Print Friendly and PDF

KEMAHLI HACI İBRAHİM HAKKI EFENDİ HAKKINDAKİ YALAN


BÜYÜK MEVLEVİ ŞEYHİ KEMAHLI HACI İBRAHİM HAKKI EFENDİ

Doç. Dr. Faruk Tuncer
1995 yılında basınımız bir film münasebetiyle, hayli tartışmıştı. 'Buna göre İstiklal Mahkemeleri, Kemahlı İbrahim Hakkı Efendiyi, şapkanın aleyhinde olduğu ithamıyla idama mahkum etmişti. O günlerde vefat etmiş bulunan zatı mezarından çıkarıp idam sehpasına çekmek suretiyle hüküm infaz edilmişti, yaptığımız araştırma neticesi idam hükmünün bahsi geçen şekilde infaz edilmediği vuzuha kavuştu. İbrahim Hakkı Efendi; kimliği, ailesi ve yaptıkları hakkında yapılmış ciddi bir araştırma olarak yazımızı takdim ediyoruz.

Erzincan'a bağlı olan Kemah, Fırat nehrinin sol kıyısında, Munzur dağlarından gelen Tenasur deresinin yamacında, deniz seviyesinden 1038 m. yükseklikte kurulmuş olup, daha çok kalesi ile meşhur şirin bir ilçedir. Özellikle Bizans imparatorları ile İranlılar arasında meydana gelen mücadeleler sırasında Kemah ve kalesi, zaman zaman el değiştirmiş ve çeşitli savaşlara sahne olmuştur. Ancak 1071 senesinde Malazgirt Savaşından hemen sonra Büyük Selçukluların hakimiyeti altına girmiştir. Sultan Alparslan'ın kumandanlarından Mengücek Gazi tarafından fethedilen Kemah, o tarihten sonra Müslüman Türklüğünün kalelerinden biri olmuştur.
Tarihte özellikle Selçuklu ve Osmanlı izlerinin hissedildiği bu güzel belde tam bir ilim ve irfan merkezidir. Gerek Osmanlı'dan önce gerekse sonraki dönemlerde ileri bir kültür ve refah seviyesine sahip idi. Burada yetişen ilim, irfan, edebiyat ve devlet adamlarının, hem Mengücekler hem de Selçuklular'ın hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Bu itibarla bu devirde Kemah'ın çeşitli kültür ve sanat hareketlerine sahne olduğunu söylemek mümkün. Ancak o döneme ait âbidelerden hemen hemen hiçbir şey kalmamış, asırlar boyu vuku bulan zelzeleler, çok kıymetli eski eserleri hep toprak altına gömmüştür.

Bağdat'dan gelen üç kardeş

Bağdat'dan irşad ve tebliğ vazifesi için Kemah'a gelen Abdülgani, Abdürrezzak ve Abdülbâki isimli üç kardeş, zamanın Sağıroğlu namıyla meşhur Kemah Beyi'ne misafir olurlar. Ancak Kemah Beyi Hak dostu bu üç kardeşin Kemah'a yerleşmesinden pek memnun olmaz. Onları uzaklaştırmak ister. Neticede ücra bir köşede bulunan Müşerkek'e sürgün eder.
Bu şirin köye gelen üç kardeş buraya yerleşirler. Hayatlarını, cennet bahçelerinden bir yamacı andıran bu köye adarlar. Savaş yılları muhacirlik yılları derken, ömürlerini bu köyde tamamlarlar. İşte meşhur İbrahim Hakkı Efendi de bu üç kardeşten Abdülgani Efendi'nin oğludur.
Çok sayıda önemli ilim adamı, asker ve devlet adamının yetiştiği bu köy, maalesef, bugün kapalı durumdadır. 1990 yıllarında Kemah’ta kendini hissettirmeye başlayan terör hadiseleri maalesef İbrahim Hakkı Efendi'nin köyü olan Müşerkek'i de vurmuş ve 1995 yılı Temmuz'undan sonra zaten birkaç hane kalmış köy tamamen boşaltılmıştır.

Doğumu ve ilk eğitimi

Daha çok Hacı İbrahim Efendi adı ile maruf olan İbrahim Hakkı Hazretleri, Hicri 1266 (1850) tarihinde Erzincan Kemah ilçesi eski adı Müşerkek olan Parmakkaya köyünde dünyaya gelir. Babası, Hasan bin İbrahim bin Süleyman bin Abdülgâni el-Arabî'dir. Annesi ise Fatma Kamer Hatun'dur.6
İlk eğitimini anne ve babasından aldı. Özellikle amcaları Abdürrezzak ve Abdülbâki Efendiler şahsiyetli ve âlim kimselerdi. Onların ve babasının himayesinde çocukluk döneminin ilk devreleri oldukça verimli geçti. Şahsiyetinin oluşmasında bu dönemin etkisi kendisini hep hissettirmiştir.
7-8 yaşında iken köyünde meskûn bulunan Hacı Feyzullah Efendi'den ilim tahsil etmeye başladı.7 Hocası evini Erzincan'a nakledince, hocasıyla birlikte o da Erzincan'a gitti. İbrahim Hakkı'nın ilme ve okumaya o denli merakı ve alâkası vardır ki, kitaplar onun vazgeçilmez arkadaşları idi. Gece gündüz onlarla haşir neşir olur ve çok sevdiği kitaplarını hep başucunda taşırdı.
İstanbul'da ilmî tedrisatını tamamlayıp Erzincan'a gelen hocasının oğlu Mustafa Zühdî Efendi'nin özel derslerine uzun bir süre devam eder.8 İstanbul'un irfan hayatının kaynağı olan medreselerinden feyizlenen Mustafa Zühdî Efendi'den icazet almaya muvaffak olur.
Erzincan'da kaldığı süre içinde bal yapan arının çiçek toplaması gibi İbrahim Hakkı da burada bulunan meşhur bütün ulemadan azami istifade etmiştir. Hususiyle Erzincan'ın gönül ve irfan insanlarından olan Terzi Baba namı ile meşhur Muhammed Vehbi Hayyatî Hazretlerinin baş halifelerinden Mustafa Fehmi Efendi'den ilim tahsil etmiştir.10 Kendisinden çok istifade ettiği Mustafa Fehmi Efendi için Divan'ında bir bölüm ayırmış ve onu öve öve bitirememiştir. Bu büyük alimin Mekke'de öldüğünü ve kabrinin de halen orada bulunduğunu yazdığı şiirden anlıyoruz:
Bu feyzi gavs-ı azam Vehbi Hayyat'tan alır Fehmi,
Müraat edeble Mekke'de kabrin ziyaret kıl!
Diyar-ı himmetle sahib-i Kur an'dır Mustafa Fehmi.
O dönemin kültürüne uygun olarak bütün ilimlerle ilgilenmiş özellikle hadîs ve tasavvufta derinleşmiştir. Ayrıca tefsirde de rüsuh sahibi idi.12 Daha sonraki dönemlerde kaleme aldığı eserlerden anladığımız kadarıyla başta tefsir ve hadîs olmak üzere birbirinden kıymetli eserler telif etmiştir.
Şam, Mısır ve Hicaz bölgelerine çeşitli zamanlarda seyahatlerdi bulunmuş, buradaki ulemadan fevkalâde istifade etmiştir. Başta tefsir ve hadîs olmak üzere, diğer İslâmî ilimleri talim etmiştir. Ayrıca bu ilimlerin yanı sıra yüksek tasavvuf hakikatlerinden de büyük ölçüde nasibini almıştır. Buradaki Arap âlimleri bu zeki ve şahsiyeti yüksek talebeyi çok sevmiş, onu öve öve bitirememişlerdir.
Daha sonra özellikle yolunu Konya'ya düşürmüştür. Burada kaldığı süre içinde özellikle Mevlânâ'nın Mesnevî'sini okumuş, kendisine merasimle icazetname verilmiştir.13 Buradan aldığı bu icazetnâmenin yanı sıra, Erzincan'da Mevlevîliğin temsilcisi olmuş ve "son postnişîn" olarak kayıtlara geçmiştir.
1313 senesinde Konya'yı ziyareti esnasında uyku halinde iken Mevlevî sikkesi ve elbisesi, Hazreti Mevlânâ tarafından kendisine biz zat giydirilir. Bu tarihten altı sene sonra o rüyayı sadıkanın mânâsı zuhur eder. Erzincan'da 120 sene önce harab bir Mevlevî dergâhının imarına sebep olduğu gibi onun hemen yanı başında 7 odalı Darü'l-Mesnevî namında nefis bir medrese inşa eder.
Erzincan ve civarı ile ilgili yaptığı kıymetli araştırmaları ile tanınan Erdoğan Şahin, İbrahim Hakkı Efendi'nin, Erzincan'ın son postnişinlerinden olduğunu kaydeder.16 Son bir iki asırdır o bölgede önemi gittikçe kaybolan Mevlevîlik İbrahim Hakkı ile yeniden canlanmış ve hayatiyet kazanmıştır. Ne yazık ki kendisinden sonra Hz. Mevlânâ geleneğini sürdüren Hak dostu çıkmamıştır. Konya Mevlânâ türbesi ve külliyesi civarında kendisinin Erzincan postnişîni olduğuna dair pek çok kıymetli belge ve bilgi mevcuttur.
Merhum İbrahim Hakkı Efendi kendisinin Mevlevî olduğunu açıkça beyan eder, bunu her vesilede iftiharla söylerdi:
Asra esef, her birimiz
Allah Allah der dilimiz
Molla Hünkârdır pirimiz,
Biz Mevleviyiz Mevlevî...
Gönülden bağlı bulunduğu Hz. Mevlânâ'nın meskun bulunduğu Konya'nın yanı sıra İzmir, Sivas, Erzurum ve Trabzon gibi büyük beldelere özellikle Ramazan aylarında yapılan vaki davetlere icabet eder ve buralarda fevkalâde bir hüsn-ü teveccühe mazhar olurdu. Bunun en önemli sebeplerinden biri hiç şüphe yok ki onun vakur ve gösterişli fizikî yapısının yanında son derece güzel ve etkili hitabetiydi.18 Özellikle üç dile vâkıf olması yaptığı konuşmalarda büyük kolaylık sağlıyordu. Arapça, Farsça ve Osmanlıca okuduğu şiirlerle hitabelerini süslüyor ve ezberden okuduğu âyet, hadîs ve ulemânın sözleri ile istişhad ediyordu. Mevlânâ Hazretlerinin hikmet dolu Mesnevî'sini ders takririnde bulunduğu için neredeyse ezbere biliyordu. Bu ise onun konuşmalarına ayrı bir güzellik ve bambaşka bir lezzet katıyordu.

Yeşil Bursa'da

Seyahat etmeyi özellikle çok seven İbrahim Hakkı Efendi, çocukluk ve gençlik yıllarından beri pek çok sayıda yer gezmiş ve görmüştü. Şam'dan Mekke'ye, Trabzon'dan, İstanbul'a değişik zamanlarda gitmişti. Bunlardan kimisi ilim tahsili için kimisi de vaaz ve nasihat içindi.
Kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla İbrahim Hakkı Efendi'nin 29 Rebiü'l-evvel 1325 senesinde kendisine Bursa'da "İbtida-i Hariç" müderrisliği görevi tevcih olunmuştur.19

Saray vaizi olarak İstanbul'da

Mevlevîliğin usul, âdâb ve erkânını kısa sürede öğrenip sülûkünü tamamlayan ve daha sonra da Mevlevîliğin gerçek anlamda son posînişînlerinden20 olan Kemahlı İbrahim Hakkı Efendi'nin hem şeriat ilimlerindeki temayüzü, hem de yaşadığı hayatı sünnetle ziynetlendirip amel noktasında ihlâsı göstermeye çalışması kısa zamanda semeresini vermiş ve Halife II. Abdülhamid Han tarafından keşfini sağlamıştı. Sultan Abdülhamid Han 1891 yılında İbrahim Hakkı Hazretlerini alelacele Konya'dan İstanbul'a çağırmış ve saraya davet etmişti.21 Bu âni davet karşısında kendisini bir anda İstanbul'da bulmuştu. 1891 yılında İstanbul'a gelen Mev-levî İbrahim Hakkı Hazretleri, Sultan'ın bir hediyesi olarak hemen "Saray Vaizliği" görevine getirilmiştir.
Saray vaizi olan İbrahim Hakkı Efendi, 1909 yılında çok sevdiği Abdülhamid Han tahttan indirilince fevkalâde üzülmüş ve köyüne geri dönmüştü. Onun pervasız vaazları, sağlam ve ihlâslı ameli ve ayrıca etkili konuşmaları 1909-1918 yılları arasında 35. Osmanlı Sultanı Padişah Sultan Reşad'ın dikkatini çekmekte gecikmez.23 Şemsü'l-İrşad adlı eserinden anlıyoruz ki, özellikle İstanbul'a geldiği dönemlerde Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde Mesnevî dersleri takrir ediyordu. Buradaki derslerden birinde, üslubu ve anlatım tarzı padişahı çok etkilemiş olacak ki Sultan Reşad kendisini ağırlamaktan büyük mutluluk duyacağı haberini gönderir.24 Burada bulunduğu süre içinde Beşiktaş'ta bulunan Barbaros Hayrettin Paşa'nın türbesinde ikâmet ettiğini yine kendi kaleme aldığı "Rûhu'l-İslâm" adlı makalesinden öğreniyoruz.25 Özellikle bu dönemde "Türbedâr-ı Barbaros Hayrettin Paşa" unvanını kul-landığını yine yazdığı eserlerden öğreniyoruz. Padişahın daveti üzerine artık burada kalmaktan vazgeçip sarayda sultanın yakınında kalmaya başlamış ve onun pek çok nimet ve ihsanına nail olmuştur.
Sarayda kaldığı süre içerisinde irşad ve tebliğ vazifesine ara vermeden devam etmiştir. Ancak özellikle Osmanlı'nın bu son döneminde artık yavaş yavaş sarayda bozulmalar ve kokuşmalar olduğu halktan bile gizli değildi. Artık her tarafta bir rahatsızlık hissediliyordu. Padişah da saray ve teb'asındaki bu bozukluklara dur diyemiyor ve gerekli tedbirleri alamıyordu. Elbetteki bu durum en çok İbrahim Hakkı Efendi gibi şahsiyetli ve memleketini seven din adamlarını rahatsız ediyordu. Hak ve hakikat adına doğru bildiklerini çekinmeden söyleyen onun gibi hitabeti güçlü, başkalarını çok rahat etkileyen kimseleri sarayda bulunan şer grupları barındırmayacaklardı. Bunlar İbrahim Hakkı gibi kıymetli insanları padişaha jurnalliyorlardı. Hiç şüphe yok ki bu durumun en önemli sebebi, Anadolu'nun en ücra köşelerinden, Kemah'dan İstanbul'a gelip, hem de padişahın yanı başına kadar sokulup sarayda yükselmesi ve sultanın lütf u ihsanına mazhar olması idi. Bu durumun şer şebekesi tarafından tahammül edilmesi güçtü. Kısa zamanda bu jurnallemeler netice vermiş ve saraya nüfuz eden İngiliz işbirlikçilerinin de büyük etkisi ile vaaz ve irşatlarına kısıtlama getirilmişti.

Sultan Reşad'a Uyarı

İbrahim Hakkı Efendi son gelişmelerden o denli üzülmüştü ki, uzun süre ne yapabileceğini düşünmüştü. Çünkü hitabeti güçlü olmasına rağmen söylenen sözler fazla ses getirmiyordu. Sonunda kitap kaleme almaya karar verdi. Çünkü kendisinin İstanbul'un irfan hayatıyla yakın ilgisi vardı. Böyle bir kitabın ses getireceğini düşünüyordu.
"Şemsü'l-İrşad li Sultan Reşad" namındaki eserle birlikte Arapça kaleme alınan bir mektupla sultanı ikaz etmesi hemen herkesin dikkatini çeker.
Mevlevi İbrahim Hakkı Hazretleri, Sultan daha henüz tahtta iken, 1917 senesinde saray çevresinden bilerek ve sinsice uzaklaştırılmış; o da doğup büyüdüğü yere geri dönmüştü.26
Erzincan'da seneler öncesi harab olmuş bir dergâhı tamir ettirip, onun hemen bitişiğinde 7 odalı bir Darü'l-Mevlevî medresesi inşa ettirerek tedrise başlamıştır.27 Buradaki ilmî faaliyetlerini yürütürken pek çok talebe yetiştirmiş ve kısa sürede ilim ve tasavvuf çevrelerinin saygı duyduğu önemli bir şahsiyet haline gelmiştir.

Millî Mücadele yılları

İbrahim Hakkı Hazretleri, Millî Mücadele'de özelikle de Erzurum ve Erzincan bölgelerinde sarıklı mücahitlerin başında büyük hizmetler vermişti. Çünkü onun için en önemli şey, İslâm'ın muhafazası ve bu uğurda bütün İslâm düşmanlarını bu cennet vatandan kovmaktı. Hizmetle dolu Millî Mücadele yıllarından hemen sonra yavaş yavaş Millî Mücadele ruhuna aykırı davranışlar kendisini hissettirmeye başlayınca Erzurumlu Kadı Raif Efendi ile birlikte Ankara'yı yakından takib etmeye başlamışlardı.
İbrahim Hakkı daha 1921 yılının Temmuz ayında iken Ankara'nın makam-ı hilâfeti ilga edeceğini, medreseleri kapatıp, her türlü din eğitimine zincir vuracağını etrafındakilere haber verdiğinde kimseyi inandıramamıştı.28 Fakat İbrahim Hakkı Efendi'nin Erzincan ulemasına 1921 senesinde söylediği Ankara hakkındaki kanaatleri daha sonra ayniyle çıkmıştı. Gerçekten 1924 yılında hem hilafet kaldırılmış ve hem de onun gözü gibi sevdiği ve bir daha açılmamak kaydıyla kapısına kilit vurulan medreseler kapatılmıştı. Hilâfetin kaldırılması özellikle onu derinden yaralamıştı. Çünkü ona göre hilâfet müessesesi çok önemliydi. İslâm dünyasını değişen dünyada ayakta tutacak yegâne kurum ona göre hilâfet-i İslâmiyeydi.29

İstiklal Mahkemesi ve idam kararı

Şark İstiklal Mahkemeleri, 1924 yılı sonlarına doğru hakkında gıyabî olarak idam karan verir. Ancak o bu kararın verildiği sıralarda hayata gözlerini kapar.
Vefat haberi İstiklal Mahkemesine intikal ettirilir, mahkemenin gönderdiği bir heyet, durumu yerinde tespit eder ve bir rapor halinde Ankara'ya bildirir.30 İstiklal Mahkemesi bu büyük İslâm âliminin gıyabında verdiği idam kararının infazına fırsat bulamaz. Çünkü kendisi bu karardan önce 14 Ekim 1924 (15 Rebiü'l-evvel 1343) tarihinde Pazartesi günü vefat etmiştir. Kabri elan Erzincan Terzi Baba Kabristanındadır.31
Merhumun vefatından sonra ailesine taziyeye gelen yakın bir dostu şöyle demiştir:
"Dünya ağlasa revadır bu zât-ı pâke,
Hiç yakışır mı bu zât gömülsün hâke"

ESERLERİ

En önemli eseri şüphesiz "Şemsü'l-İrşad li Sultan Reşad" namındaki padişaha ithafen yazılan ve Hilafet-i İslamiye'nin önemi üzerinde duran kitabıdır. Bunun yanı sıra matbu olan eserleri sırasıyla Divan, Miftahü'l-Mearif, Rûhu'l-İslâm ve Pend Pesendide der Fezaili Rûze'dir. Basılmamış eserleri de vardır. Bunlar: Tâcü't-Tefâhur, Necâtü'l-İslâm, Tuhfetu'r-Reşâd fi Hakki'l-Cihâd, Mir'âtü'l-Mevâiz, Seniyyü's-Sünûh fi İzâhir-Ruh, Kûtu'l- Kubûr, Tâcü'l-İslâm fi Beyâni’l-Küfri ve'l-İmân, Tâcü'l- Mücahidin mine'l-Ehadisi'l-Erbain (Kırk hadis derlemesi), , Mürşidü'z-Züvvâr li Ravzati NebiyyVl-Muhtâr.

Dipnotlar

1 İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve Erzincan (1520-1566) sh, 1-8, 23; DİA. Erzincan maddesi, 11/18, 321; Meydan Larousse, Ek-3, sh. 530; Yeni Türk Ansiklopedisi, 5/1785; Yurdören Bursalı, Erzincan ve Kemah'daki Türk Mimari Eserleri, 1973, İstanbul Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü mezuniyet tezi.
2 Prof. Dr. Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, sh. 77; Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu Mengücekoğuilan, sh. 108.
3 İçişleri Bakanlığı'nın çıkardığı Köylerimiz adlı çalışmada çok kısa bilgilerin dışında arşiv kayıtlarında bu köyle ilgili fazla bir dokümana ne yazık ki rastlamadık. Buraya kaydettiğimiz bilgiler ciddi bir âlim olan merhum dedem Ekrem Bey'den dinlediğim bilgilerdir.
4 Zaman Gazetesi, 15 Eylül 1995.
5 Köylerimiz, sh. 745; Miroğlu age., sh. 56; Öz Kemah'ın sesi, sh. 20, Özellikle arşiv kayıtlarında ismi yukarıda kaydedildiği gibi yazılsa bile bu köyün o yörede bilinen ismi "Müşerkek"dir.
6 Bu köyde bu ailenin namı "Fedimeliler" olarak halen devam etmektedir ve sözkonusu lakab İbrahim Hakkı Efendi'nin annesi olan bu mübarek kadına izafeten konulmuştur. Anadolu'da Fatma'ya çoğu yerde Fadime ya da Fedime denilir. Bkz. Zaman Gazetesi 16 Ağustos 1995.
7 Divan, Ebu'l-Kemal İbrahim Hakkı. sh. 77.
8 Divan, sh. 78.
9 Divan sh. 78.
10 Vehbi Cem Aşkun, "Terzi Baba ve Erzincan'ın Mutasavvıf Şairleri" sh. 53.
11 Divan, sh. 77.
12 Divan, sh. 78.
13 İslâm Alimleri Ansiklopedisi. 18/28-29; Aşkun, age., sh. 53.
14 Nezih Uzel, "Mevlevi Ayinleri", Hayal Tarih Mecmuası, 1975, c. Ls. 3, sh. 23.
15. Aşkun, age., sh. 53; Tahir Erdoğan Şahin, "Erzincan Tarihi", 2/ 275. Bkz. Uzel, Mevlevi Ayinleri, Divan, age., sh. 77.
16 Şahin age.. 2/276.
17 Divan. sh. 55 {!).
18 Şahin, age., 2/275.
19 İstanbul Müftülüğü Şer'î Siciller Arşivi Bursa medreseleri defteri, c. 8.
20 Şahin, age.. 2/275.
21 Şemsü'l-İrşad, sh. 5.
22 Şahin, age., sh. 2/275.
23 ŞemsüT-İrşad... sh. 5.
24 Şahin, age., sh. 6.
25 Ruhu'l-İslâm, Sırat-ı Müstakim, c. 5, sayı; 126 sene 1326 sayfa 366 Mekatip isimli sütunda.
26 Şahin, age., 2/275; Şemsü'1-İrşad age., sh. 6.
27 Şahin, age., 2/275.
28 İsmail Kara, İslamcıların Siyasî Görüşleri, sh. 172. (İst. 1994, İz yay.).
29 a. yer.
30 Burada sadece İbrahim Hakkı'nın hayat ve eserlerini konu edindiğimiz için 1995 yılında "Bize Nasıl Kıydınız?" filmi münasebetiyle ülke gündemini uzun süre meşgul eden tartışmalara girmek istemiyoruz. Ancak hayatı ile ilgili olması yönü itibariyle sadece bir iki noktayı ifade etmek istiyoruz. H. Hüseyin Ceylan'ın kaleme aldığı "Din-Devlet İlişkisi", adlı eserin, İbrahim Hakkı ile ilgili bölümü ne yazık ki daha çok hamasi ve ilmîlikten uzak. Oysa ülke çapında tartışmalara sebep olan bu meselede kendisinden daha ciddi ve araştırmaya dayalı, belgeye dayalı ifade-i beyanda bulunması beklenirdi.
31 Ayrıca son olarak onun ölüm tarihinin H. Hüseyin Ceylan tarafından 1925 olarak belirtiliyor olması da yanlıştır. Çünkü onun ölüm tarihî 14 Ekim 1924'tür. Kamuoyunda uzun süre tartışmalara neden olan münazaranın kaynağı belki de ölüm tarihinin yanlış olarak tesbitinden kaynaklanmıştır.
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/buyuk-mevlevi-seyhi-kemahli-haci-ibrahim-hakki-efendi

  •  


 ŞERİATÇI YALANI

Emin ÇÖLAŞAN
07.12.1997
Ülkemizde ‘‘Allah, Peygamber, Müslümanlık’’ adına piyasaya çıkan birilerinin halka nasıl yalanlar söyledikleri, mahkeme kararıyla bir kez daha belgelendi.
Önce Abdülkadir Özar'dan aldığım bir mektubu özetliyorum:
‘‘Bendeniz Mevlevi şeyhi, aydın kişi İbrahim Hakkı Kemahi'nin öz torunuyum. Onun kızları olan 80 ve 85 yaşındaki Afife ve Meliha hanımlar, teyzelerimdir.
Kötülük erbabı, bizim neslimizin tükendiğini zannederek ‘‘Bize Nasıl Kıydınız’’ isimli bir film yapmışlardı.
Rahmetli dedemizin ismini kullanarak bizi mağdur ettiler. Rahmetli dedeme ait mezarın açıldığı ve cesedinin İstiklal Mahkemesi tarafından asıldığı iddiası tamamen uydurmadır...’’
***
Şimdi birkaç yıl geriye dönelim. Şeriatçı kesim bir kampanya başlatmıştı. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında vatan hainlerini, bozguncuları, isyancıları, asker kaçaklarını, ırz düşmanlarını yargılayıp cezalandıran İstiklal Mahkemeleri aleyhine yalan ve iftira dolu yazılar yazıyorlardı.
İş o boyuta varmıştı ki, birileri ‘‘Bize Nasıl Kıydınız’’ isimli bir kitap yazıp sonra bunun filmini çevirmişti. Bunlarda çok ‘‘çarpıcı’’ bir olay anlatılıyordu.
Erzincanlı din adamı İbrahim Hakkı Efendi, güya İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanıyor ve idam cezası alıyor! Fakat tam bu sırada (1924 yılında) vefat ediyor. Hıncını alamayan(!) İstiklal Mahkemesi, İbrahim Hakkı Efendi'nin mezarını açtırıyor, cesedini mezardan çıkarıyor ve idam sehpasında sallandırıyor!

Yani ceset idam ediliyor!

Bu yalanı da hiç utanmadan ve sıkılmadan ‘‘Atatürk döneminde Müslümanlara yapılan zulüm örneği’’ olarak göstermeye kalkışıyorlardı.
Bu inanılmaz yalanı yıllarca kullandılar. Kitap yazdılar, film yaptılar. Kendi televizyon kanallarında ve radyolarında, bu yalana dayanıp programlar yaptılar.
Refah Partisi Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan ve yandaşları bar bar bağırdılar:
‘‘İstiklal Mahkemeleri'nin de hesabını soracağız...’’
***
Bu iğrenç yalanı ilk kez belgeleyip kamuoyuna açıklayan Reha Muhtar oldu. İbrahim Hakkı Efendi'nin yaşlı kızları Afife ve Meliha hanımları ekrana çıkarıp kendilerine bu olayı sordu. Yanıt çok açıktı:
‘‘Bu hadise tamamen yalan ve uydurmadır. Babamız eceliyle vefat etmiştir. Mezarı falan da açılmamıştır.’’
***
Yaşlı hanımlar manevi sıkıntı içindeydi. Bu filmi yapanları mahkemeye verdiler. Dava dilekçelerinde bütün bunların yalan olduğunu, babalarının Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine bağlı bir din adamı olduğunu, mezarının açılıp cesedinin idam edilmesi gibi bir durumun asla söz konusu olmadığını vurguladılar.
Davalı tarafın savunması çok ilginçti!
Filmde adı geçen İbrahim Hakkı Efendi bir başka kişiydi! Sadece isim benzerliği vardı! Bu nedenle ailenin kişilik haklarına saldırı olmamıştı!
Mahkeme, bu iğrenç iddiayı ortaya atanlardan, İstiklal Mahkemesi kararını istedi. Veremediler, çünkü böyle bir karar yoktu.
***
Ankara 22. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin Esas 1995/873, Karar 1997/14 sayılı kararı, bir ibret belgesidir:
‘‘Savunmada olayın Erzincan İstiklal Mahkemesi kararının infazından kaynaklandığı belirtildiği halde, mahkeme ilamı ibraz edilememiştir.
İbrahim Hakkı Efendi'nin Cumhuriyet ve Atatürk ilkelerine aykırı, vatanın bütünlüğüne karşı davranış içinde olması yüzünden mezarından çıkarılarak asılması, kendisinin şeref ve onuruna saldırıdır.
Davacılar (kızları), bu haksız ve yanlış tanıtım nedeniyle toplumda zor duruma düşmüşlerdir. Dolayısıyla, kişilik haklarına saldırı yapılmıştır...’’
Ve mahkeme, bu filmi yapanları, aileye 500 milyon lira tazminat ödemeye mahkûm etti.
Böylece, şeriatçı yalanının ömrü kısa sürdü. Yargının vurduğu tokat, hadiseyi noktaladı.
***
Burada bir tarihi gerçeği açıklamayı da görev biliyorum. Türkiye'de bir insanın cesedi mezarından çıkarılıp ağaca asılmış ve teşhir edilmiştir.
Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 1923 yılının mart ayında öldürüldü. İlk Meclis'te Mustafa Kemal Paşa'nın en büyük karşıtlarından biriydi. Kendisini Giresunlu kahraman, Atatürk'ün Laz'lardan oluşan koruma birliği komutanı Topal Osman'ın öldürdüğü iddia edildi. Topal Osman olay sonrasında Ankara'nın Dikmen Semti'nde güvenlik güçleriyle çatışmaya girip öldürüldü ve mezarına gömüldü.
Ancak Meclis'teki şeriatçıların ve Mustafa Kemal Paşa düşmanlarının yoğun baskısıyla ceset birkaç gün sonra mezardan çıkarıldı ve Meclis binası önünde ağaca asıldı. Mustafa Kemal Paşa'nın gücü, o günlerin zor koşullarında bu insanlık dışı olayı önlemeye yetmedi.
Yakın tarihimizde tek olan bu korkunç olayı yaratanlar, yani cesedi mezardan çıkarıp ağaca astıranlar, işte o şeriatçı takımıdır.
***
Sen bir yanda ‘‘Müslüman’’ geçineceksin, Allah'ın adını dilinden düşürmeyeceksin, orada burada aptessiz namaza duracaksın, oy avcılığı uğruna önüne gelene cennetin anahtarını vaat edeceksin, sonra da bin tane yalanla Müslümanları kandırmaya kalkışacaksın!

Ayıptır, günahtır.

Kepazeliğin nerelere kadar uzandığını görüyorsunuz. Yaşlı bir insanın, bir din adamının ölüsünü bile sömürmekten utanmıyorlar.
Utanmadıkları bir yana, şeytanın aklına gelmeyecek yalanlar uydurup, yıllar sonra halkın karşısına bunlarla çıkıyorlar ve insanları kandırmaya kalkışıyorlar.
İstiklal Mahkemesi dirisini asamayınca, ölüsünü mezardan çıkarıp asmış!
İnsaf, insaf! Onu 1923 yılında yapan sizsiniz.
Şeriatçı kesimin güdük gazete ve dergileri, günümüzde de insanlara, hatta ölmüşlerimize bile yalanlarla dolu hakaretler yağdırmaya devam ediyor.
Size de bulaştıkları takdirde bunları sakın boş bırakmayın. Hem ceza davası için savcılıklara başvurun, hem de tazminat davaları açın.
Açın ki, bu din tüccarlarının ‘‘Allah ve Müslümanlık’’ adına sergilediği yalanları yargı kararıyla suratlarına çarpın.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar