Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 4

Bunlarada Bakarsınız










Konuya girmeden önce Allah Resulü'nün (sav) "İlim talep etmek, her müslüman üzerine farzdır" [1][1] ve "İlmi Çin'de bile olsa talep edin" hadislerini izah etmek istiyoruz. İlim talep etmek yani onu öğren­mek için ardına düşmek, her müslüman üzerine farz kılınmış bir görevdir. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) bu 'İlim' ile, ilm-i hali yani kulun yerleştirildiği maka­mından kaynaklanan halini bilmesini murad etmiştir. Buna göre her kul, Allah Teala ile arasındaki halini hem dünya, hem de ahiret dairesinde bilmelidir. Bu ilmi elde ettikten sonra da Allah Tea-la'nın bu mevkide kendisine farz kıldığı hükümleri ifa etmeye ça­lışmalıdır.
Ariflerden bir zat şunu söylemiştir: Hadiste kasdedilen, Marifet ilminin talep edilmesi ve kulun yaşadığı an ile, gününün her anında yapması gerekenleri yapmasıdır. Şam ulemasından bir zat da şöyle demiştir; Allah Resulü'nün (sav) kasdettiği, İhlas ilmi ile nefsin afet ve vesveselerinin, ayrıca şeytanın hile ve tuzaklarının bilinmesidir. Kulun, amelleri salih kılacak şeylerle, onları ifsad edecek afetleri bilmesi ona farz kılınmıştır. Bunun sebebi de amellerde İhlasın farz kılınmış olmasıdır. Bir de şeytanın düşmanlığım bilmesi ve bu bilgi­ye dayanarak ona düşman olması da gerekmektedir. Abdurrahim b. Yahya el-Ermevi ve ona tabi olanlar bu görüştedirlerdir.
Basra ulenıasmdn bir zat ise şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) kasdettiği, kalp ilmi ve hatırların marifeti ile bunların tefri­kinin Öğreni İme sinin farziyetidir. Çünkü bunlar, Allah Teala'nm kullarına gönderdiği elçileri mesabesindedir. Bunların yanısıra şeytanın ve nefsin vesveselerini de bilmesi icab eder. Kul bunları bildiği zaman, Allah Teala'dan gelen emir ve davetlere uyarken yi­ne O'ndan imtihan ve sınama maksadıyla gelen afetlere karşı da dikkatli olur. Bunları bilmesi, onları reddetmek için nefsiyle cihad etmesini gerektirir. Çünkü bunlar, niyetin başını, niyet de amelle­rin temelini oluşturur.
Fiiller, niyetlerden doğarken ameller de sevap bakımından onla­rın derecesine göre katlanır. Kul, şeytanın sesiyle meleğin sesini, ruhun hatırıyla nefsin vesvesesini ve yakin ilmiyle aklın müessirle­rini tefrik etme ihtiyacmdadır. Böylelikle hükümleri de temyiz etme gücüne ulaşacaktır. Bu görüşü savunanlara göre, ilmin bu boyutu­nu öğrenmek her müslüman üstüne farzdır. Ulemadan Malik b. Di­nar, Ferkad es-Seneci, Abdülvahid b. Zeyd ve onların öğrencileri bu görüştedirler. Hocaları Hasan el-Basri de (ra) bu ilim üzerinde ko­nuşurdu. Onlar kalbi ilimleri bu şahsiyetten nakletmişlerdir.
Şam abidlerine göre ise Allah Resulü (sav) bu ilim ile, Helal il­minin fariza oluşunu murad etmiştir. Çünkü Allah Teala bunu em­retmiş, müslümanlar da haram yiyen kimsenin fasık oluşu husu­sunda icma etmişlerdir. Bu babda açıklayıcı bir hadis de mevcut
olup şöyledir: "Helali aramak farizadan sonraki farizadır". Bu gö­rüşe sahip olanlar arasında da ibrahim b. Edbem, Yusuf b. Esbat, Vüheyb b. el-Verd ve Hubeyb b. Harb gibi zevatı görmekteyiz. Ma­rifet ehlinden olup bu taifenin arasında bulunan biri de şöyle de­miştir: İlm-i Batm'ı talep etmek, ehli üzerine farizadır.
Başkaları dediler ki: İlmin bu türü, müslümanların avamından çok Allah Teala'nın bunun için seçtiği ve vazifelendirdiği kalp ehli kimselere mahsustur. Çünkü bir hadisin lafzında şöyle bir ibare geçmektedir: "Yakin'i öğrenin". Yani, Yakin ilmini talep edin. Yakin ilmi ise, yalnızca Yakin Ehli nezdinde bulunur. Bu ise, 'Faydalı İlim=ilm-i nâfî' olarak isimlendirilen ve Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinden de anlaşılacağı üzere müminin Allah Teala katında bu­lunması gereken hali ve makamını temsil eder: "Ve kalpteki batın ilim ki o, Faydalı İlim'dir". Cündüb (ra) şöyle demiştir: "Allah Re-suîü'yle (sav) beraberken bize Önce ilim, sonra Kur'an öğretirdi. Bi­zim de imanımız artardı. İnsanlar üstüne öyle bir zaman gelecek ki Kur'an'ı imandan önce öğreneceklerdir". Bu görüş de, Basra'nın abidlerine aittir.
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Bu ilim ile kasdedilen, Tevhid ilmi hakkında cahil kahnmaması gerekeni, emir ve nehiyle-rin asıllarını ve helal ile haram arasındaki farkları bilmektir. Çün­kü diğer ilimlerin bundan Öte bir gayeleri yoktur. Hadiste geçen 'ilim' kelimesi bilinmesi gereken malumattan olmaları bakımından bütün bunlar için kulanılan bir isimdir.
Alimlerin neredeyse tamamı, yukarıda zikrettiğimiz hususların ötesindeki ilimleri öğrenmenin farz olmayıp mendubiyet ve fazilet ifade ettiği üzerinde icma etmişlerdir.
Küfe ulemasından bir topluluk ie, bu 'ilim' ile murad edilenle­rin; alışveriş, nikah ve boşanma ilimleri olduğunu söylemiştir. On­lara göre, bu işlere giren her kul bunların ilimlerini de öğrenmek mecburiyetindedir. Bunu da Ömer b. Hattab'm (ra) şu sözüne da­yandırmışlardır: Bizim pazarımızda ancak fıkıh sahibi olanlar tica­ret yapabilir. Aksi takdirde isteyerek veya istemeyerek faiz yer. Bu sözün başka bir rivayetinde ise 'Fıkıh bilen sonra ticaret eden kim­se...' ifadesi kullanılmaktadır. Bu görüşe meyledenler arasında da Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife ve Öğrencilerini görmekteyiz.
Horasan bölgesinin öncü ulemasından biri ise, Allah Resu­lü'nün (sav) muradının şu olduğunu bildirmiştir: Kişi, kendi evin­de olup da dini emirlerle ilgili bir amelde bulunmak istediğinde ve­ya kalbine hüküm ve ibadete dair bir mesele takıldığında, konu iti-kad ve amelle doğrudan alakalı olduğu için sükut edemeyecektir. Böyle bir durumda kendi reyi ile amelde bulunması da caiz olmaz. Yapması gereken; hemen ayakkabılarını giyerek sokağa çıkmak ve beldesinin o hususutaki en bilgili şahsiyetini bularak meseleyi ona sormaktır. Kafasına takılan her mesele ve konuda böyle yapması bu hadis ile üzerine farz kılınmıştır. Bu görüşü nakledenler ise Ab­dullah b. el-Mübarek ve hadis ehlinden bazılarıdır.
Başkaları ise Allah Resulü'nün (sav) muradının, Tevhid ilmini talep etmenin farz olduğu cihetindedir. Bunlar da, sözkonusu tale­bin keyfiyeti ve doğruyu bulmanın mahiyeti üzerinde ihtilafa düş­müşlerdir. Bunlardan kimisi, talebin keyfiyetinin istidlal ve ibret alma yoluyla olacağını söylemişlerdir. Kimileri de araştırma ve dü­şünme yoluyla olacağını söylemişlerdir. Bazıları da, Allah Teala'mn tevfîki ve nakiller yoluyla olacağını beyan etmişlerdir.
Bunlardan bir topluluk ise şunu söylemiştir: Allah Resulü'nün (sav) muradı; şüpheli ve muğlak hususların ilminin talep edilmesi­dir. Çünkü kul, bu tür hususları duyduğu veya bunlara müptela ol­duğu zaman ne yapması gerektiğini öğrenmiş olacaktır. Kul, asıl olarak teslimiyete dayanmışsa o takdirde esasen dikkat etmediği bu tür hususları öğrenmeyi talep etmeyebilir. Müslümanların umumuna bakıldığında, itikadlarma bu tür vehimlerin karışmadı­ğını ve yüreklerine kuşku düşmediğini görebiliriz. Dolayısıyla bu gibi insanların, bu konularda araştırma yapmalarına da lüzum yoktur.
Ama kulaklarına bu türden bir söz gelip de bu söz kalplerine yerleştiği zaman, bunu tefrik edip hakkını batıldan ayıracak bir il­me sahip olmadığı zaman, buna sükut edip geçmesi caiz olmaz. Çünkü bu, bir batıla hak gibi inanmasına veya bir hakkı, batıl gibi reddetmesine sebep olabilir. İşte böyle bir durumda, batıla hak gi­bi inanmayıp hakkı batıl gibi reddetmeyeceğini yakini bir ilme ula­şabilmek için meseleyi alimlere sorması ve hakiki şeklini ortaya çı­karmaya çalışması onun üzerine farz kılınmıştır. Böyle bir durumdaki kul, hakikati talep etmekten geri durma­malıdır. Aksi halde bile bile bir şüpheye dayanarak hevasma uy­muş veya dinde bir kuşkuya kapılarak müminlerin yolundan ayrıl­mış ya da bir bidata inanarak sünnetten ve cemaatın mezhebinden çıkmış olur. İlk halife Ebu Bekir-i Sıddık'm da (ra) bu manada bir duası vardır: 'Allahım bize hakkı hak olarak göster ki ona tabi ola­lım. Batılı da batıl olarak göster ki ondan sakınalım. Onu bize ben-zeşik (=müteşabih) kılma ki nevaya tabi olmayalım'. Bu görüş de Ebu Sevvar İbrahim b. Halid el-Kelbi, Davud b. Ali, Hüseyn el-Ke-rabisi, Haris b. Esed el-Muhasibi ve onları izleyen kelamcılara ait­tir.
Allah Resulü'nün (sav) yukarıda zikrettiğimiz hadisinin mana­sı hakkında ulemanın sahip olduğu görüşler bunlardan ibarettir. Bunları her mezhebin görüşleri hakkındaki bilgimize dayanarak aktarıp kullandıkları delilleri de zikrettik. Lafızlar bizim olsa da anlattığımız manalar onlara aittir. Bize göre bunların tamamı da güzel ve isabetli olma ihtimali varid olan görüşlerdir.
Bu alimlerin hepsi de, hadisin lafzi tefsiri noktasında farklı gö­rüşlere sahip olmuş iseler de zahir uleması dışında mana bakımın­dan birbirlerine oldukça yakındırlar. Zahir ehli, hadisi kendi ilim­lerine göre tefsir ederken, Batın ehli de kendi ilimlerine göre tevil etmişlerdir. Şu unutulmamalıdır ki Zahir de Batın da birbirlerin­den müstağni kalamayacak ilimler olup İman ve İslam gibi birbi­riyle çok yakından irtibatlıdırlar.
Bu ikisini, beden ve kalp gibi birbirlerinden ayrılması düşünü­lemeyecek iki unsura da benzetebiliriz. Nitekim görüşlerde ihtilaf eden bu alimler, Allah Resulü'nün (sav) bu talep ile, muhakeme ve fetva ilimlerini, ihtilaf ve mezheb ilimlerini, ya da hadis kitapları­nı öğrenmelerini murad etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu gibi ilimler, talep edilmesi farz olmayan ilimlerdir. Şu var ki Allah Teala, bu ilimler için de onları ayakta tutacak kimse­ler varedecektir. Allah en iyi bilendir,
Bize göre "İlim talep etmek farzdır" hadisinin hakiki manası hakkında aslolan şudur: Müslüman, İslam'ın üzerine bina edildiği beş esasın ilmini talep etmelidir. Çünkü bunlar, müslümanm yeri­ne getirmesi gereken farzları teşkil etmektedir. Öte yandan bunlarm ilmine sahip olmaksızın amelde bulunmak da sıhhatli olmaz. Amelin başı, onun ilmine sahip olmaktır. Şu halde amelin farz kı­lınmasının icabı olarak onun ilmi de farz olmaktadır. Müslümanlar üzerinde bu beş esastan başka farz olmadığına göre, sadece bu beş esasla ilgili ilimleri talep etmek farz olur. Çünkü bu, farzın farzıdır. Tevhid ilmi de buna dahildir. Zira bu beş esasın başında 'La ilahe illallah' şehadeti gelmektedir. Bu şehadet, Allah Teala'nm zatına bitişik olan sıfatlarının isbatı, O'ndan ayrı olan sıfatların da reddi ile olur. Bütün bunlar da 'La ilahe illallah' şehadetinin ilmine dahil olan hususlardır.
İhlas ilmine gelince, o da İslam'ın sıhhati bakımından lüzumlu bir ilimdir. Çünkü bir kişinin müslüman olabilmesi, amelinin yal­nız Allah Teala'ya halis ve muhlis kılınmasına bağlıdır. Bunu da Al­lah Resulü'nün (sav) şu buyruğundan anlamaktayız: "Üç şey vardır ki müslümanm kalbi bunlar üzereyken şaşmaz: Amelin Allah Tea­la'ya halis kılınması...[2][2] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) İhlas ile başlamış ve onu müslüman olmanın sıhhatinin şartı olarak beyan etmiştir.
Tefsirini zikrettiğimiz hadisteki ilim ile ilgilili esaslardan biri de bu ilmin, ümmetin icması ile zaten malum olan ilimlerden biri olmasının caiz olmayışıdır. Mesela Allah Resulü (sav) bununla tıp, astroloji, nahiv, şiir veya megâzi yani tarih ilimlerini murad etme­miştir. Bunların ilim olarak isimlendirilmesi, aslen malum ve bili­nebilir olmalarından ve bunlara sahip olan kimselerin de o ilimle­rin alimleri olarak tanınmalarından dolayıdır.
Allah Resulü'nün (sav) murad etmediği bir diğer husus da şeri­atın gerektirdiği hususlardır. Bu babda ümmet, fetva ve muhake­me ilimlerinin, mezheplerin ihtilaf sebebleriyle ilgili ilimlerin ve reylerdeki ihtilaflarla ilgili bilgilerin talep edilip öğrenilmesinin murad edilmediği hususunda da müttefiktir. Bütün bunlar, ilgili olan kimseler tarafından ilim olarak isimlendirilen bilgilerdir. Bunların bir kısmı farz-ı kifaye olmakla beraber, tamamıyla farz-ı ayn dairesinin dışında yeralmışlardır.
Bu meyanda hadisin lafzına baktığımızda önce genelleme yapı­lan bölümün 'İlim talep etmek farzdır' kısmı olduğunu görürüz.Bundan sonra 'Her müslüman üzerine' ifadesi gelmektedir ki bu da, kişilerin bizzat kendilerine yönelen bir husustur. Bu, sanki hakkın­da 'ilim' ismi vaki olan ve baştaki Lam-ı Tarif ile bilinen her türlü ilmi kasdeden bir ifade gibi görülebilmektedir. Tefsirin bu şekilleri boşa çıkarıldığında en sağlıklı olan mananın, İslam'ın bina edildiği beş esasın bilinmesinin farz oluşu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Müslümanlar üzerine farz kılman da, sadece bu esaslarla ilgili bilgilerin öğrenilme sidir. Bunu Allah Resulü'nün (sav) bir bedevi ile arasında geçen şu hadisede de görmekteyiz. Bedevi O'na şöyle demişti: "Bana, Allah Teala'nm üzerime farz kıldıklarım bildir. -Başka bir rivayette 'Bize, Allah Teala'nm bize seninle gönderdiği şeyleri bildir1 ibaresi geçmektedir-. Allah Resulü de (sav) ona, keli-me-i şehadeti, beş vakit namazı, zekatı, Ramazan orucunu ve Ka­be'yi haccetmeyi bildirdi. Bunun üzerine bedevi: Bunlar dışında üzerime düşen başka birşey var mı? diye sordu. Allah Resulü de (sav): Hayır, sadece gönüllü olarak yapacakların, dedi. Bunun üze­rine adam şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, bunlar üstüne ne bir şey ekler, ne de bunlardan birşey eksiltirim. Allah Resulü (sav) bu kişi hakkında şöyle buyurdu: Eğer doğru söylemişse kurtuluşa ere­cek ve cennete girecektir".[3][3]
Bu beş esası bilmek, bilinen şeylerin farz oluşu sebebiyle farz kılınmıştır. Çünkü ilim olmaksızın amel olamaz. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ancak bildikleri halde hakka şahit­lik edenler hariç". (Zuhruf/86); "Ta ki ne söylediğinizi bilesiniz". (Nisa/43); "Sizin yanınızda bir ilim mi var ki bizim için çıkartıp (göstereceksiniz)? Siz yalnızca zanna uyuyorsunuz". (En'am/148); "Zulmedenler"ise hiçbir ilme dayanmaksızın sadece nevalarına ta­bi oldular. Allah'ın saptırdığını kim hidayete iletebilir?". (Rum/29); "İlim sahibi olmayanların hevalannauyma. Muhakkak ki onlar Al­lah'a karşı sana hiçbir yardımda bulunamazlar". (Casiye/18); "Ar­tık bilin ki o Kur'an ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir". (Hud/14); "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43)
Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde Allah Teala ilim öğrenmeyi müslümanlar üzerine farz kılmaktadır. İslam'ın beş esasıyla ilgili olarak rivayet edilen ve Allah Resulü (sav) tarafından dinin farzla­rı olarak bildirilen sözkonusu amellerden sonra ilim öğrenmenin farzîyetine dair söylediği mücmel hadisi gelmektedir. Allah Resulü (sav) 'Her müslüman üzerine' buyurarak bunu tahsis ve teyid et­miştir. Bunun açıklaması şudur: İslam'ın üzerine bina edildiği bu beş temeli bilmek, bunların farziyetinden dolayı her müslüman üzerine farz kılınmıştır.
Mürsel bir hadiste şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Allah Resu­lü (sav) bir adamın etrafına toplanmış bir kalabalığa rastladı. Çev-redekilere 'Bu nedir?' diye sorunca 'Herşeyi çok iyi bilen bir adam' dediler. O da 'Neyi?' diye sordu. Bunun üzerine 'Şiir, neseb ve Arap-lar'm Önemli tarih vakalarını' dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Bu, bilinmemeğinin zararı olmayan bir ilim­dir". Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ibare geçmektedir: 'Bu, faydasız bir ilim, zararsız bir cehalettir".
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öy­le ilim vardır ki cehalettir. Öyle söz vardır ki, faydadan uzakta".[4][4] Allah Resulü (sav) başka bir hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Az bir tevfık-i ilahi, çok ilimden daha hayırlıdır". Garib bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Herşey ilme muhtaçtır. İlim ise tevfîk-i ilahiye muhtaçtır". Meşhur bir hadiste ise Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allahım, fay­dasız bir ilimden Sana sığınırım".[5][5] O, bu tür ilimlerin de konuları olduğu ve bu ilimlere sahip olanlar, ulema sayıldıkları için 'ilim' is­mini kullanmıştır. Ancak bunların sahip oldukları ilimdeki faydalı olma unsurunu izale etmiş ve bu tür ilimlerden Allah Teala'ya sı­ğınmıştır.
Allah Resulü'nden (sav) bu babda şöyle bir hadis rivayet edil­miştir: "Allah Resulü buyurdu ki: Şeytan ilimde sizi geçmiştir. De­dik ki: Ey Allah Resulü, nasıl olur da ilimde bizi geçebilir? Buyur­du ki: O şöyle der: İlmi talep et, ama ilim sahibi oluncaya kadar amel etme. O bu şekilde konuşmaya devam ederken ameli de ölün­ceye kadar ertelerdi. Neticede hiç amelde bulunmadı". Bu hadisten iki delil çıkartabiliriz. Bunların ilki şudur: Allah Teala, şeytanın fu­zuli ilim talep etmesini murad etmiştir. Bu ilmin, ona ne ahirette bir faydası, ne de Allah Teala'ya yakınlaşmasında bir yardımı söz-konusudur. İkincisi ise şudur: Faziletli kılman ve mendub görülen ilim, amelin gerektirdiği ilimdir. Çünkü Allah Resulü (sav) ilimsiz ameli emretmediği gibi amel için yapılan ilim talebini de mekruh görmezdi. O'nun şu buyruğu da bunun en açık delilidir: "İlim sahi­binin fazileti, benim için amel sahibinin faziletinden daha hayırlı­dır. Dininizin en hayırlısı da vera' yani titizliktir".
Marifet ve Yakın ilimlerinin sair ilimlere üstünlüğü ve Selef ule­masının dünya ve ahiret alimleriyle ilgili sözleri: Allah Resulü (sav) vefat ettikleri zaman, Allah Teala'yı bilen, O'nun fıkhına sa­hip olan ve rıza-i ilahiye mazhar olan binlerce sahabi vardı. Ama bu kadar sahabi arasında kendisini fetva ve hüküm verme makam­larında gören sahabilerin sayısı, on küsur sahabiden ibaretti. Me­sela îbni Ömer (ra) kendisine bir fetva sorulduğu zaman şöyle der­di: Müminlerin emirine gidin. Çünkü müslümanlarm işlerini o üst­lenmiştir. Bunun fetvasının vebalini onun sırtına yükleyin.
İbni Abbas (ra), sahabenin bir bölümü ve onlara güzellikle tabi olan Tabiun'dan şu söz nakledilmiştir: İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanların bütün sorularında onlara fetva veren kesinlikle mecnun­dur. İbni Ömer (ra) kendisine on mesele sorulduğu vakit, bunlardan sadece birine fetva verir, dokuzu hakkında sükut ederdi. İbni Abbas (ra) ise bunun tam aksine hareket eder ve kendisine sorulan on me­seleden dokuzunu cevaplandırır, sadece birinde sükut ederdi.
Ulema arasında da 'Bilemiyorum' diyenlerin sayısı 'Biliyorum' di­yenlerin sayısından çok daha fazla idi. Süfyan-ı Sevri, Malik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, Fudayl b. Iyaz ve Bişr b. el-Hars çoğunluğa giren ulemadandı. Bunlar, oturdukları meclislerde kendilerine yöneltilen soruların bir kısmını cevaplarken bir kısmını cevaplamazlardı. On­lar, kendilerine sorulan her soruyu cevaplandırmazlardı.
Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şunu rivayet ettik: Şu mescidde Allah Resulü'nün (sav) ashabından yüz yirmisini gördüm. Onlar­dan birine bir fetva veya hadis sorulduğu vakit, yanındaki kardeşi­nin onu cevaplandırmasını isterdi. Bu sözün başka bir rivayetinde de şu ifade geçmektedir: Bir mesele onlardan birine arzedildiği zaman, onu bir başkasına havale ederdi. O da başka bir sahabiye ha­vale ederdi. Bu şekilde mesele, havale edile edile ilk sorulan saha­biye tekrar gelirdi.
İbni Mesud, İbni Ömer (ra) ve Tabiun'dan şu rivayet edildi. Biz de onu müsned olarak rivayet ettik: İnsanlara ancak şu üçü fetva verir: Emir; memur ve işgüzar".[6][6]Bunun açıklamasını şöyle yapabiliriz: Emir, fetva ve hükümler bahsinde konuşma salahiyeti olan kimsedir. Emir sahipleri, kendilerine sorular sorulan ve fetvalar veren kimse­lerdi. Memurlara gelince, emirler tarafından fetva vermekle vazife­lendirilen ve kendi makamlarına konulan kimselerdir, işgüzarlar ise, geçmişlerin kıssaları ve önceki ümmetlerin haberleri hakkında konu­şan kimselerdir. Bunlar, hal bakımından ihtiyaç duyulmayan şeyler olup mendub görülen ilimlerden de değildir. Bu tür bilgiler, eksiltme ve arttırmaya açıktır. İşte bu yüzdendir ki kıssalar mekruh görülmüş kıssa anlatanlar da işgüzarlar arasında sayılmıştır.
Üstteki hadisin başka bir rivayetinde de bu manayı teyid eden bir lafza yer verilmiştir: "İnsanlara ancak üç kişi konuşur: Emir, memur ve müra'i"[7][7]Emir denildiği zaman insanların aklına gelen kimse, muhakemat ve fetvalar da kendisine başvurulan Müfti idi. Memur ise, Allah Teala'yı bilen, dünyada zühd sahibi olan, iman, yakin ve Kur'an ilimleri hakkında konuşabilen ve Allah Teala'nın verdiği izin ile insanları dini amellerin salah ve ıslahına davet ve teşvik eden ulemadır. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuş­tur: "Hani Allah Kitab verilenlerden onu insanlara açıklayıp asla gizlemeyeceksiniz diye misaklarmı almıştı". (Al-i İmran/187)
Ebu Hüreyre (ra) ve diğerleri şöyle derlerdi: Eğer Allah'ın Kita-bı'ndaki şu iki ayet olmasaydı, sizlere tek bir hadis bile nakletmez-dim. Sonra üstte zikrettiğimiz ayeti ve ondan önceki ayetleri oku­du. Allah Resulü (sav) şöyle derdi: "Allah Teala, ilim verdiği her alimden misakını almıştır. Peygamberlerden de vahyi açıklamala­rı ve gizlememeleri için misak almıştır.
Müra'i ise, dünyevi ilimlerle ilgili söz söyleyen ve nevasına da­yanarak konuşan kimsedir. Bu şekilde konuşarak insanların kalp­lerini kendisine meylettirerek maddi menfaat ve itibar kazanmaya çalışır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve onları ihsan üze­re takip eden Tabiun, şu dört şeyi savmaya çalışırlardı: Emanet, ve-di'a, vasiyet ve fetva. Yine onlardan biri şöyle derdi: Selefin fetvaya en hızlı gideni, ilimce en az olanıdır. Onu en çok reddeden ve ona karşı en çok duraksayan ise vera' bakımından en ileri olandır.
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Sahabe ve onları ihsan üzere takip eden Tabiun şu beş şeyle meşgul olurlardı: Kuran-ı Ke­rim okumak; mescidleri mamur etmek; Allah Teala'yı zikretmek; İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak. Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ademoğlunun söylediği her söz, şu üçü dışında lehine değil aleyhinedir: İyiliği emretmek kötülük­ten sakındırmak ve Allah Teala'yı zikretmek".[8][8] Söz sahiplerinin en sadıkı olan Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Onların aralarında fısıldaşmalarmın birçoğunda hiçbir hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, veya bir iyilik yapmayı, ya da insanlar arasını düzeltme­yi emreden başka". (Nisa/114)
Hadis ehlinden bir zat, Kûfe'nin fakihlerinden ve rey ehlinden bi­rini, vefatından sonra rüyasında görmüştü. Ona şöyle dedi: Verdiğin fetva ve söylediğin reylerinden dolayı orada ne yaptın? O da yüzünü ekşitti ve kendisinden yüz çevirerek şöyle dedi: Bunların bir şey ol­madığını ve neticesinin hiç de hayırlı olmadığım gördük. Ali b. Nasr b. Ali'nin, babasından şunu rivayet ettiğini naklettiler: Vefatından sonra Halil b. Ahmed'i rüyamda gördüm. Ona şöyle dedim: Kendisi­ne soru sorulacaklar arasında Halil'den daha akıllısını bilmiyorum. Bana şöyle dedi: İçinde bulunduğumuz hali görüyor musun? Ben Al­lah Teala hakkında Sübhaııallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah ve Allahü Ekber sözlerinden daha faydalı bir söz görmedim.
Şeyhlerden birinden şunu naklettiler: Ulemadan birini rüyam­da gördüm ve şöyle dedim: Hakkında mücadele edip münazara yaptığımız o ilimleri ne yaptın? Elini açtı, sonra içine üfledi ve şöy­le dedi: Hepsi de dağılıp toz oldu. Sadece bir gece yarısı kıldığım iki rekat namazın faydasını gördüm. Ebu Davud es-Sicistani'den de şu söz rivayet edilmiştir: O dedi ki: Arkadaşlarımdan biri hadisin peşine çok düşer ve onu iyi tanırdı. Vefat ettiğinde onu rüyamda gördüm ve 'Allah sana ne yaptı?' diye sordum. Sükut etti. Sorumu tekrarladım. Yine sükut etti. Sonra 'Allah Teala sana mağfiret etti mi?' diye sordum. 'Hayır5 dedi. 'Niçin?' diye sorduğumda 'Günahlar çok, hesaplaşma ise çok titiz. Ama bana hayır vaadedilcuV Ben de hayır umuyorum' dedi.
Kendisine sordum: 'Orada hangi amellerin daha faziletli oldu­ğunu gördün?' Dedi ki: Kur'an-ı Kerim okumak ve gecenin karanlı­ğında namaz kılmak. Bunun üzerine şöyle dedim: Hangisi daha fa­ziletli idi, okuman mı, yoksa okutman mı? Şu cevabı verdi: Kendi okuduklarım. Sonra şunu sordum: 'Falan güvenilir bir ravidir, fa­lan ise zayıf biridir5 gibi sözlerimizin orada nasıl bir sonla karşılaş­tığını gördün? Dedi ki: Eğer niyetin halis ise, ne lehte ne de aleyh­te olmadığını gördüm.
Bir şeyhten de şu hadise rivayet edilmiştir: Ahmed b. Ömer el-Hakani şunu anlatmıştı: Bir gece rüyada kendimi gördüm. Bir yol­da yürüyor gibiydim. Önüme bir adam çıktı ve bana doğru geldi ve şöyle dedi: Eğer yeryüzünde kilerin çoğuna uyarsan seni Allah yo­lundan saptırırlar. Ben de adama, 'Bunu bana mı söylüyorsun?' di­ye sordum. 'Sana ve seni takip eden kimseye' cevabını verdi. Arka­ma baktığımda Seri'yi görüverdim. Adama sırtımı çevirerek Seri'ye döndüm ve şöyle dedim: Bu, bizim hocamız ve terbiye edenimizdir. Dünyada iken bizi o terbiye ederdi.
Sonra ona hitaben şöyle dedim: Ey Eba Hasan, sen Allah Tea-la'ya kavuştun, bana Allah Teala'nın hangi amelleri kabul buyur­duğunu haber verir misin? dedim. Elimden tuttu ve 'Gel' dedi. Onunla beraber Kabe şeklinde bir binanın Önüne vardık. Binanın bir kenarında durduk. Az sonra binadan bir şahıs belirdi ve etraf bir anda nurla doldu. Seri, ona işaret etti. O şahıs beni kendisine doğru çekti. Nurdan gözlerimi açamıyordum. Sonra bana şöyle de­di: Şeyh ile yaptığınız konuşmayı duydum. Kur'an-ı Kerim'de övül­müş olan ahlaka sarıl. Onda zemmedilmiş olan her türlü davranış­tan da uzak dur. Bu, sana yeter.
Seri Sakati'den şunu naklettiler: Bir genç vardı, ilm-i zahiri tahsil etmeye çalışır ve bunda sebat ederdi. Nice sonra uzlete çekil­di ve ibadete daldı. Onu sorduğumda, insanlardan kaçıp uzlete çe­kildiğini ve evinde oturup ibadet ettiğini öğrendim. Yanma gittim ve şöyle dedim: Sen, ilm-i zahiri tahsil etmekte pek istekli idin.
Şimdi ne oldu da böyle ayrılıp gittin? Dedi ki: Rüyamda birinin ba­na şöyle dediğini gördüm: Kaybettiğin her ilim, sana Allah'ı kay­bettiriyor. Ben de şöyle dedim: Ben ilmi hıfzediyorum. Bana şöyle dedi: İlmin hıfzı ve koruyucusu, onunla amel etmektir. Bunun üze­rine ilim talep etmeyi bırakıp amel üzerinde durmaya başladım.
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İlim, rivayetin çokluğuyla değil, Al­lah korkusuyladır. Onun dışında başka bir fakih de şunu ifade et­miştir: İlim, Allah Teala'nın kalbe attığı bir nurdur. Hasan el-Bas-ri ise (ra) şunu söylerdi: Amel etmediğiniz müddetçe dilediğiniz ka­dar ilim sahibi olun. Allah Teala, onunla amel etmedikçe size ecir verecek değildir. Akılsızların bütün gayreti, rivayet iken alimlerin tek gayretleri ilme riayettir. Yine ondan şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala, görüş ve rivayet sahibine önem vermez. O, sadece an­layış ve dirayet sahibine önem verir. Başka bir zat ise şöyle demiş­tir: Öyle kimseler var ki, onlara bir mesele sorulduğu zaman he­men fetva vermeye koşarlar. Halbuki aynı şey Bedir ashabına so­rulsaydı, onları aciz bırakırdı.
Abdurrahman b. Yahya el-Esved ve diğer alimler şöyle derlerdi: Ahkam ve fetva ilmine gelince, bu ilim yetkililer ve emirler tarafın­dan deruhte edilir, halk da bu hususta onlara müracaat ederlerdi. Sonra idare gevşedi ve yetkililer dünyaya meyletmeleri ve savaş­larla meşgul olmaları sebebiyle bu görevi yerine getiremez oldular. Neticede bu ilimlerle ilgili olarak zahir ulemasından ve camilerde­ki müftilerden yardım istemeye başladılar.
Müminlerin emiri halkın şikayetlerini dinlemek için oturduğu zaman, sağında ve solunda birer müfti bulunurdu. Muhakeme ve fetvalarla ilgili hususlarda onlara danışırdı. Emniyet mensupları da bu şekilde emir verirlerdi. Halk içinde de fetva ve muhakeme il­mini öğrenenler vardı. Bunlar, ilimlerini yetkililerin hizmetine su­narlardı. Böylelikle maddi menfaat ve makam sevdasıyla müfti olanların sayısı hayli çoğaldı. Daha sonra durum değişti ve idareci­ler, müftilerden yardım istemeyi bıraktılar. Bunu göstermesi bakı­mından Ömer b. Hattab'm (ra), Ukbe b. Amr'a (ra) yazdığı mektup önemlidir. O, bu mektubunda şöyle demekteydi: 'Ben sana, emir ve­ya memur olmadığın halde insanlara fetva vermemen gerektiğini bildirmedim mi?'
Ebu Amir el-Herevi'den ise şu hadise rivayet edilmiştir: Muaviye ile beraber haccettim. Mekke'ye vardığımızda Manzum oğullarının azatlısı olan bir adamın halka fetva verip muhakemede bulunduğu bildirildi. Muaviye, adamı çağırttı ve geldiği zaman kendisine şöyle dedi: Sen bununla emrolundun mu? Adam, 'Hayır1 dedi. O zaman Muaviye şöyle dedi: O halde neden fetva veriyorsun? Adam da 'Sa­hip olduğumuz ilmi diğer insanlara yayıyoruz' dedi. Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi: Eğer sana böyle mübarek bir günde rastlama­mış olsaydım, bir yerini keserdim. Sonra da onu bu işten menetti.
Selef-i Salih, benzer sözleri kalp ve iman ilimleri için söyleme­mekteydi. Hatta Ömer b. Hattab (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektupda şöyle demişti: İtaat ehlinden duyduklarınızı iyi mu­hafaza edin. Çünkü işlerin sadık şekilleri onlara açık kılınır. Ömer (ra) müridlerin meclislerine oturarak onları dinlerdi. Bir haberde de şöyle rivayet edilmiştir: Bir kimseye sükut ve zühd faziletlerinin verilmiş olduğunu gördüğünüzde ona yakın olun. Çünkü o, hikme­ti telakki etmiştir.
Hadis ehlinden bir zat şunu nakleder: Süfyan-ı Sevri'yi hüzün­lü gördüm ve sebebini sordum. Canı sıkkın bir halde şöyle dedi: Ola ola dünyacıların ticarethanesi olduk. Kendisine 'Nasıl olur?' diye sorduğumda şöyle dedi: Onlar bize katılıyor ve bizi tanıyıp ilmimi­zi aldıktan sonra ya vali, ya vergi toplayıcısı, ya da kahraman olup gidiyorlar.
Hasan el-Basri de (ra) şöyle derdi: İlim öğrenen öyle bir zümre vardır ki onlar için ahirette hiçbir nasip yoktur. Sadece Allah Tea-la ilmin zayi olmaması için onu onlar vasıtasıyla korur. Me'mun şu­nu söylemiştir: Üç şey olmasaydı dünya harap olurdu: Şehvet ol­masaydı, nesil kesilirdi. Malı çoğaltma arzusu olmasaydı geçim yolu kalmazdı. Önderlik hırsı olmasaydı, o zaman da ilim kaybolup giderdi.
Buraya kadar saydıklarımız dünya alimlerinin ve dille alim olanların vasıfları hakkında idi.
Ahiret uleması, marifet ve yakin ehli ise; idarecilerden, onların dünyacı yandaşlarından ve adamlarından kaçan kimselerdir. Bu gibi alimler, dünya alimlerini kusurlu bulur ve onları tenkid ede­rek meclislerini terke derlerdi.
İbni Ebi Leyla (ra) şöyle demiştir: Şu mescidde sahabeden yüz yirmisiyle karşılaştım. Onlardan herhangi birine bir hadis soruldu­ğunda veya bir mesele hakkında fetva istendiğinde yanındaki ar­kadaşına havale etmeksizin kendi bilgisiyle yetinmiş olduğunu hiç görmedim. Başka bir vesilede de şunu söylemiştir: Sahabe'den üç yüz zat ile karşılaştım. Onlara bir hadis ve fetva sorulduğu zaman onu birbirlerine havale ederler ve fetvayı kendi aralarında başka birine atmaya çalışırlardı. Ama onlara Kur'an ile, yakin ve iman ile ilgili bir mesele sorulduğu zaman asla susmaz ve arkadaşlarına ha­vale etmezlerdi.
Allah Teala buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline so­run". (Nahl/43) Burada zikir ehli olan alimlerdir. Çünkü onlar, da­ima Allah Teala'yı zikreden, Tevhid ve akıl ehli olan kimselerdi. Onlar bu ilmi, kitaplardan okumak suretiyle veya birbirlerinin dil­lerinden dinlemek suretiyle Öğrenmiyorlardı. Onlar, amel ve güzel muamele sahibi kimselerdi. Onlardan biri kendini yalnız Allah'a verip O'nun taatıyla meşgul olduğu vakit, Allah Teala da kendisini hizmetinde görevlendirir ve ona kalbi ameller nasip ederdi. Onlar Allah Teala'nm huzurunda halvette iken O'ndan başkasını zikret­mez ve O'ndan başkasıyla meşgul olmazlardı.
Bunlar halk arasına çıktıklarında ve halk kendilerine soru sor­duğu zaman, Allah Teala onlara doğruyu ilham eder ve en sağlam sözü söylemeye muvaffak kılardı. Çünkü Allah Teala saf kalpleri, duru akılları ve yüksek himmetleri sebebiyle yaptıkları batini kalp amelleri sayesinde onlara miras olarak hikmeti nasip etmiştir. O, hüsnü tevfiki ile diğer insanlardan üstün tuttuğu bu kimselere, il­min hakikatini ilham etmiş ve sırların özüne muttali kılmıştır. Çünkü onlar, hizmeti yalnız O'na has kılmış ve hüsnü muamele ile O'nunla başbaşa kalmışlardır.
Onlar kendilerine sorulan meseleleri, Allah Teala'nm kendileri üzerindeki güzel tesiri ve üzerlerindeki güzel eseri sayesinde ce­vaplandırırlardı. Konuştukları zaman kudret ilmiyle konuşur, hik­met vasfını izhar eder, iman ilimlerini dile getirir ve Kur'an-ı Ke-rim'in batınını ortaya çıkarırlardı. İşte Allah Teala ile kulu arasın­daki faydalı ilim budur. Kul, Rabbi'ni bu ilimle karşılar ve O'ndan kendisine bu ilmi nasip etmesini niyaz eder. Allah Teala da kulunu bu ilminden dolayı sevaplandırır. Bütün amellerin şaşmaz terazisi de bu ilimdir. Kulun amelleri, Allah Teala hakkındaki bilgisininin derecesine ağır basar ve hasenatı katlanır. Kul, işte bu ilmi ve ame­liyle Allah Teala nezdinde yakın kılınanlardan olur. Çünkü o, Rab-binin katında Yakin sahiplerinden sayılmaktadır.
Ahiret alimleri, hakikat ehli olan kimselerdir. Allah Resulü (sav) onları bu şekilde vasfetmiş ve onların bütün yaratılmışlardan üstün olduklarını haber vermiştir. O, bu kimseleri vasfederken şöy­le buyurmuştur: "Kalpler kaplar gibidir. Onların en hayırlısı, en iyi koruyanıdır".[9][9] İnsanlar üç zümredir: Rabbani alim, kurtuluş yolu üzere ilim öğrenen müteallim ve her bağırtıya kulak veren bayağı ve ahmak kimseler. Bunlar, esen her rüzgara meylederler, ilmin nuru ile aydınlanmamış ve sağlam bir dayanağa sığınmamışlardır.
İlim, maldan daha hayırlıdır. Çünkü ilim seni korurken, malı sen korursun. İlmi arındıran ve onun zekatı olan ameldir. Mal ise, harcamakla eksilir. İlim dostluğu, kişinin borçlandığı bir borç olup onu kazandıran hayatta iken taatte bulunmak, vefat ettikten son­ra da güzel sözlerle anılmaktır. İlim hakim, mal ise mahkumdur. Malın menfaati, onun zevali ile sona erer. Mal biriktirenler, daha hayatta iken ölmüş kimselerdir. Alimler ise dünya durdukça baki kalmaya devam ederler.
İşte oracıkta toplanmış bir ilim var. Keşke onu taşıyacak kim­seler bulabilsem. Ama hayır çok zeki ama güvenilmez birini görü­yorum. O da Allah'ın dinini dünyalık menfaat sağlamak için kulla­nıyor. Allah Teala'nm velileri üzerindeki nimetleriyle üstünlük sağ­lamak ve O'nun huccetleriyle diğer insanlara galip gelmek istiyor. Veya hak ehline takılmış birini bulurum. Bu da, önüne çıkan ilk şüpheyle kuşkuya kapılan biridir. Çünkü basireti yoktur. Bunların her ikisi de şunun bunun dışında dini asla gözetmeyen kimselerdir. Kimi de lezzete dalmış ve şehvetlerinin peşinde koşmaya sarılmış, ya da mal biriktirip onu yığmaya dalarak arzularına esir olmuştur. Bu ikisi de daha çok ehlî hayvanlara benzerler.
İlmi taşıyan kimseler, bu şekilde ölmüş kimseler olduğu zaman ilim de ölür. Ancak Allah Teala'nm hüccet ve delillerinin boşa çık­maması için korkak ve sindirilmiş, ya da açık ve meydanda duran kişiliklere sahip kimseler daima varolmuştur, ikinci gruptakiler, Allah Teala'nm hüccetlerini ayakta tutarlar. Sayıca az ama değer bakımından yüksek olan bu kimseler nerededirler? Kendileri kayıp olmasına rağmen, misalleri kalplerde mevcuttur. Allah Teala da benzerlerine tevdi edinceye kadar hüccetini, onlar vasıtasıyla mu­hafaza eder. Onlar da Allah Teala'nm hüccetini benzerlerinin gö­nüllerine nakşederler.
İlim onları hakikate iletir. Onlar da Yakin'in ruhuyla temas eder ve aşırıya kaçanların s ertleş tir dikleri şeyleri yumuşatırlar. Dünyaya ebediyen yarenlik eden gafillerin yalnızlık çektikleri şey­lerde kendileri için aşinalık bulurlar. Onların ruhları, en yüce me­kana asılıdır. İşte onlar, Allah Teaa'mn yarattıkları arasındaki ve­lileri, arz üzerindeki valileri ve O'nun dininin davetçileridir. Sonra ağlayarak şöyle dedi: Onları görmeyi öyle özlüyorum ki..
Bütün bunlar, ahiret ulemasının sıfatlarıdır. Bunlar, çene ilmi­nin değil batın ilminin ve kalp ilimlerinin hususiyetleridir. Muaz b. Cebel (ra) Allah Teala'yı bilmeyi (=ma'rifetullah) hedefleyen ilmi vasfederken bu manada sözler söylemiştir. Reca b. Hayve b. Ab-durrahman b. Ganem, Muaz b. Cebel'in (ra) şunu söylediğini nak-letmiştir: İlmi öğrenin. Onu Allah Teala için Öğrenmek Allah kor­kusudur. Onu talep etmek, ibadettir. Onun öğretimiyle uğraşmak teşbihtir. Onu aramak cihad, bilmeyen kimseye öğretmek ise sada­kadır. Onu ehline vermek ise, Allah Teala'ya yakınlaşmaktır.
İlim, ıssızlıkta candan bir dost, yalnızlıkta bir yoldaştır. O refah ve sıkıntının rehberi, dostlar arasında bir süs, yabancılar arasında bir yakın ve cennet yolunun aydınlatıcısı dır. Allah Teala, ilim saye­sinde bazı kavimleri yükseltir ve onları hayırda önderler, kendile­rine uyulan hidayet rehberleri ve hayırda yol göstericiler kılar. On­ların izleri sürülüp amelleri gözlenir. Onların fillerin uyulup reyle­rine başvurulur. Melekler bile onların dostluğunu arzulayıp kanat­larıyla onları meshederler. Yaş kuru her şey, hatta denizdeki balık­lar, gökyüzündeki kuşlar ve yeryüzündeki vahşi ve evcil hayvanlar, gökler ve yıldızlar dahi onlar için istiğfarda bulunur. Çünkü ilim, kalplerin körleşmeyerek hayatta kalış sebebidir. Yine o, zulmete karşı gözlerin nuru, zafiyete karşı bedenlerin kuvvet kaynağıdır.
Kul, ilim ile birr ehlinin makamlarına ve pek yüksek derecele­re ulaşır, ilim üzerinde tefekkür etmek, oruç ibadetine müsavidir.
Onunla kıyam etmek için ilmin tedrisatını yapmak, Allah Teala'ya itaatin yoludur. Onunla kulluk edilip onunla tevhidde bulunulur. Onunla vera'da bulunulup yine onunla koparılmaması istenen bağ­lar kaynaştırılabilir. İlim bir imam, amel ise onun cemaatidir. Mut­lu insanlara ilham edilen ilim, isyankar ve bedbaht insanlardan uz akl aş tinimi ş tır.
Bütün bunlar, ahiret ulemasının ve Batın ilminin vasıflandır. Dört halifeden sonra gelen emirlerin en faziletlisi Ömer b. Abdüla-ziz (ra) idi. Zekeriyya b. Yahy et-Ta'i'den şu rivayette bulunuldu: Amcam Zecr b. Husayn bana şunu nakletti: Ömer b. Abdülaziz (ra) Hasan el-Basri'ye (ra) bir mektup yazarak şöyle demişti: Selamdan sonra. Bana Allah Teala'nm emrini ifa etme noktasında yardımla-nna başvurabileceğim bir topluluk göster. Hasan el-Basri (ra) yaz­dığı cevapta şöyle demişti: Din ehline gelince onlarseni asla isteme­yeceklerdir. Dünya ehlini ise, sen asla istemezsin. Sana tavziyem eşrafdır. Çünkü onlar ihanetle şereflerini lekelemek istemeyen şe­refli kimselerdir.
Hasan el-Basri (ra) Basra ulemasının bir kısmı hakkında konu­şur ve onlan zemmederdi. Medineli Ebu Hazim ve Rebi'a da, Mer-van oğullanndan çıkan alimleri zemmederlerdi. Süfyan-ı Sevri (ra), Abdullah b. el-Mübarek, Eyyub ve İbni Avn ise, Küfe ehlinden olan bazı dünya alimleri hakkında konuşur ve onlan tenkid eder­lerdi. Fudayl b. Iyaz, İbrahim b. Edhem ve Yusuf b. Esbat (ra) da Mekke ve Şam ahalisi arasında bulunan bazı dünya alimleri hak­kında konuşmuşlardır. Burada haklarında konuşulan kimselerin isimlerini zikretmeyi hoş görmedik. Çünkü bu tür hallerde sükut etmek, selamete daha yakındır.
Bişr şöyle derdi: 'Bize nakletti ki=Haddesenâ' kelimesi, dünya-kapılarmdan bir kapıdır. Bir adamın 'Haddesena' diye söze başla­dığını işittiğinizde şunu bilin ki o kimse 'Bana yer açın' demek isti­yordur. Onun imamı olan Süfyan es-Sevri (ra) ise, ondan önce şöy­le demiştir: Zahir ilminin ehli olanlar için şu dünyanın talebi ası-1 gaye olup ahiret azığı rağbet görmez. İbni Vehb de şöyle demiştir: Malik'in (ra) yanında ilim talebi bahsini açtığımda şöyle dedi: Ni­yet sahih olduğu zaman, ilim talep etmek de, onu yaymak da güzel­dir. Ama sen sabahtan akşama, akşamdan sabaha dek sana asıl lazım olana bak. Hiçbir şeyi bunun üstüne koyma. Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle derdi: Kişi hadis talep ettiğinde, evlendiğinde veya geçim için yola çıktığında dünyaya meyletmiş olur.
İman ve Tevhid ilmi ile, Yakin ve Marifet ilmine gelince bu ilim­ler, iman ve yakin sahibi ve İslami yaşantısı güzel olan kimselerle beraberdir. Bu ilim, onların Allah Teala huzurundaki makam ve halleri, cennet derecelerindeki nasipleridir. Onlar, bu ilim sayesin­de Allah Teala nezdinde yakın kılınanlardan olurlar. Allah Teala'yı bilmek ve O'na iman etmek, asla ayrılmayan yoldaşlardır.
Allah Teala'yı bilmek (=ma'rifetullah), O'na imanın da mihengi-dir. Kul, bu ilimle amellerdeki ziyade sevabı noksanından ayırt ede­bilir. Çünkü ilim, imanın zahiridir ve onu ortaya çıkarır. İman ise, imanın batınıdır ve onu hareketlendirip ateşlendirir. İman, ilmin yardımcısı ve gören gözüdür. İlim ise, imanın gücü ve onun dilidir. İmanın ziyadesi ve eksilmesi de Allah Teala'yı bilmeye bağlıdır. Onun gücü ve zayıflığı da ona bağlıdır. Lokman Hekim (as) oğluna yaptığı vasiyetinde şöyle der: Ey oğul, ziraat nasıl su ve toprakla sıhhatli oluyorsa, iman da ancak ilim ve amel ile sıhhat bulur.
Marifete göre müşahede, imana göre yakin ne ise, una göre ni­şasta, buğdaya göre kavut da odur. Buğday, bunlann hepsini ihti­va eder. İman da aynı şekilde hepsinin aslıdır. Müşahede ise, ima­nın fer'iyatmm en üstün olanıdır. Benzer şekilde buğdayın fer'iya-tmın en üstünü de nişastadır. Bütün bu makamlar, imanın nurları arasında mevcuttur ve yakin ilmi onu beslemektedir.
Marifet iki makam üzeredir. Bunların ilki işitmeye dayanan marifet (=Ma'rifetü>s-semI), ikincisi ise görmeye dayanan marifet yani (=Ma'rifetü'l-ayân)dır. İslam'a göre işitmeye dayanan marifet şudur: Müslüman olan kimse, hakkı işitir ve onu bu yolla bilir. Bu iman noktasında Tasdik olarak görülür.
Görmeye dayanan marifet ise, müşahede makamında olur. Bu makam, Ayne'l-Yakin makamıdır. Müşahede de iki makam üzere­dir. Bunlann ilki, istidlale dayanan müşahede (=Müşahedetü'l-is-tidlâl), ikincisi ise bizzat delile dayanan müşahede yani (=Müşahe-detü'd-delil)'dir.
İstidlale dayanan müşahede, marifetten önce geldiğinde işitmeye dayalı marifet oluşur. Bu da kişinin kulağında meydana gelir. Bunun lisanı, sözdür. Bunu bulan kimse de vecd sahibidir ve Yakin il­mini bilir. Allah Teala'nm şu buyruğunda da bunun delilim görmek­teyiz: "Sana Sebe'den kesin {yakin) bir haber getirdim". (Neml/22) Bu ilim oluştuğu zaman bu makam, vecdden önceki ilim olup işitme­ye dayalı ilim (=Ilmü's-sem'i) olarak bilinir. Bu ilme ulaşmanın yolu, öğrenme olabilir. Nitekim Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin'i Öğrenin". Yani yakin sahiplerinin meclislerini paylaşın ve onlardan yakin ilmini dinleyin. Çünkü onlar, onun alimleridir.
Delile dayanan müşahede ise, gözle görmeyi ifade eden marifet­ten sonra ulaşılan ilim makamıdır. Bu makam, yakinin kendisi olup lisanı da vecddir. Vecde ulaşan kul, Allah Teala'nm yakınlığı­nı vecdeden kimsedir. Bu vecdden sonra Ayne'l-Yakin olarak ilme-der. Bu mertebeye ulaşan zat, Allah Teala'nm nuru ve yed-i kudre­ti üzere sorumluluğunu üstüne aldığı bir kimsedir. Allah Resulü de (sav) bu nıeyanda şöyle buyurmuştur: "Onun soğukluğunu vecdet-tinı ve ilim sahibi oldum".[10][10] Vecdden sonra tahakkuk eden bu ilim, yakinin Ayne'l-Yakin olarak bilinmesini ihtiva eder. Bu da, kalbi amellerdendir.
işte bu hususiyetleri taşıyanlar, ahiret alimleridir. Onlar mele-kût ehli ve kalp erbabıdırlar. Kitapları sağ taraflarından verilecek olan bu insanlar Allah Teala'ya lakın kılınanlardandır. Zahir ilmi ise dünya ilminden olup insanın diliyle ifa edilen amellerdendir. Bu ilme sahip olan alimler, dünya alimleri olarak nitelenirler. Bunlar arasındaki salih kimseler de, kitapları sağdan verilecek Ashab-ı Ye­min içinde yeralırlar.
Muaz b. Cebel'e (ra) bir adam geldi ve şöyle dedi: Bana şu iki adamın durumlarını anlat: Onlardan biri bütün çabasını ibadette sarfeder ve amel bakımından zengin, günah bakımından yoksul ama yakin bakımından çok yetersizdir. Yaptığı işlerde şüpheden kurtulamaz. Muaz (ra) şöyle demiştir: Onun şüphesi, amellerini bo­şa çıkartacaktır.
Adam sözüne devam ederek şöyle dedi: Peki şu adamın halini de bildir ki o, amel bakımından zayıf ama yakini bakımından çok güçlüdür. Buna rağmen günahları hayli fazladır. Muaz (ra) sükut etti. Bunun üzerine adam şunu söyledi: Allah'a yemin ederim ki bi­rincinin şüphesi onun amellerine boşa çıkartıyorsa, ikincinin yaki­ni de onun günahlarını bertaraf edecektir. Bunun üzerine Muaz (ra) adamın elinden tutarak ayağa kalktı ve çevresindekilere şöyle dedi: Fıkıh bakımından bundan daha iyisini görmedim.
Biz de mana bakımından müsned olarak şu hadisi rivayet et­tik: Allah Resulü'ne (sav) şöyle denildi: Ey Allah Resulü, bir adam var ki yakini sağlam ama günahları çok. Bir adam da var ki ame­li çok, fakat yakini zayıf. Buyurdu ki: Hiçbir Ademoğlu günahsız değildirr. Ama dürtüsü akıl, seciyyesi yakin olan bir insan, günah­larından fazla zarar görmeyecektir. Çünkü o, her günahında tev-be ve istiğfar edip nedamet gösterecek, bu da günahlarına kefaret olacaktır. Neticede tek bir fazileti kalsa da cennete onunla gire­cektir".
Ebu Ümame'den (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Size verilenlerin en azı yakin ve sabır azimeti­dir. Bu ikisinden nasibi verilenler, kaçırdıkları gece namazlarını ve gündüz oruçlarını umursamazlar". Lokman Hekim de oğluna yap­tığı vasiyette şöyle demiştir: Ey oğul, amele ancak yakin ile güç ye-tirilir. Kişi, ancak yakini imanı mikdarmca amelde bulunur. Amel sahibi, yakini eksilmedikçe amelinde kusur etmez. Yakin sahibi ol­duğu zaman, amelinin az olması, yakininde zaaf bulunup çok amel etmesinden daha hayırlıdır. Kişinin yakini zaafa uğradığında, onu alçaltacak günahlar kendisine hakim olmaya başlar.
Yahya b. Muaz şöyle derdi: Tevhidin bir nuru, şirkin ise bir nâ­rı (ateşi) vardır. Tevhid, muvahhidin günahlarını yakma noktasın­da onun nuru, müşriklerin hasenatını yakma noktasında da nârla­rından daha yakıcıdır.
Yakin, üç makamdır:
1.Ayne'l-Yakin; bu tür haber üzerinde ihtilaf olmaz. Bu tür bil­giye sahip olan, herşeyden haberdar olandır. Bu makam, sıddıklar ve şehitlerin makamıdır.
2. Tasdik ve teslimiyet yakini; bu tür bilgi, haber verme yoluyla olur. Bunun ilmine sahip olan da, haber verilmiş ve teslim olmuş görülür. Yakinin bu türü, müminlerin yakinidir. Bunlar, sarihler arasında bulunan birr ehlidirler. İçlerinde daha aşağı makamda bulunanlar da vardır. Allah Teala bunlar hakkında şöyle buyur­muştur: "Bu, onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırmaktan başka bir şey yapmadı". (Ahzab/22) Bunların yakinleri, sebeplerin ortadan kalkması ve itiyadın eksilmesiyle zaafa uğrayabilir. Bun­ların varlığı ve adetin aynen cari olması halinde ise güçlenir. Ara­cılara bağlı olmaları sebebiyle gözlerindeki perde kaldırılmaz. An­cak mükaşefe yoluyla muttali kılınabilirler. İmanlarmdaki ziyade ve ünsiyetlerindeki artışı halka bağlarlar. Onların iman bakımın­dan eksilme ve yalnızlık hissine kapıl mal arın daki artış ise, bu se­bepleri kaybetmeleri sebebiyledir. Bu kimselerin iman derecelerin­de farklılaşma görülebilir ve baktıkları şeylerin değişmesine bağlı olarak değişik renklere bürünebilirler.
3. Yakinin üçüncü makamı, Zanni Yakm'dir. Yakinin bu türü, il­min, hadislerin ve ulema sözlerinin gösterdikleri delillere bağlı ola­rak güçlenir. Bunlar da Allah Teala'dan ziyade sevaba ve nasibe mazhar olabilirler. Sözkonusu delillerin yokluğu ve konuşanların susması halinde ise yakinlerinde zaafıyet başgösterir. Bu da, istid­lal yani delile dayalı yakindir. Yakinin bu türüne sevkeden ilimler, akli ilimlerdir. Bu yakine sahip olanlar, müslümanlarm umumu arasında; kelamcılar, rey, akıl, kıyas ve nazar ilimleriyle meşgul olanlar içinde bulunur.
Allah Teala karşısında yakini imana sahip olan her mümin, Tevhid ve Marifet ilimlerinden de bir nasibe sahiptir. Ama onun il­im ve marifeti yakini mikdarıncadır. Yakini ise, imanının saflık ve kuvvetine göredir. İmanı ise, muamele ve riayetine bağlıdır.
İlimlerin en üstünü, Ayne'l-Yakin Müşahede ilmidir. Bu ilim yakınlık makamlarına, meclislerindeki muhadeselerine, ünsleri-nin sığınağına ve tefekkürlerinin letafetine göre Mukarrebun zümresine mahsus olan bir ilimdir. İlimlerin en altta olanı ise şartsız teslimiyetle inkarsız ve şüphesiz bir halde kabul ilmidir. Bu ilim de, müminlerin umumu için geçerlidir. Bu da iman ilmin­den ve tasdikin ziyadesinden sayılır ki, Ashab-ı Yemin için geçer­lidir. Bu ikisi arasında da pek latif makamlar varolup Mukarre­bun zümresinin en üstteki makamından, orta makamlara, Ashab-ı Yemin'in en alt makamından illiyyunun ortalarının en üstlerine doğru sıralanırlar.[11][11]


Allah Resulü'nün (sav) bir hadisinde şöyle bir taksim rivayet edil­miştir: "İlim, üç çeşittir: Konuşan bir Kitab; yaşayan bir Sünnet ve 'Bilmiyorum=La edrî' demek". Şa'bi'den de şu söz nakledilmiştir: 'Bilmiyorum' demek, ilmin yarısıdır. Onun bu sözle kasdettiği, böy­le söylemenin vera'a daha uygun oluşudur.
Süfyan-ı Sevri (ra) ise şöyle derdi: İlim sadece, güvenilir (=sika) birinden alman ruhsattır. Titizlenmeye gelince, onlardan her biri bunu hasen görürdü. Onun muradı ise, vera' ve titizliğin, alim ol­masalar dahi bütün müminler tarafından takip edilmesi gereken bir yol olduğudur. Çünkü vera', hemen atılmaktan sakınmak ve şüphelere hücum etmeyerek kapalı meselelerde sükun veya sükut ile duraklamaktır. Yakin, meselelere basirete dayanarak, tedbirli bir şekilde yaklaşmaktır. Bir mesele hakkında ilme dayanarak kafi bir görüşe varmak, ilimlerine itimad edilen alimlerin en bariz sıfatlarından biridir. Onlar dışında hiç kimse bunu hasen görmez. Bu meyanda Ali (kv), Cemel vakasının olduğu gün oğlu Muham-med b. Hanefîyye'yi (ra) öne çıkardı ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki bu, kör ve karanlık fitnedir. Sonra mızrağıyla onu dürte­rek 'Ey anası olmayasıca önüme gel' diyerek şunu ilave etti: Baba­nın komutanı ve sevkedicisi olduğu bir fitne olabilir mi? Kişi, 'Bil­miyorum' dediği zaman, ilmiyle amel etmiş ve haliyle kaim olmuş olur. Böyle biri için bilen ve haliyle kaim olarak ilmiyle amel eden ve onu izhar eden kişinin yaptığı amelin sevabı kadar sevap vardır. İşte bu sebepie 'Bilmiyorum' sözü, ilmin yarısı olmuştur. Aynı şekil­de vera' için Allah Teala yolunda sükut eden kimsenin güzelliği de, O'nun yolunda insanlara faydalı olmak için ilme dayanarak konu­şanın güzelliği gibidir.
Ali b. Hasan ve Muhammed b. Aclan şöyle demişlerdir: Alim 'Bilmiyorum' sözünü söylemekte yanlışa düştüğü zaman, sözleri musibete duçar olur. Aynı ifade, bu iki zattan sonra İmam Malik ve İmam Şafii tarafından da dile getirilmiştir. İnsanların farklılaşma­sı bakımından ilim ve cehalet, akıllılık ve deliliğe benzer. Deliler, tabaka tabakadır. Aynı şekilde akıllılar da tabaka tabakadır. Cahiller de alimler gibi tabaka tabakadır. Cahillerin havassı, alimlerin avammına benzerler. Bu sebeple de bunları tanımak, halkın avamı bakımından zor olur. Hatta bunları ulemadan sayabilirler. Halbu­ki onların hali, hakiki alimler nezdinde apaçık ortadadır. Ariflerin durumu da böyledir. Ulemanın avam tabakası bunları tanımakta zorlanırken yakin sahipleri onları hemen tanırlar.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İlim, iki türlüdür: Emirlerin ilmi; takva ehlinin ilmi. Emirlerin ilmi, muhakeme ve hüküm ilmi­dir. Takva sahibi müttakilerin ilmi ise, Yakin ve Marifet ilmidir. Al­lah Teala, müminlerin ilimlerini vasfedip iman ilmini zikrederken şöyle buyurmuştur: "Ki Allah, sizden iman edenleri yüceltsin ve kendilerine ilim verilenlere ise derecler ihsan etsin". (Mücadele/11)
Görüldüğü, üzere Allah Teala iman edenleri 'alimler5 olarak vas-fetmiştir. Bu da ilim ve imanın ayrılmaz bir bütün olduklarını ga­yet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayette geçen 'Vav' harfi dil alimlerine göre, atıf değil övgü ifade etmektedir. Araplar vasıfları överken 'Vav' harfini kullanarak mübalağa ifade ederlerdi. Mesela 'Fülanun el-akılü ve'1-alimu ve'l-edibu=Falanca akıllı, alim ve edeb sahibidir' ifadesindeki 'Vav' harfleri, o sıfatlardaki mübalağayı ifa­de eder.
Bunun bir diğer misali de, Allah Teala'nm şu buyruğudur: "Fa­kat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlarla mümin olanlar, senden önce indirilenlerle beraber sana indirilene de iman ediyorlar. Na­mazı ikame edenler, zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe ina­nanlar; işte onlara büyük bir mükafaat vereceğiz". (Nisa/162) Ayet­te namaz kılanlar ile başlayan kısım tamamen sıfatlardan ibaret­tir. Müminler, ilimde derinleşmiş insanlar olup, namazlarını ikame eder ve zekatlarını verirlerdi. Bir başka açıdan bakıldığında bütün hepsi 'İlimde derinleşmiş olanlardın sıfatlarıdır. İşte bu sebepledir ki 'İkame edenler5 kelimesi mansub kılınmıştır. Çünkü o, övgü ifa­de etmektedir.
Araplar, Övgü için kullandıkları kelimeleri nasbeder ve ref eder­ler, yani sonlarını fethalı ve ötreli okurlardı. Allah Teala'nm "İlim­de derinleşmiş olanlar 'İman ettik' derler" (Al-i İmran/7) buyruğu da bu manadadır. Burada da, müminler ilini ile vasfedildikleri gibi ilim sahipleri 'İman' ile vasfedilmişlerdir. Allah Teala başka birayet-i kerimesinde de şöyle buyurmaktadır: "İlim ve iman verilen­ler". (Rum/56)
Bu babdan olmak üzere Enes'in (ra) şu hadisini de zikredebili­riz: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Ümmetim beş tabakadır. Her tabaka, kırk yıldır. Benim ve ashabımın tabakası, ilim ve iman eh­lidir. Seksen yıla kadar onları takip edenler birr ve takva ehlidir­ler. Yüzyirmi yıla kadar onları takip edenler ise, akrabalık ve er-ham bağlarını kaynaşık tutanlardır,."[12][12]
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) ilim ile imam birleştirmiş ve bunları bütün tabakaların üstünde zikretmiştir. Allah Teala da imanı ilmin bizzat kendisi olan Kur'an ile birleştirmiştir. Yine O, Kurân'ı iman ile birleştirerek şöyle buyurmuştur: "İşte Allah onla­rın kalperine iman yazmış ve tarafından bir ruh ile desteklemiştir". (Mücadele/22) Bu ayetin tefsiri yapılırken 'Ruh' kelimesi ile Kur'an'm murad edildiği söylenmiştir. Ayetteki 'Ha=O'ndan' zami­rinin, Allah Teala'ya raci olduğu istikametindeki görüş, müfesshie-rin ekseriyeti tarafından paylaşılmaktadır. Yine O, şöyle buyur­maktadır: "Sen ne kitap nedir biliyordun, ne de iman. Ama Biz onu bir nur kıldık". (Şura/52) Allah Teala'nm Kelamı'na göre iman ehli, aynı zamanda Kur'an ehlidir. Kur'an ehli ise, Allah Teala'nm ehli ve O'nun has kullarıdır.
Mehdi, ulemadan bir zat olan Süfyan b. Hüseyn'in yanma girdi­ğinde ona şöyle dedi: Sen ulemadan mısın? O sükut etti. Bunun üzerine sorusunu tekrarladı. O yine sükut etti. Bunun üzerine çev­redekiler 'Müminlerin emirine cevap vermeyecek misin?' dediler. O da şu cevabı verdi: Bana öyle bir soru soruyor ki cevabı yoktur. Eğer 'alim değilim' desem, Allah Teala'nm Kitabı'nı okuduğum için yalan söylemiş olurum. Eğer 'Alimim' desem, o zaman da cahil biri olurum.
Ebu Cafer er-Razi, Rebi vasıtasıyla Enes'ten (ra) Allah Tea-la'ntn "Allah'dan ancak alim kulları layıkıyla korkar" (Fatır/28) ayetinin tefsiriyle ilgili olarak şunu rivayet etmiştir: Yani Allah Te-ala'dan korkmayan biri alim olamaz. Davud'un da (as) bunu söyle­diğini görmüyor musun? Allahım, ilmi Senin korkun, hikmet ve imanı da Zatının sayesinde mevcut kıldın. Sen'den korkmayan, ilim sahibi olamayacağı gibi, Sana iman etmeyen de hüküm ve hik­met sahibi olamaz. Abdullah b. Revvaha ise, ilmi iman olarak isim­lendirmiştir. O, arkadaşlarına şöyle derdi: Haydi oturun da bir sa­at iman edelim. Sonra oturup iman ilmini müzakere ederlerdi.
Allah Teala, müminler için kulak, göz ve kalpler yaratmıştır. İş­te bunlar, ilmi elde etme vasıtaları ve ilim yollarıdır. İlme bunlar vasıtasıyla ulaşılır. Bunlar, ilmin asılları ve Allah Teala'nm yarat­tıklarına lütfettiği nimetlerdir. O, kullarından bu nimetleri için şükranda bulunmalarını da talep etmiştir. Nitekim O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah sizi analarınızın karınlarından o halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz. Öyle iken şükredesiniz diye si­ze kulak, gözler ve gönüller verdi". (Nahl/78)
Görüldüğü gibi Allah Teala, önce nefyettiği ilmi, kulaklar, göz­ler ve gönüller sayesinde isbat etmektedir. Yine O, mümin olma­yanları anlatırken onların ilim ile müstağni olamayacaklarım bil­direrek şöyle buyurmuştur: "Hem kendileri için kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülle­ri kendilerine bir fayda verdi. Zira onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı". (Ahkaf/26) Görüldüğü üzere iman etmeyenlere ne duydukları, ne gördükleri, ne de düşündükleri fayda etmeyecektir. Ancak iman eden insanlar, kulakları, gözleri ve gönülleriyle ulaş­tıkları ilim ile diğerlerine muhtaç olmaktan kurtulacaklardır. Bu vasıtalar, sadece onlar için ilim vasıtaları olacaktır.
Bu manada Allah Teala'nm şu buyruğu da zikredilebilir: "Hak­kında ilmin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gö­nül, bütün bunlar ondan mesul olacaktır". (İsra/36) Eğer ilim, ku­lak, göz ve gönül ile vaki olan bir fazilet olmasaydı, bilinmeyen bir şeyin ardına düşmekten menedilmezlerdi. Bu vasıtaların bilmediği şeylerin ardına düşmekten menedilmelerine bağlı olan hakikat da, ilmin bunlar vasıtasıyla isbat edilmesidir. Kulak, göz ve gönül sa­hibi her mümin, Allah Teala'nm lütuf ve rahmetini bilen kimsedir.
Allah Teala, bu ümmeti diğer ümmetlerinden farklı üç husus ile üstün kılmıştır. O, bu üç hususu İslam Ümmeti'ne mahsus kıl­mıştır.
Bunların ilki, ümmetin nesilleri arasındaki sened zincirinin sağ­lam olarak baki kılınmış olmasıdır. Buna göre ümmetin her nesli, ilmi selefden halefe taşıyarak Allah Resulü'ne (sav) dayandıracak bir sened zincirine sahip olmuştur. İlim bu şekilde günümüzdeki alim­lere kadar sağlam olarak gelmiştir. Alimler ilmi sahifelere yazarak çoğaltmışlardır. Bu sahifelerden birinde ihtilafa düşüldüğü vakit, o sahife diğerleriyle mukayese edilerek tashih edilmiştir.
İkincisi ise, gaybdan vahiy yoluyla indirilen Kitab'm muhafaza edilmesidir. Diğer ümmetler, Allah Teala'nm indirdiği Kitab'ı baka­rak okumuşlardı. Bu sebebledir ki Kur'an-ı Kerim dışında hiçbir Ki­tab'm tamamı muhafaza edilememiştir. Buhtennasr Beyt-i Makdis'i yaktığı zaman Tevrat'ın da tamamını yaktırmıştı. Yehud'un torun­larından biri de, Allah Teala'nm kendisini tahsis etmesi ve eşsiz kıl­ması sebebiyle bu halin tamamen üstünde kaldığım, çünkü Allah'ın oğlu olup Tevrat'ın tamamını hıfzetmiş olduğunu söylemiştir.
Üçüncüsü de şudur: İslam Ümmeti'nden her mümin, iman il­minden sorumludur. Bundan ötürü sözü dinlenip görüşü alınır. O, yaşının küçüklüğüne rağmen ilim sahibi olabilir. Halbuki önceki ümmetlerde insanlar ilmi, rahipler, papazlar, hahamlar ve keşiş­lerden dinlerlerdi. Diğer insanlar ilme ancak bu şekilde sahip ola­bilirlerdi.
İslam Ümmeti'nin sadece Musa'nın (as) ümmetine (=yahudiler) karşı olan dördüncü bir üstünlüğü daha vardır ki o da şudur: İslam Ümmeti, iman kalplerinde sebat bulan ye kalplerin günahlara çev-rilmesiyle şek ve şirke bulaşmayan insanlardan teşekkül etmekte­dir. Halbuki Musa'nın (as) ümmeti, kalpleri şek ve şirk içinde sü­ratle çevrilen, uzuvları da hemen günahlara meyledebilen insan­lardan oluş marktaydı. İşte bu sebepledir ki denizin yarılması, onun arasından yürüyüp gitmeleri ve peşlerinden gelen Firavun'un ka­panan denizde boğularak helak edilmesi gibi büyük mucizelere biz­zat şahit olmalarına rağmen Musa'ya (as) şunu söyleyebilmişler­dir: "Ey Musa, bize de onların ilahları gibi bir ilah yap". (A'raf/138) Önceki ümmetlerle ilgili olarak şöyle bir haber nakledilmiştir: Semavi kitaplardan birinde Allah Teala'nm şu buyruğu rivayet edilmektedir: Ey İsrailoğulları, 'ilim göklerdedir onu kim indire­cek? ilim arzın derinlerindedir, onu kim çıkartacak?; ilim denizle­rin altındadır, kim ona ulaşıp getirecek?' demeyin. İlim sizin kalp­leriniz dedir. Huzurumda ruhanilerin adabına uyarak edebli olun ve Bana karşı sıddıklarm ahlakıyla ahlaklamn. Sizi örtüp ğarke-dinceye kadar ilmi kalplerinizde açık edin. İncil'de ise şöyle yazıl­dığı rivayet edilmiştir: Bildiklerinizle amel edinceye kadar bilme­diklerinizi öğrenmeye çalışmayın.
Selef-i Salih'den bize ulaşan haberlerde ise şu ifadeler zikredil­mektedir: Bildiği ile amel eden, Allah Teala tarafından bilmedikle­rinin ilmine varis kılınır. Başka bir haberde ise şöyle denilmekte­dir: Bildiklerinin onda biriyle amel eden, Allah Teala tarafından bilmediklerinin ilmine varis kılınır.
Huzeyfe b. el-Yeman'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Sizler öy­le bir zamanda yaşıyorsunuz ki bildiğinin onda birini terkeden da­hi helak olacaktır. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, bildiğinin onda biriyle amel eden bile kurtuluşa erecektir. İşte o, amel edenlerin azınlık, Allah'ı emirlerini hiçe sayanların çoğurnluk olduğu zamandır.
Kur'an-ı Kerim'de de bu manada kısa ve özlü buyruklar mevcut­tur: "Allah'dan korkun ki Allah size bildirsin". (Bakara/282); "Al-lah'dan korkun ve bilin ki..." (Bakara/194); "Allah'dan korkun ve dinleyin-ki.." (Maide/108)
Bil ki, bir ilim ile amel eden veya onu dile getiren kimse, Allah Teala katında hakikata isabet etmiş olur ve iki ecir kazanır. Bu ecirlerden biri muvaffakiyet ecri, ikincisi ise amel ecridir. Bu da ariflerin makamıdır. Cehaletle konuşan veya onunla amel eden kimse ise hakikati bulmada hata etmiş ve iki günah kazanmış olur. Bu da cahillerin makamıdır. Kendi ilmiyle konuşan veya amelde bulunan, ancak hakikati bulmada hata eden kimsenin de sahip ol­duğu ilimden dolayı bir ecri olur. Bu da zahir ulemasının makamı­dır. Cehaletle konuşan veya amelde bulunan, ancak hakikata isa­bet eden kimseye de ilim talebini reddetttiği için bir günah yazılır. Bu da, cahil abidlerin makamıdır.
Alim, hâkim gibidir. Allah Resulü (sav) hâkimleri üç gruba tak­sim etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kadılar üç zümredir: İlim sahibi olarak hak ile hükmeden kadı ki, cennettedir. İlim sahibi olduğu halde zulüm ile hükmeden kadı ile bilmediği halde zulümle hükme­den kadıya gelince bu ikisi de cehennemdedir".[13][13]
Allah Teala'mn buyrukları arasında en güzel bulduğum şu ayet-i kerimedir: "Ey Ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek örtü, bir de süs elbisesi indirdik". (A'raf/26) Ayetteki örtünün ilim, süsün ise yakın olduğu söylenmiştir. Vehb b. MünebbüYten de şu manada bir hadis rivayet edilmiştir: "İman çıplaktır, onun elbisesi takva, süsü haya, meyvesi de ilimdir". Bu hadis, Hamza el-Horasani tarafından Süfyan-ı Sevri'ye isnad edilmiştir. Abdullah ise, onu Allah Resu-lü'nden (sav) merfu olarak rivayet etmiştir. Bize de müsned olarak rivayet edilmiştir.
Müs'ir, Sa'd b. İbrahim'den şunu nakletmiştir: Bir kişi ona Me­dine'de en fakih olan alimin kim olduğunu sormuştu. O da şu ceva­bı vermişti: Aralarında Allah Teala'dan en fazla korkandır. Ulema­dan bir zat da şöyle demiştir: Biri çıkıp bana 'İnsanların hangisi daha bilgilidir?' diye sorarsa 'Vera1 bakımından en ileri olan' derim. Eğer biri de çıkıp bu şehrin en hayırlısını sorarsa ona da şöyle de­rim: 'Siz, şehir halkının en fazla öğütte bulunanını tanıyor musu­nuz?' 'Evet' dedikleri zaman, 'En hayırlıları işte odur1 derim. Başka bir alim de şöyle demiştir: Eğer bana, 'İnsanların en ahmağı kim­dir?' diye sorulursa, hemen kadının elini tutar ve İşte budur1 derim.
Allah Teala buyurmuştur ki: "Allah'dan korkun ve dinleyin". (Maide/108); "Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyin". (Ahzab/70) Görüldüğü üzere Allah Teala, doğru sözün, sağlam ilmin ve sağlık­lı bir dinlemenin anahtarı olarak takvayı göstermektedir. Bu, Allah Teala'nın bizden önceki ümmetlere ve bize yaptığı bir vasiyetidir. Çünkü O, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki sizden önce kitab ve­rilenlere ve size Allah'tan korkmanızı vasiyet ettik". (Nisa/131) Bu ayet, Kur'an-ı^Kerim'in kutbudur. Kur'an, bir değirmenin çark üze­rinde dönmesi misali bir bütün olarak bu ayet üzerinde döner.
İsa peygamberin (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ahirete gi­den yolda dünyaya yönelen biri nasıl ilim ehlinden olabilir? Amel etmek için değil de sadece başkalarına anlatmak için ilim talep eden biri nasıl ilim ehlinden olabilir? Dahhak b. Müzahim şöyle de­mişti: Seleften idrak ettiği zatlar, birbirlerinden sadece vera'ı öğre­niyorlardı. Bugünün insanları ise Kelam öğreniyorlar.
Bu manada rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Hidayet üzere olan bir kavim, ancak cedel yani tartışma ilmine müptela kılındıkları için yoldan çıkmıştır. Allah Rsulü (sav) bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: 'Dunu sana sadece bir tartışma konusu (cedel) olarak misal veriyor­lar. Doğrusu onlar tartışmada çok hırslı adamlar7 (Zuhruf/58)". [14][14] "Kalplerinde eğrilik bulunanlara gelince.." (Al-i İmran/7) ayetinin tefsirinde de Allah Resulü'nün (sav) 'Bunlar cedel ehlidir' buyurdu­ğu rivayet edilmiştir. Allah Teala, bu tür kimselerden sakınmamızı emretmiştir.
Selef-i Salih'ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: Ahir za­manda öyle alimler çıkacaktır ki, onlara amel kapısı kapanıp Cedel kapısı açılacaktır. Bir haberde de şu ifade rivayet edilmiştir: Siz öy­le bir zamanda yaşıyorsunuz ki daima amele ilham ediliyorsunuz. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara sadece cedel ilham edilecektir. Ibni Mesud'dan (ra) da şu söz rivayet edilmiştir: Bugün öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki en hayırlınız, amellere koşanı-nızdır. Sizden sonra öyle bir zaman gelecek ki en hayırlınız, hayrı tanımaya çalışanınız olacaktır.
Çünkü ilk devirde, hak ve yakin gayet açık idi. Sonrasında ya­ni bizim yaşadığımız devirlerde şüpheler ve bidatların artması ne­ticesinde yollar kararacak ve insanlar ne yapacaklarını bilemez ha­le düşeceklerdir. Böyle bir zamanda Selefin yollarını bilen kimsele­re düşen vazife, bidatların tamamından uzak durmaktır. Ulema­dan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teala bir kulu için hayır nıurad ettiği zaman ona amel kapısını açarak cedel kapı­sını yüzüne kapatır. Bir kul için kötülük istediğinde ise, amel kapı­sını yüzüne kapatarak cedel kapısını ardına kadar açar. Meşhur bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tea-la'nm yarattıkları arasında en çok buğzettiği kimse, en azılı tartış­macıdır".
Başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: Haya ve acizlik, imanın iki şub'esidir. Edebsizlik ve beyan ise nifakın iki şubesidir. Bu haberin tefsiri mhiyetinde şöyle denilmiştir: Acizlik, dilin aciz­liği olup kalp acizliği değildir. Konuyla ilgili başka bir hadis de, Ha­kem b. Uyeyne tarafından Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bir kavme mantık ilmi verilirse, amelden menedilirler". Bir diğer hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, ineğin otu diliyle kurcala­ması gibi sözü diliyle kurcalayan belagat sahibine buğzeder".[15][15]
Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İlim, ancak yukarıdan gelen­dir. Yani öğretme olmaksızın ilham yoluyla gelendir. Yine o, şöyle demiştir: Kelam ehlinin uleması, zındıklardır. Ondan önce yaşamış olan Ebu Yusuf ise şöyle demiştir: Kelam konusunda ilim talep et­mek, zındıkl aşmaktır.
Batın  ilminin  Zahir  ilmine üstünlüğü  hakkında  başka  bir  açıklama:
Alimlerin üstün tuttukları, zikrini yücelttikleri, önemini teyid et­tikleri, 'İlim' olarak niteleyip övdükleri, hakkında müteaddit hadis ve sözlerin rivayet edildiği, mendup görülen ve sahipleri hadisler tarafından fazilet erbabı olarak müjdelenen ilim; İlmullah'dır. Bu ilim, Allah Teala'nm yolunu gösteren, insanı O'na döndüren, iman ve yakin ilminde tevhide şahit olan ilimdir.
Marifet ve muamele ilmi, ahkam ve fetva ilimlerinden farklıdır. Bu ilme sahip olanlar, ilmiyle amel eden, ameli ilimle beraber zik­reden ve bunların tamamını da Allah korkusu ve huşu' olarak vas-fedenlerdir. O, dil değil kalp ilmidir. Zaten ilmin yolu da budur. On­lar, yakinin makamları ve müttakilerin vasıflan olan kalbi ameller gibi imani amellerden kaynaklanan muameleleri de kaçırmazlar. İmanlarında ziyade sağlayan ve uzuvlarla ifa edilen salih amelleri de asla ihmal etmezler.
Bu amel ve muamelelerin erbapları, fakr ve zühd ehlinden olup tevekkül ve~korku hallerine sahip olan, şevk ve muhabbet sahiple­ridir. Onlar, insanın ahkam ve fetva ilimlerini bildiği için ilmiyle amel ederek bu ilimlerin hükümlerine bağlı kalmalarını ve bu su­retle mesela muhakeme ilmine talip olup insanlar arasında hüküm veren bir kadı olmalarını veya zekat ve alışveriş hükümlerini bildi­ği için ticarete atılmasını, ya da nikah ve talak hükümlerini bildik­leri için evlenmelerini pek önemsemezler.
İnsanın bu gibi ilimlerle âmil olması alimler nezdinde mühim değildir. Bu, onlardan birinin söylediği bir sözden de ibaret değildir. Bilakis onlardan bunun kerahatine ve z emme dilişine dair ha­berler rivayet edilmiştir. Bu gibi ilimlerin ehli olanlar, dünyaya rağbet etmek ve dünya malını toplamada hırslanmak gibi kötü sı­fatlarla vasfedilmişler dir. Onlar emir sahipleriyle içice yaşadıkları için muamelelerini de onlara tahsis ederler. Onlar; ilme itina gös­tererek huşu' ve zühd sıfatlarıyla vasfedilenler arasına sokulma­mışlardır.
Bunun bir diğer misali de Selef ulemasının ekseriyetinin ilmi amelden üstün tutmalarıdır. Onların bu meyandaki sözlerine bak­tığımızda şunları görürüz: 'İlimden bir zerre, keza mikdar amelden daha faziletlidir'. 'Alimin kıldığı iki rekat, abidin kıldığı bin rekat­tan daha faziletlidir'. Bu babda Ebu Said el-Hudri de (ra) Allah Re-sulü'nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "Alimin abide üstünlüğü, be­nim ümmetime üstünlüğüm gibidir". Meşhur bir hadiste ise "Ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir [16][16] buyrulmaktadır. İbni Ab-bas ve Sa'd'ın fra) şu hadisleri de müsned olarak rivayet edilmiştir: "Bir alim, şeytan için bin abidden daha çetindir". Başka bir hadis­te de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir alimin ölümü, bin abidin ölümünden daha üzüntü vericidir".
Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) ve Selef-i Salih, bu sözleriy­le ilmin amelden daha faziletli olduğunu teyid etmişlerdir. Çünkü îlmullah, yani Allah Teala'mn ilmi, aynı zamanda imanın sıfatla­rından ve yakinin esaslarından biridir. Semadan indirilenler ara­sında hiçbir şey onun kadar aziz ve kıymetli değildir. Hiçbir şey de ona denk tutulamaz. Hiçbir amel, onsuz sahih olmadığı gibi, onsuz kabul da edilmez. Çünkü o, bütün amellerin mihengidir. Ameller, onun terazisiyle tartılarak kabul görür. Bu teraziye göre de onlar­dan bir kısmı diğerlerinden üstün tutulup ağırlık bakımından çok daha ağır basar. Amel sahipleri de ilimlerinin derecelerine göre İl-liyyun derecelerinde yerlerini alır ve birbirlerinin üstlerine yerle­şirler.
Allah Teala da ilmin ehemmiyetim teyid ederek şöyle buyur­muştur: "Andolsun onlara bir Kitab getirdik ve onu ilme dayanarak açıkladık". (A'raf/52); "Ta ki onlara ilim ile anlatalım". (A'raf/7)- "O gün tartı haktır. Kimlerin tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulu­şa erecektir". (A'raf/8) Bunun rububiyete râci olması daha yakın ve daha uygun bir neticedir. Amel, amel sahibinin vasfı ve kulluğunun icabıdır.
Selef-i Salih, yukarıda zikrettiğimiz sözlerinde fetva, hüküm ve muhakemeyle ilgili ilimleri kasdetmiş değilllerdir. Çünkü bunlar, insanların yaşadıkları hususlar olup bizzat kendileriyle ilgili bilgi­lerdir. Bunların, Allah Teala'ya kalplerle yapılan muamelelerden daha faziletli olması mümkün değildir. Çünkü bunlar, Mukarrebun zümresinin makamı olun yakin ile teması ifade eden rıza, muhab­bet ve tevekkül makamlarını temsil eder. Hiçbir alim de bunun ak­sini söylememiştir.
Abdurrahman b. Ganem, Muaz b. Cebel'in (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) şunu rivayet ettiğini nakleder: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: İnsanlar arasında nübüvvet derecesine en yakın olan­lar, ilim ve cihad ehlidirler. İlim ehli, insanları peygamberlerin ge­tirdikleri hakkı gösterirler. Cihad ehli ise, peygamberlerin getir­dikleri uğruna kılıçlarıyla cihad eden kimselerdir". İlmin, nasıl da cihad gibi Allah Teala'ya sevkedici kılındığını görmüyor musunuz?
Bu manadaki başka bir hadisinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İlk şefaat edecek peygam­berlerdir. Sonra şehitler gelir". Başka bir hadiste ise şöyle buyrul-maktadır: "Peygamberlerin alimler üzerinde bir derece üstünlükle­ri vardır. Alimlerin ise şehitler üzerinde iki derece üstünlükleri vardır"[17][17]
İbni Abbas (ra) Allah Teala'mn "Allah, sizden iman edenleri yü­celtsin ve kendilerine ilim verilenlere ise dereceler ihsan etsin" (Mücadele/11) buyruğunun tefsirini yaparken şöyle demiştir: Alim­lerin iman edenler üzerindeki üstünlükleri yediyüz derecedir. Bu derecelerden her ikisi arasındaki,mesafe beşyüz senedir. Ömer (ra) vefat ettiği zaman İbni Mesjm (ra) şöyle demişti: Zannederim onunla beraber ilmin onda dokuzu da gitmiştir. Bunun üzerine çev­resindekiler şöyle dediler: Sahabe'nin büyük bir ekseriyeti aramız­da bulunurken nasıL-böyle "elersin? Dedi ki: İlim ile kasdettiğim, si­zin murad ettiğiniz ilim değildir. Benim kasdettiğim İlmullah'dır.
Ibni Mesud'un (ra) bu sözüyle, malumat ile oluşan ilmin hakiki ilim olmadığı ortaya çıkmaktadır. O, yine bu sözüyle Allah ilmini malumat ilminden on kat üstün görmüştür. Zahir ilmi, amellere çok fazla bir katkıda bulunmaz. Çünkü zahir ilmi de zahiri amel­lerdendir. Zira o, dilin sıfatlarından biri olup ümmetin avammı için geçerlidir. Zahiri amellerin en yüksek makamı ihlastır. Eğer bu makamın altındakiler yitirilirse, bu da diğer şehvani bilgiler gibi dünyalık için olur. İhlas, ilm-i batında Allah Teala'yı bilme halinin ilk basamağıdır. Bu istikametteki makamların ise sonu yoktur. Bu makamlar, ariflerin makamlarının ve sıddıkların derecelerinin en üstlerine kadar uzanır. [18][18]


Şer alimleri ilimlerini kullanarak dünya nimetlerini elde etmeye çalışırlar. Alimler ilmi, Allah Teala'yı bilme (=İlmullah) ile Allah Teala'nm emrini bilme olarak ikiye taksim etmişlerdir. Onlar bu taksime dayanarak alimleri de ahiret ve dünya alimleri olarak iki zümreye ayırmışlardır.
Süfyan-ı Sevri de (ra) ulemayı üçe ayırmıştır: Allah Teala'yı ve O'nun emirlerini bilen alim ki bu, kâmil alimdir, ikincisi Allah Te­ala'yı bilen alimdir ki bu, korku ve takva ehlinden olan alimdir. Üçüncüsü ise Allah Teala'yı bilmeyip sadece O'nun emirlerini bilen alimdir ki bu da, fâcir alimdir. Denildi ki: Allah Teala için alim olan kimse, ilmiyle amel eden alimdir. Allah Teala'nm günlerini bilen alim ise, korku ve rica ehlinden bir alimdir.
Süfyan-ı Sevri'ye (ra) ilmin ne olduğu sorulmuştu. O da şu ce­vabı verdi: Vera'dır. 'Hangi şeyler vera'dır?' diye soruldu. O da şöy­le dedi: 'Vera'ın bilinmesini sağlayan ilim talebidir1. Vera', ulema­dan bir topluluğa göre, uzun uzun sükut edilmesi ve az konuşulma-sıdır. Halbuki bu, bizce doğru değildir. Çünkü konuşan alim, susan­dan daha üstündür.
Lokman Hekim'in (as) vasiyetinde şunu görmekteyiz: ilmin üç alameti vardır: Allah'ı bilmek, Allah Teala'nm sevdiklerini bilmek ve O'nun çirkin gördüklerini bilmek. Lokman (as), bu üç hususu il­min hakiki çehresi ve mevcudiyet delili saymıştır.
Ahiret uleması ile dünya uleması arasındaki farkı şöyle anlaya­bilirsiniz: İlim sahibi bir alim, onu tanımayan biri tarafından gö­rüldüğü zaman, onun üzerinde ilmine delalet edecek bir alamet gö­rerek onun alim olduğunu anlayamazsa bu zat Allah Teala'yı bilen alimlerdendir. Böyle alimler, ancak simalarındaki huşu, sükunet, tevazu ve zilletten tanınırlar. Bu; Allah Teala'nm velilerine vurdu­ğu boya, onlara giydirdiği elbisedir. "Allah'ın boyasından daha gü­zel kimin boyası vardır?". (Bakara/138) Onların bu meyandaki mi­sali, zanaatkarlar gibidir. Bir zanaatkar, yolda yürüdüğü vakit za-naatıyla tanınır. Çünkü zanaatın eserleri onun üzerinde bariz ola­rak görülür. Zanaatı, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde üzerin­de taşıdığı bir sıfat ve elbise halini almıştır. O zanaat zanaatkarın siması olmuştur.
Allah Teala'nm bir kula giydirdiği elbiseler arasında sükunet içindeki huşudan daha güzel bir giysi olabilir mi? Bu, peygamber­lerin giysisi, sıddıkların ve alimlerin simasıdır.
Kalp ehli, Allah Teala'nm sevdiği şeylerin en küçük olanlarını, O'nun çirkin gördüğü şeylerin en gizlilerini herkesten daha iyi bilir. Bunlar, Allah Teala'yı hakkıyla bilen ve O'nu fıkheden kimselerdfr. Sehl (ra) şöyle derdi: Alimler üçe ayrılır: Allah Teala'yı bilen; Al­lah Teala için bilen ve Allah Teala'nm hükmünü bilenler. O, Allah Teala'yı bilen ile, yakin sahibi arif kimseyi; Allah Teala için bilen ile, ihlas ilmini, halleri ve muameleleri bilen kimseyi; Allah Tea­la'nm hükmünü bilen ile de; helal ve haram ilminin tafsilatını bi­len kimseyi murad etmekteydi. Bu tefsirimiz, Sehl'in (ra) sözünün manalarını ve görüşlerini bilmemizden kaynaklanmaktadır.
Yine Sehl (ra) başka bir münasebette daha sade bir ifade kulla­narak şöyle demiştir: Allah Teala'nm günlerini ve emirlerini değil bizzat O'nu bilenler var ya işte onlar müminlerdir. Allah Teala'nm emirlerini bilip O'nun günlerim bilmeyenlere gelince onlar da, he-lal-haram bahislerinde fetva verenlerdir. Allah Teala'yı ve O'nun günlerini bilen alimlere gelince, bunlar sıddıklardır. Sehl 'Allah Te­ala'nm günleri' ifadesiyle O'nun batini nimetlerini ve görünmez ce­zalarını kasdetmektedir. Sehl (ra) bu sözünün ardından şöyle bir söz de söylemiştir: Alimler dışında bütün insanlar ölüdür. Korkan­lar dışında bütün alimler ölüdür. Sevenler dışında bütün korkanlar
oturmaktan menedişine yönelik imalarıyla, onları ahiret yolların­dan saptırması zor da olsa anlaşılacaktır. Çünkü böyle kimseler, is-teseyerek ya da istemeyerek dünya sevgisine ve nevalarının baskı­sına teslim olmuşlardır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Allah Teala mütevazı alimi se­verken, azgın ve zorba alimlere buğzeder. Allah Teala, kendisi için tevazu göstereni hikmetine varis kılar. İbni Mesud'un (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala yağ bağlamış bilgine buğzeder".
Allah Resulü (sav), Yahudi din bilginlerinden biri olan Malik b. Sayfa şöyle buyurmuştur: "Senden Allah Teala'nın hakkı için rica ediyorum: Allah Teala'nın Musa'ya (as) indirdiği kitapta O'nun yağ bağlamış bilgine buğzettiğine dair bir nas görmedin mi? İbni Sayf, yağlı bir bünyeye sahipti. Bu yüzden Allah Resulü'nün (sav) sözü­ne kızdı ve şöyle dedi: Allah Teala hiç kimseye içinde böyle bir ayet bulunan bir kitap indirmemiştir. Bu da onun "De ki: Musa'nın in­sanlar için nur olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" (En'am/91) aye­ti karşısındaki şaşkınlık ve çaresizliğini göstermekteydi. Arkadaş­ları kendisine şöyle dediler: Vay canına, sen ne diyorsun? Böyle de­mekle Musa'nın kitabını inkar etmiş oluyorsun. O da kendini mü­dafaa etmek için şöyle dedi: O, benimle münakaşayı uzatacağı için böyle dedim".
İlim ehli arasında şöyle denir: Allah Teala hiç kimseye bir ilim vermemiştir ki onunla beraber kendisine hilim, tevazu, güzel ahlak ve yumuşaklık vermemiş olsun. İşte bunlar, faydalı ilmin alametle­ridir. Bu manada şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: "Allah Tea­la'nın zühd, tevazu ve güzel ahlak nasip ettiği kimse, müttakilerin imamıdır".
Hasan el-Basri de (ra) şöyle derdi: Hilim, ilmin veziri, yumu-şakbaşlılık onun babası, tevazu ise sırdaşıdır. Davud'dan (as) riva­yet edilen haberlerden birinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Al­lah Teala bana şöyle nida etti: Ey Davud! Benden dünyanın sarhoş ettiği bir alim isteme. Yoksa seni muhabbetimin yolundan saptırır. Böyle alimler, Beni murad eden kullarımın yollarını kesen yol ke­sicilerdir. Ey Davud, şehvetini muhabbetime tercih eden bir alime reva göreceğim azabın en hafifi, onu Bana münacaatm lezzetinden mahrum etmenidir. Ey Davud, Bana talip olan birini gördüğünde onun hizmetkarı ol. Ey Davud, kim Bana kaçarak dönerse onu da katımda mütehassıs alim olarak yazarım. Katımda mütehassıs alim olarak yazdığımı kimseye de asla azap etmem'.
Bu meyanda İsa Peygamberden de (as) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: 'Şer alimleri, nehrin ağzına düşmüş kaya gibidir. Ne kendisi su içer, ne de ekinlerin suya kavuşmalarına izin verir. Dün­ya alimleri de böyledir. Ahiret yolunun üzerine oturan bu kimseler, ne kendileri dinin hükümlerini tatbik eder, ne de diğer insanların Allah Teala'ya giden yola girmelerine müsaade ederler1. Yine o şöy­le demiştir: 'Şer uleması, samandan yapılmış sopaya benzer. Dış görüntüsü güzel, içi ise bozuktur. Onlar yüksek yapılı mezarlara da benzerler. Bu kabirlerin dışları mamure, içleri ise ölülerin kemik­lerinden ibarettir'.
Bişr b. el-Hars (ra) şöyle derdi: 'Ulema arasında önder olmak is­teyip de Allah Teala'ya O'nu buğzettirecek şeylerle yaklaşan kimse, göklerde ve yerde Allah Teala'nın öfkesine maruz kalan kimsedir5. Evza'i de (ra) Bilal b. Sa'd'm şöyle dediğini rivayet etmiştir 'Sizden biri zabıta amirine ve onun yardımcılarına baktığı zaman onun ha­linden Allah'a sığınıp ona karşı öfkeyle dolar. Dünya alimine baktı­ğında ise, onun halka karşı yapmacık hareketlerde bulunduğunu, hırs ve önderlik peşinde koştuğunu görür. Buna rağmen ona karşı öfke duymaz. Halbuki bu alim, öfke duyulmaya o zabıta amirinden daha fazla layıktır
Ebu Muhammed şöyle derdi: 'Din ve dünya ile ilgili hiçbir işini­zi ulemaya danışmadan kesinleştirmeyin. Kendisine şöyle dediler: Ey Eba Muhammed, ulema kimlerdir? Dedi ki: Ahireti dünyaya, Allah Teala'yı nefslerine tercih edenlerdir Ömer (ra), vasiyetinde şöyle demiştir: 'İşlerini, Allah korkusu taşıyanlarla istişare et'.
İsrailiyat kaynaklı haberler arasında şöyle bir hadise nakledil­miştir: 'Hikmet ehlinden bir zat, hikmet hakkında üçyüz altmış ki­tap tasnif etmiş ve Hakem olarak nitelenmeye başlamıştı. Allah Te­ala o kavmin peygamberine vahyederek şöyle buyurdu: Falancaya de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdun ve bunlardan hiçbirinde Allah'ın rızasını murad etmedin. Allah da senin nifakındn hiçbir Şeyi kabul etmeyecektir. Peygamber bunu o zata anlatınca, huzurunda yere yıkıldı. Çok kederlendi ve bu halini bırakarak halkın arasına karıştı. Pazarlarda dolaştı. İsrailoğullarma karşı zayıf düş­tü, kendine karşı da tevazu sahibi oldu. Allah Teala bir zaman son­ra aynı peygamberine şöyle vahyetti: O şahsa de ki: Artık Allah Te-ala'nın rızasına nail oldun'.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İlim ehli iki sınıftır: Avam ali­mi ve Havas alimi. Avam alimi, helal-haram bahislerinde fetva ve­ren kimsedir. Bu gibiler, köşk halkındandır. Havas alimi ise, Tev-hid ve marifet ilimlerini bilen kimsedir. O da, münzevi halde yaşa­yan tekke sakinlerindendir'. Alimler şöyle derlerdi: Ahmed b. Han-bel (ra) herkesin bildiği Dicle nehrine benzer. Bişr b. el-Hars fra) ise, üzeri örtülü bir tatlı su kuyusuna benzer. Ona ancak birer bi­rer yaklaşılır.
Hammad b. Zeyd şunu nakletmiştir: 'Eyyub'a şu soru sorulmuş­tu: İlim, bugün mü fazladır, yoksa geçmişte mi? Şu cevabı verdi: Geçmişte ilim daha fazlaydı. Bugün ise, konuşma daha fazladır5. Eyyub, bu sözüyle ilmi konuşmadan ayırdetmiştir. Selef bu ayrımı yaparak şöyle derdi: 'Falan alimdir, falan da kelamcı yani konuş­macıdır. Falan ilimce fazladır, falan da konuşma bakımından fazla­dır5.
Ebu Süleyman Darani şöyle derdi: 'Marifet, konuşmadan çok sükuta daha yakındır'. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: 'İlim iki kısma ayrılır: Onun yansı sükut, yarısı da nerede sükut edeceğini­zi bümemzdir\ Başka biri de bu taksime şunu ilave etmiştir: 'İlmin yarısı vecd, diğer yarısı da nazar, yani tefekkür ve ibret almadır'.
Süfyan-ı Sevri'ye fra) kimin alim olduğu sorulmuştu. Şöyle ce­vap verdi: 'İlmi yerli yerine oturtan ve herşeye hakkını veren kim-sedir\ Hikmet ehlinden bir zat da şöyle demiştir: 'İlim arttığı za­man kelam azalır1. İbrahim Havvas (ra) şöyle derdi: 'Sufi, ilim ba­kımından arttıkça toprak kaynaklı tabiatı zayıflar*. Yine o şöyle de­miştir: 'Şeyhlerimizden biri şunu söylemişti: Cüneyd-i Bağdadi'ye dedim ki: Ey Eba Kasım, dil kalpsiz olur mu? 'Çok' dedi. 'Peki kalp dilsiz olur mu?' dediğimde şu cevabı verdi: 'Evet, ama kalpsiz dil, kul için bir imtihan ve bela iken dilsiz kalp onun için bir nimettir1. 'Peki her ikisi de beraber olduğunda ne olur?' dediğimde şöyle kar­şılık verdi: 'İşte bu, tereyağıyla bal gibidir
Süfyan-ı Sevri (ra) Malik b. Muğavvel'den maktu' olarak şu ha­disi nakletmiştir:
"Denildi ki: Ey Allah Resulü, amellerin en faziletlisi hangisidir?
Buyurdu ki: Haramlardan kaçınmak ve dilinin Allah'ın zikriyle devamlı yaş kalmasıdır.
Denildi ki: Ey Allah Resulü, arkadaşların en hayırlısı kimdir?
Buyurdu ki: Öyle bir arkadaştır ki; Allah'ın emrini hatırladığın­da onu yapman için sana yardım eder, unuttuğunda ise sana onu hatırlatır.
Denildi ki: Ey Allah Resulü, arkadaşların en kötüsü hangisidir?
Şöyle buyurdu: Öyle bir arkadaştır ki; sen sükut ettiğinde sana hatırlatmaz, hatırladığın zaman da sana yardım etmez.
Denildi ki: İnsanların en bilgilisi kimdir?
Buyurdu ki: Allah Teala'dan en fazla korkanlarıdır.
Denildi ki: Ey Allah Resulü, bize aynı meclisi paylaşacağımız kimselerin en hayırlılarını bildir.
Buyurdu ki: Görüldükleri zaman Allah Teala'yı zikredenlerdir.
Denildi ki: Ey Allah Resulü, insanların en kötüleri kimlerdir?
Buyurdu ki: Allahım mağfiret et.
Dediler ki: Ey Allah Resulü, bize onları bildir.
Buyurdu ki: Bozulmuş alimlerdir".
Ali (kv), rey ve hevalfarma dayanarak konuşan dünya alimlerini oldukça ilginç bir şekilde tavsif etmiştir. Bu haber, Halid b. Talik-babası-dedesi-İmran b. Husayn (ra) senediyle rivayet edilmiştir:
İmran (ra) şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib (kv) bize hitab ederek de­di ki: 'Zimmetim rehin olsun ve kefil olurum ki takva üzere olan hiçbir kavmin ekinleri kuramaz ve hidayet üzere olan hiçbir asim ihtirası azmaz.
İnsanların en cahili, kendini bilmeyendir. Kişiye cehalet olarak, kendini bilmemesi yeter. Halk arasında Allah Teala'mn buğzuna en fazla müstehak olan; ilim devşirdikten sonra düzenin gıyabmdaki hakikatları görmeksizin fitnenin karanlıklarına saldıran kimsedir. Benzer insanlar ve düşük seciyeli kimseler böyle birini 'alim' olarak isimlendirebilir. Halbuki o bir gün bile ilmiyle hücum edememiştir.
O kendi ilmini çok görür. Ama onun ilminden az olan kısım, çok olan kısmından daha hayırlıdır. Çünkü o, bozuk bir sudan içmiş ve gereksiz olan şeylere kafasında fazla yer vermiştir. İnsanlar için fetva vermek üzere oturduğu zaman onları, başkalarına şüpheli ge­len meselelerden kurtarmaya çalışır.
Müphem meselelerden biriyle karşılaştığında zayıf görüşüyle derhal ona atılır. O, Örümceğin ağandaki gibi şüpheleri, kati gören, hata mı yoksa isabet mi ettiğini bilmeyen biridir.
O, cahilliklerini birbiri üstüne yığan, karanlıklarda sağa sola çarparak gitmekten vazgeçmeyen biridir. Bilmediği hususlarda özür dileyerek teslim olma faziletini gösteremez. İlme azı dişiyle sahip çıkarak onu ganimet bilmez. Kan sahipleri onun yüzünden ağlarken, mirasçılar da haksızlıklarından dolayı çığlığa boğulurlar.
Onun verdiği hükümle haram olan şeyler helal görülür. Allah Teala da kendisine mühlet verir. Bu kimse, dünya hayatında göz­yaşı ve hıçkırıklara boğulan o kimselerin öldürmelerine dahi layık değildir..'
Ali (kv), Küheyl b. Ziyad tarafından rivayet edilen bir haberde, ahiret alimlerini de vasfetmiş ve şöyle demiştir:
'İnsanlar üç sınıftır: Rabbani alim; yani Allah Teala'nm rububi-yetini bilen kimsedir. -Bu yüzden de Rab Teala'ya nisbet edilmiştir-. Allah Teala da, bir ayet-i kerimesinde onları böyle isimlendirmiş­tir: "Kitab'ı öğretmekte olduğunuz için Rabbaniler olun". (Al-i İm-ran/79) Allah Teala'nm Kitabı'nı öğreten ve onunla ders yapan kim­seler 'Rabbani' olarak anılmıştır. Rabbani alim; ilim ile ameli cerae-den alimdir. 'Rabbani alim', işte bu şekilde ilim ve amel sahibi ola­rak insanlara hayır öğretenlere, denir.
Ali (kv) dedi ki: 'İşte bu, semavat mülkünde 'Azim' olarak adlan­dırılan alimdir".
Allah Teala da onların öncülüğünü beyan ederek şöyle buyur­muştur: "Hiç olmazsa onların Rabbanileri ve din bilginleri onları ... alıkoysalardı ya". (Maide/63) Allah Teala, bu ayetinde, Rabbanileri, Kitab alimleri olan 'Ahbar'm önüne geçirmiştir.
Mücahid'den de bu manada bir görüş rivayet ettik: 'Rabbaniler, Ahbar'ın bir derece üstündedirler'. Başka bir alim de şöyle demiş­tir: 'Ahbar, Ruhban'm bir derece üzerindedir'. Bu söz ile kasdedilen, kalp alimlerinin dil alimlerinden üstün oluşudur. Kitab alimleri de, abidlerden bir derece üstündür.
Allah Teala, kendisine yardım etmeleri ve uğrunda sabretmele­ri noktasında onları Peygamberleriyle bir tutmuş ve şöyle buyur­muştur: "Nice peygamberler gelip geçti ki beraberlerinde Allah'a kulluk vazifesine son derece bağlı birçok Rabbaniler harp ettiler". (Al-i İmran/146) Allah Teala ayetin devamında da bu kimseleri O'nun emrinde sebatkarlık, dininde metanet ve hükmünde sabır ile tavsif etmektedir: "Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeyip zaaf göstermediler. Miskinlik edip düşmana boyun da eğ­mediler. Allah, hiç şüphesiz sabır ve sebat edenleri sever". (Al-i İm­ran/146) Ayette geçen 'Rabbiyyun' kelimesi, 'Rabbiyy' kelimesinin çoğulu olup Rabbani manasında olduğu söylenmiştir. 'Rabbiyy'in çoğulu 'Rabbiyyun' iken 'Rabbani' kelimesinin çoğulu da 'Rabbaniy-yun'dur.
Allah Resulü de (sav) bu sıralamaya riayet derek şöyle buyur­muştur: "Kıyamet günü önce peygamberler, ardından alimler, ar­dında da şehitler şefaat ederler".[19][19] Görüldüğü üzre Allah Resulü de (sav) alimleri şehitlerin önüne geçirmiştir. Çünkü alim ümmetin imamıdır. Ona verilen ecir ümmetin ecrinin mislidir. Şehidin ame­li ise, sadece kendinedir.
Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmektedir: "Alimin mürekkebi, şehidin kanıyla tartılır". Şe­hidin hallerinin en yükseği döktüğü kandır. Alimin hallerinin en aşağısı ise kullandığı mürekkebidir. Allah Resulü (sav) yukarıdaki hadisinde bu ikisini denk tutmuş ve bu suretle de alimin halini, şe­hidin halinden üstün tutmuştur.
Ali (kv) şöyle derdi: Alim, oruç tutan, gece ibadete kalkan ve Al­lah yolunda cihad edenden daha üstündür. Alim vefat ettiği zaman İslam'da ancak onun halefinin doldurabileceği bir gedik açılır. Bu­nunla ilgili olarak şu mealde müsned bir hadis rivayet edilmiştir: "Alim vefat ettiği zaman İslam'da öyle bir gedik açılır ki geceyi ve gündüzü kaplayan hiçbir şey onu dolduramaz. Dikkat edin bir ka­bilenin ölümü dahi bir alimin vefatından daha hafiftir".
Ali (kv) Küheyl'in rivayet ettiği haberin başka bir yerinde de şöyle demektedir: felah ve kurtuluş yolu üzere ilim öğrenen'. Bununla kasdedilen, müridlik halinde bulunup Allah Teala'yı bilen ulemadan ilim talep eden kimsedir. O bu ilmi, selamete erebilmek gayesiyle hüsn-ü muamele ve ihlas ile talep eder. Talep ettiği ilmin, kendisini dünyada cehaletten, ahirette ise azaptan kurtarmasını niyaz eder.
Ali (kv) sözüne devam ederek şöyle demiştir: 'Ve şaşkın bir sü­rü'. 'Hemec', bilmediği için ardarda ateşe düşen sinekler manasına gelir. Müfredi 'Hemecetün'dür. İfadede geçen 'Ru'a' kelimesi ise, ha­fif, akılsız ve şaşkın kimse manasına gelir. Böyleleri, tamahkarlı­ğın kışkırttığı, öfkenin hafiflettiği, Övünmenin azdırdığı ve kibirin böbürlendirdiği kimselerdir. Ali (kv) üstteki ifadeyi söyledikten sonra ağladı ve şöyle dedi: 'ilim de işte bu şekilde hakiki ilim ehli­nin ölümüyle birlikte ölüp gidiyor5. Rabbanileri vasfederken de de­rin bir nefes alarak şöyle dedi: 'Onları -yani Rabbani alimleri- gör­meye Öyle hasretim ki'.
Ali'ye (kv) ait olan bu hitabeyi daha önce tam olarak zikretmiş­tik. Ali'nin (kv) kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Allah Resulü (sav) tarafından da özlenmişler-dir. Allah Resulü (sav) bu hususla ilgili hadisinde şöyle buyurmak­tadır: "Kardeşlerimle buluşmaya öyle hasretim ki. Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim. Onlar sizden sonra gelecek bir top­luluktur". O, bundan sonra kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin sıfatlarını anlatmaya başlamıştır.
Onların 'kardeşler1 olarak tavsif edilmelerinin sebebi, kalpleri­nin peygamberlerin kalpleri üzere, ahlaklarının da imanın esasla­rına dayanıyor olmasıydı. Onlar, bu ümmetin abdal zümresidir. Onların sıfatlarıyla ilgili olarak, çok açık hususlar zikredilmiştir. Onlar, üç tabakadırlar: Sıddıklar, şehitler ve salihler. Onlar arasın­da kalpleri İbrahim-i Halil'in (as) kalbi üzere olanlar vardır. Yine onlar arasında kalpleri Musa-i Kelim (as) ve Isa-i Ruh (as) ve Mu-hammed-i Habib'in (sav) kalpleri üzere olanlar vardır. Onlar ara­sında kalpleri, Cebrail, Mikail ve israfil'in (as) kalpleri üzere olan­lar da vardır.
İki kişi arasındaki kardeşlik (=uhuwet), fiil ve ahlaktaki çok yakın benzerlik ve tecanüsten kaynaklanabilir. Nitekim Allah Tea-la şöyle buyurmaktadır: "Nifaklık edenleri görmüyor musun? Kar­deşleri olan inkar edenlere diyorlar ki.." (Haşr/11) Bu iki zümrenin kalplerindeki şüphe ve inkara dair his ve fikirler onların kardeş kı­lınmasına yetmiştir.
Allah Teala başka bir ayet-i kerimesinde de şöyle buyurmuştur: "Saçarak dağıtan, ancak şeytanların kardeşleridir". (İsra/27) Bu kimselerle şeytanlar arasında yaratılışı bakımından hiçbir benzer­lik olmadığı gibi analık-babalık cihetinden de hiçbir bağları yoktur. Çünkü şeytanlar, İblis'in çucuklarıdır. Saçıp dağıtanlar ise, Adem'in (as) çocuklarmdandır. Ama ahlak ve fiilleri noktasında kalpleri benzeşmiştir. Allah Teala da işte bu sebeple bu iki zümre­yi kardeş ilan etmiştir.
Ahiret ulemasından olan bir zatın aklı, kalbinden gelen nurlar­la aydınlanır. Anlayışı, ilim ve müşahedesinin istidlalinden bilgile­nir. Ahlakı, sahip olduğu yakini imanın sıfatlarıyla şekillenir. Gü­cü, yolu ve süluku da, O'nun yolu ve sünneti üzeredir. Böylelikle O'nun kardeşlerinden biri olmuştur. Peygamberlerin kardeşleri de Allah Resulü'nün (sav) görmeyi özlediği kimselerdir.
Onlar, Allah Resulü'nün de (sav) bir hadisinde buyurduğu gibi halk içindeki gariplerdir. O buyurdu ki: "İslam, garip olarak başla­dı ve sonunda tekrar garip olacaktır. Ne mutlu gariplere! Denildi ki: Garipler kimlerdir? Buyurdu ki: İnsanlar bozuldukları zaman İslah edenlerdir". Bu hadisin başka bir lafzında da şu ifade yeral-maktadır: "Onlar, insanların benim sünnetimden ifsad ettiklerini İslah eden, benim sünnetimden öldürdüklerini ihya edenlerdir".[20][20] Yani onlar, Allah Resulü'nün (sav) insanlar tarafından .bilinmeyen ve terkedilmiş olanı yolunu tekrar ortaya çıkaranlardır.
Allah Resulü (sav) başka bir rivayette de şöyle buyurmaktadır: 'Sünnetime ve sizin bugün üzerinde bulunduğunuz yola sıkı sıkıya sarılanlardır. Bir diğer rivayette ise şu ifade geçmektedir: 'Garip­ler, kötü bir insan topluluğu içinde yaşayan azınlık ve salih kimse­lerdir. Onlara kızanlar, onları sevenlerden çoktur. İşte onlar, Allah Teala'nm kendilerine nimette bulunarak illiyyunun en üst merte­besinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir1. Onlar, Allah Te­ala tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere refik olacaklardır.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir alimin yamndakilerin kalaba­lık olduğunu gördüğünde bil ki o, bir dalkavuktur1. Yine o şöyle de­miştir: 'Bir kimsenin çevresi tarafından çok sevilen, komşuları tara­fından çok övülen biri olduğunu gördüğünüzde bilin ki o, riyakârdır1.
Allah Teala, şer alimlerim ilimlerini kullanarak dünyalık ka­zanmakla suçlarken, ahiret alimlerini de huşu ve zühd sıfatlarıyla zikretmiştir. O, dünya alimlerini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine kitap verilmiş olanların şöyle ahdini aldı: Mu­hakkak onu insanlara hakkıyla beyan edip anlatasınız ve onu giz-lemeyesiniz. Derken onlar, o kitabı arkalarına attılar. Onu az bir değere değiştiler". (Al-i İmran/187)
Allah Teala, ahiret ulemasını vasfederken de şöyle buyurmuş­tur: "Şüphesiz Kitab ehli içinden öyle kimseler vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi, Allah için hakka boyun eğerek kendilerine indi­rilene de, size indirilene de iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satmazlar. İşte onlar, Rableri katında kendileri için müka-faat olanlardır". (Al-i îmran/199)
Dahhak, İbni Abbas (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bu ümmetin alimleri şu iki kişidir: Bir kişi vardır ki Allah Teala ona ilim vermiş, o da bu ilmi insanla­ra dağıtmıştır. Bunun için onlardan hiçbir şey tar^.ah etmemiş ve onu hiçbir pahaya satmamıştır. îşte bu, gökteki kuşların, sudaki balıkların, karadaki canlıların ve değerli Katib meleklerin kendisi­ne salat ettikleri alimdir. Kıyamet günü, Allah Teala'mn huzuruna peygamberlerin refakatinde şerefli bir efendi sıfatıyla gelir.
Diğer kişi de, Allah Teala'mn dünyada kendisine verdiği ilmi Al­lah'ın kullarından kıskanan bir alimdir. O, bu ilim için onlardan birşeyler tamah eder ve ilmini belli bir pahaya satar. Bu da kıya­met günü ağzına ateşten bir gem vurulmuş olarak gelecektir. Mah-lukatm başında duran biri şöyle nida edecektir: İşte bu, falan oğlu falandır. Allah Teala kendisine bir ilim vermiş, o da bu ilmi Allah'ın kullarından kıskanarak onun için tamahta bulunmuş ve onu bir paha karşılığı satmıştır. Bu alim de bütün insanların hesapları ta­mamlanıncaya kadar azap görecektir".
İlmini kullanarak dünyalık kazananlar hakkında işittiğim en ağır söz, Utbe b. Vakıd tarafından Osman b. Ebi Süleyman'dan rivayet edilen şu haberdir: 'Musa Peygamberin hizmetlisi olarak ça­lışan bir adam vardı. Çok geçmeden 'Musa Neciyyullah bana bildir­di ki... Musa Kelimullah bana nakletti ki..1 demeye başladı. Çok geçmeden zenginleşti ve serveti arttı. Musa Peygamber bir müddet sonra bu adamın izini kaybetti. Adamı merak edip insanlara onu soruyor, fakat izine bir türlü rastlayamıyordu.
Günlerden bir gün, adamın biri elinde siyah bir ipe bağlanmış bir domuzu sürüyerek Musa Peygamberce geldi ve hizmetçisini kas-dederek 'Falanı tanır mısın?' diye sordu. O da 'Evet' dedi. Bunun üzerine 'İşte bu domuz odur5 dedi. O zaman Musa (as) Rabbine dua ederek şöyl dedi: Ey Rabbim, bu adamı eski haline döndürmeni ni­yaz ediyorum. Ta ki başına gelenleri kendisine sorabileyim. Allah Teala da ona şöyle vahyetti: Ey Musa, bana Adem'in (as) ettiği du­ayı hatta onun daha fazlasını etsen dahi yine isteğine icabet edecek değilim. Ama sana bu kişiyi niçin böyle kıldığımı bildireyim: O, di­ni kullanarak dünyalık kazanmaya çalışıyordu.
Hasan el-Basri'den de (ra) şu hadise rivayet edilmiştir: 'Bir gün meclisinden ayrılmak üzereyken Horasan ahalisinden bir kişi önü­ne, içinde beş bin dirhem bulunan bir kese koymuş ardından da çantasından içinde Horasan işi on giysi bulunan bir bohça çıkartıp uzatmıştı. Hasan (ra) 'Bu nedir?' diye sorduğunda adam şöyle dedi: Ey Eba Sa'id, bu harcaman, bu da giysindir. Hasan el-Basri dedi ki: Allah sana afiyet versin. Paranı da, kisveni de kendinde tut. Bizim onlara ihtiyacımız yoktur. Şunu unutma ki, şu meclisim gibi bir meclise oturan ve insanlardan bu tür şeyleri kabul eden kimse, Kı­yamet günü Allah Teala ile karşılaştığında hayır ve iyilikten tama­men nasipsiz kalır.
Bu babda rivayet edilen bir haber de şöyledir: 'Kula yapılan öv­gü ve sena, doğudan batıya kadar yayılır. Allah katında sivrisinek ağırlığındaki suç bile tartılır. Dünya alimleri, ilim ile dünyayı talep edip din ile dünyalık yerler. Dünyacılardan dostlar ve arkadaşlar edinip onlara izzet ve ikramda bulunurlar. Onlara müjdeci ve he-veslendirici bir yüzle yönelirler. Böyleleri her devirde sıfatlarıyla, sözlerindeki eğrilikle ve simalarıyla tanınırlar.
Şer alimlerinin makamları hakkında çok ağır bir hadis daha ri­vayet edilmiştir. Bu makamların sahiplerinden Allah Teala'ya sığınırken, bizleri bu makamlardan biriyle imtihan etmemesini niyaz ederiz. Bu hadis, biri müsned diğeri mevkuf olmak üzere iki yolla rivayet edilmiştir. Mevkuf olarak Muaz b. Cebel'den rivayet edil­miş olup bizce daha makbuldür. Münzir b. Ali-Ebu Nu'aym eş-Şa-mi-Muhammed b. Ziyad kanalıyla Muaz b. Cebel'den (ra) nakledil­di ki: "Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Alimin fitnesi, konuşmayı dinlemekten çok sevmesidir". Çünkü konuşmada süsleme ve ilave­de bulunma vardır. Konuşmayı seven kimse, hataya düşmekten emin olamaz. Sükut ise selamet ve gerçek ilim demektir.
Ulema arasında, ilmi depolayıp başkalarıyla paylaşmak isteme­yenler de vardır. Bunlar, cehennem ateşinin ilk katında yer alacak şer alimleridir.
Ulema arasında ilmini güç ve saltanat gibi görenler vardır. Bun­lar, ilimlerinden bir hususun reddedilmesi veya hafife alınması ha­linde öfkelenirler. Böyleleri ise, ateşin ikinci katında yeralırlar.
Şer uleması arasında, sohbet ve ilminin incelikleri eşrafa ve zenginlere hasreden ve fakirleri bunlara layık görmeyenler vardır. Bunlar da cehennemin üçüncü katında yeralırlar.
Bir diğer zümre ise, kendilerini fetva makamına atayarak hata­lı fetva verirler. Allah Teala, üstüne vazife olmayan işlere bulaşan­lara gazap eder. Bunlar da cehennemin dördüncü katındaki yerle­rini alacaklardır.
Şer uleması arasında ilmiyle böbürlenebilmek için yahudiler ve hıristiy ani arın sözlerini nakledenler vardır. Bunlar da cehennemin beşinci katında yeralırlar.
Şer uleması arasında ilimlerini asalet, şöhret ve şeref kaynağı olarak görenler vardır. Bunlar da cehennem ateşinin altıncı katına yerleşirler.
Bu tür ulema arasında gurur ve kibirin azdırdığı kimseler var­dır ki bunlar, vaaz verdikleri zaman sertleşir, vaaz edildikleri za­man beğenmezler. Bunlar da cehennem ateşinin yedinci katında yeralırlar.
Sükutu seçin ki şeytana galip gelebilesiniz. Hoşlanmaksızm gülmekten ve maksatsız yürümekten sakının.
Rivayet edilen başka bir hadiste de ahiret ulemasının vasıfları­na delalet edecek hususlar bulunmaktadır. Yine bu hadiste, onların insanları davet ettikleri iman makamlarının, din ve yakin vesilele­rinin usulüne işaret edilmektedir. Şakik b. İbrahim el-Belhi, İbad b. Kesir-Ebu'z-Zübeyr vasıtasıyla Cabir'den (ra) -tamamen katıldığım bir manada- Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Her alimin meclisinde oturmayın. Ancak sizi beş şeyden beş şeye çağıran alimin meclisinde oturun: Şüpheden yakine; riyadan ihlasa; hevadan zühde; kibirden tevazuya ve düşmanlıktan nasihata".
Yukarıda zikredilen ve Selef-i Salih tarafından kasdedilen il­min; yakin ve takva, marifet ve hidayet ilimleri oluşuna delalet eden bir diğer husus da Sahabe ve Tabiun'un bu ilmin yitiriri sinden dolayı duydukları hüzün ve yokolmasmdan duydukları korku ve endişedir. Onlar ahir zamanda bu ilmin azalıp zayıflayacağını bil­dirmişlerdi. Kasdettikleri ilim de, Kalp ve Müşahede ilmiydi. Çün­kü sadece bu ilim, takvanın neticesi olarak teşekkül eden bir ilim­dir. Marifet ve yakin ilimleri de imanın ziyadesi ve hidayetin seme­resi olarak görülürler. Takva sahipleri yitirilir, korku ehli azalır ve zahidler yokolursa, bu ilimler de gidecektir. Çünkü bu ilimler, böy­le insanlarla ayakta duran ve onlarla varolan ilimlerdir. Bu ilimle­rin erbabı, onlardır. Onları dile getirenler de böyle insanlardır. Bu ilimler, onların halleri ve yollarıdır. Onlar da bu yollara giren ve onları ayakta tutan kimselerdir.
Sahabe ve Tabiun, bu ilimlerin değerim gayet iyi bildikleri için yitirilmelerinden dolayı gözyaşı döküyorlardı.
Allah Teala ahiret alimlerini şu sıfatlarla tavsif etmiştir: Onlar dünyada zühd sahibidirler ve onu önemsemezler. Salih ameller iş­ler ve bunlara iman ederler.
Dünyacıları ise şöyle tavsif etmiştir: Onlar dünyayı arzulayan ve onu yücelten kimselerdir. Allah Teala bu manada şöyle buyur­muştur: "Derken bütün debdebesiyle halkının karşısına çıktı. Dün­ya hayatını arzu edenler: Ne olurdu şu Karun'a verilen (servet) gibi bizim de olsa. O gerçekten çok bahtiyar biridir dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyenler için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır, dediler. (Allah Teala da) Ona ancak sabredenler kavuşturulurlar (buyurdu)". (Kasas/79-80) Yani bu hikmete ancak, Karun'un sahip olduğu ve halkına teş­hir ettiği dünya zinetlerine karşı sabırlı olanlar nail kılınırlar.
Cündüb b. Abdullah'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü'nün (sav) yanında cahil gençler olarak oturur O da bize -Kur'an'dan önce imanı öğretirdi. Kur'an'ı daha sonra öğrendik ve imanımız daha da arttı". İbni Mesud'dan da (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kur'an, amel edilmek için indirilmişti. Ama siz onun tedrisatını amel edindiniz. Öyle bir topluluk gelecek ki onu şarkıyı güzelleştirir gibi güzelleştirecektir. İşte onlar sizin hayırlılarınız değildir". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu ifade yeralmakta-dır: "Onu kumar oklarının yerine koyacak ve erteleyici değil acele­ci davranacaklardır".
İbni Amr (ra) ve diğerlerinden şu hadis nakledilmiştir: "Biz, za­manımızda şöyle kısa bir devir yaşadık: Bu devirde bizden birine Kur'an öğrenmeden Önce ilim verilirdi. Sure indiği zaman kişi onun helal, haram, emir ve nehyi ile ona karşı ne yapması gerektiğini öğ­renirdi. Siz de bugün Kur'an öğreniyorsunuz. Ama ben öyle kimse­ler gördüm ki onlara imandan önce Kur'an öğretilmiştir. Bunlar Fatiha'dan sonuna kadar bütün Kur'an'ı hatmettikleri halde ne emri, ne nehyi ve ne de o surelerde ne yapılması gerektiğini bilir­ler. Bütün yaptıkları, onu bozuk hurmalar gibi saçıp dağıtmaktır". Bu anlamda rivayet edilen başka bir hadiste ise şöyle buyrul-maktadır: "Bizler Allah Resulü'nün (sav) sahabileri, Kur'an'dan ön­ce imanla karşılaştık. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki imandan önce Kur'an öğrenecek ve onun okuma şekillerini doğru bilecek ama hükümlerini kaybedeceklerdir. Onlar 'Biz Kur'an oku­duk, kim bizden daha iyi okuyabilir. Biz ilim sahibi olduk, kim biz­den daha bilgili olabilir?' diyeceklerdir. İşte bunların Kur'an'dan al­dıkları nasip de bu olacaktır". Bu hadisin başka bir rivayetinde şu lafız geçmektedir: İşte onlar, bu ümmetin en şerlileridir'.
Halefin seleften naklederek taşıdığı rivayet ilmine ve kitap sa-hifelerinde yazılı olarak başkalarına intikal eden yazılı nakillere gelince, bunlar umumiyetle hüküm, fetva, ilm-i İslam ve kaza mü­essesesiyle ilgili malumatı ihtiva ederler. Sem'î yani işitmeye daya­nan malumatın anahtarı istidlal, deposu ise akıldır. Bunlar kitap­larda yazılmış, sayfalarda mürekkebe dökülmüştür. Küçükler bun­ları büyüklerin ağızlarından dinleyerek öğrenirler. Bu tür bilgiler, İslam baki oldukça baki kalır ve müslümanlar varoldukça mevcu diyetlerini muhafaza ederler. Bunlar, Allah Teala'nın kulları karş] smdaki hücceti ve halkın umumunun da dayanağını teşkil ederleı Allah Teala, bunların ortada olmasını teminat altına almıştır. Eğe: onları taşıyan ve nakleden alimleri varetmemiş olsaydı, bunlar di böyle açık bir halde mevcut olmazlardı. Allah Teala bu meyandf şöyle buyurmaktadır: "O, Resulü'nü hidayet ve hak din ile bütür dinlere üstün kılmak için gönderendir. Müşrikler isterse hoşlanma­sınlar". (Tevbe/33)
Allah Resulü de (sav) bu manada şöyle buyurmuştur: "Bir de dilde olan zahiri ilim vardır ki bu, Allah Teala'nın yarattıklarına karşı hüccetidir". Yine O, ashabına şöyle buyurmuştur: "Siz benden işitiyorsunuz. Sizden de işitilecek ve sizi işitenlerden de işitilecek-tir".[21][21] Allah Resulü (sav), sağlam ve kendisine tevdi edilmiş bir il­me dayanarak İslam'ın zahiri olan Kitab'm açıklığını haber vermiş ve onun bilinmeyişini ya da yokluğunu şirk olarak tesbit etmiştir. Allah Teala da, müşriklerin hoşnutsuzluğuna rağmen İslam'ın be­kasını teminat altına aldığını haber vermiştir.
Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah bizden bir hadis duyup da onu işittiği gibi başkasına tebliğ edene merhamet etsin. Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir. Nice fıkıh taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana taşır [22][22] Burada sözedi-len ve 'Fakih olmayan fıkıh taşıyıcısı' olarak vasfedilen kişi, ilmiy­le amel etmediği için kalben fakih olmayan kimsedir. Böyle biri, ona ulaşan ilmi, kendisinden daha fakih olan birine taşıyabilir. O kimse de, o ilmi güzelce özümseyip onunla amel eder.
Nitekim başka bir hadiste Allah Reulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Kendisine tebliğ ediln nice kimseler vardır ki ilk dinleyenden da­ha iyi koruyucudur" [23][23] Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) ilmi işittiği zaman, onu özümseyip üzerinde tefekkür eden kimseyi, ha­disi kendisinden duyan kişi olmadığı halde övmüştür.
Allah Teala da bu meyandaki bir ayet-i kerimesinde şöyle bu­yurmuştur: "Kavrayıcı kulaklar onu kavrasın diye". (Hakka/12)
Burada zikredilen kulak, işittiği şeyi muhafaza eden kalp kulağı ve onu kavrayıp saklayan hafızadır. Allah Teala başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz bunda kalbi olan, yahut şahit ola­rak kulak veren kimse için uyandıracak bir öğüt vardır". (Kaf/37) Yani kulak vererek dinlediği şeyi iyice duyan ve ona kalbiyle de şa­hit olduğu için iyice kavrayan kimse elbette öğüt alacaktır.
Yukarıda zikrettiğimiz "Kavrayıcı kulaklar onu kavrasın diye" (Hakka/12) ayetinin tefsirinde şunlar söylenmektedir: Burada sö-zedilen kulak, Allah Teala'mn emir ve yasağını akledip onu iyice kavrayan ve onunla amel eden bir kulun kulağıdır. Nitekim Allah Teala müminlerin umumi vasıflarını sıralarken şöyle buyurmuş­tur: "Allah'ın koyduğu sınırları muhafaza ederler". (Tevbe/112)
Ali (kv) bu babda şöyle demiştir: İlmi talep edin ki onunla tanı­nın, ilminizle amel edin ki onun ehlinden olun. Yine o başka bir münasebette şöyle demiştir: İlmi işittiğiniz zaman onu içinizde tu­tun ve onu boş sözlerle karıştırmayın. Aksi halde kalpler onu püs­kürtüp atacaktır.
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Kim bariz bir şekilde gü­lerse ilminden bir kısmını atmış olur\ Halil b. Ahmed de (ra) şöyle demiştir: 'İlim, kitaplığın ihtiva ettiği malumat değildir. Hakiki ilim, kalbin kavradığı bilgilerdir. Alim, şu üç sıfatı cemettiğinde, öğrencisine karşı nimetini tamamlamış olur: Sabır, tevazu ve güzel ahlak. Öğrenci de şu üç sıfatı taşıdığında alime karşı nimetini ta­mamlamış olur: Akıl, edeb ve güzel anlayış. Allah Teala elbette en iyisini bilendir. [24][24]


Allah Teala'yı hakkıyla bilen bir alim, şu beş sıfatı haiz olmalıdır. Bunlar, ahiret ulemasının alametleridir; Korku, huşu, tevazu, gü­zel ahlak ve zühd.
Allah Teala buyurdu ki: "Allah'dan kulları içinde ancak alimler hakkıyla korkar". (Fatır/28) Yine O, huşu hakkında şöyle buyur­maktadır: "Allah'a huşu duyar ve O'nun ayetlerini az bir pahaya satmazlar". (Al-i îmran/199) Ahiret alimi, tevazu ve güzel ahlaka da sahip olmalıdır. Allah Teala buyurdu ki: "Müminlere kanadınıger ve de ki: Ben açık bir uyarıcıyım". (Hicr/88); "Ve Allah'dan bir rahmet ile, onlara karşı yumuşadm". (Al-i İmran/159)
Ahiret ulemasına gereken sıfatlardan biri de dünya hayatında zühd sahibi olmaktır. Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine ilim ve­rilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyen­ler için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır". (Kasas/80) Bu sıfatları taşı­yan kimse, Allah Teala'yı hakkıyla bilen ahiret ulemasından sayılır. Dinle ilgili hususlarda ortaya çıkan müşkil meselelerde alimin açıklamasına ihtiyaç duyulur. Kalplerde oluşan şüphelerin gideril­mesinde ise ariflere ihtiyaç duyulur. Abdullah b. Mesud da fra) bu meyanda şöyle demiştir: Sizden birinin kalbine takılan bir mesele­yi kendisine bildirecek ve ona derman olacak birini bulabildiğiniz sürece hayır içinde olmaya devam edersiniz. Allah'a yemin olsun ki, böylelerini bulamayacağınız zamanlar neredeyse gelmiştir'.
Allah Resulü de (sav) bir defasında İbni Mesud'a (ra) şunu sor­muştu: "İnsanların en bilgilisi kimdir? O da 'Allah ve Resulü en iyi bilendir" demişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­tu: İşler karıştığında ve müşkil meseleler vuku bulduğunda oturağı üstünde emeklese bile hakkı en iyi bilenleridir. İnsanlar ihtilafa düş­tüklerinde, amelinde kusur bulunsa dahi hakka en iyi bilen odur".
Allah Resulü (sav), İmran b. Husayn'm (ra) hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala, şüpheler varid olduğu zaman tenkidçi gözü, şehvetler hücum ettiği zaman akl-ı kamili, birkaç hurmayla dahi olsun cömertliği ve yılan öldürmekte dahi olsun cesareti sever". Ne üzücüdür ki yaşadığımız şu devirde îbni Mesud'un (ra) endi­şe ettiği durumla karşılaşmış bulunuyoruz. Mesela tevhidin mana-lanyla ilgili bir şüpheyle karşılaştığınızda veya tevhid ehlinin sı­fatlarının esaslarından biriyle ilgili olarak bir müminin kalbine bir soru takıldığında, onu giderebilmek ve işin hakiki şeklini ortaya çı­kararak yüreğini teskin etmek istediğinizde bunu yapmanız hayli zor olacaktır. Yaşadığımız şu devirde tevfîk-i ilahiye mazhar olmuş bir kalp sahibine ulaşmak neredeyse imkansızdır.
Böyle bir durumda hakikati bulmak için girdiğiniz araştırmada şu beş zümrenin ortasında kalakalırsınız:
1. Sapıtmış bidatçılar; bunlar, kendi nevalarından kaynaklanan reylerini bildirerek şaşkınlık ve şüphenizi daha da arttırırlar.
2. Kelamcı; o da, kendi ilminin, yakin ehlinin şehadetlerini idrak edemeyeceğini söyleyerek, akılla bilinen bilgilerini dinin zahirine kıyas ederek sana bir görüş bildirir. Bu da ayrı bir şüphedir. Bir şüphe, başka bir şüphenin ortaya çıkarılmasını sağlayabilir mi?
3. Şatahât ehlinden bir Sufî'ye gidersiniz; böyle bir aufî, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitab ve Sünnet'in ötesine taşır. O, bu iki kaynağı fazla önemsemez ve söylediği söz­lerle imamların görüşlerine muhalefet eder. Bu görüşlere muhale­fet etmekten çekinmediği gibi sana sadece, zanna, vesveseye, had-se ve hakkı batıl gösterme esasına dayanarak fikir beyan eder. Kevni ve mekanı ortadan kaldırarak, ilmi ve ahkamı tamamen devreden çıkarır. Kavramları ve kaideleri çiğneyip atar.
Bunlar, ucu bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiç­bir hüccete dayanmayan kimselerdir. Tevhid denizinde boğulup gi­den bu zavallılar, ne müttakilerin imamları sayılır, ne de müttaki-ler için bir rehber olabilirler. Bunların bildirecekleri görüşler, delil­den yoksun olduğu ve delillendirme yollarından birine dayanmadı­ğı için tamamen geçersizdir.
4. Fetva ehli Alimlere gidersiniz: Böyleleri, kendilerine göre alim oldukları ve ilimleri kendi çevrelerinde takdir gördüğü için alim makamında dururlar. Bunların diyeceği de şundan ibarettir: Bu husus, ahiret hükümlerinden ve gayb ilminden olup bu bahis­lerde konuşamayız. Çünkü biz, bunlarla mükellef kılınmadık. Hal­buki girdikleri münazaraların çoğunda aslen mükellef olmadığımız hususlarda fikir beyan eder ve Selefin telaffuz etmediği hususları ısrarla müdafaa ederler. Zorlama bilgileri öğrenir ve öğretirler.
Zavallılar, şunu bilmezler ki asıl mükellef kılındığımız ilimler; imanın yakini, tevhidin hakikati, mumelenin ihlasının bilinmesi ve ihlasa etki eden hususları bilmektir. Onlar ise kendi kendilerine ardına düştükleri ilimleri zorlama yoluyla öğrenmektedirler. Bun­lar, bizim mükellef kılındığımız ilim dairesinin dışındadır. Oysa iman ilmi, tevhidin sıhhati, Rahman'a kulluğun ihlası, amellerin dünyevi hevalardan halis kılınması ve bunlara tealluk eden kalbi ameller, dini fıkhetmenin esasını ve müminlerin sıfatlarının tavsi­fini ifade ederler. Çünkü bunların icabı, müminleri uyarma ve kor­kutmadır.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "O halde onlardan bir kısmı da din ilimlerini öğrenmek ve kabileleri savaştan kendi­lerine döndüğü zaman onları, Allah'ın azabıyla korkutmak için ge­ri kalmalıdır". (Tevbe/122) Bu manada Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin'i öğrenin. Ben de sizinle beraber öğreniyo­rum". Sahabe de (ra) şöyle demişlerdir: (Biz önce imanı öğrendik. Sonra Kur'an'ı öğrendik ve imanımız daha da arttı'. Şu halde bu ilim, yakin ile hidayetin artması ve müminlerin de imanlarmdaki artışı beraberinde getirmektedir. Allah Teala da şöyle buyurmakta­dır: "Allah onları iman bakımından arttırdı". (Al-i İmran/173); "Al­lah, hidayete erenleri hidayet bakımından arttırır". (Meryem/76)
Böyle alimler, muameledeki edeb güzelliğinin marifet ve yakin ile olduğunu hissedemezler. Bu da, yakin sahiplerinin sıfatlarm-dandır. Yine bu, kulun bulunduğu makamda Rabbi ile arasındaki bir hali, Rabbi'nden aldığı bir nasibi ve ahireti bakımından da aldı­ğı sevabıdır. Bu, birinci derecede kulun tevhid şehadetinin halis oluşuna ve şirk unsurlarından ve nifak tohumlarından arınmış bir iman ile içice olmasına bağlıdır. Bu iman, farizalarla birlikte varo­lan bir imandır. Bu farzlardan biri de amelde ihlas sahibi olmaktır.
Alim olduğunu iddia eden kimse, bunlar dışında kendi kalbinin yattığı ve gönlünün hoşlandığı fuzuli ilimler ve garip anlayışlarla meşgul olur. Bunlar ise, halkın gündelik ihtiyaçlarından ve başla­rına gelen hadiselerden ibaret olup yukarıda anlattığımız türdeki ilim için perde ve oyalayıcı bir meşguliyet teşkil ederler. Alim oldu­ğunu iddia eden bu gafil, faydalı ilmin hakikatini yeterince bilme­diği için arzularının süslediği ve maksadının sevdirdiği fuzuli bilgi­leri, bu ilme tercih eder. O, insanların ihtiyaç ve hallerini, kendi nefsinin ihtiyaç ve hallerine tercih etmekte ve onların dünyevi iş­leriyle ilgili olarak kendisindeki nasipleri uğruna çalışarak yüce Rabbinden ahiretti alacağı çok daha büyük ve dolgun nasibini ih­mal etmektedir. Halbuki bu nasip, kendisi için çok daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü neticede dönüp gideceği ve ebediyen sığına­cağı yer orasıdır.
Böyle davranmak suretiyle insanlara yaklaşmayı, Allah Tea-îa'ya yakınlaşmaya tercih etmiş ve onlarla meşgul olarak çok daha değerli ve ulvi olan Rabbi'nin sevabım terketmiş olur. O, her anını onlara ayırmayı, kalbim Rabbinin hizmetine girip O'nun rızasını umarak takva ile Rabbi için halis kılmaya yeğlemektedir. Onların dillerini İslah etmeyle uğraşırken kendi kalbinin salâhını ihmal etmektedir. Onların zahiri hallerine bakmaktan kendi halinin batını­nı göremez olur. Bunun sebebi, müptela olduğu önderlik sevdası, halk içinde şöhret kazanma isteği, siyaseten yer kazanmak, geçici dünya malına duyulan arzu ve dünyanın geçici izzetine gösterilen düşkünlüktür. Tabii böyle biri, himmet eksikliği ve ahir ete yönelik niyet zaafiyeti de çekmektedir.
İşte bütün bunlardan dolayı, kendi günlerini insanların günleri için tüketir, cahiller kendisine 'alim' desinler ve birtakım boş kim­selerin nazarında 'Fazilet erbabı' olsunlar diye ömürlerini onların şehvetleri uğruna harcarlar. Böyleler! Kıyamet günü iflas etmiş olarak geleceklerdir. O gün, dünyada salih ameller işleyip Allah Te-ala'nm rızasını kazanan alimlere ve abidlere verilen bol nasibi gör­dükleri zaman şaşıp kalırlar. Fakat başkalarının nasibinden onla­ra ne fayda gelir ki?! Allah Teala, her ilim için bir alim, her amel için de bir âmil yaratmıştır. İşte onlar kitaptan nasiplerini idrak edecek olan bahtiyar kimselerdir. Her iş, onun için yaratılmış ki­mseye kolay kılınır.
İşte bu tür alimler hakkındaki hükmün izahı da budur. Ümmet şunda asla ihtilafa düşmemiştir; Tevhid ilmi, özellikle de şüphele­rin ortaya çıktığı ve tevhidle ilgili müşkil meselelerin gündeme ge­tirildiği devirlerde müslümanlar üzerine yazılı bir farzdır.
Ümmetin ihtilafa düştükleri husus, şu iki meseleden ibarettir: Tevhid nasıl bir şeydir? Tevhide ulaşma ve onu talep etme keyfiye­ti nasıldır? Bu hususta kimileri talep etme ve araştırma yolunu, ki­mileri istidlal ve tefekkür yolunu, kimileri rivayet ve haber yolunu, kimileri teslimiyet ve tevfık-i ilahi yolunu, kinlileri de acz ve kusu­run itirafıyla onu idrak etmenin mümkün olacağını söylemişlerdir.
5. Ulemanın beşinci zümresi de hadis ve rivayetlere sahip olan Muhaddislerdir: Bunlara birşey sorduğunuzda size tavsiyeleri; tes­limiyet göstermek ve varsa hadisin emrine olduğu gibi uyarak faz­la araştırmam aktır. Bunlar, selamet bakımından fıkıh ehli müfti-lerden sonra gelirler. Avamın selefine benzerlikleri ve takip ettikle­ri yol bakımından da en hayırlılar bunlardır. Yakini şehadete sahip
olmayan bu insanlar, gördüklerinin hakikatma ve müşahedeye de sahip değildirler. Bunlar, yalnızca işittikleri ilim için rivayetçi, duydukları hadis ve haber için de iyi bir nakilcidirler. Haber ver­dikleri şeyi fıkhetmeseler bile onu olduğu gibi aktardıkları için Rableri önünde bir hüccete sahiptirler. Ama naklettiklerini şahit olarak okuyamazlar.
Zühri (ra) şöyle derdi: 'Bana falanca nakletti. O, ilmin koruyu­cu kaplarından biriydi'. Dikkat edilirse 'Alim1 demeyip İlmin kabı' ifadesini kullanmaktadır. Malik b. Enes de (ra) şöyle derdi: 'Tabi-un'dan yetmiş şeyhle karşılaştım. Onlar arasında abidler, duası ka­bul görenler ve yağmur duasına davet edilenler de vardı. Bu züm­relerin hiçbirinden ilim nakletmedim. Kendisine 'Niçin?' diye sorul­duğunda şu cevabı verdi: Çünkü ilim ehli değillerdi'. Bu haberin başka bir rivayetinde ise Malik'in (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: 'Çünkü onlar naklettiklerini anlayamayan, kendilerine sorulanları fıkhedemeyen kimselerdi'.
Malik (ra) der ki: 'İbni Şihab ez-Zühri, yaşı küçük olmasına rağ­men bizi geçti. Onun yanma gitmek için sıraya girer, hatta kimi za­man ona ulaşamazdık. Çünkü o, naklettiği şeyin alimi olan bir zat­tı'. Bu durum, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğuna da uygun düş mektedir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir. Nice fıkıl taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana taşır".[25][25]
Seleften bir zat şöyle demiştir: Selef uleması, alimler arasında ki ihtilafları bilmeyen kimsenin bilgisini 'ilim' saymıazdı. Başka bi zat ise şöyle demiştir: 'Ulemanın ihtilaflarım bilmeyen kimseni fetva vermesi helal olmadığı gibi 'alim' olarak da isirnlendmlme2 Katade ve Said b. Cübeyr (ra) şöyle derlerdi: 'Alimlerin en bilgilis ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir.. İmam Ahmed'e (ra) şöyle di nilmişti: Bir kişi yüzbin hadis yazdığında fetva vermeye hakkı oh mu? Cevabı 'Hayır1 oldu. 'Peki ikiyüz bin hadis yazarsa' denildiği de cevabı yine 'Hayır1 oldu. 'Peki üçyüz bin hadis yazarsa?' diye s rulduğunda cevabı şöyle oldu: 'Umarım'.
Tevrat'ta da şöyle bir söz nakledilmiştir: 'Maharetli tabibin t tini bir hastalık için yazdığı deva uygun olur. .
Medain şehrinden, Ebu'd-Derda'ya (ra) bir mektup yazdı. Bu ikisi, Allah Resulü (sav) tarafından kardeş kılınanlardandı. Selman (ra) mektubunda şöyle diyordu: 'Ey kardeşim, bana ulaşan bilgilere gö­re oturmuş insanları tedavi ediyormuşsun. Eğer kendini tabib ola­rak görüyorsan konuş. Çünkü sözün şifa olur. Eğer tababet iddia­sında bulunuyorsan sakın ola ki bir müslümanı öldürmeyesin'.[26][26] Ebu'd-Derda (ra) bu mektuptan sonra insanların sorularına cevap vermekten imtina etmeye başladı. Bir kimse ona sorduğunda ken­disine cevap vermişti. Bu mektuptan sonra 'Onu çağırın' dedi. Ada­ma şöyle dedi: Sana söylediğimi tekrarla. Adam tekrar ettiğinde: Yemin ederim ki bu, tababet iddia eden birinin sözüdür, Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Kendisinin tıp bilgisi olduğu bilinmediği halde tababette bulunan ve bir kimseyi öldüren kimse onun tazmi­natını öder[27][27]
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: 'Cabir b. Zeyd'e sorun. Bütün Basra fetva için ona başvursa dahi, hepsine yeter5. Cabir (ra), Tabiun'un salihlerindendi. İbni Ömer de (ra) kendisine bir mesele sorulduğu vakit 'Said b. el-Müseyyeb'e sorun' derdi. Enes b. Malik (ra) ise 'Ho­camız Hasan el-Basri'ye sorun. Çünkü o hıfzetti, biz ise unuttuk' derdi.
Basralı biri de şu hadiseyi nakletmiştir: 'Şehrimize Allah Resu-lü'nün (sav) ashabından bir zat gelmişti. Biz de Hasan el-Basri'nin yanma gittik ve 'Şu sahabinin yanma gidelim de ondan Allah Re-sulü'nün (sav) hadislerini nakletmesini isteyelim. Sen de bizimle gelirsen seviniriz'. Hasan (ra) Teki' dedi ve sahabinin yanma git­tik. Ona Allah Resulü'nün (sav) hadislerini sordukça o da bize nak­lediyordu. Bu şekilde yirmi hadis nakletti. Bu arada Hasan el-Bas-ri (ra) sükut edip dinliyordu. Sonunda dizlerinin üstünde doğrula­rak şöyle dedi: 'Ey Allah Resulü'nün sahabisi, bize rivayet ettikle­rinin tefsirini yapsan da muhtevasını fıkhetsek'.
Bunun üzerine sahabi sükut etti ve 'Bende sadece işittiğim var1 dedi. Hasan el-Basri (ra) onun rivayet ettiklerini tefsir ederek şöy­le dedi:'Birinci hadise gelince, onun tefsiri böyle böyledir, ikinci ha­disin tefsiri is şöyle şöyledir..' Bu şekilde sahabinin naklettiği hadişlerin tamamım açıklayıp tefsir etti. Hasan el-Basri'nin hafızası­na ve hadisi güzelce eda edişine mi yoksa onun ilim ve tefsirinin büyüklüğüne mi hayran kalacağımızı bilemedik.
Sahabi yerden bir avuç taş aldı, biz de onu sayıp ezberledik. Sonra şöyle dedi: Aranızda böyle bir alim varken ilmi niye bana so­ruyorsunuz?'.
Allah Resulü'nün (sav) sahabesi, lisan ilmi ve fetva ile ilgili hu­suslarda soru soranları, yeri ve mertebesi bakımından kendilerin­den daha aşağıda olanlara havale ederlerdi. Tevhid, marifet ve iman ilimlerinde onların derecelerce üstünde olanlar bulunmasına rağmen kendilerine bu bahislerde soru soran şüphe içindeki kimse­leri geri çevirmez, marifet ve yakin ilimlerinde soranları başkaları­na havale etmezlerdi. Çünkü ilim, Allah Teala tarafından velileri­nin kalplerine atılmış bir nurdan ibarettir.
Bu babda birbirlerine denk görülen kimselerden bazıları diğer­lerinden daha yüksek bir dereceye yükseltilip yaşlılar değil de gençler bu ilimle tahsis edilebilir. Hatta Seleften sonra gelen Tabi-un, bu ilme daha layık olabilir. Bu, muhtemelen alçakgönüllülük yaparak sükut eden kimselere yönelik bir tenbih olup kendi du­rumlarını görerek yükselmeleri ve yücelmeleri için bir uyarı da ola­bilir. Nitekim Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önder yapalım ve varisler kılalım". (Kasas/5)
Nur, bir kulun yüreğine bırakıldığı zaman kalbi ilim ile geniş­lerken, bakışı yakin ile olur. Onun lisanı, beyanın hakikatıyla nâ-tık olur ki bu da, Allah Teala'nm velilerinin kalplerine tevdi ettiği hikmetin ta kendisidir. "Hem de kendisine hikmet ve hakkı batıl­dan ayırdetme yeteneği vermiştik" (Sad/20) ayetinin tefsiri yapılır­ken şöyle denilmiştir: Bu, görüşte isabetli olma ve bir tür Allah Te­ala tarafından hakiktı bulmada muvaffak kılınma halidir.
Allah Teala buyurdu ki: "O, hikmeti dilediğine verir. Hikmet ve­rilene büyük bir hayır verilmiştir". (Bakara/269) Denildi ki: Bura­daki hikmet, anlayış ve ferasettir. Allah Resulü de (sav) "Allah ki­me hidayet vermek isterse onun yüreğini İslam'a açar" (En'am/125) ayetini okuduktan sonra hidayetin vasıflarını açıklamıştır. "Bu aye­ti okuduğu zaman O'na şöyle denildi: Ey Allah Resulü, bu 'şerh=açma' nedir? Buyurdu ki: Nur kalbe atıldığı zaman yürek onunla açı­lıp genişler. Denildi ki: Bunun bir alameti var mıdır? Buyurdu ki: Evet, aldanış yurdundan etek çekerek, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüme hazırlık yapmak".
Allah Resulü (sav) daha sonra bunun vasıtası olarak da dünya­da zühdü, Mevla'nın hizmetine koşmayı, hüsn-ü tevfiki ve ilimde isabeti zikretmiştir. Bunlar Allah Teala tarafından bahşedilen mev-hibeler ve imtiyazlar olup Allah Teala'mn dilediği kullara mahsus olurlar.
Küfe emiri olan Ebu Musa el-Eş'ari'ye (ra) Allah yolunda geri adım atarak değil de hücum ederek öldürülen kimsenin nerede ol­duğu sorulmuştu. Ebu Musa (ra) 'Cennettedir1 dedi. İbni Mesud (ra) bunu işitince soru sahibine şöyle dedi: Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir. Adam da tekrar Ebu Musa'ya gitti ve 'Allah yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse nerededir?' diye sordu. O da 'Cennettedir1 dedi. İb­ni Mesud, bunu duyunca adama 'Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir1 dedi. Adam da tekrar Ebu Mu­sa'ya gitti ve 'Allah yolunda gerileyerek değil de öne atılarak sava­şırken öldürülen kimse hakkındaki görüşün nedir? O nerededir?' diye sordu. O da üçüncü defa 'Cennettedir' dedi.
Bilahare Ebu Musa (ra)İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Bendeki ilim budur. Peki senin görüşün nedir? İbni Mesud (ra) 'Ama ben böyle görmüyorum' dedi. Ebu Musa (ra) da 'Peki senin görüşün ne­dir?' diye sordu. O zaman İbni Mesud (ra) şöyle dedi: 'Allah yolun­da savaşırsa ve hakka isabet etmişse, öldürüldüğü zaman cennette olur1. Bu cevap üzerine Ebu Musa el-Eş'ari şöyle (ra) dedi: Bu doğ­ru söylüyor. Aranızda böyle bir alim varken bir daha bana soru sor­mayın'.
Hadis ehlinin de söylediği gibi asıl olan; sıfatların haberlerini olduğu gibi kabul etmek ve tefsiri hakkında sükut etmektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki yalnızca isim ve sıfatların manalarının ve delillerinin bilinmesi sayesinde onlar hakkındaki zan ve vesve­seler reddedilip onlarla ilgili teşbih ve temsil gibi bidatler terkedi-lebilir. Yakine huzur içinde teslim olmak da onu müşahede yoluyla bilmekten geçer ki bu da yakin ehlinin makamıdır. Bunlara Allah Teala'mn sıfatları olarak inanılması, Allah Teala'mn bunlarda te­celli etmesi sınırsız ve sayısız olarak bunlar dışında dilediği sıfat­larda da tecelli etmesi ve istediği sıfatta dilediği keyfiyette zuhur etmesi, O'nun belli bir sıfata bağlı olmaması ve herhangi bir suret­te mahkum olmaması O'nun gayriyetini izhar etmeksizin de olabi­lir. Cins ve cevherliğin yokluğundan, keyfiyet ve misliyetin reddin­den dolayı dilediği vasıfta zuhur edebilir.
Yakinin bu mertebesi de, şehidler zümresindeki Mukarrebun'nn makamıdır. Bunlar Sıddıklar ve yakin ehlinin havassıdırlar. Onla­rın bakışından yüz çeviren ve onların şehadetleriyle yüzleşmeyen kimseler, teslimiyet ve tasdik makamında bulunurlar. Bunlar da işte bu makama sığınıp orada istirahat bulurlar. Bunların maka­mından daha aşağıda övülecek bir makam ve zikre değer bir sıfat mevcut değildir.
Bu hususları aklıyla araştırıp kendi görüşü ile tefsire yeltenen kimseler, ya teşbih hatasına düşer, ya da reddeden ve batıl sayan­lar dairesine girerler. Bu ilmin, diğer ilmlere olan üstünlüğüne da­ir Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiş birçok hadis ile Sahabe ve Tabiun'dan nakldilmiş bir çok söz mevcuttur. Yine Selefden zi­kir meclislerinin ve zikir ehlinin faziletlerine dair birçok haber nakledilmiştir.
Onlar, zikir ile iman ve marifet ilimlerini, muamele ve kalple­rin basiretlerini fıkhetmeyi ve gaybm sırlarına ayne'l-yakin ile na­zar etmeyi murad ediyorlardı. Zikir meclisi ile kasdettikleri, kıssa ve hikayelerin anlatıldığı ve kassasların konuştuğu yerler değildi. Çünkü onlar kıssacığılı bidat olarak görüyorlardı. Onlara göre Al­lah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer'in (ra) devirlerinde hiç kimse kıssacıhğa yeltenmemişti. İslam aleminin şahit olduğu bü­yük fitnenin patlak vermesinden sonra kıssacılar da ortaya çıkma­ya başladılar. Ali (kv) Basra'ya girdiği zaman camideki kıssacılan oradan çıkartmış ve şöyle demişti: 'Mescidimizde kıssa anlatıla­maz'. Ali (kv) Hasan el-Basri (ra) ile karşılaşıncaya kadar bu tavrı­nı sürdürdü. O da bazan kıssa anlatırdı. Ali (kv) onu da dinledi, sonra mescidden ayrılarak Hasan el-Basri'yi dışarı attırmadı.
Bir gün İbni Ömer (ra) camide oturduğu kısma gelince, bir kıs-sacının oturmuş insanlara kıssa anlattığını gördü. Zabıta amirini çağırarak bu kıssacıyı mescidden çıkartmasını istedi. Amir de onu mescidden attı. Eğer kıssa anlatmak zikir meclislerinin özelliğin­den ve kıssacılar da muteber alimlerden olmuş olsaydı, İbni Ömer (ra) gibi zühd ve vera1 sahibi olan bir zat, o kıssacıyı mescidden dı­şarı artırmazdı.
İbni Şevzeb, Ebu't-Teyyah'dan şunu nakletti; 'Hasan el-Basri'ye (ra) dedim ki: İmamımız kıssa anlatıyor. Erkekler ve kadınlar da biraraya gelip dua ederlerken seslerini yükseltiyor ve ellerini uza­tarak dua ediyorlar. Dedi ki: Dua ederken sesi yüksetmek bidattir. Elleri uzatarak dua etmek bidattir.
Ebu'l-Eşheb de Hasan el-Basri'den (ra) şu sözünü rivayet etmiş­tir: Kıssalar bidattir. Bir defasında İbni Sirin'e (ra) şöyle denilmiş­ti: 'Ne olur kardeşlerine bir kıssa anlatsan'. O da şu karşılığı verdi: 'Denildi ki: İnsanlara hitaben ancak şu üç kişi konuşur: Amir, me­mur ve ahmak. Ben ne amirim, ne de memurum. Üçüncü olmayı da asla istemem'. Avn b. Musa'dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Muaviye b. Kurra bize anlattı ki: 'Hasan el-Basri'ye (ra) şöyle bir soru sordum: Sence bir hastayı ziyaret etmem mi daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Hastanı ziyaret et. Ben yine sordum: Sence, bir cenazenin teşyiin-de bulunmam mı daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Cenazeni teşyi et. Bir kez daha sordum: Sana göre bana ihtiyacı olan birine yardım etmem mi da­ha iyidir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Onun ihtiyacını gör. Bu şekilde her şeyi zikrettim. Nihaye­tinde boş geçirilen oturumları dahi, kıssa anlatılan meclislerden daha hayırlı gördüğünü beyan etti'.
Eğer Selefe göre zikir meclisleri kıssacılarm meclisleriyle aynı olsa ve kıssalar da onların gözünde zikir olarak değerlen dirils ey di Hasan el-Basri (ra) kıssacılarm meclislerini bu kadar Önemsiz gör­mez ve amellerden birçoğunu ona tercih etmezdi. Çünkü o, insan­ları tevhid ile Allah Teala'ya çağıran, marifet ve yakin ilimleri hak­kında söz söyleyen nadir alimlerdendi.
Allah Teala'yı zikredenlerle beraber zikir meclisinde hazır ol­mak, imanın ziyade sindendir. Allah Teala da zikredenlerin maka­mını, müminlerin makamının üstüne çıkartmış ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü­min erkekler ve mümine hanımlar.....zikreden erkekler ve zikreden
hanımlar". (Ahzab/35) Görüldüğü üzere, zikredenler, iman edenler­den daha üstün bir makamda anılmışlardır.
Ebu Zer1 den (ra) rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Zikir meclisinde hazır bulunmak, bin rekat namaz kılmaktan daha üstündür. İlim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden daha faziletlidir. İlim meclisinde bulunmak bin cenazeye şahit olmaktan daha faziletlidir.. Denildi ki: Ey Allah Re­sulü, Kur5an okumaktan da üstün müdür? Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: îlimsiz Kur'an'm ne faydası olur ki?".
Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisinde hazır bu­lunmak, on batıl mecliste bulunmanın keffareti olur.
Ata' ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisi, eğlence meclislerinden yetmişine kefaret olur. Muaz el-A'lem'den nakledildi ki: 'Yunus b. Ubeyd, beni Mutezilenin ders halkalarından birinde görmüştü. 'Gel' diyerek bana seslendi. Yanma gittiğimde şöyle dedi: İlla da bir meclise oturacaksan, kıssacılarm meclisinde otur daha iyi'.
Hasan el-Basri (ra) zikir ehlinden bir alimdi. Onun meclisleri da­ima zikir meclisi olurdu. Evinde kurduğu zikir meclislerinde, kar­deşleri ve ibadet ehlinden dostları ve takipçileriyle başbaşa kalırdı. Bunlara misal olarak, Malik b. Dinar, Sabit el—Benani, Eyyub es-Sihıstani, Muhammed b. Vasi', Ferkad es-Seneci ve Abdülvahid b. Zeyd (ra) gibi zevatı zikredebiliriz. O, bu meclislerde şöyle derdi: 'Haydi nuru getirin de ortaya yayın'. Hasan el-Basri bu ilim hakkın­da konuşurken, yakin ve kudret ilminden, kalplere doğan hatırlar­dan, amelleri ifsad eden marazlardan, nefislerin vesveselerinden ve bunlar gibi mevzulardan bahsederdi. Kimi zaman Hadis ehlinden bazıları, kafalarını gizleyerek onun meclisine sızar ve diğerlerinin arkasında oturarak onun anlattıklarını dinlerlerdi. Hasan böyleleri-ni gördüğü zaman şöyle derdi: Ey ahmak, burada ne yapıyorsun? Kardeşlerimizle başbaşa kalmış zikrettiğimizi görmüyor musun?
Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız Hasan el-Bas­ri'dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de Allah Teala'mn izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır.
Hasan el-Basri (ra), Tabiun'un en hayırlılarından biriydi. Onunla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Kırk yılım hikmeti kavrama­ya verdikten sonra onu anlatmaya başlamıştır. Bedir ashabından (ra) yetmiş zat ile görüşmüş ve üçyüz sahabiyi bizzat görmüştür. Ömer b. Hattab'm (ra) hilafetinin sona ermesinden iki gece evvel, Hicret'in yirminci yılında Medine'de doğmuştur. Annasi, Allah Re­sulü'nün (sav) hanımı ve müminlerin annesi Ümmü Seleme'nin (ra) hizmetçisiydi. Rivayete göre Ümmü Seleme (ra) bebekken ken­disini memesiyle teselli etmiştir. Konuşması Allah Resulü'nün (sav) konuşmasına çok benzerdi.
Hasan el-Basri (ra), Osman b. Affan (ra) ve Ali b. Ebi Talib (kv) ile Aşere-i Mübeşşere'den hayatta kalanları da görmüştür. O, Os­man'ın (ra) devrinden yani hicretin yirmi yılının biraz fazlasından doksan küsur yılma kadar geçen sürede Sahabe'den birçok zatı gör­müştür.
Sahabe'nin en son vefat edenleri şunlardır: Basra'da Enes b. Malik (ra); Medine'de Sehl b. Sa'd es-Sa'idi (ra); Mekke'de Ebu't-Tufeyl (ra); Yemen'de Ebyad b. Cemal el-Mazini (ra); Kûfe'de Abdul­lah b. Übeyy (ra); Şam'da Ebu Karsame (ra); Horasan'da Büreyde el-Eslemi (ra). Hicretin yüzüncü yılma girildiğinde dünya üzerinde Allah Resulü'nü (sav) göz ucuyla dahi olsun görmüş olan hiç kimse kalmamıştı. Hasan el-Basri (ra) de Hicret'in yüz onuncu yılında ve­fat etti.
Ebu Katade el-Adevi (ra) şöyle derdi: 'Bu şeyhe sıkı sarılın. Al­lah'a yemin ederim ki, Allah Resulü'ne (sav) sahabi olamamış in­sanlar arasında O'nun ashabına bunun kadar benzeyen başka biri­ni görmedim'. Ulema şöyle derdi: Biz Hasan el-Basri'yi (ra) hilmi, huşu'u, vakarı ve sükuneti bakımından İbrahim-i Halil'e (as) ben­zetirdik. O, gerçekten de o peygamberin sıfatlarını taşımaktaydı.
Basra ahalisinden bir kadın Allah Teala'ya bir nezir adamıştı. Eğer O, kadının istediğini tahakkuk ettirirse adağına göre kendi dokuduğu kumaştan bir elbise dikecek ve onu Basra şehrinin en hayırlı zatına giydirecekti. Bir müddet sonra kadıncağız adadığı hususun tamamen tahakkuk ettiğini gördü ve adağına sadık kala­rak elbiseyi dikti. Ardından Basra'nın en hayırlısını soruşturmaya başladı. Sorduğu herkes 'Hasan el-Basri'dir dedi.
Bu ilme ilk giren, onu ilk kez dile getiren, esaslarını anlatan, nurlarını izhar edip üstündeki örtüyü kaldıran Hasan el-Basri'dir. O, bu ilim hakkında kardeşlerinin daha önce hiç işitmedikleri şey­ler söylüyordu. Bir gün kendisine şöyle denildi: 'Ey Eba Sa'id, sen bu ilimde daha önce bir başkasından duymadığımız şeyler söylü­yorsun. Bütün bunları kimden öğrendin'. 'Huzeyfe b. el-Yeman'dan (ra)' dedi. Bunun üzerine Huzeyfe b. el-Yeman'a (ra) giderek 'Senin daha önce Allah Resulü'nün (sav) ashabından hiç kimsenin söyle­mediği şeyler söylediğini görüyoruz. Bu ilmi kimden aldın?' diye sordular. Dedi ki: 'Allah Resulü (sav) bu ilmi bana mahsus kıldı. Di­ğerleri O'na hayrı sorarken ben, içine düşme korkusuyla şerri soru­yordum. Böylece hayrın da beni geçemeyeceğini biliyordum'.
Huzeyfe'nin (ra) bir defasında şöyle dediği rivayet edilir: 'Şunu öğrendim ki şerri bilmeyen kimse, hayrı da bilemez Bu sözün baş­ka bir rivayetinde şu ifade geçmektedir: 'İnsanlar, Allah Resulü'ne (sav) amellerin faziletlerini sorarak 'Ey Allah Resulü, şöyle şöyle yapan için ne vardır?' derlerdi. Ben ise 'Ey Allah Resulü, şu şu amelleri ne ifsad eder?' diye sorardım. O da ısrarla amellerin afet­lerini soruşumu görünce, bu ilmi bana has kıldı'.
Huzeyfe (ra) münafıkların bilgisine sahip olan tek sahabi idi. Allah Resulü (sav) bu ilmi, ilmin sırlarını, anlayışın inceliklerim ve yakinin gizli yönlerini Sahabe arasında yalnız ona mahsus kılmış­tı. Ömer (ra), Osman (ra) ve diğer büyük sahabiler bile umumi ve hususi fitneleri ona sorar, ona has kılman ilim hakkında kendisina müracaat eder, münafıkları ve Allah Teala'nm Kur'an'da zikrettiği münafıklardan hayatta kalan olup olmadığını ona sorarlardı. Hu­zeyfe de (ra) onları sayı olarak bildirir, isimlerini söylemezdi.
Ömer (ra) bile, ona kendi hakkında soru sorar, nifak içinde olup olmadığını öğrenmek isterdi. Huzeyfe (ra) onu nifaktan ibra etti. Ömer (ra) münafığın alametlerini ve nifağın belirtilerini de ona so­rardı. Huzeyfe de (ra) kendisine izin verilen daire içinde onun so­rularını cevaplar, ancak izin verilmeyen hususları haber vermek­ten affını ister ve mazur görülürdü. Ömer (ra), namaz kıldırmak için cenazeye davet edildiği zaman, Huzeyfe'nin (ra) namazda olup olmadığına bakardı Eğer Huzeyfe (ra) varsa namazı kılar, eğer o gelmemişse namazını kılmazdı.
m ialıb el-Mekk'i
Huzeyfe b. el-Yeman fra) Sahabe arasında 'Sır sahibi= Sahibu's-sır5 olarak anılırdı. Bu ilimle ilgili olarak Sahabe'ye bir sual sorul­duğu zaman -Huzeyfe'yi kasdederek- şöyle derlerdi: Sır sahibi ara­nızda iken bana soruyorsunuz?
Enes b. Malik (ra), Allah Resulü'nden (sav) zikir meclisinin fa­ziletiyle ilgili duyduğu hadislerden hareket ederek şöyle demiştir: 'Benim için, güneşin fecrinden doğuşuna kadar geçen sürede Allah Teala'yı zikreden bir toplulukla oturmam, dört köle azat etmemden daha sevimlidir'. Enes (raj dedi ki: Yezid er-Rikaşi ve Ziyad en-Nu-meyri'ye döndüm ve şöyle dedim: Zikir meclisleri, kurduğunuz şu meclisler gibi; birinin kıssa anlattığı, arkadaşlarına hitap ettiği ve­ya hadisleri ardarda sıraladığı meclisler değildi. Biz meclise otur­duğumuz zaman, imanı zikredip Kur'an'ı tefekkür eder, dini fıkhe-der ve Allah Teala'nm üzerimizdeki nimetlerini sayardık'.
Abdullah b. Revaha (ra), Allah Resulü'nün (sav) ashabına şöyle derdi: Gelin de bir saat iman edelim. Bu davet üzerine onun yanı­na oturur, ilmullah'ı, tevhidi ve ahireti zikrederlerdi. Abdullah, Al­lah Resulü'nün (sav) namazını bitirmesinden sonra O'nun yerini alır, insanlar da onun çevresine toplanırdı. O da bu insanlara; Al­lah Teala'yı, O'nun azap ve mükafaat günlerini zikrederek Allah Resulü'nün (sav) hadislerini onlara anlatmaya çalışırdı. Kimi za­man onlar böyle toplanmışken Allah Resulü (sav) odasından çıka­rak yanlarına gelir ve yerine otururdu. Orada bulunanlar sükut et­tiğinde, zikirlerine devam etmelerini emreder ve şöyle buyururdu: "Ben de bununla emrolundum ve insanları buna davet ettim".
Muaz b. Cebel (ra), buna benzer bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) bu ilim hakkında konuşurdu". Cündüb'ün (ra) rivayet ettiği bir hadis­te ise bunun açıklamasını görmekteyiz: "Biz Allah Resulü'yle otur­duğumuzda, bize Kur'an'dan önce imam öğretirdi".
Cündüb (ra) iman ilmini İman' olarak isimlendirmiştir. İbni Re­vaha da (ra) onun için bu ismi kullanmıştır. Çünkü 'İman ilmi', 'îman'm sıfatlarından biridir. Araplar, bir şeye isim verirken aslına göre verdikleri gibi, sıfatına göre de isim verirlerdi. Nitekim Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Yakini öğre­nin". Burada da murad edilen, Yakin ilmidir. Allah Teala'nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Hüzünden gözlerine ak düştü". (Yusuf/84) Buradaki hüzün de, gözyaşı manasmdadır. Allah Teala bu ayette kelimenin aslını kullanarak isim vermiştir. Çünkü hüzün, gözyaşının aslıdır.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Allah Resulü (sav) bir gün sokağa çıkmıştı. Yolda iki meclis gördü. Meclislerden birinde Allah'a dua edilip O'na terğibde bulunuluyordu. İkinci mecliste ise dini fıkhediyor ve insanlara ilim öğretiyorlardı. İki meclisin orta­sında durdu ve şöyle dedi: İlk meclistekiler, Allah Teala'dan dilek­te bulunuyorlar. O, isterse verir, isterse vermez. İkinci meclisteki-lere gelince onlar insanlara ilim öğretiyor ve dinde fıkıh sahibi ol­maya çalışıyorlar. Biz de ancak muallim olarak gönderildik. Ardın­dan insanlara fıkıh kazandıran ve Allah Teala'yı zikreden meclise yöneldi ve onlarla beraber oturdu".[28][28]
Seleften bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: 'Bir gün mescide gir­diğimde iki halka kurulduğunu gördüm. Halkalardan birinde kıs­salar anlatılıp dua ediliyordu. Diğer halkadakiler ise, ilim hakkın­da konuşuyor ve amellerin fıkhıyla uğraşıyorlardı. Ben de dua mec­lisine meyledip onların halkasına oturdum. Bir müddet sonra göz­lerim ağırlaşıp uyuya kalmışım. Uykumda birinin şöyle seslendiği­ni duydum: Sen, bunların meclisine oturup ilim meclisini terkettin. Halbuki ilim meclisine otursaydm Cebrail'i (as) yanlarında görür­dün'.
Zikrin hakikati, Allah Teala'yı bilmek, yani İlmullah'tır. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisi hiç duymadınız mı? "Zik­rin en faziletlisi, 'La ilahe iIlallah=Allah'dan başka ilah yoktur5 sö­züdür"[29][29]Allah Teala da Resulü'nü tasdik ederek şöyle buyurmuş­tur: "Bil ki, Allah'tan başka ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kur'an, ancak Allah'ın ilmiyle in diri İmi ştir. Ve O'ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)
İlme gelince; zikir, müşahede ilmindendir. Müşahede ise, ayne'l-yaki?ı'in sıfatıdır. Gözün üzerindeki perde kaldırıldığı zaman göz, nurları sayesinde sıfatların manalarına şahit olacaktır. Bu, imanın hakikat ve kemalinden doğan yakin nurunun ziyadesidir.
İşte o noktada, sıfatının nurundan dolayı sıfat sahibini zikredi­lenin müşahedesiyle zikredersiniz. Bu meyanda O'nun şu buyruğu gayet açıktır "Onlar ki, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir ör­tü içinde idi". (KehClOl) O'nu zikretmeye karşı bu örtüsü kaldırıl­mış olan kimse, zikrettiği Hak Teala'yı müşahede eder. Bu anda zikredip hatırlamış olur. Bundan zonra, halkın unutmasından son­raki hakiki ilim vücud bulur. Allah Teala da bu meyanda şöyle bu­yurmaktadır: "Unuttuğun vakit Rabbini zikret". (Kehf/24) İmanın hakiki şekli, Allah dışında bütün ilahları inkar etmekse, Zikr-i İla-hi'nin hakiki şekli de, O'ndan başkasını unutmaktır. Allah Tea-la'nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Her kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse.." (Bakara/256)
Hadis ehlinden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Marifet ehli arasındaki kardeşlerimden biri bana gelerek şöyle demişti: Kal­bimde bir gaflet hissediyorum. Ne olur beni zikir meclislerinden bi­rine götürsen. Ben de ona zikir ehlinden olup avama mahsus ilim­leri anlatan bir zatın ismini söyledim. Onunla birlikte o zatın mec­lisine gittik. Halk toplandıktan sonra biraz kıssa anlatmaya başla­dı. Ardından cennet ve cehennemi zikretti.
Arkadaşım bana dönerek şöyle dedi: 'Sen bana bu zatın Allah Teala'yı zikrettiğini, Rabbini ve O'nun mühim günlerini hatırlattı­ğım söylememiş miydin? Ben de 'Evet, zikir meclisi bizde böyle olur' dedim. O zaman bana şöyle dedi: Ben, mahrukatın zikrinden başka bir şey duymadım. Allah Teala'mn zikri hani nerede?
Bir süre daha dinledi. Adamın, marifet ilmine ait ve kendi sufi şeyhlerinden dinlemeye alıştığı bahislere gireceğini umuyordu. An­cak umduğunu bulamayınca şöyle dedi: Haydi gidelim. Artık bu mecliste oturamam. Şahsen böyle bir meclise niyetlenmemiştim. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: Ben, insanları çiğneyerek meclisi terketmekten haya ederim. Ama sen doğru gördüğünü ya­pabilirsin. O da, dinleye çilerin saflarım yararak mescidden ayrıldı.
Zühri (ra) Salim vasıtasıyla Ibni Ömer'den (ra) şunu rivayet et­miştir: Bir gün, İbni Ömer (ra) mescidden çıkıp gitmiş ve şöyle de­mişti: Beni bu mescidden çıkaran, içerideki kıssacıdan başkası de­ğildir. Eğer o olmasaydı kesinlikle çıkmazdım. Damra şöyle dedi: Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şunu sordum: Kıssa anlatan kişiye yüzümüzü dönelim mi? Bana şu cevabı verdi: Bidatlara sırtınızı dönün. İb­ni Avn da şunu söylemiştir: İbni Sirin'in (ra) yanına girdiğimde ba­na, yeni bir haber olup olmadığını sordu. Ben de, emirin kıssacıla-rı kıssa anlatmaktan menettiğini söyledim.
Ebu Ma'mer'den nakledilmiştir ki: Halef b. Halife şu hadiseyi anlattı: Bir gün yolda yürürken Ebu Hakem'in mescidin kapısında dişlerini misvakladığım gördüm. O esnada bir kassas da mescidde kıssa anlatıyordu. Bir adam Ebu Hakem'i görerek yanına gitti ve şöyle dedi: Ey Eba Hakem, insanlar seni bekliyorlar. Dedi ki: Ben, kesinlikle onların bulunduğu halden daha hayırlı bir haldeyim. Ben sünneti ifa ediyorum, onlar ise bidat içindeler.
A'meş'ten (ra) ise bundan daha ağır bir ifade nakledilmiştir. A'meş (ra) Basra'ya gitmişti. Orada bir yabancıydı. Camiye gitti­ğinde bir kassasm 'A'meş bize Ebu İshak'tan nakletti ki.. A'meş bi­ze Ebu Vail'den nakletti ki..' diyerek kıssalar anlattığını gördü. He­men halkanın ortasına daldı ve elini kaldırdı, koltukaltı kıllarını yolmaya başladı. Bunun üzerine kassas ona bakarak 'Ey şeyh, utanmıyor musun biz burada ilim yapıyoruz, sen ise böyle çirkin bir şey yapıyorsun?' dedi. A'meş de (ra) şöyle dedi: Benim şu anda yaptığım, şu yaptığından daha hayırlıdır. Kassas da 'Nasıl olur?' di­ye sordu. A'meş, 'Ben bir sünneti ifa ediyorum, sen ise yalan söylü­yorsun. Ben A'meş'im ve senin naklettiklerinden hiçbirini naklet­medim' dedi. Halk, A'meş adını duyunca kassasm etrafından dağı­larak onun çevresine toplandılar5.
Muhammed b. Harun'dan şunu naklettiler: İshak ona şu habe­ri anlatmıştı: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) ile birlikte bayram na­mazı kıldım. Orada bir kassas kıssa anlatarak bidatçılara lanet ediyor, sünneti zikrediyordu. Namazı kılıp ayrıldıktan sonra Ebu Abdullah (ra) yolda o kassası hatırladı ve şöyle dedi: 'Anlattıkları­nın ekseriyeti yalan olsa dahi şu kıssacıların avama faydaları da dokunuyor.
Muhammed b. Ca'fer'den de şu bilgi aktarılmıştır: Ebu'1-Hars şunu nakletmişti: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İnsan­ların en yalancısı, kassaslar ve çok soru soranlardır1. Yine Ahmed b. Hanbel'den (ra) şu sözü rivayet edilmiştir: 'İnsanların doğru söz­lü kıssacılara ihtiyaçları o kadar fazladır ki. Çünkü onlar halka mizanı ve kabir azabını hatırlatırlar. Dedim ki: Peki siz onların mec­lislerine katılır mısınız? 'Hayır!' dedi'.
Hubeyb b. Ebi Sabit, Ziyad en-Numeyri'den şunu nakletti: 'Enes b. Malik (ra) zaviyede iken yanına gittim. Bana 'Kıssa anlat' dedi. Ben de, 'Nasıl olur? Ulema onun bidat olduğunu söylüyor' de­dim. Şöyle dedi: 'Allah Teala'nm zikrine dair hiçbirşey bidat değil­dir1. Ben de kendisine kıssa anlattım. İnanması ümidiyle en doğru kıssa ve dualarımı zikretmiştim. Ben anlattıkça onun inandığını hissediyordum'.
Selef-i Salih duayı da kıssadan sayıyorlardı. Yusuf b. Atıyye, Muhammed b. Abdurrahman el-Harraz'dan şunu nakletti: Hasan el-Basri (ra) Amir b. Abdullah el-Anberi'nin yokluğunu farketmiş ve çevresindekilere 'Beni Ebu Abdullah'a götürün' demişti. Hasan onun evine gittiğinde, içinde kumdan başka birşey bulunmayan bir evde başını sarmalamış halde oturduğunu gördü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, birkaç gündür seni göremiyoruz.
O da şöyle dedi: Ben bu meclislere gidip geliyor, bir sürü yalan yanlışa ve karıştırmaya kulak veriyordum. Şeyhlerimizi dinliyor ve onlardan Allah Resulü'nün (sav) hadislerini Öğreniyordum. O, şöy­le buyurmuştu: "Kıyamet günü, insanların iman bakımından en saf olanları, dünyada en fazla tefekkür edenlerdir. Cennette en çok gü­lecek olanlar ise, dünyada en çok ağlayanlardır. Ahirette en sevinç­li olacaklar ise, dünyada en uzun süre hüzün çekenlerdir". Ben de evin kalbimin boşalmasına ve nefsime hakim olmama daha uygun olduğunu düşündüm.
Hasan el-Basri (ra) onu dinledikten sonra şöyle dedi: Bu sözleri bizim meclislerimizi kasdederek söylemiyor. Onun kasdettiği, tari­katlar içinde bulunan ve kıssacılarm yalan yanlış konuştukları kıs­sa meclisleridir. Bu meclislerde konuşan kassaslar, dinin emirleri­ni bilgisizce takdim veya tehir ederler.
Ulemadan bir zat, söz sahiplerini üç sınıfa taksim etmiş ve bu­lundukları yerlere göre şöyle vasfetmiş tir: Konuşanlar üç sınıftır: îlki kürsi sahipleridir ki bunlar kıssa anlatan kassaslardır. İkinci­si sütun sahipleridir ki bunlar, halka fetva veren müftilerdir. Üçün­cü ise, Zaviye sakinleri olup marifet ilmine sahip olan kimselerdir. Ayet ve hadislerin anlatıldığı zikir meclisleri, İlmullah ehli, tevhid ve marifet ilimlerinin erbabı olan zatların meclisleridir. Bir hadis­te şöyle buyrulmuştur: "Cennet bahçelerine uğradığınızda serbest­çe dolaşın. Denildi ki: Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: Zikir meclisleridir". Bir diğer hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "Allah Teala'nm halkın yaptıklarını yazanlar dışında bir de havada dolaşan melekleri vardır. Bunlar zikir meclisi gördükle­ri zaman, birbirlerine seslenerek 'Haydi meramınıza gelin' diye çağrışırlar. Oraya geldiklerinde hazır bulunanlara ikram eder ve zikredenleri dinlerler. Siz de Allah'ı ve O'nun mühim günlerini zik­redin".[30][30]
Vehb b. Münebbih el-Yemani şöyle demiştir: İlmin tartışıldığı bir meclis, onun süresince namaz kılmaktan daha güzeldir. Belki onlardan biri, orada bir kelime işitir de ondan bir sene veya Ömrü­nün kalan yılları boyunca faydalanır. Ahmed b. Hanbel'e (ra) zikir meclisleri ve onların fazileti sorulmuştu. O da insanları zikir mec­lislerine özendirerek şöyle dedi: İnsanların toplanarak Allah Tea-la'yı zikretmeleri ve O'nun üzerlerindeki nimetlerini saymaların­dan daha güzel ne olabilir? Ensar da (ra) buna benzer sözler söyle­mişlerdir.
Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: Allah Teala'nm beni çocuk­ken öldürüp cennetin yüce katlarına yerleştirmesi beni mutlu et­mezdi. 'Niçin?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü O, beni yaşatmak suretiyle Zatı'nı tanımamı nasip etmiştir. Malik b. Dinar da (ra) şöyle demişti: İnsanlar, bir şeyin güzelliğini tatmadan dün­yayı terkedip giderler. 'O nedir?' diye sorulunca dedi ki: Marifet'. Ardından şu şiiri söyledi:
Zü'l-Celal'in marifeti; izzet, ışık, behçet, sevinç ve arifler için de övünçtür I Muhabbetten de onlara nur doğar. Seni bilene tebrikler ya ilahi, o artık ömür boyu bahtiyardır.
Yahya b. Muaz er-Razi dedi ki: Dünyada bir cennet vardır. Ona giren, hiçbir şeyi arzulamaz ve asla yalnızlık hissetmez. 'O nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'Marifetullah yani Allah'ı bilmektir'. Bir başka alim ise şunu söylemiştir: Üç haslet vardır ki, arifi tanır­ken hata etmemenizi sağlarlar: Heybet, tatlılık ve sıcaklık. Alimi­miz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Alimler, zahidler ve abidler kalpleri kilitli olarak çıkıp giderler. Allah Teala ancak sıddıklar ve şehitlerin kalplerini açar. Bunu söyledikten sonra Al­lah Teala'nm şu buyruğunu okudu: "Gaybm anahtarları O'nun ka­tında olup O'ndan gayrı hiçkimse onları bilemez". (En'am/59) Şu halde sayılan zümrelerin kalpleri, marifet ve tevhid gözünün şeha-detine karşı kilitlidir.
Bu tür zikir meclisleri, eski devirlerde marifet ehline ve kalp amelleri ile batın ilminin erbabına mahsus idi. Bunlar da Ahiret uleması ve dinde fıkıh sahibi idiler. Söz söyleyenlerin en sadık ola­nı Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan bir kısmı da, din ilim­lerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) Allah Teala bu ayet-i kerimede, aslen kalbi bir fiil olan 'fikh'ı, fıkhın sebep ve ve­silesi olarak da 'korku'yu zikretmiştir.
Akıl ilmi, Zahir ilminin muhtevasına girer. İlmullah yani Allah'ı bilme ise, yakinin muhtevasına girer. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Yakin, imanın ta­mamıdır".[31][31]Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Onu ancak ilim sa­hipleri aklederler". (Ankebut/43) Görüldüğü üzere Allah Teala aklı, ilmin sıfatlarından kılmıştır. Allah Resulü ise (sav) ilim talep etme­yi emrettiği gibi yakini Öğrenmeyi de emretmiştir. Bu hadis, diğe­rine göre daha hususi bir manayı ihtiva etmektedir. Buna göre Al­lah Resulü'nün (sav) "Yakini öğrenin" buyruğu, havasa yönelik ol­maktadır. Çünkü yakin, ilmin üstünde bir makamdır.
O'nun, ilim talebinin farz oluşuna dair verdiği emir ise, umum için geçerlidir. "Yakini öğrenin" hadisinde yakin ehlinin meclisleri­ne iştirak etmeye dair bir emir mevcuttur. Çünkü yakin, bizatihi ortaya çıkmayıp yakin sahipleri nezdinde bulunabilecek bir fazilet­tir. Allah Resulü (sav) nıüslümanlara emrederken 'Ma'kul ilmini veya fetva ilmini öğrenin' gibi bir ifade kullanmamıştır. Zahir ule­ması, ilk devirden beri 'Müftiler1 olarak bilinmekteydi. Allah Resu­lü'nün (sav) bu meyandaki hadislerine misal olarak "Müftiler sana fetva vermiş olsalar da fetvayı kalbine sor"[32][32] hadisini zikredebili­riz. Görüldüğü gibi O, soru sahibim müftilerin fetvalarına rağmen, yine de kalbinin fıkhına yönlendirmektedir. Bu durumda kalbin de 'fakih' olması gerekmektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bir müslümam fakih olmayan birine sevketmesini düşünmek dahi ca­iz değildir.
Batın ilmi, Zahir ilmi üzerinde hakim olmamış olsaydı, zahir ulemasından olan lisan alimleri Batın ilmini Zahir ehlinin ilimleri arasından çıkararak Kalp ehline mahsus olan Batın ilmi dairesine sokmazlardı. Allah Resulü (sav) zahir ehlinin müftilerinden fetva almış birini, daha aşağı derecede bir fakihe yani kişinin kendi kal­bine havale etmezdi. Lafzı itibarıyla teyidli ve mübalağa sigasıyla buyrulan böyle bir hadis varken aksini düşünmek nasıl caiz olabi­lir? Allah Resulü (sav) "Fetva vermiş olsalar dahi sen fetvayı kalbi­ne sor" buyurmaktadır. Bu buyruk, sağlam bir kalbi ve açık bir ku­lağı olan, delilini görmüş ve şehvetinin gemlerinden sıyrılmış kim­selere mahsustur. Netice itibarıyla 'Fıkıh', dil sıfatlarından biri de­ğildir. O, bir kalp sıfatıdır. Allah Teala'nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Onların kalpleri vardır, fakat onlarla fıkhetmezler". (A'raf/179)
Allah Teala'nm buyruğunu işiten ve O'nu müşahede eden bir kalbin sahibi, bu kalbiyle O'nun hitabını fıkhedip dinlediği emre uyar ve Allah Teala'ya yönelerek O'nun şu buyruğunu her zaman anar: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122)
Fıkıh ile ortaya çıkan iki sıfat vardır: Bunların ilki 'Nezâret' ya­ni korkutucu ve uyarıcı olmaktır. Bu, Allah Teala'nm dinine davet yolunda sahip olunan makamlardan biridir. 'Nezîr=Uy arıcı' olacak kimse, mutlaka korkutucu olmak durumundadır. Korkutucu olabil­mek için de öncelikle korku ehlinden olmak icap eder. Korku sahi­bi ise, ancak alimlerden olabilir. Sıfatların ikincisi, dikkatli ve uya­nık olmaktır. Bu da Allah Teala'nm marifetiyle ilgili makamlardan biridir. Bu da bir nevi korku ve tedirginlik halidir. 'Fıkıh' ve 'Fehm=Anlama', aynı mana için kullanılan iki isimdir. Araplar 'Fa-kihtü=fıkhettim' fiilini, 'Fehimtü=anladım' fiiliyle aynı manada kullanmışlardır.                                                                        &?
Allah Teala, Zatı'nı anlamayı (=fehm), ilim ve hikmetten üstün tutarken, anlayış sahibi kılmayı (=ifham), muhakeme ve hüküm­lerden üstün kılmıştır. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz o meselenin hükmünü derhal Süleyman'a anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) Allah Teala, bu buyruğunda hüküm ve ilim bakımından müşterek kıldığı Süley­man ve Davud Peygamber'den (as) Tefhim=Anlayış verme, anlat­ma' fiilini Süleyman Peygamber5 e mahsus kılarak onun hükmünü, babasının hükmünden üstün kılmıştır.
Hasan b. Ali de (ra), insanları Allah Teala'ya götüren, onlara O'nun yolunda rehberlik eden hidayet alimlerini üstün görerek on­ları 'Ulema' olarak isimlendirmiş ve bize manzum olarak rivayet edilen bir sözünde ilim kelimesini onların hakkı olarak beyan et­miştir. Aşağıda manzum olarak zikredeceğimiz söz, Ali'den de (kv) rivayet edilmiştir:
iftihar, ancak ilim ehlinin hakkıdır. Çünkü onlar, Hidayet üzere olup hidayet isteyenler için rehberdirler. Herkesin ağırlığı, yaptığı ihsana göre olup Cahiller de ilim ehlinin düşmanlarıdır.
Ma'lumu olan Allah Teala'yı bilen bir alimden kim daha üstün olabilir? Her ilim, ma'lumu ile değerlendiğine ve her alimin ağırlı­ğı ilmine nisbetle olduğuna göre, bu ilme sahip olanın değeri ölçü­lebilir mi?
Zahidlerin imamı olan Abdülvahid b. Ziyad da bu manada man­zum bir söz söylemiştir. O, bu sözünü Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimlere tahsis ederken onların yürüdükleri yolu bütün yolların üs­tüne çıkartmıştır. O, manzum sözünde şöyle der:
Yollar muhtelif, Hakka giden yollarsa tekdir.
Hak yoluna girenler de eşsiz kılınmış ferdlerdir.
Halk tarafından bilinmezler ve maksatlarına da nüfuz edilmez,
Halbuki onlar, maksatlarını bilerek yavaş yavaş yürürler.
İnsanlar ise, onlar için murad edilenden gafil bir halde,
Ekseriyeti Hak yoluna karşı biganedirler.
İbni Mesud'dan (ra) şu bilgi rivayet edilmiştir: Ömer (ra) vefat ettiği zaman şöyle dedi: 'Sanıyorum onun vefatıyla ilmin onda dokuzu gitmiş oldu. Çevresindekiler şaşkınlıkla şöyle dediler: Allah Resulü'nün (sav) ashabı (ra) hemen tamamıyla mevcut iken nasıl böyle dersin? Dedi ki: Benim kasdettiğim, sizin ardına düştüğünüz ilim değil İlmullah'tır.
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Müttakiler, ardarda gelirler1 Yine o, şöyle demekteydi: Müttakiler efendiler, alimler ise komutanlardır. Onların meclislerine iştirak etmek de kişi için ziyadesiyle sevaptır. Bu sözüyle müttakilerin halkın efendileri ve öncüleri olduklarını kasdetmekteydi.
Allah Teala da müttakilerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah katında en değerliniz, en takvalımzdır". (Hucurat/13) Alim­ler ise müttakilerin komutanları, yani onların imamları mesabe­sindedir. Onlar da alimlerin eserlerinin ardına düşerler. Çünkü Al­lah Teala şöyle buyurmaktadır: "Bizleri müttakilere imam kıl". (Furkan/74)
Görüldüğü üzere Allah Teala alimleri, müttakilerden üstün tut­muştur. Allah Teala alimleri, müttakilerin imamları kılmış, mütta­kiler de onların arkadaşları olmuştur. Onların meclislerine iştirk edenler için vaadedilen üstünlük, müttakilerin meclislerine göre sahip oldukları üstünlükten kaynaklanmaktadır. Çünkü her alim muttaki iken, her muttaki alim değildir. Nitekim bu manada şöyle bir haber nakledilmiştir: 'Alimler çok, fakat hikmet ehli alimler az­dır. Salihler çok, fakat sıdk sahibi salihler azdır5.
Abdullah b. Mübarek'e (ra) 'İnsanlar kimlerdir?' diye soruldu­ğunda 'Alimlerdir1 cevabım vermiştir. 'Krallar kimlerdir?' diye so­rulduğunda ise 'Zahidlerdir1 demiştir. Teki sefiller kimlerdir?' diye sorulduğunda, 'İnsanlar arasında dinini geçim vasıtası yapanlar­dır5 cevabını vermiştir. Başka bir rivayette ise şöyle dediği bildiril­miştir: 'Her türlü günahı işleyen, dünyayı talep eden ve şahitlikle­re müdahil olanlardır1.
Ferkad es-Senci (ra) bir şey sorup da cevabını aldığı Hasan el-Basri'ye (ra) şöyle demişti: 'Ey Eba Said, fakihler sana karşı çıkı­yorlar, buna ne dersin? Hasan şunu söyledi: Anası ölesice Furey-kad! Sen şu gözlerinle fakih gördün mü? Fakih ancak o kimsedir ki; dünyada zühd gösterir, ahireti arzular, dininde basiret sahibi olur, Rabbinin ibadetinde müdavimdir, vera' sahibi ve müslümanlarm ırzlarını koruyucudur, onların mallarına karşı dürüst ve cemaatla­rına karşı nasihat edicidir..' Burada, sözkonusu ifadenin üç farklı rivayeti birleştirilmiştir.
İşte Allah Teala'yı bilen hakiki alimin sıfatları bunlardır. Onlar ariflerdir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel şunu nakletmişti: Babama dedim ki: Duyduğuma göre, Maruf-u Kerhi'ye gidermişsin. Onda hadis ilmi var mıydı? Bana şöyle dedi: Ey oğul, onda işin başı yani Allah korkusu (=mehâfetullah) vardı'. Ahmed b. Hanbel'e (ra) 'İlk imamlar neyle zikredilip tavsif edilirlerdi?' diye sorulduğunda, 'Sa­dece sıdk ile' dedi. 'Sıdk nedir?' diye sordular. 'İhlastır' dedi. 'Peki ihlas nedir?' diye sordular. 'Zühddür' cevabını verdi. Ta zühd ne­dir?1 diye sordular. O zaman bir an düşündü ve şöyle dedi: Bunu za-hidlere sorun. Bişr b. el-Hars'e sorun.
Bişr'den Mansur b. Ammar hakkında (ra) hoş hikayeler nakle­dilmiştir:
Mansur b. Ammar, zikir ehli vaizlerdendi. Ama o vaktin uleması, Bişr, Ahmed ve Ebu Sevr gibi değillerdi. Bu yüzden de İbni Aramar'ı alim saymamışlardı. Onlara göre o da bir kassasdı. Avam ise onu ulemadan sayardı. Nasr b. Ali el-Cuhdumi anlatır ki: Bir gün mizah yapmış ve biraz aşırıya kaçarak mizahın dozunu kaçırmıştı. Kendi­sine şöyle denildi: Ulemadan biri olarak böyle fena bir sözü nasıl söylersin? O da şu cevabı verdi: Ulemadan hiç kimse görmedim ki mizah yapmamış olsun. Kendisine 'Bişr b. el-Hars'ı gördün, onun böyle bir mizah yaptığına şahit oldun mu?' denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Elbette. Bh'gün kapı önünde onunla beraber oturuyor­duk. Mansur b. Ammar koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey Ebu Nasr, Emir bütün alimlerin ve salih zatların toplanmasını emretti. Ne der­sin gizleneyim mi? Bişr onu itti ve şöyle dedi: Bizden uzak dur. Yok­sa silah yüklü birileri uğrayıp seni yanımızda bulur da yanarız'.
işte Selef-i Salih devrinde kıssacıların ulema nezdindeki yeri buydu.
Nihayetinde bu ilmin erbabı irtihal etti ve zikir meclisleri, ön­cekilerin usul ve yollarını bilen zatlar dışında yakin ve muamele ilimlerini bilmez hale geldi. Selef, zikir meclisleri ile kıssacıların halkalarını birbirinden tefrik edip ulema ile sadece konuşanları birbirlerinden ayrıştırırlardı. Onlar dildeki ilim ile kalbin fıkhını, yakin ilmi ile akıl ilmini birbirlerinden ayırırlardı. Çünkü alim ile kassas arasında açık bir fark vardı. Alim, kendisine sual sorulun-caya kadar sükut eder, sual sorulduğunda ise Allah Teala'nm lüt-fuyla bildiği kadarını cevaplandırıp ortaya koyar ve Allah Teala'nm kendisine çizdiği istikamette ve bildiği kadar konuşurdu. Eğer sü­kut etmesi daha hayırlı ise, daha hayırlı olacağını bildiği için süku­tu tercih ederdi. Eğer karşısında konuşmaya ehil birini göremezse bekler ve ilmi ehline bidirirdi. İlmin ehli de onu bilip takdir ederdi. Böyle bir alimin vecd ve müşahededen de nasibi olurdu.
Allah Teala buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) Bu ayetten iki mana çıkarılabilir: 'Eğer bilmiyorsanız' buyruğundan hareketle burada zikredilen 'Zikir ehli'Allah Teala'yı bilen alimler olmaktadır. Çünkü Allah Teala'nm 'Bilmeyenlere so­run' buyurmasını düşünmek bile caiz değildir. Bilmeyenler, cahiller olduğu için soru sahibinin cehaletini arttırmaktan başka bir işe ya­ramayacaklardır. İkinci mana da şudur: Alimler, kendilerine soru-luncaya kadar sükut ederler. Kendilerine sual sorulduğunda ise, Allah Teala'nm bilmeyenlere verdiği 'Sorun' emri gereği cevap ver­meleri farz olur.
Yukarıda izahına çalıştığımız ayet-i kerimeden çıkardığımız ne­ticeler de, zikir meclislerinin; faziletlerine dair hadis ve sözlerin va-rid olduğu ilim meclisleri olduklarına delalet etmektedir. Bunu dü­şündüğümüz zaman, mesul tutulan zikir ehlinin, 'Umulur ki zikre­derler1 buyruğunun ulaştığı kimseler olduğunu görürüz. Bilmeyen­lere açıklama ulaştığı zaman, hemen Allah Teala'nm vaadettiğini hatırlayacaklardır. Hatırladıkları zaman da, ilim sahibi olacaklar­dır. İşte bu yüzden Allah Teala onlara, bilmedikleri hususları sor­malarını emretmiştir.
Allah Resulü de (sav) bu manadaki bir hadisinde şöyle buyur­muştur: "Cahilin cehaleti üzere kalması doğru olmaz. Alime de il­mine rağmen sükut etmek yakışmaz". Allah Teala da "Eğer bilmi­yorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) buyurmuştur. Allah Resulü (sav) Ehl-i Beyt kanalından rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöy­le buyurmuştur: "İlim hazinelerden ibarettir. Anahtarı ise sorudur. Sorun. Çünkü bunda dört ecir vardır: Sorana, alime, dinleyene ve onları sevene İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanlara, her sorduklarında fetva veren kimse kesinlikle mecnundur. A'meş (ra) ise şöyle derdi: Sözün öyle bir türü vardır ki cevabı sükuttur. Zünnun-i Mısri ise şunu söylemiştir: Sadık kimselerin güzel soruları, ariflerin kalplerinin anahtarıdır.
Kassas ise, söze başladığı zaman kıssa anlatan ve hikayeleri ar-darda sıralayan kimsedir. Ona 'Takip eden' manasında 'Kassas' de­nilmesinin sebebi de budur. Çünkü o, daima kendinden öncekilerin kıssalarını takip eder. Allah Teala'nm şu buyruğu, kelimenin bu manasına bir misal teşkil etmektadir: "(Annesi) Musa'nın kızkar-deşine: Onun izini takip et, demişti". (Kasas/11) Musa'nın (as) an­nesi, kızını onun ardmdn gönderirken 'İzini takip et ve bana onun haberini getir1 manasına gelen 'Kussi' kelimesini kullanmıştır.
Malik b. Enes (ra) şöyle demiştir: 'İlmin ortadan kalkmasının alametlerinden biri de, sorulmadan önce konuşulmasıdır\ Bir defa­sında da şunu söylemişti: İlmin ortadan kalkmasının alametlerin­den biri de, sorulan herşeye cevap verilmesidir. Çünkü bu tür dav­ranmak, ilmin değerini düşürecek ve onu hafife aldıracaktır. Yani işin usulü ortadan kalkacak ve yerine İndir kaldır" türü bir davra­nış biçimi gelecektir. Denilir ki: İlmi sorulmadan anlatan alimin nurunun üçte ikisi gider.
İbrahim b. Edhem ve diğerleri şöyle demişlerdir: Alimin süku­tu, şeytana konuşmasından daha ağır gelir. Çünkü o, sükut ettiği zaman hilm ile susar, konuştuğunda ise, ilim ile konuşur. Şeytan da şöyle der: Şuna bakın, susması bana konuşmasından daha zor geliyor. İşte bu sebebledir ki 'Sükut, alimin süsü, cahilin örtüşüdür1 denilmiştir.
Kasım b. Muhammed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişinin kendine değer vermesinin en güzel şekli, soruluncaya kadar bildi­ği hakkında sükut etmesidir. Hakikaten de soru sorulduktan sonra konuşan alim, ilmine sahip çıkmış olur. Bu soruyu cevaplamak farz da olabilir. Burada aslolan şehvetleri bir kenara iterek ihtiyaç ha­linde cevap vermek suretiyle farzın icabını yapmaktır. Allah Tea­la'nm "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) buyruğu­nun gereği de budur. Allah Teala bilmeyenlere sormayı emrettiği gibi, soru sorulan kimselere de cevap vermeyi farz kılmıştır.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kendisine bir ilim sorulan ve onu gizleyen kimsenin ağzına ateşten bir gem vurulur".[33][33] Görüldü­ğü gibi Allah Resulü (sav) ilmi gizleyenleri çok ağır bir azapla teh­dit etmiştir. Bir şeyi açıklamak, şehvet sebeplerinden biri olabilir. Şehvet ise, dünyaya ait bir husustur. Malik b. Enes'e (ra) bir adam anlatılmış ve hükmü sorulmuştu. O da şöyle dedi: Kendisine sorul­madan konuşuyorsa da başka bir kusuru yoktur. Bir defasında ise şunu söylemiştir: Onda bir beis yoktur. Ancak bir aylık sözü bir günde söyler.
Sözün de şehvet türlerinden biri oluşunun mahiyeti sorulmuş­tu. Malik (ra) şöyle dedi: Kişinin ilmini, sorulmadan önce açıklama­sıdır. Bir zat, abdal zümresini vasfederken şöyle demiştir: 'Yemek­leri tam acıkınca, sözleri ise zaruret halinde sözkonusu olur. Onlar, kendilerine soruluncaya kadar konuşmazlardı. Sorulduğu zaman cevap verirlerdi. Kendisine soru sorulmadan konuşmayan kimse, kendisini ilgilendirmeyen şeye dalan veya boşa konuşan biri olarak görülmez. Çünkü sorunun ardından cevap vermek, selam verildi­ğinde ona karşılık vermenin farziyeti gibidir. İbni Abbas da (ra) bu babda şöyle demiştir: Sorunun cevaplanmasını selamın iadesi gibi farz görürüm'.
Ebu Musa el-Eş'ari ve İbni Mesud (ra) şöyle demişlerdir: Kendi­sine bir ilim sorulan kişi ya onu söylesin, ya da sussun. Aksi halde zorlamacılar arasında yazılır ve din dairesinden çıkar. Benzer bir söz ibni Abbas'dan da (ra) rivayet edilmiştir. Selef uleması, her iş­lerinde zorlamacılığa (tekellüf=üzerine vazife olmayana) düşmek­ten ve kendisini ilgilendirmeyen şeylere bulaşmaktan korkardı. Onlar, bir ihtiyaç bulunmaksızın konuşmaktan, kendilerine soru sorulmadan, yerinde olduğunu görmeden ve ehli olanı bulmadan konuşmaya başlamayı tekellüf ve kendini ilgilendirmeyen şeylere bulaşma (=mâ lâ ya'nî) babından değerlendirirlerdi.
ibni Abbas'm (ra) Mücahid'e vasiyetinde şu ifadeyi görmekteyiz: 'Seni ilgilendirmeyen hususlarda konuşma. Böylesi daha faziletli­dir. Böyle yapmaman halinde hataya düşmenden emin olamam. Seni ilgilendiren şey hakkında ise yeri ve zamanı gelinceye kadar konuşma. Nice konuşan vardır ki sözünü yerinde sarfetmediği için günaha girmiştir1. Ensar'dan bir zat (ra) hakkında da şu rivayet edilmiştir: 'Vefat ettiği zaman annesi şöyle demişti: 'Cennet sana kutlu olsun. Allah Resulü'yle (sav) birlikte Allah yolunda cihad ederken şehit oldun'. Bunu üzerine Allah Resulü (sav) 'Cennete gir­diğini nerden biliyorsun. Belki kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında konuşur veya kendisini zengin etmeyecek şeyi vermekte cimrilik ederdi".[34][34]
Bir ilmi, talep olmaksızın açıklayan veya ehli olmayan kimsele­re yayan kişi, onu duyanların inkar etmeleri halinde bundan me­sul tutulacak ve bu yaptığından dolayı hesap vermesi istenecektir. Çünkü o, bu tür bir açıklama ile, tekellüfte bulunarak kendini ilgi­lendirmeyen bir şey hakkında konuşmuş olmaktadır. Eğer kendisi­ne soru sorulmuş, o da sorunun ardından cevap vermiş ise, bu du­rumda inkar edenin mesuliyeti ona düşmez. Çünkü o, bir soruyu cevaplamaktan başka bir şey yapmamıştır.
İşte bu nedenledir ki bu ilim hakkında konuşan Selef uleması, kendilerine bir şey sorulmadıkça sükut ederlerdi. Ebu Muhammed şöyle derdi: 'Alim, oturup sükut eder ve kalbini Rabbine doğru yük­selterek O'nun tevfikine muhtaciyetini hisseder ve O'ndan kendisi­ne doğruyu ilham etmesini niyaz eder. Ona sorulan bir şey hakkın­da konuştuğu zaman da, Allah Teala'mn kendisine ilham ettiği şe­kilde konuşur1.
Gömdüğü gibi Ebu Muhammed, alimi oturma ve sükut halle­rinde tevekküle muhtaç olarak Rabbini düşünen ve Vekili olan Al­lah Teala'mn emrine râm olarak bekleyen kişi olarak takdim et­miştir. Seleften bir zat da şöyle demiştir: 'Hakiki alime bir mesele sorulduğunda azı dişi sökülür gibi olur\ Rakabe b. Muskale ve baş­kaları da şunu söylemişlerdir: 'Alim, insanları etrafına toplayarak onlara birşeyler anlatan kimse değildir. Hakiki alim, kendisine ilim sorulduğu zaman, hardal koklamış gibi olandır1. Bu sözü A'meş'in söylediğine dair de bir rivayet mevcuttur. Muhammed b. Suka, A'meş'e hadis soruyor, o da yüz çevirip cevap vermiyordu. A'meş, Rakabe'ye dönüp şöyle dedi: O da senin gibi, ahmaklaştığı zaman, benim kötü ahlakım yüzünden kendi faydasına olanı terke-diyor. Muhammed bu sözü işitince şöyle dedi: Yazıklar olsun, hal­buki ben onu ilaç yerine koyuyor ve onun yararı için acısına taham­mül ediyorum'.
Ali (kv) ve İbni Mesud'dan (ra) şu hadise nakledilmiştir: 'Şehre bir adam gelmişti. Adam insanları toplayarak bol bol konuşuyor ve şöyle diyordu: Beni iyi tanıyın. Horasan ulemasından bir zat bana, kendi şeyhi vasıtasıyla büyük zat Ebu Hafs en-Nisaburi'den nak­letti ki.. Ebu Hafs'm Horasan'daki durumu, Cüneyd'in Bağdat'taki durumuna benzerdi. Ali (kv) şöyle dedi: Din hakkında kendisine bir mesele sorulan alim, Öyle kaygılanır ki o anda yaralansa, korku­sundan dolayı yarasından kan bile akmaz. Çünkü o, dünyada soru­lan meseleye vereceği cevaptan ötürü ahirette sorguya çekilmekten endişe eder. Sorudan kaçmamasmın sebebi ise, alimlerin azalması yüzünden cevap vermesinin farz kılınmış olmasıdır.
İbni Ömer (ra), kendisine sorulan sorulardan dokuzunu geçip sadece birini cevaplar ve çok soranlara şöyle derdi: Yoksa bizi köp­rü yapıp cehennemin üstünden geçip gitmek ve 'İbni Ömer böye fet­va vermişti' diyerek kurtulmak mı istiyorsunuz? İbrahim et-Temi-nıi (ra) ise, kendisine bir mesele sorulduğu zaman gözyaşlarını tu­tamaz ve 'Bu meseleyi benden başka soracak birini bulumadınız da, beni mi delil göstermek istediniz? İbrahim en-Neha'i'jâ mesci­din sütunlarından birine yaslandırıp konuşması için ikna etmeye ne kadar çahştıysak da başaramadık. O da bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve şöyle derdi: Ne üzücü ki insanlar bize muhtaç oldu.
Süfyan b, Uyeyne de (ra) yaşadığı devirde birtakım ilimlere tek başına sahip olan bir zat idi. Buna rağmen, halinden yakınarak kendisi için şu beyti okurdu:
Memmeket hâli kalınca ulemadan, şanı arttı yazısız ilmin, Benim sıkıntını da işte bu, şana tek başıma sahip olmam.
Ebu'l-'Aliye er-Reyyahi ise iki üç kişiye konuşurdu. Kendisini dinleyenlerin sayısı dörde ulaşınca kalkıp giderdi. İbrahim, Sevri ve ibrahim b. edhem de (ra) böyle davranırlardı. Hepsi de birkaç ki­şilik gruplara konuşurken dinleyenlerin sayısı arttığında meclisten ayrılırlardı.
Ebu Muhammed Sehl (ra) ise beş altı kişiden on kişiye kadar olan toplulukla oturup sohbet ederdi. Tasavvuf şeyhlerinden biri bana şöyle demişti: Cüneyd-i Bağdadi (ra) on küsur kişiye konuşur­du. Ona göre meclisin kemali yirmi kişiyle tamama ererdi.
Şeyhimiz Ebu'l-Hasen b. Salim'den şunu işittik: Bir topluluk, onun mescidinde toplandıkları zaman içerinden birini kendisine gönderir ve 'Kardeşleriniz geldiler ve sizinle görüşüp ilminizi dinle­mek istiyorlar. Eğer yanlarına çıkmayı uygun görürseniz buradalar' derdi. Ebu'l-Hasan'm evi, mescidin bitişiğindeydi. Zaten mescidde-kilerin elçisi de onun evine girmeden bu ricada bulunurdu. O, dışa­rı çıkıp mescidde bekleyenleri gördüğü zaman, gönderdikleri elçiye 'Bunlar kim?' diye sorardı. O da meclise gelenleri teker teker isim­leriyle sayardı. Eğer onları ilme layık görmüyorsa, 'Onlar benim yoldaşlarım değil sadece meclis erbabıdırlar' der ve huzurlarına çık­mazdı. Onları, ilmine yakın kılmaya layık bulmamış gibi hareket eder ve zamanını onların zamanlarına katarak heba etmek istemez­di'. İşte hakiki alimin halveti, kendisi için bu kadar kıymetlidir.
Hakiki dostlarını görürse, onlarla oturup sohbet etmeyi halvete tercih ederdi. Bu da, ulema için ziyadesiyle sevaptır. Eğer ilmine la­yık kimselerle karşılaşamazsa, o vakit halvetini başka birşeye ter­cih etmezdi. Çünkü böyle yapması halinde vakitlerini boşa geçiren­lere zemin hazırlamış olurdu. Ebu'l-Hasan, ilmine layık gördüğü kardeşlerinin huzuruna çıkıp kendileriyle sohbet ve zikirde bulu­nurdu. Hatta bunun için gece gündüz ayrımı dahi yapmazdı. Çün­kü herşeyden önemli olan, zikirin birbirlerine benzeyen, sohbetin de birbirlerine kardeş olan kimseler arasında yapılıyor olmasıdır.
İlim oturumu, arkadaşlara ve işin erbabına mahsus iken, soru­lara cevap verme, avam içindir. Bu ilmin ehli arasında aslolan bir nokta vardı: Bu ilim, hususu ilgilendiren bir ilim olup ancak havas-sa anlatılması doğru idi. Havas ise sayıca azdı. Onlar da bu ilim hakkında sadece erbabı nezdinde konuşur ve bunu bir hak, hatta mükellefiyet olarak görürlerdi. Ali de (kv) bunu teyid ederek şöyle demiştir: 'Ta ki onu kendileri gibi kimselere emanet edip kendileri­ne benzeyen insanların kalplerine ekebilsinler'.
Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) ve İsa' Peygamber'den (as) sözler nakledilmiştir: "Hikmeti sadece ehline verin, aksi halde ona haksızlık etmiş olursunuz. Ehlinden de esirgemeyin. Böyle yaparsa­nız yine haksızlık etmiş olursunuz. İlacı yaranın tanı üstüne koyan dost bir tabib gibi olun". Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifa­deye yer verilmektedir: "Hikmeti ehline vermemek cehalettir. Eh­linden esirgemek ise, zulümdür. Çünkü hikmetin, sahibi üzerinde bir hakkı vardır. Hikmetin belli bir erbabı vardır ve erbabının da hikmet üzerinde hakkı vardır. Sen her hak sahibine hakkını ver".
İsa Peygamber'den (as) ise şu sözü rivayet edilmiştir: 'Mücevhe­ri domuzların boyunlarına asmayın. Hikmet, mücevherden daha değerlidir. Onu çirkin gören ise domuzdan daha kötüdür'. Selef ule­masından birçoğu, bu ilimle ilgili olarak şöyle derlerdi: 'Bu ilmin ya­rısı sükut, diğer yarısı da onu nerede açıklayacağınızı bilmenizdir'. Ariflerden bir zat ise şunu söylemiştir: İnsanlara kendi ilminin kuvveti ve aklının gücü kadarınca hitap ederken onların anlayabi­leceği şekilde hitap etmeyen kişi, onların haklarını vermemiş ve Al­lah Teala'nın onlarla ilgili olarak farz kıldığı hakkı ifa etmemiş olur. Yahya b. Muaz şöyle derdi: Herkesin nehrinden bir su al ve onu kendi kabıyla sun'. Bu manada şunu ifade etmek isteriz: Her kul için onun akıl mihengine göre ölç ve akıl terazisine göre tart ki ona karşı esenlikte olasın, o da senden yararlanmış olsun. Aksi halde terazinin farklılığından dolayı inkara düşmesi muhtemeldir.
Şeyhlerimizden biri de bu ilmin erbabından Ebu Imran'm şöyle dediğini nakletmiştir: Ebu Bekir el-Kettani'yle konuşurken dinle­dim. Ebu Bekir, bu ilmin bütün tarikat ehline açıklanması nokta­sında hoşgörülü davranıyordu. Ebu Imran ise onu kınıyor, ilmi bu şekilde açıklamaktan ve çok konuşmaktan menediyordu. Sonunda kendisine şöyle dedi: Ben, yirmi yıldır Allah Teala'ya dua ediyor ve bu ilmi bana unutturmasını niyaz ediyorum. Ebu Bekir, 'Niçin?' di­ye sordu. Ebu Imran da şöyle dedi: Rüyamda Allah Resulü'nü (sav) gördüm ve şöyle buyurduğunu işittim: Allah katında herşeyin bir hürmeti vardır. Hürmeti en fazla olanların başında ise Hikmet ge­lir. Allah Teala, onu ehli olmayanlara verenlerden hakkını talep edecektir. Allah Teala'nın bir şeyi talepte bulunduğu kul ise O'nun
hasmıdır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demişti: 'Bir kişi mescidin sütun­larından birine yaslandığında veya birşeyler sormak istediğinde onun meclisine oturma. Çünkü geçmişte Hikmet ilminin anlatıldı­ğı meclislerde, çok nadir olarak yirmi veya otuz kişi biraraya gelir­di. Bunlar da devamlı ve sürekli gelmezlerdi. Bu tür meclislerde as­ıl olan, dört kişiden on kişiye kadar küçük bir toplulukla yapılan celselerdi. Kıssa anlatanların, zikircilerin ve vaizlerin oturumla­rında ise, Hasan al-Basri'nin (ra) devrinden günümüze kadar, yüz­lerce kişilik meclisler kurulurdu.
Tabii burada şu ayrımı da yapmak gerekir: İlim meclisleri, da­ha ziyade havass içindi ve bunların sayısı da azdı. Kıssalar ise avam içindi ve bunların sayısı da çoktu. Tanıdığımız ulemadan bir zat şöyle demişti: Basra şehrinde zikir ve vaaz üzerinde konuşan kimselerin sayısı yüzyirmi civarındaydı. Marifet, yakin, haller ve makamlar hakkında konuşan alimlerin sayısı ise, sadece altı idi. Ebu Muhammed Sehl, es-Subeyhi ve Abdürrahim bunlardandı.
Denildi ki: Alimin sükutundan istifade edemeyen kimse, onun sözünden de istifade edemez. Yani müslümana yakışan; onun sükut, huşu' ve vera'ıyla edeplenip sözüyle terbiye olduğu gibi yakinine uy­mak ve sözünün takipçisi olmaktır. Ulema şöyle derdi: Zahir ilmi dünya mülküne mahsus bir ilimdir. Batın ilmi ise, melekût alemi­nin ilmidir. Onların bu sözle kasdettikleri; zahir ilminin dünyevi ih­tiyaçlara müteallik olmasından dolayı dünyevi bir ilim olması, Ba­tın ilminin ise, ahiret azığıyla ilgili bir ilim olduğu için ahiret ilmi oluşuydu. Yine onlar bu manada şöyle demişlerdir: Dil, zahirdir ve dünya mülküne ait bir uzuvdur. O, zahir ilminin de hazinesidir. Kalp ise, melekût aleminin hazinesi ve Batın ilminin kapısıdır.
Batın ilminin, Zahir ilmine üstünlüğü melekût aleminin dünya mülkünü ihtiva eden aleme olan üstünlüğü gibidir. Melekût, gizli ve batini olan bir mülktür. Batın ilminin, Zahir ilmine üstünlüğü­nü kalbin dile olan üstünlüğüne de benzetebiliriz. Dil, açık ve za­hir olan bir uzuv iken, kalp gizli ve batini bir varlıktır. Bişr b. Hars (ra) şöyle derdi: 'Bize nakletti ki..' veya 'Bize haber verdik ki..' ifa­deleri, dünya ilminin kap il arından dır. Hadis, ahiret azıklarından değildir.
Şeyhlerimizden biri, kendi arkadaşlarından biri hakkında şu hadiseyi nakletti: Ona ait olup pek nadir olanları dışında rivayet etmediği hadislerin yazılı olduğu on küsur kitaplık dolusu kitabını gömmüştük. Merhum şöyle derdi: Hadis nakletmek istiyorum. Bu yüzden de hadis nakletmiyorum. Eğer bu arzum kaybolursa, hadis naklederim. Ardından da şunu eklemişti: Yaklaşık kırk yıldır nef­simle bu hususta cihad ediyorum. Bir kişinin, 'Bize nakletti ki..' ve­ya 'Bize haber verdik ki..' dediğini işittiğin zaman anla ki o şunu demek istemektedir; 'Bana yer açın'. Merhum, gerçekten de alim ve zahid bir zat idi. O ve benzerleri şu sözü sık sık dile getirmişlerdir: 'Hadis nakletmeyi arzuladığınız zaman hadis nakletmeyin. Ancak hadis nakletmeyi arzu etmediğiniz zaman nakledin'.
Rabiatü'l-Adeviye (ra) Süfyan es-Sevri (ra) hakkında şöyle der­di: Bir de hadis rivayetini sevmese, ne güzel adamdır şu Süfyan!. O, daima şöyle derdi: Hadisin fitnesi, mal ve evladın fitnesinden daha çetindir. Bir defasında da şöyle demişti: 'Bir de dünyayı sev­mese...' Bununla kasdettiği, insanların hadis dinlemek için onun çevresinde öbeklenmesiydi.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Kim evlenir, hadis ya­zar veya geçimlik peşine düşerse, dünyaya meyletmiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şöyle demişti: İlmullah dışındaki ilimleri tahsil eden kimse, sadece eksiğini tamamlamış olur. İlnıullah'ı tahsil eden kimse ise kemale ulaştırılmıştır. Aynı zat bunu söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Rabbinden bir nimet yetişmiş ol­masaydı elbette o, fena bir halde meçhule atılacaktı". (Kalem/49) Yani Marifet ilmi, kendisine yetiştirilmiş olmasaydı heva ve meç­hulün derinliklerine atılırdı.
Makûl ilmi yani akli ilimler, Yakin ilmiyle kıyas edildikleri za­man, uzaklaşma olarak görülürler. Aynı zat, "Eğer seni sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse onlara meyledecektin" (İsra/74) ayeti­nin tefsirinde ise şöyle demiştir: Yani seni, Marifet ile sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse akıl ilimlerine meyledip onlara yaslan­maya başlayacaktın. Sehl b. Abdullah (ra), Allah Teala'nm "Ve ta­rafından bana hakkıyla yardımcı bir delil ver" (İsra/80) buyruğu­nun tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani Sen ve Sen'den başka­ları hakkında konuşan bir dil bahşet.
İlmullah, îman ve Yakin ilimlerinin, hüküm, fetva ve muhake­me ilimlerine üstünlüğü, bizzat müşahede etmenin haber yoluyla duymaya olan üstünlüğü gibidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Haber, muayene (=elle dokunup gözle görme) gibi değildir".[35][35] Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, şöyle bir lafız geçmektedir: "Ha­ber verilen kimse, elle tutup gözle gören gibi değildir".
Iyaz b. Ganem (ra), "Çokluk kuruntusu sizleri oyaladı" (Teka-sür/1) ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "İlm-i Yakin, gözle görmek gibidir". Bu hadisin başka bir yerinde ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmektedir: "Ümmetimin hayırlıları arasında öyle bir topluluk vardır ki; Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O'nun azabının korkusuyla gizli gizli ağlarlar. Onla­rın, ayakları yeryüzünde kalpleri ise gökyüzündedir. Ruhları dün­yada, akılları ise ahirettedir. Sekine üzere yürür Vesile ile Rableri-ne yakın olmaya çalışırlar".
Fetvalar, verilen haberlerden ibarettir. Fetva istemek de, esa­sen haber istemektir. Bu meyanda Allah Teala'nın şu buyruklarını delil olarak zikredebiliriz: "Onlara sor...". (Fussilet/11); "Kadınlar hakkında sana soruyorlar". (Nisa/127) Buradaki 'sorma=istiftâ' fii­li, asıl olarak o hususla ilgili haber ve bilgi talebidir. Haber ile te­şekkül eden ilim, zan ve şüpheden hali kalamaz. Müşahede ise zan-nı tamamen ortadan kaldırıp şüpheyi giderir. Bu meyanda da Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Kalp, gördüğünü yalanla­madı". (Necm/11) Burada görme fiili, göz gibi kalp için de isbat edil­miş ve kalbin de görebileceği teyid edilmiştir.
Kalple görme Yakin, böyle bir kalbe sahip olan da Yakin sahibi olarak değerlendirilir. Allah Resulü de (sav), şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak Yakin yeter". Şu halde Yakin ilminde, diğer ilim­lere muhtaç olmaktan kurtulma sözkonusudur. Zira Yakin, bütün ilimlerin özü ve hakikatidir. Diğer ilimler ise, Yakin ilminden müs­tağni kalamazlar. Çünkü Tevhid ve İman ilimlerinde; şüphedeki zaruret ve Yakine olan ihtiyaç, fetva ve benzeri diğer ilimlere göre çok daha ileri safhadadır. İşte bu sebepledir ki Yakin ilmiyle müs­tağni olmak, diğer ilimlerle müstağni olmaktan çok daha büyük ve Önemli bir hale gelmiştir.
Yakin ilminin diğer ilimlerle ilişkisini bir şeye benzetmemiz ge­rekire, Fatiha suresinin Kur'an'm tamamıyla ilişkisine benzetebiliriz. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Fatiha suresi, Kur'an'm tama­mını ifa ettirir". Kur'an'ın tamamı ise, Fatiha'nın yerini alamaz. Al­lah Teala'yı bilmek, yani İlmullah da işte böyle olup O'ndan başka herşeyi bilmekten daha ulvidir.
Allah Teala'yı bilmek, bütün ilimlere bedeldir. Halbuki diğer bütün ilimleri bilmek, Allah Teala'yı bilmeye bedel değildir. Çünkü Allah Teala'nın zatı, bütün kainata ve daha fazlasına bedel iken, bütün kainat O'na bedel değildir: Mevcudat aleminde varolan her ilim, O'nun malumuna bağUdır. Yakin ilmi de, Hak Teala'nın ma'lumudur. Bu ilmin üstünlüğü, Allah Teala'nın masivâsma üs­tünlüğü gibidir.
Hikmet ehlinden jaîr zat, yukarıda anlattıklarımız çerçevesinde şöyle demiştir: 'Allah Teala'yı bilen, neyin cahili olur ki? Allah Tea­la'yı bilmeyen de neyin alimi olur ki?' Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler, peygamberlerin de varisleridir. Çünkü onlar, Allah Tea-la'ya götüren yolun rehberliği ve O'na davet vazifesini peygamber­lerden miras almıştırlar. Bu yüzden de kalp amellerinde onlara uyulur.
Allah Teala buyurdu ki: "Kim, Allah Teala'ya davet eden ve sa-lih amel işleyenden daha güzel sözlü olabilir?" (Fussilet/33); "Ve Rabbinin yoluna hikmet ile davet et". (Nahl/125) Yine O, iman eden kullarına, kendisine davet etmeyi emrederek bu davette kat'i ola­rak basiret üzere olunmasını murad etmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: işte bu benim yolumdur; ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teala'ya davet ederiz". (Yusuf/108)
Bu vasıfları taşıyan alimler, Kıyamet günü de Peygamberle bir­likte haşredileceklerdir. Allah Teala bu manada da şöyle buyur­maktadır: "İşte onlar, Allah Teala'nın nimet verdiği peygamberler­le beraberdirler". (Nisa/69); "Ve peygamberlerle şahitler getirildi". (Zümer/69) Bu şahitler de şu ayet-i kerime ile açıklanmışlardır: "Zahitler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nm muhafazasına memur edilmiş olmaları ve bunun üzerine şahit bulunmaları dolayısıyla..". (Maide/44)
Bu babda Muaz b. Cebel (ra) Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "İnsanlar arasında nübüvvet derecesine en yakın olanlar; ilim ehli ile cihad ehlidir. İlim ehli, insanları peygamberlerin getirdikleri risalete sevkederler. Cihad ehli ise, pey­gamberlerin getirdikleri uğruna kılıçlarıyla cihad ederler".
Dünya alimleri ise, ahiret alimlerinin aksine krallar ve sultan­larla birlikte haşredileceklerdir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle de­miştir: Alimler, enbiya zümresiyle birlikte hasredilirler. Kadılar ise, sultanlar zümresiyle birlikte hasredilirler. Kadı İsmail b. İshak, dünya ulemasından ve yargı müessesesinin ileri gelenlerinden ve akıl sahiplerinden biriydi. Aynı zamanda Marifet ehlinden olan Ebu'l-Hasan b. Ebi'1-Verd ile de kardeşlik bağına sahipti. İsmail, ka­dılık makamına geçince İbnu Ebi'1-Verd kendisini terketti. Günler­den bir gün İbnu Ebi'1-Verd bir şahitlikte bulunmak için onun ma­kamına gitmek zorunda kaldı. Oraya gittiğinde eliyle Kadı İsmail'in omzuna vurdu ve şöyle dedi: Ey İsmail, seni buraya Öyle bir ilim oturttu ki, cehalet ondan daha hayırlıydı. Bunun üzerine İsmail b. Edhem yüzünü örttü ve cübbesini ıslatacak kadar ağladı.
Zahir uleması, dünyanın ve mülkün ziyneti iken, Batın ulema­sı semanın ve melekût aleminin ziynetidirler. Zahir uleması dil ve haber ehli iken, Batın uleması kalp ve ayne'l-yakin ehlidirler. Ule­madan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala dili yarattığı zaman şöy­le buyurdu: 'Bu, Benim haberimin sığınağıdır. Eğer Beni tasdik ederse onu felaha erdiririm'. Kalbi yarattığında ise şöyle buyurdu: 'Bu, Benim nazar ettiğim yerdir. Eğer yalnız Bana halis kalırsa, Ben de onu dost edinirim'.
Haleften bir zat şöyle demişti: Cahil, ilim ile kurtulur. Alim de hüccet ile kurtulur. Arif ise, mertebeyle kurtulur. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: 'Zahir ilmi hüküm, Batın ilmi ise hâkimdir. Hâ­kim gelip hükmünü verinceye kadar hüküm belli olamaz. Zahir uleması, delillerin ihtilafından dolayı bir meseleyi anlamakta güç­lük çektikleri zaman İlmullah ehline sorarlardı. Çünkü onlara gö­re bu kimseler Tevfîk-i İlahi'ye daha yakın, heva ve günahtan ise uzak olurlardı.
İmam Şafii de (ra) bu alimlerdendi. Ulemanın görüşlerinin farklılığından ve delillerin denk olmasından dolayı bir meseleyi an­laması zorlaştığı zaman Marifet ehline başvurur ve onlara sorardı. O, er-Ra'i'nin huzurunda tıpkı bir çocuğun hocasının huzurunda oturduğu gibi oturur, şu meselede ne yaptığını, bu mevzuda nasıl hareket ettiğini sorardı. Böyle durumlarda ŞafıVye 'Ey Eba Abdul­lah, senin gibi ilim ve fıkıh sahibi olan biri, böyle bir bedeviye na­sıl soru sorar?' denilir, o da şu karşılığı verirdi: Bu, bizim ilmimizin gereğidir. Bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bu halde iken dahi şöyle diyordu: 'Allahım, eğer bu Senin rızan içinse, daha da arttır'.
Bunun üzerine Mısır ulemasından el-Me'afıri kendisine bir mektup yazarak şöyle dedi: 'Ey Eba Abdullah, sen ve ben Cenab-ı Hakk'm imtihanına ehil olanlardan değiliz ki O'nun rızasını niyaz edelim. Bizim için doğru olan, O'ndan şefkat ve afiyet niyaz etmek­tir*. Bunun üzerine Şafî'i (ra) önceki görüşünden dönerek şöyle de­di: 'Allah Teala'dan mağfiret diliyor ve O'na tevbe ediyorum'. Mer­hum bundan sonra şöyle dua ederdi: 'Allahım, sevdiğim şeyde be­nim için hayır kıl'.
Ahmed b. Hanbel (ra) ile Yahya b. Ma'in (ra) Ma'ruf b. Feyruz el-Kerhi'nin (ra) meclisine giderlerdi. Ma'ruf el-Kerhi (ra), ilim ve sünneti bu iki alim kadar güzel bilmezdi. Buna rağmen her ikisi de ona soru sorarlardı. Bir hadis rivayetinde de Allah Resulü'ne (sav) şöyle denildiği nakledilmiştir: "Ey Allah Resulü, Önümüze bir me­sele gelip de cevabım Allah'ın Kitabı'nda ve Resulü'nün sünnetin­de bulamadığımız zaman neyapmamız gerekir? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Salihlere sorun ve bunu onlar aramda bir istişare mev-zusu yapın. Onlar olmaksızın herhangi bir karara varmayın".
Muaz (ra) hadisinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer sana Allah'ın Kitabı'nda ve Resulü'nün sünnetinde olmayan bir mesele gelirse ne yaparsın? Dedi ki: Salih-lerin verdiği hükmü veririm. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Resulü'nün elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun". Bu hadi­sin başka rivayetlerinde ise Muaz'm (ra) "Kendi görüşümle ictihad ederim" dediği rivayet edilmiştir[36][36]
Cüneyd-i Bağdadi'den bize şu sözü naklettiler: 'Seri es-Saka-tfnin (ra) yanında ikamet ettiğimde bana şöyle demişti: Benden ay­rıldığın zaman kimin meclisinde oturuyorsun? Ben de 'Haris el-Mu-hasibi' demiştim Bana şöyle dedi: Güzel, onun ilmini ve edebini al.Kelam'ı şıklara ayırmasını ve Kelamcılar hakkındaki tenkidlerini ise bırak. Ben ayrılırken şöyle dediğini işittim: 'Allah seni sun bir hadis alimi kılsın. Hadis alimi sufı kılmasın'. Bunun manası şudur:
Müridlik yoluna başlarken hadis, eser, usul ve sünneti öğrenip bunların ardından ibadet ve zühde dalarsanız sufılik yolunda iler­leyip arif bir sufi olursunuz. Böyle yapmayıp da önce ibadet, takva ve hal ile meşgul olursanız, hadis ve usul ilmine bakamazsmız ve işin sonunda ilim sahibi olmadığınız için ya şatahât ehlinden biri, ya da hata ehlinden olup çıkarsınız.
Hallerin en güzeli, evvel emirde Zahir ilmine ve hadis kitapla­rına vakıf olmaktır. Çünkü bunlar, ibadet ve ilmin dallandığı kök­leri teşkil ederler. Aksi halde köklerden önce dallara sarılmış olur­sunuz. Hatta bu babda şöyle denilmiştir: 'Kimileri usûlü kaybettik­leri için vusulden -yani maksada ulaşmaktan- mahrum edildiler1. Burada kasdedilen usûl, hadis kitapları, rivayetler ve sünnetlerdir. Ama asılları tekrar etmekten öte gidemediğiniz zaman, tenkid mertebesinden aşağı düşer, arifler derecesinden aşağı iner, Yakin ve İman'm faziletini kaçırırsınız.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: İnsanlar, ilmi talep ettikleri za­man onunla amel ederler. Amel ettiklerinde de ihlaslı davranırlar. İhlaslı olduklarında ise kaçarlar... Alim, insanlardan kaçmaya baş­ladığı zaman sen onun ardına düş. İnsanlar ardına düştüklerinde ise ondan kaç'. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir: İlim ilme seslenir. Eğer icabet ederse eder. Aksi halde göçüp gider.
Zünnun-i Mısri (ra) şunu söylemiştir: 'Sana sıfatıyla konuşanın meclisine otur. Diliyle konuşanın meclisine ise asla oturma'. Daha öncesinde Hasan el-Basri de (ra) şöyle demiştir: 'Amelleri seninle konuşan kimsenin meclisine otur. Sana sırf sözüyle hitap edenin meclisine oturma'.
Selef devrinde insanlardan bir topluluk, ulema olmasalar dahi Marifet ehli ile arkadaşlık etmek suretiyle onların edebiyle edep-lenmek, onların davranış biçimlerini ve ahlaki yapılarını görmek isterlerdi. Çünkü edep ve terbiye fiillerle, öğretim ise sözle olur. Bu babda duyduğum en güzel şey, hikmet ehlinden bir zatm söylediği şu sözdür: Bir kişinin, bin kişiye fiiliyle yaptığı vaaz, bin kişinin bir kişiye sözle yaptıkları vaazdan çok daha başarılı ve etkindir.
Sehl (ra) şöyle derdi: 'İlmin tamamı dünya içindir. Ahiret için olansa o ilimle yapılan amellerdir. Ameller de ihlas olmadıkça ta­mamen hebadır5. Bir defasında da şöyle demişti: 'Alimler dışında bütün insanlar ölüdür. Amel edenleri dışında bütün alimler sarhoş­tur. Muhlis olanları dışında bütün amel sahipleri aldanmıştır\ Al­lah Teala'ya ihlas ile amel eden kimse, bunu hüsn-i hatime nasip oluncaya kadar devam ettirmek durumundadır.
Hakiki ulemaya göre, Allah Teala'dan başkasını bilen ve O'ndan başkasını fıkheden kimse alim değildir. Böylesine verilecek isim; ravi, koruyucu, hafız, taşıyıcı veya nakledici olabilir. Zahid Ebu Hazini (ra) şöyle derdi: 'Artık ulema gitti, kitaplardaki ilimler kal­dı'. Zühri (ra) ise şunu söylerdi: Talanca ilmin kabıdır. İlmin kap­larından biri olan falanca kişi bana nakletti ki..' O, kendisine hadis veya haber nakleden herkes için 'Alim' tarifini kullanmazdı.
Nitekim Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen hadis-i şerifler de bunu teyid etmektedir. Bunlardan birinde O'nun şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki -fakih değildir-, onu kendinden daha fakih olana taşır".[37][37] Mesela Hammad için, ra­vi olduğunu tescil ederek Hammad er-Raviye derlerdi. İsmin sonu­na konulan 'Ha' harfi ise, 'Allanıeh' ve 'Nessabeh' kelimelerinde ol­duğu gibi mübalağa ifade etmek içindir.
Selefe göre alim; başkasının değil Allah Teala'mn ilmiyle müs­tağni olan kimseydi. Fakih ise; başkasının sözleriyle ve rivayetle-riyle değil kendi ilminin ve kalbinin fıkhıyla imtiyaz eden kimsey­di. Bir hadiste de bu mana teyid edilmektedir: "İnsanların en zen­gini kimdir? diye soruldu. Buyurdu ki: İlmi ile müstağni olan alim, en zengindir. Ona ihtiyaç duyulduğunda ilmiyle faydalı olur. Aksi halde insanlara karşı ilmiyle yetinir". Başkasının ilmiyle ilim sahi­bi olan her alim, onun bütünü için alim olur. Bütünü ise, Ulemadır. Başkalarının tavsifi ile fazilet sahibi olan da, onun bütünüyle yani Fuzela ile mevsuf olur. Onları terkedip tek başına kaldığı za­man sükut edip nefsinin ilmine dönerek onunla ihtisas etmez. Böy­lelikle hakiki manada, cehalet ile vasfedilen ve fazilet ehlinini yol­larını anlatan biri olur. Netice itibarıyla işittiği ve naklettiği ilimle takdir edilen biri olarak kalır. Başkasının ilmiyle alim olan kimse; sarihlerin hallerini anlatan, sıddıklarm makamlarını bilen birine benzer. Böyle birinin kendine ait ne bir hali, ne de makamı vardır. Onun vasfettiği kimse, kendisine sadece ilim ve kelamda hüccet için müracaat eder. Marifetullah ehli ise hüccet bakımından amel-leriyle ve makamlarıyla öne geçmiş insanlardır.
Böyleleri hakkında Allah Teala'nm şu buyruklarını misal ola­rak zikredebiliriz: "îsnad ettiğiniz sıfatlardan dolayı vay sizlere!". (Enbiya/18); "Onları aydınlattıkça ışığında yürürler. Karanlık üze­rine çöktü mü de dikilip kalırlar". (Bakara/20) Burada murad edi­len, basirettn başka birşey değildir. Ayette geçen karanlıklar ise, alimlerin düştükleri ihtilaf hallerinin teşbihidir. Böyle hallerde, sa­hip olduğu şeyi tahkik edemeyen kimse, başka birinin sahip oldu­ğuna sahip olan kimseden başkası değidir. Onun gerçek sahibi olan kimse, onun hakiki şahididir. Onu nakleden kimse ise, başkasının şahit olduğuna şahitlik eden kimsedir. Hali sağlam ve doğru olan, bizzat şahid olandır.
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Teala, rivayet sahibine ehemmiyet vermez. O ancak anlayış ve dirayet sahibine ehemmi­yet verir. Yine o, şöyle demiştir: 'Kendisini mükellef kılan bir akla sahip olmayan kişiye, rivayet ettiği hadislerin çokluğu asla fayda etmez'. Bu manada, hikmet ehlinden bir zata ait olan şu şiiri hatır­latmak istiyoruz:
İlim, iki ilimdir; kesbî ve tabi'î.
Kesbî olmadıkça, topluma etmez fayda,
Tıpkı göz fersiz olduğunda güneş ışığının fayda vermediği gibi.
Cüneyd-i Bağdadi de (ra) ekseriyetle şu şiiri okurdu:
Tasavvuf ilmi, öyle bir ilimdir ki bilemez onu, Ancak ferasat sahibi ve hak ile maruf olan. Ona şahit olmayan da bilemez onu, Hem nasıl görür güneş ışığını ki, gözleri kör olan.
Bu mevzuda aslolan da budur. Çünkü kitaplar ve mecmualar, hep sonradan oluşmuş muhdes attan dır. Başka insanların sözlerim söyleyip ulemadan birinin mezhebine uygun fetva vermek, onun görüşlerine yönelip her konuda onu anlatmak ve o mezhebin görüş­lerini fikhetmeye çalışmak da sonradan çıkma bir muhdes, yani bi­dattir. Birinci ve ikinci Hicri asırlarda müslümanlar böyle yapmı­yorlardı. Hadis ve fıkıhla ilgili olarak hazırlanan bu eserler, ancak Hicri 120. yıldan, yani Sahabe'nin (ra) tamamının ve Tabiun'un (ra) ileri gelenlerinin Dar-ı Beka'ya irtihallerinden sonra ortaya çıkmıştır-
İslam tarihinde yazılan ilk eserlerin; İbni Cüreyc'in (ra) rivayet­lerle ilgili tasnifiyle, Mücahid, Ata' ve İbni Abbas'ın (ra) Mekke'de­ki öğrencilerinin tefsirle ilgili bazı eserleri olduğu söylenir.
Bundan sonra San'alı Ma'mer b. Raşid'in dağınık hadisleri bab-lar halinde topladığı kitabı ortaya çıkmıştır. Medine'de İmam Ma-lik'in (ra) fıkıhla ilgili 'Muvatta' adlı eseri, îbni Uyeyne'nin 'Kita-bü'l-cevami' fi's-sünen ve'l-ebvab' kitabı ile, Kurban ilimleri hakkın­daki 'Kitabü't-tefsifi ve Süfyan-ı Sevri'nin (ra), fıkıh ve hadisle ilgi­li 'el-Cami'u'l-Kebif adlı eserleri ortaya çıkmıştır.
Bunlar, İslam tarihinde tasnif edilen kitapların ilklerini teşkil etmektedir. Kitapların ortaya çıkışları, yaklaşık olarak Tabiun'un ileri gelenlerinden Said b. el-Müseyyeb ve benzerlerinin (ra) vefat­larını, Hicret'in 120 küsur senesini takip etmektedir. Bu alimlerin imamları olan alimler, Sahabe'nin (ra) dört tabakasmdandı. Tabi­un'un ilk tabakasının vefatı, takriben kitap tasniflerinin öncesine tevafuk etmektedir.
Bunlar, hadislerin yazılmasını ve ulemanın bu tür kitaplar yaz­masını, halkı Kur'an-ı Kerinı'den, zikir ve fikirden uzaklaştıracağı endişesiyle mekruh görüyorlardı. Bu meyanda da daima şöyle di­yorlardı: 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyin'. Onlar, halkın yazı ve işaretlere boğularak Allah Teala'dan ve O'nun Kitabı'ndan uzaklaşmalarından endişe ediyorlardı.
Bu endişelerinde yalnız da değillerdi. Nitekim Ebu Bekir-i Sıd-dık (ra) ve Sahabe'nin ileri gelenleri de, Kur'an'm mushaf haline getirilmesine karşı çıkarak şöyle demişlerdi: 'Allah Resulü'nün (sav) yapmadığı birşeyi nasıl yaparız?!' Onlar, bu sözü söylerken, halkın sahifelerle meşgul olup mushaflara dayanacaklarını düşü­nüp endişeleniyorlardı. Bu meyanda da şöyle diyorlardı: 'Bırakalım da insanlar Kui^an'ı aralarında teati etsinler. Biz de bu şekilde tel­kin, okutma yoluyla öğrenmiştik. Böylece Kur5an, onlar için daimi bir meşguliyet ve gayret konusu olur
Ömer (ra) ve Sahabe'nin kalanları ise Ebu Bekir'e (ra) Kur'an-ı Kerim'i mushaf halinde toplatmasını, bunun Kur'an'm muhafazası bakımından daha emniyetli olacağını tavsiye ederek, halkın bu mus-haflara müracaat etmesini, çünkü dünya gailesinin onları meşgul et­mesinden emin olunamayacağını ifade ettiler. Allah Teala da Ebu Bekir'in (ra) kalbini bu tavsiyeye açtı ve dağınık sahifelerde ve eşya­larda yazılı olan KurVn-ı Kerim, tek bir mushaf halinde toplandı.
Onlar ilmi birbirlerinden alıyor ve çok sağlam bir şekilde hıfz ve muhafaza ediyorlardı. Bunun sebebi; kalplerinin her türlü şüpheden arınmış olması, dünya gailelerinden hali olması, nevalardan sıyrıl­mış ve yüksek himmetti, azimetkar ve hüsnü niyetli olmalarıydı.
Hicretin iki yüz yılının dolmasından ve ilk üç asrının geçmesin­den sonra gelen reddedilesi dördüncü asırda Kelam tasnifatı ve Ke-lamcılarm kitapları ortaya çıkmaya başladı. Bu kitaplar, yazarları­nın görüşleri, akli bilgileri ve kıyas yoluyla oluşturulan kitaplardı.
Takva ehlinin ilmi kaybolmaya yüz tutmuş, Yakin ehlinin bil­dikleri takva ilmi, rüşd ilhamı ve Yakin ilimleri görünmez hale gel­mişti. Bunların ardından da nesiller gelmeye devam etti. Biz de şu zamanı (Hicri dördüncü asır) yaşayan halefleriz. Bizim zamanımız­da işler iyice karıştı ve insanların tefrikiyle ilgili kıstaslar değişti. Neticede Kelam ehli 'Ulema' olarak anılmaya, kassaslar da 'Arifler5 olarak isimlendirilmeye başlandı. Raviler ve nakilciler ise, din hak­kında hiçbir fıkh ve basirete sahip olmamalarına rağmen 'Ulema' sınıfına sokuldular.
Ibnu Ebi Abla'dan şu söz rivayet edilmiştir: 'Sabah namazından sonra Ata el-Horasani'nin (ra) meclisine oturur, o da bize ilminden anlatırdı. Birgün gelemedi. Bunun üzerine, kendisine izin verilen­lerden bir adam konuşmaya başladı. Adamın mahzuru yoktu. Çün­kü Ata'nın konuştuğu gibi konuşuyordu. Ama aramızda bulunan görme özürlü Reca b. Hayye, adamın sesini tanımadı ve sordu: Ko­nuşan kim? Adam da 'Ben falanım' dedi. Bunun üzerine Reca1, 'Sus, ilmi ehli olmayandan dinlemek mekruhtur1 dedi. İşte onlar, böyle hassas insanlardı. îlmullah'a ehil olan kimseler, bu ilmi ehli olmayan kimselerden dinlemeyi reddederlerdi. Onlar bu mübarek ilmi, sadece dünyada zühd sahibi olanlardan dinler, ehl-i dünyadan din­lemeyi mekruh görerek, bu ilmin böyle kimselere yakışmadığını söylerlerdi.
Bilin ki; Allah Teala'yı Marifet ve İlm-i Yakin ile zikreden kim­se, ulemadan herhangi birini taklid edemez. Selef-i Salih (ra) böy­le idi. Bu makama ulaşan zatlar, Yakin ve anlayış bakımından ulaştıkları faziletten ötürü kendilerinden ilim naklettikleri alimle­re muhalefet etmeye başlarlardı. İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Al­lah Resulü'nden (sav) başka sözüyle amel edilemeyecek veya görü­şü terkedilemeyecek hiç kimse yoktur. Kendisi Zeyd b. Sabit'ten (ra) fıkıh öğrenmiş, Übey b. Ka'b'dan (ra) kıraat okumuştu. Daha sonra da fıkıhta Zeyd'e (ra), kıraatta da Übey'ye (ra) muhalif görüş­lere sahip olmuştu.
Selef fukahasmdan bir zat (muhtemelen İmam Ebu Hanife -çev-) şöyle demiştir: 'Allah Resulü'nden (sav) geleni başımız, gözümüz üzere kabul ederiz. Sahabe'den (ra) gelenleri ise alır ve bırakırız. Tabiun'dan (ra) rivayet edilen görüşlere gelince, onlar da adam biz de adamız'. Bu sözün başka bir rivayetinde 'Biz de görüşümüzü söyleriz ifadesi mevcuttur.
İşte bu sebepledir ki Selef fakihleri, taklidi mekruh görür ve şöyle derlerdi: Kişi, ulemanın ihtilaflarını öğrenmeden fetva vere­mez. Yani bu ihtilafları öğrendiği zaman, ilmine dayanarak dinen en ihtiyatlı ve Yakini bakımından en kuvvetli olanı tercih ederek onunla fetva verir. Ama başka birinin mezhebine bağlı olan alimin, ulemanın ihtilaflarını bilmeksizin sadece kendi mezhebinin görüş­leriyle iktifa ederek fetva vermesini müstehap görürlerdi. Buna da­yanarak da şöyle denmiştir: Kul, ahirete irtihal ettiği zaman 'Bil­diklerinle ne gibi amellerde bulundun?' diye sorulacak ve 'Başkası­nın ilmiyle ne gibi ameller işledin?' denilmeyecektir.
Bu meyanda Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiiriz: "Ken­dilerine ilim ve iman verilenler..". (Rum/56) Görüldüğü üzere Allah Teala, bu ikisini birbirinden ayrı olarak zikretmiştir. Bu ayrım, kendisine iman ve yakin verilen kimsenin, aynı zamanda ilme de nail olacağına ve bunun tersi olarak kendisine faydalı ilim verilen kimsenin de, imana nail olacağına delalet eder. Bu tefsir, Allah Teala'nm şu ayetinin manalarından da birini teşkil etmektedir: "Al­lah, kalplerine imanı yazdı ve onları, kendinden bir ruh ile destek­ledi". (Mücadele/22) Yani onları İman ilmi ile takviye etti. İman il­mi, imanın ruhundandır. Ayetteki 'Ha=onun' zamiri imana dön­mektedir.
Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebevi'den istidlal ve hüküm çıkar­maya ehil olan alim, bir san'atm aracı ve bir fiilin aletidir. Çünkü o, temyiz ve basiret sahibi olup tefekkür ve ibret ehlindendir. Cahil ve avama mensup bir gafil ise, ulemayı taklid etmek durumunda­dır. Avamın alimi de, aynı şekilde havassın alimini taklid eder. Za­hir ilmine sahip olan alim de, kendinden yüksekte olan ve Batın il­mine vâkıf kılman kalp ehlinden bir alimi taklid edebilir. Çünkü Allah Resulü (sav) lisan ve fetva bilgisini alan kimseyi kalbi ilme sevketmiştir.
Kalp ehli ise, sahip oldukları ilimde fetva ehline havale edilme­mişlerdir. Zira onlar, müftilerden fetva aldıktan sonra onu kalple­rine arzetnıekte ve kalplerinde bu fetvaya karşılık ufak bir tered­düt ve şüphe hasıl olduğunda kalplerinin hükmüne teslim olmala­rı lüzum etmektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bu babdaki em­ri gayet açıktır: "Fetva verenler, sana fetva vermiş olsalar da sen fetvayı kalbine sor". Yine O şöyle buyurmuştur: "Günah, kalplerin hamlığıdır... Kalbinde tereddüt doğuran şeye gelince sana fetva verseler dahi onu terket".[38][38]
Kul, bu emre uyarak fetvanın durumunu öğrenmeye çalışır ve ona şartsız teslim olmaz. Kelam ilmine dayanarak konuşan ve onu kendisine sanat haline getiren kişi, dinleyenlenlere garip gelir. Za­manla kendisi de hakkı batıldan ayıramaz bir noktaya düşer. Bu­na rağmen 'alim' olarak adlandırılır. Avam ilim sahibi olmadığı ve dinleyicilerin çoğunluğu Selef ulemasının vasıflarını bilmedikleri için, -aslı olmasa bile- süslü ve yaldızlı sözler söyleyen herkes, avam tarafından 'alim' olarak isimlendirilmiştir.
Zamanımızın, sözleri bakımından en fazla fitneye sebebiyet ve­renleri müftiler olmuştur. Kelam, re'y ve akli bilgilere dayanarak söylenen ve aslı cehalet olan sözlerin birçoğu, cahiller arasında 'ilim' olarak itibar görmektedir. Onlar sadece kelam üreten ile ali­mi, ilim ile kelamı birbirinden ayırtedememektedirler. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere cahillerin havassı, alimlere benzemeye ça­lışır ve meclislerine oturanlara da derhal 'alim' olarak görünürler.
Bilin ki; şu zamanda insanların en alimi, Selef ulamasının ha­yatlarını ve takip ettikleri yollan en iyi bilenlerdir. Bunların ardın­dan, ilmin ne olduğunu en iyi bilenler gelir. Bunlar, kimin hakiki müte'allim yani öğrenci, kimin de aslı olmadığı halde böyle bir ha­va estirdiğini iyi bilirler. İlim talep edenlere farz olan da, bunları bilmek ve iyice öğrenmektir. Çünkü Allah Resulü (sav) ilim talep etmenin farz olduğunu buyurmuştur.
Şu halde müslümanlarm, öncelikle öğrenecekleri şeyi bilmek için, neyin ilim olup olmadığını öğrenmeleri vacip olmaktadır. Çün­kü bilinmeyen birşeyin talep edilmesi sahih olmaz. Bunun ardın­dan hakiki alimin kim olduğunu da bilmeleri vaciptir. Çünkü ilmi öğrenmek için gidecekleri şahsın, hakiki alim olması gereklidir. Şu halde ilmin bir derinliği vardır ve bu da, ancak alim ile kaim olabi­lir. İlim, ancak ehlinde bulunan bir fazilettir. Bu meyanda Ali'ye (kv), 'Sen bu meselede falana muhalefet ettin' denilmişti. O da şu cevabı verdi: En hayırlımız, bu dine en fazla tâbi' olammızdır\ Sa-id b. el-Müseyyeb (ra) ile ilgili olarak da şu hadise nakledilir: Bir defasında "Biz hiçbir ayeti neshetmez veya unutturmayız ki.." (Ba­kara/106) ayetini okuduktan sonra şöyle demiştir: Kur'an ne İbni'l-Müseyyeb'e, ne de babasına inmiştir. Ardından da aynı ayetin baş­ka bir kıraatini okumuştur.
Şu zamanda insanların en alimi, Tevfİk-i îlahi'ye ve rüşde en yakın olanları, Selef-i Salih'e en fazla tabi' olarak halefin salihleri-nin sıfatlarına en fazla benzeyenlerdir. Allah Rsulü'nden (sav) riva­yet edilen bir hadis de bunu teyid etmektedir: "O'na, 'İnsanların ilim bakımından en ileri olanı kimdir?' diye soruduğunda şöyle bu­yurmuştu: İşler kapalı ve anlaşılmaz hale geldiğinde hakkı en iyi bilendir". Seleften bir zat ise şöyle demiştir: 'İnsanların ilimce en kuvvetlisi; ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir1.
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: İslam hakkında nakilde bulu­nan iki muhaddis vardır. Bunlardan biri kötü görüşlü olup cenne­tin kendi görüşünü benimseyenlerin hakkı olduğunu iddia eder. Digeri ise azgın ve dünyaya tapan biridir. Yalnız dünya için öfkelenip yine onun için hoşnut olur ve sadece onu talep eder. Bu ikisini ce­henneme gönderin ve onların amellerine bakarak Rablerini inkar edişlerini görün. Allah Teala, biri azgın ve dünyaya çağıran, diğeri nevasına esir olup insanları kendi nevasına teşvik eden iki kişi arasında kalan adamı korusun da; Selef-i Salih'e gelsin ve onların fiillerini sorup izlerinin ardına düşsün. Eğer böyle yaparsa, büyük bir ecir kazanmış olur. Sizler de işte böyle olun.
İbni Mesud'dan (ra) müsned olarak şu hadis rivayet edilmiştir: 'İki şey vardır: Söz ve hidayet. Sözlerin en güzeli Allah Teala'nın sö­zü, hidayetin en güzeli de Allah Resulü'nün (sav) hidayetidir. Siz siz olun, sonradan çıkma bidatlardan uzak durun. İşlerin en kötü­leri sonradan çıkma olanlarıdır. Sonradan çıkma herşey de bidattir. Her bidat da dalalettir. Dikkat edin de süreniz çok uzamasın. Yok­sa kalpleriniz katılaşır. Dikkat edin, gelecek olan herşey yakındır. Ve yine dikkat edin uzak olan, asla gelmeyecektir".[39][39]
İbban (ra) vasıtasıyla Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen hut­besinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kendi ayıbıyla uğraşmaktan başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamayan, haram karıştırmaksızın kazandığı maldan infakta bulunan, zillet ve ma'siyet ehlinden uzak durarak fıkıh ve hikmet ehliyle içice olan kimse, ne güzel kimsedir! Nefsinde zelil olup ahlakı güzelleşen, içi salah bulan ve insanlara kötülük etmekten uzak duran kimse, ne güzel kimsedir! İlmiyle amel eden, malının fazlasını Allah yolunda harcayan, sözün fazlasını kendine saklayan, sünnetle genişleyip işini bidata çevirmeyen kimse ne güzel kimsedir!".
Yaşadığımız zamana şahit olan ediplerden biri de, devrimizi şu manzume ile vasfetmiştir:
Yollarına uyulan adamlar, gittiler artık,
İnkarcılar, inkar ediyorlar herşeyi,
Kaldıysa halefler arasında arındıran yekdiğerini,
O da, körün körü iteklemesi gibi.
Öyleleri var ki insanlar arasında, hayvandır o, Fakat işiten ve gören beşer suretinde. Malına, gelen her belada uyanıkken feraseti, Dinine isabet eden belayı duymaz ruhu bile. Sor ki fakihe sen de olasın onun gibi bir fakih, Bir mevzuda koşturan fıkıh ile, kazanır bu payeyi.
îbni Mesud (ra) şöyle derdi: 'Ahir zamanda güzel bir hidayet üzere olmak, çok amel yapmaktan daha hayırlıdır1. O, kendi yaşa­dığı devri Yakın ile tavsif ederken, bizim devrimizi Şüphe ile tarif etmiş ve şöyle demiştir: 'Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, en ha­yırlılarınız güzel işlerde koşturanlardır. Sizden sonra öyle bir za­man gelecektir ki, onların en hayırlıları, duraksayan ve yerini mu­hafaza edenler olacaktır*. O, bununla şüphelerin çokluğunu ima et­mekteydi.
Huzeyfe (ra) ise, bundan daha ilginç bir söz söylemiştir: Bugün maruf -yani iyi olarak- bildiğiniz şey, geçmişte münker -yani kötü olarak- bilinirdi. Sizin münkeriniz de, Öyle bir zaman gelecektir ki maruf olacaktır. Hakkı bildiğiniz ve alimleriniz de hafife alınmadı­ğı müddetçe hayır içinde olmaya devam edersiniz. Yine o, şöyle der­di: Ahir zamanda öyle bir topluluk gelecektir ki, onların alimi, ölü eşek mertebesinde olacak ve kendisine dönüp bakmaycaklardır. Onların müminleri bizim münafıklarımız gibi gizleneceklerdir. On­lar katında bir mümin, bir cariyeden daha hor görülecektir.
Ali'nin (kv) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöy­le buyurmaktadır: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, onların onda dokuzu hakkı inkar edecek ve aralarında devamlı sü­kut eden ve dalgınlığa vuran mümin dışında hiçbiri kurtulamaya­caktır. İşte onlar, ilim lambaları ve hidayet imamları olup yayıp sa­çanlar değillerdir". Yani çok konuşan ve fazla konuşarak üstünlük taslayanlar değillerdir.
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, hakkı bilenler kurtulacaklardır, 'Peki ya amel?1 denildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: O gün amel yoktur. Sadece dinine sarılarak tepeden tepeye kaçanlar kurtulacaklardı". Ebu Hüreyre'nin (ra) ri­vayet ettiği hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanların yaşayacağı öyle bir zaman gelecektir ki, emredilenin onda biriyle amel eden dahi kurtulacaktır". Bu hadisin başka bir ri­vayetinde 'Bildiğinin onda biri' ifadesi geçmektedir.
Sahabe'den (ra) biri de şöyle demiştir: 'Öyle bir zamanda yaşı­yorsunuz ki, bildiğinin onda birini terkedeniniz bile helak olur. öy­le bir zaman da gelecek ki, bildiğinin onda biriyle amel eden dahi kurtulacaktır1. Halifelerden biri de şöyle demiştir: 'Üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, ilmin en faziletlisi sükut etmek, amellerin en faziletlisi de uyumak olacaktır.
O, bu sözüyle şüphelerin artmasından dolayı münafıkların ço­ğalacağını ima etmektedir. Böyle zamanlarda sükut etmek, cahil için ilim olacaktır. Diğer taraftan amelleri şehvet için eda edenle­rin sayısı da artacağı için, uyumak şehvetten hali olanların ibade­ti olacaktır. Dikkat edin, sükut ve uyku alimin hallerinin en düşük-ğü iken, cahilin hallerinin en yükseğidir.
Yunus b. Ubeyd (ra) şöyle derdi: Bugün sünneti bilenler, garib ha­line geldi. Onu bilen de ondan uzaklaştı. Burada uzaklaşılan şey, Se-ief-i Salih'in hal ve tarzıdır. Yunus, sünneti bilenin de garib haline geldiğini söylerken, sünnete uyan kimsenin yaşadığı toplumda yadır­ganıp yabancıl aştığını ifade etmek istemektedir. Huzeyfe el-Maraşi de, Yusuf b. Esbat'a (ra) yazdığı bir mektubda şöyle demekteydi: Ta-at de, onun bilenler de kaybolup gitti. Yine o, şunu söylemekteydi: Kendisine aşina olunacak kimse kalmadı. İlim tedrisatının bile gü­nah olduğu bir devirde yaşıyoruz. Bunun üzerine 'Niçin böyle?' diye sordular. O da şu cevabı verdi: Çünkü ilim, ehlini bulamıyor.
Ebu'd-Derda ise (ra) şöyle derdi: 'Hayırlılarınıza icabet ettiğiniz müddetçe hayırda olmaya devam edersiniz'. 'Hakkınız var' denildi. O zaman, durumu anladı ve şöyle dedi: 'Hakiki alim sizin nazarınız­da toslanarak öldürülmüş bir koyun gibi olduğunda, vay halinize!'
Selef ulemasının, mütalaa için toplandıkları ve tartıştıkları ilimler vardı. Bu ilimler, bizim zamanımızda da tedris edildi. Salih-ler içinse, belli manalar ve yollar vardı. Onlar, bu yollara sülük eder ve bunlar hakkında sualler sorarlardı. İşte bu ilim, bizim zamanı­mızda ortadan kalkmıştır. Yakin ve Marifet için belirlenmiş ma­kamlar ve haller vardı. Bu ilme ehil olanlar, bunları mütalaa eder ve ilmin erbabı olan zevatın peşlerine düşerlerdi. Bunların eserleri, talep sahiplerinin ve rağbet edenlerin azlığından, bunları bilen alimlerin irtihalinden ve sülük sahiplerinin de, bunları bırakarak tarikatlara girmelerinden dolayı neredeyse tamamen silinip gitti.
Bu ilimlere misal olarak; helali arama, kazanç ve muamelatta vera' sahibi olma, ihlas ilmi, nefslerin afetleri ve amellerin fesadı ilmi, ilim ve amel nifakı, bu iki nifak arasındaki temyiz, kalp nifa­kı ve nefs nifakı arasındaki farkları, nefsin şehvetlerini açığa vur­ması ve gizlemesini, kalbin Allah Teala ile sükun bulurken nefsin dünyevi vasıtalarla tatmin bulması, ruh kaynaklı hatırlar ile nef-sani hatırlar arasındaki farkı, iman, yakin ve akıl menşeli hatırla­rı, hallerin yapılarını, âmillerin takip ettikleri yolların durumları­nı, ariflerin müşahedelerindeki farklılaşmayı, delillerin müridlere göre değişik renklere bürünmesini, malın bollaşması ve darlaşma­sını, ubudiyet sıfatlarının tahkikini, Rubûbiyet ahlakı ile ahlaklan-mayı, ulemanın makamlarının farklılaşmasını ve benzeri mevzula­rı zikredebiliriz.
Bunların tamamı, Tevhid ilmi, sıfatların manalarının marifeti, Zat'm tecellisiyle mükaşefe yoluyla hasıl olan ilimler, sıfatların ba­tini manalarına delalet eden fiillerin açığa çıkarılması, nazar etme, yüz çevirme, yakınlaştırma, uzaklaştırma, eksiltme ve arttırma, cezalandırma, sevap verme, seçme, ihtiyar etme gibi usûle teallük eden hususlardır. Bütün bunları, fasıllar halinde zikredip cümleler ve asıllar halinde bunların gösterdiği furû'at ile beraber beyan et­tik. Bunları anlamaya muvaffak kılman ve üzerindeki tefekkür ve düşüncelerinden dolayı bunlardan nasiplenmesi murad edilen kul­lar için yeteri kadar açıklama yaptık.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bu ilimle ilgili olarak Selefin bildiği yetmiş ilim gördüm. Onlar bu ilimler üzerinde münazara yapar ve bunları öğrenmeye çalışırlardı. Bugün bu ilimlerden bili­nen tek bir ilim kaldı. Aynı alim sözüne devam ederek şöyle demiş­tir: 'Şu zamanımızda da bir çok ilim biliyoruz. Ama bunlar, birta­kım batıl, asılsız iddia ve aldanmadan öte gitmemektedir. Geçmiş­te bilinmedikleri halde, sonradan ortaya çıkmış ve 'ilim' olarak ad­landırılmışlardır. Bu ilimler, Allah Teala'nın Kur'an'da vasfettiği üzere, susamış kimsenin su zannettiği, halbuki yanma vardığı za­man hiçbir şey olmadığını gördüğü seraba benzerler.
Cüneyd-i Bağdadi (ra) şöyle derdi: Şu an konuştuğumuz ilmi biz öğrendik. Ama onun yaygısı takriben yirmi sene önce duruldu. Biz ise onun haşiyelerini anlatabiliyoruz. Yine o, şöyle derdi: Yıllarca bir toplulukla aynı meclisi paylaşıyordum. Onlar, benim anlayama­dığım ve ne olduklarını bilemediğim ilimleri münazara ediyorlardı. Ama onları asla ink^ar etmedim. Aksine bilmememe rağmen kabul­leniyor ve hoşlanıyordum. Cüneyd (ra) başka bir vesilede de şöyle demiştir: Bizler, geçmişte kardeşlerimizle birlikte bu devirde bilin­meyen ve hiç kimsenin de bana sormadığı bir çok ilmi paylaşıyor­duk. Bu kapı artık kapanıp sürgülendi.
Şeyhimiz Ebu Said b. A'rabi 'Tabakaâtü'n-nüssâk' kitabım telif ettiği zaman, bu ilim hakkında ilk konuşanı, daha sonraki devirler­de onu anlatanları ve bunların ardından, bu ilimle meşgul olan; Şamlı, Basralı, Horasanlı ve bunları takiben de Bağdatlı zevatı zik­retmiştir. Bu ilmin son temsilcisiyle ilgili olarak da şöyle demiştir: 'Bu ilim hakkında söz söyleyenlerin sonuncusu, yoldaşımız Cüneyd el-Kavariri'dir. Onun, bu ilim üzerinde basireti, nüfuzu ve güzel ifadesi vardı. Ondan sonra gelenler, meclislerinde hiddetten başka birşey bulunmayanlardı'. İbni AVabi başka bir yerde de şöyle de­miştir: Cüneyd'den sonra geriye kalanlar, bu ilmi zikretmekten ha­ya edenlerdi.
İmamımız Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret'in üç-yüzüncü senesinden sonra bu ilmimiz hakkında konuşmak helal ol­mamıştır. Ancak bir topluluk onu anlatıyor ki bunlar, halka karşı yapmacık hareketler sergileyen ve vecdlerini elbiseleri, sözlerini süsleri ve midelerini mabudları kılmak için sözü yaldızlayan kim­selerdir.
Huzeyfe (ra), kendisine hangi fitnenin daha şiddetli olduğu so­rulduğu zaman şöyle demişti: 'Hayır ve şer karşına geldiğinde, şüp­helerin çokluğundan dolayı hangisini tercih edeceğini bilememen-dir\ Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret'in üçyüzüncü yılından sonra hiç-kimsenin tevbesi sahih olmaz. Çünkü bu devirde yaşayanlar, ek­meği görünce sabredemiyorlar. Bu söz ile anlatmak istediği; tevbe-nin ilk şartının, helal lokma yemek oluşuydu.
Bu babda rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, dinlerini şaşıracak ve onu bilemeyeceklerdir. O zamanda sağlam dini üzere sabaha eren biri, akşama imandan uzak dalalet dini üzere girecektir. O devrin insanlarının çoğunluğu, akıldan mahrum kılınmıştır. Onlardan kaldırılacak olan ilk fazilet huşudur. Ardından icabet ve vera' faziletleri kaldırılır". Denir ki: 'insanlardan alınacak ilk fazilet, sevgi ve sıcaklıktır1. [40][40]


Selef devrinde insanlar karşılaştıkları zaman selamdan sonra 'Ne haber?', 'Halin nasıl?' diye sorarlardı. Hk soru ile kasdettikleri; nef­sin mücahede ve sabrıyla ilgili durumuydu. İkinci soruyla kasdecli-len ise; kalbin iman ve yakin ilmindeki artış ve eksilmenin duru­muydu. Onlar birbirlerine, Hak Teala'ya karşı amellerinde ve dün-ya-ahiret işleriyle ilgili hallerinde artış mı yoksa eksilme mi oldu­ğunu sorarlardı. Böylece kalplerinin hallerim devamlı zikreder, ilimlerinin amellerini vasfeder, Allah Teala'mn kendilerine bahşet­tiği hüsn-ü muameleyi ve kendilerini sahip kıldığı anlayışları şü­kürle anarlardı.
Onların bu güzel sünnetleri, aynı zamanda Allah Teala'mn on­lar üstündeki nimetlerini saymalarının ve şükürlerini en güzel şe­kilde ifade etmelerinin bir göstergesiydi. Bu da, marifet ve muame­ledeki himmetlerin artmasını temin ederdi. Seleften bir zat şöyle demiştir: İlimlerimizin ve sahip olduğumuz şeylerin çoğunluğu, birbirimizden öğrendiklerimizden ve kardeşlerimizin birbirleriyle karşılaştıkları anda verdikleri haber ve söylediklerinden ibarettir. Yukarıda anlattığımız bu güzel sünnet, artık görülmez olmuştur. Bugün iki kişi karşılaştığı zaman birbirlerine sordukları hal-hatır, tamamıyla dünya işlerini ve heva vesilelerini hedeflemektedir. Bu hal-hatır faslından sonra da, izzet ve celal sahibi olan Rablerini, O'nun aciz bir kuluna şikayet etmeye girişmektedirler. O'nun hü­kümlerine hiddetlenmekte ve O'nun kazasından kendilerini akla­makta, kendilerini ve kendi yaptıklarını unutuvermektedirler.
Bu meyanda Allah Teala'mn şu ayetlerim hatırlatmakta büyük fayda vardır: "Kim Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve kendi elleriyle öne sürdü fiilleri unutandan daha zalim olabilir?" (Kehf/57); "Andolsun insan Rabbine karşı çok nankördür". (Adiyat/6) Yani O'nun nimetlerini inkar edici, musibet­lerini ise ısrarla anıcı ve nimetlerini ise unutucudur. Bütün bunlar, Allah Teala'yı bilmemek ve O'na karşı gaflet içinde olmaktır.
Sonraki devirlerde ortaya çıkan bidatlardan biri de, 'Nasıl sa­bahladın? Nasıl akşamladın?' gibi sorulardır. Halbuki Selef-i Salih (ra) birbirleriyle karşılaştıkları zaman 'Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun' diye selamlaşırlardı. Bu meyanda Allah Resu-lü'nden de (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden kim, se­lamdan önce söze başlarsa, ona karşılık vermeyin".
Bu adetin ortaya çıkışı, Şam'da görülen veba salgınından sonra­sına rastlar. Şehirdeki salgın öyle bir hal almıştı ki herkes sabah­leyin birbirine 'Veba cihetinden nasıl sabahladın?' veya 'Nasıl ak­şamladın?' diye sorar olmuştu. Çünkü sabah sağlam olan akşama bu illete yakalanıyor veya akşam sağlam olan, sabah veba mikro-buyla uyanıyordu. Ama o günlere mahsus olan bu hal-hatır ve se­lamlaşma şekli günümüze kadar gelmiş ve çıkış sebebi tamamen unutulmuştur. İlk devir alimleri arasında, bunun sebebini bilenler, onu mekruh görürlerdi.
Ahmed b. Ebi'l-Havari'den şunu nakletmişlerdir: 'Bir adam Ebu Bekir b Ayyaş'a (ra) 'Nasıl sabahlayıp nasıl akşamladın?' diye sor­muştu. Ebu Bekir, onunla konuşmadı ve şöyle dedi: Şu bidati artık bırakın'. Yine o, şöyle demiştir: Selefden bir zata 'Nasıl sabahla­dın?' diye sormuştum. Bana sırt çevirdi ve şöyle dedi: 'Nasıl sabah­ladın?' ile değil, selam ile başla.
Ebu Ma'şer de Hasan el-Basri'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Selef, sadece 'Allah'ın selamı üzerinize olsun' diyorlardı. Allah'a an­dolsun ki bununla kalpler selamet bulurdu. Halbuki bugün 'Nasıl sabahladın? Allah seni ıslah etsin! Nasıl akşamladın? Allah sana afiyet versin!' gibi sözler kullanılıyor. Eğer Selefin görüşünden ha­reket edersek, bu tür selamlaşmayı bidat olarak görmemiz gerekir. Böyle yapmazsak, kendimize saygımız kalmayacağı için bize kız­maya hakları olur.
Sonraki devirlerde ortaya çıkan bidatlara misal olarak, mektup­ların başında mektup gönderilen kilenin adıyla başlamak da zik­redilebilir. Halbuki sünnete uygun dîan, mektup yazanın kendi adıyla başlayıp muhatabın adını sonra zikretmesi ve bunu 'Falandan fa­lana' şeklinde ifade etmesidir. İbni Şirin (ra) bu mevzuda şöyle bir hadise nakleder: Evden uzunca bir zaman ayrı kalmıştım. Sonunda babama bir mektup yazdım. Mektubun başına da onun ismini yaz­dım. Bana gonöderdiği cevabi mektupta şöyle diyordu: Ey oğul, ba­na mektup yazdığın zaman, kendi isminle başla. Eğer yine benim adımla başlarsan, ne mektubunu okur, ne de ona cevap yazarım.
Ala' b. el-Hadrami de Allah Resulü'ne (sav) bir mektup yazıp mek­tubuna kendi adını zikrederek başlamış ve 'Ala b. el-Hadrami'den Al­lah Resulü Muhammed'e' ifadesini kullanmıştı. Bunu ilk defa ihdas edenin Ziyad olduğu söylenmiştir. Ulema, bu tavrından dolayı kendi­sini ayıplamış ve bunu da Emeviler'in ihdas ettikleri bidatlar arasın­da saymışlardır. Ama bu bidat, özelikle halifeler ve emirlerin mek­tuplarında günümüze kadar aynen devam etmiştir. Bugün de idare­ciler, mektuplarında kendi isimlerini ön'e koydurtmaktadırlar.
İslam'ın ilk devresinde olmayan muhdesattan biri de, kişinin bir kardeşinin evine girdiği zaman, o evin hizmetlilerine 'Ey delikanlı, ey kadın!' şeklinde hitap etmesidir. Bu, Allah Teala'nm ve Resu-lü'nün (sav) emirlerine açık bir muhalefettir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler kendi evlerinizden başka evlere, sahipleriyle kaynaşmadan ve selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır". (Nur/27) Yani o ev halkıyla selamlaşıp ta­nışmadan önce onların hizmetçilerine buyruk vermemek gerekir.
Ayette geçen 'İsti'nâs=Ünsiyet etmek' kelimesi; kapıyı çalmak, öksürmek ve evde bir insan olduğunu hissettirecek hareketler yap­mak şeklinde tefsir edilmiştir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Siz­den biri, kardeşinin evine geldiği zaman üç kez selam versin. Eğer kendisine izin verilirse girsin. Aksi halde geri dönsün". Selef-i Sa­lih, kardeşinin evini ziyaret ettiğinde kapıya vurduktan sonra üç kez selam verir ve her selamdan sonra kısa bir müddet beklerdi. Eğer ev sahibi izin verirse eve girerdi. Ev sahibi, bir Özründen do­layı kardeşini o vakitte kabul etmek istemezse şöyle derdi: Ve aley-kümü's-selamu ve rahmetullah, Allah size afiyet versin, şimdi dö­nün çünkü meşguliyetim var.
Ziyaretçi de bunu yadırgamadan hoşluk içinde ayrılıp giderdi. Kardeşinin sözü, kalbini asla kırmaz hatta kendisine daha hoş gelirdi. Çünkü bu, onun arılığı ve icabeti bakımından daha faziletli bir haldi.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Eğer size 'Geri dönün' denilir­se dönün. Bu, sizin için daha arıdır". (Nur/28) Ziyaretçi kişi aynı gün içinde iki veya üç kez daha eve gelip müsaade isteyebilir. Ev sa­hibi reddetse de bu onun kalbini kırmaz. Halbuki bu davranış, za­manımızda yaşayan insanların çoğuna yapılsa, kesinlikle yadırga­nır ve kalp kırıcı olurdu. Hatta o gün bir daha kapıyı çalmazlardı.
Bu meselenin bir yönü de ulema ile ilgilidir. İnsanlar, sadece za­ruri ve çok mühim meseleler için onlardan izin istememekle kalmı­yor, aksine onların kapılarında ve mescidi erinde eğleşip namaz vakti için çıkmalarını bekliyorlardı. Bunu da ilimlerine verdikleri değeri göstermek ve ulemanın heybetini takdir etmek için yapıyor­lardı. Ebu Ubeyd'den şu sözü nakletmişlerdir: Ben, bir alimin ka­pısını asla çalmadım. Bilakis onun evine gider ve kapısının önünde bekleyip kendiliğinden dışarı çıkmasını beklerdim. Bu hareketimi de Allah Teala'nın "Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretseler, on­lar için daha hayırlı olurdu" (Hucurat/5) buyruğunun yorumuna sı­ğınarak yapardım.
Buna benzer bir söz İbni Abbas'dan da (ra) rivayet edilmiştir. Bu hadise, onun ilim ve şeref bakımından bulunduğu mevkiiyi gös­termesi bakımından gayet önemlidir: 'Yoldan geçen biri, İbni Ab-bas'ın (ra) Ensar'dan birinin kapısının önünde beklediğini gördü. Çok şiddetli bir rüzgar esiyor, tozu dumana katıyordu. Adam onun yanma yaklaştı ve 'Ey Allah Resulü'nün amcasının oğlu, seni böy­le bir yerde oturtan nedir?' diye sordu. O da, 'Ev sahibinin çıkması­nı bekliyorum' dedi. Bir müddet sonra hane sahibi dışarı çıktığın­da, 'Ey Allah Resulü'nün amcasının oğlu, eğer çağırtsaydm yanına gelirdim' dedi. Bunun üzerine İbni Abbas (ra) şöyle dedi: 'Sana gel­mem daha doğruydu'. Bunu söyledikten sonra, onun rivayet ettiği­ni işittiği bir hadisi kendisine sordu. Saygının büyüklüğüne bakın ki ibni Abbas (ra) bu hadisi bizzat bu sahabiden rivayet etmediği halde teyid ettirmek için kapısının Önünde bekleyebilmekteydi.
Bu tür bidatlara misal olarak, kişinin kardeşinin halini özel ha­yatına müdahe edecek şekilde merak edip araştırmasını da zikre­debiliriz. Bu, mekruh görülmüştür. Bu meyanda Selman-ı Farisi'nin (ra) evlilikten sonra başından geçenleri misal olarak zikrede­biliriz: O, gerdeğe girişinin ertesi günü halkın arasına çıkmıştı. Bir adam önüne çıkarak 'Nasılsın ey Eba Abdullah?' diye sordu. O da 'Allah'a hamdolsun, iyiyim' dedi. Adam tekrar, 'Nasılsın ve dün ge­ceyi nasıl geçirdin?' diye sordu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde 'Hanımım nasıl buldun?' ifadesi geçmektedir. Selman (ra) buna çok kızdı ve şöyle dedi: 'Sizden biri, niçin soru soruyor ve sorunun mak­sadını gizliyor? Evlerin içinde olanları da sorsun da tam olsun! İşin görünen kısmını sormanız yeterlidir'.
Buna benzer bir hadise, Süleyman b. Mehran el-A'meş'in (ra) başından da geçmiştir: 'Bir adam onun evine geldi ve 'Ey Eba Mu-hammed nasılsın?' diye sordu. O da İyiyim' dedi. Adam tekrar, 'Na­sılsın?' diye sordu. O da, 'Afiyetteyim' diye cevap verdi. Adam me­rakını devam ettirerek 'Dün geceyi nasıl geçirdin?' diye sordu. Bu­nun üzerine A'meş, 'Ey cariyem, yatağı ve yastığı indir' diye seslen­di. Kadın yatağı ve yastığı indirdiğinde, 'Şimdi yatağı ser ve uzan. Ben de yanma uzanayım da kardeşimize, dün geceyi nasıl geçirdi­ğimi gösterelim'.
Bazıları, bir kardeşleriyle karşılaştığı zaman, evdeki tavuğa va­rıncaya kadar sorarlardı. Halbuki, o kimse bir dirhem istese onu bile vermezlerdi. Geçmiş devirde, Seleften bir zat kardeşiyle karşı­laştığı zaman bütün söyledikleri; 'Nasılsınız? Allah'ın selam ve esenliği üzerinize olsun' ifadesini geçmezdi. Ama selamlanan ve ha­li sorulan kimse, o kimseden malının yarısını istediğinde de malını derhal onunla paylaşırdı.
Kişinin, yolda yürürken karşılaştığı bir kardeşine 'Nereye gidi­yorsun? Veya, kimin yanından geliyorsun?' diye sormsı da, sonra­dan çıkma adetlerden biri olup Selef tarafından mekruh görülmüş­tür. Bu tür sorular ne sünnete, ne de umumi adaba uygun düşme-yip tecessüs (=kusur araştırma) ve tehassüs (=araştırma) kapsamı­na giren sorulardır. Tecessüs haberlerde olurken, Tehassüs eser ve rivayetlerde yapılır. Bu tür sorular, her ikisini de bünyesinde ba­rındırmaktadır. Kişi, nereye gittiğinin veya nereden geldiğinin kar­deşi tarafından bilinmesini istemeyebilir.
Mücahid ve Ata' (ra) bu tür soruları da mekruh saymış ve şöyle demişlerdir: Tolda giden bir kardeşinizle karşılaştığınız zaman,ona nereden geldiğini ve nereye gittiğini sormayın. Belki size doğ­ruyu söylediği zaman hoşunuza gitmeyebilir. Belki yalan söyleyebi­lir ve ona yalan söyletmenin mesuliyetini üstlenirsiniz'.
Selef, mushaf satın almayı da, satmayı da mekruh görüyordu. Bazıları, satmayı daha ağır bir mekruh olarak görüyordu.
İnsanlar, yukarıda bazılarını zikrettiğimiz muhdesat dışında, aslen bidat olan birçok ilmi de ortaya çıkarmışlardır. Bu ilimler, Ümmet'in selefi tarafından bilinmeyen ilimlerdi. Bunlara misal olarak da; Kelam, Cedel, Kıyas, Felsefe, Allah Resulü'nün (sav) sünnetini, reye ve akli ilimlere dayalı delillerle yorumlama ilimle­riyle, rey, akıl ve kıyas ilminin Kur'an'ın ve hadislerin zahirlerine tercih edilmesini zikredebiliriz. Yine bunlara misal olarak, vecdler-le hasıl olan ilimlerdeki işaretleri hakiki ilimlerine dayanmaksızın ve tafsilatını beyan etmeksizin anlatmayı da zikredebiliriz. Böyle bir tutum, onları dinleyenleri şaşırtmaya ve onlarla amel edenleri yoldan çıkarmaya çok müsaittir.
Bu ilme sahip olan ulema, vecd ile doğan ilimleri anlatırken halka faydalı olanı açıklayıp zararlı olması muhtemel olanı gizli­yorlardı. Çünkü bu vecdler, onların kendi kalbî halleriydi ve bunla­rı saklamak, daha hayırlıydı. Vecdlerin ilimleri ise müridlerin ve âmilerin nasiplerini teşkil etmekteydi. Bunların anlatılması ise, onlar için ulaşılması gereken bir gaye idi. Ulema da ilmi anlatıp kendilerine ait bir sır olan vecdlerini gizlerlerdi.
Böylelikle yapmacık davranışlardan ve boş iddialardan uzakta kalabiliyorlardı. Onlar, dinleyenlere akılları miktarmca ilim akta­rıyor, haketmediklerini almalarını da engelliyorlardı. Böylece her iki vasıfta denk olurken iki halde onlardan tamamen üstün olabili­yorlardı. Bugün (Hicri dördüncü asır) ise, artık bu usul bilinme­mekte ve bunun tam zıddı ortaya konulmaktadır.
Bugün yapılanlar, faydadan ziyade zarara daha yakın ve sela­metten olabildiğince uzaktır. İlmi açıklamayı ve izah etmeyi bece­remeyen ve onu ifade gücü bulunmayan kimsenin yapacağı en gü­zel iş, sükut etmektir. Böyle biri sükutuna rağmen ilminde geniş ol­maya devam eder. Sünnet üzere olan ilmini anlatmayan nice alim vardır ki, onların sükutları Allah Teala'nm rızasına çok daha ya­kındır. Allah Teala bu babda şöyle buyurmuştur: "Eli geniş olan genisliğine göre infak etsin, rızkı dar olan da Allah'ın ona verdiğinden infakta bulunsun. Allah, bir insana tarafından verdiğinden başka­sını teklif etmez". (Talak/7)
Marifet ilimlerini, büyüklenme ve kibir saikiyle ya da miskin zahidlerden ayrışma arzusuyla anlatıp kendilerini onlarla aynı ye­re koymayan, bunu da ünsiyet ve hallerinin mikdarına göre birta­kım dünyevi çıkarlar elde etmek için yapanlar, dünya kapılarının en büyüğünü ve en zararlısını açmış olurlar. Bu kapı, ahireti mu-rad eden müridler için en tehlikeli ve dini tahrif bakımından da farkedilmesi en zor kapılardan biridir.
Buna misal olarak, Tevhid ilmi hakkında şeriat ilmine muhalif olarak görüş beyan etmeyi, hakikatin ilme muhalefet ettiğini iddia etmeyi kaydedebiliriz. Hakikat, ilim ve şeriatın yollarından biridir. Şeriat ilmi, onun bir parçası olarak onunla nasıl çelişebilir. Şeriat ilmini vacip kılan da neticede Hakikat'tır. Hakikat, bir azimet ve sıkıştırma iken, Zahir ilmi bir ruhsat ve genişliktir.
Batın ilmi hakkında konuşurken, Zahir ilminin usul ve kaidele­rine dayanmamak, şeriatta inkarcılık etmek; Kitab ile Sünnet'in arasına girmektir. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Şu Şatahât eh­line baktığımda, ya kandırılmış bir cahil, ya haktan uzaklaşmış bir alim, ya da hiçbir şeye dayanmayan bir ezberci olduğunu gördüm.
Sonradan ortaya çıkan bidat ilimlere misal olarak, vecdlerini Kitab ve Sünnet'e dayandırmaksızm Din üzerinde sadece vesvese ve hatırlara dayanarak yapılan konuşmaları zikredebiliriz. Halbu­ki bu vecdlerin tafsilinin yapılması, Kitab ve Sünnet'in delilleriyle teyid dilmesi gereklidir. Kitab ve Sünnet'in teyid etmediği fikirleri reddetmek icap eder. Çünkü bu tür vecdlerde dalalet ve aldanma, bu tür müşahedelerde de batıl ve yalan mevzubahis olabilir. Bun­ların sahipleri, Muhabbetullah iddiasında bulunurken Sünnetin getirdiği sıfatları inkar etmektedirler.
Bu sıfat ile vasfedilen Hak Teala'yı şehadetten uzak olmaları ve bilinmesi icap eden Allah Teala'yı bilmeksizin Marifetullah iddia­sında bulunmaları, onların vecd ve müşahedelerini şaibe ve zan al­tında bırakmaktadır. İslam'ın ilk devrinde mevcut olmayıp sonra­dan ihdas edilen adetlerden biri de, dualarda kafiye ve anlaşılmaz kelimeler kullanılmasıdır. Bu, ne Kitab, ne Allah Resulü'nün (sav)sünneti, ne de Sahabe'den (ra) yapılan nakillerin teyid ettiği bir adettir. Selef-i Salih duada aşırıya gitmeyi ve Allah Teala'nın veli­lerinden naklederek bildirdiği dua ifadelerinin dışına çıkmayı neh-yederlerdi. Allah Teala'nm, Kitabı'nda vahyettiği dualar, muhteva­sı bakımından çok zengin, ifadesi bakımından çok veciz dualardı.
Dua bahsinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Duada kafiyeden uzak durun. Sizden birine dua olarak, şöy­le demesi yeterlidir: Allahım, Sen'den cenneti ve ona yaklaştıran söz ve amelleri nasip etmeni niyaz ederim. Cehennemden ve ona yaklaştıran söz ve fiillerden de Sana sığınırım".[41][41] Bir rivayette de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "Öyle bir ka­vim gelecek ki duada ve temizlikte haddi aşacaklar".[42][42]
Abdullah b. Muğaffel (ra) oğlunun aşırı tarzda dua ettiğini du­yunca ona şöyle demiştir: Ey oğul, duada bidattan ve haddi aşmak­tan sakın. Bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Zira O, haddi aşanları sev­mez". (A'raf/55) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Duada had­di aşmak; Allah Teala'nm salih kullarından naklederek haber ver­diği istiğfar, merhamet ve tevbeyle ilgili dua sigalarının terkedile-rek başka söz ve ifadelerle dua edilmesidir. Bundan çıkarılması ge­reken; bilinen ve ümmetin dilinde şöhret bulan dua ifadelerinin kullanılması gereğidir. Duada, yapmacıklığa, aşırılığa, anlaşılmaz ifadelere ve garip kelimelere yer vermemek lazımdır.
Dua bahsinde şöyle denmiştir: Ulema ve abdal zümresi, duala­rında bilinen yedi kelimeyi aşmazlardı. Bunun tasdikini Kur'an-ı Kerim'de de gördüm. Allah Teala, Kur'an'm bir yerinde, yedi dua­dan fazlasını zikretmemiştir ki bunlar, Bakara suresinin sonunda-dır. Bunun dışında umumiyetle iki, üç, dört veya beş duaya yer ver­miştir. Seleften bir zat, hikaye anlatan bir kıssacıya uğramıştı. Adam, duasını kafiyeli olarak yapıyor ve çok derine dalıyordu. Ona şöyle dedi: Yazık sana! Allah Teala'nm üzerine nasıl bu kadar mü­balağalı ifadelerle gidersin?! Şahitlik ederim ki, Habib el-Acemi'yi dua ederken gördüm. Şu kelimelerden fazlasını söylemiyordu: 'Al-lahım, bizi iyilerden kıl. Allahım, bizi Kıyamet günü rezil etme ve bizi hayır üzere sabit kıl! Bu arada mecliste bulunanlar gözyaşları­nı tutamayıp ağlıyorlardı. Biz, onun duasının bereketini ve icabete mazhar olacağını bilirdik.
Dua sigalarıyla ilgili olarak Ebu Yezid-i Bestami de (ra) şöyle demiştir: Allah Teala'dan hikmet diliyle değil hacet diliyle niyazda bulunun. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Teala'ya edebiyet ve fasahet diliyle değil, teslimiyet ve muhtaciyet diliyle dua et.
Sonraki devirlerde ortaya çıkan muhdesata misal olarak; Kur'an'ı dönüşümlü olarak okumayı ve iki kişinin bir ayet üzerin­de birbirlerine düşmeleri veya aynı yerde iki ayeti birlikte okuma­larını zikredebiliriz. Bu, karşısındakinin ağzındaki ayeti çalmak ve onu ağzından kapıp almak olarak görülebilir. Oysa böyle davran­mak, Kur'an'a gösterilmesi gereken huşu ve ona karşı duyulması gereken saygıyla asla bağdaşmaz. Çünkü Kur'an tilaveti sükunet, hüzün ve huşu gerektirir.
Benzer bir bidat de, okutucunun bir ayeti iki kişiden birden din-lemesidir. Halbuki kalbin hata yapabileceğini düşünerek teker te­ker dinlese daha hayırlı olurdu. Bu meyanda İbrahim el-Belhi'ye şöyle denildiği rivayet edilir: Falan kişi, aynı anda iki kişiyi dinli­yormuş, ne dersiniz? İbrahim'in cevabı şöyle oldu: İşe bakın, halbu­ki bir okuyucuyu iki kişinin dinlemesi daha elzemdir.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle ilgili bidatlere misal olarak, 'telhin' yani makamlı okumayı da zikredebiliriz. Bu tür okumada kısaltıl­ması gereken yer uzatılırken, uzatılması gereken yer kısaltılıp iz­har edilmemesi gereken idğam izhar edilir, zahir olan bir harf de idğam yapılabilir. Neticede okunan ayetin manası anlaşılmaz hale gelir ve kelimelerin i'rabları tahrif edilir. Bu şekilde tilavet ederek makamlı okumak, kelimelerin eğilip bükülmesini önemsememek ve onları asıl manalarından çıkartmak, bidattir. Kur'an-ı Kerim'i bu şekilde okuyan birini dinlemek de mekruhtur. Bişr b. el-Hars (ra) şöyle demiştir: İbni Davud el-Harbi'den bir istekte bulunmuş­tum. O da dediğim adamı oturtup okutmaya başladı. Bir süre son­ra, 'Bu adam şarkı söylüyor1 dedi. Ben de 'Evet' dedim. Bunun üze­rine şöyle dedi: Hayır! Bu, bidatini açıkça sergiliyor.
Ezanı makamlı okumak da sonradan ortaya çıkan bidatlardan-dır. Bu, açık bir haddi aşma ve dünyalık umma gayretinin ifadesidir. Bir müezzin İbni Ömer'e (ra), 'Seni Allah için seviyorum' demiş­ti. O da kendisine 'Ben de sana, Allah için buğzediyorum' dedi. Adam, 'Niçin ey Eba Abdurrahman?' diye sorunca şöyle dedi: Çün­kü sen, ezanında bir şeyler umuyor ve onun için ücret talep ediyor­sun. Ebu Bekir el-Ahiri de şunu anlatmıştır: Bağdat'tan ayrıldım. Herşeyde hatta Kur'an tilaveti ve ezanda dahi bidat çıkardıkları için orada ikamet etmem helal olamaz hale gelmişti. O bu sözüyle, Kur'an'ı karşılıklı okumayı ve makamlı tilaveti kasdediyordu. Ni­hayet Hicret'in 330. senesinde Mekke'ye, bizim yanımıza geldi.
Selefin yapmadığı birçok şey halef tarafından yapılmaya baş­landı. Bu meyanda, Selefin hoşgördüğü şeylerde katılık, katı dav­randıkları şeylerde ise gevşeklik ve hoşgörü hüküm sürer oldu.
Bunlara misal olarak Hariciler fırkasını zikredebiliriz. Bunlar, küçük günahlarda çok katı davranırken, rivayet ve sünnetlerle müslüman cemaatinin görüşüne bağlılık noktasında çok gevşek davranmışlardı. Sonunda da İslam cemaatinden ayrılmışlardı. Se­lef, gevşek davranırken Halefin aşırı titizlendiği ve katı davrandı­ğı hususlara misal olması bakımından hadis kitaplarını, hadislerin garip yönlerinin araştırılmasını, hadis senedlerinin farklarını ve hadis lafızlarının tahkikini zikredebiliriz. İbni Avn şöyle derdi: Se­leften üçünü idrak ettim ki, hadislerin mana ile rivayetine ruhsat verirlerdi: İbrahim (en-Neha'i), eş-Şa'bi ve Hasan el-Basri (ra). Se­lef uleması ve Sahabe'den birçok zat da, hadislerin mana ile riva­yetinde hoşgörülü davranmış, lafızların aynen aktarılmasında has­sasiyet göstermemişlerdir.
Selef devrinde olmayıp sonradan ortaya çıkan bidatlere misal olarak, Kur'an kıraatlarına aşırı derecede ehemmiyet verip tek bir okutucunun bütün kıraatları -sanki farzmış gibi- araştırıp zikret­mesini gösterebiliriz. Kıyas ve felsefe ilimlerinin tedkikine ziyade­siyle önem verip nahiv ve Arapça ilimlerinde derinleşmek de bu tür muhdesattandır.
Bu babda İbrahim b. Edhem (ra) şöyle demiştir: Konuşmada ka­idelere öylesine uygun ve düzgün ifade sahibi olduk ki, sözde hata etmez olduk. Amellerde ise devamlı hata ediyoruz. Keşke konuş­mada hatalı olup amellerde kaidelere uyup onları güzelleştirmiş ol­saydık.
Bir defasında Kasım b. el-Muhaymera'nm yanında Arapça ilim­leriyle meşgul olmanın hükmü sorulmuştu. Cevabı şu oldu: Bunun başı kibir, sonu da haddi aşmaktır. Selef-i Salih'ten bir zat ise şöy­le demiştir: Nahiv, kalpteki huşûyu götürür. Bir başkası da şunu söylemiştir: Bütün insanları kusurlu kılıp aşağılamak isteyen Arapça ilimlerini öğrensin.
Halef; su ile temizlikte, elbiseleri temizlemede, cünüplük ve hayzdan doğan kirlenmeden dolayı giysileri sıkça yıkamada, eti ye­nen hayvanların tersleri ve idrarlarından dolayı temizlenmede ve az da olsa sıçramış kanı yıkamada çok titiz davranırdı. Selef ise, bütün bunlarda daha rahat davranıp ruhsatla hareket ederdi.
Selefin titizlenip Halefin pek dikkat etmediği hususları ise şöy­le sıralayabiliriz: Kazanç yolları, kazanç için fazlasıyla kafa yorma, kendini ilgilendirmeyen hususlarda konuşma, boş ve batıl üzerin­de konuşma, gıybet, koğuculuk, artan ve azalan belagat. Eğer şer hakkında konuşuluyorsa, belagat arttırılır. Şayet hayır hakkında konuşuluyorsa, o vakit de azaltılır. Halef, yalancı şahitliği, oyun ve eğlenceyi, amelsiz kimselerle oturmayı, heva peşinde koşmayı, ta­assubu ve dünyaya aşırı derecede düşkünlüğü hoşgörürken, Selef, bunlarda çok katı ve titiz davranırdı.
Halef devrinde ortaya çıkarılan bidatlardan biri de kadınların zaruret olmaksızın hamamlara girmesi ve erkeklerin de hamamda peştemalsiz dolaşmalarıdır. Bunlar açık fısktır. İbrahim el-Har-bi'ye (ra), nebiz içtiği halde sarhoş olmayan birinin arkasında na­maz kılınıp kılmmayacağı sorulduğunda 'Evet' demiştir. Hamama peştemalsiz girenin arkasında namaz kılınıp kılmmayacağı sorul­duğunda ise 'Hayır1 demiş ve bunu şöyle açıklamıştır: Nebiz içtiği halde sarhoş olmayan kimsenin arkasında namaz kılmak ihtilaf mevzusudur. Halbuki hamama peştemalsiz girmek ulemanın icma-sı ile haramdır.
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Hamamda iki peştemale gerek duyulur. Biri yüz, diğeri avret mahalli için. Aksi halde kişi günaha düşmekten emin olmaz. İbni Ömer de (ra) şöyle demiştir: Hamam, sonrakilerin ihdas ettikleri nimetlerdendir. Hamamda münker olan hareketlerden biri de, tellak denen kimsenin, müslü­man bir şahsın avret mahallindeki kılları temizlemesidir. Ulema hamamda otururken, ya diz kırarak veya ayakları üzerine oturup ellerini dizlerinin üstüne koyarak otururdu.
Hikmet ilmi hakkında konuşan zevatın -özellikle de Sahabe (ra) ve Hasan el-Basri (ra) devrinde yaşayanların- sıfatları işte böyle idi. Bu ilmi, ilk defa gün ışığına çıkaran ve dillerin onu telaffuz et­mesini sağlayan da Ebu'l-Kasım Cüneyd'dir. Bu da, sandalyelerin zuhurundan öncesine rastlar. Allah Resulü'nden rivayet edilen de bu istikamettedir: "O, kabaları üzerine oturup bacaklarını dikerek ellerini önden bağlardı"[43][43]Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: "O, ayakları üzerine oturur ve kollarını, dizlerinin üstüne koyardı".
Bu imin ehlinden olup da sandalyeye oturan ilk zat Yahya b. Muaz'dır (ra). Daha sonra Bağdat'ta Ebu Hamza onu takip etmiş­tir. Şeyhler, yaptıklarından dolayı bu ikisini ayıplamışlardır. Çün­kü bu, marifet ve yakin ilimleri hakkında konuşan ariflerin usûl ve adabına yakışan bir davranış değildir. Sandalyelere oturanlar, na-hivciler, dilciler ve ehl-i dünya olan fetva alimleriydi. Bize göre bu oturuş, kibir ehlinin oturuşudur. Cemiyetle aynı şekilde topluca oturmak ise tevazünün icabıdır. [44][44]


İlimler, dokuz ilimden oluşur. Bu ilimlerin dördü, Sahabe ve Tabi-un (ra) nezdinde maruf olan Sünnettendir. Beşi ise Muhdes, yani sonradan çıkma olup Selef devrinde maruf olmayan ilimlerdir.
Selef devrinde maruf olan dört ilim şunlardır: İman ilmi; Kur'an ilmi; Sünnet ve hadis ilmi; Fetva ve Ahkam ilmi.
Sonradan ortaya çıkan beş ilim de şunlardır: Nahiv ve Aruz il­mi; Fıkıhla ilgili Cedel ve Kıyas ilmi; Felsefe kaynaklı Akıl ilmi; Hadislerin illetleri ve senedlerin tesisi ilmi; Zayıf hadislerin sebep­leri, ravilerin hadisleri zayıflatmaları ilmi. Bunlar, muhdes olma­larına rağmen, erbabı nezdinde ilim olan ve talipleri tarafından öğ­renilen mevzular içeren ilimlerdir.
Selef uleması, kıssacılığı bidat olarak telakki etmiş ve müslü-manları ondan nehyetmişlerdir. Kassasların meclislerine oturmayı da mekruh saymışlardır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir de kıssa anlatmasa falanca ne güzel bir insandır! Bu taifeden biri de şöyle demiştir: Marifet ehline göre kıssa ehlinin durumu, fakihlere göre kıssa ehlinin durumuna benzer. Başka biri de şöyle demiştir: Ulemaya göre kıssacılarm durumu, şehir halkına göre şehir halkı­nın çoğunluğu gibidir.
Dini, kazanç vasıtası edinmek, durumunu düzeltmek için dine karşılık bedel almak, ilmi dünya malına karşılık satmak, halkın umumuna karşı yapmacık hareketler yapıp şirin görünmeye çalış­mak ise sonrakilerin ortaya çıkardıkları çirkin adetlerdendir. Zahir ilmine vakıf olanlar katında bunların yaptıklarının kötülüğü apa­çık ortadadır. Ne var ki yaşadığımız şu devirde ilim cahili olanlar böylelerini 'Ulema' olarak isimlendirirken fazilet kusurlusu olanlar da 'Fazilet erbabı' olarak anmaktadırlar. Bunun sebebi; geçmiş müslümanların takip ettikleri yolu çok az bilmeleri ve Din ilminin hakikatma vakıf olmamalarıdır.
Bil ki söz, yedi kısma ayrılır. Bize göre sözün sadece bir kısmı ilim olup kalan kısımları boşluğa dökülmüş lüzumsuz kelimelerdir. İlim bilmeyen ve ilimle cehaleti birbirinden ayırtedemeyen kimse­ler bunları toplarlar. Bir Arap atasözünde şöyle denir: 'Her düşük şeyi bir toplayan, her sözü de bir nakleden vardır5. Bu altı kısım, şunlardan oluşur: İftira; Hata; Hafiflik; Dışı parlak asılsız söz; Zan; Vesvese.
Ulema, faydasız sözün altı kısmını, bu isimlerle anmış tır. Bu isimler, Allah Teala tarafından Kur'an-ı Kerim'de açıklanıp beyan edilmiş olup ulemadan da bunları iyi bilmeleri istenmiştir. Çünkü Allah Teala alimleri, hem kulları, hem de dinin şahitleri kılmıştır.
Sözün yedinci kısmı ise, kınanarak anılan bu altı kısmın dışın­da kalan sözlerden oluşur. Sözün bu türü hakkında hiçbir kınama varit olmamıştır. Bu tür söz, umumi olarak 'İlim' kelimesiyle tarif edilir. Muhtevası ise; Kur'an nassı, Sünnet, bu ikisinin delalet et­tikleri veya bunlardan istinbat edilen bir hüküm, bu ikisinde ismi ve manası geçen söz ve fiillerle, icma' dairesinden çıkmayan tevil­lerdir. İstinbat; Kitab'da varolup deliller vasıtasıyla çıkartılan ve Kur'an nassıyla çelişmeyen bilgidir.
Ibni Mesud (ra) şöyle demiştir: Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki heva ilme tabidir. Üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki ilim, he-vaya tabi olup ona boyun eğecektir.                                
Allah Teala, aklın ışıltısını dünyanın zevki ile birleştirerek 'Zuhruf=Dışı parlak asılsız söz' ismini kullanmış ve şöyle buyur­muştur: "Ve evlerinin kapılarını ve üzerine yaslandıkları koltukla­rını gümüşten yapardık. Hem de onları altın zinetlere (zuhrufa bo­ğardık)". (Zuhruf/34-35); "Bunlar, sözün yaldızlısını, birbirlerine al­datmak için telkin eder dururlardı". (En'am/112)
Cahillerin, dünyevi çıkarlara bulanarak yaldızlanmış bu tür sözleri güzel görerek benimsemeleri, dünyacı cahillerin altının pa­rıltısına kapılarak işin hakikatini yitirip bundan zevk almalarına benzer. 'Zuhruf kelimesi, asıl olarak birşeyin altınla kaplanarak ona benzetilmesi manasına gelir. Cahil biri veya bir çocuk böyle yaldızlanmış bir eşyaya baktıkları zaman, gerçek altın olduğunu zannederler. Sözde yapılan zuhruf yani yaldızlama da buna benzer. Aslı olmayan kötü bir söz, yaldızlandığı zaman cahiller tarafından 'ilim' z anne dil ebilir.
Allah Teala, gerek dünya nimetleri, gerek boş ve aldatıcı sözler için ortak bir isim olarak 'Zuhruf kelimesini işte böyle kullanmış­tır. Bir görüşe göre 'zuhruf, altın manasına gelir. Bu manayı esas aldığımızda da sözün zuhruf olan türü, Rabbanilere ve marifet eh­li zahidlere göre bakiliği olmayan ve saflık bakımından zayıf olan altın gibi silinip gidicidir. Zira peygamberler ve sıddıklar, altım ta­şa ve kerpice benzetmişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İlmi bıraktılar da yatı­rıma yöneldiler. İlim onlarda ne kadar azdır. Onların şerrine karşı Allah Teala'nm yardımı umulur. İmam Malik b. Enes (ra) is şöyle demiştir: Geçmiş devirlerdeki insanlar bu meseleleri, bugünkilerin sorduğu kadar sormuyorlardı. Ulemanın ekseriyeti de sorulan me­selelerin çoğunluğunda 'haramdır1 veya 'helaldir1 şeklinde hüküm vermiyorlardı. Kendileriyle görüştüğüm büyük zevat, umumiyetle 'müstehaptır1 veya 'mekruhtur1 diyorlardı.
İmam Malik (ra) kendisine soru sorulduğu zaman, çok duraksar ve genellikle 'Bilmiyorum. Başkasına sorun' derdi. Bir adam İmam Malik'in (ra) bu tutumunu tenkid etme mahiyetinde, Abdurrahman b. Mehdi'ye şöyle demişti: 'Halbuki falanın sözlerine ve dini husus­lardaki kesin hükümlerine bir baksana!'Adam bu sözüyle Malik'in 'Zannederim, sanırım' sözlerini ima ediyordu. Abdurrahman da ona şu karşılığı verdi: Yazık sana! Malik'in 'Zannederim, sanırım' sözle­ri bana, bir başkasının 'Bilirim, şahitlik ederim' sözlerinden daha sevimli gelir.
Hişam b. Urve de şöyle demiştir: Bugün onlara, kendi ortaya çı­kardıkları şeyleri sormayın. Çünkü bu tür sorular için cevaplarını hazırlamışlardır. Siz onlara Allah Resulü'nün (sav) sünnetini ve hadisleri sorun. İşte onları bilemeyeceklerdir! Şa'bi (ra) de sonraki­lerin ortaya çıkardıkları rey ve hevaya dayanan sözlere baktığı za­man şöyle derdi: Şu mescidde oturup sohbet etmek, benim için bu­na denk olacak herşeyden daha sevimliydi. Ama şu riyakarların içi­ne düştükleri halden bu yana alimler de mescidde oturmayı sevmez oldular. Artık çöplükte oturmak bile, bana şu mescidde oturmaktan daha sevimli geliyor.
Yine o, şöyle demiştir: Sana naklettikleri sünneti ve hadisleri al. Kendi uydurdukları görüşlerine gelince onlara tükür geç! Bir başka defasında ise 'Onların üzerine pisleyip geç!' dediği nakledil­miştir.
Selef-i Salih (ra), akli ilimleri terketmeyi ve bunlar karşısında aczi müstehap görürlerdi. Allah Resulü de (sav), bu aczi imandan saymış ve haya ile birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Haya ve aciz­lik imandan iki şube, edepsizlik ve ifade üstünlüğü de (=beyan) ni­faktan iki şubedir".[45][45] O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmakta­dır: "Halk içinde Allah Teala'nm buğzuna en fazla müstehak olan, sözü dilinde ineğin yeşil otu doladığı gibi dolayıp geveleyen belagat meraklısıdır"[46][46]
Bir diğer hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Acizlik, kalp acizliği değil dil acizliğidir".[47][47] Başka bir yerde de şöy­le buyurmuştur: "Allah Teala, sizler için beyanı mekruh görmüş­tür". Netice itibarıyla, anlama ve kavrama manasında kullanılan 'Fıkh' kelimesi, dil fıkhı olan 'Beyan'ı değil, Allah Teala'ya yönelen kalp fıkhını murad etmek için seçilmiş bir kelimedir. Beyan, kalbin şahitlik ve yakin karşısında acze düşmesidir. Dilin acizliği ve uzun süreli sükutu ise, Selef tarafından müstehap görülmekteydi. Aynı şey, bugün kusur ve ayıp sayılmaktadır.
Bu devirde konuşanların çoğu, Selef tarafından zemmedilmiş olan bidat ifadelerini ve nifak ilmini bilmemektedirler. Bunlar ar­tık 'Sünnet', bunları dile getirenler de 'Ulema' olarak tanınır ol­muştur! Devir öyle değişmiştir ki 'Ma'ruf 'Münker', 'Münker1 de 'Ma'ruf haline gelmiştir. Sünnet 'Bidat' olurken, Bidat da 'Sünnet' olmuştur. Zaten ahir zaman ulemasıyla ilgili olarak rivayet edilen haber ve hadisler de bunu teyid etmektedir. Bu meyanda meşhur olan bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Te-ala, gevezelere ve ilimde cimrilik edenlere buğzeder".[48][48] Haklarında bu tarif ağır basan kimseler rey ve akıl kaynaklı ilimlerde belagat ve bol laf sahibi olan kimselerdir.
Kalbin yakini müşahede ve iman ilmi karşısında aciz kalması, nifaka çok yakın, imanın hakikatına ise çok uzak bir hal arzeder. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: îçinde hayır namına bir ilham doğan kimsenin, herhangi bir hadiste gömleksizin onunla amel etmesi yakışık almaz. Kalbindeki hissi, rivayet edilen bir ha­dise tevafuk ettiğinde bunun için Allah'a hamdeder.
Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Kalbimden geçen hiçbir ha­tırı, iki adil şahit olan Kitab ve Sünnet'i şahit tutmadıkça kabul et­medim. İmamımız Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle derdi: Kul, şu dört şeye birden sahip olmadıkça imanın hakikatına eremez: Farz­ları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera' ile helal yemek; Gizli ve açık menhiyattan uzak durmak ve ölünceye kadar bunlar üzere sa­bırlı olmak.
Onlar, Fecr vaktinden güneşin doğuşuna kadar olan sürede, Al­lah Teala'mn zikri dışında konuşanı ayıplar ve bu mübarek vakit­te konuşan kimseleri, mescidden çıkarırlardı. Bu vakitte namaz kı­lanlar ve Allah Teala'yı zikredenler dışında mescidlerde kimse kal­mazdı.
Selef-i Salih, dinle ilgili en basit konuşmaları bile önemser, imanları ve sünnete bağlılıklarının kalplerindeki derinliğinden ve marufun hakikatini bilmelerinden ötürü, en basit bidatlere karşı dahi hassas davranırlardı. Abdulah b. Muğaffel, oğlunun imama uy­duğu halde namaz kılarken okuduğunu farkedince şöyle demiştir: Ey oğul, sonradan çıkma şeylerden sakın. Muhdesattan uzak dur.
Sa'd b. Ebi Vakkas da (ra), kafiyeli konuştuğunu işittiği oğlu Ömer'e, bir ihtiyacı için yanma geldiği zaman şöyle demiştir: Bu davranışın, beni sana karşı buğza sevkeder. Böyle konuşmayı bı­rakmazsan senin hiçbir ihtiyacım karşılamam. Sonra da Allah Re-sulü'nün (sav) şu buyruğunu nakletmiş tir: "Bir kişiye verilebilecek şeylerin en kötüsü, dilde akıcılıktır".
Allah Resulü (sav) İbni Revaha'nm kafiye yaparak üç kelimeyi ardarda sıraladığını işittiği zaman kendisine "Ey İbni Revaha, ka­fiyeden sakın" buyurmuştur. Allah Resulü'nün (sav) de buyurduğu üzere seci' yani kafiye için en az kelime sayısı ikidir. O, kendisine ceninin diyeti emrettiği bir adamla geçen konuşmasında bu Ölçüyü koymuştur. Adam, Allah Resulü'ne (sav) şöyle demişti: ''Yiyip içme­yen, sesi gürültüsü çıkmayan bir şey için nasıl diyet öderiz. Bu, asılsız olsa gerek. Allah Resulü (sav) onun bu şekilde kafiyeli ko­nuşması üzerine şöyle buyurmuştur: 'Yoksa bedevilerin kafiyesi gi­bi, kafiye mi düzüyorsun?".[49][49]
Bu mevzuda şu hadiseyi de nakletmek isteriz: Mervan, bayram namazları için minberi ihdas ettiği zaman Ebu Said el-Hudri (ra) ayağa kalkarak şöyle demiştir: Ey Mervan, bu bidat da neyin nesi? O da şu karşılığı verdi: Bu, bidat değil. Senin bildiğinden de hayır­lı birşey Çünkü insanlar çoğaldı. Ben de sesin onlara kadar ulaş­masını istediğim için böyle yaptım. Bunun üzerine Ebu Said (ra) şöyle dedi: Sizler, benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsi­niz. Allah'a yemin ederim ki bugün senin arkanda namaz kılmaya­cağım. Bunu söyledikten sonra da, mescidden ayrıldı ve Mervan'm arkasında bayram namazı kılmadı. Bu hadisede de görüldüğü üze­re gerek bayram namazında, gerekse istiskâ namazında minber üzerinde konuşmak bidattir. Çünkü Allah Resulü (sav) her ikisin­de de, zeminde bir asa veya yaya dayanarak hutbe verirdi.
Rivayete göre Ömer (ra) bir gece, akşam namazını gökyüzünde bir yıldız belirinceye kadar ertelemiş, bunun üzerine de bir köle azat etmişti. Ömer b. Abdülaziz de (ra), namazını ertelediği zaman, Ömer'e (ra) uyarak bir köle azat etmişti. Ömer (ra), onun anne ta­rafından dedesiydi. İbni Ömer'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: O,akşam namazını, gökyüzünde iki yıldız belirinceye kadar tehir et­tiği zaman, iki köle azat etmişti. Bir hadiste ise, Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetim, akşam nama­zını yahudilere benzeyerek yıldızların doğuş vaktine kadar, sabah namazını da hıristiyanlara benzeyerek yıldızların dağılma vaktine kadar ertelemediği müddetçe dini kemal üzere kalır".
Süfyan-ı Sevri (ra) ve Yusuf b. Esbat (ra) şöyle derlerdi: Dinin­de dini olmayanı taklid etme. Veki' ise şöyle demiştir: Benim için zi­na etmek, dinim hakkında bidatçi birine fetva sormaktan daha se­vimlidir.
îmam Ahmed b. Hanbel (ra) Ubeydullah b. Musa el-Abesi'den çok sayıda hadis rivayet etmişti. Bir gün, onun bidatçılığına dair şu haberi aldı: Ubeydullah, Ali'yi (kv) Osman'dan (ra) üstün tutar. Hatta Muaviye'yi kötülükle andığı dahi söyleniyor. Sırf bu haber yüzünden, ondan yaptığı rivayeti kesti ve daha önce kendisinden rivayet ederek yazdığı hadisleri tamamen imha etti. O günden son­ra da bir daha kendisinden hadis rivayet etmedi. Bir defasında İmam Ahmed b. Hanbel'e şu sorulmuştu: 'Ey Eba Abdullah, Veki' mi yoksa Ubedullah mı Selefe daha fazla benzer?' O da şu cevabı verdi: 'Zina etse bile Veki'.
İbrahim el-Harbi şöyle demişti: Ali b. el-Medini'den sırf Allah rı­zasını umarak ve hiçbirini nakletmemek kaydıyla birkaç hadis nak­ledip yazmıştım. 'Niçin ey Eba İshak?' diye sordular. Bunun üzeri­ne, bir bidatçının arkasında namaz kılmış olduğunu ifade etti.
İbrahim (ra) şöyle demiştir: 'Yetmiş yıl boyunca fakihlerle, mu-haddislerle ve Arapça ilmiyle iştigal edenlerle arkadaşlık ettim. Ama şu günlerde ortaya çıkartılan muhdesatm hiçbirini onlardan işitmedim'. O, bu sözüyle 'İsim, Müsemma' ve benzeri ıstılahları kasdetmekteydi. Yine o, şöyle demiştir: Kelam ve cedel ehlinden olanlar, meclisime gelmesinler. Bana bunlarla ilgili soru da sorma­sınlar. Çünkü benim bunlar hakkında hiçbir ilmim yoktur. Bu ilim­leri beceremem ve ehline de bir şey söyleyemem. Eğer onlardan bi­riyle karşılaşsam, bir kelime dahi konuşmaz ve hiçbir sorusune ce­vap vermem.
İmam Ahmed b. Hanbel de (ra), îmam Şafii'nin (ra) arkadaşla­rından Ebu Sevr'i terketmişti. Sebebi de şuydu: Ebu Sevr, Allah Resulü'nün (sav) "Allah Teala Adem'i Kendi suretinde yarattı" hadisi­nin manası sorulduğu zaman, hadisteki 'Kendi' zamirinin Adem'e (as) raci olduğunu söylemişti.
Bu söz kendisine ulaştığı zaman Ahmed b. Hanbel çok kızdı ve şöyle dedi: Yazık ona! Yaratılmazdan önce Adem'in (as) nasıl bir su­reti vardı ki Allah Teala kendisim onun üzerine yaratsın. Yazık ona ki, Allah Teala'nm bir misal üzere yarattığım söyleyebiliyor. Tefsir edilmiş bir hadiste neyin ameli olabilir? Allah Teala Adem'i (as) Rahman'm sureti üzere yaratmıştır. Onun bu sözleri Ebu Sevr'in kulağına gidince, kalkıp İbni Hanbel'e gitti ve özür dileyerek şöyle dedi: Yemin ederim ki bunu ikna olarak söylemedim. Sözüm, sade­ce kafamdan geçen bir görüşün ifadesi ve doğru zannettiğim fikri­min beyanı idi.
İbni Hanbel (ra) Ehl-i Sünnet'ten olan Haris el-Muhasibi'yi de (ra) bidatçılara yaptığı reddiyesinden dolayı terketmişti. Bu me-yanda kendisine şöyle demişti: Onlara neye dayanarak reddiyede bulunuyorsun? Onların söylediklerini naklediyorsun. Söyledikle­rinle de onları düşünmeye ve haklarında görüş çıkarmaya sevkedi-yorsun. Bu ise, hakkın batıl ile reddedilmesinin vesilesi olabilecek bir harekettir. İmam Ahmed'in (ra) bu hassasiyetle terkettiği ule­madan biri de, Yahya b. Ma'in (ra) idi. Onu terkediş sebebi ise, söy­lediği şu sözdü: Eğer şeytan bana birşey verse onu bile alırım.
Malik b. Enes (ra) de şöyle demiştir: Sünneti müdafaa etmek, sünnete uygun değildir. Sünneti ancak haber verebilirsin. Eğer ka­bul edilirse ne ala. Aksi halde sus. Abdurrahman b. Mehdi'ye (ra), 'Falan kişi bidatçılara reddiyede bulunuyor' denilmişti. 'Allah Tea­la'nm Kitabı ve Resulü'nün (sav) sünnetiyle mi?' diye sordu. Onlar da, 'Hayır, akli delillerle' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Ne^ ka­dar da kötü yapıyor! Bidati, yine bidatla reddediyor!.
Zeyd b. Ahzem, Vehb b. Cerir'den şunu nakletti: Şu'be'nin (ra) şöyle dediğini işittim: el-Hars el-Akeli'ye gittim ve şu soruyu sor­dum: Allah Resulü'nün (sav) "Sizden biri, bir cenazeyi takip ettiğin­de (yere) konuluncaya kadar oturmasın"[50][50] buyruğunun manası ne­dir? Ne dersin, cenazeye gittiğimizde, mezar henüz kazılmamışsa,defin tamamlanıncaya kadar ayakta dikilmemiz gerekir mi? Ceva­bı şöyle oldu: Sen terkeder miydin?
Mahmud b. Gaylan da, yine Vehb'den şunu rivayet etmiştir: Şu'be (ra) dedi ki: Bir hadis sormak için el-Minhal b. Amr'a gittim. Evinden tanbur sesi işittiğimde geri döndüm ve hadisi sormadım. Daha sonra bu yaptığıma pişman oldum ve kendi kendime şöyle de­dim: Keşke sorsaydım, belki de bilemeyecekti.
Sonrakilerin ortaya çıkardıkları muhdesattan biri de, yol üs­tünde alışveriş yapmaktı. Vera' sahiplerinden hiçbiri, yolda oturan satıcıdan birşey almazlardı. Aynı şekilde evlerin balkonlarını dışa­rı doğru çıkarmak, dükkan tezgahlarını yola doğru uzatmak da mekruh görülen davranışlardandır. Vera' ehlinin alışverişte mek­ruh gördükleri bir hareket de, çocuklarla alışveriş yapmaktır. Çün­kü onlar, akıllarına malik olmadıkları gibi sözleri de kabul edilebi­lir değildir.
Ebu Bekir el-Mervezi'den rivayet edildi ki: İmam Ahmed b. Hanbel'in (ra) meclisine katılanlardan yaşlı biri, oldukça heybetli bir görünüme sahipti. İbni Hanbel de, onu saygıyla karşılayıp iz-zet-ü ikramda bulunuyordu. Bir gün, bu zatın evinin duvarını dı­şardan da sıvamış olduğunu öğrendi. Bundan sonra, o zata iltifat etmemeye başladı. O da, İmam'm bu tavrını yadırgadı ve 'Ey Eba Abdullah, sana benimle ilgili bir şey mi ulaştı?' diye sordu.
Ahmed b. Hanbel de, 'Evet, evinin duvarım dışarıdan sıvamış- __ sm' dedi. Adam, 'Bu caiz değil mi?' diye sordu. O da, 'Hayır, çünkü müslümanlarm yolunu bir parmak ucu kadar gaspetmiş oldun' de­di. Adam, bunun üzerine, Teki nasıl yapmam gerekir?' diye sordu. İmam Ahmed de, 'Ya bu sıvayı kazırsın, ya da duvarı yıkıp bir par­mak kadar geriden örüp tekrar sıva yaparsın' dedi. Yaşlı adam, bu­nun üzerine duvarı yıktı ve bir parmak kadar geriden örüp üzerine de sıva vurdu. Bu hadiseden sonra İmam kendisine, eskiden oldu­ğu gibi izzet-ü ikramda bulunmaya devam etti.
Selef-i Salih, kedi köpek gibi hayvanların ölülerinin sokak çöp­lüklerine atılmasını da mekruh görürlerdi. Bunun sebebi de, sözko-nusu hayvanlardan yayılan kokuların müslümanlara eziyet verme­siydi. Şüreyh ve diğerleri, kedileri öldüğü vakit, onları kendi bah­çelerine gömerlerdi. Tavanlarda olan su kanallarının sokaklara akıtılması da mekruh görülmüştür. İmam Ahmed ve vera' erbabı insanlar, bu kanalları kendi bahçelerine akıtırlardı.
İbrahim en-Neha'i (ra) şöyle demiştir: İnsanlar, farkında olma­dan da katmerli yalan söylerler. Mesela, 'Birşey yok' dedikleri za­man, zikre değer görmedikeri şeyi küçümsedikleri için böyle derler. Halbuki, olmayan şey bile, bir şeydir. O, bunu dahi önemli görmüş ve bu ifadeyi kullananların hem de katmerli yalan söylediklerini ifade etmiştir.
Rivayet edildiğine göre, Ömer (ra) Avane'ye şöyle demişti: Kör­lükten dolayı senin için üzülürdüm. Halbuki şimdi sana gıpta eder oldum. Avane de, 'Ne oldu ki?' diye sordu. Ömer de (ra) şu cevabı verdi: Çünkü sen, şu gözlerinle Medine'de ortaya çıkan bidatçileri görmez oldun ey Eba Suğra. Katade'ye (ra) şöyle denilmişti: Gör­mek ister miydin? O da şu karşılığı verdi: Hayır. Gözlerimi açıp da kimi göreyim? Ancak Allah Resulü'nün (sav) ashabının (ra) devrin­de olsaydı, o zaman onları görebilmek için gözlerimin açılmasını is­terdim.
el-Fadl b. Mehran'dan şunu naklettiler: Yahya b. Main'e, din kardeşlerimden birinin, kıssacılarm meclislerine iştirak ettiğini söylediğimde bana 'Onu bundan menet' dedi. Ben de, 'Kabul etmi­yor' dedim. O zaman, 'Kendisine vaaz ve nasihatta bulun' dedi. 'Bu­nu da kabul etmiyor, onu terkedeyim mi?' dediğimde, 'Evet' dedi. Ardından İmam Ahmed b. Hanbel'e gittim ve aynı şeyleri ona da söyledim. O da bana, arkadaşıma mushaf okumayı, Allah Teala'yı candan zikretmeyi ve Allah Resulü'nün (sav) hadislerini öğrenme­yi tavsiye etmemi söyledi. 'Eğer bunları yapmazsa' dediğimde bana, 'Hayır, Allah'ın izniyle yapar. Çünkü o tür meclislere katılmak muhdesattandır7 dedi. 'Peki ya kabul etmez ve söylediklerimi yap­mazsa, o zaman kendisini terkedebilir miyim?' diye sorduğumda te­bessüm ederek sustu.
Bir adam, Bişr b. Hars'a (ra) kalp ilmiyle ilgili bir mesele sordu. Bişr, biraz durakladıktan sonra cevabını verdi. Ardından muame­lat ilmine dair bir mesele sordu. Bişr, durakladıktan sonra adamın yüzüne dikkatle baktı ve, 'Kimlerin meclisine katılıyorsun?' diye sordu. Adam da, 'Mansur b. Ammar ve İbnu's-Semmak' dedi. Bişr, bunun üzerine kızarak, 'Bize kalp ilmiyle ilgili sual sorduktan sonra bir de gidip kıssacüann meclisine oturmaktan utanmıyor mu­sun?' dedi ve adamdan yüz çevirdi. Biz de kendisini teskin ederek, 'Sakıncalı biri değildir, Ehl-i Sün neft endir dedik.
Selef uleması, mescidlerle ilgili olarak ilk çıkarılan bidat olan has odada namaz kılmayı mekruh görüyorlardı. Aynı şekilde mes-cidleri süslemeyi, kıble kısmını yaldızlamayı ve mushafları altınla ve değişik malzemelerle tezyin etmeyi mekruh sayıyorlardı. Bunlar da sonradan çıkartılan bidatlardandır. Bu meyanda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmekte­dir: "Mescidlerinizi süsleyip mushaflarınızı tezyin ettiğinizde helak üzerinize olur".
Selef-i Salih, tek mahallede birden fazla mescid inşa edilmesini de mekruh görüyorlardı. Bu babda Enes b. Malik'le (ra) ilgili ola­rak şu hadise nakledilmiştir: O, Basra şehrine gittiği zaman, attı­ğı her iki üç adımda bir mescid bulunduğunu görmüş ve şöyle de­mişti: Bu bidat da nereden çıktı? Mescidler çoğaldığı zaman namaz kılanlar azalır. Şuna şahidim ki, tek bir kabilenin dahi, sadece bir mescidi vardı. Kabile sakinleri, yaşadıkları semtte tek bir mescid inşa ediyorlardı. İki mescid yapıldığında ise, namazı hangisinde kı­lacakları hususunda ihtilafa düşülüyordu. Kimisi, eski olanı tercih ediyordu ki, Enes b. Malik (ra) ve ona tabi olan sahabiler bu görüş­tedir. Onlar, yeni yapılma mescidleri bırakarak eski mescidi tercih ediyorlardı. Hasan el-Basri (ra) ise, en yakın olanda kılınması gö- I rüşündeydi.
Denir ki: Sonraki devirlerde ortaya çıkarılan bidatlardan dördü de şunlardır: Sofralar, elekler, su kırbaları ve aşırı kilo. Selef-i Sa­lih, toprak kaplar dışındaki kapları kullanmayı mekruh görürken vera' ehli de bakır ve tunçtan yapılmış güğüm ve destilerin suyun­dan abdest almazlardı. Cüneyd (ra) şöyle der: Seri es-Sakati dedi ki: Evinde kendi türünden başka malzeme kullanmaman fikrinde­yim. Onun 'tür5 ile kasdettiği, topraktan başkası değildi. Topraktan yapılmış kapların kullanılması halinde, bundan dolayı hesap sorul­mayacağı bildirilmiştir.
Selefin mekruh gördükleri adetlerden biri de, binaların tuğla ve kireç kullanılarak yükseltilmesiydi. Rivayete göre, toprağı pişiren ilk insan Hâman'dır ve bunu Firavun'un emriyle yapmıştır. Bu tür yüksek binalar, zorbaların binaları olduğu söylenmiştir. Selef, bina tavanlarının ve kapılarının çeşitli malzemelerle süslenmesini ve tezyinatla donatılmasını da mekruh görürdü. Onlar, bu tür mekan­lardan gözlerini kaçırırlardı. el-Ahnef b. Kays, bir müddet için evinden ayrılıp gurbete gitmişti. Onun yokluğu döneminde evinin tavanını elden geçirip yaldızla süslemişlerdi. Evine girdiği zaman hemen dışarı çıktı ve 'Yemin ederim ki, o süsleri söküp tavanı eski haline getirmediğiniz sürece bu eve girmem' dedi.
Süfyan-ı Sevri'nin (ra) arkadaşlarından biri olan Yahya b. Mu-az şunu anlatmıştır: Süfyan ile beraber şehirde yürüyordum. Yolda çok süslü ve nakışlarla bezeli bir kapı gördük. Ben, kapıya dikkat­le bakmaya başladım. Bunun üzerine beni çekti. Orayı geçince he­men sordum: Ona bakmada hoşgörülmeyecek taraf neydi? Dedi ki: Onu böyle yapmalarının sebebi, yoldan geçenleri ona baktırabil-mektir. Eğer yoldan geçenlerden hiçbiri dönüp ona bakmasa, böyle yapmazlardı. Süfyan (ra) bu sözüyle, böyle bir kapının yapılmasına katkıda bulunmuş olma endişesini ifade etmekteydi.
Müslümanlar arasında sonradan ortaya çıkan ve Selef tarafın­dan mekruh görülen bidatlardan biri de ince ve şeffaf elbiselerin gi-yilmesiydi. Özellikle Mısır ipeğinden yapılan ince giysiler, hem ka­dınlar, hem de erkekler için mekruh görülürdü. Ama kadınlar için çok daha açık ve katı bir şekilde mekruh görülürdü. Selef, bu ba­histe şöyle derdi: 'Şeffaf giysiler, fasıklarm giysileridir. Elbisesi in­celen kişinin, dini de incelir'. Yine onlar şöyle demişlerdir: Kulluk yolunun başı, giysidir. İbni Mesud da (ra) şunu söylemiştir: Kalp kalbe benzediği zaman, giysi giysiye benzemez.
Bişr b. Mervan, bir defasında şeffaf bir giysi ile hutbe vermişti. Rafı' b. Hudeyc (ra), onu alaya alarak şöyle dedi: Emirinize iyi ba­kın! İnsanlara öğüt verirken, kendisi fasıklarm elbisesini giyiyor!
Bu konuda rivayet edilen bir başka hadise de şudur: Amir b. Re-bi'a, gösterişli elbisesiyle Ebu Zer'in (ra) yanına gitmiş ve ona züh­dü sorup zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zer de (ra), avucunun içine üfleyip yellenme sesi çıkarmaya başladı. Ardından adama sırtını döndü ve onunla konuşmadı. Amir, onun bu davranı­şına çok kızdı. Kendisi, Kureyş'in ileri gelenlerinden ve eşrafdandı. Hırsla İbni Ömer'e (ra) gitti ve Ebu Zer"! (ra) ona şikayet etti. İbni Ömer de (ra) şöyle dedi: Bunu kendin istemişsin! Ebu Zer'e böyle bir elbiseyle gidecek, sonra da ona zühdü soracaksın?!
Bu babda Allah Resulü'nden de (sav) bir hadis rivayet edilmiş ve O, ahir zaman kadınlarını anlatarak şöyle buyurmuştur: "Onlar elbise giymiş çıplaklardır. Hem meyyaldirler, hem de meylettirir­ler. Başlarında inek boynuzları gibi süsler olur ve cennetin kokusu­nu asla kokamazlar". Kadınların başlarındaki süslerle, şapkalar ve saçtan yapılmış topuzlar kasdedilmektedir.
îbni Abbas (ra) Teberrüc=Süslenme' kelimesini tefsir ederken, 'ince ve şeffaf elbiseler giyinmek' olduğunu söylemiştir. O, Allah Te-ala'nın "Önceki Cahiliyye devrinde olduğu gibi, süslenip çıkmayın" (Ahzab/33) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Cahiliyye ka­dını, çok yüksek paralar ödeyerek elbiseler alır, fakat bu elbise ile gizlenmesi gereken avret yerlerini örtemezdi. Bu tür giysilerle, şef­faf ve hatları belli eden türden oldukları için namaz kılmak caiz ol­maz. Bunları giymek de mekruhtur.
Selef-i Salih'in giysileri, Mısır, Yemen ve diğer memleketlerden gelen, hayli kalın kumaşlardan yapılma elbiselerdi. Fiyatları da beş dirhemle otuz dirhem arasında değişirdi. Allah Resulü'nün (sav) izarımn boyu dört buçuk arşın uzunluğunda olup fiyatı da dört beş dirhem kadardı. Gömlek türünden giydikleri elbiselerin fi­yatları da beş ile on dirhem arasında olurdu.
Allah Resulü'nün (sav), bir hadisinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Münker maruf, maruf da münker oluncaya kadar Kıya­met kopmaz".[51][51]
Ibni Abbas da (ra) şöyle derdi: 'İnsanlar üzerinden bir yıl geç­mez ki, bir sünneti öldürüp bir bidati ihya etmemiş olsunlar. So­nunda bütün sünnetler ölüp bidatlar hayat bulacaktır5.
'Münker=Çirkin, tanmmayan'a bu ismin verilme sebebi, onun müslümanlar tarafından bilinmeyen ve yadırganan bir şey olması­dır. Hak gizlenip bilinemez hale gelince onun yerine ortaya çıkan şeye 'Münker1 ismi konulur. 'Maruf =Bilinen'e de bu ismin veriliş se­bebi, onun müslümanlar arasında bilinen ve iyi olarak tanınan şey olmasıdır. Batıl yayılıp cehalet arttığı zaman insanlar tarafından yadırganmayan ve tanınan şeye 'Maruf ismi verilir. Hatta bu meyanda şöyle denilmiştir: 'Zulüm çok arttığı zaman, adaletin ne ol­duğunu bilmeyen çocuklar doğar.
Şa'bi (ra) şöyle derdi: İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Haccac-ı Zalim'i hayırla anacak hale düşecekler. Çünkü Haccac, idare ettiği devirde müslümanlann görmedikleri birçok bidat ihdas etmiş, halk da bunları tanımamıştı. Halbuki bugün aynı bidatlar, bilinen sünnetler ve güzel görünen ameller halini almıştır. İnsan­lar, bu bidatları hoş karşılamaya ve onları ihdas eden kişi hayırla yadetmeye başlamışlardır. Hatta birçoğu, bunları çıkaran kimse­nin ecir kazandığını ve şükrana değer bir iş yaptığını dahi düşüne­bilmektedir. Ama, bunların Haccac tarafından ihdas edilmiş bidat­lar olduğunu bilmemektedirler.
Bu insanlar, bunları ihdas edene lafzi olarak dua etmeseler bi­le, hayırla anmaları sebebiyle zımni olarak dua etmiş olmaktadır­lar. Bu bidatları güzel görmeleri dahi, çıkaran kimse için bir tür duadır. Haccac'm bidatları arasında, onu ahiretin iyi kapılarına so­kabilecek hayırlı bidatlar da vardır . Halbuki ondan sonra gelen va­li ve idareciler, zulüm ve fışkın zirvesine çıkan Öyle bidatlar ihdas etmişlerdir ki, onların yaptıkları yanında Haccac'ı hayırla anıp ona dua etmek neredeyse farz olmuştur.
Selefe muhalefet ederek ihdas edilen tahtırevan ve zenbillerin tamamı bidattir. Bunlar sayesinde, yola çıkanların keyifleri ve ra­hatları artmıştır. Halbuki Selef devrinde insanlar hacc için yola çıktıkları zaman, yük hayvanlarının ve develerin semerlerine otu­rur, güneşin altında terler ve Allah Teala'nm yolunda sabr-ü sebat ederlerdi. Yemeği az yer, uykuyu kısa tutarlar, üstleri başları kum ve tozla dolardı. Neticede bindikleri hayvanların rahatları daha fazla olup yük ve meşakkatleri az olurdu. Bu yaptıkları, onlar için daha sevap, hacları için daha nezih, hayvanları için de daha sağlık­lı olurdu. Bu, peygamberlerinin sünnetine de uygundu. Ama sonra­kiler, bütün bu zühd ve nezahati bir kenara atarak türlü bidatlar ihdas etmişlerdir. Hacca giderken develerin üstüne büyük gölgelik­ler ve tahtırevanlar kurdurmaya başlamışlardır. Hayvanlar, bu ağır yüke dayanamadıkları için çoğu zaman yolda telef olurdu. Böyle yapmak suretiyle Allah Resulü'nün (sav) sünnetine de aykı­rı hareket etmiş olurlardı.
Sonraki devirlerde çıkarılan bidatlardan bir kısmı da mushaf-larla ilgiliydi. Selef-i Salih devrinde bulunmayan beşliler, aşırlar, ayet başları, kırmızı, yeşil ve altın yaldızlı işaret ve noktalar gibi sonradan ihdas edilmiş tezyinat ve süslemeler Kur'an-ı Kerim'e so­kulmuştu. Selef-i Salih, 'Kur'an'ı, Allah Teala'dan indirildiği üzere yalın kılın ve ona Kur'an'dan olmayan şeyleri karıştırmayın' derler­di. Ulema da, Kur'an-ı Kerim üzerinde yapılan bu tür tezyinatı çir­kin görürdü. Ebu Reziyn şöyle derdi: İnsanlar üzerine öyle bir za­man gelecek ki, o zaman doğacak nesil, Haccac'm mushafla ilgili olarak ihdas ettiklerine bakarak bunun Allah Teala'dan inzal edi­len şekil olduğunu zannedecektir.
Mushaflarla ilgili olarak ulemadan birçok ihtilaf ve kınama nakledilmiştir. Mesela bazı alimler, kırmızı noktalar konmuş mus-hafları okumazlardı. Bazıları da, noktalı mushafı, vahyedilenin ay­nı olarak görmüyorlardı. Bazıları mushaf satın almayı uygun gö­rürken, satmayı mekruh sayıyorlardı. Bir kısmı da, başkası tara­fından noktalanmış bir mushafı okumakta mahzur olmadığını söy­lüyorlardı. Bidat olduğunu düşündükleri için, Kur'an'ı noktalama­ya karşı ücret alınmasını da mekruh görüyorlardı.
Ebu Bekir el-Hezeli şöyle der: Hasan el-Basri'ye (ra) Kur'an-ı Kerim'i parayla noktalamanın hükmünü sordum. Bana, 'Noktala­ma da nedir?' diye sordu. Ben de, 'Lafızların iraba uygun olarak ha­rekelenip noktalanması' dedim. 'Kur'an'm irabına uygun olarak ha-rekelenmesinde bir beis yoktur' dedi. Halid el-Hazza' da şunu nak-letmiştir: Muhammed b. Sirin'in (ra) meclisine gittiğimde, hareke­lenmiş bir mushafı okuduğunu gördüm. Halbuki o, noktaları ve ha­rekeleri mekruh sayardı.
Firas b. Yahya da şunu anlatmıştır: Haccac'm hapishanesinde, nahivle ilgili, noktalanmış bir sayfa gördüm ve şaşırdım. Bu, gör­düğüm ilk noktalı yazıydı. Onu Şa'bi'ye götürdüm ve durumu ken­disine haber verdim. Bana şöyle dedi: Sen, noktalanmış olanı oku. Ama kendin noktalama.
Rivayete göre Haccac, Kur'an okuyan karilerden otuzunu bir araya getirmişti. Bunlar oturup bir ay boyunca Kur'an'ın harfleri­ni, lehçelerini ve kelimelerini sayıyorlardı. Eğer bunu yaparken Ömer, Osman (ra) veya Ali (kv) onları görseydi, sopayla kafalarını yaralarlardı. Sahabenin mekruh gördükleri ve ahir zaman karileri olarak vasfettikleri Kur'an okuyucuları, işte bu kimselerdir. Onlar hakkında şöyle denilmiştir: 'Kur'an'm bütün lehçelerini ezberler, ama hadlerini (hükümlerini) zayi ederler1.
Haccac, karilerin en iyilerinden ve lehçelere en fazla hakim olanlardan biriydi. O, Kur*an-ı Kerim'i her üç günde bir defa hat­mederdi. Ama Kur'an'm koyduğu had ve kaideleri en fazla çiğneyen de yine oydu. Mescidlerdeki kum ve taşlan dışarı çıkartıp oralara liften dokuma yaygılar serdiren de odur. Rivayete göre görme özür­lü olan Katade (ra) secdeye vardığında gözüne bir lif parçası kaç­mıştı. Namazdan sonra şöyle dedi: Mescidlere bunları döşeterek namaz kılanlara eziyet eden Haccac'a Allah lanet etsin! Selef-i Sa­lih, Allah Teala karşısında tevazu, huşu ve zillete daha yakın oldu­ğu için doğrudan toprak üzerine secde etmeyi daha hoş görürlerdi.
Yukarıda zikrettiklerimizin yanısıra sonraki devirlerde ortaya çıkarılan birçok bidat daha vardır ki, bunları teker teker saymayı ve hepsini dile getirmeyi istemiyoruz. Ne üzücüdür ki bu bidatler, günümüzde bilinen sünnetler ve aşina olunmuş adetler haline gel­miştir. Halbuki salihlerin sıfatlarını ve öncekilerin siretlerini bil­melerinden dolayı marufa da vakıf olanlar nezdinde bunların ekse­riyeti münker olma vasfını muhafaza etmektedir.
îbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Münkerler ve bidatlar o kadar et­kili olacaklardır ki, bunlardan herhangi biri değiştirilmek istendi­ğinde 'Sünneti mi değiştiriyorsunuz? denilecektir. O, başka bir riva­yette de şöyle demektedir: Bu zamanın en zekileri, dinlerinde tilki­ler gibi kurnazlık edenler olacaktır. Enes b. Malik (ra) Hicret'in sek­seninci yılı hac mevsiminde şöyle demişti: Bugün, Allah Resulü'nün (sav) devrinde olup da değişmemiş hiçbir şey göremiyorum. Sadece 'La ilahe illallah' şehadeti dışında. 'Peki ya namaz, ey Eba Hamza?' dediklerinde şöyle dedi: Namazda da sizin bidiğiniz bidatlan ihdas etmediler mi? Onun kasdettiği, namazdaki tehirler, öncesindeki çağrılar ve selamın belirlenmesi gibi adetlerdi. O devirdekiler, bunu kametle bir tutuyorlardı ve sünnet haline getirmişlerdi.
Enes b. Malik (ra) Yezid er-Rekaşi, Ziyad en-Numeyri ve Ferkad es-Seneci gibi kariler yanına geldiği zaman şöyle derdi: Sizler Al­lah Resulü'nün (sav) ashabına ne kadar da benziyorsunuz! Başlarınız ve sakallarınız ne kadar güzel! Onun bu sözü Mecnun'un şu beyti gibiydi:
Çadırlarsa, onların çadırları gibi Ama semtin kadınlarının, o kadınlar olmadığını görüyorum.
Sahabe'den bir topluluktan da şu söz rivayet edilmiştir: Eğer Allah Resulü'nün (sav) ashabı yeryüzüne dağılsalar ve yaptıkları­nıza baksalar, cemaatla namaz dışında yaptığınız hiçbirşeyi maruf olarak görmezler. Başka bir lafızda ise Toplu olarak namaz kılma­nız dışında' dedikleri rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Öyle taifelerle arkadaşlık ettim ki, onları görseydiniz kesin­likle 'Bunlar deli' derdiniz. Onlar da sizin en hayırlılarınızı görse­lerdi 'Bunlar ne ahlaksız kimseler1 derlerdi.
Ebu Hazım şöyle derdi: Ben hakiki manada kurra olan zevata yetiştim. O devrin Kur*an hamillerinden biri, yüz kişinin arasında bulunsa, hüsn-i siması, tevazusu ve huşû'u ile derhal temayüz ederdi. Hamili olduğu Kur'an, ona vakar kazandırmış, simasını gü­zelleştirmiş, onu huşu ve itaat ehlinden kılmıştır. Ama bugün gör­düklerim, yemin ederim ki bunlar 'Kurra' değil 'Cürra' yani cüret­kar kimselerdir.
Bir zat da şöyle demiştir: Cenazede hazır bulunur, ama cenaze­nin kime ait olduğunu bilemez ve insanların aşırı hüzünlerinden dolayı kime taziyede bulunacağımızı bilemezdik. Cenaze teşyi edil­dikten sonra, ölüye faydası olmayacak üç kişi bırakılırdı'. Fudayl b. Iyaz da, zamanının kari'lerine karşı insanları ikaz ederek şöyle derdi: Sakın o kari'lerin meclisine oturmayasm. Kendilerine ters düştüğün zaman seni tekfir ederler.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir delikanlıyla sohbet etmek kadar sevdiğim birşey yoktur. Bir kari' ile sohbet etmek kadar da kızdığım şey yoktur. O, çoğu zaman şunu söylerdi: Teğanni yapma­yı beceremeyen, kurra'lığı da beceremez. Bişr b. el-Hars da şöyle derdi: 'Bir delikanlıyla arkadaşlık etmek, benim için bir kari' ile ar­kadaşlık etmekten daha sevimlidir. Karilerin meclislerine otur­maktan uzak dur. Çünkü onlar, zemmedilmesi gerekmeyeni zem­mederler. Onların cemaatıyla namazı terketsen, hepsi de senin aleyhinde şahitlik ederler. Bütün bunların sebebi, onlann her konuda haddi aşmaları ve cehaletin kendilerine ağır basması, ulema meclislerine çok seyrek katılmaları ve ilmi yakinen görmemelerin­den ötürü her konuda inkara süratle meyletmeleridir.
Onlar, riyanın çok gizli emarelerini taşıyıp halka karşı yapma­cık hareketler sergiledikleri için inkar edilmeyecek şeyleri de inkar ederler. Kolayla atfedilebilecek basit meselelerde katı ve bağnaz bir tavır sergileyerek nefretlerini açığa vurmaktan geri durmazlar. Onlar, güzel ahlak ve hoşgörü sıfatlarını haiz olmayan kimselerdir. Onlar, insanlara karşı aşağılayıcı ve kaba kimselerdir.
Zenginlere karşı ise yaltaklanır ve aşın derecede yumuşarlar. Sanki nzıklarını onlara borçluymuş ve sanki ibadetlerini onlar için yapıyormuş gibi davranırlar. Ahlaklı ve temiz insanlara karşı öfke­leri çok büyüktür. İşte bu sebepledir ki ulemadan bir zat şunu söy­lemiştir: Şerefli bir kimse Kur'an kari'i olduğu zaman tevazu sahi­bi olur. Düşük biri kari' olduğunda ise kibir sahibi olur.
Başka bir zat da şunu söylemiştir: Sefil kimseler kari' oldukla­rı zaman, iyiliği emri arttırır ve komşularına her meselede itiraz etmeye başlarlar. Onların iyiliği emretmeye yönelik gayretlerinde-ki artışın sebebi, kendilerinin de iyilik ve maruf ile tanınma arzu­larıdır. İşte bu yüzdendir ki hakiki alimler onları reddetmiş, hik­met ehli de kendilerini kınamıştır. Çünkü ilim, daralıp genişleyen bir fazilettir. Güzel ahlak, edeb ve mertlik de buna bağlı olarak ge­nişleyip daralır.
Hakiki alim, insanlara karşı herşeyi yerine koyan ve bu hususta haddi aşmayan, herkese aklı mikdarınca hitap edip insanlar için ma­zeretler aramayan kimsedir. Ulemanın sıfatlarından biri de, ahlakı yaymada içine dönük olmaktır. İmam Şafi'i (ra) şöyle derdi: İnsanla­ra karşı içe kapanık ve çekimser olmak, onlann düşmanlığını kazan-dıncı bir davranıştır. Sen, çekimser ile fazla açılan arasında dur.
Bu konuda nakledilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Siz insanları mallarınızla genişletip ferahlatamazsmız. Sizden biri onlan şenliği ve güzel ahlakı ile ge­nişletip rahatlatsın". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise 'Müjde-ciliği ve mutluluğu ile' ifadesi geçmektedir. Bütün bu meziyetler, kurra' sınıfının ekseriyetinde mevcut olmayıp onlar bu tür bilgile­re sahip değildirler.
Allah Teala, herşey için bir ölçü koymuştur. Bir şeyin ölçüsünü kaçıran kimse onu ifsad eder. Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiş­tir: Tevazu'un azı, amelin çoğuna, vera'm azı da ilmin çoğuna denk­tir. Halefin hafife aldığı Selef ahlakından biri de, kişinin kendi hak­kında konuşan kişiyle veya konuşmamış bir kişiyle ilgili olarak ko­nuşmasını nifak alametlerinden saymalarıydı. Çünkü onlar, biriy­le konuştuklarında veya ona selam verdiklerinde ona kalpleriyle selam verirler ve onun hakkında asla ileri geri konuşmazlardı. Bir bidati veya açık fışkından dolayı gıyabında bahsettikleri kişiyle yüzyüze geldiklerinde asla konuşmazlardı.
Sözünden dolayı övdükleri bir kimseyi, başka bir mecliste fiilin­den dolayı kınamaz, fiilinden dolayı kınadıkları birini de sözünden dolayı övmezlerdi. Çünkü bu tür davranışlar, insanda iki dilin ve iki yüzün olmasını, için dışın farklılaşmasını gerektiren davranış­lardır. Onlar birine 'Selamün aleyküm' diye selam verdikleri za­man, bunun manasının 'Seni gıybet etmemden ve ardından kına­mamdan beri ve uzaksın' olduğunu iyi bilirlerdi. Onlara göre insan­ların bu tür farklılık ve ikiyüzlülük içinde olmaları, nifak çeşitle­rinden birini teşkil etmekteydi.
Allah Resulü'nden de (sav) bu babda şöyle bir hadis-i şerif riva­yet edilmiştir: "İnsanların en kötüsü, onlara bir yüzle, şunlara baş­ka bir yüzle giden ikiyüzlü kimsedir".[52][52] Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyada iki dili olana, Allah Te­ala Kıyamet'te de ateşten yapılmış iki dil verecektir".[53][53]
Selefden bir zat da şöyle demiştir: Meclisimde hiç kimse zikre-dilmemiştir ki, onu sanki önümdeymiş gibi kafamda canlandırıp işittiğinde seveceği şeyi gıyabında söylemiş olmayayım. Bir başka­sı da şöyle demiştir: Yanımda hiç kimse zikredilmemiştir ki onun misalini gözümde canlandırmış ve kendi hakkımda söylenmesini istediğim şeyleri onun hakkında söylemiş olmayayım.
Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: Tevazu'un azı, amelin çoğuna, vera'm azı da ilmin çoğuna denktir. İşte bunlar, insanların kalplerinden ve ellerinden emin oldukları hakiki müslümanlann sıfatlarıdır. Onlar öyle kimselerdi ki, yanlarında başka biri kötü sözlerle anıldığı zaman, durup kendi nefsi hakkında tefekkür eder ve bu kötülük kendinde de varsa, utanarak bu konuşmayı keserler­di. Eğer bu kötülük kendilerinde yoksa, bu yüzden Rablerine ham-dedip kötülüğü zikredilen kardeşlerine şefkat duyarak onun düzel­mesini dilerlerdi. Rablerine olan daimi şükür halleri, onları bu tür günahlardan muhafaza ederdi. Selef-i Salih'in yolu işte buydu.
Allah Teala'mn indirdiği semavi kitaplardan birinde şöyle yazı­lıdır: 'Kendinde hayır olmadığı halde hayırla anılan kimsenin se­vinmesine şaşmak gerekir. Kendinde bulunduğu halde kötülükle anılmasına kızana da şaşmak gerekir. Bundan daha fazla şaşılma­sı gereken ise, nefsini yakin üzere sevip insanlara şüphe ile buğze-den kimsenin kimsenin halidir'.
Selef, övülmekten hoşlanma ve şükran bekleme türünden dav­ranışlara karşı çok sert konuşurlardı. Öyle ki onlardan bir zatın şöyle dediği rivayet edilir: Övülmeyi sevip yerilmekten hoşlanma­yan kimse, münafıktır. Ömer (ra), bir adama, 'Halkının lideri kim?' diye sormuştu. O da, 'Benim' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: 'Eğer öyleysen bunu söyleme'.
Muhammed b. Ka'b bir mektup yazmış ve nisbet ismi olarak da 'el-Karezi' ismini kullanmıştı. Çevresindekiler, 'el-Ensari diye yaz' dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Olmadığım bir şeye güvenerek Allah Teala'ya karşı kendimi emniyete almak istemem! Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Sana, 'Ne kadar da kötü adamsın!' denil­diği zaman kızıyorsan, hakikaten kötü birisindir. Başka bir zat da şöyle demiştir: Kendinde bir hayır görmedikçe, hayırda olmaya de­vam edersin.
Ulemadan bir zata sorulmuştu: Nifağın alameti nedir? Dedi ki: Kendinde bulunmayan bir faziletle medhedildiği vakit kalbin bu­nunla teskin olmasıdır. Süfyan (ra) şöyle derdi: Bir kimsenin, halkın tamamı tarafından sevilmekten hoşlanıp birinin dahi kötülükle an­masından rahatsızlık duyduğunu görürsen, bil ki o bir münafıktır.
Bütün bunlar, Allah Teala'nm münafıkları tavsif ettiği şu ayet-i kerimenin muhtevasına dahildir: "Diğer bir takımlarını da, hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin kalmak ister bula­caksınız". (Nisa/91) Ehl-i Sünnet içinde eman bulan kimsenin, ehl-i bidat arasında korku duyması gerekir. Alimler tarafından kınanan karilerin ekserisi, işte bu yollara giren, gündüz vakti gecenin karanlıklarına dalan kimselerdir.
Belki de gurura kapılmış ve cahil biri, Allah Resulü'nün "Mü­min övüldüğü zaman imanı artar" hadisini olmadık şekilde tevil edip onu yerli yerine koyamaz. Dikkat edilirse Allah Resulü (sav) 'Müminin şanı artar1 buyurmayıp 'İman artar5 buyurmuştur. İma­nın artması ise, imana kasdedecek hile ve tuzaklardan korunmak ve Allah korkusu taşımakla olur. Ariflerin bu babda takip ettikleri bir yol vardır; onlar imanın yücelmesiyle müminin de yüceleceğine inanırlar. Yücelen mümin ise, bunun için Rabbi adına sevinir ve bu yücelmeyi, kendisini bu vasıta ile dost edinen Mevla'sına izafe eder. Sanatı, onun Sâni'i olan Allah'a döndürüp fıtratta bu fıtratı şekil­lendiren Fatımi müşahede eder. Böylece yapılan övgü Sâni'i olan Al­lah Teala'ya, tavsif de Fatır'ına ait olur. Bu meyanda asla kendi nefsine bakmaz ve bu tavsif ile övünmez. Bunlar; Rabbinin merha­met ettiği kimseler dışında takipçilerinin azaldığı, artık silinmekte olan hakikat yollarıdır. [54][54]


İlimlerin neredeyse tamamı, hırs gösterdiği ve arzu edip çaba­ladığı zaman münafık, bidatçı ve müşrik demeksizin herkes tara­fından öğrenilip yayılabilir. Çünkü ilim, zihnin neticelerinden ve akim semerelerinden biridir.
Ancak İman ve Yakin İlmi, bunun dışındadır. Çünkü bu ilmin müşahedesi ve hakikatları hakkında konuşulması, sadece yakin sahibi müminlere mahsus bir meziyettir. Bu, herşeyden önce ima­nın ziyadesinin, ilim ve yakinin hakitamnm ikrar edilmesini icap ettiren bir sahadır. Bu da, Allah Teala'nm ayetlerinin, O'nun kud­ret ve azametinin mükaş efe sinin söz verilmesiyle olur.
Allah Teala'nm ayetleri, fasıklar için değildir. O'nun ahdi de, za­limlere ulaşacak değildir. Azamet ve kudreti de, yoldan çıkanlar için şehadet olmayacaktır. O'nun emirlerini hiçe sayanlar için hiç­bir vecd sözkonusu olamaz. Bunun aksini düşünmek, Allah Tea­la'nm hüccet ve ayetlerini zayıflatmak, O'nun açık delillerinin ve kudretinin değerini düşürmek olur. Yine bu, Allah Teala'nm hakta kalan sayılı kullarından olan ihlas ehlinin hüccet kaynakları duru­mundaki Yakin kalesine şek ve şüphelerin müdahil olması manası­na gelir. Böyle bir hal, hak ile batılın birbirine karışmasına da se­bebiyet verebilir. Halbuki hak; O'nun sevgisine layık olan ve reh­berleri kılman Sıdk ehlinin temel göstergesidir.
Bütün bunlar dahi, Marifet ilminin diğer ilimlere olan üstünlü­ğünün en açık delilini teşkil etmektedir. Allah Teala buyurdu ki: "Onu, İsrail oğullarının alimlerinin bilmesi de onlara bir delil (ayet) değil mi?". (Şu'ara/197); "Aksine onlar kendilerine Kitab verilenlerin sinelerinde varolan apaçık ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki bunda keskin anlayışlılar için ayetler (ibret ve deliller) vardır". (Hicr/75); 'Yakin sahibi bir topluluk için ayetleri açıkladık". (Baka­ra/118); "Ve onu bilen bir topluluğa açıklamamız için". (En'am/105)
Bu ayetlerde zikredilen topluluk ve kimseler, Allah Teala'yı bi­len, O'nun hakkında konuşan, O'ndan nasiplerini almış ve katında bir makam kazanmış insanlardır. Allah Teala'nm bu lütfü, ona ehil ve layık olmayan kimseler için olamaz. Çünkü bu lütfün kapsamı­na giren şeyler, Allah Teala'nm ayetleri, delilleri, şahitleri, basiret vesileleri, yolunu gösteren rehberleri ve beyanını izhar eden buy­ruklarıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Sonra onu açıklamak da Bize düşer". (Kıyame/19); "İnsanı yarattı ve ona be­yanı öğretti". (Rahman/3); "Müminlere yardım etmek Bizim üzeri­mizde bir hakti". (Rum/47); "Zaten onlar buna layık ve ehildiler". (Fetih/26) Müminler de, Allah'ın yardımıyla O'nun dinine yardım edip O'nun hakikata erdirdiği şeylerin hakikatim gördüler ve O'nun kendileri için şahitlik ettiği şeye şahitlik ettiler. Böylelikle de müttakilerin imamı ve hidayetin rehberleri oldular.
Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Bu ilme dair bir müşa­hedesi olmayan kişi, şirk veya nifaktan uzak kalamaz. Çünkü o, Yakin ilminden halidir. Yakin'den uzak kalan ise şüphe zerrelerin­den emin olamaz. Ariflerden bir zat da şunu söylemiştir: Kendisin­de bu ilimden bir nasip bulunmayan kimsenin kötü sona duçar ol­masından endişe ederim. Bu ilimden alınacak nasibin en küçüğü, onu tasdik edip ilmi erbabına teslim etmektir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Her kimde şu iki sıfattan biri olursa, bu ilmin hiç­bir kısmına muttali olamaz: Bidat ve Kibir.
Marifet ilminin ehlinden bir topluluk da şunu söylemişlerdir: Dünyayı seven ve nevaya aşırı hırslanan kimse, bu ilimde bir şey kazanamaz. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Bu ilmi inkar edene verilecek cezaların en düşüğü, ondan tamamen mahrum edilmektir. Marifet ehli, bu ilmin, Sıddıklann İlmi olduğu, bundan bir nasibi olanın Mukarrebun'd&n olduğu ve Ashab-ı Yemin derece­sine nail olacağı hususunda müttefiktirler.
Bil ki Tevhid ilmi ve sıfatların bilinmesi, sair ilimlerden tama­men farklıdır. Diğer ilimlerdeki ihtilaf, rahmet olarak görülürken Tevhid ilmindeki ihtilaf dalalet ve bidat olarak görülür. Zahiri ilim­lerdeki hatalar bağışlanabilir, hatta ictihadi konularda bir hasene olarak görülürken Tevhid ilminde ve şehadetinde yapılan hata kü­für olarak değerlendirilir. İnsanlar, Allah Teala katında zahiri ilim­leri öğrenmekle mükellef kılınmamışken, Tevhid ilminde hakikata uygun bir şekilde iman etmekle mükellef kılınmışlardır.
Kim bir bidat ihdas ederse, bidati kendisine döndürülür ve on­dan mesul tutulur. Bidat çıkaran kimse de, Allah Teala için kulla­rına karşı bir hüccet ve o diyar için de faydalı bir rahmet olmaz. O, ancak dünya sevgisiyle ve dünyaya rağbet etmekle vasfedilir. Allah Teala'nm yolunu gösteren rehberlerden, dine davet edenlerden ve müttakilerin imamlarından olamaz. Allah Resulü de (sav) bir hadi­sinde şöyle buyurmaktadır: "Alimler, dünyaya meyletmedikçe pey­gamberlerin güvendikleri kimselerdir. Dünyaya meylettikleri za­man, dininizin selameti bakımından onlardan sakının". Meşhur bir hadiste de Allah Resulü şöyle buyurmaktadır: "Kim dinimizde, on­dan olmayan bir şeyi ihdas ederse o reddedilir".[55][55]
İsa Peygamberin de (as), 'Fitnenin en şerlisi hangisidir?' diye sorulduğu zaman şöyle buyurduğu rivayet edilir: 'Alimin hatasıdır. Çünkü o, bir hata yaptığı zaman, bir alem de onunla beraber hata yapar5. Bu manada bir ifade Allah Resulü'nden de (sav) rivayet edil­miştir: "Ümmetim için en korktuğum şeyler, alimin hatası ve mü­nafıklarla Kur1 an üzerinde mücadele edilmesidir"[56][56]
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Alimin hata yapması, in­sanlarla dolu bir geminin batmasına benzer. Gemi battığı zaman, birçok insan da onunla beraber batar. O, güneşin tutulmasına da benzer. İnsanlar, 'Ey gafiller namaza!' diye bağırırlar. Güneş tutul­ması, avam için korkulması gereken bir tabiat olayıdır. Allah Resu­lü'nden (sav) rivayet edilen garib bir hadiste de şu ifade geçmekte­dir: "Kim ümmetimi aldatırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insan­ların laneti onun üzerine olsun. 'Ey Allah Resulü, ümmetin aldatıl­ması nasıl olur?' diye sordular. Bunun üzerine şöyle buyurdu: İs­lam'da olmayan bir bidat çıkarıp insanları ona davet etmekle".
İbni Abbas da (ra) ekseriyetle şöyle derdi: Takip edenleri yüzün­den vay haline alimlerin! Alimler yüzünden vay haline onları takip edenlerin. Çünkü bir alim hata ettiği zaman, onu insanların birço­ğu aynen takip eder ve bu hatadan doğan afetler giderek büyür.
Allah'ın dininde olmayan bir şeyi uyduran bidatçıdan, O'nun Ki­tabı ve Marifet ilmi hakkında yetkili olmadan konuşan ve Allah Re-sulü'nün (sav) sünnetini hafife alan kimselerden daha büyük gü­nahkarın kim olduğunu bilemiyorum. Halbuki O'nun sünneti, Allah Teala'nm bütün kullarına karşı hücceti, Zatı'na yakınlaştıracağı kulları için de yürümelerini istediği yoludur. Yukarıda söylediğimiz kötü fiilleri işleyen kişi, Allah'ın kullarını dalalete sevkedecektir.
Dinde bidat çıkaran, Kitab ve Şünnet'i bir kenara atarak kendi­ne başka bir yol bulan, müminlerin yolunu bırakan kimse ile, dün­ya malıyla övünenlerin saflarına katılan ve bu meyanda hevasmın teşvikiyle türlü günahlar işleyen kimseyi; insanların malları ve canları noktasında zulmeden kimse ile, kendi kendine zulmederek Rabbi'yle arasında kalacak şekilde günahlar işleyen kimseye ben­zetebiliriz. Görüldüğü üzere, kullara yapılan zulüm çok daha ağır bir günahtır. Bu günahın yazılı olduğu defter, asla unutulmayacak ve affedilmeyecektir.
Dinle ilgili olarak kendi arzusuna uygun fikir ve hüküm çıkar­mak da işte böyle bir günahtır. Çünkü o, ahirete yönelik olarak zul­metmek ve müminlerin cennete giden yollarını keserek peygam­berlerin getirdikleri şeriatı mahvetmektir. Bunun bir diğer misali de, bir günah işleyip bunu inkar ederek kendini aklamaya çalışan kimse ile, aynı günahı işledikten sonra suçunu itiraf ederek kendi kendinden özür dileyen kimsenin durumudur. İkinci durumdaki ki­şi, affedilmeye ve merhamete uğramaya daha layıktır.
Dini amelleri ifa etme noktasında kusurlu ve eksik kalan ve kendi nefsine öğütte bulunmadığı halde, ilmin hakikatini diğer in­sanlara açıklayıp Allah Teala ve Resulü (sav) adına insanlara nasi-hatta bulunan, Kitab'm hükmünü beyan edip Sünnet'i hatırlatan kimse; İhlasın güzelliğine ve hayırlı sona ulaşmaya, Allah'ın dinin­de hüküm koyup halk içinde Kitab'a ve Sünnet'e muhalif bidatlar ihdas eden kimseden daha yakındır. Çünkü bidat çıkaran kimse, dini ve şeriatı değiştirmiş gibi olur. Bu ise, onun kalbinde nifakı ye­şertir. Sonunda da, münafık olarak can verir.
Halk içinde Sünnet'e muhalif bidatlar ihdas eden kimse ile, tür­lü günahlar işleyerek kendine kötülük eden kimseyi; krala devletin ve halkın huzurunda kafa tutup onun hükümranlığını protesto eden kimse ile, kralın gıyabında onun emirlerinde kusur eden kim­selerin durumuna benzetebiliriz. Hikmet ehlinden bir zat şöyle de­miştir: Üç kimse vardır ki kralın bunları bağışlaması doğru olmaz: Tebaası arasında devletin düzenini değiştirmek isteyen kimse; Kralı zayıf düşürecek işler yapan kimse; Kralın dokunulmaz saydı­ğı şeylerden birini ifsad eden kimse.
Allah Resulü'nden de (sav) bu bahiste şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Yüce Allah'ın bir meleği vardır. Bu melek, her gün Al­lah Resulü'nün sünnetlerinden birine muhalefet edene seslenir ve 'Bu da O'nun şefaatine nail olamayacak' der". Ali (kv) de şöyle de­miştir: 'Heva, körlüğün ortağıdır5.
Sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah Teala da şöyle buyurmuş­tur: "Kim, Allah'a yalan iftira ederek hiçbir ilme dayanmaksızın in­sanları dalalete düşürmek isteyenden daha zalim olabilir?" (En'am/144); "Yoksa, kendisine hiç bir şey vahyedilmediği halde 'Bana vahyedildi. Ben de Allah'ın vahyettiği gibi vahye de ceğim' mi diyor?" (En'am/93) Görüldüğü gibi Allah Teala, kendisine yalan if­tirasında bulunan yalancı ile, Rubûbiyet sıfatlarını taşıdığını ima eden ve Rabbe benzemeye çalışan kimseleri denk tutmuştur.
Bunlardan sonra günahların ve münkerâtın en büyüğü; hakkın, bizzat ehli tarafından inkar edilmesi ve onların bu sözlerinin tek­zip ile redde dilme sidir. Allah Teala, hakkı yalanlama ile, Yaratan'a karşı yalan iftirayı denk tutarak şöyle buyurmuştur: "Kim, Allah'a karşı yalan iftirada bulunan veya kendisine geldiği zaman hakkı yalanlayandan daha zalim olabilir?" (Ankebut/68) Benzeri bir ayet-i kerime de şudur: "Kim, Allah'a karşı yalan söyleyen ve kendisine geldiği zaman doğru haberi yalanlayandan daha zalim olabilir?". (Zümer/32) Allah Teala, aynı şekilde bunun karşısında yer alan ve doğru haber ile doğruyu bilen ve onu doğrulayan kimseleri de denk tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "Doğruyu getiren ve onu tasdik eden kimselere gelince, işte onlar müttakilerdir". (Zümer/33)
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Alim ve ilim öğrencisi, ilimde ortaktırlar". İsa Peygamberden de (as) bu manada şu sözü nakle­dilmiştir: 'Dinleyici, konuşanın ortağıdır [57][57]
Allah Teala, Marifetullah'a sahip olan alimleri, şatahât ehli ve dini bilmeyip müminlerin yolundan ayrı olan bidatçılarla mücade­le etmekle görevlendirmiştir. O, bu alimlere Yakin ilmini göstermiş, Resulü de (sav) kendileri için ilim ve denklikle şahitlikte buluna­rak şöyle buyurmuştur: "Bu ilim, her haleften onlar gibi olanlara taşınır da onu, aşırıya kaçanların tahrifi, hükümleri iptal edenle­rin iddiası ve cahillerin tevilinden uzak tutarlar".
Hadiste zikredilen 'Aşırıya kaçanlar ile murad edilen, şatahât ehlidir. Çünkü onlar, ilmin sınırını aşmış, bilinen şekli yoketmiş ve hükümleri iskât etmişlerdir. 'Hükümleri iptal edenler ile murad edilenler ise, asılsız iddialara sahip olan bidatçılardır. Çünkü bun­lar, batıla dayanarak hakkı ortadan kaldırmaya çalışan kimseler­dir. Asılsız iftiralarda bulunan bu kimseler, arzu ve nevalarına uy­gun rey ve hükümler icad ederler. Cahillere gelince, onlar da; ilmin inceliklerini inkar eden ve aklın zahiri ile bildikleri hakikatlara if­tira edenlerdir. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini zik­redebiliriz: "İlim içinde gizli olan bir kısım vardır ki onu ancak Ma-rifetullah ehli bilir. Bu insanlar da onu dile getirdikleri zaman, an­cak Allah Teala'ya karşı gurura kapılmış kimseler bunu bilmezlik­ten gelirler. Allah Teala'nm kendisine ilim verdiği bir alimi, asla hakir görmeyin. Çünkü Allah Teala, ona bu ilmi verdiğinde kendi­sini hakir görmemiştir".
Allah Resulü'nün (sav) sünnetlerini kendi reylerine ve akli ilim­lerine dayanarak tevil eden veya Selef-i Salih'in bildirmediği söz ve hükümleri telaffuz eden kimse, kendi üstüne düşenle ilgilenmeyen bir zorlamacı ve dinin hükümlerini iskât edici biridir. Allah Teala'yı hakkıyla bilen alimler; akli ilimleri yakin ilmine, reye dayalı ilim­leri Sünnet ilmine dayandırmaya çalışan ve rivayet ehlini tanıya­rak ravileri ve nakilcileri teyid eden kimselerdir. Bunu yaparken de onların naklettikleri haberleri açıklayıp rivayet ettikleri hadis­leri tefsir ederler. Çünkü ravi ve nakilcilerin bunu yapma imkanla­rı mevcut olmayabilir.
Raviler, Allah Teala'mn şahit kılması vaki olmadığı için, rivayet ettikleri lafızların hakiki manalarını kavrama imkanı bulamamış olabilirler. Onlar Allah Teala hakkında bir nakilde bulunurken, O kalplerini nuruyla aydınlatmadığı için söyledikleri şeylerin hakiki manalarından gafil olabilirler. Çünkü bu, Allah Teala'mn dilediği kullarına bahşettiği bir lütufdur. Nitekim O, bunu teyid ederek şöyle buyurmaktadır: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar kılmıştık. Onlar, ayetlerimize yaki-ni olarak iman ederlerdi". (Secde/24)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Selefin konuştuğu mesele hak­kında sükut etmek kabalık, onların sükut ettikleri bir bahis üzerin­de konuşmak ise zorlamadır'. Başka bir alim ise şöyle demiştir: 'Hak ağırdır. Onu dikkate almaksızın geçen zulmetmiş, kaldırama­yan acz göstermiş, onu aynen alan ise yeteriyle kanaat etmiş olur5.
Ali (kv) de, şöyle demiştir: 'Siz orta seviyede durun. Üstteki ona iner, alttaki de ona yükselir*. Selef-i Salih'in takip ettiği yol işte böyleydi. Onlar bidatçı birini asla dinlemezlerdi. Çünkü onlara gö­re her tür bidatçi, inkarcı idi. Böyle biriyle mücadele ve münazara­ya da girmezlerdi. Çünkü onların nazarında bu da bidatti. Sadece sünneti anlatır ve hadisleri delil gösterirlerdi. Böyle biri hakkında, 'O da sizin din kardeşinizdir. Onunla dost olmanız farzdır. Eğer sünneti gördüğünde geri dönmezse, o zaman bu dostluğu bozmuş ve inkar etmiş olur. Böylece bidatia tanınır ve düşmanlığı haketmiş olur denildiğinde, buna uyarak onu Allah rızası için terkederlerdi. Doğrusu böyle bir davranışa günümüzda şahit olmak hayli zordur. Ancak fazilet erbabı ve Selef yolunun takipçisi olarak bilinen pek az sayıdaki insan böyle davranmaktadır.
Allah Teala'mn lanetlediği İblisle ilgili olarak şu hadise nakle­dilir: O, Sahabe devrinde askerlerini her tarafa göndermişti. Ama askerleri ümitsiz bir halde geri dönmüşlerdi. İblis onlara 'Ne bu ha­liniz?' diye sorunca, 'Böyle bir toplulukla hiç karşılaşmamıştık. Hiç­birine birşey yaptıramadık. Bizi yorup perişan ettiler' diye yakındı­lar. Bunun üzerine iblis şöyle dedi: 'Peygamberleriyle sahabilik yaptıkları ve vahyin inişine şahit oldukları için onlara güç yetire-miyorsunuz. Ama onlardan sonra gelecek topluluğa istediğinizi yaptırabilirsiniz .
Sahabe'den sonra Tabiim devri girdiğinde İblis askerlerini yeni­den her tarafa gönderdi. Ama yine kırgın ve karamsar bir halde ge­ri döndüler. İblis, 'Ne oldu size?' diye sorunca, 'Bu topluluk kadar garibini de hiç görmemiştik. Bunlara istediğimiz günahı işletiyo­ruz. Ama günün sonu geldiğinde mağfiret dilemeye başlıyorlar ve günahları hasenata dönüşüyor1 dediler.
Bunun üzerine iblis şöyle dedi: 'Tevhidlerinin sıhhatinden dola­yı bunlarda da muradınıza nail olamazsınız. Ama bunlardan sonra öyle bir topluluk gelecek ki, onlarda huzur bulacak ve kendileriyle dilediğiniz gibi oynayabileceksiniz. Hevalarımn tasmalarından tut­tuğunuz zaman dilediğiniz yere götüreceksiniz. Onların istiğfarla­rı da kabul görmeyecektir, çünkü onlar ihlas ile tevbe etmeyecek­lerdir. Ve bu yüzden onların hasenatı da seyyiata dönüşecektir.
Nitekim Tabiun devrinin akabinde Hicri birinci asırdan sonra İblis, müslümanların nevalarını diriltti ve bidatları onlara güzel gösterdi. Onlar da bu bidatlarm hemen hepsini mubah gördüler ve bunları din edinerek, yaptıklarından dolayı istiğfarda ve tevbede bulunmamaya başladılar. Neticede can düşmanları olan şeytanlar, kendilerine hakim oldu ve onları diledikleri yere sürükleyip götü­rür hale geldiler1.
İbni Abbas'dan (ra) şu sözü nakledilir: 'Dalaletin; dalalat ehli­nin kalplerinde bıraktığı bir tad vardır1. Allah Teala bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Dinlerim oyun ve eğlence edindiler". (A'raf/51); "Yoksa kötü ameli kendisine süslenip de onu güzel gören kimse mi?". (Fatır/8); "(Yalnız dünya hayatını isteyen kimse) Rab-binin apaçık bir delili üzerinde bulunup da ardınca yine Allah'dan bir şahit olarak (Kur1 an) gelen ... kimse gibi midir?". (Hud/17)
-Allah size merhamet etsin- ilim, izleri takip olunan Selef-i Sa­lih'in ve onların yollarının sadık takipçileri olan Tabiilerin üzerinde bulundukları şeydir. Selef, öncelikle Sahabe'dir. Onlar Sekine ve Rıza ehlidirler. Onların ardından kendilerini ihsan üzere takip eden Tabiun gelir. Bunlar da Zühd ve Rüşd ehlidirler. Alim, diğer insanları kendisi gibi olmaları için kendi haline benzer bir hale gir­meye davet eden kimsedir.
İnsanlar hakiki alime baktıkları zaman, onun zühdünden ötürü dünyada zühd sahibi olmak isterler. Zünnun-i Mısri'nin (ra) bu bab-da söylediği şu söz çok manidardır: Size diliyle değil ilmiyle konuşa­nın meclisine oturun. Hasan el-Basri de (ra) şöyle demiştir: İnsanla­ra sözünle değil fiilinle vaaz et. Sehl de (ra) şöyle demişti: İlim, ame­li çağırır. Eğer icabet ederse ilim gelir. Aksi halde terkedip gider.
Bu manada Allah Resulü'nden (sav) de bir hadis rivayet edil­miştir: "O'na 'Hangi kişilerle oturmamız daha hayırlıdır?' diye so­rulduğunda şöyle buyurdu: Size Allah Teala'nm ru'yetini hatırla­tan ve konuşmasıyla amelinizi arttırarak ahiret için amelde bulun­manızı ihsas ettiren kimselerle".
Muhataplarından dünyalık umarak onlar gibi varlıklı olmak ve görüldüğü yerde kendisine gıpta edilmesini isteyen kimse ise, aslın­da cahil muhataplarından daha kötü biridir. Çünkü o, konuştuğu zaman Rabbine değil kendi nefsine davet eder. Yine o, kendine de­ğer vermeyen kimselere karşı hırsla doludur. Peygamberlerin varis­leri olan alimler; Allah Teala'nm dininde vera' sahibi, dünyanın fu­zuli nimetleri hakkında zahid, re'y ve heva ilmiyle değil yakin ve kudret ilmiyle konuşan, şüphe ve reyler karşısında susan alimler­dir. Bu durum, Allah Teala'yı hakkıyla bilen ve şehadet eden alim­ler nezdinde, ne bir fikir sahibinin görüşüyle, ne de cahil bir müfsi-din konuşmasıyla Kıyamet gününe kadar değişecek değildir.
Abdullah b. Ömer (ra), bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi nakletmiştir: "Bu ümmetin başı zühd ve yakin ile salah bul­muştu. Sonu da cimrilik ve ümit ile helak olur".
Yusuf b. Esbat şunu nakleder: 'Huzeyfe el-Mar'aşi'ye mektup yazarak, 'Günahkarlar dışında kendisiyle beraber Allah'ı zikrede­cek birini bulamayan kimsenin durumu nedir? Böyle biriyle zikir yapması günah olur mu?' diye sordum. O da cevaben dedi ki: Ey Eba Muhamnıed, böylelerini tanıyor musun?' Ben de dedim ki: Bunlar artık bize de gizli kalmıyorlar.
Deniliyor ki abdal zümresi, yeryüzünün sapa yerlerine çekilip insanların gözlerinden uzaklaşmışlardır. Çünkü onlar, bu zamanın alimlerine bakamaz, onların sözlerine tahammül edemez hale gel­mişlerdir. Zamanın alimleri, onların gözünde Allah Teala'yı hakkıy­la bilmeyen cahillerdir. Sadece kendilerine ve cahil avama göre alimdirler. Dolayısıyla onlar da cehalet ehlinden olmuşlardır. Ce­halet ehli ise, Sehl'in ifade ettiği şu sıfat üzeredirler: 'Günahların en büyüğü, bilmediğini bilmemek, avamın ağzına bakmak ve gaflet ehline kulak vermektir.
Bunlar, abdal zümresi için sayılabilecek sıfatların en hafifleridir. Şehirlerin çevreleri de bunlarsız olmamaktadır. Onlar avam ile soh­bet ettiklerinde dini konularda yoldan çıkarıcı bahislere girmemek­te, müminleri aldatmamakta ve sırf ilim öğrendikleri için 'ulema' ol­duklarım iddia etmemektedirler. Yine onlar, cehaletlerini itiraf et­mekte oldukları için gazaptan çok rahmete yakın bulunmaktadırlar'.
Ebu Muhammed Sehl şöyle derdi: Timin cehaletinden doğan kalp katılığı, günahlarla doğan kalp katılığından daha şiddetlidir. Çünkü ilim iddiasında bulunan cahil, iddiacı ve usulü terkedicidir. Halbuki fiiliyle günah işleyip isyana düşen kişi, ilmen ikrar etmek­te ve günah işlediğini itiraf etmektedir5. Yine o, şöyle demiştir: 'İlim, hastalıkların tedavi edildiği bir ilaçtır. O, telafi suretiyle amellerin fesadını önler. Halbuki cehalet, düzelmiş amelleri ifsad eden bir hastalıktır. O, hasenatı giderip onları günaha çevirir. Fe­sada uğrayanı ıslah edenle, salih olanı ifsad eden arasında ne ka­dar da büyük bir fark vardır!'
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah müfsidlerin amellerini İslah etmez". (Yunus/81); "Muhak­kak ki Biz, İslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A'raf/170) Bütün bunlar, amel bakımından kusurlu olan alimin, başarılı bir abidden daha üstün oluşunun açık delillerini teşkil etmektedir. Bil ki, bir kul insanlardan bütün halleri bakımından farklılaştığı vakit hep­sinden ayrılarak onlarla aşinalık kurmaz. Eğer onların hallerinin ekserisinde farklılık gösterirse, o vakit de insanların ekserinden ayrılarak uzlete çekilir. Şayet bazı hallerinde onlara uygun düşer, bazı hallerinde de onlardan farklılaşırsa hayır ehliyle hemhal olup şer ehlini terketmiş olur. [58][58]


Bu eserde Allah Resulü'nden (sav), Sahabe'den (ra), Tabiun ve Et-bau't-Tabi'in'den (ra) naklettiğimiz hadis, haber ve sözlerin ekseri­yeti, hafızamızda varolup mana ile naklettiklerimiz dendir. Bunlar­dan uzun olup elimizde yazılı olarak bulunan ve ulaşılması kolay olan az bir kısmı kaynaklarından nakledilmiştir.
Ulaşılması zor olanlara gelince, bunları tam olarak ihata ede­mediğimiz ve himmetimizi tam olarak veremediğimiz için, eğer doğru, sağlam ve açık olarak nakledilmişlerse, Allah Teala'nın hüsn-i tevfiki ve kuvvetle teyidinden dolayıdır. Bunlarda görülecek hata ve sürçmeler ise gerek kendi hata ve gafletimizin, gerekse şey­tanın acele ettirmesi ve unutturmasmdandır.
İbni Mesud'dan fra) rey ile hüküm verdiği bir davada bu tarz bir söz rivayet edilmişti. Bizim sözümüz de onun reyine tabidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Beyan ve sağlamlık Allah Teala'dan, ace­le ve unutma ise şeytandandır". Yani unutma, şeytan vasıtasıyla ve tevfik-i ilahinin azlığı nedeniyle gündeme gelir.
Bu eserde yaptığım nakillerin çoğunda asli lafızlara itibar etme gereği görmezken hemen hepsinde mananın siyakından asla vaz­geçmedim. Çünkü bana göre, lafızların aynen zikredilmesi; mana aynen korunduğu sürece elzem değildir. Arapça'nın ifade kalıpları­na, manaların ihtilaflarına vakıf olan biri de bunu rahatlıkla başa­rabilir. Ancak bu noktada iki lafız arasında tahrif ve manayı sap­tırmaya yönelik ilave veya eksiltmeden uzak durmak gerekir.
Sahabe'den bir topluluk, lafza bağlı kalmaksızın mana ile hadis rivayetine ruhsat vermişlerdir. Bunlar arasında, Ali (kv), İbni Ab-bas (ra), Enes b. Malik (ra), Vasile b. Eska* (ra) ve Ebu Hüreyre'yi (ra) zikredebiliriz. Tabiundan ise, hayli fazla sayıda zat buna ruh­sat vermiştir ki bunlar arasında şu isimleri verebiliriz: İmamlar İmamı Hasan el-Basri (ra), Şa'bi (ra), Amr b. Dinar (ra), İbrahim en-Neha'i (ra), Mücahid (ra) ve Ikrime (ra). Onların bu istikamet­teki görüşlerini, hayatlarıyla ilgili eserlerden farklı lafız ve şekil­lerde mütalaa etme imkanı bulduk. Mesela Muhammed b. Şirin (ra) şöyle derdi: 'Bir hadisi on kişiden dinlerdim. Mana bir olması­na rağmen lafızlar hepsinde farklı olurdu'.
Bu nokta yüzünden Sahabe de hadis rivayetinde farklı tutum­lar sergilemiştir. Kimi hadisi tam olarak rivayet ederken, kimisi de muhtasar olarak rivayet etmiştir. Kimi hadisi mana ile rivayet ederken, kimisi de manaya muhalif ve maksadı ihlal edici olmadık­ça lafızları değiştirmeyi bir genişlik olarak görmüştür. Ama hepsi de Allah Resulü'ne (sav) kasden yalan isnad etmekten uzak durup daima doğru olanı nakletmeye çalışırlardı. Onlar, maksadı ihlal et­medikçe işittiklerini mana olarak naklederlerdi. Bu da hadis riva­yetinin artmasına zemin hazırlamıştı. Bu babda şöyle derlerdi: 'Ya­lanın günahı, onu kasden yapanadır1.
Imran b. Müslim'den şunu naklettik: 'Bir adam, Hasan el-Bas-ri'ye şöyle dedi: Ey Eba Said, bize hadis naklettiğin zaman onun ifadesini bizden daha güzel kuruyor, ilmini daha açık olarak bildi­riyor ve daha fasih bir dil ile naklediyorsun. Hasan (ra) şöyle dedi: Eğer manaya isabet ediyorsam, bunda bir beis yoktur".
Nadr b. Şümeyl dedi ki: 'Hişam, sözde çok hata yapan biriydi. Ben onun hadisine güzel bir elbise giydirdim'. Onun elbise giydir­me ile kasdettiği, hadisi i'rab bakımından düzgün bir hale getirme­siydi. Nadr, bütün rivayetlerinde 'Bunun gibi.. Buna yakın..'aydı. Biz de, rivayet ettiğimiz bütün hadislerde 'Veya denildiği gibi, bu­na yakın olarak, bunun benzeri olarak,..' gibi ifadeler kullandık, ib­ni Mesud da (ra) rivayet ettiği hadislerde benzer ifadeler kullanır­dı. Süleyman et-Temimi, rivayet ettiği hadislerin tamamında bu tür ifadeler kullanmıştır.
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: 'Bir adam mecliste, hadislerin lafızları üzerinde titizlendiği zaman bilin ki şunu demek istiyor: Beni tanıyın!'. Adamın biri Yahya b. Said el-Kattan'a hadisteki bir lehçenin asıl lafzını ısrarla soruyordu. Yahya sonunda şöyle dedi: Be adam, bizim için Allah'ın Kitabı'ndan daha değerli birşey ola­maz. Onda bile, bir kelimenin yedi lehçe üzere okunmasına ruhsat verilmiştir. Mürsel ve Maktu' olarak rivayet ettiğimiz hadislerin la­fızları bakımından beni çok sıkıştırmayın. Bunların kimisinin se­nedi hakkında da ileri geri sözler söylenmiş olabilir. Ama öyle mür­sel ve maktu' hadisler vardır ki, müsned hadisten daha sahihtir. Çünkü bizzat imamlar tarafından rivayet edilmişlerdir.
Bu tür hadisleri rivayet etmek, şu sebeblerden dolayı caiz görül­müştür:
1. Bunların batıl ve asılsız olduklarına dair kesin delillerimiz mevcut değildir.
2. Bilakis bunlarla ilgili hüccetimiz vardır, o da bunları rivayet etmemiz ve onları başkalarından dinlemiş olmamızdır. Eğer Allah Teala katında hakikata isabet edememişsek Kur'an'da Yusuf (as) kıssasında onun kardeşlerinin dediği gibi bu da bizden sakıttır: "Biz ancak bildiğimizin şahitleriyiz. Biz gaybın bekçileri değiliz". (Yusuf/81) Onlar, Yakub'a (as) 'Oğlun hırsızlık yaptı' dedikleri za­man Allah katındaki hakikat bakımından hata etmişlerdir. Ama özürleri de vardı. Çünkü kralın su kabı, kardeşlerinin yükünden çı­kartılmıştı,
3.Kitab ve Sünnet'e muhalif olmayan zayıf hadisleri reddetme­miz gerekmez. Bilakis bu hadislerde, Kitab ve Sünnet'e delalet eden bilgiler mevcuttur.
4. Bizler hüsn-i zan ile kulluk eder ve zannın çoğundan sakın­dırılırız. Kötü zandan dolayı ise kınanmışız dır.
5. Bu tür hadislerin hakikatma, ancak bizzat dinleme ile ulaşı­labilir. Bunu yapmak da mümkün değildir. Bu durumda zaruri ola­rak, ravilere karşı, kalplerimiz yatıştığı ve yüzlerimiz gevşediği müddetçe hüsn-i niyet sahibi olarak teslim ve tasdik makamında olmamız doğru olacaktır.
Netice itibarıyla rivayet edilen haberin hak olduğunu düşünme­miz gerekmektedir. Ayrıca imanlı selefimizin, bizden daha hayırlı olduklarına inanmamız icap etmektedir.
Biz, Allah Resulü'ne (sav) ve Tabiun'a yalan isnad edemezken bizim çok üstümüzde makamları olanların, sırf sahih senedlerle za­yıf hadis rivayet ettikleri için yalan söyleyebileceklerim nasıl düşü­nebiliriz? Bunun mukabilinde, zayıf senedlerle sahih hadisler riva­yet etmemiz de mümkündür. İlmin tamamını ihata edemediğimiz için böyle yapmış olmamız da ihtimal dahilindedir.
Hadis ehlinden kiminin zayıf gördüğünü, kimi de güçlü gördü­ğü, kiminin cerhettğini kimi de ta'dil edip adil saydığı için bu ihti­mal daima mevcut olacaktır. Nitekim kiminin övdüğünü, kimi de yermektedir. Bu şekilde hakkında ihtilaf edilen ravilerin sayısı, hayli fazladır. Bu yüzden, herhangi bir ravi kendine denk veya ken­dinden aşağıda bir kimsenin cerhetmesi sebebiyle hadisi reddedilir olma durumuna düşmemektedir. Hatta hadis alimlerince çeşitli se-beblerle hadisleri illetli ve zayıf kabul edilen ravilerin hadisleri, fa-kihler ve Marifetullah ilmine sahip olan ulema nezdinde illetli ve­ya zayıf sayımı ay abilmektedir.
Ravi, kendi açısından mendub görüp konuşmamayı tercih etti­ği için meçhul olabilir. Ya da kendisini sürekli zikredecek arkadaş­larının azlığı da ravinin meçhul biri olarak tavsif edilmesine yola-çabilir. Ravi, herhangi bir hadisin lafzına tek başına sahip veya onu tek başına ezberlemiş, ya da diğer sika ravilerden farklı olarak sadece kendisine mahsus bir hadis rivayet etmiş olabilir. Ravi ha­disi, bilinen lafzıyla nakletmemiş veya hadisin ezberine ve manası­nın derinliğine itina göstermemiş olabilir.
Hadis hafızlarından bazıları, hadis ilimlerinde çok atılgan ve cüretkar davranarak cerh yani raviyi kusurlandırmada, haddi aş­mış olabilirler. Hafızlar, kullandıkları lafızlarda aşırıya kaçmış da olabilirler. îşte böyle durumlarda, hakkında konuşulan ve cerhedi-len ravi, onu cerhedenden daha faziletli olabilir. Aynı ravi, Marife­tullah ehli nezdinde çok yüksek bir dereceye sahip olabilir. Bu tür hallerde, cerh yapan kişinin cerhi kendine döner. Cerh yapan kim­seler, ravide bir kapalılık görmüş veya fakihler nezdinde kendisini kusurlu kılacak bir sözünü işitmiş olabilir. Kurra' zümresinden ba­zı raviler dahi bu şekilde cerhe dürtüşlerdir.
Hadisçilerin cerhettikleri bazı kimseler, aslında ahiret ulema­sında ve Marifetullah ehlinden olup, hadis ve rivayet mesleğinde Hadis ulemasından farklı görüşlere sahiptirler. Böyleleri, hadis ri­vayetinde kendi kanaatlarma göre hareket eden kimselerdir. Ha­disçilerin koydukları kurallar, onlar açısından delil teşkil etmez. Onların kendilerini bağlayan farklı kuralları vardır ve bunlara bağlı kalırlar. Çünkü onlar, kendilerini tanıyan ulema nezdinde ha-disçilerden daha aşağı bir mertebede değildirler. Hadisçiler de, kendi kurallarına uymadıkları için bu insanları zayıf göremezler.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Hadis, her ne kadar bir şahit­lik olsa da, hüzn-i zandan dolayı onda geniş davranılmış ve zaruret halinde -ebenin şahitliğinin kabulünde olduğu gibi-, tek kişinin şa­hitliğinin kabulüne de cevaz verilmiştir'. Bu manada İmam Ahmed b. Hanbel'den (ra) şu söz nakledilmiştir: 'Hadis, Kitab ve Sünnet'e
muhalif olmadığı takdirde, kendisine şahit olunmasa bile, tevilin­de ümmetin icmama aykırı bir hüküm bulunmuyorsa alınıp kabul edilir. Şöyle bir söz söylenmişken nasıl kabul edilmez ki: Zayıf ha­dis, benim için rey ve kıyastan daha çok tercihe şayandır5. Hadis konusunda İmam Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel'in (ra) görüşü iş­te budur.
Bir hadis, iki asır tedavülde olduğu veya Hicret'in ilk üç asrı bo­yunca rivayet edildiği, ya da bunlardan birinde rivayet edilip ule­ma tarafından inkar edilmediği zaman Meşhur bir hadis olur. Müs­lümanlardan bir neslin onu inkar etmemeleri, onu delil haline ge­tirir. Kitab'a, Sahih Sünnet'e, Ümmetin icma'ma aykırı olmadıkça veya ravisinin yalancılığına dair adil imamlardan birinin şahitliği bulunmadıkça, sırf senedinde pürüz var diye reddedilemez.
Veki' b. el-Cerrah dedi ki: 'Hiç kimse, 'Bu hadis, batıldır* deme­melidir. Çünkü hadis, hakkında böyle konuşulamayacak kadar ul­vi bir şeydir5. Ebu Davud da şunu nakletmiştir: Ebu Zür'a er-Razi (ra) şöyle demişti: 'Allah Resulü (sav) vefat ettiğinde O'na bakan yirmibin göz vardı. Onlardan her biri, bir hadis, bir kelime veya bir rivayet nakletmiş olsa, Allah Resulü'nün (sav) sayılamayacak ka­dar hadisi olurdu'. Adamın biri Zühri'nin (ra) yanında bir hadis nakletti. Zühri de, 'Biz böyle bir hadis işitmedik' dedi. Adam da, 'Sen, Allah Resulü'nün (sav) söylediği her hadisi işittin mi?' diye sordu. Bunun üzerine, 'Hayır1 dedi. Adam, 'Peki yansını?' deyince Zühri sükut etti. O zaman adam şöyle dedi: 'Bunu da, işitmediğin ikinci yarıdan say'.
İmam Ahmed b. Hanbel (ra) der ki: Tezid b. Harun, bir adam­dan hadis yazıyordu. Adamın zayıf olduğunu biliyordu, ama kendi­sinin hadise dair ilmi ve işlek bir zekası vardı'. İshak b. Raheveyh dedi ki: İmam Ahmed'e şöyle denildi: İçinde münkerlerin de bulun­duğu bu rivayetlerden sadece nitelikli olanları yazmamıza ne der­siniz? Dedi ki: Münker, her zaman münkerdir. Bunun üzerine, 'Pe­ki zayıf hadisler?' denildi. O da şöyle dedi: Onlara ihtiyaç duyula­cak bir vakit olabilir. Bu sözüyle sanki zayıf hadisleri yazmakta bir mahzur olmadığını söylemek istemişti'. Ebu Bekir el-Mervezi de Ahmed b. Hanbel'den naklederek şöyle dedi: 'Zayıf ravilerden riva­yet edilen hadislere de ihtiyaç duyulabilir.
Ahmed b. Hanbel'in hadis rivayetinde genişliği esas alan görü­şünün en açık delili, kendisinden nakledilen Müsned adlı eseridir. O, işittiği her hadisi bu eserinde zikretmiştir. Müsned, oğlu Abdul­lah tarafından nakledilmiştir. Biz de bu değerli eseri, hocalarımız­dan dinleyip rivayet ettik.
İbni Hanbel, bu eserinde sadece Sahih rivayetlere yer verme­mişti. Bunların yanında, sika ravi ve hadisçilerin Zayıf olarak ni­teledikleri hadislere de yer vermişti. Kendisi bunların zayıf olduğu­nu, onlardan daha iyi bilmekteydi. Buna rağmen, kendisine ulaşan her hadisi Müsned'inde zikretti. Çünkü o, sened tashihini değil, Müsned'in tasnifini murad etmekteydi. Bu yüzden de hadisleri, dinlediği üzere nakletme hususunda geniş davrandı.
O, Hicri 228 yılında hadis rivayetini noktaladı. Vefat tarihi ise Hicri 241 senesiydi. Bu uzun müddet zarfında, oğlu Abdullah ve İb­ni Meni' dışında hiçkimse ondan hadis dinleyememiştir. ibni Meni' de, dedesi Ahmed b. Meni'in tavassutu ile az bir hadis dinleyebil-miştir.
İmam Ahmed b. Hanbel'den (ra) şu söz nakledilmiştir: 'Abdur-rahman, bir hadisi önce inkar eder, bir müddet sonra bize gelerek 'O sahihtir. Onu buldum' derdi. Veki' ise hadisi inkar etmez, ama kendisine sorulduğu zaman 'Ezberimde değil' derdi'.
Abdurrahman b. Mehdi'nin kızkardeşinin oğlundan şunu nak­lettiler: 'Dayım bazı hadisleri zayıf olarak belirtir, daha sonra da onları sahih diye nitelerdi. Bu hadisleri kendisine okudum ve şöy­le dedim: Sen bunları zayıf olarak belirtmiştin?! Bana 'Evet, ama sonra düşündüm ve şunu anladım, ben bunları zayıf görmekle, on­ları nakledenleri adaletsizlikle itham etmiş oldum. Onlar, Allah Te-ala'nm huzurunda karşıma çıkıp da, 'Beni nasıl adaletsizlikle it­ham edersin? Şahsımı gördün mü? Sadece rivayetimi işittin' dedik­leri zaman gösterebileceğim hiçbir delilim yok ki'. İşte vera' ehlinin ravileri değerlendirmede takip ettikleri yol buydu.
Selef ulemasından bir zat şöyle derdi: Şu'be'nin meclisinde otur­mazdık. Çünkü bizi gıybete sürüklerdi. Onun bütün konuşması, ra-vilerin taksir ve zayıflıkları hakkındaydı. Bir başka zat ise, ravile-rin zayıf olarak nitelenmesi hakkında şöyle derdi: 'Eğer niyetiniz selim ise, yani bu yaptığınızla Allah Teala'mn rızasını ve dininin hizmetini murad ediyorsanız, o zaman bundan lehinize de aleyhi­nize de bir netice çıkmaz'.
Yukarıdan beri zikredegeldiğimiz hususlar, Hadis ilminin temel esaslarını teşkil etmektedir. Bu ilim, erbabı nezdinde itibar gören bir ilim olup onların yolu da, o ilme salik olmaktır. Daha sonra bu ilimle ilgili hiçbir ihtisası olmadığı, ilim ile vasfedilecek bir hal ta­şımadıkları ve kendilerine ibadeti bıraktıracak bir meşguliyetleri bulunmadığı halde hadis rivayetine başlayan bir topluluk türemiş­tir. Bu insanlar, hadisi başlıbaşma oyalandıkları bir ilim dalı ola­rak görmüş ve kendilerini dinleyenleri de bununla oyalayarak ki­taplar tasnif etmeye ve raviler hakkında ileri geri konuşmaya baş­lamışlardır. Bunlar, hata ve sürçmelerin ardına düşerek, bidat eh­line sünnetin reddi için kapılar açmış, sünnete dönük tenkidlerin-den dolayı rey ve diğer akli ilimleri hadisere tercih etmiş, sünnet ve rivayetlerde eksiklik buldukları için kıyas ve felsefeye hayran­lık duymuşlardır. Özellikle bu devirde (hicri IV. asır) böylelerinin sayısı hayli fazladır.
Ahirete özendirme, dünyada zühde sahip çıkma, Allah Teala'nm azap tehdidinden korkutma, amellerin faziletleri ve sahabenin fa­zileti gibi hususlarda rivayet edilen hadisler, maktu' ve mürsel ol­salar bile, kabule nıazhar olurlar. Bunlara muhalefet edilmediği gi­bi reddedilmeleri de kolay değildir.
Aynı şekilde Kıyamet ahvali, depremleri ve azaplarına dair ri­vayet edilen hadisler de aklen inkar edilemeyen bilgilerdir. Bunlar, tasdik ve teslimiyet ile kabul edilmesi gereken haberlerdir. Selef-i Salih de bu tür rivayetler karşısında böyle yaparlardı. Çünkü ilim, bunların vuku'una delalet etmiştir. Bunlara, dinin esasları arasın­da yer verilmiştir. Rivayet edildi ki: "Allah Teala'dan veya Resu-lü'nden (sav) kendisine bir lütuf ulaşan ve kendisine verilenle amel eden kimseye Allah Teala tarafından bunun sevabı verilecektir". Kendisine ulaşan hadis, ilk söylendiği gibi olmasa da bu durum de­ğişmez.
Bu hususta rivayet edilen başka bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kim benden bir hak rivayet etmişse, onu söylemiş olmasam bile onu söylerim. Kim de benden bir batıl riva­yet ederse bilin ki, ben batılı asla söylemem".
Bu eserde naklettiğimiz hadislerle ilgili olarak daima şunu söy­leriz: Allah Teala, en iyi bilen ve en iyi hükmedendir. O'nun ilmi, herşeyin önündedir. İlimlerin hakikatları da O'nun katmdadır ve bütün işler O'na döndürülür. Allah'ın dilediği olur ve yardım yalnız O'ndan istenir. O'ndan başka güç veren de engelleyen de yoktur. İl­min tarifi, ilimlerin tasnifi, Selefin ilimde takip ettikleri yol ve son­radan ihdas edilenlerin yayılmasına ayırdığımız fasıl da burada noktalanmış oldu. [59][59]




Allah Teala, umuma yaptığı hitabının ilk beyanında şöyle buyur­muştur: "Ey müminler, hep beraber tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz". (Nur/31) Ayetin manası şudur: Ey iman edenler, nefsle-rinizin nevasından ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kurtularak Al­lah Teala'ya dönün. Böyle yaparsanız, ahirette umduğunuzu elde edebilir, O'nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cen­netlerinde ebedi hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur, cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Ha­kiki felah ve kurtuluş da budur.
Allah Teala, hususi hitabını yaptığı ikinci beyanında ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah'a tevbe-i nasuh ile tevbe edin ki Rabbiniz günahlarınızı örtsün de sizleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koysun". (Tahrim/8) Ayette geçen 'Nasuh' keli­mesi, 'nush' kelimesinden gelmektedir. Vezni ise, mübalağa ifade eden 'Fe'ûl' şeklindedir. Baştaki 'nün' harfinin ötreli okunması ne­ticesinde 'Nusuh' şeklinde de kıraat edilmiştir. Bu durumda da 'Na-suha' fiilinin masdarı olmaktadır. Manası ise, her hangi şeyin Allah Teala için halis, katıksız ve saf olmasıdır.
Başka bir görüşe 'nasuh' kelimesi, mana bakımından 'nisah' ke­limesinden gelmektedir. 'Nisah', iplik ve benzeri şeyler için kulla­nılan bir isimdir. Bu manaya göre de, yapılması istenen tevbenin, her türlü dolama ve bağlantıdan uzak olması murad edilmektedir. Bu da tilki gibi hilekarlığa başvurmayarak, günaha asla meylet-meksizin Allah Teala'ya itaat yolunda istikamet bulmakla olur. Böyle bir tevbeyi eda eden kul, imkan bulması halinde o günaha tekrar dönebileceğini nefsine asla fısıldamamak, günahı işlerken heva ve arzulan için işlediği gibi terkederken de yalnız Allah rıza­sı için terketmiş olmalıdır.
Kul, Allah Teala'ya hevadan arınmış kalb-i selim ve sünnet üze­re müstakim olan amel-i salih ile gittiği vakit, hüsn-i hatimeyle öl­mesi mümkün olur. Böyle yaptığı zaman, güzel bir sonla karşılaşa­caktır. Rabbinden bir nimet ulaşan kimse ise, O'nun lütfuyla kötü sonla bitecek kirlenmeye karşı korunarak merhamet görecektir.
Allah Teala'nm yukarıdaki hitabında murad ettiği kimsenin va­sıfları işte böyledir. O, yüce kitabında şöyle buyurmaktadır: "Mu­hakkak ki Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever". (Bakara/222) Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Tevbe eden, Allah Teala'nm sevdiğidir". "Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir" [60][60]
Hasan el-Basri'ye (ra) 'Tevbe-i Nasûh'un ne olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: O, kalple pişman olmak, dille istiğfarda bulunmak, uzuvlarıyla terketmek ve tekrar yapmamaya niyetlenmektir. Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle demişti: Mahlukat için tevbe kadar elzem olan başka bir şey mevcut değildir. Yine onlar için, tevbe il­mini bilmemekten daha ağır bir ceza yoktur. İnsanların ekseriyeti, tevbe ilmini bilmemektedir. O, başka bir vesilede ise şöyle demiş­tir: Tevbenin farz olmadığını söyleyen, kafirdir. Sözüyle razı olup iktifa eden de nankördür. Sehl, diğer bir münasebette de şöyle de­miştir: Gafletinden tevbe eden kul, bütün nefeslerinde ve bakışla­rında taat üzere olur.
Ali de (kv) tevbeyi terketmeyi, körlük makamlarından biri ola­rak tarif ederek, zanna tabi olup zikri unutmayla bir tutmuştur. Bu meyanda kendisinden nakledilen uzun bir hitabında şöyle demektedir: Kör olan kimse, zikri unutur, zanna tabi olur ve tevbe edip teslimiyet göstermeksizin mağfiret diler.
Tevbenin farizalarının başında gelen en temel esas ve tevbekâ-rm sadık ve hakkı ika eden biri olmasının esas şartı; işlediği güna­hı ikrar edip zulmünü itiraf etmesi, nevasından dolayı nefsine kı­zıp kötülüklere dönük niyetini yokederek gücü yettiği ölçüde gıda­sını temiz tutmasıdır. Çünkü helal ve temiz yemek, salihler için en mühim sıfatlardan biridir. Bunların ardından, daha önce işlemiş olduğu suçlardan dolayı pişmanlık duyması gelir. Eğer pişmanlığı hak ise, bir hakikati ve özü olması gerekir. Zira her hakkın bir ha­kikati vardır.
Pişmanlığın hakikati da, pişmanlık duyacağı işleri tekrar yap­mama istikametinde kararlı olmasıdır. Bunun ardından da, emir­lerde istikamet üzere oduğu, yasaklardan ise kaçındığı yönünde bir inanca sahip olması gelir. İstikametin hakikati, ömrünün kalan kısmında yolunu eğriltecekş eyleri yapmayacağına dair azimli ol­masıdır. Bundan sonra ise, Allah Teala'ya yönelen her kulun izle­mesi gereken yola tabi olup hiçbir cahille yoldaşlık etmemesi gelir. Çünkü cahil arkadaşlar, iyiye dönmüş bir insanı tekrar yoldan çı­kartabilirler.
Bunların yanısıra, kötülüklerle geçirip ifsad ettiği şeyleri İslah etme gayretini göstermeli ve bu suretle, tevbe edip bozduklarını İs­lah eden İslahatçılardan olmalıdır. Allah Teala, ihsan sahiperinin ecirlerini zayi etmediği gibi, müfsitlerin amellerini de İslah etme­yecektir.
Bundan sonra kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi olup Alah Teala'ya güzelce yönelen in­sanların kötülükleri hasenata dönüşecektir. Bu değişme, dünya ha­yatında olacak ve kişi kötü amellerinin yerine iyi işler ve salih amel­ler yapmaya başlayacaktır. Nitekim Allah Teala da bu manada şöy­le buyurmaktadır: "Allah, bir kavmi (onlar) kendindekilerini değiş­tirmedikçe değiştirmez". (Ra'd/11) Allah Teala, bir kavmin kötülüğü­nü iyilikle değiştirdiği zaman, onların seyyiatı da hasenata dönüşür.
Tevbekârm taşıması gereken sıfatların başında da, pişmanlık ve daimi hüzün gelir. Geçen şey için duyulan pişmanlık ve hüznün hakikati, zamanı gelen bir ameli ifa etmede kusur ve yılgınlık göstermeyerek değiştirebilme imkanına sahipken ikinci bir vakti de kaçıracak şekilde gurura kapılıp tereddüt göstermemesidir. Geçmiş olanı telafi edeyim derken, uyandığı an yapması gereken bir şeyi de kaçırmamalıdır. Aksi halde, gafletinden uyanma haliyle geçmişteki gaflet hali, birbirlerinden farklı olmaz. Çünkü bir şeyi kaçırırkan kaçırılan şeyi telafi etmek mümkün olmaz. Nimet de, nimetle ka­zanılamaz. Tevbe eden kul, Allah Teala'mn şu buyruğundaki sıfata uygun davranmalıdır: "Diğer bir topluluk ise, günahlarım itiraf et­tiler ve iyi bir amel ile diğer bir (kötü ameli) karıştırdılar". (Tev-be/102) Buradaki 'iyi amel'ile, itiraf ve pişmanlığın murad edildiği söylenmiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) dedi ki: Akıl sahibi bir kul, ömrü­nün kalan kısmının tamamında, sadece geçen yıllarında kaçırdık­ları için ağlamasa, bu hali kendisini öünceye kadar hüzne boğma­ya yeterlidir. Ömrünün kalan kısmını ağlayarak geçiren bir kimse için durum bu iken, ömrünün gelecek kısmını da geçmişi gibi kötü­lüklerle karşılayan kimse durumu nice olur?
Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: Tevbe eden kimsenin hiçbir ek­siği olmaz. Çünkü onun kalbi, son nefesini verinceye kadar Arş ile irtibatlıdır. Böyle birinin zaruret dairesi dışında bir hayatı da yok­tur. O, geçmişte kaçırdıkları için daima kederlenir. Ömrünün kalan senelerinde emirlerde azim, yasaklarda ise şiddetli bir kaçınma içinde olur. Bunu yapacak-kulun, öncelikle her noktada Yakin ilmi­ni kullanması gerekir. Bunun ardından salih amelleri kararlı bir şekilde ifaya devam etmelidir.
Böylece Allah Teala'mn, haklarında "Ve çirkin olanı güzel olan­la giderenler.." (Ra'd/22) buyurduğu kullardan biri olur. Bu kullar, geçmişte yapmış oldukları kötülükleri, yaşadıkları anda yaptıkarı salih amellerle savarlar. Allah Resulü de (sav), Ebu Zerr'in (ra) ri­vayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bir kötülük yaptığın zaman, onun ardından hemen bir iyilik yap. Gizli için gizli, aşikar için aşikar yap". Muaz'm (ra) vasiyetinde de şu öğüt yeralmaktadır: Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onun izlerini silsin.
Tevbekâr, bu sıfatlarının yanısıra salihler zümresine de girme­lidir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve iman edip salih ameller işleyen­lere gelince, onları sarihlerin arasına koyarız". (Ankebut/9) Ardından gücü yettiği ölçüde hayırlarda yarışmalı, yitirdiklerini ve ka­çırdıklarını telafi etmeye çalışmalıdır. Böylece salihlerden biri ha­line gelir. Bu makama yükselen tevbekâr, Rabbi için tam salah bu­lur. Rabbi de onu dost edinerek, kendisini muhafaza etmeye başlar. Çünkü O, "Salih kullarını dost edinir" (A'raf/196).
Tevbe ve ona tealluk eden hususlarla ilgili olarak kula yüklenen on esas vardır:
1. Allah Teala'ya karşı ma'siyette bulunmaması farz kılınmıştır.
2. Bir ma'siyete düçâr edildiğinde, onda ısrar etmemelidir.
3. İşlediği ma'siyetten dolayı Allah Teala'ya tevbe etmelidir.
4. İşlediği kusurdan dolayı pişman olmalıdır.
5. Ölene kadar istikamet üzere olma niyetini perçinlemelidir.
6. Azap ve cezadan korkmalıdır.
7. Mağfireti ümit etmelidir.
8. Günahını itiraf etmelidir.
9. Allah Teala'mn kendisine bunu takdir edip kendisinin bun­dan döndüğüne inanmalıdır.
10.Salih amelde devam ederek, kefaret için çaba sarfetmelidir. Çünkü Allah Resulü de (sav) bunu tavsiye etmiştir: "Kötülüğün ar­dından iyilikte bulun ki onu silsin"[61][61]
Yukarıda sıraladığımız on esasın tamamı da, muhtelif hadis ve haberlerde zikredilmiştir. Bunlara ilgili olarak Sahabe ve Tabi-un'dan (ra) birçok söz rivayet edilmiştir. Denir ki: Ölüm meleği, ku­lun önüne çıktığı zaman, ömründen sadece bir saati kaldığım ve bunun bir göz açıp kapama süresi kadar dahi tehir edilmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine kulda öyle bir pişmanlık ve hasret doğar ki bütün dünya kendisinin olsa, birşeyler yapmak ve kötülüklerini iyiliklerle değiştirmek için bir saat daha kazanabilmek uğruna ta­mamını vermeye hazır olur. Ne yazık ki, buna imkan bulamaz. Al­lah Teala'mn "Artık kendileriyle arzuları arasına bir set çekilmiş­tir" (Sebe'/54) buyruğunun yorumu da budur.
Kul ile, arzuları arasına çekilen bu set için, kimileri 'tevbe'dir derken, kimileri 'Ömrün uzatılması', kimileri de 'Hüsn-i hatime'dir' demişlerdir. Allah Teala, daha öncesinde onların benzerlerine ve aynı fırkadan olanlara yaptığını bu kimselere de yapacaktır.
Kulun üzerinden geçen her saat, kıymetini bilen kul için bütün bir dünya değerindedir. İşte bu sebeple şöyle denilmiştir: 'Allah Te­ala'mn şevki ve hikmeti çerçevesinde, O'nun takdiri muvacehesin­de hareket eden kul için, ömrün kalan kısmının hiçbir kıymeti yok­tur1. O'nun, "Ey Rabbim, beni yakın bir ecele tehir eylesen" (Müna-fikun/10) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Yakın vakit, kulun öüm meleğine şunu söylemesidir: Ey ölüm meleği, beni bir gün daha ertele de, Rabbime ibadet edeyim ve günahlarımdan do­layı nefsimi kınayarak nefsim için biraz azık düzeyim. Bunun üze­rine ölüm meleği, 'Artık bütün günlerin tükendi' der. Ölecek kişi, 'O zaman, beni bir saat ertele' diye yalvarır. Ölüm meleği, 'Saatlar da bitti. Artık bir saatin bile yok' der.
O anda, can boğaza doğru çıkar ve gırtlağı tıkayarak tevbe ka­pısını da tamamen kapatır. Artık perde gerilmiş, ameller noktalan­mış, vakitler sona ermiş ve nefesler kısılmaya başlamıştır. Gözün­deki perde kaldırılıp da hakikati yakından gördüğü zaman, bakış­ları keskinleşir ve son nefesini vermesiyle canı çıkar. Geçmişte yap­tığı amellerin saadeti kendisine hemen yetişir ve ruhu tevhid üze­re ayrılıp gider. İşte bu hüsn-i hatimedir.
Ötekiler ise, geçmiş hayatındaki günahları sebebiyle acıya bo­ğulurlar. Ruhları da şüphe içinde çıkar. Allah Teala böyleleri hak­kında şöyle buyurmuştur: "Devamlı kötülük yapıp da her birine ölüm gelince, 'İşte ben şimdi tevbe ettim' diyen kimselere tevbe yok". (Nisa/18)
Bu, olabilecek en kötü sondur. Böyle bir sondan Allah Teala'ya sığınıyoruz. Ayette bahsedilen kimseler için, kimileri 'münafık', ki­mileri de 'günahkâr1 demişlerdir.
Allah Teala, hakiki tevbenin kimler için olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Allah katında kabul edilen tevbe, ancak cahil­likle bir kötülük işleyip de, sonra hemen tevbe edenlerin ettikleri tevbedir". (Nisa/17) Bu ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayet­te geçen 'hemen' kelimesiyle kasdedilen, ölümden, ahiret alametle­rinin açıkça belirmesinden ve nefesin boğazda düğümlenmesindenn önceki süredir. Çünkü Allah Teala, ahiret alametlerinin açıkça be­lirmesinden sonra yapılacak tevbenin kabul edilmeyeceğini hükme bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı işaretlerinin geldiği gün, evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir fayda vermez". (En'am/158)
Anlaşılacağı üzere, yalnızca Allah Teala'nm ahiret için yarattı­ğı işaretlerin zuhurundan veya imanında bir hayır, yani 'tevbe' ka­zanmadan önce yapılan her tevbe fayda edecektir. Tevbe, imanın kazançlarından ve hayrın temellerinden biridir. Ayetteki 'hayır" ke­limesi ile, salih amellerin murad edildiği de söylenmiştir. Çünkü salih ameller, imanın ziyadesi ve yakini imanın alametidir.
Üstteki ayette geçen 'hemen' kelimesinin bir başka tefsirinde ise, günah işlemenin hemen ardından yapılan tevbenin kasdedildi-ği söylenmiştir. Buna göre, günahı işleyen kimse, onda ısrar ve de­vamlılık göstermeden, derhal tevbe etmeli ve tevbeden uzak kal­mamalıdır. Tevbenin yakından *karib' olması; günahın ardından sa­hih bir amelin işlenmesi ve o günahın üzerine başka bir günahın eklenmemesidir. Kul, kötülükten iyiliğe dönmeli ve başka bir kötü­lük daha işlememelidir.
Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Bu ümmet içinde ridde-te ilk yeltenenler, malının zekatını vermeyen veya Rabbinin evini haccetmeyi kabul etmeyenlerdir. Nitekim böyleleri "Ki malımdan sadaka vereyim ve sarihlerden olayım" (Münafikun/10) demişlerdir. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehli için indirilmiş en ağır ayetlerden biridir. Bu ayetten bir önceki ayette de şöyle buyrul-maktadır: "Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizi Al­lah'ın zikrinden alıkoymasın". (Münafıkun/9) Denildi ki: Zerre mik-darı olsun iyiliği olan bir kul, ölüm anında dünyaya geri çevrilmeyi istemez'. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ahirette miskal ağırlığınca hayrı olan kimse, başından sonuna bütün dünya kendinin olacak olsa dahi dünyaya geri dönmek istemez".
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nm kuluna verdi­ği iki sır vardır ki bunları ilhamı ile ona buldurur. Bunların ilki, do­ğup annesinin karnından çıkarken verilir ve Allah Teala kuluna şöyle buyurur: Ey kulum, seni dünyaya, temiz ve pak olarak çıkar­dım. Sana emanet ettiğim bir ömrü de sana tevdi ettim. Bu emane­ti nasıl muhafaza edeceğine ve Bana şimdiki gibi nasıl temiz ve pak geleceğine bak. İkinci sır ise, ruhu çıkarken verilir ve Allah Teala ona şöyle buyurur: Ey kulum, emanetime nasıl davrandm? Bu karşılaşmamıza kadar onu iyi muhafaza ettin mi? Onu Benim emirle­rime ve Bana verdiğin söze uygun olarak koruduysan Ben de sö­zümde durur ve mükafaatmı veririm. Eğer ona kötü davranıp he­ba ettiysen o vakit de, hesaba çeker ve azap ederim.
Bu hususu, Allah Teala'nm şu ayetlerinde de görmekteyiz: "On­lar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler". (Mü'nıinun/8); "Be­nim ahdime vefa gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstere­yim". (Bakara/40)
Ömür, kula verilmiş bir emanettir. Eğer onu ilk hali üzere saf ve temiz olarak muhafaza ederse, emaneti eda etmiş olur. Eğer onu harcar ve kirletirse, o zaman Allah Teala'ya ihanet etmiş olur. Al­lah Teala ise, ihanet edenleri asla sevmez. İbni Abbas'm (ra) riva­yet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Al­lah Teala'nm farzlarını zayi eden kimse, O'nun emanetini muhafa­za etme dairesinden çıkmış olur".
Tevbe-i Nasûh, günahların kefareti ve cennete girişin anahtarı­dır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Allah Teala'nm ne zaman mağfi­ret edeceğini öğrendim. 'Peki ne zaman?' diye sordular. Dedi ki: Tevbemi kabul ettiği zaman. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Tev­beden mahrum edilmekten, mağfiretten mahrum edilmekten daha çok korkarım. Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "O ki, kullarının tevbe-sini kabul eder ve kötülükleri affeder". (Şura/25)
Şam ulemasından bir zat şöyle demiştir: Sol tarafındaki melek, yirmi sene boyunca bir günah yazmadıkça mürid tevbekâr olmaz. Seleften bir zat da şunu söylemiştir: Tevbekârın, tevbesindeki sıd-kının alameti, ibadetin tadını, hevanm tadının yerine koyması, gü­nah işlerken duyduğu sevinci hüzne çevirerek Rabbine yönelmek­ten mesud ve bahtiyar olmasıdır.
Ulemadan bir zat da aynı anlamda şöyle demiştir: Nefsle ters­leşmenin acısı, ona uymanın tadının yerini almadıkça kul tam tev­bekâr olamaz.
İsraüiyyat kaynakları tarafından şöyle bir haber nakledilmiş­tir: Peygamberlerden biri, yılar boyu Allah'a ibadette gayret sarfe-den, fakat bir türlü tevbesinin kabulünü göremeyen bir kulun tevbesinin kabulü için Allah Teala'ya niyazda bulunmuştu. Allah ona şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için, göklerde ve yerdeki-lerin tamamı onun için şefaatta bulunsalar dahi, işlediği ve uğrun­da tevbe ettiği o günahın tadı damağında durduğu sürece onun tev-besini kabul etmeyeceğim. Çünkü, günahın tadı kalpte hala duru­yorsa veya hatırladığı zaman, fikriyle de olsa ona meylediyorsa, böyle bir kulun ona tekrar dönmesinden korkulur. Böyle bir günah için şiddetli bir mücahede, derin bir tiksinti ve aklına geldiği an ha­tırından kovmak, korku ve ürperti duymak suretiyle onu bırakma­sı ümit edilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) dedi ki: Tasavvuf yolunun başında olan müride, daima tevbe etmesi emredilir. Tevbe, kınanmış hare­ketlerin övülen hareketlere dönüştürülmesidir. Yolun başındaki mürid, nefsini halvet ve sükuta teşvik eder. Tevbesi ise, ancak he­lal yemekle kabul edilir. Hâlık'm halk üzerindeki ve kendi üzerin­deki hakkını eda etmedikçe de helal lokma yiyemez. Bu da ancak, hareket ve sükununun Allah Teala sayesinde olmasıyla mümkün olur. Salih amellerle yoldan çıkmaktan emin olabilmek için böyle yapması gerekir. Tevbenin hakikati, üzerine düşen şeylerin sahası­na girmemesi için kendisi için varolan hak ve nimetleri bir kenara bırakmasıdır. Tevbeyi asla ertelememen, aksine o anda ve bulun­duğu halde kendisini tevbe ile mükellef kılmalıdır.
Seri es-Sakati'den (ra) şunu nakletmiştiıier: Tevbenin ilk şartı, halisane bir şekilde Allah'a yönelen bir tevbekâr tarafından yapıl­masıdır. Böyle biri tevbeye, masiyet ehlinden farklılaşmakla başla­nır. Sonra Allah'a karşı kendini masiyete teşvik eden nefsini ele alır ve ona, sadece zaruri ihtiyaçlarını verir. Ardından bir daha ma­siyete asla geri dönmemeye azmeder. Rızkını insanlara bağımlı halden çıkarır ve kendisini suç işlemeye mecbur bırakan herşeyi terkeder. Hevaya asla tabi olmayarak, kendinden önce yaşamış Se-lef-i Salih'in yolunu takip eder.
Tevbe ehli, yaşadıkları her an nefislerini muhasebe etmeli, her türlü şehveti bırakmalı ve fuzuli olan herşeyi terketmelidirler. Fu­zuli şeyler altı tanedir:
1. Sözün fuzulisini bırakmak;
2. Bakışın fuzulisini terketmek;
3.Yürümenin fuzulisini terketmek;
4.Yiyeceğin fuzulisini terketmek;
5. İçeceğin fuzulisini terketmek;
6. Giyeceğin fuzulisini terketmek.
Seri dedi ki: Şehvetleri terkedemeyen, şüpheli şeyleri de terke-demez.
Yahya b. Muaz'a (ra), 'Tevbe eden kişi ne yapmalıdır?' diye so­rulmuştu. O da şu cevabı verdi: Onun ömründe iki günü vardır. Bir günü geçip mazi olmuş, ikinci günü de gelecektir. Her ikisini de üç şey ile İslah eder. Geçmiş gününü pişmanlık ve istiğfar ile, gelecek gününü ise helali harama karıştırmayı ve böyle yapanları terkede-rek İslah eder. Sonra müridlerle arkadaşlık edip zikir ehlinin mec­lislerine oturur. Üçüncüsü de, gıdasını helal ve temiz tutup ameli üzere gayretli olur.
Tevbenin sadık oluşunun alameti; kalbin yumuşaması ve göz­yaşlarının artmasıdır. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Tevbekarlarm meclislerine otu­run. Onlar, kalpleri en ince olanlardır". Tevbenin hak olup olmadı­ğını bilmenin ölçüsü, günahların insanın gözünde büyümeye başla­masıdır. Hatta bu meyanda şöyle denir: Günah, kulun gözünde bü­yüdükçe Allah Teala'nm nazarında küçülür. Başka biri de şöyle de­miştir: Günahı küçük görmek, büyük günahtır.
Bu manada Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiş­tir: "Mümin, işlediği günahı önündeki dağ gibi gören ve üstüne yı­kılmasından korkan kimsedir. Münafık ise, işlediği günahı burnuna konan ve üfleyerek kaçırdığı bir sinek gibi gören kimsedir". Bu mev­zuda mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden biri, kendine göre günahlarının en küçüğündeyken ölmekten korksun". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mağfiret edilmeyen tek günah, kulun şu sözüdür: İşlediğim her günah keşke bunun gibi olsa. Bilal b. Sa'd da şunu söylemiştir: İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bak­mayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın. Kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nm şu buyruğu nakledilmiştir: Allah Teala, veli kulla­rından birine şöyle vahyetti: Hediyenin küçüklüğüne bakma. Hedi­ye edenin büyüklüğüne bak. Günahın da küçüklüğüne bakma. O günahla karşı çıktığın Hâlık'm büyüklüğüne bak'.Günahların büyüklüğü, kulun onlara karşılaşacağı Rabbinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Zat-ı Kibriya'nın büyüklüğü­nün müşahede edilmesinden dolayı da günahlar kulun gözünde bü­yür. Bu müşahedeye rağmen, O'nun emrine karşı çıkmak gerçekten büyük bir cürettir. Bu şuur ve ilme sahip olan kullar nezdinde hiç­bir günah küçük değildir. Sağâ'ir denilen küçük günahlar dahi, korku ehlinin nazarında kebâ'ir yani büyük günahlardır.
Allah Teala'nm, "Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı şi­arlara hürmet ederse, kendisi için daha hayırlıdır" (Hac/30) ve "Bu böyledir. Kim, Allah'ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvasmdandır" (Hac/32) buyruklarının tefsirlerinden biri de bu anlamda şöyle yapılmıştır: Kul, Allah Tea­la'nm yasak ve muhterem kıldığı şeylere kalbinde hürmet gösterir ve bunları asla ihlal etmez.
Bu meyanda Sahabe de, Tabiun'a şöyle demişlerdir: Öyle amel­ler yapıyorsunuz ki onları kendi gözünüzde kıldan daha ince görü­yorsunuz. Biz ise Allah Resulü (sav) devrinde aynı amelleri, helak edici fiiller arasında sayardık. Sahabe, bu sözü söylerken Allah Re-sulü'nün (sav) devrinde kebai?~ sayılan günahların, Tabiun devrin­de küçük günahlar haline geldiklerini ima etmemektedir. Ancak onlar, kalplerindeki iman nurundan dolayı Allah Teala'nm azame­tini yakinen bildikleri için, Tabiun devrinde işlenen küçük günah­ları bile gözlerinde büyütmekteydiler. Halbuki aynı nur, onlardan sonra gelenlerde aym kuvvetle mevcut olmamıştır.     .
Allah Teala, velilerinden bir zata şöyle vahyetmiştir: İşlediğini gördüğüm öyle günahların var ki, senden önce onlardan daha basit günahlar için ümmetler helak ettim. İban b. İsmail, Enes b. Ma-lik'in (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet ettiğini nakletmiş-tir: "Allah Teala, ümmetlerden birini erkekleriyle oynaştıkları için helak etmiştir".
Kulun, işlediği günahları unutması ve hatırlaması noktasında arifler farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevbenin hakikati, günahını iki gözünün araşma koy-mandır. Başka bir arif de şöyle demiştir: 'Tevbenin hakikati, onu unutmandır. Bu sözlerin her ikisi de, iki taife için çizilmiş iki yol, iki makam ehli için konulmuş iki ayrı hali ifade eder. Günahları hatırlamak, müridlerin yolu ve korku ehlinin-halidir. Bunlar, güna­hı hatırlamak suretiyle, daimi bir hüzün ve korku içinde olurlar.
Günahları unutturan bir zikir ve ibadetle meşgul olup geleceği daha fazla amelle karşılamaya gelince, bu da ariflerin yolu ve mu­habbet ehlinin halidir. Bunların yöneldikleri cihet Tevhid şeriadeti-dir, bu da Ta'arruf yani marifet yolunda bir makamdır. Öncekilerin yöneldikleri cihet ise, Tevkif ve Tahdid'in müşahedesi olup bu da, Ta'rîf&e bir makam teşkil eder. Kul, bu makamlardan hangisine yerleşirse, onun cihetine göre şehadette bulunup onun hali gereği amelde bulunur. Tevhid şehadetinin makamı, arifler nezdinde Ta'rif müşahedesinin makamından daha üstündür. Ta'rif müşahe­desi, daha yaygın ve daha çok olsa da buna sahip olanlar Ashab-ı Yemin arasında bulunur ve Mukarrebuıı'un avamı içinde bulunur­lar. Tevhid şehadeti ise, daha dar ve daha azdır. Bunun ehli ise, da­ha yüksek ve daha faziletlidirler. Onlar da Mukarrebun ve ariflerin havassı içinde yerahrlar.
Mürid, Davud Peygamber (as) kıssasında o peygamberin, güna­hını hatırlayıp ağlamasını zikrederek buna itiraz edebilir. Fakat peygamberler, kendilerinden aşağı insanlar için çizilen hadleri aş­mış oldukları için diğer insanlar onlara kıyas edilemez. Onlar, mü­ridlerin hallerine girip çıktıkları gibi taliplerin yollarına da sâlik olabilirler. Bu da ümmet için olup alemlere örnek olmaları içindir. Yakini zayıf ve nefsi kuvvetli olan kimseye günahları hatırlama noktasında güvenilmez. Çünkü böyle birinin kalbi, günahlara şeh­vet veya nefsin onlara meyli nedeniyle zevk alarak bakar. Bu da onun için bir fitne vesilesi olur ve düzeldiği bir noktada tekrar fe­sada uğrayabilir. Aynı şekilde günaha alışmış birine de güvenile-mez. Çünkü böyle birinin eski günahlarını düşünmesi nefsinin tah­rikine sebebiyet verebilir.
Nefsin bunlara karşı sabırla mücahede etmesi, kul için bir ma'si-yete zemin hazırlamadıkça işlenen günahların vehametini düşün­mek elbette daha faziletlidir. Ancak bu, aldanmaya sebeb olabilece­ği gibi kul için de büyük tehlikeleri barındırır. Böyle bir durumda, eski günahları zihne toplamamak ve günaha götürecek sebepleri ta­mamen bertaraf etmek daha sağlıklı ve daha emin bir yoldur. Mü­rid için, sağlıklı ve emniyetli olan, elbette daha faziletlidir.
Günahları unutmak; geleceğe dönük zikri ve bir sonraki iyiliği kaçırma endişesiyle kaçırılan şeyleri çabucak unutmayı koaylaştır-ması bakımından faydalıdır. Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Müridin kalbinin cennet vesvesesiyle veya cennette bulunan ni­metler, giysiler ve eşlerin hatırlarıyla dolması mekruhtur. Mürid için müstehap olan; vesvesesinin zikrullah olması, hatır ve him­metlerinin de yalnız Allah Teala'ya tealluk etmesidir... Çünkü mü­rid, tevbesi yeni olan, istikamet ve arınma yolunda uzun mesafese almamış bir insandır.
Dolayısıyla içi cennet vesvesesiyle dolduğu ve sürekli cennette­ki nimetleri, giysi ve eşleri düşündüğü vakit; kalbinin zayıflığından dolayı bunların dünya hayatında varolan benzerlerini arzulama­sından emin olunamaz. Çünkü bunlar, dünyada hemen ulaşılabilen nimetler iken, öbürleri çok daha uzak bir vadede kavuşulacak ni­metlerdir. Nefsi de, ahiret hayatıyla ilgili olarak sürekli andığı ni­met ve güzelikleri kısa vadede dünya hayatında talep etmeye baş­layabilir. Ama müridin himmeti ve tasası, yalnız Allah Teala ve O'nun rızası olduğu vakit, dünya nimetleri ve şehvetlerinden daha uzak durur, nefsine ve şeytana teslim olmaz. Dünya hayatında bu şekilde davranan müridin, yakini imanı güçlenir, alışkanlığı deği­şir ve günahlardan korunma çabası daimi olur1.
İlim ehli, şu iki kuldan hangisinin daha fazietli olduğu husu­sunda ihtilafa düşmüşlerdir: Kullardan biri, günahı terkedip isti­kamet yoluna girmiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek istediği için onunla cihad etmektedir. Diğeri de günahı terketmiş ve kendi­ni ıslaha vermiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek için baskı yap­madığı için kalbinde Önceki gibi bir cihad ve mücadele yaşamamak­tadır.
Bu iki kulun durumu hakkında Şam ulemasının görüşü şudur: Günahı terkettiği halde, ona dönmemek için nefsiyle mücahede eden kul, daha faziletlidir. Çünkü o, hayır younda bir mücadelede bulunmakta ve nefs mücahedesinin sevabını da almaktadır. Bu gö­rüşe meyledenler arasında şu zatları zikredebiliriz: Ahmed b. Ebi'l-Havari ve Ebu Süleyman ed-Darani'nin arkadaşları. Basra ulema­sı ise şöyle demişlerdir: Nefsi, yakin delillerinden birini görüp tes­kin olduğu ve huzur bulduğu için mücadeleden uzak kalan kul, günaha dönük arzu ve isteği kalmayan kuldur. Dolayısıyla böyle bir kul diğerinden daha faziletlidir. Bu görüşü paylaşanlar arasında, Basra ulemasının büyüklerinden biri olan Rabah b. Amr el-Kaysi'yi zikredebiliriz. O, bu mesele hakkındaki kanaatini serdettikten son­ra şöyle demiştir: Bu kul gevşese dahi, selamete daha yakın olur. Öbürünün ise günaha dönmeyeceğinden emin olunamaz.
Ulema, şu iki kul hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir: Biri, ken­disinden Allah yolunda mal vermesi istendiği zaman nefsi ona kar­şı çıkar ve para vermek kendine ağır gelir. Ama, nefsiyle mücadele ve mücahede ederek onu alteder ve istenen malı çıkarıp verir. Di­ğeri ise, kendisinden istenen malı, hiçbir itirazda ve nefsiyle müca­delede bulunmaksızın tam bir teslimiyet içinden çıkarıp verir. Ule­ma, bu iki kuldan hangisinin daha faziletli olduğu üzerinde ihtila­fa düşmüştür.
İbni Ata ve arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk şöyle demiş­lerdir: Nefsiyle mücahede eden daha faziletlidir. Çünkü o, hem zor­lama hem de mücahedeyi yaşadığı için iki amele birden sahip ol­muş gibidir.
Cüneyd-i Bağdadi'nin (ra) de içinde bulunduğu başka bir toplu­luk ise, hiçbir zorlama ve itiraz olmaksızın gönüllü olarak ve tesli­miyet içinde verenin daha faziletli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu, nefsinde cömertlik ve dünyada zühd sahibi olan birinin hareketidir. Bunlar ise, birinci kulun gösterdiği zorlama ve mücahede amelle­rinden çok daha üstündür. Çünkü ilkinde nefsini bu şekilde ikna edip yenen kulun, başka bir defasında nefsine mağlup olmayaca­ğından emin olunamaz. Zira onun nefsi, cömertlik makamına otur­muş değil oraya zorla oturtulmuş durumdadır. Bize göre de Cü-neyd'in (ra) bu görüşü daha sıhhatlidir.
Ebu Muhammed Sehl'e (ra) sorulmuştu: Birşeyden tevbe edip onu terkeden kimse, onu gördüğü, işittiği veya hatırına geldiği za­man zevk duyarsa durumu ne olur? Sehl şu cevabı verdi: Zevk al­mak, beşerin tabiatında olan bir durumdur. Her insan da bu tabia­ta sahiptir. Böyle bir durumda kulun, kalbiyle Rabbine serzenişte bulunarak o kötülüğü kalbiyle inkar etmesi ve nefsini de sürekli onu inkara zorlamasından başka yapacak birşeyi yoktur. Kul, Rab­bine onu kendisine unutturması için dua ve niyazda bulunmaktan, O'nun zikir ve taatiyle meşgul olarak unutmaya çalışmaktan baş­ka birşey yapamaz.
Sehl, sözüne devam ederek şöyle demiştir: Bir an için dahi onu inkarı bırakması halinde, ona teslim olmayacağından ve bu zevkin kalbine işlemeyeceğinden emin olamam. Kalpte zevk ile beraber in­kar ve hüznün de bulunması, kula zarar vermez. Görüşüm budur.
Bunları şu nedenle naklediyoruz: Tevbe, şehvetin varlığının de­vamıyla birlikte sahih olmaz. Kul, tevbe ile beraber mücahede ve mücadeleye davet edilir. Müridlerin hali budur. Allah Teala'nm ve­layeti sayesinde şehvetleri kalpten silip atmak da ariflerin sıfatıdır.
Bir günaha bağlı olan ve belki ondan çok daha ağır olan başka günahlar da olabilir. Mesela o günahta devamlı olmak, onunla övünmek, ondan dolayı tevbeyi geleceğe atmak, öyle bir günahı iş­lemekte zafer tadı bulmak, onu yapamama durumunda üzülüp sı­kılmak, yaptığında mutluluk duymak, eğer iki kişiyle yapılacak bir günahsa başka birini de ona ortak etmek ve Allah Teala'nm verdi­ği malı onun için harcamak, daha büyük günahlardır.
Allah Teala'nm verdiği malı, O'na isyanda harcamak, O'nun ni­metine küfran ve nankörlüktür. Bu babda şöyle denilmiştir: Haram için bir dirhem harcayan müsriftir. Ayrıca, günahı küçük görmek ve onu hafife almak gibi hareketler de, günahı bizzat işlemekten daha ağır suçlardır. Veya Allah Teala'nm kendisini örteceğini düşü­nerek gevşemek, ya da Allah Teala'nm hilmini hafife almak da bü­yük günahlardır.
Bütün bunlar, ya şeytana kanarak gurura ve güvenlik duygusu­na kapılmaktan veya Allah Teala'nm kusurları örtme ve ifşa etme fiillerini hakkıyla bilememekten kaynaklanır. Rivayet edilen dua­larda da da bunu ima ettirecek şöyle ifadeler yerahr: Ey güzelliği izhar edip kabahati örten, günahtan dolayı hesaba çekmeyip örtü­leri yırtmayan... Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her ma-siyet sahibi, Rahman'm kucağı altındadır. Ellerini onun üzerinden kaldırdığı zaman, üzerindeki örtüsü yırtılıverir.
Yukarıda anlattığımız türden aşırılıklara ilaveten, günahı açık­ça işlemeyi, onunla gövde gösterisi yapmayı ve benzer hareketleri de zikredebiliriz. Bunlar da azgınlık alametleridir. Allah Resu-lü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahı açıkça işleyenler dışında herkes affedilecektir. Onlardan biri, geceleyin bir günah işler. Allah Teala da o günahı ör­ter. Ama sabaha erdiği vakit, Allah Teala'nm örtüsünü kaldırır ve insanlara işlediği günahı anlatmaya başlar" [62][62]
Günah işleyerek Allah Teala'ya isyanda bulunan biri, bunu an­latmak suretiyle işlediği günahın sürdürülen bir adet haline gelme­sine sebep olabilir. Böyle bir durumda, onu işleyenlerin günahları da onun aleyhine yazılır. Hatta şöyle bir söz söylenmiştir: Ne mut­lu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da ölür ve kendinden sonraki günahlardan dolayı hesaba çekilmez. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı kendinden başkasına taşmayan kişiye ne mutlu. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Günah işleme. Eğer işleyecek-sen başkasını ortak etme. Yoksa iki günah birden kazanırsın.
Allah Teala da bunu, münafıkların sıfatlarından biri olarak va­zetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Münafıkların erkekleri de, kadınla­rı da birbirlerinin benzerleridir. Kötülüğü emreder, iyilikten sakın­dırırlar". (Tevbe/67) Bir din kardeşini, kendisiyle beraber günah iş­lemeye götüren biri, kötülüğü emredip iyilikten sakındıran biridir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Kişinin, bir din kardeşi­nin hürmetleri arasında ihlal edebileceği en ağır hürmet; onun gü­nah işlemesine yardım etmesi ve bunu ona basit göstermesidir. Kul, kırk yıl yaşayıp öldükten sonra günahları yüzyıl daha baki kalmaya ve bunlardan dolayı kabrinde azap görmeye devam eder. Eğer bunları takip edilen adetler haline getirmişse, onları işleyen­lerin tamamı ölüp hiçkimse onları yapmaz hale gelinceye kadar azap görür. Hiçkimse bunları yapmaz olunca, azaptan kurtulur ve istirahat eder.
Denir ki: Günahların en ağırı; geçmişte yaşadığı için görmediği ve tanımadığı kimselere haksızlık eden kimsenin yaptığıdır. O, Se­lef-i Salih'ten olan ilim ehli ve muttaki imamlar hakkında haksız konuşmalar yaptığı zaman çok ağır bir günah işlemiş olur.
Bütün bunlar, tek bir günaha ilaveten yapılan ve bizatihi o gü­nahın kendisinden daha ağır olan günahlara verdiğimiz örneklerdi. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Onların yaptıklarını ve bırak­tıkları eserleri de yazarız". (Yasin/12) Burada 'eserler' ile kasdedilenin, o kimselerin ölümünden sonra da izlenen hareket ve icraatları olduğu söylenmiştir. Bu meyanda Allah Resulü'nün de (sav) şu buy­ruğa rivayet edilmiştir: "Kim de kötü bir sünnet (=adet) koyarsa, kendinden sonra onunla amel edenlerin günahı kadar ona da günah yüklenir ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez".[63][63]
İbni Abbas da (ra) bu manada şöyle derdi: Kendine uyanlar karşı­sında vay haline alimin! Bir hata yaptığı zaman, bilahare ondan rü-cu etse dahi halk onu yüklenmiş ve bu hatayı uzak diyarlara taşımış olur. Edeb ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Alimin kusuru, geminin delinmesine benzer. Kendisiyle beraber üzerindekiler de batar.
İsrailiyat menşeli bir haberde de şöyle denilmektedir: Bir alim, insanları bidatlarla yoldan çıkartıyordu. Bir zaman sonra tevbeye nail oldu. Allah Teala'ya dönerek ömrü boyunca kendini İslaha ça­lıştı. Allah Teala o alimin de mensup olduğu milletin peygamberi­ne şöyle vahyetti: Ona de ki: Eğer günahın Benimle senin aranda kalsaydı, bu kadar tevbe ve amelden sonra onu bağışlardım. Ama senin yoldan çıkardığın ve bu yüzden ateşe soktuğum kullarımı ne yapabilirim?
Herhangi bir haramın helal görülmesi veya başka birine helal kılınmasına gelince, onun bu bahisle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu, doğrudan doğruya dinden çıkmak ve şeriatı değiştirmek olup Allah Teala'yı inkar etmektir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Haramlarını helal kılan kimse, Kur'an'a iman etmiş değildir"[64][64]Allah Teala da kötülük yapanları cahiller olarak nitele­miş ve şöyle buyurmuştur: "Sizden kim cehalet ile kötülük yapar­sa". (En'am/54); "Aksine siz, cahil bir topluluksunuz". (Neml/55); "Aksine siz, müsrif bir topluluksunuz". (A'raf/81)
Denir ki: Üç amel için Arş sarsılır ve Rab Teala gazaplanır: Haksız yere cana kıyma; Erkek erkeğe münasebet kurma; Kadın kadına münasebet kurma. Başka bir rivayette de şöyle denilmek­tedir: Livata yapan, denizler dolusu suyla bile gusletse, tevbe dışın­da temizlenemez. Masiyetin en hafifinde dahi, taattan mahrumi­yet, hizmet-i diniyyenin tadını kaybetme ve Mevla'nın gazabı var­ken böyle bir suçun karşılığı, elbette cezaların en ağırı olacaktır.
Nitekim Vüheyb b. el-Verd'e 'Ma'siyet sahibi kişi, Allah Teala'ya taatm tadını alabilir mi?' diye sorulmuştu. 'Hayır, hatta ma'siyete niyetlenen bile alamaz' cevabını verdi. Allah Teala da Yahya Pey­gamberi (as) aynı sebeple 'Seyyid' olarak isimlendirmiştir. Çünkü o, hiçbir ma'siyete niyetlenmemiş bir insandı. Ma'siyete niyetlenme­mek büyüklük ve şan işareti olmuş ve günaha niyetlenmeyen kim­seler 'seyyid' olarak anılır olmuştur.
Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim şöhret elbisesi giyerse -başka bir lafızda 'Kim övünçle yanlarına bakarsa'-böbürlenmiş olur ve sevilen bir kulu dahi olsa Allah Teala kendisin­den yüz çevirir". Allah Teala'nın emrine muhalefette, yalnızlık, uzaklaşma ve amellerden kopma vardır. Bu manada Adem Peygam­berle (as) ilgili olarak şu haber nakledilir: "Adem (as) yasak ağaç­tan yediği zaman, üstündeki hülleler uçuştu ve avret mahalli orta­ya çıktı. Taç ve alnındaki çiçek demeti ise, onun yüzüne bakmaktan haya ettikleri için başından ayrılıp gidemediler. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek başındaki tacı aldı. Mikail de (as) alnındaki çi­çek demetini çözdü. Daha sonra Adem (as) ve eşine Arş'ın üstünden şöyle nida edildi: Benim komşuluğumdan uzaklasın. Bana isyan edenler, Bana komşuluk edemezler. Bunun üzerine Adem Peygam­ber ağlayarak eşi Havva'ya döndü ve şöyle dedi: İşlenen ilk günahın çirkinliği, bizi Habib Teala'nın komşuluğundan uzaklaştırdı".
Başka bir hadiste ise Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise nakledilmişti: "O, evinde tapılan bir heykel bulunmasın­dan dolayı işlediği suçtan ötürü kırk gün boyunca cezalandırılmış­tı. Bir kadın ondan, hasmı karşısında babası lehinde hüküm verip vermeyeceğini sorduğunda, ona 'Evet' demiş, ancak o istikamette hüküm vermemişti. Denilir ki: Süleyman da (as) kadının konu­mundan ötürü babası lehinde hüküm vermek istemişti. Bunun üze­rine krallığı kırk gün boyunca elinden alındı. O da şaşkın bir hal­de sarayından kaçtı. Avuçlarını açıp dileniyor, ama kendisine ye­mek verilmiyordu. İnsanlara 'Ben Süleyman b. Davud'um, bana yi­yecek verin' dediği zaman, kafasına gözüne vurup dövüyorlardı. Bir defasında bir evden yemek istemiş ve kovulmuştu. Bir kadın da yü­züne tükürmüştü.
Başka bir rivayette ise şu hadise nakledilir: Yaşlı bir kadın içi idrar-dolu bir tencereyi ona göstermiş ve kafasından aşağı dökmüştü. Sonunda balığın karnındaki yüzük kendisi için çıkandı ve kırk gün sonra yüzüğünü tekrar taktı.
Bu kırk gün, onun cezalandırılma günleriydi. Bunun ardından kuşlar gelip üstünde kanat çırpmaya başladılar. Sonra cinler, şey­tanlar ve vahşi hayvanlar çevresine toplandılar. Balıkçılar da onu tanıdıkları zaman önünde saygıyla eğildiler ve kendisini kovmala­rı ve dövmeleri yüzünden Özür dilediler. O da onlara şöyle dedi: Si­zi, geçmişte bana yaptıklarınızdan dolayı kınamadığım gibi, şimdi yaptıklarınız için de övmüyorum. Bütün bunlar semadan gelen bir emrin neticesiydi ve öyle olması gerekiyordu. Bir defasında da rüz­garlar kendisini ordusuyla beraber havada taşıyorken giyindiği ye­ni gömleğe bakmış ve içinde övünç hissi doğmuştu. Rüzgar onu he­men yere indirdi. Süleyman (as) 'Sana emretmediğim halde neden böyle yaptın?' diye sordu. Bunun üzerine rüzgar şu cevabı verdi: Biz sana, sen Allah'a itaat ettiğin sürece itaat ederiz".
Ulemadan bir zat da bu manada şöyle demiştir: Allah Teala'dan korkan kişi, O'ndan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah'tan başka­sından korkana gelince, Allah onu herşeyden korkutur. Yine aynı manada şöyle denilmiştir: Kim Allah'a itaat ederse, Allah herşeyi onun emri altına verir. Kim de O'ndan başkasına itaat ederse, onu herşeyin emri altına verir veya herşeyi ona musallat eder.
Ma'siyette ısrar ve devamlılığın hiçbir kötülüğü olmamış olsa bile, kula isabet eden herşey onun için ceza olur. Eğer maddi duru­mu iyi ise, bundan dolayı cezalandırılır ve azaba yavaş yavaş yak­laş tırılmaktan emin olamaz. Eğer durumu sıkışık ise, bu da onun için bir ceza mesabesinde olur. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edi­len bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilir: "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"[65][65]Denildi ki: Haramdan rızıklan-mak, salih amellere muvaffakiyetin azlığından dır. Ibni Mesud da (ra) şöyle derdi: Zannederim ki kul, işlediği günahlar yüzünden il­mini unutur.
Tevbenin bereketi, ilim ve taat üzere istikamette bulunmak sa­yesinde kula isabet eden herşey de onun için hayır ve iyiliktir. Eğer hali vakti yerinde ise, bu halini Allah Teala'dan bir şefkat ve lütuf olarak görebilir. Eğer durumu sıkışık ise, bu da Allah'tan gelen bir imtihan ve sınamadır. Bunda da, imtihanın tadını ve Allah Tea-la'nm yolunda olduğunu bilmenin zevkini tadar. Çünkü bu hal ona, Rabbine itaat üzere iken isabet etmiştir.
İnsanların kötülüğünden ve onlarla içice olmasından dolayı on­larla beraber ma'siyet işlemesi veya onlara karşı günah işlemesi, en büyük günahlardandır. Kul hakkından doğan günahlar, genellikle dünya işleri ve dinle ilgili hususlardan kaynaklanır. Dünya haya­tında tanıdıkları az olan kimsenin, bu türden günahları da az olur.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Lanet, yüzdeki karalık veya mal bakımından eksiklik değildir. Hakiki lanet, bir günahtan kurtulup onun benzerine veya daha beterine düşmektir. Lanet, ko­vulma ve uzaklaşmadır. Taat-ı İlahi'den kovulan biri, O'na yakın­laştıracak ibadet vesilelerine yaklaştınlmayıp bunlara muvaffak kılmmayarak lanetlenmiş olur.
Yukarıda naklettiğimiz "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir" hadisine benzer bir manada şöyle denilmiştir: Bu, ma'siyete düşmesinden dolayı helal rızıktan mahrum edilmesi ve ona muvaffak kılınmam asıdır. Başka bir vesilede de şöyle denil­miştir: Bu, ulema meclisine katılmaktan mahrum edilmesi ve kal­binin hayır ehlinin arkadaşlığına ısmdırılmamasıdır.
Başka biri de şöyle demiştir: Böyle birine salihler ve Marifetul-lah ehli kızar ve kendisinden yüz çevirirler. Bir diğeri de şöyle de­miştir: Bu, o kimsenin amelini İslah edecek ilimden mahrum edil­mesi suretiyle amelini cehalet üzere yapmasını sağlamak içindir. Daima şehvetler üzerinde olduğu için, şüpheli hususlar da kendisi­ne açıklanmaz. Aksine açık olan hususlar da onun için muğlak ha­le getirilir ve ne yapacağını şaşırıp kalır. Allah Teala tarafından da doğru ve hayırlı olana ulaştırılmaz
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle derdi: Zamanın değişmesi ve din kar­deşlerinin senden uzakaşması gibi yadırgadığın şeyler, aslında iş­lediğin günahların sana bıraktıkları mirasın neticesidir. Denir ki: 'Tamamını hıfzettikten sonra Kur'an'ı unutmasından dolayı kula verilecek cezaların en ağın, tilavetten men'i ve okurken yüreğinin daralması, bu suçta ısrarının cezası da onun zıddı olan şeylerle meşgul olarak ona vakit ayırmamasıdır.
Şamlı sufilerden biri şunu nakleder: Çok güzel yüzlü bir hıristi-yan delikanlısı gördüm. Durup ona bakmaya başladım. O esnada İbmı'1-Cela ed-Dimeşki yanıma geldi ve elimden tutarak beni çek­ti. Utanmıştım. Kendisine şöyle dedim: Ey Eba Abdullah, Allah'ı tenzih ederim bu delikanlının suretinin güzelliğine şaşırdım Bu mükemmel yapı, nasıl olur da ateşte yakılmak için yaratılmış olur? Elimi hafifçe sıkarak şöyle dedi: Bunun cezasını göreceksin. Ger­çekten de tam otuz yıl sonra bundan dolayı cezamı çektim. Arifler­den bir zat şöyle demiştir: Günahımın cezasının, eşeğimin davra­nışlarının kötülüğünde gördüm. Başka biri de şunu söylemiştir: Evimin yanmasını dahi günahımın cezası olarak görürüm.
Mansur el-Fakih'den şunu naklederler: Ebu Abdullah es-Süke-ri'yi rüyamda gördüm ve 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sordum. 'Rabbim beni huzurunda ter içinde durdurdu, öyle ki yanağım yere yapıştı' dedi. Ben de, 'Neden?' diye sordum. Bana şöyle dedi: Genç bir köleye önden ve arkadan bakmıştım.
Cezanın konusu, şiddet ve meşakkat olur. Her kula verilen ceza da, ona ağır gelen şeye göre olur. Mesela dünya düşkünleri; dünye­vi rızık ve kazançlardan mahrum edilmekle, malları telef edilmek­le cezalandırılırlar. Ahiret ehli ise, ahiret azığı olan salih amellere muvaffak kıhnmamakla ve sadık ilimlerin kapılarının kendilerine açılmamasıyla cezalandırılırlar. Muhakkak ki bu, izzet ve ilim sa­hibi olan Allah'ın takdiridir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: îhtilam, bir cezadır. Yine o, şunu derdi: Cemaat ile namazı kaçırmak, ancak işlenen bir günah sebebiyledir.
Cezaların incelikleri, derecelerin yüksekliğine göre değişir. Ha­disler arasında şöyle bir rivayet bulunur: "Yaşadığınız devirle ilgi­li yadırgadıklarınız, değiştirdiğiniz amellerinizden dolayıdır". Kud-si bir hadiste de Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Şehvetini Bana itaata tercih eden kula verdiğim cezanın en hafifi, onu Bana münacaat etmenin lezzetinden mahrum etmeni­dir". Mesela bu ceza, muamele ehlinin cezasıdır.
Eğer ma'siyetin işlenmesiyle birlikte kalbin değişmesi zahiren görülseydi, kulun yüzü simsiyah kesilirdi. Ama Allah Teala, hilmi-nin genişliği ve kullarının kusurlarım gizlemesi sebebiyle, kalpte­ki etkisine rağmen onu gizlemiş ve kulun içine gömmüştür. Ma'si-yetten dolayı ortaya çıkan değişikliklerin bariz olanları; kalbin perdelenmesi, zikre karşı katılaşması, hayır ve iyiliğe karşı isteksiz ol­ması ve hayırda yarışma noktasında çekimser kalmasıdır. Bunlar da, kalp ehli için düşünülebilecek en ağır cezalardır.
Denir ki: Kul, günah işlediği zaman kalbi bir anda zulmetle do­lar ve kalbe zulmetten bir duman çöker. Çöken bu duman, kulun kötülük geldiği zaman hüzün duyan yeri olan iman noktası tarafın­dan görülür. Ancak duman, onun önünde ilim ve beyana karşı bir perde olur. Tıpkı bulutların güneşi perdelediği gibi imam perdeler. Bu durumda güneş görülemez. Aynı şekilde o duman da kul için, halka karşı nefsinin önünde bir perde gibi durur. Ama tevbe edip halini düzelttiği zaman bu perde kalkarak iman ortaya çıkar ve il­min gereğini emretmeye başlar. Tıpkı bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi.
Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Hayır, hayır, ak­sine onların kazandıkları sebebiyle kalplerinin üzerine pas bağla­mıştır". (Mutaffıfın/14) Ayetin tefsirinde, kazanılan şeylerle günah üstüne günah işleyerek kalbin tamamen kararmasının murad edil­diği söylenmiştir. Bu. durumda imanın üstünde bir perde olur ve iman, maruf olanı tanımadığı gibi, münker olanı da inkar edemez. Bu hal devam edip tamamen karardığı zaman, kalp altüst olur. İş­te o andan sonra nifak hakim olarak süratle kalbe nüfuz eder. Kalp de nifak ile huzur bulur. Bu durum ise, Allah Teala o kalbe bakın-caya ve lütfuyla ona eğilinceye kadar aynen devam eder.
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Kul ile Rabbi arasında günah­lar bakımından bilinen bir sınır vardır. Kul bu sınıra ulaştığı za­man, Allah Teala onun kalbini mühürler ve o andan sonra kendisi­ni asla hayra muvaffak kılmaz.
İbni Ömer'in (ra) hadisinde de şu ifade geçmektedir: "Mühür, Arş'm direği üzerinde asılıdır. Yasaklar çiğnenip haramlar mubah kılındığı zaman Allah Teala mührü gönderir ve kalpleri içindekiler­le birlikte mühürletir". Mücahid'in naklettiği hadiste ise şöyle buy-rulmaktadır: "Kalp, açık avuç gibidir. İşlenen her günahta bir par­mak bükülüp kapanır. Sonunda bütün parmaklar kapandığında kalp mühürlenmiş olur. Bu da kilittir".
Denir ki: Her günahın kalp üzerinde biten bir bitkisi vardır. Gü­nahlar çoğaldığı zaman, bitkiler de meyvanm çevresindeki kapçıklar gibi kalbin çevresini kuşatır ve kalbe katılırlar ki bu da kabuk­tur. Denir ki: Günah, Allah Teala'nm zikrettiği örtülerden bir örtü olup kalbin işitmesini ve anlamasını engeller.
Bu taifeden bir zat, bana Ebu Amr b. Ulvan'dan uzun bir kıssa içinde şunu nakletmişti: Birgün namaz kılıyorken kalbim bir hava ile mahmurlaştı. Bunun üzerinde uzun müddet düşündüğümde içi­me erkeğe karşı şehvet hissi doğdu. O an yere düştüm ve bedenim bir anda karardı. Üç gün boyunca evimde üstümü örterek yattım ve dışarı çıkmadım. Banyoda türlü sabunlar ve renkli temizleyici­ler ile yıkamama rağmen cildimin siyahlığı gün geçtikçe artıyordu. Üç gün sonra bu kararma kayboldu ve tenim eskisi gibi beyaza döndü.
Daha sonra Ebu Kasım el-Cüneyd'le (ra) karşılaştım. Bana adam göndermiş ve Rakka'dan çağırtmıştı. Meclisine vardığımda şöyle dedi: Rabbinin huzurunda kıyam ederken, nefsine kanarak bir şehvete kapılmaktan utanmadın mı? Sonra birden karanverdin de, huzur-u ilahiyi terkettin. Eğer senin için Allah Teala'ya dua et­memiş ve o fikrinden dolayı senin namına tevbeler etmemiş olsay­dım, Allah Teala'nm huzuruna o siyahlıkla çıkacaktın.
Cüneyd'in, kendisi Bağdat'ta ben Rakka'da iken başımdan ge­çen ve Allah'dan başkasının muttali olmadığı şeyleri olduğu gibi bilmesine çok şaşmıştım. Bu hadiseleri ulemadan bir zata anlattı­ğımda bana şöyle dedi: Bu, Allah Teala'dan bir lütuf ve seçmedir. Çünkü kalbini karartmayıp sadece bedenini karartmıştır. Eğer bu günahı kalbine gömseydi, o zaman kalbini mutlaka helak ederdi.
Sufî, bunları naklettikten sonra şöyle dedi: Bir günah işleyip bunda ısrar etmeyen hiçbir kul yoktur ki, İbni Ulvan'm bedeninin kararması gibi, kalbi kararmasın. Bu kararmadan sonra kalbi par­latacak olan tek şey, tevbedir. Ama her kula, İbni Ulvan'a yapılan­lar yapılmaz. Çoğu insan, kendisine Cüneyd gibi şefkat gösterecek birisini de bulamaz.
Allah Teala'nm affetmesi dışında, her günahın belli bir cezası vardır. Ceza, günahın ağırlığına göre değildir. Kul, cezanın nasıl ve nereden geleceğini de bilemez. Cezalandırma keyfiyeti, Rab Teala tarafından sabık ilimle takdir edilmiş bir iradenin neticesi olarak ortaya çıkar. Ceza, kalpte de tezahür edebilir. Bu, kalp hastalıklarmdandır. Ceza bedende tezahür edebilir. Bu da, mal veya canın te­lefi şeklinde olur.
Bunlara ilaveten, mevkiini kaybetme, İsam ulemasının ve mü­minlerin gözündeki yerinden düşme şeklinde de olabilir. Tabii, ahi-rete tecil edilmiş de olabilir ki bu, cezaların en ağırıdır. Bu tür ce­zalar; insanı helak eden büyük günahlardan hayatta iken tevbe edilmeyenler, günahta ısrar edenler ve meydan okuyarak günah iş­leyen zorbalar için geçerlidir. Cezalar, dünyada olduğu zaman dün­ya hayatının basitliğine göre basit olurken, ahirete tecil edildikleri zaman, oranın şiddetiyle mütenasip olarak çok ağır olurlar.
Allah Resulü fsav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala bir kulu için hayır dilediği zaman günahının cezasını hemen verir. Bir kulu için şer dilediğinde ise, cezasını çekmesi için ahire­te erteler". Bil ki, dünya hayatında kaybedilen fırsatlar için gam­lanmak ve onun için hırslanarak koşturmak, Allah Teala'nm kulla­rına verdiği cezalardandır. Kendisini dininden eden hususlara al­dırmayarak kazandığı dünyalıkla sevinip mutlu olmak da Allah Te-ala'nm cez alarmdandır.
Günah işlemeye zemin hazırladıkları takdirde, servetin genişle­mesi ve imkanların çoğalması da kula verilen cezalardandır. Bir günahın cezası, yine onun gibi veya ondan daha ağır bir günah ola­bilir. Buna mukabil bir ibadetin sevabı da, onun gibi veya ondan daha faziletli bir ibadet olabilir. Allah Teala'nm "Sevdiğiniz şeyleri size gösterdikten sonra isyan ettiniz" fAl-i İmran/152) buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu manaya işaret edilerek, 'sevilen şeyler­den' maksadın rahatlık ve zenginlik olduğu söylenmiştir. Fakirlik ve hastalık da, günahtan korunmak için vesile kılındıkları zaman Allah Teala'dan bir rahmet olarak görülmelidirler. Günaha zemin hazırladıkladıklarında, ma'siyetlerin anası olurlar.
Hilm, cezayı kaldırmayıp sadece tehir ettirir. Halim olan Allah Teala da, cezayı hemen çektirmeyip bir süre sonrasına bırakabilir. O'nun "Böylece ne zaman ki yapılan ihtarı unuttular, üzerlerine herşeyin kapılarını (ruhsatlan) açıverdik. Nihayet kendilerine ve­rilen bu genişlik ve serbestlik ile tam sevindikleri sırada, kendile­rini ansızın yakalayıverdik" (En'am/44) buyruğunun tefsirinde şöy­le denilmiştir: 'Hemen' diye ifade edilen süre, altmış yıldır.
Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öyle günahlar vardır ki, onların tek kefaret yolu, geçim için tasalan­maktır". Hadisin başka bir lafzında ise, 'Ancak tasalar ve hüzünler kefaret olur1 ifadesi yer almaktadır. Fakirler açısından, mubah kılı­nan dünyevi ihtiyaçları için kaygılanıp çabalamak da günahların kefaretinden sayılır. Müminler için, ahiret azıklarını kaçırarak bu tür geçim yollarına düşmek, derecelerde alçalmadır. Dünya arzusu ve dünyalık hırsıyla tasalanmak ise, kula verilen cezalardandır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle dedi: Dünya sevgimin mağfiret edilmemesi benim için günah olarak yeter. Başka biri de şöyle de­miştir: Kulun günahı olmasa da, ahiret nasibini kazanacağı ve onun için azık hazırlayacağı halleri kaçırarak dünya gailesiyle uğ­raşması ona yeter.
Aişe'den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kulun günahları arttığı zaman, eğer onlara kefaret olacak amelleri yoksa, Allah Teala kendisini ta­sa ve kaygılara boğar. Onun kefareti de bunlar olur". Denir ki: Ku­lun kalbine doğan ve sebebini bilemediği kaygılar, işlediği suçların kefaretleridir. Denir ki: Kaygı, bedenin işlediği kusur ve kabahat­leri muhasebe ettiği anda aklın çektiği üzüntüdür. Akıl, bu tasadan kurtulamaz ve kul, sebebini bilmediği halde kaygı ve tasa içinde kalır.
Yakub Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise anlatılmıştır: 'Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Eğer ilm-i sabıkım­da sana karşı inayetim yazılı olmamış olsaydı, Zatımı sana karşı cimrilerin cimrisi kılardım. Bu da senin devamlı ve ısrarlı olarak Ben'den niyaz ve dilekte bulunman ve icabetinin tehiri sebebiyle olurdu. Ama sana karşı inayetimden dolayı Zatımı, sanin için mer­hamet edenlerin en merhametlisi, hükmedenlerin en hakimi kıl­dım. Senin için katımda öyle bir makam vardır ki, ona ilminle de­ğil Yusuf için duyduğun hüzünle nail olmuşsundur. Ben de seni o makama yükseltmeyi murad ettim'.
Benzer bir rivayette ise şu hadise nakledilmektedir: "Yusuf (as) hapiste yanma gelen Cebrail'e (as) şöyle dedi: Mahzun ihtiyar na­sıl? Cebrail (as) şöyle dedi: Senin için, sevdiğini kaybeden yüz kişi­nin hüznü kadar hüzün dolu. Bunun üzerine Yusuf (as), 'Peki Allah katında onun için nasıl bir ecir var?' diye sordu. O da, Tüz şehidin-ki kadar ecir var1 dedi.
Selef-i Salih'ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: 'Günah iş­leyen hiçbir kul yoktur ki, altındaki toprak onu kendine gömmek, üstündeki gök de üzerine çökmek için izin istemiş olmasın. Allah Teala o ikisine şöyle buyurur: Kuluma dokunmayın. Ona süre tanı­yın. Onu, siz yaratmadınız. Eğer siz yaratmış olsaydınız, merha­met gösterirdiniz. Umulur ki, Bana tevbe eder de kendisine mağfi­ret ederim. Kötü işini salih bir amelle değiştirir de Ben de onun gü­nahlarım hasenata çeviririm.
Bu söz, Allah Teala'nm şu buyruğuyla aynı manaya gelmekte­dir: "Doğrusu gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye Allah tutuyor. Andolsun zeval buluverirlerse onları O'ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten de O, Halim'dir, Gafur'dur". (Fatır/41) Ayetin tefsirinde de beyan edildiği üzere, göklerin ve yerin zevali, kulların günahla­rından dolayı olacaktır. Allah Teala ise, onların günahlarına karşı Halım, kötülükleri için de mağfiret edici olduğu için gökleri ve ye­ri sıkıca tutar.
Ayetin tefsiriyle ilgili şöyle bir rivayet mevcuttur: Allah Teala kulların günah ve ma'siyetlerine baktığı zaman gazaplamr. Bunun üzerine yer şiddetle sarsılıp gök titremeye başlar. Gök melekleri yere inerek, yeryüzünün iki tarafını tutarken, yer melekleri de gö­ğe yükselerek onun çevresini tutar ve Allah Teala'nm gazabı geçin­ceye kadar İhlas suresini okurlar. İşte Fatır süresindeki ayetin tef­siri budur.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yeryüzünde çanlar çalındı­ğı ve cahiliyye adetleriyle dua edildiği zaman Allah Teala'nm gaza­bı artar. Ancak hocaya giden sabi çocukları, mescidleri dolduran müslüm anları, -Allah için sevişen, O'nun için ziyaretle şenleri görüp müezzinlerin seslerim işitince- hilm ile dolar ve mağfirette bulunur. Bu da, "Gerçekten de O, Halim'dir, Gafur'dur" ibaresinin tefsiridir'.
Kul, işlediği bir günahın ardından tevbe etmeksizin başka bir günah daha işlerse, onun helak olmasından korkulur. Çünkü bu, günahlarda ısrar edenlerin halidir. Böyle yapan kul, Rabbine rücu ederek tevbe etmediği için O'ndan ayrılarak bedbaht olmayı seçmiş demektir. O, artık hevası üzere" nefsiyle beraber kalan biridir. Bu
da, Allah Teala'dan uzaklık makamları arasında öfke (—makfc) ma­kamı olarak bilinen makamdır.
Kulun yapacağı en hayırlı iş, nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevayı kesmektir. Çünkü nefsani arzuların başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Eğer bu arzulara gem vuramazsa, o kul için bu gidişinin sonu olmaz. Kul, sürekli taat ve ibadete alışır ve ibadetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendini oyalamış ve korumuş olur. Ya da nefsine karşı sabır ve cihad yoluna girer. Bu da sadık müridlerin yoludur.
Allah Teala'nm "Allah'dan yardım isteyin ve sabredin" (A'raf/128) buyruğu hakkında şöyle denilmiştir: Yani ibadet için Al­lah Teala'nm yardımını isterken, günahlara karşı yaptığınız müca-hedede sabırlı olun. Ali de (kv) şöyle demiştir: İyi amellerin tama­mı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın y^amnda muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir, iyiliği emredip kö­tülükten sakındırmak ise, Allah yolunda cihadın yanında muaz­zam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir. Allah yolunda cihad ise, nevasına karşı ve kötülüklerden sakınma noktasında nefs ile mücahedenin yanında, muazzam bir denizin yanındaki tü­kürük gibidir. Onun bu sözü, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinin açıklaması gibidir: "Küçük cihaddan büyük cihada yani mücahede-i nefse döndünüz".
Sehl b. Abdullah şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Taat ma­kamlarının en faziletlisi, önce ma'siyet karşısında, ardından taatta sabırlı olmaktır.
İsrailiyat kaynaklı bir haberde şu hadise nakledilmiştir: 'Ada­mın biri, başka bir beldeden bir kadınla nikahlanmış ve kölesini göndererek onu yanına getirtmek istemişti. Kadın, yolda iken ada­mı arzulamış ve onu elde etmek istemişti. Fakat köle, nefsiyle ve onunla mücahede ederek Allah'a sığınmış ve kendini korumuştu. Bunun üzerine Allah Teala o köleye vahiy göndermiş ve onu İsrai-loğullarmm peygamberlerinden biri yapmıştı'.
Musa Peygamberle (as) ilgili kıssalardan birinde de şöyle bir hadise anlatılmıştır: 'O, Hızır'a (as) 'Allah Teala neyin sayesinde seni gayb ilmine muttali kıldı?' diye sormuştu. O da, 'Masiyetleri Allah Teaîa'nm yolu için terketmem sayesinde' demişti'.
Allah Teala'nm kullarına olan mükafaatı da, kulun yaptığı amele göre olmayıp O'nun bağışının sınırsızlığına göre olur. Kul, Allah Teala'nm rızasını umarak bir amel yaptığı zaman, kendisine hesapsız ecir verir.
Kul, bir günahı adet ve alışkanlık edinerek, ondan tevbe etme­sinin güçleşmesine izin vermemelidir.
Adet, Allah Teala'nm emri altındaki askerlerden biridir. Eğer âdet ve alışkanlık olmasaydı, kulların tamamı tevbekâr olurdu. Eğer günahlarla sınama olmasaydı, o zaman da tevbe edenlerin ta­mamı istikamet üzere olurlardı. Kul, alıştığı bir âdeti bırakmak için gayret sarfetmeli ve eğer onunla sınanıyorsa, hevaya karşı nef­siyle mücahedede sabırlı olmalıdır. Bunlar, müridler için olabilecek en hayırlı ve en temiz hasletlerdir. Bu hasletlere sahip olan kulun nefsi; tatmin bularak rüşde erer ve kötülüğü emretme sıfatından tamamen ayrılarak iman ahlakı ile mutmain olma sıfatını haiz ha­le gelir.
Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğundan çıkarılan manalardan biri de bu istikamettedir: "Amellerin en faziletlisi, nefsleri yapma­ya zorladıklarınız dır". Çünkü nefs, tabiatı gereği heva ve arzuların hilafına olan amellerden hoşlanmaz. O, hakkın zıddıdır. Allah Tea­la ise, hakkı sever. Nefsi, heva ve arzuların hilafına zorlayan ve hakka çağıran kişi, Allah Teala tarafından da sevilir. Çünkü hakkı sevmek, amellerin en faziletlilerindendir. Allah Teala da bu meyan-da "Tartı o gün, haktır" (A'raf/8) buyurmuştur. Hakkı ve sabrı tav­siye edenler, hüsran ehlinden de istisna edilmişlerdir. Bu, Yakin de­recelerinin ilkidir.
İbret ehlinden bir zat şunu nakletti: Çamurun kenarında yürü­yordu. Çamura düşme endişesiyle korunuyor ve elbisesinin etekle­rini yukarı doğru çekiyordu. Bir ara nasıl olduğunu bilemeden ça­mura kaydı. Ayakları çamura tamamen batmıştı. Sonra sokakta yürümeye başladı. Bir yandan da ağlıyordu. Kendisine 'Seni ağla­tan nedir?' diye sorduklarında şöyle dedi: Benim halim, günahlar­dan sakınan ve kendini korumaya çalışan şu adamın haline benzi­yor: O, böyle bir gayret içindeyken bir günaha, ardından ikincisine düştüğü zaman, bir de bakar ki günahlar ağzına kadar dolu bir ha­vuza dönüşmüş'.
Kula düşen, her an meydana gelebilecek olan gafletten dolayı tevbe etmesidir. Kul, bunu bildiği zaman tevbesi kesintisiz olur ve her zaman tevbe eder. Allah Teala, dünyadaki gaflet ehlini, ahiret-te hüsran ehli kılmıştır. Bir sözcünün ağzından "İşte onlar gafîler-dir" (Nahl/108) buyurduğu kimseler, elbetteki ahirette de "Onlar hüsrana uğrayanlardır" (Bakara/27) buyurduğu kimseler olacaktır.
Ama şunu tesbit etmek gerekir ki, gafletin bazısı bazısından da­ha hafif, hüsranın bazısı da bazısından daha basittir. Siz, gafletin hiçbir türünü hafife almayın. Çünkü gaflet, günahların başıdır. Ya-kin ehline göre de, büyük günahların temel esasıdır. Ali (kv) gafle­ti, küfür makamlarından biri olarak görmüş, körlük ve şüphe ile birlikte zikretmiştir. O, gaflet sahibim rüşdden sapmış biri olarak vasfederken, gafleti de iç yangısı olarak nitelemiştir.
Ehl-i Beyt senediyle nakledilen bir haberde rivayet edilir ki: 'Ammar b. Yasir (ra) kalktı ve 'Ey müminlerin emiri, bize küfrün bi­na edildiği esasları bildir' dedi. Ali de (kv) şunu söyledi: Küfür, dört temel üzerine bina edilmiştir: Kabalık, körlük, şüphe ve gaflet. Ka­ba olan kimse, hakkı hafife alıp batılı açıkça ifade etmek suretiyle ulemadan nefret eder. Kör olan kimse ise, zikri unutur. Gaflette olan da, rüşdden sapıp kuruntulara kanarak iç yangını ve pişman­lığa sürüklenir. Çünkü ona Allah Teala'dan hiç beklemediği şeyler gelir. Şüphe eden ise, dalalet içinde şaşırıp kalır7.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir şehveti terketme hususun­da sadık olan ve bu uğurda Allah rızası için nefsiyle yedi kez cihad eden kimse, kendini o şehvete teslim etmez. Başka bir alim de şöyle demiştir: Bir günahtan dolayı tevbe edip yedi yıl boyunca istikamet üzere giden kimse, bir daha ona geri dönmez. Ulemadan bir diğer zat ise şunu dile getirmiştir: Alışılmış bir günahın kefareti, onu işlediğin kadar ondan uzak durmaktır. Bunu yaparsanız bir daha ona düş­mezsiniz. Onu her terkedişiniz de, onu her yapışınıza kefaret olur.
Tabii İp yukarıdan beri anlattığımız hususlar, tevbe iradelerin­de güçlü olan kimselere mahsustur. Bunlar, iradesi zayıf olan mü-ridler için geçerli değildir. Zayıfların hali, kaçmak ve uzaklaşmak­tır. Olmayan bir ma'siyet hakkında kendi kendine vesvese üreten kişi, onun varlığı halinde nefsine hakim olamaz. Bu yüzdendir ki mürid, nefsin günahlarla ilgili vesveselerini bertaraf etmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde onlara duçar olması kaçınılmazdır. Çünkü insanın kalbinden geçen hatırlar, güçlenerek vesvese halini alır.
Vesveseler çoğaldığında, insanın baş düşmanı olan şeytana gü-nam güzel gösterme ve nefsi kışkırtma yolları açılmış olur.
Bir tevbekâr için olabilecek en zararlı şey, kötülüğe dair kalbin­den geçen hatırları güçlendirmesi ve onların yeretmesine imkan vermesidir. Böyle bir hatır, onun içinde dolaşarak kendisini helaka sürükleyecektir. Ma'siyete götüren her vesile ve onu hatırlatan her-şey ma'siyettir. Aynı şekilde günaha götüren veya sebep olan her-şey de günahtır. Bunların aslen mubah olmaları durumu değiştir­mez. Bu tür şeylere son vermek, taat ve ibadet kabilindendir. Bu da, amellerin inceliklerindendir.
Denir ki: Bir günahı kırk gün işleyen kişi, ondan neredeyse hiç tevbe edemez. Çünkü kırk gün bir ömürdür. Bu şekilde devamlı gü­nah işleyenler arasında ender kimseler hallerini idrak ederek tev-beye yönelebilirler.
Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Mümin, sürekli imtihan edilip tevbe eden kimsedir. Bir de müminin arasıra işleyerek alıştığı günahı vardır". Başka bir ha­diste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her Ademoğlu hata yapar. Hata yapanların en hayırlıları istiğfarda bulunanlar­dır"[66][66]Bir diğer hadisinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Mümin, sıkça vah edip dövünen kimsedir. Onların en hayırlısı ise, dövünme üzere ölendir". Yani günahları sebebiyle dövünerek tevbe ve istiğfarda bulunurken vefat eden mümin, onların en hayırlısı olacaktır.
Allah Teala da müminlerin sıfatlarını sıralarken, günahları ar-darda işlemeyi bırakan, kötülüklerin peşinden iyilik yapanlar ol­duklarım buyurmuştur: "Onlar çirkin olanı, güzel olanla yokeder-ler". (Ra'd/22) O, bu fazileti, sabırlı amel sahiplerinin sıfatı olarak-ta vazetmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar, mükafaatları iki ke­re verilecek olanlardır. Çünkü sabretmişlerdir. Hem de kötülüğü iyilikle bertaraf ederler". (Kasas/54) Allah Teala onlara, iki sabır na­sip etmiştir. Bunlardan biri günah karşısında, diğeri ise tevbe üze­rindedir. Buna karşılık olarak da kendilerine iki kat ecir vermiştir.
Allah Teala, tevbe eden müminlere tevbe için üç şart koşmuş­tur. Tevbe eden münafıklara ise dört şart koşmuştur. Çünkü onlar, amellerini mahrukatla irtib ati andırarak sakatlayan ve ihlas bakı­mından mahlukatı Hâlık'a şirk koşan kimselerdir. Bu yaptıkların­dan dolayı Rahman'm gazabına hedef oldukları için, bunların tev-besine bir şart daha eklenerek tevbeleri daha da ağırlaştırılmıştır. Diğerlerinden ise iki şart kaldırılarak yükleri hafîfletilmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ancak tevbe edip hallerim ıslah eden ve hakikati gizlemeyip açıklayan müstesna". (Bakara/160) Ayette­ki 'Tevbe eden' ifadesi, nevalarını terkederek hakka dönenleri, 'ıs­lah edenler1 ifadesi, nefslerinde ifsad ettikleri şeyleri düzeltenleri murad etmektedir. 'Açıklayanlar5 ise iki şekilde tefsir edilmiştir. İl­kine göre bunlar ile kasdedilen; gizledikleri hakkı ve ilmi hakikati izhar edip açıklayanlardır. Bu, ilmi gizleyip hakka4>atıl kisvesi bü-rüyerek günah işleyenler için geçerlidir. İkinciye göre ise tevbeleri-ni açıklayarak tevbenin hükümlerini kendi üzerlerinde açığa vu­ranlar kasdedilmektedir.
Allah Teala diğer iki şartla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki münafıklar cehennemin en alt katında yeralırlar. Onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, kendi­lerini İslah edenler, Allah'a sarılanlar, dinlerine Allah için ihlasla bağlananlar, işte onlar müminlerle beraberdirler". (Nisa/145-146) Çünkü onlar, insanlara ve mallara sarılıyor, amellerinde riyakarlık yapıyorlardı. İşte bu sebeple Allah Teala da onların tevbeleri için, Allah'a sarılmayı ve O'na karşı muhlis olmayı şart koşmuştur.
Kulun tevbesi, işlediği günahlara uygun olarak, aza az veya ço­ğa çok şeklinde olmalıdır. Tevbe eden kişi, ifsad ettiği şeyi ıslah et­meye çalışmalıdır. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmakta­dır: "Muhakkak ki Biz, ıslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A'raf/170) Kul, ıslah edici olmadıkça tevbe etmiş olmaz. Islah edi­ci olmak için de, salih ameller işlemesi gerekir. Bu yolda yürüyen kul, nihayetinde salihlerin arasındaki yerini alır. Allah Teala da, sarihleri veli edineceğini buyurmuştur.
Tevbe eden ve onun hakikatma ererek Allah Teala'nm sevgili kullarından olan kimselerin sıfatları bunlardır. Nitekim Allah Tea­la da, "Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmaktadır. Buna göre Allah Teala, nevalarından uzaklaşarak kendisine dönen ve nefslerini çirkinliklerden temizleyenleri kendi­sine dost edinmektedir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle bu­yurmuştur: "Tevbe eden, Allah'ın sevgili kuludur".
Ebu Muhammed Sehl'e (ra), 'Tevbekâr, ne zaman Allah Teala'nm sevgili kulu olur?' diye sorulmuştu. O da şöyle dedi: Allah Teala'nm "O tevbekârlar, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükua eğilenler, secdeye varanlar, iyiliği emredip kötülükten sakmdıran-lar, Allah'ın hududunu muhafaza edenler, müjdele o imam bütün müminleri" (Tevbe/112) ayetinde buyurduğu kimseler gibi olunca.
Ebu Muhammed başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Sevgili, sevgilisinin sevmediği şeyi yapmayandır. Yine o, şöyle demiştir: Hasenattan dolayı da tevbe etmedikçe, tevbe sahih olmaz. Arifler­den bir zat da şöyle demiştir: Avam, kötülüklerinden ötürü tevbe ederler. Sufiler ise, hasenatların için tevbe ederler. Yani, hasenat­larım ifa ederken gösterdikleri kusurlardan dolayı tevbe ederler. Çünkü onlar, bu hasenatları karşısında Aziz ve herşeyden münez­zeh olan Rablerinin, kendileri üzerindeki haklarının büyüklüğünü çok iyi bilirler. Onların bu hasenata veya kendi nefslerine bakışla­rı, herşeyin Allah Teala'nm lütfü oduğu istikametindedir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Tevbe, amellerin en fazi­letli olanlarından biridir. Çünkü sair ameller, ancak onunla sıhhat bulurlar. Tevbenin sıhhat bulması da, onlar vasıtasıyla haramlara düşme endişesinden ötürü helallerden birçoğunun terke dilme sine bağlıdır. İstiğfar ise, tevbekârların gıdası, günahkarların sığınağı­dır. Söz söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuş­tur: "Rabbinizden istiğfarda bulunun, sonra O'na tevbe edin". (Hud/90); "Hala O'ndan istiğfarda bulunmuyor ve O'na tevbe etmi­yorlar mı?". (Maide/74) Görüldüğü gibi Allah Teala, tevbeye istiğfar ile başlamış ve istiğfarı tevbe ile takip etmiştir.
Günah işledikten sonra istiğfarda bulunmak, Allah Teala'dan o günahı örtmesini niyaz etmektir. Allah Teala'nm, günah işleyen kuluna mağfiret etmesi, onu örtüp yükünü üstünden kaldırması-dır. Bu manada şöyle denmiştir: Allah Teala tarafından dünyada örtülmüş hiçbir günah yoktur ki, ahirette de O'nun tarafından mağfiret edilmesin. Çünkü Allah Teala, örttüğü bir kabahati sonradan ifşa etmeyecek kadar kerem sahibidir. O'nun tarafından dün­yada ifşa edilmiş hiçbir kabahat da yoktur ki, bu ahiretteki cezanın karşılığı kılınmamış olsun. Çünkü O, kuluna aynı suçtan Ötürü iki kez ceza vermeyecek kadar kerem sahibidir.
Ali (kv) ve İbni Abbas da (ra) bu manada bir hadis rivayet et­mişlerdir. Onların müsned olarak rivayet ettikleri hadise göre, tev-beden sonra istiğfarda bulunmak; kulun Rabbinden hesaba çekme­yerek affetmesini niyaz etmesidir. Tevbenin ardından Allah Tea-la'nın mağfiret etmesi, kötülüklerinin kefaret edilmesi, çok Affedi­ci ve ve çok Kerim olan Allah Teala tarafından silinmesi demektir. Bu da, kötülüklerin iyiliklerle değiştirilmesidir.
Kulun, 'Ey Kerim, ey Affeden!' sözünün tefsiri de şöyledir: Eğer Allah Teala rahmeti sayesinde kulun kötülüklerini affederse, ar­dından da keremi sayesinde onları hasenata çevirir. Allah Teala bu­nu, şu ayetleriyle teyid etmiştir: "Muhakkak ki: 'Rabbimiz Al-lah'dır7 deyip de sonra istikamet üzere olanların üzerine melekler şöyle (diyerek) inerler: Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olun­duğunuz cennetle sevinin". (Pussilet/30); "Öyleyse O'nun için isti­kamet üzere olun ve O'nun mağfiretini isteyin". (Fussilet/6)
Birinci ayetin tefsirinden anlaşılan odur ki, zikredilen kimseler; Allah Teala'yı birledikten sonra bu tevhid üzere istikamet bularak şirke bulaşmayanlardır. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Onlar, Sünnet üzere istikamet bulup bidat ihdas etmeyenlerdir. Bir diğer tefsirde ise, onların; tevbe üzere istikamet bulup eğriliğe sap­mayanlar oldukları söylenmiştir. Allah Teala işte böyle kimselere mealen şöyle buyurmaktadır: İşlediğiniz günahların cezalarından dolayı korkmayın. Tevhidiniz sayesinde Allah onları silmiştir. Geç­mişte kaçırdığınız ameller için de üzülmeyin. Allah Teala tevbeniz sayesinde onları telafi etmiş ve istikametinizden dolayı da sizi ih­san sahiplerinin derecelerine ulaştırmıştır.
Allah Teala, bunun ardından da onları cennetle müjdeleyerek şöyle buyurmuştur: "Vaad olunduğunuz cennetle sevinin. Hem dünyada, hem ahirette Biz sizin dostlarımzız. Orada size canınız ne çekerse vardır, ne isterseniz vardır". (Fussilet/30-31) Yani dün­ya ve ahiret hayatlarınızda size yakın ve dost olur, zor anlarınızda sizi iman üzerinde takviye ederiz. Sonra sizler için ahirette de bedenlerinizin dilediği her türlü nimet ve kalplerinizin temenni etti­ği Allah Teala'nm cemalini görme iütfuna nail olmak vardır.
Allah Resulü (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Günahdan tevbe eden, günahı olmayan gibidir".[67][67]Bir günahtan do­layı istiğfarda bulunduğu halde onda ısrar eden kimse ise, Allah Teala'nm ayetleriyle alay eden gibidir. Bazı kimseler, 'Estağfurul­lah, estağfurullah' diyerek dilleriyle istiğfarda bulundukları halde, tevbe etmez ve kalpleriyle nedamet duymazlar. Bunların istiğfar ve tevbesi, yalancıların tevbesi olarak görülür.
Rabiatü'l-Adeviyye (ra) şöyle derdi: 'Şu istiğfarımız bile istiğfara muhtaçtır. Öyle tevbe vardır ki, düzeltilmesi için başka bir tevbeye muhtaçtır'. Tevbede ihlas, sükunet ve yol göstericilik esastır. Kötü­lüklerin ardından iyilik ve ihsanda bulunan, salih amelleri diğer sa-lih amellere karıştıran kimse için ahirette kurtuluş umulabileceği gibi vefatından önce de istikamet üzere olması ümit edilebilir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ve salih bir ameli, diğer bir (kötü amelle) karıştırdılar. Umulur ki Allah tevbelerini kabul eder. Çün­kü Allah Gafur'dur, Rahim'dir". (Tevbe/102) Yani Allah Teala, niyet­leri halis olan bu kimselere şefkat gösterecek ve onları gözetecek­tir. Denildi ki: Ayetteki, karıştırılan salih amel ile murad edilen; günahların itirafı ile devamlı edilen tevbedir. Diğeri ile murad edi­len ise, gaflet ve cehalet yüzünden geçmişte işlenen günahlardır. İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Ayetteki 'Gafur1 ile murad edilen, tevbe edenler için mağfiret edici olması; 'Rahim' ile murad edilense; tev­be ruhsatını koyarak merhametini göstermiş olmasıdır.
Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki Ben, tevbe eden için çok mağfiret ediciyimdir". (Taha/82) Yani, şirkten dolayı tevbe edip tev­hid akidesine iman eden ve salih amel işleyerek farzları ifa edip ya­saklardan uzak duran ve hidayeti bulan kimse, Sünnet üzeredir. Aye­tin başka bir tefsirinde ise, 'Tevbe üzere istikamet bulan kimse'nin kasdedildiği söylenmiştir. Bütün bunlar, müminlerin sıfatlarıdır.
Allah Teala ihlas sahiplerini, münafıkları ve müşrikleri sevket-tiği tevbeye sevketmemiştir. Gerçi hepsi için de girilecek yol tevbe-den geçmekte, muhabbet ve rıza-i ilahiye yalnız onunla ulaşılabil­mektedir. Ama Allah Teala her zümreyi ayırarak zikretmiştir. O,münafıkları vasfederek şöyle buyurmuştur: "Savaşa gitmeyenlerin diğer bir takımının affı da, Allah'ın emrini (beklemek için) geri bı­rakılmıştır. Kendilerini ya cezalandırır veya tevbelerini kabul eder". (Tevbe/106) Ayetin hükmüne göre, münafıklar bu hallerinde ısrar etmeleri halinde Allah Teala'nm cezasına müstehak olacak­lardır. Eğer istiğfarda bulunur ve hallerini ıslah ederlerse, o zaman Allah Teala tevbelerini kabul edecektir. Görüldüğü üzere Allah Te­ala bu hükmü açıkça teyid etmiş ve tevbelerini şarta bağlamıştır.
Kafirlerin tevbeleri hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Eğer tev­be ederler de, namaz kılıp zekatı verirlerse kendilerini serbest bı­rakın". (Tevbe/5) Görüldüğü üzere Allah Teala, kulları için istiğfa­rı; Resulü'nün (sav) ümmetin arasında oluşu süresince azabı kal-dırmasıyla beraber zikretmiştir. Bu da, O'nun varlığından dolayı insanlara karşı bir lütuf ve nimetinin ifadesidir. Allah Teala, bunu beyan ederek şöyle buyurur: "Allah, sen onların arasında olduğun müddetçe kendilerine azap edecek değildir. Yine O, onlar istiğfarda bulundukları sürece kendilerine azap edecek değildir". (Enfal/33) Selef-i Salih'den bir zat şöyle derdi: 'Bizim için iki güvence vardı. Bunlardan biri gitti, diğeri kaldı. Eğer diğeri de giderse helak olu­ruz'. Onun, 'giden1 ile kasdettiği Allah Resulü (sav), kalan ile kas-dettiği ise istiğfardı.
Ebu Muhammed Sehl'e (ra), günahlara kefaret olan istiğfarın ne olduğu sorulmuştu. Şöyle dedi: İstiğfarın başı İcâbet'tir. Sonra İnâbet (=yönelme), ardında da Tevbe gelir. İcabet; bedenen yapılan ibadetlerdir. İnâbet; kalp ile yapılan amellerdir. Tevbe ise, kulun kalbiyle Allah Teala'ya yönelmesi ve halkı terketmesidir. Bunları yaptıktan sonra, işlediği kusurlardan, nimete küfrandan ve şükrü terketmekten dolayı istiğfarda bulunursa kendisine mağfiret olu­nur. Böyle bir kulun sığınağı Allah Teala olur.
Bunu takiben yalnızlığa, oradan sebata, oradan beyana, oradan kurbiyete, oradan marifete, oradan münâcaata, oradan musâfâta yani kalben saflaşmaya, oradan muvâlâta yani Allah Teala'nm ve­liliğine, oradan da sırrı konuşma mertebesine intikal eder ki bura­sı Hullet yani Allah Teala'nm yakın dostluğudur. Bir kulda bunla­rın tahakkuk edebilmesi için; onun gıdasının ilim, dayanağının zi­kir, azığının rıza, muradının Allah'a havale ve arkadaşının tevekkül olması gerekir. Daha sonra Allah Teala ona bakar ve kendisini Arş'a yükseltir. Makamı, Hamele-i Arş meleklerinin makamıyla ay­nı olur'.
Sehl fra) başka bir münasebette şöyle demişti: 'Kul, her halinde Mevla'sına muhtaç olmalı ve en güzel hali de, herşeyinde O'na rü-cu etmek olmalıdır. Günah işlerkan şöyle der: Rabbim, günahımı Ört. Günahım bitirdikten sonra ise, 'Rabbim, günahımdan dolayı tevbemi kabul et' der. Allah Teala tevbesini kabu ettiği zaman ise, 'Allahım, bana korunmak için amel etmek nasib et' der. Amel etti­ği zaman da, 'Rabbim, amelimi kabul buyur1 der1.
Günahın ardından tevbe edip günahda ısrar niyetini bertaraf ettikten sonra, kötülüklere kefaret olması umulan amellerin en gü­zelleri, sekiz ameldir. Bunların dört tanesi, bedenen yapılırken di­ğer dördü, kalbi amellerdir. Bedeni ameller şunlardır:
(1) Kulun iki rekat namaz kıldıktan sonra,
(2) yetmiş kez 'Sübhanallah el-Azim' ve yüz kez 'elhamdü lillah' okuyarak istiğfarda bulunması, ardından,
(3) sadaka dağıtması ve
(4) bir gün oruç tutmasıdır. Kalbi ameller ise;
(1)  Günahtan dolayı tevbe ettiğine inanmak,
(2) Onu bırakmak istemek,
(3) Ondan dolayı cezalan dinim aktan korkmak ve
(4) Günahından dolayı mağfiret ummaktır.
Bundan sonra hüsn-i zan ve sıdk-i yakin ile günahının kefaret olmasını Allah Teala'ya havale eder5. Bu amellerle ilgili olarak bir­çok hadis de rivayet edilmiştir. Bu hadislerde, zikredilen amellerin küçük günah ve kusurlar için kefaret edici oduğu bidirilmiştir. Bunların bazılarında ise, erkanına riayet ederek titizce abdest al­mak, sonra mescide girerek iki rekat namazı orada kılmak şart ko­şulmuştur. Bazı hadislerde ise, namazın dört rekat olduğu variddir.
Denir ki: 'Kul, bir günah işlediği zaman sağ taraftaki melek, sol taraftaki meleğe emir verir. O, onun üzerinde amirdir. O, bu güna­hı altı saat için yazmamasını emreder. Eğer bu süre zarfında tevbe ve istiğfarda bulunursa, o günahı hiç yazmaz. İstiğfarda bulunma­ması halinde onu yazar'. Denir ki: 'Gece verilen sadaka, gündüzün
günahlarının kefareti olur. Gizli verilen sadaka ise, gecenin günah­larına kefaret olur Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kötülük yaptığında onun ardından bir iyilik yap. Gizli olanı gizliye, açık olanı açığa kefarettir".
Allah Resulü'nün (sav) muhtelif kanallardan rivayet edilen bir hadisi şöyle toparlanmıştır: "Fecri doğmayan ve şafağı batmayan hiçbir gün yoktur ki, dört melek kendi aralarında şöyle konuşma­sınlar. Biri der ki: Şu insanlar, keşke yaratılın as al ardı! Diğeri şöy­le der: Ne olurdu, şu insanlar yaratıldıkları şey için amel etselerdi! Üçüncüsü ise şöyle der: Yaratıldıkları gaye için amel ettiklerinde, keşke bildikleriyle amel etselerdi! -Bazı rivayetlerde 'Meclisler kur-salardı da, bildiklerini müzakere etselerdi!' ifadesi yer almaktadır-. Dördüncüleri de şöyle der: Ne olurdu, bildikleriyle amel etmedikle­ri zaman yaptıkları kötülükten ötürü tevbe etselerdi!".
Allah Teala'nm kulun üzerindeki ilk hakkı; -O'nun nimetlerinde Zatı'na isyan etmemesidir. Aksi takdirde işlediği bu ma'siyet, O'nun nimetine karşı küfran olacaktır. Kulun uzuvları ve sahip ol­duğu mallar da, Allah Teala'nm nimetlerindendir. Çünkü insanın hayatı, uzuvlarına bağlıdır. Uzuvlarının güç ve varlığı ise harekete bağlıdır. Hareketin faydası ise, ancak sıhhat ve afiyet ile ortaya çı­kar. Kul, bu nimetlere dayanarak Rabbine isyan ettiği zaman, bun­ları küfürle değiştirmiş olur.
Nitekim Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ın nimetini küfre değiştiler". (İbrahim/28) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar, Allah'ın verdiği nimetlerden güç ve destek alarak O'na karşı ma'siyette bulundular. O, bunu beyan ettikten sonra böyle yaparak nimeti küfürle değiştirenleri çok şiddetli bir azapla tehdit etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim, kendisine geldik­ten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse (bilsin ki) Allah, cezaası çok çetin olandır". (Bakara/211) Allah Teala'nm cezası, nimetin ma'si­yet ile değiştirilmesi suretiyle hemen dünyada olabileceği gibi, ahi-rete de tecil edilebilir. Ceza, kulun dünyevi hayatla ilgili vasıtala­rına dönük olabileceği gibi, ahiret esbabına dönük de olabilir. Çün­kü bütün sebep ve vasıtaların, nihayetinde varacakları yer orası­dır. Ceza, kimi zaman her ikisini de kapsayabilir.
Bizatihi nimetin ma'siyeti veya nimeti bilmemek, ondan dolayı şükretmemek, onu hafife almak, ona teslim olmak, onun tükenmeyeceğini sanarak onunla övünmek de ceza olabilir. Bize göre, bu se­beplerin hepsi de kul için verilmiş cezalardan ibarettir.
Kul, Rabbine karşı gelip ma'siyet işlediği zaman da O'na dön­mesi farz kılınmıştır. O'na dönüş yolu ise tevbedir. Kul, nefsiyle be­raber hareket ederek hevasına uygun bir şey yaptığı zaman derhal tevbe etmelidir. Tevbeyi tehir ederek günahta ısrar etmesi de, işle­diği günaha ilave edilen iki ayrı günah teşkil eder. Kul, günahın­dan dolayı tevbe edip tevbesini teyid ederek taat üzere istikamet bulmaya ve Allah Teala'ya muhtaç oluşuna yürekten inanırsa doğ­ru olanı yapmış olur.
Bunun ardından da, niyet noktasındaki bütün küçük günahlar­dan, temennilerinden, mahlukata dönük hırs ve korkularından do­layı da tevbe eder. Bunlar, nefes ve bakışa mahsus olan günahlar­dır. Bir şeye teslim olup bir şeyle rahat bulmaya gelince, bunlar da Mukarrebun zümresinin günahlarıdır. Böylece kul için, bildiği ka­darıyla Rabbinin emir ve yasaklarına dönük hiçbir muhalefet kal­mamış olur. Neticede Allah Teala'ya karşı sözünde durduğunu be­lirtir bir şahitlikte bulunabilir.
Mükaşefe yoluyla Allah Teala'nm gaybi ilminden kendisine na­sip edilen ilim sayesinde, günahlarını Marifetullah'a göre mütalaa etmeye başlar. Kulluk nefsinin manasını, yaratmanın Rubûbiyet sıfatının yüceliği ve vasfının baskısıyla olduğunu idrak eder. Duy­duğu korku, aslında nefsiye ilgili olarak sahip oduğu ilme karşılık kendisine nasip edilen bir mükafaattır. Ama o, bunları kimseye zik-redemediği gibi insanlara da yayamaz. Sadece şunu bilir ki müslü-man avamın gözünde salih amel sayılan birçok şey, Mukarrebun zümresi için günah mesabesindedir. Bunun sebebi, müslüman ava­mın, bunları müşahede etme noktasından uzak olmaları ve bunla­rın makamlarını bilmemeleridir.
Mukarrebun zümresinden olan her ferd, Allah Teala ile karşı­laşacağı ana kadar, aldığı her nefes ve baktığı her bakışta O'ndan uzaklaşmaktan, yüz çevirmekten ve her hareketinde perdelen­mekten korkar. Onlar, şu dünyada Dar-ı Beka yolcusu olarak ya­şayanlardır.
Bu mevzuda rivayet edilen garib bir hadiste şöyle denilir: 'Allah Teala Yakub Peygambere vahyederek şöyle buyurmuştur: Seninle Yusufu neden ayırdığımızı bilir misin? Yakub (as) 'Hayır deyinceşöyle buyurdu: Kardeşlerine 'Onu kurdun yemesinden korkarım' sözünden ötürü. Çünkü Yusufu Bana ısmarlamadın. Kardeşlerinin onu unutabileceklerini düşünürken, Benim onu korumamı hiç dü­şünmedin'. Yusuf Peygamber'in hapis arkadaşı olup krala içki su­nacak olan kişiye söylediği, "Beni efendinin yanında an (da beni kurtarsın). Ona da şeytan, efendisine hatırlatmayı unutturdu. Yu­suf da senelerce zindanda kaldı" (Yusuf/42) sözü de bunu teyid eder mahiyettedir.
Yukarıdaki hadisten de anlaşılacağı üzere, Allah Teala'mn ha­vas kulları, Allah'tan gayrisini gizli olarak düşünmeleri ve teslimi­yet göstermelerinden dolayı bile kınanabilirler. Tabiun'dan bazıla­rı, bu faziletten mahrum kalmış ve riayet halini hafife alıp mura­kabenin usulüne yakışır biçimde edasının terkini hoşgördükleri için tevbenin lezzetini tadamamışlardır. Bunun sebebi, esas itiba-rıyla tevbe işini sıkı tutmamalarıdır. Eğer tek bir günahtan dolayı tevbenin hükmünü ifa etmiş ve sadık tevbekârların haliyle hallen-miş olsalardı, Allah Teala tarafından bahşedilen bu ek faziletten mahrum bırakılmazlardı. Çünkü böyle yapmış olsalardı, tevbeleri-ni sürekli tazeledikleri için ihsan sahipleri arasındaki yerlerini alırlardı.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ve ihsanda bu­lunanlara arttıracağız". (Bakara/58) Yani Allah Teala sizi tevbe üzere müstakim ve salih ameller işleyen biri olarak gördüğü zaman derecenizi ve size vereceği sevabını arttıracaktır. Lezzetin vecdin-den, güzel bir ahlaktan, zühde meyilden veya ma'ruf bir hususiyet­ten ziyadesiyle nasip alamadığınız zaman, murakabe babına veya riayet durumunuza bir bakın. Bu ikisini iyice tedkik edin ve bun­ları sağlamlaştırm. Çünkü Allah Teala'mn vereceği sevaba, ancak bunlar vasıtasıyla ulaşırsınız.
Uemadan bir zat şöyle demiştir: 'Doksandokuz günahından tev­be edip sadece bir günahından tevbe etmeyen kişi, bize göre hak­kıyla tevbe edenler zümresinde yeralamaz'. Kusurlarınızı araştır­mayı ve namazların ardından tevbenizi tazelemeyi asla ihmal et­meyin. Amel ehlinin hüsrana uğrama sebeplerinin başında, yaptık­ları amellerden dolayı nefslerini hoşgörerek kusurlarım araştırma­yı ve nefs muhasebesini terketmeleri gelir.
Her günah, on amelden oluşur. Kul, her günahından dolayı on tevbe etmedikçe Allah Teala tarafından sevilen bir tevbekâr olama­dığı gibi tevbesi de Allah Teala'mn şart koştuğu ve Peygamber'in de (sav) tefsir ettiği Tevbe-i Nasuh sıfatını haiz olamaz. Her günahdan dolayı edilecek on tevbe şunlardır:
1.O günahı tekrar işlemeyi terkederek tevbe etmek;
2. Onu dile getirmekten tevbe etmek;
3.Günahı işlemeye sebep olan kişilerle tekrar biraraya gelmek­ten tevbe etmek;
4. Benzer bir günahın ardına düşmekten tevbe etmek;
5. O günahı düşünmeye tevbe etmek;
6. Onun hakkında konuşanları dinlemeye tevbe etmek;
7. Ona niyetlenmeye tevbe etmek;
8. Tevbede olabilecek kusurdan dolayı tevbe etmek;
9. Ettiği tevbe ile terkettiği şeylerin tamamını sırf Allah rızası için terketmeyi istememiş olma ihtimalinden dolayı tevbe etmek;
10. Ettiği tevbe üzerinde düşünerek onunla teskin olmaktan ve onu delil olarak görmüş olmaktan dolayı tevbe etmek.
Kul, bu tevbeleri ifa ettikten sonra da, Allah Teala'mn celali ve kudretinin azametinin ifadesi olan tevhid akidesine muttali olma­sından doğan ziyade sevap ve lütufların büyüklüğünü müşahede etmesi sebebiyle O'nun kendi üzerindeki Rubûbiyet hakkın ifa et­medeki kusurunu daha yakından görecektir. Bu safhaya ulaştıktan sonra ettiği her tevbe, bu müşahedesinin hakikatinin gereğini yap­ma noktasında gösterdiği her kusurdan dolayı olacak, istiğfarı ise, Allah Teala'mn makamının ululuğu, ziyadesiyle sevabının devamı-lılığı ve bilgilendirmesini yakından görme noktasında göstereceği himmet eksikliği ve kalbi zaafiyetten ötürü olacaktır.
Bütün bu hakikatlar çerçevesinde şunu bilmek gerekir ki arifin tevbesi için bir son olmadığı gibi, onun içinde bulunduğu el çekme halini vasfedebilecek bir sıfat da yoktur. Onun imtihanındaki ince­likleri anlatabilecek sıfatları bulmak da mümkün değildir. Tevbe karşısında, bir peygamber dahi büyüksenemez.
Her makam için bir tevbe olduğu gibi, bu makamlardaki her hal için de bir tevbe vardır. Her müşahede ve mükaşefe için de bir tev­be mevcuttur. Allah Teala tarafından sevilen ve O'na yakın kılman bütün tevbekârların umumi halleri budur. Daima sınanan tevbe-kârlarm makamı da işte budur. Her türlü şeyle sınanıp imtihan edilen bu insanlar, daima Allah Teala'ya yönelerek O'na tevbe eder­ler. Allah Teala da kendilerini maruz bıraktığı fitne ve belalardan sonra onlara nazar eder:
Acaba herşeye rağmen kapleriyle Allah'ı mı düşünüyorar, yoksa o fitne ve belaları mı? Himmet ve gayretleri, Allah'a mı dönük olu­yor, yoksa o fitne ve belalara mı? Bu tür imtihanların varlığından dolayı O'nunla mı teskin oluyorlar, yoksa onlarla mı? Onlardan do­layı Rableri olan Allah'a mı kaçıyorlar, yoksa yine onlara mı? Buna göre kulun, Allah Teala'nın dışındaki her müşahedesi onun için bir günah teşkil etmektedir. Aynı şekilde O'ndan gayrı her kime tesli­miyet gösterirse bu da onun için bir kınanma sebebidir.
Kul için, her müşahedede bir ilim, kainatla ilgili her izharda bir hüküm vardır. Buna göre de, kulun günahları sayılamayacak ka­dar çoktur. Allah Teala'ya olan tevbeleri içinse asla son yoktur.
İşte Tevbe-i Nasuh'un hakikati ve özü budur. Böyle bir tevbede bulunan kul da, ihsan sahibi olarak kendini Allah Teala'ya teslim etmiş, nefsinin şerrinden azade olmuş, dini Allah katında istika­met bulmuş, hali ve makamı da Allah Teala katında nezih olan kimsedir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah, devamlı imtihan edilen her tevbekârı sever".[68][68]
Bil ki günahlar yedi kısımdır. Bunların bazıları, bazılarından daha ağırdır. Bu kısımlardan herbiri de kendi içinde derecelere ay­rılmıştır. Bu derecelerden herbirinde de, günahkarlardan beli bir zümre yeralır. Bu dereceler arasında bir tabaka vardır ki bunda ye-ralan günahlar, kulun Rubûbiyet sıfatlarına karşı işlediği günah­lardan oluşur. Misal vermek gerekirse; kibir, övünme, zorbalık, öv­gü ve hamdi sevme, ululuk ve zenginlik iddiasında bulunma gibi günahlar bu derecede yeralan ve kulu helak eden hususlardır. Bu derecede, avam için değişik zümreler mevcuttur.
Başka bir derecede yeralan günahlar ise, şeytani ahlakın un­surlarını taşıyan günahlardır. Bunlara misal olarak da, hased, sal­dırganlık, hile, tuzak ve kötülüğü emretme gibi günahları zikredebiliriz. Bunlar da kulu helak etmeye namzet günahlar olup ehl-i dünya için bunlarda da belli bir sıralama vardır.
Günahların bir başka derecesi ise, Sünnet'e karşı işlenen suç­lardan oluşur. Bunlara misal olarak da bidatçılığı ve İslam'ın aslın­da olmayan şeyleri ihdas etmeyi zikredebiliriz. Bunlar, büyük gü­nahlardan (=kebair) olup kimisi insanın imanını götürürken, kimi de kulda nifak tohumlarını yeşertir.
Selef den nakledildiği üzere bidatlarm en büyükleri şu altısıdır:
1. Kaderiye;
2. Mürci'e;
3. Rafızilik;
4. Ibadiye (Haricilerin bir fırkası);
5. Cehmiye;
6. Aşırıya kaçan şatahât ehlinin iddiaları.
Bu zümrelere mensup olan kimseler, Allah Teala'nın koyduğu sınırları ve ilmin hakikatlarını çiğnerken ne ahlak, ne kaide, ne de hüküm tanırlar. Bunlar, İslam Ümmeti'nin zındıklarıdır. Bunların günahları, dinde yapılan haksızlıklar yüzünden halk ile alakalı gü­nahlar olup onları müminlerin yolundan çıkarmaya matuf gayret­lerden ibarettir.
Böyle biri, hidayetten olabildiğince sapmış, sünnetlerden olabil­diğince uzaklaşmış, Kitab'ı tahrif edip Sünnet'i tevil etmiştir. Ardın­dan da bu itikadını insanlara açıklayıp davetçiliğini yapmıştır. Onun bu daveti kimileri tarafından kabul edilip yolu da kimi insan­lar tarafından takip edilmiştir. Ulemadan bir zat, bu hususta şöyle demiştir: Bu tür günah ve ma'siyetler için tevbe sözkonusu değildir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Katil için de, Allah Teala'nın azap ihbarının kesinleşmesi ve hakkındaki azap kelimesinin hak oluşundan dolayı tevbe mevzubahis değildir'.
Masiyetlerin beşinci sınıfı ise, kulların dünyevi hususlarda çiğ­nedikleri kul haklarıyla ilgilidir. Bunlara misal olarak da, bir insa­nı dövme, nmusuna yönelik küfürde bulunma, mallarını haksız ye­re alma, yalan ve iftira gibi günahları zikredebiliriz. Bunlar da ku­lu helak edebilecek günahlardan olup adil bir kadının huzurunda kısasının gerçekleştirilmesi ve haklarında kesin hükümlerin veril­mesi gereken türden ağır suçlardır.
Helal sanılarak işlenen veya Allah Teala katında haksızlığa uğ­rayan kimselerin zararlarının cennetlerle telafi edilmesi suretiyle O'nun cömertliğine mazhar olunarak affedilenler dışında bu tür günahlar asla affedilmez. Bu hususla ilgili rivayet edilen bir hadis­te allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Üç defter vardır. Bun­lardan biri mağfiret görül*. Biri asla mağfiret edilmez. Biri de ter-kedilmez".[69][69]
Bağışlanan defter, kul ile Rabbi arasında olanların yazılı oldu­ğu defterdir. Bağışlanmayan ise, Allah Teala'ya şirkin yazılı olduğu defterdir. Terkedilmeyecek deftere gelince, bu da kul haklarıyla il­gili defterdir. Bu defterin hesabının sorulması, asla bırakılmayacak ve ihmal edilmeyecektir.
Günahların altıncı sınıfına gelince, kul ile Rabbi arasında olan ve kulun çeşitli arzularını ve alışkanlıklarının neticesi olarak orta­ya çıkan günahlardan teşekkül eder. Bunlar, günahlar arasında en hafif olan ve Allah Teala'nın affına en yakın olan günahlardır. Bu sınıfa giren günahlar, büyük günahlar ve küçük günahlar olarak iki kısma ayrılırlar. Bunların büyük olanları, kendileriyle ilgili ola­rak belli had cezalarının vazedidiği Allah Teala tarafından bildiri­len günahlardır. Küçük olanları ise, bunların altında sıralanan, dü­şünme ve hatırdan geçirme gibi günahlardır.
Teube-i Nasuh, Allah Teala'nın şu buyruğunda olduğu gibi yuka­rıda anlattığımız günahların tamamı için geçerlidir: "O da tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Allah Teala, bu husustaki hükmünü haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Bundan sonra Al­lah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyur­du". (Tevbe/118) Başka bir ayet-i kerimede ise, bunu açık olarak bil­direrek şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki mümin erkeklere ve mü­min kadınlara işkence yapmışlar sonra da tevbe etmemişlerdir". (Bu-ruc/10) Bunun benzeri bir buyruğu da şu ayette görmekteyiz: "Sonra muhakkak ki Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edenlerin, arka­sından da cihad edenlerin ve sabredenlerin yardımcı sı dır. Bundan sonra şüphe yok ki Rabbin, Gafur'dur, Rahim'dir" (Nahl/110).
Şamlılar'a göre ayetteki 'Futinû' kelimesinin kıraati, 'Fetenû' şeklinde olup buna göre de mana şöyle olmaktadır: 'Sonra muhakkak ki Rabbin, müminlere eziyet ettikten sonra hicret edip.. Bun­dan sonra şüphe yok ki Rabbin Gafur'dur, Rahim'dir1.
Tevbe, günahın bağışlanması ve kulun ateşten çıkartılması ol­duğu için büyük günah işleyenlerin de cehennemde ebediyen kala­caklarını sanmıyoruz. Bunların durumunu Allah Teala'nın iradesi­ne havale ediyoruz. Allah Teala'nın, bu kimseleri de cennet ehlinin arasına koymasını caiz görüyoruz. O'nun "Artık onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir" (Nisa/93) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak rivayet edilen hadis ve görüşlerde de bunu görmek mümkündür. Buradaki 'cezası' kelimesi, eğer cezalandırırsa raana-smdadır.
Allah Resulü de (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Allah Teala, hangi kuluna bir amelinden dolayı sevap vaadet-miş ise, onu muhakkak gerçekleştirecektir. Yaptığı işten dolayı ce­zalandırmayı vaadettiği kuluna gelince O bu noktada iki tercihe sahiptir: Dilerse ona azap eder, dilerse affeder".
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: 'Allah Teala, dilediği kul için çok bü­yük bir günahı affederken, dilediğini de küçük bir günahtan dolayı azaba mahkum eder1, Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Muhak­kak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında­kiler! de dilediği kul için bağışlar". (Nisa/48) Görüldüğü gibi, Allah Teala şirk dışındaki bütün günahlara mağfiret edebileceğini bildir­miş ve müslümanları diğer günahlarıyla ilgili olarak iradesiyle başbaşa bırakmıştır.
Biri çıkıp bidatçmm tevbesinin kabul edilmeyeceğine dair riva­yet edilen hadisi delil göstererek buna muhalefet edebilir. Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala her bidat sahibini tevbeden menetmiştir". Bize göre bu hadis, dalalet hükmü kesinleşmiş kimseler arasındaki tevbe etmeyenler için ge­çerli olan bir hadistir. Görmüyor musunuz ki hadiste 'Allah, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabulünü menetti' denilmiyor. Sadece şu bildiriliyor ki Allah Teala, hakkındaki hüküm kesinleştiği halde tevbe etmemiş kimseye tevbe etmeyi nasip etmeyecektir.
Nitekim aynı şeyi bir müminin canına kıyan kimse için de söy­lemekte ve şöyle demekteyiz: Eğer onun için kötü son yazılı ise, tev-hid akidesine imanı hasıl olmadan ölüp gider. Aynı durum, ismi cehennemlikler arasında yazılı olan bidatçılar için de geçerlidir. Ci­nayet ve bidat da, bunun alameti olarak görülmüşlerdir.
Hakkında kötü son kesinleşmiş olduğu için azap kelimesi hak ol­muş insanlar için de bu geçerlidir. Böyleleri, bir değil yetmiş defa tevbe etse dahi, bu onu cehennem azabından kurtarmayacaktır. Çünkü onun tevbesi şu hadiste söylenenden Öte birşey değildir: Kul, cennet ehlinin amellerinden birini yetmiş sene boyunca eda eder ve insanlar onun cennetlik olduğunu söylemeye başlarlar. Hakikaten de onunla cennet arasında sadece bir karışlık mesafe kalmış olabi­lir. Ama bir de bakar ki, yoldan çıkıp cehenneme atıhvermiş!'
Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: 'Son­ra kitabı, cehennem ehlinin amellerinden birini işlemesini yazmış olur da, cehenneme giriverir\ Ettiği tevbeler, salih amelleri içine girmiş olmasına rağmen, kitabın kendisi hakkında daha önceden kesinleşmiş azap hükmünü ihtiva etmesinden ötürü, salih amelle­rinin hepsi boşa çıkıverir.
Hakkında daha önceden dalalet ve azap hükmü kesinleşmemiş olan kimse ise, tevbe-i nasuha mazhar kılınır ve azaptan uzaklaştı­rılır. Böyle birinin tevbesine de mani olunmaz. Allah Teala da ona nasip ettiği tevbe sayesinde bütün günahlarını affeder. Nitekim Al­lah Teala münafıklarla ilgili olarak bunu teyid eder mahiyette şöy­le buyurmaktadır: "Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul buyurur". (Tevbe/106)
Nifak, bidattan aşağı bir günah değildir. Münafıkların tamamı da, tevbeleri kabul edilen veya kötü sona mahkum edilmiş insanlar değildir. Çünkü Allah Teala'nm "Allah da tevbenizi kabul etsin ve sizi affetsin" (Bakara/187) buyruğu, umumiyet ifade etmektedir. Bu ayet, tevbe edenler hakkında çok özlü ve mücmel bir hüküm ih­tiva etmektedir. Yukarıdaki hadis ise, tevbe etmeyenlere mahsus bir hüküm taşımaktadır. Bunu gösteren de Allah Teala'nm şu buy­ruklarıdır: "Bundan sonra Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp, tevbelerini kabul buyurdu". (Tevbe/118); "Ola ki Allah tevbe­lerini kabul eder. Çünkü Allah Gafur'dur, Rahim'dir". (Tevbe/102)
İnsanlar, tevbe fiilinde dört kısma ayrılırlar. Bu dört kısımdan herbirinde belli bir zümre yeralır. Bu zümrelerden herbirinin de kendine mahsus bir makamı vardır. Bunlar arasında tevbe edenöyle bir zümre vardır ki, bu zümreye mensup olanlar; tevbe ve Al­lah'a yönelme noktasında istikamet bulmuş ve hayatı boyunca ay­nı günahı tekrar işlemeyi aklından geçirmemiş, kötülüklerini salih amellerle hasenata çevirmiş kimselerdir. Bunlar, hayırda da yarı­şan kimselerdir.
Bunların ifa ettikleri tevbe, Tevbe-i Nasuh olarak bilinir. Bun­ların nefsi ise, razı olmuş ve itmi'nan bulmuş Nefs-i Mutma'in-ne'dir. Bu zümreye mensup olanlar hakkında rivayet edilen hadis-i şerif şudur: "Yürüyün, kendilerini adayanlar öne geçtiler; onlar, Allah Teala'nm zikriyle kendilerini heba ederler. Zikir, onların gü­nahlarını kaldırdı da Kıyamet'e hafiflemiş olarak geldiler".[70][70]
Tevbekârlarm ikinci tabakasında ise, tevbe edip istikamet üze­re olmaya niyetlenmiş kullar yeralır. Bunlar, günaha koşmadıkları gibi, onu hedeflemez, yaklaşmaz ve onunla tasalanmazlar. Bunlar, kasıtsız olarak başlarına gelen kusur ve hatalarla imtihana tabi tutulurlar. Kafalarından ve gönüllerinden geçen his ve fikirlerle imtihan edilirler. Bunlar da, istikamet üzere olmaları ümid edilen müminlerin sıfatlarmdandır. Bu zümrede yeralan müminler, isti­kamet yolu üzerinde oldukları için bu şerefe mazhar olabilirler.
Bunlar, Allah Teala'nm haklarında "Onlar ki, günahın büyükle­rinden; vebalden ve fuhşiyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusur­lar başka.. Şüphe yok ki Rabbin mağfireti geniş olandır" (Necm/32) buyurduğu kimselerdendir. Yine bunlar, Allah Teala'nm "O mütta-kiler ki, bir kabahat yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar da derhal günahlarından istiğfar ederler" (Al-i İm-ran/135) buyruğunda vasfettiği müttakilerin vasıflarını da taşı­maktadırlar. Bunların taşıdıkları nefs, Allah Teala'nm üzerine ka­sem ettiği kmayıcı nefs yani Nefs-i Levvanıe'dir. Bunlar, orta yolu tutanlardandır.
Günahlar insanların nefslerine göre şekillenir. Günahların iş­lenmesi noktasında; nefsin sıfatları, karakterinden doğan dürtüler, topraktan gelen ilk kökler, rahimlerde geçen yaratılış evreleri ve terkibinde varolan karışımların büyük tesirleri vardır. Allah Teala da yukarıda zikrettiğimiz Necm ayetinin hemen ardından bunu ha­ber vererek şöyle buyurmuştur: "Hem O, sizi topraktan yarattığı sırada ve analarınızın karınlarında ceninler iken sizin her halinizi en iyi bilendir". (Necm/32) Bu sebepledir ki insanoğlunun kendini te­mize çıkarmaya çalışması yasaklanmıştır. Çünkü o, topraktan yara­tılmış ve rahimlerde terkib edilerek türlü karışımlardan geçmiştir.
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "O halde nefsinizi temize çıkarmayın". (Necm/32) Çünkü onun yaratıldığı asıl, sahip olduğu karışımlar ve eğrilmeye müsait yapısı ortadadır. Allah Tea­la onun bu karışık yapısını ve içinde bulunduğu daimi imtihan ha­lini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Çünkü Biz insanı, bir­takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık. Onu sınamak üzere de işitici ve görücü kıldık". (İnsan/2) Bu hususun açıklaması hayli uzun sürer ve nefslerinin yapılarının terkiplerine ve yaratıl­dıkları tabiatların türlerine kadar uzanır. Bunlarla ilgili birtakım temel bilgileri kitabımızın diğer bölümlerinde anlatmıştık.
İşte böyle bir kulda, Allah Resulü'nün (sav) "Mümin, daima im­tihan edilen ve çok tevbe eden kimsedir" hadisi tezahür etmektedir. Mümin, kimi zaman gölge yapan, kimi zaman da eğilen bir başak gibidir. Bu kulun, kendi nefsini ezmesi ve ona karşı öfkeyle dolu ol­ması; onu çok iyi tanımasından dolayıdır. Nefsin istekleri üzerinde düşünmeyip onda zuhur eden bir hayırla teskin olması da, günah­larının kefaretlerinden olur. Çünkü bu, Allah Teala'mn şu buyruğu üzerinde yapılan tefekkürün bir neticesidir: "Nefsinizi temize çı­karmayın". (Necm/32) Çünkü O, sizi en iyi bilendir.
Tevbenin üçüncü makamında yeralan kula gelince, hali bakımın­dan ikinci tabakadaki kullara benzeyen bu kul, günah işlediği za­man tevbe eder. Tekrar işlediğinde şuurlu olarak üzüntü duyar. Fa­kat günah için çaba sarfedip onu taate tercih eder ve tevbeyi sürek­li erteler. Kendi kendisine istikamet üzere olması gerektiğini söyler­ken, tevbekârların mertebelerini de sever. Kalbi de sıddıklarm ma­kamlarıyla huzur bulur. Ancak tevbe etme zamanı gelmemiş, kendi makamı da bir türlü ortaya çıkmamıştır. Çünkü hevası onu tahrik etmekte, alışkanlıkları cezbetmekte, gaflet de sarhoş etmektedir.
Günahları işlerken tevbe eden bu kul, alışkanlığının öne geçme­sinden dolayı onlara tekrar dönebilmektedir. Böyle birinin tevbesi, bir vakitten diğerine kadar fırsat kaçırmadan ibarettir. Amellerin-deki bazı güzellikler sebebiyle istikamet bulması ve geçmiş kötülüklerinin kefaret edilmesi umulabilir. Ne var ki, günah işlemede­ki ısrarından ötürü, yoldan tamamen çıkması da muhtemeldir. Böyle birinin nefsi ise, kışkırtıcı nefs yani, Nefs-i Müsevvile olarak bilinir. Bu tür nefse sahip olan kimse, salih ameli kötü işle karıştı­ran biridir. Allah Teala tarafından tevbesinin kabulü umulabilir. Bu durumda istikamet bularak öne geçenler arasındaki yerini alır. Bu makamdaki kişi, iki hal arasındadır; ya nefsinin etkisi altın­da kalarak, hakkında kesinleşmiş olan söz hak olarak cehenneme atılacak, ya da Rabbini düşünerek kötülüğü bırakacak ve her tür­lü muhtaciyetten müstağni kılınacaktır. Allah Teala da sabık bir lütufla onun imdadına yetişecek ve bu sayede Mukarrebun'un de­receleri arasındaki yerini alacaktır. Çünkü o, Allah Teala'mn lütuf ve rahmeti, kendisinin de nihai niyeti sayesinde onların yoluna sâ-lik olmuştur.
Dördüncü kul ise, halleri bakımından en kötü durumda olan ve nefsine en fazla vebali, Rabbinden de en az nasibi olan kimselerin zümresinde yeralır. Bu zümrede yer alan kul, günah işledikten son­ra benzer veya daha ağır bir günah işler. Günahları üzerinde ısrarı­nı sürdürür ve fırsat bulduğu her an tekrar günah işleme noktasın­da kendi kendisiyle konuşur. Tevbeye asla niyetlenmediği gibi isti­kamet üzere de asla durmaz. Onun için hiçbir mükafaat vaadi umul­madığı gibi, azaptan kurtuluşu için de herhangi bir güvenin bulun­masından endişe edilemez. İşte günahta ısrarın hakikati budur.
Böyle bir kulun hali, haddini aşma ile müstekbirlik arasındadır. Bu gibileri hakkında Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Cehenneme gitmekte ısrar edenler helak oldular". Bu zümreye mensup olanların taşıdıkları nefs; kötülüğü emreden Nefs-i Emmâre olarak bilinir. Bunların ruhları ise, hayır ve iyilik­ten olanca güçleriyle kaçar. Kötü son için gerekli hususiyetlere sa­hip olan bu tür insanlar için tabii ki kötü son endişesi sözkonusu-dur. Çünkü onlar, şer yolunun yolcularıdır. Bunlar için kötü bir yer, ahirette de bedbaht bir son kaçınılmazdır.
Böyleleri hakkında rivayet edilen bir sözde şöyle denilmiştir: 'Allah Teala'mn tevbeyi ertelettiği kimse, O'nu yalanlar. Böyleleri-nin uğrayacakları en büyük lanet, işledikleri bir günahtan daha ağırına geçmeleridir. Bunlar, müsümanlarm avamı arasında yera-hrlar ve Allah Teala'nm iradesine göre fısk ehlini teşkil ederler. O, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "O'nun emrini (beklemek için) geri bırakımışlardır". (Tevbe/106) Yani O'nun hükmünün açıklan­ması için ertelenmişlerdir. Allah Teala, ya ısrarlarından ötürü ken­dilerine azap edecek, ya da geçmişteki seçiminin güzelliğinden do­layı tevbelerini kabul buyuracaktır. Allah Teala'nm azabından yine O'na sığınır ve sevabının nimetlerini niyaz ederiz. Tevbe bahsi de böylece noktalanmış oldu. [71][71]







[1][1] İbni Mâce, Mukaddime/17
[2][2] İbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Hanbel, III/225 IV/80, 82 V/183
[3][3] Buhârî, İman/34 İlim/6; Müslim, İman/8, 15; Ebu Davûd, Salat/1; Nesa'î, Salat/4 Sı-yam/1 İman/23; Dârimî, Vudu'/l; Muvatta', Sefer/94; İbni Hanbel, 1/250, 264, 343
[4][4] Benzer bir hadis için b. Ebu Davûd, Edeb/87,
[5][5] Müslim, Zikir/73; Ebu Davûd, Vitr/32; Tirmizî, Da'avat/68; Nesa'î, İsti'aze/13, 18, 21, 64;
İbni Mâce, Mukaddime/23 Dua/2,3; İbni Hanbel, U/167, 198, 240, 365   451 III/192 255' 282 IV/371, 381
[6][6] Benzer bir hadis için b. îbni Hanbel, 11/22
[7][7] Ebu Davûd, Edeb/40; Darimî, Rikak/63; İbni Hanbel, 11/178 183.
[8][8] Tirmizî, Zühd/63
[9][9] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 11/177
[10][10] Benzer hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 38/2-4; Ebu Davûd, Tıb/12; Dârimî Rü­ya/12; İbni Hanbel, IV/66 V/5S, 378.
[11][11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 7-28.
[12][12] İbni Mfice. Piten/28
[13][13] Benzer hadisler için b. Ebu Davûd, Akziye/2; İbni Mâce, Ahkam/3
[14][14] Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 43; İbni Mâce, Mukaddime/7; İbni Hanbel, V/252, 256
[15][15] Ebu Davûd, Edeb/86; Tirmizî, Edeb/72; İbni Hanbel, 11/265, 187.
[16][16] Benzer hadisler için b. Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, Ilim/19; İbni Mâce  Mukaddime/17-Dârimî, Mukaddime/29; İbni Hanbel, V/196.
[17][17] Bu manada bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/37
[18][18] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 29-37.
[19][19] IbniMâce. Zühd/37
[20][20] Müslim, îman/232; Tirmizî, İman/13; İbni Mâce, Piten/15; Dârimî, Rikak/42; İbni Han-bel, 1/184, 398 11/177, 222, 389 IV/73.
[21][21] Ebu Davûd, İHm/10
[22][22] Ebu Davûd, İlim/10; Tirmizî, İUm/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dâriim, Mu­kaddime/24; İbni Hanbel, IV/80, 82 V/173
[23][23] Buhârî, Fiten/18 İlim/9 Hacc/132; Tirmizî, İlim/7; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Mâce, Mukaddime/18; İbni Hanbel, V/39. 45, 49, 72
[24][24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 37-58.
[25][25] T2bu Davıid, tlim/10; Tirmizî, İHm/7; İbni Mâce, Mııkad(iime/18 Menasik/76; Dârimî, i kaddime/24; İbnî Hanbel, IV/80, 82 V/173.
[26][26] Muvatta\ Vasiyyet/7.
[27][27] Ebu Davûd, Diyat/23; Nesa'î, Kasame/41; Ibnı Mâce, Tıb/16.
[28][28] pârimî, Mukaddime/17
[29][29] İbni Mâce, Edeb/55.
[30][30] Benzer hadisler için b. Nesa'î, Sehv/46; Tirmizî, Da'avat/129; Dârimî, Rikak/58
[31][31] Buhârî, İman/l
[32][32] Dârimî, Buyu'/2; îbtıi Hanbel, IV/228
[33][33] Ebu Davûd, İlim/9; Tirmizî, İlim/3; İbni Mâce, Mukaddime/24; İbni Hanbel, 11/263, 305, 344, 353, 495
[34][34] Tirmizî, Zühd/11
[35][35] İbni Hanbel, 1/215, 271
[36][36] Bu mevzuyla ilgili değişik hadisler için b. Ebu Davûd, Akziye/11; Tirmizî, Ahkam/3; Ne-sa'î, Kudat/11; İbni Mâce, Menasik/38; Dârimî, Mukaddime/30; İbni Hanbel, 1/37 V/230, 236, 242.
[37][37] Ebu Davûd, İlim/10; Tirmizî, İlim/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî, Mu-kadrlime/24; îbni Hanbel, IV/80, 82 V/183.
[38][38] Bu hadiseyle ilgili muhtelif rivayetler için b. Müslim, Birr(14, 15; Tirmizî, Zühd/52; Dâ-rimî, BuyuV2; İbni Hanbel, IV/228; V/251, 252, 256
[39][39] Ebu Daviid, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/6, 7; Dârimî, Mukaddime/16; İbni Hanbel. IV/126, 127.
[40][40] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 58-109.
[41][41] Kafiyenin kerahetiyle ilgili hadisler için b. Buhârî, Da'avat/19; İbni Hanbel, VT/217
[42][42] Ebu Davûd, Vitr/23 Tahareti; İbni Mâcc, Dua/12; tbnİ Hanbel, 1/172, 183
[43][43] Ebu Davûd, Edeb/22.
[44][44] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 109-120.
[45][45] Tirmizî, Birr/78, 80; İbni Hanbel, V/269.
[46][46] Tirmizî, Edeb/72; Ebu Davûd, Edeb/86; İbni,Hanbel, 11/165, 187
[47][47] Dârimî, Mukaddime/43
[48][48] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Birr/71; İbni Hanbel, 11/369 IV/193-194.
[49][49] Müslim, Kas ame/3 7-38; Ebıt Davûd, Diyat/19; Nesa'î, Kasame/40, 41; îbni Hanbel, IV/245, 246 249
[50][50] Buhârî, Cenaiz/48; Ebu Davûd. Cenaiz/41; Tirmizî, Cenaiz/35, 51; Nesa'î, Cenaiz/44, 45, 54; İbni Hanbel, II/2, 3, 16 111/48, 51; IV/294 V/131 VT/402.
[51][51] Benzer bir hadis için b. Müslim, İman/231 Fiten/116; İbni Hanbel, 11/166, 210
[52][52] BtıMrî, Menakıb/1 Edeb/52 Ahkam/27; Müslim, Birr/98, 99; Ebu Davûd, Edeb/34; Tirmi-zî, Birr/78; Muvatta', Kelam/21; îbni Hanbel, 11/245, 307, 336, 455.
[53][53] Ebu Davûd, Edeb/34; Dârimî, Rikak/51
[54][54] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 120-140.
[55][55] Hadisin değişik rivayetleri için b. Buhârî, İ'tisam/20 Buyıı760 Sulh/5; Müslim, Akziye/17-18; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/2, 12; İbni Hanbel, 11/146 VI/260
[56][56] Dârimî, Mukaddime/23
[57][57] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Mukaddime/17.
[58][58] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 140-150.
[59][59] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 150-157.
[60][60] îbni Mâce, Zühd/30
[61][61] Tirmizî, Birr/55; Dârimî, Rikak/74; İbni Hanbel, V/153, 158, 169, 228, 236.
[62][62] Benzer bir hadis için b. Buhârî, Edeb/60; Müslim, Zühd/53
[63][63] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, İlim/15 Zekat/69; Dârimî, Mukaddime/44; İbni Mâce, Mukaddime/14; Nesa'î, Zekat/64; İbni Hanbel, IV/357, 359, 360
[64][64] Tirmizî, Sevabü'l-Kur'an/20.
[65][65] İbni Mâce, Fiten/22; îbni Hanbel, V/277, 280, 282
[66][66] Tirmizî, Kıyamet/49; İbni Mâce, Zühd/30; Dârimî, Rikak/18
[67][67] İbni Mâce, Zühd/30.
[68][68] İbnİ Hanbel, 1/80, 103
[69][69] İbni Hanbfil, VI/240
[70][70] Tirmizî, Dua/128
[71][71] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 158-206.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar