Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 11








Allah Teala buyurdu ki: Ey iman edenler! Akidlere vefalı olun". (Maide/1); "Fakat bilerek yaptığınız/akdettiğiniz yeminlerden ötü­rü sizi sorumlu tutar". (Maide/89); "Hata ettiklerinizden ötürü si­zin üzerinize günah yoktur. Fakat kalplerinizin kasdettikleri ha­riç". (Ahzab/5); "Ama sizi kalplerinizin kazandıklarından ötürü so­rumlu tutar". (Bâkara/225)
Kalplerin kasdettiği ve kazandığı şeyler, kalbin akid ve amelle­ridir. Kalbin akidleri; halefin seleften naklederek aktardığı, ittifak edilmiş bir sünnettir. Müminlerden hiçbiri, bu akitler üzerinde ih­tilaf etmemiştir. Bunlar onaltı adet olup sekizi dünyada farz, seki­zi de ahirette vuku bulacak hususlardır.
Dünyada farz olan akidlere gelince, öncelikle kulun şuna itikad etmesi gerekir:
İman, söz ve fiildir. İman, ibadet ve taat ile artar, günahla eksi­lir. İlimle kuvvetlenip cehaletle zayıflar. Kur'an-ı Kerim, Allah Te-ala'nın Kelamı olup yaratılmış değildir.
O'nun kadim ilmi, sıfatlarından biridir. O, Zatı ile Kelam sahi­bidir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, Allah Teala'ya O'ndan sadır olan şeyler arasında O'nun Kela­mı kadar başka hiçbir şeyle yaklaşamaz".
İbni Abbas'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ali (kv) Sıffîn savaşında şöyle dua etti: Ey Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd! İntikam gerekti­ren günahlardan Sana sığınırım. Nimetleri değiştiren günahlardan Sana sığınırım. Haramları ihlal eden günahlardan da Sana sığını­rım. Göğün yağmuruna mani olan günahlardan da Sana sığınırım.
Düşmanları devlet sahibi eden günahlardan da Sana sığınırım. Bize zulmedenlere karşı bize yardım et.                                            
Dahhak b. Müzahim şöyle dedi: Ali (kv) bu duayı her zor zamanda okurdu. Allah Resulü'nden (sav) de bu manada, 'Allah'ın bütün kelimelerine ve bütün isimlerine sığınırım' şeklinde dualar ettiği rivayet edilmiştir. Yine O, "Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım" di­yerek de dua etmiştir.
Bütün bunlar, Allah Teala'nın Kelam ve isimlerinin O'nun sıfat­ları oluşuna delalet etmektedir. Ali'den (kv) hakem hadisesinden sonra Hariciler'in tepkisiyle ilgili şunlar nakledilmiştir: Onlar, 'Al­lah'an dininde mahlukattan hakem olur mu?' dediklerinde şöyle ce­vap vermiştir: 'Allah'a yemin ederim ki hiçbir mahluku hakem tut­madım. Ben ancak Kuran'ı hakem tuttum'. Ebu Bekir-i Sıddık (ra) da Müseyleme'nin uydurduğu kitabı duyunca şöyle demiştir:"Al-lah'a yemin ederim ki o, ne Allah Teala'dan, ne de takva sahibi bi­rinden sadır olmuştur".
Bu rivayetler de, Kur'an-ı Kerim'in mahluk yani yaratılmış ol­madığına delalet etmektedir. O, Allah Teala'dan sadır olmuş ve O, bu kelamı tekellüm etmiştir. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyur­muştur: "Sizin hakkınızda ne and, ne de anlaşma gözetmezlerdi".
(Tevbe/8)
Bu konuda Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Kelamı'mn diğer sözlere üstünlüğü, Allah Tea­la'nın mahlukata üstünlüğü gibidir"[1][1]Çünkü Allah'ın Kelamı O'ndan sadır olmuştur.
ibni Mesud'un (ra) mushafında şu lafzı gördüm: "Ey Musa, seni risaletlerim ve Kelamım ile diğer insanlara üstün kıldım". Bu da ancak Allah Teala'nın bizatihi konuşması ile mümkün olabilir. Çünkü O, şöyle buyurmuştur: "Ve Allah Musa ile konuştu". (Ni­sa/164) Dil bilginleri şöyle demişlerdir: Masdarın fiille birlikte kul­lanılması, fiilin yüzleşme yoluyla gerçekleştiğini gösterir. Fiilin emr veya mecaz anlamına taşınması sözkonusu olmaz.
Rivayetlerde sabit olan sıfatlarla ilgili haberleri de teslim et­mek gerekir. Bunları başka manalara yormak, tevil etmek, akıl ve kıyas yoluyla teşbihte bulunmak doğru değildir. Bunları gören kul,isim ve sıfatların mana ve hakikatleriyle Allah Teala'ya ait olduğu­na inanmalı, teşbih ve uyarlamayı reddetmelidir. Çünkü o sıfatlar­la vasfedilen Allah Teala'ya denk bir varlık yoktur ki kendisine benzetilebilsin. Emsali yoktur ki tür/cins olarak belirtilebilsin.
Biz teşbih ve benzetmede bulunamayız. O'nu ancak sıfatlarla vasfederiz. Misal getirmeyip olduğu gibi bilir, başka şeylere uygun hale sokmaya çalışmayız. Allah Teala'nm sıfatlarıyla ilgili bilgile­rin reddi, İslam Şeriati'nin batıllığım gerektirir. Çünkü herşeyden önce bu bilgileri nakleden kimseler, şeriatin diğer esaslarını ve imanın hükümlerini de nakletmiş kimselerdir.
Şeriatle ilgili nakillerde adil görüldüyseler, adil ravinin diğer nakillerini de kabul etmek gerekir. Eğer sıfatlarla ilgili nakillerde yalancı iseler, diğer nakillerinin de tamamıyla yalan sayılması ge­rekir. Allah Teala hakkında yalan söylemek küfürdür. Hal böyle olunca bir kafirin şahitliği nasıl kabul edilebilir?
Sıfatlarında ziyadede bulunmak suretiyle Allah Teala'ya yalan isnad etmeleri mümkün olan kimselerin şeı^i hükümlerde Allah Resulü'ne (sav) yalan isnad etmeleri daha muhtemeldir. Bu ise, şe­riatin iptali, Sahabe ve Tabiun'a mensup ravilerin tekfiri demektir. İşte bu nedenle sıfatlarla ilgili hadisleri reddeden kimseler kafir sayılmıştır.
Müslümana düşen; Sahabe ve Ehli Beyt'in üstünlüğüne inan­mak, onlar arasında çıkan ihtilaflar hakkında susmak, iyilik ve fa­ziletlerinin yayılmasına katkıda bulunmaktır.
Kalplerimizin onlara ısınması için böyle davranmak gerekir. Yaptıkları fiilleri onlara teslim ve havale etmemiz gerekir. Çünkü onlar, ilim bakımından bizden daha güçlü ve üstündürler. Herbiri ilim ve akıl bakımından kendine uygun gelenle amel etmiş ve içti­hadının gereğini yapmıştır.
Onlardan bazıları, diğer bazılarından daha bilgili olduğu gibi, bazısı da bazısından faziletlidir. Ama bizim ilimlerimiz ve yetersiz akıllarımız, onların en alttakinden dahi daha az ve zayıftır. Onlar, birtakım meziyetlerle de bizden üstün kılınmışlardır. Allah Teala ve Resulü'nün (sav) öne geçirdiği kimseler, elbette daha ileride ola­caklardır. Allah Teala'nm hidayet üzerinde birleşmelerini temin et­tiği müslümanlar, bu nokta üstünde icma etmişlerdir.
Allah Teala, Resulü'ne (sav) de onların üstünlük ve şereflerini bildirmek suretiyle dalalet üzerinde bir araya gelmeyeceklerini ta­ahhüt etmiştir. Nitekim Allah Resulü (sav), 'Kendinden sonra halef bırakmayacak mısın?' diyenlere "Size bir halef bırakmıyorum. Sizi Allah'a emanet ediyorum. Eğer O, sizin için bir hayır dilerse, pey­gamberinizden sonra sizi en hayırlınız üzerinde birleştirir" buyur­muştur.
İbrahim en-Neha'î (ra) dedi ki: Hasan b. Ali (ra) emri Muavi-ye'ye teslim ettiğinde o yıl "Cemaat Yılı" olarak adlandırılmıştı. Şi-ilerden bir kişi, Hasan'a (ra) 'Ey müslümanları zelil eden' diye hi­tap ettiğinde o şu karşılığı vermiştir: Bilakis ben müslümanları aziz kılanım. Ben, babamın şöyle dediğini duydum: Muaviye'nin emirliğini çirkin görmeyin. Çünkü bu iş benden sonra ona geçecek­tir. Eğer emri yitirirseniz, kılıçların omuzları karpuzlar gibi yar­dıklarını görürsünüz.
Müslüman, Sahabe'nin imametine rıza gösterdiği kimseye kal­ben inanmalıdır. Onlar, o şahsın imameti üzerinde ittifak etmişler­dir. Şura ehli imamlar da, onun öncelik sahibi oluşu üzerinde hem­fikirdirler.
"Tafdil" yani üstünlük konusunda İbni Ömer'in (ra) rivayet etti­ği hadis de buna dayanak olmuştur. O dedi ki: "Biz, Allah Resu­lü'nün (sav) devrinde Ebu Bekir (ra), sonra Ömer (ra), sonra Os­man (ra) derdik. Bu söz, Allah Resulü'nün (sav) kulağına gittiğin­de asla yadırgamamıştır. İbni Ömer'in (ra) azatlı kölesi Sefme'nin rivayet ettiği hadis de bunu göstermektedir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Hilafet, benden sonra otuz yıldır. Ardından saltanat olur" [2][2]
Peygamberin (sav) halifeleri ve malum on sahabinin imamları, muhacir ve ensarm gözdeleri ve ashabın en seçkinleridir. Bu rae-yanda Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Allah Teala ashabımı seçerek alemlere üstün kıldı. Ashabım­dan da dört kişiyi seçti ve onları ashabımın en hayırlıları kıldı. As­habımdan her birinde bir hayır vardır. Ümmetimi de diğer ümmet­ler arasından seçti. Ümmetimden de dört nesli seçti. Her nesil yj t-nıiş senedir".
Bizler tâbi olan ve izleri arayarak onlara uyan bir topluluğuz. Kendi akıl ve görüşümüzle bidatler çıkarıp hayrı ona dayandıra­nlayız. Çünkü Sahabe'nin üstünlüğü meselesinde kıyas ve reye yer yoktur. Üstünlük/tafdîl konusu, icma yoluna uyarak teslimiyet üzere değerlendirilir.
Bu konuda Allah Resulü'nün (sav) hadisine muhalefet ederek aykırı düşmekten ve bidat çıkartmaktan sakınmak gerekir. O, bu­nu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Benim sünnetime ve benden sonra hidayet rehberi raşid halifelerin sünnetine uyun. Ona azı dişlerinizle sarılın. Ayrı düşen ateştedir [3][3] Allah Teala buyurdu ki: "Kim müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu saptığı yol­da bırakır ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Sahabe ve halifelerin üstünlük sıralaması, akla ve kıyasa ters düşer gibi görünmesine rağmen nübüvvet ve risaleti teyid edici ni­teliktedir. Bunun sebebi, nübüvvetin saltanatla karıştırılmaması ve Peygamber'in (sav) hilafet konusunda kralların ve imparatorla­rın yoluna meyletmesinin engellenmesidir.
Nübüvvet krallığa ters olduğu gibi, hilafet de kraliyete aykırı bir yoldur. Kralların usulünde oğulların ve aile bireylerinin veli­ahtlığı sözkonusudur. Eğer sahabenin tafdîli konusunda akıl ve kı­yasın rolü olsaydı, Allah Resulü'nden (sav) sonra insanların en ha­yırlısı, torunu Hasan (ra) olurdu. Çünkü peygamberlik onun soyun-daydı. Sonra da Abbas (ra) olurdu. Onda da babalık sözkonusuydu.
Ama Sahabe, bunun tam aksi üzerinde ittifak etmiştir. İnsanla­rın akıllarının alamayacağı ve kalplerinin benimseyemeyeceği bir şey de Ebu Kuhafe ve Ebu Süryan'm müslüman olarak ölmeleridir. Halbuki Peygamber'in (sav) babası ve amcası müşrik olarak ölmüş­lerdi. Bütün ravi ve tarihçiler o ikisinin şirk üzere öldükleri nokta­sında müttefiktirler.
Nitekim bu meyanda şu hadis nakledilmiştir: "Mekke'nin fetih yılı Ebu Bekir'in (ra) babası Ebu Kuhafe Allah Resulü'nün (sav) hu­zurunda müslümanlığı kabul etmişti. Ebu Bekir (ra), Resul'e (sav) şöyle dedi: Ey Allah Resulü, Ebu Talib'in müslüman olması, baba­mın müslüman olmasından daha sevimli gelirdi. Böylelikle sen de
huzur bulurdun. Onun bu sözleri üzerine Allah Resulü (sav) ağla di". Sözkonusu dört halifenin sıralaması, Allah Teala'nm sabık il minde onlar için takdir ettiği ömürler dikkate alınarak yapılmıştu Dördünün halife olabilmesi için bu sıralamadan başka bir yol mev cut değildi. Onların hilafet bakımından sonuncuları, vefat tarih bakımından da sonuncuları olmalıydı. Çünkü Allah Teala onların ecellerini bilmekteydi.
O, kendilerine vaadettiği hilafeti nasip ederek önceki halifele gibi onları da yeryüzünde Peygamberi'nin halifeleri kılmıştır. On lara, kendileri için razı olduğu Din'i ve endişelerinin ardından gü venlik duygusu bahsetmiştir. O, vaadinde sadık olandır. Kim ahdi ne Allah Teala'dan daha fazla bağlıdır. Bu, aynı zamanda şu ayet-kerimenin de açıklamasıdır: "Allah, sizden inanıp salih amellerd bulunanlara vaadetti ki onlardan öncekileri nasıl halife kıldıysi onları da yeryüzünde halife kılacaktır". (Nur/55)
Müslüman, hilafetin Kıyamet gününe dek Kureyş'e mahsus ol duğuna inanmalı, imamlara karşı kılıç çekmemeli, onlardan kay naklanan zulümlere karşı sabırlı olmalı, adalet ve iyiliklerine şük retmeli, iyilik ve takva gereği emrettiğinde ona itaat etmeli, ecel gelinceye veya günahkar bir el onu öldürünceye kadar bu şekild davranmalıdır.
Alimimiz Ebu Muhanımed Sehl (ra) bu hususta şöyle demiştii Bu ümmet, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi helak olacak tır. Bunların tamamı, sultana buğzedenlerdir. Bir fırka kurtulacal ve o da sultanın yanında yer alacaktır. Başka bir vesilede de 'İnsan ların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştii Sultandır. Bunun üzerine, 'Biz, sultanı insanların en kötüsü bilir dik' denilmiştir. O da şu açıklamayı yapmıştır: Durun bakalım, Al lah Teala'nm hergün iki nazarı olur. İlk nazarı, müslümanlarıi malları ve canlarının selamette olup olmadığıdır. Diğer nazarı ise, onların fikirlerinin selametidir. O, sultanın defterine bakar v onun günahlarını bağışlar.                                      _         .           _
Yine Ebu Muh'ammed şöyle demiştir: Sultan salih biri değils Abdal zümresindendir. Eğer salih bir zat ise, dünyanın üzerind (döndüğü kutubdur. Onun, 'Abdal zümresindendir1 ifadesinin anla ıı, dünyanın abdalından olduğu şeklindedir.
Cafer b. Muhammed es-Sadık'tan (ra) da şu sözü rivayet emiş­lerdir: Dünyanın abdalı, mevkilerine göre yedi kişidir: Abidler, alimler, tacirler, halife, vezir, ordu komutanı, zabıta amiri ve kadı. Bunun teyidi de Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadistir: "Adil imamın bir anlık adaleti, altmış sene ibadetten daha hayırlı­dır". Denir ki: Adil imamın tartısına, tebaasının amelleri de ilave edilir. Amr b. As şöyle demiştir: Katı bir imam, sürüp giden bir fit­neden daha hayırlıdır.
Allah Resulü (sav) de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Üzeri­nizde ifsad emirler olacaktır. Allah Teala onlar ile çok İslah etmez. Eğer iyi davranırlarsa ecirlerini alırlar ve size de şükretmek düşer. Eğer kötü davranırlarsa, veballerini yüklenirler ve size de sabret­mek düşer". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Maruf görmediklerini söyler, münker gördüklerini yaparlar". Bir diğer rivayette ise şu lafız geçmektedir: "Kendilerine emredil-meyenleri yaparlar. 'Onlarla savaşacak mıyız?' diye sorduk. Allah Resulü (sav) 'Hayır, namaz kıldıkları sürece savaşmayın'buyurdu".
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Bir sultanın imametini inkar eden kimse zındıktır. Sultan çağırdığı halde icabet etmeyen kimse bidatçıdir. Onun daveti olmaksızın gelen de cahildir. Yine o, başka bir vesilede şöyle demiştir: Onların kapılarına asılı kara tah­talar, müslümanlar için mescidde hüküm veren yetmiş kadıdan da­ha faydalıdır.
Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: Sultan salih olduğunda, üm­metin salihlerinin en hayırhsıdır. Fasık ise, ümmetin salihleri on­dan daha hayırlıdır. Bu adil bir sözdür. Kıble ehlinden hiçbiri, bir günah sebebiyle tekfir edilemez. Ne kadar ağır da olsa, hiç kimse başka birini cennete ya da cehenneme koyamaz. Ancak onun için ricada bulunabilir veya endişe edebilir.
Büyük günahlarda ısrar eden biri, tevbe etmeksizin öldüğünde Allah Teala'nın iradesine teslim olur. Allah Teala onunla ilgili teh­didini tatbik ederse adil davranmış, affederse kendi hakkından fe­ragat edip lütufta bulunmuş olur. Bu konuda Allah Teala adına ke­sin hüküm veremeyeceğimiz gibi kendi adımıza da O'na hiçbir hü­küm dayatamayız. Biz O'nun adalet ve lütfü arasında dururuz. O, irade ve tercihi ile azap vaadim gerçekleştirebileceği gibi bağışla-
yabilir de. Çünkü O, takva ve mağfirete layık olandır. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah Teala, ameli sebebiyle sevap vaadettiği kimseye vaadini gerçekleştirendir. Bir fiilden dolayı ceza ile tehdit ettiği kimse hak­kında ise tercih sahibidir".
Konuyla ilgili başka bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav) 'Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası ebedi cehennemdir' ayet sorulduğu zaman şöyle buyurmuştur: Eğer Allah Teala ceza-landırırsa, cezası cehennem olur".
Allah Teala'nın her kazasında eşsiz bir hikmet, adalet, sadık bir hüküm ve hakkaniyet mevcuttur. Müslüman, Allah Teala'nın bü­tün takdirlerini, hayrını ve şerrini tasdik ederek bunların hepsinin de Allah Teala'dan geldiğine ve O'nun ilminde önceden varolduğu­na, yarattıklarıyla ilgili hükümleri gereği cereyan ettiğine inanma­lıdır. Onları masiyetten engelleyen, yalnız O olduğu gibi, itaat et­meye muktedir kılan da rahmeti gereği yine O'dur. Onlar kendile­rine yüklenenlere ancak O'nun sayesinde güç yetirebilir, Allah Te­ala'nın müdahelesi olmaksızın kendilerine ne bir yarar, ne de zarar getiremezler. Allah Teala'nın kudretine, O'nun mülkündeki ayetle­rine ve haberlerde zikredilen gaybi melekûtuna, bu meyanda veli-f lerine ikramına gevdiklerine icabetine, sıddıklarla salihlere izhar ettiği kudretine iman ederiz.
O, onların imanlarım arttırmak, yakinlerini pekiştirmek, ikram ve teşrifte bulunmak için bunları yapabilir. Bütün bunlarda pey­gamberlerin nübüvvetlerinin iptali ve onların delillerinin zayıfla­tılması sözkonusu değildir. Herşeyden önce bunlar, peygamberlere muhalif olan ve onları inkar eden kimseler değildir. Kendilerinden zuhur eden şeylerin, kendi güçleriyle oluştuğunu iddia etmedikleri gibi insanları da kendilerine davet etmemiş, bu ayrıcalıklarım kul­lanarak gösterişe sapmamışlardır.
Onların durumu, Allah Teala'nın kendilerine nasip ettiği melkût sırlarının bir kısmının keşfedilip açılmasından başka birşey  değildir. Allah Teala onları dilediği şekilde sırlara muttali kılmış ve dilediği yerde gaybi kudretine vakıf kılmıştır. Bunu da onlar için dilediği tahsis ve tarif gereği yapmıştır. Onlar da peygamberlere tâ­bi olan kimselerdir. Onların kardeşleri durumundadırlar. Onların emsalleri veya benzerleri değillerdir. Sahabe ve tabiunun seçkinlerinden onlarla ilgili birçok haber tevatür yoluyla rivayet edilmiştir. Bu tevatür de bizi konuyu tartışmaktan müstağni kılmıştır.
Ahirette vaki olacak sekiz husus ise şunlardır: Kul, Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgulamasına inanmalıdır. Bu iki melek, ruh ve beden olarak kabre yatan müslümana tevhid ve risalet hak­kında sorular soracaktır. Bu, müminin karşılaşacağı son imtihan­dır. O iki melek kabir imtihanıdır. Allah Resulü (sav) de bunu ifa­de eden hadisler buyurmuştur. Allah Teala'mn şu ayet-i kerimesi de bu manadadır: "Allah iman edenleri dünyada ve ahirette sabit söz ile pekiştirir". (İbrahim/27) Bu ayetin tefsirinde 'yani Münker ve Nekir'in sorgusunda' denilmiştir. Allah Teala zalimleri saptırır. O, dilediğini yapandır.
Kabir azabı hak, hikmet ve adalet gereği olup hem ruh, hem be­den, hem de nefse yöneliktir. Bu üçü, nimetten yararlanmada ortak oldukları gibi taatte de ortak olurlar.
Bunlar, ahiret hükümleriyle ilgili hususlar olup Allah Teala'nm kudreti sayesinde cari olurlar. Akıl ve mantığın bunları kavraması mümkün değildir. Allah Teala, azabı da nimetleri de hem ruh, hem de bedene yöneltir. Onların dağınık bulunmasısonucu değiştirmez. Azap ve nimette birleşirler. Allah Teala'nm kudreti için mesafe, sı­ralama, uzaklık ve zamanlama sözkonusu değildir.
Kul, iki kefesi ve bir dili olan mizana inanmalıdır. Mizan yani terazi de, hak, adalet ve hikmet gereği olup ayrıca lütuftur. Onun ne büyük olduğunun tavsifi, gökyüzü ve yeryüzü tabakalarının bu terazide amellerle birlikte tartılmasından anlaşılmaktadır. Bu te­razi, Allah Teala'nm kudretiyle çalışmakta ve adalet için zerre ve hardal tanesini dahi ihmal etmemektedir. Zulüm taşıyan kaybede­cektir. Hasenat, güzel bir surette terazinin nur kefesine konuldu­ğunda terazi Allah Teala'nm rahmetiyle ağırlaşacaktır. Kötülükler de kötü bir surette terazinin zulmet kefesine konulacak ve terazi­nin kefesi Adl-i İlahi gereği hafifleyecektir.
Kul, Sırat'm hak olduğuna da inanmalıdır. Sırat, hadislerde an­latıldığı biçimde, kıldan kılıçtan ince ve daha keskindir. Cennetlik­ler ve cehennemlikler, gidecekleri yere bu köprüden yürüyerek ula­şacaklardır. Müminlerin ayakları, Allah'ın kudretiyle sabitleştirilecek ve Sırat onları cennete taşıyacaktır. Münafıkların ayakları ise O'nun hikmeti gereği kayacak ve cehennem çukurlarına düşecek­lerdir. Sırat, cehennemin bulunduğu zemin üstünde Allah'ın izniy­le duran bir köprüdür. Onu geçen Allah'ın rahmetiyle cehennem­den kurtulacaktır. Onda ayağı kayan ise, Allah'ın hikmeti gereği cehenneme yuvarl anaç aktır.
Kul, hesabın yapılacağına ve insanların farklı şekillerde hesaba çekileceklerine de inanmalıdır. Kimi insanların hesabı kolay olur­ken, kimileri de hesaba çekilmeksizin cehenneme atılacaktır. Onlar kafirlerdir. İmamımız Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Allah Teala peygamberlere risaletin tebliğini sorarken, inkar edenlere de peygamberleri niçin yalanladıklarını sorar. Bidatçılara sünneti so­rarken, müslümanlara da amellerini sorar. Bizim kanaatimiz de aynı yöndedir.
Kul, Allah Teala'yı göz ile görmeye de inanmalıdır. O'nun huzu­runda perde ve örtüler kaldırılacak ve O'nun kudret ve iradesi, nu­ru ve rahmeti sayesinde Zatı'na bakılacaktır. Bu, O'nun dilediği şe­kilde gerçekleşecektir. Şu ayet-i kerime de bunu teyid etmektedir: "İhsanda bulunanlara en güzeli ve fazlası vardır". (Yunus/26) B radaki 'hüsnâ=en güzel' cenneti, 'fazlası' ise Allah Teala'yı görmeyi ifade etmektedir. Allah Resulü (sav) de ayeti bu şekilde tefsir etmistir.
Müslüman, cehennemde cezasını çeken nıuvahhidlerin azaptan sonra çıkarılarak cehennemde hiçbir muvahhidin kalmayacağına da inanmalıdır. Bu, Allah Teala'nm lütfü gereğidir. Peygamber ve sıddıklarm şefaat edeceklerine her müminin de şefaat hakkı bulunduğuna iman etmelidir. Onlar bu hakkı, Allah Teala'nm izniyle kullanacaklardır. Peygamberler, sıddıklar, alimler, şehidler ve müminlerden her biri gücü ve mevkiisine göre şefaatte bulunacaklardır. Raviler bu konuda Allah Resulü'nden (sav) it-&  tifakla rivayette bulunmuşlardır. Muvahhidlerin cehennemden çı­karılışı hususunda da ittifak edilmiştir.
Bunlar, cehennemlikler olarak bilinen ve onun en üst tabakası­nı oluşturan kimselerdir. Bu manada Allah Teala şöyle buyurmuş­tur: "İnkar edenler, 'Keşke müslüman olsaydık' diye arzu ederler". (Hicr/2) Tefsir ehli bu ayet-i kerimenin tefsiriyle ilgili olarak şunla-
rı söylemişlerdir: Muvahhidler, cehennemden çıkartılırken inkar edenler böyle bir tutum içinde olurlar. Kalanlar, rahmet sahipleri­nin en merhamitlisinin iradesine bağlı olarak orada kalırlar. Çı­kanlar da, O'nun iradesi, rahmetinin genişliği ve lütfunun eseri olarak oradan çıkarlar. Çıkamayanlar, şefaatçilerin şefaat etme­dikleri, peygamberlerin şefaat dilemedikleri kimselerdir. Allah Re­sulü (sav) de bu meyanda hadisler irad etmişlerdir.
Bütün bunlar, hidayet rehberi sünnetin ve razı olmuş ümmetin yolunun belirlediği akaiddir. Müminlerin selefi bunlar üzerinde ic-ma etmişlerdir. Onların hiçbirinden bunun aksi nakle dilmediği gi­bi, Allah Resulü'nden (sav) de bunların zıddında bir hadis rivayet edilmemiştir. Aksine bunları teyid eden sayısız hadis ve haber nak­ledilmiştir. Allah Teala da Selef-i Salih'in sünnet üzere ittifakları­nı taahhüt etmiştir. Tıpkı dinini, bütün dinlerin üstünde izhar et­meyi taahhüt ettiği gibi.
Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala bana taahhüt etti ki -başka bir lafızda ba­na bahşetti ki- ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmeyecektir. Bir ihtilaf gördüğünüzde çoğunlukla beraber olun"[4][4]
Hadiste geçen "sevâd" kelimesi, çoğunluğu ifade etmek için kul­lanılan bir kelimedir. İhtilaf edenler dahi "sevâd-ı a'zam"m yani büyük çoğunluğun, müslümanlarrn umumunu ifade ettiği husu­sunda hemfikirdirler.
Bidat ehli ve muhalifler ise, daha önce belirttiğimiz gibi bir ta­kım fırkalar ve küçük gruplardır. Onlar dağınık cemaat ve hizipler­dir. Her bidatçi bir fırkayı, her küçük grup bir ihtilafı temsil eder. Sevâd-ı A'zam denilen kahir ekseriyet ise, Ehl-i Sünnet ve'1-Cema-at'in teşkil ettiği büyük topluluktur. Onlar geneli ve ekseriyeti oluştururlar. İşte bu nedenledir ki Ömer b. Abdülaziz (ra) ve onun gibi salihler şöyle derlerdi: Bizim dinimiz, yaşlıların, mektep ço­cuklarının ve bedevilerin dinidir. Yani genelin sahip çıktığı kuvvet­li dindir. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin bulunduğunuz hal üzere olan kimseler İslam Üm­meti, muhtelif fırkaların ihdas ettiği şeylerin Sahabe ile alakası bulunmadığı hususunda icma etmiştir.
Sahabe bu konularda asla konuşmamış ve onlardan buna dair hiçbir haber nakledilmemiştir. Çünkü onlar yukarıda zikrettiğimiz esas üzere yaşamaktaydılar. Onlar ihtilafları değil, uzlaştıkları hu­susları naklederlerdi. Hicret'in ilk iki asrında yapılan rivayetler bu niteliktedir. Üçüncü asrın bir kısmı ile dördüncü asırda sözettiği-miz ihtilaflar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Amr b. Dinar, Eyyub ve Hammad b. Zeyd'e Mürdilik ve Cehmi-ye mezhebi hatırlatıldığı zaman şöyle derlerdi: Kendisinden daha yaşlı olduğum böyle bir din anlayışına Allah lanet etsin! Çünkü on­lar, böyle bir din anlayışının çıkacağını ve bidaçilerin bunlara sarı­lacaklarını çok önceden bilmekteydiler.
Tevfık ve hidayetinin güzelliğinden dolayı göklerin ve yerin Rab-bi'ne hamdolsun. Allah bize hidayeti nasip etmemiş olsaydı, hidaye­te eremezdik. O'nun üzerimizdeki nimeti sünnet ile, İslam iledir. O'nun bize Resulü (sav) ile nimette bulunması marifetiyle in'amda bulunması gibidir. Çünkü O'na itaat, Allah'a itaattir. Ayrıca Kita-bı'nı anlamak da Resulü'nün (sav) sünnetinin izahına muhtaçtır.
Ömer (ra), Allah Resulü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Şeytan tek kişi iledir. O, iki kişiden uzak durur. Sizin tek başınıza hareket edeniniz, koyunun tek başına hareket edeni gibi sürüden ayrılan ve uzaktakine tabi olandır. Her kim cennete girmek ister­se, cemaatten ayrılmasın. Her kira cemaatten ayrılırsa, cehennem­dedir".
Ebu Galib, Ebu Ümame'yle ilgili şu hadiseyi nakletmiştir: O, Basra'dan getirilen ve dallara geçirilmiş Harici kellelerine baktı ve şöyle dedi: Göğün altında olabilecek en kötü Ölüler! Onların öldür­dükleri de en hayırlı ölülerdir!
Ardından onlar için 'Cehennemin köpekleri!' dedi. Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Kalplerinde eğrilik bulunanlara gelince on­lar, fitne çıkarmak maksadıyla şüpheli şeylere yönelirler". (Al-i Im-ran/7) Ardından da şu ayeti okudu: "Bazı yüzlerin ağardığı, bazı yüzlerin de karardığı gün, yüzleri kararanlara: İman etmenizden sonra inkar ettiniz ha!' (denilir)". (Al-i îmran/106) Ve parmağıyla onları işaret etti. Bir süre ağladı.
Kendisine şöyle dedim: Ey Eba Ümame, onlar hakkında bütün bunları söyledikten sonra bir de ağlıyor musun?! Bana şöyle ded :
Allah, şu insanları bu hale düşüren İblis'i kahretsin ey Eba Galib! Bunlar da bizim dinimiz üzereydiler. Şu karşılaştıkları hal için ağ­lıyorum. Bunlardan senin beldende de çoktur. Seni onlardan Allah adına sakındırırım. Bunu üç kez söyledi. Ben de 'Amin' dedim.
Sonra da şunu sordum: Ey Eba Ümame, bu görüşünden önce Al­lah Resulü'nden duyduğun veya gördüğün bir bilgi var mıdır? Bunun üzerine üç kez şöyle dedi: Eğer öyle yaparsam, cüretkârlıkta bulun­muş olurum. Ben Allah Resulü'nün (sav) üç dört kez şöyle buyurdu­ğunu işittim: "Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya bölündüler. Benim üm­metim de onlardan bir fazla fırkaya bölünecek ve çoğunluğu dışında hepsi de cehennemde olacaktır". Yanımızda bulunan bir adam şöyle dedi: Ey Eba Ümame, falan oğulları Sevâd-ı A'zam içinde midir?
O da şu cevabı verdi: Eğer böyle yaparlarsa yüklendikleri (gü­nahlar) onlara düşer, sizin yüklendiğiniz de size düşer. Cemaat bö­lünmeden, itaat ise masiyetten daha hayırlıdır. Ardından yine kel­lelere baktı ve şöyle dedi: Bize öfke besleyen ve bizi katledenler bunlar mı? İşte Hariciler'in başları! Harure'de müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib'e isyan edenler! Onlar bidat ehlinin boynuzlarıdır.
İslam'da çıkarılmış ilk bidat de budur. Bunlar boyunlarında ve seccadelerinde taşıdıkları mushafları, alınlarının içinde olduğu gi­bi okuyan karilerdi. Hatta bu yüzden hakemlerin yetkisini redde­derek Ali'den (kv) hükmü bozmasını ve rücu etmesini isteyip "Al­lah'tan başka hüküm (sahibi) yoktur" dediler. Sultanın emrini çiğ­neyip imama isyan etmeyi doğru gördüler. Osman'ı (ra) tekfir edip onu katleden Mısırlı sefilleri tasvip ettiler. Ali'den (kv) de kendi gö­rüşlerine uymasını ve nevalarında kendilerine tabi olmasını istedi­ler. Eğer isteklerine uyarsa onunla beraber müslümanlarla savaş­mayı taahhüt ettiler. Onun yanında savaşmak için hakemlerin tah­kiminden rücu etmesini şart koştular. Büyük günah sahiplerini de kafir ilan ettiler.
Ali (kv), Allah Teala'nın kendisine gösterdiği hakkı ve Resu­lü'nün (sav) kendisine emanet ettiği sorumluluğu gördü. Buna gö­re de dinden çıkanlarla savaşmayı doğru buldu. Onlarla savaşarak büyük bölümünü öldürdü. Onların tamamı cehennemdedir. Onlar­la savaşan Ali (kv) ve arkadaşları ise, yeryüzünün en hayırlıları olarak cennete gireceklerdir.
Hariciler'in dalaletteki önderleri ve askeri komutanleri ise Ab-; dullah b. el-Keva idi. Bu şahsın tek gözü kördü. Ali (kv), bu sapık- j lığa düşmesinden önce de onun hakkında kötü düşünüyor ve ona kızıyordu.                                                                                        
Abdullah, altı bin taraftarı ile Ali'ye (kv) isyan etti. Ali (kv) de,! onlarla görüşmek ve delilleri ortaya koymak üzere Abdullah b. Ab-: bas'ı (ra) elçi olarak gönderdi. Hariciler, Ibni Abbas'a (ra) ağır söz-î ler sarfedip çirkin hareketlerde bulundular. Onları böyle davran-ı maya sevkeden, Abdullah b. el-Keva idi.                                         
İbni Abbas (ra) meclislerine girerek kendilerine hitap etti ve şöy-İ le dedi: Beni böyle mi tanıyorsunuz? Ama ben sizi Allah Teala'nıni haklarında şöyle buyurduğu kavimden olarak görüyorum: "Bunu. sadece tartışma için ortaya attılar. Doğrusu onlar, kavgacı bir top-j luluktur". (Zuhnn758) Bu konuşmadan sonra bazıları îbni Abbas'nu (ra) yanına giderek işin içyüzünü sordular. O da kendilerine hakki açıkladı. Hariciler'den iki bin kişi bu açıklama üzerine tevbe ederek geri döndüler. Ali (kv) da kalan dörtbin kişiyle savaştı.
Dinde sapmaya meyleden ve müminlerin yolundan çıkan ilk fır­ka Hariciler olmuştur. Ardından ikinci fırka Medain şehrinde orta­ya .çıkmış ve Mürciilik fikrini savunmuş, imanın söz ve amelden ibaret olup artma ve eksilmeye uğramayacağını iddia etmiştir. Bu durum, Şam emirine bildirildiği zaman bunlarla savaşmaya niyet­lenmiş, ancak Romalılarla savaşmasından dolayı onları ihmal et­miştir.
Üçüncü fırka Basra'da ortaya çıkan Kaderiyye fırkasıdır. Bunla­rın başı Ma'bed el-Cüheni, ona tâbi olanlar ise Amr b. Ubeyd ve Va­sıl b. Ata ile onların arkadaşlarıdır. Dördüncü fırka Kufe'de ortaya çıkmış ve Hişam ile savaşa girişen Zeyd b. Ali b. Hüseyn'i reddet­tikleri için Rafıziler olarak anılmışlardır. Onlar İmam Zeyd'e, Ebu Bekir (ra) ve Ömer'den (ra) kendini berî ilan etmesini teklif ettikle­rinde, Zeyd şu cevabı vermişti: O ikisi benim dedelerim ve adil imamlardır. Onlardan asla teberrî etmem. Bunun üzerine Zeyd'e katılmayı reddetmişlerdir.
Bunu takip eden yıllarda onsekiz ana fırka çıkmış ve dallanyliâ birlikte yetmiş iki fırka tamam olmuştur. Bunların tamamı da Irak topraklarında doğmuştur. Şeytanın boynu, oradan çıkmıştır. Fitnler de oradan zuhur etmiştir. Bu fitnelerden Allah Teala'ya sığını­rız. Görünen ve görünmeyen bütün fitnelerden O'na sığınırız.
İbni Abbas (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir: "Allah Teala'nm üç meleği vardır. Bunlardan biri Bey-tullah'm üstünde, diğeri Allah Resulü'nün mescidinin üzerinde, üçüncüsü de Beyt-i Makdis'in üstündedir. Bunlar her gün nida ederler. Beytullah'm üstündeki melek şöyle nida eder: Allah Tea­la'nm farzlarını zayi edenler, O'nun emniyet dairesinden çıkarlar!
Mescid-i Nebevi'nin üstündeki melek de şöyle nida eder: Re-suTün sünnetine muhalif davranan kimse, Allah Resulü'nün (sav) şefaatine nail olamaz. Mescid-i Aksa üstündeki melek ise şöyle ni­da eder: Haram yiyen kimsenin ne tasarrufu, ne de adaleti kabul edilir[5][5]


Allah Teala buyurdu ki: "Rabbin, Ademoğullanndan, onların belle­rinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (buyurmuştu). 'Evet, şahidiz' dediler". (A'raf/172); "Allah'ın size olan nimetini ve O'na verdiğiniz sözü ha­tırlayın: Hani, İşittik ve itaat ettik' demiştiniz. Allah'tan korkun, çünkü Allah sinelerin özünü bilir". (Maide/7); "Size ne oldu ki Resul sizi Rabbiniz'e inanmanız için davet ettiği halde Allah'a inanmıyor­sunuz. Oysa sizin sözünüzü de almıştı. Eğer inanacaksınız (bu ye­ter)". (Hadid/8)
İslam'ın esasları beştir.
Bunların ilki Kelime-i Şehadet yani Allah'tan başka ilah bulun­madığına ve Muhammed'in (sav) O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmektir. Bu ikisi ayrılmaz bir bütündür. Bunlardan her biri diğerini muciptir. Hüküm ve icap bakımından da birdirler.
İkincisi beş vakit namaz kılmaktır. Bunlardan her biri de diğe­riyle olan bağlantısından dolayı bir bütün gibidir.
Üçüncüsü zekat vermektir.
Dördüncüsü Ramazan orucunun tutmaktır.
Beşincisi ise Hacca gitmektir. Bu ikisi de farziyet bakımından tek bir bütün gibidirler.
Bu esaslardan hiçbiri diğerlerinden ayrılmaz olup tamamı tek bir bütün gibidir. İmanın vücubiyeti ve farziyetlerine iman nokta-, sında da aynıdırlar. Bir takım şartlara bağlı olarak bazı fiillerin sa-j kıt olması noktasındaki hüküm farklılığı da bunu değiştirmez.
Allah-Resulü'nden konuyla ilgili şu hadis-i şerif nakledilmiştir "İslam, beş şey üzerine bina edilmiştir. Allah'tan başka ilah olma­dığına ve Muhammed'in (sav) O'nun kulu ve Resulü olduğuna şa­hitlik etmek; beş vakit namaz kılmak; zekat vermek; Ramazan ay; oruç tutmak ve Kabe'yi haccetmek[6][6]
îmanın esasları yedidir. Allah Teala'ya, isim ve sıfatlarına O'nun kitaplarına, peygamberlerine, meleklere ve şeytanlara, cen}, net ve cehennemin Adem'den (as) önce yaratıldığına, öldükten sonl ra dirilmeye, kaderin hayır ve şerrinin Allah'tan olduğuna, acısının, tatlısının O'ndan geldiğine, bunların kaza ve kader, irade ve hü|; küm gereği O'ndan sadır olduğuna iman etmek.                             
Bütün bunlar, Allah Teala'nm adalet ve hikmetinin gereğidir. Bunların gaybi sırları Allah Teala'ya mahsustur. O, yaptıklarından! sual edilemez ve Zatı için misal verilemez.                                    
Allah Teala beşeri akılların temsil ve teşbihlerinden münezzeh-! tir. O, bu tür misaller veren kulunun dalaletine şahitlik etmiş vej şöyle buyurmuştur: "Bak sana nasıl misaller verdiler de doğru yol-: dan saptılar". (İsra/48)
Allah Resulü'ne (sav) misal verenler saptığına göre yüceler yü-J cesi olan Hak Teala'ya misal veren kimseler, elbette dalalette ola-; caklardır. O, kullarını bundan sakındırmış ve bu husustaki gaybi ilmini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Allah'a misaller vermeğe-kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz ise bilmezsiniz". (Nahl/74)          !
Allah Resulü'nün (sav) hadisi ile sıhhat kazanan esaslara inanJ mak, onların bütününü kabul etmek ve O'nun emirlerine itaatin farziyetine inanmak gerekir. Çünkü Allah Teala, Resulü'ne (savl itaati, imanın şartlarından kılmış ve O'na itaati Zatı'na itaatle bir­leştirerek şöyle buyurmuştur: "Eğer müminlerseniz Allah'a ve Re­sulü'ne itaat edin". (Enfal/1)    
! O, rahmeti için takvayı olduğu gibi, Resulü'ne (sav) itaati de şart koşmuştur. Bu meyanda da şöyle buyurmaktadır: "Ve Resul'eitaat edin! Umulur ki merhamet edilirsiniz". (Al-i İmran/132) Allah Teala, emirlerine uyulması noktasında Resulü'nü (sav) Kendi yeri­ne koyarak O'na karşı çıkmaktan sakındırmış ve Zatı'na bedel ola­rak O'nun sıfat ve övgüsünde mübalağalı ifadeler inzal etmiştir. Bu babda da şöyle buyurmaktadır: "O'nun emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya acı veren bir aza­bın dokunmasından sakınsınlar". (Nur/63) Yine O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi Zatı'na (karşı gelmekten) sakındı­rır". (Al-i İmran/28); "Sizi ihya edecek bir şeye çağırdıklarında Al­lah ve Resulü'ne icabet edin". (Enfal/24) Çünkü O, Resulü (sav) hakkında şöyle buyurmaktadır: "Sana biat edenler, aslında Allah'a biat ederler". (Fetih/10)
Hiç kuşkusuz Allah'ın Kitabı'nda Resul-ü Ekrem için için indi­rilmiş en övücü ve en beliğ ayet-i kerime bu son ayettir. Bu, Allah Resulü'ne (sav) has kılınmış çok ulvi bir fazilettir. Çünkü O, Resu­lü'nü Kendi yerine, hükmen Kendi makamına geçirmiştir. Bu ayet­te Allah Teala ile Resulü (sav) arasında teşbih için kullanılan "Kef ve benzeri edatlar kullanılmamıştır. Allah Teala bununla şunu mu-rad etmiştir ki bu Rubûbiyet makamı, Allah Resulü (sav) dışında hiçbir yaratılmış için mevzubahis değildir[7][7].


îman ve İslam, tafsilat ve isim bakımından ortaktırlar. Her mümin, aynı zamanda nıüslümandır. İman, sözün fiille tahkikinin eseridir. Bu noktada Cehmiye, Keramiye ve Haruriye fırkalarının görüşleri batıldır. Ehli Sünnet ve'1-Cemaat'm mezhebini açıklamaya gelince, Allah Teala bizi de bu mezhebe tabi olmaya muvaffak kılsın.
Bazıları, imanın islam olduğunu söylemiştir. Bu söz, ikisi ara­sındaki farkı ve muhtelif dereceleri ortadan kaldırmakta, bu ba­kımdan da Mürcie mezhebine yakın düşmektedir. Başkaları ise, is-lamın iman olmadığım söylemişlerdir. Bunlar da ikisi arasına bir zıtlaşma ve gaynlaşma sokmaktadırlar. Bu görüş, İbadiye mezhe­binin görüşüne daha yakındır.
Bu mesele, gerçekten de müşkil bir mesele olup açıklama ve iza­ha muhtaçtır. İslamm imana göre durumu, kelime-i şehadetteki iki
cümleden birinin diğeri karşısındaki durumuna benzer. Hüküm ve anlam bakımından böyle bir ilişki kurulabilir.
Allah Resulü'ne (sav) şehadet etmek, tevhid şehadetinin aynı değildir. Bunların ikisi de, gözlerde iki ayrı şey gibidir. Ama biri di­ğerine bağlı olduğu için de, aynı zamanda tek bir şeydirler. İslamı olmayanın imanı olmadığı gibi, imanı olmayanın da islamı olamaz. Çünkü müslüman, islamın sıhhat kazanacağı imandan halî kala­maz. Müslümanm, Allah Teala'nm da şart koştuğu üzere inancının doğruluğuna iman etmiş olması gerekir. O, salih ameller için imanı şart koşmuştur. Yine O, iman için de salih amelleri şart koşmuştur. Bunun tahkiki babında da şöyle buyurmuştur: "Her kim mümin olarak salih amellerde bulunursa, çabası inkar edilemez". (Enbi­ya/94) O, imanın amelle tahkik edilmesi meyanmda da şöyle bu­yurmuştur: "Kim O'na salih amellerde bulunmuş bir mümin olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır". (Taha/75)
Zahirde islami amelleri bulunan, ancak gaybe imanın akaidine başvurmayan kimseler münafıktır. İçine düştüğü nifak, kendisini islam dairesinden çıkartır. Kalbe gayben iman esasına sahip olmasına rağmen, imanın hükümleriyle ve islam şeriatiyle amel etmeyen kimse, tevhidi sabit olmayacak bir küfürle inkara sapmış bir kafir konumundadır.Allah Resulü'nün (sav) haber verdiği gaybe inanıp emrolundu-ğuyla amel eden kimse ise, mümin ve müslümandır. Eğer böyle ol­masaydı, müminin müslüman olarak adlandınlmaması mümkün olduğu gibi, her müslümanm mümin olarak adlandınlmaması da mümkün olurdu. Yani o, Allah'a, peygamberlerine ve kitablarma inanan bir mümin olarak anılamazdı.
İmanın ameller karşısındaki durumu, kalbin vücut karşısında­ki durumuna benzer. Biri diğerinden asla kopamaz. Kalbi olmayan canlı bir vücut olmadığı gibi, vücutsuz kalp sahibi de olamaz. Ama her ikisi de münferid sebeplerdir. Buna rağmen hüküm ve anlam bakımından ayrışamazlar. Bu ikisinin durumu, bir dışı, bir de içi olan daneye de benzer. Dane, bölünmez bir bütündür.
İç ve dış sıfatlarının yakınlığı sebebiyle iki adet dane olarak da görülemezler. İslami ameller de, iman karşısında boyledirler. İs­lam, imanın dış yani zahiri yüzüdür. Kısaca uzuvlarla icra edilen
bir takım fiillerdir. İman ise, islamın iç yani batını yüzüdür. Bu da kalbi amellerden teşekkül eder.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İs­lam açıklık, iman ise sırdır". [8][8] Bu hadisin başka bir rivayetinde, "İman ise kalptedir" ifadesi geçmektedir.
İslam, imanın ilanıdır. îman, islamın akaididir. İmansız amel olmadığı gibi akaidsiz amel de olmaz. Bu husus, zahir ilmiyle batın ilmine benzer. Onlardan her biri, diğerine bağlıdır. Yani kalbi amel­ler, uzvi amellerle irtibatlıdır. Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Ameller, ancak niyet iledir" [9][9] Yani ancak akid ve iradeyle gerçekleşirler. Çünkü hadisteki 'ancak' ifadesi, bir şeyin gerçekleşmesini anlatmak için kullanılmıştır. O, bu ifadesi ile uzvi amelleri kalbi amellerle isbat etmiş olmaktadır. Niyetler de kalbi amellerdir.
Amelin iman karşısındaki durumu, dudakların dil karşısındaki konumuna benzetilebilir. Her ikisi bulunmadıkça konuşmak müm­kün olmaz. Çünkü harfleri dudaklar şekillendirirken, dil de sözü or­taya çıkarır. Bunlardan birinin yokluğu sözü imkansız hale getirir. :"> Aynı şekilde amel yokluğu da imanı ortadan kaldırır. Allah Te-*ala işte bu nedenle konuşmayı insan için bir nimet saymış ve du­daklarla dili birlikte zikrederek şöyle buyurmuştur: "Biz onun için iki göz, bir dil ve iki dudak yaratmadık mı?" (Beled/9) Yani Biz onu görebilen ve konuşabilen bir varlık kılmadık mı? O, dudakları ve dili vasıtasıyla sözünü ifade edebilir. Zira bu ikisi, konuşmanın ger­çekleştiği ortamın unsurlarıdır. O'nun iki dudağı da zikretmiş ol­ması, konuşma nimetinin ancak ikisiyle tamamlanabilmesinden dolayıdır.
İman ve islanıı, kurulu bir çadıra da benzetebiliriz. Çadırın ka­ba bir görüntüsü ve bağlantı ipleriyle birlikte içine dikili bir de di­reği vardır. Çadır, İslama benzer, İslamın da açıktan eda edilen amellerden oluşmuş esasları vardır ki bunları, çadırın kenarlarını toprağa sabitleyen iplere benzetebiliriz. Dışarıdan görünmeyen, ancak çadırın dik durmasını sağlayan içerdeki direk ise imana ben­zer. Çadır, bu direk sayesinde ayakta durur. Ama o, her ikisine de ihtiyaç duyar. Çünkü dik ve düzgün dur­ması, bu direğe ve iplere bağlıdır. Uzuvlarla eda edilen amellerin oluşturduğu islam da aynı şekilde sadece iman ile ayakta durabi­lir, îman, birtakım kalbi amellerden ibaret olup ancak islam ile fay­da verebilir. Bunlar, salih amellerdir. Allah Teala da, iman mefhu­munu İslam ile ifade buyurmuştur. Eğer o ikisi tek bir şey olmasa­lardı, biri diğeriyle ifade edilmezdi.
Nitekim O, bu babda şöyle buyurmaktadır: "Orada müminler­den kim varsa çıkardık. Zaten orada müslümanlardan bir hane­den başka kimseyi görmedik". (Zariyat/35-36) Orada iki hane yoktu. Tek bir hane vardı ve o da Lut (as) ile kızlarının yaşadığı hane idi.
Allah Teala benzeri bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz Allah'a iman ettiyseniz, o halde müslümanlarsınız, O'na tevekkül edin". (Yunus/84) Görüldüğü üzere Allah Teala 'müslümanlarsanız' ifadesini, 'iman ettiyseniz' ifadesine atfetmektedir. Bu da iki mefhu­mun da aynı anlam için konulmuş iki isim olduklarını gösterir.
Bu Allah Teala'mn günleri gecelerle ifade etmesine benzer. Çün­kü gündüz geceye bağlıdır. Ama siz, o ikisinin farklı şeyler olduğu­nu bilirsiniz. Allah Teala tek bir kıssada şöyle buyurmuştur: "Senin ayetin/mucizen, insanlara işaret dışında üç gün konuşmamadır". (Al-i İmran/41) Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: "Senin aye­tin, insanlara üç gece tamamen konuşmamandır". (Meryem/10)
Allah Teala, iman ve islamın karşıtını ise tek'kılmıştır. Eğer bu ikisi, hüküm ve anlam bakımından aynı şey olmasalardı, karşıtla­rı aynı şey yani küfür olamazdı. O bu meyanda şöyle buyurmakta­dır: "İmanlarından sonra küfür eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin". (Al-i İmran/86); "Siz müslümanlar olduktan sonra size küf­rü mü emrediyor?" (Al-i İmran/80)
Görüldüğü gibi Allah Teala, her ikisinin zıddını da küfür olarak vazetmiştir. Allah Resulü (sav) de iman ve islamı tek bir sıfatla ifa­de etmiştir. O, İbni Ömer'in (ra) rivayet ettiği bir hadiste islamın beş esas üzerine bina edildiğini haber vermiştir.
İbni Abbas'ın (ra) rivayet ettiği hadiste de, Abdülkays oğullan heyetinin imanı sormaları üzerine yine aynı esasları zikretmiştir. Bu da, içteki batini imanın, ancak zahirdeki islam ile varolabildiği-ne delalet etmektedir. İslam, ancak gizli olan imanın bulunmasıyla açık olabilen bir haldir. İman ve amel, diğeri olmaksızın fayda ver­meyen eşler gibidir. Birinin sıhhati, ancak diğeriyle mümkündür.
Zıtları olan küfür hali ortadan kalkmadıkça her ikisi de mevcut olamazlar. Nitekim Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen İbni Ab-bas (ra) hadisi de ancak sözkonusu esaslara yaklaşmayı reddeden kimselerin tekfir edilebileceğini ortaya koymaktadır.
Aynı hadisin ibni Ömer (ra) tarafından rivayet edilen başka bir şeklinde ise islam lafzı yerine iman lafzı kullanılmaktadır. Bu ha­disi, Cerir, Salim b. Ebu'1-Ca'd kanalıyla Amir oğullarının azatlısı Atiyye'den rivayet etmiştir: Yezid b. Bişr dedi ki: İbni Ömer'in (ra) yanma gittim. Bir süre sonra bir adam geldi ve şöyle dedi: Ey Ab­dullah b. Ömer! Sana ne oldu? Cihadı bırakıp hac ve umre yapma­ya başladın. İbni Ömer (ra) şu karşılığı verdi: Yazık sana! Muhak­kak ki iman beş esas üzerine bina edilmiştir. Allah Teala'ya kulluk etmen, namaz kılman, zekat vermen, Kabe'yi haccetmen ve Rama­zan orucunu tutman.
Allah Resulü'nün (sav) de bu meyanda şöyle, buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala, iman için salih ameli şart koşmuştur". O, imandan yararlanmayı, salih amel şartına bağlamıştır. İman için de islamı şart koşmuştur. Allah Teala buyurdu ki: "Ancak tevbe edip inanan ve salih amel işleyenler hariç. Allah onların kötülükle­rini hasenata dönüştürür".(Furkan/70)
Tefsir ehli buradaki tevbenin, şirkten tevbe etme olduğu husu­sunda ittifak etmişlerdir. Tıpkı şu ayet-i kerime gibi: "Eğer tevbe eder, inanır ve zekat verirlerse yollarını açın". (Tevbe/5) Bu ayette­ki yolları açma emri, "Onları tutun ve kuşatın" emirlerinden sonra gelmiştir. Yine O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ne mallarınız, ne de evlatlarının size huzurumuzda bir yakınlık sağlamaz". Ancak inanıp salih ameller işleyenler başka". (Sebe/37) O, başka bir aye­tinde de şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki iman ettiler, onlar (Allah'tan da) korkarlardı". (Yunus/63); "O kimseler ki ayetlerimi­ze iman ettiler, onlar müslümanlardı". (Zuhruf/69)
Bu iki ayette de görüldüğü gibi Allah Teala, iman için salih amelleri ve takvayı şart koşmuştur. Yine O, salih ameller için de imanı şart koşmuştur. Kul, bütün amelleri işlese dahi, imanı olma­dıkça bunlardan hiçbir fayda göremez. Aynı şekilde bütün kalbiyle
iman ediyor olsa bile, salih ameller işlemedikçe imanın da faydası­nı göremez.
Lokman (as) oğluna şu öğütte bulunmuştur: "Ey oğul! Ekin top­raksız ve susuz sıhhat bulmadığı gibi iman da ancak ilim ve amel­le sıhhat bulabilir".
Allah Resulü'nün (sav) Cibri (as) hadisi'nde İman ve İslam'ı ayırması da kalbi amel ve akidlerin açıklanması babmdandır. "Cib­ril (as) O'na 'İman nedir?' diye sorduğunda şu cevabı verdi: Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, kaderin hayır ve şerrine inanmandır. O, 'İslam nedir?' diye sordu­ğunda ise, bilinen beş esası zikretti" [10][10]
Allah Resulü (sav) bu hadisinde imanın ihtiva ettiği kalbi amel ve akidlerle bunların uzuvlar vasıtasıyla amellere dönüşmesini farz kılan esaslarım ayrıştırarak açıklamıştır. Bedenle yapılan lamellerin aleni olarak yapılması gerekmektedir. Bu hadis-i şerif, lîman ve İslam'ı mana bakımından farklılık ve karşıtlılıkları sebe­biyle birbirinden arıyor gibi görünmesine rağmen o ikisinin hüküm bakımından farklılaştıklarına delalet etmemektedir. Çünkü o ikisi, bir şahısta aynı anda bulunabilmektedirler. O şahıs da bunun so­nucu olarak hem müslüman, hem de mümin olabilmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) zikrettiği kalbi akidler, kişinin kalbi du­rumu olurken aleniyetle ilgili zikrettiği ibadetler de görünen bede­nin halini ortaya koymaktadır. O, İman ve İslam isimlerini de işte bu şekilde tek bir mefhum olarak koymuş ve Abdülkays oğullarının heyetine söyledikleri ile îbni Abbas'm (ra) rivayet ettiği hadisinde de bunu haber vermiştir.
Bu husus, Ali (kv) tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte daha açık olarak ortaya konulmuştur: "İman dille ifade edip kalple ak­detme ve rükünlerle amelde bulunmadır". Bu hadis ile bedeni iba­detler, imani akidlere dahil edilmiş olmaktadır. Ayrıca İslam Üm­meti, kulun Cibril (as) Hadisi'nde zikredilen kalbi akidlerin tama­mına iman etmesine rağmen İslam'ın sıfatları olarak belirtilen be­deni amelleri eda etmemesi halinde 'mümin' olarak adlandırıl ama-yacağı hususunda ittifak etmiştir. Aynı şekilde İslam'ın bütün esaslarını yerine getirmesine rağ­men iman etmeyen bir kul da, 'müslüman' olamaz. Allah Resulü (sav), ümmetinin dalalet üzerinde ittifak etmeyeceğini haber ver­miştir. Naklettiğimiz hadis ve haberler, İslam'ın İman'dan ayrı, müslümanlarm müminlerden başka bir topluluk olduğunu, ya da İman'm İslam'ın zıddı olduğunu göstermez. Yukarıdaki hadis-i şe­rifin bir diğer yorumu da, 'müslüman' ifadesinin, teslim olan anla­mında kullanılmış olma ihtimalidir. Kişi, kalbi akidlerle bedeni amelleri kendinde topladığı zaman, hem müslüman, hem mümin olur.
Üstte naklettiğimiz hükmü kabul etmeyen kimse, mürtedlerle savaşan Ebu Bekir'i fra) tekfir edip bilgisiz hükmüne sokmuş olur. Hatta onun, müminleri katlettiğini iddia etme konumuna düşer. Çünkü bunu iddia eden kimseye göre mürtedler, imani akidlere sa­hip çıkıp şer'î amellerin bir çoğuyla tevhid akidesine karşı çıkma­mış kimselerdir. Onlar sadece zekat vermeye karşı çıkmış, sırf onu inkar etmişlerdi.
Halbuki Ebu Bekir (ra) onların kanlarını helal saymış, Sahabe de kendisiyle aynı görüşü paylaşmış ve mürtedler arasında rücu edenlere de teklif edilmiştir.
Zahirî anlamda 'mümin' ile 'müslim'i ayırdettiği söylenen hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) iki kişiden birine verirken diğe­rine vermemişti. Bunun üzerine Sa'd (ra), 'Ey Allah Resulü! Falanı bıraktın ve mümin olduğu halde ona vermedin?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de Toksa müslüman mıdır?' buyurdu. Sa'd (ra) soruyu tekrarladığında Allah Resulü (sav) aynı karşılıkta bulundu" [11][11]
Bu hadis, olsa olsa İman ile İslam'ın üstünlük ve makam bakı- mından farklılıklarına delil teşkil edebilir. Buna göre anılan kişi, müminlerin havassmdan ve fazilet erbabından değildi. Allah Resulü (sav) bu ifadesiyle Sa'd'a gizli kalan bir hali açıklamış olmaktadır.
O, Harise'ye (ra) de, kendisini unutturup şöhretten kaçışı sebe­biyle imanın hakiki makamını açıklamıştır. "Allah Resulü (sav) ona, 'Nasıl oldun?' diye sorduğunda, Harise (ra) müşahedesi saye-sinde kavuştuğu vecdi dile getirmişti. Bunun üzerine "Allah Resu- lü (sav), 'Artık marifet sahibi oldun, buna bağlı kal' buyurmuştur".
Bu hadis, bizler için, İman'm İslam'dan üstün oluşuna delil teş­kil etmektedir. Müminler, İslam'ın esasları olan bedeni ibadetlerde denk olsalar da, İman'da farklı derecelere sahip olurlar. İman'm üst sınırı yoktur. Ancak sıhhati, İslam'ın tahdidiyle sınırlanmıştır. Bu çerçevede Allah Resulü (sav), istekli olarak iman edeni, kuv­vet karşısında imana gelenden üstün tutmuştur. Allah Resulü (sav), müellefe-i kulûb payına ayırdığı zekat mallarını, kafirlerin ileri gelenleriyle düşmanlık etmesinden emin olamadığı kimselere vermekteydi.
Yine O, kendi hakkında ileri geri konuşan birine de ikramda bu­lunmuştu. Sahabe, niçin böyle yaptığını sorduklarında ise şu ceva­bı vermiştir: "O, sözüne uyulan bir ahmaktır".
Allah Resulü (sav) müellefe-i kulûb payını aşireti ve tarafdarı çok olanlara da verirdi. Çünkü bunlar, müminlere yönelen saldırı­lara arka çıkabilirlerdi. Aynı şekilde müslümanlarm muhtaç olduk­ları, çıkar ve yararlarını borçlu bulundukları kimselere de bu pay­dan dağıtırdı. Ama tarafdarı az ve düşük kimselere zekattan pay vermeyi tercih etmezdi. Bu noktada müminleri tercih eder ve onla­rı müellefe-i kulübün düşüklerinin önüne geçirirdi.
Allah Resulü (sav) müslümanlar arasında taksim yaparken de birtakım tercih noktalarını dikkate alırdı. "Nitekim O, zekat mal­larını müslümanlara dağıtırken başı tıraşlı ve alnında secde izi bu­lunan birine vermemişti. Bunun üzerine o adam Allah Resulü'nü (sav) kasdederek şöyle demişti: Bu taksim, Allah rızasının gözetil­diği bir taksim değildir. O adil davranmadı. Allah Resulü'nün (sav) ona cevabı ise şöyle olmuştu: Eğer ben de adil davranmazsam, baş­ka kim adil olabilir?![12][12]
Sözü edilen şahıs, gösterdiği tavırla, İslam Ümmeti içinde orta­ya çıkan Haricî boynuzunun kökünü temsil etmekteydi. Görmüyor musunuz ki Allah Resulü (sav) ona hiçbir şey vermediği gibi, cema­ate meyletmesi için de çaba sarf etmemiş tir.
Çünkü o, müminlerin havassmdan olmadığı gibi müslümanlara zarar vermesinden endişe edilen veya müslümanlarm ihtiyacından dolayı kalbi ısmdırılması gereken -müellefe-i kulûb'dan- bir kimsede değildi. Bu kişinin durumu, Allah Teala tarafından suda boğula­cağı için müslüman olmak zorunda kalan Firavun'un şu sözlerine benzemektedir: "İsrailoğulları'nm iman ettiği -İlah'm-, kendinden başka ilah bulunmayan olduğuna inandım, ben de müslümanlar-danım". Tefsirciler, bu sözlerin sahibi Firavun'un müslüman değil, müsteslim yani teslimiyet göstermiş biri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Yukarıdaki hadisle ilgili olarak nakledilen bazı rivayetlerde, yaptığımız izahın tam aksi teyid edilmekte ve anılan kişinin tesli­miyetçi değil fazilet sahibi olduğu bildirilmektedir. Sözkonusu riva­yetlerde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Ben bazılarına verir, bazılarına da vermem. Onları, Allah Tea­la'nm kalplerinde yarattığı imana havale ederim". Bunun, başka bir hadisin devamı olduğu da söylenebilir. Çünkü O, herşeyi kuşa­tan sözlerle gönderilmiştir.
O, kendisine sorulan bir şeyi cevapladığı gibi bazan da açıkla­ma ve yol gösterme gayesiyle ilave izahatta bulunmaktaydı. Yuka­rıdaki sözüyle verilen malın çeşitli türleri ve mal verilen kimsele­rin de farklı sınıfları olduğunu ifade etmek istemiş de olabilir. Ba­zı insanlara ihtiyaç sebebiyle verilen mal, bazılarına da ziyade ve lütuf olarak verilebilir. Bunun gayesi de de, onların kalplerini müs-lümanlara ısındırmaktır.
Böyle bir durumda, mal vermediği kimse, verdiği kimseden da­ha üstün olabilmektedir. Çünkü işin aslı, rivayet sahibinin anladı­ğı gibi olsaydı, İslam'ın İman'dan, nıüslümanlarm da müminlerden daha faziletli olmaları gerekirdi. Oysa hiçbir alim bu görüşte değil­dir. Fakat îman'm çeşitli derecelere sahip olduğu bilinmektedir. İman, İslam'ı kapsamakta ve İslam onun altında yer almaktadır. Müminler ise, müslüm ani arın havas sıdırl ar. Mukarrebun, sıddık-iar ve şehidler de bunlar arasında yer alır.
İslam kavramı, genel ve sınırlıdır. Müminlerin geneli, onunla nitelenir. Büyük günah sahipleri ve ağır suçlular da onun kapsamı­na girerler. Küfrü terkeden kimse İslam dairesinden çıkmaz ve hakkında 'İmanlı' tanımı kullanılır. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a yalan iftirada bulunursa". (Al-i İm-ran/94) O, böyle birinin yoldan çıkmış bir günahkar olduğunu ha-
ber vererek şöyle buyurmaktadır: "İslam'a davet edildiği halde Al­lah hakkında yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah, za­limler topluluğunu doğru yola iletmez". (Saf/7)
Müslümanların icmasma göre de İman daha üstündür. Bu ic-ma, sözkonusu kişinin daha üstün olduğunu vehmedenlerin bu vehmini boşa çıkarmaktadır. Allah Resulü (sav) de bir hadisinde bunu teyid etmektedir: "O'na amellerin hangisinin daha faziletli ol­duğu sorulmuştu. Cevap olarak İslam' demiştir. Bunun üzerine, 'Hangi islam daha üstündür?' diye sorulduğunda ise İman' buyur­muştur".[13][13]
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) İman'ı İslam içinde bir ma­kam olarak görmüştür. Bu hadiste de İslam üzerinde bir tahsis söz­konusu olup ikisi arasında bir ayrım mevcut değildir. "Yoksa müs­lüman mıdır?" ifadesinin geçtiği hadisle bunu aynı kefeye koymak mümkün değildir. Arap dilinde Soru Elifi (=elifü'l-istifhâm) ile ni­telemede bulunmak, daha eksik bir sıfatla nitelemekten başka bir gaye için sözkonusu olamaz.
Şimdi Allah Teala'nm şu buyruğuna bakalım: "Bedeviler 'iman ettik' dediler. De ki: İman etmediniz, Ancak İslam olduk' de­yin". (Hucurat/14) Bu ayet-i kerime de yukarıda anlattığımız tür­dendir. Bunun açıklaması da şu şekildedir:
Deyin ki: 'Bizler öldürülmekten korktuğumuz için teslim olduk!' Bu kimseler müellefe-i kulübün zayıfları ve düşükleridir. Zeka­tı, öncelikle kendilerine değil de müminlere vermesinden dolayı Al­lah Resulü'ne (sav) kızıyor ve şöyle diyorlardı: O, diğer müminlere verdiğini bize vermiyor. Halbuki bizler de müminleriz. Allah Teala, onların bu tavrının içerdiği duyguları açığa çıkarmış ve 'iman' iddi­alarının asılsız olduğunu kendilerine haber vermiştir.
Bu kimseler, Allah Teala'nm şu buyruğunda da bildirmiş oldu­ğu kimselerdir: "Onlardan kimi de zekatların (taksiminde) sana dil uzatır. Eğer o zekatlardan kendilerine verilirse hoşlamr, onlardan kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar". (Tevbe/58) Bu ayet-i kerime de Allah Resulü'nün (sav) bu tür müellefe-i kulub mensup­larına zekat vermediğini göstermektedir.
Hucurat ayetinde de İman ile İslam arasında ayrım yapıldığına delil teşkil edecek bir husus yoktur. Çünkü onun hemen ardından gelen şu ayet-i kerime bunu göstermektedir: "Müslüman oldular di­ye senden minnet bekliyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim ba­şıma kakmayın. Tersine sizi imana ilettiği için Allah size minnet eder". (Hucurat/17/
Görüldüğü gibi onların îslamı, İman' olarak adlandırılmıştır. Çünkü burada sözün bir kısmının diğer kısmına atfedilmesi sözko-nusudur. Sözün başı, sonuna irca' edilmektedir. Onların Allah Re-sulü'nden (sav) minnet beklemeleri yersiz görülerek aksine onların minnette bulunmaları tavsiye edilmektedir. Allah Teala, ifadenin sonunu başına atfetmiş ve iki lafzı birbirinden ayırmış, ifadelerden biri diğeriyle aynı kılınmamıştır. Böyle olsaydı, 'Sizi İslam'a hida­yet ettiği için' buyurması gerekirdi. Arap dilinin genişliği buna mü­sait olduğu için Allah Teala'nın daha fazla beyanda bulunması söz-konusu olmuştur.
Bunun bir benzerini de şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Al­lah'tan başka yaratan mı var size rızık veren?" (Fatır/3) Görüldüğü gibi 'sizi Yaratan' buyurmamıştır. Bununla da, Rızık Veren'in (=er-Râzık) aynı zamanda Yaratan (=el-Hâlık) olduğunu beyan etmek istemiştir. Böylelikle de Zatı'nı ikinci bir sıfatla tavsif etmiş olmak­tadır.
Bunun diğer bir misali de şu ayet-i kerimedir: "Orada kalan müminleri çıkarttık. Zaten orada müslümanlara ait bir haneden başkasını görmedik". (Zariyat/36) Bu ayetin İbni Mesud (ra) mus-hafmdaki kıraati şöyledir: 'Rabbim Seni tenzih ederim, Sana tevbe ettim ve ben müslümanların ilkiyim'. Eğer müslümanlar ile mü­minler aynı anlamda olmasalardı, mananın aksine olarak bu şekil­de okunması caiz olmazdı.
Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den rivayet edilen bir ifade şu şe­kildedir: İman, İslam'da hususidir. Bu sözün anlamı, îman'm İs­lam'ın batını yani içyüzü olduğudur. Ebu Cafer bir daire çizmiş ve 'İşte bu İslam'dır1 demiştir. Ardından onun ortasına bir daire daha çizmiş ve 'Bu da, İslam'ın içindeki İman'dır' demiş ve şunu ilave et­miştir: Kul, falan işleri yaptığı zaman bu küçük daireden çıkarak İslam dairesine girer. Yani onun belirttiği fiiller sebebiyle İman'm
hakikatinden sıyrılarak korku, ümit ve vera' ile Övülerek nitelen­miş olan müminlerden ayrılır. Çünkü o, böyle yapmakla 'İman' kav­ramının kapsamından ayrılmış olur. Bu yolun sonunda da Allah Te-ala'ya inanan, peygamberlerini ve kitablannı tasdik eden biri olma konumundan da çıkabilir.
Küçük daire, büyük dairenin dışında değildir. Ebu Cafer, İman ve İslam için böyle bir benzetme yapmıştır. İnıan'ı, İslam'ın özü ve cevheri kıldığı için de onu İslam dairesinin içine yerleştirmiştir. Eğer sözkonusu kimsenin İman dairesinden çıkmakla müslüman-lıktan da çıkmasını kasdetmiş olsaydı, bu ikisini ayrı ayrı daireler olarak çizer, birini diğerinin içine koymazdı.
Allah "Resulü (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Zina eden kimse, mümin olduğu halde zina etmez, mümin olduğu halde şarap içmez".[14][14] Bunun anlamı da, kamil iman sahibi, hakiki mümin ol­mayışıdır. Çünkü imanın hakikati ve kemaliyeti, korku ve vera' ile tahakkuk eder. Ümmet, kebire yani büyük günah sahiplerinin ka­fir olmadıkları icma etmiştir. Zina ve şarap içmekle fasık olduğun­da, imanın hakikati olan korku ve vera'dan çıkmış olmasına cağ-men imanın isim ve manasından ayrılmış olmaz.
İmanın isim ve manası, tasdik ve şeriate bağlılıktır. Burada çok ince bir husus vardır: Büyük günah işleyen kimse, sanki imanın hayasından sıyrılmaktadır. Çünkü Allah Resulü (sav), "Haya iman­dandır"[15][15] buyurmuştur. Haya sahibi, avretini harama açmayan kimsedir. Ancak büyük günah sahibi, islami imanı, tevhid ve hü­kümleri yüklenme makamında baki kalır.
Hasan'dan (ra) bunu açıklayan şu ifade nakledilmiştir: İman, İslam'ın hakikatidir. Huzeyfe'ye (ra) 'Münafık kimdir?' diye sorul­duğunda şu cevabı vermiştir: İslam'ı diliyle ifade edip onunla amel etmeyendir.
İman ilmi, İslam olarak adlandırılmış, söz amelle birleştirilmiş­tir. Bu babdaL-Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: İnsanlar, bize göre hadleri, farzları, nikahları, mirasları, arkalarında namaz kılınma ve cenaze namazlarını kılma noktasında mümin ve müslümandır-lar. Yaşayanlar hesaba çekilmediği gibi ölülere de hüküm icra edi­lemez.
Biz, onlara ait bilmediğimiz sırları Allah Teala'ya havale edip bu husustaki tehdidim duyup O'ndan korkar, hoşgörüsünü dinleyip O'ndan ümitvar oluruz. Kıble ehli hakkında böyle davranmamız gerekir. Selef-i Salih'in görüşünden dolayı kendi görüşümüzü şüp­heli görürüz. [16][16]


Hadis alimlerinden bazılarının İman ile İslam'ı birbirinden ayırdı-! gına dair nakledilen görüşleri hakkında şunları söyleyebiliriz: Züh-iri dedi ki: İslam söz, İman ise ameldir. Abdurrahman b. Mehdi, i kendisine İman ve İslam'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: O ikisi, iki ayrı şeydir. Hammad b. Zeyd ise İslam'ın umumi, İman'm hususi olduğunu söylemiştir.
Bütün bu alimlerin sözleri, yukarıda açıkladığımız görüşü des­teklemekte ve ona delil teşkil etmektedir. Onlar, iman ile İslam'ı karşıtlık ve farklılık anlamında ayırmamış ve birinin varlığı halin­de diğerininin bulunmayabileceğini söylememişlerdir. Böyle yap­maları halinde Mürcie mezhebine uymuş olurlardı. Halbuki bu alimler, Mürcie'den olabildiğince uzak insanlardır.
Onlar, hadis ehli ve ilmî vukufiyet sahibidirler. İman ile İslam'ı ayırmaları, derece bakımından farklılık ve tahsis anlamında ol­muştur. Onlara göre İman daha hususi ve daha üstündür. Çünkü artma veya eksilme, fazilet ve makamlar yalnız İman için geçerli­dir. Ayrıca onda istisna vaciptir. Oysa İslam umumidir. Ondan an­cak kafirler müstesna edilip ihraç edilebilirler. Çünkü onun ötesin­de başka bir daire mevcut değildir.
Ulemadan bir topluluğa göre İslam'da istisna vacip değildir. Zi­ra o, sınırlı ve malum olandır. İman ile İslam'ı ayırt edenlerin var­mak istedikleri nokta da işte budur. Selef-i Salih'den bir zümrenin takip ettikleri yol da bu yöndedir. Ama bu da yukarıda açıklamaya çalıştığımız esastan uzak değildir. Daha iyi açıklayıp izah edebil-diysek ne mutlu!
; Bu husus, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis gibi­dir: "O'na amellerin hangisinin daha faziletli olduğu sorulmuştu. Cevap olarak İslam' demiştir. Bunun üzerine, 'Hangi islam daha üstündür?' diye sorulduğunda ise İman' buyurmuştur". [17][17] O, böyle buyurmak suretiyle bu ikisini birbirinden ayırmamış ama İman'ı hususileştirmiştir. Yine bu ifadesi ile İman'ı, İslam'ın hakikati ve özü kılmıştır.
O, başka bir vesilede de İman'm, İslam'dan olduğunu haber ver­miştir. Bunu şu hadis-i şeriften çıkartmaktayız: "Kişinin İslamı'nm güzelliğinin bir ölçüsü de kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketme-sidir".[18][18]Yani dini yaşayışında bu erdeme sahip çıkan ve dinini bu sıfat ile ulvileştiren kimsenin İslamı en güzel İslam'dır.
Bu, aynı zamanda yakin sahibi ve zahid bir müminin de sıfatı­dır. Bunu, Ebu Cafer Muhammed b. Ali'nin teşbihine benzetmek de mümkündür. Bilindiği üzere o, İman dairesini, İslam dairesinin içi­ne çizmek suretiyle onu hususileştirmiştir.
Selef-i Salih'ten nakledilen tüm bu hakikatler, Mürcie, Kerami-ye ve İbadiye'nin görüşlerini geçersiz kılmakta ve onların İman'm amel olmaksızın sadece söz veya kuru bilgiye dayanan bir akid ol­duğu yönündeki iddialarını geçersiz kılmaktadır. Yine bu hakikat­ler, büyük günah sahibinin ne kafir, ne de mümin olmayıp bu iki makam arasında üçüncü bir makamda bulunan bir fasık olduğunu iddia eden Mutezile'ye de cevaptır.
Ayrıca Hasebiye, Cürümiye, Kafiye ve Haruriye gibi Haricî fır­kalarının savundukları, zalim kimselerin kafir oldukları ve tebaa­nın onlarla savaşmasının farz olduğu yönündeki tezlerini de çürüt­mektedir. Onlar arasında bazıları da, müslümanların imamına başkaldıran kimsenin kafir olduğunu söylemişlerdir.
Oysa bu, Allah Teala'mn şu buyruğuna aykırıdır: "Eğer mümin­lerden iki topluluk savaşa girerlerse, onların arasını bulun; eğer bi­ri diğerine saldırırsa, Allah'ın enirine dönünceye kadar saldıran ta­rafla savaşın". (Hucurat/9) Görüldüğü gibi Allah Teala saldıran zu­lüm ehli ile savaşmayı emrederken dahi, onları müminler olarak ad­landırmış, üçüncü bir konuma (=menzile-i sâlise) yerleştirmenıiştir.
Görüldüğü üzere Mürcie ve Mutezile gibi iddiaları zıt olan iki bi-datçi zümre ile imtihan edilmiş bulunmaktayız. Mürcie şöyle der; Tevhid ehli, büyük günah işleseler ve fişka düşseler dahi cahenne-me asla girmezler. Çünkü bu tür günahlar ve düştükleri fisk hali, imanlarını eksiltmez. Mutezile ise şöyle demiştir: Fasık yani büyük günah sahibi, mümin değildir. Tevbe etmeksizin küçük bir 'günah sahibi olarak Ölen kimse de muhakkak cehenneme girecek ve ora­dan ebediyen çıkmayacak, kafirlerle birlikte kalacaktır.
İşin doğrusu ise şudur: Fasık, mümindir. İçine düştüğü fisk ha­li, kendisini iman tanımından ve hükmünden çıkarmaz. Fakat sıd-dıklar ve şehidler gibi ihlash müminlere de dahil etmez. Büyük gü­nah sahibi, Allah Teala'nm azap tehdidini ve cehennemi haketmiş kimselerdir. Ama Allah Teala'nm lütuf ve ikramı gereği onları af­fetmesi de mümkündür.
Bu hususta Ali fkv) şöyle demiştir: Orta yol üzerinde olun. Aşı­rı giden ona dönerken aşağı düşen de ona yükseltilir. Allah Resulü (sav) de bu meyanda sünnet alimlerini överek şöyle buyurmuştur "Bu ilmi haleften adil olanlar yüklenir ve aşırıya kaçanların tahri­fini, iptal edicilerin sahiplenmesini ve cahillerin tevillerini ondan uzak tutarlar".
Aşırıya kaçanlar; sünneti ve hadisleri çiğneyenler, iptal ediciler; rey ve kıyasla iddiada bulunanlar, cahiller ise yoldan çıkmış sufiler arasında bulunan şatahat sahipleridir.
Adil kimseler ise, Selef-i Salih'den birine tâbi olarak dinde bi-Idat çıkarmayan ve müminlerin yolundan başka dost edinmeyen I kimselerdir. Bunlar da hadis ravileri, ilim hamili olan hadisçi ve fi-Ikıhcılardır.
Allah Teala'nm şu buyruğu sözümüzü açıklamakta ve sıhhatini teyid etmektedir: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim". (Mai-de/3) Müslümanların icmasına göre bu ayet-i kerime, bütün farzla­rın ve şer'i kuralların tamamlanmasından sonra Veda Haccı'nda nazil olmuştur. Bu, Allah Resulü'nün (sav) haccm farz kılınmasın­dan sonra yaptığı en son hac ziyaretidir. Çünkü Maide suresi, bü­tün alimlerin ittifakıyla Kur'an'ın en son indirilen süresidir. Allah Resulü (sav) bu ayetin nüzulundan sadece üç ay üç gün sonra vefat etmiştir.
Tarihçilere göre bu ayet, Zilhicce'nin dokuzuncu günü Arefe'nin bitimine doğru nazil olmuştur. Allah Resulü (sav), aynı yılın Rebi-ülevvel ayının on ikinci günü irtihal etmiştir. Allah Teala haram, helal ve benzeri dini hükümlerin tamamını indirdikten sonra şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi kemale erdirdim". (Maide/3) Ayette geçen kemale erdirme (=ikmâl) kelimesi, birbirine bağlı bazı şeyle­ri tamamlama anlamında kullanılmıştır. Bir şeyin bir kısmı önce varolduğunda 'kemale erdi' denilmez. Ancak bütünü mevcut oldu­ğunda 'kemale erdi ve tamam oldu' denir. Ayetteki kelimenin ger­çek anlamı da budur.
İman, Mekke döneminde nazil olduktan sonra Allah Teala dini hüküm ve farzları zaman içinde indirmiştir. Dinin kemale ermesi de, birbiriyle irtibatlı şeylerin toplanması ve amellerin iman ile ir-tib atlanmasına an sonra sözkonusu olmuştur. İslam, işte bu şekilde mükemmel din olmuştur. O, İman ve Amel'in bütünüdür.
Selef-i Salih'ten bir zat, Mürcie'nin dahi söylemediği bir şeyi ifa­de ederek İblis'in mümin olduğunu söylemiştir. Ona göre İblis, ima­nı ikrar etmiş ve diliyle ifade etmiştir. Ama tuttuğu yol, bozuk ol-' muştur. Sözkonusu zat şöyle demiştir: Yemin ederim ki lanetli İ lis, Allah Teala'yı tanıyan ve O'nu birleyen bir varlıktır. Ama o, bu tevhidi ile amel etmemiş, bildiği ve iman ettiği Rabbine itaat etme­miş, bu yüzden de küfre düşmüştür.
Mürcie'&en bazıları ise, iddialarını isbat etmek için şu ayet-i ke­rimeye sarılmaktadırlar: "Bu sözlerinden dolayı Allah onlara altla­rından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetleri mükafa-at olarak verdi". (Maide/85) Onlara göre Allah Teala cennete gir­mek için dille ikrarı şart koşmuş, ya da cennete girmeyi tevhid sö­züne bağlamıştır. Halbuki bu, Allah Teala'nm sözün tahakkukunu isbat etmesi babmdandır. O'na göre bu söz, iman ve yakin sözüdür. Bu sözün sahipleri, sadece söze sarılmayan ve onu bir araç olarak görmeyen kimselerdir. Oysa münafıklar böyle yaparlar.
Münafıklar da müminlerin telaffuz ettikleri kelime-i tevhidi dil­leriyle ikrar etmişlerdir, ancak Allah Teala onların tam aksi yönde­ki gizli inançlarını haber vermiş ve bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalp­lerinde olmayanı söylüyorlar". (Al-i İmran/167)
Allah Teala üstteki ayetinde anılan sözün, müminlere ait bir söz olduğunu murad etmiştir. Halbuki diğerleri, salih amelleri ter-kedip sadece sözle yetinenlerdir. Bu ayet ayrıca hakkı dile getirme­nin de imanın gereklerinden biri olduğuna delalet etmektedir. Bu tür bir sözden dolayı sevap hasıl olur. Çünkü o da, iyiliği emredip kötülükten sakındırma babından güzel bir ameldir. Buna karşın ayetin, sadece sözle imanın tahakkuk etmesine ve imanın mücer-red söz olup ameli gerektirmediğine delil teşkil etmesi tamamen boş bir iddiadır. Yukarıda saydığımız deliller, bu tür bir iddianın asılsızlığını kanıtlamaktadır.
Allah Teala, naklettiğimiz birçok ayetinde ameli şart koşmakta­dır. O, kafirler hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer tevbe edip na­maz kılar ve zekat verirlerse, kendilerine yol verin". (Tevbe/5) Üst­teki ayet-i kerime de Mürcie'nin iddialarının boş olduğunu kanıtla­maktadır. Çünkü Allah Teala önceki ayetinde 'Allah sadece söyle­dikleri sebebiyle onlara cennetler vereceğini buyurmamıştır. Aksi­ne, 'söyledikleri sebebiyle onları cennetlerle ödüllendirdi' buyur­muşturmuştur.
Böylelikle de onların ecirlerinin hakkı söylemeleri sebebiyle ol­duğunu haber vermiş olmaktadır. Benzer bir ayette de şöyle buyur­maktadır: "Onlara, yaptıklarının kat kat fazlası mükafaat var". (Sebe/37) Sonra bunu şu buyruğuna bağlayarak kayıt altına almış­tır: "Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'nu birle-yenler olarak Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emredilmişti". (Beyyine/5)
Ama bunun aksini iddia eden Mürcie işte şu kimselerdir: "Kalp­lerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumla­mak için onun (Kur'an) benzeşik (müteşabih) ayetlerinin ardına düşerler". (Al-i İmran/7) Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın müteşabih ayetlerini arayanları gördüğü­nüzde, işte onlar Allah Teala'nın kasdettiği kimselerdir ki onlardan sakinin".16
Allah Teala Kur'an-ı Kerim'in ilgili bütün ayetlerinde İman ile amelleri birleştirirken Mürcie bunlara iltifat etmemiştir. Sadece bir yerde özlü (=mücmel) bir ifade kullandığında, zikredilen sebep­le. Buhârî, Tefsir-i Sure 3/1, Ebu Davıid, Sünnet/2; Dârimî, Mukaddime/19.
ten ötürü ona hemen sarılmış ve bu ayeti siper edinmişlerdir. Allah Resulü'nün (sav) bu meyanda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki zümre vardır ki, onların İslam'dan nasipleri yoktur. -Başka bir lafzında 'onlara şefaatim nail olmayacaktır'-: Kaderiye ve Mürcie".
Garib bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İki ta­ife vardır ki cennete asla giremezler: İmanın söz olduğunu söyle­yenler..." Huzeyfe (ra) bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: Ben, şu iki yola sapanların kesinlikle cehennemde olduklarını biliyo­rum: İlimsiz zorbalık eden kötüler ve ahir zamanda ortaya çıkarak imanın sadece söz olduğunu söyleyenler.
Gerçekten de binlerce insan yoldan çıkmıştır. Allah Teala'dan niyazımız şudur ki bizi ayetlerini anlamaktan alıkoymasın, bizi ki­birle imtihan etmesin, bize doğru yolu göstererek onu yol edinme­mizi kolaylaştırsın, sapkınlık yolunu da göstererek bizi ona gir­mekten muhafaza etsin.
Kibirle imtihan edilen bir zat da bunu beyan etmiştir. Allah Te­ala buyurdu ki: "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri ayetlerim­den uzaklaştıracağım. Onlar bütün ayetleri görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler onu yol edinirler. Çünkü onlar ayetlerimizi yalan­ladılar ve onları umursamaz oldular". (AJraf/146) [19][19]


İman'da istisnaya baktığımızda, onun yerleşik bir sünnet olduğunu görürüz. Rab'lerinden razı olan imamların fiilleri, korku ve kusur endişesi üzeredir. Onlar nefslerini aklamayı hoşgörmemişlerdir. Bunları da yakini imanda kuşku veya tasdikte şüphe şeklinde yap­mamışlardır. Çünkü İman makamlara bölünmüştür.
Müminler de, îman noktasında çeşitli derecelerde yeralırlar. Al­lah Teala işte bu nedenle bizzat kendileri vasfedilen bir topluluk hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar hakikaten müminlerdir". (Enfal/4) Allah Teala onları mükemmellikle nitelemiş ve amelleri sebebiyle övmüştür. Bu hitaptan çıkan bir diğer anlam da, bazı mü­minlerin gerçek müminler olmayışlarıdır. Nitekim O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Müminlerden bir topluluk kesinlikle isteksizdirler ve hakikat kendilerine belli olduktan sonra (dahi) seninle mücadele ederler". (Enfal/5); "Ey iman edenler, yapmayacaklarını­zı niçin söylüyorsunuz?". (Saf/2)
O, sadık ve dürüst müminleri nitelerken de şöyle buyurmakta­dır: "Müminler o kimselerdir ki Allah'a ve Resulü'ne iman edip son­ra hiç kuşkuya kapılmaz, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad ederler. İşte onlar sadıklardır". (Hucurat/15); "Asıl iyilik, o (kimse­nin iyiliği)dir ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve pey­gamberlere inandı; Allah rızası için yakınlara, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara mal verdi, namaz kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman and-laşmalarım yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanla­rında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır". (Bakara/177)
Görüldüğü gibi bu ayet-i kerimede gerçek müminlere ait yirmi­ye yakın haslet zikredilmiştir. Allah Teala yakini iman sahipleri arasında sevdiklerini vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Muhak­kak ki Allah, müminlerden mallarını ve canlarını satın aldı". (Tev-be/111) O, müminlerin umumunu nitelerken de şöyle buyurmuştur: "Eğer inanır, korunursanız, size mükafaatlarınızı verir ve sizden mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı, cim­rilik ederdiniz ve (bu), sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı". (Muham-med/36-37)
Allah yolunda cihad ve sadakatle nitelenenler ile geride kalma ve Allah'ın öfkesine uğrama haliyle tarif edilenler arasında ne bü­yük bir fark vardır! Hak ile vasfedilenle, hak üzerinde tartışmala­rıyla tanınanlar arasında ne korkunç bir fark vardır! Malını ve ca­nını uğrunda kabul ettiği ile cimriliğini bildiği için malını isteme­yip geri çevirdiği kimseler arasında ne derin bir fark vardır! Buna rağmen hepsi de İman ismi altında yeralmaktadırlar.
-Ama imanın makamları, onların bazılarını bazılarından üstün kılmakta, derecelerini farklılaştırmaktadır. Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: Ki Allah, sizden iman edilenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yüceltsin". (Mücadele/11); "Elbette içinizden fetihden önce harcayan ve savaşan bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha bü-
yüktür. Allah hepsine de en güzel akıbeti vaadetmiştir". (Hadid/10) Yani cenneti vaadetmiştir.                                                            
Ama orada da farklı derecelere sahip olacaklardır. Allah Teal4, her iki sınıfı da İman ismi altında topladığı gibi her ikisine de ay­nı yurdu yani cenneti vaadetmiş ama makamlarına göre farklı de­recelerde olacaklarını haber vermiştir. O, bu meyanda şöyle buyur­muştur: "Onlar için Allah katında dereceler vardır. Ve Allah onla­rın yaptıklarını görmektedir". (Al-i îmran/163)
Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "İman çıplaktır. Onun elbisesi takva, süsü vera', meyvası ise ilim­dir". Bu hadisten anlaşılan odur ki, takvası olmayan kimsenin ima­nı çıplaktır. Vera'ı olmayan kimsenin imanı ise, süsten yoksundur.
Aynı şekilde ilmi olmayan kişinin imanı da meyvasızdır. Fasık, zalim ve cahil bir mümin, müminlerden çok münafıklara benzeyen biridir. Böylesinin imanı da şüpheye meyillidir. Bu hali onu, iman isminden çıkarmaz. Ancak onun imanı çıplak, giysisiz ve amelsiz olduğu için de kazançtan mahrumdur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ya da imanında bir hayır kazanmamış kimseye imam fayda sağlamaz". (En'am/158)
Nifakın da çeşitli makamları olduğu söylenmiştir. Onun yetmiş kapısının bulunduğu söylenmiştir. Aynı şekilde şirkin de tabakala­rı vardır. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Şu dört şey kimde bulunursa, halis münafıktır. Oruç tutup na­maz kılsa ve mümin olduğunu iddia etse bile fazdasızdır: Konuştu­ğunda yalan söyler, vaadettiğinde yerine getirmez, emanet edildi­ğinde ihanet eder ve husumete girdiğinde düşmanlık yapar".[20][20]
Hadisin başka bir lafzında "Sözleştiğinde çiğner" ifadesi yer al­maktadır. Böylelikle nifağın alametleri beş olmaktadır. Kimde bun­lardan biri varsa, onda nifaktan bir şube mevcut demektir. Bunu terkedinceye kadar o hal üzere kalır.
Ebu Said el-Hudri (ra) ve Ebu Kebşe el-Enmari (ra) hadisinde '.de Allah Resulü'nün  (sav)  şöyle buyurduğu rivayet  edilmiştir: ''Kalpler dört çeşittir. Kalp vardır, tamamen tecrid edilmiştir ve içinde ışık saçan bir lamba vardır. İşte bu, müminin kalbidir.
Kalp vardır ki içine iman ve nifak dökülmüştür. Ondaki iman, tatlı suyun beslediği bakla gibidir. Ondaki nifak ise, irin ve akıntı­nın beslediği yara gibidir. Bunlardan hangisi daha çok beslemede bulunursa kalbe onunla hükmedilir[21][21]Bu hadisin başka bir rivaye­tinde ise şu lafız geçmektedir: "Hangisi baskın ise, kalp ona gider".
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "İman yetmiş üç şubedir. Onların en üstünü, Allah'tan başka ilah olmadı-'ğına şehadet etmek, en alttaki ise, yoldan geçenlere rahatsızlık ve­ren bir şeyi kaldırmaktır"[22][22]
İman ahlakının bu şekilde kısımlara ayrılması, şirk ve nifakın çok gizli ve incelikli yönlerinin bulunması imanın kemalinde istis­nanın varlığını gerektiren bir husustur. Çünkü iman ve nifak kalp­te birlikte varolabildiği gibi imanın bazı kısımlarının yokluğuna karşın nifakın birtakım izleri bulunabilmektedir.
Nitekim Allah Resulü (sav) de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin münafıklarının çoğunluğu Kur'an okuyucularıdır". Başka bir hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üm-metimdeki şirk, karıncanın düz kaya üzerindeki yürüyüşünden da­ha gizlidir"[23][23]
Huzeyfe (ra) de şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) devrinde adam bir söz söyler ve onun yüzünden ölünceye kadar münafık ola­rak kalırdı. Oysa bugün benzer bir sözü sizden günde on kez işiti­yorum.
Ali'den (kv) rivayet edilen bir söz de şu manadadır: İman, beyaz bir ışıltıdır. Kul, salih ameller işlediği zaman gelişip artar ve kal­bin tamamı bembeyaz olur. Nifak ise kara bir noktadır. Kul haram işledikçe bu nokta gelişip genişler ve kalbi tamamen karartarak mühürlenmesine yol açar. Kalbin mührü işte budur. O bunu beyan ettikten sonra şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Hayır, onların işle­yip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur". (Mutaf-fıfın/14)
Yukarıda ifade ettiğimiz hususlar ve naklettiğimiz hadislerin tamamı da İman'da istisnayı vacip kılmaktadır. Çünkü birçok müminde nifakın izleri ve gizli şirk bulunabilmektedir. Hakikate ve kemaliyete karşı bir iddiada bulunulması endişesi de bunu gerek­tirmektedir. Zira, 'Ben hakiki müminim' diyen biri, kendini akler-ken Rabbi'ne karşı gelmiş olur.
Allah Teala nefsi aklamayı yasaklamıştır. Kendini aklayan kim­se, Allah Teala'nm şu buyruğuna karşı gelmiş olur: "Nefslerinizi aklamayın. Kimin takva bakımından daha iyi olduğunu O bilir". (Necm/32); "Nefislerini aklayanlara bakmadın mı? Halbuki yalnız Allah dilediğini aklar". (Nisa/49); "Bak nasıl da Allah'a yalan isnad ediyorlar?". (Nisa/50)
İbrahim (as) da Allah Teala'nm kelamıyla şöyle demiştir: "Rab-bim bir şey dilemedikçe O'na şirk koştuklarınızdan korkmuyorum". (En'am/80) Şuayb (as) da benzer şekilde şöyle demiştir: "Rabbimiz dilemedikçe küfür dinine geri dönmemiz düşünülemez". (A'raf/89) Görüldüğü gibi her iki peygamber de hükmü Allah Teala'nm ge­niş ilmine ve sabık takdirine havale etmiş, O'nun yüce ilim ve ira-'- desinin gizliliklerinde kendileri için takdir edilmiş hükümden emin olamamışlardır.
İşte bu, salih kutlardaki tuzak korkusudur. Allah Teala'nm kur-duğu tuzak iki yönlüdür:
1. Birine göre Allah Teala, bir şeyi açığa çıkarırken onun zıddını gizler.
2. ikincisine göre ise, kulun kendini emniyette ve izzette hisset-" meşinden sonra örttüğünü açar ve gizlediğini ifşa eder. Anılan pey-gamberler, faziletlerine ve tevhiddeki makamlarına rağmen İlahî < tuzak korkusuyla küfürde istisnada bulunmuşlardır.
Zayıf ve cahil kimseler imanda istisna olmadığına inanarak gö­rünen hallerine bakıp aldanırlar. Oysa İslam'da ve bütün salih amellerde istisna gereklidir. Çünkü yapılan amelin kabulü, ameli 3 eda etmekten ibaret olmadığı gibi, Allah Teala'nm sabık hükmü de f amelde zahir olan durum değildir.
Mümin, hiçbir hal ve şartta istisnayı bir kenara atmamalıdır. 1 Ulemadan bir zat ise, "Ölüm sarhoşluğu hakkı getirdi" (Kaf/19) ayetinin tefsirinde, 'yani sabık hükmü getirdi' demiştir.
Selef-i Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: "Ameller, ancak sonlanyla (akıbetleri) tartılırlar. Ebu'd-Derda (ra) Allah Teala üzerine yemin ederek şöyle demiştir: "İmanının elinden alınmayaca­ğından emin olan hiç kimse yoktur ki Allah Teala onu kalbinden sö­küp almasın".
Denir ki: Öyle günahlar vardır ki onların cezaları kötü sona er­telenir. Bu husus, amel ehlinin en çok korktukları noktadır. Allah Teala'nm şu buyruğu dahi onları teskin edememektedir: "Onlar için bunlar dışında da ifa ettikleri ameller vardır".(Müminun/63)
Denildi ki: Öyle günahlar vardır ki onların tek cezası, son nefes­te tevhidden mahrum edilmektir. Bu günahlardan Allah'a sığınırız. Bunlar hakkında şöyle denilmiştir: Bu günahlar, Allah Teala'ya if­tira ederek velilik ve keramet iddiasında bulunmak olabilir.
Sehl (ra) dedi ki: Evliyanın alametlerinden biri de, herşeyde is­tisnada bulunmaktır. 'İnşaallah' demeksizin 'şunu yapacağım' di­yen kimse, bu sözünden dolayı bile Kıyamet günü hesaba çekilecek­tir. Allah Teala ona dilerse azap edecek, dilerse de bağışlayacaktır.
O, Resulü'nü (sav) de istisnada bulunmaksızın bir şey söyle­mekten sakındırmış ve unuttuğu takdirde istisnada bulunmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Bir şey için 'Ben şunu yarın yapa­cağım' deme. Ancak 'Allah dilerse=İnşaallah' (de)". (Kehf/23) Sonra­ki ayette ise şöyle buyurmuştur: "Unuttuğunda Rabbi'ni hatırla". (Kehf/24) Yani istisnayı unuttuğunda.
İstisnada bulunmayı unuttuğunuz zaman Rabbi'nizi hatırlaya­rak istisnada bulunun. O da bu ahlakı en güzel şekilde yaşamış ve kesinlikle olacak bir şey hakkında dahi istisnada bulunmuştur. Ri­vayet edildiğine göre Allah Resulü (sav) bir defasında kabristana girerken şöyle buyurmuştur. "Allah'ın selamı üzerinize olsun ey müminler topluluğu! İnşaallah bizler de size katılacağız"[24][24]
Allah Teala söz sahiplerinin en sadığı olarak kullarına istisna­yı öğretme ve onları kendi iradesine havale etme babında şöyle bu­yurmuştur: "Andolsun ki Mescid-i Haram'a İnşaallah güven içinde gireceksiniz". (Feth/27) İstisna, onu bilen ve onu inkar etmeyen kimselerin başvurdukları bir esastır.
İmanda asıl, onun artıp eksilmesidir. Artması, Allah Teala'nm şu buyruğuyla sabit olmuştur: "Allah hidayete erenleri hidayet bakınımdan arttırır". (Meryem/76);"Onları iman bakımından arttır­mıştır". (Al-i İmran/173)
Artan bir şey, aynı zamanda eksilebilen bir şeydir. Bunu, Kur'an'da varolan hitapların delaletinden çıkarmamız da müm­kündür. O buyurdu ki: "Zalimlerin ancak kayıplarını arttırır". (İs-ra/72); "Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını art­tıracaktır". (Maide/68); "Onların kulaklarında ağırlık vardır". (İs-ra/46); "Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katmıştır". (Tevbe/125)
Zalimlerin sadece kayıplarının artması, onların kazanç ve ter­cih ediliş bakımından eksiltilmeleri, küfür bakımından derinleşti-rilmeleridir. Onların küfürlerini arttıran şey, aynı zamanda iman­larını da eksiltecektir. İçine düştükleri körlük, onların basiretleri­ni zayıflatacak, kendilerine pislik getiren şey ise temizliklerini gö­türecektir. Her şey bir yana şerrin artışı, hayrın eksilmesidir. Aynı şekilde hayrın artışı da, şerrin azalmasıdır.
İmanın salih amellerle artıp günahlarla eksilmesi sabit olduğu zaman, onda istisna yapmak vacip olur. Çünkü salih ameller, mü­minlerin yükseldikleri basamak ve derecelerdir. Onlar, Allah Tea­la'nm dostluğu ve mücahedeleriyle bu derecelerde yükselirler. Al­lah Teala, mücmel bir hitabında şöyle buyurmaktadır: "Eğer mü-minlerseniz, sizler üstünsünüz". (Al-i İmran/139); "Allah, müminle­rin velisidir". (Al-i İmran/68) O, bunu tefsir ederken şöyle buyur­muştur: "Herkese yaptıklarından dolayı dereceler vardır". (Ah-kaf/19); "O, yaptıkları ameller sebebiyle onların Velisi'dir". (En'am/127); "Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler eşit olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından otu­ranlardan üstün kılmıştır". (Nisa/95)
Vasile b. el-Eska'ın (ra) rivayet ettiği bir hadis de bu anlamda­dır: "İman artar ve eksilir"[25][25]Bu hadis-i şerifi Sahabe'den bir cema­at ve Tabiun'dan sayısız zat rivayet etmiştir.
Ahmed b. Hanbel'e (ra) imanda istisnanın ne anlama geldiği so­rulmuştu. O, İman, söz ve amel değil midir?' diye sordu. Soru sahi­bi, 'Evet' deyince büyük İmam şöyle dedi: Tasdik söz ile, istisna  amel ile olur. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: İnsanların nifa­ka en yakın olanı, kendisini ondan uzak görendir.
Aynı zat başka bir vesilede de şöyle demiştir: Kendisini nifak­tan emniyette hissedendir. Afre'nin azatlısı Ömer de şunu söyle­miştir: İnsanların nifaka en yakın olanı, kendisinin olmayan bir şeyle aklandığında bundan huzur duyandır. İnsanların nifaka en uzak olanı ise, aslen varolduğu iyi halin kendisini kurtaramayaca­ğından endişe eden kimsedir. Bişr b. el-Hars (ra) ise şöyle demiştir: Kalbin övgülere meyledip sükun bulması, onun için günahtan da­ha zararlıdır.
Sehl (ra) de, şöyle derdi: Alimin gafleti bir şeye meyledip sükun bulmaktır. Cahilin gafleti ise, bir şeyle övünüp iftihar etmektir. Al­lah Teala dışındaki şeylere dayanıp sükun bulmak, alimlere göre boş bir iddiadır. Boş iddia ise günahlardan sayılırdı.
Huzeyfe (ra) şunu söylemiştir: Bugün münafıklar, Allah Resu-lü'nün (sav) devrine göre çoklar. O devrin münafıkları nifakı gizli­yorlardı. Bugünkiler ise onu açıklıyorlar. Bir defasında Hasan el-Basri'ye (ra) 'Bazıları günümüzde münafık kalmadığını söylüyor­lar, ne dersiniz?' diye sorulmuştu. O, soru sahibine şöyle dedi: Ey kardeşimin oğlu! Eğer münafıklar tamamen helak olmuş olsalardı, yollarda yalnızlık hissederdiniz! Ondan ve başkalarından nakledil­miş başka bir söz de şudur: Eğer münafıkların kuyrukları çıksay­dı, yeryüzünde adım atacak yer bulamazdık! Ibni Ömer (ra) bir adamın Haccac'a sövdüğünü duyduğunda şöyle dedi: Ne dersin? Eğer şu an burada olsaydı, az önce söylediklerini yine söyler miy­din? Adam, 'Hayır1 deyince İbni Ömer (ra) de, 'Biz Allah Resulü'nün (sav) devrinde bunu nifak sayardık' dedi. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kim dünyada iki dilli olursa, ahiret-te de kendisine ateşten iki dil verilir". [26][26] Başka bir rivayette de şöy­le buyurduğu bildirilmiştir: "İnsanların en kötüsü, iki yüzlü olup şunlara bu yüzle, onlara öbür yüzle gidendir". [27][27]
Hasan el-Basri'ye (ra) şöyle denmişti: Bir topluluk nifaktan endi­şe etmediklerini söylüyorlar, ne dersin? O da şöyle cevap verdi: An-dolsun ki nifaktan beri olduğumu bilmem, benim için dağlar dolusu altından daha sevimlidir! Yine o şöyle demiştir: Dilin ve kalbin, gizli­nin ve açığın, giriş ve çıkış halinin farklılaşması nifak alametlerin-dendir. Adamın biri Huzeyfe'ye (ra) 'Münafık olmamdan korkuyorum' demişti. O, adama şöyle dedi: Eğer münafık olsaydın, münafık ol­maktan korkmazdın. Çünkü münafık, nifaktan emin olan kimsedir! Nifak iki türlüdür. İlki sahibini İslam'dan çıkarır. Bu, Allah'ın dininde şüpheye kapılmak ve Resul'ün (sav) getirdiği şeriati red­detmektir. İkincisi ise İslam dairesinden çıkarmamasına rağmen imanı eksiltip hakikatini götürür ve onun nurlarını söndürür. İmandan kazanılacak sevaptan mahrum ederken amelleri de boşa çıkartır. Nifakın bu türü Allah Teala'mn gazabını ve yüz çevirmesi­ni gerektirir.
Riyakârlık, gevşeklik, halka karşı yapmacık davranmak, batılı hak ile süslemek, dil-kalp tutarsızlığı, gizli ve açık hallerin zıtlığı, zahiri amellerin gizli amellerden çok olması, emirlerin yasaklarla bağdaştırılması nifakın bu türünün göstergeleridir. Selef-i Salih'in en çok endişe ettikleri ve ürperti duydukları nifak da buydu.
Sehl (ra) şöyle derdi: Gerçek riyakâr, avamın ve alimlerin yadır­gamayacakları şekilde dış görünümünü güz elle ş tir diği halde içi ha­rap olan kimsedir. Hasan (ra) ve arkadaşları, bidat ehlini de 'mü­nafık' olarak adlandırıyorlardı.İbni Şirin (ra) ve arkadaşları ise on­ları 'Hariciler' olarak tanımlıyorlardı.
İbni Ebi Melike (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nün (sav) as­habından 130 zata -bir rivayete göre 500- yetiştim. Hepsi de kendi­lerinde nifak bulunmasından korkuyorlardı. Bir defasında da şöy­le demiştir: Sahabe'den hiçbirinin 'Ben Cebrail (as) ve Mikail'in (as) imanı üzereyim' dediğim duymadım.
Ali (kv) ve Ebu Said'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Mürcülik, bidattir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ise şöyle demiştir: Ben Mürcii-lik'ten daha yaşlıyım. Onu ilk defa ortaya atan Medine sakinlerin­den biridir. Ebu Eyyub (ra) o şahsı zikretmiştir. Katade (ra) dedi ki: Allah Teala, kendisinden daha yaşlı olduğum bu fikre lanet etsin. Mürcülik fikri, Haccac'm valiliği döneminde İbnu'l-Eş'as'ın hezime­te uğramasından sonra ortaya çıkmıştır.
Süfyan-ı Sevri (ra) dedi ki: Kim, 'Ben Allah katında müminim' derse yalancılardandır. Kim de 'Ben hakiki müminim' derse o da bi­dat ehlmdendir. Bunun üzerine kendisine, 'Peki ne demek gerekir?'
diye soruldu. Süfyan (ra) şöyle dedi: 'Biz Allah'a, bize ve İbrahim'e indirilene iman ettik' deyin. Hasan el-Basri'ye (ra) 'Sen mümin mi­sin?' diye sorulduğunda, 'Allah'ın izniyle, inşaallah' demişti. Bunun üzerine, 'Sen de mi imanda istisna yapıyorsun ey Eba Said?' denil­mişti. O da şu karşılığı verdi: 'Evet demem halinde, Allah Teala'nm, Ey Hasan! Yalan söyledin! buyurarak hakkımda azap kelimesinin kesinleşmesinden korkarım. O, daima şöyle-derdi: Allah Teal'nm bende hoş görmediği bir şeye vakıf olmasından dolayı bana buğzet-mesinden ve 'Git, senin hiçbir amelini kabul etmiyorum' buyurma­sından asla emin olamam. Bu durumda boş yere amel etmiş olurum. İlim ehlinden bazıları, 'Mümin misin?' sorusunu bidat olarak de­ğerlendiriyordu. Bazıları ise, kendisine 'Mümin misin?' diye sorul­duğunda 'Allah'a, kitablarına ve peygamberlerine iman ettim' şek­linde cevap vermeyi tavsiye ediyorlardı. İbrahim en-Neha'i şöyle de­miştir: 'Sen mümin misin?' diye bir soruya muhatap olduğunuzda, 'İmanda şüphem yoktur, böyle bir soru sormanız da bidattir5 deyin. Süfyan-ı Sevri (ra) Hasan b. Abdullah kanalıyla İbrahim en-Ne-ha'i'den şunu nakletmiş tir: 'Sen mümin misin?' diye sorulduğunda 'Allah'tan başka ilah yoktur!' deyin. Mansur da yine ondan şu sözü nakletmiştir: Alkame'ye bu soru sorulduğunda şu cevabı vermişti: Allah'ın izniyle Öyle olduğunu umuyorum. Sevri de şöyle derdi: Biz­ler, Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanan müminleriz. Ama Allah katında ne olduğumuzu bilemeyiz. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Ben imana inanır ve onda şüphe etmem. Ama kim­lerden olduğumu bilemem. Acaba allah Teala'nın, "İşte onlar gerçek müminlerdir" buyurduğu kimselerden miyim yoksa değil miyim?
Ariflerden bir zat şöyle demişti: Eğer evin kapısında şehadet, odanın kapısında da tevhid üzere ölüm teklif edilse, tevhid üzere Ölmeyi tercih ederdim. Kendisine, 'Niçin?' diye sorulduğunda da şu cevabı vermişti: Çünkü oda kapısından evin kapısına varıncaya ka­dar kalbimin ne yönde değişeceğini bilemem.
Anlatıldığına göre Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle bir hadi­se yaşamıştır: Emirlerden birinin minberde konuşurken çirkin söz­ler söylediğini gördüm. Bir an ayağa kalkıp sözlerini reddetmek is­tedim. Fakat beni öldürmesinden çekindim. Aslında ölüm de beni korkutmuyordu. Ama kalbimin halka şirin görünme ve emire iyili­ği emrettiğim ve O'nun yolunda öldüğüm için gurur duymasından
endişe ederek bundan vazgeçtim. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Bir kimsenin elli yıl tevhid üzere olduğunu bilsem de, sonra aramı­za bir direk engel çıksa ve o ölse, kalplerin ne derece hızlı döndü­rüldüğünü bildiğim için onun tevhid üzere öldüğüne hükmede-mem. Mansur b. Zadan dedi ki: Allah Resulü'nün (sav) ashabından birine bu soru sorulduğu zaman şöyle derdi: Allah'ın izniyle mümi­nim.
Ebu Vail de şunu nakletmiştir: Adamın biri İbni Mesud'a (ra) şöyle dedi: Bir kafile ile karşılaştım, bana 'Biz müminleriz' dediler, ne dersin? O da şu karşılığı verdi: Onlar aslında, 'Biz cennetlikle­riz' demişler. Abdullah'ın arkadaşlarından biri, adamın tekine, 'Sen mümin misin?' diye sormuş, o da 'Evet' demişti. Bu olay, İbni Me­sud'a (ra) nakledildiğinde şöyle demiştir: Ona cennetlik olup olma­dığını da sorun! O kimse de, 'Umuyorum' demişti. Bunun üzerine îbni Mesud (ra) şunu söylemiştir: Dikkat et! İkinciyi tehir ettiğin gibi birinciyi de tehir ettin!
Tabiun'dan birinin oğlu, yüzüğüne, 'Filan Allah'a hiç bir şeyi şirk koşmaz' ifadesini kazdırmıştı. Babası kendisine şöyle dedi: Bu, bizatihi şirkten daha çirkin bir durumdur. Selef-i Salih'ten bir zat ise şunu söylemiştir: İnsanların nifaka en yakın olanı, kendisini ondan en uzak görendir. Allah Resulü (sav) bir hadisinde anlatıldı­ğı üzere sahabeden bir toplulukla beraber oturuyordu. Sahabe, bir kişiden sözedip onu övdüler. Onlar bu hal üzere iken övülen şahıs çıkageldi. Abdest aldığı için yüzünden su damlıyordu. Terliklerini eline almıştı ve alnında secde izi vardı. Sahabe, 'Ey Allah Resulü! İşte sana anlattığımız zat budur7 dediler.
Allah Resulü (sav) adama baktığında, 'Onun yüzünde şeytani bir karanlık görüyorum' buyurdu. Adam selam verip aralarına oturduğu zaman Allah Resulü (sav) ona şöyle buyurdu: Allah için soruyorum, Buraya gelirken aramızda senden daha hayırlısı olma­dığını kendi kendine söyledin mi? O da, 'Evet' dedi.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim ben müminim derse, kafirdir. Kim ben alimim der­se cahildir. Kim de ben cennetliğim derse cehennemdedir". Allah Resulü (sav) Ebu Bekir'e (ra) şu duayı öğretmişti: "Allahım! Bildi­ğim halde sana şirk koşmaktan Sana sığınırım. Bilmediğim şey için de Sen'den mağfiret dilerim". Allah Resulü (sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştu: "Ümmetimdeki şirk, düz kaya üzerindeki ka­rıncanın yürüyüşünden daha gizlidir". [28][28]
Allah Resulü'nün (sav) bir duası da şöyleydi: "Allahım! Bildiğim ve bilmediğim kusurlar için Sen'den mağfiret dilerim"[29][29]. Bunun üzerine, 'Sen de mi korkuyorsun ey Allah Resulü?' denilmişti. O da şöyle buyurmuştu: "Asla emin olamam. Kalpler Rahman'm par­maklarından ikisinin arasındadır. Onları dilediği gibi değiştirir". Nitekim Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Ve onlara Allah'tan hiç ummadıkları zahir oldu". (Zümer/47) Bu ayetin tefsirinde anılan kimselerin hasenat zannettikleri amellerde bulundukları ama he­sap ve tartı anında onların günahtan ibaret olduğunu gördükleri söylenmiştir. Bu ayet-i kerimenin abidler için ağlama taşı olduğu söylenmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Rabbi'nin kelimesi sıdk ve adalet olarak tamama erdi". (En'am/115) Bu ayetin tefsirinde Allah Teala'mn kelimesinin/hükmünün iman üzere Ölenler için sıdk ile, şirk üzere ölenler için de adalet ile tamama erdiği söylenmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Üzerlerinde Rabbi'nin kelimesi hak olmuş kimseler, kendilerine her ayet gelse de iman etmezler". (Yunus/96); "Onlar için binlar dışında yaptıkları başka ameller de vardır". (Mü-minun/63); "Onlar Kitab'da yazılı nasiplerine ulaşırlar. Muhakkak Biz, onların nasiplerini eksiltmek s izin kendilerine veririz". (A'raf/37); "İşlerin sonu Allah'adır". (Hac/41); "Göklerde ve yerdeki-ler gaybı bilmezler. Ancak Allah (bilir)". (Neml/65)
İmanda istisna bizatihi imanın ruhundandır. Herşeyde istisna­da bulunmak velilerin alametidir. Şirk ve nifak korkusu ise, kulun başka bir varlığa dayanmaması ve nefsini hiçbir şeyle aklamaması için İman'm ziyadesinden sayılmıştır.
Seri es-Sakatî şöyle demiştir: Adamın biri içinde bütün ağaçla­rın ve üstünde kuşların bulunduğu bir bahçeye girmişti. Kuşlardan her biri, kendi diliyle 'Allah'ın selamı üzerine olsun ey Allah dostu!' dedi. Adamın nefsi bununla huzur bulunca kuşların esiri oldu. [30][30]



'Sünnet' yol kelimesi için kullanılan isimlerden biridir. Sünnet, doğru yola verilen addır. Kelimenin anlamıyla ilgili olarak 'Ta­rik/tarikat, senen/sünnet, huccet/mahaccet' örnekleri verilir. Bun­ların hepsi de yol anlamındadır.
Sünnetin ve Ehli Sünnet yolunun faziletleri hakkında şunlar söylenebilir. Ehli Sünnet'in faziletlerinden başta geleni; her bakım­dan dünyaya fazla meyletmemeleridir. Onlar Allah Teala'dan gelen en küçük şeye dahi kanaat eder ve her şekilde Allah karşısında te­vazu gösterirler. Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: İbadetin fazileti tevazudur. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Dört şey vardır ki ancak hayranlık uyandıracak şekilde birarada bulunur. İbadetin başı olan tevazu; sükut; Allah'ı zikir ve eşyanın azlığı".
Tevazu, beş şekilde ortaya çıkar: Sözle, fiille, giysiyle, ev eşya-sıyla ve evle. Müminde bunların bir kısmı bulunabilir. Her kim bu beş hususta tevazuya uygun davranırsa, 'mütevazı' olarak anılma­yı haketmiş olur. Tevazünün zıddı kibirdir. Kibir de, yukarıdaki beş konuda tevazuya aykırı davranmakla ortaya çıkar. Mümin, bunlar­dan bir kısmıyla imtihan edilmiş, bir kısmından da kurtulmuş ola­bilir. Ama bunların tamamında tevazuya aykırı hareket eden kim­se, 'mütekebbir' olarak anılmayı haketmiş olur. Kibrin aslı kalpte­dir. Onun görünen kısmı ise, fiiller ve sözlerde ortaya çıkar.
Ehli Sünnet'in temel vasıflarından biri de, ilim ve amellerle il­gili olarak şüpheli ve karışık meselelerde gösterdikleri vera'dır. Onlar, bu tür hüküm ve fiillere tereddütle yaklaşırlar. Bunların, ne doğruluğuna, ne de yanlışlığına inanırlar. Aksi halde batıla inanmış veya hakkı inkar etmiş olabilirler. Onların bu gibi konularda­ki yaklaşımları; nihai kararı Allah Teala'ya teslim etmektir. Bu ne­denledir ki onlar, bu gibi hususlarla karşılaştıklarında 'Bunların Allah katındaki hakiki hallerine iman ettik' derler. Bu, Allah Tea-la'nm karışık ve ihtilaflı meselelerde müminleri itaate davet etme­sidir. Bu gibi noktalarda, sükut etmek ve işi Allah'a teslim etmek gerekir.
İlimde derinleşenlerin vasıfları sayılırken de buna dikkat çekil­miştir. Allah Teala, Zatı üzerine yemin etmiş ve tam teslimiyet gös­termeyenleri iman dairesi dışına çıkarmıştır. O, teslimiyeti imanın ziyade sevabı olarak bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı". (Ahzab/22)
Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "İş­ler üç kısımdır: Doğruluğu açığa çıkan iş ki onu izleyin. Yanlışlığı ortaya çıkan iş ki ondan uzak durun. Şüpheli olan iş ki onu da bi­lenine havale edin".
İbni Mesud (ra) da bu çerçevede şöyle demiştir: Yolun işaretleri olduğu gibi bu Kur'an'm da açık işaretleri vardır. Bunlar içinde bil­diklerinizle amel edin. Bilmediklerinizi ise bilenlere havale edin. Yine o, şöyle derdi: Bugün öyle bir zamandasınız ki en hayırlınız, acele edenlerdir. Öyle bir zaman gelecek ki en hayırlınız işin haki­katini arayanlar olacaktır. Bu sözün izahını şöyle yapabiliriz: İlk asırda hak apaçık ortada idi. Sonraki zamanlarda ise, şüphelerin artmasıyla birlikte hak muğlak hale gelmiştir. Günümüzde insan­ların en hayırlısı, vera' ile titizlik gösterendir. İlk devirde ise fazi­letlere koşanlar en hayırlılardan sayılırdı.
Bu yaklaşımın sıhhatine delalet eden bir husus da imanın, tas­dik olduğu gibi aynı zamanda teslimiyet de olduğudur. Tabiun'dan Cafer b. Muhammed ve Ebu Muhammed Cafer b. Ali şu iki ayeti bu manada okumuşlardır: "Bizi Sana teslim olanlar (müslümanlar) kıl". (Bakara/128); "Ayetlerimize iman ettiler ve onlar teslim olmuş (müslüman)lardı". (Zuhruf/69) Eğer bu ikisi, yani iman ve teslim olma aynı manada olmasalardı, kıraatta manaya muhalefet etme­leri caiz olmazdı.
Allah Resulü (sav) de müteşabih hükümlerde benzer şekilde davranmıştır. Müteşabih, bir yönüyle hakka diğer yönüyle batıla benzeyen husustur. O bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Katab Ehli'ni ne tasdik edin, ne de yalanlayın. Sadece 'Biz Allah'a, O'nun bi­ze indirdiği Kitab'a ve size indirdiğine iman ettik' deyin".[31][31]Çünkü' Tevrat'ın Allah Teala tarafından indirilmiş olduğu bir hakikattir.
Ama O, İsrailoğulları'nm onu tahrif ettiklerini de haber vermiş­tir. Müminlerin inanma tercihiyle karşılaştıkları kısımları muhte­melen Allah Teala tarafından indirilmiş kısımlardır ve bunların ya­lanlanması haramdır. Onların inkar etme tercihiyle karşılaştıkları kısımları ise, muhtemelen tahrif edilmiş kısımlardır ki bunların kabulü ve sübutuna iman edilmesi de haram kılınmıştır.
Allah Resulü (sav) müminlere işte bu noktada durmalarını ve Allah Teala'mn indirdiğine bir bütün olarak iman etmelerini em­retmiştir. Böylelikle İsrailoğulları'nm Tevrat'a dair haber verdikle­ri hususlar eğer hak kısmına dahilse ona iman etmiş, eğer batıla dahilse bundan dolayı da zarar görmemiş olurlar.
Müslüman; delili akılda belirginleşmemiş bir şeye kudret-ilahi, sünnet veya nakil sebebiyle teslim olan kimsedir. Mümin ise; gözle görülerek belirginleşmemiş bir şeyi tasdik eden kimsedir. O, gayba inanmaktadır. Akıl, kalbin gözü, göz de bedenin görme aracıdır. Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: "Aklı erinceye kadar mecnundan me­suliyet kaldırılmıştır". [32][32]Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Görme­yen için bir güçlük yoktur". (Nur/62)
Ehli Sünnet mensuplarının bariz özelliklerinden biri de kendi­sini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesidir. Müslüman, kendisine yetenle iktifa etmeli, kendisine ilgilendirmeyen söz ve fiillerden uzak durmalıdır. Kendini ilgilendirmeyen hususlara dalmak, tekel-lüf'yani üstüne vazife olmayan şeyle ilgilenmek olarak tarif edilmiş ve Allah Resulü (sav) tarafından nehyedilmiştir. O, ümmetinin bundan beri olduklarını haber vermiştir. Tekellüf yani mâlâyani ile uğraşmak, kişinin kendini bizzat ilgilendiren hususlarla meşgul ol­maktan alıkor. Akıl ve zeka sahibi her müslüman, kendisini ilgilen­diren şeylerle meşgul olur.
Lokman'm (as) haber verdiği hikmetin özü de budur. Lokman'a (as) hikmetin neyle verildiği sorulduğunda şöyle demiştir: Hikmet bana iki şeyle verilmiştir: Bana gerekmeyeni üstüme almam, mükellefiyetimi de ziyan etmem. Kişiyi ilgilendirmeyen şey; bilinme-mesinin zarar vermediği, yapılmasının da yarar sağlamadığı şey­dir. Kişiye vazife kılınmayan bu tür şeylerin söylenmesi veya yapıl­masında her hangi bir fazilet mevcut değildir. Bu tür şeyleri dinle­mesi ve bunlarla ortaya çıkması halinde de kendisi için bir kazanç, diğerleri için bir fayda sözkonusu olmaz.
Ehli Sünnet'in özelliklerinden biri de eziyeti gidermektir. Bu, vera'dan sayılmıştır. Sehl (ra) şöyle derdi: Eziyeti gidermek aklın kazancı, eziyete tahammül etmek ilmin kazancı, halka karşı dü­rüst olmak ve onlara merhametle yaklaşmak ise imanın amelden kazancıdır. Bu da şu şekilde olur: Kul, kendisini uhrevi amellerden uzaklaştıran nefsani alışkanlıklarını bir kenara bırakır.
Bu meyanda nefsi terbiyeye ve onu boyun eğdirmeye yönelik ameller yapılır. Bu amellerde, nefse tat verebilecek mahiyette ar­zular bulunmamalıdır. Alışkanlık (-adet), galip bir ordu gibidir. Alışkanlıklar için tevbede bulunmak zordur. Alışkanlıkların kul üzerindeki hakimiyetinden dolayı kulun onlara tekrar dönmesi muhtemeldir. Alışkanlık, arzu ve nevanın kapılarından bir kapıdır. Kula emredilen veya Özendirilen hususlar dışındaki her türlü alış­kanlık buna dahildir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle demiştir: Eğer yemek için belli bir zaman tayin etmemeye gücünüz yeterse, nefsiniz aksini arzu etse de zaman tayin etmeyin. Yine o şöyle demiştir: Akşam ye­meğimden bir lokmayı bırakmam, benim için bir geceyi ibadetle ge­çirmemden daha sevimlidir. Çünkü bunda, nefsi alışkın olduğun­dan mahrum etme ve azla yetinme sözkonusudur.
O, benzer bir vesilede şunu söylemiştir: Nefsin arzularından bi­rini terketmek, kalp için bir yıl oruç tutmak ve ibadet etmekten da­ha faydalıdır. Bütün bunlar, nefsin kötü alışkanlıklara ısınması ve sürekli bunları özlemesi endişesiyle söylenmiş sözlerdir. Çünkü nefs bu alışkanlıklara ısınıp onları özler hale geldiği zaman bunla­rı kontrol altına almak imkan dahilinden çıkmaya başlar.
Ehli Sünnet mensubu emrolunduğu hususlarda güzel bir sabır göstermelidir. Nehyedildiği hususlardan kaçınma noktasında da güzel bir sabır göstermelidir. Bu, en faziletli amellerdendir. Böyle davrananlar için ziyade sevap ve kemaliyet sözkonusudur. Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiş­tir: "Haramlardan sakın ki insanların ibadet bakımından en ilerisi olasın". [33][33]Bu hadisin başka bir lafzında ise İnsanların vera' bakı­mından en ilerisi olasın1 ifadesi yeralmıştır.
Haramlara yaklaşmama konusunda gösterilen sabra verilen se­vabın büyüklüğü hakkında işittiğim en güzel söz İsrailiyyat kay­naklarında anlatılan şu hadisedir;
Adamın biri, kendi beldesine yayan bir aylık mesafede bulunan bir beldeden bir hanımla evlenmişti. Hanımını getirmesi için orada yaşayan hizmetçisine haber göndermişti. Hizmetçi hanımı alarak yola çıktı. Karanlık çökünce şeytan ona gelerek şöyle.dedi: Şu an­da seninle şu kadının kocası arasında bir aylık mesafe var. Kocası­nın yanına varıncaya kadar bu bir ayın gecelerinde ondan zevk al­san olmaz mı? Kadın da bundan hoşlanacak ve bu iyiliğini kocası­nın yanında anlatacaktır. Böylece efendinin gözünde iyi bir yerin olacaktır.
Hizmetçi şeytanın bu fısıltılarını dinledikten sonra kalktı ve na­maza durdu. Rabbi'ne şöyle nida etti: Ey Rabbim, düşmanın geldi ve beni Sana isyana teşvik etti. Bir ay boyunca ona dayanacak gü­cüm yok. Ondan Sana sığınıyorum ey Rabbim. Beni ondan koru ve eline düşürme. Gecenin tamamını bu hal üzere nefsiyle mücadele
ederek geçirdi.
Seher vakti hanımının bineğini hazırladı ve onu bindirip yola koyuldu. Allah Teala ona merhamet etti ve bir aylık yolu kısaltıverdi. Gün iyice ağardığında efendisinin şehri uzaktan belirmişti. Allah Teala, masiyetten Kendine kaçan kuluna şükrünü böyle göstermiş ve bilahare ona peygamberlik nasip etmiştir. O zat, İsrailoğul-
i ları'na gönderilen peygamberlerden biriydi.Ehli Sünnet mensuplarının diğer bir vasfı da; ahiret için çahşmaya talip olanların istikbal için hazırlık yapmalarıdır. Bu sıfata sahip olanlar, insanları bir kenara bırakıp kendi nefslerini terbiye ile uğraşır ve ahirete yönelirler. Onların böyle yapmaları gereklidir.
Bir özellikleri de, lüzumsuz ihtiyaçlar konusunda zühd sahibiolmak ve şüphelerden sakınmaktır. Bu, Allah Teala tarafından da onlara farz kılınmıştır. Onların bir başka vasfı da, insanlara ve dünyevi konulara ilişkin az konuşmalarıdır. Bu, mendup görül­müştür. Çünkü insanlar ve dünyevi konular hakkında fazla konuş­mak ve bunları sıkça anmak, gaflete ve kalbin katılaşmasına yol açar. Buna karşın Allah Teala'yı sıklıkla anmak, O'nu hatırlatmak, O'nun nimetlerini anmak ve O'na hamd ve senada bulunmak tav­siye edilmiştir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bizim meclisimizi paylaşacak kimse şu üç şeyden sakınmalıdır: İnsanları anmak, çünkü onlar her zaman derttir. Dünyayı anmaktan kaçınmak, çünkü dünya kal­bi katılaştırır. Çok yemekten sakınmak ki en kötüleri de budur. Bir diğer alim de şöyle demiştir: Bizim meclisimize katılacak kimse, Allah Teala'dan başka hiç kimseyi zikretmemelidir. Mutlaka birşey zikretmesi gerekiyorsa ahireti ve salihleri zikretmelidir.
Sehl (ra) şöyle derdi: 'Sünnet', Allah Resulü'nün (sav) ve O'nun ashabının üzerinde bulundukları şeydir. Sünnetin başı, dünya hak­kında zühd sahibi olmaktır. Allah Resulü ve O'nun ashabı gerçek­ten zahidlerdi.
Allah Resulü (sav) Tırka-i Naciye' yani kurtulan zümrenin sı­fatlarını anlatırken de şöyle buyurmuştur: Onlar, benim ve ashabı­mın üzerinde bulundukları şey üzerinde olanlardır". Ehli Sünnet, yukarıda sıraladığımız vasıflara sahip bir topluluktu. Bu özellikle­re sahip olanlar da bu topluluktandır. Bunlar Ehli Sünnet'in fazi­letleri, imanın ziyadesi ve yakinin güzelliğidir. [34][34]


Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Biz seni, din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy". (Casi-ye/18) Şeriat, *yol' mefhumu için kullanılan isimlerden biridir. Şeri­at; geniş, doğru ve açık bir yol için kullanılmış bir isimdir. Şeriat, yolların tamamını ihtiva eden ve kapsayan bir yol olarak tarif edil­miştir. O, bir anlamda bütün yolları içine alan bir yoldur. Yol' mef­humu için birçok isim konulmuştur. Bunlara misal olarak, 'Tarik, sebil, minhac, mehacce, mensik' kelimeleri verilebilir. Şere'a keli­mesinin iştikakından dört isim çıkartılmıştır ki bunlar Sâri (=Şeri-at koyucu), Meşre'a (=Konulan şeriat), Şir'at (=Doğru ve açık yol), Şerî'at (-Din, yol). Şeriat, bunlar içinde en kapsamlı olan ve bütün yolları ihtiva edenidir.
Şeriat, on iki temele dayanır. Bu temeller de, imanın genel va­sıflarını ihtiva eden hususlardır:
1. Kelime-i Şehadet'te bulunan iki şehadettir ki bunlar fıtratı ifade eder.
2. İkincisi namazdır ki dini ifade eder.
3. Üçüncüsü zekattır ki temizliği ifade eder.
4. Dördüncüsü oruçtur ki müminin cennetini ifade eder.
5.  Beşincisi hacdır ki kemaliyeti ifade eder.
6. Altıncısı cihaddır ki zaferi ve Allah'ın yardımını ifade eder.
7. Yedincisi iyiliği emretmektir ki hücceti ifade eder.
8.  Sekizincisi kötülükten sakındırın aktır ki korunmayı ifade eder.
9. Dokuzuncusu cemaata katılmaktır ki kaynaşmayı ifade eder.
10.  Onuncusu istikamettir ki masumiyeti ifade eder.
11.  Onbirincisi helal yemektir ki vera ve titizliği ifade eder.
12.  Onikincisi Allah için sevmek ve onun için buğzetmektir ki vesika ve dayanak ifade eder.
Sıraladığımız temellerden bir kısmı Allah Resulü'nden (sav) ri­vayet edilmiştir. İbni Abbas (ra) ve İbni Mesud (ra) da bu yönde be­yanlarda bulunmuşlardır. [35][35]


Bir kişinin, müslüman olabilmesi için birtakım şartlar konulmuş­tur. Bir kişi müslüman olabilmek için bidatlere inanmam alıdır. Bü­yük günahlar işlememelidir. Haram yememelidir. Selef büyükleri­ne dil uzatmamalıdır. Müslümanların malları ve namusları konu­sunda eline ve diline sahip çıkmalıdır. Diğer bütün müslümanlara karşı dürüst ve şefkatli olmalıdır. Onları sevindiren şeye sevinme­li, onları özellikle de büyük imamları üzecek şeyler onu da üzmeli-dir. Onların cümlesi için duacı olmalıdır. Bütün amellerinde ihlas-lı olmalıdır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki kul, kalbi ve dili selamette olmadıkça müslüman, komşusu şerrinden emin ol­madıkça da mümin olamaz". [36][36] Yine O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Üç şey vardır ki onlara dayandıkça müslümanın kalbi sahtekar olamaz: Amelleri Allah Teala'ya halis kılmak. İdarecilere karşı nasihatçı olmak ve cemaate devam etmek". [37][37]
Sayılan şart ve hasletleri taşıyan kişiler, yaşadığımız zamanda (Hicri dördüncü asır) Allah Teala'mn velileri sayılabilirler. Bu, Allah Teala'nm velayetinin ilk adımı ve Allah Teala'mn kula ilk ilgisidir. Bu ilgi, koruyucu, günahtan uzaklaştırıcı ve merhamet edicidir.
Ömer b. Abdülaziz (ra) Salim b. Abdullah'a mektup yazarak şöyle bir ricada bulunmuştu: Bana Ömer b. Hattab'm (ra) halk için­de izlediği yolu anlat. Ben, onun yolunda yürümek istiyorum. Sa­lim (ra) şöyle karşılık verdi: Selamdan sonra, sen Ömer'in zama­nında yaşamıyorsun. Senin adamların asla Ömer'in adamları gibi olamazlar. Eğer sahip olduğun adamlarla şu devirde Ömer'in (ra) izlediği yolda yürüyebilirsen senin Ömer'den (ra) daha üstün olabi­leceğini söyleyebilirim. [38][38]



Kişinin müslümanhğınm güzelliği ve Allah Teala'mn ona muhab­betinin alametlerinin başında hayrı ve hayır ehlini sevmesi, serden ve onun ehlinden uzak durması gelir.
İslamı güzel olan bir kul, Allah Teala'nm özendirdiği mendupla-ra koşar, kaçırdıklarına ise üzülür. Kendisini ilgilendirmeyen söz ve fiilleri terkeder. Üzerine vazife olmayan işlerden uzak kalır ki bunlar, kendisine emredilmemiş, yapılıp yapılmaması hususunda teşvikte bulunulmamış şeylerdir. Beş vakit namazı, fitneden endi­şe etmiyorsa cemaatla kılar. Gıybetten ve insanları çekiştirmekten uzaklaşarak dinini Allah'a has kılar.
Kendi için istediğini herkes için de sever ve ister. Kendisi için hoş görmediğini diğerleri için de hoş görmez. Hayırlara ve iyi işle­re koşar. Uzun süreli suskunluğu tercih eder. Yumuşak başlı olur. Müminlere karşı alçakgönüllü, kibir ehline karşı izzetli durur. Ba­tıl hakkında münakaşa etmez. Dinde tavizkâr olmaz.
Haklı bir meselede, kendisi veya düşmanının aleyhine olsa bile öfkeye kapılmaz. Haksızlığı ve batılı da kendi lehine veya en yakını lehine olsa dahi istemez. Sevdiği kimsenin kendini övmesinden hoş­lanmaz. Kızdığı kimseye karşı nasihatkâr olur. Halktan kaynakla­nan övgü de yergi de, kalbinde aynı ağırlığa sahiptir. Kendine zarar verecek olsa dahi doğruluğu bırakmaz. Faydasını bir an önce elde etmek istediği hayır işlerinde yapmacıklıktan uzak durur.
İçi, dışından daha üstündür. İnsanların verdiği rahatsızlığa ta­hammül ederken onlardan gelen bela ve imtihanlara karşı sabırlı­dır. Hali ile başbaşadır. İnsanlarla çok sık birlikte oturup konuş­maktan uzak durur. Şüpheli işlere karışmaz. Kalbinin değişmesi
endişesiyle daima böyle davranır. Yaşadığımız şu çağda bu haslet­leri kendinde toplayan kimse, ahireti murad edenlerden sayılır. Bu da Allah Teala'nm ikinci derecede velayet ve ilgisine mazhar olan zümrenin halidir. Denildi ki: Her devrin abdal zümresi, zamanları miktarında olur. Her devirde de sabikun (=Öne geçenler) ve mukar-rebun (=yakın kılınanlar) mevcuttur.
Tefsir ehlinden bir zat, Allah Teala'nm "Siz mutlaka tabakalar­dan tabakalara bineceksiniz" (İnşikak/19) buyruğunun tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani her asırda insanların daha önce bu­lunmadıkları bir hal üzere bulunacakları bir tabakaya dahil ola­caksınız.
Asır (=Karn) kelimesi için söylenen en uzun süre yüz yıldır. En kısa süre ise kırk senedir. Bu sürelerin ortası ve konuyla ilgili ha­dis ve değerli sözlerin delaletine en yakın olanı ise yetmiş senedir.
Ali (kv) de bu görüşü beyan etmiştir. Bunun ilmi izahı da şöyle­dir: İkiyüz yılın başı, risaletten sonra üç karnın tamamlanmasıdır. Bugün biz altıncı damdayız. Altıncı karn, üçyüz kırkıncı yıldan dörtyüz onuncu yılın sonuna kadar olan süredir. Denir ki: Yedinci karnâan. sonra güneş batıdan doğacaktır. Bu da dörtyüz seksenin­ci yılın başıdır. Karnın yüz sene olduğunu söyleyenlere göre ise, gü­neşin batıdan doğması yediyüz sene sonradır.    — •
Rivayete göre ölüm meleği mümin kulun ruhunu teslim almaya geldiği zaman onu gözleyen iki melek Azrail'e şöyle derler: Bize bi­raz mühlet ver de, onun kulaklarını güzel övgülerle dolduralım. Ar­dından da o mümine şöyle hitab ederler: Allah seni hayırla müka-faatlandırsın. Bizim bildiğimiz kadarıyla sen O'na taatte çok hızlı, O'na isyanda ise çok yavaştın. Hayır ve hayır ehlini severdin. Ha­yır namına da gücünün yettiğini yapardın. Bize işittirdiğin nice gü­zel sözler oldu. Bizi ortak ettiğin nice güzel meclislerin oldu. Müj­deler olsun sana ki sana vaadedilen doğru çıkacak ve Allah'ın hu­zurunda her ikimiz de senin lehinde şahitlik edeceğiz. [39][39]


Bunlar, İslam'ın müslüman üzerine vacip kıldığı saygıya dair hu­suslardır. Altı hadisin ihtiva ettiği hususlar toplanarak on hakkın vacip kılındıği ortaya çıkmıştır.
Bu altı hadis şunlardır: Ali (kv) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslümanm müslüman üzerinde vacip olan hakkı altıdır"
Ebu Eyyub el-Ensari fra) tarafından rivayet edilen hadîs: "Müs-lümanm müslüman üzerindeki hakkı altıdır. Bunlardan herhangi biri terkedilirse, vacip olan bir şey terkedilmiş olur". [40][40]
Bera b. Azib (ra) tarafından rivayet edilen hadis: Allah Resulü (sav) bize yedi şeyi emretti, yedi şeyden de nehyetti". [41][41]
İbni Mesud (ra) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslümanm müslüman üzerine vacip olan dört hakkı vardır"Sa'd (ra) ve Ebu Hüreyre'nin (ra) aynı manada rivayet ettikleri hadis.
Enes b. Malik (ra) tarafından rivayet edilen hadis: "Müslüma­nm senin üzerinde hak olan dört şeyi vardır". Ancak bu dört şeyde daha önce zikredilmeyen hususları nakledilmiştir.
Müslümanm müslüman üzerindeki haklarıyla ilgili bize ulaşan hadis ve rivayetlerde değişik lafızlar kullanılmasına rağmen ma­nalar benzerdir. Yukarıdaki hadislerden bir kısmının zikretmediği­ni diğer kısmı zikretmektedir. Biz, bu farklılıkları biraraya getire­rek sözkonusu hakların on hakta toplandığını gördük. Ancak Enes b. Malik (ra) tarafından rivayet edilenler bunun dışındadır. Çünkü onun tarafından rivayet edildiği söylenen hadis 'garib hadis' hük­mündedir ve bir takım hususları ihtiva ederken bazıları da diğer hadislerde yer almamaktadır.
Rivayetlerin üzerinde ittifak ettiği on hak şunlardır:
1. Karşılaştığı zaman selam vermek; 
2. Davet ettiği zaman icabet etmek;
3. Aksırdığı zaman merhamet dilemek;
4. Hastalandığı zaman ziyaret etmek;
5. Öldüğü zaman cenazesini teşyi etmek;
6. Üzerine yemin ettiği zaman gerçekleşmesini sağlamak; _
7. Öğüt istediği zaman öğüt vermek;
8. Uzakta olduğu zaman, yanında olduğu gibi korumak;
9. Kendi için istediğini, onun için de istemek;
10. Kendisi için istemediğini onun için de istememek.
Enes (ra) hadisine gelince, İsmail b. Ebi Ziyad-Eban b. Ayaş va­sıtasıyla Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edildi ki: Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Dört şey vardır ki müslümanm diğer müslünıan üstündeki hakkındandır: Müslümanların ihsanda bulunanına yar­dım etmek; Onlar içinde günah işleyenin bağışlanmasını istemek; Arkada kalanını davet etmek; Tevbe edenlerini sevmek".
Görüldüğü gibi bu hususlar, yukarıda sayılan hakların kapsa­mında ve müslümanlara öğüt ve kendileri için isteneni müslünıan kardeşi için de hak talebi dairesinde değerlendirilecek hususlardır.
Ibni Abbas (ra) da müslümanlann birbirleri üzerindeki hakları konusunda benzer manada ifadelerde bulunmuştur. O, bu hakları helal/haram mahiyetinde görmüş ve "Onlar kendi aralarında mer­hametlidirler" (Fetih/29) ayetinin tefsirinde de bu hususları zikret­miştir. Cübeyr'in Dahhak vasıtasıyla ondan rivayet ettiği tefsirde de bunu görmekteyiz.
O üstteki ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani birbirle­rine sevgi beslerler. Fesad içindeki biri, salih bir kardeşini gördüğü zaman şöyle dua eder: Allahım, ona nasip ettiğin hayrı bereketli kıl, 'onu onun üzerinde sabit kıl ve bizi de ondan faydalandır.
Sarihleri ise, fesad içinde olanların düzelmesi için dua ederek şöyle derler: Allahım, ona hidayet et, tevbesini kabul et ve onu ba­ğışla. Ibni Abbas (ra) şöyle demiştir: Bu ayet, sizin için helal ve ha­ram babmdandır.
Sıralanan haklar, müslümanm müslüman üzerindeki haklan dairesine giren ve edası farz kılınmış hususlardır. Allah Resu-lü'nün (sav) özürlü gördüğü ve ilmin de bunu tasvip ettiği kimseler dışında bu hakları terketmek asla mazur görülmez. Bu haklardan bir kısmı diğerlerinden daha önemlidir.
Müminlerin iman bakımından en mükemmeli bu haklara en çok riayet eden ve bunları edada en hızlı davrananlarıdır. Bu hak­lara saygı duyulması noktasında birçok rivayet mevcuttur. Se­leften bir kısmı, asıl olarak halktan uzaklaştıkları için bu haklar­dan üçünü ihmal etmişlerdir. Bu üç hak; davete icabet, hasta ziya­reti ve cenaze teşyiidir. Bunlar evlerinden ayrılmayan kimselerdi. Evlerinden sadece Cuma namazı için çıkarlardı. İçlerinde cemaat­le namazı terkedenler de vardı. Bazıları da taşraya yerleşip şehir-
leri terketmişlerdi. Sehl (ra) şöyle derdi: İnsanların hakkından da­ha ağır bir şey bilmiyorum. Yine o şöyle derdi: İnsanlara rahatsız­lık vermeyen kişi, su üstünde bile yürüyebilir.
Ebu Yezid ve diğerleri şöyle demişlerdir: Akıl sahiplerinin asıl hedefi, Allah Teala'nm azabından selamette olmaktır. O'nun aza­bından selamette olmak isteyen kimse, halkın kendisinden sela­mette olmasını sağlamalıdır. Halkın, kendisinden selamette olma­sını isteyen kimse de, onlardan uzak durmalıdır. Bu manada şöyle bir şiir söylenmiştir:
İnsanlar derin bir denizdir, onlardan kurtulmak selamet, Nasihatimi dinle ve ibret al ki erişmesin sana nedamet.
Ömer b. Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Tea- ' la'dan ve insanlardan korkun. İbni Abbas'dan (ra) da bu manada ; şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Şeytanla başbaşa kalma korkusu ol- ! masa insanların meclislerine katılmazdım. Onun konuyla ilgili bir diğer sözü de şudur: Nice beldelere misafir oldum da aşina birini , bulamadım. İnsanları, yine onlardan başka ifsad eden var mıdır?    ;
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Tanıdıklar çoğaldıkça  borçluların sayısı artar. Dostluk uzadıkça da haklar kesinleşir. Ule-\ madan bir zat şöyle demiştir: Kendini bilen kimse rahat eder. İnsanları tanıyan ise sıkıntıya düşer. Bişr b. el-Hars ise bunun tam, aksini söylemiştir: İnsanları tanıyan rahat eder.
Allah Resulü'nün (sav) "İnsanlarla hoş geçinmek sadakadır"! buyruğunun tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Buradaki hoş ge-1 çinme ilimleri konusunudadır. Akıllan noktasında ise onlardan ayrılmak daha iyidir. "Daha güzel olanla sav" (Müminun/96) buyru­ğunun muhtelif tefsirlerinden biri de, onlarla hoş geçinme şeklin­dedir.
Bu manada Allah Resulü'nün (sav) buyruklarından biri de şu­dur: "Şefkat ve yumuşaklıktan nasibi verilen kimseye, dünya ve ahiret saadetinden de nasip verilmiş olur. Şefkat ve yumuşaklıktan nasibi olmayan kimse de, dünya ve ahiret saadetindeki nasibinden mahrum edilmiş olur"[42][42]


Bedenle ilgili sünnetler, on iki sünnetten ibarettir. Bu on iki sün­net, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen üç hadise dayanmakta­dır. Bu hadislerden ilki, Allah Resulü'nün (sav) vahiy için Cebrail'i (as) beklediğini bildiren hadis-i şeriftir [43][43] Bedenle ilgili sünnetlerin beşi baş kısmıyla ilgilidir. Bu beş sünnet şunlardır: Ağza su vermek (=mazmaza), burna su vermek (=istinşâk), dişleri misvaklamak, bı­yıkları kısaltmak ve saçları ayırmak.
Bedenin alt kısmıyla ilgili olan yedi sünnet ise şunlardır: Sün­net olmak, avret mahallini tıraş etmek, istincâda bulunmak, kol­tuk altı kıllarını tıraş etmek, tırnakları kesmek, parmak mafsalla­rını temizlemek ve tırnak altlarını temizlemek.
Hadiste zikredilen parmak mafsallarını (=berâcinı) temizleme sünnetinin izahı şöyledir: Araplar yemekten sonra çoğunlukla el parmaklarının mafsallarının temizliğine itina göstermezlerdi. Maf­sal kıvrımlarında ise yemeğin artıkları birikirdi. Allah Resulü (sav) işte bu nedenle parmak mafsallarındaki kıvrımların itina ile temiz­lenmesini emretmiştir.
Ebu Hüreyre ve Suffe ashabından başka zatların (ra) şöyle de­dikleri rivayet edilmiştir: Biz kızarmış et yerdik. Namaza durula­cağı zaman parmaklarımızı çakıl taşının içine sokar, ardında da kuma sokarak iyice temizlerdik. Sonra da tekbir getirerek namaza dururduk.
Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) devrinde çöveni bilmezdik. Bizim mendillerimiz, ayaklarımızın iç kısımlarıy­dı. Yağlı et yediğimizde oraya sürterdik. Denildi ki: Allah Resu­lü'nden (sav) sonra ortaya çıkan ilk bidatler şunlardır: Elekler, çö-ven, sofralar ve tıka basa yemek yemek. Bütün bunlar, mideyle il­gilidir. Mide, boşluğun en kötü kabıdır.
Tırnak altlarının (=revâcib) temizliğine gelince, Araplar tırnak­larını kesmek için istedikleri zaman makas bulamazlardı. Allah Resulü (sav) tırnakları kesmek, koltuk altı ve avret mahallinin te­mizliği için kırk günlük bir süre koymuştu. Ama O, bu süre zarfın­da uzayabilen tırnakların altının temizlenmesini de emretmişti.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) vahyi bekliyordu. Cebrail (as) inince O'na şöyle dedi: Siz, parmak kıvrımlarını yıkamıyor, tırnak altlarını temizlemiyor ve dişlerinizi mis vaki amıyorken size nasıl vahiy indirebiliriz? Ümmetine bunları yapmalarını emret.
Denir ki: Tırnak altındaki kirler için 'üf kelimesi kullanılmıştır. Bu meyanda 'üf-tüf kalıbı kullanılmıştır. 'Üf tırnak altındaki kirle­ri, 'tüf ise kulak içindeki kirleri ifade etmektedir. 'Tüf kelimesiyle ilgili olarak, kirden rahatsız olma noktasında mübalağa için kulla­nılan bir ilave kelime olduğu da söylenmiştir. Buna örnek olarak da Arapça'daki şu kullanımlar gösterilmiştir: 'câ'iun nâ'iun, atşânü netşânü'. İlk kelime olan 'câ'iun' aç anlamına gelirken ona katılan 'nâ'iun' açlığın ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Diğerinde ise susuzluğun had safhada olduğu ifade edilmektedir. Bu meyan­da "O ikisine 'üf deme" (İsra/23) ayet-i kerimesi de örnek gösteril­miş ve ayete şu mana yüklenmiştir: Yani anababayı, tırnaklarının. altındaki kirlerden dolayı kınama. Ayetin bir diğer manası da şöy­le verilmiştir: O ikisini, tırnağın altındaki kir miktarınca olsun ra­hatsız etme.[44][44]


Sakalla ilgili nakledilen rivayetlerden birinde şöyle denilmektedir: Allah Teala'nm melekleri arasında bir zümre vardır ki şöyle yemin ederler: Adem oğullarını sakal nimetiyle süsleyen Allah'a yemin ol­sun. Sakal, erkeğin yaratılış tabiatını tamamlayıcı bir unsurdur. Erkekler, sakal vasıtasıyla kadınlardan ayrılırlar.
Allah Resulü'nün (sav) vasıfları nakledilirken de, O'nun kısa ve sık sakallı olduğu haber verilmiştir. Ebu Bekir (ra) ve Osman (ra), ince ve uzun sakallı idiler. Ali (kv) ise, iki omzunun arasını doldu­ran gösterişli bir sakala sahipti. Rivayete göre cennet ehli arasın­da sadece Musa'nın (as) kardeşi Harun (as) sakallı olacaktır.
Temim oğullarından biri, Ahnef b. Kays'ı tavsif ederken şöyle denildiğini nakletmiş tir: Ahnef için yirmi bin dirhem vererek bir sakal satın almak istedik. Bunu söyleyen kişi, onun ayağındaki ak­samayı ve gözündeki şaşılığı zikretmemiştir. O, Ahnefin sakal bı-rakmayışmı hoş görmediği için bu yönünü anlatmıştı. Halbuki Ah­nef, ilim ve hilim sahibi bir zat idi. "Yaratılışta dilediğini arttırır"
(Fatır/1) ayet-i kerimesinin pek bilinmeyen bir tefsirinde de ayette kasdedilen fazlalığın, sakal olduğu söylenmiştir. Bu ayetin farklı birçok tefsiri vardır.
Kadı Şüreyh'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onbin dirheme mal olsa dahi sakalımın olmasını isterdim. Edeb ehlinden bir zat de­di ki: Sakalın insana faydalı birçok yönü vardır. Bunlara misal ola­rak şunları zikredebiliriz: Sakallı kişinin saygıdeğer görülmesi, ona ilim sahibi gözüyle bakılması, meclislerde elde tutulması ve teveccü­he mazhar olması, cemaatte öne geçirilmesi ve lider kılınması.
Sakal, kişinin namusunu korumasına da katkıda bulunur. Çün­kü insanlar onu ayıplamak istediklerinde sakalını yüzüne vurur­lar. O da bu hale düşmemek için namusuna sahip çıkar. Kadı Ebu Yusuf dedi ki: Sakalı gösterişli olan kişinin bilgisi de değerli olur.
Sakalda varolan birtakım faydalı meziyetlerin yamsıra, heva-nın telkinlerinden ve nefsani afetlerden sayılabilecek kötülükler de mevcuttur. Sonradan ihdas edilen bu tür bidatler on iki noktada toplanabilir. Bunlar vehametlerine göre de farklı derecelerde yera-lırlar. Ama hepsinin de ortak noktası, mekruh kabul edilmeleridir.
Bu bidatlerden bir kısmını, Nefsin Afetleri başlığında özetlemiş­tik. Sözkonusu bidatleri şöyle sıralayabiliriz: Sakalların kına ile si­yaha boyanması. Bu, heva uğruna yapılan ve yaşlılığı Örtmeyi he­defleyen bir harekettir. Niyet olmaksızın sarihlere benzemek gaye­siyle kırmızı ve sarıya boyanması da bidattir. Sakallara kına yak­mak ise sünnettendir.
Sakalların, yaşlı görünmek veya gençliği gizlemek maksadıyla değişik maddelerle beyaza boyanması, eşraf nezdinde tazim ve ic-lale mazhar olma gayesini ihtiva ettiği için mekruh görülmüştür. Sakalları sun'i bir şekilde ağartmak, söylenen sözlerin saygınlığını ve inanılırlığını temin etme gayesini de güdebilir. Tanımayan kim­seler nezdinde yaşlıca bilinme gayesini de ihtiva edebilir.
Sakalların yolunması veya tıraş edilmesi ile beyaz kılların yo­lunması da yaşlılığı gizleme niyetini ihtiva ettiği için mekruh gö­rülmüştür. Sakalların süslenmesi ve berbeV tarafından şekillendi­rilmesi de mekruh sayılmıştır. Bu maksatla sakalı arttırmak veya eksiltmek de bu babda değerlendirilir. Sakalı arttırmak, göz ile ku­lak arasından çıkan saçları yanaklardan çıkan sakala katmak şek-
linde olur. Yanak kısmında çıkan kılları yanakların yarısına kadar uzatmak ise sakalları eksiltme olarak tarif edilmiştir.                   
insanlara güzel görünmek gayesiyle sakalları tarayıp şekillen^ dirmek mekruh görüldüğü gibi zühd havası estirmek veya kendine bakmadığı zannımn oluşması için sakalları dağınık ve toz içinde bıJ rakmak da mekruh görülmüştür. Sakalların siyahlığına övünerek bakmak da mekruhtur. Buna karşılık, sakalların beyazlığından do-| layı yaş büyüklüğüyle övünmek veya gençlere üstünlük taslamak da mekruhtur.                                                                               
Kişinin sakal üzerinde yoğunlaşması, bizzat kendisi üzerinde düşünmesine mani olup ilim ve Kur'an öğrenmesine imkan tanı1 maz. Halbuki bunların bilinmemesi asla hoş görülmemiştir. Sakal* lan ağarmış kimseler, bu hallerinin hissettirdiği bir yanlışlıkla bil} medikleri hususları kendilerinden genç olanlara sormaktan imtina edebilirler. Bunu, yaşlarından utandıkları veya tenezzül etmedik^ leri için de yapabilirler.
Onlar cehaletlerinin de tesiriyle, geçen yılların ağarttığı sakalı­larının kendilerine bir üstünlük kattığı veya ilim kazandırdığı gibi bir zanna da kapılabilirler. Halbuki akıl, beyindeki bir takım salgı--lardan, ilim de gaybin yegane Alimi olan Hak Teala'nm bağışından ibarettir. Kişinin beyninde hakim olan dürtü ahmaklık ve genel ta­biatı da cehalet ise, yaşı büyüdükçe ahmaklığı artıp derinleşecek, cehaleti de koyulaşacaktır.
Sakalla ilgili olarak zikrettiğimiz hususların hemen hepsini halk içinde görmekteyiz. Bunların tamamı, sonradan çıkma bidat­lerdir. Bunlar sayı bakımından da bedenle ilgili on iki sünnete denk sayıdadırlar. Sakalla ilgili mekruhlar hakkında zikrettiğimiz hususları özetle ihtiva eden bir hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadisle­rinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Bıyıkları sınırla­yın, sakallan uzatın" [45][45]
Hadiste geçen 'haff-ı şâribJ, bıyıklann dudak çevresiyle smırlan-dırümasıdır. 'Haff kelimesinin 'sınırlama, kuşatma' manasıyla ilgi­li olarak Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebiliriz: "Meleklerin 'Arş'm etrafını çepeçevre kuşatarak Rablerini hamd ile teşbih ve tenzih ettiklerini görürsün". (Zümer/75)
Ulemadan bir zat, bıyıkların cildi gösterecek şekilde tamamen tıraş edilmesini mekruh görmüştür. Ona göre bu, sonradan ortaya çıkan bidatlardan biridir. Malik b. Enes (ra) ve Medine ulemasın­dan bazılarına göre bıyığın tıraşı, onun kırpılarak alınmasıdır. Alındığı kısım, üst dudağın üst kısmındaki hattır.
Konuyla ilgili bir başka hadiste ise 'Ahfû' kelimesi kullanılmış­tır[46][46]Bu kelime ise, yoketmek ve kazımak anlamına gelmektedir. Bu, ilk hadisten daha kapsamlı bir mana ihtiva etmektedir. Bu me-yanda da Allah Teala'mn şu buyruğu misal verilebilir: "Eğer Allah, mallarınızın tamamını isteyip sizi sıkıştırsaydı, cimrileşir kinleri­nizi açığa vururdunuz". (Muhammed/37) Bu ayetteki 'ihfâ' kelime­si sıkıştırma manasına gelmekte ve malın tamamının talep edilme­sini ifade etmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) sahabilerinden birçoğu bıyıklarını tama­men keserlerdi. Tabiun'dan bir zat, bıyığını tamamen kesmiş birini görünce ona şöyle demiştir: Bana Allah Resulü'nün (sav) ashabını hatırlattın. Adam, 'Onlar bıyıklarını bu şekilde mi keserlerdi?' diye sorunca o Tabii 'Evet, daha da ileri gidip tıraş ederlerdi' demiştir.
Bıyıkların kesilmesi yani 'ihfâ', onların kökten tıraş edilmesi değildir. Konuyla ilgili hadiste üç farklı lafız mevcuttur. Bu lafız­lardan ilki şöyledir: "Bıyıkları almak"[47][47]Allah Resulü (sav) bıyıkla­rından alırdı. İkinci lafız ise şöyledir: "Bıyıkları kesmek"[48][48]Üçün­cüsü de şudur: "Bıyıklan kırpmak"[49][49]
Bu lafızların üçü de mana bakımından aynı olup bıyığın kısmen alınması ve kısmen bırakılması şeklindedir. İhfa' ise bunlardan farklıdır. Muğire b. Şu'be şöyle bir hadis nakletmiştir: Allah Resu­lü (sav) bana baktı. Bıyıklarım uzamıştı. Bana, 'Gel' buyurdu ve ar­dından bıyıklarımı kesti. Bu, Allah Resulü'nün (sav) bıyıkların ke­silmesiyle ilgili fiili sünnetidir.
Bıyık konusunda garib bir hadis rivayet edilmiştir. Hadisin laf­zı şöyledir: "Bıyıkları tam olarak inceltin". Hadiste geçen bıyıkların alttan ve üstten kesilerek ince bir hat haline getirilmesi­dir. 'Tarr', bıyığın uzun ve ince olma bakımından kendinden aşağı­da veya daha küçük bir şeyin tarifine taşınabilecek nitelikte olma­sıdır. 'Turra' yani kakül de bu manada bol bir şeyden çıkartılmış daha hafif bir şeyin sıfatı haline dönüştürülmüş bir isimdir. Se­leften bazıları, bıyıkların orta kısmını alır, yanlarım uzatırlardı. Bu, Ömer (ra) ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Ebu Hasan b. Sa-lifla'in de böyle yaptığını görmüştüm.
Allah Resulü'nün (sav) "Sakalları uzatın" hadisine gelince, bu­radaki 'i'fâ' kelimesi çoğaltma anlamında kullanılmıştır. Allah Teafj la'nm   şu  buyruğu   da  bunun   delilidir:   "Nihayet   çoğaldılar"!
(A'raf/95) Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Ya hudiler bıyıklarını uzatır, sakallarını keserler. Siz -aksini yaparak^ onlara muhalefet edin".
Ömer b. Hattab (ra) ile Medine Kadısı İbnu Ebi Leyla sakalım tıraş eden bir adamın şahitliğini reddetmişlerdir. Alt dudakla çene arasında çıkan tüylerin kesilmesi de bidattir. Alt dudağının altın­daki kılları tıraş eden biri Halife Ömer b. Abdülaziz'in huzurunda şahitlik etmek istemişti. Halife, bu halinden dolayı onun şahitliği! ni reddetti
Allah Resulü (sav) sakallardaki beyaz kılların yolunmasını neh-yetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Beyaz kıl, müminin nurudur". [50][50]Al­lah Resulü (sav) sakallara siyah kına yakmayı nehyetmiştir. O, si­yah kınanın ateş ehlinin boyası olduğunu bildirmiştir.
Başka bir lafızda ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: "(Sakalları) siyaha boyayan kına, kafirlerin kmasıdır". [51][51] Allah Resulü (sav), Ebu Bekir'e (ra) babasının sakallanndaki akların rengini değiştir­mesini emrederken siyah kınadan sakınmasını tenbih etmiş ve bu­nun cehennem ehlinin kınası olduğunu bildirmiştir.
Ömer (ra) devrinde sakallarını siyaha boyamış bir adam evlen­mişti. Bir süre sonra boya gidip beyazlık ortaya çıkınca kadının ya­kınları durumu Ömer'e (ra) şikayet etmişlerdi. O da, yapılan nika­hı geçersiz saydı ve adamı cezalandırarak şöyle dedi: Saçını siyaha boyayarak insanları kandırdın ve yaşım onlardan sakladın.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sarı müs-lümanların, kırmızı ise müminlerin rengidir". Sahabe, sakallarını kırmızıya boyamak için kına kullanırlardı. Sarıya boyamak içinse, zaferan ve ketem bitkisi kullanılırdı. Denildi ki: Sakallarını siyaha boyayan ilk insan lanetli Firavun'dur.
Seri es-Sekatî dedi ki: Sakalda iki şirk mevcuttur: İnsanlara şi­rin görünmek için süslemek ve zahid intihası vermek için sakalı dağınık tutmak. Yine o şöyle demiştir: Yanıma biri gelip de onun için sakalımı sıvazladığımda şirke düştüğümü bilirim.
Ka'bül-Ahbar ve Ebu Celed, ahir zamanda ortaya çıkacak bir topluluğu tavsif edip şöyle demişlerdir: O kimseler, sakallarını gü­vercin kuyruğu gibi kesecek, nalınlarını da kalbur gibi delecekler­dir. Onların hayır adına hiçbir nasipleri yoktur. Ulemadan bir top­luluk da bu zümrenin ortaya çıkışını Kıyamet alametlerinden say­mıştır.
Said b. Cübeyr, İbni Abbas'm (ra) Allah Resulü'nden şöyle nak­lettiğini rivayet etmiştir: "Ahir zamanda sakallarını is gibi siyaha boyayanlar olacaktır. Onlar cennetin kokusunu asla duyamaz­lar". [52][52] Ebu'l-Mahzem Ebu Hüreyre'den (ra) şu rivayette bulunmuş­tur: "Deccal'm arkadaşları iri Hind çınarları gibidir. Bıyıkları horoz pençeleri gibidir ve nalınları da koni gibidir". Yani bıyıkları uzun­dur. Uzun ve sarkık olmaları bakımından horozun pençesinde ar­kadan sarkan ve kemik gibi duran kısma benzerler. Nalınları ise koni biçiminde, destilerin boyun kısmı gibi yukarı doğru uzarlar.
ibni Ömer (ra) kendini tıraş edecek berbere, bıyıkların bitim ye­rine kadar kesmesini söylerdi. Bıyıkları alırken bu mikdarı aşmak veya azaltmak bidat sayılmıştır.[53][53]


Ulemadan bazıları Hac menasiki esnasında sakallarını kısmen al-dırırlardı. Kişinin avuçladığı mikdar kadarını aldırmasında bir mahzur yoktur. İbni Ömer (ra) ve Tabiun'dan bir topluluk böyle yapmışlardır. Şa'bi ve îbni Şirin bunu müstahsen görürken, Hasan ve Katade mekruh görmüşlerdir. Bize göre de sakalın tabiatı üzere bırakılması daha sevimlidir.
Bu hususta bize şöyle bir rivayet ulaştı: Kişinin saadeti, sakalı­nın hafifliğin dedir. Ancak ravilerden biri bunu başka bir manada rivayet etmiştir. Rivayet, musakkaf yani hatalı görülmese de garib olarak değerlendirilmiştir. Ona göre sakalların hafifliği ile kasde-dilen, KuYan-ı Kerim tilavetidir.
Allah Resulü (sav) ve O'nun ardından gelen salih müslümanlar sakallarını taramışlardır. Bunun sebebi, dinin ve sünnetin icabını yapmak ve temizliğe sahip çıkmaktı. Sakalları taramanın bir fay­dası da, arasında yaşaması muhtemel olan mikropların ve kökün­den çıkmış kılların sakaldan uzaklaştırılmasıdır. Buna rağmen za-hidlerden bazıları, sakallarını dağınık bırakır, nefs terbiyesinden sakalların bakımına vakit bulamazlardı. Bunların hallerindeki sıdk ve ihlas da müstahsen görülmüştür.
Zahidlerden biri şunu anlatmıştır: et-Taî'yi sakalları dağınık bir halde görmüş ve 'Ey Ebu Süleyman, sakallarını tarasan daha iyi olmaz mı?' diye sormuştum. Bana şu karşılığı verdi: Öyle yapar­sam boş vakti olan biri olmuş olurum. Allah Resulü (sav) saçlarına yağ sürer ve gün aşırı tarardı. Ashabına da bunu emrederdi. O bu meyanda şöyle buyurmuştur: "(Saçlarınızı) günaşırı yağlayın"[54][54]Yine O şöyle buyurmuştur: "Saçı olan ona değer versin". [55][55]
Allah Resulü'nün (sav) huzuruna saçları kalkık, sakalları dağı­nık biri girmişti. Onun hakkında şöyle buyurdu: "Bu adamın saçla­rını yatıracağı yağı yok mudur?" Ardından şunu ilave etti: "İçiniz­den kimileri, meclise şeytan gibi giriyor". Konuyla ilgili rivayet edi­len garib hadislerden biri de şöyledir: "Allah Resulü (sav), sakalım günde iki kez tarardı". Bundan daha garib bir rivayette ise Aişe'nin (ra) şöyle dediği nakledilir: "Bir topluluk Allah Resulü'nün (sav) kapısında toplanmıştı. Onların yanma çıkmadan önce suya baka­rak saçını ve sakalını düzelttiğim gördüm".
Meşhur bir hadiste de "Allah Resulü'nün (sav) sakallarını her gün taradığı" rivayet edilmiştir. O, yolculukta da evinde iken de ta­rağım yanından ayırmazdı. Arapların bilinen sünneti de buydu ve Allah Resulü (sav) de bu sünneti devam ettirmişti. Bu, O'nun ahla­kının ayrılmaz bir parçası idi.
Bazı genç müslümanlar, yaşlılara saygı ve gençlikle övünme­mek babından yaşlılara özenir ve onlara benzemeye çalışırlardı. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: "En hayırlı gençleriniz yaşlılarınıza benzeyenlerdir. En kötü yaşlılarınız ise gençlere benzeyenlerdir".
Bu meyanda Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya saygının icabı, bir müslüman için yaşlılara saygıdır" [56][56] O devirde yaşlılar gençleri öne geçirir, ilim ve din bakımından onla­rın üstünlüğüne inanırlardı. Böyle davranmalarının sebebi, tevazu ve Allah Teala'ya boyun eğişleri idi. Onlar, yaşlarından dolayı kibir ve aşırılığa kapılmayanlardı.
Ömer (ra), İbni Abbas'ı (ra) kendinden üstün tutardı. Halbuki îbni Abbas (ra) yaş bakımından birçok sahabiden daha gençti. Ama diğerleri dini konuları ona sorarlardı.
İbni Abbas (ra) ve başkaları şu sözü nakletmişlerdir: Allah Tea-la ilmi ancak gençlere verir. Hayrın tamamı da gençlerdedir. Ardın­dan da delil olarak şu ayet-i kerimeler zikredilmiştir: "Bazıları: 'İb­rahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik' dediler". (Enbiya/60); "Onlar Rab'lerine iman etmiş gençlerdi". (Kehf/13); "Biz hükmü ona çocuk iken verdik". (Meryem/12)
Enes b. Malik (ra) Allah Resulü'nün (sav) şemailini anlatırken şöyle demiştir: Allah Teala'mn lütfü sayesinde O'nun saçı ve saka­lında yirmi bir kıldan başka beyaz kıl yoktu. Ona, *Yaşı ilerlediği halde bu nasıl oldu ey Ebu Hanıza?' diye sorduklarında şu cevabı verdi: Allah Teala O'nu ak saç ve sakalla kusurlu kılmadı. Bunun üzerine, 'Saç ve sakalın ağarması kusur mudur?' denildi. O da şöy­le dedi: Hiç kimse saç ve sakalının ağarmasından hoşlanmaz.
Yahya b. Ektem yirmibir yaşında iken kadılığa tayin edilmişti. Bir gün onu utandırmak isteyen biri, 'Allah güç versin, kadı hazret­leri kaç yaşmdalar acaba?' diye sordu. O da, 'Allah Resulü'nün (sav) Mekke'nin emirlik ve kadılığına tayin ettiği ibni Üseyd'in (ra) ya­şında' diyerek adamın hevesini kursağında bıraktı.
Malik b. Mu'avvel'den nakledildi ki: Allah Teala'nm vahyettiği kitablarda şunu okudum: Sakallar sizi gurura sevketmesin. Unut­mayın ki tekelerin de sakalları vardır.
Edeb ehlinden bir zat dedi ki: Sakal uzadıkça akıl böbürlenir. Ebu Amr b. Ala dedi ki: Boyu uzun, başı küçük ve sakalı büyük bi­rini gördüğünüzde -Ümeyye b. Abdi Şems bile olsa- ahmaklığına hükmedin. Muaviye (ra) de dedi ki: Kişinin hamâkati boyunun uzunluğu ve sakalının büyüklüğünden anlaşılır. Bu onun künye­sinde mevcuttur ve mührüne de kazınmıştır.
İbrahim en-Nehai ve Seleften bazıları şöyle demişlerdir: Akıllı birinin aşırı uzun bir sakala sahip olmasına şaşarız. Böyle biri na­sıl olur da sakalım kısaltarak orta yolu tutmaz. İtidal, her hususta güzeldir.
Zarif söz söyleyenlerden biri dedi ki:
Kökleri büyümüş uzun bir sakala hayran olma,Çünkü rüzgarların şiddeti savurur onu at kuyruğu gibi.
Şeref, genç adama öyle bir günde ulaşır ki sakalı azken.
Bir Arap atasözünde de şöyle denmiştir:
Delikanlılık, sakal bırakmakta değildir, Aksine delikanlılık, cömert olan her gençtedir.
Selef devrinde yaşı ilerlemiş kimseler bilmedikleri hususları gençlerden öğrenmekten utanç duymazlardı. Yaşlarının küçüklü­ğünden dolayı da onları aşağı görmezlerdi. Çünkü onların inancına, göre lütuf Allah Teala'mn elindedir ve onu dilediğine nasip eder. Al: lah Teala'mn ilmi genç bir insana veya başkalarına vermesini en-r gelleyecek kimse yoktur. Allah Teala'nm yaşlı birinden veya başka1 lanndan mahrum ettiği şeyi de onlara verecek bir varlık yoktur.
Ebu Eyyub es-Sihistanî dedi ki: Yetiştiğim şeyhlerden biri sek­sen yaşındaydı. Ama bir köleye tabi idi ve ondan ilim öğrenmektey­di. Kendisine, 'Sen bundan mı ilim öğreniyorsun?' diye sorulduğun­da şöyle demişti: Evet, ondan ilim öğrendiğim sürece ben onun kölesiyim.
Ali b. Hasan dedi ki: İlmin kendisine daha önce ulaştığı kimse, -yaş bakımından küçük de olsa- senin o ilimdeki imamındır. Ebu Amr b. Ala'ya şöyle bir soru sorulmuştu: Yaşlı bir şeyhin genç birin-
den ilim Öğrenmesi hoş olur mu? O şu cevabı vermiştir: Hayat ona hoş geliyorsa, ondan ilim Öğrenmesi de hoş gelmelidir. Çünkü kişi hayatta oldukça, ilme muhtaçtır.
Yahya b. Ma'in, Ahmed b. Hanbel'i İmam Şafii'nin katırının ar­kasından yürürken görmüştü. Ona şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, Süfyan'm naklettiği hadisleri ağzından işitmeyi bırakıyor da, şu gencin katırının ardından mı yürüyorsun? Ondan mı hadis dinli­yorsun? İmam Ahmed ona şöyle cevap verdi: Benim ondan öğrendi­ğimi buseydin, sen de bana katılır diğer taraftan gelirdin. Süf-yan'm ilmini onun ağzından dinleyemesem bile, ravilerden öğrene­bilirim. Fakat bu gencin aklından istifade edemezsem, ne kendi ağ­zından ne de ravilerden öğrenebilirim.
Ebu Bekr b. el-Cela şöyle derdi: Yaptığı şeyi güzelce yapan bir genç gördüğümde ona uyar ve kendisini o konuda imamım saya­rım. Hakikaten de ilim ve zühdünde ondan daha mütevazı olanı görmedik.
Konuyla ilgili rivayetlerden birinde farklı bir yaklaşım gibi gö­züken bir husus vardır. Bu rivayet şöyledir: "İlim büyük olanlardan geldikçe insanlar hayırda olacaklardır. İlim onlara küçüklerden geldiğinde ise helak olacaklardır". İbni Mübarek'e bu rivayetin ma­nası sorulduğunda şu cevabı vermiştir: Buradaki 'küçükler3 bidat ehlidir. Çünkü Ehli Sünnet arasında ilim sahibi olup da 'küçük' ola­rak nitelenen yoktur. Bunun tek istisnası bidat ehlidir. Yaş bakı­mından küçük olan niceleri vardır ki onlardan ilmin büyüğünü al­mışızdır. 'Büyükler* ile kasdedilen ise Allah Resulü'nün (sav) asha­bıdır.
Rivayetin bu şekilde tefsiri, rivayet edilen şu hadise de uygun düşmektedir: "Ümmetim, içinde beni görenler bulundukça hayırda olacaktır. Onlar üstüne öyle bir zaman gelecektir ki, arzın her ye­rinde aranacak fakat beni görmüş biri bulunamayacaktır". Bu riva­yetin yukarıda zikrettiğimiz rivayete uygun olmasının sebebi, il­min Allah Resulü'nün (sav) ashabından ve büyüklerden geldiği müddetçe ümmetin hayırda olacağının belirtilmiş olmasıdır. i İlim onlara küçüklerinden gelmeye başladığı zaman da ümmet ıhelak olacaktır. Bunun izahı ise şu şekildedir: İlim yaş bakımından | gençlerde olunca, yaşı büyük olanlar bu gençlerden ilim öğrenme
yoluna gitmeyecek, gurur, kibir ve haya gibi duyguların tesiri altın­da kalacaklardır.
Bize göre üstteki rivayette bir mecaz sözkonusudur. İslam'ın ilk devrinde ümmetin gençlerinin büyüklerden ilim öğrendikleri, son­rasında ise büyüklerinin gençlerden ilim öğrenecekleri bildirilmiş­tir. Durum böyle olunca, küçüklerin üstün tutulması ve İslam Üm-meti'nin geçmiş ümmetlerden daha yüksek kılınması sözkonusu ol­maktadır. Çünkü geçmiş ümmetler ilmi ancak rahipler, yaşlılar ve azizlerden Öğrenirlerdi.
Rivayete göre de bu Ümmet, dünya hayatının son devrinde ge­lecek ve yaşlılarının gençlerinden ilim öğrenmesi sebebiyle önceki ümmetlerden üstün kılınacaktır Allah Teala da bu meziyeti sebe­biyle ümmetimizi diğer ümmetlerden üstün tutmuştur. Allah Resu­lü'nün (sav) şu buyruğu bunun en açık delilidir: "Ümmetim yağmur gibidir. Başının mı yoksa sonunun mu hayırlı olduğu bilinmez".18 Bu hadisin tefsirini şu şekilde de teyid edebiliriz: Ümmetin başın­da Allah Resulü (sav), sonunda ise Mesih b. Meryem (as) buluna­caktır.
İlim sahipleriyle ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Al­lah Teala'nm ilim verdiği kulu hakir görömeyin. Çünkü Allah Tea­la onu hakir görmeyerek kendisine ilim vermiştir. Şu'be şöyle der­di: Her kimden bir hadis yazdıysam veya bir ilim öğrendiysem onun kölesi olurum. Bir defasında da şöyle demiştir: Bir kişiden ye­di hadis yazdığımda, beni köle edinmiş olur.
Saçı ve sakalı siyaha boyamayla ilgili nihai değerlendirmede ulemadan bir kısmına ait şu görüş rivayet edilebilir: Allah yolunda cihada çıkan kimseler, saç ve sakallarını siyaha boyarlardı. Ama onların boyaması, heva ve heves için ya da insanları kandırmak için değildi. Onlar bunu, Allah düşmanlarına karşı yapılması gere­ken hazırlıklardan sayar ve şu ayete dayandırırlardı: "Onlar için yapabildiğiniz kadar güç hazırlayın". (Enfal/60) Düşmanlara karşı genç görünmek de kuvvet hazırlığmdandır.
Allah Resulü (sav) ve ashabı da kafirlerin kendilerini heybetli görmeleri için süslenir, boya kullanırlardı. Herhangi bir şeyi, hali­sane ve salihâne bir niyetle yapan, bununla yalnız Allah rızasını
18. Tirmizî, Edeb/81; İbni Hanbel, IH/130, 143, IV/319.
uman ve gittiği yolu bilen kimse, ilim ve amelinde fazilet sahibi gö­rülür. Bu onun en düşük amellerinden biri de olsa, bu hususta ken­disinin taklid edilmesini istemez. Bu meyanda Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Allah katında makam bakımından insanla­rın en kötüsü, müminin kötü fiiline uyup onun güzelliğini terke-dendir". Müminin de kötü yanı olabilir. İnsanların en kötüsü, heva ve heveslerinde nefsine bahane ve özür bulandır. [57][57]


Allah Teala buyurdu ki: "Gecenin bir bölümünde de, yıldızların ba­tışında da O'nu teşbih et". (Tur/49) Rivayete göre Ali (kv) bu ayet-i kerimenin tefsirini yaparken, kasdedilenin Sabah namazının iki rekatı olduğunu söylemiştir. O, "Gecenin bir bölümünde ve namaz­lardan sonra da O'nu teşbih et" (Kaf/40) ayetini de akşam namazı­nın iki rekatlık sünneti olarak tefsir etmiştir.
Bu tefsir, 'edbâr1 kelimesinin 'idbâr1 şeklinde şeklinde okunma­sına dayanmaktadır. 'Edbâr5 şeklinde okunması halinde ise, ayetin manası, 'namazların arkalarından' şeklinde olmaktadır. Her iki ayette de geçen 'teşbih' emri ise, sünnet namazları ifade etmekte­dir. Bunun sebebi de sünnet namazlarda bulunan tesbihattır.
'Nafile/Sünnet Namaz', 'Sübha' olarak da isimlendirilmiştir. Sünnet namazların bir kısmı farzlardan sonra, bir kısmı da önce­dir. Bize göre bunlardan herhangi birinin terkedilmesi hoş görül­mez. Sünnet namazlar müekked ve gayri müekked olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır. Sünnet namazların toplamı onyedi rekattir ve şu beş hadise dayanmaktadır:
1. Ali (kv) Hadisi: Kendisine Allah Resulü'nün (sav) gündüz kıl­dığı namazlar sorulduğu zaman Ali (kv) bunların onaltı rekat oldu­ğunu bildirmiştir. [58][58]
2. İbni Ömer (ra) Hadisi: îbni Ömer (ra) konuyla ilgili şöyle de­miştir: "Allah Resulü'nden (sav) on rekat namaz öğrendim".
3. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) Hadisi : O, Öğle namazının farzın­dan önce kılman dört rekat sünneti zikretmiştir.
4. Aişe (ra) ve Enes (ra) Hadisi : O ikisi de yatsı namazından sonra kılman sünnet namazı ve vitir namazını zikretmişlerdir.
5. Ümmü Habibe (ra) Hadisi : Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim farzlar dışında günde oniki rekat namaz kılarsa, Allah Teala ona cennette bir ev bina eder"[59][59]
Yukarıda zikrettiğimiz hadislere uygun düşmekle beraber Ehli Beyt'ten rivayet edilmiş garib bir hadis daha vardır ve şu şekilde­dir: "Muhakkak Allah Teala size gündüz ve gecede kılınacak onyedi rekat namazı farz kıldı. Ben de o kadarını sünnet edindim. Bunla­rın ilki de sabah namazının iki rekatlık sünnetidir. Bu ikisi müek­ked sünnettir. Dördü öğle namazından öncedir ve müstehabdır. İki rekatı öğlenin farzından sonradır ve sünnettir. Dördü ikindi nama­zından öncedir. Bunlar Allah Resulü'nün (sav) duasına dahil olma ümidiyle kılınır. İkisi akşam namazından sonra kılınır ki müekked sünnettirler. Üç rekat da vitir namazının rekatlarıdır ki bunlar da müekkeddir". Ali (kv) tarafından rivayet edilen hadise baktığımızda onun, Allah Resulü'nün (sav) kıldığı sünnet namazlarla ilgili başka­ları tarafından zikredilmeyen farklı bir husus içerdiğini görmekte­yiz. Ona göre Allah Resulü (sav) kuşluk vaktinin iki kısmında altı rekat namaz kılmaktaydı. Bunlardan ilki, güneşin doğşundan yük­selmesine kadar olan vakitti ki O bu vakitte iki rekat namaz kıl­maktaydı. Buna îşrak denilmektedir ki bu, günün ikinci virdidir.
Diğeri ise güneş tamamen yayılıp doğu yönünde semanın dört­te birine ulaşıp da ikindi vakti girdiğinde kıldığı dört rekattır. Bu da Duha-i A'lâ yani kuşluk vaktinin en yüksek kısmı ve günün üçüncü virdidir. Vakitlerine dikkat ederek bu iki namaza devam et­mek, azimet ve fazileti mucib olan amellerden sayılmıştır.
Ali'nin (kv) kızkardeşi olan Ümmü Hani' (ra) onun ikindi vak­tinde toplam sekiz rekat namaz kıldığını, bunları uzatarak ve tâ-dil-i erkana tam riayetle eda ettiğini nakletmiştir. Bu sayı, Ümmü Hani' (ra) dışında hiç kimse tarafından nakledilmemiştir.
Aişe (ra) tarafından rivayet edilen hadise gelince, Aişe (ra) vali-" demiz, Allah Resulü'nün (sav) öğle namazım dört farz olarak kıl­dıktan sonra dilediği kadar ilavede bulunarak kıldığını bildirmiş, herhangi bir sınır koymamıştır. Münferid bir hadiste ise Allah Re­sulü'nün (sav) öğle namazını altı rekat olarak kıldığı rivayet edil­miştir.
Ebu Eyyub el-Ensarî (ra) ise, Allah Resulü'nün (sav) namazıyla ilgili sırf kendine mahsus bir sayı zikretmiştir. Ona göre Allah Re­sulü (sav), asla bırakmaksızın güneşin zevalinden sonra ve öğle na­mazından önce dört rekat kılmış ve bu rekatlarda Bakara suresi mikdarınca Kur'an okumuştur.
Ebu Eyyub el-Ensari (ra) şöyle demiştir: Bunu Allah Resulü'ne (sav) sorduğumda bana şöyle buyurdu: ""Göğün kapıları bu vakitte açılır ve dualar müstecab olur. Böyle bir vakitte benim için de sa-lih bir amelin semaya yükselmesini isterim.
Müminlerin annelerinden olan Ümmü Habibe (ra) ise Allah Re­sulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim farzlar dı­şında günde oniki rekat namaz kılarsa, Allah Teala ona cennette bir ev bina eder. Bu on iki rekat şunlardan ibarettir: Sabah nama­zından önce iki rekat, öğle namazından Önce dört, sonra iki rekat, ikindi namazından önce iki rekat ve akşam namazından sonra iki rekat" [60][60]
İbni Ömer (ra) de rivayet ettiği hadiste Allah Resulü'nden (sav) sünnet namaz olarak on rekat namaz öğrendiğini bildirmektedir. O, yukarıdaki hadiste zikredilen namazlardan yalnızca sabah na­mazından önce kılman iki rekatı zikretmemiş ve bununla ilgili ola­rak da şöyle demiştir: Biz o vakitte Allah Resulü'nün (sav) yanma girmezdik. Ama kızkardeşim Hafsa (ra), O'nun evde iki rekat kıl­dıktan sonra mescide gittiğini haber vermişti. İbni Ömer (ra) tara­fından rivayet edilen hadisteki sünnet namazlar şu şekildedir: Öğ­le namazından önce iki rekat, yatsı namazından sonra iki rekat. Ai-şe validemiz (ra) ise şunu haber vermiştir: "Allah Resulü (sav) yat­sı namazından sonra dört rekat kılar ve uyurdu". [61][61]
Enes b. Malik (ra) dedi ki: "Allah Resulü (sav) yatsı namazın­dan sonra üç rekat vitir namazı kılardı. Bu rekatlardan ilkinde A'lâ suresini, ikincide Kâfirûn suresini, üçüncüde ise îhlas suresini okurdu". [62][62]Rivayete göre Allah Resulü (sav) vitir namazından son­ra oturarak iki rekat kılardı. Bazı rivayetlere göre ise bağdaş kura­rak kıldığı bildirilmiştir. Bir takım rivayetlerde ise yatağına girip
yorganın altına girdikten sonra iki rekat kıldığı ye bu rekat Zilzâl ve Tekâsür surelerim okuduğu bildirilmiştir. Başka bir riva­yette ise Kâfirûn suresini okuduğu- bildirilmektedir.
Kul, gün için belirtilen onyedi rekatı misli ile kılarak toplam otuz dört rekat halinde eda eder ve bunda sebat ederek günlük ev­radı haline getirirse kendisi için daha faziletli olur. Ehli Beyt'in mezhebi de bu istikamettedir.
Ehli Beyt bunu şu rivayete dayandırmıştır: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Allah Teala ümmetime gündüz ve gece vakitlerinde kı­lınmak üzere onyedi rekatı farz kılmıştır. Ben de bunların bir mis­lini kendime sünnet edindim". Hadis ehli içindeki hafız muhaddis-ler bu rivayeti zayıf bulmuşlardır. Ancak Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis de rivayet edilmiştir: "Namaz, vazedilmiş bir hayır­dır. Dileyen onu çoğaltır, dileyen de azaltır".
Her ezanla, kılman farz arasında bir namaz vardır. Dileyen bu­nu kılar ve tertib üzere devam ettirir. Bu, yukarıda zikrettiğimiz sünnet ve müstehaplara daha yakın düşmektedir. Beş vakit farz­dan önce ve sonra kılman namazlar da bu hükme tabidir.
Sünnet namazlar olarak bilinen bu namazları şöyle sıralayabi­liriz: Sabah namazından önce kılman iki rekat; Kuşluk vaktinde kılman dört rekat; Öğle namazından önce kılman dört rekat; Öğle namazından sonra kılman dört rekat; İkindi namazından önce kı­lman dört rekat; Akşam namazından sonra kılınan altı rekat; Yat­sı namazından önce kılman dört rekat; Yatsı namazından sonra kı­lman altı rekat ve bunlara ilave edilen tek rekat.
Netice itibarıyla yukarıda son olarak zikrettiğimiz gece ve gün­düz kılınması gereken namazlar, daha önce zikrettiğimiz hadis ve haberlere uygun ve benzer düşmektedir.
Bu namazlar, rivayet edilen hadislere ve Ehli Beyt'in yaşayan sünnetine dayanmaktadır. Allah Resulü'nün (sav) farzlar dışında kıldığı namazlar hakkında en çok rivayet edilen husus, akşam ile yatsı arasında kıldığı namazlardır. Bu iki vakit arasında kıldığı na­mazlar altı rekattır. Kuşluk vakti namazıyla ilgili olarak da en faz­la rivayet edilen miktar, sekiz rekattir.
Allah Resulü'nün (sav) gece kıldığı namazlar ise, on üç rekattır. Farklı sayı veren tek hadis Tavus kanalıyla İbnu Mübarek tarafın­dan rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre Allah Resulü (sav) geceleri onyedi rekat namaz kılardı. Bize göre bu, senedi zayıf (=şâz) bir hadiştir. Bunun dışındaki hadisler isnad zinciriyle İbni Abbas (ra), Ai-şe (ra), Meymune (ra) ve Ümmü Habibe'ye (ra) dayanmaktadır ki bunlarda zikredilen sayı onbir ve onüç rekattır.
Kulun, -öncesinde veya sonrasında namaz kılınmayan namaz­lar dışında- her farz namazdan önce ve sonra dörder rekat namaz kılması müstehâb görülmüştür. Bunların peşinden de Allah Tea-la'nm kendisine nasip ettiği kadar fazla namaz kılar. Kuşluk vak­tinde sekiz rekat kılması ve bunda sebat etmesi de müstehaptır. Gücü yeterse bunları uzatarak kılabilir. Yorgun ise kısaltabilir.
Bir amel üzerindeki devamlılık, ikinci bir amel sayılır ve amel­lerin en hayırlısı olarak görülür. Allah Teala da böyle kullarını sev­diğini haber vermiştir. Eğer zaman ve güç bulamazsa, devamlı şe­kilde dört rekat kılmalıdır. Güneş batanından sonra akşam nama­zından önce iki rekat kılınması da bize göre mekruh değildir. Nite­kim Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir: Sahabenin ileri gelenleri, ak­şam namazından önce, güneşin batmasından sonra iki rekat na­maz kılarlardı.
Übeyy b. Ka'b (ra), Ibade b. Samit (ra), Ebu Zer (ra), Zeyd b. Sa­bit (ra) gibi sahabenin büyükleri ve diğerleri bu namazı kılarlardı. Ibade (ra) ve diğerleri şöyle demişlerdir: Müezzin akşam namazı için ezan okuduğunda sahabe ellerini çabuk tutar ve iki rekat na­maz kılarlardı. Yine onlardan bir zat şöyle demiştir: Biz akşam na­mazının farzından önce iki rekat namaz kılardık. Bu namaz, Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinin kapsamına girmektedir: "Dileyen her kimse için iki ezan arasında bir (nafile) namaz vardır"[63][63]
Ahmed b. Hanbel (ra) bu iki rekatı kılar ve insanlardan gizler­di. Bir defasında da şöyle demiştir: insanların bu iki rekatı kılma­dıklarını görünce onu (mescidde kılmayı) bıraktım. Kişi bu namazı evinde veya insanların görmediği bir yerde kılarsa daha güzel olur. Bize göre de müstehap olan böylesidir. [64][64]






[1][1] Buharı, Fezaüül-Kıu'an/17; Tirmizî, Sevabü'l-Kur;an/25; Dârimî, Fezailü'1-Kui'an/
[2][2] İbniHanbel, V/220, 221.
[3][3] Benzer manada hadisler için b. Tirmizî, İlim/16; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukad­dime/6; Dârimî, Mukaddime/16.
[4][4] İbni Mâce, Fİten/8; İbni Hanbel, IV/278, 357, 383
[5][5] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 398-412.
[6][6] Buhârî, İman/1,2; Müslim, îman/19-22; Tirmizî, tman/3; Nesa'î, İinan/13.
[7][7] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 412-414.
[8][8] İbni Hanbel, IH/135
[9][9] Buharı, İman/41, Nikah/5, Itk/6; Müslim, İmaret/155; Ebu Davûd, Talak/11; Tirmizî, Fe-zailü'I-cihad/16: Nesa'î, Taharet/59
[10][10] Buhârî, îman/37; Müslim, îman/5-7; Ebu Davûd, Sünnet/15; İbni Mâce, Mukaddime/9; îb­ni Hanbel, 1/27, 28, 51, 52 III/107, 426.
[11][11] Müslim, İman/236; Ebu Davûd, Sünnet/15; Nesa'î, İman/7
[12][12] İbni Mâce, Mukaddime/12; Bıılıârî, Menakıb/25, Edeb/95; Müslim, Zekat/142, 148; îbni Hanbel, 111/56, 65, 353-355.
[13][13] Buharı, İman/5, 6, 20 îsti'zân/9; Müslim, İman/63, 65; Ebu Davûd, Edeb/131; Nesa'î, îman/11, 12; İbni Mâce, Et'ıme/1; Dârimî, Rikak/4.
[14][14] Müslim, İman/100, 104; Buhârî, Mezalim/30, Eşribe/1, Hudûd/1, 19; Ebu Davûd, Sün­net/15; Nesa'î, Kat'üt-tarîk/1, Kasame/49; İbni Mâce, Fiten/3; DarimAi, Eşribe/11; İbni Hanbel, 11/317, 376.
[15][15] Buhârî, îman/3,  16 Edeb/77; Müslim,  İman/57-59;  Ebu Davûd, Sünnet/14; Tirmizî, 'Birr/56, 80.
[16][16] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 414-426.
[17][17] Buhârî, İman/5, 6, 20 îsti'zân/9; Müslim, İman/63, 65; Ebu Davûd, Edeb/131; Nesa'î, 1     İman/11, 12; îbni Mâce, Et'ıme/1; Dârimî, Rikak/4.
[18][18] Tirmizî, Zühd/11; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta', Hüsnü'l-huluk/3.
[19][19] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 426-431.
[20][20] Buhârî, İman/24, Mezalim/17, Cizye/17; Müslim, İman/106; Ebu Davûd, Sünnet/15; Tir-mizî, İman/14; Nesa'î, îman/20.
[21][21] îbni Hanbel, 11/17
[22][22] Müslim, îman/58; Ebu Davûd, Sünnet/14; Tirmizî, İman/6; îbni Mâce, Mukaddime/9; İni Hanbel, H/379, 445.
[23][23] Müslim, îman/58; Ebu Davûd, Sünnet/14; Tirmizî, İman/6; îbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, H/379, 445.
[24][24] Müslim, Taharet/39, Cenaiz/103, 104; Ebu Davûd, Cenaiz/79; Nesa'î, Taharet/109, Cena-iz/103; İbni Mâce, Cenaiz/36, Zühd/36; İbni Hanbel, 11/300, 375, 408 V/353, 360
[25][25] İbni Mâce, Mukaddime/9.
[26][26] Ebıı Davûd, Edeb/34; Dâiimi, Rikak/51
[27][27] Buhârî, Edeb/52; Ebu Davûd, Edeb/34; Tirmizî, Eir/7S; Dârimî, Rikak/52.
[28][28] İbnİ Hanbel, IV/403.
[29][29] Benzer bir dua için b. Nesa'î, Sehv/61; Tirmizî, Da'avât/23; İbni Hanbel, IV/123, 125
[30][30] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 431-442.
[31][31] İbni Hanbel, IV/136.
[32][32] Buhârî, Talak/11, Hudud/22; Ebu Davûd, Hudud/17; Nesa'î, Talak/21; İbni Mâce, Talak/15; Dârimî, Hudud/1; tbni Hanbel, 1/118, 140, VI/101
[33][33] Tirmizî, Zühd/2; İbni Hanbel, 11/310
[34][34] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 443-448.
[35][35] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 448-449.
[36][36] İbni Hanbel, 1/387
[37][37] İbni Mâce, Mukaddime/18, Menâkıb/76; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Hanbel, III/225,
IV/80, 82, V/183.
[38][38] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 449-450.
[39][39] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 451-452.
[40][40] Konuyla ilgili hadisler için b. Nesa'î, Cenaiz/352; İbni Hanbel, 11/321.
[41][41] Buhârî, Cenaiz/2, Mezalim/5, Nikah/71, Eşribe/28; Tirmizî, Edeb/45; Nesa'î, Cenaiz/52, ~X4. îbniMâce, Cenaiz/1; İbni Hanbel, V/273
[42][42] Tirmizî, Birr/67; İbni Hanbel, Vl/159, 451
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 452-455.
[43][43] Müslim, Taharet/56; Ebu Davûd, Taharet/29; Tirmizî, edeb/14; Nesa'î, Ziynet/l; îbni Mâ-ce, Taharet/8; îbni Hanbel, IV/264, VI/138.
[44][44] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 456-457.
[45][45] İbni Hanbel, 11/52.
[46][46] Müslim, Taharet/52-55; Buharı, Libas/64; Tirmizî, edeb/18; Nesa'î, Taharet/14; İbni Han-bel, II/1C, 52, 229, 239, 283, 356, 365, 387, 410, 489.
[47][47] Tirmizî, Edeb/16; Nesa'î, Zinet/2, 6, Taharet/12; İbni Hanbel, IV/366, 368, V/410.
[48][48] Buhârî, isti'zân/51, Libas/63, 64; Müslim, Taharet749, 50, 56; Ebu Davıid, Taharet/29, Te-reccül/16; Tirmizî, Edeb/14; Nesa'î, Taharet/8-11, Ziynet/l, 55, 56; İbni Mâce, Taharet/8; Muvatta', Sıfatü'n-Nebi/3; İbni Hanbel, 11/118, IV/264, VI/138
[49][49] Müslim, Taharet/55; İbni Hanbel, 11/365, 366.
[50][50] İbni Hanbel, 11/212.
[51][51] Siyah kına yakmanın nehyedUmesi hakkında b. Nesa'î, Ziynet/15
[52][52] Ebu Davûd, Tereccül/20; Nesa'î, Ziynet/15; İbni Hanbel, 1/2
[53][53] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 457-462.
[54][54] Saçların yağlanmasıyla ilgili hadisler için b. Buhârî, Cum'a/19, 6; Nesa'î, Hac/42; Dâri-mî, SaIat/191; Muvatta', Cum'a/18; İbni Hanbel, V/438, 440, VI/236.
[55][55] Ebu Davûd, Tereccül/3
[56][56] Ebu Davûd, Edeb/20
[57][57] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 462-468.
[58][58] İbni Mâce, îkametf 109
[59][59] İbni Hanbel, W326, 327
[60][60] İbni Hanbel, VI/326, 327
[61][61] Benzer hadisler için b. Dârimî, Salat/43; İbni Hanbel, 1/341
[62][62] Nesa'î, Kıyamü'l-leyl/38; İbni Hanbel, 1/89.
[63][63] Buhâri, ezan/11, 16; Müslim, Müsafirûn/304; Ebu Davûd, Tatavvu'/ll; Tirmizî, Salat/22; Nesa'î, Ezan/39; İbıüMace, İkâmet/110; Dârimî, Salat/145; İbni Hanbel, IV/86, V/54, 56, 57.
[64][64] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 468-472.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar