YİRMİ BİRİNCİ SİFİR 1. Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
ÜÇ YÜZ ALTINCI
BÖLÜM
Mele-i Ala'nın Tartışmasınm Musevî Mertebeden Bilinmesi
Mele-i a’la’nm tartışması açık delil İtiraz ederken bir de
unuturlar
Yaratılış ilkesi doğada
benzerliğimizi gösteren bir delil Eksiklik içeren bir kemaldir o
Doğanın yeri (tümel) nefs’in aşağısı .
Hükmü bütün cisimlerde etkin .
Bir ruhtan ve felekten doğsa
bile Unsurlar evlerdeki sütunlar gibi
Her
cismin yönetici bir ruhu var
Kendi
doğasındandır; öyleyse hem uyur hem uyanık
Her cisim, doğa tarafından
ayakta tutulur Cisim ve ruh ocak ve ateş gibi
Bak da
gör ve şaşıracaksın
Çünkü ne
melekler ne insan doğanın dışına çıkabilir
' Bunu ben söylemedim, sana
onu getiren:
. Nebiler, Tevrat ve Kuran-ı Kerîm
Bu menzil, meleklerin âlemdeki makam
ve mertebelerinden ibaret olan makamlar ilmini içerir. Acaba bu bilgi dünyada
mı, yoksa ahiret hayatında mı öğrenilir? Âlemde ortaya çıkan görüş ayrılıkları
ilmi (ilm-i hilaf) ve cedel ilmi, çelişik-ilahi isimlerin hallerinden ona ait
olan ilimler, bu menzilden öğrenilir. Söz konusu isimlere misal olarak, günahkârdan
hükümlerini talep etmeye kalkıştıklarında, el-Gaffar (bağışlayan) ve
el-Muntakim (intikam alan) gibi zıt anlamlı isimleri verebiliriz. Yeryüzünün
niçin yaratıldığı bu menzilden öğrenilir. Dağlar bu menzilden öğrenilir: Acaba
dağlar yeryüzünden midir, değil midir? Filozofların ileri sürdülderi gibi, bir
defada da mı var olmuşlardır? Duyusal, akli, manevi ve hayvani âleme yayılan
nikâh (cinsel ilişki) bu menzilden öğrenilir. Uyku, bu menzilden öğrenilir.
Acaba cennette uyku var mıdır, yok mudur? Onun ilahi âlemde bir etkisi ve hükmü
var mıdır, yok mudur? Gece, gündüz, gün ve zaman, bu menzilden öğrenilir.
Gökler, güneş, türeyenler, gaybler, ahiret ve konuyla ilgili ayrıntılar, bu menzilden
öğrenilir. Uhrevi sebepler, Rahman’ın kelamı bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah
Teâlâ’ya nispet edildiği gibi Rahman’a da söz nispet edilir mi edilmez mi?
Genel sekte, nebilerin getirdiği bilgiler -hükümlerin ilmi değil-, bu menzilden
öğrenilir. Bütün bunlar, bü menzilin içerdiği ana ilimlerdir. Şimdi Allah
Teâlâ’nın benim dilimde söylenmesini takdir ettiklerini zikredelim. Yardım eden
Allah Teâlâ’dır. O’na tevekkül eder, O’ndan yardım isterim.
Allah Teâlâ peygamberinden aktarırken
şöyle der: ‘Tartıştıklarında benim Mele-i a’la hakkmda bir bilgim
yoktur.’1 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Mele-i a’la’nın kefareder, namazı cemaatle kılmak,
abdest suyunu parmak aralarına girdirmek, mescideri takip etmek ve namazın
ardından mescitte oturmayı alışkanlık edinmek hakkında tartıştıklarını
söylemiştir. Bunun anlamı, hangi ibadetin daha üstün olduğudur. ‘Daha üstün’,
iki anlama gelir. Birincisi amellerin içerisinden hangi amelin Allah Teâlâ’ya
daha sevimli geldiğidir. Diğeri ise sahibi için hangi amelin cennette daha
üstün derece kazandırmasıdır. Bu amellerin sırlarına gelirsek, bunlar, bu
menzilden öğrenilecek hususlardır.
Öncelikle bilmelisin ki, meleklerin
kendilerinden yaratılmış olduğu nurlar, tıpkı o meleklerin doldurduğu ve
yerleştiği gökler gibi, doğadan var olmuştur. Çünkü gökler de bir dumandı ve
duman ile buhar, doğa âlemine aittir. Buharın nihayette varacağı yer, Zemherir
dairesinin altıdır. Şöyle ki: Buharlar, içerdikleri sıcaklık (unsuru)
nedeniyle yükselirlerken, yaşlık ölçüsünde aşağı inerler -çünkü buharlar
topraktaki sıcaklıktan meydana gelir-. Unsurlar dört doğadan meydana
gelmiştir, fakat bu doğalar onlarda itidalde ve dengede değildir. Soğukluğun ve
yaşlığın baskın olduğu unsur, su diye isimlendirilirken diğerleri de (unsurlardan
birinin baskınlığına göre) isimlendirilmiştir. Öyleyse buhar, su ve toprağın
sıcaklığından kaynaklanarak onlardan çıkan şeydir ve kuruluk ve sıcaklığın ona
baskın gelmesi nedeniyle Esir küresinin üzerine kadar yükselir. Çünkü onda
kuruluk ve sıcaklığın miktarı yaşlıktan çoktur. Bu nedenle gökler, şeffaf
cisimlerdir. Allah Teâlâ her feleğin yerleşenini o feleğin doğasından yarattı.
Melekler de doğa âleminden mey' dana gelmiş ve ‘çatışma’ ve hasımlaşma
özelliğinde yaratılmışlardır. Çatışma içerdikleri zıtlık nedeniyle, doğalardan
oluşan bileşik varlıklarda gözükür. Unsurlardan oluşan şeylerin de asıllarının
hükmüne göre olmaları zorunludur. Meleklerin kendisinden yaratıldıkları nur,
doğal nurdur. Böylelikle melekler bir açıdan ona uygun iken bir açıdan uyumsuzdur.
Mele-i a’la’nın bir konuda görüş ayrılığına düşmesinin nedeni budur.
Allah Teâlâ bu amellerin içinden
kendisine göre en faziletli olanı ve en fazla sevdiğini onlara bildirmiş
olsaydı, hiç kuşkusuz ki, tartışmazlardı. Cennet dereceleri ile söz konusu
ameller arasındaki irtibatı keşfetmiş olsalardı, hiç kuşkusuz, onlardan
hangisinin en faziletli olduğu hükmünü verirlerdi. Öyleyse bu bilgiyi onlardan
saklayan Allah Teâlâ’dır. Böyle bir konuyu tartışırken onlar, bir
tecrübelerinin bulunmadığı -söz gelişihayız meselesini tartışan bilginler
topluluğuna benzerler. Halbuki deneyimli ve tecrübeli oldukları konulardaki
tartışmaları öyle değildir. Böyle dedik, çünkü (haklarında tartıştıkları)
‘kefareder’, yükümlünün ihlal ettiği Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını
telafi etmesini sağlamak amacıyla konulmuştur. Melekler ise Allah Teâlâ’nın
masumiyetleri hakkında tanıklık ettiği varlıklardır. Onlar, Allah Teâlâ’nın
emirlerine karşı çıkmaz1ar ve
‘emredileni yaparlar’. Onlara bir şeyin yasaklanmış olduğu hakkında bize bilgi
ulaşmamıştır. Günah işlememişlerse, itaatkârdırlar ve (günahlara karşılık
verilen) kefaretler hakkında tecrübeleri yok demek-tir. Öyleyse bu melekler,
tecrübeleri olmayan bir konuda tartışmaktadır. Aynı şey tecrübeleri olmayan
diğer amellerle ilgilidir. Söz gelişi melekler temizdir, dolayısıyla
temizlenmezler (abdest almak) veya temizlik yaparken (suyu) parmak arasına
sokmak veya sokmamak diye bir nitelikleri yoktur. Aynı şey cemaatle namaz
kılmak amacıyla mescitlere gitmeyle ilgilidir. Böyle bir amelleri de yoktur.
Şunu ileri sürebilirsin: ‘Onlar zikir
meclislerine koşarak birbirlerine şöyle derler: ‘Aradığınız burada, gelin!’
Buna şöyle cevap verebiliriz: Bilmelisin ki, zikir, namazın aynı değildir. Biz,
özel olarak cemaatle kılınan namazdan söz etmekteyiz. Onlar, Ademoğulları
gibi, cemaate girmezler, çünkü onlar, herhangi bir Ademî ile aynı surette
değillerdir. Onlar, sadece Âdemoğüllarının şekillerine girebilirler. Cebrail Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e namazı fiiliyle öğretmişti. Bu, Cebrail’den bir
aktarımdır. O bunu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e namazları ve
vakiderini öğretmek ve tarif etmek üzere yapmıştı. Namazın ardından mescitte
beklemeye gelirsek, bu da meleklere ait olmayan ve sadece namaz kılanlara özgü
olan ve bu özel tarzda namaz kılan kimselere ait bir ameldir. Melekler kendi
nitelikleri olan bir hususta tartışmamışlardır ve bunun için de misal olarak
hayız meselesini verdik. Bu tartışmanın nedeni, ilhamlarında insanoğlunu salih
amele davet etme ve en faziledi amele yönlendirme arzularıdır. Binaenaleyh
sırf insana tavsiye etsinler diye, ‘En faziledi amel hangisidir?’ diye
tartışmışlardır.
Tartışma nedenine dikkatini çektikten
sonra, şimdi tartışma konularını açıklamalıyız.
Bilmelisin ki: Kefareder, kul ile
kendisini maruz bıraktığı işler arasına engel olsun diye emredilmiş ve
belirlenmiştir. İnsan, yapılması emredilen bir farzı veya uzak durulması
emredilen bir yasağı ihlal ettiğinde belalara maruz kalır. el-Muntakim ismi
günahın işlendiği mahalle bir bela getirdiğinde, kefaretlerden ibaret olan
amellerin o yeri örtmüş ve çevrelemiş olduğunu görür. Binaenaleyh kefareder,
(günah işleyen) o mahal üzerinde bir kalkan ve siper haline gelir. Kefareder
üzerinde hüküm sahibi isim, el-Gaffar’dır ve el-Muntakim ismi bir gedik
bulamayacağı gibi ilahi tehdidi de onda uygulayamaz. Çünkü ‘kefaret’ denilen
amel günah işleyen mahal ve organa baskın gelmiştir. Nitekim ‘küfr’ de örtmek
demektir. Çiftçi ‘kâfir’ diye isimlendirilmiştir, çünkü çiftçi, tohumu toprağa
atıp üzerini toprakla örter. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zinakâr
hakkındaki bir ifadesinde buna dikkat çekerek şöyle der: ‘İman kendisine dönene
kadar zâniden çıkar ve bir gölge gibi üzerinde kalır. Tövbe ettiğinde, iman
yeniden ona döner.’ Çünkü zâniyi veya günahkârı, zina yaparken veya bu
davranışın akabinde Allah Teâlâ’dan gelen bir bela ve ceza arar. Bela zina
fiili esnasında gelirse, işlemiş olduğu günah ölçüsünde kendisine ilişir. Çünkü
bir engel -(söz gelişi) erken boşalma veya cinsel organın kadının organından
çıkması gibiortaya çıkar ve fiilini tamamlamasını engelleyebilir. Böyle bir
durumda (el-Muntakim isminden gelen) bela, imanı tıpkı gölge gibi zâni
üzerinde bulur. İman güçlü bir perdedir ve iman varken belanın kula işlemesi
mümkün olmadığı gibi ona ulaşması mümkün değildir. İmanın şerefi nedeniyle,
zina yapan insan dünya hayatında korunmuş ve sakınılmış ise, ahiret hayatında
nasıl olabileceğini zannedersin? Çünkü imanın ahiretteki etkisi, dünyadaki
etkisinden tamdır. Öyleyse bütün kefareder, birer kalkandır. Onların yeri ve
mertebesi budur ve bir ilave de yoktur. Cennette bir derece veya menzil
şeklinde buna eklenen her ilave, amelin ‘kefaret’ olması tanımının dışına
çıkan hususlardır. Çünkü kefaretler dereceleri yükseltmez; sadece belalardan
korurlar.
(Mele-i a’la’nın tartışması
ifadesinde geçen) ‘Keffarât’, mübalağa kipinde gelmiş ve kefaret kelimesinin
çoğuludur. Çoğul kullanmaları, bir (günah) amelin suretine ait pek çok belanın
olduğunu ifade eder. Şöyle ki: Bir günah, farklı hareketlen içerir ve her
hareketin Allah Teâlâ katında özel bir belası vardır. Bir günahın yol açtığı
her belaya karşı ‘kefaret’ olan amel, belanın insana ulaşmasını ve ona etki
etmesini engelleyen perdeye ve örtüye dönüşür. Bela, tekil olsa bile, çok
anlamlı bir kelime olduğu gibi kefaret de öyledir. Bu amel isim bakımından
tekil olsa bile parçalan yönüyle çoktur. Bununla birlikte amel parçalara
ayrılmaz. Söz gelişi -bir kefaret olantövbeyi verebiliriz. Tövbenin
uzaklaştırdığı özel bela, çokluk ve fazlalık bulunmayan bir beladır. Çünkü
ilahi emirler, âleme, özellikle cezalara yerleştirilmiş ilahi ölçülere ve
terazilere göre gerçekleşir. Bu nedenle onlarda bir eksiklik yoktur. Bir şey
için, ortada bir günah olmasa bile, farklı kefareder olabilir. Misal olarak
haccı veya umreyi verebiliriz. Hacı çekeceği bir eziyet nedeniyle başını tıraş
eder ve bu amelin iyiliğini görür. Böyle bir amelin farklı kefarederi vardır
ve hacı kefaret sayılan hangi ameli işlerse, diğeri düşer. Bu durumda, bir amel,
kendisinden düşen diğer kefarederiri yerini alır. Yemin bozulursa, onun
kefareti diğer hataların kefarederi gibi olur. Bu durumda meleklerin
konuşması, muhayyer kefarederden hangisinin yapılmasının daha uygun olduğuyla
ilgili düşünülebilir. Ya da onun niçin kefaret olduğunu tartışırlar? İnsan
cezalandırılmayı gerektiren bir iş yaptığında kefaret niçin cezayı ortadan
kaldırır ve arada nasıl bir irtibat vardır ki, o kişiyi (beladan) örter? İşte
Mele-i a’la, böyle konularda da tartışır. Elinde terazisi bulunan alim, yeminin
ne hakkmda olduğuna bakar. Bu durumda muhayyer kefaretten yeminin bozulmasıyla
ilgili ameli çıkartır. Aynı şey fidyede geçerlidir. Bütün bunlar, tartışmaya
açık ve çatışmaya yol açan amellerdir. Öyleyse burada açık olan husus şudut:
Melekler, yaratılışlarına uygun olarak fikrî bir değerlendirmeye sahiptir. Buna
ilahi hakikatlerden kaynak, ‘Emri yönetir, ayetleri tafsil eder’2 ve ayetin sonundaki ‘Umulur
ki Rabbinize kavuşmaya inanırsınız’3 ayetidir. Yani hüküm terazileri
üzerinde sabit olursunuz.
Bu hususu desteldeyen hususlardan
birisi, ilahi haberlerde geçen şu ifadedir: ‘Yaptığım bir işte tereddüt
etmedim.’ Allah Teâlâ, yaratılmış varlıklara özgü bir fiil olan ‘tereddüt
etmek’ fiiliyle kendisini nitelemiştir. Yaratıklarda bu fiil, düşünme gücünden
ortaya çıkar. Bunun meleklerdeki karşılığı ise, belirttiğimiz konudaki
çatışmalarıdır. Derin anlayış sahibi isen, sahih-ilahi haberden ortaya
koyduğumuz delili incelemelisin! Onlarm, ayakların taşınması (yürümek) ya da
cemaadere koşmak hakkındaki tartışmalarının ilahi hakikatlerden kaynağı şudur:
‘Kim bana bir adım yaklaşırsa, ona bir arşın yaklaşırım, kim bana bir arşın
yaklaşırsa, ona daha çok yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ona koşarak giderim.’
Başka bir misal şudur: ‘Kim beni bir topluluk içinde zikrederse, o topluluktan
daha hayırlı bir topluluk içinde onu zikrederim.’ Başka bir örnekte ‘Rabbimiz
yakın göğe iner’ denilir. Âdemoğullarından meydana gelen bu amelin özelliği ile
ilahi hakikatler arasındaki ilişkiyi anlamalısın! Öyleyse yüce melekler (Mele-i
a’la) ilahi hakikatlerden hangisinin kulun fiilliyle daha yalandan ilgili
olduğu hususunda tartışmış ve görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in abdestte parmak aralarına suyun ulaştırılması
ifadesinin de ilahi hakikatlerle ilgili olduğu husus, mümin kulunun canının
isteksizce alınmasıdır. Allah Teâlâ ‘Mümin kulum ölümü sevmez, ben ise, onun
gecikmesini istemem’ buyurur. Allah Teâlâ kendisini ‘kerih görmek’, isteksiz
davranmak özelliğiyle nitelemiştir. Müminin soğuğun etkisi nedeniyle
istemeyerek de olsa abdest suyunu parmak aralarına ulaştırması, bu hakikatten
kaynaklanır. Bu durumda ona ait sevap, bu ilahi hakikatte zikredilen Hakkın
nahoş bulması ifadesinden verilir. Mele-i a’la’nın bunun ardından zikredilen
konudaki hasımlaşmaları da böyle değerlendirilmelidir. Kastedilen namazın
tamamlanmasından sonra mescitte oturmaktır. İlahi hakikatierden bu amele ait
olan, ‘Ey cinler ve insanlar! Sizin için fariğ kalacağız’4 ayetidir. Bizim için bırakacağı iş,
bizden olan iştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerde
ve yerdekiler O’ndan ister. Her gün O bir iştedir.’5 Kul namazı tamamlayıp ardından
Rabbini zikretmek üzere mescitte oturursa, belirli bir haldeki münacatından
-aynı evdebaşka bir haldeki münacatına geçer. ‘Sizin için fariğ kalacağız’
makamından, bu amele karşılık bir terazi ortaya çıkar. Öyleyse haklarında
Mele-i a’la’nın tartıştığı bütün bu ameller ilahi hakikatlerle irtibatlıdır. Bu
konuda ameller ile ilahi hakikatler arasındaki ilişkileri zikretmek, sözü
uzatır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ YEDİNCİ
BÖLÜM
Meleklerin Muhammedî-Musevî Mertebeden Muhâmmedî Mevkıf a İnme Menzilinin
Bilinmesi
Yüce Ruhlar bir rüzgâr gibi estiklerinde
Bahçelere
uğrarlar ve yayılırlar .
Nefesler
âleminde var mı bizim gibi? j
Onların oradaki sevgileri
benim sevgim gibi mi?
, Hakkın dili der ki, sizin gidişiniz.
Örnek bir yol üzere; devam
eden bir delil
Cömertliğimin ve intikamımın
sırrı sizden ortaya çıktı Bilgimi ve hikmetimin sırrını gizledim sizde
Gözü olan, açık yaptığımı
bilir Kör olan hayretimin aslındandır
Her makam O’nun
cömertliğindendir Her varlık, benim varlığımın aslındandır
Samimi dostum, bilmelisin ki! Allah
Teâlâ yaratıklarının sayısmca gökten yere doğru miraçlar (ve merdivenler)
belirlemiştir. Gökteki her ayak yeri, Allah Teâlâ’yı tespih eden bir melekle
doludur. O melek Allah Teâlâ’yı onun adına belirlenmiş zikirle zikreder. Allah
Teâlâ’ya ait yeryüzünde de bu kadar melek vardır ve onlar hiç bir zaman göğe
yükselmezler. Göktekiler de yeryüzüne inmez. ‘Her biri
namazını ve tespihini bildi* Allah Teâlâ’nın saygın meleklerden
olan amade kılınan ruhları da vardır. Allah Teâlâ, onları görevlendirmiş,
göklere vahyettiği emirleri onların eline tevdi etmiştir. Söz konusu emirler Allah
Teâlâ’nın unsurlar âleminde uygulamayı dilediği hususları içerir. Allah Teâlâ
meleklerin miraçlarmı Kürsüden göldere doğru belirlemiştir. Bu esnada melekler
göklerde bulunanlara özgü ilahi emirleri getirirler. Bunlar, ayrım
özelliğindeki (furkanî) işlerdir. Arş’tan Kürsüye doğru bazı miraçlar
belirlemiştir. Bunlar ise bölünmeyen bir kelimeyle Kürsüye inen meleklere
aittir. Bir kelime Kürsüye indiğinde, Rahman’ın o tek kelimeden yaratılış ve
emir âleminde uygulamak istediği şeyler ölçüsündebölünmeler gerçekleşir. Allah
Teâlâ (tümel) Nefs’ten ise Arş’a uzayan ince bağlar (rekaik) meydana getirir.
Bunlar (tümel) Nefsin sahip olduğu iki kuvvete ait olan iki gruba bölünür.
Nefs, korunmuş levhadır ve iki yönlüdür. Levha ve Arş arasındaki ince bağlar,
meleklere ait miraçlara benzer. Bu ince bağlarda yerleşen manalar ise, melekler
mesabesindedir. Levha olan Nefs, Kalem olan akla yönelir ve ondan bilgi alır.
Akıl da nefse zorunlu -ki kendi iradesi yokturbir yönelimle bilgi aktarır.
Aklın nefse her yönelmesinde nefs için sayılamayacak kadar bilgi ortaya çıkar.
Akıl da zorunlu olarak Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Allah Teâlâ’nın akla iradî bir
tecelliden meydana gelmiş zatî bir yardımı vardır. Böylelikle akıl, bu genel
tecellide tafsili bilgileri öğrenir. Bu bilgiler onun yoksulluğunu artırır ve
acizliğine acizlik katar. Akıl sürekli ve daimi olarak bu haldedir. Bu iradi
tecellide ilahi emir zorunlu yardımla akla tenezzül eder ve iner. Böylelikle bu
ilahi emir, daha önce (ilahi) isimlerin suretindeyken, aklın nefse yöneliminde
bu kez aklın suretiyle zuhur eder ve ortaya çıkar. Böylelikle ilahi emir,'
yerleştiği ve indiği mertebeye göre farklı suretler kazanarak her menzilde bir
renk alır. Ardından ilahi emir, nefse ait ince bağlarda bu kez nefsin
suretiyle inmeyi sürdürür. Onun zahiri, batını, gaybı ve şehadeti vardır. Bu
kez Arş kaynaklı (ve aslına dönük) şevk ve özlem duyan ince bağlar ilahi emri
karşılar ve onu kendisinden alırlar. Bu durumda ilahi emir, Arş’ta Arş’a ait
bir suret kazanır. Ardından meleklerin elleriyle kürsüye doğru yükselmeye
başlar. Bu esnada ilahi emir, yaratılış âleminde bölünmeksizin, tek bir şeydir.
Nefsten Arşa emir âlemindeki bölünme tarzında bölünerek inmişti. Yaratılış
âleminin birincisiyle boyandığında -ki Arş’tır-, onun birliğinde yaratılışmışlar
ortaya çıkar. Bu, yaratılmışların ilk birliğidir. Böylelikle o, emir
bakımından bölünmüş iken yaratılış bakımından tektir. Bu esnada ilahi emrin
durumu, göğüsten ağzın dışına tek varlık olarak çıkan sesi verebiliriz. Bu
esnada seste bir nicelik asla görülmez. Ardından, mahreçler sesi yetmişten
daha fazla olan harflere böler. Halbuki ses aynı sestir. Böylelikle bu ilahi
emir, kürsüdeki suretinden başka bir suretin rengiyle boyanır. Bu ilahi emir
herhangi bir suret ile boyandığında ve onunla göründüğünde, daha önce sahip
olduğu suretin rengi kendisinde gizlenir, fakat asla kaybolmaz. Birinci suret,
her zaman kendisinde ortaya çıktığı yeni suretin ruhudur. Bu durum, işin
başından o ruhun son menziline varıncaya kadar böyle devam eder ve kendisinde
göründüğü surete yardım eder. Böylelikle ilahi emir, miraçlar üzerinde,
Kürsüden Sidre’ye doğru -gökler âlemine yönelme kastı var iseiner. Cennet
âlemine dönük ise, bulunduğu yerden ayrılmaz ve onun otoritesi cennetlerde
yerleşik olduğu ya cennet hurilerinde veya ağaçlarında veya vildanlar veya
cennette onun adına belirlenmiş bir yerde ortaya çıkar. İlahi emir miraç
ederek göklere indiğinde ise kendisinden indiği makamın melekleri de onunla
iner. Bu esnada yıldızların en güçlü ışığı da onunla beraberdir ve ondan
ayrılmaz. Sidre’nin melekleri onu karşılar ve henüz inmiş olan meleklerden
kendisini alırlar. İlahi emir ile inen melekler ise Sidre meleklerinin
kendilerine verdiği şeylerle birlikte geriye dönerler. Sidre melekleri onlara
yeryüzünden yükselen (müminlerin amellerini) verirler. Melekler onları alarak
geri dönerler. Yıldızların ruhları ise ilahi emirle birlikte kalır. Bu emirde
cennetin muhtaç olduğu -söz gelişi bitkileribir şey bulunursa, yüce Sidre’den
onu alır. Onun dalları ise cennetteki her bir evdedir. Sidre, nur ağacıdır ve
cennetteki yüksek ağaçlar ile yere ait süfli ağaçların hakikatleri, ona ulaşır.
Kökleri ise, zakkum iken köklerinin dalları unsurlar âlemindeki bütün acı ve
zehirli ağaçlardır. Nitekim dünyada ve cennetteki tadı ve güzel bütün bitkiler
de Sidre’den ortaya çıkar. Binaenaleyh bu Sidre, dünya ve ahireti doldurur.
Öyleyse Sidre, dünyada, cennette ve cehennemdeki bütün bitkilerin ve
cisimlerde büyümenin ilkesidir. Onun üzerinde öyle bir ışık ve parlaklık
vardır ki, âlemde hiçbir bilgi sahibi onu niteleyemez.
ilahi emir, daha sonra, ağacın
dallarının ortaya çıkması gibi Sidre’de dallara ayrılır. Onda meyveler, yardım
etmek üzere indiği âlemin tabiatına göre ortaya çıkar. Daha önce ilahi emir,
Sidre’nin suretiyle boyanmıştı. Böylelikle miraç üzerinde ilk göğe iner.
Birinci gökte, oranın sakinleri ‘merhaba’ diyerek hoşça ve sevinçle kendisini
karşılar. Birinci gökte onu ölümle canlan alınan ve burada yerleşen peygamberlerin
ve yaratıkların ruhları karşılar. Yeryüzündeki ariflerin himmetlerinden
yaratılan melekler de onu karşılar. Cennete doğru akan hayat nehrini orada
bulur. İlahi emrin yanında ilahi bir emanet varsa -ki her ilahi emirde bir
emanet bulunmalıdır, çünkü ilahi emir bütün varlıkları ihata eder-, emaneti
-tıpkı daha önce Sidre’ye bıraktığı gibinehre atar ve nehir onu cennedere
ulaştırır. Aynı şeyi, orada bulduğu ve cennete doğru akan bütün nehirlerde
yapar. Nil ve Fırat nehirlerini orada bulur ve o iki nehre Allah Teâlâ’nın
kendileri için belirlediği emaneti atar. Bu emanet onlara aittir. Bu (emanetin)
bereketi ise iki nehre iner ve oradan yeryüzüne ulaşır, çünkü onlar,
yeryüzünün nehirlerindendir. Nebilerin ruhları, himmetlerden (yaratılan)
melekler ve ilk göğün imar edicileri, ilahi emrin kendilerine getirdiği
emanetleri alırlar. Sonra emir, Beyt-i mamur’a girer; onun gelişiyle sevinir ve
her yanında ışıldar parıldar. Yetmiş bin melek gelir. Bunlar her gün o nehre
giren ve bir daha geri dönmeyen meleklerdir. Onlar, Allah Teâlâ’nın hayat
nehrinin damlalarından yarattığı meleklerdir, çünkü Cebrail her gün bir kere
hayat nehrine dalıp çıkar ve tıpkı bir kuş gibi kanadarını çırpar. Bu kanat
çırpmadan yetmiş bin damla meydana gelir. Allah Teâlâ -insanı rahimde bir sudan
yarattığı gibiher damladan bir melek yaratır. Böylece yetmiş bin damladan
yetmiş bin melek yaratır. Onlar, her gün Beyt-i mamur’a girer. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle demiştir: ‘Her gün yetmiş
biri melek Beyt-i mamur’a girer ve bir daha geri dönmez.’ Allah Teâlâ’nın
mülkünün ne kadar geniş olduğuna bakınız!
Sonra ilahi emrin miracı, birinci
gökten ikinci göğe doğru gerçekleşir ve ilahi emir ikinci göğe,yerleşir. Bü
esnada birinci göğün suretine sahip iken (ikinci göğe) yerleştiği miracın
suretiyle boyanır. Onun yanında ise, birinci gökten kendisiyle görevli
melekler vardır. Bunun yanı sıra burçların ve sabit yıldızların ruhları da ona
eşlik eder. Keyvan feleğinin gücünden bir meleğin onunla birlikte inmesi
zorunludur. İkinci göğe ulaştığında, oranın melekleri ve orada bulunan
ölmüşlerin ruhları, himmet melekleri ve ikinci gökteki Behram’ın gücü kendisini
karşılar. Bu emir, getirdiği emanetleri kendisini karşılayanlara ulaştırır.
Ardından, ikinci göğün suretinde olduğu halde üçüncü göğe iner. Oraya indiğinde,
indiği merdivenin suretiyle boyanır. Oradaki durumu da daha önceki göklerde
zikrettiğimiz durumun aynıdır. En sönunda yedinci göğe iner. Burası yakın
göktür. Getirdiği emanederi orada bulunanlara ulaştırır. Yanında her göğün
sahibinin gücü olduğu halde, inmesi için göğün kapıları açılır, Onunla birlikte
bütün sabit ve harekedi yıldızların güçleri ile feleklerin güçleri ve felek
hareketlerinin güçleri de iner. (Başka bir suret edinmek üzere) kendisinden
ayrıldığı bütün suretler, onda gizlenmiştir. Öyleyse inen her ilahi emir ilahi
bir isimdir. Ardından akla, sonra nefse, sonra Arşa ve kürsüye ait olur.
Binaenaleyh ilahi emir, iniş yolu esnasında uğradığı bütün suretlerin bir
toplamıdır. Böylelikle küreleri yarar ve her birini doğasının kabul ettiği şeye
göre etkiler. En sonunda toprağa ulaşır. Burada yaratıkların kalplerine tecelli
eder. Kalpler de -istidadarına göreonu kabul eder. Kalplerin kabulü, türlü
türlüdür. İnsanların kalplerinde bulduğu hatıralar ve düşünceler (bu kabulden)
meydana gelir. Onlar, bu hatıralara göre çalışır, arzu duyar ve onlar nedeniyle
hareket ederler. Bu hareket itaat olabileceği gibi günah veya mubah da
olabilir. Öyleyse maden, bitki, hayvan insan, yeryüzüne ait bir melek veya
göğe ait bir melek; kısaca âlemdekilerin bütün hareketleri, yeryüzüne inen bu
ilahi emirden ibaret olan bu tecelliden gerçekleşir. İnsanlar kalplerinde
kaynağını bilemedikleri düşünceler buhırlar ki, onların kaynağı budur. Öte
yandan bu düşünceler, kendisiyle birlikte yıldızların güçlerinin ve feleklerin hareketlerinin
indiği âleme ilahi emrin elçileridir. Bütün bunlar, ilahi emrin âlemdeki bu
kimselerin hakikâderine yönelik elçileridir. Böylelikle biten şeyler onunla
biter, bazı şeyler onunla hayat bulur, bazı şeyler onunla ölür. Bütün
âlemlerde ulvi ve süfli etkiler bu elçiler vasıtasıyla gerçekleşir. Bunlar,
ilahi emrin âleme gönderdiği elçilerdir, çünkü o, onlar, n içerisinde bir
hükümdar gibidir. Bu ilahi emri bir başkası, onu başkası takip eder, el-Aziz ve
elAlim’in takdirine göre, her nefes ilahi emir böyle iner.
İlahi emir hükmünü onlarda uygulayıp
geri dönmek istediğinde, bütün varlıklardan elçileri kendisine gelirler. Bu
elçiler, gönderildikleri
kimselerde ortaya çıkan suretleri
getirirler. İlahi emir de, çirkin veya güzel olan o suretleri giyer ve -Rabbinin
önünde bütün suretlerle gözüken ilahi bir isim olarak durana kadargeldiği
yoldan geri döner. Hakk o suretlerden dilediklerini kabul eder, dilediklerini
de kendisine uygun suretler içerisinde sahiplerine çevirir. Allah Teâlâ o suretlerin
yerleşeceği yeri bilgisinden dilediği bir yer yapar. Böylelikle elçiler,
belirttiğimiz bu tarzda, yeryüzüne sürekli gelirler.
Şimdi de Allah Teâlâ ehlinin
kendilerine inen ilahi emir karşısındaki tavırlarını zikredelim: Allah Teâlâ
ehlinden muhakkik olan kişi, bu emrin inişini ve yakın gökten ayrıldığında üç
yıl boyunca inmek üzere havada dolaşmasını müşahede eder. Ardından yeryüzünde
ortaya çıkar. Yeryüzünde her bir şeyde gözüken her hadise, söz konusu emrin
gökten her bir andaki inişinden itibaren üç senelik sürenin dolmasıyla
gerçekleşir. Keşif ehlinin büyük kısmı, kendilerine gösterilen bilinmeyenleri
buradan dile getirir, çünkü onlar, gerçekleşmezden önce gizli haberleri görür
ve gelecek yıl gerçekleşecek hadiseleri bildirirler. Bunun yanı sıra,
yıldızların ruhlarının ve ilahi emrin hizmetinde inen feleklerin hareketlerinin
onlara verdiği bilgileri söylerler. Müneccim bu hareketlerdeki etkileri nasıl
alacağını bilirse, verdiği hükümde isabet eder. Kâhin veya gelecekten haber
veren arraf doğru söylediklerinde ve gerçekleşmezden önce, başka bir ifadeyle
yeryüzünde etkisi ortaya çıkmazdan önce bir şeyi bildiklerinde buradan haber
verirler. Yoksa insan, dönüşleri esnasında feleklerin hareketlerinden hangi
işlerin gerçekleşeceğini nasıl bilebilir ki? Fakat yaratılmışlarda uygulanacak
işleri bilen feleklerin ruhları ile bizim aramızda Ruhanî bir ilişki vardır.
Bu ilişki, feleklerin hareketlerinden ve yıldızların ışıklarından belli bir
ölçüye göre -çünkü onların ölçüleri vardır ve yanılmazlarkazanmış olduğu
surede iner. Matematikçimüneccim ve kâhinin ruhaniyeti, himmetinin yöneldiği
şeyin rengiyle boyanır ve bu sayede öğrenmek istediği şey ile arasmda bir
ilişki gerçekleşir. Bu durumda talep ettiği şeyin ruhaniyeti gözlem esnasında
ona içerdiği şeyi ulaştırır (feyazan). Ardından müneccim ve kâhin, gelecekte
gerçekleşecek hadiseler hakkında hüküm verirler.
Ariflere gelirsek, onlar, Allah Teâlâ’nın
her bir varlıkta özel bir yönü bulunduğunu bilirler. Bu nedenle onlar,
herhangi bir şeye o şeyin sebepleri yönünden bakmazlar. Onlar, her şeye Haktan
o şeye ait yönden bakarlar. Bu durumda arifler, Hakkın gözüyle esvava bakar ve
vanılmazlar. İlahi emir böyle bir arifin kalbine indiğinde, daha önce ifade
ettiğimiz üzere, uğradığı yerlere göre suretler giyinmiş bir halde iiıer. İlahi
emrin kendisiyle ilk akıl’a gözüktüğü ilk suret, ilahi ve esmai bir surettir.
Bu suret, bütün suretlerin ardındadır. Arifin himmeti ise her zaman her
varlıktaki ilahi yöne dönüktür. Muhakkik arif, özel yöne kendisine ait özel yön
ile yönelir. Böylece ilk ilahi sureti bakımından, ilahi emri inceler,
vasıtaları terk ederek bu suretten yukarı veya aşağı bütün suretlere doğru
iner. Muhakkik arif, baktığı her surete bu özel yönden bakar. En sonunda bütün suretlere
ulaşır. Arif, ilk akıl’dan yeryüzüne kadar bütün varlıklarda bulunan ilahi
sırları ilahi emirden öğrenir. Halbuki kâhin, arraf ve benzerleri ise,
özellikle unsur âleminde gerçekleşecek hadiseleri bilirler.
Sonra arif, bu ilahi emirden edep
elbiseleri giyer, kendisinden bilgi alışta Hakk’ın karşısında bulunma bilinci
(huzur), heybet ve nur kazanır. Öyle ki, ilahi emir onu yükselttiğinde, yüce
göklerin melekleri onun karşısında şaşırır. Allah Teâlâ da onunla meleklerine
karşı iftihar ederek şöyle der: ‘İşte bu kul size göre aşağı ve süfli yere
yerleştirilmiştir. Fakat bulunduğu yer ona etki etmemiş ve mertebesi onun
üzerinde hüküm sahibi olmamış, perdelerin çokluğu onu benden perdelememiştir.
Kulum hepsini yarıp aşmış, bana bakmış, bilgisini benden almış. Bir de
karanlık yoğun unsur perdeleri bulunmadansizin gibi olsaydı, durumu nasıl
olabilirdi?’ Hakkı dinleyen melekler şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Seni tenzih
ederiz. Bu dilediğin kullarına bir ihsan ve rahmet olarak verdiğin ihsanındır.’
‘Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.’7 Bu kul, Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından sadece ilk akıl’a ve Allah Teâlâ’yı bilmeyle
kendilerinden geçen yakın meleklere benzeyebilir. Bu âlemde böyle bir kalbin
sahibi, ancak Allah Teâlâ adamlarından Tekler (Efrad) olabilir. Hızır vb.
Onlar, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in meşrebindedirler. Meleklerin
Muhammedî-vakıf kalbe nasıl indiklerini kısmen zikretmiş olduk.
Bu menzil, ulvi ruhların ve berzah
mertebesindeki ruhların bilgisini içerir. Bunun yanı sıra, Allah Teâlâ’nın
yararlı bilgi talebinde samimi davranan kimselere açtığı bilgiler, temyiz ve
tercih bilgisi, aktarma, karşılaşma, yazma ve Kuran bilgisi, meydana gelen
şeyin bilgisi, gaybın bilgisi, miktarların bilgisi, eşyayı asıllarına
döndürmenin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Gidişin bilgisi, ahiretin bilgisi,
İkincinin birinciye katılmasının bilgisi, âlemin yaratılışının bilgisi, mekân
ve mertebede yerleşme bilgisi, hayatın bilgisi, âlemin uzamı, genişliği,
derinliği ve bunu nereden kazandığının bilgisi, havanın hadiseleri ve bunların
sebeplerinin bilgisi -ki bunlar ulvi sebeplerdirbu menzilden öğrenilir. Susma
ve konuşma mertebelerinin bilgisi, birleştirme ve ayırmanın bilgisi -Ki bu
nispeder ilmindendir-, tuzağın sırlarının bilgisi ve takvanın, yani takvanın
meydana getirdiği bilgi bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, O size öğretir’8 ayetinde
belirtilir. Bu ayet ile ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size
Furkan verir’9 ayeti
arasındaki irtibat bu menzilden öğrenilir. İhsan, yani ihsanın meydana
getirdiği ilimler, el-Halim ismi karşısmda mühlet vermenin bilgisi, hakikatler
bilgisi, huşu bilgisi ve Allah Teâlâ kelamı ile yaratılmışların kelamının
ilişkisinin bilgisi bu menzilden öğrenilir. ‘Allah
Teâlâ her şeyi bilendir.’10 Çünkü ‘O her
şeyi ihata etti’11 ve ‘Her
şeyi sayıca saydı.’12
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Tümel Âlemin Karışmasının Muhammedî Mertebeden Bilinmesi
Şaşarım, yokluğa ol diyene!
O sözün söylendiği, henüz
yoktu
Sonra olunca, ona denilmedi
ki o Oluş bölünmeyen şeydir
‘Ol’ sözü kudreti ortadan
kaldırmış Akıl buna hükmetti ve delil oldu
Aklın nasıl delili olur ki?
Aklın yaptığı bina keşif ile
yıkılır
Nefsin kurtuluşu şeriatta , ,
İnsan görür de sonra mahrum mu kalır?
Keşifte şeriata sarılmalısın! ,
Böyle biri iyiliği elde etmiş ve kurtulmuş .
Fikri geride
bırak, taşıma her yere Kasaptaki bir et gibi terk et onu
Fikrin bir makamı var ve onu o yerde tut '
Ta ki
merhamet görmüş bir kul ol
Bir bilginin şahidi şeriat
ise İşte bilgi odur, sarıl ona
Akıl ona
aykırıysa, de ki:‘Bu senin tavrın,
Tecrübeniz
olan şeyle ilgilenin’
. Allah Teâlâ’nın o kadar bilgisi var ki
‘Niçin’demeyen
kimse, ulaşır onlara
Bilgi‘nasıl?" sorusuyla
bilinemez ‘Ne kadar?’otoritesi de işlemez ona
Tıpkı Levha bilinmediği gibi
Hakkın o levhaya kalem ile yazdıkları
Bilmelisin ki, insanlar, insanın
mahiyeti hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir grup, ‘insan’ denilen şeyin
‘latife’, bir kısmı, ‘cisim’ bir kısmı ise ‘ikisinin toplamı’ olduğunu ileri
sürmüştür ki, doğrusu da budur. İnsan lafzı, her grubun dile getirdiği anlama
verilmiş bir isimdir. Sonra, insanın şerefi hakkında görüş ayrılığına düştıik:
Acaba üstünlük insan için zati bir şey midir? Yoksa var olduktan sonra ve tam
bir insan olarak düzenlendikten sonra ulaştığı bir mertebeyle mi gerçekleşir?
Söz konusu mertebeye insan, bilgiyle veya halife ve imam olmakla ulaşır.
İnsanın zatı gereği şerefli sayanlar, Allah Teâlâ’nın onu iki eliyle yaratmış
olmasına ve iki elini başka bir yaratık için bir araya getirmeyişine bakarak
şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ insanı kendi suretine göre yarattı.’ ‘İnsan özü gereği
şereflidir’ diyenlerin delili budur. Bu görüşe karşı çıkanlar şöyle der: ‘insan
özü gereği değerli olsaydı, onun zatını gördüğümüzde değerini de öğrenmemiz
gerekirdi. Gerçek ise öyle değildir. Öte yandan büyük ve değerli insan da sahip
olduğu bilgi ve ahlakıyla diğer insanlardan üstün olmazdı, çünkü her ikisini
insan tanımı birleştirir. Bu durum, insanın üstünlüğünün menzil veya mertebe
diye isimlendirilen geçici bir durumla gerçekleştiğini gösterir. Öyleyse
şerefli olan, mertebedir. Bu mertebeyle nitelenen kimse ise, dolaylı olarak
şeref kazanır. Bu durum, resullük, nebilik, halifelik ve hükümdarlık
mertebelerine ulaşmaya benzer. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan
hatırlamaz mı, onu bir şey değil iken yarattığımızı?’u
Başka bir ayette ise şöyle der: ‘İnsanın üzerinden bir süre geçti mi
ki, zikredilen bir şey değildi.’'4 Yani insanın üzerinde böyle bir süre
geçmiştir. Melekler, insanın zatına bakarak söylediklerini söylemişler ve doğru
da söylemişlerdir. Binaenaleyh insanın üstünlüğü, Allah Teâlâ’nın kendisine
verdiği bilgi ve halifelik sayesinde öğrenilir. Dolayısıyla Allah Teâlâ
kendisini şerefli yapmazsa, hiçbir yaratılmış özü gereği başkasından üstün
değildir.. Allah Teâlâ katında en yüksek menzil ve mertebe, kulluğunu kendisine
göstermelde Allah Teâlâ’nın kulunu alçaltmasıdır. Bu esnada Rabbani herhangi
bir hediyenin ona verilip verilmemesi birdir. Bir kula verilebilecek en üstün
mertebe, budur.' Bu durum ‘Seni kendim için seçtim’15 ayeti ile ‘Kulunu
geceleyin yürüten Allah Teâlâ münezzehtir’16 ayetlerinde belirtilir. ikinci
ayette Allah Teâlâ tenzihini zikretmiştir. Bu makamda bir âşık şöyle der:
Onun kölesi diye çağırın
beni
İsimlerimin en şereflisi o
Bir sanatın yapıcısına izafesinden
daha üstün bir şerefi ve değeri yoktur. Yaratılmışın şerefi de Haktan ona ait
olan özel yönden ortaya çıkar, yoksa kendisi gibi bir yaratılmış olan sebebi
sayesinde üstünlüğü ortaya çıkmaz. Bu şerefte ilk varlık -ki o Kalem veya Akıl
vb.ile mertebe bakımından yaratıkların en düşüğü eşittir. Çünkü her şeyin
yaratıcısıyla ilişkisi aynıdır. Hakikat bütün mümkünlerde birdir, insanın kendisinde
ortaya çıktığı son suret, Adem’in suretidir ve onun aşağısında bir suret
yoktur. Bu surede birlikte bedbaht olanlar cehennemde kalacaktır. Çünkü
Adem’in sureti acı ve hastalıkları kabul eden bileşik bir şekilde yaratılıştır.
Mudulâr ise, acı, hastalık ve üzüntü kabul etmeyen başka bir yaratılışla
yaratılacaklardır. Bu nedenle cennetlikler yaşlanmaz ve üzülmez, büyük abdest
yapmaz, idrara çıkmaz, hastalanmaz, acıkmaz susamaz. Cehennemlikler ise
cennetliklerin tam tersi bir haldedir. Onların yaratılışı dünya yaratılışı ve
terkibidir. Öyleyse dünyadaki bu terkip insanın kabul edebileceği en düşük
terkiptir. Hiç kuşkusuz, Âdem suretinde ortaya çıkmazdan önce insanın
üzerinden zamanlar ve dehirler geçmiştir. O her makam ve yerde oraya ait bir
suret ile bulunmuştur. Bunlar felek, gök gibi zaman ve dehrin hükmü altında
bulunduğu varlıklardır. İnsan bütün bu suretlerde unsurdan meydana gelen Âdem
suretiyle ‘zikredilmiş’ değildir. Bu nedenle bulunduğu hiçbir surette sınanmamış,
sadece bu Âdem suretindeyken -topraksınanmıştır. Öte yandan insan ancak bu
suretteyken Yaratıcısına asi olmuş, bu suretteyken Yaratıcısının mertebesine
sahip olduğunu iddia etmiş ve bu suret içerisinde ölmüştür. Bu nedenle
cehennemde büyük günah sahipleri ölümlüdür. Sonra, oradan çıkartılır ve hayat
nehrine batırılırlar. Böylece acı ve hastalık kabul etmeyecek bir yapıda
terkip edilir, bu suret ile birlikte cennete girerler.
Bilmelisin ki, üzerinde yürüdüğün ve
-Allah Teâlâ seni cennete ulaştırana kadarayaklarını üzerinde sabit kıldığı yol
hidayet yoludur ve o yolu dünyada zahirî ve batınî iyi amellerinden kendin için
inşa ettin. Söz konusu yol, dünya hayatında manevi olarak bulunurken duyuyla
algılanan sureti yoktur. Kıyamette ise senin adına cehennem üzerine duyuyla algılanan
bir köprü çekilir. Köprü vakfe yerinden başlar ve cennetin kapısı üzerinde
biter. Onu görünce, yolun senin inşa ettiğin bir yapı olduğunu anlarsm. O
yolun dünyada genişliğin, uzunluğun ve derinliğin itibarıyla kendi doğa
cehenneminin üzerine çekilmiş bir köprü olduğunu öğrenirsin. Bu köprü, senin
cisminin hakikatinin gölgesi olduğunda -ki gölge sahibinden farklıdırüç
şubedir. Onu ateşten uzaklaştırmaz, aksine onu bilgisizlik alevine yöneltir ve
ateşin kendisine ulaşmasını sağlar. Kamil insan, kıyametinin (ölüm) fayda
sağlayacağı ve tövbesinin kabul edileceği bir yerde, kıyametinin gelmesi için
acele eder. Burası dünya hayatıdır, çünkü ahiret hayatındaki kıyamette amel,
insana fayda vermez. Orada insan, amel yapmakla yükümlü değildir. Orası dünya
hayatında önceden yapılan amellerinin karşılığının verileceği yerdir. Bu durum ‘sonra
hidayet etti’17 ayetinde belirtilir. Mertebelerin
gereklerini açıkladı demektir. Bu sayede yükümlü, bulunduğu her yerde o yere layık
ve Hakkı razı edecek bir amel işler. Fakat bu amel, Hakkın rızasıyla çelişecek
unsurlarla da karışıktır. Bu durumda amel, doğal cisimlerin yaratılışıyla eşittir.
Çünkü sıcaklık soğukluğa aykırıyken yaşlık kuruluğun zıddıdır. Allah Teâlâ
ise, içerdikleri zıtlığa rağmen hepsini tek bir cisimde toplamak istemiş, bunun
için sıcaklığı kuruluğa eklemiş, o ikisinden acı safrayı yaratmış, sıcaklık ve
yaşlığı bir araya getirmiş, ondan kan meydana gelmiş, onu bu ikisine komşu
yapmıştır. Kandaki yaşlığı, safradaki kuruluk tarafına ait yapmıştır. Bunun
nedeni, fiilde ona mukavemet etmesini sağlamak üzere, komşuluk ilişkisidir.
Dolayısıyla o ikisinden hiç birini terk etme! Onun otoritesi insanın hayvanı
mizacmda gözükür. Kandaki sıcaklık onun ardından gelmiş olsaydı, safranın onu
takip etmesi gerekirdi. Safra kendisini takip ederse, sıcaklık veya kuruluk olmalıydı.
Kuruluk takip ederse -ki sıcaklığın edilgenidir-, kuruluk cisimde güçlenir ve
hastalığın bedene girmesine yol açar. Hastalık, Rabbin insanı yükümlü tuttuğu
bilgilerle ilgilenmek, onları elde etmek ve mutluluğa ulaştıran ameller için
çalışmaktan bedeni alıkoyar. Safranın sıcaklığı komşu olsaydı, safranın niceliğinde
artış gerçekleşir ve yine hastalık olurdu. Bu nedenle yaşlık, safrayı, takip
etmiştir. Allah Teâlâ soğukluk ve yaşlığı birleştirmiş, bu karışımdan balgam
ortaya çıkmıştır. Balgamın yaşlığını kanın sıcaklığından sonra getirmiştir.
Öyle olmasaydı, daha önce zikrettiğimiz gibi, bu karışımdaki niceliksel artış
nedeniyle hastalık ve illeder ortaya çıkardı. Soğukluk ve kuruluğu
birleştirmiş, bu karışımdan acı kara meydana gelmiş, karadaki kuruluğu
balgamın yaşlığından sonraya bırakmıştır. Halbuki soğukluğu karadan sonra
getirmemiştir ki, balgamın yaşlığında artış olmasın -çünkü yaşlık soğukluğun
edilgenidir-. Balgamın soğukluğuyla karanın soğukluğu arasmda meydana
geldiğinde ise artar ve balgamın niceliği fazlalaşır. Bu durumda cisme illet ve
hastalıklar girer, çünkü cisim (hastalıkları) kabul edicidir.
Allah Teâlâ’nın yaratılıştaki
hikmetine bakınız! Bu hikmet, bedenin sağlıklı kalmasını sağlamak amacı taşır.
Söz konusu cisim, Rabbinin davetine kendisini ulaştırmak üzere latifenin
bineğidir. Bu cisimsel binek üzerine ilahi ruh egemen olur ve
sardığında/kapladığında beden hamile kalır. Bunun neticesinde ise iyi (salih)
veya kötü bir takım ameller ortaya çıkar. Salih ve iyi amel meydana getirmesi
‘muhallak (tam yaratılmış)’, öteki ise, gayr-ı muhallak (eksik yaratılmış) diye
ifade edilir. Bu ameller, bineklerüı suretlerinde ortaya çıkar. Ameller salih
ise, binekler insam ‘illiyyîn’ derecesine yükseltirler. Allah Teâlâ şöyle der:
‘Güzel kelime O’na yükselir ,m Kastedilen
temiz ruhlardır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın temiz kelimeleridir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘O’nun kelimesidir, Meryem’e aktardığı.’19 Başka bir ayette ise ‘Salih
amel O’na yükselir’20 denilir. Amel kötü ve bozuk ise,
kişiyi aşağıların aşağısına düşürür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sonra
onu aşağıların aşağısına attık.’11 Yani bineği onu düşürür. Halbuki ‘En
güzel suretteydi.’22 ‘İman
edenler, salih amel sahipleri hariç.’23 Böyle birinin ameli, sahibini
illiyyîn, yani yüceler yücesine çıkartır. ‘Sınırsız
ödül ona aittir.’24 Kastedilen,
kazanılan sevaptır. Sevap ve ecir, kazanılmış olandır. Allah Teâlâ kazanımın
dışında bir ödül verirse, bu, ‘ecir’ diye isimlendirilmez. Böyle bir şey, nur
ve hibedir. Allah Teâlâ bir topluluk hakkında ‘Onların ecri ve nuru vardır’
der. Ecirleri kazandıkları, nurları ise Allah Teâlâ’nın bu konuda kendilerine
dönük ihsanıdır. Bu sayede ihsan katışmaksızın ecir, tek başına bulunmaz. Bu
ihsan kulu, kendisinin Hakk ettiğini düşünmekten alı koyar. Halbuki ecir böyle
düşünmeyi sağlar, çünkü ecir, daha önce yapılan ve kula izafe edilen bir
amelin karşılığıdır. Binaenaleyh zikrettiğimiz bu nedenle, nurun (ihsan)
katışmadığı bir ecir yoktur, çünkü yaratılış bu ilke üzere gerçekleşmiştir.
Şöyle ki: Doğal cisim (unsurlardan)
oluşup duyusal ruhuyla ortaya çıktığında, bağımsız bırakılsaydı, ‘iddia’ onu
yok ederdi. Fakat Allah Teâlâ ona Rahman’ın nefesinden rabbani bir ruh verdi
ki, ‘ilahi ruh’ demektir. İnsanın latifesi bir ‘nur5 olarak ortaya
çıkarak, hayvani cismi yönetmekle görevlendirilmiştir. Bu nedenle ilahi ihsan her
yerde bu kula eşlik etsin diye, nurlar ecirlere bitiştirilmiştir. ‘Allah
Teâlâ, Alim ve Hakim’dir.’25 Bu nedenle dünyanın ‘karışım yeri ve
menzili’ olduğunu söyledik.
Bu menzil pek çok bilgiyi içerir.
Bunların arasında -hece harfleri değilmana harflerinin bilgisi vardır. Bunların
birbirlerine girmesi, kendilerini harflik makamında isimlik makamına aktarır
mı? Çünkü harf benzerinde etkin değildir. Hiçbir harf ötekinden güçlü değil
iken, bir harf, hangi durumda başka bir harfte etkin olabilir? Misal olarak,
‘men’in ‘an’ edatına dahil olmasını verebiliriz. Bu bir harftir (edat) ve ‘an’
edatı bir şeyden birine geçme anlamı verir. Böylece onu ‘men’ edatına çevirir.
Bu edat, ismi gösterdiği gibi, yönü ve ciheti de gösteren bir edattır. Şair
şöyle der:
Men-an yemîni’l-habaya
nazratün kabl
Burada yemin kelimesinin amili, hiç
kuşkusuz, ‘an’ edatıdır. Fakat acaba o sureti geride kalsın diye bir edat
olarak mı amil olmuştur? İsimlere özgü bir amel olan tamlamayla mı amildir? Bu
durumda ‘an’ men’in mamulü olur veya aslı üzere kalır. Bu durumda ise edadarın
birbirlerine girmesinin mümkün olduğunu söyler, onlardan birisinin amelini terk
eder ve aşağıdaki örnekte ma’yı zait saydığımız gibi onu zait sayarız. Nitekim
şair şöyle der:
lza ma ra’ye vakaat le-şeref
(Şeref için bir bayrak kalkarsa)
Ma edatı zaittir, çünkü söz, onsuz
tamamlanır ve ‘iza ra'ye’ diyebilirsin. Dolayısıyla ma’nın bir etkisi yoktur.
İmru’l-kays’ın sözünde inne edatı da böyledir:
Fema in min hadis vela sal
Burada da in edatı zaittir ve anlama
etkisi yoktur. Dolayısıyla böyle olabilir ve buna bir engel yoktur. Çünkü
yukarıdaki sözde an harfini düştüğümüzde, anlam bozulmadığı gibi -bir
zorunluluk olmaksızınharf kendiliğinden isim haline de gelmez. Bir harf başka
bir harfin yerini aldığında, acaba onun anlamını mı verir, yoksa zıddı bir
anlam mı verir?
Bu menzilin içerdiği bilgilerden
birisi de binekler, süvariler, zaman ilmi, sözün değerinin bilinmesi, zikrin
fikirden üstünlüğünün bilinmesidir. Hakkın kendisini zikretmekle nitelerken
fikirle nitelememesi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ
kendisi için ‘tedbir etmek’ özelliğini zikretmiştir ki, bu fikir demektir veya
fikir onun ayrılmaz özelliğidir. Bu menzil, yaratılış ve niteliklerin bilgisini
içerir, beyan bilgisini, haller bilgisini, istidat ve ihsan bilgisini, orta ve
en orta tecelli bilgisini ki -o tatma ve kanmayı kabul edenlere göre kanma
arasındadırkesinlik serinliğinin nereden meydana geldiğinin bilgisini içerir.
Başka bir yaratığa değil de, sadece Allah Teâlâ’ya kulluğun bilgisini içerir.
Bu kulluğa ait olan ve bilgilerden ortaya çıkan eserlerin bilgisi bu menzilden
öğrenilir. Bunun yanı sıra, farzları yerine getirmenin/meydana getirdiği sonuçlar,
ihsanlardan hibe olanlar, ihsanların karışması, takva ve türleri, ahiret ve ruhların
nimeti bu menzilden öğrenilir. Arş, Refref, minber ve sofralar, kürsüler,
mertebeler ve her birinin payı, bu menzilden öğrenilir. Bu menzil, iki zıt
şeyin bilgisini, daha aşağıdaki yakınlık ile daha üst yakınlığın bilgisini,
gölgelerin bilgisini zillet yoluyla boyun eğme bil-
I
gisini, Evi tavaf bilgisini, onu
tavaf edenlerin kim olduğu ve niçin ve neyle tavaf ettiklerinin bilgisini
içerir, istilam, nimetler, sülük, ilahi ve dünyevi mertebe, onların
çeşitlenmesi, onların içinden övülmüş olanlar, utandırma, tecellinin takdis
edilmesi, ilahi ceza bu menzilden öğrenilir. Gayblerin tenzili, teklif, irade,
tebdil ve değiştirme, ihtisas bu menzilden öğrenilir. Bütün bu zikrettiğimiz
bilgi sınıfları içerisinde başka bilgiler de vardır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
UÇ YUZ
DOKUZUNCU BOLUM
Melamilerin Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Melamilik, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ve Hz. Ebu Bekir’in makamıdır. Bu makama ulaşan pirler arasında Hamdun
el-Kassar, Ebu Said el-Harraz, Ebu Yezid el-Bestami vardır. Zamanımızda ise
Ebussud b. eş-Şibl, Abdulkadir el-Cili (Geylani), Muhammed el-Evani, Salih el
Berberi, Ebu Abdullah Şerefi, Yusuf eş-Şuburbeli, Yusuf b. Taiz, İbn Ca’dun
elHanavi, Muhammed b. Kasım, Ebu Abdullah b. el-Mucahid, Abdullah b. Tahmest,
Ebu Abdullah el-Mehdevi, Abdullah el-Kattan, Ebu’lAbbbas el-Hassar gibi kitabın
isimlerini zikretmeye yetmeyeceği kimseler vardır. ,
Yaratıklar üzerine yemin
edenler
Yemini bozmak gerektiğinde,
bozmaları gerekmez
Ben Allah Teâlâ adına yemin
ederim Ruhları yerleştirdi, beden kabirlerine
Hidayet ayetleriyle, O’nun
nurundan Der ki, yaratıkları boş yere yaratılmadı
İş öyle olmasaydı şayet "
Ey
dayanağım! Aldırma
Hüsrana uğrar, şeriata söz verip de sonra
. Sözünü bozan bir akıl
. Görmüyor musun, tohumu ekti
■
Sonra ekiniyle uğraştı durdu
Hakka
yemin olsun ki, ona sahip olmadı
Nefes üflediğinde ruh onu bildirdi ,
Bütün ruhları (nefisleri)
tek bir ruh olarak tevdi etti İki eş (Âdem ve Havva); cinsel ilişkiyle
çoğalırlar
Ondaki sırrı gizledi bir
süre Gayretinden dolayı, sonra yaydı
Allah Teâlâ hükümlerinde
eşit yapmadı Yaşlı ile genci; bir hikmeti olmalı
O ikisini birleştiren hüküm
gelirse Emir meydana gelmiş demektir
Sanki çocuğa yerleşmiş de
ihtiyarlık Gençlik ise yaşlıya yerleşmiş gibi
Diri idi, sonra ölü, daha sonra .
Öldükten sonra tekrar diri oldu ve diriltildi .
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin,
bilmelisin Ki, Allah Teâlâ adamları dördüncüsü olmayan üç gruptur: Birincisi,
züht hayatı, Allah Teâlâ’ya yönelme gibi bütünüyle övülmüş temiz fiillerin
hakim olduğu adamlardır. Onlar içlerini Şari’nin kınadığı bütün kötü
özelliklerden de temizlemiştir. Bu gruptaki insanlar, yaptıkları amellerin
üzerinde herhangi bir amel görmedikleri gibi haller, makamlar, ledünni
bilgiler, sırlar, keşifler ya da başkalarının kendisini öğrendilderi şeyler
hakkında da bilgileri yoktur. Bu kimselere, ‘ahitler’ (kullar, ubbad) denilir.
Böyle birisine dua istemek üzere bir insan geldiğinde, tepki gösterir veya ona
şöyle der: ‘Ben de kimim ki, sana dua edeyim? Benim mertebem nedir ki?’ Böyle
demelerinin nedeni, beğenme duygusundan uzaklaşmak arzusu ve nefsin
hilelerinden korkmalarıdır. Bu sayede amellerine riya duygusunun girmesini
engellemek isterler. Onlardan birisi okumayla meşgul olursa, onun okuyacağı
kitabı -söz gelişiMuhasibi’nin er-Riaye’si veya
onun yerini alan bir kitaptır, ikinci sınıf bu grubun üzerindedir. Onlar, bütün
fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu ve kendilerinin bir ilgilerinin olmadığım
görürler. Riya onlardan tamamen silinmiştir. Tarikat ehlinin sakındığı bir
konuda kendilerinden bir şey istediğinde, şöyle derler: ‘Doğru
sözlüyseniz, Allah Teâlâ’dan başkasına mı dua ediyorsunuz?’26 Ya da şu ayeti okurlar: ‘Allah
Teâlâ de, sonra bırak onları.’27
Onlar, ciddiyet, vera (kuşkulu şeylerden
uzaklaşmak) ve tevekkül vb. konularda birinci gruba benzer. Fakat sahip
oldukları halin üzerinde haller, makamlar, bilgiler, sırlar, keşifler ve
kerametler bulunduğunu da görürler. Himmetleri onları elde etmeye yönelir.
Birisine ulaştıklarında, sıradan insanlar arasında kerametlerle görünürler.
Çünkü onlar, Allah Teâlâ’dan başkasını görmez. Onlar, ahlak ve fütüvvet
ehlidir. ‘Sûfiler’ diye isimlendirilen bu grup, ikinci tabakaya göre, gururlu
ve nefis sahibi kimselerdir. Öğrencileri de kendileri gibi iddia sahibidir. Allah
Teâlâ’nın yaratıklarına karşı böbürlenirler, Allah Teâlâ adamlarına karşı
önderlik iddiasında bulunurlar. Üçüncü sınıf ise, beş vakit namaza nafileleri
de eklerler. Onlar, Allah Teâlâ’nın farzlarını yerine getiren müminlerden kendilerinin
bildikleri bir halle ayrışmazlar. Sokaklarda yürür, insanlarla konuşurlar;
onlardan birinin farz veya sünnet gibi sıradan insanların aşina olduğu amellere
ilave bir amel yaparak, insanlardan farklılaştığı görülmez. Onlar Allah
Teâlâ’nın karşısmda kendilerine özgü ibadeti yerine getirirler. Bu insanlar,
derinleşen ve Allah Teâlâ karşısındaki kulluklarından bir an bile ayrılmayan
kimselerdir. Başkanlığa arzu duymazlar. Bunun nedeni, rabliğin onların
kalplerine egemen olması ve onun altında ezilmeleridir. Allah Teâlâ onlara
mertebeleri ve o mertebeleri Hakk ettiği amelleri ve halleri öğretir. Bunun
üzerine onlar da, her mertebeye o mertebenin gereğine göre davranırlar. Onlar,
insanlardan gizlenmiş ve avam perdesiyle saklanmışlardır. Çünkü onlar, kendilerini
bütünüyle efendilerine adamış saf ve ihlaslı kullardır. Onlar yerken, içerken,
uyanıkken, uyurken sürekli Efendilerini müşahede ettikleri gibi insanlar
içinde de konuşurken O’nunla konuşurlar. Onlar, sebepleri yerli yerine koyar ve
sebeplerin hikmetini bilirler. Sebepleri kabul edip onlara boyun eğdiklerini
gördüğünde, sanki ‘her şeyi yaratan’ kendileriymiş zannedersin! Onlar, her şeye
muhtaç olurlar, çünkü onlara göre, her şey ‘Allah Teâlâ’ diye
isimlendirilendir. Herhangi bir konuda onlara muhtaç olunmaz, çünkü onların
üzerinde Allah Teâlâ sayesinde zengin olma niteliği veya O’nunla aziz olma
niteliği görünmez. Ya da onlar, ilahi mertebenin seçkinlerinden değillerdir
ki, eşyanın kendilerine muhtaçlığını gerektirecek bir durum gerçekleşsin. Onlar
eşyanın kendilerine muhtaç olmadığına tanıktır. Kendileri ise, eşyaya muhtaç
kalır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah
Teâlâ ise zengin ve övülendir,’28 Öyleyse
onlar, Allah Teâlâ sayesinde zengin olsalar bile, buradan Allah Teâlâ’nın
kendisini nitelemiş olduğu bir isim kendilerine vermeyi mümkün kılacak bir
nitelikle gözükmezler. Kastedilen, el-Gani isimdir. Böylece zahirde ve batında
Allah Teâlâ’nın onları isimlendirmiş olduğu ismi kendileri adına korurlar, ki o
isim, muhtaç ismidir. Buradan şunu öğrenmişlerdir: Muhtaçlık sadece el-Gani
olan Allah Teâlâ’ya olabilir. Onlar, insanların âleme yerleştirilen ve sıradan
insanları Allah Teâlâ’dan perdeleyen sebeplere muhtaç olduklarını görürler.
Onlar, gerçekte sadece ihtiyaçlarını yerine getirme gücüne sahip olana
muhtaçtırlar ki, o da Allah Teâlâ’dır. Bunun üzerine şöyle demişlerdir: Allah
Teâlâ, gerçekte ‘muhtaç olunan her şey5 diye isimlendirilendir. Allah
Teâlâ’nın kendisi ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu nedenle bu grup eşyaya
muhtaç olmuş, eşya onlara muhtaç olmamıştır ki kendileri de eşyanın bir
parçasıdır. Allah Teâlâ:, herhangi bir şeye muhtaç değil iken her şey O’na
muhtaçtır.
Bunlar, Melamilerdir. Onlar, ricalin
(Allah Teâlâ adamları) en üstünleri oldukları gibi öğrencileri ricalin en
büyükleridir. Onlar racüliyet (adamlık) tavırlarında halden Hakk girer. Bu
insanlardan başka Allah Teâlâ karşısında fütüvvet ve ahlak makamını elde eden
yoktur. Onlar, bütün menzilleri elde edenler, Efendilerinin dünyada
yaratıklarından perdelendiğini gören Allah Teâlâ’nın seçkinleridir. Efendileri
perdelendiği için, kendileri de yaratıklardan perdelenmiş ve gizlenmiştir.
Onlar, perdenin ardından yaratıkları arasında sadece efendilerini görür.
Ahiret olup Hakk orada tecelli ettiğindeyse, efendileri gözüktüğü için, onlar
da görünür. Öyleyse onların dünyadaki mekânları bilinmez. (Daha önce
zikredilen birinci gruptaki) kullar, insanlardan uzak durmaları, onlarla haşir
neşir olmayışları, halleri ve bedenle ilgilenmekten uzaklaşmaları nedeniyle
sıradan insanlar tarafından bilinirler. Bu nedenle onlar karşılık görürler.
Sûfıler ise (keramet gibi) iddiaları, düşünceleri okumak, dualarının kabulü
gibi harikulade olaylarıyla sıradan insanlar tarafından tanınır. Onlar Allah
Teâlâ katındaki yakınlıklarının öğrenilmesine yol açacak bir kerameti göstermekten
çekinmezler. Çünkü onlar kendilerine göre sadece Allah Teâlâ’yı müşahede
ederler. Böylece de büyük bir bilgiyi kaçırmış olurlar. Onlarm üzerinde
bulundukları bu hal, Hakkın aldatmasından ve iyi davranışla tuzağa
düşürmesinden uzak değildir. Melamiler ise herhangi bir davranışla Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından farklılaşmazlar. Onlar, tanınmayan kimseler
oldukları gibi halleri de sıradan insanların halleri gibidir. Onlara iki
nedenle bu isim verilmiştir: Birincisi, onlarm öğrencilerine bu isim verilir.
Çünkü onlar, Allah Teâlâ karşısında sürekli kendilerini kınar ve nefisleri
adına kendisiyle sevinecelderi ihlaslı bir amel görmezler. Bü davranış,
öğrencilerini terbiye etme amacına matuftur. Çünkü amellerle sevinmek, amelin
kabulünden sonra olabilir. Amelin kabul edildiğini müritler bilemez. Büyüklere
bu ismin verilmesi, hallerini ve Allah Teâlâ karşısındaki mertebelerini
gizlemelerinden kaynaklanır. Onlar şunu görmüşlerdir: insanlar fiilleri Allah
Teâlâ’dan görmedikleri için kendi aralarında fiilleri kınama ve birbirlerini
eleştirmeye başlamışlardır. Sıradan insanlar fiilleri kimden meydana gelmişse,
ona ait sayar, böylelikle fiilleri kınamaya ve eleştirmeye başlamışlardır.
Perde ortadan kalkıp bütün fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu görselerdi, bu
fiilin kendisinden meydana geldiği kimse eleştirilmez, insanlara göre bütün
fiiller değerli ve güzel olurdu. İşte bu grubun Allah Teâlâ karşısındaki
mertebeleri insanlara gözükseydi, onları ‘ilah’ edinirlerdi. Onlar, alışkanlık
ve adet perdesiyle sıradan insanlardan gizlenince, onlara sıradan insanların
birbirlerine verdikleri kınama anlamlı lakaplar verilmiştir. Bu lakaplar, kötü
davranışın kendisinden ortaya çıktığı kimseye verilen isimlerdir. Sanki mertebe
onları kınamış gibidir: Çünkü onun izzet ve otoritesini izhar etmemişlerdir.
İşte terimsel olarak bu lafzın onlara verilmesinin nedeni budur. Bu, herkesin
bilemediği ve Allah Teâlâ ehline özgü olan özel bir yöntemdir. Onlarm sıradan
insanlar arasında farklılaşmalarını sağlayan bir halleri yoktur.
Bilmelisin ki, kullar arasmdan hikmet
sahibi, her şeyi yerli yerine yerleştiren ve o şeye mertebesini taşırmayan
kimsedir. Böyle biri, her Hakk sahibine hakkını verir, herhangi bir şey hakkmda
amaç ve arzusuna göre hüküm vermez, geçici arzular onu etkilemez. Hikmet sahibi
insan (hakim), Allah Teâlâ’nın kendisini bir süreliğine yerleştirdiği bu dünya
hayatına ve Allah Teâlâ’nın yapması için belirlediği işlere -herhangi bir
fazlalık ve eksiklik olmaksızınbakar. Böylece kendisine açıklanmış olan üsluba
göre hareket eder. Hiçbir vakit elinden bu dünya hayatında onun adına belirlenmiş
teraziyi düşürmez. Çünkü teraziyi düşürürse, ölçüleri bilemez. Bu durumda, ya
tartıda hile yapar veya fazla tartar. Allah Teâlâ ise, her ikisini de
kınamıştır. Allah Teâlâ fazla tartmak için, bu tartıyı övdüğü belirli bir hal
belirlemiştir. Hikmet sahibi insan, bir bilgiye dayanarak, o yerde fazla
tartabilir. Çünkü bu, terazinin fazla tartmasıdır ve bu nedenle kişi Allah
Teâlâ katında beğenilen bir davranış olur, insan bu durumu bilip terazi elinde
bulunduğu sürece, Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkmdaki hikmetinden herhangi
bir işte yanılmaz. Böyle davrandığında ise, vaktinin imamı olur. Teraziyle
tarttığı ilk şey, dünya hayatındaki halleridir. Terazisi bulunduğu halde Hakkı
kullarına göstermeyi ve O’nu yaratıklara tanıtmayı gerektiriyorsa, bulunduğu
yerde hakikati onlara bildirir. Bu yer, yâdının ve zikrinin Allah Teâlâ’ya ve
peygambere eziyete yol açmadığı bir yerdir. Nitekim Allah Teâlâ kendisini
eziyet görmekle niteleyerek şöyle buyurmuştur: 1Allah
Teâlâ’ya eziyet edenler..:29 Böyle bir yer, Allah Teâlâ adına
es-Sabur ve el-Halim isimlerinin ortaya çıkmasını gerektirir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bir eziyete karşı Allah Teâlâ’dan daha
sabırlı kimse yoktur.’ Allah Teâlâ yalanlanmış ve kendisine kötü söz
söylenmiştir. Peygamberin Allah Teâlâ’dan aktardığı sahih kutsi bir hadis bunu
bildirerek, şöyle der: ‘Ademoğlu beni yalanladı, bu ona yakışmadı. Bana kötü
söz söyledi, bu ona yakışmadı.’ Bu sözü el-Latif ismi söyleyebilir ve bu
nedenle ona dünya hayatındaki kınanmada bu latifliği giydirmiş, yalanlayan
yalanlamasından, kötü söz söyleyen kötü sözünden caysın diye, bununla tanınma
gerçekleşmiştir. Çünkü dünya hayatı tövbe ve hatadan dönme ve bu dönmenin kabul
edildiği bir yerdir. Ahiret hayatı ise, dönüş yeri olsa bile, dönüşün kabul
edildiği bir yer değildir. Öyleyse terazinin gösterdiği hususlardan biri de
şudur: Hikmetli insan, Allah Teâlâ’nın veya peygamberinin veya Allah Teâlâ
nezdinde dini konularda değeri olan birisinin adını, bilgisi dahilinde Allah
Teâlâ’ya, peygamberine ya da Allah Teâlâ’nın kendilerine ilgi gösterdiği
kimselere eziyet edileceği bir yerde zikretmemelidir. Misal olarak Şiiler
nezdinde sahabenin zikredilmesini verebiliriz. Böyle bir davranış zikredilenin
hakarete uğramasına ve ona kötü söz söylenip gıyabında eziyete maruz kalmasına
bir çağrıdır. Hikmetli insan, böyle bir yerde o kişinin adını yâd etmez.
Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize Kuran ile -ki kast edilen
Mushaftırdüşman topraklarına seyahati yasaklamıştır. Böyle bir davranış,
kendisine inanmayanların Kuran’a ihanet etmesine ve düşmanı olduğu için saygısızlık
yapmasına ve onu hafife almasına yol açabilir. İşte bu makam, başkasının değil
melaminin makamıdır. Binaenaleyh bütün şeriat, melaminin halleridir.
Müminlerin annesi Hz. Aişe’ye Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlakı sorulduğunda, ‘Onun ahlakı Kuran idi’
diye cevap vermiş, ardından ‘Sen en büyük ahlak üzeresin”° ayetini
okumuştur. Sûfilerin dayandıkları ilahi asıl zikrettiğimiz gibiHakkın celaline
ve şanına layık büyüklük ye yücelik gibi ilahlığın hakkı olan özelliklerdir.
Bununla birlikte, dünya hayatının Allah Teâlâ’nın hakkı hususunda neyi
gerektirdiğine bakmalısın. Kast edilen, kulların bu konuda Rablik iddiasında
bulunması ve büyüklük ve azametinde Allah Teâlâ ile didişmeleridir. Bu
bağlamda Firavun ‘Ben sizin büyük
■ Rabbinizimdemiş, büyüklenmiş ve zorbalaşmıştır.
Bunun nedeni, bulunulan yerin yaratıkların Allah Teâlâ’dan perdelenmesini
gerektirmiş olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatında kendisini insanlara
gösterseydi, kaza ve kaderin hükmü ortadan kalkardı. -Kader Allah Teâlâ’nın
yaratıkları hakkındaki bilgisidir ve bu bilgi onlardan ve kendilerinde meydana
gelecek şeylerle ilgilidir.Allah Teâlâ’nın perdelenmesi, o halde, insanlara
dönük bir merhamet ve onları korumadır. Çünkü Allah Teâlâ’nın tecellisi özü
gereği kalırı gerektirir. O’nun karşısında bir iddianın bulunması mümkün değildir.
İlahlık mertebelerin hükmüyle ortaya çıktığına göre, bu ilahi ilke, Melamilerce
müşahede edilmiştir, çünkü onlar, hikmet sahibi âlimlerdir. Bunun üzerine
şöyle demişlerdir: ‘Biz bu aslın ferleriyiz.’ Çünkü âlemde meydana gelen her
şeyin ilahi bir dayanağı vardır. Bununla birlikte her ilahi asıl ve ilke,
kendisiyle nitelendiğinde kul adına övünülen bir durum değildir. Çünkü büyüklük
ilahi bir asıl ve ilke olmakla birlikte, kul onunla nitelenip kendisini o
aslın feri haline getirerek onu içinde ve derununda kullandığında, hiç
kuşkusuz, bütün yönleriyle kınanmış biri olur. Fakat büyüklük duygusu kul adına
belirlenmiş ve kullanılmasına izin verilmiş özel bir yerde kullanılabilir.
Böyle bir yer ruhu olmayan görünür bir surettir ve tazim o suretin övülen ruhu
olur. Bu neden: le sûfiler, keramederin veliler tarafından
gizlenmesinin farz olduğunu kabul etmiştir. Buna karşılık peygamberler,
mucizelerini göstermekle yükümlüdür. Çünkü Allah Teâlâ onlara can, mal ve
ailede hüküm koyma yetkisi vermiştir ve mal, can ve ailede konulan hükmün
Rabbe ait olduğunu gösterecek bir delil bulunmalıdır. Çünkü peygamber
hemcinstir. Dolayısıyla onun iddiasının asla bağlanması, kesin bir delil ve
burhan ile mümkün olabilir. Alemde hüküm koyma ve şeriat getirme yetkisi
olmayan velilere gelirsek, Allah Teâlâ onlara bir imkân verdiğinde, niçin harikulade
olayları göstersinler ki? Allah Teâlâ onlara keramederi kendi katındaki
yakınlıklarına delil olsun diye vermiştir, yoksa insanlar bunu öğrensin diye
vermemiştir ki! Bir veli insanlara kerametini gösterirse, bunu içinde bulunan
ve kendisine hakim olan gurur nedeniyle yapmıştır. Böyle bir nefs, kerametten
daha çok, aldanmaya ve tuzağa yakındır. Öyleyse Melamiler bu konuda sahih bilgi
sahibidir. Onlar, üstün tabaka ve misal yolun efendileri, dünya ve ahiret
hayatında değerli mertebenin sahipleridir. Onlar, mertebeleri, mertebelerin ve
mertebenin Hakk ettiği davranışı bilmede ‘beyaz el’ sahipleridir. Terazileri
bilmek ve haklarını yerine getirmek, onların işidir. Selman el-Farisi onların
en değerlilerinden biri ve bu makamda peygamber sahabesindendi. Melamilik, bu
dünyada ilahi bir makamdır.
Bu menzil, bazı ilimleri içerir.
Hikmet ilmi, mevakıf (duraklar) ilmi, hesap ilmi, zan ilmi, ihmal ile
geciktirme -ki el-Hakim ismi bunu gerektirirarasındaki farkın bilinmesi,
günahlara ve muhalefederi belirleyen kaderin bilinmesi bu menzilden öğrenilir.
İnsan için muhalefet muvafakatin aynı olabilir mi? Olursa, muhalefet bu
özelliği ve hızla yerine getirilmesi nedeniyle, Allah Teâlâ katında bir
yakınlık sağlar mı? Acaba (Allah Teâlâ’ya) yakın insan, günah yapmakla
perdelenir mi? Bu, yoldaşlarımızdan pek azının bildiği mühim bir bilgidir. O
bilginin dibi derin, terazisi gizli ve hassastır, ondan daha gizlisi yoktur. Allah
Teâlâ yolunun ehlinden çoğunluğu onu görmemiş ve müşahede etmemiştir.
Kendilerine söylenseydi, onu inkâr ederlerdi. Hal böyleyken, şekilci alimlerin
o konuda ne düşüneceğini zannedersin? Peki sıradan insanlar hakkında ne
dersin? Filozoflar arasında hakimlerin büyüklerine gelirsek, onlar bu bilgiyi
genel olarak inkâr eder. Bu meseleye dalmalarına ve üstünlüklerine rağmen,
ardından inkâr etmelerinin nedeni, onlaruı ihtisası ve tahsisi kabul
etmeyişleridir. Halbuki biz kabul ederiz. Filozoflara göre bütün kazanımlar,
istidada bağlıdır. Binaenaleyh onlara gizli kalan bu ve benzeri bilgiler,
tahsis ile ilgilidir.
Bu menzilin ilimlerinden birisi de,
bazı insanların maddi (bedenî) ve manevi ahiret hayatını inkâra düşmelerine yol
açan sebebin bilinme-
ı
sidir. Onlar iki gruptur: Bir kısmı,
ahiretteki duyusallığı inkâr ederken bir kısmı mana ve duyu olarak ahreti inkâr
etmiştir. Bu menzilin ilimlerinden birisi de, ölümün hallerinin bilinmesidir.
Ölüm neye döner, hakikati nedir? Ölümün kurban edilmesi, temsil âleminde
parlak bir koç şeklinde tasviri, nerede kurban edileceği ve kurban edildikten
sonra hayatının İçime geçeceği, bu menzilden öğrenilir. Manevi ve duyusal yıldızların
tutulmasını gerektiren tecelli, kul ile Rabbi birleştiren mertebe, bu menzilden
öğrenilir. İttihadı ve hululü kabul edenler buradan ortaya çıkar. Bu yer,
ayakların kaydığı bir mertebedir. Çünkü burada kuşku güçlüdür, terkip edilen
bir delil ona karşı koyamaz. Bu konuda el-îsjar
an Netaici’l-Esfar diye isimlendirdiğimiz ve ilahi
bilgiyle bu ilahi hükmün ilişkisini, ilahi hükmün onunla ilişkisini içeren bir
risalemiz vardır. Bu menzilin ilimlerinden birisi de kıyamet günü insanların
hangi ilahi isme başvuracaklarının bilinmesidir. Bilenin bildiğini başkasına
sormasının nedeni bu menzilden öğrenilir. Bilenin kendisine bildiği sorulduğunda
onu inkâr etmesinin nedeni bu menzilden öğrenilir. İnsanın meleğin içindeki
bulunan şeyi keşfi ve onun gizli veya açık ilimlerden olup olmadığı bu
menzilden öğrenilir. Ya da bir yönüyle gizli bir yönüyle açık ilimlerden midir?
Edep, uyma ve dünyanın ahirete tercihini gerektiren neden bu menzilden
öğrenilir. Halbuki dünyada duyusal' ve manevi gamlar, inkâr vardır. Ahiret
hayatında Allah Teâlâ’yı görme, onun mümkün olup olmadığı bu menzilden
öğrenilir. Görme baş veya kalp gözüyle olabilir. Acaba görmenin mahalli
görenin hakikati midir, ya da alışık olunan malum göz müdür? Görme bir hüküm
müdür, yoksa var olan bir mana mıdır? Acaba o görenin gözü müdür, yoksa -onun
bir niteliği gibibaşka bir şey midir? Ölümden sonra nefislerin hali, dünya hayatında
hemen veya gecikmeli ahiretin bilgisi, yönelme ve yüz çevirmenin bilgisi,
tehdit ve kabulün bilgisi, iktidarın bilgisi bu menzille ilgilidir.
Bu menzil
hakkında bu kadar açıklama yeter. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar