Print Friendly and PDF

SOYKIRIM SÖMÜRÜLÜYOR

Bunlarada Bakarsınız



Alıntı: SOYKIRIM ENDÜSTRİSİ, Norman G. Finkelstein, Türkçesi: Erkan Saka Gökçe Kaçmaz, Söylem Yayınları: 3 İnceleme Araştırma Dizisi: 2, 2001, İstanbul

BİYOGRAFİ

Norman G. Finkelstein Princeton Üniversitesinin Sovyet Bilimi Bölümünden, Siyonizm teorisi üzerine yaptığı tezle doktorasını aldı. Dört tane kitap yazmıştır: İmage and Reality of the Israel-Palestine Conflict (Verso, 1995), The Rise and Fail of Palestine (University of Minnesota Press, 1996), Ruth Bettina Birn ile, A Nation on Trial: The Goldhagen Thesis and Historical Truth (Henry Holt, 1998) ve The Holocoust Industry: Reflections on the Bcplanation of Jevvish Suffering (Verso, 2000) (Bu kitap). Yazıları London Reiew of Books, Index on Cencorship, Journal of Palestine Studies, New Left Review, Middle East Report, Christian Science Monitor ve Al Ahram Weekly gibi prestijli dergilerde yayımlandı. Şu anda New York Üniversitesine bağlı Hunter College’de politik teori dersleri vermektedir.
Finkelstein New York, Brooklyn’de 1953’de doğdu. Varşova Gettosu Maidanek toplama kampından kurtulan Maryla Husyt Finkelstein ve Varşova Gettosu Auschwitz toplama kampından kurtulan Zacharias Finkelstein’in oğludur. İlk kitabını “Onlara yapılanları asla unutamam ve affedemem" cümlesiyle ebeveynlerine adadı. Kardeşleri Richard ve Henry Finkelstein, Norman’m tüm çabalarının Nazi Soykırımı’nın tarihe entegre etmek olduğunu ve kendilerinin de bunu desteklediğini söylüyorlar. Yapılanları unutmak ve affetmek mümkün olmayacak.
Geçtiğimiz yıllarda meydana gelen anılmaya değer bir polemikte Gore Vidal, o zamanlar Amerikan Yahudi Komitesi’nin yayın organı Commentary’nin editörü olan Norman Podhoretz’i Amerikalı olmamakla suçlamıştı.[1] Vidal’ın bu suçlamayla ilgili delili, Podhoretz’in “Cumhuriyetimizi hala etkileyen çok büyük ve benzersiz bir trajik olay olan” Ameri­kan İç Savaşı’na Yahudi çıkarlarından daha az önem atfetmesiydi. Ancak Podhoretz kendisini suçlayandan daha Ame­rikalı olabilirdi. Çünkü artık Amerikan kültür hayatında “eya­letler arasındaki savaş” değil de “Yahudilere karşı savaş” da­ha merkezi bir yer tutuyordu. Birçok akademisyenin de doğ­rulayacağı gibi üniversite öğrencilerinin çoğu, Amerikan İç Savaşı’nın değil de Nazi soykırımının tarihini, bu soykırımda kaç kişinin öldüğünü daha doğru olarak bilecektir. Aslında, bugün üniversite dersliklerinde referans gösterilen belki de tek tarihsel olay Nazi soykırımıdır. Anketlerin gösterdiğine göre de Amerikalıların çoğu Pearl Harbor olayı ya da Japon­ya’ya atom bombası atılmasından çok Soykırım’ı bilmekte­dir.
Aslında Nazi soykırımı, çok yakın zamanlara kadar Amerikan yaşamında kendine pek yer bulamamıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 1960’ların sonlarına kadar ko­nu üzerine çok az kitap yazıldı ve film çevrildi. ABD üniver­sitelerinde konu üzerine verilen tek bir ders vardı.[2] Hannah Arendt, 1963’te Eichmann in Jerusalem (Eichmann Ku­düs’teki yazdığı zaman İngilizce’de yalnızca iki tane akade­mik kaynağa atıfta bulunabilmişti Gerald Reitlinger’dan The Final Solution (Nihaî Çözüm)ve Raul Hilberg’dan The Destruction of the European Jews (Avrupa Yahudileri’nin İmhası).[3] Hilberg’in başyapıtı gün ışığını bile zar zor görebil­mişti. Columbia Üniversitesi’ndeki tez danışmanı, Alman-Yahudi sosyal teorisyen Franz Neumann, Hilberg’in bu konu üzerine yazmasına şiddetle engel olmaya çalışmış (“O senin cenaze törenin olur” demişti), hiçbir üniversite yayınevi ya da anaakım yayıncı da eserin bitmiş haliyle ilgilenmemişti. The Destruction of European Jews sonunda yayınlandı ama çok az dikkat çekebildi. Kitap üzerine yazılanların çoğu da eleştireldi.[4]
Yalnızca genel olarak Amerikalılar değil, Amerikan Yahudileri ve özellikle Yahudi entellektüeller de Nazi soykırımı­na çok az dikkat çekmişti. Sosyolog Nathan Glazer’in 1957’de yaptığı yetkin bir ankete göre Nazi soykırımı “Ame­rikan Yahudiliğinin iç yaşamında dikkate değer bir düşük de­recede etkiye sahip”ti. 1961’de Commentary adlı derginin düzenlediği“Yahudilik ve Genç Entellektüeller” sempozyu­munda, 31 katılımcıdan yalnızca ikisi soykırımın etkilerini vurgulamıştı. Yine 1961:de Judaism dergisinin “Yahudiliği­mi Bildiriyorum” başlıklı yuvarlak masa toplantısına katılan 21 Amerikan Yahudisi -bunlar ibadetlerini yerine getiren Yahudilerdendi -neredeyse tamamen soykırım olayını gözardı etmişti.[5] ABD’de Nazi soykırımına işaret eden hiçbir anıt ya da benzeri bir şey de yoktu. Aksine önde gelen Yahudi ör­gütleri böyle bir anıtlaştırmaya karşı çıkıyorlardı. Niçin?
Bu soruya karşılık olarak yapılan standart açıklamada, Nazi soykırımının Yahudiler üzerinde travma etkisi gösterdi­ği ve bunun sonucunda soykırımının anısının bastırılıp, yok edildiği iddia edilmektedir. Aslında böyle bir açıklamaya delil olacak hiçbir şey yoktur elimizde. Şüphesiz ki bazı sağ kalan­lar sonraki yıllarda şu ya da bu sebepten dolayı konuşmak is­temediler. Ama birçoğu ellerine fırsat geçtiğinde konuşabil­dikleri kadar konuştular.[6] Sorun, Amerikalıların onları dinle­mek istemediğiydi.
Nazi soykırımı karşısında kamusal suskunluğun asıl ne­deni Amerikan Yahudi önderliğinin pek de ilkeli olmayan politikaları ve İkinci Dünya Savaşı ABD’sinde hakim olan si­yasi iklimdir. Hem iç politikada hem de uluslararası mesele­lerde Amerikan Yahudi elitleri[7] resmî Amerikan politikasına sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Böyle yapmakla geleneksel hedefler olan asimilasyon ve güce ulaşma kolaylaştı. Soğuk savaşın başlamasıyla anaakım Yahudi örgütleri kavgaya katıldı. Ame­rikan Yahudi elitleri, Nazi soykırımını “unuttu” çünkü Al­manya -1949 itibarıyla Batı AlmanyaSoğuk Savaş’ta SSCB’ye karşı ABD’nin önemli bir müttefiki olmuştu. Geç­mişin eşelenmesinin faydalı bir amacı olmayacak aksine işle­ri iyice karmaşık bir hale getirecekti.
Birkaç küçük çekince dışında -onlar da bir süre sonra halledildibüyük Amerikan Yahudi örgütlerinin çoğu, yeni­den silahlandırılmış ve Nazilikten ancak arındırılmış bir Al­manya’ya destek verilmesi noktasında resmi ABD çizgisine geldiler. “Yeni dış politika ve stratejik yaklaşıma Amerikan Yahudileri arasından çıkacak örgütlü bir muhalefet, Yahudilerin, Yahudi olmayan çoğunluğun gözünde yalıtılmasına ve savaş sonrası elde edilen kazanımların tehlikeye düşmesine neden olabilir” korkusuyla hareket eden Amerikan Yahudi Komitesi (American Jews Comittee-AJC) yeni ittifakın er­demlerini sayıp dökmede başı çekmişti. Siyonizm yanlısı Dünya Yahudi Kongresi (World Jevvish Congress-WJC) ve onun ABD’deki üyesi de 1950’lerin başında Almanya ile im­zalanan tazminat anlaşmalarının ardından muhalefetlerine son verdiler. İftira Karşıtı Birlik (Anti-Defamation League-ADL) ise Almanya’ya resmi heyet gönderen (1954’te) ilk bü­yük Yahudi örgütü oldu. Bonn hükümeti ile birlikte bu örgüt­ler Yahudiler arasında yaygın “anti-Alman dalga”yı bastırma­ya çalıştılar.[8]
Nazi soykırımının Amerikan Yahudi elitleri arasında bir tabu olarak görülmesinde başka bir neden daha vardır. So­ğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne karşı Almanya ile it­tifak kurulmasına karşı çıkan solcu Yahudiler bu meseleyi sü­rekli gündeme getiriyordu. Nazi soykırımının hatırlanması Komünizm davası olarak etiketlenmişti. Yahudileri Sol’la bir tutan klişeleştirmenin aslında 1948’deki ilerici Başkan ada­yı Henry Wallace’a oy verenlerin üçte birini Yahudiler oluş­turuyordukorkusuyla yaşayan Amerikan Yahudi elitleri din­daşlarını anti-Komünist saldırganlığa teslim etmekten kaçın­madılar. Sözde Yahudi isyankarlar hakkındaki dosyalan dev­let kurumlanna teslim eden AJC ve ADL gibi örgütler McCarthy dönemindeki cadı avına aktif olarak katıldılar. AJC, Rosenbergler’in idamını onaylarken, aylık yayın orga­nı Commentary de başyazısında onların gerçek Yahudi ol­madıklarını kanıtlamaya çalışıyordu.
Yurtiçi ve yurtdışında siyasi solla ittifak halindeymiş gibi görünmekten korkan anaakım Yahudi örgütleri, Nazi karşıtı Alman sosyal demokratlarıyla işbirliğine karşı çıktılar, ABD’yi turlayan eski Nazilere karşı Alman imalatçıların dü­zenlediği boykotlara ve kitlesel gösterilere de katılmadılar. Öte yandan, Protestan papaz Martin Niemöller gibi ABD’yi ziyaret eden tanınmış Alman muhalifler, Amerikan Yahudi elitlerinin kınamalarıyla karşılaştılar. (Sekiz yıl Nazi toplama kamplarında tutsak kalmış olan Niemöller, anti-Komünist haçlı seferine karşı çıkıyordu) Anti-komünist kimliklerini diri tutmaya çalışan Yahudi elitleri “Tüm Amerika Komünizme Karşı Konferansı” gibi sağ kanat aşırı örgütlenmelere yardım etmekten ve onlara mali destek vermekten bile kaçınmadılar. Bu arada, ülkeye giren eski Nazi SS üyelerini de görmezlik­ten geldiler.[9]
İktidardaki Amerikan elitlerine yağ çekmeye ve kendile­rini Yahudi Sol’undan ayrı göstermeye çok özel bir çaba har­cayan örgütlü Amerikan Yahudiliği, Nazi soykırımını, SSCB’nin alenen suçlanması dışında bir konuda dile getir­mekten kaçınıyordu. Novick’in, sevinçle atıfta bulunduğu Amerikan Yahudi Kongresi’nin bir iç yazışmasına göre “Sovyetlerin [Yahudi karşıtı] politikasının açtığı fırsat kapıları, gözardı edilmemelidir. Bunlar, Yahudi Kongresi’nin yurt içi programını gerçekleştirmesinde önemli bir yer tutacaktır”. Bu da Nazi soykırımını Rus anti-semitizminin bir parçası ola­rak göstermek anlamına geliyordu. Tam bu noktada Commentary’in şu berbat yorumuna bakın: “Hitler’in yapamadı­ğını Stalin yapacak. Sonunda Nazi soykırımına paralel yürü­tülen bir politika ile Orta ve Doğu Avrupa’nın Yahudilerden temizlenmesi tamamlanacak”. Büyük Amerikan Yahudi ör­gütleri SSCB’nin 1956’da Macaristan’ı işgal etmesini bile şu şekilde kınıyordu: “Rus Auschwitz’ine giden ilk durak.”[10]
1967 Arap-İsrail Savaşı ile herşey değişti. Hemen he­men tüm anlatımlar, ancak bu savaş sonrasında Soykırım’ın Amerikan Yahudi yaşamında demirbaş haline geldiğini belir­tiyor.[11] Bu dönüşüme yönelik standart açıklamada İsrail’in 67 Haziran savaşında maruz kaldığı aşırı yalıtılmışlık ve sa­vunmasızlığın Nazi soykırımına dair anıları canlandırdığı id­dia ediliyor. Aslında, bu analiz hem o zamanın Ortado­ğu’sundaki güç dengeleri hem de Amerikan Yahudi elitleri ile İsrail arasında gelişen ilişkilerinin yapısı hakkında yanıltıcı bilgiler vermektedir.
Amerikalı anaakım Yahudi örgütleri, ABD’nin soğuk sa­vaş önceliklerine uyum göstermek için 2. Dünya Savaşı son­rasında Nazi soykırımını görmezden geldikleri gibi İsrail’e yaklaşımlarında da ABD politikalarının izinden gittiler. Ame­rikan Yahudi elitleri ilk baştan itibaren bir Yahudi devletine karşı derin kuşkular taşımışlardı. Bunun başlıca sebebi “çifte sadakat” suçlamasıyla karşı karşıya kalma ihtimaliydi. Soğuk Savaş yoğunlaştıkça korkulan daha da arttı. Daha İsrail ku­rulmadan önce Amerikan Yahudi liderleri İsrail’in Doğu Av­rupa kökenli solcu liderlerinin Sovyet kampına katılabilece­ğini düşünüp, endişe ediyordu. Sonunda Siyonistlerin önder­lik ettiği devlet kampanyasını benimseseler de Washington’dan gelen sinyallere her zaman dikkat ettiler ve bunlara göre kendilerini ayarladılar. Aslında Yahudi Kongresi’nin İs­rail’in kuruluşunu bir korkudan dolayı desteklediği söylenebi­lir: Kongre, Avrupa’daki yerlerinden edilmiş Yahudilerin bir an önce yerleşmemeleri halinde Yahudilere yönelik bir tep­kinin doğmasından korkuyordu.[12] İsrail, kuruluşundan kısa bir süre sonra Batı kampına katıldı ama İsrail hükümeti için­de ve dışında SSCB’ye güçlü bir sempati duyan birçok İsra­illi vardı. Tahmin edileceği üzere bu durum Amerikan Yahu­di liderlerinin İsrail’le aralarına bir tür mesafe koymalarına neden olmuştu.
Kurulduğu 1948 yılından 1967 Haziran Savaşı’na ka­dar İsrail, Amerikan stratejik planlamasında merkezi bir ko­numda yer almadı. Filistinli Yahudi önderliği devlet ilanına hazırlanırken Başkan Truman bir tarafta Yahudi oyları öte tarafta Dışişleri Bakanlığı’nın uyarısı (bir Yahudi devletinin savunulması Arap dünyasını ABD’ye yabancılaştırabilirdi) arasında geveleyip durmak dışında bir şey yapmamıştı. Eisenhower yönetimi Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarını ko­rumak için İsrail’le Arap ülkelerine destek konusunda bir denge kurmuştu ama yine de Araplar kayrılıyordu.
İsrail’le ABD arasında aralıklarla devam eden uyuşmaz­lık 1956’daki Süveyş kriziyle zirveye çıktı. İsrail bu tarihte İn­giltere ve Fransa ile işbirliği yaparak Mısır’ın milliyetçi lideri Cemal Abdunnasır’a saldırdı. İsrail’in yıldırım zaferi ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmiş olması stratejik potansiyeline dik­katlerin çekilmesine yol açsa da ABD İsrail’i hala bölgedeki yatırımlarından ancak birisi olarak görüyordu. Başkan Eisenhower’ın İsrail’i, Sina Yarımadası’ndan koşulsuz çekilmeye zorlaması bu yüzden şaşırtıcı değildir. Kriz sırasında Ameri­kan Yahudi liderleri, ABD’yi isteklerinden vazgeçirme çaba­larında İsrail’e destek oldular ancak son tahlilde Arthur Hertzberg’in de vurguladığı gibi İsrail’e nasihat etmeyi tercih ettiler: “ABD liderinin isteklerine karşı çıkmak yerine, dedik­lerine kulak verin.”[13]
Arada sırada bir hayırseverlik nesnesi olması dışında, İsrail devleti, kuruluşundan sonra Amerikan Yahudi yaşamın­da etkisini kaybetti. Aslında İsrail, Amerikan Yahudileri için önemli değildi. 1957’deki incelemesinde Amerikalı Yahudi araştırmacı Nathan Glazer, İsrail’in “Amerikan Yahudi yaşa­mında farkedilir derecede etkisiz olduğu”nu söylemişti.[14] Amerika Siyonist Örgütü’ne üyelik 1948’de yüzbinlerle ifa­de edilirken 1960’lara gelindiğinde ancak onbinlerden bahsedilebiliyordu. 1967 Haziranı’ndan önce her 20 Amerikan Yahudisinden ancak biri İsrail’e gitmeye tenezzül ediyordu. İsrail’i, gururunu kırarcasına Sina’dan çekilmeye zorladıktan hemen sonra yeniden seçilen Eisenhower’ın zaten varolan Yahudi seçmen desteğinin son seçimde daha da arttığı göz­lemlenmişti. Hatta, İsrail, 1960’lann başında Eichmann’ın kaçırılması üzerine Amerikan Yahudi Kongresi-AJC’nin eski başkanı Joseph Proskauer; Harvard’lı tarihçi Oscar Handlin ve Yahudilerin sahibi olduğu Washington Post gibi Yahudi düşün elitinin bazı sektörlerinin ağır eleştirisine maruz kal­mıştı. Erich Fromm şöyle diyordu: “Eichmann’ın kaçırılması tam da Nazilerin suçlanmalarına neden olan yasadışı eylem tiplerinden birine örnektir.”[15]
Hangi siyasi eğilime mensup olursa olsun Amerikan Ya­hudi entelektüellerinin İsrail’in kaderine özellikle ilgisiz ol­dukları görüldü. 1960’lardaki sol liberal New York Yahudi entellektüellerine dair ayrıntılı çalışmalarda İsrail’in adının nadiren geçtiği görülür.[16] Haziran Savaşı’ndan hemen önce Yahudi kongresi “Yahudi Kimliği: Şimdi ve Burada” başlıklı bir sempozyum düzenlemişti. “Yahudi toplumunun en iyi” 31 beyninden yalnızca üçü, o da ancak imayla İsrail’e atıfta bulunmuştu. Aslında bunlardan ikisi de önemsizliğini vurgu­lamak için İsrail’i ima etmişlerdi.[17] İroniye bakın: Kamuoyun­da tanınan Yahudi entelektüellerden yalnızca ikisi Haziran 1967 savaşından önce İsrail’le ilgilenmişti. Bu iki kişi Noam Chomsky ve Hannah Arendt idi.[18]
Sonra Haziran Savaşı geldi. İsrail’in ezici güç gösterisin­den etkilenen ABD bunu stratejik bir varlığa dönüştürmeye girişti (aslında Haziran Savaşı’ndan önce, Mısır ve Suriye re­jimlerinin 1960’ların ortalarında giderek daha bağımsız bir politika izlemeleri sonucu ABD çekinceli de olsa İsrail’e ya­naşmaya başlamıştı). İsrail ABD’nin Ortadoğu’daki vekili ha­line gelirken ülkeye askeri ve ekonomik yardım akmaya baş­ladı.
İsrail’in ABD gücüne teslim oluşu Amerikan Yahudileri için beklenmedik bir mutluluk kaynağı oldu. Siyonizm, Yahudilerin başka toplumlar içerisinde asimilasyonunun boş bir hayal olduğu, Yahudilerin her zaman potansiyel vefasız ya­bancılar olarak algılanacakları fikrinden doğmuştu. Bu ikile­mi çözmek için de Siyonistler Yahudiler için bir anavatan kurmaya karar vermişlerdi. Ancak İsrail’in kurulmasıyla so­run diaspora (anavatan dışında)ki Yahudiler için her bakım­dan daha da beter bir hale geldi: Çifte sadakat suçlamasına şimdi kurumsal bir ifade eşlik edebilecekti. Paradoksa bakın ki 1967 Savaşı İsrail’in ABD’de özümsenmesini kolaylaştır­dı; Yahudiler şimdi Amerika’nın korunmasında ön cepheler­de yer alıyordubaşka bir deyişle gerici Arap sürülerine kar­şı “Batı Medeniyetinin savunmasını yapıyorlardı-. 1967 ’den önce İsrail çifte sadakati çağrıştırırken, şimdi süper sa­dakat anlamına geliyordu. Son tahlilde Amerikalılar değil de İsrailliler AÇD çıkarları için savaşıyor ve ölüyorlardı. Ayrıca Vietnam’da Amerikan askerlerinin yaşadıklarının aksine, İs­railli savaşçılar Üçüncü Dünyalı türedilerin önünde rezil ol­mamışlardı.[19]
Bu arada, Amerikan Yahudi elitleri de birdenbire İsrail’i keşfetmeye başladı. 1967 Savaşı’ndan sonra İsrail’in askeri azmi tebrik edilebilirdi çünkü silahları doğru yere, Ameri­ka’nın düşmanlarına çevrilmişti. Hatta bu askeri gayretkeşlik Amerikan iktidarının en mahrem yerlerine girişi kolaylaştırabilirdi. Önceleri, Yahudi elitleri ancak Yahudi isyancıların isimlerinin bulunduğu ve sayıları pek de fazla olmayan liste­leri sunabiliyordu iktidara. Şimdi ise en yeni stratejik yatırı­mı ile ABD arasında doğal arabulucu haline gelmişlerdi. Böylece Soğuk Savaş dramasında kırıntılarla uğraşan bir fi­güranlıktan baş role doğru uzanan bir aktör haline geliyorlar­dı. İsrail ABD’nin olduğu kadar Amerikan Yahudiliğinin de stratejik bir yatırımı olmuştu.
Haziran Savaşı’ndan kısa bir süre önce yayınlanan anı­larında Norman Podhoretz Beyaz Saray’da katıldığı bir ak­şam yemeğini başı dönmüşçesine anlatırken “[yemeğe katılanlar] arasında orada olduğu için kendisinden daha mutlu olan kimse olmadığını” söylüyordu.”[20] Podhoretz daha o za­mandan ABD’nin önde gelen Yahudi dergisi Commentary’nin editörüydü. Ama anılarında İsrail’e yalnızca bir ke­re, o da imayla değinmişti. Hırslı bir Amerikan Yahudisi’ne İsrail ne vaad edebilirdi? Daha sonra yazdığı başka bir anı ki­tabında ise Podhoretz 1967 Haziram’ndan sonra İsrail’in Amerikan Yahudiliğinin dini haline geldiğini hatırlıyor.[21] Şimdi İsrail’in ünlü bir savunucusu olan Podhoretz yalnızca Beyaz Saray’daki akşam yemeğine katılmakla değil Başkan’la baş başa ulusal çıkarları görüşmekle de övünebilirdi.
Haziran Savaşı’ndan sonra anaakım Amerikan Yahudi örgütlerinin hepsi ABD-İsrail ilişkilerinin pekişmesi için fulltime çalışmaya başladı. Örneğin İftira Karşıtı Birlik-ADL, bu bağlamda İsrail ve Güney Afrika istihbaratıyla bağlantılı ola­rak ABD’de geniş çaplı bir gözetim operasyonuna girişti.[22] The New York Times’ta İsrail’le ilgili çıkan haberlerde 1967 Haziran’ından sonra dramatik bir artış gözlendi. The New York Times Index’in 1955 ve 1965 tarihli girişlerinde İsra­il’e 60 sütun inç’lik yer ayrılmışken bu miktar 1975 girişin­de 260 sütun inç’e ulaşmıştı. Wiesel 1973’te şöyle diyordu: “Rahatlamak istediğim zaman The New York Times’ta İsra­il’le ilgili çıkan şeylere bakıyorum.”[23] Podhoretz gibi daha birçok ana akım Amerikan Yahudi entelektüeli de Haziran Savaşı’ndan sonra “din”i birdenbire keşfetti. Novick, Soykırım edebiyatının duayenlerinden Lucy Dawidowicz’in bir zamanlar “İsrail’in keskin bir eleştirmeni” olduğunu söy­lüyor. Novick’in belirttiğine göre Dawidowicz, 1953’te, yer­lerinden edilen Filistinlilere karşı sorumluluktan kaçındığı sü­rece İsrail’in Almanya’dan tazminat istemeye hakkı olmadı­ğını, “ahlakın o kadar da esnek olmadığını” yazmış. Ama Haziran Savaşı’nın hemen ertesinde Dawidowicz “ateşli bir İsrail hayranı” olur ve İsrail’in “modern dünyada Yahudiliğin ideal imajı için kolektif bir paradigma olduğunu” ilan eder.[24]
1967 sonrasında yeniden Siyonist olanların gözde stra­tejilerinden biri sözde kuşatma altındaki İsrail’e verdikleri açık desteği, Amerikan Yahudiliğinin Soykırım esnasındaki ödlekliğine karşı konumlandırmak oldu. Aslında Amerikan Yahudi elitlerinin her zaman yaptığı bir şeyi yapıyorlardı: Sı­kı sıkıya Amerikan iktidarının izinden gitmek. Kahramanca pozlar takınmada eğitimli sınıflar epey başarılı olduklarını gösterdiler. Ünlü sol-liberal sosyal kritik Irving Hoıve’u düşü­nün. 1956’da Howe’un editörlüğünü yaptığı Dissent’te Mı­sır’a yapılan ortak saldırı “ahlak dışı” olarak nitelenmişti. As­lında gerçekten tek başına olmasına rağmen İsrail “kültürel şovenizm” yapmakla ve “mesiyanizme yakın bir kader inan­cı” ile “gizli yayılmacılık eğilimi” taşımakla suçlanmıştı.[25] ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin zirveye çıktığı 1973 Ekim Savaşından sonra Howe, tecrit edilmiş İsrail için “çok yoğun endişeyle dolu” olduğunu belirttiği kişisel bir manifesto ya­yınladı. Woody Allen’kilere benzer bir parodideymiş gibi yas tutan Howe, Yahudi olmayan dünyanın anti-semitizmle kapanmasından yakınıyordu. “Yukarı Manhattan’da bile İsrail artık ‘şık’ değildi”, kendisinden başka herkes Mao, Fanon ve Guevara’nın kölesi olmuştu.[26]
İsrail’i ABD’nin stratejik yatırımı olarak eleştirenler de yok değildi. İsrail, Araplarla BM kararları doğrultusunda bir anlaşmaya yanaşmaması ve ABD’nin küresel ölçekli arzula­rını şiddetle desteklemesi yüzünden giderek artan uluslarara­sı kınamayla karşı karşıyaydı.[27] Bunun yanında İsrail, Ameri­kan kamuoyunda artan hoşnutsuzluğun da üstesinden gel­mek zorundaydı. Amerikan egemen çevreleri içindeki Arapçılar denen kesimler tüm yumurtaların İsrail’in sepetine ko­narak Arap elitlerinin gözardı edilmesinin ABD’nin ulusal çı­karlarına aykırı olduğunu savunuyordu.
Bazıları İsrail’in ABD’nin gücüne teslim olması ve kom­şu Arap devletlerini işgal etmesinin yalnızca prensipte yanlış olmayıp kendisi için de zararlı olduğunu iddia ediyordu. İsra­il giderek daha fazla militarize olacak ve Arap dünyasına ya­bancılaşacaktı. İsrail’in yeni Amerikan Yahudi “taraftarla­rı ”na göreyse bu tip argümanlar aforoz edilme sınırlarında dolaşıyordu: Komşularıyla barış içindeki bağımsız bir İsrail’in değeri yoktu; Arap dünyasındaki ABD’den bağımsızlık iste­yen akımlarla İsrail arasında kurulacak bir ittifak felaket ola­caktı. Ancak Amerikan gücüne dayanmış bir İsrail olabilirdi. Ve tabi ancak böylece ABD’li Yahudi liderler Amerika’nın emperyal arzularının sözcüsü olabileceklerdi. Noam Chomsky bu “İsrail.taraftarları”nın “İsrail’in ahlaki çöküşü­nün ve nihai yokoluşunun taraftarları” olarak adlandırılması­nın daha doğru olacağını söyler.[28]
Stratejik yatırımlarını korumak için Amerikan Yahudi elitleri Soykırım’ı “hatırladılar”[29] Geleneksek anlatıma göre İsrail’in Haziran savaşında ölümcül bir tehlike altında olması ve “ikinci bir Soykırım” ihtimali belirmesi Soykırım’ı hatırlat­mıştı. Ancak bu açıklama dikkatli bir inceleme karşısında tu­tunamaz.
İlk Arap-İsrail savaşını düşünün. 1948’de, bağımsızlığın arifesinde Filistinli Yahudilere yönelik daha ciddi bir tehdidin var olduğu görünüyordu. David Ben-Gurion “700.000 Ya­hudi’nin 27 milyon Arab’ın karşısında kaldığını” ilan etmiş­ti; bire karşı kırk. ABD, BM’nin bölgeye yönelik silah ambar­gosu kararına katıldı, böylece Arap ordularındaki silah üs­tünlüğü pekişti. Yeni bir Nazi soykırımı senaryosu Amerikan Yahudilerini de korkutuyordu. Arap Devletleri’nin Hitler’in dalkavuğu müftüyü* silahlandırırken ABD’nin BM ambargo­suna uymasına sitem eden Yahudi kongresi, Filistin’de “kit­lesel bir intihar ve topyekun bir soykırım” bekliyordu. Dışiş­leri Bakanı George Marshall ve C1A bile savaşın sonunda İs­rail’in yenileceğini düşündüklerini açıkça söylemişlerdi.[30] Ta­rihçi Benny Morris’in deyimiyle “ güç olan taraf kazanmıştı” ama bu İsrail için kolay bir zafer olmamıştı. Savaşın ilk ayla­rında, 1948’in başlarında ve özellikle de bağımsızlığın ilan edildiği Mayıs ayında, Haganah’ın** operasyonlar baş so­rumlusu Yigael Yadin, İsrail’in sağ kalma şansını “fifti-fifti” olarak tanımlıyordu. Çeklerle gizli bir silah anlaşması olma­saydı, İsrail büyük olasılıkla hayatta kalamayacaktı.[31] Bir yıl süren savaşın sonunda İsrail, nüfusunun yüzde birini, 6.000 kişiyi kaybetti. Peki neden o zaman, yani 1948’den sonra Soykırım Amerikan Yahudi hayatının ilgi odağı olmadı?
1967’de İsrail eskisinden çok daha kuvvetli olduğunu kı­sa sürede kanıtladı. İsrailli ve Amerikalı liderler Arap devlet­leriyle yapılacak bir savaşta İsrail’in galip geleceğini önceden biliyorlardı. İsrail’in birkaç gün içinde Arap komşularını hal­letmesiyle bu gerçek apaçık ortaya çıktı. Novick’in dediği gi­bi “savaştan önce İsrail için seferber olan Amerikan Yahudileri, Soykırım’ı nadiren açıkça gönderme yapmışlardı ki bu epey şaşırtıcıdır.”[32] Soykırım endüstrisi ancak İsrail’in ezici askeri hakimiyetini sergilemesinden sonra ortaya çıkmış ve büyük bir zafer kazanan İsrail imajıyla gelişme göstermiştir.[33] Alışılagelmiş açıklamalar bu anormallikleri açıklayamaz.
İsrail’in ilk başlardaki şaşırtıcı geri çekilişleri, kayda de­ğer kayıpları ve 1973 Ekimi’ndeki Arap-Israil savaşından sonra kendisine yönelik giderek artan uluslararası tecrit; alı­şıldık açıklamalara göre Amerikan Yahudilerinin İsrail için duydukları endişeyi olağanüstü bir şekilde artırmıştı. Bu du­rumda Soykırım’ın anısı şimdi sahnenin baş köşesine yerle­şiyordu. Burada Novick’in tipik açıklamalarından birine yer verelim: “Korunmasız ve tecrit edilmiş İsrail’in durumu Ame­rikan Yahudileri’nin gözünde Avrupa Yahudilerinin 30 yıl önce yaşadıklarının çok benzeri bir durum olarak gözükme­ye başladı...Soykırım’ın anısı sırf ‘bahsedilmekle’ kalmadı, giderek kurumlaştı da.”[34] Yine de son tahlilde, ister İzafî is­terse mutlak değerlerle değerlendirilsin, İsrail’in maruz kaldı­ğı kayıplar ve yok olma ihtimali 1948 Savaşı’nda çok daha yüksekti.
Doğrudur, ABD’yle müttefik olması dışında İsrail’in, 1973’teki savaş sonrasında uluslararası kamuoyu nezdindeki değeri epey düşmüştü. Bu durumu 1956’daki Süveyş Sa­vaşı ile karşılaştıralım. İsrail ve örgütlü Amerikan Yahudiliği’nin iddiasına göre Sina işgalinin arefesinde Mısır, İsrail’in varlığını tehdit ediyordu. İsrail’in Sina’dan tamamen çekil­mesi “İsrail’in hayati çıkarlarına onun bir devlet olarak va­rolmasınaölümcül bir darbe indirecekti.”[35] Uluslararası ka­muoyu ise tavrında ısrarlıydı. BM Genel Konseyi’ndeki mü­kemmel performansını anlatan Abba Eban esefle “konuşma uzun ve güçlü bir alkış almasına rağmen sıra oylamaya gel­diğinde aleyhimizde büyük bir çoğunluk olduğunu gördük” der.[36] Aleyhte çoğunluğun oluşmasında ABD’nin etkisi bü­yüktü. İsrail’i çekilmeye sırf Eisenhou/er değil tarihçi Peter Grose’nin belirttiğine göre Amerikan kamuoyunda İsrail’e olan desteğin ürkütücü bir şekilde azalması da zorluyordu.[37] 1973 savaşının hemen ardından ise ABD, İsrail’e dev bir as­keri yardımda bulunmuştu (önceki dört yılda verdiğinin top­lamından daha fazlası); Amerikan kamuoyu da sıkı sıkıya İs­rail’i destekliyordu.[38] İşte bu zamanda, yani İsrail’in 1956 ’dan çok daha az tecrite uğradığı bir anda Soykırım’ın anısı ‘bahsedilmeye’ başlıyordu.
Aslında Soykırım endüstrisinin sahnenin baş köşesine yerleşmesi, İsrail’in Ekim 1973 savaşındaki başarısızlıkları ya da savaştan sonra parya statüsüne düşmesiyle Nazi soykırı­mının hatırlanmasından dolayı değildir. Aksine Sedat’ın 1973 Savaşı’ndaki gösterdiği etkileyici askeri gücü, ABD ve İsrail’in politika yapımcılarını Mısır’la diplomatik ilişkilerin kurulması gerektiğine ve Haziran 1967’de işgal edilen Mısır topraklarının geri verilmesinden kaçınılamayacağına ikna et­mişti. İsrail’in görüşmelerdeki gücünü arttırmak için Soykırım endüstrisi üretim kotasını yükseltti. Buradaki çok önemli nokta, 1973 savaşından sonra İsrail’in ABD’den tecrit edil­mediğidir: Bu gelişmeler ABD-İsrail arasında kurulan ve hiç bozulmadan siiregiden müttefiklik çerçevesinde meydana ge­liyordu.[39] Tarihsel kayıtlar kesin olarak gösteriyor ki eğer İs­rail, savaştan sonra gerçekten yalnız kalsaydı Amerikan Yahudi elitlerinin Nazi soykırımını hatırlamaları için hiçbir ne­den olmayacaktı; tıpkı 1948 ya da 1956’da olduğu gibi.
Novick daha da az inandırıcı olan yardımcı açıklamalar da yapıyor. Yahudi ilahiyatçı akademisyenlere atıfta bulunan Novick, örneğin, “Altı Gün Savaşı’nın ‘Soykırım ve Kurtuluş’a dair dini bir halk edebiyatı (folk teolojisi) doğurdu”ğunu söylüyor. Haziran 1967 zaferinin ‘ışığı’ Nazi soykırımı üze­rindeki ‘karanlığı’ yarmış ve “Tann’ya ikinci bir şans vermiş­ti”. Amerikan hayatında Soykırım ancak 1967 Haziran’ından sonra ortaya çıkabilirdi çünkü “Avrupa Yahudiliğinin yokedilmesi nihayet -mutlu olmasa dabir sona varmıştı”. An­cak standart Yahudi anlatımları Haziran Savaşı’nın değil de İsrail’in kuruluşunun bir kurtuluşa işaret ettiğini belirtir. Soykırım niçin ikinci bir kurtuluşu beklemek zorundaydı? Novick’e göre Haziran Savaşı’nda ortaya konulan “askeri kahramanlar” imajı, Yahudilerin zayıf ve pasif kurbanlar ola­rak klişeleştirilmesine son vermişti. Bu klişeleştirme Yahudi­lerin Soykırım’ı daha önce tartışmalarına da engel olmuş­tu.”[40] Ama katıksız bir cesaret örnekliği bakımından 1948 daha iyi değil miydi? Moshe Dayan’ın “gözüpek” ve “gör­kemli" olarak tasvir edilen 1956’daki 100 saatlik Sina ope­rasyonu, çabucak kazanılan Haziran savaşı zaferinin önünü açmamış mıydı? O halde neden Amerikan Yahudiliği bahse­dilen klişeleştirmeye son vermek için Haziran Savaşı’nı bek­lemek zorundaydı?
Amerikan Yahudi elitlerinin Nazi Soykırımını nasıl kul­lanmaya başladıklarına dair anlattıkları ikna edici değildir. Novick’in görüşlerini açıklayan şu örnek pasajlara bakalım:
Amerikan Yahudi liderleri İsrail’in tecrit edilmişliğinin ve korunmasızlığının nedenleri üzerinde düşünürken ki bu ne­denler çare de olabilirdien kabul gören yaklaşım, Nazizmin Yahudilere karşı işlediği suçların giderek unutulduğu ve Soy­kırım’dan bihaber yeni kuşakların İsrail’in bir zamanlar sahip olduğu desteği yitirmesine sebep olduğu şeklinde idi.
Amerikan Yahudi örgütleri Ortadoğu’nun yakın geçmi­şinde olan bitenleri değiştiremezdi, ama gelecek için çok kü­çük ama kıymetli bir işe girişebilirlerdi. Bu durumda yapabi­lecekleri şey Soykırım anılarının canlandırılması için çalış­malar yapmaktı. Böylecek “unutulan anılar” açıklaması bir eylem gündemi sunmuş oluyordu, [vurgu orijinal metinde var].[41]
İsrail’in 1967 sonrasında girdiği çıkmazı açıklamada ne­den “unutulan anılar” fikri en çok kabul gören seçenek olu­yordu? Şüphesiz ki bu inanılması zor bir açıklamaydı. Novick’in kendisinin de bolca belgelendirdiği gibi İsrail’e ilk baş­ta verilen desteğin “Nazi suçlarının anısı’yla[42] pek ilgisi yok­tu. Ayrıca zaten İsrail uluslararası desteği kaybettikten çok önce bu anılar da unutulup gitmişti. Yahudi elitleri İsrail’in geleceği için neden “çok küçük ama kıymetli” şeyler yapabi­lirdi? Şüphesiz ki ürkütücü bir örgütsel ağa sahiptiler. Neden “Soykırım anılarının canlandırılması” eylem için tek gündem oluyordu? Neden İsrail’in Haziran savaşında işgal ettiği yer­lerden çekilmesini olduğu kadar İsrail’le Arap komşuları ara­sında “adil ve kalıcı bir barış” olmasını isteyen (242 no’lu BM kararı) uluslararası konsensüs desteklenmemişti?
Daha tutarlı ama daha az sevecen bir açıklamaya göre ise Amerikan Yahudi elitleri Nazi soykırımını 1967 Hazi­ran ’ından önce ancak politik olarak işlerine yaradığı zaman hatırlıyorlardı. Yeni patronları İsrail, Eichmann davası sıra­sında Nazi soykırımından yararlanmıştı.[43] Örgütlü Amerikan Yahudiliği işe yararlılığı kanıtlanmış olan Nazi soykırımını Haziran savaşından sonra kendi çıkarı için kullanmaya baş­ladı. İdeolojik olarak biçimlendikten sonra Soykırım, İsrail’e yönelik eleştirilerin saptırılmasında kullanılacak biricik silah haline geldi. Şimdi tam da bunu göstereceğim. Ancak bura­da vurgulanmayı hakeden şey Soykırım’ın İsrail için gördüğü işlevin aynısının Amerikan Yahudi elitleri için de geçerli ol­duğudur: yüksek bahisli bir iktidar oyununda paha biçilemez bir unsur olmuştu Soykırım. Soykırım anısına duyulan kaygı­lar İsrail’in kaderi için duyulan kaygılar kadar yapmacıktı.[44] Bu yüzden Ronald Reagan’ın 1985’te Bitburg mezarlığında yaptığı çılgın konuşmada söyledikleri, örgütlü Amerikan Ya­hudiliği tarafından çabucak affedildi ve unutuldu. Reagan orada gömülü olan Alman askerlerinin de toplama kamplarındakiler kadar Nazi kurbanı olduklarını söylemişti (mezar­lıkta gömülenler arasında Waffen SS üyeleri de vardı). 1988’te Soykırım kurumlarmın en tanınmışlarından Simon Wiesenthal Çenter, “İsrail’e verdiği sıkı destek”ten dolayı Reagan’a “yılın en insancıl kimsesi” ödülünü vermişti. 1994’te ise Reagan bu sefer İsrail yanlısı ADL tarafından “Özgürlük Meşalesi”yle ödüllendirilmişti.[45]
Rahip Jesse Jackson’un daha önce 1979’daki çıkışı, “Soykırım hakkında birşeyler duymaktan yorgun düştüm, ar­tık hasta ediyor beni bunlar” şeklindeki patlaması ise öyle çabucak unutulmamış ve affedilmemişti. Aksine Amerikan Yahudi elitlerinin Jackson’a yönelik saldırıları hiç durmadı. Jackson, “anti semitik” yorumları yerine daha sonra da Filis­tinlileri savunduğu” için suçlamalara maruz kalacaktı (Seymour Martin Lipset ve Earl Raab).[46] Jackson olayında ek bir unsur daha işbaşındaydi: Jackson, örgütlü Amerikan Yahudi­liğinin 1960’ların başından beri anlaşmazlık içinde bulundu­ğu Amerikalı seçmen kitlelerini temsil ediyordu. Bu anlaş­mazlıklarda da Soykırım etkili bir ideolojik silah olduğunu ka­nıtlamıştı.
ABD’deki Yahudi elitlerinin Haziran 1967’den sonra Soykırım endüstrisini harekete geçirmesinde ne İsrail’in id­dia edilen zayıflığı ve tecrit edilmişliği, ne de “ikinci bir soy­kırım” korkusu rol oynamıştı; aksine İsrail’in kanıtlanmış gü­cü ve ABD’yle girdiği stratejik ittifaktı belirleyici olan. Bilme­den de olsa bu yargıya destek olacak en iyi kanıtları Novick sunuyor. ABD’nin İsrail’e yönelik politikalarını belirlemesin­de Nazi soykırımından çok bahsedilen güç ilişkilerinin rol al­dığını kanıtlarcasına Novick şunları yazar: “Soykırım’ın Amerikan liderlerinin zihninden en taze olarak bulunduğu dönemde savaştan sonraki ilk 25 yıl ABD’nin İsrail’e yar­dımı en alt düzeydeydi...İsrail güçsüz ve savunmasız olarak algılanmadığı bir zamanda, yani Altı Gün Savaşı’nda gücünü gösterdikten sonra Amerikan yardımı, bir damladan sele dö­nüştü” (vurgular orijinal metinde var).[47] Aynı argüman Ame­rikan Yahudi elitleri için de düşünülebilir.
Soykırım endüstrisinin yerel [ABD içinde] kaynaklan da var. Anaakım yorumlar bir yandan son zamanlarda ortaya çı­kan “kimlik politikaları”m, öte yandan da “mağdurlaştırma kültürü”nü işaret ediyor. Bu argümanlara göre aslında her kimlik belli bir zulüm tarihçesine göre kendini temellendirmektedir; Yahudiler de bu doğrultuda kendi etnik kimlikleri­ni Soykırım’da aramışlardır.
Ancak mağdur olduklarını söyleyen Siyahlar, Latinolar, Yerli Amerikalılar, kadınlar, eşcinseller ve lezbiyenler gibi gruplar arasında yalnızca Yahudiler Amerikan toplumunda dezavantajlı durumda değillerdir. Aslında mağdurluk statü­sünden değil, aksine mağdur olmadıkları için Amerikan Ya­hudileri, kimlik politikaları ve Soykırım’a tutunmuşlardır.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra anti-semitik engellerin kalkmasıyla Yahudiler ABD’de üstün bir konuma geldiler. Lipset ve Raab’a göre Yahudilerin kişi başına düşen gelirleri Yahudi olmayanlarınkinin iki katıdır; en zengin 40 Amerika­lıdan 16’sı, bilim ve ekonomide Nobel ödülü kazanan Ame­rikalıların yüzde 40’ı, büyük üniversitelerdeki profesörlerin %20’si, ve son olarak da New York ve Washington’da önde gelen hukuk bürolarının ortaklarının yüzde 40’ı Yahudidir. Liste daha da uzuyor.[48] Başarının önünde engel olmak bir ya­na, Yahudi kimliği başarıyla özdeşleşti. Nasıl ki Yahudiler bir yük olarak göründüğü zaman İsrail’le aralarına mesafe koy­dular ve bir yatırıma dönüştüğü zaman da yeniden doğmuş siyonistler haline geldiler; aynı şeyi etnik kimlikleri için de yaptılar.
Aslında Amerikan Yahudiliği’nin seküler başarı hikayesi daha yeni edindikleri Yahudi kimliğinin temel (ve hatta tek) inancını onaylamış oluyordu. Yahudilerin “seçilmiş” bir halk olduğu inancına kim karşı çıkabilirdi? A Certain People: American Jews and Their Lives Today’de Charles Silberman -kendisi de sonradan Yahudiliğini keşfedenlerdendiro tipik hayranlık moduyla “eğer herhangi bir üstünlük sağlamasalardı, Yahudiler insan yerine konmayacaklardı. Ne ka­dar bastırmaya çalışsalar da Amerikan Yahudileri üstünlük anlayışlarından tamamen sıyrılamazlar” diyor. Roman yazarı Philip Roth’a göre “bir Amerikan Yahudi çocuğuna miras kalan ne bir kanunlar bütünü, ne bir öğrenim sistemi, ne bir dil...ne de bir Tann’dır. O’na üç kelimede tercüme edilebile­cek bir psikolojik miras kalır: ‘Yahudiler daha iyidir.’”[49] Şim­di gösterileceği üzere Soykırım, aslında Amerikan Yahudile­rinin övünerek bahsettikleri dünyevi başarılarının olumsuz versiyonudur: Yahudi seçilmişliğinin tasdik edilmesine hiz­met etmektedir.
Anti-Semitizm 1970’lere gelindiğinde Amerikan yaşa­mının göze batan bir unsuru olmaktan çıkmıştı. Ancak Ame­rikan Yahudi liderleri, Yahudileri tehdit eden şiddetli bir “ye­ni anti-Semitizm” dalgasının geldiğini ileri sürerek yüksek sesle alarm zillerini çaldırmaya başladılar.[50] İftira Karşıtı Birlik-ADL’nin yaptığı göze çarpan bir çalışmada (“Yahudi ol­dukları için ölenlere” ithaf edilmişti) bu yeni dalganın göster­geleri olarak Jesus Christ Superstar adlı bir Broadway şovu ve “Kissinger’in iki yüzlü dalkavuk, korkak, zorba, yağcı, za­lim, yükselmek isteyen biri, kötülük ustası, kendine güveni olmayan züppe, iktidar peşinde koşan prensipsiz biri” oldu­ğunu yazan bir karşı kültür dergisi gösteriliyordu.[51]
Yeni bir anti-semitizm dalgası üzerine koparılan bu yap­macık histeri, örgütlü Amerikan Yahudiliği için çok yönlü bir hizmet gördü. İsrail, Amerikan Yahudiliğinin, ihtiyaç duydu­ğu zaman sığınabileceği son başvuru yeri olarak gösteriliyor­du. Dahası, Yahudi örgütlerinin sözde anti-semitizmle müca­dele adı altında düzenledikleri bağış kampanyaları dikkat çe­kiciydi. Sartre bir keresinde “Yahudi düşmanının konumu ne acı, yok etmek istediği düşmanı için hayati bir ihtiyaç haline gelmiş durumda” diyerek önemli bir gözlemde bulunmuştu.[52] Bu Yahudi örgütleri için tersi de eşit derecede doğruydu. An­ti-semitizm kıtlığı başgösterince son yıllarda büyük Yahudi “savunma” örgütleri arasında -özellikle ADL ile Simon Wiesenthal arasında şiddetli bir rekabet başladı.[53] Bağış topla­ma faaliyetlerine gelince, tesadüfe bakın ki, İsrail’in tehdit al­tında olduğuna dair iddialar benzer amaçlara hizmet etmek­tedir. Bir geziden ABD’ye dönerken saygın İsrailli gazeteci Danny Rubinstein şöyle demişti: “Yahudi örgütlenmesindeki insanların çoğuna göre önemli olan şey tekrar tekrar İsrail’in karşı karşıya olduğu dış tehlikelerin vurgulanmasıdır... .Ame­rika’daki Yahudi örgütlenmesinin, zalim bir Arap saldırısının kurbanı olarak tasvir edilen bir İsrail’e ihtiyacı vardır. Ancak böyle bir İsrail destek, bağış, para toplayabilir...Herkes İsra­il’in adının kullanılarak United Jewish Appeal in America adıyla toplanan paraların resmi çetelesini bilir. Bu paraların yaklaşık yarısı ABD’deki Yahudi örgütlerine gitmektedir. Bundan daha büyük iki yüzlülük olabilir mi?” Göreceğimiz gibi, Soykırım endüstrisinin “ihtiyaç sahibi Soykırım kurban­ları” sömürüsü bu iki yüzlülüğü en son ve en çirkin sahneleşidir.[54]
Ancak anti-Semitizm alarm zillerin çalmışının gizli ama gerçek nedeni başka bir şeydi. Amerikan Yahudileri daha bü­yük seküler başarılar kazandıkça, siyasi olarak sağa kaydılar. Cinsel ahlak ya da kürtaj gibi kültürel konularda hala merkez solda olsalar da, Yahudiler ekonomi ve siyaset alanında gide­rek daha muhafazakar oldular.[55] Sağa dönüşü tamamlarcasına bir içe dönüş de yaşandı. Diğer mahrum bırakılanlarla kurdukları eski ittifakları artık hatırlamak zorunda olmayan Yahudiler, kaynaklarını sırf kendi sorunları için kullanmaya başladılar. Amerikan Yahudilerinin bu yeni yönelimi[56] siyah­larla Yahudiler arasında artan gerilimde de açıkça görülüyor­du. ABD’deki kast ayrımına karşı geleneksel olarak siyahlar­la müttefik olan Yahudilerin birçoğu 1960’ların sonundan itibaren Sivil Haklar İttifakı’ndan ayrılmaya başladı. Jonathan Kaufman’a göre tam bu zamanlarda “siyasi ve hukuki eşitlik taleplerinden ekonomik eşitlik taleplerine doğru kay­malar başlamıştı”. Cheryl Greenberg de bu noktaya değine­rek şunları yazıyor: “sivil haklar hareketi kuzeye, liberal Ya­hudilerin mahallelerine doğru yayılmaya başladığı zaman, entegrasyon sorunu farklı bir ton kazanmaya başladı. Irklar­dan çok sınıflara göre belirlenmiş bu yeni alanlarda Yahudi­ler, okullarda ve mahallelerde yozlaşma diye algıladıkları şey­lerden kaçınmak için Beyaz Hristiyanlar kadar hızlı bir şekil­de kurtarılmış bölgelere, banliyölere taşındılar”. Bu durumun zirve noktası, 196S’de New York’ta öğretmenlerin uzun sü­ren grevinde yaşandı. Grevde daha çok Yahudilerin kontro­lünde olan sendika ile siyah toplum aktivistleri giderek zayıf­layan okulların kontrolü için birbirine düşmüştü. Grevin an­latımlarında sık sık anti-semitizme atıfta bulunulur. Ama grevden önce de pek gizli olmayan Yahudi ırkçılığının patla­ması ise genelde hatırlanmaz. Yahudi örgütlerinin günümüz­de mahrum bırakılmış azınlıkların güçlendirilmesine yönelik olumlu eylem programlarına son verilmesini isteyenlere des­tek verdiği de bir gerçektir. Önemli Yüksek Mahkeme araş­tırmalarında (DeFunis, 1974; Bakke, 1978) anaakım Yahu­di duygusunu yansıttığı görülen Amerikan Yahudi kongresiAJC, İftira Karşıtı Birlik -ADL ve Dünya Yahudi Kongresi-WJC gibi Yahudi örgütlerinin bu programlar aleyhinde bildi­rimde bulundukları görülmüştür.[57]
Tüzel ve sınıfsal çıkarlarını savunmak için saldırgan bir tutum takınan Yahudi elitleri bu yeni muhafazakar politikala­rına yapılan her türlü muhalefeti anti-semitizm olarak dam­galadılar. Bu bağlamda ADL lideri Nathan Perlmutter Ame­rika’daki ‘gerçek anti-semitizm’in; olumlu eylem, savunma bütçesindeki kesintiler, yeni-yalnızlık politikası savunuculuğu ve hatta nükleer güce karşı çıkmak gibi ‘Yahudi çıkarlarını aşındıran’ her türlü girişimi kapsadığını savunuyordu.[58]
Bu ideolojik saldırıda Soykırım ciddi bir rol oynadı. Ta­rihte b'îşa gelmiş bir zulüm, açıkça, güncel eleştirilerin saptı­rılmasında kullanılıyordu. Yahudiler, geçmişte kendilerinin de çok çektiği “kota sistemi”ni bile olumlu eylem programları­na karşı çıkmada bir bahane olarak kullanabiliyorlardı. An­cak bunun da ötesinde, Soykırım’ın sunduğu çerçeve, antisemitizmi Yahudi olmayanların Yahudilerden katı bir akıldışılık içinde nefret etmeleri olarak tanımlıyordu. Böyle bir ta­nımlama Yahudilere karşı olan bir düşmanlığın gerçek çıkar çatışmaları yüzünden olabileceği ihtimalini yadsıyordu (bu­nun üzerine ileride daha çok şey söyleyeceğim). Bu durum­da Soykırım’ın dile getirilnıesi Yahudiler’e karşı yapılan her türlü eleştiriyi meşruiyet zemininden çıkarma işlevi görüyor­du: çünkü bu tür eleştiriler ancak patolojik bir nefretten kay­naklanabilirdi.
Örgütlü Yahudilik, Soykırım’ı ancak İsrail’in gücünün zirveye çıktığı zaman ve yine ancak Amerikan Yahudiliğinin gücünün zirveye çıktığı zaman hatırladı: Orada da burada da Yahudiler “ikinci bir Soykırım’Ma karşı karşıyaydılar. Bu durumda Amerikan Yahudi elitleri korkakça kabadayılık yapar­ken kahramanca pozlar takınabilirdi. Örneğin Norman Podhoretz, 1967 Haziran’ından sonraki Yahudi kararlılığına işa­ret ederken şöyle diyordu: “herhangi bir şekilde, herhangi bir derecede veya herhangi bir nedenden dolayı bize zarar vermeye teşebbüs edenler kim olursa olsun onlara karşı di­reneceğiz...Bundan sonra ayaklarımızı toprağa sımsıkı bası­yoruz”[59] Nasıl ki ABD tarafından yoğun bir şekilde silahlan­dırılmış İsrailliler isyankar Filistinlilere gereken dersi cesurca veriyordu, Amerikan Yahudileri de isyankar siyahlara aynı cesaretle derslerini verecekti.
Kendilerini en az savunabilecek kesimler üzerinde efe­lenmek: işte örgütlü Amerikan Yahudiliğinin cesaretinin ger­çek içeriği budur.
Alıntı: SOYKIRIM ENDÜSTRİSİ, Norman G. Finkelstein, Türkçesi: Erkan Saka Gökçe Kaçmaz, Söylem Yayınları: 3 İnceleme  Araştırma Dizisi: 2, 2001, İstanbul
**



[1]  Gore Vidal, “The Empire Lovers Strike Bacak,” Nation (22 March 1986).
[2]   Rochelle G. Saidel, Ne ver Too Late to Remember (New York; 1996), 32.
[3]   Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, gözden geçirilmiş ve genişletilmiş baskı (New York: 1965), 282. Al­manya’da da durum pek farklı değildi. Örneğin Joachim Fest'in 1973’te Al­manya’da basılan ve övgüyü hakeden Hitler biyografisinde 750 sayfanın an­cak dört sayfası Yahudilerin yok edilmesine ayrılmıştı. Auschwitz ve diğer ölüm kamplarına ise yalnızca bir paragraf ayrılmıştı. (Joachim C. Fest, Hit­ler [New York: 1975], 679-82).
[4]   Raul Hilberg, The Politics of Memory (Chicago: 1996), 66, 105-37. Nazi soykırımı üzerine çekilen az sayıda kaliteli film ise oldukça etkileyiciydi. Stan­ley Kramer'in Judgement at Nuremberg (196l)’i örnek verilebilir: Filmde, Yüksek Mahkeme Yargıcı Oliver Wendell Holmes’un “akli uygunsuzluk” ta­şıyanların ‘sterilize’ edilmesini onaylayan 1927 tarihli kararı açıkça Nazilerin yaptığı genetik temizlik politikalarının öncüsü olarak gösteriliyor. Yine aynı filmde VVinston Churchill’in 1938 gibi geç bir tarihte bile Hitler'i övmesin­den, Amerikalı sanayicilerin Hitler’i silahlandırmasından ve savaş sonrasında Alman sanayicilerin, Amerikan askeri mahkemelerinde aklanmasından da bahsediliyor.
[5]  Nathan Glazer, American Judaism (Chicago: 1957), 114. Stephen J. Whit- field, “The Holocaust and the American Jewish Intellectual,” Judaism (Güz 1979).
[6]   Bu birbirine zıt iki sağ kalan tipleme hakkında hassas bir yorum için bkz. Pri- mo Levi, The Reauıakening, yeni bir sonsözle (New York: 1986), 207.
[7]  Bu metinde, Yahudi elitleri ile kastettiğim, anaakım Yahudi toplumunun ör­gütsel ve kültürel hayatında önemli yer tutan kişilerdir.
[8]   Shlomo Shafir, Ambiguous Relations: The American Jeuıish Communiti/ and Germany Since 1945 (Detroıt: 1999), 88-98, 100-1, 111, 113, 114, 177, 192, 215, 231, 251.
[9]   Age., 98, 106, 123-37, 205, 215-16, 249. Robert Warshaw, “The ‘Ide- alism’ of Julius and Ethel Rosenberg” Commentary (Kasım 1953). Nazi dö­neminde, zenginleşen Yahudilerin işbirliğine işaret ettiği için Hannah Arendt’in anaakım Yahudi örgütleri tarafından yine aynı dönemde çarmıha gerilmeye çalışılması bir tesadüf müdür? Yahudi Konseyi polis gücünün iha­netini hatırlatan Yitzhak Zuckerman (Varşova Gettosunun liderlerin biriydi) şöyle diyor: “İyi’ polis yoktu çünkü tüm ‘iyi’ insanlar üniformalarını çıkarmış sade bir Yahudi olmuşlardı" (A Surplus of Memory [Oxford: 1993], 244).
[10] Novick, The Holocaust, 98-100. Soğuk Savaş dışında da bazı etkenler Amerikan Yahudilerinin 2. Dünya Savaşı sonrasında Nazi soykırımını gör­mezlikten gelmelerinde rol oynadı: anti-Semitizm korkusu, 1950'lerin ümit- var ve asimilasyoncu Amerikan ruhu. Novick kitabının 4-7. bölümlerinde bu etkenler üzerinde duruyor.
[11] Bu ilişkiyi tek reddedenin Elie Wiesel olduğu görülüyor. Wiesel Soykırım’m Amerikan yaşamına en çok kendisinin çabaları sonucu yerleştiğini iddia edi­yor. (Saidel, Neuer Too Late, 33-4).
[12] Menahem Kaufman, An Ambiguous Partnership (Jerusalem: 1991), 218, 276-7.
[13] Arthur Hertzberg, Jeuıish Polemics (New York: 1992), 33; yanıltıcı derece­de özür dileyici bir yaklaşıma sahip olsa da: Isaac Alteras, “Eisenhovver, American Jewry, and Israel”, American Jeuıish Archives (November 1985), ve Michael Reiner,' “The Reaction of US Jewish Organizations to Sinai Campaign and İts Aftermath” Forum (Winter 1980-1).
[14] Nathan Glazer, American Judaism (Chicago: 1957), 114. Glazer şöyle de­vam ediyordu: “İsrail, Amerikan Yahudiliği için hemen hemen hiçbir anlama gelmiyor....İsrail’in bir şekilde ABD’deki Yahudiliği etkileyeceği şeklindeki fi­kir bir hayal olarak tanımlanıyor” (115).
[15] Shafir, Ambiguous Retations, 222.
[16] Örneğin bkz. Alexander Bloom, Prodigal Sons (New York: 1986).
[17] Lucy Dawidowicz and Milton Himmelfarb (eds), Conference on Jeuıish Identity Here and Now (American Jewish Committee: 1967).
[18] 1933’te Almanya'dan göç ettikten sonra Arendt Fransa'daki Siyonist hare­ketin aktivistlerinden biri oldu; İsrail’in kuruluşuna kadar Siyonizm üzerine yazılar yazdı. Amerikalı ünlü bir İbranice uzmanının oğlu olan Chomsky si­yonist bir aile içinde büyüdü, İsrail’in kuruluşundan sonra bir süre bir -Kib- butz’da yaşadı. 1960’larda Arendt’e, 1970’lerde ise Chomsky’e karşı yürü­tülen kara çalma kampanyalarınım başını İftira Karşıtı Birlik, ADL çekiyor­du. (Elisabeth Young-Bruehl, Hannah Arendt [New Haven: 1982], 105-8, 138-9, 143-4, 182-4, 223-33, 348; Robert F. Barsky, Noam Chomsky [Cambridge: 1997], 9-93; David Barsamian (ed), Chronictes of Dissent [Monroe, ME: 1992], 38.
[19] Argümanımın daha önce biçimlendirilmiş bir hali için bkz. Hannah Arendt, “Zionism Reconsidered” (1944), in Ron Feldman (ed), The Jew as Pariah (New York: 1978), 159.
[20] Making It (New York: 1967), 336.
[21] Breaklng Ranks (New York: 1979), 335.
[22] Robert I. Friedman, “The Anti-Defamation League Is Spying on You,” Vil- lage Voice (11 May 1993). Abdeen Jabara, “The Anti-Defamation League: Civil Rights and Wrongs”, Covert Action (Summer 1993). Matt Isaacs, “Spy vs. Spirit”, SF Week\y (2-8 February 2000).
[23] Elie Wiesel, Against Silence, Irving Abrahamson’un derlemesi ve editörlü­ğüyle (New York: 1984), v. t, 283.
[24] Novick, The Holocaust, 147. Lucy S. Dawidowicz, The Jeuıish Presence (New York: 1977), 26.
[25] “Eruption in the Middle East”, Dissent (Winter, 1957).
[26] “Israel: Thinking the Unthinkable” Ne w York magazine (24 December
1973).
[27] Norman G. Finkelstein, Image and Reahty of the Israel-Palestine Conflict (New York: 1995), 5-6. bölümler.
[28] oam Chomsky, The Fateful Triangle (Boston: 1983), 4. (Kader Üçgeni: ABD, Filistin ve İsrailliler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
[29] Elie VViesel’in kariyeri Haziran Savaşı ile Soykırım arasındaki ilişkiyi göster­mektedir. Auschwitz anısını daha önce yazmış olduğu halde ancak İsrail’i öven iki ciltlik kitabından sonra kamuoyunda tanınmıştır (Wiesel, And the Sea, 16).
* Burada kastedilen Filistin Direnişi’nin tarihi isimlerinden Kudüs Müftüsü Hac Emin el-Hüseyni’dir-çev.
[30] Kaufman, Ambiguous Partnership, 287, 306-7. Steven L. Spiegel, The Other Arab-Israeli Conjlic (Chicago: 1985), 17, 32.
” Hanagah, siyonist devletin kuruluşunda Arap ve İngiliz hedeflerine yönelik terörist saldırılarıyla ün salmış bir Yahudi örgütü-çev.
[31] Benny Morris, 1948 and Ajter (Oxford: 1990), 14-15. Uri Bialer, Betuıe- en East and West (Cambridge: 1990), 180-1.
[32] Novick, The Holocaust, 148.
[33] Örneğin bkz. Amnon Kapeliouk, Israel: la fin de mythes (Paris: 1975).
[34] Novick, The Holocaust, 152.
[35] Commentary, “Letter from Israel” (February 1957). Süveyş krizi boyunca Commentary İsrail’in varlığının tehlikede olduğunu tekrarlayıp durdu.
[36] Abba eban, Personal W\tness (New York: 1992), 272.
[37] Peter Grose, Israel in the Mlnd of America (New York: 1983), 304.
[38] A.F.K. Organski, The $ 36 Billion Bargain (New York: 1990), 163, 48.
[39] Finkelstein, Image and Reality, bölüm 6.
[40] Novick, The Holocaust, 149-50. Novick burada önde gelen Yahudi akade­misyenlerden Jacob Neusner’e atıfta bulunur.
[41] Age., 153, 155.
[42] Age., 69-77.
[43] Tom Segev, The Seuerıth Million (New York: 1993); bölüm 4.
[44] Nazi Soykırımından sağ kalanlar için duyulan kaygılar da aynı derecedc yap­macıktı: Haziran 1967’den önce bir sorumluluktular: susturuldular; Haziran 1967 den sonra bir yatırımdılar, kutsandılar.
[45] Response (December 1988). Önde gelen Soykırım tacirlerinden ve İsrail destekçilerinden ADL'nin ulusal direktörü Abraham Foxman, AJC’nin eski başkanı Morris Abram, Büyük Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konfe­ransı başkanı Kenneth Bialkin, ve tabi ki Henry Kissinger, Bitburg ziyaretin­de söylediklerinden dolayı şimşekleri üzerine çeken Reagan’ı savundular. Bu arada AJC aynı hafta yapılan yıllık toplantısında Batı Almanya Başbakanı Helmut Kohl’un sadık dışişleri bakanını şeref konuğu olarak ağırladı. Aynı ruh hali içerisinde Washington Holocaust Memorial Museum’dan Michael Berenbaum Reagan’ın Bitburg ziyareti ve konuşmasını “saf Amerikan iyim- serliği”ne yordu. (Shafir, Ambiguous Reiations, 302-4; Berenbaum, Af ter Tragedy, 14)
[46] Seymour Martin Lipset ve Earl Raab, Jews and the New American Scene (Cambridge: 1995), 159.
[47] Novick, The Holocaust, 166.
[48] Lipset and Raab, Jews, 26-7.
[49] Charles Silberman, A Certain People (New York: 1985), 78, 80, 81.
[50] Novick, The Holocaust, 170-2.
[51] Arnold Forster and Benjamin R. Epstein, The Neu> Anti-Semitism (New York: 1974), 107.
[52] Jean-Paul Sartre, Anti-Semite and Jeuı (New York: 1965), 28.
[53]  Saidel, Neuer Too Late, 222. “Will NYPD Look to Los Angeles for Latest ‘Sensitivity' Training?" Foruıard (7 January 2000). Makalede ADL ve Simon Wiesenthal Centre’ın ‘tolerans’ eğitimi programlarında ayrıcalık kapmak için büyük bir rekabet içinde oldukları anlatılıyor.
[54] Noam Chomsky, Pirates and Emperors (New York: 1986), (Korsanlar ve İmparatorlar, Akademi Yayınları, İstanbul, 1991) 29-30 (Rubinstein).
[55] Bu eğilimi onaylayan yakın zamanlar yapılmış bir anket için bkz. Murray Fri- edman, "Are American Jews Moving to the Right?” Commentary (April 2000). 1997 New York Belediye başkanlığı seçimlerinde anaakım bir De­mokrat olan Ruth Messinger sıkı bir Cumhuriyetçi olan Rudolph Giuliani’ye karşı seçim yarışını kaybetmişti. Bu seçimlerde Yahudi oylarının % 75’i Gi­uliani’ye gitti. Yahudilerin Giuliani'ye oy vermekle hem geleneksel parti çiz­gisini hem de etnik sınırları aşmaları anlamlıdır (Messinger Yahudiydi).
[56] Bu yeni yönelimde, kozmopolitan Orta Avrupa Yahudi önderliğinin yerini New York City Belediye Başkanı Edward Koch ve New York Times genel yayın yönetmeni A.M. Rosenthal gibi Doğu Avrupa kökenli sonradan ortaya çıkan şoven bir önderliğin alması kısmen etkilidir. Bu bağlamda, Soykırım dogmasına muhalif Yahudi tarihçilerin Orta Avrupa kökenli olması dikkate değer bir noktadır - bu tarihçiler arasında Hannah Arendt, Henry Friedlan der, Raul Hilberg ve Arno Mayer sayılabilir.
[57] Örneğin bkz. Jack Salzman ve Cornel West (eds), Struggles in the Promised Land (New York: 1997), özellikle 6, 8, 9, 14, 15. bölümler. (Kaufman lll’de, Greenberg 166’da). Tabi Yahudiler arasında düşün­celerini açıkça ifade eden bir azınlık bu sağcılaşmaya muhalefet etmiştir.
[58] Nathan Perlmutter ve Ruth Ann Perlmutter, The Real Anti-Semitism in America (New York: 1982).
[59] Novick, The Holocaust, 173 (Podhoretz). 42

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar