Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 10

Bunlarada Bakarsınız






 Mazmaza yapılırken şöyle dua edilir: Allahümme e'ınni ala tila­veti kitabike ve kisretiz zikri leke. Allahım! Kitabı'nm tilaveti ve zikrini bolca yapabilmem için bana yardım et.
Istinşak esnasında da şöyle dua edilir: Allahümme salli ala Mu-hammedin ve evcid li ra'ihatil cenneh. Allahım! Hazreti Muham-med'e salat et ve benim cennet kokusunu varet.
İstinsar (burnu boşaltma) esnasında şu dua okunur: Allahümme inni e'uzü bike min reva'ihin nar ve min su'id dar. Allahım! Cehen­nem kokularından ve ahiret yurdunun kötüsünden Sana sığınırım.
Yüz yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme beyyıd vechi yevme tebyeddu fihi vucuhu evliya'ike vela tüsevvid vechi yevme tesveddü fihi vücuhu a'da'ike. Allahım! Dostlarının yüzlerinin ağardığı gün yüzümü ağart ve düşmanlarının yüzlerinin karardığı gün yüzümü karartma.
Sağ kol yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme Aatini kitabi bi-yemini ve hasibni hısaben yesiran. Allahım! Amel defterimi sağ eli­me ver ve beni kolay bir hesapla sorgula.
Sol kol yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme inni e'uzü bike en tü'tiyeni kitabi bi-şimali ev min vera'i zahri, Allahım! Amel defterimi sol elime vermenden veya ardımdan uzatmandan Sana sığınırım.
Baş meshedilirken şöyle dua edilir: Allahümme ğaşşini birah-metike ve enzil aleyye min berekatike ve ezılni tahte arşike yevme la zille illa zıllek. Allahım! Beni rahmetinle ört, bereketlerini üzerime indir ve Senin gölgen dışında hiçbir gölgenin olmadığı gün, Arş'ının altında gölgelendir.
Kulaklar meshedilirken şu dua okunur: Allahümme ic'alni mimmen yestemi'ul kavle ve fe-yettebi'u ahseneh. Allahümme es-mi'ni münadiyel-cenneti ma'al ebrar. Allahım! Beni sözü işitip en güzeline uyanlardan kıl ve Allahım iyilerle beraber bana da cennet dellalımn sesini işittir.
Ense meshedilirken şöyle dua edilir: Allahümme fek rakabeti minen nar ve e'uzü bike mines selasili vel ağlal. Allahım! Boynumu ateşten azat et! Zincirler ve kelepçelerden Sana sığınırım.
Sağ ayak yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme sebbit kademi ales sırati ma'a akdamil mü'minijı. Allahım! Ayağımı diğer mümin­lerin ayaklarıyla beraber Sırat üzerinde sabit kıl.
Sol ayak yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme inni e'uzü bi­ke en tüzille kademi anis sırat yevme tezillü fihi akdamül münafi-kin. Allahım! Münafıkların ayaklarının kaydıkları gün ayağımı Sırat'tan kaydırma.
Kollar yıkanırken herbir yıkamada parmaklardan başlanarak dirseklerle beraber yıkanmalıdır. Her yıkama, dirseklerde bitiril­melidir. Kollar yıkanırken pazuların ortasına kadar olan kesim de yıkanmalıdır.
Ayaklara parmaklardan başlanmalı, parmaklar iyice hilallen-meli ve oradan topuklarla üst kısımları yıkanmalıdır. Ayakların yı­kanması esnasında da, ayak bileklerinin yarısına kadar olan kısım da yıkanmalıdır. Sağ elin parmaklarının sağı serçe parmağıdır. Sol el parmaklarının sağı ise başparmaktır.
Abdest alındıktan sonra baş gökyüzüne doğru çevrilerek şöyöle dua denir: Eşhedü ella ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eş-hedü enne Muhammeden sallallahü aleyhi ve sellem abdühü ve re-sulüh, Sübhaneke bi-hamdike la ilahe illa ente. amiltü su'en ev za-lemtü nefsi estağfiruke ve etubü ileyke fağfir li ve tüb aleyye inneke entet tevvabür rahim. Allahümme ic'alni minet tevvabin vec'alni minel mutatahhirin vec'alni şeküren vec'alni ezkürüke kesiran ve escüdüke bükraten ve asileri.                                                     ı
Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir ve' orta­ğı yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed (sav) O'nun kulu ve Re-sulü'dür. Seni hamd iletesbih eder, Sen'den başka ilah olmadığım teslim eder, bir kötülük yaptım veya kendime zulmettim ise Sen'den mağfiret diler ve Sana tevbe ederim. Beni bağışla ve tev-bemi kabul et. Muhakkak Sen tevbeleri en çok kabul eden ve mer­hamet edensin. Allahım! Beni çok tevbe edenlerden kıl. Beni çok te­mizlenenlerden kıl. Beni çok şükredenlerden kıl. Beni, Seni çok ananlardan kıl. Ben, sabah akşam Seni teşbih ederim.
Bunlar abdestin bitirilmesinden sonra okunması gereken muh­telif duaların bütünüdür. Denir ki: Her kim abdestini bu dualarla bitirirse, onun abdestine bir mühür vurulur ve bu Arş'm altına yükseltilir. O, Allah Teala'yı teşbih ve takdis etmeye devam eder. Kıyamete kadar geçen her anın sevabı da o kişinin amel defterine yazılır.
Abdestin en çirkini tunç kaptan alman abdesttir. Denildi ki: Kul abdeste başladığı zaman şeytanlar başına üşüşerek vesvese ve­rirler. Allah Teala'yı andığı vakit şeytanlar dağılır ve melekler top­lanır. Eğer abdest aldığı kap tunç veya bakırdan ise melekler asla gelmezler. İbni Ömer (ra) ve Ebu Hüreyre'den de (ra) bunun mek­ruh olduğu rivayet edilmiştir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Şu'be benden abdest almak için su tası istedi. Ben de ona, tunçtan bir kap getirdim. Kendisi on­dan abdest almayarak şöyle dedi: Abdullah b. Dinar (ra) bana, İb­ni Ömer'in (ra) tunç kaptan abdest almayı mekruh saydığını riva­yet etti.
Allah Resulü (sav) de taş havandan, deri kırbadan ve matara­dan abdest almıştır. Zeyneb bn. Cahş'dan (ra) şu hadis rivayet edil­miştir: Allah Resulü (sav) ona ait bakırdan yapılma bir çamaşır teknesinden abdest ve gusül abdesti almıştır. [1][1]Bize göre bu, ruh­sattır. [2][2]


Su kabı sağ tarafa konulur, besmele çekilir ve kaba sokulmadan önce avuçlara üç kez su dökülerek eller yıkanır. Sonra tenasül uz­vu yıkanır ve istinca yapılır. Ardından ayaklar dışında namaz ab­desti gibi abdest alınır.
Sonra kaptan avuç dolusu su alınarak uyluğa kadar sağ tarafın önüne ve arkasına dökülür. Bu üç kez yapılır. Aynı şey sol taraf için de üç kez yapılır.
Vücudun ön ve arkası suyla iyice ovalanır. Sonra avuç dolusu su başa dökülür. Saçlar iyice ovulur ve hilallenir. Bu da üç kez yapılır. Saç dipleri de iyice ıslatılır. Sonra biraz eğilerek ayaklar yıkanır. Eğer kapta su varsa, bu da tüm vücuda tepeden boşaltılır. Bu esna­da eller de vücudun ulaşılabilen kesimlerini iyice ovar. Eğer ayak­ların yıkanması Öne alınmışsa ve abdest alınırken ayaklar yıkan-mışsa bunda mahzur olmaz.
Gusülden sonra tekrar abdest almak gerekmez. Gusül esnasın­da, yıkamanın ardından tenasül uzvuna bir daha temas etmemek gerekir. Eğer temas olursa abdesti yeniden almak gerekir.
Gusül abdestinde mazmaza ve istinşakm unutulması halinde kılınacak namaz iade edilmelidir. Eğer bunlar namaz abdesti alır­ken unutulmuşsa namazın iadesi gerekmez.
Kişi gusül abdestinde tüm vücudunu dilediği şekilde, yıkayabi­lir. Tüm vücudu kapsaması şartıyla bu gusül de caizdir. Gusül ab­desti esnasında veya başında abdest almamış kimsenin gusülden sonra tekrar abdest alması daha gtzel olur. Gusül niyetiyle nehre giren kişi de abdestini almış sayılır. Böyle birinin önceden abdest alarak nehre girmesi daha hayırlıdır. Ölünün yıkanması da gusül abdesti gibidir. [3][3]


Namazın farzları, namaza başlamadan önceki ve sonraki farzlar olarak iki kısma ayrılır:
Namaza başlamadan önceki farzlar, şu yedi farzdan ibarettir:
1. Beden temizliği;
2. Elbisenin temizliği;
3. Mekanın temizliği;
4. Avret mahallinin örtülmesi ki bu mahal göbek altından diz-kapaklarma kadar olan kısımdır.
5.  Kıbleye yönelme;
6. Vaktin gelmiş olması;
7. Özür hali dışında ayakta durma. Namazın genelindeki farz­ları on iki farzdan ibarettir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Namaz, cennetin anahtarı­dır". [4][4]Yine O'ndan şu hadis rivayet edilmiştir: "Namazın girişi tek­bir, çıkışı selamdır". [5][5]Namazın on iki farzından ilki niyettir. İkin­cisi ise, iftitah tekbiridir.
Arap dilinde tekbiri ifade edecek 'EfahV vezni dışında hiçbir ke­lime kalıbı mevcut değildir. Bu yüzden de onlar 'Allahü Ekber1 de­mişlerdir. Onlar 'Ekber=En büyük' anlamında 'Kebir=Çok büyük' kalıbını kullanmamışlardır. Onlar 'Kebir5 kelimesini (Azim=Ulu' anlamında kullanmışlardır. Çünkü bu, sonradan Araplaştırılmış yabancı bir kelimedir. Araplar 'Allühü Kebbar=Allah çok büyüktür derler. Ancak bunu da (Ekber=En büyük' anlamında kullanmamış­lardır. Buradaki 'Ekber  tazim gayesi ile yüceltme ihtiva etmekte] dir. İftitah tekbirinden sonra Fatiha suresi okunur
Sureye Besmele ile başlanır. Ardından rüku farzı gelir. Secde de iç huzura erme ve iki secde arasındaki oturum da namazın farzla^ tındandır. Son oturumdaki teşehhüt ve Allah Resulü'ne (sav) salatl ü selam da namazın farzlarındandır.
Son selam da namazın farzlarındandır. Allah Resulü (sav) bu yurdu ki: "Allah Teala, rüku ve secdede sırtını düz tutmayan  şeye nazar etmez" [6][6] Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmakta] dır: "Kişi rüku ve secdede sırtını dik tutmadıkça namazı eda olmuâ olmaz". [7][7]                                                                                 !
Allah Resulü (sav) rüku ve secdesinde sırtını dik tutmayan bil rini görmüştü. Ona 'Namazını iade et, çünkü senin kıldığın namaz olmadı' buyurdu. Rüku ve secdesinde yine sakin olmadığım gördü ve namazını yeniden kılmasını emir buyurdu. Ardından da o kişiye rüku ve secdede sakin olmayı ve bu ikisinde gereken duruşu öğret­ti ve şöyle buyurdu: "Mafsalların sakinleşip yerli yerince oturacak şekilde eda et" [8][8]
Huzeyfe (ra) ve İbni Mesud (ra) rüku ve secdesini kemaliyle yapmaksızın namaz kılan bir adam görmüşlerdi. Kendi aralarında şöyle dediler: Eğer bu adam ölürse, Allah Resulü'nün (sav) fıtratın­dan başka bir fıtrat üzere ölmüş olur.
Bunlardan birine dayandırılan hadiste şöyle dediği rivayet edil­miştir: Aynı kişiye, 'Ne zamandır böyle namaz kılıyorsun?' diye sor­du. O da, 'Kırk yıldan beri' dedi. Bunun üzerine şöyle dedi: Sen kırk yıldan beri namaz kılmıyorsun.
Ka'bül Ahbar'dan da şu söz rivayet edilmiştir: Namaz, üç adet üçtebire taksim edilmiştir. İlk üçte biri temizlik, diğer üçte biri rü­ku, son üçte biri ise secdedir. Kim bunlardan birini eksiltirse, diğer üçte birler de kabul edilmez. Bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kimin namazı kabul edilmezse, bütün ibadetleri reddedilir. [9][9]


Namazın oniki sünneti vardır: İftitah tekbirinde elleri kaldıran Elleri kaldırmanın şekli, avuçların omuz hizasında başparmakla­rın kulak memelerine, parmakların da kulak çevresine getirilmesi Seklindedir. Elleri bu şekilde kaldırmak, Allah Resulü'nden (sav) 'konuyla ilgili rivayet edilen üç hadis-i şerife uygundur. j Bu hadislerde Allah Resulü'nün (sav) avuçlarım omuz hizasına letirdiği, baş parmaklarını kulak memeleri üzerine koyduğu ve barınaklarını da kulak çevresine getirdiği nakledilmiştir. [10][10] İftitah tekbirinin telaffuzu Allahü Ekber şeklindedir. Başka şekilde telaf­fuz edilmesi caiz değildir.
Tekbir getirildiği zaman, eller hızla ileri doğru itilmemelidir. Aynı şekilde omuzların ardına doğru da itilmemelidir. Tekbir geti­rildikten sonra eller yavaş ve yumuşak bir hareketle aşağı indiril­melidir.. Tekbir sona ermeden elleri indirmemek gerekir. Tekbirin bitmesinden sonra ellerini kulaklarında durdurmayıp yavaşça gö­bek altında bağlanacak şekilde indirir.
Kıraata başlamadan önce sağ el, sol elin üstüne gelecek şekilde bağlanır. Allah Resulü'nün (sav) bu konudaki sünneti şöyle nakle­dilmiştir: [11][11] O, tekbir getirdiği zaman, ellerini aşağı salardı. Kıraa­ta başlamak üzere sağ elini sol elinin üstüne koyardı. Ellerin bağ­lanmasında, sağ elin sol el bileğini kavraması gerekir. Eller, göğüs altında bağlanır.
Allah Teala'ya gönülden yönelme (=Teveccüh): Bu meyanda O'nun şu buyruğunu yürekten okur: "Yüzümü bir hanif ve müslü-man olarak gökleri ve yeri Yaratan'a çevirdim. Ben şirk koşanlar­dan değilim". (En'am/79) Ardından da şu ayeti okur: "Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ve ben müslümanlardan biri olarak bu­nunla emrolundum". (En'am/172) Sonra Sübhaneke21 okunur.
Bu dua ile ilgili muhtelif rivayetler mevcuttur. Cemaat namazı dışında bu rivayetlerin birleştirilerek okunması güzel görülmüştür.
Sübhaneke Allahümme ve bi hantdike ve tebarekesmuke ve te'âla ceddüke vela ilahe ğayrük.
İmam aynı rekatte iki kez sekte yapamayacağı için, teveccüh ba­bında okunması gerekenlerin tamamının okunabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu durumda sadece Sübhaneke'yi ve imam sessiz kı­raat ediyorsa Fatiha suresini okumakla yetinmelidir.
İmamın sesli kıraati esnasında Fatiha ve ayet okumaktan, rü  ' ku, secde ve secdeden başı kaldırmada imamdan önce hareket et inekten kesinlikle s akınımı alıdır.
Kıraate başlamadan önce istiazede bulunmak (=euzü besmele çekmek) de sünnettir. Fatiha'dan sonra Kur'an-ı Kerim'den bir su­re veya herhangi bir sureden üç ayet okumak da namazın sünnet­lerinden dir.
Allah Resulü (sav) böyle yapmış ve ashabına da bunu emret­miştir. Rüku'ya eğilmeden önce elleri kaldırarak tekbir getirmek de namazın sünnetlerindendir. Rükuda tesbihatta bulunmak sün­nettir.
Bu tesbihat, üçten az olmamak üzere, yedi veya on kez olabilir. Üç rakamı için, kemaliyetin en alt sınırıdır, denilmiştir. Çünkü teş­bihin kemaliyeti, on defa yapılmasmdadır.
Yüce Allah buyurdu ki: "Onlar tam ondur". (Bakara/196) Bu üç teşbih, eller dizlerin üzerine konulduktan sonra ve onları kaldır­madan önce yapılmalıdır. Aksi takdirde, nizami olarak tek bir tei bih okunmuş olur. İlk teşbih ve son teşbih eğilirken ve kalkarken   eda edilmiş olur. Bu ise mekruh görülmüştür.                                       
Rükuda parmakları ayırarak dizleri tamamen kavramak gerkir. Baş ne kaldırılmalı, ne de aşağı salmmalı, aksine sırt ile aynı hizada tutulmalıdır. Baş, rüku esnasında ne aşağı eğilmiş, ne de yukarı kaldırılmış gibi durmamalıdır.
Rükudan kalkılırken 'Semi'allahü limen hamiden' sözüyle birlik­te ellerin kaldırılması ve 'Allahümme Rabbena lekel hamd Imil'es sejnavati uel arz ve ma beynehüma ve mil'e ma şi'te min şey'in' denil­mesi de sünnettir.
Secde esnasında yapılan tesbihat da sünnettir. Bu teşbihlerin sayısı da on, yedi veya üç olabilir. Bunların asgarisi olan üç teşbih, alın yere kapandıktan sonra ve yerden kaldırılmadan önce yapıl­malıdır. Aksi takdirde tek teşbih eda edilmiş olur, ilki alın yere ko nurken, sonuncusu da alın kaldırılırken yapılmış olur.
Tesbihatm üçten aşağı olması ise müstehap görülmemiştir, i Enes b. Malik (ra) dedi ki: Şu halifeniz -Ömer b. Abdülaziz (ra)-kadar namazı, Allah Resulü'nün (sav) namazına benzeyen başka birini görmedim. Biz onun arkasında namaz kılarken, rükuda da, secdede de onar kez tesbihatta bulunurduk.
O, secde esnasında başını avuçlarının arasına koyardı. Avuçları da açık olarak yere tamamen yapışırdı. Pazuları yanlarından ayrık dururdu. Sırtını dik tutar, karnım uyluğundan yüksek tutardı. Avuçlarıyla yere temas etmeyi müstehap görürdü. Avuçlar, yüzle beraber secde eder.
Secde, secdeden kalkma ve iki secde arasındaki kıyam için~elle-ri keldırmaksızm tekbir getirmek de sünnettir. Ardından da üç kez 'Rabbi'ğfîrli verhamni=Rabbim beni bağışla ve bana merhamet et' der. Bu, İbni Ömer'den (ra) rivayet edilmiştir.
Eğer 'Rabbi'ğfir verham ve tecavez amma ta'lemu fe-inneke entel E'azzül-Ekrem=Rabbim affet, merhamet et, bildiğini bağışla, çünkü Sen en yüce ve en kerim olansın' derse bu da caizdir ve İbni Me-sud'dan (ra) rivayet edilmiştir. 'Rabbi'ğfir li verhamni vehdini vec-burni ven'aşni=Rabbim beni bağışla, bana merhamet et, bana doğru­yu göster, ihtiyacımı gider ve beni doğrult' derse bu da güzeldir ve Ali b. Ebi Talib'den (ra) rivayet edilmiştir. İlk teşehhüd sünnettir.
Son selam da sünnettir. Selam lafzı 'Esselamü aleyküm ve rah-metullah' şeklindedir. Selam verirken yanağı sağdan ve soldan gö­rünecek şekilde olmalıdır. Selam verilirken boyun da omuzlar isti­kametine eğilerek çevrilir. Allah Resulü'nün (sav) selam verişi de bu şekildeydi. Selam verilirken vücut kıbleden çevrilmemeli, uyluk yerden kaldınlmamahdır.Cemaat namazına sonradan yetişmeyle ilgili hükümler:
Dört rekatlı namazlarda iki rekata, veya üç rekattı akşam na­mazında üçüncü rekata yetişen kişinin namaza nasıl katılacağını izah edeceğiz. Kıyamın bir bölümünde imama yetişen kişi, Fatiha-'ya başlamalı ve gerekirse, rükuya geç giderek Fatiha'yı tamamla­malıdır. İmam başını kendisinden önce rükudan kaldırmışsa o da imamın ardından başını kaldırır.
Namaza yetiştiğinde imamın kıyamı bitirerek rükuya gittiğini gören kimse, iftitah tekbirini getirdikten sonra bir tekbir daha getirerek rükuya eğilir. Bu durumda rekatı tamamlamış olur. Kendi­si Fatiha dışındaki sureyi okurken imam rükuya giderse, kıraati ayet bitiminden keserek rükuya eğilmelidir.
İmama ilk kadede veya secdede yetişen kimse iftitah tekbirini getirdikten sonra tekrar tekbir getirerek oturur ve secdeye kapana­rak imama uyar. İmam selam verdiği zaman tekbir getirmeksizin ayağa kalkar. Kıyam halinde Fatiha'yı okur. İmamla birlikte rüku­ya eğilmedikçe, bu şekilde yetişmesi rekatten sayılmaz. Eğer elle­rini dizlerinin üstüne koymuş ve imam başını kaldırmadan önce bu rüknü layıkıyla yapmışsa, o zaman bir rekatı tamamlamış sayılır.
Farz bir namaza başlayan ve namaz esnasında başka bir nama­zı kılması gerektiğini hatırlayan kişinin yapması en uygun olan bu namazı tamamlaması, ardında da hatırladığı o namazı kılmasıdır. Bunu kıldıktan sonra da ilk kıldığını iade etmesi uygundur.
Mesela ikindi namazını imam ile kılan biri, namaz esnasında öğle namazını kılmadığını hatırlarsa, imamla ikindiyi tamamladık­tan sonra öğle namazını kılar. Onu bitirdikten sonra da ikindi na­mazı tekrar kılar. Sahabeden bazı zatlar böyle yapmıştır. Bize en uygun görünen de budur.
Namazda unutarak konuşan veya dalgınlıkla dört rekatlı bir namazın ikinci rekatında selam veren kişi, teşehhüdü okuduktan sonra iki adet sehiv secdesi yapmalıdır. Bunu namazdan çok sonra, hatta mescidden çıkmasının ardından hatırlayan kimse, bize göre o namazı tekrar kılmalıdır.
Kasıtlı olarak konuşan, selam veren, kıbleye arkasına dönen, avret mahalli açılan, burnu kanayan veya abdest alırken başını meshetmeyi ya da yıkanması gereken uzuvlardan birini yıkamayı unuttuğunu farkeden kimse kıldığı namazı tekrar etmelidir.
Cemaati kaçıran bir kimse, farzı kendisi için nafile olmak üze­re kılan biri çıktığında kendisi ona imam olmalıdır. Bu husus ihti­laftan uzak olmamakla beraber, cemaat namazının farziyetine gi­rer. Bizce farz namazı nafile olarak kılacak birinin arkasında kıhn-maması gerekir. Nafile (sünnet) namazların cemaatle kılınmasını da mekruh görmemekteyiz.
Kıraatin sesli okunması gereken kısmını sessiz okumadan veya bunun aksinden dolayı sehiv secdesi gerekmez. Kişi üç ya da iki rekat mı kıldığı hususunda tereddüt ederse iki, üç ya da dört rekat mı kıldığı hususunda ki tereddütünde ise üç rekat kıldığını varsay-malıdır. Çünkü namazda yakin gerekir. Bu da az olanı esas almak­la mümkün olur.
Ardından da selam vermeden önce iki kez sehiv secdesi yapma­lıdır. Sehiv secdelerini takiben ikinci kez 'tahiyyat' okumalıdır. Bu durumda namazı tamamlamış olur. Kişi sehiv secdesi yapmayı unutursa, eğer bunu kısa süre sonra veya mescidden çıkmadan ön­ce hatırlarsa bana göre bu iki secdeyi yapmalı ve 'tahiyyat'ı okuya­rak selam vermelidir. Eğer vakit çok geçmiş veya mescidden çık­mışsa secde lüzumu düşmüş olur.
Karanlıktan veya yeterli bilgisi olmayışından dolayı kıble hak­kında şüpheye kapılan kimse,kıbleyi tesbit etme noktasında bütün çabasını sarfeder. Eğer namazı eda ettikten sonra kıblenin yanlış olduğu ortaya çıkarsa, bize göre en uygun olan, namazın iade edil­mesidir. Namazın fazla kılınması halinde selamdan sonra, eksik kılınması halinde ise selamdan önce sehiv secdesi yapmak müste-haptır. Eksiklik veya fazlalık hallerinin her ikisinde de sehiv sec­desini selam vermeden önce yapmak da güzeldir. Bütün bunlar Al­lah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir. Kişi namazda iken şüphe değil de bir vehme kapılırsa veya vehmi giderek artarsa, kesinlik­le selamdan sonra sehiv secdesi yapmalıdır.
Zaruri hallerden dolayı temizlik eksikliği veya namazın farzla­rından birinin eksikliği ile namaz kılan kimse, mümkün olabilecek en kısa sürede bu namazı iade etmelidir.
Kıldığı elbisede necaset bulunduğunu sonradan gören kimse müteakip namazın vakti girmeden Önce bu namazı tekrar kılmalı­dır. Eğer vakit geçmiş ise, iade etmesi gerekmez. Kişi, necaseti gör­düğü an namazı iade ederse bize göre daha doğru yapmış olur.
Kusurları veya kaçırması sebebiyle kılması gereken birçok na­mazı olan kişinin bunları bir sıralama içinde ardarda kılması daha uygundur. Mümkün olursa bir günün namazları tek bir vakitte ve­ya muhtelif vakitlerde sırasına uygun olarak kıhnabilir. Bu namaz­lar, namaz kılınması mekruh görülmüş vakitlerde kıhnmamahdır.
Namaz esnasında elbisesinde bir necaset bulunduğunu veya kıbleye tam olarak yönelmemiş olduğunu farkeden kimse üstünde
dış elbisesini atarak ve yönünü kıbleye tam çevirerek namazını sürdürmelidir. Bu namazı iade etmesi daha güzeldir. [12][12]


Namazdan önce dişleri misvaklamak, namazın faziletlerindendir. Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Dişleri mis vaki ayarak kılman bir namaz, misvaklamaksı-zın kılınan namazdan yetmiş kat daha üstündür [13][13]
Namaza başlamadan önce Nas suresini okumak da müstehap görülmüştür. Çünkü bu sure, namaz kılan için şeytana karşı bir kalkandır. Her rekatta Fatiha suresini okumadan önce 'euzü bes­mele' okumak da müstehaptır. Çünkü kişi Kur1 an okumaktadır ve her rekat da bir namazdır.
Tekbir esnasında parmakları birleştirmek de namazın faziletle­rindendir. Kıyam esnasında topukları birleştirmeyerek ayrı tut­mak da müstehaptır. Kıyam esnasında iki topuk arasında dört par­mak kalınlığında bir mesafe bırakılmalıdır. Bu mikdar müstehap görülmüştür.
İlk müslünıanlar, imamın tekbir esnasında parmaklarını bitiş­tirip bitiştirmediklerine ve ayaklarını ayırıp ayırmadıklarına titiz­likle bakarlardı. Onlar, imamın bu iki hareketine göre fıkıh bilgisi­ne hükmederlerdi.
İbni Mesud (ra) namaz kılan birinin kıyamda topuklarını birbi­rine yapıştırdığını gördüğünde şöyle demiştir: Eğer topuklarım ara­lamış olsaydı, sünnete uygun hareket etmiş olurdu. Bir hadislerin­de de Allah Resulü'nün (sav) namazda ayaklardan birini dikmeyi ve topukları birbirine yapıştırmayı sakındırdığı rivayet edilmiştir.
Hadiste geçen 'safan=dik tutma' kelimesi şu ayet-i kerimede ye-ralmaktadır: "Bir ayağını tırnağı üzerine kaldırıp diğer üçü üzerin­de duran iyi cins atlar". (Sad/31) Burada bahsi geçen atlardır. 'Sa-fed=Bağlayan' kelimesi de şu ayet-i kerimede geçmektedir: "Kıya­met gününde suçluların birlikte zincire bağlandıklarını görürsün". (İbrahim/49)
Ulemadan bir zatın, tekbir getirirken parmaklarını ayırdığını görmüştüm. Kendisine bunu sorduğumda şu açıklamayı getirdi. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadiste, "O'nun tekbir getir­diğinde parmaklarım tam bir şekilde yaydığı" rivayet edilmiştir.[14][14] Hadisteki yayma 'neşr' fiilinin teyid içerecek şekilde masdarıyla ve­rilmesi böyle yapmanın doğruluğunu muhtemel kılmaktadır.
Buradaki yayma fiiliyle parmakların tam olarak aralanması kasdedilmiş olabilir. Çünkü yayma fiilinin (=neşr) özündeki mana açarak yaymak şeklindedir. Çünkü ayırma 'tefrika' fiili, 'neşr5 ve 'bess' fîilerine karşılık olarak da kullanılmıştır. Bu meyanda Yüce Allah'ın şu buyruğu gösterilebilir: "Döşenmiş halılar vardır". (Ğaşi-ye/16) Buradaki asıl murad, ayrılıktır. 'Bess' fiilinin manasıyla ilgi­li şu ayete de bakılabilir: "Etrafa serilmiş kelebekler gibi". (Ka-ria/4) Bu ayetteki "bess' fiili, şu ayetteki 'neşr/intişar5 fiiliyle aynı manadadır: "Tıpkı etrafa yayılmış çekirgeler gibi". (Kamer/7) 'Neşr1 fiili T^ess' fiiliyle aynı manada olduğuna göre 'bess' fiilinin ayrılma anlamına geldiği de açıktır. Allah Resulü'nün (sav) parmaklarını yayması, ayırması anlamındadır.
İshak b. Raheveyh'e Allah Resulü'nün (sav) namazda parmak­ları yaymaya dair buyruğunun ne anlama geldiği sorulduğu za­man, parmakları açarak birleştirme olduğunu söylemiştir. O, bu­nunla parmakların avuçların içine kıvrılarak sıkılmaması gerekti­ğini bildirmek istemiştir. Bizce bu görüş güzeldir. Çünkü kıvırarak sıkma, yaymanın zıddıdır.
Ulema arasında üç zatın tekbir esnasında parmaklarını ayır­dıklarını gördüm. Mescid-i Haram'm imamı Ebu'l-Hasan onlardan biridir. O, fıkıh bilgisi çok derin bir zat idi. Üç alimin de parmakla­rım bitiştirdiklerini gördüm. Ebu'l-Hasan b. Salim ve Ebu Bekir el-Acuri de onlardandı. Galib zannıma göre, büyük fıkıhçı Ebu Zeyd de parmaklarını ayıranlardandı.
Namaz esnasında Fatiha suresinin sonunda 'Amin' demek de namazın faziletlerindendir. Bu hususta Allah Resulü'nün (sav) şöy­le buyurduğu rivayet edilmiştir: "İmam, 'veleddallin' dediğinde 'Amin' deyiniz. Kim 'amin' derken meleklerin 'amini'ne tevafuk ederse geçmiş günahları bağışlanır".[15][15] Allah Resulü (sav) 'amin' derken sesini yükseltirdi.
'Amin' kelimesinin telafuzzuyla ilgili iki rivayet mevcuttur. Bunlardan birinde baştaki 'a' harfinin uzatılması ve kısaltılması şeklindedir. Her iki halde de 'mim'harfinin şeddesiz olması gerekir. Aksi takdirde mana değişerek 'yönelme/kasdetme' şeklinde olur. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kabe'ye yönelen­lere". (Maide/2)
Elleri bileklere bastırarak birbiri üstüne koyup göbek altı ile gö­ğüs arasında bir yerde bağlamak da namazın adabmdandır. Bu, namazın huşu'undandır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: 'Bu du­ruşu, Aziz olanın huzurunda teslimiyet ve boyun eğiş sayarım'. Al­lah Resulü (sav) de bunun, önceki peygamberlerin de sünnetlerin­den biri olduğunu bildirmiştir.
Ali (kv) Kevser suresinin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser/2) ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Bu, sağ elin sol el üzerine konulumasıdır. Onun ilminin derinliği ve marifetinin leta­feti burada ortaya çıkmaktadır. Zira göğsün altında 'NamY adı ve­rilen bir damar vardır. Bu damar, ancak ilim sahipleri tarafından bilinir.
Ali (kv) bu ayetteki Venhar=nahr et' emrini, elleri 'namY denen bu damarın üzerine koy şeklinde anlamıştır. Tıpkı İdmığ=beyni yarala' kelimesinin 'esıb ed-dimağ' ifadesiyle-aym manaya gelmesi gibi. Ali (kv) ilgili ayetteki kelimeyi, bazılarının anladığı gibi canlı­yı boğazlamak anlamında ele almamıştır. Zira burada namazdan bahsedilmektedir.
Ulemadan bazıları da bunu 'boğazını kesme' anlamında gör­müşlerdir. Onlara göre ayetteki 'nahr', canlı boğazının kesilmesidir. "Nahr1 yutağın altındaki can damarını ifade etmekte ve namazda da eller oraya konmamaktadır. Dil alimlerinden bir kısmına göre Ven-har' emri, bir hareketle kıbleye yönelmeyi ifade etmektedir. Bize göre bu da bir görüştür.
Namazda ayaklar üzerine oturulup dizler dikilmem elidir. Bu, dil ehlinin 'ik'a' kelimesiyle ilgili yaklaşımıdır. Dizlerini çökertip ayak parmaklarını dik tutarak da oturmamalıdır. Bu da hadis eh­linin aynı kelimeyle ilgili görüşüdür. Elbisenin eteklerini salmak ve çekiştirmekten uzak durmalıdır. Etekleri salmak yani 'sedl', el­bisenin uç kısımlarını yere doğru salmaktır. Buna bir harf değiştirilerek 'sedn' de denilmiştir. Kişi, elbisesinin etek kısımlarını salıp uzattığı zaman, her iki kelime de kullanılarak tarif edilebilir. Ka-benin örtüsünü giydirenlere 'Sidânetü'l-Ka'be' yani Kabe örtüsünü onun üzerinden yayıp aşağı salanlar denir. Bu, dil ehlinin görüşü­dür.
Hadis ehline göre ise, 'sedl', elbiseyi örtü gibi alarak elleri onun altına sokmak, rüku ve secdeye bu şekilde gitmektir. Onlara göre hakiki mana budur. Çünkü yahudiler ibadetlerini böyle yapmak­taydılar. Müslümanların onlara benzemeleri bu hükümle sakındı­rılmış oldu. 'Kamîs' olarak bilinen giysi de böyledir. Eller onun için­deyken rüku veya secdeye gidilmemelidir. Ne kadar geniş olsa da bundan s akimim alı dır. Secdede ellerin karnisin içine sokulması mekruhtur.
Fukahadan bir zat 'sedl' hakkında üçüncü bir görüş belirterek şöyle demiştir: 'Sedl', izar denilen ve bedenin belden aşağısını örten elbisenin orta kısmının baş üzerine konularak sağ ve sol uçlarının aşağı sallanıp omuzların örtülmemesidir. Sonraki ulemaya ait olan bu görüşün bence hiçbir kıymeti yoktur. İlk iki görüş ilgilenmeye layıktır. Çünkü her ikisi de ilk devir ulemasının görüşlerine dayan­maktadır.
Elbiseyi çekiştirmek de sakıncalı görülerek nehyedilmiştir. Bu, secdeye gidilirken elbisenin ön veya arka kısmını çekiştirmek şek­linde olur. Kamis olarak isimlendirilen ve üst kısma giyilen giysi­nin kenarlardan sıkıştırılması da, yukarıdaki fiil Kapsamına girdi­ği için mekruh görülmüştür. Bunun mekruhluğu, Ahmed b. Han-bel'den (ra) de rivayet edilmiştir.
Ömer b. Hattab'm (ra) çocuklarından birinden bununla ilgili ruhsat bulunduğuna dair bir görüş "rivayet edilmiştir. Buna göre Allah Resulü (sav), sarığını karnisinin üzerine kuşanarak namaz kılmıştır. Çekiştirme fiili, saç için de sözkonusu olabilir. Saçları uzun olan kimse, onlara toka ve benzeri bir şey takarak namaz kıl­mam alıdır.
Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yedi uzuv üzerine secde etmekle, saçları ve el­biseyi bağlamamakla emrolundum".[16][16] Allah Resulü (sav), namazda eli böğre ve elleri bele koymayı da nehyetmiştir. Kıyam esnasında pazılar bedenden uzak tutulmalıdır.
Secdeye giderken şöyle bir sıralama takip edilmelidir: Yere ön­ce dizler, ardından eller, ardından yüz temas etmelidir. Yüzde de alın ve burun yere temas etmelidir ki bu ikisi tek bir uzuv sayılmış­tır. Kalkılırken, ayak uçları üzerinde kalkılın alıdır. Kişi eğer zayıf bünyeli ise, kalkarken ellerini yere dayanak yapabilir.
Namazda, sağa sola meyi edilmemelidir. Göz ucuyla da olsa sa­ğa sola bakılmamak dır. Gözünü secde ettiği noktaya dilemelidir. Eğer böyle yapmazsa, yüzünü kıble istikametine çevirmelidir. Na­maz esnasında bedenin hangi bir yeriyle oynanmamalıdır.
Said b. el-Müseyyeb'den şu hadise nakledilmiştir: O, namazda sakalıyla oynayan birini görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi: Bu kişinin kalbinde huşu olsa, uzuvlarında da huşu olurdu. Allah Re-sulü'nden de (sav) bu mealde bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir.
Namazda bazı rükünleri aralıksız eda etmek de nehyedilmiştir. Bunlar beş adettir. İkisi imama, ikisi imama uyan kişiye, biri de her ikisine birden düşer.
İmama düşenler şunlardır: İftitah tekbirinden hemen sonra kı-raata başlamak; Kıraatin hemen ardından rükuya eğilmek.
İmama uyan cemaata düşenler ise şunlardır: iftitah tekbirini imamın tekbirinden hemen sonra almak; Selamı imamın selamının hemen ardından vermek.
Sonuncusu ise, farz selamının hemen ardından nafile selamını vermek. Bu ikisi arasında bir süre bulunmalıdır. Bir zat şöyle de­miştir: Selam vermek kesmek, tekbir getirmek bağlamaktır.
Bir rivayette de şu hususlar yeralmıştır: Namazda, şeytandan kaynaklanan yedi şey vardır: Uyuklamak, vesvese, esneme, kaşın­tı, sağa sola dönme, birşeyle oynama.
Bir zat ise bunlara sehiv ve kuşkuyu ilave etmiştir. Seleften bir zat şöyle demiştir: Dört şey vardır ki namazda olmaması gereken batıl işlerdendir: Sağa sola dönmek, yüzü ovmak, yumurtaları dü­zeltmek ve insanların önünden gelip geçtiği bir yerde namaz kıl­mak. Başka bir zat bu hususlara şunu ilave etmiştir: İlk safta yer varken ikinci safta namaza durmak.
İdrarını tutan, büyük abdestini bekleten ve mestleri dar olan kimsenin namaz kılması da nehyedilmiştir. Çünkü bunlar, inşam
meşgul eden hususlardır. Aynı şekilde öfkeli ve bir hususta kaygılı kimsenin namaz kılması da mekruh görülmüştür. Bir şeye acil ih­tiyacı olan kimsenin durumu da böyledir.
Bunların rahatlaması halinde kılacakları namaz, kalblerinin mutmain olması bakımından daha sağlıklı olacaktır. Karnı aç ve aklı yemekte olan birinin namazı yemekten sonra kılması daha doğru olur.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Yemek hazırlandığında ve na­maz vakti girdiğinde, yemekten başlayın".26 Eğer vakit darsa veya kişinin kalbi mutmain ise, namaz öne alınabilir.
Başka bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Sizden biri kızdırılmış iken namaza katılmamalı ve öfkeli iken namaz kılmamalıdır". Hasan el-Basri (ra) şöyle deç-di: Kalbin katılmadığı bir namaz, ilahi cezaya daha yakındır[17][17]      

Namazın  Faziletleri  Ve  Adabı:                             

Burada, namazın fazilet ve adabı ile, buna uygun namaz kılanların durumlarını ve huşu ehlinin namazlarım anlatacağız. Yüce Allah buyurdu ki: "Benim zikrim için namaz kıl". (Taha/14); "Sakın gafil­lerden olma"[18][18]. (A'raf/205); "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın ki ne söylediğinizi bilesiniz". (Nisa/43) Bu ayette geçen 'sükâra=sarhoş­lar1 ifadesiyle, dünya sevgisinden ve onunla ilgilenmekten sarhoş olanların kasdedildiği söylenmiştir. Allah Teala buyurdu ki:"O kim­seler ki onlar namazları üzerinde devamlıdırlar". (Mearic/23)
Allah Resulü (sav) de buyurdu ki: "Her kim iki rekat namaz kı­lar ve o esnada dünyevi bir hususla ilgili olarak nefsiyle konuşmaz­sa, geçmiş günahları bağışlanır". [19][19] Yine O, şöyle buyurmuştur: "Namaz ancak, çaresizlik, tevazu, yakarış, günahlardan pişmanlık, Allah'a muhtaciyet şuuru ve ellerinizi kaldırarak şöyle demenizdir: Allahım, her kim böyle yapmazsa o namaz kusurludur". [20][20]
Önceki semavi kitaplarda Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Ben, her namaz kılanın namazını kabul etmem.
Ben ancak azametim karşısında tevazu gösteren, Bana karşı kibir­lenmeyen ve karnı aç yoksulları Benim için doyuran kimsenin na­mazını kabul ederim".
Namaza yönelirken sağında solunda kimlerin bulunduğunu bil­meyerek yalnız Zat-ı İlahi'nin huzurunda olduğunu hisseden kim­selerden olmalıdır. Muhakkak ki bu, kıyamın güzelliğindendir. Ba­zı müfessirler, Allah Teala'nın "Onlar namazlarında huşu sahibi­dirler". (Müminun/2) buyruğunun tefsirini bu şekilde yapmışlardır.
Bu babda Said b. Cübeyr'den şu söz rivayet edilmiştir: İbni Ab-bas'ın (ra) aşağıdaki sözünü duyduğum kırk yıldan beri namazda sağımda solumda kimin olduğuna baknıamışımdır. O şöyle demiş­ti: "Namazda huşu, namaz kılanın sağında solunda kimin olduğu­nu dahi bilmemesidir".
Bişr b. el-Hars da Süfyan'm (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Huşu göstermeyen kimsenin namazı fasit olmuştur. Muaz b. Ce-bel'den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir: "Namazda sağında solun­da kimin olduğunu isteyerek öğrenen kimsenin namazı boşa git­miştir". Bu rivayet, İsmail b. Ebi Ziyad tarafından Bişr b. el-Hars ve başka ravüere isnad edilmiştir.
Süfyan-ı Sevri'den şu söz rivayet edilmiştir: "Her kim namaz es­nasında duvarda veya seccadede yazılı bir kelimeyi okursa onun namazı boşa gitmiştir". Bişr dedi ki: O, bununla şunu kasdetmiştir ki yazılı birşeyi okumak, namaz esnasında başka bir işle uğraş­maktır.
Namazda devamlılığın şartı ise, onda sükuneti muhafaza edip başka birşeyle iştigal etmemektir. Allah Teala'nın "O kimseler ki onlar namazları üzerinde devamlıdırlar". (Mearic/23) buyruğu da bu yönde tefsir edilmiştir. Ayette geçen devamlılık, sükun bulma ve itmi'nan olarak tefsir edilmiştir.
Arap dilinde, 'devamlı su1 ifadesi de, yatağında sükunet içinde akan su için kullanılmıştır. Sahabeden bir zat şöyle demiştir: İn­sanlar Kıyamet günü, namazdaki itmi'nan ve sükunet gibi duruş­ları üzere hasredilirler.
Namazdan lezzet ve tat almak gerekir. Kalp, namaz esnasında kavramaya yönelmeli ve tevazu için de huşu göstermelidir. Bütün uzuvlar Allah korkusu karşısında sükunete boğulmaiıdır.
Kıraati, tertil üzere yapmalı, okunan İlahi Kelam'm manaları üzerinde tefekkür edilmelidir. Kafalarda Allah Teala'ya muhtaç oluşun güzelliği yeretmelidir. O'nun muradına uygun olmaya çalı­şılmalıdır. O'nun Kitabı'nda gizlediği sırlara muttali olabilmek için talebkâr olunmalıdır.
Namaz esnasında Kur'an-ı Kerim'i okurken bir rahmet ayetiyle karşılaştığında onu arzulaman ve istemeli, bir azap ayetiyle karşı­laştığında ise korkup Allah'a sığınmalıdır. Teşbih ve ta'zime dair bir ayete rastladığında hamd, teşbih ve tazimde bulunmalıdır. Bu­nu diliyle söylemesinde de bir mahzur yoktur. Eğer kalbinde tutar ve kaygısını ona yönlendirirse, o zaman da kalbi diline vekalet et­miş olur.
Kulun fakirlik ve muhtaciyeti, istek ve niyazının sonsuzluğunu muciptir. Allah Teala'nın şu ayetinin iki farklı tefsirinden biri bu manadadır: "Kendilerine verdiğimiz Kitab'ı hakkıyla okuyanlar, iş­te onlar ona iman ederler". (Bakara/121)
Hakiki müminlerin, Kur'an tilaveti hakkında sahip olmaları ge­reken sıfat işte budur. Kulun kalbi, namazın rükünlerinden birinin sıfatı üzere olmalıdır. Kaygı ve tasası ise, yakarışın bütün manala­rına bağlı kalmalıdır.
O, 'Allahü Ekber5 dediği zaman, O'nun diğer bütün varlıklardan büyük olduğunu bilir. O'nun küçüklerden daha büyük olduğunu de­ğil, büyüklerin en büyüğü olduğunu kasdeder.
Kulun bütün kaygısı herşeyin sahibi ve ulular ulusu olan Hak Teala olunca, Allah'ı zikretmek de onun kalbinde en büyük yeri kaplar. Çünkü kalbi, Rabbi'nin "Allah'ın zikri hiç kuşkusuz en bü­yüktür" (Ankebut/45) buyruğuna muvafakat eder.
Dili de Ekber Teala'nm müşahedesinde kalbine muvafakat eder. O'nun kelamını bu sıfatla okur ve basiretle bakar. Allah Teala "Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?" (Beled/8) ayetinde, basiret gözünü dilin önüne koymuştur. Allah Teala dili öne geçir­memekte, görme duyusunu sonraya bırakmakta, böylelikle kulun niyeti sözüne mutabık olmaktadır.
Böyle yapan kul, içinde yaşadığı anda söylediği ile amel eder ol­maktadır. Bu, kulun uyarı ve aleyhinde delil olmak üzere emrolun-duğu bir mesuliyettir. 'Allahü Ekber=Allah en büyüktür diyen kul,
bunu söylerken başka birinin sözünü nakletmemekte, başka birin­den haber vermemektedir. Aksine o, bunu söylerken şehadeti üe varolan mananın hakikatine ermiş bir haldedir. Bu, marifet ehline göre vaciptir. Zira iman, her hususta söz ve ameldir.
'Allahü Ekber' dediğiniz zaman, söze uygun amel, Allah Tea-la'nın kalbinizde herşeyden daha büyük olmasıdır. Bu, ahdi gözet­menin gereklerindendir. Böylelikle de, Allah Teala'nm şu buyru-ğundaki övgü ve senaya mazhar olunabilir: "Ve o kimseler ki onlar, emanetlere ve ahitlerine riayetkardırlar". (Müminun/8)
Ahit, dille verdiğiniz söz, riayet ise, kalp ile vefa göstermektir. Böylelikle Allah Teala'nm "Her kim Allah'a verdiği ahde vefa göste­rirse, Allah da kendisine çok büyük bir ecir verecektir" (Feth/10) buyruğundaki büyük ecir hakedilmiş olur.
'Allahü Ekber derken, küçük dünya kralları kişinin kalbinde yüceler yücesi Allah Teala'dan daha büyük bir yere sahip oluyorsa, o kişi tekbir cümlesiyle amel etmemiş sayılır. İmanın hakikati de bu değildir. Çünkü o, söz ile ameli birbirine uygun kılmamıştır. O, sadece diliyle birşey söylemiştir.
Söz ile amelin birlikteliği, ancak ahiret müşahedesine sahip olanlar için geçerlidir. Ahiret onların gözlerinin nurudur. Yüce Allah buyurdu ki:"Sizin yanmızdakiler -dünya- fanidir. Allah'ın katındaki -ahiret- ise bakidir". (Nâhl/96) Yine O (sav), şöyle buyurmuştur: "Mutluluğum namazda kılınmıştır".[21][21] Çünkü namaz kılan kişi, Rab-bi'nin huzurundadır. Kulundan rızasını da namazda kılmıştır.
Yüce Allah buyurdu ki: "Muhakkak Allah'ın zikri en büyüktür". (Ankebut/45) Çünkü zikne konu olan Hak Teala en büyük ve en yü­cedir. Allah Teala, namaz ile, zikrullah'm murad edildiğini de şu ayet-i kerimede haber vermektedir: "Benim zikrim için namaz kıl". (Taha/14)
Allah Resulü'nden de (sav) bu manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Namazın farz kılınması, hac ve tavafın emredilmesi ve hac menasikinin iş'arı ancak zikrullah'ı ikame etmek içindir", (in-nema furidetis salat üş'irat menasik) Kalbinizde zikredilmesi gere­ken Hak Teala olmadığı zaman O'nu zikretmek için kılman nama­zın ne kıymeti olabilir?
Allah Resulü (sav) Enes b, Malik'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Na­maz kıldığın zaman, nefse, hevaya ve hayata veda ettirecek ve Mevla'ya yönelecek şekilde kıl". [22][22] Yüce Allah buyurdu ki: "Ey in­san! Sen Rabbine varıncaya kadar kadar çalışıp çırpınmadasın". (İnşikak/6); "Allah'tan korkun ve O'nu kavuşacağınızı bilin". (Ba­kara/223).
Allah Resulü (sav) de buyurdu ki: "Benim mutluluğum namaz­da kılınmıştır [23][23] O, namaz esnasında 'Ekber Teala'yı görmekte ve ve gözleri O'nunla huzur bulmaktaydı.
Ali ah Resulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar­dır: "Her kimin namazı kendisini fuhuş ve kötülükten uzaklaştır-mıyorsa, Allah Teala'dan daha fazla uzaklaşmasından başka bir
işe yaramaz".
Bu babda başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim yalancı şahitliği ve emanetlere ihaneti terket-mezse, (şunu bilsin ki) Allah Teala onun (oruç tutarak) yeme ve iç­meyi terketmesine muhtaç değildir". Buna göre namaz ve oruçtan yegâne maksadın günahlardan uzaklaşmak olduğu ortaya çık-maktadm
Namaz kılmanın ve onu kemale erdirmenin gereklerinden biri de vakit girmeden önce abdest almaktır. Böylelikle namaz vakti gir­diğinde namazdan başka bir işle meşgul olması gerekmeyecektir. Bu esnada bütün kalbi, kafası ve tasası Rabbi olmalıdır. Rabbi, kal­binde olmalıdır. Kelamı ile O'na nazar etmeli ve Hitabı ile O'nunla konuşmalıdır. Yakarışı ile O'nu düşünmeli, sıfatları ile O'nu tanı­maya çalışmalıdır.
Şüphesiz konuşulan her kelime, O'nun isimlerinden, sıfatların­dan, ahlakından, hükümlerinden, iradesinden veya fiillerinden bi­rinin manasını muhtevidir. Çünkü Kelam, sıfatların manalarını bi­ze bildirir ve sıfat sahibine delalet eder.
Hitab-ı Hahi'nin her kelimesinde farklı on yöne giden manalar gizlidir. Arifler için bu yönlerin her birinde bir makam ve türlü mü­şahedeler mevcuttur. Bun yönlerin ilki o kelimeye iman etmek, tes­lim olmak, ona yönelmek, onun için sabretmek, ona rıza göstermek, ondan korkmak, ondan ümitvar olmak, onun için şükretmek, ona muhabbet beslemek ve onun hakkında mütevekkil olmaktır. Bu on makam, yakin makamları olarak bildiğimiz makamlardır. Allah Te-ala'nın kelimesi, yakinin ta kendisidir.
Saydığımız manaların tamamı da, yakarış ve yalvarış ehlinin müşahede ettikleri her kelimede gizlenmiş olarak mevcuttur. İlim ve hayat ehli de bunları bilir. Çünkü Mahbub Teala'mn kelamı, kalplerin hayat kaynağıdır.
O'nun kelamını ancak hayat sahiplerini uyarır ve ancak ona icabet edenler hayat bulurlar. Yüce Allah buyurdu ki: "O ancak bir zikir ve apaçık bir Kur'an'dır. Hayatta olanları uyarmak için (indi­rilmiştir)". (Yasin/70); "Size hayat verecek bir şeye çağırdıklarında Allah'a ve Resulü'ne icabet edin". (Enfal/24)
Açıkladığımız on müşahede, ancak AJızab suresinde anılan ma­kamları geçenler tarafından görülebilir. Bu makamların ilki, müs-lümanlarm makamı, sonuncusu da zikir ehlinin (=zâkirun) maka­mıdır. Zikir makamından sonra sözkonusu on müşahede gelir.
Bu müşahedelere vakıf olanlar, Allah Teala'ya yakarmaktan as­la sıkılmazlar. Çünkü onlar Allah Teala'mn yakın dostlarından ol­muşlardır. Anlayış ve lezzetten dolayı O'nun huzurundaki kıyam da kendilerine ağır gelmez. O'nun huzurunda durmak da, merha­metine yakınlığından dolayı kendisine kolay gelir. O, Hak Tea-la'dan gelen azarı da, O'na yakınlığın verdiği tadı da nimet bilir. Bu noktada olan kul, namazda uzun uzun Kurban okur. O, bunu kıble­nin namaz içinde derecelenmesi gibi görmez. O, ona şahit olmaz. Çünkü kıble onun ardında, o ise kıblenin önündedir.
Kıyam da böyledir. Kıyamda, o kendisini taşımaz, o taşıyıcısı ile beraberdir. Rivayete göre, yakin sahibi kul namaz için abdest aldı­ğı zaman yeryüzünün şeytanları ondan uzaklaşırlar. Zira ondan korkarlar. O, Hak Teala'mn huzuruna girmeye hazırlanmaktadır.
Tekbir getirdiği zaman, İblis ondan perdelenir ve onunla arasın­da duvarlar örülür. Hiçbir şeytan ona bakamaz. Cebbar olan Hak Teala onlara Zatı ile karşı durur. 'Allahü Ekber1 dediğinde melek onun kalbine bakar ve orada Allah'tan başka hiçbir şeyin büyük ol­madığını görerek şöyle der: Sözünle olduğu gibi kalbinle de Allah'a sadık kaldın.
O esnada kalbinden bir nur çıkar ve bu nur, Arş'm melekütuna ulaşır. Bu nurla herşey, yeryüzünün ve göklerin melekûtu ona açı­lır. Toplanan nurlar kadar kendisine hasenat yazılır.
Gafil veya cahil biri abdeste başladığında bala üşüşen sinekler misali, şeytanlar onun başına üşüşür. Böyle biri tekbir getirdiği za­man melek onun kalbine bakar ve orada bulunan hemen herşeyin Allah Teala'dan daha büyük olduğunu görür ve şöyle der: Yalan söylüyorsun! Kalbindeki Allah, dilinde söylediğin gibi değil!
Bunun ardından onun kalbinden bir duman yükselir ve gökle­rin alt kısmına ulaşır. Bu duman, onun kalbine perde olur ve bu perde onun kıldığı namazları geri gönderir. Şeytan onun kalbini kuşatarak ona üfürmeye, vesvese vermeye ve ona birtakım şeyleri güzel göstererek namazı tamamen terketmeye sevkeder.
Bu kişi, Öyle bir hale gelir ki bulunduğu durumu dahi aklede-mez olur. Bu hususta şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Şeytanlar, eğer Adem oğullarının kalpleri çevresinde dolaşmasalardı, göklerin melekûtunu gözlerlerdi.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) Kıble'ye bakarken ortada bir balgam görmüş ve çok kızmıştı. Sonra elindeki bir hurma çöpüyle onu temizlemiş ve 'Bana misk getirin' buyurmuştu. Ardından bal­gamın izini zaferanla silmiş ve bize dönerek şöyle buyurmuştu: Hanginiz suratına tükürülmesinden hoşlanır. Biz de 'Hiçbirimiz' dedik.
Bunun üzerine şöyle buyurdu: Sizden biri namaza başladığında şunu bilsin ki Allah Teala, kendisi ile kıble arasındadır. Bu hadisin başka bir lafzında ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: Allah Teala onunla yüzyüze gelir. Hiçbiriniz O'na doğru tükürmesin. Sa­ğa doğru da tükürmesin. Ancak sol tarafına veya sol ayağının altı­na tükürsün. Eğer çok acil bir durum olursa, o vakit elbisesinin içi­ne tükürsün ve üstünü örtsün". [24][24] Bunlar, namazın hakiki adabıyla ilgili hususların bazılarıdır.
Konuyla ilgili olarak bize ulaşan rivayetlerden biri de şöyledir: Kul, namazda 'Allahü Ekber5 diyerek kıyam ettiği zaman Allah Teala meleklere şöyle buyurur: Benimle kulum arasındaki perdeyi kaldırın. Kul, namazda bir yana yöneldiği zaman ise şöyle buyurur: Ey kulum, kime yöneliyorsun? Ben senin için, yöneldiğin şeyden daha hayırlıyımdır.
Namaza niyetlenen kimse ayağa kalktığı zaman, kalbi alemle­rin Rabbi için bir gün boyunca kıyam ettiğine şehadet eder ki bu günün mikdarı, elli bin senedir. Sonra Huzur-u İlahi'deki duruşu­na şehadet eder. Çünkü o, gaflet ehlinden değildir. O'nun varlığını görmeyişi onu üzer, varlığının iclali yaklaştırır ve kendisine en ya­kın olan Hak Teala'nın tazimi ona hakim olur. Herşeyi murakabe eden Allah Teala'nın korkusu onu içine alır.
Kur'an okumaya başladığı zaman, Kelam Sahibi ile olan bera­berliği onun kaygısını azaltır. Kalbi onu anlamakla, onun feyzi ile açılmakla meşgul olur. Rükuya eğildiği zaman, Yüce Allah'ın yüce­liğini ikrarla birlikte kalbi durur ve kalbinde Allah Teala'dan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükudan kalktığı zaman hamdın ancak övgülere layık olan Allah Teala'ya mahsus olduğuna şahit olur.
Çok seven ve sevilen Hak Teala'ya şükrederek durur. Bu, Allah Teala'dan daha fazla sevabı gerektiren bir harekettir. O kulun kal­bi ise rıza ile sükun bulmuştur. Çünkü hamdin hakikati rızadır. Secdeye vardığında kalbi, ulvi mertebelerde yükselir ve Arş-ı A'la'ya yaklaşır. Yüce Allah buyurdu ki: "Secde et ve Allah'a yak­laş". (Alak/16)                                                      
Müşahede ehli secde noktasında üç makamda yerahrlar  Bunlardan ilkinde, kul secde ettiği zaman kendisine Ceberût-i A'la açılır ve Karib Teala'ya doğru yükselir ve O'na iyice yakınlaşır.  Bu, mahbublardan olan mukarrebunun (=Allah Teala'ya yakın kı- İmanlar) sahip oldukları makamdır.
İkincisinde, kul secde ettiği zaman kendisine İlahi İzzet'in me- ^ lekütu açılır ve o kişi, Kadir-i Ecell'in sıfatlarından biri üzere yer­yüzü toprağına secde etmiş olur. Bu yüzden kalbi kırılır ve Yüceler Yücesi Rabbi'nden tevazu gereği korkar. Bu da abidler arasındaki  korku ehlinin makamıdır.
Üçüncüsünde ise, kul secde ettiği zaman kalbi göklerin ve yerin melekütunda gezinir, ilahi faidelerin zariflikleriyle sevaplandırılıp bize gizli mükafaatlara şahit kılınır. Bu da taleb ehli arasında.  lunan sadıkların makamıdır. Bir dördüncü zümre daha vardır, an­cak bunların zikre değer bir meziyetleri yoktur. Bunlar övgüyü de haketmezler. Bunlar namaz kıldıklarında bütün kaygı ve tasaları, Allah Teala'nın vereceği ödüller ve dünyevi beklentilerle doludur. Bunlar himmetlerinin düşüklüğünden dolayı ulvi şehadetlerden mahrum bırakılmış kimselerdir. Hevalanna esir oldukları için yü­ce ufuklara sehayetten alıkonulmuşlardır.                              .
Namaz kılan kul, dua ettiği zaman, dua edilene nazar ede1» ve herşeyi O'ndan bekler. Böylelikle dua edilen Allah Teala, ayni (za­manda rica edilen 'Mercuvv' olur.
Namazı hakkıyla kılan kul, Rabbi'ni övme, hamdetme, nimetle­rine şükranda bulunmaya o kadar dalar ki kendi dünyevi ihtiyaç­larını unutur. Mevlası ile meşguliyetinden dolayı kendini ihmal eder. O'na olan övgüsünün güzelliğinden dolayı Rabbi'nden istek­lerde bulunmayı akledemez.
Dua eden bu kul, Allah Teala'dan mağfiret dilediğinde tevbenin sıfatları ve tevbekarm hükümleri hakkında düşünür. Geçmiş gü­nahları üzerinde tefekkür ederek istiğfarını saflaştırmaya, tevbe ve özrünü halis kılmaya çalışır. Rabbi'nin yolunda dosdoğru yürü­me niyetini tazeler.
Bu istiğfarı sayesinde, Allah da ona esenlik ve ikram nasip eder. Böyle bir kulun kıldığı namazın faziletleri hakkında birçok hadis ve söz nakledilmiştir. Öyle biri namaza durduğu zaman, onunla Rabbi arasındaki perde kaldırılır ve Rabbi onunla bizatihi yüzyüze gelir. Melekler omuzlarının üstünden havaya yükselirler ve onunla birlikte namaz kılarlar. O dua ettiği zaman duasına 'amin' derler.
Göğün eteklerinden saç diplerine doğru iyilikler saçılır. Bir inü-nadi ona nida ederek şöyle der: 'Eğer yakarıp münacaat eden, mü-nacaat edileni bilseydi, namazını asla bitirmezdi'. Göğün kapıları da namaz kılanlar için açılır.
Allah Teala, melekler karşısında namaz kılan kullarının safla-rıyla Övünür. Tevrat'ta şöyle yazılıdır: 'Ey Adem oğlu, Benim huzu­rumda gözyaşlarıyla namaz kılmak için kıyam etmek hususunda acze düşme. Ben senin kalbine çok yakın olan Allah'ım. Sen gayb aleminde Benim nurumu gördün',   
Bize göre, ihlasla namaz kılan kulun hassasiyet ve ağlayışı ve ona açılan kapılar Allah Teala'mn onun kalbine yaklaşmasının ne-ticelerindendir. Sahabeden bir zat, Allah Resulü'ne (sav) şöyle de­mişti: Cennette sana refik olabilmem için Allah Teala'ya dua et. O da kendisine, 'Sen de secdeyi çoğaltarak bana yardım et1 buyurdu[25][25]
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah Te­ala'mn yarattıklarına farz kıldığı hususlar arasında tevhidden son­ra gelen namazdır. Eğer O'na namazdan daha sevimli gelen bir şey olsaydı, melekler kendisine onunla ibadet ederlerdi. Halbuki onlar­dan kimi rükuda, kimi secdede, kimi kıyam, kimi kade halindedir".
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Namaz, yeryüzünde Allah Te­ala'ya hizmettir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Namaz kılanlar, Allah Teala'mn arzı üzerindeki hizmetçileridir. Denir ki: Göklerde namaz kılan melekler, 'Rahman'm hizmetçileri' olarak isimlendiril­mişlerdir. Onlar, diğer elçi melekler karşısında bu isimleriyle ifti­har ederler.
Denir ki: Mümin iki rekat namaz kıldığı zaman, herbirinde on-bin meleğin bulunduğu on saf melek kendisine hayranlıkla bakar­lar. Allah Teala da yüz bin meleğe karşı onunla övünür. Meleklerin hayrete düşme sebebi, kulun namaz kılarken dört erkanı ile birlik­te eda etmesidir ki bunlar; kıyam, rüku, kade ve secdedir. Hakikat­te bu dört erkan kırkbin meleğe taksim edilmiştir. Kıyam eden me­lekler, Kıyamet gününe kadar rükuya eğilmeyip sadece kıyamda dururlar. Secde eden melekler de aynı şekilde Kıyamet'e dek başla­rını kaldırmazlar. Rüku ve secde eden meleklerin durumları da böyledir.
Allah Teala, anılan dört erkana ilaveten altı erkanı da Adem oğ­luna nasip etmiştir ki bunlar; kıraat, hamd, istiğfar, dua, Allah Re­sulü'ne (sav) salat ve selam getirmektir. Allah Teala bu rükünleri de altmışbin meleğe taksim etmiştir. Meleklerden her bir saffln gö­revi, bu altı zikirden biri ile meşgul olmaktır. Melekler, bu altı fark­lı zikrin iki rekatlık namazda cemedildiğini görünce hayrete düş­müşlerdi.
Allah Teala da bu hususiyeti nasip ettiği kuîuyla meleklere kar­şı övünmüştü. Zira O, bir kulun iki rekat namazda cemettiği sözkoiiusu erkan ve zikirleri yüzbin meleğe taksim etmişti. Mümin, işte iju hususiyetiyle meleklerden üstün kılınmıştır. Yakin sahipleri de, kalbi amellerin müşahede edildiği makamlar­ca yer değiştirnıeleriyle meleklerden üstün kılınmışlardır. Yakin sa-liipleri, bu makamları cemeder ve bunlardan daha yükseklere çıka­bilirler. Melekler ise, konuldukları makamlardan yükseltilmezler. Her melek, kendisi için tahsis edilen malum bir makamda  ve o makamdan başkasına nakledilmez. Şükür, korku, rica, Aaşyet ve muhabbet bu makamlardan bazılarıdır. Melekler, kendilerine tahsis edilen makam içinde yükselme im­kanına sahiptirler. Onlar, kuvvet ve gayretleriyle aynı makam için­de yüksek derecelere çıkabilirler. Halbuki bu makamlar, yakin sa­hibinin kalbinde cemedilmiştir. Sözlerin en doğrusuna sahip olan Allah Teala, mümin dostlarının sıfatları hakkında şöyle buyurmak­tadır: "Namazlarında huşu sahibi olan müminler felaha erdiler. Onlar, boş sözden yüz çevirirler". (Müminun/1-3)
Allah Teala iman ile birlikte zikrettiği bu kullarını namazları sebebiyle medhetmiştir. Onların namazlarını da, huşu sıfatıyla Öv­müştür. O, onların sıfatlarının başında da namazı zikretmiştir. Bu ayetin sonunda ise şöyle buyrulmaktadır: "Ve o kimseler ki namaz­larında devam ederler". (Müminun/9) Görüldüğü gibi Allah Tea­la'mn onları tavsifi, namazla başladığı gibi, yine namazla noktlanmaktadır.
Allah Teala, namaz kılan kullarını tavsif ederken, onları musi­betlerden ve fukaralıktan dolayı feryad eden, sahip olduğu malı Al­lah yolunda harcanmayanlardan müstesna kılarak şöyle buyurcnak-tadm: "Onlar namazlarında daimdirler". (Mearic/23) O, müminle­rin sıfatlarım sıraladıktan sonra da şöyle buyurmaktadır: "Ve o kimseler ki namazlarında devam ederler". (Müminun/9)
Eğer namaz, Allah Teala için amellerin en sevimlisi olmasaydı, onu dostlarının ilk ve son sıfatı olarak zikretmezdi. Yine onları, na­mazda devamlılık ve süreklilikleri meziyetiyle övmezdi. O, mümin kullarını namazda gösterecekleri huşu ile de övmüştür. Huşu; kal­bin kırılması, ram edilmesi, tevazu, zillet ve organların terbiyesi, güzel bir ağırbaşlılık ve yöneliş, namazda devamlılık ve süreklilik, kalbin ve uzuvların namaz ile sükun bulmasıdır. Ayetteki 'muhafaza devam etme' kelimesi; kalbin diriliği, işitmesi, anlayışın durulu­ğu, zamanlara riayeti ve araçların temizliğinin tamamlanmasıdır.
Allah Teala, namaz kılanları bekleyen akıbet hakkında da şöy­le buyurmaktadır: "İşte onlar varislerdir ki Firdevs'e varis olurlar Onlar orada ebedidirler". (Müminun/10) Allah Teala'nın onlara na­sip ettiği ilk mükafaat felahtır/Felah, zafer ve bekadır. Mükafaat-larm sonuncusu ise Firdevs cennetidir ki o, yurt ve meskenlerin en hayırlısıdır.
Onların karşıtları olan cehennem ehli hakkında ise şöyle buy-rulmaktadır: "Sizi 'Sekar* cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik". (Müddes-sir/42-43) O, onları kınarken de şöyle buyurmuştur: "Ne iman etti, ne de namaz kıldı", (Kıyamet/31)
Allah Resulü (sav), namaz kılmayı engelleyenlere itaat edilme­sini nehyetmiş ve namazı emrederek onun Allah Teala'ya yakınlık vesilesi olduğunu bildirmiş ve bunu da şu ayet-i kerimenin izahın­da zikretmiştir: "Namaz kıldığı vakit, bir kulu engelleyeni gördün mü?... Sakın ona itaat etme, secde et ve Allah'a yaklaş". (Alak/9-10, 19) Namaz kılanlar, O'nun yarattığı insanlardan bir topluluk ve cennetin varisi olan kullarıdır. Onlar, Allah Teala'nın, gazab yurdu olan cehennemden de kurtarılarak necat ehlinden kabul edilmiş­lerdir. Allah Teala şefkat ve merhametiyle bizi onlardan kılsın.
Namazı sürekli kılmayı teşvik ve yakin ehlinin namazda izle­dikleri yollar hakkında da şunlar söylenebilir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhammed Allah'ın Resulü'dür. Ve O'nunla birlikte olanlar in­kar edenlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. On­ları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak görürsünüz". (Fe­tih/29)
Allah Teala, Resulü'nün (sav) ashabını seçmiştir. O'nun ashabı için de namazı seçmiştir. O, namazı Tevrat'ta da, İncil'de de onla­rın sıfatı kılmıştır. Bütün bunlar, namazın ameller arasında en fa­ziletlisi olduğuna delalet etmektedir. O'nun ashabı da amel sahip­lerinin öncüleri olarak namaz ile tavsif edilmişlerdir. Allah Resu-lü'ne (sav) amellerin en üstünü sorulduğunda şöyle buyurmuştur: "Vakitlerinde kılman namaz [26][26] Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kişinin namazda devamlı olduğunu iördüğün zaman onun hakkında iyi düşün. Namazı terkeden biri gördüğünde ise, şunu bil ki o, diğer ibadetleri daha fazla terkedici-Öir". Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Ey Adem oğlu, namaz sana ko­lay geldikçe Allah'ın dininde sana güç gelen şeyler de Allah Tea­la'ya kolay gelir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Namaz dinin dire­ğidir. Onu terkeden küfürdedir". [27][27]
Bu hadisin başka bir rivayetinde ise son kısım şöyledir: "Onu terkeden, küfür ile iman arasındadır". Konuyla ilgili bir rivayet de şöyledir: Her kim tam abdesti ve vaktine bağlı olarak namaza de­vam ederse, Kıyamet günü onun için bir nur ve rehber yaratılır. Her kim de onu yitirirse, Allah Teala onu Firavun ve Haman ile bir­ilikte hasredilir.
"Rahman'm katında bir ahit almamış olanlar dışındakiler şefa­at (etme hakkına) sahip olamazlar". (Meryem/87) ayet-i kerimesi­nin tefsirinde de, bu ahdin beş vakit namaz olduğu söylenmiştir. İb­ni Mesud ve Selman'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Namaz bir tartıdır. Her kim tartıyı hakkıyla yerine getirirse, Allah Teala da onun tartısını hakkıyla ifa eder. Her kim de haksızlık ederse, Al­lah Teala'nın tartıda haksızlık edenlerle ilgili ne buyurduğunu bi­lirsiniz".
Konuyla ilgili başka bir rivayette şöyle denilmektedir: "Hırsız­ların en kötüsü,mamazdan çalan; rüku veya secdesini tamamlama­yan kişidir". Bir diğer rivayette ise şöyle denilmektedir: "Halk için­de namaz kılarken namazı güzelce kılıp, yalnızken erkanına uy­maksızın kılan kimsenin hareketi, Rabbi'ni hafife almadır". Bir di­ğeri de şöyledir: "Kul açıkta ve gizlide namazı güzelce kıldığı za­man Allah Teala meleklerine şöyle buyurur: Bu Benim gerçek ku-lumdur".
Ka'b ve başkalarından şu söz nakledilmiştir: "Namazı kabul edi­len kimsenin bütün amelleri kabul edilir. Namazı geri çevrilen kim­senin diğer bütün amelleri de geri çevrilir". Denildi ki: "Beş vakit namazları karıştınlrnaksızın ve bir kısmı diğerlerinden veya farzla­rı nafilelerinden üstün kılmmaksızm tam olarak kabul edilen kim­se Abdal zümresinin ilmine muttali olur ve sıddık olarak yazılır".
Namazların kabul edilişinin alameti, kulu her türlü fahşa ve münkerden sakındırmasıdır. Fahşa; büyük günahlar, münker ise, alimlerin inkar ettikleri hususlardır. Bunlardan uzaklaşan kulun namazı Sidret-i Münteha'ya yükseltilir. Arzu ve hevalarıyla tutu­şan kimsenin namazı ise kendisine geri verilir. Çünkü o, yoldan çıkmış ve nevasına tabi olmuştur.
Malik b. Dinar ve İbrahim b. Edhem şöyle demişlerdir: Nama­zını ta'dil ile kılan kişi, ailesine karşı da merhametlidir. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Farz namazlar sermayedir. Nafile namazlar ise kârdır. Kâr, ancak sermayenin konulmasından sonra temin edilir. İbni Uyeyne ise şöyle derdi: Kullar, sırf usulü (esas farzları) yitir­dikleri için vusulden (Allah'a kavuşmaktan) mahrum kılınırlar.
Ali b. Hüseyin şöyle derdi: Beş vakit namazı vakitlerinde abdes-ti tam alarak kılmaya özen gösteren kimse için dünyada geçim der­di olmaz. Namaz için abdest aldığında da ona selam olur. Rengi de­ğişir, sararır ve titrer. Ona bu husus sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: Siz benim kimin huzurunda durmak, kimin yanına var­mak ve kiminle muhatap olacağımı bilmiyor musunuz?
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Namazın dört farizası daha vardır: Namaz kılman makamı yüceltmek; Kalbin kaygısını muh­lis kılmak; Ne okuduğunu yakinen bilmek; Herşeyi Allah Teala'ya teslim etmek.
Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Allah'ın en hayırlı kulları, O'nu zikretmek için güneşi, ayı ve gölgeleri iyi gözleyenlerdir. Veki' de şunu söylemiştir: Namazın hibesini vaktinden önce almayan kim­se, namaza devamla onu koruyan kimse değildir. İftitah tekbirinde gevşek davrananla da işiniz olmasın. Allah Teala'nm "Rabbinizden bir mağfirete yarışınız". (Al-i İmran/133) buyruğunun tefsirinde, ayetteki 'mağfiret1 ile iftitah tekbirinin kasdedildiği söylenmiştir.
Ebu Kahil (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir: "Kırk gün boyunca namazlarını cemaatle kılan ve ifti­tah tekbirlerini kaçırmayan kimseye iki beraat verilir: Nifaktan beraat ve Cehennem ateşinden beraat".[28][28]
Said b. el-Müseyyeb şöyle demiştir: Kırk yıldır cemaatle namaz kıldım ve hiçbir iftitah tekbirini kaçırmadım. O, 'Cami güvercini'olarak anılırdı. Abdürrezzak ise şöyle demiştir: Yirmi yıldır ezanı camide dinlemekteyim.                                                      
Denir ki: Kıyamet günü namaz kılanlar gruplar halinde çağrı­lırlar. İlk grup yüzleri parıldayan yıldız gibi ışık saçarak gelir. Me­lekler onları karşılarlar ve 'Sizler kimsiniz?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz, Muhammed (sav) Ümmeti'nin namaz kılanlarıyız' derler. Melekler kendilerine, 'Dünyadaki amelleriniz nelerdi?' diye sor­duklarında ise şöyle cevap verirler: Biz, ezanı işittiğimiz zaman he­men abdeste başlar, başka birşeyle meşgul olmazdık. Bunun üzeri­ne melekler, 'Bunu haketmiş siniz' derler.
Ardından ikinci grup gelir. Onların yüzleri de ay gibidir. Melekler kendilerine, 'Siz kimsiniz?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz namaz kılan­larız' derler. Melekler, 'Sİzin namazınız nasıldı?' diye sorduklarında ise şu cevabı verirler: Biz, namaz için, vakit girmeden önce abdest alırdık. Bunun üzerine melekler de, 'Bunu haketmişsiniz' derler.
Ardından üçüncü grup gelir. Bunların konumlan ve güzellikle­ri diğerlerinden daha güzeldir. Yüzleri güneş gibi parlamaktadır. Melekler onlara, 'Sizin yüzleriniz daha güzel ve makamınız daha yüksek, peki siz kimsiniz' diye sorarlar. Onlar da, 'Bizler de namaz kılanlarız' diye cevap verirler. Melekler, Teki sizin namazınız na­sıldı?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz ezanı camide dinlerdik' diye ce­vap verirler. Melekler de, 'Siz bunu haketmişsiniz' diye rek onları selamlarlar.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Namazın 'salat' olarak isim­lendirilme sinin sebebi, onun kul ile Allah Teala arasında 'sıla' yani bağ olmasından dolayıdır. O, Allah Teala'nm kuluna 'muvasale'si yani kavuşmasıdır. Bu buluşma ve erişme, ancak takva sahibi kul­lar için gerçekleşebilir. Allah Teala buyurdu ki: "Kurbanların ne et­leri, ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşamaz. O'na ulaşan an­cak sizin takvanızdır". (Hac/37)
Takva ise, ancak huşu sahipleri için mümkündür. Huşu sahibi, O'nun huzurunda uzun süreler kıyamda durmaktan erinmez, mün-keratı terkedip emirlere uymak kendisine ağır gelmez. Münkeri nehyederek Allah Teala'nm koyduğu sınırları muhafaza edenlerin ödülleri, büyük bir müjdedir. Nitekim O, "Müminleri müjdele" (Yu­nus/87) buyurmuştur.
Huşu sahipleri 'haşi'un', aynı zamanda Allah'tan korkan, O'nu daima zikreden, hükümlerine sabreden ve namazı eda eden kimse­lerdir. Bu sıfatların hamili olanlar, Allah Teala'dan hakkıyla korka­rak tevazu sahibi olan 'muhbitun' zümresidirler. Yüce Allah buyur­du ki: "Muhbitun'u müjdele". (Hac/34)
İbni Mesud (ra) Rebi' b. Haysem'i gördüğü zaman Hac suresinin bu ayetini okur ve şöyle derdi: Yemin ederim ki Muhammed (sav) sen görseydi, çok mutlu olurdu. Onun bu sözünün başka bir rivaye­tinde ise 'Seni severdi' ifadesi yer almaktadır.
Rebi', İbni Mesud'un (ra) evine yirmi yıl boyunca gidip gelmiş bir zat idi. Gözlerini sürekli kısık tutması ve başını sürekli yere eğ­mesinden dolayıdır ki İbni Mesud'un (ra) hizmetçisi onu görme özürlü sanır ve kapı çalınıp onu kapıda gördüğü zaman efendisine 'Şu görme özürlü dostunuz geldi' derdi. İbni Mesud (ra) da tebes­süm ederek 'O Rebi'dir1 derdi.
Rebi' bir gün İbni Mesud (ra) ile demircilerin semtine gitmişti. Demirci ocaklarının şiddetle yanışını ve yükselen ateşleri görünce bir çığlık attı ve oracıkta bayıhverdi. İbni Mesud (ra) namaz vakti­ne kadar başucunda bekledi. Ayılmadığını görünce onu sırtına ala­rak evine götürdü. Baygınlığı ertesi günün aynı saatine kadar sür­dü ve beş vakit namazı da kaçırdı. İbni Mesud (ra) onun başucun­da otururken şöyle derdi: Vallahi bu Allah korkusundan başkası olamaz! Rebi' şöyle derdi: Namaza başladığımda, namazda söyledi­ğimle bana söylenenden başka hiçbir şeyle ilgilenmem.
Amir b. Abdullah, huşu ile namaz kılanlardan biri idi. Namaza durduğu zaman kızları def çalar ve gönüllerinden geçen şarkıları söylerlerdi. O, bunların hiçbirini işitmez ve aklına sokmazdı. Bir gün kendisine 'Namazda kendi kendinle konuştuğun olur mu?' di­ye sormuşlardı. O, şu cevabı verdi: Evet, Allah'ın huzurunda oldu­ğumu ve iki cihandan birine yöneldiğimi söylerim. 'Peki, dünyevi hususlarla ilgili birşeyler düşündüğün olur mu?' diye sorulunca şöyle dedi: Vücudumu mızrakların parçalaması, benim için namaz­da sizin düşündüğünüz şeyleri düşünmemden daha sevimlidir. O, şöyle derdi: Eğer Örtü kaldırılnıasaydı, yakini imanım artmazdı.
Müslim b. Yesar, zühd sahibi amillerden biriydi. Namaza başla­yacağı zaman, ailesine 'Dilediğiniz gibi konuşabilir, sırrınızı açabi-
lirsiniz, çünkü sizi işitmemekteyim' derdi. Yine o, 'Namazda iken kalbimin nerede olduğunu bilir misiniz?' derdi. Bir gün Basra cami­inde namaz kılıyordu. Dört payandaya dayalı sütunlardan biri onun hemen ardına düştü.
Çevre halkı camiiden gelen gürültüyü duyarak içeri girdiklerin­de sütunun devrildiğini, AimYin ise hiçbir şey olmamış gibi namaz kıldığını gördüler. Namazı bittiğinde insanlar yanına giderek ken­disini tebrik ettiler. O, şaşkınlık içinde 'Beni neden tebrik ediyorsu­nuz?' diye sordu. Onlar da, 'Şu sütun devrilerek senin tam arkana düşmüş ve sen de kurtulmuşsun!' dediler. O, 'Ne zaman düşmüş?' diye sordu. 'Sen namazda iken' denilince, 'Ben hiç farkında değilim' demiştir.
Namaz ehlinden biri şöyle demiştir: Namaz, ahirettendir. Na­maza başladığınızda dünyadan çıkmış olursunuz. Onlardan birine şöyle denilmişti: Namazda hiçbir şeyi zikreder misiniz? O da şu karşılığı verdi: Bana namazdan daha sevimli gelen birşeyi, yani Al­lah Teala'yı zikrederim. Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Fıkıh bilgisi tam olan kişi, namaza ihtiyaçlarını giderdikten sonra başlar. Böy­le yapmasının sebebi, namazı kalbi boş olarak eda edebilmektir.
Bir rivayette Ammar b. Yasir'le (ra) ilgili şu hadise nakledilmiş­tir: Ammar (ra), bir namaz kılmış ve namazda acele etmişti. Ken­disine, 'Ey Ebu Yakzan, çabucak kıldın' denildi. O da, 'Namazdan herhangi bir şeyi eksilttiğimi gördünüz mü?' diye karşılık verdi.
Onlar, 'Hayır1 deyince şöyle dedi: Acele ederek şeytanın hataya ketmesini önledim.
Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: "Kul namaz î olar ama bu namazın sevabından kendisine ne üçte biri, ne yarış   ne çeyreği, ne beşte biri, ne altıda biri, ne de onda biri yazılır. Kul için yazılan sevab, namazda aklı ile idrak ettiği kısmıdır".
Abdülvahid b. Zeyd bunun icmaya konu bir husus olduğunu bil­dirmiştir. O bu konuda şöyle demiştir: Ulema, şu husus üzerinde ic-ma etmiştirler ki kul için kıldığı namazda ancak aklıyla idrak etti­ği kadarı vardır. Hasan el-Basri (ra) şunu söylemiştir: Kalbinizin hazır bulunmadığı her namaz, sevaptan çok azaba daha yakındır.
Denildi ki: Allah Resulü'nün (sav) ashabından ve aralarında Zü-beyr (ra) ve Talha'nın (ra) da bulunduğu zatlar, namazlarını hızlı
kılarlardı. Bu durum kendilerine sorulduğunda ise şu cevabı verir­lerdi: Biz böyle yaparak şeytanın vesvesesinin önüne geçmek iste­mekteyiz. Ömer (ra) da minberden hitap ederek şöyle demiştir: Öy­le insan vardır ki yanakları İslam üzere yaşlanır da Allah Teala için tek bir namazı kamil anlamıyla kılmamış olur. 'Bu nasıl olur?' diye sorulunca şöyle karşılık verdi: Kıldığı namazda Allah Teala'ya karşı huşu, tevazu ve ikbalini yeterince ortaya koymamakla olur.
Yüce Allah buyurdu ki: "Kİm Allah'tan daha doğru sözlüdür ". (Nisa/87): "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın, ta ki ne söylediğinizi bilesiniz". (Nisa/43) Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kimin kaygıla­rı değişik yerlere kayar ve Allah Teala'nın namazın hangi vadisin­de olduğunu umursamazsa helak olur" [29][29]
Ebu'l-Aliye'ye "Ki onlar kıldıkları namazdan habersizdirler" (Ma'un/5) ayetinin tefsiri sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: Bun­lar, namazlarından habersiz oldukları için tek mi çift mi rekat kıl­dıklarını bilmeyen kimselerdir.
Aynı ayet Hasan el-BasriJye (ra) sorulduğunda, o da şöyle bir açıklama yapmıştır: Bunlarla kasdedilen; amaz vaktinden habersiz oldukları için, namazı kaçıran kimselerdir. Bunlar namazı terket-selerdi inkar etmiş olacaklardı. Oysa onlar dalgınlıkları sebebiylej vakti kaçıranlardır
Seleften bir zat ise aynı konuda şöyle demiştir: Bu, öyle bir kim­se için geçerlidir ki namazı vaktin başında cemaatla kıldığında bu­na sevinmez, vakti çıktıktan sonra kıldığında ise buna üzülmez. Başka bir zat ise bu ayetin, vaktinde namaz kılmanın sevap, son­radan kılmanın günah olduğuna inanmayanlar için geçerli olduğu­nu söylemiştir.
Denildi ki: Beş vakit namaz birbirlerine katılarak kul için ka­mil manada tek bir namaz çıkarılabilir. Başka bir yerde ise şöyle denilmiştir: insanlar içinde öyle kimseler vardır ki onların kıldığı elli namazdan kamil manada beş namaz çıkar. Allah Teala, kulun­dan farz kıldığı namazları olduğu gibi isteyecek olmadığı takdirde bunları nafile ibadetlerinden tamamlayacaktır.
Çünkü O, kuluna ancak takati kadarını farz kılmıştır. O, rahme­ti gereği gücünün yetmeyeceği şeyleri farz kılmanııştır. İsa'nın (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teala buyurdu ki: Kulum, farzj larla Benim azabımdan kurtulur ve nafilelerle de Bana yaklaşır". ! Benzer manada bir hadis de Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir: "Allah Teala buyurdu ki: Kulum Benim cezamdan ancak ona farz kıldıklarımı eda ederek kurtulabilir". Açıklayıcı bir riva± yette ise şöyle denilmektedir:
Kulun hesaba çekileceği ilk husus namazdır. Eğer bunlar tam bulunursa diğer hesaba geçilir. Aksi takdirde ise şöyle buyurur!: Kulumun nafileleri var mı bakın. Farzlarının eksiğini nafîleleriyle tamamlayalım. Namazdan sonra gelen her farizada böyle yapılır. Görüldüğü gibi her farzın eksiği kendi cinsinden nafile ibadetlerle tamamlanır. Farzlarda olduğu gibi nafile ibadetlerinde de kusur ve hatalar bulunan kimsenin hesap günündeki hali ne kadar da endi­şe vericidir!
ibni Abbas (ra ) "Gerçekten insan, Rabbi'nin emrettiğim yerine!hım) Bize gücümüzün yetmeyeceğini yükleme". (Bakara/286) Bu meselede birtakım ihtilaf ve şüpheler mevcuttur. Bunlar arasında doğru olanı şudur ki Allah Teala, özellikle de müminlere güçlerinin yetmeyeceği hiçbir şeyi yüklemez.
Bu, Allah Teala'nın lütuf ve nimetinin bir tecellisi olarak onla­ra mahsus kılınmış bir lütuftur. Allah Teala bu özellikle onları in­kar edenlere tercih etmiştir. O'nun kullarından bir kısmını diğerle­rine üstün kılma hakkı vardır. Çünkü lütuf O'nun elindedir ve onu dilediğine verir. "(Allattım) Bize gücümüzün yetmeyeceğini yükle­me". (Bakara/286) ayetinin delaletinden anlaşılan da budur.
Allah Teala, adalet ve hikmetinin gereği olarak inkar edenlere güçlerinin yetmeyeceği şeyleri yükleyebilir. Buna delil olarakta şu ayet-i kerime zikredilmiştir: "Rabbinin kelimesi sıdk ve adalet ola­rak tamama ermiştir. Rabbinin kelimesini değiştirecek yoktur". (En'am/106) Buradaki sıdk müminler, adalet ise inkâr edenler içmdir.                                                                                
Allah Teala, Yusufun (ra) kardeşlerinun dilinden şunu haber vermektedir: "Allah'a andolsun ki O, seni bize tercih etmiştir". (Yu­suf/) Görüldüğü gibi bu ayet, Allah Teala'mn insanlardan bir kısmı­nı diğerlerinden üstün tutabileceğinin delilidir. Bunu doğrulayıcı nitelikte görüşler de, aşağıdaki ayet-i kerimenin tefsirini yapan îb-ni Abbas'tan (ra) nakledilmiştir.
Bu görüşleri İsmail, Cüveybir'den, o Dahhak'tan, o da İbni Ab­bas'tan rivayet etmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve o kimseler ki iman eder, salih amel işlerler. Biz hiçbir nefse takati olmayanı yük­lemeyiz". (A'raf/42) Yani ancak takatinin yettiği ameller yüklenir. Allah Teala müminlere, güçlerinin yeteceği amelleri farz kılmıştır. O, onlara güçlerinin yetmeyeceği amelleri farz kılmamıştır. Bu îb-ni Mesud'un (ra) müminlerin bu özellikle tahsislerine dair söyledi­ğinin aynen nakli olup yukarıda da zikretmiştik.
İbni Mesud (ra), bu meselede kalpleri eğrilerek tevil yoluna sap­mak isteyenlere şunu söylemektedir:
Allah Teala'mn kullarına güçlerinin yetmediği şeyleri yükledi­ğinde, onlar bunlara ancak Allah'ın verdiği güçle muktedir olurlar. Kul, hareket ve sükununda O'ndan müstağni olamaz. Çünkü O'nun dilemesi olmadıkça kendisinin dilemesi olamaz. O'nun tevfi-ki olmadıkça istitaatı yani güç yitirmesi de sözkonusu olamaz. Güç de hareket verme de O'nunladır.
Allah Teala'mn kafirlerin vasıflarıyla ilgili şu buyruğunu işit­mez misiniz? "Onlar işitemezlerdi ve göremezlerdi". (Hud/20); "On­ların işitme güçleri yoktu". (KenflOl) Buna güç yitiren hakkında da şöyle buyurmuştur: "Ben ancak İslah isterim. Muvaffakiyetim ancak Allah sayesindedir ve O'na tevekkül ettim". (Hud/88)
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim emredildiği gibi namaz kı­larsa geçmiş günahları bağışlanır". Kudsi bir hadiste de Allah Tea­la'mn şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben her namaz kılanın namazını kabul etmem. Ancak yüceliğim karşısında tevazu göste­ren, celalim karşısında kalbi titreyen, haramlarımdan arzularını uzaklaştıran, gecesi ve gündüzünü zikrime ayıran, Bana isyanda ısrar etmeyen, yarattıklarıma karşı kibirlenmeyen, rızam için zayı­fa merhamet eden ve yoksulu teselli eden kimsenin namazını ka­bul eder, onun için cehaleti hoşgörü ve karanlığı nur kılarım.
0 Bana dua eder, Ben ona icabet ederim, Ben'den ister ona vertrim. Üstüme yemin eder, yeminin yerine getirtirim, onu kuvve­timle korur ve meleklere karşı onunla övünürüm. Onun katımdaki nuru dünya sakinleri üzerine taksim edilse onlara çok bile gelir. O, Firdevs cennetine benzer, ne meyvesi bozulur, ne de hali değişir".
Namazla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Gece namaza kalkan niceleri vardır ki, onların nasibi uykusuzluk ve yorgunluk^ tan başka birşey değildir. Bir imamın ardında namaz kılıp onun ne okuduğunu bilmeyen kişi, sehiv ve dalgınlığın zirvesindedir. O, imamı dinleme emrini terketmiştir. Böyle biri açısından rahmet-i ilahiden uzaklaşma endişesi mevcutturÇünkü Allah Teala rahme-itini iki şarta bağlamıştır: İlki dinlemek, ikincisi susmaktır.
Yüce Allah her iki manayla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ı'ıKur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun, umulur ki merha­met olunasmız". (A'raG'204); "Kur'an'ın okunuşunda hazır bulunun-jca birbirlerine 'Susun!' dediler". (Ahkaff29)
Konuyla ilgili rivayet edilen bir hadis şöyledir: Allah Resulü , (sav), ashabına namaz kıldırmış ve kıraat esnasında bir ayeti oku­mamıştı. Namaz bittikten sonra sahabeye dönerek (Ben ne oku­dum?' diye sordu. Sükut ettiler, Übeyy b. Ka'b'a (ra) sordu. Ö da, ,'Şu sureyi okudunuz ve falan ayeti atladınız. O ayetin neshedilip edilmediğini bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Sen namaz ehlindensin ey Übeyy' dedi. Sonra diğerlerine dönerek şöyle buyurdu: Namaza gelip saflarını tamamlayan ve içlerindeki peygambere uyan, sonra da onun Allah'ın Kitab'mdan ne okuduğu­nu bilmeyen kavimlerin hali nice olur! Böyle yapan ancak İsrailo-ğullan'dır. Onlar da sizin gibi yapmışlardı. Bunun üzerine Allah Teala peygamberine şöyle vahyetmişti: Kavmine de ki: Bedenleri­nizle bana geliyor, dillerinizi bana veriyor ama kalplerinizi benden  saklıyorsunuz. Tuttuğunuz bu yol batıldır".
Ulemamızdan bir zat şöyle demiştir: Kul, kendini Allah'a yak­laştıracağı düşüncesiyle secdeye varır. Halbuki onun bu secdesin-deki günahları şehrinin halkına taksim edilse, hepsinin helak ol­ması gerekir. 'Bu nasıl olur ey Ebu Muhammed?' denildi. O da şu açıklamada bulundu: Kul, Allah'ın huzurunda secde etmesine rağ­men, onun kalbi bir hevayı dinliyor veya kendini kuşatmış bir ba-
tıh düşünüyor olabilir. Durum, a3men bu alimin ifade ettiği gibidir. Çünkü bunda Allah Teala'ya yakınlaşmanın saygınlığını ihlal et­me, Allah Teala'nm ululuğundan doğan korkudan uzaklaşma söz-konusudur.
Şunu biliniz ki namazın size uzun gelmesinde gaflet, kısa gel­mesinde ise hata sözkonusudur. Çünkü namazın kişiye uzun gel­mesi, ondan tat alınamaması, ağırlaşması ve uzuvlara yük gibi gel­mesi demektir. Kısa gelmesi ise, hata ve sehiv bulunması demektir. Bu durumda namazın erkanında bir eksiklik, dalgınlık ve hataya düşme muhtemeldir.
Unutkanlık da namazın kısaltılmasının sebeplerindendir. Na­mazda orta yol; alman zevk, münacaatm tadı, anlayış güzelliği ve himmeti toplama gibi meziyetlerinden dolayı size uzun gelmemesi-dir. Böyle bir namaz, uyanıklığınız, erkanına riayetiniz ve güzelce eda edişinizden dolayı size kısa da gelmeyecektir. Namaz kılanla­rın murakabesi ve huşu ehlinin müşahedesi bu istikamettedir. [30][30]


Kul, namaz kılarken hatırına türlü düşünceler gelebilir. Bu kısım­da bunların hükümlerini ele alacağız. Kul, namazda hatırladığı bir hayrı yapmak için acele etmelidir. Bu, Allah Teala'ya en sevimli ge­len şeylerdendir. Çünkü O, bunu kuluna en sevdiği bir an ve ortam­da hatırlatmıştır.
Namazda akla gelen mekruh ve çirkin görülen şeyler ise, sakı­nılması gereken hususlardır. Bu tür şeyler, kulu Allah Teala'dan uzaklaştırabilir. Bunların namaz gibi bir ortamda kendisine hatır­latılması, kulun kınanması, az arlanması ve ikaz edilmesi manasın­da görülmelidir.
Bunların terkedilmesi, Allah Teala'ya yakınlaştırıcı bir adım olup O'na en güzel şekilde uymanın da delilidir. Bu, aynı zamanda kulu Allah'a götüren bir yoldur. Bunlar dışında kulun hatırına ge­len, heva ve temenni fikirleri, ya da gelecek veya geçmişe dair ha­tırlanan düşünceler, kendisini çekemeyen düşmanın telkin ettiği vesveselerden başkası değildir.
Düşman bunları telkin etmek suretiyle kulu, namaz erkanın­dan her birinde kalbi ile hazır ve uyanık bulunmaktan alıkoymak
ister. Kalbini münacaatla meşguliyetten uzak tutmak ister. O, ku­la faydalı olacak şeyleri perdeleyerek zararlı olacak şeyleri açığa çı­karmaya çalışır. Böyle yapmak suretiyle de namazda söylenen zi­kirlerden her birinde, o zikrin gerektirdiği tazim, hamd, sena, dua ve istiğfarın hakkıyla ifasına mani olmayı hedefler.
Namazda akla gelen geçime ilişkin konular, yaşadığı sosyal ve Özel durumlar ve Allah'a münacaatla ilgili planlar nefs kaynaklıdır^ Bunlar üzerinde düşünmek de dünyevi vesveselerden kabul edilir. Yasak bir işle ilgili niyet ve Allah'a isyana sevkeden günahlar üze­rinde düşünmeye gelince, bunlar tamamıyla helak ve İlahi tevec­cühten uzaklaşma anlamına gelir. Bu tür kullar, aldatıcı düşmanın hakimiyeti sonucu kötülüğü emreden nefsin sıfatlarım taşıyan kimselerdir. Bu da Allah Tea­la'nm rızasından uzaklaştırlmanın açık bir işaretidir. Bu gibi kul-; larm gözlerindeki perde de, uzaklaştırlma, yüz çevrilme ve Gazab-ı İlahi'nin açık delilidir. , ' Namazında bu gibi hususlarla uğraşan kimse, bunlarla imtihan edilmektedir. Onun yapması gereken; bunları kalbinden uzaklaş­tırması, kalbinde ortaya çıkmalarına imkan vermemesi, şeytana hakim olması ve aklına dayanarak onu dinlememesidir. Şeytanı bastırmalı, onunla konuşmamalı ve ona fırsat vermemelidir. Aksi takdirde şeytan onu zikir ve uyanıklık halinden çıkartarak gaflet ve cehaletin mahmurluğuna şevke decektir.                                        
Yasaklanmış olan fiile niyetlenmek de yasaklanmıştır. Araların-! da küçük bir fark vardır. Mubah olan fiile niyet etmek de mubah kılınmıştır. Buna rağmen mubaha niyet etmemek fazilet sayılmış-; tır. Namazda iken akla gelen ve bilahare ifa edilecek bir hayırla il­gili olarak sadece niyet edilmelidir. Bu hayır kendisine hatırlatıl^ mış ve yapması istenmiştir.                                                           
Anılan iyiliği bilahare yapmaya niyet ettikten sonra namaza devam edilmeli, o iyiliğin nasıl, ne şekilde ve ne zaman yapılacağı üzerinde kafa yorulmamalıdır. Aksi halde gelecekte yapılacak bir fiil sebebiyle o an yapılması gerekeni ihmal etmiş olacaktır. Bu da şeytan için bir kazanç ve düşecekler için tehlikeli bir tuzaktır. ., Namazda nefsi ile veseveselere kapılmamak ve yüreğini vesve1 ıselerden arındırmak için mücahede eden kul, Allah yolunda cihad eden gibidir. O, Allah yolunda önüne çıkan Allah düşmanlarıyla sa­vaş etmektedir. Ona iki ecir vaadedilmiştir:
İlki, Allah Teala'ya yaklaşmak için kıldığı namazın ecridir.
ikincisi ise, O'nun kovulmuş düşmanıyla girişilen savaşın ecridir. Müminler arasında imam kuvvetli öyle kimseler vardı ki bun­lar, Allah düşmanlarına karşı çok sert ve müessir idiler. Namazdal kendilerini müşahededen uzaklaştıracak bir takım esbaba dair fi-l kirler hatırlarına geldiği zaman, bunları kesmeye ve kaynağını ku­rutmaya çalışırlar. Onları Allah'a yakınlıktan uzaklaştıracak se­beplerin kaynağı dünya olduğuna göre bu kaynağı kurutmaları ge­rekmektedir.
Bu da dünya ve onun nimetleri hakkında zühd sahibi olmakla mümkün olabilir. Zühd, Allah Teala'nm onlara ihsan ettiği ve ken­dileri için murad ettiği bir hususiyettir. Zühd sahiplerinin dünya­da zühdü tercih etmelerinin sebeplerinden biri de budur. Böylece kalpleri sebeplere sarılmaktan, amelleri vesveseden arınır.
Bu meyanda Allah Resulü'yle (sav) ilgili şu hadise nakledilmiş­tir: O, bir defasında namaz kılarken üzerinde bulunan kaftanı çı­kartıp atmıştı. Sebebi sorulduğunda ise, "Namazda beni meşgul et­ti" buyurdu. [31][31] Yine O, namazda ayağındaki yeni terliğin tokasına bakmış ve dikkatini çekmişti. Namazdan sonra bu tokanın sökül­mesini ve eski bir toka takılmasını emretti.
Bir defasında da yeni bir nalın giymişti. Güzelliğini beğenmiş­ti. Namazdan sonra, "Rabbimin bana gazap etmemesi için tevazu sahibi olmalıyım" buyurdu ve yeni nalınlarını sokakta karşılaştığı ilk dilenciye verdi. Sonra da Ali'ye (ra) pazardan sade ve gösteriş­siz bir çift nalın almasını emir buyurdu ve onları giydi.
Müminler arasında zayıf olanlar da vardır. Bunlar, şeytanı kov­maya, onunla aynı ortamı paylaşmayı ve geldiği anda onunla konuş­mamaya çalışırlar. Bunların önceden değil de geldiği anda şeytanla mücadeleye girişmeleri, imanlanndaki bir takım zaaflardan dolayı­dır. Onların kalplerinde de süratle uyanma melekesi mevcuttur.
Kalbi afetler, nevanın verdiği imkanlar ve şeytanların kalpler­de yer bulmasından kaynaklanır. Hevaya imkan tanınması ve şeytanın güçlenmesi ise, gafletin uzun sürmesi ve şehvetlere kapılmış nefsin Allah'a itaatten lezzet almaması neticesinde ortaya çıkar.
Bu tür kimselerde nefs, sıfatlar üzerinde hükümranlık sahibi­dir ve geniştir. Onun bu gücü, kalbin darlığı ve imanın zayıflığın­dan kaynaklanmaktadır. Kulun yakini imanı kuvvet kazandığı za­man, yüreği açılıp genişler, yakinin nuru nevanın karanlığını boğar ve gecenin gündüzde kaybolması gibi nefs de kalpte kaybolur. Kal­bin şahitlikte kazandığı yer, düşmanlara fırsat vermemesini sağlar.
Bu dereceye ulaşan kul, şunu yakinen bilir ki içinde bulunduğu zikir ve namaz hali, kendisi için daha faydalı, akıbeti bakımından da dünyanın geçici şanından daha çok övgüye değerdir. Bunların şuuruna varan kul, aklına gelen kötü fikirleri terkederek içinde bu­lunduğu zikir haliyle meşgul olmayı tercih eder.
Bu iki makam dışında anlatılmaya ve herhangi bir şekilde met-hedilmeye değer başka bir hal bulunmamaktadır. Hitab-ı İlahi'nin anlaşılması, Kelam-ı İlahi'nin manaları üzerinde tefekkür edilme­si, ondaki maksad ve muradın yakin üzere bilinmesi noktasında kalbe tesir eden hususlar, Allah Teala'nm birşeyleri öğretmesi, bir şeylere vakıf kılması, uyarması ve tanıtması olarak görülmelidir. İşte bu da, tilavetin sevabı, amelde İhlasın alameti, tefekkürün be­reketi, kabul-i İlahi'nin delili ve güzel hizmetten dolayı şükranın kabulüdür.
Kul, bunlardan gücü yettiğince almalı, kendisine ayrılanı avuç-lamalı, şeytanı beklememeli, temenni etmemeli ve kelamın mana­sı üzerinde düşünmeye başladıktan sonra ona tabi olmamalıdır. .Aksi halde şeytan onu dinlemeden alıkoyar, vesveseye boğar ve kandırmacaiarla ondan birşeyler elde etmeye çalışır. Böyle durum­larda şeytanın girdiği ilk kapı, kuruntu ve beklentilerdir.
Çünkü o, bunları yoldan çıkartmakla birlikte zikretmiştir. Bu kuruntu ve beklentiler 'emani', amelleri boşa çıkartmak üzere ya­pılan yalan vaatlerden ibarettir. Rabbinizin bu konuda nasıl bir ha­ber verdiğini işitmediniz mi? "Onları mutlaka saptıracağım. Onla­rı boş kuruntulara sokacağım". (Nisa/119); "(İblis) onlara vaatlerde bulundu, mallarına ve çocuklarına ortak oldu. Şeytan onlara ancak aldatmacalar vaadeder". (İsra/64)
Allah Teala şeytan üzerinde hakim olma gücü verdiği ve ayetle-riyle ona galip gelen kullarım bu gibi durumlardan istisna etmiş-
tir. Bunlar, Allah Teala ile olan bağları ve sırf O'na tevekkül etme­leri sebebiyle düşmanın ilişki kuramadığı kimselerdi. O, bu sıfatla­rı haiz kulları hakkında şöyle buyurmaktadır: "Benim kullanma gelince, onlar üzerinde hiçbir gücün yoktur. Vekil olarak sana Rab-bin yeter". (îsra/65); "İkinize öyle bir güç vereceğiz ki düşmanları­nız size asla ulaşamayacaklardır. Siz ve size uyanlar galip gelecek­lersiniz". (Kasas/35); "Onun iman eden ve Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur". (Nahl/99)
Kul, karşılaştığı her yeni kelime üzerinde düşünmek ve tedeb-bürde bulunmak suretiyle geçmişte olmuş bitmiş bir şeyi düşün­mekten uzaklaşmış olur. Yaşadığı an hakkındaki meguliyeti ise, anladığından bir pay kapabilmektir. Kendi okumadığı bir şeyi din­lemek suretiyle anladığında ise onu başka hususlara delil olarak kullanabileceği için kendine yardım etmiş ve ihtiyacını gidermiş olur.
Bütün bunlar, kula açılan anlayış kapılarıdır. Konuşma, bu ka­pıların anahtarı olabilir. Kul, açılan bu kapılar sayesinde kendine daha uygun ve yapması daha gerekli hususlara doğru yönelebilir. O, öğrenebileceğini bu şekilde öğrenmeli, vakıf olabileceği bilgilere vakıf olmalıdır. Okunan tilavet üzerinde tedebbür etmeksizin dü­şündüğü şeyler veya okunan ayetleri anlamaya çalışmayıp başka şeylerle meşgul olma hali ise, onun için anlayışın önüne konulmuş bir perde mahiyetindedir. Böylelikle ilmin özüne ulaşmaktan da alıkonmuş olur. O, bu tür hareketleri derhal bırakmalıdır.
Tilavette asıl olan, okuyan kişinin okuduğu Kelam-ı îlahi'nin batını hakkında tedebbür etmesi, Hitab-ı İlahi'nin kapalı yönleri üzerinde düşünmesi, kalbi murad edilen manaları kavramaya yö­neltirken fikir gücünü de Allah Teala'yı tezekkürde kullanmalıdır. Okunan Kelam, Aziz olan Allah Teala'dan gelen yüce bir kelam, La­tif olan Hak Teala'dan gelen latif bir hitab, Hakim'den gelen hik­metli bir sözdür.
Kelam'm zahiri kolay ve anlamaya çok yakın, batım ise büyük bir deryadır. Onu işiten kişi, aklettiği zaman 'Onu anladım' der. Çünkü Kelam-ı İlahi'nin muhtevası onun zihninde tecelli etmiştir. Ona şahid olduğunda ise, manasmdaki incelikten dolayı sanki onu işitmemiş gibi olur.
Akıl sahibi, beyanındaki açıklıktan ve hikmetindeki tafsilattan dolayı onu bildiğini sanır. Onu okuyan kimse onunla tanıştığı za­man, denizlerinin derinliği ve sahasının genişliğinden dolayı sanki akledemeyecek gibi olur. O'nun beyanını işiten bazı gafiller ise bü­yük bir aldanışa kapılarak ondan daha güzelini söyleyebilecekleri­ni iddia etmişlerdir.
Başka bir topluluk ise ondaki meselleri kavradıktan sonra on­dan başka bir kitab talep etmiş ve değiştirilmesini istemişlerdir. Onu dinleyipte anladıklarını iddia eden bir topluluk ise Allah Tea­la tarafından yalanlanmış ve onu dinlemekten menedilmişlerdir. Allah Teala bu gibi zümreleri, düştükleri cehaletleriyle bize haber vermiştir. Söylediklerine şaşmaktan başka bir şey yapılamaz.
O, ilk zümreyi tavsif ederken şöyle buyurmuştur: "Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman, 'İşittik, eğer istesek biz de benzerini söy­leyebiliriz' dediler". (Enfal/31); "Onlara açık ayetlerimiz okunduğu zaman bizimle kavuşmayı ummayanlar, 'Bize bundan başka bir Kur1 an getir veya onu değiştir1 dediler". (Yunus/15) Diğerlerini tav­sif ederken de şöyle buyurmuştur: "İftiracı günahkarlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu yalancıdır". (Şuara/223) Burada bah­sedilen kimseler, işitme gücünden mahrum edilenlerdir. "İşitme­dikleri halde 'Biz işittik' diyenler gibi olmayın". (Enfal/21)
Allah Teala Kur'an dinleme hususunda yanlışta bulunanları bu şekilde tavsif ettikten sonra onu dinlettiği ve bizimle birlikte Kur'an'ı anlar kıldığı cinler topluluğu hakkında da haber vermiştir, ı Bilindiği üzere cinler, insanlardan daha güçlü ve sıfat bakımından daha büyüktürler. O bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "(Cinler) dediler ki: Gerçekten biz, benzerini hiç duymadığımız, hidayeti gös­teren eşsiz bir Kur'an işittik ve ona iman ettik". (Cin/2) Onlar, Kufan'ı dinleyip akledenlerdir ve Allah Teala da anlamaları sebe­biyle onları övmüştür. O, benzer bir topluluğu da şöyle haber ver­miştir: "Doğrusu sen hayran kalıyorsun. Onlar ise alay ediyorlar". (Saffat/12) Burada hayran kalman şeyin Kur'an-ı Kerim olduğu söylenmiştir. Bilenler ona, onun konuları açıklamasına ve indirili-şine hayran kalırken cahiller onunla alay etmektedir.
Kur'an tilavet eden kişiye tilavet ettiğinin bizzat kendinden bir kapı açılırsa, Allah Teala'nm azamet ve kudretinin tecellileri üzerinde düşünür. Ayrıca Kelam-ı İlahi vasıtasıyla ahiret ve cehennem azabıyla ilgili bildiklerine dair bir müşahede nasip edilirse onun için iki ecir yazılır. İki ayrı amelde bulunmuş olmasından dolayı ve­rilecek olan iki ecirden ilki tefekkür, ikincisi de namazdır. Bütün bunlar, müminlerin umumu için geçerlidir.
Aşağıda zikredeceğimiz dereceye ulaşmak da mukarrebun züm­resinde bulunan havassa mahsustur. Bu derecede olanlar gaybi do­ğuşlarla yüzleşir, Mahbub Teala'nm sırlarının gizlendiği ufuklara muttali olur, izzet, ceberut, iclal ve korkuyla ilgili yakini iman te­zahürlerini mükaşefe yoluyla bilirler.
Bu onlara tefekkür etmeksizin, tedebbüre dalmaksızm nasip edilir. Çünkü Allah Teala, bunu onlara tahsis etmiş ve Zatı'nm mü­şahedesine mecbur kılmıştır. Öyle ki onların dillerini lal, akıllarını durgun ve kalplerini taleb etmeden hali tutmuştur. Onları düşün-meki için sebeplere bakma gereğinden muaf kılmıştır. Onlar hiçbir çaba sarfetmeksizin buna ulaşırlar. Mahiyetle ilgili tercihte bulun­maları da gerekmez. Sonra Allah Teala kendilerindeki hakkını . alınca bulundukları hali aşarak Alim-i Ekber'deki kendilerine ayır­dığı nasiplerine ulaşırlar. Böylece O'nun huzurunda durmaya baş­larlar. Önünde eğilirler. Hiçbir müşahedeye takılıp kalmazlar ve kalplerini ona vermezler.
Çünkü onlar beyan ile değil Beyan Sahibi ile, haber ile değil Ya-kin ile, şahitlik ile değil Şahit Olunan ile, başlatılan ve tekrar edi­len ile değil Başlatan ve Tekrar Eden ile birlikte olmak istemekte­dirler. Hatta Allah Teala onları namaz ile murad edilen mananın üstüne çıkartmış, Allah'a ulaşma gayesini iskat etmiş, kendilerine yaptığı taarruf nidası ile itiraf ve tarifte bulunmayı unutturmuş, nasip ettiği aynel yakın ile hedefe yönelmeden müstağni kılmış ve Zatı ile buluşmalarını takdir etmiştir. Onlara bu halden istifadeyi unutturmuş ve onlar da O'nunla buluşmuşlardır.
O, onları Zatı'na muttali kılmış, onlar için onları kendine taşı­yıcı ve yine onlar için onları kendine götürücü İmam olmuştur. İş­te bu da, Kuvvet Sahibi ile kuvvetlenen, Müstağni ile muhtariyet­ten kurtulan, Vecdi Yaratan ile vecd arayan, Vecdi Yaratan ile vecd bulan, Zikir Sahibi ile zikreden ve Sabır Sahibi ile sabreden mü­minlerin sıfatıdır.
i Namaza duracak kişi, açlığını gidermeli, ihtiyaçlarını karşıla-malı ve namazda kalbini ve kafasını karıştıracak hususları hallet­miş olmalıdır. Böylece namazda dikkatini toplayabilecek, okunan ayetleri anlamak için aklını diri tutabilecek ve kalbi de diliyle söy­lediklerine mutabakat edebilecektir. Böylece Allah Teala'ya aklı ve kalbiyle yönelmiş olacaktır. Şeytanlarla mücahedede zaafları olan ve velilerle yarışmada geri kalan müminlere emredilen de budur.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kuvvetli mümin, Allah Teala katında zayıf müminden daha sevimlidir" [32][32] Bu, her türlü hayır işinde geçerlidir. Allah Teala buyurdu ki: "Müminlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla ci-had edenleri derece bakımından oturup geride kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah hepsine de en güzel (olan cenneti) vaadetmiştir". (Nisa/95) [33][33]


Zekatın farzları dörttür: Hürriyet; mülkiyetin sıhhati; nisab mikta­rı malın bulunması (200 Dirhem veya 20 dinar); Havl'in tamamlan­ması (Havi; Yılın herhangi bir ayından ertesi yılın aynı ayına ka­dar geçen süre). [34][34]


Bu bölümde, yukarıda işaret ettiğimiz hususların yanısıra malın nasıl temizleneceği ve infakta bulunan müslümanları fazilet ehli kılacak hususları izah edeceğiz. Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu-vyurduğu rivayet edilmiştir: "Malda zekattan başka hak yoktur" [35][35]
Tabiundan bir topluluk ise, malda zekattan başka hakların da bulunabileceği görüşündedirler. Bunlardan biri olan İbrahim en-Neha'i şöyle demiştir: Selef-i Salih, malda zekattan başka hakların da bulunduğunu söylemişlerdir.
Bunlardan bir diğeri olan eş-Şa*bi, kendisine 'Malda zekattan başka hak var mıdır?' diye sorulduğunda, 'Evet vardır, Allah Teala'nın şu buyruklarını işitmedin mi?' dedikten sonra '"Sevdiği mal­lardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana... verenin" (Bakara/177) ayetini okumuştur. Bu görüşü paylaşanlardan diğer ikisi de Âta ve Mücahid'dir.
Müslümanlar, din kardeşleri arasında borçları halletmeyi, kar­şılıksız borç vermeyi, kendilerine ve ailelerine bakamayan insanla­rı desteklemeyi, iyilik ve ihsanda bulunmak olarak görüyorlardı. Bu tür yardımlar, takva sahiplerine ve varlıklı ihsan ehline farz kı­lınmış fiillerdir. Müfessirlerden bir cemaatin görüşü bu yöndedir.
Onlar, "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler" (Bakara/3) ve "Size rızık olarak verdiğimizden infak edin" (Baka­ra/254) ayetlerinin 'hüküm ayeti' olarak devam ettikleri ve neshe-dilmedikleri yönünde görüş bildirmişlerdir. Bu ayetlerde geçen in-fak/karşılıksız verme fiili de, müslümanın diğer müslümanlar üze­rindeki haklarından olup İslam'a hürmet gereği ve ihtiyaç halleri için vazedilmiş bir farzdır.
Zekatın faziletleri arasında, onu farz olduğu yılın başında ver­mek zikredilebilir. Eğer kişi, farz oluşundan önce verirse daha bü­yük fazilet sahibi sayılır. Böyle biri zekat verme fiiline engel olabi­lecek bir takım gelişmelerden endişe duymuş olabilir.
Bunlara örnek olarak seferberlik ilanı, vadeli bir borcun vade­sinden önce istenmesi, cihad ve işgale uğrama hallerini gösterebi­liriz. Zekatın önceden verilmesine; verilebilecek uygun bir ihtiyaç sahibinin o anda ortaya çıkması, garib bir yolcuyla karşılaşılması ;gibi durumlar da sebep olabilir. Zekatın bu gibi hallerde ve böyle -kimselere zamanından önce verilmesi, daha faziletli ve daha güzel­dir. Çünkü bunda hayra koşma, takva ve iyilik üzerinde yardımlaş-;ma sözkonusudur.
Bu davranış, hayırda seferberliğe ve emredileni gönüllü olarak yapmaya da yorulur. Kul, geleceğin nelere gebe olduğunu bilemez. Halbuki geciktirmenin türlü afetleri, dünyanın çeşitli gaile ve en­gelleri vardır. Ayrıca kalplerin kaydırılması ve nefslerin' sürekli de­ğişen dürtüleri de sözkonusudur.                                   [
Zekat veren kimse, Havl'in başlangıcını Ramazan we Zilhicce ayları yaparsa daha büyük bir fazilete nail olur. Çünkü bu iki ay, diğerlerinde   bulunmayan  faziletler  ihtiva   eder.   Ramazan   ayı,
Kur'an-ı Kerim'in indirilmesiyle şereflendirilmiş bir aydır. Ayrıca bin aydan daha hayırlı görülen Kadir Gecesi de bu ayın içindedir. "Yine bu ay, oruç gibi mühim bir farzın da eda edildiği aydır.
O ay, Allah Teala'nm evleri olan cami ve mescidlerin şenlenme-siyle şereflendirilmiş bir aydır. Mücahid şöyle derdi: 'Ramazan' de­meyin. Çünkü O, Allah Teala'nm isimlerinden biridir. Doğrusunu söyleyin ve Şehr-i Ramazan 'Ramazan ayı' deyin. İsmail b. Ebi Ziyad bu sözün merfu' hadis olduğunu söylemiş ve senedini bildirmiştir.
İkinci ay olan Zilhicce'ye gelince, bütün aylar arasında beş ayrı meziyeti barındıran başka bir ay görememekteyiz. Bu meziyetler şunlardır:
1. Haram ay olma,                                                              
2. Hac ayı olma.                                                               
3. Hacc-ı Ekber'in o ayda olması.                                         
4.  On günden ibaret olan Eyyâm-ı Ma'lumât (=Bilinen belirli günler) o aydadır.
5. Teşrik tekbirlerinin okunduğu günler olan Eyyâm-ı Teşrik de o ay içindedir. Allah Teala, Zatı'mn bu günlerde zikredilmesini emret­miştir. Ramanazan ayında zekat vermenin en faziletli olduğu günler son on gündür. Zilhicce'nin en faziletli günleri ise ilk on gündür.
Vera' ehlinden bir zat, zekatın her yıl bir ay öne alınmasını müs-tehap görmüştür. Böylelikle yılın (=havl) başından geri kalınmış ol­mayacaktır. Kişi, zekatını malum bir ayda verdiği zaman, gelecek yıl aynı ayda zekat verirse, ikinci kez verdiği ay on üçüncü ay olur. Bu ise, açık bir ertelemedir.
Buna göre şöyle denilmiştir: Kul, zekatını Receb ayında verdiği zaman, ertesi yıl Cumadiyelevvel ayında vermelidir ki gecikme ol­maksızın yılın tam sonunda vermiş olsun. Bu yıl Ramazan ayında verdiğinde, ertesi yıl Şaban ayında vermelidir ki yılı asla geçirme-miş olsun. Böyle yapması daha iyidir. Farz olan zekatı aylara böle­rek vermemelidir.
Kul zekat verirken gönlü hoş, kalbi mesrur, Rabbi'ne karşı dü­rüst, riya, gösteriş ve yapmacıklıktan uzak, yalnız Rabbi'nin rızası­nı umarak vermelidir. Verdiği zekatı, Allah Teala'c\an başka hiç kimsenin görmemesini istemeli, verirken ricacı olmalıdır. Zekat ver­mesinin engellenmesinde, Allah'tan başkasından korkmamalıdır.
Zekat verirken Allah Teala'yı gözetmeli, O'nun güzel tevfikini bilmeli, zekat verdiği fakirlerin kendinden üstün olduğuna inan­malı, kafasından onun zayıflık ve düşüklüğünü geçirmemeli ve onu asla hor görmemelidir. Fakirin, kendisinden daha hayırlı olduğunu bilmelidir. Çünkü fakir, temiz, pak, izzet sahibi, dünya ve ahirette derece sahibi kılınmıştır. Zekat veren zengin, kendisinin fakirlerin hizmetine adandığını ve onların evlerini şenlendirmekle mükellef olduğunu bilmelidir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: 'İyi bir sanatım olmasına rağ­men çalışmayı bırakmak istedim. O an aklıma nereden geçinece­ğim sorusu geldi. O esnada göremediğim birinin sesini duydum: Hem bize dönmeyi düşünüyorsun, hem de geçiminle ilgili olarak bi­zi töhmet altında bırakıyorsun? Dostlarımızdan birini senin hizme­tine vermek ya da düşmanlarımız arasındaki bir münafığı senin emrine vermek bize düşer1.
Zekat veren kimse, ihtiyaç sahibine gizlice vermeli ve bunu an-latmamalıdır: "Zekatlarınızı/sadakalarınızı minnet bekleyerek ve eziyet ederek boşa çıkarmayın". (Bakara/264) ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Ayette geçen "Menn" kelimesi, verilen zekatı hatırlatmak; "Eza" ise onu açıklamaktır.
Bişr b. Hars'tan şu söz nakledilmiştir: Süiyan-ı Sevri dedi ki: Kim minnet bekleyip başa kakarsa sadakası boşa gider. Kendisi­ne, 'Ey Eba Nasr, menn nasıl olur?' diye sorulduğunda şöyle dedi: Verdiğiniz sadakayı hatırlatmanız veya onu başkalarına anlatma-nızdır.
Başka biri de şöyle demiştir: "Menn", kişiye zekat vermek sure­tiyle ondan hizmet beklemenizdir. "Eza" ise, zekat verdiğiniz kişiyi bu halinden dolayı ayıplamanızdır. Denildi ki: "Menn" zekat veri­len kişiye büyüklük taslamak, "eza" ise zekat verilen kişiyi azarla­mak veya dilenmesinden dolayı ayıplamaktır.
Allah Resulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Zekatın en faziletlisi; veren kimsenin bir fakire gizlilik içinde ver­meye çalışmasıdır". [36][36] Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Üç şey, iyilik hazinelerindendir: ... ve zekatı/sadakayı gizlemek. Bu manada müsned bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bu, dini bakım­dan daha sağlıklı, kusur bakımından daha az ve amel bakımından
da daha temizdir".
Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Allah Teala duyuranın, riyakarın ve minnet bek­leyenin (sadakasını) kabul etmez"[37][37] Görüldüğü gibi bu hadis-i şerif­te zekatı duyurma ve minnet bekleme fiilleri birlikte zikredilmiştir. Aynı şekilde duyurma da riya ile birlikte zikredilmiş ve bunlar­la yapılan amellerin geri çevrileceği haber verilmiştir. Duyuran; yaptığı amelleri, görmeyenlerin de görmesi ve öğrenmesi için sağ­da solda anlatan kimsedir. Bu noktada duyma fiili görme fiilinin yerini alacağı için ameli boşa gitmesini sağlama noktasında eşittir­ler. Bunların her ikisi de imani zaafıyetten kaynaklanmaktadır.
Sadakasını duyuran kimse, onu Rabbi'nin bilmesiyle yetinme­mektedir. Aynı şekilde riyakar da, Rabbi'nin görmesiyle iktifa et­memekte ve başkalarını da buna ortak koşmaktadır. Allah Resulü (sav), yaptığı amelden dolayı minnet bekleyen kimseyi de bu ikisi­ne katmıştır. Zira minnet, o ikisiyle aynı anlamlar ihtiva etmekte­dir. Onda da yapılan amellerin zikredilmesi, başkalarına duyurul­ması veya verirken nefsine bakıp bununla övünme hali mevcuttur. Kişi, sadakasını gizli olarak verdikten sonra açıklarsa, gizlilik kalkmış olur ve ameli, açıktan yapılmış ameller arasına kaydedilir. Eğer onu sürekli anlatırsa, o zaman da hem gizli, hem de açık amel defterinden silinerek riya olarak yazılır. İhlas varolduğu sürece, sa­dakayı açıktan vermenin tek olumsuz yanı, gizli vermenin sevabl-na nail olamamaktır. Bu da büyük bir eksikliktir.
Nitekim bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Gizli sadaka, açık sadakadan yetmiş kat daha üstündür". Meşhur bir hadis-i şerifte ise şu ifade yer almak­tadır: "Kıyamet günü, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde yedi ke­sim Allah'ın arşının gölgesinde bulunacaktır: .. Biri de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizleyerek sadaka verendir". [38][38] Bu hadisin başka bir lafzında ise, "Sağ elin verdiğini solundan giz­leyen kimsedir".
Görüldüğü gibi bu, gayet mübalağalı bir ifade olup bir anlamda gizlilik sınırlarım aşmayı ihtiva etmektedir. Bundan çıkarılacak mana şudur: Kişi, kendinden bile saklaması gereken bir hususu, di­ğer insanlardan haydi haydi saklayıp gizlemelidir. Araplar, mübala­ğalı anlatımı, Örnekleme ve şaşkınlık belirtmede kullanmışlardır.
Bunda kimi zaman sınırı zorlama da bulunabilir. Nitekim Yüce Allah, cimrilikle niteleyerek kınadığı bir kavmin bu sıfatını belir­tirken şöyle buyurmuştur: "Yoksa onların, mülkte bir payı mı var­dır? Eğer böyle olsaydı, insanlar bir çekirdek parçası dahi vermez­lerdi". (Nisa/53) Çekirdek parçası, elbette hiç kimsenin istemeyece­ği, talepte bulunmayacağı bir şeydir. Çünkü o, çekirdeğin kendisi de olmayıp küçük bir parçasıdır. Ancak bunda, çok ağır ve daha iğ­neleyici bir anlam vardır. Şöyle ki: Sadaka veren kimse, sağ elinin verdiğini sol elinden nasıl gizleyebilir?
Bu sözün, gizlilik noktasında hakiki bir anlamı vardır. Bu da, zekat verenin bu fiilini kendi kendine dahi anlatmaması ve kalbin­den geçirmemesidir. Bu ise, zekat verirken asıl olarak kendini gör­memesi ve bu tür bir vehmi kafasından geçirmemesiyle mümkün olur. Kişinin kendinden bile sakladığı fiil, melekûtun sırrından olur ki Allah Teala buna, yaptığını kendi kendine bile anlatmayan kullarını muttali kılar.
Bunun anlamı, yaptığı şeyi hatırına getirmemesi, onu anmama­sı ve Allah'a adadığını-düşünerek kendini bu işe şahit tutmaması-dır. Kul, yaptığı işi umursamamahdır. İşte bu noktada sırrına giz­liliğe hakim olması mümkün olabilir. Eğer sadaka ve zekatınızı ha­kiki manada kendinizden gizleyemiyor s anız, kendinizi onda öyle gizleyiniz ki, zekat verilen kimse, onu verenin siz olduğunuzu bil­mesin. Bu da ihlas derecesinde bir makamdır.
Zekat verirken elinizi açığa çıkardıysamz, bari verdiğiniz kim­seden saklamaya çalışınız. Bu, sadık kimsenin halidir. İhlas ehlin­den biri, sadaka olarak verdiği parayı, ihtiyaç sahibinin önünde, yolunda veya oturduğu yerde onun görebileceği şekilde yere bıra­kırdı. Parayı alan, onu bırakanı bilirdi.
Bir diğeri ise, zekat verilen kişi uykuda iken elbisesinin içine yerleştirir, böylelikle parayı verenin kim olduğunu öğrenemezdi. Ben zekatını bu şekilde veren birini bizzat gördüm. Zekatını başka
birileri vasıtasıyla ulaştırıp onlardan gizliliği gözetmelerini isteyen müslümanlarm sayısı da hayli çoktur.                                        
Bir hadis.i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir; "Gizli -gece verilen- sadaka Rab Teala'nm gazabını dindirir" [39][39] ah^ Teala, sadakayı gizli vermenin daha faziletli oldu­ğunu ve bunun günahlara kefaret olabileceğini bildirerek şöyle bu­yurmuştur; "Eğer onları (sadakaları) gizlerseniz ve fakirlere verir­seniz, bu sizler için daha hayırlıdır ve günahlarınıza kefaret olurf. (Bakara/2?i)                                                                             
Zekat alan ihtiyaç sahibi kendim açıklamış ve bizzat isteyerek herkesçe bilinen biri olmuş, bu halini iffet ve gizliliğe tercih etmiş­se o zaman ona vereceğiniz sadakayı açığa vurmanızda bir sakınca yoktur.
Zekatı, sünnete özenerek sana uyulması ve seninle yarışacak başkalarını teşvik ederek hemen zekata koşması için açık olarak vermeniz de güzeldir. Bu, yoksulu besleyip barındırmayı teşvik ba­bından sayıhr. Allah Teala da bunu mendub görmüş ve şu ayeti ile kayıt altına almıştır: "Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık
infakta bulundular". (Ra'd/22)
Denildi ki: Gönüllü olarak verilen sadakaların gizli, farz olan zekatın açıktan verilmesi murad edilmiştir. Allah Teala'mn şu buy­ruğu da bu çerçevededir: "Zekatı verin ve Allah için güzel bir ödünç verin". (Müzzemmil/20) Ayette geçen 'Güzel bir Ödünç' gönüllü ola­rak verilen maldır. Bunun, helal mal için kullanıldığı da söylenmiş­tir. Nitekim bir başka ayette de "Ve ondan bana güzel bir rızık ver­di" (Hud/88) ayetindeki "güzel/tayyib" kelimesi ile de "helal" sıfatı­nın kasdedildiği söylenmiştir.
Allah Teala, başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Eğer ze­katları açıktan verirseniz ne güzel". (Bakara/271) Görüldüğü gibi O, bu buyruğu ile zekatı açıktan vermeyi güzellik sıfatıyla övmüş­tür. Ancak bu, yalnızca kendini açığa vuran kimseler hakkında ge­çerlidir. Bunlar, bizzat istemek ve dilenmek suretiyle kendilerini açığa vuran, dilleriyle isteyen ve avuçlarını açan kimselerdir.
"Eğer onları gizlerseniz ve fakirlere verirseniz, bu sizler için daha hayırlıdır". (Bakara/271) ayeti ise dilenmeyen gizli fakirler için gibi görünmektedir. Bunlar, fakirlerin havassıdır. İffet ve ha­yaları sebebiyle kendilerini açıklamazlar. Kendilerini açıklayan kimseye zekatı açıktan, gizleyen kimseye de gizli olarak vermek ge­rekir.
Bu durum, bir günahkârın sırrım açıklamaya benzer. Kendini saklayan ve suçunu gizleyen bir günahkarın bu sırrını açıklamak size haram kılınmıştır. Arna bu günahını bizzat kendisi açıkladığı zaman, bunu açıkça söylemenizde bir sakınca yoktur. Bu meyanda Allah Resulü (sav) "Haya elbisesini bırakan kimse hakkında gıybet (günahı) olmaz" buyurmuştur.
Zekat veren kimse, zekatını malının beğendiği ve kaliteli olan kısmından vermelidir. Verdiği şey, insanlar tarafından biriktirile­cek, sahiplenilecek ve beğenilecek türden olmalıdır. Kişi, zekat ver­diği malda Rabbini tercih etmelidir. Allah Teala da bunu emretmiş ve şöyle misal vermiştir: "Kazandıklarınızın güzellerinden infak edin". (Bakara/267) Ardından da şöyle buyurmuştur: "Ancak gözü­nüzü yumarak alabileceğiniz kötü şeyleri zekat/sadaka olarak ver­meyin". (Bakara/267)
Görüldüğü üzere Allah Teala kullarını örnek göstermiş ve 'tik­sinip almayacağınız şeyleri vermeyin' buyurmuştur. Buna göre, sa­daka verirken kalitesiz olanları özellikle seçerek Allah yoluna ayır­mamak gerekir. Eğer sizden biri bunu size verecek olsa, onu ancak kerhen alırsınız. Dolayısıyla Allah yolunda verilecek olanı, kişinin kendisi için de beğenilebilir olması icap eder.
Kendi istikbali için biriktirmeyeceği, başka biri verdiğinde red­dedeceği veya itibar ettiği birine hediye olarak sunamayacağı şeyi zekat olarak vermemelidir. Aksini yaparsanız, kendinizi veya sizin gibi basit bir kulu Allah Teala'ya tercih etmiş olursunuz. Bu ise çir­kin bir davranıştır. Çirkin davranış, dini amellerin hiçbirinde mu­teber olamaz.
Allah Teala'nın "Kim Allah için güzel bir ödünç verir?" (Ha-did/11) ayetinin tefsirinde, borcun güzelliğinden maksadın 'iyi ve değerli' olması olduğu söylenmiştir. Allah Teala iyidir ve ancak iyi olanı kabul eder. îban'm Enes b. Malik'ten (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif şöyledir: "Ne mutlu o kula ki günah işlemeksizin kazandığı bir maldan infakta bulunmuştur". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir dirhem, yüz bin dirhemi (sevap bakımından) geçer".[40][40]                                   
Allah Teala, hoşlanmadıkları malları Zatı'na ayıran birvkavrAi tehdit etmiştir. Onların dilleri yalan söyleyerek "Kendilerini güzel bir sonun beklediğini" dediğinde Allah Teala onları yalanlamış ve söyle buyurmuştur: "Onlar, hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nisbet ederler. Dilleri, güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere durmadan söyler. Doğru! Kendilerine ateş vardır". (Nahl/62)
Bu ayette, ancak Arap dili uzmanlarının farkedebilecekleri bir durak (=vakf) vardır. Bu durak, ayetteki "La" olumsuzluk harfinde-dir. Bu olumsuzluk harfi, her güzelliğin onlara ait olduğu iddiala­rını reddetmektedir. Ayet, "cereme" kelimesiyle devam etmekte ve onların kaz animi arının kendileri için hoş görmedikleri ateş/cehen­nem olduğunu ifade etmektedir. Onların kazammları cehennemdi.
Bir fakir, sizden sadaka istediğinde ona duası ile mukabele edin ki bu, onun duasının karşılığı olsun, verdiğiniz sadaka da yalnız si­ze has kalsın. Aksi takdirde onun duası, iyiliğinize karşılık sizin için ödül olacaktır.
Alimler de bundan sakımrlardı. Çünkü bundan sakınmak teva-zuya daha yakındır. Böylelikle kendinizi ona verdiğiniz mala, on­dan daha layık görmezsiniz. Zira siz, Rabbiniz karşısında ya bir farzı ifa etmiş bir amel sahibisiniz. Ya da O'nun size verdiği rızık ve nasibi ibadetinizle Kendisi'ne geri ödeme makammdasmızdır.
Aişe (ra) ve Ümmü Seleme (ra) herhangi bir fakire bir şey gön­derdikleri zaman elçiye 'Onun duasını iyice ezberle' derlerdi. Sonra da o fakirin ettiği duayı aynen tekrar eder ve şöyle derlerdi: Ta ki sadakamız yalnız bize has olsun. Ömer b. Hattab (ra) ve oğlu Ab­dullah'ın (ra) da böyle yaptıkları rivayet edilmiştir.
Sadaka veya zekat verdiğiniz fakirden size dua etmesini bekle­meniz ya da bunu bizzat istemeniz, ondan övgü ve hamd bekleme­niz yakışık almaz. Ayrıca bu tür davranmanız, zekatınızın kıymetini de eksiltir. Bu yöndeki istek ve beklentileriniz artar ve güçlenir­se, zekatınız boşa da çıkabilir. Eğer o kimse size dua edecek veya övgüde bulunacak ise bunu Rabbi'ne olan ibadet ve O'nun emrbı yapar. Bunu, sizin için bir hak olarak görmez. Bir fakire zekat ulaştırdığınızda terbiyeli, yumuşakbaslı, alçak­gönüllü, tatlı dilli ve hoşgörülü olun. Edeb ehlinden bir zat, bir fa­kire para vereceği zaman, kendi elini açarak fakirin elinin üstte (=veren el) olmasını sağlardı.
Bazıları da zekatlarını fakirin huzurunda yere bırakır ve onu kabul etmesini rica ederek kendilerini dilenci konumuna sokarlar­dı. Parayı bizzat ellerine vermeyerek onu yüceltirlerdi. Bütün bun­lar, kulun Allah Teala hakkındaki bilgisini, O'na kulluğunda takın­dığı güzel edebi gösterir.
Kim verdiği şey karşılığında övgü ve zikredilme isterse, aldığı övgü onun karşılığı olur, uhrevi ecri ise boşa gider. Hatta övgü ve anılmayı istemesinden dolayı ayrıca bir vebal de yüklenmiş olabi­lir. Çünkü verdiği rızık, esas olarak Allah Teala'ya aittir ve O, o kimse vasıtasıyla onu vermiştir. Böyle biri, başa baş kurtulabilirse, bu bile onun için güzel bir sonuç olur.
Fakirin, kendisine zekat/sadaka veren kimse hakkında şükran ifade eden dualarda bulunması müstehab görülmüştür. Bu, güzel edeb ve Allah Teala'mn ahlakıyla ahlaklanmanm bir gereğidir. Çünkü Allah Teala veren kimseyi, hayır için bir sebep ve ihsan için vasıta kılmıştır. Allah Teala verme fiilinde Zatı'nı şahit tutmakta ve sadaka vermesi sebebiyle kulunu överek onun şükrünü kabul et­mektedir.
Fakir, kendisine zekat/sadaka veren kimseye "Allah Teala senin kalbini de hayır ehlinin kalpleri arasında temiz kılsın, amelini ha­yır ehlinin amelleri arasında tezkiye etsin, ruhuna şehitlerin ruh­ları arasında salat buyursun" şeklinde dua edebilir.
Bu da insanlara şükran, onlara niyaz ve senada bulunmanın şeklidir. İnsanların şükürlerinin bir ifadesi de, kendilerine para vermeyenleri yermemek ve parayı tuttukları için onları ayıplama-maktır. Aşağıdaki hadisin açıklaması da bu şekildedir: "İnsanlara şükretmeyen, Allah'a şükredemez"[41][41]Bu hadiste, Allah Teala ile fa-|kir kulları arasındaki vasıtaların varlığı isbat edilmektedir.
Ayrıca nimetlerin gösterilmesinde güzel edebin kullanılması ve [Nimet Veren'in ahlakıyla ahlaklarıma gereğine dikkat çekilmekte Allah Teala, kullara nimet veren, sonra da kendilerine verdiği değerlere onların duyduğu şükrana karşılık verendir.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Yakini iman sahibi kul, Allah Teala'mn veren eline şahit olur ve hamdeder. Sonra da kendilerine hamd sebebi kıldığı takva sahiplerine şükranda bulunur. Onlar Allah'ın rızkının yolla­rı kılınmıştır".
Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kim size bir iyilik yaparsa onu mükafaatlandırın. Bunu yapa­mıyorsanız, onu Ödüllendirdiğinizi görünceye kadar onun için dua
edin".
Yapılan hayırdan dolayı Allah Teala'ya şükretmeye gelince; bu, sözkonusu iyiliğin hiç ortağı olmaksızın yalnız Allah'tan geldiğine inanmak ve onun Allah Teala'ya itaatte bulunmaya çalışmaktır.
Sadaka ve zekatın faziletlerinden biri de, onu tasavvuf ve ilim ehlinden samimi ve salih fakirlere vermeye çalışmaktır. Onlar giz­lenmeyi ve hallerini bildirmemeyi tercih ederek şikayet ve serze­nişte bulunmayan kimselerdir.
Kur'an'ın fakirlerle ilgili vasıflarını taşıyan fakirler de tercih edilmelidir. Bunlar Allah yolunda kuşatılan, ahiret yolunda baskı gören kimselerdir. Ailelerinin genişliği, geçim sıkıntısı, kalp İslahı veya ellerin ermemesi sebebiyle yeryüzünde ticarete çıkamazlar. Çünkü bunlar, kanadı kırıklardır.
Zengin için mal, kuş kanadı gibidir. O, bu kanatlarıyla istediği yere konar ve dilediği lezzetleri tadar. Fakir ise, bütün bunlardan mahrumdur. Çünkü onun eli dar, rızkı sınırlıdır. Allah Teala bu hu­susta şöyle buyurmuştur: "Sizin için, avret yerlerinizi örtecek elbi­se ve zinet eşyası yarattık". (A'raf/26) Ayet-i kerimenin tefsirinde bunlarla kasdedilenin mal ve geçimlik olduğu söylenmiştir. Öyle ki cahil beri, iffetleri sebebiyle hallerini dışa vurmayan böyle fakirle­ri zengin sanır.
Allah Teala, iffetleri nedeniyle dilenmeyen, az bir rızık ve fakir­likle yaşayan bu kimseleri tanımayanları müminler hakkında ce­haletle nitelemektedir. Daha sonra bu tür fakir müminlerin sıfatla­rını teyid etmekte ve Zat'mdan bir beyan olarak onların tarifini yapmakta, hallerini açığa çıkarmaktadır: Onların iffet örtüsüyle
perdelenmiş halleri, bu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır: "Onları simalarından tanırsın". (Bakara/273)
Sima, insanın benliğinden ayrılmaz bir alamet ve değişmez ya­ratılıştır. O, insanın üzerindeki süs ve zahiri giysilerin ardındaki hakiki kimliktir. "Onlar, insanlardan ısrarla istemezler". (Baka­ra/273) İffet ve imanlarıyla kanaat etmeleri sebebiyle ısrarla iste­mez, zenginlerin ardında dolaşmazlar. Ehli dünyaya istekli gözler­le ve iltifat ederek bakmazlar. Onlar kendi yalnızlıklarında iman­ları ile müstağni ve sabırları ile izzetlidirler.
Ayetteki "ilhaf' kelimesi, "lihaf=örtü, çarşaf' kelimesinden türe­miştir. O, kişinin sarınarak örtündüğü şeydir. Onlar ise, böyle yap­maz, yani zenginlerin ayaklarına dolaşmaz, onlardan talepdar ol­mazlar. Verdiğiniz zekat ve sadakaların bu sıfatları taşıyan kimse­lere, en azından bir kısmını bulunduranlara gitmesi yönünde titiz davranın. Yaptığınız, ancak bu şekilde arı duru olacak ve şükrana değer görülecektir.
Zekat ve sadakada en faziletli olan; kişinin fakir kardeşlerini başkalarına tercih etmesidir.
Bu meyanda Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "Kendi kar­deşlerimden birine bir dirhem vermem, başkalarına yirmi dirhem tasadduk etmemden daha sevimlidir. Ona yirmi dirhem ulaştır­mam, başkalarına yüz dirhem sadaka vermemden daha sevimli ge­lir. Ona yüz dirhem vermem, bir köleyi azat etmemden daha güzel görünür". Allah Teala, yakın dost ve arkadaşları da akrabaya dahil etmiştir.
Akrabaya verilen sadakanın, yabancılara verilen sadaka/zeka­ta üstünlüğü, yabancıları bırakıp akrabaya verilen sadakanın üs­tünlüğü gibidir. Çünkü sıla-i rahimden sonra en üstün bağ, din kardeşliği bağıdır.
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Amellerin en faziletlisi, kardeşlerin bağını sıcak tutmaktır. Kişi yapacağı hayırla, kendisi­ne verdiğinde Allah Teala'ya hamd ve şükürde bulunarak onu Al­lah'tan bir nimet olarak görecek kimseye yönelmelidir. Böyle biri, Allah Teala'nın nimetine vasıta edilene bakmayacaktır.
Bu, Allah Teala'ya en çok şükreden kul olmaya adaydır. Çünkü şükrün hakikati; nimetin O'ndan geldiğini müşahede ederek, O'na amelle karşılıkta bulunmak, verilen nimette veya saîih ame­le niyette O'ndan gayrisine bakmamaktır. Ali'nin (kv) vasiyetinde su ifadenin yer aldığı nakledilmiştir: Allah Teala ile arana başka bir nimet verici koyma. Başkasının senin üzerindeki nimetini borç say.
Kişi, yukarıda tarif ettiğimiz türde bir fakire vermeyi, kendisi­ne sadaka verdiğinde övgü ve senada bulunarak rızık veren olarak kendini gören bir kimseye tercih etmelidir. Çünkü bu durumda asıl veren olan Allah Teala'dan başkasına hamdetmiş, başkasına iltifat etmiş, esas verenden başkasını zikretmiş olur.
Aldığı sadaka ve zekattan dolayı Allah Teala'ya hamd, şükür ve senada bulunarak O'nu zikreden kimse, asıl nimet veren ve nzık sunanın Allah Teala olduğunu görür. Dolayısıyla da yalnız O'na yö­nelerek O'nu över. Eğer infakta bulunan kimse, Allah rızası için halka nasihatta bulunan biri ise, sadaka verdiği kimsenin imani zayıflığı, kendisine şükranda bulunmasından daha ağır gelir.
Ancak nevasının takvasına baskın olmasından dolayı Rabbi için nasihatta bulunmayan ve verdiği sadakanın kendisine ahirette ya­rayacağını bilmeyen biriyse, bu tür davranış onun tevhiddeki ma­kamını zedeler. Bu da sadaka ile elde edeceği sevaptan çok daha ağır bir günahtır. Ama o, diğerinin kendisine iltifatından, kapısına alışmasından ve malına tamah etmesinden dolayı amelini boşa çı­kartacak bir söz sarfetmesinden emin olmayabilir.
Sadaka verdiği kimse, verirken onu övüp mani olduğunda kına­yan ve söven biri olabilir. Bu durumda da, rızkı ona götürmenin va­sıtası olarak kalıp emin ve huzurlu olabilir. Bütün bunlar, yakini iman ve müşahede sahibi müminler için geçerlidir.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Sadaka/zekat, fakirin eline geçmeden önce Allah Teala'nın elindedir. Onu, isteyenin eline koyan da O'dur". Yakin sa­hibi mümin, rızkım Allah Teala'dan alır. O, ancak Allah Teala'ya kulluk eder ve O'ndan yalnız emrettiği şekilde talepte bulunur: "Rızkı Allah katında arayın ve O'na kulluk edin". (Ankebut/17)
Allah Resulü (sav) bir fakire yardım göndermişti. Elçisine şöyle buyurdu: 'Onun yardımı aldıktan söyleyeceklerini iyice ezberle'. El­çi yardımı adama teslim ettiğinde o şöyle dua etti: 'Kendisini zikre­deni unutmayan, Zatı'na şükredeni zayi etmeyen Allah'a hamdol-
sun'. Ardından da -kendini kasdederek- 'Allahım filanı unutma, Al-lahım filana Kendini unutturma' diye dua etti. Elçi bunu Allah Re-sulü'ne (sav) aynen aktardı. Allah Resulü (sav) buna sevindi ve 'Onun böyle diyeceğini biliyordum' buyurdu.
Bu hadis, Amr tarafından Ebu'd-Derda (ra) ve Cerir'den (ra) de rivayet edilmiştir. Allah Resulü (sav) bir adama 'Tevbe et' buyur­du. Adam, 'Ben yalnız Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e (sav) tev­be etmem' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Hakkı, sahibine teslim etti" [42][42]
İrk hadisesinde de hakikat ortaya çıktıktan sonra Aişe'nin (ra) 'Biz Allah'a hamdederiz, sana hamdetmeyiz' dediği, Allah Resulü'nün (sav) de bundan memnun kaldığı rivayet edilmiştir. Aişe'nin (ra) suç­suz olduğuna dair vahiy geldiğinde Ebu Bekir (ra) kızına, 'Kalk ve Al­lah Resulü'nün (sav) başını Öp' demişti. Aişe (ra) ise, Temin ederim ki yapmayacağım. Ben yalnız Allah'a hamdederim' demişti.
Bunun üzerine Allah Resulü (sav) "Onu kendi halinde bırak ey Eba Bekir" buyurmuştu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise Ai­şe'nin (ra) babasına, 'Biz Allah'a hamdederiz. Ne sana, ne de arka­daşına hamdetmeyiz' dediği rivayet edilmiştir.
Anlatıldığına göre Allah Resulü (sav) de onun bu tavrını yadır-gamamıştır. Hatta bundan memnun kalarak babasından kızını kendi haline bırakmasını istediği haber verilmiştir.
Allah Teala, kafirlerin sıfatlarını bildirirken, adı zikredildiği za­man kalplerinin duracak gibi olduğunu, başkalara anıldığında ise sevindiklerini haber vermiştir. Yine onların herhangi bir konuda Allah Teala'nm birlik ve tekliği zikredüdiğinde buna karşı çıktıkla­rı, O'na şirk koşulduğunda ise tasdik ettiklerini bildirmiştir.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah, Tek olarak zikre­dildiği zaman, ahirete iman etmeyenlerin kalpleri nefretle dolar. Allah'tan başkası anıldığı zaman ise bakarsın yüzleri gülüverir". (Zümer/45); "Bunun sebebi, Allah'a dua edildiği zaman inkar etme­niz, O'na ortak koşulunca da tasdik etmenizdir". (Mümin/12) Bura­da inkar, üstünü örtmek, kapatmak, şirk ise, karıştırmak yani Al­lah'ın zikrine başkalarının zikrini katmak anlamındadır.
"Hüküm, ancak yüceler yücesi olan ulu Allah'a aittir". (Mü­min/12) Buna göre Allah Teala, yarattıklarını hükmüne asla ortak etmez. Çünkü O, azametinde Ulu, saltanatında Büyük olandır. Mülkünde ve bahsedişinde ortağı yoktur. Kulları arasında O'iiai destek olan da bulunmaz.                                                           :
Bu ayetlerin delaleti ve hitab-ı ilahiden çıkan mana şudur: Al­lah Teala, tek ve ferd oluş sıfatlarıyla anıldığı zaman müminler se­vinip rahatlayacaklar ve O'nun zikir ve tevhidini birbirlerine müj­deleyeceklerdir. Aracılar ve sebepler zikredüdiğinde ise, bundan hoşlanmayacak ve kalpleri de bu tür sözlere nefretle bakacaktır. Bunlar, imanın sıhhat alametleridir. Kendi kalbinizde ve başkala­rının kalplerinde bunları iyice sınayarak tevhidin hakikatine erin. Aksi takdirde kalbinizdeki gizli şirki görürsünüz.
Sonuç itibarıyla zekât veren kimse, zekat malını gücünün yetti­ğinin en değerlisinden ve kendine en güzel görünenden seçmelidir. Çünkü Allah Teala güzeldir ve ancak güzel olanı kabul eder. Zeka­tın Allah katındaki saflık ve bereketi, zekat malının helal oluşuna ve zekat ehlinin havassma verilip verilmeyişine bağlıdır.               !
Zekat veren, verdiği malı gözünde küçük ve basit görmelidir.! Onu gözde büyütmek, kendini beğenmişliktendir. Kendini beğen-} mişlik ise, amelleri boşa çıkartır. Allah Teala buyurdu ki: "Huneyn1 Günü çokluğunuz sizi gururlandırmış ti". (Tevbe/25) Denir ki: 'Ta­pılan ibadet küçük görüldükçe Allah katında büyür. İşlenen günah da gözde büyütüldükçe Allah katında küçülür". Ulemadan bir zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Maruf/iyilik, ancak şu üçüyle ta­mam olur: Küçük görülmesi, süratli yapılması ve gizlenmesi.
Selef-i Salih zekatı yüzlerle, gönüllü sadakayı ise binlerle ifade edilecek miktarlarda verirlerdi. Onlar bir fakire o kadar fazla ve­rirlerdi ki onu fakirlik, muhtariyet ve zaruret halinden çıkartarak kendine yeterli, hatta zengin hale getirirlerdi. Çoğu zaman, fakir­ler ihtiyaçlarını gördükten sonra geriye daha para kalırdı.
Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi de buna yorulabilir: "Zekatın hayırlısı, müstağni kılandır"[43][43]Yani fakire o günü için yettiği gibi, geriye artarak onu belli bir zaman idare edecek miktarda verilen zekat ve sadaka, en hayırlı olandır. Böyle bir sadakaya muhatap olan fakir, uzun süre istemekten ve insanlara yüz suyu dökme zah­metinden kurtulmuş olacaktır. Onun bu hali de, kendisine o para­yı veren kimse için ikinci bir sadaka gibi görülür. Üstteki hadis-i şerifin bir yorumu da bu yöndedir.
Allah Teala hacet ehlini beş sıfat ile vasfetmiş ve Kitabı'nın muhtelif ayetlerinde bunları haber vermiştir: "Ve onların malların­da, dilenen ve mahrum olan için belli bir hak vardır". (Mearic/24); "Onlardan yeyin; başkalarına el açamayan fakirlere ve dilenen yoksullara da yedirin". (Hac/36); "Onlardan yeyin, yoksula ve faki­re de yedirin". (Hac/28) Ayetlerde geçen
'Sâ'iF yani dilenci, avucunu açarak isteyen ve isteğini diliyle de belirten kimsedir.
'Mahrum' ise, rızıktan uzak düşerek yoksun bırakılan kimsedir. Denildi ki: 'Mahrum', bilinen bir varlığı ve kazanç vasıtası olma­yan, ticari muamele ve geçimden mahrum edilmiş kimsedir.
'Kani', evinde oturarak talepte bulunmaksızın Allah Teala'mn verdiğine kanaat eden kimsedir. Denildi ki: "Kunû", ısrarla dilen­meyen kimsenin sıfatlarından biridir. Bu, zıd isimlerdendir. Ku-nû'/Kanaat ediş, boyun eğiş anlamında iffet ve haya manasında kullanılır.
'Mu'terr1 kelimesi, ısrarla dilenen kimse için kullanılır. Kendisi­ni bu şekilde dilenmeye sevkeden ihtiyacı açıklamaz. Hayası, onu bu açıklamadan meneder.
.Bâ'is', hastalık, soğuk algınlığı, müzmin hastalık gibi bir derdi olduğu için zekat ve sadakaya muhtaç olan kimsedir.
Allah Teala fakirlerle meskenet ehlini de birbirlerinden ayırmış­tır. İlim ehli der ki: Fakir, ihtiyacından dolayı dilenmeyen, Miskin ise, dilenen kimsedir. Başka biri de şöyle demiştir: Fakir, geçimden uzak kalan mahrum, Miskin ise müzmin hastalığı bulunan kimse­dir. Miskin kelimesi, "sükun" fiilinden türetilmiştir. Buna göre fa­kirlik, bu durumdaki kimseyi hareketten uzaklaştırdığı için sakin-leştirmiş olmaktadır. Bu, miskinlerin genel sıfatıdır. Mesela, 'adam miskinleşti' denir. Bunun misali de, 'adam zırhlandı' ifadesidir.
Konumuzla ilgili olarak, meskenet bir elbise olmakta ve kişi bu elbiseye bürünerek miskinleşmektedir.  Dil  alimleri, bu konuda
farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları miskinin fakirden daha kötü bir halde olduğunu söylemiş ve şu ayet-i kerimeyi delil olarak zik­retmişlerdir: "Veya hiçbir şeyi olmayan bir miskini". (Beled/16)
Miskin, hiçbir şeyi olmadığı için toprakla irtib atlandırılmış tır. Yakub b. Sekit bu görüştedir. Yunus b. Hubeyb de bu görüşe mey­lederek şöyle demiştir: Bir gün bedevinin birine 'Sen fakir misin?' diye sormuştum. Bana, 'Hayır, vallahi daha kötü halde bir miski­nim' dedi.
Bazıları ise, sözkonusu ayette geçen "metrebe=toprak" kelime­sini zenginlik olarak tevil etmişlerdir. Bu meyanda şöyle denilmiş­tir: "Adam topraklandı". Araplar, mal sahibi olarak müstağni hale gelen kişiler hakkında bu ifadeyi kullanırlardı.
Mal bakımından eli bollaşan ve nimet ehlinden bir zengin ol­duktan sonra muhtaç hale düşen kimselere gelince, bu gibi insan­lara verilen zekat, sadaka ve zekatların en faziletlisidir.
Allah Teala miskini özellikle bu sıfatla vasfettiği zaman şunu bilmeniz gerekir ki her miskin bu sıfatı haiz değildir. Örneğin, 'İş­lemeli bir elbise satın aldım' dediğinizde elbiselerin tamamının iş­lemeli olmadığı bilinir.
Aynı şekilde miskinin bariz özelliği, sahip olduğu birşeylerin bulunmasıdır. Sözkonusu miskin, Allah katında diğer miskinlerden farklı olduğu için bu şekilde vasfedilmiştir.
Başkaları fakirin miskinden daha kötü halde bulunanlar için kullanıldığını söylemişlerdir. Onlara göre miskin, bir şeyleri olan, fakir ise hiçbir varlığı olmayan kimsedir. Allah Teala gemi sahiple­ri hakkındaki ayetinde şöyle buyurmaktadır: "(Gemi) denizde çalı­şan bir takım miskinlere aitti". (Kehf/79)
Görüldüğü gibi Allah Teala onlara ait bir geminin olduğunu ha­ber vermiştir. Bu ise önemli bir varlığı ifade etmektedir. Denildi ki: Fakire fakir denmesinin sebebi, aşırı yokluk ve sıkıntıdan dolayı omurga kemiğinin (=fakra) açığa çıkmasından dolayıdır. el-Esma'î de bu görüşe meyletmiştir. Bana göre de doğrusu budur.
Bunun en açık delili, Allah Teala'mn zekatın verileceği sekiz grubu belirlerken fakirleri en başa koymuş olmasıdır. Buradaki sı­ralama, ihtiyacın şiddetine ve vermenin faziletine göre yapılmış bir sıralamadır.
Ulemadan bir topluluk da şöyle demiştir: Fakir, halinin belir­ginliği sebebiyle muhtariyeti bilinen kimsedir. Miskin ise, durumu-pun gizliliği ve örtülü oluşu sebebiyle farkedilip tanınamayan kim­sedir.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis-i şerif de bunu bildirmektedir: "Miskin, bir parça veya iki parça, bir hurma veya iki hurma vererek savdığımız kimse değildir. Gerçek miskin, iffetli oluşu sebebiyle insanlardan dilenmeyen ve hali bilinmeyen kimse­dir M ona zekat verilir[44][44]
Hikmet ehlinden bir zat bu anlamda bir şeyler söylemiştir. Ona, Hangi şey çok güçtür?' diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Zengin suretindeki fakirin hali. Başka bir hikmet sahibine de, 'Hangi şey 3n zordur?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: Malı mülkü tüken-liği halde alışkanlığı aynen kalan kimsenin durumu.
Fakihler şöyle demişlerdir: Miskin, bir geçim yolu/vesilesi bu­lunduğu halde, geçim sıkıntısı ve imkansızlık nedeniyle daha faz­lasına ihtiyaç duyan kimsedir.
i Allah Resulü'nün (sav) hadislerinde miskinin fakir olduğu, an-,cak fakirden daha yukarıda yeraldığı teyid edilmiştir. O, bir hadi­minde şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah çoluk çocuk sahi­bi hayalı fakiri sever. Israrla isteyen dilenciye ise buğzeder". [45][45] Bir diğer hadis de şöyledir: "Muhakkak ki Allah, meslek sahibi kulunu sever".
Yukarıda naklettiğimiz görüşlerin hepsi de sahihtir. En faziletli olan; zekatın en çok ihtiyacı olandan aşağıya doğru, en faziletli kim­selerden aşağıdakilere doğru verilmesidir. Buna göre Allah Teala'yı bilen alimler, amel ehli, Allah rızası için ehli dünyayı terkeden din ehli, ahiret ticareti ile uğraşanlar, ailesi geniş olup sıkıntı içinde bu­lunanlara zekat verilir. Geniş ailesi olanlara zekat verenler, o aile­min fertleri kadar ayrı ayrı kimseye zekat vermiş gibi olurlar.
Ömer (ra), Ehli Beyt'e on davar ve üstünde zekat verirdi. Sün­net de bu şekildedir. Allah Resulü (sav) de, zekatı ihtiyacın büyük­lüğüne göre verir, evli kimseye bekarın iki katını takdim ederdi. O, her erkeğe ev halkının sayısına göre zekat verirdi. Selef-i Salih'ten bir zat şunu söylemiştir: Biz öyle kimselerle arkadaşlık ettik ki, on­ların yardımları binlerce dirhem olurdu. Onlar gibisi artık görül­mez oldu. Sonrakilerin yardımları yüzlerle oldu. Şu an içinde yaşa­dığımız toplumun yardımları ise onlarla ifade ediliyor. Bu gidişle sonrakilerin yardım bakımından daha cimri olmalarından endişe ederiz
Selef-i Salih'ten başka bir zat ise şöyle demiştir: Biz, söyledikle-! rini yapan bir topluluk gördük. Öyle bir topluluğun gelmesinden! korkarız ki onlar sadece konuşup hibir şey yapmazlar.                 
Eğer zekat verilen kimse, hem borçlu, hem de darda ise böyle j biri takva sahipleri için bulunmaz bir fırsat, infak ehli için de biri ganimettir. Böyle birine yapılacak yardım, hakiki anlamda yerinij bulmuş bir hayır sayılır.                                                           
îbni Ömer'e (ra) musibet ve imtihanın en ağırının hangisi olduJ ğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: "Malın azlığı, ailenin kalabalıklı-ğı". Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sadece takva sahibinin yemeğini ye. Senin ye­meğinden takva sahibine nasip olsun. Çünkü iyilik ve takvada, onun yardımını görürsün[46][46]Başka bir hadis-i şerif ise şöyledir: "Yemeğine Allah için sevdiklerini de kat".
Yakini iman sahibi bir müminin, sadaka ve hayrının takva sa­hipleri tarafından kabul edilmesi halinde sevinmesi ve mutlu ol­ması gerekir. Çünkü bu, onun amelidir. Eğer Allah Teala'yı ve O'nun hükümlerini bilen bir zat onun yardımını kabul etmiyorsa, Allah Teala da onu geri çevirecektir.
Kişi, amelinin geri çevrilmesi durumunda üzülmelidir. Çünkü arif birinin reddi, Allah Teala'nm reddi gibi görülebilir. Bir kimse, bir fakire para verdiğinde, fakir o parayı geri çevirirse veren kim­senin gözünde büyür. Bu da parayı verenin cahilliğine delalet eder. Çünkü fakir o parayı aldığında Rabbi nezdindeki konumunu alçalt-nnş olur. Sonra onu kendinden daha fazla ihtiyacı olan başka bir fakire gizlice verir. Bu yaptığıyla da fazilet sahibi olur.
Bir fakir tarafından iyiliği reddedilen kimse, buna üzülmez ve­ya sevinirse, bu o kimsenin zekat vermedeki niyetinin zayıflığına ve Masının azlığına delalet eder. Çünkü sadık ve halis kimse, iyisi.
ligi reddedildiği zaman buna bozulup üzülür. Bu durumdaki kimse, verdiği mala sahiplenmemeli ve onu başka bir fakire vermelidir. Zi­ra o malı, Allah Teala için elden çıkarmıştır. Onu geri almamalıdır. Fakirler, verilen nasipte ortaktırlar. Bunu veren kimse, bir fakir­den geri döndüğünde başka bir fakire havale edebilir.
Aynı şekilde belli bir fakire vermek için ayrılan zekat malını elinden çıkarmadığı sürece yolda rastladığı ve kendisine daha çok muhtaç, daha faziletli, daha uygun bir kimsenin bulunduğunu söy­leyen kişiye vererek ona isteyebilir. Bunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak sözkonusu malı belli bir fakire vaadetmişse, bunu yerine getirmelidir. Yine başka birine verilmek üzere bir kişiye emanet ettiği malı, sonradan gördüğü ve kalbine işleyen başka bir fakire vermek üzere o emanetçiden geri olarak bu kimseye verebi­lir. Eğer emanetçi malı teslim etmişse, geri alamaz.
Ariflerin kabul ettiği sadaka ve zekatlardan dolayı sevinmek gerekir. Çünkü bu, Allah Teala'mn kabulünün işaretidir. Zira Allah Teala'yı layıkıyla bilen bir arif, fiillerinde Allah Teala'mn iradesi is­tikametinde hareket eden kimsedir. O, konuştuğu zaman Allah Te­ala'mn murad ettiğini dile getirir. Böyle birinin zekatı kabul etme­si, başkalarının kabulü gibi olmadığı gibi, onun reddi de başka bi­rinin reddi gibi değildir. Çünkü o arifin şahidi, bizzat Allah Tea-la'dan olduğu için başkalarının şahitlerinden daha güçlü ve yüce­dir. Ayrıca o, muvaffakiyet ve korunmuşluğa başkalarından daha yakındır.
Kardeşlerimden biri bana şunu nakletmişti: Mekke'de bir fakir, zenginlerden birinin verdiği zekat malını geri çevirmişti. Bunun üzerine zengin ağlamaya başladı. Niçin ağladığı sorulduğunda şöy­le demişti: Bu geri çevrilen benim amelim değil mi? Bunun üzeri­ne, 'Başkası kabul etse olmaz mı?' denildi.
Zengin, buna da şöyle karşılık verdi: Böyle bir gözü nereden bu­labilirim? Hakikaten işin aslı, aynen onun ifade ettiği gibidir. Çün­kü mümin, yakin gözüyle ve Allah'ın nuruyla bakar. Onun reddi, Allah Teala'nm reddi gibidir. Allah Teala buyurdu ki: "Allah tara­fından bir şahidi bulunan kimse gibi olur mu?" (Hud/11)
Cahil kimse, kendi hakkında hevası ile hareket eder. Böyle bi­rinin reddi ile kabulü arasında fark yoktur. Çünkü o, aldığını nefsi için aldığı gibi, reddettiğini de nefsi istemediği için reddeder. Arif ise aldığında Allah için, reddettiğinde de yine O'nun için reddeder. Sadakası böyle biri tarafından kabul edilen kimse için izzet ve ikram sözkonusudur. Zekatını kabul eden fakir arife olan sevgi ve saygısı artar. Çünkü o, iyilik ve takvada ona yardım etmiş ve malı­nı kabul ederek kendisine ikramda bulunmuştur.Zekat veren bu­nu, Allah Teala'dan bir nimet ve ihsan olarak görmelidir.
Kula düşen, takva ehlini ve ihtiyaç sahibi fakirleri aramaya ça­lışmak, bu hususta yapabileceğinin en iyisini yapmaktır. Eğer bilgi­si eksik, feraseti sığ ve havas hakkındaki tecrübesi zayıf ise, kendi­sinden daha bilgili, daha basiretli, salihleri daha iyi tanıyan, dinine ve emanet duygusuna güvenilen hayır ehline müracaat etmelidir.
Bu kimseler, dünya alimleri olmayan ahiret alimleridir. Ahiret alimleri, dünyada zühd sahibi olan, mal biriktirmekten sakınan kimselerdir. Dünya sevgisi, bulanık bir duygu olup birçok kimse onun yüzünden helak olmuş ve sadece alimler ondan kurtulabil­miştir. Dünyanın çekiciliğinden sakınabilenler, ancak ilim ve ya-kinde tahkik sahibi olanlardır.
Onlar, dünya nimetlerinin azıyla yetinenlerdir. Allah Teala bu­yurdu ki: "Ve içlerindeki imanı sağlamlaştırmak için". (Baka­ra/265) Yani, yakini imanlarını sağlam kılmak için sadakalarında işlerinde sağlama alır ve onları sadece kalplerinin mutmain oldu­ğu yerlere tevdi ederler.
Ulemadan bir zat, sadaka ve zekat için sufilerin fakirlerini ter­cih ederdi. Ona İyiliğini bütün fakirlere yaysan olmaz mı?' denildi­ğinde şu cevabı vermiştir: Hayır, ben onları diğerlerine tercih edi­yorum. 'Niçin?' diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: Çünkü onla­rın bütün tasası Allah Teala'dır.
Onlardan herhangi birine gelebilecek darlık ve sıkıntı, Allah Te-ala'ya dönük tasasını dağıtabilir. Bu nedenledir ki, onlardan her­hangi birini Allah'ın tasasında tutabilmem, benim için kaygısı dün­ya olan diğer fakirlerden bin tanesine sadaka vermemden daha gü­zeldir. Bu söz, Ebu'l-Kasım el-Cüneyd'e nakledildiği zaman, çok hoş bulmuş ve şu değerlendirmede bulunrmuştur: Bu hal, Allah Tea­la'mn velilerinden birine ait olsa gerek. Uzun zamandır bundan da­ha güzel bir söz işitmedim.
Bir süre sonra yukarıdaki sözün sahibi olan şahsın maddi duru­munun bozulduğunu ve dükkanını kapamaya niyetlendiğini duy­dum. Cüneyd, kendisine verilen bir parayı ona götürerek şöyle de­miştir: Bunu sermayene kat ve dükkanını kapatma. Ticaret senin gibilere zarar vermez. Sözkonusu şahsın bakkal olduğu ve kendi­sinden alışverişte bulunan fakirlerden para almadığı söylenirdi.
İbni Mübarek (ra) ise zekatını Özellikle ilim ehline verirdi. Bu hususta kendisine, 'Başkalarına da versen olmaz mı?' diye soruldu­ğunda şu karşılığı vermiştir: Ben, peygamberlik makamından son­ra alimlerin makamından daha faziletli bir makam bilmiyorum. Alimin kalbi, muhtaçlık ve geçim darlığıyla meşgul olduğu zaman kendini ilme veremez ve insanları eğitmeye yonelmez. İşte bu se­beple onlara yardımcı olup ihtiyaçlarını görerek kalplerini ilme hasretmelerini ve halkı bilgilendirmede daha faal olmalarını uy­gun gördüm.
Selef-i Salih'in zekat ve sadaka verirken izledikleri yol budur. Kulun, zekatını en faziletli yere vermesi, tıpkı O'nun helal yemek yedirmeye muvaffak kılması gibi Allah Teala'mn tevfiki ve nasip etmesiyle olur. Allah Teala veli kullarını buna muvaffak kılar ve kudreti sayesinde onlar için dilediği kadar ilim çıkarır. [47][47]


Bu bölümde orucun farzlarını zikredeceğiz. Orucun Allah Teala'dan bir farz ve O'na yakınlaşma vasıtası olduğuna inanmak gerekir. Orucu, yalnız O'na halis kılarak eda etmek gerekir. Oruç farziyeti nasıl düşer? Kul, ikinci fecrin doğuşundan iftarın açıldığı gün batı-mına kadar yeme, içme ve cinsel münasebetten uzak durmalıdır. Günün herhangi bir vaktinde orucu açmaya da niyetlenmemiş ol­malıdır. [48][48]


Allah Teala'mn havas kullarının orucu, şu altı organı muhafaza et­mekle gerçekleşir:
1. Gözü kısarak bakışta derinleşmemek.
2. Kulağı bir haramı dinlemekten, günahtan korumak ve batıl ehlinin sohbetine katılmamak.
3. Dili, kendisini ilgilendirmeyen hususlara müdahil olmaktan muhafaza etmek, söylendiğinde aleyhte olacak, tutulduğunda leh­te olmayacak konuşma ve susmadan uzak kalmak.
4.Kalbi Allah korkusuyla doldurarak yapmaktan menedildiği fikir ve düşüncelerden sakındırmak, lüzumsuz temennilerde bu­lunmamak.
5. Eli harama uzanmaktan ve çirkinlikte bulunmaktan menet­mek.
6.Ayağı da emredilmediği veya teşvik edilmediği bir gaye uğ­runda yürütmeyerek sadece hayır işleri için kullanmak.
Her kim bu altı organı ile gönüllü olarak oruç tutar ve iftarını da yeme-içme ve meşru münasebetle geçirirse, Allah katında fazi­let sahibi oruçlulardan biri olur. Çünkü o, yakini iman sahiplerin­den ve Allah Teala'nm koyduğu sınırları muhafaza eden kimseler­den biridir.
Bu altı uzvu veya biriyle ya da mide veya tenasül uzvu ile oru­cunu bozan kimse ise, koruduğundan çoğunu yitirmiş sayılır ki, kendini oruçlu saysa da alimler nezdinde orucunu yemiş sayılır.
Ebu'd-Derda (ra) dedi ki: Akıl sahiplerinin uykusu ne kadar da güzeldir! O ve diğerleri, ahmak kimselerin namaz ve oruçlarını na­sıl da kusurlu görmüşlerdir. Onlara göre zerre miktarı takva, al-danmış kimselerin dağlar büyüklüğündeki ibadetlerinden çok daha faziletledir.
Yemekten imtina edip Allah Teala'mn emirlerini çiğneyerek orucunu bozan kimsenin orucu, cehaleti sebebiyle her uzvunu mes-hettiği için namazı reddedilen kimsenin namazı gibidir.
Yemek ve cinsi münasebet ile orucunu bozduğu halde diğer uzuvlarıyla Allah Teala'mn yasaklarından uzak duran kimsenin orucu, her uzvunu birer kez yıkayarak abdest alan kimsenin abdes-ti gibidir. Böyle biri farzı yerine getirip fazileti ifa etmediği halde kıldığı namaz makbul olur. Böyle bir oruçlu, genişlik için orucunu bozan, ama farziyeti noktasında oruçlu olan biridir.
Yeme içme ve cinsi münasebetten oruç tutmasının yanısıra söz­konusu altı uzvunu da günahlardan koruyan kimsenin orucu, her uzvunu üçer kez yıkayarak abdest alan, sonra da farz ve mendubu ifa eden kimsenin abdesti gibidir. O, hem farzı, .hem de fazileti yerine getirdiği için ihsan ehlinden ve ulemaya göre hakiki oruçlular­dan sayılır. Bu tür oruç, Allah Teala'nm Katabı'nda övülen ve akıl sahipleri olarak vasfedilen değerli kimselerin orucudur.
Orucun faziletleri arasında, yukarıda sayılan uzuvların arzu ve şehvetlerinden uzak durmak, şüphelere, mubahlara yanaşmamak ve şehveti harekete geçiren alışkanlıkları terketmek ve az da olsa helal rızıkla iftar etmek yeralır. Oruç, bütün bunlara riayet edile­rek saflaştırılır.
Oruçlu, oruç esnasında hanımını öpmemeli, teniyle ona temas etmemelidir. Bu, orucunu bozmasa da, faziletini eksiltir. Bu tür ha­reketlere yanaşmamak, imanı ve iradesi kuvvetli kimseler için da­ha hayırlıdır. Oruçlu, gündüz uykusunu az tutmalı, sürekli zikirle orucunu hatırlayıp akletmeli, açlık ve susuzluğunu devamlı hisset­melidir.
Selef-i Salih sahur yemeğini iki üç hurma ve birkaç zeytin ile azıcık su içerek geçiştirirler di.
Hatta kimileri sahur yemeği olarak hayvan yemi yer ve bunun­la sahurun bereketine ulaşmak isterlerdi.
Oruçlu, Yaratan'ı fazlaca zikredip yaratılmışları anmayı azalt­malı, dilini onlarla meşguliyetten sıyırdığı gibi kalbini de onlara dönük kaygılardan uzak tutmalıdır. Bu tür davranış, oruç için ne-zahete daha yakındır. Oruçlu, başkalarıyla mücadele ve husumete girmemeli, küfür ve kavgadan sakınmalıdır. Bu gibi hareketler, orucun hürmet ve mahremiyetinden dolayı asla ödüllendiril eme z.
Oruç tutan kimse, vakti iyice gelmeden yemekle ilgili hazırlık ve düşüncelere daim amali dır. Denir ki: Oruç tutan biri, akşam ye­meğini vaktinden Önce veya günün hemen başında iftarı düşünür­se ona bir günah yazılır. Oruçlu, kendisine nasip edilenin azıyla ye­tinmeli ve buna rıza göstererek iftarını etmeli, Allah Teala'ya da bol bol şükretmelidir.
Orucun faziletlerinden biri de, yiyecek ve içeceği olabildiğince azaltmak, iftar yemeğinde acele edip sahuru tehir etmektir. Oruç­lu bir yaş veya varsa tek bir kuru hurma ile iftar etmelidir. Bu, onun için berekettir. Ya da sadece su ile iftar etmelidir. Su temiz­dir. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. O, bir içim su, sulandı­rılmış süt veya birkaç hurma ile iftar ederdi.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nice oruç tutan vardır ki, oruçtaki nasibi aç ve susuz kalmaktan ibaret­tir". [49][49] Hadise konu olan kişiler hakkında değişik tarifler yapılmış­tır. Bunlardan birine göre onlar, gündüz oruç tuttuktan sonra ha­ram ile oruç açan kimselerdir. Bir diğerine göre ise, helal kılınmış yiyeceklere dokunmazken gıybet yoluyla insanların etlerini yiyen kimselerdir, üçüncü bir tarife göre ise, gözünü ve dilini haramdan sakınmayan kimselerdir.
Denilir ki: Kişi oruçlu iken yalan söylediği, gıybet ettiği veya günah peşinde koştuğu her an, o günki orucundan düşülür ve bir­kaç günün oruçları birleştirilerek bu tür illetlere ulaşmamış tam günlük oruç tahakkuk ettirilir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Oruç, yalan ve gıybetle ihlal edilmedikçe sağlam bir örtüdür[50][50]
Selef-i Salih, gıybetin orucu bozduğunu bile söylemişlerdir. On­lar, müslümana eziyet etme endişesiyle abdest alırlardı. Ateşin değdiği şeylerden dolayı abdest alma hususunda şu söz rivayet edilmiştir: Çirkin bir sözden dolayı abdest almam, benim için temiz bir yemekten dolayı abdest almamdan daha sevimlidir.
Bişr b. el-Hars, Süfyan'dan (ra) şunu rivayet etmiştir: Kim gıy­bet ederse, orucu bozulur. Leys kanalıyla Mücahid'den de şu söz ri­vayet edilmiştir: İki şey vardır ki orucu bozarlar: Gıybet ve yalan.
Cabir (ra), Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Beş şey orucu bozar: Yalan, gıybet, kovuculuk, yalan ye­re yemin ve şehvetle bakış".
Denir ki: İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki onların bir Ranıazan'ı tamamen oruçla geçirmiş olmaları için on veya yirmi Ramazan'ı oruçla geçirmeleri gerekir. Namaz ve zekat gibi diğer farzlar da böyledir. Kulun buralardaki eksikliği de nafile ve sada­kalarından ikmal edilerek giderilir.
Yine bu meyanda şöyle denilmiştir: Kulun orucu, beş günde sıh­hat kazanır. Tıpkı bir namaz, beş vakit namazla ancak sıhhat bul­duğu gibi. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Gıybet eden kimse orucunu yırtmış olur. Bağışlanma dileyerek onu onarmalıdır". Denildi ki: Allah Teala farz kıldığı hiçbir şeyde ondan gayrisine rıza göstermiş değildir. O, farz kıldığının yapılma­sını ister ve kulu bununla hesaba çeker. Allah Teala'nm afn, birçok günahı kapsar.
Oruç ibadetiyle murad edilen, sırf aç ve susuz kalmak olmayıp aynı zamanda günahlardan sakınmaktır. Daha önce belirttiğimiz gibi namaz ibadeti ile murad edilen de, fuhuş ve çirkin işlerden uzaklaşmaktır. Nitekim Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kişi yalan sözü ve onunla amel etmeyi terketme-dikçe, Allah Teala'mn onun yiyecek ve içecekten uzak durmasına ihtiyacı yoktur".[51][51]


İslam dini hac ile kemal bulurken, müslüman oluş da onunla tama­ma erer. Haccm farzları hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ona yol bulabilenler için Ev'i haccetmek, Allah'ın insanlar üzerin­deki hakkıdır". (Al-i İmran/97) Allah Resulü (sav) ayetteki "yol/im­kan" bulabilme ifadesini azık ve binek bulabilmekle tefsir etmiştir.
Kul, azık ve binek bulduğu zaman hac farizasını ifa etmekle yü­kümlü olur. Bunlara sahip olmasına rağmen haccı ertelemek mek­ruhtur. Eğer haccetmemiş veya durumunun bozulması sebebiyle imkansızlıktan dolayı hacca gitmemiş olarak ölürse, O'na karşı gü­nah işlemiş olur.
Allah Teala'nm imkan verdiği günden Öldüğü ana kadar sürek­li günah işlemiş sayılır. Böyle biri, İslam'ın kemaline ulaşmaktan uzaktır. Çünkü Allah Teala İslam'ı hac farizası ile kemale erdirmiş­tir. Nitekim Arefe Günü indirdiği ayet-i kerime şöyledir: "Bugün di­ninizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve siz­ler için din olarak İslam'dan razı oldum". (Maide/3)
Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Müzmin bir hastalık veya zalim bir sultanın engellemesi olmaksı­zın hacca gitmemiş olarak ölen kimse, yahudi veya hıristiyan ola­rak ölmeyi Önemsemeyen kimsedir".
Ömer (ra) şöyle demiştir: Bir ara şuna niyetlendim: İmkanı ol­duğu halde hacca gitmeyen kimselere cizye vergisi koyayım. Sa'id b. Cübeyr, İbrahim en-Neha'î, Mücahid ve Tâvus'dan şu söz nakledilmiştir: Eğer üzerine hac farz olduğu halde hacca gitmeyen zen­gin birinin öldüğünü duysam, onun cenazesini kılmam.
Selef-i Salih'den bir zatın hali vakti yerinde bir komşusu vardı. O zat, hacca gitmeden ölen zengin komşusunun cenaze namazını kılmamıştı. İbni Abbas (ra) da şöyle derdi: Zekat vermeksizin ve hacca gitmeksizin ölen kimse, dünyaya geri döndürülmeyi ister. O, bu sözü şu ayet-i kerimenin tefsirini yaparken söylemiştir: "Rab-bim, beni geri döndür, belki ardımda bıraktığım (dünyada) salih amel işlerim". (Müminun/99)
Bu anlamdaki bir diğer ayet-i kerime de şudur: "Rabbim, beni yakın bir tarihe erteleseydin, tasdik eder ve salihlerden olurdum". (Münafîkun/10) Yani zekat verir ve hacca giderdim. İbni Abbas (ra) bu ayet-i kerimenin müslümanlar için en ağır hükmü içerdiğini söylemiştir.
Yürüme gücü olan veya çalışabilir durumda olan birinin de yol emniyetinin bulunması durumunda haccetmesi, kendisi için fazi­letli bir amel olur. Yayan olarak hacceden kimse için attığı her adımda yedi yüz hasene yazılır. Binek üzerinde giden hacı için de hayvanın attığı her adımda yetmiş hasene yazılır. Yürüme gücü, bazı alimlere göre ayetteki "yol/imkan bulma" şartının ifası için ye­terlidir.
Ulemanın geneline göre haccm farzları altıdır. Onlar, bu farz­lardan üçü üzerinde ihtilaf ederken, diğer üçü üzerinde ittifak et­mişlerdir. İhtilaf ettikleri farzlar, Sa'y, Kurban gecesi Müzdelife'de geceleme ve Kurban günü şeytan taşlamadır. İttifak ettikleri ise, Hac için ihrama girme, Arafat'ta vakfede durma ve Kabe'yi tavaf etmedir. Alimler, bunlar dışındaki esasların sünnet ve müstehab babından oluşu hususunda da farklı görüşlere sahiptirler.
Biz, çoğunluğun yani Cumhur'un mezhebini tercih etmekteyiz. Buna göre haccm farzları dörttür:
1. ihrama girmek.
2. Arefe günü güneşin zevalinden Kurban günü fecrin doğuşun­dan öncesine kadar Arafat'ta vakfe yapmak.
3. Vakfe ve şeytan taşlamanın ardından ziyaret tavafını yapmak.
4. Hac için ihrama girildikten sonra Safa ile Merve tepeleri ara­sında sa'y yürüyüşünü eda etmek.
Sa'y, Arafat vakfesinden önce yapılabileceği gibi sonra da yapıla­bilir. Bunlar dışındaki hac kuralları sünnet ve müstehab babında değerlendirilir. Bunlardan bazıları müekked, bazılarının terki kefa­reti gerektiriri, ve bazılarının da yapılmamasında hiçbir beis yoktur.
Kabe tavafı üçtür. Bunlardan biri farz olup terkedilmesi halin­de hac batıl olur. Bu tavafa, Ziyaret Tavafı denir. İkincisi sünnet olup terkedilmesi halinde kefaret vermek gerekir. Haccm tam ol­masını engellemeyen bu tavafa da Veda Tavafı denir.
Üçüncüsü ise müstehab olup terkinden dolayı hiçbir şey gerek­mez. Bu tavafa da Vurûd Tavafı denir. Haccm farz, hüküm ve şekil­leri hakkında naklettiklerimiz, kitabımızın amellerle ilgili diğer bölümlerinde de yaptığımız üzere azık miktarıyla sınırlanmıştır. Hac ve menasikle ilgili olarak nakledilen hadis ve görüşleri, müs­takil olarak hazırladığımız Kitabu menâsiki't-Hacc adlı kitapta bü­tün boyutlarıyla ele aldık. [52][52]


Bu bölümde haccın fazilet ve adabıyla birlikte marifet yoluna giren sülük ehlinin hacda takip ettikleri yol ile hacıların faziletlerini an­latmaya çalışacağız. Allah Teala buyurdu ki: "Hac, bilinen aylarda­dır. Bunlarda haccetmek farz olan -yani haccı üzerine farz görerek Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin dokuz gününde ihrama giren kimse için- hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga etmek yok­tur". (Bakara/197)
Ayette geçen "rafes" kelimesi, her türlü boş iş, küfürlü söz, ka­dınlarla oynaşma ve cilveleşme, onlarla cinsi münasebet hakkında­ki konuşmalar gibi hususları ihtiva eden zengin içerikli bir kav­ramdır. "Füsûk" kelimesi ise, Allah Teala'ya itaatten çıkış, O'nun koyduğu sınırlardan herhangi birini çiğneme fiillerini ifade eden bir kavramdır. "Cidal" ise, düşmanlık ve kinin her türlü tezahürü­nü ihtiva eden bir kavramdır.
Allah Teala'nın hac menasik ve esaslarını temiz tutmaya yöne­lik emrine konu olan kötü fiillerin geneli bu üç kelime ile ifade edil­miştir. Bunlar, günah ve kusurların ana kollarını oluşturan masi-yetlerdir. Hac, sözlükte yüceltilen birini ziyarete gitmek anlamın­dadır. Araplar, tazim ve ihtiramda bulundukları Numan'm ziyare-
tine gidişi ifade etmek için "Nehuccu ilâ Nu'mâne=Numan'ı ziyaret edeceğiz, ona haccedeceğiz" derlerdi.
Hacı, haccetmeye niyetlendiği zatı yüceltip tazim etmelidir. Zi­yaretinin "Hac" olarak nitelenebilin esi için gerekli olan temel hu­sus budur. Hac aynı zamanda açık bir yola sülük etmek/yola gir­mek anlamında da kullanılmıştır. Bunda belli bir maksad ve fayda­ya dayanma sözkonusudur.
Hac, "nüsk" konumunda "mahaccet" kelimesinden türetilmiş bir kavramdır. "Nüsk", yol kavramı için konulmuş bir isim olup "mensik" kelimesinden türemedir. "Mensik" yol isimlerindendir. Bunun çıkış yeri de kurban kesimidir. "Nâsik=Kurban kesen/yola giren" de bu esasa dayanılarak böyle isimlendirilmiştir. Çünkü o, kendisini ahirete götüren yola girmiş kimsedir.
Haccm faziletlerinin ilki, onu Allah Teala'nın rızasına halis kıl­maktır. Hac esnasında harcanan para helal olmalı ve hacı bu süre zarfında ticaretten elini çekmelidir. Çünkü ticaret, kalbi meşgul ederek ihlası dağıtır.
Hacının kalbi; sakin, her türlü maddi kaygıdan uzak ve heva-dan arınmış ve zikrullah ile dolmuş olmalıdır. Hacı yalnız önüne bakmalı, arkasına dönmemelidir. Niyetin sıhhati, doğruluk ve dü­rüstlükle olur. Nefis de gönüllü olarak harcama ve infakta bulun­malı, tasadduk ve ahiret azığı toplamadageniş davranmalıdır. Hac­daki harcama, Allah yolunda harcama gibi olup bir dirhem, yediyüz dirhem sevabına ulaşacaktır.
Hac, Allah yolunda yapılmış sayılan fiillerden biridir. Bu husus Allah Resulü'nden (sav) de rivayet edilmiştir. İbni Ömer (ra) ve di­ğerleri şunu nakletmişlerdir: "Yolculukta azığın güzelliği, kişinin keremindendir". Yine O, şöyle buyurmuştur: "Hacıların en fazilet­lisi; niyet bakımından en halis, harcama bakımından en temiz, ya-kini iman bakımından en güzel olandır".
Ibnu'l-Münkedir'in Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif ise şöyledir: "Kabul edilmiş haccm ödülü ancak cennettir. Bunun üze­rine 'Haccın iyilik ve kabul şartı nedir?' diye soruldu. O da 'Güzel söz söylemek ve yoksullara yemek yedirmek' buyurdu".[53][53]
Denir ki: Haccın sefer ve yolculuk olarak isimlendirilmesinin sebebi, cinselliğe ilişkin hususlardan, bazılarına göre nefsani sıfat­lardan uzaklaşmadır. Çünkü sılada arkadaşlığı güzel olan kimse­nin, seferdeki arkadaşlığının da güzel olması gerekmez.
Adamın biri, birini tanıdığını söyleyen dostuna şöyle demişti: Onunla güzel ahlakın esaslarını sınayacağın bir yolculukta beraber oldun mu? O, 'Hayır1 dedi. Bunun üzerine şöyle dedi: Kavga etme­dikçe, riyayı çoğaltmadıkça, kadınlara bulaşmadıkça ve münakaşa­ya girmedikçe onu tanıdığını söyleyemem. Bişr b. el-Hars'm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Süfyan dedi ki: Her kim kadınlara yana­şırsa, haccı fasid olur.
Hacı, haccın hüküm, farz, fazilet ve menasikini hacca niyet et­tiğinde güzelce öğrenmeli, bunu kendisi için en önemli husus ola­rak görmeli ve bütün sefer şartlarını önüne almalıdır. Çünkü sefe­rinin maksad ve gayesi hacdır. Kul, bu bilgileri asla ihmal etmeme­li ve onları kendisi için dürüst bir refakatçi, sevgi dolu bir alim gi­bi görmelidir. Zikri unuttuğu zaman kendisine hatırlatırken, hatır­ladığında yapmasına yardım eder. Korktuğunda onu yüreklendirir­ken, aciz kaldığında ona güç verir. Zannı kötüleşip yüreği daraldı­ğında yüreğini açarak zannını iyileştirir.
Kişi, yol arkadaşına muhalefet ve sürekli itirazda bulunmama­lı, ona güzellikle davranmalı, yumuşak ve hoşgörülü, insanlara karşı barışçı olmalı, onların verdiği eziyete karşı sabırlı olmalıdır. Bütün bunlar, haccı faziletli kılar. Devenin veya binek havanının palanı üstünde oturarak haccetmek, takva sahiplerinin haccı ve Selef-i Salih'in izledikleri yoldur. Denir ki: Ebrâr zümresinin haccı, develerin semerleri üstünde gerçekleşir.
Süfyan-ı Sevri (ra) babasından şunu nakletmiştir: Kûfe'den hac için Kadisiye'ye gittim ve yolda çeşitli beldelerden hac yolculanyla karşılaştım. Hacıların tamamını binek hayvanları, develer ve tah­tırevanlarda gördüm. Hepsinin de yüklerini tutmuş olduklarına şa­hit oldum.
Mücahid, İbni Ömer'e (ra) 'Hac kafilesi geldi, ne kadar da çok hacı var!' dediğinde şöyle demiştir: Ne kadar da az hacı var! Ne ka­dar da çok binekli var! İbni Ömer (ra) develerin üstüne vurulan ça­dır ve tahtırevan gibi bidatleri gördüğü zaman 'Hacılar az, binekliler çok' eterdi. Sonra hasırların üstünde oturan perişan halli hacıla­ra şahit olduğunda ise, (Ne kadar da güzel bir hacı!' demiştir.
Hacı, perişan görünümlü, azık ve yük bakımından hafif, ancak zaruri ihtiyaçlarımtaşıyan kimse olmalıdır. Eşya ve yükünde aşırı­ya gitmemeli, kendisini ve yol arkadaşını sıkmaman, herşeyde ye­terli olanla iktifa etmeli ve kırmızı renkli giysilerden uzak durma­lıdır, Çünkü bu tür giysiler giymek mekruhtur.
Allah Resulü (sav) devrinde şöyle bir hadisenin yaşandığı riva­yet edilmiştir: "O, bir seferde ashabıyla birlikte bir konak yerinde mola vermişti. Develer serbest bırakılmıştı. Allah Resulü (sav), de­velerin yalanları üzerindeki kırmızı örtüleri görünce, 'Size kırmızı­nın hakim olduğunu görüyorum' buyurdu. Ashab ayaklandı ve koşa­rak develerin palanlarındaki örtüleri çekip almaya başladılar. Bunu o kadar telaşla yaptılar ki develerden bir kısmı ürkerek kaçtı".
Hacı, şöhret celbedecek giysilerden ve gözlerin dikileceği eşya ve malzemelerden sakınmalı, gösteriş için israfta bulunanlara ve övünmeyi seven ehli dünyaya benzemeye çalışmamalıdır. Aksi tak^ dirde kibir ehli arasında yazılır. Dünyevi nimetleri ve refah düze­yini yükseltmeye de çalışmamalıdır. Çünkü bunlar, Allah yolunda müstehap görülmemiştir. Allah yolunda sıkıntı, çile, susuzluk ve zorluk arttıkça yapılan amelin fazilet ve sevabı da artar.
Allah Resulü (sav) bir devenin üstünde haccetmişti. Bindiği de­ve, çelimsiz bir deveydi ve üstünde dört dirhem değerinde kadife bir örtü vardı. Allah Resulü (sav), müslumanlarm kendisini göre­rek sünnetini koruyabilmeleri için devesi üstünde tavaf etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Hac menasikinizi benden Öğrenin"[54][54]
Yine O, şöyle dua ederdi: "Lebbeyk Allahım Lebbeyk! Gösteriş­siz ve riyasız bir hac ile!" Başka bir hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Lebbeyk! Muhakkak ki (gerçek) hayat, ahiret hayatıdır".
Allah Resulü (sav) hacılara saçların dağınıklığını ve tevazuyu emrederken refah ve nimet içinde yüzmekten sakındırmışlar.. Fuda-le b. Ubeyd'in rivayet ettiği hadiste de böyle denilmektedir.
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Ha­cı, ancak saçı başı dağınık ve fısıltıyla konuşan kimsedir. Allah Teala meleklerine şöyle buyurur: Benim evimi ziyaret edenlere iyice bakın. Onlar derin vadilerden saç baş dağınık ve toz içinde Bana gelmişlerdir".
Allah Teala yüce Kitabı'nda da şöyle buyurmuştur: "Sonra kir­lerini gidersinler". (Hac/29) Ayetteki kirlilik, saç baş dağınıklığı ve toza bulanmış olmadır. Bunun giderilmesi, saçın tıraş edilip tır­nakların kesilmesiyle mümkün olur.
Ömer b. Hattab (ra) ordu komutanlarına gönderdiği bir emirde şöyle demişti: "Askerlerinize eskileri giydirin, huşuneti yeğleyin". Hadis ehlinden bir zat bu sözü biraz değiştirerek şöyle demiştir: Ömer (ra) tarafından sünnetin iskat edilerek tıraşın emredilmesi muhtemel değildir. O, Haricilerin mezhebini beğendiği için Sa-biğ'e şöyle demiştir: Başını aç! Sabiğ'in saçının iki örgüye sahip ol­duğunu görünce şunu söylemişti: Eğer tıraşlı olsaydın boynunu vurmuştum.
Hacı, giyecek ve kullandığı eşya bakımından Yemenlilere ben­zemeye çalışmalıdır. Çünkü onların hacda izledikleri yol ve adetle­ri takip etmek, Selefin takip ettiği yola girmektir. Allah Resulü (sav) de, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Onların sıfatlarını aşan ve yollarına aykırı giden kimse bidatçi ve muhdistir".
Yine bu anlamda şöyle denilmiştir: Yemenliler, hacıların süsle­ridir. Çünkü onlar, Sahabe'nin ve Selefin izledikleri yol ve usûl üze­redirler. Onların azla yetinmeleri ve nadir bulunur olmaları nede­niyle övülmeleri babında şöyle denilmiştir: (Yemenli hacılar) ateş­ten dolayı köpürmez, yolun meşakkatinden dolayı bunalmazlar.
Geçmiş ulema, halktan birinin Mekke yoluna çıktığını gördük­leri zaman şöyle derlerdi: Filan kişi haccetmek üzere yola çıktı de­meyin. Misafirlik niyetiyle yola çıktı deyin.
Hac yolculuğunda kullanılan tahtırevan ve çadırlı develerin Haccac b. Yusuf tarafından ortaya çıkarıldığı ve halkın da bu adeti benimsediği söylenmiştir. O dönemin alimleri bunu kınamakta ve bu tür bineklere binmeyi mekruh saymakta idiler. Ben de bu tür çadır ve tahtırevanların, hayvanları telef etmesinden endişe ede­rim. Yaklaşık dört adam ağırlığındaki bu tür çadırlar, ağırlıkları­nın yanısıra hayvanların aşırı ezilmesi ve yetersiz beslenmesi sebe­biyle ölümlerine yol açmaktaydı.
Hacılar, mümkün olduğunca, bineklerinin üstünde uyumamah-dırlar. Çünkü uyuyan kimsenin hayvana daha ağır geldiği söylenir. Vera' ehli binek hayvanlarının sırtlarında asla uyumaz, ancak otu­rurken aralıkları içleri geçebilirdi. Yine onlar, binekleri üstünde uzun süre durmazlardı. Çünkü bu da hayvanlara ağır gelen bir di­rimdir. Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bineklerinizin sırtlarını yatak edinmeyin [55][55] Ki­ralık devenin üstünde, ancak örfe uygun miktarda yük taşınabilir.
Bir adam İbnu'l-Mübarek'e 'Şu mektubu benim için yanında ta-şıyıver1 demişti. Ona şöyle dedi: Deve sahibinden izin alabilirsem olur. Çünkü ben onu kiraladım. Kişi, sabah ve akşam vakitlerinde bineğinden inerek onu dinlendirmelidir. Bu konuda Allah Resu­lü'nün (sav) fiili sünneti ve birçok hadis nakledilmiştir.
Selef-i Salih'ten bazıları ise binek hayvanının sırtında uyukla­mayı doğru bulur ve sırttan inmemeyi şart koşarlardı. Onlar sade­ce hayvanların rahat etmesi için onlara iyilikte bulunarak sırtların­dan inerlerdi. Zahir ulemasından biri şöyle demiştir: Binekli olarak haccetmek, masraf ve harcaması sebebiyle daha faziletlidir. Çünkü bu, nefsi bunaltmaya daha uzak ve ona eziyet bakımından daha ha­fif olduğu için, haccm selamet ve kemaline daha yakın görülür.
Bize göre haccm durumu iftara benzer. Kişinin tabiatına ağır geldiği, sabrı tükendiği ve sıkıntısı arttığı vakit açtığı iftar daha fa­ziletli olur. Aynı şekilde güzel ahlak ve yürek genişliği de faziletli­dir. Bu, bazı kimselere mahsus bir hal de olabilir. Çünkü bazı kim­seler, sıkıntıya mahkum, asabi yaratılışlı ve sabırsız olabilirler. Ki­mi zaman yayan gitme imkanı da olmayabilir.
Mekkeli fakihlerimizden vera' sahibi bir zata, Mekke'den Aişe Mescidi olarak bilinen umre mikatma gidilerek yapılan umreler hakkında şöyle bir soru sormuştum: Acaba Mekke'den mikat yeri­ne yayan gitmek mi, yoksa bir dirheme eşek kiralayarak onunla gitmek mi daha faziletlidir? Alim şu karşılığı verdi: Bu, sözkoimsu mesafenin insanlara zor görünmesine bağlı olarak değişir. Eğer bu mesafeyi yürümek kişiye zor geliyorsa, zorluktan dolayı yayan git­mesi daha faziletlidir. Eğer bir dirhem vererek eşek kiralamak ona daha zor geliyorsa, nefsini buna zorlaması için kiralaması daha faziletli olur. Alim zat sözüne devam ederek şöyle dedi: Bu durum, in­sanların müreffeh olmaları noktasındaki farklılığa bağlı olarak da değişiklik arzeder. Böyle kimselere yürümek daha ağır gelebilir. Bi­ze göre umre mikatma yürüyerek gitmek daha faziletlidir.
Gücü yeten ve bundan sıkılmayan kimse için yürüyerek haccet­mek çok daha faziletlidir. Böyle birinin, buna teşvik eden bir azim ve yüreğinin de olması gerekir. Ehli Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Ahir zamanda hacceden kimse­ler dört sınıftır: Gezinti için hacceden sultanlar; Ticaret için hacce­den zenginler; Dilenmek için hacceden fakirler; Şöhret için hacce­den alim ve kariler".
Hac için ücret talep etmek, dünyevi bir çıkar umarak başkası­nın yerine haccetmek mekruhtur. Alimlerden bir topluluk bunu mekruh saymıştır. Çünkü hac, ahiret amellerinden biri olup tıpkı namaz, ezan ve cihad gibi Allah Teala'ya yakınlığı hedefleyen bir ibadettir. Bu tür ibadetlerden ancak uhrevi sevap hasıl olur. Allah Resulü (sav) müezzin olarak görevlendirilen Osman b. Ebi'l-'As'a şöyle buyurmuştur: "Sabah ezanı için ücret alma [56][56]
Bir defasında da Allah Resulü'ne (sav) cihad için sefere çıkan ve buna karşılık üç dinar alan birinin durumu sorulmuştu. O, şöyle buyurdu: "Onun için dünya ve ahiret bakımından aldığı üç dinar­dan başka bir karşılık sözkonusu değildir". Eğer kulun niyeti ahi­ret ve azmi Allah Teala'ya yakınlık olup bunu almak zorunda kal­mışsa, Allah Teala ahiret niyetine dayanarak dünyalık verebilir. Ancak dünyalık niyetine uhrevi karşılık vermez. O kimsenin de bu durumda olduğunu ümid ederim.
Bir hadis-i şerifte de hac konusunda Allah Resulü'nün (sav) şöy­le buyurduğu rivayet edilmiştir: "Tek bir hac için üç kişiye ecir ve­rilir ve hepsi de cennete girerler: Onu vasiyet edenler; Vasiyeti uy­gulayan; Haccı ikame eden hacı ki o, rnüslüman kardeşinin mesu­liyetten kurtulmasına ve onun farzını edaya niyet etmiştir".
Cihadına karşılık ücret alan mücahidin durumu, Musa'nın (as) annesinin durumuna benzer. O, kendi çocuğunu emzirmesine karşı­lık ücret almış ve bu ücret kendisine helal kılınmıştır. Aynı şekilde mücahidin niyyeti de cihad ise, onun için gerekli yardıma muhtaç : olduğunda onu isteyebilir. Bunun gibi haccı ile ahiret sevabına ve j Allah Teala'nm rızasına nail olmaya niyet eden kimse de, üzerinde- j ki yükümlülüğün ifasından sonra haccı için verilen ücreti alabilir.
Haccın faziletlerinden biri de, insanları hac yolundan çeviren j Allah düşmanlarına mal ile destek vermemektir. Çünkü mal ile { destek ve takviyede bulunmak, can ile desteklemeye eşittir, insan- i lan Mescid-i Haram'dan engellemek, bizzat menetme ve yolu mu- \ hasara etme şeklinde olur. Bu tür çirkin fiillerin maksadı ise insan-: lardan para almaktır. Müslüman hacı, bunlardan kurtulma yolla- j rım aramalıdır.                                                                               
Alim bir zat bu gibi durumlarda nafile haccı terkedip geri dön- j menin daha faziletli olduğunu söylemiştir: Bu gibi zalimlere destek i olmaktansa, nafile haccı terketmek daha hayırlıdır. Çünkü ona gö-1 re bu, dine sonradan sokulmuş bir bidat ve müminlerin dinine ka- j rıştırılmış çirkin bir adettir. Bu fiilde, alandan da verenden de kay-! naklanan bir bidat sözkonusudur.                                                   j
Bize göre de hüküm, aynen bu değerli alimin ifade ettiği gibidir.ı Çünkü hacıların yoluna çıkarak onlardan para talep etmek, sünneti haline getirilmiş bir bidattir. Bunda alçalma, zillet ve nafile haccı! eda etmemeden daha kuvvetli bir olumsuzluk mevcuttur. Aksini dü­şünmek dahi mümkün değildir. Yol kesicilere verilen bu haraç, İslam  ve müslümanlar açısından cizyeye denk bir aşağılama ve zillettir.
Allah Resulü (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Müslü-; inanlardan her biri İslam'ın gediklerinden birini tutar. Eğer onlar mevzilerini terkederlerse, İslam'a senin bulunduğun yerden saldı-: rılmaması için yerini sıkı tut
Meşhur bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiş-i tir: "Müslümanlar tek bir beden gibidir. Müslümanm diğer müslü-i inanlara göre durumu, başın vücuda göre durumuna benzer. Vücut,! başın ağrısından dolayı rahatsızlık duyar. Baş da vücudun ağrısın-; dan dolayı ağrı çeker".[57][57]                                                                
Bazıları, zaruret bulunduğu teviliyle buna ruhsat verme görü­şünü savunabilir. Ancak durum, onların zannettiği gibi değildir,' Çünkü hacının geri dönmesi halinde yol kesen eşkıya ondan hiçbirşey alamayacaktır. Hatta zenginliğin tesiriyle ihdas ettikleri tahtı­revanlarda ve süslü çadırlarda olsalar bile para vermek durumun­da olmayacaklardır.
Eğer sözkonusu haracı verirlerse, zaruret ortadan kalktığı için gönüllü olarak, isteyerek ve iradi olarak vermiş olacaklardır. Belki de bu, develerinin sırtlarında taşıdıkları çadırlar ve hayvanların taşıyabileceğinden çok daha ağır yüklere karşılık onlara verilen bir cezadır. Onlar, bir hayvanın çekebileceğinden dört kat fazla mal ve fuzuli eşya ve ticari mal yüklemek suretiyle onların ölümüne sebep olmaktadırlar. Bu yüzden de, o hayvanların telef edilmesinden do­layı hesaba çekileceklerdir.
Yollarda verdikleri haraçlar, belki de bu suçların bir cezası ola­rak gündeme gelmektedir. Onlar zavallı hayvanlara ticari serma­yelerini, gereksiz eşyaları, şüpheli malları fazlasıyla yükleyen veya hacdan başka niyetlere sahip olan kuşkulu kimselerdir.
Ebu'd-Derda'nın (ra) ölen devesine şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Ey deve! Rabbi'nin huzurunda benden davacı olma. Çünkü sa­na taşıyamayacağın yükler yüklemedim.
Allah Teala, bir günahı benzeri bir günahla, ya da daha ağırıy-la cezalandırır. Hacı, hac görevlerini ve menasikini ifa ederken sa­çı başı dağınık ve toz içinde olmalıdır. Sünnete uygun olan budur. Yolda Allah Teala'yı sürekli zikretmeli, hac görevlerini eda ederken devamlı surette O'nu anmalı ve gafillere de O'nu hatırlatarak diğer insanlar hakkında konuşmayıp kendini ilgilendirmeyen konularda sükutu yeğlemelidir.
Yeterli olanda zorlamaya gitmeyerek mükellef kılmmadığı hu­suslara müdahil olmamalıdır. İyi bir şey gördüğünde onu emretme-li, çirkin bir şey gördüğünde ondan sakındırmalıdır. Bütün bunlar, haccın ecrini arttıran ve hacıyı faziletli kılan hususlardır.
Hacının inikat noktasında hac ve umreyi birleştirmesi müste-hap görülmüştür. Çünkü bunda Allah Teala'ya daha fazla yaklaştı­racak bir alışkanlığı benimseyerek kendi beldesinin mikat nokta­sında iki ibadeti birleştirme sözkonusudur. Bunu tercih eden bir hacı, umreyi de ifa etmiş olacaktır. Zira umre Kur'an-ı Kerim'de hac ile birlikte anılmıştır.
Ayrıca umre, ulemadan birçoğuna göre hac gibi farz kılınmış bir ibadettir. Selef-i Salih'ten bir topluluk, hacca umre ile başlamayı ve onu haccın önüne almayı daha güzel görmüştür. Hasan el-Basri (ra), Ata, İbni Şirin ve Neha'î bu alimlerden bazıları dır. E nes't en (ra) rivayet edilen bir hadise göre Allah Resulü fsav) hac ve umre­yi birleştirmiş ve her ikisine birlikte başlamıştır.[58][58]
İbni Seleme'nin kardeşi, Zabiy b. Ma'bed'den şunu nakletmiştir: Bir defasında hacca gitmeye niyet etmiştim. İlim ehlinden bir zat bana hac ile başlamayı tavsiye etti. Ben de fıkıh ehlinden birine da­nıştım. O da hac ile umreyi birlikte eda etmemi tavsiye etti. Ben de öyle yaptım. Her ikisiyle telbiyede bulundum. Daha sonra Ömer'in (ra) yanma vardığımda kendisini durumu bildirdim. O da şöyle de­di: Peygamberi'nin sünnetine uymuşsun.
Hacı, umreyi daha önce yaparsa, Temettü' Haccı'nda bulunmuş olur. Bilahare haccederse Hacc-ı İfrad'ı eda etmiş olur. Böylesi da­ha faziletlidir. Ulemadan bir topluluğun tercihi bu yöndedir. Hacc-ı İfrad ile yalnız haccı eda ederse, o zamanda, Allah Resulü'nden (sav) nakledildiği üzere sadece haccı eda etmiş olur. Bu, Aişe (ra) ve Gabimden (ra) rivayet edilmiştir.
Kişi haccını eda ettikten sonra kendisi için tayin edilmiş mikat noktasına gelir ve umreye niyetlenir. Bu da güzeldir. Allah Teala buyurdu ki: "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın". (Bakara/196) Ömer (ra) ve Osman'ın (ra) hac ile umreyi tamamlama hakkındaki görüşleri de bu yöndedir. İkisini ayrı ayrı eda etmek de onları ta­mamlamak babından sayılmıştır.
Hacc-ı Kıran'da tavaf etmeli, iki tavafı tamamlamalı ve iki kez sa'yde bulunulmalıdır. Böylelikle hac ve umreyi birleştirme ya da ayırmaya yönelik ihtilaflar da giderilmiş olur. Kul, ihramda iken bol bol telbiyede bulunmalıdır. Telbiye, hac esnasında yapılacak zi­kirlerin en faziletlisidir. Telbiyede bulunulurken ses mümkün oldu­ğunca yükseltilmelidir.
Telbiye lafzı olarak Sahabe'den nakledilen metin şudur: "Leb-beyk yâ ze'l-me'âric! Lebbeyk haccen hokkan ta'abbüden ve rikkan! Ve'r-rağbâ'ü ileyke ve'l-'amelu!" Telbiyede Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen metinle iktifa edilirse, bu da güzeldir.
Hacıya farz kılınmamış olsa da, hac esnasında kurban kesmekdaha faziletlidir. Kesilen hayvanın etini yemekten sakınılmalıdır.
Hacc-ı Kıran, temettü've kefaret için kesilen hayvanların etlerinde olduğu gibi, farz kılınmış kurbanlıkların etleri de yenmez.
Farz kılınmadığı halde nafile olmak üzere kesilen hayvanların etlerinden yemek müstehaptır. Kesilecek havyan, hadislerde belirti­len sekiz kusuru taşımamalıdır. Bu sekiz kusur şunlardır: 1. Eksik uzuv, 2. Kulakta yarık, 3. Boynuzda kırık, 4. Uyuzluk, 5. Kulağın üstten yarık olması, 6. Kulağın önden yarık olması, 7. Kulağın arka­dan yırtılmış olması, 8. Aşırı derecede zayıf ve dermansız olması.
Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'ın nişanelerini tazim ederse, bu da kalplerin takvasmdandır". (Hac/32) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde, kurban hayvanlarının be­sili ve güzel olmalarının kasdedildiği söylenmiştir.
Kurbanlıkların en faziletlisi dişi deve, ardından inek, ardından beyaz boynuzlu koç, ardından keçidir. Kesilecek kurbanlığın mikat yerinden getirilmesi daha doğrudur. Böylelikle kurbanlık arama meşakkatinden kurtulmuş olunur.
Selef-i Salih, üç şeye değer verir ve onlarda değer düşürmeyi mekruh sayarlardı: Hac kurbanı, azat edilecek köle ve kurbanlık. Onlara göre bunların hepsinde pahalı ve sahibi için değerli olanı al­maya çalışmak daha güzeldir.
Bu hususta İbni Ömer'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ömer (ra) Mekke'ye çok güzel bir kurbanlık götürmüştü. Alıcılar bu kurbanlık için kendisine üç yüz dinar teklif etmişlerdi. Bunun üze­rine Allah Resulü'ne (sav) bu hayvanı satarak parasıyla dişi bir de­ve alıp alamayacağını sordu. O da kendisini bundan menetti ve şöyle buyurdu: Hayır, kurban olarak yalnız o hayvanı keseceksin.
Mekke'ye götürülecek kurbanlığın seçimindeki serbestlik sün­nettendir. Bu konuda güzel davranmalı ve daha fazla kurban kese­bilmek için seçilen hayvan değiştirilmemelidir. Çünkü az ama ka­liteli olan, çok ama kalite bakımından düşük olandan daha hayırlı­dır. O günün fiyatlarıyla üç yüz dinara otuz dişi deve alınabilirdi. Ama az bulunan ve eşsiz güzelliğe sahip olan tek bir hayvan, bir­birlerine benzeyen birçok deveden daha hayırlı görülmüştür.
İbnu'l-Münkedir'in Cabir'den (ra) rivayet ettiği bir hadis şöyle­dir: "Allah Resulü'ne (sav) haccm kabul şartının ne olduğu sorul­muştu. 'Telbiyede sesi yükseltmek ve dişi deve kurban etmek' bu-
yurdu".[59][59] Aişe'nin (ra) hadisinde ise Allah Resulü'nün şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Kurban günü Adem oğlunun yapacağı hiç­bir amel, Allah için kan akıtmak kadar sevimli gelemez. Kestiği hayvan Kıyamet günü boynuzları ve toynaklarıyla gelir. Onun ka­nı, yere düşmeden önce Allah Teala'nm huzuruna düşer. Kurbanlı­ğı güzellikle kurban edin".[60][60]
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "(Kurbanlığın) derisindeki her kıl ve kanındaki her damla için size bir hasene vardır. Kurbanlık, Kıyamet günü teraziye konulur. Müj­deler olsun".
Kurbanlık hayvanlar içinde sadece koyun bir yaşını tamamladı­ğında kesilebilir. Bunun dışında keçide iki, inekte üç ve devede beş yaşını bitiren hayvanlar kesilebilir.
İhrama kendi memleketinde girmek, hac ve umreyi tamamlayı­cı hususlardan ve azimet babından sayılmıştır. Ömer (ra), Ali (kv) ve İbni Mesud (ra) "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (Baka­ra/196) ayetinin tefsirinde şöyle demişlerdir: Bu ikinizin tamama ermesi, halkınızın yaşadığı bölgede ihrama girmenizdir.
Hac sırasında kalp, Allah Teala'nın icabetinin umulduğu müba­rek mekanlarda sürekli uyanık olmalı, menfaat umulan noktalar­da dikkatli bulunmalıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmakta­dır: "(Gelsinler) ki kendileri için birtakım faydalara tanık olsunlar ve (Allah'ın) kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar". (Hac/28)
Hacının Mekke'den çıkıp Arafat'ta vakfeye gidinceye kadar, zi­yaret tavafından Mina'ya dönünceye kadar geçen sürede hac mena-sikinin ifa edildiği yerlerde yürümesi müstehab görülmüştür. Hacı­ya binek kullanmayı mubah görenler, hac menasiki bitinceye kadar Mekke'ye yayan olarak gitmeyi müstehap görmüşlerdir.
Abdullah b. Abbas (ra) vefatı esnasında çocuklarına şu vasiyet­te bulunmuştur: "Ey oğullarım, yayan olarak haccedin. Yürüyerek hacceden için, attığı her adımda harem hasenatından yediyüz ha­sene vardır. 'Harem hasenatı nasıldır?' diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: Her hasene yüzbin adet olacaktır".                              «
Hac esnasında yürümenin en çok vurgulandığı ve faziletli bu­lunduğu mahaller, İbrahim (as) Mescidi ile Vakfe arasındaki yol ile, Vakfe'den Müzdelife'ye kadar olan yol ve bayram günü sabahı Mes-cid-i Haram'dan Mina'ya kadar olan yoldur. Ayrıca şeytan taşlama günlerinde yürümek de çok faziletli görülmüştür.
Dua, zikir ve telbiyeye mani olmadıkça Arefe gününü oruçla ge­çirmek de fazileti muciptir. Eğer kulun gücü yetmiyorsa, oruç tut­maması daha hayırlıdır^Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) Arefe günü oruç tutmuşlardır. Osman (ra) da o günü oruçla ge­çirenlerdendir.             \
Hacı, yollarda yürürken sürekli ibret almalı, ayetleri düşünmeli, Allah Teala'nm hikmet ve kudretini, insanları çekip çevirmesini te­fekkür etmelidir. Allah Teala'nm her vakit var ettiklerini düşünerek yarattığı herşeyde bir ibret ve öğüdün bulunduğunu bilmelidir. Hac esnasında kendisini bir ahiret yolcusu gibi gibi hissetmeli, herşey-den ders çıkarmalı, feraset sahibi olmalı ve gördüğü herşey kendisi­ni Allah Teala'ya havale ederek O'nu hatırlatmalıdır. Baktığı herşey­de O'na şahit olmalı, O'nun emri üzerinde tefekkür ederek bunlarla O'nun hikmetini delili endir m eli ve kudretini teyid etmelidir.
Hasan el-Basri'ye 'Kabul edilmiş haccm alameti nedir?' diye so­rulduğunda şu cevabı vermiştir: Kulun, ahirete rağbet ederek dün­ya hakkında zühde yönelmesidir.
Kabul edilen haccm (=Hacc-ı Mebrûr) sıfatı hakkında da şunlar söylenmiştir: İnsanlara eziyet etmemek, yapılan eziyetlere taham­mül etmek, iyi arkadaşlık, azığı harcama. Haccm kabul alametinin de şu olduğu söylenmiştir: Alışılmış günahları terketmek, boş ve kararsız arkadaşları salih dostlarla, heva meclislerini de zikir mec­lisleriyle değiştirmek.
Yukarıda açıkladığımız amellere muvaffak kılman kimsenin bu hali, onun haccının kabul ediliş alametidir. Bu, Allah Teala'nın hac niyetinde ona şefkat edişinin de delilidir. Hac yolunda malı veya canı noktasında bir musibete maruz kalan kimsenin hali de, haccı-nın kabul emarelerindendir. Çünkü hac yolunda karşılaşılan bir musibet, Allah yolunda şöyle bir infaka denktir: Bir dirhemin kar­şılığı yedi yüz kat olacaktır. Bu yolda karşılaşılan musibetler, cihad yolundaki zorluklar hükmündedir.
Kul, Kabe'yi bolca tavaf etmelidir. Çünkü bir haftalık tavaf, yüzyirmi rahmet ihtiva eder. Bu rahmetlerden herbiri de O'nun iz­niyle Allah Teala tarafmdandır. Çünkü O, rahmetini kullarından dilediğine mahsus kılar. Bu rahmetlerden her biri için kazanacağa hasenatın en azı on hasenedir.                                                  '
Ata'nın İbni Abbas'dan (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Allah Teala bu Ev'e her gün yüz yirmi rahmet indirir. Bunların altmışı tavaf edent ler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de ona bakanlar içindir".       
Başka bir hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kabe'yi çok tavaf edin. Kıyamet günü amel defterlerinizde bula­caklarınızın en basiti fakat amelleriniz gıbta edilmeye en çok değe!;r olanı odur".                                                                                           
Tavaf esnasında konuşmayın, sürekli Allah Teala'yı zikredi]) tekbir getirin. O'na hamdedip Kur'an okuyun. Sükunet ve vakarla!, huşu ve tevazu içinde yürüyün. İnsanları sıkıştırmayın ve Kabe'ye mümkün olduğu kadar yaklaşın. Hacer-i Esved'i öperek sağdaki sütunları istilâm edin. Mümkün olursa her seferinde böyle yapın:
Bir hadislerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Her kim Kabe'yi yalınayak ve hüzündü bir haldi tavaf ederse bir köle azat etmiş gibi olur. Kim de yağmur altında bir hafta tavaf ederse geçmiş günahları mağfiret olunur". Bu hadis, Hasan b. Ali (ra) tarafından arkadaşlarına rivayet edilmiş ve onun tarafından Allah Resulü'ne (sav) dayandırılmıştır.
Tavaf esnasında bayağı niyetlerden ve adi fikirlerden sakının. Denir ki: Kul, bu diyarda niyetinden dolayı dahi hesaba çekilir. Bu meyanda İbni Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kul, Mekke dışında hiçbir beldede fiilden önceki iradesi (niyeti) sebebiy­le hesaba çekilmez.
Yine o, şöyle demiştir: Kul, Mekke'de bir günah işlemeye niyet ettiğinde bile Allah Teala onu cezalandırır. O, bu sözünün ardından şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Mescid-i Haram'dan (insanları) ge­ri çevirenler (bilsinler ki), kim orada (böyle) zulüm ile haktan sap­mak isterse ona acı bir azap tattırırız". (Hac/25) Görüldüğü gibi azap tehdidi, fiile değil irade ve niyete bağlanmıştır. Denir ki: Mek­ke'de işlenen suçların cezaları, oradaki hasenatın sevaplarında olduğu gibi katlarca arttırılarak verilir. Orada işlenen günahlara da, ancak orada kefaret olunabilir.
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Mekke'de ihtikar, haramda aşırıya sapma sayılır. Denildi ki: Orada yalan söylemek bile haktan sapma sayılır. Ömer b. Hattab'ın (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rekiy-ye'de yetmiş günah işlemem, Mekke'de tek günah işlememden daha sevimlidir. Rekiyye, Mekke ile Taif arasında bir beldenin adıdır.
Selef-i Salih'in vera' ehlinden Abdullah b. Ömer (ra), Ömer b. Abdülaziz (ra) ve benzeri şahsiyetler, bir çardak Mescid-i Haram'da bir çardak da Harem-i Şerifin dışında kurarlardı. Namaz ve benze­ri bir ibadette bulunacakları zaman Harem-i Şerifteki çardağa gi­rer ve oranın faziletini idrak etmek isterlerdi.
Onlara göre Harem-i Şerifin her tarafı, Mescid-i Haram'm içi hükmündeydi. Yemek yemek, aileleriyle konuşmak veya abdest bozmak istediklerinde ise Harem dışındaki çardaklarına giderler­di. Denir ki: Hacıların aileleri, geçmiş zamanlarda Mekke'ye gir­dikleri zaman, ayakkabılarını çıkarırlardı. Tıpkı Tuva Vadisi'ne gösterilen ta'zim gibi Harem'e saygı gösterirlerdi.
Mekke'de ikamet edenlerden bazıları da, Harem-i Şerifte büyük ve küçük abdest bozmazlardı. Hatta bazılarının, Allah Teala'mn nişa­nelerini ta'zim ve O'nun Harem'ini tenzih etme maksadıyla helallik bölgesinden çıkıncaya kadar ne büyük, ne de küçük abdest lerini boz­madıklarına bizzat şahit olduk. İyi amellerin tamamı, Mekke'de kat­larca arttırılır. Bir hasene, Mescid-i Haram'da kılman namaz misali yüzbin hasene sayılır. Bu anlamda İbni Abbas (ra), Enes (ra) ve Ha­san el-Basri'den (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Bir günlük oruç, yüzbin günlük oruç, bir dirhem sadaka yüzbin dirhem sadakaya denk tutulur". Denir ki: Yedi hafta tavaf, bir umreye bedeldir. Üç umre ise, bir hacca bedeldir. Umre, küçük hac olarak bilinir. Allah Teala'nm şu buyruğu da buna delil mahiyetindedir: "Büyük Hac (Hacc-ı Ekber) günü". (Tevbe/3) Bu, ayet-i kerime, umrenin küçük hac olduğunu gös­termektedir. Araplar arasında umreyi hac olarak isimlendirenler de vardır. Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Ramazan ayında yapılan bir umre, hacca denktir"[61][61]
Yukarıda naklettiğimiz esaslar dahilinde haccı eda eden kimse­nin durumu, haccm kabulünün alameti ve Allah Teala'nm onun nfi) yetine olumlu bakışının işareti sayılır. [62][62]                                    


Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Bu Ev'e hac­cedip kadınlara yanaşmayan ve günaha sapmayan kimse, günah­larından anasının doğurduğu günki gibi sıyrılır".
Başka bir hadiste ise, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim, evinden hac veya umre niyetiyle çıkar ve ölürse, ona Kıyamet gününe dek hac ve umre yapan sevabı verilir. İki haremden birin­de ölen kimse de hesaba çıkarılıp sorgulanmaz. Kendisine 'Cenne­te gir1 denir".
Diğer bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Kabul edilmiş bir hac. dünyadan ve onun içinde-kilerden daha hayırlıdır. Kabul edilmiş bir haccm, cennetten başka bir karşılığı yoktur".[63][63]
Konuyla ilgili bir başka hadis-i şerif de şöyledir: "Hacılar ve um­re yapanlar, Allah Teala'nm elçileri ve ziyaretçileridir. Onlar niyaz ettiklerinde (istedikleri) kendilerine verilir. Bağış dilediklerinde onları bağışlar. Dua ettiklerinde kendilerine icabet eder. Şefaat di­lendiklerinde şefaat ederler".
Bir zat, şunu nakletmiştir: Şeytan, Arafat'ta beşer suretinde ba­na göründü. Çok zayıf, sararmış, gözü yaşlı ve beli bükük bir halde idi. 'Seni ağlatan nedir?' diye sorduğumda şöyle dedi: 'Hacıların ti­cari kaygı olmaksızın Allah Teala'ya yönelmeleri. Bu durumda on­ların amellerini boşa çıkaramamaktan endişe ediyorum. Bu da be­ni kahrediyor. Teki bedenini böyle zayıflatan nedir?' diye sordu­ğumda ise şöyle dedi: Atların Allah yolunda kişnemeleri. Eğer be­nim yolumda kişneselerdi, bundan çok memnun kalırdım. 'Rengin niye sarardı?' diye sorduğumda da şöyle dedi: "Müslümanların ha­yır ve iyilik üzerinde yardımlaşmaları. Eğer günah üzerinde yar-dımlaşsalardı benim çok hoşuma giderdi. Ta belini büken nedir?'
diye sorduğumda şu cevabı verdi: Kulun, (Allahım Sen'den hayırlı son niyaz ederim' demesi. Ne olurdu, ameliyle övünseydi. İşte beli­mi büken de budur.
Arafat'tan Müzdelife'ye doğru ifazada bulunan bir adam İbnü'l-Mübarek ile karşılaştı ve kendisine şöyle dedi: Ey Eba Abdurrah-man! Şu vakitte günah bakımından insanların en ağırı kimdir? îb-nü'1-Mübarek dedi ki: Allah Teala -hacıları kasdederek- şu insanla­rı bağışlamamıştır, diyen kimsedir.
Ehli Beyt kanalıyla rivayet edilen müsned bir hadis de şöyledir: "İnsanların günah bakımından en ağırı, Arafat'ta vakfede durup da Allah Teala 'hm kendisini bağışlamadığını zanneden kimsedir". Denir ki: Öyle günahlar vardır ki ancak Arafat'taki vakfe ile kefa­ret olunurlar. Cafer b. Muhammed bu haberi merfıı' olarak rivayet etmiş ve Allah Resulü'ne (sav) dayandırmıştır.
Denildi ki: Allah Teala, bir kulunun günahını vakfede bağışla­dığı zaman, o günahı işleyenlerin tamamını bağışlar. Selef-i Sa­lih'ten bir zat ise, Arefe günü Cuma'ya rastladığında vakfede du­ranların bütün günahlarının bağışlanacağını söylemiştir. Ona göre böyle bir gün, dünyadaki bütün günlerin en faziletlisidir.
Allah Resulü (sav) Veda Haccı'nı o gün eda etmiş ve o hacdan sonra başka bir hac ziyaretinde bulunamamıştır. O gün Arafat'ta vakfede dururken kendisine şu ayet-i kerime nazil olmuştur: "Bu­gün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamam- -ladım ve sizin için din olarak İslam'dan razı oldum". (Maide/3)
Kitab ehlinin alimleri de şöyle demişlerdir: Eğer bu ayet bize in­dirilmiş olsaydı, o günü bayram ilan ederdik. Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Şehadet ederim ki bu ayet, iki bayramın birleştiği gün, yani Arefe ve Cuma gününde Allah Resulü (sav) vakfede iken nazil olmuştur.
Seleften bir topluluk, "Ki kendileri için bir takım faydalara şa­hit olsunlar" (Hac/28) ayet-i kerimesinin tefsirinde, 'Kabe'nin Rabbi adına, bununla kasdedilen onların bağışlanmalarıdır5 demişlerdir.
"Andolsun ki, ben de onları (saptırmak) için Senin doğru yolu­nun üstüne oturacağım" (A'raf/16) ayet-i kerimesinin bir tefsiri ise şeytanın Mekke yoluna oturarak hacılara mani olmaya çalışacağı şeklinde yapılmıştır. Mücahid ve diğer tefsir alimlerinden nakledilen de şu manadadır: Melekler, Allah Teala ile şeytanın sözleri kar­şı karşıya gelince hacıları muhafazaya alır ve kire bulaşmaların­dan önce onlar için dua ederek 'Allah Teala sizden ve bizden kabul buyursun' derler. Hacılar Mekke'ye vardıklarında da melekler ken­dilerinin karşılarlar. Deve sırtında gelenlere selam verirken eşek ile gelenlerle tokalaşır, yayan gelenleri ise kucaklayarak sarılırlar.
Hasan el-Basri (ra) dedi ki: Ramazan ayını, Allah yolunda ciha­dı veya haccı takiben vefat eden kimse şehit olarak vefat etmiştir. Ömer b. Hattab (ra) ise şöyle demiştir: Hacılar ve onların Zilhicce, Muharrem, Sefer ve Rebiülevvel'in yirmi gününde bağış diledikleri kimseler bağışlanmıştır.
Selef-i Salih, cihaddan dönen gazileri teşyi eder, hacıları ise karşılayarak alınlarından öper ve kendilerine dua etmelerini ister­lerdi. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Allahım! Hacıyı ve onun bağışlanma dilediği kimse­yi bağışla".
Ali b. el-Muvaffak'tan şunu nakletmişlerdir: Hacca gittiğim yıl­lardan birinde Arefe gecesi Mina'daki Hayf Mescidi'nde kaldım. Uykuda yeşiller giymiş iki meleğin gökten indiğini gördüm. Biri ar­kadaşına (Ey Allah'ın kulu!1 diye seslendi. Diğeri de 'Buyur ey Al­lah'ın kulu1 diye karşılık verdi. İlki, 'Rabbimizin Evi'ni bu yıl kaç kişi haccetti?' diye sorunca öbürü 'Bilmiyorum' dedi. İlki sözüne şöyle devam etti: Bu yıl Rabbimiz'in Evi'ni altıyüz bin kişi haccet-miştir. Peki bunlardan kaçının haccınm kabul edildiğini biliyor musun? Diğeri, 'Hayır bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o sözüne devam etti: 'Sadece altı kişi'. Bu konuşmadan sonra göğe doğru yükselerek kayboldular.
işte o an korkuyla uyandım. İçime derin bir kaygı çöktü. Kendi durumumdan endişelenmeye başladım. Sadece altı kişinin haccı kabul edildiğine göre ben altı kişinin nere sindeydim. Arafat'tan in­diğimizde Harem-i Şerifte geceledim. Sürekli hacıların çokluğunu, haccı kabul edilenlerin ise azlığını düşünüyordum.
Uykuya daldığımda gökten iki kişinin indiklerine gördüm. Biri, 'Ey Allah'ın kulu' diyerek diğerine seslendi. O da, 'Buyur ey Allah'ın kulu' diye karşılık verdi. İlki, 'Rabbimiz'in Evi'nin kaç kişinin ziya­ret ettiğini biliyor musun?' diye sordu. O da, 'Evet, altıyüz bin kişi'
dedi. İlki, 'Peki kaçının haccmın kabul edildiğini biliyor musun?' di­ye sordu. Diğeri, 'Evet, altı kişi' diye cevapladı. İlki, 'Peki Rabbi-miz'in bu geceki hükmünü biliyor musun?' diye sordu. Öteki, 'Ha­yır1 dedi. Bunun üzerine ilki, 'O, haccını kabul ettiklerinden herbi-rine yüzbin sevap verdi' dedi. Uyandığımda çok mutluydum. O an­ki sevincim tarif edilemeyecek derecede fazlaydı.
Bu kıssada altı kişi zikredilmiş, yedinci belirtilmemiştir. Bunlar arzın direklerini temsil eden abdal zümresinin yedi mensubudur. Allah Teala, öncelikle onların kalplerine bakar. Sonra onların kalp­leri vasıtasıyla velilerin kalplerine bakar. Onların nuru, Allah Tea-la'nın celalinden kaynaklanır. Velilerin nurları ise abdal zümresi­nin nurlarından kaynaklanır. Onların nasipleri ve ilimleri de, ab­dal zümresinin nasip ve ilimlerinden gelir. Kıssada yedinci abdal zikredilmemiştir. O, arzın ve abdal zümresinin kutbudur. Bütün abdal onun terazisindedir. O, bu ümmet için Hızır'a (ra) benzer. İlim bakımından da ona denktir.
O ikisi, ilim hakkında istişare eder ve biri diğerinden bilgi alır. Ancak bu Kutub, kıssada zikredilmemiştir. Allah Teala daha iyi bi-     J lir ama, bu ümmetten hacca gitmeksizin ölenleri ona teslim edilir. Çünkü o, amel bakımından hepsinden daha zengin, şefaat nokta­sında daha etkilidir.
Ali b. el-Muvaffak'tan rivayet edildi ki: Hacca gittiğim bir yıl, hac farizalarını tamamladıktan sonra haccı kabul edilmeyenleri düşünmeye başladım ve şöyle dedim: Allahım, ben bu haccımı ve onun sevabını, haccı kabul edilmeyen birine hibe ettim. O gece Al­lah Teala rüyama girdi ve şöyle buyurdu: Ey Ali! Cömertliği ve cö­mertleri Ben yarattığım halde cömertlikte Bana meydan okuyor­sun. Ben, cömertlerin en cömerdi, kerem sahiplerinin en yücesiyim. ikram ve cömertliğe bütün yarattıklarımdan daha layığım. Haccı kabul edilenlerin sevaplarını, haccı kabul edilmeyenlerin hepsine hibe ettim.
Îbnu'l-Muvaffak hayatta iken Allah Resulü (sav) adına da bir­kaç kez haccetmişti. O, şunu anlatmıştır: Allah Resulü'nü (sav) rü­yamda gördüm. Bana, 'Ey İbnu'î-Muvaffak, benim için haccettin mi?' diye sordu. Ben de, 'Evet, ey Allah Resulü' dedim. O, 'Peki be­nim adıma telbiyede bulundun mu?' diye sordu. Ben, 'Evet ey Al-
lah Resulü' dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Bu, senin için be­nim yanımda bir kudrettir. Bu fiilin sebebiyle Kıyamet günü seni Ödüllendireceğim. Herkesin dikildiği meydanda senin elinden tuta­cağım. Herkes hesap kaygısında iken seni cennete götüreceğim [64][64]

Beytü'l-Harammn    Faziletleri:                         

Allah Teala, Kabe olarak isimlendirdiği Evi'ni her yıl altıyüz bin ki­şinin ziyaret edeceğini vaadetmiştir. Bu sayı eksildiği takdirde Al­lah Teala meleklerle sayıyı tamamlayacaktır. Bu sayede Kabe bir gelin gibi sarılacak, onu ziyaret eden herkes, Örtülerine sarılarak onunla birlikte cennete girmeye çalışacaktır.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Hacer-i Esved, cennet yakutlarından bir yakuttur".[65][65] Hacer-i Esved, Kıyamet günü iki gözü ve dili olduğu halde diril­tilecek ve konuşacaktır. O, kendisine istilâm edenler için doğruluk üzere şahitlik edecektir. Allah Resulü (sav) onu çok öperdi.
Bir hadiste de O'nun Hacer üzerine secde ettiği rivayet edilmiş­tir. O, devesinin üzerinde tavaf ederken, asasını ona doğru tutar, sonra da asasını öperdi. Ömer (ra) de onu öpmüş ve şöyle demiştir: Biliyorum ki sen, ne yararı, ne de zararı olan bir taşsın. Allah Re­sulü'nü (sav) seni öperken görmeseydim, seni öpmezdim. O bunu söyledikten sonra hıçkırıklara boğularak ağlamıştı. Arkasında dön­düğünde Ali'yi (kv) görmüş ve ona şöyle demiştir: Ey Eba Hasan, buracıktan ne ibretler almıyor!
Ali (kv) de şöyle dedi: O, yarar da verebilen, zarar da verebilen bir taştır. Ömer (ra) 'Nasıl olur?' diye sorunca şu cevabı verdi: Allah Teala, yarattıklarından bir ahit aldı ve onlar için bir yazı yazarak onu bu taşın içine yerleştirdi. O, mümin için vefakârlık, kafir için nankörlük ettiği yönünde şahitlik eder. Hatta müslümanların onu istilâm ederken Söyledikleri, 'Allahım! Sana iman ederek Kitabı'nı tasdik ederek ve ahdine vefa ederek' ifadesinin de bunu kasdettiği belirtilmiştir. Onlar, bu sözlerle, o yazıyı ve Allah Teala'nm aldığı
ahdi kasdetmekteydiler.
Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Toprak önce benim için yarılır. Sonra Baki mezarlığına giderim ve oradakiler benimle birlikte hasredilir. Sonra Mekke halkına giderim, onlar da Haremeyn'in arasında haşrolu-nurlar".
Başka bir hadiste de şu ifade yer almaktadır: "Adem (as) hac menasikini eda ettiği zaman melekler karşısına çıkarak 'Haccm kabul edildi ey Adem!' derler". Başka bir hadis ise şu mealdedir: "Allah Teala her gece yeryüzü sakinlerine nazar eder. İlk nazar et­tiği Harem-i Şerif halkıdır. Harem halkından O'na ilk bakanlar da, Mescid-i Haram'm müdavimleridir. Allah Teala tavafta gördükleri­ni bağışlar. Namazda gördüklerini de bağışlar. Kıbleye dönük ola­rak uyuyor gördüklerini de bağışlar".
Ebu Türab en-Nehaşî'ye Abadan'da namazın hükmü sorulmuş­tu. Şu cevabı verdi: Mescid-i Haram'daki uyku, Abadan'daki na­mazdan daha faziletlidir. Evliyadan bir zata keşf nasip olmuş ve şöyle demiştir: Bütün serhat boylarının Abadan'a, Abadan'ın da Harem-r Şerifin hazinesi ve Mescid-i Haram halkının limanı olan Cidde'ye yöneldiğini gördüm. Mekke'de bir yıl kaldım. Oradaki pa­halılık beni dara düşürmüş ve sıkıntı çekmeye başlamıştım.
Bir gece rüyamda, önümde duran iki şahsın,konuşmalarına şa­hit oldum. Biri diğerine şöyle diyordu: Bu beldede herşey kıymetli. Sanki pahalılığı kasdediyor gibi idi. Diğeri ise şöyle dedi: Mevki kıymetli olduğu için buradaki herşey de kıymetlidir. Malların sana ucuz gelmesini istiyorsan, onları mevkinin itibarına kat, o zaman ucuz görürsün.[66][66]


Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi: Gerçekten de hangi belde de ikamet  edeceğimi bilemiyorum. Kendisine 'Horasan' denildi. Bunun üzeri­ne şöyle dedi: Orada muhtelif mezhepler ve bozuk fikirler vardır. 'Şam' denildi. Bunun üzerine de şöyle dedi: Orada parmakla göste­rilen biri olursunuz. İrak' denildi. Süfyan (ra), 'Orası zorbaların beldesidir5 dedi. 'Mekke' denildi. Onun için de şöyle dedi: Mekke ke­seyi ve bedeni eritir.
Adamın biri Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şöyle demişti: Mekke'de yaşa­yıp Beytullah'a komşu olmaya niyet ettim, bana ne tavsiye edersin? Süfyan (ra) şu cevabı verdi: Sana üç şey tavsiye ederim: İlk safta
namaz kılma! Kureyşli ile arkadaşlık etme! Sadakanı açıktan ver­me! Onun ilk safta namaz kılmayı hoşgörmemesinin sebebi şuydu: İlk safta namaza alıştığı zaman, herhangi bir nedenle namaza ka­tılmadığı zaman yokluğu hissedilir ve şöhret kazanarak tanınan biri olurdu. Aynı safta namaz kılmaya alışıldığı zaman ihlas kaybo7 lup güzel görünme ve riyakârlığın gündeme gelmesi muhtemeldir. Mekke'de yaşıyorken Süfyan-ı Sevri'yi (ra) bir adam ziyaret et7 ti ve kendisinden bir istekte bulunarak şöyle dedi: Adamın biri Mekke'de tasadduk etmemi isteyerek bana para verdi ve onu Ka­be'nin sidanesine vermemi rica etti. Sen ne dersin? Süfyan (ra) şöy­le dedi: Verdiği emirde bilgisizlik etmiş. Kabe, bu tür yardımlara muhtaç değildir. Bunun üzerine adam, 'Peki senin görüşün nedir?' diye sordu. Süfyan (ra) da, 'Onu yoksullara ve dullara dağıt. Ancak falancalara verme, çünkü onlar hacı soyuculardır1 dedi.
Selef-i Salih'ten bazı kimseler, Mekke'de ikameti hoş görmez ve orayı yalnız hac niyetiyle ziyareti, hacdan sonra da ayrılmayı ter­cih ederlerdi. Bunun sebebi, orayı daha çok özlemek olduğu gibi, orada günah işleme korkusu veya tekrar gelme isteği de olabilir.
Allah Teala buyurdu ki: "Biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlara toplantı ve güven yeri kıldık". (Bakara/125) Yani müslümanlar yıldan yıla gelerek orada toplanır, oraya olan özlemlerini canlı tutarlar. Başka bir beldede bulunup kalbinin bu Ev'e bağlı kalması, burada ikamet ederek sıkılmandan, ya da kalbinin başka bir beldede olmasından daha sevimlidir. îbni Uyeyne Şa'bî'den şu sözü rivayet etmiştir; Açık bir hamamda ikamet etmem, Mekke'de ikamet etmemden da­ha sevimlidir. Süfyan (ra) bu sözü açıklayarak şöyle demiştir: Yani ona duyduğu saygı hissi ve orada günah işleme kaygısı sebebiyle böyledir.
Ömer b. Hattab (ra) da hacca giden hacılar bir süre koyar veya şöyle derdi: Ey Şam halkı sizin Şam'ınız, ey Iraklılar sizin Irak'ınız, ey Yemenliler sizin Yemen'iniz var!
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: JMekke evlerinden kira almak ha­ramdır. İnsanlar, kadınlara arkadan yanaşmayı ve Mekke evlerin­den kira almayı helal saymadıkça Kıyamet kopmaz. Süfyan-ı Sev­ri (ra), Bişr (ra) ve fakihlerden bir topluluk da Mekke evlerine kira Ödemeyi mekruh saymışlardır.                .:.:<...-      ,.,
Hatta Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Senden kira istedikle­rinde, eğer vermekten başka çare bulamazsan, Kabe'den onlara verdiğin kadarını alabilirsin. Selef-i Salih'ten bir zat ise şöyle de­miştir: Horasan'da yaşayan niceleri vardır ki, bu Ev'e, onu tavaf edenlerden daha yakındırlar.
Allah Teala'mn öyle kulları vardır ki, Kabe Allah Teala'ya yakın olabilmek için onlarla beraber tavaf eder. Şeyhlerimizden biri de Ebu Ali el-Kirmanî1 den şöyle bir hadise nakletmiştir:
el-Kirmanî Mekke'de ikamet eden şeyhlerimizden biriydi ve ab­dal zümresindendi. Hadiseyi bizzat ondan da işittim. el-Kirmanî dedi ki: Bir gece Kabe'nin müminlerden biriyle birlikte tavaf ettiği­ni gördüm. Bu şeyh bana şöyle dedi: Belki de gökyüzünün Kabe'nin zeminine indiğini görmüşsündür. Kabe onu emmiş ve ona yapış­mıştır. Yeryüzündeki abdal zümresinin çoğunluğu Hind, Zenci di­yarları ile küfür beldelerinde yaşarlar.
Denir ki: Güneşin battığı hiçbir gün yoktur ki abdal zümresin­den biri Kabe'yi tavaf etmemiş olsun. Fecrin doğduğu hiçbir gece de yoktur ki gavslardan biri onu tavaf etmiş olmasın. Bu durum sona erdiğinde Kabe yeryüzünden gökyüzüne doğru yükseltilir ve insan­lar sabaha çıktıklarında Kabe'den hiçbir eser kalmadığını görürler.
Onlardan hiç birinin tavaf etmediği yedi yıl geçtikten sonra Ka­be yükseltilir. Bunun ardından da mushaflardaki Kur'an yükselti­lir. İnsanlar sabah baktıklarında mushaf sayfalarının bembeyaz ol­duğunu görürler. Bunun ardından hafızalardaki ayetler de silinir. İnsanlar, Kur'an'dan tek bir cümleyi dahi hatırlamaz olurlar.
Bunun ardından şiirlere, şarkılara ve Cahiliye devrinin hikaye­lerine dönerler. Ardından deccal çıkar. Onu takiben Meryem oğlu İsa (as) iner ve onu öldürür. Bu dönemde Kıyamet'in kopması, gü­nü sayılan bir hamilenin çocuğunu doğurması kadar yakındır.
Vüheyb b. el-Verd el-Mekki'den şu kıssa nakledilmiştir: Bir ge­ce Hacer-i Esved'in dibinde namaz kılıyordum. Kabe ile örtüleri arasından şöyle bir ses dumdum: Allah'a ve sana şikayet ediyorum ey Cebrail! Çevremde tavaf edenler konuşmalarında ne kadar boş, ne kadar da çok heva ve eğlenceye dair konuşuyorlar! Eğer buna son vermezlerse, öyle bir patlayacağım ki beni ören taşlardan her biri, koparıldığı dağa fırlayacak.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Ka­be'nin rüknü ve İbrahim Makamı göğe çekilmedikçe Kıyamet kop­maz". Rivayete göre Habeşliler Kabe'yi işgal edeceklerdir. Onların öncüleri Hacer-i Esved'in yanında, arkadakileri ise Cidde sahilinde olacaklardır. Kabe'nin taşlarını teker teker sökerek tamamını deni­ze dökeceklerdir.
Sahabe'den bir zatın ve eski kitapları bilen birinin de bu anlam­da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sanki iri yapılı ve başı tıraşlı bir Habeşi'yi Kabe'nin üstünde görür gibiyim. Kazvmasıyla onu taş taş ayırıp yıkıyor.
Allah Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: Bu Ev'i göğe çekilmeden önce sık sık tavaf edin. O, iki kere yıkılmıştır. Üçüncü de göğe çekilecektir". Kabe'nin göğe çe­kilişi, yukarıda da zikrettiğimiz gibi yıkılmasından sonra olacaktır. Kabe, yıkılmasının ardından eskisi gibi inşa edilecek ve bir müddet tavaf edildikten sonra göğe yükseltilecektir. Ebu Rafı', Ali (kv) ka­nalıyla şu kudsi hadisi rivayet etmiştir: "Allah Teala buyurur ki: Dünyayı yıkmak istediğimde, buna kendi Ev'imden başlarım. Onu yıktıktan sonra dünyayı yıkarım" [67][67]
Mekke'den sonra dünyanın en faziletli beldesi Allah Resulü'nün (sav) şehri Medine-i Münevvere'dir. Orada eda edilen ameller de katlarca sevapla mükafaatladırılır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğerle­rinde kılman bin namazdan daha hayırlıdır". [68][68] Aynı şekilde Medi­ne'de ifa edilen diğer amellerin de, namaz gibi bin kat daha hayır­lı kılındığı söylenmiştir.
Medine'den sonraki en faziletli belde Kudüs'tür. Orada kılmalı namaz da, diğerlerinde kılman namazvlardan beş yüz kat daha üs­tün görülmüştür. Ata, İbni Abbas (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Medine mescidinde kılı­nan bir namaz, diğerlerinde kılınan onbin namaza bedeldir. Mes­cid-i Haram'da kılman bir namaz da diğerlerinde kılman yüzbin namaza bedeldir. Mescid-i Aksa'da kılman namaz da bin namaza bedeldir".
Bunlar dışında kalan bütün şehirler eşittir. Teşvik edilen ve fazi­leti sebebiyle gidilmesi istenen başka bir belde yoktur. Bunlar dışın­daki beldeler için herhangi bir şer1! hüküm sözkonusu olmamıştır. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: "Binekler ancak şu üç mescid için koşturulur: Mescid-i Ha­ram, benim mescidim ve Mescid-i Aksa. Bunlar dışında kalbin kalbi­nin salah, dininin selamet ve halinin istikamet bulunduğu hangi mevkide namaz kılarsan, orası senin için en faziletli mevkidir". [69][69]
Başka bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Beldeler, Allah'ın beldeleri, kullar O'nun kullarıdır Hangisinde uygun görürsen orada ikamet et ve Allah'a hamdet" [70][70]Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu nakledilmiştir: "Kim bir şeyde huzur bulursa ona bağlı kalsın. Her kimin de bir yerde geçim imkanı olursa, durum değişin-ceye kadar oradan ayrılmasın".
Nu'aym dedi ki: Süfyan-ı Sevri'yi (ra) torbasını omzuna atmış, destisini eline almış bir halde gördüm ve 'Ey Eba Abdullah, nere­ye?1 diye sordum. 'Torbamı bir dirhem ile dolduracağım bir beldeye' dedi. Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise şöyle dediği nakledil­miştir: 'Ruhsatların bulunduğu bir diyar buldum. Oraya gidiyo­rum'.
Bunun üzerine 'Ey Eba Abdullah, bunu yapar mısın?' diye sor­dum. O da, 'Evet, bir beldede ruhsatların bulunduğunu duyarsam, oraya giderim. Çünkü bu, dinin için daha sağlıklı, kaygıların için eksilmedir1 dedi.
Süfyan-ı Sevrî (ra) şöyle derdi: Bu, kötü bir devirdir. Adı sanı bi­linmeyenlerin akıbetinden emin olunamazken meşhurların hali ni­ce olur! Bu, dinini kurtarmak isteyen kimsenin diyardan diyara ka­çacağı zamandır.
Fakirler ve alimler, alimler ve salihlerin meclislerine katılıp is­tifade etmek ve onların ahlakıyla ahlaklanmak için büyük şehirlere giderlerdi. Alimler ise şehirden şehire göçerek bilgi sahibi ol­mak, insanları Allah'a davet etmek ve O'nun yolunu öğrenmek is­terlerdi.
Amel ehli ortadan kalkıp müridler yokolduğunda dininizin sıh­hatine, kalbinizin İslahına ve nefsinizin sükununa en yakın olan i yere gidin ve oradan ayrılmayın. Oradan sıkılmayın. Çünkü ondan daha kötüsüne düşüp ilk yerinizi mumla aramaktan emin olamaz­sınız. Çoğu zaman bunu başaramayabilirsiniz. Allah Teala emrin­de galib gelendir. Kuvvet ve hareket yalnız O'nunladır. O, çok yüce ve çok uludur.[71][71]







[1][1] İbni Hanbel, VI/151, 228
[2][2] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 300-304.
[3][3] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 304-305.
[4][4] . İbni Hanbel, III/330
[5][5] Ebu Davûd, Taharet/31, Salat/73; Tiraıizî, Taharet/3, Mevakît/62; İbni Mâce, Taharet/32; Dârimî, VuduV22; İbni Hanbel, T/123, 129
[6][6] İbni Hanbel, 11/525, IV/22, 23
[7][7] Ebu Davûd, Salat/144; Tirmizî, Mevakît/81; Nesa'î, Tatbik/54, İftitah/88; İbni Mâce, îka-met/16; Dârimî, Salat/78; ibni Hanbel, 11/525, IV/22, 23, 119, 122, V/310
[8][8] Benzer manada hadisler için b. Ebu Davûd, SalaÜ144; Nesa'î, Tatbik/77; Dârimî, Sa-lat/78
[9][9] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 305-306.
[10][10] Bu konudaki hadisler için b. Müslim, İman/269; Buhârî, Ezan/19; Ebu Davûd, Edeb/52, Sünnet/19; Tirmizî, Salat/30; İbni Mâce, Taharet/52, Ezan/3, Menasik/4, Nikah/21; Dâri­mî, Salat/8; İbni Hanbel, II/8, 38, V/131
[11][11] Dârimî, Salatf35
[12][12] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 307-312.
[13][13] İbni Hanbel, VI/272
[14][14] Tirmizî, Mevakît/63.
[15][15] Benzer hadisler için b. Buhârî, Ezan/112; Müslim, Salat/74-76; Ebu Davûd, Vıtr/29; Mu-vatta', Nida/46; İbni Hanbel, 11/312, 459.
[16][16] Buhâiî, Ezan/133, 137; Müslim, Salat/226, 227, 229; Nesa'î, Tatbik/40, 43-45, 56, 58.
[17][17] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 312-317.
[18][18] İbni Hanbel, 11/103
[19][19] Buhârî, Vdu'/24, 28, Savm/27; Müslim, Taharet/3, 4; Ebu Davûd, Taharet/51; Nesa'î, Ta­haret/27, 68, 93.
[20][20] Benzer manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Tatawu713; Tirmizî, Mevakît/166; İbni Mâce, İkameyi72; İbni Hanbel, 1/211
[21][21] Nesa'î, Nisa/l; İbni Hanbel, III/128, 199, 285.
[22][22] Benzer manadaki hadisler için b. İbni Mâce, Zühd/15; İbni Hanbel, V/192
[23][23] Nesa'î, Nisa/l; İbni Hanbel, IH/128, 199, 285
[24][24] . Bu manadaki hadisler için b. Buhârî, Salat/34, 35, 36, 39, Ezan/94, Amel fi's-salat/12, Edebe/75; Müslim, Mesacid/50-53, Zühd/74; Ebu Davûd, Salat/22; Nesa'î, Mesacid/32, 35; İbni Mâce, Mesacid/10, İkamet/61; Dârimî, Salatfllö; Ibni Hanbel, II/6, 18, 29, 32, III/6, 9, VI/148
[25][25] Müslim, Salat/225; Ebu Davûd, Tatawu'/22; Nesa'î, Tatbik/79; İbni Hanbel, IV/9.
[26][26] Nesa'î, Mevakît/1; İbni Hanbel, 1/451
[27][27] Tirmizî, İman/9; Nesa'î, Salat/8; İbni Mâce, İkamet/77; îbni Hanbel, V/346
[28][28] Tirmizî, Salat/64
[29][29] İbni Mâce, Mukaddime/23, Zühd/2, 16
[30][30] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 317-338.
[31][31] BuMrî, Salat/14, Libas/19; Müslim, Mesacid/62; Ebu Davûd, Libas/8; İbni Hanbel, VT/199
[32][32] Müslim, Kader/34; tbni Mâce, Mukaddime/10, Zühd/14; İbni Hanbel, 11/366.
[33][33] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 338-345.
[34][34] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 345.
[35][35] îbiü Mâce, Zekat/3
[36][36] Ebu DavÛd, Vıtr/12, Zekat/40; Nesa'î, Zekat/49; Dâiimî, Salat/135; İbni Hanbel, 11/358, III/413, V/178
[37][37] Benzer manada bir hadis için b. Buharı, Zekat/19
[38][38] Bıüıârî, Ezan/36, Zekat/16, Rikak/24; Müslim, Zekat/91; Tirmizî, Zühd/53; Nesa'î, Ktı-zat/2; Muvatta', Şiir/4; İbni Hanbel, 11/439.
[39][39] Benzermanada bir hadis için b. Tinnizî, Zekat/28.
[40][40] Nesa'î, Zekat/49
[41][41] Ebıı Davûd, Edeb/11; Tirmizî, Birr/35; İbni Hanbel, 11/258, 295, 303, 388, 111/32, 74, IV/278
[42][42] Benzer manada hadisler İçin b. Buharı, Da'avatf3; Müslim, Zikir/42; Ebu Davûd, Diyat/3; İbni Mâce, Edeb/57; İbni Hanbel, IV/211, 260 V/411.
[43][43] Benzer manada hadisler için b. Buhârî, Nafakat/2; Ebu Davûd, Zekat/39; İbni Hanbel, H/252
[44][44] Buhârî, Zekat/53; Müslim, Zekat/101, 102; Ebu DavÛd, Zekat/24; Nesa'î, Zekat/76; Dâri-mî, Zekat/2; Muvatta', Sıfatfi'n-Nebî/7; İbni Hanbel, 1/384, 446
[45][45] İbni Mâce, Zühd/5
[46][46] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Darimî, Et'ime/23
[47][47] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 345-366.
[48][48] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 366.
[49][49] İbni Hanbel, ü/373
[50][50] Nesa'î, Sıyara/43; îbni Hanbel, 1/195, 196
[51][51] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 366-370.
[52][52] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 370-372.  
[53][53] Buhârî, Umre/l; Müslim, Hac/437; Tirmİzî, Hac/2, 88; Nesa'î, Hac/3, 5, 6; tbni Mâce, Me-nâsik/3; Dârimî, Menâsik/7, Muvatta', Hac/65.
[54][54] Nesa'î, Menâsik/220; İbni Hanbel, III/318, 366
[55][55] Dârimî, Isti'zân/351; Ibni Hanbel, III/439-441, IV/234
[56][56] Benzer manadaki hadisler için b. Tirmizî, Salat/41; Nesa'î, Ezan/32; İbni Mâce, Ezan/3; İbni Hanbel, IV/217
[57][57] ibni Hanbel, V/340
[58][58] Müslim, Hac/167-169; Nesa'î, Menasik/49
[59][59] Tirmizî, Hac/14; İbni Mâce, Menasilt/G, 16; Dârimî, Menasik/
[60][60] Tirtnizî, Udahî/1; İbni Mâce, Udahî/3
[61][61] Tirmizî, Hac/95; Ebu Davûd, Menasik/79; Nesa'i, Siyam/6; İbni Mâce, Menasik/45; Dâri-mî, Menasik/40; İbni Hanbel, 1/308
[62][62] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 372-387.
[63][63] Bııhârî, Umre/l; Müslim, Hac/438; Tirmizî, Hac/2, 88; Nesa'î, Hac/3, 5, 6; İbni Mâce, Me-nasik/3; Dârimî, Menasik/7; Muvatta', Hac/65
[64][64] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/387-391.
[65][65] Tirmizî, Hac/49; İbni Hanbel, 11/213, 214
[66][66] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 391-392.
[67][67] Benzer manadaki hadisler için b. Buharî, Hac/47; Müslim, Fiten/57-59; Nesa'î, Hac/125; îbni Hanbel, 11/220, 328, 417.
[68][68] Buharî, Mescid-i Mekke/l; Müslim, Hac/505-510; Nesa'î, Menasik/124; Tirmizî, Meva-kît/126; İbni Mâce, İkamet/195, 198; Muvatta', Kıble/9; İbni Hanbel, 11/16, 29, 53, 54, 68, 102,239
[69][69] Buharî, Mescid-i Mekke/l, 6, Savm/67, Sayd)/26; Müslim, Hac/415, 511, 512; Ebu Davûd, Menasik/94; Tirmizî, Salat/126; Nesa'î, Mesacid/10; Dârimî, Salat/132; îbni Hanbel, 11/234, 238
[70][70] İbni Hanbel, 1/166
[71][71] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 3/ 392-397.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar