptır. Eğer ilmine layık kimselerle karşılaşamazsa,
o vakit halvetini başka birşeye tercih etmezdi. Çünkü böyle yapması halinde
vakitlerini boşa geçirenlere zemin hazırlamış olurdu. Ebu'l-Hasan, ilmine
layık gördüğü kardeşlerinin huzuruna çıkıp kendileriyle sohbet ve zikirde bulunurdu.
Hatta bunun için gece gündüz ayrımı dahi yapmazdı. Çünkü herşeyden önemli
olan, zikirin birbirlerine benzeyen, sohbetin de birbirlerine kardeş olan
kimseler arasında yapılıyor olmasıdır.
İlim
oturumu, arkadaşlara ve işin erbabına mahsus iken, sorulara cevap verme, avam
içindir. Bu ilmin ehli arasında aslolan bir nokta vardı: Bu ilim, hususu
ilgilendiren bir ilim olup ancak havas-sa anlatılması doğru idi. Havas ise
sayıca azdı. Onlar da bu ilim hakkında sadece erbabı nezdinde konuşur ve bunu
bir hak, hatta mükellefiyet olarak görürlerdi. Ali de (kv) bunu teyid ederek
şöyle demiştir: 'Ta ki onu kendileri gibi kimselere emanet edip kendilerine
benzeyen insanların kalplerine ekebilsinler'.
Bu meyanda
Allah Resulü'nden (sav) ve İsa' Peygamber'den (as) sözler nakledilmiştir:
"Hikmeti sadece ehline verin, aksi halde ona haksızlık etmiş olursunuz.
Ehlinden de esirgemeyin. Böyle yaparsanız yine haksızlık etmiş olursunuz.
İlacı yaranın tanı üstüne koyan dost bir tabib gibi olun". Bu rivayetin
başka bir lafzında ise şu ifadeye yer verilmektedir: "Hikmeti ehline
vermemek cehalettir. Ehlinden esirgemek ise, zulümdür. Çünkü hikmetin, sahibi
üzerinde bir hakkı vardır. Hikmetin belli bir erbabı vardır ve erbabının da
hikmet üzerinde hakkı vardır. Sen her hak sahibine hakkını ver".
İsa
Peygamber'den (as) ise şu sözü rivayet edilmiştir: 'Mücevheri domuzların
boyunlarına asmayın. Hikmet, mücevherden daha değerlidir. Onu çirkin gören ise
domuzdan daha kötüdür'. Selef ulemasından birçoğu, bu ilimle ilgili olarak
şöyle derlerdi: 'Bu ilmin yarısı sükut, diğer yarısı da onu nerede
açıklayacağınızı bilmenizdir'. Ariflerden bir zat ise şunu söylemiştir: İnsanlara
kendi ilminin kuvveti ve aklının gücü kadarınca hitap ederken onların anlayabileceği
şekilde hitap etmeyen kişi, onların haklarını vermemiş ve Allah Teala'nın
onlarla ilgili olarak farz kıldığı hakkı ifa etmemiş olur. Yahya b. Muaz şöyle
derdi: Herkesin nehrinden bir su al ve onu kendi kabıyla sun'. Bu manada şunu
ifade etmek isteriz: Her kul için onun akıl mihengine göre ölç ve akıl
terazisine göre tart ki ona karşı esenlikte olasın, o da senden yararlanmış
olsun. Aksi halde terazinin farklılığından dolayı inkara düşmesi muhtemeldir.
Şeyhlerimizden
biri de bu ilmin erbabından Ebu Imran'm şöyle dediğini nakletmiştir: Ebu Bekir
el-Kettani'yle konuşurken dinledim. Ebu Bekir, bu ilmin bütün tarikat ehline
açıklanması noktasında hoşgörülü davranıyordu. Ebu Imran ise onu kınıyor, ilmi
bu şekilde açıklamaktan ve çok konuşmaktan menediyordu. Sonunda kendisine şöyle
dedi: Ben, yirmi yıldır Allah Teala'ya dua ediyor ve bu ilmi bana unutturmasını
niyaz ediyorum. Ebu Bekir, 'Niçin?' diye sordu. Ebu Imran da şöyle dedi:
Rüyamda Allah Resulü'nü (sav) gördüm ve şöyle buyurduğunu işittim: Allah
katında herşeyin bir hürmeti vardır. Hürmeti en fazla olanların başında ise
Hikmet gelir. Allah Teala, onu ehli olmayanlara verenlerden hakkını talep
edecektir. Allah Teala'nın bir şeyi talepte bulunduğu kul ise O'nun
hasmıdır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demişti: 'Bir kişi mescidin sütunlarından birine
yaslandığında veya birşeyler sormak istediğinde onun meclisine oturma. Çünkü
geçmişte Hikmet ilminin anlatıldığı meclislerde, çok nadir olarak yirmi veya
otuz kişi biraraya gelirdi. Bunlar da devamlı ve sürekli gelmezlerdi. Bu tür
meclislerde asıl olan, dört kişiden on kişiye kadar küçük bir toplulukla
yapılan celselerdi. Kıssa anlatanların, zikircilerin ve vaizlerin oturumlarında
ise, Hasan al-Basri'nin (ra) devrinden günümüze kadar, yüzlerce kişilik
meclisler kurulurdu.
Tabii burada
şu ayrımı da yapmak gerekir: İlim meclisleri, daha ziyade havass içindi ve
bunların sayısı da azdı. Kıssalar ise avam içindi ve bunların sayısı da çoktu.
Tanıdığımız ulemadan bir zat şöyle demişti: Basra şehrinde zikir ve vaaz
üzerinde konuşan kimselerin sayısı yüzyirmi civarındaydı. Marifet, yakin,
haller ve makamlar hakkında konuşan alimlerin sayısı ise, sadece altı idi. Ebu
Muhammed Sehl, es-Subeyhi ve Abdürrahim bunlardandı.
Denildi ki:
Alimin sükutundan istifade edemeyen kimse, onun sözünden de istifade edemez.
Yani müslümana yakışan; onun sükut, huşu' ve vera'ıyla edeplenip sözüyle
terbiye olduğu gibi yakinine uymak ve sözünün takipçisi olmaktır. Ulema şöyle
derdi: Zahir ilmi dünya mülküne mahsus bir ilimdir. Batın ilmi ise, melekût
aleminin ilmidir. Onların bu sözle kasdettikleri; zahir ilminin dünyevi ihtiyaçlara
müteallik olmasından dolayı dünyevi bir ilim olması, Batın ilminin ise, ahiret
azığıyla ilgili bir ilim olduğu için ahiret ilmi oluşuydu. Yine onlar bu manada
şöyle demişlerdir: Dil, zahirdir ve dünya mülküne ait bir uzuvdur. O, zahir
ilminin de hazinesidir. Kalp ise, melekût aleminin hazinesi ve Batın ilminin
kapısıdır.
Batın
ilminin, Zahir ilmine üstünlüğü melekût aleminin dünya mülkünü ihtiva eden
aleme olan üstünlüğü gibidir. Melekût, gizli ve batini olan bir mülktür. Batın
ilminin, Zahir ilmine üstünlüğünü kalbin dile olan üstünlüğüne de
benzetebiliriz. Dil, açık ve zahir olan bir uzuv iken, kalp gizli ve batini
bir varlıktır. Bişr b. Hars (ra) şöyle derdi: 'Bize nakletti ki..' veya 'Bize
haber verdik ki..' ifadeleri, dünya ilminin kap il arından dır. Hadis, ahiret
azıklarından değildir.
Şeyhlerimizden
biri, kendi arkadaşlarından biri hakkında şu hadiseyi nakletti: Ona ait olup
pek nadir olanları dışında rivayet etmediği hadislerin yazılı olduğu on küsur
kitaplık dolusu kitabını gömmüştük. Merhum şöyle derdi: Hadis nakletmek
istiyorum. Bu yüzden de hadis nakletmiyorum. Eğer bu arzum kaybolursa, hadis
naklederim. Ardından da şunu eklemişti: Yaklaşık kırk yıldır nefsimle bu
hususta cihad ediyorum. Bir kişinin, 'Bize nakletti ki..' veya 'Bize haber
verdik ki..' dediğini işittiğin zaman anla ki o şunu demek istemektedir; 'Bana
yer açın'. Merhum, gerçekten de alim ve zahid bir zat idi. O ve benzerleri şu
sözü sık sık dile getirmişlerdir: 'Hadis nakletmeyi arzuladığınız zaman hadis
nakletmeyin. Ancak hadis nakletmeyi arzu etmediğiniz zaman nakledin'.
Rabiatü'l-Adeviye
(ra) Süfyan es-Sevri (ra) hakkında şöyle derdi: Bir de hadis rivayetini
sevmese, ne güzel adamdır şu Süfyan!. O, daima şöyle derdi: Hadisin fitnesi,
mal ve evladın fitnesinden daha çetindir. Bir defasında da şöyle demişti: 'Bir
de dünyayı sevmese...' Bununla kasdettiği, insanların hadis dinlemek için onun
çevresinde öbeklenmesiydi.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle derdi: Kim evlenir, hadis yazar veya geçimlik peşine
düşerse, dünyaya meyletmiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şöyle demişti:
İlmullah dışındaki ilimleri tahsil eden kimse, sadece eksiğini tamamlamış olur.
İlnıullah'ı tahsil eden kimse ise kemale ulaştırılmıştır. Aynı zat bunu
söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Rabbinden bir nimet yetişmiş
olmasaydı elbette o, fena bir halde meçhule atılacaktı". (Kalem/49) Yani
Marifet ilmi, kendisine yetiştirilmiş olmasaydı heva ve meçhulün
derinliklerine atılırdı.
Makûl ilmi
yani akli ilimler, Yakin ilmiyle kıyas edildikleri zaman, uzaklaşma olarak
görülürler. Aynı zat, "Eğer seni sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse
onlara meyledecektin" (İsra/74) ayetinin tefsirinde ise şöyle demiştir:
Yani seni, Marifet ile sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse akıl ilimlerine
meyledip onlara yaslanmaya başlayacaktın. Sehl b. Abdullah (ra), Allah
Teala'nm "Ve tarafından bana hakkıyla yardımcı bir delil ver"
(İsra/80) buyruğunun tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani Sen ve Sen'den
başkaları hakkında konuşan bir dil bahşet.
İlmullah,
îman ve Yakin ilimlerinin, hüküm, fetva ve muhakeme ilimlerine üstünlüğü,
bizzat müşahede etmenin haber yoluyla duymaya olan üstünlüğü gibidir. Allah
Resulü (sav) buyurdu ki:
"Haber,
muayene (=elle dokunup gözle görme) gibi değildir".[35][35] Bu hadisin
başka bir rivayetinde ise, şöyle bir lafız geçmektedir: "Haber verilen kimse,
elle tutup gözle gören gibi değildir".
Iyaz b.
Ganem (ra), "Çokluk kuruntusu sizleri oyaladı" (Teka-sür/1) ayet-i
kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet
etmiştir: "İlm-i Yakin, gözle görmek gibidir". Bu hadisin başka bir
yerinde ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Ümmetimin hayırlıları arasında öyle bir topluluk vardır ki; Rablerinin
rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O'nun azabının korkusuyla gizli
gizli ağlarlar. Onların, ayakları yeryüzünde kalpleri ise gökyüzündedir.
Ruhları dünyada, akılları ise ahirettedir. Sekine üzere yürür Vesile ile
Rableri-ne yakın olmaya çalışırlar".
Fetvalar,
verilen haberlerden ibarettir. Fetva istemek de, esasen haber istemektir. Bu
meyanda Allah Teala'nın şu buyruklarını delil olarak zikredebiliriz:
"Onlara sor...". (Fussilet/11); "Kadınlar hakkında sana
soruyorlar". (Nisa/127) Buradaki 'sorma=istiftâ' fiili, asıl olarak o
hususla ilgili haber ve bilgi talebidir. Haber ile teşekkül eden ilim, zan ve
şüpheden hali kalamaz. Müşahede ise zan-nı tamamen ortadan kaldırıp şüpheyi
giderir. Bu meyanda da Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Kalp,
gördüğünü yalanlamadı". (Necm/11) Burada görme fiili, göz gibi kalp için
de isbat edilmiş ve kalbin de görebileceği teyid edilmiştir.
Kalple görme
Yakin, böyle bir kalbe sahip olan da Yakin sahibi olarak değerlendirilir. Allah
Resulü de (sav), şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak Yakin yeter".
Şu halde Yakin ilminde, diğer ilimlere muhtaç olmaktan kurtulma sözkonusudur.
Zira Yakin, bütün ilimlerin özü ve hakikatidir. Diğer ilimler ise, Yakin
ilminden müstağni kalamazlar. Çünkü Tevhid ve İman ilimlerinde; şüphedeki
zaruret ve Yakine olan ihtiyaç, fetva ve benzeri diğer ilimlere göre çok daha
ileri safhadadır. İşte bu sebepledir ki Yakin ilmiyle müstağni olmak, diğer
ilimlerle müstağni olmaktan çok daha büyük ve Önemli bir hale gelmiştir.
Yakin
ilminin diğer ilimlerle ilişkisini bir şeye benzetmemiz gerekire, Fatiha
suresinin Kur'an'm tamamıyla ilişkisine benzetebiliriz. Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: "Fatiha suresi, Kur'an'm tamamını ifa ettirir".
Kur'an'ın tamamı ise, Fatiha'nın yerini alamaz. Allah Teala'yı bilmek, yani
İlmullah da işte böyle olup O'ndan başka herşeyi bilmekten daha ulvidir.
Allah
Teala'yı bilmek, bütün ilimlere bedeldir. Halbuki diğer bütün ilimleri bilmek,
Allah Teala'yı bilmeye bedel değildir. Çünkü Allah Teala'nın zatı, bütün
kainata ve daha fazlasına bedel iken, bütün kainat O'na bedel değildir:
Mevcudat aleminde varolan her ilim, O'nun malumuna bağUdır. Yakin ilmi de, Hak
Teala'nın ma'lumudur. Bu ilmin üstünlüğü, Allah Teala'nın masivâsma üstünlüğü
gibidir.
Hikmet
ehlinden jaîr zat, yukarıda anlattıklarımız çerçevesinde şöyle demiştir: 'Allah
Teala'yı bilen, neyin cahili olur ki? Allah Teala'yı bilmeyen de neyin alimi
olur ki?' Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler, peygamberlerin de
varisleridir. Çünkü onlar, Allah Tea-la'ya götüren yolun rehberliği ve O'na
davet vazifesini peygamberlerden miras almıştırlar. Bu yüzden de kalp
amellerinde onlara uyulur.
Allah Teala
buyurdu ki: "Kim, Allah Teala'ya davet eden ve sa-lih amel işleyenden daha
güzel sözlü olabilir?" (Fussilet/33); "Ve Rabbinin yoluna hikmet ile
davet et". (Nahl/125) Yine O, iman eden kullarına, kendisine davet etmeyi
emrederek bu davette kat'i olarak basiret üzere olunmasını murad etmiş ve
şöyle buyurmuştur: "De ki: işte bu benim yolumdur; ben ve bana uyanlar
basiret üzere Allah Teala'ya davet ederiz". (Yusuf/108)
Bu vasıfları
taşıyan alimler, Kıyamet günü de Peygamberle birlikte haşredileceklerdir.
Allah Teala bu manada da şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar, Allah
Teala'nın nimet verdiği peygamberlerle beraberdirler". (Nisa/69);
"Ve peygamberlerle şahitler getirildi". (Zümer/69) Bu şahitler de şu
ayet-i kerime ile açıklanmışlardır: "Zahitler ve alimler de Allah'ın
Kitabı'nm muhafazasına memur edilmiş olmaları ve bunun üzerine şahit
bulunmaları dolayısıyla..". (Maide/44)
Bu babda
Muaz b. Cebel (ra) Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
"İnsanlar arasında nübüvvet derecesine en yakın olanlar; ilim ehli ile
cihad ehlidir. İlim ehli, insanları peygamberlerin getirdikleri risalete
sevkederler. Cihad ehli ise, peygamberlerin getirdikleri uğruna kılıçlarıyla
cihad ederler".
Dünya
alimleri ise, ahiret alimlerinin aksine krallar ve sultanlarla birlikte
haşredileceklerdir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Alimler, enbiya
zümresiyle birlikte hasredilirler. Kadılar ise, sultanlar zümresiyle birlikte
hasredilirler. Kadı İsmail b. İshak, dünya ulemasından ve yargı müessesesinin
ileri gelenlerinden ve akıl sahiplerinden biriydi. Aynı zamanda Marifet
ehlinden olan Ebu'l-Hasan b. Ebi'1-Verd ile de kardeşlik bağına sahipti.
İsmail, kadılık makamına geçince İbnu Ebi'1-Verd kendisini terketti. Günlerden
bir gün İbnu Ebi'1-Verd bir şahitlikte bulunmak için onun makamına gitmek
zorunda kaldı. Oraya gittiğinde eliyle Kadı İsmail'in omzuna vurdu ve şöyle
dedi: Ey İsmail, seni buraya Öyle bir ilim oturttu ki, cehalet ondan daha
hayırlıydı. Bunun üzerine İsmail b. Edhem yüzünü örttü ve cübbesini ıslatacak
kadar ağladı.
Zahir
uleması, dünyanın ve mülkün ziyneti iken, Batın uleması semanın ve melekût
aleminin ziynetidirler. Zahir uleması dil ve haber ehli iken, Batın uleması
kalp ve ayne'l-yakin ehlidirler. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala
dili yarattığı zaman şöyle buyurdu: 'Bu, Benim haberimin sığınağıdır. Eğer
Beni tasdik ederse onu felaha erdiririm'. Kalbi yarattığında ise şöyle buyurdu:
'Bu, Benim nazar ettiğim yerdir. Eğer yalnız Bana halis kalırsa, Ben de onu
dost edinirim'.
Haleften bir
zat şöyle demişti: Cahil, ilim ile kurtulur. Alim de hüccet ile kurtulur. Arif
ise, mertebeyle kurtulur. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: 'Zahir ilmi
hüküm, Batın ilmi ise hâkimdir. Hâkim gelip hükmünü verinceye kadar hüküm
belli olamaz. Zahir uleması, delillerin ihtilafından dolayı bir meseleyi
anlamakta güçlük çektikleri zaman İlmullah ehline sorarlardı. Çünkü onlara göre
bu kimseler Tevfîk-i İlahi'ye daha yakın, heva ve günahtan ise uzak olurlardı.
İmam Şafii
de (ra) bu alimlerdendi. Ulemanın görüşlerinin farklılığından ve delillerin
denk olmasından dolayı bir meseleyi anlaması zorlaştığı zaman Marifet ehline
başvurur ve onlara sorardı. O, er-Ra'i'nin huzurunda tıpkı bir çocuğun
hocasının huzurunda oturduğu gibi oturur, şu meselede ne yaptığını, bu mevzuda
nasıl hareket ettiğini sorardı. Böyle durumlarda ŞafıVye 'Ey Eba Abdullah,
senin gibi ilim ve fıkıh sahibi olan biri, böyle bir bedeviye nasıl soru
sorar?' denilir, o da şu karşılığı verirdi: Bu, bizim ilmimizin gereğidir. Bir
defasında çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bu halde iken dahi şöyle
diyordu: 'Allahım, eğer bu Senin rızan içinse, daha da arttır'.
Bunun
üzerine Mısır ulemasından el-Me'afıri kendisine bir mektup yazarak şöyle dedi:
'Ey Eba Abdullah, sen ve ben Cenab-ı Hakk'm imtihanına ehil olanlardan değiliz
ki O'nun rızasını niyaz edelim. Bizim için doğru olan, O'ndan şefkat ve afiyet
niyaz etmektir*. Bunun üzerine Şafî'i (ra) önceki görüşünden dönerek şöyle dedi:
'Allah Teala'dan mağfiret diliyor ve O'na tevbe ediyorum'. Merhum bundan sonra
şöyle dua ederdi: 'Allahım, sevdiğim şeyde benim için hayır kıl'.
Ahmed b.
Hanbel (ra) ile Yahya b. Ma'in (ra) Ma'ruf b. Feyruz el-Kerhi'nin (ra)
meclisine giderlerdi. Ma'ruf el-Kerhi (ra), ilim ve sünneti bu iki alim kadar
güzel bilmezdi. Buna rağmen her ikisi de ona soru sorarlardı. Bir hadis
rivayetinde de Allah Resulü'ne (sav) şöyle denildiği nakledilmiştir: "Ey
Allah Resulü, Önümüze bir mesele gelip de cevabım Allah'ın Kitabı'nda ve Resulü'nün
sünnetinde bulamadığımız zaman neyapmamız gerekir? Allah Resulü (sav) buyurdu
ki: Salihlere sorun ve bunu onlar aramda bir istişare mev-zusu yapın. Onlar
olmaksızın herhangi bir karara varmayın".
Muaz (ra)
hadisinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Eğer sana Allah'ın Kitabı'nda ve Resulü'nün sünnetinde olmayan bir mesele
gelirse ne yaparsın? Dedi ki: Salih-lerin verdiği hükmü veririm. Bunun üzerine
Allah Resulü (sav), 'Resulü'nün elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun".
Bu hadisin başka rivayetlerinde ise Muaz'm (ra) "Kendi görüşümle ictihad
ederim" dediği rivayet edilmiştir[36][36]
Cüneyd-i
Bağdadi'den bize şu sözü naklettiler: 'Seri es-Saka-tfnin (ra) yanında ikamet
ettiğimde bana şöyle demişti: Benden ayrıldığın zaman kimin meclisinde
oturuyorsun? Ben de 'Haris el-Mu-hasibi' demiştim Bana şöyle dedi: Güzel, onun
ilmini ve edebini al.Kelam'ı şıklara ayırmasını ve Kelamcılar hakkındaki
tenkidlerini ise bırak. Ben ayrılırken şöyle dediğini işittim: 'Allah seni sun
bir hadis alimi kılsın. Hadis alimi sufı kılmasın'. Bunun manası şudur:
Müridlik
yoluna başlarken hadis, eser, usul ve sünneti öğrenip bunların ardından ibadet
ve zühde dalarsanız sufılik yolunda ilerleyip arif bir sufi olursunuz. Böyle
yapmayıp da önce ibadet, takva ve hal ile meşgul olursanız, hadis ve usul
ilmine bakamazsmız ve işin sonunda ilim sahibi olmadığınız için ya şatahât
ehlinden biri, ya da hata ehlinden olup çıkarsınız.
Hallerin en
güzeli, evvel emirde Zahir ilmine ve hadis kitaplarına vakıf olmaktır. Çünkü
bunlar, ibadet ve ilmin dallandığı kökleri teşkil ederler. Aksi halde
köklerden önce dallara sarılmış olursunuz. Hatta bu babda şöyle denilmiştir:
'Kimileri usûlü kaybettikleri için vusulden -yani maksada ulaşmaktan- mahrum
edildiler1. Burada kasdedilen usûl, hadis kitapları, rivayetler ve
sünnetlerdir. Ama asılları tekrar etmekten öte gidemediğiniz zaman, tenkid
mertebesinden aşağı düşer, arifler derecesinden aşağı iner, Yakin ve İman'm
faziletini kaçırırsınız.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: İnsanlar, ilmi talep ettikleri zaman onunla amel
ederler. Amel ettiklerinde de ihlaslı davranırlar. İhlaslı olduklarında ise
kaçarlar... Alim, insanlardan kaçmaya başladığı zaman sen onun ardına düş.
İnsanlar ardına düştüklerinde ise ondan kaç'. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle
demiştir: İlim ilme seslenir. Eğer icabet ederse eder. Aksi halde göçüp gider.
Zünnun-i
Mısri (ra) şunu söylemiştir: 'Sana sıfatıyla konuşanın meclisine otur. Diliyle
konuşanın meclisine ise asla oturma'. Daha öncesinde Hasan el-Basri de (ra)
şöyle demiştir: 'Amelleri seninle konuşan kimsenin meclisine otur. Sana sırf
sözüyle hitap edenin meclisine oturma'.
Selef
devrinde insanlardan bir topluluk, ulema olmasalar dahi Marifet ehli ile
arkadaşlık etmek suretiyle onların edebiyle edep-lenmek, onların davranış
biçimlerini ve ahlaki yapılarını görmek isterlerdi. Çünkü edep ve terbiye
fiillerle, öğretim ise sözle olur. Bu babda duyduğum en güzel şey, hikmet
ehlinden bir zatm söylediği şu sözdür: Bir kişinin, bin kişiye fiiliyle yaptığı
vaaz, bin kişinin bir kişiye sözle yaptıkları vaazdan çok daha başarılı ve
etkindir.
Sehl (ra)
şöyle derdi: 'İlmin tamamı dünya içindir. Ahiret için olansa o ilimle yapılan
amellerdir. Ameller de ihlas olmadıkça tamamen hebadır5. Bir defasında da
şöyle demişti: 'Alimler dışında bütün insanlar ölüdür. Amel edenleri dışında
bütün alimler sarhoştur. Muhlis olanları dışında bütün amel sahipleri
aldanmıştır\ Allah Teala'ya ihlas ile amel eden kimse, bunu hüsn-i hatime
nasip oluncaya kadar devam ettirmek durumundadır.
Hakiki
ulemaya göre, Allah Teala'dan başkasını bilen ve O'ndan başkasını fıkheden
kimse alim değildir. Böylesine verilecek isim; ravi, koruyucu, hafız, taşıyıcı
veya nakledici olabilir. Zahid Ebu Hazini (ra) şöyle derdi: 'Artık ulema gitti,
kitaplardaki ilimler kaldı'. Zühri (ra) ise şunu söylerdi: Talanca ilmin
kabıdır. İlmin kaplarından biri olan falanca kişi bana nakletti ki..' O,
kendisine hadis veya haber nakleden herkes için 'Alim' tarifini kullanmazdı.
Nitekim
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen hadis-i şerifler de bunu teyid
etmektedir. Bunlardan birinde O'nun şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Nice
fıkıh taşıyıcısı vardır ki -fakih değildir-, onu kendinden daha fakih olana
taşır".[37][37]
Mesela Hammad için, ravi olduğunu tescil ederek Hammad er-Raviye derlerdi.
İsmin sonuna konulan 'Ha' harfi ise, 'Allanıeh' ve 'Nessabeh' kelimelerinde olduğu
gibi mübalağa ifade etmek içindir.
Selefe göre
alim; başkasının değil Allah Teala'mn ilmiyle müstağni olan kimseydi. Fakih
ise; başkasının sözleriyle ve rivayetle-riyle değil kendi ilminin ve kalbinin
fıkhıyla imtiyaz eden kimseydi. Bir hadiste de bu mana teyid edilmektedir:
"İnsanların en zengini kimdir? diye soruldu. Buyurdu ki: İlmi ile
müstağni olan alim, en zengindir. Ona ihtiyaç duyulduğunda ilmiyle faydalı
olur. Aksi halde insanlara karşı ilmiyle yetinir". Başkasının ilmiyle ilim
sahibi olan her alim, onun bütünü için alim olur. Bütünü ise, Ulemadır.
Başkalarının tavsifi ile fazilet sahibi olan da, onun bütünüyle yani Fuzela ile
mevsuf olur. Onları terkedip tek başına kaldığı zaman sükut edip nefsinin
ilmine dönerek onunla ihtisas etmez. Böylelikle hakiki manada, cehalet ile
vasfedilen ve fazilet ehlinini yollarını anlatan biri olur. Netice itibarıyla
işittiği ve naklettiği ilimle takdir edilen biri olarak kalır. Başkasının
ilmiyle alim olan kimse; sarihlerin hallerini anlatan, sıddıklarm makamlarını
bilen birine benzer. Böyle birinin kendine ait ne bir hali, ne de makamı
vardır. Onun vasfettiği kimse, kendisine sadece ilim ve kelamda hüccet için
müracaat eder. Marifetullah ehli ise hüccet bakımından amel-leriyle ve
makamlarıyla öne geçmiş insanlardır.
Böyleleri
hakkında Allah Teala'nm şu buyruklarını misal olarak zikredebiliriz:
"îsnad ettiğiniz sıfatlardan dolayı vay sizlere!". (Enbiya/18);
"Onları aydınlattıkça ışığında yürürler. Karanlık üzerine çöktü mü de
dikilip kalırlar". (Bakara/20) Burada murad edilen, basirettn başka
birşey değildir. Ayette geçen karanlıklar ise, alimlerin düştükleri ihtilaf
hallerinin teşbihidir. Böyle hallerde, sahip olduğu şeyi tahkik edemeyen
kimse, başka birinin sahip olduğuna sahip olan kimseden başkası değidir. Onun
gerçek sahibi olan kimse, onun hakiki şahididir. Onu nakleden kimse ise,
başkasının şahit olduğuna şahitlik eden kimsedir. Hali sağlam ve doğru olan,
bizzat şahid olandır.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Teala, rivayet sahibine ehemmiyet vermez. O
ancak anlayış ve dirayet sahibine ehemmiyet verir. Yine o, şöyle demiştir:
'Kendisini mükellef kılan bir akla sahip olmayan kişiye, rivayet ettiği
hadislerin çokluğu asla fayda etmez'. Bu manada, hikmet ehlinden bir zata ait
olan şu şiiri hatırlatmak istiyoruz:
İlim, iki
ilimdir; kesbî ve tabi'î.
Kesbî
olmadıkça, topluma etmez fayda,
Tıpkı göz
fersiz olduğunda güneş ışığının fayda vermediği gibi.
Cüneyd-i
Bağdadi de (ra) ekseriyetle şu şiiri okurdu:
Tasavvuf
ilmi, öyle bir ilimdir ki bilemez onu, Ancak ferasat sahibi ve hak ile maruf
olan. Ona şahit olmayan da bilemez onu, Hem nasıl görür güneş ışığını ki,
gözleri kör olan.
Bu mevzuda aslolan
da budur. Çünkü kitaplar ve mecmualar, hep sonradan oluşmuş muhdes attan dır.
Başka insanların sözlerim söyleyip ulemadan birinin mezhebine uygun fetva
vermek, onun görüşlerine yönelip her konuda onu anlatmak ve o mezhebin görüşlerini
fikhetmeye çalışmak da sonradan çıkma bir muhdes, yani bidattir. Birinci ve
ikinci Hicri asırlarda müslümanlar böyle yapmıyorlardı. Hadis ve fıkıhla
ilgili olarak hazırlanan bu eserler, ancak Hicri 120. yıldan, yani Sahabe'nin
(ra) tamamının ve Tabiun'un (ra) ileri gelenlerinin Dar-ı Beka'ya
irtihallerinden sonra ortaya çıkmıştır-
İslam
tarihinde yazılan ilk eserlerin; İbni Cüreyc'in (ra) rivayetlerle ilgili
tasnifiyle, Mücahid, Ata' ve İbni Abbas'ın (ra) Mekke'deki öğrencilerinin
tefsirle ilgili bazı eserleri olduğu söylenir.
Bundan sonra
San'alı Ma'mer b. Raşid'in dağınık hadisleri bab-lar halinde topladığı kitabı
ortaya çıkmıştır. Medine'de İmam Ma-lik'in (ra) fıkıhla ilgili 'Muvatta' adlı
eseri, îbni Uyeyne'nin 'Kita-bü'l-cevami' fi's-sünen ve'l-ebvab' kitabı ile,
Kurban ilimleri hakkındaki 'Kitabü't-tefsifi ve Süfyan-ı Sevri'nin (ra), fıkıh
ve hadisle ilgili 'el-Cami'u'l-Kebif adlı eserleri ortaya çıkmıştır.
Bunlar,
İslam tarihinde tasnif edilen kitapların ilklerini teşkil etmektedir.
Kitapların ortaya çıkışları, yaklaşık olarak Tabiun'un ileri gelenlerinden Said
b. el-Müseyyeb ve benzerlerinin (ra) vefatlarını, Hicret'in 120 küsur senesini
takip etmektedir. Bu alimlerin imamları olan alimler, Sahabe'nin (ra) dört
tabakasmdandı. Tabiun'un ilk tabakasının vefatı, takriben kitap tasniflerinin
öncesine tevafuk etmektedir.
Bunlar,
hadislerin yazılmasını ve ulemanın bu tür kitaplar yazmasını, halkı Kur'an-ı
Kerinı'den, zikir ve fikirden uzaklaştıracağı endişesiyle mekruh görüyorlardı.
Bu meyanda da daima şöyle diyorlardı: 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de
ezberleyin'. Onlar, halkın yazı ve işaretlere boğularak Allah Teala'dan ve
O'nun Kitabı'ndan uzaklaşmalarından endişe ediyorlardı.
Bu
endişelerinde yalnız da değillerdi. Nitekim Ebu Bekir-i Sıd-dık (ra) ve Sahabe'nin
ileri gelenleri de, Kur'an'm mushaf haline getirilmesine karşı çıkarak şöyle
demişlerdi: 'Allah Resulü'nün (sav) yapmadığı birşeyi nasıl yaparız?!' Onlar,
bu sözü söylerken, halkın sahifelerle meşgul olup mushaflara dayanacaklarını
düşünüp endişeleniyorlardı. Bu meyanda da şöyle diyorlardı: 'Bırakalım da
insanlar Kui^an'ı aralarında teati etsinler. Biz de bu şekilde telkin, okutma
yoluyla öğrenmiştik. Böylece Kur5an, onlar için daimi bir meşguliyet ve gayret
konusu olur
Ömer (ra) ve
Sahabe'nin kalanları ise Ebu Bekir'e (ra) Kur'an-ı Kerim'i mushaf halinde
toplatmasını, bunun Kur'an'm muhafazası bakımından daha emniyetli olacağını
tavsiye ederek, halkın bu mus-haflara müracaat etmesini, çünkü dünya gailesinin
onları meşgul etmesinden emin olunamayacağını ifade ettiler. Allah Teala da
Ebu Bekir'in (ra) kalbini bu tavsiyeye açtı ve dağınık sahifelerde ve eşyalarda
yazılı olan KurVn-ı Kerim, tek bir mushaf halinde toplandı.
Onlar ilmi
birbirlerinden alıyor ve çok sağlam bir şekilde hıfz ve muhafaza ediyorlardı.
Bunun sebebi; kalplerinin her türlü şüpheden arınmış olması, dünya
gailelerinden hali olması, nevalardan sıyrılmış ve yüksek himmetti, azimetkar
ve hüsnü niyetli olmalarıydı.
Hicretin iki
yüz yılının dolmasından ve ilk üç asrının geçmesinden sonra gelen reddedilesi
dördüncü asırda Kelam tasnifatı ve Ke-lamcılarm kitapları ortaya çıkmaya
başladı. Bu kitaplar, yazarlarının görüşleri, akli bilgileri ve kıyas yoluyla
oluşturulan kitaplardı.
Takva
ehlinin ilmi kaybolmaya yüz tutmuş, Yakin ehlinin bildikleri takva ilmi, rüşd
ilhamı ve Yakin ilimleri görünmez hale gelmişti. Bunların ardından da nesiller
gelmeye devam etti. Biz de şu zamanı (Hicri dördüncü asır) yaşayan halefleriz.
Bizim zamanımızda işler iyice karıştı ve insanların tefrikiyle ilgili kıstaslar
değişti. Neticede Kelam ehli 'Ulema' olarak anılmaya, kassaslar da 'Arifler5
olarak isimlendirilmeye başlandı. Raviler ve nakilciler ise, din hakkında
hiçbir fıkh ve basirete sahip olmamalarına rağmen 'Ulema' sınıfına sokuldular.
Ibnu Ebi
Abla'dan şu söz rivayet edilmiştir: 'Sabah namazından sonra Ata el-Horasani'nin
(ra) meclisine oturur, o da bize ilminden anlatırdı. Birgün gelemedi. Bunun
üzerine, kendisine izin verilenlerden bir adam konuşmaya başladı. Adamın
mahzuru yoktu. Çünkü Ata'nın konuştuğu gibi konuşuyordu. Ama aramızda bulunan
görme özürlü Reca b. Hayye, adamın sesini tanımadı ve sordu: Konuşan kim? Adam
da 'Ben falanım' dedi. Bunun üzerine Reca1, 'Sus, ilmi ehli olmayandan dinlemek
mekruhtur1 dedi. İşte onlar, böyle hassas insanlardı. îlmullah'a ehil olan
kimseler, bu ilmi ehli olmayan kimselerden dinlemeyi reddederlerdi. Onlar bu
mübarek ilmi, sadece dünyada zühd sahibi olanlardan dinler, ehl-i dünyadan dinlemeyi
mekruh görerek, bu ilmin böyle kimselere yakışmadığını söylerlerdi.
Bilin ki;
Allah Teala'yı Marifet ve İlm-i Yakin ile zikreden kimse, ulemadan herhangi
birini taklid edemez. Selef-i Salih (ra) böyle idi. Bu makama ulaşan zatlar,
Yakin ve anlayış bakımından ulaştıkları faziletten ötürü kendilerinden ilim
naklettikleri alimlere muhalefet etmeye başlarlardı. İbni Abbas (ra) şöyle
demiştir: Allah Resulü'nden (sav) başka sözüyle amel edilemeyecek veya görüşü
terkedilemeyecek hiç kimse yoktur. Kendisi Zeyd b. Sabit'ten (ra) fıkıh
öğrenmiş, Übey b. Ka'b'dan (ra) kıraat okumuştu. Daha sonra da fıkıhta Zeyd'e
(ra), kıraatta da Übey'ye (ra) muhalif görüşlere sahip olmuştu.
Selef
fukahasmdan bir zat (muhtemelen İmam Ebu Hanife -çev-) şöyle demiştir: 'Allah
Resulü'nden (sav) geleni başımız, gözümüz üzere kabul ederiz. Sahabe'den (ra)
gelenleri ise alır ve bırakırız. Tabiun'dan (ra) rivayet edilen görüşlere
gelince, onlar da adam biz de adamız'. Bu sözün başka bir rivayetinde 'Biz de
görüşümüzü söyleriz ifadesi mevcuttur.
İşte bu
sebepledir ki Selef fakihleri, taklidi mekruh görür ve şöyle derlerdi: Kişi,
ulemanın ihtilaflarını öğrenmeden fetva veremez. Yani bu ihtilafları öğrendiği
zaman, ilmine dayanarak dinen en ihtiyatlı ve Yakini bakımından en kuvvetli
olanı tercih ederek onunla fetva verir. Ama başka birinin mezhebine bağlı olan
alimin, ulemanın ihtilaflarını bilmeksizin sadece kendi mezhebinin görüşleriyle
iktifa ederek fetva vermesini müstehap görürlerdi. Buna dayanarak da şöyle
denmiştir: Kul, ahirete irtihal ettiği zaman 'Bildiklerinle ne gibi amellerde
bulundun?' diye sorulacak ve 'Başkasının ilmiyle ne gibi ameller işledin?'
denilmeyecektir.
Bu meyanda
Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiiriz: "Kendilerine ilim ve iman
verilenler..". (Rum/56) Görüldüğü üzere Allah Teala, bu ikisini
birbirinden ayrı olarak zikretmiştir. Bu ayrım, kendisine iman ve yakin verilen
kimsenin, aynı zamanda ilme de nail olacağına ve bunun tersi olarak kendisine
faydalı ilim verilen kimsenin de, imana nail olacağına delalet eder. Bu tefsir,
Allah Teala'nm şu ayetinin manalarından da birini teşkil etmektedir: "Allah,
kalplerine imanı yazdı ve onları, kendinden bir ruh ile destekledi".
(Mücadele/22) Yani onları İman ilmi ile takviye etti. İman ilmi, imanın
ruhundandır. Ayetteki 'Ha=onun' zamiri imana dönmektedir.
Kur'an-ı
Kerim ve Sünnet-i Nebevi'den istidlal ve hüküm çıkarmaya ehil olan alim, bir
san'atm aracı ve bir fiilin aletidir. Çünkü o, temyiz ve basiret sahibi olup
tefekkür ve ibret ehlindendir. Cahil ve avama mensup bir gafil ise, ulemayı
taklid etmek durumundadır. Avamın alimi de, aynı şekilde havassın alimini
taklid eder. Zahir ilmine sahip olan alim de, kendinden yüksekte olan ve Batın
ilmine vâkıf kılman kalp ehlinden bir alimi taklid edebilir. Çünkü Allah
Resulü (sav) lisan ve fetva bilgisini alan kimseyi kalbi ilme sevketmiştir.
Kalp ehli
ise, sahip oldukları ilimde fetva ehline havale edilmemişlerdir. Zira onlar,
müftilerden fetva aldıktan sonra onu kalplerine arzetnıekte ve kalplerinde bu
fetvaya karşılık ufak bir tereddüt ve şüphe hasıl olduğunda kalplerinin
hükmüne teslim olmaları lüzum etmektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bu
babdaki emri gayet açıktır: "Fetva verenler, sana fetva vermiş olsalar da
sen fetvayı kalbine sor". Yine O şöyle buyurmuştur: "Günah, kalplerin
hamlığıdır... Kalbinde tereddüt doğuran şeye gelince sana fetva verseler dahi
onu terket".[38][38]
Kul, bu emre
uyarak fetvanın durumunu öğrenmeye çalışır ve ona şartsız teslim olmaz. Kelam
ilmine dayanarak konuşan ve onu kendisine sanat haline getiren kişi,
dinleyenlenlere garip gelir. Zamanla kendisi de hakkı batıldan ayıramaz bir
noktaya düşer. Buna rağmen 'alim' olarak adlandırılır. Avam ilim sahibi
olmadığı ve dinleyicilerin çoğunluğu Selef ulemasının vasıflarını bilmedikleri
için, -aslı olmasa bile- süslü ve yaldızlı sözler söyleyen herkes, avam tarafından
'alim' olarak isimlendirilmiştir.
Zamanımızın,
sözleri bakımından en fazla fitneye sebebiyet verenleri müftiler olmuştur.
Kelam, re'y ve akli bilgilere dayanarak söylenen ve aslı cehalet olan sözlerin
birçoğu, cahiller arasında 'ilim' olarak itibar görmektedir. Onlar sadece kelam
üreten ile alimi, ilim ile kelamı birbirinden ayırtedememektedirler. Daha önce
de ifade ettiğimiz üzere cahillerin havassı, alimlere benzemeye çalışır ve
meclislerine oturanlara da derhal 'alim' olarak görünürler.
Bilin ki; şu
zamanda insanların en alimi, Selef ulamasının hayatlarını ve takip ettikleri
yollan en iyi bilenlerdir. Bunların ardından, ilmin ne olduğunu en iyi
bilenler gelir. Bunlar, kimin hakiki müte'allim yani öğrenci, kimin de aslı
olmadığı halde böyle bir hava estirdiğini iyi bilirler. İlim talep edenlere
farz olan da, bunları bilmek ve iyice öğrenmektir. Çünkü Allah Resulü (sav)
ilim talep etmenin farz olduğunu buyurmuştur.
Şu halde
müslümanlarm, öncelikle öğrenecekleri şeyi bilmek için, neyin ilim olup
olmadığını öğrenmeleri vacip olmaktadır. Çünkü bilinmeyen birşeyin talep
edilmesi sahih olmaz. Bunun ardından hakiki alimin kim olduğunu da bilmeleri
vaciptir. Çünkü ilmi öğrenmek için gidecekleri şahsın, hakiki alim olması
gereklidir. Şu halde ilmin bir derinliği vardır ve bu da, ancak alim ile kaim
olabilir. İlim, ancak ehlinde bulunan bir fazilettir. Bu meyanda Ali'ye (kv),
'Sen bu meselede falana muhalefet ettin' denilmişti. O da şu cevabı verdi: En
hayırlımız, bu dine en fazla tâbi' olammızdır\ Sa-id b. el-Müseyyeb (ra) ile
ilgili olarak da şu hadise nakledilir: Bir defasında "Biz hiçbir ayeti
neshetmez veya unutturmayız ki.." (Bakara/106) ayetini okuduktan sonra
şöyle demiştir: Kur'an ne İbni'l-Müseyyeb'e, ne de babasına inmiştir. Ardından
da aynı ayetin başka bir kıraatini okumuştur.
Şu zamanda
insanların en alimi, Tevfİk-i îlahi'ye ve rüşde en yakın olanları, Selef-i
Salih'e en fazla tabi' olarak halefin salihleri-nin sıfatlarına en fazla
benzeyenlerdir. Allah Rsulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis de bunu teyid
etmektedir: "O'na, 'İnsanların ilim bakımından en ileri olanı kimdir?'
diye soruduğunda şöyle buyurmuştu: İşler kapalı ve anlaşılmaz hale geldiğinde
hakkı en iyi bilendir". Seleften bir zat ise şöyle demiştir: 'İnsanların
ilimce en kuvvetlisi; ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir1.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: İslam hakkında nakilde bulunan iki muhaddis vardır.
Bunlardan biri kötü görüşlü olup cennetin kendi görüşünü benimseyenlerin hakkı
olduğunu iddia eder. Digeri ise azgın ve dünyaya tapan biridir. Yalnız dünya
için öfkelenip yine onun için hoşnut olur ve sadece onu talep eder. Bu ikisini
cehenneme gönderin ve onların amellerine bakarak Rablerini inkar edişlerini
görün. Allah Teala, biri azgın ve dünyaya çağıran, diğeri nevasına esir olup
insanları kendi nevasına teşvik eden iki kişi arasında kalan adamı korusun da;
Selef-i Salih'e gelsin ve onların fiillerini sorup izlerinin ardına düşsün.
Eğer böyle yaparsa, büyük bir ecir kazanmış olur. Sizler de işte böyle olun.
İbni Mesud'dan
(ra) müsned olarak şu hadis rivayet edilmiştir: 'İki şey vardır: Söz ve
hidayet. Sözlerin en güzeli Allah Teala'nın sözü, hidayetin en güzeli de Allah
Resulü'nün (sav) hidayetidir. Siz siz olun, sonradan çıkma bidatlardan uzak
durun. İşlerin en kötüleri sonradan çıkma olanlarıdır. Sonradan çıkma herşey
de bidattir. Her bidat da dalalettir. Dikkat edin de süreniz çok uzamasın. Yoksa
kalpleriniz katılaşır. Dikkat edin, gelecek olan herşey yakındır. Ve yine
dikkat edin uzak olan, asla gelmeyecektir".[39][39]
İbban (ra)
vasıtasıyla Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen hutbesinde Allah Resulü
(sav) şöyle buyurmaktadır: "Kendi ayıbıyla uğraşmaktan başkalarının
ayıplarını görmeye vakit bulamayan, haram karıştırmaksızın kazandığı maldan
infakta bulunan, zillet ve ma'siyet ehlinden uzak durarak fıkıh ve hikmet
ehliyle içice olan kimse, ne güzel kimsedir! Nefsinde zelil olup ahlakı
güzelleşen, içi salah bulan ve insanlara kötülük etmekten uzak duran kimse, ne
güzel kimsedir! İlmiyle amel eden, malının fazlasını Allah yolunda harcayan,
sözün fazlasını kendine saklayan, sünnetle genişleyip işini bidata çevirmeyen
kimse ne güzel kimsedir!".
Yaşadığımız
zamana şahit olan ediplerden biri de, devrimizi şu manzume ile vasfetmiştir:
Yollarına
uyulan adamlar, gittiler artık,
İnkarcılar,
inkar ediyorlar herşeyi,
Kaldıysa
halefler arasında arındıran yekdiğerini,
O da, körün
körü iteklemesi gibi.
Öyleleri var
ki insanlar arasında, hayvandır o, Fakat işiten ve gören beşer suretinde.
Malına, gelen her belada uyanıkken feraseti, Dinine isabet eden belayı duymaz
ruhu bile. Sor ki fakihe sen de olasın onun gibi bir fakih, Bir mevzuda
koşturan fıkıh ile, kazanır bu payeyi.
îbni Mesud
(ra) şöyle derdi: 'Ahir zamanda güzel bir hidayet üzere olmak, çok amel
yapmaktan daha hayırlıdır1. O, kendi yaşadığı devri Yakın ile tavsif ederken,
bizim devrimizi Şüphe ile tarif etmiş ve şöyle demiştir: 'Öyle bir zamanda
yaşıyorsunuz ki, en hayırlılarınız güzel işlerde koşturanlardır. Sizden sonra
öyle bir zaman gelecektir ki, onların en hayırlıları, duraksayan ve yerini muhafaza
edenler olacaktır*. O, bununla şüphelerin çokluğunu ima etmekteydi.
Huzeyfe (ra)
ise, bundan daha ilginç bir söz söylemiştir: Bugün maruf -yani iyi olarak-
bildiğiniz şey, geçmişte münker -yani kötü olarak- bilinirdi. Sizin münkeriniz
de, Öyle bir zaman gelecektir ki maruf olacaktır. Hakkı bildiğiniz ve
alimleriniz de hafife alınmadığı müddetçe hayır içinde olmaya devam edersiniz.
Yine o, şöyle derdi: Ahir zamanda öyle bir topluluk gelecektir ki, onların alimi,
ölü eşek mertebesinde olacak ve kendisine dönüp bakmaycaklardır. Onların
müminleri bizim münafıklarımız gibi gizleneceklerdir. Onlar katında bir mümin,
bir cariyeden daha hor görülecektir.
Ali'nin (kv)
rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, onların onda dokuzu hakkı inkar
edecek ve aralarında devamlı sükut eden ve dalgınlığa vuran mümin dışında
hiçbiri kurtulamayacaktır. İşte onlar, ilim lambaları ve hidayet imamları olup
yayıp saçanlar değillerdir". Yani çok konuşan ve fazla konuşarak üstünlük
taslayanlar değillerdir.
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, hakkı bilenler kurtulacaklardır,
'Peki ya amel?1 denildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: O gün amel yoktur. Sadece
dinine sarılarak tepeden tepeye kaçanlar kurtulacaklardı". Ebu Hüreyre'nin
(ra) rivayet ettiği hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların
yaşayacağı öyle bir zaman gelecektir ki, emredilenin onda biriyle amel eden
dahi kurtulacaktır". Bu hadisin başka bir rivayetinde 'Bildiğinin onda
biri' ifadesi geçmektedir.
Sahabe'den
(ra) biri de şöyle demiştir: 'Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, bildiğinin onda
birini terkedeniniz bile helak olur. öyle bir zaman da gelecek ki, bildiğinin
onda biriyle amel eden dahi kurtulacaktır1. Halifelerden biri de şöyle
demiştir: 'Üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, ilmin en faziletlisi sükut
etmek, amellerin en faziletlisi de uyumak olacaktır.
O, bu
sözüyle şüphelerin artmasından dolayı münafıkların çoğalacağını ima
etmektedir. Böyle zamanlarda sükut etmek, cahil için ilim olacaktır. Diğer
taraftan amelleri şehvet için eda edenlerin sayısı da artacağı için, uyumak şehvetten
hali olanların ibadeti olacaktır. Dikkat edin, sükut ve uyku alimin hallerinin
en düşük-ğü iken, cahilin hallerinin en yükseğidir.
Yunus b.
Ubeyd (ra) şöyle derdi: Bugün sünneti bilenler, garib haline geldi. Onu bilen
de ondan uzaklaştı. Burada uzaklaşılan şey, Se-ief-i Salih'in hal ve tarzıdır.
Yunus, sünneti bilenin de garib haline geldiğini söylerken, sünnete uyan
kimsenin yaşadığı toplumda yadırganıp yabancıl aştığını ifade etmek
istemektedir. Huzeyfe el-Maraşi de, Yusuf b. Esbat'a (ra) yazdığı bir mektubda
şöyle demekteydi: Ta-at de, onun bilenler de kaybolup gitti. Yine o, şunu
söylemekteydi: Kendisine aşina olunacak kimse kalmadı. İlim tedrisatının bile
günah olduğu bir devirde yaşıyoruz. Bunun üzerine 'Niçin böyle?' diye
sordular. O da şu cevabı verdi: Çünkü ilim, ehlini bulamıyor.
Ebu'd-Derda
ise (ra) şöyle derdi: 'Hayırlılarınıza icabet ettiğiniz müddetçe hayırda olmaya
devam edersiniz'. 'Hakkınız var' denildi. O zaman, durumu anladı ve şöyle dedi:
'Hakiki alim sizin nazarınızda toslanarak öldürülmüş bir koyun gibi olduğunda,
vay halinize!'
Selef
ulemasının, mütalaa için toplandıkları ve tartıştıkları ilimler vardı. Bu
ilimler, bizim zamanımızda da tedris edildi. Salih-ler içinse, belli manalar ve
yollar vardı. Onlar, bu yollara sülük eder ve bunlar hakkında sualler
sorarlardı. İşte bu ilim, bizim zamanımızda ortadan kalkmıştır. Yakin ve
Marifet için belirlenmiş makamlar ve haller vardı. Bu ilme ehil olanlar,
bunları mütalaa eder ve ilmin erbabı olan zevatın peşlerine düşerlerdi. Bunların
eserleri, talep sahiplerinin ve rağbet edenlerin azlığından, bunları bilen
alimlerin irtihalinden ve sülük sahiplerinin de, bunları bırakarak tarikatlara
girmelerinden dolayı neredeyse tamamen silinip gitti.
Bu ilimlere
misal olarak; helali arama, kazanç ve muamelatta vera' sahibi olma, ihlas ilmi,
nefslerin afetleri ve amellerin fesadı ilmi, ilim ve amel nifakı, bu iki nifak
arasındaki temyiz, kalp nifakı ve nefs nifakı arasındaki farkları, nefsin
şehvetlerini açığa vurması ve gizlemesini, kalbin Allah Teala ile sükun
bulurken nefsin dünyevi vasıtalarla tatmin bulması, ruh kaynaklı hatırlar ile
nef-sani hatırlar arasındaki farkı, iman, yakin ve akıl menşeli hatırları,
hallerin yapılarını, âmillerin takip ettikleri yolların durumlarını, ariflerin
müşahedelerindeki farklılaşmayı, delillerin müridlere göre değişik renklere
bürünmesini, malın bollaşması ve darlaşmasını, ubudiyet sıfatlarının
tahkikini, Rubûbiyet ahlakı ile ahlaklan-mayı, ulemanın makamlarının
farklılaşmasını ve benzeri mevzuları zikredebiliriz.
Bunların
tamamı, Tevhid ilmi, sıfatların manalarının marifeti, Zat'm tecellisiyle
mükaşefe yoluyla hasıl olan ilimler, sıfatların batini manalarına delalet eden
fiillerin açığa çıkarılması, nazar etme, yüz çevirme, yakınlaştırma,
uzaklaştırma, eksiltme ve arttırma, cezalandırma, sevap verme, seçme, ihtiyar
etme gibi usûle teallük eden hususlardır. Bütün bunları, fasıllar halinde
zikredip cümleler ve asıllar halinde bunların gösterdiği furû'at ile beraber
beyan ettik. Bunları anlamaya muvaffak kılman ve üzerindeki tefekkür ve
düşüncelerinden dolayı bunlardan nasiplenmesi murad edilen kullar için yeteri
kadar açıklama yaptık.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Bu ilimle ilgili olarak Selefin bildiği yetmiş ilim gördüm.
Onlar bu ilimler üzerinde münazara yapar ve bunları öğrenmeye çalışırlardı.
Bugün bu ilimlerden bilinen tek bir ilim kaldı. Aynı alim sözüne devam ederek
şöyle demiştir: 'Şu zamanımızda da bir çok ilim biliyoruz. Ama bunlar, birtakım
batıl, asılsız iddia ve aldanmadan öte gitmemektedir. Geçmişte bilinmedikleri
halde, sonradan ortaya çıkmış ve 'ilim' olarak adlandırılmışlardır. Bu
ilimler, Allah Teala'nın Kur'an'da vasfettiği üzere, susamış kimsenin su
zannettiği, halbuki yanma vardığı zaman hiçbir şey olmadığını gördüğü seraba
benzerler.
Cüneyd-i
Bağdadi (ra) şöyle derdi: Şu an konuştuğumuz ilmi biz öğrendik. Ama onun
yaygısı takriben yirmi sene önce duruldu. Biz ise onun haşiyelerini
anlatabiliyoruz. Yine o, şöyle derdi: Yıllarca bir toplulukla aynı meclisi
paylaşıyordum. Onlar, benim anlayamadığım ve ne olduklarını bilemediğim
ilimleri münazara ediyorlardı. Ama onları asla ink^ar etmedim. Aksine bilmememe
rağmen kabulleniyor ve hoşlanıyordum. Cüneyd (ra) başka bir vesilede de şöyle
demiştir: Bizler, geçmişte kardeşlerimizle birlikte bu devirde bilinmeyen ve
hiç kimsenin de bana sormadığı bir çok ilmi paylaşıyorduk. Bu kapı artık
kapanıp sürgülendi.
Şeyhimiz Ebu
Said b. A'rabi 'Tabakaâtü'n-nüssâk' kitabım telif ettiği zaman, bu ilim
hakkında ilk konuşanı, daha sonraki devirlerde onu anlatanları ve bunların
ardından, bu ilimle meşgul olan; Şamlı, Basralı, Horasanlı ve bunları takiben
de Bağdatlı zevatı zikretmiştir. Bu ilmin son temsilcisiyle ilgili olarak da
şöyle demiştir: 'Bu ilim hakkında söz söyleyenlerin sonuncusu, yoldaşımız
Cüneyd el-Kavariri'dir. Onun, bu ilim üzerinde basireti, nüfuzu ve güzel
ifadesi vardı. Ondan sonra gelenler, meclislerinde hiddetten başka birşey
bulunmayanlardı'. İbni AVabi başka bir yerde de şöyle demiştir: Cüneyd'den
sonra geriye kalanlar, bu ilmi zikretmekten haya edenlerdi.
İmamımız Ebu
Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret'in üç-yüzüncü senesinden sonra bu
ilmimiz hakkında konuşmak helal olmamıştır. Ancak bir topluluk onu anlatıyor
ki bunlar, halka karşı yapmacık hareketler sergileyen ve vecdlerini elbiseleri,
sözlerini süsleri ve midelerini mabudları kılmak için sözü yaldızlayan kimselerdir.
Huzeyfe
(ra), kendisine hangi fitnenin daha şiddetli olduğu sorulduğu zaman şöyle
demişti: 'Hayır ve şer karşına geldiğinde, şüphelerin çokluğundan dolayı
hangisini tercih edeceğini bilememen-dir\ Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret'in
üçyüzüncü yılından sonra hiç-kimsenin tevbesi sahih olmaz. Çünkü bu devirde
yaşayanlar, ekmeği görünce sabredemiyorlar. Bu söz ile anlatmak istediği;
tevbe-nin ilk şartının, helal lokma yemek oluşuydu.
Bu babda
rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilmektedir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki,
dinlerini şaşıracak ve onu bilemeyeceklerdir. O zamanda sağlam dini üzere
sabaha eren biri, akşama imandan uzak dalalet dini üzere girecektir. O devrin
insanlarının çoğunluğu, akıldan mahrum kılınmıştır. Onlardan kaldırılacak olan
ilk fazilet huşudur. Ardından icabet ve vera' faziletleri kaldırılır".
Denir ki: 'insanlardan alınacak ilk fazilet, sevgi ve sıcaklıktır1. [40][40]
Selef
devrinde insanlar karşılaştıkları zaman selamdan sonra 'Ne haber?', 'Halin
nasıl?' diye sorarlardı. Hk soru ile kasdettikleri; nefsin mücahede ve
sabrıyla ilgili durumuydu. İkinci soruyla kasdecli-len ise; kalbin iman ve
yakin ilmindeki artış ve eksilmenin durumuydu. Onlar birbirlerine, Hak
Teala'ya karşı amellerinde ve dün-ya-ahiret işleriyle ilgili hallerinde artış
mı yoksa eksilme mi olduğunu sorarlardı. Böylece kalplerinin hallerim devamlı
zikreder, ilimlerinin amellerini vasfeder, Allah Teala'mn kendilerine bahşettiği
hüsn-ü muameleyi ve kendilerini sahip kıldığı anlayışları şükürle anarlardı.
Onların bu
güzel sünnetleri, aynı zamanda Allah Teala'mn onlar üstündeki nimetlerini
saymalarının ve şükürlerini en güzel şekilde ifade etmelerinin bir
göstergesiydi. Bu da, marifet ve muameledeki himmetlerin artmasını temin
ederdi. Seleften bir zat şöyle demiştir: İlimlerimizin ve sahip olduğumuz
şeylerin çoğunluğu, birbirimizden öğrendiklerimizden ve kardeşlerimizin
birbirleriyle karşılaştıkları anda verdikleri haber ve söylediklerinden
ibarettir. Yukarıda anlattığımız bu güzel sünnet, artık görülmez olmuştur.
Bugün iki kişi karşılaştığı zaman birbirlerine sordukları hal-hatır, tamamıyla
dünya işlerini ve heva vesilelerini hedeflemektedir. Bu hal-hatır faslından
sonra da, izzet ve celal sahibi olan Rablerini, O'nun aciz bir kuluna şikayet
etmeye girişmektedirler. O'nun hükümlerine hiddetlenmekte ve O'nun kazasından
kendilerini aklamakta, kendilerini ve kendi yaptıklarını unutuvermektedirler.
Bu meyanda
Allah Teala'mn şu ayetlerim hatırlatmakta büyük fayda vardır: "Kim
Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve kendi
elleriyle öne sürdü fiilleri unutandan daha zalim olabilir?" (Kehf/57);
"Andolsun insan Rabbine karşı çok nankördür". (Adiyat/6) Yani O'nun
nimetlerini inkar edici, musibetlerini ise ısrarla anıcı ve nimetlerini ise
unutucudur. Bütün bunlar, Allah Teala'yı bilmemek ve O'na karşı gaflet içinde
olmaktır.
Sonraki
devirlerde ortaya çıkan bidatlardan biri de, 'Nasıl sabahladın? Nasıl
akşamladın?' gibi sorulardır. Halbuki Selef-i Salih (ra) birbirleriyle
karşılaştıkları zaman 'Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun' diye
selamlaşırlardı. Bu meyanda Allah Resu-lü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir: "Sizden kim, selamdan önce söze başlarsa, ona karşılık
vermeyin".
Bu adetin
ortaya çıkışı, Şam'da görülen veba salgınından sonrasına rastlar. Şehirdeki
salgın öyle bir hal almıştı ki herkes sabahleyin birbirine 'Veba cihetinden
nasıl sabahladın?' veya 'Nasıl akşamladın?' diye sorar olmuştu. Çünkü sabah
sağlam olan akşama bu illete yakalanıyor veya akşam sağlam olan, sabah veba
mikro-buyla uyanıyordu. Ama o günlere mahsus olan bu hal-hatır ve selamlaşma
şekli günümüze kadar gelmiş ve çıkış sebebi tamamen unutulmuştur. İlk devir
alimleri arasında, bunun sebebini bilenler, onu mekruh görürlerdi.
Ahmed b. Ebi'l-Havari'den
şunu nakletmişlerdir: 'Bir adam Ebu Bekir b Ayyaş'a (ra) 'Nasıl sabahlayıp
nasıl akşamladın?' diye sormuştu. Ebu Bekir, onunla konuşmadı ve şöyle dedi:
Şu bidati artık bırakın'. Yine o, şöyle demiştir: Selefden bir zata 'Nasıl
sabahladın?' diye sormuştum. Bana sırt çevirdi ve şöyle dedi: 'Nasıl sabahladın?'
ile değil, selam ile başla.
Ebu Ma'şer
de Hasan el-Basri'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Selef, sadece 'Allah'ın
selamı üzerinize olsun' diyorlardı. Allah'a andolsun ki bununla kalpler selamet
bulurdu. Halbuki bugün 'Nasıl sabahladın? Allah seni ıslah etsin! Nasıl
akşamladın? Allah sana afiyet versin!' gibi sözler kullanılıyor. Eğer Selefin
görüşünden hareket edersek, bu tür selamlaşmayı bidat olarak görmemiz gerekir.
Böyle yapmazsak, kendimize saygımız kalmayacağı için bize kızmaya hakları
olur.
Sonraki
devirlerde ortaya çıkan bidatlara misal olarak, mektupların başında mektup
gönderilen kilenin adıyla başlamak da zikredilebilir. Halbuki sünnete uygun
dîan, mektup yazanın kendi adıyla başlayıp muhatabın adını sonra zikretmesi ve
bunu 'Falandan falana' şeklinde ifade etmesidir. İbni Şirin (ra) bu mevzuda
şöyle bir hadise nakleder: Evden uzunca bir zaman ayrı kalmıştım. Sonunda
babama bir mektup yazdım. Mektubun başına da onun ismini yazdım. Bana
gonöderdiği cevabi mektupta şöyle diyordu: Ey oğul, bana mektup yazdığın
zaman, kendi isminle başla. Eğer yine benim adımla başlarsan, ne mektubunu
okur, ne de ona cevap yazarım.
Ala' b.
el-Hadrami de Allah Resulü'ne (sav) bir mektup yazıp mektubuna kendi adını
zikrederek başlamış ve 'Ala b. el-Hadrami'den Allah Resulü Muhammed'e'
ifadesini kullanmıştı. Bunu ilk defa ihdas edenin Ziyad olduğu söylenmiştir.
Ulema, bu tavrından dolayı kendisini ayıplamış ve bunu da Emeviler'in ihdas
ettikleri bidatlar arasında saymışlardır. Ama bu bidat, özelikle halifeler ve
emirlerin mektuplarında günümüze kadar aynen devam etmiştir. Bugün de idareciler,
mektuplarında kendi isimlerini ön'e koydurtmaktadırlar.
İslam'ın ilk
devresinde olmayan muhdesattan biri de, kişinin bir kardeşinin evine girdiği
zaman, o evin hizmetlilerine 'Ey delikanlı, ey kadın!' şeklinde hitap
etmesidir. Bu, Allah Teala'nm ve Resu-lü'nün (sav) emirlerine açık bir
muhalefettir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler kendi
evlerinizden başka evlere, sahipleriyle kaynaşmadan ve selam vermeden girmeyin.
Bu sizin için daha hayırlıdır". (Nur/27) Yani o ev halkıyla selamlaşıp tanışmadan
önce onların hizmetçilerine buyruk vermemek gerekir.
Ayette geçen
'İsti'nâs=Ünsiyet etmek' kelimesi; kapıyı çalmak, öksürmek ve evde bir insan
olduğunu hissettirecek hareketler yapmak şeklinde tefsir edilmiştir. Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: "Sizden biri, kardeşinin evine geldiği zaman üç
kez selam versin. Eğer kendisine izin verilirse girsin. Aksi halde geri
dönsün". Selef-i Salih, kardeşinin evini ziyaret ettiğinde kapıya
vurduktan sonra üç kez selam verir ve her selamdan sonra kısa bir müddet
beklerdi. Eğer ev sahibi izin verirse eve girerdi. Ev sahibi, bir Özründen dolayı
kardeşini o vakitte kabul etmek istemezse şöyle derdi: Ve aley-kümü's-selamu ve
rahmetullah, Allah size afiyet versin, şimdi dönün çünkü meşguliyetim var.
Ziyaretçi de
bunu yadırgamadan hoşluk içinde ayrılıp giderdi. Kardeşinin sözü, kalbini asla
kırmaz hatta kendisine daha hoş gelirdi. Çünkü bu, onun arılığı ve icabeti
bakımından daha faziletli bir haldi.
Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: "Eğer size 'Geri dönün' denilirse dönün. Bu, sizin
için daha arıdır". (Nur/28) Ziyaretçi kişi aynı gün içinde iki veya üç kez
daha eve gelip müsaade isteyebilir. Ev sahibi reddetse de bu onun kalbini
kırmaz. Halbuki bu davranış, zamanımızda yaşayan insanların çoğuna yapılsa,
kesinlikle yadırganır ve kalp kırıcı olurdu. Hatta o gün bir daha kapıyı
çalmazlardı.
Bu meselenin
bir yönü de ulema ile ilgilidir. İnsanlar, sadece zaruri ve çok mühim
meseleler için onlardan izin istememekle kalmıyor, aksine onların kapılarında
ve mescidi erinde eğleşip namaz vakti için çıkmalarını bekliyorlardı. Bunu da
ilimlerine verdikleri değeri göstermek ve ulemanın heybetini takdir etmek için
yapıyorlardı. Ebu Ubeyd'den şu sözü nakletmişlerdir: Ben, bir alimin kapısını
asla çalmadım. Bilakis onun evine gider ve kapısının önünde bekleyip
kendiliğinden dışarı çıkmasını beklerdim. Bu hareketimi de Allah Teala'nın
"Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretseler, onlar için daha hayırlı
olurdu" (Hucurat/5) buyruğunun yorumuna sığınarak yapardım.
Buna benzer
bir söz İbni Abbas'dan da (ra) rivayet edilmiştir. Bu hadise, onun ilim ve
şeref bakımından bulunduğu mevkiiyi göstermesi bakımından gayet önemlidir:
'Yoldan geçen biri, İbni Ab-bas'ın (ra) Ensar'dan birinin kapısının önünde
beklediğini gördü. Çok şiddetli bir rüzgar esiyor, tozu dumana katıyordu. Adam
onun yanma yaklaştı ve 'Ey Allah Resulü'nün amcasının oğlu, seni böyle bir
yerde oturtan nedir?' diye sordu. O da, 'Ev sahibinin çıkmasını bekliyorum'
dedi. Bir müddet sonra hane sahibi dışarı çıktığında, 'Ey Allah Resulü'nün
amcasının oğlu, eğer çağırtsaydm yanına gelirdim' dedi. Bunun üzerine İbni
Abbas (ra) şöyle dedi: 'Sana gelmem daha doğruydu'. Bunu söyledikten sonra,
onun rivayet ettiğini işittiği bir hadisi kendisine sordu. Saygının
büyüklüğüne bakın ki ibni Abbas (ra) bu hadisi bizzat bu sahabiden rivayet
etmediği halde teyid ettirmek için kapısının Önünde bekleyebilmekteydi.
Bu tür
bidatlara misal olarak, kişinin kardeşinin halini özel hayatına müdahe edecek
şekilde merak edip araştırmasını da zikredebiliriz. Bu, mekruh görülmüştür. Bu
meyanda Selman-ı Farisi'nin (ra) evlilikten sonra başından geçenleri misal
olarak zikredebiliriz: O, gerdeğe girişinin ertesi günü halkın arasına
çıkmıştı. Bir adam önüne çıkarak 'Nasılsın ey Eba Abdullah?' diye sordu. O da
'Allah'a hamdolsun, iyiyim' dedi. Adam tekrar, 'Nasılsın ve dün geceyi nasıl
geçirdin?' diye sordu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde 'Hanımım nasıl
buldun?' ifadesi geçmektedir. Selman (ra) buna çok kızdı ve şöyle dedi: 'Sizden
biri, niçin soru soruyor ve sorunun maksadını gizliyor? Evlerin içinde
olanları da sorsun da tam olsun! İşin görünen kısmını sormanız yeterlidir'.
Buna benzer
bir hadise, Süleyman b. Mehran el-A'meş'in (ra) başından da geçmiştir: 'Bir
adam onun evine geldi ve 'Ey Eba Mu-hammed nasılsın?' diye sordu. O da İyiyim'
dedi. Adam tekrar, 'Nasılsın?' diye sordu. O da, 'Afiyetteyim' diye cevap
verdi. Adam merakını devam ettirerek 'Dün geceyi nasıl geçirdin?' diye sordu.
Bunun üzerine A'meş, 'Ey cariyem, yatağı ve yastığı indir' diye seslendi.
Kadın yatağı ve yastığı indirdiğinde, 'Şimdi yatağı ser ve uzan. Ben de yanma
uzanayım da kardeşimize, dün geceyi nasıl geçirdiğimi gösterelim'.
Bazıları,
bir kardeşleriyle karşılaştığı zaman, evdeki tavuğa varıncaya kadar
sorarlardı. Halbuki, o kimse bir dirhem istese onu bile vermezlerdi. Geçmiş
devirde, Seleften bir zat kardeşiyle karşılaştığı zaman bütün söyledikleri;
'Nasılsınız? Allah'ın selam ve esenliği üzerinize olsun' ifadesini geçmezdi.
Ama selamlanan ve hali sorulan kimse, o kimseden malının yarısını istediğinde
de malını derhal onunla paylaşırdı.
Kişinin,
yolda yürürken karşılaştığı bir kardeşine 'Nereye gidiyorsun? Veya, kimin
yanından geliyorsun?' diye sormsı da, sonradan çıkma adetlerden biri olup
Selef tarafından mekruh görülmüştür. Bu tür sorular ne sünnete, ne de umumi
adaba uygun düşme-yip tecessüs (=kusur araştırma) ve tehassüs (=araştırma)
kapsamına giren sorulardır. Tecessüs haberlerde olurken, Tehassüs eser ve
rivayetlerde yapılır. Bu tür sorular, her ikisini de bünyesinde barındırmaktadır.
Kişi, nereye gittiğinin veya nereden geldiğinin kardeşi tarafından bilinmesini
istemeyebilir.
Mücahid ve
Ata' (ra) bu tür soruları da mekruh saymış ve şöyle demişlerdir: Tolda giden
bir kardeşinizle karşılaştığınız zaman,ona nereden geldiğini ve nereye
gittiğini sormayın. Belki size doğruyu söylediği zaman hoşunuza gitmeyebilir.
Belki yalan söyleyebilir ve ona yalan söyletmenin mesuliyetini üstlenirsiniz'.
Selef,
mushaf satın almayı da, satmayı da mekruh görüyordu. Bazıları, satmayı daha
ağır bir mekruh olarak görüyordu.
İnsanlar,
yukarıda bazılarını zikrettiğimiz muhdesat dışında, aslen bidat olan birçok
ilmi de ortaya çıkarmışlardır. Bu ilimler, Ümmet'in selefi tarafından
bilinmeyen ilimlerdi. Bunlara misal olarak da; Kelam, Cedel, Kıyas, Felsefe,
Allah Resulü'nün (sav) sünnetini, reye ve akli ilimlere dayalı delillerle
yorumlama ilimleriyle, rey, akıl ve kıyas ilminin Kur'an'ın ve hadislerin
zahirlerine tercih edilmesini zikredebiliriz. Yine bunlara misal olarak,
vecdler-le hasıl olan ilimlerdeki işaretleri hakiki ilimlerine dayanmaksızın ve
tafsilatını beyan etmeksizin anlatmayı da zikredebiliriz. Böyle bir tutum,
onları dinleyenleri şaşırtmaya ve onlarla amel edenleri yoldan çıkarmaya çok
müsaittir.
Bu ilme
sahip olan ulema, vecd ile doğan ilimleri anlatırken halka faydalı olanı
açıklayıp zararlı olması muhtemel olanı gizliyorlardı. Çünkü bu vecdler,
onların kendi kalbî halleriydi ve bunları saklamak, daha hayırlıydı. Vecdlerin
ilimleri ise müridlerin ve âmilerin nasiplerini teşkil etmekteydi. Bunların
anlatılması ise, onlar için ulaşılması gereken bir gaye idi. Ulema da ilmi
anlatıp kendilerine ait bir sır olan vecdlerini gizlerlerdi.
Böylelikle
yapmacık davranışlardan ve boş iddialardan uzakta kalabiliyorlardı. Onlar,
dinleyenlere akılları miktarmca ilim aktarıyor, haketmediklerini almalarını da
engelliyorlardı. Böylece her iki vasıfta denk olurken iki halde onlardan
tamamen üstün olabiliyorlardı. Bugün (Hicri dördüncü asır) ise, artık bu usul
bilinmemekte ve bunun tam zıddı ortaya konulmaktadır.
Bugün
yapılanlar, faydadan ziyade zarara daha yakın ve selametten olabildiğince
uzaktır. İlmi açıklamayı ve izah etmeyi beceremeyen ve onu ifade gücü
bulunmayan kimsenin yapacağı en güzel iş, sükut etmektir. Böyle biri sükutuna
rağmen ilminde geniş olmaya devam eder. Sünnet üzere olan ilmini anlatmayan
nice alim vardır ki, onların sükutları Allah Teala'nm rızasına çok daha yakındır.
Allah Teala bu babda şöyle buyurmuştur: "Eli geniş olan genisliğine göre
infak etsin, rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden infakta bulunsun.
Allah, bir insana tarafından verdiğinden başkasını teklif etmez".
(Talak/7)
Marifet
ilimlerini, büyüklenme ve kibir saikiyle ya da miskin zahidlerden ayrışma
arzusuyla anlatıp kendilerini onlarla aynı yere koymayan, bunu da ünsiyet ve
hallerinin mikdarına göre birtakım dünyevi çıkarlar elde etmek için yapanlar,
dünya kapılarının en büyüğünü ve en zararlısını açmış olurlar. Bu kapı, ahireti
mu-rad eden müridler için en tehlikeli ve dini tahrif bakımından da
farkedilmesi en zor kapılardan biridir.
Buna misal
olarak, Tevhid ilmi hakkında şeriat ilmine muhalif olarak görüş beyan etmeyi,
hakikatin ilme muhalefet ettiğini iddia etmeyi kaydedebiliriz. Hakikat, ilim ve
şeriatın yollarından biridir. Şeriat ilmi, onun bir parçası olarak onunla nasıl
çelişebilir. Şeriat ilmini vacip kılan da neticede Hakikat'tır. Hakikat, bir
azimet ve sıkıştırma iken, Zahir ilmi bir ruhsat ve genişliktir.
Batın ilmi
hakkında konuşurken, Zahir ilminin usul ve kaidelerine dayanmamak, şeriatta
inkarcılık etmek; Kitab ile Sünnet'in arasına girmektir. Ariflerden bir zat şöyle
demiştir: Şu Şatahât ehline baktığımda, ya kandırılmış bir cahil, ya haktan
uzaklaşmış bir alim, ya da hiçbir şeye dayanmayan bir ezberci olduğunu gördüm.
Sonradan
ortaya çıkan bidat ilimlere misal olarak, vecdlerini Kitab ve Sünnet'e
dayandırmaksızm Din üzerinde sadece vesvese ve hatırlara dayanarak yapılan
konuşmaları zikredebiliriz. Halbuki bu vecdlerin tafsilinin yapılması, Kitab
ve Sünnet'in delilleriyle teyid dilmesi gereklidir. Kitab ve Sünnet'in teyid
etmediği fikirleri reddetmek icap eder. Çünkü bu tür vecdlerde dalalet ve
aldanma, bu tür müşahedelerde de batıl ve yalan mevzubahis olabilir. Bunların
sahipleri, Muhabbetullah iddiasında bulunurken Sünnetin getirdiği sıfatları
inkar etmektedirler.
Bu sıfat ile
vasfedilen Hak Teala'yı şehadetten uzak olmaları ve bilinmesi icap eden Allah
Teala'yı bilmeksizin Marifetullah iddiasında bulunmaları, onların vecd ve
müşahedelerini şaibe ve zan altında bırakmaktadır. İslam'ın ilk devrinde
mevcut olmayıp sonradan ihdas edilen adetlerden biri de, dualarda kafiye ve
anlaşılmaz kelimeler kullanılmasıdır. Bu, ne Kitab, ne Allah Resulü'nün
(sav)sünneti, ne de Sahabe'den (ra) yapılan nakillerin teyid ettiği bir
adettir. Selef-i Salih duada aşırıya gitmeyi ve Allah Teala'nın velilerinden
naklederek bildirdiği dua ifadelerinin dışına çıkmayı neh-yederlerdi. Allah
Teala'nm, Kitabı'nda vahyettiği dualar, muhtevası bakımından çok zengin,
ifadesi bakımından çok veciz dualardı.
Dua bahsinde
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Duada kafiyeden uzak
durun. Sizden birine dua olarak, şöyle demesi yeterlidir: Allahım, Sen'den
cenneti ve ona yaklaştıran söz ve amelleri nasip etmeni niyaz ederim.
Cehennemden ve ona yaklaştıran söz ve fiillerden de Sana sığınırım".[41][41]
Bir rivayette de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
"Öyle bir kavim gelecek ki duada ve temizlikte haddi aşacaklar".[42][42]
Abdullah b.
Muğaffel (ra) oğlunun aşırı tarzda dua ettiğini duyunca ona şöyle demiştir: Ey
oğul, duada bidattan ve haddi aşmaktan sakın. Bu manada Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Zira O,
haddi aşanları sevmez". (A'raf/55) Bu ayetin tefsirinde şöyle
denilmiştir: Duada haddi aşmak; Allah Teala'nm salih kullarından naklederek
haber verdiği istiğfar, merhamet ve tevbeyle ilgili dua sigalarının
terkedile-rek başka söz ve ifadelerle dua edilmesidir. Bundan çıkarılması gereken;
bilinen ve ümmetin dilinde şöhret bulan dua ifadelerinin kullanılması
gereğidir. Duada, yapmacıklığa, aşırılığa, anlaşılmaz ifadelere ve garip
kelimelere yer vermemek lazımdır.
Dua bahsinde
şöyle denmiştir: Ulema ve abdal zümresi, dualarında bilinen yedi kelimeyi
aşmazlardı. Bunun tasdikini Kur'an-ı Kerim'de de gördüm. Allah Teala, Kur'an'm
bir yerinde, yedi duadan fazlasını zikretmemiştir ki bunlar, Bakara suresinin
sonunda-dır. Bunun dışında umumiyetle iki, üç, dört veya beş duaya yer vermiştir.
Seleften bir zat, hikaye anlatan bir kıssacıya uğramıştı. Adam, duasını
kafiyeli olarak yapıyor ve çok derine dalıyordu. Ona şöyle dedi: Yazık sana!
Allah Teala'nm üzerine nasıl bu kadar mübalağalı ifadelerle gidersin?!
Şahitlik ederim ki, Habib el-Acemi'yi dua ederken gördüm. Şu kelimelerden
fazlasını söylemiyordu: 'Al-lahım, bizi iyilerden kıl. Allahım, bizi Kıyamet
günü rezil etme ve bizi hayır üzere sabit kıl! Bu arada mecliste bulunanlar
gözyaşlarını tutamayıp ağlıyorlardı. Biz, onun duasının bereketini ve icabete
mazhar olacağını bilirdik.
Dua
sigalarıyla ilgili olarak Ebu Yezid-i Bestami de (ra) şöyle demiştir: Allah
Teala'dan hikmet diliyle değil hacet diliyle niyazda bulunun. Hasan el-Basri
(ra) şöyle derdi: Allah Teala'ya edebiyet ve fasahet diliyle değil, teslimiyet
ve muhtaciyet diliyle dua et.
Sonraki
devirlerde ortaya çıkan muhdesata misal olarak; Kur'an'ı dönüşümlü olarak
okumayı ve iki kişinin bir ayet üzerinde birbirlerine düşmeleri veya aynı
yerde iki ayeti birlikte okumalarını zikredebiliriz. Bu, karşısındakinin
ağzındaki ayeti çalmak ve onu ağzından kapıp almak olarak görülebilir. Oysa
böyle davranmak, Kur'an'a gösterilmesi gereken huşu ve ona karşı duyulması
gereken saygıyla asla bağdaşmaz. Çünkü Kur'an tilaveti sükunet, hüzün ve huşu
gerektirir.
Benzer bir
bidat de, okutucunun bir ayeti iki kişiden birden din-lemesidir. Halbuki kalbin
hata yapabileceğini düşünerek teker teker dinlese daha hayırlı olurdu. Bu
meyanda İbrahim el-Belhi'ye şöyle denildiği rivayet edilir: Falan kişi, aynı
anda iki kişiyi dinliyormuş, ne dersiniz? İbrahim'in cevabı şöyle oldu: İşe
bakın, halbuki bir okuyucuyu iki kişinin dinlemesi daha elzemdir.
Kur'an-ı
Kerim tilavetiyle ilgili bidatlere misal olarak, 'telhin' yani makamlı okumayı
da zikredebiliriz. Bu tür okumada kısaltılması gereken yer uzatılırken,
uzatılması gereken yer kısaltılıp izhar edilmemesi gereken idğam izhar edilir,
zahir olan bir harf de idğam yapılabilir. Neticede okunan ayetin manası
anlaşılmaz hale gelir ve kelimelerin i'rabları tahrif edilir. Bu şekilde
tilavet ederek makamlı okumak, kelimelerin eğilip bükülmesini önemsememek ve
onları asıl manalarından çıkartmak, bidattir. Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde
okuyan birini dinlemek de mekruhtur. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: İbni
Davud el-Harbi'den bir istekte bulunmuştum. O da dediğim adamı oturtup
okutmaya başladı. Bir süre sonra, 'Bu adam şarkı söylüyor1 dedi. Ben de 'Evet'
dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Hayır! Bu, bidatini açıkça sergiliyor.
Ezanı
makamlı okumak da sonradan ortaya çıkan bidatlardan-dır. Bu, açık bir haddi
aşma ve dünyalık umma gayretinin ifadesidir. Bir müezzin İbni Ömer'e (ra),
'Seni Allah için seviyorum' demişti. O da kendisine 'Ben de sana, Allah için
buğzediyorum' dedi. Adam, 'Niçin ey Eba Abdurrahman?' diye sorunca şöyle dedi:
Çünkü sen, ezanında bir şeyler umuyor ve onun için ücret talep ediyorsun. Ebu
Bekir el-Ahiri de şunu anlatmıştır: Bağdat'tan ayrıldım. Herşeyde hatta Kur'an
tilaveti ve ezanda dahi bidat çıkardıkları için orada ikamet etmem helal olamaz
hale gelmişti. O bu sözüyle, Kur'an'ı karşılıklı okumayı ve makamlı tilaveti
kasdediyordu. Nihayet Hicret'in 330. senesinde Mekke'ye, bizim yanımıza geldi.
Selefin
yapmadığı birçok şey halef tarafından yapılmaya başlandı. Bu meyanda, Selefin
hoşgördüğü şeylerde katılık, katı davrandıkları şeylerde ise gevşeklik ve
hoşgörü hüküm sürer oldu.
Bunlara
misal olarak Hariciler fırkasını zikredebiliriz. Bunlar, küçük günahlarda çok
katı davranırken, rivayet ve sünnetlerle müslüman cemaatinin görüşüne bağlılık
noktasında çok gevşek davranmışlardı. Sonunda da İslam cemaatinden
ayrılmışlardı. Selef, gevşek davranırken Halefin aşırı titizlendiği ve katı
davrandığı hususlara misal olması bakımından hadis kitaplarını, hadislerin
garip yönlerinin araştırılmasını, hadis senedlerinin farklarını ve hadis
lafızlarının tahkikini zikredebiliriz. İbni Avn şöyle derdi: Seleften üçünü
idrak ettim ki, hadislerin mana ile rivayetine ruhsat verirlerdi: İbrahim
(en-Neha'i), eş-Şa'bi ve Hasan el-Basri (ra). Selef uleması ve Sahabe'den
birçok zat da, hadislerin mana ile rivayetinde hoşgörülü davranmış, lafızların
aynen aktarılmasında hassasiyet göstermemişlerdir.
Selef
devrinde olmayıp sonradan ortaya çıkan bidatlere misal olarak, Kur'an
kıraatlarına aşırı derecede ehemmiyet verip tek bir okutucunun bütün kıraatları
-sanki farzmış gibi- araştırıp zikretmesini gösterebiliriz. Kıyas ve felsefe
ilimlerinin tedkikine ziyadesiyle önem verip nahiv ve Arapça ilimlerinde
derinleşmek de bu tür muhdesattandır.
Bu babda
İbrahim b. Edhem (ra) şöyle demiştir: Konuşmada kaidelere öylesine uygun ve
düzgün ifade sahibi olduk ki, sözde hata etmez olduk. Amellerde ise devamlı
hata ediyoruz. Keşke konuşmada hatalı olup amellerde kaidelere uyup onları
güzelleştirmiş olsaydık.
Bir
defasında Kasım b. el-Muhaymera'nm yanında Arapça ilimleriyle meşgul olmanın
hükmü sorulmuştu. Cevabı şu oldu: Bunun başı kibir, sonu da haddi aşmaktır.
Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Nahiv, kalpteki huşûyu götürür.
Bir başkası da şunu söylemiştir: Bütün insanları kusurlu kılıp aşağılamak
isteyen Arapça ilimlerini öğrensin.
Halef; su
ile temizlikte, elbiseleri temizlemede, cünüplük ve hayzdan doğan kirlenmeden
dolayı giysileri sıkça yıkamada, eti yenen hayvanların tersleri ve
idrarlarından dolayı temizlenmede ve az da olsa sıçramış kanı yıkamada çok
titiz davranırdı. Selef ise, bütün bunlarda daha rahat davranıp ruhsatla
hareket ederdi.
Selefin
titizlenip Halefin pek dikkat etmediği hususları ise şöyle sıralayabiliriz:
Kazanç yolları, kazanç için fazlasıyla kafa yorma, kendini ilgilendirmeyen
hususlarda konuşma, boş ve batıl üzerinde konuşma, gıybet, koğuculuk, artan ve
azalan belagat. Eğer şer hakkında konuşuluyorsa, belagat arttırılır. Şayet
hayır hakkında konuşuluyorsa, o vakit de azaltılır. Halef, yalancı şahitliği,
oyun ve eğlenceyi, amelsiz kimselerle oturmayı, heva peşinde koşmayı, taassubu
ve dünyaya aşırı derecede düşkünlüğü hoşgörürken, Selef, bunlarda çok katı ve
titiz davranırdı.
Halef
devrinde ortaya çıkarılan bidatlardan biri de kadınların zaruret olmaksızın
hamamlara girmesi ve erkeklerin de hamamda peştemalsiz dolaşmalarıdır. Bunlar
açık fısktır. İbrahim el-Har-bi'ye (ra), nebiz içtiği halde sarhoş olmayan
birinin arkasında namaz kılınıp kılmmayacağı sorulduğunda 'Evet' demiştir.
Hamama peştemalsiz girenin arkasında namaz kılınıp kılmmayacağı sorulduğunda
ise 'Hayır1 demiş ve bunu şöyle açıklamıştır: Nebiz içtiği halde sarhoş olmayan
kimsenin arkasında namaz kılmak ihtilaf mevzusudur. Halbuki hamama peştemalsiz
girmek ulemanın icma-sı ile haramdır.
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Hamamda iki peştemale gerek duyulur. Biri yüz, diğeri
avret mahalli için. Aksi halde kişi günaha düşmekten emin olmaz. İbni Ömer de
(ra) şöyle demiştir: Hamam, sonrakilerin ihdas ettikleri nimetlerdendir.
Hamamda münker olan hareketlerden biri de, tellak denen kimsenin, müslüman bir
şahsın avret mahallindeki kılları temizlemesidir. Ulema hamamda otururken, ya
diz kırarak veya ayakları üzerine oturup ellerini dizlerinin üstüne koyarak
otururdu.
Hikmet ilmi
hakkında konuşan zevatın -özellikle de Sahabe (ra) ve Hasan el-Basri (ra)
devrinde yaşayanların- sıfatları işte böyle idi. Bu ilmi, ilk defa gün ışığına
çıkaran ve dillerin onu telaffuz etmesini sağlayan da Ebu'l-Kasım Cüneyd'dir.
Bu da, sandalyelerin zuhurundan öncesine rastlar. Allah Resulü'nden rivayet
edilen de bu istikamettedir: "O, kabaları üzerine oturup bacaklarını
dikerek ellerini önden bağlardı"[43][43]Başka bir
rivayette de şöyle denilmiştir: "O, ayakları üzerine oturur ve kollarını,
dizlerinin üstüne koyardı".
Bu imin
ehlinden olup da sandalyeye oturan ilk zat Yahya b. Muaz'dır (ra). Daha sonra
Bağdat'ta Ebu Hamza onu takip etmiştir. Şeyhler, yaptıklarından dolayı bu
ikisini ayıplamışlardır. Çünkü bu, marifet ve yakin ilimleri hakkında konuşan
ariflerin usûl ve adabına yakışan bir davranış değildir. Sandalyelere
oturanlar, na-hivciler, dilciler ve ehl-i dünya olan fetva alimleriydi. Bize
göre bu oturuş, kibir ehlinin oturuşudur. Cemiyetle aynı şekilde topluca
oturmak ise tevazünün icabıdır. [44][44]
İlimler,
dokuz ilimden oluşur. Bu ilimlerin dördü, Sahabe ve Tabi-un (ra) nezdinde maruf
olan Sünnettendir. Beşi ise Muhdes, yani sonradan çıkma olup Selef devrinde
maruf olmayan ilimlerdir.
Selef
devrinde maruf olan dört ilim şunlardır: İman ilmi; Kur'an ilmi; Sünnet ve
hadis ilmi; Fetva ve Ahkam ilmi.
Sonradan
ortaya çıkan beş ilim de şunlardır: Nahiv ve Aruz ilmi; Fıkıhla ilgili Cedel
ve Kıyas ilmi; Felsefe kaynaklı Akıl ilmi; Hadislerin illetleri ve senedlerin
tesisi ilmi; Zayıf hadislerin sebepleri, ravilerin hadisleri zayıflatmaları
ilmi. Bunlar, muhdes olmalarına rağmen, erbabı nezdinde ilim olan ve talipleri
tarafından öğrenilen mevzular içeren ilimlerdir.
Selef
uleması, kıssacılığı bidat olarak telakki etmiş ve müslü-manları ondan
nehyetmişlerdir. Kassasların meclislerine oturmayı da mekruh saymışlardır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir de kıssa anlatmasa falanca ne güzel bir
insandır! Bu taifeden biri de şöyle demiştir: Marifet ehline göre kıssa ehlinin
durumu, fakihlere göre kıssa ehlinin durumuna benzer. Başka biri de şöyle
demiştir: Ulemaya göre kıssacılarm durumu, şehir halkına göre şehir halkının
çoğunluğu gibidir.
Dini, kazanç
vasıtası edinmek, durumunu düzeltmek için dine karşılık bedel almak, ilmi dünya
malına karşılık satmak, halkın umumuna karşı yapmacık hareketler yapıp şirin
görünmeye çalışmak ise sonrakilerin ortaya çıkardıkları çirkin adetlerdendir.
Zahir ilmine vakıf olanlar katında bunların yaptıklarının kötülüğü apaçık
ortadadır. Ne var ki yaşadığımız şu devirde ilim cahili olanlar böylelerini 'Ulema'
olarak isimlendirirken fazilet kusurlusu olanlar da 'Fazilet erbabı' olarak
anmaktadırlar. Bunun sebebi; geçmiş müslümanların takip ettikleri yolu çok az
bilmeleri ve Din ilminin hakikatma vakıf olmamalarıdır.
Bil ki söz,
yedi kısma ayrılır. Bize göre sözün sadece bir kısmı ilim olup kalan kısımları
boşluğa dökülmüş lüzumsuz kelimelerdir. İlim bilmeyen ve ilimle cehaleti
birbirinden ayırtedemeyen kimseler bunları toplarlar. Bir Arap atasözünde
şöyle denir: 'Her düşük şeyi bir toplayan, her sözü de bir nakleden vardır5. Bu
altı kısım, şunlardan oluşur: İftira; Hata; Hafiflik; Dışı parlak asılsız söz;
Zan; Vesvese.
Ulema,
faydasız sözün altı kısmını, bu isimlerle anmış tır. Bu isimler, Allah Teala
tarafından Kur'an-ı Kerim'de açıklanıp beyan edilmiş olup ulemadan da bunları
iyi bilmeleri istenmiştir. Çünkü Allah Teala alimleri, hem kulları, hem de
dinin şahitleri kılmıştır.
Sözün
yedinci kısmı ise, kınanarak anılan bu altı kısmın dışında kalan sözlerden
oluşur. Sözün bu türü hakkında hiçbir kınama varit olmamıştır. Bu tür söz,
umumi olarak 'İlim' kelimesiyle tarif edilir. Muhtevası ise; Kur'an nassı,
Sünnet, bu ikisinin delalet ettikleri veya bunlardan istinbat edilen bir
hüküm, bu ikisinde ismi ve manası geçen söz ve fiillerle, icma' dairesinden
çıkmayan tevillerdir. İstinbat; Kitab'da varolup deliller vasıtasıyla
çıkartılan ve Kur'an nassıyla çelişmeyen bilgidir.
Ibni Mesud
(ra) şöyle demiştir: Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki heva ilme tabidir.
Üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki ilim, he-vaya tabi olup ona boyun
eğecektir.
Allah Teala,
aklın ışıltısını dünyanın zevki ile birleştirerek 'Zuhruf=Dışı parlak asılsız
söz' ismini kullanmış ve şöyle buyurmuştur: "Ve evlerinin kapılarını ve
üzerine yaslandıkları koltuklarını gümüşten yapardık. Hem de onları altın
zinetlere (zuhrufa boğardık)". (Zuhruf/34-35); "Bunlar, sözün
yaldızlısını, birbirlerine aldatmak için telkin eder dururlardı".
(En'am/112)
Cahillerin,
dünyevi çıkarlara bulanarak yaldızlanmış bu tür sözleri güzel görerek
benimsemeleri, dünyacı cahillerin altının parıltısına kapılarak işin
hakikatini yitirip bundan zevk almalarına benzer. 'Zuhruf kelimesi, asıl olarak
birşeyin altınla kaplanarak ona benzetilmesi manasına gelir. Cahil biri veya
bir çocuk böyle yaldızlanmış bir eşyaya baktıkları zaman, gerçek altın olduğunu
zannederler. Sözde yapılan zuhruf yani yaldızlama da buna benzer. Aslı olmayan
kötü bir söz, yaldızlandığı zaman cahiller tarafından 'ilim' z anne dil ebilir.
Allah Teala,
gerek dünya nimetleri, gerek boş ve aldatıcı sözler için ortak bir isim olarak
'Zuhruf kelimesini işte böyle kullanmıştır. Bir görüşe göre 'zuhruf, altın
manasına gelir. Bu manayı esas aldığımızda da sözün zuhruf olan türü,
Rabbanilere ve marifet ehli zahidlere göre bakiliği olmayan ve saflık
bakımından zayıf olan altın gibi silinip gidicidir. Zira peygamberler ve
sıddıklar, altım taşa ve kerpice benzetmişlerdir.
İmam Ahmed
b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İlmi bıraktılar da yatırıma yöneldiler. İlim
onlarda ne kadar azdır. Onların şerrine karşı Allah Teala'nm yardımı umulur.
İmam Malik b. Enes (ra) is şöyle demiştir: Geçmiş devirlerdeki insanlar bu
meseleleri, bugünkilerin sorduğu kadar sormuyorlardı. Ulemanın ekseriyeti de
sorulan meselelerin çoğunluğunda 'haramdır1 veya 'helaldir1 şeklinde hüküm
vermiyorlardı. Kendileriyle görüştüğüm büyük zevat, umumiyetle 'müstehaptır1
veya 'mekruhtur1 diyorlardı.
İmam Malik
(ra) kendisine soru sorulduğu zaman, çok duraksar ve genellikle 'Bilmiyorum.
Başkasına sorun' derdi. Bir adam İmam Malik'in (ra) bu tutumunu tenkid etme
mahiyetinde, Abdurrahman b. Mehdi'ye şöyle demişti: 'Halbuki falanın sözlerine
ve dini hususlardaki kesin hükümlerine bir baksana!'Adam bu sözüyle Malik'in
'Zannederim, sanırım' sözlerini ima ediyordu. Abdurrahman da ona şu karşılığı
verdi: Yazık sana! Malik'in 'Zannederim, sanırım' sözleri bana, bir başkasının
'Bilirim, şahitlik ederim' sözlerinden daha sevimli gelir.
Hişam b.
Urve de şöyle demiştir: Bugün onlara, kendi ortaya çıkardıkları şeyleri
sormayın. Çünkü bu tür sorular için cevaplarını hazırlamışlardır. Siz onlara
Allah Resulü'nün (sav) sünnetini ve hadisleri sorun. İşte onları
bilemeyeceklerdir! Şa'bi (ra) de sonrakilerin ortaya çıkardıkları rey ve
hevaya dayanan sözlere baktığı zaman şöyle derdi: Şu mescidde oturup sohbet
etmek, benim için buna denk olacak herşeyden daha sevimliydi. Ama şu
riyakarların içine düştükleri halden bu yana alimler de mescidde oturmayı
sevmez oldular. Artık çöplükte oturmak bile, bana şu mescidde oturmaktan daha
sevimli geliyor.
Yine o,
şöyle demiştir: Sana naklettikleri sünneti ve hadisleri al. Kendi uydurdukları
görüşlerine gelince onlara tükür geç! Bir başka defasında ise 'Onların üzerine
pisleyip geç!' dediği nakledilmiştir.
Selef-i
Salih (ra), akli ilimleri terketmeyi ve bunlar karşısında aczi müstehap
görürlerdi. Allah Resulü de (sav), bu aczi imandan saymış ve haya ile
birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Haya ve acizlik imandan iki şube,
edepsizlik ve ifade üstünlüğü de (=beyan) nifaktan iki şubedir".[45][45]
O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Halk içinde Allah
Teala'nm buğzuna en fazla müstehak olan, sözü dilinde ineğin yeşil otu doladığı
gibi dolayıp geveleyen belagat meraklısıdır"[46][46]
Bir diğer
hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Acizlik, kalp acizliği
değil dil acizliğidir".[47][47]
Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala, sizler için beyanı
mekruh görmüştür". Netice itibarıyla, anlama ve kavrama manasında
kullanılan 'Fıkh' kelimesi, dil fıkhı olan 'Beyan'ı değil, Allah Teala'ya
yönelen kalp fıkhını murad etmek için seçilmiş bir kelimedir. Beyan, kalbin
şahitlik ve yakin karşısında acze düşmesidir. Dilin acizliği ve uzun süreli
sükutu ise, Selef tarafından müstehap görülmekteydi. Aynı şey, bugün kusur ve
ayıp sayılmaktadır.
Bu devirde
konuşanların çoğu, Selef tarafından zemmedilmiş olan bidat ifadelerini ve nifak
ilmini bilmemektedirler. Bunlar artık 'Sünnet', bunları dile getirenler de
'Ulema' olarak tanınır olmuştur! Devir öyle değişmiştir ki 'Ma'ruf 'Münker',
'Münker1 de 'Ma'ruf haline gelmiştir. Sünnet 'Bidat' olurken, Bidat da 'Sünnet'
olmuştur. Zaten ahir zaman ulemasıyla ilgili olarak rivayet edilen haber ve
hadisler de bunu teyid etmektedir. Bu meyanda meşhur olan bir hadiste Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Te-ala, gevezelere ve ilimde
cimrilik edenlere buğzeder".[48][48]
Haklarında bu tarif ağır basan kimseler rey ve akıl kaynaklı ilimlerde belagat
ve bol laf sahibi olan kimselerdir.
Kalbin
yakini müşahede ve iman ilmi karşısında aciz kalması, nifaka çok yakın, imanın
hakikatına ise çok uzak bir hal arzeder. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle
derdi: îçinde hayır namına bir ilham doğan kimsenin, herhangi bir hadiste
gömleksizin onunla amel etmesi yakışık almaz. Kalbindeki hissi, rivayet edilen
bir hadise tevafuk ettiğinde bunun için Allah'a hamdeder.
Ariflerden
bir zat da şöyle demiştir: Kalbimden geçen hiçbir hatırı, iki adil şahit olan
Kitab ve Sünnet'i şahit tutmadıkça kabul etmedim. İmamımız Ebu Muhammed Sehl
de (ra) şöyle derdi: Kul, şu dört şeye birden sahip olmadıkça imanın hakikatına
eremez: Farzları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera' ile helal yemek; Gizli
ve açık menhiyattan uzak durmak ve ölünceye kadar bunlar üzere sabırlı olmak.
Onlar, Fecr
vaktinden güneşin doğuşuna kadar olan sürede, Allah Teala'mn zikri dışında
konuşanı ayıplar ve bu mübarek vakitte konuşan kimseleri, mescidden
çıkarırlardı. Bu vakitte namaz kılanlar ve Allah Teala'yı zikredenler dışında
mescidlerde kimse kalmazdı.
Selef-i
Salih, dinle ilgili en basit konuşmaları bile önemser, imanları ve sünnete
bağlılıklarının kalplerindeki derinliğinden ve marufun hakikatini bilmelerinden
ötürü, en basit bidatlere karşı dahi hassas davranırlardı. Abdulah b. Muğaffel,
oğlunun imama uyduğu halde namaz kılarken okuduğunu farkedince şöyle demiştir:
Ey oğul, sonradan çıkma şeylerden sakın. Muhdesattan uzak dur.
Sa'd b. Ebi
Vakkas da (ra), kafiyeli konuştuğunu işittiği oğlu Ömer'e, bir ihtiyacı için
yanma geldiği zaman şöyle demiştir: Bu davranışın, beni sana karşı buğza
sevkeder. Böyle konuşmayı bırakmazsan senin hiçbir ihtiyacım karşılamam. Sonra
da Allah Re-sulü'nün (sav) şu buyruğunu nakletmiş tir: "Bir kişiye
verilebilecek şeylerin en kötüsü, dilde akıcılıktır".
Allah Resulü
(sav) İbni Revaha'nm kafiye yaparak üç kelimeyi ardarda sıraladığını işittiği
zaman kendisine "Ey İbni Revaha, kafiyeden sakın" buyurmuştur. Allah
Resulü'nün (sav) de buyurduğu üzere seci' yani kafiye için en az kelime sayısı
ikidir. O, kendisine ceninin diyeti emrettiği bir adamla geçen konuşmasında bu
Ölçüyü koymuştur. Adam, Allah Resulü'ne (sav) şöyle demişti: ''Yiyip içmeyen,
sesi gürültüsü çıkmayan bir şey için nasıl diyet öderiz. Bu, asılsız olsa
gerek. Allah Resulü (sav) onun bu şekilde kafiyeli konuşması üzerine şöyle
buyurmuştur: 'Yoksa bedevilerin kafiyesi gibi, kafiye mi düzüyorsun?".[49][49]
Bu mevzuda
şu hadiseyi de nakletmek isteriz: Mervan, bayram namazları için minberi ihdas
ettiği zaman Ebu Said el-Hudri (ra) ayağa kalkarak şöyle demiştir: Ey Mervan,
bu bidat da neyin nesi? O da şu karşılığı verdi: Bu, bidat değil. Senin
bildiğinden de hayırlı birşey Çünkü insanlar çoğaldı. Ben de sesin onlara
kadar ulaşmasını istediğim için böyle yaptım. Bunun üzerine Ebu Said (ra)
şöyle dedi: Sizler, benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsiniz. Allah'a
yemin ederim ki bugün senin arkanda namaz kılmayacağım. Bunu söyledikten sonra
da, mescidden ayrıldı ve Mervan'm arkasında bayram namazı kılmadı. Bu hadisede
de görüldüğü üzere gerek bayram namazında, gerekse istiskâ namazında minber
üzerinde konuşmak bidattir. Çünkü Allah Resulü (sav) her ikisinde de, zeminde
bir asa veya yaya dayanarak hutbe verirdi.
Rivayete
göre Ömer (ra) bir gece, akşam namazını gökyüzünde bir yıldız belirinceye kadar
ertelemiş, bunun üzerine de bir köle azat etmişti. Ömer b. Abdülaziz de (ra), namazını
ertelediği zaman, Ömer'e (ra) uyarak bir köle azat etmişti. Ömer (ra), onun
anne tarafından dedesiydi. İbni Ömer'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir:
O,akşam namazını, gökyüzünde iki yıldız belirinceye kadar tehir ettiği zaman,
iki köle azat etmişti. Bir hadiste ise, Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Ümmetim, akşam namazını yahudilere benzeyerek
yıldızların doğuş vaktine kadar, sabah namazını da hıristiyanlara benzeyerek
yıldızların dağılma vaktine kadar ertelemediği müddetçe dini kemal üzere
kalır".
Süfyan-ı
Sevri (ra) ve Yusuf b. Esbat (ra) şöyle derlerdi: Dininde dini olmayanı taklid
etme. Veki' ise şöyle demiştir: Benim için zina etmek, dinim hakkında bidatçi
birine fetva sormaktan daha sevimlidir.
îmam Ahmed
b. Hanbel (ra) Ubeydullah b. Musa el-Abesi'den çok sayıda hadis rivayet
etmişti. Bir gün, onun bidatçılığına dair şu haberi aldı: Ubeydullah, Ali'yi
(kv) Osman'dan (ra) üstün tutar. Hatta Muaviye'yi kötülükle andığı dahi
söyleniyor. Sırf bu haber yüzünden, ondan yaptığı rivayeti kesti ve daha önce
kendisinden rivayet ederek yazdığı hadisleri tamamen imha etti. O günden sonra
da bir daha kendisinden hadis rivayet etmedi. Bir defasında İmam Ahmed b.
Hanbel'e şu sorulmuştu: 'Ey Eba Abdullah, Veki' mi yoksa Ubedullah mı Selefe
daha fazla benzer?' O da şu cevabı verdi: 'Zina etse bile Veki'.
İbrahim
el-Harbi şöyle demişti: Ali b. el-Medini'den sırf Allah rızasını umarak ve
hiçbirini nakletmemek kaydıyla birkaç hadis nakledip yazmıştım. 'Niçin ey Eba
İshak?' diye sordular. Bunun üzerine, bir bidatçının arkasında namaz kılmış
olduğunu ifade etti.
İbrahim (ra)
şöyle demiştir: 'Yetmiş yıl boyunca fakihlerle, mu-haddislerle ve Arapça
ilmiyle iştigal edenlerle arkadaşlık ettim. Ama şu günlerde ortaya çıkartılan
muhdesatm hiçbirini onlardan işitmedim'. O, bu sözüyle 'İsim, Müsemma' ve
benzeri ıstılahları kasdetmekteydi. Yine o, şöyle demiştir: Kelam ve cedel
ehlinden olanlar, meclisime gelmesinler. Bana bunlarla ilgili soru da sormasınlar.
Çünkü benim bunlar hakkında hiçbir ilmim yoktur. Bu ilimleri beceremem ve
ehline de bir şey söyleyemem. Eğer onlardan biriyle karşılaşsam, bir kelime
dahi konuşmaz ve hiçbir sorusune cevap vermem.
İmam Ahmed
b. Hanbel de (ra), îmam Şafii'nin (ra) arkadaşlarından Ebu Sevr'i terketmişti.
Sebebi de şuydu: Ebu Sevr, Allah Resulü'nün (sav) "Allah Teala Adem'i
Kendi suretinde yarattı" hadisinin manası sorulduğu zaman, hadisteki
'Kendi' zamirinin Adem'e (as) raci olduğunu söylemişti.
Bu söz
kendisine ulaştığı zaman Ahmed b. Hanbel çok kızdı ve şöyle dedi: Yazık ona!
Yaratılmazdan önce Adem'in (as) nasıl bir sureti vardı ki Allah Teala kendisim
onun üzerine yaratsın. Yazık ona ki, Allah Teala'nm bir misal üzere yarattığım
söyleyebiliyor. Tefsir edilmiş bir hadiste neyin ameli olabilir? Allah Teala
Adem'i (as) Rahman'm sureti üzere yaratmıştır. Onun bu sözleri Ebu Sevr'in
kulağına gidince, kalkıp İbni Hanbel'e gitti ve özür dileyerek şöyle dedi:
Yemin ederim ki bunu ikna olarak söylemedim. Sözüm, sadece kafamdan geçen bir
görüşün ifadesi ve doğru zannettiğim fikrimin beyanı idi.
İbni Hanbel
(ra) Ehl-i Sünnet'ten olan Haris el-Muhasibi'yi de (ra) bidatçılara yaptığı
reddiyesinden dolayı terketmişti. Bu me-yanda kendisine şöyle demişti: Onlara
neye dayanarak reddiyede bulunuyorsun? Onların söylediklerini naklediyorsun.
Söylediklerinle de onları düşünmeye ve haklarında görüş çıkarmaya
sevkedi-yorsun. Bu ise, hakkın batıl ile reddedilmesinin vesilesi olabilecek
bir harekettir. İmam Ahmed'in (ra) bu hassasiyetle terkettiği ulemadan biri
de, Yahya b. Ma'in (ra) idi. Onu terkediş sebebi ise, söylediği şu sözdü: Eğer
şeytan bana birşey verse onu bile alırım.
Malik b.
Enes (ra) de şöyle demiştir: Sünneti müdafaa etmek, sünnete uygun değildir.
Sünneti ancak haber verebilirsin. Eğer kabul edilirse ne ala. Aksi halde sus.
Abdurrahman b. Mehdi'ye (ra), 'Falan kişi bidatçılara reddiyede bulunuyor'
denilmişti. 'Allah Teala'nm Kitabı ve Resulü'nün (sav) sünnetiyle mi?' diye
sordu. Onlar da, 'Hayır, akli delillerle' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi:
Ne^ kadar da kötü yapıyor! Bidati, yine bidatla reddediyor!.
Zeyd b.
Ahzem, Vehb b. Cerir'den şunu nakletti: Şu'be'nin (ra) şöyle dediğini işittim:
el-Hars el-Akeli'ye gittim ve şu soruyu sordum: Allah Resulü'nün (sav)
"Sizden biri, bir cenazeyi takip ettiğinde (yere) konuluncaya kadar
oturmasın"[50][50]
buyruğunun manası nedir? Ne dersin, cenazeye gittiğimizde, mezar henüz
kazılmamışsa,defin tamamlanıncaya kadar ayakta dikilmemiz gerekir mi? Cevabı
şöyle oldu: Sen terkeder miydin?
Mahmud b.
Gaylan da, yine Vehb'den şunu rivayet etmiştir: Şu'be (ra) dedi ki: Bir hadis
sormak için el-Minhal b. Amr'a gittim. Evinden tanbur sesi işittiğimde geri
döndüm ve hadisi sormadım. Daha sonra bu yaptığıma pişman oldum ve kendi
kendime şöyle dedim: Keşke sorsaydım, belki de bilemeyecekti.
Sonrakilerin
ortaya çıkardıkları muhdesattan biri de, yol üstünde alışveriş yapmaktı. Vera'
sahiplerinden hiçbiri, yolda oturan satıcıdan birşey almazlardı. Aynı şekilde
evlerin balkonlarını dışarı doğru çıkarmak, dükkan tezgahlarını yola doğru
uzatmak da mekruh görülen davranışlardandır. Vera' ehlinin alışverişte mekruh
gördükleri bir hareket de, çocuklarla alışveriş yapmaktır. Çünkü onlar,
akıllarına malik olmadıkları gibi sözleri de kabul edilebilir değildir.
Ebu Bekir
el-Mervezi'den rivayet edildi ki: İmam Ahmed b. Hanbel'in (ra) meclisine
katılanlardan yaşlı biri, oldukça heybetli bir görünüme sahipti. İbni Hanbel
de, onu saygıyla karşılayıp iz-zet-ü ikramda bulunuyordu. Bir gün, bu zatın
evinin duvarını dışardan da sıvamış olduğunu öğrendi. Bundan sonra, o zata
iltifat etmemeye başladı. O da, İmam'm bu tavrını yadırgadı ve 'Ey Eba
Abdullah, sana benimle ilgili bir şey mi ulaştı?' diye sordu.
Ahmed b.
Hanbel de, 'Evet, evinin duvarım dışarıdan sıvamış- __ sm' dedi. Adam, 'Bu caiz
değil mi?' diye sordu. O da, 'Hayır, çünkü müslümanlarm yolunu bir parmak ucu
kadar gaspetmiş oldun' dedi. Adam, bunun üzerine, Teki nasıl yapmam gerekir?'
diye sordu. İmam Ahmed de, 'Ya bu sıvayı kazırsın, ya da duvarı yıkıp bir parmak
kadar geriden örüp tekrar sıva yaparsın' dedi. Yaşlı adam, bunun üzerine
duvarı yıktı ve bir parmak kadar geriden örüp üzerine de sıva vurdu. Bu
hadiseden sonra İmam kendisine, eskiden olduğu gibi izzet-ü ikramda bulunmaya
devam etti.
Selef-i
Salih, kedi köpek gibi hayvanların ölülerinin sokak çöplüklerine atılmasını da
mekruh görürlerdi. Bunun sebebi de, sözko-nusu hayvanlardan yayılan kokuların
müslümanlara eziyet vermesiydi. Şüreyh ve diğerleri, kedileri öldüğü vakit,
onları kendi bahçelerine gömerlerdi. Tavanlarda olan su kanallarının sokaklara
akıtılması da mekruh görülmüştür. İmam Ahmed ve vera' erbabı insanlar, bu
kanalları kendi bahçelerine akıtırlardı.
İbrahim
en-Neha'i (ra) şöyle demiştir: İnsanlar, farkında olmadan da katmerli yalan
söylerler. Mesela, 'Birşey yok' dedikleri zaman, zikre değer görmedikeri şeyi
küçümsedikleri için böyle derler. Halbuki, olmayan şey bile, bir şeydir. O,
bunu dahi önemli görmüş ve bu ifadeyi kullananların hem de katmerli yalan
söylediklerini ifade etmiştir.
Rivayet
edildiğine göre, Ömer (ra) Avane'ye şöyle demişti: Körlükten dolayı senin için
üzülürdüm. Halbuki şimdi sana gıpta eder oldum. Avane de, 'Ne oldu ki?' diye
sordu. Ömer de (ra) şu cevabı verdi: Çünkü sen, şu gözlerinle Medine'de ortaya
çıkan bidatçileri görmez oldun ey Eba Suğra. Katade'ye (ra) şöyle denilmişti:
Görmek ister miydin? O da şu karşılığı verdi: Hayır. Gözlerimi açıp da kimi
göreyim? Ancak Allah Resulü'nün (sav) ashabının (ra) devrinde olsaydı, o zaman
onları görebilmek için gözlerimin açılmasını isterdim.
el-Fadl b.
Mehran'dan şunu naklettiler: Yahya b. Main'e, din kardeşlerimden birinin,
kıssacılarm meclislerine iştirak ettiğini söylediğimde bana 'Onu bundan menet'
dedi. Ben de, 'Kabul etmiyor' dedim. O zaman, 'Kendisine vaaz ve nasihatta
bulun' dedi. 'Bunu da kabul etmiyor, onu terkedeyim mi?' dediğimde, 'Evet'
dedi. Ardından İmam Ahmed b. Hanbel'e gittim ve aynı şeyleri ona da söyledim. O
da bana, arkadaşıma mushaf okumayı, Allah Teala'yı candan zikretmeyi ve Allah
Resulü'nün (sav) hadislerini öğrenmeyi tavsiye etmemi söyledi. 'Eğer bunları
yapmazsa' dediğimde bana, 'Hayır, Allah'ın izniyle yapar. Çünkü o tür
meclislere katılmak muhdesattandır7 dedi. 'Peki ya kabul etmez ve
söylediklerimi yapmazsa, o zaman kendisini terkedebilir miyim?' diye sorduğumda
tebessüm ederek sustu.
Bir adam,
Bişr b. Hars'a (ra) kalp ilmiyle ilgili bir mesele sordu. Bişr, biraz
durakladıktan sonra cevabını verdi. Ardından muamelat ilmine dair bir mesele
sordu. Bişr, durakladıktan sonra adamın yüzüne dikkatle baktı ve, 'Kimlerin
meclisine katılıyorsun?' diye sordu. Adam da, 'Mansur b. Ammar ve
İbnu's-Semmak' dedi. Bişr, bunun üzerine kızarak, 'Bize kalp ilmiyle ilgili
sual sorduktan sonra bir de gidip kıssacüann meclisine oturmaktan utanmıyor musun?'
dedi ve adamdan yüz çevirdi. Biz de kendisini teskin ederek, 'Sakıncalı biri
değildir, Ehl-i Sün neft endir dedik.
Selef
uleması, mescidlerle ilgili olarak ilk çıkarılan bidat olan has odada namaz
kılmayı mekruh görüyorlardı. Aynı şekilde mes-cidleri süslemeyi, kıble kısmını
yaldızlamayı ve mushafları altınla ve değişik malzemelerle tezyin etmeyi mekruh
sayıyorlardı. Bunlar da sonradan çıkartılan bidatlardandır. Bu meyanda rivayet
edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Mescidlerinizi süsleyip mushaflarınızı tezyin ettiğinizde helak üzerinize
olur".
Selef-i
Salih, tek mahallede birden fazla mescid inşa edilmesini de mekruh
görüyorlardı. Bu babda Enes b. Malik'le (ra) ilgili olarak şu hadise
nakledilmiştir: O, Basra şehrine gittiği zaman, attığı her iki üç adımda bir
mescid bulunduğunu görmüş ve şöyle demişti: Bu bidat da nereden çıktı?
Mescidler çoğaldığı zaman namaz kılanlar azalır. Şuna şahidim ki, tek bir
kabilenin dahi, sadece bir mescidi vardı. Kabile sakinleri, yaşadıkları semtte
tek bir mescid inşa ediyorlardı. İki mescid yapıldığında ise, namazı hangisinde
kılacakları hususunda ihtilafa düşülüyordu. Kimisi, eski olanı tercih ediyordu
ki, Enes b. Malik (ra) ve ona tabi olan sahabiler bu görüştedir. Onlar, yeni
yapılma mescidleri bırakarak eski mescidi tercih ediyorlardı. Hasan el-Basri
(ra) ise, en yakın olanda kılınması gö- I rüşündeydi.
Denir ki:
Sonraki devirlerde ortaya çıkarılan bidatlardan dördü de şunlardır: Sofralar,
elekler, su kırbaları ve aşırı kilo. Selef-i Salih, toprak kaplar dışındaki
kapları kullanmayı mekruh görürken vera' ehli de bakır ve tunçtan yapılmış
güğüm ve destilerin suyundan abdest almazlardı. Cüneyd (ra) şöyle der: Seri
es-Sakati dedi ki: Evinde kendi türünden başka malzeme kullanmaman fikrindeyim.
Onun 'tür5 ile kasdettiği, topraktan başkası değildi. Topraktan yapılmış
kapların kullanılması halinde, bundan dolayı hesap sorulmayacağı
bildirilmiştir.
Selefin
mekruh gördükleri adetlerden biri de, binaların tuğla ve kireç kullanılarak
yükseltilmesiydi. Rivayete göre, toprağı pişiren ilk insan Hâman'dır ve bunu
Firavun'un emriyle yapmıştır. Bu tür yüksek binalar, zorbaların binaları olduğu
söylenmiştir. Selef, bina tavanlarının ve kapılarının çeşitli malzemelerle
süslenmesini ve tezyinatla donatılmasını da mekruh görürdü. Onlar, bu tür mekanlardan
gözlerini kaçırırlardı. el-Ahnef b. Kays, bir müddet için evinden ayrılıp
gurbete gitmişti. Onun yokluğu döneminde evinin tavanını elden geçirip yaldızla
süslemişlerdi. Evine girdiği zaman hemen dışarı çıktı ve 'Yemin ederim ki, o
süsleri söküp tavanı eski haline getirmediğiniz sürece bu eve girmem' dedi.
Süfyan-ı
Sevri'nin (ra) arkadaşlarından biri olan Yahya b. Mu-az şunu anlatmıştır:
Süfyan ile beraber şehirde yürüyordum. Yolda çok süslü ve nakışlarla bezeli bir
kapı gördük. Ben, kapıya dikkatle bakmaya başladım. Bunun üzerine beni çekti.
Orayı geçince hemen sordum: Ona bakmada hoşgörülmeyecek taraf neydi? Dedi ki:
Onu böyle yapmalarının sebebi, yoldan geçenleri ona baktırabil-mektir. Eğer
yoldan geçenlerden hiçbiri dönüp ona bakmasa, böyle yapmazlardı. Süfyan (ra) bu
sözüyle, böyle bir kapının yapılmasına katkıda bulunmuş olma endişesini ifade
etmekteydi.
Müslümanlar
arasında sonradan ortaya çıkan ve Selef tarafından mekruh görülen bidatlardan
biri de ince ve şeffaf elbiselerin gi-yilmesiydi. Özellikle Mısır ipeğinden
yapılan ince giysiler, hem kadınlar, hem de erkekler için mekruh görülürdü.
Ama kadınlar için çok daha açık ve katı bir şekilde mekruh görülürdü. Selef, bu
bahiste şöyle derdi: 'Şeffaf giysiler, fasıklarm giysileridir. Elbisesi incelen
kişinin, dini de incelir'. Yine onlar şöyle demişlerdir: Kulluk yolunun başı,
giysidir. İbni Mesud da (ra) şunu söylemiştir: Kalp kalbe benzediği zaman,
giysi giysiye benzemez.
Bişr b.
Mervan, bir defasında şeffaf bir giysi ile hutbe vermişti. Rafı' b. Hudeyc
(ra), onu alaya alarak şöyle dedi: Emirinize iyi bakın! İnsanlara öğüt
verirken, kendisi fasıklarm elbisesini giyiyor!
Bu konuda
rivayet edilen bir başka hadise de şudur: Amir b. Re-bi'a, gösterişli
elbisesiyle Ebu Zer'in (ra) yanına gitmiş ve ona zühdü sorup zühd hakkında
konuşmaya başlamıştı. Ebu Zer de (ra), avucunun içine üfleyip yellenme sesi
çıkarmaya başladı. Ardından adama sırtını döndü ve onunla konuşmadı. Amir, onun
bu davranışına çok kızdı. Kendisi, Kureyş'in ileri gelenlerinden ve
eşrafdandı. Hırsla İbni Ömer'e (ra) gitti ve Ebu Zer"! (ra) ona şikayet
etti. İbni Ömer de (ra) şöyle dedi: Bunu kendin istemişsin! Ebu Zer'e böyle bir
elbiseyle gidecek, sonra da ona zühdü soracaksın?!
Bu babda
Allah Resulü'nden de (sav) bir hadis rivayet edilmiş ve O, ahir zaman
kadınlarını anlatarak şöyle buyurmuştur: "Onlar elbise giymiş
çıplaklardır. Hem meyyaldirler, hem de meylettirirler. Başlarında inek
boynuzları gibi süsler olur ve cennetin kokusunu asla kokamazlar".
Kadınların başlarındaki süslerle, şapkalar ve saçtan yapılmış topuzlar
kasdedilmektedir.
îbni Abbas
(ra) Teberrüc=Süslenme' kelimesini tefsir ederken, 'ince ve şeffaf elbiseler
giyinmek' olduğunu söylemiştir. O, Allah Te-ala'nın "Önceki Cahiliyye
devrinde olduğu gibi, süslenip çıkmayın" (Ahzab/33) buyruğunu tefsir
ederken şöyle demiştir: Cahiliyye kadını, çok yüksek paralar ödeyerek
elbiseler alır, fakat bu elbise ile gizlenmesi gereken avret yerlerini
örtemezdi. Bu tür giysilerle, şeffaf ve hatları belli eden türden oldukları
için namaz kılmak caiz olmaz. Bunları giymek de mekruhtur.
Selef-i
Salih'in giysileri, Mısır, Yemen ve diğer memleketlerden gelen, hayli kalın
kumaşlardan yapılma elbiselerdi. Fiyatları da beş dirhemle otuz dirhem arasında
değişirdi. Allah Resulü'nün (sav) izarımn boyu dört buçuk arşın uzunluğunda
olup fiyatı da dört beş dirhem kadardı. Gömlek türünden giydikleri elbiselerin
fiyatları da beş ile on dirhem arasında olurdu.
Allah
Resulü'nün (sav), bir hadisinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Münker maruf, maruf da münker oluncaya kadar Kıyamet kopmaz".[51][51]
Ibni Abbas
da (ra) şöyle derdi: 'İnsanlar üzerinden bir yıl geçmez ki, bir sünneti
öldürüp bir bidati ihya etmemiş olsunlar. Sonunda bütün sünnetler ölüp
bidatlar hayat bulacaktır5.
'Münker=Çirkin,
tanmmayan'a bu ismin verilme sebebi, onun müslümanlar tarafından bilinmeyen ve
yadırganan bir şey olmasıdır. Hak gizlenip bilinemez hale gelince onun yerine
ortaya çıkan şeye 'Münker1 ismi konulur. 'Maruf =Bilinen'e de bu ismin veriliş
sebebi, onun müslümanlar arasında bilinen ve iyi olarak tanınan şey olmasıdır.
Batıl yayılıp cehalet arttığı zaman insanlar tarafından yadırganmayan ve
tanınan şeye 'Maruf ismi verilir. Hatta bu meyanda şöyle denilmiştir: 'Zulüm
çok arttığı zaman, adaletin ne olduğunu bilmeyen çocuklar doğar.
Şa'bi (ra)
şöyle derdi: İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Haccac-ı Zalim'i
hayırla anacak hale düşecekler. Çünkü Haccac, idare ettiği devirde müslümanlann
görmedikleri birçok bidat ihdas etmiş, halk da bunları tanımamıştı. Halbuki
bugün aynı bidatlar, bilinen sünnetler ve güzel görünen ameller halini
almıştır. İnsanlar, bu bidatları hoş karşılamaya ve onları ihdas eden kişi
hayırla yadetmeye başlamışlardır. Hatta birçoğu, bunları çıkaran kimsenin ecir
kazandığını ve şükrana değer bir iş yaptığını dahi düşünebilmektedir. Ama,
bunların Haccac tarafından ihdas edilmiş bidatlar olduğunu bilmemektedirler.
Bu insanlar,
bunları ihdas edene lafzi olarak dua etmeseler bile, hayırla anmaları sebebiyle
zımni olarak dua etmiş olmaktadırlar. Bu bidatları güzel görmeleri dahi,
çıkaran kimse için bir tür duadır. Haccac'm bidatları arasında, onu ahiretin
iyi kapılarına sokabilecek hayırlı bidatlar da vardır . Halbuki ondan sonra
gelen vali ve idareciler, zulüm ve fışkın zirvesine çıkan Öyle bidatlar ihdas
etmişlerdir ki, onların yaptıkları yanında Haccac'ı hayırla anıp ona dua etmek
neredeyse farz olmuştur.
Selefe
muhalefet ederek ihdas edilen tahtırevan ve zenbillerin tamamı bidattir. Bunlar
sayesinde, yola çıkanların keyifleri ve rahatları artmıştır. Halbuki Selef
devrinde insanlar hacc için yola çıktıkları zaman, yük hayvanlarının ve
develerin semerlerine oturur, güneşin altında terler ve Allah Teala'nm yolunda
sabr-ü sebat ederlerdi. Yemeği az yer, uykuyu kısa tutarlar, üstleri başları
kum ve tozla dolardı. Neticede bindikleri hayvanların rahatları daha fazla olup
yük ve meşakkatleri az olurdu. Bu yaptıkları, onlar için daha sevap, hacları
için daha nezih, hayvanları için de daha sağlıklı olurdu. Bu, peygamberlerinin
sünnetine de uygundu. Ama sonrakiler, bütün bu zühd ve nezahati bir kenara
atarak türlü bidatlar ihdas etmişlerdir. Hacca giderken develerin üstüne büyük
gölgelikler ve tahtırevanlar kurdurmaya başlamışlardır. Hayvanlar, bu ağır
yüke dayanamadıkları için çoğu zaman yolda telef olurdu. Böyle yapmak suretiyle
Allah Resulü'nün (sav) sünnetine de aykırı hareket etmiş olurlardı.
Sonraki
devirlerde çıkarılan bidatlardan bir kısmı da mushaf-larla ilgiliydi. Selef-i
Salih devrinde bulunmayan beşliler, aşırlar, ayet başları, kırmızı, yeşil ve
altın yaldızlı işaret ve noktalar gibi sonradan ihdas edilmiş tezyinat ve
süslemeler Kur'an-ı Kerim'e sokulmuştu. Selef-i Salih, 'Kur'an'ı, Allah
Teala'dan indirildiği üzere yalın kılın ve ona Kur'an'dan olmayan şeyleri
karıştırmayın' derlerdi. Ulema da, Kur'an-ı Kerim üzerinde yapılan bu tür
tezyinatı çirkin görürdü. Ebu Reziyn şöyle derdi: İnsanlar üzerine öyle bir zaman
gelecek ki, o zaman doğacak nesil, Haccac'm mushafla ilgili olarak ihdas
ettiklerine bakarak bunun Allah Teala'dan inzal edilen şekil olduğunu
zannedecektir.
Mushaflarla
ilgili olarak ulemadan birçok ihtilaf ve kınama nakledilmiştir. Mesela bazı
alimler, kırmızı noktalar konmuş mus-hafları okumazlardı. Bazıları da, noktalı
mushafı, vahyedilenin aynı olarak görmüyorlardı. Bazıları mushaf satın almayı
uygun görürken, satmayı mekruh sayıyorlardı. Bir kısmı da, başkası tarafından
noktalanmış bir mushafı okumakta mahzur olmadığını söylüyorlardı. Bidat
olduğunu düşündükleri için, Kur'an'ı noktalamaya karşı ücret alınmasını da
mekruh görüyorlardı.
Ebu Bekir
el-Hezeli şöyle der: Hasan el-Basri'ye (ra) Kur'an-ı Kerim'i parayla
noktalamanın hükmünü sordum. Bana, 'Noktalama da nedir?' diye sordu. Ben de,
'Lafızların iraba uygun olarak harekelenip noktalanması' dedim. 'Kur'an'm
irabına uygun olarak ha-rekelenmesinde bir beis yoktur' dedi. Halid el-Hazza'
da şunu nak-letmiştir: Muhammed b. Sirin'in (ra) meclisine gittiğimde, harekelenmiş
bir mushafı okuduğunu gördüm. Halbuki o, noktaları ve harekeleri mekruh
sayardı.
Firas b.
Yahya da şunu anlatmıştır: Haccac'm hapishanesinde, nahivle ilgili, noktalanmış
bir sayfa gördüm ve şaşırdım. Bu, gördüğüm ilk noktalı yazıydı. Onu Şa'bi'ye
götürdüm ve durumu kendisine haber verdim. Bana şöyle dedi: Sen, noktalanmış
olanı oku. Ama kendin noktalama.
Rivayete
göre Haccac, Kur'an okuyan karilerden otuzunu bir araya getirmişti. Bunlar
oturup bir ay boyunca Kur'an'ın harflerini, lehçelerini ve kelimelerini
sayıyorlardı. Eğer bunu yaparken Ömer, Osman (ra) veya Ali (kv) onları
görseydi, sopayla kafalarını yaralarlardı. Sahabenin mekruh gördükleri ve ahir
zaman karileri olarak vasfettikleri Kur'an okuyucuları, işte bu kimselerdir.
Onlar hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'an'm bütün lehçelerini ezberler, ama hadlerini
(hükümlerini) zayi ederler1.
Haccac,
karilerin en iyilerinden ve lehçelere en fazla hakim olanlardan biriydi. O,
Kur*an-ı Kerim'i her üç günde bir defa hatmederdi. Ama Kur'an'm koyduğu had ve
kaideleri en fazla çiğneyen de yine oydu. Mescidlerdeki kum ve taşlan dışarı
çıkartıp oralara liften dokuma yaygılar serdiren de odur. Rivayete göre görme
özürlü olan Katade (ra) secdeye vardığında gözüne bir lif parçası kaçmıştı.
Namazdan sonra şöyle dedi: Mescidlere bunları döşeterek namaz kılanlara eziyet
eden Haccac'a Allah lanet etsin! Selef-i Salih, Allah Teala karşısında tevazu,
huşu ve zillete daha yakın olduğu için doğrudan toprak üzerine secde etmeyi
daha hoş görürlerdi.
Yukarıda
zikrettiklerimizin yanısıra sonraki devirlerde ortaya çıkarılan birçok bidat
daha vardır ki, bunları teker teker saymayı ve hepsini dile getirmeyi
istemiyoruz. Ne üzücüdür ki bu bidatler, günümüzde bilinen sünnetler ve aşina
olunmuş adetler haline gelmiştir. Halbuki salihlerin sıfatlarını ve
öncekilerin siretlerini bilmelerinden dolayı marufa da vakıf olanlar nezdinde
bunların ekseriyeti münker olma vasfını muhafaza etmektedir.
îbni Mesud
(ra) şöyle demiştir: Münkerler ve bidatlar o kadar etkili olacaklardır ki,
bunlardan herhangi biri değiştirilmek istendiğinde 'Sünneti mi
değiştiriyorsunuz? denilecektir. O, başka bir rivayette de şöyle demektedir:
Bu zamanın en zekileri, dinlerinde tilkiler gibi kurnazlık edenler olacaktır.
Enes b. Malik (ra) Hicret'in sekseninci yılı hac mevsiminde şöyle demişti:
Bugün, Allah Resulü'nün (sav) devrinde olup da değişmemiş hiçbir şey
göremiyorum. Sadece 'La ilahe illallah' şehadeti dışında. 'Peki ya namaz, ey
Eba Hamza?' dediklerinde şöyle dedi: Namazda da sizin bidiğiniz bidatlan ihdas
etmediler mi? Onun kasdettiği, namazdaki tehirler, öncesindeki çağrılar ve
selamın belirlenmesi gibi adetlerdi. O devirdekiler, bunu kametle bir
tutuyorlardı ve sünnet haline getirmişlerdi.
Enes b.
Malik (ra) Yezid er-Rekaşi, Ziyad en-Numeyri ve Ferkad es-Seneci gibi kariler
yanına geldiği zaman şöyle derdi: Sizler Allah Resulü'nün (sav) ashabına ne
kadar da benziyorsunuz! Başlarınız ve sakallarınız ne kadar güzel! Onun bu sözü
Mecnun'un şu beyti gibiydi:
Çadırlarsa,
onların çadırları gibi Ama semtin kadınlarının, o kadınlar olmadığını
görüyorum.
Sahabe'den
bir topluluktan da şu söz rivayet edilmiştir: Eğer Allah Resulü'nün (sav)
ashabı yeryüzüne dağılsalar ve yaptıklarınıza baksalar, cemaatla namaz dışında
yaptığınız hiçbirşeyi maruf olarak görmezler. Başka bir lafızda ise Toplu
olarak namaz kılmanız dışında' dedikleri rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri
(ra) şöyle derdi: Öyle taifelerle arkadaşlık ettim ki, onları görseydiniz kesinlikle
'Bunlar deli' derdiniz. Onlar da sizin en hayırlılarınızı görselerdi 'Bunlar
ne ahlaksız kimseler1 derlerdi.
Ebu Hazım
şöyle derdi: Ben hakiki manada kurra olan zevata yetiştim. O devrin Kur*an
hamillerinden biri, yüz kişinin arasında bulunsa, hüsn-i siması, tevazusu ve
huşû'u ile derhal temayüz ederdi. Hamili olduğu Kur'an, ona vakar kazandırmış,
simasını güzelleştirmiş, onu huşu ve itaat ehlinden kılmıştır. Ama bugün gördüklerim,
yemin ederim ki bunlar 'Kurra' değil 'Cürra' yani cüretkar kimselerdir.
Bir zat da
şöyle demiştir: Cenazede hazır bulunur, ama cenazenin kime ait olduğunu
bilemez ve insanların aşırı hüzünlerinden dolayı kime taziyede bulunacağımızı
bilemezdik. Cenaze teşyi edildikten sonra, ölüye faydası olmayacak üç kişi
bırakılırdı'. Fudayl b. Iyaz da, zamanının kari'lerine karşı insanları ikaz
ederek şöyle derdi: Sakın o kari'lerin meclisine oturmayasm. Kendilerine ters
düştüğün zaman seni tekfir ederler.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir delikanlıyla sohbet etmek kadar sevdiğim birşey
yoktur. Bir kari' ile sohbet etmek kadar da kızdığım şey yoktur. O, çoğu zaman
şunu söylerdi: Teğanni yapmayı beceremeyen, kurra'lığı da beceremez. Bişr b.
el-Hars da şöyle derdi: 'Bir delikanlıyla arkadaşlık etmek, benim için bir
kari' ile arkadaşlık etmekten daha sevimlidir. Karilerin meclislerine oturmaktan
uzak dur. Çünkü onlar, zemmedilmesi gerekmeyeni zemmederler. Onların
cemaatıyla namazı terketsen, hepsi de senin aleyhinde şahitlik ederler. Bütün
bunların sebebi, onlann her konuda haddi aşmaları ve cehaletin kendilerine ağır
basması, ulema meclislerine çok seyrek katılmaları ve ilmi yakinen görmemelerinden
ötürü her konuda inkara süratle meyletmeleridir.
Onlar,
riyanın çok gizli emarelerini taşıyıp halka karşı yapmacık hareketler
sergiledikleri için inkar edilmeyecek şeyleri de inkar ederler. Kolayla
atfedilebilecek basit meselelerde katı ve bağnaz bir tavır sergileyerek
nefretlerini açığa vurmaktan geri durmazlar. Onlar, güzel ahlak ve hoşgörü
sıfatlarını haiz olmayan kimselerdir. Onlar, insanlara karşı aşağılayıcı ve
kaba kimselerdir.
Zenginlere
karşı ise yaltaklanır ve aşın derecede yumuşarlar. Sanki nzıklarını onlara
borçluymuş ve sanki ibadetlerini onlar için yapıyormuş gibi davranırlar.
Ahlaklı ve temiz insanlara karşı öfkeleri çok büyüktür. İşte bu sebepledir ki
ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Şerefli bir kimse Kur'an kari'i olduğu
zaman tevazu sahibi olur. Düşük biri kari' olduğunda ise kibir sahibi olur.
Başka bir
zat da şunu söylemiştir: Sefil kimseler kari' oldukları zaman, iyiliği emri
arttırır ve komşularına her meselede itiraz etmeye başlarlar. Onların iyiliği
emretmeye yönelik gayretlerinde-ki artışın sebebi, kendilerinin de iyilik ve
maruf ile tanınma arzularıdır. İşte bu yüzdendir ki hakiki alimler onları
reddetmiş, hikmet ehli de kendilerini kınamıştır. Çünkü ilim, daralıp
genişleyen bir fazilettir. Güzel ahlak, edeb ve mertlik de buna bağlı olarak genişleyip
daralır.
Hakiki alim,
insanlara karşı herşeyi yerine koyan ve bu hususta haddi aşmayan, herkese aklı
mikdarınca hitap edip insanlar için mazeretler aramayan kimsedir. Ulemanın
sıfatlarından biri de, ahlakı yaymada içine dönük olmaktır. İmam Şafi'i (ra)
şöyle derdi: İnsanlara karşı içe kapanık ve çekimser olmak, onlann
düşmanlığını kazan-dıncı bir davranıştır. Sen, çekimser ile fazla açılan
arasında dur.
Bu konuda
nakledilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Siz insanları mallarınızla genişletip ferahlatamazsmız.
Sizden biri onlan şenliği ve güzel ahlakı ile genişletip rahatlatsın". Bu
hadisin başka bir rivayetinde ise 'Müjde-ciliği ve mutluluğu ile' ifadesi
geçmektedir. Bütün bu meziyetler, kurra' sınıfının ekseriyetinde mevcut olmayıp
onlar bu tür bilgilere sahip değildirler.
Allah Teala,
herşey için bir ölçü koymuştur. Bir şeyin ölçüsünü kaçıran kimse onu ifsad
eder. Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Tevazu'un azı, amelin çoğuna,
vera'm azı da ilmin çoğuna denktir. Halefin hafife aldığı Selef ahlakından
biri de, kişinin kendi hakkında konuşan kişiyle veya konuşmamış bir kişiyle
ilgili olarak konuşmasını nifak alametlerinden saymalarıydı. Çünkü onlar,
biriyle konuştuklarında veya ona selam verdiklerinde ona kalpleriyle selam
verirler ve onun hakkında asla ileri geri konuşmazlardı. Bir bidati veya açık
fışkından dolayı gıyabında bahsettikleri kişiyle yüzyüze geldiklerinde asla
konuşmazlardı.
Sözünden
dolayı övdükleri bir kimseyi, başka bir mecliste fiilinden dolayı kınamaz,
fiilinden dolayı kınadıkları birini de sözünden dolayı övmezlerdi. Çünkü bu tür
davranışlar, insanda iki dilin ve iki yüzün olmasını, için dışın
farklılaşmasını gerektiren davranışlardır. Onlar birine 'Selamün aleyküm' diye
selam verdikleri zaman, bunun manasının 'Seni gıybet etmemden ve ardından kınamamdan
beri ve uzaksın' olduğunu iyi bilirlerdi. Onlara göre insanların bu tür
farklılık ve ikiyüzlülük içinde olmaları, nifak çeşitlerinden birini teşkil
etmekteydi.
Allah
Resulü'nden de (sav) bu babda şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"İnsanların en kötüsü, onlara bir yüzle, şunlara başka bir yüzle giden
ikiyüzlü kimsedir".[52][52]
Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyada iki
dili olana, Allah Teala Kıyamet'te de ateşten yapılmış iki dil
verecektir".[53][53]
Selefden bir
zat da şöyle demiştir: Meclisimde hiç kimse zikre-dilmemiştir ki, onu sanki
önümdeymiş gibi kafamda canlandırıp işittiğinde seveceği şeyi gıyabında
söylemiş olmayayım. Bir başkası da şöyle demiştir: Yanımda hiç kimse
zikredilmemiştir ki onun misalini gözümde canlandırmış ve kendi hakkımda
söylenmesini istediğim şeyleri onun hakkında söylemiş olmayayım.
Selef-i
Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Tevazu'un azı, amelin çoğuna, vera'm azı
da ilmin çoğuna denktir. İşte bunlar, insanların kalplerinden ve ellerinden
emin oldukları hakiki müslümanlann sıfatlarıdır. Onlar öyle kimselerdi ki,
yanlarında başka biri kötü sözlerle anıldığı zaman, durup kendi nefsi hakkında
tefekkür eder ve bu kötülük kendinde de varsa, utanarak bu konuşmayı keserlerdi.
Eğer bu kötülük kendilerinde yoksa, bu yüzden Rablerine ham-dedip kötülüğü
zikredilen kardeşlerine şefkat duyarak onun düzelmesini dilerlerdi. Rablerine
olan daimi şükür halleri, onları bu tür günahlardan muhafaza ederdi. Selef-i
Salih'in yolu işte buydu.
Allah
Teala'mn indirdiği semavi kitaplardan birinde şöyle yazılıdır: 'Kendinde hayır
olmadığı halde hayırla anılan kimsenin sevinmesine şaşmak gerekir. Kendinde
bulunduğu halde kötülükle anılmasına kızana da şaşmak gerekir. Bundan daha
fazla şaşılması gereken ise, nefsini yakin üzere sevip insanlara şüphe ile
buğze-den kimsenin kimsenin halidir'.
Selef,
övülmekten hoşlanma ve şükran bekleme türünden davranışlara karşı çok sert
konuşurlardı. Öyle ki onlardan bir zatın şöyle dediği rivayet edilir: Övülmeyi
sevip yerilmekten hoşlanmayan kimse, münafıktır. Ömer (ra), bir adama,
'Halkının lideri kim?' diye sormuştu. O da, 'Benim' dedi. Bunun üzerine Ömer
(ra) şöyle dedi: 'Eğer öyleysen bunu söyleme'.
Muhammed b.
Ka'b bir mektup yazmış ve nisbet ismi olarak da 'el-Karezi' ismini kullanmıştı.
Çevresindekiler, 'el-Ensari diye yaz' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi:
Olmadığım bir şeye güvenerek Allah Teala'ya karşı kendimi emniyete almak
istemem! Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Sana, 'Ne kadar da kötü adamsın!'
denildiği zaman kızıyorsan, hakikaten kötü birisindir. Başka bir zat da şöyle
demiştir: Kendinde bir hayır görmedikçe, hayırda olmaya devam edersin.
Ulemadan bir
zata sorulmuştu: Nifağın alameti nedir? Dedi ki: Kendinde bulunmayan bir
faziletle medhedildiği vakit kalbin bununla teskin olmasıdır. Süfyan (ra)
şöyle derdi: Bir kimsenin, halkın tamamı tarafından sevilmekten hoşlanıp
birinin dahi kötülükle anmasından rahatsızlık duyduğunu görürsen, bil ki o bir
münafıktır.
Bütün
bunlar, Allah Teala'nm münafıkları tavsif ettiği şu ayet-i kerimenin
muhtevasına dahildir: "Diğer bir takımlarını da, hem sizden emin olmak,
hem de kavimlerinden emin kalmak ister bulacaksınız". (Nisa/91) Ehl-i
Sünnet içinde eman bulan kimsenin, ehl-i bidat arasında korku duyması gerekir.
Alimler tarafından kınanan karilerin ekserisi, işte bu yollara giren, gündüz
vakti gecenin karanlıklarına dalan kimselerdir.
Belki de
gurura kapılmış ve cahil biri, Allah Resulü'nün "Mümin övüldüğü zaman
imanı artar" hadisini olmadık şekilde tevil edip onu yerli yerine koyamaz.
Dikkat edilirse Allah Resulü (sav) 'Müminin şanı artar1 buyurmayıp 'İman artar5
buyurmuştur. İmanın artması ise, imana kasdedecek hile ve tuzaklardan korunmak
ve Allah korkusu taşımakla olur. Ariflerin bu babda takip ettikleri bir yol
vardır; onlar imanın yücelmesiyle müminin de yüceleceğine inanırlar. Yücelen
mümin ise, bunun için Rabbi adına sevinir ve bu yücelmeyi, kendisini bu vasıta
ile dost edinen Mevla'sına izafe eder. Sanatı, onun Sâni'i olan Allah'a
döndürüp fıtratta bu fıtratı şekillendiren Fatımi müşahede eder. Böylece
yapılan övgü Sâni'i olan Allah Teala'ya, tavsif de Fatır'ına ait olur. Bu
meyanda asla kendi nefsine bakmaz ve bu tavsif ile övünmez. Bunlar; Rabbinin
merhamet ettiği kimseler dışında takipçilerinin azaldığı, artık silinmekte
olan hakikat yollarıdır. [54][54]
İlimlerin
neredeyse tamamı, hırs gösterdiği ve arzu edip çabaladığı zaman münafık,
bidatçı ve müşrik demeksizin herkes tarafından öğrenilip yayılabilir. Çünkü
ilim, zihnin neticelerinden ve akim semerelerinden biridir.
Ancak İman
ve Yakin İlmi, bunun dışındadır. Çünkü bu ilmin müşahedesi ve hakikatları
hakkında konuşulması, sadece yakin sahibi müminlere mahsus bir meziyettir. Bu,
herşeyden önce imanın ziyadesinin, ilim ve yakinin hakitamnm ikrar edilmesini
icap ettiren bir sahadır. Bu da, Allah Teala'nm ayetlerinin, O'nun kudret ve
azametinin mükaş efe sinin söz verilmesiyle olur.
Allah
Teala'nm ayetleri, fasıklar için değildir. O'nun ahdi de, zalimlere ulaşacak
değildir. Azamet ve kudreti de, yoldan çıkanlar için şehadet olmayacaktır.
O'nun emirlerini hiçe sayanlar için hiçbir vecd sözkonusu olamaz. Bunun aksini
düşünmek, Allah Teala'nm hüccet ve ayetlerini zayıflatmak, O'nun açık
delillerinin ve kudretinin değerini düşürmek olur. Yine bu, Allah Teala'nm
hakta kalan sayılı kullarından olan ihlas ehlinin hüccet kaynakları durumundaki
Yakin kalesine şek ve şüphelerin müdahil olması manasına gelir. Böyle bir hal,
hak ile batılın birbirine karışmasına da sebebiyet verebilir. Halbuki hak;
O'nun sevgisine layık olan ve rehberleri kılman Sıdk ehlinin temel
göstergesidir.
Bütün bunlar
dahi, Marifet ilminin diğer ilimlere olan üstünlüğünün en açık delilini teşkil
etmektedir. Allah Teala buyurdu ki: "Onu, İsrail oğullarının alimlerinin
bilmesi de onlara bir delil (ayet) değil mi?". (Şu'ara/197); "Aksine
onlar kendilerine Kitab verilenlerin sinelerinde varolan apaçık
ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki bunda keskin anlayışlılar
için ayetler (ibret ve deliller) vardır". (Hicr/75); 'Yakin sahibi bir
topluluk için ayetleri açıkladık". (Bakara/118); "Ve onu bilen bir
topluluğa açıklamamız için". (En'am/105)
Bu ayetlerde
zikredilen topluluk ve kimseler, Allah Teala'yı bilen, O'nun hakkında konuşan,
O'ndan nasiplerini almış ve katında bir makam kazanmış insanlardır. Allah
Teala'nm bu lütfü, ona ehil ve layık olmayan kimseler için olamaz. Çünkü bu
lütfün kapsamına giren şeyler, Allah Teala'nm ayetleri, delilleri, şahitleri,
basiret vesileleri, yolunu gösteren rehberleri ve beyanını izhar eden buyruklarıdır.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Sonra onu açıklamak da Bize
düşer". (Kıyame/19); "İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti".
(Rahman/3); "Müminlere yardım etmek Bizim üzerimizde bir hakti".
(Rum/47); "Zaten onlar buna layık ve ehildiler". (Fetih/26) Müminler
de, Allah'ın yardımıyla O'nun dinine yardım edip O'nun hakikata erdirdiği
şeylerin hakikatim gördüler ve O'nun kendileri için şahitlik ettiği şeye
şahitlik ettiler. Böylelikle de müttakilerin imamı ve hidayetin rehberleri
oldular.
Marifet
ehlinden bir zat şöyle demiştir: Bu ilme dair bir müşahedesi olmayan kişi,
şirk veya nifaktan uzak kalamaz. Çünkü o, Yakin ilminden halidir. Yakin'den
uzak kalan ise şüphe zerrelerinden emin olamaz. Ariflerden bir zat da şunu
söylemiştir: Kendisinde bu ilimden bir nasip bulunmayan kimsenin kötü sona
duçar olmasından endişe ederim. Bu ilimden alınacak nasibin en küçüğü, onu
tasdik edip ilmi erbabına teslim etmektir. Başka bir zat ise şöyle demiştir:
Her kimde şu iki sıfattan biri olursa, bu ilmin hiçbir kısmına muttali olamaz:
Bidat ve Kibir.
Marifet
ilminin ehlinden bir topluluk da şunu söylemişlerdir: Dünyayı seven ve nevaya
aşırı hırslanan kimse, bu ilimde bir şey kazanamaz. Ebu Muhammed Sehl (ra)
şöyle derdi: Bu ilmi inkar edene verilecek cezaların en düşüğü, ondan tamamen
mahrum edilmektir. Marifet ehli, bu ilmin, Sıddıklann İlmi olduğu, bundan bir
nasibi olanın Mukarrebun'd&n olduğu ve Ashab-ı Yemin derecesine nail
olacağı hususunda müttefiktirler.
Bil ki
Tevhid ilmi ve sıfatların bilinmesi, sair ilimlerden tamamen farklıdır. Diğer
ilimlerdeki ihtilaf, rahmet olarak görülürken Tevhid ilmindeki ihtilaf dalalet
ve bidat olarak görülür. Zahiri ilimlerdeki hatalar bağışlanabilir, hatta
ictihadi konularda bir hasene olarak görülürken Tevhid ilminde ve şehadetinde
yapılan hata küfür olarak değerlendirilir. İnsanlar, Allah Teala katında
zahiri ilimleri öğrenmekle mükellef kılınmamışken, Tevhid ilminde hakikata
uygun bir şekilde iman etmekle mükellef kılınmışlardır.
Kim bir
bidat ihdas ederse, bidati kendisine döndürülür ve ondan mesul tutulur. Bidat
çıkaran kimse de, Allah Teala için kullarına karşı bir hüccet ve o diyar için
de faydalı bir rahmet olmaz. O, ancak dünya sevgisiyle ve dünyaya rağbet
etmekle vasfedilir. Allah Teala'nm yolunu gösteren rehberlerden, dine davet
edenlerden ve müttakilerin imamlarından olamaz. Allah Resulü de (sav) bir hadisinde
şöyle buyurmaktadır: "Alimler, dünyaya meyletmedikçe peygamberlerin
güvendikleri kimselerdir. Dünyaya meylettikleri zaman, dininizin selameti
bakımından onlardan sakının". Meşhur bir hadiste de Allah Resulü şöyle
buyurmaktadır: "Kim dinimizde, ondan olmayan bir şeyi ihdas ederse o
reddedilir".[55][55]
İsa
Peygamberin de (as), 'Fitnenin en şerlisi hangisidir?' diye sorulduğu zaman
şöyle buyurduğu rivayet edilir: 'Alimin hatasıdır. Çünkü o, bir hata yaptığı
zaman, bir alem de onunla beraber hata yapar5. Bu manada bir ifade Allah
Resulü'nden de (sav) rivayet edilmiştir: "Ümmetim için en korktuğum
şeyler, alimin hatası ve münafıklarla Kur1 an üzerinde mücadele
edilmesidir"[56][56]
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Alimin hata yapması, insanlarla dolu bir
geminin batmasına benzer. Gemi battığı zaman, birçok insan da onunla beraber
batar. O, güneşin tutulmasına da benzer. İnsanlar, 'Ey gafiller namaza!' diye
bağırırlar. Güneş tutulması, avam için korkulması gereken bir tabiat olayıdır.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen garib bir hadiste de şu ifade geçmektedir:
"Kim ümmetimi aldatırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti
onun üzerine olsun. 'Ey Allah Resulü, ümmetin aldatılması nasıl olur?' diye
sordular. Bunun üzerine şöyle buyurdu: İslam'da olmayan bir bidat çıkarıp
insanları ona davet etmekle".
İbni Abbas
da (ra) ekseriyetle şöyle derdi: Takip edenleri yüzünden vay haline alimlerin!
Alimler yüzünden vay haline onları takip edenlerin. Çünkü bir alim hata ettiği
zaman, onu insanların birçoğu aynen takip eder ve bu hatadan doğan afetler
giderek büyür.
Allah'ın
dininde olmayan bir şeyi uyduran bidatçıdan, O'nun Kitabı ve Marifet ilmi
hakkında yetkili olmadan konuşan ve Allah Re-sulü'nün (sav) sünnetini hafife
alan kimselerden daha büyük günahkarın kim olduğunu bilemiyorum. Halbuki O'nun
sünneti, Allah Teala'nm bütün kullarına karşı hücceti, Zatı'na yakınlaştıracağı
kulları için de yürümelerini istediği yoludur. Yukarıda söylediğimiz kötü
fiilleri işleyen kişi, Allah'ın kullarını dalalete sevkedecektir.
Dinde bidat
çıkaran, Kitab ve Şünnet'i bir kenara atarak kendine başka bir yol bulan,
müminlerin yolunu bırakan kimse ile, dünya malıyla övünenlerin saflarına
katılan ve bu meyanda hevasmın teşvikiyle türlü günahlar işleyen kimseyi;
insanların malları ve canları noktasında zulmeden kimse ile, kendi kendine
zulmederek Rabbi'yle arasında kalacak şekilde günahlar işleyen kimseye benzetebiliriz.
Görüldüğü üzere, kullara yapılan zulüm çok daha ağır bir günahtır. Bu günahın
yazılı olduğu defter, asla unutulmayacak ve affedilmeyecektir.
Dinle ilgili
olarak kendi arzusuna uygun fikir ve hüküm çıkarmak da işte böyle bir
günahtır. Çünkü o, ahirete yönelik olarak zulmetmek ve müminlerin cennete
giden yollarını keserek peygamberlerin getirdikleri şeriatı mahvetmektir.
Bunun bir diğer misali de, bir günah işleyip bunu inkar ederek kendini aklamaya
çalışan kimse ile, aynı günahı işledikten sonra suçunu itiraf ederek kendi
kendinden özür dileyen kimsenin durumudur. İkinci durumdaki kişi, affedilmeye
ve merhamete uğramaya daha layıktır.
Dini
amelleri ifa etme noktasında kusurlu ve eksik kalan ve kendi nefsine öğütte
bulunmadığı halde, ilmin hakikatini diğer insanlara açıklayıp Allah Teala ve
Resulü (sav) adına insanlara nasi-hatta bulunan, Kitab'm hükmünü beyan edip
Sünnet'i hatırlatan kimse; İhlasın güzelliğine ve hayırlı sona ulaşmaya,
Allah'ın dininde hüküm koyup halk içinde Kitab'a ve Sünnet'e muhalif bidatlar
ihdas eden kimseden daha yakındır. Çünkü bidat çıkaran kimse, dini ve şeriatı
değiştirmiş gibi olur. Bu ise, onun kalbinde nifakı yeşertir. Sonunda da,
münafık olarak can verir.
Halk içinde
Sünnet'e muhalif bidatlar ihdas eden kimse ile, türlü günahlar işleyerek
kendine kötülük eden kimseyi; krala devletin ve halkın huzurunda kafa tutup
onun hükümranlığını protesto eden kimse ile, kralın gıyabında onun emirlerinde
kusur eden kimselerin durumuna benzetebiliriz. Hikmet ehlinden bir zat şöyle
demiştir: Üç kimse vardır ki kralın bunları bağışlaması doğru olmaz: Tebaası
arasında devletin düzenini değiştirmek isteyen kimse; Kralı zayıf düşürecek
işler yapan kimse; Kralın dokunulmaz saydığı şeylerden birini ifsad eden
kimse.
Allah
Resulü'nden de (sav) bu bahiste şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Yüce
Allah'ın bir meleği vardır. Bu melek, her gün Allah Resulü'nün sünnetlerinden
birine muhalefet edene seslenir ve 'Bu da O'nun şefaatine nail olamayacak'
der". Ali (kv) de şöyle demiştir: 'Heva, körlüğün ortağıdır5.
Sözlerin en doğrusunu
söyleyen Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Kim, Allah'a yalan iftira
ederek hiçbir ilme dayanmaksızın insanları dalalete düşürmek isteyenden daha
zalim olabilir?" (En'am/144); "Yoksa, kendisine hiç bir şey
vahyedilmediği halde 'Bana vahyedildi. Ben de Allah'ın vahyettiği gibi vahye de
ceğim' mi diyor?" (En'am/93) Görüldüğü gibi Allah Teala, kendisine yalan
iftirasında bulunan yalancı ile, Rubûbiyet sıfatlarını taşıdığını ima eden ve
Rabbe benzemeye çalışan kimseleri denk tutmuştur.
Bunlardan sonra
günahların ve münkerâtın en büyüğü; hakkın, bizzat ehli tarafından inkar
edilmesi ve onların bu sözlerinin tekzip ile redde dilme sidir. Allah Teala,
hakkı yalanlama ile, Yaratan'a karşı yalan iftirayı denk tutarak şöyle
buyurmuştur: "Kim, Allah'a karşı yalan iftirada bulunan veya kendisine
geldiği zaman hakkı yalanlayandan daha zalim olabilir?" (Ankebut/68)
Benzeri bir ayet-i kerime de şudur: "Kim, Allah'a karşı yalan söyleyen ve
kendisine geldiği zaman doğru haberi yalanlayandan daha zalim olabilir?".
(Zümer/32) Allah Teala, aynı şekilde bunun karşısında yer alan ve doğru haber
ile doğruyu bilen ve onu doğrulayan kimseleri de denk tutmuş ve şöyle
buyurmuştur: "Doğruyu getiren ve onu tasdik eden kimselere gelince, işte
onlar müttakilerdir". (Zümer/33)
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Alim ve ilim öğrencisi, ilimde ortaktırlar". İsa
Peygamberden de (as) bu manada şu sözü nakledilmiştir: 'Dinleyici, konuşanın
ortağıdır [57][57]
Allah Teala,
Marifetullah'a sahip olan alimleri, şatahât ehli ve dini bilmeyip müminlerin
yolundan ayrı olan bidatçılarla mücadele etmekle görevlendirmiştir. O, bu
alimlere Yakin ilmini göstermiş, Resulü de (sav) kendileri için ilim ve
denklikle şahitlikte bulunarak şöyle buyurmuştur: "Bu ilim, her haleften
onlar gibi olanlara taşınır da onu, aşırıya kaçanların tahrifi, hükümleri iptal
edenlerin iddiası ve cahillerin tevilinden uzak tutarlar".
Hadiste
zikredilen 'Aşırıya kaçanlar ile murad edilen, şatahât ehlidir. Çünkü onlar,
ilmin sınırını aşmış, bilinen şekli yoketmiş ve hükümleri iskât etmişlerdir.
'Hükümleri iptal edenler ile murad edilenler ise, asılsız iddialara sahip olan
bidatçılardır. Çünkü bunlar, batıla dayanarak hakkı ortadan kaldırmaya çalışan
kimselerdir. Asılsız iftiralarda bulunan bu kimseler, arzu ve nevalarına uygun
rey ve hükümler icad ederler. Cahillere gelince, onlar da; ilmin inceliklerini
inkar eden ve aklın zahiri ile bildikleri hakikatlara iftira edenlerdir. Bu
meyanda Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini zikredebiliriz: "İlim içinde
gizli olan bir kısım vardır ki onu ancak Ma-rifetullah ehli bilir. Bu insanlar
da onu dile getirdikleri zaman, ancak Allah Teala'ya karşı gurura kapılmış
kimseler bunu bilmezlikten gelirler. Allah Teala'nm kendisine ilim verdiği bir
alimi, asla hakir görmeyin. Çünkü Allah Teala, ona bu ilmi verdiğinde kendisini
hakir görmemiştir".
Allah
Resulü'nün (sav) sünnetlerini kendi reylerine ve akli ilimlerine dayanarak
tevil eden veya Selef-i Salih'in bildirmediği söz ve hükümleri telaffuz eden
kimse, kendi üstüne düşenle ilgilenmeyen bir zorlamacı ve dinin hükümlerini
iskât edici biridir. Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler; akli ilimleri yakin
ilmine, reye dayalı ilimleri Sünnet ilmine dayandırmaya çalışan ve rivayet
ehlini tanıyarak ravileri ve nakilcileri teyid eden kimselerdir. Bunu yaparken
de onların naklettikleri haberleri açıklayıp rivayet ettikleri hadisleri
tefsir ederler. Çünkü ravi ve nakilcilerin bunu yapma imkanları mevcut
olmayabilir.
Raviler,
Allah Teala'mn şahit kılması vaki olmadığı için, rivayet ettikleri lafızların
hakiki manalarını kavrama imkanı bulamamış olabilirler. Onlar Allah Teala
hakkında bir nakilde bulunurken, O kalplerini nuruyla aydınlatmadığı için
söyledikleri şeylerin hakiki manalarından gafil olabilirler. Çünkü bu, Allah
Teala'mn dilediği kullarına bahşettiği bir lütufdur. Nitekim O, bunu teyid
ederek şöyle buyurmaktadır: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle
doğru yola sevkedecek imamlar kılmıştık. Onlar, ayetlerimize yaki-ni olarak
iman ederlerdi". (Secde/24)
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Selefin konuştuğu mesele hakkında sükut etmek kabalık,
onların sükut ettikleri bir bahis üzerinde konuşmak ise zorlamadır'. Başka bir
alim ise şöyle demiştir: 'Hak ağırdır. Onu dikkate almaksızın geçen zulmetmiş,
kaldıramayan acz göstermiş, onu aynen alan ise yeteriyle kanaat etmiş olur5.
Ali (kv) de,
şöyle demiştir: 'Siz orta seviyede durun. Üstteki ona iner, alttaki de ona
yükselir*. Selef-i Salih'in takip ettiği yol işte böyleydi. Onlar bidatçı
birini asla dinlemezlerdi. Çünkü onlara göre her tür bidatçi, inkarcı idi.
Böyle biriyle mücadele ve münazaraya da girmezlerdi. Çünkü onların nazarında
bu da bidatti. Sadece sünneti anlatır ve hadisleri delil gösterirlerdi. Böyle
biri hakkında, 'O da sizin din kardeşinizdir. Onunla dost olmanız farzdır. Eğer
sünneti gördüğünde geri dönmezse, o zaman bu dostluğu bozmuş ve inkar etmiş
olur. Böylece bidatia tanınır ve düşmanlığı haketmiş olur denildiğinde, buna
uyarak onu Allah rızası için terkederlerdi. Doğrusu böyle bir davranışa
günümüzda şahit olmak hayli zordur. Ancak fazilet erbabı ve Selef yolunun
takipçisi olarak bilinen pek az sayıdaki insan böyle davranmaktadır.
Allah
Teala'mn lanetlediği İblisle ilgili olarak şu hadise nakledilir: O, Sahabe
devrinde askerlerini her tarafa göndermişti. Ama askerleri ümitsiz bir halde
geri dönmüşlerdi. İblis onlara 'Ne bu haliniz?' diye sorunca, 'Böyle bir
toplulukla hiç karşılaşmamıştık. Hiçbirine birşey yaptıramadık. Bizi yorup
perişan ettiler' diye yakındılar. Bunun üzerine iblis şöyle dedi:
'Peygamberleriyle sahabilik yaptıkları ve vahyin inişine şahit oldukları için
onlara güç yetire-miyorsunuz. Ama onlardan sonra gelecek topluluğa istediğinizi
yaptırabilirsiniz .
Sahabe'den
sonra Tabiim devri girdiğinde İblis askerlerini yeniden her tarafa gönderdi.
Ama yine kırgın ve karamsar bir halde geri döndüler. İblis, 'Ne oldu size?'
diye sorunca, 'Bu topluluk kadar garibini de hiç görmemiştik. Bunlara
istediğimiz günahı işletiyoruz. Ama günün sonu geldiğinde mağfiret dilemeye
başlıyorlar ve günahları hasenata dönüşüyor1 dediler.
Bunun
üzerine iblis şöyle dedi: 'Tevhidlerinin sıhhatinden dolayı bunlarda da
muradınıza nail olamazsınız. Ama bunlardan sonra öyle bir topluluk gelecek ki,
onlarda huzur bulacak ve kendileriyle dilediğiniz gibi oynayabileceksiniz. Hevalarımn
tasmalarından tuttuğunuz zaman dilediğiniz yere götüreceksiniz. Onların
istiğfarları da kabul görmeyecektir, çünkü onlar ihlas ile tevbe etmeyeceklerdir.
Ve bu yüzden onların hasenatı da seyyiata dönüşecektir.
Nitekim
Tabiun devrinin akabinde Hicri birinci asırdan sonra İblis, müslümanların
nevalarını diriltti ve bidatları onlara güzel gösterdi. Onlar da bu bidatlarm
hemen hepsini mubah gördüler ve bunları din edinerek, yaptıklarından dolayı
istiğfarda ve tevbede bulunmamaya başladılar. Neticede can düşmanları olan
şeytanlar, kendilerine hakim oldu ve onları diledikleri yere sürükleyip götürür
hale geldiler1.
İbni
Abbas'dan (ra) şu sözü nakledilir: 'Dalaletin; dalalat ehlinin kalplerinde
bıraktığı bir tad vardır1. Allah Teala bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Dinlerim oyun ve eğlence edindiler". (A'raf/51); "Yoksa kötü
ameli kendisine süslenip de onu güzel gören kimse mi?". (Fatır/8);
"(Yalnız dünya hayatını isteyen kimse) Rab-binin apaçık bir delili
üzerinde bulunup da ardınca yine Allah'dan bir şahit olarak (Kur1 an) gelen ...
kimse gibi midir?". (Hud/17)
-Allah size
merhamet etsin- ilim, izleri takip olunan Selef-i Salih'in ve onların
yollarının sadık takipçileri olan Tabiilerin üzerinde bulundukları şeydir.
Selef, öncelikle Sahabe'dir. Onlar Sekine ve Rıza ehlidirler. Onların ardından
kendilerini ihsan üzere takip eden Tabiun gelir. Bunlar da Zühd ve Rüşd
ehlidirler. Alim, diğer insanları kendisi gibi olmaları için kendi haline
benzer bir hale girmeye davet eden kimsedir.
İnsanlar
hakiki alime baktıkları zaman, onun zühdünden ötürü dünyada zühd sahibi olmak
isterler. Zünnun-i Mısri'nin (ra) bu bab-da söylediği şu söz çok manidardır:
Size diliyle değil ilmiyle konuşanın meclisine oturun. Hasan el-Basri de (ra)
şöyle demiştir: İnsanlara sözünle değil fiilinle vaaz et. Sehl de (ra) şöyle
demişti: İlim, ameli çağırır. Eğer icabet ederse ilim gelir. Aksi halde
terkedip gider.
Bu manada
Allah Resulü'nden (sav) de bir hadis rivayet edilmiştir: "O'na 'Hangi
kişilerle oturmamız daha hayırlıdır?' diye sorulduğunda şöyle buyurdu: Size
Allah Teala'nm ru'yetini hatırlatan ve konuşmasıyla amelinizi arttırarak
ahiret için amelde bulunmanızı ihsas ettiren kimselerle".
Muhataplarından
dünyalık umarak onlar gibi varlıklı olmak ve görüldüğü yerde kendisine gıpta
edilmesini isteyen kimse ise, aslında cahil muhataplarından daha kötü biridir.
Çünkü o, konuştuğu zaman Rabbine değil kendi nefsine davet eder. Yine o,
kendine değer vermeyen kimselere karşı hırsla doludur. Peygamberlerin varisleri
olan alimler; Allah Teala'nm dininde vera' sahibi, dünyanın fuzuli nimetleri
hakkında zahid, re'y ve heva ilmiyle değil yakin ve kudret ilmiyle konuşan,
şüphe ve reyler karşısında susan alimlerdir. Bu durum, Allah Teala'yı hakkıyla
bilen ve şehadet eden alimler nezdinde, ne bir fikir sahibinin görüşüyle, ne
de cahil bir müfsi-din konuşmasıyla Kıyamet gününe kadar değişecek değildir.
Abdullah b.
Ömer (ra), bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi nakletmiştir: "Bu
ümmetin başı zühd ve yakin ile salah bulmuştu. Sonu da cimrilik ve ümit ile
helak olur".
Yusuf b.
Esbat şunu nakleder: 'Huzeyfe el-Mar'aşi'ye mektup yazarak, 'Günahkarlar
dışında kendisiyle beraber Allah'ı zikredecek birini bulamayan kimsenin durumu
nedir? Böyle biriyle zikir yapması günah olur mu?' diye sordum. O da cevaben
dedi ki: Ey Eba Muhamnıed, böylelerini tanıyor musun?' Ben de dedim ki: Bunlar
artık bize de gizli kalmıyorlar.
Deniliyor ki
abdal zümresi, yeryüzünün sapa yerlerine çekilip insanların gözlerinden
uzaklaşmışlardır. Çünkü onlar, bu zamanın alimlerine bakamaz, onların sözlerine
tahammül edemez hale gelmişlerdir. Zamanın alimleri, onların gözünde Allah
Teala'yı hakkıyla bilmeyen cahillerdir. Sadece kendilerine ve cahil avama göre
alimdirler. Dolayısıyla onlar da cehalet ehlinden olmuşlardır. Cehalet ehli
ise, Sehl'in ifade ettiği şu sıfat üzeredirler: 'Günahların en büyüğü,
bilmediğini bilmemek, avamın ağzına bakmak ve gaflet ehline kulak vermektir.
Bunlar,
abdal zümresi için sayılabilecek sıfatların en hafifleridir. Şehirlerin
çevreleri de bunlarsız olmamaktadır. Onlar avam ile sohbet ettiklerinde dini
konularda yoldan çıkarıcı bahislere girmemekte, müminleri aldatmamakta ve sırf
ilim öğrendikleri için 'ulema' olduklarım iddia etmemektedirler. Yine onlar,
cehaletlerini itiraf etmekte oldukları için gazaptan çok rahmete yakın
bulunmaktadırlar'.
Ebu Muhammed
Sehl şöyle derdi: Timin cehaletinden doğan kalp katılığı, günahlarla doğan kalp
katılığından daha şiddetlidir. Çünkü ilim iddiasında bulunan cahil, iddiacı ve
usulü terkedicidir. Halbuki fiiliyle günah işleyip isyana düşen kişi, ilmen
ikrar etmekte ve günah işlediğini itiraf etmektedir5. Yine o, şöyle demiştir:
'İlim, hastalıkların tedavi edildiği bir ilaçtır. O, telafi suretiyle amellerin
fesadını önler. Halbuki cehalet, düzelmiş amelleri ifsad eden bir hastalıktır.
O, hasenatı giderip onları günaha çevirir. Fesada uğrayanı ıslah edenle, salih
olanı ifsad eden arasında ne kadar da büyük bir fark vardır!'
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah müfsidlerin
amellerini İslah etmez". (Yunus/81); "Muhakkak ki Biz, İslah
edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A'raf/170) Bütün bunlar, amel bakımından
kusurlu olan alimin, başarılı bir abidden daha üstün oluşunun açık delillerini
teşkil etmektedir. Bil ki, bir kul insanlardan bütün halleri bakımından
farklılaştığı vakit hepsinden ayrılarak onlarla aşinalık kurmaz. Eğer onların
hallerinin ekserisinde farklılık gösterirse, o vakit de insanların ekserinden
ayrılarak uzlete çekilir. Şayet bazı hallerinde onlara uygun düşer, bazı
hallerinde de onlardan farklılaşırsa hayır ehliyle hemhal olup şer ehlini
terketmiş olur. [58][58]
Bu eserde
Allah Resulü'nden (sav), Sahabe'den (ra), Tabiun ve Et-bau't-Tabi'in'den (ra)
naklettiğimiz hadis, haber ve sözlerin ekseriyeti, hafızamızda varolup mana
ile naklettiklerimiz dendir. Bunlardan uzun olup elimizde yazılı olarak
bulunan ve ulaşılması kolay olan az bir kısmı kaynaklarından nakledilmiştir.
Ulaşılması
zor olanlara gelince, bunları tam olarak ihata edemediğimiz ve himmetimizi tam
olarak veremediğimiz için, eğer doğru, sağlam ve açık olarak nakledilmişlerse,
Allah Teala'nın hüsn-i tevfiki ve kuvvetle teyidinden dolayıdır. Bunlarda
görülecek hata ve sürçmeler ise gerek kendi hata ve gafletimizin, gerekse şeytanın
acele ettirmesi ve unutturmasmdandır.
İbni
Mesud'dan fra) rey ile hüküm verdiği bir davada bu tarz bir söz rivayet
edilmişti. Bizim sözümüz de onun reyine tabidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Beyan ve sağlamlık Allah Teala'dan, acele ve unutma ise
şeytandandır". Yani unutma, şeytan vasıtasıyla ve tevfik-i ilahinin azlığı
nedeniyle gündeme gelir.
Bu eserde
yaptığım nakillerin çoğunda asli lafızlara itibar etme gereği görmezken hemen
hepsinde mananın siyakından asla vazgeçmedim. Çünkü bana göre, lafızların
aynen zikredilmesi; mana aynen korunduğu sürece elzem değildir. Arapça'nın
ifade kalıplarına, manaların ihtilaflarına vakıf olan biri de bunu rahatlıkla
başarabilir. Ancak bu noktada iki lafız arasında tahrif ve manayı saptırmaya
yönelik ilave veya eksiltmeden uzak durmak gerekir.
Sahabe'den
bir topluluk, lafza bağlı kalmaksızın mana ile hadis rivayetine ruhsat
vermişlerdir. Bunlar arasında, Ali (kv), İbni Ab-bas (ra), Enes b. Malik (ra),
Vasile b. Eska* (ra) ve Ebu Hüreyre'yi (ra) zikredebiliriz. Tabiundan ise,
hayli fazla sayıda zat buna ruhsat vermiştir ki bunlar arasında şu isimleri
verebiliriz: İmamlar İmamı Hasan el-Basri (ra), Şa'bi (ra), Amr b. Dinar (ra),
İbrahim en-Neha'i (ra), Mücahid (ra) ve Ikrime (ra). Onların bu istikametteki
görüşlerini, hayatlarıyla ilgili eserlerden farklı lafız ve şekillerde mütalaa
etme imkanı bulduk. Mesela Muhammed b. Şirin (ra) şöyle derdi: 'Bir hadisi on
kişiden dinlerdim. Mana bir olmasına rağmen lafızlar hepsinde farklı olurdu'.
Bu nokta
yüzünden Sahabe de hadis rivayetinde farklı tutumlar sergilemiştir. Kimi
hadisi tam olarak rivayet ederken, kimisi de muhtasar olarak rivayet etmiştir.
Kimi hadisi mana ile rivayet ederken, kimisi de manaya muhalif ve maksadı ihlal
edici olmadıkça lafızları değiştirmeyi bir genişlik olarak görmüştür. Ama
hepsi de Allah Resulü'ne (sav) kasden yalan isnad etmekten uzak durup daima
doğru olanı nakletmeye çalışırlardı. Onlar, maksadı ihlal etmedikçe
işittiklerini mana olarak naklederlerdi. Bu da hadis rivayetinin artmasına
zemin hazırlamıştı. Bu babda şöyle derlerdi: 'Yalanın günahı, onu kasden
yapanadır1.
Imran b.
Müslim'den şunu naklettik: 'Bir adam, Hasan el-Bas-ri'ye şöyle dedi: Ey Eba
Said, bize hadis naklettiğin zaman onun ifadesini bizden daha güzel kuruyor,
ilmini daha açık olarak bildiriyor ve daha fasih bir dil ile naklediyorsun.
Hasan (ra) şöyle dedi: Eğer manaya isabet ediyorsam, bunda bir beis
yoktur".
Nadr b. Şümeyl
dedi ki: 'Hişam, sözde çok hata yapan biriydi. Ben onun hadisine güzel bir
elbise giydirdim'. Onun elbise giydirme ile kasdettiği, hadisi i'rab
bakımından düzgün bir hale getirmesiydi. Nadr, bütün rivayetlerinde 'Bunun
gibi.. Buna yakın..'aydı. Biz de, rivayet ettiğimiz bütün hadislerde 'Veya
denildiği gibi, buna yakın olarak, bunun benzeri olarak,..' gibi ifadeler
kullandık, ibni Mesud da (ra) rivayet ettiği hadislerde benzer ifadeler
kullanırdı. Süleyman et-Temimi, rivayet ettiği hadislerin tamamında bu tür
ifadeler kullanmıştır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir adam mecliste, hadislerin lafızları üzerinde
titizlendiği zaman bilin ki şunu demek istiyor: Beni tanıyın!'. Adamın biri
Yahya b. Said el-Kattan'a hadisteki bir lehçenin asıl lafzını ısrarla
soruyordu. Yahya sonunda şöyle dedi: Be adam, bizim için Allah'ın Kitabı'ndan
daha değerli birşey olamaz. Onda bile, bir kelimenin yedi lehçe üzere
okunmasına ruhsat verilmiştir. Mürsel ve Maktu' olarak rivayet ettiğimiz
hadislerin lafızları bakımından beni çok sıkıştırmayın. Bunların kimisinin senedi
hakkında da ileri geri sözler söylenmiş olabilir. Ama öyle mürsel ve maktu'
hadisler vardır ki, müsned hadisten daha sahihtir. Çünkü bizzat imamlar
tarafından rivayet edilmişlerdir.
Bu tür
hadisleri rivayet etmek, şu sebeblerden dolayı caiz görülmüştür:
1. Bunların batıl ve asılsız olduklarına dair kesin
delillerimiz mevcut değildir.
2. Bilakis bunlarla ilgili hüccetimiz vardır, o da
bunları rivayet etmemiz ve onları başkalarından dinlemiş olmamızdır. Eğer Allah
Teala katında hakikata isabet edememişsek Kur'an'da Yusuf (as) kıssasında onun
kardeşlerinin dediği gibi bu da bizden sakıttır: "Biz ancak bildiğimizin
şahitleriyiz. Biz gaybın bekçileri değiliz". (Yusuf/81) Onlar, Yakub'a
(as) 'Oğlun hırsızlık yaptı' dedikleri zaman Allah katındaki hakikat
bakımından hata etmişlerdir. Ama özürleri de vardı. Çünkü kralın su kabı,
kardeşlerinin yükünden çıkartılmıştı,
3.Kitab ve Sünnet'e muhalif olmayan zayıf hadisleri
reddetmemiz gerekmez. Bilakis bu hadislerde, Kitab ve Sünnet'e delalet eden
bilgiler mevcuttur.
4. Bizler hüsn-i zan ile kulluk eder ve zannın çoğundan
sakındırılırız. Kötü zandan dolayı ise kınanmışız dır.
5. Bu tür hadislerin hakikatma, ancak bizzat dinleme ile
ulaşılabilir. Bunu yapmak da mümkün değildir. Bu durumda zaruri olarak,
ravilere karşı, kalplerimiz yatıştığı ve yüzlerimiz gevşediği müddetçe hüsn-i
niyet sahibi olarak teslim ve tasdik makamında olmamız doğru olacaktır.
Netice
itibarıyla rivayet edilen haberin hak olduğunu düşünmemiz gerekmektedir.
Ayrıca imanlı selefimizin, bizden daha hayırlı olduklarına inanmamız icap
etmektedir.
Biz, Allah
Resulü'ne (sav) ve Tabiun'a yalan isnad edemezken bizim çok üstümüzde makamları
olanların, sırf sahih senedlerle zayıf hadis rivayet ettikleri için yalan
söyleyebileceklerim nasıl düşünebiliriz? Bunun mukabilinde, zayıf senedlerle
sahih hadisler rivayet etmemiz de mümkündür. İlmin tamamını ihata edemediğimiz
için böyle yapmış olmamız da ihtimal dahilindedir.
Hadis
ehlinden kiminin zayıf gördüğünü, kimi de güçlü gördüğü, kiminin cerhettğini
kimi de ta'dil edip adil saydığı için bu ihtimal daima mevcut olacaktır.
Nitekim kiminin övdüğünü, kimi de yermektedir. Bu şekilde hakkında ihtilaf
edilen ravilerin sayısı, hayli fazladır. Bu yüzden, herhangi bir ravi kendine
denk veya kendinden aşağıda bir kimsenin cerhetmesi sebebiyle hadisi
reddedilir olma durumuna düşmemektedir. Hatta hadis alimlerince çeşitli
se-beblerle hadisleri illetli ve zayıf kabul edilen ravilerin hadisleri,
fa-kihler ve Marifetullah ilmine sahip olan ulema nezdinde illetli veya zayıf
sayımı ay abilmektedir.
Ravi, kendi
açısından mendub görüp konuşmamayı tercih ettiği için meçhul olabilir. Ya da
kendisini sürekli zikredecek arkadaşlarının azlığı da ravinin meçhul biri
olarak tavsif edilmesine yola-çabilir. Ravi, herhangi bir hadisin lafzına tek
başına sahip veya onu tek başına ezberlemiş, ya da diğer sika ravilerden farklı
olarak sadece kendisine mahsus bir hadis rivayet etmiş olabilir. Ravi hadisi,
bilinen lafzıyla nakletmemiş veya hadisin ezberine ve manasının derinliğine
itina göstermemiş olabilir.
Hadis
hafızlarından bazıları, hadis ilimlerinde çok atılgan ve cüretkar davranarak
cerh yani raviyi kusurlandırmada, haddi aşmış olabilirler. Hafızlar,
kullandıkları lafızlarda aşırıya kaçmış da olabilirler. îşte böyle durumlarda,
hakkında konuşulan ve cerhedi-len ravi, onu cerhedenden daha faziletli
olabilir. Aynı ravi, Marifetullah ehli nezdinde çok yüksek bir dereceye sahip
olabilir. Bu tür hallerde, cerh yapan kişinin cerhi kendine döner. Cerh yapan
kimseler, ravide bir kapalılık görmüş veya fakihler nezdinde kendisini kusurlu
kılacak bir sözünü işitmiş olabilir. Kurra' zümresinden bazı raviler dahi bu
şekilde cerhe dürtüşlerdir.
Hadisçilerin
cerhettikleri bazı kimseler, aslında ahiret ulemasında ve Marifetullah
ehlinden olup, hadis ve rivayet mesleğinde Hadis ulemasından farklı görüşlere
sahiptirler. Böyleleri, hadis rivayetinde kendi kanaatlarma göre hareket eden
kimselerdir. Hadisçilerin koydukları kurallar, onlar açısından delil teşkil
etmez. Onların kendilerini bağlayan farklı kuralları vardır ve bunlara bağlı
kalırlar. Çünkü onlar, kendilerini tanıyan ulema nezdinde ha-disçilerden daha
aşağı bir mertebede değildirler. Hadisçiler de, kendi kurallarına uymadıkları
için bu insanları zayıf göremezler.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Hadis, her ne kadar bir şahitlik olsa da, hüzn-i zandan
dolayı onda geniş davranılmış ve zaruret halinde -ebenin şahitliğinin kabulünde
olduğu gibi-, tek kişinin şahitliğinin kabulüne de cevaz verilmiştir'. Bu
manada İmam Ahmed b. Hanbel'den (ra) şu söz nakledilmiştir: 'Hadis, Kitab ve
Sünnet'e
muhalif
olmadığı takdirde, kendisine şahit olunmasa bile, tevilinde ümmetin icmama
aykırı bir hüküm bulunmuyorsa alınıp kabul edilir. Şöyle bir söz söylenmişken
nasıl kabul edilmez ki: Zayıf hadis, benim için rey ve kıyastan daha çok
tercihe şayandır5. Hadis konusunda İmam Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel'in (ra)
görüşü işte budur.
Bir hadis,
iki asır tedavülde olduğu veya Hicret'in ilk üç asrı boyunca rivayet edildiği,
ya da bunlardan birinde rivayet edilip ulema tarafından inkar edilmediği zaman
Meşhur bir hadis olur. Müslümanlardan bir neslin onu inkar etmemeleri, onu
delil haline getirir. Kitab'a, Sahih Sünnet'e, Ümmetin icma'ma aykırı
olmadıkça veya ravisinin yalancılığına dair adil imamlardan birinin şahitliği
bulunmadıkça, sırf senedinde pürüz var diye reddedilemez.
Veki' b.
el-Cerrah dedi ki: 'Hiç kimse, 'Bu hadis, batıldır* dememelidir. Çünkü hadis,
hakkında böyle konuşulamayacak kadar ulvi bir şeydir5. Ebu Davud da şunu
nakletmiştir: Ebu Zür'a er-Razi (ra) şöyle demişti: 'Allah Resulü (sav) vefat
ettiğinde O'na bakan yirmibin göz vardı. Onlardan her biri, bir hadis, bir
kelime veya bir rivayet nakletmiş olsa, Allah Resulü'nün (sav) sayılamayacak kadar
hadisi olurdu'. Adamın biri Zühri'nin (ra) yanında bir hadis nakletti. Zühri
de, 'Biz böyle bir hadis işitmedik' dedi. Adam da, 'Sen, Allah Resulü'nün (sav)
söylediği her hadisi işittin mi?' diye sordu. Bunun üzerine, 'Hayır1 dedi. Adam,
'Peki yansını?' deyince Zühri sükut etti. O zaman adam şöyle dedi: 'Bunu da,
işitmediğin ikinci yarıdan say'.
İmam Ahmed
b. Hanbel (ra) der ki: Tezid b. Harun, bir adamdan hadis yazıyordu. Adamın
zayıf olduğunu biliyordu, ama kendisinin hadise dair ilmi ve işlek bir zekası
vardı'. İshak b. Raheveyh dedi ki: İmam Ahmed'e şöyle denildi: İçinde
münkerlerin de bulunduğu bu rivayetlerden sadece nitelikli olanları yazmamıza
ne dersiniz? Dedi ki: Münker, her zaman münkerdir. Bunun üzerine, 'Peki zayıf
hadisler?' denildi. O da şöyle dedi: Onlara ihtiyaç duyulacak bir vakit
olabilir. Bu sözüyle sanki zayıf hadisleri yazmakta bir mahzur olmadığını
söylemek istemişti'. Ebu Bekir el-Mervezi de Ahmed b. Hanbel'den naklederek
şöyle dedi: 'Zayıf ravilerden rivayet edilen hadislere de ihtiyaç duyulabilir.
Ahmed b.
Hanbel'in hadis rivayetinde genişliği esas alan görüşünün en açık delili,
kendisinden nakledilen Müsned adlı eseridir. O, işittiği her hadisi bu eserinde
zikretmiştir. Müsned, oğlu Abdullah tarafından nakledilmiştir. Biz de bu
değerli eseri, hocalarımızdan dinleyip rivayet ettik.
İbni Hanbel,
bu eserinde sadece Sahih rivayetlere yer vermemişti. Bunların yanında, sika
ravi ve hadisçilerin Zayıf olarak niteledikleri hadislere de yer vermişti.
Kendisi bunların zayıf olduğunu, onlardan daha iyi bilmekteydi. Buna rağmen,
kendisine ulaşan her hadisi Müsned'inde zikretti. Çünkü o, sened tashihini
değil, Müsned'in tasnifini murad etmekteydi. Bu yüzden de hadisleri, dinlediği
üzere nakletme hususunda geniş davrandı.
O, Hicri 228
yılında hadis rivayetini noktaladı. Vefat tarihi ise Hicri 241 senesiydi. Bu
uzun müddet zarfında, oğlu Abdullah ve İbni Meni' dışında hiçkimse ondan hadis
dinleyememiştir. ibni Meni' de, dedesi Ahmed b. Meni'in tavassutu ile az bir
hadis dinleyebil-miştir.
İmam Ahmed
b. Hanbel'den (ra) şu söz nakledilmiştir: 'Abdur-rahman, bir hadisi önce inkar
eder, bir müddet sonra bize gelerek 'O sahihtir. Onu buldum' derdi. Veki' ise
hadisi inkar etmez, ama kendisine sorulduğu zaman 'Ezberimde değil' derdi'.
Abdurrahman
b. Mehdi'nin kızkardeşinin oğlundan şunu naklettiler: 'Dayım bazı hadisleri
zayıf olarak belirtir, daha sonra da onları sahih diye nitelerdi. Bu hadisleri
kendisine okudum ve şöyle dedim: Sen bunları zayıf olarak belirtmiştin?! Bana
'Evet, ama sonra düşündüm ve şunu anladım, ben bunları zayıf görmekle, onları
nakledenleri adaletsizlikle itham etmiş oldum. Onlar, Allah Te-ala'nm huzurunda
karşıma çıkıp da, 'Beni nasıl adaletsizlikle itham edersin? Şahsımı gördün mü?
Sadece rivayetimi işittin' dedikleri zaman gösterebileceğim hiçbir delilim yok
ki'. İşte vera' ehlinin ravileri değerlendirmede takip ettikleri yol buydu.
Selef
ulemasından bir zat şöyle derdi: Şu'be'nin meclisinde oturmazdık. Çünkü bizi
gıybete sürüklerdi. Onun bütün konuşması, ra-vilerin taksir ve zayıflıkları
hakkındaydı. Bir başka zat ise, ravile-rin zayıf olarak nitelenmesi hakkında
şöyle derdi: 'Eğer niyetiniz selim ise, yani bu yaptığınızla Allah Teala'mn
rızasını ve dininin hizmetini murad ediyorsanız, o zaman bundan lehinize de
aleyhinize de bir netice çıkmaz'.
Yukarıdan
beri zikredegeldiğimiz hususlar, Hadis ilminin temel esaslarını teşkil
etmektedir. Bu ilim, erbabı nezdinde itibar gören bir ilim olup onların yolu
da, o ilme salik olmaktır. Daha sonra bu ilimle ilgili hiçbir ihtisası
olmadığı, ilim ile vasfedilecek bir hal taşımadıkları ve kendilerine ibadeti
bıraktıracak bir meşguliyetleri bulunmadığı halde hadis rivayetine başlayan bir
topluluk türemiştir. Bu insanlar, hadisi başlıbaşma oyalandıkları bir ilim
dalı olarak görmüş ve kendilerini dinleyenleri de bununla oyalayarak kitaplar
tasnif etmeye ve raviler hakkında ileri geri konuşmaya başlamışlardır. Bunlar,
hata ve sürçmelerin ardına düşerek, bidat ehline sünnetin reddi için kapılar
açmış, sünnete dönük tenkidlerin-den dolayı rey ve diğer akli ilimleri hadisere
tercih etmiş, sünnet ve rivayetlerde eksiklik buldukları için kıyas ve
felsefeye hayranlık duymuşlardır. Özellikle bu devirde (hicri IV. asır)
böylelerinin sayısı hayli fazladır.
Ahirete
özendirme, dünyada zühde sahip çıkma, Allah Teala'nm azap tehdidinden korkutma,
amellerin faziletleri ve sahabenin fazileti gibi hususlarda rivayet edilen
hadisler, maktu' ve mürsel olsalar bile, kabule nıazhar olurlar. Bunlara
muhalefet edilmediği gibi reddedilmeleri de kolay değildir.
Aynı şekilde
Kıyamet ahvali, depremleri ve azaplarına dair rivayet edilen hadisler de aklen
inkar edilemeyen bilgilerdir. Bunlar, tasdik ve teslimiyet ile kabul edilmesi
gereken haberlerdir. Selef-i Salih de bu tür rivayetler karşısında böyle
yaparlardı. Çünkü ilim, bunların vuku'una delalet etmiştir. Bunlara, dinin
esasları arasında yer verilmiştir. Rivayet edildi ki: "Allah Teala'dan
veya Resu-lü'nden (sav) kendisine bir lütuf ulaşan ve kendisine verilenle amel
eden kimseye Allah Teala tarafından bunun sevabı verilecektir". Kendisine
ulaşan hadis, ilk söylendiği gibi olmasa da bu durum değişmez.
Bu hususta
rivayet edilen başka bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Kim benden bir hak rivayet etmişse, onu söylemiş olmasam bile onu
söylerim. Kim de benden bir batıl rivayet ederse bilin ki, ben batılı asla
söylemem".
Bu eserde
naklettiğimiz hadislerle ilgili olarak daima şunu söyleriz: Allah Teala, en
iyi bilen ve en iyi hükmedendir. O'nun ilmi, herşeyin önündedir. İlimlerin
hakikatları da O'nun katmdadır ve bütün işler O'na döndürülür. Allah'ın
dilediği olur ve yardım yalnız O'ndan istenir. O'ndan başka güç veren de
engelleyen de yoktur. İlmin tarifi, ilimlerin tasnifi, Selefin ilimde takip
ettikleri yol ve sonradan ihdas edilenlerin yayılmasına ayırdığımız fasıl da
burada noktalanmış oldu. [59][59]
Allah Teala,
umuma yaptığı hitabının ilk beyanında şöyle buyurmuştur: "Ey müminler,
hep beraber tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz". (Nur/31) Ayetin
manası şudur: Ey iman edenler, nefsle-rinizin nevasından ve şehvetlerinizin
esiri olmaktan kurtularak Allah Teala'ya dönün. Böyle yaparsanız, ahirette
umduğunuzu elde edebilir, O'nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cennetlerinde
ebedi hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur,
cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Hakiki felah ve kurtuluş da budur.
Allah Teala,
hususi hitabını yaptığı ikinci beyanında ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman
edenler, Allah'a tevbe-i nasuh ile tevbe edin ki Rabbiniz günahlarınızı örtsün
de sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun". (Tahrim/8)
Ayette geçen 'Nasuh' kelimesi, 'nush' kelimesinden gelmektedir. Vezni ise,
mübalağa ifade eden 'Fe'ûl' şeklindedir. Baştaki 'nün' harfinin ötreli okunması
neticesinde 'Nusuh' şeklinde de kıraat edilmiştir. Bu durumda da 'Na-suha'
fiilinin masdarı olmaktadır. Manası ise, her hangi şeyin Allah Teala için
halis, katıksız ve saf olmasıdır.
Başka bir
görüşe 'nasuh' kelimesi, mana bakımından 'nisah' kelimesinden gelmektedir.
'Nisah', iplik ve benzeri şeyler için kullanılan bir isimdir. Bu manaya göre
de, yapılması istenen tevbenin, her türlü dolama ve bağlantıdan uzak olması
murad edilmektedir. Bu da tilki gibi hilekarlığa başvurmayarak, günaha asla
meylet-meksizin Allah Teala'ya itaat yolunda istikamet bulmakla olur. Böyle bir
tevbeyi eda eden kul, imkan bulması halinde o günaha tekrar dönebileceğini
nefsine asla fısıldamamak, günahı işlerken heva ve arzulan için işlediği gibi
terkederken de yalnız Allah rızası için terketmiş olmalıdır.
Kul, Allah
Teala'ya hevadan arınmış kalb-i selim ve sünnet üzere müstakim olan amel-i
salih ile gittiği vakit, hüsn-i hatimeyle ölmesi mümkün olur. Böyle yaptığı
zaman, güzel bir sonla karşılaşacaktır. Rabbinden bir nimet ulaşan kimse ise,
O'nun lütfuyla kötü sonla bitecek kirlenmeye karşı korunarak merhamet
görecektir.
Allah
Teala'nm yukarıdaki hitabında murad ettiği kimsenin vasıfları işte böyledir.
O, yüce kitabında şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah, çok tevbe
edenleri ve çok temizlenenleri sever". (Bakara/222) Allah Resulü de (sav)
bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Tevbe eden, Allah Teala'nm
sevdiğidir". "Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir"
[60][60]
Hasan
el-Basri'ye (ra) 'Tevbe-i Nasûh'un ne olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: O,
kalple pişman olmak, dille istiğfarda bulunmak, uzuvlarıyla terketmek ve tekrar
yapmamaya niyetlenmektir. Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle demişti: Mahlukat
için tevbe kadar elzem olan başka bir şey mevcut değildir. Yine onlar için,
tevbe ilmini bilmemekten daha ağır bir ceza yoktur. İnsanların ekseriyeti,
tevbe ilmini bilmemektedir. O, başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Tevbenin
farz olmadığını söyleyen, kafirdir. Sözüyle razı olup iktifa eden de nankördür.
Sehl, diğer bir münasebette de şöyle demiştir: Gafletinden tevbe eden kul,
bütün nefeslerinde ve bakışlarında taat üzere olur.
Ali de (kv)
tevbeyi terketmeyi, körlük makamlarından biri olarak tarif ederek, zanna tabi
olup zikri unutmayla bir tutmuştur. Bu meyanda kendisinden nakledilen uzun bir
hitabında şöyle demektedir: Kör olan kimse, zikri unutur, zanna tabi olur ve
tevbe edip teslimiyet göstermeksizin mağfiret diler.
Tevbenin
farizalarının başında gelen en temel esas ve tevbekâ-rm sadık ve hakkı ika eden
biri olmasının esas şartı; işlediği günahı ikrar edip zulmünü itiraf etmesi,
nevasından dolayı nefsine kızıp kötülüklere dönük niyetini yokederek gücü
yettiği ölçüde gıdasını temiz tutmasıdır. Çünkü helal ve temiz yemek, salihler
için en mühim sıfatlardan biridir. Bunların ardından, daha önce işlemiş olduğu
suçlardan dolayı pişmanlık duyması gelir. Eğer pişmanlığı hak ise, bir hakikati
ve özü olması gerekir. Zira her hakkın bir hakikati vardır.
Pişmanlığın
hakikati da, pişmanlık duyacağı işleri tekrar yapmama istikametinde kararlı
olmasıdır. Bunun ardından da, emirlerde istikamet üzere oduğu, yasaklardan ise
kaçındığı yönünde bir inanca sahip olması gelir. İstikametin hakikati, ömrünün
kalan kısmında yolunu eğriltecekş eyleri yapmayacağına dair azimli olmasıdır.
Bundan sonra ise, Allah Teala'ya yönelen her kulun izlemesi gereken yola tabi
olup hiçbir cahille yoldaşlık etmemesi gelir. Çünkü cahil arkadaşlar, iyiye
dönmüş bir insanı tekrar yoldan çıkartabilirler.
Bunların
yanısıra, kötülüklerle geçirip ifsad ettiği şeyleri İslah etme gayretini
göstermeli ve bu suretle, tevbe edip bozduklarını İslah eden İslahatçılardan
olmalıdır. Allah Teala, ihsan sahiperinin ecirlerini zayi etmediği gibi,
müfsitlerin amellerini de İslah etmeyecektir.
Bundan sonra
kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi
olup Alah Teala'ya güzelce yönelen insanların kötülükleri hasenata
dönüşecektir. Bu değişme, dünya hayatında olacak ve kişi kötü amellerinin
yerine iyi işler ve salih ameller yapmaya başlayacaktır. Nitekim Allah Teala
da bu manada şöyle buyurmaktadır: "Allah, bir kavmi (onlar)
kendindekilerini değiştirmedikçe değiştirmez". (Ra'd/11) Allah Teala, bir
kavmin kötülüğünü iyilikle değiştirdiği zaman, onların seyyiatı da hasenata
dönüşür.
Tevbekârm
taşıması gereken sıfatların başında da, pişmanlık ve daimi hüzün gelir. Geçen
şey için duyulan pişmanlık ve hüznün hakikati, zamanı gelen bir ameli ifa
etmede kusur ve yılgınlık göstermeyerek değiştirebilme imkanına sahipken ikinci
bir vakti de kaçıracak şekilde gurura kapılıp tereddüt göstermemesidir. Geçmiş
olanı telafi edeyim derken, uyandığı an yapması gereken bir şeyi de
kaçırmamalıdır. Aksi halde, gafletinden uyanma haliyle geçmişteki gaflet hali,
birbirlerinden farklı olmaz. Çünkü bir şeyi kaçırırkan kaçırılan şeyi telafi
etmek mümkün olmaz. Nimet de, nimetle kazanılamaz. Tevbe eden kul, Allah
Teala'mn şu buyruğundaki sıfata uygun davranmalıdır: "Diğer bir topluluk
ise, günahlarım itiraf ettiler ve iyi bir amel ile diğer bir (kötü ameli)
karıştırdılar". (Tev-be/102) Buradaki 'iyi amel'ile, itiraf ve pişmanlığın
murad edildiği söylenmiştir.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) dedi ki: Akıl sahibi bir kul, ömrünün kalan kısmının tamamında,
sadece geçen yıllarında kaçırdıkları için ağlamasa, bu hali kendisini öünceye
kadar hüzne boğmaya yeterlidir. Ömrünün kalan kısmını ağlayarak geçiren bir
kimse için durum bu iken, ömrünün gelecek kısmını da geçmişi gibi kötülüklerle
karşılayan kimse durumu nice olur?
Sehl b.
Abdullah şöyle demiştir: Tevbe eden kimsenin hiçbir eksiği olmaz. Çünkü onun
kalbi, son nefesini verinceye kadar Arş ile irtibatlıdır. Böyle birinin zaruret
dairesi dışında bir hayatı da yoktur. O, geçmişte kaçırdıkları için daima
kederlenir. Ömrünün kalan senelerinde emirlerde azim, yasaklarda ise şiddetli
bir kaçınma içinde olur. Bunu yapacak-kulun, öncelikle her noktada Yakin ilmini
kullanması gerekir. Bunun ardından salih amelleri kararlı bir şekilde ifaya
devam etmelidir.
Böylece
Allah Teala'mn, haklarında "Ve çirkin olanı güzel olanla
giderenler.." (Ra'd/22) buyurduğu kullardan biri olur. Bu kullar, geçmişte
yapmış oldukları kötülükleri, yaşadıkları anda yaptıkarı salih amellerle
savarlar. Allah Resulü de (sav), Ebu Zerr'in (ra) rivayet ettiği bir hadisinde
şöyle buyurmuştur: "Bir kötülük yaptığın zaman, onun ardından hemen bir
iyilik yap. Gizli için gizli, aşikar için aşikar yap". Muaz'm (ra) vasiyetinde
de şu öğüt yeralmaktadır: Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onun
izlerini silsin.
Tevbekâr, bu
sıfatlarının yanısıra salihler zümresine de girmelidir. Allah Teala buyurdu
ki: "Ve iman edip salih ameller işleyenlere gelince, onları sarihlerin
arasına koyarız". (Ankebut/9) Ardından gücü yettiği ölçüde hayırlarda
yarışmalı, yitirdiklerini ve kaçırdıklarını telafi etmeye çalışmalıdır.
Böylece salihlerden biri haline gelir. Bu makama yükselen tevbekâr, Rabbi için
tam salah bulur. Rabbi de onu dost edinerek, kendisini muhafaza etmeye başlar.
Çünkü O, "Salih kullarını dost edinir" (A'raf/196).
Tevbe ve ona
tealluk eden hususlarla ilgili olarak kula yüklenen on esas vardır:
1. Allah Teala'ya karşı ma'siyette bulunmaması farz
kılınmıştır.
2. Bir ma'siyete düçâr edildiğinde, onda ısrar
etmemelidir.
3. İşlediği ma'siyetten dolayı Allah Teala'ya tevbe
etmelidir.
4. İşlediği kusurdan dolayı pişman olmalıdır.
5. Ölene kadar istikamet üzere olma niyetini
perçinlemelidir.
6. Azap ve cezadan korkmalıdır.
7. Mağfireti ümit etmelidir.
8. Günahını itiraf etmelidir.
9. Allah Teala'mn kendisine bunu takdir edip kendisinin
bundan döndüğüne inanmalıdır.
10.Salih amelde devam ederek, kefaret için çaba
sarfetmelidir. Çünkü Allah Resulü de (sav) bunu tavsiye etmiştir:
"Kötülüğün ardından iyilikte bulun ki onu silsin"[61][61]
Yukarıda
sıraladığımız on esasın tamamı da, muhtelif hadis ve haberlerde zikredilmiştir.
Bunlara ilgili olarak Sahabe ve Tabi-un'dan (ra) birçok söz rivayet edilmiştir.
Denir ki: Ölüm meleği, kulun önüne çıktığı zaman, ömründen sadece bir saati
kaldığım ve bunun bir göz açıp kapama süresi kadar dahi tehir edilmeyeceğini
bildirir. Bunun üzerine kulda öyle bir pişmanlık ve hasret doğar ki bütün dünya
kendisinin olsa, birşeyler yapmak ve kötülüklerini iyiliklerle değiştirmek için
bir saat daha kazanabilmek uğruna tamamını vermeye hazır olur. Ne yazık ki,
buna imkan bulamaz. Allah Teala'mn "Artık kendileriyle arzuları arasına
bir set çekilmiştir" (Sebe'/54) buyruğunun yorumu da budur.
Kul ile,
arzuları arasına çekilen bu set için, kimileri 'tevbe'dir derken, kimileri
'Ömrün uzatılması', kimileri de 'Hüsn-i hatime'dir' demişlerdir. Allah Teala,
daha öncesinde onların benzerlerine ve aynı fırkadan olanlara yaptığını bu
kimselere de yapacaktır.
Kulun üzerinden
geçen her saat, kıymetini bilen kul için bütün bir dünya değerindedir. İşte bu
sebeple şöyle denilmiştir: 'Allah Teala'mn şevki ve hikmeti çerçevesinde,
O'nun takdiri muvacehesinde hareket eden kul için, ömrün kalan kısmının hiçbir
kıymeti yoktur1. O'nun, "Ey Rabbim, beni yakın bir ecele tehir
eylesen" (Müna-fikun/10) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Yakın
vakit, kulun öüm meleğine şunu söylemesidir: Ey ölüm meleği, beni bir gün daha
ertele de, Rabbime ibadet edeyim ve günahlarımdan dolayı nefsimi kınayarak
nefsim için biraz azık düzeyim. Bunun üzerine ölüm meleği, 'Artık bütün
günlerin tükendi' der. Ölecek kişi, 'O zaman, beni bir saat ertele' diye
yalvarır. Ölüm meleği, 'Saatlar da bitti. Artık bir saatin bile yok' der.
O anda, can
boğaza doğru çıkar ve gırtlağı tıkayarak tevbe kapısını da tamamen kapatır.
Artık perde gerilmiş, ameller noktalanmış, vakitler sona ermiş ve nefesler
kısılmaya başlamıştır. Gözündeki perde kaldırılıp da hakikati yakından gördüğü
zaman, bakışları keskinleşir ve son nefesini vermesiyle canı çıkar. Geçmişte
yaptığı amellerin saadeti kendisine hemen yetişir ve ruhu tevhid üzere
ayrılıp gider. İşte bu hüsn-i hatimedir.
Ötekiler
ise, geçmiş hayatındaki günahları sebebiyle acıya boğulurlar. Ruhları da şüphe
içinde çıkar. Allah Teala böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Devamlı
kötülük yapıp da her birine ölüm gelince, 'İşte ben şimdi tevbe ettim' diyen
kimselere tevbe yok". (Nisa/18)
Bu,
olabilecek en kötü sondur. Böyle bir sondan Allah Teala'ya sığınıyoruz. Ayette
bahsedilen kimseler için, kimileri 'münafık', kimileri de 'günahkâr1
demişlerdir.
Allah Teala,
hakiki tevbenin kimler için olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah katında kabul edilen tevbe, ancak cahillikle bir kötülük işleyip
de, sonra hemen tevbe edenlerin ettikleri tevbedir". (Nisa/17) Bu ayetin
tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayette geçen 'hemen' kelimesiyle kasdedilen,
ölümden, ahiret alametlerinin açıkça belirmesinden ve nefesin boğazda
düğümlenmesindenn önceki süredir. Çünkü Allah Teala, ahiret alametlerinin
açıkça belirmesinden sonra yapılacak tevbenin kabul edilmeyeceğini hükme
bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı işaretlerinin geldiği gün,
evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü
imanı hiçbir fayda vermez". (En'am/158)
Anlaşılacağı
üzere, yalnızca Allah Teala'nm ahiret için yarattığı işaretlerin zuhurundan
veya imanında bir hayır, yani 'tevbe' kazanmadan önce yapılan her tevbe fayda
edecektir. Tevbe, imanın kazançlarından ve hayrın temellerinden biridir.
Ayetteki 'hayır" kelimesi ile, salih amellerin murad edildiği de
söylenmiştir. Çünkü salih ameller, imanın ziyadesi ve yakini imanın alametidir.
Üstteki
ayette geçen 'hemen' kelimesinin bir başka tefsirinde ise, günah işlemenin
hemen ardından yapılan tevbenin kasdedildi-ği söylenmiştir. Buna göre, günahı
işleyen kimse, onda ısrar ve devamlılık göstermeden, derhal tevbe etmeli ve
tevbeden uzak kalmamalıdır. Tevbenin yakından *karib' olması; günahın ardından
sahih bir amelin işlenmesi ve o günahın üzerine başka bir günahın
eklenmemesidir. Kul, kötülükten iyiliğe dönmeli ve başka bir kötülük daha
işlememelidir.
Başka bir
tefsirde ise şöyle denilmiştir: Bu ümmet içinde ridde-te ilk yeltenenler,
malının zekatını vermeyen veya Rabbinin evini haccetmeyi kabul etmeyenlerdir.
Nitekim böyleleri "Ki malımdan sadaka vereyim ve sarihlerden olayım"
(Münafikun/10) demişlerdir. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehli
için indirilmiş en ağır ayetlerden biridir. Bu ayetten bir önceki ayette de
şöyle buyrul-maktadır: "Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız
sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın". (Münafıkun/9) Denildi ki: Zerre
mik-darı olsun iyiliği olan bir kul, ölüm anında dünyaya geri çevrilmeyi
istemez'. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ahirette miskal
ağırlığınca hayrı olan kimse, başından sonuna bütün dünya kendinin olacak olsa
dahi dünyaya geri dönmek istemez".
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nm kuluna verdiği iki sır vardır ki
bunları ilhamı ile ona buldurur. Bunların ilki, doğup annesinin karnından
çıkarken verilir ve Allah Teala kuluna şöyle buyurur: Ey kulum, seni dünyaya,
temiz ve pak olarak çıkardım. Sana emanet ettiğim bir ömrü de sana tevdi
ettim. Bu emaneti nasıl muhafaza edeceğine ve Bana şimdiki gibi nasıl temiz ve
pak geleceğine bak. İkinci sır ise, ruhu çıkarken verilir ve Allah Teala ona
şöyle buyurur: Ey kulum, emanetime nasıl davrandm? Bu karşılaşmamıza kadar onu
iyi muhafaza ettin mi? Onu Benim emirlerime ve Bana verdiğin söze uygun olarak
koruduysan Ben de sözümde durur ve mükafaatmı veririm. Eğer ona kötü davranıp
heba ettiysen o vakit de, hesaba çeker ve azap ederim.
Bu hususu,
Allah Teala'nm şu ayetlerinde de görmekteyiz: "Onlar ki emanetlerine ve
sözlerine riayet ederler". (Mü'nıinun/8); "Benim ahdime vefa
gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim". (Bakara/40)
Ömür, kula
verilmiş bir emanettir. Eğer onu ilk hali üzere saf ve temiz olarak muhafaza
ederse, emaneti eda etmiş olur. Eğer onu harcar ve kirletirse, o zaman Allah
Teala'ya ihanet etmiş olur. Allah Teala ise, ihanet edenleri asla sevmez. İbni
Abbas'm (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Allah Teala'nm farzlarını zayi eden kimse, O'nun
emanetini muhafaza etme dairesinden çıkmış olur".
Tevbe-i
Nasûh, günahların kefareti ve cennete girişin anahtarıdır. Ulemadan bir zat
şöyle derdi: Allah Teala'nm ne zaman mağfiret edeceğini öğrendim. 'Peki ne
zaman?' diye sordular. Dedi ki: Tevbemi kabul ettiği zaman. Başka bir zat ise
şöyle demiştir: Tevbeden mahrum edilmekten, mağfiretten mahrum edilmekten daha
çok korkarım. Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala da şöyle buyurmaktadır:
"Tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Başka bir ayette
ise şöyle buyurmaktadır: "O ki, kullarının tevbe-sini kabul eder ve
kötülükleri affeder". (Şura/25)
Şam
ulemasından bir zat şöyle demiştir: Sol tarafındaki melek, yirmi sene boyunca
bir günah yazmadıkça mürid tevbekâr olmaz. Seleften bir zat da şunu
söylemiştir: Tevbekârın, tevbesindeki sıd-kının alameti, ibadetin tadını,
hevanm tadının yerine koyması, günah işlerken duyduğu sevinci hüzne çevirerek
Rabbine yönelmekten mesud ve bahtiyar olmasıdır.
Ulemadan bir
zat da aynı anlamda şöyle demiştir: Nefsle tersleşmenin acısı, ona uymanın
tadının yerini almadıkça kul tam tevbekâr olamaz.
İsraüiyyat
kaynakları tarafından şöyle bir haber nakledilmiştir: Peygamberlerden biri,
yılar boyu Allah'a ibadette gayret sarfe-den, fakat bir türlü tevbesinin
kabulünü göremeyen bir kulun tevbesinin kabulü için Allah Teala'ya niyazda
bulunmuştu. Allah ona şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için, göklerde ve
yerdeki-lerin tamamı onun için şefaatta bulunsalar dahi, işlediği ve uğrunda
tevbe ettiği o günahın tadı damağında durduğu sürece onun tev-besini kabul
etmeyeceğim. Çünkü, günahın tadı kalpte hala duruyorsa veya hatırladığı zaman,
fikriyle de olsa ona meylediyorsa, böyle bir kulun ona tekrar dönmesinden
korkulur. Böyle bir günah için şiddetli bir mücahede, derin bir tiksinti ve
aklına geldiği an hatırından kovmak, korku ve ürperti duymak suretiyle onu
bırakması ümit edilir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) dedi ki: Tasavvuf yolunun başında olan müride, daima tevbe etmesi
emredilir. Tevbe, kınanmış hareketlerin övülen hareketlere dönüştürülmesidir.
Yolun başındaki mürid, nefsini halvet ve sükuta teşvik eder. Tevbesi ise, ancak
helal yemekle kabul edilir. Hâlık'm halk üzerindeki ve kendi üzerindeki
hakkını eda etmedikçe de helal lokma yiyemez. Bu da ancak, hareket ve sükununun
Allah Teala sayesinde olmasıyla mümkün olur. Salih amellerle yoldan çıkmaktan
emin olabilmek için böyle yapması gerekir. Tevbenin hakikati, üzerine düşen
şeylerin sahasına girmemesi için kendisi için varolan hak ve nimetleri bir
kenara bırakmasıdır. Tevbeyi asla ertelememen, aksine o anda ve bulunduğu
halde kendisini tevbe ile mükellef kılmalıdır.
Seri
es-Sakati'den (ra) şunu nakletmiştiıier: Tevbenin ilk şartı, halisane bir
şekilde Allah'a yönelen bir tevbekâr tarafından yapılmasıdır. Böyle biri
tevbeye, masiyet ehlinden farklılaşmakla başlanır. Sonra Allah'a karşı kendini
masiyete teşvik eden nefsini ele alır ve ona, sadece zaruri ihtiyaçlarını
verir. Ardından bir daha masiyete asla geri dönmemeye azmeder. Rızkını
insanlara bağımlı halden çıkarır ve kendisini suç işlemeye mecbur bırakan
herşeyi terkeder. Hevaya asla tabi olmayarak, kendinden önce yaşamış Se-lef-i
Salih'in yolunu takip eder.
Tevbe ehli,
yaşadıkları her an nefislerini muhasebe etmeli, her türlü şehveti bırakmalı ve
fuzuli olan herşeyi terketmelidirler. Fuzuli şeyler altı tanedir:
1. Sözün fuzulisini bırakmak;
2. Bakışın fuzulisini terketmek;
3.Yürümenin fuzulisini terketmek;
4.Yiyeceğin fuzulisini terketmek;
5. İçeceğin fuzulisini terketmek;
6. Giyeceğin fuzulisini terketmek.
Seri dedi
ki: Şehvetleri terkedemeyen, şüpheli şeyleri de terke-demez.
Yahya b.
Muaz'a (ra), 'Tevbe eden kişi ne yapmalıdır?' diye sorulmuştu. O da şu cevabı
verdi: Onun ömründe iki günü vardır. Bir günü geçip mazi olmuş, ikinci günü de
gelecektir. Her ikisini de üç şey ile İslah eder. Geçmiş gününü pişmanlık ve
istiğfar ile, gelecek gününü ise helali harama karıştırmayı ve böyle yapanları
terkede-rek İslah eder. Sonra müridlerle arkadaşlık edip zikir ehlinin meclislerine
oturur. Üçüncüsü de, gıdasını helal ve temiz tutup ameli üzere gayretli olur.
Tevbenin
sadık oluşunun alameti; kalbin yumuşaması ve gözyaşlarının artmasıdır. Bu
babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Tevbekarlarm meclislerine oturun. Onlar, kalpleri en ince
olanlardır". Tevbenin hak olup olmadığını bilmenin ölçüsü, günahların
insanın gözünde büyümeye başlamasıdır. Hatta bu meyanda şöyle denir: Günah,
kulun gözünde büyüdükçe Allah Teala'nm nazarında küçülür. Başka biri de şöyle
demiştir: Günahı küçük görmek, büyük günahtır.
Bu manada
Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Mümin, işlediği
günahı önündeki dağ gibi gören ve üstüne yıkılmasından korkan kimsedir.
Münafık ise, işlediği günahı burnuna konan ve üfleyerek kaçırdığı bir sinek
gibi gören kimsedir". Bu mevzuda mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir: "Sizden biri, kendine göre günahlarının en küçüğündeyken
ölmekten korksun". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mağfiret edilmeyen
tek günah, kulun şu sözüdür: İşlediğim her günah keşke bunun gibi olsa. Bilal
b. Sa'd da şunu söylemiştir: İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bakmayın. Ancak
kime karşı işlediğinize bakın. Kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nm şu buyruğu
nakledilmiştir: Allah Teala, veli kullarından birine şöyle vahyetti: Hediyenin
küçüklüğüne bakma. Hediye edenin büyüklüğüne bak. Günahın da küçüklüğüne
bakma. O günahla karşı çıktığın Hâlık'm büyüklüğüne bak'.Günahların büyüklüğü,
kulun onlara karşılaşacağı Rabbinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Zat-ı
Kibriya'nın büyüklüğünün müşahede edilmesinden dolayı da günahlar kulun
gözünde büyür. Bu müşahedeye rağmen, O'nun emrine karşı çıkmak gerçekten büyük
bir cürettir. Bu şuur ve ilme sahip olan kullar nezdinde hiçbir günah küçük
değildir. Sağâ'ir denilen küçük günahlar dahi, korku ehlinin nazarında kebâ'ir
yani büyük günahlardır.
Allah
Teala'nm, "Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet
ederse, kendisi için daha hayırlıdır" (Hac/30) ve "Bu böyledir. Kim,
Allah'ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin
takvasmdandır" (Hac/32) buyruklarının tefsirlerinden biri de bu anlamda
şöyle yapılmıştır: Kul, Allah Teala'nm yasak ve muhterem kıldığı şeylere
kalbinde hürmet gösterir ve bunları asla ihlal etmez.
Bu meyanda
Sahabe de, Tabiun'a şöyle demişlerdir: Öyle ameller yapıyorsunuz ki onları
kendi gözünüzde kıldan daha ince görüyorsunuz. Biz ise Allah Resulü (sav)
devrinde aynı amelleri, helak edici fiiller arasında sayardık. Sahabe, bu sözü
söylerken Allah Re-sulü'nün (sav) devrinde kebai?~ sayılan günahların, Tabiun
devrinde küçük günahlar haline geldiklerini ima etmemektedir. Ancak onlar,
kalplerindeki iman nurundan dolayı Allah Teala'nm azametini yakinen bildikleri
için, Tabiun devrinde işlenen küçük günahları bile gözlerinde
büyütmekteydiler. Halbuki aynı nur, onlardan sonra gelenlerde aym kuvvetle
mevcut olmamıştır. .
Allah Teala,
velilerinden bir zata şöyle vahyetmiştir: İşlediğini gördüğüm öyle günahların
var ki, senden önce onlardan daha basit günahlar için ümmetler helak ettim.
İban b. İsmail, Enes b. Ma-lik'in (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet
ettiğini nakletmiş-tir: "Allah Teala, ümmetlerden birini erkekleriyle
oynaştıkları için helak etmiştir".
Kulun,
işlediği günahları unutması ve hatırlaması noktasında arifler farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevbenin hakikati,
günahını iki gözünün araşma koy-mandır. Başka bir arif de şöyle demiştir:
'Tevbenin hakikati, onu unutmandır. Bu sözlerin her ikisi de, iki taife için
çizilmiş iki yol, iki makam ehli için konulmuş iki ayrı hali ifade eder.
Günahları hatırlamak, müridlerin yolu ve korku ehlinin-halidir. Bunlar, günahı
hatırlamak suretiyle, daimi bir hüzün ve korku içinde olurlar.
Günahları
unutturan bir zikir ve ibadetle meşgul olup geleceği daha fazla amelle
karşılamaya gelince, bu da ariflerin yolu ve muhabbet ehlinin halidir.
Bunların yöneldikleri cihet Tevhid şeriadeti-dir, bu da Ta'arruf yani marifet
yolunda bir makamdır. Öncekilerin yöneldikleri cihet ise, Tevkif ve Tahdid'in
müşahedesi olup bu da, Ta'rîf&e bir makam teşkil eder. Kul, bu makamlardan
hangisine yerleşirse, onun cihetine göre şehadette bulunup onun hali gereği
amelde bulunur. Tevhid şehadetinin makamı, arifler nezdinde Ta'rif
müşahedesinin makamından daha üstündür. Ta'rif müşahedesi, daha yaygın ve daha
çok olsa da buna sahip olanlar Ashab-ı Yemin arasında bulunur ve Mukarrebuıı'un
avamı içinde bulunurlar. Tevhid şehadeti ise, daha dar ve daha azdır. Bunun
ehli ise, daha yüksek ve daha faziletlidirler. Onlar da Mukarrebun ve ariflerin
havassı içinde yerahrlar.
Mürid, Davud
Peygamber (as) kıssasında o peygamberin, günahını hatırlayıp ağlamasını
zikrederek buna itiraz edebilir. Fakat peygamberler, kendilerinden aşağı
insanlar için çizilen hadleri aşmış oldukları için diğer insanlar onlara kıyas
edilemez. Onlar, müridlerin hallerine girip çıktıkları gibi taliplerin
yollarına da sâlik olabilirler. Bu da ümmet için olup alemlere örnek olmaları
içindir. Yakini zayıf ve nefsi kuvvetli olan kimseye günahları hatırlama
noktasında güvenilmez. Çünkü böyle birinin kalbi, günahlara şehvet veya nefsin
onlara meyli nedeniyle zevk alarak bakar. Bu da onun için bir fitne vesilesi
olur ve düzeldiği bir noktada tekrar fesada uğrayabilir. Aynı şekilde günaha
alışmış birine de güvenile-mez. Çünkü böyle birinin eski günahlarını düşünmesi
nefsinin tahrikine sebebiyet verebilir.
Nefsin
bunlara karşı sabırla mücahede etmesi, kul için bir ma'si-yete zemin
hazırlamadıkça işlenen günahların vehametini düşünmek elbette daha
faziletlidir. Ancak bu, aldanmaya sebeb olabileceği gibi kul için de büyük
tehlikeleri barındırır. Böyle bir durumda, eski günahları zihne toplamamak ve
günaha götürecek sebepleri tamamen bertaraf etmek daha sağlıklı ve daha emin
bir yoldur. Mürid için, sağlıklı ve emniyetli olan, elbette daha faziletlidir.
Günahları
unutmak; geleceğe dönük zikri ve bir sonraki iyiliği kaçırma endişesiyle
kaçırılan şeyleri çabucak unutmayı koaylaştır-ması bakımından faydalıdır.
Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Müridin kalbinin cennet vesvesesiyle veya
cennette bulunan nimetler, giysiler ve eşlerin hatırlarıyla dolması mekruhtur.
Mürid için müstehap olan; vesvesesinin zikrullah olması, hatır ve himmetlerinin
de yalnız Allah Teala'ya tealluk etmesidir... Çünkü mürid, tevbesi yeni olan,
istikamet ve arınma yolunda uzun mesafese almamış bir insandır.
Dolayısıyla
içi cennet vesvesesiyle dolduğu ve sürekli cennetteki nimetleri, giysi ve
eşleri düşündüğü vakit; kalbinin zayıflığından dolayı bunların dünya hayatında
varolan benzerlerini arzulamasından emin olunamaz. Çünkü bunlar, dünyada hemen
ulaşılabilen nimetler iken, öbürleri çok daha uzak bir vadede kavuşulacak nimetlerdir.
Nefsi de, ahiret hayatıyla ilgili olarak sürekli andığı nimet ve güzelikleri
kısa vadede dünya hayatında talep etmeye başlayabilir. Ama müridin himmeti ve
tasası, yalnız Allah Teala ve O'nun rızası olduğu vakit, dünya nimetleri ve
şehvetlerinden daha uzak durur, nefsine ve şeytana teslim olmaz. Dünya
hayatında bu şekilde davranan müridin, yakini imanı güçlenir, alışkanlığı değişir
ve günahlardan korunma çabası daimi olur1.
İlim ehli,
şu iki kuldan hangisinin daha fazietli olduğu hususunda ihtilafa düşmüşlerdir:
Kullardan biri, günahı terkedip istikamet yoluna girmiş, ancak nefsi günaha
tekrar dönmek istediği için onunla cihad etmektedir. Diğeri de günahı terketmiş
ve kendini ıslaha vermiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek için baskı yapmadığı
için kalbinde Önceki gibi bir cihad ve mücadele yaşamamaktadır.
Bu iki kulun
durumu hakkında Şam ulemasının görüşü şudur: Günahı terkettiği halde, ona
dönmemek için nefsiyle mücahede eden kul, daha faziletlidir. Çünkü o, hayır
younda bir mücadelede bulunmakta ve nefs mücahedesinin sevabını da almaktadır.
Bu görüşe meyledenler arasında şu zatları zikredebiliriz: Ahmed b.
Ebi'l-Havari ve Ebu Süleyman ed-Darani'nin arkadaşları. Basra uleması ise
şöyle demişlerdir: Nefsi, yakin delillerinden birini görüp teskin olduğu ve
huzur bulduğu için mücadeleden uzak kalan kul, günaha dönük arzu ve isteği
kalmayan kuldur. Dolayısıyla böyle bir kul diğerinden daha faziletlidir. Bu
görüşü paylaşanlar arasında, Basra ulemasının büyüklerinden biri olan Rabah b.
Amr el-Kaysi'yi zikredebiliriz. O, bu mesele hakkındaki kanaatini serdettikten
sonra şöyle demiştir: Bu kul gevşese dahi, selamete daha yakın olur. Öbürünün
ise günaha dönmeyeceğinden emin olunamaz.
Ulema, şu
iki kul hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir: Biri, kendisinden Allah yolunda mal
vermesi istendiği zaman nefsi ona karşı çıkar ve para vermek kendine ağır
gelir. Ama, nefsiyle mücadele ve mücahede ederek onu alteder ve istenen malı
çıkarıp verir. Diğeri ise, kendisinden istenen malı, hiçbir itirazda ve
nefsiyle mücadelede bulunmaksızın tam bir teslimiyet içinden çıkarıp verir.
Ulema, bu iki kuldan hangisinin daha faziletli olduğu üzerinde ihtilafa
düşmüştür.
İbni Ata ve
arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk şöyle demişlerdir: Nefsiyle mücahede
eden daha faziletlidir. Çünkü o, hem zorlama hem de mücahedeyi yaşadığı için
iki amele birden sahip olmuş gibidir.
Cüneyd-i
Bağdadi'nin (ra) de içinde bulunduğu başka bir topluluk ise, hiçbir zorlama ve
itiraz olmaksızın gönüllü olarak ve teslimiyet içinde verenin daha faziletli
olduğunu söylemiştir. Çünkü bu, nefsinde cömertlik ve dünyada zühd sahibi olan
birinin hareketidir. Bunlar ise, birinci kulun gösterdiği zorlama ve mücahede
amellerinden çok daha üstündür. Çünkü ilkinde nefsini bu şekilde ikna edip
yenen kulun, başka bir defasında nefsine mağlup olmayacağından emin olunamaz.
Zira onun nefsi, cömertlik makamına oturmuş değil oraya zorla oturtulmuş
durumdadır. Bize göre de Cü-neyd'in (ra) bu görüşü daha sıhhatlidir.
Ebu Muhammed
Sehl'e (ra) sorulmuştu: Birşeyden tevbe edip onu terkeden kimse, onu gördüğü,
işittiği veya hatırına geldiği zaman zevk duyarsa durumu ne olur? Sehl şu
cevabı verdi: Zevk almak, beşerin tabiatında olan bir durumdur. Her insan da
bu tabiata sahiptir. Böyle bir durumda kulun, kalbiyle Rabbine serzenişte
bulunarak o kötülüğü kalbiyle inkar etmesi ve nefsini de sürekli onu inkara
zorlamasından başka yapacak birşeyi yoktur. Kul, Rabbine onu kendisine
unutturması için dua ve niyazda bulunmaktan, O'nun zikir ve taatiyle meşgul
olarak unutmaya çalışmaktan başka birşey yapamaz.
Sehl, sözüne
devam ederek şöyle demiştir: Bir an için dahi onu inkarı bırakması halinde, ona
teslim olmayacağından ve bu zevkin kalbine işlemeyeceğinden emin olamam. Kalpte
zevk ile beraber inkar ve hüznün de bulunması, kula zarar vermez. Görüşüm
budur.
Bunları şu
nedenle naklediyoruz: Tevbe, şehvetin varlığının devamıyla birlikte sahih
olmaz. Kul, tevbe ile beraber mücahede ve mücadeleye davet edilir. Müridlerin
hali budur. Allah Teala'nm velayeti sayesinde şehvetleri kalpten silip atmak
da ariflerin sıfatıdır.
Bir günaha
bağlı olan ve belki ondan çok daha ağır olan başka günahlar da olabilir. Mesela
o günahta devamlı olmak, onunla övünmek, ondan dolayı tevbeyi geleceğe atmak,
öyle bir günahı işlemekte zafer tadı bulmak, onu yapamama durumunda üzülüp sıkılmak,
yaptığında mutluluk duymak, eğer iki kişiyle yapılacak bir günahsa başka birini
de ona ortak etmek ve Allah Teala'nm verdiği malı onun için harcamak, daha
büyük günahlardır.
Allah
Teala'nm verdiği malı, O'na isyanda harcamak, O'nun nimetine küfran ve
nankörlüktür. Bu babda şöyle denilmiştir: Haram için bir dirhem harcayan
müsriftir. Ayrıca, günahı küçük görmek ve onu hafife almak gibi hareketler de,
günahı bizzat işlemekten daha ağır suçlardır. Veya Allah Teala'nm kendisini
örteceğini düşünerek gevşemek, ya da Allah Teala'nm hilmini hafife almak da büyük
günahlardır.
Bütün
bunlar, ya şeytana kanarak gurura ve güvenlik duygusuna kapılmaktan veya Allah
Teala'nm kusurları örtme ve ifşa etme fiillerini hakkıyla bilememekten
kaynaklanır. Rivayet edilen dualarda da da bunu ima ettirecek şöyle ifadeler
yerahr: Ey güzelliği izhar edip kabahati örten, günahtan dolayı hesaba çekmeyip
örtüleri yırtmayan... Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her ma-siyet
sahibi, Rahman'm kucağı altındadır. Ellerini onun üzerinden kaldırdığı zaman,
üzerindeki örtüsü yırtılıverir.
Yukarıda
anlattığımız türden aşırılıklara ilaveten, günahı açıkça işlemeyi, onunla
gövde gösterisi yapmayı ve benzer hareketleri de zikredebiliriz. Bunlar da
azgınlık alametleridir. Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahı açıkça işleyenler dışında
herkes affedilecektir. Onlardan biri, geceleyin bir günah işler. Allah Teala da
o günahı örter. Ama sabaha erdiği vakit, Allah Teala'nm örtüsünü kaldırır ve
insanlara işlediği günahı anlatmaya başlar" [62][62]
Günah
işleyerek Allah Teala'ya isyanda bulunan biri, bunu anlatmak suretiyle
işlediği günahın sürdürülen bir adet haline gelmesine sebep olabilir. Böyle
bir durumda, onu işleyenlerin günahları da onun aleyhine yazılır. Hatta şöyle
bir söz söylenmiştir: Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da
ölür ve kendinden sonraki günahlardan dolayı hesaba çekilmez. Başka biri de
şöyle demiştir: Günahı kendinden başkasına taşmayan kişiye ne mutlu. Ariflerden
bir zat da şöyle demiştir: Günah işleme. Eğer işleyecek-sen başkasını ortak
etme. Yoksa iki günah birden kazanırsın.
Allah Teala
da bunu, münafıkların sıfatlarından biri olarak vazetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Münafıkların erkekleri de, kadınları da birbirlerinin benzerleridir.
Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar". (Tevbe/67) Bir din kardeşini,
kendisiyle beraber günah işlemeye götüren biri, kötülüğü emredip iyilikten
sakındıran biridir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Kişinin, bir din
kardeşinin hürmetleri arasında ihlal edebileceği en ağır hürmet; onun günah
işlemesine yardım etmesi ve bunu ona basit göstermesidir. Kul, kırk yıl yaşayıp
öldükten sonra günahları yüzyıl daha baki kalmaya ve bunlardan dolayı kabrinde
azap görmeye devam eder. Eğer bunları takip edilen adetler haline getirmişse,
onları işleyenlerin tamamı ölüp hiçkimse onları yapmaz hale gelinceye kadar
azap görür. Hiçkimse bunları yapmaz olunca, azaptan kurtulur ve istirahat eder.
Denir ki:
Günahların en ağırı; geçmişte yaşadığı için görmediği ve tanımadığı kimselere
haksızlık eden kimsenin yaptığıdır. O, Selef-i Salih'ten olan ilim ehli ve
muttaki imamlar hakkında haksız konuşmalar yaptığı zaman çok ağır bir günah
işlemiş olur.
Bütün
bunlar, tek bir günaha ilaveten yapılan ve bizatihi o günahın kendisinden daha
ağır olan günahlara verdiğimiz örneklerdi. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır:
"Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserleri de yazarız".
(Yasin/12) Burada 'eserler' ile kasdedilenin, o kimselerin ölümünden sonra da
izlenen hareket ve icraatları olduğu söylenmiştir. Bu meyanda Allah Resulü'nün
de (sav) şu buyruğa rivayet edilmiştir: "Kim de kötü bir sünnet (=adet)
koyarsa, kendinden sonra onunla amel edenlerin günahı kadar ona da günah
yüklenir ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez".[63][63]
İbni Abbas
da (ra) bu manada şöyle derdi: Kendine uyanlar karşısında vay haline alimin!
Bir hata yaptığı zaman, bilahare ondan rü-cu etse dahi halk onu yüklenmiş ve bu
hatayı uzak diyarlara taşımış olur. Edeb ehlinden bir zat da şöyle demiştir:
Alimin kusuru, geminin delinmesine benzer. Kendisiyle beraber üzerindekiler de
batar.
İsrailiyat
menşeli bir haberde de şöyle denilmektedir: Bir alim, insanları bidatlarla
yoldan çıkartıyordu. Bir zaman sonra tevbeye nail oldu. Allah Teala'ya dönerek
ömrü boyunca kendini İslaha çalıştı. Allah Teala o alimin de mensup olduğu
milletin peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Eğer günahın Benimle senin
aranda kalsaydı, bu kadar tevbe ve amelden sonra onu bağışlardım. Ama senin
yoldan çıkardığın ve bu yüzden ateşe soktuğum kullarımı ne yapabilirim?
Herhangi bir
haramın helal görülmesi veya başka birine helal kılınmasına gelince, onun bu
bahisle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu, doğrudan doğruya dinden çıkmak ve
şeriatı değiştirmek olup Allah Teala'yı inkar etmektir. Allah Resulü de (sav)
bu babda şöyle buyurmuştur: "Haramlarını helal kılan kimse, Kur'an'a iman
etmiş değildir"[64][64]Allah
Teala da kötülük yapanları cahiller olarak nitelemiş ve şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim cehalet ile kötülük yaparsa". (En'am/54); "Aksine
siz, cahil bir topluluksunuz". (Neml/55); "Aksine siz, müsrif bir
topluluksunuz". (A'raf/81)
Denir ki: Üç
amel için Arş sarsılır ve Rab Teala gazaplanır: Haksız yere cana kıyma; Erkek
erkeğe münasebet kurma; Kadın kadına münasebet kurma. Başka bir rivayette de
şöyle denilmektedir: Livata yapan, denizler dolusu suyla bile gusletse, tevbe
dışında temizlenemez. Masiyetin en hafifinde dahi, taattan mahrumiyet,
hizmet-i diniyyenin tadını kaybetme ve Mevla'nın gazabı varken böyle bir suçun
karşılığı, elbette cezaların en ağırı olacaktır.
Nitekim
Vüheyb b. el-Verd'e 'Ma'siyet sahibi kişi, Allah Teala'ya taatm tadını alabilir
mi?' diye sorulmuştu. 'Hayır, hatta ma'siyete niyetlenen bile alamaz' cevabını
verdi. Allah Teala da Yahya Peygamberi (as) aynı sebeple 'Seyyid' olarak
isimlendirmiştir. Çünkü o, hiçbir ma'siyete niyetlenmemiş bir insandı.
Ma'siyete niyetlenmemek büyüklük ve şan işareti olmuş ve günaha niyetlenmeyen
kimseler 'seyyid' olarak anılır olmuştur.
Allah
Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim şöhret elbisesi giyerse
-başka bir lafızda 'Kim övünçle yanlarına bakarsa'-böbürlenmiş olur ve sevilen
bir kulu dahi olsa Allah Teala kendisinden yüz çevirir". Allah Teala'nın
emrine muhalefette, yalnızlık, uzaklaşma ve amellerden kopma vardır. Bu manada
Adem Peygamberle (as) ilgili olarak şu haber nakledilir: "Adem (as) yasak
ağaçtan yediği zaman, üstündeki hülleler uçuştu ve avret mahalli ortaya
çıktı. Taç ve alnındaki çiçek demeti ise, onun yüzüne bakmaktan haya ettikleri
için başından ayrılıp gidemediler. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek başındaki
tacı aldı. Mikail de (as) alnındaki çiçek demetini çözdü. Daha sonra Adem (as)
ve eşine Arş'ın üstünden şöyle nida edildi: Benim komşuluğumdan uzaklasın. Bana
isyan edenler, Bana komşuluk edemezler. Bunun üzerine Adem Peygamber ağlayarak
eşi Havva'ya döndü ve şöyle dedi: İşlenen ilk günahın çirkinliği, bizi Habib
Teala'nın komşuluğundan uzaklaştırdı".
Başka bir
hadiste ise Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise nakledilmişti:
"O, evinde tapılan bir heykel bulunmasından dolayı işlediği suçtan ötürü
kırk gün boyunca cezalandırılmıştı. Bir kadın ondan, hasmı karşısında babası
lehinde hüküm verip vermeyeceğini sorduğunda, ona 'Evet' demiş, ancak o
istikamette hüküm vermemişti. Denilir ki: Süleyman da (as) kadının konumundan
ötürü babası lehinde hüküm vermek istemişti. Bunun üzerine krallığı kırk gün
boyunca elinden alındı. O da şaşkın bir halde sarayından kaçtı. Avuçlarını
açıp dileniyor, ama kendisine yemek verilmiyordu. İnsanlara 'Ben Süleyman b.
Davud'um, bana yiyecek verin' dediği zaman, kafasına gözüne vurup
dövüyorlardı. Bir defasında bir evden yemek istemiş ve kovulmuştu. Bir kadın da
yüzüne tükürmüştü.
Başka bir
rivayette ise şu hadise nakledilir: Yaşlı bir kadın içi idrar-dolu bir
tencereyi ona göstermiş ve kafasından aşağı dökmüştü. Sonunda balığın
karnındaki yüzük kendisi için çıkandı ve kırk gün sonra yüzüğünü tekrar taktı.
Bu kırk gün,
onun cezalandırılma günleriydi. Bunun ardından kuşlar gelip üstünde kanat
çırpmaya başladılar. Sonra cinler, şeytanlar ve vahşi hayvanlar çevresine
toplandılar. Balıkçılar da onu tanıdıkları zaman önünde saygıyla eğildiler ve
kendisini kovmaları ve dövmeleri yüzünden Özür dilediler. O da onlara şöyle
dedi: Sizi, geçmişte bana yaptıklarınızdan dolayı kınamadığım gibi, şimdi
yaptıklarınız için de övmüyorum. Bütün bunlar semadan gelen bir emrin
neticesiydi ve öyle olması gerekiyordu. Bir defasında da rüzgarlar kendisini
ordusuyla beraber havada taşıyorken giyindiği yeni gömleğe bakmış ve içinde
övünç hissi doğmuştu. Rüzgar onu hemen yere indirdi. Süleyman (as) 'Sana
emretmediğim halde neden böyle yaptın?' diye sordu. Bunun üzerine rüzgar şu
cevabı verdi: Biz sana, sen Allah'a itaat ettiğin sürece itaat ederiz".
Ulemadan bir
zat da bu manada şöyle demiştir: Allah Teala'dan korkan kişi, O'ndan başka
hiçbir şeyden korkmaz. Allah'tan başkasından korkana gelince, Allah onu
herşeyden korkutur. Yine aynı manada şöyle denilmiştir: Kim Allah'a itaat
ederse, Allah herşeyi onun emri altına verir. Kim de O'ndan başkasına itaat ederse,
onu herşeyin emri altına verir veya herşeyi ona musallat eder.
Ma'siyette
ısrar ve devamlılığın hiçbir kötülüğü olmamış olsa bile, kula isabet eden
herşey onun için ceza olur. Eğer maddi durumu iyi ise, bundan dolayı
cezalandırılır ve azaba yavaş yavaş yaklaş tırılmaktan emin olamaz. Eğer
durumu sıkışık ise, bu da onun için bir ceza mesabesinde olur. Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilir:
"Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"[65][65]Denildi
ki: Haramdan rızıklan-mak, salih amellere muvaffakiyetin azlığından dır. Ibni
Mesud da (ra) şöyle derdi: Zannederim ki kul, işlediği günahlar yüzünden ilmini
unutur.
Tevbenin
bereketi, ilim ve taat üzere istikamette bulunmak sayesinde kula isabet eden
herşey de onun için hayır ve iyiliktir. Eğer hali vakti yerinde ise, bu halini
Allah Teala'dan bir şefkat ve lütuf olarak görebilir. Eğer durumu sıkışık ise,
bu da Allah'tan gelen bir imtihan ve sınamadır. Bunda da, imtihanın tadını ve
Allah Tea-la'nm yolunda olduğunu bilmenin zevkini tadar. Çünkü bu hal ona,
Rabbine itaat üzere iken isabet etmiştir.
İnsanların
kötülüğünden ve onlarla içice olmasından dolayı onlarla beraber ma'siyet
işlemesi veya onlara karşı günah işlemesi, en büyük günahlardandır. Kul hakkından
doğan günahlar, genellikle dünya işleri ve dinle ilgili hususlardan
kaynaklanır. Dünya hayatında tanıdıkları az olan kimsenin, bu türden günahları
da az olur.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Lanet, yüzdeki karalık veya mal bakımından
eksiklik değildir. Hakiki lanet, bir günahtan kurtulup onun benzerine veya daha
beterine düşmektir. Lanet, kovulma ve uzaklaşmadır. Taat-ı İlahi'den kovulan
biri, O'na yakınlaştıracak ibadet vesilelerine yaklaştınlmayıp bunlara
muvaffak kılmmayarak lanetlenmiş olur.
Yukarıda
naklettiğimiz "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"
hadisine benzer bir manada şöyle denilmiştir: Bu, ma'siyete düşmesinden dolayı
helal rızıktan mahrum edilmesi ve ona muvaffak kılınmam asıdır. Başka bir
vesilede de şöyle denilmiştir: Bu, ulema meclisine katılmaktan mahrum edilmesi
ve kalbinin hayır ehlinin arkadaşlığına ısmdırılmamasıdır.
Başka biri
de şöyle demiştir: Böyle birine salihler ve Marifetul-lah ehli kızar ve
kendisinden yüz çevirirler. Bir diğeri de şöyle demiştir: Bu, o kimsenin
amelini İslah edecek ilimden mahrum edilmesi suretiyle amelini cehalet üzere
yapmasını sağlamak içindir. Daima şehvetler üzerinde olduğu için, şüpheli
hususlar da kendisine açıklanmaz. Aksine açık olan hususlar da onun için
muğlak hale getirilir ve ne yapacağını şaşırıp kalır. Allah Teala tarafından
da doğru ve hayırlı olana ulaştırılmaz
Fudayl b.
Iyaz (ra) şöyle derdi: Zamanın değişmesi ve din kardeşlerinin senden
uzakaşması gibi yadırgadığın şeyler, aslında işlediğin günahların sana
bıraktıkları mirasın neticesidir. Denir ki: 'Tamamını hıfzettikten sonra
Kur'an'ı unutmasından dolayı kula verilecek cezaların en ağın, tilavetten men'i
ve okurken yüreğinin daralması, bu suçta ısrarının cezası da onun zıddı olan
şeylerle meşgul olarak ona vakit ayırmamasıdır.
Şamlı
sufilerden biri şunu nakleder: Çok güzel yüzlü bir hıristi-yan delikanlısı
gördüm. Durup ona bakmaya başladım. O esnada İbmı'1-Cela ed-Dimeşki yanıma
geldi ve elimden tutarak beni çekti. Utanmıştım. Kendisine şöyle dedim: Ey Eba
Abdullah, Allah'ı tenzih ederim bu delikanlının suretinin güzelliğine şaşırdım
Bu mükemmel yapı, nasıl olur da ateşte yakılmak için yaratılmış olur? Elimi
hafifçe sıkarak şöyle dedi: Bunun cezasını göreceksin. Gerçekten de tam otuz
yıl sonra bundan dolayı cezamı çektim. Ariflerden bir zat şöyle demiştir:
Günahımın cezasının, eşeğimin davranışlarının kötülüğünde gördüm. Başka biri
de şunu söylemiştir: Evimin yanmasını dahi günahımın cezası olarak görürüm.
Mansur
el-Fakih'den şunu naklederler: Ebu Abdullah es-Süke-ri'yi rüyamda gördüm ve
'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. 'Rabbim beni huzurunda ter içinde
durdurdu, öyle ki yanağım yere yapıştı' dedi. Ben de, 'Neden?' diye sordum.
Bana şöyle dedi: Genç bir köleye önden ve arkadan bakmıştım.
Cezanın
konusu, şiddet ve meşakkat olur. Her kula verilen ceza da, ona ağır gelen şeye
göre olur. Mesela dünya düşkünleri; dünyevi rızık ve kazançlardan mahrum
edilmekle, malları telef edilmekle cezalandırılırlar. Ahiret ehli ise, ahiret
azığı olan salih amellere muvaffak kıhnmamakla ve sadık ilimlerin kapılarının
kendilerine açılmamasıyla cezalandırılırlar. Muhakkak ki bu, izzet ve ilim sahibi
olan Allah'ın takdiridir.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle derdi: îhtilam, bir cezadır. Yine o, şunu derdi: Cemaat
ile namazı kaçırmak, ancak işlenen bir günah sebebiyledir.
Cezaların
incelikleri, derecelerin yüksekliğine göre değişir. Hadisler arasında şöyle
bir rivayet bulunur: "Yaşadığınız devirle ilgili yadırgadıklarınız,
değiştirdiğiniz amellerinizden dolayıdır". Kud-si bir hadiste de Allah
Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şehvetini Bana itaata
tercih eden kula verdiğim cezanın en hafifi, onu Bana münacaat etmenin
lezzetinden mahrum etmenidir". Mesela bu ceza, muamele ehlinin cezasıdır.
Eğer
ma'siyetin işlenmesiyle birlikte kalbin değişmesi zahiren görülseydi, kulun
yüzü simsiyah kesilirdi. Ama Allah Teala, hilmi-nin genişliği ve kullarının
kusurlarım gizlemesi sebebiyle, kalpteki etkisine rağmen onu gizlemiş ve kulun
içine gömmüştür. Ma'si-yetten dolayı ortaya çıkan değişikliklerin bariz
olanları; kalbin perdelenmesi, zikre karşı katılaşması, hayır ve iyiliğe karşı
isteksiz olması ve hayırda yarışma noktasında çekimser kalmasıdır. Bunlar da,
kalp ehli için düşünülebilecek en ağır cezalardır.
Denir ki:
Kul, günah işlediği zaman kalbi bir anda zulmetle dolar ve kalbe zulmetten bir
duman çöker. Çöken bu duman, kulun kötülük geldiği zaman hüzün duyan yeri olan
iman noktası tarafından görülür. Ancak duman, onun önünde ilim ve beyana karşı
bir perde olur. Tıpkı bulutların güneşi perdelediği gibi imam perdeler. Bu
durumda güneş görülemez. Aynı şekilde o duman da kul için, halka karşı nefsinin
önünde bir perde gibi durur. Ama tevbe edip halini düzelttiği zaman bu perde
kalkarak iman ortaya çıkar ve ilmin gereğini emretmeye başlar. Tıpkı
bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi.
Allah Teala
da bu manada şöyle buyurmuştur: "Hayır, hayır, aksine onların
kazandıkları sebebiyle kalplerinin üzerine pas bağlamıştır".
(Mutaffıfın/14) Ayetin tefsirinde, kazanılan şeylerle günah üstüne günah
işleyerek kalbin tamamen kararmasının murad edildiği söylenmiştir. Bu. durumda
imanın üstünde bir perde olur ve iman, maruf olanı tanımadığı gibi, münker
olanı da inkar edemez. Bu hal devam edip tamamen karardığı zaman, kalp altüst
olur. İşte o andan sonra nifak hakim olarak süratle kalbe nüfuz eder. Kalp de
nifak ile huzur bulur. Bu durum ise, Allah Teala o kalbe bakın-caya ve lütfuyla
ona eğilinceye kadar aynen devam eder.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: Kul ile Rabbi arasında günahlar bakımından bilinen
bir sınır vardır. Kul bu sınıra ulaştığı zaman, Allah Teala onun kalbini
mühürler ve o andan sonra kendisini asla hayra muvaffak kılmaz.
İbni Ömer'in
(ra) hadisinde de şu ifade geçmektedir: "Mühür, Arş'm direği üzerinde
asılıdır. Yasaklar çiğnenip haramlar mubah kılındığı zaman Allah Teala mührü
gönderir ve kalpleri içindekilerle birlikte mühürletir". Mücahid'in
naklettiği hadiste ise şöyle buy-rulmaktadır: "Kalp, açık avuç gibidir.
İşlenen her günahta bir parmak bükülüp kapanır. Sonunda bütün parmaklar
kapandığında kalp mühürlenmiş olur. Bu da kilittir".
Denir ki:
Her günahın kalp üzerinde biten bir bitkisi vardır. Günahlar çoğaldığı zaman,
bitkiler de meyvanm çevresindeki kapçıklar gibi kalbin çevresini kuşatır ve
kalbe katılırlar ki bu da kabuktur. Denir ki: Günah, Allah Teala'nm zikrettiği
örtülerden bir örtü olup kalbin işitmesini ve anlamasını engeller.
Bu taifeden
bir zat, bana Ebu Amr b. Ulvan'dan uzun bir kıssa içinde şunu nakletmişti:
Birgün namaz kılıyorken kalbim bir hava ile mahmurlaştı. Bunun üzerinde uzun
müddet düşündüğümde içime erkeğe karşı şehvet hissi doğdu. O an yere düştüm ve
bedenim bir anda karardı. Üç gün boyunca evimde üstümü örterek yattım ve dışarı
çıkmadım. Banyoda türlü sabunlar ve renkli temizleyiciler ile yıkamama rağmen
cildimin siyahlığı gün geçtikçe artıyordu. Üç gün sonra bu kararma kayboldu ve
tenim eskisi gibi beyaza döndü.
Daha sonra
Ebu Kasım el-Cüneyd'le (ra) karşılaştım. Bana adam göndermiş ve Rakka'dan
çağırtmıştı. Meclisine vardığımda şöyle dedi: Rabbinin huzurunda kıyam ederken,
nefsine kanarak bir şehvete kapılmaktan utanmadın mı? Sonra birden karanverdin
de, huzur-u ilahiyi terkettin. Eğer senin için Allah Teala'ya dua etmemiş ve o
fikrinden dolayı senin namına tevbeler etmemiş olsaydım, Allah Teala'nm
huzuruna o siyahlıkla çıkacaktın.
Cüneyd'in,
kendisi Bağdat'ta ben Rakka'da iken başımdan geçen ve Allah'dan başkasının
muttali olmadığı şeyleri olduğu gibi bilmesine çok şaşmıştım. Bu hadiseleri
ulemadan bir zata anlattığımda bana şöyle dedi: Bu, Allah Teala'dan bir lütuf
ve seçmedir. Çünkü kalbini karartmayıp sadece bedenini karartmıştır. Eğer bu
günahı kalbine gömseydi, o zaman kalbini mutlaka helak ederdi.
Sufî,
bunları naklettikten sonra şöyle dedi: Bir günah işleyip bunda ısrar etmeyen
hiçbir kul yoktur ki, İbni Ulvan'm bedeninin kararması gibi, kalbi kararmasın.
Bu kararmadan sonra kalbi parlatacak olan tek şey, tevbedir. Ama her kula,
İbni Ulvan'a yapılanlar yapılmaz. Çoğu insan, kendisine Cüneyd gibi şefkat
gösterecek birisini de bulamaz.
Allah
Teala'nm affetmesi dışında, her günahın belli bir cezası vardır. Ceza, günahın
ağırlığına göre değildir. Kul, cezanın nasıl ve nereden geleceğini de bilemez.
Cezalandırma keyfiyeti, Rab Teala tarafından sabık ilimle takdir edilmiş bir
iradenin neticesi olarak ortaya çıkar. Ceza, kalpte de tezahür edebilir. Bu,
kalp hastalıklarmdandır. Ceza bedende tezahür edebilir. Bu da, mal veya canın
telefi şeklinde olur.
Bunlara
ilaveten, mevkiini kaybetme, İsam ulemasının ve müminlerin gözündeki yerinden
düşme şeklinde de olabilir. Tabii, ahi-rete tecil edilmiş de olabilir ki bu,
cezaların en ağırıdır. Bu tür cezalar; insanı helak eden büyük günahlardan
hayatta iken tevbe edilmeyenler, günahta ısrar edenler ve meydan okuyarak günah
işleyen zorbalar için geçerlidir. Cezalar, dünyada olduğu zaman dünya
hayatının basitliğine göre basit olurken, ahirete tecil edildikleri zaman,
oranın şiddetiyle mütenasip olarak çok ağır olurlar.
Allah Resulü
fsav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala bir kulu için hayır
dilediği zaman günahının cezasını hemen verir. Bir kulu için şer dilediğinde
ise, cezasını çekmesi için ahirete erteler". Bil ki, dünya hayatında
kaybedilen fırsatlar için gamlanmak ve onun için hırslanarak koşturmak, Allah
Teala'nm kullarına verdiği cezalardandır. Kendisini dininden eden hususlara aldırmayarak
kazandığı dünyalıkla sevinip mutlu olmak da Allah Te-ala'nm cez alarmdandır.
Günah
işlemeye zemin hazırladıkları takdirde, servetin genişlemesi ve imkanların
çoğalması da kula verilen cezalardandır. Bir günahın cezası, yine onun gibi
veya ondan daha ağır bir günah olabilir. Buna mukabil bir ibadetin sevabı da,
onun gibi veya ondan daha faziletli bir ibadet olabilir. Allah Teala'nm
"Sevdiğiniz şeyleri size gösterdikten sonra isyan ettiniz" fAl-i
İmran/152) buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu manaya işaret edilerek,
'sevilen şeylerden' maksadın rahatlık ve zenginlik olduğu söylenmiştir.
Fakirlik ve hastalık da, günahtan korunmak için vesile kılındıkları zaman Allah
Teala'dan bir rahmet olarak görülmelidirler. Günaha zemin
hazırladıkladıklarında, ma'siyetlerin anası olurlar.
Hilm, cezayı
kaldırmayıp sadece tehir ettirir. Halim olan Allah Teala da, cezayı hemen
çektirmeyip bir süre sonrasına bırakabilir. O'nun "Böylece ne zaman ki
yapılan ihtarı unuttular, üzerlerine herşeyin kapılarını (ruhsatlan) açıverdik.
Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam sevindikleri
sırada, kendilerini ansızın yakalayıverdik" (En'am/44) buyruğunun tefsirinde
şöyle denilmiştir: 'Hemen' diye ifade edilen süre, altmış yıldır.
Allah Resulü
de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öyle günahlar vardır ki,
onların tek kefaret yolu, geçim için tasalanmaktır". Hadisin başka bir
lafzında ise, 'Ancak tasalar ve hüzünler kefaret olur1 ifadesi yer almaktadır.
Fakirler açısından, mubah kılınan dünyevi ihtiyaçları için kaygılanıp
çabalamak da günahların kefaretinden sayılır. Müminler için, ahiret azıklarını
kaçırarak bu tür geçim yollarına düşmek, derecelerde alçalmadır. Dünya arzusu
ve dünyalık hırsıyla tasalanmak ise, kula verilen cezalardandır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle dedi: Dünya sevgimin mağfiret edilmemesi benim için
günah olarak yeter. Başka biri de şöyle demiştir: Kulun günahı olmasa da,
ahiret nasibini kazanacağı ve onun için azık hazırlayacağı halleri kaçırarak
dünya gailesiyle uğraşması ona yeter.
Aişe'den
(ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "Kulun günahları arttığı zaman, eğer onlara kefaret olacak
amelleri yoksa, Allah Teala kendisini tasa ve kaygılara boğar. Onun kefareti
de bunlar olur". Denir ki: Kulun kalbine doğan ve sebebini bilemediği
kaygılar, işlediği suçların kefaretleridir. Denir ki: Kaygı, bedenin işlediği
kusur ve kabahatleri muhasebe ettiği anda aklın çektiği üzüntüdür. Akıl, bu
tasadan kurtulamaz ve kul, sebebini bilmediği halde kaygı ve tasa içinde kalır.
Yakub
Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise anlatılmıştır: 'Allah Teala ona
vahyederek şöyle buyurmuştu: Eğer ilm-i sabıkımda sana karşı inayetim yazılı
olmamış olsaydı, Zatımı sana karşı cimrilerin cimrisi kılardım. Bu da senin
devamlı ve ısrarlı olarak Ben'den niyaz ve dilekte bulunman ve icabetinin
tehiri sebebiyle olurdu. Ama sana karşı inayetimden dolayı Zatımı, sanin için
merhamet edenlerin en merhametlisi, hükmedenlerin en hakimi kıldım. Senin
için katımda öyle bir makam vardır ki, ona ilminle değil Yusuf için duyduğun
hüzünle nail olmuşsundur. Ben de seni o makama yükseltmeyi murad ettim'.
Benzer bir
rivayette ise şu hadise nakledilmektedir: "Yusuf (as) hapiste yanma gelen
Cebrail'e (as) şöyle dedi: Mahzun ihtiyar nasıl? Cebrail (as) şöyle dedi:
Senin için, sevdiğini kaybeden yüz kişinin hüznü kadar hüzün dolu. Bunun
üzerine Yusuf (as), 'Peki Allah katında onun için nasıl bir ecir var?' diye
sordu. O da, Tüz şehidin-ki kadar ecir var1 dedi.
Selef-i
Salih'ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: 'Günah işleyen hiçbir kul
yoktur ki, altındaki toprak onu kendine gömmek, üstündeki gök de üzerine çökmek
için izin istemiş olmasın. Allah Teala o ikisine şöyle buyurur: Kuluma
dokunmayın. Ona süre tanıyın. Onu, siz yaratmadınız. Eğer siz yaratmış
olsaydınız, merhamet gösterirdiniz. Umulur ki, Bana tevbe eder de kendisine
mağfiret ederim. Kötü işini salih bir amelle değiştirir de Ben de onun günahlarım
hasenata çeviririm.
Bu söz,
Allah Teala'nm şu buyruğuyla aynı manaya gelmektedir: "Doğrusu gökleri ve
yeri zeval bulmasınlar diye Allah tutuyor. Andolsun zeval buluverirlerse onları
O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten de O, Halim'dir, Gafur'dur".
(Fatır/41) Ayetin tefsirinde de beyan edildiği üzere, göklerin ve yerin zevali,
kulların günahlarından dolayı olacaktır. Allah Teala ise, onların günahlarına
karşı Halım, kötülükleri için de mağfiret edici olduğu için gökleri ve yeri
sıkıca tutar.
Ayetin
tefsiriyle ilgili şöyle bir rivayet mevcuttur: Allah Teala kulların günah ve
ma'siyetlerine baktığı zaman gazaplamr. Bunun üzerine yer şiddetle sarsılıp gök
titremeye başlar. Gök melekleri yere inerek, yeryüzünün iki tarafını tutarken,
yer melekleri de göğe yükselerek onun çevresini tutar ve Allah Teala'nm gazabı
geçinceye kadar İhlas suresini okurlar. İşte Fatır süresindeki ayetin tefsiri
budur.
Ulemadan bir
zat ise şöyle demiştir: Yeryüzünde çanlar çalındığı ve cahiliyye adetleriyle
dua edildiği zaman Allah Teala'nm gazabı artar. Ancak hocaya giden sabi
çocukları, mescidleri dolduran müslüm anları, -Allah için sevişen, O'nun için
ziyaretle şenleri görüp müezzinlerin seslerim işitince- hilm ile dolar ve
mağfirette bulunur. Bu da, "Gerçekten de O, Halim'dir, Gafur'dur"
ibaresinin tefsiridir'.
Kul,
işlediği bir günahın ardından tevbe etmeksizin başka bir günah daha işlerse,
onun helak olmasından korkulur. Çünkü bu, günahlarda ısrar edenlerin halidir.
Böyle yapan kul, Rabbine rücu ederek tevbe etmediği için O'ndan ayrılarak
bedbaht olmayı seçmiş demektir. O, artık hevası üzere" nefsiyle beraber
kalan biridir. Bu
da, Allah
Teala'dan uzaklık makamları arasında öfke (—makfc) makamı olarak bilinen
makamdır.
Kulun
yapacağı en hayırlı iş, nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevayı
kesmektir. Çünkü nefsani arzuların başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Eğer bu
arzulara gem vuramazsa, o kul için bu gidişinin sonu olmaz. Kul, sürekli taat
ve ibadete alışır ve ibadetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendini
oyalamış ve korumuş olur. Ya da nefsine karşı sabır ve cihad yoluna girer. Bu
da sadık müridlerin yoludur.
Allah
Teala'nm "Allah'dan yardım isteyin ve sabredin" (A'raf/128) buyruğu
hakkında şöyle denilmiştir: Yani ibadet için Allah Teala'nm yardımını
isterken, günahlara karşı yaptığınız müca-hedede sabırlı olun. Ali de (kv)
şöyle demiştir: İyi amellerin tamamı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın
y^amnda muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir, iyiliği emredip
kötülükten sakındırmak ise, Allah yolunda cihadın yanında muazzam bir denizin
yanındaki tükürük mesabesindedir. Allah yolunda cihad ise, nevasına karşı ve
kötülüklerden sakınma noktasında nefs ile mücahedenin yanında, muazzam bir
denizin yanındaki tükürük gibidir. Onun bu sözü, Allah Resulü'nün (sav) şu
hadisinin açıklaması gibidir: "Küçük cihaddan büyük cihada yani mücahede-i
nefse döndünüz".
Sehl b.
Abdullah şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Taat makamlarının en
faziletlisi, önce ma'siyet karşısında, ardından taatta sabırlı olmaktır.
İsrailiyat
kaynaklı bir haberde şu hadise nakledilmiştir: 'Adamın biri, başka bir
beldeden bir kadınla nikahlanmış ve kölesini göndererek onu yanına getirtmek
istemişti. Kadın, yolda iken adamı arzulamış ve onu elde etmek istemişti.
Fakat köle, nefsiyle ve onunla mücahede ederek Allah'a sığınmış ve kendini
korumuştu. Bunun üzerine Allah Teala o köleye vahiy göndermiş ve onu
İsrai-loğullarmm peygamberlerinden biri yapmıştı'.
Musa
Peygamberle (as) ilgili kıssalardan birinde de şöyle bir hadise anlatılmıştır:
'O, Hızır'a (as) 'Allah Teala neyin sayesinde seni gayb ilmine muttali kıldı?'
diye sormuştu. O da, 'Masiyetleri Allah Teaîa'nm yolu için terketmem sayesinde'
demişti'.
Allah
Teala'nm kullarına olan mükafaatı da, kulun yaptığı amele göre olmayıp O'nun
bağışının sınırsızlığına göre olur. Kul, Allah Teala'nm rızasını umarak bir
amel yaptığı zaman, kendisine hesapsız ecir verir.
Kul, bir
günahı adet ve alışkanlık edinerek, ondan tevbe etmesinin güçleşmesine izin
vermemelidir.
Adet, Allah
Teala'nm emri altındaki askerlerden biridir. Eğer âdet ve alışkanlık olmasaydı,
kulların tamamı tevbekâr olurdu. Eğer günahlarla sınama olmasaydı, o zaman da
tevbe edenlerin tamamı istikamet üzere olurlardı. Kul, alıştığı bir âdeti
bırakmak için gayret sarfetmeli ve eğer onunla sınanıyorsa, hevaya karşı nefsiyle
mücahedede sabırlı olmalıdır. Bunlar, müridler için olabilecek en hayırlı ve en
temiz hasletlerdir. Bu hasletlere sahip olan kulun nefsi; tatmin bularak rüşde
erer ve kötülüğü emretme sıfatından tamamen ayrılarak iman ahlakı ile mutmain
olma sıfatını haiz hale gelir.
Allah
Resulü'nün (sav) şu buyruğundan çıkarılan manalardan biri de bu istikamettedir:
"Amellerin en faziletlisi, nefsleri yapmaya zorladıklarınız dır".
Çünkü nefs, tabiatı gereği heva ve arzuların hilafına olan amellerden
hoşlanmaz. O, hakkın zıddıdır. Allah Teala ise, hakkı sever. Nefsi, heva ve
arzuların hilafına zorlayan ve hakka çağıran kişi, Allah Teala tarafından da
sevilir. Çünkü hakkı sevmek, amellerin en faziletlilerindendir. Allah Teala da
bu meyan-da "Tartı o gün, haktır" (A'raf/8) buyurmuştur. Hakkı ve
sabrı tavsiye edenler, hüsran ehlinden de istisna edilmişlerdir. Bu, Yakin derecelerinin
ilkidir.
İbret
ehlinden bir zat şunu nakletti: Çamurun kenarında yürüyordu. Çamura düşme
endişesiyle korunuyor ve elbisesinin eteklerini yukarı doğru çekiyordu. Bir
ara nasıl olduğunu bilemeden çamura kaydı. Ayakları çamura tamamen batmıştı.
Sonra sokakta yürümeye başladı. Bir yandan da ağlıyordu. Kendisine 'Seni ağlatan
nedir?' diye sorduklarında şöyle dedi: Benim halim, günahlardan sakınan ve
kendini korumaya çalışan şu adamın haline benziyor: O, böyle bir gayret
içindeyken bir günaha, ardından ikincisine düştüğü zaman, bir de bakar ki
günahlar ağzına kadar dolu bir havuza dönüşmüş'.
Kula düşen,
her an meydana gelebilecek olan gafletten dolayı tevbe etmesidir. Kul, bunu
bildiği zaman tevbesi kesintisiz olur ve her zaman tevbe eder. Allah Teala,
dünyadaki gaflet ehlini, ahiret-te hüsran ehli kılmıştır. Bir sözcünün ağzından
"İşte onlar gafîler-dir" (Nahl/108) buyurduğu kimseler, elbetteki
ahirette de "Onlar hüsrana uğrayanlardır" (Bakara/27) buyurduğu
kimseler olacaktır.
Ama şunu
tesbit etmek gerekir ki, gafletin bazısı bazısından daha hafif, hüsranın bazısı
da bazısından daha basittir. Siz, gafletin hiçbir türünü hafife almayın. Çünkü
gaflet, günahların başıdır. Ya-kin ehline göre de, büyük günahların temel
esasıdır. Ali (kv) gafleti, küfür makamlarından biri olarak görmüş, körlük ve
şüphe ile birlikte zikretmiştir. O, gaflet sahibim rüşdden sapmış biri olarak
vasfederken, gafleti de iç yangısı olarak nitelemiştir.
Ehl-i Beyt
senediyle nakledilen bir haberde rivayet edilir ki: 'Ammar b. Yasir (ra) kalktı
ve 'Ey müminlerin emiri, bize küfrün bina edildiği esasları bildir' dedi. Ali
de (kv) şunu söyledi: Küfür, dört temel üzerine bina edilmiştir: Kabalık,
körlük, şüphe ve gaflet. Kaba olan kimse, hakkı hafife alıp batılı açıkça
ifade etmek suretiyle ulemadan nefret eder. Kör olan kimse ise, zikri unutur. Gaflette
olan da, rüşdden sapıp kuruntulara kanarak iç yangını ve pişmanlığa
sürüklenir. Çünkü ona Allah Teala'dan hiç beklemediği şeyler gelir. Şüphe eden
ise, dalalet içinde şaşırıp kalır7.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Bir şehveti terketme hususunda sadık olan ve bu uğurda
Allah rızası için nefsiyle yedi kez cihad eden kimse, kendini o şehvete teslim
etmez. Başka bir alim de şöyle demiştir: Bir günahtan dolayı tevbe edip yedi
yıl boyunca istikamet üzere giden kimse, bir daha ona geri dönmez. Ulemadan bir
diğer zat ise şunu dile getirmiştir: Alışılmış bir günahın kefareti, onu
işlediğin kadar ondan uzak durmaktır. Bunu yaparsanız bir daha ona düşmezsiniz.
Onu her terkedişiniz de, onu her yapışınıza kefaret olur.
Tabii İp
yukarıdan beri anlattığımız hususlar, tevbe iradelerinde güçlü olan kimselere
mahsustur. Bunlar, iradesi zayıf olan mü-ridler için geçerli değildir.
Zayıfların hali, kaçmak ve uzaklaşmaktır. Olmayan bir ma'siyet hakkında kendi
kendine vesvese üreten kişi, onun varlığı halinde nefsine hakim olamaz. Bu
yüzdendir ki mürid, nefsin günahlarla ilgili vesveselerini bertaraf etmeye
çalışmalıdır. Aksi takdirde onlara duçar olması kaçınılmazdır. Çünkü insanın
kalbinden geçen hatırlar, güçlenerek vesvese halini alır.
Vesveseler
çoğaldığında, insanın baş düşmanı olan şeytana gü-nam güzel gösterme ve nefsi
kışkırtma yolları açılmış olur.
Bir tevbekâr
için olabilecek en zararlı şey, kötülüğe dair kalbinden geçen hatırları
güçlendirmesi ve onların yeretmesine imkan vermesidir. Böyle bir hatır, onun
içinde dolaşarak kendisini helaka sürükleyecektir. Ma'siyete götüren her vesile
ve onu hatırlatan her-şey ma'siyettir. Aynı şekilde günaha götüren veya sebep
olan her-şey de günahtır. Bunların aslen mubah olmaları durumu değiştirmez. Bu
tür şeylere son vermek, taat ve ibadet kabilindendir. Bu da, amellerin
inceliklerindendir.
Denir ki:
Bir günahı kırk gün işleyen kişi, ondan neredeyse hiç tevbe edemez. Çünkü kırk
gün bir ömürdür. Bu şekilde devamlı günah işleyenler arasında ender kimseler
hallerini idrak ederek tev-beye yönelebilirler.
Bu meyanda
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin, sürekli
imtihan edilip tevbe eden kimsedir. Bir de müminin arasıra işleyerek alıştığı
günahı vardır". Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmaktadır: "Her Ademoğlu hata yapar. Hata yapanların en hayırlıları
istiğfarda bulunanlardır"[66][66]Bir
diğer hadisinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Mümin, sıkça vah
edip dövünen kimsedir. Onların en hayırlısı ise, dövünme üzere ölendir".
Yani günahları sebebiyle dövünerek tevbe ve istiğfarda bulunurken vefat eden
mümin, onların en hayırlısı olacaktır.
Allah Teala
da müminlerin sıfatlarını sıralarken, günahları ar-darda işlemeyi bırakan,
kötülüklerin peşinden iyilik yapanlar olduklarım buyurmuştur: "Onlar
çirkin olanı, güzel olanla yokeder-ler". (Ra'd/22) O, bu fazileti, sabırlı
amel sahiplerinin sıfatı olarak-ta vazetmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte
bunlar, mükafaatları iki kere verilecek olanlardır. Çünkü sabretmişlerdir. Hem
de kötülüğü iyilikle bertaraf ederler". (Kasas/54) Allah Teala onlara, iki
sabır nasip etmiştir. Bunlardan biri günah karşısında, diğeri ise tevbe üzerindedir.
Buna karşılık olarak da kendilerine iki kat ecir vermiştir.
Allah Teala,
tevbe eden müminlere tevbe için üç şart koşmuştur. Tevbe eden münafıklara ise
dört şart koşmuştur. Çünkü onlar, amellerini mahrukatla irtib ati andırarak
sakatlayan ve ihlas bakımından mahlukatı Hâlık'a şirk koşan kimselerdir. Bu
yaptıklarından dolayı Rahman'm gazabına hedef oldukları için, bunların
tev-besine bir şart daha eklenerek tevbeleri daha da ağırlaştırılmıştır.
Diğerlerinden ise iki şart kaldırılarak yükleri hafîfletilmiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Ancak tevbe edip hallerim ıslah eden ve hakikati gizlemeyip
açıklayan müstesna". (Bakara/160) Ayetteki 'Tevbe eden' ifadesi,
nevalarını terkederek hakka dönenleri, 'ıslah edenler1 ifadesi, nefslerinde
ifsad ettikleri şeyleri düzeltenleri murad etmektedir. 'Açıklayanlar5 ise iki
şekilde tefsir edilmiştir. İlkine göre bunlar ile kasdedilen; gizledikleri
hakkı ve ilmi hakikati izhar edip açıklayanlardır. Bu, ilmi gizleyip
hakka4>atıl kisvesi bü-rüyerek günah işleyenler için geçerlidir. İkinciye
göre ise tevbeleri-ni açıklayarak tevbenin hükümlerini kendi üzerlerinde açığa vuranlar
kasdedilmektedir.
Allah Teala
diğer iki şartla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki
münafıklar cehennemin en alt katında yeralırlar. Onlara asla bir yardımcı
bulamazsın. Ancak tevbe edenler, kendilerini İslah edenler, Allah'a sarılanlar,
dinlerine Allah için ihlasla bağlananlar, işte onlar müminlerle
beraberdirler". (Nisa/145-146) Çünkü onlar, insanlara ve mallara
sarılıyor, amellerinde riyakarlık yapıyorlardı. İşte bu sebeple Allah Teala da
onların tevbeleri için, Allah'a sarılmayı ve O'na karşı muhlis olmayı şart
koşmuştur.
Kulun
tevbesi, işlediği günahlara uygun olarak, aza az veya çoğa çok şeklinde
olmalıdır. Tevbe eden kişi, ifsad ettiği şeyi ıslah etmeye çalışmalıdır. Allah
Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Biz, ıslah
edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A'raf/170) Kul, ıslah edici olmadıkça
tevbe etmiş olmaz. Islah edici olmak için de, salih ameller işlemesi gerekir.
Bu yolda yürüyen kul, nihayetinde salihlerin arasındaki yerini alır. Allah
Teala da, sarihleri veli edineceğini buyurmuştur.
Tevbe eden
ve onun hakikatma ererek Allah Teala'nm sevgili kullarından olan kimselerin
sıfatları bunlardır. Nitekim Allah Teala da, "Muhakkak ki Allah tevbe
edenleri sever" (Bakara/222) buyurmaktadır. Buna göre Allah Teala, nevalarından
uzaklaşarak kendisine dönen ve nefslerini çirkinliklerden temizleyenleri kendisine
dost edinmektedir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur:
"Tevbe eden, Allah'ın sevgili kuludur".
Ebu Muhammed
Sehl'e (ra), 'Tevbekâr, ne zaman Allah Teala'nm sevgili kulu olur?' diye
sorulmuştu. O da şöyle dedi: Allah Teala'nm "O tevbekârlar, ibadet
edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükua eğilenler, secdeye varanlar,
iyiliği emredip kötülükten sakmdıran-lar, Allah'ın hududunu muhafaza edenler, müjdele
o imam bütün müminleri" (Tevbe/112) ayetinde buyurduğu kimseler gibi
olunca.
Ebu Muhammed
başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Sevgili, sevgilisinin sevmediği şeyi
yapmayandır. Yine o, şöyle demiştir: Hasenattan dolayı da tevbe etmedikçe,
tevbe sahih olmaz. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Avam, kötülüklerinden
ötürü tevbe ederler. Sufiler ise, hasenatların için tevbe ederler. Yani,
hasenatlarım ifa ederken gösterdikleri kusurlardan dolayı tevbe ederler. Çünkü
onlar, bu hasenatları karşısında Aziz ve herşeyden münezzeh olan Rablerinin,
kendileri üzerindeki haklarının büyüklüğünü çok iyi bilirler. Onların bu
hasenata veya kendi nefslerine bakışları, herşeyin Allah Teala'nm lütfü oduğu
istikametindedir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: Tevbe, amellerin en faziletli olanlarından biridir.
Çünkü sair ameller, ancak onunla sıhhat bulurlar. Tevbenin sıhhat bulması da,
onlar vasıtasıyla haramlara düşme endişesinden ötürü helallerden birçoğunun
terke dilme sine bağlıdır. İstiğfar ise, tevbekârların gıdası, günahkarların
sığınağıdır. Söz söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Rabbinizden istiğfarda bulunun, sonra O'na tevbe edin". (Hud/90);
"Hala O'ndan istiğfarda bulunmuyor ve O'na tevbe etmiyorlar mı?".
(Maide/74) Görüldüğü gibi Allah Teala, tevbeye istiğfar ile başlamış ve
istiğfarı tevbe ile takip etmiştir.
Günah
işledikten sonra istiğfarda bulunmak, Allah Teala'dan o günahı örtmesini niyaz
etmektir. Allah Teala'nm, günah işleyen kuluna mağfiret etmesi, onu örtüp yükünü
üstünden kaldırması-dır. Bu manada şöyle denmiştir: Allah Teala tarafından
dünyada örtülmüş hiçbir günah yoktur ki, ahirette de O'nun tarafından mağfiret
edilmesin. Çünkü Allah Teala, örttüğü bir kabahati sonradan ifşa etmeyecek
kadar kerem sahibidir. O'nun tarafından dünyada ifşa edilmiş hiçbir kabahat da
yoktur ki, bu ahiretteki cezanın karşılığı kılınmamış olsun. Çünkü O, kuluna
aynı suçtan Ötürü iki kez ceza vermeyecek kadar kerem sahibidir.
Ali (kv) ve
İbni Abbas da (ra) bu manada bir hadis rivayet etmişlerdir. Onların müsned
olarak rivayet ettikleri hadise göre, tev-beden sonra istiğfarda bulunmak;
kulun Rabbinden hesaba çekmeyerek affetmesini niyaz etmesidir. Tevbenin
ardından Allah Tea-la'nın mağfiret etmesi, kötülüklerinin kefaret edilmesi, çok
Affedici ve ve çok Kerim olan Allah Teala tarafından silinmesi demektir. Bu
da, kötülüklerin iyiliklerle değiştirilmesidir.
Kulun, 'Ey
Kerim, ey Affeden!' sözünün tefsiri de şöyledir: Eğer Allah Teala rahmeti
sayesinde kulun kötülüklerini affederse, ardından da keremi sayesinde onları
hasenata çevirir. Allah Teala bunu, şu ayetleriyle teyid etmiştir:
"Muhakkak ki: 'Rabbimiz Al-lah'dır7 deyip de sonra istikamet üzere
olanların üzerine melekler şöyle (diyerek) inerler: Korkmayın, mahzun da
olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin". (Pussilet/30); "Öyleyse
O'nun için istikamet üzere olun ve O'nun mağfiretini isteyin".
(Fussilet/6)
Birinci
ayetin tefsirinden anlaşılan odur ki, zikredilen kimseler; Allah Teala'yı
birledikten sonra bu tevhid üzere istikamet bularak şirke bulaşmayanlardır.
Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Onlar, Sünnet üzere istikamet bulup
bidat ihdas etmeyenlerdir. Bir diğer tefsirde ise, onların; tevbe üzere
istikamet bulup eğriliğe sapmayanlar oldukları söylenmiştir. Allah Teala işte
böyle kimselere mealen şöyle buyurmaktadır: İşlediğiniz günahların cezalarından
dolayı korkmayın. Tevhidiniz sayesinde Allah onları silmiştir. Geçmişte
kaçırdığınız ameller için de üzülmeyin. Allah Teala tevbeniz sayesinde onları
telafi etmiş ve istikametinizden dolayı da sizi ihsan sahiplerinin
derecelerine ulaştırmıştır.
Allah Teala,
bunun ardından da onları cennetle müjdeleyerek şöyle buyurmuştur: "Vaad
olunduğunuz cennetle sevinin. Hem dünyada, hem ahirette Biz sizin dostlarımzız.
Orada size canınız ne çekerse vardır, ne isterseniz vardır".
(Fussilet/30-31) Yani dünya ve ahiret hayatlarınızda size yakın ve dost olur,
zor anlarınızda sizi iman üzerinde takviye ederiz. Sonra sizler için ahirette
de bedenlerinizin dilediği her türlü nimet ve kalplerinizin temenni ettiği
Allah Teala'nm cemalini görme iütfuna nail olmak vardır.
Allah Resulü
(sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Günahdan tevbe eden,
günahı olmayan gibidir".[67][67]Bir
günahtan dolayı istiğfarda bulunduğu halde onda ısrar eden kimse ise, Allah
Teala'nm ayetleriyle alay eden gibidir. Bazı kimseler, 'Estağfurullah,
estağfurullah' diyerek dilleriyle istiğfarda bulundukları halde, tevbe etmez ve
kalpleriyle nedamet duymazlar. Bunların istiğfar ve tevbesi, yalancıların
tevbesi olarak görülür.
Rabiatü'l-Adeviyye
(ra) şöyle derdi: 'Şu istiğfarımız bile istiğfara muhtaçtır. Öyle tevbe vardır
ki, düzeltilmesi için başka bir tevbeye muhtaçtır'. Tevbede ihlas, sükunet ve
yol göstericilik esastır. Kötülüklerin ardından iyilik ve ihsanda bulunan,
salih amelleri diğer sa-lih amellere karıştıran kimse için ahirette kurtuluş
umulabileceği gibi vefatından önce de istikamet üzere olması ümit edilebilir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Ve salih bir ameli, diğer bir (kötü amelle) karıştırdılar.
Umulur ki Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafur'dur,
Rahim'dir". (Tevbe/102) Yani Allah Teala, niyetleri halis olan bu
kimselere şefkat gösterecek ve onları gözetecektir. Denildi ki: Ayetteki,
karıştırılan salih amel ile murad edilen; günahların itirafı ile devamlı edilen
tevbedir. Diğeri ile murad edilen ise, gaflet ve cehalet yüzünden geçmişte
işlenen günahlardır. İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Ayetteki 'Gafur1 ile murad
edilen, tevbe edenler için mağfiret edici olması; 'Rahim' ile murad edilense;
tevbe ruhsatını koyarak merhametini göstermiş olmasıdır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Muhakkak ki Ben, tevbe eden için çok mağfiret
ediciyimdir". (Taha/82) Yani, şirkten dolayı tevbe edip tevhid akidesine
iman eden ve salih amel işleyerek farzları ifa edip yasaklardan uzak duran ve
hidayeti bulan kimse, Sünnet üzeredir. Ayetin başka bir tefsirinde ise, 'Tevbe
üzere istikamet bulan kimse'nin kasdedildiği söylenmiştir. Bütün bunlar,
müminlerin sıfatlarıdır.
Allah Teala
ihlas sahiplerini, münafıkları ve müşrikleri sevket-tiği tevbeye
sevketmemiştir. Gerçi hepsi için de girilecek yol tevbe-den geçmekte, muhabbet
ve rıza-i ilahiye yalnız onunla ulaşılabilmektedir. Ama Allah Teala her
zümreyi ayırarak zikretmiştir. O,münafıkları vasfederek şöyle buyurmuştur:
"Savaşa gitmeyenlerin diğer bir takımının affı da, Allah'ın emrini
(beklemek için) geri bırakılmıştır. Kendilerini ya cezalandırır veya
tevbelerini kabul eder". (Tevbe/106) Ayetin hükmüne göre, münafıklar bu
hallerinde ısrar etmeleri halinde Allah Teala'nm cezasına müstehak olacaklardır.
Eğer istiğfarda bulunur ve hallerini ıslah ederlerse, o zaman Allah Teala
tevbelerini kabul edecektir. Görüldüğü üzere Allah Teala bu hükmü açıkça teyid
etmiş ve tevbelerini şarta bağlamıştır.
Kafirlerin
tevbeleri hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Eğer tevbe ederler de, namaz
kılıp zekatı verirlerse kendilerini serbest bırakın". (Tevbe/5) Görüldüğü
üzere Allah Teala, kulları için istiğfarı; Resulü'nün (sav) ümmetin arasında
oluşu süresince azabı kal-dırmasıyla beraber zikretmiştir. Bu da, O'nun
varlığından dolayı insanlara karşı bir lütuf ve nimetinin ifadesidir. Allah
Teala, bunu beyan ederek şöyle buyurur: "Allah, sen onların arasında
olduğun müddetçe kendilerine azap edecek değildir. Yine O, onlar istiğfarda
bulundukları sürece kendilerine azap edecek değildir". (Enfal/33) Selef-i
Salih'den bir zat şöyle derdi: 'Bizim için iki güvence vardı. Bunlardan biri
gitti, diğeri kaldı. Eğer diğeri de giderse helak oluruz'. Onun, 'giden1 ile
kasdettiği Allah Resulü (sav), kalan ile kas-dettiği ise istiğfardı.
Ebu Muhammed
Sehl'e (ra), günahlara kefaret olan istiğfarın ne olduğu sorulmuştu. Şöyle
dedi: İstiğfarın başı İcâbet'tir. Sonra İnâbet (=yönelme), ardında da Tevbe
gelir. İcabet; bedenen yapılan ibadetlerdir. İnâbet; kalp ile yapılan
amellerdir. Tevbe ise, kulun kalbiyle Allah Teala'ya yönelmesi ve halkı
terketmesidir. Bunları yaptıktan sonra, işlediği kusurlardan, nimete küfrandan
ve şükrü terketmekten dolayı istiğfarda bulunursa kendisine mağfiret olunur.
Böyle bir kulun sığınağı Allah Teala olur.
Bunu takiben
yalnızlığa, oradan sebata, oradan beyana, oradan kurbiyete, oradan marifete,
oradan münâcaata, oradan musâfâta yani kalben saflaşmaya, oradan muvâlâta yani
Allah Teala'nm veliliğine, oradan da sırrı konuşma mertebesine intikal eder ki
burası Hullet yani Allah Teala'nm yakın dostluğudur. Bir kulda bunların
tahakkuk edebilmesi için; onun gıdasının ilim, dayanağının zikir, azığının
rıza, muradının Allah'a havale ve arkadaşının tevekkül olması gerekir. Daha
sonra Allah Teala ona bakar ve kendisini Arş'a yükseltir. Makamı, Hamele-i Arş
meleklerinin makamıyla aynı olur'.
Sehl fra)
başka bir münasebette şöyle demişti: 'Kul, her halinde Mevla'sına muhtaç olmalı
ve en güzel hali de, herşeyinde O'na rü-cu etmek olmalıdır. Günah işlerkan
şöyle der: Rabbim, günahımı Ört. Günahım bitirdikten sonra ise, 'Rabbim,
günahımdan dolayı tevbemi kabul et' der. Allah Teala tevbesini kabu ettiği
zaman ise, 'Allahım, bana korunmak için amel etmek nasib et' der. Amel ettiği
zaman da, 'Rabbim, amelimi kabul buyur1 der1.
Günahın
ardından tevbe edip günahda ısrar niyetini bertaraf ettikten sonra, kötülüklere
kefaret olması umulan amellerin en güzelleri, sekiz ameldir. Bunların dört
tanesi, bedenen yapılırken diğer dördü, kalbi amellerdir. Bedeni ameller
şunlardır:
(1) Kulun iki rekat namaz kıldıktan sonra,
(2) yetmiş kez 'Sübhanallah el-Azim' ve yüz kez 'elhamdü
lillah' okuyarak istiğfarda bulunması, ardından,
(3) sadaka dağıtması ve
(4) bir gün oruç tutmasıdır. Kalbi ameller ise;
(1) Günahtan
dolayı tevbe ettiğine inanmak,
(2) Onu bırakmak istemek,
(3) Ondan dolayı cezalan dinim aktan korkmak ve
(4) Günahından dolayı mağfiret ummaktır.
Bundan sonra
hüsn-i zan ve sıdk-i yakin ile günahının kefaret olmasını Allah Teala'ya havale
eder5. Bu amellerle ilgili olarak birçok hadis de rivayet edilmiştir. Bu
hadislerde, zikredilen amellerin küçük günah ve kusurlar için kefaret edici
oduğu bidirilmiştir. Bunların bazılarında ise, erkanına riayet ederek titizce
abdest almak, sonra mescide girerek iki rekat namazı orada kılmak şart koşulmuştur.
Bazı hadislerde ise, namazın dört rekat olduğu variddir.
Denir ki:
'Kul, bir günah işlediği zaman sağ taraftaki melek, sol taraftaki meleğe emir
verir. O, onun üzerinde amirdir. O, bu günahı altı saat için yazmamasını
emreder. Eğer bu süre zarfında tevbe ve istiğfarda bulunursa, o günahı hiç
yazmaz. İstiğfarda bulunmaması halinde onu yazar'. Denir ki: 'Gece verilen
sadaka, gündüzün
günahlarının
kefareti olur. Gizli verilen sadaka ise, gecenin günahlarına kefaret olur Bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir kötülük yaptığında onun ardından bir iyilik yap. Gizli olanı gizliye,
açık olanı açığa kefarettir".
Allah
Resulü'nün (sav) muhtelif kanallardan rivayet edilen bir hadisi şöyle
toparlanmıştır: "Fecri doğmayan ve şafağı batmayan hiçbir gün yoktur ki,
dört melek kendi aralarında şöyle konuşmasınlar. Biri der ki: Şu insanlar,
keşke yaratılın as al ardı! Diğeri şöyle der: Ne olurdu, şu insanlar
yaratıldıkları şey için amel etselerdi! Üçüncüsü ise şöyle der: Yaratıldıkları
gaye için amel ettiklerinde, keşke bildikleriyle amel etselerdi! -Bazı
rivayetlerde 'Meclisler kur-salardı da, bildiklerini müzakere etselerdi!'
ifadesi yer almaktadır-. Dördüncüleri de şöyle der: Ne olurdu, bildikleriyle
amel etmedikleri zaman yaptıkları kötülükten ötürü tevbe etselerdi!".
Allah
Teala'nm kulun üzerindeki ilk hakkı; -O'nun nimetlerinde Zatı'na isyan
etmemesidir. Aksi takdirde işlediği bu ma'siyet, O'nun nimetine karşı küfran
olacaktır. Kulun uzuvları ve sahip olduğu mallar da, Allah Teala'nm
nimetlerindendir. Çünkü insanın hayatı, uzuvlarına bağlıdır. Uzuvlarının güç ve
varlığı ise harekete bağlıdır. Hareketin faydası ise, ancak sıhhat ve afiyet
ile ortaya çıkar. Kul, bu nimetlere dayanarak Rabbine isyan ettiği zaman, bunları
küfürle değiştirmiş olur.
Nitekim
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın nimetini küfre
değiştiler". (İbrahim/28) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar,
Allah'ın verdiği nimetlerden güç ve destek alarak O'na karşı ma'siyette
bulundular. O, bunu beyan ettikten sonra böyle yaparak nimeti küfürle
değiştirenleri çok şiddetli bir azapla tehdit etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kim, kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse (bilsin
ki) Allah, cezaası çok çetin olandır". (Bakara/211) Allah Teala'nm cezası,
nimetin ma'siyet ile değiştirilmesi suretiyle hemen dünyada olabileceği gibi,
ahi-rete de tecil edilebilir. Ceza, kulun dünyevi hayatla ilgili vasıtalarına
dönük olabileceği gibi, ahiret esbabına dönük de olabilir. Çünkü bütün sebep
ve vasıtaların, nihayetinde varacakları yer orasıdır. Ceza, kimi zaman her
ikisini de kapsayabilir.
Bizatihi
nimetin ma'siyeti veya nimeti bilmemek, ondan dolayı şükretmemek, onu hafife
almak, ona teslim olmak, onun tükenmeyeceğini sanarak onunla övünmek de ceza
olabilir. Bize göre, bu sebeplerin hepsi de kul için verilmiş cezalardan
ibarettir.
Kul, Rabbine
karşı gelip ma'siyet işlediği zaman da O'na dönmesi farz kılınmıştır. O'na
dönüş yolu ise tevbedir. Kul, nefsiyle beraber hareket ederek hevasına uygun
bir şey yaptığı zaman derhal tevbe etmelidir. Tevbeyi tehir ederek günahta
ısrar etmesi de, işlediği günaha ilave edilen iki ayrı günah teşkil eder. Kul,
günahından dolayı tevbe edip tevbesini teyid ederek taat üzere istikamet
bulmaya ve Allah Teala'ya muhtaç oluşuna yürekten inanırsa doğru olanı yapmış
olur.
Bunun
ardından da, niyet noktasındaki bütün küçük günahlardan, temennilerinden,
mahlukata dönük hırs ve korkularından dolayı da tevbe eder. Bunlar, nefes ve
bakışa mahsus olan günahlardır. Bir şeye teslim olup bir şeyle rahat bulmaya
gelince, bunlar da Mukarrebun zümresinin günahlarıdır. Böylece kul için,
bildiği kadarıyla Rabbinin emir ve yasaklarına dönük hiçbir muhalefet kalmamış
olur. Neticede Allah Teala'ya karşı sözünde durduğunu belirtir bir şahitlikte
bulunabilir.
Mükaşefe
yoluyla Allah Teala'nm gaybi ilminden kendisine nasip edilen ilim sayesinde,
günahlarını Marifetullah'a göre mütalaa etmeye başlar. Kulluk nefsinin manasını,
yaratmanın Rubûbiyet sıfatının yüceliği ve vasfının baskısıyla olduğunu idrak
eder. Duyduğu korku, aslında nefsiye ilgili olarak sahip oduğu ilme karşılık
kendisine nasip edilen bir mükafaattır. Ama o, bunları kimseye zik-redemediği
gibi insanlara da yayamaz. Sadece şunu bilir ki müslü-man avamın gözünde salih
amel sayılan birçok şey, Mukarrebun zümresi için günah mesabesindedir. Bunun
sebebi, müslüman avamın, bunları müşahede etme noktasından uzak olmaları ve
bunların makamlarını bilmemeleridir.
Mukarrebun
zümresinden olan her ferd, Allah Teala ile karşılaşacağı ana kadar, aldığı her
nefes ve baktığı her bakışta O'ndan uzaklaşmaktan, yüz çevirmekten ve her
hareketinde perdelenmekten korkar. Onlar, şu dünyada Dar-ı Beka yolcusu olarak
yaşayanlardır.
Bu mevzuda
rivayet edilen garib bir hadiste şöyle denilir: 'Allah Teala Yakub Peygambere
vahyederek şöyle buyurmuştur: Seninle Yusufu neden ayırdığımızı bilir misin?
Yakub (as) 'Hayır deyinceşöyle buyurdu: Kardeşlerine 'Onu kurdun yemesinden
korkarım' sözünden ötürü. Çünkü Yusufu Bana ısmarlamadın. Kardeşlerinin onu
unutabileceklerini düşünürken, Benim onu korumamı hiç düşünmedin'. Yusuf
Peygamber'in hapis arkadaşı olup krala içki sunacak olan kişiye söylediği,
"Beni efendinin yanında an (da beni kurtarsın). Ona da şeytan, efendisine
hatırlatmayı unutturdu. Yusuf da senelerce zindanda kaldı" (Yusuf/42)
sözü de bunu teyid eder mahiyettedir.
Yukarıdaki
hadisten de anlaşılacağı üzere, Allah Teala'mn havas kulları, Allah'tan
gayrisini gizli olarak düşünmeleri ve teslimiyet göstermelerinden dolayı bile
kınanabilirler. Tabiun'dan bazıları, bu faziletten mahrum kalmış ve riayet
halini hafife alıp murakabenin usulüne yakışır biçimde edasının terkini
hoşgördükleri için tevbenin lezzetini tadamamışlardır. Bunun sebebi, esas
itiba-rıyla tevbe işini sıkı tutmamalarıdır. Eğer tek bir günahtan dolayı
tevbenin hükmünü ifa etmiş ve sadık tevbekârların haliyle hallen-miş olsalardı,
Allah Teala tarafından bahşedilen bu ek faziletten mahrum bırakılmazlardı.
Çünkü böyle yapmış olsalardı, tevbeleri-ni sürekli tazeledikleri için ihsan
sahipleri arasındaki yerlerini alırlardı.
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ve ihsanda bulunanlara
arttıracağız". (Bakara/58) Yani Allah Teala sizi tevbe üzere müstakim ve
salih ameller işleyen biri olarak gördüğü zaman derecenizi ve size vereceği
sevabını arttıracaktır. Lezzetin vecdin-den, güzel bir ahlaktan, zühde meyilden
veya ma'ruf bir hususiyetten ziyadesiyle nasip alamadığınız zaman, murakabe
babına veya riayet durumunuza bir bakın. Bu ikisini iyice tedkik edin ve bunları
sağlamlaştırm. Çünkü Allah Teala'mn vereceği sevaba, ancak bunlar vasıtasıyla
ulaşırsınız.
Uemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Doksandokuz günahından tevbe edip sadece bir günahından
tevbe etmeyen kişi, bize göre hakkıyla tevbe edenler zümresinde yeralamaz'.
Kusurlarınızı araştırmayı ve namazların ardından tevbenizi tazelemeyi asla
ihmal etmeyin. Amel ehlinin hüsrana uğrama sebeplerinin başında, yaptıkları
amellerden dolayı nefslerini hoşgörerek kusurlarım araştırmayı ve nefs
muhasebesini terketmeleri gelir.
Her günah,
on amelden oluşur. Kul, her günahından dolayı on tevbe etmedikçe Allah Teala
tarafından sevilen bir tevbekâr olamadığı gibi tevbesi de Allah Teala'mn şart
koştuğu ve Peygamber'in de (sav) tefsir ettiği Tevbe-i Nasuh sıfatını haiz
olamaz. Her günahdan dolayı edilecek on tevbe şunlardır:
1.O günahı tekrar işlemeyi terkederek tevbe etmek;
2. Onu dile getirmekten tevbe etmek;
3.Günahı işlemeye sebep olan kişilerle tekrar biraraya
gelmekten tevbe etmek;
4. Benzer bir günahın ardına düşmekten tevbe etmek;
5. O günahı düşünmeye tevbe etmek;
6. Onun hakkında konuşanları dinlemeye tevbe etmek;
7. Ona niyetlenmeye tevbe etmek;
8. Tevbede olabilecek kusurdan dolayı tevbe etmek;
9. Ettiği tevbe ile terkettiği şeylerin tamamını sırf
Allah rızası için terketmeyi istememiş olma ihtimalinden dolayı tevbe etmek;
10. Ettiği tevbe üzerinde düşünerek onunla teskin
olmaktan ve onu delil olarak görmüş olmaktan dolayı tevbe etmek.
Kul, bu tevbeleri
ifa ettikten sonra da, Allah Teala'mn celali ve kudretinin azametinin ifadesi
olan tevhid akidesine muttali olmasından doğan ziyade sevap ve lütufların
büyüklüğünü müşahede etmesi sebebiyle O'nun kendi üzerindeki Rubûbiyet hakkın
ifa etmedeki kusurunu daha yakından görecektir. Bu safhaya ulaştıktan sonra
ettiği her tevbe, bu müşahedesinin hakikatinin gereğini yapma noktasında
gösterdiği her kusurdan dolayı olacak, istiğfarı ise, Allah Teala'mn makamının
ululuğu, ziyadesiyle sevabının devamı-lılığı ve bilgilendirmesini yakından
görme noktasında göstereceği himmet eksikliği ve kalbi zaafiyetten ötürü
olacaktır.
Bütün bu
hakikatlar çerçevesinde şunu bilmek gerekir ki arifin tevbesi için bir son
olmadığı gibi, onun içinde bulunduğu el çekme halini vasfedebilecek bir sıfat
da yoktur. Onun imtihanındaki incelikleri anlatabilecek sıfatları bulmak da
mümkün değildir. Tevbe karşısında, bir peygamber dahi büyüksenemez.
Her makam
için bir tevbe olduğu gibi, bu makamlardaki her hal için de bir tevbe vardır.
Her müşahede ve mükaşefe için de bir tevbe mevcuttur. Allah Teala tarafından
sevilen ve O'na yakın kılman bütün tevbekârların umumi halleri budur. Daima
sınanan tevbe-kârlarm makamı da işte budur. Her türlü şeyle sınanıp imtihan
edilen bu insanlar, daima Allah Teala'ya yönelerek O'na tevbe ederler. Allah
Teala da kendilerini maruz bıraktığı fitne ve belalardan sonra onlara nazar
eder:
Acaba
herşeye rağmen kapleriyle Allah'ı mı düşünüyorar, yoksa o fitne ve belaları mı?
Himmet ve gayretleri, Allah'a mı dönük oluyor, yoksa o fitne ve belalara mı?
Bu tür imtihanların varlığından dolayı O'nunla mı teskin oluyorlar, yoksa
onlarla mı? Onlardan dolayı Rableri olan Allah'a mı kaçıyorlar, yoksa yine
onlara mı? Buna göre kulun, Allah Teala'nın dışındaki her müşahedesi onun için
bir günah teşkil etmektedir. Aynı şekilde O'ndan gayrı her kime teslimiyet
gösterirse bu da onun için bir kınanma sebebidir.
Kul için,
her müşahedede bir ilim, kainatla ilgili her izharda bir hüküm vardır. Buna
göre de, kulun günahları sayılamayacak kadar çoktur. Allah Teala'ya olan
tevbeleri içinse asla son yoktur.
İşte Tevbe-i
Nasuh'un hakikati ve özü budur. Böyle bir tevbede bulunan kul da, ihsan sahibi
olarak kendini Allah Teala'ya teslim etmiş, nefsinin şerrinden azade olmuş,
dini Allah katında istikamet bulmuş, hali ve makamı da Allah Teala katında
nezih olan kimsedir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah, devamlı imtihan edilen her tevbekârı
sever".[68][68]
Bil ki
günahlar yedi kısımdır. Bunların bazıları, bazılarından daha ağırdır. Bu
kısımlardan herbiri de kendi içinde derecelere ayrılmıştır. Bu derecelerden
herbirinde de, günahkarlardan beli bir zümre yeralır. Bu dereceler arasında bir
tabaka vardır ki bunda ye-ralan günahlar, kulun Rubûbiyet sıfatlarına karşı
işlediği günahlardan oluşur. Misal vermek gerekirse; kibir, övünme, zorbalık,
övgü ve hamdi sevme, ululuk ve zenginlik iddiasında bulunma gibi günahlar bu
derecede yeralan ve kulu helak eden hususlardır. Bu derecede, avam için değişik
zümreler mevcuttur.
Başka bir derecede
yeralan günahlar ise, şeytani ahlakın unsurlarını taşıyan günahlardır. Bunlara
misal olarak da, hased, saldırganlık, hile, tuzak ve kötülüğü emretme gibi
günahları zikredebiliriz. Bunlar da kulu helak etmeye namzet günahlar olup
ehl-i dünya için bunlarda da belli bir sıralama vardır.
Günahların
bir başka derecesi ise, Sünnet'e karşı işlenen suçlardan oluşur. Bunlara misal
olarak da bidatçılığı ve İslam'ın aslında olmayan şeyleri ihdas etmeyi
zikredebiliriz. Bunlar, büyük günahlardan (=kebair) olup kimisi insanın
imanını götürürken, kimi de kulda nifak tohumlarını yeşertir.
Selef den
nakledildiği üzere bidatlarm en büyükleri şu altısıdır:
1. Kaderiye;
2. Mürci'e;
3. Rafızilik;
4. Ibadiye (Haricilerin bir fırkası);
5. Cehmiye;
6. Aşırıya kaçan şatahât ehlinin iddiaları.
Bu zümrelere
mensup olan kimseler, Allah Teala'nın koyduğu sınırları ve ilmin hakikatlarını
çiğnerken ne ahlak, ne kaide, ne de hüküm tanırlar. Bunlar, İslam Ümmeti'nin
zındıklarıdır. Bunların günahları, dinde yapılan haksızlıklar yüzünden halk ile
alakalı günahlar olup onları müminlerin yolundan çıkarmaya matuf gayretlerden
ibarettir.
Böyle biri,
hidayetten olabildiğince sapmış, sünnetlerden olabildiğince uzaklaşmış,
Kitab'ı tahrif edip Sünnet'i tevil etmiştir. Ardından da bu itikadını
insanlara açıklayıp davetçiliğini yapmıştır. Onun bu daveti kimileri tarafından
kabul edilip yolu da kimi insanlar tarafından takip edilmiştir. Ulemadan bir
zat, bu hususta şöyle demiştir: Bu tür günah ve ma'siyetler için tevbe
sözkonusu değildir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Katil için de, Allah
Teala'nın azap ihbarının kesinleşmesi ve hakkındaki azap kelimesinin hak
oluşundan dolayı tevbe mevzubahis değildir'.
Masiyetlerin
beşinci sınıfı ise, kulların dünyevi hususlarda çiğnedikleri kul haklarıyla
ilgilidir. Bunlara misal olarak da, bir insanı dövme, nmusuna yönelik küfürde
bulunma, mallarını haksız yere alma, yalan ve iftira gibi günahları
zikredebiliriz. Bunlar da kulu helak edebilecek günahlardan olup adil bir
kadının huzurunda kısasının gerçekleştirilmesi ve haklarında kesin hükümlerin
verilmesi gereken türden ağır suçlardır.
Helal
sanılarak işlenen veya Allah Teala katında haksızlığa uğrayan kimselerin
zararlarının cennetlerle telafi edilmesi suretiyle O'nun cömertliğine mazhar olunarak
affedilenler dışında bu tür günahlar asla affedilmez. Bu hususla ilgili rivayet
edilen bir hadiste allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Üç defter
vardır. Bunlardan biri mağfiret görül*. Biri asla mağfiret edilmez. Biri de
ter-kedilmez".[69][69]
Bağışlanan
defter, kul ile Rabbi arasında olanların yazılı olduğu defterdir.
Bağışlanmayan ise, Allah Teala'ya şirkin yazılı olduğu defterdir.
Terkedilmeyecek deftere gelince, bu da kul haklarıyla ilgili defterdir. Bu
defterin hesabının sorulması, asla bırakılmayacak ve ihmal edilmeyecektir.
Günahların
altıncı sınıfına gelince, kul ile Rabbi arasında olan ve kulun çeşitli
arzularını ve alışkanlıklarının neticesi olarak ortaya çıkan günahlardan
teşekkül eder. Bunlar, günahlar arasında en hafif olan ve Allah Teala'nın
affına en yakın olan günahlardır. Bu sınıfa giren günahlar, büyük günahlar ve
küçük günahlar olarak iki kısma ayrılırlar. Bunların büyük olanları,
kendileriyle ilgili olarak belli had cezalarının vazedidiği Allah Teala
tarafından bildirilen günahlardır. Küçük olanları ise, bunların altında
sıralanan, düşünme ve hatırdan geçirme gibi günahlardır.
Teube-i
Nasuh, Allah Teala'nın şu buyruğunda olduğu gibi yukarıda anlattığımız
günahların tamamı için geçerlidir: "O da tevbenizi kabul etti ve sizi
affetti". (Bakara/187) Allah Teala, bu husustaki hükmünü haber verirken de
şöyle buyurmuştur: "Bundan sonra Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak
kılıp tevbelerini kabul buyurdu". (Tevbe/118) Başka bir ayet-i kerimede
ise, bunu açık olarak bildirerek şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki
mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkence yapmışlar sonra da tevbe
etmemişlerdir". (Bu-ruc/10) Bunun benzeri bir buyruğu da şu ayette
görmekteyiz: "Sonra muhakkak ki Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret
edenlerin, arkasından da cihad edenlerin ve sabredenlerin yardımcı sı dır.
Bundan sonra şüphe yok ki Rabbin, Gafur'dur, Rahim'dir" (Nahl/110).
Şamlılar'a
göre ayetteki 'Futinû' kelimesinin kıraati, 'Fetenû' şeklinde olup buna göre de
mana şöyle olmaktadır: 'Sonra muhakkak ki Rabbin, müminlere eziyet ettikten
sonra hicret edip.. Bundan sonra şüphe yok ki Rabbin Gafur'dur, Rahim'dir1.
Tevbe,
günahın bağışlanması ve kulun ateşten çıkartılması olduğu için büyük günah
işleyenlerin de cehennemde ebediyen kalacaklarını sanmıyoruz. Bunların
durumunu Allah Teala'nın iradesine havale ediyoruz. Allah Teala'nın, bu
kimseleri de cennet ehlinin arasına koymasını caiz görüyoruz. O'nun "Artık
onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir" (Nisa/93) buyruğunun
tefsiriyle ilgili olarak rivayet edilen hadis ve görüşlerde de bunu görmek
mümkündür. Buradaki 'cezası' kelimesi, eğer cezalandırırsa raana-smdadır.
Allah Resulü
de (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah Teala,
hangi kuluna bir amelinden dolayı sevap vaadet-miş ise, onu muhakkak
gerçekleştirecektir. Yaptığı işten dolayı cezalandırmayı vaadettiği kuluna
gelince O bu noktada iki tercihe sahiptir: Dilerse ona azap eder, dilerse
affeder".
İbni Abbas
(ra) şöyle derdi: 'Allah Teala, dilediği kul için çok büyük bir günahı
affederken, dilediğini de küçük bir günahtan dolayı azaba mahkum eder1, Allah
Teala da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk
koşulmasını affetmez. Bunun dışındakiler! de dilediği kul için bağışlar".
(Nisa/48) Görüldüğü gibi, Allah Teala şirk dışındaki bütün günahlara mağfiret
edebileceğini bildirmiş ve müslümanları diğer günahlarıyla ilgili olarak
iradesiyle başbaşa bırakmıştır.
Biri çıkıp
bidatçmm tevbesinin kabul edilmeyeceğine dair rivayet edilen hadisi delil
göstererek buna muhalefet edebilir. Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Allah Teala her bidat sahibini tevbeden
menetmiştir". Bize göre bu hadis, dalalet hükmü kesinleşmiş kimseler
arasındaki tevbe etmeyenler için geçerli olan bir hadistir. Görmüyor musunuz
ki hadiste 'Allah, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabulünü menetti' denilmiyor.
Sadece şu bildiriliyor ki Allah Teala, hakkındaki hüküm kesinleştiği halde
tevbe etmemiş kimseye tevbe etmeyi nasip etmeyecektir.
Nitekim aynı
şeyi bir müminin canına kıyan kimse için de söylemekte ve şöyle demekteyiz:
Eğer onun için kötü son yazılı ise, tev-hid akidesine imanı hasıl olmadan ölüp
gider. Aynı durum, ismi cehennemlikler arasında yazılı olan bidatçılar için de
geçerlidir. Cinayet ve bidat da, bunun alameti olarak görülmüşlerdir.
Hakkında
kötü son kesinleşmiş olduğu için azap kelimesi hak olmuş insanlar için de bu
geçerlidir. Böyleleri, bir değil yetmiş defa tevbe etse dahi, bu onu cehennem
azabından kurtarmayacaktır. Çünkü onun tevbesi şu hadiste söylenenden Öte
birşey değildir: Kul, cennet ehlinin amellerinden birini yetmiş sene boyunca
eda eder ve insanlar onun cennetlik olduğunu söylemeye başlarlar. Hakikaten de
onunla cennet arasında sadece bir karışlık mesafe kalmış olabilir. Ama bir de
bakar ki, yoldan çıkıp cehenneme atıhvermiş!'
Bu hadisin
başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: 'Sonra kitabı, cehennem
ehlinin amellerinden birini işlemesini yazmış olur da, cehenneme giriverir\
Ettiği tevbeler, salih amelleri içine girmiş olmasına rağmen, kitabın kendisi
hakkında daha önceden kesinleşmiş azap hükmünü ihtiva etmesinden ötürü, salih
amellerinin hepsi boşa çıkıverir.
Hakkında
daha önceden dalalet ve azap hükmü kesinleşmemiş olan kimse ise, tevbe-i nasuha
mazhar kılınır ve azaptan uzaklaştırılır. Böyle birinin tevbesine de mani
olunmaz. Allah Teala da ona nasip ettiği tevbe sayesinde bütün günahlarını
affeder. Nitekim Allah Teala münafıklarla ilgili olarak bunu teyid eder
mahiyette şöyle buyurmaktadır: "Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini
kabul buyurur". (Tevbe/106)
Nifak,
bidattan aşağı bir günah değildir. Münafıkların tamamı da, tevbeleri kabul
edilen veya kötü sona mahkum edilmiş insanlar değildir. Çünkü Allah Teala'nm
"Allah da tevbenizi kabul etsin ve sizi affetsin" (Bakara/187)
buyruğu, umumiyet ifade etmektedir. Bu ayet, tevbe edenler hakkında çok özlü ve
mücmel bir hüküm ihtiva etmektedir. Yukarıdaki hadis ise, tevbe etmeyenlere
mahsus bir hüküm taşımaktadır. Bunu gösteren de Allah Teala'nm şu buyruklarıdır:
"Bundan sonra Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp, tevbelerini
kabul buyurdu". (Tevbe/118); "Ola ki Allah tevbelerini kabul eder.
Çünkü Allah Gafur'dur, Rahim'dir". (Tevbe/102)
İnsanlar,
tevbe fiilinde dört kısma ayrılırlar. Bu dört kısımdan herbirinde belli bir
zümre yeralır. Bu zümrelerden herbirinin de kendine mahsus bir makamı vardır.
Bunlar arasında tevbe edenöyle bir zümre vardır ki, bu zümreye mensup olanlar;
tevbe ve Allah'a yönelme noktasında istikamet bulmuş ve hayatı boyunca aynı
günahı tekrar işlemeyi aklından geçirmemiş, kötülüklerini salih amellerle
hasenata çevirmiş kimselerdir. Bunlar, hayırda da yarışan kimselerdir.
Bunların ifa
ettikleri tevbe, Tevbe-i Nasuh olarak bilinir. Bunların nefsi ise, razı olmuş
ve itmi'nan bulmuş Nefs-i Mutma'in-ne'dir. Bu zümreye mensup olanlar hakkında
rivayet edilen hadis-i şerif şudur: "Yürüyün, kendilerini adayanlar öne
geçtiler; onlar, Allah Teala'nm zikriyle kendilerini heba ederler. Zikir,
onların günahlarını kaldırdı da Kıyamet'e hafiflemiş olarak geldiler".[70][70]
Tevbekârlarm
ikinci tabakasında ise, tevbe edip istikamet üzere olmaya niyetlenmiş kullar
yeralır. Bunlar, günaha koşmadıkları gibi, onu hedeflemez, yaklaşmaz ve onunla
tasalanmazlar. Bunlar, kasıtsız olarak başlarına gelen kusur ve hatalarla
imtihana tabi tutulurlar. Kafalarından ve gönüllerinden geçen his ve fikirlerle
imtihan edilirler. Bunlar da, istikamet üzere olmaları ümid edilen müminlerin
sıfatlarmdandır. Bu zümrede yeralan müminler, istikamet yolu üzerinde
oldukları için bu şerefe mazhar olabilirler.
Bunlar,
Allah Teala'nm haklarında "Onlar ki, günahın büyüklerinden; vebalden ve
fuhşiyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusurlar başka.. Şüphe yok ki Rabbin
mağfireti geniş olandır" (Necm/32) buyurduğu kimselerdendir. Yine bunlar, Allah
Teala'nm "O mütta-kiler ki, bir kabahat yaptıkları veya nefslerine
zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar da derhal günahlarından istiğfar
ederler" (Al-i İm-ran/135) buyruğunda vasfettiği müttakilerin vasıflarını
da taşımaktadırlar. Bunların taşıdıkları nefs, Allah Teala'nm üzerine kasem
ettiği kmayıcı nefs yani Nefs-i Levvanıe'dir. Bunlar, orta yolu tutanlardandır.
Günahlar
insanların nefslerine göre şekillenir. Günahların işlenmesi noktasında; nefsin
sıfatları, karakterinden doğan dürtüler, topraktan gelen ilk kökler, rahimlerde
geçen yaratılış evreleri ve terkibinde varolan karışımların büyük tesirleri
vardır. Allah Teala da yukarıda zikrettiğimiz Necm ayetinin hemen ardından bunu
haber vererek şöyle buyurmuştur: "Hem O, sizi topraktan yarattığı sırada
ve analarınızın karınlarında ceninler iken sizin her halinizi en iyi
bilendir". (Necm/32) Bu sebepledir ki insanoğlunun kendini temize
çıkarmaya çalışması yasaklanmıştır. Çünkü o, topraktan yaratılmış ve
rahimlerde terkib edilerek türlü karışımlardan geçmiştir.
Allah Teala
bu meyanda şöyle buyurmuştur: "O halde nefsinizi temize çıkarmayın".
(Necm/32) Çünkü onun yaratıldığı asıl, sahip olduğu karışımlar ve eğrilmeye
müsait yapısı ortadadır. Allah Teala onun bu karışık yapısını ve içinde
bulunduğu daimi imtihan halini haber verirken de şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü Biz insanı, birtakım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden
yarattık. Onu sınamak üzere de işitici ve görücü kıldık". (İnsan/2) Bu
hususun açıklaması hayli uzun sürer ve nefslerinin yapılarının terkiplerine ve
yaratıldıkları tabiatların türlerine kadar uzanır. Bunlarla ilgili birtakım
temel bilgileri kitabımızın diğer bölümlerinde anlatmıştık.
İşte böyle
bir kulda, Allah Resulü'nün (sav) "Mümin, daima imtihan edilen ve çok
tevbe eden kimsedir" hadisi tezahür etmektedir. Mümin, kimi zaman gölge
yapan, kimi zaman da eğilen bir başak gibidir. Bu kulun, kendi nefsini ezmesi
ve ona karşı öfkeyle dolu olması; onu çok iyi tanımasından dolayıdır. Nefsin
istekleri üzerinde düşünmeyip onda zuhur eden bir hayırla teskin olması da,
günahlarının kefaretlerinden olur. Çünkü bu, Allah Teala'mn şu buyruğu
üzerinde yapılan tefekkürün bir neticesidir: "Nefsinizi temize çıkarmayın".
(Necm/32) Çünkü O, sizi en iyi bilendir.
Tevbenin
üçüncü makamında yeralan kula gelince, hali bakımından ikinci tabakadaki
kullara benzeyen bu kul, günah işlediği zaman tevbe eder. Tekrar işlediğinde
şuurlu olarak üzüntü duyar. Fakat günah için çaba sarfedip onu taate tercih
eder ve tevbeyi sürekli erteler. Kendi kendisine istikamet üzere olması
gerektiğini söylerken, tevbekârların mertebelerini de sever. Kalbi de
sıddıklarm makamlarıyla huzur bulur. Ancak tevbe etme zamanı gelmemiş, kendi
makamı da bir türlü ortaya çıkmamıştır. Çünkü hevası onu tahrik etmekte,
alışkanlıkları cezbetmekte, gaflet de sarhoş etmektedir.
Günahları
işlerken tevbe eden bu kul, alışkanlığının öne geçmesinden dolayı onlara
tekrar dönebilmektedir. Böyle birinin tevbesi, bir vakitten diğerine kadar
fırsat kaçırmadan ibarettir. Amellerin-deki bazı güzellikler sebebiyle
istikamet bulması ve geçmiş kötülüklerinin kefaret edilmesi umulabilir. Ne var
ki, günah işlemedeki ısrarından ötürü, yoldan tamamen çıkması da muhtemeldir.
Böyle birinin nefsi ise, kışkırtıcı nefs yani, Nefs-i Müsevvile olarak bilinir.
Bu tür nefse sahip olan kimse, salih ameli kötü işle karıştıran biridir. Allah
Teala tarafından tevbesinin kabulü umulabilir. Bu durumda istikamet bularak öne
geçenler arasındaki yerini alır. Bu makamdaki kişi, iki hal arasındadır; ya
nefsinin etkisi altında kalarak, hakkında kesinleşmiş olan söz hak olarak
cehenneme atılacak, ya da Rabbini düşünerek kötülüğü bırakacak ve her türlü
muhtaciyetten müstağni kılınacaktır. Allah Teala da sabık bir lütufla onun
imdadına yetişecek ve bu sayede Mukarrebun'un dereceleri arasındaki yerini
alacaktır. Çünkü o, Allah Teala'mn lütuf ve rahmeti, kendisinin de nihai niyeti
sayesinde onların yoluna sâ-lik olmuştur.
Dördüncü kul
ise, halleri bakımından en kötü durumda olan ve nefsine en fazla vebali,
Rabbinden de en az nasibi olan kimselerin zümresinde yeralır. Bu zümrede yer
alan kul, günah işledikten sonra benzer veya daha ağır bir günah işler.
Günahları üzerinde ısrarını sürdürür ve fırsat bulduğu her an tekrar günah
işleme noktasında kendi kendisiyle konuşur. Tevbeye asla niyetlenmediği gibi
istikamet üzere de asla durmaz. Onun için hiçbir mükafaat vaadi umulmadığı
gibi, azaptan kurtuluşu için de herhangi bir güvenin bulunmasından endişe
edilemez. İşte günahta ısrarın hakikati budur.
Böyle bir
kulun hali, haddini aşma ile müstekbirlik arasındadır. Bu gibileri hakkında
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Cehenneme
gitmekte ısrar edenler helak oldular". Bu zümreye mensup olanların
taşıdıkları nefs; kötülüğü emreden Nefs-i Emmâre olarak bilinir. Bunların
ruhları ise, hayır ve iyilikten olanca güçleriyle kaçar. Kötü son için gerekli
hususiyetlere sahip olan bu tür insanlar için tabii ki kötü son endişesi
sözkonusu-dur. Çünkü onlar, şer yolunun yolcularıdır. Bunlar için kötü bir yer,
ahirette de bedbaht bir son kaçınılmazdır.
Böyleleri
hakkında rivayet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: 'Allah Teala'mn tevbeyi
ertelettiği kimse, O'nu yalanlar. Böyleleri-nin uğrayacakları en büyük lanet,
işledikleri bir günahtan daha ağırına geçmeleridir. Bunlar, müsümanlarm avamı
arasında yera-hrlar ve Allah Teala'nm iradesine göre fısk ehlini teşkil
ederler. O, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "O'nun emrini (beklemek
için) geri bırakımışlardır". (Tevbe/106) Yani O'nun hükmünün açıklanması
için ertelenmişlerdir. Allah Teala, ya ısrarlarından ötürü kendilerine azap
edecek, ya da geçmişteki seçiminin güzelliğinden dolayı tevbelerini kabul
buyuracaktır. Allah Teala'nm azabından yine O'na sığınır ve sevabının
nimetlerini niyaz ederiz. Tevbe bahsi de böylece noktalanmış oldu. [71][71]
[2][2] İbni Mâce,
Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Hanbel, III/225 IV/80, 82
V/183
[3][3] Buhârî,
İman/34 İlim/6; Müslim, İman/8, 15; Ebu Davûd, Salat/1; Nesa'î, Salat/4
Sı-yam/1 İman/23; Dârimî, Vudu'/l; Muvatta', Sefer/94; İbni Hanbel, 1/250, 264,
343
İbni Mâce, Mukaddime/23 Dua/2,3; İbni Hanbel, U/167, 198, 240, 365 451 III/192 255' 282 IV/371, 381
[10][10] Benzer
hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 38/2-4; Ebu Davûd, Tıb/12; Dârimî Rüya/12;
İbni Hanbel, IV/66 V/5S, 378.
[16][16] Benzer
hadisler için b. Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, Ilim/19; İbni Mâce Mukaddime/17-Dârimî, Mukaddime/29; İbni
Hanbel, V/196.
[20][20] Müslim,
îman/232; Tirmizî, İman/13; İbni Mâce, Piten/15; Dârimî, Rikak/42; İbni
Han-bel, 1/184, 398 11/177, 222, 389 IV/73.
[22][22] Ebu Davûd,
İlim/10; Tirmizî, İUm/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dâriim, Mukaddime/24;
İbni Hanbel, IV/80, 82 V/173
[23][23] Buhârî,
Fiten/18 İlim/9 Hacc/132; Tirmizî, İlim/7; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Mâce,
Mukaddime/18; İbni Hanbel, V/39. 45, 49, 72
[25][25] T2bu
Davıid, tlim/10; Tirmizî, İHm/7; İbni Mâce, Mııkad(iime/18 Menasik/76; Dârimî,
i kaddime/24; İbnî Hanbel, IV/80, 82 V/173.
[33][33] Ebu Davûd,
İlim/9; Tirmizî, İlim/3; İbni Mâce, Mukaddime/24; İbni Hanbel, 11/263, 305,
344, 353, 495
[36][36] Bu
mevzuyla ilgili değişik hadisler için b. Ebu Davûd, Akziye/11; Tirmizî,
Ahkam/3; Ne-sa'î, Kudat/11; İbni Mâce, Menasik/38; Dârimî, Mukaddime/30; İbni
Hanbel, 1/37 V/230, 236, 242.
[37][37] Ebu Davûd,
İlim/10; Tirmizî, İlim/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî,
Mu-kadrlime/24; îbni Hanbel, IV/80, 82 V/183.
[38][38] Bu
hadiseyle ilgili muhtelif rivayetler için b. Müslim, Birr(14, 15; Tirmizî,
Zühd/52; Dâ-rimî, BuyuV2; İbni Hanbel, IV/228; V/251, 252, 256
[39][39] Ebu
Daviid, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/6, 7; Dârimî, Mukaddime/16; İbni Hanbel.
IV/126, 127.
[49][49] Müslim,
Kas ame/3 7-38; Ebıt Davûd, Diyat/19; Nesa'î, Kasame/40, 41; îbni Hanbel,
IV/245, 246 249
[50][50] Buhârî,
Cenaiz/48; Ebu Davûd. Cenaiz/41; Tirmizî, Cenaiz/35, 51; Nesa'î, Cenaiz/44, 45,
54; İbni Hanbel, II/2, 3, 16 111/48, 51; IV/294 V/131 VT/402.
[52][52] BtıMrî,
Menakıb/1 Edeb/52 Ahkam/27; Müslim, Birr/98, 99; Ebu Davûd, Edeb/34; Tirmi-zî,
Birr/78; Muvatta', Kelam/21; îbni Hanbel, 11/245, 307, 336, 455.
[55][55] Hadisin
değişik rivayetleri için b. Buhârî, İ'tisam/20 Buyıı760 Sulh/5; Müslim,
Akziye/17-18; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/2, 12; İbni Hanbel,
11/146 VI/260
[63][63] Bu
manadaki hadisler için b. Müslim, İlim/15 Zekat/69; Dârimî, Mukaddime/44; İbni
Mâce, Mukaddime/14; Nesa'î, Zekat/64; İbni Hanbel, IV/357, 359, 360
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar