KUT'UL KULUB 3
Bu fasılda,
Murakabe ehlinin müşahedesini anlatacağız. Murakabe ehlinin müşahedesi,
müşahede ehlinin ilk murakabeleridir. Şöyle ki, Murakabe makamında olan her
kulun hali, Muhasebe'div. Müşahade makamında olan kulun sıfatı ise
Murakabe'dir. Murakıb bir kulun ilk müşahedesi şu olmalıdır: Kesin olarak
bilmelidir ki, uzun veya kısa hiçbir vakti şu üç esastan uzak kalamaz:
1. Allah
Teala'mn ona emrettiği bir farzın edası; Farzlar iki türlüdür. Yapılması
emredilenler; Terkedilmesi emredilenler ki bunlar, Allah Teala tarafından
sakındırılmış şeylerdir.
2. Allah
Teala'mn özendirip teşvik ettiği bir mendubun ifası: Bu da asıl olarak kulu
Allah Teala'ya yaklaştıracak hayır ve iyilik işlerinde bulunup böylesi işlerde
diğer müminlerle yarışması, bunlardan hiçbirini kaçırmaması dır.
3. Yapması
halinde beden ve kalbinin sıhhat ve salah bulmasını temin edecek bir mubah ile
uğraşması.
Bir mümin
için, bunlar dışında geçirilecek dördüncü bir vakit yoktur. Eğer bunlar
haricinde dördüncü bir vakit ihdas ederse, Allah Teala'mn koyduğu sınırları
çiğnemiş olur. Allah'ın sınırlarını çiğneyen ise, kendine zulmetmiş ve Allah'ın
dininde bidat çıkarmış olur. Allah Teala'mn yüce dininde bidat çıkaranlar ise,
takva sahiplerinin yolları üzere değildirler. Yüce Allah'ın şu buyruğunu duymaz
mısınız? "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenlere gece ile gündüzü
birbiri ardınca getiren de O'dur". (Furkan/62) Gece ile gündüz arasında üçüncü
bir vakit göremezken şu üç vakit arasında bilinmeyen veya heva olan başka bir
vakit görebiliyor musunuz?
Üstteki
ayette geçen Zikir (=düşünüp ibret alma), iman ve ilimdir. Bu ikisi, kalbi
amellerin bilgisizliğinin yerini alırlar. Şükür ise iman ahlakıyla ve ilmin
ahkamıyla amel etmektir ki, bu ikisi de bütün uzuvların amellerini kuşatır.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Davud ailesi, şükür için amel
edin". (Sebe7l3) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan korkun, umulur ki şükredersiniz". (Al-i İmran/123) Bir
diğer ayetinde ise şöyle buyurmuştur: "Nitekim sizin içinizde, sizden bir
Resul gönderdik. Size ayetlerimizi okuyor ve sizi temizliyor. Hem size Kitab'ı
ve hikmeti öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. Öyle ise Beni
zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın Bana nankörlük etmeyin".
(Bakara/151-152)
O, şükrün
faziletini haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Eğer siz şükreder ve iman
ederseniz, Allah size azap edip ne yapsın". (Nisa/147) Allah Resulü (sav)
ise "kıyamda uzun süre kaldığı için ayaklarında varis çıkması üzerine
sahabe tarafından kendisine çıkışıldığı zaman şöyle buyurmuştur: Buna rağmen
acaba şükreden bir kul olabilir miyim?"[1][1],
Şükür,
'Amel' olarak tefsir edilmiştir. Allah Teala da 'Amel'i 'Şükür5 olarak tefsir
etmiştir. Üçüncü vakti temsil eden mubah da bunların kapsamına girer. Çünkü o,
bu ikisinin gerçekleşmesine yardımcı olur. Kul, bu ikisinde de mubah ile
istikamet bulur. Bir alim şöyle derdi: Bizim için Allah'a itaatin asıl olduğu
sahalardaki günahlarda, yasakları işleyip günah sahibi olmaktan alıkoyma ve
uzak tutma vardır.
Murakabe
yapan kul, güne başladığı zaman bütün, uyanıklılı-ğıyla en kısa vaktinde dahi
Allah Teala için emir veya yasak türünden bir farz olup olmadığına bakar. Eğer
böyle bir farz varsa günlük amellerine onunla başlar. Onu bitirdikten sonra
başka bir farz yoksa, o zaman mendublar ve faziletler üzerinde düşünür. Bu nevi
amellerde de en faziletli olanla başlar.
Kul için bu
iki faziletten başka bir şey yapmak mümkün olmazsa, o zaman nefsinden nefsi,
gününden dünü, saatinden günü, dünyasından ahireti için bir şeyler yapar.
Çünkü Allah Teala ona böyle emretmiştir: "Dünyadan nasibini unutma".
(Kasas/77) Bu emrin anlamı şudur: Dünyadaki nasibini olduğu kadar ahiret için
de dünya hayatındaki nasibini almayı bırakma. Bu, Allah Teala'nm size iyilik
ettiği gibi sizin de iyilik etmeniz ve dünyada fesad çıkmasını istememenizdir.
Aksi halde ahiretteki nasibinizi terketmiş olursunuz. Allah Teala da dostları
için hazırladığı engin sevabmdaki payınızı unutur. Nitekim O şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ı unuttular, O da onları unuttu". (Tevbe/67)
Yani onlar, Allah Teala'yı terketti-ler, O da onları terketti. Onların Allah'ı
terketmeleri, O'nun kendilerine verdiği nasibi terketmeleri, Allah Teala'mn
onları terketme-si ise; ahirette isteyecekleri şeyleri terketmeleridir.
Ferasetli
bir kul, kendisine verilen ömrü ve tanınan vakti, kesin olarak iman ettiği
ahireti için harcar. Daha sonra vaktinin kalan kısmında da, o vakte mahsus olan
fiillerin en faziletli olanına sarılır. Vaktinin geçirilmesiyle bir daha
telafisi mümkün olmayan amelleri eda etmekte acele eder. İlminin ona
gösterdiği ve gücünün de yettiği en güzel davranış budur. Sonuç itibarıyla
bütün vaktini Mevla'sına tahsis etmiş olur. Kısa da olsa kulun hiçbir vakti şu
iki makamdan birinden uzak değildir: Nimet makamı; İmtihan ve bela makamı;
Nimet makamında yapması gereken şey şükretmek iken, imtihan ve bela makamında
yapması gereken şey de sabretmektir.
Kul, kısa da
olsa hiçbir vaktinde şu iki müşahedenin birinden uzak kalamaz: Nimete şahit
olmak; Nimet veren Allah'a şahit olmak; Çünkü her vakitte bir Malik ve O'na
ait olan bir memluk yani kul bulunur. Kula düşen, bu Mevcud'a hizmet etmek ve
Ma-bud'unun hizmetinde daima hazır olmaktır. Murakabe, kulun sürekli hazır
oluşunun (=huzur) alameti iken, Muhasebe de Muraka-öe'nin delil ve rehberidir.
Kulun vakitleri arasında en kısası da olsa bir üçüncü vakit daha vardır ki o
da, mubahlarla meşgul olduğu vakittir. Mubah ile meşgul olmak, müminin yapacağı
amellerin en düşüğünü temsil eder.
Kul, bu
halinde de bir nimete veya Nimet Veren'e şahit olmak suretiyle bu sürenin de
dünya ömründen boşa gitmesini, kendisine faydası olacak Mevlası'nı zikirde
bulunmasından, Nimet Sahibi'ne delalet eden bir nimeti anmasından veya
kendisini Allah Teala'ya yakınlaştıracak bir nimetin edasını ifa etmekten hali
olarak geçmeşini önlemiş olur. Herşey, akıbeti olan ahiret içindir. Güzel akıbet
de sadece takva sahipleri içindir.
Kul, Nimet
Veren'in bir nimetine şahit olduğunda hayası onu sükunete sevkedip korkuyla
vakara teşvik eder ki bu, Allah Tea-la'nın havas kullarına mahsus bir
fazilettir. Bir nimete şahit olduğunda onun için şükür ve ibret alıcı bir
tefekküre dalıp basiret ve öğüt alma haline girer ki bu da hem avam, hem de
havas için geçerli bir fazilettir. Allah Teala, ilk zümredeki havassı için
şöyle buyurmaktadır: "Herşeyden iki çift yarattık ki, öğüt alasınız. 'O
hal-da hemen Allah'a sığının". (Zariyat/49-50) İkinci zümredekiler hakkında
ise şöyle buyurmuştur: "... Allah ile beraber başka bir ilah
uydurmayın". (Zariyat/51)
Allah Teala
diğer bir ayetinde birinci zümre hakkında şöyle buyurmaktadır: "De ki:
'Herşeyin mülkiyet ve hazinelerini elinde tutan kimdir? Ki daima O koruyor,
kendisi asla korunmaya muhtaç olmuyor? Eğer biliyorsanız? 'Allan'dır1
diyeceklerdir. O halde neden aldatılıyorsunuz?". (Mü'minun/88-89)
Diğerlerinin makamı hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'Yeryüzü ve
onun içindekiler kimindir, biliyor musunuz?' 'Allah'ındır' diyeceklerdir. De
ki 'O halde düşünmez misiniz?". (Mü'minun/84-85)
Ebu Zer'in
(ra) uzun hadisinden de akıl sahibi kulun sıfatları ve murakabe yapan kişinin
halleriyle ve boş vakitleri nasıl doldurmak gerektiğine dair bazı cümleler
nakletmek istiyoruz: "Mümin ancak şu üç şey için yola çıkar: Ahiret için
azık edinmek; Geçimliği için çalışmak; Haram kılınmamış bir lezzeti
tatmak".
Şu halde
akıllı bir kul için vaktin harcanacağı dört şey vardır: Rabbine yakarmak;
Nefsini hesaba çekmek; Allah Teala'nm yarattıkları üzerinde tefekkür etmek;
Yemek içmek. Bu sonuncusu, diğerlerini yapabilmesi için kula destek ve
yardımcı olur.
Yine Ebu
Zer'in (ra) hadisinde akıl sahibi için bahsedilen üç sıfat vardır. Akıllı
kulun alameti şunlardır:
Kendi işiyle
uğraşması, dilini koruması ve zamanın kıymetini bilmesi. Bazı rivayetlerde,
'kardeşlerine karşı ikramsever olması' ifadesi mevcuttur.
Mubah ile
geçirilecek vakitlerde yapılacak işlerin başında acılar ve ihtiyaçlarla
uğraşmak gelir. Kul, mecbur kaldığı ihtiyaçlarını temin etmek için uğraşabilir.
Ama daha fazlasına tamah edip gereksiz külfete girerek vaktini geçirmesi de
doğru olmaz.
Kullar,
Allah Teala'nm mülkünü müşahede etme noktasında da dört makamda yer alır lar:
1. Mülkü, kendi
makamından olduğu hal üzere müşahede edip mülke basiret ve ibret nazarıyla
bakanlar ki bunlar kalplerindeki perde kaldırılmış olan akıl sahipleridir.
Bunlar ibret alma makamına yerleştirilmiş olan kudret ve basiret sahipleridir
ki makamları; alimlerin makamı olarak bilinir. "Alimler, peygamberlerin
varisleridir" [2][2]
2. Mülke ve
onda yaşayanlara rahmet ve hikmet gözüyle bakanlar ki bu, korku ehlinin
makamıdır.
3. Mülke ve
mülk ehline hiddet ve buğz ile bakanlar ki bu, zühd ehlinin makamıdır.
4. Mülke ve
mülk ehline şehvet ve gıbta ile bakanlar ki bu da, helak olanların makamıdır.
Bu makamda yeralanlar, dünyanın köleleri olup bütün çabalarını ona sarfeder ve
ondan kaybettikleri şeyler için yanıp yakılırlar.
Eğer kula,
mülke ibret ve hikmet gözüyle bakma kabiliyeti verilmişse, o kula mülk üstünde
Mülkün sahibi gelir ve O'ndan başkasından müstağni olur. Eğer korku ehlinden
bir kula, mülke rahmet gözüyle bakma kabiliyeti verilmişse, makamı ile gıbta
eder ve Rabbinin onun üzerindeki nimeti daha da büyür. Eğer zühd sahibine
mülke düşmanlık gözüyle bakma özelliği verilmişse bu da onu mülkteki zahidane
hayatından dolayı mülkten çıkarır ve Allah Teala kendisine karşılık olarak
küçük dünya mülkü yerine, büyük ahiret mülkünü nasip eder. Mülke gıpta ve Özlem
gözüyle bakma özelliği verilen kimse ise, mülk sahibi tarafından helaka
sevkedilir ve kendini helaka sürüklüyecek yollara sapar.
Bu
kimselerin ahlakından bir ahlaka veya sıfatlarından birine şahit olan kimse,
şahit olduğu o ahlak veya sıfatın gerektirdiği mü-kafaat veya azabı görür. Bu,
o kimse için bir tarif makamıdır ve kendisini Ta'arruf makamına yükseltir. Bu
da ariflerin, ahlak ve sıfatların
manalarına delalet eden
fiillerden şahidi olduklarıdır.
Çünkü Allah
Teala, bunlarla yollarını bulabilmeleri ve kendi Za-tı'nı düşünebilmeleri için
onları kendilerine izhar etmiştir.
Heva gözüyle
nefsin şehvetlerinden birine şahit olan kimse ise, türlü şehvetlere sevkedilir
ve şeytanlar tarafından kapılıp götürülürler. Rüzgar onları, çok yükseklere
çıkarıp orada bırakıverir. Onlar, Karîb olan Allah Teala'mn yanma götürecek ve
Melik-i Muktedir olan Allah Teala'nm katındaki sıdk makamında oturmalarım
sağlayacak davranışların bulunduğu yoldan saparlar.
Allah
Teala'nm yakınlığım kaybeden kimse, boşluk ve uzaklığa itilir. O artık,
aldanmış ve ümidi kesmiş biridir. Hain ve kandırılmıştır. Onun her günü,
dününden daha kötü olur. Onun için ölüm, yaşamaktan daha hayırlıdır. Çünkü
yaşadığı her gün, onu Habib Teala'dan daha fazla uzaklaştırmakta ve O'nun
yolundan daha fazla saptırmaktadır. Hevasım bulduğu her an, aslında ona
kaybettirmektedir. Kazandığı günahlardan dolayı nefsinin onun üzerindeki
hakimiyeti, onun hareketini sınırlamaktadır. Esasında o, sürekli geri
gitmektedir. Onun ilerlemesi de, aslında geri istikametindedir. Tıpkı bir şeyin
kaçırılması veya bir vaktin kaçırılması gibi, onların ömürleri de sonundan
kaybedilmektedir.
Ömür,
herhangi bir şey gibi, bir defa da telafi edilebilen bir varlık değildir. O,
asla bir defada telafi edilemez. Çünkü o, vaktin ardından vaktin girmesiyle
teşekkül etmekte ve parça parça kaybedilmektedir. Bu da Allah Teala'nm hikmeti
gereğidir. Ömür, tedrici olarak ve yavaş yavaş akıp gitmektedir; vaktin
ardından vakit, günün ardından gün şeklinde geçmektedir. Merdivene çıkan
kimse, nasıl basamak basamak çıkıyorsa, Allah Teala da kullarını aynı şekilde
basamak basamak kendine doğru çekmektedir.
Allah Teala,
dünya mülküne hırs ve şehvetle bakan kimseyi kimi vakit Zatı'nı anmaktan
meşgul eder, kimi zaman başka biriyle meşgul olmasını sağlar, kimi zaman
başkasını zikrettirirken kimi zama da kendisim" anmayı unutturur. Böylece
meşgul olduğu vakitler de, boş vakitleri gibi geçip gider. Onun andığı
vakitler de unuttuğu vakitler gibi olur. Çünkü o, hiçbir zaman Allah'ı anmaz.
Allah Teala, onu kimi vakitlerde kendinden uzaklaştırırken, kimi zaman da
başkalarıyla birleştirir. Böylece onun günleri kayıpla geçer ve vakitleri de
ölüme kadar azar azar dolar.
Allah Teala
onun bu şekilde devam etmesi için üzerine perde gerer. Bu perde sebebiyle
sürekli aldanış içinde olur. Allah Teala ona nimetleri bolca vererek kendi
durumunu idrak edememesini sağlarken, üzerindeki nimetlerini devamlı kılarak
gaflet uykusundan uyanmamasını temin eder. Onun ümitlerini uzatarak
(=tûl-i'emel) sürekli kötü işler yapmaya teşvik eder. Korkusunun kaybolması
için, ölüm fikri de aklından çıkarılıp alınır. Allah Teala onların kalplerinde
umut duygusunu yayarak korku duygusunu çıkartıp alır. Sonunda, güvenlikte
olduklarını hissettikleri ve hiç ummadıkları bir anda onların canlarını
alıverir. Sarhoşluklarına dalıp gittikleri bir anda canları almıverir.
Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: "Böyle bir plan kurdular. Biz de onların haberi
olmadan hilelerinin cezasını verdik". (Neml/50) Allah Teala'nm şu buyruğu
da bunu teyid etmektedir: "Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında,
üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen bu refah ve
genişlik ile tam ferahladıkları sırada, ansızın kendilerini yakalayıverdik.
Bir de ne görürsün, hepsi bütün ümitlerinden mahrum düştüler". (En'am/44)
Ayetin tefsiri
şöyledir: Onlar, kendilerine anlatılan ve ihtar edilen hakikatları
terkettikleri zaman onlara nimetlerimizi bol bol verdik. Böylece Bize
şükretmeyi unutturduk ve ardarda günahlar işlemeye başladılar. Onlara istiğfar
etmeyi de unutturduk. Bu duruma alışıp gönülleri bu tarz hayata alıştığı zaman
bir daha geri dönmek ve kendilerini tenkit etmek de istemediler. İşte tam bu aldanış
içindeyken ansızın yakalayıverdik. Onlar ise, şaşkın, afallamış ve her türlü
hayırdan ümidi kesmiş bir halde olacaklardır. Ayetteki 'ansızın' kelimesinin
kırk yıldan sonra, anlamına geldiği söylenmiştir.
Bilin ki
eğer bir kul, öncesi şer olan bir vaktinden veya öncesi şer olan bir gününden
sonra kendini kınamaz ve onu telafi etmeye çalışmazsa, bütün vakitleri ve bütün
günleri, $er ile dolu tek bir vakit ve kötülükle dolu tek bir gün gibi olur.
Böyle birinin ömrü de ebedi kötülük içinde yaşayan birinin ömrü gibi olur.
Bu hal
içinde olan kul, sanki tek bir vaktini kaybetmiş gibi bütün ömrünü kaybetmiş
olur. Çünkü bu vasıf üzere olduğu sürece, ömrünü de kötülüğe dalmış olarak
geçirecek, günbegün aynı hayati devanı ettirecektir. Zamanla gelip geçen
vakitlerini birer birer unutmaya başlayacaktır.
Kul, Ömrünün
bütün vakitlerim parça parça yaşayacak, fakat en nihayetinde hepsinden tek bir
vakit gibi mesul olacaktır. Hesabın sonunda ve özünde, bütün ömrü tek bir günü
gibi değerlenecek-tir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
"Sakın kalbini zikrimizden gafil bıraktığımız için nevasına tabi olana
itaat etme". (Kehf/28) Böyle birinin hali, aşırılık ve itidali
kaybetmektir. Onun durumu, cennet ve cehennem vaad ve tehditlerinden gafil olan
kimsenin haline benzer. Ama gözünün önündeki perde kaldırıldığı zaman şaşırıp
kalır, afallar ve ömrü boyunca gafil kaldığı şeyleri görmesinden dolayı derin
bir şaşkınlığa ve hayal kırıklığına kapılır. Dünyada kaybettikleri için de
büyük bir pişmanlık duyar.
Allah Teala
böyle bir kimseye şöyle buyuracaktır: "Andolsun, sen bundan gafil idin;
şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün artık gözün açıktır". (Kaf/22)
Denildi ki, gözleri yaptıkları kötü amelleri gayet açık ve belirgin bir şekilde
görecektir. Başka bir yorumda ise, hangi kefenin ağır basıp hangisinin hafif
kalacağı noktasında mizanın diline kesin olarak vakıf olacaktır, denilmiştir.
Böyle biri,
Allah Teala'nm hakkında şöyle buyurduğu kimse gibidir: "Onlar gaflet
içinde ve iman etmezlerken, sen onları, her işin bitmiş olacağı o hasret
gününün dehşeti ile korkut". (Meryem/39) Yani ölüm gelip çattığında, onlar
dünya işleriyle meşgul bir halde olacaklardır. Başka bir tefsirde ise şöyle
denilmiştir: Kadınlar hakkında birbirlerini meşgul eder bir halde
olacaklardır. Yine o kişi "Ve kuruntularınız sizi aldattı da Allah'ın emri
gelinceye kadar, o aldatıcı (şeytan) sizi Allah'a karşı ayarttı" (Hadid/14)
denilen kimsenin sıfatlarına da sahip olacaktır. Bu ayetteki kuruntular,
nevanın telkin ettiği boş düşüncelerdir. 'Allah'ın emri' ile kasdedilen ise,
ölüm emridir. Ölüm size gelmeden önce, sizler onun için hiçbir hazırlık
yapmamış olacaksınız. Böyle bir kulun durumu ise, Allah Teala'nm şu ayetinde
haber verdiği iflas etmiş ve bütün ümitlerini yitirmiş kulun durumuna benzer:
"Nihayet
ona vardığı zaman, onu zannettiği gibi bir şey bulmaz da kendi yanında Allah'ı
bulur. O da onun hesabını tamamıyla gö-rüverir". (Nur/39)
Ebu Muhammed
(ra) şöyle derdi:
Kul, şu dört
hususu kendinde bulundurmadıkça, sıddıkların seviyelerine gerçek anlamda
ulaşamaz:
1. Sünnete
uygun olarak farzları eda etmek;
2. Titizlik
içinde helal yemek;
3. Zahir ve
batında yasaklardan sakınmak;
4. Ölünceye
kadar bu hal üzere sabırlı olmak.
Hasan
el-Basri (ra) ise şöyle derdi: Allah'a yemin ederim ki, ölüm gelmedikçe müminin
ameli için son yoktur. Yine Allah'a andolsun ki, bir veya iki ay, bir ya da
iki yıl amel eden kimse mümin olamaz. Mümin, ancak Allah Teala'nm emrini ifa
noktasında devamlı olan ve Allah'ın yakalamasından korkan kimsedir. İman ise,
rahatlıkta zora yönelmek, yakini bilinende azim, sabırda çaba ve zühd içinde
ilim öğrenmektir.
Ömer (ra) ise
"Rabbimiz Allah'tır deyip de sonra istikamet bulanlar var ya işte onlar
için korku yoktur" (Ahkaf/13) ayetini okuduğu zaman şöyle derdi:
"İnsanlar bunu söylediler, ama sonra geri adım attılar. Kim gizli ve
aşikar hallerinde, zorlukta ve kolaylıkta Allah'ın emri üzere istikamet bulur,
Allah'ın dini hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz ve bir defa
'Allah'ın dini üzere istikamet buldular5 derse, öyle kimselerin Rabbi Allah'tır
ve havuzlarının olukları asla susuz kalmaz".
Bir alim
şöyle demiştir: Faziletleri talep etmeyi, farzları eda etmekten daha önemli
gören bir kimse aldanmış biridir. Kendini bırakıp başkasıyla meşgul olan kimse
ise kendine kötülük etmiştir.
Süfyan-ı
Sevri (ra) ve diğerleri ise şöyle derlerdi: İnsanların vuslattan mahrum edilmeleri,
asılları kaybetmeleriyle olur. Kul için en faziletli şey, kendini bilmesi
(=marifetü'n-nefs), sınırında durması, konulduğu makamdaki halini
sağlamlaştırması, ameline Allah Tea-la'nın yasaklarından uzaklaştıktan sonra
kendisine emEettiği farzları eda etmekle başlaması ve bütün bunları düşündüğü
bir ilim ve kendisini hevadan uzaklaştıracak bir vera' içinde olmasıdır.
Kul, farzı
bitirmedikçe faziletin peşine düşmemelidir. Çünkü fazilet, ancak selamete
ulaştıktan sonra yapılabilir. Bunu şuna da benzetebiliriz: Bir tüccarın kârı,
ancak sermayesinin tamamen çıkarılmasından sonra ortaya çıkar. Eğer kul,
selamete ulaşamamışsa faziletten çok uzak, aldanmaya ise çok yakın olur.
Aralarındaki küçük farktan ve ilimlerinin gizliliğinden dolayı, faziletlerle
farizalar birbirine karışmaya başlayabilir. Kul, böyle bir duruma düştüğünde
nafile olan bir ameli farz sanarak öne alabilir.
Buna misal
olarak şunu zikredebiliriz: "Ebu Said Rafi' b. el-Mu'alla (ra), ayakta
namaz kılıyordu. Allah Resulü (sav) onu çağırdı. O da, gayb makamında Allah
Teala'nm huzurunda kıyam etmesinin Allah Resulü'nün (sav) çağrısına kulak
vermesinden daha hayırlı olduğu zannetti. Namazım bitirip selam verdiğinde
Allah Resulü (sav) kendisine, onu çağırdığında karşılık vermesini neyin engellediğini
sordu. O da TJamaz kılıyordum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle
buyurdu: 'Allah Teala'nın 'Ey iman edenler, Peygamber sizi, kendinize hayat
verecek bir şeye davet ettiği zaman, Resul ile Allah'a icabet edin' (Enfal/24)
buyruğunu duymadın mı?"
Allah Resulü
(sav) Ebu Said'i (ra) çağırdığı zaman, ona ilmin batınında bir fayda sağlamak
veya onun ilminin hangi seviyede olup nasıl amel edeceğine bakmak istemiş
olabilir. Bu sebepledir ki onun Allah Resulü'nün (sav) davetine icabet etmesi,
kıldığı nafile namazdan daha faziletlidir. Çünkü kıldığı namaz, nafile bir
namaz olup, kendi tercihiyle Allah Teala'ya gaybi minvalde itaatini ifade
etmekten ibarettir. Halbuki Allah Resulü'nün (sav) davetine icabet etmesi, bir
farzı eda etmesi bakımından daha hayırlıdır. Çünkü Allah Resulü'nün (sav)
davetine icabet etmesi, şehadet aleminde Allah Teala'nm farz kıldığı bir amel
olması hasebiyle Allah'a olan itaatinin ifadesidir.
Allah
Resulü'ne (sav) icabet etmenin, nafile namaz kılmaya olan üstünlüğü, tıpkı
farzın nafileye olan üstünlüğü gibidir. Allah Teala muhtelif ayet-i
kerimelerinde şöyle buyurmaktadır: "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur". (Nisa/80); "Muhakkak ki sana biat edenler, aslında
Allah'a biat etmektedirler". (Feth/10) Her iki ayette de Peygamber (sav)
Allah Teala ile birlikte zikredilmiştir. Allah Resulü (sav) noktasından da bu,
yakini bir husustur. Allah Tea-la'ya kulluk etmek, işte bu noktada kul için
daha fazla rıza-i ilahiyi mucib ve ahireti bakımından da daha fazla sevabı
mülzinıdir.
Bu hadis,
ayrıca şuna delalet etmektedir ki, Kur'an bir emirle ilgili hüküm koyduğunda
bu, umumi ve külli olarak geçerlidir. Ancak o hükümle ilgili sünnet veya icma
yoluyla bir tahsis getirildiği zaman, hükmün umumiliği sünnet veya icmanm
gerektirdiği şekilde tahsis edilip sınırlandırılır. Bu hakikata göre
yukarıdaki 'Ey iman edenler, Peygamber sizi, kendinize hayat erecek bir şeye davet
ettiği zaman, Resul ile Allah'a icabet edin1 (Enfal/24) ayet-i kerimesinde
gelen icabet emri, zahiri anlamında Allah Resulü'nün (sav) iman ve taatla
ilgili hususlardaki çağrılarına karşılık verip O'na tabi olmanın umumiliği
üzerinde bir emir ihtiva etmektedir. Ama ayetin bu hükmünde, -özellikle de
namaz kılan birini- sesle çağırmasına icabet edilmesi manası yoktur. Ebu Said'i
(ra) namaz esnasında kendisine seslenen Allah Resulü'nün (sav) çağrısına uymamaya
sevkeden de budur. O, bu ayetten yukarıda anlattığımız umumi hükmü anlamış ve
Allah Resulü'nün (sav) sonrasında söyledikleriyle ayeti anlamada zorluk
çekmiştir.
Ammar'ın
(ra) teyemmüm ayetiyle ilgili ilk tatbikatında da benzer bir durum
görmekteyiz. Bu ayet, onlar seferde iken sabah namazını kılmak için teyemmüm
etmelerini mubah kılan bir hükmü ihtiva etmekteydi: "Su bulamazsanız, o
zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; niyetle yüzünüze ve ellerinize
sürün". (Nisa/43) Am-mar (ra) bu ayetle ilgili olarak Allah Resulü'nün
(sav) elin bir kısmıyla ilgili tahsis ve sınırlamasını duymamıştı. Bu sebeple
şöyle demişti: 'Ellerimizi, omuzlara kadar teyemmüm ettik'.[3][3]
Görüldüğü
gibi Ammar (ra) ayetin umumi hükmüyle amel ederek kolun tamamını meshetmiştir.
Allah Resulü'ne (sav) bunu haber verdikleri zaman, kendilerine, dirseklere
kadar meshetmeleri-ni emretmiştir. Başka bir hadiste ise, iki değişik rivayetle
bilek kemiklerine kadar olduğu bildirilmiştir. Netice itibarıyla elin tahsisi
yapılmış olmakla beraber, bunun sınırları tam olarak açıklanmamıştır. Bu
sebepledir ki, fıkıh alimleri de elin teyemmüm edilmesi gereken kısımları
üzerinde farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Mücmel
olarak gelen ayetler için de aynı durum geçerlidir. Bunlar da Allah Resulü'nün
(sav) sünneti ile tahsis edilirler. Buna misal olarak şu hadiseyi
nakledebiliriz: "Allah Resulü (sav) devrinde iki kişi, Allah'a kullukta
kardeş oldular ve insanlardan el etek çektiler. Bir gün arkadaşlardan biri
diğerine şöyle dedi: Artık insanlardan tamamen uzaklaşahm ve sürekli susalım.
Bizimle konuşmak isteyenlerle konuşmayalım. Böylesi, ibadetimiz bakımından daha
makbul olur. Bu şekilde insanlardan uzaklaşıp halvete çekildiler ve kimseyle
konuşmadılar. Bir gün Allah Resulü (sav) yanlarına gitti ve kendilerine selam
verdi. Ama onlar O'nun selamına karşılık vermediler. Allah Resulü de (sav)
bunun üzerine şöyle buyurdu: Fazla aşırılık yapanlar ve haddi aşanlar helak
olmuşlardır. İkisi de Allah Resulü'nden (sav) özür dilediler ve bu
yaptıklarından dolayı Allah Teala'ya tevbe ettiler".[4][4]
Benzer bir
hadise de Ömer b. Hattab (ra) tarafından yaşanmıştır. O, bir gece sokakları
dolaşıyordu. Bir kapının ardından sızan beyaz bir ışık gördü. Delikten içeri
baktığında, bir topluluğun şarap içtiğine şahit oldu. Ne yapacağını bilemedi
ve mescide döndü. Abdurrahman b. Avfı çağırdı ve onunla birlikte o eve gitti.
İçeri tekrar baktıktan sonra Abdurrahman'a 'Ne yapalım?' diye sordu. O da şu
cevabı verdi: Allah'a andolsun ki, şu anda Allah Teala'nın bize yasakladığı bir
şeyi yaptığımızı düşünüyorum. Çünkü biz, gizli bir şeyi araştırdık ve ona
muttali olduk. Halbuki Allah Teala onu gizlemişti. Allah Teala'nın gizlediği
bir şeyi ortaya çıkarmamız kesinlikle yakışık almaz. Ömer de (ra) bunun
üzerine şöyle dedi: Doğru söylediğini düşünüyorum, senin dediğin gibi yapalım.
Ve oradan ayrıldılar.
Bu hadisenin
başka bir rivayetinde ise Abdurrahman b. Avfm (ra) şöyle dediği nakledilmiştir:
'Görüyorum ki biz, Allah ve Resu-lü'ne karşı çıktık. Halbuki Allah Resulü (sav)
bize, başkalarının kusurlarını araştırmayı (=tecessüs) yasaklamıştı. Ömer de
(ra) ona: 'Doğru söyledin, demiş ve elinden tutarak oradan uzaklaşmışlardır.
Bu meyanda
bir diğer hadise de yine Ömer (ra) devrinden nakledilmektedir. Ömer (ra) İbni
Mesud (ra) ile gece teftişine çıkmıştı. Bir kapının aralığından içeride elinde
şarap tulumu bulunan ve bir cariyenin kendisine şarkı söylediği bir yaşlı
gördüler. Ömer (ra) yaşlı adama şöyle dedi: Senin gibi yaşlı bir insana böyle
bir halde bulunmak hiç yakışmıyor! Adam da kalktı ve Ömer'e (ra) şu karşılığı
verdi: Ey müminlerin emiri, eğer bana insaf edersen Allah hakkı için bana söz
vermeni rica ediyorum. Ömer de (ra) 'Konuş bakalım'dedi. Bunun üzerine yaşlı
adam şöyle dedi: Ben, bunları yapmakla Allah'ın emrine bir kez karşı geldim.
Sen ise O'nun emrine üç defa karşı geldin! Ömer (ra) 'Nedir onlar?' dedi. Adam
da şöyle dedi: Sen, bir müslümanm kusurunu araştırarak tecessüs yaptın. Halbuki
Allah Teala seni bundan sakındırmış tır. Evime gizlice sarktın. Halbuki Allah
Teala şöyle buyurmaktadır: 'Evlere, arkalarından girmeniz, sizin için iyilik
değildir (Bakara/189) Üçüncü olarak evime izinsiz olarak girdin. Allah Teala
ise şöyle buyurmuştur: 'Sizin eviniz olmayan evlere, izin alıncaya ve ev
halkına selam verinceye kadar girmeyin' (Nur/27) İhtiyarın bu sözleri üzerine
Ömer (ra) şöyle dedi: Bunlar için beni bağışlar mısın? Adam da şöyle dedi:
Seni Allah bağışlasın. Bunun üzerine Ömer (ra) ağlayarak dışarı çıktı. Kendi
kendine şöyle diyordu: 'Eğer Allah Teala mağfiret etmezse, vay haline Ömer'in!
Adam bu halini kendi çocuğundan ve komşusundan bile saklıyorken şimdi
'Müminlerin emiri beni gördü' diyecek.
Bu mevzuda
misal olarak zikredebileceğimiz bir diğer hadis ise şudur. Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: "Sizden biri, bir yemeğe davet edildiği zaman eğer oruçlu
değilse icabet etsin. Eğer oruçlu ise, 'Ben oruçluyum' desin".[5][5]
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav), daha faziletli olmasına rağmen amelin
açıklanmasını emretmiştir. Nafİ-le orucun gizli tutulması, elbette daha
faziletlidir. Ama daveti geri çevirmesi halinde, kendisini davet eden
kardeşinin kalbini kırması sözkonusudur. Allah Resulü (sav) bir mümini ve onun
dokunulmazlığını, amellerden üstün tutmuştur. Çünkü ameller, amel sahibine
bağlı fiillerdir. Sevab da amelin mikdarına göre değil, amel sahibinin Allah
katındaki derecesine göre verilir. Bu Allah Teala'nın hikmeti gereğidir. Çünkü
O, belli bir amel için dilediği kullarına daha fazla ecir verebilmektedir.
Bu da netice
itibarıyla, bir müminin hatırının bir amelden daha üstün olduğunu gösterir.
Bunun içindir ki kendisine davet yöneltilen mümine şöyle denmiştir: Amelim
açıkça söyleyerek, mümin kardeşinin kalbini kırmaktan ve onu hoş olmayan bir
hale sokmaktan uzak dur. Böyle davranman, o amelini gizlemenden daha
hayırlıdır. Çünkü müslüman bir kardeşin seni, senin için hazırladığı bir yemeğe
davet ettiği zaman, eğer ona icabet etmez veya onun tarafından kabul edilecek
açık bir özrünü beyan etmez isen ve o da sana yönelttiği davetinde gerçekten
samimi ise, bu ona çok ağır gelecektir.
Amellerin
gizlenmesi hakkında Seleften bir zat hakkında şu bilgi nakledilmiştir: Bu kişi,
cemaat içinde olduğu zaman, kimsenin amellerine muttali olmamasını temin etmek
için Kur'an'ı içinden okur, içinde secde bulunan bir ayete tevafuk ettiğinde
ise cemaatın içinde secdesini eder, biz de secdesini gördüğümüz zaman içinden
Kur'an okuyor olduğunu anlardık. Bu kimse muhtemelen içi boş ve fıkhı zayıf
biriydi. Çünkü ne yaptığını gösterecek bir harekette bulunarak amelini açığa
vurmaktaydı. Eğer amelini gizlemek için secdeyi terketseydi onun için daha
faziletli olurdu. Çünkü böyle yapmakla, gizlemek istediği bir şeyi, açığa
vurmuş olmuştu. Bu da onun, amellerin ruhunu bilmediğini gösterir. Bir alimin
de böyle davranan kimseyi kusurlu bulduğunu duymuştuk.
İlmi kısır
olan müridlerin amelleri de böyle olur. Halbuki bize göre durum, secdesi
yüzünden o kişiyi yadırgayan kimsenin takdir ettiği gibi değil, o secde yapanın
yaptığı gibidir. Bizce o kulun secdesini yadırgayan kimse İhlasın
inceliklerini anlama bakımından zayıftır. O, amel sahibi ariflerin amelde takip
etmeleri gereken yolu da bilmemektedir. Bu şekilde amel ederek secdesini yapan
kimse ise, ihlas sahibi bir fıkıh ehlidir. Çünkü o, böyle yapmakla iki fazileti
birden cemetmiştir. Öncelikle ameline gizli olarak başlamakla ve yaptığı ameli
gizleme niyetiyle bir fazilete sahip olmuştur. Sonra secde ayeti geldiği zaman
onu da yaparak ikinci fazilete de sahip olmuştur.
Secde,
insanlar içinde açıktan yapılması gereken bir ameldir. Aynı zamanda secde,
Allah Teala'ya yakınlık vasıtasıdır. Böyle bir ibadetin, insanlar uğruna
kaçırılması fikhen uygun olmazdı. O kul da, bunları düşünerek Allah Teala'mn
emrettiği şekilde secdesini yapmış, mendub gördüğü şekilde de O'nun kelamını
okumuştur. Böylece ikinci halinde de fazilet sahibi olmuştur. Çünkü o, Allah
için gizlediği bir ameli, yine Allah için izhar etmiştir. O, insanların
murakabesini terketmiş ama onlar yüzünden amelini terketme-miştir. Eğer ameli
gizleme gereğinden dolayı o kimsenin secdesini terketmesi daha faziletli
olsaydı, namaz kılarken eve misafir geldiği zaman, onları ağırlamak için namazı
bitirmek daha faziletli olmazdı. Halbuki, Allah Resulü'nün sünnetinde de varid
olduğu üzere, namazını bitirmesi daha faziletlidir. Böyle yapan kimse, hem
gizli, hem de açık amelin sevabını alarak iki ecir sahibi olmaktadır. Hem nasıl
olur ki? Onlar, insanlar için bir ameli terketmeyi riya kapsamına sokuyorlar,
insanlar uğruna amelde bulunmak ise şirktir. Denildi ki: Riya için amel etme!
Haya için de ameli terket-me! Çünkü halktan haya etmek şirktir. Hâlık'a karşı
haya ise, imanın ta kendisidir. Aynı şekilde kul, insanlar uğruna ameli
terket-mekle şeytana itaat etmiş olsaydı, insanlar için amel etmekle ona bir
kez daha itaat etmiş olurdu. Bunu, şuna benzetebiliriz: Bir adam düşünün ki,
bütün gün evinde namaz kılıyor ve oruç tutuyor, hiç kimse de onun bu amellerini
bilmiyor. Eğer bu kişi orucuyla birlikte itikafa da çekilmek istese ve bu
niyetle mescide gitse, orada kaldığı için kıldığı namaz da insanlar tarafından
bilinecektir. Ama sırf insanlar kendisini görüyorlar diye, mescitte yapmaya
niyetlendiği itikafi da terkedecek değildir. O, ilmi sağlam bir alim oldukça
bu durum ona zarar veremez. Nitekim iman ve ilminde derinlik sahibi ve
kendisine uyulan bir imamın amellerinin insanlar tarafından bilinmesi, ameline
zarar vermemektedir.
Netice
itibarıyla, kalbindeki niyetin kesin olmasından dolayı, -kendisi böyle bir
maksat gütmedikçe ve amelleriyle övülmek istemedikçe- amelinin insanlar
tarafından bilinmesi ona zarar vermeyecektir. Hatta böyle yaptığı için ecri
misliyle de verilebilir. Çünkü açıkta yaptığı bu amel, Allah Teala'mn zikrine
karşı gafil olanları uyaracak, iyilik üzere amel edenleri de teşvik edecektir.
İnsanlar
bilecek diye secde nasıl terkedilebilir? Çünkü bazı alimler secde ayetlerinden
sonra yapılan secdeyi farz olarak bile görmektedirler. Secde ayetini işiten
veya okuyan kimsenin, abdestli ise hemen, abdestsiz ise abdest aldıktan sonra
secde etmesi vaciptir.
Bunlar, kula
en uygun olan hallerdir. Ebu Nasr et-Temmar, şunu rivayet etmiştir: Bir adam
Bişr b. el-Hars'a (ra) veda etmeye gelmiş ve şöyle demişti: Hacca gitmeye
niyetlendim. Bana bir emrin var mı? Bişr ona şöyle dedi: Harcamak için ne
kadar paran var? O da: İki bin dirhemim var, dedi. Bunun üzerine Bişr şöyle
dedi: Haccınla umduğun nedir? Gezinti yapmak mı, Allah'ın evine duyduğun özlem
mi, yoksa Allah rızası mı? Adam da: Allah rızası, dedi. O zaman Bişr şöyle
dedi: Eğer evinde oturup iki bin dirhemi harcayarak Allah'ın rızasını
kazandığından kesin olarak emin olacağını bilsen, bunu yapar mısın? Adam da:
Evet, dedi. O zaman Bişr şöyle dedi: Öyleyse o parayı borçlu olan on kişiye ver
de borçlarını ödesinler, yoksullara ver ki hallerini düzeltsinler, aile geçindiren
sıkıntılı bir insana ver ki ailesini ihya etsin, bir yetimin bakıcısına ver ki
onu sevindirsin. Eğer kalbin, bu parayı birine vermene muktedirse, öyle yap.
Şunu bil ki, müslüman birinin kalbini sevinçle doldurman, ısrarla yardım
isteyen birinin imdadına koşman, muhtaç birinin ihtiyacını gidermen ve imanı
zayıf birine yardım etmen, Allah Resulü'nün (sav) Veda haccı dışında yüz
hacdan daha hayırlıdır. Haydi git ve onu sana söylediğimiz şekilde dağıt. Eğer
bunu yapmayacaksan bize kalbinden geçeni söyle.
Adam da
şöyle dedi: Ey Eba Nasr, yolculuk kalbimde daha ağır basıyor. Bişr, tebessüm
etti ve ona yaklaşarak şöyle dedi: Servet, kirli ticaretlerden ve şüpheli şeylerden
toplandığı zaman, nefs onunla içine doğan bir arzuyu tatmin etmek ve salih amel
yapıyormuş gibi görünmek ister. Halbuki Allah Teala, sadece takva sahiplerinin
amellerini kabul buyuracağı üzerine yemin etmiştir.
Buna benzer
bir haber de şöyledir: Bişr'e (ra) şöyle denmişti: Palan zengin kişi, çok oruç
tutup namaz kılıyor. Bişr dedi ki: Zavallı, kendi halini terkedip başkalarının
hallerine girmiş. Böyle birinin içinde bulunması gereken hal; açları doyurmak
ve yoksullara infakta bulunmaktır. Bu, dünya malını toplayıp onları yoksullardan
esirgeyerek kendisini aç bırakmasından ve kendi nefsi için namaz kılmasından
daha hayırlıdır.
Farzlar
arasında öncelikli olanın gizli kalması ve diğer faziletlerle karıştırılması,
Allah Teala'nm kulları üzerindeki bir imtihanı ve hikmeti gereğidir. Onlardan
bazıları, hükmü genişliğe yorarak gizli kalmış olan darı terkederler. Böylece
bunlar hakkında ilim ke-sinleşip haklarındaki hüküm cari olur. Bu da bu gibi
kimseler için Allah Teala tarafından bir terbiye, diğerleri için de hakikati
öğretme, teslimiyeti ve tevfîk-i ilahiyi arttırma vesilesi olur.
Allah Teala,
kendi Resulü'nü (sav) azarlayıp kınadığı ve kendisine öğüt verdiği bir
ayetinde şöyle buyurmaktadır: "A'ma ona geldiğinde, yüzünü ekşitip sırtını
döndü. Nereden biliyorsun, belki o temizlenecek?" (Abese/1-3) Denir ki,
Allah Resulü (sav) ömründe hiç bir zaman kendisine bu sure indiği kadar üzülüp
tasalanma-mıştır. Çünkü bu surede, kendisi gibi Allah Teala'nm habibi ve doğru
yola iletilmiş bir kulu böylesine ağır bir şekilde azarlanmaktaydı. Allah
Teala, bu hitabı ile aslında sadece Peygamberi'ni kasdet-miş değildir ki, daha
yumuşak bir üslup ile hitab etsin. O'nun bu surede vermek istediği, müminleri
takva ehli kullarına yaptıkları karşısında uyarmak ve dikkatli olmalarını temin
etmektir. Çünkü "Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü.." ibaresinin asıl
anlamı şudur: Ey müminler, bakın ve kendisine görme özürlü biri geldi diye
yüzünü ekşitip sırtını dönenden ibret alın!
Bu anlamda
şu hadise rivayet edilir: Ömer b. Hattab (ra), bir münafığın kendi cemaatına
namaz kıldırırken sadece Abese suresini okuduğunu duymuştu. Onu çağırttı ve
boynunu vurdurdu. Ömer'in (ra) bu kararı, o kişinin küfrünün kesinleştiğim
göstermektedir. Çünkü adam, sürekli bu sureyi okumak suretiyle, Allah
Resulü'nü (sav) kendi gözünde ve cemaatının gözünde küçük düşürmeye
çalışıyordu.
Allah
Teala'nm buna benzer hitapları şu ayet-i kerimelerde de mevcuttur: "Allah
seni affetsin, onlara niçin izin verdin?" (Tev-be/43); "Hanımlarının
rızasını umarak Allah'ın sana helal kıldığını niçin haram kılıyorsun?"
(Tahrim/1); "içinde sakladığın şeyi, Allah açığa vuracaktır. İnsanlardan
çekmiyorsun. Halbuki Allah, çekinmene daha layıktır!" (Ahzab/37) Aişe
(ra) şöyle demiştir: "Eğer Allah Resulü (sav) Kur'an'dan bir şeyi
gizlemiş olsaydı, mutlaka bu ayeti gizlerdi".[6][6]
Bu meyanda
duyduğum şeylerin en ilginç olanı da İsraüiyat babından olarak Yemenli Vehb b.
Münebbih'ten rivayet ettikleri bir haberdir: "Süleyman b. Davud (as) vefat
ettiğinde çocuklarından bir topluluğu ardında bıraktı ve Beyt-i Makdis'i bir
süre imar ve tazim etmelerini vasiyet etti. Neden sonra, yine onun
torunlarından bir adam halef oldu ve babalarının yoluna ters düşerek,
şeriatlarını terketti ve yeryüzünde kibirlenerek zorbalığa yeltendi. Zamanla
sınırı iyice aşarak şöyle demeye başladı: Atam Davud ve dedem Süleyman bir
mescid bina etmişler. Neden ben de onlar gibi bir mes-cid bina edip insanları
onların yaptığı gibi kendi şeriatıma davet etmeyeyim?!
Neticede,
Beyt-i Makdis'e benzer bir mabed inşa ettirdi ve Allah'a iftira ederek, bunu
O'nun emrettiğini söyledi. Böylelikle insanları kendi mabedine çekmeye çalıştı
ve onlara paralar teklif etti. Beyt-i Makdis'in asıl mescidi de zaman içinde
yıkıldı ve insanlar onu tamamen terkettiler. Halk, kimi zaman istekle, kimi
zaman da korkuyla onun dinine girdiler. Allah Teala, bu zorbaya civar şehirlerden
birinin ahalisi arasından bir peygamber gönderdi ve ona şöyle vahyetti: Şu
merkebe bin ve o kavme git. En kalabalık oldukları bir zamanda mescidlerine ve
toplantı yerlerine gir ve en yüksek sesinle şöyle nida et: Ey Dırar Mescidi!
Allah Teala, kendi adı üzerine yemin etti ki seni, sana ibadete gelenlerden
mahrum edip yalnız bırakacaktır. Sana gelen ahaliyi öldürecek, tahtaların ve sütunlarınla
onların kanlarını akıtacak da kanlarını köpekler içip etlerini de onlar
yiyecek. Sonra şehre in ve orada da bu sözleri söyle. Çıktığın şehre dönünceye
kadar bir şey yeme, içme, gölgeye sığınma ve bu merkepten asla inme.
Peygamber,
kendisine verilen emri aynen yerine getirdi. Oranın halkı onun sözleri üzerine
galeyana geldiler ve ona sopalarla vurup taşlamaya başladılar. Ama o,
merkebinden asla inmedi ve bu şekilde çok ağır bir eziyete ve sopaya maruz
kaldı. Günün sonunda geldiği şehre doğru yola çıktı. Kendisine verilen emri
ifa etmiş ve çektiği acılara karşı sabretmişti. Yolda, o civarda yaşayan başka
bir peygamber onun başına gelenleri duymuştu. Onu karşıladı ve kendisine selam
vererek şöyle dedi: Rabbinin risaletini ulaştırıp O'nun emrini olduğu gibi yerine
getirdin. Bu uğurda çok acı çekmene rağmen sebat ettin ve o kavmin
eziyetlerine karşı sabırlı davrandm. Ama sen, aç ve susuzsun. Her yerin kanıyor
ve elbiselerin kan içinde. Haydi benim evime gidelim de, ye, iç, istirahat et,
bedenini ve elbiselerini temizle.
Peygamber
şöyle dedi: Allah Teala beni gönderdiği zaman, evime dönünceye kadar hiçbir
şey yemeyip içmeyeceğime ve bir gölgelikte durmayacağıma dair benden ahit
aldı. Onu davet eden peygamber şöyle dedi: Ben de senin gibi bir peygamberim ve
seninle din kardeşiyim. Allah Teala bunu, gittiğin kavim O'nun düşmanları
olduğu için böyle emretmiş, sana onların yemeklerini yiyip gölgeliklerinden
istifade etmeni yasaklamıştır. Ama benim evime girmeni de, yemeklerimden
yemeni de yasaklayacağım düşünmüyorum. Çünkü ben, din kardeşliği ve
peygamberlik makamlarında seninle ortağım.
Gönderilen
peygamber onun sözlerine inandı ve onunla beraber evine doğru yola koyuldu.
Önüne yemek konup da şiddetli açlığını gidermek için yemeğe doğru hızla
eğilince bu onu rahatsız etti ve Allah Teala da onu evine davet eden
peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Sen, arzunu ve karnını benim emrime
tercih ettin. Halbuki ben senden, çıktığın şehre dönünceye kadar bir şey yiyip
içmeyeceğine ve merkebinden inip gölgeliğe sığınmayacağına dair ahit almamış
mıydım? Eğer sen içtihadınla fikir beyan etmeseydin ve ilminin erdiği
kadarıyla hakikati söylememiş olsaydın cezam ikinize de şamil olurdu. Onun özrü
Benim katımda seninkinden daha zayıftır. Çünkü Ben ondan ahit almıştım. O ise,
arzu ve şehvetini tercih ederek verdiği ahdi terketti.
ikinci
peygamber bu vahyi diğer arkadaşına bildirdiği zaman, dehşetle yerinden sıçradı
ve elbisesini toplayarak merkebine bindi ve aceleyle yola koyuldu. Nasıl bir
halde olduğunu bile düşünemi-yordu. Merkebini hızla sürerek gidiyordu. Yüzünde
açlık ve susuzluğun eserleri, bedeninde ve elbiselerinde ise kanlar vardı.
Merkebin üzerinde asla bükülmüyordu. Alt tarafı ağaçlık olan bir tepeden
inerken önüne bir aslan çıktı ve onu boğazladı. Aslan daha sonra Ön ayaklarını
uzatarak yolun ortasına kuruldu. Peygamberin naaşım ve merkebini koruyor gibi
bekliyor zaman zaman kükrüyordu. Yolda bir insan gördüğü zaman aslan onu hemen
uzaklaştırıyor, peygamberin naaşıyla merkebe ve semerine yaklaştırmıyordu. Bir
süre sonra diğer peygamber de bunu duydu ve oraya gitti.
Aslan onu
görünce kenara çekildi ve naaşa yaklaşmasına izin verdi. O da arkasının naaşım
kefenleyip toprağa verdi. Sonra merkebi ve semerini yanma alarak evine gitti.
Sonra Rabbine şöyle nida etti: Ey Rabbim, bu kulun ki, Senin risaletini tebliğ
edip emrini ifa etti. Bu imtihan onu öyle yormuştu ki, bilemediği için Senin
emrine karşı geldi. Sen de onu böyle ağır bir ceza ile cezalandırdın. Allah
Teala, peygamberine şöyle vahyetti: Bunu, katımda hor görüldüğü için yapmadım.
Aksine bu bir mağfiret ve rahmettir. O, Benim emrime karşı geldi. Eceli
yaklaşmıştı. Ben de onu, kendisinin de hoş görmeyeceği böyle bir günahla
karşılamak istemedim. Ve köpeklerimden birini görevlendirdim. O da, Benim'le pak
olarak karşılaşması için onu arındırdı. Bu, Benim katımda bir şehadet ve
peygamberlikten daha üstün bir derecedir. Peygamber, bu vahyi aldıktan sonra
şöyle dedi: Seni her türlü eksiklikten tenzih eder, hamdinle teşbih ederim ey
hüküm verenlerin en hayırlısı, ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi!
Alimler
arasında öyleleri vardır ki, iki hayır arasında üstün olanını bilir ve onu
kaçırmamak için yarışır, iki hayır arasında mahzurlu olanını bilip kendisini
daha iyi olandan alıkoymaması için ondan uzaklaşırlar. Bu alimler, iki kötü
arasında en kötü olanı da bilir ve ondan ısrarla kaçarak ona karşı iki kat
perdeye bürünürler. Bu anlattıklarımızda, ilimlerin incelikleri, anlayışların
bilinmeyen yönleri, merak edenler için deliller, alimler için de ibret ve
işaretler mevcuttur.
İki kötülükten hangisinin daha kötü olduğu ve iyinin
kötüden nasıl ayırt edileceği hususuna gelince, bunlar akli deliller ve zahiri
ilimlerle bilinebilen hakikati ardır. [7][7]
Bu fasılda,
müridlerin dayanacakları esasları anlatacağız. Ulemadan bir zat şöyle
demiştir: Halk, üç şey ile perdelenir: Dirhem aşkı; Önderlik sevdası ve
kadınlara teslimiyet. Bir arif ise şöyle derdi: Kulu, Allah Teala'ya ibadetten
şu üç şey alıkor: Müridlikte samimiyetin azlığı; Tariki bilmemek ve şer
alimlerinin hevaya dayalı konuşmaları.
Alimlerimizden
biri de şöyle demişti: Talep edilen perde arkasında, yol gösteren kayıp ve
ihtilaf mevcut olduğu zaman hak ortaya çıkamaz. Hak ortaya çıkmadığı zaman da
mürid şaşkınlığa düşer.
Müridin şu
yedi haslete sahip olması gerekir:
1. Müridlikte
sıdk ki bunun alameti, hazırlık yapmaktır.
2. Allah'a
itaata sebep oluşturmak ki bunun alameti; kötü arkadaşları terketmektir.
3. Nefsinin
halini bilmek ki bunun alameti; nefsin afetlerini keşfetmektir.
4. Allah'ı
bilen alimlerin meclislerine katılmak ki bunun alameti; böyle alimleri
diğerlerine tercih etmektir.
5. Tevbe-i
Nasuh ile tevbe etmektir ki bunun alameti; heva ile olan bağları kesmektir.
6. Nefsin
arzuladığı şeyde zühd sahibi olmak ve ilmin zemmetmediği helal lokmayı
yemektir ki bunun alameti; onu aramaktır. İlmin nefsine hakim olması ise,
şeriatın hükmüne uygun olan mubah yollarla olmalıdır.
7. Bütün
bunlarda kendisine destek olacak salih bir arkadaş sahibi olmaktır ki, salih
arkadaşın alameti; kendisine takv ve iyilikte yardım etmesi, günah ve
saldırganlıktan menetmesidir.
Bu yedi
haslet, müridliğin azığı olup, müridliğin dürüst ve sağlam oluşu bunlara
bağlıdır. Bu yedi haslete ulaşabilmek için de şu dört şeyden istifade edilir.
Bu dört unsur, mezkûr yedi hasletin binasının sağlam, temellerinin güçlü
olmasını temin eder.
Bunlar şöyle
sıralanabilir: Açlık, uykusuzluk, sükut ve halvet.
Bu dört
unsur, nefsin hapsi ve hareket sahasının daraltılması, onun ezilerek
bağlanmasını sağlar. Böylelikle nefsin tabii sıfatları zayıflatılıp muamelesi
güzelleştirilir. Bu dört unsurdan her birinin kalp üzerinde belli bir müsbet
tesiri vardır. Açlık, kalpteki kanı zal-tarak onu ağartır. Bu aklaştırma,
kalbin nurunun beyazlamasını temin ederek kalbin yağını eritir. Kalbin yağının
erimesi, onun yumuşaklık ve şefkatini arttırır. Yumuşaklık (=Rikkat) ise, her
hayrın anahtarıdır. Katılık (=Kasâvet) ise her türlü şerrin anahtarıdır.
Kalbin kanı
eksildiği zaman, düşmanların ona nüfuz etmesi zorlaşır. Çünkü şeytanın yeri,
kalpteki kandır. Kalp rikkat bulup yumuşadığı zaman, düşmanın hakimiyeti de
zayıflar. Çünkü onun kalbe hakimiyeti, kalbin sertliğinde kendini gösterir.
Filozoflar 'Kalp, kanın böbreğidir" derler. Bu sözlerinde dayandıkları
delil ise, insan öldüğü zaman vücudundaki kanı ancak ruhunun teslimiyle
birlikte kaybeder olmasıdır.
Filozoflardan
bazıları ise, nefsin yatağının kan olduğunu söylemişlerdir. Bizce, sıhhatli
olan görüş de budur. Çünkü bu, Tevrat'ta Musa'ya (as) yönelen "Ey Musa,
damarları yeme, çünkü onlar her nefsin sığınağıdır" ifadesine ve Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadise uygundur: "Şeytan,
Ademoğlu'nun kanında hareket eder. Açlık ve susuzlukla onun kanallarını
daraltın".[8][8]
Küfe uleması
ise, kanı nefs olarak ifade etmiş ve şöyle demişlerdir: Akıcı nefsi (=kanı)
olmayan böcek türünden canlıların içinde öldükleri su necis olmaz. Onların
kasdettikleri bu canlılar, domuzlan böceği, örümcek ve kalorifer böceği gibi
canlılardır.
Açlıkta ise,
kanın eksilmesi sözkonusudur. Kanın eksilmesi, insanın ezeli düşmanı olan
şeytanın yolları olan damarların daralmasını ve mekânının darlığından dolayı
nefsin meskeninin zayıflamasını sağlar. İsa'dan (as) rivayet edilen bir haberde
şöyle dediği rivayet edilir: "Ey Havariler topluluğu, karınlarınızı aç,
ciğerlerinizi susuz tutun ve vücutlarınızı çıplaklaştırın. Belki o zaman kalpleriniz
Allah'ı görebilir". Yani zühdün hakikatma ve kalp saflığına ulaşırlar.
Açlık, zühdün
anahtarı ve ahiretin kapısıdır. Açlıkta nefsin zilleti, teslimiyeti,
zayıflatılması ve kırılması mevzubahistir. Bütün bunlar da kalbin hayat ve
salahının özünü teşkil ederler. Açlık ile ulaşılabileceklerin en alt noktası,
sükutun tercih edilmesidir. Sükutta ise selamet vardır. Akıl sahipleri için de
bu, ulaşılması gereken bir gayedir.
Sehl (ra)
der ki: Hayrın tamamı şu dört şeyde toplanmıştır. Abdal'ın abdal olması da
bunlar sayesindedir: Karınların boş tutulması, sükut, uykusuzluk ve
insanlardan uzaklaşma. Yine o, şöyle demiştir: Kim açlığa ve zarara karşı
sabredemezse bu işin hakikatma ulaşamaz.
Abdülvahid
b. Zeyd, Allah üzerine yemin ederek şöyle derdi: Sıd-dıklar, ancak açlık ve
uykusuzluk ile sıddık olabilirler. Çünkü açlık ve uykusuzluk, kalbi nurlandırıp
onu parlatır. Kalbin nurlanması, gayba yakından temas etmeyi, kalbin parlaması
ise, yakini imanın saflaşmasını sağlar. Nurlanma ve parlaklık, kalbe aklık ve
yumuşaklık kazandırır. Bunlar sayesinde ise kalp, parlatılmış bir aynada
gözüken inci gibi bir yıldıza dönüşür ve gayba gayb ile şahit olur.
Böyle bir
kul da, baki olan ahiret alemini yakinen bildiği için fani olan dünya zühd
sahibi olur. Hevasmm acil arzularına olan düşkünlüğü azalır. Çünkü o,
bunlardan ötürü göreceği cezanın veha-metine yakinen şahit olmuştur. Allah
Teala'ya itaat ve kulluk tezahürlerinde bulunmaya rağbet edecektir. Çünkü
ahireti ve oradaki yüksek dereceleri müşahede etmiştir. Onun için dünya ahirete
dönüşmüş, mevcut dünya gaib, gaib olan ahiret de mevcut ve hazır olmuştur.
Mevcut dünya, kaybolup gidicidir. Kaybolup gidecek olan dünya onu ister ve
arzular. Ama o, kaybolup gidecek olanı sevmez ve asla onun peşine düşmez. O,
geç de olsa ahiret alemini ister ve onu arzular.
Harise
el-Ensari (ra) bu babda şöyle bir nitelemede bulunmuştur: Nefsim dünyadan
vazgeçtiğinde sanki Rabbimin Arşı'nı apaçık dururken görür gibi oldum. Sanki,
birbirlerini ziyaret eden cennet ehline ve birbirlerine düşmanlık eden cehennem
ehline bakıyor gibiydim.
Allah Resulü
de (sav) müminin kalbini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Kalpler dört
çeşittir. Bir kalp vardır ki içinde yalnızca ışık saçan bir çerâğ vardır. Bu,
müminin kalbidir".[9][9]
Kalbin, dünya hayatında zühd ile süslenmesi ve hevadan tecerrüd etmesi, onda
bir kandil yakar. Kalbin içinde ışık saçan bu kandil, kalbin gaybı görmesini
sağlayan yakini imanın nurudur.
Bir alimimiz
şöyle demiştir: "Kim, kırk gece halisane bir şekilde uykusuz kalırsa
semanın melekûtu mükaşefe yoluyla kendisine görünür". Bu alim, başka bir
vesilede de hayrın tamamının dört şeyde toplandığını söyledikten sonra bunlar
arasında 'Gece uyku-suzluğu'nu da saymıştır. Şunu bil ki, alimlerin uykusu,
ancak uzun süren uykusuzluğun ardından uykunun ağır basmasıyla olur. Onlar, bu
uykusuz vakti mükaşefe, şuhûd ve Allah Teala'ya yakınlık için kıyam ile
geçirirler.
Abdal
zümresinin sıfatları arasında şunlar sayılır: Yemeği, ölmemek için yemek;
uykuyu sadece ağır basınca uyumak; sözü ancak zaruret halinde söylemek. Geceyi
sevdiği Allah Teala için uykusuz geçiren kimse, elbette gündüz O'nun
emirlerine muhalefet etmeyecektir. Çünkü o, bütün gecesini O'na hizmetle
geçirmiştir.
Hasan
el-Basri (ra) bir gün pazara gitmişti. Pazar esnafının boş laflarım ve onların
laf kalabalığını görünce şöyle dedi: Zannederim bu kimselerin geceleri de,
kötülüklerle geçirilen gecelerdir. Bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kaylule yapın. Çünkü şeytanlar
kaylule yapmzlar. Gece kalkabilmek için gündüz kaylulesinden destek
alın". Allah Teala'mn "Sabır ve namaz ile yardım isteyin"
(Bakara/45) buyruğunun tefsiriyle ilgili şu hadis rivayet edilmiştir: 'Gece
kıyamı için oruçtan destek alın'. Başka bir haberde ise 'Açlık ve gece namazı
ile nefs mücahe-desine destek verin' denilmiştir. Üçüncü bir tefsirde ise 'Sabır
ve namaz ile yasaklardan sakınmada yardım isteyin' denilmektedir.
Sükuta
gelince, sükut aklı aşılayan, vera'ı eğiten ve takvayı celbeden bir
fazilettir. Allah Teala sükut ile kula, sahih tevil ve tercih edilen bir ilim
ile çıkış nasip eder ve sükutu tercih etmesi sebebiyle onu, sözde ve amelde
doğruluğa muvaffak kılar.
Seleften bir
alim şöyle demiştir: Sükut etmeyi, ağzıma koyduğum bir taş yardımıyla otuz
senede öğrendim. Konuşmaya davrandığımda dilim taşa takılıyor ve
susuyordu". Bir başka zat ise şöyle demiştir: "Kendi kendime, beni
ilgilendirmeyen bir konuda söylediğim her kelime için iki rekat namaz kılmaya
söz verdim. Ama bu bana kolay geldi. Bunun üzerine, her kelime için bir gün
oruç tutmaya söz verdim. Bu da bana kolay geldi. Bunun üzerine her kelime
için bir dirhem sadaka vermeye söz verdim. Bu bana ağır geldi ve sükut etmeyi
öğrendim".
Ukbe b. Amir
(ra) şöyle demişti: "Ey Allah Resulü, kurtuluş nededir? Buyurdu ki:
Dilini tut, evin sana yetsin ve günahın için ağla".[10][10] Allah Resulü
(sav) bu hususla ilgili kısa ve özlü bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Selamette olmak kimi sevindirecekse, sükuttan ayrılmasın".
Allah Resulü
(sav) Muaz'a (ra) namaz, oruç ve benzerlerini vasiyet ederken şöyle
buyurmuştur: "Sana bütün bunlardan çok kendine hakim olabileceğin başka
bir şey söyleyeyim mi? Sonra eliyle diline işaret etti. O zaman Muaz (ra) şöyle
dedi: Ey Allah Resulü, dillerimizin söylediklerinden dolayı da hesaba çekilecek
miyiz? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Anan seni yitirsin ey Muaz, cehennemde
insanları burunları üstünde sürütecek olan, dillerinin hasat ettiklerinden
başka nedir ki? Sustukça selamette olursun. Konuştuğunda ise, her söylediğin
lehinde veya aleyhinde olur".[11][11]
Abdullah b.
Süfyan (ra) babasından şunu rivayet etti: "Dedim ki: Ey Allah Resulü, bana
İslâm için öyle bir şey vasiyet et ki, senden sonra onu hiç kimseye
sormayayım. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: 'Rabbim Allah'tır" de, sonra
da istikamet üzere ol. Bunun üzerine şöyle dedim: Bunları yaptıktan sonra
neden sakınayım? -Başka bir rivayette; Bana en fazla zarar verecek şeyi de
haber verir misin- ? O zaman Allah Resulü (sav) 'Bu' buyurdu ve dilini işaret
etti". Başka bir hadiste ise şu rivayet edilmiştir: "Kul, dilini
koruyun-caya kadar Rabbinden layıkıyla korkmuş sayılmaz".
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kalbi
istikamet buluncaya kadar kul salah bulmaz. Kalbi ise, dili istikamet
bulmadıkça istikamet bulmaz"[12][12]İbni
Me-sud (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey, dil kadar uzun hapsi gerektirmez.
Seleften biri ise şöyle demiştir: Vera'ı inceledim ve onun dildeki kadar az
olduğu başka bir şey görmedim.
Bir alim de
şunu söylemiştir: Bir kulun dili istikamet bulduğunda diğer amellerini de
sağlam görürüm. Dilinde yanılma olan kulun ise diğer amellerinde daima fesad
görürüm. Hikmet ehlinden biri de şöyle demiştir: Akıl çoğaldığında, söz azalır.
Akıl azaldığında ise söz çoğalır. İbni Hanbel ise şöyle derdi: Kelam ehlinin
alimleri zındıklardır. Söz ve kelam ehlinin teşkil ettiği taifeden biri şöyle
demiştir: Kim kelam yaparsa, çok büyük iyilik yapmış olur. Ama asıl iyilik
sükut etmektedir.
Zünnun-i
Mısri (ra) şöyle derdi: Korku, kaygılandırır, haya ise susturur. Ariflerden
biri ise şunu ifade etmiştir: İlim, iki kısma ayrılmıştır: Yarısı sükuttur,
diğer yarısı ise nerede sükut edeceğini bilmektir. Dahhak b. Müzahim şöyle
derdi: Benim yetiştiğim alimler, sükut ve vera'ı öğrenirlerdi. Bugünkiier ise
Kelam öğreniyorlar. Hasan el-Basri (ra) Enes b. Malik'ten (ra) Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Dört şey vardır ki
övgüyle karşılanır. Sükut ki, ibadetin başıdır. Tevazu, Allah'ı zikir ve
eşyanın azlığı".
Hammad b.
Zeyd derki: Bir gün Eyyub'a şöyle dedim: Bugünün ilmi mi fazladır, yoksa geçmiş
zamanın mı? Dedi ki: Ey oğulcuğum, bugün Kelam daha fazladır. Geçmişte ise ilim
daha fazlaydı.
Denildi ki:
Selef-i Salih, alimin ilmini anlatmasından olduğu gibi sükutundan da istifade
ederlerdi. Başka bir yerde ise şöyle denilmiştir: Alimin sükutundan istifade
edemeyen kimse, onun sözünden de istifade edemez. Bir alime şöyle sorulmuştu:
Falan mı daha alimdir, yoksa şu mu? Dedi ki: Falan daha alimdir. O ise, Kelam
bakımından ileridir. Soruya muhatap olan zat, böyle bir cevap vererek ilim ile
Kelamı tefrik etmiştir.
Horasan
alimlerinden birine ölüm döşeğindeyken şu soruldu: Senin vefatından sonra
meclisine oturacağımız bir alim göster. O da, Talanca' diyerek sükutu ile
tanınan, ibadet ehlinden fakat ilim bakımından meşhur olmayan birini tavsiye
etti. O zaman şöyle dediler: Onda, bizim sorduklarımıza cevap verebilecek
kadar ilimyok-tur. Bunun üzerine alimin cevabı şöyle oldu: Bunu biliyorum. Ama
onda öyle bir vera' vardır ki, bilmediği hakkında asla konuşmaz.
Ameş şöyle
derdi: Sözde öyle sözler vardır ki cevabı sükuttur. Seleften bir zat şöyle
demiştir: Sükut, alimin süsü, cahilin ise örtüşüdür. Başka biri ise şöyle
demiştir: Sükut, alimin cevabıdır. Bir hadiste de şu rivayet edilmiştir:
"Sükut, alimin süsü, cahilin lekesidir". Bir alim de şöyle demiştir:
Hiçbir şey şeytana halîm ve alim biri kadar zor gelmez. Çünkü o, konuştuğu
zaman ilim ile konuşur, sustuğunda da hilim ile susar. Şeytan da şöyle der:
Şuna bakın, onun sükutu bana konuşmasından daha ağır geliyor.
Selef den
bir zat şöyle dedi: Kelamı öğrendiğin gibi, sükutu da öğren. Çünkü kelam sana
hidayeti gösterdiği gibi sükut da seni korur. Sükutta senin için iki haslet
vardır: Onun sayesinde senden daha cahil olamn cehaletini savar, ilimce senden
daha üstün olanın ilmini öğrenebilirsin. Bir alim de şöyle demiştir:
'Bilmiyorum' demeyi öğren, 'Biliyorum1 demeyi Öğrenme. Çünkü 'Bilmiyorum' dediğinde
sana bilmeni sağlayıncaya kadar öğretirler. 'Biliyorum' dediğinde ise,
bilmediğini görünceye dek sana sorular sorarlar. Bir alim de şöyle demiştir:
Alim, 'Bilmiyorum' kelimesinde hata ettiği zaman, helak noktaları ona isabet
eder. İsa'dan (as) rivayet edildi ki: "Hayrın tamamı şu üç şeydedir:
"Sükut, konuşma ve bakış. Sükutu, tefekkür için olmayan hatadadır.
Konuşması, zikir olmayan kişi, boş iştedir. Bakışı, ibret için olmayan kişi
de, eğlencededir".
Bir alim
şöyle demiştir: İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, insanların
yaptıkları en iyi iş uyku, ilimlerinin en hayırlısı da sükut olacaktır. Çünkü
ameller fesada, ilim de şüpheye duçar olacaktır. Aynı alim başka bir vesilede
ise şöyle demiştir: Ve onların hallerinin en faziletlisi de açlıktır. Çünkü o
zamanlarda haram yayılacak ve helal muğlak olacaktır. Bir alim ise şöyle demiştir:
Sükut, aklın uykusu, konuşma ise onun uyanmasıdır. Her uyanıklık bir uykuyu
gerektirir. Akıl sahibi bir insan sustuğu zaman, aklı toplanır ve onun cevheri
hazır olur.
İbni Abbas'm
(ra) Mücahid'e yaptığı vasiyette şöyle bir ifade ye-ralır: "Seni
ilgilendirmeyen bir hususta konuşma. Bu, senin için en sağlıklısıdır. Aksi
halde hataya düşmemenden emin olamam. Seni ilgilendiren mevzuda ise, ancak yeri
geldiğinde konuş. Kendisini ilgilendiren bir mevzuda konuşan nice konuşmacı
vardır ki, sözü yerinde söylemediği için günaha girmiştir". Ulemadan biri
de şöyle demiştir: Kişinin vera'ı, onun konuşmasında ortaya çıkar. Başka bir
sözde ise şöyle denmiştir: Sözü çok olanın hatası da çok olur. Hatası çok
olanınsa kalbi ölür." Denilir ki: "Söz azaldığı zaman, doğrular
artar."
Seleften bir
cemaattan şu söz nakledilmiştir: Selametin onda dokuzu, sükuttadır. Denilir ki:
Gereksiz yere, mizah için veya eğlence için söylenen her kelime için kul beş
noktada durdurulur ve kınanıp sözü ikrar ettirilerek kendisine şu sorular
sorulur: Falan sözü niçin söyledin? Seni ilgilendirir miydi? İkinci soru, Onu
söylediğinde sana bir faydası oldu mu? sorusudur. Üçüncüsü, Eğer onu
söylemeseydin sana bir zarar gelir miydi? olacaktır. Dördüncü soru, Sussaydm
da selamete erseydin olmaz mıydı? sorusu olacaktır. Beşinci ise şu olacaktır:
Keşke onun yerine Sübhanallah ve Elham-dü lillah deseydin de sevabını
kazansaydm! olacaktır.
Denir ki:
Söylenen her kelime için üç defter açılır. Birinci ve ikinci defterde 'Nasıl?'
sorusunun cevapları yazılır. Üçüncü deftere ise, 'Kimin için?' sorularının
cevapları yazılır. Kul eğer bu üç defterden de kurtulursa kurtulur. Eğer
kurtulamazsa, hesap için beklemesi uzadıkça uzar.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle demiştir: Müminin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak
istediği zaman tefekkür eder. Konuşmak, eğer lehinde ise konuşur. Aksi halde
dilini tutar. Münafığın kalbi ise, dilinin ucundadır. Yani o, kalbine doğan
her şeyi söyler. Konuşmadan önce hiç duraksamaz ve düşünüp taşınmaz.
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Alimin
afeti, konuşmanın kendisine sükuttan daha hoş gelmesidir".
Konuşmada
süsleme ve fazlalık varken, sükutta selamet ve kazanç vardır. Allah Resulü'nün
(sav) bir vaazında ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ne mutlu o
kimseye ki, kendi ayıbıyla uğraşması, başkalarının ayıplarım aramasını
engeller, malının fazlasını infak eder ve sözünün fazlasını da tutar".
Sükutun
faziletleri hakkında söylenenler ve rivayet edilenler hayli fazladır. Ama
burada, bunların hepsini zikretmemiz mümkün değildir.
Halvefe
gelince, Halvet; kalbin halktan hali olması, bütün himmet ve gayretin Hâlık'm
emrine yöneltilmesidir. Halvet, müridin sebat üzerindeki kararlılığını
güçlendirir. Çünkü insanlarla içice olmak, kulun sebatını zayıflatıp himmet ve
gayretini dağıtarak niyetini zayıflatır. Halvet, kulun dünyevi hazlar
üzerindeki nefsani arzularını azaltır. Halvette olan kul, bunlara çok daha az
şahit olur. Şunu unutmamak gerekir ki gözler, kalbin kapısı gibidir. Kalbin
afetleri de, gözler yoluyla girer. Kalbin şehvet ve lezzetleri de, gözlerde
bulunur.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Bakışları artan kimsenin pişmanlıkları da uzar. Halvet,
ahiret fikirlerini çekerek, yakinen gördükleri sayesinde kalbin ahirete olan
ilgisini arttırır. O, kulların hatıralarını unutturup kalbin daima Ma'bud'u zikretmesini
temin eder. Halvet, sıhhat alametlerinin en büyüğüdür.
Allah
Resulü'nün (sav) bir hadisinde de bu yönde bir ifade vardır: "Allah'tan
afiyet dileyin. Kula, yakini imandan sonra kul yapılan en büyük lütuf,
afiyettir"[13][13]
Başka bir hadiste ise "Uzlete çekilmek, afiyettir" buyrulmuştur. Bu
hadislere göre uzlete çekilmek, mendub görülen ve her halükârda yakini imandan
sonra gelen faziletli ameller arasında yeralır. Müridin bu yolda sadık olması
için, halvette bulduğu lezzet ve tadı kalabalıkta bulamaması gerekir.
Gizlilikte bulduğu dinçlik ve kuvveti, açıklıkta bulmaması gerekir. Onun
yalnızlıktaki aşinalığı, halvetteki rahatı ve gizlilikteki amellerinin
güzelliği, aleni yapılanlara denk olmamalıdır.
Haller
arasında halvetin insanlara karışma mukabilindeki durumu, makamlar arasında
korku makamının muhabbet makamı mukabilindeki durumuna benzer. Korku, bütün
abidler için geçerli olan bir makam iken, muhabbet hususi müminler için bir
ziyadedir. Halvet ve yalnızlık da böyle olup bütün müridler için geçerlidir,
insanlara aşinalık ise, alim imamlara mahsus olan bir ziyadedir. Ancak halvet
başka bir aklı, yalnızlık ve tek başına kalma da ikinci bir imanı
gerektirmektedir. Süfyan-ı Sevri (ra) ve Bişr b. Hars'dan (ra) şu söz rivayet
edilmiştir: Tek kalmaktan dolayı yalnızlık hissine kapılıp insanlardan
aşinalık bulduğunuzda sizin için riyadan emin olamam.
Ebu Muhammed
(ra) şöyle derdi: Hayrın tamamı, şu dört haslette toplanmıştır. Abdal'ı abdal
yapan da bunlardır: Karınları boşaltmak, sükut, halktan uzlete çekilmek ve
gece uykusuz kalmak. Abdülaziz'den Sehl'in (ra) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Velinin insanlara karışması bir züldür. Tek başına kalması ise
izzettir. Allah dostu velileri pek ender olarak halk içinde gördüm.
Ariflerden
biri şöyle demiştir: Tek başına kalmaya aşina olmak, müridin tarike girmesinin
alametidir. Tevbenin sıhhati ve istikamet üzere kararlılığın güçlenmesi sabit
olduktan sonra müridliğin itilasının alameti, zikrettiğimiz dört şeyi bunların
zıdlarma tercih etmesidir. Kalbin varlığı, yüreğin açılması ve ahlakın
güzelliği bunlarla temin edilir. Bu dört halin zıddı ise, dünya kapılarını, gaflet
anahtarlarını ve heva yollarını ifade ederler. Çünkü tokluk kalbin katılık ve
zulmetini, nefsin arzularının da güçlenmesini, arzularının yayılmasını
arttırır. Nefsin güçlenmesi ise, imanın zayıflaması ve iman nurlarının
sönmesini beraberinde getirir. Nefsin zayıflatılması ve tabiatının
söndürülmesi ise, imanın güçlenmesini ve yakin nurlarının ışığının yayılmasını
sağlar. Böyle yapan kul da, Allah Teala'ya yakın ve O'nun meclisine nail
olanlardan olur.
İnsanın tok
olması ise, dünya hayatında arzu ve hevanın anahtarını teşkil eder.
Sahabe'den
biri (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nden (sav) sonra ortaya çıkan ilk
bidat, tokluktur. Çünkü insanların karınları doyduğu zaman, şehvetleri de azar.
Aişe'den
(ra) rivayet edildi ki: "Allah Resulü (sav) ve ashabı, isteksizce
acılarlardı".
İbni Ömer
(ra) şöyle derdi: Osman'ın (ra) öldürülmesinden sonra asla tok olmadım. O, bu
sözü Haccac devrinde söylemişti.
Ebu Cuheyfe
(ra) ise şunu rivayet etmiştir: "O, Allah Resu-lü'nün (sav) yanında
geğirmişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Geğirtini bizden uzak tut. Sizin
dünyada en uzun tok kalanınız, ahirette en aç kalanınız olacaktır. Ebu Cuheyfe
(ra) der ki: Allah'a yemin ederim ki, o günden bugünüme kadar hiçbir yemek için
oyalanmadım ve kalan zamanda da daima Rabbimin beni affetmesini umdum".[14][14]
Bu hadis ve
sözler ışığında, kul için dünya hayatında açlığın tokluktan daha hoş görüldüğü
kesinlik kazanmaktadır. Allah dostu evliyanın da en bariz alametlerinden biri
de budur. İki açlığı arasında, onların sonuna dek bekleyerek bir öğün yemek
yemesi halinde kulun açlık hali, tokluk halinden daha uzun olacaktır. Tam bir
açlıktan sonra, orta halli bir yemek yiyen kimse, toklukta ve açlıkta mutedil
davranmış olur. Günde iki defa yemek yiyen veya acıkmadan yiyen kimsenin ise,
tokluk hah, açhk halinden daha uzun sürelidir. Bu da mekruhtur. Kulun, yemekten
doymak-sızın kalkması ve tokluktan çok açlık hissetmesi ise, hallerinin orta
olanıdır.
Hişam, Hasan
el-Basri'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Andol-sun, ben öyle kimselere yetiştim
ki onlar yemekte asla doymazlardı. Onlardan biri, yemek yediği zaman nefsini
reddeder, erimiş, zayıf ve oruca niyetlenerek kendini tutardı. Hepsi de
ömürlerini, bir elbise katlattırmadan, ailelerine özel bir yemek yapmalarını emretmeden
ve yattıkları yerle aralarına bir örtü koymadan geçirmişlerdi. Cafer b. Hayyan
da Hasan el-Basri'den (ra) naklederek şöyle demiştir: Mümin, karnını tamamen
dolduracak kadar yemez ve vasiyetini yanından ayırmaz.
Süfyan-ı
Sevri'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: İki şey vardır ki kalbi
katılaştırırlar: Uzun süre tokluk ve çok konuşmak. Mek-hul'dan da (ra) şu söz
rivayet edilmiştir: Üç haslet vardır ki Allah Teala onları sever. Üç haslet de
vardır ki Allah Teala onlara buğze-der. Allah Teala'nın sevdiği hasletler
şunlardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. O'nun buğzettikleri ise
şunlardır: Çok yemek, çok konuşmak ve çok uyumak.
Uykunun
fazlalık ve devamlılığı, gafletin uzunluğuna, akim azlığına, ferasetin
eksikliğine ve kalbin dalgınlığına sebep olur. Bütün bunlarda fırsatı kaçırma
sözkonusudur. Fırsatı kaçırma ise, Ölümden sonra pişmanlık demektir. Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: "Süleyman b. Davud'un (as) annesi şöyle dedi: Ey
oğlum, gece fazla uyuma. Çünkü fazla uyku, Kıyamet günü kulu -amel bakımından-
fakir bırakır".[15][15]
Rivayete
göre İsrail oğulları arasında ibadete dalan gençler vardı. Akşam yemekleri
geldiği zamn onların alim olanı kalkar ve şöyle derdi: Ey müridler topluluğu,
çok yemeyin. Aksi halde çok içersiniz. Çok içince çok uyursunuz. Çok uyuyunca
da çok kaybedersiniz". Selef den bir zat şöyle derdi: Müminin hallerinin
en düşüğü yemek ve uykudur. Münafığın hallerinin en faziletlisi ise, yemek ve
uykudur.
Halktan
biri, hikmet ehlinden bir filozofa şöyle demişti: Bana öyle bir şey söyle ki
onu kullanarak gündüz uyuyabileyim. Filozof şöyle karşılık verdi: Hey akılsız,
ömrünün yarısı zaten uykuyla geçiyor. Uyku ise, ölümdendir. Sen, ömrünün
dörtte üçünü uykuda geçirip sadece dörtte birinde mi hayatta kalmak istiyorsun?
Bu karşılık üzerine adam 'Bu nasıl olur?' diye sordu. Filozof da şu cevabı
verdi: Kırk yıl yaşadığında bu yirmi yıl demektir. Sen ise, buna on yıl daha
katmak istiyorsun.
Fazla
konuşmaya gelince; çok konuşmadaki mahzurları şöyle zikredebiliriz: Vera'm
azlığı, takvanın kaybolması, hesabın uzaması, isteklilerin çoğalması,
mazlumların takılması, yazıcı meleklerin şahitliğinin çoğalması ve Melik-i
Kerim olan Allah'tan uzaklaşmanın giderek artması. Çünkü konuşma, dilin büyük
günahlarının anahtarıdır.
Dilin
günahları arasında, yalan, gıybet, koğuculuk ve iftirayı zikredebiliriz.
Yalancı şahitlik, namuslu bir insana iftira etmek, Allah Teala'ya iftirada
bulunmak, boş yere yeminler etmek, ilgisiz yerde konuşmak, faydasız konulara
dalmak da dilin işleyeceği büyük kusurlardandır. Bu hususta rivayet edilen
hadislerden birinde şöyle buyrulmaktadır: "Ademoğlu'nun hatalarının çoğu
dilindedir. Kıyamet günü insanların günah bakımından en ağır olanları da,
onların ilgisiz mevzulara en fazla dalanları olacaktır".
Dilde, halka
karşı yapmacıklık ve güzel görünme, doğruyu çevirme ve bozma gayretleri
vardır. "Yine onda, heva ehline yaltaklanma ve onlarla uzlaşma gayretleri
vardır. Bir kulda bu hasletlerin birarada bulunmsı, kalbinin dağılması
demektir. Kalbinin dağılması ise, himmet ve gayretinin bocalaması anlamına
gelir. Himmet ve gayretinin bocalaması ise, Mukarrebun makamından düşmesine
sebebiyet verir.
İbni Abbas
(ra) Mücahid'e (ra) yaptığı vasiyette şöyle der: Ne halim, ne de akılsız bir
sefih ile münakaşa et. Hilim sahibiyle münakaşa edersen seni alteder. Bir
akılsız ile münaka edersen, o da seni incitebilir. Bir hadiste de Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, aklını
vermediği bir kelime söyler ve onunla sema ile arz arasındaki mesafeden daha
uzun bir çukura düşer". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir:
"Bir kelime söyler de onunla yetmiş güzlük derinlikteki çukura düşer"[16][16].
Rivayete
göre Lokman (as) oğluna şöyle demiştir: "Salyaları göğsüne doğru akan bir
dilsiz olman, halkın toplandığı bir yerde seni ilgilendirmeyen bir hususta
konuşmandan daha hayırlıdır". Bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
"Kim, kötü bir kelimeyi ilk defa başlatır ve halk o kelime hakkında
konuşmaya dalar ise, onların günahlarım da yüklenir". Bir hadiste de Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kötü kimse, kötü söz
getirir".
İbrahim b.
Edhem'den (ra) şunu rivayet ettiler: O, biriyle arkadaşlık ettiğinde eğer o
kimse kötü bir söz söylerse onu derhal terke-derdi. Hadiste de Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulaklarının işittiği ve
gözlerinin gördüğü bir şeyi anlatan kimse, Allah Teala tarafından O'nu sevenlerden
yazılır."
İman edenler
arasında çirkin sözün yayılması; Bu babda; Ali'den (kv) şu söz rivayet
edilmiştir: "Halk arasında çirkin (söz) yayan, onu yapan gibidir".
Bir hadiste de şöyle rivayet edilir: "Suf-fe ashabından (ra) biri Allah
yolunda şehid düşmüştü. Annesi şöyle dedi: Cennette tebrikler sana; Allah
yolunda cihad ettin, O'nun Resulü'ne (sav) hicret ettin ve şehit olarak
Öldürüldün. Cennet senin için en güzeli! Allah Resulü (sav) onun bu sözleri
üzerine şöyle dedi: Onun cennete gittiğini nereden biliyorsun? Belki de kendisini
ilgilendirmeyen bir konuda konuşmuş veya kendisine zararı olmayacak bir şeyi
verme hususunda cimrilik etmiştir. -Başka bir lafızda, 'Belki de kendini
ilgilendirmeyen hususlarda konuşur ve müstağni kılındığı şeyi vermekten çekinirdi'
ifadesi mevcuttur [17][17]
Rivayete göre Sahabe'den biri bir adam hakkında 'Falan çok uyur1 demişti. Allah
Resulü (sav) şöyle buyurdu: Kardeşinizi gıybet ettiniz. Ondan sizi affetmesini
isteyin. Başka bir rivayette ise, Sa-habe'nin birilerinin Talan ne kadar
acizdir" dediklerini duyduğunda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilir: 'Onun (etini) yediniz'. Aişe'den (ra) rivayet edilen bir hadiste,
onun bir kadın için 'Falancanın eteği ne kadar da uzun' dediği rivayet edilir.
-Başka bir rivayette ise 'Falanca ne kadar da kısa' ifadesi geçmektedir-. Allah
Resulü (sav) onun bu sözü üzerine kendisine şöyle buyurmuştur: Onu gıybet
ettin".[18][18]
Bu hadisin başka bir rivayetinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
nakledilir: "Öyle bir kelime söyledin ki, eğer deniz suyuna katılsaydı
onunla karışacak katık olurdu".[19][19] Bu,
gerçekten de çok ağır bir mübalağa ifadesidir.
Gıybet, Arap
dilinde varolan bir masdar isim olup şei^i bir manaya sahiptir. Istılah
olarak, insanın gaib olması manasından türemiştir. Allah Resulü (sav) onu
tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Gıybet, kulun bir kardeşi hakkında onda
bulunan bir şeyi yokluğunda söylemesidir".[20][20] Allah Resulü
(sav) "Gıybet, zinadan daha ağırdır", buyurarak onun kötülüğünü teyid
etmiştir.
Kul, başka
biri hakkında kafi olarak bildiği ancak onun olduğu bir mecliste söyleyemediği
bir şeyi veya onu küçük düşürecek bir şeyi ya da onu aklamayacak bir sözü
sarfettiği zaman gıybet etmiş olur. Sükutta, gıybetten kurtuluş mevcut olmamış
olsaydı, sükut en büyük hazine olur muydu? Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Üç söz dışında Adem oğlunun sarfettiği her söz aleyhinedir: Marufu
emretmek, münkerden nehyetmek ve Allah Teala'yı zikretmek"[21][21]
İnsanlarla
sürekli içice olup konuşmak ise, kulun iyi amellere olan güçlü niyetini sürekli
zayıflatıp onun halvette bulduğu kesin kararlılığı gevşetir. Çünkü insanlar
arasında çoğunluğu teşkil edenler, iyilik ve takva üzere değil kötülük ve
saldırganlık üzere yardım-laşanlardır. Dünya ehlinin sürekli ısrar ve eğilimi
yakından görüldükçe dünyevi haz ve arzulara karşı duyulan istek daha da artar.
Gaflet
ehliyle içice olmak, kulu hizmet-i ilahide üşengeçliğe sev-keder. Tembellerle
birarada olmak ise, kulun ibadetlere olan şevkini kırar. Bu tür insanlarla
birlikte olmak; ilahi muamelenin tadının azalmasına, ilim nurunun kaybolmasına
ve anlayışla doğan vecdin hızlı bir şekilde kulu terketmesine yol açar. Çünkü
bunlarla beraber olmak, cehalet ehlinin sözlerine kulak vermeyi ve dünya ehli
arasındaki ölülere bakmayı beraberinde getirir. İsa'dan (as) rivayet edildi ki:
"Ölülerle oturmayın. Yoksa sizin kalplerinizi de öldürürler. 'Ölüler
kimlerdir?' diye sorulunca şöyle dedi: Dünyayı seven ve ona rağbet
edenlerdir".
Hasan
el-Basri de (ra) Allah Teala'nın "Ölülerle diriler asla denk
olmazlar" (Fatır/22) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Ölüler ve
dirilerle kasdedilen, fakirler ve zenginlerdir. Fakirler, Allah Teala'yı
zikrederek diri kalırlar. Zenginler ise, dünya için ölenlerdir.
İnsanlarla
sürekli içice olup ibadetlere rağbet etmeyen ve gaflet denizinde yüzenlerle
beraber olmanın en kötü yanı; onları göre göre imanın zayıflamasıdır. Kulun
müptela olduğu belaların en zararlısı, onun helakinde en etkili olanı ve
rızayı ilahiden uzaklaştırılmasında en güçlü olanı; gaybi olarak kendisine
vaadedilen cennete ve yaşadığı dünyada kendisine yöneltilen azap ve helak
tehdidine olan imanının zayıflamasıdır. Bu hal, Allah Resulü'nün de (sav)
ümmeti için en fazla korktuğu haldir. O, bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim için duyduğum en büyük korku, imanın zayıflamasıdır". Çünkü
imanın zayıflaması, dünyaya rağbetin ve dünyevi nimetlerle övünmenin, dünya
ehline yalvarmanın ve onların vereceklerine tamah etmenin esasını teşkil eder.
İbni Mesud
(ra) bu babda şöyle demiştir: Kişi evinden çıkarken yanında dini de olur. Akşam
evine döndüğünde ise, kendisine dini adına, 'Bugün şunu şunu tattın' diyecek
bir şeyi olmaz. Ya da kendisine 'Sen şöyle söylesin' diyen bir şeyle
karşılaşır. Kişi, bunlardan hiçbirini kendinden uzaklaştıramayabilir. Böyle
biri, evine Allah Te-ala'yı kızdırmış olarak döner. Tabiundan biri de şöyle
demiştir: Kul, halvette iken bazı hayırlı hasletler taşıyarak oturur.
İnsanların arasına çıktığında ise, halvetine dönünceye kadar hayır için attığı
düğümler, insanlar tarafından birer birer çözülür. Sonunda attığı düğümlerin
tamamı çözülmüş, hayır yönündeki azimeti kırılmış olur.
İman
kuvveti, bütün salih amellerin temelidir. Çünkü imanı güçlü olan kul, dışarıda
oyalanmaksızın süratle ikamet ettiği evine döner. Böyle davranmasının sebebi
ise; fani dünyanın nimetlerinden mümkün olduğunca azıyla yetinmek, baki olan
ahiret yurdunu tercih etmek, hırsı azaltmak, dünyevi talepleri kısmak,
tamahkarlığı kaybetmek, dünyevi işlerle uğraşmayı bırakarak, ebedi istikrarı
bulacağı ahiret yurduna yönelip onun için mendub amellerde bulunmaktır.
Bütün
bunlar, kulun amelinin ihlasını arttırıp zühdünün hakikatim ortaya çıkarır.
Emelini kısa tutması da, amellerinin güzelleşmesini temin eder. Allah Teala da
Tekasür suresinde, dünyevi nimetlerle övünen (=tekâsür) ve vaktini bununla
geçiren kimsenin, ahiret yurdunu yakinen gördüğünde ilahi vaadin ne kadar
hakiki olduğunu göreceğini haber vermektedir. O, şöyle buyurmaktadır:
"Övünmek sizi oyaladı". Yani övünebilmek için hırsla mal ve servet
toplamanız, sizi Allah'ı anmaktan uzak tuttu. Öyle ki mezarlara kadar giderek
onların çokluğuyla bile övündünüz. Allah Teala bunun arkasından şöyle
buyurmaktadır: "Öyle değil, ilm-i yakin ile bileceksiniz". Yani,
ahiret için gerekli olan salih amelleri ifa etmeyerek oyun ve eğlence içinde
yaşadığınızı bileceksiniz. Kaldı ki bu durumunuz, yakini imanın zıddı olan şek
ve şüphe halinin bir icabıdır. Yakini ilminiz olmadığı için, dünya hayatınızda
övünme çabasıyla ahireti ihmal ettiniz. Övünme çabalarınız ise, ilimsizlikten
doğan bir oyun ve eğlence halinden ibaretti.
Allah Teala,
bunlar hakkında başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Suçluları,
Rableri huzurunda boyunlarını eğmiş 'Ey Rabbimiz, gördük ve işittik, şimdi bizi
geri çevir de salih amel işleyelim. Zira yakini olarak iman ettik' derlerken
bir görsen". (Secde/12) Allah Teala, bu buyruğundan öncesinde de bu
manayı teyid edecek şöyle bir ayet indirmiştir: "Aksine onlar kuşku için
oynaşırlar". (Duhan/9) Allah Teala, bu kimseleri içinde bulundukları
halin kötülüğü hususunda iki kere tehdit ederek uyarmış ve dünya hayatının
fuzuli nimetleriyle övünme hırsının, kendilerini ahirete hazırlıktan
uzaklaştırdığını bildirerek ikaz etmiştir. Çoklukla övünme manasında
kullanılan 'Tekâsür3 kelimesinin bir tefsirinde de onun; malı biriktirmek ve
başka insanları o maldan uzak tutarak cimrice davranmak olduğu söylenmiştir.
Bilin ki
kulları tevbeden uzaklaştıran ve istikamet üzere iken eğrilten şeyler şu üç
şeyle hülasa edilebilir: Kazanma; Harcama ve Biriktirme. Bütün bu fiiller, halk
ile irtibatlı işlerdendir. Bunların varlığı da halkın varlığına bağlıdır.
Onlardan uzaklaşmak ise, bu fiillerin azalmasına ve ortadan kalkmasına zemin
hazırlar. Bu üç şeyde zühd sahibi olan, halkla ilişkilerinde de zühd sahibi
olur. Halkla ilişki kurmaya rağbet edenlerse, bu üçüne de rağbet ederler.
Süfyan-ı
Sevri (ra) der ki: İnsanlarla içice olan onlara hoş davranır. Onlara hoş
davranan ise, onlara riyakarlık eder. Onlara karşı riyakarlık edense, onların
düştükleri hale düşer ve onlar gibi o da helak olur. Salihlerden biri şöyle
demiştir: Halktan ayrı yaşayan Abdal zümresine mensub bir zata şöyle sordum:
Tahkiki iman yoluna girmek nasıldır? Dedi ki: Acıdır. Dedim ki: Bana öyle bir
amel göster ki, onu işlediğim sürece kalbim Allah Teala ile beraber olsun.
Dedi ki: Halka bakma. Çünkü onlara bakmak bir zulmet ve karanlıktır. Dedim ki:
Benim bakmam gerek. Bunun üzerine şöyle dedi: O halde onları dinleme. Çünkü
onların sözleri kalbi katılaştı-rır. Dedim ki: Onları dinlemem de gerekir. O
zaman şöyle dedi: Öyleyse onlarla ilişki kurma. Çünkü onlarla ilişki kurmak,
yabancılıktır. Dedim ki: Ben, sürekli onların arasmdayım. Dolayısıyla ilişki
kurmam da gerek. Bunun üzerine şöyle dedi: O halde onlara dayanma. Çünkü
onlara dayanıp sükun bulmak helak sebebidir. Ben yine aynı gerekçeyi söyledim.
Bana şöyle dedi: Şuna bak! Gafillere bakıyor, cahillerin sözlerini dinliyor ve
Allah'ın hükümlerini yaşamayanlarla ilişki kuruyor, sonra da kalbini sürekli
Allah Teala ile beraber kılmak istiyorsun?! Bu, olmayacak bir iştir.
Uzlet,
halvet, sükut, açlık, uykusuzluk ve gece mücadelesinin faziletleri hakkında
oldukça fazla hadis ve söz nakledilmiştir. Burada dikkati çekip işaret
ettiklerimiz dahi, ahireti isteyen ve onun için çalışan mümin bir kul ve ilahi
ticaret ile meşgul olan mürid için kafidir. Allah Teala'dan başka güç ve
engelleyici yoktur. [22][22]
Bu fasılda
mukarrebunun murakabelerini ve yakini iman sahiplerinin (=mûkinun) makamlarını
anlatacağız. [23][23]
Kulun yakini
imanı güçlendiğinde kendi eğitimi için iyi değerlendirilmesi istenen ve hayat
ve gelişmesinin kaynağı kılman bu vakitlerin, Berzah aleminde kendisine tekrar
ettirileceğini, Kıyamet günü kendisine döndürüleceğini ve eğer girerse
cennette kendisine iade edileceğini yakini bir ilim ile bilir. Yine o, kesin
olarak bilir ki ahirette, sadece bu dünyadaki muamelesinin karşılığını görecek
ve kendisine dünya hayatında muvaffak kılındığı şeylerin sevabı dışında hiçbir
şey verilmeyecektir. Orada, geçirdiği bütün vakitlerden dolayı hesaba
çekileceğini, tükettiği bütün saatlerinden dolayı sorgulanacağım ve kendisine,
başka birinin değil yalnız kendisinin vakitlerinin verileceğini yakini olarak
bilir. Kendisi başka birinin suretinde diriltilmeyeceği gibi, başka birine
verilen karşılığı da almayacaktır.
Orada, başka
birinin göreceği muameleyi de değil, sadece kendi hakettiği muameleyi görecektir.
İlk defa yarattığı gibi, öldürdükten sonra diriltecek olan da yine Allah
Teala'dır. O buyurdu ki: "Sizi ilk defa yarattığı gibi O'na
dönersiniz". (A'raf/29) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Hiç,
müslümanlan suçlular gibi yapar mıyız?". (Kalem/35) "Bu, ayetlerini
düşünmeleri için sana indirdiğimiz mübarek bir Kitab'dır". (Sad/29)
"Yoksa iman edip salih ameller işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlarla
bir tutar mıyız? Yahut takva sahiplerini günahkar fasıklarla bir tutar
mıyız?". (Sad/28)
Allah'ın bu
ayetlerini bir düşünün. Sizce o vasıftaki kimseler, bu vasıftaki kimselerle
aynı karşılığı görebilirler mi? Veya bu vasıftaki kimselere bundan başka bir
karşılık verilebilir mi? Allah Tea-la, bunu daha da açık hale getirerek şöyle
buyurmuştur: "Ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitab Ehli'nin kuruntularına
göre değil.." (Nisa/123) Allah Teala, her iki zümrenin kuruntularını da
*Ley-se=Değil' edatı ile menfî kılmış ve ayette zahiren olmayan gizli bir
'Lakin=Fakat' edatı ile kendi hükmünü isbat ederek şöyle buyurmuştur:
"(Fakat) kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır". (Nisa/123) Allah
Resulü de (sav) bu ayeti tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Mümin,
işlediği günahtan dolayı dünya hayatında iken musibetler, açlık ve yokluk gibi
bir kötülük ile cezalandırılır. Münafık ise, bir eşek gibi günahları üzerinde
olduğu halde Kıyamet gününü karşılar ve ahirette onların cezasını görür".
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: Ey Allah'ın kulları, kuruntulardan sakının. Çünkü
onlar, akılsızların dolaştıkları vadilerdir. Allah'a yemin ederim ki, hiçbir
Allah kulu, kafasındaki kuruntusuy-la dünyada veya ahirette bir hayır sahibi
olamaz. Bir alim de şöyle demiştir: Akıl azaldıkça, kuruntular çoğalır.
Selef-i Salih'ten bir zat, dünya ehli kardeşlerinden birine yazdığı mektubunda
ona öğütte bulunmak için şu ifadeye yer vermiştir: Bana, uğrunda kendini
tükettiğin ve uğruna hırsla dolduğun dünyevi işlerinden haber ver. Ne oldu,
istediklerine ulaşıp kafanda kurduklarına kavuştun mu? Dostunun bu soruya
cevabı 'Allah'a yemin ederim ki hayır* olmuştu. Bunun üzerine aynı zat şunu
yazdı: Ne dersin uğrunda mücadele ettiğin halde ona ulaşamamışsın, peki sırt
çevirip yüz çevirdiğin ahiretteki nasibine nasıl ulaşacaksın? Görüyorum ki sen
soğuk demir dövüyorsun!
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Her kim, ameli olmaksızın cennete girebileceğini zannederse
kuruntu sahibi olur. Her kim de, ameliyle gireceğini söylerse, o da yüz
çevirendir. Bir zat da şöyle demiştir: Kuruntular, aklı eksiltir. Konuyla
ilgili bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "İman, ne süsle ne de
kuruntuyladır. O kalpte yer bulan şeydir. Onun sıdkınm işareti ise
ameldir". Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "İyiliğin karşı
ancak iyiliktir". (Rahman/60) Başka bir ayette ise bunun mukabilini beyan
ederek şöyle buyurmuştur: "Kim bir kötülük yaparsa, ancak onunla cezalandırılır".
(Mümin/40)
Yine bu
manadan olarak şu ayet-i kerimeleri zikredebiliriz: "Yoksa Allah içinizden
cihad edenleri bilinceye kadar (serbest) bırakılacağınızı mı sandınız?".
(Tevbe/16); "Yoksa sizden öncekilerin başına gelenler sizin başınıza da
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara/214); "Yoksa
kötülükleri pervasızca işleyenler, kendilerini iman edip salih amel
işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kadar da kötü hüküm veriyorlar".
(Casiye/21) Allah Teala, böyle buyurarak onların zanlarını boşa çıkarmış ve
hükümlerini geçersiz kılmıştır. Daha sonra da bu konudaki kendi hükmünü
muhkem kılarak şöyle buyurmuştur: "Hayat ve ölümleri bir olacak öyle
mi?". (Casiye/21)
Dünya hayatında
salih ameller işleyen ihsan sahipleri, ölümlerinde de ihsan ve güzellikle
karşılaşacaklardır. Dünya hayatında kötülükler işleyerek fesad çıkaranlar ise,
ölümlerinde kötülük ve çirkinliklerle karşılaşacaklardır. Bu ayetin, abidler
için bir ağlama ayeti olduğu söylenmiştir. Çünkü ayet, müteşabih değil muhkem
bir ayettir. Bu babda zikrettiğimiz ayetlerin tamamı da aynı şekilde muhkem
ayetlerdendir. Muhkem ayetler, Kitab'm anası (=Üm-mü'1-Kitâb) olan ve mensuh,
ya da müteşabih olmayan ayetlerdir. Şu- halde bu ayetler, Kur'an'ın azimet
ihtiva eden ayetlerindendir. Bu vasıflarıyla da Allah Teala'nm bize indirdiği
ayetlerin en güzellerini oluştururlar.
O bize, bu
ayetlere uymamızı emretmiş ve böyle davranan kullarını da hidayet ehli ve akıl
sahipleri olarak vasfetmiştir: "O kimselerdir ki sözü dinler ve onun en
güzeline uyarlar". (Zümer/18) Denildi ki, sözün en güzeliyle kasdedüen;
azimet ve tehdit ihtiva eden ayetlerdir. "Ve onlara, Allah Teala'dan hiç
ummadıkları bir şey görünmüştür" (Zümer/47) ayetinin tefsiri hakkında da
şöyle denilmiştir: Onlar aldanış içinde boş bir emele ve asılsız bir zanna
sahip olmuşlardı. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Onlar, güzel
sandıkları amellerde bulunmuş ve muhasebe anında onların kötülükten ibaret
olduğunu görmüşlerdir.
Salih amel;
hesap gününde sıhhatli çıkan, hak da tartıda ağır basandır. Nitekim Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "O gün, tartı haktır". (A'raf/8) Denildi ki Hak,
ilim ve amel manasmdadır. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Onlara bir Kitab getirdik ve onu ilim üzere açıkladık". (A'rai/52)
O, başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine karşı olup biteni
mutlak bir ilim ile anlatacağız". (A'raf/7) Yine O, şöyle buyurmuştur:
"Kazandıklarının kötülükleri kendilerine açıkça göründü ve alay edip
durdukları (azap) onları kuşatıverdi". (Zümer/48) Bu ayetin tefsirinde
ise şöyle denilmiştir: Onlar, günahları ısrarla işliyor, tevbeyi erteliyor ve
mağfiret için oyalanıyorlardı. Bu ayet, korku ehli için hüzün, arifler için de
korku kaynağıydı.
Allah Teala,
cehennem ateşini inkarcılar için hazırladığını haber verdikten sonra iman
edenlere de ondan sakınmalarım emretmiştir. Kafirlerin vasfı olan cehennem
ateşi, Allah'ın kulları için de korkulması gereken bir sondur. Allah Teala, bu
babda şöyle buyurmuştur: "Kafirler için hazırlanmış olan ateşten
sakının". (Al-i İm-ran/131) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Onların
üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar vardır. İşte
Allah, kullarını onunla korkutur: Ey kullarım Ben'den korkun!" (Zümer/16)
Denir ki:
Kul, haram olduğunu öğrendikten sonra işlediği ilk günah ile cehennemi hakeder.
Bundan sonra onun durumu, Allah Teala'mn iradesine kalmıştır. Her kulda,
kendisini cehenneme sev-ketmesinden endişe duyulan çirkin bir haslet vardır.
Abdülvahid
b. Zeyd şöyle derdi: Cehenneme girmeyeceğini zanneden hiçbir korku sahibinin
korkusu sıhhatli değildir. Aynı şekilde cehenneme gireceğini ama ondan
çıkacağını zanneden kimsenin korkusu da samimi değildir. Buna göre korkunun
aslı; cehenneme girmeyi ve orada ebedi kalmayı düşünmek olmalıdır. Benzer bir
söz Hasan el-Basri'den de (ra) nakledilmiştir: Bir defasında Hasan'a,
cehennemde bin yıl kaldıktan sonra çıkacak adamın durumu zikredilmişti. Bunun
üzerine ağladı ve şöyle dedi: Keşke ben de onun gibi olabilsem!
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kim 'Ben cennetteyim' derse, o cehennemdedir. Kim de
'Ben alimim' derse, o da cahildir". Yine O'ndan rivayet edilen bir hadis
şöyledir: "Kim Allah katındaki ye-
rinin nasıl
olduğunu öğrenmek isterse, Allah Teala'mn kendi kalbindeki yerine baksın.
Allah Teala kulunu, onun kendisini koyduğu makama koyar." [24][24]
Kul, bundan
sonra her salih amel için cennette bir nimet, Berzah'ta ise bir rahatlık
bulunduğunu yakini olarak bilir. Güzel olan her amel ve halis olan her marifet
için, cennette bir makam bulunur. Orada görülecek muamelenin taksimi burada
yapılır. Aynı şekilde her kötü iş ve çirkin bilgi için de ahirette bir azap,
Berzah'ta bir sıkıntı ve cehennemde bir derece bulunur. Orada görülecek
karşılık da burada yapılanlara göre belirlenir. Allah Teala, hayır ve şer bakımından
kulları için yaptığı bu taksimi gizler ve hakemler için onların amellerini
ortaya çıkarır.
Allah Teala,
bütün kulları için ahirette iki ayrı yurda götüren iki yol yaratmıştır. Bu,
O'nun hikmeti gereğidir. Sonra da amelleri öne alıp karşılıklarını vermeyi sona
bırakmıştır. Bu da O'nun, fiilleri sağlam kılmak ve kulların imtihan
dünyasındaki çabalarının görülmesi içindir. Allah Teala'mn lütuf, kudret, muhabbet
ve takdiri gereği her nefis uğrunda çaba sarfettiği şeyin karşılığım görecektir.
O, yaptıklarından sual edilemeyendir. Çünkü O, mülkün tek sahibi, Cebbar,
Kahhar ve Aziz olandır.
Halbuki
kulları, yaptıklarından dolayı sorguya çekileceklerdir. Çünkü onlar, kuldurlar,
zelildirler, güçsüzdürler ve mecburdurlar. O'nun için misaller verilmez. Çünkü
O, delil bulma ve mutedil olma noktasını aşmıştır. Kullar, O'nunla bir
tutulamaz. O, takdir ve tahdid seviyelerini aşkındır. O, herşeyde eşsiz bir
hüccet ve kudret sahibidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şeye benzemez.
Allah Teala,
anlattığımız bu hususlarla ilgili olarak zatının tekliğini irade ve
fiilleriyle teyid etmiş, kendisine ortak koşulmasını yasaklamış ve bununla
ilgili misaller vermiştir. Hükümleri bakımından kendisini yarattıklarıyla bir
tutanlara karşı hayretini izhar etmiş ve bu tür hareketleri, nimeti inkar ve
mülkünde kendisine ortak koşma olarak görmüştür.
Allah Teala,
müşrikleri haber verirken, bu insanların hüküm bakımından Zatı'nı yaratılmışlarla
bir tutarak dalalete düştüklerini, bunun üzerine kendisinin de onları dalalate
sevkettiğini bildirmektedir.
Allah Teala
bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar orada birbirleriyle çekişerek
şöyle dediler: Allah'a yemin olsun ki, doğrusu biz, açık bir sapıklık
içindeymişiz. Çünkü (ey taptıklarımız), biz sizi alemlerin Rabbiyle bir
tutuyorduk. Ve bizi hep o suçlular saptırmıştı". (Şuara/96-98)
Denildi ki:
Bu ayet, Kaderiyye hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, kötü işlerdeki yapma
ve engelleme gücünü insanlara izafe etmiş ve bu tür fiillerde halk ile Hâlık'ı
bir tutmuşlardır. Oysa Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Halbuki sizi de,
yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır". (Saffat/37) Görüldüğü gibi Allah
Teala, onları olduğu gibi yaptıklarını da kendine izafe etmiştir.
Bu ayet,
Kaderiye'nin de aralarında zikredildiği, mücrimun yani suçlular hakkında nazil
olmuştur. İnkarlarından dolayı Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mücrimler, şaşkınlıklar ve çılgınlıklar içindedirler. O gün
yüzleri üstü ateşe sürüklenecekler: 'Tadın Sekar'ın (cehennemin) dokunuşunu'
(denilecek). Muhakkak ki Biz, her şeyi bir kaderle yaratmışızdır".
(Kamer/47-49) Mücrimler; kendilerine tabi olan insanları yoldan çıkaran günahkarlar
olup kendilerine uyanlarla birlikte ateşe sürükleneceklerdir. Allah Teala,
yukarıda zikrettiğimiz hususların faziletini beş muhkem ayette daha da teyid
etmiştir. Bu beş ayet, zikrettiklerimizi genel olarak ihtiva eden ifadelere
sahiptir. Bunların şerh ve açıklamasını pek uzun tutmadık. Çünkü maksadımız, bu
babda delil bularak bunların delalet yönlerini ortaya kovmak değildir.
Bu ayetlerin
ilki şudur: "Allah, rızık yönünden bir kısmınızı, bir kısmınızdan üstün
kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler, rızıkla-rmı elleri altındakilere
vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın nimetini mi inkâr
ediyorlar?". (Nahl/71) Bu ayette, rızık bakımından üstün kılınanlar, iş
güç ve köle sahibi olanlar, alttakiler ise işçi ve kölelerdir. Birinci kısımda
yer alanlar, sahip oldukları nimetleri, alttakilerle paylaşmayarak Allah'ın
nimetini inkar etmiş olmaktadırlar.
İkinci ayet
ise şudur: "O size, kendinizden bir misal verdi. Size rızık olarak
verdiklerimizde, sağ elinizin malik olduğu (kölelerin) size ortak olmasını
ister de, siz o hususta anlayışlı olur ve aranızda birbirinizi saydığınız gibi
onları da sayar mısınız?". (Rum/28) 'Ben aynı şekilde kullarımdan birini
kendi mülküme ortak etmem. Siz de Benim kendime ortak kılmadığım kul ve
kölelerimi Bana ortak koşmayın. Çünkü Ben sizinle kölelerinizi bir tutmadım.
Şu halde kullarımı hükümranlığımda Bana denk tutmayın.
Üçüncü ayet
de şudur: "Allah şunu misal verdi: Bir köle var; hiçbir şeye gücü yetmez.
Bir de kendisine katımızdan güzel bir rı-zık nasibettiğimiz ve o rızıktan gizli
açık, Allah için sarfeden biri var. Bunlar hiç eşit olurlar mı?".
(Nahl/75) Burada da, infak etme gücü olmayan bir köle ile, infak gücü olan bir
mal sahibinin karşılaştırılması yapılmaktadır. Allah Teala infaka gücü
olanları da iki kısma ayırmış ve bunlardan bir kısmını cimrilikle vasfederken
bir kısmını da cömertlikle vasfetmiştir. Cimrilikle vasfettiklerini, infaka
güç yetirememe haliyle zemmetmiştir. Onu, malı infak edemez hale getiren de
yine O'dur. Diğerlerini ise malı infak edebilme gücüyle donatmış ve
cömertliklerinden dolayı övmüştür.
Allah Teala,
dördüncü ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah şunu da misal verdi: İki
kişi var; birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez. Efendisine sadece bir yük.
Efendisi onu ne tarafa gönderse hiçbir hayırlı işe yaramaz. Böyle biri,
adaletle emreden ve doğru bir yolda giden kimse ile eşit olabilir mi?".
(Nahl/76) Burada bahsi geçen kişi, ilim ve hikmete gücü yetmeyen, onlardan
habersiz olan kimsedir. Allah Teala bu ayette iki kulunu karşılaştırmıştır. Bunlardan
biri, akılsız, cahil ve hikmete karşı kayıtsızdır. Allah Teala onu, ilme
muktedir kılmadığı gibi ona istikamet de bahsetmemiştir. Daha sonra da onun
halini kınamış ve bu sıfatlarından dolayı ona olan gazabını bildirmiştir.
Diğerini
ise, adaletle emreden, sırat üzerinde müstakim olan biri kılmıştır. Onu bu yol
üzere kılan da O'dur. Kul, Allah Teala'nm gösterdiği iki yoldan birine, yine
O'nun yönlendirmesiyle girer. Hangi kul, Allah Teala'nın yolunda O'nun gücü
olmaksızın yürüyebilir? Allah Teala, ona nasibettiği hidayet ile kendisini
medheder ve böyle güzel vasıflarla niteler.
Allah Teala,
bu ayetleriyle yarattıkları için teşbih ve misallen-dirmenin beşer aklına uygun
olduğunu bildirmiştir. Bu misaller beşeri akıl bakımından Allah Teala'nm zatı
için haksızlık ve uygunluk sınırlarını aşar. Çünkü Allah Teala iki kuluna
farklı güçleri vermiş ve bu güçlere dayanarak yaptıklarından dolayı birini överken
diğerini zemmetmiştir. Halbuki Allah Teala, övdüğü kuluna güç verir ve nimetini
bahşederken diğerini çaresiz ve nasipsiz bırakmıştır. İnsan aklına göre bu,
açık bir haksızlık ve zulümdür. Allah Teala, bu meseleyi halletme babında
zatıyla misal verilmesini kesin olarak nehyetmiştir. Allah Teala aşağıdaki
beşinci ayette, bu meseleyi kat'i olarak halletmiş ve biz kullara kendi zatıyla
ilgili misal ve benzetmeleri kesin olarak yasak etmiştir.
Beşinci ayet
şudur: "Artık Allah"a 'Benzerler=misaller' tutmayın. Çünkü Allah
bilir, siz bilmezsiniz". (Nahl/74) Allah Teala, ilminin hakikati, bizler
ise ceheletimizin smırsızlığıyla böyle bir konumdayız. Allah Teala, bunu başka
bir ayet ile teyid ederek şöyle buyurmuştur: "O, yaptığından dolayı
sorulmaz. Onlar ise sorulurlar" (Enbiya/23).
İlimde
derinlik sahibi olanlar, hükümleri Hakim-i Mutlak olan Allah'a teslim etmiş ve
bu suretle O'nun azabından beri olmuşlardır. Müminler, takdir edilen bütün
kaderlerin Hüküm ve hikmet sahibi adil bir Rabbın hikmet ve adaletinin gereği
olduğuna iman etmiş ve bu suretle O'nun cezasından emin olmuşlardır. Çünkü
onlar, müte-şabihe iman etmişlerdir. Allah Teala da, lütfunun genişliğiyle
onlara bolca sevap vermiştir. Şüphe ve te'villerin ardına düşen ayağı kaymış
kimseler ise helak olmuşlardır. Çünkü onlar, dünyada böyle davranarak dalalete
düşmüş, ahirette de helaka mahkûm olmuşlardır.
Dahhak, İbni
Abbas'dan (ra) yukarıda anlattıklarımızı teyid eden bir söz rivayet etmiştir.
îbni Abbas, Allah Teala'nm "Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya o
azgınlardan bir kısmı tahsis olunmuştur" (Hicr/44) buyruğunun tefsiriyle
ilgili olarak şöyle demiştir: Her tabakanın altında bir tabaka olacak şekilde,
cehennemliklerin amellerine göre yerleştirilecekleri yedi tabaka vardır. Cehennem
ehli, işledikleri günahların vehametine göre cehennem derecelerini işte böyle
paylaşırlar. Cennetlikler de aynı şekilde amellerinin faziletlerine göre
derecelerini kazanırlar. 'Her kapıya o azgınlardan bir kısmı tahsis
olunmuştur' ibaresi de, bilinen belli bir nasip ve pay manasmdadır. Her
tabakanın sakinleri bellidir.
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Cennette hiçbir köşk, nehir ve nimet yoktur ki üzerinde
sahibinin ve bu mükafatı hakettiren amelinin adı yazılmamış olsun. Aynı şekilde
cehennemde de hiçbir, boyunduruk, zincir ve azap yoktur ki üzerinde ona sebep
olan amelin ve bu amele sahip olan kişinin adı yazılı olmasın.
Allah Teala,
cennete koyduğu kullarını kendisine itaat ve kullukta bulunmalarından önce
oraya yerleştirmiş, cehenneme attığı kullarını da O'na karşı günah
işlemelerinden önce oraya atmıştır.
Ariflerden
biri şöyle demiştir: Halk, Allah Teala'nm murad etmediği şeylerle O'na karşı
gelme gücünden daha aşağı iken, Allah Teala sevdiği kullarının kendisini razı
etmesinden daha yücedir. Allah Teala yokluk aleminde kullarından bir topluluğa
gazap etmiş ve onları varettiğinde, kendilerini gazap yurdu olan cehenneme sokabilmek
için gazap ehline yakışan işler yapmalarını takdir etmiştir. O, kıdemde
kullarından bir topluluktan razı olmuş, onları varettiğinde de kendilerini
rıza yurdu olan cennete yerleştirmek için rıza ehline yakışan amellerde
bulunmalarını takdir etmiştir.
Marifet
ehlinden biri şöyle demiştir: Allah Teala, mahlukatı yoklukta izhar etti ve
kudreti ile onları mevcut kıldı. Sonra onların amellerini izhar etti ve
amelleri kendi tercihleriyle seçmelerini istedi. Her kul, kendi iradesiyle bir
amel seçti. Bundan sonra amelleri onların içlerine yerleştirdi. Onları da
tekrar gayba döndürdü. Daha sonra onları varlık alemine çıkardığında
perdelerini akıl ile inceltti. Kullardan her biri de daha önce nefsi için
tercih ettiği amelleri icra etti. Böylece onlar hakkındaki hüccet de tamama ermiş
oldu. Allah Teala'nm bu alemde kendilerine perdelediği şeyler, yarın
kendilerine çıklanacaktır.
Konuyu bu
şekilde gören biri şöyle demiştir: İçimde kaderle ilgili bir tereddüt vardı.
Alimlere sorarak onu gidermeye çalışıyordum. Ama bir türlü tatmin edici cevaba
ulaşamıyordum. Bir gün Allah Teala'nm lütfuyla abdal zümresinden bir kulla
karşılaştım. Meseleyi ona arzettiğimde şöyle dedi: Vay haline, hüccet bulup ne
yapacaksın. Bize melekutun sırları açılır. Biz, ibadetlerin suretler halinde
semadan indiğini ve bazı insanların azalarına girdiklerini görürüz. Bundan
sonra o azalar, o ibadetlerle hareket ederler. Aynı şekilde günahların da
suretler halinde bazı kimselerin azalarına indiklerini ve o azaların, günahlarla
harekete geçtiklerini görürüz. Bunun üzerine tereddütlü zat şunu söylemiştir:
Kalbimdeki kaderle ilgili tereddüt tamamen kayboldu. İlim, kaderdeki kudreti
müşahede etmemi sağlamıştı.
Ben de bazı
kardeşlerimize, fiile güç yetirmenin (=istitâ'at), fiilin ne Öncesine ne de
sonrasına dayanmadığı hakkında Kelam ehlinin isbata dair fikirlerini müdafaa
ederek anlatmıştım. Ama bu, müşahede yoluyla ilm-i yakine mazhar olmamdan önce
idi. Bir gece rüyamda birinin şöyle dediğini gördüm: Kader, kudretten gelir.
Kudret ise, Kadir-i Mutlak olan Allah'ın sıfatıdır. Kader, hareket üzerine vaki
olur ama açık olmaz. Fiiller de uzuvlardan doğar. Ya da şöyle demişti: Fiiller,
uzuvların hareketiyle oluşur ama açığa çıkmaz. Bunun üzerine düşündüm ki, açığa
çıkmayan şeyler hakkında nasıl kelam yürütülebilir? Bundan sonra kendi
kendime, hiç kimseyle bu tür meselelerde kelami münazaraya girmeme sözü verdim.
Abidlerden
birinden şu söz nakledilmiştir: Seher vakti iki rekat namazı kıldım. Sonra içim
geçmiş ve uyuya kalmışım. Rüyamda üzerinde yıldızlar gibi parlayan beyaz
şerefeleri bulunan yüksek bir saray gördüm. Bina çok hoşuma gitmişti. Kendi
kendime, 'Acaba bu saray kimin?' diye sordum. Denildi ki: Bu, kıldığın o iki
rekat namazın sevabıdır. Bunun üzerine çok sevindim. Sarayın çevresini
dolaşmaya başladım. Şerefelerden birinin sütunun üstünden devrilmiş olduğunu
gördüm. Bunun üzerine tasalandım ve o şerefenin de yerinde duruyor olmasını
istedim. O ara bir hizmetçi geldi ve bana şöyle dedi: Bu şerefe yerinde
duruyordu. Ama sen, namazda başka bir şeye meyledince devrilip düştü.
Zahidlerden
biri hakkında şu hadise nakledilmiştir: Cennetteki makamı kendisine
gösterilmişti. Orada hurileri görmüştü. Huriler kendisine: Biz, senin
hanımlarınız, dediler. Zahid, anlatmaya devam ederek şöyle demiştir: Oradan
çıkarken huriler bana yapıştılar ve şöyle dediler: Ne olur, amellerini daha da
güzelleştir. Çünkü, sen onları güzelle ştirdikçe bizim de güzelliğimiz ve
nimetlerimiz artıyor.
Rabiatü'l-Adeviyye'den
de (ra) şu söz nakledilmiştir: Bir gece, seher tesbihatımı çektikten sonra
uyudum. Rüyamda büyüklük ve güzellik bakımından emsalini görmediğim parlayan
yeşil bir ağaç gördüm. Ağacın üstünde üç çeşit meyva vardı. Meyvalar, dünyada
gördüklerime benzemiyordu. Meyvalardan biri, bakire bir kızın göğüsleri gibi
bembeyazdı. Biri kırmızı, diğeri de sarı idi. Hepsi de ağacın parıltıları
arasından ay ve yıldızlar gibi parlıyordu. Ağacı çok beğenmiştim. 'Acaba bu
kimin?' diye sordum. Bir ses, 'Bunlar, senin az Önceki tesbihatımn sevabıdır
dedi. Ağacın etrafını dolaşırken, yere saçılmış altın renkli meyvalar gördüm
ve kendi kendime, 'Keşke bunlar da diğerleriyle birlikte ağacın üstünde
olsaydı' dedim. O zaman bir şahıs bana şöyle dedi: "Onlar da
yukarıdaydılar. Fakat sen teşbih çekerken bir an, mayanın olup olmadığını düşündün,
îşte o an, bu meyvalar yere saçıldı. Muhakkak ki bunlarda basiret sahipleri
için ibret, takva sahipleri için öğütler vardır. [25][25]
Rivayete
göre Ka'bü'l-Ahbar, Ömer b. Hattab'a (ra) şöyle demiştir: Yetmiş peygamberin
amelini yapıp götürmüş olsan, yine de Kıyamet gününün dehşetinden kurtulamama
endişesini taşırsın.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Kul, dünyanın ilk gününden Kıyamet anma
kadar bütün ömrünü yüzüstü Allah'a kulluk ile geçirmiş olsa dahi, Kıyamet günü
göreceği zelzele ve dehşetlerden dolayı Allah Teala karşısında hakir olacaktır.
Bir hadiste
de şu rivayet edilmiştir: Ölüm meleğinin işi, bin kılıç darbesinden daha
şiddetlidir. Bir kılın ölümden duyduğu acı bile çok büyüktür. Öyle ki, bütün
mahlukat ile ile ölüm ayrı kefelere konulup tartılsa, ölüm daha ağır basar.
Ölüm ile cennete giriş arasında yüzbin dehşet ve korku vardır. Bu korkulardan
her biri, ölüm korkusunun yüzbin kat daha şiddetlisi dir. Kul, bu korkulardan her
birinden bir rahmetle kurtulabilir. Buna göre kul, bu korkuların tamamından
kurtulabilmek için yüzbin rahmete ihtiyaç duyar. Bu sayıdaki rahmet de kulun
dünyada işlediği iyiliklere taksim edilmiştir. Kulun dünya hayatında yaptığı
iyiliklerin hepsi, rahmetin ortaya çıkması için bir zemin ve ahirette kendisine
bağışta bulunulması için bir yol teşkil eder.
Bu, hüküm ve
hikmet sahibi olan Allah Teala'mn hikmeti, merhamet sahibi olan Rahim'in
önceden tesbit edilmiş bir taksiminin neticesidir. Salih ameller, mükafaatm
yollarıdır. İyilik ve güzellikler de, ahiretteki kurtuluşun öncesinde gelen
rahmetin yollarıdır. Bundan sonra amellerin yolları üzerine sevaplar dökülür.
Dünya hayatında Allah Teala tarafından bahşedilen bu fazilet, O'nun ilk bağışıdır.
Allah Teala, kuluna olan tevfik ve inayetini güzel kılarak bu dünyada da onu
ödüllendirmiş olur. Ama O'nun rahmet ve lütfunun tamamı yarın ahirette
görülecektir. Muhakkak ki bu, her şeyi bilen ve her şeyden yüce olan Allah'ın
takdiridir. O, bu babda şöyle buyurmuştur: "İyiliğin karşılığı ancak
iyilik değil midir?" (Rahman/60)
Kudsi bir
hadiste de Allah Teala'mn şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Bizim tevhid
ile nimetten dir diğimiz kimsenin ödülü, ancak cennettir". Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'La ilahe illallah' diyen kimsenin ödülü, ancak Allah
Teala'ya nazar etmektir. Cennet de, amellerin karşılığıdır. Görmez misiniz ki
eğer Allah Teala, bugün bir kulunu tevhidden mahrum etmiş olsaydı cennetten de
mahrum ederdi. Eğer bugün İslâm'dan uzaklaştır s aydı, kendisine asla mağfiret
etmezdi.
Allah Teala,
cenneti Kendisine şirk koşanlara haram kıldığını kesin bir ifadeyle beyan etmiş
ve şöyle buyurmuştur: "İnkar eden ve insanları Allah'ın yolundan çeviren,
sonra da kafirler olarak ölenlere Allah asla mağfiret etmez".
(Muhammed/34) Böyle durumda olanlar için yapacak hiçbir şey, girilebilecek
hiçbir yol yoktur. Allah Teala'mn mağfiretine mazhar olacaklar için, takva ve
mağfiret ehlinden olacakları söylenmiştir. Bunlar, Allah Teala'mn takva
lüt-funu kabule yatkın olan kimselerdir.
Kendilerine
takva fazileti nasip edilenler, elbette mağfirete de layık olacaklardır. Allah
Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Ve onları takva kelimesine
bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehildiler". (Fetih/26);
"Allah'tan korkun, umulur ki merhamet görürsünüz". (En'am/155);
"Muhakkak ki Allah'ın rahmeti iyilik edenlere daha yakındır".
(A'raf/56); "İyilik edene tam olarak". (En'am/154); "İyilik
edenlere daha da arttıracağız". (A'raf/161); "Her kim çalışır, bir
güzellik kazanırsa, ona daha fazla bir güzellik veririz". (Şura/23)
Amelleri iyilik ve hasenat olan kimse, iyilik sahipleri yani muhsinıın arasında
sayılır. Amelleri şer ve kötülük olan kimseler ise, şerliler yani müsî'un
arasında yer alır.
'Hasene'
yani iyilik kelimesi, 'Hasen' yani güzel kelimesinden gelmedir. Hasene'nin
karşılığı da Hüsna yani güzel son olacaktır ki o da, cennettir. 'Seyyi'e' yani
kötülük kelimesi, Sû' yani kötülük kelimesinden gelmedir. Seyyi'e'nin
karşılığı Sev'â yani kötü son olacaktır ki o da, cehennemdir. Allah Teala,
cehennemi, varlıkları yaratmadan önce ve kulların cennetten olan nasiplerini
tamamladıktan sonra yaratmıştır.
Allah
Resulü'ne (sav) 'İhsan nedir?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Allah'a, O'nu görür gibi ibadet etmendir". [26][26] Murakabenin
başı da budur. Çünkü Allah Teala'yı müşahede etmediğin halde O'nu Rakîb olarak
görür ve murakabe edersin. Allah Teala, güzel amelleri, güzel kullarına mahsus
kılmış, kötü işleri de kötü kullara bela kılmıştır. O, bu taksimi ilmi, kaderi
ve hükmü ile tamamlamış ve lütfuyla da gizlemiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Kötü kadınlar kötü erkekler içindir". (Nur/26) Denildi
ki, buradaki kötü şeyler ile kasıd, kötü söz ve fiillerdir. Bu tür söz ve
fiiller, kötü kimselere layıktır. "İyi kadınlar da, iyi erkekler
içindir". (Nur/26) Denildi ki, iyi söz ve üilier iyi kimselere layıktır.
Allah Teala kendi dostlarının sonlarının mutlu ve güzel, düşmanlarının
sonlarının ise kötü ve mutsuz olarak geleceğini de haber vermiştir. O, iyi
kimselerin vefatlarıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Melekler,
canlarını hoş olarak aldıklarında 'Selam size yapmış olduğunuz güzel işlerin
mükafaatı olarak girin cennete' derler". (Nahl/32) Denildi ki, onlar
hayatlarını güzel ve temiz olarak sürdürmüş, güzel amellerde bulunmuş kimseler
olup vefatları da hoş ve güzel olarak tamamlanmıştır. Ölüm bile onlar için
güzel olmuştur.
Allah Teala,
zalimlerin ölümleri hakkında ise şunu haber vermektedir: "Nefislerine
zulmeden kimselerin canlarını melekler aldıklarında 'Ne işte idiniz?' dediler.
Onlar da 'Biz yeryüzünde aciz zayıf kimselerdik' dediler. Melekler de 'Allah'ın
arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya? dediler. İşte
bunların varacakları yer cehennemdir. O ne fena bir gidiş yeridir".
(Nahl/28) Bu kimselerin hayatları ve amelleri olduğu gibi kabirleri de zulmet
ve karanlık içindedir.
Yukarıda
zikrettiklerimize yakini olarak şahid olan kullar, murakabelerini devam
ettirip muamelelerini güzelleştirirler. Onların virdleri arasında kopukluk
olmayıp hayırları devamlı artar. Yakini imanlarmdaki saflıktan ve fazlasıyla
yaptıkları ibadet ve taatlar-dan dolayı müşahedeleri keskin olur. Neticede
Allah Teala'nın Övgüyle andığı kullar arasına girerler. Amel edenler, işte
böyle bir mertebeye ulaşmak için amel etmelidirler: "İmrenenler, artık ona
imrensinler". (Mutaffîfin/26) Allah Teala, böyle kullarını vasfettiği
başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Hayırlarda yarışırlar ve onlarda
öncüdürler". (Münıinun/61) Yani onlar, ölümle yarışır ve temiz bir hayatın
onları geçmesine izin vermezler. Onlar gafillerle yarışır, Allah Teala'nın
emirlerini boşlayanları geçerler.
Allah'ın
emirlerini boşlayan şatahat sahiplerinden biri, Hakim Teala'nın hikmetini
bilmeden bizler hakkında vehimlere kapılabilir. Bizim, bir şeyin bir şeye
karşılık verildiğini söylediğimizi iddia edebilir. Halbuki biz, bunu
söylemeyiz. Bize göre Allah Teala, hiçbir şeye karşılık iki şey verebilir.
Çünkü O, ibadet ve imanın zaman ve mekanı olan şeyi ilk verendir. Nimetler ve
cennetleri temsil eden şeyi veren de O'dur. Ama O, bunları hikmeti gereği belli
kanallara ayırmıştır. Bu, O'nun sabık ilminde mevcuttur. Daha sonra da onları
malum olan aleminde yaratmıştır. O, hüküm ve hikmet sahibi, herşeyi bilendir.
[27][27]
Yakin
sahiplerinin murakabelerinde dördüncü makam; kulun, ahirette bütün yıllarının
aylarıyla, aylarının da günleriyle, günlerinin de saatleriyle, saatlerinin de
nefesleriyle önüne serileceğini yakini olarak bilmesidir. Kul, soluduğu her nefesten
dolayı suale çekilecektir. Ne kadar küçük de olsa yaptığı bütün fiiller önüne
konulacaktır.
Kulun önünde
üç defter açılacaktır. İlk defterde 'Niçin yaptın?' sorusu yazılıdır. Bu
defter, hükümlerle sınanmayı teşkil eder. Kul, eğer bu defterden sıyrılırsa
ikinci defter açılır. Bu defterde 'Nasıl yaptın?' sorusu mevcuttur. Burada da
kulun yaptığı fiillerin herhangi bir ilme dayanıp dayanmadığı sorulacaktır.
Eğer kul, bu defterin sorusundan da kurtulursa, üçüncü defter açılır. Üçüncü
defterde ise 'Kimin için yaptın?' sorusu sorulur. Bu defterde de amellerin
ihlaslı olup olmadığı araştırılır.
Eğer kul,
niçin, nasıl ve kimin için sorularından herhangi birine sağlıklı cevap
veremezse, helaka gitmesinden korkulur. Ama şefkatli ve iyiliksever olan Allah Teala'nm,
kula bu noktada şefkat göstermesi ve hiç ummadığı bir anda onu bağışlaması
mümkündür. Kul, bu noktada kurtarılmasını isteyebilir, Allah Teala da bunu
hoşgörebilir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya
koyarız". (Enbiya/48) Yani büyük küçük demeden yaptığı herşeyi getirir,
karşılığını veririz. Allah Teala buyurdu ki: "Kim zerre mikdarı iyilik
yaparsa onu görür. Kim de zerre mik-darı kötülük yaparsa onu görür".
(Zilzal/7-8) Bu ayetin tefsirinde, ayetin Kur'an'da bulunan ve mücmel, mübhem
ve umumi (='âmm) olmasına rağmen en muhkem ayet olduğu söylenmiştir. Allah Resulü
(sav) hakkında vahiy indirilmeyen bir husus kendisine sorulduğu zaman 'Bende
sadece, herşeyi ihtiva eden bu ayet var5 derdi.
Ferazdak'm dedesi
Sa'sa'a, Kur'an'm sonundan doğru okurken bu sureye geldiği zaman, 'Bu bana
yeter, bu bana yeter. İyiyi de kötüyü de artık öğrendim'demiştir. Bunun
üzerine Allah Resulü de (sav) 'Adam, fakih olarak ayrıldı' buyurmuştur.
Ayette geçen
'Zerre' kelimesinin, güneş ışığında görülen ve iğne uçları kadar ince olan toz
zerresi manasında olduğu söylenmiştir. İbni Abbas'dan (ra) rivayet edildi ki:
Avucunuzu toprağa değdirdikten sonra kaldırdığınızda avucunuza yapışan o
tozlar, zerre olarak bilinir. Denildi ki, dört zerre birleştiğinde bir hardal
tanesi teşekkül eder. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Zerre, kılın bin parçasından
birine denir. Amellerde ise böylesine belli belirsiz olan hususlar bile
tartılıp görünmeyecek kadar gizli olan şeyler bile ağırlık yaparlar. İşte bu
sebepledir ki herşeyden haberdar ve kullarına karşı şefkatli olan Allah Teala
böyle haber vermiştir.'
Bu meyanda
daha önce zikrettiğimiz bir hususu tekrar dile getirmek istiyoruz: Amel
işleyerek cennete girebileceğini düşünen kimse ile, amel işlemeksizin cennete
gireceğini uman kimseler, cennete giremeyebilirler. Çünkü kulun yapması
gereken, üzerine düşen ameli ifa etmek ve ötesini düşünmeksizin Allah Teala'ya
tevek-
kül etmek,
amellerini lütfü ile kabul etmesini ümit edip adaleti gereği reddetmesinden
endişe etmektir.
Allah Teala,
Kendisi için sabreden, amellerinde O'na tevekkül eden kullarını medhetmiş ve
onlara ecirlerini lütfetmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
"Sabreden ve Rablerine tevekkül eden amel sahiplerinin ecirleri ne kadar
da güzeldir". (Al-i İm-ran/136) Ecir ve sevabın fazlası, Allah Teala'nm
lütuf ve rahmetiy-le cennette görülecektir. İşte bu, bugün dünya hayatında
bahşedilen muamelenin mükafaatmm daimi kılınması ve amel sahibinin mükafaatmm
sürekliliğinde ebediyete kadar daimi olmasıdır.
Allah
Teala'nm şu buyruklarını görmez misiniz? "Her kim çalışıp bir güzellik
kazanırsa, ona daha fazla bir güzellik veririz". (Şura/23); "İyilik
edenler için en güzel (son) yardır". (Yunus/26); "İşte onlar için,
amellerine karşılık misliyle ecir vardır". (Sebe/37); "Herkese,
amellerinden dolayı dereceler vardır". (En'am/132)- "Sabrettikleri
ve kötülüğü güzellikle savdıkları için onların ecirleri iki kere
verilir". (Ra'd/22) Yani onlar, yeni yaptıkları bir iyilikle, geçmişteki
bir kötülüklerini savarlar. Allah Teala onlara dünya hayatında iki türlü amel
nasip etmiştir: Bunların ilki sabır, ikincisi ise kötülükleri iyilikle
savmalarıdır. Böylece onlara, ahirette de iki kat karşılık hazırlamıştır.
İfadenin bu kısmı ayette hazfedilmiş olup ifadenin tam olarak takdiri
şöyledir: Onlara, dünyada sabretmeleri ve kötülüğü iyilikle savmaları sebebiyle
iki ecir verilir. Ayetteki bu ha-zif, mananın biraz kapalı olmasına yol
açmıştır. Ayette geçen Vav harfi, atıf gayelidir. Kötülük ise, ondan önce
gelir. Buna göre mananın düzeni, 'onlar daha önceki kötülüklerini, sonradan
yaptıkları iyiliklerle savarlar1 şeklinde olmaktadır. Böylelikle daha önceki kötülüklerinden
doğan azap ihtimali de ortadan kaldırılmış olur.
Sabrın en
güzel şekli, musibetler karşısındaki sabırdır. Hasenatın en güzeli ise, yapılan
günah ve işlenen rezaletlerden sonra ifa edilen tevbe-i nasuhdur. İki ecre
layık olanlar, arzu ve şehvetlerine karşı sabırlı oldukları ve kötülükleri
tevbe ile savdıkları için iki amel işlemiş gibidirler. Allah Teala da bundan
dolayı kendilerine iki ecirle lütufta bulunmuştur. Onlara bunu nasip eden de
O'dur. Çünkü sabır O'nun verdiği güçle mümkün olurken, tevbe de yalnız O'nun
içindir: "Senin sabrın, ancak Allah'ın yar dimiyi adır" (Nahl/127).
Tevbenin kabulü deancak Allah Teala'ya mahsustur. Allah'ın lütfuyla olan bir
hususta kula tevbe edilmediği takdirde, o tevbenin kul namına kabul görmesi de
mümkün değildir. Aksi halde Allah Teala'mn zatı noktasında şirk koşulmuş olur.
Hasenatm.en
güzellerinden biri de, kalbe doğan fikirlerin tamamında Allah Teala'mn
murakabe edilmesidir. Allah Teala'ya yakınlık sağlayan ibadetlerin (=Kurbât)
en faziletlisi de, nefsin Hesaba Çekici Allah için muhasebe edilmesi ve Habib
Teala için kulluk ve taata davet edilmesidir.
O'nun
cehennem ehliyle ilgi hikmeti de şöyledir: Onlar, azgınlık ve fesat bakımından
derecelere ayrılmışlardır. Allah Teala buyurdu ki: "İnkar eden ve Allah
yolundan çevirenlerin azaplarını (diğer) azaplardan artırdık". (Nahl/88)
Yani onlara, sadece inkar eden ama Allah yolundan çevirmeyenlerin uğrayacakları
azabın üstünde bir azap hazırladık. Allah Teala'mn bu manada olan başka bir
buyruğu da şudur: "İnkar eden ve zulmedenlere gelince Allah onları bağışlayacak
ve onları (doğru) bir yola iletecek değildir". (Nisa/168) Allah Teala
onları, inkar ettikleri için bağışlamayacak ve zulmettikleri için de yollarını
aydmlatmayacaktır.
Allah Resulü
de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Zulüm, Kıyamet günü zulmet ve
karanlıklara dönüşecektir" [28][28]
Allah Teala'mn şu buyruğu da bu manada görülebilir: "O kimseler ki, mümin
erkek ve kadınlara işkence yapmış, sonra da tevbe etmemişlerdir, muhakkak ki
onlar için cehennem azabı vardır. Onlar için çok yakıcı bir azap vardır"
(Buruc/10). Ayette de görüldüğü üzere bu kimseler için iki türlü azap vardır:
Bunların ilki, tevbe etmedikleri için uğrayacakları cehennem azabıdır.
İkincisi ise, iman edenlere yaptıkları işkencelerden dolayı uğrayacakları
yakıcı azaptır. Bunun bir benzeri de Allah Teala'ıun şu buyruğudur:
"Onların malları ve evlattandım çokluğu) seni imrendirmesin. Sadece Allah
onlan dünya hayatında bunlarla cezalandırmayı ve canlarının kafirler olarak
çıkmasını istiyor" (Tevbe/55). Yani Allah Teala, bu servet ve evlatlar
ile onlara dünya hayatında azap etmek ve ahirette de kendilerine azap edebilmek
için canlarının kafirler olarak çıkmasını sağlamak istiyor.
Bu ayet de
gayet açık biçimde ortaya koymaktadır ki Allah Teala kafirin, küfür üzere
ölmesini istemektedir. Ayetteki istemek fiili, masdar haline getirilen ve
başındaki atıf vavı ile bir önceki me-ful ile birleştirilen 'canların çıkması'
fiilinin mefulü durumundadır. Bir başka tefsirde ise, ayette takdim ve tehir
yapıldığı söylenmiştir. Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: Onların malları
ve evlatları dünya hayatında seni imrendirmesin. Allah Teala onlara, ahirette
bunlarla azap etmek istemektedir. O, ahirette onlar için iki azabı birleştirmek
ister. Bunların ilki malları ve evlatları, ikincisi ise, canlarının küfür
üzere çıkmasını murad etmesidir.
Malı ve
evladı olmayanlara ise cehennemde tek azap olacaktır. Bunu da Allah Teala'mn
üstteki buyruğundan çıkartmak mümkündür. Malı ve evladı olanlar, bunlar
sebebiyle cehennemde iki azap göreceklerdir. Bir de bunu destekleyen bir hadis
vardır ki bu hadise göre, inkar edenlerin fakirleri, cehenneme zenginlerden
beşyüz yıl sonra gireceklerdir. Bunun sebebi de, fakir kafirlerin dünyada
yaşadıkları yokluk ve mahrumiyettir. Müminlerin fakirleri de benzer şekilde
cennete zenginlerden beşyüz yıl önce gireceklerdir. Bunun sebebi de zengin
müminlerin, dünyada sürdükleri sefa ve yaşadıkları refahtır. Başka bir hadiste
ise, hasta müminlerin cennete sağlıklı müminlerden kırk güz önce girecekleri
bildirilmektedir. Allah yolunda istekli olarak şehit olan müminler de aynı
şekilde, isteksizce şehit olanlardan kırk güz önce cennete gireceklerdir.
Müslüman köleler de, müslüman köle sahiplerinden kırk güz önce cennete
gireceklerdir. Süleyman b. Davud (as) da, dünya hayatında sahip olduğu mülk ve
nimetlerden dolayı diğer peygamberlerden kırk güz mevsimi sonra cennete
girecektir. [29][29]
Telafisi
olmayan en büyük kaybediş ve en büyük pişmanlık ise, dünya hayatındaki
vakitlerinizi boş yere geçirerek, başkalarına bahşedilen ahiret sevabından
ebedi mahrumiyet derekesine düş-menizdir. Bu dünyada vakitleri dolu olarak
geçirmek ise, ahiret sevabı ve saadetinin ebediliğini temin edecektir.
En büyük
aldanış işte budur: Amellerini boşa çıkaran işler yapan amel sahipleri
aklanmıştır; vaatlarında durmayan öncüler de aldanmıştır; ihmal ettirip
engelleyenler de iyilikte yarışsalar bile aldanmışlardır. Dünya hayatında
aldanan ve Allah'ın hükümlerini boşa çıkaran kul, gafil amel sahibinin alacağı
sevaptan ebedi olarak mahrum olacaktır. Bu manada Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Adem oğlunun üzerinden, Allah'ı zikretmediği hiçbir saat yoktur ki,
cennete girse dahi onun için pişmanlık kaynağı olmasın". Hadisin başka bir
lafzında ise "Kemale ermiş iken Allah'ı zikretmeden geçen hiçbir saat
yoktur ki onun için kıyamet günü hesap ve sorgu sebebi olmasın". [30][30]
Cennete
girdikten ve cennet nimetini kazandıktan sonra duyulan pişmanlık, diğer amel
sahiplerinin sahip oldukları ziyade sevap ve makamlardan ebediyen mahrum olmak
sebebiyle duyulacak pişmanlıktır. Kul, diğer amel sahiplerinden daha aşağı bir
derecede yer alacak ve bu eksiklik hali onun için ebedi olacaktır. Fakat her
halükarda, üzerindeki nimetin eksilmemesi için bunu önemsemeyecek ve küçük
görmeyecektir.
Göz kırpması
ve nefes alma süresi kadar kısa süre için dahi nefsin uyanıklık ve zikirden
uzak olmaması gerekir. Allah Resulü'nün (sav) yukarıdaki hadisinde 'Saat'
ifadesini kullanarak daha kısa bir zaman süresini zikretmemiş olması bunu
değiştirmez. Çünkü 'Saat' kelimesi, Arap dilinde en kısa zaman aralığı için
sıkça kullanılan bir kelimedir. Allah Teala'mn şu buyruğuna uygun olan da budur:
"Ecelleri geldiği zaman ne bir saat Öne alınır, ne de tehir edilirler".
(A'raf/34) Malum olduğu üzere, ecel geldiği zaman ne bir lahza, ne de bir
solukluk süre kadar ileri de alınmaz, geri de bırakılmaz. Hadiste 'Saat'
kelimesinin kullanılması, Arapların bildiği en kısa zaman diliminin ima
edilmesi ve gerek nefes alıp verme anı, gerekse göz kırpması anı kadar kısa
olan zaman dilimlerinin bundan çıkartılabilmesi nedeniyledir.
Allah Resulü
(sav) 'Saat' kelimesini kullanmak suretiyle Rab-bi'nin hikmet ve kelamına uygun
olan yolu takip etmiş ve ondan daha kısa olan zaman dilimlerine böylece delalet
etmiş olmaktadır. 'Saat' kelimesi ve onun altındaki zaman dilimleri, Allah Teala'mn
şu ayet-i kerimesinde de, günlerin muhtevasına dahil edilmiştir: "Geçmiş
günlerde takdim ettiklerinize karşılık yeyin, için, afiyet olsun".
(Hakka/24) Ayetin tefsirinde şöyle bir yorum getirildi: Bahsedilen günler,
yaşadığınız bu günler olup gelecekte 'geçmiş/boşalmış günler5 olacaklardır,
öyleyse onları, yanınızdan geçip gitmesinden ve sona ermesinden önce salih
amellerle doldurun. Hasan el-Basri (ra) dedi ki: Ey Ademoğlu, ömrün duraklardan
ibarettir. Geçen her gün veya gecede, bir durağı katetmiş olursun. Duraklar
bittiğinde cennet veya cehennemdeki meskenine varmış olursun. Saatler bizi
naklederken, günler de hesabımızı dürmekle meşguldür.
Hikmet
ehlinden biri şöyle demiştir: Kulun, ömrü esnasındaki hali yüzmekte olan bir
gemide oturan adamın durumuna benzer. Kul da aynı şekilde, gaflet içinde
ahirete yaklaşıp durur. Denir ki: Kula, gece ve gündüzünün saatleri sunulur.
Kul, bu saatleri dizilmiş hazineler; yirmi dört hazine olarak görür. Dünya
hayatında herbiri bir hazine olan bu saatlere koyduğu hasenat sebebiyle her
hazinede nimet, lezzet, bağış ve sevap bulunduğunu müşahede eder. Bu da onu
sevindirir ve bununla gıpta eder. Dünyadaki her hangi bir saatini Allah'ın
zikriyle geçirmediği zaman ahirette bu saatin boş bir sandık olduğunu, ne
sevap, ne de bağış taşımadığını görür. Bu da onu rahatsız eder. Hiçbir birikim
sağlayamadığı böyle saatleri için pişmanlık duyar. Dolu geçirdiği saatlerinde
ise sevap birikiminin varolduğunu görür ve nefsinde huzur ve hoşnutlukla
karşılaşır. Kul, sadece hayırlar arasmd kaçırdığı nafile ve mendup-lar için
pişmanlık duyar olsa, hayırlardaki yarış ve müsabakada kaybettikleri bile onun
için pişmanlık kaynağı olacaktır.
Hal böyle
iken, Ömrünü kötülük ve günahlarla geçiren, kendisine kaybettirecek şeylerde
aşırıya kaçan kimsenin pişmanlık ve nedameti nasıl olacaktır? Kul, Ömründe
sadece helal ve mubah olanlarla meşgul olsa, bu bile kendisi için derece
bakımından eksikliği getirecekken, ömrünü yasaklar ve haramlarla dolduran
kimsenin hali nice olacaktır? Allah'ı teşbih ederiz, bu ne büyük bir tehlike ve
ne zor bir iştir! Bunu görebilenler ise ne kadar da az! O'nun hükümlerini hiçe
sayanlar ne kadar da gafildirler!
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Sonuçta kötülük eden kimseye mağfiret edilse dahi, hasenat
ehline bahşedilen sevabı kaçırmış olmayacak mıdır? Bu hususta şu haberi de
nakledebiliriz: Cennet ehli, nimetler içinde yaşarlarken üstlerinden bir nur
doğar ve dünyadaki güneşin insanlara heryeri aydınlatması gibi evleri onunla
aydınlanır. Cennetlikler, bu nur sayesinde kendilerinden üstte olan İlliyyun
ehline bakar ve onları, gökyüzünde ışık saçan bir yıldız gibi görürler. Onlar,
hem nur, hem güzellik, hem de nimetler bakımından kendilerinden daha
üsttedirler. Onların kendilerine üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü
gibidir. Onların havada diledikleri gibi uçtuklarını, birbirlerini ziyaret
ettiklerini ve Allah Teala'ya konuk olduklarını görür ve kendilerine şöyle
seslenirler: Ey kardeşlerimiz, bizi hoşgörün, biz de sizler gibi namaz kılar,
sizler gibi oruç tutardık. Sizi bizden üstün kılan nedir, söyleyin?
O zaman,
Allah Teala'dan şöyle bir nida gelir: Siz doyduğunuzda onlar aç oluyor, siz
suya kandığınızda onlar susuz kalıyor, siz giyindiğinizde onlar çıplak
duruyor, siz gülerken onlar ağlıyor, siz uyurken onlar kıyam ediyor, siz
güvendeyken onlar korkuyorlardı. İşte bu sebeblerle bugün sizden üstün
kılındılar.[31][31]
Allah Teala, bu manada şöyle buyurmaktadır: "Onların yapmış oldukları
amellere mükafaat olarak, kendileri için göz aydınlığından nelerin gizlenmekte
olduğunu şimdi hiç kimse bilmez". (Secde/17) Hadiste de şu rivayet
edilmiştir: "Cennet ehlinin ekseriyeti, safdillerdir, İlliyyun ise akıl
sahipleridir".[32][32]
Yakin
sahiplerinin murakabelerinin beşinci makamı da şudur: Allah Teala, bütün
kullarını korkutarak şöyle buyurmuştur: "Nihayet onlardan birine ölüm
geldiği vakit (şöyle) diyecektir: Rabbim, beni (dünyaya) geri döndür. Ta ki
terkettiğim şeyde belki iyi bir amel işlerim". (Mü'minun/99-100) Allah
Teala, onun bu isteğini açıklayarak şöyle karşılık verir: "Hayır o,
(sadece) bir sözdür ki onu söyler" (Mü'minun/100).
Ardından
müminleri kesin surette bu hale düşmekten nehyet-mekte ve böyle davrananların
eksikliğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, mallarınız
ve evlatlarınız sizi Allah'ın zikrinden oyalamasın". (Münafikun/9) Yani
mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'a kulluktan uzaklaştırmasın. Daha sonra
böyle davrananları bekleyen sonu haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Böyle
yapanlar var ya, işte onlar kaybedenlerdir". (Münafikun/9) Yani onlar,
derece bakımından eksik ve ahiret hesabında aldanmış olanlardır. Çünkü malları
ve çocukları, rızık veren Hâlık'a tercih etmişlerdir.
Allah Teala
bundan sonra verdiği rızıktan infak etmeyi emretmiş ve bunu imanla beraber
zikrederek bizleri sınamak gayesiyle yeryüzünün halifeleri kıldığını haber
vermiştir: "Allah'a ve Resu-lü'ne iman edin ve Allah'ın sizi yetkili
kıldığından infakta bulunun". (Hadid/7) Gafiller, bu buyruğun yarısına
kulak vermiş ve sadece iman ederek infakta bulunmamışlardır. Amel ehli ise,
sözün tamamını akletmiş ve hem iman etmiş, hem de infakta bulunmuşlardır.
Ancak ilim sahipleri aklederler. Allah Teala, infakı emrederek şöyle
buyurmuştur: "Sizden birine ölüm gelip de 'Rabbim beni yakın bir ecele
ertelesen de sadaka versem ve salihlerden olsam' demezden önce size rızık
olarak verdiğimizden infakta bulunun". (Münaflkun/10) Yani malımla
tasaddukta bulunayım ve işleyeceğim amellerle salihlerden olayım, diye boşa
yalvarma noktasına gelmeden önce. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid
ehline en ağır gelen ayetlerdendir.
Çünkü
ahirette Allah katında kendisi için bir hayır göreceğini uman hiç kimse,
ecelinin ertelenmesini ve dünyaya geri dönmeyi temenni etmez. Yine bu manada
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Günahkar kişi şöyle diyecektir: Allah'ın
yanında kaçırdıklarımdan dolayı yazık bana!". (Zümer/56) Ayette de geçen
'Hasret' kelimesi, pişmanlık duygusunun en ağır olan hali için kullanılır.
'Hasret',
kaçırılan ve telafisi asla mümkün olmayan bir şey için duyulan pişmanlığa
verilen isimdir. 'Allah'ın lütufları arasında kaçırılan' ibaresi ise, bir
anlamda ahirette Allah Teala tarafından hazırlanan ve kul tarafından kçırılan
mükafaatı ifade etmektedir. Dünya hayatında kaybedilen nasip manasına geldiği
de söylenmiştir.
Bu ayetin
akabinde gelen ayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Veyahut azabı gördüğü
zaman: Bana bir geri dönme (hakkı) olsaydı da, ben de ihsan ehlinden olsydım,
der". (Zümer/58) İlk ayette geçen 'Bir kişinin söylemesi' ibaresi, gizli
atfedilmiş ifadeler arasında yer alır. Onu gizli kılan da 'Söylemesinden önce'
veya 'Söyleme korkusuyla' ifadesidir. Atfı ise, öncesinde yer alan
"Başınıza azap gelmeden önce tevbe ile Rabbinizin merhametine sığının ve
O'na teslim olun" (Zümer/54) ibaresidir. Yani Rabbinize yönelip tevbe
edin, kalplerinizi, mallarınızı ve nefislerinizi O'na itaat ve kulluğa teslim
edin. "Azap, haberiniz olmaksızın başınıza ansızın gelmeden Önce
Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun" (Zümer/55) Yani azimet
gerektiren işlere ve faziletli amellere sarılın. Çünkü bunlar mubah kılman ve
izin verilen ruhsatlardan daha güzeldir. Zühd, vera', korku ve yakini iman ise
Rabbimizin bize indirdiklerinin en güzelleridir.
Allah Teala,
işte bütün bu buyruklarının ardından "Günahkar kişi şöyle diyecektir:
Allah'ın katında kaçırdıklarımdan dolayı yazık bana!". (Zümer/56)
buyurmuştur. İfadenin uzunluğundan dolayı zamirin gizliliği ve atfın yeri zor
anlaşılır hale geldiğinden ilk okumda anlaşılması güçleşmiştir. Kur'an'da
bundan bile daha özlü ve anlaşılması daha zor ibareler vardır. Buna misal
olarak şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "O halde sana dini ne yal ani
atabilir?". (Tin/7) Ayetin manası, seni dini yalanlamaya sekeden nedir?
şeklindedir. Ey en güzel surette yarattığımız insan, gaybı ve kainatı,
bunlarla ilgili dini hususları, sevap ve günahı anlatan bunca beyan, delil ve
burhandan sonra seni dini yalanlamaya sevkeden nedir? Allah Teala bu ayetin
hemen ardından "Allah, hakimlerin en hakimi değil mi?" (Tin/8)
buyurarak bu manayı teyid etmiştir.
"Dünyadaki
nasibini unutma" (Kasas/77) ayeti de bu nevi ayetlerdendir. Bu ayetin
manası, dünyadaki günlerini amellerle geçirerek ahirette seni bekleyen nasibi
bu dünyada kazanmayı ihmal etme, şeklindedir. Çünkü ahiret nasibinin kazanılma
yeri, dünyadır. Allah Teala bunun hemen arkasından "Allah'ın sana ihsanda
bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun" (Kasas/77) buyurarak üstteki hükmünü
teyid etmiştir. İhsanda bulunmak, kulun kendi nefsine ve fakir kardeşlerine
iyilikte bulunması manasmdadır. Çünkü Allah Teala servet ve zenginlik vererek
dünyadaki nasibini kazanma imkanını ona ihsan etmiştir.
Allah Teala,
bundan sonra bütün insanlığa haber vererek onları uyarmış ve şöyle
buyurmuştur: "Nihayet kendilerine Kıyamet ansızın geliverince 'Eyvah orada
kaybettiklerimize' derler". (En'am/31) Yani, dünyada kaybettiklerimiz ve
bu yüzden ahirette kaçırdıklarımız için öyle pişmanız ki, derler. Bu babda
rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denilmektedir: "Kötülük yapan kimse,
neden iyilikte bulunmadığını düşünerek pişmanlık ve hasretle Ölür. İyilik
yapan kimse de, niçin daha fazla iyilikte bulunmadığım düşünerek pişmanlık
duyar" [33][33]
Çünkü Allah Teala selamet ve necat ehlini biri diğerinin üstünde olan iki
tabakaya taksim etmiştir. Helak ehli ise, tek bir tabakada kılınmıştır. Bu
tabakada yer alan kötülük sahipleri ise birbirlerinin daha altında olarak
sıralanırlar. Amel defteri soldan verilen kimseler, Allah Teala'nm "Her
nefis kazandığına karşı rehindir". (Müddessir/38) buyruğu gereği defterleri
sağdan verilenlerden olamadıkları için pişmanlığa boğulurlar.
Amel
defterleri sağdan verilenler ise, Allah'a yakın kılınanlardan olamadıkları
için nedamet hissederler. Mukarrebûn arasında yer alan salihler ve şehitler
arasında olmayı temenni ederken, şehitler de sıddıklar arasında olmak
isterler. İşte Allah Teala'nm gafilleri uyardığı pişmanlık günü
'Yevmü'l-hasret' bugündür. O gün gelip çattığında, hiçbir iyilikleri olmaksızın
ölmüşseler ne yapacaklardır?
O gün,
uyarılma ve hatırlatılma da hiçbir işe yaramayacaktır. Nitekim Allah Teala bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar gaflet içinde ve iman etmezlerken,
sen onları her işin bitmiş olacağı o hasret gününü dehşeti ile uyar".
(Meryem/39); "Hayatta olanı uyarması için". (Yasin/70); "Sen
sadece ondan korkan için bir uyarıcısın. Yalnızca zikre tabi olan ve Rahman'dan
görmeden korkanı uyara-bilirsin". (Yasin/İl); "Şimdi senden perdeyi
kaldırdık, artık bugün gözün keskindir". (Kaf/22) Denildi ki terazinin
diline dikkatle bakar ve eksiklikten endişe edersin.
Yine Allah
Teala buyurdu ki: "Ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğinde". (Kaf/19)
Denildi ki, ölüm sarhoşluğu anı, kulun lehte ve aleyhte olan sabıkalarıyla
beraber gelir. Hakk odur ki, katımızdan onlara bir güzellik verilmiş ama onlar
hakkında Rablerinin iman etmeyeceklerine dair varolan kelimesi hak olmuştur.
Bunun altındakiler de bu kelimenin kapsamında yeralırlar. Hadiste buyruldu ki,
"Ameller içinde sadece hatimeleri tartılır". [34][34] Hatime, en
son ameller manasındadır. Buna göre öncekilerle sonraki ameller arasındaki
ameller, zikre değmeyecektir. O gün tartı haktır. Adalet ve sıdk üzere
neticelenecektir. Rabbinin kelimesi de dostları için sıdk, düşmanları için
adalet içinde tamama ermiş olacaktır. Yaratama da emir de O'nun hakkıdır, [35][35]
Bu makamda
Allah'a yakın kılınan mukarrebun, imanlarının semeresi olan hayırları müşahede
ederler. Yakini imanın gereği salih ameller iken, şek ve şüphenin gereği de
oyun ve eğlencedir. İşitme ve görme müttakilerin iki temel vasfı iken, körlük
ve sağırlık da şüphecilerin temel vasıflarıdır. Bütün bu hakikatlar, Allah
Tea-la'nm şu buyruğunda tecelli etmektedir: "De ki: Eğer iman ediyorsanız,
imanınız size ne kadar kötü şeyler emrediyor?" (Bakara/93) Bu ilahi buyruk,
imanın müminlere iyilik ve takvayı emredişinin en açık delilidir.
Allah Teala,
yakin sahibi olduktan sonra işitip gören ve salih amellere nail olmak isteyen
kullarının ağzından şunu haber vermektedir: "Ey Rabbimiz, gördük,
işittik, şimdi bizi geri çevir salih bir amel işleyelim. Zira yakini olarak
iman ettik". (Secde/12) Yine O, hayatlarım oyun ve eğlencede geçirenleri
haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Aksine onlar, bir kuşkuda oynaşıp
dururlar". (Du-han/9) Sonra onların yakini imandan mahrum olma hallerini
haber vererek şöyle buyurmuştur: "Hem onlar hakkı işitmeye güç
yetire-miyorlardi, hem de görmüyorlardı". (Hud/20) Çünkü yakini bir iman
ile inanmıyorlardı.
Kendilerine
yakini bilgi geldiği zaman, yani Kıyametin dehşetini fiilen yaşadıkları zaman hakkı
hem işittiler, hem de gördüler ve şöyle dediler: "Ceza gününü yalanlardık.
Hatta yakin (ölüm) gelip bize çattı". (Müddessir/46-47) Allah Teala,
onların Kıyamet günü çok güçlü bir görme ve işitme melekesine sahip olacaklarım
haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Bize geldikleri gün öyle iyi işitir ve
öyle iyi görürler ki". (Meryem/38) Yani onlar, Allah Teala'nm katına
vardıklarında, orada karşılaşacakları şeyler nedeniyle öyle iyi işitir ve öyle
net görürler ki. Bu ibare, ayetten de anlaşılacağı üzere sıfatta mübalağa
ifade etmekte ve, mesela 'Ne kadar da ikram sever, ne kadar da yüce' ifadesinde
görülen türde bir mana taşımaktadır.
Aynı şekilde
dünya hayatında da Allah Teala'ya ulaştığınız zaman yakin sahibi olur ve daha
önce işitmediklerinizi işitir, daha önce görmediklerinizi görebilirsiniz. Ama
Allah'ın yarattığı eşler, ortaya çıkardığı şekil ve benzer varlıklar sizi
oyalamakta ve bunlara meyletmenize yol açmaktadır. Daima bunlarla beraber
olmak, size kaybettirmektedir. Halbuki bütün bunlardan Allah'a firar etseniz,
en hayırlı olana firar etmiş olur ve O'nun katında çok güzel bir makama
sığınmış olursunuz. Eğer kabul edersen Allah sana bütün bunlardan Kendisine
firar etmeni emretmiş, eğer işitirsen seni onlara meyletmekten de
sakındırmıştır. Eğer anlarsan, uyarıyı sana açıklamış, eğer bilirsen yarattığı
çiftleri senin için bir ibret kaynağı kılmış, eğer zikre tabi olacaksan bütün
bu çiftleri kendisine döndüreceğini bildirmiştir.
Eğer O'nun
yakınlığını istersen, onların O'na olan şevklerini de görürsün. O'nun şöyle
buyurduğunu hiç işitmedin mi? "Her şeyden iki çift yarattık ki, öğüt
alasınız". (Zariyat/49) Yani onlar vasıtasıyla Allah'ı zikretmeniz ve
onlar sayesinde Allah'a iştiyak duymanız için her şeyi iki benzer ve iki şekil halinde
yarattık. Allah Teala bu buyruğunun hemen ardından "O halde hemen Allah'a
sığının". (Zari-yat/50) buyurmuştur. Yani, çift yaratılan bu şeylerden
kaçarak zühd sahibi olun ve Allah'a sığının. O, bu ayetinin akabinde de şöyle
buyurmaktadır: "Allah ile beraber başka bir tanrı uydurmayın".
(Zari-yat/51) Yani O'ndan başkasına uluhiyet atfederek Allah'a şirk koşmayın.
Gözleri ve kalpleriyle müşahede eden mukarrebun zümresinin Allah'ın kelamından
işittiklerim anlama şekilleri budur. Onlar, işte bu anlayışla Allah Teala'nm
emirlerine boyun eğerler. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır: "Ancak işitenler
icabet ederler" (En'am/36); "İman eden ve salih ameller işleyenler
icabet ederler" (Şura/26) Allah Teala da onlara lütfuyla daha fazla sevap
bahşeder. Peki kendisine çok uzak bir yerden nida edilen nasıl işitebilir?
Aynı şekilde kalbinde kilit bulunan inatçı biri nasıl görebilir? İşitmeyen
biri nasıl icabet edebilir? Görmeyen biri nasıl şahitlik edebilir? Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır kılar". [36][36]Heva,
kulu hakka karşı kör ederken, şehvet de nasihat ve doğruluğa karşı s
ağırlaştırır.
Buna karşın
Allah Teala'yı sevdiğinizde daima O'na bakarsınız. O'na baktıkça gözleriniz
O'ndan başkasını görmez olur. Eğer O'na yönelirseniz, daima O'na kulak
verirsiniz. O'na kulak verdikçe kulaklarınız O'ndan başkasını işitmez olur.
Eğer Allah da sizi severse, gözünüz, kulağınız, kalbiniz, eliniz, yardımcınız
ve destekçiniz olur. O'na dua ettiğinizde size icabet eder, istediğinizde
verir, siz O'na samimi davrandıkça O da size karşı samimi olur. Bize ulaşan
hadislerde de bu hususlar teyid edilmektedir.
Daima
O'nunla meşgul olmanız, sizi kendinizle meşgul olmaktan, daima O'nunla beraber
olmanız sizi bizzat kendinizle beraber olmaktan uzaklaştırır. Böyle olunca da
O'nu kendi nefsiniz, arzularınız ve dünyevi isteklerinizle dinlemez, görmez ve
katında bu şekilde hareket etmezsiniz. Bu, bir habibin habibi yanındaki
hareket tarzının niteliği, bir mahbubun kendi mahbubunu metin kılmasına dair
ihbarı mahiyetindedir. Kul, bu hakikati zanne'l-yakin ile değil aynel-yakin ile
görür ve zikrettiklerimize kulak verirse, vaktin ne kadar da hızlı geçtiğini ve
telafisinin de mümkün olmadığım idrak eder ve kaçırdığı vakitler için büyük bir
kaygı ve hüzne kapılır.
Geçmiş vakitlerde
kaçırdıklarından duyduğu pişmanlık ile gelecek vakitlerinde önceki kaçırışına
başka bir kaçırış ilave etmez. Böyle yapması halinde yeni bir hüzün ve nedamet
hissine duçar olacaktır. Böyle bir kul, sonradan pişman olacağı, sonundan hayır
umulmayan ve ahirette gıpta edilemeyecek kötü amellere de elbette
bulaşmayacaktır.
Gafletinin
son deminde uyanan kulun durumu; o gün yapması gereken bir amel bulunduğu halde
boş bir dalgınlık veya unutturu-cu bir uykudan dolayı onu savsayan ve o sabah
yapması gereken ameli ancak ikindi vaktinden sonra hatırlayan kulun haline benzer.
Bu kul, günün kalan vaktinde sabahleyin kaçırdığı ibadeti telafi etmek için
nefsinde hırs, acele, sürat ve gayretkeşlik taşımaz. Aksine günün kalan
kısmının geceye kadar uzatılmasını veya günün ilk kısmının telafi için tekrar
geri döndürülmesini arzular. İşte bu, gaflet uykusundan çok geç uyanan
tevbekar kulun halidir.
Böyle biri,
ölümden sonra vakitlerinin çoktan dolup bitmiş ve kaçırdıklarını da telafi
etmenin imkansızlaşmış olduğunu kesin olarak gördükten sonra uyanır. İşte bu,
kula en büyük pişmanlığın çöküş anıdır. Yakin sahiplerinden olan akıllı kullar
ise, kısacık ömrün kalan bölümünde acele etme ve gayret sarfetme ihtiyacı
duyarlar. Çünkü geçmiş zamanda kaçırılan şeyleri telafi etme düşüncesiyle
meşgul olarak gelecekte olan amelleri kaçırmak, ikinci bir kaybedişten bşka bir
şey değildir. Uyanık kul, gayretkeşliği sayesinde her vakti vaktinde
değerlendirir ve her saatten bir nasip sahibi olur. Amellerinin hazineleri
olan saatlerini, peyderpey doldurur ve böylelikle saat haznelerinin hepsi de
dolmuş olur. Bunda hassas davranmasının sebebi, ileride saat haznelerini boş
olarak görmeme isteğidir. Yoksa göreceği boşluklar, kendisi için büyük pişmanlıklara
sebep olacaktır.
Amellerde
daha fazlasını temenni eden Rica ehlinin uyacakları yol budur. Onlar, dünyada
daha fazla kalarak Rablerine daha güzel hizmetlerde bulunmak isterler. Sırat
üzere müstakim olan tevbekar kulların makamı budur. Onlar, geçmişte
kaçırdıklarını da telafi edebilmek için yaşadıkları saatleri dolu dolu
geçirmeye gayret ederler. Ulema nezdinde, akıl ve ihtiyatın gereği de budur.
Eğer ahiret hesabı, söylendiği gibi zor ise, kul Allah Teala'nm hüsn-ü tevfiki
ile ondan salimen sıyrılır. Eğer onun umduğu gibi kolay ise, o zaman da
amelleri derecelere, faziletleri de makamlara dönüşür. [37][37]
Vakitlerin
kaçırılma korkusuyla zamanında idrak edilmesi, bir yerin değil de başka bir
yerin temenni edilmesi veya içinde bulunulan vaktin düşüncesi dışında başka
bir vaktin beklenilmesi veya bir hali bırakıp başka bir halin gelmesini bekleme
şeklinde olamaz. Asıl olan; günün orucunu tutmak, gecesinde kıyam etmek, bir
saatinde Allah'ı zikretmek, kalbin dağınık tasalarını toparlamak veya hatıra
gelen kötü bir tesiri kaldırmaktır. Bu, göze sahip çıkmak, kulağı boş ve
çirkin sözlere karşı korumak, kötü işlerden el çekmek, kirli yollara ayak
basmamak, çirkin sözlere karşı susmak, lezzetli bir lokmayı terketmek. gıdayı
eksiltmek, yemek yiyecek biri için açlık halini uzun tutmak, güzel bir şeyi
emretmek, çirkin bir işten nehyetmek, güzel bir şeye niyetlenmek, kötü bir şey
için yapılan niyeti bozmak, daima tevbeyi tazelemek, kalbi tefekkürle çalıştırmak,
sû'i zannı akıldan atmak, hüsnü zan sahibi olmak, doğru yol üzere olmak, bir
maksad için azmi sıhhatli kılmak, azimeti güçlendirecek sebeplere sarılmak,
iyilik ve takva üzerinde yardımlaşmak şekillerinde de olabilir.
Bütün
bunlar, aynı anda olabilecek fiillerdir. Kul, bunları yaşadığı anda yapar ve
asla geleceğe tehir etmez. Bunlar için başka bir zamanın gelmesini ne umar, ne
de böyle bir beklenti içinde olur. Bunları, yaşadığı an dışında başka bir vakte
tecil etmediği gibi, bunları yapabilmek için bulunduğu mekanın dışında başka
bir mekan da aramaz. Vakitleri kaçırmamak kaygısıyla içinde bulunduğunuz anda
idrak edebilmenin yolu işte budur.
Aksi halde
erteleme, tecil etme, savsaklama, bekleme ve temenni etme gibi haller ortaya
çıkar ki bunlar da İblis'in askerleridir. İblis, bu askerlerini kullanarak
müridlik yoluna düşenleri yoldan çıkarır. Bu da, aldanmışlarm makamı ve
Allah'ın hükümlerini geçersiz kılanların halidir. Onlar sadece nefislerine
dayanan, hevalarıy-la başbaşa bırakılan, yaşadıkları andaki amelleri idrak etmeyen
ve yarınları için hiçbir hazırlık yapmayanlardır. Allah'ı unutmuşlar, Allah da
onları unutmuştur.
Vakit,
tükendiği zaman kaybolan ve hüküm gününe dek asla tekrar varolmayacak olan bir
şeydir. Saatler de böyle olup geçip gittikleri zaman dürülüp kaldırılır ve
diriliş gününe dek bir daha açılmazlar. Ancak benzerleri ve emsalleri açılmaya
devam eder. Yakin sahibi olan kul, bütün ömrünün aslında bir gün, bir gününün
tek bir saat, o tek saatinin de yaşadığı o an olduğunu bilir. Yine bilir ki,
kendisinin vakti o anki hali, hali ise kalbinin o anki durumudur. O halinden
kalbi için bir şeyler alarak amelinin sonuna kadar kendisini Rabbine
yakınlaştıracak bir şey yapmış olur. Bu esnada ilminin gösterdiği en faziletli
ameli ve Mevla'sının mendup gördüğü fiili ifa eder. Ölümün kendisini ansızın
yakalaması da mümkündür. Ölüm, amelinin hatimesi olur ve Rabbinin huzuruna o an
yapmakta olduğu amel ile gider.
Kul, daha
sonra vaktinden hali için bir şeyler alır ve bunlarla kalbini İslah ederek
takviye eder ve onu Rabbine muhlis kılar. Kul, bundan sonra saatlerinden vakti
için bir şeyler alır ve bunlarla Rabbi katındaki halini güzelleştirmeye
çalışır. Gününden saatleri için bir şeyler alır ve bunlarla o saatlerdeki
halinin İslahını sağlamaya çalışır ve ihtiyaçlarını karşılar. Ayından da günü
için bir şeyler alır ve ayı günü, günü saati olur. Saati sayesinde vaktiyle,
vakti sayesinde de haliyle sürekli meşgul olmuş olur. Böyle davranan kul,
vaktine riayet etmiş, halini muhafaza etmiş, nefsi üzerinde hakim, kaygı ve
tasasını Allah'a has kılmış, nefeslerini sayan, kendisini gözetleyeni murakabe
eden ve Habibi ile aynı meclisi paylaşan bir kul olur. Ondan çıkan her nefes,
ya Rabbinin zikriyle, ya nimetinin şükrüyle, ya O'nun sevgisinden doğan
sabrıyla, ya çok ağır bir şartta O'na rıza ile geçer.
Kul, böyle
bir hale ulaşmak suretiyle devamlı kendisini gözetle-yene bakar, kendisine en
yakın olana kulak verir ve en sevdiğine gi-' der olur. O'ndan başkasına bakmaz,
O'ndan başkasını düşünmez hale gelir. Böylelikle bütün ömrünü bir gün, günü bir
saat, saati an, anı hal, hali nefes, nefesi murakabe, murakabeyi karşılaşma
kılmış olur ve asla sapmaksızm daima O'na yönelip asla dönmeksizin O'na
yakınlaşma yolunda yürür. Bu hal üzere iken imanında artış, yaki-ninde ise
sürekli tazelenme içinde olur. Hayatın güzellikleri kendisine hesapsızca
verilir, kalbindeki perde kaldırılır. Marifet, onun makamı olurken günleri
kısalır. Bütün vakitleri, Tek olana mahsus olan tek bir vakit, kalbi de Tek
olanla dolu olan tek bir kalp haline gelir. Bütün gayretleri Tek olana mahsus
olan bir tek gayrete dönüşür. Bu, peygamberler gibi misal gösterilen abdal
zümresinin halidir. Yakin sahipleri arasmda bile böylelerinin sayıları hayli
azdır. Böylesi kulların, yakinden aldıkları nasip ise oldukça boldur. Bunlar,
sıddıklar ve mukarrebun zümresindeki kullardır.
Yukarıda
zikrettiğimiz hususları yakin üzere bilenler, salihler-dendir. Bunlara iman
eden ve asla şüphe duymayanlar ise tasdik imanına layık olarak yakin sahibi
Mûkinun zümresinde yeralırlar. Bunları kesin bir şekilde müşahede ederek,
haklarında mütalalara sahip olanlar ise şahitler arasında zikredilirler.
Zikrettiğimiz hususlar müminlerin murakabeleri, mukarrebunun şehadetleri muhtevasından
olup bunlardan birini idrak eden kul, tevbe ve ilim üzere ameli şahsında
toplamış olur. Makamı tevbe, hali istikamet olan bir kul, muhibbanm şehadeti
mertebesine yükseltilir.
Makamı ilim,
hali de ilmiyle amel olan bir kul ise, korku ehlinden sayılır. Bu ikisi; daimi
olarak Karîb'in yakınlığıyla vecd bulan, Şehîd'in huzurunda şehadet eden arif
kulun halleridir. Böyle bir kulun nefesleri ve bakışları dahi salih amellerden,
eserleri ve davranışları hasenattan, fikirleri ve zikirleri müşahedattan kabul
edilir. Onun bütün hareketlerinde kalbi hazır ve uyanıktır. Arif, işte bu
şekilde daimi vecd sahibi olarak vasfedilmiştir.
Arifler
zümresinden olan bir zat bana şunu nakletti: Bir defasında, kendisini tamamen
Allah'a kulluğa hasretmiş murakabe ehlinden birini ziyaret etmiştim. Bana
şöyle dedi: Allah Teala'nm lütfettiği nimetlerden sadece bir türünden
yirmidört bin nimet saydım. Dedim ki: Bu nasıl olur? Bana dedi ki: Gece ve
gündüz esnasındaki nefeslerimi saydım ve yirmidört bin nefes olduğunu gördüm.
Denir ki: Göz açıp kapamalar, bu sayının tam bir mislidir. Çünkü her nefeste
göz iki kere açılıp kırpılır veya hareket ettirilir.
Başka bir
zattan şöyle bir rivayet işittik: Allah Teala, peygamberlerinden birine
vahyederek şöyle buyurmuştu: Üzerindeki nimetlerime karşılık şükrünü nasıl eda
edebilirsin? Kökünü yumu-şatsan veya ucunu kısaltsan da tenindeki her kılda
senin için iki nimetim vardır.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: -Bu sözün benzeri, Ali'den (kv) rivayet edilmiştir-. O
şöyle derdi: Kulun ömründen kalan kısım dışında kırmızı kibritten daha değerli
hiçbir şey yoktur. Yine o şöyle demiştir: Ömürden kalan kısmın mikdannı ancak
peygamberler ve sıddıklar bilebilir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Ömrün
kalan kısmını ancak kırmızı kibritin kaynağını bilen bilebilir. Denir ki:
Kırmızı kibrit, karanlıklardan doğan bir kaynak olup sadece abdal zümresi
tarafından bilinebilir. Kırmızı kibrit, som altının yapıldığı kimyasal
terkiptir. Bu terkipten az bir şey dahi kullanılmış altın cevherine atıldığı
zaman altın olduğu hal üzere kalır. Aksi halde altın yıllar içinde bozulup
değişir.
Kırmızı
kibritle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiş herhangi bir
hadise rastlamadım. Bununla ilgili duyduğum tek hadis, Ali'ye (kv) ait olup
abdal zümresinin vasıflarını anlatan hadistir. Bu hadisin son kısmında şöyle
buyrulmaktadır: "Ümmetimde kırmızı kibritten daha değerli bir şey
yoktur". Allah Resulü (sav) saf
altını da sadece İbtila' hadisinde zikretmiş ve şu manada buyurmuştur:
"Allah Teala kulunu, bela ile tecrübe eder. Tıpkı sizden birinin altını
ateş ile tecrübe etmesi gibi. Kullarından kimi, saf altm, kimi de yanmış kara
cüruf çıkar, kimi de bu ikisi arasında bir şekilde çıkar".[38][38]
Bu fasılda
mukarebun zümresinin makamlarını, yakini iman sahiplerinin hallerini ve Allah
rızasından uzaklaştırılan gafillerin durumlarını mütalaa edeceğiz.
Kul, bir
Önceki fasılda belirttiğimiz vasıflara sahip olduğu zaman Allah Teala'nm
haklarında şu ayet-i kerimede buyurduğu insanlar arasında sayılır: "Onlar
ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar ki şehadetlerinde
kaimdirler". (Me'aric/32-33) Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Kulun
Ömrü, Allah Teala'nm bir emanetidir. Öldüğü zaman Allah Teala kendisini bu
emanet hakkında sorguya çekecektir. Eğer onu ihmal etmişse, Allah Teala'nm emanetini
zayi etmiş, O'nun ahdini terketmiş sayılacaktır. Eğer vakitlerini gözetip
saatlerini Allah Teala'nm itaat ve kulluğunda geçir-mişse Allah Teala'nm
emanetini muhafaza etmiş, O'nun ahdine vefa etmiş sayılır. Bu durumda, Allah
Teala da kendisine olan ahdinde duracaktır. O, buyurdu ki: "Benim ahdime
vefa edin ki, ben de sizin ahdinize vefa edeyim ve yalnız Ben'den korkun".
(Bakara/40) Ahdinizi terketmeniz halinde doğacak neticeler bakımından yalnız
Allah'tan korkmanız gerekir.
Allah Teala,
başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin açık bir
delili üzerinde bulunup da ardınca yine Allah'tan bir şahid olarak (Kur'an)
gelen, ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın kitabı
gelmiş olan kimse gibi midir?". (Hud/17) Ayetteki 'şahid'Allah Teala'nm
ona karşı makamına beyan ile şahit olup yakini şehadette bulunan,
nıanasmdadır.
Böyle biri,
kötü ameli kendisine süslü kılınıp nevasına uyan ve he-vasım Allah'a itaata
tercih eden kimse gibi olur mu? Ayette tavsif edilen kul, şehadeti ile kaim
olup kendisine şahit olan Allah Tea-la'ya tabi olan ve mabudunun muhabbeti
üzere müstakim olan bir kuldur. Allah Teala, aşağıdaki ayet-i kerimede bu
kullarım vasfe-derek şöyle buyurmuştur: "Onların taptıkları da, Rablerine
yakın olabilmek için vesile ararlar. O'nun rahmetini umar ve azabından
korkarlar". (İsra/57)
Allah Teala,
iman hakikatini idrak edenleri medhederken de şöyle buyurmuştur: "O'nun
ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını arttırırlar. Ve onlar Rablerine
tevekkül ederler". (En-fal/2) Yani Rablerine olan imanlarını alamet ve
delaletleri artar ve onlar sadece Allah'a güvenir, yalnız O'na bakar, her
halükârda O'na itimad eder, O'nun huzurunda herşeyden mutmain olur ve yalnızca
O'nun katında herşeyden azade olarak vecd bulurlar. Allah Teala, bundan sonra
şöyle buyurur: "İşte hakiki müminler onlardır. Onlara Rableri yanında
dereceler vardır". (Enfal/4)
Hak Teala'nm
haklı olarak medhettiği, yüce derecelere yerleştirdiği ve değerli rızıklar
bahşettiği hakikat ehli tevekkül sahipleri, kesinlikle onların ardından
zikrettikleri gafiller gibi değildirler: "Müminlerden bir fırka
isteksizdirler ve kendilerine açıkça beyan olduktan sonra hak hususunda seninle
mücadele ederler". (En-fal/5) Yine O, bu tür insanları tavsif ettiği başka
bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın ayetleri üzerinde ancak inkar
edenler mücadele ederler". (Mü'min/4) Allah Teala, bunların hallerini,
düşmanlarının makamlarının benzer bir vasfı kılmıştır. Çünkü onlar da nevaları
üzere gitmektedirler.
Allah Teala,
salihlerin makamını da aşağıdaki ayette zuhdlerin-deki hakikiliğe dayanarak
sıfatlarıyla bir tutmuştur: "Kim O'na mümin ve salih ameller işlemiş
olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır". (Taha/75) Allah
Teala Aliyy yani en yücedir. O'nun dostları da elbette, yüce mevkilerde
olacaklardır. Onların yüce derecelerde olmaları, en yüce olan Allah Teala ile
beraber olmalarındandır. Bizler, en aşağıda olanlarız, çünkü bulunduğumuz
dünya, adından anlaşılacağı üzere en aşağıda olan yerdir.
Allah Teala,
kendi zikrinden yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenleri de
vasfetmiştir. Hak Teala, dünyadan yüz çevirmelerini emrettiği halde onlar, ya
en aşağı olan dünyayı talep ettikleri, ya da cehaletleri ve imanlarının
zayıflığından dolayı mağfireti sürekli erteleyerek yaşadıkları için bu emre
riayet etmemişlerdir. Allah Teala, onları vasfederken şöyle buyurmaktadır:
"Bunlar, alçak dünya malını alıyorlar da: 'Bize mağfiret olunacak'
diyorlardı". (A'raf/169); "Bizim zikrimizden yüz çeviren ve sadece
dünya hayatını isteyen kimselerden yüz çevir". (Necm/129)
Allah Teala
sadakat sahibi sadıkları vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Müminlerden
Allah'a verdikleri ahitte sadakat eden nice erkekler vardır". (Ahzab/23)
Bunların mukabilinde yer alan kimseleri anlatırken ise şöyle buyurmaktadır:
"Yapamayacağınız şeyleri niçin söylersiniz? (Bu) Allah katında çirkinlik
bakımından çok ağırdır". (Safî/3) Ahitte sadakat ile vasfedüenlerle,
sözünde durmamakla vasfedilenler arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
Allah Teala
başka bir taifeyi nitelerken de şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki İblis,
onlar aleyhindeki zannı doğru çikardı. İçlerinde müminlerden ibaret bir
topluluk dışındakiler ona uyuverdi-ler". (Sebe720) O, bu ayetinde,
dostlarını iblise uyma derekesinden uzak kılmış, müminlerden bir kısmını ise
ona uyanlar olarak göstermiştir. Müminlerden bir topluluk iblisin zannını
doğru çıkarmışlardır. Ancak sıddıklar, şehitler ve salihler ona uymayarak iblisin
zannını boşa çıkarmışlardır. Bunlar refik olarak en güzel insanlardır. İşte
bunlar, hakiki manada tevekkül eden müminlerdir.
Allah Teala
bunları vasfederken şöyle buyurmuştur: Şeytanın onlar üzerinde hiçbir gücü
yoktur ve onlar Rablerine tevekkül ederler". (Nahl/99) Canını ve malını
Mevla'ya olan muhabbetlerinden dolayı satanlar, elbette Hak Teala'nm, cimrilik
ederek kinlerini kusmamaları için kendilerinden canlarını istemediği kimseler
gibi olmazlar.
Allah Teala
müminler arasında böyle bir taifenin bulunduğunu haber vererek şöyle
buyurmuştur: "Allah size ecrini verir, hem de sizden bütün mallarınızı
istemez. Eğer sizden onların hepsini ister de, sizi buna zorlarsa; cimrilik
edersiniz, bu durumda bütün kinlerinizi meydan çıkarır". (Muhammed/36-37)
Ayetteki 'Ihfâ' kelimesi, tamamını isteme nıanasmdadır. Allah Teala,
müminlerden mallarının tamamını vermelerini istememiş aksine nefslerinde zühde
davet ederek az olanla iktifa etmiştir. 'Edğân' kelimesi ise, kinler
ma-nasmdadır. Buna göre Allah Teala o kimselere şöyle demek istemektedir:
Sizler, istenme makamında değilsiniz. Çünkü cimri olan, zühd sahibi olamaz.
Zira zühdün başı, cömertliktir. Cömert olamayan kimse zahid de olamaz. Dünyada
zühd sahibi olmayan da Allah Teala tarafından sevilmez. Çünkü Allah Teala,
kulu kızdıran şeyi sevip nefsinin hoşlanmadığı şeyi yapmasını diler.
Mevla'ya
O'nun emrettiği ahlak gereği muamele etmeyen ve rızasına uygun olan işleri
yapmayan kimse, O'ndan uzaklaştırılır ve sıfatlarını müşahede etmemesi için
önüne perdeler gerilir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Sizler
dünya malını istiyorsunuz, Allah ise ahireti ister". (Enfal/67) Aynı
manada Allah Resulü de (sav) gidilecek yer hakkında tebliğde bulunarak şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın seni sevmesini istediğinde dünyada zühd sahibi
ol". Bu taifeden olan müminlerin kalplerinin ne kadar boş olduğunu tarif
edemezsiniz. Allah Teala da onları vasfederken 'Eğer onlardan bütün mallarını
istese, kinleri meydana çıkar. Çünkü onlar, Allah'ın kendilerine giydirdiği
kisveden dolayı O'na karşı büyük bir aldanış içindedirler" manasında
buyurmuştur. Onların ecelleri geldiğinde Allah Teala, kendilerini görür
olacaktır. Ancak Allah Teala, sadece sevdiği kullarından fedakarlık ister. Bu,
O'nun bu kullarına olan bir ikramı gereğidir. O kullar da istendiği zaman bütün
mallarıyla hayra koşarlar.
Allah Teala
cömert ve ikram sahibidir. O'nun katında isteyince tamamını istemek de büyük
bir şey değildir. İstediği şeylerin tamamı, mallar ve canlardır, Allah Teala,
ancak kendi ahlakı ile ardaklandırdığı kimselerden ister. Kulun üzerinde
Allah'tan gayrı bir şey olmadığında, Mahbubu olan Allah Teala onun herşeyini
ister. Fani dünya malı kulun kalbinde daha ağır bastığında ise, kulun kini ortaya
çıkar. Allah Teala da böyle bir kuldan hiçbir şey istemez. Kulun verecek bir
nefesi ve azıcık da olsa malı kalmadığı zaman cömert olan Allah Teala onun
bedeli olur. Cebbar olan Allah, onun canına karşılık bedel olur. Şu var ki
Allah Teala, mlaa karşılık cenneti vereceğini beyan ederken, cana karşılık
kendi zatını vereceğini zikretmemiştir. Bunun sebebi, O'nun herhangi bir hüküm
altına girmemesidir. Çünkü O, Hakim-i Mutlak'tır. Ayrıca bir bedele katılması
da mümkün değildir, zira O, Ferd-i Mutlak'tır ve nefsini gizlemiştir. Yine O,
bütün kulları için yol gösteren bir Delîl'div. O, yarattıklarını beyan ederek
hepsinin de kendisine dönücü olduğunu zikretmiştir.
Velilerinin
Allah hakkındaki anlayışları budur. Hiçbir şerikin ortak koşulmadığı ve
kendisinden başka hiçbir varlığın dahil edilmediği halis muhabbetin özü de
işte budur. Allah Teala'yı bu şekilde seven muhibbamn vasfedilmesi de doğru
değildir. Çünkü onların halleri, vasfedilemeyecek kadar ulvidir. Onların
makamları da, akli ilimlerin ve zamanın kavrama hudutlarını aşacak mahiyettedir.
Allah Teala, şu ayetlerle de bunu teyid etmiştir: "Orada nefislerinin
hoşlanacağı ve gözlerinin lezzetleneceği herşey vardır". (Zuhruf/71);
"O'na kavuşacakları gün, sağlık dilekleri Selam'dır". (Ahzab/44);
"Orada size canınız neyi çekerse vardır, ne isterseniz vardır. (Bütün
bunlar) Gafur ve Rahîm olan Allah tarafmdn bir ağırlamadır".
(Fussilet/31-32); "Eğer ölen kişi Allah'a yaklştırılmış-lardan ise artık
rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır". (Va-kıa/88-89); "O,
yaptıkları amellerden dolayı onların velisidir". (En'am/127); "Onlar
Allah katında derece derecedirler. Allah onların amellerini görmektedir".
(Al-i İmran/163)
Görüldüğü
gibi bu ayetlerde velayet ve muhabbet sahiplerinin vasıfları mevcuttur.
Ayetteki 'Allah onların amellerini görmektedir' ifadesinde ise derece ve
yakınlık sahiplerinin medhi yapılmaktadır. Yani Allah Teala bu kullarını,
yaptıkları amelleri sebebiyle katında türlü derecelere layık görmüştür. Yine O,
yaptıkları bu güzel amellerden dolayı onları kendisine veliler edinip kendine
yakın kullardan kılmıştır. Ayetin bir başka kıraatinde ise, nifak ehlinin
zemme-dilmesine dair bir mana çıkmaktadır. Buna göre ayetteki ifade 'Allah
yaptığınız işleri görmektedir1 şeklinde olmaktadır. Yani Allah Teala, sizin
yaptıklarınızın müminlerin yaptıkları ameller gibi olmadığını kesin olarak
görmektedir.
Bu manada
Allah Teala'nm şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Allah muhakkak ki onların
kalplerindekini bildi ve onlara sekine indirerek, kendilerini yakın bir fetih
ile mükafatlandırdı". (Feth/18) Allah Teala başka bir ayette kalplerimizi
vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah, kalpleriniz dekini
bilir. Allah her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olandır". (Ahzab/51)
Daha sonra hükmünü verirken bunun bir şaka olmadığını ve bu iki zümreyi denk
tutmayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah kalplerinizde bir
hayır görmüş olsaydı size muhakkak ki bir hayır verirdi". (Enfal/70)
O, daha
sonra bunların zıddı olan kimseler hakkında da, mücmel bir buyruğu tefsir edip
açıklama makamında şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah, onlarda bir hayır
bulunduğunu bilseydi, elbette onlara da duyururdu. Ve bu hallerinde duyursan da
yine aldırmazlar, döner giderlerdi". (Enfal/23) Yani bu kimselerin
hidayet adına hiçbir varlıkları ve hiçbir nasipleri yoktur. Çünkü Allah Teala,
onların kalplerinde hayrın bulunacağı bir mekan yaratmamıştır. Bu husustaki en
kesin ve en açık söz budur. Akıl sahipleri için bu kadarı kafidir. Şu ayette
de buyurduğu üzere Allah Teala, onlar hakkında bu hususun şahididir:
"İman edenler kafirlerden ümidi kesip anlamadılar mı ki, Allah dileseydi
insanlara hep birden hidayet buyururdu". (Ra'd/31) Müminler de işte bu
ayete binaen o kimselerin hidayetinden ümidi kesmiş ve bu hususta asla
mücadeleye girişmemişlerdir. Çünkü Allah Teala, yoldan çıkardıklarını hidayete
erdirecek değildir.
Ayette geçen
<Ye'ise=ümit kesti' fiilinin, lügatta bilmek manasına geldiği de
söylenmiştir. Buna göre de ayet şöyle anlaşılmaktadır: Müminler, Allah
Teala'nm kendilerine bildirdiğini bilmediler mi? Ayetin son kısmı da bunu teyid
eder niteliktedir. Müminler, kendilerine açık olarak beyanda bulunan Allah
Teala'nm açıklamasından sonra da hakikati görüp ona teslim olmadılar mı? Sonra
Allah'a yönelip o kimselerden yüz çevirerek onların şerlerinden emin olmadılar
mı? Hak Teala bu nıeyanda şöyle buyurmaktadır: "Ve işte Biz, zalimlerin
bir kısmını bir kısmına, kazandıkları dolayısıyla dost ve hakim yaparız".
(En'am/129) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Görüyorsunuz ya, evvelkilerle
bunların kalpleri tamamen benze-miş oldu". (Bakara/118)
Kalplerindeki
bu benzeşmeden dolayı, Allah'ın buyruğu hakkında şüpheye kapılırlar. Allah'ın,
kalbini sağlam kılıp ilimde derinleşme nasip ettiği kimse ile, saptırdığı için
tevil fitnesinin ardına düşen kimse arasında ne kadar da büyük bir fark vardır.
Salih olduğu için Allah Teala tarafından dost edinilen kişiyle, Allah'dan yüz
çevirdiği için sadece nefsinin arzularına meyleden kişi arasındaki fark
hakikaten çok büyüktür. Allah'a yakın kılınanların çeşitli makamları olduğu
gibi, O'ndan yüz çevirenlerin de kazandıklarına göre yerleşecekleri dereceler
vardır. Neticede bütün kullar, Allah Teala'mn şu iki hükmü arasında bir yerde
olacaklardır. Onların en üstünleri, O'nun lütuf ve inayetinin kapsamına
girerken, en alttakiler de O'nun adaletinden kaçamayacaklardır.
Allah Teala
bütün bunları beyan ederek şöyle buyurmuş-tur:"İman eden ve salih ameller
işleyenleri, lütfuyla mükafatlandırması için". (Rum/45) İnsanların geneli
için de şöyle buyurmuştur: "İman eden ve salih amel işleyenlere adilce
karşılık vermek için". (Yunus/4) Görüldüğü üzere Allah Teala, velilerini
'Lütfü' ile tahsis ederken, insanların umumunu 'Adaleti' ile kuşatmıştır. Nice
kalpler vardır ki, yalnız Allah'ı müşahede edip yalnız O'nu dinler ve sadece
O'na meyleder. O kulların gayret ve kaygılarına galip gelecek olan da yalnız
Allah Teala'dır. Yine onların kalplerine en yakın olan da O'dur.
Nice kalpler
de vardır ki, sadece yaratılmışlarla dolu olup bütün tasası rızıktır. Onlar da
sadece diğer insanlara bakar, yalnız onlardan menfaat umarlar. Yaratılmışlar,
bunların en fazla iltifat ettikleri ve en yakın olduklarıdır. İşte bunlar,
Allah Teala'mn rızasından uzaklaştırılan kimselerdir. Çünkü bunların sıfatlan,
uzaklaşmadır. Bunlar, nefslerine mahkum olmuş kimselerdir. Nefsleri, bunlar
üzerinde kafi bir hakimiyet kurmuş olup onun talimatlarından uzaklaşamazlar.
Bu da onların uzaklaşma (=bu'd) makamında olmalarına yol açmıştır.
Öncekiler
ise, nefslerine boyun eğdirmiş ve onları kendi hükümleri altına alarak
yakınlık (=kurb) makamlarına yerleşmiş kimselerdir. Kurb, bunların bariz
sıfatıdır. Bu kimseler, Rablerine giden yolda öncülerdendir. Uzaklaştırılanlar
ise, nefslerine bağlanarak Rablerinden uzak düşenlerdir. Allah Teala bu
meyanda buyurdu ki: "Allah ile beraber başka bir ilah edinme, yoksa azap
edilenlerden olursun". (Şu'ara/213)
Uzaklık, bir
perdedir. Uzak kılman ise, azaptadır. Yakınlık, bir nimettir. Yakın kılınan
ise, ziyadesiyle sevaptadır. Allah Teala'mn perdelenenlerin azap edilenler
olacağına dair şu buyruğunu işitmediniz mi? "Hayır, onlar o gün Rablerine
karşı kesinlikle perdelen-mişlerdir. Sonra onlar kesinlikle cehenneme
gireceklerdir". (Mutaf-fifm/15-16) Yakın kılınanların rahatları ve nzıklan
hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Eğer ölen kişi Allah'a yakın
kılınanlardan ise, artık rahatlık, güzel rızık ve Namı cenneti vardır".
(Vakıa/88-89) Yakın olana rahatlık, sevgiliden güzel rızık ve nimet verenin
yakınlığı sayesinde Naim cenneti vardır.
Ariflerden
biri dedi ki rahatlık yakınlıkta, dirilme ise huzurdadır:
Hazır
olduğumda gelir rahatım ve güzel rızkım Eğer gaip olursam, dünya bana mahpes
olur. Senin arzunda rekabet etmeyip Senin için Kıskanç olmadığımda, ya kimin
için rekabet edeyim?
Aynı zat,
sıkıntının uzaklıkta, kederin ise kaybedişte olduğunu söyleyerek şöyle
demiştir:
Sahibinin
kovduğu kul neyler? Tabiblerin tıbbı ona fayda etmez ki. Boğazı düğümlenen su
içerek bulur şifa, Ya boğazı suyla düğümlenen neyle bulur şifa?
Kendisini
daima Rabbinin hizmetine adayan bir kul ile, kullara hizmetten geri durnıayrak
sürekli onlann önünde eğilen kul arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
İnsanlardan uzaklaşıp kalbini anndıran kul ile ardı arkası kesilmeyen
vesveselere mahkum olan kul arasındaki fark ne kadar da büyüktür! Mevla'ya
karşı şevk ve özlem içinde olan bir kul, dünyaya kenetlenmiş ve nevasından başka
birşey düşünmeyen kuldan ne kadar da farklıdır!
İşte bunlar
güzel amelleriyle Allah'a yaklaştırılan ve onlann zıddı olup kötülüklerle
Allah'tan uzaklaştmlan kullann makamlarıdır. Kul, hakiki manada takva üzere
bir makamda bulunursa Allah Teala'dan medhü senayı hakeder ve nefsin
nazlarından uzak durduğu için Karîb olan Allah'a yakınlık kazanır. Yüceler Yüce
olan Hak Teala'mn medhü senasına mazhar olmak, talep sahiplerinin gayesi,
rağbet sahiplerinin erişecekleri nihai noktadır. Bu fazilet, sadece takva
sahibi velilerine, felah bulan hizbine ve salih kullarına mahsustur. İşte
onlar, pak ve temiz kalplere, titreyen ve zikreden uzuvlara, üstün ve seçkin
akıllara sahip olanlardır. Ashab-ı Yemin arasında yer alan bu zevat üç makamda
bulunurlar: Allah'ı bilen ilim ehli; Allah'ı seven muhabbet ehli ve Allah'tan
korkan korku ehli. Bunlar, Allah Teala'nm yakın kılman has velileridir.
Allah Teala
hazır olmlarını istediğinde hazır olan, hıfzetmelerini istediğinde hıfzeden,
şehadet etmelerini istediğinde şehadet edenler işte bunlardır. Bunlar, Allah
Teala'nm ümmetine bahşettiği rehberleridir. Allah Teala da, kendisine götüren yolda
onların Rehberi'dir. Kulları Allah Teala huzurunda toplayan da onlardır. Allah
Teala da onları kendi huzurunda peygamberlerin abdalı, müttakilerin imamları,
dinin direkleri, kuvvet ve metanet sahibi olan ve Kitab'm ilmine muttali olan
rabbani alimlerle beraber Top-layıcı'dır. Allah Teala onları, kendisine götüren
dosdoğru yola, sı-rat-ı müstakime iletmiştir. Onlar kalplerine daima nazar
edilen, gece gündüz sürekli daha fazla sevaba mazhar kılınmak istenen
kullardır.
Bu zümrenin
dışında kalanlar ise müslümanlarm umumunu teşkil ederler ki bunlar arasında
Kur'an okuyucuları, abidler, mü-cahede, zühd ve vird ehli başta gelir. Allah
Teala, onlara da muhtelif velayetler bahsetmiştir. Onları ameller ve
seyahatlarda farklı farklı yerlere koymuş, kalplerinin teskin olup huzur
bulabilmesi için ayetlerinden bazılarını kendilerine izhar etmiştir. O,
kalplerinin şüphelerle dolarak helak olmamaları, şehvetlerin cazibesine
kapılarak hak yoldan geri dönmemeleri için böyle yapmıştır. Bunlar zahirin
izharı ile meşgul olup batma karşı muhtelif zahirlerle perdelenmiş kimselerdir.
Önlerine gerilen perdeyle neşelenen bu kimseler, sebeplere sarılır ve
makamların üzerinde titizlikle durarak, melekût alemi ve ayetlerle örtünürler.
Bunlar dünya sakinlerinin ölülerinin mutluları, İlliyyun'dan diri olanların
merhamet görenleridir. Çünkü bunların yakınlığı, Mukarrebun nezdinde uzaklıktır.
Müşahede ehli nezdinde de bunların mükaşefeleri perdelerden öte gitmez, Allah
ile karşılaşanlara göre ise, onlara verilen aslında reddir.
Şu var ki
Rablerinden bir hikmet ve rahmet gereği olarak nefislerine bakmalarından
dolayı Allah Teala da onlara bakmış ve onları, bulundukları hal üzere teskin
etmiştir. Kalplerinin dağılmaması ve akıllarının şaşırmaması için onları
bulundukları makamdan razı kimseler kılmıştır.
Hayırda ilk
ve öncü olanlar ise, en yüce mevkide yer alırlar. Onlar kopmaz bir bağa sıkıca
sarılmış olanlardır. Allah Teala'ya bakarlar. Allah Teala da onlara bakar.
Onlar, Allah
Teala'nm şöyle vasfettiği kimselerdir: "Öyle insanlar vardır ki, Allah'ın
rızasına ermek için canlarını bile verirler. Allah, kullarına karşı çok
merhametlidir". (Bakara/207) Onlar, dünya malına asla dönüp bakmazlar.
Onların dikkat ettikleri tek şey, kendilerinin de Rablerinin de sevdiği ve rıza
göstereceği bir hal üzere olabilmektir. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkan kimse için geçerli olan bir haldir.
Bu kimseler
daha önceki semavi kitaplarda da benzer şekilde vasfedilmişlerdir: Havariler
dediler ki: Ey İsa, bize kendileri için korku olmayan ve üzülmeyecekleri
bildirilen velilerin vasıflarını anlat. Dedi ki: Onlar, Kitab'm kendileriyle,
kendilerinin de Kîtab ile konuştuğu, Kitab'm onlar ile bildiği, onların da
Kitab ile bildikleri, Kitab'm kendileri ile kaim olduğu, kendilerinin de Kitab
ile kaim oldukları kimselerdir. İnsanlar eşyanın zahirine bakar iken, onlar
eşyanın batınına bakarlar. Diğer insanlar, dünyanın geçici menfaatlarını
tanırken, onlar dünyadan sonraki hali düşünürler. Dünyevi nimetler arasında kendilerini
helak etmesinden endişe ettikleri şeyleri öncelikle kendileri imha ederler.
Kendilerini terkede-ceğini bildikleri şeyleri terkederler. Onların dünyevi
lezzetlerle ilgili olarak nail oldukları kaybediş ve sevinçleri mahrumiyettir.
Önlerine çıkan arızi dünyalıkları reddederler. Hak dışında kendilerine
yönelen her şeyi yere vururlar.
Dünya onlar
için yaratıldığında onu yenilemez, tahrib edildiğinde ise imar etmezler. Dünya
onların nefislerinde öldüğü zaman, onu diriltmeye çalışmazlar. Onlar dünyada
iken ahiretlerini bina eder ve ölümün hatırasını sürekli canlı tutar, dünya
hayatının zikrini ise silmeye gayret ederler. Onlar Allah'ı ve O'nu zikretmeyi
sever, O'nun nuruyla aydınlanıp görülmemiş hayırlara giden yolu onunla
aydınlatırlar. Onlarda hayırların heryerde görülemeyecek kadar alışılmamış
olanları vardır.
Söz
bakımından Allah'dan daha güzel olan kimdir? Allah Teala da onları vasfederken
şöyle buyurmuştur: "Zahitler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nın
muhafazasına memur edilmiş olmaları ve bunun üzerine şahit bulunmaları
dolayısıyla". (Maide/44) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Allah şu
hakikata şehadet eyledi ki: Kendisinden başka ilah yoktur. Bütün meleklerle
adalet ve hakkaniyeti ayakta tutan ilim sahipleri de (bu hususta şehadet
eylediler)". (Al-i İmran/18) Bu ayetin garib bir kıraatinde şahitlik
edenlerin daha öncekilerle birleştirilmesine dair bir mana çıkmaktadır. Buna
göre, bir önceki "Onlar sabredenler, sadakat gösterenler... ve seher vakitlerinde
Allah'tan mağfiret dileyenler" (Al-i İmran/17) ayetinde zikredilen
kimseler, şehadet bakımından Allah Teala, melekler ve ilim sahipleriyle
birleştirilmektedirler.
Allah Teala
buyurdu ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve kendilerinde
Kitab ilmi bulunanlar yeter". (Ra'd/43) Muhakkak ki bu son vasıf, bütün
vasıfların üstünde bir niteliğe sahip olup, bütün sıfatları ihtiva etmektedir.
Yukarıda anlattığımız Murakabe ve Müşahede'nin yedi makamını, iki hal
cemetmektedir. Bu iki hal, aynı zamanda bütün makamların da mecrasını teşkil etmektedir.
Kerametlerin birçoğu da bu iki halden çıkartılmaktadır. Bunların ilki, ilim
makamında korku hali, ikincisi ise amel makamında rica ve umut halidir.
Allah'ı
bilme (=ma'rifetullah) makamına sahip olan ve Allah korkusu (=mehâfetullah)
halini üzerinde taşıyan kul ile, Allah'tan ümit etme makamına sahip olan ve
muamele hali üzere bulunan kul, bütün makamları kendinde toplamış sayılır.
Allah Teala bu manada buyurdu ki: "Allah'tan ancak alim kulları (hakkıyla)
korkar". (Fatır/28); "Kim Rabbinin karşılaşmasını umuyorsa, salih
amel işlesin ve Rabbinin kulluğuna hiç kimseyi ortak koşmasın". (Kehf/110)
[39][39]
Bu fasılda
kalp ehlinin kalplerine doğan his ve fikirleri, kalbin hususiyetlerini ve onun
nurlar ve mücevherlerle donatılmasını anlatacağız.
Allah Teala
buyurdu ki: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülük ve takva
kabiliyetini ilham edene". (Şems/7-8) Yani nefse kötülük ve takva
kabiliyetlerini yerleştirene andolsun. Yine O, şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne tür vesveseler vermekte
olduğunu biliriz". (Kaf716); "Bunun üzerine nefsi ona, kardeşini
öldürmeyi kolay gösterdi ve onu öldürdü". (Maide/30); "O sinsi
vesvesecinin şerrinden, ki o insanların kalplerine vesvese verendir".
(Nas/4-5); "Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır. Öyleyse onu
düşman edinin. O ve hizbi, insanları cehennemliklerden olmaya
çağırırlar". (Fatır/6); "Şeytan onlara hakim olmuştur da onlara
Allah'ın zikrini unutturmuştur". (Mücadele/19); "Şeytan, sizi fakir
olacaksınız diye korkutur, size kötülüğü emreder". (Bakara/268); Allah
Teala, düşmanımız olan şeytanın ağzından şunu da haber verir: "Beni
azgınlığa uğratmana karşılık ben de onları saptırmak için muhakkak Senin doğru
yoluna oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım". (A'raf/16-17)
Bu meyanda
Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiştir. O buyurdu ki:
"Şeytan Adem oğlunun bütün yolları üzerine oturur. O, îslâmın yolu üzerine
de oturur ve şöyle der: Yoksa İslama girip de kendi dinini ve atalarının
dinini terk mi edeceksin? Kişi onun sözüne uymayıp islam girdiğinde bu kez
hicret yolu üzerine oturur ve şöyle der: Yoksa kendi toprağını ve semanı
terkederek göç mü edeceksin? Kul, onu dinlemeyip hicret ettiğinde bu defa
ci-had yolunun üzerine oturur ve şöyle der: Yoksa malını ve canını harcama
pahasına cihad edip savaş mı edeceksin? Belki öldürülürsün de karıların
başkalarıyla nikahlanır. Kul bu yolda da ona karşı çıkıp cihad eder. -Allah
Resulü (sav) bu noktada şunu söylemiştir:- Kim böyle yapar ve ölürse, onu
cennete koymak Allah Tea-la'nın üzerinde bir haktır" [40][40]
Allah Teala
şeytan hakkında onun ağzından şu sözleri de naklederek buyurmuştur ki:
"Andolsun ki kullarından muayyen bir pay alacağım, onları mutlaka
saptıracağım, onları olmayacak kuruntulara boğacağım ve onlara mutlaka
emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, yine onlara emredeceğim de
Allah'ın yarattığım değiştirecekler". (Nisa/118) Osman b. Ebi'l-As'dan
(ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Dedi ki: Ey Allah Resulü, namaz ve kıraat
ile arama şeytan girdi. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Bu, Hanzeb denilen
bir şeytandır. Onun varlığını hissettiğin zaman ondan Allah'a sığın ve sol
tarafına üç defa tükür. Böyle yaptım ve Allah Teala onu benden
uzaklaştırdı". [41][41]
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen başka bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:
"Abdestin de Velhan denilen bir şeytanı vardır. Ondan Allah'a
sığının". [42][42]
Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmektedir:
"Muhakkak ki şeytan Adem oğluna kanın aktığı mecralardan -damarlardan-
girer" [43][43]
Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hiç kimse
yoktur ki bir şeytanı olmasın. Dediler ki: Peki senin de var mı ey Allah
Resulü? Buyurdu ki: Benim de. Ancak Allah Teala ona karşı bana yardım etti de
müslüman oldu". [44][44]
İbni Mesud
(ra) der ki: Müsned bir tarik ile Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet ettik:
"Kalpte iki ses vardır. Bir ses melekten gelir ve hayrı öğütleyip hakkı
tasdik eder. Diğer ses ise, düşmanın-sesidir ve şerri öğütleyip hakkı
yalanlayarak hayırdan sakındırır"[45][45]Hasan
el-Basri'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: İnsanın kalbinde iki tane kaygı
vardır. Bu ikisi kalpte dolaşıp dururlar. Bunlardan biri Allah'tan diğeri de
O'nun düşmanından kaynaklanır. Allah Teala, kendi kaygısına bağlı kalan kuluna
rahmet eder ve onun gereğini yaptırır. Düşmanından gelenle ise mücadele eder.
Mücahid,
Allah Teala'nm "O sinsi vesvesecinin şerrinden". (Nas/4) buyruğunun
tefsirini yaprken şöyle demiştir: Bu, insanın kalbinde yayılmış bir düzlüktür.
Kul, Allah Teala'yı zikrettiğinde bu düzlük daralır ve boğulur. Allah'ın
zikrinden gafil olduğunda ise bütün kalbine yayılır. Ikrime de şöyle derdi:
Vesvese veren "Vis-vas'm yeri, erkek vücudunda kalbi ve gözleridir. Kadın
vücudunda ise bir şeye yöneldiğinde gözlerinde, sırtını döndüğünde ise arkasındadır.
Cerir b.
Abede el-Adevi dedi ki: Ala' b. Ziyad'a yakınarak şöyle dedim: Kalbimde
vesveseye dair bir şey bulamıyorum, ne dersin? Bana şu cevabı verdi: Bu durum,
hırsızların uğradıkları bir deliğin durumuna benzer. Eğer delikte bir şeyler varsa
hırsızlar onları alırlar, aksi halde deliğin yanından ayrılıp giderler.
Ebu Salih de
Ebu Hüreyre'den (ra) Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir:
"Kul bir günah işlediğinde kalbinde bir nokta oluşur. Eğer bu günahtan
vazgeçer, istiğfar ve tevbede bulunursa, o zaman nokta silinerek kalp parlar.
Eğer aynı günahı tekrar ederse noktalar artar ve sonunda kalbi tamamen kaplar.
İşte bu, Allah Teala'nm "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları (günahlar)
kalplerinin üstüne pas bağlamıştır" (Mutffifin/14) ayetinde buyurduğu
'Rân=Paslanma' halidir"[46][46]
Ca'fer b.
Burkan'dan rivayet edilmiştir ki: Meymun b. Mehran'm şöyle dediğini duydum:
Kul, bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tevbe
ederse, bu nokta kalbinden silinir. Müminin kalbinin bir ayna gibi parlak
olduğunu görürsün. Öyle ki şeytan ona hangi yönden sokulmak isterse istesin
onu derhal görür. Günahlarda ısrarlı olana gelince onun kalbi siyah noktalarla
kaplanmıştır. Kalbi tamamen kararıncaya kadar da noktalanmaya devam eder.
Sonunda şeytanın ne taraftan geldiğini göremez olur.
Kalplerin
taksimi babında, Allah Resulü de (sav) şunu haber vermiştir: "Müminin
kalbi, tamamen tecrid edilmiştir ve içinde parlayan bir lamba bulunur". [47][47]
Ebu Said el-Hudri, Ebu Kebşe el-Enmari ve bir kısmı da Huzeyfe'den (ra) olmak
üzere şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Kalpler dört çeşittir: Birinde parlayan bir lamba vardır ki bu, müminin
kalbidir. Biri kara ve kirlidir ki bu kafirin kalbidir. Biri kapalı ve kapağı
üzerine sıkıca bağlıdır ki bu münafık kalbidir. Bir kalp de vardır ki yaprak
yaprak olup hem iman, hem de nifak doludur. Kalpteki iman, temiz bir suyla
sulanan bakla tanesine benzer. Kalpteki nifak ise kusmuk ve irin ile beslenen
bir yara gibidir. Bunlardan hangisi daha çok besliyorsa kalpte ona hükmedilir[48][48] Hadisin başka bir lafzında 'Hangisi ağır
basarsa kalp ona gider1 buyrulmaktadır.
Kendisinden
daha doğru sözlü hiçbir varlık bulunmayan Allah Teala buyurdu ki:
"Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman,
oturup düşünürler de derhal basiretlerine sahip olurlar". (A'raf/201)
Rivayete göre kalbin cilası zikirdir" ve müminin kalbi, onunla basiret
sahibi olur. Zikrin kapısı takvadır. Kul, takvası ile Allah'ı zikreder. Takva,
ahiretin kapısıdır. Heva ise dünyanın kapısıdır. Allah Teala kullarına zikri
emretmiş ve onun takvanın anahtarı olduğunu haber vermiştir. Çünkü zikir, bir
manada takvanın da vesilesidir. Takva, sakınma ve titizlenmedir. Bu meyanda
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onun içindekini zikredin. Umulur ki
sakınırsınız". (Bakara/63) Yine O, ilahi beyanı sadece takva sahipleri
için izhar ettiğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Allah ayetlerini
insanlara işte böyle beyan eder, umulur ki sakınırlar". (Bakara/187)
Allah Teala
başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Ey insan, ikram sahibi Rabbine
karşı seni aldatan nedir? O ki, seni yarattı, uzuvlarını düzenli ve dengeli
kıldı". (İnfıtar/6-7); "Muhakkak ki Biz insanı en güzel surette
yarattık". (Tin/4); "Biz her şeyden bir çift yarattık, umulur ki
zikredip öğüt alırsınız" (Zariyat/49).
Üstteki
ayetlerde geçen düzgünlük, dengelilik, çift olma ve yaratılış sureti gibi
hususlar, zahirin araçlarıdır. Batının araçları ise, bedenin duyu organları ve
kalptir. Bedenin araçları, onun zahiri sıfatlarıdır. Kalbin araçları ise,
batini olan his ve fikirlerdir. Allah Teala, hikmeti mucibince bunları da
dengelemiş, iradesi gereği düzeltmiş ve sanatı gereği sağlam bir şekilde
düzenlemiştir. Bunların başında da nefs ve ruh gelir. Her ikisi de melek ve
şeytanın bulunma yerleridir.
Nefs ve ruh,
kötülük veya takvaya çağıran varlıklardır. Bu iki varlık sayesinde iki mekanda
yerleşik olarak ortaya çıkan iki güç vardır ki bunlar akıl ve hevadır. Bunlar
da hakimin iradesiyle iki hükme tabi olurlar; ya tevfîk-i ilahi, ya da yoldan
çıkma. Sonra kalpte iki parlak nur ortaya çıkar ki bunlar rahmet sahibi Hak
Te-ala'nm merhameti gereği olan ilim ve imandır. Kalbin araçları, gaybi mana ve
his güçleri de işte bu zikrettiklerimizden ibarettir. Kalp, bunların ortasında
bir melek gibi yer alır ve onlar da muhafızları konumunda olurlar. Bu
mevkideki kalbi, parlak bir aynaya da benzetebiliriz. Bu alet, onun etrafında
açık olur ve kul onu görür. Ona tesir ettiği zaman da onlarla karşılaşır.
Kalbe doğan
hatırları, yani kalpteki his ve fikirleri açıklamak gerektiğinde Özet olarak
altı noktada toplandıklarını görürüz: Kalbin sınırları, arkalarında gaybm
hazineleri bulunan kalbin müessirleri, kudret melekûtu ki bunlar Allah
Teala'nm açık ve tam desteğine sahip olan askerleridir. Kalp, melekût
hazinelerinden bir hazine olup yaratanı onun içerisine korku ve arzuya ait
latifeler tevdi etmiştir. Yine onda , Refik-i A'la ehli ve melekût-i edna sahipleri
için dilediği kadar azamet ve ceberut nurları varetmiştir.
İnsan
kalbinin hatırına gelen hususlarla ilgili ilk taksimi, nefs ve şeytan kaynaklı
hatırları zikrederek yapabiliriz. Her iki hatır da, müminlerin umumu tarafından
yokedilemeyen hatırlardır. Her ikisi de zemmedilen ve kötülüklerine hükmedilmiş
bulunan hatırlardır. Bunların kaynağı, hevadır. Heva ise, ilmin zıddıdır.
Bu iki
hatırdan sonra ruh ve melek kaynaklı hatırlar gelir ki bunlar da müminlerin
havassı tarafından sahiplenilir ve asla yoke-dilmezler. Çünkü her ikisi de
övülmüş olup sadece hak ve ilmin delalet ettiği hususlardan kaynaklanırlar.
Bunların
ardından gelen Akıl hatırı ise, bu dört hatır arasında orta bir yere sahiptir.
Çünkü akıl bazı durumlarda zemmedilen iki hatıra uygun bir halde bulunabilir.
Aklın temyiz edildiği ve akledi-len şeyin taksim edildiği yer bakımından akıl,
kulun aleyhinde bir delil olabilir. Kul, zorlama olmaksızın akledemediği bir
yönden kendisine ağır gelmeyen ve nefsinin tercih ettiği bir şehvetle heva-sına
uyabilir. Böyle bir durumda aklın hatırına uymak, kulu günaha sürükleyecektir.
Akıl hatırı,
bazı hallerde övülen iki hatıra uygun düşerek melek için bir şahid, ruh için de
bir destekçi olabilir. Kul niyetinin güzelliğinden ve maksadmdaki doğruluktan
dolayı mükafatlandırılır. Akıl hatırı, görüldüğü üzere, kimi zaman nefs ve
şeytanın, kimi zaman da melek ve ruhun yanında olabilmektedir. Bu da sanatında
ve yaratışında eşsiz olan Allah Teala'nm bir hikmeti icabıdır. Bu hikmete göre
kul, akla uygunluk, delillerin sıhhati ve temyiz kabiliyeti gibi unsurları
kullanarak hayır ve şer arasında tercih yapmak durumundadır. Bunun neticesinde
kulun karşılaşacağı sevap veya çekeceği ceza, her halükarda kendi tercihinden
kaynaklanmış olacaktır.
Allah Teala,
insan bedenini hükümlerinin cari olduğu bir mecra ve hikmetine mebni olan
iradesinin tatbik edildiği bir saha kılmıştır. Aynı şekilde aklı da hayır veya
şerre götüren bir binek yapmıştır. Akıl insan bedeninde hayır ve şerri
terikesine atarak akıp giden bir binektir. Çünkü akıl, hükümlerin icra mahalli,
tasarrufların kaynaklanma yeri ve insanın yaptıklarından sağlayacağı güzel
nimetlerin veya acı azapların bilinme vasıtasıdır. Akıl kayıp olduğu zaman,
kul akıldan uzaklaşıp gitmiş olur. Şehvet tatlı olmadığında ise, nefs
yitirilmiş olur. Çünkü bu haller, Allah Teala'nın kul üzerindeki hüccetinin
zayıflatılması ve delilinin sağlam olmaması anlamına gelmektedir. Zira akıl,
hüccetin şahidi ve delili, nefsteki şehvet ise, imtihan vesilesidir. Kalpteki
niyet de, hüccetin yoludur. Emir ve nehiylerin karşılığının görülmesi
hakikatinin temel dayanağı da işte bunlardır.
Akıl,
ayırdetme yani temyiz tabiatına, güzel veya çirkin görme kabiliyetine sahiptir.
Nefs ise, hevayı emretme tabiatına, zevk ve şehvet kabiliyetine sahiptir. Allah
Teala'nm lütuf ve hidayetinden kula düşen nasipler işte bu ikisidir. Kul,
bunlar arasında doğru yolu bulma veya yoldan çıkma tercihine ve kabiliyetine
sahip olmaktadır. Onların Kitab'dan paylarına gelince, Allah Teala bunu da
taksim etmiş ve yukarıda zikrettiklerimizi teyid edip sabık ilminde herşeye
yaratılış şeklini verdiğini, ardından da doğru yolu gösterdiğini bildirerek
şöyle buyurmuştur: "İşte onlara Kitab'dan nasipleri ulaşır".
(A'raf/37) Yine O, şeytanı dost edinenleri saptırmayı ve onları cehennem
azabına sürüklemeyi kendi üzerine yazdığını beyan etmiştir.
Altıncı ve
son hatır ise, Yakin hatırıdır. O, imanın ruhu ve ilmin ziyadesidir. Bu ikisi,
sadece yakinden kaynaklanır ve yalnız ondan sadır olurlar. Bu hatır, müminlerin
havassma mahsusdur ki onlar da, şehitler ve sıddıklardır. Yakin hatırı, ancak
hak ile varid olur. Gelişi, bazan gizli kalsa ve anlaşılmasını zorlaştıracak
derecede ince olsa da ancak ihtiyarî ilim ile ve tercih edilen bir murad için
ortaya çıkarılabilir.
Yakin
kaynakla hatırın delilleri ilk bakışta görülemeyecek kadar şeffaf ve istidlal
yapılamayacak kadar kapalı olsa da bu hatır, maksudu ve murad edileni için hiç
de gizli görülmez. Bunlar, Allah Teala'nm öğüt alma melekesiyle vasfettiği,
Allah Resulü'nün de (sav) fetva vermekle görevlendirdiği nitelikteki müminlerdir.
Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için bir öğüt
vardır". (Kaf/37) Ayette kalp sahibi olan kimse ile kasdedilen, Allah
Teala'yı dost edindiği için kalbi O'mın tarafından korunan kimsedir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kalbine tesir eden şeyi bırak. Günah, kalpleri kaplayan
şeydir". Yani kalplere işleyen ve incelik, saflık, yumuşklık ve
latifliğinden dolayı onlara malik olan bir şeydir. Yine O, kendisine iyilik ve
günahı soran birine şöyle demişti: "Bu ikisi asıl olarak hayır ve şer
işleridir. Fetva verenler sana fetva vermiş olsalar da sen yine kalbine,
sor". [49][49]
Çünkü fetva veren kimseler, tevili ve zahirde varolan hususları bildikleri için
sadece bunlara dayanarak ruhsat babında fetva verirler. Halbuki meselenin hakiki
sahibi ve sorumlusu olarak senin bilgin onlarınkinden daha üstün olabilir.
Batını bildiğin için, hakikati araman ve azimete sarılman icap eder.
Zahir ehli,
Allah'ın Kitabı'nm dilinin zahiri manasına dayanarak O'nun zahiri hükümlerini
bilirler. Bu hükümler, zahir ilmine sahip olanlar bakımından hüccet teşkil
eder. Kalbiniz ise iman ile nurlanmış bir fakihdir ve meselelere onunla
bakarsınız. Allah Tea-la'nın gizli olan batini hükmü de kalbin batini ilmi
sayesinde ortaya çıkar. Kalbin batini ilmi imanın hakikatmdan ibaret olup
faydası da sadece batini ilim ehline mahsustur. Allah Resulü (sav) bir soru
sahibini ancak fıkıh ilmine vakıf birine gönderebilir. Bunun aksi düşünülemez.
Eğer kalp ilmi, fıkhın hakiki boyutu olmasaydı, soru sahibini fetva verenlerin
yanısıra kalbinin fetvasını sormaya da yönlendirmez ve onun fetvasının
güvenilirliğini teyid etmezdi.
Kalp ilmi,
İlimlerin İlmi olmuştur. Çünkü Allah Resulü (sav) onu hüküm bakımından
müftilerin fetvalarının önüne geçirmiştir. Bu durumda, başka alimleri taklid
etmesi mümkün olmadığı için batın ilmine sahip olan alim de alimlerin alimi
olmaktadır. Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Şunlar fetva verseler de, bunlar fetva verseler de iyilik, kalbin
itmi'nan, nefsin ise sükunet bulduğu şeydir".[50][50] Şüphesiz bu,
zikir ile keşf sahibi olan bir kalbin, sekine ve iyilik ile sükun bulmuş bir
nefsin işidir.
Allah Teala,
müminlerin kalplerini vasfederken çok açık bir hitap ile bunu beyan etmiş ve
şöyle buyurmuştur: "İman etmiş olanlar ve kalpleri Allah'ın zikriyle
yatışmış olanlar: Bilin ki kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur".
(Ra'd/28) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Allah imanlarına iman katsınlar
diye nıüslümanlarm kalplerine sekine indirdi". (Fetih/4) Allah Teala'mn
kalplerin vasıflarıyla ilgili olarak düşünülerek anlaşılabilecek ifadesi ise,
düşmanlarının kalplerine dair indirdiği ayetlerde görülmektedir. Bunların
gözleri, öğüte karşı perdeliydi ve hakka dair hiçbir söz de işitemiyorlar di.
Bu babda şu
ayeti zikredebiliriz: "Gayb ilmi onun yanında da şimdiden (ahirette
günahının başkasına yükleneceğini) görüyor mu?". (Necm/35) Bu ayetin
manası üzerinde tefekkür ettiğimiz zaman şunu görürüz: Allah Teala'mn,
kendisini seven velileri O'na kulak verir, zikriyle mükaşefe yapar ve O'nun
gaybma bakarlar. Allah Teala bunlar hakkında misal verirken her iki zümreyi de
zikretmiştir. Bunlardan ilki kör ve sağırlardan teşekkül eden bir zümre olup
bunlar, doğru yoldan tamamen ayrı yollara sapmış ve bu yollar yüzünden de sırat-ı
müstakimden uzaklaşmış kimselerdir. Diğer zümre ise, işiten ve görenlerden
teşekkül eden bir zümre olup bunlar da, hidayet üzere yürüyen ve sırat-ı
müstakime tabi olan kimselerdir.
Allah Teala
ilk zümre hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkı işitmeye tahammül e
demiyorlar di, hem de göremiyorlar di". (Hud/20); "Şüphesiz ki bunda,
kalbi olan yahut şahit olarak kulak veren kimse için uyandıracak bir öğüt
vardır". (Kaf/37); "Allah sizi helak etmeyi murad ediyorsa, nasihatim
size fayda etmez" (Hud/34). Allah Resulü (sav) burada mücmel olarak geçen
'kalbin sıfatı'nı beyan ederken onun 'takva' olduğunu söylemiş ve eliyle
kalbini işaret etmiştir.
Allah Teala,
günahlarının çokluğu sebebiyle kilit vurulan kalpleri zikrederken şöyle
buyurmuştur: "Şu hakikati hala anlamadılar mı ki, eğer Biz dilemiş
olsaydık onların da günahlarının cezasını verirdik. Ama kalpleri mühürleriz de
hakikati işitemezler" (A'raf/100). Allah Teala, kalplerinin mührünü bozan
şeyin takva olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah'tan korkun ve
işitin" (Maide/108); "Allah'tan korkunuz. Allah size öğretiyor"
(Bakara/282).
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilmektedir:
"Allah Teal, bir kul için hayır murad ettiğinde nefsini kendine karşı
caydırıcı, kalbini de kendi için öğüt verici kılar". Başka bir hadiste ise
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kimin kalbi kendisi için bir vaiz
olursa, Allah Teala onun için bir koruyucu yaratmış demektir".
Allah
Teala'mn "Rabbimiz, biz imana çağıran bir davetçiyi işittik" (Al-i
İmran/193) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir tefsir yapılmıştır:
'Biz onu kalplerimizden işittik'. Bunun zıddı olan "Sanki onlar, uzak bir
yerden çağrılıyorlardı". (Fussilet/44) ayetinin tefsirinde ise;
'Kalplerinden uzak' açıklaması rivayet edilmiştir. Allah Teala, tevbenin de
kalplerin meyil ve gayretinin neticesi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz buna
yöneldi". (Tahrim/4) Bu manada Allah Teala'mn başka bir buyruğu da şudur:
"Halbuki intikam almaya kalkmaları için Allah'ın, Resulü ile kendilerini
lüt-fundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe
ederlerse haklarında hayırlı olur". (Tevbe/74)
Kalbin
körlüğü meselesine gelince bu hususta şu söz rivayet edilmiştir: Gözler kör
olmaz. Kör olan, sinelerdeki kalplerdir. Kalp ehli, halktan vaizler olmaksızın
Öğüt ve ibret alan, zahirde bir caydırıcı olmaksızın kötülüklerden cayan
kimselerdir. Yukarıda zikrettiğimiz hatırlar müminlerin umumu için geçerli
olan hatırlardır. Kalp, Allah Teala'nın gayb hazinelerinden bir hazinedir.
Yukarıda anlattığımız hakikatlar ise, Allah Teala'mn askerleri olup kalbin
çevresinde ikamet ederler. Allah Teala, bunlar arasında dilediklerini
gizlerken, dilediklerini de izhar eder. Onlardan kimilerini yoktan yaratırken,
kimilerini de tekrar tekrar yaratır ve kalbi bunlarla genişletip yayar. Bazan
da bunları eksilterek kalbi daraltıp sıkar.
Her kalp üç
unsuru ihtiva eder. Yakin hatırları ki, kalpten asla ayrılmazlar. Ancak bu
unsurların zayıflaması halinde yakin hatırları da zayıflar ve gizli kalır.
Onlar kuvvetlenince, bu hatırlar da ortaya çıkıp bariz hale gelirler. Çünkü bu
üç unsur, yakinin kalp içinde bulunduğu mekanı teşkil ederler.
Bu unsurlar;
îman, İlim ve Akıl'&ır. İmanın yakin için ifade ettiği yer, ateş topu
mesabesindedir. İlmin yakin için ifade ettiği yer ise, tetik mesabesindedir.
Aklın yakin için ifade ettiği yer ise, ateşleyici mesabesindedir. Bu
vasıtaların tamamı kalpte biraraya geldiği zaman yakin hatırı kalp üzerinde
etkin olur. Güç bakımından kalbin kuvvetini onu besleyen unsurların gücüyle
kıyas edebiliriz. Kalbin saflık ve duruluğunu ise, onu besleyen kaynağın
temizliğiy-le ölçebiliriz. Bu anlamda akim kalpteki yerini kandilin içindeki
lambaya benzetebiliriz. Kandilin yağı ise ilme benzetilebilir ki lambanın özü
de budur. Onun desteği ile, yakin tezahür eder. Lambanın fitili ise, imana
benzetilebilir. Lambanın esası ve temel unsuru fitil olduğu için, fitil ne
kadar güçlü ve fitilin yapıldığı madde ne kadar kaliteli ise, yakinin tezahürü
de o kadar güçlü ve kesin olacaktır. Bu, imanın gücü bakımından vera' ve
titizliğe, kemaliyeti bakımından da korkuya benzetilmesi gibidir.
Kandilde
kullanılan yağ, ne kadar ince ve saf olursa ateş konumunda olan yakini o kadar
açık ve net olarak aydınlatır. Bunu da zühdü besleyen ve nevayı terkeden ilmin
durumuna benzetmek mümkündür. İlim, tevhidin mekanını teşkil eder. Tevhid
ehlinin tevhid üzerindeki metanet ve kararlılığı, ilmin kapladığı yerin ge-nişliğiyle
ölçülür.
Allah Teala
bu babda şöyle buyurmaktadır: "Bil ki Allah'tan başka'ilah yoktur".
(Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kurban ancak Allah'ın ilmiyle
indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur". (Hud/14) Görüldüğü üzere Allah
Teala ilmi, tevhidin önüne geçirmiş ve ilim, tevhidin önünde yeralmıştır.
Kalp, Allah'ın ilmi üzerinde genişledikçe ve dünya konusunda zahid oldukça
iman bakımından güçlenir ve sürekli yükselir. Çünkü kalp ilim ile yükseldikçe,
başkalarının göremeyecekleri şeyleri görür ve kendinden gayrisinin
bilemeyeceği incelikleri bilir hale gelir. Mümin de bununla büyür ve bu, onun
imanının artıp güçlenmesini temin eder. Sonra iman ettiği herşeye şahid olur.
Böylelikle nefsini takviye edip müşahede sahasını genişletir.
Kalp, Allah'ın
ilmi, O'nun sıfatlarının manaları ve melekûtu üzerindeki hükümlerinin bilgisi
bakımından zayıflayıp daraldıkça imanı da azalır. Böyle bir kalbin sahibi olan
kul, sebeplere gösterdiği düşkünlükten dolayı iman ettiği şeylere perde
gerisinden şahit kılınırken, Allah'ın kelamını da yine perde arkasından dinler.
Çünkü o, hayır ve iyilikte yarışmayan bir kuldur. Böyle olduğu için de imanı
giderek azalıp zayıflar. O, müşahedeleri yakından yapamadığı için sadece hayal
etmekle yetinir.
Allah
Teala'mn sıfatlan ve kudretinin ayetlerinden yüzbin mana çıkarabilen, sonra da
bunların tamamını yakından bizzat müşahede yoluyla keşfedebilen bir kul,
elbette bu sıfat ve ayetlerden sadece on mana çıkarıp onları da perde
arkasından görebilen bir kul gibi değildir. Bu kulların her ikisi de mümindir.
Ama, gücü, eksiklik ve fazlalığı, yakınlığı ve yüksekliği bakımından bu
ikisinin imanı arasındaki fark, on ile yüzbin sayıları arasındaki fark
gibidir. Müslüman bir kulun kalbindeki iman, yakin sahibi bir müminin kalbindeki
imanın onbinde biridir.
Müminin
kalbindeki iman, işte bu şekilde onun üstünde, yüzbi-nin altında bir dereceye
sahip olur. Bunu akletme halimizi şu misale benzetebiliriz: Bir kişi size
'Falan kişi muhakkak ki benim yammdadır1 dediği zaman, o kişinin onun yanında
olduğuna dair bir bilgiye sahip olursunuz. Ama bu bilgi, yakini bir bilgi
değildir. Çünkü o falan kişinin, söz sahibi tarafından ona benzetilmiş başka
biri olması veya onun yanında iken bilahare oradan ayrılmış olması mümkündür.
İşte
müslümamn imanı da buna benzer. Bir de size bu bilgi verildiğinde o kişiye
seslenir ve onunla perde arkasından da olsa konuşursunuz. Bu durumda kişinin
sesini duyduğunuz için orada olduğu hakkında daha kesin bir bilgiye sahip
olmuş olursunuz. Ama bu da, kafi bir bilgi değildir. Zira insanların sesleri ve
bedenleri birbirine benzeyebilir. Böyle bir konuşmaya rağmen o kişiyi evinde
tutan kimse, evdekinin o olmayıp başka biri olduğunu söylediğinde, seslerin ve
bedenlerin benzeşme ihtimalinin var olmasından dolayı bilginiz hakkında
kuşkuya kapılabilirsiniz. Gözünüzle yakini olarak görmediğiniz için böyle bir
iddiayı savamaz, aksini isbat edecek delil bulamazsınız.
Müminlerin
umumunun imanı da işte bu tür bilgiye benzer. Bu iman, istidlal yoluyla yakine
ulaşmış habere dayalı bir imandır. Ama her halükârda şüpheden hali değildir,
çünkü zan ile karışıktır. Bu tür bir yakin, ariflerin müşahedeleri neticesinde
hasıl olan yakine benzemez. Çünkü yakinin bu türüne, hayal ve benzetme kusurlarının
karışmış olmasından emin olunamaz.
Son olarak
böyle bir haber ulaştığında kişinin yanma girip arada hiçbir engel ve perde
bulunmaksızın onu görme durumu sözko-nusu olur. Böyle bir durumda, kafi yakin
hasıl olur. Bu, yakin sahibi tarafından yapılan bir şahitliktir. Bu hasıl
olduğunda bütün şek ve şüpheler ortadan kalkar ve bilgiyi taşıyan haber tahkik
seviyesine ulaşmış olur. İlmin bu halini de, yakini iman sahiplerinin imanına
benzetmemiz mümkündür. İman ıstılahı hepsi için de geçerli olmasına rağmen, bu
son mertebedeki bilgiye dayanan iman ile, önceki mertebelerde yeralan iman
derecelerinin bir olması mümkün değildir. Çünkü ilki, sadece teyid edilmemiş
bir habere dayalı bir bilgiye benzemektedir. İkinci seviyedeki ise, sese dayalı
olan ve şüphe ihtiva eden bir bilgiye benzemektedir. Netice itibarıyla bütün
müminler, İman' ismini taşıma bakımından denk olmalarına rağmen, sıfat ve
mahiyeti bakımından yukarıdan aşağıya doğru çeşitli derecelere sahiptirler.
\ukarıda
zikrettiğimiz bilgi çeşitlerini sıralamak gerekirse şöyle diyebiliriz: İlk
türde verilen bir haberin tasdik edilmesine dayanan, ihbarı bîr bilgi
mevcuttur. İkincide ise, bizzat duyularak istidlal edilip müşahedeye
dayanmayan, fakat sahibi için kafilik arze-den bir bilgi hasıl olmuştur.
Üçüncüde ise, bizzat müşahedeye ve yakine dayanan bir bilgi sözkonusudur. Allah
Resulü (sav) bilginin bu son türünün en makbulü olduğunu beyan ederek şöyle
buyurmuştur: "Haber, gözle görme gibi değildir. Haber veren de gözle gören
gibi değildir".[51][51]
Bilginin bu
türüne misal olmak üzere şunu da zikredebiliriz: Gündüz gördüğünüz bir şeyi
gözle gördüğünüz şekliyle kesin olarak tanır, yerini de hata etmeyecek şekilde
bilirsiniz. Akşamın karanlığında ona ihtiyaç duyduğunuzda ise, karanlıktan
dolayı gözle göremediğiniz yerini istidlal yoluyla çıkarmaya çalışırsınız.
Hüsnü zannın gereği, o şeyin gündüz olduğu yerde ve bulunduğu hal üzere kalmış
olmasıdır. Deliller işte böyle ve gaybidirler. Bunların müşahedelerle birlikte
olması halinde hakikati ifade etmeleri mümkündür. Mesela ay ışığında
baktığınız bir cismi belli belirsiz ve hayal meyal görürsünüz. Halbuki aynı
cisme güneş ışığının altında baktığınız zaman onu tam olarak olduğu hal ve
şekil üzere görürsünüz. İşte yakini imanın nuru ile sade imanın nurları
arasındaki fark da buna benzer.
Müminlerin,
imanın kemali noktasındaki farklılıklarını göstermek için verebileceğimiz
dördüncü misal de şudur: Dört rekatlık bir farz namaz düşünün. Bir kişi gelmiş
ve iftitah tekbirinden itibaren namazın bütün rekatlarını imamla beraber eda
etmiştir. Bir başkası ise, imamı ilk rekatın rükuunda yakalamış ve namaza devam
etmiştir. Bir üçüncü şahıs cemaata ikinci rekat kılınırken katılmıştır.
Dördüncü bir şahıs cemaata üçüncü rekattan sonra katılmış ve cemaatla sadece
tek rekat kılabilmiş tir. Bunların hepsi de namazı cemaat ile kılma sıfatına
sahip olmuşlardır. Allah Resu-lü'nün (sav) "Namazdan bir rekatı idrak eden
namazın tamamını idrak etmiş gibidir"[52][52] hadisi
gereği cemaatın faziletine de nail olmuşlardır. Ama cemaata en baştan katılan
ile, son rekatta katılan kişiler, sevabın fazileti bakımından denk değildirler.
İşte imanın kemali bakımından müminlerin durumu da buna benzer. Müminler, iman
sıfatını taşıma noktasında bir olmalarına rağmen, imanlarının kemali ve
hakikatları babında müsavi değildirler. Ahirette de aynı şekilde müsavi
olmayacaklardır.
Bir hadiste
şöyle buyrulmaktadır: "Melekler, kalbinde zerre miskali, yarım miskal,
çeyrek miskal, kıl kadar ve zerre kadar iman bulunanı ayırırlar. Geriye
kalanlar, imanları zerre ile miskal ağırlığı arasında olanlardır. Bunların
hepsi de cehenneme girerler, ama orada farklı yerlerde bulunurlar". Bu
hadise dayanarak, kalbinde dinar ağırlığınca iman bulunan kimselerin dahi,
işledikleri günahların büyüklüğünden dolayı cehenneme atılacaklarım söyleyebiliriz.
Yine bu
hadise göre, kalbinde zerre miktarı da olsun iman bulunan kimseler, cehennemde
sonsuza dek kaimaycaklardır. Kalbindeki imanı, dinar ağırlığından fazla
olanlara gelince, ateşin bunlar üzerinde gücü olmayacaktır. Bunlar, iyi
ihsanlar arasında yer alacaklardır. Kalbindeki imanı, zerreden dahi hafif
olanlar ise, cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Çünkü bu kimseler,
zahirde mümin adını taşıyor olsalar da Allah Teala bunlardaki günahkarlık ve
nifak halini yakinen bilmektedir. O, buyurdu ki: "Günahkarlar, kesinlikle
cehennemdedirler". (İnfîtar/14); "Oradan asla kaçamayacaklar".
(İnfitar/16)
Daha sonra
miskal ve zerre miktarı da olsa, imana sahip olanlar cennete gireceklerdir.
Ama bunlar da cennetin değişik derecelerinde yer alacaklardır. İmanı, miskal
ağırlığından fazla olanlar, il-liyyunun da üstünde bir bir kata
yerleşeceklerdir. Bunların üstünde de her biri yerden göğe kadar yüksek olan
yıldızlar boyunda olan katlarda yüksek derece sahipleri sıralanacaktır.
Müminlerin hepsi de değişik makam ve farklı yüksekliklerde olmak üzere cennette
toplanacaklardır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "İnsan dışında hiçbir
varlık, benzerinden bin kat hayırlı olamaz".
Gerçekten de
yakin sahibi bir müminin kalbi bir müslümanın kalbinden bin kat daha hayırlıdır.
Çünkü onun imanı, yüz müminin imanından daha üstün, Allah'a dair ilmi de yüz
müslümanın ilminden defalarca fazladır. Denilir ki üçyüz kişi olan abdal zümresinden
bir kişinin kıymeti, üçyüz müminin kıymetinden daha büyüktür.
Ebu Muhammed
şöyle derdi: Allah Teala, müminlerden kimisine Uhud dağı ağırlığında iman
bahşederken kimine de sadece zerre miktarı iman bahşeder. Allah Teala buyurdu
ki: "Eğer mümin-lerseniz, üstün olanlar da sizlersiniz". (Al-i
İmran/139) Burada zikredilen üstünlüğün 'Uluvv' üst sınırı, yoktur. Çünkü
kasdedilen yükseklik, iman ile sağlanan yüksekliktir. Her kalbin yükselmesi,
imanının mikdarına bağlıdır. Bu sebepledir ki, alimler diğer müminlerden
derecelerle üstün kılınmıştır: "Allah sizden iman eden ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle yükseltir". (Mücadele/11) İbni Abbas (ra) bu ayeti
tefsir ederken şöyle demiştir: Kendilerine ilim verilen alimler, müminlerden
yediyüz derece daha yüksektirler. Bu derecelerden herbirinin mesafesi, yer ile
gök arasındaki mesafe kadardır. Bir hadiste de şöyle rivayet edilmektedir:
"Cennet ehlinin çoğunluğu, safdillerdir. İlliyyun ise akıl sahipleri
içindir". -Allah Resulü (sav) bu meyandaki başka bir hadisinde de şöyle
buyurmuştur: "Alimin abide olan üstünlüğü, ayın diğer gezegenlere olan
üstünlüğü gibidir"[53][53]Bundan
daha beliğ bir ifadede ise Allah Resulü (sav) 'Benim ümmetime olan üstünlüğüm
gibi' buyurmuştur. Müminler arasındaki yakin sahipleri, iman bakımından daha
üstün bir derecededirler. Yakin sahipleri arasındaki alimler ise, çok daha
üstün dereceye sahiptirler.
Kandilin
yağı ne kadar beyaz ise, güzellik ve saflığı da o derece yüksek olur.
Kusurlardan uzak, hal ve malların bulanıklığından beri olan sağlıklı akıl da
buna benzer. Bütün bunları biraraya getiren ise kandilin kendisidir ki bu
kandil de kalptir. Kalp ne kadar yumuşak, cevheri ne kadar latif ve kötü
etkilerden ve bulanıklıktan ne kadar uzak bir saflıkta ise, ilimler ve nurlar
da o kadar fazla olur. Kandilin camının cevherindeki saflık, onda kullanılan
suyun saflığına bağlıdır. Suyun saflığı da aynı şekilde özünün saflığına
bağlıdır. Kalp ve akıl, bu ikisinin saflık ayarına bağlı olarak saf veya
bulanık olurlar. Nurun yakıtı ise fitilin kuvvetine ve kandili
besleyen
yağa bağlıdır. Bunlar ne kadar güçlü ve devamlı olursa, kalbin Allah'ı bilmesi
ve yakin sahibi olması da o kadar güçlü olur. Bu, herşeyi bilen izzet sahibi
Allah'ın takdiridir.
Üç unsuru
barındıran her kalp cahilane heva, dünya sevgisi ve hırsa ait hatırlardan uzak
duramaz. Sonra heva hatırı zayıflar ve kalp bu üç unsurun nefse hakimiyetlerine
bağlı olarak güç kazanır. Bunların hakiki yönleri de, yakin hatırının yerine
bağlı olarak güçlenip zayıflamasına dair yukarıda zikrettiklerimize benzerdir.
Bahsettiğimiz üç unsur; ilim, iman ve akıldır. Bu üç unsur, insan kalbinde
birarada bulunur ve irade hangisiyle beraberse o galip gelir.
Ali'den (kv)
şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala'nm yeryüzünde kapları vardır.
Onlar kalplerdir. Kalpler arasında Allah Teala'ya en sevimli gelenleri, en yumuşak,
en saf ve en sağlam olanlarıdır. Daha sonra bunları açıklayarak şöyle demiştir:
Sağlamlık dinde, saflık yakinde, yumuşaklık ise mümin kardeşleriyle ilişkide
tezahür eder. Cevherlerindeki yakınlaşma ve benzeşme sebebiyle kalpler kaplar
gibidir. Onların en yumuşak, en saf ve en yüksek kaliteli olanları, krallar,
eşraf ve iyi kimseler için uygundur. En katı ve en bayağı olanları ise çöpleri
koymak için uygundur. Bu iki sınıf arasındakiler ise, bu ikisi arasındaki
gayelere uygun düşerler.
Bu ikisini
okka ve hassas terazilere benzetmek de mümkündür. Hassas terazi, altın tartmaya
uygun iken kaba okka ve teraziler bakliyat ve hayvan tartmaya daha uygundur.
İkisi arasında değere sahip olanlar da, kendilerine göre terazilerde
tartılırlar. Herşey, tartılması uygun olan terazi ile tartılır. Her kabın layık
olduğu yemek ve kişi varken, her'mal cinsinin de tartıldığı bir terazi türü
vardır. Değerli olan bir yemek, değerli bir kaba konulurken değersiz bir şey
de değersiz bir kapta korunur. Melekût-i batın ile mele-kût-i zahir arasındaki
hüküm ve hikmet de aynen böyledir. Zahir batını tezkiye eder. Allah Teala
buyurdu ki: "O'nun nurunun misali, sanki içinde kuvvetli ışık veren ampul
bulunan bir lambadır. Bu lamba da cam bir fanus içindedir". (Nur/35)
Übeyy b.
Ka'b bu ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani müminin nurunun misali..
O, ayeti bu şekilde anlıyordu. Yine o şunu söylemiştir: Müminin kalbi, içinde
ışık saçan bir ampul bulunan lamba gibidir. Çünkü onun sözü de ameli de nurdur.
O, sürekli nur içinde hareket eder. Yine o, Allah Teala'mn "Yahut üstünü
yığın yığın dalgalar kaplayan ve daha üstünde de bulutlar bulunan derin
denizdeki karanlıklar gibidir" (Nur/40) ayetinin tefsirinde de Yani
münafığın kalbi' demiştir. Çünkü onun sözü de, işi de zulmet ve karanlıktan
ibarettir. O, sürekli karanlıkta hareket eder.
Zeyd b.
Eşlem de Allah Teala'mn "Levh-i Mahfuz'dadır" (Bu-ruc/22) buyruğunun
tefsirinde şöyle demiştir: Yani, müminin kalbin-dedir. Ebu Muhammed Sehl de
şöyle derdi: Kalb ve sine, Arş ve Kür-si'ye benzer. İbni Ömer'den (ra) rivayet
edilen bir hadiste Allah Re-sulü'ne (sav) şöyle denildiği nakledilir; "Ey
Allah Resulü, Allah yeryüzünde nerededir? Buyurdu ki: Mümin kullarının
kalplerindedir". Kudsi bir hadiste Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: Gökyüzüm ve yeryüzüm Bana dar geldi. Mümin kulumun kalbi ise Bana
yetti". Bu hadisin başka bir rivayetinde 'Leyyin ve Vadi' olan kulumun
kalbi Bana yetti' ifadesi yeralmaktadır. 'Leyyin', yumuşak-başlı, müsamahakar
ve candan kimse anlamına gelirken 'Vadi' kelimesi de, mutmain, huzurlu ve
sakin manalarına gelir.
Başka bir
hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Kulun giydiği en güzel elbise, sükunet
içindeki huşu' elbisesidir". İşte takva ehlinin giysisi de budur. Bu aynı
zamanda Allah Teala'mn ariflere sürdüğü boyadır. Bir hadiste Allah Resulü'ne
(sav) şöyle denildiği rivayeti edilmektedir: "Ey Allah Resulü, insanların
en hayırlısı kimdir? Buyurdu ki: Sıcak kalpli her mümindir". Daha sonra
bunu tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "O, takva sahibi, arı duru,
kalbindeki, kin, haset, saldırganlık ve aldatmaca bulunmayan kimsedir"[54][54]
Ariflerden
biri de Allah Teala'mn "Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelen hariç"
(Şu'ara/89) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yani içinde Allah'tan gayrı başka
bir kişi veya varlığın bulunmadığı bir kalple gelen.. Tefsir ehli ise aynı
ayetin tefsirini yaparken 'Şirk ve nifak gibi hastalıklardan arınmış olarak
gelen' demişlerdir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Ümmetimdeki şirk, karıncanın yürüyüşünden dahi
gizlidir"[55][55]
Şirkin bu türü, müminler arasında sadece sıddıklarda bulunmaz. Yine O buyurdu
ki: "Ümmetimin münaûklarınm çoğu, (Kur'an) okuyanlarıdır [56][56]
Nifakın bu türü ise, abidler arasında sadece arif olanlarda bulunmaz. Yakine
dair hatırlar bir şey üzerine varid oldukları zaman, gizliliklerinden ve kapalı
oluşlarından dolayı delilleri zahirde ortaya çıkmaz. Bunlar, ancak batini
ilim, derin anlayış ve Kur'an'm manalarının inceliklerine vukufiyet ile
bilinebilir.
Allah
Resulü'nün de (sav) ifade buyurdukları üzere istinbatm batını; Kitab'm
anlaşılması ve tevilinin bilinmesi babmdandır. O, Ibni Abbas için (ra) buyurdu
ki: "Allahım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret". [57][57]
Ali b. Ebi Talib de (kv) bu manada şöyle demiştir: Allah Resulü (sav)
Kitabullah dışında bize hiçbir sır bırakmadı. Ancak Allah Teala'mn Kitab'ı
anlama konusunda kula verdiği kabiliyet bunun dışındadır. Yine o, Allah
Teala'mn "Hikmeti de dilediğine verir" (Bakara/269) ayetini tefsir
ederken şöyle demiştir: Yani Allah'ın Kitabı'nı anlama melekesini,
dilediklerine verir.
Söz
söyleyenlerin en sadık olanı Allah Teala buyurdu ki: "Onun hükmünü
Süleyman'a derhal anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim
verdik". (Enbiya/79) Allah Teala, Süleyman'ı (as) özel bir anlayış ile donatmış
ve babasıyla müşterek oldukları ilim ve hükümde, babasından bir derece yüksek
olmasını murad ederek onun hükmünü babasının fetvasından üstün tutmuştur.
Ali b. Ebi
Talib (kv) uzun bir konuşmasında şöyle demiştir: Ya-kin dört şubeden ibarettir:
Anlayıştaki basiret; Hikmetin tevili; İbretin mev'izası ve Öncekilerin
sünneti. Anlayışta basiretli olan, hikmeti tevil eder. Hikmeti tevil eden
ibreti bilir. İbreti bilen de öncekilerden olur. Burada yakin ehli olanlardan
murad, Allah Teala'mn batın hükümlerini bilen ariflerdir. Bunlar, yakine ait
hatırları ayrıştırmayı ve onların icaplarını gayet iyi bilen kimselerdir.
Çünkü onların gaybdan doğuşuna şahit edilmiş, Allah Teala'mn delici nuru,
daima hazır olan yakınlığı ve etkili gücü sayesinde hallerinin gereklerini
öğrenmişlerdir. Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar" [58][58]
Yani o, yakin nuru ile bakar. Bu hadisin başka bir lafzında ise 'Alimin
ferasetinden sakının' denilmektedir ki bu da sanki önceki hadisi tefsir eder
mahiyettedir.
Bu meyanda
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Keskin anlayışlılar için bunda elbette
ibretler vardır". (Hicr/75); "Andolsun ki ayetleri yakin sahipleri
için açıkladık". (Bakara/118) Yani, yakin nuruna sahip olanlar için
açıkladık. Ebu'd-Derda' (ra) şöyle derdi: Mümin gayba çok ince bir perdenin
gerisinden bakar. Hakk olan Allah Teala gaybı onların kalplerine bırakır ve onu
dilleri üzerinde akıtır.
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Müminin zannı kehanettir. Yani sıhhati, kesinliği ve
vuku bulması bakımından sihir gibidir. Ulemadan başka bir zat ise şöyle
demiştir: Allah Teala'mn eli, hikmet ehlinin ağızları üzerindedir. Onlar
sadece Allah'ın kendileri için hazırladığı hakkı konuşurlar. Bir diğer alim de
şunu söylemiştir: Eğer dilersen şunu söyleyebilirsin ki Allah Teala huşu
ehlini, sırlarından bazılarına muttali kılar.
Ömer b.
Hattab da (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektupta şöyle demişti: İbret
ehlinden duyduklarınızı iyi muhafaza edin. Çünkü onlar, kendilerine birtakım
hakikatlann açıklandığı kimselerdir. Sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah
Teala da şöyle buyurur: "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ki sizler
için bir furkan va-retsin". (Enfal/29) Ayetteki Türkan' kelimesi ile;
şüpheleri yakin-den tefrik edip ayırmaya yarayan bir nurun kasdedildiği söylenmiştir.
Yine bu
manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona
bir çıkış yaratır ve onu ummadığı yerden rızık-landırır". (Talak/2) Bu
ayetin tefsirinde de, çıkış kelimesi ile, insanlara sıkıntı veren şeylerden
kurtuluş, nzık verme, öğrenmeksizin öğretme ve tecrübe etmeksizin anlayış
kazandırma fiillerinin kasdedildiği söylenmiştir. Buna göre Allah Teala,
kendisinden korkan takva sahiplerini, sağlam bir şahid ve açık bir hak ile ilim
sahibi kılacaktır.
O, şöyle
buyurmaktadır: "Bizim yolumuzda cihad edenleri yollarımıza
iletiriz". (Ankebut/69) Denildi ki, kasdedilen kimseler, ilimleriyle amel
eden müminlerdir. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Allah Teala böyle
kimseleri, hikmet sahibi alimler olmalan için kendi yolunda muvaffak kılacak ve
bilmedikleri şeyleri kendilerine gösterecektir. Seleften bir zat da şöyle
demiştir: Bu ayet, insanlardan uzaklaşarak kendilerini Allah Teala'nın kulluğuna
adayan müminler hakkında nazil olmuştur. Allah Teala, onlara bilmediklerini
öğretecek hocalar gönderir veya günahlardan uzak kalmayı ve tevfîk-i ilahiyi
ilham eder.
Bir
hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kim bildiği ile amel ederse, Allah Teala onu bilmediklerinin ilmine de
varis kılar ve onu yaptığı ameller ile cenneti haketme yolunda muvaffak kılar.
Kim de bildiği ile amel etmezse, onu da cehennemi hakedinceye kadar amelde
bulunmaya muvaffak kılmaz".
Hadiste
geçen 'Bilmediklerinin ilmi' ifadesinden maksad, sadece kalp amelleri ile elde
edilebilen marifet ilimleridir.
Mesela,
sınama yoluyla seçmeyi, belaya düşürme yoluyla imtihan edip seçmeyi, bol sevap
ile cezalandırma arasındaki farkı, sevabın eksilmesini, az veya çok vermeyi,
halli ve akdi, toplamayı ve dağıtmayı bilmek, ariflere mahsus ilimlerdendir. Bu
ilimler de, ancak güzel bir fıkhediş, Rakîb olan Allah Teala'nın müşahedesi,
vecdlerin ve kalplerin sıhhatine bağlı olarak ulaşılan yakınlık sayesinde elde
edilebilirler.
Tabiundan
bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, bildiğinin onda biriyle olsun amel edene,
bilmediklerini de öğretir. Huzeyfe (ra) şöyle derdi: Sizler bugün bildiğinin
sadece onda birini yapmamakla dahi helaktan kurtulanamayacak bir devirde
yaşıyorsunuz. Öyle bir zaman gelecek ki, bildiğinin yalnızca onda biriyle amel
eden kurtulacaktır. Bir zat da şunu söylemiştir: Kul, ibadet ve gayret bakımından
zenginleştikçe, kalp de kuvvet ve zindelik bakımından güçlenir. Kul
tembelleştikçe, kalbin de zaaf ve gevşekliği artar.
Yakin
ilminin, aklın madenine tesir etmesi oldukça zordur. Çünkü akli ilimler,
yaratılmıştır. Onları üreten fikir ve düşüncedir. Akli ilimler, genellikle
fikirlerin ürettiği, fıtratın değişik hatırlardan çıkarsadığı ilimlerdir. Bu
ilimler de müminlerin keşifleri ve müslümanlarm övgü kaynaklarıdır. Yakin hatın
ise, Ayne'l-Yakin yoluyla tahsil edilir. Kul, bu yönde nida eder ve yakin o
anda karşısına çıkıverir. Çünkü bu ilim, ona mahsus, Mahbûb tarafından onun
için kasd ve murad edilmiş, Matlûb olan Allah Teala tarafından öğretilmesi
üstlenilmiş bir ilimdir.
Bu tür ilme,
ancak arifler, korku ehli ve muhibban ulaşabilir. Bunlar dışındakiler ise,
kendi halinde perdelenmiş, Allah Teala'nın sünnetlerine talib, O'nun makamına
nazır olmuş ve aklıyla bileceği şeyin peşine düşmüş kimselerdir. Ayne'l-Yakin
ile yüzleşen ve sıddıkların ilimleriyle ilim sahibi olan arifler ise Allah
Teala tarafından yürütülmekte, taşınmakta ve aşın düşkünlük göstererek Öne
geçenlerden olmaktadırlar. Yaptıkları zikirler, onların günah yüklerini
kaldırmıştır.
Bir hadiste
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yürüyün,
Yalnız kılınanlar öne geçtiler". Hadisteki 'Müfredûn=Yalnız kılınanlar
kelimesi 'Müfridun' şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana şöyle olmaktadır:
'Allah'ı tek kıldıkları için Yalnız kılınanlar öne geçtiler5. Allah Teala
buyurdu ki: "Allah nasıl koruduysa, onlar da muhafazası gereken gaybı öyle
korurlar". (Nisa/34)
Allah
Resulü'ne (sav) 'Yalnız kılınanlar (=Müfredûn) kimlerdir?' diye sorulduğunda
şöyle buyurmuştu: "Allah'ın zikrine aşın düşkünlük gösterenlerdir. Zikir
onların günah yüklerini kaldırmıştır. Onlar Kıyamet günü Allah Teala tarafından
yalnız kılındıklan için hafiflemiş halde gelirler". [59][59] Çünkü onlar
da dünya hayatlannda Allah'ı tek ve eşsiz kılarlardı. Allah Teala da onlan
hususi olarak zikretmiştir.
O'nun zikri
onların her yanını kaplamış, kalpleri O'nun nuruyla dolmuştur. Onların zikri
Allah'ın zikrinde derecelenir. Allah Teala onları daima zikreden olmuş, onlar
da Allah Teala'nın kudretinin cari olduğu bir tecelligâha dönüşmüşlerdir. Bu
zikrin, ne miktarı ölçülebilir ne de keyfiyeti tarif edilebilir.
Gökler ve
yer, terazinin bir kefesine konulsa, Allah Teala'nın göklerde ve yerde onlan
zikredişinin bulunduğu kefe kesinlikle daha ağır basacaktır. Kudsi bir hadiste
Allah Teala'nın onlara şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Yüzümle
yüzleştiğim kimseyi görsen, öyle biri neyi vermek istediğimi kesin olarak
bilir. Eğer gökler ve yer onlarla birlikte tartılsa gökleri ve yer daha hafîf
kalir. Onlara bahşedeceğim ilk şey, kalplerine bırakacağım nurum-dur. Böylece
Benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da Ben'den haber verirler".
Bu, onların
sıfatlarının zahiri ve kendilerine bahşedilen ilk fazilettir. Onların talepleri
bilinemediği gibi nasiplerinin keyfiyeti de öğrenilemez. İsteklerinin
büyüklüğünün özü vasfedileraez. Onlara bahşedilen, yaratılmış bir şey değildir.
Onların müşahedeleri de Ayne'l-Yakiri'den Hakkel'l-Yakin'e doğru tahkik vasfını
haizdir.
Onların Allah
Teala'dan ilk istekleri Yakin ilmidir. Yakin ilmi Allah Teala'yı bilmenin
saflık ve duruluğudur. İman ilminin sonu, Ayne'l-Yakin'in başlangıcıdır. Onlara
nasip edilen müşahedede bir kopma ve bölünme olmaz. Tevhidin en güçlü ve en
açık olanı, her-şeyde Allah Teala'yı tevhid edip birlemektir, Herşeyde O'nun
vare-dişine şahit olmak gerekir.
Bu meyanda
Tevhid ilminin nihayeti yoktur. Muvahhidlerin se-vabmdaki ziyadenin de sonu
yoktur. Ama onlar için önünde durdukları belli sonlar, kendilerinden sudur
ettikleri belli nihai noktalar vardır. Bu sonlar ve nihai noktalar, onların
sevap ve faziletlerinin artış yerlerini teşkil eder ve onların genişliğine göre
daha fazla sevaba layık olurlar. Onlar çeşitli ilimler ile kendilerini besler,
bunlar sayesinde onların ardındakileri mükaşefe yoluyla Öğrenmeyi sürdürürler.
Bu, son ve nihayet bulmaksızın ilelebed devam eder.
Kul, Tevhid
ilminin müşahedesine ancak Marifet ilmi ile vasıl olabilir. Marifet ilmi, Yakin
nurudur. Yakin nuru, bütün uzuvlar sa-lih ameller ile kaynaşıp saflaşmadıkça
kula verilmez. Bunu tereyağı oluşuncaya kadar sütün tulumda çalkalanmasına
benzetebiliriz. Bilindiği üzere süt ne kadar iyi çalkalanırsa ondan çıkan yağ
da o kadar saf ve güzel olur. İşte bu, ilmiyle hemhal olduktan sonra ulaşılan
Ayne'l-Yakin haline benzer.
Vechullah'm
belli bir yakınlaşmadan sonra aynada müşahede edilmesiyle Ayne'l-Yakin hasıl
olur. Allah'ın nurunun kalp aynasında görülmesinden sonra kulun vecd ve huzur
hali kendisinden asla ayrılmaz. Kul bu yolda yakinin hatırlarından sıfatların
müşahedesine doğru ilerler. Bu merhalede hatırlardan hasıl olan ilmin erimesiyle
Zat-ı İlahi'nin vechinin ışığından oluşan nur cevherleşir. Kulun ulaştığı bu
makamın adı, İhsan makamıdır.
Allah Teala
nefisleriyle mücahede eden, mallarını ve canlarmı kendi uğrunda satan bu ihsan
sahipleriyle berber olduğunu teyid etmiştir. O, sattıklarını almayı kabul
ederek onlara ihsanda bulunmuştur. Allah Teala onları mükafaatlandıracaktır.
Bu makamdaki kimselerin (Muhsinûn=İhsan sahipleri' olarak anılmlarının sebebi,,
en büyük ihsan sahibi olan Allah Teala'mn kendileriyle beraber olmasıdır.
Yine onlar
en üstünlerdir çünkü en üstün olan Allah Teala onlarla birliktedir:
"Üstün olan sizlersiniz ve Allah sizinledir". (Mu-hammed/35) Allah
Resulü'ne (sav) İhsan nedir?' diye sorulduğunda cevabı şu olmuştu:
"Allah'a sanki O'nu görür gibi ibadet etmendir".[60][60]
Kul
uzuvlarıyla yaptığı amellerin ağırlığına katlanır ve taşıdığı yükte tahamnıüllü
olur, Allah Teala'nm muhafazasını istediği şeyleri muhafaza ederse Yakin ilmi
mertebesine intikal eder. Bu mertebe kul için rahatlık ve rıza kaynağı olur.
Hidayet yolu da işte budur. Bütün bunların başı ise, kulun tevbe-i nasuh ile
tevbe ettikten sonra müridlerin hallerine dahil olması, nefs ve şeytan ile
cihad edenlerin arasına katılmasıdır. Bundan sonra yakin hatırlarına ulaşır ki
bu, mücahede ehline miras kılman bir neticedir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Ve Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onları
yollarımıza hidayet ederiz". (Ankebut/69) Yani Allah yolunda malları ve
canlarıyla cihad eden, bu yolda kendilerini fakirlikle korkutup çirkin işler
emreden şeytana kulak asmayan, aksine onu altedip mallarını ve canlarını
Allah'a satarak heva ve arzularımn esaretinden azad olan ve Hesap Günü'nün dehşetinden
kurtulan kullar, Allah'ın hidayet yolları olan ilimlerin keşiflerine
iletilirler. Onlara bütün anlayışların incelikleri bildirilir ve Allah Teala'ya
götüren yolların en kısasına şevkedilirler.
Onlar,
mücahe delerinde gösterdikleri güzellikle bunu haket-mişlerdir. Allah Teala
üstteki ayetini şöyle noktalamaktadır: "Muhakkak ki Allah ihsan
sahipleriyle beraberdir". (Ankebut/69) İşte bu, sıfatların müşahede
edildiği makamdır. Allah Teala, bu cihad-larında onlarla beraberdir. Bu
beraberliğin başlangıcında Tevfîk-i İlahi açıkça görülür. Kullar, bu tevfik
sayesinde her türlü eziyete dayanırlar. İhsan sahibi olan Allah Teala, onlar
bugünün sonuna kadar nefislerine ihsanda bulundukları için yarın kendileriyle
birlikte olacaktır.
Hasan
el-Basri (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İlim
iki türdür: Kalpte olan batın ilmi ki, asıl faydalı olan budur". Allah
Resulü'ne (sav) "Allah kime hidayet etmek isterse yüreğini İslâm'a
açar" (En'am/125) ayetindeki 'Şerh=Açmak' kelimesinin manası sorulmuştu.
Buyurdu ki: "O genişletmedir". Şu halde şerh; Allah Teala tarafından
kalbe atılan nurdan sonra yüreğin genişleyip açılması anlamına gelmektedir.
Ariflerden
bir zat da şöyle demiştir: Öyle bir kalbim var ki ona isyan ettiğimde Allah'a
isyan etmiş gibi olurum. Kasdettiği; kalbinde sadece itaatin bulunduğu ve
yalnızca hakkın istikrar bulabildiğidir. Kalbi, Allah'ın elçisi haline gelmiş
olduğu için ona isyan ettiğinde onu gönderen Allah Teala'ya isyan etmiş gibi
olmaktadır.
Bu manada
şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "İman, kalpte yer-eden ve amel
tarafından tasdik edilen şeydir". Yine O şöyle buyurmuştur: "Mümin
Allah'ın nuruyla bakar. Allah'ın nuruyla bakan ise Allah'a karşı bir basiret
içinde olur. Onun ameli de nuru sayesinde Allah'a itaattan ibaret olur".
Ariflerden bir zat şunu söylemiştir: Yirmi yıldır kalbim nefsime bir an bile
meyletmedi ben de göz kırpması aralığınca dahi olsun onunla aynı hali
paylaşmadım.
Ulemadan bir
zata batın ilminin ne olduğu sorulmuştu. Cevabı şu oldu: O, Allah Teala'nm
sırlarından bir sır olup onu sevdiklerinin kalplerine koyar ve ona ne bir
melek, ne de bir beşeri muttali kılar. Müsned bir rivayette Allah Resulü'yle
(sav) ilgili şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Bir adam Allah Resulü'ne
(sav) geldi ve 'Bana ilmin herkesçe bilinmeyen inceliklerini öğret' dedi. Allah
Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sen Rabbi'ni tanıdın mı? Bil ki ilimlerin garip
meseleleri Marifetullah'tadır". Allah Resulü (sav) ashabına anlaşılması
zor garip meselelerin bulunduğu ilimlerin esasını beyan ederek şöyle
buyururdu: "Kur'an'ı okuyun ve ondaki garip noktaları araştırın".
Yani onun manalarını düşünmeye, batini yönlerini çıkarmaya çalışın. Çünkü
Allah Teala'nm velileri O'nu, kendi Kelamı olan Kur5an ile tanır ve bilirler.
Denildi ki:
Kelamı öğrenin ki Allah'ı bilesiniz. Çünkü Kelamın manalarını, hitab
şekillerini bilen kimse bununla sıfatların manalarını ve Zat-ı İlahi'nin
isimlerinin ihtiva ettiği ilimlerdeki garib yönleri de öğrenir. İbni Mesud da
(ra) şöyle derdi: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerim öğrenmek isteyen,
Kur'an'ı baştan sona araştırsın. Marifet ehlinden bir zat Allah Teala'nm
"Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl/90) ayetinin
tefsirini yaparken şöyle demiştir: Ayetteki 'Adalet' Kur'an-ı Kerim'i düşünmek
ve anlamak 'İhsan' ise, bu anlayışı müşahede etmektir.
Allah
Resulü'nün (sav) imanı tarif ettiği bir hadiste, adaleti tes-bit ederken
söylediği sözler de buna delil teşkil eder. O buyurdu ki: "İman, dört
temel üzeredir: Sabır, yakin, adalet ve cihad.... Adalet de dört şubeden
oluşur: Anlayış derinliği, ilmin aydınlığı, hilmin bahçesi ve hükmün kaideleri.
Anlayış sahibi olan kimse, ilmin cümlesini tefsir eder. İlim sahibi olan ise,
hükmün kaidelerini bilir. Hilim sahibi olan da işinde aşırıya kaçmaz ve insanlar
arasında sayılan biri olarak yaşar".
Mükaşefe
ehlinden bir zat şöyle demiştir: Melek bana zahir oldu ve tevhidle ilgili
olarak müşahede ettiklerim arasında bulunan gizli zikirlerimden bir kısmını
kendisine yazdırmamı istedi ve şöyle dedi: Biz senin amellerini yazacak
durumda değiliz. Aksine bizi Allah'a yaklaştıracak bir amelinle senin seviyene
yükselmek isteriz. Bunun üzerine o kimseye sordular: İki melek farzları da mı
yazmıyorlardı. O zat da şu cevabı verdi: Tabii ki yazıyorlardı. Dedim ki: Bunlar
o iki meleğe yeterli olmuştu.
Ariflerden
biri de şöyle demiştir: Abdal zümresinden birine Yakin müşahedesini sordum.
Soluna döndü ve şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ne dersin? -sonra sağına
döndü ve yine- Allah sana merhamet etsin, ne dersin? sonra yüreğine döndü ve-
Allah sana da merhamet etsin, ne dersin? Sonra da bana daha Önce hiç işitmediğim
gariplikte bir cevap verdi. Kendisine şöyle dedim: Gördüm ki, soluna, sağına
ve yüreğine döndün, bunun manası nedir? Bana şöyle dedi: Sen bana öyle bir soru
sordun ki, benim onun hakkında herhangi bir ilmim yoktu. Belki bilir diyerek
sol yanımdaki meleğe dönüp sorduğumda bana 'Bilmiyorum' dedi. Sonra ondan daha
bilgili olan sağ tarafımdaki meleğe sorduğumda o da 'Bilmiyorum' dedi. Bunun
üzerine kalbime baktığımda o da bana sana verdiğim cevabı söyledi ve o iki
melekten daha bilgili olduğunu gösterdi.
Ebu Yezid ve
diğerleri şöyle derlerdi: Alim, Allah'ın Kitabı'nı ezberleyen, sonra da
unuttuğu zaman cahil sayılan kimse değildir. Aksine alim, ilmini dilediği vakit
ezberleme ve öğrenme olmaksızın Rabbinden alan kimsedir. Böyle bir alim, aldığı
ilmi asla unutmaz, daima hatırlar ve asla kitaba ihtiyaç duymaz. İşte o Rabbani
alimdir. Yakin sahibi abdalın kalplerinin hali işte budur. Onlar hıfz ile değil
Hafız ile ayakta dururlar.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Ümmetimden muhaddisler ve kelam sahipleri çıkacaktır.
İbni Ömer de onlardandır. İbni Abbas da okudu. Senden başka hiçbir resul,
peygamber ve hadis nakleden göndermedik ki..[61][61] Allah Resulü
(sav) bununla o iki sahabiyi kas-detmişti. Sahabe ve Tabiun'un ileri
gelenlerinden olan Selef-i Salih'in takip ettikleri yol da buydu. Kendilerine
bir mesele sorulduğu zaman Tevfik-i İlahi sayesinde doğru olan cevaba muvaffak
kılınırlardı. Onların izledikleri usûl, takip edilecek yol için hakiki bir
rehber mahiyetinde idi.
Mümin bir
kulun kalbine Yakin'e dair bir hatır geldiği zaman, onu müşahede etmiş olması,
onun gereğini yapmak zorunda kalması neticesini doğurur. Bu ilim başkalarına
gizli olsa da, onu açıklamak ve başkalarına şüpheli gelmesi halinde de onun
delilinin sıhhatini isbat etmek durumunda kalır. Allah Teala Yakin sahiplerini
tahsis ederek şöyle buyurmuştur: "Ayetleri yakin sahibi bir toplum için
beyan ettik". (Bakara/118); "Bu (Kur'an), insanlar için kalp gözü,
yakini olarak iman eden bir toplum için de hidayet ve rahmettir".
(Casiye/20)
Allah Teala
takva sahibi müttakileri tahsis ettiği ayetlerinde i-se şöyle buyurur:
"Allah'ın göklerde ve yerde yarattıkları, muhakkak ki takva sahipleri
için kesin ayetlerdir". (Yunus/6); "Bu, insanlar için bir beyan,
takva sahipleri için de bir öğüt ve hidayettir". (Al-i İmran/138)
Allah Teala
ilim sahiplerinin üstünlüğünü teyid ederken de şöyle buyurmuştur:
"Bilakis onlar kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde olan açık
ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki Biz, ayetleri ilim sahipleri
için açıkladık". (En'am/97) İlmin hakikati, takva ve yakinden gelir. Allah
Teala'ya yakın kılınanlara mahsus olan Marifet ilmi de budur. Allah Teala
onlara ayetler bahşetmiş, beyan' ve deliller göstermek suretiyle diğerlerinden
temyiz etmiştir. Bunun sebebi de; Allah'ın Kitabı'nı istenildiği gibi muhafaza
etmiş olmaları ve onun yaşayan şahitleri makamında bulunmalarıdır.
Bütün
bunlar, Allah Teala'nın yerdeki hazinelerinin tesirleriyle kalplerde beliren
hatırlardır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nundur. Ama ikiyüzlü
münafıklar bunu fıkhedip anlamayazlar. 'Fıkh' kelimesi, Arapların dilinde kalbi
fiillerden biri olarak görülür. Mesela 'Fıkhettim' dediğiniz zaman 'Anladım'
demek istediğiniz anlaşılır. Nitekim İbni Abbas da (ra) Allah Teala'nın
"Onların kalpleri vardır fakat onlarla fıkhetmezler" (A'raf/179)
buyruğunun tefsirinde 'yarû anlamazlar1 diyerek 'Fıkh' kelimesine
'Anlama=Fehm' manasını yüklemiştir.
Yakin, ruh
ve melek menşeli hatır Allah Teala'nın hazinelerin-dendir. Akıl, nefs ve şeytan
menşeli hatır ise yeryüzü hazinelerin-dendir. Nefs hakkında şöyle denilir:
Nefs, türabi yani toprakcıldır ve arzdan yaratılmıştır. Bunun için de toprağa
meyleder. Ruh ise manevidir ve melekûttan yaratılmıştır. Bu yüzden de
yücelmek-ten haz alır. Kalbe gelince, o da melekût hazinelerinden bir hazinedir.
Kalp ayna gibidir. Gayb hazinelerindeki ortamlarından gelen bu hatırlar kalpte
tutuşurlar. Kalp de bu tesirle pırıldayarak
ışık saçar.
Bu
pırıltılardan kalp kulağına düşenler anlayış, kalp gözüne düşenler nazar yani
müşahede, kalp diline düşenler kelam yani zevk, kalbin koklama melekesine
düşenler ilim yani fikir olurlar. Uzvî aklın aşılanmasıyla oluşan bu akıl,
kazanılmış yani müktesep akıl olup süresi bakımından en kısası, çilesi
bakımından en kolayıdır. Kalbin gözüne ve duyusuna düşenler ise onun şeffaf
zarını yırtarak kalpte bulunan siyah noktaya ulaşırlar. Bu safha vasıtasız
temas yani 'Mübaşeret' safhası olup zahiri bakımdan Vecd olarak bilinir.
Müşahede makamındaki hal budur. Bu meyanda Allah Resulü (sav) şöyle
buyurmuştur: "Allahım, Sen'den kalbime doğrudan temas eden bir iman nasip
etmeni niyaz ederim".
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir; İman kalbin zahirinde olduğu zaman, kul hem ahireti hem
de dünyayı seven biri olur. Bazan Allah ile beraber olurken bazan da nefsiyle
beraber olur. İman kalbin batınına girdiğinde ise, kul dünyaya buğzeder hale
gelir ve dünyevi arzuları terkeder.
Ebu Muhammed
Sehl de (ra) şunu söylerdi: Kalpte iki boşluk vardır. Bunlardan biri batın olup
içinde göz ve kulak bulunur. Burası, kalbin kalbi olarak bilinir. Diğer boşluk
ise zahir olup içinde akıl bulunur. Aklın kalpteki varlığı, bakışın gözdeki
konumuna benzer. O, belli bir yerin cüasıdır. Bir nevi gözbebeğinin cilası
gibidir.
Kalpteki
hatırlar, hidayet vasıtaları olan ruh ve melek kaynaklı ise, neticesi takva,
hidayet ve rüşd olur. Bunlar hayır hazinele-rindendir. Rahmetin anahtarı ise,
kulun kalbim güzel bir nura açar, sağ yanda bulunan hafeze melekleri de bunu
idrak ederek onun için bütün hasenatı tesbit ederler. Kalbin hatırları, yoldan
çıkaran azgınlar; şeytan ve nefs kaynaklı ise, bunun neticesi de isyankarlık
ve günahkarlık olur. Bunlar, şer hazinelerindendir.
Arazların
çengelleri de kalbi karanlık ve zulmete açarlar. Sol tarafta bulunan hafeze
melekleri de, kulun yaptıklarım kötülük ve günahlar olarak tesbit ederler.
Bütün bunlar nefsi yaratıp tesviye eden, kalpler üzerinde mutlak hakimiyet
sahibi olan, kalpleri; hikmet ve adaleti, sevdikleri için de minnet ve lütfü
gereği çevirip değiştiren Allah Teala'mn ilham ve görevlendirmesi neticesinde
meydana gelir. O buyurdu ki: "Rabbinin kelimesi, doğruluk ve adalet
bakımından tamama erdi". (En'am/115) Yani velilerine söz verdiği hidayete
iletme vaadinde sadık kalarak sevaplarını eksiksiz verdi. Düşmanlarına da
sapmaları sebebiyle vaadettiği azabı adaleti gereği yaşattı.
"O,
yaptığından dolayı sorgulanamaz, onlar ise sorgulanırlar". (Enbiya/23)
İşte onlar, Allah Teala'mn emrine bağlı olan erlerdir. O ise, Hükümrân, Cebbar,
Aziz, Kahhâr ve eşya ile doğrudan temastan münezzeh olandır- Herşey O'nun
dilemesine bağlı ve kudretine boyun eğmiştir. O'nun kudreti iradesini tatbik
ederken, hikmeti de fiillerini meydana getirir. O bir şeyi murad ettiğinde
gizli kudretiyle 'Ol!' der ve o zahiri hikmetiyle 'olur1. Rabbimiz, herşeye
kadir olup herşeyin melekûtu O'nun elindedir.
O herşeyde
hikmet sahibidir. Kul ise, aciz ve cahildir. O, hiçbir şeye kadir değildir.
Sebepler dünyasına mahkum edilmiş olup önüne perde çekilmiştir. Allah Teala
onu, sevap ve azabın mahalli kılmıştır. Sebepler, imtihan ortamlarıdır. Kul da
imtihanın konusudur. Evvel olan Allah Tela ise, imtihan eden, irade sahibi,
yoktan yaratan, yaratıp öldürdüğünü tekrar yaratandır. O sizi, bilmedikleri
bir şekilde yaratır ve müminleri de güzel bir imtihandan geçirir.
Kul, ancak
Allah Teala'mn kendisini şahit kıldığı şeylere şahit olabilir. Müşahede
makamında kulların muhtelif derecelere sahip olmalarının sebebi de budur. Kul,
Allah Teala tarafından açıklanmayan ve murad edilmeyen şeylerin beyanını
bilemez. İşte bu sebepledir ki onlar deliller noktasında ihtilafa
düşmüşlerdir. Allah Teala gayb hazinelerinden bir şeyi izhar etmek istediğinde,
latif kudretiyle nefsi harekete geçirir. Nefs de O'nun izniyle hareket eder.
Allah Ifeala nefsin hareketiyle onun cevherinde bir karanlık açar ve bu sebeple
kulun kalbinde kötü bir niyet oluşur.
Şeytan da
kulun kalbine bakar. Çünkü o sürekli kalpleri gözetlemektedir. Kalpler onun
için açılmış, nefsler de onun önüne serilmiş vaziyettedir. O da bu şekilde,
kendisine verilen görevi ve kula yaptıracağı kötü ameli görür. Şeytan, kulun
kalbinde bir niyet gördüğünde ve bu niyetin kalpteki zulmet ve karanlığa tesir
edişine şahit olduğunda, kalpteki yerini ve kalp üzerindeki hakimiyetim
pekiştirir. Kötü bir amele yönelik niyetler, esas olarak üç unsurun tesiriyle
ortaya çıkar. Bu üç unsurun dallarını saymak mümkün değildir. Çünkü her kulun
niyeti, kendi gayesine göredir.
Bu üç
unsurun ilki, isa'dır. Heva, nefsin geçici dünyalıklardan aldığı zevk veya
bunlara yönelik temennisidir. İkincisi akim afetlerinden olan uzvi bir cehalet
veya hareket ve sükûn iddiasıdır. Üçüncüsü de kalp aşkıdır. Bu üçünden hangisi
olursa olsun kalbe tesir ettikleri zaman, nefs vesvesesi ve ona bağlı olup
daima zemmedilen şeytanın varlığı gündeme gelir.
Bu üç
unsurun ortaya çıkışı da şu üç esastan birinin etkisine bağlıdır: Cehalet;
Gaflet veya gereksiz dünya malının peşine düşmek. Bu üçü de kulu
ilgilendirmeyip dünyaya izafe edilen fikir ve fiillerden ibarettir. Kul için en
hayırlısı; nefsle cihad etmek, şeytanın nefsi sürüklemesine izin vermemek ve
eğer bunlar dünya fuzuliyatının mubah işleri ise, uzuvların bu cihetteki
hareketlerine set çekmektir. Eğer bu üçü, haram kılınan fiiller için varid
olmuşlarsa o takdirde kulun uzuvlarını bu istikamette hareket etmekten çekmesi
gerekir.
Kalbi
bunları anmakla neşe buluyor, nazları da onların peşinde gidiyorsa, bunlar
kulun kalbi ile yakin arasında aşılmaz bir engel teşkil ederler. Eğer bunlar,
mubah fiillerle gündeme geliyorlarsa o takdirde kalbinin gafletlerin yatağı
haline gelmemesi için bunları kalbinden dışlayıp atması onun için daha hayırlı
olur. Aslında bunların hepsi, Allah Teala'nın kalpleri çevirmek için koyduğu
sınama ve onları döndürme için vazettiği imtihanlardandır.
Allah Teala,
nefsi, ruhu, hayatı ve ölümü de imtihan gayesiyle yaratmıştır. Yeryüzünde
yarattığı ziynetleri de en güzel amel olan zühdün ortaya çıkması için
varetmiştir. O, bütün bunları yarattıkan sonra kullarının ne yaptıklarını seyre
dalmıştır. Helaka düşmek üzere olan ve şeytanı kendisine musallat ettiği ve
nefsini tahrik ettirdiği için rızasından uzaklaşmakta olan bir kulu için
selameti mu-rad ettiği zaman imtihan anında onun kalbine nazar eder ve nefsi
Allah'a imanın nuruyla ile hidayete sevkeder. Kula, Allah'a sığınmasını ve
O'na tevekkül etmesini fısıldayarak kendisine karşı ihlaslı olmak
mecburiyetini hissettirir. Bu durumda o kula Allah Teala yeter.
Kul bu
safhadan sonra işini Allah'a havale eder. Allah Teala da şeytanın tuzağına
karşı onu korur. Kul da Allah'a yönelmeye mecbur kalır ve yalnız O'ndan
korkmaya başlar. Allah Teala da onun için bir çıkış yolu yaratır ve kul felaha
erer. Allah Teala nefse öyle bir bakışla bakar ki, nefsin ateşini söndürür ve
kötü niyetleri imha eder. İnsanın baş düşmanı olan şeytan da kalpteki yerini
kaybettiği için gizlenir ve Allah Teala'nın gücünün şiddetiyle kalp üzerindeki
hakimiyetini tamamen kaybeder.
Kalp, Allah
Teala'nm bahşettiği sirac-ı münirin (=nur saçan kandil) tesiriyle safa bulup
Aziz ve Kahhâr olan Allah Teala'nın verdiği güçle hürriyetine kavuşur. Bundan
sonra O'nun bakışıyla safa bulmuş bir kalbe sahip olan kul, Rabbinin makamından
korkar, günahlardan uzaklaşıp kaçar veya tevbe ve istiğfarda bulunur. Bu hal
üzere gittikçe takvanın şiarları da onun üzerinde belirgin olmaya başlar.
Allah Teala
bir kulu için helaki murad ettiği zaman, ondan şerrin sudur etmesine hükmeder.
Bunun üzerine kalp, kötü niyet oluştuktan sonra nefisten kaynaklanan heva ile
akla bakar. Akıl da nefse döner. Nefs, akla kötülüğü kolay göstererek onu
tahrik eder. Akıl da nefsin tahrikine kapılarak ona boyun eğer. Bundan sonra
aklın teslimiyetinden dolayı yürek, heva ve arzular için açılıp genişler.
Yürek, heva
ve arzular için açılıp genişlediğinde kalpte de bu tür duygular yayılmaya
başlar. Yerinin genişlemesinden dolayı insanın can düşmanı olan şeytanın da
kalp üzerindeki hakimiyeti güçlenir. Şeytan kötü işleri kalbe güzel göstermeye,
vaadtler ve boş kuruntular telkin ederek onu aldatmaya devam eder. Bu şekilde
kalbe süslü sözler ve aldanış zerkeder. Neticede, şeytanın hakimiyetinin
güçlenmesi ve yakin nurunun sönmesi sebebiyle imanın kalpteki hakimiyeti
sarsılır. Şehvetin güçlenmesinden dolayı da heva baskın gelir. Şehvet, ilim ve
beyanı yokettiği için de haya ortadan kalkar ve iman, şehvetle perdelenir.
Hevanın hakimiyeti ve hayanın yokolmasmdan dolayı da günahkarlık bariz hale
gelir.
Hayır ve
şer, itaat ve isyan gibi üstteki sebebplere bağlı olarak ortaya çıkan durumlar
insan için anlık meselelerdir. Bunlar göz açıp kapama anı kadar kısa sürelerde
yaşanırlar ve kulun bütün parçaları tek bir parçaya, bütün mafsalları tek bir
mafsala dönüşür. Bunun sürati şimşeğin süratine benzer. Çünkü bu, Allah
Tea-la'nın kudretinin iradesine baskın çıkarılması hadisesidir. O, bir şeye
'Ol' dediğinde derhal 'Olur1.
Allah Teala
kul için hayrı izhar etmek ve melekût hazinelerinden biri olan takvayı ilham
etmek istediğinde, gizli lütfuyla ruhu harekete geçirir. Ruh da kudreti eşsiz
olan Allah Teala'nın emriyle harekete geçer. Onun cevherinden kalpte parlak bir
nur açılır ve hayır yönünde yüce ve ulvi bir niyet teşekkül eder. Bu da
fer*iyatı sayılamayan üç esastan birinin tesiriyle olur. Çünkü her kulun hayırdaki
himmet ve gayreti, onun ilim ve makamına göredir.
Bu üç esasın
ilki, farz olan bir emri yerine getirme gayretidir, ikincisi, kulun halinin
tesiriyle veya melek ya da melekûttan mü-kaşefe yoluyla muttali olduğu bir
ilimden dolayı fazilet sahibi olmak isteğiyle bir mendubu işleme arzusudur.
Üçüncüsü ise, kendisiyle ilgili bir hususta, bedeni ve nefsi sıhhatinin gereği
olarak yaptığı ve kendisine serbest kılınmış bir mubah ile meşgul olmaktır.
Bununla maksadı, başka birine faydalı olmak veya denizler kadar derin
meselelere dalmış kalbini rahatlatacak fikirlerle teselli bulmaktır.
Böylelikle sıkıntısını giderip kalbine binen ağırlığı hafifletmiş olabilir.
Bunlar Allah
Teala tarafından kulun meşgul olması için tercih edilmiş sahalardır. Hikmet
sahibi olan Allah Teala'mn hikmeti bunu icap ettirmiştir. Yukarıda
zikrettiğimiz esasların tamamında da Allah Teala'mn rızası mevcuttur. Bunları
ifa etmek, kul için en faziletli olandır. Tabii ki bunlardan bazıları,
diğerlerinden daha üstündür.
Üstte
zikredilen hayır ve şerle ilgili altı esas, temelde kalbe doğan meleğin
sesiyle şeytanın sesi, takva ilhamıyla günahkarlık ilhamı yani niyet ile
vesvese arasındaki farkı teşkil eder. Niyet ile vesvese de Allah Teala'mn
seçimi veya smamasıdır. Bu esaslar kul için daha fazla mükaşefe sahibi olma
vesilelerini de ortaya çıkarır. Kul, bunlar vasıtasıyla Allah Teala'ya nazar
eder ve bunların kendisini ulaştırdığı makamda Allah Teala'yı bulur. Bunlar,
Allah Tea-la'dan onun için bir tanıtım olur ve kul onlar vasıtasıyla Rabbini
tanır ve kendisine şevk ve ünsiyet kapıları açılır.
Kullar,
yakindeki yüksekliklerine, güçlerinin miktarına ve imanın kalplerindeki
yerinin metanetine bağlı olarak müşahedelerde de farklı derecelere sahip
olurlar. Hayrın kökleri ve ortamları şunlardır: Meleğin ilhamı, ruha bırakılan
nur ve iman kitaplarındaki nurların müessirleri; Hayrın fertyatı ise, ahiret,
kula emredilen farz, mendub ve mubahları bilmektir. Şerrin kökleri ve ortamları
bunların karşıtları olan, nefs ve şeytandır. Şerrin sebepleri ise, he-va ve
şehvettir. Bunlar da cehaletten kaynaklanan hususlar olup kulun Önüne bir perde
gerer ve onu azaba sürüklerler.
Allah Teala,
ruh hazinesinden bir hayrı açığa çıkarmak istediğinde, onu harekete geçirir ve
kalpte bir nur parlar. Bu nur, kalp üzerinde müessir olur ve melek kalbe nazar
eder. Kalp de, Allah Teala'mn içinde yarattığı şeyi görür. Bunun üzerine
meleğin kalpteki yeri sağlamlaşır ve şeytanın şer hazinesi olan nefste
yaptığım, o da kalpte yapar. Melek hidayet üzere yaratılmış ve Allah'a itaati
sevme karakterine sahip kılınmışken şeytan, azgınlık üzere yaratılmış, günahı
ve isyankârlığı seven bir karaktere sahip kılınmıştır. Melek kalbe bir ilham
bırakır ki bu; kalpteki değişik'hatırların kayıt altına alınmasını emreden bir
içses olup kulun kalbinin güzelleştirilmesini ister ve buna teşvik eder. İşte
bu, takva ve rüşd ilhamıdır.
Melek
yakine, insanın baş düşmanı olan şeytan ise nefse bakar. Yakin, meleği buna
şahit kılar ve akıl huzur bularak yakinin şahitliğine teslimiyet gösterir. Bu
safhadan sonra akıl da, Allah Teala'mn izniyle melekle beraber olur ve
Rabbinden destek alır. Halbuki daha Önce nefs ile beraberdir ve onunla huzur
bulmaktadır. Yürek de aklın varlığından dolayı açılır ve yürekteki bu genişleme
ve açılmanın etkisiyle ilmin delilleri tezahür etmeye başlar. İmandaki saflık
ve duruluğun tesiriyle yakinin kalp üzerindeki hakimiyeti daha da güçlenir.
Hevanın
zulmet ve karanlığı ise, yakinin nuru içinde kaybolup gider. İman nurunun
tebarüz etmesiyle birlikte şehvet kıvılcımları da birer birer söner ve iman,
haya ziynetiyle süslenir. Şehvetin kırılmasıyla beraber nefsin belli sıfatları
da zaafa uğramaya başlar. Nefs zayıfladıkça kalp güçlenip kuvvetlenir. İman da
yakinin kuvveti ve ilim delillerinin ortaya çıkması sayesinde artar. İmanın
artışı ve haya elbisesinin kuşanılmasıyla hidayet ağır basar. Hakkın galebe
çalmasından dolayı da kulun itaati ön plana çıkar. "Allah, emrinde galip
gelendir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf/21),
meselenin Başka
bir İzahı:
Melek ve
şeytandan kaynaklanan sesler ile bunların ilham ve vesvese dereceleri
farklılaşabilir. Kimi zaman, şeytanın kötülüğü emreden fısıltısı daha önce
gelmiş olabilir. Melek de bunun ardından kulun yardımına koşarak onun hayır
üzerinde kalmasını temin etmek ve Rabbinin inayetini göstererek kulu bundan
sakındırmak için kalbine seslenebilir. Böyle bir durumda kulun yapması gereken,
ilk hatıra karşı durarak ikinci hatıra itaat etmektir.
Kimi zaman
da meleğin hayrı emreden sesi önce gelebilir. Bunun ardından şeytanın onu
caydırmaya, ertelemeye dair sesi gelir ki bu, Allah Teala'mn kulunu sınama
ânıdır. O, kulunun ne yapacağına ve bu iki sesten hangisine kulak vereceğine
bakar. Böyle bir durumda kulun yapması gereken; ilk sese kulak vererek, ikinci
sese kulak tıkamak ve şeytana itaat etmemektir.
Bir de
meleğin hayır yönündeki ilhanlıyla şeytanın vesvesesine ilişkin hatırların
kalbe doğması sözkönusudur. Bunlar da çeşitli derecelerde olur. Bazı kullarda
dünyaya düşkünlüğün aşırı olmasından dolayı meleğin sesi zayıf çıkarken şehvet
ve heva düşkünlüğünden dolayı şeytanın sesi güçlü çıkabilir. Bu seslerdeki
güçlülük ve zayıflıkla, Önce veya sonra gelişlerdeki farklılaşma da Hakim olan
Allah Teala'mn irade ve hükümlerinin, O'nun kudretinin kalpleri çekip
çevirmesinin ve iradesinin hükümlerindeki inceliklerin neticesidir. O'nun şer
hazineleri arasında hayır hazinesi varetmesi veya hayır hazineleri içinde şer
hazinesi varetmesi mümkündür. Sevdiği ve kendisinden başkasına meyletmesini
istemediği kulları için böyle yapabilir.
Kul, Allah
Teala'dan gelene asla nazlanmaz. Arif de buna şahit olduğunda hayır yaptığından
asla emin olamaz. O'na karşı asla nazlanmaz, çünkü Allah Teala'mn hayır
hazinelerini şer hazinelerine çevirmesinden hiç kimse emin olamaz. Aynı
zamanda üzerindeki bir kötülükten dolayı da ümitsizliğe kapılmaz ve daima
Allah Teala'mn şer hazinelerini hayır hazinelerine çevirmesini umar. Böylelikle
arif olan kul, daima korku ve ümit halleri arasında olur. Bunu idrak edebilmek
için, ilimlerin inceliklerini, anlayışların latif yönlerini, zekanın
kapalılıklarını Rahman ve Cebbar olanın öğret-mesiyle bilinen nurların
saflığını bilmek gerekir.
Kul, şerre
ait bir hatırdan sonra hayra ait bir hatırın geldiğini ve kendisini serden
sakındırdığını görür. Böylelikle, sürekli gözetlendiğini ve telafi için imkan
verildiğini anlar. İşte bu, kulun kalbindeki en büyük vaiz ve aklı destekleyen
büyük bir caydırıcıdır. Nefsten ve hevadan kaynaklanan şer hatırları ardarda
geldiği halde bunları melekten gelen hayır hatırları takip etmeyebilir. Bu, kulun
rıza-i ilahiden uzaklığının ve kalbindeki katılığın en bariz alametidir. Bazı
kullarda ise, ruh ve melekten kaynaklanan hayır ve iyilik hatırları hemen gelir
ve bu kulları, heva ve nefs kaynaklı şer hatırlarından azad eder. İşte bu da,
Allah Teala'ya yakınlığın işaretidir. Bu, aynı zamanda O'na yakın kılman
Mukarrebun zümresinin halidir.
Allah
Teala'mn kulu sınaması çerçevesinde hayır ve iyiliğe ait hatırlar şeytan
kaynaklı hatırlar ve vesveselerden de doğuyor olabilir. Bu, Allah Teala'dan bir
sınama, şeytandan kula yönelik bir hile, nefsten de bir tuzaktır. Kulun
düşmanı olan şeytan, bu yola başvurarak onu sonunda büyük bir günaha
sürüklemek, bir farzı engellemek için menduba sevketmek, o an için daha
faziletli olan bir şeyi yapmasına imkan vermemek, zahirde iyi görünüp aslında
şer olan bir şeyi yaptırmak gibi maksadlara ulaşmaya çalışır. Yapılacak fiilde
şeytanın gayesi, görünen değil görünmeyen yönü veya işin sonudur. Bu noktada
nefsin şehveti de hevasıdır. Nefs onu temenni eder, çünkü şeytan onu zahirde hayır
görünen bir kisveye bürümüş, güzelce süslemiş, işin başını hayırlı kılarak kulu
teşvik etmek istemiştir. Bu durum amel sahiplerinin karşılaşacakları tuzakların
en çetinlerin dendir. Bu tür tuzakların içyüzünü ve sırlarını ancak ilim
sahipleri bilebilirler.
Melekten
kaynaklanan hatır, her halükarda mutlak hayır ve saf iyilik içerir. Çünkü hile
ve tuzak kurmak, meleklerin sıfatlarından değildir. Ama kalbin kasvet ve
katılığı arttığı, zoraki ibadet eden kimselerin günaha meyilleri çoğaldığı
zaman, melekten gelen hatırlar kesintiye uğrayabilir. Böyle bir durumda kalp
ile şeytanın dürtüleri arasında hiçbir engel kalmaz. Şeytan da nefsin hevasıyla
yalnız başına kalır. Zamanla kulun üzerinde tam bir hakimiyet kurarak -Allah
korusun- huzur-i ilahiden uzaklaştırılması, hayırsızlığı ve irşaddan kopuşu
noktasında onunla birleşir.
İman
makamındaki kul, meleğin sesini duymaya devam eder. Yakin makamına
yükseltildiği zaman ise Allah Teala tarafından ruhun nurları vasıtasıyla dost
edinilir. Ruh, insanda hakkın yerleştirildiği yerdir. Allah'a yakınlık ve
hakka ulaşma da; meleğin bile muttali olamadığı sırlardan olan ruhun nurları
vasıtasıyla gerçekleşir. Bu safhaya ulaşabilmek için nefsin hevaya dair
hatırlarının tamamen yokolmuş olması ve bu hatırlardan bir zerrenin dahi kalmamış
olması gerekir.
Bu, nefsin
tamamen dürülme ve ruhun enginliğinde kaybolma safhasıdır. Bu safhada nefsten
hiç ses çıkmamaya başlar. İşte bu noktada Allah Teala yakin nuru ile kulunu
veli edinir ve gayb ha-zineleinden biri olan yakin nurunu parlatır. Bu nur,
ceberûtun mü-kaşefeleri ile perdelenmiş bir nurdur. Kul bu merhalede hakka Hakk
ile şahid olup gayba temas ederek onun yapısını inceler.
Onun
yapısını öğrendikten sonra sadece ehline veya soranlara açıklanabilecek
bilgilere sahip olur. Bu da Tevhid makamında olur. Bütün bunlar, Mukarrebun
zümresinin nasiplerindendir.
Meselenin Başka
Bir İzahı:
Küçük de
olsa yapılan her amel, Allah Teala tarafından deruhte edilen üç unsurdan hali
kalamaz:
1. Bunların
ilki Tevfik'tir. Bu, ameli yapan kul ile yapılacak şeyi biraraya getiren
ittifak halidir.
2. İkinci
unsur Kuvvet'tir. Kuvvet aklın başlangıcını teşkil eden hareketin durağan
haline verilen isimdir.
3. Üçüncü
unsur ise, Sabırdır. Sabır, fiilin tamamlanmasını borçlu olduğu kısmın
bitirilmesindeki kararlılıktır.
Her amelin
oluşabilmesi için ihtiyaç duyulan bu üç temel esas, Allah Teala tarafından
kendi Zatına izafe edilmiştir. O, bu meyan-da şöyle buyurmuştur; "Tevfikim
ancak Allah sayesindedir". (Hud/88); "Allah diledikçe ki Allah'tan
başka Kuvvet (veren) yoktur". (Kehf/39); "Ve sabret, senin sabrın
ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127)
Allah Teala,
kainatı çekip çevirme işinin de kendi iradesine bağlı olduğunu şu buyruğuyla
beyan etmiştir: "Allah, gece ile gündüzü dilediği gibi değiştiriyor".
(Nur/44) Bunun manası, Allah Teala'nın bu ikisi arasmdakileri de kendi
iradesine bağlı olarak değiştirdiğidir. Çünkü 'Gece ile Gündüz' bütün eşyanın
iki ayrı tarafı için konulmuş isimlerdir. Allah Teala bu iki isimle bütün
varlık alemini murad etmiştir. Bunu teyid eden başka bir buyruğu da şudur:
"Hayır, işiniz gece gündüz tuzak kurmaktı". (Sebe733) Yani, gece ve
gündüz kurduğunuz tuzaklarınız. Çünkü onlar tuzaklarını ya gece ya da gündüz
kurmaktaydılar. Allah Teala bu iki kelimeye mekan manası yükleyerek her
ikisinde kurdukları tuzakları da murad etmiştir.
O'nun şu
buyruğu da bu manadadır: "Halbuki gecede ve gündüzde barınan şeyler
O'nundur". (En'am/13) Bu ayetin tefsirinde iki farklı anlayış mevcuttur.
İlkine göre ayette geçen 'Sekene=Sa-kin oldu' fiilinden kasdedilen, yeryüzünde
barınan ve onu mesken edinen varlıkların yerleşimidir. Diğer anlayışa göre
kasdedilen, hareketin zıddı olan 'Sükûn' halidir ki bu mana daha yakındır. Çünkü
kainatta aslolan hareket değil sükûn yani durağanlık halidir. Yaratılmışlara
layık olan çaresizlik ve yokluk sıfatlarına yakın düşen mana da budur.
Harekete geçirme ise Allah Teala'nın ihdas ve icrası ile sonradan ortaya çıkmış
bir durumdur.
Aynı şekilde
sükunun zikredilmesiyle onun zıddı olan hareketin kasdedümiş olması ihtimali de
mevcuttur. Buna misal olarak şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "Hem sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler., yaptı". (Nahl/81) Yani sıcaktan olduğu
gibi soğuktan da koruyan elbiseler. Çünkü elbise, bu maksadla da
kullanılabilen bir eşyadır. Allah Teala, her iki ayette de ikinci sıfatın
istidlal yoluyla bilinmesi için sıfatlardan birini zikretmekle iktifa
etmiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Onların kalplerini ve gözlerini önce buna inanmadıkları
şekilde ters çeviririz". (En'am/110) Allah Resulü (sav), Allah Teala'nın
kalpleri çevirmedeki eşsiz kudretine ve latif yaratışına şahit olduğu için
O'nun bu sıfatı üzerine yemin ederek "Kalpleri çevirene andolsun ki"[62][62]
buyurmuştur. Allah Resulü (sav) kalplerin değiştirilmesinde kudret-i ilahinin
nasıl seri bir şekilde devreye girdiğini herkesten daha açık ve kesin
birşekilde gördüğü için yemin edilenin kudretini yüceltmek ve bu babda önceye
dayanan ilminden dolayı hissettiği korku ile bunu bir Kasem lafzı haline
getirmiştir.
O, şöyle dua
ederdi: "Ey kalpleri değiştiren (=Mukallibe'l-kulûb) kalbimi dinin üzere
sabit kıl. Bunun üzerine bazı sahabiler, 'Ey Allah Resulü, sen de mi
korkuyorsun?' diye sorduklarında şunu söylemiştir: Ben bile emin olamıyorum.
Çünkü kalpler Rahman'm iki parmağı arasındadır. Onları dilediği şekilde
değiştiriverir". [63][63]
Hadisin başka bir lafzında ise şu ifade geçmektedir: "Eğer kalbi yerinde
kılmak isterse, yerinde kılar, eğer kaydırmak isterse de kaydırır [64][64]
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Kalp, her an
değişimiyle serçe gibidir". Yine O, şöyle buyurmuştur: "Kalp, kazan
gibidir, altı yakıldığı zaman kaynar". Meşhur bir hadiste de
O'nun şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: "Kalp, çöllük bir arazide rüzgarların
savurduğu bir kuş tüyüne benzer".[65][65]
Kalp,
bünyesinde bulundurduğu gayb hazinelerinden dolayı gece-gündüz gibi değişim
mekanıdır. Yine o, vakitlerin değişimine göre hükümlerin de değiştirildiği bir
yerdir. Kula düşen; kalplerin değiştirilmesine ve onları değiştiren Hak
Teala'mn kalp ile sahibi arasında bulunduğuna iman etmesinin vacib olduğunu
bilmesidir. Allah Teala, iman ile Öldükten sonra diriltmeyi birleştirerek şöyle
buyurmuştur: "Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasında durur ve (hepiniz)
O'nun huzuruna toplanırsınız". (Enfal/24) İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir
ederek şöyle demiştir: Allah Teala, mümin ile küfür arasında mani olarak
dururken kafir ile de iman arasında engel olarak durur.
Başka bir
tefsirde ise şöyle denilmiştir: Kul ile, Allah ve Resu-lü'nün (sav) davetine
icabeti arasında durur. Diğer bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Mümin ile
kötü son, kafir ile de güzel son arasında engel olarak durur. Başka bir zat
ise şunu söylemiştir: Mümin ile onu helaka itecek bir büyük günah işlemesi
arasında mani olarak dururken münafık ile onu felaha götürecek bir amele
muvaffak kılınması arasında engel olarak durur. Muvahhid ile şehadet getirmeden
ölme arasında durabilir. Bütün bunlar, müminler nezdinde Allah Teala'mn azap
tehdidinin tahakkuk edeceği istikametindeki korkulardır. Kainat da aynı şekilde
bir tüy gibi Allah Teala'mn iradesiyle çekip çevrilir.
Kuvvetli bir
fırtına, bir kuş tüyünü nasıl yerden yere vuruyorsa Kadir-i Mutlak olan Allah
Teala da kainatı işte o şekilde dönde-rir ve değiştirir. Allah Teala'mn
kudreti, hesaplamaya ve mesafeye ihtiyaç duymadığı gibi zaman ve mekana da
ihtiyaç duymaz. Kainatın mülkünde zahir olan ve belli bir mekanda beşerin
gözleriyle görülen fiiller ise Allah Teala'mn hikmeti, benzersiz yaratışı ve
sağlam yapışının misalleri olmaları bakımındandır. Beri yandan mele-kut
aleminde gizli olarak tahakkuk eden ve kalplerin basiretlerinin değiştirilmesi
gibi fiiller de, O'nun kudretinin gizliliğinin ve gücünün eziciliğinin
tecellisi olarak meydana gelirler.
Bir kulun
kudret-i ilahiye dair müşahede sin deki nasibi, onun tevhiddeki nasibine
göredir, Tevhiddeki nasibi ise, yakinden aldığı paya göredir. Yakinden aldığı
pay da, Karîb olan Allah Teala'ya yakınlık derecesine göredir. Yakınlık
derecesine gelince, bu da Allah Teala'nm onun kalbine yakınlığına göredir.
Allah Teala'mn onun kalbine yakınlığı, onun Allah Teala'yı bilme
(=ma'rifetullah) seviyesine göredir. Allah'ı bilme noktasında varılan genişlik
ve derinlik, imandaki ziyadeye bağlıdır. İmandaki ziyadesi ise, onun Allah Teala'ya,
Allah Teala'mn da ona olan ihsanına bağlıdır. Allah Teala'mn. ihsanı ise, ona
itina göstermesi ve onu üstün tutmasına bağlıdır. Kul, işte bu şekilde Allah
Teala'yı bilir. Sevilen ve herşeyi elinde bulunduran Allah Teala'mn kudretinin
sırrı da budur.
Kulun
cahillik babmdaki nasibine gelince, bu da yaşadığı gafletin derecesine
bağlıdır. Gafleti, kalbindeki dünya sevgisine bağlıdır. Dünya sevgisi ise,
nevalarının kuvvetine, nevalarının kuvveti de nefsin onun üzerindeki
hakimiyetine ve nefsani sıfatların kalbinde yayılmasına bağlıdır. Nefsani
sıfatların kalbe hakim olması ise, ya-kini ilmindeki zayıflığa bağlıdır. Yakini
ilim ve imamndaki zayıflık ise, Allah Teala'mn onun gözlerine koyduğu perdenin
kalınlığına ve onunla Allah Teala arasındaki uzaklığın büyüklüğüne bağlıdır.
Perde ve
uzaklığın kula kazandırdıkları ise, kibir ve kalp katı-laşmasıdır. Kalp
katılaşması, kulu, günahlara dalmaya sevkedecek-tir. Günahlara dalmak, öfke ve
yüz çevirmeyi beraberinde getirecektir. Kulun öfke ve yüz çevirme hali içinde
bulunması, Allah Teala'mn onunla ilgilenmemesinin ve ona kötü bakmasının
neticeleridir. İşte bu da Allah Teala'mn kulu diğerlerinden ayırdığı kaderinin
sırrıdır. Kulun müptela olduğu bu zemmedilmiş sıfatlar, daha önce gördüğümüz ve
kula in'amda bulunulan övülmüş sıfatların tam zıd-dıdır. Kullarını bu iki
istikametten birine döndüren de yine O'dur.
Hevamn kulun
kalbinde yerleştiği mekanın büyüklüğü, düşmanı olan şeytanın onu kendisine ne
kadar süslediğine ve kula musallat ediliş derecesine bağlıdır. Allah Teala bu
babdaki kudretinin işaretleri olan aye.tlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah
kime hidayet etmek isterse onun yüreğini İslâm'a açar. Kimi saptırmak isterse
onun yüreğini de dar ve sıkışık kılar". (En',am/125); "Eğer Allah
yardımcınız olursa size galib gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa
O'ndan sonra size kim yardım edebilir ki?". (Al-i İm-ran/160); "Allah
sana bir kötülük dokundurmak isterse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur.
Eğer senin için bir iyilik murad ederse O'nun lütfunu çevirecek de
yoktur". (En'am/17)
Burada şöyle
bir mesele çıkmaktadır: Hidayet veren Allah Te-ala, aynı zamanda saptıran
olduğuna göre kimler hidayet bulacaktır? Allah Teala buyurdu ki: "Allah
saptıracağı kimseyi hidayete erdirmez". (Nahl/37) Buna göre, Allah
Teala'nm şanına yakışan; sabık ilminde sapmış olarak bildiği için saptırdığı
kimseyi hiç kimsenin hidayete er dirememe sidir. Öncesinde sapmış olduğunu
bildiği bir kulunun nasıl hidayete iletebilir ki? İşte bu manada, "Allah
saptıracağı kimseyi hidayete erdirmez". (Nahl/37) buyurmaktadır.
Buna benzer
bir diğer mesele de Allah Teala'nın veren olduğu gibi engelleyen de olmasıdır.
Bu durumda, O'nun verdikleri kimler olacaktır? Hayrın tamamı bir kulun kalbine
doldurulmuş bile olsa, kul kendi kalbindekinden yine ona bir zerre dahi
taşımaya ve nefsinden yine kendi nefsine bir hardal tanesi kadar menfaat sağlamaya
muktedir olamaz. Çünkü kalp denen uzuv, ona ait bir organ olsa bile aynı zamanda
Allah Teala'nzn hazinesidir ve içinde kulun dahi bilemediği şeyleri
bulundurmaktadır. Kalbin içerdiklerine kul bile muttali olamaz.
Nitekim
Allah Teala, bu hususu bilmeyen ve yoldan çıkardığı bir kafirin sözü karşısında
şaşkınlık beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "O, gaybı mı biliyormuş?
Yoksa Rahman'dan bir ahit mi almış". (Meryem/78) Nasıl olur da kul,
kalbindekine muttali olabilir ve onu dilediği şekilde çekip çevirebilir? Allah
Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kalpleri çekip çevireni
teşbih ederim". Allah Teala da beşeriyetin efendisi olan Resulü'ne (sav)
hitap edip şunu haber vermesini emretmiştir: "De ki: Allah'ın dilediği dışında
kendi nefsim için (dahi) hiçbir iyilik veya zarara sahip olamam".
(A'raf/188); Ardından da şöyle buyurmuştur: "De ki: Haberiniz olsun, ben
size kendiliğimden ne bir kötülük ne de bir iyilik yapabilirim. De ki: Beni
Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınacak da
bulamam". (Cin/21)
Mülkün
yegane sahibi olan Allah Teala, Cebbar ve Aziz olduğuna ve herşeyi elinde
bulundurduğuna göre O'nun katındaki nimetlere kuvvet kullanarak veya hileye
başvurarak ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bunlara ulaşmanın tek yolu; O'nun
karşısında sıdk, ihlas, zillet ve muhtaciyet göstermektir.
Tuzağa düşen
akıl, yoktan yaratan ve öldürdüklerini tekrar yaratacak olan Allah Teala'ya
nazar edemez. Çünkü önüne bir perde gerilmiştir. Bu perde, Allah Teala'nın
suret ve hareketiyle ilgili olarak mevcudat aleminde izhar ettiği hususlardır.
Allah Teala akla bunları açıklarken hareketi veren kudret sahibini vasıta
edinip kainatı şekillendiren Evvel'i gizlemiştir. Akıl, düştüğü bu tuzak yüzünden,
aslında kendisi için bir perde olan, hareket ve sükûna bakarak bunu kendine
dayandırır. Halbuki o, bu iddiasıyla şahit olu-nananı görüp hakiki Şahid'i
göremediğini anlayamaz.
Akıl,
makamının Hak Teala'ya uzak oluşundan dolayı hareket ve sükunu vareden Allah
Teaîa'yı göremez. Çünkü O, hareketin arkasındaki Gayb'dır. Gayb ise, ancak
gaybda görülebilir. O da Ya-kin'dir. Şehadet alemi nasıl o alemdekiler
tarafından görülebiliyor-sa, gayb alemi de ancak o alemdekiler tarafından
görülebilir. Şehadet alemindeki görme vasıtası, gözlerdir. Gözleri kör olan
kimse bu alemde hiçbir şey göremez. Aynı şekilde kalp gözü kör olan kimse de melekût
aleminde hiçbir şey göremez. Böyle biri, Yakin'in yokluğundan dolayı müşahede
fiiline muktedir olamayacaktır.
Aynı şekilde
aklın esas aldığı hüccetler ve önündeki perde de, onun sadece görülmesi ve
akılla bilinebilir olanları kavramasını sağlar. Ama basiret sahipleri, hareketi
veren Şahid'i gördükleri için gaybi hareketten de ibret alırlar. Allah Teala,
insan vücudunun içindeki hareketi gizlerken bu hareket neticesinde ortaya çıkan
fiilleri izhar etmiştir. Sanatıyla varettiğini açığa vururken bu sanatın
keyfiyetini gizlemiştir. Bunu yapmasının sebebi de, hikmetini kullarına daha
açık olarak gösterebilmektir. Aynı şekilde ilk sanatın sahibi olan Sanaatkar
ve en büyük hikmetin sahibi olan Hakîm de kudretinin incelikleriyle gizlediği
hareketten Gayb olmuştur.
Sırf akla
dayanan kul, sadece O'nun izhar ettiği ve gösterdiği şeyleri görebilmiştir.
Çünkü bunlar, Allah Teala hakkında akli olarak bilinebilen ve Onun için
sınırlı kılman bilgilerdir. Bu kul, Ya-kin sahibi olmadığı için, kendisinden
gizlenen gaybı görememiş ve şahid olarak sadece hareket ve sükunu
kanıtlayabilmiş tir. Bu da onun Allah Teaîa'yı müşahede etmesine mani olmuştur.
Muvahhıd ise Tevhid şehadeti vasıtasıyla bunu müşahede eder ve Yakin nuru
sayesinde melekutun kendisine keşfettiği hakikatları görür.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Tevhidinde sırf aklına dayanan kimseyi, sahip olduğu
inancı ateşten kurtaramaz. Dünya hayatında tevhidi akli delillere bağlı olan
ve sahip olduğu tevhid akidesi kendisini Yakin'e götürmeyen kimse, zannım odur
ki haklarında 'Kalbinde miskal ağırlığınca olsun iman bulunanlar cehennemden
çıkarılacaklardır5 diye tarif edilen zümrede yeralacaktır. İmanı bu mikdann
üstünde olanlar ise Yakin ile temas edeceklerdir. Onlar Ruh ile takviye
edilenler olup kalplerindeki nur asla sönmeye-cektir ve bunlar cehennemden uzak
tutulacaklardır. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'ya O'nsuz
ulaşacağını zanneden kimse O'nunla bağını kesmiştir. Allah Teala'ya kulluğunda
nefsinden medet uman kimse de, nefsini vekil edinecektir.
Kulların
önünde, yukarıda zikrettiğimiz perde dışında üç perde daha vardır. Bu
perdelerden biri en kalın, ikincisi orta kalınlıkta, üçüncüsü ise en ince
olandır. Bu perdelerin ilki, arizi sebeblerdir. ikincisi çekici şehvetlerdir.
Üçüncüsü ise, sürekli değişen alışkanlıklardır. Sebepler, insanların bunlara
bağlanmasına yol açarlar. Şehvetler ise onları daima kendilerine doğru
çekerler. Alışkanlıklar ise onların dayanakları olurlar. Kalınlık dereceleri
farklı olan bu perdelerden hangisi bir kulun kalbinde zuhur ederse, orası şeytan
için yerleşim yeri olur.
Bunların
kalpteki alanları ne kadar geniş olursa şeytanın kul üzerindeki hakimiyeti de o
kadar geniş ve güçlü olur. Şeytanın süslemesi ve kışkırtmasıyla nefs de
güçlenir ve insanı kuruntulara sevkeder. Sonuçta nefs insana, hiçbir malikin
sahip olamayacağı şekilde kafi olarak sahip olur. Nefs kula malik olduğunda,
kişi de onun malı ve esiri haline gelir. Heva da onun üzerinde emir sahibi
olur. Bu durumda şeytan onu azgınlığa ve yoldan çıkmaya çağırır ve mallar ile
çocuklarda ortak olma manasında tamamen ele geçirir. Böylelikle kulun Allah
Teala'dan uzaklaşmasını ve O'nu tamamen unutmasını sağlar.
Bu durum,
Allah Teala'nm Kitabı'nda kınadığı yoldaşlık halidir. O buyurdu ki:
"Şeytan kimin yoldaşı olursa (bilsin ki) o ne kadar da kötü bir
yoldaştır". (Nisa/38) Neticede kulun kalbindeki hüsnü ni-
yet ve
himmet, yerini şeytani dürtü ve tahriklere bırakır. Kalbinde daima şeytan
kaynaklı olan hatırlar dolaşır. O da vesvese yolunu kullanarak kötülükleri ona
güzel gösterir. Kula süre tanır, onu ümitvar kılar, onun emelini geleceğe doğru
yayar ve tevbe için sürekli umuntu sahibi olmasını sağlar. Kul da bu telkinler
yüzünden daha rahat günah işler.
Şeytan, her
günahından sonra ona mağfiret vaadeder. Sonunda günah işlerken daha cüretkar
hale gelir. İşte bu, aldatıcı olan şeytanın vaadidir ve bunun sonrasında kul
için mutlak helak vardır. Nitekim Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Şeytan onlara vaadeder, olmayacak kuruntulara, ümitlere düşürür. Fakat
şeytan, onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaadeder?". (Nisa/120) Bütün
bunlar, şeytanın insanoğlu hakkındaki zannının doğruya çıkarılması, insanların
da nevalarına meyledip uzaklık makamına düşerek ona tabi olmaları, onlar
hakkındaki hükmü izhar etmek suretiyle Allah Teala'mn sabık ilminin ortaya
çıkarılması ve sebeplerle sınamaktan ibaret olan İlahi İrade'nin tatbikine
dair hakikat-ların zuhurunu gösterir.
Şeytan,
Allah Teala'mn da buyurduğu gibi bütün bu hakikatlar için bir sebep teşkil
etmiştir: "Andolsun ki İbiş, onlar hakkındaki zanm doğru çıkardı.
İçlerinde müminlerden ibaret bir topluluktan başkası ona uyuverdiler".
(Sebe'/20) Allah Teala, başka bir ayetinde sabık ilmi ile bunu teyid ederek
şöyle buyurmuştur: "Onun onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Ne var ki Biz,
ahirete iman etmiş olanı bilelim ve kendisini, şüphe içinde bulunandan ayırt
edelim diye (böyle yaptık)". (SebeV21) Yani şeytanın insanlar üzerinde
etkileme, yönlendirme, baskı kurma ve iradesini kabul ettirme yetkisi yoktu. Ancak
bir görüşe göre sevap ve azabın kime layık olduğu bilgisinin ortaya çıkması,
başka bir görüşe göre insanları denemek ve sınamak için, bir diğer görüşe göre
ise müminleri belirlemek için böyle yapılmıştır.
Böylelikle
şeytandan kaynaklanan fiilleri yapan kimseler hakkındaki hüccet kesinleşmiş ve
inkarları açıkça görümüş olacaktı. Bu meyanda başka bir ayette "Sadık
olanları ve yalanlayanları bilmek için.." (Ankebut/3) buyurmaktadır. Buna
göre konuyla ilgili olarak Allah Teala'mn 'Bilmemiz için' mealinde indirdiği
buyruklarm tamamı mecazi olmaktadır. Çünkü Allah Teala mevcudat aleminde olmuş
ve olacak herşey hakkında sabık bilgi sahibidir.
Bu alemde
olup biten herşey de O'nun iradesi istikametinde cereyan etmektedir. O,
şeytanı musallat etmek suretiyle sabık ilminde gizlediği bir hakikati ortaya
çıkarmayı murad etmiştir. Tıpkı kullarının zahiri fiillerini, onların gizli
iradelerini açığa çıkarmak için müşahhas hale getirmesinde olduğu gibi. Bu
manada Allah Re-sulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"(Allah'ın) ilmi sabık oldu, kalem kurudu, kaza bitirildi ve kader de
itaat içinde olan kulları için Allah Teala'dan bir saadetle, isyan içinde
olanlar için de bedbahtlıkla tamam buldu". [66][66]
Hatırların
toptan olarak isimlendirilme sine baktığımızda kalpten iyi istikamette geçen
hatırlara 'İlham', kötü istikamette geçen hatırlara da (Visvas=Vesvese', korku
ve endişeler babında geçen hatırlara 'Hisas', iyiliği takdir ve ona ümitlenme
istikametinde geçen hatırlara 'Niyet', mubah işleri tasarlamak, onlar için
umutlanma şeklinde geçen hatırlara 'Emel ve Ümniye=Umuntu', ahireti, cennet ve
cehennemi hatırlama babında geçen hatırlara 'Tezkîr ve Tef-kîr=Hatırlama ve
düşünme', gaybın ayne'l-yakin olarak temaşa edilmesi meyanmda geçen hatırlara
'Müşahede', kişinin geçim, işlerini çekip çevirme babında geçirdiği hatırlara
'Hemm=Tasa', alışkanlıklar ve şehvetlerin dürtülerinin tahrikiyle doğan
hatırlara da 'Lemem=Küçük günahlar5 denildiğini görüyoruz.
Bunların
tamamına birden 'Havâtır=Hatırlar' yani akla, hatıra gelen şeyler denilmiştir.
Çünkü bunlar, esas olarak nefsin tahriki, şeytanın hasetle telkini veya meleğin
fısıltısı gibi hususlardan uzak olmazlar.
Kalbe tesir
eden gayb hazinelerinden doğan hatırların tertib ve sıralamasın baktığımız
zaman, altı esasta toplandıklarını ve bunlardan üçünün hoşgörülebilir, üçünün
de talep edilir olduklarını görürüz. Bunlar, izhar edilen şeyin sınırlarını
teşkil ederler.
Bu esasların
ilki Himmet'tir. Himmet, bir şey hakkında nefsin vesvesesinden ortaya çıkan
şeydir. Kulun hisleri vasıtasıyla şimşek gibi karşı karşıya kaldığı durumdur.
Kul, bunu
zikir ile savarsa yokolup gider. Eğer gaflete dalarak başıboş bırakırsa kul
için tehlikeli olabilir. Çünkü bu, şeytanın süsleyeceği bir hatırdır. Kul bu
hatırı reddederse kaybolup gidecektir. Eğer ondan yüz çevirirse, o vakit
güçlenerek vesvese halini alabilecektir.
Vesvese,
nefsin şeytan ile konuşmaya ve onu dinlemeye başlaması halidir. Şayet kul bu
vesveseyi Allah Teala'mn zikriyle dışlarsa şeytan gizlenecek nefs de zikre
meyledecektir. Bu üçü Allah Teala'mn merhameti sayesinde hoşgörülecek ve kul,
bunlardan dolayı hesaba çekilmeyecektir.
Kul, nefsin
şeytanla konuşmasına müsaade eder, nefs de onunla konuşma ve onu dinleme işini
uzatırsa, o zaman vesvese güçlenecek ve niyet halini alacaktır. Eğer kul, bu
niyeti hayırlı bir niyet ile değiştirirse istiğfarda bulunup tevbe etmesi
gerekir.
Aksi halde
bu niyet daha da gelişip güçlenecek ve bir 'Akit' yani ısrarlı karar halini
alacaktır. Eğer bu akdi tevbe ile bozarsa bozulmuş olur.
Eğer tevbe
etmezse o vakit akit daha da güçlenecek ve azim halini alacaktır ki bu da
fiilin ifasına yönelme halidir. Kalbi amellerden olan bu üç hal, kul açısından
ahiret hesabına maruz bıraktıracak hallerdir.
Kul, bu
amellerinden dolayı mesul tutulacaktır. Eğer son safhada Allah Teala kulun
yardımına yetişmezse, o zaman azim daha da sağlamlaşarak fiili talep ve gayret
sarfetme noktasına ulaşacaktır. Neticede gayb ve melekut hazinelerinde varolan
bir fikir, buradan çıkarak uzuvlar tarafından icra edilen bir işe dönüşerek
mülk ve şehadet aleminin hazineleri arasındaki bedenin fiillerinden biri haline
gelecektir.
Bu işlerin
de bir kısmı iyilik, bir kısmı ise kötülük dairesinde ifa edilecektir. Bunlar
arasında iyilik babından görülenler; himmet, niyet ve azim gibi derecelerinde
bulunabilirler ki bunlar 'Niyetler' dairesinde değerlendirilerek kul için ilahi
irade nezdinde hasenat arasında görülür ve buna göre sevaplanırlar.
Kalbi
ameller arasında niyet, akit ve azim merhalesinde olanlar da kul için sorgu
sebebi ve günah kazanma vesilesi olurlar. Günaha ve kötü amellere dönük olarak
teşekkül etmiş bu nevi niyet ve akitler, kulun mesul tutulacağı
kötülüklerdendir. Nefs için hiçbir şey, şeytan kadar dost ve uyumlu bir yoldaş
olamaz.
Allah Teala
da vesvese babında o ikisini birlikte zikretmiştir: "O sinsi vesvesecinin
şerrinden..". (Nas/4); "Ve nefsinin verdiği vesveseyi biliriz".
(Kaf/16) Allah Teala'nm yarattığı bütün varlıkların bir benzeri, bir de zıddı
vardır. Nefsin benzeri şeytan, her ikisinin zıddı ise ruhtur. Uzuvlardan sadır
olan ameller Taat ve Masiyet türleriyle sevap ve ağırlık bakımından herşeyden
daha ağır ve fazladırlar. Zira her iki tür amel de ya Tevhid şehadetinin, ya
da şüphe, küfür ve itikadi bidatların etkisiyle bedenden sadır olurlar.[67][67]
Bir de
kalpte günah ve masiyete yönelik belirip kaybolan tahrikler vardır. Belirdikten
bir müddet sonra değişiveren bu hisler, şeytandan kaynaklanan dürtmelerdir.
Kalpte kalıcı, devamlı veya uzun ömürlü olarak varolan heva ve sıkıntı gibi
haller ise, nefs-i emmare'den sadır olan hallerdir. Nefs bunları, ya tabiatı
icabı veya kötü alışkanlığı gereği ister. Kulun günah işleme istikametinde
kalbine doğan istek ve bundan duyduğu hoşnutsuzluğa gelince, bunların ilkinin
şeytandan kaynaklandığım, ikincinin ise imandan sudur ettiğini görürüz. Aynı
şekilde kulun bir günah ve masiyet için şevk ve istekle dolması, ardından da
buna karşı kendini engellemesi hallerinden ilkinin nefs-ten, ikincinin ise
melekten sadır olduğunu söyleyebiliriz.
Kulun,
dünyanın akıbeti veya kendi halinin çekip çevrilmesine dair düşündükleri
akıldan kaynaklanır. Korku, haya, vera' gibi ahi-rete dair meselelerdeki
halleri ise imandan sudur eder. Kalbin şahit olduğu, tazim, iclal, Allah
Teala'dan çekinme ve yakınlık gibi haller ise Yakin'den sadır olur ki, imanın
ziyadesi çerçevesinde değerlendirilir. "İş tamamıyla O'na döner. Öyleyse
O'na ibadet et ve O'na tevekkül et". (Hud/123) Allah Resulü de (sav) şöyle
buyurmuştur: "Allahım, Sen'den Sana sığınırım"[68][68] Bunlar, sadece sınırların açıklaması, mekanın
izharı ve ilmin teyidi içindir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Biz herşeyi açık bir şekilde açıkladık". (İsra/12); "Andolsun
ki ayetleri ilmeden bir kavim için açıkladık". (En'am/97)
Tevhid ve
müşahedede tefekküre yer yoktur. İşarette ayanlık olmadığı gibi kudret-i
ilahide de hesaplama yoktur. Ama tafsile, yani ayrıştırmaya ihtiyaç vardır.
Ama bu tafsil, yani ayrıştırma ilmi, tevhidden yapılamaz. Tafsil,,sert lisana
göre çokların arasını ayırmak, tefrik etmektir. Çünkü ancak bu şekilde
tarikler açığa çıkarılıp yollar aydınlatılır ve sülük sahipleri yollarını
bilerek amel sahiplerinin tertibi yapılır. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu
şekilde tahakkuk etmiş olur: "Ta ki helak olan, açık bir delili gördükten
sonra helak olsun. Sağ kalanlar da bu açık delilden sonra yaşasın".
(Enfal/42) Allah Teala işinde mutlaka galib olandır.
Ulemadan bir
zat, kulların amellerini tafsil edip bunları emir ve irade başlıkları altında
tefrik etmiş ve şöyle demiştir: Kulların amelleri şu üç esas dışında kalamaz:
Farz, fazilet ve masiyet. Deriz ki: Farz, Allah Teala'nm emri, muhabbeti ve
iradesinin konu olduğu amellerdir. Bu üç esas farzlarda birarada bulunurlar.
Faziletler,
yani nafileler ise Allah Teala'nm emriyle yapılmış ameller değildir. Çünkü O,
bu amelleri farz kılmamış ve terkeden-leri cezalandırmamıştır. Ama bunlar da
O'nun muhabbet ve iradesine mazhar olan amellerdir. Çünkü Allah Teala bunları
meşru ve mendub kılmıştır.
Masiyete
gelince o da, Allah Teala'nm yasağı gereği yapılmayan amellerdendir. Çünkü O,
bu gibi amelleri gönderdiği peygamberlerin dilleriyle meşru kılmamıştır.
Bunlarda Allah Teala'nm muhabbeti de mevcut değildir. O bunları, emretmediği
ve mendub kılmadığı için çirkin görmüştür. Ama bunlar da O'nun iradesiyle
tahakkuk ederler. Çünkü mevcudat aleminde hiçbir şey O'nun ilminin dışına
çıkamadığı gibi hiçbir fiil de O'nun iradesi dışında cereyan edemez.
İrade ve
Meşi'et, aynı manayı ifade eden kelimelerdir. Netice itibarıyla kainatta
hiçbir şey Allah Teala'nm ilmi haricinde kalmadığı gibi hiçbir fiil de O'nun
iradesi olmaksızın sadır olamaz. Allah, kulunun murad ettiği şeyi bilir. Bu,
O'nun sabık ilminde mevcuttur. Yine O, bildiği şeyi murad da eder. Böylece
O'nun iradesi, sabık ilmini açığa çıkarmış olur. Gayb ilmi de O'nun görülür
iradesinin zuhuruyla açığa vurulmuş olur. O, gayb alemini de, kullar tarafından
görülebilir olan şehadet alemini de bilendir. Gayb O'nun ilmi, şehadet ise
malûmu ve bildirdiğidir. Malûm, ilme nasıl muhalefet edebilir? Çünkü o, onun
icrasından ibarettir. İrade de ilmi, halkın malumlarında yürürlüğe koyar. İşte
bu da tevhidin farzıdır.
Hükümlerin
tafsil ve açıklamasıyla helal ve haramın beyanı babında nafileler emir
dairesinin dışında kaldığı gibi masiyetler de muhabbet dairesinin dışında
yeralırlar. Ancak hiçbir masiyet, O'nun iradesi dışında cereyan edemez. Allah
Teala buyurdu ki: "Büyük küçük herşey yazılıdır". (Kamer/53) Allah
Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Herşey kaza ve kader iledir.
Acz ve zeka bile".[69][69]
Bir alimimiz
Allah Teala'nm verme ve engellemesi noktasında vasıta teşkil eden iki arazı
zikrettikten sonra emir ve irade arasında çok ince bir ayrım yapmıştır:
Dostlarımızdan biri bana şöyle bir hadise nakletti: Bir defasında kendisine
'İblis'e, Adem'in önünde secde etmesinin emredildiği (Bakara/34) ayeti hakkında
şu soru sorulmuştu: Allah Teala, şeytandan bunu murad etti mi yoksa etmedi
mi? O da şu cevabı vermişti: Hem etti, hem de etmedi. Yani şe^i olarak ve
hükmünü izhar edip İblis'i mükellef kılma babında murad etmişti. Ancak
secdenin gerçekleşmesi ve olması noktasında murad etmemişti. Çünkü Allah
Teala'nm murad ettiği bir şey kesinlikle gerçekleşir ve O'nun olmasını
dilediği bir şey de muhakkak olurdu. O'nun fiil olarak tahakkuk etmesini
dilediği fiil de mutlaka gerçekleşecektir. Bu meyanda O'nun şu buyruğuyla
karşılaşmaktayız: "Bir şey murad ettiğinde O'nun emri sadece 'Ol'
demektir hemen olur". (Yasin/82)
Burada
İblis'in ona secde etme fiili gerçekleşmediğine göre, Allah Teala'nm bunu
murad etmediği ortaya çıkmaktadır. Her iki emir birlikte, O'nun mükellef kılma
ve kullukta bulunma iradesiyle İblis'in secde etmemesini murad edişini ihtiva
etmekteydi. Netice itibarıyla İblis, ona secde etmeme iradesinden imtina
etmeye güç yetiremediği için secde etmedi. Aynı İblis, mümin olmaktan imtina
etmeye de güç yetiremediği için mümin olarak kalmıştır.
Benzer bir
durumu, Allah Teala'nm Adem'e (as) yönelik ağacın meyvasmdan yemeyi
yasaklamasında görmekteyiz. Allah Teala bu yasağı koyarken onun meyvayı
yemesini hem murad etmiş, hem de etmemiştir. Yani onun ağaçtan yemesini
gerçekleşme ve olma bakımından murad etmiştir. Bu da yukarıdaki "Bir şey
murad ettiğinde O'nun emri sadece 'Ol' demektir hemen olur". (Yasin/82)
buyruğu gibidir. Ama öte taraftan bu fiilin gerçekleşmesini şe^i olarak ve
emir bakımından murad etmemiştir. Çünkü ona bunu emretmediği gibi meşru da
görmemiştir. Şu halde her iki emir birlikte O'nun iradesini teşkil etmektedir.
Buna göre
kulu Adem (as) hem emredilmiş, hem de mükellef kılınmış olmasına rağmen O'nun
iradesi, yemesi istikametinde olduğu için neticede iradesi tahakkuk etmiş ve
yasak ağacın meyvasım yemiştir. Allah Teala'nm emrettiği ve murad ettiği
şeylerin tamamı için aynı durum geçerlidir. Allah Teala, kulları için emir ve
yasaklar murad etmek suretiyle onların mükellef ve kul olmalarını murad
etmiştir. Ama O, bu emir ve yasaklara gönülden bağlı kalmak istemeyenler için
bunların tahakkuk etmesini murad etmemiştir. Çünkü O, zatı hakkında "Bir
şey murad ettiğinde O'nun emri sadece '01' demektir hemen olur".
(Yasin/82) buyurmaktadır.
O, bir şeyin
olmasını dilediğinde veya birşeyi oldurduğunda anlaşılan odur ki onun böyle
olmasını murad etmiştir. O'nun emirleri günahkarlar tarafından tatbik
edilmediği zaman da bilinmelidir ki Allah Teala bu kullarının o emirlere
uymalarını dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı, olması zaruri olurdu. Aynı
durum yasakları için de geçerlidir. Eğer O, bu yasakların çiğnenmesini
dilememiş olsaydı, bütün kulları yasaklara karşı çekimser olurdu. Şu halde bir
şeyin oluşu, Allah Teala'nm o istikametteki iradesinin varlığının delilidir.
İlahi irade,
emir ve yasak istikametinde olabilir. Bu emir ve yasaklara saygılı omaları
noktasında bütün kulları mükellef kılınmıştır. Ama bu fiillere bağlılık
kulların tamamında görülmemektedir. Çünkü O, kulların hepsinin emir ve
yasaklara bağlı olmalarını murad etm. niştir. Eğer murad etmiş olsaydı, öyle
olurdu. İşte kulların maruz oldukları imtihanın temel esası ve kulların
imtihanlarının neticelerini ortaya çıkarma iradesinin tezahürü budur. Allah
Teala bir şeyi emrederken, onun zıddımn gerçekleşmesini murad edebilmektedir.
Aynı şekilde bir şeyi yasaklarken de onun yapılmasını murad etmiş
olabilmektedir.
Ebu'l-Hasan
(ra), emir ve hayır ilmi, imtihan ve zorlama mevzularında bugün çoklarınca
ulaşılamayan ve insanlar tarafından sorulmayan hakikatlara işaret etmişti. Ona
göre, emir terk ile, ne-hiy yapmak ile tezahür edebilmekteydi. Allah Teala
imtihanın gerçekleşebilmesi için hükümleri izhar etmekte, kulların imtihana
maruz kalabilmeleri için de uzuvları kendi iradesi istikametinde zorlamaktaydı.
Bu ilimde
imamımız olan Hasan el-Basri (ra) ise, ondan daha Önce ilmin varlığına göre
azap edilmesi ile, emirlere muhalefet sebebiyle azap edilmesi hallerini
birbirinden ayırmıştı.
Bu ayrımı
yapma sebebi ise, bugün Mutezile'nin imamı olup geçmişte Hasan'm meclisini
paylaşan ve ondan ayrılmalarına sebep olan husus kendisine isnad edilen Amr b.
Ubeyd'in zikrettiği bir görüşü duymuş olmasıydı. Amr şöyle demekteydi: Allah
Teala birşey için önceden hüküm verip ardından onun için azapta bulunmaz.
Hasan ona şunu söyledi: Vah senin fikrine! Allah Teala, kullarına haklarında
önceden verilmiş hükümlerden dolayı değil emrine muhalefet ettikleri için azap
edecektir. Bunun tefsiri şöyledir: Allah Teala kula münferiden hükmettiği, emir
ve nehiy koymadığı bir hususta azap etmez. Çünkü böyle bir hususta kul için onu
yapma veya şehvet duyma istikametinde bir müdahale isteği varetme-miştir.
O'nun kulu hakkında hükmettiği hususlar onun kasıt ve şehvetle müdahil
kılındığı hususlardır ki bundan dolayı da kula azap edecektir. Bunlar da nefsin
kötülüğü ve halkın ifsadından ibarettir. Nefs bir şeye sokulduğu zaman, onun
şerrine çevrilir.
Ümmet,
'Maşaallah' yani 'Allah'ın dilediği gibi olsun' sözü üzerinde müttefiktirler.
İslâm ümmetine göre bunun manası, Allah dilemedikçe hiçbir şeyin
olmayacağıdır. Yine ümmet, 'La havle vela kuvvete illa billah' sözü üzerinde de
müttefiktir. Bu söz de, bazı şeylerle sınırlı olmayıp her şey için umumi olarak
kullanılan bir sözdür. 'Havi' kelimesi, sözlükte hareket manasına gelir.
Araplar uzakta beliren ve bir insan olduğu gibi bir ağaç veya bir kaya da
zannedilebilecek bir siluet için şöyle derlerdi: Ona dikkatle bakın eğer
hareket ediyorsa (=havl), insandır. 'Kuvvet' ise, hareketten sonra gelen sebat
halidir. Sebat, Allah Teala'nm verdiği güçle fiilin zuhur etmesi için yaşanan
sabır halinin başlangıcıdır. Allah Resulü (sav) bunu tefsir ederek şöyle
buyurmuştur: "Allah Teala'ya karşı masiyette bulunmaktan O'nun ismeti
dışında çeviren (=havl eden) yoktur. Allah Teala'ya itaatta da O'nun yardımı
dışında kuvvet verecek yoktur". Hükümler hakkındaki bu tafsilat ve
açıklamalar, ilmin zahiri, kaderin farzı, vahiy ve şeriatın muhtevasıdır.
Cebr yani
zorlama hakkı, mülkün yegane sahibi ve Cebbar olan Allah Teala'ya aittir. O,
kullarını dilediği gayeler için yarattığı gibi, dilediği ve murad ettiği
şeylere de zorlayabilir. Onları dilediği şekilde yarattığı gibi dilediği şekle
de sokabilir. Hüküm, yüce, büyük, tek ve Kahhâr olan Allah Teala'ya aittir. O,
kullarına dilediği şekilde baskı uygulayabilir ve onlar üzerinde dilediğim icra
edebilir.
En büyük
delil, en ezici izzet, en etkili irade ve sabık dileme; Rubûbiyet ve Cebrîlik
vasıflan gereği O'nun hakkıdır. Kullara düşen ise kulluk vasfı gereği;
teslimiyet, bağlanma ve itaat sergileyerek gönüllü veya gönülsüz olarak O'nun
rızası istikametinde gayret sarfetmektir. Malikiyet hakkının neticesi olarak
Allah Teala sizleri azdırmayı dilerse bunu da yapar. "Eğer onlara azap
etmek istersen (edersin), çünkü onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Yol
Allah'a götürüyorsa tutulur. Ama sapmış yollar da vardır. Allah di-leseydi
hepinizi hidayete iletirdi. Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır.[70][70]
[1][1] Buharı,
Tefsir-i Suret-i 48/2; Nesa'î, Kıyamü'l-Ieyl/17; îbni Mâce, İkamet/200; İbni
Han-bel, IV/251
[2][2] Buharı,
İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/32; İbni
Hanbel, V/196
[5][5] Müslim,
Sıyam/159 Nikah/105; Tirmizî, Savm/63; İbni Mâce, Sıyam/47; Dârimî, Savm/31;
îbni Hanbel, 11/242, 507
[6][6] Buharî,
Tevhid/22; Müslim, İman/288; Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 33/9, 10, 11; İbni
Hanbel, VI/241, 266
[8][8] Bu manadaki
hadisler için b. Buharî, Ahkam/21 Bed'ü'l-halk/11 ftikfill, 12; Ebu Davûd,
Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimi, Rikak/66; îbni Hanbel,
III/156, 285, 309 VI/337
[13][13] Buharî,
Cihad/112, 156 Temenni/S; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cihad/89; Tirmizî,
Da'avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimî, Siyer/6; İbni Hanbel, 1/4, 11
[16][16] Benzer
hadisler için b. Buharı, Rikak/23; Müslim, Zühd/5O; Tirmizî, Zühd/10; İbni
Mâce, Fiten/12; Muvatta', Kelam/6; İbni Hanbel, 11/221, 297, 334, 355, 402 523
[20][20] Benzer
hadisler için b. Tirmizî, Birr/23; Dârimî, Rikak/6; Muvatta', Kelam/10; İbni
Hanbel, 11/384, 386
[26][26] Buharı,
Tefsir-i Suret-i 31/2 İman/37; Müslim, İman/57; Ebtı Davûd, Sünnet/16; Tirmizî,
İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbrıi Hânbel, 1/27, 51, 53, 319.
[28][28] Müslim,
Birr/56, 57; Dârimî, Siyer/72; İbni Hanbel, 11/92, 106, 136, 137, 156, 159,
191,195, 431 IÎI/323.
[29][29] Bu
manadaki hadisler için b. Müslim, Zühd/37; Tinnizî, Zühd/37; İbni Hanbel,
11/196 III/324
[43][43] Buharı,
Ahkam/21 İ'tikaf/ll, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; îbni Mâce,
Sı-yam/65; Dârimî, Rikak/66; tbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337.
[44][44] Müslim,
Münafikun/69, 70; Tirmizî, RadaV17; Nesa'î, Nisa/4; Dârimî, Rikak/25, 66; İbni
Hanbel, 1/257, 397, 401, 460 m/309
[46][46] Bu manada
hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 4/6; İbni Mâce, Zühd/29; İbni
Hanbel, 11/297 III/495.
[52][52] Buharî,
Mevakit/28, 29; Müslim, Mesacid/161, 165; Ebu Davûd, Salat/152; Tirmizv,
Sa-lat/23, 197 Cıım'a/25; Nesa'î, Mevakit/11,
28 Cum'a/41; Dârimî, Salat/22; Muvatta', Cum'a/13, 15; İbni Hanbel, 11/241,
254, 265, 271, 280, 376.
[53][53] Ebu Davûd,
İlim/l; Tirmizî, îlim/19; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/29; İbni
Hanbel, V/196.
[60][60] Buharî,
İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce,
Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27 51 53, 3X9 11/107, 426 IV/129, 164.
[62][62] Buharı,
Eyman/3 Kader/14 Tevhid/11; Tinnizî, Nüzur/13; Nesa'î, Eyman/1, 2; İbni Mâce,
Kefarat/1; Dârimî, Nüzur/12; Muvatta', Nüzur/15; İbni Hanbel, 11/26, 67.
[63][63] Tirmizî,
Kader/7 Da'avat/89, 124; İbni Mâce, Dua/2; İbni Hanbel, IV/182, 418 VI/91, 251,
294, 302, 315
[66][66] Bu
manadaki hadisler için b. Buharî, Kader/2; Tirmizî, İman/18; Ibni Mâce,
Mukaddime/10; îbni Hanbel, H/176, 197
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık:
1/385-428.
[68][68] Müslim,
Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da'avatf 112; Nesa'î, Taharet/119
Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118 150 VI/58, 201.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar