Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 3










Bu fasılda, Murakabe ehlinin müşahedesini anlatacağız. Muraka­be ehlinin müşahedesi, müşahede ehlinin ilk murakabeleridir. Şöy­le ki, Murakabe makamında olan her kulun hali, Muhasebe'div. Müşahade makamında olan kulun sıfatı ise Murakabe'dir. Murakıb bir kulun ilk müşahedesi şu olmalıdır: Kesin olarak bilmelidir ki, uzun veya kısa hiçbir vakti şu üç esastan uzak kalamaz:
1. Allah Teala'mn ona emrettiği bir farzın edası; Farzlar iki tür­lüdür. Yapılması emredilenler; Terkedilmesi emredilenler ki bun­lar, Allah Teala tarafından sakındırılmış şeylerdir.
2. Allah Teala'mn özendirip teşvik ettiği bir mendubun ifası: Bu da asıl olarak kulu Allah Teala'ya yaklaştıracak hayır ve iyilik işle­rinde bulunup böylesi işlerde diğer müminlerle yarışması, bunlar­dan hiçbirini kaçırmaması dır.
3. Yapması halinde beden ve kalbinin sıhhat ve salah bulması­nı temin edecek bir mubah ile uğraşması.
Bir mümin için, bunlar dışında geçirilecek dördüncü bir vakit yoktur. Eğer bunlar haricinde dördüncü bir vakit ihdas ederse, Al­lah Teala'mn koyduğu sınırları çiğnemiş olur. Allah'ın sınırlarını çiğneyen ise, kendine zulmetmiş ve Allah'ın dininde bidat çıkarmış olur. Allah Teala'mn yüce dininde bidat çıkaranlar ise, takva sahip­lerinin yolları üzere değildirler. Yüce Allah'ın şu buyruğunu duy­maz mısınız? "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenlere gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O'dur". (Furkan/62) Ge­ce ile gündüz arasında üçüncü bir vakit göremezken şu üç vakit arasında bilinmeyen veya heva olan başka bir vakit görebiliyor mu­sunuz?
Üstteki ayette geçen Zikir (=düşünüp ibret alma), iman ve ilim­dir. Bu ikisi, kalbi amellerin bilgisizliğinin yerini alırlar. Şükür ise iman ahlakıyla ve ilmin ahkamıyla amel etmektir ki, bu ikisi de bütün uzuvların amellerini kuşatır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Davud ailesi, şükür için amel edin". (Sebe7l3) Başka bir ayet­te ise şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan korkun, umulur ki şükreder­siniz". (Al-i İmran/123) Bir diğer ayetinde ise şöyle buyurmuştur: "Nitekim sizin içinizde, sizden bir Resul gönderdik. Size ayetlerimi­zi okuyor ve sizi temizliyor. Hem size Kitab'ı ve hikmeti öğretiyor. Ve size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. Öyle ise Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, sakın Bana nankörlük etme­yin". (Bakara/151-152)
O, şükrün faziletini haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Eğer siz şükreder ve iman ederseniz, Allah size azap edip ne yap­sın". (Nisa/147) Allah Resulü (sav) ise "kıyamda uzun süre kaldığı için ayaklarında varis çıkması üzerine sahabe tarafından kendisi­ne çıkışıldığı zaman şöyle buyurmuştur: Buna rağmen acaba şük­reden bir kul olabilir miyim?"[1][1],
Şükür, 'Amel' olarak tefsir edilmiştir. Allah Teala da 'Amel'i 'Şü­kür5 olarak tefsir etmiştir. Üçüncü vakti temsil eden mubah da bun­ların kapsamına girer. Çünkü o, bu ikisinin gerçekleşmesine yar­dımcı olur. Kul, bu ikisinde de mubah ile istikamet bulur. Bir alim şöyle derdi: Bizim için Allah'a itaatin asıl olduğu sahalardaki gü­nahlarda, yasakları işleyip günah sahibi olmaktan alıkoyma ve uzak tutma vardır.
Murakabe yapan kul, güne başladığı zaman bütün, uyanıklılı-ğıyla en kısa vaktinde dahi Allah Teala için emir veya yasak türün­den bir farz olup olmadığına bakar. Eğer böyle bir farz varsa gün­lük amellerine onunla başlar. Onu bitirdikten sonra başka bir farz yoksa, o zaman mendublar ve faziletler üzerinde düşünür. Bu nevi amellerde de en faziletli olanla başlar.
Kul için bu iki faziletten başka bir şey yapmak mümkün olmaz­sa, o zaman nefsinden nefsi, gününden dünü, saatinden günü, dün­yasından ahireti için bir şeyler yapar. Çünkü Allah Teala ona böyle emretmiştir: "Dünyadan nasibini unutma". (Kasas/77) Bu emrin anlamı şudur: Dünyadaki nasibini olduğu kadar ahiret için de dün­ya hayatındaki nasibini almayı bırakma. Bu, Allah Teala'nm size iyilik ettiği gibi sizin de iyilik etmeniz ve dünyada fesad çıkmasını istememenizdir. Aksi halde ahiretteki nasibinizi terketmiş olursu­nuz. Allah Teala da dostları için hazırladığı engin sevabmdaki pa­yınızı unutur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı unuttular, O da onları unuttu". (Tevbe/67) Yani onlar, Allah Teala'yı terketti-ler, O da onları terketti. Onların Allah'ı terketmeleri, O'nun kendi­lerine verdiği nasibi terketmeleri, Allah Teala'mn onları terketme-si ise; ahirette isteyecekleri şeyleri terketmeleridir.
Ferasetli bir kul, kendisine verilen ömrü ve tanınan vakti, kesin olarak iman ettiği ahireti için harcar. Daha sonra vaktinin kalan kısmında da, o vakte mahsus olan fiillerin en faziletli olanına sarı­lır. Vaktinin geçirilmesiyle bir daha telafisi mümkün olmayan amel­leri eda etmekte acele eder. İlminin ona gösterdiği ve gücünün de yettiği en güzel davranış budur. Sonuç itibarıyla bütün vaktini Mev­la'sına tahsis etmiş olur. Kısa da olsa kulun hiçbir vakti şu iki ma­kamdan birinden uzak değildir: Nimet makamı; İmtihan ve bela makamı; Nimet makamında yapması gereken şey şükretmek iken, imtihan ve bela makamında yapması gereken şey de sabretmektir.
Kul, kısa da olsa hiçbir vaktinde şu iki müşahedenin birinden uzak kalamaz: Nimete şahit olmak; Nimet veren Allah'a şahit ol­mak; Çünkü her vakitte bir Malik ve O'na ait olan bir memluk ya­ni kul bulunur. Kula düşen, bu Mevcud'a hizmet etmek ve Ma-bud'unun hizmetinde daima hazır olmaktır. Murakabe, kulun sü­rekli hazır oluşunun (=huzur) alameti iken, Muhasebe de Muraka-öe'nin delil ve rehberidir. Kulun vakitleri arasında en kısası da ol­sa bir üçüncü vakit daha vardır ki o da, mubahlarla meşgul olduğu vakittir. Mubah ile meşgul olmak, müminin yapacağı amellerin en düşüğünü temsil eder.
Kul, bu halinde de bir nimete veya Nimet Veren'e şahit olmak suretiyle bu sürenin de dünya ömründen boşa gitmesini, kendisine faydası olacak Mevlası'nı zikirde bulunmasından, Nimet Sahibi'ne delalet eden bir nimeti anmasından veya kendisini Allah Teala'ya yakınlaştıracak bir nimetin edasını ifa etmekten hali olarak geçmeşini önlemiş olur. Herşey, akıbeti olan ahiret içindir. Güzel akı­bet de sadece takva sahipleri içindir.
Kul, Nimet Veren'in bir nimetine şahit olduğunda hayası onu sükunete sevkedip korkuyla vakara teşvik eder ki bu, Allah Tea-la'nın havas kullarına mahsus bir fazilettir. Bir nimete şahit oldu­ğunda onun için şükür ve ibret alıcı bir tefekküre dalıp basiret ve öğüt alma haline girer ki bu da hem avam, hem de havas için ge­çerli bir fazilettir. Allah Teala, ilk zümredeki havassı için şöyle bu­yurmaktadır: "Herşeyden iki çift yarattık ki, öğüt alasınız. 'O hal-da hemen Allah'a sığının". (Zariyat/49-50) İkinci zümredekiler hak­kında ise şöyle buyurmuştur: "... Allah ile beraber başka bir ilah uydurmayın". (Zariyat/51)
Allah Teala diğer bir ayetinde birinci zümre hakkında şöyle bu­yurmaktadır: "De ki: 'Herşeyin mülkiyet ve hazinelerini elinde tu­tan kimdir? Ki daima O koruyor, kendisi asla korunmaya muhtaç olmuyor? Eğer biliyorsanız? 'Allan'dır1 diyeceklerdir. O halde neden aldatılıyorsunuz?". (Mü'minun/88-89) Diğerlerinin makamı hak­kında ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'Yeryüzü ve onun içindeki­ler kimindir, biliyor musunuz?' 'Allah'ındır' diyeceklerdir. De ki 'O halde düşünmez misiniz?". (Mü'minun/84-85)
Ebu Zer'in (ra) uzun hadisinden de akıl sahibi kulun sıfatları ve murakabe yapan kişinin halleriyle ve boş vakitleri nasıl doldurmak gerektiğine dair bazı cümleler nakletmek istiyoruz: "Mümin ancak şu üç şey için yola çıkar: Ahiret için azık edinmek; Geçimliği için ça­lışmak; Haram kılınmamış bir lezzeti tatmak".
Şu halde akıllı bir kul için vaktin harcanacağı dört şey vardır: Rabbine yakarmak; Nefsini hesaba çekmek; Allah Teala'nm yarat­tıkları üzerinde tefekkür etmek; Yemek içmek. Bu sonuncusu, di­ğerlerini yapabilmesi için kula destek ve yardımcı olur.
Yine Ebu Zer'in (ra) hadisinde akıl sahibi için bahsedilen üç sı­fat vardır. Akıllı kulun alameti şunlardır:
Kendi işiyle uğraşması, dilini koruması ve zamanın kıymetini bilmesi. Bazı rivayetlerde, 'kardeşlerine karşı ikramsever olması' ifadesi mevcuttur.
Mubah ile geçirilecek vakitlerde yapılacak işlerin başında acılar ve ihtiyaçlarla uğraşmak gelir. Kul, mecbur kaldığı ihtiyaçlarını temin etmek için uğraşabilir. Ama daha fazlasına tamah edip gerek­siz külfete girerek vaktini geçirmesi de doğru olmaz.
Kullar, Allah Teala'nm mülkünü müşahede etme noktasında da dört makamda yer alır lar:
1. Mülkü, kendi makamından olduğu hal üzere müşahede edip mülke basiret ve ibret nazarıyla bakanlar ki bunlar kalplerindeki perde kaldırılmış olan akıl sahipleridir. Bunlar ibret alma makamı­na yerleştirilmiş olan kudret ve basiret sahipleridir ki makamları; alimlerin makamı olarak bilinir. "Alimler, peygamberlerin varisle­ridir" [2][2]
2. Mülke ve onda yaşayanlara rahmet ve hikmet gözüyle bakan­lar ki bu, korku ehlinin makamıdır.
3. Mülke ve mülk ehline hiddet ve buğz ile bakanlar ki bu, zühd ehlinin makamıdır.
4. Mülke ve mülk ehline şehvet ve gıbta ile bakanlar ki bu da, helak olanların makamıdır. Bu makamda yeralanlar, dünyanın kö­leleri olup bütün çabalarını ona sarfeder ve ondan kaybettikleri şeyler için yanıp yakılırlar.
Eğer kula, mülke ibret ve hikmet gözüyle bakma kabiliyeti ve­rilmişse, o kula mülk üstünde Mülkün sahibi gelir ve O'ndan baş­kasından müstağni olur. Eğer korku ehlinden bir kula, mülke rah­met gözüyle bakma kabiliyeti verilmişse, makamı ile gıbta eder ve Rabbinin onun üzerindeki nimeti daha da büyür. Eğer zühd sahibi­ne mülke düşmanlık gözüyle bakma özelliği verilmişse bu da onu mülkteki zahidane hayatından dolayı mülkten çıkarır ve Allah Te­ala kendisine karşılık olarak küçük dünya mülkü yerine, büyük ahiret mülkünü nasip eder. Mülke gıpta ve Özlem gözüyle bakma özelliği verilen kimse ise, mülk sahibi tarafından helaka sevkedilir ve kendini helaka sürüklüyecek yollara sapar.
Bu kimselerin ahlakından bir ahlaka veya sıfatlarından birine şahit olan kimse, şahit olduğu o ahlak veya sıfatın gerektirdiği mü-kafaat veya azabı görür. Bu, o kimse için bir tarif makamıdır ve kendisini Ta'arruf makamına yükseltir. Bu da ariflerin, ahlak ve sı­fatların  manalarına  delalet eden fiillerden  şahidi  olduklarıdır.
Çünkü Allah Teala, bunlarla yollarını bulabilmeleri ve kendi Za-tı'nı düşünebilmeleri için onları kendilerine izhar etmiştir.
Heva gözüyle nefsin şehvetlerinden birine şahit olan kimse ise, türlü şehvetlere sevkedilir ve şeytanlar tarafından kapılıp götürü­lürler. Rüzgar onları, çok yükseklere çıkarıp orada bırakıverir. On­lar, Karîb olan Allah Teala'mn yanma götürecek ve Melik-i Mukte­dir olan Allah Teala'nm katındaki sıdk makamında oturmalarım sağlayacak davranışların bulunduğu yoldan saparlar.
Allah Teala'nm yakınlığım kaybeden kimse, boşluk ve uzaklığa itilir. O artık, aldanmış ve ümidi kesmiş biridir. Hain ve kandırıl­mıştır. Onun her günü, dününden daha kötü olur. Onun için ölüm, yaşamaktan daha hayırlıdır. Çünkü yaşadığı her gün, onu Habib Teala'dan daha fazla uzaklaştırmakta ve O'nun yolundan daha faz­la saptırmaktadır. Hevasım bulduğu her an, aslında ona kaybettir­mektedir. Kazandığı günahlardan dolayı nefsinin onun üzerindeki hakimiyeti, onun hareketini sınırlamaktadır. Esasında o, sürekli geri gitmektedir. Onun ilerlemesi de, aslında geri istikametindedir. Tıpkı bir şeyin kaçırılması veya bir vaktin kaçırılması gibi, onların ömürleri de sonundan kaybedilmektedir.
Ömür, herhangi bir şey gibi, bir defa da telafi edilebilen bir var­lık değildir. O, asla bir defada telafi edilemez. Çünkü o, vaktin ar­dından vaktin girmesiyle teşekkül etmekte ve parça parça kaybe­dilmektedir. Bu da Allah Teala'nm hikmeti gereğidir. Ömür, tedrici olarak ve yavaş yavaş akıp gitmektedir; vaktin ardından vakit, gü­nün ardından gün şeklinde geçmektedir. Merdivene çıkan kimse, nasıl basamak basamak çıkıyorsa, Allah Teala da kullarını aynı şe­kilde basamak basamak kendine doğru çekmektedir.
Allah Teala, dünya mülküne hırs ve şehvetle bakan kimseyi ki­mi vakit Zatı'nı anmaktan meşgul eder, kimi zaman başka biriyle meşgul olmasını sağlar, kimi zaman başkasını zikrettirirken kimi zama da kendisim" anmayı unutturur. Böylece meşgul olduğu vakit­ler de, boş vakitleri gibi geçip gider. Onun andığı vakitler de unut­tuğu vakitler gibi olur. Çünkü o, hiçbir zaman Allah'ı anmaz. Allah Teala, onu kimi vakitlerde kendinden uzaklaştırırken, kimi zaman da başkalarıyla birleştirir. Böylece onun günleri kayıpla geçer ve vakitleri de ölüme kadar azar azar dolar.
Allah Teala onun bu şekilde devam etmesi için üzerine perde ge­rer. Bu perde sebebiyle sürekli aldanış içinde olur. Allah Teala ona nimetleri bolca vererek kendi durumunu idrak edememesini sağ­larken, üzerindeki nimetlerini devamlı kılarak gaflet uykusundan uyanmamasını temin eder. Onun ümitlerini uzatarak (=tûl-i'emel) sürekli kötü işler yapmaya teşvik eder. Korkusunun kaybolması için, ölüm fikri de aklından çıkarılıp alınır. Allah Teala onların kalplerinde umut duygusunu yayarak korku duygusunu çıkartıp alır. Sonunda, güvenlikte olduklarını hissettikleri ve hiç ummadık­ları bir anda onların canlarını alıverir. Sarhoşluklarına dalıp git­tikleri bir anda canları almıverir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Böyle bir plan kurdular. Biz de onların haberi olmadan hilelerinin cezasını verdik". (Neml/50) Allah Teala'nm şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen bu refah ve genişlik ile tam ferahladık­ları sırada, ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün, hepsi bütün ümitlerinden mahrum düştüler". (En'am/44)
Ayetin tefsiri şöyledir: Onlar, kendilerine anlatılan ve ihtar edi­len hakikatları terkettikleri zaman onlara nimetlerimizi bol bol verdik. Böylece Bize şükretmeyi unutturduk ve ardarda günahlar işlemeye başladılar. Onlara istiğfar etmeyi de unutturduk. Bu du­ruma alışıp gönülleri bu tarz hayata alıştığı zaman bir daha geri dönmek ve kendilerini tenkit etmek de istemediler. İşte tam bu al­danış içindeyken ansızın yakalayıverdik. Onlar ise, şaşkın, afalla­mış ve her türlü hayırdan ümidi kesmiş bir halde olacaklardır. Ayetteki 'ansızın' kelimesinin kırk yıldan sonra, anlamına geldiği söylenmiştir.
Bilin ki eğer bir kul, öncesi şer olan bir vaktinden veya öncesi şer olan bir gününden sonra kendini kınamaz ve onu telafi etmeye çalışmazsa, bütün vakitleri ve bütün günleri, $er ile dolu tek bir va­kit ve kötülükle dolu tek bir gün gibi olur. Böyle birinin ömrü de ebedi kötülük içinde yaşayan birinin ömrü gibi olur.
Bu hal içinde olan kul, sanki tek bir vaktini kaybetmiş gibi bü­tün ömrünü kaybetmiş olur. Çünkü bu vasıf üzere olduğu sürece, ömrünü de kötülüğe dalmış olarak geçirecek, günbegün aynı hayati devanı ettirecektir. Zamanla gelip geçen vakitlerini birer birer unutmaya başlayacaktır.
Kul, Ömrünün bütün vakitlerim parça parça yaşayacak, fakat en nihayetinde hepsinden tek bir vakit gibi mesul olacaktır. Hesa­bın sonunda ve özünde, bütün ömrü tek bir günü gibi değerlenecek-tir. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Sakın kalbi­ni zikrimizden gafil bıraktığımız için nevasına tabi olana itaat et­me". (Kehf/28) Böyle birinin hali, aşırılık ve itidali kaybetmektir. Onun durumu, cennet ve cehennem vaad ve tehditlerinden gafil olan kimsenin haline benzer. Ama gözünün önündeki perde kaldı­rıldığı zaman şaşırıp kalır, afallar ve ömrü boyunca gafil kaldığı şeyleri görmesinden dolayı derin bir şaşkınlığa ve hayal kırıklığına kapılır. Dünyada kaybettikleri için de büyük bir pişmanlık duyar.
Allah Teala böyle bir kimseye şöyle buyuracaktır: "Andolsun, sen bundan gafil idin; şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün artık gözün açıktır". (Kaf/22) Denildi ki, gözleri yaptıkları kötü amelleri gayet açık ve belirgin bir şekilde görecektir. Başka bir yorumda ise, hangi kefenin ağır basıp hangisinin hafif kalacağı noktasında mi­zanın diline kesin olarak vakıf olacaktır, denilmiştir.
Böyle biri, Allah Teala'nm hakkında şöyle buyurduğu kimse gi­bidir: "Onlar gaflet içinde ve iman etmezlerken, sen onları, her işin bitmiş olacağı o hasret gününün dehşeti ile korkut". (Meryem/39) Yani ölüm gelip çattığında, onlar dünya işleriyle meşgul bir halde olacaklardır. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Kadınlar hak­kında birbirlerini meşgul eder bir halde olacaklardır. Yine o kişi "Ve kuruntularınız sizi aldattı da Allah'ın emri gelinceye kadar, o alda­tıcı (şeytan) sizi Allah'a karşı ayarttı" (Hadid/14) denilen kimsenin sıfatlarına da sahip olacaktır. Bu ayetteki kuruntular, nevanın tel­kin ettiği boş düşüncelerdir. 'Allah'ın emri' ile kasdedilen ise, ölüm emridir. Ölüm size gelmeden önce, sizler onun için hiçbir hazırlık yapmamış olacaksınız. Böyle bir kulun durumu ise, Allah Teala'nm şu ayetinde haber verdiği iflas etmiş ve bütün ümitlerini yitirmiş kulun durumuna benzer:
"Nihayet ona vardığı zaman, onu zannettiği gibi bir şey bulmaz da kendi yanında Allah'ı bulur. O da onun hesabını tamamıyla gö-rüverir". (Nur/39)
Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi:
Kul, şu dört hususu kendinde bulundurmadıkça, sıddıkların se­viyelerine gerçek anlamda ulaşamaz:
1. Sünnete uygun olarak farzları eda etmek;
2. Titizlik içinde helal yemek;
3. Zahir ve batında yasaklardan sakınmak;
4. Ölünceye kadar bu hal üzere sabırlı olmak.
Hasan el-Basri (ra) ise şöyle derdi: Allah'a yemin ederim ki, ölüm gelmedikçe müminin ameli için son yoktur. Yine Allah'a an­dolsun ki, bir veya iki ay, bir ya da iki yıl amel eden kimse mümin olamaz. Mümin, ancak Allah Teala'nm emrini ifa noktasında de­vamlı olan ve Allah'ın yakalamasından korkan kimsedir. İman ise, rahatlıkta zora yönelmek, yakini bilinende azim, sabırda çaba ve zühd içinde ilim öğrenmektir.
Ömer (ra) ise "Rabbimiz Allah'tır deyip de sonra istikamet bu­lanlar var ya işte onlar için korku yoktur" (Ahkaf/13) ayetini oku­duğu zaman şöyle derdi: "İnsanlar bunu söylediler, ama sonra geri adım attılar. Kim gizli ve aşikar hallerinde, zorlukta ve kolaylıkta Allah'ın emri üzere istikamet bulur, Allah'ın dini hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz ve bir defa 'Allah'ın dini üzere istikamet buldular5 derse, öyle kimselerin Rabbi Allah'tır ve havuz­larının olukları asla susuz kalmaz".
Bir alim şöyle demiştir: Faziletleri talep etmeyi, farzları eda et­mekten daha önemli gören bir kimse aldanmış biridir. Kendini bı­rakıp başkasıyla meşgul olan kimse ise kendine kötülük etmiştir.
Süfyan-ı Sevri (ra) ve diğerleri ise şöyle derlerdi: İnsanların vus­lattan mahrum edilmeleri, asılları kaybetmeleriyle olur. Kul için en faziletli şey, kendini bilmesi (=marifetü'n-nefs), sınırında durması, konulduğu makamdaki halini sağlamlaştırması, ameline Allah Tea-la'nın yasaklarından uzaklaştıktan sonra kendisine emEettiği farz­ları eda etmekle başlaması ve bütün bunları düşündüğü bir ilim ve kendisini hevadan uzaklaştıracak bir vera' içinde olmasıdır.
Kul, farzı bitirmedikçe faziletin peşine düşmemelidir. Çünkü fa­zilet, ancak selamete ulaştıktan sonra yapılabilir. Bunu şuna da benzetebiliriz: Bir tüccarın kârı, ancak sermayesinin tamamen çı­karılmasından sonra ortaya çıkar. Eğer kul, selamete ulaşamamışsa faziletten çok uzak, aldanmaya ise çok yakın olur. Aralarındaki küçük farktan ve ilimlerinin gizliliğinden dolayı, faziletlerle fariza­lar birbirine karışmaya başlayabilir. Kul, böyle bir duruma düştü­ğünde nafile olan bir ameli farz sanarak öne alabilir.
Buna misal olarak şunu zikredebiliriz: "Ebu Said Rafi' b. el-Mu'alla (ra), ayakta namaz kılıyordu. Allah Resulü (sav) onu çağır­dı. O da, gayb makamında Allah Teala'nm huzurunda kıyam etmesi­nin Allah Resulü'nün (sav) çağrısına kulak vermesinden daha hayır­lı olduğu zannetti. Namazım bitirip selam verdiğinde Allah Resulü (sav) kendisine, onu çağırdığında karşılık vermesini neyin engelledi­ğini sordu. O da TJamaz kılıyordum' dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: 'Allah Teala'nın 'Ey iman edenler, Peygam­ber sizi, kendinize hayat verecek bir şeye davet ettiği zaman, Resul ile Allah'a icabet edin' (Enfal/24) buyruğunu duymadın mı?"
Allah Resulü (sav) Ebu Said'i (ra) çağırdığı zaman, ona ilmin batınında bir fayda sağlamak veya onun ilminin hangi seviyede olup nasıl amel edeceğine bakmak istemiş olabilir. Bu sebepledir ki onun Allah Resulü'nün (sav) davetine icabet etmesi, kıldığı nafile namazdan daha faziletlidir. Çünkü kıldığı namaz, nafile bir namaz olup, kendi tercihiyle Allah Teala'ya gaybi minvalde itaatini ifade etmekten ibarettir. Halbuki Allah Resulü'nün (sav) davetine icabet etmesi, bir farzı eda etmesi bakımından daha hayırlıdır. Çünkü Al­lah Resulü'nün (sav) davetine icabet etmesi, şehadet aleminde Al­lah Teala'nm farz kıldığı bir amel olması hasebiyle Allah'a olan ita­atinin ifadesidir.
Allah Resulü'ne (sav) icabet etmenin, nafile namaz kılmaya olan üstünlüğü, tıpkı farzın nafileye olan üstünlüğü gibidir. Allah Teala muhtelif ayet-i kerimelerinde şöyle buyurmaktadır: "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur". (Nisa/80); "Muhakkak ki sana biat edenler, aslında Allah'a biat etmektedirler". (Feth/10) Her iki ayette de Peygamber (sav) Allah Teala ile birlikte zikredilmiştir. Al­lah Resulü (sav) noktasından da bu, yakini bir husustur. Allah Tea-la'ya kulluk etmek, işte bu noktada kul için daha fazla rıza-i ilahiyi mucib ve ahireti bakımından da daha fazla sevabı mülzinıdir.
Bu hadis, ayrıca şuna delalet etmektedir ki, Kur'an bir emirle ilgili hüküm koyduğunda bu, umumi ve külli olarak geçerlidir. Ancak o hükümle ilgili sünnet veya icma yoluyla bir tahsis getirildiği zaman, hükmün umumiliği sünnet veya icmanm gerektirdiği şekil­de tahsis edilip sınırlandırılır. Bu hakikata göre yukarıdaki 'Ey iman edenler, Peygamber sizi, kendinize hayat erecek bir şeye da­vet ettiği zaman, Resul ile Allah'a icabet edin1 (Enfal/24) ayet-i ke­rimesinde gelen icabet emri, zahiri anlamında Allah Resulü'nün (sav) iman ve taatla ilgili hususlardaki çağrılarına karşılık verip O'na tabi olmanın umumiliği üzerinde bir emir ihtiva etmektedir. Ama ayetin bu hükmünde, -özellikle de namaz kılan birini- sesle çağırmasına icabet edilmesi manası yoktur. Ebu Said'i (ra) namaz esnasında kendisine seslenen Allah Resulü'nün (sav) çağrısına uy­mamaya sevkeden de budur. O, bu ayetten yukarıda anlattığımız umumi hükmü anlamış ve Allah Resulü'nün (sav) sonrasında söy­ledikleriyle ayeti anlamada zorluk çekmiştir.
Ammar'ın (ra) teyemmüm ayetiyle ilgili ilk tatbikatında da ben­zer bir durum görmekteyiz. Bu ayet, onlar seferde iken sabah na­mazını kılmak için teyemmüm etmelerini mubah kılan bir hükmü ihtiva etmekteydi: "Su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa te­yemmüm edin; niyetle yüzünüze ve ellerinize sürün". (Nisa/43) Am-mar (ra) bu ayetle ilgili olarak Allah Resulü'nün (sav) elin bir kıs­mıyla ilgili tahsis ve sınırlamasını duymamıştı. Bu sebeple şöyle demişti: 'Ellerimizi, omuzlara kadar teyemmüm ettik'.[3][3]
Görüldüğü gibi Ammar (ra) ayetin umumi hükmüyle amel ede­rek kolun tamamını meshetmiştir. Allah Resulü'ne (sav) bunu ha­ber verdikleri zaman, kendilerine, dirseklere kadar meshetmeleri-ni emretmiştir. Başka bir hadiste ise, iki değişik rivayetle bilek ke­miklerine kadar olduğu bildirilmiştir. Netice itibarıyla elin tahsisi yapılmış olmakla beraber, bunun sınırları tam olarak açıklanma­mıştır. Bu sebepledir ki, fıkıh alimleri de elin teyemmüm edilmesi gereken kısımları üzerinde farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
Mücmel olarak gelen ayetler için de aynı durum geçerlidir. Bun­lar da Allah Resulü'nün (sav) sünneti ile tahsis edilirler. Buna mi­sal olarak şu hadiseyi nakledebiliriz: "Allah Resulü (sav) devrinde iki kişi, Allah'a kullukta kardeş oldular ve insanlardan el etek çek­tiler. Bir gün arkadaşlardan biri diğerine şöyle dedi: Artık insanlardan tamamen uzaklaşahm ve sürekli susalım. Bizimle konuşmak isteyenlerle konuşmayalım. Böylesi, ibadetimiz bakımından daha makbul olur. Bu şekilde insanlardan uzaklaşıp halvete çekildiler ve kimseyle konuşmadılar. Bir gün Allah Resulü (sav) yanlarına gitti ve kendilerine selam verdi. Ama onlar O'nun selamına karşılık ver­mediler. Allah Resulü de (sav) bunun üzerine şöyle buyurdu: Fazla aşırılık yapanlar ve haddi aşanlar helak olmuşlardır. İkisi de Allah Resulü'nden (sav) özür dilediler ve bu yaptıklarından dolayı Allah Teala'ya tevbe ettiler".[4][4]
Benzer bir hadise de Ömer b. Hattab (ra) tarafından yaşanmış­tır. O, bir gece sokakları dolaşıyordu. Bir kapının ardından sızan beyaz bir ışık gördü. Delikten içeri baktığında, bir topluluğun şa­rap içtiğine şahit oldu. Ne yapacağını bilemedi ve mescide döndü. Abdurrahman b. Avfı çağırdı ve onunla birlikte o eve gitti. İçeri tek­rar baktıktan sonra Abdurrahman'a 'Ne yapalım?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Allah'a andolsun ki, şu anda Allah Teala'nın bize yasakladığı bir şeyi yaptığımızı düşünüyorum. Çünkü biz, gizli bir şeyi araştırdık ve ona muttali olduk. Halbuki Allah Teala onu giz­lemişti. Allah Teala'nın gizlediği bir şeyi ortaya çıkarmamız kesin­likle yakışık almaz. Ömer de (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Doğru söylediğini düşünüyorum, senin dediğin gibi yapalım. Ve oradan ayrıldılar.
Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise Abdurrahman b. Avfm (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: 'Görüyorum ki biz, Allah ve Resu-lü'ne karşı çıktık. Halbuki Allah Resulü (sav) bize, başkalarının ku­surlarını araştırmayı (=tecessüs) yasaklamıştı. Ömer de (ra) ona: 'Doğru söyledin, demiş ve elinden tutarak oradan uzaklaşmışlardır.
Bu meyanda bir diğer hadise de yine Ömer (ra) devrinden nak­ledilmektedir. Ömer (ra) İbni Mesud (ra) ile gece teftişine çıkmıştı. Bir kapının aralığından içeride elinde şarap tulumu bulunan ve bir cariyenin kendisine şarkı söylediği bir yaşlı gördüler. Ömer (ra) yaş­lı adama şöyle dedi: Senin gibi yaşlı bir insana böyle bir halde bu­lunmak hiç yakışmıyor! Adam da kalktı ve Ömer'e (ra) şu karşılığı verdi: Ey müminlerin emiri, eğer bana insaf edersen Allah hakkı için bana söz vermeni rica ediyorum. Ömer de (ra) 'Konuş bakalım'dedi. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Ben, bunları yapmakla Allah'ın emrine bir kez karşı geldim. Sen ise O'nun emrine üç defa karşı geldin! Ömer (ra) 'Nedir onlar?' dedi. Adam da şöyle dedi: Sen, bir müslümanm kusurunu araştırarak tecessüs yaptın. Halbuki Al­lah Teala seni bundan sakındırmış tır. Evime gizlice sarktın. Halbu­ki Allah Teala şöyle buyurmaktadır: 'Evlere, arkalarından girmeniz, sizin için iyilik değildir (Bakara/189) Üçüncü olarak evime izinsiz olarak girdin. Allah Teala ise şöyle buyurmuştur: 'Sizin eviniz olma­yan evlere, izin alıncaya ve ev halkına selam verinceye kadar girme­yin' (Nur/27) İhtiyarın bu sözleri üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: Bun­lar için beni bağışlar mısın? Adam da şöyle dedi: Seni Allah bağışla­sın. Bunun üzerine Ömer (ra) ağlayarak dışarı çıktı. Kendi kendine şöyle diyordu: 'Eğer Allah Teala mağfiret etmezse, vay haline Ömer'in! Adam bu halini kendi çocuğundan ve komşusundan bile saklıyorken şimdi 'Müminlerin emiri beni gördü' diyecek.
Bu mevzuda misal olarak zikredebileceğimiz bir diğer hadis ise şudur. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sizden biri, bir yemeğe da­vet edildiği zaman eğer oruçlu değilse icabet etsin. Eğer oruçlu ise, 'Ben oruçluyum' desin".[5][5] Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav), daha faziletli olmasına rağmen amelin açıklanmasını emretmiştir. Nafİ-le orucun gizli tutulması, elbette daha faziletlidir. Ama daveti geri çevirmesi halinde, kendisini davet eden kardeşinin kalbini kırma­sı sözkonusudur. Allah Resulü (sav) bir mümini ve onun dokunul­mazlığını, amellerden üstün tutmuştur. Çünkü ameller, amel sahi­bine bağlı fiillerdir. Sevab da amelin mikdarına göre değil, amel sa­hibinin Allah katındaki derecesine göre verilir. Bu Allah Teala'nın hikmeti gereğidir. Çünkü O, belli bir amel için dilediği kullarına daha fazla ecir verebilmektedir.
Bu da netice itibarıyla, bir müminin hatırının bir amelden daha üstün olduğunu gösterir. Bunun içindir ki kendisine davet yönelti­len mümine şöyle denmiştir: Amelim açıkça söyleyerek, mümin kar­deşinin kalbini kırmaktan ve onu hoş olmayan bir hale sokmaktan uzak dur. Böyle davranman, o amelini gizlemenden daha hayırlıdır. Çünkü müslüman bir kardeşin seni, senin için hazırladığı bir yemeğe davet ettiği zaman, eğer ona icabet etmez veya onun tarafından kabul edilecek açık bir özrünü beyan etmez isen ve o da sana yönelt­tiği davetinde gerçekten samimi ise, bu ona çok ağır gelecektir.
Amellerin gizlenmesi hakkında Seleften bir zat hakkında şu bilgi nakledilmiştir: Bu kişi, cemaat içinde olduğu zaman, kimse­nin amellerine muttali olmamasını temin etmek için Kur'an'ı için­den okur, içinde secde bulunan bir ayete tevafuk ettiğinde ise ce­maatın içinde secdesini eder, biz de secdesini gördüğümüz zaman içinden Kur'an okuyor olduğunu anlardık. Bu kimse muhtemelen içi boş ve fıkhı zayıf biriydi. Çünkü ne yaptığını gösterecek bir ha­rekette bulunarak amelini açığa vurmaktaydı. Eğer amelini gizle­mek için secdeyi terketseydi onun için daha faziletli olurdu. Çünkü böyle yapmakla, gizlemek istediği bir şeyi, açığa vurmuş olmuştu. Bu da onun, amellerin ruhunu bilmediğini gösterir. Bir alimin de böyle davranan kimseyi kusurlu bulduğunu duymuştuk.
İlmi kısır olan müridlerin amelleri de böyle olur. Halbuki bize göre durum, secdesi yüzünden o kişiyi yadırgayan kimsenin takdir ettiği gibi değil, o secde yapanın yaptığı gibidir. Bizce o kulun sec­desini yadırgayan kimse İhlasın inceliklerini anlama bakımından zayıftır. O, amel sahibi ariflerin amelde takip etmeleri gereken yo­lu da bilmemektedir. Bu şekilde amel ederek secdesini yapan kim­se ise, ihlas sahibi bir fıkıh ehlidir. Çünkü o, böyle yapmakla iki fa­zileti birden cemetmiştir. Öncelikle ameline gizli olarak başlamak­la ve yaptığı ameli gizleme niyetiyle bir fazilete sahip olmuştur. Sonra secde ayeti geldiği zaman onu da yaparak ikinci fazilete de sahip olmuştur.
Secde, insanlar içinde açıktan yapılması gereken bir ameldir. Aynı zamanda secde, Allah Teala'ya yakınlık vasıtasıdır. Böyle bir ibadetin, insanlar uğruna kaçırılması fikhen uygun olmazdı. O kul da, bunları düşünerek Allah Teala'mn emrettiği şekilde secdesini yapmış, mendub gördüğü şekilde de O'nun kelamını okumuştur. Böylece ikinci halinde de fazilet sahibi olmuştur. Çünkü o, Allah için gizlediği bir ameli, yine Allah için izhar etmiştir. O, insanların murakabesini terketmiş ama onlar yüzünden amelini terketme-miştir. Eğer ameli gizleme gereğinden dolayı o kimsenin secdesini terketmesi daha faziletli olsaydı, namaz kılarken eve misafir geldiği zaman, onları ağırlamak için namazı bitirmek daha faziletli ol­mazdı. Halbuki, Allah Resulü'nün sünnetinde de varid olduğu üze­re, namazını bitirmesi daha faziletlidir. Böyle yapan kimse, hem gizli, hem de açık amelin sevabını alarak iki ecir sahibi olmaktadır. Hem nasıl olur ki? Onlar, insanlar için bir ameli terketmeyi ri­ya kapsamına sokuyorlar, insanlar uğruna amelde bulunmak ise şirktir. Denildi ki: Riya için amel etme! Haya için de ameli terket-me! Çünkü halktan haya etmek şirktir. Hâlık'a karşı haya ise, ima­nın ta kendisidir. Aynı şekilde kul, insanlar uğruna ameli terket-mekle şeytana itaat etmiş olsaydı, insanlar için amel etmekle ona bir kez daha itaat etmiş olurdu. Bunu, şuna benzetebiliriz: Bir adam düşünün ki, bütün gün evinde namaz kılıyor ve oruç tutuyor, hiç kimse de onun bu amellerini bilmiyor. Eğer bu kişi orucuyla bir­likte itikafa da çekilmek istese ve bu niyetle mescide gitse, orada kaldığı için kıldığı namaz da insanlar tarafından bilinecektir. Ama sırf insanlar kendisini görüyorlar diye, mescitte yapmaya niyetlen­diği itikafi da terkedecek değildir. O, ilmi sağlam bir alim oldukça bu durum ona zarar veremez. Nitekim iman ve ilminde derinlik sa­hibi ve kendisine uyulan bir imamın amellerinin insanlar tarafın­dan bilinmesi, ameline zarar vermemektedir.
Netice itibarıyla, kalbindeki niyetin kesin olmasından dolayı, -kendisi böyle bir maksat gütmedikçe ve amelleriyle övülmek iste­medikçe- amelinin insanlar tarafından bilinmesi ona zarar verme­yecektir. Hatta böyle yaptığı için ecri misliyle de verilebilir. Çünkü açıkta yaptığı bu amel, Allah Teala'mn zikrine karşı gafil olanları uyaracak, iyilik üzere amel edenleri de teşvik edecektir.
İnsanlar bilecek diye secde nasıl terkedilebilir? Çünkü bazı alim­ler secde ayetlerinden sonra yapılan secdeyi farz olarak bile görmek­tedirler. Secde ayetini işiten veya okuyan kimsenin, abdestli ise he­men, abdestsiz ise abdest aldıktan sonra secde etmesi vaciptir.
Bunlar, kula en uygun olan hallerdir. Ebu Nasr et-Temmar, şu­nu rivayet etmiştir: Bir adam Bişr b. el-Hars'a (ra) veda etmeye gelmiş ve şöyle demişti: Hacca gitmeye niyetlendim. Bana bir em­rin var mı? Bişr ona şöyle dedi: Harcamak için ne kadar paran var? O da: İki bin dirhemim var, dedi. Bunun üzerine Bişr şöyle dedi: Haccınla umduğun nedir? Gezinti yapmak mı, Allah'ın evine duyduğun özlem mi, yoksa Allah rızası mı? Adam da: Allah rızası, de­di. O zaman Bişr şöyle dedi: Eğer evinde oturup iki bin dirhemi harcayarak Allah'ın rızasını kazandığından kesin olarak emin ola­cağını bilsen, bunu yapar mısın? Adam da: Evet, dedi. O zaman Bişr şöyle dedi: Öyleyse o parayı borçlu olan on kişiye ver de borç­larını ödesinler, yoksullara ver ki hallerini düzeltsinler, aile geçin­diren sıkıntılı bir insana ver ki ailesini ihya etsin, bir yetimin ba­kıcısına ver ki onu sevindirsin. Eğer kalbin, bu parayı birine ver­mene muktedirse, öyle yap. Şunu bil ki, müslüman birinin kalbini sevinçle doldurman, ısrarla yardım isteyen birinin imdadına koş­man, muhtaç birinin ihtiyacını gidermen ve imanı zayıf birine yar­dım etmen, Allah Resulü'nün (sav) Veda haccı dışında yüz hacdan daha hayırlıdır. Haydi git ve onu sana söylediğimiz şekilde dağıt. Eğer bunu yapmayacaksan bize kalbinden geçeni söyle.
Adam da şöyle dedi: Ey Eba Nasr, yolculuk kalbimde daha ağır basıyor. Bişr, tebessüm etti ve ona yaklaşarak şöyle dedi: Servet, kirli ticaretlerden ve şüpheli şeylerden toplandığı zaman, nefs onunla içine doğan bir arzuyu tatmin etmek ve salih amel yapıyor­muş gibi görünmek ister. Halbuki Allah Teala, sadece takva sahip­lerinin amellerini kabul buyuracağı üzerine yemin etmiştir.
Buna benzer bir haber de şöyledir: Bişr'e (ra) şöyle denmişti: Palan zengin kişi, çok oruç tutup namaz kılıyor. Bişr dedi ki: Zaval­lı, kendi halini terkedip başkalarının hallerine girmiş. Böyle biri­nin içinde bulunması gereken hal; açları doyurmak ve yoksullara infakta bulunmaktır. Bu, dünya malını toplayıp onları yoksullar­dan esirgeyerek kendisini aç bırakmasından ve kendi nefsi için na­maz kılmasından daha hayırlıdır.
Farzlar arasında öncelikli olanın gizli kalması ve diğer fazilet­lerle karıştırılması, Allah Teala'nm kulları üzerindeki bir imtihanı ve hikmeti gereğidir. Onlardan bazıları, hükmü genişliğe yorarak gizli kalmış olan darı terkederler. Böylece bunlar hakkında ilim ke-sinleşip haklarındaki hüküm cari olur. Bu da bu gibi kimseler için Allah Teala tarafından bir terbiye, diğerleri için de hakikati öğret­me, teslimiyeti ve tevfîk-i ilahiyi arttırma vesilesi olur.
Allah Teala, kendi Resulü'nü (sav) azarlayıp kınadığı ve kendi­sine öğüt verdiği bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "A'ma ona geldiğinde, yüzünü ekşitip sırtını döndü. Nereden biliyorsun, belki o temizlenecek?" (Abese/1-3) Denir ki, Allah Resulü (sav) ömründe hiç bir zaman kendisine bu sure indiği kadar üzülüp tasalanma-mıştır. Çünkü bu surede, kendisi gibi Allah Teala'nm habibi ve doğ­ru yola iletilmiş bir kulu böylesine ağır bir şekilde azarlanmaktay­dı. Allah Teala, bu hitabı ile aslında sadece Peygamberi'ni kasdet-miş değildir ki, daha yumuşak bir üslup ile hitab etsin. O'nun bu surede vermek istediği, müminleri takva ehli kullarına yaptıkları karşısında uyarmak ve dikkatli olmalarını temin etmektir. Çünkü "Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü.." ibaresinin asıl anlamı şudur: Ey müminler, bakın ve kendisine görme özürlü biri geldi diye yüzünü ekşitip sırtını dönenden ibret alın!
Bu anlamda şu hadise rivayet edilir: Ömer b. Hattab (ra), bir münafığın kendi cemaatına namaz kıldırırken sadece Abese suresi­ni okuduğunu duymuştu. Onu çağırttı ve boynunu vurdurdu. Ömer'in (ra) bu kararı, o kişinin küfrünün kesinleştiğim göster­mektedir. Çünkü adam, sürekli bu sureyi okumak suretiyle, Allah Resulü'nü (sav) kendi gözünde ve cemaatının gözünde küçük dü­şürmeye çalışıyordu.
Allah Teala'nm buna benzer hitapları şu ayet-i kerimelerde de mevcuttur: "Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?" (Tev-be/43); "Hanımlarının rızasını umarak Allah'ın sana helal kıldığını niçin haram kılıyorsun?" (Tahrim/1); "içinde sakladığın şeyi, Allah açığa vuracaktır. İnsanlardan çekmiyorsun. Halbuki Allah, çekin­mene daha layıktır!" (Ahzab/37) Aişe (ra) şöyle demiştir: "Eğer Al­lah Resulü (sav) Kur'an'dan bir şeyi gizlemiş olsaydı, mutlaka bu ayeti gizlerdi".[6][6]
Bu meyanda duyduğum şeylerin en ilginç olanı da İsraüiyat ba­bından olarak Yemenli Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettikleri bir haberdir: "Süleyman b. Davud (as) vefat ettiğinde çocuklarından bir topluluğu ardında bıraktı ve Beyt-i Makdis'i bir süre imar ve ta­zim etmelerini vasiyet etti. Neden sonra, yine onun torunlarından bir adam halef oldu ve babalarının yoluna ters düşerek, şeriatları­nı terketti ve yeryüzünde kibirlenerek zorbalığa yeltendi. Zamanla sınırı iyice aşarak şöyle demeye başladı: Atam Davud ve dedem Sü­leyman bir mescid bina etmişler. Neden ben de onlar gibi bir mes-cid bina edip insanları onların yaptığı gibi kendi şeriatıma davet etmeyeyim?!
Neticede, Beyt-i Makdis'e benzer bir mabed inşa ettirdi ve Al­lah'a iftira ederek, bunu O'nun emrettiğini söyledi. Böylelikle in­sanları kendi mabedine çekmeye çalıştı ve onlara paralar teklif et­ti. Beyt-i Makdis'in asıl mescidi de zaman içinde yıkıldı ve insanlar onu tamamen terkettiler. Halk, kimi zaman istekle, kimi zaman da korkuyla onun dinine girdiler. Allah Teala, bu zorbaya civar şehir­lerden birinin ahalisi arasından bir peygamber gönderdi ve ona şöyle vahyetti: Şu merkebe bin ve o kavme git. En kalabalık olduk­ları bir zamanda mescidlerine ve toplantı yerlerine gir ve en yük­sek sesinle şöyle nida et: Ey Dırar Mescidi! Allah Teala, kendi adı üzerine yemin etti ki seni, sana ibadete gelenlerden mahrum edip yalnız bırakacaktır. Sana gelen ahaliyi öldürecek, tahtaların ve sü­tunlarınla onların kanlarını akıtacak da kanlarını köpekler içip et­lerini de onlar yiyecek. Sonra şehre in ve orada da bu sözleri söyle. Çıktığın şehre dönünceye kadar bir şey yeme, içme, gölgeye sığın­ma ve bu merkepten asla inme.
Peygamber, kendisine verilen emri aynen yerine getirdi. Oranın halkı onun sözleri üzerine galeyana geldiler ve ona sopalarla vurup taşlamaya başladılar. Ama o, merkebinden asla inmedi ve bu şekil­de çok ağır bir eziyete ve sopaya maruz kaldı. Günün sonunda gel­diği şehre doğru yola çıktı. Kendisine verilen emri ifa etmiş ve çek­tiği acılara karşı sabretmişti. Yolda, o civarda yaşayan başka bir peygamber onun başına gelenleri duymuştu. Onu karşıladı ve ken­disine selam vererek şöyle dedi: Rabbinin risaletini ulaştırıp O'nun emrini olduğu gibi yerine getirdin. Bu uğurda çok acı çekmene rağ­men sebat ettin ve o kavmin eziyetlerine karşı sabırlı davrandm. Ama sen, aç ve susuzsun. Her yerin kanıyor ve elbiselerin kan için­de. Haydi benim evime gidelim de, ye, iç, istirahat et, bedenini ve elbiselerini temizle.
Peygamber şöyle dedi: Allah Teala beni gönderdiği zaman, evi­me dönünceye kadar hiçbir şey yemeyip içmeyeceğime ve bir gölge­likte durmayacağıma dair benden ahit aldı. Onu davet eden peygamber şöyle dedi: Ben de senin gibi bir peygamberim ve seninle din kardeşiyim. Allah Teala bunu, gittiğin kavim O'nun düşmanla­rı olduğu için böyle emretmiş, sana onların yemeklerini yiyip göl­geliklerinden istifade etmeni yasaklamıştır. Ama benim evime gir­meni de, yemeklerimden yemeni de yasaklayacağım düşünmüyo­rum. Çünkü ben, din kardeşliği ve peygamberlik makamlarında se­ninle ortağım.
Gönderilen peygamber onun sözlerine inandı ve onunla beraber evine doğru yola koyuldu. Önüne yemek konup da şiddetli açlığını gidermek için yemeğe doğru hızla eğilince bu onu rahatsız etti ve Allah Teala da onu evine davet eden peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Sen, arzunu ve karnını benim emrime tercih ettin. Hal­buki ben senden, çıktığın şehre dönünceye kadar bir şey yiyip içme­yeceğine ve merkebinden inip gölgeliğe sığınmayacağına dair ahit almamış mıydım? Eğer sen içtihadınla fikir beyan etmeseydin ve il­minin erdiği kadarıyla hakikati söylememiş olsaydın cezam ikinize de şamil olurdu. Onun özrü Benim katımda seninkinden daha za­yıftır. Çünkü Ben ondan ahit almıştım. O ise, arzu ve şehvetini ter­cih ederek verdiği ahdi terketti.
ikinci peygamber bu vahyi diğer arkadaşına bildirdiği zaman, dehşetle yerinden sıçradı ve elbisesini toplayarak merkebine bindi ve aceleyle yola koyuldu. Nasıl bir halde olduğunu bile düşünemi-yordu. Merkebini hızla sürerek gidiyordu. Yüzünde açlık ve susuz­luğun eserleri, bedeninde ve elbiselerinde ise kanlar vardı. Merke­bin üzerinde asla bükülmüyordu. Alt tarafı ağaçlık olan bir tepeden inerken önüne bir aslan çıktı ve onu boğazladı. Aslan daha sonra Ön ayaklarını uzatarak yolun ortasına kuruldu. Peygamberin naaşım ve merkebini koruyor gibi bekliyor zaman zaman kükrüyordu. Yol­da bir insan gördüğü zaman aslan onu hemen uzaklaştırıyor, pey­gamberin naaşıyla merkebe ve semerine yaklaştırmıyordu. Bir sü­re sonra diğer peygamber de bunu duydu ve oraya gitti.
Aslan onu görünce kenara çekildi ve naaşa yaklaşmasına izin verdi. O da arkasının naaşım kefenleyip toprağa verdi. Sonra mer­kebi ve semerini yanma alarak evine gitti. Sonra Rabbine şöyle ni­da etti: Ey Rabbim, bu kulun ki, Senin risaletini tebliğ edip emrini ifa etti. Bu imtihan onu öyle yormuştu ki, bilemediği için Senin emrine karşı geldi. Sen de onu böyle ağır bir ceza ile cezalandırdın. Al­lah Teala, peygamberine şöyle vahyetti: Bunu, katımda hor görül­düğü için yapmadım. Aksine bu bir mağfiret ve rahmettir. O, Be­nim emrime karşı geldi. Eceli yaklaşmıştı. Ben de onu, kendisinin de hoş görmeyeceği böyle bir günahla karşılamak istemedim. Ve köpeklerimden birini görevlendirdim. O da, Benim'le pak olarak karşılaşması için onu arındırdı. Bu, Benim katımda bir şehadet ve peygamberlikten daha üstün bir derecedir. Peygamber, bu vahyi al­dıktan sonra şöyle dedi: Seni her türlü eksiklikten tenzih eder, hamdinle teşbih ederim ey hüküm verenlerin en hayırlısı, ey mer­hamet sahiplerinin en merhametlisi!
Alimler arasında öyleleri vardır ki, iki hayır arasında üstün ola­nını bilir ve onu kaçırmamak için yarışır, iki hayır arasında mah­zurlu olanını bilip kendisini daha iyi olandan alıkoymaması için ondan uzaklaşırlar. Bu alimler, iki kötü arasında en kötü olanı da bilir ve ondan ısrarla kaçarak ona karşı iki kat perdeye bürünür­ler. Bu anlattıklarımızda, ilimlerin incelikleri, anlayışların bilin­meyen yönleri, merak edenler için deliller, alimler için de ibret ve işaretler mevcuttur.
İki kötülükten hangisinin daha kötü olduğu ve iyinin kötüden nasıl ayırt edileceği hususuna gelince, bunlar akli deliller ve zahi­ri ilimlerle bilinebilen hakikati ardır. [7][7]



Bu fasılda, müridlerin dayanacakları esasları anlatacağız. Ulema­dan bir zat şöyle demiştir: Halk, üç şey ile perdelenir: Dirhem aş­kı; Önderlik sevdası ve kadınlara teslimiyet. Bir arif ise şöyle der­di: Kulu, Allah Teala'ya ibadetten şu üç şey alıkor: Müridlikte sa­mimiyetin azlığı; Tariki bilmemek ve şer alimlerinin hevaya daya­lı konuşmaları.
Alimlerimizden biri de şöyle demişti: Talep edilen perde arka­sında, yol gösteren kayıp ve ihtilaf mevcut olduğu zaman hak orta­ya çıkamaz. Hak ortaya çıkmadığı zaman da mürid şaşkınlığa dü­şer.
Müridin şu yedi haslete sahip olması gerekir:
1. Müridlikte sıdk ki bunun alameti, hazırlık yapmaktır.
2. Allah'a itaata sebep oluşturmak ki bunun alameti; kötü arka­daşları terketmektir.
3. Nefsinin halini bilmek ki bunun alameti; nefsin afetlerini keşfetmektir.
4. Allah'ı bilen alimlerin meclislerine katılmak ki bunun alame­ti; böyle alimleri diğerlerine tercih etmektir.
5. Tevbe-i Nasuh ile tevbe etmektir ki bunun alameti; heva ile olan bağları kesmektir.
6. Nefsin arzuladığı şeyde zühd sahibi olmak ve ilmin zemmet­mediği helal lokmayı yemektir ki bunun alameti; onu aramaktır. İl­min nefsine hakim olması ise, şeriatın hükmüne uygun olan mu­bah yollarla olmalıdır.
7. Bütün bunlarda kendisine destek olacak salih bir arkadaş sa­hibi olmaktır ki, salih arkadaşın alameti; kendisine takv ve iyilik­te yardım etmesi, günah ve saldırganlıktan menetmesidir.
Bu yedi haslet, müridliğin azığı olup, müridliğin dürüst ve sağ­lam oluşu bunlara bağlıdır. Bu yedi haslete ulaşabilmek için de şu dört şeyden istifade edilir. Bu dört unsur, mezkûr yedi hasletin bi­nasının sağlam, temellerinin güçlü olmasını temin eder.
Bunlar şöyle sıralanabilir: Açlık, uykusuzluk, sükut ve halvet.
Bu dört unsur, nefsin hapsi ve hareket sahasının daraltılması, onun ezilerek bağlanmasını sağlar. Böylelikle nefsin tabii sıfatları zayıflatılıp muamelesi güzelleştirilir. Bu dört unsurdan her birinin kalp üzerinde belli bir müsbet tesiri vardır. Açlık, kalpteki kanı zal-tarak onu ağartır. Bu aklaştırma, kalbin nurunun beyazlamasını temin ederek kalbin yağını eritir. Kalbin yağının erimesi, onun yu­muşaklık ve şefkatini arttırır. Yumuşaklık (=Rikkat) ise, her hay­rın anahtarıdır. Katılık (=Kasâvet) ise her türlü şerrin anahtarıdır.
Kalbin kanı eksildiği zaman, düşmanların ona nüfuz etmesi zorlaşır. Çünkü şeytanın yeri, kalpteki kandır. Kalp rikkat bulup yumuşadığı zaman, düşmanın hakimiyeti de zayıflar. Çünkü onun kalbe hakimiyeti, kalbin sertliğinde kendini gösterir. Filozoflar 'Kalp, kanın böbreğidir" derler. Bu sözlerinde dayandıkları delil ise, insan öldüğü zaman vücudundaki kanı ancak ruhunun teslimiyle birlikte kaybeder olmasıdır.
Filozoflardan bazıları ise, nefsin yatağının kan olduğunu söyle­mişlerdir. Bizce, sıhhatli olan görüş de budur. Çünkü bu, Tevrat'ta Musa'ya (as) yönelen "Ey Musa, damarları yeme, çünkü onlar her nefsin sığınağıdır" ifadesine ve Allah Resulü'nden (sav) rivayet edi­len şu hadise uygundur: "Şeytan, Ademoğlu'nun kanında hareket eder. Açlık ve susuzlukla onun kanallarını daraltın".[8][8]
Küfe uleması ise, kanı nefs olarak ifade etmiş ve şöyle demişler­dir: Akıcı nefsi (=kanı) olmayan böcek türünden canlıların içinde öldükleri su necis olmaz. Onların kasdettikleri bu canlılar, domuz­lan böceği, örümcek ve kalorifer böceği gibi canlılardır.
Açlıkta ise, kanın eksilmesi sözkonusudur. Kanın eksilmesi, in­sanın ezeli düşmanı olan şeytanın yolları olan damarların daral­masını ve mekânının darlığından dolayı nefsin meskeninin zayıflamasını sağlar. İsa'dan (as) rivayet edilen bir haberde şöyle dediği rivayet edilir: "Ey Havariler topluluğu, karınlarınızı aç, ciğerlerini­zi susuz tutun ve vücutlarınızı çıplaklaştırın. Belki o zaman kalp­leriniz Allah'ı görebilir". Yani zühdün hakikatma ve kalp saflığına ulaşırlar.
Açlık, zühdün anahtarı ve ahiretin kapısıdır. Açlıkta nefsin zil­leti, teslimiyeti, zayıflatılması ve kırılması mevzubahistir. Bütün bunlar da kalbin hayat ve salahının özünü teşkil ederler. Açlık ile ulaşılabileceklerin en alt noktası, sükutun tercih edilmesidir. Sü­kutta ise selamet vardır. Akıl sahipleri için de bu, ulaşılması gere­ken bir gayedir.
Sehl (ra) der ki: Hayrın tamamı şu dört şeyde toplanmıştır. Ab­dal'ın abdal olması da bunlar sayesindedir: Karınların boş tutul­ması, sükut, uykusuzluk ve insanlardan uzaklaşma. Yine o, şöyle demiştir: Kim açlığa ve zarara karşı sabredemezse bu işin hakika­tma ulaşamaz.
Abdülvahid b. Zeyd, Allah üzerine yemin ederek şöyle derdi: Sıd-dıklar, ancak açlık ve uykusuzluk ile sıddık olabilirler. Çünkü açlık ve uykusuzluk, kalbi nurlandırıp onu parlatır. Kalbin nurlanması, gayba yakından temas etmeyi, kalbin parlaması ise, yakini imanın saflaşmasını sağlar. Nurlanma ve parlaklık, kalbe aklık ve yumu­şaklık kazandırır. Bunlar sayesinde ise kalp, parlatılmış bir aynada gözüken inci gibi bir yıldıza dönüşür ve gayba gayb ile şahit olur.
Böyle bir kul da, baki olan ahiret alemini yakinen bildiği için fa­ni olan dünya zühd sahibi olur. Hevasmm acil arzularına olan düş­künlüğü azalır. Çünkü o, bunlardan ötürü göreceği cezanın veha-metine yakinen şahit olmuştur. Allah Teala'ya itaat ve kulluk teza­hürlerinde bulunmaya rağbet edecektir. Çünkü ahireti ve oradaki yüksek dereceleri müşahede etmiştir. Onun için dünya ahirete dö­nüşmüş, mevcut dünya gaib, gaib olan ahiret de mevcut ve hazır ol­muştur. Mevcut dünya, kaybolup gidicidir. Kaybolup gidecek olan dünya onu ister ve arzular. Ama o, kaybolup gidecek olanı sevmez ve asla onun peşine düşmez. O, geç de olsa ahiret alemini ister ve onu arzular.
Harise el-Ensari (ra) bu babda şöyle bir nitelemede bulunmuş­tur: Nefsim dünyadan vazgeçtiğinde sanki Rabbimin Arşı'nı apaçık dururken görür gibi oldum. Sanki, birbirlerini ziyaret eden cennet ehline ve birbirlerine düşmanlık eden cehennem ehline bakıyor gi­biydim.
Allah Resulü de (sav) müminin kalbini vasfederken şöyle bu­yurmuştur: "Kalpler dört çeşittir. Bir kalp vardır ki içinde yalnızca ışık saçan bir çerâğ vardır. Bu, müminin kalbidir".[9][9] Kalbin, dünya hayatında zühd ile süslenmesi ve hevadan tecerrüd etmesi, onda bir kandil yakar. Kalbin içinde ışık saçan bu kandil, kalbin gaybı görmesini sağlayan yakini imanın nurudur.
Bir alimimiz şöyle demiştir: "Kim, kırk gece halisane bir şekil­de uykusuz kalırsa semanın melekûtu mükaşefe yoluyla kendisine görünür". Bu alim, başka bir vesilede de hayrın tamamının dört şeyde toplandığını söyledikten sonra bunlar arasında 'Gece uyku-suzluğu'nu da saymıştır. Şunu bil ki, alimlerin uykusu, ancak uzun süren uykusuzluğun ardından uykunun ağır basmasıyla olur. On­lar, bu uykusuz vakti mükaşefe, şuhûd ve Allah Teala'ya yakınlık için kıyam ile geçirirler.
Abdal zümresinin sıfatları arasında şunlar sayılır: Yemeği, öl­memek için yemek; uykuyu sadece ağır basınca uyumak; sözü an­cak zaruret halinde söylemek. Geceyi sevdiği Allah Teala için uyku­suz geçiren kimse, elbette gündüz O'nun emirlerine muhalefet et­meyecektir. Çünkü o, bütün gecesini O'na hizmetle geçirmiştir.
Hasan el-Basri (ra) bir gün pazara gitmişti. Pazar esnafının boş laflarım ve onların laf kalabalığını görünce şöyle dedi: Zannederim bu kimselerin geceleri de, kötülüklerle geçirilen gecelerdir. Bir ha­diste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmekte­dir: "Kaylule yapın. Çünkü şeytanlar kaylule yapmzlar. Gece kalka­bilmek için gündüz kaylulesinden destek alın". Allah Teala'mn "Sa­bır ve namaz ile yardım isteyin" (Bakara/45) buyruğunun tefsiriyle ilgili şu hadis rivayet edilmiştir: 'Gece kıyamı için oruçtan destek alın'. Başka bir haberde ise 'Açlık ve gece namazı ile nefs mücahe-desine destek verin' denilmiştir. Üçüncü bir tefsirde ise 'Sabır ve na­maz ile yasaklardan sakınmada yardım isteyin' denilmektedir.
Sükuta gelince, sükut aklı aşılayan, vera'ı eğiten ve takvayı cel­beden bir fazilettir. Allah Teala sükut ile kula, sahih tevil ve tercih edilen bir ilim ile çıkış nasip eder ve sükutu tercih etmesi sebebiy­le onu, sözde ve amelde doğruluğa muvaffak kılar.
Seleften bir alim şöyle demiştir: Sükut etmeyi, ağzıma koydu­ğum bir taş yardımıyla otuz senede öğrendim. Konuşmaya davran­dığımda dilim taşa takılıyor ve susuyordu". Bir başka zat ise şöyle demiştir: "Kendi kendime, beni ilgilendirmeyen bir konuda söyledi­ğim her kelime için iki rekat namaz kılmaya söz verdim. Ama bu bana kolay geldi. Bunun üzerine, her kelime için bir gün oruç tut­maya söz verdim. Bu da bana kolay geldi. Bunun üzerine her keli­me için bir dirhem sadaka vermeye söz verdim. Bu bana ağır geldi ve sükut etmeyi öğrendim".
Ukbe b. Amir (ra) şöyle demişti: "Ey Allah Resulü, kurtuluş ne­dedir? Buyurdu ki: Dilini tut, evin sana yetsin ve günahın için ağ­la".[10][10] Allah Resulü (sav) bu hususla ilgili kısa ve özlü bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Selamette olmak kimi sevindirecekse, sü­kuttan ayrılmasın".
Allah Resulü (sav) Muaz'a (ra) namaz, oruç ve benzerlerini va­siyet ederken şöyle buyurmuştur: "Sana bütün bunlardan çok ken­dine hakim olabileceğin başka bir şey söyleyeyim mi? Sonra eliyle diline işaret etti. O zaman Muaz (ra) şöyle dedi: Ey Allah Resulü, dillerimizin söylediklerinden dolayı da hesaba çekilecek miyiz? Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: Anan seni yitirsin ey Muaz, cehen­nemde insanları burunları üstünde sürütecek olan, dillerinin hasat ettiklerinden başka nedir ki? Sustukça selamette olursun. Konuş­tuğunda ise, her söylediğin lehinde veya aleyhinde olur".[11][11]
Abdullah b. Süfyan (ra) babasından şunu rivayet etti: "Dedim ki: Ey Allah Resulü, bana İslâm için öyle bir şey vasiyet et ki, sen­den sonra onu hiç kimseye sormayayım. Allah Resulü (sav) buyur­du ki: 'Rabbim Allah'tır" de, sonra da istikamet üzere ol. Bunun üze­rine şöyle dedim: Bunları yaptıktan sonra neden sakınayım? -Baş­ka bir rivayette; Bana en fazla zarar verecek şeyi de haber verir mi­sin- ? O zaman Allah Resulü (sav) 'Bu' buyurdu ve dilini işaret et­ti". Başka bir hadiste ise şu rivayet edilmiştir: "Kul, dilini koruyun-caya kadar Rabbinden layıkıyla korkmuş sayılmaz".
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kalbi istikamet buluncaya kadar kul salah bulmaz. Kalbi ise, dili istikamet bulmadıkça istikamet bulmaz"[12][12]İbni Me-sud (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey, dil kadar uzun hapsi gerektir­mez. Seleften biri ise şöyle demiştir: Vera'ı inceledim ve onun dil­deki kadar az olduğu başka bir şey görmedim.
Bir alim de şunu söylemiştir: Bir kulun dili istikamet bulduğun­da diğer amellerini de sağlam görürüm. Dilinde yanılma olan ku­lun ise diğer amellerinde daima fesad görürüm. Hikmet ehlinden biri de şöyle demiştir: Akıl çoğaldığında, söz azalır. Akıl azaldığın­da ise söz çoğalır. İbni Hanbel ise şöyle derdi: Kelam ehlinin alim­leri zındıklardır. Söz ve kelam ehlinin teşkil ettiği taifeden biri şöy­le demiştir: Kim kelam yaparsa, çok büyük iyilik yapmış olur. Ama asıl iyilik sükut etmektedir.
Zünnun-i Mısri (ra) şöyle derdi: Korku, kaygılandırır, haya ise susturur. Ariflerden biri ise şunu ifade etmiştir: İlim, iki kısma ayrıl­mıştır: Yarısı sükuttur, diğer yarısı ise nerede sükut edeceğini bil­mektir. Dahhak b. Müzahim şöyle derdi: Benim yetiştiğim alimler, sükut ve vera'ı öğrenirlerdi. Bugünkiier ise Kelam öğreniyorlar. Ha­san el-Basri (ra) Enes b. Malik'ten (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Dört şey vardır ki övgüyle karşılanır. Sükut ki, ibadetin başıdır. Tevazu, Allah'ı zikir ve eşyanın azlığı".
Hammad b. Zeyd derki: Bir gün Eyyub'a şöyle dedim: Bugünün ilmi mi fazladır, yoksa geçmiş zamanın mı? Dedi ki: Ey oğulcuğum, bugün Kelam daha fazladır. Geçmişte ise ilim daha fazlaydı.
Denildi ki: Selef-i Salih, alimin ilmini anlatmasından olduğu gi­bi sükutundan da istifade ederlerdi. Başka bir yerde ise şöyle de­nilmiştir: Alimin sükutundan istifade edemeyen kimse, onun sö­zünden de istifade edemez. Bir alime şöyle sorulmuştu: Falan mı daha alimdir, yoksa şu mu? Dedi ki: Falan daha alimdir. O ise, Ke­lam bakımından ileridir. Soruya muhatap olan zat, böyle bir cevap vererek ilim ile Kelamı tefrik etmiştir.
Horasan alimlerinden birine ölüm döşeğindeyken şu soruldu: Senin vefatından sonra meclisine oturacağımız bir alim göster. O da, Talanca' diyerek sükutu ile tanınan, ibadet ehlinden fakat ilim bakımından meşhur olmayan birini tavsiye etti. O zaman şöyle de­diler: Onda, bizim sorduklarımıza cevap verebilecek kadar ilimyok-tur. Bunun üzerine alimin cevabı şöyle oldu: Bunu biliyorum. Ama onda öyle bir vera' vardır ki, bilmediği hakkında asla konuşmaz.
Ameş şöyle derdi: Sözde öyle sözler vardır ki cevabı sükuttur. Seleften bir zat şöyle demiştir: Sükut, alimin süsü, cahilin ise örtü­şüdür. Başka biri ise şöyle demiştir: Sükut, alimin cevabıdır. Bir hadiste de şu rivayet edilmiştir: "Sükut, alimin süsü, cahilin leke­sidir". Bir alim de şöyle demiştir: Hiçbir şey şeytana halîm ve alim biri kadar zor gelmez. Çünkü o, konuştuğu zaman ilim ile konuşur, sustuğunda da hilim ile susar. Şeytan da şöyle der: Şuna bakın, onun sükutu bana konuşmasından daha ağır geliyor.
Selef den bir zat şöyle dedi: Kelamı öğrendiğin gibi, sükutu da öğren. Çünkü kelam sana hidayeti gösterdiği gibi sükut da seni ko­rur. Sükutta senin için iki haslet vardır: Onun sayesinde senden daha cahil olamn cehaletini savar, ilimce senden daha üstün olanın ilmini öğrenebilirsin. Bir alim de şöyle demiştir: 'Bilmiyorum' de­meyi öğren, 'Biliyorum1 demeyi Öğrenme. Çünkü 'Bilmiyorum' dedi­ğinde sana bilmeni sağlayıncaya kadar öğretirler. 'Biliyorum' dedi­ğinde ise, bilmediğini görünceye dek sana sorular sorarlar. Bir alim de şöyle demiştir: Alim, 'Bilmiyorum' kelimesinde hata ettiği za­man, helak noktaları ona isabet eder. İsa'dan (as) rivayet edildi ki: "Hayrın tamamı şu üç şeydedir: "Sükut, konuşma ve bakış. Süku­tu, tefekkür için olmayan hatadadır. Konuşması, zikir olmayan ki­şi, boş iştedir. Bakışı, ibret için olmayan kişi de, eğlencededir".
Bir alim şöyle demiştir: İnsanlar üzerine öyle bir zaman gele­cektir ki, insanların yaptıkları en iyi iş uyku, ilimlerinin en hayır­lısı da sükut olacaktır. Çünkü ameller fesada, ilim de şüpheye du­çar olacaktır. Aynı alim başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Ve on­ların hallerinin en faziletlisi de açlıktır. Çünkü o zamanlarda ha­ram yayılacak ve helal muğlak olacaktır. Bir alim ise şöyle demiş­tir: Sükut, aklın uykusu, konuşma ise onun uyanmasıdır. Her uya­nıklık bir uykuyu gerektirir. Akıl sahibi bir insan sustuğu zaman, aklı toplanır ve onun cevheri hazır olur.
İbni Abbas'm (ra) Mücahid'e yaptığı vasiyette şöyle bir ifade ye-ralır: "Seni ilgilendirmeyen bir hususta konuşma. Bu, senin için en sağlıklısıdır. Aksi halde hataya düşmemenden emin olamam. Seni ilgilendiren mevzuda ise, ancak yeri geldiğinde konuş. Kendisini il­gilendiren bir mevzuda konuşan nice konuşmacı vardır ki, sözü ye­rinde söylemediği için günaha girmiştir". Ulemadan biri de şöyle demiştir: Kişinin vera'ı, onun konuşmasında ortaya çıkar. Başka bir sözde ise şöyle denmiştir: Sözü çok olanın hatası da çok olur. Hatası çok olanınsa kalbi ölür." Denilir ki: "Söz azaldığı zaman, doğrular artar."
Seleften bir cemaattan şu söz nakledilmiştir: Selametin onda dokuzu, sükuttadır. Denilir ki: Gereksiz yere, mizah için veya eğ­lence için söylenen her kelime için kul beş noktada durdurulur ve kınanıp sözü ikrar ettirilerek kendisine şu sorular sorulur: Falan sözü niçin söyledin? Seni ilgilendirir miydi? İkinci soru, Onu söyle­diğinde sana bir faydası oldu mu? sorusudur. Üçüncüsü, Eğer onu söylemeseydin sana bir zarar gelir miydi? olacaktır. Dördüncü so­ru, Sussaydm da selamete erseydin olmaz mıydı? sorusu olacaktır. Beşinci ise şu olacaktır: Keşke onun yerine Sübhanallah ve Elham-dü lillah deseydin de sevabını kazansaydm! olacaktır.
Denir ki: Söylenen her kelime için üç defter açılır. Birinci ve ikinci defterde 'Nasıl?' sorusunun cevapları yazılır. Üçüncü deftere ise, 'Kimin için?' sorularının cevapları yazılır. Kul eğer bu üç defter­den de kurtulursa kurtulur. Eğer kurtulamazsa, hesap için bekle­mesi uzadıkça uzar.
Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: Müminin dili, kalbinin arka­sındadır. Konuşmak istediği zaman tefekkür eder. Konuşmak, eğer lehinde ise konuşur. Aksi halde dilini tutar. Münafığın kalbi ise, di­linin ucundadır. Yani o, kalbine doğan her şeyi söyler. Konuşmadan önce hiç duraksamaz ve düşünüp taşınmaz.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Alimin afeti, konuşmanın kendisine sükuttan daha hoş gelmesidir".
Konuşmada süsleme ve fazlalık varken, sükutta selamet ve ka­zanç vardır. Allah Resulü'nün (sav) bir vaazında ise şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Ne mutlu o kimseye ki, kendi ayıbıyla uğ­raşması, başkalarının ayıplarım aramasını engeller, malının fazla­sını infak eder ve sözünün fazlasını da tutar".
Sükutun faziletleri hakkında söylenenler ve rivayet edilenler hayli fazladır. Ama burada, bunların hepsini zikretmemiz mümkün değildir.
Halvefe gelince, Halvet; kalbin halktan hali olması, bütün him­met ve gayretin Hâlık'm emrine yöneltilmesidir. Halvet, müridin sebat üzerindeki kararlılığını güçlendirir. Çünkü insanlarla içice olmak, kulun sebatını zayıflatıp himmet ve gayretini dağıtarak ni­yetini zayıflatır. Halvet, kulun dünyevi hazlar üzerindeki nefsani arzularını azaltır. Halvette olan kul, bunlara çok daha az şahit olur. Şunu unutmamak gerekir ki gözler, kalbin kapısı gibidir. Kal­bin afetleri de, gözler yoluyla girer. Kalbin şehvet ve lezzetleri de, gözlerde bulunur.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bakışları artan kimsenin piş­manlıkları da uzar. Halvet, ahiret fikirlerini çekerek, yakinen gör­dükleri sayesinde kalbin ahirete olan ilgisini arttırır. O, kulların hatıralarını unutturup kalbin daima Ma'bud'u zikretmesini temin eder. Halvet, sıhhat alametlerinin en büyüğüdür.
Allah Resulü'nün (sav) bir hadisinde de bu yönde bir ifade var­dır: "Allah'tan afiyet dileyin. Kula, yakini imandan sonra kul yapı­lan en büyük lütuf, afiyettir"[13][13] Başka bir hadiste ise "Uzlete çekil­mek, afiyettir" buyrulmuştur. Bu hadislere göre uzlete çekilmek, mendub görülen ve her halükârda yakini imandan sonra gelen fa­ziletli ameller arasında yeralır. Müridin bu yolda sadık olması için, halvette bulduğu lezzet ve tadı kalabalıkta bulamaması gerekir. Gizlilikte bulduğu dinçlik ve kuvveti, açıklıkta bulmaması gerekir. Onun yalnızlıktaki aşinalığı, halvetteki rahatı ve gizlilikteki amel­lerinin güzelliği, aleni yapılanlara denk olmamalıdır.
Haller arasında halvetin insanlara karışma mukabilindeki du­rumu, makamlar arasında korku makamının muhabbet makamı mukabilindeki durumuna benzer. Korku, bütün abidler için geçerli olan bir makam iken, muhabbet hususi müminler için bir ziyade­dir. Halvet ve yalnızlık da böyle olup bütün müridler için geçerlidir, insanlara aşinalık ise, alim imamlara mahsus olan bir ziyadedir. Ancak halvet başka bir aklı, yalnızlık ve tek başına kalma da ikinci bir imanı gerektirmektedir. Süfyan-ı Sevri (ra) ve Bişr b. Hars'dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Tek kalmaktan dolayı yal­nızlık hissine kapılıp insanlardan aşinalık bulduğunuzda sizin için riyadan emin olamam.
Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi: Hayrın tamamı, şu dört has­lette toplanmıştır. Abdal'ı abdal yapan da bunlardır: Karınları bo­şaltmak, sükut, halktan uzlete çekilmek ve gece uykusuz kalmak. Abdülaziz'den Sehl'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Velinin insanlara karışması bir züldür. Tek başına kalması ise izzettir. Al­lah dostu velileri pek ender olarak halk içinde gördüm.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Tek başına kalmaya aşina olmak, müridin tarike girmesinin alametidir. Tevbenin sıhhati ve istika­met üzere kararlılığın güçlenmesi sabit olduktan sonra müridliğin itilasının alameti, zikrettiğimiz dört şeyi bunların zıdlarma tercih etmesidir. Kalbin varlığı, yüreğin açılması ve ahlakın güzelliği bunlarla temin edilir. Bu dört halin zıddı ise, dünya kapılarını, gaf­let anahtarlarını ve heva yollarını ifade ederler. Çünkü tokluk kal­bin katılık ve zulmetini, nefsin arzularının da güçlenmesini, arzu­larının yayılmasını arttırır. Nefsin güçlenmesi ise, imanın zayıfla­ması ve iman nurlarının sönmesini beraberinde getirir. Nefsin za­yıflatılması ve tabiatının söndürülmesi ise, imanın güçlenmesini ve yakin nurlarının ışığının yayılmasını sağlar. Böyle yapan kul da, Allah Teala'ya yakın ve O'nun meclisine nail olanlardan olur.
İnsanın tok olması ise, dünya hayatında arzu ve hevanın anah­tarını teşkil eder.
Sahabe'den biri (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü'nden (sav) son­ra ortaya çıkan ilk bidat, tokluktur. Çünkü insanların karınları doyduğu zaman, şehvetleri de azar.
Aişe'den (ra) rivayet edildi ki: "Allah Resulü (sav) ve ashabı, is­teksizce acılarlardı".
İbni Ömer (ra) şöyle derdi: Osman'ın (ra) öldürülmesinden son­ra asla tok olmadım. O, bu sözü Haccac devrinde söylemişti.
Ebu Cuheyfe (ra) ise şunu rivayet etmiştir: "O, Allah Resu-lü'nün (sav) yanında geğirmişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Geğirtini bizden uzak tut. Sizin dünyada en uzun tok kalanınız, ahirette en aç kalanınız olacaktır. Ebu Cuheyfe (ra) der ki: Allah'a yemin ederim ki, o günden bugünüme kadar hiçbir yemek için oya­lanmadım ve kalan zamanda da daima Rabbimin beni affetmesini umdum".[14][14]
Bu hadis ve sözler ışığında, kul için dünya hayatında açlığın tokluktan daha hoş görüldüğü kesinlik kazanmaktadır. Allah dos­tu evliyanın da en bariz alametlerinden biri de budur. İki açlığı arasında, onların sonuna dek bekleyerek bir öğün yemek yemesi halinde kulun açlık hali, tokluk halinden daha uzun olacaktır. Tam bir açlıktan sonra, orta halli bir yemek yiyen kimse, tokluk­ta ve açlıkta mutedil davranmış olur. Günde iki defa yemek yiyen veya acıkmadan yiyen kimsenin ise, tokluk hah, açhk halinden daha uzun sürelidir. Bu da mekruhtur. Kulun, yemekten doymak-sızın kalkması ve tokluktan çok açlık hissetmesi ise, hallerinin or­ta olanıdır.
Hişam, Hasan el-Basri'den (ra) şunu rivayet etmiştir: Andol-sun, ben öyle kimselere yetiştim ki onlar yemekte asla doymazlar­dı. Onlardan biri, yemek yediği zaman nefsini reddeder, erimiş, za­yıf ve oruca niyetlenerek kendini tutardı. Hepsi de ömürlerini, bir elbise katlattırmadan, ailelerine özel bir yemek yapmalarını em­retmeden ve yattıkları yerle aralarına bir örtü koymadan geçirmiş­lerdi. Cafer b. Hayyan da Hasan el-Basri'den (ra) naklederek şöyle demiştir: Mümin, karnını tamamen dolduracak kadar yemez ve va­siyetini yanından ayırmaz.
Süfyan-ı Sevri'den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: İki şey vardır ki kalbi katılaştırırlar: Uzun süre tokluk ve çok konuşmak. Mek-hul'dan da (ra) şu söz rivayet edilmiştir: Üç haslet vardır ki Allah Teala onları sever. Üç haslet de vardır ki Allah Teala onlara buğze-der. Allah Teala'nın sevdiği hasletler şunlardır: Az yemek, az uyu­mak ve az konuşmak. O'nun buğzettikleri ise şunlardır: Çok ye­mek, çok konuşmak ve çok uyumak.
Uykunun fazlalık ve devamlılığı, gafletin uzunluğuna, akim az­lığına, ferasetin eksikliğine ve kalbin dalgınlığına sebep olur. Bü­tün bunlarda fırsatı kaçırma sözkonusudur. Fırsatı kaçırma ise, Ölümden sonra pişmanlık demektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Süleyman b. Davud'un (as) annesi şöyle dedi: Ey oğlum, gece fazla uyuma. Çünkü fazla uyku, Kıyamet günü kulu -amel bakımın­dan- fakir bırakır".[15][15]
Rivayete göre İsrail oğulları arasında ibadete dalan gençler var­dı. Akşam yemekleri geldiği zamn onların alim olanı kalkar ve şöyle derdi: Ey müridler topluluğu, çok yemeyin. Aksi halde çok içersiniz. Çok içince çok uyursunuz. Çok uyuyunca da çok kaybedersiniz". Se­lef den bir zat şöyle derdi: Müminin hallerinin en düşüğü yemek ve uykudur. Münafığın hallerinin en faziletlisi ise, yemek ve uykudur.
Halktan biri, hikmet ehlinden bir filozofa şöyle demişti: Bana öyle bir şey söyle ki onu kullanarak gündüz uyuyabileyim. Filozof şöyle karşılık verdi: Hey akılsız, ömrünün yarısı zaten uykuyla ge­çiyor. Uyku ise, ölümdendir. Sen, ömrünün dörtte üçünü uykuda geçirip sadece dörtte birinde mi hayatta kalmak istiyorsun? Bu karşılık üzerine adam 'Bu nasıl olur?' diye sordu. Filozof da şu ce­vabı verdi: Kırk yıl yaşadığında bu yirmi yıl demektir. Sen ise, bu­na on yıl daha katmak istiyorsun.
Fazla konuşmaya gelince; çok konuşmadaki mahzurları şöyle zikredebiliriz: Vera'm azlığı, takvanın kaybolması, hesabın uzama­sı, isteklilerin çoğalması, mazlumların takılması, yazıcı meleklerin şahitliğinin çoğalması ve Melik-i Kerim olan Allah'tan uzaklaşma­nın giderek artması. Çünkü konuşma, dilin büyük günahlarının anahtarıdır.
Dilin günahları arasında, yalan, gıybet, koğuculuk ve iftirayı zikredebiliriz. Yalancı şahitlik, namuslu bir insana iftira etmek, Al­lah Teala'ya iftirada bulunmak, boş yere yeminler etmek, ilgisiz yerde konuşmak, faydasız konulara dalmak da dilin işleyeceği bü­yük kusurlardandır. Bu hususta rivayet edilen hadislerden birinde şöyle buyrulmaktadır: "Ademoğlu'nun hatalarının çoğu dilindedir. Kıyamet günü insanların günah bakımından en ağır olanları da, onların ilgisiz mevzulara en fazla dalanları olacaktır".
Dilde, halka karşı yapmacıklık ve güzel görünme, doğruyu çe­virme ve bozma gayretleri vardır. "Yine onda, heva ehline yaltaklan­ma ve onlarla uzlaşma gayretleri vardır. Bir kulda bu hasletlerin birarada bulunmsı, kalbinin dağılması demektir. Kalbinin dağıl­ması ise, himmet ve gayretinin bocalaması anlamına gelir. Himmet ve gayretinin bocalaması ise, Mukarrebun makamından düşmesine sebebiyet verir.
İbni Abbas (ra) Mücahid'e (ra) yaptığı vasiyette şöyle der: Ne halim, ne de akılsız bir sefih ile münakaşa et. Hilim sahibiyle mü­nakaşa edersen seni alteder. Bir akılsız ile münaka edersen, o da seni incitebilir. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Kul, aklını vermediği bir kelime söyler ve onunla sema ile arz arasındaki mesafeden daha uzun bir çukura düşer". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "Bir kelime söyler de onunla yetmiş güzlük derinlikteki çukura düşer"[16][16].
Rivayete göre Lokman (as) oğluna şöyle demiştir: "Salyaları göğsüne doğru akan bir dilsiz olman, halkın toplandığı bir yerde se­ni ilgilendirmeyen bir hususta konuşmandan daha hayırlıdır". Bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Kim, kötü bir kelimeyi ilk defa başlatır ve halk o kelime hakkında konuşmaya dalar ise, onların günahlarım da yüklenir". Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kötü kimse, kötü söz getirir".
İbrahim b. Edhem'den (ra) şunu rivayet ettiler: O, biriyle arka­daşlık ettiğinde eğer o kimse kötü bir söz söylerse onu derhal terke-derdi. Hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulaklarının işittiği ve gözlerinin gördüğü bir şeyi anlatan kimse, Allah Teala tarafından O'nu sevenlerden yazılır."
İman edenler arasında çirkin sözün yayılması; Bu babda; Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "Halk arasında çirkin (söz) yayan, onu yapan gibidir". Bir hadiste de şöyle rivayet edilir: "Suf-fe ashabından (ra) biri Allah yolunda şehid düşmüştü. Annesi şöy­le dedi: Cennette tebrikler sana; Allah yolunda cihad ettin, O'nun Resulü'ne (sav) hicret ettin ve şehit olarak Öldürüldün. Cennet se­nin için en güzeli! Allah Resulü (sav) onun bu sözleri üzerine şöyle dedi: Onun cennete gittiğini nereden biliyorsun? Belki de kendisi­ni ilgilendirmeyen bir konuda konuşmuş veya kendisine zararı ol­mayacak bir şeyi verme hususunda cimrilik etmiştir. -Başka bir la­fızda, 'Belki de kendini ilgilendirmeyen hususlarda konuşur ve müstağni kılındığı şeyi vermekten çekinirdi' ifadesi mevcuttur [17][17] Rivayete göre Sahabe'den biri bir adam hakkında 'Falan çok uyur1 demişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Kardeşinizi gıybet ettiniz. Ondan sizi affetmesini isteyin. Başka bir rivayette ise, Sa-habe'nin birilerinin Talan ne kadar acizdir" dediklerini duyduğun­da Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir: 'Onun (etini) yediniz'. Aişe'den (ra) rivayet edilen bir hadiste, onun bir kadın için 'Falancanın eteği ne kadar da uzun' dediği rivayet edilir. -Başka bir rivayette ise 'Falanca ne kadar da kısa' ifadesi geçmektedir-. Allah Resulü (sav) onun bu sözü üzerine kendisine şöyle buyurmuştur: Onu gıybet ettin".[18][18] Bu hadisin başka bir rivayetinde Allah Resu­lü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir: "Öyle bir kelime söyledin ki, eğer deniz suyuna katılsaydı onunla karışacak katık olurdu".[19][19] Bu, gerçekten de çok ağır bir mübalağa ifadesidir.
Gıybet, Arap dilinde varolan bir masdar isim olup şei^i bir ma­naya sahiptir. Istılah olarak, insanın gaib olması manasından türe­miştir. Allah Resulü (sav) onu tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Gıybet, kulun bir kardeşi hakkında onda bulunan bir şeyi yoklu­ğunda söylemesidir".[20][20] Allah Resulü (sav) "Gıybet, zinadan daha ağırdır", buyurarak onun kötülüğünü teyid etmiştir.
Kul, başka biri hakkında kafi olarak bildiği ancak onun olduğu bir mecliste söyleyemediği bir şeyi veya onu küçük düşürecek bir şeyi ya da onu aklamayacak bir sözü sarfettiği zaman gıybet etmiş olur. Sükutta, gıybetten kurtuluş mevcut olmamış olsaydı, sükut en büyük hazine olur muydu? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Üç söz dışında Adem oğlunun sarfettiği her söz aleyhinedir: Marufu emretmek, münkerden nehyetmek ve Allah Teala'yı zikretmek"[21][21]
İnsanlarla sürekli içice olup konuşmak ise, kulun iyi amellere olan güçlü niyetini sürekli zayıflatıp onun halvette bulduğu kesin kararlılığı gevşetir. Çünkü insanlar arasında çoğunluğu teşkil eden­ler, iyilik ve takva üzere değil kötülük ve saldırganlık üzere yardım-laşanlardır. Dünya ehlinin sürekli ısrar ve eğilimi yakından görül­dükçe dünyevi haz ve arzulara karşı duyulan istek daha da artar.
Gaflet ehliyle içice olmak, kulu hizmet-i ilahide üşengeçliğe sev-keder. Tembellerle birarada olmak ise, kulun ibadetlere olan şevki­ni kırar. Bu tür insanlarla birlikte olmak; ilahi muamelenin tadı­nın azalmasına, ilim nurunun kaybolmasına ve anlayışla doğan vecdin hızlı bir şekilde kulu terketmesine yol açar. Çünkü bunlar­la beraber olmak, cehalet ehlinin sözlerine kulak vermeyi ve dün­ya ehli arasındaki ölülere bakmayı beraberinde getirir. İsa'dan (as) rivayet edildi ki: "Ölülerle oturmayın. Yoksa sizin kalplerinizi de öl­dürürler. 'Ölüler kimlerdir?' diye sorulunca şöyle dedi: Dünyayı se­ven ve ona rağbet edenlerdir".
Hasan el-Basri de (ra) Allah Teala'nın "Ölülerle diriler asla denk olmazlar" (Fatır/22) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Ölü­ler ve dirilerle kasdedilen, fakirler ve zenginlerdir. Fakirler, Allah Teala'yı zikrederek diri kalırlar. Zenginler ise, dünya için ölenlerdir.
İnsanlarla sürekli içice olup ibadetlere rağbet etmeyen ve gaflet denizinde yüzenlerle beraber olmanın en kötü yanı; onları göre gö­re imanın zayıflamasıdır. Kulun müptela olduğu belaların en za­rarlısı, onun helakinde en etkili olanı ve rızayı ilahiden uzaklaştı­rılmasında en güçlü olanı; gaybi olarak kendisine vaadedilen cen­nete ve yaşadığı dünyada kendisine yöneltilen azap ve helak tehdi­dine olan imanının zayıflamasıdır. Bu hal, Allah Resulü'nün de (sav) ümmeti için en fazla korktuğu haldir. O, bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Ümmetim için duyduğum en büyük korku, imanın zayıflamasıdır". Çünkü imanın zayıflaması, dünyaya rağ­betin ve dünyevi nimetlerle övünmenin, dünya ehline yalvarmanın ve onların vereceklerine tamah etmenin esasını teşkil eder.
İbni Mesud (ra) bu babda şöyle demiştir: Kişi evinden çıkarken yanında dini de olur. Akşam evine döndüğünde ise, kendisine dini adına, 'Bugün şunu şunu tattın' diyecek bir şeyi olmaz. Ya da kendi­sine 'Sen şöyle söylesin' diyen bir şeyle karşılaşır. Kişi, bunlardan hiçbirini kendinden uzaklaştıramayabilir. Böyle biri, evine Allah Te-ala'yı kızdırmış olarak döner. Tabiundan biri de şöyle demiştir: Kul, halvette iken bazı hayırlı hasletler taşıyarak oturur. İnsanların ara­sına çıktığında ise, halvetine dönünceye kadar hayır için attığı dü­ğümler, insanlar tarafından birer birer çözülür. Sonunda attığı dü­ğümlerin tamamı çözülmüş, hayır yönündeki azimeti kırılmış olur.
İman kuvveti, bütün salih amellerin temelidir. Çünkü imanı güç­lü olan kul, dışarıda oyalanmaksızın süratle ikamet ettiği evine dö­ner. Böyle davranmasının sebebi ise; fani dünyanın nimetlerinden mümkün olduğunca azıyla yetinmek, baki olan ahiret yurdunu tercih etmek, hırsı azaltmak, dünyevi talepleri kısmak, tamahkarlığı kay­betmek, dünyevi işlerle uğraşmayı bırakarak, ebedi istikrarı bulaca­ğı ahiret yurduna yönelip onun için mendub amellerde bulunmaktır.
Bütün bunlar, kulun amelinin ihlasını arttırıp zühdünün haki­katim ortaya çıkarır. Emelini kısa tutması da, amellerinin güzel­leşmesini temin eder. Allah Teala da Tekasür suresinde, dünyevi nimetlerle övünen (=tekâsür) ve vaktini bununla geçiren kimsenin, ahiret yurdunu yakinen gördüğünde ilahi vaadin ne kadar hakiki olduğunu göreceğini haber vermektedir. O, şöyle buyurmaktadır: "Övünmek sizi oyaladı". Yani övünebilmek için hırsla mal ve servet toplamanız, sizi Allah'ı anmaktan uzak tuttu. Öyle ki mezarlara kadar giderek onların çokluğuyla bile övündünüz. Allah Teala bu­nun arkasından şöyle buyurmaktadır: "Öyle değil, ilm-i yakin ile bileceksiniz". Yani, ahiret için gerekli olan salih amelleri ifa etme­yerek oyun ve eğlence içinde yaşadığınızı bileceksiniz. Kaldı ki bu durumunuz, yakini imanın zıddı olan şek ve şüphe halinin bir ica­bıdır. Yakini ilminiz olmadığı için, dünya hayatınızda övünme ça­basıyla ahireti ihmal ettiniz. Övünme çabalarınız ise, ilimsizlikten doğan bir oyun ve eğlence halinden ibaretti.
Allah Teala, bunlar hakkında başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Suçluları, Rableri huzurunda boyunlarını eğmiş 'Ey Rabbimiz, gördük ve işittik, şimdi bizi geri çevir de salih amel işle­yelim. Zira yakini olarak iman ettik' derlerken bir görsen". (Sec­de/12) Allah Teala, bu buyruğundan öncesinde de bu manayı teyid edecek şöyle bir ayet indirmiştir: "Aksine onlar kuşku için oynaşır­lar". (Duhan/9) Allah Teala, bu kimseleri içinde bulundukları halin kötülüğü hususunda iki kere tehdit ederek uyarmış ve dünya ha­yatının fuzuli nimetleriyle övünme hırsının, kendilerini ahirete ha­zırlıktan uzaklaştırdığını bildirerek ikaz etmiştir. Çoklukla övün­me manasında kullanılan 'Tekâsür3 kelimesinin bir tefsirinde de onun; malı biriktirmek ve başka insanları o maldan uzak tutarak cimrice davranmak olduğu söylenmiştir.
Bilin ki kulları tevbeden uzaklaştıran ve istikamet üzere iken eğrilten şeyler şu üç şeyle hülasa edilebilir: Kazanma; Harcama ve Biriktirme. Bütün bu fiiller, halk ile irtibatlı işlerdendir. Bunların varlığı da halkın varlığına bağlıdır. Onlardan uzaklaşmak ise, bu fi­illerin azalmasına ve ortadan kalkmasına zemin hazırlar. Bu üç şeyde zühd sahibi olan, halkla ilişkilerinde de zühd sahibi olur. Halkla ilişki kurmaya rağbet edenlerse, bu üçüne de rağbet ederler.
Süfyan-ı Sevri (ra) der ki: İnsanlarla içice olan onlara hoş dav­ranır. Onlara hoş davranan ise, onlara riyakarlık eder. Onlara kar­şı riyakarlık edense, onların düştükleri hale düşer ve onlar gibi o da helak olur. Salihlerden biri şöyle demiştir: Halktan ayrı yaşayan Abdal zümresine mensub bir zata şöyle sordum: Tahkiki iman yo­luna girmek nasıldır? Dedi ki: Acıdır. Dedim ki: Bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim sürece kalbim Allah Teala ile beraber ol­sun. Dedi ki: Halka bakma. Çünkü onlara bakmak bir zulmet ve karanlıktır. Dedim ki: Benim bakmam gerek. Bunun üzerine şöyle dedi: O halde onları dinleme. Çünkü onların sözleri kalbi katılaştı-rır. Dedim ki: Onları dinlemem de gerekir. O zaman şöyle dedi: Öy­leyse onlarla ilişki kurma. Çünkü onlarla ilişki kurmak, yabancı­lıktır. Dedim ki: Ben, sürekli onların arasmdayım. Dolayısıyla iliş­ki kurmam da gerek. Bunun üzerine şöyle dedi: O halde onlara da­yanma. Çünkü onlara dayanıp sükun bulmak helak sebebidir. Ben yine aynı gerekçeyi söyledim. Bana şöyle dedi: Şuna bak! Gafillere bakıyor, cahillerin sözlerini dinliyor ve Allah'ın hükümlerini yaşa­mayanlarla ilişki kuruyor, sonra da kalbini sürekli Allah Teala ile beraber kılmak istiyorsun?! Bu, olmayacak bir iştir.
Uzlet, halvet, sükut, açlık, uykusuzluk ve gece mücadelesinin faziletleri hakkında oldukça fazla hadis ve söz nakledilmiştir. Bu­rada dikkati çekip işaret ettiklerimiz dahi, ahireti isteyen ve onun için çalışan mümin bir kul ve ilahi ticaret ile meşgul olan mürid için kafidir. Allah Teala'dan başka güç ve engelleyici yoktur. [22][22]



Bu fasılda mukarrebunun murakabelerini ve yakini iman sahiple­rinin (=mûkinun) makamlarını anlatacağız. [23][23]


Kulun yakini imanı güçlendiğinde kendi eğitimi için iyi değerlendi­rilmesi istenen ve hayat ve gelişmesinin kaynağı kılman bu vakit­lerin, Berzah aleminde kendisine tekrar ettirileceğini, Kıyamet gü­nü kendisine döndürüleceğini ve eğer girerse cennette kendisine ia­de edileceğini yakini bir ilim ile bilir. Yine o, kesin olarak bilir ki ahirette, sadece bu dünyadaki muamelesinin karşılığını görecek ve kendisine dünya hayatında muvaffak kılındığı şeylerin sevabı dı­şında hiçbir şey verilmeyecektir. Orada, geçirdiği bütün vakitler­den dolayı hesaba çekileceğini, tükettiği bütün saatlerinden dolayı sorgulanacağım ve kendisine, başka birinin değil yalnız kendisinin vakitlerinin verileceğini yakini olarak bilir. Kendisi başka birinin suretinde diriltilmeyeceği gibi, başka birine verilen karşılığı da al­mayacaktır.
Orada, başka birinin göreceği muameleyi de değil, sadece kendi hakettiği muameleyi görecektir. İlk defa yarattığı gibi, öldürdükten sonra diriltecek olan da yine Allah Teala'dır. O buyurdu ki: "Sizi ilk defa yarattığı gibi O'na dönersiniz". (A'raf/29) Yine O, şöyle buyur­maktadır: "Hiç, müslümanlan suçlular gibi yapar mıyız?". (Ka­lem/35) "Bu, ayetlerini düşünmeleri için sana indirdiğimiz müba­rek bir Kitab'dır". (Sad/29) "Yoksa iman edip salih ameller işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlarla bir tutar mıyız? Yahut takva sa­hiplerini günahkar fasıklarla bir tutar mıyız?". (Sad/28)
Allah'ın bu ayetlerini bir düşünün. Sizce o vasıftaki kimseler, bu vasıftaki kimselerle aynı karşılığı görebilirler mi? Veya bu vasıf­taki kimselere bundan başka bir karşılık verilebilir mi? Allah Tea-la, bunu daha da açık hale getirerek şöyle buyurmuştur: "Ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitab Ehli'nin kuruntularına göre değil.." (Nisa/123) Allah Teala, her iki zümrenin kuruntularını da *Ley-se=Değil' edatı ile menfî kılmış ve ayette zahiren olmayan gizli bir 'Lakin=Fakat' edatı ile kendi hükmünü isbat ederek şöyle buyur­muştur: "(Fakat) kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır". (Ni­sa/123) Allah Resulü de (sav) bu ayeti tefsir ederek şöyle buyur­muştur: "Mümin, işlediği günahtan dolayı dünya hayatında iken musibetler, açlık ve yokluk gibi bir kötülük ile cezalandırılır. Mü­nafık ise, bir eşek gibi günahları üzerinde olduğu halde Kıyamet gününü karşılar ve ahirette onların cezasını görür".
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Ey Allah'ın kulları, kuruntular­dan sakının. Çünkü onlar, akılsızların dolaştıkları vadilerdir. Al­lah'a yemin ederim ki, hiçbir Allah kulu, kafasındaki kuruntusuy-la dünyada veya ahirette bir hayır sahibi olamaz. Bir alim de şöy­le demiştir: Akıl azaldıkça, kuruntular çoğalır. Selef-i Salih'ten bir zat, dünya ehli kardeşlerinden birine yazdığı mektubunda ona öğütte bulunmak için şu ifadeye yer vermiştir: Bana, uğrunda ken­dini tükettiğin ve uğruna hırsla dolduğun dünyevi işlerinden haber ver. Ne oldu, istediklerine ulaşıp kafanda kurduklarına kavuştun mu? Dostunun bu soruya cevabı 'Allah'a yemin ederim ki hayır* ol­muştu. Bunun üzerine aynı zat şunu yazdı: Ne dersin uğrunda mü­cadele ettiğin halde ona ulaşamamışsın, peki sırt çevirip yüz çevir­diğin ahiretteki nasibine nasıl ulaşacaksın? Görüyorum ki sen so­ğuk demir dövüyorsun!
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Her kim, ameli olmaksızın cennete girebileceğini zannederse kuruntu sahibi olur. Her kim de, ameliyle gireceğini söylerse, o da yüz çevirendir. Bir zat da şöyle demiştir: Kuruntular, aklı eksiltir. Konuyla ilgili bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "İman, ne süsle ne de kuruntuyladır. O kalp­te yer bulan şeydir. Onun sıdkınm işareti ise ameldir". Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "İyiliğin karşı ancak iyiliktir". (Rahman/60) Başka bir ayette ise bunun mukabilini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Kim bir kötülük yaparsa, ancak onunla ceza­landırılır". (Mümin/40)
Yine bu manadan olarak şu ayet-i kerimeleri zikredebiliriz: "Yoksa Allah içinizden cihad edenleri bilinceye kadar (serbest) bıra­kılacağınızı mı sandınız?". (Tevbe/16); "Yoksa sizden öncekilerin ba­şına gelenler sizin başınıza da gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Bakara/214); "Yoksa kötülükleri pervasızca işleyenler, kendilerini iman edip salih amel işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kadar da kötü hüküm veriyorlar". (Casiye/21) Allah Teala, böyle buyurarak onların zanlarını boşa çıkarmış ve hüküm­lerini geçersiz kılmıştır. Daha sonra da bu konudaki kendi hükmü­nü muhkem kılarak şöyle buyurmuştur: "Hayat ve ölümleri bir ola­cak öyle mi?". (Casiye/21)
Dünya hayatında salih ameller işleyen ihsan sahipleri, ölümle­rinde de ihsan ve güzellikle karşılaşacaklardır. Dünya hayatında kötülükler işleyerek fesad çıkaranlar ise, ölümlerinde kötülük ve çirkinliklerle karşılaşacaklardır. Bu ayetin, abidler için bir ağlama ayeti olduğu söylenmiştir. Çünkü ayet, müteşabih değil muhkem bir ayettir. Bu babda zikrettiğimiz ayetlerin tamamı da aynı şekil­de muhkem ayetlerdendir. Muhkem ayetler, Kitab'm anası (=Üm-mü'1-Kitâb) olan ve mensuh, ya da müteşabih olmayan ayetlerdir. Şu- halde bu ayetler, Kur'an'ın azimet ihtiva eden ayetlerindendir. Bu vasıflarıyla da Allah Teala'nm bize indirdiği ayetlerin en güzel­lerini oluştururlar.
O bize, bu ayetlere uymamızı emretmiş ve böyle davranan kul­larını da hidayet ehli ve akıl sahipleri olarak vasfetmiştir: "O kim­selerdir ki sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar". (Zümer/18) De­nildi ki, sözün en güzeliyle kasdedüen; azimet ve tehdit ihtiva eden ayetlerdir. "Ve onlara, Allah Teala'dan hiç ummadıkları bir şey gö­rünmüştür" (Zümer/47) ayetinin tefsiri hakkında da şöyle denil­miştir: Onlar aldanış içinde boş bir emele ve asılsız bir zanna sahip olmuşlardı. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Onlar, güzel sandıkları amellerde bulunmuş ve muhasebe anında onların kötü­lükten ibaret olduğunu görmüşlerdir.
Salih amel; hesap gününde sıhhatli çıkan, hak da tartıda ağır basandır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "O gün, tartı haktır". (A'raf/8) Denildi ki Hak, ilim ve amel manasmdadır. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Onlara bir Kitab getirdik ve onu ilim üzere açıkladık". (A'rai/52) O, başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine karşı olup biteni mutlak bir ilim ile anlatacağız". (A'raf/7) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Kazandıkları­nın kötülükleri kendilerine açıkça göründü ve alay edip durdukla­rı (azap) onları kuşatıverdi". (Zümer/48) Bu ayetin tefsirinde ise şöyle denilmiştir: Onlar, günahları ısrarla işliyor, tevbeyi erteliyor ve mağfiret için oyalanıyorlardı. Bu ayet, korku ehli için hüzün, arifler için de korku kaynağıydı.
Allah Teala, cehennem ateşini inkarcılar için hazırladığını ha­ber verdikten sonra iman edenlere de ondan sakınmalarım emret­miştir. Kafirlerin vasfı olan cehennem ateşi, Allah'ın kulları için de korkulması gereken bir sondur. Allah Teala, bu babda şöyle buyur­muştur: "Kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının". (Al-i İm-ran/131) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar vardır. İşte Allah, kulla­rını onunla korkutur: Ey kullarım Ben'den korkun!" (Zümer/16)
Denir ki: Kul, haram olduğunu öğrendikten sonra işlediği ilk günah ile cehennemi hakeder. Bundan sonra onun durumu, Allah Teala'mn iradesine kalmıştır. Her kulda, kendisini cehenneme sev-ketmesinden endişe duyulan çirkin bir haslet vardır.
Abdülvahid b. Zeyd şöyle derdi: Cehenneme girmeyeceğini zan­neden hiçbir korku sahibinin korkusu sıhhatli değildir. Aynı şekil­de cehenneme gireceğini ama ondan çıkacağını zanneden kimsenin korkusu da samimi değildir. Buna göre korkunun aslı; cehenneme girmeyi ve orada ebedi kalmayı düşünmek olmalıdır. Benzer bir söz Hasan el-Basri'den de (ra) nakledilmiştir: Bir defasında Hasan'a, cehennemde bin yıl kaldıktan sonra çıkacak adamın durumu zikre­dilmişti. Bunun üzerine ağladı ve şöyle dedi: Keşke ben de onun gi­bi olabilsem!
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim 'Ben cennetteyim' derse, o cehennemdedir. Kim de 'Ben alimim' derse, o da cahildir". Yine O'ndan rivayet edilen bir hadis şöyledir: "Kim Allah katındaki ye-
rinin nasıl olduğunu öğrenmek isterse, Allah Teala'mn kendi kal­bindeki yerine baksın. Allah Teala kulunu, onun kendisini koydu­ğu makama koyar." [24][24]


Kul, bundan sonra her salih amel için cennette bir nimet, Berzah'ta ise bir rahatlık bulunduğunu yakini olarak bilir. Güzel olan her amel ve halis olan her marifet için, cennette bir makam bulunur. Orada görülecek muamelenin taksimi burada yapılır. Aynı şekilde her kötü iş ve çirkin bilgi için de ahirette bir azap, Berzah'ta bir sı­kıntı ve cehennemde bir derece bulunur. Orada görülecek karşılık da burada yapılanlara göre belirlenir. Allah Teala, hayır ve şer ba­kımından kulları için yaptığı bu taksimi gizler ve hakemler için on­ların amellerini ortaya çıkarır.
Allah Teala, bütün kulları için ahirette iki ayrı yurda götüren iki yol yaratmıştır. Bu, O'nun hikmeti gereğidir. Sonra da amelleri öne alıp karşılıklarını vermeyi sona bırakmıştır. Bu da O'nun, fiil­leri sağlam kılmak ve kulların imtihan dünyasındaki çabalarının görülmesi içindir. Allah Teala'mn lütuf, kudret, muhabbet ve takdi­ri gereği her nefis uğrunda çaba sarfettiği şeyin karşılığım görecek­tir. O, yaptıklarından sual edilemeyendir. Çünkü O, mülkün tek sa­hibi, Cebbar, Kahhar ve Aziz olandır.
Halbuki kulları, yaptıklarından dolayı sorguya çekileceklerdir. Çünkü onlar, kuldurlar, zelildirler, güçsüzdürler ve mecburdurlar. O'nun için misaller verilmez. Çünkü O, delil bulma ve mutedil ol­ma noktasını aşmıştır. Kullar, O'nunla bir tutulamaz. O, takdir ve tahdid seviyelerini aşkındır. O, herşeyde eşsiz bir hüccet ve kudret sahibidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şeye benzemez.
Allah Teala, anlattığımız bu hususlarla ilgili olarak zatının tek­liğini irade ve fiilleriyle teyid etmiş, kendisine ortak koşulmasını yasaklamış ve bununla ilgili misaller vermiştir. Hükümleri bakı­mından kendisini yarattıklarıyla bir tutanlara karşı hayretini iz­har etmiş ve bu tür hareketleri, nimeti inkar ve mülkünde kendisi­ne ortak koşma olarak görmüştür.
Allah Teala, müşrikleri haber verirken, bu insanların hüküm bakımından Zatı'nı yaratılmışlarla bir tutarak dalalete düştüklerini, bunun üzerine kendisinin de onları dalalate sevkettiğini bildir­mektedir.
Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar orada bir­birleriyle çekişerek şöyle dediler: Allah'a yemin olsun ki, doğrusu biz, açık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü (ey taptıklarımız), biz si­zi alemlerin Rabbiyle bir tutuyorduk. Ve bizi hep o suçlular saptır­mıştı". (Şuara/96-98)
Denildi ki: Bu ayet, Kaderiyye hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, kötü işlerdeki yapma ve engelleme gücünü insanlara izafe etmiş ve bu tür fiillerde halk ile Hâlık'ı bir tutmuşlardır. Oysa Al­lah Teala şöyle buyurmuştur: "Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Al­lah yaratmıştır". (Saffat/37) Görüldüğü gibi Allah Teala, onları ol­duğu gibi yaptıklarını da kendine izafe etmiştir.
Bu ayet, Kaderiye'nin de aralarında zikredildiği, mücrimun yani suçlular hakkında nazil olmuştur. İnkarlarından dolayı Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki mücrimler, şaş­kınlıklar ve çılgınlıklar içindedirler. O gün yüzleri üstü ateşe sürük­lenecekler: 'Tadın Sekar'ın (cehennemin) dokunuşunu' (denilecek). Muhakkak ki Biz, her şeyi bir kaderle yaratmışızdır". (Kamer/47-49) Mücrimler; kendilerine tabi olan insanları yoldan çıkaran gü­nahkarlar olup kendilerine uyanlarla birlikte ateşe sürüklenecek­lerdir. Allah Teala, yukarıda zikrettiğimiz hususların faziletini beş muhkem ayette daha da teyid etmiştir. Bu beş ayet, zikrettikleri­mizi genel olarak ihtiva eden ifadelere sahiptir. Bunların şerh ve açıklamasını pek uzun tutmadık. Çünkü maksadımız, bu babda de­lil bularak bunların delalet yönlerini ortaya kovmak değildir.
Bu ayetlerin ilki şudur: "Allah, rızık yönünden bir kısmınızı, bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler, rızıkla-rmı elleri altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Şimdi Al­lah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?". (Nahl/71) Bu ayette, rızık ba­kımından üstün kılınanlar, iş güç ve köle sahibi olanlar, alttakiler ise işçi ve kölelerdir. Birinci kısımda yer alanlar, sahip oldukları ni­metleri, alttakilerle paylaşmayarak Allah'ın nimetini inkar etmiş olmaktadırlar.
İkinci ayet ise şudur: "O size, kendinizden bir misal verdi. Size rızık olarak verdiklerimizde, sağ elinizin malik olduğu (kölelerin) size ortak olmasını ister de, siz o hususta anlayışlı olur ve aranız­da birbirinizi saydığınız gibi onları da sayar mısınız?". (Rum/28) 'Ben aynı şekilde kullarımdan birini kendi mülküme ortak etmem. Siz de Benim kendime ortak kılmadığım kul ve kölelerimi Bana or­tak koşmayın. Çünkü Ben sizinle kölelerinizi bir tutmadım. Şu hal­de kullarımı hükümranlığımda Bana denk tutmayın.
Üçüncü ayet de şudur: "Allah şunu misal verdi: Bir köle var; hiçbir şeye gücü yetmez. Bir de kendisine katımızdan güzel bir rı-zık nasibettiğimiz ve o rızıktan gizli açık, Allah için sarfeden biri var. Bunlar hiç eşit olurlar mı?". (Nahl/75) Burada da, infak etme gücü olmayan bir köle ile, infak gücü olan bir mal sahibinin karşı­laştırılması yapılmaktadır. Allah Teala infaka gücü olanları da iki kısma ayırmış ve bunlardan bir kısmını cimrilikle vasfederken bir kısmını da cömertlikle vasfetmiştir. Cimrilikle vasfettiklerini, infa­ka güç yetirememe haliyle zemmetmiştir. Onu, malı infak edemez hale getiren de yine O'dur. Diğerlerini ise malı infak edebilme gü­cüyle donatmış ve cömertliklerinden dolayı övmüştür.
Allah Teala, dördüncü ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Allah şunu da misal verdi: İki kişi var; birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yet­mez. Efendisine sadece bir yük. Efendisi onu ne tarafa gönderse hiçbir hayırlı işe yaramaz. Böyle biri, adaletle emreden ve doğru bir yolda giden kimse ile eşit olabilir mi?". (Nahl/76) Burada bahsi geçen kişi, ilim ve hikmete gücü yetmeyen, onlardan habersiz olan kimsedir. Allah Teala bu ayette iki kulunu karşılaştırmıştır. Bun­lardan biri, akılsız, cahil ve hikmete karşı kayıtsızdır. Allah Teala onu, ilme muktedir kılmadığı gibi ona istikamet de bahsetmemiş­tir. Daha sonra da onun halini kınamış ve bu sıfatlarından dolayı ona olan gazabını bildirmiştir.
Diğerini ise, adaletle emreden, sırat üzerinde müstakim olan bi­ri kılmıştır. Onu bu yol üzere kılan da O'dur. Kul, Allah Teala'nm gösterdiği iki yoldan birine, yine O'nun yönlendirmesiyle girer. Hangi kul, Allah Teala'nın yolunda O'nun gücü olmaksızın yürüye­bilir? Allah Teala, ona nasibettiği hidayet ile kendisini medheder ve böyle güzel vasıflarla niteler.
Allah Teala, bu ayetleriyle yarattıkları için teşbih ve misallen-dirmenin beşer aklına uygun olduğunu bildirmiştir. Bu misaller beşeri akıl bakımından Allah Teala'nm zatı için haksızlık ve uygun­luk sınırlarını aşar. Çünkü Allah Teala iki kuluna farklı güçleri vermiş ve bu güçlere dayanarak yaptıklarından dolayı birini över­ken diğerini zemmetmiştir. Halbuki Allah Teala, övdüğü kuluna güç verir ve nimetini bahşederken diğerini çaresiz ve nasipsiz bı­rakmıştır. İnsan aklına göre bu, açık bir haksızlık ve zulümdür. Al­lah Teala, bu meseleyi halletme babında zatıyla misal verilmesini kesin olarak nehyetmiştir. Allah Teala aşağıdaki beşinci ayette, bu meseleyi kat'i olarak halletmiş ve biz kullara kendi zatıyla ilgili mi­sal ve benzetmeleri kesin olarak yasak etmiştir.
Beşinci ayet şudur: "Artık Allah"a 'Benzerler=misaller' tutma­yın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz". (Nahl/74) Allah Teala, ilmi­nin hakikati, bizler ise ceheletimizin smırsızlığıyla böyle bir ko­numdayız. Allah Teala, bunu başka bir ayet ile teyid ederek şöyle buyurmuştur: "O, yaptığından dolayı sorulmaz. Onlar ise sorulur­lar" (Enbiya/23).
İlimde derinlik sahibi olanlar, hükümleri Hakim-i Mutlak olan Allah'a teslim etmiş ve bu suretle O'nun azabından beri olmuşlardır. Müminler, takdir edilen bütün kaderlerin Hüküm ve hikmet sahibi adil bir Rabbın hikmet ve adaletinin gereği olduğuna iman etmiş ve bu suretle O'nun cezasından emin olmuşlardır. Çünkü onlar, müte-şabihe iman etmişlerdir. Allah Teala da, lütfunun genişliğiyle onlara bolca sevap vermiştir. Şüphe ve te'villerin ardına düşen ayağı kay­mış kimseler ise helak olmuşlardır. Çünkü onlar, dünyada böyle dav­ranarak dalalete düşmüş, ahirette de helaka mahkûm olmuşlardır.
Dahhak, İbni Abbas'dan (ra) yukarıda anlattıklarımızı teyid eden bir söz rivayet etmiştir. îbni Abbas, Allah Teala'nm "Onun ye­di kapısı vardır. Her kapıya o azgınlardan bir kısmı tahsis olun­muştur" (Hicr/44) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiş­tir: Her tabakanın altında bir tabaka olacak şekilde, cehennemlik­lerin amellerine göre yerleştirilecekleri yedi tabaka vardır. Cehen­nem ehli, işledikleri günahların vehametine göre cehennem derece­lerini işte böyle paylaşırlar. Cennetlikler de aynı şekilde amelleri­nin faziletlerine göre derecelerini kazanırlar. 'Her kapıya o azgın­lardan bir kısmı tahsis olunmuştur' ibaresi de, bilinen belli bir na­sip ve pay manasmdadır. Her tabakanın sakinleri bellidir.
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Cennette hiçbir köşk, nehir ve nimet yoktur ki üzerinde sahibinin ve bu mükafatı hakettiren amelinin adı yazılmamış olsun. Aynı şekilde cehennemde de hiçbir, boyunduruk, zincir ve azap yoktur ki üzerinde ona sebep olan ame­lin ve bu amele sahip olan kişinin adı yazılı olmasın.
Allah Teala, cennete koyduğu kullarını kendisine itaat ve kul­lukta bulunmalarından önce oraya yerleştirmiş, cehenneme attığı kullarını da O'na karşı günah işlemelerinden önce oraya atmıştır.
Ariflerden biri şöyle demiştir: Halk, Allah Teala'nm murad et­mediği şeylerle O'na karşı gelme gücünden daha aşağı iken, Allah Teala sevdiği kullarının kendisini razı etmesinden daha yücedir. Allah Teala yokluk aleminde kullarından bir topluluğa gazap etmiş ve onları varettiğinde, kendilerini gazap yurdu olan cehenneme so­kabilmek için gazap ehline yakışan işler yapmalarını takdir etmiş­tir. O, kıdemde kullarından bir topluluktan razı olmuş, onları va­rettiğinde de kendilerini rıza yurdu olan cennete yerleştirmek için rıza ehline yakışan amellerde bulunmalarını takdir etmiştir.
Marifet ehlinden biri şöyle demiştir: Allah Teala, mahlukatı yoklukta izhar etti ve kudreti ile onları mevcut kıldı. Sonra onların amellerini izhar etti ve amelleri kendi tercihleriyle seçmelerini is­tedi. Her kul, kendi iradesiyle bir amel seçti. Bundan sonra amel­leri onların içlerine yerleştirdi. Onları da tekrar gayba döndürdü. Daha sonra onları varlık alemine çıkardığında perdelerini akıl ile inceltti. Kullardan her biri de daha önce nefsi için tercih ettiği amelleri icra etti. Böylece onlar hakkındaki hüccet de tamama er­miş oldu. Allah Teala'nm bu alemde kendilerine perdelediği şeyler, yarın kendilerine çıklanacaktır.
Konuyu bu şekilde gören biri şöyle demiştir: İçimde kaderle il­gili bir tereddüt vardı. Alimlere sorarak onu gidermeye çalışıyor­dum. Ama bir türlü tatmin edici cevaba ulaşamıyordum. Bir gün Allah Teala'nm lütfuyla abdal zümresinden bir kulla karşılaştım. Meseleyi ona arzettiğimde şöyle dedi: Vay haline, hüccet bulup ne yapacaksın. Bize melekutun sırları açılır. Biz, ibadetlerin suretler halinde semadan indiğini ve bazı insanların azalarına girdiklerini görürüz. Bundan sonra o azalar, o ibadetlerle hareket ederler. Aynı şekilde günahların da suretler halinde bazı kimselerin azalarına indiklerini ve o azaların, günahlarla harekete geçtiklerini görürüz. Bunun üzerine tereddütlü zat şunu söylemiştir: Kalbimdeki kader­le ilgili tereddüt tamamen kayboldu. İlim, kaderdeki kudreti müşa­hede etmemi sağlamıştı.
Ben de bazı kardeşlerimize, fiile güç yetirmenin (=istitâ'at), fii­lin ne Öncesine ne de sonrasına dayanmadığı hakkında Kelam eh­linin isbata dair fikirlerini müdafaa ederek anlatmıştım. Ama bu, müşahede yoluyla ilm-i yakine mazhar olmamdan önce idi. Bir ge­ce rüyamda birinin şöyle dediğini gördüm: Kader, kudretten gelir. Kudret ise, Kadir-i Mutlak olan Allah'ın sıfatıdır. Kader, hareket üzerine vaki olur ama açık olmaz. Fiiller de uzuvlardan doğar. Ya da şöyle demişti: Fiiller, uzuvların hareketiyle oluşur ama açığa çıkmaz. Bunun üzerine düşündüm ki, açığa çıkmayan şeyler hak­kında nasıl kelam yürütülebilir? Bundan sonra kendi kendime, hiç kimseyle bu tür meselelerde kelami münazaraya girmeme sözü verdim.
Abidlerden birinden şu söz nakledilmiştir: Seher vakti iki rekat namazı kıldım. Sonra içim geçmiş ve uyuya kalmışım. Rüyamda üzerinde yıldızlar gibi parlayan beyaz şerefeleri bulunan yüksek bir saray gördüm. Bina çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, 'Aca­ba bu saray kimin?' diye sordum. Denildi ki: Bu, kıldığın o iki rekat namazın sevabıdır. Bunun üzerine çok sevindim. Sarayın çevresini dolaşmaya başladım. Şerefelerden birinin sütunun üstünden dev­rilmiş olduğunu gördüm. Bunun üzerine tasalandım ve o şerefenin de yerinde duruyor olmasını istedim. O ara bir hizmetçi geldi ve ba­na şöyle dedi: Bu şerefe yerinde duruyordu. Ama sen, namazda baş­ka bir şeye meyledince devrilip düştü.
Zahidlerden biri hakkında şu hadise nakledilmiştir: Cennetteki makamı kendisine gösterilmişti. Orada hurileri görmüştü. Huriler kendisine: Biz, senin hanımlarınız, dediler. Zahid, anlatmaya de­vam ederek şöyle demiştir: Oradan çıkarken huriler bana yapıştı­lar ve şöyle dediler: Ne olur, amellerini daha da güzelleştir. Çünkü, sen onları güzelle ştirdikçe bizim de güzelliğimiz ve nimetlerimiz artıyor.
Rabiatü'l-Adeviyye'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: Bir gece, seher tesbihatımı çektikten sonra uyudum. Rüyamda büyüklük ve güzellik bakımından emsalini görmediğim parlayan yeşil bir ağaç gördüm. Ağacın üstünde üç çeşit meyva vardı. Meyvalar, dünyada gördüklerime benzemiyordu. Meyvalardan biri, bakire bir kızın gö­ğüsleri gibi bembeyazdı. Biri kırmızı, diğeri de sarı idi. Hepsi de ağacın parıltıları arasından ay ve yıldızlar gibi parlıyordu. Ağacı çok beğenmiştim. 'Acaba bu kimin?' diye sordum. Bir ses, 'Bunlar, senin az Önceki tesbihatımn sevabıdır dedi. Ağacın etrafını dolaşır­ken, yere saçılmış altın renkli meyvalar gördüm ve kendi kendime, 'Keşke bunlar da diğerleriyle birlikte ağacın üstünde olsaydı' de­dim. O zaman bir şahıs bana şöyle dedi: "Onlar da yukarıdaydılar. Fakat sen teşbih çekerken bir an, mayanın olup olmadığını düşün­dün, îşte o an, bu meyvalar yere saçıldı. Muhakkak ki bunlarda ba­siret sahipleri için ibret, takva sahipleri için öğütler vardır. [25][25]


Rivayete göre Ka'bü'l-Ahbar, Ömer b. Hattab'a (ra) şöyle demiştir: Yetmiş peygamberin amelini yapıp götürmüş olsan, yine de Kıya­met gününün dehşetinden kurtulamama endişesini taşırsın.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Kul, dünyanın ilk günün­den Kıyamet anma kadar bütün ömrünü yüzüstü Allah'a kulluk ile geçirmiş olsa dahi, Kıyamet günü göreceği zelzele ve dehşetlerden dolayı Allah Teala karşısında hakir olacaktır.
Bir hadiste de şu rivayet edilmiştir: Ölüm meleğinin işi, bin kı­lıç darbesinden daha şiddetlidir. Bir kılın ölümden duyduğu acı bi­le çok büyüktür. Öyle ki, bütün mahlukat ile ile ölüm ayrı kefelere konulup tartılsa, ölüm daha ağır basar. Ölüm ile cennete giriş ara­sında yüzbin dehşet ve korku vardır. Bu korkulardan her biri, ölüm korkusunun yüzbin kat daha şiddetlisi dir. Kul, bu korkulardan her birinden bir rahmetle kurtulabilir. Buna göre kul, bu korkuların tamamından kurtulabilmek için yüzbin rahmete ihtiyaç duyar. Bu sayıdaki rahmet de kulun dünyada işlediği iyiliklere taksim edil­miştir. Kulun dünya hayatında yaptığı iyiliklerin hepsi, rahmetin ortaya çıkması için bir zemin ve ahirette kendisine bağışta bulu­nulması için bir yol teşkil eder.
Bu, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah Teala'mn hikmeti, mer­hamet sahibi olan Rahim'in önceden tesbit edilmiş bir taksiminin neticesidir. Salih ameller, mükafaatm yollarıdır. İyilik ve güzellikler de, ahiretteki kurtuluşun öncesinde gelen rahmetin yollarıdır. Bun­dan sonra amellerin yolları üzerine sevaplar dökülür. Dünya haya­tında Allah Teala tarafından bahşedilen bu fazilet, O'nun ilk bağışı­dır. Allah Teala, kuluna olan tevfik ve inayetini güzel kılarak bu dünyada da onu ödüllendirmiş olur. Ama O'nun rahmet ve lütfunun tamamı yarın ahirette görülecektir. Muhakkak ki bu, her şeyi bilen ve her şeyden yüce olan Allah'ın takdiridir. O, bu babda şöyle buyur­muştur: "İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman/60)
Kudsi bir hadiste de Allah Teala'mn şöyle buyurduğu nakledil­miştir: "Bizim tevhid ile nimetten dir diğimiz kimsenin ödülü, ancak cennettir". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'La ilahe illallah' diyen kimsenin ödülü, ancak Allah Teala'ya nazar etmektir. Cennet de, amellerin karşılığıdır. Görmez misiniz ki eğer Allah Teala, bugün bir kulunu tevhidden mahrum etmiş olsaydı cennetten de mahrum ederdi. Eğer bugün İslâm'dan uzaklaştır s aydı, kendisine asla mağ­firet etmezdi.
Allah Teala, cenneti Kendisine şirk koşanlara haram kıldığını kesin bir ifadeyle beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İnkar eden ve insanları Allah'ın yolundan çeviren, sonra da kafirler olarak ölenlere Allah asla mağfiret etmez". (Muhammed/34) Böyle durum­da olanlar için yapacak hiçbir şey, girilebilecek hiçbir yol yoktur. Al­lah Teala'mn mağfiretine mazhar olacaklar için, takva ve mağfiret ehlinden olacakları söylenmiştir. Bunlar, Allah Teala'mn takva lüt-funu kabule yatkın olan kimselerdir.
Kendilerine takva fazileti nasip edilenler, elbette mağfirete de la­yık olacaklardır. Allah Teala bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Ve onları takva kelimesine bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil­diler". (Fetih/26); "Allah'tan korkun, umulur ki merhamet görürsü­nüz". (En'am/155); "Muhakkak ki Allah'ın rahmeti iyilik edenlere daha yakındır". (A'raf/56); "İyilik edene tam olarak". (En'am/154); "İyilik edenlere daha da arttıracağız". (A'raf/161); "Her kim çalışır, bir güzellik kazanırsa, ona daha fazla bir güzellik veririz". (Şura/23) Amelleri iyilik ve hasenat olan kimse, iyilik sahipleri yani muhsinıın arasında sayılır. Amelleri şer ve kötülük olan kimseler ise, şerliler yani müsî'un arasında yer alır.
'Hasene' yani iyilik kelimesi, 'Hasen' yani güzel kelimesinden gelmedir. Hasene'nin karşılığı da Hüsna yani güzel son olacaktır ki o da, cennettir. 'Seyyi'e' yani kötülük kelimesi, Sû' yani kötülük ke­limesinden gelmedir. Seyyi'e'nin karşılığı Sev'â yani kötü son ola­caktır ki o da, cehennemdir. Allah Teala, cehennemi, varlıkları ya­ratmadan önce ve kulların cennetten olan nasiplerini tamamladık­tan sonra yaratmıştır.
Allah Resulü'ne (sav) 'İhsan nedir?' diye sorulduğunda şöyle bu­yurmuştur: "Allah'a, O'nu görür gibi ibadet etmendir". [26][26] Murakabe­nin başı da budur. Çünkü Allah Teala'yı müşahede etmediğin hal­de O'nu Rakîb olarak görür ve murakabe edersin. Allah Teala, gü­zel amelleri, güzel kullarına mahsus kılmış, kötü işleri de kötü kul­lara bela kılmıştır. O, bu taksimi ilmi, kaderi ve hükmü ile tamam­lamış ve lütfuyla da gizlemiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Kötü kadınlar kötü erkekler içindir". (Nur/26) Denildi ki, buradaki kötü şeyler ile kasıd, kötü söz ve fiiller­dir. Bu tür söz ve fiiller, kötü kimselere layıktır. "İyi kadınlar da, iyi erkekler içindir". (Nur/26) Denildi ki, iyi söz ve üilier iyi kimselere la­yıktır. Allah Teala kendi dostlarının sonlarının mutlu ve güzel, düş­manlarının sonlarının ise kötü ve mutsuz olarak geleceğini de haber vermiştir. O, iyi kimselerin vefatlarıyla ilgili olarak şöyle buyurmuş­tur: "Melekler, canlarını hoş olarak aldıklarında 'Selam size yapmış olduğunuz güzel işlerin mükafaatı olarak girin cennete' derler". (Nahl/32) Denildi ki, onlar hayatlarını güzel ve temiz olarak sürdür­müş, güzel amellerde bulunmuş kimseler olup vefatları da hoş ve gü­zel olarak tamamlanmıştır. Ölüm bile onlar için güzel olmuştur.
Allah Teala, zalimlerin ölümleri hakkında ise şunu haber ver­mektedir: "Nefislerine zulmeden kimselerin canlarını melekler al­dıklarında 'Ne işte idiniz?' dediler. Onlar da 'Biz yeryüzünde aciz zayıf kimselerdik' dediler. Melekler de 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya? dediler. İşte bunların va­racakları yer cehennemdir. O ne fena bir gidiş yeridir". (Nahl/28) Bu kimselerin hayatları ve amelleri olduğu gibi kabirleri de zulmet ve karanlık içindedir.
Yukarıda zikrettiklerimize yakini olarak şahid olan kullar, mu­rakabelerini devam ettirip muamelelerini güzelleştirirler. Onların virdleri arasında kopukluk olmayıp hayırları devamlı artar. Yakini imanlarmdaki saflıktan ve fazlasıyla yaptıkları ibadet ve taatlar-dan dolayı müşahedeleri keskin olur. Neticede Allah Teala'nın Öv­güyle andığı kullar arasına girerler. Amel edenler, işte böyle bir mertebeye ulaşmak için amel etmelidirler: "İmrenenler, artık ona imrensinler". (Mutaffîfin/26) Allah Teala, böyle kullarını vasfettiği başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Hayırlarda yarışırlar ve onlarda öncüdürler". (Münıinun/61) Yani onlar, ölümle yarışır ve temiz bir hayatın onları geçmesine izin vermezler. Onlar gafillerle yarışır, Allah Teala'nın emirlerini boşlayanları geçerler.
Allah'ın emirlerini boşlayan şatahat sahiplerinden biri, Hakim Teala'nın hikmetini bilmeden bizler hakkında vehimlere kapılabi­lir. Bizim, bir şeyin bir şeye karşılık verildiğini söylediğimizi iddia edebilir. Halbuki biz, bunu söylemeyiz. Bize göre Allah Teala, hiç­bir şeye karşılık iki şey verebilir. Çünkü O, ibadet ve imanın zaman ve mekanı olan şeyi ilk verendir. Nimetler ve cennetleri temsil eden şeyi veren de O'dur. Ama O, bunları hikmeti gereği belli kanallara ayırmıştır. Bu, O'nun sabık ilminde mevcuttur. Daha sonra da on­ları malum olan aleminde yaratmıştır. O, hüküm ve hikmet sahi­bi, herşeyi bilendir. [27][27]


Yakin sahiplerinin murakabelerinde dördüncü makam; kulun, ahirette bütün yıllarının aylarıyla, aylarının da günleriyle, günle­rinin de saatleriyle, saatlerinin de nefesleriyle önüne serileceğini yakini olarak bilmesidir. Kul, soluduğu her nefesten dolayı suale çekilecektir. Ne kadar küçük de olsa yaptığı bütün fiiller önüne ko­nulacaktır.
Kulun önünde üç defter açılacaktır. İlk defterde 'Niçin yaptın?' sorusu yazılıdır. Bu defter, hükümlerle sınanmayı teşkil eder. Kul, eğer bu defterden sıyrılırsa ikinci defter açılır. Bu defterde 'Nasıl yaptın?' sorusu mevcuttur. Burada da kulun yaptığı fiillerin her­hangi bir ilme dayanıp dayanmadığı sorulacaktır. Eğer kul, bu def­terin sorusundan da kurtulursa, üçüncü defter açılır. Üçüncü defterde ise 'Kimin için yaptın?' sorusu sorulur. Bu defterde de amel­lerin ihlaslı olup olmadığı araştırılır.
Eğer kul, niçin, nasıl ve kimin için sorularından herhangi biri­ne sağlıklı cevap veremezse, helaka gitmesinden korkulur. Ama şefkatli ve iyiliksever olan Allah Teala'nm, kula bu noktada şefkat göstermesi ve hiç ummadığı bir anda onu bağışlaması mümkündür. Kul, bu noktada kurtarılmasını isteyebilir, Allah Teala da bunu hoşgörebilir.
Allah Teala buyurdu ki: "Bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa onu getirir tartıya koyarız". (Enbiya/48) Yani büyük küçük deme­den yaptığı herşeyi getirir, karşılığını veririz. Allah Teala buyurdu ki: "Kim zerre mikdarı iyilik yaparsa onu görür. Kim de zerre mik-darı kötülük yaparsa onu görür". (Zilzal/7-8) Bu ayetin tefsirinde, ayetin Kur'an'da bulunan ve mücmel, mübhem ve umumi (='âmm) olmasına rağmen en muhkem ayet olduğu söylenmiştir. Allah Re­sulü (sav) hakkında vahiy indirilmeyen bir husus kendisine sorul­duğu zaman 'Bende sadece, herşeyi ihtiva eden bu ayet var5 derdi.
Ferazdak'm dedesi Sa'sa'a, Kur'an'm sonundan doğru okurken bu sureye geldiği zaman, 'Bu bana yeter, bu bana yeter. İyiyi de kö­tüyü de artık öğrendim'demiştir. Bunun üzerine Allah Resulü de (sav) 'Adam, fakih olarak ayrıldı' buyurmuştur.
Ayette geçen 'Zerre' kelimesinin, güneş ışığında görülen ve iğne uçları kadar ince olan toz zerresi manasında olduğu söylenmiştir. İbni Abbas'dan (ra) rivayet edildi ki: Avucunuzu toprağa değdirdik­ten sonra kaldırdığınızda avucunuza yapışan o tozlar, zerre olarak bilinir. Denildi ki, dört zerre birleştiğinde bir hardal tanesi teşek­kül eder. Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Zerre, kılın bin par­çasından birine denir. Amellerde ise böylesine belli belirsiz olan hu­suslar bile tartılıp görünmeyecek kadar gizli olan şeyler bile ağır­lık yaparlar. İşte bu sebepledir ki herşeyden haberdar ve kullarına karşı şefkatli olan Allah Teala böyle haber vermiştir.'
Bu meyanda daha önce zikrettiğimiz bir hususu tekrar dile ge­tirmek istiyoruz: Amel işleyerek cennete girebileceğini düşünen kimse ile, amel işlemeksizin cennete gireceğini uman kimseler, cen­nete giremeyebilirler. Çünkü kulun yapması gereken, üzerine dü­şen ameli ifa etmek ve ötesini düşünmeksizin Allah Teala'ya tevek-
kül etmek, amellerini lütfü ile kabul etmesini ümit edip adaleti ge­reği reddetmesinden endişe etmektir.
Allah Teala, Kendisi için sabreden, amellerinde O'na tevekkül eden kullarını medhetmiş ve onlara ecirlerini lütfetmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Sabreden ve Rablerine tevekkül eden amel sahiplerinin ecirleri ne kadar da güzeldir". (Al-i İm-ran/136) Ecir ve sevabın fazlası, Allah Teala'nm lütuf ve rahmetiy-le cennette görülecektir. İşte bu, bugün dünya hayatında bahşedi­len muamelenin mükafaatmm daimi kılınması ve amel sahibinin mükafaatmm sürekliliğinde ebediyete kadar daimi olmasıdır.
Allah Teala'nm şu buyruklarını görmez misiniz? "Her kim çalı­şıp bir güzellik kazanırsa, ona daha fazla bir güzellik veririz". (Şu­ra/23); "İyilik edenler için en güzel (son) yardır". (Yunus/26); "İşte onlar için, amellerine karşılık misliyle ecir vardır". (Sebe/37); "Her­kese, amellerinden dolayı dereceler vardır". (En'am/132)- "Sabret­tikleri ve kötülüğü güzellikle savdıkları için onların ecirleri iki ke­re verilir". (Ra'd/22) Yani onlar, yeni yaptıkları bir iyilikle, geçmiş­teki bir kötülüklerini savarlar. Allah Teala onlara dünya hayatında iki türlü amel nasip etmiştir: Bunların ilki sabır, ikincisi ise kötü­lükleri iyilikle savmalarıdır. Böylece onlara, ahirette de iki kat kar­şılık hazırlamıştır. İfadenin bu kısmı ayette hazfedilmiş olup ifade­nin tam olarak takdiri şöyledir: Onlara, dünyada sabretmeleri ve kötülüğü iyilikle savmaları sebebiyle iki ecir verilir. Ayetteki bu ha-zif, mananın biraz kapalı olmasına yol açmıştır. Ayette geçen Vav harfi, atıf gayelidir. Kötülük ise, ondan önce gelir. Buna göre mana­nın düzeni, 'onlar daha önceki kötülüklerini, sonradan yaptıkları iyiliklerle savarlar1 şeklinde olmaktadır. Böylelikle daha önceki kö­tülüklerinden doğan azap ihtimali de ortadan kaldırılmış olur.
Sabrın en güzel şekli, musibetler karşısındaki sabırdır. Hasenatın en güzeli ise, yapılan günah ve işlenen rezaletlerden sonra ifa edilen tevbe-i nasuhdur. İki ecre layık olanlar, arzu ve şehvetlerine karşı sa­bırlı oldukları ve kötülükleri tevbe ile savdıkları için iki amel işlemiş gibidirler. Allah Teala da bundan dolayı kendilerine iki ecirle lütufta bulunmuştur. Onlara bunu nasip eden de O'dur. Çünkü sabır O'nun verdiği güçle mümkün olurken, tevbe de yalnız O'nun içindir: "Senin sabrın, ancak Allah'ın yar dimiyi adır" (Nahl/127). Tevbenin kabulü deancak Allah Teala'ya mahsustur. Allah'ın lütfuyla olan bir hususta kula tevbe edilmediği takdirde, o tevbenin kul namına kabul görme­si de mümkün değildir. Aksi halde Allah Teala'mn zatı noktasında şirk koşulmuş olur.
Hasenatm.en güzellerinden biri de, kalbe doğan fikirlerin tama­mında Allah Teala'mn murakabe edilmesidir. Allah Teala'ya yakın­lık sağlayan ibadetlerin (=Kurbât) en faziletlisi de, nefsin Hesaba Çekici Allah için muhasebe edilmesi ve Habib Teala için kulluk ve taata davet edilmesidir.
O'nun cehennem ehliyle ilgi hikmeti de şöyledir: Onlar, azgınlık ve fesat bakımından derecelere ayrılmışlardır. Allah Teala buyurdu ki: "İnkar eden ve Allah yolundan çevirenlerin azaplarını (diğer) azaplardan artırdık". (Nahl/88) Yani onlara, sadece inkar eden ama Allah yolundan çevirmeyenlerin uğrayacakları azabın üstünde bir azap hazırladık. Allah Teala'mn bu manada olan başka bir buyru­ğu da şudur: "İnkar eden ve zulmedenlere gelince Allah onları ba­ğışlayacak ve onları (doğru) bir yola iletecek değildir". (Nisa/168) Allah Teala onları, inkar ettikleri için bağışlamayacak ve zulmet­tikleri için de yollarını aydmlatmayacaktır.
Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Zulüm, Kı­yamet günü zulmet ve karanlıklara dönüşecektir" [28][28] Allah Teala'mn şu buyruğu da bu manada görülebilir: "O kimseler ki, mümin erkek ve kadınlara işkence yapmış, sonra da tevbe etmemişlerdir, muhak­kak ki onlar için cehennem azabı vardır. Onlar için çok yakıcı bir azap vardır" (Buruc/10). Ayette de görüldüğü üzere bu kimseler için iki türlü azap vardır: Bunların ilki, tevbe etmedikleri için uğraya­cakları cehennem azabıdır. İkincisi ise, iman edenlere yaptıkları iş­kencelerden dolayı uğrayacakları yakıcı azaptır. Bunun bir benzeri de Allah Teala'ıun şu buyruğudur: "Onların malları ve evlattandım çokluğu) seni imrendirmesin. Sadece Allah onlan dünya hayatında bunlarla cezalandırmayı ve canlarının kafirler olarak çıkmasını is­tiyor" (Tevbe/55). Yani Allah Teala, bu servet ve evlatlar ile onlara dünya hayatında azap etmek ve ahirette de kendilerine azap edebil­mek için canlarının kafirler olarak çıkmasını sağlamak istiyor.
Bu ayet de gayet açık biçimde ortaya koymaktadır ki Allah Te­ala kafirin, küfür üzere ölmesini istemektedir. Ayetteki istemek fi­ili, masdar haline getirilen ve başındaki atıf vavı ile bir önceki me-ful ile birleştirilen 'canların çıkması' fiilinin mefulü durumundadır. Bir başka tefsirde ise, ayette takdim ve tehir yapıldığı söylenmiş­tir. Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: Onların malları ve evlatları dünya hayatında seni imrendirmesin. Allah Teala onlara, ahirette bunlarla azap etmek istemektedir. O, ahirette onlar için iki azabı birleştirmek ister. Bunların ilki malları ve evlatları, ikin­cisi ise, canlarının küfür üzere çıkmasını murad etmesidir.
Malı ve evladı olmayanlara ise cehennemde tek azap olacaktır. Bunu da Allah Teala'mn üstteki buyruğundan çıkartmak mümkün­dür. Malı ve evladı olanlar, bunlar sebebiyle cehennemde iki azap gö­receklerdir. Bir de bunu destekleyen bir hadis vardır ki bu hadise gö­re, inkar edenlerin fakirleri, cehenneme zenginlerden beşyüz yıl son­ra gireceklerdir. Bunun sebebi de, fakir kafirlerin dünyada yaşadık­ları yokluk ve mahrumiyettir. Müminlerin fakirleri de benzer şekilde cennete zenginlerden beşyüz yıl önce gireceklerdir. Bunun sebebi de zengin müminlerin, dünyada sürdükleri sefa ve yaşadıkları refahtır. Başka bir hadiste ise, hasta müminlerin cennete sağlıklı mü­minlerden kırk güz önce girecekleri bildirilmektedir. Allah yolunda istekli olarak şehit olan müminler de aynı şekilde, isteksizce şehit olanlardan kırk güz önce cennete gireceklerdir. Müslüman köleler de, müslüman köle sahiplerinden kırk güz önce cennete girecekler­dir. Süleyman b. Davud (as) da, dünya hayatında sahip olduğu mülk ve nimetlerden dolayı diğer peygamberlerden kırk güz mev­simi sonra cennete girecektir. [29][29]
Telafisi olmayan en büyük kaybediş ve en büyük pişmanlık ise, dünya hayatındaki vakitlerinizi boş yere geçirerek, başkalarına bahşedilen ahiret sevabından ebedi mahrumiyet derekesine düş-menizdir. Bu dünyada vakitleri dolu olarak geçirmek ise, ahiret se­vabı ve saadetinin ebediliğini temin edecektir.
En büyük aldanış işte budur: Amellerini boşa çıkaran işler ya­pan amel sahipleri aklanmıştır; vaatlarında durmayan öncüler de aldanmıştır; ihmal ettirip engelleyenler de iyilikte yarışsalar bile aldanmışlardır. Dünya hayatında aldanan ve Allah'ın hükümlerini boşa çıkaran kul, gafil amel sahibinin alacağı sevaptan ebedi ola­rak mahrum olacaktır. Bu manada Allah Resulü (sav) şöyle buyur­muştur: "Adem oğlunun üzerinden, Allah'ı zikretmediği hiçbir saat yoktur ki, cennete girse dahi onun için pişmanlık kaynağı olmasın". Hadisin başka bir lafzında ise "Kemale ermiş iken Allah'ı zikretme­den geçen hiçbir saat yoktur ki onun için kıyamet günü hesap ve sorgu sebebi olmasın". [30][30]
Cennete girdikten ve cennet nimetini kazandıktan sonra duyu­lan pişmanlık, diğer amel sahiplerinin sahip oldukları ziyade sevap ve makamlardan ebediyen mahrum olmak sebebiyle duyulacak piş­manlıktır. Kul, diğer amel sahiplerinden daha aşağı bir derecede yer alacak ve bu eksiklik hali onun için ebedi olacaktır. Fakat her halükarda, üzerindeki nimetin eksilmemesi için bunu önemseme­yecek ve küçük görmeyecektir.
Göz kırpması ve nefes alma süresi kadar kısa süre için dahi nef­sin uyanıklık ve zikirden uzak olmaması gerekir. Allah Resulü'nün (sav) yukarıdaki hadisinde 'Saat' ifadesini kullanarak daha kısa bir zaman süresini zikretmemiş olması bunu değiştirmez. Çünkü 'Sa­at' kelimesi, Arap dilinde en kısa zaman aralığı için sıkça kullanı­lan bir kelimedir. Allah Teala'mn şu buyruğuna uygun olan da bu­dur: "Ecelleri geldiği zaman ne bir saat Öne alınır, ne de tehir edi­lirler". (A'raf/34) Malum olduğu üzere, ecel geldiği zaman ne bir lahza, ne de bir solukluk süre kadar ileri de alınmaz, geri de bıra­kılmaz. Hadiste 'Saat' kelimesinin kullanılması, Arapların bildiği en kısa zaman diliminin ima edilmesi ve gerek nefes alıp verme anı, gerekse göz kırpması anı kadar kısa olan zaman dilimlerinin bundan çıkartılabilmesi nedeniyledir.
Allah Resulü (sav) 'Saat' kelimesini kullanmak suretiyle Rab-bi'nin hikmet ve kelamına uygun olan yolu takip etmiş ve ondan daha kısa olan zaman dilimlerine böylece delalet etmiş olmaktadır. 'Saat' kelimesi ve onun altındaki zaman dilimleri, Allah Teala'mn şu ayet-i kerimesinde de, günlerin muhtevasına dahil edilmiştir: "Geçmiş günlerde takdim ettiklerinize karşılık yeyin, için, afiyet olsun". (Hakka/24) Ayetin tefsirinde şöyle bir yorum getirildi: Bahse­dilen günler, yaşadığınız bu günler olup gelecekte 'geçmiş/boşalmış günler5 olacaklardır, öyleyse onları, yanınızdan geçip gitmesinden ve sona ermesinden önce salih amellerle doldurun. Hasan el-Basri (ra) dedi ki: Ey Ademoğlu, ömrün duraklardan ibarettir. Geçen her gün veya gecede, bir durağı katetmiş olursun. Duraklar bittiğinde cennet veya cehennemdeki meskenine varmış olursun. Saatler bizi naklederken, günler de hesabımızı dürmekle meşguldür.
Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: Kulun, ömrü esnasındaki hali yüzmekte olan bir gemide oturan adamın durumuna benzer. Kul da aynı şekilde, gaflet içinde ahirete yaklaşıp durur. Denir ki: Kula, gece ve gündüzünün saatleri sunulur. Kul, bu saatleri dizil­miş hazineler; yirmi dört hazine olarak görür. Dünya hayatında herbiri bir hazine olan bu saatlere koyduğu hasenat sebebiyle her hazinede nimet, lezzet, bağış ve sevap bulunduğunu müşahede eder. Bu da onu sevindirir ve bununla gıpta eder. Dünyadaki her hangi bir saatini Allah'ın zikriyle geçirmediği zaman ahirette bu saatin boş bir sandık olduğunu, ne sevap, ne de bağış taşımadığını görür. Bu da onu rahatsız eder. Hiçbir birikim sağlayamadığı böyle saatleri için pişmanlık duyar. Dolu geçirdiği saatlerinde ise sevap birikiminin varolduğunu görür ve nefsinde huzur ve hoşnutlukla karşılaşır. Kul, sadece hayırlar arasmd kaçırdığı nafile ve mendup-lar için pişmanlık duyar olsa, hayırlardaki yarış ve müsabakada kaybettikleri bile onun için pişmanlık kaynağı olacaktır.
Hal böyle iken, Ömrünü kötülük ve günahlarla geçiren, kendisi­ne kaybettirecek şeylerde aşırıya kaçan kimsenin pişmanlık ve ne­dameti nasıl olacaktır? Kul, Ömründe sadece helal ve mubah olan­larla meşgul olsa, bu bile kendisi için derece bakımından eksikliği getirecekken, ömrünü yasaklar ve haramlarla dolduran kimsenin hali nice olacaktır? Allah'ı teşbih ederiz, bu ne büyük bir tehlike ve ne zor bir iştir! Bunu görebilenler ise ne kadar da az! O'nun hü­kümlerini hiçe sayanlar ne kadar da gafildirler!
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Sonuçta kötülük eden kimse­ye mağfiret edilse dahi, hasenat ehline bahşedilen sevabı kaçırmış olmayacak mıdır? Bu hususta şu haberi de nakledebiliriz: Cennet ehli, nimetler içinde yaşarlarken üstlerinden bir nur doğar ve dünyadaki güneşin insanlara heryeri aydınlatması gibi evleri onunla aydınlanır. Cennetlikler, bu nur sayesinde kendilerinden üstte olan İlliyyun ehline bakar ve onları, gökyüzünde ışık saçan bir yıldız gi­bi görürler. Onlar, hem nur, hem güzellik, hem de nimetler bakı­mından kendilerinden daha üsttedirler. Onların kendilerine üstün­lüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Onların havada diledikleri gibi uçtuklarını, birbirlerini ziyaret ettiklerini ve Allah Teala'ya konuk olduklarını görür ve kendilerine şöyle seslenirler: Ey kardeşlerimiz, bizi hoşgörün, biz de sizler gibi namaz kılar, siz­ler gibi oruç tutardık. Sizi bizden üstün kılan nedir, söyleyin?
O zaman, Allah Teala'dan şöyle bir nida gelir: Siz doyduğunuz­da onlar aç oluyor, siz suya kandığınızda onlar susuz kalıyor, siz gi­yindiğinizde onlar çıplak duruyor, siz gülerken onlar ağlıyor, siz uyurken onlar kıyam ediyor, siz güvendeyken onlar korkuyorlardı. İşte bu sebeblerle bugün sizden üstün kılındılar.[31][31] Allah Teala, bu manada şöyle buyurmaktadır: "Onların yapmış oldukları amellere mükafaat olarak, kendileri için göz aydınlığından nelerin gizlen­mekte olduğunu şimdi hiç kimse bilmez". (Secde/17) Hadiste de şu rivayet edilmiştir: "Cennet ehlinin ekseriyeti, safdillerdir, İlliyyun ise akıl sahipleridir".[32][32]


Yakin sahiplerinin murakabelerinin beşinci makamı da şudur: Al­lah Teala, bütün kullarını korkutarak şöyle buyurmuştur: "Nihayet onlardan birine ölüm geldiği vakit (şöyle) diyecektir: Rabbim, beni (dünyaya) geri döndür. Ta ki terkettiğim şeyde belki iyi bir amel iş­lerim". (Mü'minun/99-100) Allah Teala, onun bu isteğini açıklaya­rak şöyle karşılık verir: "Hayır o, (sadece) bir sözdür ki onu söyler" (Mü'minun/100).
Ardından müminleri kesin surette bu hale düşmekten nehyet-mekte ve böyle davrananların eksikliğini haber vererek şöyle bu­yurmaktadır: "Ey iman edenler, mallarınız ve evlatlarınız sizi Al­lah'ın zikrinden oyalamasın". (Münafikun/9) Yani mallarınız ve ço­cuklarınız, sizi Allah'a kulluktan uzaklaştırmasın. Daha sonra böy­le davrananları bekleyen sonu haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Böyle yapanlar var ya, işte onlar kaybedenlerdir". (Münafikun/9) Yani onlar, derece bakımından eksik ve ahiret hesabında aldanmış olanlardır. Çünkü malları ve çocukları, rızık veren Hâlık'a tercih etmişlerdir.
Allah Teala bundan sonra verdiği rızıktan infak etmeyi emret­miş ve bunu imanla beraber zikrederek bizleri sınamak gayesiyle yeryüzünün halifeleri kıldığını haber vermiştir: "Allah'a ve Resu-lü'ne iman edin ve Allah'ın sizi yetkili kıldığından infakta bulu­nun". (Hadid/7) Gafiller, bu buyruğun yarısına kulak vermiş ve sa­dece iman ederek infakta bulunmamışlardır. Amel ehli ise, sözün tamamını akletmiş ve hem iman etmiş, hem de infakta bulunmuş­lardır. Ancak ilim sahipleri aklederler. Allah Teala, infakı emrede­rek şöyle buyurmuştur: "Sizden birine ölüm gelip de 'Rabbim beni yakın bir ecele ertelesen de sadaka versem ve salihlerden olsam' demezden önce size rızık olarak verdiğimizden infakta bulunun". (Münaflkun/10) Yani malımla tasaddukta bulunayım ve işleyece­ğim amellerle salihlerden olayım, diye boşa yalvarma noktasına gelmeden önce. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehline en ağır gelen ayetlerdendir.
Çünkü ahirette Allah katında kendisi için bir hayır göreceğini uman hiç kimse, ecelinin ertelenmesini ve dünyaya geri dönmeyi temenni etmez. Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Günahkar kişi şöyle diyecektir: Allah'ın yanında kaçırdıklarımdan dolayı yazık bana!". (Zümer/56) Ayette de geçen 'Hasret' kelimesi, pişmanlık duygusunun en ağır olan hali için kullanılır.
'Hasret', kaçırılan ve telafisi asla mümkün olmayan bir şey için duyulan pişmanlığa verilen isimdir. 'Allah'ın lütufları arasında kaçı­rılan' ibaresi ise, bir anlamda ahirette Allah Teala tarafından hazır­lanan ve kul tarafından kçırılan mükafaatı ifade etmektedir. Dünya hayatında kaybedilen nasip manasına geldiği de söylenmiştir.
Bu ayetin akabinde gelen ayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Ve­yahut azabı gördüğü zaman: Bana bir geri dönme (hakkı) olsaydı da, ben de ihsan ehlinden olsydım, der". (Zümer/58) İlk ayette ge­çen 'Bir kişinin söylemesi' ibaresi, gizli atfedilmiş ifadeler arasında yer alır. Onu gizli kılan da 'Söylemesinden önce' veya 'Söyleme kor­kusuyla' ifadesidir. Atfı ise, öncesinde yer alan "Başınıza azap gelmeden önce tevbe ile Rabbinizin merhametine sığının ve O'na tes­lim olun" (Zümer/54) ibaresidir. Yani Rabbinize yönelip tevbe edin, kalplerinizi, mallarınızı ve nefislerinizi O'na itaat ve kulluğa tes­lim edin. "Azap, haberiniz olmaksızın başınıza ansızın gelmeden Önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun" (Zümer/55) Yani azimet gerektiren işlere ve faziletli amellere sarılın. Çünkü bunlar mubah kılman ve izin verilen ruhsatlardan daha güzeldir. Zühd, vera', korku ve yakini iman ise Rabbimizin bize indirdikleri­nin en güzelleridir.
Allah Teala, işte bütün bu buyruklarının ardından "Günahkar kişi şöyle diyecektir: Allah'ın katında kaçırdıklarımdan dolayı ya­zık bana!". (Zümer/56) buyurmuştur. İfadenin uzunluğundan dola­yı zamirin gizliliği ve atfın yeri zor anlaşılır hale geldiğinden ilk okumda anlaşılması güçleşmiştir. Kur'an'da bundan bile daha özlü ve anlaşılması daha zor ibareler vardır. Buna misal olarak şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "O halde sana dini ne yal ani atabilir?". (Tin/7) Ayetin manası, seni dini yalanlamaya sekeden nedir? şek­lindedir. Ey en güzel surette yarattığımız insan, gaybı ve kainatı, bunlarla ilgili dini hususları, sevap ve günahı anlatan bunca be­yan, delil ve burhandan sonra seni dini yalanlamaya sevkeden ne­dir? Allah Teala bu ayetin hemen ardından "Allah, hakimlerin en hakimi değil mi?" (Tin/8) buyurarak bu manayı teyid etmiştir.
"Dünyadaki nasibini unutma" (Kasas/77) ayeti de bu nevi ayet­lerdendir. Bu ayetin manası, dünyadaki günlerini amellerle geçire­rek ahirette seni bekleyen nasibi bu dünyada kazanmayı ihmal et­me, şeklindedir. Çünkü ahiret nasibinin kazanılma yeri, dünyadır. Allah Teala bunun hemen arkasından "Allah'ın sana ihsanda bu­lunduğu gibi sen de ihsanda bulun" (Kasas/77) buyurarak üstteki hükmünü teyid etmiştir. İhsanda bulunmak, kulun kendi nefsine ve fakir kardeşlerine iyilikte bulunması manasmdadır. Çünkü Al­lah Teala servet ve zenginlik vererek dünyadaki nasibini kazanma imkanını ona ihsan etmiştir.
Allah Teala, bundan sonra bütün insanlığa haber vererek onla­rı uyarmış ve şöyle buyurmuştur: "Nihayet kendilerine Kıyamet ansızın geliverince 'Eyvah orada kaybettiklerimize' derler". (En'am/31) Yani, dünyada kaybettiklerimiz ve bu yüzden ahirette kaçırdıklarımız için öyle pişmanız ki, derler. Bu babda rivayet edi­len bir hadiste ise şöyle denilmektedir: "Kötülük yapan kimse, ne­den iyilikte bulunmadığını düşünerek pişmanlık ve hasretle Ölür. İyilik yapan kimse de, niçin daha fazla iyilikte bulunmadığım dü­şünerek pişmanlık duyar" [33][33] Çünkü Allah Teala selamet ve necat ehlini biri diğerinin üstünde olan iki tabakaya taksim etmiştir. He­lak ehli ise, tek bir tabakada kılınmıştır. Bu tabakada yer alan kö­tülük sahipleri ise birbirlerinin daha altında olarak sıralanırlar. Amel defteri soldan verilen kimseler, Allah Teala'nm "Her nefis ka­zandığına karşı rehindir". (Müddessir/38) buyruğu gereği defterle­ri sağdan verilenlerden olamadıkları için pişmanlığa boğulurlar.
Amel defterleri sağdan verilenler ise, Allah'a yakın kılınanlar­dan olamadıkları için nedamet hissederler. Mukarrebûn arasında yer alan salihler ve şehitler arasında olmayı temenni ederken, şe­hitler de sıddıklar arasında olmak isterler. İşte Allah Teala'nm ga­filleri uyardığı pişmanlık günü 'Yevmü'l-hasret' bugündür. O gün gelip çattığında, hiçbir iyilikleri olmaksızın ölmüşseler ne yapacak­lardır?
O gün, uyarılma ve hatırlatılma da hiçbir işe yaramayacaktır. Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onlar gaf­let içinde ve iman etmezlerken, sen onları her işin bitmiş olacağı o hasret gününü dehşeti ile uyar". (Meryem/39); "Hayatta olanı uyar­ması için". (Yasin/70); "Sen sadece ondan korkan için bir uyarıcısın. Yalnızca zikre tabi olan ve Rahman'dan görmeden korkanı uyara-bilirsin". (Yasin/İl); "Şimdi senden perdeyi kaldırdık, artık bugün gözün keskindir". (Kaf/22) Denildi ki terazinin diline dikkatle ba­kar ve eksiklikten endişe edersin.
Yine Allah Teala buyurdu ki: "Ölüm sarhoşluğu hak ile geldiğin­de". (Kaf/19) Denildi ki, ölüm sarhoşluğu anı, kulun lehte ve aleyh­te olan sabıkalarıyla beraber gelir. Hakk odur ki, katımızdan onl­ara bir güzellik verilmiş ama onlar hakkında Rablerinin iman et­meyeceklerine dair varolan kelimesi hak olmuştur. Bunun altında­kiler de bu kelimenin kapsamında yeralırlar. Hadiste buyruldu ki, "Ameller içinde sadece hatimeleri tartılır". [34][34] Hatime, en son ameller manasındadır. Buna göre öncekilerle sonraki ameller arasındaki ameller, zikre değmeyecektir. O gün tartı haktır. Adalet ve sıdk üzere neticelenecektir. Rabbinin kelimesi de dostları için sıdk, düş­manları için adalet içinde tamama ermiş olacaktır. Yaratama da emir de O'nun hakkıdır, [35][35]


Bu makamda Allah'a yakın kılınan mukarrebun, imanlarının se­meresi olan hayırları müşahede ederler. Yakini imanın gereği salih ameller iken, şek ve şüphenin gereği de oyun ve eğlencedir. İşitme ve görme müttakilerin iki temel vasfı iken, körlük ve sağırlık da şüphecilerin temel vasıflarıdır. Bütün bu hakikatlar, Allah Tea-la'nm şu buyruğunda tecelli etmektedir: "De ki: Eğer iman ediyor­sanız, imanınız size ne kadar kötü şeyler emrediyor?" (Bakara/93) Bu ilahi buyruk, imanın müminlere iyilik ve takvayı emredişinin en açık delilidir.
Allah Teala, yakin sahibi olduktan sonra işitip gören ve salih amellere nail olmak isteyen kullarının ağzından şunu haber ver­mektedir: "Ey Rabbimiz, gördük, işittik, şimdi bizi geri çevir salih bir amel işleyelim. Zira yakini olarak iman ettik". (Secde/12) Yine O, hayatlarım oyun ve eğlencede geçirenleri haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Aksine onlar, bir kuşkuda oynaşıp dururlar". (Du-han/9) Sonra onların yakini imandan mahrum olma hallerini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Hem onlar hakkı işitmeye güç yetire-miyorlardi, hem de görmüyorlardı". (Hud/20) Çünkü yakini bir iman ile inanmıyorlardı.
Kendilerine yakini bilgi geldiği zaman, yani Kıyametin dehşeti­ni fiilen yaşadıkları zaman hakkı hem işittiler, hem de gördüler ve şöyle dediler: "Ceza gününü yalanlardık. Hatta yakin (ölüm) gelip bize çattı". (Müddessir/46-47) Allah Teala, onların Kıyamet günü çok güçlü bir görme ve işitme melekesine sahip olacaklarım haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Bize geldikleri gün öyle iyi işitir ve öyle iyi görürler ki". (Meryem/38) Yani onlar, Allah Teala'nm katı­na vardıklarında, orada karşılaşacakları şeyler nedeniyle öyle iyi işitir ve öyle net görürler ki. Bu ibare, ayetten de anlaşılacağı üze­re sıfatta mübalağa ifade etmekte ve, mesela 'Ne kadar da ikram sever, ne kadar da yüce' ifadesinde görülen türde bir mana taşı­maktadır.
Aynı şekilde dünya hayatında da Allah Teala'ya ulaştığınız za­man yakin sahibi olur ve daha önce işitmediklerinizi işitir, daha önce görmediklerinizi görebilirsiniz. Ama Allah'ın yarattığı eşler, ortaya çıkardığı şekil ve benzer varlıklar sizi oyalamakta ve bunla­ra meyletmenize yol açmaktadır. Daima bunlarla beraber olmak, size kaybettirmektedir. Halbuki bütün bunlardan Allah'a firar et­seniz, en hayırlı olana firar etmiş olur ve O'nun katında çok güzel bir makama sığınmış olursunuz. Eğer kabul edersen Allah sana bü­tün bunlardan Kendisine firar etmeni emretmiş, eğer işitirsen seni onlara meyletmekten de sakındırmıştır. Eğer anlarsan, uyarıyı sa­na açıklamış, eğer bilirsen yarattığı çiftleri senin için bir ibret kay­nağı kılmış, eğer zikre tabi olacaksan bütün bu çiftleri kendisine döndüreceğini bildirmiştir.
Eğer O'nun yakınlığını istersen, onların O'na olan şevklerini de görürsün. O'nun şöyle buyurduğunu hiç işitmedin mi? "Her şeyden iki çift yarattık ki, öğüt alasınız". (Zariyat/49) Yani onlar vasıtasıyla Allah'ı zikretmeniz ve onlar sayesinde Allah'a iştiyak duymanız için her şeyi iki benzer ve iki şekil halinde yarattık. Allah Teala bu buy­ruğunun hemen ardından "O halde hemen Allah'a sığının". (Zari-yat/50) buyurmuştur. Yani, çift yaratılan bu şeylerden kaçarak zühd sahibi olun ve Allah'a sığının. O, bu ayetinin akabinde de şöyle bu­yurmaktadır: "Allah ile beraber başka bir tanrı uydurmayın". (Zari-yat/51) Yani O'ndan başkasına uluhiyet atfederek Allah'a şirk koş­mayın. Gözleri ve kalpleriyle müşahede eden mukarrebun zümresi­nin Allah'ın kelamından işittiklerim anlama şekilleri budur. Onlar, işte bu anlayışla Allah Teala'nm emirlerine boyun eğerler. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır: "Ancak işitenler icabet ederler" (En'am/36); "İman eden ve salih ameller işleyenler icabet ederler" (Şura/26) Al­lah Teala da onlara lütfuyla daha fazla sevap bahşeder. Peki kendi­sine çok uzak bir yerden nida edilen nasıl işitebilir? Aynı şekilde kal­binde kilit bulunan inatçı biri nasıl görebilir? İşitmeyen biri nasıl icabet edebilir? Görmeyen biri nasıl şahitlik edebilir? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır kılar". [36][36]Heva, kulu hakka karşı kör ederken, şehvet de nasihat ve doğruluğa karşı s ağırlaştırır.
Buna karşın Allah Teala'yı sevdiğinizde daima O'na bakarsınız. O'na baktıkça gözleriniz O'ndan başkasını görmez olur. Eğer O'na yönelirseniz, daima O'na kulak verirsiniz. O'na kulak verdikçe ku­laklarınız O'ndan başkasını işitmez olur. Eğer Allah da sizi sever­se, gözünüz, kulağınız, kalbiniz, eliniz, yardımcınız ve destekçiniz olur. O'na dua ettiğinizde size icabet eder, istediğinizde verir, siz O'na samimi davrandıkça O da size karşı samimi olur. Bize ulaşan hadislerde de bu hususlar teyid edilmektedir.
Daima O'nunla meşgul olmanız, sizi kendinizle meşgul olmak­tan, daima O'nunla beraber olmanız sizi bizzat kendinizle beraber olmaktan uzaklaştırır. Böyle olunca da O'nu kendi nefsiniz, arzula­rınız ve dünyevi isteklerinizle dinlemez, görmez ve katında bu şe­kilde hareket etmezsiniz. Bu, bir habibin habibi yanındaki hareket tarzının niteliği, bir mahbubun kendi mahbubunu metin kılmasına dair ihbarı mahiyetindedir. Kul, bu hakikati zanne'l-yakin ile değil aynel-yakin ile görür ve zikrettiklerimize kulak verirse, vaktin ne kadar da hızlı geçtiğini ve telafisinin de mümkün olmadığım idrak eder ve kaçırdığı vakitler için büyük bir kaygı ve hüzne kapılır.
Geçmiş vakitlerde kaçırdıklarından duyduğu pişmanlık ile gele­cek vakitlerinde önceki kaçırışına başka bir kaçırış ilave etmez. Böyle yapması halinde yeni bir hüzün ve nedamet hissine duçar olacaktır. Böyle bir kul, sonradan pişman olacağı, sonundan hayır umulmayan ve ahirette gıpta edilemeyecek kötü amellere de elbet­te bulaşmayacaktır.
Gafletinin son deminde uyanan kulun durumu; o gün yapması gereken bir amel bulunduğu halde boş bir dalgınlık veya unutturu-cu bir uykudan dolayı onu savsayan ve o sabah yapması gereken ameli ancak ikindi vaktinden sonra hatırlayan kulun haline ben­zer. Bu kul, günün kalan vaktinde sabahleyin kaçırdığı ibadeti te­lafi etmek için nefsinde hırs, acele, sürat ve gayretkeşlik taşımaz. Aksine günün kalan kısmının geceye kadar uzatılmasını veya gü­nün ilk kısmının telafi için tekrar geri döndürülmesini arzular. İş­te bu, gaflet uykusundan çok geç uyanan tevbekar kulun halidir.
Böyle biri, ölümden sonra vakitlerinin çoktan dolup bitmiş ve kaçırdıklarını da telafi etmenin imkansızlaşmış olduğunu kesin olarak gördükten sonra uyanır. İşte bu, kula en büyük pişmanlığın çöküş anıdır. Yakin sahiplerinden olan akıllı kullar ise, kısacık öm­rün kalan bölümünde acele etme ve gayret sarfetme ihtiyacı duyar­lar. Çünkü geçmiş zamanda kaçırılan şeyleri telafi etme düşünce­siyle meşgul olarak gelecekte olan amelleri kaçırmak, ikinci bir kaybedişten bşka bir şey değildir. Uyanık kul, gayretkeşliği saye­sinde her vakti vaktinde değerlendirir ve her saatten bir nasip sa­hibi olur. Amellerinin hazineleri olan saatlerini, peyderpey doldu­rur ve böylelikle saat haznelerinin hepsi de dolmuş olur. Bunda hassas davranmasının sebebi, ileride saat haznelerini boş olarak görmeme isteğidir. Yoksa göreceği boşluklar, kendisi için büyük piş­manlıklara sebep olacaktır.
Amellerde daha fazlasını temenni eden Rica ehlinin uyacakları yol budur. Onlar, dünyada daha fazla kalarak Rablerine daha gü­zel hizmetlerde bulunmak isterler. Sırat üzere müstakim olan tev­bekar kulların makamı budur. Onlar, geçmişte kaçırdıklarını da te­lafi edebilmek için yaşadıkları saatleri dolu dolu geçirmeye gayret ederler. Ulema nezdinde, akıl ve ihtiyatın gereği de budur. Eğer ahiret hesabı, söylendiği gibi zor ise, kul Allah Teala'nm hüsn-ü tevfiki ile ondan salimen sıyrılır. Eğer onun umduğu gibi kolay ise, o zaman da amelleri derecelere, faziletleri de makamlara dönüşür. [37][37]


Vakitlerin kaçırılma korkusuyla zamanında idrak edilmesi, bir ye­rin değil de başka bir yerin temenni edilmesi veya içinde bulunu­lan vaktin düşüncesi dışında başka bir vaktin beklenilmesi veya bir hali bırakıp başka bir halin gelmesini bekleme şeklinde olamaz. Asıl olan; günün orucunu tutmak, gecesinde kıyam etmek, bir saatinde Allah'ı zikretmek, kalbin dağınık tasalarını toparlamak veya hatıra gelen kötü bir tesiri kaldırmaktır. Bu, göze sahip çık­mak, kulağı boş ve çirkin sözlere karşı korumak, kötü işlerden el çekmek, kirli yollara ayak basmamak, çirkin sözlere karşı susmak, lezzetli bir lokmayı terketmek. gıdayı eksiltmek, yemek yiyecek bi­ri için açlık halini uzun tutmak, güzel bir şeyi emretmek, çirkin bir işten nehyetmek, güzel bir şeye niyetlenmek, kötü bir şey için yapılan niyeti bozmak, daima tevbeyi tazelemek, kalbi tefekkürle ça­lıştırmak, sû'i zannı akıldan atmak, hüsnü zan sahibi olmak, doğ­ru yol üzere olmak, bir maksad için azmi sıhhatli kılmak, azimeti güçlendirecek sebeplere sarılmak, iyilik ve takva üzerinde yardım­laşmak şekillerinde de olabilir.
Bütün bunlar, aynı anda olabilecek fiillerdir. Kul, bunları yaşa­dığı anda yapar ve asla geleceğe tehir etmez. Bunlar için başka bir zamanın gelmesini ne umar, ne de böyle bir beklenti içinde olur. Bunları, yaşadığı an dışında başka bir vakte tecil etmediği gibi, bunları yapabilmek için bulunduğu mekanın dışında başka bir me­kan da aramaz. Vakitleri kaçırmamak kaygısıyla içinde bulundu­ğunuz anda idrak edebilmenin yolu işte budur.
Aksi halde erteleme, tecil etme, savsaklama, bekleme ve temen­ni etme gibi haller ortaya çıkar ki bunlar da İblis'in askerleridir. İb­lis, bu askerlerini kullanarak müridlik yoluna düşenleri yoldan çı­karır. Bu da, aldanmışlarm makamı ve Allah'ın hükümlerini geçer­siz kılanların halidir. Onlar sadece nefislerine dayanan, hevalarıy-la başbaşa bırakılan, yaşadıkları andaki amelleri idrak etmeyen ve yarınları için hiçbir hazırlık yapmayanlardır. Allah'ı unutmuşlar, Allah da onları unutmuştur.
Vakit, tükendiği zaman kaybolan ve hüküm gününe dek asla tekrar varolmayacak olan bir şeydir. Saatler de böyle olup geçip git­tikleri zaman dürülüp kaldırılır ve diriliş gününe dek bir daha açıl­mazlar. Ancak benzerleri ve emsalleri açılmaya devam eder. Yakin sahibi olan kul, bütün ömrünün aslında bir gün, bir gününün tek bir saat, o tek saatinin de yaşadığı o an olduğunu bilir. Yine bilir ki, kendisinin vakti o anki hali, hali ise kalbinin o anki durumudur. O halinden kalbi için bir şeyler alarak amelinin sonuna kadar kendi­sini Rabbine yakınlaştıracak bir şey yapmış olur. Bu esnada ilmi­nin gösterdiği en faziletli ameli ve Mevla'sının mendup gördüğü fi­ili ifa eder. Ölümün kendisini ansızın yakalaması da mümkündür. Ölüm, amelinin hatimesi olur ve Rabbinin huzuruna o an yapmak­ta olduğu amel ile gider.
Kul, daha sonra vaktinden hali için bir şeyler alır ve bunlarla kalbini İslah ederek takviye eder ve onu Rabbine muhlis kılar. Kul, bundan sonra saatlerinden vakti için bir şeyler alır ve bunlarla Rabbi katındaki halini güzelleştirmeye çalışır. Gününden saatleri için bir şeyler alır ve bunlarla o saatlerdeki halinin İslahını sağla­maya çalışır ve ihtiyaçlarını karşılar. Ayından da günü için bir şey­ler alır ve ayı günü, günü saati olur. Saati sayesinde vaktiyle, vak­ti sayesinde de haliyle sürekli meşgul olmuş olur. Böyle davranan kul, vaktine riayet etmiş, halini muhafaza etmiş, nefsi üzerinde ha­kim, kaygı ve tasasını Allah'a has kılmış, nefeslerini sayan, kendi­sini gözetleyeni murakabe eden ve Habibi ile aynı meclisi paylaşan bir kul olur. Ondan çıkan her nefes, ya Rabbinin zikriyle, ya nime­tinin şükrüyle, ya O'nun sevgisinden doğan sabrıyla, ya çok ağır bir şartta O'na rıza ile geçer.
Kul, böyle bir hale ulaşmak suretiyle devamlı kendisini gözetle-yene bakar, kendisine en yakın olana kulak verir ve en sevdiğine gi-' der olur. O'ndan başkasına bakmaz, O'ndan başkasını düşünmez hale gelir. Böylelikle bütün ömrünü bir gün, günü bir saat, saati an, anı hal, hali nefes, nefesi murakabe, murakabeyi karşılaşma kılmış olur ve asla sapmaksızm daima O'na yönelip asla dönmeksizin O'na yakınlaşma yolunda yürür. Bu hal üzere iken imanında artış, yaki-ninde ise sürekli tazelenme içinde olur. Hayatın güzellikleri kendi­sine hesapsızca verilir, kalbindeki perde kaldırılır. Marifet, onun makamı olurken günleri kısalır. Bütün vakitleri, Tek olana mahsus olan tek bir vakit, kalbi de Tek olanla dolu olan tek bir kalp haline gelir. Bütün gayretleri Tek olana mahsus olan bir tek gayrete dönü­şür. Bu, peygamberler gibi misal gösterilen abdal zümresinin hali­dir. Yakin sahipleri arasmda bile böylelerinin sayıları hayli azdır. Böylesi kulların, yakinden aldıkları nasip ise oldukça boldur. Bun­lar, sıddıklar ve mukarrebun zümresindeki kullardır.
Yukarıda zikrettiğimiz hususları yakin üzere bilenler, salihler-dendir. Bunlara iman eden ve asla şüphe duymayanlar ise tasdik imanına layık olarak yakin sahibi Mûkinun zümresinde yeralırlar. Bunları kesin bir şekilde müşahede ederek, haklarında mütalalara sahip olanlar ise şahitler arasında zikredilirler. Zikrettiğimiz hu­suslar müminlerin murakabeleri, mukarrebunun şehadetleri muh­tevasından olup bunlardan birini idrak eden kul, tevbe ve ilim üze­re ameli şahsında toplamış olur. Makamı tevbe, hali istikamet olan bir kul, muhibbanm şehadeti mertebesine yükseltilir.
Makamı ilim, hali de ilmiyle amel olan bir kul ise, korku ehlin­den sayılır. Bu ikisi; daimi olarak Karîb'in yakınlığıyla vecd bulan, Şehîd'in huzurunda şehadet eden arif kulun halleridir. Böyle bir kulun nefesleri ve bakışları dahi salih amellerden, eserleri ve dav­ranışları hasenattan, fikirleri ve zikirleri müşahedattan kabul edi­lir. Onun bütün hareketlerinde kalbi hazır ve uyanıktır. Arif, işte bu şekilde daimi vecd sahibi olarak vasfedilmiştir.
Arifler zümresinden olan bir zat bana şunu nakletti: Bir defa­sında, kendisini tamamen Allah'a kulluğa hasretmiş murakabe eh­linden birini ziyaret etmiştim. Bana şöyle dedi: Allah Teala'nm lüt­fettiği nimetlerden sadece bir türünden yirmidört bin nimet say­dım. Dedim ki: Bu nasıl olur? Bana dedi ki: Gece ve gündüz esna­sındaki nefeslerimi saydım ve yirmidört bin nefes olduğunu gör­düm. Denir ki: Göz açıp kapamalar, bu sayının tam bir mislidir. Çünkü her nefeste göz iki kere açılıp kırpılır veya hareket ettirilir.
Başka bir zattan şöyle bir rivayet işittik: Allah Teala, peygam­berlerinden birine vahyederek şöyle buyurmuştu: Üzerindeki ni­metlerime karşılık şükrünü nasıl eda edebilirsin? Kökünü yumu-şatsan veya ucunu kısaltsan da tenindeki her kılda senin için iki nimetim vardır.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: -Bu sözün benzeri, Ali'den (kv) rivayet edilmiştir-. O şöyle derdi: Kulun ömründen kalan kısım dı­şında kırmızı kibritten daha değerli hiçbir şey yoktur. Yine o şöyle demiştir: Ömürden kalan kısmın mikdannı ancak peygamberler ve sıddıklar bilebilir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Ömrün kalan kısmını ancak kırmızı kibritin kaynağını bilen bilebilir. Denir ki: Kırmızı kibrit, karanlıklardan doğan bir kaynak olup sadece abdal zümresi tarafından bilinebilir. Kırmızı kibrit, som altının yapıldığı kimyasal terkiptir. Bu terkipten az bir şey dahi kullanılmış altın cevherine atıldığı zaman altın olduğu hal üzere kalır. Aksi halde al­tın yıllar içinde bozulup değişir.
Kırmızı kibritle ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiş herhangi bir hadise rastlamadım. Bununla ilgili duyduğum tek hadis, Ali'ye (kv) ait olup abdal zümresinin vasıflarını anlatan hadistir. Bu hadisin son kısmında şöyle buyrulmaktadır: "Ümme­timde kırmızı kibritten daha değerli bir şey yoktur". Allah Resulü  (sav) saf altını da sadece İbtila' hadisinde zikretmiş ve şu manada buyurmuştur: "Allah Teala kulunu, bela ile tecrübe eder. Tıpkı siz­den birinin altını ateş ile tecrübe etmesi gibi. Kullarından kimi, saf altm, kimi de yanmış kara cüruf çıkar, kimi de bu ikisi arasında bir şekilde çıkar".[38][38]



Bu fasılda mukarebun zümresinin makamlarını, yakini iman sa­hiplerinin hallerini ve Allah rızasından uzaklaştırılan gafillerin durumlarını mütalaa edeceğiz.
Kul, bir Önceki fasılda belirttiğimiz vasıflara sahip olduğu za­man Allah Teala'nm haklarında şu ayet-i kerimede buyurduğu in­sanlar arasında sayılır: "Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar ki şehadetlerinde kaimdirler". (Me'aric/32-33) Arif­lerden bir zat şöyle demiştir: Kulun Ömrü, Allah Teala'nm bir ema­netidir. Öldüğü zaman Allah Teala kendisini bu emanet hakkında sorguya çekecektir. Eğer onu ihmal etmişse, Allah Teala'nm ema­netini zayi etmiş, O'nun ahdini terketmiş sayılacaktır. Eğer vakit­lerini gözetip saatlerini Allah Teala'nm itaat ve kulluğunda geçir-mişse Allah Teala'nm emanetini muhafaza etmiş, O'nun ahdine ve­fa etmiş sayılır. Bu durumda, Allah Teala da kendisine olan ahdin­de duracaktır. O, buyurdu ki: "Benim ahdime vefa edin ki, ben de sizin ahdinize vefa edeyim ve yalnız Ben'den korkun". (Bakara/40) Ahdinizi terketmeniz halinde doğacak neticeler bakımından yalnız Allah'tan korkmanız gerekir.
Allah Teala, başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunup da ardınca yine Al­lah'tan bir şahid olarak (Kur'an) gelen, ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın kitabı gelmiş olan kimse gibi mi­dir?". (Hud/17) Ayetteki 'şahid'Allah Teala'nm ona karşı makamı­na beyan ile şahit olup yakini şehadette bulunan, nıanasmdadır.
Böyle biri, kötü ameli kendisine süslü kılınıp nevasına uyan ve he-vasım Allah'a itaata tercih eden kimse gibi olur mu? Ayette tavsif edilen kul, şehadeti ile kaim olup kendisine şahit olan Allah Tea-la'ya tabi olan ve mabudunun muhabbeti üzere müstakim olan bir kuldur. Allah Teala, aşağıdaki ayet-i kerimede bu kullarım vasfe-derek şöyle buyurmuştur: "Onların taptıkları da, Rablerine yakın olabilmek için vesile ararlar. O'nun rahmetini umar ve azabından korkarlar". (İsra/57)
Allah Teala, iman hakikatini idrak edenleri medhederken de şöyle buyurmuştur: "O'nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını arttırırlar. Ve onlar Rablerine tevekkül ederler". (En-fal/2) Yani Rablerine olan imanlarını alamet ve delaletleri artar ve onlar sadece Allah'a güvenir, yalnız O'na bakar, her halükârda O'na itimad eder, O'nun huzurunda herşeyden mutmain olur ve yalnızca O'nun katında herşeyden azade olarak vecd bulurlar. Al­lah Teala, bundan sonra şöyle buyurur: "İşte hakiki müminler on­lardır. Onlara Rableri yanında dereceler vardır". (Enfal/4)
Hak Teala'nm haklı olarak medhettiği, yüce derecelere yerleş­tirdiği ve değerli rızıklar bahşettiği hakikat ehli tevekkül sahiple­ri, kesinlikle onların ardından zikrettikleri gafiller gibi değildirler: "Müminlerden bir fırka isteksizdirler ve kendilerine açıkça beyan olduktan sonra hak hususunda seninle mücadele ederler". (En-fal/5) Yine O, bu tür insanları tavsif ettiği başka bir ayette şöyle bu­yurmaktadır: "Allah'ın ayetleri üzerinde ancak inkar edenler mü­cadele ederler". (Mü'min/4) Allah Teala, bunların hallerini, düş­manlarının makamlarının benzer bir vasfı kılmıştır. Çünkü onlar da nevaları üzere gitmektedirler.
Allah Teala, salihlerin makamını da aşağıdaki ayette zuhdlerin-deki hakikiliğe dayanarak sıfatlarıyla bir tutmuştur: "Kim O'na mümin ve salih ameller işlemiş olarak gelirse, işte onlar için yü­ksek dereceler vardır". (Taha/75) Allah Teala Aliyy yani en yücedir. O'nun dostları da elbette, yüce mevkilerde olacaklardır. Onların yüce derecelerde olmaları, en yüce olan Allah Teala ile beraber ol­malarındandır. Bizler, en aşağıda olanlarız, çünkü bulunduğumuz dünya, adından anlaşılacağı üzere en aşağıda olan yerdir.
Allah Teala, kendi zikrinden yüz çeviren ve sadece dünya haya­tını isteyenleri de vasfetmiştir. Hak Teala, dünyadan yüz çevirmelerini emrettiği halde onlar, ya en aşağı olan dünyayı talep ettikle­ri, ya da cehaletleri ve imanlarının zayıflığından dolayı mağfireti sürekli erteleyerek yaşadıkları için bu emre riayet etmemişlerdir. Allah Teala, onları vasfederken şöyle buyurmaktadır: "Bunlar, al­çak dünya malını alıyorlar da: 'Bize mağfiret olunacak' diyorlardı". (A'raf/169); "Bizim zikrimizden yüz çeviren ve sadece dünya haya­tını isteyen kimselerden yüz çevir". (Necm/129)
Allah Teala sadakat sahibi sadıkları vasfederken de şöyle bu­yurmuştur: "Müminlerden Allah'a verdikleri ahitte sadakat eden nice erkekler vardır". (Ahzab/23) Bunların mukabilinde yer alan kimseleri anlatırken ise şöyle buyurmaktadır: "Yapamayacağınız şeyleri niçin söylersiniz? (Bu) Allah katında çirkinlik bakımından çok ağırdır". (Safî/3) Ahitte sadakat ile vasfedüenlerle, sözünde durmamakla vasfedilenler arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
Allah Teala başka bir taifeyi nitelerken de şöyle buyurmakta­dır: "Andolsun ki İblis, onlar aleyhindeki zannı doğru çikardı. İçle­rinde müminlerden ibaret bir topluluk dışındakiler ona uyuverdi-ler". (Sebe720) O, bu ayetinde, dostlarını iblise uyma derekesinden uzak kılmış, müminlerden bir kısmını ise ona uyanlar olarak gös­termiştir. Müminlerden bir topluluk iblisin zannını doğru çıkar­mışlardır. Ancak sıddıklar, şehitler ve salihler ona uymayarak ibli­sin zannını boşa çıkarmışlardır. Bunlar refik olarak en güzel insan­lardır. İşte bunlar, hakiki manada tevekkül eden müminlerdir.
Allah Teala bunları vasfederken şöyle buyurmuştur: Şeytanın onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur ve onlar Rablerine tevekkül eder­ler". (Nahl/99) Canını ve malını Mevla'ya olan muhabbetlerinden dolayı satanlar, elbette Hak Teala'nm, cimrilik ederek kinlerini kusmamaları için kendilerinden canlarını istemediği kimseler gibi olmazlar.
Allah Teala müminler arasında böyle bir taifenin bulunduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur: "Allah size ecrini verir, hem de sizden bütün mallarınızı istemez. Eğer sizden onların hepsini ister de, sizi buna zorlarsa; cimrilik edersiniz, bu durumda bütün kinle­rinizi meydan çıkarır". (Muhammed/36-37) Ayetteki 'Ihfâ' kelimesi, tamamını isteme nıanasmdadır. Allah Teala, müminlerden malları­nın tamamını vermelerini istememiş aksine nefslerinde zühde davet ederek az olanla iktifa etmiştir. 'Edğân' kelimesi ise, kinler ma-nasmdadır. Buna göre Allah Teala o kimselere şöyle demek iste­mektedir: Sizler, istenme makamında değilsiniz. Çünkü cimri olan, zühd sahibi olamaz. Zira zühdün başı, cömertliktir. Cömert olama­yan kimse zahid de olamaz. Dünyada zühd sahibi olmayan da Al­lah Teala tarafından sevilmez. Çünkü Allah Teala, kulu kızdıran şeyi sevip nefsinin hoşlanmadığı şeyi yapmasını diler.
Mevla'ya O'nun emrettiği ahlak gereği muamele etmeyen ve rı­zasına uygun olan işleri yapmayan kimse, O'ndan uzaklaştırılır ve sıfatlarını müşahede etmemesi için önüne perdeler gerilir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Sizler dünya malını istiyor­sunuz, Allah ise ahireti ister". (Enfal/67) Aynı manada Allah Resu­lü de (sav) gidilecek yer hakkında tebliğde bulunarak şöyle buyur­muştur: "Allah'ın seni sevmesini istediğinde dünyada zühd sahibi ol". Bu taifeden olan müminlerin kalplerinin ne kadar boş olduğu­nu tarif edemezsiniz. Allah Teala da onları vasfederken 'Eğer onlar­dan bütün mallarını istese, kinleri meydana çıkar. Çünkü onlar, Al­lah'ın kendilerine giydirdiği kisveden dolayı O'na karşı büyük bir aldanış içindedirler" manasında buyurmuştur. Onların ecelleri gel­diğinde Allah Teala, kendilerini görür olacaktır. Ancak Allah Teala, sadece sevdiği kullarından fedakarlık ister. Bu, O'nun bu kullarına olan bir ikramı gereğidir. O kullar da istendiği zaman bütün mal­larıyla hayra koşarlar.
Allah Teala cömert ve ikram sahibidir. O'nun katında isteyince tamamını istemek de büyük bir şey değildir. İstediği şeylerin tama­mı, mallar ve canlardır, Allah Teala, ancak kendi ahlakı ile ardakl­andırdığı kimselerden ister. Kulun üzerinde Allah'tan gayrı bir şey olmadığında, Mahbubu olan Allah Teala onun herşeyini ister. Fani dünya malı kulun kalbinde daha ağır bastığında ise, kulun kini or­taya çıkar. Allah Teala da böyle bir kuldan hiçbir şey istemez. Ku­lun verecek bir nefesi ve azıcık da olsa malı kalmadığı zaman cö­mert olan Allah Teala onun bedeli olur. Cebbar olan Allah, onun ca­nına karşılık bedel olur. Şu var ki Allah Teala, mlaa karşılık cenne­ti vereceğini beyan ederken, cana karşılık kendi zatını vereceğini zikretmemiştir. Bunun sebebi, O'nun herhangi bir hüküm altına girmemesidir. Çünkü O, Hakim-i Mutlak'tır. Ayrıca bir bedele katılması da mümkün değildir, zira O, Ferd-i Mutlak'tır ve nefsini gizlemiştir. Yine O, bütün kulları için yol gösteren bir Delîl'div. O, yarattıklarını beyan ederek hepsinin de kendisine dönücü olduğu­nu zikretmiştir.
Velilerinin Allah hakkındaki anlayışları budur. Hiçbir şerikin ortak koşulmadığı ve kendisinden başka hiçbir varlığın dahil edil­mediği halis muhabbetin özü de işte budur. Allah Teala'yı bu şekil­de seven muhibbamn vasfedilmesi de doğru değildir. Çünkü onla­rın halleri, vasfedilemeyecek kadar ulvidir. Onların makamları da, akli ilimlerin ve zamanın kavrama hudutlarını aşacak mahiyette­dir. Allah Teala, şu ayetlerle de bunu teyid etmiştir: "Orada nefis­lerinin hoşlanacağı ve gözlerinin lezzetleneceği herşey vardır". (Zuhruf/71); "O'na kavuşacakları gün, sağlık dilekleri Selam'dır". (Ahzab/44); "Orada size canınız neyi çekerse vardır, ne isterseniz vardır. (Bütün bunlar) Gafur ve Rahîm olan Allah tarafmdn bir ağırlamadır". (Fussilet/31-32); "Eğer ölen kişi Allah'a yaklştırılmış-lardan ise artık rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır". (Va-kıa/88-89); "O, yaptıkları amellerden dolayı onların velisidir". (En'am/127); "Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah onla­rın amellerini görmektedir". (Al-i İmran/163)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde velayet ve muhabbet sahiplerinin vasıfları mevcuttur. Ayetteki 'Allah onların amellerini görmektedir' ifadesinde ise derece ve yakınlık sahiplerinin medhi yapılmaktadır. Yani Allah Teala bu kullarını, yaptıkları amelleri sebebiyle katında türlü derecelere layık görmüştür. Yine O, yaptıkları bu güzel amel­lerden dolayı onları kendisine veliler edinip kendine yakın kullar­dan kılmıştır. Ayetin bir başka kıraatinde ise, nifak ehlinin zemme-dilmesine dair bir mana çıkmaktadır. Buna göre ayetteki ifade 'Al­lah yaptığınız işleri görmektedir1 şeklinde olmaktadır. Yani Allah Teala, sizin yaptıklarınızın müminlerin yaptıkları ameller gibi ol­madığını kesin olarak görmektedir.
Bu manada Allah Teala'nm şu buyruğunu da zikredebiliriz: "Al­lah muhakkak ki onların kalplerindekini bildi ve onlara sekine in­direrek, kendilerini yakın bir fetih ile mükafatlandırdı". (Feth/18) Allah Teala başka bir ayette kalplerimizi vasfederken de şöyle bu­yurmuştur: "Muhakkak ki Allah, kalpleriniz dekini bilir. Allah her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olandır". (Ahzab/51) Daha son­ra hükmünü verirken bunun bir şaka olmadığını ve bu iki zümreyi denk tutmayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah kalplerinizde bir hayır görmüş olsaydı size muhakkak ki bir hayır verirdi". (Enfal/70)
O, daha sonra bunların zıddı olan kimseler hakkında da, müc­mel bir buyruğu tefsir edip açıklama makamında şöyle buyurmak­tadır: "Eğer Allah, onlarda bir hayır bulunduğunu bilseydi, elbette onlara da duyururdu. Ve bu hallerinde duyursan da yine aldırmaz­lar, döner giderlerdi". (Enfal/23) Yani bu kimselerin hidayet adına hiçbir varlıkları ve hiçbir nasipleri yoktur. Çünkü Allah Teala, on­ların kalplerinde hayrın bulunacağı bir mekan yaratmamıştır. Bu husustaki en kesin ve en açık söz budur. Akıl sahipleri için bu ka­darı kafidir. Şu ayette de buyurduğu üzere Allah Teala, onlar hak­kında bu hususun şahididir: "İman edenler kafirlerden ümidi kesip anlamadılar mı ki, Allah dileseydi insanlara hep birden hidayet bu­yururdu". (Ra'd/31) Müminler de işte bu ayete binaen o kimselerin hidayetinden ümidi kesmiş ve bu hususta asla mücadeleye giriş­memişlerdir. Çünkü Allah Teala, yoldan çıkardıklarını hidayete er­direcek değildir.
Ayette geçen <Ye'ise=ümit kesti' fiilinin, lügatta bilmek manası­na geldiği de söylenmiştir. Buna göre de ayet şöyle anlaşılmakta­dır: Müminler, Allah Teala'nm kendilerine bildirdiğini bilmediler mi? Ayetin son kısmı da bunu teyid eder niteliktedir. Müminler, kendilerine açık olarak beyanda bulunan Allah Teala'nm açıklama­sından sonra da hakikati görüp ona teslim olmadılar mı? Sonra Al­lah'a yönelip o kimselerden yüz çevirerek onların şerlerinden emin olmadılar mı? Hak Teala bu nıeyanda şöyle buyurmaktadır: "Ve iş­te Biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, kazandıkları dolayısıyla dost ve hakim yaparız". (En'am/129) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Görüyorsunuz ya, evvelkilerle bunların kalpleri tamamen benze-miş oldu". (Bakara/118)
Kalplerindeki bu benzeşmeden dolayı, Allah'ın buyruğu hakkın­da şüpheye kapılırlar. Allah'ın, kalbini sağlam kılıp ilimde derin­leşme nasip ettiği kimse ile, saptırdığı için tevil fitnesinin ardına düşen kimse arasında ne kadar da büyük bir fark vardır. Salih olduğu için Allah Teala tarafından dost edinilen kişiyle, Allah'dan yüz çevirdiği için sadece nefsinin arzularına meyleden kişi arasın­daki fark hakikaten çok büyüktür. Allah'a yakın kılınanların çeşit­li makamları olduğu gibi, O'ndan yüz çevirenlerin de kazandıkları­na göre yerleşecekleri dereceler vardır. Neticede bütün kullar, Al­lah Teala'mn şu iki hükmü arasında bir yerde olacaklardır. Onla­rın en üstünleri, O'nun lütuf ve inayetinin kapsamına girerken, en alttakiler de O'nun adaletinden kaçamayacaklardır.
Allah Teala bütün bunları beyan ederek şöyle buyurmuş-tur:"İman eden ve salih ameller işleyenleri, lütfuyla mükafatlan­dırması için". (Rum/45) İnsanların geneli için de şöyle buyurmuş­tur: "İman eden ve salih amel işleyenlere adilce karşılık vermek için". (Yunus/4) Görüldüğü üzere Allah Teala, velilerini 'Lütfü' ile tahsis ederken, insanların umumunu 'Adaleti' ile kuşatmıştır. Nice kalpler vardır ki, yalnız Allah'ı müşahede edip yalnız O'nu dinler ve sadece O'na meyleder. O kulların gayret ve kaygılarına galip ge­lecek olan da yalnız Allah Teala'dır. Yine onların kalplerine en ya­kın olan da O'dur.
Nice kalpler de vardır ki, sadece yaratılmışlarla dolu olup bü­tün tasası rızıktır. Onlar da sadece diğer insanlara bakar, yalnız onlardan menfaat umarlar. Yaratılmışlar, bunların en fazla iltifat ettikleri ve en yakın olduklarıdır. İşte bunlar, Allah Teala'mn rıza­sından uzaklaştırılan kimselerdir. Çünkü bunların sıfatlan, uzak­laşmadır. Bunlar, nefslerine mahkum olmuş kimselerdir. Nefsleri, bunlar üzerinde kafi bir hakimiyet kurmuş olup onun talimatla­rından uzaklaşamazlar. Bu da onların uzaklaşma (=bu'd) maka­mında olmalarına yol açmıştır.
Öncekiler ise, nefslerine boyun eğdirmiş ve onları kendi hü­kümleri altına alarak yakınlık (=kurb) makamlarına yerleşmiş kimselerdir. Kurb, bunların bariz sıfatıdır. Bu kimseler, Rablerine giden yolda öncülerdendir. Uzaklaştırılanlar ise, nefslerine bağla­narak Rablerinden uzak düşenlerdir. Allah Teala bu meyanda bu­yurdu ki: "Allah ile beraber başka bir ilah edinme, yoksa azap edi­lenlerden olursun". (Şu'ara/213)
Uzaklık, bir perdedir. Uzak kılman ise, azaptadır. Yakınlık, bir nimettir. Yakın kılınan ise, ziyadesiyle sevaptadır. Allah Teala'mn perdelenenlerin azap edilenler olacağına dair şu buyruğunu işitme­diniz mi? "Hayır, onlar o gün Rablerine karşı kesinlikle perdelen-mişlerdir. Sonra onlar kesinlikle cehenneme gireceklerdir". (Mutaf-fifm/15-16) Yakın kılınanların rahatları ve nzıklan hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Eğer ölen kişi Allah'a yakın kılınanlardan ise, artık rahatlık, güzel rızık ve Namı cenneti vardır". (Vakıa/88-89) Yakın olana rahatlık, sevgiliden güzel rızık ve nimet verenin yakınlığı sayesinde Naim cenneti vardır.
Ariflerden biri dedi ki rahatlık yakınlıkta, dirilme ise huzurdadır:
Hazır olduğumda gelir rahatım ve güzel rızkım Eğer gaip olursam, dünya bana mahpes olur. Senin arzunda rekabet etmeyip Senin için Kıskanç olmadığımda, ya kimin için rekabet edeyim?
Aynı zat, sıkıntının uzaklıkta, kederin ise kaybedişte olduğunu söyleyerek şöyle demiştir:
Sahibinin kovduğu kul neyler? Tabiblerin tıbbı ona fayda etmez ki. Boğazı düğümlenen su içerek bulur şifa, Ya boğazı suyla düğümlenen neyle bulur şifa?
Kendisini daima Rabbinin hizmetine adayan bir kul ile, kullara hizmetten geri durnıayrak sürekli onlann önünde eğilen kul ara­sındaki fark ne kadar da büyüktür! İnsanlardan uzaklaşıp kalbini anndıran kul ile ardı arkası kesilmeyen vesveselere mahkum olan kul arasındaki fark ne kadar da büyüktür! Mevla'ya karşı şevk ve özlem içinde olan bir kul, dünyaya kenetlenmiş ve nevasından baş­ka birşey düşünmeyen kuldan ne kadar da farklıdır!
İşte bunlar güzel amelleriyle Allah'a yaklaştırılan ve onlann zıddı olup kötülüklerle Allah'tan uzaklaştmlan kullann makamla­rıdır. Kul, hakiki manada takva üzere bir makamda bulunursa Al­lah Teala'dan medhü senayı hakeder ve nefsin nazlarından uzak durduğu için Karîb olan Allah'a yakınlık kazanır. Yüceler Yüce olan Hak Teala'mn medhü senasına mazhar olmak, talep sahiplerinin gayesi, rağbet sahiplerinin erişecekleri nihai noktadır. Bu fazilet, sadece takva sahibi velilerine, felah bulan hizbine ve salih kulları­na mahsustur. İşte onlar, pak ve temiz kalplere, titreyen ve zikre­den uzuvlara, üstün ve seçkin akıllara sahip olanlardır. Ashab-ı Ye­min arasında yer alan bu zevat üç makamda bulunurlar: Allah'ı bi­len ilim ehli; Allah'ı seven muhabbet ehli ve Allah'tan korkan kor­ku ehli. Bunlar, Allah Teala'nm yakın kılman has velileridir.
Allah Teala hazır olmlarını istediğinde hazır olan, hıfzetmeleri­ni istediğinde hıfzeden, şehadet etmelerini istediğinde şehadet edenler işte bunlardır. Bunlar, Allah Teala'nm ümmetine bahşetti­ği rehberleridir. Allah Teala da, kendisine götüren yolda onların Rehberi'dir. Kulları Allah Teala huzurunda toplayan da onlardır. Allah Teala da onları kendi huzurunda peygamberlerin abdalı, müttakilerin imamları, dinin direkleri, kuvvet ve metanet sahibi olan ve Kitab'm ilmine muttali olan rabbani alimlerle beraber Top-layıcı'dır. Allah Teala onları, kendisine götüren dosdoğru yola, sı-rat-ı müstakime iletmiştir. Onlar kalplerine daima nazar edilen, gece gündüz sürekli daha fazla sevaba mazhar kılınmak istenen kullardır.
Bu zümrenin dışında kalanlar ise müslümanlarm umumunu teşkil ederler ki bunlar arasında Kur'an okuyucuları, abidler, mü-cahede, zühd ve vird ehli başta gelir. Allah Teala, onlara da muhte­lif velayetler bahsetmiştir. Onları ameller ve seyahatlarda farklı farklı yerlere koymuş, kalplerinin teskin olup huzur bulabilmesi için ayetlerinden bazılarını kendilerine izhar etmiştir. O, kalpleri­nin şüphelerle dolarak helak olmamaları, şehvetlerin cazibesine kapılarak hak yoldan geri dönmemeleri için böyle yapmıştır. Bun­lar zahirin izharı ile meşgul olup batma karşı muhtelif zahirlerle perdelenmiş kimselerdir. Önlerine gerilen perdeyle neşelenen bu kimseler, sebeplere sarılır ve makamların üzerinde titizlikle dura­rak, melekût alemi ve ayetlerle örtünürler. Bunlar dünya sakinle­rinin ölülerinin mutluları, İlliyyun'dan diri olanların merhamet gö­renleridir. Çünkü bunların yakınlığı, Mukarrebun nezdinde uzak­lıktır. Müşahede ehli nezdinde de bunların mükaşefeleri perdeler­den öte gitmez, Allah ile karşılaşanlara göre ise, onlara verilen as­lında reddir.
Şu var ki Rablerinden bir hikmet ve rahmet gereği olarak nefis­lerine bakmalarından dolayı Allah Teala da onlara bakmış ve onla­rı, bulundukları hal üzere teskin etmiştir. Kalplerinin dağılmama­sı ve akıllarının şaşırmaması için onları bulundukları makamdan razı kimseler kılmıştır.
Hayırda ilk ve öncü olanlar ise, en yüce mevkide yer alırlar. On­lar kopmaz bir bağa sıkıca sarılmış olanlardır. Allah Teala'ya ba­karlar. Allah Teala da onlara bakar.
Onlar, Allah Teala'nm şöyle vasfettiği kimselerdir: "Öyle insan­lar vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için canlarını bile verirler. Al­lah, kullarına karşı çok merhametlidir". (Bakara/207) Onlar, dün­ya malına asla dönüp bakmazlar. Onların dikkat ettikleri tek şey, kendilerinin de Rablerinin de sevdiği ve rıza göstereceği bir hal üzere olabilmektir. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı olmuş­lardır. Bu, Rabbinden korkan kimse için geçerli olan bir haldir.
Bu kimseler daha önceki semavi kitaplarda da benzer şekilde vasfedilmişlerdir: Havariler dediler ki: Ey İsa, bize kendileri için korku olmayan ve üzülmeyecekleri bildirilen velilerin vasıflarını anlat. Dedi ki: Onlar, Kitab'm kendileriyle, kendilerinin de Kîtab ile konuştuğu, Kitab'm onlar ile bildiği, onların da Kitab ile bildik­leri, Kitab'm kendileri ile kaim olduğu, kendilerinin de Kitab ile kaim oldukları kimselerdir. İnsanlar eşyanın zahirine bakar iken, onlar eşyanın batınına bakarlar. Diğer insanlar, dünyanın geçici menfaatlarını tanırken, onlar dünyadan sonraki hali düşünürler. Dünyevi nimetler arasında kendilerini helak etmesinden endişe et­tikleri şeyleri öncelikle kendileri imha ederler. Kendilerini terkede-ceğini bildikleri şeyleri terkederler. Onların dünyevi lezzetlerle il­gili olarak nail oldukları kaybediş ve sevinçleri mahrumiyettir. Ön­lerine çıkan arızi dünyalıkları reddederler. Hak dışında kendileri­ne yönelen her şeyi yere vururlar.
Dünya onlar için yaratıldığında onu yenilemez, tahrib edildiğin­de ise imar etmezler. Dünya onların nefislerinde öldüğü zaman, onu diriltmeye çalışmazlar. Onlar dünyada iken ahiretlerini bina eder ve ölümün hatırasını sürekli canlı tutar, dünya hayatının zik­rini ise silmeye gayret ederler. Onlar Allah'ı ve O'nu zikretmeyi se­ver, O'nun nuruyla aydınlanıp görülmemiş hayırlara giden yolu onunla aydınlatırlar. Onlarda hayırların heryerde görülemeyecek kadar alışılmamış olanları vardır.
Söz bakımından Allah'dan daha güzel olan kimdir? Allah Teala da onları vasfederken şöyle buyurmuştur: "Zahitler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nın muhafazasına memur edilmiş olmaları ve bu­nun üzerine şahit bulunmaları dolayısıyla". (Maide/44) Yine O, şöy­le buyurmaktadır: "Allah şu hakikata şehadet eyledi ki: Kendisin­den başka ilah yoktur. Bütün meleklerle adalet ve hakkaniyeti ayakta tutan ilim sahipleri de (bu hususta şehadet eylediler)". (Al-i İmran/18) Bu ayetin garib bir kıraatinde şahitlik edenlerin daha öncekilerle birleştirilmesine dair bir mana çıkmaktadır. Buna göre, bir önceki "Onlar sabredenler, sadakat gösterenler... ve seher vakit­lerinde Allah'tan mağfiret dileyenler" (Al-i İmran/17) ayetinde zik­redilen kimseler, şehadet bakımından Allah Teala, melekler ve ilim sahipleriyle birleştirilmektedirler.
Allah Teala buyurdu ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve kendilerinde Kitab ilmi bulunanlar yeter". (Ra'd/43) Mu­hakkak ki bu son vasıf, bütün vasıfların üstünde bir niteliğe sahip olup, bütün sıfatları ihtiva etmektedir. Yukarıda anlattığımız Mu­rakabe ve Müşahede'nin yedi makamını, iki hal cemetmektedir. Bu iki hal, aynı zamanda bütün makamların da mecrasını teşkil et­mektedir. Kerametlerin birçoğu da bu iki halden çıkartılmaktadır. Bunların ilki, ilim makamında korku hali, ikincisi ise amel maka­mında rica ve umut halidir.
Allah'ı bilme (=ma'rifetullah) makamına sahip olan ve Allah korkusu (=mehâfetullah) halini üzerinde taşıyan kul ile, Allah'tan ümit etme makamına sahip olan ve muamele hali üzere bulunan kul, bütün makamları kendinde toplamış sayılır. Allah Teala bu manada buyurdu ki: "Allah'tan ancak alim kulları (hakkıyla) kor­kar". (Fatır/28); "Kim Rabbinin karşılaşmasını umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbinin kulluğuna hiç kimseyi ortak koşmasın". (Kehf/110) [39][39]



Bu fasılda kalp ehlinin kalplerine doğan his ve fikirleri, kalbin hu­susiyetlerini ve onun nurlar ve mücevherlerle donatılmasını anla­tacağız.
Allah Teala buyurdu ki: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini ilham edene". (Şems/7-8) Yani nefse kötülük ve takva kabiliyetlerini yerleştirene andolsun. Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne tür vesveseler vermekte olduğunu biliriz". (Kaf716); "Bunun üzerine nefsi ona, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi ve onu öldür­dü". (Maide/30); "O sinsi vesvesecinin şerrinden, ki o insanların kalplerine vesvese verendir". (Nas/4-5); "Muhakkak ki şeytan sizin için bir düşmandır. Öyleyse onu düşman edinin. O ve hizbi, insan­ları cehennemliklerden olmaya çağırırlar". (Fatır/6); "Şeytan onla­ra hakim olmuştur da onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur". (Mü­cadele/19); "Şeytan, sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size kötü­lüğü emreder". (Bakara/268); Allah Teala, düşmanımız olan şeyta­nın ağzından şunu da haber verir: "Beni azgınlığa uğratmana kar­şılık ben de onları saptırmak için muhakkak Senin doğru yoluna oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım". (A'raf/16-17)
Bu meyanda Allah Resulü'nden de (sav) şu hadis rivayet edil­miştir. O buyurdu ki: "Şeytan Adem oğlunun bütün yolları üzerine oturur. O, îslâmın yolu üzerine de oturur ve şöyle der: Yoksa İsla­ma girip de kendi dinini ve atalarının dinini terk mi edeceksin? Ki­şi onun sözüne uymayıp islam girdiğinde bu kez hicret yolu üzeri­ne oturur ve şöyle der: Yoksa kendi toprağını ve semanı terkederek göç mü edeceksin? Kul, onu dinlemeyip hicret ettiğinde bu defa ci-had yolunun üzerine oturur ve şöyle der: Yoksa malını ve canını harcama pahasına cihad edip savaş mı edeceksin? Belki öldürülür­sün de karıların başkalarıyla nikahlanır. Kul bu yolda da ona kar­şı çıkıp cihad eder. -Allah Resulü (sav) bu noktada şunu söylemiş­tir:- Kim böyle yapar ve ölürse, onu cennete koymak Allah Tea-la'nın üzerinde bir haktır" [40][40]
Allah Teala şeytan hakkında onun ağzından şu sözleri de nak­lederek buyurmuştur ki: "Andolsun ki kullarından muayyen bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları olmayacak ku­runtulara boğacağım ve onlara mutlaka emredeceğim de hayvanla­rın kulaklarını yaracaklar, yine onlara emredeceğim de Allah'ın ya­rattığım değiştirecekler". (Nisa/118) Osman b. Ebi'l-As'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Dedi ki: Ey Allah Resulü, namaz ve kıra­at ile arama şeytan girdi. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Bu, Hanzeb denilen bir şeytandır. Onun varlığını hissettiğin zaman on­dan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa tükür. Böyle yaptım ve Al­lah Teala onu benden uzaklaştırdı". [41][41]
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen başka bir hadiste ise şöy­le buyrulmaktadır: "Abdestin de Velhan denilen bir şeytanı vardır. Ondan Allah'a sığının". [42][42] Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmektedir: "Muhakkak ki şeytan Adem oğluna kanın aktığı mecralardan -damarlardan- girer" [43][43] Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Hiç kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın. Dediler ki: Peki senin de var mı ey Allah Resulü? Buyurdu ki: Benim de. Ancak Allah Teala ona karşı bana yardım etti de müslüman oldu". [44][44]
İbni Mesud (ra) der ki: Müsned bir tarik ile Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet ettik: "Kalpte iki ses vardır. Bir ses melekten ge­lir ve hayrı öğütleyip hakkı tasdik eder. Diğer ses ise, düşmanın-sesidir ve şerri öğütleyip hakkı yalanlayarak hayırdan sakındırır"[45][45]Hasan el-Basri'den de (ra) şu söz nakledilmiştir: İnsanın kalbinde iki tane kaygı vardır. Bu ikisi kalpte dolaşıp dururlar. Bunlardan biri Allah'tan diğeri de O'nun düşmanından kaynaklanır. Allah Te­ala, kendi kaygısına bağlı kalan kuluna rahmet eder ve onun gere­ğini yaptırır. Düşmanından gelenle ise mücadele eder.
Mücahid, Allah Teala'nm "O sinsi vesvesecinin şerrinden". (Nas/4) buyruğunun tefsirini yaprken şöyle demiştir: Bu, insanın kalbinde yayılmış bir düzlüktür. Kul, Allah Teala'yı zikrettiğinde bu düzlük daralır ve boğulur. Allah'ın zikrinden gafil olduğunda ise bütün kalbine yayılır. Ikrime de şöyle derdi: Vesvese veren "Vis-vas'm yeri, erkek vücudunda kalbi ve gözleridir. Kadın vücudunda ise bir şeye yöneldiğinde gözlerinde, sırtını döndüğünde ise arka­sındadır.
Cerir b. Abede el-Adevi dedi ki: Ala' b. Ziyad'a yakınarak şöyle dedim: Kalbimde vesveseye dair bir şey bulamıyorum, ne dersin? Bana şu cevabı verdi: Bu durum, hırsızların uğradıkları bir deliğin durumuna benzer. Eğer delikte bir şeyler varsa hırsızlar onları alırlar, aksi halde deliğin yanından ayrılıp giderler.
Ebu Salih de Ebu Hüreyre'den (ra) Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde bir nokta oluşur. Eğer bu günahtan vazgeçer, istiğfar ve tevbede bulu­nursa, o zaman nokta silinerek kalp parlar. Eğer aynı günahı tek­rar ederse noktalar artar ve sonunda kalbi tamamen kaplar. İşte bu, Allah Teala'nm "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları (gü­nahlar) kalplerinin üstüne pas bağlamıştır" (Mutffifin/14) ayetinde buyurduğu 'Rân=Paslanma' halidir"[46][46]
Ca'fer b. Burkan'dan rivayet edilmiştir ki: Meymun b. Mehran'm şöyle dediğini duydum: Kul, bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta konur. Eğer tevbe ederse, bu nokta kalbinden silinir. Mü­minin kalbinin bir ayna gibi parlak olduğunu görürsün. Öyle ki şey­tan ona hangi yönden sokulmak isterse istesin onu derhal görür. Günahlarda ısrarlı olana gelince onun kalbi siyah noktalarla kaplanmıştır. Kalbi tamamen kararıncaya kadar da noktalanmaya de­vam eder. Sonunda şeytanın ne taraftan geldiğini göremez olur.
Kalplerin taksimi babında, Allah Resulü de (sav) şunu haber vermiştir: "Müminin kalbi, tamamen tecrid edilmiştir ve içinde parlayan bir lamba bulunur". [47][47] Ebu Said el-Hudri, Ebu Kebşe el-Enmari ve bir kısmı da Huzeyfe'den (ra) olmak üzere şöyle bir ha­dis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kalpler dört çeşittir: Birinde parlayan bir lamba vardır ki bu, müminin kalbidir. Biri kara ve kirlidir ki bu kafirin kalbidir. Biri kapalı ve kapağı üzerine sıkıca bağlıdır ki bu münafık kalbidir. Bir kalp de vardır ki yaprak yaprak olup hem iman, hem de nifak doludur. Kalpteki iman, temiz bir suyla sulanan bakla tanesine benzer. Kalpteki ni­fak ise kusmuk ve irin ile beslenen bir yara gibidir. Bunlardan han­gisi daha çok besliyorsa kalpte ona hükmedilir[48][48]  Hadisin başka bir lafzında 'Hangisi ağır basarsa kalp ona gider1 buyrulmaktadır.
Kendisinden daha doğru sözlü hiçbir varlık bulunmayan Allah Teala buyurdu ki: "Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, oturup düşünürler de derhal basiretlerine sahip olurlar". (A'raf/201) Rivayete göre kalbin cilası zikirdir" ve müminin kalbi, onunla basiret sahibi olur. Zikrin kapısı takvadır. Kul, takvası ile Allah'ı zikreder. Takva, ahiretin kapısıdır. Heva ise dünyanın kapısıdır. Allah Teala kullarına zikri emretmiş ve onun takvanın anahtarı olduğunu haber vermiştir. Çünkü zikir, bir ma­nada takvanın da vesilesidir. Takva, sakınma ve titizlenmedir. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onun içindekini zikre­din. Umulur ki sakınırsınız". (Bakara/63) Yine O, ilahi beyanı sa­dece takva sahipleri için izhar ettiğini haber vererek şöyle buyur­maktadır: "Allah ayetlerini insanlara işte böyle beyan eder, umulur ki sakınırlar". (Bakara/187)
Allah Teala başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Ey insan, ikram sahibi Rabbine karşı seni aldatan nedir? O ki, seni yarattı, uzuvlarını düzenli ve dengeli kıldı". (İnfıtar/6-7); "Muhakkak ki Biz insanı en güzel surette yarattık". (Tin/4); "Biz her şeyden bir çift yarattık, umulur ki zikredip öğüt alırsınız" (Zariyat/49).
Üstteki ayetlerde geçen düzgünlük, dengelilik, çift olma ve ya­ratılış sureti gibi hususlar, zahirin araçlarıdır. Batının araçları ise, bedenin duyu organları ve kalptir. Bedenin araçları, onun zahiri sı­fatlarıdır. Kalbin araçları ise, batini olan his ve fikirlerdir. Allah Teala, hikmeti mucibince bunları da dengelemiş, iradesi gereği dü­zeltmiş ve sanatı gereği sağlam bir şekilde düzenlemiştir. Bunların başında da nefs ve ruh gelir. Her ikisi de melek ve şeytanın bulun­ma yerleridir.
Nefs ve ruh, kötülük veya takvaya çağıran varlıklardır. Bu iki varlık sayesinde iki mekanda yerleşik olarak ortaya çıkan iki güç vardır ki bunlar akıl ve hevadır. Bunlar da hakimin iradesiyle iki hükme tabi olurlar; ya tevfîk-i ilahi, ya da yoldan çıkma. Sonra kalpte iki parlak nur ortaya çıkar ki bunlar rahmet sahibi Hak Te-ala'nm merhameti gereği olan ilim ve imandır. Kalbin araçları, gaybi mana ve his güçleri de işte bu zikrettiklerimizden ibarettir. Kalp, bunların ortasında bir melek gibi yer alır ve onlar da muha­fızları konumunda olurlar. Bu mevkideki kalbi, parlak bir aynaya da benzetebiliriz. Bu alet, onun etrafında açık olur ve kul onu gö­rür. Ona tesir ettiği zaman da onlarla karşılaşır.
Kalbe doğan hatırları, yani kalpteki his ve fikirleri açıklamak gerektiğinde Özet olarak altı noktada toplandıklarını görürüz: Kal­bin sınırları, arkalarında gaybm hazineleri bulunan kalbin mües­sirleri, kudret melekûtu ki bunlar Allah Teala'nm açık ve tam des­teğine sahip olan askerleridir. Kalp, melekût hazinelerinden bir hazine olup yaratanı onun içerisine korku ve arzuya ait latifeler tevdi etmiştir. Yine onda , Refik-i A'la ehli ve melekût-i edna sahip­leri için dilediği kadar azamet ve ceberut nurları varetmiştir.
İnsan kalbinin hatırına gelen hususlarla ilgili ilk taksimi, nefs ve şeytan kaynaklı hatırları zikrederek yapabiliriz. Her iki hatır da, müminlerin umumu tarafından yokedilemeyen hatırlardır. Her ikisi de zemmedilen ve kötülüklerine hükmedilmiş bulunan hatır­lardır. Bunların kaynağı, hevadır. Heva ise, ilmin zıddıdır.
Bu iki hatırdan sonra ruh ve melek kaynaklı hatırlar gelir ki bunlar da müminlerin havassı tarafından sahiplenilir ve asla yoke-dilmezler. Çünkü her ikisi de övülmüş olup sadece hak ve ilmin de­lalet ettiği hususlardan kaynaklanırlar.
Bunların ardından gelen Akıl hatırı ise, bu dört hatır arasında orta bir yere sahiptir. Çünkü akıl bazı durumlarda zemmedilen iki hatıra uygun bir halde bulunabilir. Aklın temyiz edildiği ve akledi-len şeyin taksim edildiği yer bakımından akıl, kulun aleyhinde bir delil olabilir. Kul, zorlama olmaksızın akledemediği bir yönden kendisine ağır gelmeyen ve nefsinin tercih ettiği bir şehvetle heva-sına uyabilir. Böyle bir durumda aklın hatırına uymak, kulu güna­ha sürükleyecektir.
Akıl hatırı, bazı hallerde övülen iki hatıra uygun düşerek melek için bir şahid, ruh için de bir destekçi olabilir. Kul niyetinin güzel­liğinden ve maksadmdaki doğruluktan dolayı mükafatlandırılır. Akıl hatırı, görüldüğü üzere, kimi zaman nefs ve şeytanın, kimi za­man da melek ve ruhun yanında olabilmektedir. Bu da sanatında ve yaratışında eşsiz olan Allah Teala'nm bir hikmeti icabıdır. Bu hikmete göre kul, akla uygunluk, delillerin sıhhati ve temyiz kabi­liyeti gibi unsurları kullanarak hayır ve şer arasında tercih yap­mak durumundadır. Bunun neticesinde kulun karşılaşacağı sevap veya çekeceği ceza, her halükarda kendi tercihinden kaynaklanmış olacaktır.
Allah Teala, insan bedenini hükümlerinin cari olduğu bir mec­ra ve hikmetine mebni olan iradesinin tatbik edildiği bir saha kıl­mıştır. Aynı şekilde aklı da hayır veya şerre götüren bir binek yap­mıştır. Akıl insan bedeninde hayır ve şerri terikesine atarak akıp giden bir binektir. Çünkü akıl, hükümlerin icra mahalli, tasarruf­ların kaynaklanma yeri ve insanın yaptıklarından sağlayacağı gü­zel nimetlerin veya acı azapların bilinme vasıtasıdır. Akıl kayıp ol­duğu zaman, kul akıldan uzaklaşıp gitmiş olur. Şehvet tatlı olma­dığında ise, nefs yitirilmiş olur. Çünkü bu haller, Allah Teala'nın kul üzerindeki hüccetinin zayıflatılması ve delilinin sağlam olma­ması anlamına gelmektedir. Zira akıl, hüccetin şahidi ve delili, nefsteki şehvet ise, imtihan vesilesidir. Kalpteki niyet de, hüccetin yoludur. Emir ve nehiylerin karşılığının görülmesi hakikatinin te­mel dayanağı da işte bunlardır.
Akıl, ayırdetme yani temyiz tabiatına, güzel veya çirkin görme kabiliyetine sahiptir. Nefs ise, hevayı emretme tabiatına, zevk ve şehvet kabiliyetine sahiptir. Allah Teala'nm lütuf ve hidayetinden kula düşen nasipler işte bu ikisidir. Kul, bunlar arasında doğru yolu bulma veya yoldan çıkma tercihine ve kabiliyetine sahip olmaktadır. Onların Kitab'dan paylarına gelince, Allah Teala bunu da taksim et­miş ve yukarıda zikrettiklerimizi teyid edip sabık ilminde herşeye yaratılış şeklini verdiğini, ardından da doğru yolu gösterdiğini bildi­rerek şöyle buyurmuştur: "İşte onlara Kitab'dan nasipleri ulaşır". (A'raf/37) Yine O, şeytanı dost edinenleri saptırmayı ve onları cehen­nem azabına sürüklemeyi kendi üzerine yazdığını beyan etmiştir.
Altıncı ve son hatır ise, Yakin hatırıdır. O, imanın ruhu ve ilmin ziyadesidir. Bu ikisi, sadece yakinden kaynaklanır ve yalnız ondan sadır olurlar. Bu hatır, müminlerin havassma mahsusdur ki onlar da, şehitler ve sıddıklardır. Yakin hatırı, ancak hak ile varid olur. Gelişi, bazan gizli kalsa ve anlaşılmasını zorlaştıracak derecede in­ce olsa da ancak ihtiyarî ilim ile ve tercih edilen bir murad için or­taya çıkarılabilir.
Yakin kaynakla hatırın delilleri ilk bakışta görülemeyecek ka­dar şeffaf ve istidlal yapılamayacak kadar kapalı olsa da bu hatır, maksudu ve murad edileni için hiç de gizli görülmez. Bunlar, Allah Teala'nm öğüt alma melekesiyle vasfettiği, Allah Resulü'nün de (sav) fetva vermekle görevlendirdiği nitelikteki müminlerdir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için bir öğüt vardır". (Kaf/37) Ayette kalp sahibi olan kimse ile kasdedilen, Allah Teala'yı dost edindiği için kalbi O'mın tarafından korunan kimsedir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kalbine tesir eden şeyi bırak. Günah, kalpleri kaplayan şeydir". Yani kalplere işleyen ve incelik, saflık, yumuşklık ve latifliğinden dolayı onlara malik olan bir şey­dir. Yine O, kendisine iyilik ve günahı soran birine şöyle demişti: "Bu ikisi asıl olarak hayır ve şer işleridir. Fetva verenler sana fet­va vermiş olsalar da sen yine kalbine, sor". [49][49] Çünkü fetva veren kimseler, tevili ve zahirde varolan hususları bildikleri için sadece bunlara dayanarak ruhsat babında fetva verirler. Halbuki mesele­nin hakiki sahibi ve sorumlusu olarak senin bilgin onlarınkinden daha üstün olabilir. Batını bildiğin için, hakikati araman ve azime­te sarılman icap eder.
Zahir ehli, Allah'ın Kitabı'nm dilinin zahiri manasına dayana­rak O'nun zahiri hükümlerini bilirler. Bu hükümler, zahir ilmine sahip olanlar bakımından hüccet teşkil eder. Kalbiniz ise iman ile nurlanmış bir fakihdir ve meselelere onunla bakarsınız. Allah Tea-la'nın gizli olan batini hükmü de kalbin batini ilmi sayesinde orta­ya çıkar. Kalbin batini ilmi imanın hakikatmdan ibaret olup fayda­sı da sadece batini ilim ehline mahsustur. Allah Resulü (sav) bir so­ru sahibini ancak fıkıh ilmine vakıf birine gönderebilir. Bunun ak­si düşünülemez. Eğer kalp ilmi, fıkhın hakiki boyutu olmasaydı, soru sahibini fetva verenlerin yanısıra kalbinin fetvasını sormaya da yönlendirmez ve onun fetvasının güvenilirliğini teyid etmezdi.
Kalp ilmi, İlimlerin İlmi olmuştur. Çünkü Allah Resulü (sav) onu hüküm bakımından müftilerin fetvalarının önüne geçirmiştir. Bu durumda, başka alimleri taklid etmesi mümkün olmadığı için batın ilmine sahip olan alim de alimlerin alimi olmaktadır. Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Şunlar fet­va verseler de, bunlar fetva verseler de iyilik, kalbin itmi'nan, nef­sin ise sükunet bulduğu şeydir".[50][50] Şüphesiz bu, zikir ile keşf sahibi olan bir kalbin, sekine ve iyilik ile sükun bulmuş bir nefsin işidir.
Allah Teala, müminlerin kalplerini vasfederken çok açık bir hi­tap ile bunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: "İman etmiş olan­lar ve kalpleri Allah'ın zikriyle yatışmış olanlar: Bilin ki kalpler an­cak Allah'ın zikriyle huzur bulur". (Ra'd/28) Yine O, şöyle buyur­maktadır: "Allah imanlarına iman katsınlar diye nıüslümanlarm kalplerine sekine indirdi". (Fetih/4) Allah Teala'mn kalplerin vasıf­larıyla ilgili olarak düşünülerek anlaşılabilecek ifadesi ise, düş­manlarının kalplerine dair indirdiği ayetlerde görülmektedir. Bun­ların gözleri, öğüte karşı perdeliydi ve hakka dair hiçbir söz de işi­temiyorlar di.
Bu babda şu ayeti zikredebiliriz: "Gayb ilmi onun yanında da şimdiden (ahirette günahının başkasına yükleneceğini) görüyor mu?". (Necm/35) Bu ayetin manası üzerinde tefekkür ettiğimiz za­man şunu görürüz: Allah Teala'mn, kendisini seven velileri O'na kulak verir, zikriyle mükaşefe yapar ve O'nun gaybma bakarlar. Al­lah Teala bunlar hakkında misal verirken her iki zümreyi de zikretmiştir. Bunlardan ilki kör ve sağırlardan teşekkül eden bir züm­re olup bunlar, doğru yoldan tamamen ayrı yollara sapmış ve bu yollar yüzünden de sırat-ı müstakimden uzaklaşmış kimselerdir. Diğer zümre ise, işiten ve görenlerden teşekkül eden bir zümre olup bunlar da, hidayet üzere yürüyen ve sırat-ı müstakime tabi olan kimselerdir.
Allah Teala ilk zümre hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkı işitmeye tahammül e demiyorlar di, hem de göremiyorlar di". (Hud/20); "Şüphesiz ki bunda, kalbi olan yahut şahit olarak kulak veren kimse için uyandıracak bir öğüt vardır". (Kaf/37); "Allah sizi helak etmeyi murad ediyorsa, nasihatim size fayda etmez" (Hud/34). Allah Resulü (sav) burada mücmel olarak geçen 'kalbin sıfatı'nı beyan ederken onun 'takva' olduğunu söylemiş ve eliyle kalbini işaret etmiştir.
Allah Teala, günahlarının çokluğu sebebiyle kilit vurulan kalple­ri zikrederken şöyle buyurmuştur: "Şu hakikati hala anlamadılar mı ki, eğer Biz dilemiş olsaydık onların da günahlarının cezasını verir­dik. Ama kalpleri mühürleriz de hakikati işitemezler" (A'raf/100). Al­lah Teala, kalplerinin mührünü bozan şeyin takva olduğunu bildire­rek şöyle buyurmuştur: "Allah'tan korkun ve işitin" (Maide/108); "Al­lah'tan korkunuz. Allah size öğretiyor" (Bakara/282).
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyur­duğu bildirilmektedir: "Allah Teal, bir kul için hayır murad ettiğin­de nefsini kendine karşı caydırıcı, kalbini de kendi için öğüt verici kılar". Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kimin kalbi kendisi için bir vaiz olursa, Allah Teala onun için bir koruyucu yaratmış demektir".
Allah Teala'mn "Rabbimiz, biz imana çağıran bir davetçiyi işit­tik" (Al-i İmran/193) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir tefsir yapılmıştır: 'Biz onu kalplerimizden işittik'. Bunun zıddı olan "Sanki onlar, uzak bir yerden çağrılıyorlardı". (Fussilet/44) ayeti­nin tefsirinde ise; 'Kalplerinden uzak' açıklaması rivayet edilmiştir. Allah Teala, tevbenin de kalplerin meyil ve gayretinin neticesi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz buna yöneldi". (Tahrim/4) Bu manada Allah Teala'mn başka bir buyruğu da şudur: "Halbuki intikam almaya kalkmaları için Allah'ın, Resulü ile kendilerini lüt-fundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur". (Tevbe/74)
Kalbin körlüğü meselesine gelince bu hususta şu söz rivayet edilmiştir: Gözler kör olmaz. Kör olan, sinelerdeki kalplerdir. Kalp ehli, halktan vaizler olmaksızın Öğüt ve ibret alan, zahirde bir cay­dırıcı olmaksızın kötülüklerden cayan kimselerdir. Yukarıda zikret­tiğimiz hatırlar müminlerin umumu için geçerli olan hatırlardır. Kalp, Allah Teala'nın gayb hazinelerinden bir hazinedir. Yukarıda anlattığımız hakikatlar ise, Allah Teala'mn askerleri olup kalbin çevresinde ikamet ederler. Allah Teala, bunlar arasında diledikleri­ni gizlerken, dilediklerini de izhar eder. Onlardan kimilerini yoktan yaratırken, kimilerini de tekrar tekrar yaratır ve kalbi bunlarla ge­nişletip yayar. Bazan da bunları eksilterek kalbi daraltıp sıkar.
Her kalp üç unsuru ihtiva eder. Yakin hatırları ki, kalpten asla ayrılmazlar. Ancak bu unsurların zayıflaması halinde yakin hatır­ları da zayıflar ve gizli kalır. Onlar kuvvetlenince, bu hatırlar da ortaya çıkıp bariz hale gelirler. Çünkü bu üç unsur, yakinin kalp içinde bulunduğu mekanı teşkil ederler.
Bu unsurlar; îman, İlim ve Akıl'&ır. İmanın yakin için ifade et­tiği yer, ateş topu mesabesindedir. İlmin yakin için ifade ettiği yer ise, tetik mesabesindedir. Aklın yakin için ifade ettiği yer ise, ateş­leyici mesabesindedir. Bu vasıtaların tamamı kalpte biraraya gel­diği zaman yakin hatırı kalp üzerinde etkin olur. Güç bakımından kalbin kuvvetini onu besleyen unsurların gücüyle kıyas edebiliriz. Kalbin saflık ve duruluğunu ise, onu besleyen kaynağın temizliğiy-le ölçebiliriz. Bu anlamda akim kalpteki yerini kandilin içindeki lambaya benzetebiliriz. Kandilin yağı ise ilme benzetilebilir ki lam­banın özü de budur. Onun desteği ile, yakin tezahür eder. Lamba­nın fitili ise, imana benzetilebilir. Lambanın esası ve temel unsuru fitil olduğu için, fitil ne kadar güçlü ve fitilin yapıldığı madde ne kadar kaliteli ise, yakinin tezahürü de o kadar güçlü ve kesin ola­caktır. Bu, imanın gücü bakımından vera' ve titizliğe, kemaliyeti bakımından da korkuya benzetilmesi gibidir.
Kandilde kullanılan yağ, ne kadar ince ve saf olursa ateş konu­munda olan yakini o kadar açık ve net olarak aydınlatır. Bunu da zühdü besleyen ve nevayı terkeden ilmin durumuna benzetmek mümkündür. İlim, tevhidin mekanını teşkil eder. Tevhid ehlinin tevhid üzerindeki metanet ve kararlılığı, ilmin kapladığı yerin ge-nişliğiyle ölçülür.
Allah Teala bu babda şöyle buyurmaktadır: "Bil ki Allah'tan başka'ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kurban ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur". (Hud/14) Görüldüğü üzere Allah Teala ilmi, tevhidin önüne geçir­miş ve ilim, tevhidin önünde yeralmıştır. Kalp, Allah'ın ilmi üzerin­de genişledikçe ve dünya konusunda zahid oldukça iman bakımın­dan güçlenir ve sürekli yükselir. Çünkü kalp ilim ile yükseldikçe, başkalarının göremeyecekleri şeyleri görür ve kendinden gayrisi­nin bilemeyeceği incelikleri bilir hale gelir. Mümin de bununla bü­yür ve bu, onun imanının artıp güçlenmesini temin eder. Sonra iman ettiği herşeye şahid olur. Böylelikle nefsini takviye edip mü­şahede sahasını genişletir.
Kalp, Allah'ın ilmi, O'nun sıfatlarının manaları ve melekûtu üzerindeki hükümlerinin bilgisi bakımından zayıflayıp daraldıkça imanı da azalır. Böyle bir kalbin sahibi olan kul, sebeplere göster­diği düşkünlükten dolayı iman ettiği şeylere perde gerisinden şahit kılınırken, Allah'ın kelamını da yine perde arkasından dinler. Çün­kü o, hayır ve iyilikte yarışmayan bir kuldur. Böyle olduğu için de imanı giderek azalıp zayıflar. O, müşahedeleri yakından yapama­dığı için sadece hayal etmekle yetinir.
Allah Teala'mn sıfatlan ve kudretinin ayetlerinden yüzbin ma­na çıkarabilen, sonra da bunların tamamını yakından bizzat müşa­hede yoluyla keşfedebilen bir kul, elbette bu sıfat ve ayetlerden sa­dece on mana çıkarıp onları da perde arkasından görebilen bir kul gibi değildir. Bu kulların her ikisi de mümindir. Ama, gücü, eksik­lik ve fazlalığı, yakınlığı ve yüksekliği bakımından bu ikisinin ima­nı arasındaki fark, on ile yüzbin sayıları arasındaki fark gibidir. Müslüman bir kulun kalbindeki iman, yakin sahibi bir müminin kalbindeki imanın onbinde biridir.
Müminin kalbindeki iman, işte bu şekilde onun üstünde, yüzbi-nin altında bir dereceye sahip olur. Bunu akletme halimizi şu mi­sale benzetebiliriz: Bir kişi size 'Falan kişi muhakkak ki benim yammdadır1 dediği zaman, o kişinin onun yanında olduğuna dair bir bilgiye sahip olursunuz. Ama bu bilgi, yakini bir bilgi değildir. Çün­kü o falan kişinin, söz sahibi tarafından ona benzetilmiş başka bi­ri olması veya onun yanında iken bilahare oradan ayrılmış olması mümkündür.
İşte müslümamn imanı da buna benzer. Bir de size bu bilgi ve­rildiğinde o kişiye seslenir ve onunla perde arkasından da olsa ko­nuşursunuz. Bu durumda kişinin sesini duyduğunuz için orada ol­duğu hakkında daha kesin bir bilgiye sahip olmuş olursunuz. Ama bu da, kafi bir bilgi değildir. Zira insanların sesleri ve bedenleri birbirine benzeyebilir. Böyle bir konuşmaya rağmen o kişiyi evinde tutan kimse, evdekinin o olmayıp başka biri olduğunu söylediğin­de, seslerin ve bedenlerin benzeşme ihtimalinin var olmasından do­layı bilginiz hakkında kuşkuya kapılabilirsiniz. Gözünüzle yakini olarak görmediğiniz için böyle bir iddiayı savamaz, aksini isbat edecek delil bulamazsınız.
Müminlerin umumunun imanı da işte bu tür bilgiye benzer. Bu iman, istidlal yoluyla yakine ulaşmış habere dayalı bir imandır. Ama her halükârda şüpheden hali değildir, çünkü zan ile karışık­tır. Bu tür bir yakin, ariflerin müşahedeleri neticesinde hasıl olan yakine benzemez. Çünkü yakinin bu türüne, hayal ve benzetme ku­surlarının karışmış olmasından emin olunamaz.
Son olarak böyle bir haber ulaştığında kişinin yanma girip ara­da hiçbir engel ve perde bulunmaksızın onu görme durumu sözko-nusu olur. Böyle bir durumda, kafi yakin hasıl olur. Bu, yakin sa­hibi tarafından yapılan bir şahitliktir. Bu hasıl olduğunda bütün şek ve şüpheler ortadan kalkar ve bilgiyi taşıyan haber tahkik se­viyesine ulaşmış olur. İlmin bu halini de, yakini iman sahiplerinin imanına benzetmemiz mümkündür. İman ıstılahı hepsi için de ge­çerli olmasına rağmen, bu son mertebedeki bilgiye dayanan iman ile, önceki mertebelerde yeralan iman derecelerinin bir olması mümkün değildir. Çünkü ilki, sadece teyid edilmemiş bir habere dayalı bir bilgiye benzemektedir. İkinci seviyedeki ise, sese dayalı olan ve şüphe ihtiva eden bir bilgiye benzemektedir. Netice itiba­rıyla bütün müminler, İman' ismini taşıma bakımından denk ol­malarına rağmen, sıfat ve mahiyeti bakımından yukarıdan aşağıya doğru çeşitli derecelere sahiptirler.
\ukarıda zikrettiğimiz bilgi çeşitlerini sıralamak gerekirse şöy­le diyebiliriz: İlk türde verilen bir haberin tasdik edilmesine daya­nan, ihbarı bîr bilgi mevcuttur. İkincide ise, bizzat duyularak istid­lal edilip müşahedeye dayanmayan, fakat sahibi için kafilik arze-den bir bilgi hasıl olmuştur. Üçüncüde ise, bizzat müşahedeye ve yakine dayanan bir bilgi sözkonusudur. Allah Resulü (sav) bilginin bu son türünün en makbulü olduğunu beyan ederek şöyle buyur­muştur: "Haber, gözle görme gibi değildir. Haber veren de gözle gö­ren gibi değildir".[51][51]
Bilginin bu türüne misal olmak üzere şunu da zikredebiliriz: Gündüz gördüğünüz bir şeyi gözle gördüğünüz şekliyle kesin ola­rak tanır, yerini de hata etmeyecek şekilde bilirsiniz. Akşamın ka­ranlığında ona ihtiyaç duyduğunuzda ise, karanlıktan dolayı gözle göremediğiniz yerini istidlal yoluyla çıkarmaya çalışırsınız. Hüsnü zannın gereği, o şeyin gündüz olduğu yerde ve bulunduğu hal üze­re kalmış olmasıdır. Deliller işte böyle ve gaybidirler. Bunların mü­şahedelerle birlikte olması halinde hakikati ifade etmeleri müm­kündür. Mesela ay ışığında baktığınız bir cismi belli belirsiz ve ha­yal meyal görürsünüz. Halbuki aynı cisme güneş ışığının altında baktığınız zaman onu tam olarak olduğu hal ve şekil üzere görür­sünüz. İşte yakini imanın nuru ile sade imanın nurları arasındaki fark da buna benzer.
Müminlerin, imanın kemali noktasındaki farklılıklarını göster­mek için verebileceğimiz dördüncü misal de şudur: Dört rekatlık bir farz namaz düşünün. Bir kişi gelmiş ve iftitah tekbirinden iti­baren namazın bütün rekatlarını imamla beraber eda etmiştir. Bir başkası ise, imamı ilk rekatın rükuunda yakalamış ve namaza de­vam etmiştir. Bir üçüncü şahıs cemaata ikinci rekat kılınırken ka­tılmıştır. Dördüncü bir şahıs cemaata üçüncü rekattan sonra katıl­mış ve cemaatla sadece tek rekat kılabilmiş tir. Bunların hepsi de namazı cemaat ile kılma sıfatına sahip olmuşlardır. Allah Resu-lü'nün (sav) "Namazdan bir rekatı idrak eden namazın tamamını idrak etmiş gibidir"[52][52] hadisi gereği cemaatın faziletine de nail olmuşlardır. Ama cemaata en baştan katılan ile, son rekatta katılan kişiler, sevabın fazileti bakımından denk değildirler. İşte imanın kemali bakımından müminlerin durumu da buna benzer. Mümin­ler, iman sıfatını taşıma noktasında bir olmalarına rağmen, iman­larının kemali ve hakikatları babında müsavi değildirler. Ahirette de aynı şekilde müsavi olmayacaklardır.
Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Melekler, kalbinde zerre miskali, yarım miskal, çeyrek miskal, kıl kadar ve zerre kadar iman bulunanı ayırırlar. Geriye kalanlar, imanları zerre ile miskal ağırlığı arasında olanlardır. Bunların hepsi de cehenneme girerler, ama orada farklı yerlerde bulunurlar". Bu hadise dayanarak, kal­binde dinar ağırlığınca iman bulunan kimselerin dahi, işledikleri günahların büyüklüğünden dolayı cehenneme atılacaklarım söyle­yebiliriz.
Yine bu hadise göre, kalbinde zerre miktarı da olsun iman bu­lunan kimseler, cehennemde sonsuza dek kaimaycaklardır. Kalbin­deki imanı, dinar ağırlığından fazla olanlara gelince, ateşin bunlar üzerinde gücü olmayacaktır. Bunlar, iyi ihsanlar arasında yer ala­caklardır. Kalbindeki imanı, zerreden dahi hafif olanlar ise, cehen­nem ateşinden kurtulamayacaklardır. Çünkü bu kimseler, zahirde mümin adını taşıyor olsalar da Allah Teala bunlardaki günahkar­lık ve nifak halini yakinen bilmektedir. O, buyurdu ki: "Günahkar­lar, kesinlikle cehennemdedirler". (İnfîtar/14); "Oradan asla kaça­mayacaklar". (İnfitar/16)
Daha sonra miskal ve zerre miktarı da olsa, imana sahip olan­lar cennete gireceklerdir. Ama bunlar da cennetin değişik derecele­rinde yer alacaklardır. İmanı, miskal ağırlığından fazla olanlar, il-liyyunun da üstünde bir bir kata yerleşeceklerdir. Bunların üstün­de de her biri yerden göğe kadar yüksek olan yıldızlar boyunda olan katlarda yüksek derece sahipleri sıralanacaktır. Müminlerin hepsi de değişik makam ve farklı yüksekliklerde olmak üzere cen­nette toplanacaklardır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "İnsan dışın­da hiçbir varlık, benzerinden bin kat hayırlı olamaz".
Gerçekten de yakin sahibi bir müminin kalbi bir müslümanın kalbinden bin kat daha hayırlıdır. Çünkü onun imanı, yüz mümi­nin imanından daha üstün, Allah'a dair ilmi de yüz müslümanın ilminden defalarca fazladır. Denilir ki üçyüz kişi olan abdal zümre­sinden bir kişinin kıymeti, üçyüz müminin kıymetinden daha bü­yüktür.
Ebu Muhammed şöyle derdi: Allah Teala, müminlerden kimisi­ne Uhud dağı ağırlığında iman bahşederken kimine de sadece zer­re miktarı iman bahşeder. Allah Teala buyurdu ki: "Eğer mümin-lerseniz, üstün olanlar da sizlersiniz". (Al-i İmran/139) Burada zik­redilen üstünlüğün 'Uluvv' üst sınırı, yoktur. Çünkü kasdedilen yükseklik, iman ile sağlanan yüksekliktir. Her kalbin yükselmesi, imanının mikdarına bağlıdır. Bu sebepledir ki, alimler diğer mü­minlerden derecelerle üstün kılınmıştır: "Allah sizden iman eden ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir". (Mücadele/11) İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ederken şöyle demiştir: Kendilerine ilim verilen alimler, müminlerden yediyüz derece daha yüksektir­ler. Bu derecelerden herbirinin mesafesi, yer ile gök arasındaki me­safe kadardır. Bir hadiste de şöyle rivayet edilmektedir: "Cennet ehlinin çoğunluğu, safdillerdir. İlliyyun ise akıl sahipleri içindir". -Allah Resulü (sav) bu meyandaki başka bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Alimin abide olan üstünlüğü, ayın diğer gezegenle­re olan üstünlüğü gibidir"[53][53]Bundan daha beliğ bir ifadede ise Al­lah Resulü (sav) 'Benim ümmetime olan üstünlüğüm gibi' buyur­muştur. Müminler arasındaki yakin sahipleri, iman bakımından daha üstün bir derecededirler. Yakin sahipleri arasındaki alimler ise, çok daha üstün dereceye sahiptirler.
Kandilin yağı ne kadar beyaz ise, güzellik ve saflığı da o derece yüksek olur. Kusurlardan uzak, hal ve malların bulanıklığından beri olan sağlıklı akıl da buna benzer. Bütün bunları biraraya geti­ren ise kandilin kendisidir ki bu kandil de kalptir. Kalp ne kadar yumuşak, cevheri ne kadar latif ve kötü etkilerden ve bulanıklık­tan ne kadar uzak bir saflıkta ise, ilimler ve nurlar da o kadar faz­la olur. Kandilin camının cevherindeki saflık, onda kullanılan su­yun saflığına bağlıdır. Suyun saflığı da aynı şekilde özünün saflığı­na bağlıdır. Kalp ve akıl, bu ikisinin saflık ayarına bağlı olarak saf veya bulanık olurlar. Nurun yakıtı ise fitilin kuvvetine ve kandili
besleyen yağa bağlıdır. Bunlar ne kadar güçlü ve devamlı olursa, kalbin Allah'ı bilmesi ve yakin sahibi olması da o kadar güçlü olur. Bu, herşeyi bilen izzet sahibi Allah'ın takdiridir.
Üç unsuru barındıran her kalp cahilane heva, dünya sevgisi ve hırsa ait hatırlardan uzak duramaz. Sonra heva hatırı zayıflar ve kalp bu üç unsurun nefse hakimiyetlerine bağlı olarak güç kazanır. Bunların hakiki yönleri de, yakin hatırının yerine bağlı olarak güç­lenip zayıflamasına dair yukarıda zikrettiklerimize benzerdir. Bah­settiğimiz üç unsur; ilim, iman ve akıldır. Bu üç unsur, insan kal­binde birarada bulunur ve irade hangisiyle beraberse o galip gelir.
Ali'den (kv) şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala'nm yer­yüzünde kapları vardır. Onlar kalplerdir. Kalpler arasında Allah Teala'ya en sevimli gelenleri, en yumuşak, en saf ve en sağlam olanlarıdır. Daha sonra bunları açıklayarak şöyle demiştir: Sağ­lamlık dinde, saflık yakinde, yumuşaklık ise mümin kardeşleriyle ilişkide tezahür eder. Cevherlerindeki yakınlaşma ve benzeşme se­bebiyle kalpler kaplar gibidir. Onların en yumuşak, en saf ve en yüksek kaliteli olanları, krallar, eşraf ve iyi kimseler için uygun­dur. En katı ve en bayağı olanları ise çöpleri koymak için uygundur. Bu iki sınıf arasındakiler ise, bu ikisi arasındaki gayelere uygun düşerler.
Bu ikisini okka ve hassas terazilere benzetmek de mümkündür. Hassas terazi, altın tartmaya uygun iken kaba okka ve teraziler bakliyat ve hayvan tartmaya daha uygundur. İkisi arasında değe­re sahip olanlar da, kendilerine göre terazilerde tartılırlar. Herşey, tartılması uygun olan terazi ile tartılır. Her kabın layık olduğu ye­mek ve kişi varken, her'mal cinsinin de tartıldığı bir terazi türü vardır. Değerli olan bir yemek, değerli bir kaba konulurken değer­siz bir şey de değersiz bir kapta korunur. Melekût-i batın ile mele-kût-i zahir arasındaki hüküm ve hikmet de aynen böyledir. Zahir batını tezkiye eder. Allah Teala buyurdu ki: "O'nun nurunun misa­li, sanki içinde kuvvetli ışık veren ampul bulunan bir lambadır. Bu lamba da cam bir fanus içindedir". (Nur/35)
Übeyy b. Ka'b bu ayetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani müminin nurunun misali.. O, ayeti bu şekilde anlıyordu. Yine o şu­nu söylemiştir: Müminin kalbi, içinde ışık saçan bir ampul bulunan lamba gibidir. Çünkü onun sözü de ameli de nurdur. O, sürekli nur içinde hareket eder. Yine o, Allah Teala'mn "Yahut üstünü yığın yı­ğın dalgalar kaplayan ve daha üstünde de bulutlar bulunan derin denizdeki karanlıklar gibidir" (Nur/40) ayetinin tefsirinde de Yani münafığın kalbi' demiştir. Çünkü onun sözü de, işi de zulmet ve ka­ranlıktan ibarettir. O, sürekli karanlıkta hareket eder.
Zeyd b. Eşlem de Allah Teala'mn "Levh-i Mahfuz'dadır" (Bu-ruc/22) buyruğunun tefsirinde şöyle demiştir: Yani, müminin kalbin-dedir. Ebu Muhammed Sehl de şöyle derdi: Kalb ve sine, Arş ve Kür-si'ye benzer. İbni Ömer'den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Re-sulü'ne (sav) şöyle denildiği nakledilir; "Ey Allah Resulü, Allah yer­yüzünde nerededir? Buyurdu ki: Mümin kullarının kalplerindedir". Kudsi bir hadiste Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Gökyüzüm ve yeryüzüm Bana dar geldi. Mümin kulumun kalbi ise Bana yetti". Bu hadisin başka bir rivayetinde 'Leyyin ve Vadi' olan kulumun kalbi Bana yetti' ifadesi yeralmaktadır. 'Leyyin', yumuşak-başlı, müsamahakar ve candan kimse anlamına gelirken 'Vadi' keli­mesi de, mutmain, huzurlu ve sakin manalarına gelir.
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Kulun giydiği en gü­zel elbise, sükunet içindeki huşu' elbisesidir". İşte takva ehlinin giysisi de budur. Bu aynı zamanda Allah Teala'mn ariflere sürdüğü boyadır. Bir hadiste Allah Resulü'ne (sav) şöyle denildiği rivayeti edilmektedir: "Ey Allah Resulü, insanların en hayırlısı kimdir? Bu­yurdu ki: Sıcak kalpli her mümindir". Daha sonra bunu tefsir ede­rek şöyle buyurmuştur: "O, takva sahibi, arı duru, kalbindeki, kin, haset, saldırganlık ve aldatmaca bulunmayan kimsedir"[54][54]
Ariflerden biri de Allah Teala'mn "Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelen hariç" (Şu'ara/89) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Yani içinde Allah'tan gayrı başka bir kişi veya varlığın bulunmadığı bir kalple gelen.. Tefsir ehli ise aynı ayetin tefsirini yaparken 'Şirk ve nifak gibi hastalıklardan arınmış olarak gelen' demişlerdir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetimdeki şirk, karıncanın yürüyüşünden dahi gizlidir"[55][55] Şirkin bu türü, müminler arasında sadece sıddıklarda bulunmaz. Yine O buyurdu ki: "Ümmetimin münaûklarınm çoğu, (Kur'an) okuyanlarıdır [56][56] Nifakın bu türü ise, abidler arasında sadece arif olanlarda bulunmaz. Yakine dair hatır­lar bir şey üzerine varid oldukları zaman, gizliliklerinden ve kapa­lı oluşlarından dolayı delilleri zahirde ortaya çıkmaz. Bunlar, an­cak batini ilim, derin anlayış ve Kur'an'm manalarının incelikleri­ne vukufiyet ile bilinebilir.
Allah Resulü'nün de (sav) ifade buyurdukları üzere istinbatm batını; Kitab'm anlaşılması ve tevilinin bilinmesi babmdandır. O, Ibni Abbas için (ra) buyurdu ki: "Allahım onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret". [57][57] Ali b. Ebi Talib de (kv) bu manada şöyle demiştir: Al­lah Resulü (sav) Kitabullah dışında bize hiçbir sır bırakmadı. An­cak Allah Teala'mn Kitab'ı anlama konusunda kula verdiği kabili­yet bunun dışındadır. Yine o, Allah Teala'mn "Hikmeti de dilediği­ne verir" (Bakara/269) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Yani Allah'ın Kitabı'nı anlama melekesini, dilediklerine verir.
Söz söyleyenlerin en sadık olanı Allah Teala buyurdu ki: "Onun hükmünü Süleyman'a derhal anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) Allah Teala, Süleyman'ı (as) özel bir anlayış ile donatmış ve babasıyla müşterek oldukları ilim ve hükümde, babasından bir derece yüksek olmasını murad ederek onun hükmünü babasının fetvasından üstün tutmuştur.
Ali b. Ebi Talib (kv) uzun bir konuşmasında şöyle demiştir: Ya-kin dört şubeden ibarettir: Anlayıştaki basiret; Hikmetin tevili; İb­retin mev'izası ve Öncekilerin sünneti. Anlayışta basiretli olan, hikmeti tevil eder. Hikmeti tevil eden ibreti bilir. İbreti bilen de ön­cekilerden olur. Burada yakin ehli olanlardan murad, Allah Tea­la'mn batın hükümlerini bilen ariflerdir. Bunlar, yakine ait hatır­ları ayrıştırmayı ve onların icaplarını gayet iyi bilen kimselerdir. Çünkü onların gaybdan doğuşuna şahit edilmiş, Allah Teala'mn de­lici nuru, daima hazır olan yakınlığı ve etkili gücü sayesinde halle­rinin gereklerini öğrenmişlerdir. Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Müminin ferasetinden sakının, çünkü o Al­lah'ın nuruyla bakar" [58][58] Yani o, yakin nuru ile bakar. Bu hadisin başka bir lafzında ise 'Alimin ferasetinden sakının' denilmektedir ki bu da sanki önceki hadisi tefsir eder mahiyettedir.
Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Keskin anlayış­lılar için bunda elbette ibretler vardır". (Hicr/75); "Andolsun ki ayetleri yakin sahipleri için açıkladık". (Bakara/118) Yani, yakin nuruna sahip olanlar için açıkladık. Ebu'd-Derda' (ra) şöyle derdi: Mümin gayba çok ince bir perdenin gerisinden bakar. Hakk olan Allah Teala gaybı onların kalplerine bırakır ve onu dilleri üzerinde akıtır.
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Müminin zannı kehanettir. Yani sıhhati, kesinliği ve vuku bulması bakımından sihir gibidir. Ulemadan başka bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'mn eli, hik­met ehlinin ağızları üzerindedir. Onlar sadece Allah'ın kendileri için hazırladığı hakkı konuşurlar. Bir diğer alim de şunu söylemiş­tir: Eğer dilersen şunu söyleyebilirsin ki Allah Teala huşu ehlini, sırlarından bazılarına muttali kılar.
Ömer b. Hattab da (ra) ordu komutanlarına yazdığı bir mektup­ta şöyle demişti: İbret ehlinden duyduklarınızı iyi muhafaza edin. Çünkü onlar, kendilerine birtakım hakikatlann açıklandığı kimse­lerdir. Sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah Teala da şöyle buyu­rur: "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ki sizler için bir furkan va-retsin". (Enfal/29) Ayetteki Türkan' kelimesi ile; şüpheleri yakin-den tefrik edip ayırmaya yarayan bir nurun kasdedildiği söylen­miştir.
Yine bu manada Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yaratır ve onu ummadığı yerden rızık-landırır". (Talak/2) Bu ayetin tefsirinde de, çıkış kelimesi ile, insan­lara sıkıntı veren şeylerden kurtuluş, nzık verme, öğrenmeksizin öğretme ve tecrübe etmeksizin anlayış kazandırma fiillerinin kas­dedildiği söylenmiştir. Buna göre Allah Teala, kendisinden korkan takva sahiplerini, sağlam bir şahid ve açık bir hak ile ilim sahibi kılacaktır.
O, şöyle buyurmaktadır: "Bizim yolumuzda cihad edenleri yol­larımıza iletiriz". (Ankebut/69) Denildi ki, kasdedilen kimseler, ilimleriyle amel eden müminlerdir. Başka bir tefsirde ise şöyle de­nilmiştir: Allah Teala böyle kimseleri, hikmet sahibi alimler olmalan için kendi yolunda muvaffak kılacak ve bilmedikleri şeyleri kendilerine gösterecektir. Seleften bir zat da şöyle demiştir: Bu ayet, insanlardan uzaklaşarak kendilerini Allah Teala'nın kulluğu­na adayan müminler hakkında nazil olmuştur. Allah Teala, onlara bilmediklerini öğretecek hocalar gönderir veya günahlardan uzak kalmayı ve tevfîk-i ilahiyi ilham eder.
Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah Teala onu bil­mediklerinin ilmine de varis kılar ve onu yaptığı ameller ile cenne­ti haketme yolunda muvaffak kılar. Kim de bildiği ile amel etmez­se, onu da cehennemi hakedinceye kadar amelde bulunmaya mu­vaffak kılmaz".
Hadiste geçen 'Bilmediklerinin ilmi' ifadesinden maksad, sade­ce kalp amelleri ile elde edilebilen marifet ilimleridir.
Mesela, sınama yoluyla seçmeyi, belaya düşürme yoluyla imti­han edip seçmeyi, bol sevap ile cezalandırma arasındaki farkı, se­vabın eksilmesini, az veya çok vermeyi, halli ve akdi, toplamayı ve dağıtmayı bilmek, ariflere mahsus ilimlerdendir. Bu ilimler de, an­cak güzel bir fıkhediş, Rakîb olan Allah Teala'nın müşahedesi, vecdlerin ve kalplerin sıhhatine bağlı olarak ulaşılan yakınlık sa­yesinde elde edilebilirler.
Tabiundan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, bildiğinin onda biriyle olsun amel edene, bilmediklerini de öğretir. Huzeyfe (ra) şöyle derdi: Sizler bugün bildiğinin sadece onda birini yapmamak­la dahi helaktan kurtulanamayacak bir devirde yaşıyorsunuz. Öy­le bir zaman gelecek ki, bildiğinin yalnızca onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Bir zat da şunu söylemiştir: Kul, ibadet ve gayret ba­kımından zenginleştikçe, kalp de kuvvet ve zindelik bakımından güçlenir. Kul tembelleştikçe, kalbin de zaaf ve gevşekliği artar.
Yakin ilminin, aklın madenine tesir etmesi oldukça zordur. Çünkü akli ilimler, yaratılmıştır. Onları üreten fikir ve düşüncedir. Akli ilimler, genellikle fikirlerin ürettiği, fıtratın değişik hatırlar­dan çıkarsadığı ilimlerdir. Bu ilimler de müminlerin keşifleri ve müslümanlarm övgü kaynaklarıdır. Yakin hatın ise, Ayne'l-Yakin yoluyla tahsil edilir. Kul, bu yönde nida eder ve yakin o anda kar­şısına çıkıverir. Çünkü bu ilim, ona mahsus, Mahbûb tarafından onun için kasd ve murad edilmiş, Matlûb olan Allah Teala tarafın­dan öğretilmesi üstlenilmiş bir ilimdir.
Bu tür ilme, ancak arifler, korku ehli ve muhibban ulaşabilir. Bunlar dışındakiler ise, kendi halinde perdelenmiş, Allah Teala'nın sünnetlerine talib, O'nun makamına nazır olmuş ve aklıyla bilece­ği şeyin peşine düşmüş kimselerdir. Ayne'l-Yakin ile yüzleşen ve sıddıkların ilimleriyle ilim sahibi olan arifler ise Allah Teala tara­fından yürütülmekte, taşınmakta ve aşın düşkünlük göstererek Öne geçenlerden olmaktadırlar. Yaptıkları zikirler, onların günah yüklerini kaldırmıştır.
Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yürüyün, Yalnız kılınanlar öne geçtiler". Hadisteki 'Müfredûn=Yalnız kılınanlar kelimesi 'Müfridun' şeklinde de okun­muştur. Buna göre mana şöyle olmaktadır: 'Allah'ı tek kıldıkları için Yalnız kılınanlar öne geçtiler5. Allah Teala buyurdu ki: "Allah nasıl koruduysa, onlar da muhafazası gereken gaybı öyle korurlar". (Nisa/34)
Allah Resulü'ne (sav) 'Yalnız kılınanlar (=Müfredûn) kimlerdir?' diye sorulduğunda şöyle buyurmuştu: "Allah'ın zikrine aşın düş­künlük gösterenlerdir. Zikir onların günah yüklerini kaldırmıştır. Onlar Kıyamet günü Allah Teala tarafından yalnız kılındıklan için hafiflemiş halde gelirler". [59][59] Çünkü onlar da dünya hayatlannda Al­lah'ı tek ve eşsiz kılarlardı. Allah Teala da onlan hususi olarak zik­retmiştir.
O'nun zikri onların her yanını kaplamış, kalpleri O'nun nuruy­la dolmuştur. Onların zikri Allah'ın zikrinde derecelenir. Allah Te­ala onları daima zikreden olmuş, onlar da Allah Teala'nın kudreti­nin cari olduğu bir tecelligâha dönüşmüşlerdir. Bu zikrin, ne mik­tarı ölçülebilir ne de keyfiyeti tarif edilebilir.
Gökler ve yer, terazinin bir kefesine konulsa, Allah Teala'nın göklerde ve yerde onlan zikredişinin bulunduğu kefe kesinlikle da­ha ağır basacaktır. Kudsi bir hadiste Allah Teala'nın onlara şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Yüzümle yüzleştiğim kimseyi görsen, öyle biri neyi vermek istediğimi kesin olarak bilir. Eğer gökler ve yer onlarla birlikte tartılsa gökleri ve yer daha hafîf kalir. Onlara bahşedeceğim ilk şey, kalplerine bırakacağım nurum-dur. Böylece Benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da Ben'den haber verirler".
Bu, onların sıfatlarının zahiri ve kendilerine bahşedilen ilk fa­zilettir. Onların talepleri bilinemediği gibi nasiplerinin keyfiyeti de öğrenilemez. İsteklerinin büyüklüğünün özü vasfedileraez. Onlara bahşedilen, yaratılmış bir şey değildir. Onların müşahedeleri de Ayne'l-Yakiri'den Hakkel'l-Yakin'e doğru tahkik vasfını haizdir.
Onların Allah Teala'dan ilk istekleri Yakin ilmidir. Yakin ilmi Allah Teala'yı bilmenin saflık ve duruluğudur. İman ilminin sonu, Ayne'l-Yakin'in başlangıcıdır. Onlara nasip edilen müşahedede bir kopma ve bölünme olmaz. Tevhidin en güçlü ve en açık olanı, her-şeyde Allah Teala'yı tevhid edip birlemektir, Herşeyde O'nun vare-dişine şahit olmak gerekir.
Bu meyanda Tevhid ilminin nihayeti yoktur. Muvahhidlerin se-vabmdaki ziyadenin de sonu yoktur. Ama onlar için önünde durduk­ları belli sonlar, kendilerinden sudur ettikleri belli nihai noktalar vardır. Bu sonlar ve nihai noktalar, onların sevap ve faziletlerinin artış yerlerini teşkil eder ve onların genişliğine göre daha fazla se­vaba layık olurlar. Onlar çeşitli ilimler ile kendilerini besler, bunlar sayesinde onların ardındakileri mükaşefe yoluyla Öğrenmeyi sürdü­rürler. Bu, son ve nihayet bulmaksızın ilelebed devam eder.
Kul, Tevhid ilminin müşahedesine ancak Marifet ilmi ile vasıl olabilir. Marifet ilmi, Yakin nurudur. Yakin nuru, bütün uzuvlar sa-lih ameller ile kaynaşıp saflaşmadıkça kula verilmez. Bunu tereya­ğı oluşuncaya kadar sütün tulumda çalkalanmasına benzetebiliriz. Bilindiği üzere süt ne kadar iyi çalkalanırsa ondan çıkan yağ da o kadar saf ve güzel olur. İşte bu, ilmiyle hemhal olduktan sonra ula­şılan Ayne'l-Yakin haline benzer.
Vechullah'm belli bir yakınlaşmadan sonra aynada müşahede edilmesiyle Ayne'l-Yakin hasıl olur. Allah'ın nurunun kalp aynasın­da görülmesinden sonra kulun vecd ve huzur hali kendisinden as­la ayrılmaz. Kul bu yolda yakinin hatırlarından sıfatların müşahe­desine doğru ilerler. Bu merhalede hatırlardan hasıl olan ilmin eri­mesiyle Zat-ı İlahi'nin vechinin ışığından oluşan nur cevherleşir. Kulun ulaştığı bu makamın adı, İhsan makamıdır.
Allah Teala nefisleriyle mücahede eden, mallarını ve canlarmı kendi uğrunda satan bu ihsan sahipleriyle berber olduğunu teyid etmiştir. O, sattıklarını almayı kabul ederek onlara ihsanda bulun­muştur. Allah Teala onları mükafaatlandıracaktır. Bu makamdaki kimselerin (Muhsinûn=İhsan sahipleri' olarak anılmlarının sebebi,, en büyük ihsan sahibi olan Allah Teala'mn kendileriyle beraber ol­masıdır.
Yine onlar en üstünlerdir çünkü en üstün olan Allah Teala on­larla birliktedir: "Üstün olan sizlersiniz ve Allah sizinledir". (Mu-hammed/35) Allah Resulü'ne (sav) İhsan nedir?' diye sorulduğunda cevabı şu olmuştu: "Allah'a sanki O'nu görür gibi ibadet etmen­dir".[60][60]
Kul uzuvlarıyla yaptığı amellerin ağırlığına katlanır ve taşıdığı yükte tahamnıüllü olur, Allah Teala'nm muhafazasını istediği şey­leri muhafaza ederse Yakin ilmi mertebesine intikal eder. Bu mer­tebe kul için rahatlık ve rıza kaynağı olur. Hidayet yolu da işte bu­dur. Bütün bunların başı ise, kulun tevbe-i nasuh ile tevbe ettikten sonra müridlerin hallerine dahil olması, nefs ve şeytan ile cihad edenlerin arasına katılmasıdır. Bundan sonra yakin hatırlarına ulaşır ki bu, mücahede ehline miras kılman bir neticedir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ve Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onları yollarımıza hidayet ederiz". (Ankebut/69) Yani Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden, bu yolda ken­dilerini fakirlikle korkutup çirkin işler emreden şeytana kulak as­mayan, aksine onu altedip mallarını ve canlarını Allah'a satarak heva ve arzularımn esaretinden azad olan ve Hesap Günü'nün deh­şetinden kurtulan kullar, Allah'ın hidayet yolları olan ilimlerin ke­şiflerine iletilirler. Onlara bütün anlayışların incelikleri bildirilir ve Allah Teala'ya götüren yolların en kısasına şevkedilirler.
Onlar, mücahe delerinde gösterdikleri güzellikle bunu haket-mişlerdir. Allah Teala üstteki ayetini şöyle noktalamaktadır: "Mu­hakkak ki Allah ihsan sahipleriyle beraberdir". (Ankebut/69) İşte bu, sıfatların müşahede edildiği makamdır. Allah Teala, bu cihad-larında onlarla beraberdir. Bu beraberliğin başlangıcında Tevfîk-i İlahi açıkça görülür. Kullar, bu tevfik sayesinde her türlü eziyete dayanırlar. İhsan sahibi olan Allah Teala, onlar bugünün sonuna kadar nefislerine ihsanda bulundukları için yarın kendileriyle bir­likte olacaktır.
Hasan el-Basri (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İlim iki türdür: Kalpte olan batın ilmi ki, asıl fayda­lı olan budur". Allah Resulü'ne (sav) "Allah kime hidayet etmek is­terse yüreğini İslâm'a açar" (En'am/125) ayetindeki 'Şerh=Açmak' kelimesinin manası sorulmuştu. Buyurdu ki: "O genişletmedir". Şu halde şerh; Allah Teala tarafından kalbe atılan nurdan sonra yüre­ğin genişleyip açılması anlamına gelmektedir.
Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Öyle bir kalbim var ki ona isyan ettiğimde Allah'a isyan etmiş gibi olurum. Kasdettiği; kalbin­de sadece itaatin bulunduğu ve yalnızca hakkın istikrar bulabildi­ğidir. Kalbi, Allah'ın elçisi haline gelmiş olduğu için ona isyan etti­ğinde onu gönderen Allah Teala'ya isyan etmiş gibi olmaktadır.
Bu manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "İman, kalpte yer-eden ve amel tarafından tasdik edilen şeydir". Yine O şöyle buyur­muştur: "Mümin Allah'ın nuruyla bakar. Allah'ın nuruyla bakan ise Allah'a karşı bir basiret içinde olur. Onun ameli de nuru saye­sinde Allah'a itaattan ibaret olur". Ariflerden bir zat şunu söylemiş­tir: Yirmi yıldır kalbim nefsime bir an bile meyletmedi ben de göz kırpması aralığınca dahi olsun onunla aynı hali paylaşmadım.
Ulemadan bir zata batın ilminin ne olduğu sorulmuştu. Cevabı şu oldu: O, Allah Teala'nm sırlarından bir sır olup onu sevdikleri­nin kalplerine koyar ve ona ne bir melek, ne de bir beşeri muttali kılar. Müsned bir rivayette Allah Resulü'yle (sav) ilgili şöyle bir ha­dise nakledilmiştir: "Bir adam Allah Resulü'ne (sav) geldi ve 'Bana ilmin herkesçe bilinmeyen inceliklerini öğret' dedi. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Sen Rabbi'ni tanıdın mı? Bil ki ilimlerin garip meseleleri Marifetullah'tadır". Allah Resulü (sav) ashabına anlaşıl­ması zor garip meselelerin bulunduğu ilimlerin esasını beyan ede­rek şöyle buyururdu: "Kur'an'ı okuyun ve ondaki garip noktaları araştırın". Yani onun manalarını düşünmeye, batini yönlerini çı­karmaya çalışın. Çünkü Allah Teala'nm velileri O'nu, kendi Kela­mı olan Kur5an ile tanır ve bilirler.
Denildi ki: Kelamı öğrenin ki Allah'ı bilesiniz. Çünkü Kelamın manalarını, hitab şekillerini bilen kimse bununla sıfatların mana­larını ve Zat-ı İlahi'nin isimlerinin ihtiva ettiği ilimlerdeki garib yönleri de öğrenir. İbni Mesud da (ra) şöyle derdi: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerim öğrenmek isteyen, Kur'an'ı baştan sona araştırsın. Marifet ehlinden bir zat Allah Teala'nm "Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl/90) ayetinin tefsirini yapar­ken şöyle demiştir: Ayetteki 'Adalet' Kur'an-ı Kerim'i düşünmek ve anlamak 'İhsan' ise, bu anlayışı müşahede etmektir.
Allah Resulü'nün (sav) imanı tarif ettiği bir hadiste, adaleti tes-bit ederken söylediği sözler de buna delil teşkil eder. O buyurdu ki: "İman, dört temel üzeredir: Sabır, yakin, adalet ve cihad.... Adalet de dört şubeden oluşur: Anlayış derinliği, ilmin aydınlığı, hilmin bahçesi ve hükmün kaideleri. Anlayış sahibi olan kimse, ilmin cümlesini tefsir eder. İlim sahibi olan ise, hükmün kaidelerini bilir. Hilim sahibi olan da işinde aşırıya kaçmaz ve insanlar arasında sa­yılan biri olarak yaşar".
Mükaşefe ehlinden bir zat şöyle demiştir: Melek bana zahir ol­du ve tevhidle ilgili olarak müşahede ettiklerim arasında bulunan gizli zikirlerimden bir kısmını kendisine yazdırmamı istedi ve şöy­le dedi: Biz senin amellerini yazacak durumda değiliz. Aksine bizi Allah'a yaklaştıracak bir amelinle senin seviyene yükselmek iste­riz. Bunun üzerine o kimseye sordular: İki melek farzları da mı yazmıyorlardı. O zat da şu cevabı verdi: Tabii ki yazıyorlardı. De­dim ki: Bunlar o iki meleğe yeterli olmuştu.
Ariflerden biri de şöyle demiştir: Abdal zümresinden birine Ya­kin müşahedesini sordum. Soluna döndü ve şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ne dersin? -sonra sağına döndü ve yine- Allah sa­na merhamet etsin, ne dersin? sonra yüreğine döndü ve- Allah sa­na da merhamet etsin, ne dersin? Sonra da bana daha Önce hiç işit­mediğim gariplikte bir cevap verdi. Kendisine şöyle dedim: Gör­düm ki, soluna, sağına ve yüreğine döndün, bunun manası nedir? Bana şöyle dedi: Sen bana öyle bir soru sordun ki, benim onun hak­kında herhangi bir ilmim yoktu. Belki bilir diyerek sol yanımdaki meleğe dönüp sorduğumda bana 'Bilmiyorum' dedi. Sonra ondan daha bilgili olan sağ tarafımdaki meleğe sorduğumda o da 'Bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine kalbime baktığımda o da bana sana verdiğim cevabı söyledi ve o iki melekten daha bilgili olduğunu gös­terdi.
Ebu Yezid ve diğerleri şöyle derlerdi: Alim, Allah'ın Kitabı'nı ez­berleyen, sonra da unuttuğu zaman cahil sayılan kimse değildir. Aksine alim, ilmini dilediği vakit ezberleme ve öğrenme olmaksızın Rabbinden alan kimsedir. Böyle bir alim, aldığı ilmi asla unutmaz, daima hatırlar ve asla kitaba ihtiyaç duymaz. İşte o Rabbani alim­dir. Yakin sahibi abdalın kalplerinin hali işte budur. Onlar hıfz ile değil Hafız ile ayakta dururlar.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Ümmetimden muhaddisler ve kelam sahipleri çıkacaktır. İbni Ömer de onlardandır. İbni Abbas da okudu. Senden başka hiçbir resul, peygamber ve hadis nakleden göndermedik ki..[61][61] Allah Resulü (sav) bununla o iki sahabiyi kas-detmişti. Sahabe ve Tabiun'un ileri gelenlerinden olan Selef-i Sa­lih'in takip ettikleri yol da buydu. Kendilerine bir mesele soruldu­ğu zaman Tevfik-i İlahi sayesinde doğru olan cevaba muvaffak kı­lınırlardı. Onların izledikleri usûl, takip edilecek yol için hakiki bir rehber mahiyetinde idi.
Mümin bir kulun kalbine Yakin'e dair bir hatır geldiği zaman, onu müşahede etmiş olması, onun gereğini yapmak zorunda kal­ması neticesini doğurur. Bu ilim başkalarına gizli olsa da, onu açık­lamak ve başkalarına şüpheli gelmesi halinde de onun delilinin sıhhatini isbat etmek durumunda kalır. Allah Teala Yakin sahiple­rini tahsis ederek şöyle buyurmuştur: "Ayetleri yakin sahibi bir toplum için beyan ettik". (Bakara/118); "Bu (Kur'an), insanlar için kalp gözü, yakini olarak iman eden bir toplum için de hidayet ve rahmettir". (Casiye/20)
Allah Teala takva sahibi müttakileri tahsis ettiği ayetlerinde i-se şöyle buyurur: "Allah'ın göklerde ve yerde yarattıkları, muhak­kak ki takva sahipleri için kesin ayetlerdir". (Yunus/6); "Bu, insan­lar için bir beyan, takva sahipleri için de bir öğüt ve hidayettir". (Al-i İmran/138)
Allah Teala ilim sahiplerinin üstünlüğünü teyid ederken de şöy­le buyurmuştur: "Bilakis onlar kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde olan açık ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki Biz, ayet­leri ilim sahipleri için açıkladık". (En'am/97) İlmin hakikati, takva ve yakinden gelir. Allah Teala'ya yakın kılınanlara mahsus olan Marifet ilmi de budur. Allah Teala onlara ayetler bahşetmiş, beyan' ve deliller göstermek suretiyle diğerlerinden temyiz etmiştir. Bu­nun sebebi de; Allah'ın Kitabı'nı istenildiği gibi muhafaza etmiş ol­maları ve onun yaşayan şahitleri makamında bulunmalarıdır.
Bütün bunlar, Allah Teala'nın yerdeki hazinelerinin tesirleriyle kalplerde beliren hatırlardır. Göklerin ve yerin hazineleri yalnızca O'nundur. Ama ikiyüzlü münafıklar bunu fıkhedip anlamayazlar. 'Fıkh' kelimesi, Arapların dilinde kalbi fiillerden biri olarak görülür. Mesela 'Fıkhettim' dediğiniz zaman 'Anladım' demek istediğiniz an­laşılır. Nitekim İbni Abbas da (ra) Allah Teala'nın "Onların kalpleri vardır fakat onlarla fıkhetmezler" (A'raf/179) buyruğunun tefsirin­de 'yarû anlamazlar1 diyerek 'Fıkh' kelimesine 'Anlama=Fehm' ma­nasını yüklemiştir.
Yakin, ruh ve melek menşeli hatır Allah Teala'nın hazinelerin-dendir. Akıl, nefs ve şeytan menşeli hatır ise yeryüzü hazinelerin-dendir. Nefs hakkında şöyle denilir: Nefs, türabi yani toprakcıldır ve arzdan yaratılmıştır. Bunun için de toprağa meyleder. Ruh ise manevidir ve melekûttan yaratılmıştır. Bu yüzden de yücelmek-ten haz alır. Kalbe gelince, o da melekût hazinelerinden bir hazi­nedir. Kalp ayna gibidir. Gayb hazinelerindeki ortamlarından ge­len bu hatırlar kalpte tutuşurlar. Kalp de bu tesirle pırıldayarak
ışık saçar.
Bu pırıltılardan kalp kulağına düşenler anlayış, kalp gözüne düşenler nazar yani müşahede, kalp diline düşenler kelam yani zevk, kalbin koklama melekesine düşenler ilim yani fikir olurlar. Uzvî aklın aşılanmasıyla oluşan bu akıl, kazanılmış yani müktesep akıl olup süresi bakımından en kısası, çilesi bakımından en kolayı­dır. Kalbin gözüne ve duyusuna düşenler ise onun şeffaf zarını yır­tarak kalpte bulunan siyah noktaya ulaşırlar. Bu safha vasıtasız temas yani 'Mübaşeret' safhası olup zahiri bakımdan Vecd olarak bilinir. Müşahede makamındaki hal budur. Bu meyanda Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahım, Sen'den kalbime doğrudan temas eden bir iman nasip etmeni niyaz ederim".
Ariflerden bir zat şöyle demiştir; İman kalbin zahirinde olduğu zaman, kul hem ahireti hem de dünyayı seven biri olur. Bazan Al­lah ile beraber olurken bazan da nefsiyle beraber olur. İman kalbin batınına girdiğinde ise, kul dünyaya buğzeder hale gelir ve dünye­vi arzuları terkeder.
Ebu Muhammed Sehl de (ra) şunu söylerdi: Kalpte iki boşluk vardır. Bunlardan biri batın olup içinde göz ve kulak bulunur. Bu­rası, kalbin kalbi olarak bilinir. Diğer boşluk ise zahir olup içinde akıl bulunur. Aklın kalpteki varlığı, bakışın gözdeki konumuna ben­zer. O, belli bir yerin cüasıdır. Bir nevi gözbebeğinin cilası gibidir.
Kalpteki hatırlar, hidayet vasıtaları olan ruh ve melek kaynak­lı ise, neticesi takva, hidayet ve rüşd olur. Bunlar hayır hazinele-rindendir. Rahmetin anahtarı ise, kulun kalbim güzel bir nura açar, sağ yanda bulunan hafeze melekleri de bunu idrak ederek onun için bütün hasenatı tesbit ederler. Kalbin hatırları, yoldan çı­karan azgınlar; şeytan ve nefs kaynaklı ise, bunun neticesi de is­yankarlık ve günahkarlık olur. Bunlar, şer hazinelerindendir.
Arazların çengelleri de kalbi karanlık ve zulmete açarlar. Sol tarafta bulunan hafeze melekleri de, kulun yaptıklarım kötülük ve günahlar olarak tesbit ederler. Bütün bunlar nefsi yaratıp tesviye eden, kalpler üzerinde mutlak hakimiyet sahibi olan, kalpleri; hik­met ve adaleti, sevdikleri için de minnet ve lütfü gereği çevirip de­ğiştiren Allah Teala'mn ilham ve görevlendirmesi neticesinde meydana gelir. O buyurdu ki: "Rabbinin kelimesi, doğruluk ve ada­let bakımından tamama erdi". (En'am/115) Yani velilerine söz ver­diği hidayete iletme vaadinde sadık kalarak sevaplarını eksiksiz verdi. Düşmanlarına da sapmaları sebebiyle vaadettiği azabı ada­leti gereği yaşattı.
"O, yaptığından dolayı sorgulanamaz, onlar ise sorgulanırlar". (Enbiya/23) İşte onlar, Allah Teala'mn emrine bağlı olan erlerdir. O ise, Hükümrân, Cebbar, Aziz, Kahhâr ve eşya ile doğrudan temas­tan münezzeh olandır- Herşey O'nun dilemesine bağlı ve kudretine boyun eğmiştir. O'nun kudreti iradesini tatbik ederken, hikmeti de fiillerini meydana getirir. O bir şeyi murad ettiğinde gizli kudretiy­le 'Ol!' der ve o zahiri hikmetiyle 'olur1. Rabbimiz, herşeye kadir olup herşeyin melekûtu O'nun elindedir.
O herşeyde hikmet sahibidir. Kul ise, aciz ve cahildir. O, hiçbir şeye kadir değildir. Sebepler dünyasına mahkum edilmiş olup önü­ne perde çekilmiştir. Allah Teala onu, sevap ve azabın mahalli kıl­mıştır. Sebepler, imtihan ortamlarıdır. Kul da imtihanın konusudur. Evvel olan Allah Tela ise, imtihan eden, irade sahibi, yoktan yara­tan, yaratıp öldürdüğünü tekrar yaratandır. O sizi, bilmedikleri bir şekilde yaratır ve müminleri de güzel bir imtihandan geçirir.
Kul, ancak Allah Teala'mn kendisini şahit kıldığı şeylere şahit olabilir. Müşahede makamında kulların muhtelif derecelere sahip olmalarının sebebi de budur. Kul, Allah Teala tarafından açıklan­mayan ve murad edilmeyen şeylerin beyanını bilemez. İşte bu se­bepledir ki onlar deliller noktasında ihtilafa düşmüşlerdir. Allah Teala gayb hazinelerinden bir şeyi izhar etmek istediğinde, latif kudretiyle nefsi harekete geçirir. Nefs de O'nun izniyle hareket eder. Allah Ifeala nefsin hareketiyle onun cevherinde bir karanlık açar ve bu sebeple kulun kalbinde kötü bir niyet oluşur.
Şeytan da kulun kalbine bakar. Çünkü o sürekli kalpleri gözet­lemektedir. Kalpler onun için açılmış, nefsler de onun önüne seril­miş vaziyettedir. O da bu şekilde, kendisine verilen görevi ve kula yaptıracağı kötü ameli görür. Şeytan, kulun kalbinde bir niyet gör­düğünde ve bu niyetin kalpteki zulmet ve karanlığa tesir edişine şahit olduğunda, kalpteki yerini ve kalp üzerindeki hakimiyetim pekiştirir. Kötü bir amele yönelik niyetler, esas olarak üç unsurun tesiriyle ortaya çıkar. Bu üç unsurun dallarını saymak mümkün değildir. Çünkü her kulun niyeti, kendi gayesine göredir.
Bu üç unsurun ilki, isa'dır. Heva, nefsin geçici dünyalıklardan aldığı zevk veya bunlara yönelik temennisidir. İkincisi akim afetle­rinden olan uzvi bir cehalet veya hareket ve sükûn iddiasıdır. Üçüncüsü de kalp aşkıdır. Bu üçünden hangisi olursa olsun kalbe tesir ettikleri zaman, nefs vesvesesi ve ona bağlı olup daima zem­medilen şeytanın varlığı gündeme gelir.
Bu üç unsurun ortaya çıkışı da şu üç esastan birinin etkisine bağlıdır: Cehalet; Gaflet veya gereksiz dünya malının peşine düş­mek. Bu üçü de kulu ilgilendirmeyip dünyaya izafe edilen fikir ve fiillerden ibarettir. Kul için en hayırlısı; nefsle cihad etmek, şeyta­nın nefsi sürüklemesine izin vermemek ve eğer bunlar dünya fuzuliyatının mubah işleri ise, uzuvların bu cihetteki hareketlerine set çekmektir. Eğer bu üçü, haram kılınan fiiller için varid olmuşlarsa o takdirde kulun uzuvlarını bu istikamette hareket etmekten çek­mesi gerekir.
Kalbi bunları anmakla neşe buluyor, nazları da onların peşinde gidiyorsa, bunlar kulun kalbi ile yakin arasında aşılmaz bir engel teşkil ederler. Eğer bunlar, mubah fiillerle gündeme geliyorlarsa o takdirde kalbinin gafletlerin yatağı haline gelmemesi için bunları kalbinden dışlayıp atması onun için daha hayırlı olur. Aslında bun­ların hepsi, Allah Teala'nın kalpleri çevirmek için koyduğu sınama ve onları döndürme için vazettiği imtihanlardandır.
Allah Teala, nefsi, ruhu, hayatı ve ölümü de imtihan gayesiyle yaratmıştır. Yeryüzünde yarattığı ziynetleri de en güzel amel olan zühdün ortaya çıkması için varetmiştir. O, bütün bunları yarattıkan sonra kullarının ne yaptıklarını seyre dalmıştır. Helaka düşmek üzere olan ve şeytanı kendisine musallat ettiği ve nefsini tahrik et­tirdiği için rızasından uzaklaşmakta olan bir kulu için selameti mu-rad ettiği zaman imtihan anında onun kalbine nazar eder ve nefsi Allah'a imanın nuruyla ile hidayete sevkeder. Kula, Allah'a sığınma­sını ve O'na tevekkül etmesini fısıldayarak kendisine karşı ihlaslı ol­mak mecburiyetini hissettirir. Bu durumda o kula Allah Teala yeter.
Kul bu safhadan sonra işini Allah'a havale eder. Allah Teala da şeytanın tuzağına karşı onu korur. Kul da Allah'a yönelmeye mec­bur kalır ve yalnız O'ndan korkmaya başlar. Allah Teala da onun için bir çıkış yolu yaratır ve kul felaha erer. Allah Teala nefse öyle bir bakışla bakar ki, nefsin ateşini söndürür ve kötü niyetleri imha eder. İnsanın baş düşmanı olan şeytan da kalpteki yerini kaybetti­ği için gizlenir ve Allah Teala'nın gücünün şiddetiyle kalp üzerin­deki hakimiyetini tamamen kaybeder.
Kalp, Allah Teala'nm bahşettiği sirac-ı münirin (=nur saçan kandil) tesiriyle safa bulup Aziz ve Kahhâr olan Allah Teala'nın verdiği güçle hürriyetine kavuşur. Bundan sonra O'nun bakışıyla safa bulmuş bir kalbe sahip olan kul, Rabbinin makamından kor­kar, günahlardan uzaklaşıp kaçar veya tevbe ve istiğfarda bulunur. Bu hal üzere gittikçe takvanın şiarları da onun üzerinde belirgin olmaya başlar.
Allah Teala bir kulu için helaki murad ettiği zaman, ondan şer­rin sudur etmesine hükmeder. Bunun üzerine kalp, kötü niyet oluş­tuktan sonra nefisten kaynaklanan heva ile akla bakar. Akıl da nef­se döner. Nefs, akla kötülüğü kolay göstererek onu tahrik eder. Akıl da nefsin tahrikine kapılarak ona boyun eğer. Bundan sonra aklın teslimiyetinden dolayı yürek, heva ve arzular için açılıp genişler.
Yürek, heva ve arzular için açılıp genişlediğinde kalpte de bu tür duygular yayılmaya başlar. Yerinin genişlemesinden dolayı in­sanın can düşmanı olan şeytanın da kalp üzerindeki hakimiyeti güçlenir. Şeytan kötü işleri kalbe güzel göstermeye, vaadtler ve boş kuruntular telkin ederek onu aldatmaya devam eder. Bu şekilde kalbe süslü sözler ve aldanış zerkeder. Neticede, şeytanın hakimi­yetinin güçlenmesi ve yakin nurunun sönmesi sebebiyle imanın kalpteki hakimiyeti sarsılır. Şehvetin güçlenmesinden dolayı da heva baskın gelir. Şehvet, ilim ve beyanı yokettiği için de haya or­tadan kalkar ve iman, şehvetle perdelenir. Hevanın hakimiyeti ve hayanın yokolmasmdan dolayı da günahkarlık bariz hale gelir.
Hayır ve şer, itaat ve isyan gibi üstteki sebebplere bağlı olarak ortaya çıkan durumlar insan için anlık meselelerdir. Bunlar göz açıp kapama anı kadar kısa sürelerde yaşanırlar ve kulun bütün parçaları tek bir parçaya, bütün mafsalları tek bir mafsala dönü­şür. Bunun sürati şimşeğin süratine benzer. Çünkü bu, Allah Tea-la'nın kudretinin iradesine baskın çıkarılması hadisesidir. O, bir şeye 'Ol' dediğinde derhal 'Olur1.
Allah Teala kul için hayrı izhar etmek ve melekût hazinelerin­den biri olan takvayı ilham etmek istediğinde, gizli lütfuyla ruhu harekete geçirir. Ruh da kudreti eşsiz olan Allah Teala'nın emriyle harekete geçer. Onun cevherinden kalpte parlak bir nur açılır ve hayır yönünde yüce ve ulvi bir niyet teşekkül eder. Bu da fer*iyatı sayılamayan üç esastan birinin tesiriyle olur. Çünkü her kulun ha­yırdaki himmet ve gayreti, onun ilim ve makamına göredir.
Bu üç esasın ilki, farz olan bir emri yerine getirme gayretidir, ikincisi, kulun halinin tesiriyle veya melek ya da melekûttan mü-kaşefe yoluyla muttali olduğu bir ilimden dolayı fazilet sahibi ol­mak isteğiyle bir mendubu işleme arzusudur. Üçüncüsü ise, kendi­siyle ilgili bir hususta, bedeni ve nefsi sıhhatinin gereği olarak yaptığı ve kendisine serbest kılınmış bir mubah ile meşgul olmaktır. Bununla maksadı, başka birine faydalı olmak veya denizler kadar derin meselelere dalmış kalbini rahatlatacak fikirlerle teselli bul­maktır. Böylelikle sıkıntısını giderip kalbine binen ağırlığı hafiflet­miş olabilir.
Bunlar Allah Teala tarafından kulun meşgul olması için tercih edilmiş sahalardır. Hikmet sahibi olan Allah Teala'mn hikmeti bunu icap ettirmiştir. Yukarıda zikrettiğimiz esasların tamamında da Al­lah Teala'mn rızası mevcuttur. Bunları ifa etmek, kul için en fazilet­li olandır. Tabii ki bunlardan bazıları, diğerlerinden daha üstündür.
Üstte zikredilen hayır ve şerle ilgili altı esas, temelde kalbe do­ğan meleğin sesiyle şeytanın sesi, takva ilhamıyla günahkarlık il­hamı yani niyet ile vesvese arasındaki farkı teşkil eder. Niyet ile vesvese de Allah Teala'mn seçimi veya smamasıdır. Bu esaslar kul için daha fazla mükaşefe sahibi olma vesilelerini de ortaya çıkarır. Kul, bunlar vasıtasıyla Allah Teala'ya nazar eder ve bunların ken­disini ulaştırdığı makamda Allah Teala'yı bulur. Bunlar, Allah Tea-la'dan onun için bir tanıtım olur ve kul onlar vasıtasıyla Rabbini tanır ve kendisine şevk ve ünsiyet kapıları açılır.
Kullar, yakindeki yüksekliklerine, güçlerinin miktarına ve ima­nın kalplerindeki yerinin metanetine bağlı olarak müşahedelerde de farklı derecelere sahip olurlar. Hayrın kökleri ve ortamları şun­lardır: Meleğin ilhamı, ruha bırakılan nur ve iman kitaplarındaki nurların müessirleri; Hayrın fertyatı ise, ahiret, kula emredilen farz, mendub ve mubahları bilmektir. Şerrin kökleri ve ortamları bunların karşıtları olan, nefs ve şeytandır. Şerrin sebepleri ise, he-va ve şehvettir. Bunlar da cehaletten kaynaklanan hususlar olup kulun Önüne bir perde gerer ve onu azaba sürüklerler.
Allah Teala, ruh hazinesinden bir hayrı açığa çıkarmak istedi­ğinde, onu harekete geçirir ve kalpte bir nur parlar. Bu nur, kalp üzerinde müessir olur ve melek kalbe nazar eder. Kalp de, Allah Te­ala'mn içinde yarattığı şeyi görür. Bunun üzerine meleğin kalpteki yeri sağlamlaşır ve şeytanın şer hazinesi olan nefste yaptığım, o da kalpte yapar. Melek hidayet üzere yaratılmış ve Allah'a itaati sev­me karakterine sahip kılınmışken şeytan, azgınlık üzere yaratılmış, günahı ve isyankârlığı seven bir karaktere sahip kılınmıştır. Melek kalbe bir ilham bırakır ki bu; kalpteki değişik'hatırların kayıt altı­na alınmasını emreden bir içses olup kulun kalbinin güzelleştiril­mesini ister ve buna teşvik eder. İşte bu, takva ve rüşd ilhamıdır.
Melek yakine, insanın baş düşmanı olan şeytan ise nefse bakar. Yakin, meleği buna şahit kılar ve akıl huzur bularak yakinin şahit­liğine teslimiyet gösterir. Bu safhadan sonra akıl da, Allah Tea­la'mn izniyle melekle beraber olur ve Rabbinden destek alır. Hal­buki daha Önce nefs ile beraberdir ve onunla huzur bulmaktadır. Yürek de aklın varlığından dolayı açılır ve yürekteki bu genişleme ve açılmanın etkisiyle ilmin delilleri tezahür etmeye başlar. İman­daki saflık ve duruluğun tesiriyle yakinin kalp üzerindeki hakimi­yeti daha da güçlenir.
Hevanın zulmet ve karanlığı ise, yakinin nuru içinde kaybolup gider. İman nurunun tebarüz etmesiyle birlikte şehvet kıvılcımları da birer birer söner ve iman, haya ziynetiyle süslenir. Şehvetin kırıl­masıyla beraber nefsin belli sıfatları da zaafa uğramaya başlar. Nefs zayıfladıkça kalp güçlenip kuvvetlenir. İman da yakinin kuvveti ve ilim delillerinin ortaya çıkması sayesinde artar. İmanın artışı ve ha­ya elbisesinin kuşanılmasıyla hidayet ağır basar. Hakkın galebe çal­masından dolayı da kulun itaati ön plana çıkar. "Allah, emrinde ga­lip gelendir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf/21),
meselenin  Başka  bir  İzahı:
Melek ve şeytandan kaynaklanan sesler ile bunların ilham ve ves­vese dereceleri farklılaşabilir. Kimi zaman, şeytanın kötülüğü em­reden fısıltısı daha önce gelmiş olabilir. Melek de bunun ardından kulun yardımına koşarak onun hayır üzerinde kalmasını temin et­mek ve Rabbinin inayetini göstererek kulu bundan sakındırmak için kalbine seslenebilir. Böyle bir durumda kulun yapması gere­ken, ilk hatıra karşı durarak ikinci hatıra itaat etmektir.
Kimi zaman da meleğin hayrı emreden sesi önce gelebilir. Bu­nun ardından şeytanın onu caydırmaya, ertelemeye dair sesi gelir ki bu, Allah Teala'mn kulunu sınama ânıdır. O, kulunun ne yapa­cağına ve bu iki sesten hangisine kulak vereceğine bakar. Böyle bir durumda kulun yapması gereken; ilk sese kulak vererek, ikinci se­se kulak tıkamak ve şeytana itaat etmemektir.
Bir de meleğin hayır yönündeki ilhanlıyla şeytanın vesvesesine ilişkin hatırların kalbe doğması sözkönusudur. Bunlar da çeşitli derecelerde olur. Bazı kullarda dünyaya düşkünlüğün aşırı olma­sından dolayı meleğin sesi zayıf çıkarken şehvet ve heva düşkünlü­ğünden dolayı şeytanın sesi güçlü çıkabilir. Bu seslerdeki güçlülük ve zayıflıkla, Önce veya sonra gelişlerdeki farklılaşma da Hakim olan Allah Teala'mn irade ve hükümlerinin, O'nun kudretinin kalp­leri çekip çevirmesinin ve iradesinin hükümlerindeki inceliklerin neticesidir. O'nun şer hazineleri arasında hayır hazinesi varetmesi veya hayır hazineleri içinde şer hazinesi varetmesi mümkündür. Sevdiği ve kendisinden başkasına meyletmesini istemediği kulları için böyle yapabilir.
Kul, Allah Teala'dan gelene asla nazlanmaz. Arif de buna şahit olduğunda hayır yaptığından asla emin olamaz. O'na karşı asla nazlanmaz, çünkü Allah Teala'mn hayır hazinelerini şer hazinele­rine çevirmesinden hiç kimse emin olamaz. Aynı zamanda üzerin­deki bir kötülükten dolayı da ümitsizliğe kapılmaz ve daima Allah Teala'mn şer hazinelerini hayır hazinelerine çevirmesini umar. Böylelikle arif olan kul, daima korku ve ümit halleri arasında olur. Bunu idrak edebilmek için, ilimlerin inceliklerini, anlayışların latif yönlerini, zekanın kapalılıklarını Rahman ve Cebbar olanın öğret-mesiyle bilinen nurların saflığını bilmek gerekir.
Kul, şerre ait bir hatırdan sonra hayra ait bir hatırın geldiğini ve kendisini serden sakındırdığını görür. Böylelikle, sürekli göze­tlendiğini ve telafi için imkan verildiğini anlar. İşte bu, kulun kal­bindeki en büyük vaiz ve aklı destekleyen büyük bir caydırıcıdır. Nefsten ve hevadan kaynaklanan şer hatırları ardarda geldiği hal­de bunları melekten gelen hayır hatırları takip etmeyebilir. Bu, ku­lun rıza-i ilahiden uzaklığının ve kalbindeki katılığın en bariz ala­metidir. Bazı kullarda ise, ruh ve melekten kaynaklanan hayır ve iyilik hatırları hemen gelir ve bu kulları, heva ve nefs kaynaklı şer hatırlarından azad eder. İşte bu da, Allah Teala'ya yakınlığın işare­tidir. Bu, aynı zamanda O'na yakın kılman Mukarrebun zümresi­nin halidir.
Allah Teala'mn kulu sınaması çerçevesinde hayır ve iyiliğe ait hatırlar şeytan kaynaklı hatırlar ve vesveselerden de doğuyor olabilir. Bu, Allah Teala'dan bir sınama, şeytandan kula yönelik bir hi­le, nefsten de bir tuzaktır. Kulun düşmanı olan şeytan, bu yola baş­vurarak onu sonunda büyük bir günaha sürüklemek, bir farzı en­gellemek için menduba sevketmek, o an için daha faziletli olan bir şeyi yapmasına imkan vermemek, zahirde iyi görünüp aslında şer olan bir şeyi yaptırmak gibi maksadlara ulaşmaya çalışır. Yapıla­cak fiilde şeytanın gayesi, görünen değil görünmeyen yönü veya işin sonudur. Bu noktada nefsin şehveti de hevasıdır. Nefs onu te­menni eder, çünkü şeytan onu zahirde hayır görünen bir kisveye bürümüş, güzelce süslemiş, işin başını hayırlı kılarak kulu teşvik etmek istemiştir. Bu durum amel sahiplerinin karşılaşacakları tu­zakların en çetinlerin dendir. Bu tür tuzakların içyüzünü ve sırları­nı ancak ilim sahipleri bilebilirler.
Melekten kaynaklanan hatır, her halükarda mutlak hayır ve saf iyilik içerir. Çünkü hile ve tuzak kurmak, meleklerin sıfatların­dan değildir. Ama kalbin kasvet ve katılığı arttığı, zoraki ibadet eden kimselerin günaha meyilleri çoğaldığı zaman, melekten gelen hatırlar kesintiye uğrayabilir. Böyle bir durumda kalp ile şeytanın dürtüleri arasında hiçbir engel kalmaz. Şeytan da nefsin hevasıyla yalnız başına kalır. Zamanla kulun üzerinde tam bir hakimiyet ku­rarak -Allah korusun- huzur-i ilahiden uzaklaştırılması, hayırsızlı­ğı ve irşaddan kopuşu noktasında onunla birleşir.
İman makamındaki kul, meleğin sesini duymaya devam eder. Yakin makamına yükseltildiği zaman ise Allah Teala tarafından ruhun nurları vasıtasıyla dost edinilir. Ruh, insanda hakkın yerleş­tirildiği yerdir. Allah'a yakınlık ve hakka ulaşma da; meleğin bile muttali olamadığı sırlardan olan ruhun nurları vasıtasıyla gerçek­leşir. Bu safhaya ulaşabilmek için nefsin hevaya dair hatırlarının tamamen yokolmuş olması ve bu hatırlardan bir zerrenin dahi kal­mamış olması gerekir.
Bu, nefsin tamamen dürülme ve ruhun enginliğinde kaybolma safhasıdır. Bu safhada nefsten hiç ses çıkmamaya başlar. İşte bu noktada Allah Teala yakin nuru ile kulunu veli edinir ve gayb ha-zineleinden biri olan yakin nurunu parlatır. Bu nur, ceberûtun mü-kaşefeleri ile perdelenmiş bir nurdur. Kul bu merhalede hakka Hakk ile şahid olup gayba temas ederek onun yapısını inceler.
Onun yapısını öğrendikten sonra sadece ehline veya soranlara açıklanabilecek bilgilere sahip olur. Bu da Tevhid makamında olur. Bütün bunlar, Mukarrebun zümresinin nasiplerindendir.
Meselenin  Başka  Bir  İzahı:
Küçük de olsa yapılan her amel, Allah Teala tarafından deruhte edilen üç unsurdan hali kalamaz:
1. Bunların ilki Tevfik'tir. Bu, ameli yapan kul ile yapılacak şe­yi biraraya getiren ittifak halidir.
2. İkinci unsur Kuvvet'tir. Kuvvet aklın başlangıcını teşkil eden hareketin durağan haline verilen isimdir.
3. Üçüncü unsur ise, Sabırdır. Sabır, fiilin tamamlanmasını borçlu olduğu kısmın bitirilmesindeki kararlılıktır.
Her amelin oluşabilmesi için ihtiyaç duyulan bu üç temel esas, Allah Teala tarafından kendi Zatına izafe edilmiştir. O, bu meyan-da şöyle buyurmuştur; "Tevfikim ancak Allah sayesindedir". (Hud/88); "Allah diledikçe ki Allah'tan başka Kuvvet (veren) yok­tur". (Kehf/39); "Ve sabret, senin sabrın ancak Allah sayesindedir". (Nahl/127)
Allah Teala, kainatı çekip çevirme işinin de kendi iradesine bağ­lı olduğunu şu buyruğuyla beyan etmiştir: "Allah, gece ile gündüzü dilediği gibi değiştiriyor". (Nur/44) Bunun manası, Allah Teala'nın bu ikisi arasmdakileri de kendi iradesine bağlı olarak değiştirdiği­dir. Çünkü 'Gece ile Gündüz' bütün eşyanın iki ayrı tarafı için ko­nulmuş isimlerdir. Allah Teala bu iki isimle bütün varlık alemini murad etmiştir. Bunu teyid eden başka bir buyruğu da şudur: "Ha­yır, işiniz gece gündüz tuzak kurmaktı". (Sebe733) Yani, gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklarınız. Çünkü onlar tuzaklarını ya gece ya da gündüz kurmaktaydılar. Allah Teala bu iki kelimeye mekan manası yükleyerek her ikisinde kurdukları tuzakları da murad et­miştir.
O'nun şu buyruğu da bu manadadır: "Halbuki gecede ve gün­düzde barınan şeyler O'nundur". (En'am/13) Bu ayetin tefsirinde iki farklı anlayış mevcuttur. İlkine göre ayette geçen 'Sekene=Sa-kin oldu' fiilinden kasdedilen, yeryüzünde barınan ve onu mesken edinen varlıkların yerleşimidir. Diğer anlayışa göre kasdedilen, hareketin zıddı olan 'Sükûn' halidir ki bu mana daha yakındır. Çün­kü kainatta aslolan hareket değil sükûn yani durağanlık halidir. Yaratılmışlara layık olan çaresizlik ve yokluk sıfatlarına yakın dü­şen mana da budur. Harekete geçirme ise Allah Teala'nın ihdas ve icrası ile sonradan ortaya çıkmış bir durumdur.
Aynı şekilde sükunun zikredilmesiyle onun zıddı olan hareketin kasdedümiş olması ihtimali de mevcuttur. Buna misal olarak şu ayet-i kerimeyi zikredebiliriz: "Hem sizi sıcaktan koruyacak elbise­ler., yaptı". (Nahl/81) Yani sıcaktan olduğu gibi soğuktan da koru­yan elbiseler. Çünkü elbise, bu maksadla da kullanılabilen bir eş­yadır. Allah Teala, her iki ayette de ikinci sıfatın istidlal yoluyla bi­linmesi için sıfatlardan birini zikretmekle iktifa etmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Onların kalplerini ve gözlerini önce buna inanmadıkları şekilde ters çeviririz". (En'am/110) Allah Resu­lü (sav), Allah Teala'nın kalpleri çevirmedeki eşsiz kudretine ve la­tif yaratışına şahit olduğu için O'nun bu sıfatı üzerine yemin ede­rek "Kalpleri çevirene andolsun ki"[62][62] buyurmuştur. Allah Resulü (sav) kalplerin değiştirilmesinde kudret-i ilahinin nasıl seri bir şe­kilde devreye girdiğini herkesten daha açık ve kesin birşekilde gör­düğü için yemin edilenin kudretini yüceltmek ve bu babda önceye dayanan ilminden dolayı hissettiği korku ile bunu bir Kasem lafzı haline getirmiştir.
O, şöyle dua ederdi: "Ey kalpleri değiştiren (=Mukallibe'l-kulûb) kalbimi dinin üzere sabit kıl. Bunun üzerine bazı sahabiler, 'Ey Al­lah Resulü, sen de mi korkuyorsun?' diye sorduklarında şunu söy­lemiştir: Ben bile emin olamıyorum. Çünkü kalpler Rahman'm iki parmağı arasındadır. Onları dilediği şekilde değiştiriverir". [63][63] Hadi­sin başka bir lafzında ise şu ifade geçmektedir: "Eğer kalbi yerinde kılmak isterse, yerinde kılar, eğer kaydırmak isterse de kaydırır [64][64] Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edildi: "Kalp, her an değişimiyle serçe gibidir". Yine O, şöyle buyurmuştur: "Kalp, kazan gibidir, altı yakıldığı zaman kaynar". Meşhur bir hadiste de
O'nun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kalp, çöllük bir arazide rüzgarların savurduğu bir kuş tüyüne benzer".[65][65]
Kalp, bünyesinde bulundurduğu gayb hazinelerinden dolayı gece-gündüz gibi değişim mekanıdır. Yine o, vakitlerin değişimine göre hü­kümlerin de değiştirildiği bir yerdir. Kula düşen; kalplerin değiştiril­mesine ve onları değiştiren Hak Teala'mn kalp ile sahibi arasında bu­lunduğuna iman etmesinin vacib olduğunu bilmesidir. Allah Teala, iman ile Öldükten sonra diriltmeyi birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Ve bilin ki Allah kişi ile kalbi arasında durur ve (hepiniz) O'nun hu­zuruna toplanırsınız". (Enfal/24) İbni Abbas (ra) bu ayeti tefsir ede­rek şöyle demiştir: Allah Teala, mümin ile küfür arasında mani ola­rak dururken kafir ile de iman arasında engel olarak durur.
Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Kul ile, Allah ve Resu-lü'nün (sav) davetine icabeti arasında durur. Diğer bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Mümin ile kötü son, kafir ile de güzel son arasın­da engel olarak durur. Başka bir zat ise şunu söylemiştir: Mümin ile onu helaka itecek bir büyük günah işlemesi arasında mani ola­rak dururken münafık ile onu felaha götürecek bir amele muvaffak kılınması arasında engel olarak durur. Muvahhid ile şehadet getir­meden ölme arasında durabilir. Bütün bunlar, müminler nezdinde Allah Teala'mn azap tehdidinin tahakkuk edeceği istikametindeki korkulardır. Kainat da aynı şekilde bir tüy gibi Allah Teala'mn ira­desiyle çekip çevrilir.
Kuvvetli bir fırtına, bir kuş tüyünü nasıl yerden yere vuruyor­sa Kadir-i Mutlak olan Allah Teala da kainatı işte o şekilde dönde-rir ve değiştirir. Allah Teala'mn kudreti, hesaplamaya ve mesafeye ihtiyaç duymadığı gibi zaman ve mekana da ihtiyaç duymaz. Ka­inatın mülkünde zahir olan ve belli bir mekanda beşerin gözleriyle görülen fiiller ise Allah Teala'mn hikmeti, benzersiz yaratışı ve sağ­lam yapışının misalleri olmaları bakımındandır. Beri yandan mele-kut aleminde gizli olarak tahakkuk eden ve kalplerin basiretleri­nin değiştirilmesi gibi fiiller de, O'nun kudretinin gizliliğinin ve gü­cünün eziciliğinin tecellisi olarak meydana gelirler.
Bir kulun kudret-i ilahiye dair müşahede sin deki nasibi, onun tevhiddeki nasibine göredir, Tevhiddeki nasibi ise, yakinden aldığı paya göredir. Yakinden aldığı pay da, Karîb olan Allah Teala'ya ya­kınlık derecesine göredir. Yakınlık derecesine gelince, bu da Allah Teala'nm onun kalbine yakınlığına göredir. Allah Teala'mn onun kalbine yakınlığı, onun Allah Teala'yı bilme (=ma'rifetullah) seviye­sine göredir. Allah'ı bilme noktasında varılan genişlik ve derinlik, imandaki ziyadeye bağlıdır. İmandaki ziyadesi ise, onun Allah Te­ala'ya, Allah Teala'mn da ona olan ihsanına bağlıdır. Allah Te­ala'mn. ihsanı ise, ona itina göstermesi ve onu üstün tutmasına bağlıdır. Kul, işte bu şekilde Allah Teala'yı bilir. Sevilen ve herşeyi elinde bulunduran Allah Teala'mn kudretinin sırrı da budur.
Kulun cahillik babmdaki nasibine gelince, bu da yaşadığı gafle­tin derecesine bağlıdır. Gafleti, kalbindeki dünya sevgisine bağlıdır. Dünya sevgisi ise, nevalarının kuvvetine, nevalarının kuvveti de nefsin onun üzerindeki hakimiyetine ve nefsani sıfatların kalbinde yayılmasına bağlıdır. Nefsani sıfatların kalbe hakim olması ise, ya-kini ilmindeki zayıflığa bağlıdır. Yakini ilim ve imamndaki zayıflık ise, Allah Teala'mn onun gözlerine koyduğu perdenin kalınlığına ve onunla Allah Teala arasındaki uzaklığın büyüklüğüne bağlıdır.
Perde ve uzaklığın kula kazandırdıkları ise, kibir ve kalp katı-laşmasıdır. Kalp katılaşması, kulu, günahlara dalmaya sevkedecek-tir. Günahlara dalmak, öfke ve yüz çevirmeyi beraberinde getirecek­tir. Kulun öfke ve yüz çevirme hali içinde bulunması, Allah Te­ala'mn onunla ilgilenmemesinin ve ona kötü bakmasının neticeleri­dir. İşte bu da Allah Teala'mn kulu diğerlerinden ayırdığı kaderinin sırrıdır. Kulun müptela olduğu bu zemmedilmiş sıfatlar, daha önce gördüğümüz ve kula in'amda bulunulan övülmüş sıfatların tam zıd-dıdır. Kullarını bu iki istikametten birine döndüren de yine O'dur.
Hevamn kulun kalbinde yerleştiği mekanın büyüklüğü, düşma­nı olan şeytanın onu kendisine ne kadar süslediğine ve kula musal­lat ediliş derecesine bağlıdır. Allah Teala bu babdaki kudretinin işaretleri olan aye.tlerde şöyle buyurmaktadır: "Allah kime hidayet etmek isterse onun yüreğini İslâm'a açar. Kimi saptırmak isterse onun yüreğini de dar ve sıkışık kılar". (En',am/125); "Eğer Allah yardımcınız olursa size galib gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bı­rakırsa O'ndan sonra size kim yardım edebilir ki?". (Al-i İm-ran/160); "Allah sana bir kötülük dokundurmak isterse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir iyilik murad ederse O'nun lütfunu çevirecek de yoktur". (En'am/17)
Burada şöyle bir mesele çıkmaktadır: Hidayet veren Allah Te-ala, aynı zamanda saptıran olduğuna göre kimler hidayet bula­caktır? Allah Teala buyurdu ki: "Allah saptıracağı kimseyi hidaye­te erdirmez". (Nahl/37) Buna göre, Allah Teala'nm şanına yakı­şan; sabık ilminde sapmış olarak bildiği için saptırdığı kimseyi hiç kimsenin hidayete er dirememe sidir. Öncesinde sapmış oldu­ğunu bildiği bir kulunun nasıl hidayete iletebilir ki? İşte bu ma­nada, "Allah saptıracağı kimseyi hidayete erdirmez". (Nahl/37) buyurmaktadır.
Buna benzer bir diğer mesele de Allah Teala'nın veren olduğu gibi engelleyen de olmasıdır. Bu durumda, O'nun verdikleri kimler olacaktır? Hayrın tamamı bir kulun kalbine doldurulmuş bile olsa, kul kendi kalbindekinden yine ona bir zerre dahi taşımaya ve nef­sinden yine kendi nefsine bir hardal tanesi kadar menfaat sağla­maya muktedir olamaz. Çünkü kalp denen uzuv, ona ait bir organ olsa bile aynı zamanda Allah Teala'nzn hazinesidir ve içinde kulun dahi bilemediği şeyleri bulundurmaktadır. Kalbin içerdiklerine kul bile muttali olamaz.
Nitekim Allah Teala, bu hususu bilmeyen ve yoldan çıkardığı bir kafirin sözü karşısında şaşkınlık beyan ederek şöyle buyurmak­tadır: "O, gaybı mı biliyormuş? Yoksa Rahman'dan bir ahit mi al­mış". (Meryem/78) Nasıl olur da kul, kalbindekine muttali olabilir ve onu dilediği şekilde çekip çevirebilir? Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Kalpleri çekip çevireni teşbih ede­rim". Allah Teala da beşeriyetin efendisi olan Resulü'ne (sav) hitap edip şunu haber vermesini emretmiştir: "De ki: Allah'ın dilediği dı­şında kendi nefsim için (dahi) hiçbir iyilik veya zarara sahip ola­mam". (A'raf/188); Ardından da şöyle buyurmuştur: "De ki: Haberi­niz olsun, ben size kendiliğimden ne bir kötülük ne de bir iyilik ya­pabilirim. De ki: Beni Allah'tan başka kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınacak da bulamam". (Cin/21)
Mülkün yegane sahibi olan Allah Teala, Cebbar ve Aziz olduğu­na ve herşeyi elinde bulundurduğuna göre O'nun katındaki nimet­lere kuvvet kullanarak veya hileye başvurarak ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bunlara ulaşmanın tek yolu; O'nun karşısında sıdk, ihlas, zillet ve muhtaciyet göstermektir.
Tuzağa düşen akıl, yoktan yaratan ve öldürdüklerini tekrar ya­ratacak olan Allah Teala'ya nazar edemez. Çünkü önüne bir perde gerilmiştir. Bu perde, Allah Teala'nın suret ve hareketiyle ilgili ola­rak mevcudat aleminde izhar ettiği hususlardır. Allah Teala akla bunları açıklarken hareketi veren kudret sahibini vasıta edinip ka­inatı şekillendiren Evvel'i gizlemiştir. Akıl, düştüğü bu tuzak yü­zünden, aslında kendisi için bir perde olan, hareket ve sükûna ba­karak bunu kendine dayandırır. Halbuki o, bu iddiasıyla şahit olu-nananı görüp hakiki Şahid'i göremediğini anlayamaz.
Akıl, makamının Hak Teala'ya uzak oluşundan dolayı hareket ve sükunu vareden Allah Teaîa'yı göremez. Çünkü O, hareketin ar­kasındaki Gayb'dır. Gayb ise, ancak gaybda görülebilir. O da Ya-kin'dir. Şehadet alemi nasıl o alemdekiler tarafından görülebiliyor-sa, gayb alemi de ancak o alemdekiler tarafından görülebilir. Şeha­det alemindeki görme vasıtası, gözlerdir. Gözleri kör olan kimse bu alemde hiçbir şey göremez. Aynı şekilde kalp gözü kör olan kimse de melekût aleminde hiçbir şey göremez. Böyle biri, Yakin'in yoklu­ğundan dolayı müşahede fiiline muktedir olamayacaktır.
Aynı şekilde aklın esas aldığı hüccetler ve önündeki perde de, onun sadece görülmesi ve akılla bilinebilir olanları kavramasını sağlar. Ama basiret sahipleri, hareketi veren Şahid'i gördükleri için gaybi hareketten de ibret alırlar. Allah Teala, insan vücudunun içindeki hareketi gizlerken bu hareket neticesinde ortaya çıkan fi­illeri izhar etmiştir. Sanatıyla varettiğini açığa vururken bu sana­tın keyfiyetini gizlemiştir. Bunu yapmasının sebebi de, hikmetini kullarına daha açık olarak gösterebilmektir. Aynı şekilde ilk sana­tın sahibi olan Sanaatkar ve en büyük hikmetin sahibi olan Hakîm de kudretinin incelikleriyle gizlediği hareketten Gayb olmuştur.
Sırf akla dayanan kul, sadece O'nun izhar ettiği ve gösterdiği şeyleri görebilmiştir. Çünkü bunlar, Allah Teala hakkında akli ola­rak bilinebilen ve Onun için sınırlı kılman bilgilerdir. Bu kul, Ya-kin sahibi olmadığı için, kendisinden gizlenen gaybı görememiş ve şahid olarak sadece hareket ve sükunu kanıtlayabilmiş tir. Bu da onun Allah Teaîa'yı müşahede etmesine mani olmuştur. Muvahhıd ise Tevhid şehadeti vasıtasıyla bunu müşahede eder ve Yakin nuru sayesinde melekutun kendisine keşfettiği hakikatları görür.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevhidinde sırf aklına daya­nan kimseyi, sahip olduğu inancı ateşten kurtaramaz. Dünya ha­yatında tevhidi akli delillere bağlı olan ve sahip olduğu tevhid aki­desi kendisini Yakin'e götürmeyen kimse, zannım odur ki hakların­da 'Kalbinde miskal ağırlığınca olsun iman bulunanlar cehennem­den çıkarılacaklardır5 diye tarif edilen zümrede yeralacaktır. İmanı bu mikdann üstünde olanlar ise Yakin ile temas edeceklerdir. On­lar Ruh ile takviye edilenler olup kalplerindeki nur asla sönmeye-cektir ve bunlar cehennemden uzak tutulacaklardır. Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Allah Teala'ya O'nsuz ulaşacağını zanneden kimse O'nunla bağını kesmiştir. Allah Teala'ya kulluğunda nefsin­den medet uman kimse de, nefsini vekil edinecektir.
Kulların önünde, yukarıda zikrettiğimiz perde dışında üç perde daha vardır. Bu perdelerden biri en kalın, ikincisi orta kalınlıkta, üçüncüsü ise en ince olandır. Bu perdelerin ilki, arizi sebeblerdir. ikincisi çekici şehvetlerdir. Üçüncüsü ise, sürekli değişen alışkan­lıklardır. Sebepler, insanların bunlara bağlanmasına yol açarlar. Şehvetler ise onları daima kendilerine doğru çekerler. Alışkanlık­lar ise onların dayanakları olurlar. Kalınlık dereceleri farklı olan bu perdelerden hangisi bir kulun kalbinde zuhur ederse, orası şey­tan için yerleşim yeri olur.
Bunların kalpteki alanları ne kadar geniş olursa şeytanın kul üzerindeki hakimiyeti de o kadar geniş ve güçlü olur. Şeytanın süs­lemesi ve kışkırtmasıyla nefs de güçlenir ve insanı kuruntulara sevkeder. Sonuçta nefs insana, hiçbir malikin sahip olamayacağı şekilde kafi olarak sahip olur. Nefs kula malik olduğunda, kişi de onun malı ve esiri haline gelir. Heva da onun üzerinde emir sahibi olur. Bu durumda şeytan onu azgınlığa ve yoldan çıkmaya çağırır ve mallar ile çocuklarda ortak olma manasında tamamen ele geçi­rir. Böylelikle kulun Allah Teala'dan uzaklaşmasını ve O'nu tama­men unutmasını sağlar.
Bu durum, Allah Teala'nm Kitabı'nda kınadığı yoldaşlık halidir. O buyurdu ki: "Şeytan kimin yoldaşı olursa (bilsin ki) o ne kadar da kötü bir yoldaştır". (Nisa/38) Neticede kulun kalbindeki hüsnü ni-
yet ve himmet, yerini şeytani dürtü ve tahriklere bırakır. Kalbinde daima şeytan kaynaklı olan hatırlar dolaşır. O da vesvese yolunu kullanarak kötülükleri ona güzel gösterir. Kula süre tanır, onu ümitvar kılar, onun emelini geleceğe doğru yayar ve tevbe için sü­rekli umuntu sahibi olmasını sağlar. Kul da bu telkinler yüzünden daha rahat günah işler.
Şeytan, her günahından sonra ona mağfiret vaadeder. Sonunda günah işlerken daha cüretkar hale gelir. İşte bu, aldatıcı olan şey­tanın vaadidir ve bunun sonrasında kul için mutlak helak vardır. Nitekim Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: "Şeytan onla­ra vaadeder, olmayacak kuruntulara, ümitlere düşürür. Fakat şey­tan, onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaadeder?". (Nisa/120) Bütün bunlar, şeytanın insanoğlu hakkındaki zannının doğruya çı­karılması, insanların da nevalarına meyledip uzaklık makamına düşerek ona tabi olmaları, onlar hakkındaki hükmü izhar etmek suretiyle Allah Teala'mn sabık ilminin ortaya çıkarılması ve sebep­lerle sınamaktan ibaret olan İlahi İrade'nin tatbikine dair hakikat-ların zuhurunu gösterir.
Şeytan, Allah Teala'mn da buyurduğu gibi bütün bu hakikatlar için bir sebep teşkil etmiştir: "Andolsun ki İbiş, onlar hakkındaki zanm doğru çıkardı. İçlerinde müminlerden ibaret bir topluluktan başkası ona uyuverdiler". (Sebe'/20) Allah Teala, başka bir ayetin­de sabık ilmi ile bunu teyid ederek şöyle buyurmuştur: "Onun on­lar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Ne var ki Biz, ahirete iman etmiş olanı bilelim ve kendisini, şüphe içinde bulunandan ayırt edelim di­ye (böyle yaptık)". (SebeV21) Yani şeytanın insanlar üzerinde etki­leme, yönlendirme, baskı kurma ve iradesini kabul ettirme yetkisi yoktu. Ancak bir görüşe göre sevap ve azabın kime layık olduğu bil­gisinin ortaya çıkması, başka bir görüşe göre insanları denemek ve sınamak için, bir diğer görüşe göre ise müminleri belirlemek için böyle yapılmıştır.
Böylelikle şeytandan kaynaklanan fiilleri yapan kimseler hak­kındaki hüccet kesinleşmiş ve inkarları açıkça görümüş olacaktı. Bu meyanda başka bir ayette "Sadık olanları ve yalanlayanları bil­mek için.." (Ankebut/3) buyurmaktadır. Buna göre konuyla ilgili olarak Allah Teala'mn 'Bilmemiz için' mealinde indirdiği buyruklarm tamamı mecazi olmaktadır. Çünkü Allah Teala mevcudat ale­minde olmuş ve olacak herşey hakkında sabık bilgi sahibidir.
Bu alemde olup biten herşey de O'nun iradesi istikametinde ce­reyan etmektedir. O, şeytanı musallat etmek suretiyle sabık ilmin­de gizlediği bir hakikati ortaya çıkarmayı murad etmiştir. Tıpkı kullarının zahiri fiillerini, onların gizli iradelerini açığa çıkarmak için müşahhas hale getirmesinde olduğu gibi. Bu manada Allah Re-sulü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "(Allah'ın) ilmi sabık oldu, kalem kurudu, kaza bitirildi ve kader de itaat içinde olan kulları için Allah Teala'dan bir saadetle, isyan içinde olanlar için de bedbahtlıkla tamam buldu". [66][66]


Hatırların toptan olarak isimlendirilme sine baktığımızda kalpten iyi istikamette geçen hatırlara 'İlham', kötü istikamette geçen ha­tırlara da (Visvas=Vesvese', korku ve endişeler babında geçen hatır­lara 'Hisas', iyiliği takdir ve ona ümitlenme istikametinde geçen hatırlara 'Niyet', mubah işleri tasarlamak, onlar için umutlanma şeklinde geçen hatırlara 'Emel ve Ümniye=Umuntu', ahireti, cen­net ve cehennemi hatırlama babında geçen hatırlara 'Tezkîr ve Tef-kîr=Hatırlama ve düşünme', gaybın ayne'l-yakin olarak temaşa edilmesi meyanmda geçen hatırlara 'Müşahede', kişinin geçim, iş­lerini çekip çevirme babında geçirdiği hatırlara 'Hemm=Tasa', alış­kanlıklar ve şehvetlerin dürtülerinin tahrikiyle doğan hatırlara da 'Lemem=Küçük günahlar5 denildiğini görüyoruz.
Bunların tamamına birden 'Havâtır=Hatırlar' yani akla, hatıra gelen şeyler denilmiştir. Çünkü bunlar, esas olarak nefsin tahriki, şeytanın hasetle telkini veya meleğin fısıltısı gibi hususlardan uzak olmazlar.
Kalbe tesir eden gayb hazinelerinden doğan hatırların tertib ve sıralamasın baktığımız zaman, altı esasta toplandıklarını ve bun­lardan üçünün hoşgörülebilir, üçünün de talep edilir olduklarını görürüz. Bunlar, izhar edilen şeyin sınırlarını teşkil ederler.
Bu esasların ilki Himmet'tir. Himmet, bir şey hakkında nefsin vesvesesinden ortaya çıkan şeydir. Kulun hisleri vasıtasıyla şimşek gibi karşı karşıya kaldığı durumdur.
Kul, bunu zikir ile savarsa yokolup gider. Eğer gaflete dalarak başıboş bırakırsa kul için tehlikeli olabilir. Çünkü bu, şeytanın süs­leyeceği bir hatırdır. Kul bu hatırı reddederse kaybolup gidecektir. Eğer ondan yüz çevirirse, o vakit güçlenerek vesvese halini alabile­cektir.
Vesvese, nefsin şeytan ile konuşmaya ve onu dinlemeye başla­ması halidir. Şayet kul bu vesveseyi Allah Teala'mn zikriyle dışlar­sa şeytan gizlenecek nefs de zikre meyledecektir. Bu üçü Allah Te­ala'mn merhameti sayesinde hoşgörülecek ve kul, bunlardan dola­yı hesaba çekilmeyecektir.
Kul, nefsin şeytanla konuşmasına müsaade eder, nefs de onun­la konuşma ve onu dinleme işini uzatırsa, o zaman vesvese güçle­necek ve niyet halini alacaktır. Eğer kul, bu niyeti hayırlı bir niyet ile değiştirirse istiğfarda bulunup tevbe etmesi gerekir.
Aksi halde bu niyet daha da gelişip güçlenecek ve bir 'Akit' ya­ni ısrarlı karar halini alacaktır. Eğer bu akdi tevbe ile bozarsa bo­zulmuş olur.
Eğer tevbe etmezse o vakit akit daha da güçlenecek ve azim ha­lini alacaktır ki bu da fiilin ifasına yönelme halidir. Kalbi ameller­den olan bu üç hal, kul açısından ahiret hesabına maruz bıraktıra­cak hallerdir.
Kul, bu amellerinden dolayı mesul tutulacaktır. Eğer son safha­da Allah Teala kulun yardımına yetişmezse, o zaman azim daha da sağlamlaşarak fiili talep ve gayret sarfetme noktasına ulaşacaktır. Neticede gayb ve melekut hazinelerinde varolan bir fikir, buradan çıkarak uzuvlar tarafından icra edilen bir işe dönüşerek mülk ve şehadet aleminin hazineleri arasındaki bedenin fiillerinden biri haline gelecektir.
Bu işlerin de bir kısmı iyilik, bir kısmı ise kötülük dairesinde ifa edilecektir. Bunlar arasında iyilik babından görülenler; himmet, niyet ve azim gibi derecelerinde bulunabilirler ki bunlar 'Niyetler' dairesinde değerlendirilerek kul için ilahi irade nezdinde hasenat arasında görülür ve buna göre sevaplanırlar.
Kalbi ameller arasında niyet, akit ve azim merhalesinde olanlar da kul için sorgu sebebi ve günah kazanma vesilesi olurlar. Güna­ha ve kötü amellere dönük olarak teşekkül etmiş bu nevi niyet ve akitler, kulun mesul tutulacağı kötülüklerdendir. Nefs için hiçbir şey, şeytan kadar dost ve uyumlu bir yoldaş olamaz.
Allah Teala da vesvese babında o ikisini birlikte zikretmiştir: "O sinsi vesvesecinin şerrinden..". (Nas/4); "Ve nefsinin verdiği vesve­seyi biliriz". (Kaf/16) Allah Teala'nm yarattığı bütün varlıkların bir benzeri, bir de zıddı vardır. Nefsin benzeri şeytan, her ikisinin zıd­dı ise ruhtur. Uzuvlardan sadır olan ameller Taat ve Masiyet türle­riyle sevap ve ağırlık bakımından herşeyden daha ağır ve fazladır­lar. Zira her iki tür amel de ya Tevhid şehadetinin, ya da şüphe, kü­für ve itikadi bidatların etkisiyle bedenden sadır olurlar.[67][67]


Bir de kalpte günah ve masiyete yönelik belirip kaybolan tahrikler vardır. Belirdikten bir müddet sonra değişiveren bu hisler, şeytandan kaynaklanan dürtmelerdir. Kalpte kalıcı, devamlı veya uzun ömürlü olarak varolan heva ve sıkıntı gibi haller ise, nefs-i emmare'den sadır olan hallerdir. Nefs bunları, ya tabiatı icabı veya kötü alışkanlığı ge­reği ister. Kulun günah işleme istikametinde kalbine doğan istek ve bundan duyduğu hoşnutsuzluğa gelince, bunların ilkinin şeytandan kaynaklandığım, ikincinin ise imandan sudur ettiğini görürüz. Aynı şekilde kulun bir günah ve masiyet için şevk ve istekle dolması, ar­dından da buna karşı kendini engellemesi hallerinden ilkinin nefs-ten, ikincinin ise melekten sadır olduğunu söyleyebiliriz.
Kulun, dünyanın akıbeti veya kendi halinin çekip çevrilmesine dair düşündükleri akıldan kaynaklanır. Korku, haya, vera' gibi ahi-rete dair meselelerdeki halleri ise imandan sudur eder. Kalbin şa­hit olduğu, tazim, iclal, Allah Teala'dan çekinme ve yakınlık gibi haller ise Yakin'den sadır olur ki, imanın ziyadesi çerçevesinde de­ğerlendirilir. "İş tamamıyla O'na döner. Öyleyse O'na ibadet et ve O'na tevekkül et". (Hud/123) Allah Resulü de (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Allahım, Sen'den Sana sığınırım"[68][68]  Bunlar, sadece sınırların açıklaması, mekanın izharı ve ilmin teyidi içindir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Biz herşeyi açık bir şekilde açıkladık". (İsra/12); "Andolsun ki ayetleri ilmeden bir kavim için açıkladık". (En'am/97)
Tevhid ve müşahedede tefekküre yer yoktur. İşarette ayanlık ol­madığı gibi kudret-i ilahide de hesaplama yoktur. Ama tafsile, ya­ni ayrıştırmaya ihtiyaç vardır. Ama bu tafsil, yani ayrıştırma ilmi, tevhidden yapılamaz. Tafsil,,sert lisana göre çokların arasını ayır­mak, tefrik etmektir. Çünkü ancak bu şekilde tarikler açığa çıkarı­lıp yollar aydınlatılır ve sülük sahipleri yollarını bilerek amel sa­hiplerinin tertibi yapılır. Allah Teala'nm şu buyruğu da bu şekilde tahakkuk etmiş olur: "Ta ki helak olan, açık bir delili gördükten sonra helak olsun. Sağ kalanlar da bu açık delilden sonra yaşasın". (Enfal/42) Allah Teala işinde mutlaka galib olandır.
Ulemadan bir zat, kulların amellerini tafsil edip bunları emir ve irade başlıkları altında tefrik etmiş ve şöyle demiştir: Kulların amelleri şu üç esas dışında kalamaz: Farz, fazilet ve masiyet. De­riz ki: Farz, Allah Teala'nm emri, muhabbeti ve iradesinin konu ol­duğu amellerdir. Bu üç esas farzlarda birarada bulunurlar.
Faziletler, yani nafileler ise Allah Teala'nm emriyle yapılmış ameller değildir. Çünkü O, bu amelleri farz kılmamış ve terkeden-leri cezalandırmamıştır. Ama bunlar da O'nun muhabbet ve irade­sine mazhar olan amellerdir. Çünkü Allah Teala bunları meşru ve mendub kılmıştır.
Masiyete gelince o da, Allah Teala'nm yasağı gereği yapılmayan amellerdendir. Çünkü O, bu gibi amelleri gönderdiği peygamberle­rin dilleriyle meşru kılmamıştır. Bunlarda Allah Teala'nm muhab­beti de mevcut değildir. O bunları, emretmediği ve mendub kılma­dığı için çirkin görmüştür. Ama bunlar da O'nun iradesiyle tahak­kuk ederler. Çünkü mevcudat aleminde hiçbir şey O'nun ilminin dı­şına çıkamadığı gibi hiçbir fiil de O'nun iradesi dışında cereyan edemez.
İrade ve Meşi'et, aynı manayı ifade eden kelimelerdir. Netice iti­barıyla kainatta hiçbir şey Allah Teala'nm ilmi haricinde kalmadı­ğı gibi hiçbir fiil de O'nun iradesi olmaksızın sadır olamaz. Allah, kulunun murad ettiği şeyi bilir. Bu, O'nun sabık ilminde mevcuttur. Yine O, bildiği şeyi murad da eder. Böylece O'nun iradesi, sa­bık ilmini açığa çıkarmış olur. Gayb ilmi de O'nun görülür iradesi­nin zuhuruyla açığa vurulmuş olur. O, gayb alemini de, kullar ta­rafından görülebilir olan şehadet alemini de bilendir. Gayb O'nun ilmi, şehadet ise malûmu ve bildirdiğidir. Malûm, ilme nasıl muha­lefet edebilir? Çünkü o, onun icrasından ibarettir. İrade de ilmi, halkın malumlarında yürürlüğe koyar. İşte bu da tevhidin farzıdır.
Hükümlerin tafsil ve açıklamasıyla helal ve haramın beyanı ba­bında nafileler emir dairesinin dışında kaldığı gibi masiyetler de muhabbet dairesinin dışında yeralırlar. Ancak hiçbir masiyet, O'nun iradesi dışında cereyan edemez. Allah Teala buyurdu ki: "Büyük kü­çük herşey yazılıdır". (Kamer/53) Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Herşey kaza ve kader iledir. Acz ve zeka bile".[69][69]
Bir alimimiz Allah Teala'nm verme ve engellemesi noktasında vasıta teşkil eden iki arazı zikrettikten sonra emir ve irade arasın­da çok ince bir ayrım yapmıştır: Dostlarımızdan biri bana şöyle bir hadise nakletti: Bir defasında kendisine 'İblis'e, Adem'in önünde secde etmesinin emredildiği (Bakara/34) ayeti hakkında şu soru so­rulmuştu: Allah Teala, şeytandan bunu murad etti mi yoksa etme­di mi? O da şu cevabı vermişti: Hem etti, hem de etmedi. Yani şe^i olarak ve hükmünü izhar edip İblis'i mükellef kılma babında mu­rad etmişti. Ancak secdenin gerçekleşmesi ve olması noktasında murad etmemişti. Çünkü Allah Teala'nm murad ettiği bir şey ke­sinlikle gerçekleşir ve O'nun olmasını dilediği bir şey de muhakkak olurdu. O'nun fiil olarak tahakkuk etmesini dilediği fiil de mutlaka gerçekleşecektir. Bu meyanda O'nun şu buyruğuyla karşılaşmakta­yız: "Bir şey murad ettiğinde O'nun emri sadece 'Ol' demektir he­men olur". (Yasin/82)
Burada İblis'in ona secde etme fiili gerçekleşmediğine göre, Al­lah Teala'nm bunu murad etmediği ortaya çıkmaktadır. Her iki emir birlikte, O'nun mükellef kılma ve kullukta bulunma iradesiy­le İblis'in secde etmemesini murad edişini ihtiva etmekteydi. Neti­ce itibarıyla İblis, ona secde etmeme iradesinden imtina etmeye güç yetiremediği için secde etmedi. Aynı İblis, mümin olmaktan im­tina etmeye de güç yetiremediği için mümin olarak kalmıştır.
Benzer bir durumu, Allah Teala'nm Adem'e (as) yönelik ağacın meyvasmdan yemeyi yasaklamasında görmekteyiz. Allah Teala bu yasağı koyarken onun meyvayı yemesini hem murad etmiş, hem de etmemiştir. Yani onun ağaçtan yemesini gerçekleşme ve olma bakı­mından murad etmiştir. Bu da yukarıdaki "Bir şey murad ettiğin­de O'nun emri sadece 'Ol' demektir hemen olur". (Yasin/82) buyru­ğu gibidir. Ama öte taraftan bu fiilin gerçekleşmesini şe^i olarak ve emir bakımından murad etmemiştir. Çünkü ona bunu emretmedi­ği gibi meşru da görmemiştir. Şu halde her iki emir birlikte O'nun iradesini teşkil etmektedir.
Buna göre kulu Adem (as) hem emredilmiş, hem de mükellef kı­lınmış olmasına rağmen O'nun iradesi, yemesi istikametinde oldu­ğu için neticede iradesi tahakkuk etmiş ve yasak ağacın meyvasım yemiştir. Allah Teala'nm emrettiği ve murad ettiği şeylerin tamamı için aynı durum geçerlidir. Allah Teala, kulları için emir ve yasak­lar murad etmek suretiyle onların mükellef ve kul olmalarını mu­rad etmiştir. Ama O, bu emir ve yasaklara gönülden bağlı kalmak istemeyenler için bunların tahakkuk etmesini murad etmemiştir. Çünkü O, zatı hakkında "Bir şey murad ettiğinde O'nun emri sade­ce '01' demektir hemen olur". (Yasin/82) buyurmaktadır.
O, bir şeyin olmasını dilediğinde veya birşeyi oldurduğunda an­laşılan odur ki onun böyle olmasını murad etmiştir. O'nun emirle­ri günahkarlar tarafından tatbik edilmediği zaman da bilinmelidir ki Allah Teala bu kullarının o emirlere uymalarını dilememiştir. Çünkü dilemiş olsaydı, olması zaruri olurdu. Aynı durum yasakla­rı için de geçerlidir. Eğer O, bu yasakların çiğnenmesini dilememiş olsaydı, bütün kulları yasaklara karşı çekimser olurdu. Şu halde bir şeyin oluşu, Allah Teala'nm o istikametteki iradesinin varlığı­nın delilidir.
İlahi irade, emir ve yasak istikametinde olabilir. Bu emir ve ya­saklara saygılı omaları noktasında bütün kulları mükellef kılın­mıştır. Ama bu fiillere bağlılık kulların tamamında görülmemekte­dir. Çünkü O, kulların hepsinin emir ve yasaklara bağlı olmalarını murad etm. niştir. Eğer murad etmiş olsaydı, öyle olurdu. İşte kul­ların maruz oldukları imtihanın temel esası ve kulların imtihanla­rının neticelerini ortaya çıkarma iradesinin tezahürü budur. Allah Teala bir şeyi emrederken, onun zıddımn gerçekleşmesini murad edebilmektedir. Aynı şekilde bir şeyi yasaklarken de onun yapılma­sını murad etmiş olabilmektedir.
Ebu'l-Hasan (ra), emir ve hayır ilmi, imtihan ve zorlama mev­zularında bugün çoklarınca ulaşılamayan ve insanlar tarafından sorulmayan hakikatlara işaret etmişti. Ona göre, emir terk ile, ne-hiy yapmak ile tezahür edebilmekteydi. Allah Teala imtihanın ger­çekleşebilmesi için hükümleri izhar etmekte, kulların imtihana maruz kalabilmeleri için de uzuvları kendi iradesi istikametinde zorlamaktaydı.
Bu ilimde imamımız olan Hasan el-Basri (ra) ise, ondan daha Önce ilmin varlığına göre azap edilmesi ile, emirlere muhalefet se­bebiyle azap edilmesi hallerini birbirinden ayırmıştı.
Bu ayrımı yapma sebebi ise, bugün Mutezile'nin imamı olup geçmişte Hasan'm meclisini paylaşan ve ondan ayrılmalarına se­bep olan husus kendisine isnad edilen Amr b. Ubeyd'in zikrettiği bir görüşü duymuş olmasıydı. Amr şöyle demekteydi: Allah Teala birşey için önceden hüküm verip ardından onun için azapta bulun­maz. Hasan ona şunu söyledi: Vah senin fikrine! Allah Teala, kul­larına haklarında önceden verilmiş hükümlerden dolayı değil em­rine muhalefet ettikleri için azap edecektir. Bunun tefsiri şöyledir: Allah Teala kula münferiden hükmettiği, emir ve nehiy koymadığı bir hususta azap etmez. Çünkü böyle bir hususta kul için onu yap­ma veya şehvet duyma istikametinde bir müdahale isteği varetme-miştir. O'nun kulu hakkında hükmettiği hususlar onun kasıt ve şehvetle müdahil kılındığı hususlardır ki bundan dolayı da kula azap edecektir. Bunlar da nefsin kötülüğü ve halkın ifsadından iba­rettir. Nefs bir şeye sokulduğu zaman, onun şerrine çevrilir.
Ümmet, 'Maşaallah' yani 'Allah'ın dilediği gibi olsun' sözü üze­rinde müttefiktirler. İslâm ümmetine göre bunun manası, Allah di­lemedikçe hiçbir şeyin olmayacağıdır. Yine ümmet, 'La havle vela kuvvete illa billah' sözü üzerinde de müttefiktir. Bu söz de, bazı şeylerle sınırlı olmayıp her şey için umumi olarak kullanılan bir sözdür. 'Havi' kelimesi, sözlükte hareket manasına gelir. Araplar uzakta beliren ve bir insan olduğu gibi bir ağaç veya bir kaya da zannedilebilecek bir siluet için şöyle derlerdi: Ona dikkatle bakın eğer hareket ediyorsa (=havl), insandır. 'Kuvvet' ise, hareketten sonra gelen sebat halidir. Sebat, Allah Teala'nm verdiği güçle fiilin zuhur etmesi için yaşanan sabır halinin başlangıcıdır. Allah Resu­lü (sav) bunu tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya kar­şı masiyette bulunmaktan O'nun ismeti dışında çeviren (=havl eden) yoktur. Allah Teala'ya itaatta da O'nun yardımı dışında kuv­vet verecek yoktur". Hükümler hakkındaki bu tafsilat ve açıklama­lar, ilmin zahiri, kaderin farzı, vahiy ve şeriatın muhtevasıdır.
Cebr yani zorlama hakkı, mülkün yegane sahibi ve Cebbar olan Allah Teala'ya aittir. O, kullarını dilediği gayeler için yarattığı gibi, dilediği ve murad ettiği şeylere de zorlayabilir. Onları dilediği şekil­de yarattığı gibi dilediği şekle de sokabilir. Hüküm, yüce, büyük, tek ve Kahhâr olan Allah Teala'ya aittir. O, kullarına dilediği şekilde baskı uygulayabilir ve onlar üzerinde dilediğim icra edebilir.
En büyük delil, en ezici izzet, en etkili irade ve sabık dileme; Rubûbiyet ve Cebrîlik vasıflan gereği O'nun hakkıdır. Kullara dü­şen ise kulluk vasfı gereği; teslimiyet, bağlanma ve itaat sergileye­rek gönüllü veya gönülsüz olarak O'nun rızası istikametinde gay­ret sarfetmektir. Malikiyet hakkının neticesi olarak Allah Teala sizleri azdırmayı dilerse bunu da yapar. "Eğer onlara azap etmek istersen (edersin), çünkü onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Yol Allah'a götürüyorsa tutulur. Ama sapmış yollar da vardır. Allah di-leseydi hepinizi hidayete iletirdi. Önünde de, sonunda da emir Al­lah'ındır.[70][70]





[1][1] Buharı, Tefsir-i Suret-i 48/2; Nesa'î, Kıyamü'l-Ieyl/17; îbni Mâce, İkamet/200; İbni Han-bel, IV/251
[2][2] Buharı, İlim/10; Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/32; İbni Hanbel, V/196
[3][3] Tafsilat için b. Tirmizî, TaharefllO; îbni Mâce, Taharet/90.
[4][4] Benzer hadisler için b. Müslim, İlim/7; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386
[5][5] Müslim, Sıyam/159 Nikah/105; Tirmizî, Savm/63; İbni Mâce, Sıyam/47; Dârimî, Savm/31; îbni Hanbel, 11/242, 507
[6][6] Buharî, Tevhid/22; Müslim, İman/288; Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 33/9, 10, 11; İbni Hanbel, VI/241, 266
[7][7] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 305-324.
[8][8] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Ahkam/21 Bed'ü'l-halk/11 ftikfill, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; İbni Mâce, Sıyam/65; Dârimi, Rikak/66; îbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337
[9][9] İbni Hanbel, 111/17
[10][10] İbni Hanbel, 11/212 IV/158 V/259.
[11][11] Tirmizî, İman/8; İbni Hanbel, V/221, 226, 227
[12][12] İbni Hanbel, III/198
[13][13] Buharî, Cihad/112, 156 Temenni/S; Müslim, Cihad/20; Ebu Davûd, Cihad/89; Tirmizî, Da'avat/84, 101, 128; İbni Mâce, Dua/5; Dârimî, Siyer/6; İbni Hanbel, 1/4, 11
[14][14] İbni Mâce, Et'ime/50; Tirmizî, Et'ime/37
[15][15] İbni Mâce, İkamet/174
[16][16] Benzer hadisler için b. Buharı, Rikak/23; Müslim, Zühd/5O; Tirmizî, Zühd/10; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta', Kelam/6; İbni Hanbel, 11/221, 297, 334, 355, 402 523
[17][17] Tirmizî, Zühd/11
[18][18] İbni Hanbel, VI/126, 207
[19][19] Ebu Davûd, Edeb/35; Tirmizî, Kıyamet/51; İbni Hanbel, VT/189
[20][20] Benzer hadisler için b. Tirmizî, Birr/23; Dârimî, Rikak/6; Muvatta', Kelam/10; İbni Han­bel, 11/384, 386
[21][21] Tirmizî, Zühd/63.
[22][22] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 325-341.
[23][23] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/
[24][24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 342-346.
[25][25] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 346-352.
[26][26] Buharı, Tefsir-i Suret-i 31/2 İman/37; Müslim, İman/57; Ebtı Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbrıi Hânbel, 1/27, 51, 53, 319.
[27][27] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 352-355.
[28][28] Müslim, Birr/56, 57; Dârimî, Siyer/72; İbni Hanbel, 11/92, 106, 136, 137, 156, 159, 191,195, 431 IÎI/323.
[29][29] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Zühd/37; Tinnizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/196 III/324
[30][30] Ehu Davûd, Edeb/25, 98; İbni Hanbel, 11/432, 446, 453, 481, 484.
[31][31] Bu manada bir hadis için b. İbni Hanbel, 111/61
[32][32] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 355-362.
[33][33] Tirmizî, Zühd/59
[34][34] Buharı, Kader/5 Rikak/33; Tirmizî, Kader/4; İbni Hanbel, V/335.
[35][35] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 362-366.
[36][36] Ebu Davûd, Edeb/116; İbni Hanbel, V/194 VI/450
[37][37] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 366-369.
[38][38] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 369-373.
[39][39] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/ 374-384.
[40][40] Bu manada hadisler için b. Nesa'î, Cihad/19; ibni Hanbel, III/483.
[41][41] tbni Hanbel, IV/216.
[42][42] İbni Mâce, Taharet/48; ibni Hanbel, V/136
[43][43] Buharı, Ahkam/21 İ'tikaf/ll, 12; Ebu Davûd, Savm/78 Sünnet/17 Edeb/81; îbni Mâce, Sı-yam/65; Dârimî, Rikak/66; tbni Hanbel, III/156, 285, 309 VI/337.
[44][44] Müslim, Münafikun/69, 70; Tirmizî, RadaV17; Nesa'î, Nisa/4; Dârimî, Rikak/25, 66; İbni Hanbel, 1/257, 397, 401, 460 m/309
[45][45] Bu manada bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 2/25
[46][46] Bu manada hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 4/6; İbni Mâce, Zühd/29; İbni Hanbel, 11/297 III/495.
[47][47] tbni Hanbel, 111/17
[48][48] İbni Hanbel, IIT/17
[49][49] Dârimî, Buyu'/2; îbni Hanbel, IV/227, 228.
[50][50] İbni Hanbel, IV/228.
[51][51] Bu manada bir hadis için b. îbni Hanbel, 1/215, 271.
[52][52] Buharî, Mevakit/28, 29; Müslim, Mesacid/161, 165; Ebu Davûd, Salat/152; Tirmizv, Sa-lat/23,  197 Cıım'a/25; Nesa'î, Mevakit/11, 28 Cum'a/41; Dârimî, Salat/22; Muvatta', Cum'a/13, 15; İbni Hanbel, 11/241, 254, 265, 271, 280, 376.
[53][53] Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, îlim/19; İbni Mâce, Mukaddime/17; Dârimî, Mukaddime/29; İbni Hanbel, V/196.
[54][54] ibni Mâce, Züh.d/24
[55][55] İbni Hanbel, IV/403.
[56][56] İbni Hanbel, 11/175 IV/44 V/151, 155
[57][57] Buharı, Vudu'/lO; Müslim, FezaİIu's-sahabe/138; İbnİ Hanbel, 1/266, 314, 328
[58][58] Tirmizî, Tefeir-i Suret-i 15/6
[59][59] Tirmizî, Dua/128
[60][60] Buharî, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27 51 53, 3X9 11/107, 426 IV/129, 164.
[61][61] Buharı, Fezailu's-sahabe/6
[62][62] Buharı, Eyman/3 Kader/14 Tevhid/11; Tinnizî, Nüzur/13; Nesa'î, Eyman/1, 2; İbni Mâce, Kefarat/1; Dârimî, Nüzur/12; Muvatta', Nüzur/15; İbni Hanbel, 11/26, 67.
[63][63] Tirmizî, Kader/7 Da'avat/89, 124; İbni Mâce, Dua/2; İbni Hanbel, IV/182, 418 VI/91, 251, 294, 302, 315
[64][64] İbni Hanbel, IV/182 VI/91
[65][65] İbni Hanbel, IV/419.
[66][66] Bu manadaki hadisler için b. Buharî, Kader/2; Tirmizî, İman/18; Ibni Mâce, Mukaddime/10; îbni Hanbel, H/176, 197
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/385-428.
[67][67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/428-430.
[68][68] Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da'avatf 112; Nesa'î, Taha­ret/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118 150 VI/58, 201.
[69][69] Müslim, Kader/18; Muvatta', Kader/4; İbni Hanbel, 11/110.
[70][70] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 1/430-435.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar