KUT'UL KULUB 10
Mazmaza yapılırken şöyle dua edilir: Allahümme
e'ınni ala tilaveti kitabike ve kisretiz zikri leke. Allahım! Kitabı'nm
tilaveti ve zikrini bolca yapabilmem için bana yardım et.
Istinşak esnasında
da şöyle dua edilir: Allahümme salli ala Mu-hammedin ve evcid li ra'ihatil
cenneh. Allahım! Hazreti Muham-med'e salat et ve benim cennet kokusunu varet.
İstinsar
(burnu boşaltma) esnasında şu dua okunur: Allahümme inni e'uzü bike min
reva'ihin nar ve min su'id dar. Allahım! Cehennem kokularından ve ahiret
yurdunun kötüsünden Sana sığınırım.
Yüz
yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme beyyıd vechi yevme tebyeddu fihi vucuhu
evliya'ike vela tüsevvid vechi yevme tesveddü fihi vücuhu a'da'ike. Allahım!
Dostlarının yüzlerinin ağardığı gün yüzümü ağart ve düşmanlarının yüzlerinin
karardığı gün yüzümü karartma.
Sağ kol
yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme Aatini kitabi bi-yemini ve hasibni
hısaben yesiran. Allahım! Amel defterimi sağ elime ver ve beni kolay bir
hesapla sorgula.
Sol kol
yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme inni e'uzü bike en tü'tiyeni kitabi
bi-şimali ev min vera'i zahri, Allahım! Amel defterimi sol elime vermenden veya
ardımdan uzatmandan Sana sığınırım.
Baş
meshedilirken şöyle dua edilir: Allahümme ğaşşini birah-metike ve enzil aleyye
min berekatike ve ezılni tahte arşike yevme la zille illa zıllek. Allahım! Beni
rahmetinle ört, bereketlerini üzerime indir ve Senin gölgen dışında hiçbir
gölgenin olmadığı gün, Arş'ının altında gölgelendir.
Kulaklar
meshedilirken şu dua okunur: Allahümme ic'alni mimmen yestemi'ul kavle ve
fe-yettebi'u ahseneh. Allahümme es-mi'ni münadiyel-cenneti ma'al ebrar.
Allahım! Beni sözü işitip en güzeline uyanlardan kıl ve Allahım iyilerle
beraber bana da cennet dellalımn sesini işittir.
Ense
meshedilirken şöyle dua edilir: Allahümme fek rakabeti minen nar ve e'uzü bike
mines selasili vel ağlal. Allahım! Boynumu ateşten azat et! Zincirler ve
kelepçelerden Sana sığınırım.
Sağ ayak
yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme sebbit kademi ales sırati ma'a akdamil
mü'minijı. Allahım! Ayağımı diğer müminlerin ayaklarıyla beraber Sırat
üzerinde sabit kıl.
Sol ayak
yıkanırken şöyle dua edilir: Allahümme inni e'uzü bike en tüzille kademi anis
sırat yevme tezillü fihi akdamül münafi-kin. Allahım! Münafıkların ayaklarının
kaydıkları gün ayağımı Sırat'tan kaydırma.
Kollar
yıkanırken herbir yıkamada parmaklardan başlanarak dirseklerle beraber
yıkanmalıdır. Her yıkama, dirseklerde bitirilmelidir. Kollar yıkanırken
pazuların ortasına kadar olan kesim de yıkanmalıdır.
Ayaklara
parmaklardan başlanmalı, parmaklar iyice hilallen-meli ve oradan topuklarla üst
kısımları yıkanmalıdır. Ayakların yıkanması esnasında da, ayak bileklerinin
yarısına kadar olan kısım da yıkanmalıdır. Sağ elin parmaklarının sağı serçe
parmağıdır. Sol el parmaklarının sağı ise başparmaktır.
Abdest
alındıktan sonra baş gökyüzüne doğru çevrilerek şöyöle dua denir: Eşhedü ella
ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eş-hedü enne Muhammeden sallallahü
aleyhi ve sellem abdühü ve re-sulüh, Sübhaneke bi-hamdike la ilahe illa ente.
amiltü su'en ev za-lemtü nefsi estağfiruke ve etubü ileyke fağfir li ve tüb
aleyye inneke entet tevvabür rahim. Allahümme ic'alni minet tevvabin vec'alni
minel mutatahhirin vec'alni şeküren vec'alni ezkürüke kesiran ve escüdüke
bükraten ve asileri.
ı
Şehadet
ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir ve' ortağı yoktur. Şehadet
ederim ki Muhammed (sav) O'nun kulu ve Re-sulü'dür. Seni hamd iletesbih eder,
Sen'den başka ilah olmadığım teslim eder, bir kötülük yaptım veya kendime
zulmettim ise Sen'den mağfiret diler ve Sana tevbe ederim. Beni bağışla ve
tev-bemi kabul et. Muhakkak Sen tevbeleri en çok kabul eden ve merhamet
edensin. Allahım! Beni çok tevbe edenlerden kıl. Beni çok temizlenenlerden
kıl. Beni çok şükredenlerden kıl. Beni, Seni çok ananlardan kıl. Ben, sabah
akşam Seni teşbih ederim.
Bunlar
abdestin bitirilmesinden sonra okunması gereken muhtelif duaların bütünüdür.
Denir ki: Her kim abdestini bu dualarla bitirirse, onun abdestine bir mühür
vurulur ve bu Arş'm altına yükseltilir. O, Allah Teala'yı teşbih ve takdis
etmeye devam eder. Kıyamete kadar geçen her anın sevabı da o kişinin amel
defterine yazılır.
Abdestin en
çirkini tunç kaptan alman abdesttir. Denildi ki: Kul abdeste başladığı zaman
şeytanlar başına üşüşerek vesvese verirler. Allah Teala'yı andığı vakit
şeytanlar dağılır ve melekler toplanır. Eğer abdest aldığı kap tunç veya
bakırdan ise melekler asla gelmezler. İbni Ömer (ra) ve Ebu Hüreyre'den de (ra)
bunun mekruh olduğu rivayet edilmiştir.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Şu'be benden abdest almak için su tası istedi. Ben de ona,
tunçtan bir kap getirdim. Kendisi ondan abdest almayarak şöyle dedi: Abdullah
b. Dinar (ra) bana, İbni Ömer'in (ra) tunç kaptan abdest almayı mekruh
saydığını rivayet etti.
Allah Resulü
(sav) de taş havandan, deri kırbadan ve mataradan abdest almıştır. Zeyneb bn.
Cahş'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) ona ait bakırdan
yapılma bir çamaşır teknesinden abdest ve gusül abdesti almıştır. [1][1]Bize
göre bu, ruhsattır. [2][2]
Su kabı sağ
tarafa konulur, besmele çekilir ve kaba sokulmadan önce avuçlara üç kez su
dökülerek eller yıkanır. Sonra tenasül uzvu yıkanır ve istinca yapılır.
Ardından ayaklar dışında namaz abdesti gibi abdest alınır.
Sonra kaptan
avuç dolusu su alınarak uyluğa kadar sağ tarafın önüne ve arkasına dökülür. Bu
üç kez yapılır. Aynı şey sol taraf için de üç kez yapılır.
Vücudun ön
ve arkası suyla iyice ovalanır. Sonra avuç dolusu su başa dökülür. Saçlar iyice
ovulur ve hilallenir. Bu da üç kez yapılır. Saç dipleri de iyice ıslatılır.
Sonra biraz eğilerek ayaklar yıkanır. Eğer kapta su varsa, bu da tüm vücuda
tepeden boşaltılır. Bu esnada eller de vücudun ulaşılabilen kesimlerini iyice
ovar. Eğer ayakların yıkanması Öne alınmışsa ve abdest alınırken ayaklar
yıkan-mışsa bunda mahzur olmaz.
Gusülden
sonra tekrar abdest almak gerekmez. Gusül esnasında, yıkamanın ardından tenasül
uzvuna bir daha temas etmemek gerekir. Eğer temas olursa abdesti yeniden almak
gerekir.
Gusül
abdestinde mazmaza ve istinşakm unutulması halinde kılınacak namaz iade
edilmelidir. Eğer bunlar namaz abdesti alırken unutulmuşsa namazın iadesi
gerekmez.
Kişi gusül
abdestinde tüm vücudunu dilediği şekilde, yıkayabilir. Tüm vücudu kapsaması
şartıyla bu gusül de caizdir. Gusül abdesti esnasında veya başında abdest
almamış kimsenin gusülden sonra tekrar abdest alması daha gtzel olur. Gusül
niyetiyle nehre giren kişi de abdestini almış sayılır. Böyle birinin önceden
abdest alarak nehre girmesi daha hayırlıdır. Ölünün yıkanması da gusül abdesti
gibidir. [3][3]
Namazın
farzları, namaza başlamadan önceki ve sonraki farzlar olarak iki kısma ayrılır:
Namaza
başlamadan önceki farzlar, şu yedi farzdan ibarettir:
1. Beden temizliği;
2. Elbisenin temizliği;
3. Mekanın temizliği;
4. Avret mahallinin örtülmesi ki bu mahal göbek altından
diz-kapaklarma kadar olan kısımdır.
5. Kıbleye
yönelme;
6. Vaktin gelmiş olması;
7. Özür hali dışında ayakta durma. Namazın genelindeki
farzları on iki farzdan ibarettir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Namaz, cennetin anahtarıdır". [4][4]Yine
O'ndan şu hadis rivayet edilmiştir: "Namazın girişi tekbir, çıkışı
selamdır". [5][5]Namazın
on iki farzından ilki niyettir. İkincisi ise, iftitah tekbiridir.
Arap dilinde
tekbiri ifade edecek 'EfahV vezni dışında hiçbir kelime kalıbı mevcut
değildir. Bu yüzden de onlar 'Allahü Ekber1 demişlerdir. Onlar 'Ekber=En
büyük' anlamında 'Kebir=Çok büyük' kalıbını kullanmamışlardır. Onlar 'Kebir5
kelimesini (Azim=Ulu' anlamında kullanmışlardır. Çünkü bu, sonradan
Araplaştırılmış yabancı bir kelimedir. Araplar 'Allühü Kebbar=Allah çok
büyüktür derler. Ancak bunu da (Ekber=En büyük' anlamında kullanmamışlardır.
Buradaki 'Ekber tazim gayesi ile
yüceltme ihtiva etmekte] dir. İftitah tekbirinden sonra Fatiha suresi okunur
Sureye
Besmele ile başlanır. Ardından rüku farzı gelir. Secde de iç huzura erme ve iki
secde arasındaki oturum da namazın farzla^ tındandır. Son oturumdaki teşehhüt
ve Allah Resulü'ne (sav) salatl ü selam da namazın farzlarındandır.
Son selam da
namazın farzlarındandır. Allah Resulü (sav) bu yurdu ki: "Allah Teala,
rüku ve secdede sırtını düz tutmayan
şeye nazar etmez" [6][6]
Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmakta] dır: "Kişi rüku ve secdede
sırtını dik tutmadıkça namazı eda olmuâ olmaz". [7][7]
!
Allah Resulü
(sav) rüku ve secdesinde sırtını dik tutmayan bil rini görmüştü. Ona 'Namazını
iade et, çünkü senin kıldığın namaz olmadı' buyurdu. Rüku ve secdesinde yine
sakin olmadığım gördü ve namazını yeniden kılmasını emir buyurdu. Ardından da o
kişiye rüku ve secdede sakin olmayı ve bu ikisinde gereken duruşu öğretti ve
şöyle buyurdu: "Mafsalların sakinleşip yerli yerince oturacak şekilde eda
et" [8][8]
Huzeyfe (ra)
ve İbni Mesud (ra) rüku ve secdesini kemaliyle yapmaksızın namaz kılan bir adam
görmüşlerdi. Kendi aralarında şöyle dediler: Eğer bu adam ölürse, Allah
Resulü'nün (sav) fıtratından başka bir fıtrat üzere ölmüş olur.
Bunlardan
birine dayandırılan hadiste şöyle dediği rivayet edilmiştir: Aynı kişiye, 'Ne
zamandır böyle namaz kılıyorsun?' diye sordu. O da, 'Kırk yıldan beri' dedi.
Bunun üzerine şöyle dedi: Sen kırk yıldan beri namaz kılmıyorsun.
Ka'bül
Ahbar'dan da şu söz rivayet edilmiştir: Namaz, üç adet üçtebire taksim
edilmiştir. İlk üçte biri temizlik, diğer üçte biri rüku, son üçte biri ise
secdedir. Kim bunlardan birini eksiltirse, diğer üçte birler de kabul edilmez.
Bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her kimin namazı kabul edilmezse, bütün
ibadetleri reddedilir. [9][9]
Namazın
oniki sünneti vardır: İftitah tekbirinde elleri kaldıran Elleri kaldırmanın
şekli, avuçların omuz hizasında başparmakların kulak memelerine, parmakların
da kulak çevresine getirilmesi Seklindedir. Elleri bu şekilde kaldırmak, Allah
Resulü'nden (sav) 'konuyla ilgili rivayet edilen üç hadis-i şerife uygundur. j
Bu hadislerde Allah Resulü'nün (sav) avuçlarım omuz hizasına letirdiği, baş
parmaklarını kulak memeleri üzerine koyduğu ve barınaklarını da kulak çevresine
getirdiği nakledilmiştir. [10][10]
İftitah tekbirinin telaffuzu Allahü Ekber şeklindedir. Başka şekilde telaffuz
edilmesi caiz değildir.
Tekbir
getirildiği zaman, eller hızla ileri doğru itilmemelidir. Aynı şekilde
omuzların ardına doğru da itilmemelidir. Tekbir getirildikten sonra eller
yavaş ve yumuşak bir hareketle aşağı indirilmelidir.. Tekbir sona ermeden
elleri indirmemek gerekir. Tekbirin bitmesinden sonra ellerini kulaklarında
durdurmayıp yavaşça göbek altında bağlanacak şekilde indirir.
Kıraata
başlamadan önce sağ el, sol elin üstüne gelecek şekilde bağlanır. Allah
Resulü'nün (sav) bu konudaki sünneti şöyle nakledilmiştir: [11][11]
O, tekbir getirdiği zaman, ellerini aşağı salardı. Kıraata başlamak üzere sağ
elini sol elinin üstüne koyardı. Ellerin bağlanmasında, sağ elin sol el
bileğini kavraması gerekir. Eller, göğüs altında bağlanır.
Allah Teala'ya
gönülden yönelme (=Teveccüh): Bu meyanda O'nun şu buyruğunu yürekten okur:
"Yüzümü bir hanif ve müslü-man olarak gökleri ve yeri Yaratan'a çevirdim.
Ben şirk koşanlardan değilim". (En'am/79) Ardından da şu ayeti okur:
"Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun
hiçbir ortağı yoktur. Ve ben müslümanlardan biri olarak bununla
emrolundum". (En'am/172) Sonra Sübhaneke21 okunur.
Bu dua ile
ilgili muhtelif rivayetler mevcuttur. Cemaat namazı dışında bu rivayetlerin
birleştirilerek okunması güzel görülmüştür.
Sübhaneke
Allahümme ve bi hantdike ve tebarekesmuke ve te'âla ceddüke vela ilahe ğayrük.
İmam aynı
rekatte iki kez sekte yapamayacağı için, teveccüh babında okunması
gerekenlerin tamamının okunabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu durumda sadece
Sübhaneke'yi ve imam sessiz kıraat ediyorsa Fatiha suresini okumakla
yetinmelidir.
İmamın sesli
kıraati esnasında Fatiha ve ayet okumaktan, rü
' ku, secde ve secdeden başı kaldırmada imamdan önce hareket et inekten
kesinlikle s akınımı alıdır.
Kıraate
başlamadan önce istiazede bulunmak (=euzü besmele çekmek) de sünnettir.
Fatiha'dan sonra Kur'an-ı Kerim'den bir sure veya herhangi bir sureden üç ayet
okumak da namazın sünnetlerinden dir.
Allah Resulü
(sav) böyle yapmış ve ashabına da bunu emretmiştir. Rüku'ya eğilmeden önce
elleri kaldırarak tekbir getirmek de namazın sünnetlerindendir. Rükuda
tesbihatta bulunmak sünnettir.
Bu tesbihat,
üçten az olmamak üzere, yedi veya on kez olabilir. Üç rakamı için, kemaliyetin
en alt sınırıdır, denilmiştir. Çünkü teşbihin kemaliyeti, on defa
yapılmasmdadır.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Onlar tam ondur". (Bakara/196) Bu üç teşbih, eller
dizlerin üzerine konulduktan sonra ve onları kaldırmadan önce yapılmalıdır.
Aksi takdirde, nizami olarak tek bir tei bih okunmuş olur. İlk teşbih ve son
teşbih eğilirken ve kalkarken eda
edilmiş olur. Bu ise mekruh görülmüştür.
Rükuda
parmakları ayırarak dizleri tamamen kavramak gerkir. Baş ne kaldırılmalı, ne de
aşağı salmmalı, aksine sırt ile aynı hizada tutulmalıdır. Baş, rüku esnasında
ne aşağı eğilmiş, ne de yukarı kaldırılmış gibi durmamalıdır.
Rükudan
kalkılırken 'Semi'allahü limen hamiden' sözüyle birlikte ellerin kaldırılması
ve 'Allahümme Rabbena lekel hamd Imil'es sejnavati uel arz ve ma beynehüma ve
mil'e ma şi'te min şey'in' denilmesi de sünnettir.
Secde
esnasında yapılan tesbihat da sünnettir. Bu teşbihlerin sayısı da on, yedi veya
üç olabilir. Bunların asgarisi olan üç teşbih, alın yere kapandıktan sonra ve
yerden kaldırılmadan önce yapılmalıdır. Aksi takdirde tek teşbih eda edilmiş
olur, ilki alın yere ko nurken, sonuncusu da alın kaldırılırken yapılmış olur.
Tesbihatm
üçten aşağı olması ise müstehap görülmemiştir, i Enes b. Malik (ra) dedi ki: Şu
halifeniz -Ömer b. Abdülaziz (ra)-kadar namazı, Allah Resulü'nün (sav) namazına
benzeyen başka birini görmedim. Biz onun arkasında namaz kılarken, rükuda da,
secdede de onar kez tesbihatta bulunurduk.
O, secde
esnasında başını avuçlarının arasına koyardı. Avuçları da açık olarak yere
tamamen yapışırdı. Pazuları yanlarından ayrık dururdu. Sırtını dik tutar,
karnım uyluğundan yüksek tutardı. Avuçlarıyla yere temas etmeyi müstehap
görürdü. Avuçlar, yüzle beraber secde eder.
Secde,
secdeden kalkma ve iki secde arasındaki kıyam için~elle-ri keldırmaksızm tekbir
getirmek de sünnettir. Ardından da üç kez 'Rabbi'ğfîrli verhamni=Rabbim beni
bağışla ve bana merhamet et' der. Bu, İbni Ömer'den (ra) rivayet edilmiştir.
Eğer
'Rabbi'ğfir verham ve tecavez amma ta'lemu fe-inneke entel E'azzül-Ekrem=Rabbim
affet, merhamet et, bildiğini bağışla, çünkü Sen en yüce ve en kerim olansın'
derse bu da caizdir ve İbni Me-sud'dan (ra) rivayet edilmiştir. 'Rabbi'ğfir li
verhamni vehdini vec-burni ven'aşni=Rabbim beni bağışla, bana merhamet et, bana
doğruyu göster, ihtiyacımı gider ve beni doğrult' derse bu da güzeldir ve Ali
b. Ebi Talib'den (ra) rivayet edilmiştir. İlk teşehhüd sünnettir.
Son selam da
sünnettir. Selam lafzı 'Esselamü aleyküm ve rah-metullah' şeklindedir. Selam
verirken yanağı sağdan ve soldan görünecek şekilde olmalıdır. Selam verilirken
boyun da omuzlar istikametine eğilerek çevrilir. Allah Resulü'nün (sav) selam
verişi de bu şekildeydi. Selam verilirken vücut kıbleden çevrilmemeli, uyluk
yerden kaldınlmamahdır.Cemaat namazına sonradan yetişmeyle ilgili hükümler:
Dört rekatlı
namazlarda iki rekata, veya üç rekattı akşam namazında üçüncü rekata yetişen
kişinin namaza nasıl katılacağını izah edeceğiz. Kıyamın bir bölümünde imama
yetişen kişi, Fatiha-'ya başlamalı ve gerekirse, rükuya geç giderek Fatiha'yı
tamamlamalıdır. İmam başını kendisinden önce rükudan kaldırmışsa o da imamın
ardından başını kaldırır.
Namaza
yetiştiğinde imamın kıyamı bitirerek rükuya gittiğini gören kimse, iftitah
tekbirini getirdikten sonra bir tekbir daha getirerek rükuya eğilir. Bu durumda
rekatı tamamlamış olur. Kendisi Fatiha dışındaki sureyi okurken imam rükuya
giderse, kıraati ayet bitiminden keserek rükuya eğilmelidir.
İmama ilk
kadede veya secdede yetişen kimse iftitah tekbirini getirdikten sonra tekrar
tekbir getirerek oturur ve secdeye kapanarak imama uyar. İmam selam verdiği
zaman tekbir getirmeksizin ayağa kalkar. Kıyam halinde Fatiha'yı okur. İmamla
birlikte rükuya eğilmedikçe, bu şekilde yetişmesi rekatten sayılmaz. Eğer ellerini
dizlerinin üstüne koymuş ve imam başını kaldırmadan önce bu rüknü layıkıyla
yapmışsa, o zaman bir rekatı tamamlamış sayılır.
Farz bir
namaza başlayan ve namaz esnasında başka bir namazı kılması gerektiğini
hatırlayan kişinin yapması en uygun olan bu namazı tamamlaması, ardında da
hatırladığı o namazı kılmasıdır. Bunu kıldıktan sonra da ilk kıldığını iade
etmesi uygundur.
Mesela
ikindi namazını imam ile kılan biri, namaz esnasında öğle namazını kılmadığını
hatırlarsa, imamla ikindiyi tamamladıktan sonra öğle namazını kılar. Onu
bitirdikten sonra da ikindi namazı tekrar kılar. Sahabeden bazı zatlar böyle
yapmıştır. Bize en uygun görünen de budur.
Namazda
unutarak konuşan veya dalgınlıkla dört rekatlı bir namazın ikinci rekatında
selam veren kişi, teşehhüdü okuduktan sonra iki adet sehiv secdesi yapmalıdır.
Bunu namazdan çok sonra, hatta mescidden çıkmasının ardından hatırlayan kimse,
bize göre o namazı tekrar kılmalıdır.
Kasıtlı
olarak konuşan, selam veren, kıbleye arkasına dönen, avret mahalli açılan,
burnu kanayan veya abdest alırken başını meshetmeyi ya da yıkanması gereken
uzuvlardan birini yıkamayı unuttuğunu farkeden kimse kıldığı namazı tekrar
etmelidir.
Cemaati
kaçıran bir kimse, farzı kendisi için nafile olmak üzere kılan biri çıktığında
kendisi ona imam olmalıdır. Bu husus ihtilaftan uzak olmamakla beraber, cemaat
namazının farziyetine girer. Bizce farz namazı nafile olarak kılacak birinin
arkasında kıhn-maması gerekir. Nafile (sünnet) namazların cemaatle kılınmasını
da mekruh görmemekteyiz.
Kıraatin sesli
okunması gereken kısmını sessiz okumadan veya bunun aksinden dolayı sehiv
secdesi gerekmez. Kişi üç ya da iki rekat mı kıldığı hususunda tereddüt ederse
iki, üç ya da dört rekat mı kıldığı hususunda ki tereddütünde ise üç rekat
kıldığını varsay-malıdır. Çünkü namazda yakin gerekir. Bu da az olanı esas
almakla mümkün olur.
Ardından da
selam vermeden önce iki kez sehiv secdesi yapmalıdır. Sehiv secdelerini
takiben ikinci kez 'tahiyyat' okumalıdır. Bu durumda namazı tamamlamış olur.
Kişi sehiv secdesi yapmayı unutursa, eğer bunu kısa süre sonra veya mescidden
çıkmadan önce hatırlarsa bana göre bu iki secdeyi yapmalı ve 'tahiyyat'ı okuyarak
selam vermelidir. Eğer vakit çok geçmiş veya mescidden çıkmışsa secde lüzumu
düşmüş olur.
Karanlıktan
veya yeterli bilgisi olmayışından dolayı kıble hakkında şüpheye kapılan
kimse,kıbleyi tesbit etme noktasında bütün çabasını sarfeder. Eğer namazı eda
ettikten sonra kıblenin yanlış olduğu ortaya çıkarsa, bize göre en uygun olan,
namazın iade edilmesidir. Namazın fazla kılınması halinde selamdan sonra,
eksik kılınması halinde ise selamdan önce sehiv secdesi yapmak müste-haptır.
Eksiklik veya fazlalık hallerinin her ikisinde de sehiv secdesini selam
vermeden önce yapmak da güzeldir. Bütün bunlar Allah Resulü'nden (sav) rivayet
edilmiştir. Kişi namazda iken şüphe değil de bir vehme kapılırsa veya vehmi
giderek artarsa, kesinlikle selamdan sonra sehiv secdesi yapmalıdır.
Zaruri
hallerden dolayı temizlik eksikliği veya namazın farzlarından birinin
eksikliği ile namaz kılan kimse, mümkün olabilecek en kısa sürede bu namazı
iade etmelidir.
Kıldığı
elbisede necaset bulunduğunu sonradan gören kimse müteakip namazın vakti
girmeden Önce bu namazı tekrar kılmalıdır. Eğer vakit geçmiş ise, iade etmesi
gerekmez. Kişi, necaseti gördüğü an namazı iade ederse bize göre daha doğru
yapmış olur.
Kusurları
veya kaçırması sebebiyle kılması gereken birçok namazı olan kişinin bunları
bir sıralama içinde ardarda kılması daha uygundur. Mümkün olursa bir günün
namazları tek bir vakitte veya muhtelif vakitlerde sırasına uygun olarak
kıhnabilir. Bu namazlar, namaz kılınması mekruh görülmüş vakitlerde
kıhnmamahdır.
Namaz
esnasında elbisesinde bir necaset bulunduğunu veya kıbleye tam olarak
yönelmemiş olduğunu farkeden kimse üstünde
dış elbisesini
atarak ve yönünü kıbleye tam çevirerek namazını sürdürmelidir. Bu namazı iade
etmesi daha güzeldir. [12][12]
Namazdan
önce dişleri misvaklamak, namazın faziletlerindendir. Bir hadiste Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Dişleri mis vaki
ayarak kılman bir namaz, misvaklamaksı-zın kılınan namazdan yetmiş kat daha
üstündür [13][13]
Namaza
başlamadan önce Nas suresini okumak da müstehap görülmüştür. Çünkü bu sure,
namaz kılan için şeytana karşı bir kalkandır. Her rekatta Fatiha suresini
okumadan önce 'euzü besmele' okumak da müstehaptır. Çünkü kişi Kur1 an
okumaktadır ve her rekat da bir namazdır.
Tekbir
esnasında parmakları birleştirmek de namazın faziletlerindendir. Kıyam
esnasında topukları birleştirmeyerek ayrı tutmak da müstehaptır. Kıyam
esnasında iki topuk arasında dört parmak kalınlığında bir mesafe
bırakılmalıdır. Bu mikdar müstehap görülmüştür.
İlk
müslünıanlar, imamın tekbir esnasında parmaklarını bitiştirip
bitiştirmediklerine ve ayaklarını ayırıp ayırmadıklarına titizlikle
bakarlardı. Onlar, imamın bu iki hareketine göre fıkıh bilgisine
hükmederlerdi.
İbni Mesud
(ra) namaz kılan birinin kıyamda topuklarını birbirine yapıştırdığını
gördüğünde şöyle demiştir: Eğer topuklarım aralamış olsaydı, sünnete uygun
hareket etmiş olurdu. Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) namazda
ayaklardan birini dikmeyi ve topukları birbirine yapıştırmayı sakındırdığı
rivayet edilmiştir.
Hadiste
geçen 'safan=dik tutma' kelimesi şu ayet-i kerimede ye-ralmaktadır: "Bir
ayağını tırnağı üzerine kaldırıp diğer üçü üzerinde duran iyi cins
atlar". (Sad/31) Burada bahsi geçen atlardır. 'Sa-fed=Bağlayan' kelimesi
de şu ayet-i kerimede geçmektedir: "Kıyamet gününde suçluların birlikte
zincire bağlandıklarını görürsün". (İbrahim/49)
Ulemadan bir
zatın, tekbir getirirken parmaklarını ayırdığını görmüştüm. Kendisine bunu
sorduğumda şu açıklamayı getirdi. Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir
hadiste, "O'nun tekbir getirdiğinde parmaklarım tam bir şekilde yaydığı"
rivayet edilmiştir.[14][14]
Hadisteki yayma 'neşr' fiilinin teyid içerecek şekilde masdarıyla verilmesi
böyle yapmanın doğruluğunu muhtemel kılmaktadır.
Buradaki
yayma fiiliyle parmakların tam olarak aralanması kasdedilmiş olabilir. Çünkü
yayma fiilinin (=neşr) özündeki mana açarak yaymak şeklindedir. Çünkü ayırma
'tefrika' fiili, 'neşr5 ve 'bess' fîilerine karşılık olarak da kullanılmıştır.
Bu meyanda Yüce Allah'ın şu buyruğu gösterilebilir: "Döşenmiş halılar
vardır". (Ğaşi-ye/16) Buradaki asıl murad, ayrılıktır. 'Bess' fiilinin
manasıyla ilgili şu ayete de bakılabilir: "Etrafa serilmiş kelebekler
gibi". (Ka-ria/4) Bu ayetteki "bess' fiili, şu ayetteki
'neşr/intişar5 fiiliyle aynı manadadır: "Tıpkı etrafa yayılmış çekirgeler
gibi". (Kamer/7) 'Neşr1 fiili T^ess' fiiliyle aynı manada olduğuna göre
'bess' fiilinin ayrılma anlamına geldiği de açıktır. Allah Resulü'nün (sav)
parmaklarını yayması, ayırması anlamındadır.
İshak b.
Raheveyh'e Allah Resulü'nün (sav) namazda parmakları yaymaya dair buyruğunun ne
anlama geldiği sorulduğu zaman, parmakları açarak birleştirme olduğunu
söylemiştir. O, bununla parmakların avuçların içine kıvrılarak sıkılmaması
gerektiğini bildirmek istemiştir. Bizce bu görüş güzeldir. Çünkü kıvırarak
sıkma, yaymanın zıddıdır.
Ulema
arasında üç zatın tekbir esnasında parmaklarını ayırdıklarını gördüm. Mescid-i
Haram'm imamı Ebu'l-Hasan onlardan biridir. O, fıkıh bilgisi çok derin bir zat
idi. Üç alimin de parmaklarım bitiştirdiklerini gördüm. Ebu'l-Hasan b. Salim
ve Ebu Bekir el-Acuri de onlardandı. Galib zannıma göre, büyük fıkıhçı Ebu Zeyd
de parmaklarını ayıranlardandı.
Namaz
esnasında Fatiha suresinin sonunda 'Amin' demek de namazın faziletlerindendir.
Bu hususta Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İmam, 'veleddallin' dediğinde 'Amin' deyiniz. Kim 'amin' derken
meleklerin 'amini'ne tevafuk ederse geçmiş günahları bağışlanır".[15][15]
Allah Resulü (sav) 'amin' derken sesini yükseltirdi.
'Amin'
kelimesinin telafuzzuyla ilgili iki rivayet mevcuttur. Bunlardan birinde
baştaki 'a' harfinin uzatılması ve kısaltılması şeklindedir. Her iki halde de
'mim'harfinin şeddesiz olması gerekir. Aksi takdirde mana değişerek
'yönelme/kasdetme' şeklinde olur. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Kabe'ye yönelenlere". (Maide/2)
Elleri
bileklere bastırarak birbiri üstüne koyup göbek altı ile göğüs arasında bir
yerde bağlamak da namazın adabmdandır. Bu, namazın huşu'undandır. Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: 'Bu duruşu, Aziz olanın huzurunda teslimiyet ve boyun eğiş
sayarım'. Allah Resulü (sav) de bunun, önceki peygamberlerin de sünnetlerinden
biri olduğunu bildirmiştir.
Ali (kv)
Kevser suresinin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser/2)
ayetini tefsir ederken şöyle demiştir: Bu, sağ elin sol el üzerine konulumasıdır.
Onun ilminin derinliği ve marifetinin letafeti burada ortaya çıkmaktadır. Zira
göğsün altında 'NamY adı verilen bir damar vardır. Bu damar, ancak ilim
sahipleri tarafından bilinir.
Ali (kv) bu
ayetteki Venhar=nahr et' emrini, elleri 'namY denen bu damarın üzerine koy
şeklinde anlamıştır. Tıpkı İdmığ=beyni yarala' kelimesinin 'esıb ed-dimağ'
ifadesiyle-aym manaya gelmesi gibi. Ali (kv) ilgili ayetteki kelimeyi,
bazılarının anladığı gibi canlıyı boğazlamak anlamında ele almamıştır. Zira
burada namazdan bahsedilmektedir.
Ulemadan
bazıları da bunu 'boğazını kesme' anlamında görmüşlerdir. Onlara göre ayetteki
'nahr', canlı boğazının kesilmesidir. "Nahr1 yutağın altındaki can
damarını ifade etmekte ve namazda da eller oraya konmamaktadır. Dil alimlerinden
bir kısmına göre Ven-har' emri, bir hareketle kıbleye yönelmeyi ifade
etmektedir. Bize göre bu da bir görüştür.
Namazda
ayaklar üzerine oturulup dizler dikilmem elidir. Bu, dil ehlinin 'ik'a'
kelimesiyle ilgili yaklaşımıdır. Dizlerini çökertip ayak parmaklarını dik
tutarak da oturmamalıdır. Bu da hadis ehlinin aynı kelimeyle ilgili görüşüdür.
Elbisenin eteklerini salmak ve çekiştirmekten uzak durmalıdır. Etekleri salmak
yani 'sedl', elbisenin uç kısımlarını yere doğru salmaktır. Buna bir harf
değiştirilerek 'sedn' de denilmiştir. Kişi, elbisesinin etek kısımlarını salıp
uzattığı zaman, her iki kelime de kullanılarak tarif edilebilir. Ka-benin
örtüsünü giydirenlere 'Sidânetü'l-Ka'be' yani Kabe örtüsünü onun üzerinden
yayıp aşağı salanlar denir. Bu, dil ehlinin görüşüdür.
Hadis ehline
göre ise, 'sedl', elbiseyi örtü gibi alarak elleri onun altına sokmak, rüku ve
secdeye bu şekilde gitmektir. Onlara göre hakiki mana budur. Çünkü yahudiler
ibadetlerini böyle yapmaktaydılar. Müslümanların onlara benzemeleri bu hükümle
sakındırılmış oldu. 'Kamîs' olarak bilinen giysi de böyledir. Eller onun içindeyken
rüku veya secdeye gidilmemelidir. Ne kadar geniş olsa da bundan s akimim alı
dır. Secdede ellerin karnisin içine sokulması mekruhtur.
Fukahadan
bir zat 'sedl' hakkında üçüncü bir görüş belirterek şöyle demiştir: 'Sedl',
izar denilen ve bedenin belden aşağısını örten elbisenin orta kısmının baş
üzerine konularak sağ ve sol uçlarının aşağı sallanıp omuzların örtülmemesidir.
Sonraki ulemaya ait olan bu görüşün bence hiçbir kıymeti yoktur. İlk iki görüş
ilgilenmeye layıktır. Çünkü her ikisi de ilk devir ulemasının görüşlerine dayanmaktadır.
Elbiseyi
çekiştirmek de sakıncalı görülerek nehyedilmiştir. Bu, secdeye gidilirken
elbisenin ön veya arka kısmını çekiştirmek şeklinde olur. Kamis olarak
isimlendirilen ve üst kısma giyilen giysinin kenarlardan sıkıştırılması da,
yukarıdaki fiil Kapsamına girdiği için mekruh görülmüştür. Bunun mekruhluğu,
Ahmed b. Han-bel'den (ra) de rivayet edilmiştir.
Ömer b.
Hattab'm (ra) çocuklarından birinden bununla ilgili ruhsat bulunduğuna dair bir
görüş "rivayet edilmiştir. Buna göre Allah Resulü (sav), sarığını
karnisinin üzerine kuşanarak namaz kılmıştır. Çekiştirme fiili, saç için de
sözkonusu olabilir. Saçları uzun olan kimse, onlara toka ve benzeri bir şey
takarak namaz kılmam alıdır.
Bir hadis-i
şeriflerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yedi uzuv üzerine secde etmekle, saçları ve elbiseyi bağlamamakla
emrolundum".[16][16]
Allah Resulü (sav), namazda eli böğre ve elleri bele koymayı da nehyetmiştir.
Kıyam esnasında pazılar bedenden uzak tutulmalıdır.
Secdeye
giderken şöyle bir sıralama takip edilmelidir: Yere önce dizler, ardından
eller, ardından yüz temas etmelidir. Yüzde de alın ve burun yere temas
etmelidir ki bu ikisi tek bir uzuv sayılmıştır. Kalkılırken, ayak uçları
üzerinde kalkılın alıdır. Kişi eğer zayıf bünyeli ise, kalkarken ellerini yere
dayanak yapabilir.
Namazda,
sağa sola meyi edilmemelidir. Göz ucuyla da olsa sağa sola bakılmamak dır.
Gözünü secde ettiği noktaya dilemelidir. Eğer böyle yapmazsa, yüzünü kıble
istikametine çevirmelidir. Namaz esnasında bedenin hangi bir yeriyle
oynanmamalıdır.
Said b.
el-Müseyyeb'den şu hadise nakledilmiştir: O, namazda sakalıyla oynayan birini
görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi: Bu kişinin kalbinde huşu olsa, uzuvlarında
da huşu olurdu. Allah Re-sulü'nden de (sav) bu mealde bir hadis-i şerif rivayet
edilmiştir.
Namazda bazı
rükünleri aralıksız eda etmek de nehyedilmiştir. Bunlar beş adettir. İkisi imama,
ikisi imama uyan kişiye, biri de her ikisine birden düşer.
İmama
düşenler şunlardır: İftitah tekbirinden hemen sonra kı-raata başlamak; Kıraatin
hemen ardından rükuya eğilmek.
İmama uyan
cemaata düşenler ise şunlardır: iftitah tekbirini imamın tekbirinden hemen
sonra almak; Selamı imamın selamının hemen ardından vermek.
Sonuncusu
ise, farz selamının hemen ardından nafile selamını vermek. Bu ikisi arasında
bir süre bulunmalıdır. Bir zat şöyle demiştir: Selam vermek kesmek, tekbir
getirmek bağlamaktır.
Bir
rivayette de şu hususlar yeralmıştır: Namazda, şeytandan kaynaklanan yedi şey
vardır: Uyuklamak, vesvese, esneme, kaşıntı, sağa sola dönme, birşeyle oynama.
Bir zat ise
bunlara sehiv ve kuşkuyu ilave etmiştir. Seleften bir zat şöyle demiştir: Dört
şey vardır ki namazda olmaması gereken batıl işlerdendir: Sağa sola dönmek,
yüzü ovmak, yumurtaları düzeltmek ve insanların önünden gelip geçtiği bir
yerde namaz kılmak. Başka bir zat bu hususlara şunu ilave etmiştir: İlk safta
yer varken ikinci safta namaza durmak.
İdrarını
tutan, büyük abdestini bekleten ve mestleri dar olan kimsenin namaz kılması da
nehyedilmiştir. Çünkü bunlar, inşam
meşgul eden
hususlardır. Aynı şekilde öfkeli ve bir hususta kaygılı kimsenin namaz kılması
da mekruh görülmüştür. Bir şeye acil ihtiyacı olan kimsenin durumu da
böyledir.
Bunların
rahatlaması halinde kılacakları namaz, kalblerinin mutmain olması bakımından
daha sağlıklı olacaktır. Karnı aç ve aklı yemekte olan birinin namazı yemekten
sonra kılması daha doğru olur.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Yemek hazırlandığında ve namaz vakti girdiğinde,
yemekten başlayın".26 Eğer vakit darsa veya kişinin kalbi mutmain ise,
namaz öne alınabilir.
Başka bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden biri kızdırılmış iken namaza katılmamalı ve öfkeli iken namaz
kılmamalıdır". Hasan el-Basri (ra) şöyle deç-di: Kalbin katılmadığı bir
namaz, ilahi cezaya daha yakındır[17][17]
Burada,
namazın fazilet ve adabı ile, buna uygun namaz kılanların durumlarını ve huşu
ehlinin namazlarım anlatacağız. Yüce Allah buyurdu ki: "Benim zikrim için
namaz kıl". (Taha/14); "Sakın gafillerden olma"[18][18].
(A'raf/205); "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın ki ne söylediğinizi
bilesiniz". (Nisa/43) Bu ayette geçen 'sükâra=sarhoşlar1 ifadesiyle,
dünya sevgisinden ve onunla ilgilenmekten sarhoş olanların kasdedildiği
söylenmiştir. Allah Teala buyurdu ki:"O kimseler ki onlar namazları
üzerinde devamlıdırlar". (Mearic/23)
Allah Resulü
(sav) de buyurdu ki: "Her kim iki rekat namaz kılar ve o esnada dünyevi
bir hususla ilgili olarak nefsiyle konuşmazsa, geçmiş günahları
bağışlanır". [19][19]
Yine O, şöyle buyurmuştur: "Namaz ancak, çaresizlik, tevazu, yakarış,
günahlardan pişmanlık, Allah'a muhtaciyet şuuru ve ellerinizi kaldırarak şöyle
demenizdir: Allahım, her kim böyle yapmazsa o namaz kusurludur". [20][20]
Önceki
semavi kitaplarda Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben,
her namaz kılanın namazını kabul etmem.
Ben ancak
azametim karşısında tevazu gösteren, Bana karşı kibirlenmeyen ve karnı aç
yoksulları Benim için doyuran kimsenin namazını kabul ederim".
Namaza
yönelirken sağında solunda kimlerin bulunduğunu bilmeyerek yalnız Zat-ı
İlahi'nin huzurunda olduğunu hisseden kimselerden olmalıdır. Muhakkak ki bu,
kıyamın güzelliğindendir. Bazı müfessirler, Allah Teala'nın "Onlar
namazlarında huşu sahibidirler". (Müminun/2) buyruğunun tefsirini bu
şekilde yapmışlardır.
Bu babda
Said b. Cübeyr'den şu söz rivayet edilmiştir: İbni Ab-bas'ın (ra) aşağıdaki
sözünü duyduğum kırk yıldan beri namazda sağımda solumda kimin olduğuna
baknıamışımdır. O şöyle demişti: "Namazda huşu, namaz kılanın sağında
solunda kimin olduğunu dahi bilmemesidir".
Bişr b.
el-Hars da Süfyan'm (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Huşu göstermeyen kimsenin
namazı fasit olmuştur. Muaz b. Ce-bel'den de (ra) şu söz rivayet edilmiştir:
"Namazda sağında solunda kimin olduğunu isteyerek öğrenen kimsenin namazı
boşa gitmiştir". Bu rivayet, İsmail b. Ebi Ziyad tarafından Bişr b.
el-Hars ve başka ravüere isnad edilmiştir.
Süfyan-ı
Sevri'den şu söz rivayet edilmiştir: "Her kim namaz esnasında duvarda
veya seccadede yazılı bir kelimeyi okursa onun namazı boşa gitmiştir".
Bişr dedi ki: O, bununla şunu kasdetmiştir ki yazılı birşeyi okumak, namaz
esnasında başka bir işle uğraşmaktır.
Namazda
devamlılığın şartı ise, onda sükuneti muhafaza edip başka birşeyle iştigal
etmemektir. Allah Teala'nın "O kimseler ki onlar namazları üzerinde
devamlıdırlar". (Mearic/23) buyruğu da bu yönde tefsir edilmiştir. Ayette
geçen devamlılık, sükun bulma ve itmi'nan olarak tefsir edilmiştir.
Arap
dilinde, 'devamlı su1 ifadesi de, yatağında sükunet içinde akan su için
kullanılmıştır. Sahabeden bir zat şöyle demiştir: İnsanlar Kıyamet günü,
namazdaki itmi'nan ve sükunet gibi duruşları üzere hasredilirler.
Namazdan
lezzet ve tat almak gerekir. Kalp, namaz esnasında kavramaya yönelmeli ve
tevazu için de huşu göstermelidir. Bütün uzuvlar Allah korkusu karşısında
sükunete boğulmaiıdır.
Kıraati,
tertil üzere yapmalı, okunan İlahi Kelam'm manaları üzerinde tefekkür
edilmelidir. Kafalarda Allah Teala'ya muhtaç oluşun güzelliği yeretmelidir.
O'nun muradına uygun olmaya çalışılmalıdır. O'nun Kitabı'nda gizlediği sırlara
muttali olabilmek için talebkâr olunmalıdır.
Namaz
esnasında Kur'an-ı Kerim'i okurken bir rahmet ayetiyle karşılaştığında onu
arzulaman ve istemeli, bir azap ayetiyle karşılaştığında ise korkup Allah'a
sığınmalıdır. Teşbih ve ta'zime dair bir ayete rastladığında hamd, teşbih ve
tazimde bulunmalıdır. Bunu diliyle söylemesinde de bir mahzur yoktur. Eğer
kalbinde tutar ve kaygısını ona yönlendirirse, o zaman da kalbi diline vekalet
etmiş olur.
Kulun
fakirlik ve muhtaciyeti, istek ve niyazının sonsuzluğunu muciptir. Allah Teala'nın
şu ayetinin iki farklı tefsirinden biri bu manadadır: "Kendilerine
verdiğimiz Kitab'ı hakkıyla okuyanlar, işte onlar ona iman ederler".
(Bakara/121)
Hakiki
müminlerin, Kur'an tilaveti hakkında sahip olmaları gereken sıfat işte budur.
Kulun kalbi, namazın rükünlerinden birinin sıfatı üzere olmalıdır. Kaygı ve
tasası ise, yakarışın bütün manalarına bağlı kalmalıdır.
O, 'Allahü
Ekber5 dediği zaman, O'nun diğer bütün varlıklardan büyük olduğunu bilir. O'nun
küçüklerden daha büyük olduğunu değil, büyüklerin en büyüğü olduğunu kasdeder.
Kulun bütün
kaygısı herşeyin sahibi ve ulular ulusu olan Hak Teala olunca, Allah'ı
zikretmek de onun kalbinde en büyük yeri kaplar. Çünkü kalbi, Rabbi'nin
"Allah'ın zikri hiç kuşkusuz en büyüktür" (Ankebut/45) buyruğuna
muvafakat eder.
Dili de
Ekber Teala'nm müşahedesinde kalbine muvafakat eder. O'nun kelamını bu sıfatla
okur ve basiretle bakar. Allah Teala "Biz ona iki göz, bir dil ve iki
dudak vermedik mi?" (Beled/8) ayetinde, basiret gözünü dilin önüne
koymuştur. Allah Teala dili öne geçirmemekte, görme duyusunu sonraya
bırakmakta, böylelikle kulun niyeti sözüne mutabık olmaktadır.
Böyle yapan
kul, içinde yaşadığı anda söylediği ile amel eder olmaktadır. Bu, kulun uyarı
ve aleyhinde delil olmak üzere emrolun-duğu bir mesuliyettir. 'Allahü
Ekber=Allah en büyüktür diyen kul,
bunu
söylerken başka birinin sözünü nakletmemekte, başka birinden haber
vermemektedir. Aksine o, bunu söylerken şehadeti üe varolan mananın hakikatine
ermiş bir haldedir. Bu, marifet ehline göre vaciptir. Zira iman, her hususta
söz ve ameldir.
'Allahü
Ekber' dediğiniz zaman, söze uygun amel, Allah Tea-la'nın kalbinizde herşeyden
daha büyük olmasıdır. Bu, ahdi gözetmenin gereklerindendir. Böylelikle de,
Allah Teala'nm şu buyru-ğundaki övgü ve senaya mazhar olunabilir: "Ve o
kimseler ki onlar, emanetlere ve ahitlerine riayetkardırlar". (Müminun/8)
Ahit, dille
verdiğiniz söz, riayet ise, kalp ile vefa göstermektir. Böylelikle Allah
Teala'nm "Her kim Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah da kendisine
çok büyük bir ecir verecektir" (Feth/10) buyruğundaki büyük ecir
hakedilmiş olur.
'Allahü
Ekber derken, küçük dünya kralları kişinin kalbinde yüceler yücesi Allah
Teala'dan daha büyük bir yere sahip oluyorsa, o kişi tekbir cümlesiyle amel
etmemiş sayılır. İmanın hakikati de bu değildir. Çünkü o, söz ile ameli
birbirine uygun kılmamıştır. O, sadece diliyle birşey söylemiştir.
Söz ile
amelin birlikteliği, ancak ahiret müşahedesine sahip olanlar için geçerlidir.
Ahiret onların gözlerinin nurudur. Yüce Allah buyurdu ki:"Sizin
yanmızdakiler -dünya- fanidir. Allah'ın katındaki -ahiret- ise bakidir".
(Nâhl/96) Yine O (sav), şöyle buyurmuştur: "Mutluluğum namazda
kılınmıştır".[21][21]
Çünkü namaz kılan kişi, Rab-bi'nin huzurundadır. Kulundan rızasını da namazda
kılmıştır.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Muhakkak Allah'ın zikri en büyüktür". (Ankebut/45) Çünkü
zikne konu olan Hak Teala en büyük ve en yücedir. Allah Teala, namaz ile,
zikrullah'm murad edildiğini de şu ayet-i kerimede haber vermektedir:
"Benim zikrim için namaz kıl". (Taha/14)
Allah
Resulü'nden de (sav) bu manada şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Namazın farz kılınması, hac ve tavafın emredilmesi ve hac menasikinin
iş'arı ancak zikrullah'ı ikame etmek içindir", (in-nema furidetis salat
üş'irat menasik) Kalbinizde zikredilmesi gereken Hak Teala olmadığı zaman O'nu
zikretmek için kılman namazın ne kıymeti olabilir?
Allah Resulü
(sav) Enes b, Malik'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Namaz kıldığın zaman,
nefse, hevaya ve hayata veda ettirecek ve Mevla'ya yönelecek şekilde kıl".
[22][22]
Yüce Allah buyurdu ki: "Ey insan! Sen Rabbine varıncaya kadar kadar
çalışıp çırpınmadasın". (İnşikak/6); "Allah'tan korkun ve O'nu
kavuşacağınızı bilin". (Bakara/223).
Allah Resulü
(sav) de buyurdu ki: "Benim mutluluğum namazda kılınmıştır [23][23]
O, namaz esnasında 'Ekber Teala'yı görmekte ve ve gözleri O'nunla huzur
bulmaktaydı.
Ali ah
Resulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Her kimin
namazı kendisini fuhuş ve kötülükten uzaklaştır-mıyorsa, Allah Teala'dan daha
fazla uzaklaşmasından başka bir
işe
yaramaz".
Bu babda
başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim
yalancı şahitliği ve emanetlere ihaneti terket-mezse, (şunu bilsin ki) Allah
Teala onun (oruç tutarak) yeme ve içmeyi terketmesine muhtaç değildir".
Buna göre namaz ve oruçtan yegâne maksadın günahlardan uzaklaşmak olduğu ortaya
çık-maktadm
Namaz
kılmanın ve onu kemale erdirmenin gereklerinden biri de vakit girmeden önce
abdest almaktır. Böylelikle namaz vakti girdiğinde namazdan başka bir işle
meşgul olması gerekmeyecektir. Bu esnada bütün kalbi, kafası ve tasası Rabbi
olmalıdır. Rabbi, kalbinde olmalıdır. Kelamı ile O'na nazar etmeli ve Hitabı
ile O'nunla konuşmalıdır. Yakarışı ile O'nu düşünmeli, sıfatları ile O'nu tanımaya
çalışmalıdır.
Şüphesiz
konuşulan her kelime, O'nun isimlerinden, sıfatlarından, ahlakından,
hükümlerinden, iradesinden veya fiillerinden birinin manasını muhtevidir.
Çünkü Kelam, sıfatların manalarını bize bildirir ve sıfat sahibine delalet
eder.
Hitab-ı
Hahi'nin her kelimesinde farklı on yöne giden manalar gizlidir. Arifler için bu
yönlerin her birinde bir makam ve türlü müşahedeler mevcuttur. Bun yönlerin
ilki o kelimeye iman etmek, teslim olmak, ona yönelmek, onun için sabretmek,
ona rıza göstermek, ondan korkmak, ondan ümitvar olmak, onun için şükretmek,
ona muhabbet beslemek ve onun hakkında mütevekkil olmaktır. Bu on makam, yakin
makamları olarak bildiğimiz makamlardır. Allah Te-ala'nın kelimesi, yakinin ta
kendisidir.
Saydığımız
manaların tamamı da, yakarış ve yalvarış ehlinin müşahede ettikleri her
kelimede gizlenmiş olarak mevcuttur. İlim ve hayat ehli de bunları bilir. Çünkü
Mahbub Teala'mn kelamı, kalplerin hayat kaynağıdır.
O'nun
kelamını ancak hayat sahiplerini uyarır ve ancak ona icabet edenler hayat
bulurlar. Yüce Allah buyurdu ki: "O ancak bir zikir ve apaçık bir
Kur'an'dır. Hayatta olanları uyarmak için (indirilmiştir)". (Yasin/70);
"Size hayat verecek bir şeye çağırdıklarında Allah'a ve Resulü'ne icabet
edin". (Enfal/24)
Açıkladığımız
on müşahede, ancak AJızab suresinde anılan makamları geçenler tarafından
görülebilir. Bu makamların ilki, müs-lümanlarm makamı, sonuncusu da zikir
ehlinin (=zâkirun) makamıdır. Zikir makamından sonra sözkonusu on müşahede
gelir.
Bu
müşahedelere vakıf olanlar, Allah Teala'ya yakarmaktan asla sıkılmazlar. Çünkü
onlar Allah Teala'mn yakın dostlarından olmuşlardır. Anlayış ve lezzetten
dolayı O'nun huzurundaki kıyam da kendilerine ağır gelmez. O'nun huzurunda
durmak da, merhametine yakınlığından dolayı kendisine kolay gelir. O, Hak
Tea-la'dan gelen azarı da, O'na yakınlığın verdiği tadı da nimet bilir. Bu
noktada olan kul, namazda uzun uzun Kurban okur. O, bunu kıblenin namaz içinde
derecelenmesi gibi görmez. O, ona şahit olmaz. Çünkü kıble onun ardında, o ise
kıblenin önündedir.
Kıyam da
böyledir. Kıyamda, o kendisini taşımaz, o taşıyıcısı ile beraberdir. Rivayete
göre, yakin sahibi kul namaz için abdest aldığı zaman yeryüzünün şeytanları
ondan uzaklaşırlar. Zira ondan korkarlar. O, Hak Teala'mn huzuruna girmeye
hazırlanmaktadır.
Tekbir
getirdiği zaman, İblis ondan perdelenir ve onunla arasında duvarlar örülür.
Hiçbir şeytan ona bakamaz. Cebbar olan Hak Teala onlara Zatı ile karşı durur.
'Allahü Ekber1 dediğinde melek onun kalbine bakar ve orada Allah'tan başka
hiçbir şeyin büyük olmadığını görerek şöyle der: Sözünle olduğu gibi kalbinle
de Allah'a sadık kaldın.
O esnada
kalbinden bir nur çıkar ve bu nur, Arş'm melekütuna ulaşır. Bu nurla herşey,
yeryüzünün ve göklerin melekûtu ona açılır. Toplanan nurlar kadar kendisine
hasenat yazılır.
Gafil veya
cahil biri abdeste başladığında bala üşüşen sinekler misali, şeytanlar onun
başına üşüşür. Böyle biri tekbir getirdiği zaman melek onun kalbine bakar ve
orada bulunan hemen herşeyin Allah Teala'dan daha büyük olduğunu görür ve şöyle
der: Yalan söylüyorsun! Kalbindeki Allah, dilinde söylediğin gibi değil!
Bunun
ardından onun kalbinden bir duman yükselir ve göklerin alt kısmına ulaşır. Bu
duman, onun kalbine perde olur ve bu perde onun kıldığı namazları geri
gönderir. Şeytan onun kalbini kuşatarak ona üfürmeye, vesvese vermeye ve ona
birtakım şeyleri güzel göstererek namazı tamamen terketmeye sevkeder.
Bu kişi,
Öyle bir hale gelir ki bulunduğu durumu dahi aklede-mez olur. Bu hususta şöyle
bir söz rivayet edilmiştir: Şeytanlar, eğer Adem oğullarının kalpleri
çevresinde dolaşmasalardı, göklerin melekûtunu gözlerlerdi.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) Kıble'ye bakarken ortada bir balgam görmüş ve çok
kızmıştı. Sonra elindeki bir hurma çöpüyle onu temizlemiş ve 'Bana misk
getirin' buyurmuştu. Ardından balgamın izini zaferanla silmiş ve bize dönerek
şöyle buyurmuştu: Hanginiz suratına tükürülmesinden hoşlanır. Biz de
'Hiçbirimiz' dedik.
Bunun
üzerine şöyle buyurdu: Sizden biri namaza başladığında şunu bilsin ki Allah
Teala, kendisi ile kıble arasındadır. Bu hadisin başka bir lafzında ise şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: Allah Teala onunla yüzyüze gelir. Hiçbiriniz
O'na doğru tükürmesin. Sağa doğru da tükürmesin. Ancak sol tarafına veya sol
ayağının altına tükürsün. Eğer çok acil bir durum olursa, o vakit elbisesinin
içine tükürsün ve üstünü örtsün". [24][24] Bunlar,
namazın hakiki adabıyla ilgili hususların bazılarıdır.
Konuyla
ilgili olarak bize ulaşan rivayetlerden biri de şöyledir: Kul, namazda 'Allahü
Ekber5 diyerek kıyam ettiği zaman Allah Teala meleklere şöyle buyurur: Benimle
kulum arasındaki perdeyi kaldırın. Kul, namazda bir yana yöneldiği zaman ise
şöyle buyurur: Ey kulum, kime yöneliyorsun? Ben senin için, yöneldiğin şeyden
daha hayırlıyımdır.
Namaza
niyetlenen kimse ayağa kalktığı zaman, kalbi alemlerin Rabbi için bir gün
boyunca kıyam ettiğine şehadet eder ki bu günün mikdarı, elli bin senedir.
Sonra Huzur-u İlahi'deki duruşuna şehadet eder. Çünkü o, gaflet ehlinden
değildir. O'nun varlığını görmeyişi onu üzer, varlığının iclali yaklaştırır ve
kendisine en yakın olan Hak Teala'nın tazimi ona hakim olur. Herşeyi murakabe
eden Allah Teala'nın korkusu onu içine alır.
Kur'an
okumaya başladığı zaman, Kelam Sahibi ile olan beraberliği onun kaygısını
azaltır. Kalbi onu anlamakla, onun feyzi ile açılmakla meşgul olur. Rükuya
eğildiği zaman, Yüce Allah'ın yüceliğini ikrarla birlikte kalbi durur ve
kalbinde Allah Teala'dan daha yüce hiçbir şey bulunmaz. Rükudan kalktığı zaman
hamdın ancak övgülere layık olan Allah Teala'ya mahsus olduğuna şahit olur.
Çok seven ve
sevilen Hak Teala'ya şükrederek durur. Bu, Allah Teala'dan daha fazla sevabı
gerektiren bir harekettir. O kulun kalbi ise rıza ile sükun bulmuştur. Çünkü
hamdin hakikati rızadır. Secdeye vardığında kalbi, ulvi mertebelerde yükselir
ve Arş-ı A'la'ya yaklaşır. Yüce Allah buyurdu ki: "Secde et ve Allah'a yaklaş".
(Alak/16)
Müşahede
ehli secde noktasında üç makamda yerahrlar
Bunlardan ilkinde, kul secde ettiği zaman kendisine Ceberût-i A'la
açılır ve Karib Teala'ya doğru yükselir ve O'na iyice yakınlaşır. Bu, mahbublardan olan mukarrebunun (=Allah
Teala'ya yakın kı- İmanlar) sahip oldukları makamdır.
İkincisinde,
kul secde ettiği zaman kendisine İlahi İzzet'in me- ^ lekütu açılır ve o kişi,
Kadir-i Ecell'in sıfatlarından biri üzere yeryüzü toprağına secde etmiş olur.
Bu yüzden kalbi kırılır ve Yüceler Yücesi Rabbi'nden tevazu gereği korkar. Bu
da abidler arasındaki korku ehlinin
makamıdır.
Üçüncüsünde
ise, kul secde ettiği zaman kalbi göklerin ve yerin melekütunda gezinir, ilahi
faidelerin zariflikleriyle sevaplandırılıp bize gizli mükafaatlara şahit
kılınır. Bu da taleb ehli arasında.
lunan sadıkların makamıdır. Bir dördüncü zümre daha vardır, ancak
bunların zikre değer bir meziyetleri yoktur. Bunlar övgüyü de haketmezler.
Bunlar namaz kıldıklarında bütün kaygı ve tasaları, Allah Teala'nın vereceği
ödüller ve dünyevi beklentilerle doludur. Bunlar himmetlerinin düşüklüğünden
dolayı ulvi şehadetlerden mahrum bırakılmış kimselerdir. Hevalanna esir
oldukları için yüce ufuklara sehayetten alıkonulmuşlardır. .
Namaz kılan
kul, dua ettiği zaman, dua edilene nazar ede1» ve herşeyi O'ndan bekler.
Böylelikle dua edilen Allah Teala, ayni (zamanda rica edilen 'Mercuvv' olur.
Namazı
hakkıyla kılan kul, Rabbi'ni övme, hamdetme, nimetlerine şükranda bulunmaya o
kadar dalar ki kendi dünyevi ihtiyaçlarını unutur. Mevlası ile meşguliyetinden
dolayı kendini ihmal eder. O'na olan övgüsünün güzelliğinden dolayı Rabbi'nden
isteklerde bulunmayı akledemez.
Dua eden bu
kul, Allah Teala'dan mağfiret dilediğinde tevbenin sıfatları ve tevbekarm
hükümleri hakkında düşünür. Geçmiş günahları üzerinde tefekkür ederek
istiğfarını saflaştırmaya, tevbe ve özrünü halis kılmaya çalışır. Rabbi'nin
yolunda dosdoğru yürüme niyetini tazeler.
Bu istiğfarı
sayesinde, Allah da ona esenlik ve ikram nasip eder. Böyle bir kulun kıldığı
namazın faziletleri hakkında birçok hadis ve söz nakledilmiştir. Öyle biri
namaza durduğu zaman, onunla Rabbi arasındaki perde kaldırılır ve Rabbi onunla
bizatihi yüzyüze gelir. Melekler omuzlarının üstünden havaya yükselirler ve
onunla birlikte namaz kılarlar. O dua ettiği zaman duasına 'amin' derler.
Göğün
eteklerinden saç diplerine doğru iyilikler saçılır. Bir inü-nadi ona nida
ederek şöyle der: 'Eğer yakarıp münacaat eden, mü-nacaat edileni bilseydi,
namazını asla bitirmezdi'. Göğün kapıları da namaz kılanlar için açılır.
Allah Teala,
melekler karşısında namaz kılan kullarının safla-rıyla Övünür. Tevrat'ta şöyle
yazılıdır: 'Ey Adem oğlu, Benim huzurumda gözyaşlarıyla namaz kılmak için
kıyam etmek hususunda acze düşme. Ben senin kalbine çok yakın olan Allah'ım.
Sen gayb aleminde Benim nurumu gördün',
Bize göre,
ihlasla namaz kılan kulun hassasiyet ve ağlayışı ve ona açılan kapılar Allah
Teala'mn onun kalbine yaklaşmasının ne-ticelerindendir. Sahabeden bir zat,
Allah Resulü'ne (sav) şöyle demişti: Cennette sana refik olabilmem için Allah
Teala'ya dua et. O da kendisine, 'Sen de secdeyi çoğaltarak bana yardım et1
buyurdu[25][25]
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'mn yarattıklarına
farz kıldığı hususlar arasında tevhidden sonra gelen namazdır. Eğer O'na
namazdan daha sevimli gelen bir şey olsaydı, melekler kendisine onunla ibadet
ederlerdi. Halbuki onlardan kimi rükuda, kimi secdede, kimi kıyam, kimi kade
halindedir".
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Namaz, yeryüzünde Allah Teala'ya hizmettir. Başka bir zat
ise şöyle demiştir: Namaz kılanlar, Allah Teala'mn arzı üzerindeki
hizmetçileridir. Denir ki: Göklerde namaz kılan melekler, 'Rahman'm
hizmetçileri' olarak isimlendirilmişlerdir. Onlar, diğer elçi melekler
karşısında bu isimleriyle iftihar ederler.
Denir ki:
Mümin iki rekat namaz kıldığı zaman, herbirinde on-bin meleğin bulunduğu on saf
melek kendisine hayranlıkla bakarlar. Allah Teala da yüz bin meleğe karşı
onunla övünür. Meleklerin hayrete düşme sebebi, kulun namaz kılarken dört
erkanı ile birlikte eda etmesidir ki bunlar; kıyam, rüku, kade ve secdedir.
Hakikatte bu dört erkan kırkbin meleğe taksim edilmiştir. Kıyam eden melekler,
Kıyamet gününe kadar rükuya eğilmeyip sadece kıyamda dururlar. Secde eden
melekler de aynı şekilde Kıyamet'e dek başlarını kaldırmazlar. Rüku ve secde
eden meleklerin durumları da böyledir.
Allah Teala,
anılan dört erkana ilaveten altı erkanı da Adem oğluna nasip etmiştir ki
bunlar; kıraat, hamd, istiğfar, dua, Allah Resulü'ne (sav) salat ve selam
getirmektir. Allah Teala bu rükünleri de altmışbin meleğe taksim etmiştir.
Meleklerden her bir saffln görevi, bu altı zikirden biri ile meşgul olmaktır.
Melekler, bu altı farklı zikrin iki rekatlık namazda cemedildiğini görünce
hayrete düşmüşlerdi.
Allah Teala
da bu hususiyeti nasip ettiği kuîuyla meleklere karşı övünmüştü. Zira O, bir
kulun iki rekat namazda cemettiği sözkoiiusu erkan ve zikirleri yüzbin meleğe
taksim etmişti. Mümin, işte iju hususiyetiyle meleklerden üstün kılınmıştır.
Yakin sahipleri de, kalbi amellerin müşahede edildiği makamlarca yer değiştirnıeleriyle
meleklerden üstün kılınmışlardır. Yakin sa-liipleri, bu makamları cemeder ve
bunlardan daha yükseklere çıkabilirler. Melekler ise, konuldukları makamlardan
yükseltilmezler. Her melek, kendisi için tahsis edilen malum bir makamda ve o makamdan başkasına nakledilmez. Şükür,
korku, rica, Aaşyet ve muhabbet bu makamlardan bazılarıdır. Melekler,
kendilerine tahsis edilen makam içinde yükselme imkanına sahiptirler. Onlar,
kuvvet ve gayretleriyle aynı makam içinde yüksek derecelere çıkabilirler.
Halbuki bu makamlar, yakin sahibinin kalbinde cemedilmiştir. Sözlerin en
doğrusuna sahip olan Allah Teala, mümin dostlarının sıfatları hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Namazlarında huşu sahibi olan müminler felaha erdiler.
Onlar, boş sözden yüz çevirirler". (Müminun/1-3)
Allah Teala
iman ile birlikte zikrettiği bu kullarını namazları sebebiyle medhetmiştir.
Onların namazlarını da, huşu sıfatıyla Övmüştür. O, onların sıfatlarının
başında da namazı zikretmiştir. Bu ayetin sonunda ise şöyle buyrulmaktadır:
"Ve o kimseler ki namazlarında devam ederler". (Müminun/9) Görüldüğü
gibi Allah Teala'mn onları tavsifi, namazla başladığı gibi, yine namazla
noktlanmaktadır.
Allah Teala,
namaz kılan kullarını tavsif ederken, onları musibetlerden ve fukaralıktan
dolayı feryad eden, sahip olduğu malı Allah yolunda harcanmayanlardan müstesna
kılarak şöyle buyurcnak-tadm: "Onlar namazlarında daimdirler".
(Mearic/23) O, müminlerin sıfatlarım sıraladıktan sonra da şöyle
buyurmaktadır: "Ve o kimseler ki namazlarında devam ederler".
(Müminun/9)
Eğer namaz,
Allah Teala için amellerin en sevimlisi olmasaydı, onu dostlarının ilk ve son
sıfatı olarak zikretmezdi. Yine onları, namazda devamlılık ve süreklilikleri
meziyetiyle övmezdi. O, mümin kullarını namazda gösterecekleri huşu ile de
övmüştür. Huşu; kalbin kırılması, ram edilmesi, tevazu, zillet ve organların
terbiyesi, güzel bir ağırbaşlılık ve yöneliş, namazda devamlılık ve süreklilik,
kalbin ve uzuvların namaz ile sükun bulmasıdır. Ayetteki 'muhafaza devam etme'
kelimesi; kalbin diriliği, işitmesi, anlayışın duruluğu, zamanlara riayeti ve
araçların temizliğinin tamamlanmasıdır.
Allah Teala,
namaz kılanları bekleyen akıbet hakkında da şöyle buyurmaktadır: "İşte
onlar varislerdir ki Firdevs'e varis olurlar Onlar orada ebedidirler".
(Müminun/10) Allah Teala'nın onlara nasip ettiği ilk mükafaat felahtır/Felah,
zafer ve bekadır. Mükafaat-larm sonuncusu ise Firdevs cennetidir ki o, yurt ve
meskenlerin en hayırlısıdır.
Onların
karşıtları olan cehennem ehli hakkında ise şöyle buy-rulmaktadır: "Sizi
'Sekar* cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: Biz, namaz
kılanlardan değildik". (Müddes-sir/42-43) O, onları kınarken de şöyle
buyurmuştur: "Ne iman etti, ne de namaz kıldı", (Kıyamet/31)
Allah Resulü
(sav), namaz kılmayı engelleyenlere itaat edilmesini nehyetmiş ve namazı
emrederek onun Allah Teala'ya yakınlık vesilesi olduğunu bildirmiş ve bunu da
şu ayet-i kerimenin izahında zikretmiştir: "Namaz kıldığı vakit, bir kulu
engelleyeni gördün mü?... Sakın ona itaat etme, secde et ve Allah'a
yaklaş". (Alak/9-10, 19) Namaz kılanlar, O'nun yarattığı insanlardan bir
topluluk ve cennetin varisi olan kullarıdır. Onlar, Allah Teala'nın, gazab
yurdu olan cehennemden de kurtarılarak necat ehlinden kabul edilmişlerdir.
Allah Teala şefkat ve merhametiyle bizi onlardan kılsın.
Namazı
sürekli kılmayı teşvik ve yakin ehlinin namazda izledikleri yollar hakkında da
şunlar söylenebilir. Allah Teala buyurdu ki: "Muhammed Allah'ın
Resulü'dür. Ve O'nunla birlikte olanlar inkar edenlere karşı şiddetli, kendi
aralarında merhametlidirler. Onları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak
görürsünüz". (Fetih/29)
Allah Teala,
Resulü'nün (sav) ashabını seçmiştir. O'nun ashabı için de namazı seçmiştir. O,
namazı Tevrat'ta da, İncil'de de onların sıfatı kılmıştır. Bütün bunlar,
namazın ameller arasında en faziletlisi olduğuna delalet etmektedir. O'nun
ashabı da amel sahiplerinin öncüleri olarak namaz ile tavsif edilmişlerdir.
Allah Resu-lü'ne (sav) amellerin en üstünü sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Vakitlerinde kılman namaz [26][26]
Ömer (ra) şöyle demiştir: "Kişinin namazda devamlı olduğunu iördüğün zaman
onun hakkında iyi düşün. Namazı terkeden biri gördüğünde ise, şunu bil ki o,
diğer ibadetleri daha fazla terkedici-Öir". Hasan el-Basri (ra) şöyle
derdi: Ey Adem oğlu, namaz sana kolay geldikçe Allah'ın dininde sana güç gelen
şeyler de Allah Teala'ya kolay gelir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Namaz dinin direğidir. Onu terkeden küfürdedir". [27][27]
Bu hadisin
başka bir rivayetinde ise son kısım şöyledir: "Onu terkeden, küfür ile
iman arasındadır". Konuyla ilgili bir rivayet de şöyledir: Her kim tam
abdesti ve vaktine bağlı olarak namaza devam ederse, Kıyamet günü onun için
bir nur ve rehber yaratılır. Her kim de onu yitirirse, Allah Teala onu Firavun
ve Haman ile birilikte hasredilir.
"Rahman'm
katında bir ahit almamış olanlar dışındakiler şefaat (etme hakkına) sahip
olamazlar". (Meryem/87) ayet-i kerimesinin tefsirinde de, bu ahdin beş
vakit namaz olduğu söylenmiştir. İbni Mesud ve Selman'dan (ra) şu hadis
rivayet edilmiştir: "Namaz bir tartıdır. Her kim tartıyı hakkıyla yerine
getirirse, Allah Teala da onun tartısını hakkıyla ifa eder. Her kim de
haksızlık ederse, Allah Teala'nın tartıda haksızlık edenlerle ilgili ne
buyurduğunu bilirsiniz".
Konuyla
ilgili başka bir rivayette şöyle denilmektedir: "Hırsızların en
kötüsü,mamazdan çalan; rüku veya secdesini tamamlamayan kişidir". Bir
diğer rivayette ise şöyle denilmektedir: "Halk içinde namaz kılarken
namazı güzelce kılıp, yalnızken erkanına uymaksızın kılan kimsenin hareketi,
Rabbi'ni hafife almadır". Bir diğeri de şöyledir: "Kul açıkta ve
gizlide namazı güzelce kıldığı zaman Allah Teala meleklerine şöyle buyurur: Bu
Benim gerçek ku-lumdur".
Ka'b ve
başkalarından şu söz nakledilmiştir: "Namazı kabul edilen kimsenin bütün
amelleri kabul edilir. Namazı geri çevrilen kimsenin diğer bütün amelleri de
geri çevrilir". Denildi ki: "Beş vakit namazları karıştınlrnaksızın
ve bir kısmı diğerlerinden veya farzları nafilelerinden üstün kılmmaksızm tam
olarak kabul edilen kimse Abdal zümresinin ilmine muttali olur ve sıddık
olarak yazılır".
Namazların
kabul edilişinin alameti, kulu her türlü fahşa ve münkerden sakındırmasıdır.
Fahşa; büyük günahlar, münker ise, alimlerin inkar ettikleri hususlardır.
Bunlardan uzaklaşan kulun namazı Sidret-i Münteha'ya yükseltilir. Arzu ve
hevalarıyla tutuşan kimsenin namazı ise kendisine geri verilir. Çünkü o,
yoldan çıkmış ve nevasına tabi olmuştur.
Malik b.
Dinar ve İbrahim b. Edhem şöyle demişlerdir: Namazını ta'dil ile kılan kişi,
ailesine karşı da merhametlidir. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Farz namazlar
sermayedir. Nafile namazlar ise kârdır. Kâr, ancak sermayenin konulmasından
sonra temin edilir. İbni Uyeyne ise şöyle derdi: Kullar, sırf usulü (esas farzları)
yitirdikleri için vusulden (Allah'a kavuşmaktan) mahrum kılınırlar.
Ali b.
Hüseyin şöyle derdi: Beş vakit namazı vakitlerinde abdes-ti tam alarak kılmaya
özen gösteren kimse için dünyada geçim derdi olmaz. Namaz için abdest
aldığında da ona selam olur. Rengi değişir, sararır ve titrer. Ona bu husus
sorulduğu zaman şu cevabı vermiştir: Siz benim kimin huzurunda durmak, kimin
yanına varmak ve kiminle muhatap olacağımı bilmiyor musunuz?
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Namazın dört farizası daha vardır: Namaz kılman makamı
yüceltmek; Kalbin kaygısını muhlis kılmak; Ne okuduğunu yakinen bilmek;
Herşeyi Allah Teala'ya teslim etmek.
Ebu'd-Derda
(ra) şöyle derdi: Allah'ın en hayırlı kulları, O'nu zikretmek için güneşi, ayı
ve gölgeleri iyi gözleyenlerdir. Veki' de şunu söylemiştir: Namazın hibesini
vaktinden önce almayan kimse, namaza devamla onu koruyan kimse değildir.
İftitah tekbirinde gevşek davrananla da işiniz olmasın. Allah Teala'nm
"Rabbinizden bir mağfirete yarışınız". (Al-i İmran/133) buyruğunun
tefsirinde, ayetteki 'mağfiret1 ile iftitah tekbirinin kasdedildiği
söylenmiştir.
Ebu Kahil
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kırk gün
boyunca namazlarını cemaatle kılan ve iftitah tekbirlerini kaçırmayan kimseye
iki beraat verilir: Nifaktan beraat ve Cehennem ateşinden beraat".[28][28]
Said b.
el-Müseyyeb şöyle demiştir: Kırk yıldır cemaatle namaz kıldım ve hiçbir iftitah
tekbirini kaçırmadım. O, 'Cami güvercini'olarak anılırdı. Abdürrezzak ise şöyle
demiştir: Yirmi yıldır ezanı camide dinlemekteyim.
Denir ki:
Kıyamet günü namaz kılanlar gruplar halinde çağrılırlar. İlk grup yüzleri
parıldayan yıldız gibi ışık saçarak gelir. Melekler onları karşılarlar ve
'Sizler kimsiniz?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz, Muhammed (sav) Ümmeti'nin
namaz kılanlarıyız' derler. Melekler kendilerine, 'Dünyadaki amelleriniz
nelerdi?' diye sorduklarında ise şöyle cevap verirler: Biz, ezanı işittiğimiz
zaman hemen abdeste başlar, başka birşeyle meşgul olmazdık. Bunun üzerine
melekler, 'Bunu haketmiş siniz' derler.
Ardından
ikinci grup gelir. Onların yüzleri de ay gibidir. Melekler kendilerine, 'Siz
kimsiniz?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz namaz kılanlarız' derler. Melekler,
'Sİzin namazınız nasıldı?' diye sorduklarında ise şu cevabı verirler: Biz,
namaz için, vakit girmeden önce abdest alırdık. Bunun üzerine melekler de,
'Bunu haketmişsiniz' derler.
Ardından
üçüncü grup gelir. Bunların konumlan ve güzellikleri diğerlerinden daha
güzeldir. Yüzleri güneş gibi parlamaktadır. Melekler onlara, 'Sizin yüzleriniz
daha güzel ve makamınız daha yüksek, peki siz kimsiniz' diye sorarlar. Onlar
da, 'Bizler de namaz kılanlarız' diye cevap verirler. Melekler, Teki sizin
namazınız nasıldı?' diye sorarlar. Onlar da, 'Biz ezanı camide dinlerdik' diye
cevap verirler. Melekler de, 'Siz bunu haketmişsiniz' diye rek onları
selamlarlar.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Namazın 'salat' olarak isimlendirilme sinin sebebi, onun
kul ile Allah Teala arasında 'sıla' yani bağ olmasından dolayıdır. O, Allah
Teala'nm kuluna 'muvasale'si yani kavuşmasıdır. Bu buluşma ve erişme, ancak
takva sahibi kullar için gerçekleşebilir. Allah Teala buyurdu ki:
"Kurbanların ne etleri, ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşamaz. O'na
ulaşan ancak sizin takvanızdır". (Hac/37)
Takva ise,
ancak huşu sahipleri için mümkündür. Huşu sahibi, O'nun huzurunda uzun süreler
kıyamda durmaktan erinmez, mün-keratı terkedip emirlere uymak kendisine ağır
gelmez. Münkeri nehyederek Allah Teala'nm koyduğu sınırları muhafaza edenlerin
ödülleri, büyük bir müjdedir. Nitekim O, "Müminleri müjdele" (Yunus/87)
buyurmuştur.
Huşu
sahipleri 'haşi'un', aynı zamanda Allah'tan korkan, O'nu daima zikreden,
hükümlerine sabreden ve namazı eda eden kimselerdir. Bu sıfatların hamili
olanlar, Allah Teala'dan hakkıyla korkarak tevazu sahibi olan 'muhbitun'
zümresidirler. Yüce Allah buyurdu ki: "Muhbitun'u müjdele". (Hac/34)
İbni Mesud
(ra) Rebi' b. Haysem'i gördüğü zaman Hac suresinin bu ayetini okur ve şöyle
derdi: Yemin ederim ki Muhammed (sav) sen görseydi, çok mutlu olurdu. Onun bu
sözünün başka bir rivayetinde ise 'Seni severdi' ifadesi yer almaktadır.
Rebi', İbni
Mesud'un (ra) evine yirmi yıl boyunca gidip gelmiş bir zat idi. Gözlerini
sürekli kısık tutması ve başını sürekli yere eğmesinden dolayıdır ki İbni
Mesud'un (ra) hizmetçisi onu görme özürlü sanır ve kapı çalınıp onu kapıda
gördüğü zaman efendisine 'Şu görme özürlü dostunuz geldi' derdi. İbni Mesud
(ra) da tebessüm ederek 'O Rebi'dir1 derdi.
Rebi' bir
gün İbni Mesud (ra) ile demircilerin semtine gitmişti. Demirci ocaklarının
şiddetle yanışını ve yükselen ateşleri görünce bir çığlık attı ve oracıkta
bayıhverdi. İbni Mesud (ra) namaz vaktine kadar başucunda bekledi.
Ayılmadığını görünce onu sırtına alarak evine götürdü. Baygınlığı ertesi günün
aynı saatine kadar sürdü ve beş vakit namazı da kaçırdı. İbni Mesud (ra) onun
başucunda otururken şöyle derdi: Vallahi bu Allah korkusundan başkası olamaz!
Rebi' şöyle derdi: Namaza başladığımda, namazda söylediğimle bana söylenenden
başka hiçbir şeyle ilgilenmem.
Amir b.
Abdullah, huşu ile namaz kılanlardan biri idi. Namaza durduğu zaman kızları def
çalar ve gönüllerinden geçen şarkıları söylerlerdi. O, bunların hiçbirini
işitmez ve aklına sokmazdı. Bir gün kendisine 'Namazda kendi kendinle
konuştuğun olur mu?' diye sormuşlardı. O, şu cevabı verdi: Evet, Allah'ın
huzurunda olduğumu ve iki cihandan birine yöneldiğimi söylerim. 'Peki, dünyevi
hususlarla ilgili birşeyler düşündüğün olur mu?' diye sorulunca şöyle dedi:
Vücudumu mızrakların parçalaması, benim için namazda sizin düşündüğünüz
şeyleri düşünmemden daha sevimlidir. O, şöyle derdi: Eğer Örtü
kaldırılnıasaydı, yakini imanım artmazdı.
Müslim b.
Yesar, zühd sahibi amillerden biriydi. Namaza başlayacağı zaman, ailesine
'Dilediğiniz gibi konuşabilir, sırrınızı açabi-
lirsiniz,
çünkü sizi işitmemekteyim' derdi. Yine o, 'Namazda iken kalbimin nerede
olduğunu bilir misiniz?' derdi. Bir gün Basra camiinde namaz kılıyordu. Dört
payandaya dayalı sütunlardan biri onun hemen ardına düştü.
Çevre halkı
camiiden gelen gürültüyü duyarak içeri girdiklerinde sütunun devrildiğini,
AimYin ise hiçbir şey olmamış gibi namaz kıldığını gördüler. Namazı bittiğinde
insanlar yanına giderek kendisini tebrik ettiler. O, şaşkınlık içinde 'Beni
neden tebrik ediyorsunuz?' diye sordu. Onlar da, 'Şu sütun devrilerek senin
tam arkana düşmüş ve sen de kurtulmuşsun!' dediler. O, 'Ne zaman düşmüş?' diye
sordu. 'Sen namazda iken' denilince, 'Ben hiç farkında değilim' demiştir.
Namaz ehlinden
biri şöyle demiştir: Namaz, ahirettendir. Namaza başladığınızda dünyadan
çıkmış olursunuz. Onlardan birine şöyle denilmişti: Namazda hiçbir şeyi
zikreder misiniz? O da şu karşılığı verdi: Bana namazdan daha sevimli gelen
birşeyi, yani Allah Teala'yı zikrederim. Ebu'd-Derda (ra) şöyle derdi: Fıkıh
bilgisi tam olan kişi, namaza ihtiyaçlarını giderdikten sonra başlar. Böyle
yapmasının sebebi, namazı kalbi boş olarak eda edebilmektir.
Bir
rivayette Ammar b. Yasir'le (ra) ilgili şu hadise nakledilmiştir: Ammar (ra),
bir namaz kılmış ve namazda acele etmişti. Kendisine, 'Ey Ebu Yakzan, çabucak
kıldın' denildi. O da, 'Namazdan herhangi bir şeyi eksilttiğimi gördünüz mü?'
diye karşılık verdi.
Onlar,
'Hayır1 deyince şöyle dedi: Acele ederek şeytanın hataya ketmesini önledim.
Çünkü Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: "Kul namaz î olar ama bu namazın sevabından
kendisine ne üçte biri, ne yarış ne
çeyreği, ne beşte biri, ne altıda biri, ne de onda biri yazılır. Kul için
yazılan sevab, namazda aklı ile idrak ettiği kısmıdır".
Abdülvahid
b. Zeyd bunun icmaya konu bir husus olduğunu bildirmiştir. O bu konuda şöyle
demiştir: Ulema, şu husus üzerinde ic-ma etmiştirler ki kul için kıldığı
namazda ancak aklıyla idrak ettiği kadarı vardır. Hasan el-Basri (ra) şunu söylemiştir:
Kalbinizin hazır bulunmadığı her namaz, sevaptan çok azaba daha yakındır.
Denildi ki:
Allah Resulü'nün (sav) ashabından ve aralarında Zü-beyr (ra) ve Talha'nın (ra)
da bulunduğu zatlar, namazlarını hızlı
kılarlardı.
Bu durum kendilerine sorulduğunda ise şu cevabı verirlerdi: Biz böyle yaparak
şeytanın vesvesesinin önüne geçmek istemekteyiz. Ömer (ra) da minberden hitap
ederek şöyle demiştir: Öyle insan vardır ki yanakları İslam üzere yaşlanır da
Allah Teala için tek bir namazı kamil anlamıyla kılmamış olur. 'Bu nasıl olur?'
diye sorulunca şöyle karşılık verdi: Kıldığı namazda Allah Teala'ya karşı huşu,
tevazu ve ikbalini yeterince ortaya koymamakla olur.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Kİm Allah'tan daha doğru sözlüdür ". (Nisa/87):
"Sarhoş iken namaza yaklaşmayın, ta ki ne söylediğinizi bilesiniz".
(Nisa/43) Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kimin kaygıları değişik yerlere
kayar ve Allah Teala'nın namazın hangi vadisinde olduğunu umursamazsa helak
olur" [29][29]
Ebu'l-Aliye'ye
"Ki onlar kıldıkları namazdan habersizdirler" (Ma'un/5) ayetinin
tefsiri sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: Bunlar, namazlarından habersiz
oldukları için tek mi çift mi rekat kıldıklarını bilmeyen kimselerdir.
Aynı ayet
Hasan el-BasriJye (ra) sorulduğunda, o da şöyle bir açıklama yapmıştır:
Bunlarla kasdedilen; amaz vaktinden habersiz oldukları için, namazı kaçıran
kimselerdir. Bunlar namazı terket-selerdi inkar etmiş olacaklardı. Oysa onlar
dalgınlıkları sebebiylej vakti kaçıranlardır
Seleften bir
zat ise aynı konuda şöyle demiştir: Bu, öyle bir kimse için geçerlidir ki
namazı vaktin başında cemaatla kıldığında buna sevinmez, vakti çıktıktan sonra
kıldığında ise buna üzülmez. Başka bir zat ise bu ayetin, vaktinde namaz
kılmanın sevap, sonradan kılmanın günah olduğuna inanmayanlar için geçerli
olduğunu söylemiştir.
Denildi ki:
Beş vakit namaz birbirlerine katılarak kul için kamil manada tek bir namaz
çıkarılabilir. Başka bir yerde ise şöyle denilmiştir: insanlar içinde öyle
kimseler vardır ki onların kıldığı elli namazdan kamil manada beş namaz çıkar.
Allah Teala, kulundan farz kıldığı namazları olduğu gibi isteyecek olmadığı
takdirde bunları nafile ibadetlerinden tamamlayacaktır.
Çünkü O,
kuluna ancak takati kadarını farz kılmıştır. O, rahmeti gereği gücünün
yetmeyeceği şeyleri farz kılmanııştır. İsa'nın (as) şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Allah Teala buyurdu ki: Kulum, farzj larla Benim azabımdan
kurtulur ve nafilelerle de Bana yaklaşır". ! Benzer manada bir hadis de
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilmiştir: "Allah Teala buyurdu ki: Kulum
Benim cezamdan ancak ona farz kıldıklarımı eda ederek kurtulabilir".
Açıklayıcı bir riva± yette ise şöyle denilmektedir:
Kulun hesaba
çekileceği ilk husus namazdır. Eğer bunlar tam bulunursa diğer hesaba geçilir.
Aksi takdirde ise şöyle buyurur!: Kulumun nafileleri var mı bakın. Farzlarının
eksiğini nafîleleriyle tamamlayalım. Namazdan sonra gelen her farizada böyle
yapılır. Görüldüğü gibi her farzın eksiği kendi cinsinden nafile ibadetlerle
tamamlanır. Farzlarda olduğu gibi nafile ibadetlerinde de kusur ve hatalar
bulunan kimsenin hesap günündeki hali ne kadar da endişe vericidir!
ibni Abbas
(ra ) "Gerçekten insan, Rabbi'nin emrettiğim yerine!hım) Bize gücümüzün
yetmeyeceğini yükleme". (Bakara/286) Bu meselede birtakım ihtilaf ve şüpheler
mevcuttur. Bunlar arasında doğru olanı şudur ki Allah Teala, özellikle de
müminlere güçlerinin yetmeyeceği hiçbir şeyi yüklemez.
Bu, Allah
Teala'nın lütuf ve nimetinin bir tecellisi olarak onlara mahsus kılınmış bir
lütuftur. Allah Teala bu özellikle onları inkar edenlere tercih etmiştir.
O'nun kullarından bir kısmını diğerlerine üstün kılma hakkı vardır. Çünkü
lütuf O'nun elindedir ve onu dilediğine verir. "(Allattım) Bize gücümüzün
yetmeyeceğini yükleme". (Bakara/286) ayetinin delaletinden anlaşılan da
budur.
Allah Teala,
adalet ve hikmetinin gereği olarak inkar edenlere güçlerinin yetmeyeceği
şeyleri yükleyebilir. Buna delil olarakta şu ayet-i kerime zikredilmiştir:
"Rabbinin kelimesi sıdk ve adalet olarak tamama ermiştir. Rabbinin
kelimesini değiştirecek yoktur". (En'am/106) Buradaki sıdk müminler,
adalet ise inkâr edenler içmdir.
Allah Teala,
Yusufun (ra) kardeşlerinun dilinden şunu haber vermektedir: "Allah'a andolsun
ki O, seni bize tercih etmiştir". (Yusuf/) Görüldüğü gibi bu ayet, Allah
Teala'mn insanlardan bir kısmını diğerlerinden üstün tutabileceğinin
delilidir. Bunu doğrulayıcı nitelikte görüşler de, aşağıdaki ayet-i kerimenin
tefsirini yapan îb-ni Abbas'tan (ra) nakledilmiştir.
Bu görüşleri
İsmail, Cüveybir'den, o Dahhak'tan, o da İbni Abbas'tan rivayet etmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ve o kimseler ki iman eder, salih amel işlerler.
Biz hiçbir nefse takati olmayanı yüklemeyiz". (A'raf/42) Yani ancak
takatinin yettiği ameller yüklenir. Allah Teala müminlere, güçlerinin yeteceği
amelleri farz kılmıştır. O, onlara güçlerinin yetmeyeceği amelleri farz
kılmamıştır. Bu îb-ni Mesud'un (ra) müminlerin bu özellikle tahsislerine dair
söylediğinin aynen nakli olup yukarıda da zikretmiştik.
İbni Mesud
(ra), bu meselede kalpleri eğrilerek tevil yoluna sapmak isteyenlere şunu
söylemektedir:
Allah
Teala'mn kullarına güçlerinin yetmediği şeyleri yüklediğinde, onlar bunlara
ancak Allah'ın verdiği güçle muktedir olurlar. Kul, hareket ve sükununda O'ndan
müstağni olamaz. Çünkü O'nun dilemesi olmadıkça kendisinin dilemesi olamaz.
O'nun tevfi-ki olmadıkça istitaatı yani güç yitirmesi de sözkonusu olamaz. Güç
de hareket verme de O'nunladır.
Allah
Teala'mn kafirlerin vasıflarıyla ilgili şu buyruğunu işitmez misiniz?
"Onlar işitemezlerdi ve göremezlerdi". (Hud/20); "Onların
işitme güçleri yoktu". (KenflOl) Buna güç yitiren hakkında da şöyle
buyurmuştur: "Ben ancak İslah isterim. Muvaffakiyetim ancak Allah
sayesindedir ve O'na tevekkül ettim". (Hud/88)
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kim emredildiği gibi namaz kılarsa geçmiş günahları
bağışlanır". Kudsi bir hadiste de Allah Teala'mn şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Ben her namaz kılanın namazını kabul etmem. Ancak yüceliğim
karşısında tevazu gösteren, celalim karşısında kalbi titreyen, haramlarımdan
arzularını uzaklaştıran, gecesi ve gündüzünü zikrime ayıran, Bana isyanda ısrar
etmeyen, yarattıklarıma karşı kibirlenmeyen, rızam için zayıfa merhamet eden
ve yoksulu teselli eden kimsenin namazını kabul eder, onun için cehaleti
hoşgörü ve karanlığı nur kılarım.
0 Bana dua
eder, Ben ona icabet ederim, Ben'den ister ona vertrim. Üstüme yemin eder,
yeminin yerine getirtirim, onu kuvvetimle korur ve meleklere karşı onunla
övünürüm. Onun katımdaki nuru dünya sakinleri üzerine taksim edilse onlara çok
bile gelir. O, Firdevs cennetine benzer, ne meyvesi bozulur, ne de hali
değişir".
Namazla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Gece namaza kalkan niceleri vardır
ki, onların nasibi uykusuzluk ve yorgunluk^ tan başka birşey değildir. Bir
imamın ardında namaz kılıp onun ne okuduğunu bilmeyen kişi, sehiv ve
dalgınlığın zirvesindedir. O, imamı dinleme emrini terketmiştir. Böyle biri
açısından rahmet-i ilahiden uzaklaşma endişesi mevcutturÇünkü Allah Teala
rahme-itini iki şarta bağlamıştır: İlki dinlemek, ikincisi susmaktır.
Yüce Allah
her iki manayla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ı'ıKur'an okunduğu zaman onu
dinleyin ve susun, umulur ki merhamet olunasmız". (A'raG'204); "Kur'an'ın
okunuşunda hazır bulunun-jca birbirlerine 'Susun!' dediler". (Ahkaff29)
Konuyla
ilgili rivayet edilen bir hadis şöyledir: Allah Resulü , (sav), ashabına namaz
kıldırmış ve kıraat esnasında bir ayeti okumamıştı. Namaz bittikten sonra
sahabeye dönerek (Ben ne okudum?' diye sordu. Sükut ettiler, Übeyy b. Ka'b'a
(ra) sordu. Ö da, ,'Şu sureyi okudunuz ve falan ayeti atladınız. O ayetin
neshedilip edilmediğini bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Sen
namaz ehlindensin ey Übeyy' dedi. Sonra diğerlerine dönerek şöyle buyurdu:
Namaza gelip saflarını tamamlayan ve içlerindeki peygambere uyan, sonra da onun
Allah'ın Kitab'mdan ne okuduğunu bilmeyen kavimlerin hali nice olur! Böyle
yapan ancak İsrailo-ğullan'dır. Onlar da sizin gibi yapmışlardı. Bunun üzerine
Allah Teala peygamberine şöyle vahyetmişti: Kavmine de ki: Bedenlerinizle bana
geliyor, dillerinizi bana veriyor ama kalplerinizi benden saklıyorsunuz. Tuttuğunuz bu yol
batıldır".
Ulemamızdan
bir zat şöyle demiştir: Kul, kendini Allah'a yaklaştıracağı düşüncesiyle
secdeye varır. Halbuki onun bu secdesin-deki günahları şehrinin halkına taksim
edilse, hepsinin helak olması gerekir. 'Bu nasıl olur ey Ebu Muhammed?'
denildi. O da şu açıklamada bulundu: Kul, Allah'ın huzurunda secde etmesine rağmen,
onun kalbi bir hevayı dinliyor veya kendini kuşatmış bir ba-
tıh
düşünüyor olabilir. Durum, a3men bu alimin ifade ettiği gibidir. Çünkü bunda
Allah Teala'ya yakınlaşmanın saygınlığını ihlal etme, Allah Teala'nm
ululuğundan doğan korkudan uzaklaşma söz-konusudur.
Şunu biliniz
ki namazın size uzun gelmesinde gaflet, kısa gelmesinde ise hata sözkonusudur.
Çünkü namazın kişiye uzun gelmesi, ondan tat alınamaması, ağırlaşması ve
uzuvlara yük gibi gelmesi demektir. Kısa gelmesi ise, hata ve sehiv bulunması
demektir. Bu durumda namazın erkanında bir eksiklik, dalgınlık ve hataya düşme
muhtemeldir.
Unutkanlık
da namazın kısaltılmasının sebeplerindendir. Namazda orta yol; alman zevk,
münacaatm tadı, anlayış güzelliği ve himmeti toplama gibi meziyetlerinden
dolayı size uzun gelmemesi-dir. Böyle bir namaz, uyanıklığınız, erkanına
riayetiniz ve güzelce eda edişinizden dolayı size kısa da gelmeyecektir. Namaz
kılanların murakabesi ve huşu ehlinin müşahedesi bu istikamettedir. [30][30]
Kul, namaz
kılarken hatırına türlü düşünceler gelebilir. Bu kısımda bunların hükümlerini
ele alacağız. Kul, namazda hatırladığı bir hayrı yapmak için acele etmelidir.
Bu, Allah Teala'ya en sevimli gelen şeylerdendir. Çünkü O, bunu kuluna en
sevdiği bir an ve ortamda hatırlatmıştır.
Namazda akla
gelen mekruh ve çirkin görülen şeyler ise, sakınılması gereken hususlardır. Bu
tür şeyler, kulu Allah Teala'dan uzaklaştırabilir. Bunların namaz gibi bir
ortamda kendisine hatırlatılması, kulun kınanması, az arlanması ve ikaz
edilmesi manasında görülmelidir.
Bunların
terkedilmesi, Allah Teala'ya yakınlaştırıcı bir adım olup O'na en güzel şekilde
uymanın da delilidir. Bu, aynı zamanda kulu Allah'a götüren bir yoldur. Bunlar
dışında kulun hatırına gelen, heva ve temenni fikirleri, ya da gelecek veya
geçmişe dair hatırlanan düşünceler, kendisini çekemeyen düşmanın telkin ettiği
vesveselerden başkası değildir.
Düşman
bunları telkin etmek suretiyle kulu, namaz erkanından her birinde kalbi ile
hazır ve uyanık bulunmaktan alıkoymak
ister.
Kalbini münacaatla meşguliyetten uzak tutmak ister. O, kula faydalı olacak
şeyleri perdeleyerek zararlı olacak şeyleri açığa çıkarmaya çalışır. Böyle
yapmak suretiyle de namazda söylenen zikirlerden her birinde, o zikrin
gerektirdiği tazim, hamd, sena, dua ve istiğfarın hakkıyla ifasına mani olmayı
hedefler.
Namazda akla
gelen geçime ilişkin konular, yaşadığı sosyal ve Özel durumlar ve Allah'a
münacaatla ilgili planlar nefs kaynaklıdır^ Bunlar üzerinde düşünmek de dünyevi
vesveselerden kabul edilir. Yasak bir işle ilgili niyet ve Allah'a isyana
sevkeden günahlar üzerinde düşünmeye gelince, bunlar tamamıyla helak ve İlahi
teveccühten uzaklaşma anlamına gelir. Bu tür kullar, aldatıcı düşmanın
hakimiyeti sonucu kötülüğü emreden nefsin sıfatlarım taşıyan kimselerdir. Bu da
Allah Teala'nm rızasından uzaklaştırlmanın açık bir işaretidir. Bu gibi kul-;
larm gözlerindeki perde de, uzaklaştırlma, yüz çevrilme ve Gazab-ı İlahi'nin
açık delilidir. , ' Namazında bu gibi hususlarla uğraşan kimse, bunlarla
imtihan edilmektedir. Onun yapması gereken; bunları kalbinden uzaklaştırması,
kalbinde ortaya çıkmalarına imkan vermemesi, şeytana hakim olması ve aklına
dayanarak onu dinlememesidir. Şeytanı bastırmalı, onunla konuşmamalı ve ona
fırsat vermemelidir. Aksi takdirde şeytan onu zikir ve uyanıklık halinden
çıkartarak gaflet ve cehaletin mahmurluğuna şevke decektir.
Yasaklanmış
olan fiile niyetlenmek de yasaklanmıştır. Araların-! da küçük bir fark vardır.
Mubah olan fiile niyet etmek de mubah kılınmıştır. Buna rağmen mubaha niyet
etmemek fazilet sayılmış-; tır. Namazda iken akla gelen ve bilahare ifa
edilecek bir hayırla ilgili olarak sadece niyet edilmelidir. Bu hayır
kendisine hatırlatıl^ mış ve yapması istenmiştir.
Anılan
iyiliği bilahare yapmaya niyet ettikten sonra namaza devam edilmeli, o iyiliğin
nasıl, ne şekilde ve ne zaman yapılacağı üzerinde kafa yorulmamalıdır. Aksi halde
gelecekte yapılacak bir fiil sebebiyle o an yapılması gerekeni ihmal etmiş
olacaktır. Bu da şeytan için bir kazanç ve düşecekler için tehlikeli bir
tuzaktır. ., Namazda nefsi ile veseveselere kapılmamak ve yüreğini vesve1
ıselerden arındırmak için mücahede eden kul, Allah yolunda cihad eden gibidir.
O, Allah yolunda önüne çıkan Allah düşmanlarıyla savaş etmektedir. Ona iki
ecir vaadedilmiştir:
İlki, Allah
Teala'ya yaklaşmak için kıldığı namazın ecridir.
ikincisi
ise, O'nun kovulmuş düşmanıyla girişilen savaşın ecridir. Müminler arasında
imam kuvvetli öyle kimseler vardı ki bunlar, Allah düşmanlarına karşı çok sert
ve müessir idiler. Namazdal kendilerini müşahededen uzaklaştıracak bir takım
esbaba dair fi-l kirler hatırlarına geldiği zaman, bunları kesmeye ve kaynağını
kurutmaya çalışırlar. Onları Allah'a yakınlıktan uzaklaştıracak sebeplerin
kaynağı dünya olduğuna göre bu kaynağı kurutmaları gerekmektedir.
Bu da dünya
ve onun nimetleri hakkında zühd sahibi olmakla mümkün olabilir. Zühd, Allah
Teala'nm onlara ihsan ettiği ve kendileri için murad ettiği bir hususiyettir.
Zühd sahiplerinin dünyada zühdü tercih etmelerinin sebeplerinden biri de
budur. Böylece kalpleri sebeplere sarılmaktan, amelleri vesveseden arınır.
Bu meyanda
Allah Resulü'yle (sav) ilgili şu hadise nakledilmiştir: O, bir defasında namaz
kılarken üzerinde bulunan kaftanı çıkartıp atmıştı. Sebebi sorulduğunda ise,
"Namazda beni meşgul etti" buyurdu. [31][31] Yine O,
namazda ayağındaki yeni terliğin tokasına bakmış ve dikkatini çekmişti. Namazdan
sonra bu tokanın sökülmesini ve eski bir toka takılmasını emretti.
Bir
defasında da yeni bir nalın giymişti. Güzelliğini beğenmişti. Namazdan sonra,
"Rabbimin bana gazap etmemesi için tevazu sahibi olmalıyım" buyurdu
ve yeni nalınlarını sokakta karşılaştığı ilk dilenciye verdi. Sonra da Ali'ye
(ra) pazardan sade ve gösterişsiz bir çift nalın almasını emir buyurdu ve
onları giydi.
Müminler
arasında zayıf olanlar da vardır. Bunlar, şeytanı kovmaya, onunla aynı ortamı
paylaşmayı ve geldiği anda onunla konuşmamaya çalışırlar. Bunların önceden
değil de geldiği anda şeytanla mücadeleye girişmeleri, imanlanndaki bir takım
zaaflardan dolayıdır. Onların kalplerinde de süratle uyanma melekesi
mevcuttur.
Kalbi
afetler, nevanın verdiği imkanlar ve şeytanların kalplerde yer bulmasından
kaynaklanır. Hevaya imkan tanınması ve şeytanın güçlenmesi ise, gafletin uzun
sürmesi ve şehvetlere kapılmış nefsin Allah'a itaatten lezzet almaması
neticesinde ortaya çıkar.
Bu tür
kimselerde nefs, sıfatlar üzerinde hükümranlık sahibidir ve geniştir. Onun bu
gücü, kalbin darlığı ve imanın zayıflığından kaynaklanmaktadır. Kulun yakini
imanı kuvvet kazandığı zaman, yüreği açılıp genişler, yakinin nuru nevanın
karanlığını boğar ve gecenin gündüzde kaybolması gibi nefs de kalpte kaybolur.
Kalbin şahitlikte kazandığı yer, düşmanlara fırsat vermemesini sağlar.
Bu dereceye
ulaşan kul, şunu yakinen bilir ki içinde bulunduğu zikir ve namaz hali, kendisi
için daha faydalı, akıbeti bakımından da dünyanın geçici şanından daha çok övgüye
değerdir. Bunların şuuruna varan kul, aklına gelen kötü fikirleri terkederek
içinde bulunduğu zikir haliyle meşgul olmayı tercih eder.
Bu iki makam
dışında anlatılmaya ve herhangi bir şekilde met-hedilmeye değer başka bir hal
bulunmamaktadır. Hitab-ı İlahi'nin anlaşılması, Kelam-ı İlahi'nin manaları
üzerinde tefekkür edilmesi, ondaki maksad ve muradın yakin üzere bilinmesi
noktasında kalbe tesir eden hususlar, Allah Teala'nm birşeyleri öğretmesi, bir
şeylere vakıf kılması, uyarması ve tanıtması olarak görülmelidir. İşte bu da,
tilavetin sevabı, amelde İhlasın alameti, tefekkürün bereketi, kabul-i
İlahi'nin delili ve güzel hizmetten dolayı şükranın kabulüdür.
Kul,
bunlardan gücü yettiğince almalı, kendisine ayrılanı avuç-lamalı, şeytanı
beklememeli, temenni etmemeli ve kelamın manası üzerinde düşünmeye başladıktan
sonra ona tabi olmamalıdır. .Aksi halde şeytan onu dinlemeden alıkoyar,
vesveseye boğar ve kandırmacaiarla ondan birşeyler elde etmeye çalışır. Böyle
durumlarda şeytanın girdiği ilk kapı, kuruntu ve beklentilerdir.
Çünkü o,
bunları yoldan çıkartmakla birlikte zikretmiştir. Bu kuruntu ve beklentiler
'emani', amelleri boşa çıkartmak üzere yapılan yalan vaatlerden ibarettir.
Rabbinizin bu konuda nasıl bir haber verdiğini işitmediniz mi? "Onları
mutlaka saptıracağım. Onları boş kuruntulara sokacağım". (Nisa/119);
"(İblis) onlara vaatlerde bulundu, mallarına ve çocuklarına ortak oldu.
Şeytan onlara ancak aldatmacalar vaadeder". (İsra/64)
Allah Teala
şeytan üzerinde hakim olma gücü verdiği ve ayetle-riyle ona galip gelen
kullarım bu gibi durumlardan istisna etmiş-
tir. Bunlar,
Allah Teala ile olan bağları ve sırf O'na tevekkül etmeleri sebebiyle düşmanın
ilişki kuramadığı kimselerdi. O, bu sıfatları haiz kulları hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Benim kullanma gelince, onlar üzerinde hiçbir gücün
yoktur. Vekil olarak sana Rab-bin yeter". (îsra/65); "İkinize öyle
bir güç vereceğiz ki düşmanlarınız size asla ulaşamayacaklardır. Siz ve size
uyanlar galip geleceklersiniz". (Kasas/35); "Onun iman eden ve
Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur". (Nahl/99)
Kul,
karşılaştığı her yeni kelime üzerinde düşünmek ve tedeb-bürde bulunmak
suretiyle geçmişte olmuş bitmiş bir şeyi düşünmekten uzaklaşmış olur. Yaşadığı
an hakkındaki meguliyeti ise, anladığından bir pay kapabilmektir. Kendi
okumadığı bir şeyi dinlemek suretiyle anladığında ise onu başka hususlara
delil olarak kullanabileceği için kendine yardım etmiş ve ihtiyacını gidermiş
olur.
Bütün
bunlar, kula açılan anlayış kapılarıdır. Konuşma, bu kapıların anahtarı
olabilir. Kul, açılan bu kapılar sayesinde kendine daha uygun ve yapması daha
gerekli hususlara doğru yönelebilir. O, öğrenebileceğini bu şekilde öğrenmeli,
vakıf olabileceği bilgilere vakıf olmalıdır. Okunan tilavet üzerinde tedebbür
etmeksizin düşündüğü şeyler veya okunan ayetleri anlamaya çalışmayıp başka
şeylerle meşgul olma hali ise, onun için anlayışın önüne konulmuş bir perde
mahiyetindedir. Böylelikle ilmin özüne ulaşmaktan da alıkonmuş olur. O, bu tür
hareketleri derhal bırakmalıdır.
Tilavette
asıl olan, okuyan kişinin okuduğu Kelam-ı îlahi'nin batını hakkında tedebbür
etmesi, Hitab-ı İlahi'nin kapalı yönleri üzerinde düşünmesi, kalbi murad edilen
manaları kavramaya yöneltirken fikir gücünü de Allah Teala'yı tezekkürde kullanmalıdır.
Okunan Kelam, Aziz olan Allah Teala'dan gelen yüce bir kelam, Latif olan Hak
Teala'dan gelen latif bir hitab, Hakim'den gelen hikmetli bir sözdür.
Kelam'm
zahiri kolay ve anlamaya çok yakın, batım ise büyük bir deryadır. Onu işiten
kişi, aklettiği zaman 'Onu anladım' der. Çünkü Kelam-ı İlahi'nin muhtevası onun
zihninde tecelli etmiştir. Ona şahid olduğunda ise, manasmdaki incelikten
dolayı sanki onu işitmemiş gibi olur.
Akıl sahibi,
beyanındaki açıklıktan ve hikmetindeki tafsilattan dolayı onu bildiğini sanır.
Onu okuyan kimse onunla tanıştığı zaman, denizlerinin derinliği ve sahasının
genişliğinden dolayı sanki akledemeyecek gibi olur. O'nun beyanını işiten bazı
gafiller ise büyük bir aldanışa kapılarak ondan daha güzelini
söyleyebileceklerini iddia etmişlerdir.
Başka bir
topluluk ise ondaki meselleri kavradıktan sonra ondan başka bir kitab talep
etmiş ve değiştirilmesini istemişlerdir. Onu dinleyipte anladıklarını iddia
eden bir topluluk ise Allah Teala tarafından yalanlanmış ve onu dinlemekten
menedilmişlerdir. Allah Teala bu gibi zümreleri, düştükleri cehaletleriyle bize
haber vermiştir. Söylediklerine şaşmaktan başka bir şey yapılamaz.
O, ilk
zümreyi tavsif ederken şöyle buyurmuştur: "Ayetlerimiz onlara okunduğu
zaman, 'İşittik, eğer istesek biz de benzerini söyleyebiliriz' dediler".
(Enfal/31); "Onlara açık ayetlerimiz okunduğu zaman bizimle kavuşmayı
ummayanlar, 'Bize bundan başka bir Kur1 an getir veya onu değiştir1
dediler". (Yunus/15) Diğerlerini tavsif ederken de şöyle buyurmuştur:
"İftiracı günahkarlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu
yalancıdır". (Şuara/223) Burada bahsedilen kimseler, işitme gücünden
mahrum edilenlerdir. "İşitmedikleri halde 'Biz işittik' diyenler gibi
olmayın". (Enfal/21)
Allah Teala
Kur'an dinleme hususunda yanlışta bulunanları bu şekilde tavsif ettikten sonra
onu dinlettiği ve bizimle birlikte Kur'an'ı anlar kıldığı cinler topluluğu
hakkında da haber vermiştir, ı Bilindiği üzere cinler, insanlardan daha güçlü
ve sıfat bakımından daha büyüktürler. O bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
"(Cinler) dediler ki: Gerçekten biz, benzerini hiç duymadığımız, hidayeti
gösteren eşsiz bir Kur'an işittik ve ona iman ettik". (Cin/2) Onlar,
Kufan'ı dinleyip akledenlerdir ve Allah Teala da anlamaları sebebiyle onları
övmüştür. O, benzer bir topluluğu da şöyle haber vermiştir: "Doğrusu sen
hayran kalıyorsun. Onlar ise alay ediyorlar". (Saffat/12) Burada hayran
kalman şeyin Kur'an-ı Kerim olduğu söylenmiştir. Bilenler ona, onun konuları
açıklamasına ve indirili-şine hayran kalırken cahiller onunla alay etmektedir.
Kur'an
tilavet eden kişiye tilavet ettiğinin bizzat kendinden bir kapı açılırsa, Allah
Teala'nm azamet ve kudretinin tecellileri üzerinde düşünür. Ayrıca Kelam-ı
İlahi vasıtasıyla ahiret ve cehennem azabıyla ilgili bildiklerine dair bir
müşahede nasip edilirse onun için iki ecir yazılır. İki ayrı amelde bulunmuş
olmasından dolayı verilecek olan iki ecirden ilki tefekkür, ikincisi de
namazdır. Bütün bunlar, müminlerin umumu için geçerlidir.
Aşağıda
zikredeceğimiz dereceye ulaşmak da mukarrebun zümresinde bulunan havassa
mahsustur. Bu derecede olanlar gaybi doğuşlarla yüzleşir, Mahbub Teala'nm
sırlarının gizlendiği ufuklara muttali olur, izzet, ceberut, iclal ve korkuyla
ilgili yakini iman tezahürlerini mükaşefe yoluyla bilirler.
Bu onlara
tefekkür etmeksizin, tedebbüre dalmaksızm nasip edilir. Çünkü Allah Teala, bunu
onlara tahsis etmiş ve Zatı'nm müşahedesine mecbur kılmıştır. Öyle ki onların
dillerini lal, akıllarını durgun ve kalplerini taleb etmeden hali tutmuştur.
Onları düşün-meki için sebeplere bakma gereğinden muaf kılmıştır. Onlar hiçbir
çaba sarfetmeksizin buna ulaşırlar. Mahiyetle ilgili tercihte bulunmaları da
gerekmez. Sonra Allah Teala kendilerindeki hakkını . alınca bulundukları hali
aşarak Alim-i Ekber'deki kendilerine ayırdığı nasiplerine ulaşırlar. Böylece
O'nun huzurunda durmaya başlarlar. Önünde eğilirler. Hiçbir müşahedeye takılıp
kalmazlar ve kalplerini ona vermezler.
Çünkü onlar
beyan ile değil Beyan Sahibi ile, haber ile değil Ya-kin ile, şahitlik ile
değil Şahit Olunan ile, başlatılan ve tekrar edilen ile değil Başlatan ve
Tekrar Eden ile birlikte olmak istemektedirler. Hatta Allah Teala onları namaz
ile murad edilen mananın üstüne çıkartmış, Allah'a ulaşma gayesini iskat etmiş,
kendilerine yaptığı taarruf nidası ile itiraf ve tarifte bulunmayı unutturmuş,
nasip ettiği aynel yakın ile hedefe yönelmeden müstağni kılmış ve Zatı ile
buluşmalarını takdir etmiştir. Onlara bu halden istifadeyi unutturmuş ve onlar
da O'nunla buluşmuşlardır.
O, onları
Zatı'na muttali kılmış, onlar için onları kendine taşıyıcı ve yine onlar için
onları kendine götürücü İmam olmuştur. İşte bu da, Kuvvet Sahibi ile
kuvvetlenen, Müstağni ile muhtariyetten kurtulan, Vecdi Yaratan ile vecd
arayan, Vecdi Yaratan ile vecd bulan, Zikir Sahibi ile zikreden ve Sabır Sahibi
ile sabreden müminlerin sıfatıdır.
i Namaza
duracak kişi, açlığını gidermeli, ihtiyaçlarını karşıla-malı ve namazda kalbini
ve kafasını karıştıracak hususları halletmiş olmalıdır. Böylece namazda dikkatini
toplayabilecek, okunan ayetleri anlamak için aklını diri tutabilecek ve kalbi
de diliyle söylediklerine mutabakat edebilecektir. Böylece Allah Teala'ya aklı
ve kalbiyle yönelmiş olacaktır. Şeytanlarla mücahedede zaafları olan ve
velilerle yarışmada geri kalan müminlere emredilen de budur.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kuvvetli mümin, Allah Teala katında zayıf müminden daha
sevimlidir" [32][32]
Bu, her türlü hayır işinde geçerlidir. Allah Teala buyurdu ki:
"Müminlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp oturanlarla, Allah yolunda
malları ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, malları ve canlarıyla
ci-had edenleri derece bakımından oturup geride kalanlardan daha üstün
kılmıştır. Allah hepsine de en güzel (olan cenneti) vaadetmiştir". (Nisa/95)
[33][33]
Zekatın
farzları dörttür: Hürriyet; mülkiyetin sıhhati; nisab miktarı malın bulunması
(200 Dirhem veya 20 dinar); Havl'in tamamlanması (Havi; Yılın herhangi bir
ayından ertesi yılın aynı ayına kadar geçen süre). [34][34]
Bu bölümde,
yukarıda işaret ettiğimiz hususların yanısıra malın nasıl temizleneceği ve
infakta bulunan müslümanları fazilet ehli kılacak hususları izah edeceğiz.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu-vyurduğu rivayet edilmiştir: "Malda
zekattan başka hak yoktur" [35][35]
Tabiundan
bir topluluk ise, malda zekattan başka hakların da bulunabileceği
görüşündedirler. Bunlardan biri olan İbrahim en-Neha'i şöyle demiştir: Selef-i
Salih, malda zekattan başka hakların da bulunduğunu söylemişlerdir.
Bunlardan
bir diğeri olan eş-Şa*bi, kendisine 'Malda zekattan başka hak var mıdır?' diye
sorulduğunda, 'Evet vardır, Allah Teala'nın şu buyruklarını işitmedin mi?'
dedikten sonra '"Sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda
kalana... verenin" (Bakara/177) ayetini okumuştur. Bu görüşü
paylaşanlardan diğer ikisi de Âta ve Mücahid'dir.
Müslümanlar,
din kardeşleri arasında borçları halletmeyi, karşılıksız borç vermeyi,
kendilerine ve ailelerine bakamayan insanları desteklemeyi, iyilik ve ihsanda
bulunmak olarak görüyorlardı. Bu tür yardımlar, takva sahiplerine ve varlıklı
ihsan ehline farz kılınmış fiillerdir. Müfessirlerden bir cemaatin görüşü bu
yöndedir.
Onlar,
"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler" (Bakara/3) ve
"Size rızık olarak verdiğimizden infak edin" (Bakara/254)
ayetlerinin 'hüküm ayeti' olarak devam ettikleri ve neshe-dilmedikleri yönünde
görüş bildirmişlerdir. Bu ayetlerde geçen in-fak/karşılıksız verme fiili de,
müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki haklarından olup İslam'a hürmet gereği
ve ihtiyaç halleri için vazedilmiş bir farzdır.
Zekatın
faziletleri arasında, onu farz olduğu yılın başında vermek zikredilebilir.
Eğer kişi, farz oluşundan önce verirse daha büyük fazilet sahibi sayılır.
Böyle biri zekat verme fiiline engel olabilecek bir takım gelişmelerden endişe
duymuş olabilir.
Bunlara
örnek olarak seferberlik ilanı, vadeli bir borcun vadesinden önce istenmesi,
cihad ve işgale uğrama hallerini gösterebiliriz. Zekatın önceden verilmesine;
verilebilecek uygun bir ihtiyaç sahibinin o anda ortaya çıkması, garib bir
yolcuyla karşılaşılması ;gibi durumlar da sebep olabilir. Zekatın bu gibi
hallerde ve böyle -kimselere zamanından önce verilmesi, daha faziletli ve daha
güzeldir. Çünkü bunda hayra koşma, takva ve iyilik üzerinde yardımlaş-;ma
sözkonusudur.
Bu davranış,
hayırda seferberliğe ve emredileni gönüllü olarak yapmaya da yorulur. Kul,
geleceğin nelere gebe olduğunu bilemez. Halbuki geciktirmenin türlü afetleri, dünyanın
çeşitli gaile ve engelleri vardır. Ayrıca kalplerin kaydırılması ve nefslerin'
sürekli değişen dürtüleri de sözkonusudur. [
Zekat veren
kimse, Havl'in başlangıcını Ramazan we Zilhicce ayları yaparsa daha büyük bir
fazilete nail olur. Çünkü bu iki ay, diğerlerinde bulunmayan
faziletler ihtiva eder.
Ramazan ayı,
Kur'an-ı
Kerim'in indirilmesiyle şereflendirilmiş bir aydır. Ayrıca bin aydan daha
hayırlı görülen Kadir Gecesi de bu ayın içindedir. "Yine bu ay, oruç gibi
mühim bir farzın da eda edildiği aydır.
O ay, Allah
Teala'nm evleri olan cami ve mescidlerin şenlenme-siyle şereflendirilmiş bir
aydır. Mücahid şöyle derdi: 'Ramazan' demeyin. Çünkü O, Allah Teala'nm
isimlerinden biridir. Doğrusunu söyleyin ve Şehr-i Ramazan 'Ramazan ayı' deyin.
İsmail b. Ebi Ziyad bu sözün merfu' hadis olduğunu söylemiş ve senedini
bildirmiştir.
İkinci ay
olan Zilhicce'ye gelince, bütün aylar arasında beş ayrı meziyeti barındıran
başka bir ay görememekteyiz. Bu meziyetler şunlardır:
1. Haram ay olma,
2. Hac ayı olma.
3. Hacc-ı Ekber'in o ayda olması.
4. On günden
ibaret olan Eyyâm-ı Ma'lumât (=Bilinen belirli günler) o aydadır.
5. Teşrik tekbirlerinin okunduğu günler olan Eyyâm-ı
Teşrik de o ay içindedir. Allah Teala, Zatı'mn bu günlerde zikredilmesini emretmiştir.
Ramanazan ayında zekat vermenin en faziletli olduğu günler son on gündür.
Zilhicce'nin en faziletli günleri ise ilk on gündür.
Vera'
ehlinden bir zat, zekatın her yıl bir ay öne alınmasını müs-tehap görmüştür.
Böylelikle yılın (=havl) başından geri kalınmış olmayacaktır. Kişi, zekatını
malum bir ayda verdiği zaman, gelecek yıl aynı ayda zekat verirse, ikinci kez
verdiği ay on üçüncü ay olur. Bu ise, açık bir ertelemedir.
Buna göre
şöyle denilmiştir: Kul, zekatını Receb ayında verdiği zaman, ertesi yıl
Cumadiyelevvel ayında vermelidir ki gecikme olmaksızın yılın tam sonunda
vermiş olsun. Bu yıl Ramazan ayında verdiğinde, ertesi yıl Şaban ayında
vermelidir ki yılı asla geçirme-miş olsun. Böyle yapması daha iyidir. Farz olan
zekatı aylara bölerek vermemelidir.
Kul zekat
verirken gönlü hoş, kalbi mesrur, Rabbi'ne karşı dürüst, riya, gösteriş ve
yapmacıklıktan uzak, yalnız Rabbi'nin rızasını umarak vermelidir. Verdiği
zekatı, Allah Teala'c\an başka hiç kimsenin görmemesini istemeli, verirken
ricacı olmalıdır. Zekat vermesinin engellenmesinde, Allah'tan başkasından
korkmamalıdır.
Zekat
verirken Allah Teala'yı gözetmeli, O'nun güzel tevfikini bilmeli, zekat verdiği
fakirlerin kendinden üstün olduğuna inanmalı, kafasından onun zayıflık ve
düşüklüğünü geçirmemeli ve onu asla hor görmemelidir. Fakirin, kendisinden daha
hayırlı olduğunu bilmelidir. Çünkü fakir, temiz, pak, izzet sahibi, dünya ve
ahirette derece sahibi kılınmıştır. Zekat veren zengin, kendisinin fakirlerin
hizmetine adandığını ve onların evlerini şenlendirmekle mükellef olduğunu bilmelidir.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: 'İyi bir sanatım olmasına rağmen çalışmayı bırakmak
istedim. O an aklıma nereden geçineceğim sorusu geldi. O esnada göremediğim
birinin sesini duydum: Hem bize dönmeyi düşünüyorsun, hem de geçiminle ilgili
olarak bizi töhmet altında bırakıyorsun? Dostlarımızdan birini senin hizmetine
vermek ya da düşmanlarımız arasındaki bir münafığı senin emrine vermek bize
düşer1.
Zekat veren
kimse, ihtiyaç sahibine gizlice vermeli ve bunu an-latmamalıdır:
"Zekatlarınızı/sadakalarınızı minnet bekleyerek ve eziyet ederek boşa
çıkarmayın". (Bakara/264) ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir:
Ayette geçen "Menn" kelimesi, verilen zekatı hatırlatmak;
"Eza" ise onu açıklamaktır.
Bişr b.
Hars'tan şu söz nakledilmiştir: Süiyan-ı Sevri dedi ki: Kim minnet bekleyip
başa kakarsa sadakası boşa gider. Kendisine, 'Ey Eba Nasr, menn nasıl olur?'
diye sorulduğunda şöyle dedi: Verdiğiniz sadakayı hatırlatmanız veya onu
başkalarına anlatma-nızdır.
Başka biri
de şöyle demiştir: "Menn", kişiye zekat vermek suretiyle ondan
hizmet beklemenizdir. "Eza" ise, zekat verdiğiniz kişiyi bu halinden
dolayı ayıplamanızdır. Denildi ki: "Menn" zekat verilen kişiye
büyüklük taslamak, "eza" ise zekat verilen kişiyi azarlamak veya
dilenmesinden dolayı ayıplamaktır.
Allah Resulü
(sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Zekatın en
faziletlisi; veren kimsenin bir fakire gizlilik içinde vermeye
çalışmasıdır". [36][36]
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Üç şey, iyilik hazinelerindendir: ... ve zekatı/sadakayı
gizlemek. Bu manada müsned bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bu, dini
bakımdan daha sağlıklı, kusur bakımından daha az ve amel bakımından
da daha
temizdir".
Bir hadis-i
şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah Teala duyuranın, riyakarın ve minnet bekleyenin (sadakasını) kabul
etmez"[37][37]
Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte zekatı duyurma ve minnet bekleme fiilleri
birlikte zikredilmiştir. Aynı şekilde duyurma da riya ile birlikte zikredilmiş
ve bunlarla yapılan amellerin geri çevrileceği haber verilmiştir. Duyuran;
yaptığı amelleri, görmeyenlerin de görmesi ve öğrenmesi için sağda solda
anlatan kimsedir. Bu noktada duyma fiili görme fiilinin yerini alacağı için
ameli boşa gitmesini sağlama noktasında eşittirler. Bunların her ikisi de
imani zaafıyetten kaynaklanmaktadır.
Sadakasını
duyuran kimse, onu Rabbi'nin bilmesiyle yetinmemektedir. Aynı şekilde riyakar
da, Rabbi'nin görmesiyle iktifa etmemekte ve başkalarını da buna ortak
koşmaktadır. Allah Resulü (sav), yaptığı amelden dolayı minnet bekleyen kimseyi
de bu ikisine katmıştır. Zira minnet, o ikisiyle aynı anlamlar ihtiva etmektedir.
Onda da yapılan amellerin zikredilmesi, başkalarına duyurulması veya verirken
nefsine bakıp bununla övünme hali mevcuttur. Kişi, sadakasını gizli olarak
verdikten sonra açıklarsa, gizlilik kalkmış olur ve ameli, açıktan yapılmış
ameller arasına kaydedilir. Eğer onu sürekli anlatırsa, o zaman da hem gizli,
hem de açık amel defterinden silinerek riya olarak yazılır. İhlas varolduğu
sürece, sadakayı açıktan vermenin tek olumsuz yanı, gizli vermenin sevabl-na
nail olamamaktır. Bu da büyük bir eksikliktir.
Nitekim bir
hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Gizli sadaka, açık sadakadan yetmiş kat daha üstündür". Meşhur bir
hadis-i şerifte ise şu ifade yer almaktadır: "Kıyamet günü, hiçbir
gölgenin bulunmadığı günde yedi kesim Allah'ın arşının gölgesinde
bulunacaktır: .. Biri de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde
gizleyerek sadaka verendir". [38][38] Bu hadisin
başka bir lafzında ise, "Sağ elin verdiğini solundan gizleyen
kimsedir".
Görüldüğü
gibi bu, gayet mübalağalı bir ifade olup bir anlamda gizlilik sınırlarım aşmayı
ihtiva etmektedir. Bundan çıkarılacak mana şudur: Kişi, kendinden bile
saklaması gereken bir hususu, diğer insanlardan haydi haydi saklayıp
gizlemelidir. Araplar, mübalağalı anlatımı, Örnekleme ve şaşkınlık belirtmede
kullanmışlardır.
Bunda kimi
zaman sınırı zorlama da bulunabilir. Nitekim Yüce Allah, cimrilikle niteleyerek
kınadığı bir kavmin bu sıfatını belirtirken şöyle buyurmuştur: "Yoksa
onların, mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı, insanlar bir çekirdek
parçası dahi vermezlerdi". (Nisa/53) Çekirdek parçası, elbette hiç
kimsenin istemeyeceği, talepte bulunmayacağı bir şeydir. Çünkü o, çekirdeğin
kendisi de olmayıp küçük bir parçasıdır. Ancak bunda, çok ağır ve daha iğneleyici
bir anlam vardır. Şöyle ki: Sadaka veren kimse, sağ elinin verdiğini sol
elinden nasıl gizleyebilir?
Bu sözün,
gizlilik noktasında hakiki bir anlamı vardır. Bu da, zekat verenin bu fiilini
kendi kendine dahi anlatmaması ve kalbinden geçirmemesidir. Bu ise, zekat
verirken asıl olarak kendini görmemesi ve bu tür bir vehmi kafasından
geçirmemesiyle mümkün olur. Kişinin kendinden bile sakladığı fiil, melekûtun
sırrından olur ki Allah Teala buna, yaptığını kendi kendine bile anlatmayan
kullarını muttali kılar.
Bunun
anlamı, yaptığı şeyi hatırına getirmemesi, onu anmaması ve Allah'a
adadığını-düşünerek kendini bu işe şahit tutmaması-dır. Kul, yaptığı işi
umursamamahdır. İşte bu noktada sırrına gizliliğe hakim olması mümkün
olabilir. Eğer sadaka ve zekatınızı hakiki manada kendinizden gizleyemiyor s
anız, kendinizi onda öyle gizleyiniz ki, zekat verilen kimse, onu verenin siz
olduğunuzu bilmesin. Bu da ihlas derecesinde bir makamdır.
Zekat
verirken elinizi açığa çıkardıysamz, bari verdiğiniz kimseden saklamaya
çalışınız. Bu, sadık kimsenin halidir. İhlas ehlinden biri, sadaka olarak
verdiği parayı, ihtiyaç sahibinin önünde, yolunda veya oturduğu yerde onun
görebileceği şekilde yere bırakırdı. Parayı alan, onu bırakanı bilirdi.
Bir diğeri
ise, zekat verilen kişi uykuda iken elbisesinin içine yerleştirir, böylelikle
parayı verenin kim olduğunu öğrenemezdi. Ben zekatını bu şekilde veren birini
bizzat gördüm. Zekatını başka
birileri
vasıtasıyla ulaştırıp onlardan gizliliği gözetmelerini isteyen müslümanlarm
sayısı da hayli çoktur.
Bir hadis.i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Gizli
-gece verilen- sadaka Rab Teala'nm gazabını dindirir" [39][39] ah^ Teala,
sadakayı gizli vermenin daha faziletli olduğunu ve bunun günahlara kefaret
olabileceğini bildirerek şöyle buyurmuştur; "Eğer onları (sadakaları) gizlerseniz
ve fakirlere verirseniz, bu sizler için daha hayırlıdır ve günahlarınıza
kefaret olurf. (Bakara/2?i)
Zekat alan
ihtiyaç sahibi kendim açıklamış ve bizzat isteyerek herkesçe bilinen biri
olmuş, bu halini iffet ve gizliliğe tercih etmişse o zaman ona vereceğiniz
sadakayı açığa vurmanızda bir sakınca yoktur.
Zekatı,
sünnete özenerek sana uyulması ve seninle yarışacak başkalarını teşvik ederek
hemen zekata koşması için açık olarak vermeniz de güzeldir. Bu, yoksulu
besleyip barındırmayı teşvik babından sayıhr. Allah Teala da bunu mendub
görmüş ve şu ayeti ile kayıt altına almıştır: "Kendilerine verdiğimiz
rızıktan gizli ve açık
infakta
bulundular". (Ra'd/22)
Denildi ki:
Gönüllü olarak verilen sadakaların gizli, farz olan zekatın açıktan verilmesi
murad edilmiştir. Allah Teala'mn şu buyruğu da bu çerçevededir: "Zekatı
verin ve Allah için güzel bir ödünç verin". (Müzzemmil/20) Ayette geçen
'Güzel bir Ödünç' gönüllü olarak verilen maldır. Bunun, helal mal için
kullanıldığı da söylenmiştir. Nitekim bir başka ayette de "Ve ondan bana
güzel bir rızık verdi" (Hud/88) ayetindeki "güzel/tayyib"
kelimesi ile de "helal" sıfatının kasdedildiği söylenmiştir.
Allah Teala,
başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Eğer zekatları açıktan
verirseniz ne güzel". (Bakara/271) Görüldüğü gibi O, bu buyruğu ile zekatı
açıktan vermeyi güzellik sıfatıyla övmüştür. Ancak bu, yalnızca kendini açığa
vuran kimseler hakkında geçerlidir. Bunlar, bizzat istemek ve dilenmek
suretiyle kendilerini açığa vuran, dilleriyle isteyen ve avuçlarını açan
kimselerdir.
"Eğer
onları gizlerseniz ve fakirlere verirseniz, bu sizler için daha
hayırlıdır". (Bakara/271) ayeti ise dilenmeyen gizli fakirler için gibi görünmektedir.
Bunlar, fakirlerin havassıdır. İffet ve hayaları sebebiyle kendilerini
açıklamazlar. Kendilerini açıklayan kimseye zekatı açıktan, gizleyen kimseye de
gizli olarak vermek gerekir.
Bu durum,
bir günahkârın sırrım açıklamaya benzer. Kendini saklayan ve suçunu gizleyen
bir günahkarın bu sırrını açıklamak size haram kılınmıştır. Arna bu günahını
bizzat kendisi açıkladığı zaman, bunu açıkça söylemenizde bir sakınca yoktur.
Bu meyanda Allah Resulü (sav) "Haya elbisesini bırakan kimse hakkında
gıybet (günahı) olmaz" buyurmuştur.
Zekat veren
kimse, zekatını malının beğendiği ve kaliteli olan kısmından vermelidir.
Verdiği şey, insanlar tarafından biriktirilecek, sahiplenilecek ve beğenilecek
türden olmalıdır. Kişi, zekat verdiği malda Rabbini tercih etmelidir. Allah
Teala da bunu emretmiş ve şöyle misal vermiştir: "Kazandıklarınızın
güzellerinden infak edin". (Bakara/267) Ardından da şöyle buyurmuştur:
"Ancak gözünüzü yumarak alabileceğiniz kötü şeyleri zekat/sadaka olarak
vermeyin". (Bakara/267)
Görüldüğü
üzere Allah Teala kullarını örnek göstermiş ve 'tiksinip almayacağınız şeyleri
vermeyin' buyurmuştur. Buna göre, sadaka verirken kalitesiz olanları özellikle
seçerek Allah yoluna ayırmamak gerekir. Eğer sizden biri bunu size verecek
olsa, onu ancak kerhen alırsınız. Dolayısıyla Allah yolunda verilecek olanı,
kişinin kendisi için de beğenilebilir olması icap eder.
Kendi
istikbali için biriktirmeyeceği, başka biri verdiğinde reddedeceği veya itibar
ettiği birine hediye olarak sunamayacağı şeyi zekat olarak vermemelidir. Aksini
yaparsanız, kendinizi veya sizin gibi basit bir kulu Allah Teala'ya tercih
etmiş olursunuz. Bu ise çirkin bir davranıştır. Çirkin davranış, dini
amellerin hiçbirinde muteber olamaz.
Allah
Teala'nın "Kim Allah için güzel bir ödünç verir?" (Ha-did/11)
ayetinin tefsirinde, borcun güzelliğinden maksadın 'iyi ve değerli' olması
olduğu söylenmiştir. Allah Teala iyidir ve ancak iyi olanı kabul eder. îban'm
Enes b. Malik'ten (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif şöyledir: "Ne mutlu o
kula ki günah işlemeksizin kazandığı bir maldan infakta bulunmuştur".
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Bir dirhem, yüz bin dirhemi (sevap bakımından) geçer".[40][40]
Allah Teala,
hoşlanmadıkları malları Zatı'na ayıran birvkavrAi tehdit etmiştir. Onların
dilleri yalan söyleyerek "Kendilerini güzel bir sonun beklediğini"
dediğinde Allah Teala onları yalanlamış ve söyle buyurmuştur: "Onlar,
hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nisbet ederler. Dilleri, güzel şeylerin
kendilerine ait olduğunu yalan yere durmadan söyler. Doğru! Kendilerine ateş
vardır". (Nahl/62)
Bu ayette,
ancak Arap dili uzmanlarının farkedebilecekleri bir durak (=vakf) vardır. Bu
durak, ayetteki "La" olumsuzluk harfinde-dir. Bu olumsuzluk harfi,
her güzelliğin onlara ait olduğu iddialarını reddetmektedir. Ayet,
"cereme" kelimesiyle devam etmekte ve onların kaz animi arının
kendileri için hoş görmedikleri ateş/cehennem olduğunu ifade etmektedir.
Onların kazammları cehennemdi.
Bir fakir,
sizden sadaka istediğinde ona duası ile mukabele edin ki bu, onun duasının
karşılığı olsun, verdiğiniz sadaka da yalnız size has kalsın. Aksi takdirde
onun duası, iyiliğinize karşılık sizin için ödül olacaktır.
Alimler de
bundan sakımrlardı. Çünkü bundan sakınmak teva-zuya daha yakındır. Böylelikle
kendinizi ona verdiğiniz mala, ondan daha layık görmezsiniz. Zira siz,
Rabbiniz karşısında ya bir farzı ifa etmiş bir amel sahibisiniz. Ya da O'nun
size verdiği rızık ve nasibi ibadetinizle Kendisi'ne geri ödeme
makammdasmızdır.
Aişe (ra) ve
Ümmü Seleme (ra) herhangi bir fakire bir şey gönderdikleri zaman elçiye 'Onun
duasını iyice ezberle' derlerdi. Sonra da o fakirin ettiği duayı aynen tekrar
eder ve şöyle derlerdi: Ta ki sadakamız yalnız bize has olsun. Ömer b. Hattab
(ra) ve oğlu Abdullah'ın (ra) da böyle yaptıkları rivayet edilmiştir.
Sadaka veya
zekat verdiğiniz fakirden size dua etmesini beklemeniz ya da bunu bizzat
istemeniz, ondan övgü ve hamd beklemeniz yakışık almaz. Ayrıca bu tür davranmanız,
zekatınızın kıymetini de eksiltir. Bu yöndeki istek ve beklentileriniz artar ve
güçlenirse, zekatınız boşa da çıkabilir. Eğer o kimse size dua edecek veya
övgüde bulunacak ise bunu Rabbi'ne olan ibadet ve O'nun emrbı yapar. Bunu,
sizin için bir hak olarak görmez. Bir fakire zekat ulaştırdığınızda terbiyeli,
yumuşakbaslı, alçakgönüllü, tatlı dilli ve hoşgörülü olun. Edeb ehlinden bir
zat, bir fakire para vereceği zaman, kendi elini açarak fakirin elinin üstte
(=veren el) olmasını sağlardı.
Bazıları da
zekatlarını fakirin huzurunda yere bırakır ve onu kabul etmesini rica ederek
kendilerini dilenci konumuna sokarlardı. Parayı bizzat ellerine vermeyerek onu
yüceltirlerdi. Bütün bunlar, kulun Allah Teala hakkındaki bilgisini, O'na
kulluğunda takındığı güzel edebi gösterir.
Kim verdiği
şey karşılığında övgü ve zikredilme isterse, aldığı övgü onun karşılığı olur,
uhrevi ecri ise boşa gider. Hatta övgü ve anılmayı istemesinden dolayı ayrıca
bir vebal de yüklenmiş olabilir. Çünkü verdiği rızık, esas olarak Allah
Teala'ya aittir ve O, o kimse vasıtasıyla onu vermiştir. Böyle biri, başa baş
kurtulabilirse, bu bile onun için güzel bir sonuç olur.
Fakirin,
kendisine zekat/sadaka veren kimse hakkında şükran ifade eden dualarda
bulunması müstehab görülmüştür. Bu, güzel edeb ve Allah Teala'mn ahlakıyla
ahlaklanmanm bir gereğidir. Çünkü Allah Teala veren kimseyi, hayır için bir
sebep ve ihsan için vasıta kılmıştır. Allah Teala verme fiilinde Zatı'nı şahit
tutmakta ve sadaka vermesi sebebiyle kulunu överek onun şükrünü kabul etmektedir.
Fakir,
kendisine zekat/sadaka veren kimseye "Allah Teala senin kalbini de hayır
ehlinin kalpleri arasında temiz kılsın, amelini hayır ehlinin amelleri
arasında tezkiye etsin, ruhuna şehitlerin ruhları arasında salat buyursun"
şeklinde dua edebilir.
Bu da
insanlara şükran, onlara niyaz ve senada bulunmanın şeklidir. İnsanların
şükürlerinin bir ifadesi de, kendilerine para vermeyenleri yermemek ve parayı
tuttukları için onları ayıplama-maktır. Aşağıdaki hadisin açıklaması da bu
şekildedir: "İnsanlara şükretmeyen, Allah'a şükredemez"[41][41]Bu
hadiste, Allah Teala ile fa-|kir kulları arasındaki vasıtaların varlığı isbat
edilmektedir.
Ayrıca
nimetlerin gösterilmesinde güzel edebin kullanılması ve [Nimet Veren'in
ahlakıyla ahlaklarıma gereğine dikkat çekilmekte Allah Teala, kullara nimet
veren, sonra da kendilerine verdiği değerlere onların duyduğu şükrana karşılık
verendir.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Yakini iman sahibi kul, Allah Teala'mn veren eline şahit olur ve
hamdeder. Sonra da kendilerine hamd sebebi kıldığı takva sahiplerine şükranda
bulunur. Onlar Allah'ın rızkının yolları kılınmıştır".
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her kim size bir
iyilik yaparsa onu mükafaatlandırın. Bunu yapamıyorsanız, onu
Ödüllendirdiğinizi görünceye kadar onun için dua
edin".
Yapılan
hayırdan dolayı Allah Teala'ya şükretmeye gelince; bu, sözkonusu iyiliğin hiç
ortağı olmaksızın yalnız Allah'tan geldiğine inanmak ve onun Allah Teala'ya
itaatte bulunmaya çalışmaktır.
Sadaka ve
zekatın faziletlerinden biri de, onu tasavvuf ve ilim ehlinden samimi ve salih
fakirlere vermeye çalışmaktır. Onlar gizlenmeyi ve hallerini bildirmemeyi
tercih ederek şikayet ve serzenişte bulunmayan kimselerdir.
Kur'an'ın
fakirlerle ilgili vasıflarını taşıyan fakirler de tercih edilmelidir. Bunlar
Allah yolunda kuşatılan, ahiret yolunda baskı gören kimselerdir. Ailelerinin
genişliği, geçim sıkıntısı, kalp İslahı veya ellerin ermemesi sebebiyle yeryüzünde
ticarete çıkamazlar. Çünkü bunlar, kanadı kırıklardır.
Zengin için
mal, kuş kanadı gibidir. O, bu kanatlarıyla istediği yere konar ve dilediği
lezzetleri tadar. Fakir ise, bütün bunlardan mahrumdur. Çünkü onun eli dar,
rızkı sınırlıdır. Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sizin için,
avret yerlerinizi örtecek elbise ve zinet eşyası yarattık". (A'raf/26)
Ayet-i kerimenin tefsirinde bunlarla kasdedilenin mal ve geçimlik olduğu
söylenmiştir. Öyle ki cahil beri, iffetleri sebebiyle hallerini dışa vurmayan
böyle fakirleri zengin sanır.
Allah Teala,
iffetleri nedeniyle dilenmeyen, az bir rızık ve fakirlikle yaşayan bu
kimseleri tanımayanları müminler hakkında cehaletle nitelemektedir. Daha sonra
bu tür fakir müminlerin sıfatlarını teyid etmekte ve Zat'mdan bir beyan olarak
onların tarifini yapmakta, hallerini açığa çıkarmaktadır: Onların iffet
örtüsüyle
perdelenmiş
halleri, bu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır: "Onları simalarından
tanırsın". (Bakara/273)
Sima,
insanın benliğinden ayrılmaz bir alamet ve değişmez yaratılıştır. O, insanın
üzerindeki süs ve zahiri giysilerin ardındaki hakiki kimliktir. "Onlar,
insanlardan ısrarla istemezler". (Bakara/273) İffet ve imanlarıyla kanaat
etmeleri sebebiyle ısrarla istemez, zenginlerin ardında dolaşmazlar. Ehli
dünyaya istekli gözlerle ve iltifat ederek bakmazlar. Onlar kendi
yalnızlıklarında imanları ile müstağni ve sabırları ile izzetlidirler.
Ayetteki
"ilhaf' kelimesi, "lihaf=örtü, çarşaf' kelimesinden türemiştir. O,
kişinin sarınarak örtündüğü şeydir. Onlar ise, böyle yapmaz, yani zenginlerin
ayaklarına dolaşmaz, onlardan talepdar olmazlar. Verdiğiniz zekat ve
sadakaların bu sıfatları taşıyan kimselere, en azından bir kısmını
bulunduranlara gitmesi yönünde titiz davranın. Yaptığınız, ancak bu şekilde arı
duru olacak ve şükrana değer görülecektir.
Zekat ve
sadakada en faziletli olan; kişinin fakir kardeşlerini başkalarına tercih
etmesidir.
Bu meyanda
Ali'den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: "Kendi kardeşlerimden birine bir
dirhem vermem, başkalarına yirmi dirhem tasadduk etmemden daha sevimlidir. Ona
yirmi dirhem ulaştırmam, başkalarına yüz dirhem sadaka vermemden daha sevimli
gelir. Ona yüz dirhem vermem, bir köleyi azat etmemden daha güzel
görünür". Allah Teala, yakın dost ve arkadaşları da akrabaya dahil
etmiştir.
Akrabaya
verilen sadakanın, yabancılara verilen sadaka/zekata üstünlüğü, yabancıları
bırakıp akrabaya verilen sadakanın üstünlüğü gibidir. Çünkü sıla-i rahimden
sonra en üstün bağ, din kardeşliği bağıdır.
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Amellerin en faziletlisi, kardeşlerin bağını
sıcak tutmaktır. Kişi yapacağı hayırla, kendisine verdiğinde Allah Teala'ya
hamd ve şükürde bulunarak onu Allah'tan bir nimet olarak görecek kimseye
yönelmelidir. Böyle biri, Allah Teala'nın nimetine vasıta edilene
bakmayacaktır.
Bu, Allah
Teala'ya en çok şükreden kul olmaya adaydır. Çünkü şükrün hakikati; nimetin
O'ndan geldiğini müşahede ederek, O'na amelle karşılıkta bulunmak, verilen
nimette veya saîih amele niyette O'ndan gayrisine bakmamaktır. Ali'nin (kv)
vasiyetinde su ifadenin yer aldığı nakledilmiştir: Allah Teala ile arana başka
bir nimet verici koyma. Başkasının senin üzerindeki nimetini borç say.
Kişi,
yukarıda tarif ettiğimiz türde bir fakire vermeyi, kendisine sadaka verdiğinde
övgü ve senada bulunarak rızık veren olarak kendini gören bir kimseye tercih
etmelidir. Çünkü bu durumda asıl veren olan Allah Teala'dan başkasına
hamdetmiş, başkasına iltifat etmiş, esas verenden başkasını zikretmiş olur.
Aldığı
sadaka ve zekattan dolayı Allah Teala'ya hamd, şükür ve senada bulunarak O'nu
zikreden kimse, asıl nimet veren ve nzık sunanın Allah Teala olduğunu görür.
Dolayısıyla da yalnız O'na yönelerek O'nu över. Eğer infakta bulunan kimse,
Allah rızası için halka nasihatta bulunan biri ise, sadaka verdiği kimsenin
imani zayıflığı, kendisine şükranda bulunmasından daha ağır gelir.
Ancak
nevasının takvasına baskın olmasından dolayı Rabbi için nasihatta bulunmayan ve
verdiği sadakanın kendisine ahirette yarayacağını bilmeyen biriyse, bu tür davranış
onun tevhiddeki makamını zedeler. Bu da sadaka ile elde edeceği sevaptan çok
daha ağır bir günahtır. Ama o, diğerinin kendisine iltifatından, kapısına
alışmasından ve malına tamah etmesinden dolayı amelini boşa çıkartacak bir söz
sarfetmesinden emin olmayabilir.
Sadaka
verdiği kimse, verirken onu övüp mani olduğunda kınayan ve söven biri
olabilir. Bu durumda da, rızkı ona götürmenin vasıtası olarak kalıp emin ve
huzurlu olabilir. Bütün bunlar, yakini iman ve müşahede sahibi müminler için
geçerlidir.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sadaka/zekat, fakirin eline geçmeden önce Allah Teala'nın elindedir. Onu,
isteyenin eline koyan da O'dur". Yakin sahibi mümin, rızkım Allah
Teala'dan alır. O, ancak Allah Teala'ya kulluk eder ve O'ndan yalnız emrettiği
şekilde talepte bulunur: "Rızkı Allah katında arayın ve O'na kulluk
edin". (Ankebut/17)
Allah Resulü
(sav) bir fakire yardım göndermişti. Elçisine şöyle buyurdu: 'Onun yardımı
aldıktan söyleyeceklerini iyice ezberle'. Elçi yardımı adama teslim ettiğinde
o şöyle dua etti: 'Kendisini zikredeni unutmayan, Zatı'na şükredeni zayi
etmeyen Allah'a hamdol-
sun'.
Ardından da -kendini kasdederek- 'Allahım filanı unutma, Al-lahım filana
Kendini unutturma' diye dua etti. Elçi bunu Allah Re-sulü'ne (sav) aynen
aktardı. Allah Resulü (sav) buna sevindi ve 'Onun böyle diyeceğini biliyordum'
buyurdu.
Bu hadis,
Amr tarafından Ebu'd-Derda (ra) ve Cerir'den (ra) de rivayet edilmiştir. Allah
Resulü (sav) bir adama 'Tevbe et' buyurdu. Adam, 'Ben yalnız Allah'a tevbe
ederim, Muhammed'e (sav) tevbe etmem' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav)
şöyle buyurdu: "Hakkı, sahibine teslim etti" [42][42]
İrk
hadisesinde de hakikat ortaya çıktıktan sonra Aişe'nin (ra) 'Biz Allah'a
hamdederiz, sana hamdetmeyiz' dediği, Allah Resulü'nün (sav) de bundan memnun
kaldığı rivayet edilmiştir. Aişe'nin (ra) suçsuz olduğuna dair vahiy
geldiğinde Ebu Bekir (ra) kızına, 'Kalk ve Allah Resulü'nün (sav) başını Öp'
demişti. Aişe (ra) ise, Temin ederim ki yapmayacağım. Ben yalnız Allah'a
hamdederim' demişti.
Bunun
üzerine Allah Resulü (sav) "Onu kendi halinde bırak ey Eba Bekir"
buyurmuştu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise Aişe'nin (ra) babasına,
'Biz Allah'a hamdederiz. Ne sana, ne de arkadaşına hamdetmeyiz' dediği rivayet
edilmiştir.
Anlatıldığına
göre Allah Resulü (sav) de onun bu tavrını yadır-gamamıştır. Hatta bundan
memnun kalarak babasından kızını kendi haline bırakmasını istediği haber
verilmiştir.
Allah Teala,
kafirlerin sıfatlarını bildirirken, adı zikredildiği zaman kalplerinin duracak
gibi olduğunu, başkalara anıldığında ise sevindiklerini haber vermiştir. Yine
onların herhangi bir konuda Allah Teala'nm birlik ve tekliği zikredüdiğinde
buna karşı çıktıkları, O'na şirk koşulduğunda ise tasdik ettiklerini
bildirmiştir.
O, bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah, Tek olarak zikredildiği zaman,
ahirete iman etmeyenlerin kalpleri nefretle dolar. Allah'tan başkası anıldığı
zaman ise bakarsın yüzleri gülüverir". (Zümer/45); "Bunun sebebi,
Allah'a dua edildiği zaman inkar etmeniz, O'na ortak koşulunca da tasdik
etmenizdir". (Mümin/12) Burada inkar, üstünü örtmek, kapatmak, şirk ise,
karıştırmak yani Allah'ın zikrine başkalarının zikrini katmak anlamındadır.
"Hüküm,
ancak yüceler yücesi olan ulu Allah'a aittir". (Mümin/12) Buna göre Allah
Teala, yarattıklarını hükmüne asla ortak etmez. Çünkü O, azametinde Ulu,
saltanatında Büyük olandır. Mülkünde ve bahsedişinde ortağı yoktur. Kulları
arasında O'iiai destek olan da bulunmaz. :
Bu ayetlerin
delaleti ve hitab-ı ilahiden çıkan mana şudur: Allah Teala, tek ve ferd oluş
sıfatlarıyla anıldığı zaman müminler sevinip rahatlayacaklar ve O'nun zikir ve
tevhidini birbirlerine müjdeleyeceklerdir. Aracılar ve sebepler zikredüdiğinde
ise, bundan hoşlanmayacak ve kalpleri de bu tür sözlere nefretle bakacaktır.
Bunlar, imanın sıhhat alametleridir. Kendi kalbinizde ve başkalarının
kalplerinde bunları iyice sınayarak tevhidin hakikatine erin. Aksi takdirde
kalbinizdeki gizli şirki görürsünüz.
Sonuç
itibarıyla zekât veren kimse, zekat malını gücünün yettiğinin en değerlisinden
ve kendine en güzel görünenden seçmelidir. Çünkü Allah Teala güzeldir ve ancak
güzel olanı kabul eder. Zekatın Allah katındaki saflık ve bereketi, zekat
malının helal oluşuna ve zekat ehlinin havassma verilip verilmeyişine
bağlıdır. !
Zekat veren,
verdiği malı gözünde küçük ve basit görmelidir.! Onu gözde büyütmek, kendini
beğenmişliktendir. Kendini beğen-} mişlik ise, amelleri boşa çıkartır. Allah
Teala buyurdu ki: "Huneyn1 Günü çokluğunuz sizi gururlandırmış ti".
(Tevbe/25) Denir ki: 'Tapılan ibadet küçük görüldükçe Allah katında büyür.
İşlenen günah da gözde büyütüldükçe Allah katında küçülür". Ulemadan bir
zatın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Maruf/iyilik, ancak şu üçüyle tamam
olur: Küçük görülmesi, süratli yapılması ve gizlenmesi.
Selef-i
Salih zekatı yüzlerle, gönüllü sadakayı ise binlerle ifade edilecek miktarlarda
verirlerdi. Onlar bir fakire o kadar fazla verirlerdi ki onu fakirlik,
muhtariyet ve zaruret halinden çıkartarak kendine yeterli, hatta zengin hale
getirirlerdi. Çoğu zaman, fakirler ihtiyaçlarını gördükten sonra geriye daha
para kalırdı.
Allah
Resulü'nün (sav) şu hadisi de buna yorulabilir: "Zekatın hayırlısı,
müstağni kılandır"[43][43]Yani
fakire o günü için yettiği gibi, geriye artarak onu belli bir zaman idare
edecek miktarda verilen zekat ve sadaka, en hayırlı olandır. Böyle bir sadakaya
muhatap olan fakir, uzun süre istemekten ve insanlara yüz suyu dökme zahmetinden
kurtulmuş olacaktır. Onun bu hali de, kendisine o parayı veren kimse için
ikinci bir sadaka gibi görülür. Üstteki hadis-i şerifin bir yorumu da bu
yöndedir.
Allah Teala
hacet ehlini beş sıfat ile vasfetmiş ve Kitabı'nın muhtelif ayetlerinde bunları
haber vermiştir: "Ve onların mallarında, dilenen ve mahrum olan için
belli bir hak vardır". (Mearic/24); "Onlardan yeyin; başkalarına el
açamayan fakirlere ve dilenen yoksullara da yedirin". (Hac/36);
"Onlardan yeyin, yoksula ve fakire de yedirin". (Hac/28) Ayetlerde
geçen
'Sâ'iF yani
dilenci, avucunu açarak isteyen ve isteğini diliyle de belirten kimsedir.
'Mahrum'
ise, rızıktan uzak düşerek yoksun bırakılan kimsedir. Denildi ki: 'Mahrum',
bilinen bir varlığı ve kazanç vasıtası olmayan, ticari muamele ve geçimden
mahrum edilmiş kimsedir.
'Kani',
evinde oturarak talepte bulunmaksızın Allah Teala'mn verdiğine kanaat eden
kimsedir. Denildi ki: "Kunû", ısrarla dilenmeyen kimsenin
sıfatlarından biridir. Bu, zıd isimlerdendir. Ku-nû'/Kanaat ediş, boyun eğiş
anlamında iffet ve haya manasında kullanılır.
'Mu'terr1
kelimesi, ısrarla dilenen kimse için kullanılır. Kendisini bu şekilde
dilenmeye sevkeden ihtiyacı açıklamaz. Hayası, onu bu açıklamadan meneder.
.Bâ'is',
hastalık, soğuk algınlığı, müzmin hastalık gibi bir derdi olduğu için zekat ve
sadakaya muhtaç olan kimsedir.
Allah Teala
fakirlerle meskenet ehlini de birbirlerinden ayırmıştır. İlim ehli der ki:
Fakir, ihtiyacından dolayı dilenmeyen, Miskin ise, dilenen kimsedir. Başka biri
de şöyle demiştir: Fakir, geçimden uzak kalan mahrum, Miskin ise müzmin
hastalığı bulunan kimsedir. Miskin kelimesi, "sükun" fiilinden
türetilmiştir. Buna göre fakirlik, bu durumdaki kimseyi hareketten
uzaklaştırdığı için sakin-leştirmiş olmaktadır. Bu, miskinlerin genel
sıfatıdır. Mesela, 'adam miskinleşti' denir. Bunun misali de, 'adam zırhlandı'
ifadesidir.
Konumuzla
ilgili olarak, meskenet bir elbise olmakta ve kişi bu elbiseye bürünerek
miskinleşmektedir. Dil alimleri, bu konuda
farklı
görüşlere sahiptirler. Bazıları miskinin fakirden daha kötü bir halde olduğunu
söylemiş ve şu ayet-i kerimeyi delil olarak zikretmişlerdir: "Veya hiçbir
şeyi olmayan bir miskini". (Beled/16)
Miskin,
hiçbir şeyi olmadığı için toprakla irtib atlandırılmış tır. Yakub b. Sekit bu
görüştedir. Yunus b. Hubeyb de bu görüşe meylederek şöyle demiştir: Bir gün
bedevinin birine 'Sen fakir misin?' diye sormuştum. Bana, 'Hayır, vallahi daha
kötü halde bir miskinim' dedi.
Bazıları
ise, sözkonusu ayette geçen "metrebe=toprak" kelimesini zenginlik
olarak tevil etmişlerdir. Bu meyanda şöyle denilmiştir: "Adam
topraklandı". Araplar, mal sahibi olarak müstağni hale gelen kişiler
hakkında bu ifadeyi kullanırlardı.
Mal
bakımından eli bollaşan ve nimet ehlinden bir zengin olduktan sonra muhtaç
hale düşen kimselere gelince, bu gibi insanlara verilen zekat, sadaka ve
zekatların en faziletlisidir.
Allah Teala
miskini özellikle bu sıfatla vasfettiği zaman şunu bilmeniz gerekir ki her
miskin bu sıfatı haiz değildir. Örneğin, 'İşlemeli bir elbise satın aldım'
dediğinizde elbiselerin tamamının işlemeli olmadığı bilinir.
Aynı şekilde
miskinin bariz özelliği, sahip olduğu birşeylerin bulunmasıdır. Sözkonusu
miskin, Allah katında diğer miskinlerden farklı olduğu için bu şekilde
vasfedilmiştir.
Başkaları
fakirin miskinden daha kötü halde bulunanlar için kullanıldığını
söylemişlerdir. Onlara göre miskin, bir şeyleri olan, fakir ise hiçbir varlığı
olmayan kimsedir. Allah Teala gemi sahipleri hakkındaki ayetinde şöyle
buyurmaktadır: "(Gemi) denizde çalışan bir takım miskinlere aitti".
(Kehf/79)
Görüldüğü
gibi Allah Teala onlara ait bir geminin olduğunu haber vermiştir. Bu ise
önemli bir varlığı ifade etmektedir. Denildi ki: Fakire fakir denmesinin
sebebi, aşırı yokluk ve sıkıntıdan dolayı omurga kemiğinin (=fakra) açığa
çıkmasından dolayıdır. el-Esma'î de bu görüşe meyletmiştir. Bana göre de
doğrusu budur.
Bunun en
açık delili, Allah Teala'mn zekatın verileceği sekiz grubu belirlerken
fakirleri en başa koymuş olmasıdır. Buradaki sıralama, ihtiyacın şiddetine ve
vermenin faziletine göre yapılmış bir sıralamadır.
Ulemadan bir
topluluk da şöyle demiştir: Fakir, halinin belirginliği sebebiyle muhtariyeti
bilinen kimsedir. Miskin ise, durumu-pun gizliliği ve örtülü oluşu sebebiyle
farkedilip tanınamayan kimsedir.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen bir hadis-i şerif de bunu bildirmektedir:
"Miskin, bir parça veya iki parça, bir hurma veya iki hurma vererek
savdığımız kimse değildir. Gerçek miskin, iffetli oluşu sebebiyle insanlardan
dilenmeyen ve hali bilinmeyen kimsedir M ona zekat verilir[44][44]
Hikmet
ehlinden bir zat bu anlamda bir şeyler söylemiştir. Ona, Hangi şey çok güçtür?'
diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Zengin suretindeki fakirin hali. Başka bir
hikmet sahibine de, 'Hangi şey 3n zordur?' diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi:
Malı mülkü tüken-liği halde alışkanlığı aynen kalan kimsenin durumu.
Fakihler
şöyle demişlerdir: Miskin, bir geçim yolu/vesilesi bulunduğu halde, geçim
sıkıntısı ve imkansızlık nedeniyle daha fazlasına ihtiyaç duyan kimsedir.
i Allah
Resulü'nün (sav) hadislerinde miskinin fakir olduğu, an-,cak fakirden daha
yukarıda yeraldığı teyid edilmiştir. O, bir hadiminde şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Allah çoluk çocuk sahibi hayalı fakiri sever. Israrla
isteyen dilenciye ise buğzeder". [45][45] Bir diğer
hadis de şöyledir: "Muhakkak ki Allah, meslek sahibi kulunu sever".
Yukarıda
naklettiğimiz görüşlerin hepsi de sahihtir. En faziletli olan; zekatın en çok
ihtiyacı olandan aşağıya doğru, en faziletli kimselerden aşağıdakilere doğru
verilmesidir. Buna göre Allah Teala'yı bilen alimler, amel ehli, Allah rızası
için ehli dünyayı terkeden din ehli, ahiret ticareti ile uğraşanlar, ailesi
geniş olup sıkıntı içinde bulunanlara zekat verilir. Geniş ailesi olanlara
zekat verenler, o ailemin fertleri kadar ayrı ayrı kimseye zekat vermiş gibi
olurlar.
Ömer (ra),
Ehli Beyt'e on davar ve üstünde zekat verirdi. Sünnet de bu şekildedir. Allah
Resulü (sav) de, zekatı ihtiyacın büyüklüğüne göre verir, evli kimseye bekarın
iki katını takdim ederdi. O, her erkeğe ev halkının sayısına göre zekat
verirdi. Selef-i Salih'ten bir zat şunu söylemiştir: Biz öyle kimselerle
arkadaşlık ettik ki, onların yardımları binlerce dirhem olurdu. Onlar gibisi
artık görülmez oldu. Sonrakilerin yardımları yüzlerle oldu. Şu an içinde yaşadığımız
toplumun yardımları ise onlarla ifade ediliyor. Bu gidişle sonrakilerin yardım
bakımından daha cimri olmalarından endişe ederiz
Selef-i
Salih'ten başka bir zat ise şöyle demiştir: Biz, söyledikle-! rini yapan bir
topluluk gördük. Öyle bir topluluğun gelmesinden! korkarız ki onlar sadece
konuşup hibir şey yapmazlar.
Eğer zekat
verilen kimse, hem borçlu, hem de darda ise böyle j biri takva sahipleri için
bulunmaz bir fırsat, infak ehli için de biri ganimettir. Böyle birine yapılacak
yardım, hakiki anlamda yerinij bulmuş bir hayır sayılır.
îbni Ömer'e
(ra) musibet ve imtihanın en ağırının hangisi olduJ ğu sorulmuştu. Şu cevabı
verdi: "Malın azlığı, ailenin kalabalıklı-ğı". Bir hadis-i şerifte de
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sadece takva
sahibinin yemeğini ye. Senin yemeğinden takva sahibine nasip olsun. Çünkü
iyilik ve takvada, onun yardımını görürsün[46][46]Başka bir hadis-i
şerif ise şöyledir: "Yemeğine Allah için sevdiklerini de kat".
Yakini iman
sahibi bir müminin, sadaka ve hayrının takva sahipleri tarafından kabul
edilmesi halinde sevinmesi ve mutlu olması gerekir. Çünkü bu, onun amelidir.
Eğer Allah Teala'yı ve O'nun hükümlerini bilen bir zat onun yardımını kabul
etmiyorsa, Allah Teala da onu geri çevirecektir.
Kişi,
amelinin geri çevrilmesi durumunda üzülmelidir. Çünkü arif birinin reddi, Allah
Teala'nm reddi gibi görülebilir. Bir kimse, bir fakire para verdiğinde, fakir o
parayı geri çevirirse veren kimsenin gözünde büyür. Bu da parayı verenin
cahilliğine delalet eder. Çünkü fakir o parayı aldığında Rabbi nezdindeki
konumunu alçalt-nnş olur. Sonra onu kendinden daha fazla ihtiyacı olan başka
bir fakire gizlice verir. Bu yaptığıyla da fazilet sahibi olur.
Bir fakir
tarafından iyiliği reddedilen kimse, buna üzülmez veya sevinirse, bu o
kimsenin zekat vermedeki niyetinin zayıflığına ve Masının azlığına delalet
eder. Çünkü sadık ve halis kimse, iyisi.
ligi reddedildiği
zaman buna bozulup üzülür. Bu durumdaki kimse, verdiği mala sahiplenmemeli ve
onu başka bir fakire vermelidir. Zira o malı, Allah Teala için elden
çıkarmıştır. Onu geri almamalıdır. Fakirler, verilen nasipte ortaktırlar. Bunu
veren kimse, bir fakirden geri döndüğünde başka bir fakire havale edebilir.
Aynı şekilde
belli bir fakire vermek için ayrılan zekat malını elinden çıkarmadığı sürece
yolda rastladığı ve kendisine daha çok muhtaç, daha faziletli, daha uygun bir
kimsenin bulunduğunu söyleyen kişiye vererek ona isteyebilir. Bunda herhangi
bir sakınca yoktur. Ancak sözkonusu malı belli bir fakire vaadetmişse, bunu
yerine getirmelidir. Yine başka birine verilmek üzere bir kişiye emanet ettiği
malı, sonradan gördüğü ve kalbine işleyen başka bir fakire vermek üzere o
emanetçiden geri olarak bu kimseye verebilir. Eğer emanetçi malı teslim
etmişse, geri alamaz.
Ariflerin
kabul ettiği sadaka ve zekatlardan dolayı sevinmek gerekir. Çünkü bu, Allah
Teala'mn kabulünün işaretidir. Zira Allah Teala'yı layıkıyla bilen bir arif,
fiillerinde Allah Teala'mn iradesi istikametinde hareket eden kimsedir. O,
konuştuğu zaman Allah Teala'mn murad ettiğini dile getirir. Böyle birinin
zekatı kabul etmesi, başkalarının kabulü gibi olmadığı gibi, onun reddi de
başka birinin reddi gibi değildir. Çünkü o arifin şahidi, bizzat Allah
Tea-la'dan olduğu için başkalarının şahitlerinden daha güçlü ve yücedir.
Ayrıca o, muvaffakiyet ve korunmuşluğa başkalarından daha yakındır.
Kardeşlerimden
biri bana şunu nakletmişti: Mekke'de bir fakir, zenginlerden birinin verdiği
zekat malını geri çevirmişti. Bunun üzerine zengin ağlamaya başladı. Niçin
ağladığı sorulduğunda şöyle demişti: Bu geri çevrilen benim amelim değil mi?
Bunun üzerine, 'Başkası kabul etse olmaz mı?' denildi.
Zengin, buna
da şöyle karşılık verdi: Böyle bir gözü nereden bulabilirim? Hakikaten işin
aslı, aynen onun ifade ettiği gibidir. Çünkü mümin, yakin gözüyle ve Allah'ın
nuruyla bakar. Onun reddi, Allah Teala'nm reddi gibidir. Allah Teala buyurdu
ki: "Allah tarafından bir şahidi bulunan kimse gibi olur mu?"
(Hud/11)
Cahil kimse,
kendi hakkında hevası ile hareket eder. Böyle birinin reddi ile kabulü
arasında fark yoktur. Çünkü o, aldığını nefsi için aldığı gibi, reddettiğini de
nefsi istemediği için reddeder. Arif ise aldığında Allah için, reddettiğinde de
yine O'nun için reddeder. Sadakası böyle biri tarafından kabul edilen kimse
için izzet ve ikram sözkonusudur. Zekatını kabul eden fakir arife olan sevgi ve
saygısı artar. Çünkü o, iyilik ve takvada ona yardım etmiş ve malını kabul
ederek kendisine ikramda bulunmuştur.Zekat veren bunu, Allah Teala'dan bir
nimet ve ihsan olarak görmelidir.
Kula düşen,
takva ehlini ve ihtiyaç sahibi fakirleri aramaya çalışmak, bu hususta
yapabileceğinin en iyisini yapmaktır. Eğer bilgisi eksik, feraseti sığ ve
havas hakkındaki tecrübesi zayıf ise, kendisinden daha bilgili, daha
basiretli, salihleri daha iyi tanıyan, dinine ve emanet duygusuna güvenilen
hayır ehline müracaat etmelidir.
Bu kimseler,
dünya alimleri olmayan ahiret alimleridir. Ahiret alimleri, dünyada zühd sahibi
olan, mal biriktirmekten sakınan kimselerdir. Dünya sevgisi, bulanık bir duygu
olup birçok kimse onun yüzünden helak olmuş ve sadece alimler ondan kurtulabilmiştir.
Dünyanın çekiciliğinden sakınabilenler, ancak ilim ve ya-kinde tahkik sahibi
olanlardır.
Onlar, dünya
nimetlerinin azıyla yetinenlerdir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve
içlerindeki imanı sağlamlaştırmak için". (Bakara/265) Yani, yakini
imanlarını sağlam kılmak için sadakalarında işlerinde sağlama alır ve onları
sadece kalplerinin mutmain olduğu yerlere tevdi ederler.
Ulemadan bir
zat, sadaka ve zekat için sufilerin fakirlerini tercih ederdi. Ona İyiliğini
bütün fakirlere yaysan olmaz mı?' denildiğinde şu cevabı vermiştir: Hayır, ben
onları diğerlerine tercih ediyorum. 'Niçin?' diye sorulduğunda ise şöyle
demiştir: Çünkü onların bütün tasası Allah Teala'dır.
Onlardan
herhangi birine gelebilecek darlık ve sıkıntı, Allah Te-ala'ya dönük tasasını
dağıtabilir. Bu nedenledir ki, onlardan herhangi birini Allah'ın tasasında
tutabilmem, benim için kaygısı dünya olan diğer fakirlerden bin tanesine
sadaka vermemden daha güzeldir. Bu söz, Ebu'l-Kasım el-Cüneyd'e nakledildiği
zaman, çok hoş bulmuş ve şu değerlendirmede bulunrmuştur: Bu hal, Allah Teala'mn
velilerinden birine ait olsa gerek. Uzun zamandır bundan daha güzel bir söz
işitmedim.
Bir süre
sonra yukarıdaki sözün sahibi olan şahsın maddi durumunun bozulduğunu ve
dükkanını kapamaya niyetlendiğini duydum. Cüneyd, kendisine verilen bir parayı
ona götürerek şöyle demiştir: Bunu sermayene kat ve dükkanını kapatma. Ticaret
senin gibilere zarar vermez. Sözkonusu şahsın bakkal olduğu ve kendisinden
alışverişte bulunan fakirlerden para almadığı söylenirdi.
İbni Mübarek
(ra) ise zekatını Özellikle ilim ehline verirdi. Bu hususta kendisine,
'Başkalarına da versen olmaz mı?' diye sorulduğunda şu karşılığı vermiştir:
Ben, peygamberlik makamından sonra alimlerin makamından daha faziletli bir
makam bilmiyorum. Alimin kalbi, muhtaçlık ve geçim darlığıyla meşgul olduğu
zaman kendini ilme veremez ve insanları eğitmeye yonelmez. İşte bu sebeple
onlara yardımcı olup ihtiyaçlarını görerek kalplerini ilme hasretmelerini ve
halkı bilgilendirmede daha faal olmalarını uygun gördüm.
Selef-i
Salih'in zekat ve sadaka verirken izledikleri yol budur. Kulun, zekatını en
faziletli yere vermesi, tıpkı O'nun helal yemek yedirmeye muvaffak kılması gibi
Allah Teala'mn tevfiki ve nasip etmesiyle olur. Allah Teala veli kullarını buna
muvaffak kılar ve kudreti sayesinde onlar için dilediği kadar ilim çıkarır.
[47][47]
Bu bölümde
orucun farzlarını zikredeceğiz. Orucun Allah Teala'dan bir farz ve O'na
yakınlaşma vasıtası olduğuna inanmak gerekir. Orucu, yalnız O'na halis kılarak
eda etmek gerekir. Oruç farziyeti nasıl düşer? Kul, ikinci fecrin doğuşundan
iftarın açıldığı gün batı-mına kadar yeme, içme ve cinsel münasebetten uzak
durmalıdır. Günün herhangi bir vaktinde orucu açmaya da niyetlenmemiş olmalıdır.
[48][48]
Allah
Teala'mn havas kullarının orucu, şu altı organı muhafaza etmekle gerçekleşir:
1. Gözü kısarak bakışta derinleşmemek.
2. Kulağı bir haramı dinlemekten, günahtan korumak ve
batıl ehlinin sohbetine katılmamak.
3. Dili, kendisini ilgilendirmeyen hususlara müdahil
olmaktan muhafaza etmek, söylendiğinde aleyhte olacak, tutulduğunda lehte
olmayacak konuşma ve susmadan uzak kalmak.
4.Kalbi Allah korkusuyla doldurarak yapmaktan
menedildiği fikir ve düşüncelerden sakındırmak, lüzumsuz temennilerde bulunmamak.
5. Eli harama uzanmaktan ve çirkinlikte bulunmaktan
menetmek.
6.Ayağı da emredilmediği veya teşvik edilmediği bir gaye
uğrunda yürütmeyerek sadece hayır işleri için kullanmak.
Her kim bu
altı organı ile gönüllü olarak oruç tutar ve iftarını da yeme-içme ve meşru
münasebetle geçirirse, Allah katında fazilet sahibi oruçlulardan biri olur.
Çünkü o, yakini iman sahiplerinden ve Allah Teala'nm koyduğu sınırları
muhafaza eden kimselerden biridir.
Bu altı uzvu
veya biriyle ya da mide veya tenasül uzvu ile orucunu bozan kimse ise,
koruduğundan çoğunu yitirmiş sayılır ki, kendini oruçlu saysa da alimler
nezdinde orucunu yemiş sayılır.
Ebu'd-Derda
(ra) dedi ki: Akıl sahiplerinin uykusu ne kadar da güzeldir! O ve diğerleri,
ahmak kimselerin namaz ve oruçlarını nasıl da kusurlu görmüşlerdir. Onlara
göre zerre miktarı takva, al-danmış kimselerin dağlar büyüklüğündeki
ibadetlerinden çok daha faziletledir.
Yemekten
imtina edip Allah Teala'mn emirlerini çiğneyerek orucunu bozan kimsenin orucu,
cehaleti sebebiyle her uzvunu mes-hettiği için namazı reddedilen kimsenin
namazı gibidir.
Yemek ve
cinsi münasebet ile orucunu bozduğu halde diğer uzuvlarıyla Allah Teala'mn
yasaklarından uzak duran kimsenin orucu, her uzvunu birer kez yıkayarak abdest
alan kimsenin abdes-ti gibidir. Böyle biri farzı yerine getirip fazileti ifa
etmediği halde kıldığı namaz makbul olur. Böyle bir oruçlu, genişlik için
orucunu bozan, ama farziyeti noktasında oruçlu olan biridir.
Yeme içme ve
cinsi münasebetten oruç tutmasının yanısıra sözkonusu altı uzvunu da
günahlardan koruyan kimsenin orucu, her uzvunu üçer kez yıkayarak abdest alan,
sonra da farz ve mendubu ifa eden kimsenin abdesti gibidir. O, hem farzı, .hem
de fazileti yerine getirdiği için ihsan ehlinden ve ulemaya göre hakiki
oruçlulardan sayılır. Bu tür oruç, Allah Teala'nm Katabı'nda övülen ve akıl
sahipleri olarak vasfedilen değerli kimselerin orucudur.
Orucun
faziletleri arasında, yukarıda sayılan uzuvların arzu ve şehvetlerinden uzak
durmak, şüphelere, mubahlara yanaşmamak ve şehveti harekete geçiren
alışkanlıkları terketmek ve az da olsa helal rızıkla iftar etmek yeralır. Oruç,
bütün bunlara riayet edilerek saflaştırılır.
Oruçlu, oruç
esnasında hanımını öpmemeli, teniyle ona temas etmemelidir. Bu, orucunu bozmasa
da, faziletini eksiltir. Bu tür hareketlere yanaşmamak, imanı ve iradesi
kuvvetli kimseler için daha hayırlıdır. Oruçlu, gündüz uykusunu az tutmalı,
sürekli zikirle orucunu hatırlayıp akletmeli, açlık ve susuzluğunu devamlı
hissetmelidir.
Selef-i
Salih sahur yemeğini iki üç hurma ve birkaç zeytin ile azıcık su içerek
geçiştirirler di.
Hatta
kimileri sahur yemeği olarak hayvan yemi yer ve bununla sahurun bereketine
ulaşmak isterlerdi.
Oruçlu,
Yaratan'ı fazlaca zikredip yaratılmışları anmayı azaltmalı, dilini onlarla
meşguliyetten sıyırdığı gibi kalbini de onlara dönük kaygılardan uzak
tutmalıdır. Bu tür davranış, oruç için ne-zahete daha yakındır. Oruçlu,
başkalarıyla mücadele ve husumete girmemeli, küfür ve kavgadan sakınmalıdır. Bu
gibi hareketler, orucun hürmet ve mahremiyetinden dolayı asla ödüllendiril eme
z.
Oruç tutan
kimse, vakti iyice gelmeden yemekle ilgili hazırlık ve düşüncelere daim amali
dır. Denir ki: Oruç tutan biri, akşam yemeğini vaktinden Önce veya günün hemen
başında iftarı düşünürse ona bir günah yazılır. Oruçlu, kendisine nasip
edilenin azıyla yetinmeli ve buna rıza göstererek iftarını etmeli, Allah
Teala'ya da bol bol şükretmelidir.
Orucun
faziletlerinden biri de, yiyecek ve içeceği olabildiğince azaltmak, iftar
yemeğinde acele edip sahuru tehir etmektir. Oruçlu bir yaş veya varsa tek bir
kuru hurma ile iftar etmelidir. Bu, onun için berekettir. Ya da sadece su ile
iftar etmelidir. Su temizdir. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. O, bir
içim su, sulandırılmış süt veya birkaç hurma ile iftar ederdi.
Bir hadis-i
şerifte de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Nice oruç tutan vardır ki,
oruçtaki nasibi aç ve susuz kalmaktan ibarettir". [49][49] Hadise konu
olan kişiler hakkında değişik tarifler yapılmıştır. Bunlardan birine göre
onlar, gündüz oruç tuttuktan sonra haram ile oruç açan kimselerdir. Bir
diğerine göre ise, helal kılınmış yiyeceklere dokunmazken gıybet yoluyla
insanların etlerini yiyen kimselerdir, üçüncü bir tarife göre ise, gözünü ve
dilini haramdan sakınmayan kimselerdir.
Denilir ki:
Kişi oruçlu iken yalan söylediği, gıybet ettiği veya günah peşinde koştuğu her
an, o günki orucundan düşülür ve birkaç günün oruçları birleştirilerek bu tür
illetlere ulaşmamış tam günlük oruç tahakkuk ettirilir. Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Oruç, yalan ve gıybetle ihlal
edilmedikçe sağlam bir örtüdür[50][50]
Selef-i
Salih, gıybetin orucu bozduğunu bile söylemişlerdir. Onlar, müslümana eziyet
etme endişesiyle abdest alırlardı. Ateşin değdiği şeylerden dolayı abdest alma
hususunda şu söz rivayet edilmiştir: Çirkin bir sözden dolayı abdest almam,
benim için temiz bir yemekten dolayı abdest almamdan daha sevimlidir.
Bişr b.
el-Hars, Süfyan'dan (ra) şunu rivayet etmiştir: Kim gıybet ederse, orucu
bozulur. Leys kanalıyla Mücahid'den de şu söz rivayet edilmiştir: İki şey
vardır ki orucu bozarlar: Gıybet ve yalan.
Cabir (ra),
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Beş şey orucu
bozar: Yalan, gıybet, kovuculuk, yalan yere yemin ve şehvetle bakış".
Denir ki:
İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki onların bir Ranıazan'ı tamamen oruçla
geçirmiş olmaları için on veya yirmi Ramazan'ı oruçla geçirmeleri gerekir.
Namaz ve zekat gibi diğer farzlar da böyledir. Kulun buralardaki eksikliği de
nafile ve sadakalarından ikmal edilerek giderilir.
Yine bu
meyanda şöyle denilmiştir: Kulun orucu, beş günde sıhhat kazanır. Tıpkı bir
namaz, beş vakit namazla ancak sıhhat bulduğu gibi. Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gıybet eden kimse orucunu yırtmış
olur. Bağışlanma dileyerek onu onarmalıdır". Denildi ki: Allah Teala farz
kıldığı hiçbir şeyde ondan gayrisine rıza göstermiş değildir. O, farz
kıldığının yapılmasını ister ve kulu bununla hesaba çeker. Allah Teala'nm afn,
birçok günahı kapsar.
Oruç
ibadetiyle murad edilen, sırf aç ve susuz kalmak olmayıp aynı zamanda
günahlardan sakınmaktır. Daha önce belirttiğimiz gibi namaz ibadeti ile murad
edilen de, fuhuş ve çirkin işlerden uzaklaşmaktır. Nitekim Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kişi yalan sözü ve onunla amel
etmeyi terketme-dikçe, Allah Teala'mn onun yiyecek ve içecekten uzak durmasına
ihtiyacı yoktur".[51][51]
İslam dini
hac ile kemal bulurken, müslüman oluş da onunla tamama erer. Haccm farzları
hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ona yol bulabilenler için Ev'i
haccetmek, Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır". (Al-i İmran/97) Allah
Resulü (sav) ayetteki "yol/imkan" bulabilme ifadesini azık ve binek
bulabilmekle tefsir etmiştir.
Kul, azık ve
binek bulduğu zaman hac farizasını ifa etmekle yükümlü olur. Bunlara sahip
olmasına rağmen haccı ertelemek mekruhtur. Eğer haccetmemiş veya durumunun
bozulması sebebiyle imkansızlıktan dolayı hacca gitmemiş olarak ölürse, O'na
karşı günah işlemiş olur.
Allah
Teala'nm imkan verdiği günden Öldüğü ana kadar sürekli günah işlemiş sayılır.
Böyle biri, İslam'ın kemaline ulaşmaktan uzaktır. Çünkü Allah Teala İslam'ı hac
farizası ile kemale erdirmiştir. Nitekim Arefe Günü indirdiği ayet-i kerime
şöyledir: "Bugün dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve sizler için din olarak İslam'dan razı oldum". (Maide/3)
Allah Resulü
(sav) de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Müzmin bir hastalık veya
zalim bir sultanın engellemesi olmaksızın hacca gitmemiş olarak ölen kimse,
yahudi veya hıristiyan olarak ölmeyi Önemsemeyen kimsedir".
Ömer (ra)
şöyle demiştir: Bir ara şuna niyetlendim: İmkanı olduğu halde hacca gitmeyen
kimselere cizye vergisi koyayım. Sa'id b. Cübeyr, İbrahim en-Neha'î, Mücahid ve
Tâvus'dan şu söz nakledilmiştir: Eğer üzerine hac farz olduğu halde hacca
gitmeyen zengin birinin öldüğünü duysam, onun cenazesini kılmam.
Selef-i
Salih'den bir zatın hali vakti yerinde bir komşusu vardı. O zat, hacca gitmeden
ölen zengin komşusunun cenaze namazını kılmamıştı. İbni Abbas (ra) da şöyle
derdi: Zekat vermeksizin ve hacca gitmeksizin ölen kimse, dünyaya geri
döndürülmeyi ister. O, bu sözü şu ayet-i kerimenin tefsirini yaparken söylemiştir:
"Rab-bim, beni geri döndür, belki ardımda bıraktığım (dünyada) salih amel
işlerim". (Müminun/99)
Bu anlamdaki
bir diğer ayet-i kerime de şudur: "Rabbim, beni yakın bir tarihe
erteleseydin, tasdik eder ve salihlerden olurdum". (Münafîkun/10) Yani
zekat verir ve hacca giderdim. İbni Abbas (ra) bu ayet-i kerimenin müslümanlar
için en ağır hükmü içerdiğini söylemiştir.
Yürüme gücü
olan veya çalışabilir durumda olan birinin de yol emniyetinin bulunması
durumunda haccetmesi, kendisi için faziletli bir amel olur. Yayan olarak
hacceden kimse için attığı her adımda yedi yüz hasene yazılır. Binek üzerinde
giden hacı için de hayvanın attığı her adımda yetmiş hasene yazılır. Yürüme
gücü, bazı alimlere göre ayetteki "yol/imkan bulma" şartının ifası
için yeterlidir.
Ulemanın
geneline göre haccm farzları altıdır. Onlar, bu farzlardan üçü üzerinde
ihtilaf ederken, diğer üçü üzerinde ittifak etmişlerdir. İhtilaf ettikleri
farzlar, Sa'y, Kurban gecesi Müzdelife'de geceleme ve Kurban günü şeytan
taşlamadır. İttifak ettikleri ise, Hac için ihrama girme, Arafat'ta vakfede
durma ve Kabe'yi tavaf etmedir. Alimler, bunlar dışındaki esasların sünnet ve
müstehab babından oluşu hususunda da farklı görüşlere sahiptirler.
Biz,
çoğunluğun yani Cumhur'un mezhebini tercih etmekteyiz. Buna göre haccm farzları
dörttür:
1. ihrama girmek.
2. Arefe günü güneşin zevalinden Kurban günü fecrin
doğuşundan öncesine kadar Arafat'ta vakfe yapmak.
3. Vakfe ve şeytan taşlamanın ardından ziyaret tavafını
yapmak.
4. Hac için ihrama girildikten sonra Safa ile Merve
tepeleri arasında sa'y yürüyüşünü eda etmek.
Sa'y, Arafat
vakfesinden önce yapılabileceği gibi sonra da yapılabilir. Bunlar dışındaki
hac kuralları sünnet ve müstehab babında değerlendirilir. Bunlardan bazıları
müekked, bazılarının terki kefareti gerektiriri, ve bazılarının da
yapılmamasında hiçbir beis yoktur.
Kabe tavafı
üçtür. Bunlardan biri farz olup terkedilmesi halinde hac batıl olur. Bu
tavafa, Ziyaret Tavafı denir. İkincisi sünnet olup terkedilmesi halinde kefaret
vermek gerekir. Haccm tam olmasını engellemeyen bu tavafa da Veda Tavafı
denir.
Üçüncüsü ise
müstehab olup terkinden dolayı hiçbir şey gerekmez. Bu tavafa da Vurûd Tavafı
denir. Haccm farz, hüküm ve şekilleri hakkında naklettiklerimiz, kitabımızın
amellerle ilgili diğer bölümlerinde de yaptığımız üzere azık miktarıyla
sınırlanmıştır. Hac ve menasikle ilgili olarak nakledilen hadis ve görüşleri,
müstakil olarak hazırladığımız Kitabu menâsiki't-Hacc adlı kitapta bütün
boyutlarıyla ele aldık. [52][52]
Bu bölümde
haccın fazilet ve adabıyla birlikte marifet yoluna giren sülük ehlinin hacda
takip ettikleri yol ile hacıların faziletlerini anlatmaya çalışacağız. Allah
Teala buyurdu ki: "Hac, bilinen aylardadır. Bunlarda haccetmek farz olan
-yani haccı üzerine farz görerek Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin dokuz gününde
ihrama giren kimse için- hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga etmek yoktur".
(Bakara/197)
Ayette geçen
"rafes" kelimesi, her türlü boş iş, küfürlü söz, kadınlarla oynaşma
ve cilveleşme, onlarla cinsi münasebet hakkındaki konuşmalar gibi hususları
ihtiva eden zengin içerikli bir kavramdır. "Füsûk" kelimesi ise,
Allah Teala'ya itaatten çıkış, O'nun koyduğu sınırlardan herhangi birini
çiğneme fiillerini ifade eden bir kavramdır. "Cidal" ise, düşmanlık
ve kinin her türlü tezahürünü ihtiva eden bir kavramdır.
Allah
Teala'nın hac menasik ve esaslarını temiz tutmaya yönelik emrine konu olan
kötü fiillerin geneli bu üç kelime ile ifade edilmiştir. Bunlar, günah ve
kusurların ana kollarını oluşturan masi-yetlerdir. Hac, sözlükte yüceltilen
birini ziyarete gitmek anlamındadır. Araplar, tazim ve ihtiramda bulundukları
Numan'm ziyare-
tine gidişi
ifade etmek için "Nehuccu ilâ Nu'mâne=Numan'ı ziyaret edeceğiz, ona haccedeceğiz"
derlerdi.
Hacı,
haccetmeye niyetlendiği zatı yüceltip tazim etmelidir. Ziyaretinin
"Hac" olarak nitelenebilin esi için gerekli olan temel husus budur.
Hac aynı zamanda açık bir yola sülük etmek/yola girmek anlamında da
kullanılmıştır. Bunda belli bir maksad ve faydaya dayanma sözkonusudur.
Hac,
"nüsk" konumunda "mahaccet" kelimesinden türetilmiş bir
kavramdır. "Nüsk", yol kavramı için konulmuş bir isim olup
"mensik" kelimesinden türemedir. "Mensik" yol
isimlerindendir. Bunun çıkış yeri de kurban kesimidir. "Nâsik=Kurban
kesen/yola giren" de bu esasa dayanılarak böyle isimlendirilmiştir. Çünkü
o, kendisini ahirete götüren yola girmiş kimsedir.
Haccm
faziletlerinin ilki, onu Allah Teala'nın rızasına halis kılmaktır. Hac
esnasında harcanan para helal olmalı ve hacı bu süre zarfında ticaretten elini
çekmelidir. Çünkü ticaret, kalbi meşgul ederek ihlası dağıtır.
Hacının
kalbi; sakin, her türlü maddi kaygıdan uzak ve heva-dan arınmış ve zikrullah
ile dolmuş olmalıdır. Hacı yalnız önüne bakmalı, arkasına dönmemelidir. Niyetin
sıhhati, doğruluk ve dürüstlükle olur. Nefis de gönüllü olarak harcama ve
infakta bulunmalı, tasadduk ve ahiret azığı toplamadageniş davranmalıdır. Hacdaki
harcama, Allah yolunda harcama gibi olup bir dirhem, yediyüz dirhem sevabına
ulaşacaktır.
Hac, Allah
yolunda yapılmış sayılan fiillerden biridir. Bu husus Allah Resulü'nden (sav)
de rivayet edilmiştir. İbni Ömer (ra) ve diğerleri şunu nakletmişlerdir:
"Yolculukta azığın güzelliği, kişinin keremindendir". Yine O, şöyle
buyurmuştur: "Hacıların en faziletlisi; niyet bakımından en halis,
harcama bakımından en temiz, ya-kini iman bakımından en güzel olandır".
Ibnu'l-Münkedir'in
Cabir'den (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif ise şöyledir: "Kabul edilmiş
haccm ödülü ancak cennettir. Bunun üzerine 'Haccın iyilik ve kabul şartı
nedir?' diye soruldu. O da 'Güzel söz söylemek ve yoksullara yemek yedirmek'
buyurdu".[53][53]
Denir ki:
Haccın sefer ve yolculuk olarak isimlendirilmesinin sebebi, cinselliğe ilişkin
hususlardan, bazılarına göre nefsani sıfatlardan uzaklaşmadır. Çünkü sılada
arkadaşlığı güzel olan kimsenin, seferdeki arkadaşlığının da güzel olması
gerekmez.
Adamın biri,
birini tanıdığını söyleyen dostuna şöyle demişti: Onunla güzel ahlakın
esaslarını sınayacağın bir yolculukta beraber oldun mu? O, 'Hayır1 dedi. Bunun
üzerine şöyle dedi: Kavga etmedikçe, riyayı çoğaltmadıkça, kadınlara
bulaşmadıkça ve münakaşaya girmedikçe onu tanıdığını söyleyemem. Bişr b.
el-Hars'm şöyle dediği rivayet edilmiştir: Süfyan dedi ki: Her kim kadınlara
yanaşırsa, haccı fasid olur.
Hacı, haccın
hüküm, farz, fazilet ve menasikini hacca niyet ettiğinde güzelce öğrenmeli,
bunu kendisi için en önemli husus olarak görmeli ve bütün sefer şartlarını
önüne almalıdır. Çünkü seferinin maksad ve gayesi hacdır. Kul, bu bilgileri
asla ihmal etmemeli ve onları kendisi için dürüst bir refakatçi, sevgi dolu
bir alim gibi görmelidir. Zikri unuttuğu zaman kendisine hatırlatırken, hatırladığında
yapmasına yardım eder. Korktuğunda onu yüreklendirirken, aciz kaldığında ona
güç verir. Zannı kötüleşip yüreği daraldığında yüreğini açarak zannını
iyileştirir.
Kişi, yol
arkadaşına muhalefet ve sürekli itirazda bulunmamalı, ona güzellikle
davranmalı, yumuşak ve hoşgörülü, insanlara karşı barışçı olmalı, onların
verdiği eziyete karşı sabırlı olmalıdır. Bütün bunlar, haccı faziletli kılar.
Devenin veya binek havanının palanı üstünde oturarak haccetmek, takva
sahiplerinin haccı ve Selef-i Salih'in izledikleri yoldur. Denir ki: Ebrâr
zümresinin haccı, develerin semerleri üstünde gerçekleşir.
Süfyan-ı
Sevri (ra) babasından şunu nakletmiştir: Kûfe'den hac için Kadisiye'ye gittim
ve yolda çeşitli beldelerden hac yolculanyla karşılaştım. Hacıların tamamını
binek hayvanları, develer ve tahtırevanlarda gördüm. Hepsinin de yüklerini
tutmuş olduklarına şahit oldum.
Mücahid,
İbni Ömer'e (ra) 'Hac kafilesi geldi, ne kadar da çok hacı var!' dediğinde
şöyle demiştir: Ne kadar da az hacı var! Ne kadar da çok binekli var! İbni
Ömer (ra) develerin üstüne vurulan çadır ve tahtırevan gibi bidatleri gördüğü
zaman 'Hacılar az, binekliler çok' eterdi. Sonra hasırların üstünde oturan
perişan halli hacılara şahit olduğunda ise, (Ne kadar da güzel bir hacı!'
demiştir.
Hacı,
perişan görünümlü, azık ve yük bakımından hafif, ancak zaruri ihtiyaçlarımtaşıyan
kimse olmalıdır. Eşya ve yükünde aşırıya gitmemeli, kendisini ve yol
arkadaşını sıkmaman, herşeyde yeterli olanla iktifa etmeli ve kırmızı renkli
giysilerden uzak durmalıdır, Çünkü bu tür giysiler giymek mekruhtur.
Allah Resulü
(sav) devrinde şöyle bir hadisenin yaşandığı rivayet edilmiştir: "O, bir
seferde ashabıyla birlikte bir konak yerinde mola vermişti. Develer serbest
bırakılmıştı. Allah Resulü (sav), develerin yalanları üzerindeki kırmızı
örtüleri görünce, 'Size kırmızının hakim olduğunu görüyorum' buyurdu. Ashab
ayaklandı ve koşarak develerin palanlarındaki örtüleri çekip almaya
başladılar. Bunu o kadar telaşla yaptılar ki develerden bir kısmı ürkerek
kaçtı".
Hacı, şöhret
celbedecek giysilerden ve gözlerin dikileceği eşya ve malzemelerden sakınmalı,
gösteriş için israfta bulunanlara ve övünmeyi seven ehli dünyaya benzemeye
çalışmamalıdır. Aksi tak^ dirde kibir ehli arasında yazılır. Dünyevi nimetleri
ve refah düzeyini yükseltmeye de çalışmamalıdır. Çünkü bunlar, Allah yolunda
müstehap görülmemiştir. Allah yolunda sıkıntı, çile, susuzluk ve zorluk
arttıkça yapılan amelin fazilet ve sevabı da artar.
Allah Resulü
(sav) bir devenin üstünde haccetmişti. Bindiği deve, çelimsiz bir deveydi ve
üstünde dört dirhem değerinde kadife bir örtü vardı. Allah Resulü (sav),
müslumanlarm kendisini görerek sünnetini koruyabilmeleri için devesi üstünde
tavaf etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Hac menasikinizi benden Öğrenin"[54][54]
Yine O,
şöyle dua ederdi: "Lebbeyk Allahım Lebbeyk! Gösterişsiz ve riyasız bir
hac ile!" Başka bir hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Lebbeyk! Muhakkak ki (gerçek) hayat, ahiret hayatıdır".
Allah Resulü
(sav) hacılara saçların dağınıklığını ve tevazuyu emrederken refah ve nimet
içinde yüzmekten sakındırmışlar.. Fuda-le b. Ubeyd'in rivayet ettiği hadiste de
böyle denilmektedir.
Başka bir
hadiste ise şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Hacı, ancak saçı başı
dağınık ve fısıltıyla konuşan kimsedir. Allah Teala meleklerine şöyle buyurur:
Benim evimi ziyaret edenlere iyice bakın. Onlar derin vadilerden saç baş
dağınık ve toz içinde Bana gelmişlerdir".
Allah Teala
yüce Kitabı'nda da şöyle buyurmuştur: "Sonra kirlerini gidersinler".
(Hac/29) Ayetteki kirlilik, saç baş dağınıklığı ve toza bulanmış olmadır. Bunun
giderilmesi, saçın tıraş edilip tırnakların kesilmesiyle mümkün olur.
Ömer b.
Hattab (ra) ordu komutanlarına gönderdiği bir emirde şöyle demişti:
"Askerlerinize eskileri giydirin, huşuneti yeğleyin". Hadis ehlinden
bir zat bu sözü biraz değiştirerek şöyle demiştir: Ömer (ra) tarafından
sünnetin iskat edilerek tıraşın emredilmesi muhtemel değildir. O, Haricilerin
mezhebini beğendiği için Sa-biğ'e şöyle demiştir: Başını aç! Sabiğ'in saçının
iki örgüye sahip olduğunu görünce şunu söylemişti: Eğer tıraşlı olsaydın boynunu
vurmuştum.
Hacı,
giyecek ve kullandığı eşya bakımından Yemenlilere benzemeye çalışmalıdır.
Çünkü onların hacda izledikleri yol ve adetleri takip etmek, Selefin takip
ettiği yola girmektir. Allah Resulü (sav) de, bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Onların sıfatlarını aşan ve yollarına aykırı giden kimse bidatçi ve
muhdistir".
Yine bu
anlamda şöyle denilmiştir: Yemenliler, hacıların süsleridir. Çünkü onlar,
Sahabe'nin ve Selefin izledikleri yol ve usûl üzeredirler. Onların azla
yetinmeleri ve nadir bulunur olmaları nedeniyle övülmeleri babında şöyle
denilmiştir: (Yemenli hacılar) ateşten dolayı köpürmez, yolun meşakkatinden
dolayı bunalmazlar.
Geçmiş
ulema, halktan birinin Mekke yoluna çıktığını gördükleri zaman şöyle derlerdi:
Filan kişi haccetmek üzere yola çıktı demeyin. Misafirlik niyetiyle yola çıktı
deyin.
Hac
yolculuğunda kullanılan tahtırevan ve çadırlı develerin Haccac b. Yusuf
tarafından ortaya çıkarıldığı ve halkın da bu adeti benimsediği söylenmiştir. O
dönemin alimleri bunu kınamakta ve bu tür bineklere binmeyi mekruh saymakta
idiler. Ben de bu tür çadır ve tahtırevanların, hayvanları telef etmesinden
endişe ederim. Yaklaşık dört adam ağırlığındaki bu tür çadırlar, ağırlıklarının
yanısıra hayvanların aşırı ezilmesi ve yetersiz beslenmesi sebebiyle
ölümlerine yol açmaktaydı.
Hacılar,
mümkün olduğunca, bineklerinin üstünde uyumamah-dırlar. Çünkü uyuyan kimsenin
hayvana daha ağır geldiği söylenir. Vera' ehli binek hayvanlarının sırtlarında
asla uyumaz, ancak otururken aralıkları içleri geçebilirdi. Yine onlar,
binekleri üstünde uzun süre durmazlardı. Çünkü bu da hayvanlara ağır gelen bir
dirimdir. Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Bineklerinizin sırtlarını yatak edinmeyin [55][55]
Kiralık devenin üstünde, ancak örfe uygun miktarda yük taşınabilir.
Bir adam
İbnu'l-Mübarek'e 'Şu mektubu benim için yanında ta-şıyıver1 demişti. Ona şöyle
dedi: Deve sahibinden izin alabilirsem olur. Çünkü ben onu kiraladım. Kişi,
sabah ve akşam vakitlerinde bineğinden inerek onu dinlendirmelidir. Bu konuda
Allah Resulü'nün (sav) fiili sünneti ve birçok hadis nakledilmiştir.
Selef-i
Salih'ten bazıları ise binek hayvanının sırtında uyuklamayı doğru bulur ve
sırttan inmemeyi şart koşarlardı. Onlar sadece hayvanların rahat etmesi için
onlara iyilikte bulunarak sırtlarından inerlerdi. Zahir ulemasından biri şöyle
demiştir: Binekli olarak haccetmek, masraf ve harcaması sebebiyle daha
faziletlidir. Çünkü bu, nefsi bunaltmaya daha uzak ve ona eziyet bakımından
daha hafif olduğu için, haccm selamet ve kemaline daha yakın görülür.
Bize göre
haccm durumu iftara benzer. Kişinin tabiatına ağır geldiği, sabrı tükendiği ve
sıkıntısı arttığı vakit açtığı iftar daha faziletli olur. Aynı şekilde güzel
ahlak ve yürek genişliği de faziletlidir. Bu, bazı kimselere mahsus bir hal de
olabilir. Çünkü bazı kimseler, sıkıntıya mahkum, asabi yaratılışlı ve sabırsız
olabilirler. Kimi zaman yayan gitme imkanı da olmayabilir.
Mekkeli
fakihlerimizden vera' sahibi bir zata, Mekke'den Aişe Mescidi olarak bilinen
umre mikatma gidilerek yapılan umreler hakkında şöyle bir soru sormuştum: Acaba
Mekke'den mikat yerine yayan gitmek mi, yoksa bir dirheme eşek kiralayarak
onunla gitmek mi daha faziletlidir? Alim şu karşılığı verdi: Bu, sözkoimsu
mesafenin insanlara zor görünmesine bağlı olarak değişir. Eğer bu mesafeyi
yürümek kişiye zor geliyorsa, zorluktan dolayı yayan gitmesi daha
faziletlidir. Eğer bir dirhem vererek eşek kiralamak ona daha zor geliyorsa,
nefsini buna zorlaması için kiralaması daha faziletli olur. Alim zat sözüne
devam ederek şöyle dedi: Bu durum, insanların müreffeh olmaları noktasındaki
farklılığa bağlı olarak da değişiklik arzeder. Böyle kimselere yürümek daha
ağır gelebilir. Bize göre umre mikatma yürüyerek gitmek daha faziletlidir.
Gücü yeten
ve bundan sıkılmayan kimse için yürüyerek haccetmek çok daha faziletlidir.
Böyle birinin, buna teşvik eden bir azim ve yüreğinin de olması gerekir. Ehli
Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Ahir
zamanda hacceden kimseler dört sınıftır: Gezinti için hacceden sultanlar;
Ticaret için hacceden zenginler; Dilenmek için hacceden fakirler; Şöhret için
hacceden alim ve kariler".
Hac için
ücret talep etmek, dünyevi bir çıkar umarak başkasının yerine haccetmek mekruhtur.
Alimlerden bir topluluk bunu mekruh saymıştır. Çünkü hac, ahiret amellerinden
biri olup tıpkı namaz, ezan ve cihad gibi Allah Teala'ya yakınlığı hedefleyen
bir ibadettir. Bu tür ibadetlerden ancak uhrevi sevap hasıl olur. Allah Resulü
(sav) müezzin olarak görevlendirilen Osman b. Ebi'l-'As'a şöyle buyurmuştur:
"Sabah ezanı için ücret alma [56][56]
Bir
defasında da Allah Resulü'ne (sav) cihad için sefere çıkan ve buna karşılık üç
dinar alan birinin durumu sorulmuştu. O, şöyle buyurdu: "Onun için dünya
ve ahiret bakımından aldığı üç dinardan başka bir karşılık sözkonusu
değildir". Eğer kulun niyeti ahiret ve azmi Allah Teala'ya yakınlık olup
bunu almak zorunda kalmışsa, Allah Teala ahiret niyetine dayanarak dünyalık
verebilir. Ancak dünyalık niyetine uhrevi karşılık vermez. O kimsenin de bu
durumda olduğunu ümid ederim.
Bir hadis-i
şerifte de hac konusunda Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Tek bir hac için üç kişiye ecir verilir ve hepsi de cennete
girerler: Onu vasiyet edenler; Vasiyeti uygulayan; Haccı ikame eden hacı ki o,
rnüslüman kardeşinin mesuliyetten kurtulmasına ve onun farzını edaya niyet
etmiştir".
Cihadına
karşılık ücret alan mücahidin durumu, Musa'nın (as) annesinin durumuna benzer.
O, kendi çocuğunu emzirmesine karşılık ücret almış ve bu ücret kendisine helal
kılınmıştır. Aynı şekilde mücahidin niyyeti de cihad ise, onun için gerekli
yardıma muhtaç : olduğunda onu isteyebilir. Bunun gibi haccı ile ahiret
sevabına ve j Allah Teala'nm rızasına nail olmaya niyet eden kimse de,
üzerinde- j ki yükümlülüğün ifasından sonra haccı için verilen ücreti alabilir.
Haccın
faziletlerinden biri de, insanları hac yolundan çeviren j Allah düşmanlarına
mal ile destek vermemektir. Çünkü mal ile { destek ve takviyede bulunmak, can ile
desteklemeye eşittir, insan- i lan Mescid-i Haram'dan engellemek, bizzat
menetme ve yolu mu- \ hasara etme şeklinde olur. Bu tür çirkin fiillerin
maksadı ise insan-: lardan para almaktır. Müslüman hacı, bunlardan kurtulma
yolla- j rım aramalıdır.
Alim bir zat
bu gibi durumlarda nafile haccı terkedip geri dön- j menin daha faziletli
olduğunu söylemiştir: Bu gibi zalimlere destek i olmaktansa, nafile haccı
terketmek daha hayırlıdır. Çünkü ona gö-1 re bu, dine sonradan sokulmuş bir
bidat ve müminlerin dinine ka- j rıştırılmış çirkin bir adettir. Bu fiilde,
alandan da verenden de kay-! naklanan bir bidat sözkonusudur.
j
Bize göre de
hüküm, aynen bu değerli alimin ifade ettiği gibidir.ı Çünkü hacıların yoluna
çıkarak onlardan para talep etmek, sünneti haline getirilmiş bir bidattir.
Bunda alçalma, zillet ve nafile haccı! eda etmemeden daha kuvvetli bir
olumsuzluk mevcuttur. Aksini düşünmek dahi mümkün değildir. Yol kesicilere
verilen bu haraç, İslam ve müslümanlar
açısından cizyeye denk bir aşağılama ve zillettir.
Allah Resulü
(sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Müslü-; inanlardan her biri İslam'ın
gediklerinden birini tutar. Eğer onlar mevzilerini terkederlerse, İslam'a senin
bulunduğun yerden saldı-: rılmaması için yerini sıkı tut
Meşhur bir
hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiş-i tir: "Müslümanlar
tek bir beden gibidir. Müslümanm diğer müslü-i inanlara göre durumu, başın
vücuda göre durumuna benzer. Vücut,! başın ağrısından dolayı rahatsızlık duyar.
Baş da vücudun ağrısın-; dan dolayı ağrı çeker".[57][57]
Bazıları,
zaruret bulunduğu teviliyle buna ruhsat verme görüşünü savunabilir. Ancak
durum, onların zannettiği gibi değildir,' Çünkü hacının geri dönmesi halinde
yol kesen eşkıya ondan hiçbirşey alamayacaktır. Hatta zenginliğin tesiriyle
ihdas ettikleri tahtırevanlarda ve süslü çadırlarda olsalar bile para vermek
durumunda olmayacaklardır.
Eğer
sözkonusu haracı verirlerse, zaruret ortadan kalktığı için gönüllü olarak,
isteyerek ve iradi olarak vermiş olacaklardır. Belki de bu, develerinin
sırtlarında taşıdıkları çadırlar ve hayvanların taşıyabileceğinden çok daha
ağır yüklere karşılık onlara verilen bir cezadır. Onlar, bir hayvanın
çekebileceğinden dört kat fazla mal ve fuzuli eşya ve ticari mal yüklemek
suretiyle onların ölümüne sebep olmaktadırlar. Bu yüzden de, o hayvanların
telef edilmesinden dolayı hesaba çekileceklerdir.
Yollarda
verdikleri haraçlar, belki de bu suçların bir cezası olarak gündeme
gelmektedir. Onlar zavallı hayvanlara ticari sermayelerini, gereksiz eşyaları,
şüpheli malları fazlasıyla yükleyen veya hacdan başka niyetlere sahip olan kuşkulu
kimselerdir.
Ebu'd-Derda'nın
(ra) ölen devesine şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ey deve! Rabbi'nin
huzurunda benden davacı olma. Çünkü sana taşıyamayacağın yükler yüklemedim.
Allah Teala,
bir günahı benzeri bir günahla, ya da daha ağırıy-la cezalandırır. Hacı, hac
görevlerini ve menasikini ifa ederken saçı başı dağınık ve toz içinde
olmalıdır. Sünnete uygun olan budur. Yolda Allah Teala'yı sürekli zikretmeli,
hac görevlerini eda ederken devamlı surette O'nu anmalı ve gafillere de O'nu
hatırlatarak diğer insanlar hakkında konuşmayıp kendini ilgilendirmeyen
konularda sükutu yeğlemelidir.
Yeterli
olanda zorlamaya gitmeyerek mükellef kılmmadığı hususlara müdahil olmamalıdır.
İyi bir şey gördüğünde onu emretme-li, çirkin bir şey gördüğünde ondan sakındırmalıdır.
Bütün bunlar, haccın ecrini arttıran ve hacıyı faziletli kılan hususlardır.
Hacının
inikat noktasında hac ve umreyi birleştirmesi müste-hap görülmüştür. Çünkü
bunda Allah Teala'ya daha fazla yaklaştıracak bir alışkanlığı benimseyerek
kendi beldesinin mikat noktasında iki ibadeti birleştirme sözkonusudur. Bunu
tercih eden bir hacı, umreyi de ifa etmiş olacaktır. Zira umre Kur'an-ı
Kerim'de hac ile birlikte anılmıştır.
Ayrıca umre,
ulemadan birçoğuna göre hac gibi farz kılınmış bir ibadettir. Selef-i Salih'ten
bir topluluk, hacca umre ile başlamayı ve onu haccın önüne almayı daha güzel
görmüştür. Hasan el-Basri (ra), Ata, İbni Şirin ve Neha'î bu alimlerden
bazıları dır. E nes't en (ra) rivayet edilen bir hadise göre Allah Resulü fsav)
hac ve umreyi birleştirmiş ve her ikisine birlikte başlamıştır.[58][58]
İbni
Seleme'nin kardeşi, Zabiy b. Ma'bed'den şunu nakletmiştir: Bir defasında hacca
gitmeye niyet etmiştim. İlim ehlinden bir zat bana hac ile başlamayı tavsiye
etti. Ben de fıkıh ehlinden birine danıştım. O da hac ile umreyi birlikte eda
etmemi tavsiye etti. Ben de öyle yaptım. Her ikisiyle telbiyede bulundum. Daha
sonra Ömer'in (ra) yanma vardığımda kendisini durumu bildirdim. O da şöyle dedi:
Peygamberi'nin sünnetine uymuşsun.
Hacı, umreyi
daha önce yaparsa, Temettü' Haccı'nda bulunmuş olur. Bilahare haccederse Hacc-ı
İfrad'ı eda etmiş olur. Böylesi daha faziletlidir. Ulemadan bir topluluğun
tercihi bu yöndedir. Hacc-ı İfrad ile yalnız haccı eda ederse, o zamanda, Allah
Resulü'nden (sav) nakledildiği üzere sadece haccı eda etmiş olur. Bu, Aişe (ra)
ve Gabimden (ra) rivayet edilmiştir.
Kişi haccını
eda ettikten sonra kendisi için tayin edilmiş mikat noktasına gelir ve umreye
niyetlenir. Bu da güzeldir. Allah Teala buyurdu ki: "Haccı ve umreyi Allah
için tamamlayın". (Bakara/196) Ömer (ra) ve Osman'ın (ra) hac ile umreyi
tamamlama hakkındaki görüşleri de bu yöndedir. İkisini ayrı ayrı eda etmek de
onları tamamlamak babından sayılmıştır.
Hacc-ı
Kıran'da tavaf etmeli, iki tavafı tamamlamalı ve iki kez sa'yde bulunulmalıdır.
Böylelikle hac ve umreyi birleştirme ya da ayırmaya yönelik ihtilaflar da
giderilmiş olur. Kul, ihramda iken bol bol telbiyede bulunmalıdır. Telbiye, hac
esnasında yapılacak zikirlerin en faziletlisidir. Telbiyede bulunulurken ses
mümkün olduğunca yükseltilmelidir.
Telbiye
lafzı olarak Sahabe'den nakledilen metin şudur: "Leb-beyk yâ ze'l-me'âric!
Lebbeyk haccen hokkan ta'abbüden ve rikkan! Ve'r-rağbâ'ü ileyke
ve'l-'amelu!" Telbiyede Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen metinle iktifa
edilirse, bu da güzeldir.
Hacıya farz
kılınmamış olsa da, hac esnasında kurban kesmekdaha faziletlidir. Kesilen
hayvanın etini yemekten sakınılmalıdır.
Hacc-ı
Kıran, temettü've kefaret için kesilen hayvanların etlerinde olduğu gibi, farz
kılınmış kurbanlıkların etleri de yenmez.
Farz
kılınmadığı halde nafile olmak üzere kesilen hayvanların etlerinden yemek
müstehaptır. Kesilecek havyan, hadislerde belirtilen sekiz kusuru
taşımamalıdır. Bu sekiz kusur şunlardır: 1. Eksik uzuv, 2. Kulakta yarık, 3. Boynuzda
kırık, 4. Uyuzluk, 5. Kulağın üstten yarık olması, 6. Kulağın önden yarık
olması, 7. Kulağın arkadan yırtılmış olması, 8. Aşırı derecede zayıf ve
dermansız olması.
Bu meyanda
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'ın nişanelerini tazim ederse,
bu da kalplerin takvasmdandır". (Hac/32) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde,
kurban hayvanlarının besili ve güzel olmalarının kasdedildiği söylenmiştir.
Kurbanlıkların
en faziletlisi dişi deve, ardından inek, ardından beyaz boynuzlu koç, ardından
keçidir. Kesilecek kurbanlığın mikat yerinden getirilmesi daha doğrudur.
Böylelikle kurbanlık arama meşakkatinden kurtulmuş olunur.
Selef-i
Salih, üç şeye değer verir ve onlarda değer düşürmeyi mekruh sayarlardı: Hac
kurbanı, azat edilecek köle ve kurbanlık. Onlara göre bunların hepsinde pahalı
ve sahibi için değerli olanı almaya çalışmak daha güzeldir.
Bu hususta
İbni Ömer'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ömer (ra) Mekke'ye çok güzel
bir kurbanlık götürmüştü. Alıcılar bu kurbanlık için kendisine üç yüz dinar
teklif etmişlerdi. Bunun üzerine Allah Resulü'ne (sav) bu hayvanı satarak
parasıyla dişi bir deve alıp alamayacağını sordu. O da kendisini bundan
menetti ve şöyle buyurdu: Hayır, kurban olarak yalnız o hayvanı keseceksin.
Mekke'ye
götürülecek kurbanlığın seçimindeki serbestlik sünnettendir. Bu konuda güzel
davranmalı ve daha fazla kurban kesebilmek için seçilen hayvan
değiştirilmemelidir. Çünkü az ama kaliteli olan, çok ama kalite bakımından
düşük olandan daha hayırlıdır. O günün fiyatlarıyla üç yüz dinara otuz dişi
deve alınabilirdi. Ama az bulunan ve eşsiz güzelliğe sahip olan tek bir hayvan,
birbirlerine benzeyen birçok deveden daha hayırlı görülmüştür.
İbnu'l-Münkedir'in
Cabir'den (ra) rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav)
haccm kabul şartının ne olduğu sorulmuştu. 'Telbiyede sesi yükseltmek ve dişi
deve kurban etmek' bu-
yurdu".[59][59]
Aişe'nin (ra) hadisinde ise Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kurban günü Adem oğlunun yapacağı hiçbir amel, Allah için
kan akıtmak kadar sevimli gelemez. Kestiği hayvan Kıyamet günü boynuzları ve
toynaklarıyla gelir. Onun kanı, yere düşmeden önce Allah Teala'nm huzuruna
düşer. Kurbanlığı güzellikle kurban edin".[60][60]
Başka bir
hadis-i şerifte ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "(Kurbanlığın)
derisindeki her kıl ve kanındaki her damla için size bir hasene vardır.
Kurbanlık, Kıyamet günü teraziye konulur. Müjdeler olsun".
Kurbanlık
hayvanlar içinde sadece koyun bir yaşını tamamladığında kesilebilir. Bunun
dışında keçide iki, inekte üç ve devede beş yaşını bitiren hayvanlar
kesilebilir.
İhrama kendi
memleketinde girmek, hac ve umreyi tamamlayıcı hususlardan ve azimet babından
sayılmıştır. Ömer (ra), Ali (kv) ve İbni Mesud (ra) "Haccı ve umreyi Allah
için tamamlayın" (Bakara/196) ayetinin tefsirinde şöyle demişlerdir: Bu
ikinizin tamama ermesi, halkınızın yaşadığı bölgede ihrama girmenizdir.
Hac
sırasında kalp, Allah Teala'nın icabetinin umulduğu mübarek mekanlarda sürekli
uyanık olmalı, menfaat umulan noktalarda dikkatli bulunmalıdır. Nitekim Allah
Teala şöyle buyurmaktadır: "(Gelsinler) ki kendileri için birtakım
faydalara tanık olsunlar ve (Allah'ın) kendilerine rızık olarak verdiği
hayvanlar üzerinde belli günlerde Allah'ın adını ansınlar". (Hac/28)
Hacının Mekke'den
çıkıp Arafat'ta vakfeye gidinceye kadar, ziyaret tavafından Mina'ya dönünceye
kadar geçen sürede hac mena-sikinin ifa edildiği yerlerde yürümesi müstehab
görülmüştür. Hacıya binek kullanmayı mubah görenler, hac menasiki bitinceye
kadar Mekke'ye yayan olarak gitmeyi müstehap görmüşlerdir.
Abdullah b.
Abbas (ra) vefatı esnasında çocuklarına şu vasiyette bulunmuştur: "Ey
oğullarım, yayan olarak haccedin. Yürüyerek hacceden için, attığı her adımda
harem hasenatından yediyüz hasene vardır. 'Harem hasenatı nasıldır?' diye
sorulduğunda ise şöyle demiştir: Her hasene yüzbin adet olacaktır". «
Hac
esnasında yürümenin en çok vurgulandığı ve faziletli bulunduğu mahaller,
İbrahim (as) Mescidi ile Vakfe arasındaki yol ile, Vakfe'den Müzdelife'ye kadar
olan yol ve bayram günü sabahı Mes-cid-i Haram'dan Mina'ya kadar olan yoldur.
Ayrıca şeytan taşlama günlerinde yürümek de çok faziletli görülmüştür.
Dua, zikir
ve telbiyeye mani olmadıkça Arefe gününü oruçla geçirmek de fazileti muciptir.
Eğer kulun gücü yetmiyorsa, oruç tutmaması daha hayırlıdır^Allah Resulü (sav),
Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) Arefe günü oruç tutmuşlardır. Osman (ra) da o günü
oruçla geçirenlerdendir. \
Hacı,
yollarda yürürken sürekli ibret almalı, ayetleri düşünmeli, Allah Teala'nm
hikmet ve kudretini, insanları çekip çevirmesini tefekkür etmelidir. Allah
Teala'nm her vakit var ettiklerini düşünerek yarattığı herşeyde bir ibret ve
öğüdün bulunduğunu bilmelidir. Hac esnasında kendisini bir ahiret yolcusu gibi
gibi hissetmeli, herşey-den ders çıkarmalı, feraset sahibi olmalı ve gördüğü
herşey kendisini Allah Teala'ya havale ederek O'nu hatırlatmalıdır. Baktığı
herşeyde O'na şahit olmalı, O'nun emri üzerinde tefekkür ederek bunlarla O'nun
hikmetini delili endir m eli ve kudretini teyid etmelidir.
Hasan
el-Basri'ye 'Kabul edilmiş haccm alameti nedir?' diye sorulduğunda şu cevabı
vermiştir: Kulun, ahirete rağbet ederek dünya hakkında zühde yönelmesidir.
Kabul edilen
haccm (=Hacc-ı Mebrûr) sıfatı hakkında da şunlar söylenmiştir: İnsanlara eziyet
etmemek, yapılan eziyetlere tahammül etmek, iyi arkadaşlık, azığı harcama.
Haccm kabul alametinin de şu olduğu söylenmiştir: Alışılmış günahları
terketmek, boş ve kararsız arkadaşları salih dostlarla, heva meclislerini de
zikir meclisleriyle değiştirmek.
Yukarıda
açıkladığımız amellere muvaffak kılman kimsenin bu hali, onun haccının kabul
ediliş alametidir. Bu, Allah Teala'nın hac niyetinde ona şefkat edişinin de
delilidir. Hac yolunda malı veya canı noktasında bir musibete maruz kalan
kimsenin hali de, haccı-nın kabul emarelerindendir. Çünkü hac yolunda
karşılaşılan bir musibet, Allah yolunda şöyle bir infaka denktir: Bir dirhemin
karşılığı yedi yüz kat olacaktır. Bu yolda karşılaşılan musibetler, cihad
yolundaki zorluklar hükmündedir.
Kul, Kabe'yi
bolca tavaf etmelidir. Çünkü bir haftalık tavaf, yüzyirmi rahmet ihtiva eder.
Bu rahmetlerden herbiri de O'nun izniyle Allah Teala tarafmdandır. Çünkü O,
rahmetini kullarından dilediğine mahsus kılar. Bu rahmetlerden her biri için
kazanacağa hasenatın en azı on hasenedir.
'
Ata'nın İbni
Abbas'dan (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Re-sulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: "Allah Teala bu Ev'e her gün yüz yirmi rahmet
indirir. Bunların altmışı tavaf edent ler, kırkı namaz kılanlar, yirmisi de ona
bakanlar içindir".
Başka bir
hadisinde ise şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kabe'yi çok tavaf edin.
Kıyamet günü amel defterlerinizde bulacaklarınızın en basiti fakat amelleriniz
gıbta edilmeye en çok değe!;r olanı odur".
Tavaf
esnasında konuşmayın, sürekli Allah Teala'yı zikredi]) tekbir getirin. O'na
hamdedip Kur'an okuyun. Sükunet ve vakarla!, huşu ve tevazu içinde yürüyün.
İnsanları sıkıştırmayın ve Kabe'ye mümkün olduğu kadar yaklaşın. Hacer-i
Esved'i öperek sağdaki sütunları istilâm edin. Mümkün olursa her seferinde
böyle yapın:
Bir
hadislerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kim Kabe'yi yalınayak ve hüzündü bir haldi tavaf ederse bir köle azat
etmiş gibi olur. Kim de yağmur altında bir hafta tavaf ederse geçmiş günahları
mağfiret olunur". Bu hadis, Hasan b. Ali (ra) tarafından arkadaşlarına
rivayet edilmiş ve onun tarafından Allah Resulü'ne (sav) dayandırılmıştır.
Tavaf
esnasında bayağı niyetlerden ve adi fikirlerden sakının. Denir ki: Kul, bu
diyarda niyetinden dolayı dahi hesaba çekilir. Bu meyanda İbni Mesud'un (ra)
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kul, Mekke dışında hiçbir beldede fiilden
önceki iradesi (niyeti) sebebiyle hesaba çekilmez.
Yine o,
şöyle demiştir: Kul, Mekke'de bir günah işlemeye niyet ettiğinde bile Allah
Teala onu cezalandırır. O, bu sözünün ardından şu ayet-i kerimeyi okumuştur:
"Mescid-i Haram'dan (insanları) geri çevirenler (bilsinler ki), kim orada
(böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı bir azap tattırırız".
(Hac/25) Görüldüğü gibi azap tehdidi, fiile değil irade ve niyete bağlanmıştır.
Denir ki: Mekke'de işlenen suçların cezaları, oradaki hasenatın sevaplarında
olduğu gibi katlarca arttırılarak verilir. Orada işlenen günahlara da, ancak
orada kefaret olunabilir.
İbni Abbas
(ra) şöyle derdi: Mekke'de ihtikar, haramda aşırıya sapma sayılır. Denildi ki:
Orada yalan söylemek bile haktan sapma sayılır. Ömer b. Hattab'ın (ra) şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rekiy-ye'de yetmiş günah işlemem, Mekke'de tek günah
işlememden daha sevimlidir. Rekiyye, Mekke ile Taif arasında bir beldenin
adıdır.
Selef-i Salih'in
vera' ehlinden Abdullah b. Ömer (ra), Ömer b. Abdülaziz (ra) ve benzeri
şahsiyetler, bir çardak Mescid-i Haram'da bir çardak da Harem-i Şerifin dışında
kurarlardı. Namaz ve benzeri bir ibadette bulunacakları zaman Harem-i
Şerifteki çardağa girer ve oranın faziletini idrak etmek isterlerdi.
Onlara göre
Harem-i Şerifin her tarafı, Mescid-i Haram'm içi hükmündeydi. Yemek yemek,
aileleriyle konuşmak veya abdest bozmak istediklerinde ise Harem dışındaki
çardaklarına giderlerdi. Denir ki: Hacıların aileleri, geçmiş zamanlarda
Mekke'ye girdikleri zaman, ayakkabılarını çıkarırlardı. Tıpkı Tuva Vadisi'ne
gösterilen ta'zim gibi Harem'e saygı gösterirlerdi.
Mekke'de
ikamet edenlerden bazıları da, Harem-i Şerifte büyük ve küçük abdest
bozmazlardı. Hatta bazılarının, Allah Teala'mn nişanelerini ta'zim ve O'nun
Harem'ini tenzih etme maksadıyla helallik bölgesinden çıkıncaya kadar ne büyük,
ne de küçük abdest lerini bozmadıklarına bizzat şahit olduk. İyi amellerin
tamamı, Mekke'de katlarca arttırılır. Bir hasene, Mescid-i Haram'da kılman
namaz misali yüzbin hasene sayılır. Bu anlamda İbni Abbas (ra), Enes (ra) ve Hasan
el-Basri'den (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Bir günlük oruç, yüzbin
günlük oruç, bir dirhem sadaka yüzbin dirhem sadakaya denk tutulur". Denir
ki: Yedi hafta tavaf, bir umreye bedeldir. Üç umre ise, bir hacca bedeldir.
Umre, küçük hac olarak bilinir. Allah Teala'nm şu buyruğu da buna delil
mahiyetindedir: "Büyük Hac (Hacc-ı Ekber) günü". (Tevbe/3) Bu, ayet-i
kerime, umrenin küçük hac olduğunu göstermektedir. Araplar arasında umreyi hac
olarak isimlendirenler de vardır. Allah Resulü (sav) de bir hadislerinde şöyle
buyurmaktadır: "Ramazan ayında yapılan bir umre, hacca denktir"[61][61]
Yukarıda
naklettiğimiz esaslar dahilinde haccı eda eden kimsenin durumu, haccm
kabulünün alameti ve Allah Teala'nm onun nfi) yetine olumlu bakışının işareti
sayılır. [62][62]
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Bu Ev'e haccedip kadınlara
yanaşmayan ve günaha sapmayan kimse, günahlarından anasının doğurduğu günki
gibi sıyrılır".
Başka bir
hadiste ise, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her kim, evinden hac
veya umre niyetiyle çıkar ve ölürse, ona Kıyamet gününe dek hac ve umre yapan
sevabı verilir. İki haremden birinde ölen kimse de hesaba çıkarılıp
sorgulanmaz. Kendisine 'Cennete gir1 denir".
Diğer bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kabul edilmiş bir hac. dünyadan ve onun içinde-kilerden daha hayırlıdır.
Kabul edilmiş bir haccm, cennetten başka bir karşılığı yoktur".[63][63]
Konuyla
ilgili bir başka hadis-i şerif de şöyledir: "Hacılar ve umre yapanlar,
Allah Teala'nm elçileri ve ziyaretçileridir. Onlar niyaz ettiklerinde
(istedikleri) kendilerine verilir. Bağış dilediklerinde onları bağışlar. Dua
ettiklerinde kendilerine icabet eder. Şefaat dilendiklerinde şefaat
ederler".
Bir zat,
şunu nakletmiştir: Şeytan, Arafat'ta beşer suretinde bana göründü. Çok zayıf,
sararmış, gözü yaşlı ve beli bükük bir halde idi. 'Seni ağlatan nedir?' diye
sorduğumda şöyle dedi: 'Hacıların ticari kaygı olmaksızın Allah Teala'ya
yönelmeleri. Bu durumda onların amellerini boşa çıkaramamaktan endişe
ediyorum. Bu da beni kahrediyor. Teki bedenini böyle zayıflatan nedir?' diye
sorduğumda ise şöyle dedi: Atların Allah yolunda kişnemeleri. Eğer benim
yolumda kişneselerdi, bundan çok memnun kalırdım. 'Rengin niye sarardı?' diye
sorduğumda da şöyle dedi: "Müslümanların hayır ve iyilik üzerinde
yardımlaşmaları. Eğer günah üzerinde yar-dımlaşsalardı benim çok hoşuma
giderdi. Ta belini büken nedir?'
diye
sorduğumda şu cevabı verdi: Kulun, (Allahım Sen'den hayırlı son niyaz ederim'
demesi. Ne olurdu, ameliyle övünseydi. İşte belimi büken de budur.
Arafat'tan
Müzdelife'ye doğru ifazada bulunan bir adam İbnü'l-Mübarek ile karşılaştı ve
kendisine şöyle dedi: Ey Eba Abdurrah-man! Şu vakitte günah bakımından
insanların en ağırı kimdir? îb-nü'1-Mübarek dedi ki: Allah Teala -hacıları
kasdederek- şu insanları bağışlamamıştır, diyen kimsedir.
Ehli Beyt
kanalıyla rivayet edilen müsned bir hadis de şöyledir: "İnsanların günah
bakımından en ağırı, Arafat'ta vakfede durup da Allah Teala 'hm kendisini
bağışlamadığını zanneden kimsedir". Denir ki: Öyle günahlar vardır ki
ancak Arafat'taki vakfe ile kefaret olunurlar. Cafer b. Muhammed bu haberi
merfıı' olarak rivayet etmiş ve Allah Resulü'ne (sav) dayandırmıştır.
Denildi ki:
Allah Teala, bir kulunun günahını vakfede bağışladığı zaman, o günahı
işleyenlerin tamamını bağışlar. Selef-i Salih'ten bir zat ise, Arefe günü
Cuma'ya rastladığında vakfede duranların bütün günahlarının bağışlanacağını
söylemiştir. Ona göre böyle bir gün, dünyadaki bütün günlerin en
faziletlisidir.
Allah Resulü
(sav) Veda Haccı'nı o gün eda etmiş ve o hacdan sonra başka bir hac ziyaretinde
bulunamamıştır. O gün Arafat'ta vakfede dururken kendisine şu ayet-i kerime
nazil olmuştur: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamam- -ladım ve sizin için din olarak İslam'dan razı oldum".
(Maide/3)
Kitab
ehlinin alimleri de şöyle demişlerdir: Eğer bu ayet bize indirilmiş olsaydı, o
günü bayram ilan ederdik. Ömer b. Hattab (ra) şöyle demiştir: Şehadet ederim ki
bu ayet, iki bayramın birleştiği gün, yani Arefe ve Cuma gününde Allah Resulü
(sav) vakfede iken nazil olmuştur.
Seleften bir
topluluk, "Ki kendileri için bir takım faydalara şahit olsunlar"
(Hac/28) ayet-i kerimesinin tefsirinde, 'Kabe'nin Rabbi adına, bununla
kasdedilen onların bağışlanmalarıdır5 demişlerdir.
"Andolsun
ki, ben de onları (saptırmak) için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım"
(A'raf/16) ayet-i kerimesinin bir tefsiri ise şeytanın Mekke yoluna oturarak
hacılara mani olmaya çalışacağı şeklinde yapılmıştır. Mücahid ve diğer tefsir
alimlerinden nakledilen de şu manadadır: Melekler, Allah Teala ile şeytanın
sözleri karşı karşıya gelince hacıları muhafazaya alır ve kire bulaşmalarından
önce onlar için dua ederek 'Allah Teala sizden ve bizden kabul buyursun'
derler. Hacılar Mekke'ye vardıklarında da melekler kendilerinin karşılarlar.
Deve sırtında gelenlere selam verirken eşek ile gelenlerle tokalaşır, yayan
gelenleri ise kucaklayarak sarılırlar.
Hasan
el-Basri (ra) dedi ki: Ramazan ayını, Allah yolunda cihadı veya haccı takiben
vefat eden kimse şehit olarak vefat etmiştir. Ömer b. Hattab (ra) ise şöyle
demiştir: Hacılar ve onların Zilhicce, Muharrem, Sefer ve Rebiülevvel'in yirmi
gününde bağış diledikleri kimseler bağışlanmıştır.
Selef-i
Salih, cihaddan dönen gazileri teşyi eder, hacıları ise karşılayarak
alınlarından öper ve kendilerine dua etmelerini isterlerdi. Bir hadiste de
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allahım!
Hacıyı ve onun bağışlanma dilediği kimseyi bağışla".
Ali b.
el-Muvaffak'tan şunu nakletmişlerdir: Hacca gittiğim yıllardan birinde Arefe
gecesi Mina'daki Hayf Mescidi'nde kaldım. Uykuda yeşiller giymiş iki meleğin
gökten indiğini gördüm. Biri arkadaşına (Ey Allah'ın kulu!1 diye seslendi.
Diğeri de 'Buyur ey Allah'ın kulu1 diye karşılık verdi. İlki, 'Rabbimizin
Evi'ni bu yıl kaç kişi haccetti?' diye sorunca öbürü 'Bilmiyorum' dedi. İlki
sözüne şöyle devam etti: Bu yıl Rabbimiz'in Evi'ni altıyüz bin kişi
haccet-miştir. Peki bunlardan kaçının haccınm kabul edildiğini biliyor musun?
Diğeri, 'Hayır bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o sözüne devam etti: 'Sadece altı
kişi'. Bu konuşmadan sonra göğe doğru yükselerek kayboldular.
işte o an
korkuyla uyandım. İçime derin bir kaygı çöktü. Kendi durumumdan endişelenmeye
başladım. Sadece altı kişinin haccı kabul edildiğine göre ben altı kişinin nere
sindeydim. Arafat'tan indiğimizde Harem-i Şerifte geceledim. Sürekli hacıların
çokluğunu, haccı kabul edilenlerin ise azlığını düşünüyordum.
Uykuya
daldığımda gökten iki kişinin indiklerine gördüm. Biri, 'Ey Allah'ın kulu' diyerek
diğerine seslendi. O da, 'Buyur ey Allah'ın kulu' diye karşılık verdi. İlki,
'Rabbimiz'in Evi'nin kaç kişinin ziyaret ettiğini biliyor musun?' diye sordu.
O da, 'Evet, altıyüz bin kişi'
dedi. İlki,
'Peki kaçının haccmın kabul edildiğini biliyor musun?' diye sordu. Diğeri,
'Evet, altı kişi' diye cevapladı. İlki, 'Peki Rabbi-miz'in bu geceki hükmünü
biliyor musun?' diye sordu. Öteki, 'Hayır1 dedi. Bunun üzerine ilki, 'O,
haccını kabul ettiklerinden herbi-rine yüzbin sevap verdi' dedi. Uyandığımda çok
mutluydum. O anki sevincim tarif edilemeyecek derecede fazlaydı.
Bu kıssada
altı kişi zikredilmiş, yedinci belirtilmemiştir. Bunlar arzın direklerini
temsil eden abdal zümresinin yedi mensubudur. Allah Teala, öncelikle onların
kalplerine bakar. Sonra onların kalpleri vasıtasıyla velilerin kalplerine
bakar. Onların nuru, Allah Tea-la'nın celalinden kaynaklanır. Velilerin nurları
ise abdal zümresinin nurlarından kaynaklanır. Onların nasipleri ve ilimleri
de, abdal zümresinin nasip ve ilimlerinden gelir. Kıssada yedinci abdal
zikredilmemiştir. O, arzın ve abdal zümresinin kutbudur. Bütün abdal onun
terazisindedir. O, bu ümmet için Hızır'a (ra) benzer. İlim bakımından da ona
denktir.
O ikisi,
ilim hakkında istişare eder ve biri diğerinden bilgi alır. Ancak bu Kutub,
kıssada zikredilmemiştir. Allah Teala daha iyi bi- J lir ama, bu ümmetten hacca gitmeksizin
ölenleri ona teslim edilir. Çünkü o, amel bakımından hepsinden daha zengin,
şefaat noktasında daha etkilidir.
Ali b.
el-Muvaffak'tan rivayet edildi ki: Hacca gittiğim bir yıl, hac farizalarını
tamamladıktan sonra haccı kabul edilmeyenleri düşünmeye başladım ve şöyle
dedim: Allahım, ben bu haccımı ve onun sevabını, haccı kabul edilmeyen birine
hibe ettim. O gece Allah Teala rüyama girdi ve şöyle buyurdu: Ey Ali!
Cömertliği ve cömertleri Ben yarattığım halde cömertlikte Bana meydan okuyorsun.
Ben, cömertlerin en cömerdi, kerem sahiplerinin en yücesiyim. ikram ve
cömertliğe bütün yarattıklarımdan daha layığım. Haccı kabul edilenlerin
sevaplarını, haccı kabul edilmeyenlerin hepsine hibe ettim.
Îbnu'l-Muvaffak
hayatta iken Allah Resulü (sav) adına da birkaç kez haccetmişti. O, şunu
anlatmıştır: Allah Resulü'nü (sav) rüyamda gördüm. Bana, 'Ey İbnu'î-Muvaffak,
benim için haccettin mi?' diye sordu. Ben de, 'Evet, ey Allah Resulü' dedim. O,
'Peki benim adıma telbiyede bulundun mu?' diye sordu. Ben, 'Evet ey Al-
lah Resulü'
dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Bu, senin için benim yanımda bir
kudrettir. Bu fiilin sebebiyle Kıyamet günü seni Ödüllendireceğim. Herkesin
dikildiği meydanda senin elinden tutacağım. Herkes hesap kaygısında iken seni
cennete götüreceğim [64][64]
Allah Teala,
Kabe olarak isimlendirdiği Evi'ni her yıl altıyüz bin kişinin ziyaret
edeceğini vaadetmiştir. Bu sayı eksildiği takdirde Allah Teala meleklerle
sayıyı tamamlayacaktır. Bu sayede Kabe bir gelin gibi sarılacak, onu ziyaret
eden herkes, Örtülerine sarılarak onunla birlikte cennete girmeye çalışacaktır.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hacer-i Esved, cennet yakutlarından bir yakuttur".[65][65]
Hacer-i Esved, Kıyamet günü iki gözü ve dili olduğu halde diriltilecek ve
konuşacaktır. O, kendisine istilâm edenler için doğruluk üzere şahitlik
edecektir. Allah Resulü (sav) onu çok öperdi.
Bir hadiste
de O'nun Hacer üzerine secde ettiği rivayet edilmiştir. O, devesinin üzerinde
tavaf ederken, asasını ona doğru tutar, sonra da asasını öperdi. Ömer (ra) de
onu öpmüş ve şöyle demiştir: Biliyorum ki sen, ne yararı, ne de zararı olan bir
taşsın. Allah Resulü'nü (sav) seni öperken görmeseydim, seni öpmezdim. O bunu
söyledikten sonra hıçkırıklara boğularak ağlamıştı. Arkasında döndüğünde
Ali'yi (kv) görmüş ve ona şöyle demiştir: Ey Eba Hasan, buracıktan ne ibretler
almıyor!
Ali (kv) de
şöyle dedi: O, yarar da verebilen, zarar da verebilen bir taştır. Ömer (ra)
'Nasıl olur?' diye sorunca şu cevabı verdi: Allah Teala, yarattıklarından bir
ahit aldı ve onlar için bir yazı yazarak onu bu taşın içine yerleştirdi. O,
mümin için vefakârlık, kafir için nankörlük ettiği yönünde şahitlik eder. Hatta
müslümanların onu istilâm ederken Söyledikleri, 'Allahım! Sana iman ederek
Kitabı'nı tasdik ederek ve ahdine vefa ederek' ifadesinin de bunu kasdettiği
belirtilmiştir. Onlar, bu sözlerle, o yazıyı ve Allah Teala'nm aldığı
ahdi
kasdetmekteydiler.
Bir
hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Toprak önce benim için yarılır. Sonra Baki mezarlığına giderim ve
oradakiler benimle birlikte hasredilir. Sonra Mekke halkına giderim, onlar da
Haremeyn'in arasında haşrolu-nurlar".
Başka bir
hadiste de şu ifade yer almaktadır: "Adem (as) hac menasikini eda ettiği
zaman melekler karşısına çıkarak 'Haccm kabul edildi ey Adem!' derler".
Başka bir hadis ise şu mealdedir: "Allah Teala her gece yeryüzü
sakinlerine nazar eder. İlk nazar ettiği Harem-i Şerif halkıdır. Harem
halkından O'na ilk bakanlar da, Mescid-i Haram'm müdavimleridir. Allah Teala
tavafta gördüklerini bağışlar. Namazda gördüklerini de bağışlar. Kıbleye dönük
olarak uyuyor gördüklerini de bağışlar".
Ebu Türab
en-Nehaşî'ye Abadan'da namazın hükmü sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Mescid-i
Haram'daki uyku, Abadan'daki namazdan daha faziletlidir. Evliyadan bir zata
keşf nasip olmuş ve şöyle demiştir: Bütün serhat boylarının Abadan'a, Abadan'ın
da Harem-r Şerifin hazinesi ve Mescid-i Haram halkının limanı olan Cidde'ye
yöneldiğini gördüm. Mekke'de bir yıl kaldım. Oradaki pahalılık beni dara
düşürmüş ve sıkıntı çekmeye başlamıştım.
Bir gece
rüyamda, önümde duran iki şahsın,konuşmalarına şahit oldum. Biri diğerine
şöyle diyordu: Bu beldede herşey kıymetli. Sanki pahalılığı kasdediyor gibi
idi. Diğeri ise şöyle dedi: Mevki kıymetli olduğu için buradaki herşey de
kıymetlidir. Malların sana ucuz gelmesini istiyorsan, onları mevkinin itibarına
kat, o zaman ucuz görürsün.[66][66]
Süfyan-ı
Sevri (ra) şöyle derdi: Gerçekten de hangi belde de ikamet edeceğimi bilemiyorum. Kendisine 'Horasan'
denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Orada muhtelif mezhepler ve bozuk fikirler
vardır. 'Şam' denildi. Bunun üzerine de şöyle dedi: Orada parmakla gösterilen
biri olursunuz. İrak' denildi. Süfyan (ra), 'Orası zorbaların beldesidir5 dedi.
'Mekke' denildi. Onun için de şöyle dedi: Mekke keseyi ve bedeni eritir.
Adamın biri
Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şöyle demişti: Mekke'de yaşayıp Beytullah'a komşu
olmaya niyet ettim, bana ne tavsiye edersin? Süfyan (ra) şu cevabı verdi: Sana
üç şey tavsiye ederim: İlk safta
namaz kılma!
Kureyşli ile arkadaşlık etme! Sadakanı açıktan verme! Onun ilk safta namaz
kılmayı hoşgörmemesinin sebebi şuydu: İlk safta namaza alıştığı zaman, herhangi
bir nedenle namaza katılmadığı zaman yokluğu hissedilir ve şöhret kazanarak
tanınan biri olurdu. Aynı safta namaz kılmaya alışıldığı zaman ihlas kaybo7 lup
güzel görünme ve riyakârlığın gündeme gelmesi muhtemeldir. Mekke'de yaşıyorken
Süfyan-ı Sevri'yi (ra) bir adam ziyaret et7 ti ve kendisinden bir istekte
bulunarak şöyle dedi: Adamın biri Mekke'de tasadduk etmemi isteyerek bana para
verdi ve onu Kabe'nin sidanesine vermemi rica etti. Sen ne dersin? Süfyan (ra)
şöyle dedi: Verdiği emirde bilgisizlik etmiş. Kabe, bu tür yardımlara muhtaç
değildir. Bunun üzerine adam, 'Peki senin görüşün nedir?' diye sordu. Süfyan
(ra) da, 'Onu yoksullara ve dullara dağıt. Ancak falancalara verme, çünkü onlar
hacı soyuculardır1 dedi.
Selef-i
Salih'ten bazı kimseler, Mekke'de ikameti hoş görmez ve orayı yalnız hac
niyetiyle ziyareti, hacdan sonra da ayrılmayı tercih ederlerdi. Bunun sebebi,
orayı daha çok özlemek olduğu gibi, orada günah işleme korkusu veya tekrar
gelme isteği de olabilir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Biz Beyt'i (Kabe'yi) insanlara toplantı ve güven yeri
kıldık". (Bakara/125) Yani müslümanlar yıldan yıla gelerek orada toplanır,
oraya olan özlemlerini canlı tutarlar. Başka bir beldede bulunup kalbinin bu
Ev'e bağlı kalması, burada ikamet ederek sıkılmandan, ya da kalbinin başka bir
beldede olmasından daha sevimlidir. îbni Uyeyne Şa'bî'den şu sözü rivayet
etmiştir; Açık bir hamamda ikamet etmem, Mekke'de ikamet etmemden daha
sevimlidir. Süfyan (ra) bu sözü açıklayarak şöyle demiştir: Yani ona duyduğu
saygı hissi ve orada günah işleme kaygısı sebebiyle böyledir.
Ömer b.
Hattab (ra) da hacca giden hacılar bir süre koyar veya şöyle derdi: Ey Şam
halkı sizin Şam'ınız, ey Iraklılar sizin Irak'ınız, ey Yemenliler sizin
Yemen'iniz var!
İbni Abbas
(ra) şöyle derdi: JMekke evlerinden kira almak haramdır. İnsanlar, kadınlara
arkadan yanaşmayı ve Mekke evlerinden kira almayı helal saymadıkça Kıyamet
kopmaz. Süfyan-ı Sevri (ra), Bişr (ra) ve fakihlerden bir topluluk da Mekke
evlerine kira Ödemeyi mekruh saymışlardır. .:.:<...- ,.,
Hatta
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Senden kira istediklerinde, eğer vermekten
başka çare bulamazsan, Kabe'den onlara verdiğin kadarını alabilirsin. Selef-i
Salih'ten bir zat ise şöyle demiştir: Horasan'da yaşayan niceleri vardır ki,
bu Ev'e, onu tavaf edenlerden daha yakındırlar.
Allah
Teala'mn öyle kulları vardır ki, Kabe Allah Teala'ya yakın olabilmek için
onlarla beraber tavaf eder. Şeyhlerimizden biri de Ebu Ali el-Kirmanî1 den
şöyle bir hadise nakletmiştir:
el-Kirmanî
Mekke'de ikamet eden şeyhlerimizden biriydi ve abdal zümresindendi. Hadiseyi
bizzat ondan da işittim. el-Kirmanî dedi ki: Bir gece Kabe'nin müminlerden
biriyle birlikte tavaf ettiğini gördüm. Bu şeyh bana şöyle dedi: Belki de
gökyüzünün Kabe'nin zeminine indiğini görmüşsündür. Kabe onu emmiş ve ona yapışmıştır.
Yeryüzündeki abdal zümresinin çoğunluğu Hind, Zenci diyarları ile küfür
beldelerinde yaşarlar.
Denir ki:
Güneşin battığı hiçbir gün yoktur ki abdal zümresinden biri Kabe'yi tavaf
etmemiş olsun. Fecrin doğduğu hiçbir gece de yoktur ki gavslardan biri onu
tavaf etmiş olmasın. Bu durum sona erdiğinde Kabe yeryüzünden gökyüzüne doğru
yükseltilir ve insanlar sabaha çıktıklarında Kabe'den hiçbir eser kalmadığını
görürler.
Onlardan hiç
birinin tavaf etmediği yedi yıl geçtikten sonra Kabe yükseltilir. Bunun
ardından da mushaflardaki Kur'an yükseltilir. İnsanlar sabah baktıklarında
mushaf sayfalarının bembeyaz olduğunu görürler. Bunun ardından hafızalardaki
ayetler de silinir. İnsanlar, Kur'an'dan tek bir cümleyi dahi hatırlamaz
olurlar.
Bunun
ardından şiirlere, şarkılara ve Cahiliye devrinin hikayelerine dönerler.
Ardından deccal çıkar. Onu takiben Meryem oğlu İsa (as) iner ve onu öldürür. Bu
dönemde Kıyamet'in kopması, günü sayılan bir hamilenin çocuğunu doğurması
kadar yakındır.
Vüheyb b.
el-Verd el-Mekki'den şu kıssa nakledilmiştir: Bir gece Hacer-i Esved'in
dibinde namaz kılıyordum. Kabe ile örtüleri arasından şöyle bir ses dumdum:
Allah'a ve sana şikayet ediyorum ey Cebrail! Çevremde tavaf edenler
konuşmalarında ne kadar boş, ne kadar da çok heva ve eğlenceye dair
konuşuyorlar! Eğer buna son vermezlerse, öyle bir patlayacağım ki beni ören
taşlardan her biri, koparıldığı dağa fırlayacak.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kabe'nin rüknü ve İbrahim
Makamı göğe çekilmedikçe Kıyamet kopmaz". Rivayete göre Habeşliler
Kabe'yi işgal edeceklerdir. Onların öncüleri Hacer-i Esved'in yanında,
arkadakileri ise Cidde sahilinde olacaklardır. Kabe'nin taşlarını teker teker
sökerek tamamını denize dökeceklerdir.
Sahabe'den
bir zatın ve eski kitapları bilen birinin de bu anlamda şöyle dedikleri rivayet
edilmiştir: Sanki iri yapılı ve başı tıraşlı bir Habeşi'yi Kabe'nin üstünde
görür gibiyim. Kazvmasıyla onu taş taş ayırıp yıkıyor.
Allah
Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bu Ev'i
göğe çekilmeden önce sık sık tavaf edin. O, iki kere yıkılmıştır. Üçüncü de
göğe çekilecektir". Kabe'nin göğe çekilişi, yukarıda da zikrettiğimiz
gibi yıkılmasından sonra olacaktır. Kabe, yıkılmasının ardından eskisi gibi
inşa edilecek ve bir müddet tavaf edildikten sonra göğe yükseltilecektir. Ebu
Rafı', Ali (kv) kanalıyla şu kudsi hadisi rivayet etmiştir: "Allah Teala
buyurur ki: Dünyayı yıkmak istediğimde, buna kendi Ev'imden başlarım. Onu
yıktıktan sonra dünyayı yıkarım" [67][67]
Mekke'den
sonra dünyanın en faziletli beldesi Allah Resulü'nün (sav) şehri Medine-i
Münevvere'dir. Orada eda edilen ameller de katlarca sevapla mükafaatladırılır.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i
Haram hariç diğerlerinde kılman bin namazdan daha hayırlıdır". [68][68]
Aynı şekilde Medine'de ifa edilen diğer amellerin de, namaz gibi bin kat daha
hayırlı kılındığı söylenmiştir.
Medine'den
sonraki en faziletli belde Kudüs'tür. Orada kılmalı namaz da, diğerlerinde
kılman namazvlardan beş yüz kat daha üstün görülmüştür. Ata, İbni Abbas (ra)
kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Medine mescidinde kılınan bir namaz, diğerlerinde kılınan onbin namaza
bedeldir. Mescid-i Haram'da kılman bir namaz da diğerlerinde kılman yüzbin
namaza bedeldir. Mescid-i Aksa'da kılman namaz da bin namaza bedeldir".
Bunlar
dışında kalan bütün şehirler eşittir. Teşvik edilen ve fazileti sebebiyle
gidilmesi istenen başka bir belde yoktur. Bunlar dışındaki beldeler için
herhangi bir şer1! hüküm sözkonusu olmamıştır. Bu meyanda Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Binekler ancak şu üç mescid
için koşturulur: Mescid-i Haram, benim mescidim ve Mescid-i Aksa. Bunlar
dışında kalbin kalbinin salah, dininin selamet ve halinin istikamet bulunduğu
hangi mevkide namaz kılarsan, orası senin için en faziletli mevkidir". [69][69]
Başka bir
hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Beldeler, Allah'ın beldeleri, kullar O'nun kullarıdır Hangisinde uygun
görürsen orada ikamet et ve Allah'a hamdet" [70][70]Meşhur bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kim
bir şeyde huzur bulursa ona bağlı kalsın. Her kimin de bir yerde geçim imkanı
olursa, durum değişin-ceye kadar oradan ayrılmasın".
Nu'aym dedi
ki: Süfyan-ı Sevri'yi (ra) torbasını omzuna atmış, destisini eline almış bir
halde gördüm ve 'Ey Eba Abdullah, nereye?1 diye sordum. 'Torbamı bir dirhem
ile dolduracağım bir beldeye' dedi. Bu hadisenin başka bir rivayetinde ise
şöyle dediği nakledilmiştir: 'Ruhsatların bulunduğu bir diyar buldum. Oraya
gidiyorum'.
Bunun
üzerine 'Ey Eba Abdullah, bunu yapar mısın?' diye sordum. O da, 'Evet, bir
beldede ruhsatların bulunduğunu duyarsam, oraya giderim. Çünkü bu, dinin için
daha sağlıklı, kaygıların için eksilmedir1 dedi.
Süfyan-ı
Sevrî (ra) şöyle derdi: Bu, kötü bir devirdir. Adı sanı bilinmeyenlerin
akıbetinden emin olunamazken meşhurların hali nice olur! Bu, dinini kurtarmak
isteyen kimsenin diyardan diyara kaçacağı zamandır.
Fakirler ve
alimler, alimler ve salihlerin meclislerine katılıp istifade etmek ve onların
ahlakıyla ahlaklanmak için büyük şehirlere giderlerdi. Alimler ise şehirden
şehire göçerek bilgi sahibi olmak, insanları Allah'a davet etmek ve O'nun
yolunu öğrenmek isterlerdi.
Amel ehli
ortadan kalkıp müridler yokolduğunda dininizin sıhhatine, kalbinizin İslahına
ve nefsinizin sükununa en yakın olan i yere gidin ve oradan ayrılmayın. Oradan
sıkılmayın. Çünkü ondan daha kötüsüne düşüp ilk yerinizi mumla aramaktan emin
olamazsınız. Çoğu zaman bunu başaramayabilirsiniz. Allah Teala emrinde galib
gelendir. Kuvvet ve hareket yalnız O'nunladır. O, çok yüce ve çok uludur.[71][71]
[5][5] Ebu Davûd,
Taharet/31, Salat/73; Tiraıizî, Taharet/3, Mevakît/62; İbni Mâce, Taharet/32;
Dârimî, VuduV22; İbni Hanbel, T/123, 129
[7][7] Ebu Davûd,
Salat/144; Tirmizî, Mevakît/81; Nesa'î, Tatbik/54, İftitah/88; İbni Mâce,
îka-met/16; Dârimî, Salat/78; ibni Hanbel, 11/525, IV/22, 23, 119, 122, V/310
[10][10] Bu
konudaki hadisler için b. Müslim, İman/269; Buhârî, Ezan/19; Ebu Davûd,
Edeb/52, Sünnet/19; Tirmizî, Salat/30; İbni Mâce, Taharet/52, Ezan/3,
Menasik/4, Nikah/21; Dârimî, Salat/8; İbni Hanbel, II/8, 38, V/131
[15][15] Benzer
hadisler için b. Buhârî, Ezan/112; Müslim, Salat/74-76; Ebu Davûd, Vıtr/29;
Mu-vatta', Nida/46; İbni Hanbel, 11/312, 459.
[19][19] Buhârî,
Vdu'/24, 28, Savm/27; Müslim, Taharet/3, 4; Ebu Davûd, Taharet/51; Nesa'î, Taharet/27,
68, 93.
[20][20] Benzer
manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Tatawu713; Tirmizî, Mevakît/166; İbni
Mâce, İkameyi72; İbni Hanbel, 1/211
[24][24] . Bu
manadaki hadisler için b. Buhârî, Salat/34, 35, 36, 39, Ezan/94, Amel
fi's-salat/12, Edebe/75; Müslim, Mesacid/50-53, Zühd/74; Ebu Davûd, Salat/22;
Nesa'î, Mesacid/32, 35; İbni Mâce, Mesacid/10, İkamet/61; Dârimî, Salatfllö;
Ibni Hanbel, II/6, 18, 29, 32, III/6, 9, VI/148
[36][36] Ebu DavÛd,
Vıtr/12, Zekat/40; Nesa'î, Zekat/49; Dâiimî, Salat/135; İbni Hanbel, 11/358,
III/413, V/178
[38][38] Bıüıârî,
Ezan/36, Zekat/16, Rikak/24; Müslim, Zekat/91; Tirmizî, Zühd/53; Nesa'î,
Ktı-zat/2; Muvatta', Şiir/4; İbni Hanbel, 11/439.
[41][41] Ebıı
Davûd, Edeb/11; Tirmizî, Birr/35; İbni Hanbel, 11/258, 295, 303, 388, 111/32,
74, IV/278
[42][42] Benzer
manada hadisler İçin b. Buharı, Da'avatf3; Müslim, Zikir/42; Ebu Davûd,
Diyat/3; İbni Mâce, Edeb/57; İbni Hanbel, IV/211, 260 V/411.
[44][44] Buhârî,
Zekat/53; Müslim, Zekat/101, 102; Ebu DavÛd, Zekat/24; Nesa'î, Zekat/76;
Dâri-mî, Zekat/2; Muvatta', Sıfatfi'n-Nebî/7; İbni Hanbel, 1/384, 446
[53][53] Buhârî,
Umre/l; Müslim, Hac/437; Tirmİzî, Hac/2, 88; Nesa'î, Hac/3, 5, 6; tbni Mâce,
Me-nâsik/3; Dârimî, Menâsik/7, Muvatta', Hac/65.
[56][56] Benzer
manadaki hadisler için b. Tirmizî, Salat/41; Nesa'î, Ezan/32; İbni Mâce,
Ezan/3; İbni Hanbel, IV/217
[61][61] Tirmizî,
Hac/95; Ebu Davûd, Menasik/79; Nesa'i, Siyam/6; İbni Mâce, Menasik/45; Dâri-mî,
Menasik/40; İbni Hanbel, 1/308
[63][63] Bııhârî,
Umre/l; Müslim, Hac/438; Tirmizî, Hac/2, 88; Nesa'î, Hac/3, 5, 6; İbni Mâce,
Me-nasik/3; Dârimî, Menasik/7; Muvatta', Hac/65
[67][67] Benzer
manadaki hadisler için b. Buharî, Hac/47; Müslim, Fiten/57-59; Nesa'î, Hac/125;
îbni Hanbel, 11/220, 328, 417.
[68][68] Buharî,
Mescid-i Mekke/l; Müslim, Hac/505-510; Nesa'î, Menasik/124; Tirmizî,
Meva-kît/126; İbni Mâce, İkamet/195, 198; Muvatta', Kıble/9; İbni Hanbel,
11/16, 29, 53, 54, 68, 102,239
[69][69] Buharî,
Mescid-i Mekke/l, 6, Savm/67, Sayd)/26; Müslim, Hac/415, 511, 512; Ebu Davûd,
Menasik/94; Tirmizî, Salat/126; Nesa'î, Mesacid/10; Dârimî, Salat/132; îbni
Hanbel, 11/234, 238
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar