Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 15

Bunlarada Bakarsınız




Allah Teala buyurdu ki: "Ve gündüzü geçim zamanı kıldık". (Ne-be/11) Allah Teala bunu, mucize ve nimetlerini sıraladığı bir ortam­da zikretmiştir.
O, başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Biz (yer­yüzünde) geçim yolları varettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?!" (A'raf/10) Görüldüğü üzere burada 'geçim yolları', şükredilmesi ge­reken nimetler olarak görülmektedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gü­nahlar arasında öyle günahlar vardır ki onlar, ancak geçim tasasıy-la kefaret bulurlar". Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Kişinin bileğinin kazancıyla ve helal iş sayesinde yediği, helal kı­lınmıştır". Bu hadis-i şerifin başka bir lafzı da şu şekildedir: "Dü­rüst zanaat ehlinin bileğiyle kazandığından yemek, kula helal kı­lınmıştır". Allah Resulü (sav) başka bir hadislerinde ise şöyle bu­yurmaktadır: "Özü sözü doğru tacir, kıyamet günü sıddıklar ve şe­hitlerle beraber haşrolunur".
Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dilencilikten sakınmak, ailesi için çalışmak ve komşusuna yardım etmek için dünya (malının) helalini arayan kimse, Allah Teala'ya yüzü ondördündeki ay misali parlayarak kavuşur".
Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir sabah ashabı ile otururken, güçlü kuvvetli bir gencin geçtiğini gördüler. Genç, erken saatte işe gidiyordu. Sahabeden biri, 'Vah şuna, gücünü ve gençliğini Allah yolunda harcasa ne iyi ederdi!' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Sakın böyle demeyin. Eğer o, kendisi için ça­lışıyorsa başkalarına el açmaz ve insanlara muhtaç olmaz, bu du­rumda da Allah yolunda çalışmış olur. Eğer güçten düşmüş ana ba­ba veya ailesi için çalışıyorsa onları dilenmekten ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Bu da Allah yolu sayılır. Eğer böbürlen­mek ve çoklukla övünmek için çalışıyorsa, işte o zaman şeytanın yolundadır".
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Ben, ne dünya ne de ahiret uğraşın­da bulunmayıp boş gezen kimseden nefret ederim. İbrahim en-Ne-ha'i de (ra) şöyle demiştir; Geçimini el emeğiyle kazanan zanaat eh­li, Selef-i Salih gözünde ticaret ehlinden daha sevimli idi. Tüccar da, boşta gezenlerden daha sevimli görülürdü.
İbrahim'e dürüst taciri mi, yoksa zamanını devamlı ibadetle ge­çiren kişiyi mi daha çok sevdiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Dürüst taciri daha çok severim. Çünkü o, ölçü ve tartıda kendine musallat olan şeytanla cihat etmektedir. Alışverişle uğraşan kim­se, devamlı onunla cihad halindedir. -
Hasan el-Basri (ra) işe bu hususta onun görüşüne karşı çıkmış ve Ömer b, Hattab'ın (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Ölümün bana ulaşacağı her yer, ailemin geçimi için ticaret yapmak gayesiyle se­yahatte bulunduğum yerde ulaşmasından çok daha sevimlidir.
Eyyub şunu nakletmiştir: "Ebu Kılabe bana şöyle dedi: Pazara devam et. Çünkü zenginlik afiyettedir. Burada 'afiyet', insanlara muhtaç olmamak anlamına gelmektedir. Allah Teala, herşeyi en iyi bilendir. Ancak burada kasdedilen 'zenginlik', Allah'a itaati engel­lemeyen bir zenginliktir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: Ticaret yap, al ve sat. Serma­yenin bereketi, çiftçinin bereketi kadar olmasa bile böyle yap". Şam abidlerinden İbni Muhayriz şöyle derdi: "Allah yolunda müşriklerin ganimetinden alınan ve içindeki Allah hakkı ifa edilmiş bulunan bir kaynaktan sağlanarak karnımı doyurduğum bir yemek, dürüst ta­cirin kazancından yapılan yemekten daha sevimlidir.
Selef-i Salih, ailesinin geçimi için çalışan müslümanı, Allah yo­lunda cihad eden mücahid gibi görüyor ve onu diğerlerinin üstün­de görüyordu. Bu konuda şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"Allah Teala bir meslek edinerek insanlara muhtaç olmaktan kur­tulan kulu sever".
Dostlarımdan biri, Ebu Cafer el-Fergani'den şunu nakletmişti: Bir gün Cüneyd-i Bağdadi'nin huzurunda otururken, mescidlerde oturup sufilere benzemeye çalışan kimselerin bahsi geçmişti. On­lar, mescidlerde layıkıyla oturma noktasında kusurlu davranmak­la kalmayıp bir yandan da pazara giden insanları ayıplıyorlardı.
Cüneyd (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Pazarda öyle insanlar vardır ki, hakiki mescid ehlinin izniyle oraya oturup diğerlerini çı­karma ve çıkanların yerlerini alma mertebesinde dirler. Ben öyle bir zat tanıyorum ki, pazar esnafından olmasına rağmen günlük evradı olan üçyüz rekat namaz ve otuz bin teşbihi eda eder. O zat, benim tasavvurumu dahi aşmış durumdadır.
Kul pazar esnafından ise, öncelikle alışveriş, satın alma, satma ve insanlarla yapılması gereken ticari muameleyi iyice öğrenmeli­dir. Ayrıca faize bulaşmaktan sakınabilmek için ona götüren yolla­rı da iyi bilmelidir. Böylelikle o afetten sakınıp uzak durabilecektir. Ticaret ehli her gün müftüye giderek ticari işlerinin durumunu sorup öğrenmelidir. Ticari konularda bilgi ve tecrübesi olmayan her tüccar böyle yapmalıdır. Hatta ticari bir işleme başlamadan önce müftüye giderek onun hükmünü öğrenmelidir. Çünkü her amelin bir ilmi, Allah Teala'nm da her hususta bir hükmü vardır. Bilgini­zin çokluğu, hiçbir zaman sizi bundan müstağni kılamaz. Eğer böy­le titiz davranmazsanız, faize bulaşmanız ve yanlış alışverişlerde bulunmanız mümkündür.
Ömer b. Hattab (ra) pazarları gezer ve tüccarlara değneğiyle do­kunarak şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisine sahip olanlar alışveriş yapabilir. Aksi halde istemeyerek de olsa faize bu­laşabilir.
Kul, ticari hükümlerle ilgili bilgileri iyice öğrendikten sonra kendisine mubah kılman ticaret ve zanaat dalma girmelidir. Yaptı­ğı her işte içten, alışverişinde dürüst, sünneti yaşatacak, iyiliği em­redip kötülükten sakındıracak ve Allah yolunda cihada niyetlene­cek tarzda hareket etmelidir. Zira her kim hakkıyla alıp verir, dü­rüstlük ve ihlas ile işlemde bulunursa iyilik ve takva üzerinde yar­dımlaşma enirine uymuş olur.
Bu şuur ile ticaret yapan bir kul, özellikle de batılın çoğalıp yay­gınlaştığı şu dönemde, şeytanla ve arzularıyla mücadele etmiş olur. Dünyanın denge ve düzeni, dinin denge ve düzenine bağlıdır. Dün­yanın bozulması da, aynı şekilde dinin bozulmasının sonucudur. Çünkü bu ikisi, birbirleriyle içice olup her ikisi de bir diğerine muhtaçtırlar. Allah Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyur­dukları rivayet edilmiştir: "Kalbi düzelinceye kadar kul düzelmez. Dili düzelinceye kadar da kalbi düzelmez".
Yüce Allah'ın "İman eden ve imanlarına haksızlık bulaştırma-yanlar var ya, işte onlar için emniyet vardır ve onlar hidayete er­mişlerdir" (En'am/82) buyruğunda adı geçenlerin kimler olduğu Al­lah Resulü'ne (sav) sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Sağ eli iyi­likte bulunan (infakta bulunan), sözü doğru olan, kalbi dosdoğru, ırzı ve midesine sahip olandır". Bunlar; geçiminde rahatlamaya yö­nelen, insanlara el açmaktan uzak duran ve halka muhtaç olma haline düşmeyerek onların ellerinkine tamah etmeyen ve onlara yaranmaya çalışmayanlardır. Kişi bunları niyetlenerek yaparsa, ibadet etmiş olur.
Kul, kendi ihtiyaçlarını ve ailesinin geçimliğini temin etmek için çalışmalıdır. Bu da onun için bir sadaka sayılır. Ama bunu ya­parken de, sözünde doğru, müslüman kardeşleriyle ilişkilerinde dürüst olmalıdır. Dininin gereği olarak böyle davranmalı ve halkın kendisinden selamette olduğuna dair kanaatini muhafaza etmeli­dir. Halka göstermesi gereken dürüstlük ve merhametin icabı da budur.
Salih bir kul, bu minval üzere çalışır ve her konuda, din ve tak­vanın gereklerine öncelik verir. Böyle yaptıktan sonra dünyevi du­rumu düzelirse, Allah Teala'ya hamd eder. Bu hal, onun için bir ka­zanç ve tercihiyet olmuş olur. Eğer böyle davrandığı için işleri bo­zulur, din ve takva hislerini önde tutması sebebiyle dünyevi vazi­yeti sarsılırsa, bu durumda da dinini koruyup onu kazanmış ve takva sermayesini muhafaza etmiş olur. Dinine teslim olmuş ve ona dayanarak onu kazanmış biri sayılır.
Dünya malını katlarla kazanırken dininin onda birini ziyan edene gelince, böyle bir kulun ticareti hüsranda olduğu gibi, yolu da yol değildir. O, Allah katında da hüsranda olanlar arasındadır.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Akıllı kişiye layık olan, dünyada en fazla ihtiyacı olduğu şeydir. Onun, dünyada en fazla muhtaç olduğu şey; ahirette en çok övgüye mazhar olabileceği son­dur. Muaz b. Cebel (ra) de vasiyetinde şöyle demiştir: Dünyadaki nasibine ulaşman gerekir. Ama ahiretteki nasibine daha fazla muh­taçsın. Bu nedenle işe ahiretteki nasibinle başla ve onu al. Çünkü o, dünyadaki nasibine de uğrayacak ve onu da senin için güzelce dü­zenleyip sonsuza kadar seninle olacaktır.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Dünyadaki na­sibini unutma". (Kasas/77) Yani dünyadaki nasibini terkedip onu ahirete bırakma. Çünkü hasenatı kazanma yeri dünyadır. Onları kazandığında, ahirette de ihsan ehlinden olursun. Allah Teala'nın bu hitabında gizli olan maksada, şu Kelam-ı İlahi delalet etmekte­dir: "Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde fesat (çıkmasını) isteme". (Kasas/77)
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Alışveriş için pazara gidip kendi dirhemini kardeşinin dirheminden daha sevimli gören kim­se, yaptığı muamelede müslümanlara karşı dürüst olamaz.
Başka bir alim ise şöyle demiştir: Kendisi alıcı olduğunda beş Denge'ye alacağı bir malı kardeşine bir dirheme satan kimse, ken­di için istediğini din kardeşi için istemeyen kimsedir. Böyle olma­ması için, kardeşine ancak kendi alacağı fiyattan satması gerekir. Bu tür bir tacir için gereken şudur ki, kardeşinin dirhemiyle kendi dirhemini, onun bineğiyle kendi bineğini eşit görmelidir. Ancak bu şekilde alışverişinde adil ve Allah Teala'nın vazettiği şeriatın hük­müne uygun hareket etmiş olur.
İnançlı tüccar, paraya ulaştıran sebep ve vasıtayı iyi araştırma­lıdır. Bu vasıta, ilmen maruf ve hükmen mubah olmalıdır. Aldığı dirhem hakkında da vera' sahibi ve dikkatli olmalıdır. Bu dirhem hainlik, hırsızlık, fesat, hile, zulüm ve haksızlık yoluyla kazanılmış olmamalıdır. Bütün bunlar, mubah kazançları harama dönüştüren yollardır. Bu hususlarda sakınan, ama aldığı dirhemin kaynağını bilmeyen veya adil birinden öğrenmeyen kimse de, onu şüphe ile kazanmış olur. Bu dirhem de helal olmaz. Zira haksız yollardan bi­riyle kazanılmış olabilir. Çünkü bu dirhemin kaynağını kesin ola­rak bilmemektedir.
Bu gibi hadiseler, takva sahiplerinin azalması ve vera' ehlinin yokolmasmdan kaynaklanmaktadır. Bu tür kazançlarda haram şüphesi olduğu gibi helallik şüphesi de mevcuttur.
Konuyla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Allah Re-sulü'ne (sav) bir süt getirilmişti. "Bu sütü nereden aldınız?' diye sordu. 'Şöyle şöyle bir keçiden' dediler. 'Bu keçi size nereden geldi?' diye sordu. 'Falan şekilde' deyip anlattılar. Bundan sonra sütü içti ve şöyle buyurdu: 'Biz, peygamberler zümresi ancak helal yemekle ve salih amel işlemekle emrolunduk. Allah Teala buyurdu ki: 'Ey İman edenler, size verdiğimiz rızıkların güzel(helal)lerinden yiyin". (Bakara/172)
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) kendisine getirilen bir şeyin kaynağını ve kaynağının kaynağını sormuş, bunun ötesine geçme­miştir. Zira bu, hem güç hem de öğrenilmesi zor bir bilgidir.
Tüccar ve sanat ehlinin malları, askeri mallarla karışmıştır. As­keri yollardan kazanılan malların çoğunluğu, haketmeksizin alın­mış mallardır. Bunu, malları batıl yollarla yemek gibi de görebili­riz. Çünkü askerler canlarını ve bineklerini arzuları peşinde koş­turmakta, kendilerine verilen malları yanlış yerlerde sarfetmekte-dirler. Onların bu kirli mal ve paralan da esnafin mallarına karış­makta, bu zümreler de sözkonusu malları ayırdetmeksizin almak­tadırlar. Bunun sebebi, takvanın azalması ve vera' duygusunun ta­mamen kaybolmasıdır. Bu nedenledir ki mevcut mal ve paraların çoğunluğu haram niteliğindedir.
Helal, takva ve vera'nın bir dalıdır. Takva sahipleri çoğalıp ve­ra' ehli gözle görülür hale gelince helal sermaye de artar. Bunlar azaldığında ise, haram yaygınlık ve tesir kazanır. Helal de haramın içine gizlenip kalır. Vera' sahipleri pazardan çekildiği ve takva ehli azaldığı zaman kaçınılmaz sonuç budur.
Helal ancak ilk asırda mevcuttu. Çünkü o zaman Selef-i Salih hayattaydı. Halk da vera' sahibi idi. Haketmedikleri şeyleri almaz­lardı. Takva herkese hakimdi. Öyle ki kendi haklarının bir kısmını dahi şüphelendikleri için almazlardı. Bu yüzden de onların devrin­de helal sermaye yaygındı. Irak fakihlerdinden bir zatla ilgili ola­rak şöyle bir olay anlatılmıştır: O, bir defasında 'Ben amirinin şa­hitliğini kabul etmem' demişti. Kendisine, 'Neden?' diye sorulduğunda şu karşılığı vermişti: Cimrilik onu, hakkını tamamıyla al­maya zorlar. Hakkın tamamıyla alınması halinde ise kendi hakkı olmayan bir şeyin alınması da muhtemeldir.
Ata, Ali b. Ebi Talib'den (kv) şu sözü nakletmiştir: Ikramsever kimse, hakkını sonuna kadar almaya gayret etmez, aldığıyla yeti­nir. Ali (kv) bunu söyledikten sonra, Allah Teala'nın şu buyruğunu okumuştur: "Peygamber de eşine o söylediğinin bir kısmını bildirip bir kısmından ise vazgeçmişti". (Tahrim/3)
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Biz, harama açılabilecek tek bir noktaya düşme endişesiyle helalin yetmiş nok­tasını terkederdik. Hasan el-Basri'nin (ra) şu sözü de yerindedir: Geçmiş kuşaktan öylelerini gördüm ki, kendilerine sunulan helal malı almaz ve 'Buna ihtiyacım yok, almam halinde kalbimin bozul­masından korkarım' derdi. O zamanın halifeleri de adalet sahibiy­diler. Askerler de takva üzere onlara yardımcı olur ve kendilerine verilen payları, hak üzere alırlardı.
Allah Resulü (sav) bir hadislerinde atlar hakkında şöyle buyur­muştur: "At, kişi için günah kaynağı olabilir. Atını gurur, riya, şöh­ret veya İslama kötü bir kasıtla bağlayan kimse için, o atın yediği, içtiği, midesini doldurduğu, hatta idrar ve pisliği dahi Kıyamet gü­nü sahibinin günahları olarak ona isnad edilecektir".
Allah Teala buyurdu ki: "Zulmedenleri ve eşlerini (onlara ben­zeyenleri ve yardımcılarını) toplayın". (Saffat/22) Süfyan-ı Sevri (ra) de bu ayetin tefsirinde şöyle demiştir: Kıyamet günü şöyle ni­da edilir: 'Kötü yöneticiler ve onlara yardımcı olanlar ayağa kalk­sınlar!' Onlar için hokkaya bez koyan, divitlerini sivrilten, kavuk­larını taşıyan yahut herhangi bir işte onlara yardım edenlerin hep­si o zalimlerle beraber olacaklardır.
Bir adam İbnu Mübarek'e gelerek, 'Ben terziyim, sultanın ava-nesinden birileri için birşeyler dikmiş olabilirim, ne dersiniz ben de zalimlerin yardımcılarından sayılır mıyım?' diye sordu. O da şu ce­vabı verdi: Sen zalimlerin yardımcılarından değil bilakis zalimler­den birisin. Zalimlerin yardımcıları, senden iğne iplik alanlardır.
Ulemadan bir zat, emirlerden birinin divanında oturuyordu. Emir bir mektup yazmıştı. Alim zata dönerek *bana biraz mum ver de mektubu mühürleyeyim' dedi. Alim, onun isteğini yerine getirmeyerek 'Yazdığın mektubu ver de bir göz atayım, gayri meşru bir şey olup olmadığına bakayım' dedi. Emir mektubu ona vermedi.
Süfyan-ı Sevri (ra) benzer bir davranışı Halife Mehdi'ye sergile­miştir. Halifenin elinde beyaz bir kağıt vardı. O esnada içeri Süf-yan girdi. Halife ona, 'Ey Eba Abdullah, diviti uzatıver de bir mek­tup yazayım' dedi. Bunun üzerine Süfyan, 'Önce ne yazacağım söy­le. Eğer hakka uygun ise veririm. Aksi halde zulümde sana yardım­cı olmam* karşılığını verdi.
Mekke emiri MekkelileiMen bir zata, kale yapımına nezaret et­me görevini vermişti. Anılan zat şunu anlatmıştır: Bu işle ilgili ola­rak içime bir kuşku düştü. Meseleyi Süfyan-ı Sevri'ye (ra) sordum. O da bana, 'Bu işi asla yapma, az veya çok, ona hiçbir şekilde yar­dımcı olma' dedi. Ben de kendisine, 'Ey Eba Abdullah, bu müslü-manların yararı için Allah yolunda yapılan bir kale' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Evet, bu doğru olabilir. Ama bunda bile kalbine doğacak şeylerin en hafifi, ücretini verebilmesi düşüncesiyle onun idarede kalmasını temenni etmendir.
Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kim bir za­limin idarede kalması için dua ederse Allah Teala'ya isyanı istemiş olur. Bir hadis-i şerifinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Bir fasık övüldüğü zaman Allah Teala gazap-lanır". Başka bir rivayette de şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Kim bir fasıka ikramda bulunursa, İslam'ın yıkılmasına yardım etmiş gibi olur".
Esnaf, fasit alışverişlerden uzak durmalıdır. Aldatıcı, tehlikeli ve bilinmeyen malların ticareti türünden alışverişler böyledir. Bir alış­verişte iki alışveriş yapmak da buna benzer ki, bunlardan biri şart koşma veya şarta bağlamadır. Müslüman esnaf, elinde olmayan bir malı satmamak, aldığı bir malı da eline geçinceye kadar devretme-melidir. Borcu, borca s atmam alıdır. Olgunlaşıp kalitesi belli olunca­ya, hastalıklı olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hiçbir seb­ze veya meyvenin alım satımına girmemelidir. Kızarmamış veya sa-rarmamış hurmanın alışverişini de yapmamalıdır. Yumuş amadıkça veya kararmadıkça üzüm için pazarlık etmemelidir.
Allah Resulü (sav) iddiaya girerek mal bedelini arttırma yoluy­la yapılan satışı da yasaklamıştır. Bu durumda başkasını kandırmaya dönük bir alışverişin gerçekleşmesi muhtemeldir. Altın ve de­ğerli taşlardan yapılmış kolye türü zinet eşyalarını da parçalarını tamamen tahlil etmeden alıp satmamak gerekir. Sünnete uygun olan budur.
Müslüman tüccarlar, hayvanlar ve toprak mahsulleriyle ilgili satışlarda satılan malın her yönü açığa çıkmadıkça alışverişi ta-mamlamamahdırlar. Müslüman esnaf, faiz karışması veya başka bir hükmün ihlali nedeniyle batıl olduğu bilinen alışverişlerden sa­kınmalıdırlar. Bunlar, dini hassasiyeti azaltıcı ve kazancı kirletici hususlardır.
Bu konularda tereddüte kapılanlar, ilim ve fetva ehline sorma­lı, onlardan alacakları fetvalarda da vera' ve takva ehlinin mezhe­bine uygun düşeni tercih etmelidirler. Dinleri hakkında ihtiyatlı ol­malı, nefislerine dikkat etmeli ve ahiretleriyle ilgili endişelerde as­la ihmalkar davranmamalıdırlar. Bu, kendileri için çok daha hayır­lı ve muvaffakiyet temin etmeye daha yakındır.
Müslüman esnaf ve tüccar, yeni zanaat ve geçim yollarına te­reddütle yaklaşmalıdırlar. Bunların Selef döneminde mevcut olma­yışları, bidat ve mekruh olarak görülmeleri sebebiyle olabilir. Ma-siyete yol açan her türlü araç ve yol da masiyettir. Müslüman, bu tür alet ve edevatı imal etmez ve satmaz. Aksi halde zulüm ve sal­dırganlığa yardım etmiş olur.
Bidat veya münker bir iş sebebiyle kazandığı her kuruş da bidat ve münkerdir. Bidat ve masiyet ehline yardım edenler, bu bidat ve masiyette onların ortaklarıdır. Bu gibi yollarla kazanılan paralar, halkın mallarını batıl ile yeme hükmüne girer. Haram yiyen kimse de, kendini ve din kardeşini öldürmüş gibidir. Çünkü o, haramı hem kendisi yemiş, hem de din kardeşine yedirmiş olmaktadır. Allah Te-ala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl (yollar) ile yemeyin". (Bakara/188); "Kendinizi öldürmeyin". (Nisa/29) Bütün bunlar, müslümanlarm izlemesi gereken yolun dışındaki yollardır. Allah Teala buyurdu ki: "Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu saptığı yere döndürür ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Esnafın geçimini temin ettiği iş, onu ahiret işinden uzaklaştır-mamalı, dünyevi ticareti uhrevi ticaretinden koparmamalıdır. Dünya pazarı, ahiret pazarındaki alışverişine mani olmamalıdır.
İnançlı bir esnaf şunu iyi bilir ki, Allah Teala'nm yeryüzündeki ev­leri olan camiler, aynı zamanda ahiretin pazarlarıdır. Yüce Allah buyurdu ki: "Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onla­rı Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alı­koymaz". (Nur/37); "Allah'ın yükselmesine izin verdiği evlerde (ca­milerde) O'nun adı anılır, geceleri ve sabahları oralarda O'nu teş­bih eden adamlar vardır". (Nur/36)
Esnaf, günün iki tarafını Efendisi'nin hizmetine adamak, O'nu zikir ve en güzel amellerle teşbih etmelidir. Ömer (ra) tüccarlara bu konuda emirde bulunarak şöyle demiştir: Gününüzün ilk kısmını Allah Teala'ya tahsis edin, kalan kısmını da kendinize ayırın. Se-lef-i Salih'ten nakledilen haberlerde günlük hayatlarını şöyle dü­zenledikleri nakledilmiştir: Onlar, günün ilk kısmını ahirete, son kısmını da dünyaya tahsis ederlerdi. Denir ki: Kış mevsimleri hel­va ve kelleyi çocuklar ve zimmiler satardı. Çünkü helvacılar ve kel­leciler gün doğumuna kadar geçen vakti mescidde geçirirlerdi.
Selef-i Salih, ikindi namazından sonra da zikir ve teşbih için mescidde toplanırlardı. Hatta o vakitte mescide gidenler, topluca oturduklarını görünce, 'İkindi'yi mi kılacaksınız?' diye sorarlardı. Onlar, İkindi vaktinden gün batımına kadar geçen zamanı zikir ve teşbihle geçirirlerdi. Bu, artık izi kalmamış bir adettir. Bu vakitte böyle yapanlar, o güzel adeti ihya etmiş olurlar.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Ahireti se­bebiyle dünyayı ihmal edenler ki onların hali 'kazananlar=fâ'izûnJ derecesidir. Ahireti için dünyalık kazananlar ki bunların hali de, 'Kurtulanlar=nâcûn' derecesidir. Dünya sebebiyle ahireti ihmal edenler ki bunların hali de, 'Helak olanlar=hâlikûn' derecesidir. Bir alim biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah Teala'yı seven yaşar, dünyayı seven şaşar, akılsız ahmaklar da sağa sola gidip ge­lirler.
İbni Ömer (ra) pazara girdiğinde şöyle dua ederlerdi; Allahım! Küfür, fısk ve pazarı kuşatan kötülüklerden Sana sığınırım. Pazar­da Allah Teala'yı anmak, çok mühim bir vazifedir. Esnaf, gaflet an­larında ve halkın alışveriş için yüklendiği saatlerde Allah Teala'yı anmayı asla ihmal etmemelidir. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Pa­zarda Allah'ı zikreden kişi, Kıyamet günü ay ışığı gibi bir ışık, güneşgibi bir delille huzur-u ilahiye gelir. Pazar yerinde Allah'tan bağış­lanma dileyen kimseye, ailesinin fertleri sayısınca mağfiret edilir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Gafiller arasında Allah'ı zikreden kimse, firarilere uymayıp savaşan, ölüler arasında diri kalan kişi gibidir. Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Pa­zara gelen ve 'Allah'tan başka ilah yoktur, Tek'tir, ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadır, diriltir ve öldürür, Zatı diridir, asla ölmez, hayır O'nun kudret elindedir ve O herşeye Kâdir'dir' diyen kul için Allah Teala ikibin hasene yazar.
Abdullah b. Ömer (ra) ve Muhammed b. Vasi' (ra) pazara gittik­lerinde lütuf dileyerek Allah Teala'yı zikrederlerdi. Çarşı pazara gittiğinizde veya orada iken Allah Teala'yı anıp kelime-i tevhid g«^ tirmeyi asla ihmal etmeyin. Bu, orada yapılması gereken ameller­dendir. Pazarda, ya Allah'ı anar veya iş yapar halde bulunun. Bun­lar dışında yapılanlar, mekruh görülmüştür.
Ezanı işittiğinizde namaza yönelin ve cemaatten sonraya kal­mayın. Aksi halde bazı alimlere göre fısk haline düşülebilir. Zaman yeterli veya başka bir mescidde cemaate katılabilmek sözkonusu ise oyalanmak caizdir. Cemaatin başlangıç tekbirine yetişmek,, es­naf için ölünceye kadar dünyada kazanacağı bütün servetlerden daha sevimli, kaçırılması ise, dünyada kaybedebileceği her varlık­tan daha ağır bir kayıptır. Akıl ve basiret sahibi esnaf bu hakikati iyi bilir.
Selef esnafı ezanı işittiklerinde mescidlere koşar ve kamet vak­tine kadar niyaz ederlerdi. O vakitte çarşı pazarda esnaf kalmaz, dükkanlarda çocuklar ve zimmiler otururlardı. Bunlar, tüccar tara­fından istihdam edilir, kendileri mescidde iken küçükler paraları istifler, dükkanları beklerlerdi. Bu da, izi kaybolmuş sünnetlerden biri olup devam ettirenler onu ihya etme sevabını kazanırlar.
"Öyle adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37) ayet-i kerimesinin tefsiri yapılırken şu hikaye nakledil­miştir: Ayette anlatılan kimseler, demirciler ve ayakkabıcılardır. Çekici kaldırdıkları veya iğneyi soktukları an ezanı işitirlerse, iğ­neyi deriden çıkarmaz, çekici de demire vurmayıp derhal mescide koşarlardı.
Rivayete göre Vehb şöyle demiştir: Malik (ra) Cuma günü ezan­dan sonra alışveriş yapan kişiyle ilgili olarak alışverişin münfesih olduğunu söylemişti. Kendisine, "Ticari bir muamelede bulunsa ve namaza gitmese ne olur? O hür değil midir?' denildiğinde ise şu ce­vabı vermiştir: Böyle biri, Rabbi'nden bağışlanma dilemelidir. Re-bfa ise aynı adam hakkında, 'Zulümde bulunmuş ve kötülük etmiş* tir" şeklinde fikir beyan etmiştir. Malik de (ra) şöyle demiştir: Cu<-ma günü imam camiden çıkıncaya kadar alışveriş etmek haramdır.
Zanaat ehli, süslü ve gösterişli eşya imal etmekten uzak durma* lıdır. Bu çerçevede faydasız ve zinet olma Özelliğinden başka bir hu­susiyeti olmayan resim, nakış, fildişi oymalar, fildişi kakmalar, ki­reçten dökümler, nefsi tahrik edici renklerle yapılmış boyamalar ve benzerlerinin tamamı mekruhtur. Bunlar karşılığında alman ücret de şüphelidir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: Evlatlarınız için zanaatların iyilerini seçin. Huzeyfe'den (ra) bu hususta şu söz riva­yet edilmiştir: Allah Teala, her zanaatçıyı ve zanaatı yaratandır. Selef, yemek ve un satmayı da mekruh görürdü. Bunların satışının mekruh oluşuyla ilgili olarak Allah Resulü'nden (sav) birçok hadis rivayet edilmiştir.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Allah Teala, za­naatında becerikli olan kulunu sever. Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala, kulu bir iş yaptığında onu en iyi şekil­de yapmasını ister.
Ariflerden bir zat, tavsiyelerde bulunduğu bir şahsa şöyle de­miştir: Oğlunu şu iki ticarete ve iki zanaata sokma: Yemek satışı ile kefen satıcılığına. Çünkü ilkinde fiyatların artmasını, ikincisinde de insanların ölmesini temenni eder. İki zanaat ise, kasaplık ve ku­yumculuktur. İlki kalbi katılaştırır, ikincisi de altın ve gümüşle süsleyerek dünyayı güzel gösterir.
Osman el-Şehham, Muhammed b. Sirin'in komisyonculuğu (=tellaliye) mekruh gördüğünü söylemiştir. Said de, Katade'nin ko­misyon ücretini mekruh gördüğünü bildirmiştir. Bir Arap atasö­zünde şöyle denir: Canlı sat, ölü al! Bu sözde sanki telef olması en­dişesiyle canlı hayvanın ücretini geri vermeyi hoş görmedikleri gi­bi bir mana vardır. Alimler, cansız hayvan almayı hoş görmüşler­dir, çünkü alman hayvan zaten ölüdür.
Araplar elbise ticaretini severlerdi. Said b. el-Müseyyeb şöyle derdi: Benim için, -içinde yeminler edilmemek şartıyla- elbise tica­retinden daha sevimli bir ticaret yoktur. Konuyla ilgili bir rivayet­te de şöyle denilmektedir: Eğer cennet ehli ticaret yapacak olsalar­dı elbise ticareti yaparlardı. Cehennem ehli ticaret yapacak olsa­lardı, sarraflık yaparlardı. Hasan el-Basri (ra) ve Muhammed b. Şi­rin (ra) sarraflığı (kuyumculuğu) mekruh görmüşlerdir. Hasan el-Basri'ye (ra) sarrafın durumu sorulduğunda şöyle dedi: O, fisk sa­hibidir, gölgesinde durulmaz, ardında namaz kılınmaz.
Bahçıvan, hamal, tuzcu, hamam işleten, hırkacı ve berber de zanaat ehlinin hayırlıları arasında sayılmıştır. Marangozluk, ha­mallık, terzilik, ayakkabıcılık, mestçilik, çamaşırcılık, zırh yapım­cılığı, demircilik, dokumacılık, kara ve deniz avcılığı ile kağıt ima­latı mubah görülmüş zanaatlardır.
Abdülvehhab b. el-Verrak'm şunu naklettiği haber verilmiştir: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) bana mesleğimi sorduğunda 'Kağıt imalatçısıyım* dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kazancın da güzel, zanaatın da. Eğer bir zanaatla uğraşacak olsaydım, senin zanaati-ni yapardım. Sonra şu tembihte bulundu: Yazarken sadece vasıfla­rı belirt, haşiye ve notları müstesna tut.
Malik b. Dinar (ra) kağıt imalatçısıydı. Selef-i Salih, kazançla­rını kendileri tedarik eder ve bunu boşta gezmeye tercih ederlerdi. Kulu Allah Teala'ya yaklaştıran her amel, ahiret amellerinden sa­yılır. İyilik, 'ma'ruf görülmüş ve buna karşılık ücret almak ise mek­ruh olarak nitelenmiştir.
Mesela Kur"an ve ilim öğretmek, zikir meclislerine katılmak, Ramazan ayında halka namaz kıldırmak, ölü yıkamak ve benzeri işler için ücret almak mekruhtur. Çünkü bunlar, ahiret ticareti sa­yılan işlerdir ve bunların karşılığı ancak ahirette alınır. Bunların karşılığını dünyada alan kimse, açık bir ziyandadır.
Muhtesibler de ifa ettikleri göreve karşılık ücret talep ederler­se, mekruh işlemiş olurlar. Allah Resulü (sav), Osman b. EbiVAs'a (ra) şöyle buyurmuştur: Bir müezzin bul ve ezan için ücret alm  [1][35] Ebu Ubade (ra) Allah Resulü (sav) devrinde şöyle bir hadise cere­yan ettiğini haber vermiştir: "Öğrettiği bir sureye karşılık Allah Resulü'ne (sav) bir yay hediye edilmek istenmişti. O, hediye teklif edene şöyle buyurdu: Allah Teala'nm seni ateşten bir yaya sarma­sını ister misin? Ardından da yayı geri verdi".
Müslüman tüccar, gıda maddelerini stoklayıp karaborsaya dü­şürmekten kesinlikle sakınmalıdır. Özellikle de halkın temel gıda­sı olan buğday ticaretinde ihtikarcılık (stokçuluk) yapmamalıdır. Stokçuluğun kerahati ve kötülüğü hakkında sayısız hadis rivayet edilmiştir: Huzeyfe (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslümanların yiyeceğini stoklayan bizden de­ğildir[2][36]
Başka bir hadiste ise O'nun şöyle buyurduğu haber verilmekte­dir: "Her kim kırk gün süreyle ihtikarda bulunur, ardından da bu gıdaları tasadduk ederse bu, sadaka sayılmayıp ihtikar günahının kefareti sayılır". Bir diğer hadiste ise şu ifade yer almaktadır: "Kim kırk gün ihtikarda bulunursa, insan öldürmüş gibi (günahkar) olur". Bir başka hadis de şöyledir: "Allah onu cehennemin en büyü­ğüne atar".
Ali (kv) de şöyle demiştir: Her kim kırk gün ihtikarda bulunur­sa, kalbi katılaşır. Rivayete göre Ali (kv), ihtikarcıların stokladığı gıda maddelerini yaktırmıştır. Bir vesiyle de şöyle dediği nakledil­miştir: Kim bir yiyecek getirir ve onu günün fiyatıyla satarsa, onu tasadduk etmiş gibi olur. Bu sözün başka bir rivayetinde ise şu la­fız kullanılmıştır: Sanki bir köle azat etmiş gibi olur.
Ulemadan bir cemaate göre ihtikar kapsamına giren ana ka­lemler şunlardır: Her türlü hububat, mercimek, bakla, yağ, bal, peynir, hurma, sıvı yağ ve peksimet. Bunların stoklanması mekruh görülmüştür. Benzer bir hüküm İbni Abbas'tan da (ra) rivayet edil­miştir: O, bunu "Her kim orada ilhad ile zulüm(de bulunmak) ister­se ona acı bir azap tattırırız". (Hac/25) ayetinin tefsirini yaparken söylemiştir. Ona göre ihtikarcılık, bir zulüm türüdür.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle bir hadise nakletmiştir: Kendisi Vasıt şehrinde iken Basra'ya göndermek üzere buğday dolu bir ge­mi hazırlamış ve oradaki vekiline de şu talimatta bulunmuştu: Bu malı, Basra'ya indiği gün sat, ertesi güne olsun bırakma. Fiyat ko­nusunda da orta bir yol tutmuş, makul bir fiyat belirlemişti.
Oradaki tacirler vekile 'Malın satışını Cuma'ya ertelersen, bir­kaç kat daha fazla kazanabilirsin1 dediler. O da malın piyasaya ar­zım Cuma'ya erteledi ve gerçekten de misliyle kazandı. Mal sahibi­ne gönderdiği mektupta bunu bildirdi. Selef-i Salih'ten olan mal sa­hibi, ona şöyle bir mektup gönderdi: Be adam, biz dinimizin emri­ne uyarak üçte bir kazanmakla kanaat etmiştik. Sen bizim talima­tımıza karşı çıktın ve ahirette aleyhimize olacak bir suç işledin. Bu mektubum sana ulaştığında, paranın tamamını al ve Basra'nın fa­kirlerine dağıt. Umulur ki böyle yaparak ihtikarcüık dolayısıyla iş­lediğim günahtan lehte ve aleyhte birşey kalmayacak şekilde kur­tulmuş olabilirim.
Şeyhimiz Muzaffer b. Sehl bize şunu anlatmıştı: Gaylan el-Hay-yat'tan şöyle bir hadise dinledim: Seri es-Sekatî bir ton civarında bademi altmış dinara satın almış, etiketine üç dinar kâr ilave ede­rek satışa sunmuştu. O gün badem fiyatı doksan dinara çıktı. Bir süre sonra tellal geldi ve ona, 'Bademini satın almak istiyorum' de­di. Serî, 'Alabilirsin, fiyatı altmış üç dinar" dedi.
Tellal, bademe yetmiş dinar vermek istediğini söyleyince şöyle dedi: Ben Allah Teala ile aramda bir şey kararlaştırdım. Bu bade­mi, altmış üç dinardan farklı bir fiyata satmam. Tellal, 'Ben de Al­lah Teala ile aramda şunu kararlaştırdım ki hiçbir müslümanı al­datmayacağım. Bu bademi yetmiş dinardan aşağısına satın ala­mam' dedi. Sonuçta ne tellal malı aldı, ne de Serî malını sattı.
Tabiundan bir zatın Basra'da ticaret yapan bir adamı vardı. Basra'da satması için kendisine şeker gönderdi. Adanı, efendisine yazdığı mektupta o yıl şeker kamışına bir zararlının dadandığını, daha fa2İa şeker göndermesini istedi. O da şeker üreten birinden bol miktarda şeker alarak kendisine gönderdi. Şeker piyasası yük­seldiğinde bu ticaretten otuz bin dinar kazanıldı.
Şekeri gönderen şahıs, otuz bin dinarı eline aldıktan sonra evi­ne gitti ve gece sabaha kadar bu kazanç üzerinde düşündü. Sonun­da kendi kendine şöyle dedi: Otuz bin dinar kazandım ama bir müslümana doğru söyleme görevimi ihmal ettim. Ertesi sabah doğ­ruca şekeri satın aldığı kişiye gitti ve otuz bin dinarı ona vererek, 'Bu, senin haklan, Allah bereketini arttırsın' dedi. Adam, 'Bu da ne­reden çıktı?' diye sorunca şu cevabı verdi: Senden şeker alırken, işi usulüne uygun yapmadım. Basra'daki adamım, oradaki şeker mah­sulüne bir zararlının dadandığını ve telef ettiğini bildirmişti. Oysa ben bu hususu sizden gizledim. Eğer buseydin belki de şekeri bana satmayacaktın.
Şeker üreticisi, 'Allah sana merhamet buyursun! Şimdi haber verdin, ben de hakkımı helal ettim' diyerek parayı geri verdi. Adam evine döndü ama gece yine uyuyamadı. Sürekli bu meseleyi düşü­nüyor, kendi kendine 'İşi usulüne uygun yapmadım, alışverişte bîr müslümana karşı dürüst davranmadım' diyordu. Sabah erkenden yine o şahsa gitti ve 'Allah sana afiyet versin, şu paranı al, böylesi kalbimi daha sakinleştiricidir' dedi. Ardından da otuz bin dinarı ona verdi.
Süleyman et-Teymî şöyle demiştir: Muhammed b. Şirin (ra) ka­fasına takılan bir şüpheden dolayı kırkbin dirhemi almamıştır. Alimler de bunda bir mahzur olmadığı hususunda müttefiktirler.
Geçmiş zamanlarda gösterilen bu hassasiyetin arkasında dini hislerin çok kuvvetli oluşu yatmaktadır.
Satıcı, malını övmekten, süslü sözlerle olduğundan farklı gös­termeye çalışmaktan sakınmalıdır. Aynı şekilde alıcı da, satın ala­cağı malı haksız yere kötülemekten, ona kulp takmaktan sakınma­lıdır. Tarafların malla ilgili yeminleri de masiyetten sayılmıştır. Bu tür yeminler, kazancı yokedicî niteliktedir. Selef-i Salih bu husus­larda çok titiz davranırlardı.
Ebu Zer (ra) şöyle demiştir: Allah Teala'nm kendilerine bakma­yacağı kimseler arasında günahkar tüccar da vardır. Biz, malı ol­mayan özelliklerle Övmeyi günah sayardık.
Yunus b. Ubeyd ipek tüccarıydı. Bir müşteri gelerek kendisin­den ipek elbiselik almak istedi. O da adamına ipek toplarını çıkar­masını söyledi. Topları açan adamı, 'Allah Teala'dan cennet niyaz ederim' deyiverdi. Bunun üzerine ona, 'Topları dür1 dedi. Tezgâhta­rın söylediği sözün malı övme olarak anlaşılabileceği endişesiyle o müşteriye satış yapmadı.
Rivayete göre Yunus'un dükkanında iki tür elbise vardı. Biri dörtyüz, diğeri de ikiyüz dirhem değerindeydi. Birgün namaz kıl­mak için mescide gitmiş ve dükkanı yeğenine emanet etmişti. O namazda iken, bir köylü gelerek dörtyüz dirhemlik bir elbise istedi. Yeğeni de ona, ikiyüz dirhemlik elbiseleri gösterdi. Köylü, onlar­dan birini beğendi ve rızasıyla satın alarak yoluna gitti.
Yolda giderken, bir yandan da elinde tuttuğu elbiseye bakıyor­du. Mescidin önünde Yunus ile karşılaştı. Yunus, adamın tuttuğu elbiseyi tanımıştı. Yanına yaklaşarak, 'Bunu kaça aldın?' diye sor­du. Köylü, 'Dörtyüz dirheme' deyince, 'O kadar etmez, onun değeri ikiyüz dirhemdir1 dedi. Köylü, 'Behey adam, bu elbise bizim oralar­da beşyüz bile eder dedi. Yunus b. Ubeyd ona, 'Dinde dürüst olmak, bütün dünyanın malından daha hayırlıdır1 diyerek adamın elinden tuttu ve dükkana götürdü. Orada yeğeni ile tartışıp 'Allah'tan korkmadm mı? Malın bedeli kadar kâr etmekten utanmadın mı? Müslümana niye dürüst davranmadın?' diyerek çıkıştı.
O da kendini savunarak, 'Rızası olmaksızın para almadım ki' dedi. Yunus, 'O rıza göstermiş olsa bile, kendin için rıza gösterdiği­ne kardeşin için de rıza göstermen gerekmez mi?' diyerek onu ters­ledi. Ardından köylüye ikiyüz dirhemini geri verdi.
Muhammed b. el-Münkedir de Yunus'a benzer şekilde davran­mıştır. Onun Basra, Bağdat gibi muhtelif yerlerden gelme uzun bezler sattığı bir dükkanı vardı. Fiyatlar, beş ve on dirhem olmak üzere iki kısımdı. Bir gün dükkanı adamına emanet ederek dışarı çıkmıştı. Adamı da hata ile bir köylüye beşlik malı ona satmıştı.
İbnü'l-Münkedir dükkana dönüp de bezlere baktığı zaman, ada­mının hatasını anladı ve adamım *Yazık sana, bizi mahvettin' diye­rek azarladı. Sonra da, 'Git, heryeri dolaş ve o köylüyü bul' dedi. Adamı, akşama kadar o köylüyü aradı ve sonunda bularak dükka­na getirdi. İbnü'l-Münkedir, 'Adamım hata etmiş ve beş dirhemlik bir malı, sana on dirheme satmış' dedi. Köylü, *Ne önemi var ki be­nim itirazım yok* dedi.
Bunun üzerine o, 'Sen kendin için razı olsan da, biz senin için ancak kendimiz için razı olduğumuza rıza gösteririz. Şimdi şu üçünden birini seç: Verdiğin parayla on dirhemlik bir bez satın ala­bilirsin. İstersen beş dirhemini geri alabilirsin. Ya da aldığın bezi iade edip bütün paranı geri alabilirsin' dedi. Köylü, beş dirhemini geri istedi ve onu alarak dükkandan ayrıldı.
Çevreye bu yaşlı tüccarın kim olduğunu sordu. 'O, Muhammed b. el-Münkedir'dir' denilince, 'La ilahe illallah! Bu, kuraklık olduğu zaman kendisiyle yağmur duasına çıkmamız gereken bir zat­tır* dedi.
Ulemadan bir zata, alışverişte vera'nm hükmü sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Alışverişte vera', ancak hakiki manada dürüstlük ile mümkün olur. Teki bu nasıl olur?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Bir şeyi bir dirheme sattığınızda bakarsınız; aynı şeyi bir dirheme satın almak size uygun gelirse, o zaman müşterinize kar­şı dürüst davranmış olursunuz. Eğer size beş kuruşa uygun geldi­ği halde bir dirheme sattıysanız, o zaman kendiniz için razı olma­dığınız bir şeye müşteriniz için razı olmuş olursunuz. Bu noktada da dürüstlük gider. Dürüstlük ortadan kalktığında vera' da orta­dan kalkmış olur.
Denir ki: Satıcı, Kıyamet günü bir şey sattığı herkesle yüzleşti-rilir ve yaptığı her muameleden dolayı hesaba çekilir. Dünya haya­tında ondan mal satın alan herkese onunla ilgili soru sorulur.
Bir zat şunu anlatmıştır: Ticaret ehlinden birini rüyamda gör­düm ve kendisine, 'Allah sana ne yaptı?' diye sordum. Şöyle dedi: Önüme ellibin sayfalık bir kitap konuldu. 'Bunların hepsi benim günahlarım mı?' diye sordum. Bana, 'Bunlar dünya hayatında yap­tığın alışveriş ve muamelelerdir. Bu kitabın her sayfası, ticaret yaptığın bir kişiye mahsustur. Kitapta ilkinden sonuncusuna ka­dar yaptığın bütün muameleler mevcuttur' denildi.
Ticaretinde tartı kullanan esnaf, sattığı ve mal verdiği zaman terazinin kendi aleyhine ağır basmasını, alırken de aksine olması­nı tercih etmelidir. Alırken ayrı, satarken ayrı şekilde tartan kişi­nin hesabı çok ağır olacaktır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Bir da-ne sebebiyle Allah Teala'nm veylini satın almamak gerekir. Alırken kendi aleyhine bir dane eksiltmeli, verirken de bir dane arttırmalı-dır. Yüce Allah buyurdu ki: "Veyl (yazıklar) olsun, ölçü ve tartıda eksiltenlere!". (Mutaffifîn/1) Burada 'Yazıklar olsun!' azarına mu­hatap olanlar, ölçü ve tartıda eksiltmeye rıza gösterenlerdir.
Onlar, eksik verdikleri bir iki dane ile, eni gökler ve arz olan bir cennet satmaktadırlar. Böyle davranmalarının sebebi de, Allah Te-ala'nın emrini hakkıyla bilmemeleri, ahiret inançlarının zayıflığı­dır. İşte bu nedenle cennet karşılığında 'Veyl' satın almışlardır. De­nir ki: Bu tür haksızlıklar, asla karşılıksız kalmaz ve haksızlık ya-pılanların tümünü bilmenin mümkün olmayışı sebebiyle tevbe de sıhhatli olmaz. Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir şey satın aldığı zaman, tartıcıya 'Onu kendi lehine olacak şekilde tart' buyururdu [3][37] Fudayl b. Iyaz (ra), oğlu Ali'yi bir dinarın üzerindeki sürmeyi te­mizlerken gördü. Ali, dinarı ovalıyor ve yıkıyordu. Fudayl oğluna, 'Ey oğulcuğum, bu yaptığın yirmi kez haccetmekten daha hayırlı bir iştir" dedi. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Gündüz sürek­li tartan ve yemin eden, gece de uyuyan tüccarların kurtuluşa na­sıl ereceklerine şaşmak gerekir. Süleyman'ın (as) şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Günah, yılanın iki taşın arasına girdiği gibi alıcı ile satıcının arasına girer.
Rivayete göre Seleften bir zat, kadın ve erkeklerle birlikte olan bir 'hünsa'nın (=kadın gibi davranan erkek) cenaze namazını kıl-dırnuştı. Ona, 'O, fasık biriydi, şöyle şöyle yapardı, onun namazını nasıl kıldırırsın?' denildiğinde sustu. Söz sahibi, sözlerini tekrar et­tiğinde yine sustu. Üçüncü kez tekrar ettiğinde de şöyle dedi: Bun­dan vazgeç! Sanki o, biriyle aldığı diğeriyle sattığı iki terazisi olan bir tüccarmış gibi konuşuyorsun!
Onun bu sözü, işin ehemmiyetini vurgulamak ve öğüt vermek manasında alınmalıdır. Ona göre alışverişteki haksızlık insanlar arasında cereyan ederken, sözü edilen günah kişinin kendi aleyhi­ne işlediği bir zulümdür. Halka yapılan zulüm ile ferdin kendi ken­dine yaptığı zulüm arasında elbette çok büyük fark vardır. Halk, yoksul, cahil ve dalgın kimselerden oluşur ve onlar, haklarını ihti­yaçları olduğu için ararlar. Allah Teala ise, herşeyi bilen, cömert ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır. O, hakkını alma konusunda çok hoşgörülüdür.
Müşterinin satıcıdan terazinin ağır basmasını istemesi yakışık almaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Tartıyı adaletle ya­pın". (Rahman/9) Buradaki 'adalet=kıst', eşitlik ve hakkaniyet an­lamındadır. Eşitlik ise, terazinin dillerinin aşağı yukarı olmaksızın aynı hizada olmalarıdır. Abdullah b. Mesud'un (ra) kıraati şöyledir: Terazide ölçüsüzlük etmeyin, tartıyı (terazinin) dilleriyle adilce tu­tun ve tartıyı eksiltmeyin. Onun bu kıraati, bir anlamda ayetin tef­siri de olmaktadır.
Ticari muamelelerde düşük kaliteli veya sahte paralar kullan­mak mekruhtur. Buna göre kaynağı belli olmayan veya hurda gü­müşten yapılmış bir dirhemle alışverişte bulunmak uygun değildir. Değeri bilinmeyen veya gümüşü başka metallerle karışık dirhem­ler de böyledir. Selef, bu hususta çok titiz davranmış ve bunu ha­ram saymışlardır. Süfyan-ı Sevri (ra), Fudayl b, Iyaz (ra), Vehb b. el-Verd, Davud b. el-Mübarek, Bişr b. el-Hars ve el-Mu'afi b. Üm­ran (ra) bu zevattandır.
Denir ki: Kullanılan her sahte para, sahibinin amel defterine yapıştırılmış olarak karşısına çıkar ve bunun altına günah sayısı yazılır: Bin günah, beşbin günah gibi. Bu sayı, onun tartısı mikda-rıncadır. Tartılan her zerre için bir günah yazılır. Zerre, güneş ışı­ğını oluşturan ve gözle görülmeyen ışık parçalarına verilen addır. Ulemadan bir zat, Allah yolunda cihad eden gazilerden birine şu hadiseyi anlatmıştır: Yabani eşek yakalamak için atıma bindim. Ama atım, eşeklere bir türlü yetişemedi. Geri döndüm. Eşekler tek­rar göründü. İkinci kez atıma binerek onları yakalamak istedim. Ama atım yine geri kaldı. Üçüncü kez bindiğimde eşeklere yaklaş­tım, bu defa atım beni üstünden atmaya yeltendi. Atımdan asla böyle bir hareket beklemezdim.
Üzgün bir halde geri döndüm ve bir çardağın kenarına otur­dum. Yaban eşeklerini yakalarken başıma gelenleri düşünüyor­dum. Atımın huyu tamamen değişmişti. Başımı çardağın kenarına yasladım ve orada uyudum. Ben uyurken, atım da önümde duru­yordu. Rüyamda, atımın benimle konuştuğunu ve şöyle dediğini gördüm: Allah'a yemin ederim ki, yabani eşekleri arkama bağla­mak için üç kez teşebbüs ettin. Ben de buna müsaade etmedim. Çünkü dün bana aldığın yem için verdiğin dirhemlerden biri sahte idi. Bu dürüstlüğe sığmaz.
Dehşet içinde uyandım ve derhal yem satıcısına gittim. Ona, 'Dün senden aldığım yeme karşılık verdiğim dirhemleri çıkar1 de­dim. Adam onları kasasından çıkarttığında sahte olanı buldum ve satıcıya, 'Dün bu dirhemi sana ben vermiştim' dedim. Ardından bu dirhemi yenisiyle değiştirdim ve oradan ayrıldım.
Abdülvehhab şöyle demiştir: Bişr'e sahte parayla alışverişin hük­münü sorduğumda, 'Bundan dolayı affedilmeni niyaz etmen gerekir1
dedi. Süfyan-ı Sevri'ye sorduğumda ise 'Haramdır* dedi. Ebu Da-vud'dan şu söz nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel'in sahte veya sürme­li parayla alışveriş ve muameleyi münker gördüğüne şahit oldum.
Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sahte bir dirhem vermek, yüz dir­hem çalmaktan daha ağır bir suçtur. Çünkü yüz dirhem çalmak, tek bir günahtır ve cezasının çekilmesiyle son bulur. Oysa sahte bir kuruş kullanmak, sonradan ihdas edilmiş kötü bidatlerden ve uzun süre devam ettirilecek çirkin adetlerden biridir.
Aynı zamanda müslümanlarm paralarını ifsad etmektir ki bu­nun vebali, yapan kimse için yüz hatta daha fazla yıl; o dirhem te­davülde oldukça sürer. Sahte para kullanan kişi, bozulmasına yol açtığı ticari ahlakın ve müslümanlarm mallarına zarar vermenin günahım sürekli sırtında taşır. O para tedavülden kalkıncaya ka­dar bu durum devam eder.
Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da son bu­lur! Yazık o kimseye ki ölümüne rağmen günahları belki yüz hatta iki yüz yıl sürer! Bundan dolayı da kabrinde azap görür. Piyasaya sürdüğü sahte para tedavülden kalkıncaya kadar onun hesabını verir.
Yüce Allah buyurdu ki: "Onların takdim ettiklerini de bıraktık­ları izleri de yazarız". (Yasin/12) Ayette geçen 'takdim ettiklerinden maksad, insanların dünyada yaptıklarıdır. 'İzlerinden maksad ise, başlattıkları sünnet, adet ve sebep oldukları olaylarla bıraktıkları eserlerdir.
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır: "O gün in­sana takdim ettiği de tehir ettiği de haber verilir". (Kıyamet/13) 'Takdim ettiği' ile kasdedilen dünya hayatında yaptığı işlerdir. Te­hir ettiği' ile murad edilen ise, kendisinin başlatıp diğerleri tarafın­dan sürdürülen adet ve sünnetlerdir.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Her kim kötü bir sünnet başla­tır ve kendinden sonra bu sünnetle amel edilirse, onun vebali ile birlikte, onu takip edenlerin vebalini de üstlenir. Onu yaşatanların vebalinde de eksilme olmaz [4][38]
Paranın sahte olduğunu bilerek kullanmak çok ağır ve büyük bir suçtur. Sahte parayı tanımayan birinin onu kullanması, dahahafif ve mazur görülebilir bir suçtur. Çünkü bunda sadece aldanma vardır. Oysa ilkinde kasıt ve taammüd vardır.
Geçmiş devirde müslüman tüccarlar din kardeşlerini -bilme­den- aldatmamak için paranın kalitesini öğrenme hususunda eği­tim görürlerdi. Paranın hakikisi ile sahtesi arasındaki farkı bil­mek, bu bilgiye sahip olan tüccar için de bir imtihan ve vebal sebe­bidir. Bu incelikleri bildikleri halde gereğini yapmayan tüccarlar, bu bilgilerinden dolayı hesaba çekileceklerdir.
Kendisine sahte dirhem verilen bir tüccar, onu erittirmeli ve başka bir ticari muamelede bulunmamalıdır. Bu yaptığı için Allah Teala'dan sevap umabilir. Çünkü erittirdiği dirhemin zerreleri ka­dar hasenat sözkonusudur. Onu gözden çıkardığında ise, oruç ve namaz gibi ameller kadar sevaba nail olacaktır.
Elindeki paranın nakit olarak kullanılabilirliği sözkonusu ise, onun emsaliyle muamelede bulunur. Böyle bir parayla her hangi bir şey satın almak istediğinde satıcıya paranın durumunu bildir­melidir. Satıcı, o parayı bilerek ve hoşgörü göstererek alırsa bunda bir mahzur yoktur. Paranın durumunu bildirmezse, dürüst davran­mamış olur. Çünkü satıcı, parayı bilmeden kabul edebilir.
Rivayete göre Ömer (ra) şöyle demiştir: Dirhemleri sahte olan tacir, onları avucuna koyup bunu yüksek sesle duyurmalıdır. Bu hükümler, sahte paranın dış yüzüyle ilgili sahtecilik, örneğin tunç veya kurşunla kaplı olması gibi durumlar için geçerlidir. Bu tür pa­raların emsal değerleri mevcuttur. İbni Ömer (ra), Naiİ'e şöyle de­miştir: Benim ilmimi, Ikrime'nin İbni Abbas'm (ra) ilmini korudu­ğu gibi koruman, bana sahte bir dirhemin olmasından daha sevim­li gelir. Bu sözü üzerine, 'Onu sağlam yapsan olmaz mı?' denildiğin­de şu karşılığı vermiştir: Benim gönlümde de öyledir.
Neha'i'den şu söz nakledilmiştir: Dirhemde az da gümüş bulu­nuyorsa bunda mahzur yoktur. Ebu Davud'dan şöyle bir bilgi nak­ledilmiştir: İshak b. Raheveyh'e (ra) karışık paranın harcanması­nın hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunda sakınca yoktur. Kar­şı tarafça bu özelliği bilinen ve hoşgörülen karışık paranın harcan­ması hususunda ruhsat mevcuttur. Bu tür parayı sevap kazanmak maksadıyla almak da caizdir. Ancak onu müslümanlarla ticaretin­de kullanan kişi, hoşgörü ve titizliğine rağmen günah işlemiş olur. Böyle birinin sağlam para alması daha hayırlıdır.
Bunlar, amellerin incelikleri ve zahirde hayır görünüp batında şer olan hususlara girer. Ama sahte ve karışık paraları alıp bunla­rı ticaretine sokmayarak çöpe atan kimseler gerçekten büyük hay­ra sahip olurlar. Gösterdikleri mesuliyet şuuru, onlar için ecir ve sevap olarak kayda geçirilir.
Ticaret erbabı, hatalarının, yersiz yemin ve yalanlarının kefare­ti olmak üzere bol bol sadaka vermelidirler. Allah Resulü (sav) de tüccarlara sadaka vermeyi emretmiştir. Tüccar ve sanayiciler yu­karıda aktardığımız hasletlere sahip olmalıdırlar. Onlarda bulun­ması gereken bu hasletler, hayır ve infak işlerini de kapsar. Onlar kendilerini bu işleri yapma noktasında denetlemelidirler. Bunlar, müminlerin genel ahlakı ve Selefin izlediği sünnetlerdir. Müslü­man tüccar ve sanayiciler de bunlara özendirilmişlerdir.
Müslüman tüccarın uyması gereken güzel prensiplerden biri de, gerek satarken, gerek satın alırken hoşgörülü olması, borcunu öderken veya alacağını tahsil ederken güzellikle hareket etmesidir.
Kişi borçlusuna gittiği zaman, onu başkasından borçlanmaya zorlayacak şekilde sıkıştırmamalı, borçlusuna karşı sabırlı olmalı, alacağını tahsilde güzellikten ayrılmamalı, ona iyi gözle bakmalı, alacağını onu rahatlatacağı bir zamana ertelemelidir. Bu noktada Allah Resulü'nün (sav) böyle kimseler için ettiği duayı fırsat bile­rek O'nun övgüsüne nail olmaya çalışmalıdır.
Bu meyanda Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Hoşgörü göster ki sana da hoşgörü gösterilsin" [5][39] O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en hayırlısı, borcu­nu en güzel1 eda edendir". [6][40]
Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Hakkını iffetli bir şekilde al, tam veya eksik olsun. Böyle yap ki Al­lah Teala seni kolay bir hesapla hesaba çeksin". [7][41]Konuyla ilgili ri­vayet edilen bir başka hadis-i şerif de şudur: "Allah Teala alırken ve satarken hoşgörülü olan, borcunu öderken ve tahsil ederken gü­zel davranan kula rahmet etsin"[8][42]   
Yine Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Alacağını iste­mek üzere borçlusuna giden kimseye melekler gölge olurlar". Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir: "Her kim sıkıntılı borçluya mühlet verir veya borcunu affederse, Allah Teala onu kolay bir hesaba çe­ker". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah onu hiçbir gölgenin olmadığı günde Arş'mın altında gölge­lendirir".
Allah Resulü (sav) şöyle bir hadise anlatmıştır: "Kendine zu­lümde aşırı giden bir kul vardı. Kıyamet günü hesaba çekildiği za­man tek bir hasenesi dahi bulunamadı. Bunun üzerine, 'Sen hiç ha­yır işledin mi?' diye soruldu. O da, 'Hayır, ama ben insanlara ödünç para veren biriydim. Adamlarıma şöyle derdim: Durumu iyi olanla­ra güzel davranın, sıkışık olanlara da mühlet verin'. Bunun üzeri­ne Allah Teala şöyle buyurdu: Böyle yapmaya Biz senden daha la-yığızdır. Ardından onun günahlarını bağışladı."
Konuyla ilgili bir haberde ise şöyle denilmektedir: Belli bir va­de ile borç veren kimse için, o sürenin her günü için bir sadaka se­vabı yazılır. Vadesi gelip de onu uzattığında ise, geçen her gün için borç miktarı kadar sadaka sevabı yazılır. Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim tahsil etmek niyetiyle bir borç verirse, melekler onun vekili olurla ve tah­sil edinceye kadar onu korur ve esenliği için dua ederler".
Selef-i Salih'ten bazı kimseler, yukarıdaki hadisler sebebiyle in­sanlara borç vermek isterlerdi. Bir kısmı da borçluların parayı za­manında ödemelerini tercih etmezlerdi. Çünkü ertelenen her gün için vaadedilen sadaka sevabından istifade etmeyi arzu ederlerdi.
Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuşlardır: "Cenne­tin kapısı üzerinde şöyle yazılı olduğunu gördüm: Sadakaya on misli, borca onsekiz misli sevap verilir" [9][43] Bu hadisin açıklamasın­da şöyle denilmiştir: Sadaka, muhtaç olan/olmayan herkese gidebi­lir. Ama borç, ancak ihtiyaç ve zaruret sahibine gider. Allah Resu­lü (sav) alacağım almak üzere bir borçluya sürekli giden bir adam görmüştü. Eliyle alacaklıya borcun yarısını affetmesini işaret etti. O da kabul etti. Borçluya da, 'Kalk ve borcunu öde' dedi. O da yan­sını ödedi.
Allah Resulü (sav) birinden belli bir vade ile borç almıştı. Vade­si dolduğunda alacaklı yanına geldi. O anda Allah Resulü'nün (sav) borcu ödeyecek durumu yoktu. Alacaklısı O'na ağır konuşmaya başladı. Sahabe onu susturmaya yeltenince, Allah Resulü (sav), 'Bı­rakın onu, her hak sahibinin konuşma hakkı vardır1 buyurdu".[10][44]
Alışveriş tarafları arasında en çok alıcı ile yardımlaşmak müs-tehap görülmüştür. Borçlanmamn tarafları arasında da, borçluya yardım etmek müstehaptır. Ancak bu yapılırken, satıcıyla alacaklı­nın haksızlığa uğramasına da müdahale edilmelidir. Allah Resu­lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kötü sözlerle sö-vüşenler, düzeltilirler". Hadiste geçen 'müstebb', sözle birbirlerine ağır konuşan kimseleri ifade eder. Bunlar arasında zulme uğrayan taraf aşırıya kaçmadıkça, haksızlık eden tarafa yüklenilir.
Ticari işlemlerde hafif aldanma olabilir. Karşılıklı rıza bulun­dukça ticari muameledeki hafif aldanma, onu geçersiz kılmaz. An­cak kıymet farkı varsa ve aldatma ciheti Öğrenilmişse işlem mek­ruh olur. Konuyla ilgili olarak Allah Resulü'nünün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gafili aldatmak haramdır".
Başka bir hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Alda­tılanın sözü, övülmemiş ve sevaba layık görülmemiştir".Bu, şu ma­naya gelir ki, bilerek aldanan kimse, kendi hakkını kendisi kaybe­den ve kendi yanlışını başkasına yükleyen kimsenin şikayet ve sız­lanması hoş görülmemiştir.
Basra Kadısı, devrinin önemli alimlerinden, kendisi tabiundan babası sahabeden olan İyas b. Muaviye şöyle derdi: Ben aldanıcı değilim. O bu sözüyle Muhammed b, Sirin'i kasdederdi. Hasan ve Muaviye b. Kurre de ticarette aldananlardandı. Zübeyr b. Adiyy şöyle derdi: Sahabeden onsekiziyle görüştüm. İçlerinde biri dahi elindeki parayla et almayı beceremezdi.
Hasan (ra) hayvanını dörtyüz dirheme satmıştı. Müşteriden pa­rayı istediği zaman o kendisine, 'Ey Eba Kasım, hoşgörü göster de­di. O da 'Senden yüz dirhem indirdim' dedi. Müşteri, 'Ey Eba Ka­sım ihsanda bulunmaz mısın?' dedi. O, 'Sana yüz dirhem daha ba­ğışladım' dedi. Böylece hakkından ikiyüz dirhemi bağışlamış ol­muştu. Bu hadisenin başka bir rivayetinde, müşterinin 'ihsanda bulun' ricası üzerine, ikiyüz dirhem bağışladığı söylenmiştir. Bu­nun üzerine kendisine, 'Ey Eba Kasım, bu fiyatın yarısı!' denilince, 'İhsan böyle olur!' demiştir.
Peygamberimizin torunları Hasan (ra), Hüseyin (ra) ve Selefin bazı seçkin mensupları satın alırken çok titiz davranırlardı. Bu­nunla beraber mallarından yüklü miktarlarda infakta bulunurlar­dı. Onlara, 'Satın alırken, en küçük şeyleri bile araştırırken, yüklü miktarlarda paralan infak ediyor ve bunu hiç önemsemiyorsunuz, neden böyle?' diye sorulduğunda şöyle derlerdi: İnfak ve hibe eden lütfü ile verendir. Aldanan ise, aklı kanandır. Bir diğeri de şöyle de­miştir: Kendi akıl ve basiretimi ancak kendim kandırırım. Aldatı­cıya ise bu firsatı vermem. İnfak ettiğimde sırf Allah rızası için ve­ririm ve O'na hiçbir şeyi çok görmem.
Bu manada birçok söz rivayet edilmiş, birçok fazilet nakledil­miştir. Burada bunların tamamını vermek gibi bir niyetimiz olma­makla birlikte göze çarpanları ibret için naklettik.. Bütün bunlar, iyilik ve takva babına giren, ihsan ve adaletten sayılan hususlar­dır. Hayırda seferber olma ve iyilikte yarışmanın özü de budur. Al­lah Teala, yüce Kitabı'nm birçok yerinde böyle davranmayı emret­miştir.
Alışverişte dürüst olmak gerekir. Zanaatlar için de bu geçerli­dir. Dürüstlük noktasında alıcı ile satıcı, mamul ile hizmet eşittir. Alıcı, satıcı ve zanaatkar, ürün veya hizmette varolan kusuru kar­şı tarafa bildirmelidir. Zanaatkarın işinde bir kusur varsa, iş sahi­binin bilgisi olmasa da ücretini düşürmelidir. Tarafların satış ve iş konusundaki bilgileri denk olmalı, birbirlerini güzellikle anmalı-dırlar.
Konuyla ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Alışverişin ta­rafları doğru söyledikleri ve dürüst davrandıkları zaman alışveriş­leri bereketli kılınır. Yalan söyledikleri ve dürüst davranmadıkları zaman ise alışverişlerinin bereketi çekilip alınır. Bir hadislerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birbir­lerine ihanet etmedikçe, Allah'ın eli ortakların üzerindedir, ihanet ettiklerinde Allah'ın eli üstlerinden kaldırılır".
Sahabeden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Cerir'in islam üzere biatini aldıktan sonra, yanından ayrılırken elbisesinden çekip durdurdu ve ona, müslümanlara karşı dürüst ol­masını şart koştu.[11][45]
Cerir (ra) bir mal satacağı zaman, kusur ve ayıplarını göster­dikten sonra şöyle derdi: İster al, ister bırak. Biz de kendisine, 'Al­lah sana merhamet etsin, her alışverişinde böyle dersen, hiçbir şey satamazsın' derdik. O da bize şöyle derdi: Biz Allah Resulü'ne (sav) müslümanlara karşı dürüst olmak şartıyla biat ettik.
Vasile b. el-Eska' (ra), Küfe pazarında halkın başında durmuş alışverişlere bakıyordu. Adamın biri, üçyüz dirhem vererek bir de­ve satın aldı. Alışveriş, Vasile'nin (ra) dalgınlığına gelmişti. Adam deveyi alıp gitti. Vasile onun ardından koştu ve adıyla seslendi. Adam sesini duyarak geri döndü. Vasile, 'Bu deveyi eti için mi yok­sa binmek için mi satın aldın?' diye sordu. Adam da, 'Binmek için' dedi. Vasile, 'Onun hakkında sana açıklama yapmadık. O deveyi iyi bilirim, onun üzerinde uzun yola gidilmez' dedi.
Bunun üzerine müşteri deveyi geri vermek istedi. Satıcı da ona yüz dirhem iskontoda bulundu ve Vasile'ye şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ahşverimizi ifsad ettin. Vasile de ona şöyle karşı­lıkta bulundu: Biz Allah Resulü'ne (sav) şunun üzerine biat ettik: Bir malı kusurlarım açıklamadan satmak helal olmadığı gibi satı­lan bir malın kusurunu bildiği halde onu açıklamamak da helal de­ğildir. Allah sana merhamet etsin, sen de müslümanlara karşı dü­rüst olma sorumluluğunu iyi düşün.
Müslümanların alışverişlerde birbirlerine karşı dürüst davran­maları, günümüzde çoğu kimseye zor gelmektedir. Allah Resulü (sav) ise, bunu müslümanlığm sıhhat şartlarından biri olarak tak­dim etmiştir. O, diğer müslümanlarla dürüstlük üzere biat ederdi. Allah Resulü (sav) ticarette dürüstlüğü dinin faziletleri arasın­da zikretmiştir. Takva sahiplerinin, Allah'a yakınlıkta ulaşabilecek­leri nihai sınır yoktur. Çünkü O, şöyle buyurmuştur: "Din dürüst­lüktür".[12][46] O, bu sözü üç kez tekrarlamıştır. Halk tabakalarım da bu fazilet noktasında eşitleyerek şunu ilave etmiştir: "Allah için, Kita­bı için, Resulü için, müslümanlarm imamları için ve avam için".
Allah Resulü'nün (sav) meşhur bir hadislerinde de şöyle buyur­duğu haber verilmiştir: "Kelime-i Tevhid, dünyevi ticaretlerini uh-revi ticaretlerine tercih etmedikçe Allah Teala'nın gazabını insan­lardan savmaya devam eder".
Bu hadisin değişik rivayetleri vardır. Bunlardan birinde de şöy­le buyurduğu haber verilmektedir: "Dinlerinin selameti için eksi­len dünyalıklarını önemsemedikçe (böyledir). Aksini yaparlarsa, 'Allah'tan başka ilah yoktur1 dedikleri zaman Allah onlara, *Yalan söylüyorsunuz, sözünüzde samimi değilsiniz' buyurur". Aynı hadi­sin başka bir rivayetinde de, "Kelime-i tevhidleri kendilerine iade edilir" buyrulmuştur.
Özlü ve mücmel bir hadis-i şerifi açıklayan şöyle bir hadis riva­yet edilmiştir: "Her kim ihlasla 'La ilahe illallah' derse, cennete gi­rer. O'na, 'îhlas nedir?' diye soruldu. O da şöyle buyurdu: 'İman ifa­denizi, Allah Teala'nın haram kıldıklarından korumanızdır".
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur'an'ın haram saydıklarını helal gören kimse iman etmiş değildir".13
Tabiundan bir zat şunu anlatmıştır: Bana, 'Şu camiye gitseniz, orası namaz kılanlarla doludur1 denildi. Camide, 'Onların en hayır­lısı kimdir?' diye bir soru soruldu. Ben de, 'Onlara karşı en dürüst olanıdır" dedim. Sonra birini göstererek 'İşte cemaatimizin en ha­yırlısı budur1 dediler. Ben de, 'Bu adam onların en kötüsü olsa ge­rek* dedim.
Alışveriş ve zanaatlarda sahtekârlık, müslümanlara kesin ola­rak haram kılınmıştır. Bu tür yollara sık sık başvuran kimse, fasık olarak nitelenmiştir.
Sahtekârlık ve aldatmanın bazı şekilleri şunlardır: Müşteriye malın güzel taraflarını gösterip diğer kısımlarını gizlemek. Elbise­lerin güzelini gösterip diğerini vermek. Zanaat ehlinin, güzel ma­mullerini gösterip müşteriye aksini yapması.
Rivayete göre "Allah Resulü (sav) yolda meyve satan bir adam görmüştü. Meyvenin görünen kısmı hoşuna gitmişti. Elini, seleye sokup altını karıştırınca çürükler gördü. Satıcıya, 'Bu nedir?' diye sordu. O da, *Yağmur vurdu' dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Onu üstekoysan da insanlar aldıkları malı görseler daha iyi olmaz mı?! Al­datan benden değildir!"[13][47]
Abdullah b. Ebi Rebi'a (ra) da şunu rivayet etmiştir: Allah Re­sulü (sav) yolda meyve satan bir adam gördü. Selenin üstü çok gü­zel sıralanmıştı. O, bundan kuşkulandı ve elini seleye soktu. Altta­ki meyvelerin yağmur yemiş olduğunu gördü. Adama, 'Bu ne?' diye sordu. Adam da, "Vallahi ikisi de aynı meyve ey Allah Resulü' dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Bunları ayın ayrı koysan da, insanlar ne al­dıklarını bilseler daha iyi olmaz mı? Bizi aldatan bizden değildir".
Dostlarımızdan biri şunu anlatmıştı: Ayakkabı imalatı yapan bir usta vardı. Alimlerden birine, ayakkabı imalatında haramdan nasıl emin olabileceğini sordu. O da kendisine şöyle dedi: Öncelikle deriye güzelce kes, ikisi de eşit olsunlar. Her ikisinin de yüzleri aynı olsun. Sağ ayak daha üstün olmasın. Dolgusunu güzel yap. Dikişlerini düz­gün ve benzer yap. Diktiğin ayakkabıları da üst üste koyma.
Tüccar ve zanaat ehli, malları ve mamullerinin en kötü ve en zayıf noktalarını göstererek müşterinin onu tanımasını sağlamalı­dırlar. Alan da, satan da mal ve hizmetin kusurlarını bilmelidirler. İbni Şirin (ra) bir keçi satacaktı. Müşteriye, 'Bunun bir kusuru var­dır1 dedi. Müşteri kusuru sorunca şunu söyledi: Yemini ayaklarıyla karıştırıp altüst eder. Hasan b. Salih de bir cariye satmış ve müş­teriye şöyle demişti: Bizde iken bir defa ağzından kan gelmişti.
Mal ve hizmetlerde, müşteri veya hizmet alan her türlü incelik ve kusurdanyhaberdâr edilmelidir. Dürüstlük ve ve doğruluğun ge­reği budur. Satış ve istihdamda bulunması gereken vera' ve takva­nın icabı da budur. Bu durumda elde edilen kazanç, helal ve temiz kazançlardan biri olur. Müslüman, bunlarla ilgili bütün haram ve mekruhlardan sakınmalıdır. Selef-i Salih'in ve onları güzellikle ta­kip eden halefin yolu da budur.
Alışverişte araştırma, takva ehli ve alimlere danışma, alışveriş yapmak istediği kimseyi tetkik etmesi müstehap görülmüştür. Ha­ramdan sakınmayan kimselerle ve serveti kuşkulu insanlarla tica­ri ilişki kurmak mekruh görülmüştür.
Ibnü'l-Mübarek'in kızkardeşinin oğlu Muhammed b. Şeybe bir hadise anlatmıştır: İbnü'l-Mübarek'in kölesi ona şöyle bir mektup göndermişti: Biz burada kralla alışverişi olan kimselerle ticaret ya-; pıypruz. Bu hususta ne dersiniz? İbnü'l-Mübarek ona şu cevabı gönderdi: Kralla ve diğerleriyle iş yapan kimseyle ticaret yapabilir­siniz. Sana bir şey verdiğinde onu alabilirsin. Ancak haram olduğu*, nu kesinlikle bildiğin birşey vermek isterse, sakın alma. O kimse^ kraldan başka hiç kimseyle ticaret yapmıyorsa, onunla alışverişte bulunma.
Şeyhlerimizden biri kendi şeyhinden şunu nakletmişti: İnsan­lar öyle bir dönem yaşadılar ki, her hangi biri ticaret yapmak için çarşı idaresine başvurup 'Sadakat ve vefa ehlinden tavsiye ettiği­niz kim varsa onunla alışveriş edeyim' diye sorduğunda kendisine şöyle denilirdi: Dilediğin herkesle ticaret yapabilirsin.
Sonra şöyle bir zaman geldi ki aynı soru sorulduğu zaman ken* dişine, 'Şu, şu kimse dışında dilediğinle ticaret yapabilirsin' denilir oldu.
İçinde bulunduğumuz bu devirde ise, bize 'Kimle ticaret yapma­mızı tavsiye edersiniz?' diye sorulduğu zaman şöyle deriz: Falanın oğlu falanla ticaret yapabilirsin.
İnsanların başına öyle bir zamanın gelmesinden endişe ederim ki o 'yemin etmeyen, yalan söylemeyen ve sözünde duran falan oğ­lu falan'ın da bulunması mümkün olmayacaktır!
Ticari kaygı ile yalan yere yemin etmek, kazancı kirletir. Denil­di ki: Vay haline o tüccarın ki 'Hayır vallahi! Evet vallahi' deyip du­rur. Vay haline o ustanın ki, 'Bugün veririm, yarın veririm, yarın­dan sonra' diye oyalayıp durur.
Ebu Amr eş-Şeybanı, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah Resu-lü'nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyur­du ki: Allah Teala Kıyamet günü şu üç kimseye bakmaz: Kibirli kul; Verdiğinden minnet bekleyen ve sattığı malı (olmayan özellik­le övüp) süsleyen".
Müslüman, sattığı malı, yapacağı hizmeti Övmez. Satın alacağı malı veya alacağı hizmeti kötülemez. Böyle yapması rızkını arttır-mayacağı gibi, yapmaması da rızkını eksiltmez. Rızkın takdiri ko­nusunda iman etmesi gereken esas budur. Aksi şekilde davranma­sı, günahlarını arttırdığı gibi dini duygularını da eksiltir.
Zanaat ehlinin yapması gereken, yaptığı işte kendisine iş veren kimseye karşı olabildiğince dürüst davranması, onun maksadının hasıl olması için elinden gelen bütün çabayı sarfetmesi, işi en sağ­lam ve en güzel şekilde yapmasıdır. Yaptığı işin kısa zamanda bo­zulmasından sakınmalıdır.
Kendisine iş veren kimsenin işin inceliklerini bilmesi gerekmez. Usta ve esnaf, işlerinde böyle davrandıkları zaman dünyevi ve uh-revi sorgu ve hesaptan azade olmuş olurlar. Aksi halde yaptıkların­dan dolayı hesaba çekileceklerdir. Ticaret ve zanaati iyi bildikleri takdirde, 'İyi bildiğiniz hususta ne yaptınız?' diye kendilerine soru­lacaktır. Bir beldenin mamur ve istikrarlı olmasını buna bağlıdır.
Dini ilimlere sahip olan kimselere nasıl sorular somluyorsa, ti­caret ve zanaat sahiplerine de sorulmalıdır. Bu hususlar dini bilgi­lere vakıf olanlara da sorulabilir. Çünkü onlar, her ne kadar dini ilimleri iyi biliyorlarsa da, dünya ile ilgili akli ve fenni ilimler hak­kında da bilgi ve derece sahibidirler. Kendileriyle iş yapılacak tüc­car ve zanaatkarlar da bu insanlara sorulabilir. Çünkü bulunduk­ları mevki itibarıyla onlara düşen bir takım görev ve sorumluluk­lar mevcuttur.
Güzel bir sözde şöyle denilmektedir: Semtindeki komşuları, yol­culuktaki arkadaşları ve pazarda iş yaptığı kimseler tarafından övülen kimsenin dürüstlüğü hakkında kuşkuya kapılmayın.
Adamın biri Ömer b. Hattab'ın (ra) yanında şahitlikte bulun­muştu. Ömer (ra) yanındakilere, 'Bana onu tanıyan birini getirin dedi. Gelen adam o kişiden övgüyle sözetti. Bunun üzerine Ömer (ra), 'Onun en yakın komşusu musun? Evine giriş çıkışını iyi büir misin?' dedi. O da, 'Hayır1 dedi.
Ömer (ra), 'Peki adamın ahlakının güzellik veya çirkinliğini or­taya çıkartacak bir yolculuk ettin mi?' dedi. Adam, 'Hayırdiye ce­vapladı.
Ömer (ra), 'Peki vera' ve takvasını gösterecek dinarın, dirhemin karıştığı ticari bir ilişkin oldu mu?' diye sordu. Adam, yine 'Hayır dedi.
Bunun üzerine Ömer (ra) 'Sanıyorum sen onu mescidde namaz kılıp Kur'an dinlerken başını sallarken görmüşsün' dedi. Adam da, 'Evet' dedi. Ömer (ra) de şöyle dedi: Gidebilirsin, sen onu tanımıyor­sun! Bir başka rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: Bilmediğin bir şey hakkında konuşuyorsun! Ardından da şahitlik eden kimseye şöyle dediği nakledilmiştir: Git ve seni tanıyan birini getir!
Selef-i Salih'in tüccarlarının şöyle bir adetleri vardı: Esnafin iki defteri olurdu. Bunlardan biri meçhul defterdi. Burada ismi yazılı olanlar, esnafın tanımadığı fakirler ve düşkünlerdi. Yiyecek mad­delerini görüp almak isteyen, ama parası olmayan kimselere iste­dikleri verilir ve adı meçhul deftere yazılırdı.
Onlar satıcıya, 'Şundan iki üç kilo ihtiyacım var, ama param yok derlerdi. Satıcı da, 'Al, elin genişleyince verirsin. Paran olunca getirirsin derdi. Sonra da adını meçhul deflere kaydederdi. Böyle yapanlar bile, müslümanların hayırlıları arasında sayılmazdı. Ha­yırlı satıcılar, istenilen malı verdikleri halde deftere isim kaydet­meyerek adamı borçlandırmayanlardı. Böylelikle borçlu hakkında şikayetçi olma hakkından da feragat etmiş olurlardı. İhtiyaç sahip­lerine sırf şunu söylerlerdi: İhtiyacın olduğu kadar al. Para bulur­san, getirirsin. Bulamazsan helalliğim olduğunu bil ve kalbini fe­rah tut!
Bu, artık ölmüş bir adettir. Bu güzel sünneti devam ettirenler, onu diriltmiş olurlar. Öncekiler arasında bu sünneti takip edenler, müstakil bir kitaba sığmayacak kadar çoktur.
Selef döneminde dürüstlüğün inceliklerini sergileyen, nefsinin isteklerine karşı durmada aşırı titizlenen, din kadeşleriyle ilişki­sinde olabildiğince cömert ve hoşgörülü davranlar yukarıda anlatı­lan kesimden çok daha fazlaydı. Bunları zikretmemizin sebebi; yaptıkları işler hakkında gaflet denizinde yüzenleri uyarmak ve kaybolan bir sünnetin takipçilerini gün ışığına çıkartmaktı.
Yukarıda anlattığımız hayırlı esnaf, o günlerin en hayırlıları da değillerdi. Onlardan da hayırlı olan, mescidliler vardı. Mescid kur­du abidler, dünyadan uzaklaşmış zahidler fazilet bakımından el­bette daha yukarıda idiler. Bunların bir kısmı da, ticaretlerini bi­tirdikten sonra pazarda asla zaman kaybetmeyerek mescidlere da­larlardı.
Selef-i Salih'ten bazıları, öğle namazıyla birlikte dükkanların­dan ayrılarak günün kalan yarısını Rablerine tahsis ederlerdi. Ba­zıları ise, ikindi namazından sonra işyerinden ayrılarak günün ka­lan kısmını ahirete tahsis ederlerdi.
Kimisi de, o günün ve ailesinin gideri için gereken miktarı ka­zandıktan sonra, hangi vakitte olduğuna bakmaksızın dükkanını kapatarak mescide veya evine giderdi. Kalan vaktini kullukta bu­lunarak değerlendirirdi.
Bazıları ise bir Danik (Dirhemin altıda biri) veya bir kırat ka­zandıklarında işi bırakırlardı. Bu gibi kimseler, az ile kanaat eder, dünyalık hakkında zühd gösterir ve hırs beslemezlerdi. Konuyla il­gili işittiklerim arasında en ilginci şuydu: Büyük fıkıh alimi Ham-mad b. Seleme (ra), sepet içinde et satar ve iki kuruş kazandıktan sonra sepetini sırtlanıp pazardan ayrılırdı.
İbrahim b. Yesar şunu nakletmiştir: İbrahim b. Edhem'e (ra) 'Bu­günkü işim, çamurda çalışmak* dediğimde bana şöyle dedi: Ey İbni Yesar, sen hem arayan, hem de aranan bir zatsın. Kaçırmaman ge­reken seni arıyor, sen ise seni kaçırmayacak olam aramaktasın. Çok hırslı olduğu halde mahrum olan, zayıf olduğu halde rızkı bolca ve­rileni görmedin mi?
Ben de, 'Bakkalda bir 1/6 dirhemim var1 dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: İşte buna dayanamam. Böyle bir paran varken neden iş arıyorsun?! Selef ustalarından birçoğu yarım gün veya günün üçte ikisinde çalışır, almterinin karşılığını aldıktan sonra mescide gi­derlerdi. Bazıları da haftada bir veya iki gün çalışır, kalan günleri ibadetle geçirirlerdi.
Selef esnafı, günün ilk kısmı ile son kısmını ahiret ticaretine tahsis ederlerdi. Sadece günün orta kısmında çalışarak dünya tica­retiyle uğraşırlardı. Rivayete göre melekler, sabah ve akşam vakit­lerinde semaya yükselerek kulun amellerini Allah Teala'ya göste­rirler. Eğer her iki vakitte de hayır varsa, Allah Teala bu ikisi ara­sında işlenen küçük günahları bağışlar.
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gecenin ve gündüzün melekleri fecr vaktinde buluşurlar. Gece me­lekleri ayrılarak gündüz melekleri yeryüzüne inerler. İkindi vaktin­de ise gece melekleri inerek gündüz melekleri yukarı çıkarlar. Allah Teala her iki zümreye de şöyle sorar: Siz ayrılırken kullarını ne hal­deydi? Onlar da, bıraktığımızda da namaz kılıyorlardı, tekrar kar­şılaştığımızda yine namaz kılıyorlardı. Allah Teala da bunun üzeri­ne şöyle buyurur: Sizi şahit tutarım ki Ben de onları bağışladım".
Ali (kv) Küfe pazarında dolaşıyordu. Elinde bir kamçı vardı ve şöyle diyordu: Ey tüccar topluluğu! Hak üzere alın, hak üzere satın ki kurtuluşa eresiniz! Kârı az görüp reddetmeyin, yoksa mahrum edi­lirsiniz. Hak üzere olup mani olunanın katlarca fazlası batıla gider. Abdurrahman b. Avfa (ra) 'Zenginliğinin sebebi nedir?' diye so-ruldiquğunda şöyle cevap vermiştir: Üç husustur: Kârı hiçbir za­man -az görüp de- geri çevirmedim. Benden satın alınmak istenen hiçbir hayvanın satışını -daha fazlasını umarak- ertelemedim. Hiç­bir zaman aldatıcı satış yapmadım. Denir ki: Abdurrahman b. Avf (ra) bir keresinde bin deve satmış ve sadece onları bağladıkları ip­lerden kâr etmişti. Ardından her ipi bir dirheme satmış ve toplam­da iki bin dirhem para kazanmıştı. Bunlardan da binini kendine al­mış, diğer binini de infak etmişti.
Vera' ehli, ticari gaye ile deniz yolculuğuna çıkmayı hoş görmez­lerdi. Bu meyanda şöyle denilmiştir: Ticaret için denize açılan kim­se, rızık talebinde aşırıya kaçmış olur.
Allah Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak hac, umre ve cihad için deniz zeferine çıkılır".[14][48]
Zeyd b. Vehb ise Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir: Yetimlerin mallarıyla ticaret yapın ki yıllık zekâtı onları tüketmesin. Onların mallarını kârlarla meyvelendirin. Onların mallarıyla hayvan alım satımından uzak durun. Çünkü hayvanlar telef olabilir. Denizlerin dalgalarından da sakının. Onların mallarıyla meta türü işlerde ti­caret yapın.
Amr b. el-'As (ra) şöyle derdi: Pazara ne ilk giren, ne de ondan son ayrılan olun! Çünkü şeytan orada yumurtlar ve yavruları da orada yaşar. Muaz (ra) ve Abdullah b. Ömer'den (ra) şu söz nakle­dilmiştir: İblis, oğlu Zelenbur*a şöyle demiştir: Ey Zelenbur! Kita­bınla mutlu t)l! Çünkü pazar yerleri senindir. Oralarda yemini, ya­lanı, hile ve tuzağı, ihanet ve ahde vefasızlığı güzel göster. Oraya ilk girenin ve oradan en son ayrılanın yanında ol.
İbni Ömer (ra) ve İbni Abbas (ra) şunu rivayet etmişlerdir: Al­lah Resulü'nün (sav) pazara günün ilk ışıklarıyla girmeyi ve ora­dan en son ayrılmayı yasakladığını işittik.
Rızkını arayan ve pazarda ticaret yapan kimseler, bu güzel sıfat­lara sahip olur ve koşulan şartlara uygun davranırlarsa, hal ve ma­kamlarını muhafaza etmekle kalmaz, Allah Teala'nm yollarındanbirine girmiş olurlar. Onların bu yoldaki bütün fiil ve eserleri de kendileri için hasenat sayılır. Yaptıkları ahiret için de kazanç olur.
Kulun bu durumu, ahireti için de kendisine destek ve ahiretine götüren güzel bir yol olur. Eğer zikredilen şartlara aykırı hareket eder, ticari hallerinde ilmin gereklerine uymaz, davranışlarında takvadan ayrılır, mal biriktirme hırs ve sevdasına kapılır, yitirdiği dünyalıklar için sızlanır ve dünyalıklarını kurtardıklarında dinle­rinden kaybettiklerini umursamaz, kazançlarının kaynağını önem­semez ve nereye harcandığına bakmazlarsa Allah Teala'ya isyan et­miş ve O'nun hoşgörmediği bir konuma düşmüş olurlar.
Böyle bir tüccar, Allah Teala'nm gazabına maruz kalır ve yap­tıklarıyla O'ndan uzaklaşır. O, ölüme hazırlıksız ve ahirete îman­dan uzaktır. Bütün fiil ve eserleri günahtan ibarettir. Bu tür bir ti­careti yapmaktansa, terketmek kendisi için daha hayırlıdır. [15][49]


Alkame (ra), İbni Mesud (ra) kanalıyla şunu rivayet etmiştir: "Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim müslümanlarm şehirlerinden birine mal getirir ve günün fiyatıyla satarsa, onun için Allah katın­da şehid sevabı vardır. Allah Resulü (sav) bunu söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: 'Kimileri Allah'ın lütfundan nasiplerini aramak için yol tepecek, dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşacaklar­dır. Kimileri de Allah yolunda cihada çıkarlar1 (Müzzemnıil/20) [16][50].
Ukbe b. Amir (ra) de Allah Resulü'nden (sav) şunu işittiğini nakletmiştir: "Alacağı malın bedelim -haksız yere- düşürmeye çalı­şan kimse cennete giremez".16 Ebu Salih, Ebu Hüreyre (ra) kana­lıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir: "Her kim alışverişten pişman olanı rahatlatırsa, Allah Teala da Kı­yamet günü onu rahatlatır".
Hişam b. Urve (ra) de Muaviye'ye (ra) şunu nakletmiştir: Cür-hüm kabilesine mensup yaşlı bir adam kendisine yalan durmuştu. Onu yanına çağırttı ve, 'Kimlerdensin?' diye sordu. O da, 'Cür-hüm'den' dedi. Hişam, 'Kaç yaşındasın?' diye sorunca, 'Üçyüz elli' dedi. Hişam kendisine şunu sordu: Söyle bana malın en faziletlisihangisidir? Adam şu cevabı verdi: Ses çıkan (meskun) bir beldede, kendi kendine geçinip başkasına muhtaç olmayan bir hane. Hişam, 'Sonra hangisidir?' diye sordu. O da, 'Karnında bir tayı olan kısrak' dedi. Hişam, 'Peki deve ve davarı niçin söylemiyorsun?' diye sorun­ca, 'Onlar sana değil, bizzat ilgilenecek kimseye yarar* dedi.
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Müslümanın malının hayırlısı aşılı hurma ve birçok hamile attır". Hadisteki Wmure' kelimesi­nin 'çok' anlamına geldiğinin delili de şu ayet-i kerimedir: "Herhan­gi bir beldeyi imha etmek istediğimizde oranın şımarıklarım arttı­rırız". (İsra/16) Araplar 'Emera el-kavmü' denildiği zaman, kavmin nüfus bakımından çoğaldığını anlarlardı.
Abdullah b. Ahmed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Muavi-ye'nin (ra) hazinesinden üçyüz bin dinar almıştım. Şu anda ise elimde un, davar sürüsü ve ev eşyasından başka bir şey kalmadı. Bundan çok endişelendim ve Kabul Ahbar'la görüştüm. Ona, duru­mu bildirdim. O da bana 'Hurma hakkında ne düşünürsün? Onu Allah'ın Kitabı'nda da görüyoruz. Hurmalar, evlerde yiyecek, ça­murlarda direk gibidir.
Bence, malların en hayırlısı hurmadır. Onun satıcısı övülmüş, müşterisi de rızıklanmıştır. Onu satan ve emsal fiyatı koymayan kimse, şiddetlenen rüzgarın savurduğu düz kayanın üzerindeki kül gibidir* dedi. Ben de endişelerimi hurmayla giderebileceğimi dü­şündüm ve hurma satın aldım.
Mervan b. el-Hakem, Vehb b. el-Esved'e, insanlığın ne olduğu­nu sormuş, o da şu cevabı vermişti: Anababaya iyilik ve rnalı temiz tutmak. Abdülkuddüs b Abdüsselam şunu rivayet etmiştir: İbra­him b. Edhem (ra), Ibad b. Kesir'e (ra) bir mektup yazarak şöyle de­mişti: Tavafinı, sa'yini ve haccını Allah yolunda cihad eden bir mü­cahidin bir öğün uykusu gibi kıl.
O da İbrahim'e (ra) şöyle karşılıkta bulundu: Sen de korumanı, nöbetini ve savaşını ailesinin geçimini helalinden kazanmaya çalı­şan kişinin bir öğünlük uykusu gibi kıl.
Abbas'tan şu bilgi nakledilmiştir: Ahmed b. Sevr'in şunu söyledi­ğini işittim: Bir adam İbrahim b. Edhem'i hurma gölgesine tevdi et­miş ve 'Ey Eba İshak bana Öğüt ver!' demişti. O da adama şöyle de­di: Arttır ve saf kıl! Ne haccı umreyle tamamlayan hacı, ne nöbet bekleyen mücahid ve ne de geceyi ibadetle geçiren oruçlu bize göre insanlara muhtaç olmaktan kurtulmaya çalışandan daha üstündür!
Lokman (as) oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle demiştir: Ey oğulcuğum! Dünyadan yetecek kadarım al ve onu tamamıyla reddetme! Aksi halde insanlara muhtaç olursun.
Şazan'dan da şu nakledilmiştir: Hasan b. el-Hayy'a geçim yolla­rı hakkında soru sormuştum. Bana şöyle karşılık verdi: Bunun için kafa yorarsan Fırat'ın suyu sana haram olsun! Helal nzık peşinde koşmak, düşmanın hücumunu göğüslemekten daha zordur!
Heysem b. el-Cemil de Îbnü'l-Mübarek'in (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: İster kara, ister deniz hangi yola çıkarsan çık yeter ki insanlara muhtaç olmaktan kurtul! Heysem bu söz üzerine şöyle demiştir: Herhangi birinden bana ulaşan içime öyle düşerdi ki, an­cak ona muhtaç olmadığımı hatırladığımda içimdeki yük hafiflerdi.
Hammad b. Zeyd'den şu bilgi nakledilmiştir: Eyyub dedi ki: İçinde kısmi kusur da bulunsa bileğimin hakkıyla kazandığım, in­sanlara muhtaç olmamdan daha güzeldir. îbni Ebi'd-Dünya oa Ömer b. Abdullah'ın şu beytini okumuştur:
Dağların doruklarından kaya taşımak, Halkın minnetinden daha hafif gelir bana. Varsın halk 'Ne kadar da yüz kızartıcı bir iş! desin, 'Esas yüz kızartan, dilenmenin zilletidir'derim.
Musa b. Tarif şu hadiseyi anlatmıştır: İbrahim b. Edhem (ra) deniz yolculuğuna çıkmıştı. Yolda şiddetli bir fırtınaya yakalanmış, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. İşte o anda gemideki-ler, 'Ey Eba Kasım! İçinde bulunduğumuz zorluğu görmüyor mu­sun?' dediler. O da, 'Bu mu zorluk?' dedi. Onlar da, 'Bu değilse ne­dir?' diye sordular. O şu karşılığı verdi: İnsanlara muhtaç olmak!
Bir alim, ediblerden birinin şu beyitlerini okumuştu:
Delikanlının ölmesi, daha hayırlıdır ona edilen cimrilikten, Cimrilik de daha hayırlıdır, bir cimriden dilenmekten. Yüzsuyuna asla değer biçme, Hiçbir mahlukla da görüşme zelil bir suratla.
Bir zamanlar dilenenden sakın isteme bir şey, Fakirlik daha hayırlıdır, dilenenden istemekten.
Şeyhlerden biri de şöyle bir beyit okumuştu:
Afetleri sayarsan en kötüsüdür cimrilik,
Ondan da kötüsü oyalama ve verilen boş sözdür.
Yalansa eğer yoktur hiçbir değeri verilen sözün,
Yoktur asla hayırı fiiliyatı olmayan boş sözün.
Bir diğeri de şöyle demişti:
Eğer zorundaysan yemeye,
Olma yemek isteyen gibi.
Zira gerçekten yemek isteyen,
O kimsedir ki açlığı hatırladığında yemek yemeyen.
Bir diğer arif de şöyle bir beyti okumuştur:
Yılan karşısında akılsızlık eden Havva (as),
Daha akılsız değildi, dilenciden zenginlik bekleyenden.
Zeyd b. Eşlem şöyle bir hadise anlatmıştır: Muhammed b. Mes-leme arazisinde hurma dikerken Ömer b. Hattab (ra) yanına geldi ve 'Ne yapıyorsun ey Muhammed?' dedi. O da, 'Gördüğünü' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), 'Doğru yapıyorsun, insanlara muhtaç ol­maktan kurtul, böylesi dinin için daha sağlam, insanlar arasında da değerini arttırıcıdır1 dedi. Kardeşiniz de İbnül-Hallac'a şöyle de­memiş miydi?
Bağdat'ı imar etmeye devam edeceğim, Çünkü canlara canan gelen, serveti olandır.
İbni Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir dirhem için dahi olsa iyi pazarlık et. Çünkü aldatılan, ne övülmüş, ne de ecir kazanmıştır.
Süfyan-ı Sevri (ra) de şöyle demiştir: Bir dostunuza 'İhsanda bulun' dediğinizde, eğer o ihsanda bulunuyorsa, bu bir sadakadır. Abdullah b. Abdurrahman da şöyle bir hadise nakletmişti:
İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri Ramazan ayında bir mescid-de idiler. İmam selam verdiği zaman adamın biri kalktı ve bir şeyistedi. O da vermedi. O esnada İbrahim'in (ra) dostları sofrayı kur­muşlardı. Ona, 'Ey Eba İshak, şu adamcağızı da çağıralım mı?' di­ye sordular. İbrahim (ra) 'Hayır, çağırmayın' dedi.
Adam o geceyi yemek yemeden geçirdi. Ertesi gün İbrahim'in (ra) dostlarından biri mescide geldiğinde ona şöyle dedi: Ey Eba İs­hak, dün dilenen şahsı rüyamda gördüm. Başının üstünde bir odun bağı vardı. İbrahim b. Edhem (ra) dedi ki: Bilir misiniz neden 'onu çağırmayın' dedim? Çünkü kalbimden neden daha önce bizden is­tekte bulunmadığı geçti. Ben de bu yüzden onu çağırarak, yemeği­nize dayanmasını istemedim.                                         
Adamın biri İbrahim b. Edhem'e (ra) 'Nasıl sabahladın?' diye sormuştu. O da şu karşılığı verdi: Sıkıntımı benden başkası çekme­diği için hayırla sabahladım.
Musa b. Tarifden de şu hadise nakledilmiştir: İbrahim b. Ed^ hem biriyle bir iş yaptığı zaman fiyatta pazarlık etmezdi. Yusuf b: Said'den ise şu nakledilmiştir: Adamın biri Ali b. Bekar'a şöyle bir soru sormuştu: Başı Öne eğip istemek mi, yoksa yerlerden birşeyler toplamak mı, hangisi daha hayırlıdır? O da şu cevabı verdi: Yerler­den bir şeyler toplamakta bir çok hayır mevcuttur.
Süleyman el-Hawas (ra) orada burada bir şeyler toplardı. İbra­him b. Edhem (ra) ise ücret karşılığında çalışırdı. Huzeyfe (ra) süt sağardı. Ebu Amr b. el-Ala şunu nakletmiştir: Hasan el-Basri (ra) şöyle demişti: Pazarlar, Allah Teala'nm sofralarıdır. Oralara giden­ler, nasiplerini alırlar.
Hasan b. Dinar, Katade'den şunu rivayet etmiştir: Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Kork ki koranabil, iste ki verilen ol, ara ki bulan olî incil'de de şöyle yazılıdır: Ey Adem oğlu, sabırlı ol ki sana da sabır gösterilsin!
Ebu'-Hulde, Ebul-Aliye'den şunu aktarmıştır: Bir şey satın aldı­ğınızda, en iyisini almaya çalışın. Ebu't-Tufeyl ise şunu anlatmıştır: Enes b. Malik'in (ra) yanında idim. Kendisine 'Deccal çıktı denildi. O da, 'Bir boyacımn uydurmasıdır7 dedi. Yahya b. Yeman, Bessam es-Sayrafî kanalıyla İkrime'nin şu sözünü nakletmiştir: Sarraflıkla uğraşanların cehennem ehlinden olduklarına şahitlik ederim.
Abdülhamid b. Mahmud'dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün ibni Abbas'm (ra) yanında idim. Adamın biri geldi ve başından geçen şu olayı anlattı: Bir toplulukla beraber hacca gidiyorduk. Safah mevkiinde arkadaşlarımızdan biri vefat etti. Onun için bir me­zar kazdık. Ama kazdığımız çukur bir anda kara yılanlarla doldu. Biz de başka bir çukur kazdık. Yılanlar onu da doldurdu. Bir çukur daha kazdık, onu da yılanlar doldurdu. Ne yapacağımızı şaşırdık ve sana geldik Ne yapmamızı tavsiye edersin?
îbni Abbas (ra), 'Bu, onun hayatta iken yaptığı işiydi' dedi. Baş­ka bir rivayette ise şöyle dediği nakledilmiştir: 'Bu, onun hayatta iken yaptığı sahtekarlık ve hilekarlığın tecellisidir. Gidin ve çukur­lardan birine defnedin. Allah'a yemin olsun ki yeryüzünün tama­mını kazsanız, aynı şeyin olduğunu görürsünüz!'
Adam, hadisenin devamında şunları anlatmıştır: Arkadaşımızı, çukurlardan birine gömdük. Hac seferimizi tamaladığımızda onun hanımına gittik ve hayatta iken ne yaptığını sorduk. O da, kocası­nın yemek işi yaptığını, her gün evde hazırlanan yiyeceği çarşıdan aldığı arpa samanryla karıştırdıktan sonra pazar yerinde sattığını söyledi.
Haccac, Ebu Cafer Muhammed b. Ali'den şunu nakletmiştir: Ali (kv), çamaşırcı, terzi ve boyacı esnafından halkın mallarını iyi mu­hafaza etmeleri üzere güvence alırdı. Hişam b. Ammar'dan nakle­dildi ki: Malik b. Enes'e (ra) yarım dirhem, bir buçuk dirhem veya iki dirhem karşılığında dokumak üzere ustaya elbise siparişi veril­mesinin hükmü sorulmuştu. O da, bunun sağlıksız bir şart olduğu­nu söylemiş, ustaya emsal ücretin verilmesi gerektiğini ve anlaş­maya uymaması halinde ise tazminat talep edilebileceğini ifade et­miştir.
Ahmed b. Hasan el-Makırri'den nakledildi ki: Benim de bulun­duğum bir mecliste Ebu Bekir el-Mervezi'ye iki buçuk, üç buçuk ya da daha fazla ücret karşılığı giysi dokuyan kimsenin durumu sorul­muştu. O, 'Biz, sipariş veren olarak rıza gösterdikten sonra mahzu­ru yoktur1 dedi. Ben, 'Peki yarım veya bir buçuk dirheme dokursa' diye sordum. Yine, 'Mahzuru olmaz* dedi. Bu mesele, Ahmed b. Hanbel'e sorulduğunda, o da mahzuru olmadığını söylemiştir.
Ebu Davud'dan şöyle nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel'e, üçte bir veya dörtte bir karşılığında dokumacıya ip vermenin hükmü so­rulduğunda mahzuru olmadığını söylemiş, ardından şunu ilave et­miştir: Bunun en güzel misali mudârebedir. Bu hususta Cübeyr'in başından geçenler, toprağın hiçbir mahsul vermemesi ve mudari-bin kâr etmemesi gibi neticelerin tamamı benim için karinedir.
İbni Vehb, Cuma günü namaz vaktinde yapılan ticaretle ilgili şunu nakletmiştir: İmam Malik (ra), Cuma namazı için ezan okun­duktan sonra yapılan alışveriş hakkında şöyle demiştir: Bu alışve­riş feshedilir. Kendisine, Teki namaz vaktinde ticari muamelede bulunan ve namaza gitmeyen kimsenin durumu nedir?' diye sorul­duğunda ise şöyle demiştir: O, çok kötü bir iş yapmıştır! Derhal Rabbi'nden bağışlanma dilemelidir. Aynı fiil hakkında Rebia ise 'Açık bir zulüm ve kötülükte bulunmuştur' yorumunu yapmıştır. İmam Malik (ra) bu konuda şöyle bir hüküm vermiştir: Cuma gü­nü imam namazı bitirinceye kadar ticaret yapmak haramdır.
Ebu Davud şunu nakletmiştir: İmam Ahmed b. HanbeFin taklit (=kalb) veya sürmelenmiş metal para ile alışveriş ve muameleyi de­falarca mekruh saydığını gördüm. Yine o şöyle demiştir: İshak b. Raheveyh'e, taklit para harcamanın hükmünü sorduğumda, Mah­zur yoktur1 dedi. Abdülvehhab b. el-Verrak da şöyle demiştir: Bişr*e, kalp para ile muamelede bulunmanın hükmünü sorduğumda, bana 'Ondan dolayı affedilmeyi iste* dedi. Aynı soruyu Süfyan-ı Sevri'ye sorduğumda, 'Haramdır1 dedi.
Hasan el-Hayyat ise Bişr b. el-Hars'la ilgili olarak şunu naklet­miştir: Komşularından biri ona şöyle demişti: Titiz bir dokumacıya, 'ipler benden dokuması senden' şartı üzere dokuması için bir sarık sipariş ettim. Bişr bunu ikrar etmiştir.
Bişr-Fudayl b. Iyaz-Leys kanalıyla Mücahid'den şu rivayet nak­ledilmiştir: Meryem (as) oğlu İsa'yı (as) kaybetmişti. Onu ararken yolun kenarında oturmuş müşteri bekleyen dokumacılarla karşı­laştı. Onlara, gideceği yere nasıl gidebileceğini sordu. Onlar da kendisine başka bir yol tarif ettiler. Meryem (as) dokumacıların söylediği yola girerek kayboldu. Bunun üzerine dokumacılara çok kızdı ve Rabbi'ne şöyle dua etti: Allahım! Onların kazançlarına be­reket nasip etme ve onları yoksul olarak vefat ettir! Onları halk na­zarında hakir kıl! Bişr (ra) der ki: Sanırım Allah Teala onun bu du­asını kabul ettiği için, dokumacıların hali bu şekildedir.
Ebu Abdurrahman el-Ceyli, Ebu Eyyub el-Ensari'nin (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu naklettiğini rivayet etmiştir: "Allah Teala,alıverişte baba ile oğul arasında farklı (muamele eden) kimseyi Kki yamet günü sevdiklerinden ayıracaktır".                                      >i
Süfyan, Mansur vasıtasıyla Musa b. Abdullah'tan şunu rivayet etmiştir: Musa'nın babası, kölelerinden birini dört bin dinar serma-r ye vererek ticaret yapması için İsfahan'a göndermişti. Sermaye1 orada dört misline ulaşarak onaltı bin dinara ulaştı. Bir süre son­ra kölenin öldüğünü duydu. Parasını almak üzere İsfahan'a gittik ğinde kölesinin faiz ticaretine bulaştığını işitti. Bunun üzerine dört bin dinarını alıp kalanı bıraktı ve döndü.                                    
Ebu Bekir el-Mervezi'den nakledildi ki: Ebu Abdullah'a, faizle para kazanan birinin yemeğinin yenilip yenilmeyeceğini sordu­ğumda, bana yenilmeyeceğini söyledi. Ayrıca Ebu Abdullah'ın şöy­le dediğini de işittim: Faizle iş yapan kimse, temizlenmek istediğin­de anaparasını alır, kalan parayı -sahiplerini biliyorsa- onlara iade eder, bilmiyorsa sadaka olarak dağıtır.
Rebia b. Yezid, Atiyye es-Sa'di (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kul, sakıncası olabilir diyerek sakıncalı olmayanları dahi almayı terketmedikçe takva sa­hiplerinden olmayı başaramaz". Abbas b. Celid de, İbnü'd-Der-da'nın (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Takvanın kemale ermesinin işareti; zerre ağırlığı malda dahi Allah'tan korkması, hatta helal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını da, haramla arasında perde ol­masa düşüncesiyle almamasıdır.
Ebu Bekir el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a, cebin­de içlerinden biri haram olan üç dirhem bulunan ve hangisinin ha­ram olduğunu bilmeyen adamın durumunu sorduğumda bana şu cevabı verdi: Dirhemlerden hangisinin haram olduğunu öğrenince­ye kadar onlarla bir şey alıp yememelidir.
Ebu Abdullah, bu meselede Adiy b. Hatem'den (ra) nakledilen şu hadise dayanmaktaydı: Adiy (ra) Allah Resulü'ne şunu sormuş­tu: Avın peşinden köpeğimi gönderdiğimde köpeğim yanında başka bir köpekle gelirse ne yapayım? Allah Resulü (sav) de şöyle buyur­muştu: Avı hangisinin öldürdüğünü öğreninceye kadar o avı yeme. Ebu Abdullah'a kendisine sıhhatli dirhem verildiği halde onları tekrar kalıba döken kimsenin durumunu sorduğumda ise şöyle de­mişti: Bu meselede Allah Resulü (sav) ve ashabından nakledilen açık bir yasak vardır. Ben de dirhemlerin kırılmasını ve parçalara ayrılmasını mekruh görürüm. Kendisine şunu sordum: Kalıba dök­mem için bir dinar verilse ne yapmam gerekir?
Şu cevabı verdi: Önce o dinarla dirhem alırsın, sonra o dirhem­lerin aldığı kadar altın alırsın. Eğer aldığın dirhemler, ganimet ma­lı ve sahibi de onların aynı olmasını isterse o zaman eşit ölçüde ol­malarına dikkat edersin. Böylelikle hepsi aynı emsal olurlar.
Ebu Abdullah, Alkame b. Abdullah'ın babası vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu uygulamasını rivayet etmiştir: O, sakıncası ol­madıkça müslümanlar arasında geçerli olan bir sikkeyi kırmayı ya­saklamıştı [17][51] Ebu Abdullah, buradaki sakıncayı, dirhemler arasın­daki farklılık olarak tefsir etmiştir. Farklılık, insanlardan bir kıs­mının 'iyi' diğerlerinin de 'kötü' dediği dirhemlerde olur. Bu şekil­deki dirhemler kırılabilir.
Ebu Abdullah'a, ücret karşılığı çalışıp mescidde oturan kimse­nin hükmünü sormuştum. Bana şöyle dedi: Terzi ve benzeri zana­at ehlinin mescidde oturmalarından hoşlanmam. Çünkü mescidler, Allah Teala'nm isminin zikredilmesi için bina edilmişlerdir. Ora­larda alışveriş mekruhtur.
Yine ona, ip eğiren birinin, muhtemelen yağmur sebebiyle me­zarlığa gidip oradaki kubbelerden birinin altına sığınarak orada çalışmasının hükmünü sordum. Bana, mezarlığın ahiret yurdunun bir parçası olduğunu ve orada çalışmanın da mekruh olduğunu söy­ledi.
Ebu Abdullah'a un alırken bir ölçeğin üstüne 4.370 kilogram ilave etmenin hükmünü sorduğumda ise şunu söylemiştir: Bu kö­tüdür ve insanların aldatılmaması gereken bir miktardır. 'Peki ki­lo ve daha altının hükmü nedir?' diye sorduğumda, bu miktarlarda insanların karşılıklı aldanabileceğini söyledi.
Ebu Abdullah'a yastık ve yataklarda dolgu için kullanılan sa­manın durumuyla ilgili olarak şunu sorduk: Tüccar için dikilen yastık ve yatakların onlar tarafından içindeki samanın kalitesi bil-dirilmeksizin satılmasının hükmü nedir? Şöyle cevap verdi: Tüccar, kendisine güvendiği kimseler dışındakiler için bu işi açık olarak yaptırmalıdır.
Ebu Abdullah'a, kendi giyimim için satın aldığım bir elbiseyi kâr gayesiyle satıp satamayacağımı sorduğumda 'Hayır* dedi ve ila­ve etti: Eğer onu pahalı satacaksan, giydiğini belirtmen gerekir. Aksi halde, kullanılmış giysi pazarında satarsın. Yine ona, gümüş destinin satış hükmünü sorduğumda, desti kırılmadıkça satılama­yacağım söyledi. İpeğin satılamayacağını da o söylemişti.
Ümeyye b. Huld dedi ki: Yunus b. Ubeyd bir mal alacağı zaman, Sus şehrindeki vekiline bildirerek belli bir malın istendiğini ve onun kimden alınabileceğini öğrenmesini talep ederdi.
el-Mervezi'den şu söz nakledilmiştir: Ebu Abdullah'a cevizi saç­manın hükmünü sordum. Bunun mekruh olduğunu söyleyerek ce­vizin çocuklara taksim edilerek verilmesini tavsiye etti. Bir defa­sında yine Ebu Abdullah'ın evine gitmiştim. Oğlu bir maharet gös­terdi ve çocuklara vermek üzere aldığı cevizi onlara paylaştırarak dağıttı. Onların üzerine saçmayı hoş görmeyerek şöyle dedi: Bu, yağmalama gibi olur.
Ebu Abdullah, İbnü'l-Mübarek'in bazı meselelerle ilgili görüşle­rini zikrettikten sonra şöyle demişti: Bu meseleler arasında biri vardır ki çok ilginçtir. Bu mesele şöyle gündeme gelmişti: îbnü'l-Mübarek'e, vurduğu kuş, başka bir şahsın arazisine düşen kimsey­le ilgili şu soru sorulmuştu. Av, onun mu, yoksa düştüğü arazinin sahiplerinin mi hakkı olur? Îbnül-Mübarek, bu soruyu 'Bilmiyo­rum* diye cevaplamıştı. Aynı soru, Ebu Abdullah'a da sorularak 'Bu meselede sen ne diyorsun?* denildi. Ebu Abdullah, 'Bu, gayet ince bir mesele, bununla ilgili herhangi bir nakil bilmiyorum' cevabım verdi.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şunu nakletmiştik: İsa b. Abdül-fettah dedi ki: Bişr b. el-Hars'a (ra) şüpheli bir konuda anne-baba-ya itaat etmenin hükmünü sordum. Bunun çok ağır olduğunu söy­ledi. Ebu Abdullah'a dedim ki: Şüpheli konuda da anne-babaya ita­at sözkonusudur. Ardından dedi ki: Bunu Muhammed b. Mukatil'e söylediğimde, şu karşılığı verdi: Ben de aynı fikirdeyim. Bişr b. el-Hars da, onun söylediğini ikrar etmiştir. Ebu Abdullah bunun ar­dından şöyle demiştir: Anne-babayla hoş geçinmek ne kadar da gü­zeldir! O, başka bir zaman da şöyle demişti: Günah, kalplere nasıl da nüfuz etmiş!
el-Mervezi şunu anlatmıştır: Bir defasında, adamın birini Ebu Abdullah'ın meclisine götürdüm. Adam, 'Kardeşlerim şüpheli yol­lardan kazanç elde eden kişiler. Annem, onların getirdiklerini pişi­rip bizi yemeğe çağırmış, biz de o yemekten topluca yemiş olabili­riz. Bunun hükmü nedir?' diye sordu. Ebu Abdullah şu cevabı ver­di: Bu, Bişr'in konuşması gereken bir konudur. Senin içinse, Allah Teala'mn gazabına uğramamanızı niyaz ettiğim bir noktadır. Ebu'l-Hasan Abdülvehhab'a git ve ona da sor.
Adam, ona giderek, 'Bu hususta bildiğin bir şeyse varsa bana bildir1 dedi. O da Hasan'ın şu sözünü aktardı: Kişi, cihada gitmek için annesinden izin ister ve annesi kendisine izin verdiği halde, gönlünden kalmasını istediğini hissederse cihada gitmeyerek an­nesinin yanında kalmalıdır. Ebu Abdullah'tan şunu işitmiştim: An­nesi hayatta olan birinin ilim talep etmek üzere sefere gitmek için ondan izin istemesinin hükmünü sorduğunda şu cevabı verdi: Eğer o kimse, nasıl abdest alacağını ve nasıl namaz kılacağını bilmeye­cek derecede cahil ise, ilim talebinde bulunması onun için daha ön­celikli bir farzdır.
Bunları biliyorsa, annesinin yanında kalması kendisi için daha
elzem bir farizadır.
Ben de kendisine şunu sordum: Bir münkeri gördüğü halde onu değiştirecek ilmi kuvveti yoksa, o zaman ne yapar? Şu karşılığı ver­di: Anne-babasmdan izin ister, eğer verirlerse ilim talebi için yola
çıkabilir.
Ebu'r-Rebi es-Suii'den şu hadise nakledilmiştir: Basra'da Süf-yan-ı Sevri'nin (ra) meclisine gittim. Ona, 'Ey Eba Abdullah, ben muhtesiplerle (=fiyatları ve islami kuralların uygulanışını kontrol eden görevliler) beraber kadın gibi davranan erkekleri basıyoruz. Kimi zaman da onların evlerine, duvarlarından tırmanarak giriyo­ruz. Bunun hükmü nedir?' dedim.
'Evlerinde kapı yok mu?' diye sordu. 'Evet var, ama kaçmaları­nı önlemek için böyle yapıyoruz' dediğimde davranışımızı çok çirkin buldu ve beni ayıplayarak 'Bunu kim içeri aldı?' diye sordu. Ben de, 'Sırf derdime derman olacak bir tabip için geldim' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kendimiz hasta olduğumuz halde tabip olarak anıldığımız için helak olduk! Ardından da şunu ekledi:
İyiliği emredip kötülükten sakındıran kimse, şu üç hasleti taşı­malıdır: Sakındırdığında yumuşak, emrettiğinde adaletli, sakındır­dığında adaletli, emrettiğinde bilgili ve sakındırdığında bilgili ol­mak.
Ahmed b. Muhammed b. Haccac'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Bir defasında Süfyan-ı Sevri'ye (ra) şunu sordum: Pazarı dolaşır­ken davul görürsem kırıyorum, ne dersin? 'Gücün yetiyorsa kırabi­lirsin' dedi. 'Ölü yıkamak için davet edildiğimde davul çaldığını işi­tirsem ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise şöyle dedi: Gücün yeterse onu kır, aksi halde oradan ayni.
Tambur kırmanın hükmünü sorduğumda, kırılabileceğini söyle­di. 'Saklanmış tambur için ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise, 'Eğer senden gizlenmişse kırma' dedi. 'Sokakta kölenin elinde bulunan küçük bir tambur gördüğümde ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise, 'Eğer açıkta ise onu da kırabilirsin' dedi.
Süfyan-ı Sevri'ye (ra) nergis suyu satanlara karşı ne yapmam gerektiğini sordum. Şöyle dedi: Nergis suyundan civa yapıldığını söylüyorlar. Teki sırf meyhane sahipleri satın alıyorsa, o zaman ne yapmak gerekir?' diye sorduğumda şu karşılığı verdi: Satıcıya bu husus sorulur, eğer öyle ise, pazarda sattırılmaz.
Adamın biri ona şöyle bir husus arzetmişti: Babam, pazarda her türlü kimseyle alışveriş yapıyor. Hatta sizin muameleyi mekruh gördüğünüz kimselerle dahi ticari muamelede bulunuyor, ne dersi­niz? Şu cevabı verdi: Servetinin kârı kadar olan mikdan bırakılır. 'Peki alacağı ve borcu varsa, ne yapmak gerekir?' diye sorulduğun­da şöyle dedi: Alacağı alınıp borçlusuna verilir. 'Böyle davranılma-sını uygun görür müsünüz?' diye sorduğumda şöyle karşılık verdi: Sen de onu borcunu ödemekle yetinmiş halde bırakırsın.
Ebu Abdullah'a, gidişatını beğenmediğim bir yakınımın kendisi için bir giysi veya yün satın almamı istediğini, bu durumda ne yap­mam gerektiğini sordum. Bana şöyle dedi: Öyle biri ise ona yardım etme ve onun için hiçbir şey satın alma. Ancak annen emrederse yapabilirsin. Çünkü böyle bir alışveriş, anneni Öfkelendirmenden daha hafif bir kusurdur.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şu husus sorulmuştu: Faiz ticare­ti yapan bir baba, alacağını tahsil için oğlunu gönderse, oğlunun ne yapması gerekir? Ebu Abdullah şöyle dedi: Tahsilata gitmemeli ve babasına şöyle demelidir: Siz tevbe edinceye kadar oraya gitmeye­ceğim.
Ebu Abdullah'a, hadis ravilerinden birini anmıştım. 'Allah Te-ala ona rahmet etsin, bir huyu dışında çok değerli adamdı!' dedi. Ardından da, İnsanın bütün huyları kamil olmayabilir' dedi. Ken­disine, Teki onun bir hasenesi olsun yok mudur?' diye sorduğum­da, 'Elbette vardır, ben bile kendisinden hadis yazmıştım. Ama gü­zel olmayan bir huyu da vardı' dedi. 'Ne gibi?' diye sordum. Şu ce­vabı verdi: Hadisi, kimden aldığını pek önemsemezdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah'ın Bişr b. el-Hars'ı anarak şöyle de­diğini işittim: Allah Teala ona rahmet etsin. Onda ünsiyet, zikir ve büyük bir vera mevcuttu. O, kendisine sorulan hususlarla ilgili ola­rak çoğu zaman, 'Böyle bir soru ancak Bişr'e sorulur, bu Bişr*in ko­nuşması gereken bir noktadır, bu konuda konuşmak bana düşmez' derdi. Bir defasında Ebu Abdullah'a eski elbiselerle dolaşan fakir bir adamdan söz etmiş ve, 'Ne kadar da ilme muhtaç biri' demiştim. Bana şöyle dedi: Fakirliğine ve ilimden uzak oluşuna karşı göster­diği sabırdan dolayı onun hakkında böyle konuşma. Ben yatağa her girişimde onu hatırlarım. O ve onun gibiler, bizden daha hayırlıdır.
Süfyan-ı Sevri'ye şöyle bir hadise nakletmiş tim: İbnü'1-Müba-rek'e salih bir alimin nasıl bilinebileceği sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Dünya hakkında zühd gösterir ve ahiret amellerine yöne­lir. Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi: Evet, salih bir alim böyle olmak ister. Ebu Abdullah'a, başka bir kadına sözle hücum ederek nesebi hakkında iddiada bulunan bir kadının hükmünü sor­muştum. Bununla ilgili olarak hiç bir şey söylemedi. Israr ederek sorumu tekrarladım. Şöyle bir karşılık verdi: Doğru olduğunu bil­diğin halde niçin soruyorsun?
Bir defasında Ebu Abdullah'ın İbni Avn'dan sözederek şöyle de­diğini işittim: İbni Avn, evlerini müslümanlara kiralamazdı. 'Ni­çin?' diye sordum. 'Onları -kira Ödeme- endişesine düşürmemek için' dedi.
Ibnü'l-Mübarek, Hakim b. Züreyk'ten ve onun babası vasıtasıy­la Said b. el-Müseyyeb'den şunu nakletmiştir: O, buğdaya karşılık un vermenin hükmüyle ilgili olarak bunun faiz olduğunu söylemiştir. Bir defasında Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise nakletmiştik: Bişr b. el-Hars'ın kardeşi, Eyle şehrinden kendilerine hurma gön­dermişti. Annesi, ev halkına dağıtmak üzere ayırdığı hurmalardan birini kenarda tutmuş ve Bişr"e, 'Üzerindeki hakkım için, onu sa­kın yemeyesin' demişti. Bişr, annesinin sözünü unutarak o hurma­yı yemiş ve ardından üst kata çıkmıştı. Annesi onun arkasından yukarı çıktığında Bişr"in hurmayı istifra ettiğini gördü. Muhteme­len kardeşinin kazancında kusur vardı. Bu hadise üzerine Ebu Ab­dullah şöyle dedi: Bunun benzeri bir hadise de Ebu Bekir'den (ra) rivayet edilmiştir.
Ebu Abdullah, Vüheyb b. el-Verdle ilgili şunu anlatmıştı: İb-nü'1-Mübarek ona Mısır'dan gelen yiyecekler hakkında bir şeyler söylemişti. İbnü'l-Mübarek bunu, onun kolaylığı için söylemişti. Mısır'dan gelen yiyecekler hakkında çok titizlendiğini bilmiyordu. Halbuki Vüheyb, kuru üzüm dışında Mısır'dan gelen hiç bir yiye­cek maddesini yemezdi.
Ebu Abdullah şöyle demiştir: Bişr b. el-Hars Bağdat menşeli gı­da maddelerini yemezdi. 'Fakat, Bağdat menşeli gıda maddesi yi­yenleri de kınamazdı' dediğimde şu açıklamada bulundu: Tek başı­na yaşadığı için buna muktedir olabilmiştir. Geçindirdiği bir ailesi olmadığı gibi, kendisine rızık temin eden biri de yoktu. O, yalnız yaşayan biriydi. Evimde kimse olmasa, ben de yemezdim.
Ebu Abdullah'a göre, fethedilmiş şehir arazisinin emlak ve ara­zisinden sadece geçinmeye yetecek kadar almak, fazlasını tasad-duk etmek gerekir. O, bu hususla ilgili olarak, 'Bu tür arazi ve em­laki satmayı yerinde bulmam' demiştir. Ona, 'Bu tür arazinin su­yundan içen kimsenin durumu nedir?' diye sorduğumda şöyle de­mişti: İçinde yaşadığımız bütün bu emlak ve arazi mirastır. Geli­rinden ancak zaruret miktarı kadarını almak gerekir.
Yine ona, bu tür arazi ve emlakin satın alınmasının hükmü so­rulduğunda soru sahibine şöyle demiştir: Eğer kendine yetecek bir gelirin varsa satın alma. Aynı meseleyle ilgili olarak başka bir mec­liste de şöyle demiştir: Kişinin bu tür arazi ve emlak içinde bulunan ev veya arazisini satmasını mekruh görürüm. İhtiyacından fazlası­nı satın alması da böyledir. Eğer ganimettten payına düşen, ihtiya­cından fazla ise o miktarı tasadduk olarak vermesi daha güzeldir.
Ebu Abdullah dedi ki: Fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak, bütün müslümanlara vakfedilmiştir. Ömer (ra) bu tür arazi ve em­laki olduğu gibi bırakmış ve insanlara taksim etmemiştir. Osman (ra) da böyle davranmış ancak sahabeden İbni Mesud (ra) ve Sa'd (ra) gibi bazı zevata iktâ' olmak üzere tahsiste bulunmuştur. Ali (kv) de onun uygulamasını tasvip ederek taksimde bulunmamıştır.
Ebu Abdullah dedi ki: Bu meselede İbnül-Mübarek'in görüşün­de olanların durumu büyük bir imtihandır. Onların iddiasına göre fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak o savaşa katılan mücahid-ler arasında taksim edilmelidir.
İmam Şafii Bağdat'ta satılan bir evle ilgili olarak, orayı ilk fet­hederek o eve sahip olan kimseye başvurulmasını şart koşmuştu. Kendisine, bunun nasıl mümkün olabileceğini sorduğumda tebes­süm etti ve şöyle dedi: Medine'ye gider ve Medine halkına sorar. Ebu Abdullah bu konuda şöyle demiştir: Medine halkı da bu mese­lede İmam Şafii'nin görüşündedir. Onlara göre her hangi bir şehir silah kuvvetiyle fethedildiği zaman, arazi ve emlaki fatihleri ara­sında taksim edilir.
Ebu Abdullah'a bu meselede İmam Şafii ve Medineliler*e muha­lif olanların kimler olduğunu sorduğumda, 'Ömer b. Hattab (ra) ve Ali b. Ebi Talib'dir (kv), o ikisi bu tür arazi ve emlaki bütün müslü-manların malı olarak görmüşlerdir' dedi.
Ebu Abdullah'a böyle bir şehirde kendisine bir ev miras düşen kimsenin ne yapması gerektiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: İmam Şafii'ye göre, o şehri fethederek o eve sahip olan kimse bu­lunmalıdır. Kendisine, 'Peki sizin görüşünüz de böyle midir?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi. Ne kadar da güzel söyledi!
Şu an sahip olduğumuz türden arazi ve emlak arasında bu tür bir mala sahip olup elinden çıkarmak isteyen kimseye şunu tavsi­ye ederiz: En güzeli bu tür gayri menkulü vakfetmektir. Çünkü o, savaş edilmeksizin elde eldilmiş ganimet hükmündedir.
Ebu Abdullah'a Basra ve Kûfe'nin durumunu sorarak bu şehir­lerin de silah gücüyle fethedilip edilmediğini sorduğumda şu ceva­bı verdi: Bu şehirler bizzat müslümanlar tarafından kurmuşlardır.
Ebu Abdullah'ın meclisine bir adam götürmüştüm. Adam, 'Fetih yoluyla alınan arazilerden iki parça arazi babamdan bana miraskaldı, ne yapmam gerekir?' diye bir soru sordu. Ebu Abdullah şöy­le dedi: O arazileri yakınlarına vakfet. Eğer yakının yoksa, o za­man komşularına vakfet.
Bir defasında da, adamın tekinin bu türden bir eve mirasçı ol­duğu söylenmişti. O da, evi vakfetmesini tavsiye etmiş ve bu tür arazi ve emlakin müslümanlar için ganimet hükmünde olduğunu belirtmişti.
Ebu Abdullah, fetih yoluyla ele geçirilip devlet başkanı tarafın­dan mücahitlere tahsis edilen arazi ve emlakin satın alınması için ruhsat vermişti. Ben de kendisine, satmanın mekruh olduğu bir şe­yi satın almaya ruhsat vermenin nasıl olabileceğini sordum. Şu karşılığı verdi: Bana göre satın alma satmadan farklıdır. Buna de­lil olarak da Sahabe'nin uygulamasını gösterdi. Aralarında İbni Ab-bas (ra) ve İbni Mesud'un (ra) da bulunduğu sahabiler mushaf al­maya ruhsat verirken satmayı mekruh görmüşlerdi.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a 'Devlet tarafından bağışlanan bir evde mi yoksa bir hayvan ağılında kalmayı mı tercih edersin?'diye sorulmuş, o da 'Hayvan ağılında' demişti.
Ebu Abdullah'a, 'Devlet tarafından bağışlanan 'sevâd' arazisi, diğer pazar yerlerinden daha kârlıdır' demiştim. Bana şöyle dedi: Bunlann durumu bellidir ve sen de onların kimler için olduğunu bilirsin. 'Peki oralarda amel etmeyi de mekruh mu görürsün? Bu hususta kalbimde bir tereddüt var7 dediğimde ise şu cevabı verdi: İbni Mesud (ra) dedi ki: Günah, kalplere ne de çok nüfuz edendir! Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştum: Adamın biri serhat boylarına gitmek istiyor. 'Sevâd' emlakinden olup içinde oturduğu evi satmak isterse hükmü nedir? 'Satmamalidir* dedi. 'Peki adam, 'Sırf harabe olarak satmak istiyorum' derse, bunun hükmü ne olur?' diye sorduğumda tebessüm etti. 'Eğer müşteri rıza gösterirse olabilir1 dedi. Bu, onun açısından şei^i bir hile hükmündeydi. Ardın­dan da şöyle dedi: İbni Şirin de, 'sevâd' arazisinden bir yere varis olmuştu. 'Bu bir ruhsat mıdır?' diye sordum. O da, 'Bu, İbni Sirin'Ie ilgili olarak iyi bilinen bir husustur' dedi.
Ebu Bekir şöyle demiştir: Ebu Abdullah'ın şunu dediğini işit­tim: Hiç bir şeyim olmadığı zaman çok sevinçli olurum. Hiç bir şey fakirliğe denk olamaz. Bir keresinde de şöyle demişti: Şu gelir, azı­ğımızdan başkası değildir.
Ebu Abdullah'a bir adamın onunla ilgili olarak söylediği şu sö­zü haber vermiştim: Eğer Ebu Abdullah gelirini terkedip sığınabi­leceği bir dost bulursa ona karşı hayranlığım daha da artar. Bu sö­ze şöyle karşılık verdi: O, çok kötü bir yiyecektir. Başka bir vesile­de ise şöyle dedi: Böyle bir şeye alışan kimsenin fenalığına taham­mül edilemez. Sonra da şunu ekledi: Böylesi benim için daha çok hoşlanılacak bir durumdur.
Eğerci Abdullah b. Nuh şu hadiseyi nakletmiştir: Bir gün Bişr şöyle dedi: Ey eğerci, devlet tarafından bağışlanan araziden uzak mısın? Ben de, 'Evet' dedim. Bunun üzerine benim için için şöyle dua etti: 'Allah Teala seni oralara yerleşmeye muhtaç etmesin!
Bişr'in arkadaşlarından birinden şöyle bir hadise nakledilmiş­tir: Hastalığının tedavisi için bir bitki tavsiye edilmişti. O bitki de, sırf 'sevâd' arazisinde bulunan bir çiftlikte yetişmekteydi. Bunun üzerine Bişr'in. arkadaşı şöyle demişti: Derdimin tek dermanı o bit­kide olsa dahi, yine de istemem.
Muhammed b. Hatim şunu nakletmiştir: îbnu Ebi Bişr"den şu­nu duydum: Bişr'le beraber idik. Bab-ı Harb beldesinden çıktığı­mızda Bişr şöyle dedi: Ey Ebu Yakub, şu belde ve ona girmeyi mek­ruh görenler hakkında çok düşündüm. Unutma ki tabakhanede ça­lışan deri ustası orada bulunduğu esnada içerideki pis kokuyu far-kedemez. O pis kokuyu ancak oraya dışardan gelenler hissedebilir.
Bir zat şunu nakletmiştir: Bişr b. el-Hars'ı şöyle derken işittim: Günahlarımdan biri de Bağdat'ta oturmamdır. Şuayb b. Harb şöy­le demiştir: Şu Bağdat halkından kimin bir hayrı vardır?
Abdülvehhab dedi ki: Bağdat halkından bir kısmı, Şuayb b. Harb'ın yaşadığı Medain'e gitmiş ve kendisine Bağdat'ta yaşama­nın hükmünü sormuşlardı. O da kendilerine Bağdat'a geri dönme­melerini tavsiye etmişti. Onlar da bu tavsiye üzerine Bağdat'taki evlerim terkederek oradan ayrılmışlardı. Bunlardan biri Meda-ih'de su çıkartarak satma işine girmişti. Şuayb onlardan birini gör­düğünde şöyle demişti: Süfyan (ra) seni görseydi çok mutlu olurdu.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a şu hadiseyi nakletmiş tim: Tar­sus'tan bir mektup geldi. Orada bir topluluk, Neyfii'l-Esel'den çık­tıktan sonra yanlarında bulunan bakliyatı yol üzerindeki bir değir­mende dövdürmüşler. Daha sonra bu değirmenle ilgili olarak mek­ruh gördükleri bir hususa muttali olmuşlar ve içlerinden kimi payına düşen miktarı tasadduk ederken, kimi de elinde tutmuş. Ba­na görüşüm soruldu.
Ben de şu cevabı verdim: Bu meselede hiç bir şey tavsiye etmi­yorum. Ben olsam böyle bir gıdanın yenilmesine de, tasadduk edil­mesine de rıza göstermezdim. Bunu Ebu Abdullah'a sordum. Onun mezhebi, mekruh gördüğü bir hususu ihtiva eden gıda maddesi ve­ya kazancı tasadduk etmek gerektiği yönünde oldu.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sorduk: Adamın biri bir yerden odun satın almış ve bir binek kiralayarak onu beldesine taşımıştır. Daha sonra odunun menşei hakkında hoşuna gitmeyen bir husu­sun farkına varmıştır. Size göre bu adam ne yapmalıdır? Onu yeri­ne iade mi etmeli, yoksa başka bir yola mı başvurmalıdır? Bunun üzerine tebessüm etti ve 'Bilmiyorum' dedi.
Ebu Abdullah'a şöyle demiştik: Adamın biri size şöyle bir soru sormuştu: Yağ satan birinde, mekruh görülen bir huy bulunduğu zaman ondan alınan yağ ile aydınlanmanın hükmü nedir? Siz de şöyle cevap vermiştiniz: Onun yağıyla aydınlanmak doğru olmaz. Şimdi ne dersiniz?
Ebu Abdullah, Osman b. Zaide'yle ilgili şöyle bir hadise naklet­ti: Osman'ın hizmetçisi, efendisinin sevmediği birilerinden ateş al­mıştı. Osman bunu öğrenince o ateşi söndürmüştü. Ebu Abdullah bu hadiseyi anlattıktan sonra şunu ekledi: Yağ satanın durumu da­ha vahimdir. Bir defasında Ebu Abdullah'a ocağı aydınlatarak ya­nan odunun kaynağını mekruh gördüğümü söylemiştim. Bunun üzerine ocağın üstünü kapattı. Ben gidip başka odun getirdim ve ocağa onu attım.
Ebu 4-bdullah'a iğdiş edilmiş bir kölenin hanımının saçlarına bakıp bakamayacağını sorduğumda 'Hayır, bakamaz' dedi. 'Peki memesinde hastalık bulunan bir kadım tedavi eden kimsenin elini kadının memesine sürmesinin hükmü nedir?' diye sorduğumda ise, 'Zaruret gereğidir' dedi ve bunda bir mahzur görmedi. Kendisine şu açıklamada bulundum: Bunu sormam gerekiyordu, çünkü memeyi tedavi edecek kimse bana, 'Kadının memesini görmem ve elimi onun üzerine koymam gerekir5 demişti.
Ebu Abdullah'a, diğer kadınlar gittikten sonra kadın ile halvet ortamına giren sürmecinin durumunu ve bu tür halvetin yasakolup olmadığını sorduğumda şöyle dedi: Sürmeci yol kenarında ça­lışmıyor mu? 'Evet' denildi. Bunun üzerine şu izahatta bulundu: Yasaklanan halvet, evde (=dört duvar arasında) gerçekleşen hal­vettir.
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Kişi leş yemek ile başkasına ait bir yemeği izinsiz olarak yemek tercihleriyle kar­şı karşıya kaldığında ne yapmalıdır? Dedi ki: Leş yemesi daha doğ­rudur. Çünkü böyle bir zaruret halinde leş yemek helal kılınmıştır.
Ebu Abdullah'a bir duvarın veya hurma ağacının yanından ge­çerken oradaki yemek veya meyvayı yiyen kimsenin hükmünü sor­dum. Şöyle cevap verdi: Allah Resulü'nün (sav) ashabından bir top­luluk bunda bir mahzur görmemiştir. Teki leş yemekle başka biri­ne ait yiyeceği izinsiz olarak yemek tercihiyle karşı karşıya kalan kimse hakkında görüşünüz nedir?' diye sorduğumda ise şöyle dedi:
Sahibinin izni olmaksızın bu tür bir yiyeceği yiyebilir ama taşı­mak üzere üstüne alamaz. 'Peki adam bir bağın yanından geçiyor­sa durum ne olur?' diye sordum. O zaman da şöyle bir açıklamada bulundu: Eğer bahçenin duvarları varsa, oraya girmez. Duvarları yoksa oradan yiyebilir fakat yanma alamaz.
Ebu Abdullah'a, Mekke evlerinin kira gelirleriyle ilgili görüşü­nü sormuştum. Aşırılığından dolayı hoş görmediğini söyledi. Bir ev kiralayıp oradan ayrıldıktan sonra kira bedelini ödemeyen kimse­nin durumunu sordum. Kiranın ödenmemesini de hoş görmediğini söyledi ve şunu ilave etti: Bu, kan aldıran kimsenin durumuna benzer. Kan aldırdıktan sonra ücretini ödemek gerekir.
Ebu Abdullah'a Mekke'de ev satın alma ve satmayla ilgili görü­şünü sorduğumda ise şöyle dedi: Bunu tavsiye etmem. Filan, filan kimselerin evleri gibi büyük evler aldığınızda hac zamanı avlunu­zu açmak ve hacıların oralara çadırlarını kurmalarına müsaade et­mek zorunda kalırsınız. Hiç bir kuvvet de buna mani olamaz. Bu meyanda kendisine şöyle dendi: Ama Ömer b. Hattab <ra) orada bir hapishane satın almıştır, buna ne dersiniz? O da şu açıklamada bu­lundu: Ev satın almak, Ömer'inki (ra) gibi hapishane satın almaya benzemez. O, sözkonusu hapishaneyi müslümanların yararı için satın almıştır. O, hırsız, yankesici gibi suçluları atmak için böyle bir yer satın almıştır.
Ebu Abdullah'a huyu beğenilmeyen kimselerin dağıttığı sulann hükmü sorulmuş ve bu sularla abdest alınıp alınamayacağı husu­sundaki görüşü istenmişti. O, 'Cuma günü namazın kaçırılması en­dişesi bulunmadıkça bu gibi sularla abdest alınmaması gerekir* di­yerek görüşünü dile getirdi.
Yol kenarına koyulan suların içilip içilemeyeceği sorulduğunda ise, 'Bu soru Hasan'a da sorulmuş ve o içilebileceğini söylemiştir' dedi. Ardından da şunu ilave etti: Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) Üm-mü Said'in yol üzerindeki sularından içmişlerdir.
Bir defasında Ebu Abdullah'a şu hadiseyi aktardık: Fudayl'm hizmetçisi ona iki dirhem getirmiş ve 'bu iki dirhemi filan kişinin evinde çalışarak kazandım' demişti. O kimse Fudayl tarafından se­vilmeyen biriydi. Fudayl dirhemleri alarak taşların üzerine fırlattı ve şöyle dedi: Allah Teala'ya ancak temiz olanla yaklaşılabilir! Ebu Abdullah onun bu titizliğine çok şaşırdı ve 'Allah Teala ona merha­met buyursun!' dedi.
Ebu Abdullah tasaddukta bulunacağı zaman, çok ihtiyatlı olma görüşündeydi. O, bu nıeyanda şöyle derdi: Kişinin sadaka verdiği zaman hakikaten tasaddukta bulunması çok hoşuma gider. Dünya­dan baki kalan nedir ki[18][52]


Ahmed b. Abdülhalık bize şunu nakletmişti: Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah Ahmed b. Hanbel'e bir ziyafete davet edilen kişinin hangi sebeplerden dolayı oradan ayrılabileceğini sorduk. O da şöyle cevap verdi: Ebu Eyyub el-Ensari (ra), İbni Ömer'in (ra) kendisini davet ettiği ziyafeti evinin lüks döşeli olmasından dolayı terketmişti. Huzeyfe (ra) ise, davet edildiği evde, bir takım yaban­cı giysiler gördüğü için ziyafetten ayrılmıştı.
Kendisine şunu sordum: Ev lüks döşeli olmasa ama bir takım gümüş eşyalar bulunsa o zaman he yapmak gerekir? Şu cevabı ver­di: Eğer kullanılan eşyalar gümüşten ise, oradan ayrılmak daha güzeldir.
Ebu Abdullah'ın şöyle dediğini işittik: Dostlarımızdan biri fitne devrinden önce bizi evine davet etmişti. Biz de ara sıra Affan'a giderdik. Bir seferinde orada gümüş eşya gördüm ve oradan hemen ayrıldım. Davetlilerden bir topluluk da beni izledi. Ev sahibi bu olaya çok içerlemişti.
Ebu Abdullah'a, davet edildiği evde sürmeliğin başının gümüş­ten olduğunu gören kişinin ne yapması gerektiğini sordum. Sürme­lik, kullanılan bir eşyadır, oradan ayrılmak daha uygundur. O, ka­pı sürgüsü gibi eşya için ruhsat vermişti. Çünkü bunlar önemsiz ni­teliktedir.
Ebu Abdullah'a cibinliğin hükmünü sorduğumda mekruh oldu­ğunu söyledi. Yaka ve yere kadar uzanan elbiselerin durumunu sorduğumda ise bunlarda bir sakınca olmadığını ifade etti. Ebu Ab­dullah'a şöyle bir hadise nakletmiştik: Adamın biri bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Sofraya gümüş kupalar ve deştiler getirildi­ği zaman davetliler sofradan kalkarak gümüş eşyaları kırdılar. Ebu Abdullah bundan hoşlandı.
Bir keresinde Ebu Abdullah'a, davet edilen kişinin gittiği evde lüks mefruşat ve saf ipek döşemeler gördüğü zaman orada oturup oturamayacağım sordum. 'O evden ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) ayrılmışlardı  dedi. Bu hadise, ibni Mesud'dan (ra) nakledilmiştir. 'Peki onlara iyiliği ve doğruyu em­retmek gerekir mi?' diye sorduğumda ise, 'Evet, böyle kimselere bu­nun caiz olmadığını söylenir1 dedi.
Ebu Abdullah'a şunu sordum: Saf ipek döşemelerin bulunduğu bir evde oturan biri, oğlunu herhangi bir sebeple içeri çağırdığında, çocuğun ne yapması gerekir? Şu cevabı verdi: Oraya girmez ve onunla beraber oturmaz. Başka bir vesilede ise, davet edilen kim­senin evde cibinlik gördüğü zaman ne yapması gerektiğini sordum. Cibinliği mekruh gördü ve şöyle d«di: Cibinlik bulundurmak göste­rişten öte gitmez. Zira o, ne soğuktan, ne de sıcaktan korur.
Ebu Abdullah'a 'Davet edildiği evde resim gören kimse ne yap­malıdır?' diye sormuştuk. 'Resimlere bakmaz' dedi. 'Fakat ben bak­tım' dediğimde şöyle dedi: Onları sökme imkanın varsa sökersin.
Ebu Salih el-Ferra', Yusuf. b. Esbat'tan şunu nakletmiştir: Ki­min davetine icabet etmem gerekir? Dedi ki: Yanına gittiğinde kal­bin bozulan kimsenin davetine icabet ederek gitme. O, zenginlerin davetlerine katılmayı da mekruh görürdü.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a örtüye Kur'an ayeti yazılıp yazılamayacağını sorduğumda, bunun mekruh oldu­ğunu söyledi ve şunu ilave etti: Yere çakılı veya perde gibi asılı şey­ler üzerine Kur'an ayeti yazılmaz. Yeni bir ev kiralayan kimsenin orada gördüğü resimleri kazıyıp kazıyamayacağını sorduğumda ise kazıyabileceğim söyledi.
Ebu Abdullah'a, gittiğim herhangi bir hamamda bir resim gör­düğüm zaman onun kafa kısmını kazımanın hükmünü sorduğum­da, kazıyabileceğim! söyledi.
Eşyada Vera'
İbnü Abdülhalık dedi ki: Ahmed b. el-Haccac bize şunu nakletmiş-ti: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Çocuklarla ilgilenmekten sorum­lu bir vasi, onların kendisinden oyuncak almasını istedikleri za­man ne yapması gerekir? Bana şu cevabı verdi: Resim ise alamaz. Başka oyuncakları alabilir. Ardından bir şeyler anlattı.
Sözün bir yerinde 'Suret/resim, el veya ayak bulunan çizgiler değil midir?' diye sordum. Şöyle dedi: Bu hususta Ikrime şunu söy­lemiştir: Başı olan her. türlü çizgi surettir. Ebu Abdullah ise şu ta­rifi yapmıştır: İnsanların elle göğüs, göz ve burun yaptıkları her şey surettir. 'Peki bu tür eşyayı satın almaktan uzak durmak sizce daha mı güzeldir?' diye sorduğumda, 'Evet* dedi.
Ona el öpmenin hükmünü sorduğumda dini maksadlarla olma­sı halinde bunun bir mahzuru olmadığını söyledi. Ardından da Ebu Ubeyde'nin (ra) Ömer b. Hattab'ın (ra) elini öptüğünü haber verdi. Eğer dünyevi gayelerle ise, kılıcından veya kırbacından korkulma­sı gereken hiç bir adam bulunmadığını söyledi. Ebu Abdullah bana şunu nakletmişti: Said el-Hacib dedi ki: Müslümanların veliahdi-nin eli Öpülmez. Dedim ki: Filan kişi ellerimi şöyle öpmek istedi, ama ben izin vermedim.
Ali b. Sabit'ten şu bilgi nakledilmiştir: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) şöyle dediğini işittim: Adalet sahibi imamın elinin Öpülmesinde bir mahzur yoktur. Dünyalık için el öpmeyi ise mekruh görürüm. Bir keresinde Ebu Abdullah'a şunu söylemiştim: Adamın biri serhad diyarlarına gitmek istiyor. Şu durumu sana sormamı istedi: Gideceği Enbar yolu tehlikelerle dolu imiş. Yolda hırsızlarla karşılaşırsa, onlarla çarpışması doğru olur mu? Ebu Ab­dullah şöyle dedi: Eğer onun eşyalarını almak isterlerse onlarla çarpışır. Çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Malını ko­rumak için çarpışırken ölen kimse şehittir".[19][53] 'Peki beraberinde gi­derseler, yine çarpışmalı mı?' diye sorduğumda ise, 'Bizzat onun ha­yatına kasdetmedikleri sürece çarpışmaz' dedi. O, silahlı eşkıyanın yolda refakatinden dolayı onlarla çatışmaya girilmemesi görüşün­deydi.
Ebu Abdullah'a, müslüman bir esirin kaçıp kaçamayacağı sorul­muştu. 'Başardığı takdirde kaçabilir* dedi. Bir keresinde Ebu Ab­dullah'a şunu sormuştum: Adamın birine hızlı koşan birini getirse­ler, onun için herhangi bir topluluktan yardım isteyebilir mi? Ebu Abdullah, 'Hayır, ancak onu kendilerine gösterir. Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. Kendisine panter avcıları getirildiği za­man 'Filan bunlara şu kadar tasadduk etmiştir* buyurmuştur1[20][54]Ebu Abdullah'ın Abdülvehhab'ı kasdederek şöyle dediğini işittim: Başkalarından çok daha temiz lokması vardır. O, bununla Abdül-vehhab'm mesleği olan kağıtçılığı kasdetmişti.
Ebu Abdullah dedi ki: Yahya b. Yahya vefat etmeden önce cübbe-sini bana vasiyet etmişti. Oğlu bana geldi ve durumu bildirdi. Genç adama şöyle dedim: O, salih bir insandı ve cübbesiyle daima Allah Teala'ya itaatta bulunmuştu. Ondan feyiz alacağımdan eminim.
Ulemadan bir zat şunu nakletmişti: Yahya b. Yahya'nın hanımı kendisine ilaç içirdikten sonra, 'Kalkıp evin içinde biraz dolansan da­ha iyi olur* demişti. O şu cevabı vermişti: Bunun sebebini bir türlü anlayamıyorum. Halbuki kırk yıldır nefsimle muhasebe ediyorum.
Musa b. Abdürrahman b. Mehdi'den şu hadise nakledilmiştir: Amcam vefat ettiği zaman babam bayıldı. Ayıldığı zaman altındaki kilimi kaldırmalarını istedi. Çünkü onu da varislerin haklarından saymışlardı.
İbnü Ebi Halid'den ise şöyle bir hadise nakletmiştir: Ebu'l-Ab-bas el-Hattab ile beraberdim. Hanımı ölen bir adama taziyede bu­lunmaya gittik. Evin zemininde bir kilim vardı. Ebu'l-Abbas evin kapısında dikildi ve, 'Ey kişi, hanımının senden başka varisi var mıdır?' diye sordu. Adam da, 'Evet dedi. Bunun üzerine, 'Öyleyse sana ait olmayan şeylerin üstünde oturma dedi. Adam bunu duyar duymaz üzerinde durduğu kilimden uzaklaştı.
Bişr b. el-Hars'ın (ra) dostu İbnü'd-Dahhak'tan ise şu söz nakle­dilmiştir: Kocası vefat ettiği zaman kızkardeşime taziyeye gitmiş­tim. Orada geceleyeceğim için beraberimde üstüne yatabileceğim bir yaygı götürdüm. Varislerin hakkı olan eşyanın üzerinde uyuma­yı uygun görmedim.
İbnü Abdülhalık, el-Mervezi'den şunu nakletmiştir: Ebu Abdul­lah'a mescid inşaatından arta kalan ahşap yongaları ve kerestenin hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunların tasadduk edilmesi uy­gundur. 'Peki kireç ve kum ne yapılır?' diye sorduğumda ise, 'Ben­zeri bir inşaatta kullanılır" dedi. Bir keresinde de Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Ramazan ayında itikafa çekilmek üzere gittiğim bir mescide, menşeini hoş görmediğim bir yerden kokulu ağaçlar getirilirse ne yapmam gerekir? O da şöyle karşılık verdi: Ağaçtan maksat kokusundan başka bir şey-olamaz. Ama yine de endişe edersen o mescidden ayrıl.
Ebu Avane, Abdullah b. Raşid'den şunu nakletmiştir: Ömer b. Abdülaziz'e (ra) beytülmalde bulunan misklerden bir parça götür­müştüm. Eliyle burnunu sıkarak koklamak istemedi ve şöyle dedi: Onun kokusundan ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme istifade edebilir.
İsmail b. Muhammed şunu nakletmişti: Ömer'e (ra) Bah­reyn'den bir misk getirilmişti. Ömer (ra) şöyle dedi: İsterdim ki tar­tısı güzel bir kadın bulayım da şu miski tartsın, ben de müslüman-lara dağıtayım. Hanımı Atike bn. Amr b. Nüfeyl, 'Ben iyi tartanın, izin ver de miski ben tartayım' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Mis­ki şöyle tartmandan korkarım' dedi ve parmaklarını tamamen mis­kin içine soktuktan sonra 'Sonra da bununla boynunu sıvazlarsın, böylelikle ben de müslümanlara ait bir mala el sürmüş olurum' di­yerek hanımının teklifini geri çevirdi.
Süleyman et-Teymi dedi ki: Nuaym bana bir attarla ilgili olarak şunu nakletmişti: Ömer (ra) beytülmale ait bir miski satması için hanımına vermişti. Hanımı miski satmak üzere attara gitti. Attar, Ömer'in (ra) hanımının miski kendisine sattıktan onu karıştırdığını, arttırıp eksilttiğini ağzına alıp çiğnediğini, sonra da parmağının üzerinde kalan kısmını baş Örtüsüne sürdüğünü söyledi.
Ömer (ra) eve geldiğinde kokuyu hissederek hanımına 'Bu koku da ne?' diye sordu. Hanımı da olup biteni anlattı. Bunun üzerine Ömer (ra) öfkelenerek şöyle dedi: Müslümanlara ait miski sen na­sıl kullanırsın? Ardından hanımının başörtüsünü çekti ve üzerine su dökerek toprakla çitüedi. Sıktıktan sonra kokladığında yine koktuğunu gördü. Aynı işlemi defalarca tekrarladı. Attar şunu da anlatmıştır: Ömer'in (ra) hanımı başka bir zaman yine dükkanıma gelmişti. Miski verirken parmağının üzerinde bir miktar kaldığını farketti. Derhal parmağını ağzına koyarak ıslattı ve yerdeki topra­ğa silerek kokunun gitmesini sağladı.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Cuma günü, soğuk bir güne rastlarsa, sünnet olan gusül abdestini almak için hoşlanmadığımız birinin evinde su ısıttırmamızın hük­mü nedir? Cevaben dedi ki: Guslü terketmek bence daha sevimlidir.
Ebu Abdullah, Ebu Sevr'in şu görüşünü reddetmiştir: Ebu Sevr'e göre kişinin tedavisi için bütün tabipler şarap içmesi üzerin­de fikir birliği ettikleri zaman o kimsenin şarap içmesinde bir mah­zur yoktur. Ebu Abdullah bu görüşü şiddetli bir şekilde reddetmiş ve şöyle demiştir: Makadın bile şarapla tedavi edilmesini mekruh görürken içilmesine nasıl müsaade edebilirim! Bu konuda benzeri ağır sözler sarfetmiştir.
Şuayb b. Harb'dan nakledildi ki: Oğlumun hırsızlık ettiğini ve­ya zina yaptığını görmem, Allah Teala'yı tanımaz hale geldiğini görmemden daha sevimlidir.
Muhammed b. Ebu Davud el-Enbari dedi ki: Ebu Üsame'ye şu­nu sormuştum: İçki sunulan bir ziyafete icabet etmem gerekir mi? 'Hayır dedi. 'Ama Allah Resulü'nün (sav) şu hadisine aykırı düş­mekten korkarım: "Her kim davete icabet etmezse isyandadır".[21][55] Bunun üzerine şöyle dedi: Günümüzdeki ziyafet davetlerine icabet etmeyenler, Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) layıkıyla itaat etmiş olurlar!
Harun b. Maruf şunu anlatmıştır: Bir delikanlı yanıma geldi ve şöyle dedi: Babam, ilacı içkiyle karıştırıp içmem halinde boşanmamüzerine yemin etti. Ben de bunu Ebu Abdullah'a sordum. O da bu­na ruhsat vermeyerek Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini okudu: "Her sarhoş edici haramdır. Her sarhoş edici de şaraptır"[22][56]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a astarlı elbise di­ken terzinin hükmünü sorduğumda şu cevabı verdi: Eğer erkek içinse caiz olmaz. Kadınlar için mahzuru yoktur. Kadınlar için di­kilen enli ve gösterişli giysilerin hükmünü sorduğumda ise, 'Lüzu­mundan geniş ve gösteriş gayesi taşıyan giysileri mekruh görürüm' dedi. O, bu tür giysilerin bidat olduğunu söylerdi. Ona göre normal ölçülerde olan dış giysilerde bir mahzur yoktu. Kadınlar için de er­kek giysileri gibi cepler dikilmesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah, kendi kızı için bir gömlek kumaşı kestirmişti. Ben de oradaydım. Terziye, cebi ön tarafa koymasını söyledi. Baş­ka bir seferinde ise, kızı için kumaş kestirdikten sonra terziye ya­ka kenarlarını ince kesmesini ve enli yapmamasını söyledi. Ebu Abdullah'ın kendisi için de bir cübbe dikilmiş ve yakaları ince ya­pılmıştı. Bir gün kendisine şunu sordum: Gördüğünüz yaşlı ulema­dan geniş yakalı birini gördünüz mü? 'Hayır* dedi.
Ebu Abdullah'ın yanında bulunduğum günlerden birindeydi. Önümüzden kaftan giymiş bir cariye geçti. Onun hakkında kendi kendine bir şeyler söyledi. 'Giysisinden hoşlanmadınız mı?' diye sorduğumda, 'Nasıl olur da hoşlanmamazlık edebilirim? Allah Re­sulü (sav) erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etmiştir7 dedi[23][57]
Abdüssamed'den şöyle bir hadise nakledilmiştir: Yezid b. Harun ibadet ehli terzilerden birini çağırdı ve ona, 'Şu cariyeye bir kaftan dik' dedi. Bunun üzerine terzi makası yere bıraktı ve, 'Ey Ebu Ha-lid, kaftan kimin içindir?' diye sordu. Yezid sükut etti.
el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a hadis şeyhlerin­den birinden sözedilmişti. 'Bahsettiğiniz şeyhi reddetmemin yegâ­ne sebebi, zahidlere yakışan bir kıyafet giymemiş olmasıdır* dedi.
Ebu Abdullah'a ökçeli ayakkabı giymenin hükmünü sormuş­tum. Şöyle dedi: Ben o tür ayakkabı kullanmam. Dışarıda veya çamurda gitmek için giyilebilir. Ama gösteriş için giyilmez. Bir defa­sında da kapının eşiğinde Sind tipi bir ayakkabı görmüştü. Bana, ayakkabının sahibini sordu. Ben de söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Lut'un (as) çocuklarına özenen biri. Ebu Abdullah'a ailemin çocuklar için Sind ayakkabısı almamı istediklerim söylediğimde, 'Sakın alma' dedi. 'Onu abidler için olduğu gibi çocuklar için de mi mekruh görüyorsunuz?' diye sordum. 'Evet, onlar için de mekruh görüyorum' dedi.
Ziyad b. Eyyub şunu nakletmiştir: Said b. Iyaz'ın yanında oturu­yordum. Kızının küçük çocuğu geldi. Ayağında Sind ayakkabısı var­dı. 'Bu ayakkabıyı sana kim giydirdi?' diye sordu. Çocuk da, 'Annem' dedi. Bunun üzerine, 'Annene git ve onu çıkartmasını söyle' dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a kadınların koyu kırmızı el­bise giymesinin hükmünü sordum. Bunu kesin bir şekilde mekruh gördü ve şöyle dedi: Süslenme ve gösteriş maksadıyla bu renk elbi­se giyilmemelidir. Kırmızı rengi ilk giyen Karun ve avanesidir. On­lar, halkın huzuruna kırmızılar içinde çıkardı.
Mücahid, kırmızı giysilerle ilgili olarak Abdullah b. Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir: "Üzerinde kırmızı giysiler bulunan bir adam Allah Resulü'nün (sav) yanından geçti. Adam O'na selam ver­diğinde Allah Resulü (sav) selamını almadı".[24][58]
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah kırmızı astarımı gördüğünde, 'Astarını niçin kırmızıya boyattın?' diye sordu. Ben de, Yamalannı gizlemek için' dedim. Bunun üzerene şöyle dedi: Yamaları niye bu kadar önemsiyorsun ki? 'Mekruh mu gördünüz?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi.
Bir defasında da kendisine uçkur almamı istemiş ve 'İçinde hiç­bir kırmızılık olmasın' diye tembihte bulunmuştu. 'Kırmızıyı mek­ruh mu görüyorsunuz?' diye sorduğumda ise, 'Evet' demişti. Ebu Abdullah'a cenazenin üstüne örtülen kırmızı bezlerin hükmünü sorduğumda, onları da mekruh gördüğünü söylemişti. 'Peki tabu­tun üstündeki kırmızı bezleri çekip almamı tavsiye eder misiniz?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'ın ailesi üzerinde yazılar bulu­nan bir giysi satın almamı istemişlerdi. Ebu Abdullah, 'Onlara deki: Onu satın aldığımda üstündeki yazıları sökmemi uygun görü­yorsanız alayım' Kendisine, 'Onlar özellikle yazılı olanı istiyorlar" deyince, 'O zaman alma' dedi.
Hanımın biri Ebu Abdullah'ın kendisini kına ile nakış yapmak­tan menettiğini söyleyerek şöyle dediğini nakletmişti: Kınayı eline yak. Onunla nakış yapma. Ebu Abdullah kına hususunda şöyle de­mişti: Aişe (ra) dedi ki: Bütününe kına koy ve onu tamamen kınalı yap.
Süleyman et-Teymi, Ebu Osman'dan şunu nakletmiştir: Üm-mü'1-Fadl kızını Enes'e (ra) göndererek şunu sordurmuştu: Kadı­nın boynuna takılan gerdanlığın ve kınanın hükmü nedir? O da şu cevabı vermişti: Namaz esnasında kadının boynuna deriden bile ol­sun bir gerdanlık takması müstehaptır. Kına yakarken ise, elinizi ona tam batırın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a evi kireçle boyamanın hük­münü sormuştum. Şöyle cevap verdi: Zemini kireçliyorsa hane hal­kını topraktan korumuş olur. Duvarları boyamak ise mekruhtur. Ebu Abdullah'a yapımında çok büyük paralar harcanan bir mescid-den bahsetmiş ve kanaatini sormuştum. Bir müddet düşündü ve bunu hoş görmediğini söyleyerek şunu ilave etti: "Sahabe Allah Re-sulü'ne (sav) mescidi süslemenin hükmünü sormuştu. O da şöyle buyurmuştu: Mescidi, Musa'nın (as) çardağı gibi süslü bir çardağa çevirmemek gerekir".[25][59] Ebu Abdullah bu hadisi naklettikten sonra şunu ilave etti: Mescidleri bu şekilde boya ve nakışlarla süslemek Allah Resulü (sav) tarafından menedilmiştir.
Ahmed b. Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi'den şunu naklet­miştir: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Şehirli köylüye mal satmaya­cak, deniliyor, bu naftıl olur? O da şu cevabı verdi: Süfyan, Ebu'z-Zübeyr kanalıyla Cabir b. Abdullah'tan (ra) şunu rivayet etti: "Al­lah Resulü (sav) buyurdu ki: Şehirli köylüye malsâtmaz. Bırakın da Allah Teala insanların bir kısmını diğerleriyle rmklandırsın".[26][60] Denildi ki: Köylü, köyde yaşayan kimsedir. Siz ise şehirlisiniz. Köylü şehire geldiği zaman malların gerçek fiyatlarını bilemez. Siz ise, gerçek fiyatları bilirsiniz. Hadis-i şerif ile yasaklanan husus; bu gi­bi durumlardan istifade ederek köylüye fahiş fiyatla mal satmanız-
dır.
el-Mervezi der ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Peki onun içinbaşkalarından mal satın almanın hükmü nedir? Çünkü sizin sat­mamanız halinde başkalarına gidecek ve onlardan pahalı fiyatla mal satın alabilecektir. Oysa birinin köylü için mal satın alması du­rumunda fiyatı daha ucuza gelecektir. Ebu Abdullah dedi ki: Üstte­ki hadis ile kasdedilen bu değildir. Öyle olsaydı insanlar arasında­ki alışveriş hayatı tamamen biterdi. Burada kasdedilen köylüye doğrudan mal satmaktan sakınmaktır. Onun için mal alıvermekte her hangi bir mahzur yoktur.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a, Allah Resulü'nden (sav) ri­vayet edilen "Tek bir alışverişte iki şart olmaz"[27][61] 'hadisinin mana­sını sormuştum. Bana şu cevabı verdi: Bu; her hangi birinin cari­yesini sattığı adama şöyle demesi gibidir: Bu cariyemi sana şu şart­la satarım: Onu satacak olduğun olduğun zaman öncelik benim ola­caktır.
Bir defasında da Ebu Abdullah'a ele geçirilmemiş mal üzerin­den kâr etmenin hükmü sorulmuş ve şu misal verilmişti: Kişi eline, geçirmediği yiyecek maddesini satar ve bunun üzerinden kâr .eder­se bunun hükmü ne olur? Bunun benzeri olarak bir de şu husus so­rulmuştu: Toptan aldığı her hangi bir gıda maddesini, tartmadan satan kişinin durumu nedir? Her ikisi için de, 'Olmaz' cevabını ver­miştir.
Bir seferinde de kavun karpuz satışının hükmü sorulmuştu. O, bu tür mahsûllerin günü birlik satılması gerektiğini söylemiştir. Ebu Abdullah'a evin tavanında altın bulunmasının hükmünü sor­duğumda bunun mekruh olduğunu söyledi ve daha ileri giderek
ağır konuştu.
Ebu Abdullah'a soruldu ki: İçkiden sarhoş olan akrabayı kov­manın hükmü nedir? *Kişi içtikten sonra hükmü ne olur?' dedi. Ce­vaben, 'evet, azarlamak veya kovmak' denildi.el-Mervezi şunu aktarmıştır: Bir seferinde ona, içki içmeye zor­lanan kimsenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Ömer'den (ra) bu konuda şu söz nakledilmiştir: Kişi bir işkence görünceye kadar iç­ki içmez. 'Peki içmemesi halinde ölümüne emredilirse ne olur?' di­ye sordum. Dedi ki: Böyle biri bana göre Allah katında katledilmiş sayılmaz.
Ebu Abdullah'a hıristiyana ev satmanın hükmü sorulmuştu. Bunu tasvip etmeyerek şöyle dedi: Bu, doğru olmaz. Orada Allah'a inkar ve isyanda bulunmayacak mıdır?
Ebu Abdullah bana, 'Abdülvehhab Mekke'ye gitmem hakkında ne diyor?' diye sormuştu. 'Senin oraya gitmeni uygun görmüyorum. Yakında iken selamette olamazken uzakta nasıl selamette kalabi­leceksin diyor" dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Salih bir zat da gitmememi işaret etti. Git ve kendisine, tavsiyesine uyarak Mek­ke'ye gitmekten vazgeçtiğimi söyle. Oysa biz gideceğini düşünerek bir takım ihtiyaçlarını satın almıştık.
Ebu Abdullah'a, gerekli parası bulunmadığı ve borçlu olduğu halde hacca niyetlenen kimsenin durumunu sormuştuk. Şu cevabı verdi: Böyle birinin borçlulardan müsaade almadıkça hacca gitme­si caiz değildir. Ama, niyet etmek suretiyle hacci üzerine farz kıl­mıştır.
Ebu Abdullah'a annesi görme özürlü olan ve yeterli maddi var­lığı bulunan bir şahsın annesi için hacca gidip gidemeyeceğini sor­muştum. Ebu Abdullah, eğer bineğe binecek kadar olsun gücü yok­sa onun yerine hacca gidebileceğini söyledi. Bir keresinde de şöyle demişti: Kişinin ancak kendi yakınları için hacca gitmesini hoş gö­rürüm.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin naaşım yıkamak üzere gasilhaneye girmiştim. Birden kelam ehlinden biri içeri gir­di. Vefat edenin adım ona söylediğimde şöyle dedi: Sebat edip onu yıkamakla doğru ettin. Gasilhaneden çıksaydm bizimkilerden biri­nin gelerek onu yıkama işini üstlenmesinden emin olamazdın.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a arkasında kitap bırakarak vefat eden ve varisleri de bulunan birinin durumunu sordum. Bana şöyle dedi: Eğer varisleri, reşid olmayan çocuklar ise kitapları gö­mülür. Çocuklar üzerinde vasi olan kimse o kitapları toprağa gömer.
Ebu Abdullah'ın kadın gibi davranan erkekler hakkında şöyle bir fetva verdiğini işitmiştim: Onların hakkı, bulundukları şehir­den sürülmeleridir.
Yine ona, varlıklı ama kocası gurbette olan bir hanımın hacca gidip gidemeyeceği meselesini sormuştum. Şöyle dedi: Kocasına mektup göndererek izin ister. Kocası izin verirse ancak mahrem yakınlarından birinin refakatinde hacca gidebilir. 'Eğer hacca gide­ceğinin bilinmesi halinde onu engelleyecek başka bir akrabası var­sa, onlara bildirmeksizin hacca gidebilir mi?' diye soruldu. 'Evet, hiç kimsenin hacca gideni engelleme hakkı yoktur1 dedi. Yalnız bu durumdaki bir hanımın yakınlarından biri olmaksızın hac seferine çıkamayacağını söylemiş, erkek süt kardeşi ile de gidebileceğini be­lirtmiştir.
Ebu Abdullah'a, bir ev veya dükkanı kiraladıktan sonra daha yüksek bir bedelle başkasına kiralamanın hükmü sorulmuştu. Bu meselenin ihtilaflı olduğunu söyleyerek her Hangi bir görüş belirt­medi. Yine ona, kökü kendi arazisinde bulunup dalları başkasının arazisine sarkan ağacı olan kimsenin durumu sorulmuştu. Komşu­ya sarkan dalların kesilmesi gerektiğini söyledi. 'Peki diğer arazi sahibiyle ağaçtaki meyvalarm taksimi üzerinde uzlaşsa ne olur?' diye soruldu. Cevabı, 'Bilmiyorum' oldu.
Ebu Abdullah'ın ihramlı kişinin mecbur kalması halinde avla--nıp avlanamayacağı veya leş yiyebileceği hususuyla ilgili bir soru hakkında şöyle dediğini işittim: Leş yemeyle ilgili olarak görüşüm şu yöndedir: İbni Hakim rivayet etti ki: Vefatından bir ay önce Al­lah Resulü'nün (sav) şöyle bir mektubu bize ulaştı: "Leş etinden hiçbir şekilde istifade etmeyin".[28][62]
Ebu Abdullah'a ihramlı birinizi kestiği av hayvanının etinden yenilip yenilemeyeceğini sormoftum. 'Hayır, böyle birinin kestiği hayvanın eti yenilmez' dedi. Ona, 'Peki azı dişini çıkarıp daha son­ra yerine takan kimsenin durumu nedir? O, bu dişini üç vakit dışa­rıda tuttuktan sonra tekrar yerine takıyor. Şafii, kıldığı namazı ia­de etmesi gerektiğini söylüyor. Bu hususta sen ne dersin?' dedim. 'Bana biraz süre ver1 dedi ve bir saat kadar düşündükten sonra şöyle dedi: Onun sözü hakikate çok uzaktır. Eğer o kimse eti yenilen koyun türü bir hayvanın dişini taksaydı bunda bir mahzur olmaz­dı. Bana göre o kimsenin kıldığı namazı iade etmesi daha doğrudur. Ebu Abdullah'a ana karnında bulunan ve ölü olma ihtimali de olan bir ceylan yavrusunun satılmasının hükmü sorulmuştu. Ebu Abdullah, eğer ölü olduğu kesin biliniyorsa satılamayacağını ifade etti. 'Peki murdar hayvanın derisinden mest veya ayakkabı dikile­bilir mi?' denildi. O da, 'Hayvan eşek ise mekruh görürüm' dedi.
Ebu Abdullah'a, 'Hangi hususta görüş belirtirsiniz?' diye sorul­muştu. Şöyle dedi: Bilmediğiniz ve araştırmayı murad etmediğiniz hususta.
Ebu Abdullah'a, içinde domuz kızartılmış bir fırında ekmek kı­zartmanın hükmü sorulmuştu. 'îyice yıkanıp domuz etinin tesiri tamamen giderilmedikçe orada ekmek pişirilmez' dedi. 'Böyle bir fı­rının yıkılması doğru olur mu?' diye sorulduğunda ise, 'Hayır* de­mişti. Ebu Abdullah'a eşek sidiği bulaşan bir kapta yıkanmadan önce dövülen bakliyatın hükmünü sormuştuk. Bu tür bir gıda mad­desinin yenilemeyeceğini söyledi.
Ebu Abdullah'a, birlikte yattığı bir hanımı ve yiyecek ekmeği olan kimsenin nimet ehlinden sayılabileceğini söylemiştik. 'Doğru­dur' dedi. Ebu Abdullah'ın lokantalardan bahsettikten sonra evde elle hazırlanan yemekleri tercih ettiğini işittim. Bir keresinde ken­disine şöyle demiştim: Abdülvehhab dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu soruver: Hadis ilmiyle uğraşmama mani olan şeyler sebebiyle akı­betim hakkında endişe eder mi? Ebu Abdullah, 'Onu hadisle uğraş­maktan alıkoyan şeyler ne imiş?* diye sorduğunda, 'Geçim derdi ve iş' dedik. Bunun üzerine, 'Bunlar onun için daha elzemdir" dedi.
el-Mervezi dedi ki: Dostlarımızdan birinin şöyle dediğini işittim: Ebu Abdullah'ı Cuma günü gördüm. Dilencinin biri mescidin önün­de dileniyordu. Adamın biri bir parça kumaşı dilenciye vermek üze­re ona verdi. Ebu Abdullah da kumaşı alarak dilenciye verdi.
Ben de kendisine şunu sordum: Aç olduğunu bildiğim bir kom­şum olduğu zaman ne yapmam gerekir? 'Ona mali yardımda bulun­man gerekir dedi. 'Peki kendi yiyeceğim iki ekmek ise ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda, 'Ona da bir şeyler yedirmen gerekir. Hadiste gelen uyarı, Özellikle komşu içindir1 dedi.
Ebu Abdullah'a şunu sormuştuk: Kişinin kendine bir gömleği ve iki cübbesi varsa, bununla da yardımda bulunması gerekir mi? 'Şu soğuklarda kendi ihtiyacı olanı veremez. Ama fazlası varsa, onun­la yardımda bulunması gerekir dedi. Teki zenginlerin mali yar­dımda bulunması gerekir mi?' diye sorduğumuzda şöyle dedi: Bir şeyleri üstüste yığan kimselerse elbette gerekir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela' ve Ebu Talib'den şunu işittim: Yezid b. Harun'dan şunu dinledik: Sürmeliğin infak edilmesinin hükmü sorulmuştu. 'Haramdır, uygun olmaz' dedi. 'Ey Ebu Halid, alan da veren de razı olsa yine olmaz mı?' diye soruldu. Şu karşılı­ğı verdi: Zina eden erkek ve kadının her ikisi de buna rıza göster­seler, işledikleri fiil helal olur mu?' Abdülvehhab'ın şöyle dediğini işittik: Ebu Üsame'nin şunu söylediğini duydum: Sürmelik yapan eller kırılsın!
Ebu Abdullah'a şunu sordum: Adamın birine on dirhem borç vermiştim. Borcunu sürmeli dirhemler olarak geri vermek istedi. Ben de bir dirhemini aldım. Bu hususta ne dersiniz? Dedi ki: Ver­diğin borcu geri almış sayılmazsın. 'Peki sürmeli dinar olarak ver­se ne yapmam gerekir, sürmesini kazımam uygun olur mu?' diye sorduğumda ise şu cevabı verdi: Bu tür paranın kazınarak temiz­lenmesi, sahibinin dürüstlüğünü gösterir.
el-Mervezi dedi ki: Yahya el-Cela'mn şunu zikrettiğini işittim: Şuayb b. Harb dedi ki: Oğlumu bir dirhemi kazırken görmem, be­nim için Allah yolunda sefere çıkmamdan daha sevimlidir.
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah bana bir dinar verdi ve 'Bunu sağlam dirhemlerle değiştir1 dedi. Dinarını dirhemlerle değiştirdim ve dirhemleri kendisine verdim. Ertesi gün, dirhemlerden birinin bozuk olduğu ortaya çıktı. Ebu Abdullah'a, bozuk dirhemi değişti­receğimi söylediğimde bana şöyle dedi: Bu hususta alimler ihtilafa düştüler. Ortaya şu dört görüş çıktı:
Malik dedi ki: İlk değiştirme yok sayılır.
Sevri dedi ki: Dirhemlerden eksik çıkan kadarı, dinarlardan ek­siltilir. Bu görüşün neye yaradığını anlayamadım. Teki sizin görü­şünüz nedir?' diye sorduğumda, 'Bunda bir mahzur olmayacağı ka-natindeyim' dedi.
Ibni Ömer (ra) ise, bu dirhemi geri verme hakkının olmadığınısöylemiştir. Ebu Abdullah bunu yorumlayarak şöyle dedi: Meçhul bir ravi tarafından nakledilen bu görüş, sıhhatli değildir.
Katade ise, onun geri verilebileceğini söylemiştir.
Ebu Abdullah bunu da belirttikten sonra şöyle dedi: Katade'nin görüşü, insanlar için büyük genişlik ihtiva etmektedir. İstiharede bulun ve onu geri ver. Bozuk dirhemi bana verdi. Ben de onu değiş­tirdim.
Muğire, İbrahim en-Neha'i'nin içlerinde sahtesinin bulunması halinde dirhemleri dinarlarla değiştirmeyi mekruh gördüğünü söy­lemiştir. Veki\ Süfyan ve başka biri vasıtasıyla el-Hasan'dan şunu nakletmiştir: Ona dinar karşılığında bozuk dirhem veren kimsenin durumu sorulduğunda, bozuk olanları değiştirmesinde bir mahzur olmadığım söylemişti. Süfyan-ı Sevri dedi ki: Dirhem bozuk ise, onu geri verir ve dinardaki hissesi kadar o kimsenin ortağı olur.
Muhammed b. Cafer'den nakledildi ki: Ona, dinar vererek dir­hem satın alan ve satıcıya şöyle bir şart koşan kimsenin durumu sorulmuştu: Eğer verdiğin dirhemler geri çevrilirse onun bedelini ödemek de sana düşer. Muhammed dedi ki: Said, Katade vasıtasıy­la el-Hasan'm şöyle dediğini rivayet etti: Eğer dirhemler arasında sahtesi varsa onu geri verebilir. Her ikisi de şart koşamazlar.
Ebu Abdullah'a şu husus sorulmuştu: Yüz yaprak yazması kar­şılığında on dirhem verilmesi üzerine anlaşılan birine bir dinar ve­rilse bunun hükmü ne olur? Cevaben şunu nakletti: İbni Ömer (ra) dedi ki: Her hangi bir şeyi dinar vermek üzere kiralayan, sonra da ona denk başka bir şey veren kimsenin bu yaptığında her hangi bir mahzur yoktur. Ancak verilen dirhemin, o günkü dinar değerinin tam karşılığı olması gerekir. Bir kuruş dahi fazlalık olmamalıdır.
Ebu Abdullah'a enseyi tıraş ettirmenin hükmünü sorduğumda şöyle dedi: O, mecusilerin adetidir. Huzeyfe (ra) bir yere davet edil­mişti. Orada bir takım yabancı giysiler gördü. Oradan hemen ayrıl­dı ve şöyle dedi: Her kim bir kavme benzerse o onlardandır[29][63]Ebu Abdullah ancak kan vereceği zaman ensesini tıraş ettirirdi.
Ebu Abdullah'a, yüzdeki kılları aldırmanın hükmünü sormuş­tum. Bana şöyle dedi:
Yüzdeki kıllar makasla alınabilir. Ama onları cımbızla yoldurmak mekruhtur. Allah Resulü (sav) kıllarını aldıran kadınlara la­net etmiştir[30][64]
Ebu Abdullah'a, kadınlarda saç örmenin hükmünü sorduğu­muzda bunun mekruh olduğunu söylemişti. Bir hanımdan şunu işittim: Ebu Abdullah'a saçları tarayıp ören kadınlardan biri gel­miş ve şöyle demişti: Ben, kadınların saçlarını tarar ve örerim. Bundan edindiğim kazançla hacca gitmem hakkında ne dersiniz? Ebu Abdullah, 'Hayır* dedi ve Allah Resulü'nün (sav) yasağından dolayı bu kazancı mekruh gördüğünü belirtti. Haccın daha temiz bir parayla yapılması gerektiğini ilave etti.
Ebu Abdullah'a yaşı ilerlemiş hanımların durumunu sorduğum­da, onlar için bile saçları örmeye ruhsat vermedi ve tebessüm ede­rek şöyle dedi: Beyaz yüne dönmüş olsa dahi örülmez. Bir defasın­da Ebu Abdullah'ın evine gittiğimde bir hanımın kız çocuğunun sa­çını taradığını gördüm. Hanım çocuğun saçlarını tarayıp ördükten sonra kendisine, Ebu Abdullah'ın bunu mekruh gördüğünü söyle­dim. Kız çocuğu, babasının bunu menettiğmi ve kızdığını itiraf etti.
İbni Cüreyc'den nakledildi ki: Ebu'z-Zübeyr bana Cabir*den (ra) şunu rivayet etti: "Allah Resulü (sav) kadınları saçlarını örüp toka bağlamaktan menetti".[31][65]
Ebu Bekir dedi ki: Ebu Abdullah'a kafayı tıraş etmenin hükmü­nü sordum. Mekruh gördüğünü söyledi. Ben de, TMekruh mu görü­yorsunuz?' diye tekrar sordum. 'Çok kesin bir kerahiyetle mekruh görüyorum' dedi ve şunu ilave etti: Muammer de kafanın tıraş edil­mesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah bu meselede, Ömer b. Hattab'dan (ra) rivayet edi­len şu söze dayanmakta idi: Ömer (ra) adamın birine şöyle dedi: Eğer seni kafan tıraş edilmiş olarak görürsem, gözlerinin bulundu­ğu yere (kafana) vururum. Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Arkadaş­larımızdan birinin Ebu Abdullah'ın yanında namaz kıldığını gör­düm. Saçını kökünden kazıtmıştı. Ebu Abdullah ise kafasını tıraş ettiğini sanmıştı. Adamı gece de görmüştü. Bana, 'Onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanıdığımı söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kafasını tıraş ettiğin sandığım için ona ağır konuşacaktım.
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a idrar tutmanın hükmünü sormuştum. 'Zaruret halinde bunda bir mahzur yoktur* dedi. Ebu Abdullah'ın sünnetçiye kap içinde iki dirhem verdiğini gördüm. Onun şöyle dediğini işittim: Çocukların oynadıkları cevi­zin yenilmesinden hoşlanmam.
Ebu Abdullah'a yırtıcı hayvan postlarının yere serilmesinin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Allah Resulü (sav) nehyettiği için yırtıcı hayvan postları sergi olarak kullanılmaz.[32][66]
Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise naklettim: Tüccarın biri, mallarının arkasında oturuyordu. İşçisi onun sevmediği birine bir elbise sattı ve ondan aldığı dirhemleri keseye attı. İşçi durumu efendisine anlattığı zaman, derhal keseyi alarak Yusuf b. Esbat'm yanına gitti. Ona olup biteni anlattı. Yusuf b. Esbat konuyla ilgili olarak .Süfyan ve İbnü'l-Mübarek'ten duy­duklarım anlattı. Adam, 'Bu keseyi tasadduk etmedikçe kalbim ra­hat etmeyecek' dedi. Ebu Abdullah şöyle dedi: Allah onun bu sada­kasını mübarek kılsın.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sorulmuştu:
İhtiyaç sahibi biri var ve dostlarından biri ona birşeyler vermek istiyor ama onun kabul etmemesinden endişe ediyor. Bu durumda ne yapması gerekir?
Ebu Abdullah dedi ki: İhtiyaç sahibinin isteği ve nefsinin arzu­su olmaksızın vermesi halinde, ihtiyaç sahibinin reddetmesinin ona ağır gelmesinden endişe ederim. Ardından şunu anlattı: O kimseye hamalla un götürdüm. Hamalın parasını verdin mi diye sorduğun­da, 'Evet' dedim. Bunun üzerine evinden ekmek getirdi ve hamala vermemi söyledi. Ben de verdiği ekmeği hamala ikram ettim.
Sonra bana dönerek şöyle dedi: Vay canına, şu ana kadar hiç kimseden bir şey kabul etmemiştim. Ama Ebu Abdullah'ın getirdi­ği bir şey reddetmem sözkonusu olamaz. Onu getirdiğinde bereket bulurum. Ebu Abdullah, aynı adama bir kez daha un götürdüğünü ve onun yine ekmek verdiği ve şöyle dediğini bildirmiştir: Nefsim de bunu arzulamıştı. Ebu Abdullah, onun bu sözü üzerine tebessüm ederek şöyle demişti: Senin reddetme hakkın var. Biz ise, ka­bul etmeni isteriz. Adam o yardımı da kabul etmişti.
Ebu Abdullah'a, ince yelpaze satmanın hükmünü sormuştuk. Bunlar bir dirheme veya biraz fazlasına satılan yelpazelerdi. Ceva­ben şöyle dedi: Yelpazeler, ince elbiseler hükmündedir. Tam olarak ne kasdettiği sorulduğunda ise şunu söylemişti: Tüccardan alındık­ça bunda bir mahzur yoktur.
Ebu Abdullah'a kirlenmiş mushafm gömülüp gömülmeyeceğim sormuştuk, 'GömülebihY dedi. Namazda iken annesi tarafından ça­ğırılan kimsenin ne yapması gerektiğini sorduğumuzda şöyle dedi: İbnü'l-Münkedir dedi ki: Eğer kıldığı namaz nafile ise, namazı bı­rakarak annesinin çağrısına uymalıdır.
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştuk: Yolda giderken bi­rinin cebinden bir kağıt düşse ve onun üzerinde bir takım hadis ve rivayetler bulunsa, bunları yazmamız ve ezberlememizin hükmü nedir? Şöyle cevapladı: Sahibinin izni olmaksızın caiz olmaz.
Ebu Abdullah'a vera' hakkında bir şeyler sormuştum. Başını ye­re doğru eğdi ve sükut etti. Yüzü sanki değişir gibi oldu. Sordukla­rımdan bazıları hakkında 'Estağfurullah' diye mırıldanıyordu. 'Ne diyorsunuz, ey Ebu Abdullah?' dedim. 'Beni mazur gör" dedi. Ben de, 'Sizi mazur görürsek bunları kime sorarız? Rehberler yolları şa­şırır oldular* dedim. 'Sorduğunuz husus çok ağır bir konudur1 dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştim: Yetmiş yıldır ziyan için­deyim. Dünyadan ne kadar az alınırsa, hesap da o kadar olur.
Bir seferinde Ebu Abdullah'a şunu aktarmıştım: Adamın biri şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel ve Bişr b. el-Hars bana göre zühd sa­hibi değildirler. Ahmed'in yediği bir ekmeği, Bişr*in ise Hora­san'dan gelen dirhemleri var. Ebu Abdullah tebessüm etti ve şöyle dedi: Ben zühd sahibi olmaya çalışanlardanım. Bir defasında da şöyle dediğini işittim: Teymi'ye bir hal geldi de yirmi sene kurduğu çardak veya çadırda yaşadı. O aşırı giden bir topluluğu anlattıktan sonra şöyle demişti: Onlara yaklaşmak da, onlarla birlikte otur­mak da fitnedir.
Ebu Abdullah'a şunu nakletmiştim: İbnü'l-Mübarek'in azatlısı bana şunu anlattı: Said b. Abdülgaffar, İbnü'l-Mübarek'e şöyle bir soru sormuştu: Sevmediğin birinin evine ücret karşılığı oturmakhakkında ne dersin? 'Bunda bir mahzur yoktur dedi. Bunu aktar­dıktan sonra Ebu Abdullah'a şunu sordum: Hoşlanmadığınız biri, bir konaklama evi satın alsa, orada ücret karşılığı kalmam hakkın­da ne dersiniz? Cevabı 'Hayır* oldu.
Ebu Vehb dedi ki: Ebu Abdullah yani İbnü'l-Mübarek dedi ki: Herhangi birinden satın aldığı cariyede kusur çıkan kimse, o cari­yeyi satın aldığı kimseye değil ilk sahibine iade eder,
Abbas el-Anberi, Süfyan'la ilgili olarak bir kişiden şunu naklet-miştir: Abdurrahman b. Mehdi ile birlikte Abadan'da idik. Ellerimi­zi sel suyu ile yıkıyorduk. Ama o, öyle yapmadı. Hizmetçisini gön­dererek deniz suyu getirtti ve ellerini onunla yıkadı.
Abdüssamed b. Mukatil dedi ki: Selef mektup yazdıkları zaman onu kurutmak için sel kumu kullanmaz, adam göndererek deniz kumu getirtirlerdi. İbnu Haşrem bize şöyle bir mektup gönderdi: Bişr b. el-Hars, Abadan'da kralların yaptırdığı şadırvanlardan su içmedi. İçmek için gölden su getirtti.
Said b. Haysem Muhammed b. Halid'den şunu nakletti: İbra­him en-Neha'i, Ümmü Bekr denilen bir kadına uğramıştı. Kadın ip eğiren biriydi. Ona şöyle dedi: Ey Ümmü Bekr! Artık bunları ter-ketme zamanın gelmedi mi? Kadın şöyle cevap verdi: Ey Ebu Üm­ran! Bunu nasıl terkederim? Ben Ali b. Ebu Talib'in (ra) bunun ka­zananın en temiz kazanç olduğunu söylediğini işittim.
Ebu Abdullah'a şöyle dedim: İbnül-Mübarek'in azatlısı Hasan, Said b. Abdülgaffar hakkında şunu anlattı: O, ibnül-Mübarek'e şöy­le bir mesele sormuştu: İki adam var ve bunlar senin hoşlanmadı­ğın bir şahsın dükkanına giriyorlar, o, her ikisine de mükafaat veri­yor. Biri kabul ederken diğeri kabul etmiyor. Mükafaatı kabul eden dışarı çıkıyor. Reddeden ise o kişiden bir şeyler satın alıyor. Bu iki­si hakkında görüşünüz nedir? İbnül-Mübarek sükut etti. İbnü Said ona, 'Sizi susturan nedir? Niçin cevap vermiyorsunuz?' diye sordu. Bunun üzerine İbnül-Mübarek şöyle dedi: Cevap vermenin be­nim için daha hayırlı olduğunu bilseydim sorunu cevaplardım. Sa­id dedi ki: Bu meselede asıl olan kerahet değil midir? İbnü'l-Müba­rek, 'Evet' dedi»
Bu hadiseyi dinledikten sonra Ebu Abdullah şöyle dedi: Bu so­runun cevabına kimin gücü yeter ki? İbnü'l-Mübarek'e denildi ki:
Kendisine mükafaat verilen ve bu para ile bir ev satın alan kimse­nin evinde kalmam hakkında ne dersiniz? İbnül-Mübarek de sükut etti. Niçin cevap vermediği sorulduğunda ise şöyle dedi: Bu, cevap veremeyeceğim kadar dar bir sahadır. Kendisine şöyle dedim: Süf-yan-ı Sevri dedi ki: Maiyetin elinde olanlar haram kazançtır.
Ebu Abdullah, Abdülvehhab'ın şu sözünü benimsememiştir: O, kendisine mükafaat verilen kimsenin bunu başka birine verdiği za­man, paranın aynı hükümde olduğunu söylemişti. Ebu Abdullah, bunun çok ağır bir hüküm olduğunu söyledi. Ben de, 'ilkine verildi­ğinde mekruh görüp ikincisinde mahzursuz mu görüyorsunuz?' di­ye sordum. Şu cevabı verdi: ilkinde mekruh görmem, aradaki ilti­mas ilişkisinden dolayıdır, ikincisinde ise bundan farklı bir durum mevcuttur.
Ardından da şöyle dedi: Her kime böyle bir para verilir veya ba­ğışlanırsa onu kabul etsin ve sahabenin yaptığı gibi kendi parasın­dan ayırsın. Ömer (ra) Ebu Ubeyde'ye (ra) bir para göndermişti. Ebu Ubeyde (ra) parayı aldı ama ayrı bir yere koydu. Mervan, Ebu Hüreyre'ye (ra) para gönderdiği zaman o bu parayı ayrı bir yere ko­yardı. İbni Ömer (ra) ve Aişe (ra) de kendilerine gönderilen hükü­met paralarını ayırırlardı. İbni Ömer'in (ra) böyle bir parayı neye dayanarak kabul ettiğini sordum ve bir topluluğun buna delil ola­rak, eğer mubah olmasa idi onların da almayacaklarım söyledikle­rini belirttim.
Ebu Abdullah bunu tasvip etmedi ve şöyle dedi: Onların bunu almaları, bağışı reddetmeyi mekruh görmelerinden kaynaklan­maktaydı. Ama onu eşitçe ayırırlardı. Kendisine şunu söyledim: Ri­vayete göre Muaz'ın (ra) bu tür bir dinarı kalmıştı. Hamını onu kendisinden isteyince o da kendisine vermişti. Ebu Abdullah bunu açıklayarak şöyle dedi: Muaz (ra), hanımı o paraya muhtaç olduğu için kendisine onu vermişti.
Bunun üzerine ben de şöyle dedim: Siz böyle bir para ile imti­han edilen kimsenin, onun ayrımında titiz olması gerektiğini söy­lüyorsunuz. Aişe (ra) ise İbnül-Münkedir kendisine sıkıntısından dert yandığı zaman şöyle demişti: Eğer onbin dirhemim olsaydı si­ze yardım ederdim. Ibnül-Münkedir sefere çıkınca Aişe'ye (ra) on­bin dirhem gönderdi. O da bu parayı kendisine geri gönderdi ve sözü ile imtihan edildiğini söyledi. Aişe (ra) yaşadığı darlığa rağmen bu parayı geri vermişti. O, gerçekten zühd ve vera' sahibi idi.
Ebu Abdullah dedi İd: Ebu Musa el-Eş'ari (ra) gibi sahabiler, bil­medikleri konuları Aişe'ye (ra) sorarlardı. Allah Resulü'nün (sav) hanımları arasında onun gibisi yoktu. Sadece onsekiz yaşında ol­masına rağmen ilim ve ahlak bakımından böyle yüksek idi.
Ebu Yahya en-Nakıd dedi ki: Ebu Talib bize şunu nakletti: Ab­dullah b. Yahya b. Ebi Kesir, babası vasıtasıyla ensardan bir zatın şöyle dediğini rivayet etti: Allah Resulü (sav) kalp kulakçığını me-netti. Ebu Abdullah, 'Evet, öyledir5 dedi. Ben de, 'Bu nasıl bir hadis­tir?' diye sordum. Hadisi açıklayarak şöyle dedi: Burada Allah Re­sulü'nün (sav) kalp kulakçığının yenilmesini menettiği haber veril­mektedir.
Abdullah b. Ahmed'den nakledildi ki: Ebu'l-Gudde'ye bu hadisi sorduğumda şöyle dedi: Allah Resulü (sav) onu yememiştir. Sebebi de mekruh görmesidir. Nitekim Evza'i hadisi buna delalet etmek­tedir. Sözkonusu hadis, Vasıl tarafından Mücahid'den rivayet edil­miştir: Dedi ki: Abdullah b. Yezid, Ümmü Seleme'den (ra) şunu ri­vayet etti: "Allah Resulü (sav) ona hayvanın kalp kulakçığını ne yaptığını sordu. O da attığını söyledi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Makamın güzel olsun' diye iltifatta bulundu".
Geçim ve kazanç yolları ile bunlarla irtibatlı hususları ele aldı­ğımız bölüm burada sona ermektedir. Allah Teala hiç şüphesiz her şeyin en doğrusunu Bilen'dir. [33][67]



Bu bölümde helal, haram ve bu ikisi arasındaki şüpheli konular ile helalin fazileti ve şüphenin kötülüğü gibi noktalar üzerinde dura­cağız. Helal ve haramla ilgili misaller verdiğimiz gibi bunu değişik misallerle açıklamaya ve akılların alabileceği kıvama getirmeye çalışacağız.
Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacaktır. Yemeyene de tozundan bulaşa­caktır". [34][68] Şüphesiz Allah Teala en iyisini bilir, ama anladığımız ka­darıyla 'tozundan bulaşma' ile kasdedilen; faiz alışverişinde bufros-mayan kimselerin dahi ister istemez ona bulaşmalarıdır. Tozun hef yere sızması gibi, faizi kazanç yolu olarak görmeyen, o yönde irade­leri bulunmayan kimseler dahi ondan uzak kalamayacaklardır. Bu, faizin gerçekten çok yaygın bir hal alacağını haber veren bir hadis­tir. Bu yaygınlık öyle bir seviyeye ulaşacaktır ki ondan sakınmak mümkün olmayacaktır
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Faiz ile kazanılan bir dirhem, Allah katında islamın otuz zinetinden daha ağır (bir günah)dır". Allah Teala hiçbir konuda faiz yiyenlerle ilgili olarak vahyettiği tehditlere benzer derecede tehditte bulunmamış­tır. O'nun faiz yiyenlerle ilgili tehditlerinde iki temel husus işlen­mektedir:
İlki, Allah'a ve Resulü'ne (sav) savaş açmak;
İkincisi, ise cehennemde ebedi kalmaktır.
Her ikisini birden şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve eğer müminlerseniz faiz olarak artanı bırakın". (Bakara/278) Görüldüğü gibi Allah Teala, faiz olarak ar­tanı bırakmayı imanın şartı olarak koymuştur.
Burada bir şart cümlesi sözkonuşudur. Bunun karşılığı ise şöy­le gelmektedir: "Eğer böyle yapmazsanız, Allah'a ve Resulü'ne sa­vaş açtığınızı bilin". (Bakara/279) Bundan sonra ise alınan faizden dolayı muhakkak tevbe edilmesi gerektiği bildirilmektedir: "Eğer faizcilikten tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız". (Bakara/279)
Allah Teala faizin haramlığını şu ayet-i kerime ile de açık ola­rak teyid etmiştir: "Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı". (Baka­ra/275) Bütün bu açıklama ve tehditlerden sonra.da ebedi cehen­nem tehdidini vazederek şöyle buyurmuştur: "Her kim de (faizcili­ğe) dönerse, işte onlar cehennem sakinleridir ve orada ebedi kala­caklardır". (Bakara/275) Bu ayet-i kerime, hitab-ı ilahinin en sert­lerinden ve azabın en ağırlarından birini ihtiva etmektedir.
ibni Mesud'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Helali aramak, farzın üstündeki farzdır". Görül­düğü gibi Allah Resulü (sav) ilmi arama ile helali aramayı farziyet bakımından aynı derecede değerlendirmiştir. Her ikisi için de ara­ma ve talepte bulunmak müslüman için gereklidir.
Temiz kazanç için helalini aramak, cahil kimse için ilmi aramak ve öğrenmekle aynı Önemdedir. Diğer taraftan herhangi bir fiil farz kılındığı zaman, onun bu özelliği kıyamete dek baki kalır. Bir şeyi aramak emrolunduğunda, bu onun varlığına delalet eder. Dolayı­sıyla aslen olmayan bir şeyi aramak bize farz kılınmaz.
Buna göre helal, bize farz kılınması ve aramamızın emredilme-si bakımından mevcuttur. Ama helale giden yol dardır. Onun teza­hürleri çoğu kimseye gizlidir. Helali arayıp bulmaktada bir takım sıkıntılar sözkonuşudur.
Netice itibarıyla helali arama ve helale uygun hareket etme in­sanlara ağır gelen ve nadir görülen davranışlardır. Öte yandan he­lal için yardımcı olanlar da harama göre çok azdır. Helalin ardın­dan gidenler yalnızlardır. Bunlar, nefslere hoş gelmeyen hususlar­dır. Ama şunu unutmamanız gerekir ki, hoşunuza gitmeyen nice şeyler, sizler için daha hayırlı olabilir.
Farzlar için vazedilmiş bir takım ilim ve hükümler mevcuttur. Bunların ilimlerini bilmeyenler, hükümlerinin gereklerini de yapa­mazlar. Dolayısıyla onları hiç bilmeyenler gibi bir konumda olurlar. Ömer (ra) pazar esnafına deyneği ile dokunur ve şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisi olanlar ticaret yapabilir. Aksi halde hata ile olsun faize bulaşabilirler. Ulemadan bir zat ise şöyle de­miştir: Önce fikıh Öğren, sonra pazara gir ve alışveriş yap.
Allah Resulü'nün (sav) "İlini öğrenmek her müslüman üzerine farzdır"[35][69] buyruğunun açıklamasında şöyle denilmiştir: Burada kasdedilen helal ve haramı, almayı ve satmayı öğrenmek, bunlarla ilgili hükümleri bilmektir. Kişi ticarete girmek istediği zaman, bunları öğrenmesi kesinlikle farzdır. Bir rivayette şöyle denilmek­tedir: Ailesini helalinden geçindirmek için koşturan kimse, Allah yolunda cihad eden mücahid gibidir. Dünyalığı iffet içinde helalin­den isteyen kimse de şehidlerin derecesinde yer alır.
Denildi ki: Kulun helalinden yediği ilk lokma, geçmiş günahla­rının bağışlanmasına vesile olur. Rızkın helalini arama noktasında elinden gelen her türlü çabayı gösteren kimsenin günahları, kış mevsimi kuruyan yaprakların dökülmesi gibi dökülür gider.
Ulemadan bir zat mücahidlerden birine şöyle demişti: Kahra­manlara yakışan helal kazanç ve aileye bakma uğraşında hangi noktadasın?
Şuayb b. Harb ve diğerleri de şöyle demişlerdir: Helalinden ka­zanıp kendine, ailene veya dostlarından birine sarfettiğin bir kuru­şu dahi küçük görme! Umulur ki o kuruş senin veya başka birinin midesine girmeden çok önce günahlarının bağışlanmasına vesile olmuş olabilir.
Konuyla ilgili nakledilen rivayetlerden birinde de şöyle denil­mektedir: Her kim kırk gün boyunca helal yerse, Allah Teala onun kalbini nurlandırır ve oradan hikmet pınarları akıtır. Bu sözün başka bir şeklinde ise, 'Allah Teala onu dünyada zahid kılar* ifade­si geçmektedir. Denildi ki: Her kim helal yer ve sünnet dairesinde amelde bulunursa, bu ümmetin abdal zümresindendir.
Sehl (ra) şöyle derdi: Kul, titizlik içinde helal lokma yemedikçe imanın hakikatine eremez.
İbrahim b. Edhem (ra) ve Fudayl b. Iyaz'dan (ra) ise şu söz nak­ledilmiştir: Büyüklük; haccetmek, cihad etmek, oruç tutmak ve na­maz kılmakla olmaz. Bize göre büyüklük, mideye gidenleri sıkı tut­maktır. Onların bu ifade ile kasdettikleri, mideye helalden başka­sını sokmamaktır.
Yusuf b. Esbat, Şuayb b. Harb'e şöyle demişti: Farkettin mi, ce­maatle namaz kılmak sünnet iken helal kazanmak farzdır? O da, 'Evet' dedi.
Adamın biri İbrahim b. Edhem'e (ra) şöyle bir soru sormuştu: Ben rızkını pazarcılıktan temin eden biriyim. İşim esnasında cema­atle namazı kaçırdığım oluyor. Sana göre cemaatle namaz mı, yok­sa ticaretimle uğraşmam mı daha sevimlidir? İbrahim (ra) şöyle ce­vap verdi: Helal kazandığın sürece cemaatte sayılırsın!
İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri bir Ramazan ayında hasat­ta çalışıyorlardı. O, dostlarına şöyle diyordu: Gündüz vakti işiniz­de dürüst olun ki rızkınızı helalinden yiyebilesiniz. Gece namazı kılmasanız da, size cemaatte namazın ve gece namazının sevabı ve­rilecektir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demişti: İnsan için en faziletli olan üç husus şunlardır: Sünnete uygun amel etmek; Helalinden kaza­nılan dirhem; Cemaatle kılınan namaz.
Sehl (ra) şöyle derdi: Yolumuzun hakikatine ancak şu dört şey­le ulaşılır: Farzları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera' ve titiz­lik içinde helal yemek; zahirde ve batında yasaklardan sakınmak; Ölünceye dek bunlarda sebat ve sabır göstermek.
Yine o, şöyle demiştir: Yemeği helal olmayan kimsenin kalbin­deki perde kaldırılmaz, kalbindeki azaba son verilmez. Böyle biri Allah Teala'nın affı olmazsa ne namazı, ne orucu önemser.
Sehl (ra) şöyle derdi: Melekûtunun müşahedesinden ve vuslat­tan mahrum edilmenin nedenleri şu ikisidir: Haram yemek ve ya­ratılmışlara eziyet etmek. O, şöyle demiştir: Hicret'in üç yüzüncü yılından sonra hiç kimsenin tevbesi kabul olunmaz. 'Neden?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ondan sonra ekmek bozulur ve bu tarihten sonra gelenler rızıkta sabır göstermezler.
Ebu Bekir-i Sıddık'tan (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:
"Haramla beslenen hiç bir beden cennete giremez. Cehennem ona daha layıktır[36][70]
Rivayete göre Ebu Bekir-i Sıddık (ra) azatlı hizmetçisinin ka­zancıyla aldığı bir yemek yemişti. Ardından ona bu yemeğin para­sını nereden kazandığını sordu. O da, 'Filan kimsenin hastasını okuyup üfledim ve bunun karşılığında para aldım. -Başka bir riva­yette- Filan kimse için kehanette bulundum' dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) parmağını boğazına sokarak kustu ve yediklerini ta­mamen çıkarmaya çalıştı. Sonra da şöyle dedi: Allahım! Damarla­rıma ve bağırsaklarıma karışanlar için Sen'den özür diliyorum. Bu husus Allah Resulü'ne (sav) haber verildiğinde şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Sıddık'm midesine helalden başkasını koymaya­cağını bilmez misiniz?".
Rivayete göre Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) Allah Resulü'ne (sav) rica­da bulunarak duasının kabul edilmesini için niyazda bulunmasını istemişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Ey Sa'd! Yediğin helal olduğunda duan da kabul edilen dua olur".
Alimler şöyle demişlerdir: Yenilen lokmanın haramhğı, duanın semaya ulaşmasını engeller. Denildi ki: Kul lokmasını ıslah edip amelini düzeltmedikçe Allah Teala onun duasına icabet etmez. Se­leften bir topluluk da şöyle demiştir: Cihad on kısım olup bunların dokuzu helal kazanmakla ilgilidir.
Ali b. Fudayl babasına şöyle demişti: Babacığım, helal çok mu kıttır? Babası da şu cevabı verdi: Oğlum, kıt bile olsa onun azı Allah katında çoktur. Denildi ki: Karnında haram lokma veya sırtında ha­ramla dikilmiş bir giysi bulunan kimsenin namazı kabul edilmez.
Seleften bir zat şöyle demiştir: Ey miskin! Oruç tuttuğun za­man kimin evinde iftar ettiğine ve kimin ekmeğini yediğine iyi bak! Çünkü kul öyle bir yemek yer ki onun yüzünden kalbi eğrilir ve de­rinin değişmesi gibi değişerek eski haline bir daha asla dönemez.
Bu söz, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisin iki yo­rumundan da biri olmaktadır: "Nice oruç tutan vardır ki oruçtaki nasibi aç susuz kalmaktır". [37][71] Denildi ki: Bu, iftarım haramla açan oruçlunun halidir.
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Helal olmasına rağmen övünmek ve biriktirmek maksadıyla dünyalık peşine düşen kimse, Allah Teala'nm huzuruna O'nun öfkesi üzerinde olarak çıkar.
Selef-i Salih'ten şöyle bir haber nakledilmişti: Vaiz veya uyarı­cı, insanlara bir şeyler anlatmak için oturup kendini buna atadı­ğında ilim ehline bu kimsenin meclisine katılmanın hükmü soru­lurdu. İlim ehli de şöyle derdi: O kimse hakkında şu üç hususu araştırın: İtikadının sıhhati; Aklının olgunluğu ve yediği lokma.
Eğer bidatlara inanan biri ise onun meclisine asla oturmayın. Çünkü o, şeytanın diliyle konuşacaktır. Eğer lokması helal değilse iyi bilin ki arzularına uygun olarak konuşacaktır. Eğer aklî olgun­luğu tam değilse, o zaman da sözleriyle İslah etmekten çok ifsad edecektir. Böyle birinin meclisine de katılmayın.
Meclisine oturulacak kimsenin bu şekilde titizlikle araştırılma­sı, günümüzde kaybolmuş bur sünnettir. Bu sünnetin gereğini ya­panlar, onu ihya etme şerefini kazanacaklardır.
Allah Resulü (sav) dünya için hırslananlardan bahsedip onları kınadıktan sonra şöyle buyurmuştur: "Değişik diyarlarda dur du­rak bilmeden dolaşan saçı başı dağınık üstü başlı tozlu nice kimse vardır ki yedikleri haram, giydikleri haramdır. Onlar haramla bes­lenirler. Namazda ellerini kaldırarak 'Ey Rabbim! Ey Rabbim!' di­ye dua ederler ama kendilerine asla icabet edilmez".
İbni Abbas'm (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet ettiği nakledilmiştir: "Allah Teala'nın Kudüs üzerinde bir meleği vardır. O her gece şöyle seslenir: Her kim haram yediyse, onun ne nafile, ne de farz ameli kabul edilir!".
Ebu Hüreyre (ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mide, bedenin havuzudur. Damarlar ona doğru giderler. Mide sıhhatli olduğunda ona gelen damarlar da sağlıklı olur. Mide hastalıklı olduğunda ona doğru gelen damarlar da has­talıklı olur". Yenilen lokmanın din açısından konumu, bina açısın­dan temelin konumu gibidir. Temel sağlam olduğu zaman, üzerin­de yükselen bina da sağlam olur. Temel zayıf olduğu zaman bina bir süre sonra sallanmaya başlar ve çöker.
En güzel Yaratıcı şöyle buyurmaktadır: "Binasını, Allah'a karşı gelmekten sakınma ve O'nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehenneme yuvarlanan mı?" (Tevbe/109)
Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Haram mal kazanan kimse onunla sadaka ver­se dahi kendisinden kabul edilmez. Ardında bıraktığı ise cehenne­me götüreceği azık olur". Allah Teala buyurdu ki: "Mallarınızı ara­nızda batıl (yollarla) yemeyin ve kendini öldürmeyin". (Nisa/29) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle denilmiştir: Haram lokma yiyen kimse kendi kendini öldürmüş olur. Çünkü bu, onun helakine ve ahirette de azap görmesine neden olacaktır.
Ali (kv) ve diğerlerinden nakledilen meşhur sözlerden biri şöy­ledir: Dünya malının helali için hesap, haramı için azap vardır! Yu­suf b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demişlerdir: Şüpheli husus­larda anne babaya itaat gerekmez.
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle demiştir: Helal rızık peşinde koşan ki­şiyi Allah Teala sıddıklarla beraber diriltecek ve onu şehidler mer­tebesine yükseltecektir.
Ebu Süleyman ve diğer alimler de şöyle demişlerdir: Helal ka­zanmaktan utanç duyan kimse asla kurtuluşa eremez. "Onun için güç bir geçim vardır" (Taha/124) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiş­tir: 'Güç geçim' ile kasdedilen haram lokmadır. "Ona güzel bir ha­yat yaşatırız" (Nahl/97) ayetinin tefsirinde ise burada kasdedilenin helal rızık olduğu söylenmiştir.
Allah Teala buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızık-larm güzellerinden yiyin" (Bakara/172) Burada kasdedilenin, lıela-linden yiyin' olduğu söylenmiştir. Yine O, peygamberlerine hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamberler! Güzel rızıklardan yiyin ve salih amel işleyin". Görüldüğü gibi Allah Teala peygamberlerine salih amel işlemeyi emretmeden önce helal yemeyi emretmiştir.
Ulemadan bir zat şöyle demişti: Amellerin zekatı helal yemekle verilir. Yenilen yemek ne kadar helal olursa, yapılan amel de o ka­dar temiz ve faydalı olur.
Bişr b. Hars (ra) Ahmed b. Hanbel'i (ra) andıkça şöyle derdi: O, üç hasletiyle benden üste çıkmıştır: Ailesine karşı sabır ve taham­mülü ki ben buna tahammül edemedim. O, helal rızkı hem kendisi, hem de başkaları için kazanmaya çalışırdı. Ahmed (ra) şöyle derdi: Temiz rızıkları terketmemin sebebi, dünyalık hakkındaki zühdümden değil, onları alacak helal parayı kazanamayışımdan-dır. Eğer helal param olsa, onları alır ve afiyetle yerdim.
Zahir uleması şöyle derlerdi: Helal on kısımdır. Alimler arasın­da helalin yedi kısım olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama bun­ların tamamı temelde şu üç kışıma dayanmaktadır:
1. Doğrulukla yapılan ticaret;
2.  Dürüstçe icra edilen zanaat;
3.  Meşru bir hükme dayalı bağış;
Bağış, dört kısma ayrılır: a. Savaşmadan elde edilen ganimet payları; b. Miras yoluyla gelenler; c. Gönül hoşluğuyla yapılan hi­beler; d. Hakiki fakirlikten dolayı alman sadakalar.
Bunların hemen tamamının çerçevesi ve bel kemiği şudur: He­lal, iki farklı anlama gelen bir fiilden türemiştir. Bunların ilki zul­mün çözülüp yayıldığı şey anlamında kullanılmasıdır. İkincisi ise, ilmin hakim olduğu şey anlamında kullanılmasıdır. Zulmün çözü­lüp yayıldığı şeyin talep edilmesi sözk'onusu değildir. İlmin hakim olduğu şey ise, mübahlık.ve emrin hakim olduğu şeydir.
Alimlere göre 'helal'; yapılması ve alınmasıyla Allah Teala'ya is­yan konumuna düşülmeyen şeydir. Bâtın uleması ise onu şöyle ta­rif etmişlerdir: Başında Allah Teala'ya isyan edilmeyen, sonunda Allah Teala'nm unutulmadığı, yapılması esnasında O'nun anıldığı ve bitirilmesinden sonra O'na şükranda bulunulan şeydir.
Sehl (ra) kendisine 'helal'in ne olduğu sorulduğu zaman şöyle derdi: Helal, ilimdir. Bir defasında da şöyle demiştir: Kul, gökyüzü­ne doğru ağzını açsa ve içine tek bir yağmur damlası düşse, o da bu damladan aldığı güçle Allah Teala'ya isyanda bulunsa veya O'na itaatini gösteren bir amelde bulunmasa, o damla dahi kendisine helal olmaz.
İlim ehlinden bir topluluk şöyle demişlerdir: İnsanlara karşı yapmacık davranan veya gösterişte bulunan kimsenin yediği ha­ramdır. Çünkü o, eda ettiği amellerde Allah Teala'ya karşı dürüst değildir. Tevhid ehlinden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'nın bir şekilde müşahede edilemediği hiç bir şey helal olmaz. Allah Te­ala'nm verdiği rızıkta kulları O'na ortak koşan kimsenin durumuşüphelidir. Hüküm bakımından helal görünse de şüphe ortadadır. Onlar bu fikirde İsa Peygamber'in (as) şu sözüne dayanmaktadır­lar: 'Onlar Allah'ın verdiği rızkı yer ve bu rızıkta yarattıklarını O'na ortak koşarlar3.
Abdal zümresinden bir zat şöyle demiştir: Helal, insanların el­lerinden alınmayan ve onların mülkiyetlerine intikal etmeyen şey­dir. Abdal zümresinden biri, sadece sahipsiz arazide yetişen bitki­leri yerdi.
Helalin adalet gereği olmasının izahı da şöyledir: Helal, zalim­lerin ellerinden alınmadıkça helaldir. Bir şeyin helal olabilmesi için, takva sahiplerinden alınmış olması gereklidir.
Konuyla ilgili olarak abdal zümresine mensup bir zat ile ilgili uzun bir kıssa anlatılmıştı: O zatın birlikte seyahat ettiği avamdan biri kendisine yiyecek bir şeyler vermişti. O da, onun verdiği yiye­ceği yememişti. Bunun üzerine yememesinin sebebi sorulmuştu. O da şu cevabı vermişti: Biz, ancak helal yiyebiliriz. Kalbimizin isti­kamet bulmasının nedeni budur. Böylelikle kalplerimiz dünyevi ni­metlere karşı zühde yönelme hususunda sebat eder ve tek bir hal üzere devam eder. Biz de bu sayede melekûtun keşfine muktedir olur ve ahireti müşahede ederiz.
Sadece üç gün sizin yediklerinizi yesek, şu an sahip olduğumuz, yakin ilmine dair hiç bir şeye sahip olamayız. Buna sahip olamadı­ğımız gibi, korku ve müşahede halleri de kalbimizi terkeder... Kıs­sanın sonunda, yemek ikram eden kimse şöyle demişti: Ben de, her zaman oruç tutarım. Kur'an-ı Kerim'i her ay otuz kez hatmederim. Bunun üzerine abdal zümresinden olan zat şöyle demiştir: Beni içerken gördüğün şu süt çorbası, benim açımdan senin üçyüz rekat­ta otuz hatim indirdiğin amelinden daha sevimlidir. Çünkü o, vah­şi dağ koyunundan alınmış bir sütten yapılmıştır.
Bu söz üzerine yolculardan biri şöyle dedi: Helal yeme hususun­da senin söylediklerine benzer sözler söyleyen abdal zümresinden bir zata şöyle demiştim: Siz abdal zümresinin mensupları, helal rızkı buluyor ama onu diğer müslüman kardeşlerinize yedirmiyor-sunuz? Neden?
O zat şöyle cevap verdi: Bizim halimiz, insanların geneli için uy­gun değildir. Çoğunluk bununla emrolunmamıştır. Eğer herkes bizimki gibi helal yemeye yönelseydi, memleket çöker, çarşı pazar bo­şalır ve şehirler viraneye dönerdi. Böyle davranmak, azınlığın için­de bir azınlığın, havas içinde havassın işidir.... Söyledikleri bu şe­kilde veya bu anlamdaydı.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İçinde hiçbir kuşkuya mahal bırakmadan helal olan şeyler şunlardan ibarettir: Göl suyu, kimse­ye ait olmayan arazide biten sebze ve meyva, salih bir dosttan alı­nan hediye ve takva sahibi biriyle doğruluk ve dürüstlük gözetile­rek yapılan ticaretle elde edilen kazanç.
Ahmed b. Hanbel (ra) yıllar boyunca gezilerinde kendisine refa­kat etmiş olan Yahya b. Ma'in'le beraber yemek yemezdi. Bunun ye­gâne sebebi ise Yahya'nın söylediği şu sözdü: Ben kimseye bir şey sormam. Şeytan bile bir şey vermiş olsa, onu yerim. Bu söz üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) kendisini terketmiştir.
Yahya ondan özür dilemiş ve 'Ben sırf şaka yoluyla böyle dedim' demişti. Ahmed b. Hanbel (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Dinde mi şaka yapıyorsun? Bilmez misin ki Allah Teala helal yemeyi salih amelin bile Önüne almış ve şöyle buyurmuştur: "Temiz rızıklardan yiyin ve salih ameller işleyin". (Müminun/51)
Vera' ehlinden biri şöyle derdi: Kırk yıldan beri mideme sadece nereden geldiğini bildiğim su girmiştir. Bir diğeri ise şöyle derdi: Altmış seneden beri, kaynağını bilmediğim hiç bir şey yemedim.
Vehb b. el-Verd sadece kaynağını bizzat kendisinin bildiği veya iki adil şahidin sıhhati yönünde şahitlik ettiği şeyleri yerdi.
Bişr (ra) şöyle derdi: Yoksulllaşan kimse acıkır. Gaflete düşen kimse ise tıka basa doyar. Alimlere göre dünya malını helalinden arayan kimse, şüpheli yiyecekleri yiyen kimselerden daha zahid sayılır.
Denildi ki: Yediği lokmanın nereden geldiğini önemsemeyen kimsenin, Allah Teala da cehenneme hangi kapıdan sokulacağını önemsemez. Bunun Tevrat'ta yazılı olduğu söylenmiştir.
Helal şüpheden Nasıl Ayrılır?
Bu meselede asıl olan Nu'man b. Beşir*den (ra) rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: "Helal açıktır, haram açıktır. Bu ikisi arasındakiler şüphelilerdir. İnsanların çoğu bunları bilemez. Her kim onları terkederse dinini ve ırzını pak kılmış olur. Korunan bir yerin çevresin­de dolaşan kimsenin ona bulaşması yalandır. Her kralın korunan bir yeri vardır. Allah Teala'mn yeryüzündeki korunan yeri ise koy­duğu haramlardır"[38][72]
Bu hadisle ilgili olarak, 'Hmin üçte biridir* denilmiştir. Hadise göre helal açık ve herkesin kesin olarak bilebileceği şeylerdir. İlim sahibi her müminin kalbi helal hakkında kanaat ve itmi'nan sahi­bidir. Haram da aynı şekilde açık ve kesinlik üzere herkes tarafın­dan bilinen şeylerdir. Müslümanlardan hiç kimse onun üzerinde farklı görüşte olamaz.
Haram, müminin kalbinin soğuduğu ve tiksinti duyduğu şeydir. Bazı kalpler, vera' eksikliğinden dolayı birtakım haramlardan tik­sinti duymayabilirler. Bazıları da ilimlerindeki eksiklikten dolayı helal olan şeylerden soğuyabilirler. Bu iki tür insanın yaklaşımları hüküm vermede değerlendirmeye alınmaz.
Helal ve haram hükümlerinde itibar edilen kalp öyle bir kalptir ki melekût madenlerinin vurulduğu mihenk gibidir. O, yakinî iman ve ilim sahibi müminin kalbidir. Kalpler arasında böyle bir kalp, madenler arasında çok nadir bulunan saf altın gibidir.
Seleften bir zat, Allah Teala'mn "Biz, işledikleri günahlardan ötürü zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En'am/129) buy­ruğunun tefsirinde şöyle demiştir: Halkın amelleri fesad bulunca, başlarına yaptıkları amellere çok benzeyen yöneticiler koyarız. Ulemadan bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir: İnsanların dinleri fesada uğrayınca, rızıkları da fesada uğrar.
Helaller ile haramlar arasında yer alan şüpheli hususlar ise de­ğişik şekillerde kendini gösterir: Bunlardan biri, bir açıdan helale daha çok benzeyen, onunla karışarak ayrışması güç halde olandır-Şüpheli şeyler, batın ilminde bir açıdan helalliğinin delillendirile-bileceği şeyler de olabilir. Bunlar hüküm itibarıyla helaldirler. An­cak vera' ve titizliğin gereği, bunlardan uzak durmaktır.
Şüpheli şeyler, zahir alimleri tarafından mubah görüldükleri halde, batın alimleri tarafından mekruh görülen şeyler de olabilir. Batın ulemasının bu tavrı, bu tür şüpheli şeylerin kalpleri tesir vehakimiyeti altına alma endişesidir. Kalbin huzur ve itmi'nan bul­madığı şeylerden uzak durmak gerekir.
Bunun en güzel izahını Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Belki biriniz, delilinde oynama yapmış olduğu için, kendisinden dinlediğime gö­re lehine hüküm vermiş olabilirim. Halbuki o, söylediğinin aksinin doğru olduğunu bilmektedir. Her kime bu şekilde kardeşi aleyhine hüküm vermişsem -bilsin ki- ona ateşten bir parça kesip vermişim­dir [39][73] Allah Resulü (sav) bu hadisinde davaya konu olan işlerde za­hire göre hüküm verdiğini haber vermiş ve diğer insanlardan giz­lenen batını durumları söz sahiplerine havale etmiştir. İfadelerinin vebali kendilerine aittir.
Delillerinin açık olmayışı veya lehte aleyhte birbirlerine denk olmaları nedeniyle ihtilafa düşülen hususlar da şüphe kapsamına girer. Gözünüzün bizzat görmediği şeyin yokluğunu kesin olarak söyleyebilirsiniz.
Helal ve haram, alimlerin üzerinde ittifak ettikleri, delillerin açık bir şekilde ortaya konulduğu hususlardır. Şüphenin bir türü de, sebebi helal olmasına ve hükmünün bulunmasına rağmen kay­nağı meçhul ve helalliği yakinî olarak bilinemeyen hususlardır. Şüphenin bir başka şekli de, hükümlerden bir kısmını eda etme keyfiyetinin yokolması veya kula ulaşma vasıtasının sağlıksız ol­ması halleridir. Kul, bunlara cehaletle veya nefsi afetlerden bir afetle ulaşmış olabilir.
Şüpheler, yukarıda belirttiğimiz türleri dışında helal veya hara­ma yakınlıkları bakımından da taksim edilirler: Helale yakın olan­lar helalliği şüpheli olanlar, harama yakın olanlar haramlığı şüp­heli olanlar ve takribi şüpheler şeklinde tasnif edilirler.
Helal, batın uleması tarafından üç derecede değerlendirilmiştir:
1. Helal- Kâfi ki avama özgü olan ve açık hükümle bilinen he­lalleri ihtiva eder.
2. Helal-ı Safî ki havassa özgü olan helalleri ihtiva eder ki bun­lar, delilleri açık, sebepleri yüce ve sünnet-i nebevinin tezahür etti­ği helallerdir.
3. Helal-ı Şâfi ki havassın havassma özgü olan helalleri ihtiva eder. Bunlar, kaynağının ve kaynağın kaynağının bilindiği, yakin sahiplerinin huzurunda cari olup cehaletin asla bulaşmadığı helal­lerdir.
Helaller derecelendiği gibi şüpheler de bunlara paralel olarak derecelenmiştir.
Harama gelince, günaha dalmış fasıkların yemeğini yemek, o yemeğin peşinde koşmak, başkalarına yedirmek ve onu elde etmek için yardımlaşmak günah ve fısktır. Böyle bir yemeğe alışan kimse de, günahkâr bir fasıktır. Çünkü bu, büyük günahlardandır.
Müslümanların bu tür rızka ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir rı-zık onları zengin de kılmayacaktır.
Helal; Kitab, Sünnet, hükümler ve muhtelif vasıta ve tezahür-leriyle ilim tarafından helal görülen şeydir. İlmi bakımdan tasarru­fu mubah olan şeydir. Müslümanlar ona ulaşmayı hedeflediği gibi takva sahipleri de onu yemeye çalışırlar.
Helal, salihlerin makamlarından biridir. Onu elde etmek için çaba sarfetmek cihad, onu ikram etmek hayır, onu kazanmak için yardımlaşmak takva ve onu yemek ibadet sayılmıştır. Helale ahşan müslüman, takva sahibi bir mümin olarak görülür.
Şüphe; alimlerin ihtilaf ederek üzerinde ittifak etmedikleri» iç­yüzü bilinmeyen, delillerin bulanıklığı veya delil çıkarma şeklinin kuşkulu oluşu yüzünden kesin hükmü bilinemeyen hususlardır. Şüpheler, net ve kesin bir şekilde açık olmayıp zahir alimleri ve.ve-ra' ehlinin üzerinde hemfikir olamadıkları şeylerdir.
Nitekim Allah Resulü (sav) şüphe hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanların çoğu onun (hükmünü) bilemez".[40][74]Müslümanların ge­nelinin yedikleri bu kısma girer. Bu tür bir nzıkla karşılaştığınız­da ondan ihtiyacınızı ve zaruretinizi giderecek kadar alın. Böyle yaparak fazilet sahibi olursunuz. Böyle davranmakla vera maka­mında da bir yere sahip olursunuz.
Bu tür şüpheli hükmündeki rızkı biriktirmek maksadıyla alma­nız ve istiflemeniz mekruhtur. Mümkün olduğu takdirde bırakmanız daha faziletlidir. Çünkü bununla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Şüpheyi terkeden, dini için nezih olanı yapmış olur".
Hadiste geçen 'istibrâ kelimesi, nezaheti arama, temizlenmek iste­me, dininin sıhhati için araştırma ve ihtiyatlı olma anlamındadır.
Denildi ki: İman nezih ve temizdir. Müminler iseniz siz de ne­zih ve temiz olun. Tenezzüh=Nezih olma'Arap dilinde pisliklerden ve bayağılıklardan uzaklaşma anlamında kullanılır. Bir bakıma benzer bir mana içeren pikniğe ve kıra gitmek için de 'tenezzüh' ke­limesi kullanılmış ve bununla insanlardan ve şehrin pisliklerinden uzaklaşma çabası ifade edilmiştir.
Hadisin devamında gelen "Namusu için" ifadesi ile kasdedilen, yukarıda anlattığımız şekilde davranmanın dini nezahet ve temiz­lik olduğu kadar kişinin namusu için de bir nezahet ve temizlik ifa­de etmesi hususudur. Böylelikle diğer insanların o kimse hakkında kötü konuşmaları veya herhangi bir çirkinliği ona isnad etmeleri ihtimali de ortadan kalkar.
Daha Önce de ifade ettiğimiz gibi şüphe, harama açılan yollar­dan biridir. Kişiyi harama harama düşürme ihtimali mevcuttur. Çünkü daha önce zikrettiğimiz hadiste de bu ifade edilerek 'koru­nan bir yerin etrafında dolaşıp duran ona girebilir" buyrulmuştur. Bu hadisten anlaşılması gereken şudur: Şüphenin peşinden giden, ona alışan ve onu sıklaştıran kimsenin süratle harama kayması mümkündür. Şüphe, o kimseyi ergeç harama düşürecektir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Takva sahibi ve adil birinin elinden caiz bir hükme dayanılarak alınan her şey helaldir. Adil ve­ya zalim olduğu kesin olarak bilinmeyen birinden alınan şeyler ise şüphelidir. Zalim veya günahkârın elinden alınan her şey haram­dır. Caiz bir hükme dayanılarak alınmış olması bu hükmü değiştir­mez. Bizce bu görüş hakka daha yakındır.
İlim ehlinden bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir: Malına ihanet veya zalim biriyle yapılan ticaretin bulaşmadığı kesin ola­rak bilinen kimsenin elindekiler helaldir. Malı zalimlerle ticaretten kazanılmış veya ihanetlerle çevrelenmiş olan birinin elindeki her şey haramdır. Kısmen zalimlerle, kısmen de takva ehli ile ticaret yapan kimsenin malı ayrışması mümkün olmayacak şekilde karış­mış ise, elindekiler de şüpheli hükmündedir.[41][75]
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sende şüphe uyadıranı bırakıp şüphe uyandırmayam (al). Hayır huzur, kötülük ise şüphedir". [42][76] Bu hadisten anlaşılan şudur: Helal olduğu hakkında şüphe bulu­nan şeyi terkedip helal oluşu üzerinde kesin bilgi olanı tercih edin. Çünkü şer, kesin olan değil şüpheli olandır. Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Günah, kalbe tesir edendir" [43][77]
Bir diğer hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Günah, kalplere tesir edendir". Buna göre müslü-mamn kalbine etki eden ve onu sarsan her şey günahtır. Çünkü Al­lah Teala günahı kalbe bağlamış ve onu kalbin sıfatlarından biri kılmıştır. Nitekim O bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bir de şa­hitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkar olur". (Baka­ra/283) Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu nakledilmektedir: "İyilik, kalbin kendisiyle huzur buldu­ğu ve nefsin sükunete erdiği şeydir. Günah ise kalbe tesir eden ve diğer insanların bilmesini istemediğiniz şeydir" [44][78] Günahı terkedin çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminler, Allah le-ala'nın şahitleridir". [45][79]
Yine O şöyle buyurmuştur: "Müminlerin güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir. Onların çirkin gördükleri, Allah katında da çirkindir" [46][80] Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Allah, Resulü ve müminler amelinizi görecektir". (Tevbe/94) Bir şeyi mek­ruh görmeniz, Allah Teala'nın sizi gözetmesinden dolayı o şeyde bir şüphenin bulunduğunun delilidir.
Konuyla ilgili olarak sözün özü şudur: Kul, güç ve takatinin yet­tiğinden daha fazlasıyla mükellef değildir. O, diniyle ilgili olarak il­minin yettiği kadarından sorumludur. Onun çabası ve imkanı neye yetiyorsa onun gereğini yapmalıdır. Ama bu noktada hiç bir şeyi de nefsinin örtüsü altına gizlememelidir. Arzularından hareket ederek hiçbir şey için kendi kendine ruhsat vermemelidir, ilmi yetmediği takdirde bilenlerden yardım istemelidir. Bunun ötesinde hakikatibulma noktasında düştüğü hatalardan dolayı affedilmesi muhte­meldir.
Vera' ehlinden bir zat şöyle derdi: Helal, zalimlerin ellerinin uzanamadığı şeydir. Bir diğeri ise şöyle demişti: Bir zalimin eli uzanmayan şey helaldir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir şeyin helal olabilmesi için onunla ilgili olarak insanın kalbine hiç bir ak­si fikir gelmemelidir. Kalp onunla yatışmah ve huzur bulmalıdır.
Bir alimin de şöyle dediği bildirilmiştir: Helal, zahir ve batın ulemasına sorulup her iki topluluk tarafından da inkar edilmeyen şeydir. Gerçek helal işte budur.
Ulemadan bir topluluk oturmuş, hangi amellerin daha ağır oldu­ğunu tartışıyorlardı. Biri, 'Cihad' dedi. Bir diğeri, 'Oruç* dedi. Bir baş­kası, 'Namaz' dedi. Başka biri ise, 'Arzu ve hevalara karşı durmak' dedi. Bir alim de "Vera" dedi. En sonunda, amellerinin en zorunun ve-ra' olduğu üzerinde ittifak ettiler. Hepsi de bu görüşü paylaştı.
Hasan b. Ebi Sinan dedi ki: Benim için vera'dan daha kolay bir şey yoktur. *Nasıl olur?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Her hangi bir şey kalbime tesir etmeye başladığında onu hemen terkede-rim. Benim için bu, takdir-i ilahinin zühdünde yardım edip hayvani nefsine karşı takviye ettiği kimsenin halinden daha kolaydır. Zühd, Allah Teala'nm yakini iman ile desteklediği kimse için kolay iken, dünya sevgisiyle imtihan edilen biri için oldukça zor ve ağırdır.
Ömer b. Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amellerin en faziletlisi ve kendisiyle Allah'ın huzurunda kendimizi doğrulttu­ğumuz amel vera'dır. Bu söz üzerine sahabe, 'Doğru söyledin!' de­mişlerdir. Bize göre yakini iman ve zühd varolduğu zaman vera' ve ihlas pek kolay olur. O ikisi amellerin direğidir.
Yusuf b. Esbat, Huzeyfe el-Mai^aşî ve Şam ehlinin abidlerinden bir topluluk hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: İçlerinden bi­ri şöyle demişti: Otuz yıldır, kalbime tesir eden hiç bir şey olmadı ki onu terketmemiş olayım. Bir diğeri şöyle dedi: Kırk yıldan beri kalbimin takıldığı ve duraksadığı hiç bir şey olmadı ki onu terket-miş olmayayım. Bir diğeri de şöyle dedi: Otuz yıldır ihtiyaç halinin dışında halkın beni ne hal üzere gördüğünü önemsemiyorum.
Kalp ehlinden ibadete düşkünlüğü ile tanınmış bir hanım ibra­him el-HawasJa kalbinde şahit olduğu değişikliğe dair bir soru sormuştu. İbrahim el-Havvas, 'Sebebini araştırman gerekir* dedi. Ha­nım da, 'Çok araştırdım ama bildiğim bir sebep bulamadım' dedi.
Bunun üzerine İbrahim el-Havvas başını eğdi ve bir saat kadar düşündükten sonra, 'Fener alayının yapıldığı geceyi hatırlıyor mu­sun?' diye sordu. O da, 'Evet' dedi. İbrahim, 'Yaşadığın değişiklik o geceden kaynaklanıyor* dedi. Bunun üzerine hanım o geceyi anlat­tı. O gece çatı katında iplik büküyordu. Bir ara ipi kopmuştu. O es­nada sultanın fener alayı geçiyordu. O da ipliğini onların ışığıyla bükmeye devam etmişti. O gece sultanın fenerinin ışığıyla büktü­ğü iplikten bir hırka örmüş ve onu giyinmişti. Hanım bunları ha­tırladıktan sonra durumu anladı ve o hırkayı çıkarttı. Onu pazar­da sattıktan sonra parasını da sadaka olarak dağıttı. Bu olaydan sonra kalbinin tekrar eski halini aldığını gördü.
Zünnun-i Mısri (ra) hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zünnun hapse atıldığı zaman ne yemek yemiş, ne de su içmişti. İbadete düşkünlüğü ile tanınan abide hanımlardan biri kendisine yiyecek göndermiş ve helal olduğunu belirtmişti. Ama Zünnun (ra) onu da yememişti. Hapisten çıktıktan sonra o hanım kendisine bu­nun sebebini sordu. Zünnun (ra) da, 'O yemek de haram yolla bana ulaştığı için yemedim' dedi.
Hanım, şaşkınlık içinde 'Nasıl olur?' diye sordu. O da, 'Gönder­diğiniz yemek bana bir gardiyanın eliyle ulaştırıldı. O gardiyan da zalim biriydi. İşte bu nedenle gönderdiğiniz yemeği yemedim' dedi.
Bütün bunlar vera' ehlinin hasletleridir. Vera' zühde açılan ka­pılardan biri, korku makamının anahtarı ve sıdkın hakikatidir. Ve­ra' ehlinin avamı, zühd ehlinin avamına yeni katılanlardır. Vera' ehlinin havassı ise, zühd ehlinin havassı arasına ilk katılanlardır.
Kul, her şeyden önce rızkı helalinden aramaya başlamalıdır. Bütün kaygı ve tasası, kazancın helaline ulaşmak olmalıdır. Ka­zançların en temizine ve gücü yettiği kadar sıhhatli ve emin olanı­na ulaşmaya çalışmalıdır. Rızık çabasını kendi yiyeceğini ve giye­ceğini temin edebilecek kadarla sınırlı tutmalıdır. Bunun ötesinde hafif de olsun şüphelendiği kazançlarını, ailesinin ve evinin ihti­yaçları arasında olup da yenilmeyen ve giyilmeyen kalemlere tah­sis etmelidir. Örneğin bu tür bir kazançla evinin odun, silah, kira gibi ihtiyaçlarını görmelidir.
Bu hususun tam olarak anlaşılabilmesi için değişik örnekler ve­receğiz. Çünkü hafif şüpheli kazançların bu gibi kalemlerde kulla­nılması yönünde ruhsat mevcuttur. Kul, her halükârda bunu ka­zanmak için çabalamış, iyi niyet ve muamelesinin temizliğine ri­ayet etmiştir. Kendini buna adamış ve sabırla çalışarak onu kazan­mıştır. Kafasını ve kaygısını ayırdığı bu iş, Allah Teala'nın katında da elbette hesab edilecektir.
Bu yüzdendir ki, yaptığı her işte dininin sıhhatini muhafaza et­mek için araştırma yapmalıdır. Bu durumda Allah Teala da onun çabasını şükrana değer kılacak ve ecrini cömertçe verecektir. Bu, kulu Allah Teala'ya ulaştıran yollardan biri ve Seleften bir çokları­nın da yoluna ışık tutan rehberdir.
Kul, her hangi bir şeyde tereddüte kapılıp ondan sakındığında, Allah Teala onun bu güzel niyetini şükrana değer görecektir. O'nun katındaki hakikate ulaşma noktasında hata etse ve sakındığı şey Allah katında helal olsa bile bunun ecrine hak kazanacaktır. Önemsemeksizin ve helal zannıyla aldığı şey, Allah katında helal bile olsa, vera'daki ihmali ve kötü niyetinden dolayı günaha düş­mekten kurtulamayacaktır. Şüphe ettiği şeyden sakınan kimse ise, Allah katındaki hakikate isabet ettiği takdirde iki sevap kazana­caktır. İlki ilminden dolayı kazanacağı sevap, diğeri ise tevfik ma­kamına ulaşmasından dolayı kazandığı sevaptır.
İlmi kasden terkeden ve Allah katındaki hakikatin hilafına ha­reket eden kimse ise iki günah yüklenecektir. Bunların ilki cehalet dolayısıyla kazandığı günah, diğeri ise kendini kötülükten koruma çabasını göstermemesi sebebiyle kazandığı günahtır.
İlme uygun hareket etmesine rağmen Allah katındaki hakikate isabet edemeyen kul ise, bu yaptığı sebebiyle tek bir sevap kazana­caktır. Cehalet ile hareket eden kimse, Allah katındaki hakikate uygun davransa dahi, cehaletinden dolayı bir günah kazanacak, fi­ilinden dolayı suçsuz sayılacaktır.
Vehb el-Yemanî, Zebur'da yer alan şöyle bir kıssa nakletmiştir: Allah Teala Davud'a (as) şöyle vahyetmişti: İsrailoğullanna de ki: Ben sizin ne orucuruza, ne de namazınıza bakarım. Ben yalnız şüp­he ettiği şeyi Benim için terkeden kimselere bakarım. Onu yardı­mım ile desteklerim ve meleklerime karşı onunla Övünürüm.
Ulemadan bir zat ailesine şöyle demişti: Lambanın yağım den­geli kullanın. Çünkü onu, benim etim ve kanımla yakıyorsunuz! 'Nasıl olur?' diye sorulduğunda ise şöyle demişti: Siz bu lambayı be­nim kazandığımla yakıyorsunuz. Benim kazancım, dinimdendir. Dinim ise, etim ve kanundandır.
Geçmişte şöyle denilirdi: Parayı nereden kazandığını araştıran kimse, onu nerede harcayacağını da iyi bilir. Nereden ve nasıl ka­zandığını önemsemeyen ise, nereye harcadığını da önemsemez.
Ulemadan biri, ailesi olduğu halde boşta gezen bir adama şöyle demişti: Bir meslek ve iş sahibi ol. Çünkü kazancın olduğunda ai­len dünyalığını yer. Eğer kazancın olmazsa, o zaman dinini yerler! Rivayete göre zahidlerden biri cebinden küçük bir parça düşür­müştü. Gün boyunca onu aradı. Kendisine şöyle denildi: Dünyalık hakkında bu kadar zühd sahibi olduğun halde küçük bir parçayı sabahtan beri neden arıyorsun? Bu nasıl zühd?
O da şu cevabı verdi: O küçük parçayı aramam da yine zühdü­mün gereğidir. Çünkü ondan başka sahip olduğum bir şeyim yok. O, kaynağını bildiğim bir rızıktı. Ben de sadece kaynağını bildiğim şeyleri yiyebilirim.
Bişr (ra) şöyle derdi: Şüpheli yollardan toplanan servet, ancak arzu ve şehvet yolunda harcanır! Seri es-Sakatî (ra) şöyle demiştir: Ancak arzu ve şehvetlerine gem vurabilen kimseler şüphelerden sakınırlar!
Rivayete göre bir adam Allah1 Resulü'ne (sav) kan alan kimse­nin kazancının hükmünü sormuştu. Allah Resulü (sav) de onu böy­le bir kazançtan sakındırmış ti. Adam aym soruyu yineleyerek, 'Be­nim kan alan bir hizmetlim var, onun kazancının hükmü nedir?' de­mişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu:
Eğer çok gerekliyse, onu al ve parasını hayvanlarına ve kölele­rine yedir".45
"Allah Resulü'ne (sav) içine fare düşen ve ölen tereyağının ne yapılması gerektiği sorulduğunda, 'O yağı yemeyin" buyurmuştu.46 Başka bir hadiste ise, yağın donmuş olması halinde farenin üstün-
den atılması, eğer sıvı halde ise fare atıldıktan sonra lamba yağı olarak kullanılabileceği buyrulmuştur.[47][81]
Küfe ulemasından bir topluluk şöyle demişlerdir: Ölü hayvan yağları, gemilerin yağlanmasında ve derilerin tabaklanmasında kullanılabilir. Bunda mahzur yoktur.
Konuyla ilgili olarak yukarıda rivayet ettiğimiz müsned hadis, şüpheli şeyler hakkında verilen hükmün delilini oluşturmaktadır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi şüpheli şeyler hakkındaki hüküm, zaruri haller dışında bunların yenilmemesi ve giyilmemesi yönün­dedir. Allah Resulü'nün (sav) kendisine ikram edilen bir sütün kay­nağını sorduğu, bu bildirildikten sonra da kaynağın kaynağını sor­duğu, bunun da bildirilmesinden sonra kaynağı tasvip ederek sütü içtiği haber verilmiştir.
Helalin dayandığı hüküm bu olmalıdır. Bir şeyi kendi gözünüz­le görmeniz ve onun kaynağını öğrenmeniz yeterlidir. Her ikisi de temiz ve sıhhatli ise, daha ötesini araştırmanız gerekmez. Gözle görmediğiniz bir şeyi, takva sahibi bir müslüman görüp haber ver­diğinde, onun ihbarı bizzat görmeniz yerine geçer.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahi­bi yesin".[48][82] Çünkü takva, kişinin dini açısından daha nezih ve .te­mizdir. Takva sahibi, ilmini arttırmaya çalışır ve ihtiyatı elden bı­rakmaz. Onun bu çabası, sizi araştırma ve çaba sarfetme zahme­tinden kurtarır. Zira o, size vekil olmuş ve gereken araştırmayı si­zin için de yapmıştır. Böylelikle onun çektiği zahmet, sizi zahmet­ten kurtarmış olur.
işte bu nedenledir ki bu konuda bir çok hadis rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sizden biri din kardeşinin evine gittiğinde kendisine yemek ikram edilirse onu yesin, içecek getiril­diğinde onu içsin ve kaynağını sormasın. Çünkü ev sahibinin araş­tırması ona yeter". Yeterli bilginin olduğu yerde araştırmaya giriş­mek, üstüne vazife olmayan işe davranmaktır.
Böyle bir işe davranmak, müslüman içinikendisini ilgilendirme­yen işe bulaşmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kişinin İslaminin güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesidir[49][83]İşte bu nedenledir ki takva sahibi bir müslümanm ikram ettiği ye­meği ve içeceği araştırmaya girişmek gereksizdir. Yine bu nedenle­dir ki eskiler, alimlerin ve salihlerin sofralarından yiyip içmeyi müstehap görürlerdi.
Ancak kendisi için ihtiyatlı davranmayan, dininin nezaheti için tasalanmayan, kazancında Allah'tan korkmayarak nereden kazan­dığını ve nereye harcadığını önemsemeyen, paranın nereden geldi­ğine bakmayan kimseye gelince böyle birini takva sahibi olarak gö­remeyiz. Bu gibi insanların ikram ettikleri yiyecek ve içecekleri al­madan önce, kendiniz için ihtiyatlı olmanız, ikramın kaynağını araştırmanız gerekir. Çünkü başka biri bunu yapmadığı ve din kar­deşiniz ihtiyatlı davranmadığı takdirde bunu sizin yapmanız gere­kir. Bu meyanda-Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis te­mel esastır: "Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi yesin".[50][84] Takva sahibi; dini için vera' sahibi, haramdan korkan ve günahlardan sakınan kimsedir.
Allah Resulü'nün (sav) üstteki hadisinin delaleti şöyledir: Ku­lun takvası, ticaret ve zanaatinde Kitab ve Sünnet'in gereğine gö­re hareket etmesi, ilmin sıhhatli olduğuna işaret etmesi, muamele­sinde ihanet, tuzak, yalan ve aldatmadan uzak durmasıdır. Ticare­tinde doğru, işinde dürüst olmasıdır. Ticaret ve zanaatta kullandı­ğı sermaye ve araçlar da helal olmalıdır.
Kitab ve Sünnet'e aykırı olarak icra edilen her türlü ticaret ve zanaat helallik hükmünden çıkar. İsim mevcut olsa dahi, ismin de­lalet ettiği mana mevcut değildir. İsimlerin hüküm bakımından sıhhatli olması için gösterdikleri manaların mevcut olması gerekir. Manalar sağlıklı olmadığı zaman, boş isimler hiç bir şey ifade et­meyecektir. Cahillerin 'Ticaret' ve 'Zanaat diye isimlendirdikleri, her şeyi helal görenlerin 'alışveriş' ve 'muameldiye adlandırdıkla­rı şeyler, ilme aykırı oldukları için ne 'ticaret' ne 'zanaat' ne 'alışve­riş' ne de 'muamele'dir.
Onların koydukları isimlere dayanarak helal yemek mubah ol­maz. Çünkü bunlar batıldır ve gerçek alimlere göre asıl isimleri 'ihanet', 'kandırmaca', 'zulüm', 'hile' ve 'düzenbazlık'tır. Bütün bunlar, manalarının fesadından ve hakikatlerinin varolmayışından dolayı haram kılınmış kazanç yollandır. Bunlarla ilgili hükümler, zemme­dilmiş hükümlerdir. Bunlara dayanarak bir şey almak helal olmaz.
Alimler, bir şeye isim verecekleri zaman, mananın sıhhatini sağlayacak hükümlere uygunluğuna bakarlar. Onlar hakem olduk­ları zaman, isim bulunsa dahi sıhhatli mananın varlığına bakarlar. Kitab ve Sünnet'in hükmü budur. Sadece ismin mananın hakikati­ne uygun biçimde mevcut olması durumunda yapılan işe 'ticaret' ve 'zanaat' adı verilebilir. Fakat bu ikisi, faiz ve fasid alışveriş gibi Al­lah Teala'nın hükümlerine aykırı olan hususları ihtiva etmeleri ha­linde, O'nun helallik hükmünün bulunmayışından dolayı yine ha­ram sayılırlar.
Alışveriş mubah olsa ve dayandığı hükümler olumlu bulunsa dahi, bedel olarak alman şeyin bizzat kendisi haram olabilir. Bu­nun haramlığı, bizzat görme veya doğruluk sahibi birinin haber vermesiyle bilinebilir. Böyle bir kazanç da haram sayılır. Çünkü biz, alınan şeyin kendisindeki haramlığı kesin olarak bilmekteyiz. Şüpheli bedel temiz oluncaya kadar bu hüküm geçerlidir. Onun he­lal haline gelmesi ise iki şekilden biriyle olur: Ya yakini bilgi ile kaynağının ve o kaynağın kaynağının helal olduğunu biliriz. Ya da bizzat gözümüzle onun haram olmadığını görür ve bunun aksi bir haber almayız.
Bu durumda, onun alınmasıyla elde edilen kazanç helal olacak­tır. Ancak ihtiyat gereği onu şüpheli olarak adlandırmaya devam ederiz. Bu şüphe, helallik şüphesidir. Çünkü onun helalliğini yaki-nen bilemeyiz. Yenilen mallara batıl malların karışma ihtimalinin yüksek oluşundan dolayı ihtiyat gereği böyle davranmak gerekir.
Askerlerin çoğalması, takva sahiplerinin azalması ve bunların emlakinin sağlıklı mülklere karışmış olması böyle davranmayı ge­rektirmektedir. Tüccar ve zanaat ehlinin ellerindeki sermayeler de bu karışıklıktan uzak kalamamıştır. Bunların helalliği bizim açı­mızdan zanni bilgilere dayandığı ve yakini bilgi bulunmadığı için bunları 'şüpheli' olarak isimlendirmeyi daha uygun görüyoruz.
Ukbe b. el-Hars (ra) Allah Resulü'ne (sav) gelerek şöyle dedi: Ben bir hanımla evlendim. Bir süre sonra siyah bir kadın gelerekeşimle beni emzirdiğini iddia etti. Bence yalan söylüyordu. Allah Resulü (sav) 'O hanımı bırak' dedi. Ukbe, 'Ama o kadın yalan söy­lüyor dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: O, ikinizi emzirdiğini iddia ettiği halde onunla nasıl evlenebilirsin? Senin için bu hanımda hayır yoktur. Ondan ayni[51][85]
Abdullah b. Zem'a'dan (ra) ise şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) bir çocuğun velayetini ona hükmetmişti. Çün­kü çocuk Abdullah'ın yatağında doğmuştu. Başka bir adamın ço­cukla ilgili babalık davasını da reddetmişti. Allah Resulü (sav) ço­cukla babalık iddiasında bulunan arasında kesin bir benzerlik gö­rünce Sevde'ye (ra) 'Onun karşısında hicabına bürün ey Şevde' bu­yurduktan sonra 'Çocuk doğduğu yatağa aittir1 buyurmuştur[52][86]Gö­rüldüğü gibi vera' sahibi için yatağıyla ilgili hususlarda dahi takva gereklidir.
Zahire dayanarak verilen hükümler, şüpheli hususları caiz kıl­masına rağmen vera' makamındakiler için şüpheleri terketmek da­ha uygundur. VeraJ ehline göre helal, sürekli araştırmanın eksilme-diği ve ilmin helalliğini açık olarak gösterdiği şeye verilen isimdir. Bu meyanda Allah Teala'nın şu buyruğu delil gösterilmiştir: "Ve oğullarınızın eşleri". (Nisa/23) Ayette geçen 'Halâ'ü^Eşler1 'Halî-le=Eş' kelimesinin çoğuludur. Bir hanımın 'Halîle' olarak isimlendi-rilmesinin sebebi, kişi nereye giderse gitsin hanımının onunla be­raber olmasıdır. Ona verilen bu isim, Ta'ûT vezninden gelme Ta"île' vezni gibidir ki bu durumda tıalûT vezninden sık yanında olma anlamına gelmektedir. 'Halîle' isminin bir diğer anlamı da eş­lerin birbirlerine helal olmalannı ifade etmesidir. Erkek kadına, kadın da erkeğe helaldir.
Helal, ilmi bakımdan Kitab ve Sünnet'in caiz ve mubah bir se­bepten dolayı mubah gördükleri şey için kullanılan isimdir. Buna göre de helalde şu üç esas mevcut olmalıdır: 1. İlim bakımından mubah görülen bir sebep; 2. Gelen paranın kaynağını ve ona bedelolan şeyi bilmek; 3. Kaynağın kaynağının şüpheden hali olduğunu ve Allah Teala'nın muamelelerle ilgili hükümlerine uygun olduğu­nu bilmek.
Bu esaslardan herhangi biri mevcut olmadığı takdirde, ilgili hu­sus şüpheli ve helale yakın olarak nitelenir. Bu esaslardan ikisi mevcut olmadığında yine şüpheli fakat harama yakın olarak nite­lenir. Sözkonusu esasların üçü de mevcut olmadığı, yani paranın geliş sebebi veya bedeli mekruh olduğunda, ya da paranın bizzat kendisi mekruh veya meçhul olduğunda veya alışverişle ilgili serî hükümlere uygun olmadığında ya da gönül hoşluğunun alınmadığı bir hibe olduğunda ilgili kazanç veya bağış haramın ta kendisi olur.
Haram ve helal, zahirde zıd olan iki isimdir. Şüpheler yani, he­lal ve harama yakın şüpheler ise, şüpheliler 'müştebihât* olarak bi­linirler. Bunlar, bir açıdan helale, başka bir açıdan da harama ben­zeyen şeylerdir.
Helal ve haramı ana renklerle izah etmek gerekirse, helal be­yaz, haram ise siyahı temsil eder. Bunların her ikisi de katıksız ve saf renklerdir. Bunlar başka renklerden doğmuş veya onların tonu olmayan renklerdir. Helale yakın şüphe ise mesela sarı renk gibi­dir. Çünkü o, beyazdan doğmuş bir renktir ve helallik şüphesini çağrıştırır. Yeşili gördüğünüzde ise bunun siyaha daha yakın oldu­ğunu anlarsınız.
Herhangi bir renkte san ve yeşil bir araya getirildiğinde ortaya karışık bir şüphe çıkacaktır. Bu durumda baskın olan renge bakı­lır ve ona göre hüküm verilir. Eğer sarı daha hakimse, helallik şüp­hesine hükmedilir. Bu gibi şeylerde geniş davranılmaz. Çünkü o, saf helal değildir. Bunun en güzel örneği ticaret ve zanaat ehlinin sermayeleridir. Onların paraları, askerin rızıklarıyla ve şaibeli mu­amelelerle karışmış durumdadır.
Yeşil rengin ağır bastığını gördüğünüzde ise bunun haramhğa daha yakın bir şüphe olduğuna hükmedilir. Bunlardan ancak zaru­reti giderecek kadar alınabilir. Çünkü kesin haramlık sözkonusu değildir. Bu tür inallara verilebilecek en güzel Örnek ise sultanın avanesine ait olan mülklerdir. Bunların emirlerine yaptıkları hiz­metlerdeki kusur ve şüpheler, sahip oldukları mülklere de gölge düşürmüştür.
Saf beyazı gördüğünüz zaman, bunun helalin alameti olduğunu bilirsiniz. Bu rengi taşıyan herşeyi dilediğiniz kadar alabilir ve is­tediğiniz kadar rahat hareket edebilirsiniz. Çünkü onda hiç bir mahzur yoktur. Ancak fazlasını almanız halinde zühd sahibi olma­mış olursunuz. Bu tür mal ve gelirlere örnek olarak müşriklerden savaşmaksızm alınan ganimetler, Allah yolunda kazanılan savaş ganimetleri, helal yollardan kazanılmış miras malları, gaspedilme-miş arazilerde yetişen meyva ve sebzeler, yağmur suyu, nehir su­yu, kara ve denizde avlanan canlıları gösterebiliriz.
Kesin bir siyah renk gördüğünüzde ise, bunun haram olduğunu bilirsiniz. Bundan kesinlikle sakınmanız ve asla el uzatmamanız gerekir. Eğer bu tür bir şeyi yerseniz günahkâr olursunuz. Çünkü haram yemek, büyük günahlardandır. Gaspedümiş, çalınmış mal­lar, Allah'a isyan edilerek yenen şeyler, gönül rızası olmaksızın ka­bul edilen hibeler bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Biliniz ki helal ve haram, takva ile facirliğin, ilim ile cehaletin iki dalı gibidirler. İlim ve takva, ilim sahibi müttakiler için helal olan iki esastır. Takva sahipleri çoğalıp müminlerin sayısı artmaya başlayınca helal daha güçlü ve daha yaygın olur. Haram ise, ceha­let ve günahkârlığın artmasına bağlı olarak etkin ve yaygın hale gelir. Cehalet ve günahkarlık, günahkar cahillerin ayrılmaz halle­ridir. Cahiller çoğalıp günahkârlar güçlendikleri zaman, haram da daha yaygın ve baskın hale gelmeye başlar.
Halk içinde helalin varolmasının temeli, yöneticilerin adaleti, valilerin dürüstlüğü ve memurlarının da, dinin İslahı ve müslü-manlarm korunması için Allah yolunda onlarla birlikte hareket et­meleridir. Helalin etkin olmasının esası ise halka bağlıdır. Helal et­kin olamadığı zaman, onun zıddı olan haram ortaya çıkıp güçlenir ve helal ortadan kalkar. Helal, çok nadir ve ulaşılması çok güç ha­le gelir. Müslümanlar arasında havas olarak isimlendirilen bir zümreyle sınırlı kalır. Allah Teala bu meziyeti dilediğine tahsis eder, tevfik ve hidayet yoluyla dilediği kullarını ona yöneltir. Bu, bir tür koruma ve sakınmadır.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İn­sanların dinleri bozulduğunda nzıkları da bozulur". Tefsir ehlinden biri, Allah Teala'nın "İşte Biz, işledikleri günahlardan dolayı zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En'am/129) buyruğu hak­kında şöyle demiştir: İnsanların amelleri bozulduğu zaman, Allah Teala onların başına amellerine benzeyen yöneticiler geçirir.
Aişe'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Müminin rızkı, su damlası gibidir. Bu söz iki anlama yorulmuştur. İlki, kıtlık ve dar­lıktır. İkincisi ise, saflık ve duruluktur.
Sehl'in (ra) söyledikleri de bu anlamdadır: Dünya kan deryası olsa, müminin yiyeceği yine helalinden olacaktır. Bu söz de iki ma­naya çekilebilir: İlkine göre mümin, tevfik-i ilahiye uygun olarak muvaffak kılınacak ve haramdan korunacaktır. O, bildiği ile Allah rızası için amel edendir. Allah Teala ise, bilmediği şekilde onu mu­hafaza edecek, haramlar içinden helal çıkartacaktır. O, sevdiği ku­lu için cehaletten ilmi ve latif kudretiyle şirkten tevhidi çıkartır. O'nu anan ve gönül gözüyle gören, Allah Teala tarafından tevhid makamına yerleştirilir.
Şehrin (ra) sözünden anlaşılan ikinci anlam ise şudur: Mümin, ancak ihtiyaç ve zaruret kadarını alır. Bu yüzden de haram kılın­mış şeylerde dahi onun için ancak helal olabilecek kadarı mevcut­tur. Bu, sıdk makamındaki müminin sıfatıdır.
İbnü'l-Mübarek'e, 'İkiyüzüncü yıldan sonra adalet güçlenir mi?' denilmişti. Şöyle dedi: Bu soru Hammad b. Seleme'nin yanında da sorulmuştu. O buna çok kızdı ve şöyle dedi: Eğer başarabilirsen iki yüzüncü yıldan sonra öl! Çünkü o öyle bir zamandır ki facir yöne­ticiler gelecek, zalim vezirler türeyecek, hain mutemetler çıkacak ve fıska batmış Kur'an okuyucuları görülecektir. Onların kendi aralarındaki konuşmaları, sövüşmekten ibarettir. Onlar, Allah ka­tında 'bozulmuşlar' olarak isimlendirileceklerdir.
Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: İki yüzüncü yıldan sonra Al­lah Teala'dan helal rızık vermesini niyaz etmekten utanırım. Tek niyaz edebileceğim, bana azap etmeyeceği türden rızık vermesidir.
ibrahim b. Edhem (ra) ise şöyle demiştir: Filan oğulları bize he­lal adına hiç bir şey bırakmamışlardır. O, bununla kralları ve emir­leri kasdediyordu.
Denildi ki: Ali (kv), Osman'ın (ra) şehit edilmesinden ve beytül-malin talan edilmesinden sonra mühürlü yemek dışında bir şey ye­memişti.
Rivayete göre Ali'nin (kv) sadaka toplamakla görevlendirmek istediği memur şöyle demiştir: Yanında iken mühürlü bir toprak kap istedi. İçinde bir mücevher veya külçe altın olduğunu sandım. Mührü açtığında kapta arpa kavutu olduğunu olduğunu gördüm. Sonra arpayı önümüze yaydı ve şöyle dedi: Buyur yemeğimizden ye. Kendisine, 'Ey müminlerin emiri, yemek kabınızı mı mühürlü-yorsunuz?' diye sorduğumda şu cevabı verdi: Evet, çünkü yemeği­me başkalarının yemeğinin karışmasından endişe ediyorum.
Rivayete göre sahabeden bir topluluk, Osman'ın (ra) öldürülme­sinden sonra hiç bir öğünden karınları tok olarak kalkmamışlardı. Çünkü Osman'ın (ra) öldürülmesinden sonra beytülmal talan edil­diği için bu haram paralar, Medine halkının paralarına karışmıştı. İbni Ömer (ra), Sa'd (ra) ve Üsame b. Zeyd (ra) bu sahabilerdendir. Vekî' b. el-Cerrah ve Yusuf şöyle derlerdi: Bize göre dünya üç mertebeden ibarettir: Helal, Haram ve Şüpheler. Helalin hesabı, haramın azabı, şüphelerin ise kınanması sözkonusudur. Dünyadan size yetecek kadarını alın. Aldığınız bu miktar helal ise, zühd gös­termiş olursunuz. Şüphelilerden ise, vera'da bulunmuş olursunuz ve hafif bir azar ile kurtulursunuz.
Yine o ikisinden şu söz nakledilmiştir: Yaşadığımız şu devirde Ebu Zer (ra) ve Ebu'd-Derda (ra) kadar zühd sahibi olan kimselere zahid denilemez. 'Niçin?' diye sorulduğunda şöyle dediler: Çünkü bize göre zühd, mutlak helallarde sözkonusu olabilir. Günümüzde mutlak helal neredeyse yok denecek kadar azdır. Her ikisi de iki yüzüncü yıldan önce öldüler.
Vekî' b. el-Cerrah Selefe çok benzeyen bir alimdi. O, Abdullah b. Mesud'a (ra) benzetilirdi. Yediği yemek üzerinde çok titizlenirdi. Kendisine helalin ne olduğu sorulduğunda, soru sahibini azarlardı. Sürekli, 'Helal nerede ki? Helal beni nereden bulsun?' derdi.
Rivayete göre şöyle demiştir: İrşad isteyen biri, ilmimizdeki he­lalin ne olduğunu sorsa şöyle derdik: Papirüs köklerini ye ve giysi­ni çıkartıp Fırat'a gir. Bunun üzerine, 'Peki sen ey Ebu Süfyan! Sen ne yiyorsun?' diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Allah'ın rızkını yiyor ve O'nun afnnı ümid ediyorum.
Sonrakiler arasında yer alan Bişr b. el-Hars'a (ra) helal hakkın­da sorular sorulmuş ve şöyle denilmişti: Sen nereden yiyorsun ey Eba Nasr? O da şu cevabı vermişti: Sizin yediğiniz yerden. Ama ağ­layarak yiyen ile gülerek yiyen bir değildir. Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Ama elimi kısaltmaya, lokmanın daha küçüğünü yemeye başladım. Adamın biri ona sarhoş etmeyecek miktarda bi­ra içmenin hükmünü sormuştu. Şöyle cevap verdi: Hurmayı satın aldığın dirhemi nereden kazandığına bak. O nereden gelmektedir? Eğer helal ise tamam, ama haram ise helak oldun demektir. Sen en iyisi sarhoş etmeyen miktarı da terket!
Seri es-Sekatî (ra) helal yeme konusunda çok titiz davranır ve sadece kaynağını bildiği yerden yemek yerdi. Adı Ahmed b; Han-bel'in (ra) yanında anıldığı zaman İbni Hanbel (ra) onu över ve şöy­le derdi: Hani şu gıdasının temizliğiyle bilinen delikanlıyı mı kas-dediyorsunuz? O şöyle derdi: Şüpheleri terketme gücü, ancak arzu ve şehvetleri terkedenlerde bulunur.
Denir ki: Bişr b. el-Hars (ra) yemeği önüne koyup yerdi. Bişr ko­nuşurken Seri es-Sekatî onun arkasına dikildi ve halkasına mutta­li olduktan sonra şöyle dedi: Ey Bişr! İki kuruşa bir terlik alsan da onları giyip şu ismin ağırlığından kurtulsan!
Bilindiği gibi Bişr'in lakabı Hafi yani çıplak ayakla yürüyen idi. Bişr buna karşılık vermeyerek sustu. Söz sahibinin Serî'nin arka­daşlarından biri olduğunu zannetmişti. Halkasında bulunanlar, 'Ey Eba Nasr! Söz sahibi sizin için ancak hayır dilemektedir. Bişr, arkasına dönüp de onun Serî olduğunu görünce şöyle dedi: Allah Allah! İsmi gibi farkettirmeden yürüyen bir insan!
Seri es-Sekatî (ra) Ahmed b: Hanbel'e (ra) bir para göndermiş, ibni Hanbel (ra) de parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri es-Sekatî (ra) ona giderek bu ilmin bazı yönlerini anlatmış ve geri çe­virmenin ne gibi görünmez afetler ihtiva ettiğini açıklamıştı. Bu­nun üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) parayı kabul etti ve bir daha on­dan gelen hiç bir şeyi geri çevirmedi.
Seri es-Sekatî (ra) hakkında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: Serî dedi ki: Günlerden bir gün uzun bir yol aldıktan sonra içinde göl ve üzerinde yeşil otlar bulunan bir araziye ulaştım. İyice acıkmıştım. Oradaki otlardan yiyip gölün suyundan avuçlarımla içtim.
Sırtımı bir yere yasladıktan sonra kendi kendime helal bir ye­mek yediğimi düşünmeye başladım. O anda içimden şöyle bir ses duydum: Ey Seri! Helal yediğini düşünüyorsun. Peki seni o araziye kadar götüren kuvvetin kaynağı nedir? Hiç düşündün mü? Bunun üzerinde kalbimden geçen düşünceden dolayı Allah Teala'dan mağ­firet diledim.
Şakik el-Belhî (ra) şöyle derdi: Günümüzde kazanç yollan iyice bozuldu. Ticaret ve zanaatlar şüpheyle doldu. Bunlardan elde edi­len kazançları biriktirmek ve toplamak asla helal olmaz. Çünkü al­datmaca ve sahtekârlık her yanı kaplamış durumda. Müslümanlar, ancak zaruret halinde bu tür ticaret ve zanaatlara girmelidirler.
Yine o şöyle demiştir: İnsanlar, peygamber katilleri gibi oldular. Çünkü onların sünnetlerini öldürmeye ve çizdikleri yollan örtmeye çalışıyorlar. Bir peygamberin koyduğu sünnetleri iptal eden kim­se,onu öldürmüş gibidir.
Bu sözü söylediği yıl, Hicret'in yüz yetmişinci yılıdır. Ey Allah Teala'nın birliğine ve O'nun vaadine yakinen iman eden müslü-man! Selef uleması ve halefin seçkinleri gözünde o günlerin duru­mu böyle olursa, yaşadığımız şu günlerin durumu ne olacaktır?! Sana düşen; dünya hakkında zühd sahibi olman ve dünyadan sana yetecek kadannı alınandır. Bunun ötesinde dünya mallarını birik­tirir ve üst üste yığarsanız, günah işlemiş olursunuz. Allah Te-ala'nın size gösterdiği açık musibetler ve değişik durumlar, dünya­ya karşı zühd sahibi olmanız maksadıyladır. Eğer bunu farkederse-niz, sizden uzaklaştırılan her dünyalığın -hoşunuza gitmese de- si­zin için hayır olduğunu bilirsiniz.
Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Adem oğ­lunun -helalinden bile olsun- doldurduğu kapların en kötüsü mide­dir".[53][87] Eğer bir şey yemeniz gerekiyorsa yemeğin üçte birini, içece­ğin üçte birini ve nefesin üçte birini alın.
Midenin üçte birini dolduran yemek, onu tıka basa dolduran ye­mekten daha hayırlıdır. Çünkü onu tıka basa doldurulması kötü­lüktür. Kötülük ne kadar eksilirse o kadar iyidir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Al­lah Teala'yı en çok gazaplandıran şey, -helalinden bile olsun- tıka basa doldurulmuş bir mideden başkası değildir". Başka bir hadis de şöyledir: "Allah Teala yeryüzündeki nzkını, karın tokluğu kıldığı kuluna azap etmez". Allah Teala buyurdu ki: "Rabbi'nin rızkı da­ha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131) Burada kasdedilenin günü birlik rızık veya kanaatkârlık olduğu söylenmiştir.
Müslümanlar, adaletin hakim olduğu devirlerde şüphelerden sakınıyorlardı. O devirlerde hayır ve ihsan da mevcuttu.
Rivayete göre, Fudayl b. Iyaz, İbni Uyeyne ve İbnü'l-Mübarek Mekke'de Vüheyb b. el-Verd'in meclisinde bir araya gelmişlerdi. Sö­zün arasında taze hurmadan bahsettiler. Vüheyb şöyle dedi: Benim için yiyeceklerin en güzeli odur. Ama onu yemem. *Niçin?' diye so­ruldu. Dedi ki: Mekke'nin hurma bağları, -Zebide ve benzerlerini kasdederek- şunlann satın aldıkları bağlarla karıştı. Bunun üzeri­ne Îbnül-Mübarek şöyle dedi: Eğer bu kadar derin düşünürsen, yi­yecek ekmek bile bulamazsın. *Neden?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Şehrin arazilerine baktığımda, sahipsiz arazilerle karışmış olduğunu gördüm. Bunu duyar duymaz Vüheyb bayıldı.
Süiyan, İbnü'l-Mübarek'e, 'Ne demek istedin? Az kaldı adamı öldürecektin' dedi. İbnü'l-Mübarek de, 'Yemin ederim ki onun biraz daha geniş olmasını sağlamaktan başka bir niyetim yoktu' dedi. Vüheyb aydınca şöyle dedi: Yapanla görüşünceye kadar bir daha ekmek yersem Allah bana azap etsin!
Vüheyb sütü şöyle içerdi. Annesi ona süt getirdiğinde 'Bu sütü nereden aldın?' diye sorardı. Annesi de 'Filan ailenin koyunundan' derdi. Bunun üzerine, 'O koyunun parasını nasıl vermişler?' derdi. Annesi de koyunu nasıl satın aldıklarını açıklardı. Bütün bunları tasvip edip sütü ağzına yaklaştırırken şöyle derdi: Bir şey daha kaldı. Bu koyun nerede otlamış? Bir defasında bu soru üzerine an­nesi sustu.
Annesine, 'Bu koyunun nerede otladığını söylemezsen onu iç­mem' dedi. Annesi de koyunun, Mekke Emiri İbni Abdüssamed el-Haşimi'nin sürüsüyle beraber hazine arazisinde otladığını söyledi. Bunun üzerine şöyle dedi: Bu sütte bütün müslümanların hakkı var. Onların haklarını çiğneyerek bu sütü tek başıma içmem bana helal olmaz. Bu sütte onlar benim ortaklarımdır. Annesi, 'İçiver ne olur, Allah seni bağışlar7 dedi.
Annesinin bu isteğine şöyle karşılık verdi: Onu içtiğim için ba­ğışlanmak istemem. Annesi, 'Neden?' diye sorunca şu cevabı verdi:
Çünkü bir günah sebebiyle Allah Teala'nın bağışına nail olmak is­temem!
Tavus el-Yemanî*nin ticaretiyle uğraştığı hurması vardı. İş orta­ğı, Yemen'de onun sermayesi ile emirin bir dostundan deri almış ve bunu Tavus'a bildirmişti. Tavus ona şöyle bir yazı gönderdi: Lehi­mize olanı bozarak aleyhimize çevirdin. Ben bu işin hiç bir tarafı­na bulaşmak istemem. Deriyi Yemen'de sat ve parasını sadaka ola­rak dağıt. Onun parasından tek bir dirhemi dahi Harem'e sokma. Ben, sadaka dağıttığın fakirlerin yiyecekleri lokma için Allah Te-ala'dan bağışlanma diliyor ve bu işten başabaş kurtulmak istiyo­rum.
Denilir ki: Bu hadise, onun yoksulluğa düşmesine neden oldu. Çünkü onun bundan başka sermayesi yoktu. Bu hadiseden sonra bilinen bir dünyalığı olmaksızın yaşamaya devam etti.
Halid el-Kuşeyrî, İbnü'z-Zübeyr'in ardından Mekke valiliğine tayin edilince Mekke'ye gelen Yemenliler'in istifade etmesi için yol üzerine su kanalı yaptırmıştı. Tavus ve Vehb b. Münebbih bu kana­lın yanından geçerken bineklerinin o kanaldan su içmelerine mü­saade etmezlerdi.
Sehl (ra) şöyle bir hadise anlatmıştı: Bir adam, köyün birinde aç olarak gecelemişti. Sabah namazı için kalktığında açlığından dola­yı ayakta duramadı. Allah Teala da o köyde namaz kılanların ta­mamının sevabını ona verdi. 'Peki bu nasıl oldu?' diye sordular. O da şunu anlattı: O kimse, helal rızık aramış ama bulamamıştı. Kar­nına haram lokma girmesini de istemiyordu. İşte bu nedenle gece­yi aç olarak geçirdi. O gece orada namaz kılanların sevapları da ona verildi.
Süleyman et-Teymî (ra) bir yerde buğday unu yemekten imtina etmişti. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle dedi: O un, şu değirmen­de Öğütülmüştür. Bu suda bütün müslümanların hakkı vardır. Hal­buki bu insanlar diğerlerine hiç bir şey vermeksizin onun gelirini yalnız kendilerine alıyorlar.
Bir kadın Bişr b. el-Hars'a (ra) bir sepet üzüm hediye etmiş ve 'Bu, babamın hayrıdır* demişti. Bişr üzümü geri çevirdi. Kadın, 'Nasıl olur da babamın üzümünde, onun mülkiyetinin sıhhatinde ve mülkünün bana miras kalmasında şüpheye düşersin? Satın alma belgesinde de senin şahitliğin yazılı iken nasıl böyle davranır­sınız?* diye şaşkınlığını ifade etti.
Bişr şöyle dedi: Doğru söylüyorsun. O babanın mülkü idi, ama sen oranın üzümünü bozdun. Kadın, 'Nasıl?' diye sordu. Bişr de şöyle dedi: Sen bağı, Halife Me'mun'un dostu, Tahir b. Hüseyn b, Mus'ab b. Abdullah b. Tahinin kanalından suladın. O kanal, bağın batı tarafını aşarak geçiyor. Eskiden o kanal köprüye kadar gitmez ve oradan su çekilmezdi.
Bişr (ra) şöyle demiştir: Otuz yıldır canım kebap yemek istiyor. Ancak zühd sebebiyle yemiyor da değilim. Kebap alacak helal pa­rayı bir bulsam, alıp yiyeceğim.
Bütün bunlar öncekilerin ve Selef-i Salih'in bu konuda takip et­tikleri yolu gösteren örneklerdi. Halef içindeki sâlih zatlar da gö­rüldüğü üzere aynı yolda yürümüşlerdir. Bu yolu izleyen, akıbette de onlara katılır ve onlardan biri gibi olur. Bu yola karşı çıkanlar ise, Selefin sünneti üzere değildirler. Onlar, halefin salihleri ara­sında da yer alamazlar. Sabık iradesi ile Allah Teala'nın rahmeti­nin genişliği ortadadır. Ey akıl sahipleri ibret alın!
Geçmişler arasındaki vera' ehlinin güzel adetlerinden biri de şuydu: Onlar bir kimsedeki haklarını alacakları zaman, onun ta­mamını almak istemez, bir kısmını bırakırlardı. Böyle davranma­larının sebebi, helal sınırını aşarak şüpheli kısma taşmaları endi­şeleri idi. Kendileriyle haram arasında bir sınır bulunmasını tercih ederlerdi. Alacaklarından bıraktıkları kısım, böyle bir tampon me-sabesindeydi. Onlar, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğuna dayana­rak böyle davranmışlardır: "Korunan yerin etrafında dolaşıp du­ranların oraya düşmeleri çok yakındır".
Selef arasında, hakkı olanın bir kısmım başka bir niyetle bıra­kanlar da vardı. Onlar da Allah Teala'nın şu buyruğuna dayanır­lardı: "Muhakkak Allah adaleti ve iyilik etmeyi emreder". (Nahl/90) Onlar şöyle derlerdi: Adalet, hakkın tamamının alınması ve tam olarak verilmesidir. İyilik ise, hakkın bir kısmının bırakılması ve iyilik sahibi olabilmek için hakkın üzerinden bir şeyleri O'nun için sarfetmektir. Allah Teala bu ayetinde adaleti emrettiği gibi iyilik ve ihsanı da emretmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Takva sahipleri üzerine düşen bir hak olarak, ihsan sahipleri üzerine düşen bir hakolarak" (Bakara/236) Bu, artık bilinmeyen bir sünnettir. Bununla amel edenler onu ihya etme sevabma ererler.
Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Borçlunun biri de­di ki: Borcumu ödemek üzere vera' ehlinden biri olan alacaklıya git­tim. Borcum elli dirhemdi. Borcumu ödeyeceğimi söyleyince elini açtı. Ben de dirhemleri sayarak eline koydum. Kırk dokuza gelince elini kapattı. *Bir dirheminiz daha kaldı' dediğimde bana şöyle de­di: Onu sana bırakıyorum. Ben verdiğim bir şeyin tamamını geri almaktan hoşlanmam. Çünkü bana ait olmaması ihtimali bulunan bir şeyi almış olabilirim.
Abdullah b. el-Mübarek ve diğerleri şöyle derlerdi: Doksan do­kuz şeyden sakınıp tek bir şeyden sakınmayan kimse dahi takva sahibi sayılmaz. Doksan dokuz günahtan tevbe edip tek bir günah­tan tevbe etmeyen de aynı şekilde tevbekâr sayılmaz. Doksan do­kuz şeyde zühd gösterip bir tek şeyde zühd göstermeyen de zahid-lerden sayılmaz.
Atiyye es-Sa'dî (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kişi, sakıncalı bir duruma düşmekten çekinerek mahzursuz kısmı terketmedikçe takva sahiplerinden olamaz".
Ebu'd-Derda'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Takva ancak şudur ki kul, zerre miktarı bir şey için dahi Allah'tan korkar ve he­lal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını haram olabilir endişesiyle bırakır. Bu da kendisiyle haram arasında bir set olur.
Aynı manada Ebu Bekir-i Sıddık'ın (ra) da şöyle dediği nakledil­miştir: Biz, tek bir haram dairesine düşme endişesiyle helalin yet­miş dairesini terkederdik. Bu, artık gidenlerinin olmadığı bir yol­dur. Bu yola giren kimse, onu ihya etmiş olur.
Tüccar, zanaatkar ve mubah sebeplere dayalı olarak Kitab ve Sünnet uygun mubah geçim yollarında çalışan kimselerin malları­na gelince bunlar da şüpheli mallar sınıfina girer.
Bu mallar, taşıdıkları şüphe bakımından da iki kısma ayrılırlar:
1.Helale yakın şüpheliler: Takva sahipleriyle ticari ilişkisi olan, vera' ehline alıp veren kimselerin malları bu sınıfa girer.
2. Harama yakın şüpheliler: Takva ve vera* bakımından zayıf olan kimselerle ticaret ve alışveriş ilişkisine giren kimselerin mal­landır.
Bunlar dışında kalan askere ait mallara gelince, bunlar haranı inallar niteliğindedir. Bununu sebebi de kazanma şeklinin sıhhat-sizliği ve şer1! hükümlere aykırı olarak elde edilmiş olmalarıdır. Bu kesimin malları, hiç bir ticaret veya zanaata dayanmaz. Gasp yo­luyla mı yoksa suç işlenerek mi kazanıldıkları tam olarak biline­mez. Bunlar kolay kazanılmış mallardır. Bildiğim de bunların ha­ram olduklarıdır.
Allah Teala sizin içinizdedir. Ey zavallı! Yarın nereye gideceğini düşün! Dinini iyi koru! Kazancın dininden, lokman imanmdandır. Eğer bunları hafife alırsan, dinini hafife almış, hükümleri reddet­miş ve bugün ziyan etmiş, yarın için de hiç bir hazırlık yapmamış olursun. Böyle kötü bir takdirden Allah Teala'ya sığınırız.
İnsanın can düşmanı olan şeytan haram lokma ile kula galip geldiği zaman, amellerde kendisine karşı durulamaz. O, bu şekilde kandırdığı kula şöyle der: Ben senden ihtiyacım olanını aldım. Şim­di dilediğin kadar amelde bulunabilirsin! Çünkü böyle birinin amelleri, onun kalbini daha fazla karartmaktan, iradesini iyice za­afa uğratmaktan, kaygısızlıktan başka bir şey doğurmayacaktır. O, ilahi yardımdan ve korumadan mahrum bırakılmıştır. Yazılı ilme ve hikmete varis olma şansını da yitirmiştir.
Çarşı pazarda iş yapan kimse, mekruh sıfatlar taşıyor, teamül­lerinde ilmin gereklerine aykırı davranıyor, dini hükümleri gözet­miyor, neyi nereden kazandığını önemsemiyor, hangi vasıtayı kul­landığına bakmıyor ve kazancında sakınmıyorsa onun Allah'ın di­ni ile bir bağı olamaz.
Onun hükmü, malları batıl yollarla yiyen, kendi kendini helak eden, dinini bozan ve müslümanları aldatan kimsenin hükmü ile aynıdır. Allah Teala İslah edenlerin ödüllerini ziyan etmeyeceği gi­bi ifsad edenlerin işlerini de asla düzeltmeyecektir.
Bunlara ilaveten böyle biri, ne Allah için ne de kulları için dü­rüst davranmayan biridir. Onun dindeki makamı zulüm, hali ise arzu ve hırstır. Allah Teala zalimleri sevmez. Böyle biri, ticari ta­sarruflarından dolayı tevbe etmekle yükümlüdür. İçine düştüğü halden dolayı tevbe ederek Allah'a yönelmelidir. Ölüm kapısını çal­madan ve nrsat kaçmadan bunu yapmalıdır. Aksi takdirde Allah Teala'nın huzuruna bir zalim olarak çıkacaktır.
Allah Teala buyurdu ki: "Tevbe etmeyenler var ya, işte onlar za­limlerdir". (Hucurat/11) Yine O şöyle buyurmuştur: "Zalimler de nasıl bir inkılap ile devrileceklerini, nereye dönüp kaçacaklarını yakında öğrenirler*'. (Şuara/227)
Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Dünya azgın bir deniz tüccar da ona dalan dalgıç gibidir.
Kimi dalar ve inci çıkarır ki bu, ahiret ehlinden olup onun için çalış anlardandır.
Kimi dalar ve moloz çıkarır ki bu dünya için hırslanıp duran eh­li dünyadandır.
Kimi dalar ve balık çıkarır ki bu, orta yolu tutanlardandır. Kimi dalar ve denizin dibinden çıkamayarak boğulur ki bu, iba­det etme şerefinden uzaklaştırılarak çarşı pazara atılan kimseler­dendir. Bunlar ne zaman bir iyilik yapmak isteseler, ondan uzak­laştırılarak pazara kovulurlar ve orada didinip dururlar. Onlar gü­nah denizinde boğulmuş kimselerdir.
Kimi de dalar ve dalgalarla birlikte inip çıkmaya başlar ki bu da, günümüzün müridlerindendir. Dalga yükseldikçe kurtulmak için çabalar, alçalınca helak olma endişesine kapılırlar. Tevbeleri onları kurtuluşa götürürken, alışkanlıkları da helaka doğru çek­mektedir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kârlı bir iş edinmeyin, yoksa dünyaya rağbet eder gidersiniz".[54][88]
Rivayete göre Allah Teala, peygamberlerinden birine şöyle vah-yetmiştir: Cezaların ardarda indirildiği dönemde aile ve mal edinmeyin!
Güç ve hareket, yüceler yücesi Allah Teala sayesindedir. Salat ve selam efendimiz Muhammed'e, O'nun aile ve ashabının üzerine olsun. [55][89]













[1][35] Tinnİzî, Salat/41; N«a% Ezan/32; İbni Mâce, Ezan/3; İbni Hanbel, IV/217.
[2][36] İbnİ Mâce, Ticarat/6; İbni Hanbel, 1/21, U/23
[3][37] Ebu Davûd, Buyû/f
[4][38] Müslim, İlm/15, Zekat/69; Nesa'î, Zekat/64; İbni Hanbel, IV/357, 359, 360, 361
[5][39] tbni Hanbel, 1/248
[6][40] . Buharî, Vekalet/5, 6, İstİkraz/4, 6, 7, Hibe/23, 25; Müslim, Müsakat/118-122; Ebü Davûd, BuyuVll; Tirmizî, Buyu'/73, 75; Nesa'î, Buyu764, 103; İbni Mâce, Sadakat/16; Muvatta', Buyu789; Dârimî, Buyu731; İbni Hanbel, 11/377, 393, 416, 431, 456, 476, VI/390
[7][41] İbni Mâce, Sadakat/15
[8][42] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyu716; İbni Mâce, Ticarat/28; Muvatta', Buyu7100
[9][43] İbni Mâce, Sadakat/19.
[10][44] Buharı, İstikraz/13
[11][45] Konuyla ilgili hadisler için b. Buharî, İman/42, Zekat/2, BuyuY68, Şurut/1, Ahkam/43; Müslim, îman/97,98; Tirmizî, Birr/17; Darİmî, Buyu79; tbni Hanbel, IV/358, 361,364,365.
[12][46] Müslim, İman/95; Tirmizî, Birr/17; Nesa'î, Bey'at/31; Darimî, Rikak/41; îbni Hanbel, MSI, U7297, IV/102.
[13][47] Müslim, İman/164; Tirmizî, BuyuV74
[14][48] Ebu Davûd, Cı had/9; Darimî, Cihad/28
[15][49] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/348-381.
[16][50] Ebu Davûd, İmaret/7; Darimî, ZekaÜ28; İbni Hanbel, IV/142, 150.
[17][51] Ebu Davûd, Buyu748; İbni Mâce, Ticaraf 52
[18][52] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/381-400.
[19][53] Buharî, Mezalim/33; Müslim, İman/226; Ebu Davûd, Sünnet/29; Tinnizî, Diyat/21; Ne-sa'î, Tahrim/22, 23, 24; İbni Mâce, Hudud/21; İbni Hanbel, 179,187-190,11/163,193,194, 205, 206, 210217, 221, 324.
[20][54] Benzer hadisler için b. Müslim, Zekat/70; tbni Hanbel, IV/358, 361.
[21][55] Müslim, Nikah/110; Ebu Davûd, Etime/l; tbni Mâce, Nikah/25
[22][56] .  Müslim, Eşribe/73; Ebu Davûd, Eşribe/5; Tirmizî, Eşribe/1; İbni Mâce, Eşribe/9; İbni Hanbel, 11/16, 29, 31, 105, 134, 137.
[23][57] Bu hadis İçin b. Buharı, Iibas/61; Ebu Davûd, Libas/27; Tirmizî, Edeb/34; İbni Mâce, Ni­kah/22; İbni Hanbel, 1/254, 330, 339,11/200, 287, 289.
[24][58] Ebu Davûd, libas/17; Tirmizî, Edeb/45.
[25][59] Benzer bir hadis için b. Dârimî, Mukaddime/6.
[26][60] . Buharı, Buyu'/58, 64, 68, 69, 70, 71, İcare/14, Şurut/8; Müslim, Nikah/51, 52, BuyuVll, 12, 18, 20-22; Ebu Davûd, Buyu745; Tirmizî, Buyu'/13; Nesa*î, Buyu'/16, 17, 18, 19; îbni Mâce, Ticarat/15; Muvatta1, Buyu'/96; İbni Hanbel, 1/163, 164, 368,11/42, 153, 238, 243, III/307. 319 S«fi sû<7 ivflı-ı i""
III/307, 312, 386,'392, IV/314, V/ll
[27][61] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Bnyu'/68; Nesa'î, Buyu760, 71, 72; İbni Han­bel, 11/179.
[28][62] Bu manadaki hadisler için b. Tİrmizî, Libas/7; Nesa'î, Fei75; İbni Mâce, Libas/26; îbni Hanbel, IV/310, 311
[29][63] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davud, Libas/4; İbni Hanbel, 11/50
[30][64] Bu manadaki hadisler için b. Buharı, Tefsir-i Suret-i 59/4, Ubas/82, 84, 85, 87; Müslim, libas/120; Ebu Dayûd, Tereccül/5; Tirmizî, Edeb/33; Nesa'î, Zinet/24, 26, 71; İbni Mace, Nikah/52; Dârimî, îsti'zan/19; İbni Hanbel, 1/415, 417, 434, 443, 454, 465, VI/257
[31][65] Saç bağlamakla ilgili hadisler için b. Buharî, Libas/83; Tirmizî, libas/25; Nesa'î, Zi-net/21; İbni Hanbel, III/296, 387.
[32][66] Bu nehiyle ilgili hadisler için b. Tinnizî, Libas/32; Dârimî, Udahi/12.
[33][67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/400-420.
[34][68] Nesa% Buyu72; tbni Mâce, Ticaret/58; İbni Hanbel, 11/494
[35][69] İbni Mâce, Mukaddime/17.
[36][70] Benzer manadaki hadisler için b. Müslim, Zekat/64; Tirmizî, Tefsiru Suret-i 11/36; Dari-mî, Rikak/9; îbni Hanbel, 11/328
[37][71] îbni Hanbel, 11/373
[38][72] Bu manadaki hadisler için b. Buhari, İman/39, Buyû'/2; Müslim, Müsâkât/107; Ebu Da-vûd, Buyû/3; Tirmizî, Buyû/1; Nesa'î, Buyü/2, Eşribe/50; İbni Mâce, Piten/14; Dârünî, Buyû/1; İbni Hanbel, IV/267, 269, 270, 271
[39][73] Buharî, Şehadât/27, Ahkam/20, Hıyel/10; Müslim, Akziye/4; Ebu Davûd, Akziye/7; Tirmi-zî, Ahkam/11; Nesa'î, Kudât/13, 33; İbni Mâce, Ahkam/5; Muvatta', Akziye/1; İbni Han-bel, VT/203. 290 aflfl son
bel, VI/203, 290, 308, 320
[40][74] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î, Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20, BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[41][75] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î, Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20, BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[42][76] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyü'/3; Tinnizî, Kıyamet/60; tbni Hanbel, III/153
[43][77] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Bİrr/14,15; Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; Ib-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252, 256
[44][78] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Birr/14,15; Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; B>-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252, 256
[45][79] Buharî, Şehadât/6
[46][80] İbni Hanbel, 1/379.
[47][81] . Konuyla ilgili hadisler için b. Ebu Davûd, Et'ıme/47; Buharı, Zebaih/34, VuzûV67; Tirmi­zî, Et'ıme/8; Nesa'î, FerVlO.
[48][82] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî. Et'ıme/23; İbni Hanbel, 111/38.
[49][83] Tirmizî, Zühd/11; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta', Husnü'l-Huluk/3; İbni Hanbel, 1/301
[50][84] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî, Et'ıme/23; İbni Hanbel, 111/38
[51][85] İbni Hanbel, IV/7, 8; Buharı, Şehadât/13; Ebu Davûd, Akziye/18; Nesa"î, Nikah/57.
[52][86] Benzer hadisler için b. Buharı, Buyu73, 100, Husûmât/6, Vasaya/4, Megazî/53, Feraiz/18, 28, Hudud/23, Ahkam/29; Müslim, Razâ'/36, 37; Ebu Davûd, Talak/34; Tirmizî, Ra2â'/8, Vasaya/5; Nesal, Talak/48, 49, 84; İbni Mâce, Nikah/59, Vasaya/6; Dârimî, Nikah/41, Fe-raiz/45; Muvatta', Akziye/20; îbni Hanbel, 1/25, 59, 65, 69, 104,11/179, 207,239, 280, 386, 409, 466, 475, 492, IV/186, 187, 238, 239, V/267, 326, VI/37, 129, 200, 226, 237.
[53][87] Tinnirf, Zühd/47; tbni Hanbel, IV/132.
[54][88] Tinnizî, Zühd/20; İbni Hanbel, 1/377, 426, 443
[55][89] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/420-455.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar