KUT'UL KULUB 11
Allah Teala
buyurdu ki: Ey iman edenler! Akidlere vefalı olun". (Maide/1); "Fakat
bilerek yaptığınız/akdettiğiniz yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar".
(Maide/89); "Hata ettiklerinizden ötürü sizin üzerinize günah yoktur.
Fakat kalplerinizin kasdettikleri hariç". (Ahzab/5); "Ama sizi
kalplerinizin kazandıklarından ötürü sorumlu tutar". (Bâkara/225)
Kalplerin
kasdettiği ve kazandığı şeyler, kalbin akid ve amelleridir. Kalbin akidleri;
halefin seleften naklederek aktardığı, ittifak edilmiş bir sünnettir. Müminlerden
hiçbiri, bu akitler üzerinde ihtilaf etmemiştir. Bunlar onaltı adet olup
sekizi dünyada farz, sekizi de ahirette vuku bulacak hususlardır.
Dünyada farz
olan akidlere gelince, öncelikle kulun şuna itikad etmesi gerekir:
İman, söz ve
fiildir. İman, ibadet ve taat ile artar, günahla eksilir. İlimle kuvvetlenip
cehaletle zayıflar. Kur'an-ı Kerim, Allah Te-ala'nın Kelamı olup yaratılmış
değildir.
O'nun kadim
ilmi, sıfatlarından biridir. O, Zatı ile Kelam sahibidir. Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, Allah Teala'ya O'ndan
sadır olan şeyler arasında O'nun Kelamı kadar başka hiçbir şeyle
yaklaşamaz".
İbni Abbas'm
(ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ali (kv) Sıffîn savaşında şöyle dua etti:
Ey Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd! İntikam gerektiren günahlardan Sana sığınırım. Nimetleri
değiştiren günahlardan Sana sığınırım. Haramları ihlal eden günahlardan da Sana
sığınırım. Göğün yağmuruna mani olan günahlardan da Sana sığınırım.
Düşmanları
devlet sahibi eden günahlardan da Sana sığınırım. Bize zulmedenlere karşı bize
yardım et.
Dahhak b.
Müzahim şöyle dedi: Ali (kv) bu duayı her zor zamanda okurdu. Allah Resulü'nden
(sav) de bu manada, 'Allah'ın bütün kelimelerine ve bütün isimlerine sığınırım'
şeklinde dualar ettiği rivayet edilmiştir. Yine O, "Allah'ın izzet ve
kudretine sığınırım" diyerek de dua etmiştir.
Bütün
bunlar, Allah Teala'nın Kelam ve isimlerinin O'nun sıfatları oluşuna delalet
etmektedir. Ali'den (kv) hakem hadisesinden sonra Hariciler'in tepkisiyle
ilgili şunlar nakledilmiştir: Onlar, 'Allah'an dininde mahlukattan hakem olur
mu?' dediklerinde şöyle cevap vermiştir: 'Allah'a yemin ederim ki hiçbir
mahluku hakem tutmadım. Ben ancak Kuran'ı hakem tuttum'. Ebu Bekir-i Sıddık
(ra) da Müseyleme'nin uydurduğu kitabı duyunca şöyle demiştir:"Al-lah'a
yemin ederim ki o, ne Allah Teala'dan, ne de takva sahibi birinden sadır
olmuştur".
Bu
rivayetler de, Kur'an-ı Kerim'in mahluk yani yaratılmış olmadığına delalet
etmektedir. O, Allah Teala'dan sadır olmuş ve O, bu kelamı tekellüm etmiştir.
Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Sizin hakkınızda ne and, ne de
anlaşma gözetmezlerdi".
(Tevbe/8)
Bu konuda
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah
Kelamı'mn diğer sözlere üstünlüğü, Allah Teala'nın mahlukata üstünlüğü
gibidir"[1][1]Çünkü
Allah'ın Kelamı O'ndan sadır olmuştur.
ibni
Mesud'un (ra) mushafında şu lafzı gördüm: "Ey Musa, seni risaletlerim ve
Kelamım ile diğer insanlara üstün kıldım". Bu da ancak Allah Teala'nın
bizatihi konuşması ile mümkün olabilir. Çünkü O, şöyle buyurmuştur: "Ve
Allah Musa ile konuştu". (Nisa/164) Dil bilginleri şöyle demişlerdir:
Masdarın fiille birlikte kullanılması, fiilin yüzleşme yoluyla gerçekleştiğini
gösterir. Fiilin emr veya mecaz anlamına taşınması sözkonusu olmaz.
Rivayetlerde
sabit olan sıfatlarla ilgili haberleri de teslim etmek gerekir. Bunları başka
manalara yormak, tevil etmek, akıl ve kıyas yoluyla teşbihte bulunmak doğru
değildir. Bunları gören kul,isim ve sıfatların mana ve hakikatleriyle Allah
Teala'ya ait olduğuna inanmalı, teşbih ve uyarlamayı reddetmelidir. Çünkü o
sıfatlarla vasfedilen Allah Teala'ya denk bir varlık yoktur ki kendisine
benzetilebilsin. Emsali yoktur ki tür/cins olarak belirtilebilsin.
Biz teşbih
ve benzetmede bulunamayız. O'nu ancak sıfatlarla vasfederiz. Misal getirmeyip
olduğu gibi bilir, başka şeylere uygun hale sokmaya çalışmayız. Allah Teala'nm
sıfatlarıyla ilgili bilgilerin reddi, İslam Şeriati'nin batıllığım gerektirir.
Çünkü herşeyden önce bu bilgileri nakleden kimseler, şeriatin diğer esaslarını
ve imanın hükümlerini de nakletmiş kimselerdir.
Şeriatle
ilgili nakillerde adil görüldüyseler, adil ravinin diğer nakillerini de kabul
etmek gerekir. Eğer sıfatlarla ilgili nakillerde yalancı iseler, diğer
nakillerinin de tamamıyla yalan sayılması gerekir. Allah Teala hakkında yalan
söylemek küfürdür. Hal böyle olunca bir kafirin şahitliği nasıl kabul
edilebilir?
Sıfatlarında
ziyadede bulunmak suretiyle Allah Teala'ya yalan isnad etmeleri mümkün olan
kimselerin şeı^i hükümlerde Allah Resulü'ne (sav) yalan isnad etmeleri daha
muhtemeldir. Bu ise, şeriatin iptali, Sahabe ve Tabiun'a mensup ravilerin
tekfiri demektir. İşte bu nedenle sıfatlarla ilgili hadisleri reddeden kimseler
kafir sayılmıştır.
Müslümana
düşen; Sahabe ve Ehli Beyt'in üstünlüğüne inanmak, onlar arasında çıkan
ihtilaflar hakkında susmak, iyilik ve faziletlerinin yayılmasına katkıda
bulunmaktır.
Kalplerimizin
onlara ısınması için böyle davranmak gerekir. Yaptıkları fiilleri onlara teslim
ve havale etmemiz gerekir. Çünkü onlar, ilim bakımından bizden daha güçlü ve
üstündürler. Herbiri ilim ve akıl bakımından kendine uygun gelenle amel etmiş
ve içtihadının gereğini yapmıştır.
Onlardan
bazıları, diğer bazılarından daha bilgili olduğu gibi, bazısı da bazısından
faziletlidir. Ama bizim ilimlerimiz ve yetersiz akıllarımız, onların en
alttakinden dahi daha az ve zayıftır. Onlar, birtakım meziyetlerle de bizden
üstün kılınmışlardır. Allah Teala ve Resulü'nün (sav) öne geçirdiği kimseler,
elbette daha ileride olacaklardır. Allah Teala'nm hidayet üzerinde
birleşmelerini temin ettiği müslümanlar, bu nokta üstünde icma etmişlerdir.
Allah Teala,
Resulü'ne (sav) de onların üstünlük ve şereflerini bildirmek suretiyle dalalet
üzerinde bir araya gelmeyeceklerini taahhüt etmiştir. Nitekim Allah Resulü
(sav), 'Kendinden sonra halef bırakmayacak mısın?' diyenlere "Size bir
halef bırakmıyorum. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Eğer O, sizin için bir hayır
dilerse, peygamberinizden sonra sizi en hayırlınız üzerinde birleştirir"
buyurmuştur.
İbrahim
en-Neha'î (ra) dedi ki: Hasan b. Ali (ra) emri Muavi-ye'ye teslim ettiğinde o
yıl "Cemaat Yılı" olarak adlandırılmıştı. Şi-ilerden bir kişi,
Hasan'a (ra) 'Ey müslümanları zelil eden' diye hitap ettiğinde o şu karşılığı
vermiştir: Bilakis ben müslümanları aziz kılanım. Ben, babamın şöyle dediğini
duydum: Muaviye'nin emirliğini çirkin görmeyin. Çünkü bu iş benden sonra ona
geçecektir. Eğer emri yitirirseniz, kılıçların omuzları karpuzlar gibi yardıklarını
görürsünüz.
Müslüman,
Sahabe'nin imametine rıza gösterdiği kimseye kalben inanmalıdır. Onlar, o
şahsın imameti üzerinde ittifak etmişlerdir. Şura ehli imamlar da, onun
öncelik sahibi oluşu üzerinde hemfikirdirler.
"Tafdil"
yani üstünlük konusunda İbni Ömer'in (ra) rivayet ettiği hadis de buna dayanak
olmuştur. O dedi ki: "Biz, Allah Resulü'nün (sav) devrinde Ebu Bekir
(ra), sonra Ömer (ra), sonra Osman (ra) derdik. Bu söz, Allah Resulü'nün (sav)
kulağına gittiğinde asla yadırgamamıştır. İbni Ömer'in (ra) azatlı kölesi
Sefme'nin rivayet ettiği hadis de bunu göstermektedir: "Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: Hilafet, benden sonra otuz yıldır. Ardından saltanat olur" [2][2]
Peygamberin
(sav) halifeleri ve malum on sahabinin imamları, muhacir ve ensarm gözdeleri ve
ashabın en seçkinleridir. Bu rae-yanda Allah Resulü'nün (sav) de şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala ashabımı seçerek alemlere
üstün kıldı. Ashabımdan da dört kişiyi seçti ve onları ashabımın en
hayırlıları kıldı. Ashabımdan her birinde bir hayır vardır. Ümmetimi de diğer
ümmetler arasından seçti. Ümmetimden de dört nesli seçti. Her nesil yj t-nıiş
senedir".
Bizler tâbi
olan ve izleri arayarak onlara uyan bir topluluğuz. Kendi akıl ve görüşümüzle
bidatler çıkarıp hayrı ona dayandıranlayız. Çünkü Sahabe'nin üstünlüğü
meselesinde kıyas ve reye yer yoktur. Üstünlük/tafdîl konusu, icma yoluna
uyarak teslimiyet üzere değerlendirilir.
Bu konuda
Allah Resulü'nün (sav) hadisine muhalefet ederek aykırı düşmekten ve bidat
çıkartmaktan sakınmak gerekir. O, bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur:
"Benim sünnetime ve benden sonra hidayet rehberi raşid halifelerin
sünnetine uyun. Ona azı dişlerinizle sarılın. Ayrı düşen ateştedir [3][3]
Allah Teala buyurdu ki: "Kim müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa,
onu saptığı yolda bırakır ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Sahabe ve
halifelerin üstünlük sıralaması, akla ve kıyasa ters düşer gibi görünmesine
rağmen nübüvvet ve risaleti teyid edici niteliktedir. Bunun sebebi, nübüvvetin
saltanatla karıştırılmaması ve Peygamber'in (sav) hilafet konusunda kralların
ve imparatorların yoluna meyletmesinin engellenmesidir.
Nübüvvet
krallığa ters olduğu gibi, hilafet de kraliyete aykırı bir yoldur. Kralların
usulünde oğulların ve aile bireylerinin veliahtlığı sözkonusudur. Eğer
sahabenin tafdîli konusunda akıl ve kıyasın rolü olsaydı, Allah Resulü'nden
(sav) sonra insanların en hayırlısı, torunu Hasan (ra) olurdu. Çünkü
peygamberlik onun soyun-daydı. Sonra da Abbas (ra) olurdu. Onda da babalık
sözkonusuydu.
Ama Sahabe,
bunun tam aksi üzerinde ittifak etmiştir. İnsanların akıllarının alamayacağı
ve kalplerinin benimseyemeyeceği bir şey de Ebu Kuhafe ve Ebu Süryan'm müslüman
olarak ölmeleridir. Halbuki Peygamber'in (sav) babası ve amcası müşrik olarak
ölmüşlerdi. Bütün ravi ve tarihçiler o ikisinin şirk üzere öldükleri noktasında
müttefiktirler.
Nitekim bu
meyanda şu hadis nakledilmiştir: "Mekke'nin fetih yılı Ebu Bekir'in (ra)
babası Ebu Kuhafe Allah Resulü'nün (sav) huzurunda müslümanlığı kabul etmişti.
Ebu Bekir (ra), Resul'e (sav) şöyle dedi: Ey Allah Resulü, Ebu Talib'in
müslüman olması, babamın müslüman olmasından daha sevimli gelirdi. Böylelikle
sen de
huzur
bulurdun. Onun bu sözleri üzerine Allah Resulü (sav) ağla di". Sözkonusu
dört halifenin sıralaması, Allah Teala'nm sabık il minde onlar için takdir
ettiği ömürler dikkate alınarak yapılmıştu Dördünün halife olabilmesi için bu
sıralamadan başka bir yol mev cut değildi. Onların hilafet bakımından
sonuncuları, vefat tarih bakımından da sonuncuları olmalıydı. Çünkü Allah Teala
onların ecellerini bilmekteydi.
O,
kendilerine vaadettiği hilafeti nasip ederek önceki halifele gibi onları da
yeryüzünde Peygamberi'nin halifeleri kılmıştır. On lara, kendileri için razı
olduğu Din'i ve endişelerinin ardından gü venlik duygusu bahsetmiştir. O,
vaadinde sadık olandır. Kim ahdi ne Allah Teala'dan daha fazla bağlıdır. Bu,
aynı zamanda şu ayet-kerimenin de açıklamasıdır: "Allah, sizden inanıp
salih amellerd bulunanlara vaadetti ki onlardan öncekileri nasıl halife
kıldıysi onları da yeryüzünde halife kılacaktır". (Nur/55)
Müslüman,
hilafetin Kıyamet gününe dek Kureyş'e mahsus ol duğuna inanmalı, imamlara karşı
kılıç çekmemeli, onlardan kay naklanan zulümlere karşı sabırlı olmalı, adalet
ve iyiliklerine şük retmeli, iyilik ve takva gereği emrettiğinde ona itaat
etmeli, ecel gelinceye veya günahkar bir el onu öldürünceye kadar bu şekild
davranmalıdır.
Alimimiz Ebu
Muhanımed Sehl (ra) bu hususta şöyle demiştii Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya
ayrılacak, yetmiş ikisi helak olacak tır. Bunların tamamı, sultana
buğzedenlerdir. Bir fırka kurtulacal ve o da sultanın yanında yer alacaktır.
Başka bir vesilede de 'İnsan ların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda şu
cevabı vermiştii Sultandır. Bunun üzerine, 'Biz, sultanı insanların en kötüsü bilir
dik' denilmiştir. O da şu açıklamayı yapmıştır: Durun bakalım, Al lah Teala'nm
hergün iki nazarı olur. İlk nazarı, müslümanlarıi malları ve canlarının
selamette olup olmadığıdır. Diğer nazarı ise, onların fikirlerinin selametidir.
O, sultanın defterine bakar v onun günahlarını bağışlar. _ . _
Yine Ebu
Muh'ammed şöyle demiştir: Sultan salih biri değils Abdal zümresindendir. Eğer
salih bir zat ise, dünyanın üzerind (döndüğü kutubdur. Onun, 'Abdal zümresindendir1
ifadesinin anla ıı, dünyanın abdalından olduğu şeklindedir.
Cafer b.
Muhammed es-Sadık'tan (ra) da şu sözü rivayet emişlerdir: Dünyanın abdalı,
mevkilerine göre yedi kişidir: Abidler, alimler, tacirler, halife, vezir, ordu
komutanı, zabıta amiri ve kadı. Bunun teyidi de Allah Resulü'nden (sav) rivayet
edilen şu hadistir: "Adil imamın bir anlık adaleti, altmış sene ibadetten
daha hayırlıdır". Denir ki: Adil imamın tartısına, tebaasının amelleri de
ilave edilir. Amr b. As şöyle demiştir: Katı bir imam, sürüp giden bir fitneden
daha hayırlıdır.
Allah Resulü
(sav) de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Üzerinizde ifsad emirler
olacaktır. Allah Teala onlar ile çok İslah etmez. Eğer iyi davranırlarsa
ecirlerini alırlar ve size de şükretmek düşer. Eğer kötü davranırlarsa,
veballerini yüklenirler ve size de sabretmek düşer". Başka bir hadiste
ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Maruf görmediklerini söyler,
münker gördüklerini yaparlar". Bir diğer rivayette ise şu lafız
geçmektedir: "Kendilerine emredil-meyenleri yaparlar. 'Onlarla savaşacak
mıyız?' diye sorduk. Allah Resulü (sav) 'Hayır, namaz kıldıkları sürece
savaşmayın'buyurdu".
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: Bir sultanın imametini inkar eden kimse zındıktır.
Sultan çağırdığı halde icabet etmeyen kimse bidatçıdir. Onun daveti olmaksızın
gelen de cahildir. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Onların
kapılarına asılı kara tahtalar, müslümanlar için mescidde hüküm veren yetmiş
kadıdan daha faydalıdır.
Ahmed b.
Hanbel (ra) şöyle derdi: Sultan salih olduğunda, ümmetin salihlerinin en
hayırhsıdır. Fasık ise, ümmetin salihleri ondan daha hayırlıdır. Bu adil bir
sözdür. Kıble ehlinden hiçbiri, bir günah sebebiyle tekfir edilemez. Ne kadar
ağır da olsa, hiç kimse başka birini cennete ya da cehenneme koyamaz. Ancak
onun için ricada bulunabilir veya endişe edebilir.
Büyük
günahlarda ısrar eden biri, tevbe etmeksizin öldüğünde Allah Teala'nın
iradesine teslim olur. Allah Teala onunla ilgili tehdidini tatbik ederse adil
davranmış, affederse kendi hakkından feragat edip lütufta bulunmuş olur. Bu
konuda Allah Teala adına kesin hüküm veremeyeceğimiz gibi kendi adımıza da
O'na hiçbir hüküm dayatamayız. Biz O'nun adalet ve lütfü arasında dururuz. O,
irade ve tercihi ile azap vaadim gerçekleştirebileceği gibi bağışla-
yabilir de.
Çünkü O, takva ve mağfirete layık olandır. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah
Teala, ameli sebebiyle sevap vaadettiği kimseye vaadini gerçekleştirendir. Bir
fiilden dolayı ceza ile tehdit ettiği kimse hakkında ise tercih
sahibidir".
Konuyla
ilgili başka bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav) 'Kim bir mümini
kasden öldürürse onun cezası ebedi cehennemdir' ayet sorulduğu zaman şöyle
buyurmuştur: Eğer Allah Teala ceza-landırırsa, cezası cehennem olur".
Allah
Teala'nın her kazasında eşsiz bir hikmet, adalet, sadık bir hüküm ve hakkaniyet
mevcuttur. Müslüman, Allah Teala'nın bütün takdirlerini, hayrını ve şerrini
tasdik ederek bunların hepsinin de Allah Teala'dan geldiğine ve O'nun ilminde
önceden varolduğuna, yarattıklarıyla ilgili hükümleri gereği cereyan ettiğine
inanmalıdır. Onları masiyetten engelleyen, yalnız O olduğu gibi, itaat etmeye
muktedir kılan da rahmeti gereği yine O'dur. Onlar kendilerine yüklenenlere
ancak O'nun sayesinde güç yetirebilir, Allah Teala'nın müdahelesi olmaksızın
kendilerine ne bir yarar, ne de zarar getiremezler. Allah Teala'nın kudretine,
O'nun mülkündeki ayetlerine ve haberlerde zikredilen gaybi melekûtuna, bu
meyanda veli-f lerine ikramına gevdiklerine icabetine, sıddıklarla salihlere
izhar ettiği kudretine iman ederiz.
O, onların
imanlarım arttırmak, yakinlerini pekiştirmek, ikram ve teşrifte bulunmak için
bunları yapabilir. Bütün bunlarda peygamberlerin nübüvvetlerinin iptali ve
onların delillerinin zayıflatılması sözkonusu değildir. Herşeyden önce bunlar,
peygamberlere muhalif olan ve onları inkar eden kimseler değildir.
Kendilerinden zuhur eden şeylerin, kendi güçleriyle oluştuğunu iddia
etmedikleri gibi insanları da kendilerine davet etmemiş, bu ayrıcalıklarım kullanarak
gösterişe sapmamışlardır.
Onların
durumu, Allah Teala'nın kendilerine nasip ettiği melkût sırlarının bir kısmının
keşfedilip açılmasından başka birşey
değildir. Allah Teala onları dilediği şekilde sırlara muttali kılmış ve
dilediği yerde gaybi kudretine vakıf kılmıştır. Bunu da onlar için dilediği
tahsis ve tarif gereği yapmıştır. Onlar da peygamberlere tâbi olan
kimselerdir. Onların kardeşleri durumundadırlar. Onların emsalleri veya
benzerleri değillerdir. Sahabe ve tabiunun seçkinlerinden onlarla ilgili birçok
haber tevatür yoluyla rivayet edilmiştir. Bu tevatür de bizi konuyu
tartışmaktan müstağni kılmıştır.
Ahirette
vaki olacak sekiz husus ise şunlardır: Kul, Münker ve Nekir adlı meleklerin
sorgulamasına inanmalıdır. Bu iki melek, ruh ve beden olarak kabre yatan
müslümana tevhid ve risalet hakkında sorular soracaktır. Bu, müminin
karşılaşacağı son imtihandır. O iki melek kabir imtihanıdır. Allah Resulü
(sav) de bunu ifade eden hadisler buyurmuştur. Allah Teala'mn şu ayet-i
kerimesi de bu manadadır: "Allah iman edenleri dünyada ve ahirette sabit
söz ile pekiştirir". (İbrahim/27) Bu ayetin tefsirinde 'yani Münker ve
Nekir'in sorgusunda' denilmiştir. Allah Teala zalimleri saptırır. O, dilediğini
yapandır.
Kabir azabı
hak, hikmet ve adalet gereği olup hem ruh, hem beden, hem de nefse yöneliktir.
Bu üçü, nimetten yararlanmada ortak oldukları gibi taatte de ortak olurlar.
Bunlar,
ahiret hükümleriyle ilgili hususlar olup Allah Teala'nm kudreti sayesinde cari
olurlar. Akıl ve mantığın bunları kavraması mümkün değildir. Allah Teala, azabı
da nimetleri de hem ruh, hem de bedene yöneltir. Onların dağınık
bulunmasısonucu değiştirmez. Azap ve nimette birleşirler. Allah Teala'nm
kudreti için mesafe, sıralama, uzaklık ve zamanlama sözkonusu değildir.
Kul, iki
kefesi ve bir dili olan mizana inanmalıdır. Mizan yani terazi de, hak, adalet
ve hikmet gereği olup ayrıca lütuftur. Onun ne büyük olduğunun tavsifi, gökyüzü
ve yeryüzü tabakalarının bu terazide amellerle birlikte tartılmasından
anlaşılmaktadır. Bu terazi, Allah Teala'nm kudretiyle çalışmakta ve adalet
için zerre ve hardal tanesini dahi ihmal etmemektedir. Zulüm taşıyan kaybedecektir.
Hasenat, güzel bir surette terazinin nur kefesine konulduğunda terazi Allah
Teala'nm rahmetiyle ağırlaşacaktır. Kötülükler de kötü bir surette terazinin
zulmet kefesine konulacak ve terazinin kefesi Adl-i İlahi gereği
hafifleyecektir.
Kul, Sırat'm
hak olduğuna da inanmalıdır. Sırat, hadislerde anlatıldığı biçimde, kıldan
kılıçtan ince ve daha keskindir. Cennetlikler ve cehennemlikler, gidecekleri
yere bu köprüden yürüyerek ulaşacaklardır. Müminlerin ayakları, Allah'ın
kudretiyle sabitleştirilecek ve Sırat onları cennete taşıyacaktır. Münafıkların
ayakları ise O'nun hikmeti gereği kayacak ve cehennem çukurlarına düşeceklerdir.
Sırat, cehennemin bulunduğu zemin üstünde Allah'ın izniyle duran bir köprüdür.
Onu geçen Allah'ın rahmetiyle cehennemden kurtulacaktır. Onda ayağı kayan ise,
Allah'ın hikmeti gereği cehenneme yuvarl anaç aktır.
Kul, hesabın
yapılacağına ve insanların farklı şekillerde hesaba çekileceklerine de
inanmalıdır. Kimi insanların hesabı kolay olurken, kimileri de hesaba
çekilmeksizin cehenneme atılacaktır. Onlar kafirlerdir. İmamımız Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: Allah Teala peygamberlere risaletin tebliğini sorarken,
inkar edenlere de peygamberleri niçin yalanladıklarını sorar. Bidatçılara
sünneti sorarken, müslümanlara da amellerini sorar. Bizim kanaatimiz de aynı
yöndedir.
Kul, Allah
Teala'yı göz ile görmeye de inanmalıdır. O'nun huzurunda perde ve örtüler
kaldırılacak ve O'nun kudret ve iradesi, nuru ve rahmeti sayesinde Zatı'na
bakılacaktır. Bu, O'nun dilediği şekilde gerçekleşecektir. Şu ayet-i kerime de
bunu teyid etmektedir: "İhsanda bulunanlara en güzeli ve fazlası
vardır". (Yunus/26) B radaki 'hüsnâ=en güzel' cenneti, 'fazlası' ise Allah
Teala'yı görmeyi ifade etmektedir. Allah Resulü (sav) de ayeti bu şekilde
tefsir etmistir.
Müslüman,
cehennemde cezasını çeken nıuvahhidlerin azaptan sonra çıkarılarak cehennemde
hiçbir muvahhidin kalmayacağına da inanmalıdır. Bu, Allah Teala'nm lütfü
gereğidir. Peygamber ve sıddıklarm şefaat edeceklerine her müminin de şefaat
hakkı bulunduğuna iman etmelidir. Onlar bu hakkı, Allah Teala'nm izniyle
kullanacaklardır. Peygamberler, sıddıklar, alimler, şehidler ve müminlerden her
biri gücü ve mevkiisine göre şefaatte bulunacaklardır. Raviler bu konuda Allah
Resulü'nden (sav) it-& tifakla
rivayette bulunmuşlardır. Muvahhidlerin cehennemden çıkarılışı hususunda da
ittifak edilmiştir.
Bunlar,
cehennemlikler olarak bilinen ve onun en üst tabakasını oluşturan kimselerdir.
Bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "İnkar edenler, 'Keşke müslüman
olsaydık' diye arzu ederler". (Hicr/2) Tefsir ehli bu ayet-i kerimenin
tefsiriyle ilgili olarak şunla-
rı
söylemişlerdir: Muvahhidler, cehennemden çıkartılırken inkar edenler böyle bir
tutum içinde olurlar. Kalanlar, rahmet sahiplerinin en merhamitlisinin
iradesine bağlı olarak orada kalırlar. Çıkanlar da, O'nun iradesi, rahmetinin
genişliği ve lütfunun eseri olarak oradan çıkarlar. Çıkamayanlar, şefaatçilerin
şefaat etmedikleri, peygamberlerin şefaat dilemedikleri kimselerdir. Allah Resulü
(sav) de bu meyanda hadisler irad etmişlerdir.
Bütün
bunlar, hidayet rehberi sünnetin ve razı olmuş ümmetin yolunun belirlediği
akaiddir. Müminlerin selefi bunlar üzerinde ic-ma etmişlerdir. Onların
hiçbirinden bunun aksi nakle dilmediği gibi, Allah Resulü'nden (sav) de
bunların zıddında bir hadis rivayet edilmemiştir. Aksine bunları teyid eden
sayısız hadis ve haber nakledilmiştir. Allah Teala da Selef-i Salih'in sünnet
üzere ittifaklarını taahhüt etmiştir. Tıpkı dinini, bütün dinlerin üstünde
izhar etmeyi taahhüt ettiği gibi.
Bu meyanda
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala
bana taahhüt etti ki -başka bir lafızda bana bahşetti ki- ümmetim dalalet
üzerinde ittifak etmeyecektir. Bir ihtilaf gördüğünüzde çoğunlukla beraber
olun"[4][4]
Hadiste
geçen "sevâd" kelimesi, çoğunluğu ifade etmek için kullanılan bir
kelimedir. İhtilaf edenler dahi "sevâd-ı a'zam"m yani büyük
çoğunluğun, müslümanlarrn umumunu ifade ettiği hususunda hemfikirdirler.
Bidat ehli
ve muhalifler ise, daha önce belirttiğimiz gibi bir takım fırkalar ve küçük
gruplardır. Onlar dağınık cemaat ve hiziplerdir. Her bidatçi bir fırkayı, her
küçük grup bir ihtilafı temsil eder. Sevâd-ı A'zam denilen kahir ekseriyet ise,
Ehl-i Sünnet ve'1-Cema-at'in teşkil ettiği büyük topluluktur. Onlar geneli ve
ekseriyeti oluştururlar. İşte bu nedenledir ki Ömer b. Abdülaziz (ra) ve onun
gibi salihler şöyle derlerdi: Bizim dinimiz, yaşlıların, mektep çocuklarının
ve bedevilerin dinidir. Yani genelin sahip çıktığı kuvvetli dindir. Allah
Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin bulunduğunuz
hal üzere olan kimseler İslam Ümmeti, muhtelif fırkaların ihdas ettiği
şeylerin Sahabe ile alakası bulunmadığı hususunda icma etmiştir.
Sahabe bu
konularda asla konuşmamış ve onlardan buna dair hiçbir haber nakledilmemiştir.
Çünkü onlar yukarıda zikrettiğimiz esas üzere yaşamaktaydılar. Onlar
ihtilafları değil, uzlaştıkları hususları naklederlerdi. Hicret'in ilk iki
asrında yapılan rivayetler bu niteliktedir. Üçüncü asrın bir kısmı ile dördüncü
asırda sözettiği-miz ihtilaflar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Amr b. Dinar,
Eyyub ve Hammad b. Zeyd'e Mürdilik ve Cehmi-ye mezhebi hatırlatıldığı zaman
şöyle derlerdi: Kendisinden daha yaşlı olduğum böyle bir din anlayışına Allah
lanet etsin! Çünkü onlar, böyle bir din anlayışının çıkacağını ve bidaçilerin
bunlara sarılacaklarını çok önceden bilmekteydiler.
Tevfık ve
hidayetinin güzelliğinden dolayı göklerin ve yerin Rab-bi'ne hamdolsun. Allah
bize hidayeti nasip etmemiş olsaydı, hidayete eremezdik. O'nun üzerimizdeki
nimeti sünnet ile, İslam iledir. O'nun bize Resulü (sav) ile nimette bulunması
marifetiyle in'amda bulunması gibidir. Çünkü O'na itaat, Allah'a itaattir.
Ayrıca Kita-bı'nı anlamak da Resulü'nün (sav) sünnetinin izahına muhtaçtır.
Ömer (ra),
Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Şeytan tek kişi iledir.
O, iki kişiden uzak durur. Sizin tek başınıza hareket edeniniz, koyunun tek
başına hareket edeni gibi sürüden ayrılan ve uzaktakine tabi olandır. Her kim
cennete girmek isterse, cemaatten ayrılmasın. Her kira cemaatten ayrılırsa,
cehennemdedir".
Ebu Galib,
Ebu Ümame'yle ilgili şu hadiseyi nakletmiştir: O, Basra'dan getirilen ve
dallara geçirilmiş Harici kellelerine baktı ve şöyle dedi: Göğün altında
olabilecek en kötü Ölüler! Onların öldürdükleri de en hayırlı ölülerdir!
Ardından
onlar için 'Cehennemin köpekleri!' dedi. Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Kalplerinde eğrilik bulunanlara gelince onlar, fitne çıkarmak maksadıyla
şüpheli şeylere yönelirler". (Al-i Im-ran/7) Ardından da şu ayeti okudu:
"Bazı yüzlerin ağardığı, bazı yüzlerin de karardığı gün, yüzleri
kararanlara: İman etmenizden sonra inkar ettiniz ha!' (denilir)". (Al-i
îmran/106) Ve parmağıyla onları işaret etti. Bir süre ağladı.
Kendisine
şöyle dedim: Ey Eba Ümame, onlar hakkında bütün bunları söyledikten sonra bir
de ağlıyor musun?! Bana şöyle ded :
Allah, şu
insanları bu hale düşüren İblis'i kahretsin ey Eba Galib! Bunlar da bizim
dinimiz üzereydiler. Şu karşılaştıkları hal için ağlıyorum. Bunlardan senin
beldende de çoktur. Seni onlardan Allah adına sakındırırım. Bunu üç kez
söyledi. Ben de 'Amin' dedim.
Sonra da
şunu sordum: Ey Eba Ümame, bu görüşünden önce Allah Resulü'nden duyduğun veya
gördüğün bir bilgi var mıdır? Bunun üzerine üç kez şöyle dedi: Eğer öyle
yaparsam, cüretkârlıkta bulunmuş olurum. Ben Allah Resulü'nün (sav) üç dört
kez şöyle buyurduğunu işittim: "Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya
bölündüler. Benim ümmetim de onlardan bir fazla fırkaya bölünecek ve çoğunluğu
dışında hepsi de cehennemde olacaktır". Yanımızda bulunan bir adam şöyle
dedi: Ey Eba Ümame, falan oğulları Sevâd-ı A'zam içinde midir?
O da şu
cevabı verdi: Eğer böyle yaparlarsa yüklendikleri (günahlar) onlara düşer,
sizin yüklendiğiniz de size düşer. Cemaat bölünmeden, itaat ise masiyetten
daha hayırlıdır. Ardından yine kellelere baktı ve şöyle dedi: Bize öfke
besleyen ve bizi katledenler bunlar mı? İşte Hariciler'in başları! Harure'de
müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib'e isyan edenler! Onlar bidat ehlinin
boynuzlarıdır.
İslam'da
çıkarılmış ilk bidat de budur. Bunlar boyunlarında ve seccadelerinde taşıdıkları
mushafları, alınlarının içinde olduğu gibi okuyan karilerdi. Hatta bu yüzden
hakemlerin yetkisini reddederek Ali'den (kv) hükmü bozmasını ve rücu etmesini
isteyip "Allah'tan başka hüküm (sahibi) yoktur" dediler. Sultanın
emrini çiğneyip imama isyan etmeyi doğru gördüler. Osman'ı (ra) tekfir edip
onu katleden Mısırlı sefilleri tasvip ettiler. Ali'den (kv) de kendi görüşlerine
uymasını ve nevalarında kendilerine tabi olmasını istediler. Eğer isteklerine
uyarsa onunla beraber müslümanlarla savaşmayı taahhüt ettiler. Onun yanında
savaşmak için hakemlerin tahkiminden rücu etmesini şart koştular. Büyük günah
sahiplerini de kafir ilan ettiler.
Ali (kv),
Allah Teala'nın kendisine gösterdiği hakkı ve Resulü'nün (sav) kendisine
emanet ettiği sorumluluğu gördü. Buna göre de dinden çıkanlarla savaşmayı
doğru buldu. Onlarla savaşarak büyük bölümünü öldürdü. Onların tamamı
cehennemdedir. Onlarla savaşan Ali (kv) ve arkadaşları ise, yeryüzünün en
hayırlıları olarak cennete gireceklerdir.
Hariciler'in
dalaletteki önderleri ve askeri komutanleri ise Ab-; dullah b. el-Keva idi. Bu
şahsın tek gözü kördü. Ali (kv), bu sapık- j lığa düşmesinden önce de onun
hakkında kötü düşünüyor ve ona kızıyordu.
Abdullah,
altı bin taraftarı ile Ali'ye (kv) isyan etti. Ali (kv) de,! onlarla görüşmek
ve delilleri ortaya koymak üzere Abdullah b. Ab-: bas'ı (ra) elçi olarak
gönderdi. Hariciler, Ibni Abbas'a (ra) ağır söz-î ler sarfedip çirkin
hareketlerde bulundular. Onları böyle davran-ı maya sevkeden, Abdullah b.
el-Keva idi.
İbni Abbas
(ra) meclislerine girerek kendilerine hitap etti ve şöy-İ le dedi: Beni böyle
mi tanıyorsunuz? Ama ben sizi Allah Teala'nıni haklarında şöyle buyurduğu
kavimden olarak görüyorum: "Bunu. sadece tartışma için ortaya attılar.
Doğrusu onlar, kavgacı bir top-j luluktur". (Zuhnn758) Bu konuşmadan sonra
bazıları îbni Abbas'nu (ra) yanına giderek işin içyüzünü sordular. O da
kendilerine hakki açıkladı. Hariciler'den iki bin kişi bu açıklama üzerine
tevbe ederek geri döndüler. Ali (kv) da kalan dörtbin kişiyle savaştı.
Dinde
sapmaya meyleden ve müminlerin yolundan çıkan ilk fırka Hariciler olmuştur.
Ardından ikinci fırka Medain şehrinde ortaya .çıkmış ve Mürciilik fikrini
savunmuş, imanın söz ve amelden ibaret olup artma ve eksilmeye uğramayacağını
iddia etmiştir. Bu durum, Şam emirine bildirildiği zaman bunlarla savaşmaya
niyetlenmiş, ancak Romalılarla savaşmasından dolayı onları ihmal etmiştir.
Üçüncü fırka
Basra'da ortaya çıkan Kaderiyye fırkasıdır. Bunların başı Ma'bed el-Cüheni,
ona tâbi olanlar ise Amr b. Ubeyd ve Vasıl b. Ata ile onların arkadaşlarıdır.
Dördüncü fırka Kufe'de ortaya çıkmış ve Hişam ile savaşa girişen Zeyd b. Ali b.
Hüseyn'i reddettikleri için Rafıziler olarak anılmışlardır. Onlar İmam Zeyd'e,
Ebu Bekir (ra) ve Ömer'den (ra) kendini berî ilan etmesini teklif ettiklerinde,
Zeyd şu cevabı vermişti: O ikisi benim dedelerim ve adil imamlardır. Onlardan
asla teberrî etmem. Bunun üzerine Zeyd'e katılmayı reddetmişlerdir.
Bunu takip
eden yıllarda onsekiz ana fırka çıkmış ve dallanyliâ birlikte yetmiş iki fırka
tamam olmuştur. Bunların tamamı da Irak topraklarında doğmuştur. Şeytanın
boynu, oradan çıkmıştır. Fitnler de oradan zuhur etmiştir. Bu fitnelerden Allah
Teala'ya sığınırız. Görünen ve görünmeyen bütün fitnelerden O'na sığınırız.
İbni Abbas
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah
Teala'nm üç meleği vardır. Bunlardan biri Bey-tullah'm üstünde, diğeri Allah
Resulü'nün mescidinin üzerinde, üçüncüsü de Beyt-i Makdis'in üstündedir. Bunlar
her gün nida ederler. Beytullah'm üstündeki melek şöyle nida eder: Allah Teala'nm
farzlarını zayi edenler, O'nun emniyet dairesinden çıkarlar!
Mescid-i
Nebevi'nin üstündeki melek de şöyle nida eder: Re-suTün sünnetine muhalif
davranan kimse, Allah Resulü'nün (sav) şefaatine nail olamaz. Mescid-i Aksa
üstündeki melek ise şöyle nida eder: Haram yiyen kimsenin ne tasarrufu, ne de
adaleti kabul edilir[5][5]
Allah Teala
buyurdu ki: "Rabbin, Ademoğullanndan, onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şahit tutarak 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'
(buyurmuştu). 'Evet, şahidiz' dediler". (A'raf/172); "Allah'ın size
olan nimetini ve O'na verdiğiniz sözü hatırlayın: Hani, İşittik ve itaat
ettik' demiştiniz. Allah'tan korkun, çünkü Allah sinelerin özünü bilir".
(Maide/7); "Size ne oldu ki Resul sizi Rabbiniz'e inanmanız için davet
ettiği halde Allah'a inanmıyorsunuz. Oysa sizin sözünüzü de almıştı. Eğer
inanacaksınız (bu yeter)". (Hadid/8)
İslam'ın
esasları beştir.
Bunların
ilki Kelime-i Şehadet yani Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in
(sav) O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmektir. Bu ikisi ayrılmaz bir
bütündür. Bunlardan her biri diğerini muciptir. Hüküm ve icap bakımından da
birdirler.
İkincisi beş
vakit namaz kılmaktır. Bunlardan her biri de diğeriyle olan bağlantısından
dolayı bir bütün gibidir.
Üçüncüsü
zekat vermektir.
Dördüncüsü
Ramazan orucunun tutmaktır.
Beşincisi
ise Hacca gitmektir. Bu ikisi de farziyet bakımından tek bir bütün gibidirler.
Bu
esaslardan hiçbiri diğerlerinden ayrılmaz olup tamamı tek bir bütün gibidir.
İmanın vücubiyeti ve farziyetlerine iman nokta-, sında da aynıdırlar. Bir takım
şartlara bağlı olarak bazı fiillerin sa-j kıt olması noktasındaki hüküm
farklılığı da bunu değiştirmez.
Allah-Resulü'nden
konuyla ilgili şu hadis-i şerif nakledilmiştir "İslam, beş şey üzerine
bina edilmiştir. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in (sav) O'nun
kulu ve Resulü olduğuna şahitlik etmek; beş vakit namaz kılmak; zekat vermek;
Ramazan ay; oruç tutmak ve Kabe'yi haccetmek[6][6]
îmanın
esasları yedidir. Allah Teala'ya, isim ve sıfatlarına O'nun kitaplarına,
peygamberlerine, meleklere ve şeytanlara, cen}, net ve cehennemin Adem'den (as)
önce yaratıldığına, öldükten sonl ra dirilmeye, kaderin hayır ve şerrinin
Allah'tan olduğuna, acısının, tatlısının O'ndan geldiğine, bunların kaza ve
kader, irade ve hü|; küm gereği O'ndan sadır olduğuna iman etmek.
Bütün
bunlar, Allah Teala'nm adalet ve hikmetinin gereğidir. Bunların gaybi sırları
Allah Teala'ya mahsustur. O, yaptıklarından! sual edilemez ve Zatı için misal
verilemez.
Allah Teala
beşeri akılların temsil ve teşbihlerinden münezzeh-! tir. O, bu tür misaller
veren kulunun dalaletine şahitlik etmiş vej şöyle buyurmuştur: "Bak sana
nasıl misaller verdiler de doğru yol-: dan saptılar". (İsra/48)
Allah
Resulü'ne (sav) misal verenler saptığına göre yüceler yü-J cesi olan Hak
Teala'ya misal veren kimseler, elbette dalalette ola-; caklardır. O, kullarını
bundan sakındırmış ve bu husustaki gaybi ilmini haber vererek şöyle
buyurmuştur: "Allah'a misaller vermeğe-kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz
ise bilmezsiniz". (Nahl/74)
!
Allah
Resulü'nün (sav) hadisi ile sıhhat kazanan esaslara inanJ mak, onların bütününü
kabul etmek ve O'nun emirlerine itaatin farziyetine inanmak gerekir. Çünkü
Allah Teala, Resulü'ne (savl itaati, imanın şartlarından kılmış ve O'na itaati
Zatı'na itaatle birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Eğer müminlerseniz
Allah'a ve Resulü'ne itaat edin". (Enfal/1)
! O, rahmeti
için takvayı olduğu gibi, Resulü'ne (sav) itaati de şart koşmuştur. Bu meyanda
da şöyle buyurmaktadır: "Ve Resul'eitaat edin! Umulur ki merhamet
edilirsiniz". (Al-i İmran/132) Allah Teala, emirlerine uyulması noktasında
Resulü'nü (sav) Kendi yerine koyarak O'na karşı çıkmaktan sakındırmış ve
Zatı'na bedel olarak O'nun sıfat ve övgüsünde mübalağalı ifadeler inzal
etmiştir. Bu babda da şöyle buyurmaktadır: "O'nun emrine muhalefet edenler
kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya acı veren bir azabın
dokunmasından sakınsınlar". (Nur/63) Yine O, bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Allah sizi Zatı'na (karşı gelmekten) sakındırır".
(Al-i İmran/28); "Sizi ihya edecek bir şeye çağırdıklarında Allah ve
Resulü'ne icabet edin". (Enfal/24) Çünkü O, Resulü (sav) hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Sana biat edenler, aslında Allah'a biat ederler".
(Fetih/10)
Hiç kuşkusuz
Allah'ın Kitabı'nda Resul-ü Ekrem için için indirilmiş en övücü ve en beliğ
ayet-i kerime bu son ayettir. Bu, Allah Resulü'ne (sav) has kılınmış çok ulvi
bir fazilettir. Çünkü O, Resulü'nü Kendi yerine, hükmen Kendi makamına
geçirmiştir. Bu ayette Allah Teala ile Resulü (sav) arasında teşbih için
kullanılan "Kef ve benzeri edatlar kullanılmamıştır. Allah Teala bununla
şunu mu-rad etmiştir ki bu Rubûbiyet makamı, Allah Resulü (sav) dışında hiçbir
yaratılmış için mevzubahis değildir[7][7].
îman ve
İslam, tafsilat ve isim bakımından ortaktırlar. Her mümin, aynı zamanda
nıüslümandır. İman, sözün fiille tahkikinin eseridir. Bu noktada Cehmiye,
Keramiye ve Haruriye fırkalarının görüşleri batıldır. Ehli Sünnet ve'1-Cemaat'm
mezhebini açıklamaya gelince, Allah Teala bizi de bu mezhebe tabi olmaya
muvaffak kılsın.
Bazıları,
imanın islam olduğunu söylemiştir. Bu söz, ikisi arasındaki farkı ve muhtelif
dereceleri ortadan kaldırmakta, bu bakımdan da Mürcie mezhebine yakın
düşmektedir. Başkaları ise, is-lamın iman olmadığım söylemişlerdir. Bunlar da
ikisi arasına bir zıtlaşma ve gaynlaşma sokmaktadırlar. Bu görüş, İbadiye mezhebinin
görüşüne daha yakındır.
Bu mesele,
gerçekten de müşkil bir mesele olup açıklama ve izaha muhtaçtır. İslamm imana
göre durumu, kelime-i şehadetteki iki
cümleden
birinin diğeri karşısındaki durumuna benzer. Hüküm ve anlam bakımından böyle
bir ilişki kurulabilir.
Allah
Resulü'ne (sav) şehadet etmek, tevhid şehadetinin aynı değildir. Bunların ikisi
de, gözlerde iki ayrı şey gibidir. Ama biri diğerine bağlı olduğu için de,
aynı zamanda tek bir şeydirler. İslamı olmayanın imanı olmadığı gibi, imanı
olmayanın da islamı olamaz. Çünkü müslüman, islamın sıhhat kazanacağı imandan
halî kalamaz. Müslümanm, Allah Teala'nm da şart koştuğu üzere inancının
doğruluğuna iman etmiş olması gerekir. O, salih ameller için imanı şart
koşmuştur. Yine O, iman için de salih amelleri şart koşmuştur. Bunun tahkiki
babında da şöyle buyurmuştur: "Her kim mümin olarak salih amellerde
bulunursa, çabası inkar edilemez". (Enbiya/94) O, imanın amelle tahkik
edilmesi meyanmda da şöyle buyurmuştur: "Kim O'na salih amellerde
bulunmuş bir mümin olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler
vardır". (Taha/75)
Zahirde
islami amelleri bulunan, ancak gaybe imanın akaidine başvurmayan kimseler
münafıktır. İçine düştüğü nifak, kendisini islam dairesinden çıkartır. Kalbe
gayben iman esasına sahip olmasına rağmen, imanın hükümleriyle ve islam
şeriatiyle amel etmeyen kimse, tevhidi sabit olmayacak bir küfürle inkara sapmış
bir kafir konumundadır.Allah Resulü'nün (sav) haber verdiği gaybe inanıp
emrolundu-ğuyla amel eden kimse ise, mümin ve müslümandır. Eğer böyle olmasaydı,
müminin müslüman olarak adlandınlmaması mümkün olduğu gibi, her müslümanm mümin
olarak adlandınlmaması da mümkün olurdu. Yani o, Allah'a, peygamberlerine ve
kitablarma inanan bir mümin olarak anılamazdı.
İmanın
ameller karşısındaki durumu, kalbin vücut karşısındaki durumuna benzer. Biri
diğerinden asla kopamaz. Kalbi olmayan canlı bir vücut olmadığı gibi, vücutsuz
kalp sahibi de olamaz. Ama her ikisi de münferid sebeplerdir. Buna rağmen hüküm
ve anlam bakımından ayrışamazlar. Bu ikisinin durumu, bir dışı, bir de içi olan
daneye de benzer. Dane, bölünmez bir bütündür.
İç ve dış
sıfatlarının yakınlığı sebebiyle iki adet dane olarak da görülemezler. İslami
ameller de, iman karşısında boyledirler. İslam, imanın dış yani zahiri
yüzüdür. Kısaca uzuvlarla icra edilen
bir takım
fiillerdir. İman ise, islamın iç yani batını yüzüdür. Bu da kalbi amellerden
teşekkül eder.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İslam açıklık, iman
ise sırdır". [8][8]
Bu hadisin başka bir rivayetinde, "İman ise kalptedir" ifadesi
geçmektedir.
İslam,
imanın ilanıdır. îman, islamın akaididir. İmansız amel olmadığı gibi akaidsiz
amel de olmaz. Bu husus, zahir ilmiyle batın ilmine benzer. Onlardan her biri,
diğerine bağlıdır. Yani kalbi ameller, uzvi amellerle irtibatlıdır. Allah
Resulü'nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Ameller, ancak niyet
iledir" [9][9]
Yani ancak akid ve iradeyle gerçekleşirler. Çünkü hadisteki 'ancak' ifadesi,
bir şeyin gerçekleşmesini anlatmak için kullanılmıştır. O, bu ifadesi ile uzvi
amelleri kalbi amellerle isbat etmiş olmaktadır. Niyetler de kalbi amellerdir.
Amelin iman
karşısındaki durumu, dudakların dil karşısındaki konumuna benzetilebilir. Her
ikisi bulunmadıkça konuşmak mümkün olmaz. Çünkü harfleri dudaklar
şekillendirirken, dil de sözü ortaya çıkarır. Bunlardan birinin yokluğu sözü
imkansız hale getirir. :"> Aynı şekilde amel yokluğu da imanı ortadan
kaldırır. Allah Te-*ala işte bu nedenle konuşmayı insan için bir nimet saymış
ve dudaklarla dili birlikte zikrederek şöyle buyurmuştur: "Biz onun için
iki göz, bir dil ve iki dudak yaratmadık mı?" (Beled/9) Yani Biz onu görebilen
ve konuşabilen bir varlık kılmadık mı? O, dudakları ve dili vasıtasıyla sözünü
ifade edebilir. Zira bu ikisi, konuşmanın gerçekleştiği ortamın unsurlarıdır.
O'nun iki dudağı da zikretmiş olması, konuşma nimetinin ancak ikisiyle
tamamlanabilmesinden dolayıdır.
İman ve
islanıı, kurulu bir çadıra da benzetebiliriz. Çadırın kaba bir görüntüsü ve
bağlantı ipleriyle birlikte içine dikili bir de direği vardır. Çadır, İslama
benzer, İslamın da açıktan eda edilen amellerden oluşmuş esasları vardır ki
bunları, çadırın kenarlarını toprağa sabitleyen iplere benzetebiliriz.
Dışarıdan görünmeyen, ancak çadırın dik durmasını sağlayan içerdeki direk ise
imana benzer. Çadır, bu direk sayesinde ayakta durur. Ama o, her ikisine de
ihtiyaç duyar. Çünkü dik ve düzgün durması, bu direğe ve iplere bağlıdır.
Uzuvlarla eda edilen amellerin oluşturduğu islam da aynı şekilde sadece iman
ile ayakta durabilir, îman, birtakım kalbi amellerden ibaret olup ancak islam
ile fayda verebilir. Bunlar, salih amellerdir. Allah Teala da, iman mefhumunu
İslam ile ifade buyurmuştur. Eğer o ikisi tek bir şey olmasalardı, biri
diğeriyle ifade edilmezdi.
Nitekim O,
bu babda şöyle buyurmaktadır: "Orada müminlerden kim varsa çıkardık.
Zaten orada müslümanlardan bir haneden başka kimseyi görmedik".
(Zariyat/35-36) Orada iki hane yoktu. Tek bir hane vardı ve o da Lut (as) ile
kızlarının yaşadığı hane idi.
Allah Teala
benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz Allah'a iman
ettiyseniz, o halde müslümanlarsınız, O'na tevekkül edin". (Yunus/84)
Görüldüğü üzere Allah Teala 'müslümanlarsanız' ifadesini, 'iman ettiyseniz'
ifadesine atfetmektedir. Bu da iki mefhumun da aynı anlam için konulmuş iki
isim olduklarını gösterir.
Bu Allah
Teala'mn günleri gecelerle ifade etmesine benzer. Çünkü gündüz geceye
bağlıdır. Ama siz, o ikisinin farklı şeyler olduğunu bilirsiniz. Allah Teala
tek bir kıssada şöyle buyurmuştur: "Senin ayetin/mucizen, insanlara işaret
dışında üç gün konuşmamadır". (Al-i İmran/41) Başka bir ayette ise şöyle
buyurmuştur: "Senin ayetin, insanlara üç gece tamamen
konuşmamandır". (Meryem/10)
Allah Teala,
iman ve islamın karşıtını ise tek'kılmıştır. Eğer bu ikisi, hüküm ve anlam
bakımından aynı şey olmasalardı, karşıtları aynı şey yani küfür olamazdı. O bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "İmanlarından sonra küfür eden bir kavme
Allah nasıl hidayet etsin". (Al-i İmran/86); "Siz müslümanlar
olduktan sonra size küfrü mü emrediyor?" (Al-i İmran/80)
Görüldüğü
gibi Allah Teala, her ikisinin zıddını da küfür olarak vazetmiştir. Allah Resulü
(sav) de iman ve islamı tek bir sıfatla ifade etmiştir. O, İbni Ömer'in (ra)
rivayet ettiği bir hadiste islamın beş esas üzerine bina edildiğini haber
vermiştir.
İbni
Abbas'ın (ra) rivayet ettiği hadiste de, Abdülkays oğullan heyetinin imanı
sormaları üzerine yine aynı esasları zikretmiştir. Bu da, içteki batini imanın,
ancak zahirdeki islam ile varolabildiği-ne delalet etmektedir. İslam, ancak
gizli olan imanın bulunmasıyla açık olabilen bir haldir. İman ve amel, diğeri
olmaksızın fayda vermeyen eşler gibidir. Birinin sıhhati, ancak diğeriyle
mümkündür.
Zıtları olan
küfür hali ortadan kalkmadıkça her ikisi de mevcut olamazlar. Nitekim Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen İbni Ab-bas (ra) hadisi de ancak sözkonusu
esaslara yaklaşmayı reddeden kimselerin tekfir edilebileceğini ortaya
koymaktadır.
Aynı hadisin
ibni Ömer (ra) tarafından rivayet edilen başka bir şeklinde ise islam lafzı
yerine iman lafzı kullanılmaktadır. Bu hadisi, Cerir, Salim b. Ebu'1-Ca'd
kanalıyla Amir oğullarının azatlısı Atiyye'den rivayet etmiştir: Yezid b. Bişr
dedi ki: İbni Ömer'in (ra) yanma gittim. Bir süre sonra bir adam geldi ve şöyle
dedi: Ey Abdullah b. Ömer! Sana ne oldu? Cihadı bırakıp hac ve umre yapmaya
başladın. İbni Ömer (ra) şu karşılığı verdi: Yazık sana! Muhakkak ki iman beş
esas üzerine bina edilmiştir. Allah Teala'ya kulluk etmen, namaz kılman, zekat
vermen, Kabe'yi haccetmen ve Ramazan orucunu tutman.
Allah
Resulü'nün (sav) de bu meyanda şöyle, buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah
Teala, iman için salih ameli şart koşmuştur". O, imandan yararlanmayı,
salih amel şartına bağlamıştır. İman için de islamı şart koşmuştur. Allah Teala
buyurdu ki: "Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler hariç. Allah
onların kötülüklerini hasenata dönüştürür".(Furkan/70)
Tefsir ehli
buradaki tevbenin, şirkten tevbe etme olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Tıpkı şu ayet-i kerime gibi: "Eğer tevbe eder, inanır ve zekat verirlerse
yollarını açın". (Tevbe/5) Bu ayetteki yolları açma emri, "Onları
tutun ve kuşatın" emirlerinden sonra gelmiştir. Yine O, bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Ne mallarınız, ne de evlatlarının size huzurumuzda bir
yakınlık sağlamaz". Ancak inanıp salih ameller işleyenler başka".
(Sebe/37) O, başka bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki
iman ettiler, onlar (Allah'tan da) korkarlardı". (Yunus/63); "O
kimseler ki ayetlerimize iman ettiler, onlar müslümanlardı". (Zuhruf/69)
Bu iki
ayette de görüldüğü gibi Allah Teala, iman için salih amelleri ve takvayı şart
koşmuştur. Yine O, salih ameller için de imanı şart koşmuştur. Kul, bütün
amelleri işlese dahi, imanı olmadıkça bunlardan hiçbir fayda göremez. Aynı
şekilde bütün kalbiyle
iman ediyor
olsa bile, salih ameller işlemedikçe imanın da faydasını göremez.
Lokman (as)
oğluna şu öğütte bulunmuştur: "Ey oğul! Ekin topraksız ve susuz sıhhat
bulmadığı gibi iman da ancak ilim ve amelle sıhhat bulabilir".
Allah
Resulü'nün (sav) Cibri (as) hadisi'nde İman ve İslam'ı ayırması da kalbi amel
ve akidlerin açıklanması babmdandır. "Cibril (as) O'na 'İman nedir?' diye
sorduğunda şu cevabı verdi: Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, öldükten
sonra dirilmeye, hesaba, kaderin hayır ve şerrine inanmandır. O, 'İslam nedir?'
diye sorduğunda ise, bilinen beş esası zikretti" [10][10]
Allah Resulü
(sav) bu hadisinde imanın ihtiva ettiği kalbi amel ve akidlerle bunların
uzuvlar vasıtasıyla amellere dönüşmesini farz kılan esaslarım ayrıştırarak
açıklamıştır. Bedenle yapılan lamellerin aleni olarak yapılması gerekmektedir.
Bu hadis-i şerif, lîman ve İslam'ı mana bakımından farklılık ve karşıtlılıkları
sebebiyle birbirinden arıyor gibi görünmesine rağmen o ikisinin hüküm
bakımından farklılaştıklarına delalet etmemektedir. Çünkü o ikisi, bir şahısta
aynı anda bulunabilmektedirler. O şahıs da bunun sonucu olarak hem müslüman,
hem de mümin olabilmektedir.
Allah
Resulü'nün (sav) zikrettiği kalbi akidler, kişinin kalbi durumu olurken
aleniyetle ilgili zikrettiği ibadetler de görünen bedenin halini ortaya
koymaktadır. O, İman ve İslam isimlerini de işte bu şekilde tek bir mefhum
olarak koymuş ve Abdülkays oğullarının heyetine söyledikleri ile îbni Abbas'm
(ra) rivayet ettiği hadisinde de bunu haber vermiştir.
Bu husus,
Ali (kv) tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte daha açık olarak ortaya
konulmuştur: "İman dille ifade edip kalple akdetme ve rükünlerle amelde
bulunmadır". Bu hadis ile bedeni ibadetler, imani akidlere dahil edilmiş
olmaktadır. Ayrıca İslam Ümmeti, kulun Cibril (as) Hadisi'nde zikredilen kalbi
akidlerin tamamına iman etmesine rağmen İslam'ın sıfatları olarak belirtilen
bedeni amelleri eda etmemesi halinde 'mümin' olarak adlandırıl ama-yacağı
hususunda ittifak etmiştir. Aynı şekilde İslam'ın bütün esaslarını yerine
getirmesine rağmen iman etmeyen bir kul da, 'müslüman' olamaz. Allah Resulü
(sav), ümmetinin dalalet üzerinde ittifak etmeyeceğini haber vermiştir.
Naklettiğimiz hadis ve haberler, İslam'ın İman'dan ayrı, müslümanlarm
müminlerden başka bir topluluk olduğunu, ya da İman'm İslam'ın zıddı olduğunu
göstermez. Yukarıdaki hadis-i şerifin bir diğer yorumu da, 'müslüman'
ifadesinin, teslim olan anlamında kullanılmış olma ihtimalidir. Kişi, kalbi
akidlerle bedeni amelleri kendinde topladığı zaman, hem müslüman, hem mümin
olur.
Üstte
naklettiğimiz hükmü kabul etmeyen kimse, mürtedlerle savaşan Ebu Bekir'i fra)
tekfir edip bilgisiz hükmüne sokmuş olur. Hatta onun, müminleri katlettiğini
iddia etme konumuna düşer. Çünkü bunu iddia eden kimseye göre mürtedler, imani
akidlere sahip çıkıp şer'î amellerin bir çoğuyla tevhid akidesine karşı çıkmamış
kimselerdir. Onlar sadece zekat vermeye karşı çıkmış, sırf onu inkar
etmişlerdi.
Halbuki Ebu
Bekir (ra) onların kanlarını helal saymış, Sahabe de kendisiyle aynı görüşü
paylaşmış ve mürtedler arasında rücu edenlere de teklif edilmiştir.
Zahirî
anlamda 'mümin' ile 'müslim'i ayırdettiği söylenen hadis-i şerif şöyledir:
"Allah Resulü (sav) iki kişiden birine verirken diğerine vermemişti.
Bunun üzerine Sa'd (ra), 'Ey Allah Resulü! Falanı bıraktın ve mümin olduğu
halde ona vermedin?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de Toksa müslüman mıdır?'
buyurdu. Sa'd (ra) soruyu tekrarladığında Allah Resulü (sav) aynı karşılıkta
bulundu" [11][11]
Bu hadis,
olsa olsa İman ile İslam'ın üstünlük ve makam bakı- mından farklılıklarına
delil teşkil edebilir. Buna göre anılan kişi, müminlerin havassmdan ve fazilet
erbabından değildi. Allah Resulü (sav) bu ifadesiyle Sa'd'a gizli kalan bir
hali açıklamış olmaktadır.
O, Harise'ye
(ra) de, kendisini unutturup şöhretten kaçışı sebebiyle imanın hakiki makamını
açıklamıştır. "Allah Resulü (sav) ona, 'Nasıl oldun?' diye sorduğunda,
Harise (ra) müşahedesi saye-sinde kavuştuğu vecdi dile getirmişti. Bunun
üzerine "Allah Resu- lü (sav), 'Artık marifet sahibi oldun, buna bağlı
kal' buyurmuştur".
Bu hadis,
bizler için, İman'm İslam'dan üstün oluşuna delil teşkil etmektedir. Müminler,
İslam'ın esasları olan bedeni ibadetlerde denk olsalar da, İman'da farklı
derecelere sahip olurlar. İman'm üst sınırı yoktur. Ancak sıhhati, İslam'ın
tahdidiyle sınırlanmıştır. Bu çerçevede Allah Resulü (sav), istekli olarak iman
edeni, kuvvet karşısında imana gelenden üstün tutmuştur. Allah Resulü (sav),
müellefe-i kulûb payına ayırdığı zekat mallarını, kafirlerin ileri gelenleriyle
düşmanlık etmesinden emin olamadığı kimselere vermekteydi.
Yine O,
kendi hakkında ileri geri konuşan birine de ikramda bulunmuştu. Sahabe, niçin
böyle yaptığını sorduklarında ise şu cevabı vermiştir: "O, sözüne uyulan
bir ahmaktır".
Allah Resulü
(sav) müellefe-i kulûb payını aşireti ve tarafdarı çok olanlara da verirdi.
Çünkü bunlar, müminlere yönelen saldırılara arka çıkabilirlerdi. Aynı şekilde
müslümanlarm muhtaç oldukları, çıkar ve yararlarını borçlu bulundukları
kimselere de bu paydan dağıtırdı. Ama tarafdarı az ve düşük kimselere zekattan
pay vermeyi tercih etmezdi. Bu noktada müminleri tercih eder ve onları
müellefe-i kulübün düşüklerinin önüne geçirirdi.
Allah Resulü
(sav) müslümanlar arasında taksim yaparken de birtakım tercih noktalarını
dikkate alırdı. "Nitekim O, zekat mallarını müslümanlara dağıtırken başı
tıraşlı ve alnında secde izi bulunan birine vermemişti. Bunun üzerine o adam
Allah Resulü'nü (sav) kasdederek şöyle demişti: Bu taksim, Allah rızasının
gözetildiği bir taksim değildir. O adil davranmadı. Allah Resulü'nün (sav) ona
cevabı ise şöyle olmuştu: Eğer ben de adil davranmazsam, başka kim adil
olabilir?![12][12]
Sözü edilen
şahıs, gösterdiği tavırla, İslam Ümmeti içinde ortaya çıkan Haricî boynuzunun
kökünü temsil etmekteydi. Görmüyor musunuz ki Allah Resulü (sav) ona hiçbir şey
vermediği gibi, cemaate meyletmesi için de çaba sarf etmemiş tir.
Çünkü o,
müminlerin havassmdan olmadığı gibi müslümanlara zarar vermesinden endişe
edilen veya müslümanlarm ihtiyacından dolayı kalbi ısmdırılması gereken
-müellefe-i kulûb'dan- bir kimsede değildi. Bu kişinin durumu, Allah Teala
tarafından suda boğulacağı için müslüman olmak zorunda kalan Firavun'un şu
sözlerine benzemektedir: "İsrailoğulları'nm iman ettiği -İlah'm-,
kendinden başka ilah bulunmayan olduğuna inandım, ben de
müslümanlar-danım". Tefsirciler, bu sözlerin sahibi Firavun'un müslüman
değil, müsteslim yani teslimiyet göstermiş biri olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir.
Yukarıdaki
hadisle ilgili olarak nakledilen bazı rivayetlerde, yaptığımız izahın tam aksi
teyid edilmekte ve anılan kişinin teslimiyetçi değil fazilet sahibi olduğu
bildirilmektedir. Sözkonusu rivayetlerde Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: "Ben bazılarına verir, bazılarına da vermem.
Onları, Allah Teala'nm kalplerinde yarattığı imana havale ederim". Bunun,
başka bir hadisin devamı olduğu da söylenebilir. Çünkü O, herşeyi kuşatan
sözlerle gönderilmiştir.
O, kendisine
sorulan bir şeyi cevapladığı gibi bazan da açıklama ve yol gösterme gayesiyle
ilave izahatta bulunmaktaydı. Yukarıdaki sözüyle verilen malın çeşitli türleri
ve mal verilen kimselerin de farklı sınıfları olduğunu ifade etmek istemiş de
olabilir. Bazı insanlara ihtiyaç sebebiyle verilen mal, bazılarına da ziyade
ve lütuf olarak verilebilir. Bunun gayesi de de, onların kalplerini
müs-lümanlara ısındırmaktır.
Böyle bir
durumda, mal vermediği kimse, verdiği kimseden daha üstün olabilmektedir.
Çünkü işin aslı, rivayet sahibinin anladığı gibi olsaydı, İslam'ın İman'dan,
nıüslümanlarm da müminlerden daha faziletli olmaları gerekirdi. Oysa hiçbir
alim bu görüşte değildir. Fakat îman'm çeşitli derecelere sahip olduğu
bilinmektedir. İman, İslam'ı kapsamakta ve İslam onun altında yer almaktadır.
Müminler ise, müslüm ani arın havas sıdırl ar. Mukarrebun, sıddık-iar ve
şehidler de bunlar arasında yer alır.
İslam
kavramı, genel ve sınırlıdır. Müminlerin geneli, onunla nitelenir. Büyük günah
sahipleri ve ağır suçlular da onun kapsamına girerler. Küfrü terkeden kimse
İslam dairesinden çıkmaz ve hakkında 'İmanlı' tanımı kullanılır. Allah Teala bu
meyanda şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a yalan iftirada bulunursa".
(Al-i İm-ran/94) O, böyle birinin yoldan çıkmış bir günahkar olduğunu ha-
ber vererek
şöyle buyurmaktadır: "İslam'a davet edildiği halde Allah hakkında yalan
uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez". (Saf/7)
Müslümanların
icmasma göre de İman daha üstündür. Bu ic-ma, sözkonusu kişinin daha üstün
olduğunu vehmedenlerin bu vehmini boşa çıkarmaktadır. Allah Resulü (sav) de bir
hadisinde bunu teyid etmektedir: "O'na amellerin hangisinin daha faziletli
olduğu sorulmuştu. Cevap olarak İslam' demiştir. Bunun üzerine, 'Hangi islam
daha üstündür?' diye sorulduğunda ise İman' buyurmuştur".[13][13]
Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) İman'ı İslam içinde bir makam olarak görmüştür. Bu
hadiste de İslam üzerinde bir tahsis sözkonusu olup ikisi arasında bir ayrım
mevcut değildir. "Yoksa müslüman mıdır?" ifadesinin geçtiği hadisle
bunu aynı kefeye koymak mümkün değildir. Arap dilinde Soru Elifi
(=elifü'l-istifhâm) ile nitelemede bulunmak, daha eksik bir sıfatla
nitelemekten başka bir gaye için sözkonusu olamaz.
Şimdi Allah
Teala'nm şu buyruğuna bakalım: "Bedeviler 'iman ettik' dediler. De ki:
İman etmediniz, Ancak İslam olduk' deyin". (Hucurat/14) Bu ayet-i kerime
de yukarıda anlattığımız türdendir. Bunun açıklaması da şu şekildedir:
Deyin ki:
'Bizler öldürülmekten korktuğumuz için teslim olduk!' Bu kimseler müellefe-i
kulübün zayıfları ve düşükleridir. Zekatı, öncelikle kendilerine değil de
müminlere vermesinden dolayı Allah Resulü'ne (sav) kızıyor ve şöyle
diyorlardı: O, diğer müminlere verdiğini bize vermiyor. Halbuki bizler de
müminleriz. Allah Teala, onların bu tavrının içerdiği duyguları açığa çıkarmış
ve 'iman' iddialarının asılsız olduğunu kendilerine haber vermiştir.
Bu kimseler,
Allah Teala'nm şu buyruğunda da bildirmiş olduğu kimselerdir: "Onlardan
kimi de zekatların (taksiminde) sana dil uzatır. Eğer o zekatlardan kendilerine
verilirse hoşlamr, onlardan kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar".
(Tevbe/58) Bu ayet-i kerime de Allah Resulü'nün (sav) bu tür müellefe-i kulub
mensuplarına zekat vermediğini göstermektedir.
Hucurat
ayetinde de İman ile İslam arasında ayrım yapıldığına delil teşkil edecek bir
husus yoktur. Çünkü onun hemen ardından gelen şu ayet-i kerime bunu
göstermektedir: "Müslüman oldular diye senden minnet bekliyorlar. De ki:
Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine sizi imana ilettiği için
Allah size minnet eder". (Hucurat/17/
Görüldüğü
gibi onların îslamı, İman' olarak adlandırılmıştır. Çünkü burada sözün bir
kısmının diğer kısmına atfedilmesi sözko-nusudur. Sözün başı, sonuna irca'
edilmektedir. Onların Allah Re-sulü'nden (sav) minnet beklemeleri yersiz
görülerek aksine onların minnette bulunmaları tavsiye edilmektedir. Allah
Teala, ifadenin sonunu başına atfetmiş ve iki lafzı birbirinden ayırmış,
ifadelerden biri diğeriyle aynı kılınmamıştır. Böyle olsaydı, 'Sizi İslam'a
hidayet ettiği için' buyurması gerekirdi. Arap dilinin genişliği buna müsait
olduğu için Allah Teala'nın daha fazla beyanda bulunması söz-konusu olmuştur.
Bunun bir
benzerini de şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Allah'tan başka yaratan mı
var size rızık veren?" (Fatır/3) Görüldüğü gibi 'sizi Yaratan'
buyurmamıştır. Bununla da, Rızık Veren'in (=er-Râzık) aynı zamanda Yaratan
(=el-Hâlık) olduğunu beyan etmek istemiştir. Böylelikle de Zatı'nı ikinci bir
sıfatla tavsif etmiş olmaktadır.
Bunun diğer
bir misali de şu ayet-i kerimedir: "Orada kalan müminleri çıkarttık. Zaten
orada müslümanlara ait bir haneden başkasını görmedik". (Zariyat/36) Bu
ayetin İbni Mesud (ra) mus-hafmdaki kıraati şöyledir: 'Rabbim Seni tenzih
ederim, Sana tevbe ettim ve ben müslümanların ilkiyim'. Eğer müslümanlar ile müminler
aynı anlamda olmasalardı, mananın aksine olarak bu şekilde okunması caiz olmazdı.
Ebu Cafer
Muhammed b. Ali'den rivayet edilen bir ifade şu şekildedir: İman, İslam'da
hususidir. Bu sözün anlamı, îman'm İslam'ın batını yani içyüzü olduğudur. Ebu
Cafer bir daire çizmiş ve 'İşte bu İslam'dır1 demiştir. Ardından onun ortasına
bir daire daha çizmiş ve 'Bu da, İslam'ın içindeki İman'dır' demiş ve şunu
ilave etmiştir: Kul, falan işleri yaptığı zaman bu küçük daireden çıkarak
İslam dairesine girer. Yani onun belirttiği fiiller sebebiyle İman'm
hakikatinden
sıyrılarak korku, ümit ve vera' ile Övülerek nitelenmiş olan müminlerden
ayrılır. Çünkü o, böyle yapmakla 'İman' kavramının kapsamından ayrılmış olur.
Bu yolun sonunda da Allah Te-ala'ya inanan, peygamberlerini ve kitablannı
tasdik eden biri olma konumundan da çıkabilir.
Küçük daire,
büyük dairenin dışında değildir. Ebu Cafer, İman ve İslam için böyle bir
benzetme yapmıştır. İnıan'ı, İslam'ın özü ve cevheri kıldığı için de onu İslam
dairesinin içine yerleştirmiştir. Eğer sözkonusu kimsenin İman dairesinden
çıkmakla müslüman-lıktan da çıkmasını kasdetmiş olsaydı, bu ikisini ayrı ayrı
daireler olarak çizer, birini diğerinin içine koymazdı.
Allah
"Resulü (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Zina eden kimse, mümin
olduğu halde zina etmez, mümin olduğu halde şarap içmez".[14][14]
Bunun anlamı da, kamil iman sahibi, hakiki mümin olmayışıdır. Çünkü imanın
hakikati ve kemaliyeti, korku ve vera' ile tahakkuk eder. Ümmet, kebire yani
büyük günah sahiplerinin kafir olmadıkları icma etmiştir. Zina ve şarap
içmekle fasık olduğunda, imanın hakikati olan korku ve vera'dan çıkmış
olmasına cağ-men imanın isim ve manasından ayrılmış olmaz.
İmanın isim
ve manası, tasdik ve şeriate bağlılıktır. Burada çok ince bir husus vardır:
Büyük günah işleyen kimse, sanki imanın hayasından sıyrılmaktadır. Çünkü Allah
Resulü (sav), "Haya imandandır"[15][15] buyurmuştur.
Haya sahibi, avretini harama açmayan kimsedir. Ancak büyük günah sahibi, islami
imanı, tevhid ve hükümleri yüklenme makamında baki kalır.
Hasan'dan
(ra) bunu açıklayan şu ifade nakledilmiştir: İman, İslam'ın hakikatidir.
Huzeyfe'ye (ra) 'Münafık kimdir?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
İslam'ı diliyle ifade edip onunla amel etmeyendir.
İman ilmi,
İslam olarak adlandırılmış, söz amelle birleştirilmiştir. Bu babdaL-Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle demiştir: İnsanlar, bize göre hadleri, farzları, nikahları,
mirasları, arkalarında namaz kılınma ve cenaze namazlarını kılma noktasında
mümin ve müslümandır-lar. Yaşayanlar hesaba çekilmediği gibi ölülere de hüküm
icra edilemez.
Biz, onlara
ait bilmediğimiz sırları Allah Teala'ya havale edip bu husustaki tehdidim duyup
O'ndan korkar, hoşgörüsünü dinleyip O'ndan ümitvar oluruz. Kıble ehli hakkında
böyle davranmamız gerekir. Selef-i Salih'in görüşünden dolayı kendi görüşümüzü
şüpheli görürüz. [16][16]
Hadis
alimlerinden bazılarının İman ile İslam'ı birbirinden ayırdı-! gına dair
nakledilen görüşleri hakkında şunları söyleyebiliriz: Züh-iri dedi ki: İslam
söz, İman ise ameldir. Abdurrahman b. Mehdi, i kendisine İman ve İslam'ın ne
olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: O ikisi, iki ayrı şeydir. Hammad b. Zeyd
ise İslam'ın umumi, İman'm hususi olduğunu söylemiştir.
Bütün bu
alimlerin sözleri, yukarıda açıkladığımız görüşü desteklemekte ve ona delil
teşkil etmektedir. Onlar, iman ile İslam'ı karşıtlık ve farklılık anlamında
ayırmamış ve birinin varlığı halinde diğerininin bulunmayabileceğini
söylememişlerdir. Böyle yapmaları halinde Mürcie mezhebine uymuş olurlardı.
Halbuki bu alimler, Mürcie'den olabildiğince uzak insanlardır.
Onlar, hadis
ehli ve ilmî vukufiyet sahibidirler. İman ile İslam'ı ayırmaları, derece
bakımından farklılık ve tahsis anlamında olmuştur. Onlara göre İman daha
hususi ve daha üstündür. Çünkü artma veya eksilme, fazilet ve makamlar yalnız
İman için geçerlidir. Ayrıca onda istisna vaciptir. Oysa İslam umumidir. Ondan
ancak kafirler müstesna edilip ihraç edilebilirler. Çünkü onun ötesinde başka
bir daire mevcut değildir.
Ulemadan bir
topluluğa göre İslam'da istisna vacip değildir. Zira o, sınırlı ve malum
olandır. İman ile İslam'ı ayırt edenlerin varmak istedikleri nokta da işte
budur. Selef-i Salih'den bir zümrenin takip ettikleri yol da bu yöndedir. Ama
bu da yukarıda açıklamaya çalıştığımız esastan uzak değildir. Daha iyi
açıklayıp izah edebil-diysek ne mutlu!
; Bu husus,
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis gibidir: "O'na amellerin
hangisinin daha faziletli olduğu sorulmuştu. Cevap olarak İslam' demiştir.
Bunun üzerine, 'Hangi islam daha üstündür?' diye sorulduğunda ise İman'
buyurmuştur". [17][17]
O, böyle buyurmak suretiyle bu ikisini birbirinden ayırmamış ama İman'ı
hususileştirmiştir. Yine bu ifadesi ile İman'ı, İslam'ın hakikati ve özü
kılmıştır.
O, başka bir
vesilede de İman'm, İslam'dan olduğunu haber vermiştir. Bunu şu hadis-i
şeriften çıkartmaktayız: "Kişinin İslamı'nm güzelliğinin bir ölçüsü de
kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketme-sidir".[18][18]Yani dini
yaşayışında bu erdeme sahip çıkan ve dinini bu sıfat ile ulvileştiren kimsenin
İslamı en güzel İslam'dır.
Bu, aynı
zamanda yakin sahibi ve zahid bir müminin de sıfatıdır. Bunu, Ebu Cafer
Muhammed b. Ali'nin teşbihine benzetmek de mümkündür. Bilindiği üzere o, İman
dairesini, İslam dairesinin içine çizmek suretiyle onu hususileştirmiştir.
Selef-i Salih'ten
nakledilen tüm bu hakikatler, Mürcie, Kerami-ye ve İbadiye'nin görüşlerini
geçersiz kılmakta ve onların İman'm amel olmaksızın sadece söz veya kuru
bilgiye dayanan bir akid olduğu yönündeki iddialarını geçersiz kılmaktadır.
Yine bu hakikatler, büyük günah sahibinin ne kafir, ne de mümin olmayıp bu iki
makam arasında üçüncü bir makamda bulunan bir fasık olduğunu iddia eden
Mutezile'ye de cevaptır.
Ayrıca
Hasebiye, Cürümiye, Kafiye ve Haruriye gibi Haricî fırkalarının savundukları,
zalim kimselerin kafir oldukları ve tebaanın onlarla savaşmasının farz olduğu
yönündeki tezlerini de çürütmektedir. Onlar arasında bazıları da,
müslümanların imamına başkaldıran kimsenin kafir olduğunu söylemişlerdir.
Oysa bu,
Allah Teala'mn şu buyruğuna aykırıdır: "Eğer müminlerden iki topluluk
savaşa girerlerse, onların arasını bulun; eğer biri diğerine saldırırsa,
Allah'ın enirine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın". (Hucurat/9)
Görüldüğü gibi Allah Teala saldıran zulüm ehli ile savaşmayı emrederken dahi,
onları müminler olarak adlandırmış, üçüncü bir konuma (=menzile-i sâlise)
yerleştirmenıiştir.
Görüldüğü
üzere Mürcie ve Mutezile gibi iddiaları zıt olan iki bi-datçi zümre ile imtihan
edilmiş bulunmaktayız. Mürcie şöyle der; Tevhid ehli, büyük günah işleseler ve
fişka düşseler dahi cahenne-me asla girmezler. Çünkü bu tür günahlar ve
düştükleri fisk hali, imanlarını eksiltmez. Mutezile ise şöyle demiştir: Fasık
yani büyük günah sahibi, mümin değildir. Tevbe etmeksizin küçük bir 'günah
sahibi olarak Ölen kimse de muhakkak cehenneme girecek ve oradan ebediyen
çıkmayacak, kafirlerle birlikte kalacaktır.
İşin doğrusu
ise şudur: Fasık, mümindir. İçine düştüğü fisk hali, kendisini iman tanımından
ve hükmünden çıkarmaz. Fakat sıd-dıklar ve şehidler gibi ihlash müminlere de
dahil etmez. Büyük günah sahibi, Allah Teala'nm azap tehdidini ve cehennemi
haketmiş kimselerdir. Ama Allah Teala'nm lütuf ve ikramı gereği onları affetmesi
de mümkündür.
Bu hususta
Ali fkv) şöyle demiştir: Orta yol üzerinde olun. Aşırı giden ona dönerken
aşağı düşen de ona yükseltilir. Allah Resulü (sav) de bu meyanda sünnet
alimlerini överek şöyle buyurmuştur "Bu ilmi haleften adil olanlar
yüklenir ve aşırıya kaçanların tahrifini, iptal edicilerin sahiplenmesini ve
cahillerin tevillerini ondan uzak tutarlar".
Aşırıya
kaçanlar; sünneti ve hadisleri çiğneyenler, iptal ediciler; rey ve kıyasla
iddiada bulunanlar, cahiller ise yoldan çıkmış sufiler arasında bulunan şatahat
sahipleridir.
Adil
kimseler ise, Selef-i Salih'den birine tâbi olarak dinde bi-Idat çıkarmayan ve
müminlerin yolundan başka dost edinmeyen I kimselerdir. Bunlar da hadis
ravileri, ilim hamili olan hadisçi ve fi-Ikıhcılardır.
Allah
Teala'nm şu buyruğu sözümüzü açıklamakta ve sıhhatini teyid etmektedir:
"Bugün sizin dininizi kemale erdirdim". (Mai-de/3) Müslümanların
icmasına göre bu ayet-i kerime, bütün farzların ve şer'i kuralların
tamamlanmasından sonra Veda Haccı'nda nazil olmuştur. Bu, Allah Resulü'nün
(sav) haccm farz kılınmasından sonra yaptığı en son hac ziyaretidir. Çünkü Maide
suresi, bütün alimlerin ittifakıyla Kur'an'ın en son indirilen süresidir.
Allah Resulü (sav) bu ayetin nüzulundan sadece üç ay üç gün sonra vefat
etmiştir.
Tarihçilere
göre bu ayet, Zilhicce'nin dokuzuncu günü Arefe'nin bitimine doğru nazil
olmuştur. Allah Resulü (sav), aynı yılın Rebi-ülevvel ayının on ikinci günü
irtihal etmiştir. Allah Teala haram, helal ve benzeri dini hükümlerin tamamını
indirdikten sonra şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi kemale
erdirdim". (Maide/3) Ayette geçen kemale erdirme (=ikmâl) kelimesi,
birbirine bağlı bazı şeyleri tamamlama anlamında kullanılmıştır. Bir şeyin bir
kısmı önce varolduğunda 'kemale erdi' denilmez. Ancak bütünü mevcut olduğunda
'kemale erdi ve tamam oldu' denir. Ayetteki kelimenin gerçek anlamı da budur.
İman, Mekke
döneminde nazil olduktan sonra Allah Teala dini hüküm ve farzları zaman içinde
indirmiştir. Dinin kemale ermesi de, birbiriyle irtibatlı şeylerin toplanması
ve amellerin iman ile ir-tib atlanmasına an sonra sözkonusu olmuştur. İslam,
işte bu şekilde mükemmel din olmuştur. O, İman ve Amel'in bütünüdür.
Selef-i
Salih'ten bir zat, Mürcie'nin dahi söylemediği bir şeyi ifade ederek İblis'in
mümin olduğunu söylemiştir. Ona göre İblis, imanı ikrar etmiş ve diliyle ifade
etmiştir. Ama tuttuğu yol, bozuk ol-' muştur. Sözkonusu zat şöyle demiştir:
Yemin ederim ki lanetli İ lis, Allah Teala'yı tanıyan ve O'nu birleyen bir
varlıktır. Ama o, bu tevhidi ile amel etmemiş, bildiği ve iman ettiği Rabbine
itaat etmemiş, bu yüzden de küfre düşmüştür.
Mürcie'&en
bazıları ise, iddialarını isbat etmek için şu ayet-i kerimeye
sarılmaktadırlar: "Bu sözlerinden dolayı Allah onlara altlarından
ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetleri mükafa-at olarak
verdi". (Maide/85) Onlara göre Allah Teala cennete girmek için dille
ikrarı şart koşmuş, ya da cennete girmeyi tevhid sözüne bağlamıştır. Halbuki
bu, Allah Teala'nm sözün tahakkukunu isbat etmesi babmdandır. O'na göre bu söz,
iman ve yakin sözüdür. Bu sözün sahipleri, sadece söze sarılmayan ve onu bir
araç olarak görmeyen kimselerdir. Oysa münafıklar böyle yaparlar.
Münafıklar
da müminlerin telaffuz ettikleri kelime-i tevhidi dilleriyle ikrar
etmişlerdir, ancak Allah Teala onların tam aksi yöndeki gizli inançlarını
haber vermiş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlar o gün, imandan çok
küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlar". (Al-i
İmran/167)
Allah Teala
üstteki ayetinde anılan sözün, müminlere ait bir söz olduğunu murad etmiştir.
Halbuki diğerleri, salih amelleri ter-kedip sadece sözle yetinenlerdir. Bu ayet
ayrıca hakkı dile getirmenin de imanın gereklerinden biri olduğuna delalet
etmektedir. Bu tür bir sözden dolayı sevap hasıl olur. Çünkü o da, iyiliği
emredip kötülükten sakındırma babından güzel bir ameldir. Buna karşın ayetin,
sadece sözle imanın tahakkuk etmesine ve imanın mücer-red söz olup ameli
gerektirmediğine delil teşkil etmesi tamamen boş bir iddiadır. Yukarıda
saydığımız deliller, bu tür bir iddianın asılsızlığını kanıtlamaktadır.
Allah Teala,
naklettiğimiz birçok ayetinde ameli şart koşmaktadır. O, kafirler hakkında
şöyle buyurmuştur: "Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekat verirlerse,
kendilerine yol verin". (Tevbe/5) Üstteki ayet-i kerime de Mürcie'nin
iddialarının boş olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü Allah Teala önceki ayetinde
'Allah sadece söyledikleri sebebiyle onlara cennetler vereceğini
buyurmamıştır. Aksine, 'söyledikleri sebebiyle onları cennetlerle
ödüllendirdi' buyurmuşturmuştur.
Böylelikle
de onların ecirlerinin hakkı söylemeleri sebebiyle olduğunu haber vermiş
olmaktadır. Benzer bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Onlara,
yaptıklarının kat kat fazlası mükafaat var". (Sebe/37) Sonra bunu şu
buyruğuna bağlayarak kayıt altına almıştır: "Oysa kendilerine, dini
yalnız Allah'a halis kılarak O'nu birle-yenler olarak Allah'a kulluk etmeleri,
namaz kılmaları ve zekat vermeleri emredilmişti". (Beyyine/5)
Ama bunun
aksini iddia eden Mürcie işte şu kimselerdir: "Kalplerinde eğrilik
olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun (Kur'an)
benzeşik (müteşabih) ayetlerinin ardına düşerler". (Al-i İmran/7) Allah
Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın müteşabih
ayetlerini arayanları gördüğünüzde, işte onlar Allah Teala'nın kasdettiği
kimselerdir ki onlardan sakinin".16
Allah Teala
Kur'an-ı Kerim'in ilgili bütün ayetlerinde İman ile amelleri birleştirirken
Mürcie bunlara iltifat etmemiştir. Sadece bir yerde özlü (=mücmel) bir ifade
kullandığında, zikredilen sebeple. Buhârî, Tefsir-i Sure 3/1, Ebu Davıid,
Sünnet/2; Dârimî, Mukaddime/19.
ten ötürü
ona hemen sarılmış ve bu ayeti siper edinmişlerdir. Allah Resulü'nün (sav) bu
meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki zümre vardır ki, onların
İslam'dan nasipleri yoktur. -Başka bir lafzında 'onlara şefaatim nail
olmayacaktır'-: Kaderiye ve Mürcie".
Garib bir
hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki taife vardır ki
cennete asla giremezler: İmanın söz olduğunu söyleyenler..." Huzeyfe (ra)
bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: Ben, şu iki yola sapanların kesinlikle
cehennemde olduklarını biliyorum: İlimsiz zorbalık eden kötüler ve ahir
zamanda ortaya çıkarak imanın sadece söz olduğunu söyleyenler.
Gerçekten de
binlerce insan yoldan çıkmıştır. Allah Teala'dan niyazımız şudur ki bizi
ayetlerini anlamaktan alıkoymasın, bizi kibirle imtihan etmesin, bize doğru
yolu göstererek onu yol edinmemizi kolaylaştırsın, sapkınlık yolunu da
göstererek bizi ona girmekten muhafaza etsin.
Kibirle
imtihan edilen bir zat da bunu beyan etmiştir. Allah Teala buyurdu ki:
"Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.
Onlar bütün ayetleri görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu
yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Çünkü onlar
ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular". (AJraf/146) [19][19]
İman'da
istisnaya baktığımızda, onun yerleşik bir sünnet olduğunu görürüz. Rab'lerinden
razı olan imamların fiilleri, korku ve kusur endişesi üzeredir. Onlar
nefslerini aklamayı hoşgörmemişlerdir. Bunları da yakini imanda kuşku veya
tasdikte şüphe şeklinde yapmamışlardır. Çünkü İman makamlara bölünmüştür.
Müminler de,
îman noktasında çeşitli derecelerde yeralırlar. Allah Teala işte bu nedenle
bizzat kendileri vasfedilen bir topluluk hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte
onlar hakikaten müminlerdir". (Enfal/4) Allah Teala onları mükemmellikle
nitelemiş ve amelleri sebebiyle övmüştür. Bu hitaptan çıkan bir diğer anlam da,
bazı müminlerin gerçek müminler olmayışlarıdır. Nitekim O, bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Müminlerden bir topluluk kesinlikle isteksizdirler ve
hakikat kendilerine belli olduktan sonra (dahi) seninle mücadele ederler".
(Enfal/5); "Ey iman edenler, yapmayacaklarınızı niçin
söylüyorsunuz?". (Saf/2)
O, sadık ve
dürüst müminleri nitelerken de şöyle buyurmaktadır: "Müminler o
kimselerdir ki Allah'a ve Resulü'ne iman edip sonra hiç kuşkuya kapılmaz,
Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad ederler. İşte onlar sadıklardır".
(Hucurat/15); "Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; Allah rızası için
yakınlara, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında
bulunanlara mal verdi, namaz kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman
and-laşmalarım yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında
sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da
onlardır". (Bakara/177)
Görüldüğü
gibi bu ayet-i kerimede gerçek müminlere ait yirmiye yakın haslet
zikredilmiştir. Allah Teala yakini iman sahipleri arasında sevdiklerini
vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, müminlerden
mallarını ve canlarını satın aldı". (Tev-be/111) O, müminlerin umumunu
nitelerken de şöyle buyurmuştur: "Eğer inanır, korunursanız, size
mükafaatlarınızı verir ve sizden mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de
sizi sıkıştırsaydı, cimrilik ederdiniz ve (bu), sizin kinlerinizi ortaya
çıkarırdı". (Muham-med/36-37)
Allah yolunda
cihad ve sadakatle nitelenenler ile geride kalma ve Allah'ın öfkesine uğrama
haliyle tarif edilenler arasında ne büyük bir fark vardır! Hak ile
vasfedilenle, hak üzerinde tartışmalarıyla tanınanlar arasında ne korkunç bir
fark vardır! Malını ve canını uğrunda kabul ettiği ile cimriliğini bildiği
için malını istemeyip geri çevirdiği kimseler arasında ne derin bir fark
vardır! Buna rağmen hepsi de İman ismi altında yeralmaktadırlar.
-Ama imanın
makamları, onların bazılarını bazılarından üstün kılmakta, derecelerini
farklılaştırmaktadır. Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: Ki
Allah, sizden iman edilenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle
yüceltsin". (Mücadele/11); "Elbette içinizden fetihden önce harcayan
ve savaşan bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan
daha bü-
yüktür.
Allah hepsine de en güzel akıbeti vaadetmiştir". (Hadid/10) Yani cenneti
vaadetmiştir.
Ama orada da
farklı derecelere sahip olacaklardır. Allah Teal4, her iki sınıfı da İman ismi
altında topladığı gibi her ikisine de aynı yurdu yani cenneti vaadetmiş ama
makamlarına göre farklı derecelerde olacaklarını haber vermiştir. O, bu
meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlar için Allah katında dereceler vardır. Ve
Allah onların yaptıklarını görmektedir". (Al-i îmran/163)
Allah
Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "İman çıplaktır.
Onun elbisesi takva, süsü vera', meyvası ise ilimdir". Bu hadisten
anlaşılan odur ki, takvası olmayan kimsenin imanı çıplaktır. Vera'ı olmayan
kimsenin imanı ise, süsten yoksundur.
Aynı şekilde
ilmi olmayan kişinin imanı da meyvasızdır. Fasık, zalim ve cahil bir mümin,
müminlerden çok münafıklara benzeyen biridir. Böylesinin imanı da şüpheye meyillidir.
Bu hali onu, iman isminden çıkarmaz. Ancak onun imanı çıplak, giysisiz ve
amelsiz olduğu için de kazançtan mahrumdur. Nitekim Allah Teala şöyle
buyurmuştur: "Ya da imanında bir hayır kazanmamış kimseye imam fayda
sağlamaz". (En'am/158)
Nifakın da
çeşitli makamları olduğu söylenmiştir. Onun yetmiş kapısının bulunduğu
söylenmiştir. Aynı şekilde şirkin de tabakaları vardır. Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şu dört şey kimde bulunursa, halis
münafıktır. Oruç tutup namaz kılsa ve mümin olduğunu iddia etse bile
fazdasızdır: Konuştuğunda yalan söyler, vaadettiğinde yerine getirmez, emanet
edildiğinde ihanet eder ve husumete girdiğinde düşmanlık yapar".[20][20]
Hadisin
başka bir lafzında "Sözleştiğinde çiğner" ifadesi yer almaktadır.
Böylelikle nifağın alametleri beş olmaktadır. Kimde bunlardan biri varsa, onda
nifaktan bir şube mevcut demektir. Bunu terkedinceye kadar o hal üzere kalır.
Ebu Said
el-Hudri (ra) ve Ebu Kebşe el-Enmari (ra) hadisinde '.de Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: ''Kalpler dört çeşittir. Kalp vardır, tamamen tecrid
edilmiştir ve içinde ışık saçan bir lamba vardır. İşte bu, müminin kalbidir.
Kalp vardır
ki içine iman ve nifak dökülmüştür. Ondaki iman, tatlı suyun beslediği bakla gibidir.
Ondaki nifak ise, irin ve akıntının beslediği yara gibidir. Bunlardan hangisi
daha çok beslemede bulunursa kalbe onunla hükmedilir[21][21]Bu hadisin
başka bir rivayetinde ise şu lafız geçmektedir: "Hangisi baskın ise, kalp
ona gider".
Allah Resulü
(sav) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "İman yetmiş üç şubedir. Onların
en üstünü, Allah'tan başka ilah olmadı-'ğına şehadet etmek, en alttaki ise,
yoldan geçenlere rahatsızlık veren bir şeyi kaldırmaktır"[22][22]
İman
ahlakının bu şekilde kısımlara ayrılması, şirk ve nifakın çok gizli ve
incelikli yönlerinin bulunması imanın kemalinde istisnanın varlığını
gerektiren bir husustur. Çünkü iman ve nifak kalpte birlikte varolabildiği
gibi imanın bazı kısımlarının yokluğuna karşın nifakın birtakım izleri bulunabilmektedir.
Nitekim
Allah Resulü (sav) de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin
münafıklarının çoğunluğu Kur'an okuyucularıdır". Başka bir hadisinde ise
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üm-metimdeki şirk, karıncanın düz
kaya üzerindeki yürüyüşünden daha gizlidir"[23][23]
Huzeyfe (ra)
de şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) devrinde adam bir söz söyler ve onun
yüzünden ölünceye kadar münafık olarak kalırdı. Oysa bugün benzer bir sözü
sizden günde on kez işitiyorum.
Ali'den (kv)
rivayet edilen bir söz de şu manadadır: İman, beyaz bir ışıltıdır. Kul, salih
ameller işlediği zaman gelişip artar ve kalbin tamamı bembeyaz olur. Nifak ise
kara bir noktadır. Kul haram işledikçe bu nokta gelişip genişler ve kalbi
tamamen karartarak mühürlenmesine yol açar. Kalbin mührü işte budur. O bunu
beyan ettikten sonra şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Hayır, onların işleyip
kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur". (Mutaf-fıfın/14)
Yukarıda
ifade ettiğimiz hususlar ve naklettiğimiz hadislerin tamamı da İman'da
istisnayı vacip kılmaktadır. Çünkü birçok müminde nifakın izleri ve gizli şirk
bulunabilmektedir. Hakikate ve kemaliyete karşı bir iddiada bulunulması
endişesi de bunu gerektirmektedir. Zira, 'Ben hakiki müminim' diyen biri,
kendini akler-ken Rabbi'ne karşı gelmiş olur.
Allah Teala
nefsi aklamayı yasaklamıştır. Kendini aklayan kimse, Allah Teala'nm şu
buyruğuna karşı gelmiş olur: "Nefslerinizi aklamayın. Kimin takva
bakımından daha iyi olduğunu O bilir". (Necm/32); "Nefislerini
aklayanlara bakmadın mı? Halbuki yalnız Allah dilediğini aklar".
(Nisa/49); "Bak nasıl da Allah'a yalan isnad ediyorlar?". (Nisa/50)
İbrahim (as)
da Allah Teala'nm kelamıyla şöyle demiştir: "Rab-bim bir şey dilemedikçe
O'na şirk koştuklarınızdan korkmuyorum". (En'am/80) Şuayb (as) da benzer
şekilde şöyle demiştir: "Rabbimiz dilemedikçe küfür dinine geri dönmemiz
düşünülemez". (A'raf/89) Görüldüğü gibi her iki peygamber de hükmü Allah
Teala'nm geniş ilmine ve sabık takdirine havale etmiş, O'nun yüce ilim ve
ira-'- desinin gizliliklerinde kendileri için takdir edilmiş hükümden emin
olamamışlardır.
İşte bu,
salih kutlardaki tuzak korkusudur. Allah Teala'nm kur-duğu tuzak iki yönlüdür:
1. Birine göre Allah Teala, bir şeyi açığa çıkarırken
onun zıddını gizler.
2. ikincisine göre ise, kulun kendini emniyette ve
izzette hisset-" meşinden sonra örttüğünü açar ve gizlediğini ifşa eder.
Anılan pey-gamberler, faziletlerine ve tevhiddeki makamlarına rağmen İlahî <
tuzak korkusuyla küfürde istisnada bulunmuşlardır.
Zayıf ve
cahil kimseler imanda istisna olmadığına inanarak görünen hallerine bakıp
aldanırlar. Oysa İslam'da ve bütün salih amellerde istisna gereklidir. Çünkü
yapılan amelin kabulü, ameli 3 eda etmekten ibaret olmadığı gibi, Allah
Teala'nm sabık hükmü de f amelde zahir olan durum değildir.
Mümin,
hiçbir hal ve şartta istisnayı bir kenara atmamalıdır. 1 Ulemadan bir zat ise,
"Ölüm sarhoşluğu hakkı getirdi" (Kaf/19) ayetinin tefsirinde, 'yani
sabık hükmü getirdi' demiştir.
Selef-i
Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: "Ameller, ancak sonlanyla
(akıbetleri) tartılırlar. Ebu'd-Derda (ra) Allah Teala üzerine yemin ederek
şöyle demiştir: "İmanının elinden alınmayacağından emin olan hiç kimse
yoktur ki Allah Teala onu kalbinden söküp almasın".
Denir ki:
Öyle günahlar vardır ki onların cezaları kötü sona ertelenir. Bu husus, amel
ehlinin en çok korktukları noktadır. Allah Teala'nm şu buyruğu dahi onları
teskin edememektedir: "Onlar için bunlar dışında da ifa ettikleri ameller
vardır".(Müminun/63)
Denildi ki:
Öyle günahlar vardır ki onların tek cezası, son nefeste tevhidden mahrum
edilmektir. Bu günahlardan Allah'a sığınırız. Bunlar hakkında şöyle
denilmiştir: Bu günahlar, Allah Teala'ya iftira ederek velilik ve keramet
iddiasında bulunmak olabilir.
Sehl (ra)
dedi ki: Evliyanın alametlerinden biri de, herşeyde istisnada bulunmaktır.
'İnşaallah' demeksizin 'şunu yapacağım' diyen kimse, bu sözünden dolayı bile
Kıyamet günü hesaba çekilecektir. Allah Teala ona dilerse azap edecek, dilerse
de bağışlayacaktır.
O, Resulü'nü
(sav) de istisnada bulunmaksızın bir şey söylemekten sakındırmış ve unuttuğu
takdirde istisnada bulunmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Bir şey için
'Ben şunu yarın yapacağım' deme. Ancak 'Allah dilerse=İnşaallah' (de)".
(Kehf/23) Sonraki ayette ise şöyle buyurmuştur: "Unuttuğunda Rabbi'ni
hatırla". (Kehf/24) Yani istisnayı unuttuğunda.
İstisnada
bulunmayı unuttuğunuz zaman Rabbi'nizi hatırlayarak istisnada bulunun. O da bu
ahlakı en güzel şekilde yaşamış ve kesinlikle olacak bir şey hakkında dahi
istisnada bulunmuştur. Rivayet edildiğine göre Allah Resulü (sav) bir
defasında kabristana girerken şöyle buyurmuştur. "Allah'ın selamı
üzerinize olsun ey müminler topluluğu! İnşaallah bizler de size
katılacağız"[24][24]
Allah Teala
söz sahiplerinin en sadığı olarak kullarına istisnayı öğretme ve onları kendi
iradesine havale etme babında şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki Mescid-i
Haram'a İnşaallah güven içinde gireceksiniz". (Feth/27) İstisna, onu bilen
ve onu inkar etmeyen kimselerin başvurdukları bir esastır.
İmanda asıl,
onun artıp eksilmesidir. Artması, Allah Teala'nm şu buyruğuyla sabit olmuştur:
"Allah hidayete erenleri hidayet bakınımdan arttırır".
(Meryem/76);"Onları iman bakımından arttırmıştır". (Al-i İmran/173)
Artan bir
şey, aynı zamanda eksilebilen bir şeydir. Bunu, Kur'an'da varolan hitapların
delaletinden çıkarmamız da mümkündür. O buyurdu ki: "Zalimlerin ancak
kayıplarını arttırır". (İs-ra/72); "Rabbinden sana indirilen, onların
çoğunun azgınlığını arttıracaktır". (Maide/68); "Onların
kulaklarında ağırlık vardır". (İs-ra/46); "Fakat kalplerinde hastalık
olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katmıştır". (Tevbe/125)
Zalimlerin
sadece kayıplarının artması, onların kazanç ve tercih ediliş bakımından
eksiltilmeleri, küfür bakımından derinleşti-rilmeleridir. Onların küfürlerini
arttıran şey, aynı zamanda imanlarını da eksiltecektir. İçine düştükleri
körlük, onların basiretlerini zayıflatacak, kendilerine pislik getiren şey ise
temizliklerini götürecektir. Her şey bir yana şerrin artışı, hayrın eksilmesidir.
Aynı şekilde hayrın artışı da, şerrin azalmasıdır.
İmanın salih
amellerle artıp günahlarla eksilmesi sabit olduğu zaman, onda istisna yapmak
vacip olur. Çünkü salih ameller, müminlerin yükseldikleri basamak ve
derecelerdir. Onlar, Allah Teala'nm dostluğu ve mücahedeleriyle bu derecelerde
yükselirler. Allah Teala, mücmel bir hitabında şöyle buyurmaktadır: "Eğer
mü-minlerseniz, sizler üstünsünüz". (Al-i İmran/139); "Allah, müminlerin
velisidir". (Al-i İmran/68) O, bunu tefsir ederken şöyle buyurmuştur:
"Herkese yaptıklarından dolayı dereceler vardır". (Ah-kaf/19);
"O, yaptıkları ameller sebebiyle onların Velisi'dir". (En'am/127);
"Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, malları ve
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler eşit olmaz. Allah, malları ve canlarıyla
cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır". (Nisa/95)
Vasile b.
el-Eska'ın (ra) rivayet ettiği bir hadis de bu anlamdadır: "İman artar ve
eksilir"[25][25]Bu
hadis-i şerifi Sahabe'den bir cemaat ve Tabiun'dan sayısız zat rivayet
etmiştir.
Ahmed b.
Hanbel'e (ra) imanda istisnanın ne anlama geldiği sorulmuştu. O, İman, söz ve
amel değil midir?' diye sordu. Soru sahibi, 'Evet' deyince büyük İmam şöyle
dedi: Tasdik söz ile, istisna amel ile
olur. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: İnsanların nifaka en yakın olanı,
kendisini ondan uzak görendir.
Aynı zat
başka bir vesilede de şöyle demiştir: Kendisini nifaktan emniyette
hissedendir. Afre'nin azatlısı Ömer de şunu söylemiştir: İnsanların nifaka en
yakın olanı, kendisinin olmayan bir şeyle aklandığında bundan huzur duyandır.
İnsanların nifaka en uzak olanı ise, aslen varolduğu iyi halin kendisini
kurtaramayacağından endişe eden kimsedir. Bişr b. el-Hars (ra) ise şöyle
demiştir: Kalbin övgülere meyledip sükun bulması, onun için günahtan daha
zararlıdır.
Sehl (ra)
de, şöyle derdi: Alimin gafleti bir şeye meyledip sükun bulmaktır. Cahilin
gafleti ise, bir şeyle övünüp iftihar etmektir. Allah Teala dışındaki şeylere
dayanıp sükun bulmak, alimlere göre boş bir iddiadır. Boş iddia ise günahlardan
sayılırdı.
Huzeyfe (ra)
şunu söylemiştir: Bugün münafıklar, Allah Resu-lü'nün (sav) devrine göre
çoklar. O devrin münafıkları nifakı gizliyorlardı. Bugünkiler ise onu
açıklıyorlar. Bir defasında Hasan el-Basri'ye (ra) 'Bazıları günümüzde münafık
kalmadığını söylüyorlar, ne dersiniz?' diye sorulmuştu. O, soru sahibine şöyle
dedi: Ey kardeşimin oğlu! Eğer münafıklar tamamen helak olmuş olsalardı,
yollarda yalnızlık hissederdiniz! Ondan ve başkalarından nakledilmiş başka bir
söz de şudur: Eğer münafıkların kuyrukları çıksaydı, yeryüzünde adım atacak
yer bulamazdık! Ibni Ömer (ra) bir adamın Haccac'a sövdüğünü duyduğunda şöyle
dedi: Ne dersin? Eğer şu an burada olsaydı, az önce söylediklerini yine söyler
miydin? Adam, 'Hayır1 deyince İbni Ömer (ra) de, 'Biz Allah Resulü'nün (sav)
devrinde bunu nifak sayardık' dedi. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Kim dünyada iki dilli olursa, ahiret-te de kendisine ateşten
iki dil verilir". [26][26]
Başka bir rivayette de şöyle buyurduğu bildirilmiştir: "İnsanların en
kötüsü, iki yüzlü olup şunlara bu yüzle, onlara öbür yüzle gidendir". [27][27]
Hasan
el-Basri'ye (ra) şöyle denmişti: Bir topluluk nifaktan endişe etmediklerini
söylüyorlar, ne dersin? O da şöyle cevap verdi: An-dolsun ki nifaktan beri
olduğumu bilmem, benim için dağlar dolusu altından daha sevimlidir! Yine o
şöyle demiştir: Dilin ve kalbin, gizlinin ve açığın, giriş ve çıkış halinin
farklılaşması nifak alametlerin-dendir. Adamın biri Huzeyfe'ye (ra) 'Münafık
olmamdan korkuyorum' demişti. O, adama şöyle dedi: Eğer münafık olsaydın,
münafık olmaktan korkmazdın. Çünkü münafık, nifaktan emin olan kimsedir! Nifak
iki türlüdür. İlki sahibini İslam'dan çıkarır. Bu, Allah'ın dininde şüpheye
kapılmak ve Resul'ün (sav) getirdiği şeriati reddetmektir. İkincisi ise İslam
dairesinden çıkarmamasına rağmen imanı eksiltip hakikatini götürür ve onun
nurlarını söndürür. İmandan kazanılacak sevaptan mahrum ederken amelleri de
boşa çıkartır. Nifakın bu türü Allah Teala'mn gazabını ve yüz çevirmesini
gerektirir.
Riyakârlık,
gevşeklik, halka karşı yapmacık davranmak, batılı hak ile süslemek, dil-kalp
tutarsızlığı, gizli ve açık hallerin zıtlığı, zahiri amellerin gizli amellerden
çok olması, emirlerin yasaklarla bağdaştırılması nifakın bu türünün
göstergeleridir. Selef-i Salih'in en çok endişe ettikleri ve ürperti duydukları
nifak da buydu.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Gerçek riyakâr, avamın ve alimlerin yadırgamayacakları şekilde
dış görünümünü güz elle ş tir diği halde içi harap olan kimsedir. Hasan (ra)
ve arkadaşları, bidat ehlini de 'münafık' olarak adlandırıyorlardı.İbni Şirin
(ra) ve arkadaşları ise onları 'Hariciler' olarak tanımlıyorlardı.
İbni Ebi
Melike (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) ashabından 130 zata -bir rivayete
göre 500- yetiştim. Hepsi de kendilerinde nifak bulunmasından korkuyorlardı.
Bir defasında da şöyle demiştir: Sahabe'den hiçbirinin 'Ben Cebrail (as) ve
Mikail'in (as) imanı üzereyim' dediğim duymadım.
Ali (kv) ve
Ebu Said'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Mürcülik, bidattir. Ebu Eyyub
el-Ensari (ra) ise şöyle demiştir: Ben Mürcii-lik'ten daha yaşlıyım. Onu ilk
defa ortaya atan Medine sakinlerinden biridir. Ebu Eyyub (ra) o şahsı
zikretmiştir. Katade (ra) dedi ki: Allah Teala, kendisinden daha yaşlı olduğum
bu fikre lanet etsin. Mürcülik fikri, Haccac'm valiliği döneminde
İbnu'l-Eş'as'ın hezimete uğramasından sonra ortaya çıkmıştır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) dedi ki: Kim, 'Ben Allah katında müminim' derse yalancılardandır.
Kim de 'Ben hakiki müminim' derse o da bidat ehlmdendir. Bunun üzerine
kendisine, 'Peki ne demek gerekir?'
diye
soruldu. Süfyan (ra) şöyle dedi: 'Biz Allah'a, bize ve İbrahim'e indirilene
iman ettik' deyin. Hasan el-Basri'ye (ra) 'Sen mümin misin?' diye
sorulduğunda, 'Allah'ın izniyle, inşaallah' demişti. Bunun üzerine, 'Sen de mi
imanda istisna yapıyorsun ey Eba Said?' denilmişti. O da şu karşılığı verdi:
'Evet demem halinde, Allah Teala'nm, Ey Hasan! Yalan söyledin! buyurarak
hakkımda azap kelimesinin kesinleşmesinden korkarım. O, daima şöyle-derdi:
Allah Teal'nm bende hoş görmediği bir şeye vakıf olmasından dolayı bana
buğzet-mesinden ve 'Git, senin hiçbir amelini kabul etmiyorum' buyurmasından
asla emin olamam. Bu durumda boş yere amel etmiş olurum. İlim ehlinden
bazıları, 'Mümin misin?' sorusunu bidat olarak değerlendiriyordu. Bazıları
ise, kendisine 'Mümin misin?' diye sorulduğunda 'Allah'a, kitablarına ve
peygamberlerine iman ettim' şeklinde cevap vermeyi tavsiye ediyorlardı.
İbrahim en-Neha'i şöyle demiştir: 'Sen mümin misin?' diye bir soruya muhatap
olduğunuzda, 'İmanda şüphem yoktur, böyle bir soru sormanız da bidattir5 deyin.
Süfyan-ı Sevri (ra) Hasan b. Abdullah kanalıyla İbrahim en-Ne-ha'i'den şunu
nakletmiş tir: 'Sen mümin misin?' diye sorulduğunda 'Allah'tan başka ilah
yoktur!' deyin. Mansur da yine ondan şu sözü nakletmiştir: Alkame'ye bu soru
sorulduğunda şu cevabı vermişti: Allah'ın izniyle Öyle olduğunu umuyorum. Sevri
de şöyle derdi: Bizler, Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanan
müminleriz. Ama Allah katında ne olduğumuzu bilemeyiz. Ulemadan bir zat ise
şöyle demiştir: Ben imana inanır ve onda şüphe etmem. Ama kimlerden olduğumu
bilemem. Acaba allah Teala'nın, "İşte onlar gerçek müminlerdir"
buyurduğu kimselerden miyim yoksa değil miyim?
Ariflerden
bir zat şöyle demişti: Eğer evin kapısında şehadet, odanın kapısında da tevhid
üzere ölüm teklif edilse, tevhid üzere Ölmeyi tercih ederdim. Kendisine,
'Niçin?' diye sorulduğunda da şu cevabı vermişti: Çünkü oda kapısından evin
kapısına varıncaya kadar kalbimin ne yönde değişeceğini bilemem.
Anlatıldığına
göre Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle bir hadise yaşamıştır: Emirlerden
birinin minberde konuşurken çirkin sözler söylediğini gördüm. Bir an ayağa
kalkıp sözlerini reddetmek istedim. Fakat beni öldürmesinden çekindim. Aslında
ölüm de beni korkutmuyordu. Ama kalbimin halka şirin görünme ve emire iyiliği
emrettiğim ve O'nun yolunda öldüğüm için gurur duymasından
endişe
ederek bundan vazgeçtim. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Bir kimsenin elli
yıl tevhid üzere olduğunu bilsem de, sonra aramıza bir direk engel çıksa ve o
ölse, kalplerin ne derece hızlı döndürüldüğünü bildiğim için onun tevhid üzere
öldüğüne hükmede-mem. Mansur b. Zadan dedi ki: Allah Resulü'nün (sav)
ashabından birine bu soru sorulduğu zaman şöyle derdi: Allah'ın izniyle müminim.
Ebu Vail de
şunu nakletmiştir: Adamın biri İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Bir kafile ile
karşılaştım, bana 'Biz müminleriz' dediler, ne dersin? O da şu karşılığı verdi:
Onlar aslında, 'Biz cennetlikleriz' demişler. Abdullah'ın arkadaşlarından
biri, adamın tekine, 'Sen mümin misin?' diye sormuş, o da 'Evet' demişti. Bu
olay, İbni Mesud'a (ra) nakledildiğinde şöyle demiştir: Ona cennetlik olup
olmadığını da sorun! O kimse de, 'Umuyorum' demişti. Bunun üzerine îbni Mesud
(ra) şunu söylemiştir: Dikkat et! İkinciyi tehir ettiğin gibi birinciyi de
tehir ettin!
Tabiun'dan
birinin oğlu, yüzüğüne, 'Filan Allah'a hiç bir şeyi şirk koşmaz' ifadesini
kazdırmıştı. Babası kendisine şöyle dedi: Bu, bizatihi şirkten daha çirkin bir
durumdur. Selef-i Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: İnsanların nifaka en
yakın olanı, kendisini ondan en uzak görendir. Allah Resulü (sav) bir hadisinde
anlatıldığı üzere sahabeden bir toplulukla beraber oturuyordu. Sahabe, bir
kişiden sözedip onu övdüler. Onlar bu hal üzere iken övülen şahıs çıkageldi.
Abdest aldığı için yüzünden su damlıyordu. Terliklerini eline almıştı ve
alnında secde izi vardı. Sahabe, 'Ey Allah Resulü! İşte sana anlattığımız zat
budur7 dediler.
Allah Resulü
(sav) adama baktığında, 'Onun yüzünde şeytani bir karanlık görüyorum' buyurdu.
Adam selam verip aralarına oturduğu zaman Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurdu:
Allah için soruyorum, Buraya gelirken aramızda senden daha hayırlısı olmadığını
kendi kendine söyledin mi? O da, 'Evet' dedi.
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim ben
müminim derse, kafirdir. Kim ben alimim derse cahildir. Kim de ben cennetliğim
derse cehennemdedir". Allah Resulü (sav) Ebu Bekir'e (ra) şu duayı
öğretmişti: "Allahım! Bildiğim halde sana şirk koşmaktan Sana sığınırım.
Bilmediğim şey için de Sen'den mağfiret dilerim". Allah Resulü (sav) bir
hadisinde de şöyle buyurmuştu: "Ümmetimdeki şirk, düz kaya üzerindeki karıncanın
yürüyüşünden daha gizlidir". [28][28]
Allah
Resulü'nün (sav) bir duası da şöyleydi: "Allahım! Bildiğim ve bilmediğim
kusurlar için Sen'den mağfiret dilerim"[29][29]. Bunun
üzerine, 'Sen de mi korkuyorsun ey Allah Resulü?' denilmişti. O da şöyle
buyurmuştu: "Asla emin olamam. Kalpler Rahman'm parmaklarından ikisinin
arasındadır. Onları dilediği gibi değiştirir". Nitekim Allah Teala da
şöyle buyurmuştur: "Ve onlara Allah'tan hiç ummadıkları zahir oldu".
(Zümer/47) Bu ayetin tefsirinde anılan kimselerin hasenat zannettikleri amellerde
bulundukları ama hesap ve tartı anında onların günahtan ibaret olduğunu
gördükleri söylenmiştir. Bu ayet-i kerimenin abidler için ağlama taşı olduğu
söylenmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Rabbi'nin kelimesi sıdk ve adalet
olarak tamama erdi". (En'am/115) Bu ayetin tefsirinde Allah Teala'mn
kelimesinin/hükmünün iman üzere Ölenler için sıdk ile, şirk üzere ölenler için
de adalet ile tamama erdiği söylenmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Üzerlerinde Rabbi'nin kelimesi hak olmuş kimseler, kendilerine her ayet
gelse de iman etmezler". (Yunus/96); "Onlar için binlar dışında
yaptıkları başka ameller de vardır". (Mü-minun/63); "Onlar Kitab'da
yazılı nasiplerine ulaşırlar. Muhakkak Biz, onların nasiplerini eksiltmek s
izin kendilerine veririz". (A'raf/37); "İşlerin sonu Allah'adır".
(Hac/41); "Göklerde ve yerdeki-ler gaybı bilmezler. Ancak Allah
(bilir)". (Neml/65)
İmanda
istisna bizatihi imanın ruhundandır. Herşeyde istisnada bulunmak velilerin
alametidir. Şirk ve nifak korkusu ise, kulun başka bir varlığa dayanmaması ve
nefsini hiçbir şeyle aklamaması için İman'm ziyadesinden sayılmıştır.
Seri
es-Sakatî şöyle demiştir: Adamın biri içinde bütün ağaçların ve üstünde
kuşların bulunduğu bir bahçeye girmişti. Kuşlardan her biri, kendi diliyle
'Allah'ın selamı üzerine olsun ey Allah dostu!' dedi. Adamın nefsi bununla
huzur bulunca kuşların esiri oldu. [30][30]
'Sünnet' yol
kelimesi için kullanılan isimlerden biridir. Sünnet, doğru yola verilen addır.
Kelimenin anlamıyla ilgili olarak 'Tarik/tarikat, senen/sünnet,
huccet/mahaccet' örnekleri verilir. Bunların hepsi de yol anlamındadır.
Sünnetin ve
Ehli Sünnet yolunun faziletleri hakkında şunlar söylenebilir. Ehli Sünnet'in
faziletlerinden başta geleni; her bakımdan dünyaya fazla meyletmemeleridir.
Onlar Allah Teala'dan gelen en küçük şeye dahi kanaat eder ve her şekilde Allah
karşısında tevazu gösterirler. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle
denilmektedir: İbadetin fazileti tevazudur. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Dört şey vardır ki ancak hayranlık uyandıracak şekilde birarada bulunur.
İbadetin başı olan tevazu; sükut; Allah'ı zikir ve eşyanın azlığı".
Tevazu, beş
şekilde ortaya çıkar: Sözle, fiille, giysiyle, ev eşya-sıyla ve evle. Müminde
bunların bir kısmı bulunabilir. Her kim bu beş hususta tevazuya uygun
davranırsa, 'mütevazı' olarak anılmayı haketmiş olur. Tevazünün zıddı
kibirdir. Kibir de, yukarıdaki beş konuda tevazuya aykırı davranmakla ortaya
çıkar. Mümin, bunlardan bir kısmıyla imtihan edilmiş, bir kısmından da
kurtulmuş olabilir. Ama bunların tamamında tevazuya aykırı hareket eden kimse,
'mütekebbir' olarak anılmayı haketmiş olur. Kibrin aslı kalptedir. Onun
görünen kısmı ise, fiiller ve sözlerde ortaya çıkar.
Ehli
Sünnet'in temel vasıflarından biri de, ilim ve amellerle ilgili olarak şüpheli
ve karışık meselelerde gösterdikleri vera'dır. Onlar, bu tür hüküm ve fiillere
tereddütle yaklaşırlar. Bunların, ne doğruluğuna, ne de yanlışlığına inanırlar.
Aksi halde batıla inanmış veya hakkı inkar etmiş olabilirler. Onların bu gibi
konulardaki yaklaşımları; nihai kararı Allah Teala'ya teslim etmektir. Bu nedenledir
ki onlar, bu gibi hususlarla karşılaştıklarında 'Bunların Allah katındaki
hakiki hallerine iman ettik' derler. Bu, Allah Tea-la'nm karışık ve ihtilaflı
meselelerde müminleri itaate davet etmesidir. Bu gibi noktalarda, sükut etmek
ve işi Allah'a teslim etmek gerekir.
İlimde
derinleşenlerin vasıfları sayılırken de buna dikkat çekilmiştir. Allah Teala,
Zatı üzerine yemin etmiş ve tam teslimiyet göstermeyenleri iman dairesi dışına
çıkarmıştır. O, teslimiyeti imanın ziyade sevabı olarak bildirmiş ve şöyle
buyurmuştur: "Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini
arttırdı". (Ahzab/22)
Allah Resulü
(sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "İşler üç kısımdır:
Doğruluğu açığa çıkan iş ki onu izleyin. Yanlışlığı ortaya çıkan iş ki ondan
uzak durun. Şüpheli olan iş ki onu da bilenine havale edin".
İbni Mesud
(ra) da bu çerçevede şöyle demiştir: Yolun işaretleri olduğu gibi bu Kur'an'm
da açık işaretleri vardır. Bunlar içinde bildiklerinizle amel edin.
Bilmediklerinizi ise bilenlere havale edin. Yine o, şöyle derdi: Bugün öyle bir
zamandasınız ki en hayırlınız, acele edenlerdir. Öyle bir zaman gelecek ki en
hayırlınız işin hakikatini arayanlar olacaktır. Bu sözün izahını şöyle
yapabiliriz: İlk asırda hak apaçık ortada idi. Sonraki zamanlarda ise,
şüphelerin artmasıyla birlikte hak muğlak hale gelmiştir. Günümüzde insanların
en hayırlısı, vera' ile titizlik gösterendir. İlk devirde ise faziletlere
koşanlar en hayırlılardan sayılırdı.
Bu
yaklaşımın sıhhatine delalet eden bir husus da imanın, tasdik olduğu gibi aynı
zamanda teslimiyet de olduğudur. Tabiun'dan Cafer b. Muhammed ve Ebu Muhammed
Cafer b. Ali şu iki ayeti bu manada okumuşlardır: "Bizi Sana teslim
olanlar (müslümanlar) kıl". (Bakara/128); "Ayetlerimize iman ettiler
ve onlar teslim olmuş (müslüman)lardı". (Zuhruf/69) Eğer bu ikisi, yani
iman ve teslim olma aynı manada olmasalardı, kıraatta manaya muhalefet etmeleri
caiz olmazdı.
Allah Resulü
(sav) de müteşabih hükümlerde benzer şekilde davranmıştır. Müteşabih, bir
yönüyle hakka diğer yönüyle batıla benzeyen husustur. O bu meyanda şöyle
buyurmuştur: "Katab Ehli'ni ne tasdik edin, ne de yalanlayın. Sadece 'Biz
Allah'a, O'nun bize indirdiği Kitab'a ve size indirdiğine iman ettik'
deyin".[31][31]Çünkü'
Tevrat'ın Allah Teala tarafından indirilmiş olduğu bir hakikattir.
Ama O,
İsrailoğulları'nm onu tahrif ettiklerini de haber vermiştir. Müminlerin inanma
tercihiyle karşılaştıkları kısımları muhtemelen Allah Teala tarafından
indirilmiş kısımlardır ve bunların yalanlanması haramdır. Onların inkar etme
tercihiyle karşılaştıkları kısımları ise, muhtemelen tahrif edilmiş kısımlardır
ki bunların kabulü ve sübutuna iman edilmesi de haram kılınmıştır.
Allah Resulü
(sav) müminlere işte bu noktada durmalarını ve Allah Teala'mn indirdiğine bir
bütün olarak iman etmelerini emretmiştir. Böylelikle İsrailoğulları'nm
Tevrat'a dair haber verdikleri hususlar eğer hak kısmına dahilse ona iman
etmiş, eğer batıla dahilse bundan dolayı da zarar görmemiş olurlar.
Müslüman;
delili akılda belirginleşmemiş bir şeye kudret-ilahi, sünnet veya nakil
sebebiyle teslim olan kimsedir. Mümin ise; gözle görülerek belirginleşmemiş bir
şeyi tasdik eden kimsedir. O, gayba inanmaktadır. Akıl, kalbin gözü, göz de
bedenin görme aracıdır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Aklı erinceye
kadar mecnundan mesuliyet kaldırılmıştır". [32][32]Allah Teala
da şöyle buyurmuştur: "Görmeyen için bir güçlük yoktur". (Nur/62)
Ehli Sünnet
mensuplarının bariz özelliklerinden biri de kendisini ilgilendirmeyen şeyleri
terketmesidir. Müslüman, kendisine yetenle iktifa etmeli, kendisine
ilgilendirmeyen söz ve fiillerden uzak durmalıdır. Kendini ilgilendirmeyen
hususlara dalmak, tekel-lüf'yani üstüne vazife olmayan şeyle ilgilenmek olarak
tarif edilmiş ve Allah Resulü (sav) tarafından nehyedilmiştir. O, ümmetinin
bundan beri olduklarını haber vermiştir. Tekellüf yani mâlâyani ile uğraşmak,
kişinin kendini bizzat ilgilendiren hususlarla meşgul olmaktan alıkor. Akıl ve
zeka sahibi her müslüman, kendisini ilgilendiren şeylerle meşgul olur.
Lokman'm
(as) haber verdiği hikmetin özü de budur. Lokman'a (as) hikmetin neyle
verildiği sorulduğunda şöyle demiştir: Hikmet bana iki şeyle verilmiştir: Bana
gerekmeyeni üstüme almam, mükellefiyetimi de ziyan etmem. Kişiyi
ilgilendirmeyen şey; bilinme-mesinin zarar vermediği, yapılmasının da yarar
sağlamadığı şeydir. Kişiye vazife kılınmayan bu tür şeylerin söylenmesi veya
yapılmasında her hangi bir fazilet mevcut değildir. Bu tür şeyleri dinlemesi
ve bunlarla ortaya çıkması halinde de kendisi için bir kazanç, diğerleri için
bir fayda sözkonusu olmaz.
Ehli
Sünnet'in özelliklerinden biri de eziyeti gidermektir. Bu, vera'dan
sayılmıştır. Sehl (ra) şöyle derdi: Eziyeti gidermek aklın kazancı, eziyete
tahammül etmek ilmin kazancı, halka karşı dürüst olmak ve onlara merhametle
yaklaşmak ise imanın amelden kazancıdır. Bu da şu şekilde olur: Kul, kendisini
uhrevi amellerden uzaklaştıran nefsani alışkanlıklarını bir kenara bırakır.
Bu meyanda
nefsi terbiyeye ve onu boyun eğdirmeye yönelik ameller yapılır. Bu amellerde,
nefse tat verebilecek mahiyette arzular bulunmamalıdır. Alışkanlık (-adet),
galip bir ordu gibidir. Alışkanlıklar için tevbede bulunmak zordur.
Alışkanlıkların kul üzerindeki hakimiyetinden dolayı kulun onlara tekrar
dönmesi muhtemeldir. Alışkanlık, arzu ve nevanın kapılarından bir kapıdır. Kula
emredilen veya Özendirilen hususlar dışındaki her türlü alışkanlık buna
dahildir.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Eğer yemek için belli bir zaman tayin etmemeye
gücünüz yeterse, nefsiniz aksini arzu etse de zaman tayin etmeyin. Yine o şöyle
demiştir: Akşam yemeğimden bir lokmayı bırakmam, benim için bir geceyi
ibadetle geçirmemden daha sevimlidir. Çünkü bunda, nefsi alışkın olduğundan
mahrum etme ve azla yetinme sözkonusudur.
O, benzer
bir vesilede şunu söylemiştir: Nefsin arzularından birini terketmek, kalp için
bir yıl oruç tutmak ve ibadet etmekten daha faydalıdır. Bütün bunlar, nefsin kötü
alışkanlıklara ısınması ve sürekli bunları özlemesi endişesiyle söylenmiş
sözlerdir. Çünkü nefs bu alışkanlıklara ısınıp onları özler hale geldiği zaman
bunları kontrol altına almak imkan dahilinden çıkmaya başlar.
Ehli Sünnet
mensubu emrolunduğu hususlarda güzel bir sabır göstermelidir. Nehyedildiği
hususlardan kaçınma noktasında da güzel bir sabır göstermelidir. Bu, en
faziletli amellerdendir. Böyle davrananlar için ziyade sevap ve kemaliyet
sözkonusudur. Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Haramlardan sakın ki insanların ibadet bakımından en ilerisi
olasın". [33][33]Bu
hadisin başka bir lafzında ise İnsanların vera' bakımından en ilerisi olasın1
ifadesi yeralmıştır.
Haramlara
yaklaşmama konusunda gösterilen sabra verilen sevabın büyüklüğü hakkında
işittiğim en güzel söz İsrailiyyat kaynaklarında anlatılan şu hadisedir;
Adamın biri,
kendi beldesine yayan bir aylık mesafede bulunan bir beldeden bir hanımla
evlenmişti. Hanımını getirmesi için orada yaşayan hizmetçisine haber
göndermişti. Hizmetçi hanımı alarak yola çıktı. Karanlık çökünce şeytan ona
gelerek şöyle.dedi: Şu anda seninle şu kadının kocası arasında bir aylık
mesafe var. Kocasının yanına varıncaya kadar bu bir ayın gecelerinde ondan
zevk alsan olmaz mı? Kadın da bundan hoşlanacak ve bu iyiliğini kocasının
yanında anlatacaktır. Böylece efendinin gözünde iyi bir yerin olacaktır.
Hizmetçi
şeytanın bu fısıltılarını dinledikten sonra kalktı ve namaza durdu. Rabbi'ne
şöyle nida etti: Ey Rabbim, düşmanın geldi ve beni Sana isyana teşvik etti. Bir
ay boyunca ona dayanacak gücüm yok. Ondan Sana sığınıyorum ey Rabbim. Beni
ondan koru ve eline düşürme. Gecenin tamamını bu hal üzere nefsiyle mücadele
ederek
geçirdi.
Seher vakti
hanımının bineğini hazırladı ve onu bindirip yola koyuldu. Allah Teala ona
merhamet etti ve bir aylık yolu kısaltıverdi. Gün iyice ağardığında efendisinin
şehri uzaktan belirmişti. Allah Teala, masiyetten Kendine kaçan kuluna şükrünü
böyle göstermiş ve bilahare ona peygamberlik nasip etmiştir. O zat, İsrailoğul-
i ları'na
gönderilen peygamberlerden biriydi.Ehli Sünnet mensuplarının diğer bir vasfı
da; ahiret için çahşmaya talip olanların istikbal için hazırlık yapmalarıdır.
Bu sıfata sahip olanlar, insanları bir kenara bırakıp kendi nefslerini terbiye
ile uğraşır ve ahirete yönelirler. Onların böyle yapmaları gereklidir.
Bir
özellikleri de, lüzumsuz ihtiyaçlar konusunda zühd sahibiolmak ve şüphelerden
sakınmaktır. Bu, Allah Teala tarafından da onlara farz kılınmıştır. Onların bir
başka vasfı da, insanlara ve dünyevi konulara ilişkin az konuşmalarıdır. Bu,
mendup görülmüştür. Çünkü insanlar ve dünyevi konular hakkında fazla konuşmak
ve bunları sıkça anmak, gaflete ve kalbin katılaşmasına yol açar. Buna karşın
Allah Teala'yı sıklıkla anmak, O'nu hatırlatmak, O'nun nimetlerini anmak ve
O'na hamd ve senada bulunmak tavsiye edilmiştir.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Bizim meclisimizi paylaşacak kimse şu üç şeyden
sakınmalıdır: İnsanları anmak, çünkü onlar her zaman derttir. Dünyayı anmaktan
kaçınmak, çünkü dünya kalbi katılaştırır. Çok yemekten sakınmak ki en kötüleri
de budur. Bir diğer alim de şöyle demiştir: Bizim meclisimize katılacak kimse,
Allah Teala'dan başka hiç kimseyi zikretmemelidir. Mutlaka birşey zikretmesi
gerekiyorsa ahireti ve salihleri zikretmelidir.
Sehl (ra)
şöyle derdi: 'Sünnet', Allah Resulü'nün (sav) ve O'nun ashabının üzerinde
bulundukları şeydir. Sünnetin başı, dünya hakkında zühd sahibi olmaktır. Allah
Resulü ve O'nun ashabı gerçekten zahidlerdi.
Allah Resulü
(sav) Tırka-i Naciye' yani kurtulan zümrenin sıfatlarını anlatırken de şöyle
buyurmuştur: Onlar, benim ve ashabımın üzerinde bulundukları şey üzerinde
olanlardır". Ehli Sünnet, yukarıda sıraladığımız vasıflara sahip bir
topluluktu. Bu özelliklere sahip olanlar da bu topluluktandır. Bunlar Ehli
Sünnet'in faziletleri, imanın ziyadesi ve yakinin güzelliğidir. [34][34]
Sözlerin en
doğrusunu indiren Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Biz seni, din hususunda
apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy". (Casi-ye/18) Şeriat, *yol'
mefhumu için kullanılan isimlerden biridir. Şeriat; geniş, doğru ve açık bir
yol için kullanılmış bir isimdir. Şeriat, yolların tamamını ihtiva eden ve
kapsayan bir yol olarak tarif edilmiştir. O, bir anlamda bütün yolları içine
alan bir yoldur. Yol' mefhumu için birçok isim konulmuştur. Bunlara misal
olarak, 'Tarik, sebil, minhac, mehacce, mensik' kelimeleri verilebilir. Şere'a
kelimesinin iştikakından dört isim çıkartılmıştır ki bunlar Sâri (=Şeri-at
koyucu), Meşre'a (=Konulan şeriat), Şir'at (=Doğru ve açık yol), Şerî'at (-Din,
yol). Şeriat, bunlar içinde en kapsamlı olan ve bütün yolları ihtiva edenidir.
Şeriat, on
iki temele dayanır. Bu temeller de, imanın genel vasıflarını ihtiva eden
hususlardır:
1. Kelime-i Şehadet'te bulunan iki şehadettir ki bunlar
fıtratı ifade eder.
2. İkincisi namazdır ki dini ifade eder.
3. Üçüncüsü zekattır ki temizliği ifade eder.
4. Dördüncüsü oruçtur ki müminin cennetini ifade eder.
5. Beşincisi
hacdır ki kemaliyeti ifade eder.
6. Altıncısı cihaddır ki zaferi ve Allah'ın yardımını
ifade eder.
7. Yedincisi iyiliği emretmektir ki hücceti ifade eder.
8. Sekizincisi
kötülükten sakındırın aktır ki korunmayı ifade eder.
9. Dokuzuncusu cemaata katılmaktır ki kaynaşmayı ifade
eder.
10. Onuncusu
istikamettir ki masumiyeti ifade eder.
11. Onbirincisi
helal yemektir ki vera ve titizliği ifade eder.
12. Onikincisi
Allah için sevmek ve onun için buğzetmektir ki vesika ve dayanak ifade eder.
Sıraladığımız
temellerden bir kısmı Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir. İbni Abbas
(ra) ve İbni Mesud (ra) da bu yönde beyanlarda bulunmuşlardır. [35][35]
Bir kişinin,
müslüman olabilmesi için birtakım şartlar konulmuştur. Bir kişi müslüman
olabilmek için bidatlere inanmam alıdır. Büyük günahlar işlememelidir. Haram
yememelidir. Selef büyüklerine dil uzatmamalıdır. Müslümanların malları ve
namusları konusunda eline ve diline sahip çıkmalıdır. Diğer bütün müslümanlara
karşı dürüst ve şefkatli olmalıdır. Onları sevindiren şeye sevinmeli, onları
özellikle de büyük imamları üzecek şeyler onu da üzmeli-dir. Onların cümlesi
için duacı olmalıdır. Bütün amellerinde ihlas-lı olmalıdır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nefsim yed-i
kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki kul, kalbi ve dili selamette olmadıkça
müslüman, komşusu şerrinden emin olmadıkça da mümin olamaz". [36][36]
Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki onlara
dayandıkça müslümanın kalbi sahtekar olamaz: Amelleri Allah Teala'ya halis
kılmak. İdarecilere karşı nasihatçı olmak ve cemaate devam etmek". [37][37]
Sayılan şart
ve hasletleri taşıyan kişiler, yaşadığımız zamanda (Hicri dördüncü asır) Allah
Teala'mn velileri sayılabilirler. Bu, Allah Teala'nm velayetinin ilk adımı ve
Allah Teala'mn kula ilk ilgisidir. Bu ilgi, koruyucu, günahtan uzaklaştırıcı ve
merhamet edicidir.
Ömer b.
Abdülaziz (ra) Salim b. Abdullah'a mektup yazarak şöyle bir ricada bulunmuştu:
Bana Ömer b. Hattab'm (ra) halk içinde izlediği yolu anlat. Ben, onun yolunda
yürümek istiyorum. Salim (ra) şöyle karşılık verdi: Selamdan sonra, sen
Ömer'in zamanında yaşamıyorsun. Senin adamların asla Ömer'in adamları gibi
olamazlar. Eğer sahip olduğun adamlarla şu devirde Ömer'in (ra) izlediği yolda
yürüyebilirsen senin Ömer'den (ra) daha üstün olabileceğini söyleyebilirim.
[38][38]
Kişinin
müslümanhğınm güzelliği ve Allah Teala'mn ona muhabbetinin alametlerinin
başında hayrı ve hayır ehlini sevmesi, serden ve onun ehlinden uzak durması
gelir.
İslamı güzel
olan bir kul, Allah Teala'nm özendirdiği mendupla-ra koşar, kaçırdıklarına ise
üzülür. Kendisini ilgilendirmeyen söz ve fiilleri terkeder. Üzerine vazife
olmayan işlerden uzak kalır ki bunlar, kendisine emredilmemiş, yapılıp
yapılmaması hususunda teşvikte bulunulmamış şeylerdir. Beş vakit namazı,
fitneden endişe etmiyorsa cemaatla kılar. Gıybetten ve insanları
çekiştirmekten uzaklaşarak dinini Allah'a has kılar.
Kendi için
istediğini herkes için de sever ve ister. Kendisi için hoş görmediğini
diğerleri için de hoş görmez. Hayırlara ve iyi işlere koşar. Uzun süreli
suskunluğu tercih eder. Yumuşak başlı olur. Müminlere karşı alçakgönüllü, kibir
ehline karşı izzetli durur. Batıl hakkında münakaşa etmez. Dinde tavizkâr
olmaz.
Haklı bir
meselede, kendisi veya düşmanının aleyhine olsa bile öfkeye kapılmaz.
Haksızlığı ve batılı da kendi lehine veya en yakını lehine olsa dahi istemez.
Sevdiği kimsenin kendini övmesinden hoşlanmaz. Kızdığı kimseye karşı
nasihatkâr olur. Halktan kaynaklanan övgü de yergi de, kalbinde aynı ağırlığa
sahiptir. Kendine zarar verecek olsa dahi doğruluğu bırakmaz. Faydasını bir an
önce elde etmek istediği hayır işlerinde yapmacıklıktan uzak durur.
İçi,
dışından daha üstündür. İnsanların verdiği rahatsızlığa tahammül ederken
onlardan gelen bela ve imtihanlara karşı sabırlıdır. Hali ile başbaşadır.
İnsanlarla çok sık birlikte oturup konuşmaktan uzak durur. Şüpheli işlere
karışmaz. Kalbinin değişmesi
endişesiyle
daima böyle davranır. Yaşadığımız şu çağda bu hasletleri kendinde toplayan
kimse, ahireti murad edenlerden sayılır. Bu da Allah Teala'nm ikinci derecede
velayet ve ilgisine mazhar olan zümrenin halidir. Denildi ki: Her devrin abdal zümresi,
zamanları miktarında olur. Her devirde de sabikun (=Öne geçenler) ve
mukar-rebun (=yakın kılınanlar) mevcuttur.
Tefsir
ehlinden bir zat, Allah Teala'nm "Siz mutlaka tabakalardan tabakalara
bineceksiniz" (İnşikak/19) buyruğunun tefsirini yaparken şöyle demiştir:
Yani her asırda insanların daha önce bulunmadıkları bir hal üzere
bulunacakları bir tabakaya dahil olacaksınız.
Asır (=Karn)
kelimesi için söylenen en uzun süre yüz yıldır. En kısa süre ise kırk senedir.
Bu sürelerin ortası ve konuyla ilgili hadis ve değerli sözlerin delaletine en
yakın olanı ise yetmiş senedir.
Ali (kv) de
bu görüşü beyan etmiştir. Bunun ilmi izahı da şöyledir: İkiyüz yılın başı,
risaletten sonra üç karnın tamamlanmasıdır. Bugün biz altıncı damdayız. Altıncı
karn, üçyüz kırkıncı yıldan dörtyüz onuncu yılın sonuna kadar olan süredir.
Denir ki: Yedinci karnâan. sonra güneş batıdan doğacaktır. Bu da dörtyüz
sekseninci yılın başıdır. Karnın yüz sene olduğunu söyleyenlere göre ise, güneşin
batıdan doğması yediyüz sene sonradır.
— •
Rivayete
göre ölüm meleği mümin kulun ruhunu teslim almaya geldiği zaman onu gözleyen
iki melek Azrail'e şöyle derler: Bize biraz mühlet ver de, onun kulaklarını
güzel övgülerle dolduralım. Ardından da o mümine şöyle hitab ederler: Allah
seni hayırla müka-faatlandırsın. Bizim bildiğimiz kadarıyla sen O'na taatte çok
hızlı, O'na isyanda ise çok yavaştın. Hayır ve hayır ehlini severdin. Hayır
namına da gücünün yettiğini yapardın. Bize işittirdiğin nice güzel sözler
oldu. Bizi ortak ettiğin nice güzel meclislerin oldu. Müjdeler olsun sana ki
sana vaadedilen doğru çıkacak ve Allah'ın huzurunda her ikimiz de senin
lehinde şahitlik edeceğiz. [39][39]
Bunlar,
İslam'ın müslüman üzerine vacip kıldığı saygıya dair hususlardır. Altı hadisin
ihtiva ettiği hususlar toplanarak on hakkın vacip kılındıği ortaya çıkmıştır.
Bu altı
hadis şunlardır: Ali (kv) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslümanm
müslüman üzerinde vacip olan hakkı altıdır"
Ebu Eyyub
el-Ensari fra) tarafından rivayet edilen hadîs: "Müs-lümanm müslüman
üzerindeki hakkı altıdır. Bunlardan herhangi biri terkedilirse, vacip olan bir
şey terkedilmiş olur". [40][40]
Bera b. Azib
(ra) tarafından rivayet edilen hadis: Allah Resulü (sav) bize yedi şeyi
emretti, yedi şeyden de nehyetti". [41][41]
İbni Mesud
(ra) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslümanm müslüman üzerine vacip
olan dört hakkı vardır"Sa'd (ra) ve Ebu Hüreyre'nin (ra) aynı manada
rivayet ettikleri hadis.
Enes b.
Malik (ra) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslümanm senin üzerinde hak
olan dört şeyi vardır". Ancak bu dört şeyde daha önce zikredilmeyen
hususları nakledilmiştir.
Müslümanm
müslüman üzerindeki haklarıyla ilgili bize ulaşan hadis ve rivayetlerde değişik
lafızlar kullanılmasına rağmen manalar benzerdir. Yukarıdaki hadislerden bir
kısmının zikretmediğini diğer kısmı zikretmektedir. Biz, bu farklılıkları
biraraya getirerek sözkonusu hakların on hakta toplandığını gördük. Ancak Enes
b. Malik (ra) tarafından rivayet edilenler bunun dışındadır. Çünkü onun
tarafından rivayet edildiği söylenen hadis 'garib hadis' hükmündedir ve bir
takım hususları ihtiva ederken bazıları da diğer hadislerde yer almamaktadır.
Rivayetlerin
üzerinde ittifak ettiği on hak şunlardır:
1. Karşılaştığı zaman selam vermek;
2. Davet ettiği zaman icabet etmek;
3. Aksırdığı zaman merhamet dilemek;
4. Hastalandığı zaman ziyaret etmek;
5. Öldüğü zaman cenazesini teşyi etmek;
6. Üzerine yemin ettiği zaman gerçekleşmesini sağlamak;
_
7. Öğüt istediği zaman öğüt vermek;
8. Uzakta olduğu zaman, yanında olduğu gibi korumak;
9. Kendi için istediğini, onun için de istemek;
10. Kendisi için istemediğini onun için de istememek.
Enes (ra)
hadisine gelince, İsmail b. Ebi Ziyad-Eban b. Ayaş vasıtasıyla Enes b.
Malik'ten (ra) rivayet edildi ki: Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Dört
şey vardır ki müslümanm diğer müslünıan üstündeki hakkındandır: Müslümanların
ihsanda bulunanına yardım etmek; Onlar içinde günah işleyenin bağışlanmasını
istemek; Arkada kalanını davet etmek; Tevbe edenlerini sevmek".
Görüldüğü
gibi bu hususlar, yukarıda sayılan hakların kapsamında ve müslümanlara öğüt ve
kendileri için isteneni müslünıan kardeşi için de hak talebi dairesinde
değerlendirilecek hususlardır.
Ibni Abbas
(ra) da müslümanlann birbirleri üzerindeki hakları konusunda benzer manada
ifadelerde bulunmuştur. O, bu hakları helal/haram mahiyetinde görmüş ve
"Onlar kendi aralarında merhametlidirler" (Fetih/29) ayetinin
tefsirinde de bu hususları zikretmiştir. Cübeyr'in Dahhak vasıtasıyla ondan
rivayet ettiği tefsirde de bunu görmekteyiz.
O üstteki
ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani birbirlerine sevgi beslerler.
Fesad içindeki biri, salih bir kardeşini gördüğü zaman şöyle dua eder: Allahım,
ona nasip ettiğin hayrı bereketli kıl, 'onu onun üzerinde sabit kıl ve bizi de
ondan faydalandır.
Sarihleri
ise, fesad içinde olanların düzelmesi için dua ederek şöyle derler: Allahım,
ona hidayet et, tevbesini kabul et ve onu bağışla. Ibni Abbas (ra) şöyle
demiştir: Bu ayet, sizin için helal ve haram babmdandır.
Sıralanan
haklar, müslümanm müslüman üzerindeki haklan dairesine giren ve edası farz
kılınmış hususlardır. Allah Resu-lü'nün (sav) özürlü gördüğü ve ilmin de bunu
tasvip ettiği kimseler dışında bu hakları terketmek asla mazur görülmez. Bu
haklardan bir kısmı diğerlerinden daha önemlidir.
Müminlerin
iman bakımından en mükemmeli bu haklara en çok riayet eden ve bunları edada en
hızlı davrananlarıdır. Bu haklara saygı duyulması noktasında birçok rivayet
mevcuttur. Seleften bir kısmı, asıl olarak halktan uzaklaştıkları için bu
haklardan üçünü ihmal etmişlerdir. Bu üç hak; davete icabet, hasta ziyareti
ve cenaze teşyiidir. Bunlar evlerinden ayrılmayan kimselerdi. Evlerinden sadece
Cuma namazı için çıkarlardı. İçlerinde cemaatle namazı terkedenler de vardı.
Bazıları da taşraya yerleşip şehir-
leri
terketmişlerdi. Sehl (ra) şöyle derdi: İnsanların hakkından daha ağır bir şey
bilmiyorum. Yine o şöyle derdi: İnsanlara rahatsızlık vermeyen kişi, su
üstünde bile yürüyebilir.
Ebu Yezid ve
diğerleri şöyle demişlerdir: Akıl sahiplerinin asıl hedefi, Allah Teala'nm
azabından selamette olmaktır. O'nun azabından selamette olmak isteyen kimse,
halkın kendisinden selamette olmasını sağlamalıdır. Halkın, kendisinden
selamette olmasını isteyen kimse de, onlardan uzak durmalıdır. Bu manada şöyle
bir şiir söylenmiştir:
İnsanlar
derin bir denizdir, onlardan kurtulmak selamet, Nasihatimi dinle ve ibret al ki
erişmesin sana nedamet.
Ömer b.
Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Tea- ' la'dan ve
insanlardan korkun. İbni Abbas'dan (ra) da bu manada ; şöyle bir söz rivayet
edilmiştir: Şeytanla başbaşa kalma korkusu ol- ! masa insanların meclislerine
katılmazdım. Onun konuyla ilgili bir diğer sözü de şudur: Nice beldelere misafir
oldum da aşina birini , bulamadım. İnsanları, yine onlardan başka ifsad eden
var mıdır? ;
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Tanıdıklar çoğaldıkça borçluların sayısı artar. Dostluk uzadıkça da
haklar kesinleşir. Ule-\ madan bir zat şöyle demiştir: Kendini bilen kimse
rahat eder. İnsanları tanıyan ise sıkıntıya düşer. Bişr b. el-Hars ise bunun
tam, aksini söylemiştir: İnsanları tanıyan rahat eder.
Allah
Resulü'nün (sav) "İnsanlarla hoş geçinmek sadakadır"! buyruğunun
tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Buradaki hoş ge-1 çinme ilimleri
konusunudadır. Akıllan noktasında ise onlardan ayrılmak daha iyidir. "Daha
güzel olanla sav" (Müminun/96) buyruğunun muhtelif tefsirlerinden biri
de, onlarla hoş geçinme şeklindedir.
Bu manada
Allah Resulü'nün (sav) buyruklarından biri de şudur: "Şefkat ve
yumuşaklıktan nasibi verilen kimseye, dünya ve ahiret saadetinden de nasip
verilmiş olur. Şefkat ve yumuşaklıktan nasibi olmayan kimse de, dünya ve ahiret
saadetindeki nasibinden mahrum edilmiş olur"[42][42]
Bedenle
ilgili sünnetler, on iki sünnetten ibarettir. Bu on iki sünnet, Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen üç hadise dayanmaktadır. Bu hadislerden ilki,
Allah Resulü'nün (sav) vahiy için Cebrail'i (as) beklediğini bildiren hadis-i
şeriftir [43][43]
Bedenle ilgili sünnetlerin beşi baş kısmıyla ilgilidir. Bu beş sünnet
şunlardır: Ağza su vermek (=mazmaza), burna su vermek (=istinşâk), dişleri
misvaklamak, bıyıkları kısaltmak ve saçları ayırmak.
Bedenin alt
kısmıyla ilgili olan yedi sünnet ise şunlardır: Sünnet olmak, avret mahallini
tıraş etmek, istincâda bulunmak, koltuk altı kıllarını tıraş etmek, tırnakları
kesmek, parmak mafsallarını temizlemek ve tırnak altlarını temizlemek.
Hadiste
zikredilen parmak mafsallarını (=berâcinı) temizleme sünnetinin izahı şöyledir:
Araplar yemekten sonra çoğunlukla el parmaklarının mafsallarının temizliğine
itina göstermezlerdi. Mafsal kıvrımlarında ise yemeğin artıkları birikirdi.
Allah Resulü (sav) işte bu nedenle parmak mafsallarındaki kıvrımların itina ile
temizlenmesini emretmiştir.
Ebu Hüreyre
ve Suffe ashabından başka zatların (ra) şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
Biz kızarmış et yerdik. Namaza durulacağı zaman parmaklarımızı çakıl taşının
içine sokar, ardında da kuma sokarak iyice temizlerdik. Sonra da tekbir
getirerek namaza dururduk.
Ömer b.
Hattab (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) devrinde çöveni bilmezdik. Bizim
mendillerimiz, ayaklarımızın iç kısımlarıydı. Yağlı et yediğimizde oraya
sürterdik. Denildi ki: Allah Resulü'nden (sav) sonra ortaya çıkan ilk bidatler
şunlardır: Elekler, çö-ven, sofralar ve tıka basa yemek yemek. Bütün bunlar,
mideyle ilgilidir. Mide, boşluğun en kötü kabıdır.
Tırnak
altlarının (=revâcib) temizliğine gelince, Araplar tırnaklarını kesmek için
istedikleri zaman makas bulamazlardı. Allah Resulü (sav) tırnakları kesmek,
koltuk altı ve avret mahallinin temizliği için kırk günlük bir süre koymuştu.
Ama O, bu süre zarfında uzayabilen tırnakların altının temizlenmesini de
emretmişti.
Rivayete göre
Allah Resulü (sav) vahyi bekliyordu. Cebrail (as) inince O'na şöyle dedi: Siz,
parmak kıvrımlarını yıkamıyor, tırnak altlarını temizlemiyor ve dişlerinizi mis
vaki amıyorken size nasıl vahiy indirebiliriz? Ümmetine bunları yapmalarını
emret.
Denir ki: Tırnak
altındaki kirler için 'üf kelimesi kullanılmıştır. Bu meyanda 'üf-tüf kalıbı
kullanılmıştır. 'Üf tırnak altındaki kirleri, 'tüf ise kulak içindeki kirleri
ifade etmektedir. 'Tüf kelimesiyle ilgili olarak, kirden rahatsız olma
noktasında mübalağa için kullanılan bir ilave kelime olduğu da söylenmiştir.
Buna örnek olarak da Arapça'daki şu kullanımlar gösterilmiştir: 'câ'iun nâ'iun,
atşânü netşânü'. İlk kelime olan 'câ'iun' aç anlamına gelirken ona katılan
'nâ'iun' açlığın ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Diğerinde ise
susuzluğun had safhada olduğu ifade edilmektedir. Bu meyanda "O ikisine
'üf deme" (İsra/23) ayet-i kerimesi de örnek gösterilmiş ve ayete şu mana
yüklenmiştir: Yani anababayı, tırnaklarının. altındaki kirlerden dolayı kınama.
Ayetin bir diğer manası da şöyle verilmiştir: O ikisini, tırnağın altındaki
kir miktarınca olsun rahatsız etme.[44][44]
Sakalla
ilgili nakledilen rivayetlerden birinde şöyle denilmektedir: Allah Teala'nm
melekleri arasında bir zümre vardır ki şöyle yemin ederler: Adem oğullarını
sakal nimetiyle süsleyen Allah'a yemin olsun. Sakal, erkeğin yaratılış
tabiatını tamamlayıcı bir unsurdur. Erkekler, sakal vasıtasıyla kadınlardan
ayrılırlar.
Allah
Resulü'nün (sav) vasıfları nakledilirken de, O'nun kısa ve sık sakallı olduğu
haber verilmiştir. Ebu Bekir (ra) ve Osman (ra), ince ve uzun sakallı idiler.
Ali (kv) ise, iki omzunun arasını dolduran gösterişli bir sakala sahipti.
Rivayete göre cennet ehli arasında sadece Musa'nın (as) kardeşi Harun (as)
sakallı olacaktır.
Temim
oğullarından biri, Ahnef b. Kays'ı tavsif ederken şöyle denildiğini nakletmiş
tir: Ahnef için yirmi bin dirhem vererek bir sakal satın almak istedik. Bunu
söyleyen kişi, onun ayağındaki aksamayı ve gözündeki şaşılığı zikretmemiştir.
O, Ahnefin sakal bı-rakmayışmı hoş görmediği için bu yönünü anlatmıştı. Halbuki
Ahnef, ilim ve hilim sahibi bir zat idi. "Yaratılışta dilediğini
arttırır"
(Fatır/1)
ayet-i kerimesinin pek bilinmeyen bir tefsirinde de ayette kasdedilen
fazlalığın, sakal olduğu söylenmiştir. Bu ayetin farklı birçok tefsiri vardır.
Kadı
Şüreyh'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onbin dirheme mal olsa dahi
sakalımın olmasını isterdim. Edeb ehlinden bir zat dedi ki: Sakalın insana
faydalı birçok yönü vardır. Bunlara misal olarak şunları zikredebiliriz:
Sakallı kişinin saygıdeğer görülmesi, ona ilim sahibi gözüyle bakılması,
meclislerde elde tutulması ve teveccühe mazhar olması, cemaatte öne
geçirilmesi ve lider kılınması.
Sakal,
kişinin namusunu korumasına da katkıda bulunur. Çünkü insanlar onu ayıplamak
istediklerinde sakalını yüzüne vururlar. O da bu hale düşmemek için namusuna
sahip çıkar. Kadı Ebu Yusuf dedi ki: Sakalı gösterişli olan kişinin bilgisi de
değerli olur.
Sakalda
varolan birtakım faydalı meziyetlerin yamsıra, heva-nın telkinlerinden ve
nefsani afetlerden sayılabilecek kötülükler de mevcuttur. Sonradan ihdas edilen
bu tür bidatler on iki noktada toplanabilir. Bunlar vehametlerine göre de
farklı derecelerde yera-lırlar. Ama hepsinin de ortak noktası, mekruh kabul
edilmeleridir.
Bu
bidatlerden bir kısmını, Nefsin Afetleri başlığında özetlemiştik. Sözkonusu
bidatleri şöyle sıralayabiliriz: Sakalların kına ile siyaha boyanması. Bu,
heva uğruna yapılan ve yaşlılığı Örtmeyi hedefleyen bir harekettir. Niyet
olmaksızın sarihlere benzemek gayesiyle kırmızı ve sarıya boyanması da
bidattir. Sakallara kına yakmak ise sünnettendir.
Sakalların,
yaşlı görünmek veya gençliği gizlemek maksadıyla değişik maddelerle beyaza
boyanması, eşraf nezdinde tazim ve ic-lale mazhar olma gayesini ihtiva ettiği
için mekruh görülmüştür. Sakalları sun'i bir şekilde ağartmak, söylenen
sözlerin saygınlığını ve inanılırlığını temin etme gayesini de güdebilir.
Tanımayan kimseler nezdinde yaşlıca bilinme gayesini de ihtiva edebilir.
Sakalların
yolunması veya tıraş edilmesi ile beyaz kılların yolunması da yaşlılığı
gizleme niyetini ihtiva ettiği için mekruh görülmüştür. Sakalların süslenmesi
ve berbeV tarafından şekillendirilmesi de mekruh sayılmıştır. Bu maksatla
sakalı arttırmak veya eksiltmek de bu babda değerlendirilir. Sakalı arttırmak,
göz ile kulak arasından çıkan saçları yanaklardan çıkan sakala katmak şek-
linde olur.
Yanak kısmında çıkan kılları yanakların yarısına kadar uzatmak ise sakalları
eksiltme olarak tarif edilmiştir.
insanlara
güzel görünmek gayesiyle sakalları tarayıp şekillen^ dirmek mekruh görüldüğü
gibi zühd havası estirmek veya kendine bakmadığı zannımn oluşması için
sakalları dağınık ve toz içinde bıJ rakmak da mekruh görülmüştür. Sakalların
siyahlığına övünerek bakmak da mekruhtur. Buna karşılık, sakalların
beyazlığından do-| layı yaş büyüklüğüyle övünmek veya gençlere üstünlük
taslamak da mekruhtur.
Kişinin
sakal üzerinde yoğunlaşması, bizzat kendisi üzerinde düşünmesine mani olup ilim
ve Kur'an öğrenmesine imkan tanı1 maz. Halbuki bunların bilinmemesi asla hoş
görülmemiştir. Sakal* lan ağarmış kimseler, bu hallerinin hissettirdiği bir
yanlışlıkla bil} medikleri hususları kendilerinden genç olanlara sormaktan
imtina edebilirler. Bunu, yaşlarından utandıkları veya tenezzül etmedik^ leri
için de yapabilirler.
Onlar
cehaletlerinin de tesiriyle, geçen yılların ağarttığı sakalılarının
kendilerine bir üstünlük kattığı veya ilim kazandırdığı gibi bir zanna da
kapılabilirler. Halbuki akıl, beyindeki bir takım salgı--lardan, ilim de gaybin
yegane Alimi olan Hak Teala'nm bağışından ibarettir. Kişinin beyninde hakim
olan dürtü ahmaklık ve genel tabiatı da cehalet ise, yaşı büyüdükçe ahmaklığı
artıp derinleşecek, cehaleti de koyulaşacaktır.
Sakalla
ilgili olarak zikrettiğimiz hususların hemen hepsini halk içinde görmekteyiz.
Bunların tamamı, sonradan çıkma bidatlerdir. Bunlar sayı bakımından da bedenle
ilgili on iki sünnete denk sayıdadırlar. Sakalla ilgili mekruhlar hakkında
zikrettiğimiz hususları özetle ihtiva eden bir hadis-i şerif mevcuttur. Bu
hadislerinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Bıyıkları sınırlayın,
sakallan uzatın" [45][45]
Hadiste
geçen 'haff-ı şâribJ, bıyıklann dudak çevresiyle smırlan-dırümasıdır. 'Haff
kelimesinin 'sınırlama, kuşatma' manasıyla ilgili olarak Allah Teala'nm şu
buyruğunu zikredebiliriz: "Meleklerin 'Arş'm etrafını çepeçevre kuşatarak
Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün". (Zümer/75)
Ulemadan bir
zat, bıyıkların cildi gösterecek şekilde tamamen tıraş edilmesini mekruh
görmüştür. Ona göre bu, sonradan ortaya çıkan bidatlardan biridir. Malik b.
Enes (ra) ve Medine ulemasından bazılarına göre bıyığın tıraşı, onun
kırpılarak alınmasıdır. Alındığı kısım, üst dudağın üst kısmındaki hattır.
Konuyla
ilgili bir başka hadiste ise 'Ahfû' kelimesi kullanılmıştır[46][46]Bu
kelime ise, yoketmek ve kazımak anlamına gelmektedir. Bu, ilk hadisten daha
kapsamlı bir mana ihtiva etmektedir. Bu me-yanda da Allah Teala'mn şu buyruğu
misal verilebilir: "Eğer Allah, mallarınızın tamamını isteyip sizi
sıkıştırsaydı, cimrileşir kinlerinizi açığa vururdunuz". (Muhammed/37) Bu
ayetteki 'ihfâ' kelimesi sıkıştırma manasına gelmekte ve malın tamamının talep
edilmesini ifade etmektedir.
Allah
Resulü'nün (sav) sahabilerinden birçoğu bıyıklarını tamamen keserlerdi.
Tabiun'dan bir zat, bıyığını tamamen kesmiş birini görünce ona şöyle demiştir:
Bana Allah Resulü'nün (sav) ashabını hatırlattın. Adam, 'Onlar bıyıklarını bu
şekilde mi keserlerdi?' diye sorunca o Tabii 'Evet, daha da ileri gidip tıraş
ederlerdi' demiştir.
Bıyıkların
kesilmesi yani 'ihfâ', onların kökten tıraş edilmesi değildir. Konuyla ilgili
hadiste üç farklı lafız mevcuttur. Bu lafızlardan ilki şöyledir:
"Bıyıkları almak"[47][47]Allah
Resulü (sav) bıyıklarından alırdı. İkinci lafız ise şöyledir: "Bıyıkları
kesmek"[48][48]Üçüncüsü
de şudur: "Bıyıklan kırpmak"[49][49]
Bu
lafızların üçü de mana bakımından aynı olup bıyığın kısmen alınması ve kısmen
bırakılması şeklindedir. İhfa' ise bunlardan farklıdır. Muğire b. Şu'be şöyle
bir hadis nakletmiştir: Allah Resulü (sav) bana baktı. Bıyıklarım uzamıştı.
Bana, 'Gel' buyurdu ve ardından bıyıklarımı kesti. Bu, Allah Resulü'nün (sav)
bıyıkların kesilmesiyle ilgili fiili sünnetidir.
Bıyık
konusunda garib bir hadis rivayet edilmiştir. Hadisin lafzı şöyledir:
"Bıyıkları tam olarak inceltin". Hadiste geçen bıyıkların alttan ve
üstten kesilerek ince bir hat haline getirilmesidir. 'Tarr', bıyığın uzun ve
ince olma bakımından kendinden aşağıda veya daha küçük bir şeyin tarifine
taşınabilecek nitelikte olmasıdır. 'Turra' yani kakül de bu manada bol bir
şeyden çıkartılmış daha hafif bir şeyin sıfatı haline dönüştürülmüş bir
isimdir. Seleften bazıları, bıyıkların orta kısmını alır, yanlarım
uzatırlardı. Bu, Ömer (ra) ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Ebu Hasan b.
Sa-lifla'in de böyle yaptığını görmüştüm.
Allah
Resulü'nün (sav) "Sakalları uzatın" hadisine gelince, buradaki
'i'fâ' kelimesi çoğaltma anlamında kullanılmıştır. Allah Teafj la'nm şu
buyruğu da bunun
delilidir: "Nihayet çoğaldılar"!
(A'raf/95)
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Ya hudiler
bıyıklarını uzatır, sakallarını keserler. Siz -aksini yaparak^ onlara muhalefet
edin".
Ömer b.
Hattab (ra) ile Medine Kadısı İbnu Ebi Leyla sakalım tıraş eden bir adamın
şahitliğini reddetmişlerdir. Alt dudakla çene arasında çıkan tüylerin kesilmesi
de bidattir. Alt dudağının altındaki kılları tıraş eden biri Halife Ömer b.
Abdülaziz'in huzurunda şahitlik etmek istemişti. Halife, bu halinden dolayı
onun şahitliği! ni reddetti
Allah Resulü
(sav) sakallardaki beyaz kılların yolunmasını neh-yetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Beyaz kıl, müminin nurudur". [50][50]Allah Resulü
(sav) sakallara siyah kına yakmayı nehyetmiştir. O, siyah kınanın ateş ehlinin
boyası olduğunu bildirmiştir.
Başka bir
lafızda ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: "(Sakalları) siyaha boyayan
kına, kafirlerin kmasıdır". [51][51]
Allah Resulü (sav), Ebu Bekir'e (ra) babasının sakallanndaki akların rengini
değiştirmesini emrederken siyah kınadan sakınmasını tenbih etmiş ve bunun
cehennem ehlinin kınası olduğunu bildirmiştir.
Ömer (ra)
devrinde sakallarını siyaha boyamış bir adam evlenmişti. Bir süre sonra boya
gidip beyazlık ortaya çıkınca kadının yakınları durumu Ömer'e (ra) şikayet
etmişlerdi. O da, yapılan nikahı geçersiz saydı ve adamı cezalandırarak şöyle
dedi: Saçını siyaha boyayarak insanları kandırdın ve yaşım onlardan sakladın.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sarı müs-lümanların, kırmızı
ise müminlerin rengidir". Sahabe, sakallarını kırmızıya boyamak için kına
kullanırlardı. Sarıya boyamak içinse, zaferan ve ketem bitkisi kullanılırdı.
Denildi ki: Sakallarını siyaha boyayan ilk insan lanetli Firavun'dur.
Seri
es-Sekatî dedi ki: Sakalda iki şirk mevcuttur: İnsanlara şirin görünmek için
süslemek ve zahid intihası vermek için sakalı dağınık tutmak. Yine o şöyle
demiştir: Yanıma biri gelip de onun için sakalımı sıvazladığımda şirke
düştüğümü bilirim.
Ka'bül-Ahbar
ve Ebu Celed, ahir zamanda ortaya çıkacak bir topluluğu tavsif edip şöyle
demişlerdir: O kimseler, sakallarını güvercin kuyruğu gibi kesecek,
nalınlarını da kalbur gibi deleceklerdir. Onların hayır adına hiçbir nasipleri
yoktur. Ulemadan bir topluluk da bu zümrenin ortaya çıkışını Kıyamet
alametlerinden saymıştır.
Said b.
Cübeyr, İbni Abbas'm (ra) Allah Resulü'nden şöyle naklettiğini rivayet
etmiştir: "Ahir zamanda sakallarını is gibi siyaha boyayanlar olacaktır.
Onlar cennetin kokusunu asla duyamazlar". [52][52] Ebu'l-Mahzem
Ebu Hüreyre'den (ra) şu rivayette bulunmuştur: "Deccal'm arkadaşları iri
Hind çınarları gibidir. Bıyıkları horoz pençeleri gibidir ve nalınları da koni
gibidir". Yani bıyıkları uzundur. Uzun ve sarkık olmaları bakımından
horozun pençesinde arkadan sarkan ve kemik gibi duran kısma benzerler.
Nalınları ise koni biçiminde, destilerin boyun kısmı gibi yukarı doğru uzarlar.
ibni Ömer
(ra) kendini tıraş edecek berbere, bıyıkların bitim yerine kadar kesmesini
söylerdi. Bıyıkları alırken bu mikdarı aşmak veya azaltmak bidat sayılmıştır.[53][53]
Ulemadan
bazıları Hac menasiki esnasında sakallarını kısmen al-dırırlardı. Kişinin
avuçladığı mikdar kadarını aldırmasında bir mahzur yoktur. İbni Ömer (ra) ve
Tabiun'dan bir topluluk böyle yapmışlardır. Şa'bi ve îbni Şirin bunu müstahsen
görürken, Hasan ve Katade mekruh görmüşlerdir. Bize göre de sakalın tabiatı
üzere bırakılması daha sevimlidir.
Bu hususta
bize şöyle bir rivayet ulaştı: Kişinin saadeti, sakalının hafifliğin dedir.
Ancak ravilerden biri bunu başka bir manada rivayet etmiştir. Rivayet, musakkaf
yani hatalı görülmese de garib olarak değerlendirilmiştir. Ona göre sakalların
hafifliği ile kasde-dilen, KuYan-ı Kerim tilavetidir.
Allah Resulü
(sav) ve O'nun ardından gelen salih müslümanlar sakallarını taramışlardır.
Bunun sebebi, dinin ve sünnetin icabını yapmak ve temizliğe sahip çıkmaktı.
Sakalları taramanın bir faydası da, arasında yaşaması muhtemel olan
mikropların ve kökünden çıkmış kılların sakaldan uzaklaştırılmasıdır. Buna
rağmen za-hidlerden bazıları, sakallarını dağınık bırakır, nefs terbiyesinden
sakalların bakımına vakit bulamazlardı. Bunların hallerindeki sıdk ve ihlas da
müstahsen görülmüştür.
Zahidlerden
biri şunu anlatmıştır: et-Taî'yi sakalları dağınık bir halde görmüş ve 'Ey Ebu
Süleyman, sakallarını tarasan daha iyi olmaz mı?' diye sormuştum. Bana şu
karşılığı verdi: Öyle yaparsam boş vakti olan biri olmuş olurum. Allah Resulü
(sav) saçlarına yağ sürer ve gün aşırı tarardı. Ashabına da bunu emrederdi. O
bu meyanda şöyle buyurmuştur: "(Saçlarınızı) günaşırı yağlayın"[54][54]Yine
O şöyle buyurmuştur: "Saçı olan ona değer versin". [55][55]
Allah
Resulü'nün (sav) huzuruna saçları kalkık, sakalları dağınık biri girmişti.
Onun hakkında şöyle buyurdu: "Bu adamın saçlarını yatıracağı yağı yok
mudur?" Ardından şunu ilave etti: "İçinizden kimileri, meclise
şeytan gibi giriyor". Konuyla ilgili rivayet edilen garib hadislerden
biri de şöyledir: "Allah Resulü (sav), sakalım günde iki kez
tarardı". Bundan daha garib bir rivayette ise Aişe'nin (ra) şöyle dediği
nakledilir: "Bir topluluk Allah Resulü'nün (sav) kapısında toplanmıştı.
Onların yanma çıkmadan önce suya bakarak saçını ve sakalını düzelttiğim
gördüm".
Meşhur bir
hadiste de "Allah Resulü'nün (sav) sakallarını her gün taradığı"
rivayet edilmiştir. O, yolculukta da evinde iken de tarağım yanından
ayırmazdı. Arapların bilinen sünneti de buydu ve Allah Resulü (sav) de bu
sünneti devam ettirmişti. Bu, O'nun ahlakının ayrılmaz bir parçası idi.
Bazı genç
müslümanlar, yaşlılara saygı ve gençlikle övünmemek babından yaşlılara özenir
ve onlara benzemeye çalışırlardı. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle
denilmektedir: "En hayırlı gençleriniz yaşlılarınıza benzeyenlerdir. En
kötü yaşlılarınız ise gençlere benzeyenlerdir".
Bu meyanda
Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya saygının icabı,
bir müslüman için yaşlılara saygıdır" [56][56] O devirde
yaşlılar gençleri öne geçirir, ilim ve din bakımından onların üstünlüğüne
inanırlardı. Böyle davranmalarının sebebi, tevazu ve Allah Teala'ya boyun
eğişleri idi. Onlar, yaşlarından dolayı kibir ve aşırılığa kapılmayanlardı.
Ömer (ra),
İbni Abbas'ı (ra) kendinden üstün tutardı. Halbuki îbni Abbas (ra) yaş
bakımından birçok sahabiden daha gençti. Ama diğerleri dini konuları ona
sorarlardı.
İbni Abbas
(ra) ve başkaları şu sözü nakletmişlerdir: Allah Tea-la ilmi ancak gençlere verir.
Hayrın tamamı da gençlerdedir. Ardından da delil olarak şu ayet-i kerimeler
zikredilmiştir: "Bazıları: 'İbrahim denilen bir gencin onlara dil
uzattığını işitmiştik' dediler". (Enbiya/60); "Onlar Rab'lerine iman
etmiş gençlerdi". (Kehf/13); "Biz hükmü ona çocuk iken verdik".
(Meryem/12)
Enes b.
Malik (ra) Allah Resulü'nün (sav) şemailini anlatırken şöyle demiştir: Allah
Teala'mn lütfü sayesinde O'nun saçı ve sakalında yirmi bir kıldan başka beyaz
kıl yoktu. Ona, *Yaşı ilerlediği halde bu nasıl oldu ey Ebu Hanıza?' diye
sorduklarında şu cevabı verdi: Allah Teala O'nu ak saç ve sakalla kusurlu
kılmadı. Bunun üzerine, 'Saç ve sakalın ağarması kusur mudur?' denildi. O da
şöyle dedi: Hiç kimse saç ve sakalının ağarmasından hoşlanmaz.
Yahya b.
Ektem yirmibir yaşında iken kadılığa tayin edilmişti. Bir gün onu utandırmak
isteyen biri, 'Allah güç versin, kadı hazretleri kaç yaşmdalar acaba?' diye
sordu. O da, 'Allah Resulü'nün (sav) Mekke'nin emirlik ve kadılığına tayin
ettiği ibni Üseyd'in (ra) yaşında' diyerek adamın hevesini kursağında bıraktı.
Malik b.
Mu'avvel'den nakledildi ki: Allah Teala'nm vahyettiği kitablarda şunu okudum:
Sakallar sizi gurura sevketmesin. Unutmayın ki tekelerin de sakalları vardır.
Edeb
ehlinden bir zat dedi ki: Sakal uzadıkça akıl böbürlenir. Ebu Amr b. Ala dedi
ki: Boyu uzun, başı küçük ve sakalı büyük birini gördüğünüzde -Ümeyye b. Abdi
Şems bile olsa- ahmaklığına hükmedin. Muaviye (ra) de dedi ki: Kişinin hamâkati
boyunun uzunluğu ve sakalının büyüklüğünden anlaşılır. Bu onun künyesinde
mevcuttur ve mührüne de kazınmıştır.
İbrahim
en-Nehai ve Seleften bazıları şöyle demişlerdir: Akıllı birinin aşırı uzun bir
sakala sahip olmasına şaşarız. Böyle biri nasıl olur da sakalım kısaltarak
orta yolu tutmaz. İtidal, her hususta güzeldir.
Zarif söz
söyleyenlerden biri dedi ki:
Kökleri
büyümüş uzun bir sakala hayran olma,Çünkü rüzgarların şiddeti savurur onu at
kuyruğu gibi.
Şeref, genç
adama öyle bir günde ulaşır ki sakalı azken.
Bir Arap
atasözünde de şöyle denmiştir:
Delikanlılık,
sakal bırakmakta değildir, Aksine delikanlılık, cömert olan her gençtedir.
Selef
devrinde yaşı ilerlemiş kimseler bilmedikleri hususları gençlerden öğrenmekten
utanç duymazlardı. Yaşlarının küçüklüğünden dolayı da onları aşağı
görmezlerdi. Çünkü onların inancına, göre lütuf Allah Teala'mn elindedir ve onu
dilediğine nasip eder. Al: lah Teala'mn ilmi genç bir insana veya başkalarına
vermesini en-r gelleyecek kimse yoktur. Allah Teala'nm yaşlı birinden veya
başka1 lanndan mahrum ettiği şeyi de onlara verecek bir varlık yoktur.
Ebu Eyyub
es-Sihistanî dedi ki: Yetiştiğim şeyhlerden biri seksen yaşındaydı. Ama bir
köleye tabi idi ve ondan ilim öğrenmekteydi. Kendisine, 'Sen bundan mı ilim
öğreniyorsun?' diye sorulduğunda şöyle demişti: Evet, ondan ilim öğrendiğim
sürece ben onun kölesiyim.
Ali b. Hasan
dedi ki: İlmin kendisine daha önce ulaştığı kimse, -yaş bakımından küçük de
olsa- senin o ilimdeki imamındır. Ebu Amr b. Ala'ya şöyle bir soru sorulmuştu:
Yaşlı bir şeyhin genç birin-
den ilim
Öğrenmesi hoş olur mu? O şu cevabı vermiştir: Hayat ona hoş geliyorsa, ondan
ilim Öğrenmesi de hoş gelmelidir. Çünkü kişi hayatta oldukça, ilme muhtaçtır.
Yahya b.
Ma'in, Ahmed b. Hanbel'i İmam Şafii'nin katırının arkasından yürürken
görmüştü. Ona şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, Süfyan'm naklettiği hadisleri
ağzından işitmeyi bırakıyor da, şu gencin katırının ardından mı yürüyorsun?
Ondan mı hadis dinliyorsun? İmam Ahmed ona şöyle cevap verdi: Benim ondan
öğrendiğimi buseydin, sen de bana katılır diğer taraftan gelirdin. Süf-yan'm
ilmini onun ağzından dinleyemesem bile, ravilerden öğrenebilirim. Fakat bu
gencin aklından istifade edemezsem, ne kendi ağzından ne de ravilerden
öğrenebilirim.
Ebu Bekr b.
el-Cela şöyle derdi: Yaptığı şeyi güzelce yapan bir genç gördüğümde ona uyar ve
kendisini o konuda imamım sayarım. Hakikaten de ilim ve zühdünde ondan daha
mütevazı olanı görmedik.
Konuyla
ilgili rivayetlerden birinde farklı bir yaklaşım gibi gözüken bir husus
vardır. Bu rivayet şöyledir: "İlim büyük olanlardan geldikçe insanlar
hayırda olacaklardır. İlim onlara küçüklerden geldiğinde ise helak
olacaklardır". İbni Mübarek'e bu rivayetin manası sorulduğunda şu cevabı
vermiştir: Buradaki 'küçükler3 bidat ehlidir. Çünkü Ehli Sünnet arasında ilim
sahibi olup da 'küçük' olarak nitelenen yoktur. Bunun tek istisnası bidat
ehlidir. Yaş bakımından küçük olan niceleri vardır ki onlardan ilmin büyüğünü
almışızdır. 'Büyükler* ile kasdedilen ise Allah Resulü'nün (sav) ashabıdır.
Rivayetin bu
şekilde tefsiri, rivayet edilen şu hadise de uygun düşmektedir: "Ümmetim,
içinde beni görenler bulundukça hayırda olacaktır. Onlar üstüne öyle bir zaman
gelecektir ki, arzın her yerinde aranacak fakat beni görmüş biri
bulunamayacaktır". Bu rivayetin yukarıda zikrettiğimiz rivayete uygun
olmasının sebebi, ilmin Allah Resulü'nün (sav) ashabından ve büyüklerden
geldiği müddetçe ümmetin hayırda olacağının belirtilmiş olmasıdır. i İlim
onlara küçüklerinden gelmeye başladığı zaman da ümmet ıhelak olacaktır. Bunun
izahı ise şu şekildedir: İlim yaş bakımından | gençlerde olunca, yaşı büyük
olanlar bu gençlerden ilim öğrenme
yoluna
gitmeyecek, gurur, kibir ve haya gibi duyguların tesiri altında kalacaklardır.
Bize göre
üstteki rivayette bir mecaz sözkonusudur. İslam'ın ilk devrinde ümmetin
gençlerinin büyüklerden ilim öğrendikleri, sonrasında ise büyüklerinin
gençlerden ilim öğrenecekleri bildirilmiştir. Durum böyle olunca, küçüklerin
üstün tutulması ve İslam Üm-meti'nin geçmiş ümmetlerden daha yüksek kılınması
sözkonusu olmaktadır. Çünkü geçmiş ümmetler ilmi ancak rahipler, yaşlılar ve
azizlerden Öğrenirlerdi.
Rivayete
göre de bu Ümmet, dünya hayatının son devrinde gelecek ve yaşlılarının
gençlerinden ilim öğrenmesi sebebiyle önceki ümmetlerden üstün kılınacaktır
Allah Teala da bu meziyeti sebebiyle ümmetimizi diğer ümmetlerden üstün
tutmuştur. Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu bunun en açık delilidir:
"Ümmetim yağmur gibidir. Başının mı yoksa sonunun mu hayırlı olduğu
bilinmez".18 Bu hadisin tefsirini şu şekilde de teyid edebiliriz: Ümmetin
başında Allah Resulü (sav), sonunda ise Mesih b. Meryem (as) bulunacaktır.
İlim
sahipleriyle ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Allah Teala'nm ilim
verdiği kulu hakir görömeyin. Çünkü Allah Teala onu hakir görmeyerek kendisine
ilim vermiştir. Şu'be şöyle derdi: Her kimden bir hadis yazdıysam veya bir
ilim öğrendiysem onun kölesi olurum. Bir defasında da şöyle demiştir: Bir
kişiden yedi hadis yazdığımda, beni köle edinmiş olur.
Saçı ve
sakalı siyaha boyamayla ilgili nihai değerlendirmede ulemadan bir kısmına ait
şu görüş rivayet edilebilir: Allah yolunda cihada çıkan kimseler, saç ve
sakallarını siyaha boyarlardı. Ama onların boyaması, heva ve heves için ya da
insanları kandırmak için değildi. Onlar bunu, Allah düşmanlarına karşı
yapılması gereken hazırlıklardan sayar ve şu ayete dayandırırlardı:
"Onlar için yapabildiğiniz kadar güç hazırlayın". (Enfal/60)
Düşmanlara karşı genç görünmek de kuvvet hazırlığmdandır.
Allah Resulü
(sav) ve ashabı da kafirlerin kendilerini heybetli görmeleri için süslenir, boya
kullanırlardı. Herhangi bir şeyi, halisane ve salihâne bir niyetle yapan,
bununla yalnız Allah rızasını
18. Tirmizî,
Edeb/81; İbni Hanbel, IH/130, 143, IV/319.
uman ve
gittiği yolu bilen kimse, ilim ve amelinde fazilet sahibi görülür. Bu onun en
düşük amellerinden biri de olsa, bu hususta kendisinin taklid edilmesini
istemez. Bu meyanda Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Allah
katında makam bakımından insanların en kötüsü, müminin kötü fiiline uyup onun
güzelliğini terke-dendir". Müminin de kötü yanı olabilir. İnsanların en
kötüsü, heva ve heveslerinde nefsine bahane ve özür bulandır. [57][57]
Allah Teala
buyurdu ki: "Gecenin bir bölümünde de, yıldızların batışında da O'nu
teşbih et". (Tur/49) Rivayete göre Ali (kv) bu ayet-i kerimenin tefsirini
yaparken, kasdedilenin Sabah namazının iki rekatı olduğunu söylemiştir. O,
"Gecenin bir bölümünde ve namazlardan sonra da O'nu teşbih et"
(Kaf/40) ayetini de akşam namazının iki rekatlık sünneti olarak tefsir
etmiştir.
Bu tefsir,
'edbâr1 kelimesinin 'idbâr1 şeklinde şeklinde okunmasına dayanmaktadır.
'Edbâr5 şeklinde okunması halinde ise, ayetin manası, 'namazların arkalarından'
şeklinde olmaktadır. Her iki ayette de geçen 'teşbih' emri ise, sünnet
namazları ifade etmektedir. Bunun sebebi de sünnet namazlarda bulunan
tesbihattır.
'Nafile/Sünnet
Namaz', 'Sübha' olarak da isimlendirilmiştir. Sünnet namazların bir kısmı
farzlardan sonra, bir kısmı da öncedir. Bize göre bunlardan herhangi birinin
terkedilmesi hoş görülmez. Sünnet namazlar müekked ve gayri müekked olmak
üzere iki kısma ayrılmışlardır. Sünnet namazların toplamı onyedi rekattir ve şu
beş hadise dayanmaktadır:
1. Ali (kv) Hadisi: Kendisine Allah Resulü'nün (sav)
gündüz kıldığı namazlar sorulduğu zaman Ali (kv) bunların onaltı rekat olduğunu
bildirmiştir. [58][58]
2. İbni Ömer (ra) Hadisi: îbni Ömer (ra) konuyla ilgili
şöyle demiştir: "Allah Resulü'nden (sav) on rekat namaz öğrendim".
3. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) Hadisi : O, Öğle namazının
farzından önce kılman dört rekat sünneti zikretmiştir.
4. Aişe (ra) ve Enes (ra) Hadisi : O ikisi de yatsı
namazından sonra kılman sünnet namazı ve vitir namazını zikretmişlerdir.
5. Ümmü Habibe (ra) Hadisi : Allah Resulü (sav) buyurdu
ki: "Kim farzlar dışında günde oniki rekat namaz kılarsa, Allah Teala ona
cennette bir ev bina eder"[59][59]
Yukarıda
zikrettiğimiz hadislere uygun düşmekle beraber Ehli Beyt'ten rivayet edilmiş
garib bir hadis daha vardır ve şu şekildedir: "Muhakkak Allah Teala size
gündüz ve gecede kılınacak onyedi rekat namazı farz kıldı. Ben de o kadarını
sünnet edindim. Bunların ilki de sabah namazının iki rekatlık sünnetidir. Bu
ikisi müekked sünnettir. Dördü öğle namazından öncedir ve müstehabdır. İki
rekatı öğlenin farzından sonradır ve sünnettir. Dördü ikindi namazından
öncedir. Bunlar Allah Resulü'nün (sav) duasına dahil olma ümidiyle kılınır.
İkisi akşam namazından sonra kılınır ki müekked sünnettirler. Üç rekat da vitir
namazının rekatlarıdır ki bunlar da müekkeddir". Ali (kv) tarafından
rivayet edilen hadise baktığımızda onun, Allah Resulü'nün (sav) kıldığı sünnet
namazlarla ilgili başkaları tarafından zikredilmeyen farklı bir husus
içerdiğini görmekteyiz. Ona göre Allah Resulü (sav) kuşluk vaktinin iki
kısmında altı rekat namaz kılmaktaydı. Bunlardan ilki, güneşin doğşundan yükselmesine
kadar olan vakitti ki O bu vakitte iki rekat namaz kılmaktaydı. Buna îşrak
denilmektedir ki bu, günün ikinci virdidir.
Diğeri ise
güneş tamamen yayılıp doğu yönünde semanın dörtte birine ulaşıp da ikindi
vakti girdiğinde kıldığı dört rekattır. Bu da Duha-i A'lâ yani kuşluk vaktinin
en yüksek kısmı ve günün üçüncü virdidir. Vakitlerine dikkat ederek bu iki
namaza devam etmek, azimet ve fazileti mucib olan amellerden sayılmıştır.
Ali'nin (kv)
kızkardeşi olan Ümmü Hani' (ra) onun ikindi vaktinde toplam sekiz rekat namaz
kıldığını, bunları uzatarak ve tâ-dil-i erkana tam riayetle eda ettiğini
nakletmiştir. Bu sayı, Ümmü Hani' (ra) dışında hiç kimse tarafından
nakledilmemiştir.
Aişe (ra)
tarafından rivayet edilen hadise gelince, Aişe (ra) vali-" demiz, Allah
Resulü'nün (sav) öğle namazım dört farz olarak kıldıktan sonra dilediği kadar
ilavede bulunarak kıldığını bildirmiş, herhangi bir sınır koymamıştır. Münferid
bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) öğle namazını altı rekat olarak kıldığı
rivayet edilmiştir.
Ebu Eyyub
el-Ensarî (ra) ise, Allah Resulü'nün (sav) namazıyla ilgili sırf kendine mahsus
bir sayı zikretmiştir. Ona göre Allah Resulü (sav), asla bırakmaksızın güneşin
zevalinden sonra ve öğle namazından önce dört rekat kılmış ve bu rekatlarda
Bakara suresi mikdarınca Kur'an okumuştur.
Ebu Eyyub
el-Ensari (ra) şöyle demiştir: Bunu Allah Resulü'ne (sav) sorduğumda bana şöyle
buyurdu: ""Göğün kapıları bu vakitte açılır ve dualar müstecab olur.
Böyle bir vakitte benim için de sa-lih bir amelin semaya yükselmesini isterim.
Müminlerin
annelerinden olan Ümmü Habibe (ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim farzlar dışında günde oniki rekat
namaz kılarsa, Allah Teala ona cennette bir ev bina eder. Bu on iki rekat
şunlardan ibarettir: Sabah namazından önce iki rekat, öğle namazından Önce
dört, sonra iki rekat, ikindi namazından önce iki rekat ve akşam namazından
sonra iki rekat" [60][60]
İbni Ömer
(ra) de rivayet ettiği hadiste Allah Resulü'nden (sav) sünnet namaz olarak on
rekat namaz öğrendiğini bildirmektedir. O, yukarıdaki hadiste zikredilen
namazlardan yalnızca sabah namazından önce kılman iki rekatı zikretmemiş ve
bununla ilgili olarak da şöyle demiştir: Biz o vakitte Allah Resulü'nün (sav)
yanma girmezdik. Ama kızkardeşim Hafsa (ra), O'nun evde iki rekat kıldıktan
sonra mescide gittiğini haber vermişti. İbni Ömer (ra) tarafından rivayet
edilen hadisteki sünnet namazlar şu şekildedir: Öğle namazından önce iki
rekat, yatsı namazından sonra iki rekat. Ai-şe validemiz (ra) ise şunu haber
vermiştir: "Allah Resulü (sav) yatsı namazından sonra dört rekat kılar ve
uyurdu". [61][61]
Enes b.
Malik (ra) dedi ki: "Allah Resulü (sav) yatsı namazından sonra üç rekat
vitir namazı kılardı. Bu rekatlardan ilkinde A'lâ suresini, ikincide Kâfirûn
suresini, üçüncüde ise îhlas suresini okurdu". [62][62]Rivayete göre
Allah Resulü (sav) vitir namazından sonra oturarak iki rekat kılardı. Bazı
rivayetlere göre ise bağdaş kurarak kıldığı bildirilmiştir. Bir takım
rivayetlerde ise yatağına girip
yorganın
altına girdikten sonra iki rekat kıldığı ye bu rekat Zilzâl ve Tekâsür
surelerim okuduğu bildirilmiştir. Başka bir rivayette ise Kâfirûn suresini
okuduğu- bildirilmektedir.
Kul, gün
için belirtilen onyedi rekatı misli ile kılarak toplam otuz dört rekat halinde
eda eder ve bunda sebat ederek günlük evradı haline getirirse kendisi için
daha faziletli olur. Ehli Beyt'in mezhebi de bu istikamettedir.
Ehli Beyt
bunu şu rivayete dayandırmıştır: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Allah
Teala ümmetime gündüz ve gece vakitlerinde kılınmak üzere onyedi rekatı farz
kılmıştır. Ben de bunların bir mislini kendime sünnet edindim". Hadis
ehli içindeki hafız muhaddis-ler bu rivayeti zayıf bulmuşlardır. Ancak Allah
Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: "Namaz,
vazedilmiş bir hayırdır. Dileyen onu çoğaltır, dileyen de azaltır".
Her ezanla,
kılman farz arasında bir namaz vardır. Dileyen bunu kılar ve tertib üzere
devam ettirir. Bu, yukarıda zikrettiğimiz sünnet ve müstehaplara daha yakın
düşmektedir. Beş vakit farzdan önce ve sonra kılman namazlar da bu hükme
tabidir.
Sünnet
namazlar olarak bilinen bu namazları şöyle sıralayabiliriz: Sabah namazından
önce kılman iki rekat; Kuşluk vaktinde kılman dört rekat; Öğle namazından önce
kılman dört rekat; Öğle namazından sonra kılman dört rekat; İkindi namazından
önce kılman dört rekat; Akşam namazından sonra kılınan altı rekat; Yatsı
namazından önce kılman dört rekat; Yatsı namazından sonra kılman altı rekat ve
bunlara ilave edilen tek rekat.
Netice
itibarıyla yukarıda son olarak zikrettiğimiz gece ve gündüz kılınması gereken
namazlar, daha önce zikrettiğimiz hadis ve haberlere uygun ve benzer
düşmektedir.
Bu namazlar,
rivayet edilen hadislere ve Ehli Beyt'in yaşayan sünnetine dayanmaktadır. Allah
Resulü'nün (sav) farzlar dışında kıldığı namazlar hakkında en çok rivayet
edilen husus, akşam ile yatsı arasında kıldığı namazlardır. Bu iki vakit
arasında kıldığı namazlar altı rekattır. Kuşluk vakti namazıyla ilgili olarak
da en fazla rivayet edilen miktar, sekiz rekattir.
Allah
Resulü'nün (sav) gece kıldığı namazlar ise, on üç rekattır. Farklı sayı veren
tek hadis Tavus kanalıyla İbnu Mübarek tarafından rivayet edilmiştir. Bu
rivayete göre Allah Resulü (sav) geceleri onyedi rekat namaz kılardı. Bize göre
bu, senedi zayıf (=şâz) bir hadiştir. Bunun dışındaki hadisler isnad zinciriyle
İbni Abbas (ra), Ai-şe (ra), Meymune (ra) ve Ümmü Habibe'ye (ra) dayanmaktadır
ki bunlarda zikredilen sayı onbir ve onüç rekattır.
Kulun,
-öncesinde veya sonrasında namaz kılınmayan namazlar dışında- her farz
namazdan önce ve sonra dörder rekat namaz kılması müstehâb görülmüştür.
Bunların peşinden de Allah Tea-la'nm kendisine nasip ettiği kadar fazla namaz
kılar. Kuşluk vaktinde sekiz rekat kılması ve bunda sebat etmesi de
müstehaptır. Gücü yeterse bunları uzatarak kılabilir. Yorgun ise kısaltabilir.
Bir amel
üzerindeki devamlılık, ikinci bir amel sayılır ve amellerin en hayırlısı
olarak görülür. Allah Teala da böyle kullarını sevdiğini haber vermiştir. Eğer
zaman ve güç bulamazsa, devamlı şekilde dört rekat kılmalıdır. Güneş
batanından sonra akşam namazından önce iki rekat kılınması da bize göre mekruh
değildir. Nitekim Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir: Sahabenin ileri
gelenleri, akşam namazından önce, güneşin batmasından sonra iki rekat namaz
kılarlardı.
Übeyy b.
Ka'b (ra), Ibade b. Samit (ra), Ebu Zer (ra), Zeyd b. Sabit (ra) gibi
sahabenin büyükleri ve diğerleri bu namazı kılarlardı. Ibade (ra) ve diğerleri
şöyle demişlerdir: Müezzin akşam namazı için ezan okuduğunda sahabe ellerini
çabuk tutar ve iki rekat namaz kılarlardı. Yine onlardan bir zat şöyle
demiştir: Biz akşam namazının farzından önce iki rekat namaz kılardık. Bu
namaz, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinin kapsamına girmektedir: "Dileyen
her kimse için iki ezan arasında bir (nafile) namaz vardır"[63][63]
Ahmed b.
Hanbel (ra) bu iki rekatı kılar ve insanlardan gizlerdi. Bir defasında da
şöyle demiştir: insanların bu iki rekatı kılmadıklarını görünce onu (mescidde
kılmayı) bıraktım. Kişi bu namazı evinde veya insanların görmediği bir yerde
kılarsa daha güzel olur. Bize göre de müstehap olan böylesidir. [64][64]
[3][3] Benzer manada hadisler için b. Tirmizî, İlim/16; Ebu
Davûd, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/6; Dârimî, Mukaddime/16.
[9][9] Buharı, İman/41, Nikah/5, Itk/6; Müslim, İmaret/155;
Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fe-zailü'I-cihad/16: Nesa'î, Taharet/59
[10][10] Buhârî, îman/37; Müslim, îman/5-7; Ebu Davûd,
Sünnet/15; İbni Mâce, Mukaddime/9; îbni Hanbel, 1/27, 28, 51, 52 III/107, 426.
[12][12] İbni Mâce, Mukaddime/12; Bıılıârî,
Menakıb/25, Edeb/95; Müslim, Zekat/142, 148; îbni Hanbel, 111/56, 65, 353-355.
[13][13] Buharı, İman/5, 6, 20 îsti'zân/9; Müslim, İman/63, 65;
Ebu Davûd, Edeb/131; Nesa'î, îman/11, 12; İbni Mâce, Et'ıme/1; Dârimî, Rikak/4.
[14][14] Müslim, İman/100, 104; Buhârî, Mezalim/30, Eşribe/1,
Hudûd/1, 19; Ebu Davûd, Sünnet/15; Nesa'î, Kat'üt-tarîk/1, Kasame/49; İbni
Mâce, Fiten/3; DarimAi, Eşribe/11; İbni Hanbel, 11/317, 376.
[15][15] Buhârî, îman/3,
16 Edeb/77; Müslim,
İman/57-59; Ebu Davûd, Sünnet/14;
Tirmizî, 'Birr/56, 80.
[17][17] Buhârî, İman/5, 6, 20 îsti'zân/9; Müslim, İman/63, 65;
Ebu Davûd, Edeb/131; Nesa'î, 1
İman/11, 12; îbni Mâce, Et'ıme/1; Dârimî, Rikak/4.
[20][20] Buhârî, İman/24, Mezalim/17, Cizye/17; Müslim,
İman/106; Ebu Davûd, Sünnet/15; Tir-mizî, İman/14; Nesa'î, îman/20.
[22][22] Müslim, îman/58; Ebu Davûd, Sünnet/14; Tirmizî,
İman/6; îbni Mâce, Mukaddime/9; İni Hanbel, H/379, 445.
[23][23] Müslim, îman/58; Ebu Davûd, Sünnet/14; Tirmizî,
İman/6; îbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, H/379, 445.
[24][24] Müslim, Taharet/39, Cenaiz/103, 104; Ebu Davûd,
Cenaiz/79; Nesa'î, Taharet/109, Cena-iz/103; İbni Mâce, Cenaiz/36, Zühd/36;
İbni Hanbel, 11/300, 375, 408 V/353, 360
[32][32] Buhârî, Talak/11, Hudud/22; Ebu Davûd, Hudud/17;
Nesa'î, Talak/21; İbni Mâce, Talak/15; Dârimî, Hudud/1; tbni Hanbel, 1/118,
140, VI/101
IV/80, 82, V/183.
[41][41] Buhârî, Cenaiz/2, Mezalim/5, Nikah/71, Eşribe/28;
Tirmizî, Edeb/45; Nesa'î, Cenaiz/52, ~X4. îbniMâce, Cenaiz/1; İbni Hanbel,
V/273
Ebû Tâlib el-Mekkî,
Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 452-455.
[43][43] Müslim, Taharet/56; Ebu Davûd, Taharet/29; Tirmizî,
edeb/14; Nesa'î, Ziynet/l; îbni Mâ-ce, Taharet/8; îbni Hanbel, IV/264, VI/138.
[46][46] Müslim, Taharet/52-55; Buharı, Libas/64; Tirmizî,
edeb/18; Nesa'î, Taharet/14; İbni Han-bel, II/1C, 52, 229, 239, 283, 356, 365,
387, 410, 489.
[48][48] Buhârî, isti'zân/51, Libas/63, 64;
Müslim, Taharet749, 50, 56; Ebu Davıid, Taharet/29, Te-reccül/16; Tirmizî,
Edeb/14; Nesa'î, Taharet/8-11, Ziynet/l, 55, 56; İbni Mâce, Taharet/8;
Muvatta', Sıfatü'n-Nebi/3; İbni Hanbel, 11/118, IV/264, VI/138
[54][54] Saçların yağlanmasıyla ilgili hadisler için b. Buhârî,
Cum'a/19, 6; Nesa'î, Hac/42; Dâri-mî, SaIat/191; Muvatta', Cum'a/18; İbni
Hanbel, V/438, 440, VI/236.
[63][63] Buhâri, ezan/11, 16; Müslim,
Müsafirûn/304; Ebu Davûd, Tatavvu'/ll; Tirmizî, Salat/22; Nesa'î, Ezan/39;
İbıüMace, İkâmet/110; Dârimî, Salat/145; İbni Hanbel, IV/86, V/54, 56, 57.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar