Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN KIRK BİRİNCİ KISMI


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

CUMA'NIN FASILLARI HAKKINDA VASIL

Cuma’nın Farz Olup Olmadığı Hakkında Görüş Ayrılığı

Bilginler, Cuma namazının farz olup olmadığında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, farz-ı ayn, (herkesin yapması gereken farz), bazı bilginler farz-ı kifaye (bazı müslümanların yapmasıyla başkasından sorumluluğun düştüğü farz), bazı bilginler ise sünnet olduğunu iddia etmiştir.

VASIL

Batınî Yorumu

Cuma namazı, zatın birliği hakkında bir katkı olmadığı gibi onu bilenin ve (bu bilgiyle) amel edenin halinde de bir sonucu yoktur. Fa­kat çokluğun birliğinin bilgisi ona aittir. Zatın, özü gereği âlemin varlı­ğını gerektirdiğini kabul eden de böyledir: Bu bilgi, Cuma namazında ya da tecellisinde Allah Teâlâ’dan bu kulun kalbine gelen şeyi ortaya çıkarmaz. Çünkü bu namaz, varlığında ve hakikatinde Bir’e ilâve olan şeye daya­nır. Dolayısıyla Cuma, [batını anlamıyla] ilahi isimler mertebesindendir. Çünkü bu namaz, diğer bütün namazlardan farklı olarak, tek kişiyle kılınamaz. Diğer namazlar ise yalnız kılınabilir.

Cuma namazının dışındaki her namaz, başlama tekbirinden son se­lama kadar [bütün unsurlarıyla] namaz olması bakımından Cumanın sağladığı bilgiyi verirken aynı zamanda Cuma’nın sağlayamadığı bilgiyi de verir. Söz konusu bilgi, mutlak anlamda müstağni olan Hakkın bir­liğinin bilinmesidir. Bunun yanı sıra başka bir bilgi de, nispet (bağıntı) ya da nitelilderin tek hakikate dönmesinin bilinmesini verebiliriz. Bunu bilmelisin!

FASIL İÇİNDE VASIL

Cuma Kime Farzdır?

Bilginler, Cuma namazının farz namazların vacip olduğu kimseye vacip olduğu fikrine varmış, sonra da dört şart daha eklemişlerdir. Bun­ların ikisinde görüş birliğine varmışlar, ikisinde ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Görüş birliğine varılan şardar, erkek olmak ve sağlıktır. Cuma namazı kadına ya da hastaya farz değildir. Görüş ayrılığına düşü­len şardar ise, yolcu ve köle olmaktır.

Bazı bilginler, Cuma namazının yolcuya farz olduğunu kabul et­miştir ki, ben de bu görüşteyim. Cuma namazı köleye de farzdır. Dola­yısıyla kölenin bu namaz için hazırlanması gerekir. Efendisi onu engel­lerse, efendi ‘Allah Teâlâ yolundan alıkoyanlardan’ olur. Bazı bilginler ise, yolcuya ve köleye Cumanın farz olmadığı görüşündedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bir rivayette şöyle denilir: ‘Cuma namazı dört kişiye farz değildir. Köle, kadın, çocuk ve hasta.’ Başka bir rivayette ise, beş kişi denilmiş ve yolcu da zikredilmiştir.

Meselenin Batınî Yorumu

Cuma namazının geçerlilik şartı, birden fazla cemaatin bulunması olup tek kişiyle kılınamayacağına göre, bilmelisin ki: Akıl, Allah Teâlâ’nın zatı­na özgü bir birliği olduğunu bilir. Bu birlik ile mümkünlerin [var olu­şunu] istemek arasında hiçbir ilişki yoktur. Daha önce bunu belirttiği­miz gibi akıllı da bunu bilebilir. Dolayısıyla, bu ‘mutlak birlik’ yönün­den aklın âlemin varlığının (meydana gelebileceğini) düşünmesi imkân­sızdır. Bu nedenle, ‘Cuma namazı’ vasıtasıyla, mümkünün bu mutlak birlik sahibinin varlığından neyi istediğine bakmaya yönelmesi gerekir. Böylece insan, O’na meluhu isteyen ilah olması yönünden bakar. Bu ise, ‘cemaat (çoğul)’ vasıtasıyla geçerli olabilen başka bir bilgidir. Başka bir ifadeyle bu bilgi, kanıdarın oluşturulması ve düzenlenmesine bağlı­dır.

Böylece Cuma namazı, akıllının nitelendiği akıl şartına göre vacip olmuştur. Kadın, ‘akıl ve din bakımından eksik’ sayılır. Gerçekte kadın­da eksik olan akıl, bu ‘zati birliği’ bilmektir. Böylece Cuma namazı, er­keğe farz olmuştur. Erkek olmak, söz konusu birliği bilmek ile O’nun ilah olduğunu bilmeyi birleştirmektir. Kadının aklı ise, bu mutlak birlik bilgisinden eksik kalmış, bu nedenle bu birlik ile ilah olması bakımın­dan Allah Teâlâ’yı bilmeyi birleştirmek kendisine farz olmamıştır.

Bazı bilginlere göre Cuma namazının kendisinden düştüğü (kendi­sine farz olmayan) köleye gelirsek; batım yorumuyla köle, seçiminde Allah Teâlâ’nın zorlamasının (cebr) farkında olan kuldur. Çünkü hakikat, ku­lun seçiminde mecbur olduğunu gösterir. Böyle bir insan, hürriyet ile köleliği birleştiremediği için Cuma namazı kendisine farz değildir.

Cuma namazının farz olmadığım söylediğimiz -daha da söz edece­ğizbütün bu insanlar, Cuma namazında bulunduklarında namazı kılar­lar. Aynı şey, söz konusu kimselere ‘Cuma’nın farz olmasını engelleyen bütün engelleyici durumlar için geçerlidir. Bir insan, bu engellerle çeli­şen bir hal nedeniyle engelden kurtulursa, Cuma kendisine farz olur. Başka bir ifadeyle, daha önce kendisine farz olmayan şeyi bilmek bu kez kendisine farz haline gelir. Örnek olarak, kemal derecesine ulaşan Mer-


yem ve Asiye’yi verebiliriz. Bu dereceye ulaşmalarıyla, zata özgü birli­ğin bilgisi ile ilahhğın birliğinin -ki çokluğun birliği demektirbilgisi kendilerine farz olmuştur.

(Cuma’nın farz olmadığı) Hasta ise, sebepleri benimsemeyen ve onların (konuluş) hikmetini bilmeyen demektir. Böyle bir insan, ‘sağlık makamı’nda değildir. Çünkü sebeplerin hikmetlerinin sağladığı ölçüde Allah Teâlâ’yı bilmeden yoksun kalmıştır. Hali bu bilgiyi vermeyip durumu (zatı niteliklerden) tecridine zarar veren ve (bu nedenle) hakkında kor­ku duyulan birisiyse, sebeplerin bilgisinin hikmetleri ile (zata ait) tevhi­di sebeplerden soyutlama bilgisini bir araya getirmek zorunda değildir.

Yolcuya gelirsek, yolculuk Cuma namazının farz olmamasını ge­rektirir. Çünkü yolcu, gayenin başlangıcı ile sonu arasındadır. Dolayı­sıyla o, ‘-den’ ile ‘-e’ (-den’ başlangıç, -e ise amaç ve hedef demektir) arasında bulunur. Bu durumda yolcunun içinde bulunduğu durum, ‘-den’ ile amaçladığı ‘-e’yi birleştirmeyi gerektirmediği gibi içinde bu­lunduğu ‘-e’den başka bir ‘-e’ye gitmeyi de gerektirmez. Çünkü söz ko­nusu ‘-e’ içinde, ‘-den’ gizlenmiştir. Diğer ‘-e’ olmasaydı, ille ‘-e’nin içinde ‘-den’in bulunduğunu bilemeyecektin. Binaenaleyh, her başlangı­cın bir sonu varken, bunun aksi söylenemez.

Bu nedenle, ilk ‘-den’in aynı olması bakımından ‘Cuma’ (zat ve sı­fatlar bilgisini birleştirmek) yolcuya farz değildir; Cuma’nın yolcuya farz olduğunu.kabul edenler ise, ilk, ikinci, üçüncü ve sonsuza kadar ‘-e’lerin içerdiği ‘-den’i dikkate alan kimselerdir. Yoldaki konaklama yer­leri ve duraklar (menzil ve makamlar) olmasaydı, -den’e ait bir son dü­şünülemezdi. ‘-e (ila edatı)’ bir ‘-den’ isterken ‘-den’ ‘-e’yi istemez.

(Cumanın farz olmadığı kimselerden çocuk anlamındaki) Sabi, do­ğasına yönelen ve doğasından başkasını bilmeyen kimse demektir. Onun ‘sabi’ olması, bu niteliğe bağlıdır. Dolayısıyla çocuk, başını kendi hakikatinin bilgisine kaldıramaz. Hâlbuki söz konusu (zat ve nitelikle­rin birliğini birleştirmek anlamındaki) cemiyeti bilmek, kendi hakikatini bilmekle mümkün olabilirdi. Bu nedenle, sabi’ye (çocuk) ‘cuma’nın farz olmadığını geçerli saydık.

Kırk Birinci Kısım 15

FASIL İÇİNDE VASIL

Cumanın Şartları

Şeriat bilginleri, vakit ve ezanın dışında Cumanın şartlarının daha önce zikrettiğimiz farz namazların şartlarıyla aynı olduğu konusunda görüş birliğine varmış, vakit ve ezan konusunda görüş ayrılığına düş­müşlerdir. Onlar, Cuma’ya özgü şartlarda da görüş ayrılığına düşmüş­lerdir ki, bunları zikredeceğiz.

VASIL

Cuma’nın Vakti

Bazı bilginler, Cuma’nın vaktinin (güneşin tepe noktasından batıya yöneldiği) zeval vakti, başka bir ifadeyle öğle namazının vakti olduğunu kabul etmiştir. Bazı bilginler ise, vaktin zeval vaktinden önce olduğu görüşündedir. Ben ise, bu iki vakit arasında serbest bırakıldığı görü­şündeyim.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumü

Allah Teâlâ, şöyle buyurur: ‘Rabbini görmez misin? Gölgeyi nasıl uzatmıştır?51 Bu ayetin ardından ise ‘Sonra güneşi gölgeye delil yaptı2 buyurdu. Allah Teâlâ, kendisine bakmamızı enfıretti. Bu bağlamda Allah Teâlâ’ya bakmak, O’nu bilmek, fakat ‘gölgeyi uzatması’ bakımından O’riu bilmektir. Göl­geyi uzatması, senin dış varlığını ortaya çıkarması demektir. Bu ma­kamda ‘zatının birliği’ yönünden Allah Teâlâ’ya bakamazsın. O’na ancak delil olman için seni var etmesinde ‘fiilinin birliği’ bakımından bakabilirsin.

Bu ise, (niteliklerin birliği anlamında) ‘cuma’ namazı demektir. Çünkü Cuma namazı tek kişi tarafından kılınamaz. Kılınabilme şartı, bire ila­vedir (iki ya da üç kişi, batınî yorumda ise zata eklenen nitelikler). Bu ilahi bilgiyi dikkate alan, zeval vaktinden önce namazın kılınabileceğini kabul eder. Çünkü insana bu haldeyken Rabbine bakmak emredilmiştir. Namaz kılan ise, Rabbiyle konuşur ve kıblesinde O’nu karşısına getirir.

Ayetteki ‘ona’ zamiri, en yakın kelimeye döner ki, o da gölgedir. Başka bir yorumda ise zamir er-Rab ismine döner. Zamirin er-Rab ke­limesine döndürülmesi daha yerindedir. Çünkü Allah Teâlâ, kıyamet günü görülüşüne güneş ile örnek vermiş, peygamberinin dili vasıtasıyla ‘öğ­len vakti güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz’ buyurmuştur. Burada, (güneşin tepe noktasında bulunduğu) ‘istiva’ vaktinde gölge­nin, sahibinde dürülmesi kastedilir. Bunun nedeni, ışığın bakanın ben­liğini kuşatmasıdır. Bu durum, kişinin Rabbini görürken kendisini görmemek halidir (fenâ).

Allah Teâlâ, ‘onu kendimize kolayca çekeriz’3 buyurur. Bu ise, güneşin tam tepedeki (istiva) bulunuşudur. Sonra güneşin batıya yönelmesiyle göl­genin uzaması yinelenir. Bu ise zeval vaktinden sonradır. Böylece Allah Teâlâ, müşahededen sonra gölgenin uzamasını insana bildirdiği gibi, müşahe­deden önce de ilk uzamayı ona bildirmişti. O hal bu haldi. (Bu durumu dikkate alan kişi); Cuma’nın vaktinin zeval’den sonra olduğunu kabul eder. Çünkü ‘gölgeyi uzatması’ bakımından Rabbi hakkındaki bilgisi bu vakitteyken geçerlidir. Burada ayetteki ‘ona’ zamirini Rabbe döndür­mek daha uygun görünür. Çünkü güneşin doğumu (tulu’) vaktinde ki-' şi, gölgenin uzamasını gözleyerek onun uzamasındaki sebebin ne oldu­ğuna bakar. Kendi varlığını gölge ve güneş arasında bir engel olarak görür. Güneşe bakar ve gölgesinin uzamasında güneşin nasıl bir etkisi olduğuna anlar. Böylece ‘bakma’da gölge, güneşe delil iken güneş de gölgenin uzamasına delil olur.

Bu bilginin farkına ise, ancak ‘istiva (tepe noktası)’ sınırında bulu­nan varabilir. Ardından, güneşin batmaya yönelmesiyle gölgenin zatın­dan yavaş yavaş uzayışıriı görür. Bu durumda güneşi gölgenin uzaması­nın delili yapar. Böylece güneşin batıya yönelmesi, gölgenin uzamasının benzeri iken gölge de güneşin zatı gibi olur. Bu durumda güneşin bat­maya yönelmesi, gölgenin uzaması gibidir. Gölgede etkin olan ise, gü-

neşin batıya yönelmesidir. Gölgeyi ortaya çıkaran ise, senin varlığınla birlikte güneştir. Böylece burada senin varlığın, Hakkın zatı için ilahlık konumunda bulunur. Çünkü Hakk, âlemi zat olması yönünden değil, ilah olması yönünden var etti.

Dostum! Varlığın bakımından zatının konumuna bak da onun ne kadar yüksek bir konumda olduğunu gör! Senin varlığın, Hakkın yarlı­ğıdır. Çünkü Allah Teâlâ, ‘her şeyi Hakk ile yarattı.’ Güneşin senden uzaklaş­masıyla (senden meyletmesi) da, senin gölgen uzar. Dolayısıyla bu ten­zih bilgisidir. Allah Teâlâ, kendisine inanman için bunu bir delil yaptı. Çünkü güneş, senden uzaklaşır. Senden uzaklaştığı ölçüde ise, senin O’nun benzeri ya da O’nun senin benzeri olmadığına dikkatini çeker. Şu var ki güneş, kendisini görmekten seni perdeler. Dolayısıyla o, Hakkın zatına yaraşan ‘mutlak tenzih’tir.

Aynı şekilde, güneş doğarken ve ‘istiva’ sınırına yükselmeyle seni talep ederken senin gölgen peyderpey silinir. Güneş, en yüksek derece­ye çıkarken seni yok edip sileceğini sana öğretir. En sonunda da, göl­genden başka bir şey kalmaz. Bu durum, (batını anlamıyla) senden do­layı eserlerin yok edilmesidir. Bu nedenle, gölge bulunmadığı için gü­neş tepe noktasındayken namaz kılmak farz kılınmamıştır. Bu vakitte kim namaz kılacaktır ki? Ya da, güneş başında bulunduğu halde nama­zında kime yöneleceksin ki?

Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Medinelilere ve Medine’nin paralelinde olanlara şöyle demiştir: ‘Doğuya yönelin!’ Yani, namazda kıbleye dö­nerken doğuya yönelin. ‘Batıya dönmeyin.’ Yani, doğduğu yönden gü­neşi gözetleyin. Çünkü güneş doğar ve sizi sizden yok eder. Bu durum da ne bir makam ve ne de bir eseriniz kalır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey Yesribliler! Sizin makamınız yoktur.’4 Hz.. Peygamber, batıya yönelmenin aksine, bunun en şerefli makam olduğuna dikkat çekmiştir. Güneşin ba­tıya dönmesi ise, insanın kendisinde gölgenin uzamasına bakabileceği ye kendisinden uzaklaşırken Hakkın tenzihi hakkında düşünebileceği bir vakittir. Güneşin doğması ise, bu kanıta sahip değildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘doğuya yönelin, batıya yönelmeyin’ buyurur. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ hakkındaki bilginizi bu kanıttan alınız. Çünkü o, kuşkulari ortadan kaldırmada güneşin batışından daha yüksek bir delildir.

Bu husus belli olduktan sonra, şöyle deriz: Kim güneşin tepe nok­tasından batıya yönelmesinden (zeval) önce Cuma namazını kılarsa doğru yapmış olacağı gibi bu vakitten sonra kılan da doğru yapmıştır. Benim görüşüm, zeval vaktinden önce kılınmasının daha yerinde oldu­ğudur. Çünkü zeval, hiçbir farzın kılınmadığı bir vakittir. Hâlbuki far­zın bulunduğu vakitlerde Hakka yönelmek gerekir. Bu nedenle zeval vaktinden önce Cuma’nın kılınması daha uygundur. Bununla beraber, bu vakit uyuyan için ya da unutup hatırlayan kimse için farz bir nama­zın kılınma vakti olabilir. Fakat bunun böyle olması dolaylıdır. (Bu namazların bu vakitte kılınmasında) Geçerli olan (sebep) ise, hangi va­kitte olursa olsun, hatırlama veya uyanmadır. Zeval öncesini vakti say­dığımızda ise, Cuma namazı öyle değildir. Böylece farz namazların va­kitleri belli olduğu gibi Cuma namazının vakti de belli .olmuştur. Allah Teâlâ ise, kendisini müşahede ve O’nunla beraber olma nimetine daraltma ve sınırlama olmaksızın işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Her şeyi ihata eder.’5 Başka bir ayette ise ‘Nerede olursanız O sizinledir56 buyurur. Bunu bilmelisin!

FASIL İÇİNDE VASIL

Cuma Ezanı

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah Teâlâ’yı zik­retmeye koşun.’7 Namaza çağrılma vaktinden itibaren namazın sevabı, bir deve kurban etmekten yumurta vermeye kadar değişir. (Cumaya gitme sevabının yumurta infakı sevabı sayıldığı) bu vakit, hatibin hut­beye başlama vaktidir. Güneşin doğum vaktinden ezan vaktine kadar camiye gelenlerin ise, geldiği ana göre sevap kazanır. Bu konu, görüş ayrılığı bulunan bir konudur. Sevabın deve (kurbanı) olması, koşma vaktinden itibarendir.

Ezana gelince, bilginlerin çoğunluğu ezan vaktinin imamın minbe­re oturduğu vakit olduğunda görüş birliğine varmıştır. İmamın önünde bir ya da birden çok müezzinin ezan okuyup okuyamayacağı hususunda ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler imâmın önünde sadece bir müezzinin ezan okuyabileceğini kabul etmiştir. Bu ezan, alış verişi yasaklayan ezandır. Bazı bilginler ise, iki kişinin ezan okuyabileceğini kabul etmiş, bazı bilginler ise üç kişinin ezan okuması gerektiği görü­şündedir. Her görüş sahibinin bir kanıtı vardır ve bir rivayete dayanır.

Benim görüşüm ise, Cuma ezanının bütün farz namazların ezanı gibi olduğudur. Daha önce, namazların ezanlarından söz etmiştik. An­cak iki ya da daha fazla kişinin aynı anda ezan okuması caiz değildir. Ezanı tek tek okumaları gerekir. Çünkü öyle bir şey sünnete aykırıdır.

VASIL

Bu Konudaki Batınî Hüküm

Ezan ‘bildirmek’ demektir. Başka bir ifadeyle ezan, insanların ilahı veya hepimizin ve atalarımızın Rabbi olması bakımından Hakkın, kul­larını kendisini bilmeye davet etmesi ve çağırmasıdır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Kendini bilen rabbini bilir’ hadisinde dile getirilir. Bura­da Peygamber, (rabbini şeklinde) tamlarnayla zikretmiş, genel anlamda Hakkı bilmekten söz etmemiştir. Hakk, bir lafzı belirler ya da bir emrini özel olarak ifade ederse, kullarından özel olarak ifade ettiği ya da o hali tahsis ettiği ya da o ifadeyle belirlediği yönden kendisi hakkında dü­şünmelerini ister. İnsan bu durumlara bu gözle bakmazsa, (bilinmesi) amaçlanan doğrudan uzaklaşır.

Cuma namazı, cemaade geçerli olabilir. Buradan, namaza gelmek ve bu özel tecelliye koşmayı bildiren ezanın tek başına kılınan namazın ezanından farklı olduğunu anladık. Daha önce bunu açıklamıştık. He­nüz ele almadığımız konu, bir, iki ya da üç müezzinin durumunu ince­leyenlerin konumları arasındaki farklılıktır. Bize göre, bu konuda bir belirlenim yoktur. Şu var ki, bir ezan gereklidir ve müezzinlerin en azı bir kişidir. Daha fazla olması da caizdir. Fakat sayı fazla olduğunda müezzinler sırayla okumalıdır.   '

(Müezzinlerin sayısı hakkında farklı düşünenler arasında) Tek eza­na gelirsek, Cuma namazına ‘namaz’ olmak bakımından bakan kişi böy­le düşünür. İki ezanı kabul eden ise, Cuma’nın toplulukla kılınan bir namaz olmasını dikkate alır. Dolayısıyla böyle birisi, tek kişinin ezanını caiz görmez. Cuma ezanını üç kişinin okuyabileceğini kabul edenler ise, bu ezanın özel bir güne ve başka günlerde olmayan özel bir halde ce­maatle kılınan bir namaz olmasını dildcate almıştır. Bütün günlerde farz kılınan diğer namazlar ise, böyle değildir. Bu üç durumu dildcate alan kişi, üç müezzinin bulunabileceğini kabul eder. Birinci müezzin ‘haydin namaza’ dediğinde, ikinci müezzin ‘haydin -cemaadenamaza’ der. Üçüncü müezzin ise ‘haydin -bu günde cemaatlenamaza’ der. Böylece her müezzin, diğerlerinin bildirmediği bir durumu bildirir. Bilginler, bu durumu dikkate almıştır. Bununla birlikte tek bir müezzinin ezan okuması da yeterlidir.    -

FASILLAR İÇİNDE VASIL

Cuma Gününe Özgü Şartlar

Cuma namazının şartlarından biri cemaatin bulunmasıdır. Bilgin­ler, cemaatin sayısı konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilgin­ler, Cuma cemaatinin imamla beraber tek kişi olduğunu söylemiştir ki,

< ben de bu görüşteyim. (Cemaatin) yolcu ya da yerleşik olması birdir. Bazı bilginler ise, imamdan başka iki kişi, bazı bilginler imamın dışında üç kişi, bazı bilginler kırk kişi, bazı bilginler otuz, bazı bilginler on iki kişi olması gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise bir sayı şart koşmamıştır. Fakat onlara göre Cuma namazı kırk kişiden az olduğunda caiz iken, üç ya da dört kişiyle kılınamaz. Bu şart, yani cemaatin sayısı, Cumanın geçerlilik şardarındandır. Başka bir ifadeyle bu sayede Cuma kılınabilir ve farz olur.

VASIL

Bu Konudaki Batınî Hüküm

(Geçerli cemaatin sayısı olarak) imamla beraber bir kişinin kabul edilmesi (batını anlamıyla), nefsin birliği yönünden Hakkın birliğinin bilinmesini kabul etmektir. Böylece kişi, nefsinin birliğini Rabbinin bir­liğine kanıt yapar. Şair şöyle der:

Her şeyde O’na ait bir ayet var                                             .

O’nun bir olduğunu gösteren.                                     .

Her bir şeyin ayeti, o şeyin birliği demektir. Çünkü her varlığın kendisine özgü ve başkasında bulunmayan bir birlikle başka varlıklar­dan farklılaşması gerekir. Bu mutlak birlik, gerçekte o şeyin varlığının ve hüviyetinin hakikatidir. Buradan insan, Rabbinin kişinin hüviyetinde özel bir nitelikte bulunduğunu, bu niteliğin başka birisi için olamayaca­ğım anlar. (Cemaatin imamla birlikte) iki kişi olması gerektiğini kabul edenler ise, kendi ikiliği (şefıyyet, çifdik) bakımından Rabbinin birlenişini bilenlerdir. Böylece insan, Hakkın dışındaki hiçbir şeyin kendi ba­şına tek olamayacağını ve her şeyin başkasına muhtaç olduğunu görür. Öyleyse her şey, kendi hakikatinden ve kazanılmış varlıkla nitelenişin­den bileşiktir. Söz konusu varlık hakikati yönünden o şeye ait değildir.

(İmam ile birlikte) üç kişinin bulunması gerektiğini kabul eden ise -ki üç tek sayıların ilkidiriki öncülün arada bir bağlayıcı olmaksızın sonuç veremeyeceğini kabul eden kimsedir. Öyleyse öncüller formda dört, anlamda ise üçtür. Böylece kişi, Hakkı ancak üçü bilmesi yönün­den bilebileceğini kabul eder ve (üçün birliği demek olan) ‘birlik (fert)’ ile Bir’e ulaşır. Bu durum, ilişki bakımından çift ile birliğe istidlal et­mekten daha yakındır.

Cemaatin kırk kişi olmasını kabul edenler, Hz. Musa’nın Allah Teâlâ ile buluşmasını dikkate almışlardır. Bu buluşma, Kur'an-ı Kerîm’de anlatı­lan öyküden öğrendiğiniz gibi, Musa’nın Allah Teâlâ’nın kelamını öğrenmesini sağlamıştır. Kırk sabah devam eden itilasından kişinin Rabbi hakkındaki bir bilgiyi elde etmesi de buna benzer. Bu kırk gün, sûfılerin yolunda bilinen halvet’tir. Onlar, Allah Teâlâ karşısında kuşkudan arınmışlığın kendi­sinde gerçekleşeceği halveti Allah Teâlâ’nın bilgisini elde etmenin aracı saymış­tır-

Otuz kişiyi kabul edenler ise, Hz, Musa’nın ilk sözleşme süresine bakmış ve onu bilginin sınırı saymıştır. Ne var ki, onu bozan bir durum meydana gelmiş, bu bozulmayı onarmak için on gün daha ilave edil­miştir. Dolayısıyla kırk, anlam bakımından otuzdur. Hakk ile buluşma süresi bu bozulduktan kurtulmuş kimsenin Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki gayesi, otuz günle gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Musa ile otuz gün vaatleştik.’8 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hanımlarıyla arasında geçen hadise de bu süre zarfında meydana gelmiştir. Bu durum, kendisini Allah Teâlâ ile yalnız kalmaya ve kadınlarından ayrılmaya sevk etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ama­cın ancak bu süreyle gerçekleşebileceğini bildiği için bir ay eşlerinden uzak kaldı. Bir ay tamamlandığında Hakk, (eşlerini) serbest bırakmayı dile getiren bir ayetle kendisine hitap etmiş, o da onları serbest bırak­mıştır. Çünkü bu ayrı kalmadaki amaç, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e açılacak şey­lerdi. Kendisine ‘açacağı’ şeylerde Hakk, yöneliş amacına ve sebebine gö­re kuluyla birlikte hareket eder. İşlerini Allah Teâlâ’ya bırakmanın kendisini Allah Teâlâ ile kalmaya sevk ettiği kimse, halvetinde (kayıttan) kurtulma ve mudaklaşma sonucuyla karşılaşır. Böylece, Hakkın varlığının varlıklara yayılması gibi ilahlık (âlemine) nüfuz ettiğini görür. Oluş âlemindeki keşfin en yetkini ve en üstünü budur. İlahi isimler ile ahlâklanmak bu­radan başlar. Yoksa mümkün ile özü gereği varlığı zorunlu arasında hangi ilişki olabilir Ki?

(Cuma namazının geçerlilik şartı olarak) Cemaatin on iki kişi ol­ması gerektiğini kabul edenler ise, insanın sonunu ve yüce mertebesini dikkate almıştır. Bu mertebe, on ikidir. Böyle bir insan, aynı zamanda bileşikleri değil, yalın sayıların isimlerini dikkate almıştır. Bunlar on iki tanedir: Birden dokuza kadar olan sayılar ile üç, kök sayıdır. Bu sayılar, onlar, yüzler ve binlerdir. Bundan sonra ise, ancak bu ilkelerden birle­şen sayılar vardır. Öyleyse onlar yalın sayıların toplamıdır. Bunu bilme­lisin!

Sayıyı şart görmeyip kırktan az olabileceğini ve kırkın onda biri olan dörtten fazla olması gerektiğini kabul edenlerin görüşüne gelirsek kırk, dördün onla çarpımının sonucudur. Dört, kırkın onda biridir.

Böyle biri kimse, kırktan aşağı indiği gibi dörtten de yukarı çıkmış ve onun sınırında durmamıştır. Bu kişi (bâtını yorumuyla) şöyle der: Allah Teâlâ’yı bilmek, dörde eldenen şey vasıtasıyla geçerli olabilir. Bunun en azı ise, beştir. Beş ise ikinci tek sayıdır. Birinci tek sayı ise kula ait olan üç idi. Çünkü üç, Cumanın üç kişiyle kılınabileceğini kabul edenlere göre, Hakkı bilmenin kendisinden gerçekleştiği sayıdır. Bu görüş sahibi, yani dörde ilaveyi kabul eden kimse, ikinci tekliğin Hakka ait olduğunu ka­bul etmiş demektir. Bu ise, kulun üçlü birliğini bilmesinden meydana gelen şeydir. Meydana gelen şey ise, Hakkın mutlak birliği değil, (nite­liklerin birliği anlamındaki) ferdiyeti (teklik) olmuştur. Çünkü Hakkın mutlak birliğini herhangi bir şeyin meydana getirmesi mümkün değil­dir. (Ferdiyetin karşılığı olan) teklik ise böyle değildir. İlk tek sayının (üç) kula ait olması; onun delil olması yönündendir. Çünkü kulun ken­disini bilmesi, Rabbini bilmesini önceler. Delil ise, delil ile delilli ara­sındaki bağlayıcı yön vasıtasıyla delilliyle ilişkilidir. Öyleyse teki (fert) ancak tek meydana getirir (tek hakkındaki bilgiyi de tek verir). Üçten sonra gelen ilk tek sayı beştir. Böylece bu görüşteki insanlar, beşi Hakk için, yani Hakkın beşinci ve buna eklenen sonsuz sayıdaki teklik merte­belerinde bilinmesinin kanıtı yapmıştır.

Farklı durumlara göre, Cuma namazının geçerli olabileceği cemaa­tin sayısının batınî yorumunu açıklamış olduk.

FASIL İÇİNDE VASIL

İkinci Şart ' •.

Bütün bilginler, Cuma namazının yolcuya farz olmadığında görüş birliğine varmıştır. Bununla birlikte * Cuma kılınacak mekan hususunda görüş ayrılığına düşülmüş, bazı bilginler şehir ve hükümdarın varlığını şart koşmuş, bazı bilginler ise bunu şart görmemiş, bir köyde ya da ona benzer bir yerleşim yerinde oturmayı şart koşmuştur.

Meselenin Batınî Yorumu

Allah Teâlâ yolunun mensuplan iki türdür. Bir grubu, kalplerinde bu konuda bir bilgi taşıyarak, her nefeste hali değişenlerdir. Onlar, Allah Teâlâ ehlinin büyükleridir. Dolayısıyla onlar, sürekli yolcudur ve herhangi bir. yeri yurt edinmeleri imkânsızdır. Onlar bu konuda iki bakışa sahiptir: Bir grubu, nefesleri, onların başkalaşmasını tatmayı ve her nefesle tecellilerin sürekli çeşitlenmesini gözetme makamında sabit oluşlarına bakar. Bu grubun bu halde sabit oluşu, ‘yurt edinmek’ ifadesiyle dile getirilir. Gerçekte böyle bir insan, iki farklı yönden ‘yerleşik olan-olmayandır.’ Çünkü ‘makamsızlık’, vatan edinmeyi Cuma namazının geçerlilik ve zo­runluluk . şartlarından sayma makamıdır. Bununla birlikte onlar, vatan edinmede yolcu olanlardır. Onların bu hali, gemi sahibinin yolculuğuna benzer. Nitekim bir şâir insanın hayattaki gidişatını şöyle betimlemiştir:

Ey insan! Gidişatın bir geminin gidişine benzer Gemidekiler oturuyor, yelkenler ise uçuşuyor.

Allah Teâlâ adamlarından bu mertebenin aşağısında bulunanlar vardır. Bu insanları Hakk, kendiliklerinde gördükleri duruma göre, tek bir ma­kama -ki böyle bir şey gerçekte imkânsızdıryerleştirdiği kimselerdir. (Tek bir halde kaldıklarını düşünmekle) onlar, ‘yeniden yaratma hakkın­da kuşku içindedirler,’9 Öyleyse bu kimseler, bu yorumla ‘vatan edinen’ kimselerdir. Dolayısıyla onlar, Cumayı kılar ve (yerleşik olmayı) Cu­manın geçerlilik ve zorunluluk şartı sayarlar.

Hallerde ve müşahede mertebelerinde yer değiştirişine bakan ise, ‘vatan edinmeyi’ (Cuma namazı için) şart görmez ve -yerleşik olmakla değilcemaatin sayısıyla Cumanın geçerli ve zorunlu olduğunu kabul eder. Söz konusu kişi, bir halde yerleşmenin imkânsız olduğunu ‘zevk’ bakımından görür. Kendisine göründüğü kadarıyla, yolculuğunun (de­nizdeki bir) geminin sahibinin (yolculuğu) gibi olduğunu bilir.

Tek Bir Şehirde İki Cuma Namazı

Bilginlerimiz tek bir şehirde iki Cuma kılınıp kılınamayacağı husu­sunda görüş ayrılığına düşmüştür! Bazı bilginler bunun caiz, bazı bil­ginler ise caiz olmadığı görüşündedir. Ben de caiz olduğu kanaatinde­yim. Şu var ki bu konuda gönüle şifa bir değerlendirme yoktur. En uy­gunu olmamasıdır. Bazı bilginler Cuma için şehri şart koşmuş, bazı bil­ginler şart koşmârmştır. Ben de, şart olmadığı görüşündeyim. Bazı bil­ginler, mescidin çatısı olmasını şart koşmuş, bazı bilginler ise, bunu şart koşmamıştır. Bütün bu durumlarda, Kitap ve Sünnetten herhangi bir nas yoktur. Öyleyse cemaat geçerli sayıya ulaştığında, Cuma namazı farz olur.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumu

Tek bir şehir, batınî yorumda insanın zatı demektir. Çünkü insan kendi başına bir şehirdir. Hayır! İnsan, bütün bir âlemdir. İnsanın zatı, latif ve kesif (yoğun) olmak üzere ikiye ayrılır. Tecelli insan üzerinde farklılaşırsa, bu durumda duyusal ve görüntü olarak ez-Zahir isminde, mana ve nezihlik bakımından ise el-Batın isminde tecelli gerçekleşir. Çünkü insan bu halde iki tecelliyi de kabul etmek zorundadır. Ebu Said el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin’ denilmiş, o da ‘iki zıddı birleştirmesiyle bildim’ demiş ve sonra da ‘O, İlktir, Sondur, Zahirdir ve Batındır"0 ayetini okumuştur. Böyle düşünen kimseye göre, tek bir şehirde iki ya da daha fazla Cuma namazı kılınabilir.                          ^

Bazen Hakk, insanın nezdindeki isimlerin her birinde müşahede edi­lebilir. Her bir ismin diğerinde bulunmayan bir âlemi vardır. Böylece insanın zatında, kendiliğindeki âlemlerinin farklılığı nedeniyle pek çok ‘cuma kılınır.’ Her bir ismin kendi âleminde ve ‘cemaati’nde hükmü ve

otoritesi vardır. Şehir ise, tektir (insan). Böylece şehir, sultan, yerleşme, yolculuk tek bir halde ve tek bir durumda insan adına gerçekleşmiş olur, ‘insan’ denilen şey budur. insanın cismi küçük, anlamı (mânâ yö­nü) büyüktür.

İlahi isimlerde ve mümkün hakikatlerde çeşidenen bu gibi tecellile­ri gören kimse ise, bir şehirde iki Cumanın kılınabileceğini kabul et­mez. Söz konusu kişi, Hakkın ‘Son’ olduğu yönden ‘İlk’, ‘Batın’ olduğu yönden ‘Zahir’ olduğunu görür. Bütün isimler için de aynı şeyi görür. Bunun nedeni, ilahi isimlerin anlamları ile ve mümkün varlıkların çeşit­lenmesine bağlı olarak, kendiliğindeki durumun genişliğidir. İlahi isim­ler, varlık bakımından tek bir hakikat olsalar bile, nispetler yönüyle ço­ğalırlar. Allah Teâlâ ehli olan her arif vaktinin ve bakışının gereğiyle amel eder. Bu nedenle şöyle denilir: Sûfı, vaktinin oğludur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Hutbe

Şeriat bilginleri, Cuma gününün hutbesi hususunda görüş ayrılığı­na düşmüştür: Hutbe namazın geçerlilik şartı ve namazın vazgeçilmez bir esası mıdır, değil midir? Bilginlerin çoğu, hutbenin şart ve bir esas olduğu görüşündedir. Bazı bilginleri ise, hutbenin farz olmadığı görü­şündedir. Ben de o kanaatteyim. Gerçekte ise, bu konuda bir rivayet vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hutbenin farz olmadığını belirtmediği gibi aksi­ni de dile getirmemiştir. Bilakis, tevatür (güvenilir bir rivayet) ile pey­gamberin Cuma günü sürekli hutbe okuduğu aktarılır. (Hutbenin) Farz olması bir hüküm olduğu gibi terki de bir hükümdür. Bu nedenle, onu farz saymamız gerekmediği gibi vacip olmadığını söylemek de zo­runlu değildir. Böyle bir şey, Allah Teâlâ’nın izin vermediği bir hükmü koy­mak anlamına gelir.

Bizim iyice araştırılmış görüşümüz, hutbe hakkında çekimser kal­maktır. Bununla beraber, hutbeyi yerine getirmek gerekir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Cuma namazını hutbeyle kıldığı gibi bayram namazlarını da hutbeyle kılardı. Bununla beraber, bayram namazlarının Veya hutbe­lerinin farz olmadığı konusunda görüş birliği içindeyiz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, her bayram namazında namaz kılmış ve hutbe okumuştur.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumu

Hutbe okumak, öğüt vermek için emredilmiştir. Hatip, Hakkın dâvetçisi, kapısının bekçisi ve Hakkın kulun kalbindeki vekilidir. Kendi­siyle konuşmaya hazırlanmak için kulun kalbini Allah Teâlâ’ya çevirir. Bu ne­denle hutbe, Cuma namazından önce okunur. Müminlerin annesi Hz. Aişe bir rivayette hutbeyi şöyle nitelemiştir: ‘Cuma namazında hutbe iki rekâtın yerini tutar.’ Cuma namazı yolcu namazı gibi iki rekâttır. Bu nedenle hutbe (namazda) Hakk ile konuşmaya hazırlanma maksadıyla namazın öncesine yerleştirildiği gibi öğüt ve hazırlanmak niyetiyle nafi­le namaz da farz namazın öncesinde kılınır. Çünkü şeriat, gerçekte farz ibadeti dikkate alır. Bu nedenle bütün farz namazların başında nafile kılmak sünnettir .  -

Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gece namazı farz kılındığında, far­za durmazdan önce iki rekâthk hafif bir namazla başlardı. Bütün bun­lar, farz ibadede çağrıldığı Hakk ile konuşmaya, O’nu müşahedeye ve gözetmeye kalbi hazırlamak amacı taşır. Çünkü insandan istenilen şey, farzdır ve nafilenin gayesi de odur.

Yolda uyanıklığı esas sayan Herevî vb. kimseler, hutbeyi farz kabıil eder. Onlara göre hutbe, namaz için abdest almanın uyarıcı olmasına benzer. Amacın namaz olduğunu ve namaz için kalkmayı uykusu hafif insanın uyanması sayanlar ise, hutbeyi yerine getirilmesi uygun olan bir sünnet kabul eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hutbe hakkında kesin bir hüküm vermese bile, onu teşvik etmiştir. Binaenaleyh (namazda Hakk ile) ko­nuşmak için konuşmadan önce uyanmak, konuşma esnasında uyanmak­tan üstündür. Çünkü ikinci durumda önceki uyku konuşmayı etkileye­bilir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler!’ Cuma günü namaza çağrıldı­ğınızda Allah Teâlâ’yı zikretmeye koşunuz.'1" Burada zikir derken hutbe kaste­dilmiş olabilir. Çünkü hatibin ne söylediğini işitmek için hutbe esna­sında susmak emredilmiştir. Dikkat ediniz! Müezzinler hakkında şöyle denilir: ‘Müezzinler en uzun boylu insanlardır.’ Boyun, sesin yüksekli­ğini duyurmak için nefesin gidiş geliş yoludur. Bu durum, ‘boyun uzunluğu’ ile ifade edilmiştir. Hakk ezanın anlamını bana gösterdiğinde, gözün ulaşabildiği yere kadar her kelimede bulunan ve duyuyla sınırla­nan iyilikleri gördüm. Müezzinler, Allah Teâlâ ve peygamberinin emriyle Allah Teâlâ’ya çağıran en erdemli topluluktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetine acı­mamış olsaydı, hiç kuşkusuz, kendisi de ezan okurdu. Peygamber ezan okuyup ‘haydin namaza’ deseydi ve bunu duyanlar namaza gelmeseydi, hiç kuşkusuz günahkâr olurlardı. Hâlbuki peygamber ‘müminlere karşı merhamedi ve hoşgörülüdür.’       .

‘Allah Teâlâ’nın zikrine koşmak’ derken hutbenin kastedilmiş olabileceğini söyledik. Çünkü namaz özü gereği ‘taşkınlık ve münkerden engeller.’ Ayette geçen taşkınlık, gözüken itaatsizlik eylemi, münker ise kalplerin yadırgadığı şeylerdir. ‘Allah Teâlâ’yı zikretmek en büyüktür.’ Başka bir ifadeyle namazda Allah Teâlâ’yı zikretmek, namazın içindeki eylemlerin en büyüğüdür. Yani, (Allah Teâlâ’yı zikretmek şeklinde) namazdaki söz, insanın fiillerinin en üstünüdür. Çünkü namaz bir takım fiil ve sözleri içerir. Bazı bilginlerin Allah Teâlâ’yı zikretmeyi hutbe diye yorumladıkları aktarılmıştır.

FASIL ÎÇİNDE VASIL

Hutbeyi Farz Sayanların Hutbenin Miktarı Üzerindeki Gö­rüş Ayrılıkları

Bazı bilginler, Cumada okunacak hutbenin dinen hutbe adı verile­cek şeylerin en azı, bazı bilginler iki hutbenin şart olduğu, bazı bilginler işe Arap dili bakımından hutbe denilebilecek şeyin en azının farz oldu­ğu görüşündedir. İki hutbeyi kabul edenler, hatibin iki hutbe arasında oturmasını gerekli görür. Bu hutbelerin her birinde önce ayaktayken Allah Teâlâ’ya hamd eder, Peygambere salat ve selam getirir, Allah Teâlâ’dan kork­mayı tavsiye eder. Sonra birinci hutbede Kur'an-ı Kerîm’den birkaç ayet okur, ikinci hutbedeyse dua eder.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumu

Minber basamaklarının batınî anlamı, makamlardır. Onlarda yük­selmek, Allah Teâlâ’ya sülük makamlarında yükselmek demektir. Yükseldikçe dua eden kişi, basiret kazanır. Nitekim minber basamaklarında yüksel­dikçe hatip de gözüyle cemaati görür. Hatip kör ise (batını anlamda bu) basiretten yoksun olarak Allah Teâlâ’ya çağıran kişi demektir. Böyle bir in­san taklitçidir.

Hutbeye gelirsek, birinci hutbede Allah Teâlâ’ya layık övgü dile getirilir, ayete dayanan kanıtlarla Allah Teâlâ’ya yaklaştıran şeylere teşvik edilir. İkinci hutbede ise dua< edilir, zelillikten ve yoksunluktan sığınılır, Allah Teâlâ’dan hi­dayet ve başarı istenir ve bunun için yakarılır. Başarının konusu, ilk hutbede zikredilen ve (kulun diliyle) emredilen şeyleri yerine getirme­dir. Hutbe okurken ayakta olmaya gelirsek, birinci hutbede, korkutma, vaat ve tehdit eyleminde Hakkın vekili olarak ayağa kalkılır. Bu yönüyle ilk hutbede ayağa kalkmak, (gerçekte) doğru bir davetle Hakkın ayağa kalkmasıdır. İkinci hutbede kalkmak ise, cömert bir efendinin önünde

•                                                                                                                                                                                                7                                                                                                   m

kulun ayağa kalkmasıdır. Kul, birinci hutbede kendi diliyle söylediği tavsiyelerini yerine getirmek üzere Allah Teâlâ’dan yardım diler.

İki hütbe arasında oturmak, hatibin diliyle kullarına yaptığı öğüt­lerde Hakka Vekil olmanın gereği olan makam ile dosdoğru yola ulaş­mayı istemek ve hedeflemenin gereği olan makamı ayırt etmek amacı taşır. Şari’den (Peygamber) hutbenin farz olup olmadığı ya da hutbede söyleneceklerle ilgili bir ifade gelmemiştir. Bü konuda, Şari’den aktarı­lan şey, sadece hutbe okumuş olmasıdır. Bu nedenle, bize göre dinen ya da dil anlamıyla ‘hutbe okunur’ diyemeyiz. Biz Peygamberin yaptığına bakar ve -zorunluluk saymaksızınSünnete uyarak yaptığını yaparız. Allah Teâlâ ise, bu konudaki bilgisine göre yaptığımızı kabul eder (ya farz ola­rak veya başka bir hükümle). Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın peygambe­rinde güzel örnek vardır.’12 Başka bir ayette ise ‘De ki Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun, O da sizi sevsin13 buyrulur.

Binaenaleyh sünnetinde ve bize farz kıldığı hususlarda Peygambere uymak zorundayız. Bu nedenle, peygamberin farz yaptığı konularda Allah Teâlâ’dan iki farz sevabı alırız: Birincisi (peygambere) uyma farzı, İkincisi ise uymanın gerçekleştiği fiilin farzlığıdır. Peygamberin -farz değil desünnet yaptığı fiillerde ise, bir farz ve bir sünnet sevabı alırız. Bunlar, uyma farzı ve Şari’nin farz yapmadığı sünnetin sevabıdır. Söz konusu fiil, bir takım farzlar içerdiğinde ise, içerdiği farzlar nedeniyle farz seva­bı alırız. Buna örnek olarak nafile namazı ya da nafile haccı verebiliriz. Çünkü bunlar, bir takım farzları ve sünnetleri içeren bir ibadettir. Hâl­buki gönüllü olarak sadaka vermek, herhangi bir farzı içermez. Öyleyse, her amelde o amelin gereğine göre Allah Teâlâ’nın yapana vaat ettiği iyilikle ödüllendiriliriz. Dolayısıyla peygambere uymak, zorunludur. Bunu bilmelisin!    , .

Arif, ilahi isimlerle ahlaldanarak minberin basamaklarını yükseltir. Bunların arasında el-Kadir ve el-Alim isimlerinin basamakları gibi yük­sek basamaklar bulunduğu gibi el-Muktedir ve ‘ta ki bilelim’ ifadelerin­de olduğu gibi alt basamaklar da vardır. Peygamberin minberi üç ba­samaklıydı. İlahi isimler de üç mertebedir. Her basamağın bir mertebe­si vardır. Birinci mertebe -başka bir şeye olmaksızınsadece zata delil olan isimler, İkincisi tenzih niteliklerine delil olan isimler, üçüncüsü ise, fiil sıfadarına delil olan isimlerdir. Dördüncü bir mertebe yoktur. Bü­tün bu isimler, âlemde ortaya çıkmıştır. Buna göre, zat isimleri ilgiye konu olabilir (taalluk), fakat ahlaklanılamaz. Tenzih sıfatlarının isimle­riyle ise, Hakkın mertebesi takdis ve tenzih edilir. Kul ise, kendisine ya­raşır şekilde bu isimlerle ahlaklanıf. ,Bu bağlamda kul Hakkın celalini yaratılmışın niteliklerinin kendisinde bulunmasından tenzih ettiği gibi kendileriyle ahlaklanırken bu tenzih isimleriyle nefsini kadimlik ve mut­lak müstağnilik özelliklerinden tenzih eder. Fiil sıfadarının isimleriyle ise kul Rabbini birler ve yaratıklarından hiç kimseyi onun fiiline ortak koşmaz.

İlahi mertebede zikredilenlerden başka bir şey (isim türü) olmadığı gibi insanda ya da imkân âleminde de zikrettiklerimizden başka bir şey yoktur. Öyleyse kul kölesi olduğu kimsenin Rabbi olamayacağı gibi Rab de kul olmaz. Haşa! Olabilecek âlemlerin en mükemmeli ise bu âlemdir. Çünkü âlem, Allah Teâlâ’ya yetkin delil olduğu gibi Hakkın kendisiy­le ve âlemle ilişkilendirdiği her şeyi de içerir.

Şöyle iddia edebilirsin: Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ilahi isimlerle (dua ederken) ‘ya da bilinmeyen ilminde kendine ayırdığın isimler hürmetine’ demiştir. Bu ifade, (bütün isimlerin zuhur ettiğinden) başka bir duruma kanıt olabilir. Buna karşı şöyle cevap veririz: (Öyle bir isim olsa bile) Bu ismin ya Allah Teâlâ’ya, ya Allah Teâlâ’dan başkasına ya da Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ’dan başkasına iki farklı yönden ve anlamla delalet etmesi gerekir. Burada üçüncü bir kısım yoktur. Bu kısımların her biri ise, anlamlarını bildiğimiz isimlerde gerçekleşmiştir. Çünkü bilmediğimizi (var saydı­ğımız) ö isim, ya bir tenzih niteliğine -ki tenzih niteliklerini biliyoruzya da bir fiil niteliğine -ki onu da biliyoruzya da anlamı yaratılmışlarda bilinen bir niteliğe delalet eder. Bu son duruma örnek olarak, sevinmek ve şaşırmayı verebiliriz (bu fiillerle ilgili bir isim yoktur). O halde bil­mediğimiz bir ismin olabileceği nihai durum, delil olmada âleme (âlemdeki isim türlerine) benzemesidir. Bu âlem gibi sonsuz sayıda âlemin var olması mümkündür. Binaenaleyh iş, hakikatler yönünden âlemden meydana gelen şeyle sınırlanmıştır. Bunu bilmelisin!

FASIL İÇİNDE VASIL

Hutbe Esnasında Susmak

İnsanlar Cuma namazında imam hutbe okurken susmanın gerekliği konusunda üç görüşe ayrılmıştır. Bazı bilginler, susmanın her durumda vacip olup bunun hutbenin zorunlu bir hükmü olduğunu kabul etmiş­tir. Bazı bilginler ise, hutbede Kur'an-ı Kerîm okunmasının dışında ko­nuşmanın caiz olduğu görüşündedir. Bazı bilginler ise, hutbeyi duyan ile duymayanı ayırt etmiştir. Duyan kişi, susmalıdır. Duymayanın dua okuması (tesbihat) ya da herhangi ilmi bir konudan söz etmesi caizdir. Çoğunluk, hutbede konuşulduğunda namazın bozulmayacağı hususun­da görüş birliğine varmıştır.

İbn Vehb’in şöyle dediği aktarılır: ‘(Hutbe esnasında) konuşanın namazı (sevabı) dörtte bire iner.’ Susmanın zorunlu olduğunu kabul edenler ise -Ki onlar çoğunlukturüç görüşe ayrılmıştır: Bir kısmı hapşırana (yerhamükelllah) denilebileceği ve selam alınabileceği görüşün­dedir. Evzaî ve Sevrî bu görüştedir. Bazı bilginler ise, her iki durumu da caiz görmemiş, bazı bilginler bunları ayırarak selam almayı caiz görmüş, hapşırana duayı ise caiz görmemiştir.

VASIL

Meselenin Batınî Yorumu

Vaaz ve hatırlatmanın amacı, vaiz ve hatibin söylediklerine kulak vermektir. Söz konusu kişi, Allah Teâlâ’ya çağıran hatiptir. Dolayısıyla konu­şurken ona kulak vermek, Allah Teâlâ’nın kulunun diliyle bildireceği şeyleri öğrenmeyi sağlar. Hatip hakkın vekilidir. Bu durumda kullarına konu­şan adeta Haktır. Bu nedenle, selam almak ya da Allah Teâlâ’ya hamd ettiğinde hapşırana dua etmek gibi emredilen durumların dışında, susmak ve ha­tibi dinlemek zorunludur. Öyleyse konuşanın (gerçekte) Hakk olduğunu kabul eden kimse, hatibi duyabiliyorsa özellikle hutbede Kur'an-ı Ke­rîm okunurken susması gerekir. İmamı duymadığında ise, bizzat hati­bin meşgul olduğu Allah Teâlâ’yı zikretmek, Ö’na hamd etmek, nefsine öğüt vermek ve onu zorlamak, Allah Teâlâ’yı nimederini nefsine kabul ettirmek ve Kur'an-ı Kerîm okumak gibi işlerle meşgul olması gerekir. Fakat bütün bunlar ‘Fısıltının dışında, sesler Rahman’ın karşısında kesilir’'4 ayetinde be­lirtildiği tarzda yapılmalıdır. İnsanın Allah Teâlâ’yı zikretmesi de böyle (sessiz) olmalıdır. İnsan, hatipten uzak kaldığı ya da sağır olduğu için hutbeyi dinleyemeyebilir. Öyleyse insan, kendisine öğüt verendir.

İmam Hutbe Okurken Rükû Edilir mi?

Bilginler böyle bir durumdaki kişi hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bazı bilginler, rükû edebileceğini söylemiştir ki ben de bu gö­rüşteyim. Bazı bilginler ise rükû edemeyeceği görüşündedir.

VÂSIL

Meselenin Batınî Yorumu

Rükû, Allah Teâlâ için eğilmek (hudu’) demektir. Bu anlamıyla rüku, gaflete düşmeksizin Allah Teâlâ’yı zikrettiği sürece bütün âleme farzdır. İnsa­nın ve cinlerin dışındaki herkes Allah Teâlâ’yı zikreder ve O’nun övgüsünü tespih eder. İçimizden birisi Allah Teâlâ’yı zikrederken kalbi korkmaz ve zikri esnasında eğilmezse, ilahi mertebeye layık hürmeti ve saygıyı yerine ge­tirmemiş demektir. Öyle bir insan, bedeninin bütün parçalarının ve or­ganlarının gereğine yönelmiş demektir.

Mescide girmek, hatibi görmek ve namaza niyetlenmek gibi fiille­rin Cumaya gelen kimseye Allah Teâlâ’yı zikreden olduğunu hatırlatacağı ke­sindir. Allah Teâlâ tercümanı olan peygamberine -ki onu ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’15 diye nitelemiştirinsana oturmazdan önce mescidi selamlama namazı kılmayı emretmiştir. Bu emrin kalktığına da­ir bir yasaklama da aktarılmamıştır. Bununla birlikte insan (hutbe oku­nurken) rükûya gittiğinde, tekbirini açıktan getirmediği gibi açıktan bir şey de okumaz. Aksine, onu olabildiğince gizli yapar ve duyurmaz. Özellikle hatibi duyuyorsa, ‘tahiyye’ye (mescidi selamlama rükusu) bir ilave yapmaz.

Hutbe okunurken mescide girenin selam vermesi caizdir. Hiç kim­se bunu yanlış saymadığı gibi camiye giren kişi selam vermek zorunda da değildir. Bu konudaki emir, selam vermek değil, almayla ilgilidir. Öyleyse mescide girerken rükû etmek daha caizdir. Çünkü mescide gi34 Fütûhât-ı Mekkiyye 4

renin oturmazdan önce namaz kılmasıyla ilgili emir vardır. Namaz da ‘en hayırlı ibadettir.’ Fakat camiye giren kişi, iki rekâta hiçbir şey ekle­mez. Gücü oturmamaya yeterse, rüku yapması gerekmez. Oturmak is­terse bu gereklidir. Çünkü insaflı olunduğunda, mescide girdiğinde rü­ku edene karşı çıkacak kimse yoktur.

FASIL İÇİNDE VASIL

İmam Cuma Namazında Ne Okur?

İnsanlar bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler Cu­ma namazının diğer namazlar gibi olduğunu ve belirli bir sure okuma­nın şart olmadığı görüşündedir. İmam, kolayına gelen sureyi okur. Bazı bilginler ise, peygamberin genellikle okuduğu sureyi okumayı şart görmüştür. Bu sureler, birinci rekâtta Cuma, ikinci rekâtta ise Münafıkun suresidir. Münafıkun suresi yerine Gaşiye suresini de okur­du. Birinci rekâtta A’la, ikinci rekâtta ise Ğaşiye suresini okuduğu ol­muştur. Benim görüşüm, bu konuda bir sınırlama bulunmadığı ve pey­gambere uymanın daha yerinde olduğudur.

VASIL

Batınî Yorum

Namazda kendisiyle konuşulan Allah Teâlâ, konuşan ise kuldur. Kuran Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu gibi Allah Teâlâ’nın her sözü de güzeldir. Fatiha sure­sini okumak zorunludur. Sure ise Allah Teâlâ katındaki yüz on üç menzilden her biridir. Kur'an-ı Kerîm’in sure ve ayetlerinin birbirine göre daha değerli olduğu rivayederde sabittir. Bu durum, okuyucu için içerdikleri ödülle ilgili bir durumdur.


Ayete’l-Kürsi’nin ‘Kur'an-ı Kerîm’in ayetlerinin efendisi olduğu’ ri­vayet edilir. Çünkü Ayete’l-Kürsi’den başka içinde Allah Teâlâ’nın on altı yerde gizli ve açık bir şekilde zikredildiği bir ayet yoktur. Bu durum, ayetlerle ilgilidir. Surelere gelirsek, sözgelişi ‘Yasin suresinin okunması Kur'an-ı Kerîm’in on kere okunmasına denktir’ hadisi rivayet edilir. Başka bir hadiste ise ‘Tebareke suresini okumak kabirde sahibini korur’ ya da ‘Zilzal suresi Kur'an-ı Kerîm’in yarısına denktir’ ya da ‘Kafırûn suresi Kur'an-ı Kerîm’in çeyreğine denktir’ veya ‘Nasr ve İhlas sureleri Kur'an-ı Kerîm’in çeyreğine denktir’ şeklinde rivayetler aktarılmıştır.

Üstünlük konusunda zikredilen her surenin kendine özgü bir sebe­bi ve anlamı vardır. ‘İki çiçek, yani Bakara ve Al-i İmran sureleri, Kı­yamet günü okuyanının lehinde tanıklık etmek üzere iki gözü, iki dili ve dudakları olarak gelir.’ Bu konudaki hadisler pek çoktur. Ayet ve su­relerin birbirlerine göre üstünlüğü hakkında keşif yolundan bildikleri­mizi zikretmeye imkân yoktur. Şu kadarını söyleyelim ki, Sad suresi nurların kaynağıdır. Bunu müşahede yoluyla gördüm.

Ey imam! Cuma namazında irtibatı ve karşılıklı ilişkiyi dikkate al­mak istersen, Cuma suresini ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin okuduğu bilinen su­releri okumalısın. Allah Teâlâ, ‘sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde güzel örnek vardır16 buyurur. Ayrıca, A’la suresini okumalısın. Bu sure, kendisi hak­kında bize ‘O size salat eder’ diyen Halde bu namaz ibadetinde ortaya çıkan fiillerden tertzih eder. Böylece ‘salat eder (namaz kılar ya da mer­hamet eder)’ ifadesinde insanın vehim gücünün tahayyül ettiği şeyden Allah Teâlâ’yı, ‘Rabbinin en yüce ismini tespih et17 ayetiyle tenzih ederiz. Hutbe tehdit ve vaat içerdiğinde ‘Münafıklar sana geldiğinde’1* ve ‘Ğaşiyenin ha­beri sana geldi mi’1* ayeüeri ise, hutbenin içerdiği tehdit ve vaade ilişkili­dir. Böylece Cuma namazındaki okuma, imamın hutbede yaptığı hatır­latmaya uygun düşer. İmam da uymayla uygunluğu birleştirmiş olur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Cuma Günü Yıkanmak

Bize göre, Cuma günü yıkanmak -ki kast edilen gün için yıkan­maktırtüm yetişkinlere farzdır. (Gün için değil de) Namaz için yıkanılması ise, daha üstündür. Cuma günü yıkanmak ise, bir grup tarafın­dan sünnet, bazı bilginler tarafından ise, farz sayılmıştır ki, ben de farz olduğu görüşündeyim. Vacip olduğunu söyleyenlerin bir kısmı yıkan­manın günden dolayı olduğunu kabul eder. Bizim görüşümüz budur. Namaz kılınmazdan önce namaz için yıkanmak ise, daha üstündür. Bazı bilginler ise, yıkanmanın Cuma namazından önce farz olduğu görü­şündedir.

VASIL

Batınî Yorum

Batınî hayat vasıtasıyla (bilgi) insanın içini ve batınını -ki kalbidirgenel olarak temizlemesi, Allah Teâlâ’yı bilmek amacı taşır. Kalplerin canlılığı, bu bilgide bulunduğu gibi yine bu bilgiye bağlıdır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın kendisini bu özel tarzda ortaya koyması yönüyle Cuma namazının sağ­ladığı bilgi bakımından böyledir. Çünkü Cuma, Allah Teâlâ’nın bu ümmetine ihsan ettiği en büyüle hidayettir. O gün, ümmetin görüş ayrılığına dü­şüp Allah Teâlâ’nın görüş ayrılığına düşülen konuda doğruyu gösterdiği gün­dür.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah Teâlâ her cinsten bir tür, her türden, bir şahıs seçmiş, seçtiği bu şahsı ya kendisine ya da onun sebebiyle başkası­na bir iyilik olsun diye tercih etmiştir. Allah Teâlâ bazen bir cinsten iki ve üç tür seçer, bazen türden iki, üç ya da daha fazla şahıs seçer. Bu bağlamda insan türünden müminleri, müminlerden velileri, velilerden nebileri, nebilerden resulleri seçmiş resullerin de bir kısmını diğerlerinden üstün yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Peygamberleri birbirine üstün tutmayın’ diye yasaklamasaydı, hiç kuşkusuz, en üstünlerinin kim olduğunu belir­tilirdi. Fakat Allah Teâlâ peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün yap­tığını bize bildirmiştir.

Öyleyse (inkâr edilemeyecek bir raviler topluluğunun aktardığı) mütevatir bir nas ya da gerçek bir keşif bulan kişi, onun sınırında dur­malıdır. Tek kişinin rivayet ettiği sahih bir hadise sahip olan ise, -konu dünyevi davranışlarla ilgiliyseonunla hüküm vermelidir; ahiretle ilgiliyse, onu inancında esas yapmamalıdır. Bunun yerine şöyle demeli­dir: Bu hadis bize ulaştığı tarzda gerçekte peygamberden gelmişse, ben o hadise ve peygamberin ve Allah Teâlâ’nın katından gelen bilip bilmediğim her şeye inanırım. Çünkü inanç konülarında ancak kesin olduğuna hükmedilen şeyler kullanılabilir. Söz konusu olan bir rivayet ise, onun tevatür yoluyla güvenilir olması gerekir; söz konusu olan akıl ise, mütevatir bir nassla çelişmediği sürece, kesin aklî kanıta dayanan bir hüküm kullanılabilir. Mütevatir bir nas aklın deliliyle çelişip onları uz­laştırmak mümkün olmazsa, nassa inanılır, delil terk edilir.

Bunun sebebi şudur: Şeriat diliyle belirtilen şeylere inanmak, zik­redilen şeyin gerçekte imanın bildirdiği tarzda olmasını zorunlu kılmaz. Akıllı kişi, Allah Teâlâ’nın yükümlüden bu kesin nassın verisine inanmasını is­tediğini anlar; tevatür zinciri, akıl deliliyle çelişse bile, o hadisi peygam­berin söylediğini bildirir. Böylece akıllı, bilgi olması bakımından bilgi­sini muhafaza eder ve Allah Teâlâ’nın söz konusu nassın varlığıyla imanı o bili­nene bağlamadığını anlar. Yoksa, akıllının (bu nas nedeniyle) bilgisin­den ayrılarak Allah Teâlâ’nın istediği şekilde o nassa inanması gerekmez. Allah Teâlâ, bildiğiyle çelişen bu nassla neyi kastettiğini keşfinde kula bildirirse, bu hitaba tahsis edilen kimse, Haklcın belirlediği bağlamda ona inanır. Böyle bir keşfi, karışıklığa yol açacağı için sıradan insanlar arasmda açıklayamayız. İhsan ettiği nimederinden dolayı Allah Teâlâ’ya şükrederiz! Bu, Allah Teâlâ yolunda yararlı olan bir öncüldür.

Allah Teâlâ ayların içinden Ramazan ayını seçmiş ve onu kendi adıyla ni­telendirmiştir. Çünkü Ramazan Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisidir. Allah Teâlâ haftanın günlerinden ise, Cuma gününü seçmiş ve bu yedi günün için­den seçtiği bir gününün olduğunu bildirmiştir. Söz konusu günü de haftanın diğer günlerinden üstün yapıştır. Bu nedenle. Cuma günüyle Arefe ya da Aşure gününü karşılaştıran kimse yanılır. Çünkü Arefe’nin üstünlüğü haftanın günlerine değil, yılın bütün günlerine dayanır. Bu nedenle Arefe günü bazen Cuma gününe denk gelebileceği gibi Aşure günü de Cuma’ya denk gelebilir. Cuma ise, değişmez, hiçbir zaman Cumartesi veya başka bir gün olamaz.

Öyleyse Cuma gününün üstünlüğü kendindendir. Arefe ve Aşure gününün üstünlüğü ise, geçici durumlardan kaynaklanır. Haftanın han­gi gününde bulunurlarsa bu geçici haller nedeniyle üstünlük o güne ait­tir. Böylece Arefe ve Aşure günlerinin üstünlüğü, o tür içindeki üstün­lüğü gerektiren geçici durumlar arasındaki bir üstünlük haline gelir. Ramazan ayının diğer aylardan üstünlüğü de, Güneş aylarında değil Kameri (ay yılı) aylardadır. Çünkü Güneş yılı aylarının en üstünü, gü­neşin en şerefli burcunda bulunduğu gündür. Ramazan ayı ise, güneş yılının her ayına denk gelebilir. Bu nedenle Ramazan’ın bulunduğu gü­neş ayı, diğer güneş aylarından daha üstün olur. Ramazan’ın bir Güneş ayında bulunmasıysa, dönerken kendisine ilişen geçici bir durumdur.

Binaenaleyh Cuma günü, Arefe veya başka bir günle mukayese edi­lemez. Bu nedenle yıkanmak, namazdan dolayı değil, günden dolayı ge­rekli görülmüştür. Cuma günü sadece namaz nedeniyle yıkamlsaydı, o günün en faziledi gün olduğu konusunda aramızda bir görüş ayrılığı kalmaz, bilginler arasında gerçekleşen görüş ayrüığı ortadan kalkardı.

Allah Teâlâ (günler içindeki bir) günün değerini ve üstünlüğünü ümmet­lere zikredip tam olarak belirtmeyerek, günü bilmeyi onların içtihadarına bırakmış, insanlar da görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu bağlamda Hristiyanlar en faziledi günün Pazar günü olduğunu iddia etmiştir, çünkü Pazar, güneşin günüdür. Pazar göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların yaratıldığı /ilk gündür. (Hristiyanlara göre) Allah Teâlâ, diğer günlerden üstün olduğu için yaratmayı Pazar gününde gerçekleştirmiş­tir. Böylece o günü bayram sayıp şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın kastettiği gün Pazar'dır.’ Hâlbuki peygamberleri bu konuda onlara bir şey söyle­memişti. Bu konuda bir rivayet olmadığı için, Allah Teâlâ’nın peygamberlerine bu günü bildirip bildirmediğini de bilmiyoruz. Yahudiler ise şunu ileri sürmüştür: ‘En faziledi gün Cumartesidir, çünkü Allah Teâlâ yaratmayı Cu­ma günü bitirmiş, Cumartesi dinlenmiş, sırt üstü yatmış, ayaklarını üst üste koymuş ve ‘ben her şeyin sahibiyim demiştir.’ Allah Teâlâ bu ve benzeri sözler karşısında şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler:2" Yahudiler, Cumartesi hakkındaki bilgilerinin Tevrat’ta bulunduğunu iddia eder. Biz, bu konuda Yahudileri ne doğrular ne de yalanlarız. Kı­saca, Yahudiler şunu iddia etmiştir: ‘Cumartesi, Allah Teâlâ’nın haftanın en fa­ziledi günü olarak seçtiği gündür.’ Böylece Yahudiler ve Hristiyanlar, haftanın en üstün günü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.

Ardından bu ümmet gelmiştir. Bir keresinde ‘Cebrail Hz. Muhaınmed’e içinde bir nokta bulunan cilalanmış bir aynayla gelmiş ve şöyle demiştir: ‘Elimdeki ayna Cuma günüdür. Şurası ise öyle bir saat­tir ki, bu saatte namaz kılan her müslümanı Allah Teâlâ bağışlar.’ Bunun üze­rine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ, Ehl-i kitabın görüş ayrılığı­na düştüğü bir konuda bize doğru yolu göstermiştir.’ Kastedilen ayna vasıtasıyla gerçekleşen ilahi bildirimdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hidayeti ise, Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir.                      1

Cuma gününün üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah Teâlâ’nın Cuma günü yaratmış olmasıdır. Bu nedenle Cuma’mn en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise (Cebrail’in getirdiği) aynada nokta şek­linde gözüken o saatte yaratılmıştır. Nokta aynada gözükünce, bu ör­nek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah Teâlâ’nın bilgisinde belirlenmiş bir sa­attir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki almalıyızşöy­le dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini ha­yalde dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer değiştirir. Çünkü hayalin edcisi, surette yer değiştirmektir. Çünkü hayal, duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Ha­yal, sadece duyulur surete benzeyen hayalî suretteki bir anlamdır. Bir anlam aynı anda pek çok lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayale benzemiştir. Öyleyse (benzetmeyi duyulur değil, hayal­deki bir örnek olarak alırsak), insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki dürüm da olabilir. Bu ise, ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesiy­le bilinebilecek bir iştir.

Cuma günündeki (insanın kendisinde yaratıldığı en şerefli) saat, sene içindeki Kadir gecesinin durumuna benzer. Allah Teâlâ, Kadir gecesinin durumu hakkında şöyle der: ‘İnsanlar tek bir ümmet idi, Allah Teâlâ peygamber­lerini müjdeleyen ve korkutan kimseler olarak gönderdi. Onlarla hakkı in­dirdi ve böylece görüş ayrılığına düştükleri konuda insanlar arasmda hüküm verirler. O konuda sadece daha önce kendilerine Allah Teâlâ katından apaçık delil­ler gelen kimseler kıskançlıkları nedeniyle görüş ayrılığına düşmüştür. Allah Teâlâ iman edenleri görüş ayrılığına düştükleri konuda hidayete ulaştırmıştır:2' Bu ayet, Kadir gecesi hakkındaki görüş ayrılığı hususunda inmiştir.

Cuma günü için yıkanmak, (saatin hangisi olduğuyla ilgili) bu gö­rüş ayrılığından kaynaklanır. Bu sayede insan, Allah Teâlâ’nın iç gözünü açma­sıyla temizliği hakkında kesin bir bilgiye ulaşır. Allah Teâlâ’nın iç gözünü aç­ması, o gündeki saati bilmektir. Çünkü daha önce (en şerefli) gün belir­sizdi. Allah Teâlâ, peygamberinin diliyle bize günü tanıttı. Geride, gün için­deki saatin belirsizliği kaldı. Öyleyse -saat yer değiştiriyorsaher Cuma günü o saati ya da -saati değişmezseonun belirli vaktini bilen kişi, bu bilgiyle bilgisizlikten temizliğini yapmış demektir. Bu nedenle, yıkan­manın (namaz için değil) günden dolayı olması gerekir. Çünkü gün, daha geneldir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Şehir Dışındaki Kişiye Cuma’nın Farz Olması

İnsanlar, şehrin dışında bulunan kişiye Cuma’mn farz olup olmadı­ğı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, şehir dışında bulunan kişiye Cuma namazının farz olmadığını, bazı bilginler ise şehir dışındaki kişiye de farz olduğunu ileri sürmüştür. Öte yandan bilginler, mesafenin miktarı hususunda da görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bil­ginler, bir günlük yol miktarı olduğunu kabul etmiştir ki, bu istisnai bir görüştür. Bazı bilginler, üç mil, bazı bilginler ise, genellikle ezanın du­yulabileceği bir mesafeyi kabul etmiştir. Benim görüşüm şudur: İnsan ezanı duyup temizlenmek için harekete geçer, temizlenir, sonra mescide yönelir, ağırbaşlılık ve vakarla yürür ve namaza yetişirse, namaz kendi­sine farzdır. Namaza yetişemeyeceğini bilirse, namaz ona farz değildir. Çünkü ezandan sonra namaza koşmak zorunda değildir. Ezandan önce ise, hiç değildir.

Batınî Yorum

‘Nefsini bilen rabbini bilir’ delili yönünden kendisine emredilen Hakkı bilmeyi sağlayan yerin dışına çıkan kişi, Rabbini bilmeye ya zo­runlu varlık olması yönünden ya da hayret ve duraksama mertebesine çıkmak ya da çokluğa çıkmak durumundadır. Allah Teâlâ’nın kendisinden do­layı zorunlu varlık oluşunu bilmeye çıkmışsa Cuma ona farz değildir. Bundan başka bir şeye çıkarsa Cuma kendisine farzdır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Cumaya Gitmenin En Faziletli Vakti

Bazı bilginler, en faziledi vaktin gündüzün başından itibaren bili­nen saader olduğunu ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise, güneşin tepe noktasından batıya yöneldiği anın öncesinde ve sonrasındaki bir saatin parçaları olduğunu ileri sürmüştür. Benim görüşüme göre ise, ilk ezan vaktinden imamın hutbeye başladığı zamana kadarki sürenin parçaları­dır. Daha önce gelen, erken geldiği ölçüde, deve kurban etmekten Şari’nin belirlemediği bir sınıra kadar varan ücret alır.

VASIL

Batınî Yorum

Koşmak iki türdür. Birincisi, teşvik edilen koşmadır ve günün ba­şından ezan vaktine kadardır. İkincisi ise, farz olan koşmadır ki ezan vaktinden ikinci rekâtta rüku ederken imama yetişme vaktinde sona erer. Namaza koşan için belirlenen sevap hutbenin başma kadardır.


Bundan sonra ise, belirsiz bir ücret vardır, çünkü Şari bu konuda bir şey söylememiştir. Belirli ücret, deve kurban etmekten yumurta verme­ye kadar değişir. Bunların arasında deveden sonra gelen inek, ondan sonra koç, ondan sonra tavuk gelir. Yumurta ise, tavuktan sonra so­nuncu olarak zikredilir. Bundan sonra belirlenmiş bir sevap yoktur. Yumurta tavuktan meydana gelir ve tavuk yumurtada oluşur. Bu ne­denle Şari yumurtayı yakınlığı belirlemede hayvana bitiştirdi. Hayvan­lardan ise, etinin yenilmesinde görüş ayrılığı bulunmayan ve beslenen şahısta hayvanı gücün artmasını sağlayan hayvanları örnek verdi. Adeta onu kurban eden kişi, kendi (hayvanı) hayatını kurban etmiş gibidir. Allah Teâlâ yoluna nefsi kurban etmek ise, kurbanların en üstünüdür.

Allah Teâlâ yolundaki şehitleri görmez misin? Onlar, Allah Teâlâ düşmanlarıyla savaşırken canlarını Allah Teâlâ’ya kurban olarak verdiklerinde, sürekli bir ha­yat, sürekli bir rızık ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği şeyler karşılığında sevince sahip olmuşlardır. Bu nedenle, şehitler hakkında ‘ölü’ denile­mez. Çünkü Allah Teâlâ böyle demeyi yasaklamıştır. Allah Teâlâ yaratıkların gözle­rini şehitlerin canlılığını algılamaktan engellediği gibi melekleri ve cin­leri algılamaktan dâ engellemiştir. Bununla beraber, onların bizimle be­raber olduğunu biliriz ve şehitlerin ölmediğine inanırız. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir22 buyuruyor. Allah Teâlâ’nın haberi doğrudur. Şehider canlarını Allah Teâlâ’ya kurban etmek iradesi­ni ortaya koyunca, hayat sahibi olmuşlardır.

Erdemli bir gençten şöyle bir olay anlatılır: Kurban bayramında Mina’da bulunuyormuş. Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş. İnsanların Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sa­hip oldukları hayvanları keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bu­nun üzerine şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’m! İnsanlar bu günde kendilerine ver­diğin nimederden sahip olduklarıyla sana yaldaşmaya çalışıyor. Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’ Sözünü bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen şehider gibi kabul etmiştir.

Bu konuda şöyle bir beytimiz vardır:

Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum

Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?

Bir şair buna benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördü­ğünü görmüş ve şöyle demiştir:

Kurbanlar sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum..           .

FASIL İÇİNDE VASIL

Cuma Günü Alış Veriş

Bilginler ezan vaktinde alışveriş hususunda görüş ayrılığına düş­müştür. Bazı bilginler böyle bir alışverişin bozulacağı (fesh), bazı bil­ginler bozulmayacağı görüşündedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda, Allah Teâlâ’yı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın.’23 Allah Teâlâ bu vakitte alışverişi bir akmayı emretti. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ müminlerden canlarını satın aldı.’24 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, cihat hakkında ‘nefisle cihat etmek cihadın en büyüğüdür’ der. Allah Teâlâ ise ‘Sizi takip eden (size yakın olan) kafirlerle savaşıri25 buyurur. Allah Teâlâ’nın nimederine karşı nefisten daha kafiri (nankör) yoktur. İnsana en yakın şey ise nefsidir. Dolayısıyla nefisle cihat, düşmanla cihattan daha büyük bir iştir. Çünkü insan kendi nefsiyle cihat etmedikten sonra, düşmanla cihada çıkamaz. Düşmanla cihat gösteriş, duyurmak ve kah­ramanlık güdüsüyle yapılabilir. Nefisle cihat ise, ameller içinde oruç gi-, bi, sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği gizli bir iştir.

‘Cuma günü namaza çağrıldığınızda’, Allah Teâlâ’ya satılabilecek en iyi şey nefstir. Kul, bütün amaç ve arzularını bırakır ve böyle bir çarşıya gelir, Allah Teâlâ’dan kendi nefsini satın alır. Böyle bir alışveriş, feshedilemez. Bu yorum, bu esnadaki alışverişin feshedilemeyeceğini kabul edenlerin gö­rüşüdür. Feshi kabul eden görüşün yorumu ise şöyle demektir: Allah Teâlâ bütün ibadet fiillerini kula izafe etmiştir. İki ibadet bunun dışındadır. Birincisi oruçtur. Allah Teâlâ, onu kendisine izafe etmiştir. Bunun nedeni, bu ibadetin olumsuzlayıcı-müstağni niteliğidir. Bu nitelik, ilah olması yö­nünden değil, zatı yönünden Allah Teâlâ’ya aittir. Hakkın zatının dışındaki her şey kendisine özgü ve yaşamasını sağlayan gıdayla beslenir. İkinci iba­det ise namazdir. Çünkü Allah Teâlâ namaz hakkında, ‘namazı kendimle ku­lum arasmda ikiye böldüm, yarısı benim yarısı kullunundur’ der. Bu hadis, kulun sahip olduğu kısmın geçerliliğine kanıttır. Çünkü Allah Teâlâ namazın yarısını kendine, diğer yarısını ise kuluna izafe etmiştir. Dola­yısıyla Allah Teâlâ’nın kulu olsa bile insan, namaz da ona izafe edilen kısmın sahibidir ve bu balomdan sahiplenilen (köle) değildir. Bu görüşte olan­lar, (namaz esnasında yapılan) alışverişin feshini kabul eder.

Alış verişin feshi, (batınî anlamında) kulun bu haldeyken Allah Teâlâ’nın kendisine izafe ettiği şeyi Allah Teâlâ’ya izafe etmemesi demektir. Çünkü sana izafe edilen şeyi Allah Teâlâ’ya döndürdüğünde, Allah Teâlâ ile çekişme söz konusu­dur. Bu ise saygısızlıktır. Öyleyse namaz kılan kişi, Allah Teâlâ’nın kula izafe edip namaz da sahibi yaptığı bu ikinci yarıyı tekrar Allah Teâlâ’ya izafe ederse yaptığı iş geçersiz bir alış veriştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘alış verişi bırakın26 buyurur. Bunun anlamı şudur: ‘Sizden istediğim, bu halde iken nama­zın yarısının size ait olmasıdır.’ Başarıya erdirilmiş kişi her durumda Allah Teâlâ karşısında saygılı olan kişidir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Cumanın Adabı

Bilmelisin ki, Cuma namazının adabı üç şeydir: Güzel koku (sü­rünmek), misvak kullanmak ve süslenmek. Süslenmek, güzel kıyafet giymek demektir. Bu konuda, bilginlerin arasında bir görüş ayrılığı yoktur.

VASIL

Batınî Yorum

Güzel koku, Rahman’a ait nefesleri bilmektir. Bu bilgi, Allah Teâlâ ile kulu arasında hal, söz ve fiildeki karşılıklı ilişkiyi güzelleştiren Hakk kay­naklı her türlü bilgidir.

Misvak, kalp dilinin Kur'an-ı Kerîm okumak ve Allah Teâlâ’nın razı olaca­ğı her şeyi zikretmek sayesinde temizlenmesidir ki bu, en yetkin temiz­liktir. Çünkü bu niteliklere sahip herkesten temiz-güzel kokular yayılır. Keşif sahiplerinin arasından ‘koku ehli’ o kokuları koklar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, misvak hakkında şöyle der: ‘Misvak ağzı temizler, Rabbi hoşnut eder.’ Başka bir hadiste ‘Misvak Allah Teâlâ ile kulu arasındaki perdeleri kal­dırır’ buyurur. Böylece kul, Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Çünkü misvak, iki büyük özelliğe sahiptir: Temizlik ve Allah Teâlâ’yı razı etmek. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in, ‘Dişleri misvaklayarak namaz kılmak, böyle yapmadan kılınan yetmiş namazdan daha hayırlıdır’ hadisinde geçen ‘daha hayırlı’ sözü bu anlama işaret eder. Bunun yanı sıra ‘misvak’ kelimesinde kendi nefisle­riyle değil, (benlikleri fani olarak kendisiyle baki oldukları) Rableriyle namaz kılanlara işaret vardır. Bir hadiste Allah Teâlâ’nın yetmiş perdesi olduğu bildirilir. Söylediklerimle bu rivayetler arasmda bir ilişki kurarsan, pek çok sırrı öğrenirsin!

Güzel elbise, takva (korunma ve sakınma aracı) demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Takva elbisesi daha hayırlıdır.’27 Başka bir ifadeyle ‘en ha­yırlı elbise takva elbisesidir.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Mescide her gidişinizde süslerinizi takınız.m Namazdan daha güçlü bir takva yoktur. Namaz kı­lan kişi, (Hakka) münacat ve O’nu müşahede etmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘sabır ve namazla yardım isteyin29 diye buyurmuş, kuluna ise ‘an­cak senden yardım isteriz30 demeyi emretmiştir. Böylece Allah Teâlâ, namazı yardımda kendi yerine koymuştur.

Namaz kılarken içinden Allah Teâlâ’dan başkasıyla konuşan bir insan, Rabbiyle konuşan ya da O’nu müşahede eden biri değildir. Çünkü kar­şılıklı konuşma (münacat) ve müşahede hali, hiçbir yaratılmışı bu du­rumdaki bir kula yaklaşma cesareti vermez. Çünkü herkes Allah Teâlâ’dan korkar. Bu nedenle, (namazında içinden bile olsa başkasıyla konuşan) böyle bir insan, kısmen namaz kılmış sayılır. Başka bir ifadeyle bu in­san, ayakta durmak, rükuya gitmek ve secde etmek gibi biçimsel yapı­sıyla namaz kılarken kendisinden istenilen batınıyla namaz kılmamakta­dır. Fakat yine de böyle bir insanın zahirinin batınına (dış yüzünün içi­ne ve hakikatine) şefaat etmesini umarız. Nitekim bazı durumlarda da insanın batını zahirine şefaat eder.

Bunun nedeni şudur: Dıştaki hareketler, durağanlık kazanmalarını sağlayacak şekilde kendisinden ortaya çıktıkları içteki bir ‘huzura (ilke, bilinç, niyet)’ sahip değillerse, var olamazlar ve onlar adına bir varlık ortaya çıkamaz. Şeriat bakımından dikkate alınan bu ölçüdeki bir ‘hu­zur’ içten meydana gelir. İçteki bu ‘huzur’ dıştaki fiille desteklenir ve namaz kılan için meydana gelen vesveseye karşı güçlenir. Bu durumda ise, Allah Teâlâ’nın bir inayeti olarak, artık vesvese namazı eksiltemez. Çünkü Allah Teâlâ ‘insanlara karşı pek merhametlidir.’31

Güzel elbise, kulun namazda ‘takmak’ zorunda olduğu süsün bir parçasıdır. Kulun Rabbiyle konuşurken giydiği en güzel elbise de kul­luktur. Diğer süs ise, ‘ben onun kulağı, gözü, eli, ayağı ve dili olurum’ hadisinde geçtiği üzere ‘Rabbiyle süslenmektir.’ Hadiste kul zamirle zikredildi ve Allah Teâlâ, bütün ibadederinde kulu kendisiyle süsledi.

Kırk birinci kısım sona erdi, onu fark ikinci kısım, takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar