MECZÛB, MECZÛB-İ SÂLİK, SÂLİK-İ MECZÛB, SÂLİK
Mecnûn kendi
ismiyle leylânın ismini bir yerde yazılı olduğunu görünce, hemân kendi ismini
bozdular.
Suâl edilir ki ey
mecnûn leylâ nâmından kendi nâmını niçin ezdin. Gerekdir ki sen âşık ol
ma’şûkdur. İkinizin dahi nâmı bir yerde [471-b] ola dedikte hâşâ min
isbâti’l-isneyn ya’nî mâşâ ikilik isbât eylemekten, ene leylâ ve leylâ
ene buyurdular. Ya’nî ben oyum o bendir.
Mecnûn her neye
baktıysa leylâ göründü.
Hattâ kendine
baktı, leylâ benim dedi. Ya’nî mecnûn âşık iken kendini ma’şûk gördü.
Âşık da o, ma’şûk
da o, aşk da o oldu.
Ve’l-hâsıl,
fenâdan sonra bakā demek budur.
Ya’nî mecnûn
fi’l-asl leylâ imiş, kendini mecnûn sanırmış. Mecnûn sanısını kaldırınca leylâ
olmuştur.
Bir defa mecnuna
fassâd (Kan alıcı, kan
alan) gelip fasd (kan
alınca) murâd olundukta, mecnun ağlayıp rıza göstermedi ve neşterin ucu leylâya
dokunup müteezzî olur dedi.
Zîrâ leylânın
hevâsı şifâf-ı kalbinden cemî’ urûk ve a’zâsına sârî olmuştu.
Şöyle ki, mecnun
leyla hükmünde idi. Pes, bu ma’şûk âşık-ı hakîkînin ceybinden ser-zede olmak
şimdi olmamıştır. Belki hâl-i fenâda cümle uşşâka göre böyledir. Hâl-i fenâda
denildiği budur ki fenâdan evvel bu makûle ma’nâ münkeşif olmaz. Mecnûn
ser-gerdân kûy-i leylâda her ne kadar şey görürse öperdi, eğer hacer ve
şecerden. Biri suâl eyledi, yâ mecnûn niçin böyle
edersin dedikte,
Her
ne ki görüp öpersem
Leylânın yüzüdür diye,
bu mazmûnda beyit
okudu.
(Süleymân Zâtî,
halîfe-i Hakkı )
MECÂZÎB [MECZUBLAR]
Birkaç türlüdür:
Evvelkisi budur ki, mağlûbü’l-hâldir. Ve ol vârid onda durdukça tedbîr-i nefs
edemez. Ve ba’zılar ilâ âhiri’l-ömr ol hâl üzere müstemirr olur.
Ebû İkāl-i Mağribî
gibi ki ibtidâ mağlûbiyyetinden dört sene gāyetine dek ekl ü şürb etmeyip onun
üzerine vefât etti.
Ve ikincisi budur
ki, aklı indallâh imsâk olunup akl-ı hayvânîsi bakî olmakla yani beşeriyyeti
bakî olmakla ekl ü şürb eder ve tasarrufunda tedbîr ve rü’yet olmaz. Bunlara
ukalâ derler. Zîrâ ayş-i tabî’leri vardı, sâir hayvânât gibi.
Ve üçüncüsü budur
ki, mağlubiyyette müstemirr olmayıp sahve gelir ve tedbîr ve tasarrufa rücû’
eder. Mertebe-i irşâdda olan aktāb ve erbâb-ı ahvâl gibi.
Ve dördüncüsü
budur ki, vârid ve tecellîsi kuvvetine müsâvî olup velâkin onu gören onda
nev’an cezbe istiş’âr eder.
Ve beşincisi budur
ki, kuvveti vâridinden akvâ olur ki gālibü’l-hâl derler. Seninle muhâdese
ederken hâl vârid olur ve senin ona şuûrun olmaz. Ve bunlara behâlîl derler. Behlûl
ve Sa’dûn ve Semnûn ve Ebû Veheb ve emsâli gibi. Ve bu mecâzîbin ba’zıları dâimâ meserret ve dahk
ve inbisât üzerinedir.
Ve ba’zıları dâimâ
mahzûn ve mağmûm gezerler. Ve bunların bu hâl ile mürûr eden ömrleri zâyi’
olmayıp vaktleri a’mâl-i sâliha ile güzer edenlerin ecriyle me’cûr olurlar.
Zîrâ cezbeleri Hak’dandır, kendi ihtiyârları ile değildir.
Pes, eğer meczûb
olmasalar tāatte kāim olurlardı. Nitekim bir kimse vuzû’ üzerine yatıp, gece
içinde kalkıp namâz kılmak niyet eylese ve sabaha dek uyanmasa, ona kıyâm-ı
leyl sevâbı yazılır. Zîrâ kābizu’l-ervâh Allâh’dır.
Nitekim buyurur : [İnsanların canlarını Allah alıyor] (Zümer,39/42) Ve bunlardan evkāt-ı salâtte merdûdü’l-akl
olanlar makbûldür. Şeyh Şiblî ve emsâli gibi. Böyle mestûr olanlar himâye-i
ilâhiyye ehlidir ki zevk-i ubûdiyyet müstemirdir.
MÜHİMDİR
Ma’lûm
ola ki, bir beldede bir meczûb uryân gezerken ol belde hâkimi ol meczûbu darb ettikten
sonra Rasûlullâh’ı ma’nâsında gördükte, incitme diye emr buyurdukta, şer’de
nehy buyurduğun için darb ederim dedikten sonra yine ol meczûb uryân gezmekle
[470-b] yine darb etmeye başlayınca, meczûbun keşfi açık olduğundan, Rasûlullâh
sana tenbîh etmedi mi.
Dedi
ki, şer’de nehy ettiği için yine darb ederim dedi. Sonra Rasûlullâh ol meczûba
uryân gezme diye emr ettiler. (Şeriatın emrince hareket
ederim. Hakimin hükmü geçerlidir.) (Hitab-ı Hakkı Efendi )
MECZÛB, MECZÛB-İ SÂLİK,
SÂLİK-İ MECZÛB, SÂLİK
Ma’lûm ola ki,
benî âdemden birine cezbe-i Hak erişse, ol kimse Tanrı Teâlâ’nın muhabbetinden
aşk mertebesine vâsıl olur. Ancak ol aşk mertbesinde dirlik eder ve ba’zılar ol hâlden geri gelirler ve
kendilerinden haberdâr olurlar. Eğer sülûk edip sülûkün tamâm ederse ona
meczûb-i sâlik derler. İşte bu şeyhliğe lâyık olur. Ve eğer sülûk edip sülûkün
tamâm etmeden Hak Teâlâ’nın cezbesi erişirse, sâlik-i meczûb derler. Ve eğer
cezbede kalır ise, şeyliğe lâyık olmaz. Ve eğer sülûk edip sülûkünü tamâm edip
cezbe-i Hak erişmezse ancak yalnız sâlik derler. Bunların cümlesi dört kısım oldu:
Meczûb ve meczûb-i sâlik ve sâlik-i meczûb ve sâlik.
Ma’lûm ola ki,
Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî (k.s.azîz) “Avârifü’l-Maârif” nâm kitabında
beyân etmiştir ki, bu dört aksâmın biri şeyhliğe yarar. Ol meczûb-i sâlikdir.
Bâkî aksâm-ı selâse şeyhliğe dahi pişvâlığa yaramaz. Ve sâlik ile meczûbun
farkı vardır. Ya’nî bir kimse hâl-i sülûkünde meczûb olmasa, ya’nî taraf-ı
Hak’dan cezbelenmeden boşalsa, onun ibtidâ ismi kelime-i tevhîddir ve illâ
celâledir. Zîrâ meczûbun nefy ü isbâta zarûreti yoktur. Velâkin tekmîl-i
merâtibe değin yine sülûke muhtâcdır. Ve bu ma’nâdan ötürü evvelki sâlike
sâlik-i meczûb derler ki cezbesi müteahhiredir. Ve sânîye meczûb-i sâlik derler
ki cezbesi mütekaddimedir. Ve makbûl olan sâlik-i meczûbdur ki âdet-i ilâhiyye
üzere cârî olmuştur. Zîrâ ilmi hem kesbî ve hem ırsîdir. Meczûb-i sâlikin ise
yalnız ırsîdir. Vâris ve hibe bilâ-ta’b olmakla kadri bilinmez. Fe-emmâ ki
ma’nây-ı örf nitekim Kur’ân’da gelir : [Elbette hem üstlerinden yerlerdi, hem
ayaklarının altından] (Mâide,5/66) Ya’nî fevkden ekl-i ilm vehbî
ve tahttan ekl-i ilm kesbîdir. (Hakkı Efendi )
MECZÛB VE MECZÛB-İ SÂLİK VE
SÂLİK-İ MECZÛB VE MECZÛB VE MECÂZÎB VE MECNÛN
Meczûb, tayy-i arz
eden sâhib-i hatveye benzer. Pes, meczûb olmayan sâlikler merâhil-i ma’nâda
bî-müddet ma’lûmedir. Ya’nî kırk senede ale’t- tafsîl seyr ü kat’ ederler.
Meczûblar ise o menâzili sür’at ile mürûr edip giderler. Velâkin mürûr-i icmâlî
kifâyet etmediğinden sülûk-i müstakille muhtâc olurlar. Ol vakt onlara meczûb-i
sâlik derler. Nitekim kable’l-feth ya’nî kable’l-cezbe sülûk edenlere sâlik-i
meczûb derler. Ve bu sânî âdet-i ilâhiyye üzerine olmakla evvelden a’lâ ve
makbûldür. Nitekim Kur’ân’da gelir
: [Fetihden evvel Allah yolunda çarpışıp harcayanlarınız, diğerlerine
eşit olamaz] (Hadîd,57/10)Ve bir tāife vardır ki [471-a]
hükm-i teklîf onlardan sâkıt olup, ervâh-ı müheyyime gibi bî-şuûr
olmuşlardır. Zîrâ sekr-i gālib, cunûn-i mutbik hükmündedir. El-hâsıl, mecâzîb
ahkâm-ı şer’iyye ve âdâb-ı mer’iyye ile mutāleb değillerdir. Zîrâ tecellî-i
azamet ile aklları zâhib olmuş kimselerdir. Ve zâhibü’l-akl olan, zâhibü’r-rûh gibi
emvâttan ma’dûddur. Fe-emmâ tab’ının bakāsı sebebiyle ahyâdandır ki hayvan
hükmündedir. Onun için hayvan gibi ekl ü şürb ederler ve hayvânât gibi onlara
bir nesne hafî değildir. Zîrâ söylemezler ve söyleseler, zâil olur.
Ve meczûb ile
cunûnun farkı budur ki meczûbun aklı indallâh bâkî ve mahfûz ve kendi şuhûd-i
zâtıyla mün’amün-aleyhdir. Mecnûn ise mat’ûm-i kevnî veyâ gayrı nesne sebebiyle
ve isti’mâliyle ya’nî sihirbazlık ve havâssla iştigāl ile aklı zâil olmuştur.
Pes, gerçi ikisinden dahi hükm-i şer’î sâkıttır. Velâkin meczûb ehl-i şuhûd
olmakla ehl-i fazldır. Mecnûnda ise bu şeref yoktur. Ve onlara ukalâ-i mecânîn
diye tesmiye olunmağa sebep budur ki bunların cunûnları meczûblar gibi fesâd-i
mizâcdan değildir, nitekim zikrolundu. Belki kalblerine fecâet-i tecellî-i
ilâhî ve üzerlerinde âsâr-ı kudret zâhir olmaktandır. Bu sûrette onlara mecnûn
demek tedbîr-i ukûlden mestûr ve âlem-i hissden mutlak demektir. Ve bunların
evsâfındandır ki “İzâ deavû zekerullah” mûcebince müşâhedeleri müşâhede-i Hak îrâs
eder ve kalb-i insâna azamet ve te’sîr getirir. Ve Rasûlullâh’ın ba’zı hâlâtındandır ki
vech-i ilâhî vârid oldukta, âlem-i hissden me’hûz ve münselih olurdu. Eğer
teblîği risâlet ve siyâset-i ümmet olmayaydı, müşâhede ettiği umûr-i ızâmın
heybetinden akl zâil olurdu. Velâkin Allâh Teâlâ rusule kuvvet-i zâide
vermiştir ki onunla akllarına halel gelmeyip, âlem-i hisse rücû’ ederler ve
halka teblîğ-i ahkâm kılarlar. Rasûlullâh’ın Cebel-i Nûr’da Cebrâl’i sûret-i
asliyesi üzere müşâhede ettikte magşiyyün-aleyh olduğu kütüb-i mu’teberede
mestûrdur. Ve’l-hâsıl, teklîfât-ı ilâhiyye mecnûndan ve onun hükmünde olandan
sâkıt olur, gayrıdan sâkıt olmaz. İsterse dergâh-ı kibriyâda mertebe-i vâlâ
bulsun. Zîrâ tekâlîfe göre mahcûb ve mükâşif berâberdir. Nitekim esrârı erbâb-ı
dile rûşendir. (Hakkı Efendi)
ÂDÂB-I MÜRÎD VE ÂDÂB-I MEŞÂYİH
Cemî’-i ferâiz ve
vâcibât ve sünen ve müstehabbâtı riâyetten sonra âdâb-ı meşâyihe riâyet
etmektir. İmdi bir Âdem âdâba riâyet etse, cemî’-i ahkâm-ı şer’îyi kemâliyle
riâyet etmiş olur. Ve bir edeb dahi budur ki kendi ahvâlinin cümlesini pîre
diye ki tâ pîr onu günden güne terbiyet edip hatarlı yerlerden kurtara ve
muhâlif olan işlerden âgâh eyleye. Pîre lâzım oldur ki, mürîdini Hüdâ yoluna [27-b]
eriştire. Ve mürîde lâzım olan oldur ki, vâkıasın pîrden gayrı kimseye
demeye ve hem ziyâde ve noksân söylemeye. Bir edeb dahi budur ki, mürîd-i
mübtedî birini huzûr ve gaybette murâkıb ola. Ammâ mürîd müntehî olûcak huzûr
ve gaybı bir olur. Meselâ, Rasûlullâh aleyhi’s-selâm dünyâdan rıhlet ettikte
Abdullâh Ensârî adlı bir sahâbi var idi. Oğlu gelip bu kişiye haber verdi ki :
“ Hazret-i Muhammed aleyhisselâm dünyâdan ukbâya irtihâl
etti” dedi. Hemân Abdullâh Ensârî duâ etti ki
:“Yâ Rabb! Benim gözlerimi a’mâ eyle ki
gayrı yüzüne nazar eylemeyim ” Pes, Rabb-i İzzet duâsın makbûl edip gözü
a’mâ oldu.
Ey azîz! Ma’lûmdur ki, Ebû Bekir ve
Ömer ve Osmân ve Alî hazretlerinin Rasûlullâh aleyhi’s-selâma muhabbetleri dahi
ziyâde idi. Ammâ onların münâsebeti Muhammed aleyhi’s- selâm hazretlerinin
rûhuyla idi. Ve ol kişinin zâhiri Rasûlullâh ile idi. Onun için ol kişi
müfârakat eleminden bu hâli irtikâb etti. Ammâ onlar hakkında yine vâsıl
idiler. Fe’fhem! Üveys-i Karenî Mustafa’yı (a.s.) hakîkatte görmüş idi, sûrette
görmeğe mültefit olmadı. Zîrâ sûreti
görmek, ma’nen görmek içindir. Çünkü bilâ-sûret ma’nâ müyesser ola,
sûret hicâb olur.
Li-muharririhî :
Ey tarîk-i Hakk’a sâlik, edebe
gel erkâna gel,
Ey mülk-i himmete mâlik, edebe
gel erkâna gel,
Güzeldir gerçi hâl ve kāl, makāma da bir
nazar
Sal, Bulmak diler isen visâl, edebe gel
erkâna gel,
Tut usûl-i şerîatı, güt edebi tarîkatı,
Diler isen hakîkatı, edebe gel erkâna gel,
Mürşîde uy yabanı kov, ârife uy
çobânı kov,
Hakkı’ya uy fülânı kov, edebe gel
erkâna gel.
HIZIR
İnsân-ı kâmile,
âb-ı hayât içtiği için Hızır derler.
Hızır basttan
ibârettir, İlyâs kabzdan ibâret olduğu gibi. Hızırdan murâd feyyâzdır ki
melikü’l-mülûk-i ervâh olan rûhü’l-kuds murâd olunur. Zîrâ ehl-i velâyet fenâ-i
tâm bulduklarında Allâh Teâlâ onları rûhü’l-kudsün nefhi ve feyzi vesâtatıyla
ihyâ eder. Hz. Îsâ (a.s.)ı ihyâ eylediği gibi. Ya’nî Hızır ile murâd, bâtın
mertebesinde zikr olunan rûhü’l-kuds ve zâhir mertebesinde onun feyzine mûsil
ve müeddî olan mürşîd-i kâmildir. (
Hakkı Efendi )
Ma’lûm ola ki Hızır (aleyhisselâm) ashâbdan
ma’dûddur. Nitekim erbâb-ı hadîs yanlarında müsbettir. Ve demişlerdir ki, Hızır
basta mazhardır. Onun için ba’zılar dediler ki Hızır’dan murâd, sıfat-ı
basttır. Pes, bu ma’nâ, vücûd-i Hızırı nefy etmez. Zîrâ Hızır’ın ehlullâh ve
nice dil-teşne müstaiddlere sâkî olduğu mâ-lâ-kelâmdır. Ve sâkîden murâd,
feyzdir. Feyz dahi, nefes-i rahmânî dedikleridir. Nitekim hadîs-i şerîfde
gelir: [Ben
Rahmân’ın nefesini Yemen istikametinde buluyorum] (Aclûnî, I, 217)
Maksûd-i Nebevî, Veysel Karânî’nin ammîsi olan Usâmü’d-dîn’e işârettir ki ol
vaktte yemen’de kutbü’l-abdâl idi. Ve onuın kutbü’l-abdâl olduğu Fahr-i Âlem’in
(salla’llâhu aleyhi ve sellem) kutbiyyet-i uzmâsını münâfî değildir. Zîrâ ol
kutbiyyet, bu kutbiyyetten şu’be-i cüz’iyyedir. Ve bundan fehm olunur ki ba’zı
evliyâya bidâyette feyz-i ilâhî bi’l-vâsıta ve ba’zılarına bilâ-vâsıtadır. Ve
vâsıtanın dahi ekmel-i mezâhiri Hızır (aleyhisselâm)dır. Onun için “Eriş Yâ Hızır” diye [201-b] elsine-i avâmda bile
meşhûrdur. Eğerçi gayrı evliyâ dahi müstaidleri irşâdlarında feyz-i nefs
ederler ve Hızır yerine kāim olurlar. Ve Hızır cemî’ evliyâya nihâyette
vâkıfdır. Eğerçi ki bidâyette ba’zılarına vâkıf değildir. Ve muttali’ olmadığı
olmak dahi câizdir ki gayret-i ilâhiyye yanındandır. Ve bu makūle evliyâ, efrâd
dedikleri kabîlden olur. Zîrâ onlar kutbü’l-aktâbın taht-ı tasarrufunda
değillerdir. Ve Hızır lakabdır. Zîrâ bir arz-ı yâbise üzerine cülûs ettikte
kudret-i ilâhiyye ile muhaddar olurdu. Ve namâz kıldığı zamân dahi çevresi
kiyâh-ı sebzle tâzelenirdi. Cebrâil (a.s.)ın râkib olduğu feresü’l-hayâtın
basdığı yer yeşillendiği gibi. Ve âmmenin rûz-i Hızır dediği, bu makāmdandır.
Zîrâ ol günlerde vech-i arz nebâtâtla hayât-ı nev bulur.
Ve onun künyesi,
“Ebü’l-Kabâs” ve ismi “Balyâ” dır ve pederinin ismi “Melkân” dır. Ve ba’zılar
Hızır’ın nâmı, “Melkân bin Melyân bin Kelyân bin Sem’ân bin Sâm ibni Nûh” dur
dediler. Suyûtî (rahmetullahi
aleyh) tefsîr-i Sûre-i Kehf’de İbn-i Abbâs’dan rivâyet eder ki, Hızır Hz. Âdem (aleyhisselâm)ın sulbî oğludur. Âhir
zamânda ricâli tekzîb için ömrü tavîl olunmuştur. Ve İbn Asâkir demiştir ki, Âdem’e mevt hâzır
oldukta, evlâdına vasiyyet eyledi ki ba’de’l-vefât cesedi onların sâkin
oldukları mağarada bile ola. Sonra Tûfân-ı Nûh oldukta cesedini mağaradan çıkarıp
sefîneye aldılar. Ba’dehû Nûh (aleyhisselâm) sefîneden hurûc ettikte oğullarına
dedi ki: “Evlâd-ı Âdem’den her kim Âdem’i defn eder ise Âdem ona tûl-i ömr ile
duâ eylemiştir.” Pes, evlâdı defne
kıyâm gösterdiklerinde Hızır aralarında bile idi. Ve cümleden evvel tevellî ve
mübâşeret eyledi. Hak Teâlâ dahi va’d eyleyip hayât-ı bâkiye verdi. Bu sûrette
dahi Hızır Âdem’in evlâd-ı sulbiyyesinden olur. Ve ba’zıları dediler ki, Hızır
ebnâ’-i mülûkden idi. Sonra ihtiyâr-ı zühd edip târik-i dünyâ oldu. Ve ba’zılar
dediler ki Hızır havâli-i Şîrâz’da tevellüd etmiştir. Ve İlyâs onun ceddinin
ammidir. Ve ba’zılar dediler ki, Zü’l-Karneyn’in halası oğludur ki sefer-i
zulmâtte onun mukaddemetü’l-ceyşi olup askeri için su tetebbu’ ederdi. Âb-ı
hayâta müsâdefe edip şürb ve iğtisâl etmesiyle hayât-ı ebediyye buldu. Nitekim
kavl-i meşhûr ve muavvelün-aleyhdir.
Ve ba’zılar
dediler ki, Hızır ikidir: Biri,
Hızır-ı Zü’l-Karneyn ve biri dahi Hızır-ı Mûsâ’dır ki evliyâ-i benî
isrâîldendir. Ve Hızır’ın
nübüvvet ve hayâtı ind-i erbâb-ı hakāyık müttefekün- aleyhdir. Ve muzâf olduğu
Zü’l-Karneyn’den murâd, Zü’l-Karneyn-i Evvel’dir ki ona İskender-i Yunânî
derler. Hz. Mûsâ’ya mülâkî olan ve seddi binâ eyleyen ve zulmâta duhûl eden
oldur ki Kur’ân’da mezkûr ve nübüvveti muhtelefun-fîhdir. Yoksa Zü’l-Karneyn-i
Sânî değildir ki ona İskender-i Rûmî derler. İskenderiyye’de sâhib-i mîl ve
âyine bu İskender’dir ki kâfirdir. Ve onun vezîri, Arestâtâlîs dedikleri [202-a]
hakîm-i meşhûrdur. Ve ekser ulemâ ve ve şuarâ bu bâbda hatâ edip yunânîyi
rûmî zanneylemişlerdir. Ve yunânîyi rûmî zannıyla sâhib-i âyine diye zikr
eylemişlerdir. Ve demişlerdir ki, Hızır’ın mevtine aslâ delîl yoktur. Ve illâ
fülân pâdişâh gününde ve fülân şehirde ve fülân vaktte vefât etmiştir diye
şâyi’ olurdu. Nitekim sâirleri şuyû’ bulmuştur.
Ve Şeyh-i Ekber
Hazretleri ve Ebû Tâlib Mekkî ve Hakîm Tirmizî ve sâir sâdât-ı ümmet (kaddese
esrârahüm) hayâtına zâhib oldukları delîl-i kātı’dır. Zîrâ ehl-i keşîf-i sahîh,
hatâ üzerine olmak memnû’dur. Ba’zıları memâtına zâhib oldukları âyet ve hadîse
cevâb budur ki, âyet-i kerîme dünyânın adem-i bekāsına dâirdir. Pes, fânîde
olan dahi fânîdir. Eğer fenâsı te’hîr olunduysa bile demektir. Nitekim iblîs
hakkında [Haydi mühlet verilenlerdensin] (A’râf,7/15) denildi. Maa-hâzâ âkibet
meyyittir. Ve iblîs yüz yirmi senede bir kere
tecdîd olunduğu gibi, Hızır hakkında dahi musarrahdır. Zîrâ yüz yirmi sene ömr-i tabîîdir.
[İnsan devirlerinin en azgın seneleri İblisin 120 yaşına
yaklaştığı dönemler mi acaba…Yazınının hazırlanışına göre İblis 95 yaşında]
Pes, ömr-i tabîî
nihâyete erdikte tekrâr izn-i Hak ile mâü’l-hayâttan nûş edip,
bi-hasebi’l-hikmet tâzelenir. Ve ba’zı akvâlde,
melâikeden olmağa zâhib oldular. Melâike ise ilâ-yevmi’l-kıyâm münzarîndir (mühlet
verilmiştir). Pes, hâlâ Hızır ve eğer İlyâs ve eğer Îsâ velâyet mertebesiyle
kāimlerdir. Ve Hızır ve Îsâ bu ümmetten olmak temennî etmişler idi. Lâ-cerem
havâss-ı Hak olmakla duâları müstecâbdır. Ve sohbet ve rivâyetleri dahi ind-i
ehli’l-hadîs sâbittir. [Ulemâ-i ızam, enbiyâdan dört kimsenin hayatta olanlar
zümresinden olduklarına zâhib olmuşlardır : Yerde Hızır ve İlyas, gökte İsâ ve
İdris’tir.]
Demişlerdir ki,
Hızır karada ve İlyâs deryâda olurlar. Ya’nî
bi-hasebi’l-gālib halleri budur.
Ve illâ Hızır deryâda dahi ba’zı evliyâya zâhir ve sefîneye dâhil ve ba’zı
sulahâya muâveneti bâhirdir. Zîrâ
ikisi hakîkat-ı vâhide gibidir. İshak ve İsmâil gibi (aleyhisselâm). Onun için
zebîhde ihtilâf olundu. Pes, her hangisine nisbet olunur ise sahîhdir. Zîrâ sıfat-ı teslîmde iştirâkleri vardır.
Ve İlyâs’ın sıfat-ı terevhun ve imdâd ve iânette iştirâkleri olduğu gibi. Suâl
olunursa ki, Hızır basttan ve İlyâs kabzdan kinâyedir dedikleri, cevâb budur
ki, bu kelâm Hızır ve İlyâs’ın vücûdlarını nefy etmez. Hızır’ın gerçi hayâtı
sâbittir. Velâkin bi-hasebi’l-gālib zâhir olan râînin sıfat-ı gālibesidir. Ve
yâhut ervâhdan bir sûrettir. Ve bast dedikleri, Hızır’ın kuvây-ı mizâciyye ve
rûhâniyyesi âlem-i şehâdet ve gayba mebsût olduğudur. Ve sâlikin Hızırı, ayn-ı
basttır (güşâdeliği). Nitekim İlyâs, ayn-ı kabzdır (darlığı). Ve Hızır’ın
vücûdu ve dünyâda bekā-i hayâtı ve mevâzı’-ı zarûrette zuhûr ve imdâdı
mukarrerdir.
Ve bu fakîr
Hakkı’ya [Allâh ona en büyük mucizeyi gösterdi] tarîk-i hacda ve Mekke-i Mükereme’de
husûsâ Hicr-i İsmâîl’de ve inde Bâb-ı Beyti’ş-Şerîf [202-b] birkaç def’a
zâhir olup, sırrımı keşf ve müşkilimi hall ve hayr ile duâ eyleyip “cealakallahü minel enfas” diye teşrîf eyledi. Ve kendinin Hızır olduğun
ta’rîf kıldı ve hakkında aslâ şübhem kalmadı.
Ve suâl olunursa
ki, Hz. Mûsâ ve Hızır’dan hangisi a’lemdir ?
Cevâb budur ki,
her biri min vechin a’lemdir, mutlakan değil. Eğerçi hadisi “İki denizin birleştiği
yerdeki kul , onu benden daha iyi bilirsin” Hızır’ın a’lemiyyetini iktizâ eder.
Velâkin mukayyed ve muhassîsdir (tahsîs). Nitekim Mûsâ’nın [Öğretildiğin ilimden bana gerçeği
öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?] (Kehf,18/66) buyurduğu ve Hızır’ın “Allah Teâlâ’nın sana
öğrettiği ilmi, benim bildiğim ilmi bilemeyiz” dediği ona dâldir. Zîrâ
Mûsâ’nın Hızır’a mutâbaati, Hızır’dan ism-i bâtın iktizâ eylediği ba’zı esrâr-ı
velâyeti taallüm için idi. Bundan hôd Hızır’ın mutlakan efdaliyyeti lâzım
gelmez.
Suâl olunursa ki,
yedi yüz yirmi târihinde Medîne-i Münevvere’de deveciler meydânında arbedede
vâki’ olup, birbirlerine taş atıp cenk eder iken, Hızır (aleyhisselâm) orada
bulunmakla başına taş dokunup şikest ve üç ay kadar ondan verem-nâk olduğu
nedir ? Cevâb budur ki, mecmeu’l- bahreyn sırrıdır. Zîrâ insân-ı kâmil, bahr-i
vücûb ve bahr-i imkânın hakāyıkını cem’ eylemiştir. Mertebe-i imkânın hükmü ise
ibtilâdır. Gazve-i Uhud’da Rasûlullâh’a (salla’llâhu aleyhi ve sellem) vâki’
oldu. Pes, vereseye dahi ibtilâ-i sûrîden mîrâs vardır. Ve setr-i hâle medâr ve
ihtiyâr-ı nâsa dâirdir. (Hitâb-ı Hakkı Efendi )
DUÂ ETMENİN TARÎKİ (Yolu)
Demişlerdir ki,
bir duâ okunduğu vaktte üç kere iâde oluna ki hissî ve hayâlî ve aklî
mertebelerinden teveccüh buluna. Zîrâ hiss ve hayâl cismâniyyete dâir ve akl
rûhâniyyete nâzırdır. Ve insân bu iki hakîkatı câmi’dir. Ve akl, cevher-i nefs
ve emr-i rûhâni-i şerîfdir ki milâki’l-kuvâ ve’l-a’zâdır. Zîrâ hâricde a’zânın
tasarrufâtı dahi onun idrâk ve tedbîrine menûttur.
Li-muharririhî :
Cevher-i akl içredir küll-i şeref, [218-b]
Ona nisbet gayrısı hem çün sadef.
Her ne sehm-i ma’rifet atılır,
Akl-ı kudsîdir ona lâ-büd hedef.
Ve
her duâ ki onda nefy ve tenzîh ola, duâların rûhudur. Tesbîhât gibi. Zîrâ
tenzîh zâta râci’dir ki rûh gibi bâtındır. Nitekim tahmîd sıfâta âiddir ki cism
gibi zâhirdir. Velâkin bu sırr-ı azîmi zevk etmeğe meşreb-i pâk ister.
Suâl olunursa ki, her nesne kazâ ve
kaderle olunca, duânın nef’i nedir ?
Cevâb budur ki, duâ iki vechiledir. Bir
duâ vardır ki celb-i sevâb ve menfaat içindir ki sâir ibâdât gibidir. Belki
muhhi’l-ibâdâttır. Ya’nî insânın bedeni azm ile ve azm dahi muhh ile, ya’nî
kemik içinde olan ilik dedikleri nesne ile kıvâm bulduğu gibi, ibâdât dahi duâ
ile kıvâm bulur. Ve bir kimse ba’de’l-ibâdet
dergâh-ı Hakk’a ref’-i yed edip taleb-i kazâ-i hâcet etmese, Hak
Teâlâ’ya cefâ etmiş olur ve âlem-i hakîkatten infisâl bulur. Zîrâ ba’de’d-duâ
elin yüzüne mesh etmek, asla rücû’ sûretidir
Pes, duâ etmese ve elin yüzüne sürmese,
evveli ittisâl ve âhiri infisâl olur. Ve bunun beyânı budur ki, ibtidâ ibâdete
şurûu halkdan infisâl ve Hakk’a ittisâl sûretidir ki ibtidâ-i dâire gibidir. Ve
elin yüzüne sürmek, intihâ-i dâire gibidir ki dâire-i intihâda ibtidâya mülâkî
olur.
Emr-i vücûd ise devrîdir, hattî ve
mustatîl değildir. Pes, bî-duâ ve bî-mesh olan kimse Hak’dan geldi velâkin
Hakk’a dönmedi. Dönmek ise farzdır. Nitekim devrânîlerin devrinde ona işâret
vardır, eğer devrleri rûhânî ise. Ve eğer cismânî ise, cismle Hakk’a dönülmez.
Hak Teâlâ’nın ecsâm gibi taayyünü yoktur. Belki cismin Hakk’a dönmesi, rûha
tab’iyyet iledir. Rûh ise enfâs-ı rahmâniyye ve âsâr-ı ilâhiyyedendir. Bu
sûrette rûhla Hakk’a dönmek, mahlûkla hâlıka dönmek demek değildir. Zîrâ mahlûk
hâlıka vâsıta olmaz. Belki eser ile müessire intikāldir. Velâkin bu eser, sâir
âsâr gibi değildir. Eğerçi sûretâ mahlûktur. Belki eser-i kadîmdir ki zuhûru
hâdisdir. Ve bir duâ dahi vardır ki def’-i ikāb ve mazarrat içindir.
Kazâ dahi ikidir : Biri, mübrem ya’nî
muhkem ve maktū’ ve biri dahi muallak ve gayr-ı meczûmdur. Ve mübrem olanların
ekseri umûr-i külliyedir ki duânın onda te’sîri yoktur. Belki duânın te’sîri,
muallakāt makūlelerindedir. Ya’nî ol kaziyye-i muallaka nice kazâ olundu ise,
def’ine dahi çâre kazâ olundu. Pes, duâ kazâ bâbından olunca, kazâ
ile kazâ mündefi’ olmuş olur. A’dâya
mukābelede silâh götürmek ve
isti’mâl etmek gibi. Ya’nî eğer düşmanın tarafında olan zararın indifâı,
isti’mâl-i silâha menût ise, onunla mündefi’ olur. Ve eğer isâbeti meczûm ise,
fâide etmez. Onun için demişlerdir ki, ok bî- ecelin bedenine batmaz ve
bâ-ecelin zırhından geçer. Ve kazânın muallak [219-a] ve gayr-ı muallak olduğu, kula nisbetle meçhûl
olmakla, esbâba teşebbüs lâzım geldi ve terk eden sırr-ı kadere câhil oldu.
Eğerçi Hakk’a göre her emr-i makzî ma’lûmdur. Hadîs-i şerîfde gelir : Gecenin sülüsânı geçip sülüs-i ahîri
oldukta, rabbimiz Hak Subhânehû ve Teâlâ semâ-i dünyâya nüzûl edip, buyurur:
Bana kim duâ eder ise isticâbe ederim. Benden kim murâd ister ise, i’tā ederim.
Bana kim istiğfâr eder ise, mağfiret ederim buyurur. [Buhârî, Teheccüd, 14.] Bu nüzûlden murâd,
âsâr-ı hakîkatten bir eserin zuhûrudur. Ve illâ Allâh Teâlâ nüzûl ve urûcdan
münezzehdir. Ve ecsâm ve a’râz halk-ı cedîd ile dâimâ müteceddid olduğu gibi,
ervâh ve kulûb, tecelliyât-ı mütenevvia ile müteceddiddir.
Ma’lûm ola ki,
harâma mülâbis olan sû-i hâl ehline duâ müstecâb olmak müstab’addır. Zîrâ
Hakk’ın nehy ettiği nesneyi irtikâbla, Hak’dan baîd olanın Hak ile arasında
hicâb-ı azîm vardır. Ve duâ âlem-i sûrette vâki’ olmakla, ol hicâbı hark edip,
âlem-i ma’nâya duhûl edemez. Ve harâm onun yoluna sedd olup, duâyı geri
döndürür.
Nitekim mâl-ı
habîs ile hacceden “lebbeyk” dese, cânib-i semâdan melek ona, [Lebbeykin ve sa’deykin kabul değildir,
senin haccın reddedilmiştir] diye cevâb verir
ve lebbeyk kavlini harem-i kudsden reddeder.
İsticâbet,
duâdandır. Kat’ ma’nâsına. Zîrâ cevâb suâli kat’ eder. Ve isticâbet icâbettir.
Eğerçi hakîkatı, tecerrî-i cevâb ve cevâba teheyyü’dür. Velâkin icâbetin
isticâbetten kıllet-i infikâkı olmakla, icâbetten isticâbet ile ta’bîr olundu.
Ve libâs-ı harâm ile duâ nice ise, libâs-ı harâm ile namâz dahi böyledir. Zîrâ
tahâret-i sevb şarttır. Gerek tahâret-i suveriyye ve gerek tahâret-i ma’neviyye
ile. Ve duâ dahi ibâdettendir. Çünki harâma mülâbise ile duâ kabûl olmaya, sâir
ibâdât dahi kabûl olmaya. Pes, haccın eş’as ve ağber olduğu bî-fâide ve âbidin
ta’b-ı ibâdeti bî-âide olur. Onun için îmân olmadığı yerde, rehbâniyyet abes
olur.
(Necât-ı Hakkı
Efendi)
Duâ talebdir ki,
matlûbün-minh olan Hakk’a tezellül ve ilticâ ve izhâr-ı ubûdiyyetten ibârettir.
Ve hadîsde gelir : [Duâ ibâdetin iliğidir] (Tirmizî, Daavât,
1; Aclûnî, I, 403.) Ya’nî beden-i azm muhhile ve beden dahi azm ile istimsâk
ettiği gibi, muhh-i ibâdet dahi duâdır ki kıvâm-ı ibâdet duâ iledir. Onun için
ibâdet duâ ile mahtûm olmak gerekdir ve illâ Hakk’a cefâ etmiş olur. Zîrâ
kerîmden nesne taleb olunmamak, kerîme eziyyettir. Nitekim nîmden matlûb
olunmak, ona eziyyettir. Ve duâda ref’-i yed etmek, bâtında olan tezellül ve
ubûdiyyete nişândır. Ve abd, sûret ve ma’nâyı câmi’ olmakla, iki yüzden Hakk’a
ilticâ etmelidir. Nitekim ekmeli’l-mevcûdât (salla’llâhu aleyhi ve sellem) istişfâda
ve gayrıda ref’-i yed ederler ve duâda mübâlağa ederlerdi. Ve zâhidin [219-b]
ricâsı atā ve ârifin ricâsı Allâh Teâlâ’dır. Ve im’ân-ı nazar eyle ki
mağfireti duâ ve ricâ ile mukayyed kıldı. Tâ ki abd mağrûr olmaya ve
ubûdiyyetle kāim ola. Eğerçi Allâh Teâlâ’nın afv ve mağfiretine fi’l-hakîka
kayd yoktur. Onun için [Bunun dışında dilediğini mağfiret buyurur] (Nisâ,4/48) diye mağfireti mutlak îrâd
eyledi. Onun için bir tevhîdle bin şirkden tecâvüz eyler ve tedkîk mülâhaza kıl
ki mağfireti tamâm-ı mübâlâtla takviyet eyledi. Zîrâ inde’l-kerîm atā istiksâr
olunmaz. Pes, afv ve hatâ dahi muâmele-i atā gibidir. Fa’rif cidden.(Hakkı
Efendi)
Sabâh namâzı sünneti ile farzı arasında, zevâl-i îmândan
muhâfaza için okunacak duâdır.
İmâm-ı Münzirî’nin
kütüb-i ahâdîsinden Tergîb ve Terhîb nâm kitâbı üzerine düşen Feth-i
Karîb nâm şerhinde mestūrdur.
Zübdetü’l-mükâşifîn
ve hülâsa-i ehli’l-yakîn, mazhar-ı sırr-ı ezelî ve ebedî ve sermedî Şeyh
Muhammed bin Hakîm et-Tirmizî’den (kaddesa'llâhu sırrahû ) menkūldür ki
buyurmuşlar: Rabbü’l-azzeyi (c.c.) vâkıamda bin kere gördüm. Her kerede suâl
edip, yâ rabbi, zevâl-i îmândan havf ederim. Bana bir duâ ta’lîm eyle dedim.
Her kere vâki’ olan suâlimde, sabâh namâzının sünneti ile farzı arasında kırk
bir kere bu tesbîhi oku diye bana emr eyledi. Ve ol duâ ve tesbîh budur ki zikr
olunur:
[Ey diri ve canlı olan, göklerin ve yerin yaratıcısı olan, celâl
ve ikram sâhibi olan Allâhım, senden başka ilah yoktur, senden ma’rifetinin
nûruyla kalbimi diriltmeni isterim. Yâ Allâh! Yâ Allâh! Ey merhametlilerin en
merhametlisi! Bana rahmet et!]
Ve bu duâ, kitâb-ı
mezkûrda bu uslûb üzere yazılmıştır. Ziyâde ve noksanı yoktur. Ba’zı mecmûalara
bakıp, ziyâde ve noksân ile ettikleri tafsîlâta iltifât olunmaya. Ba’de-zâ kırk
bir kere okunduğunun sırrı budur ki, kırk aded-i kâmildir. Kırk birinci,
ahadiyyet ve ferdâniyyete işârettir ki nitekim tarîkat-ı celvetiyyede (cîm ile
)i’kāb-ı salât-ı mektûbede kırk bir kere salavât-ı şerîfe mesnûndur. Ya’nî her
vaktte sünnet-i tarîkattir ve zulmet-i şirk ve cehl ve gafletten halâs için,
vakt-i şâfiîde ebvâb-ı semâvât meftûh olup, nûr-i tevhîd ve ma’rifet ve inkişâf
ile münevver, ol vaktin semerâtıyla müntefi’ ve münâfii ile müstes’id oldular.
Bu sebepten mezheb-i hanefîde dahi sünnet-i fecri, vakt-i şâfiîde kılmak,
müstehabdır. El-hâsıl fecr ikidir: Biri, fecr-i tecellî-i mevlâdır ki îcâd-ı
kâinât onunla hâsıl ve her mâhiyyete nûr-i zuhûr etmekle vâsıl olmuştur.
Nitekim hadîsde gelir : [Allâh mahlukatı zulmette yarattı, sonra onların üzerine
nûrundan saçtı] (Tirmizî, Tefsir,
12; Müsned, IV, 11; İbn Mâce,
Mukaddime, 13.) Ve biri dahi, fecr-i
dünyâdır ki tenvîr-i eşyâ onunla vücûda gelmiştir. Ve nûr dahi ikidir : Biri
nûr-i vücûd ve biri dahi nûr-i sabâhdır. Pes, fecr-i tecellîde nûr-i vücûd
alanlar ve ol demde atāy-ı ilâhiyyeden semere-i tevhîd ve ma’rifet bulanlar,
fecr-i dünyâda dahi bi-tarîki’t- tefe’ül nûr-i sabâhın zuhûru vaktinde ol
semereyi takviyet ve ahd-i ezeli tecdîd için aded-i mezkûr üzerine duâ ederler
ve evvel ve âhiri biribirine tatbîk ve zâhir ve bâtını telfîk ve ezel ve ebedi
tevfîk için, beyne’l-havf ve’r-recâ [220-a] Hakk’a doğru giderler. Ol
çemen-ârây-ı cihân cümlemizi hayât-ı tâze ile handân ve ulûm-i taayyüniyye ve
maârif-i hakîkiyye ile ma’mûr ve hayr-ı âkibet ve hüsn-i hâtime ile mesrûr
eyleye, âmin. (Hakkı Efendi )
Akşâm namâzının
sünnetinden sonra, okunacak duâdır : [Ey kalpleri çekip çeviren Rabbim!
Kalbimi dînin ve tâatin üzerine sâbit kıl] (Tirmizî, Daavât,
85.) Akşâm namâzının sünnetinden sonra okuya ve
ardınca yedi kere, [Allâhım! Beni cehennemden koru] diye. Tâ ki tāat ve tevhîd üzerine sâbit
olup, cehennemin yedi kapısı onun hakkında mesdûd ve ebvâb-ı semâniye-i cennet
meftûh ola. Burada dînden murâd, tevhîddir ki hâl-i kalbdir. Nitekim tāat,
hâl-i kālıbdır.Ve evvelkisi, ikincinin esâsıdır. Zîrâ şecerenin aslı gibidir.
Ya’nî bir ağacın kökü sağ olsa kendi dahi sağ olur ve meyve verir. Kezâlik
i’tikād ve îmân dahi dürüst olsa, münâfık hâli gibi olmasa, ondan semerât-ı
a’mâl vücûda gelir. Pes, olan tevhîd üzerine sebâtı dilemekdir. Zîrâ tāat
üzerine sebât, ona tâbi’dir. Ve bunda [Ey Rabbimiz!
Bizleri hidayetine erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma] (Âl-i İmrân,3/8) mazmûnuna işâret vardır.
Ya’nî Allâh Teâlâ mukallibe’l-kulûbdur ki kulûbu bir hâlden bir hâle taklîb ve
tahvîl eder. Meselâ, îmâna ve tāata tahvîl ettiği gibi, [Bilin ki Allâh hakikaten kişi ile
kalbinin arasına girer] (Enfâl,8/24) mûcebince
hüsn-i hâleti dahi sû-i hâle tebdîl eder. Ve hadîsde gelir : Ya’nî mü’minin kalbi, beyne esâbi’-i
kudrettir. (İbn Hanbel, II, 173; İbn Mâce, I, 72.) Usbu’-i cemâl ve usbu’-i
celâl arasındadır ki bir usbu’dan bir usbu’a onu taklîb eder. Ve taklîb ve
uzağa kıldığında zulm etmiş olmaz. Belki ol ma’nâ onun levh-i mahv ü isbâtta
hâline tâbi’dir. Velâkin esâbiu’l-kahhâr demedi, belki îmân, muktezây-ı rahmet
olmakla, rahmânla ta’bîr eyledi.
Li-muharririhî :
Bin tecellî bir dem içre, berk urur bir dem
gelir,
Gâh setr edip yüzün gözün nice bin dem
gelir.
Bu şuûn-i gayb seyr edip şehâdet âlemin,
Her nefesde hezârân âlem ve Âdem gelir.
Neylesin feyz-i ilâhî hâr-i haşin gülşene,
Bir gül ter-vâr ise ona semâdan nem gelir.
Her kimin çeşmin cemâl-i yâre açıldı ise,
Tâ ebed-i bâğ-ı cihânda hâtırı hurrem
gelir.
(Necât-ı Hakkı Efendi )
DUÂ-İ SEYYİD-İ İSTİĞFÂR
Mü’mine gerekdir
ki her sabâh ve akşâm seyyidü’l- istiğfârı dilinden komaya ki budur :
[Yâ Allâh! Sen benim rabbimsin. Senden başka ilah yoktur.
Beni sen yarattın ve ben senin kulunum ve ben iman ve ubudiyyetimde gücüm
yettiği kadar senin ahd ü mîsakın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden
sana sığınırım ve senin bana in’âm ve ihsân ettiğin nimetleri ikrâr ve i’tiraf
ederim. Kendi kusur ve günahlarımı da ikrar ve i’tiraf ederim. Yâ Rabb! Sen
beni afv ü mağfiret eyle, zira senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez] (Buhârî, Deavât, 1; Tirmizî, Daavât, 15;
Neseî, İstiâze, 57; İbn-i Hanbel, IV, 122.) Bir kimse bu istiğfârı sabâh diyip, ol gün
vefât etse ve yâhut akşam söyleyip ol gece intikāl eylese, cennete dâhil ola. Kelâm-ı
mezkûrda “ebûü” kelimesi “erciu” ma’nâsınadır. Velâkin ni’metle rücû’un
ma’nâsı, ni’metin Hak’dan olduğuna i’tirâf edip, şükrle mün’ime dönmektir. Ve
zenble rücû’ etmek, i’tirâf ve istiğfârladır. Pes, demektir ki, yâ rabbi,
ni’met senindir ve senden gelmiştir. Ve günâh benimdir ve benden olmuştur.
Nitekim Hz. Âdem (aleyhisselâm) dan bi-tarîki’l-hikâye gelir: [220-b] [Rabbimiz, nefislerimize zulmettik] futûh-i rûhânî
bulmak için duâdır.
Bu âşüfteye bir
vakt bir aceb hâlet oldu ki nice zamân Hüdâ’nın nâmın dilime götürmeğe kādir
olmadım. [Nûn, Kaleme ve
satır satır yazdıklarına yemin ederim] (Kalem,68/1) cemâli
bana yüz gösterip, bu bî-çâreyi nevâhat edip dedi: [De ki : O
Allâh’tır, tektir] (İhlâs,112/1) Bilir misin ki bu ne
makāmdır ve ne hâlette olur. Hakîkatı budur ki nâm-ı Hüdâ’yı Hüdâ ile okumak
hâletinde olur. Zîrâ kadîmi hâdis-i mahlûk kendi zebânına getirmeğe hakîk
değildir. Buyurmuşlardır ki, [Allâh’ı bilen
Allâh der, Allâh diyen Allâh’ı bilir] Zîrâ maksûd olan, onun zâtını bilmektir. Vaktâ ki bile
ismini zikre hâcet kalmaz. Ya’nî mücerred ismini yâd edip hakîkatından âgâh
olmaya, Hakk’ı bilmiş olmaz. İşte ki ne diyor: Her kişi ki Hüdâ’yı bile
Allâh demez. Ve her kişi ki Allâh diye, Hüdâ’yı bilmez. Bilir misin ki
Hüdâ’yı Hüdâ ile okumak nedir. Tâ ki nokta olmayasın, Allâh demiş olmazsın.
Ya’nî tâ ki fânî ve mücerred olmayasın, Hakk’ı Hak ile okumuş olmazsın.
Cümleden biri budur ki pîr mürîdine evrâdında buyurur ki muttasılan “lâ ilâhe
illallâh” diye. Çün bu makāmdan geçe eder ki “Allâh” demek ile emr eyler. Zîrâ
bu makāmda nefyden geçip, cümle rahtı vücûd-i mutlaka tapşırır. Çün nokta-i
harf-i hüve ol iki makāmı ki iki lâzım ortasındadır, geçip aslâ ağrâz
kalmayınca hemân “hû hû hû” demek ile emr eyler. Pes, bu makām, makām-ı
tevhîddir. Zîrâ bu iki makām, cümle râh-ı hüdâ sâliklerinin makāmıdır. Çün bu
makāmdan geçe, cümle garaz gide, hûdan gayrı nesne kalmaz. Onda “kul hüvallâhu
ahad” dan gayrı nesne lâyık olmaz.
Bu remzleri ve bu
sözleri anlamak müşkildir. Ammâ bunların sırrına erişmek, bu evrâda müdâvemet
etmekle olur. Gerçi ki Hüdây-ı Azze ve Celle Hazretleri’nin ezkâr ve evrâd
bilene, mertebesi çoktur. Fe-emmâ bu hakîr fütûh-i rûhânî bulduğum, bu
virdlerdir ki zikr olunur. Ammâ bu ezkârın gayrı âlemi vardır. Ol ezkâr budur
ki zikr olunur. Ol duâ budur. Cemî’ evkātta bu duâ mücerrebdir:
[Rahman ve
rahîm olan Allâh’ın adıyla başlarım. Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a
mahsustur. Salat ve selam Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)ın ve âlinin
ve cümlesinin üzerine olsun. Allâhım! Senin isminle sana sığınırım. Meknûn,
mahzûn, selâm, kuddûs, zâhir, tâhir isimlerinle sana sığınırım. Yâ dehr veyâ
deyhâr, yâ deyhûr, yâ ezel, yâ men lem yezel, yâ ebed, yâ men lem yelid velem
yûled velem yekün lehû küfüven ahad, yâ hû, yâ hû, yâ hû, yâ men lâ hû, yâ men
ya’lem eyne hû illâ hû, yâ kâne, yâ keynâne, yâ rûh, yâ kâyinen ba’de külli
kevnin, yâ mekûnen li-külli kevnin ehînen şerâhiyen, ilminden sonra hilmin
üzere seni tesbih ederim, kudretinden sonra afvın üzere seni tesbih ederim,
senden başka güç ve kudret sahibi yoktur, yüce arşın rabbine tevekkül ettim,
O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O işitendir görendir. Allâhım! Muhammed’e
İbrâhim’e ve İbrâhim evlâdına rahmet ettiğin gibi bütün şeyler adedince rahmet
et, çünkü sen hamîdsin, mecîdsin]
Ey azîz ! Bu
duânın kadri azîmdir. Bu duâ levh-i mahfûz üzerinde yazılıdır. Ve bu duâ Hz.
Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) dan gayrı kimseye nâzil olmuş değildir.
(Kenzü’l-Hakāyık) [221a]
DUÂ-İ HAZRET-İ FAHR-İ KÂİNÂT:
[Allâhım!
Kalbimi nur kıl, gözümü nur kıl, kulağımı nur kıl, arkamı nur kıl, önümü nur
kıl, üstümü nur kıl, altımı nur kıl, sağımı nur kıl, solumu nur kıl, beni nur
kıl.] Ya’nî, ey benim rabbim, bana göster senin katında sevâb ve fâide sâbit
olan şey’i sâbit göster. Ve bî-fâide olan şey’i bî-fâide ve bâtıl göster. óç
bà× õbî‘üa ÕíbÔy bã‰a ë óçýàÛbi ÞbÌn‘üa åÇ bä–Ü óèÛa óèÛa Ya rabbi, yâ rabbi,
bizi
halâs
eyle mâ-lâ-ya’nîye meşgūl olmakdan. Ve nefsü’l-emrde olduğu gibice hakāyık-ı
eşyâyı bize göster.
Yâ
rabbi, senden seni sevmek dilerim. Dahi seni sevenlere muhabbet etmek dilerim.
Dahi şol ameli dilerim ki ol amel sebebiyle sana muhabbet hâsıl ola.
Rasûlullâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) şürb-i leben ettiklerinde: “Allahümme bariklî fihi, ve zidnî
minhü” diye duâ ederlerdi.
Ya’nî leben, ilm-i
fıtrat sûreti olmakla, ziyâdeliğini taleb ederdi. Sâir et’ime ve eşribeden ise
duâyı bereket üzerine iktisâr kılarlardı. Mazâyıka ve şiddet vaktinde bu duâyı
okuyalar ki Fahr-i Kâinât (aleyhi ekmeli’t-tahiyyât) onu İmâm-ı Hasan’a (r.a.) ta’lîm
etmiştir: “Allâhümma’kzif fî kalbî racâeke
va’kta’ racâî ammen sivâke hattâ lâ ercû ahaden gayreke. Allâhümme vemâ zaufet
anhü kuvvetî ve kasara anhü amelî ve lem tentehi ileyhi rağbetî ve lem tebluğhü
mes’eletî ve lem yecri alâ lisânî mimmâ a’taytü ahaden mine’l-evvelîne
ve’l-âhirîn mine’l-yakîni fe-hussanî bihî yâ erhamerrâhimîn”.
DUÂ-İ SEFÎNE
[Yüzüp gitmesine de
durmasına da bismillah. Muhakkak ki Rabbim gafûr ve rahîmdir, Allâh’ı lâyık
olduğu şekilde takdîr edemediler halbuki kıyâmet günü yeryüzü tamâmen O’nun
kabza-i kudretindedir, gökler de yine O’nun yed-i kudretinde dürülmüşlerdir]
Sırrı budur ki Hz.
Nûh (aleyhisselâm) tarîkatına mütâbaat ve tayy-ı arza işârettir. Duâ-i diğer,
sefîneye râkib oldukta, deryâ içinde bunu okuya: “Yâ hayyü yâ kayyûm”. Sırrı, hayâtı sâriyeye işârettir ki su
hayâtın sûretidir. Zîrâ her nesnenin aslı sudur. Nitekim Kur’ân’da gelir
[Hayatı olan herşeyi sudan yarattık] (Enbiyâ,21/30) Ve arş-ı a’zam dahi semâvât
ve arzın halkından mukaddem, mâ-i azb üzerinde idi. Nitekim Kur’ân’da gelir : [Daha önce arşı su
üstünde idi] (Hûd,11/7) Ve
bahr-i muhît, hâlâ olan bihârın gayrıdır.
Zîrâ arzın
halkından evvel, âlemi su muhît idi. Sonra arz, onun zebedinden halk olundukta
çekilip etrâf-ı âlemde kalmıştır. Sâir bihâr ise, tūfân-ı nûhdandır. Ya’nî ol
vaktte emr-i Hak ile semâdan beyâz kar gibi ve arzdan ziyâde harr su, munassab
ve münfecir olup, sonra arz kendinden münfecir olanı ibtilâ’ edip, semâdan
nâzil olan su ise hâli üzerine kalıp, deryâ oldu. Ve deryâ yedi adeddir ki;
bahr-i muhît ve bahr-i habeşe ve bahr-i fâris ve bahr-i şînezer ve bahr-i hind
ve bahr-i tibet ve bahr-i sîndir. Ve bunun gayrı vechile dahi ta’bîr [221-b] etmişlerdir.
Ve enhâr dahi
yedidir: Fırat ki nehr-i Kûfe ve Dicle ki nehr-i Bağdâd ve Secân ki nehr-i
masîa ve Seyhûn ki nehr-i Hind ve Ceyhân ki bilâd-ı ermenide nehr-i edene ve
Ceyhûn ki nehr-i Belh ve Nîl ki nehr-i Mısr’dır.
Duâ-i diğer :
[Kovulmuş şeytandan, işiten ve bilen Allâh’a
sığınırım, O kendisinden başka tanrı olmayan Allâh’tır. Görülmeyeni de bilir
görüleni de, O rahmandır ve merhametlidir. O kendisinden başka tanrı olmayan
Allâh’tır. Bütün mülkün sahibidir, mukaddestir, selâmete erdirendir, güven
sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zor kullanma gücüne sahiptir, uludur,
yücedir ve onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O yaratan, yoktan
vareden, varlıklara şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder. O üstündür ve hikmet sahibidir] (Haşr,59/22,23,24)
Bunu böylece
kırâat eden kimseya Hak Teâlâ yetmiş bin melek müvekkil kılıp, akşama dek ol
kimseye salât ederler. Ve ol günde fevt olsa, şehîden ve bunu geceye duhûl
vaktinde kırâat eylese, yine va’d-i mezkûre nâil olur diye Rasûlullâh (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) buyurdu.
DUÂ-İ HAVÂSS-İ NÂS
[Rabbim, ilmimi ve tevfîkimi artır]
havâss-ı nâsın
duâsıdır ki onunla Hak Teâlâ’dan celb-i terakkî ederler. Ve şiir-i esmâda
nefes-bi- nefes ve menzil-bi-menzil giderler. Zîrâ amelden murâd, ilm-i
ilâhîdir, ilm-i ahkâm değildir. Ya’nî yâ Allâh, muahhar-ı aynla vâki’ olan
işârâtın zenbini ve elfâzda vâki’ olan hatāların vizrini ve kalbde mustakarr
olan hevây-ı nefsin ma’siyetini ve lisânda sâdır olan zellâtın günâhını setr ve
mahv eyle demektir.
Ey benim Allâhım !
Tahkîk, biz senin evliyâ kullarına lâhık olmak isteriz.
Ve senin sâfî
kulların menzillerine ermek isteriz. İmdi eczâ-i vücûda âmm olan rahmet-i
hâssan ile bizlere rahm eyle. Yâ rabbi sen kemâl-i fazl ve mezîd-i vücûde
ehlsin.
[Allâhım! Cezandan affına, gazabından rızana
ve senden yine sana sığınırım] Peygamberimiz (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) Hazretleri secdelerinde bu kavl-i şerîfleriyle tevhîd-i ef’âl ve
tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zâta işâret buyurmuşlardır.
[Allâhım! Muhammed ümmetine
mağfiret et, Allâhım, Muhammed ümmetini ferahlandır,Allâhım, Muhammed ümmetine
merhemet et] Bu duâyı günde on kere tilâvet eden,
büdelâdan add olunur. Buhârî’de mestūrdur ki Rasûlullâh (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) buyurmuştur : “Kişi döşeğine yatacağı vaktte abdest alıp, sağ yanına
yatıp bu duâyı okursa, eceli geldiyse fıtrat-ı islâm üzere vefât eder.”
“Yâ
Allâh ! Nefsimi sana teslîm eyledim. Ve emrimi sana tefvîz eyledim. Ve arkamı
sana sığındırdım. Sana rağbeten ve senden havfen senden ancak sana sığınırım.
İnzâl eylediğin kitâbına îmân eyledim. Ve irsâl eylediğin peygamberine îmân
eyledim. [222-a] Yâ rabbi, beni huzurunda gāib ve mahv eyle. Ve senin tecellînin
zuhûruyla cemî’ sıfâtımı dahi mahv eyle.
Def’-i düşman için
günde üç kere okunacak duâdır :
[Yâ
Allâh ! Benim beynim ile düşmanlarımın ve husamâmın beyninde bir cebel-i âlî
kıl. Ve bir sedd-i mâni’ ve bir seyf-i kātı’ ve bir hicr-i mahcûr ve bir derîn
kuyu ve bir gark edici su ve bir yakıcı ateş kıl ki onlar bana kavl ile ve fi’l
ile ve mekr ile ve sihr ile vâsıl olamayalar ve zafer bulamayalar.Bu günden
yârına dek ve yârından ebede dek.]
Kaynak: İhsan KARA, Tasavvuf Istılâhları Literatürü Ve
Seyyid Mustafa Râsim Efendi’nin Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil’i, T.C. Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim
DalI, Doktora Tezi I-II, 2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar