KUT'UL KULUB 15
Allah Teala
buyurdu ki: "Ve gündüzü geçim zamanı kıldık". (Ne-be/11) Allah Teala
bunu, mucize ve nimetlerini sıraladığı bir ortamda zikretmiştir.
O, başka bir
ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Biz (yeryüzünde) geçim yolları
varettik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?!" (A'raf/10) Görüldüğü üzere burada
'geçim yolları', şükredilmesi gereken nimetler olarak görülmektedir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahlar arasında
öyle günahlar vardır ki onlar, ancak geçim tasasıy-la kefaret bulurlar".
Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Kişinin bileğinin kazancıyla
ve helal iş sayesinde yediği, helal kılınmıştır". Bu hadis-i şerifin
başka bir lafzı da şu şekildedir: "Dürüst zanaat ehlinin bileğiyle
kazandığından yemek, kula helal kılınmıştır". Allah Resulü (sav) başka
bir hadislerinde ise şöyle buyurmaktadır: "Özü sözü doğru tacir, kıyamet
günü sıddıklar ve şehitlerle beraber haşrolunur".
Bir hadis-i
şerifte de Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dilencilikten
sakınmak, ailesi için çalışmak ve komşusuna yardım etmek için dünya (malının)
helalini arayan kimse, Allah Teala'ya yüzü ondördündeki ay misali parlayarak
kavuşur".
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) bir sabah ashabı ile otururken, güçlü kuvvetli bir
gencin geçtiğini gördüler. Genç, erken saatte işe gidiyordu. Sahabeden biri,
'Vah şuna, gücünü ve gençliğini Allah yolunda harcasa ne iyi ederdi!' dedi.
Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Sakın böyle demeyin. Eğer o,
kendisi için çalışıyorsa başkalarına el açmaz ve insanlara muhtaç olmaz, bu durumda
da Allah yolunda çalışmış olur. Eğer güçten düşmüş ana baba veya ailesi için
çalışıyorsa onları dilenmekten ve başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Bu da
Allah yolu sayılır. Eğer böbürlenmek ve çoklukla övünmek için çalışıyorsa,
işte o zaman şeytanın yolundadır".
İbni Mesud
(ra) şöyle derdi: Ben, ne dünya ne de ahiret uğraşında bulunmayıp boş gezen
kimseden nefret ederim. İbrahim en-Ne-ha'i de (ra) şöyle demiştir; Geçimini el
emeğiyle kazanan zanaat ehli, Selef-i Salih gözünde ticaret ehlinden daha sevimli
idi. Tüccar da, boşta gezenlerden daha sevimli görülürdü.
İbrahim'e
dürüst taciri mi, yoksa zamanını devamlı ibadetle geçiren kişiyi mi daha çok
sevdiği sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Dürüst taciri daha çok severim.
Çünkü o, ölçü ve tartıda kendine musallat olan şeytanla cihat etmektedir.
Alışverişle uğraşan kimse, devamlı onunla cihad halindedir. -
Hasan
el-Basri (ra) işe bu hususta onun görüşüne karşı çıkmış ve Ömer b, Hattab'ın
(ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Ölümün bana ulaşacağı her yer, ailemin geçimi
için ticaret yapmak gayesiyle seyahatte bulunduğum yerde ulaşmasından çok daha
sevimlidir.
Eyyub şunu
nakletmiştir: "Ebu Kılabe bana şöyle dedi: Pazara devam et. Çünkü
zenginlik afiyettedir. Burada 'afiyet', insanlara muhtaç olmamak anlamına
gelmektedir. Allah Teala, herşeyi en iyi bilendir. Ancak burada kasdedilen
'zenginlik', Allah'a itaati engellemeyen bir zenginliktir.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle derdi: Ticaret yap, al ve sat. Sermayenin bereketi,
çiftçinin bereketi kadar olmasa bile böyle yap". Şam abidlerinden İbni
Muhayriz şöyle derdi: "Allah yolunda müşriklerin ganimetinden alınan ve
içindeki Allah hakkı ifa edilmiş bulunan bir kaynaktan sağlanarak karnımı
doyurduğum bir yemek, dürüst tacirin kazancından yapılan yemekten daha sevimlidir.
Selef-i
Salih, ailesinin geçimi için çalışan müslümanı, Allah yolunda cihad eden
mücahid gibi görüyor ve onu diğerlerinin üstünde görüyordu. Bu konuda şöyle
bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"Allah
Teala bir meslek edinerek insanlara muhtaç olmaktan kurtulan kulu sever".
Dostlarımdan
biri, Ebu Cafer el-Fergani'den şunu nakletmişti: Bir gün Cüneyd-i Bağdadi'nin
huzurunda otururken, mescidlerde oturup sufilere benzemeye çalışan kimselerin
bahsi geçmişti. Onlar, mescidlerde layıkıyla oturma noktasında kusurlu
davranmakla kalmayıp bir yandan da pazara giden insanları ayıplıyorlardı.
Cüneyd (ra)
bunun üzerine şöyle dedi: Pazarda öyle insanlar vardır ki, hakiki mescid
ehlinin izniyle oraya oturup diğerlerini çıkarma ve çıkanların yerlerini alma
mertebesinde dirler. Ben öyle bir zat tanıyorum ki, pazar esnafından olmasına
rağmen günlük evradı olan üçyüz rekat namaz ve otuz bin teşbihi eda eder. O
zat, benim tasavvurumu dahi aşmış durumdadır.
Kul pazar
esnafından ise, öncelikle alışveriş, satın alma, satma ve insanlarla yapılması
gereken ticari muameleyi iyice öğrenmelidir. Ayrıca faize bulaşmaktan
sakınabilmek için ona götüren yolları da iyi bilmelidir. Böylelikle o afetten
sakınıp uzak durabilecektir. Ticaret ehli her gün müftüye giderek ticari
işlerinin durumunu sorup öğrenmelidir. Ticari konularda bilgi ve tecrübesi
olmayan her tüccar böyle yapmalıdır. Hatta ticari bir işleme başlamadan önce
müftüye giderek onun hükmünü öğrenmelidir. Çünkü her amelin bir ilmi, Allah
Teala'nm da her hususta bir hükmü vardır. Bilginizin çokluğu, hiçbir zaman
sizi bundan müstağni kılamaz. Eğer böyle titiz davranmazsanız, faize
bulaşmanız ve yanlış alışverişlerde bulunmanız mümkündür.
Ömer b.
Hattab (ra) pazarları gezer ve tüccarlara değneğiyle dokunarak şöyle derdi:
Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisine sahip olanlar alışveriş yapabilir. Aksi
halde istemeyerek de olsa faize bulaşabilir.
Kul, ticari
hükümlerle ilgili bilgileri iyice öğrendikten sonra kendisine mubah kılman
ticaret ve zanaat dalma girmelidir. Yaptığı her işte içten, alışverişinde
dürüst, sünneti yaşatacak, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak ve Allah
yolunda cihada niyetlenecek tarzda hareket etmelidir. Zira her kim hakkıyla
alıp verir, dürüstlük ve ihlas ile işlemde bulunursa iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşma enirine uymuş olur.
Bu şuur ile
ticaret yapan bir kul, özellikle de batılın çoğalıp yaygınlaştığı şu dönemde,
şeytanla ve arzularıyla mücadele etmiş olur. Dünyanın denge ve düzeni, dinin
denge ve düzenine bağlıdır. Dünyanın bozulması da, aynı şekilde dinin
bozulmasının sonucudur. Çünkü bu ikisi, birbirleriyle içice olup her ikisi de
bir diğerine muhtaçtırlar. Allah Resulü'nün (sav) bir hadislerinde şöyle buyurdukları
rivayet edilmiştir: "Kalbi düzelinceye kadar kul düzelmez. Dili
düzelinceye kadar da kalbi düzelmez".
Yüce
Allah'ın "İman eden ve imanlarına haksızlık bulaştırma-yanlar var ya, işte
onlar için emniyet vardır ve onlar hidayete ermişlerdir" (En'am/82)
buyruğunda adı geçenlerin kimler olduğu Allah Resulü'ne (sav) sorulduğunda şu
cevabı vermiştir: "Sağ eli iyilikte bulunan (infakta bulunan), sözü doğru
olan, kalbi dosdoğru, ırzı ve midesine sahip olandır". Bunlar; geçiminde
rahatlamaya yönelen, insanlara el açmaktan uzak duran ve halka muhtaç olma
haline düşmeyerek onların ellerinkine tamah etmeyen ve onlara yaranmaya
çalışmayanlardır. Kişi bunları niyetlenerek yaparsa, ibadet etmiş olur.
Kul, kendi
ihtiyaçlarını ve ailesinin geçimliğini temin etmek için çalışmalıdır. Bu da
onun için bir sadaka sayılır. Ama bunu yaparken de, sözünde doğru, müslüman
kardeşleriyle ilişkilerinde dürüst olmalıdır. Dininin gereği olarak böyle
davranmalı ve halkın kendisinden selamette olduğuna dair kanaatini muhafaza
etmelidir. Halka göstermesi gereken dürüstlük ve merhametin icabı da budur.
Salih bir
kul, bu minval üzere çalışır ve her konuda, din ve takvanın gereklerine
öncelik verir. Böyle yaptıktan sonra dünyevi durumu düzelirse, Allah Teala'ya
hamd eder. Bu hal, onun için bir kazanç ve tercihiyet olmuş olur. Eğer böyle
davrandığı için işleri bozulur, din ve takva hislerini önde tutması sebebiyle
dünyevi vaziyeti sarsılırsa, bu durumda da dinini koruyup onu kazanmış ve
takva sermayesini muhafaza etmiş olur. Dinine teslim olmuş ve ona dayanarak onu
kazanmış biri sayılır.
Dünya malını
katlarla kazanırken dininin onda birini ziyan edene gelince, böyle bir kulun
ticareti hüsranda olduğu gibi, yolu da yol değildir. O, Allah katında da
hüsranda olanlar arasındadır.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demiştir: Akıllı kişiye layık olan, dünyada en fazla
ihtiyacı olduğu şeydir. Onun, dünyada en fazla muhtaç olduğu şey; ahirette en
çok övgüye mazhar olabileceği sondur. Muaz b. Cebel (ra) de vasiyetinde şöyle
demiştir: Dünyadaki nasibine ulaşman gerekir. Ama ahiretteki nasibine daha
fazla muhtaçsın. Bu nedenle işe ahiretteki nasibinle başla ve onu al. Çünkü o,
dünyadaki nasibine de uğrayacak ve onu da senin için güzelce düzenleyip
sonsuza kadar seninle olacaktır.
Allah Teala
da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Dünyadaki nasibini unutma". (Kasas/77)
Yani dünyadaki nasibini terkedip onu ahirete bırakma. Çünkü hasenatı kazanma
yeri dünyadır. Onları kazandığında, ahirette de ihsan ehlinden olursun. Allah
Teala'nın bu hitabında gizli olan maksada, şu Kelam-ı İlahi delalet etmektedir:
"Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde
fesat (çıkmasını) isteme". (Kasas/77)
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Alışveriş için pazara gidip kendi dirhemini kardeşinin
dirheminden daha sevimli gören kimse, yaptığı muamelede müslümanlara karşı
dürüst olamaz.
Başka bir
alim ise şöyle demiştir: Kendisi alıcı olduğunda beş Denge'ye alacağı bir malı
kardeşine bir dirheme satan kimse, kendi için istediğini din kardeşi için
istemeyen kimsedir. Böyle olmaması için, kardeşine ancak kendi alacağı fiyattan
satması gerekir. Bu tür bir tacir için gereken şudur ki, kardeşinin dirhemiyle
kendi dirhemini, onun bineğiyle kendi bineğini eşit görmelidir. Ancak bu
şekilde alışverişinde adil ve Allah Teala'nın vazettiği şeriatın hükmüne uygun
hareket etmiş olur.
İnançlı
tüccar, paraya ulaştıran sebep ve vasıtayı iyi araştırmalıdır. Bu vasıta,
ilmen maruf ve hükmen mubah olmalıdır. Aldığı dirhem hakkında da vera' sahibi
ve dikkatli olmalıdır. Bu dirhem hainlik, hırsızlık, fesat, hile, zulüm ve
haksızlık yoluyla kazanılmış olmamalıdır. Bütün bunlar, mubah kazançları harama
dönüştüren yollardır. Bu hususlarda sakınan, ama aldığı dirhemin kaynağını
bilmeyen veya adil birinden öğrenmeyen kimse de, onu şüphe ile kazanmış olur.
Bu dirhem de helal olmaz. Zira haksız yollardan biriyle kazanılmış olabilir.
Çünkü bu dirhemin kaynağını kesin olarak bilmemektedir.
Bu gibi
hadiseler, takva sahiplerinin azalması ve vera' ehlinin yokolmasmdan
kaynaklanmaktadır. Bu tür kazançlarda haram şüphesi olduğu gibi helallik
şüphesi de mevcuttur.
Konuyla
ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Allah Re-sulü'ne (sav) bir
süt getirilmişti. "Bu sütü nereden aldınız?' diye sordu. 'Şöyle şöyle bir
keçiden' dediler. 'Bu keçi size nereden geldi?' diye sordu. 'Falan şekilde'
deyip anlattılar. Bundan sonra sütü içti ve şöyle buyurdu: 'Biz, peygamberler
zümresi ancak helal yemekle ve salih amel işlemekle emrolunduk. Allah Teala
buyurdu ki: 'Ey İman edenler, size verdiğimiz rızıkların güzel(helal)lerinden
yiyin". (Bakara/172)
Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) kendisine getirilen bir şeyin kaynağını ve kaynağının
kaynağını sormuş, bunun ötesine geçmemiştir. Zira bu, hem güç hem de
öğrenilmesi zor bir bilgidir.
Tüccar ve
sanat ehlinin malları, askeri mallarla karışmıştır. Askeri yollardan kazanılan
malların çoğunluğu, haketmeksizin alınmış mallardır. Bunu, malları batıl
yollarla yemek gibi de görebiliriz. Çünkü askerler canlarını ve bineklerini
arzuları peşinde koşturmakta, kendilerine verilen malları yanlış yerlerde
sarfetmekte-dirler. Onların bu kirli mal ve paralan da esnafin mallarına karışmakta,
bu zümreler de sözkonusu malları ayırdetmeksizin almaktadırlar. Bunun sebebi,
takvanın azalması ve vera' duygusunun tamamen kaybolmasıdır. Bu nedenledir ki
mevcut mal ve paraların çoğunluğu haram niteliğindedir.
Helal, takva
ve vera'nın bir dalıdır. Takva sahipleri çoğalıp vera' ehli gözle görülür hale
gelince helal sermaye de artar. Bunlar azaldığında ise, haram yaygınlık ve
tesir kazanır. Helal de haramın içine gizlenip kalır. Vera' sahipleri pazardan
çekildiği ve takva ehli azaldığı zaman kaçınılmaz sonuç budur.
Helal ancak
ilk asırda mevcuttu. Çünkü o zaman Selef-i Salih hayattaydı. Halk da vera'
sahibi idi. Haketmedikleri şeyleri almazlardı. Takva herkese hakimdi. Öyle ki
kendi haklarının bir kısmını dahi şüphelendikleri için almazlardı. Bu yüzden de
onların devrinde helal sermaye yaygındı. Irak fakihlerdinden bir zatla ilgili
olarak şöyle bir olay anlatılmıştır: O, bir defasında 'Ben amirinin şahitliğini
kabul etmem' demişti. Kendisine, 'Neden?' diye sorulduğunda şu karşılığı
vermişti: Cimrilik onu, hakkını tamamıyla almaya zorlar. Hakkın tamamıyla
alınması halinde ise kendi hakkı olmayan bir şeyin alınması da muhtemeldir.
Ata, Ali b.
Ebi Talib'den (kv) şu sözü nakletmiştir: Ikramsever kimse, hakkını sonuna kadar
almaya gayret etmez, aldığıyla yetinir. Ali (kv) bunu söyledikten sonra, Allah
Teala'nın şu buyruğunu okumuştur: "Peygamber de eşine o söylediğinin bir
kısmını bildirip bir kısmından ise vazgeçmişti". (Tahrim/3)
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Biz, harama açılabilecek tek bir
noktaya düşme endişesiyle helalin yetmiş noktasını terkederdik. Hasan
el-Basri'nin (ra) şu sözü de yerindedir: Geçmiş kuşaktan öylelerini gördüm ki,
kendilerine sunulan helal malı almaz ve 'Buna ihtiyacım yok, almam halinde
kalbimin bozulmasından korkarım' derdi. O zamanın halifeleri de adalet sahibiydiler.
Askerler de takva üzere onlara yardımcı olur ve kendilerine verilen payları,
hak üzere alırlardı.
Allah Resulü
(sav) bir hadislerinde atlar hakkında şöyle buyurmuştur: "At, kişi için
günah kaynağı olabilir. Atını gurur, riya, şöhret veya İslama kötü bir kasıtla
bağlayan kimse için, o atın yediği, içtiği, midesini doldurduğu, hatta idrar ve
pisliği dahi Kıyamet günü sahibinin günahları olarak ona isnad
edilecektir".
Allah Teala
buyurdu ki: "Zulmedenleri ve eşlerini (onlara benzeyenleri ve
yardımcılarını) toplayın". (Saffat/22) Süfyan-ı Sevri (ra) de bu ayetin
tefsirinde şöyle demiştir: Kıyamet günü şöyle nida edilir: 'Kötü yöneticiler
ve onlara yardımcı olanlar ayağa kalksınlar!' Onlar için hokkaya bez koyan,
divitlerini sivrilten, kavuklarını taşıyan yahut herhangi bir işte onlara
yardım edenlerin hepsi o zalimlerle beraber olacaklardır.
Bir adam
İbnu Mübarek'e gelerek, 'Ben terziyim, sultanın ava-nesinden birileri için
birşeyler dikmiş olabilirim, ne dersiniz ben de zalimlerin yardımcılarından
sayılır mıyım?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Sen zalimlerin
yardımcılarından değil bilakis zalimlerden birisin. Zalimlerin yardımcıları,
senden iğne iplik alanlardır.
Ulemadan bir
zat, emirlerden birinin divanında oturuyordu. Emir bir mektup yazmıştı. Alim
zata dönerek *bana biraz mum ver de mektubu mühürleyeyim' dedi. Alim, onun
isteğini yerine getirmeyerek 'Yazdığın mektubu ver de bir göz atayım, gayri
meşru bir şey olup olmadığına bakayım' dedi. Emir mektubu ona vermedi.
Süfyan-ı
Sevri (ra) benzer bir davranışı Halife Mehdi'ye sergilemiştir. Halifenin
elinde beyaz bir kağıt vardı. O esnada içeri Süf-yan girdi. Halife ona, 'Ey Eba
Abdullah, diviti uzatıver de bir mektup yazayım' dedi. Bunun üzerine Süfyan,
'Önce ne yazacağım söyle. Eğer hakka uygun ise veririm. Aksi halde zulümde
sana yardımcı olmam* karşılığını verdi.
Mekke emiri
MekkelileiMen bir zata, kale yapımına nezaret etme görevini vermişti. Anılan
zat şunu anlatmıştır: Bu işle ilgili olarak içime bir kuşku düştü. Meseleyi
Süfyan-ı Sevri'ye (ra) sordum. O da bana, 'Bu işi asla yapma, az veya çok, ona
hiçbir şekilde yardımcı olma' dedi. Ben de kendisine, 'Ey Eba Abdullah, bu
müslü-manların yararı için Allah yolunda yapılan bir kale' dedim. Bunun üzerine
şöyle dedi: Evet, bu doğru olabilir. Ama bunda bile kalbine doğacak şeylerin en
hafifi, ücretini verebilmesi düşüncesiyle onun idarede kalmasını temenni
etmendir.
Konuyla
ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Kim bir zalimin idarede kalması
için dua ederse Allah Teala'ya isyanı istemiş olur. Bir hadis-i şerifinde de
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir fasık
övüldüğü zaman Allah Teala gazap-lanır". Başka bir rivayette de şöyle
buyurduğu haber verilmektedir: "Kim bir fasıka ikramda bulunursa, İslam'ın
yıkılmasına yardım etmiş gibi olur".
Esnaf, fasit
alışverişlerden uzak durmalıdır. Aldatıcı, tehlikeli ve bilinmeyen malların
ticareti türünden alışverişler böyledir. Bir alışverişte iki alışveriş yapmak
da buna benzer ki, bunlardan biri şart koşma veya şarta bağlamadır. Müslüman
esnaf, elinde olmayan bir malı satmamak, aldığı bir malı da eline geçinceye
kadar devretme-melidir. Borcu, borca s atmam alıdır. Olgunlaşıp kalitesi belli
oluncaya, hastalıklı olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar hiçbir sebze
veya meyvenin alım satımına girmemelidir. Kızarmamış veya sa-rarmamış hurmanın
alışverişini de yapmamalıdır. Yumuş amadıkça veya kararmadıkça üzüm için
pazarlık etmemelidir.
Allah Resulü
(sav) iddiaya girerek mal bedelini arttırma yoluyla yapılan satışı da
yasaklamıştır. Bu durumda başkasını kandırmaya dönük bir alışverişin
gerçekleşmesi muhtemeldir. Altın ve değerli taşlardan yapılmış kolye türü
zinet eşyalarını da parçalarını tamamen tahlil etmeden alıp satmamak gerekir.
Sünnete uygun olan budur.
Müslüman
tüccarlar, hayvanlar ve toprak mahsulleriyle ilgili satışlarda satılan malın
her yönü açığa çıkmadıkça alışverişi ta-mamlamamahdırlar. Müslüman esnaf, faiz
karışması veya başka bir hükmün ihlali nedeniyle batıl olduğu bilinen
alışverişlerden sakınmalıdırlar. Bunlar, dini hassasiyeti azaltıcı ve kazancı
kirletici hususlardır.
Bu konularda
tereddüte kapılanlar, ilim ve fetva ehline sormalı, onlardan alacakları
fetvalarda da vera' ve takva ehlinin mezhebine uygun düşeni tercih
etmelidirler. Dinleri hakkında ihtiyatlı olmalı, nefislerine dikkat etmeli ve
ahiretleriyle ilgili endişelerde asla ihmalkar davranmamalıdırlar. Bu,
kendileri için çok daha hayırlı ve muvaffakiyet temin etmeye daha yakındır.
Müslüman
esnaf ve tüccar, yeni zanaat ve geçim yollarına tereddütle yaklaşmalıdırlar.
Bunların Selef döneminde mevcut olmayışları, bidat ve mekruh olarak
görülmeleri sebebiyle olabilir. Ma-siyete yol açan her türlü araç ve yol da
masiyettir. Müslüman, bu tür alet ve edevatı imal etmez ve satmaz. Aksi halde
zulüm ve saldırganlığa yardım etmiş olur.
Bidat veya
münker bir iş sebebiyle kazandığı her kuruş da bidat ve münkerdir. Bidat ve masiyet
ehline yardım edenler, bu bidat ve masiyette onların ortaklarıdır. Bu gibi
yollarla kazanılan paralar, halkın mallarını batıl ile yeme hükmüne girer.
Haram yiyen kimse de, kendini ve din kardeşini öldürmüş gibidir. Çünkü o,
haramı hem kendisi yemiş, hem de din kardeşine yedirmiş olmaktadır. Allah
Te-ala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl (yollar) ile yemeyin".
(Bakara/188); "Kendinizi öldürmeyin". (Nisa/29) Bütün bunlar,
müslümanlarm izlemesi gereken yolun dışındaki yollardır. Allah Teala buyurdu
ki: "Kim müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu saptığı yere döndürür
ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)
Esnafın
geçimini temin ettiği iş, onu ahiret işinden uzaklaştır-mamalı, dünyevi
ticareti uhrevi ticaretinden koparmamalıdır. Dünya pazarı, ahiret pazarındaki
alışverişine mani olmamalıdır.
İnançlı bir
esnaf şunu iyi bilir ki, Allah Teala'nm yeryüzündeki evleri olan camiler, aynı
zamanda ahiretin pazarlarıdır. Yüce Allah buyurdu ki: "Öyle adamlar vardır
ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve
zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37); "Allah'ın yükselmesine izin
verdiği evlerde (camilerde) O'nun adı anılır, geceleri ve sabahları oralarda
O'nu teşbih eden adamlar vardır". (Nur/36)
Esnaf, günün
iki tarafını Efendisi'nin hizmetine adamak, O'nu zikir ve en güzel amellerle
teşbih etmelidir. Ömer (ra) tüccarlara bu konuda emirde bulunarak şöyle
demiştir: Gününüzün ilk kısmını Allah Teala'ya tahsis edin, kalan kısmını da
kendinize ayırın. Se-lef-i Salih'ten nakledilen haberlerde günlük hayatlarını
şöyle düzenledikleri nakledilmiştir: Onlar, günün ilk kısmını ahirete, son
kısmını da dünyaya tahsis ederlerdi. Denir ki: Kış mevsimleri helva ve kelleyi
çocuklar ve zimmiler satardı. Çünkü helvacılar ve kelleciler gün doğumuna
kadar geçen vakti mescidde geçirirlerdi.
Selef-i
Salih, ikindi namazından sonra da zikir ve teşbih için mescidde toplanırlardı.
Hatta o vakitte mescide gidenler, topluca oturduklarını görünce, 'İkindi'yi mi
kılacaksınız?' diye sorarlardı. Onlar, İkindi vaktinden gün batımına kadar
geçen zamanı zikir ve teşbihle geçirirlerdi. Bu, artık izi kalmamış bir
adettir. Bu vakitte böyle yapanlar, o güzel adeti ihya etmiş olurlar.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: İnsanlar üç sınıftır: Ahireti sebebiyle dünyayı ihmal
edenler ki onların hali 'kazananlar=fâ'izûnJ derecesidir. Ahireti için dünyalık
kazananlar ki bunların hali de, 'Kurtulanlar=nâcûn' derecesidir. Dünya
sebebiyle ahireti ihmal edenler ki bunların hali de, 'Helak olanlar=hâlikûn'
derecesidir. Bir alim biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Allah Teala'yı
seven yaşar, dünyayı seven şaşar, akılsız ahmaklar da sağa sola gidip gelirler.
İbni Ömer
(ra) pazara girdiğinde şöyle dua ederlerdi; Allahım! Küfür, fısk ve pazarı
kuşatan kötülüklerden Sana sığınırım. Pazarda Allah Teala'yı anmak, çok mühim
bir vazifedir. Esnaf, gaflet anlarında ve halkın alışveriş için yüklendiği
saatlerde Allah Teala'yı anmayı asla ihmal etmemelidir. Hasan el-Basri (ra)
şöyle derdi: Pazarda Allah'ı zikreden kişi, Kıyamet günü ay ışığı gibi bir
ışık, güneşgibi bir delille huzur-u ilahiye gelir. Pazar yerinde Allah'tan
bağışlanma dileyen kimseye, ailesinin fertleri sayısınca mağfiret edilir.
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmiştir: Gafiller arasında Allah'ı zikreden
kimse, firarilere uymayıp savaşan, ölüler arasında diri kalan kişi gibidir.
Başka bir rivayette ise şöyle denilmiştir: Pazara gelen ve 'Allah'tan başka
ilah yoktur, Tek'tir, ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadır, diriltir ve
öldürür, Zatı diridir, asla ölmez, hayır O'nun kudret elindedir ve O herşeye
Kâdir'dir' diyen kul için Allah Teala ikibin hasene yazar.
Abdullah b.
Ömer (ra) ve Muhammed b. Vasi' (ra) pazara gittiklerinde lütuf dileyerek Allah
Teala'yı zikrederlerdi. Çarşı pazara gittiğinizde veya orada iken Allah
Teala'yı anıp kelime-i tevhid g«^ tirmeyi asla ihmal etmeyin. Bu, orada
yapılması gereken amellerdendir. Pazarda, ya Allah'ı anar veya iş yapar halde
bulunun. Bunlar dışında yapılanlar, mekruh görülmüştür.
Ezanı
işittiğinizde namaza yönelin ve cemaatten sonraya kalmayın. Aksi halde bazı
alimlere göre fısk haline düşülebilir. Zaman yeterli veya başka bir mescidde
cemaate katılabilmek sözkonusu ise oyalanmak caizdir. Cemaatin başlangıç
tekbirine yetişmek,, esnaf için ölünceye kadar dünyada kazanacağı bütün
servetlerden daha sevimli, kaçırılması ise, dünyada kaybedebileceği her varlıktan
daha ağır bir kayıptır. Akıl ve basiret sahibi esnaf bu hakikati iyi bilir.
Selef esnafı
ezanı işittiklerinde mescidlere koşar ve kamet vaktine kadar niyaz ederlerdi.
O vakitte çarşı pazarda esnaf kalmaz, dükkanlarda çocuklar ve zimmiler
otururlardı. Bunlar, tüccar tarafından istihdam edilir, kendileri mescidde
iken küçükler paraları istifler, dükkanları beklerlerdi. Bu da, izi kaybolmuş
sünnetlerden biri olup devam ettirenler onu ihya etme sevabını kazanırlar.
"Öyle
adamlar vardır ki hiçbir ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten,
namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz". (Nur/37) ayet-i kerimesinin
tefsiri yapılırken şu hikaye nakledilmiştir: Ayette anlatılan kimseler,
demirciler ve ayakkabıcılardır. Çekici kaldırdıkları veya iğneyi soktukları an
ezanı işitirlerse, iğneyi deriden çıkarmaz, çekici de demire vurmayıp derhal
mescide koşarlardı.
Rivayete
göre Vehb şöyle demiştir: Malik (ra) Cuma günü ezandan sonra alışveriş yapan
kişiyle ilgili olarak alışverişin münfesih olduğunu söylemişti. Kendisine,
"Ticari bir muamelede bulunsa ve namaza gitmese ne olur? O hür değil
midir?' denildiğinde ise şu cevabı vermiştir: Böyle biri, Rabbi'nden bağışlanma
dilemelidir. Re-bfa ise aynı adam hakkında, 'Zulümde bulunmuş ve kötülük etmiş*
tir" şeklinde fikir beyan etmiştir. Malik de (ra) şöyle demiştir:
Cu<-ma günü imam camiden çıkıncaya kadar alışveriş etmek haramdır.
Zanaat ehli,
süslü ve gösterişli eşya imal etmekten uzak durma* lıdır. Bu çerçevede faydasız
ve zinet olma Özelliğinden başka bir hususiyeti olmayan resim, nakış, fildişi
oymalar, fildişi kakmalar, kireçten dökümler, nefsi tahrik edici renklerle
yapılmış boyamalar ve benzerlerinin tamamı mekruhtur. Bunlar karşılığında alman
ücret de şüphelidir. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle derdi: Evlatlarınız için
zanaatların iyilerini seçin. Huzeyfe'den (ra) bu hususta şu söz rivayet
edilmiştir: Allah Teala, her zanaatçıyı ve zanaatı yaratandır. Selef, yemek ve
un satmayı da mekruh görürdü. Bunların satışının mekruh oluşuyla ilgili olarak
Allah Resulü'nden (sav) birçok hadis rivayet edilmiştir.
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Allah Teala, zanaatında becerikli
olan kulunu sever. Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Allah Teala,
kulu bir iş yaptığında onu en iyi şekilde yapmasını ister.
Ariflerden
bir zat, tavsiyelerde bulunduğu bir şahsa şöyle demiştir: Oğlunu şu iki
ticarete ve iki zanaata sokma: Yemek satışı ile kefen satıcılığına. Çünkü
ilkinde fiyatların artmasını, ikincisinde de insanların ölmesini temenni eder.
İki zanaat ise, kasaplık ve kuyumculuktur. İlki kalbi katılaştırır, ikincisi
de altın ve gümüşle süsleyerek dünyayı güzel gösterir.
Osman
el-Şehham, Muhammed b. Sirin'in komisyonculuğu (=tellaliye) mekruh gördüğünü
söylemiştir. Said de, Katade'nin komisyon ücretini mekruh gördüğünü
bildirmiştir. Bir Arap atasözünde şöyle denir: Canlı sat, ölü al! Bu sözde
sanki telef olması endişesiyle canlı hayvanın ücretini geri vermeyi hoş
görmedikleri gibi bir mana vardır. Alimler, cansız hayvan almayı hoş görmüşlerdir,
çünkü alman hayvan zaten ölüdür.
Araplar
elbise ticaretini severlerdi. Said b. el-Müseyyeb şöyle derdi: Benim için,
-içinde yeminler edilmemek şartıyla- elbise ticaretinden daha sevimli bir
ticaret yoktur. Konuyla ilgili bir rivayette de şöyle denilmektedir: Eğer
cennet ehli ticaret yapacak olsalardı elbise ticareti yaparlardı. Cehennem
ehli ticaret yapacak olsalardı, sarraflık yaparlardı. Hasan el-Basri (ra) ve
Muhammed b. Şirin (ra) sarraflığı (kuyumculuğu) mekruh görmüşlerdir. Hasan
el-Basri'ye (ra) sarrafın durumu sorulduğunda şöyle dedi: O, fisk sahibidir,
gölgesinde durulmaz, ardında namaz kılınmaz.
Bahçıvan,
hamal, tuzcu, hamam işleten, hırkacı ve berber de zanaat ehlinin hayırlıları
arasında sayılmıştır. Marangozluk, hamallık, terzilik, ayakkabıcılık,
mestçilik, çamaşırcılık, zırh yapımcılığı, demircilik, dokumacılık, kara ve
deniz avcılığı ile kağıt imalatı mubah görülmüş zanaatlardır.
Abdülvehhab
b. el-Verrak'm şunu naklettiği haber verilmiştir: İmam Ahmed b. Hanbel (ra)
bana mesleğimi sorduğunda 'Kağıt imalatçısıyım* dedim. Bunun üzerine şöyle
dedi: Kazancın da güzel, zanaatın da. Eğer bir zanaatla uğraşacak olsaydım,
senin zanaati-ni yapardım. Sonra şu tembihte bulundu: Yazarken sadece vasıfları
belirt, haşiye ve notları müstesna tut.
Malik b.
Dinar (ra) kağıt imalatçısıydı. Selef-i Salih, kazançlarını kendileri tedarik
eder ve bunu boşta gezmeye tercih ederlerdi. Kulu Allah Teala'ya yaklaştıran
her amel, ahiret amellerinden sayılır. İyilik, 'ma'ruf görülmüş ve buna
karşılık ücret almak ise mekruh olarak nitelenmiştir.
Mesela
Kur"an ve ilim öğretmek, zikir meclislerine katılmak, Ramazan ayında halka
namaz kıldırmak, ölü yıkamak ve benzeri işler için ücret almak mekruhtur. Çünkü
bunlar, ahiret ticareti sayılan işlerdir ve bunların karşılığı ancak ahirette
alınır. Bunların karşılığını dünyada alan kimse, açık bir ziyandadır.
Muhtesibler
de ifa ettikleri göreve karşılık ücret talep ederlerse, mekruh işlemiş
olurlar. Allah Resulü (sav), Osman b. EbiVAs'a (ra) şöyle buyurmuştur: Bir
müezzin bul ve ezan için ücret alm [1][35]
Ebu Ubade (ra) Allah Resulü (sav) devrinde şöyle bir hadise cereyan ettiğini
haber vermiştir: "Öğrettiği bir sureye karşılık Allah Resulü'ne (sav) bir
yay hediye edilmek istenmişti. O, hediye teklif edene şöyle buyurdu: Allah
Teala'nm seni ateşten bir yaya sarmasını ister misin? Ardından da yayı geri
verdi".
Müslüman
tüccar, gıda maddelerini stoklayıp karaborsaya düşürmekten kesinlikle
sakınmalıdır. Özellikle de halkın temel gıdası olan buğday ticaretinde
ihtikarcılık (stokçuluk) yapmamalıdır. Stokçuluğun kerahati ve kötülüğü
hakkında sayısız hadis rivayet edilmiştir: Huzeyfe (ra) Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslümanların yiyeceğini stoklayan
bizden değildir[2][36]
Başka bir
hadiste ise O'nun şöyle buyurduğu haber verilmektedir: "Her kim kırk gün
süreyle ihtikarda bulunur, ardından da bu gıdaları tasadduk ederse bu, sadaka
sayılmayıp ihtikar günahının kefareti sayılır". Bir diğer hadiste ise şu
ifade yer almaktadır: "Kim kırk gün ihtikarda bulunursa, insan öldürmüş
gibi (günahkar) olur". Bir başka hadis de şöyledir: "Allah onu
cehennemin en büyüğüne atar".
Ali (kv) de
şöyle demiştir: Her kim kırk gün ihtikarda bulunursa, kalbi katılaşır.
Rivayete göre Ali (kv), ihtikarcıların stokladığı gıda maddelerini
yaktırmıştır. Bir vesiyle de şöyle dediği nakledilmiştir: Kim bir yiyecek
getirir ve onu günün fiyatıyla satarsa, onu tasadduk etmiş gibi olur. Bu sözün
başka bir rivayetinde ise şu lafız kullanılmıştır: Sanki bir köle azat etmiş
gibi olur.
Ulemadan bir
cemaate göre ihtikar kapsamına giren ana kalemler şunlardır: Her türlü
hububat, mercimek, bakla, yağ, bal, peynir, hurma, sıvı yağ ve peksimet. Bunların
stoklanması mekruh görülmüştür. Benzer bir hüküm İbni Abbas'tan da (ra) rivayet
edilmiştir: O, bunu "Her kim orada ilhad ile zulüm(de bulunmak) isterse
ona acı bir azap tattırırız". (Hac/25) ayetinin tefsirini yaparken
söylemiştir. Ona göre ihtikarcılık, bir zulüm türüdür.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle bir hadise nakletmiştir: Kendisi Vasıt şehrinde iken
Basra'ya göndermek üzere buğday dolu bir gemi hazırlamış ve oradaki vekiline
de şu talimatta bulunmuştu: Bu malı, Basra'ya indiği gün sat, ertesi güne olsun
bırakma. Fiyat konusunda da orta bir yol tutmuş, makul bir fiyat belirlemişti.
Oradaki
tacirler vekile 'Malın satışını Cuma'ya ertelersen, birkaç kat daha fazla
kazanabilirsin1 dediler. O da malın piyasaya arzım Cuma'ya erteledi ve gerçekten
de misliyle kazandı. Mal sahibine gönderdiği mektupta bunu bildirdi. Selef-i
Salih'ten olan mal sahibi, ona şöyle bir mektup gönderdi: Be adam, biz
dinimizin emrine uyarak üçte bir kazanmakla kanaat etmiştik. Sen bizim talimatımıza
karşı çıktın ve ahirette aleyhimize olacak bir suç işledin. Bu mektubum sana
ulaştığında, paranın tamamını al ve Basra'nın fakirlerine dağıt. Umulur ki
böyle yaparak ihtikarcüık dolayısıyla işlediğim günahtan lehte ve aleyhte
birşey kalmayacak şekilde kurtulmuş olabilirim.
Şeyhimiz
Muzaffer b. Sehl bize şunu anlatmıştı: Gaylan el-Hay-yat'tan şöyle bir hadise
dinledim: Seri es-Sekatî bir ton civarında bademi altmış dinara satın almış,
etiketine üç dinar kâr ilave ederek satışa sunmuştu. O gün badem fiyatı doksan
dinara çıktı. Bir süre sonra tellal geldi ve ona, 'Bademini satın almak
istiyorum' dedi. Serî, 'Alabilirsin, fiyatı altmış üç dinar" dedi.
Tellal,
bademe yetmiş dinar vermek istediğini söyleyince şöyle dedi: Ben Allah Teala
ile aramda bir şey kararlaştırdım. Bu bademi, altmış üç dinardan farklı bir
fiyata satmam. Tellal, 'Ben de Allah Teala ile aramda şunu kararlaştırdım ki
hiçbir müslümanı aldatmayacağım. Bu bademi yetmiş dinardan aşağısına satın alamam'
dedi. Sonuçta ne tellal malı aldı, ne de Serî malını sattı.
Tabiundan
bir zatın Basra'da ticaret yapan bir adamı vardı. Basra'da satması için
kendisine şeker gönderdi. Adanı, efendisine yazdığı mektupta o yıl şeker
kamışına bir zararlının dadandığını, daha fa2İa şeker göndermesini istedi. O da
şeker üreten birinden bol miktarda şeker alarak kendisine gönderdi. Şeker
piyasası yükseldiğinde bu ticaretten otuz bin dinar kazanıldı.
Şekeri
gönderen şahıs, otuz bin dinarı eline aldıktan sonra evine gitti ve gece
sabaha kadar bu kazanç üzerinde düşündü. Sonunda kendi kendine şöyle dedi:
Otuz bin dinar kazandım ama bir müslümana doğru söyleme görevimi ihmal ettim.
Ertesi sabah doğruca şekeri satın aldığı kişiye gitti ve otuz bin dinarı ona
vererek, 'Bu, senin haklan, Allah bereketini arttırsın' dedi. Adam, 'Bu da nereden
çıktı?' diye sorunca şu cevabı verdi: Senden şeker alırken, işi usulüne uygun
yapmadım. Basra'daki adamım, oradaki şeker mahsulüne bir zararlının
dadandığını ve telef ettiğini bildirmişti. Oysa ben bu hususu sizden gizledim.
Eğer buseydin belki de şekeri bana satmayacaktın.
Şeker
üreticisi, 'Allah sana merhamet buyursun! Şimdi haber verdin, ben de hakkımı
helal ettim' diyerek parayı geri verdi. Adam evine döndü ama gece yine
uyuyamadı. Sürekli bu meseleyi düşünüyor, kendi kendine 'İşi usulüne uygun
yapmadım, alışverişte bîr müslümana karşı dürüst davranmadım' diyordu. Sabah
erkenden yine o şahsa gitti ve 'Allah sana afiyet versin, şu paranı al, böylesi
kalbimi daha sakinleştiricidir' dedi. Ardından da otuz bin dinarı ona verdi.
Süleyman
et-Teymî şöyle demiştir: Muhammed b. Şirin (ra) kafasına takılan bir şüpheden
dolayı kırkbin dirhemi almamıştır. Alimler de bunda bir mahzur olmadığı
hususunda müttefiktirler.
Geçmiş
zamanlarda gösterilen bu hassasiyetin arkasında dini hislerin çok kuvvetli
oluşu yatmaktadır.
Satıcı,
malını övmekten, süslü sözlerle olduğundan farklı göstermeye çalışmaktan
sakınmalıdır. Aynı şekilde alıcı da, satın alacağı malı haksız yere
kötülemekten, ona kulp takmaktan sakınmalıdır. Tarafların malla ilgili
yeminleri de masiyetten sayılmıştır. Bu tür yeminler, kazancı yokedicî
niteliktedir. Selef-i Salih bu hususlarda çok titiz davranırlardı.
Ebu Zer (ra)
şöyle demiştir: Allah Teala'nm kendilerine bakmayacağı kimseler arasında
günahkar tüccar da vardır. Biz, malı olmayan özelliklerle Övmeyi günah
sayardık.
Yunus b.
Ubeyd ipek tüccarıydı. Bir müşteri gelerek kendisinden ipek elbiselik almak
istedi. O da adamına ipek toplarını çıkarmasını söyledi. Topları açan adamı,
'Allah Teala'dan cennet niyaz ederim' deyiverdi. Bunun üzerine ona, 'Topları
dür1 dedi. Tezgâhtarın söylediği sözün malı övme olarak anlaşılabileceği
endişesiyle o müşteriye satış yapmadı.
Rivayete
göre Yunus'un dükkanında iki tür elbise vardı. Biri dörtyüz, diğeri de ikiyüz
dirhem değerindeydi. Birgün namaz kılmak için mescide gitmiş ve dükkanı
yeğenine emanet etmişti. O namazda iken, bir köylü gelerek dörtyüz dirhemlik
bir elbise istedi. Yeğeni de ona, ikiyüz dirhemlik elbiseleri gösterdi. Köylü,
onlardan birini beğendi ve rızasıyla satın alarak yoluna gitti.
Yolda
giderken, bir yandan da elinde tuttuğu elbiseye bakıyordu. Mescidin önünde
Yunus ile karşılaştı. Yunus, adamın tuttuğu elbiseyi tanımıştı. Yanına
yaklaşarak, 'Bunu kaça aldın?' diye sordu. Köylü, 'Dörtyüz dirheme' deyince,
'O kadar etmez, onun değeri ikiyüz dirhemdir1 dedi. Köylü, 'Behey adam, bu
elbise bizim oralarda beşyüz bile eder dedi. Yunus b. Ubeyd ona, 'Dinde dürüst
olmak, bütün dünyanın malından daha hayırlıdır1 diyerek adamın elinden tuttu ve
dükkana götürdü. Orada yeğeni ile tartışıp 'Allah'tan korkmadm mı? Malın bedeli
kadar kâr etmekten utanmadın mı? Müslümana niye dürüst davranmadın?' diyerek
çıkıştı.
O da kendini
savunarak, 'Rızası olmaksızın para almadım ki' dedi. Yunus, 'O rıza göstermiş
olsa bile, kendin için rıza gösterdiğine kardeşin için de rıza göstermen
gerekmez mi?' diyerek onu tersledi. Ardından köylüye ikiyüz dirhemini geri
verdi.
Muhammed b.
el-Münkedir de Yunus'a benzer şekilde davranmıştır. Onun Basra, Bağdat gibi
muhtelif yerlerden gelme uzun bezler sattığı bir dükkanı vardı. Fiyatlar, beş
ve on dirhem olmak üzere iki kısımdı. Bir gün dükkanı adamına emanet ederek
dışarı çıkmıştı. Adamı da hata ile bir köylüye beşlik malı ona satmıştı.
İbnü'l-Münkedir
dükkana dönüp de bezlere baktığı zaman, adamının hatasını anladı ve adamım
*Yazık sana, bizi mahvettin' diyerek azarladı. Sonra da, 'Git, heryeri dolaş
ve o köylüyü bul' dedi. Adamı, akşama kadar o köylüyü aradı ve sonunda bularak
dükkana getirdi. İbnü'l-Münkedir, 'Adamım hata etmiş ve beş dirhemlik bir
malı, sana on dirheme satmış' dedi. Köylü, *Ne önemi var ki benim itirazım
yok* dedi.
Bunun
üzerine o, 'Sen kendin için razı olsan da, biz senin için ancak kendimiz için
razı olduğumuza rıza gösteririz. Şimdi şu üçünden birini seç: Verdiğin parayla
on dirhemlik bir bez satın alabilirsin. İstersen beş dirhemini geri
alabilirsin. Ya da aldığın bezi iade edip bütün paranı geri alabilirsin' dedi.
Köylü, beş dirhemini geri istedi ve onu alarak dükkandan ayrıldı.
Çevreye bu
yaşlı tüccarın kim olduğunu sordu. 'O, Muhammed b. el-Münkedir'dir' denilince,
'La ilahe illallah! Bu, kuraklık olduğu zaman kendisiyle yağmur duasına
çıkmamız gereken bir zattır* dedi.
Ulemadan bir
zata, alışverişte vera'nm hükmü sorulmuştu. Şu cevabı verdi: Alışverişte vera',
ancak hakiki manada dürüstlük ile mümkün olur. Teki bu nasıl olur?' diye
sorulduğunda şu cevabı verdi: Bir şeyi bir dirheme sattığınızda bakarsınız;
aynı şeyi bir dirheme satın almak size uygun gelirse, o zaman müşterinize karşı
dürüst davranmış olursunuz. Eğer size beş kuruşa uygun geldiği halde bir
dirheme sattıysanız, o zaman kendiniz için razı olmadığınız bir şeye
müşteriniz için razı olmuş olursunuz. Bu noktada da dürüstlük gider. Dürüstlük
ortadan kalktığında vera' da ortadan kalkmış olur.
Denir ki:
Satıcı, Kıyamet günü bir şey sattığı herkesle yüzleşti-rilir ve yaptığı her
muameleden dolayı hesaba çekilir. Dünya hayatında ondan mal satın alan herkese
onunla ilgili soru sorulur.
Bir zat şunu
anlatmıştır: Ticaret ehlinden birini rüyamda gördüm ve kendisine, 'Allah sana
ne yaptı?' diye sordum. Şöyle dedi: Önüme ellibin sayfalık bir kitap konuldu.
'Bunların hepsi benim günahlarım mı?' diye sordum. Bana, 'Bunlar dünya
hayatında yaptığın alışveriş ve muamelelerdir. Bu kitabın her sayfası, ticaret
yaptığın bir kişiye mahsustur. Kitapta ilkinden sonuncusuna kadar yaptığın
bütün muameleler mevcuttur' denildi.
Ticaretinde
tartı kullanan esnaf, sattığı ve mal verdiği zaman terazinin kendi aleyhine
ağır basmasını, alırken de aksine olmasını tercih etmelidir. Alırken ayrı,
satarken ayrı şekilde tartan kişinin hesabı çok ağır olacaktır. Ulemadan bir
zat şöyle derdi: Bir da-ne sebebiyle Allah Teala'nm veylini satın almamak
gerekir. Alırken kendi aleyhine bir dane eksiltmeli, verirken de bir dane
arttırmalı-dır. Yüce Allah buyurdu ki: "Veyl (yazıklar) olsun, ölçü ve
tartıda eksiltenlere!". (Mutaffifîn/1) Burada 'Yazıklar olsun!' azarına muhatap
olanlar, ölçü ve tartıda eksiltmeye rıza gösterenlerdir.
Onlar, eksik
verdikleri bir iki dane ile, eni gökler ve arz olan bir cennet satmaktadırlar.
Böyle davranmalarının sebebi de, Allah Te-ala'nın emrini hakkıyla bilmemeleri,
ahiret inançlarının zayıflığıdır. İşte bu nedenle cennet karşılığında 'Veyl'
satın almışlardır. Denir ki: Bu tür haksızlıklar, asla karşılıksız kalmaz ve
haksızlık ya-pılanların tümünü bilmenin mümkün olmayışı sebebiyle tevbe de
sıhhatli olmaz. Rivayete göre Allah Resulü (sav) bir şey satın aldığı zaman,
tartıcıya 'Onu kendi lehine olacak şekilde tart' buyururdu [3][37] Fudayl b.
Iyaz (ra), oğlu Ali'yi bir dinarın üzerindeki sürmeyi temizlerken gördü. Ali,
dinarı ovalıyor ve yıkıyordu. Fudayl oğluna, 'Ey oğulcuğum, bu yaptığın yirmi
kez haccetmekten daha hayırlı bir iştir" dedi. Selef-i Salih'ten bir zat
şöyle demiştir: Gündüz sürekli tartan ve yemin eden, gece de uyuyan tüccarların
kurtuluşa nasıl ereceklerine şaşmak gerekir. Süleyman'ın (as) şöyle buyurduğu
haber verilmiştir: Günah, yılanın iki taşın arasına girdiği gibi alıcı ile
satıcının arasına girer.
Rivayete
göre Seleften bir zat, kadın ve erkeklerle birlikte olan bir 'hünsa'nın (=kadın
gibi davranan erkek) cenaze namazını kıl-dırnuştı. Ona, 'O, fasık biriydi,
şöyle şöyle yapardı, onun namazını nasıl kıldırırsın?' denildiğinde sustu. Söz
sahibi, sözlerini tekrar ettiğinde yine sustu. Üçüncü kez tekrar ettiğinde de
şöyle dedi: Bundan vazgeç! Sanki o, biriyle aldığı diğeriyle sattığı iki
terazisi olan bir tüccarmış gibi konuşuyorsun!
Onun bu
sözü, işin ehemmiyetini vurgulamak ve öğüt vermek manasında alınmalıdır. Ona
göre alışverişteki haksızlık insanlar arasında cereyan ederken, sözü edilen
günah kişinin kendi aleyhine işlediği bir zulümdür. Halka yapılan zulüm ile
ferdin kendi kendine yaptığı zulüm arasında elbette çok büyük fark vardır.
Halk, yoksul, cahil ve dalgın kimselerden oluşur ve onlar, haklarını ihtiyaçları
olduğu için ararlar. Allah Teala ise, herşeyi bilen, cömert ve hiçbir şeye
muhtaç olmayandır. O, hakkını alma konusunda çok hoşgörülüdür.
Müşterinin
satıcıdan terazinin ağır basmasını istemesi yakışık almaz. Çünkü Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Tartıyı adaletle yapın". (Rahman/9) Buradaki
'adalet=kıst', eşitlik ve hakkaniyet anlamındadır. Eşitlik ise, terazinin
dillerinin aşağı yukarı olmaksızın aynı hizada olmalarıdır. Abdullah b.
Mesud'un (ra) kıraati şöyledir: Terazide ölçüsüzlük etmeyin, tartıyı (terazinin)
dilleriyle adilce tutun ve tartıyı eksiltmeyin. Onun bu kıraati, bir anlamda
ayetin tefsiri de olmaktadır.
Ticari
muamelelerde düşük kaliteli veya sahte paralar kullanmak mekruhtur. Buna göre
kaynağı belli olmayan veya hurda gümüşten yapılmış bir dirhemle alışverişte
bulunmak uygun değildir. Değeri bilinmeyen veya gümüşü başka metallerle karışık
dirhemler de böyledir. Selef, bu hususta çok titiz davranmış ve bunu haram
saymışlardır. Süfyan-ı Sevri (ra), Fudayl b, Iyaz (ra), Vehb b. el-Verd, Davud
b. el-Mübarek, Bişr b. el-Hars ve el-Mu'afi b. Ümran (ra) bu zevattandır.
Denir ki:
Kullanılan her sahte para, sahibinin amel defterine yapıştırılmış olarak
karşısına çıkar ve bunun altına günah sayısı yazılır: Bin günah, beşbin günah
gibi. Bu sayı, onun tartısı mikda-rıncadır. Tartılan her zerre için bir günah
yazılır. Zerre, güneş ışığını oluşturan ve gözle görülmeyen ışık parçalarına
verilen addır. Ulemadan bir zat, Allah yolunda cihad eden gazilerden birine şu
hadiseyi anlatmıştır: Yabani eşek yakalamak için atıma bindim. Ama atım,
eşeklere bir türlü yetişemedi. Geri döndüm. Eşekler tekrar göründü. İkinci kez
atıma binerek onları yakalamak istedim. Ama atım yine geri kaldı. Üçüncü kez
bindiğimde eşeklere yaklaştım, bu defa atım beni üstünden atmaya yeltendi.
Atımdan asla böyle bir hareket beklemezdim.
Üzgün bir
halde geri döndüm ve bir çardağın kenarına oturdum. Yaban eşeklerini
yakalarken başıma gelenleri düşünüyordum. Atımın huyu tamamen değişmişti.
Başımı çardağın kenarına yasladım ve orada uyudum. Ben uyurken, atım da önümde
duruyordu. Rüyamda, atımın benimle konuştuğunu ve şöyle dediğini gördüm:
Allah'a yemin ederim ki, yabani eşekleri arkama bağlamak için üç kez teşebbüs
ettin. Ben de buna müsaade etmedim. Çünkü dün bana aldığın yem için verdiğin
dirhemlerden biri sahte idi. Bu dürüstlüğe sığmaz.
Dehşet
içinde uyandım ve derhal yem satıcısına gittim. Ona, 'Dün senden aldığım yeme
karşılık verdiğim dirhemleri çıkar1 dedim. Adam onları kasasından
çıkarttığında sahte olanı buldum ve satıcıya, 'Dün bu dirhemi sana ben
vermiştim' dedim. Ardından bu dirhemi yenisiyle değiştirdim ve oradan ayrıldım.
Abdülvehhab
şöyle demiştir: Bişr'e sahte parayla alışverişin hükmünü sorduğumda, 'Bundan
dolayı affedilmeni niyaz etmen gerekir1
dedi.
Süfyan-ı Sevri'ye sorduğumda ise 'Haramdır* dedi. Ebu Da-vud'dan şu söz
nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel'in sahte veya sürmeli parayla alışveriş ve
muameleyi münker gördüğüne şahit oldum.
Ulemadan bir
zat şöyle derdi: Sahte bir dirhem vermek, yüz dirhem çalmaktan daha ağır bir
suçtur. Çünkü yüz dirhem çalmak, tek bir günahtır ve cezasının çekilmesiyle son
bulur. Oysa sahte bir kuruş kullanmak, sonradan ihdas edilmiş kötü bidatlerden
ve uzun süre devam ettirilecek çirkin adetlerden biridir.
Aynı zamanda
müslümanlarm paralarını ifsad etmektir ki bunun vebali, yapan kimse için yüz
hatta daha fazla yıl; o dirhem tedavülde oldukça sürer. Sahte para kullanan
kişi, bozulmasına yol açtığı ticari ahlakın ve müslümanlarm mallarına zarar
vermenin günahım sürekli sırtında taşır. O para tedavülden kalkıncaya kadar bu
durum devam eder.
Ne mutlu o
kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da son bulur! Yazık o kimseye ki
ölümüne rağmen günahları belki yüz hatta iki yüz yıl sürer! Bundan dolayı da
kabrinde azap görür. Piyasaya sürdüğü sahte para tedavülden kalkıncaya kadar
onun hesabını verir.
Yüce Allah
buyurdu ki: "Onların takdim ettiklerini de bıraktıkları izleri de
yazarız". (Yasin/12) Ayette geçen 'takdim ettiklerinden maksad, insanların
dünyada yaptıklarıdır. 'İzlerinden maksad ise, başlattıkları sünnet, adet ve
sebep oldukları olaylarla bıraktıkları eserlerdir.
Başka bir
ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmaktadır: "O gün insana takdim ettiği de
tehir ettiği de haber verilir". (Kıyamet/13) 'Takdim ettiği' ile
kasdedilen dünya hayatında yaptığı işlerdir. Tehir ettiği' ile murad edilen
ise, kendisinin başlatıp diğerleri tarafından sürdürülen adet ve sünnetlerdir.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Her kim kötü bir sünnet başlatır ve kendinden sonra bu
sünnetle amel edilirse, onun vebali ile birlikte, onu takip edenlerin vebalini
de üstlenir. Onu yaşatanların vebalinde de eksilme olmaz [4][38]
Paranın
sahte olduğunu bilerek kullanmak çok ağır ve büyük bir suçtur. Sahte parayı
tanımayan birinin onu kullanması, dahahafif ve mazur görülebilir bir suçtur.
Çünkü bunda sadece aldanma vardır. Oysa ilkinde kasıt ve taammüd vardır.
Geçmiş
devirde müslüman tüccarlar din kardeşlerini -bilmeden- aldatmamak için paranın
kalitesini öğrenme hususunda eğitim görürlerdi. Paranın hakikisi ile sahtesi
arasındaki farkı bilmek, bu bilgiye sahip olan tüccar için de bir imtihan ve
vebal sebebidir. Bu incelikleri bildikleri halde gereğini yapmayan tüccarlar,
bu bilgilerinden dolayı hesaba çekileceklerdir.
Kendisine
sahte dirhem verilen bir tüccar, onu erittirmeli ve başka bir ticari muamelede
bulunmamalıdır. Bu yaptığı için Allah Teala'dan sevap umabilir. Çünkü
erittirdiği dirhemin zerreleri kadar hasenat sözkonusudur. Onu gözden
çıkardığında ise, oruç ve namaz gibi ameller kadar sevaba nail olacaktır.
Elindeki
paranın nakit olarak kullanılabilirliği sözkonusu ise, onun emsaliyle muamelede
bulunur. Böyle bir parayla her hangi bir şey satın almak istediğinde satıcıya
paranın durumunu bildirmelidir. Satıcı, o parayı bilerek ve hoşgörü göstererek
alırsa bunda bir mahzur yoktur. Paranın durumunu bildirmezse, dürüst davranmamış
olur. Çünkü satıcı, parayı bilmeden kabul edebilir.
Rivayete
göre Ömer (ra) şöyle demiştir: Dirhemleri sahte olan tacir, onları avucuna
koyup bunu yüksek sesle duyurmalıdır. Bu hükümler, sahte paranın dış yüzüyle
ilgili sahtecilik, örneğin tunç veya kurşunla kaplı olması gibi durumlar için
geçerlidir. Bu tür paraların emsal değerleri mevcuttur. İbni Ömer (ra), Naiİ'e
şöyle demiştir: Benim ilmimi, Ikrime'nin İbni Abbas'm (ra) ilmini koruduğu
gibi koruman, bana sahte bir dirhemin olmasından daha sevimli gelir. Bu sözü
üzerine, 'Onu sağlam yapsan olmaz mı?' denildiğinde şu karşılığı vermiştir:
Benim gönlümde de öyledir.
Neha'i'den
şu söz nakledilmiştir: Dirhemde az da gümüş bulunuyorsa bunda mahzur yoktur.
Ebu Davud'dan şöyle bir bilgi nakledilmiştir: İshak b. Raheveyh'e (ra) karışık
paranın harcanmasının hükmünü sorduğumda şöyle dedi: Bunda sakınca yoktur. Karşı
tarafça bu özelliği bilinen ve hoşgörülen karışık paranın harcanması hususunda
ruhsat mevcuttur. Bu tür parayı sevap kazanmak maksadıyla almak da caizdir.
Ancak onu müslümanlarla ticaretinde kullanan kişi, hoşgörü ve titizliğine
rağmen günah işlemiş olur. Böyle birinin sağlam para alması daha hayırlıdır.
Bunlar,
amellerin incelikleri ve zahirde hayır görünüp batında şer olan hususlara
girer. Ama sahte ve karışık paraları alıp bunları ticaretine sokmayarak çöpe
atan kimseler gerçekten büyük hayra sahip olurlar. Gösterdikleri mesuliyet
şuuru, onlar için ecir ve sevap olarak kayda geçirilir.
Ticaret
erbabı, hatalarının, yersiz yemin ve yalanlarının kefareti olmak üzere bol bol
sadaka vermelidirler. Allah Resulü (sav) de tüccarlara sadaka vermeyi
emretmiştir. Tüccar ve sanayiciler yukarıda aktardığımız hasletlere sahip
olmalıdırlar. Onlarda bulunması gereken bu hasletler, hayır ve infak işlerini
de kapsar. Onlar kendilerini bu işleri yapma noktasında denetlemelidirler.
Bunlar, müminlerin genel ahlakı ve Selefin izlediği sünnetlerdir. Müslüman
tüccar ve sanayiciler de bunlara özendirilmişlerdir.
Müslüman
tüccarın uyması gereken güzel prensiplerden biri de, gerek satarken, gerek
satın alırken hoşgörülü olması, borcunu öderken veya alacağını tahsil ederken
güzellikle hareket etmesidir.
Kişi
borçlusuna gittiği zaman, onu başkasından borçlanmaya zorlayacak şekilde
sıkıştırmamalı, borçlusuna karşı sabırlı olmalı, alacağını tahsilde güzellikten
ayrılmamalı, ona iyi gözle bakmalı, alacağını onu rahatlatacağı bir zamana
ertelemelidir. Bu noktada Allah Resulü'nün (sav) böyle kimseler için ettiği
duayı fırsat bilerek O'nun övgüsüne nail olmaya çalışmalıdır.
Bu meyanda
Allah Resulü'nün şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hoşgörü göster ki
sana da hoşgörü gösterilsin" [5][39]
O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "İnsanların en hayırlısı,
borcunu en güzel1 eda edendir". [6][40]
Başka bir
hadislerinde ise şöyle buyurduğu haber verilmiştir: Hakkını iffetli bir şekilde
al, tam veya eksik olsun. Böyle yap ki Allah Teala seni kolay bir hesapla
hesaba çeksin". [7][41]Konuyla
ilgili rivayet edilen bir başka hadis-i şerif de şudur: "Allah Teala
alırken ve satarken hoşgörülü olan, borcunu öderken ve tahsil ederken güzel
davranan kula rahmet etsin"[8][42]
Yine Allah
Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Alacağını istemek üzere borçlusuna
giden kimseye melekler gölge olurlar". Bir diğer hadis-i şerif de
şöyledir: "Her kim sıkıntılı borçluya mühlet verir veya borcunu affederse,
Allah Teala onu kolay bir hesaba çeker". Bu hadisin başka bir rivayetinde
ise şöyle buyrulmaktadır: "Allah onu hiçbir gölgenin olmadığı günde
Arş'mın altında gölgelendirir".
Allah Resulü
(sav) şöyle bir hadise anlatmıştır: "Kendine zulümde aşırı giden bir kul
vardı. Kıyamet günü hesaba çekildiği zaman tek bir hasenesi dahi bulunamadı.
Bunun üzerine, 'Sen hiç hayır işledin mi?' diye soruldu. O da, 'Hayır, ama ben
insanlara ödünç para veren biriydim. Adamlarıma şöyle derdim: Durumu iyi olanlara
güzel davranın, sıkışık olanlara da mühlet verin'. Bunun üzerine Allah Teala
şöyle buyurdu: Böyle yapmaya Biz senden daha la-yığızdır. Ardından onun
günahlarını bağışladı."
Konuyla
ilgili bir haberde ise şöyle denilmektedir: Belli bir vade ile borç veren
kimse için, o sürenin her günü için bir sadaka sevabı yazılır. Vadesi gelip de
onu uzattığında ise, geçen her gün için borç miktarı kadar sadaka sevabı
yazılır. Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Kim tahsil etmek niyetiyle bir borç verirse, melekler onun
vekili olurla ve tahsil edinceye kadar onu korur ve esenliği için dua
ederler".
Selef-i
Salih'ten bazı kimseler, yukarıdaki hadisler sebebiyle insanlara borç vermek
isterlerdi. Bir kısmı da borçluların parayı zamanında ödemelerini tercih
etmezlerdi. Çünkü ertelenen her gün için vaadedilen sadaka sevabından istifade
etmeyi arzu ederlerdi.
Allah Resulü
(sav) bir hadisinde şöyle buyurmuşlardır: "Cennetin kapısı üzerinde şöyle
yazılı olduğunu gördüm: Sadakaya on misli, borca onsekiz misli sevap
verilir" [9][43]
Bu hadisin açıklamasında şöyle denilmiştir: Sadaka, muhtaç olan/olmayan
herkese gidebilir. Ama borç, ancak ihtiyaç ve zaruret sahibine gider. Allah
Resulü (sav) alacağım almak üzere bir borçluya sürekli giden bir adam
görmüştü. Eliyle alacaklıya borcun yarısını affetmesini işaret etti. O da kabul
etti. Borçluya da, 'Kalk ve borcunu öde' dedi. O da yansını ödedi.
Allah Resulü
(sav) birinden belli bir vade ile borç almıştı. Vadesi dolduğunda alacaklı
yanına geldi. O anda Allah Resulü'nün (sav) borcu ödeyecek durumu yoktu. Alacaklısı
O'na ağır konuşmaya başladı. Sahabe onu susturmaya yeltenince, Allah Resulü
(sav), 'Bırakın onu, her hak sahibinin konuşma hakkı vardır1 buyurdu".[10][44]
Alışveriş
tarafları arasında en çok alıcı ile yardımlaşmak müs-tehap görülmüştür.
Borçlanmamn tarafları arasında da, borçluya yardım etmek müstehaptır. Ancak bu
yapılırken, satıcıyla alacaklının haksızlığa uğramasına da müdahale
edilmelidir. Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kötü sözlerle sö-vüşenler, düzeltilirler". Hadiste geçen 'müstebb',
sözle birbirlerine ağır konuşan kimseleri ifade eder. Bunlar arasında zulme
uğrayan taraf aşırıya kaçmadıkça, haksızlık eden tarafa yüklenilir.
Ticari
işlemlerde hafif aldanma olabilir. Karşılıklı rıza bulundukça ticari
muameledeki hafif aldanma, onu geçersiz kılmaz. Ancak kıymet farkı varsa ve
aldatma ciheti Öğrenilmişse işlem mekruh olur. Konuyla ilgili olarak Allah
Resulü'nünün de (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gafili aldatmak
haramdır".
Başka bir
hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aldatılanın sözü,
övülmemiş ve sevaba layık görülmemiştir".Bu, şu manaya gelir ki, bilerek
aldanan kimse, kendi hakkını kendisi kaybeden ve kendi yanlışını başkasına
yükleyen kimsenin şikayet ve sızlanması hoş görülmemiştir.
Basra
Kadısı, devrinin önemli alimlerinden, kendisi tabiundan babası sahabeden olan
İyas b. Muaviye şöyle derdi: Ben aldanıcı değilim. O bu sözüyle Muhammed b,
Sirin'i kasdederdi. Hasan ve Muaviye b. Kurre de ticarette aldananlardandı.
Zübeyr b. Adiyy şöyle derdi: Sahabeden onsekiziyle görüştüm. İçlerinde biri
dahi elindeki parayla et almayı beceremezdi.
Hasan (ra)
hayvanını dörtyüz dirheme satmıştı. Müşteriden parayı istediği zaman o
kendisine, 'Ey Eba Kasım, hoşgörü göster dedi. O da 'Senden yüz dirhem indirdim'
dedi. Müşteri, 'Ey Eba Kasım ihsanda bulunmaz mısın?' dedi. O, 'Sana yüz
dirhem daha bağışladım' dedi. Böylece hakkından ikiyüz dirhemi bağışlamış olmuştu.
Bu hadisenin başka bir rivayetinde, müşterinin 'ihsanda bulun' ricası üzerine,
ikiyüz dirhem bağışladığı söylenmiştir. Bunun üzerine kendisine, 'Ey Eba
Kasım, bu fiyatın yarısı!' denilince, 'İhsan böyle olur!' demiştir.
Peygamberimizin
torunları Hasan (ra), Hüseyin (ra) ve Selefin bazı seçkin mensupları satın
alırken çok titiz davranırlardı. Bununla beraber mallarından yüklü miktarlarda
infakta bulunurlardı. Onlara, 'Satın alırken, en küçük şeyleri bile
araştırırken, yüklü miktarlarda paralan infak ediyor ve bunu hiç
önemsemiyorsunuz, neden böyle?' diye sorulduğunda şöyle derlerdi: İnfak ve hibe
eden lütfü ile verendir. Aldanan ise, aklı kanandır. Bir diğeri de şöyle demiştir:
Kendi akıl ve basiretimi ancak kendim kandırırım. Aldatıcıya ise bu firsatı
vermem. İnfak ettiğimde sırf Allah rızası için veririm ve O'na hiçbir şeyi çok
görmem.
Bu manada
birçok söz rivayet edilmiş, birçok fazilet nakledilmiştir. Burada bunların
tamamını vermek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte göze çarpanları ibret
için naklettik.. Bütün bunlar, iyilik ve takva babına giren, ihsan ve adaletten
sayılan hususlardır. Hayırda seferber olma ve iyilikte yarışmanın özü de
budur. Allah Teala, yüce Kitabı'nm birçok yerinde böyle davranmayı emretmiştir.
Alışverişte
dürüst olmak gerekir. Zanaatlar için de bu geçerlidir. Dürüstlük noktasında
alıcı ile satıcı, mamul ile hizmet eşittir. Alıcı, satıcı ve zanaatkar, ürün
veya hizmette varolan kusuru karşı tarafa bildirmelidir. Zanaatkarın işinde
bir kusur varsa, iş sahibinin bilgisi olmasa da ücretini düşürmelidir.
Tarafların satış ve iş konusundaki bilgileri denk olmalı, birbirlerini
güzellikle anmalı-dırlar.
Konuyla
ilgili bir rivayette şöyle denilmektedir: Alışverişin tarafları doğru
söyledikleri ve dürüst davrandıkları zaman alışverişleri bereketli kılınır.
Yalan söyledikleri ve dürüst davranmadıkları zaman ise alışverişlerinin
bereketi çekilip alınır. Bir hadislerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Birbirlerine ihanet etmedikçe, Allah'ın
eli ortakların üzerindedir, ihanet ettiklerinde Allah'ın eli üstlerinden
kaldırılır".
Sahabeden bir
zat şu hadiseyi nakletmiştir: Allah Resulü (sav) Cerir'in islam üzere biatini
aldıktan sonra, yanından ayrılırken elbisesinden çekip durdurdu ve ona,
müslümanlara karşı dürüst olmasını şart koştu.[11][45]
Cerir (ra)
bir mal satacağı zaman, kusur ve ayıplarını gösterdikten sonra şöyle derdi:
İster al, ister bırak. Biz de kendisine, 'Allah sana merhamet etsin, her
alışverişinde böyle dersen, hiçbir şey satamazsın' derdik. O da bize şöyle
derdi: Biz Allah Resulü'ne (sav) müslümanlara karşı dürüst olmak şartıyla biat
ettik.
Vasile b.
el-Eska' (ra), Küfe pazarında halkın başında durmuş alışverişlere bakıyordu.
Adamın biri, üçyüz dirhem vererek bir deve satın aldı. Alışveriş, Vasile'nin
(ra) dalgınlığına gelmişti. Adam deveyi alıp gitti. Vasile onun ardından koştu
ve adıyla seslendi. Adam sesini duyarak geri döndü. Vasile, 'Bu deveyi eti için
mi yoksa binmek için mi satın aldın?' diye sordu. Adam da, 'Binmek için' dedi.
Vasile, 'Onun hakkında sana açıklama yapmadık. O deveyi iyi bilirim, onun
üzerinde uzun yola gidilmez' dedi.
Bunun
üzerine müşteri deveyi geri vermek istedi. Satıcı da ona yüz dirhem iskontoda
bulundu ve Vasile'ye şöyle dedi: Allah sana merhamet etsin, ahşverimizi ifsad
ettin. Vasile de ona şöyle karşılıkta bulundu: Biz Allah Resulü'ne (sav) şunun
üzerine biat ettik: Bir malı kusurlarım açıklamadan satmak helal olmadığı gibi
satılan bir malın kusurunu bildiği halde onu açıklamamak da helal değildir.
Allah sana merhamet etsin, sen de müslümanlara karşı dürüst olma sorumluluğunu
iyi düşün.
Müslümanların
alışverişlerde birbirlerine karşı dürüst davranmaları, günümüzde çoğu kimseye
zor gelmektedir. Allah Resulü (sav) ise, bunu müslümanlığm sıhhat şartlarından
biri olarak takdim etmiştir. O, diğer müslümanlarla dürüstlük üzere biat
ederdi. Allah Resulü (sav) ticarette dürüstlüğü dinin faziletleri arasında
zikretmiştir. Takva sahiplerinin, Allah'a yakınlıkta ulaşabilecekleri nihai
sınır yoktur. Çünkü O, şöyle buyurmuştur: "Din dürüstlüktür".[12][46]
O, bu sözü üç kez tekrarlamıştır. Halk tabakalarım da bu fazilet noktasında
eşitleyerek şunu ilave etmiştir: "Allah için, Kitabı için, Resulü için,
müslümanlarm imamları için ve avam için".
Allah
Resulü'nün (sav) meşhur bir hadislerinde de şöyle buyurduğu haber verilmiştir:
"Kelime-i Tevhid, dünyevi ticaretlerini uh-revi ticaretlerine tercih
etmedikçe Allah Teala'nın gazabını insanlardan savmaya devam eder".
Bu hadisin
değişik rivayetleri vardır. Bunlardan birinde de şöyle buyurduğu haber
verilmektedir: "Dinlerinin selameti için eksilen dünyalıklarını
önemsemedikçe (böyledir). Aksini yaparlarsa, 'Allah'tan başka ilah yoktur1
dedikleri zaman Allah onlara, *Yalan söylüyorsunuz, sözünüzde samimi
değilsiniz' buyurur". Aynı hadisin başka bir rivayetinde de,
"Kelime-i tevhidleri kendilerine iade edilir" buyrulmuştur.
Özlü ve
mücmel bir hadis-i şerifi açıklayan şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Her kim ihlasla 'La ilahe illallah' derse, cennete girer. O'na, 'îhlas
nedir?' diye soruldu. O da şöyle buyurdu: 'İman ifadenizi, Allah Teala'nın
haram kıldıklarından korumanızdır".
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an'ın haram saydıklarını helal gören kimse iman etmiş
değildir".13
Tabiundan
bir zat şunu anlatmıştır: Bana, 'Şu camiye gitseniz, orası namaz kılanlarla
doludur1 denildi. Camide, 'Onların en hayırlısı kimdir?' diye bir soru
soruldu. Ben de, 'Onlara karşı en dürüst olanıdır" dedim. Sonra birini
göstererek 'İşte cemaatimizin en hayırlısı budur1 dediler. Ben de, 'Bu adam
onların en kötüsü olsa gerek* dedim.
Alışveriş ve
zanaatlarda sahtekârlık, müslümanlara kesin olarak haram kılınmıştır. Bu tür
yollara sık sık başvuran kimse, fasık olarak nitelenmiştir.
Sahtekârlık
ve aldatmanın bazı şekilleri şunlardır: Müşteriye malın güzel taraflarını
gösterip diğer kısımlarını gizlemek. Elbiselerin güzelini gösterip diğerini
vermek. Zanaat ehlinin, güzel mamullerini gösterip müşteriye aksini yapması.
Rivayete
göre "Allah Resulü (sav) yolda meyve satan bir adam görmüştü. Meyvenin
görünen kısmı hoşuna gitmişti. Elini, seleye sokup altını karıştırınca çürükler
gördü. Satıcıya, 'Bu nedir?' diye sordu. O da, *Yağmur vurdu' dedi. Allah
Resulü (sav) de, 'Onu üstekoysan da insanlar aldıkları malı görseler daha iyi
olmaz mı?! Aldatan benden değildir!"[13][47]
Abdullah b.
Ebi Rebi'a (ra) da şunu rivayet etmiştir: Allah Resulü (sav) yolda meyve satan
bir adam gördü. Selenin üstü çok güzel sıralanmıştı. O, bundan kuşkulandı ve
elini seleye soktu. Alttaki meyvelerin yağmur yemiş olduğunu gördü. Adama, 'Bu
ne?' diye sordu. Adam da, "Vallahi ikisi de aynı meyve ey Allah Resulü'
dedi. Allah Resulü (sav) de, 'Bunları ayın ayrı koysan da, insanlar ne aldıklarını
bilseler daha iyi olmaz mı? Bizi aldatan bizden değildir".
Dostlarımızdan
biri şunu anlatmıştı: Ayakkabı imalatı yapan bir usta vardı. Alimlerden birine,
ayakkabı imalatında haramdan nasıl emin olabileceğini sordu. O da kendisine
şöyle dedi: Öncelikle deriye güzelce kes, ikisi de eşit olsunlar. Her ikisinin
de yüzleri aynı olsun. Sağ ayak daha üstün olmasın. Dolgusunu güzel yap.
Dikişlerini düzgün ve benzer yap. Diktiğin ayakkabıları da üst üste koyma.
Tüccar ve
zanaat ehli, malları ve mamullerinin en kötü ve en zayıf noktalarını göstererek
müşterinin onu tanımasını sağlamalıdırlar. Alan da, satan da mal ve hizmetin kusurlarını
bilmelidirler. İbni Şirin (ra) bir keçi satacaktı. Müşteriye, 'Bunun bir kusuru
vardır1 dedi. Müşteri kusuru sorunca şunu söyledi: Yemini ayaklarıyla
karıştırıp altüst eder. Hasan b. Salih de bir cariye satmış ve müşteriye şöyle
demişti: Bizde iken bir defa ağzından kan gelmişti.
Mal ve
hizmetlerde, müşteri veya hizmet alan her türlü incelik ve kusurdanyhaberdâr
edilmelidir. Dürüstlük ve ve doğruluğun gereği budur. Satış ve istihdamda
bulunması gereken vera' ve takvanın icabı da budur. Bu durumda elde edilen
kazanç, helal ve temiz kazançlardan biri olur. Müslüman, bunlarla ilgili bütün
haram ve mekruhlardan sakınmalıdır. Selef-i Salih'in ve onları güzellikle takip
eden halefin yolu da budur.
Alışverişte
araştırma, takva ehli ve alimlere danışma, alışveriş yapmak istediği kimseyi
tetkik etmesi müstehap görülmüştür. Haramdan sakınmayan kimselerle ve serveti
kuşkulu insanlarla ticari ilişki kurmak mekruh görülmüştür.
Ibnü'l-Mübarek'in
kızkardeşinin oğlu Muhammed b. Şeybe bir hadise anlatmıştır: İbnü'l-Mübarek'in
kölesi ona şöyle bir mektup göndermişti: Biz burada kralla alışverişi olan
kimselerle ticaret ya-; pıypruz. Bu hususta ne dersiniz? İbnü'l-Mübarek ona şu
cevabı gönderdi: Kralla ve diğerleriyle iş yapan kimseyle ticaret yapabilirsiniz.
Sana bir şey verdiğinde onu alabilirsin. Ancak haram olduğu*, nu kesinlikle
bildiğin birşey vermek isterse, sakın alma. O kimse^ kraldan başka hiç kimseyle
ticaret yapmıyorsa, onunla alışverişte bulunma.
Şeyhlerimizden
biri kendi şeyhinden şunu nakletmişti: İnsanlar öyle bir dönem yaşadılar ki,
her hangi biri ticaret yapmak için çarşı idaresine başvurup 'Sadakat ve vefa
ehlinden tavsiye ettiğiniz kim varsa onunla alışveriş edeyim' diye sorduğunda
kendisine şöyle denilirdi: Dilediğin herkesle ticaret yapabilirsin.
Sonra şöyle
bir zaman geldi ki aynı soru sorulduğu zaman ken* dişine, 'Şu, şu kimse dışında
dilediğinle ticaret yapabilirsin' denilir oldu.
İçinde
bulunduğumuz bu devirde ise, bize 'Kimle ticaret yapmamızı tavsiye edersiniz?'
diye sorulduğu zaman şöyle deriz: Falanın oğlu falanla ticaret yapabilirsin.
İnsanların
başına öyle bir zamanın gelmesinden endişe ederim ki o 'yemin etmeyen, yalan
söylemeyen ve sözünde duran falan oğlu falan'ın da bulunması mümkün
olmayacaktır!
Ticari kaygı
ile yalan yere yemin etmek, kazancı kirletir. Denildi ki: Vay haline o
tüccarın ki 'Hayır vallahi! Evet vallahi' deyip durur. Vay haline o ustanın
ki, 'Bugün veririm, yarın veririm, yarından sonra' diye oyalayıp durur.
Ebu Amr
eş-Şeybanı, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah Resu-lü'nden (sav) şu hadisi
rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Allah Teala Kıyamet
günü şu üç kimseye bakmaz: Kibirli kul; Verdiğinden minnet bekleyen ve sattığı
malı (olmayan özellikle övüp) süsleyen".
Müslüman,
sattığı malı, yapacağı hizmeti Övmez. Satın alacağı malı veya alacağı hizmeti
kötülemez. Böyle yapması rızkını arttır-mayacağı gibi, yapmaması da rızkını
eksiltmez. Rızkın takdiri konusunda iman etmesi gereken esas budur. Aksi
şekilde davranması, günahlarını arttırdığı gibi dini duygularını da eksiltir.
Zanaat
ehlinin yapması gereken, yaptığı işte kendisine iş veren kimseye karşı
olabildiğince dürüst davranması, onun maksadının hasıl olması için elinden
gelen bütün çabayı sarfetmesi, işi en sağlam ve en güzel şekilde yapmasıdır.
Yaptığı işin kısa zamanda bozulmasından sakınmalıdır.
Kendisine iş
veren kimsenin işin inceliklerini bilmesi gerekmez. Usta ve esnaf, işlerinde
böyle davrandıkları zaman dünyevi ve uh-revi sorgu ve hesaptan azade olmuş
olurlar. Aksi halde yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerdir. Ticaret ve
zanaati iyi bildikleri takdirde, 'İyi bildiğiniz hususta ne yaptınız?' diye
kendilerine sorulacaktır. Bir beldenin mamur ve istikrarlı olmasını buna
bağlıdır.
Dini
ilimlere sahip olan kimselere nasıl sorular somluyorsa, ticaret ve zanaat
sahiplerine de sorulmalıdır. Bu hususlar dini bilgilere vakıf olanlara da
sorulabilir. Çünkü onlar, her ne kadar dini ilimleri iyi biliyorlarsa da, dünya
ile ilgili akli ve fenni ilimler hakkında da bilgi ve derece sahibidirler.
Kendileriyle iş yapılacak tüccar ve zanaatkarlar da bu insanlara sorulabilir.
Çünkü bulundukları mevki itibarıyla onlara düşen bir takım görev ve sorumluluklar
mevcuttur.
Güzel bir
sözde şöyle denilmektedir: Semtindeki komşuları, yolculuktaki arkadaşları ve
pazarda iş yaptığı kimseler tarafından övülen kimsenin dürüstlüğü hakkında
kuşkuya kapılmayın.
Adamın biri
Ömer b. Hattab'ın (ra) yanında şahitlikte bulunmuştu. Ömer (ra) yanındakilere,
'Bana onu tanıyan birini getirin dedi. Gelen adam o kişiden övgüyle sözetti.
Bunun üzerine Ömer (ra), 'Onun en yakın komşusu musun? Evine giriş çıkışını iyi
büir misin?' dedi. O da, 'Hayır1 dedi.
Ömer (ra),
'Peki adamın ahlakının güzellik veya çirkinliğini ortaya çıkartacak bir
yolculuk ettin mi?' dedi. Adam, 'Hayırdiye cevapladı.
Ömer (ra),
'Peki vera' ve takvasını gösterecek dinarın, dirhemin karıştığı ticari bir
ilişkin oldu mu?' diye sordu. Adam, yine 'Hayır dedi.
Bunun
üzerine Ömer (ra) 'Sanıyorum sen onu mescidde namaz kılıp Kur'an dinlerken başını
sallarken görmüşsün' dedi. Adam da, 'Evet' dedi. Ömer (ra) de şöyle dedi:
Gidebilirsin, sen onu tanımıyorsun! Bir başka rivayette ise şöyle dediği
nakledilmiştir: Bilmediğin bir şey hakkında konuşuyorsun! Ardından da şahitlik
eden kimseye şöyle dediği nakledilmiştir: Git ve seni tanıyan birini getir!
Selef-i
Salih'in tüccarlarının şöyle bir adetleri vardı: Esnafin iki defteri olurdu.
Bunlardan biri meçhul defterdi. Burada ismi yazılı olanlar, esnafın tanımadığı
fakirler ve düşkünlerdi. Yiyecek maddelerini görüp almak isteyen, ama parası
olmayan kimselere istedikleri verilir ve adı meçhul deftere yazılırdı.
Onlar
satıcıya, 'Şundan iki üç kilo ihtiyacım var, ama param yok derlerdi. Satıcı da,
'Al, elin genişleyince verirsin. Paran olunca getirirsin derdi. Sonra da adını
meçhul deflere kaydederdi. Böyle yapanlar bile, müslümanların hayırlıları
arasında sayılmazdı. Hayırlı satıcılar, istenilen malı verdikleri halde
deftere isim kaydetmeyerek adamı borçlandırmayanlardı. Böylelikle borçlu
hakkında şikayetçi olma hakkından da feragat etmiş olurlardı. İhtiyaç sahiplerine
sırf şunu söylerlerdi: İhtiyacın olduğu kadar al. Para bulursan, getirirsin.
Bulamazsan helalliğim olduğunu bil ve kalbini ferah tut!
Bu, artık
ölmüş bir adettir. Bu güzel sünneti devam ettirenler, onu diriltmiş olurlar.
Öncekiler arasında bu sünneti takip edenler, müstakil bir kitaba sığmayacak
kadar çoktur.
Selef
döneminde dürüstlüğün inceliklerini sergileyen, nefsinin isteklerine karşı
durmada aşırı titizlenen, din kadeşleriyle ilişkisinde olabildiğince cömert ve
hoşgörülü davranlar yukarıda anlatılan kesimden çok daha fazlaydı. Bunları
zikretmemizin sebebi; yaptıkları işler hakkında gaflet denizinde yüzenleri
uyarmak ve kaybolan bir sünnetin takipçilerini gün ışığına çıkartmaktı.
Yukarıda
anlattığımız hayırlı esnaf, o günlerin en hayırlıları da değillerdi. Onlardan
da hayırlı olan, mescidliler vardı. Mescid kurdu abidler, dünyadan uzaklaşmış
zahidler fazilet bakımından elbette daha yukarıda idiler. Bunların bir kısmı
da, ticaretlerini bitirdikten sonra pazarda asla zaman kaybetmeyerek
mescidlere dalarlardı.
Selef-i
Salih'ten bazıları, öğle namazıyla birlikte dükkanlarından ayrılarak günün
kalan yarısını Rablerine tahsis ederlerdi. Bazıları ise, ikindi namazından
sonra işyerinden ayrılarak günün kalan kısmını ahirete tahsis ederlerdi.
Kimisi de, o
günün ve ailesinin gideri için gereken miktarı kazandıktan sonra, hangi
vakitte olduğuna bakmaksızın dükkanını kapatarak mescide veya evine giderdi.
Kalan vaktini kullukta bulunarak değerlendirirdi.
Bazıları ise
bir Danik (Dirhemin altıda biri) veya bir kırat kazandıklarında işi
bırakırlardı. Bu gibi kimseler, az ile kanaat eder, dünyalık hakkında zühd
gösterir ve hırs beslemezlerdi. Konuyla ilgili işittiklerim arasında en
ilginci şuydu: Büyük fıkıh alimi Ham-mad b. Seleme (ra), sepet içinde et satar
ve iki kuruş kazandıktan sonra sepetini sırtlanıp pazardan ayrılırdı.
İbrahim b.
Yesar şunu nakletmiştir: İbrahim b. Edhem'e (ra) 'Bugünkü işim, çamurda
çalışmak* dediğimde bana şöyle dedi: Ey İbni Yesar, sen hem arayan, hem de
aranan bir zatsın. Kaçırmaman gereken seni arıyor, sen ise seni kaçırmayacak
olam aramaktasın. Çok hırslı olduğu halde mahrum olan, zayıf olduğu halde rızkı
bolca verileni görmedin mi?
Ben de,
'Bakkalda bir 1/6 dirhemim var1 dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: İşte buna
dayanamam. Böyle bir paran varken neden iş arıyorsun?! Selef ustalarından
birçoğu yarım gün veya günün üçte ikisinde çalışır, almterinin karşılığını
aldıktan sonra mescide giderlerdi. Bazıları da haftada bir veya iki gün
çalışır, kalan günleri ibadetle geçirirlerdi.
Selef
esnafı, günün ilk kısmı ile son kısmını ahiret ticaretine tahsis ederlerdi.
Sadece günün orta kısmında çalışarak dünya ticaretiyle uğraşırlardı. Rivayete
göre melekler, sabah ve akşam vakitlerinde semaya yükselerek kulun amellerini
Allah Teala'ya gösterirler. Eğer her iki vakitte de hayır varsa, Allah Teala
bu ikisi arasında işlenen küçük günahları bağışlar.
Allah
Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Gecenin ve
gündüzün melekleri fecr vaktinde buluşurlar. Gece melekleri ayrılarak gündüz
melekleri yeryüzüne inerler. İkindi vaktinde ise gece melekleri inerek gündüz
melekleri yukarı çıkarlar. Allah Teala her iki zümreye de şöyle sorar: Siz
ayrılırken kullarını ne haldeydi? Onlar da, bıraktığımızda da namaz
kılıyorlardı, tekrar karşılaştığımızda yine namaz kılıyorlardı. Allah Teala da
bunun üzerine şöyle buyurur: Sizi şahit tutarım ki Ben de onları
bağışladım".
Ali (kv)
Küfe pazarında dolaşıyordu. Elinde bir kamçı vardı ve şöyle diyordu: Ey tüccar
topluluğu! Hak üzere alın, hak üzere satın ki kurtuluşa eresiniz! Kârı az görüp
reddetmeyin, yoksa mahrum edilirsiniz. Hak üzere olup mani olunanın katlarca
fazlası batıla gider. Abdurrahman b. Avfa (ra) 'Zenginliğinin sebebi nedir?'
diye so-ruldiquğunda şöyle cevap vermiştir: Üç husustur: Kârı hiçbir zaman -az
görüp de- geri çevirmedim. Benden satın alınmak istenen hiçbir hayvanın
satışını -daha fazlasını umarak- ertelemedim. Hiçbir zaman aldatıcı satış
yapmadım. Denir ki: Abdurrahman b. Avf (ra) bir keresinde bin deve satmış ve
sadece onları bağladıkları iplerden kâr etmişti. Ardından her ipi bir dirheme
satmış ve toplamda iki bin dirhem para kazanmıştı. Bunlardan da binini kendine
almış, diğer binini de infak etmişti.
Vera' ehli,
ticari gaye ile deniz yolculuğuna çıkmayı hoş görmezlerdi. Bu meyanda şöyle
denilmiştir: Ticaret için denize açılan kimse, rızık talebinde aşırıya kaçmış
olur.
Allah
Resulü'nün (sav) de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ancak hac, umre
ve cihad için deniz zeferine çıkılır".[14][48]
Zeyd b. Vehb
ise Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir: Yetimlerin mallarıyla ticaret yapın ki
yıllık zekâtı onları tüketmesin. Onların mallarını kârlarla meyvelendirin.
Onların mallarıyla hayvan alım satımından uzak durun. Çünkü hayvanlar telef
olabilir. Denizlerin dalgalarından da sakının. Onların mallarıyla meta türü
işlerde ticaret yapın.
Amr b.
el-'As (ra) şöyle derdi: Pazara ne ilk giren, ne de ondan son ayrılan olun!
Çünkü şeytan orada yumurtlar ve yavruları da orada yaşar. Muaz (ra) ve Abdullah
b. Ömer'den (ra) şu söz nakledilmiştir: İblis, oğlu Zelenbur*a şöyle demiştir:
Ey Zelenbur! Kitabınla mutlu t)l! Çünkü pazar yerleri senindir. Oralarda
yemini, yalanı, hile ve tuzağı, ihanet ve ahde vefasızlığı güzel göster. Oraya
ilk girenin ve oradan en son ayrılanın yanında ol.
İbni Ömer
(ra) ve İbni Abbas (ra) şunu rivayet etmişlerdir: Allah Resulü'nün (sav)
pazara günün ilk ışıklarıyla girmeyi ve oradan en son ayrılmayı yasakladığını
işittik.
Rızkını
arayan ve pazarda ticaret yapan kimseler, bu güzel sıfatlara sahip olur ve
koşulan şartlara uygun davranırlarsa, hal ve makamlarını muhafaza etmekle
kalmaz, Allah Teala'nm yollarındanbirine girmiş olurlar. Onların bu yoldaki
bütün fiil ve eserleri de kendileri için hasenat sayılır. Yaptıkları ahiret
için de kazanç olur.
Kulun bu
durumu, ahireti için de kendisine destek ve ahiretine götüren güzel bir yol
olur. Eğer zikredilen şartlara aykırı hareket eder, ticari hallerinde ilmin
gereklerine uymaz, davranışlarında takvadan ayrılır, mal biriktirme hırs ve
sevdasına kapılır, yitirdiği dünyalıklar için sızlanır ve dünyalıklarını
kurtardıklarında dinlerinden kaybettiklerini umursamaz, kazançlarının
kaynağını önemsemez ve nereye harcandığına bakmazlarsa Allah Teala'ya isyan etmiş
ve O'nun hoşgörmediği bir konuma düşmüş olurlar.
Böyle bir
tüccar, Allah Teala'nm gazabına maruz kalır ve yaptıklarıyla O'ndan uzaklaşır.
O, ölüme hazırlıksız ve ahirete îmandan uzaktır. Bütün fiil ve eserleri
günahtan ibarettir. Bu tür bir ticareti yapmaktansa, terketmek kendisi için
daha hayırlıdır. [15][49]
Alkame (ra),
İbni Mesud (ra) kanalıyla şunu rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: Her kim müslümanlarm şehirlerinden birine mal getirir ve günün
fiyatıyla satarsa, onun için Allah katında şehid sevabı vardır. Allah Resulü
(sav) bunu söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: 'Kimileri Allah'ın
lütfundan nasiplerini aramak için yol tepecek, dünyanın çeşitli yerlerinde
dolaşacaklardır. Kimileri de Allah yolunda cihada çıkarlar1 (Müzzemnıil/20) [16][50].
Ukbe b. Amir
(ra) de Allah Resulü'nden (sav) şunu işittiğini nakletmiştir: "Alacağı
malın bedelim -haksız yere- düşürmeye çalışan kimse cennete giremez".16
Ebu Salih, Ebu Hüreyre (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet edilmiştir: "Her kim alışverişten pişman olanı rahatlatırsa, Allah
Teala da Kıyamet günü onu rahatlatır".
Hişam b.
Urve (ra) de Muaviye'ye (ra) şunu nakletmiştir: Cür-hüm kabilesine mensup yaşlı
bir adam kendisine yalan durmuştu. Onu yanına çağırttı ve, 'Kimlerdensin?' diye
sordu. O da, 'Cür-hüm'den' dedi. Hişam, 'Kaç yaşındasın?' diye sorunca, 'Üçyüz
elli' dedi. Hişam kendisine şunu sordu: Söyle bana malın en
faziletlisihangisidir? Adam şu cevabı verdi: Ses çıkan (meskun) bir beldede,
kendi kendine geçinip başkasına muhtaç olmayan bir hane. Hişam, 'Sonra
hangisidir?' diye sordu. O da, 'Karnında bir tayı olan kısrak' dedi. Hişam,
'Peki deve ve davarı niçin söylemiyorsun?' diye sorunca, 'Onlar sana değil,
bizzat ilgilenecek kimseye yarar* dedi.
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Müslümanın malının hayırlısı aşılı hurma ve birçok
hamile attır". Hadisteki Wmure' kelimesinin 'çok' anlamına geldiğinin
delili de şu ayet-i kerimedir: "Herhangi bir beldeyi imha etmek
istediğimizde oranın şımarıklarım arttırırız". (İsra/16) Araplar 'Emera
el-kavmü' denildiği zaman, kavmin nüfus bakımından çoğaldığını anlarlardı.
Abdullah b.
Ahmed'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Muavi-ye'nin (ra) hazinesinden üçyüz
bin dinar almıştım. Şu anda ise elimde un, davar sürüsü ve ev eşyasından başka
bir şey kalmadı. Bundan çok endişelendim ve Kabul Ahbar'la görüştüm. Ona, durumu
bildirdim. O da bana 'Hurma hakkında ne düşünürsün? Onu Allah'ın Kitabı'nda da
görüyoruz. Hurmalar, evlerde yiyecek, çamurlarda direk gibidir.
Bence,
malların en hayırlısı hurmadır. Onun satıcısı övülmüş, müşterisi de
rızıklanmıştır. Onu satan ve emsal fiyatı koymayan kimse, şiddetlenen rüzgarın
savurduğu düz kayanın üzerindeki kül gibidir* dedi. Ben de endişelerimi
hurmayla giderebileceğimi düşündüm ve hurma satın aldım.
Mervan b.
el-Hakem, Vehb b. el-Esved'e, insanlığın ne olduğunu sormuş, o da şu cevabı
vermişti: Anababaya iyilik ve rnalı temiz tutmak. Abdülkuddüs b Abdüsselam şunu
rivayet etmiştir: İbrahim b. Edhem (ra), Ibad b. Kesir'e (ra) bir mektup
yazarak şöyle demişti: Tavafinı, sa'yini ve haccını Allah yolunda cihad eden
bir mücahidin bir öğün uykusu gibi kıl.
O da
İbrahim'e (ra) şöyle karşılıkta bulundu: Sen de korumanı, nöbetini ve savaşını
ailesinin geçimini helalinden kazanmaya çalışan kişinin bir öğünlük uykusu
gibi kıl.
Abbas'tan şu
bilgi nakledilmiştir: Ahmed b. Sevr'in şunu söylediğini işittim: Bir adam
İbrahim b. Edhem'i hurma gölgesine tevdi etmiş ve 'Ey Eba İshak bana Öğüt
ver!' demişti. O da adama şöyle dedi: Arttır ve saf kıl! Ne haccı umreyle
tamamlayan hacı, ne nöbet bekleyen mücahid ve ne de geceyi ibadetle geçiren
oruçlu bize göre insanlara muhtaç olmaktan kurtulmaya çalışandan daha üstündür!
Lokman (as)
oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle demiştir: Ey oğulcuğum! Dünyadan
yetecek kadarım al ve onu tamamıyla reddetme! Aksi halde insanlara muhtaç
olursun.
Şazan'dan da
şu nakledilmiştir: Hasan b. el-Hayy'a geçim yolları hakkında soru sormuştum.
Bana şöyle karşılık verdi: Bunun için kafa yorarsan Fırat'ın suyu sana haram
olsun! Helal nzık peşinde koşmak, düşmanın hücumunu göğüslemekten daha zordur!
Heysem b.
el-Cemil de Îbnü'l-Mübarek'in (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: İster kara,
ister deniz hangi yola çıkarsan çık yeter ki insanlara muhtaç olmaktan kurtul!
Heysem bu söz üzerine şöyle demiştir: Herhangi birinden bana ulaşan içime öyle
düşerdi ki, ancak ona muhtaç olmadığımı hatırladığımda içimdeki yük
hafiflerdi.
Hammad b.
Zeyd'den şu bilgi nakledilmiştir: Eyyub dedi ki: İçinde kısmi kusur da bulunsa
bileğimin hakkıyla kazandığım, insanlara muhtaç olmamdan daha güzeldir. îbni
Ebi'd-Dünya oa Ömer b. Abdullah'ın şu beytini okumuştur:
Dağların
doruklarından kaya taşımak, Halkın minnetinden daha hafif gelir bana. Varsın
halk 'Ne kadar da yüz kızartıcı bir iş! desin, 'Esas yüz kızartan, dilenmenin
zilletidir'derim.
Musa b.
Tarif şu hadiseyi anlatmıştır: İbrahim b. Edhem (ra) deniz yolculuğuna
çıkmıştı. Yolda şiddetli bir fırtınaya yakalanmış, batma tehlikesiyle karşı
karşıya kalmışlardı. İşte o anda gemideki-ler, 'Ey Eba Kasım! İçinde
bulunduğumuz zorluğu görmüyor musun?' dediler. O da, 'Bu mu zorluk?' dedi.
Onlar da, 'Bu değilse nedir?' diye sordular. O şu karşılığı verdi: İnsanlara
muhtaç olmak!
Bir alim,
ediblerden birinin şu beyitlerini okumuştu:
Delikanlının
ölmesi, daha hayırlıdır ona edilen cimrilikten, Cimrilik de daha hayırlıdır,
bir cimriden dilenmekten. Yüzsuyuna asla değer biçme, Hiçbir mahlukla da
görüşme zelil bir suratla.
Bir zamanlar
dilenenden sakın isteme bir şey, Fakirlik daha hayırlıdır, dilenenden
istemekten.
Şeyhlerden
biri de şöyle bir beyit okumuştu:
Afetleri
sayarsan en kötüsüdür cimrilik,
Ondan da
kötüsü oyalama ve verilen boş sözdür.
Yalansa eğer
yoktur hiçbir değeri verilen sözün,
Yoktur asla
hayırı fiiliyatı olmayan boş sözün.
Bir diğeri
de şöyle demişti:
Eğer
zorundaysan yemeye,
Olma yemek
isteyen gibi.
Zira
gerçekten yemek isteyen,
O kimsedir
ki açlığı hatırladığında yemek yemeyen.
Bir diğer arif
de şöyle bir beyti okumuştur:
Yılan
karşısında akılsızlık eden Havva (as),
Daha akılsız
değildi, dilenciden zenginlik bekleyenden.
Zeyd b.
Eşlem şöyle bir hadise anlatmıştır: Muhammed b. Mes-leme arazisinde hurma
dikerken Ömer b. Hattab (ra) yanına geldi ve 'Ne yapıyorsun ey Muhammed?' dedi.
O da, 'Gördüğünü' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), 'Doğru yapıyorsun, insanlara
muhtaç olmaktan kurtul, böylesi dinin için daha sağlam, insanlar arasında da
değerini arttırıcıdır1 dedi. Kardeşiniz de İbnül-Hallac'a şöyle dememiş miydi?
Bağdat'ı
imar etmeye devam edeceğim, Çünkü canlara canan gelen, serveti olandır.
İbni
Mesud'un (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir dirhem için dahi olsa iyi
pazarlık et. Çünkü aldatılan, ne övülmüş, ne de ecir kazanmıştır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) de şöyle demiştir: Bir dostunuza 'İhsanda bulun' dediğinizde, eğer o
ihsanda bulunuyorsa, bu bir sadakadır. Abdullah b. Abdurrahman da şöyle bir
hadise nakletmişti:
İbrahim b.
Edhem (ra) ve yarenleri Ramazan ayında bir mescid-de idiler. İmam selam verdiği
zaman adamın biri kalktı ve bir şeyistedi. O da vermedi. O esnada İbrahim'in
(ra) dostları sofrayı kurmuşlardı. Ona, 'Ey Eba İshak, şu adamcağızı da
çağıralım mı?' diye sordular. İbrahim (ra) 'Hayır, çağırmayın' dedi.
Adam o
geceyi yemek yemeden geçirdi. Ertesi gün İbrahim'in (ra) dostlarından biri
mescide geldiğinde ona şöyle dedi: Ey Eba İshak, dün dilenen şahsı rüyamda
gördüm. Başının üstünde bir odun bağı vardı. İbrahim b. Edhem (ra) dedi ki:
Bilir misiniz neden 'onu çağırmayın' dedim? Çünkü kalbimden neden daha önce
bizden istekte bulunmadığı geçti. Ben de bu yüzden onu çağırarak, yemeğinize
dayanmasını istemedim.
Adamın biri
İbrahim b. Edhem'e (ra) 'Nasıl sabahladın?' diye sormuştu. O da şu karşılığı
verdi: Sıkıntımı benden başkası çekmediği için hayırla sabahladım.
Musa b.
Tarifden de şu hadise nakledilmiştir: İbrahim b. Ed^ hem biriyle bir iş yaptığı
zaman fiyatta pazarlık etmezdi. Yusuf b: Said'den ise şu nakledilmiştir: Adamın
biri Ali b. Bekar'a şöyle bir soru sormuştu: Başı Öne eğip istemek mi, yoksa
yerlerden birşeyler toplamak mı, hangisi daha hayırlıdır? O da şu cevabı verdi:
Yerlerden bir şeyler toplamakta bir çok hayır mevcuttur.
Süleyman
el-Hawas (ra) orada burada bir şeyler toplardı. İbrahim b. Edhem (ra) ise
ücret karşılığında çalışırdı. Huzeyfe (ra) süt sağardı. Ebu Amr b. el-Ala şunu
nakletmiştir: Hasan el-Basri (ra) şöyle demişti: Pazarlar, Allah Teala'nm
sofralarıdır. Oralara gidenler, nasiplerini alırlar.
Hasan b.
Dinar, Katade'den şunu rivayet etmiştir: Tevrat'ta şöyle yazılıdır: Kork ki
koranabil, iste ki verilen ol, ara ki bulan olî incil'de de şöyle yazılıdır: Ey
Adem oğlu, sabırlı ol ki sana da sabır gösterilsin!
Ebu'-Hulde,
Ebul-Aliye'den şunu aktarmıştır: Bir şey satın aldığınızda, en iyisini almaya
çalışın. Ebu't-Tufeyl ise şunu anlatmıştır: Enes b. Malik'in (ra) yanında idim.
Kendisine 'Deccal çıktı denildi. O da, 'Bir boyacımn uydurmasıdır7 dedi. Yahya
b. Yeman, Bessam es-Sayrafî kanalıyla İkrime'nin şu sözünü nakletmiştir:
Sarraflıkla uğraşanların cehennem ehlinden olduklarına şahitlik ederim.
Abdülhamid
b. Mahmud'dan şöyle bir hadise nakledilmiştir: Bir gün ibni Abbas'm (ra)
yanında idim. Adamın biri geldi ve başından geçen şu olayı anlattı: Bir
toplulukla beraber hacca gidiyorduk. Safah mevkiinde arkadaşlarımızdan biri
vefat etti. Onun için bir mezar kazdık. Ama kazdığımız çukur bir anda kara
yılanlarla doldu. Biz de başka bir çukur kazdık. Yılanlar onu da doldurdu. Bir
çukur daha kazdık, onu da yılanlar doldurdu. Ne yapacağımızı şaşırdık ve sana
geldik Ne yapmamızı tavsiye edersin?
îbni Abbas
(ra), 'Bu, onun hayatta iken yaptığı işiydi' dedi. Başka bir rivayette ise
şöyle dediği nakledilmiştir: 'Bu, onun hayatta iken yaptığı sahtekarlık ve
hilekarlığın tecellisidir. Gidin ve çukurlardan birine defnedin. Allah'a yemin
olsun ki yeryüzünün tamamını kazsanız, aynı şeyin olduğunu görürsünüz!'
Adam,
hadisenin devamında şunları anlatmıştır: Arkadaşımızı, çukurlardan birine
gömdük. Hac seferimizi tamaladığımızda onun hanımına gittik ve hayatta iken ne
yaptığını sorduk. O da, kocasının yemek işi yaptığını, her gün evde hazırlanan
yiyeceği çarşıdan aldığı arpa samanryla karıştırdıktan sonra pazar yerinde
sattığını söyledi.
Haccac, Ebu
Cafer Muhammed b. Ali'den şunu nakletmiştir: Ali (kv), çamaşırcı, terzi ve
boyacı esnafından halkın mallarını iyi muhafaza etmeleri üzere güvence alırdı.
Hişam b. Ammar'dan nakledildi ki: Malik b. Enes'e (ra) yarım dirhem, bir buçuk
dirhem veya iki dirhem karşılığında dokumak üzere ustaya elbise siparişi verilmesinin
hükmü sorulmuştu. O da, bunun sağlıksız bir şart olduğunu söylemiş, ustaya
emsal ücretin verilmesi gerektiğini ve anlaşmaya uymaması halinde ise tazminat
talep edilebileceğini ifade etmiştir.
Ahmed b.
Hasan el-Makırri'den nakledildi ki: Benim de bulunduğum bir mecliste Ebu Bekir
el-Mervezi'ye iki buçuk, üç buçuk ya da daha fazla ücret karşılığı giysi
dokuyan kimsenin durumu sorulmuştu. O, 'Biz, sipariş veren olarak rıza
gösterdikten sonra mahzuru yoktur1 dedi. Ben, 'Peki yarım veya bir buçuk
dirheme dokursa' diye sordum. Yine, 'Mahzuru olmaz* dedi. Bu mesele, Ahmed b.
Hanbel'e sorulduğunda, o da mahzuru olmadığını söylemiştir.
Ebu
Davud'dan şöyle nakledilmiştir: Ahmed b. Hanbel'e, üçte bir veya dörtte bir
karşılığında dokumacıya ip vermenin hükmü sorulduğunda mahzuru olmadığını
söylemiş, ardından şunu ilave etmiştir: Bunun en güzel misali mudârebedir. Bu
hususta Cübeyr'in başından geçenler, toprağın hiçbir mahsul vermemesi ve
mudari-bin kâr etmemesi gibi neticelerin tamamı benim için karinedir.
İbni Vehb,
Cuma günü namaz vaktinde yapılan ticaretle ilgili şunu nakletmiştir: İmam Malik
(ra), Cuma namazı için ezan okunduktan sonra yapılan alışveriş hakkında şöyle
demiştir: Bu alışveriş feshedilir. Kendisine, Teki namaz vaktinde ticari
muamelede bulunan ve namaza gitmeyen kimsenin durumu nedir?' diye sorulduğunda
ise şöyle demiştir: O, çok kötü bir iş yapmıştır! Derhal Rabbi'nden bağışlanma
dilemelidir. Aynı fiil hakkında Rebia ise 'Açık bir zulüm ve kötülükte bulunmuştur'
yorumunu yapmıştır. İmam Malik (ra) bu konuda şöyle bir hüküm vermiştir: Cuma
günü imam namazı bitirinceye kadar ticaret yapmak haramdır.
Ebu Davud
şunu nakletmiştir: İmam Ahmed b. HanbeFin taklit (=kalb) veya sürmelenmiş metal
para ile alışveriş ve muameleyi defalarca mekruh saydığını gördüm. Yine o
şöyle demiştir: İshak b. Raheveyh'e, taklit para harcamanın hükmünü sorduğumda,
Mahzur yoktur1 dedi. Abdülvehhab b. el-Verrak da şöyle demiştir: Bişr*e, kalp
para ile muamelede bulunmanın hükmünü sorduğumda, bana 'Ondan dolayı
affedilmeyi iste* dedi. Aynı soruyu Süfyan-ı Sevri'ye sorduğumda, 'Haramdır1
dedi.
Hasan
el-Hayyat ise Bişr b. el-Hars'la ilgili olarak şunu nakletmiştir:
Komşularından biri ona şöyle demişti: Titiz bir dokumacıya, 'ipler benden dokuması
senden' şartı üzere dokuması için bir sarık sipariş ettim. Bişr bunu ikrar
etmiştir.
Bişr-Fudayl
b. Iyaz-Leys kanalıyla Mücahid'den şu rivayet nakledilmiştir: Meryem (as) oğlu
İsa'yı (as) kaybetmişti. Onu ararken yolun kenarında oturmuş müşteri bekleyen
dokumacılarla karşılaştı. Onlara, gideceği yere nasıl gidebileceğini sordu.
Onlar da kendisine başka bir yol tarif ettiler. Meryem (as) dokumacıların
söylediği yola girerek kayboldu. Bunun üzerine dokumacılara çok kızdı ve
Rabbi'ne şöyle dua etti: Allahım! Onların kazançlarına bereket nasip etme ve
onları yoksul olarak vefat ettir! Onları halk nazarında hakir kıl! Bişr (ra)
der ki: Sanırım Allah Teala onun bu duasını kabul ettiği için, dokumacıların
hali bu şekildedir.
Ebu
Abdurrahman el-Ceyli, Ebu Eyyub el-Ensari'nin (ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu
naklettiğini rivayet etmiştir: "Allah Teala,alıverişte baba ile oğul
arasında farklı (muamele eden) kimseyi Kki yamet günü sevdiklerinden
ayıracaktır".
>i
Süfyan,
Mansur vasıtasıyla Musa b. Abdullah'tan şunu rivayet etmiştir: Musa'nın babası,
kölelerinden birini dört bin dinar serma-r ye vererek ticaret yapması için
İsfahan'a göndermişti. Sermaye1 orada dört misline ulaşarak onaltı bin dinara
ulaştı. Bir süre sonra kölenin öldüğünü duydu. Parasını almak üzere İsfahan'a
gittik ğinde kölesinin faiz ticaretine bulaştığını işitti. Bunun üzerine dört
bin dinarını alıp kalanı bıraktı ve döndü.
Ebu Bekir
el-Mervezi'den nakledildi ki: Ebu Abdullah'a, faizle para kazanan birinin
yemeğinin yenilip yenilmeyeceğini sorduğumda, bana yenilmeyeceğini söyledi.
Ayrıca Ebu Abdullah'ın şöyle dediğini de işittim: Faizle iş yapan kimse,
temizlenmek istediğinde anaparasını alır, kalan parayı -sahiplerini biliyorsa-
onlara iade eder, bilmiyorsa sadaka olarak dağıtır.
Rebia b.
Yezid, Atiyye es-Sa'di (ra) kanalıyla Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Kul, sakıncası olabilir diyerek sakıncalı olmayanları
dahi almayı terketmedikçe takva sahiplerinden olmayı başaramaz". Abbas b.
Celid de, İbnü'd-Der-da'nın (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Takvanın kemale
ermesinin işareti; zerre ağırlığı malda dahi Allah'tan korkması, hatta helal
olarak gördüğü şeylerin bir kısmını da, haramla arasında perde olmasa
düşüncesiyle almamasıdır.
Ebu Bekir
el-Mervezi şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a, cebinde içlerinden biri haram
olan üç dirhem bulunan ve hangisinin haram olduğunu bilmeyen adamın durumunu
sorduğumda bana şu cevabı verdi: Dirhemlerden hangisinin haram olduğunu
öğreninceye kadar onlarla bir şey alıp yememelidir.
Ebu
Abdullah, bu meselede Adiy b. Hatem'den (ra) nakledilen şu hadise
dayanmaktaydı: Adiy (ra) Allah Resulü'ne şunu sormuştu: Avın peşinden köpeğimi
gönderdiğimde köpeğim yanında başka bir köpekle gelirse ne yapayım? Allah
Resulü (sav) de şöyle buyurmuştu: Avı hangisinin öldürdüğünü öğreninceye kadar
o avı yeme. Ebu Abdullah'a kendisine sıhhatli dirhem verildiği halde onları
tekrar kalıba döken kimsenin durumunu sorduğumda ise şöyle demişti: Bu
meselede Allah Resulü (sav) ve ashabından nakledilen açık bir yasak vardır. Ben
de dirhemlerin kırılmasını ve parçalara ayrılmasını mekruh görürüm. Kendisine
şunu sordum: Kalıba dökmem için bir dinar verilse ne yapmam gerekir?
Şu cevabı
verdi: Önce o dinarla dirhem alırsın, sonra o dirhemlerin aldığı kadar altın
alırsın. Eğer aldığın dirhemler, ganimet malı ve sahibi de onların aynı
olmasını isterse o zaman eşit ölçüde olmalarına dikkat edersin. Böylelikle
hepsi aynı emsal olurlar.
Ebu
Abdullah, Alkame b. Abdullah'ın babası vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu
uygulamasını rivayet etmiştir: O, sakıncası olmadıkça müslümanlar arasında
geçerli olan bir sikkeyi kırmayı yasaklamıştı [17][51] Ebu
Abdullah, buradaki sakıncayı, dirhemler arasındaki farklılık olarak tefsir
etmiştir. Farklılık, insanlardan bir kısmının 'iyi' diğerlerinin de 'kötü'
dediği dirhemlerde olur. Bu şekildeki dirhemler kırılabilir.
Ebu
Abdullah'a, ücret karşılığı çalışıp mescidde oturan kimsenin hükmünü
sormuştum. Bana şöyle dedi: Terzi ve benzeri zanaat ehlinin mescidde
oturmalarından hoşlanmam. Çünkü mescidler, Allah Teala'nm isminin zikredilmesi
için bina edilmişlerdir. Oralarda alışveriş mekruhtur.
Yine ona, ip
eğiren birinin, muhtemelen yağmur sebebiyle mezarlığa gidip oradaki
kubbelerden birinin altına sığınarak orada çalışmasının hükmünü sordum. Bana,
mezarlığın ahiret yurdunun bir parçası olduğunu ve orada çalışmanın da mekruh
olduğunu söyledi.
Ebu
Abdullah'a un alırken bir ölçeğin üstüne 4.370 kilogram ilave etmenin hükmünü
sorduğumda ise şunu söylemiştir: Bu kötüdür ve insanların aldatılmaması
gereken bir miktardır. 'Peki kilo ve daha altının hükmü nedir?' diye
sorduğumda, bu miktarlarda insanların karşılıklı aldanabileceğini söyledi.
Ebu
Abdullah'a yastık ve yataklarda dolgu için kullanılan samanın durumuyla ilgili
olarak şunu sorduk: Tüccar için dikilen yastık ve yatakların onlar tarafından
içindeki samanın kalitesi bil-dirilmeksizin satılmasının hükmü nedir? Şöyle
cevap verdi: Tüccar, kendisine güvendiği kimseler dışındakiler için bu işi açık
olarak yaptırmalıdır.
Ebu
Abdullah'a, kendi giyimim için satın aldığım bir elbiseyi kâr gayesiyle satıp
satamayacağımı sorduğumda 'Hayır* dedi ve ilave etti: Eğer onu pahalı
satacaksan, giydiğini belirtmen gerekir. Aksi halde, kullanılmış giysi
pazarında satarsın. Yine ona, gümüş destinin satış hükmünü sorduğumda, desti
kırılmadıkça satılamayacağım söyledi. İpeğin satılamayacağını da o söylemişti.
Ümeyye b.
Huld dedi ki: Yunus b. Ubeyd bir mal alacağı zaman, Sus şehrindeki vekiline
bildirerek belli bir malın istendiğini ve onun kimden alınabileceğini
öğrenmesini talep ederdi.
el-Mervezi'den
şu söz nakledilmiştir: Ebu Abdullah'a cevizi saçmanın hükmünü sordum. Bunun
mekruh olduğunu söyleyerek cevizin çocuklara taksim edilerek verilmesini
tavsiye etti. Bir defasında yine Ebu Abdullah'ın evine gitmiştim. Oğlu bir
maharet gösterdi ve çocuklara vermek üzere aldığı cevizi onlara paylaştırarak
dağıttı. Onların üzerine saçmayı hoş görmeyerek şöyle dedi: Bu, yağmalama gibi
olur.
Ebu
Abdullah, İbnü'l-Mübarek'in bazı meselelerle ilgili görüşlerini zikrettikten
sonra şöyle demişti: Bu meseleler arasında biri vardır ki çok ilginçtir. Bu
mesele şöyle gündeme gelmişti: îbnü'l-Mübarek'e, vurduğu kuş, başka bir şahsın arazisine
düşen kimseyle ilgili şu soru sorulmuştu. Av, onun mu, yoksa düştüğü arazinin
sahiplerinin mi hakkı olur? Îbnül-Mübarek, bu soruyu 'Bilmiyorum* diye
cevaplamıştı. Aynı soru, Ebu Abdullah'a da sorularak 'Bu meselede sen ne
diyorsun?* denildi. Ebu Abdullah, 'Bu, gayet ince bir mesele, bununla ilgili
herhangi bir nakil bilmiyorum' cevabım verdi.
Bir
defasında Ebu Abdullah'a şunu nakletmiştik: İsa b. Abdül-fettah dedi ki: Bişr
b. el-Hars'a (ra) şüpheli bir konuda anne-baba-ya itaat etmenin hükmünü sordum.
Bunun çok ağır olduğunu söyledi. Ebu Abdullah'a dedim ki: Şüpheli konuda da
anne-babaya itaat sözkonusudur. Ardından dedi ki: Bunu Muhammed b. Mukatil'e
söylediğimde, şu karşılığı verdi: Ben de aynı fikirdeyim. Bişr b. el-Hars da,
onun söylediğini ikrar etmiştir. Ebu Abdullah bunun ardından şöyle demiştir:
Anne-babayla hoş geçinmek ne kadar da güzeldir! O, başka bir zaman da şöyle
demişti: Günah, kalplere nasıl da nüfuz etmiş!
el-Mervezi
şunu anlatmıştır: Bir defasında, adamın birini Ebu Abdullah'ın meclisine
götürdüm. Adam, 'Kardeşlerim şüpheli yollardan kazanç elde eden kişiler.
Annem, onların getirdiklerini pişirip bizi yemeğe çağırmış, biz de o yemekten
topluca yemiş olabiliriz. Bunun hükmü nedir?' diye sordu. Ebu Abdullah şu
cevabı verdi: Bu, Bişr'in konuşması gereken bir konudur. Senin içinse, Allah
Teala'mn gazabına uğramamanızı niyaz ettiğim bir noktadır. Ebu'l-Hasan
Abdülvehhab'a git ve ona da sor.
Adam, ona
giderek, 'Bu hususta bildiğin bir şeyse varsa bana bildir1 dedi. O da Hasan'ın
şu sözünü aktardı: Kişi, cihada gitmek için annesinden izin ister ve annesi
kendisine izin verdiği halde, gönlünden kalmasını istediğini hissederse cihada
gitmeyerek annesinin yanında kalmalıdır. Ebu Abdullah'tan şunu işitmiştim: Annesi
hayatta olan birinin ilim talep etmek üzere sefere gitmek için ondan izin
istemesinin hükmünü sorduğunda şu cevabı verdi: Eğer o kimse, nasıl abdest
alacağını ve nasıl namaz kılacağını bilmeyecek derecede cahil ise, ilim
talebinde bulunması onun için daha öncelikli bir farzdır.
Bunları
biliyorsa, annesinin yanında kalması kendisi için daha
elzem bir
farizadır.
Ben de
kendisine şunu sordum: Bir münkeri gördüğü halde onu değiştirecek ilmi kuvveti
yoksa, o zaman ne yapar? Şu karşılığı verdi: Anne-babasmdan izin ister, eğer
verirlerse ilim talebi için yola
çıkabilir.
Ebu'r-Rebi
es-Suii'den şu hadise nakledilmiştir: Basra'da Süf-yan-ı Sevri'nin (ra)
meclisine gittim. Ona, 'Ey Eba Abdullah, ben muhtesiplerle (=fiyatları ve
islami kuralların uygulanışını kontrol eden görevliler) beraber kadın gibi
davranan erkekleri basıyoruz. Kimi zaman da onların evlerine, duvarlarından
tırmanarak giriyoruz. Bunun hükmü nedir?' dedim.
'Evlerinde
kapı yok mu?' diye sordu. 'Evet var, ama kaçmalarını önlemek için böyle
yapıyoruz' dediğimde davranışımızı çok çirkin buldu ve beni ayıplayarak 'Bunu
kim içeri aldı?' diye sordu. Ben de, 'Sırf derdime derman olacak bir tabip için
geldim' dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kendimiz hasta olduğumuz halde tabip
olarak anıldığımız için helak olduk! Ardından da şunu ekledi:
İyiliği
emredip kötülükten sakındıran kimse, şu üç hasleti taşımalıdır:
Sakındırdığında yumuşak, emrettiğinde adaletli, sakındırdığında adaletli,
emrettiğinde bilgili ve sakındırdığında bilgili olmak.
Ahmed b.
Muhammed b. Haccac'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Bir defasında Süfyan-ı
Sevri'ye (ra) şunu sordum: Pazarı dolaşırken davul görürsem kırıyorum, ne
dersin? 'Gücün yetiyorsa kırabilirsin' dedi. 'Ölü yıkamak için davet
edildiğimde davul çaldığını işitirsem ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise
şöyle dedi: Gücün yeterse onu kır, aksi halde oradan ayni.
Tambur
kırmanın hükmünü sorduğumda, kırılabileceğini söyledi. 'Saklanmış tambur için
ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda ise, 'Eğer senden gizlenmişse kırma' dedi.
'Sokakta kölenin elinde bulunan küçük bir tambur gördüğümde ne yapmam gerekir?'
diye sorduğumda ise, 'Eğer açıkta ise onu da kırabilirsin' dedi.
Süfyan-ı
Sevri'ye (ra) nergis suyu satanlara karşı ne yapmam gerektiğini sordum. Şöyle
dedi: Nergis suyundan civa yapıldığını söylüyorlar. Teki sırf meyhane sahipleri
satın alıyorsa, o zaman ne yapmak gerekir?' diye sorduğumda şu karşılığı verdi:
Satıcıya bu husus sorulur, eğer öyle ise, pazarda sattırılmaz.
Adamın biri
ona şöyle bir husus arzetmişti: Babam, pazarda her türlü kimseyle alışveriş
yapıyor. Hatta sizin muameleyi mekruh gördüğünüz kimselerle dahi ticari
muamelede bulunuyor, ne dersiniz? Şu cevabı verdi: Servetinin kârı kadar olan
mikdan bırakılır. 'Peki alacağı ve borcu varsa, ne yapmak gerekir?' diye
sorulduğunda şöyle dedi: Alacağı alınıp borçlusuna verilir. 'Böyle
davranılma-sını uygun görür müsünüz?' diye sorduğumda şöyle karşılık verdi: Sen
de onu borcunu ödemekle yetinmiş halde bırakırsın.
Ebu
Abdullah'a, gidişatını beğenmediğim bir yakınımın kendisi için bir giysi veya
yün satın almamı istediğini, bu durumda ne yapmam gerektiğini sordum. Bana
şöyle dedi: Öyle biri ise ona yardım etme ve onun için hiçbir şey satın alma.
Ancak annen emrederse yapabilirsin. Çünkü böyle bir alışveriş, anneni
Öfkelendirmenden daha hafif bir kusurdur.
Bir
defasında Ebu Abdullah'a şu husus sorulmuştu: Faiz ticareti yapan bir baba,
alacağını tahsil için oğlunu gönderse, oğlunun ne yapması gerekir? Ebu Abdullah
şöyle dedi: Tahsilata gitmemeli ve babasına şöyle demelidir: Siz tevbe edinceye
kadar oraya gitmeyeceğim.
Ebu
Abdullah'a, hadis ravilerinden birini anmıştım. 'Allah Te-ala ona rahmet etsin,
bir huyu dışında çok değerli adamdı!' dedi. Ardından da, İnsanın bütün huyları
kamil olmayabilir' dedi. Kendisine, Teki onun bir hasenesi olsun yok mudur?'
diye sorduğumda, 'Elbette vardır, ben bile kendisinden hadis yazmıştım. Ama güzel
olmayan bir huyu da vardı' dedi. 'Ne gibi?' diye sordum. Şu cevabı verdi:
Hadisi, kimden aldığını pek önemsemezdi.
Bir
keresinde Ebu Abdullah'ın Bişr b. el-Hars'ı anarak şöyle dediğini işittim:
Allah Teala ona rahmet etsin. Onda ünsiyet, zikir ve büyük bir vera mevcuttu.
O, kendisine sorulan hususlarla ilgili olarak çoğu zaman, 'Böyle bir soru
ancak Bişr'e sorulur, bu Bişr*in konuşması gereken bir noktadır, bu konuda
konuşmak bana düşmez' derdi. Bir defasında Ebu Abdullah'a eski elbiselerle
dolaşan fakir bir adamdan söz etmiş ve, 'Ne kadar da ilme muhtaç biri'
demiştim. Bana şöyle dedi: Fakirliğine ve ilimden uzak oluşuna karşı gösterdiği
sabırdan dolayı onun hakkında böyle konuşma. Ben yatağa her girişimde onu
hatırlarım. O ve onun gibiler, bizden daha hayırlıdır.
Süfyan-ı
Sevri'ye şöyle bir hadise nakletmiş tim: İbnü'1-Müba-rek'e salih bir alimin
nasıl bilinebileceği sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Dünya hakkında zühd
gösterir ve ahiret amellerine yönelir. Bunun üzerine Ebu Abdullah şöyle dedi:
Evet, salih bir alim böyle olmak ister. Ebu Abdullah'a, başka bir kadına sözle
hücum ederek nesebi hakkında iddiada bulunan bir kadının hükmünü sormuştum.
Bununla ilgili olarak hiç bir şey söylemedi. Israr ederek sorumu tekrarladım.
Şöyle bir karşılık verdi: Doğru olduğunu bildiğin halde niçin soruyorsun?
Bir
defasında Ebu Abdullah'ın İbni Avn'dan sözederek şöyle dediğini işittim: İbni
Avn, evlerini müslümanlara kiralamazdı. 'Niçin?' diye sordum. 'Onları -kira
Ödeme- endişesine düşürmemek için' dedi.
Ibnü'l-Mübarek,
Hakim b. Züreyk'ten ve onun babası vasıtasıyla Said b. el-Müseyyeb'den şunu
nakletmiştir: O, buğdaya karşılık un vermenin hükmüyle ilgili olarak bunun faiz
olduğunu söylemiştir. Bir defasında Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise
nakletmiştik: Bişr b. el-Hars'ın kardeşi, Eyle şehrinden kendilerine hurma göndermişti.
Annesi, ev halkına dağıtmak üzere ayırdığı hurmalardan birini kenarda tutmuş ve
Bişr"e, 'Üzerindeki hakkım için, onu sakın yemeyesin' demişti. Bişr,
annesinin sözünü unutarak o hurmayı yemiş ve ardından üst kata çıkmıştı.
Annesi onun arkasından yukarı çıktığında Bişr"in hurmayı istifra ettiğini
gördü. Muhtemelen kardeşinin kazancında kusur vardı. Bu hadise üzerine Ebu Abdullah
şöyle dedi: Bunun benzeri bir hadise de Ebu Bekir'den (ra) rivayet edilmiştir.
Ebu
Abdullah, Vüheyb b. el-Verdle ilgili şunu anlatmıştı: İb-nü'1-Mübarek ona
Mısır'dan gelen yiyecekler hakkında bir şeyler söylemişti. İbnü'l-Mübarek bunu,
onun kolaylığı için söylemişti. Mısır'dan gelen yiyecekler hakkında çok
titizlendiğini bilmiyordu. Halbuki Vüheyb, kuru üzüm dışında Mısır'dan gelen
hiç bir yiyecek maddesini yemezdi.
Ebu Abdullah
şöyle demiştir: Bişr b. el-Hars Bağdat menşeli gıda maddelerini yemezdi.
'Fakat, Bağdat menşeli gıda maddesi yiyenleri de kınamazdı' dediğimde şu
açıklamada bulundu: Tek başına yaşadığı için buna muktedir olabilmiştir.
Geçindirdiği bir ailesi olmadığı gibi, kendisine rızık temin eden biri de
yoktu. O, yalnız yaşayan biriydi. Evimde kimse olmasa, ben de yemezdim.
Ebu
Abdullah'a göre, fethedilmiş şehir arazisinin emlak ve arazisinden sadece
geçinmeye yetecek kadar almak, fazlasını tasad-duk etmek gerekir. O, bu hususla
ilgili olarak, 'Bu tür arazi ve emlaki satmayı yerinde bulmam' demiştir. Ona,
'Bu tür arazinin suyundan içen kimsenin durumu nedir?' diye sorduğumda şöyle
demişti: İçinde yaşadığımız bütün bu emlak ve arazi mirastır. Gelirinden
ancak zaruret miktarı kadarını almak gerekir.
Yine ona, bu
tür arazi ve emlakin satın alınmasının hükmü sorulduğunda soru sahibine şöyle
demiştir: Eğer kendine yetecek bir gelirin varsa satın alma. Aynı meseleyle
ilgili olarak başka bir mecliste de şöyle demiştir: Kişinin bu tür arazi ve
emlak içinde bulunan ev veya arazisini satmasını mekruh görürüm. İhtiyacından
fazlasını satın alması da böyledir. Eğer ganimettten payına düşen, ihtiyacından
fazla ise o miktarı tasadduk olarak vermesi daha güzeldir.
Ebu Abdullah
dedi ki: Fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak, bütün müslümanlara
vakfedilmiştir. Ömer (ra) bu tür arazi ve emlaki olduğu gibi bırakmış ve
insanlara taksim etmemiştir. Osman (ra) da böyle davranmış ancak sahabeden İbni
Mesud (ra) ve Sa'd (ra) gibi bazı zevata iktâ' olmak üzere tahsiste
bulunmuştur. Ali (kv) de onun uygulamasını tasvip ederek taksimde
bulunmamıştır.
Ebu Abdullah
dedi ki: Bu meselede İbnül-Mübarek'in görüşünde olanların durumu büyük bir
imtihandır. Onların iddiasına göre fetih yoluyla ele geçirilen arazi ve emlak o
savaşa katılan mücahid-ler arasında taksim edilmelidir.
İmam Şafii
Bağdat'ta satılan bir evle ilgili olarak, orayı ilk fethederek o eve sahip
olan kimseye başvurulmasını şart koşmuştu. Kendisine, bunun nasıl mümkün
olabileceğini sorduğumda tebessüm etti ve şöyle dedi: Medine'ye gider ve
Medine halkına sorar. Ebu Abdullah bu konuda şöyle demiştir: Medine halkı da bu
meselede İmam Şafii'nin görüşündedir. Onlara göre her hangi bir şehir silah
kuvvetiyle fethedildiği zaman, arazi ve emlaki fatihleri arasında taksim
edilir.
Ebu
Abdullah'a bu meselede İmam Şafii ve Medineliler*e muhalif olanların kimler
olduğunu sorduğumda, 'Ömer b. Hattab (ra) ve Ali b. Ebi Talib'dir (kv), o ikisi
bu tür arazi ve emlaki bütün müslü-manların malı olarak görmüşlerdir' dedi.
Ebu Abdullah'a
böyle bir şehirde kendisine bir ev miras düşen kimsenin ne yapması gerektiğini
sordum. Bana şu cevabı verdi: İmam Şafii'ye göre, o şehri fethederek o eve
sahip olan kimse bulunmalıdır. Kendisine, 'Peki sizin görüşünüz de böyle
midir?' diye sorduğumda, 'Evet' dedi. Ne kadar da güzel söyledi!
Şu an sahip
olduğumuz türden arazi ve emlak arasında bu tür bir mala sahip olup elinden
çıkarmak isteyen kimseye şunu tavsiye ederiz: En güzeli bu tür gayri menkulü
vakfetmektir. Çünkü o, savaş edilmeksizin elde eldilmiş ganimet hükmündedir.
Ebu
Abdullah'a Basra ve Kûfe'nin durumunu sorarak bu şehirlerin de silah gücüyle
fethedilip edilmediğini sorduğumda şu cevabı verdi: Bu şehirler bizzat
müslümanlar tarafından kurmuşlardır.
Ebu
Abdullah'ın meclisine bir adam götürmüştüm. Adam, 'Fetih yoluyla alınan
arazilerden iki parça arazi babamdan bana miraskaldı, ne yapmam gerekir?' diye
bir soru sordu. Ebu Abdullah şöyle dedi: O arazileri yakınlarına vakfet. Eğer
yakının yoksa, o zaman komşularına vakfet.
Bir defasında
da, adamın tekinin bu türden bir eve mirasçı olduğu söylenmişti. O da, evi
vakfetmesini tavsiye etmiş ve bu tür arazi ve emlakin müslümanlar için ganimet
hükmünde olduğunu belirtmişti.
Ebu
Abdullah, fetih yoluyla ele geçirilip devlet başkanı tarafından mücahitlere
tahsis edilen arazi ve emlakin satın alınması için ruhsat vermişti. Ben de
kendisine, satmanın mekruh olduğu bir şeyi satın almaya ruhsat vermenin nasıl
olabileceğini sordum. Şu karşılığı verdi: Bana göre satın alma satmadan
farklıdır. Buna delil olarak da Sahabe'nin uygulamasını gösterdi. Aralarında
İbni Ab-bas (ra) ve İbni Mesud'un (ra) da bulunduğu sahabiler mushaf almaya
ruhsat verirken satmayı mekruh görmüşlerdi.
Bir
keresinde Ebu Abdullah'a 'Devlet tarafından bağışlanan bir evde mi yoksa bir
hayvan ağılında kalmayı mı tercih edersin?'diye sorulmuş, o da 'Hayvan
ağılında' demişti.
Ebu
Abdullah'a, 'Devlet tarafından bağışlanan 'sevâd' arazisi, diğer pazar
yerlerinden daha kârlıdır' demiştim. Bana şöyle dedi: Bunlann durumu bellidir
ve sen de onların kimler için olduğunu bilirsin. 'Peki oralarda amel etmeyi de
mekruh mu görürsün? Bu hususta kalbimde bir tereddüt var7 dediğimde ise şu
cevabı verdi: İbni Mesud (ra) dedi ki: Günah, kalplere ne de çok nüfuz edendir!
Ebu Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştum: Adamın biri serhat boylarına gitmek
istiyor. 'Sevâd' emlakinden olup içinde oturduğu evi satmak isterse hükmü
nedir? 'Satmamalidir* dedi. 'Peki adam, 'Sırf harabe olarak satmak istiyorum'
derse, bunun hükmü ne olur?' diye sorduğumda tebessüm etti. 'Eğer müşteri rıza
gösterirse olabilir1 dedi. Bu, onun açısından şei^i bir hile hükmündeydi. Ardından
da şöyle dedi: İbni Şirin de, 'sevâd' arazisinden bir yere varis olmuştu. 'Bu
bir ruhsat mıdır?' diye sordum. O da, 'Bu, İbni Sirin'Ie ilgili olarak iyi
bilinen bir husustur' dedi.
Ebu Bekir
şöyle demiştir: Ebu Abdullah'ın şunu dediğini işittim: Hiç bir şeyim olmadığı
zaman çok sevinçli olurum. Hiç bir şey fakirliğe denk olamaz. Bir keresinde de
şöyle demişti: Şu gelir, azığımızdan başkası değildir.
Ebu
Abdullah'a bir adamın onunla ilgili olarak söylediği şu sözü haber vermiştim:
Eğer Ebu Abdullah gelirini terkedip sığınabileceği bir dost bulursa ona karşı
hayranlığım daha da artar. Bu söze şöyle karşılık verdi: O, çok kötü bir
yiyecektir. Başka bir vesilede ise şöyle dedi: Böyle bir şeye alışan kimsenin
fenalığına tahammül edilemez. Sonra da şunu ekledi: Böylesi benim için daha
çok hoşlanılacak bir durumdur.
Eğerci
Abdullah b. Nuh şu hadiseyi nakletmiştir: Bir gün Bişr şöyle dedi: Ey eğerci,
devlet tarafından bağışlanan araziden uzak mısın? Ben de, 'Evet' dedim. Bunun
üzerine benim için için şöyle dua etti: 'Allah Teala seni oralara yerleşmeye
muhtaç etmesin!
Bişr'in
arkadaşlarından birinden şöyle bir hadise nakledilmiştir: Hastalığının tedavisi
için bir bitki tavsiye edilmişti. O bitki de, sırf 'sevâd' arazisinde bulunan
bir çiftlikte yetişmekteydi. Bunun üzerine Bişr'in. arkadaşı şöyle demişti:
Derdimin tek dermanı o bitkide olsa dahi, yine de istemem.
Muhammed b.
Hatim şunu nakletmiştir: îbnu Ebi Bişr"den şunu duydum: Bişr'le beraber
idik. Bab-ı Harb beldesinden çıktığımızda Bişr şöyle dedi: Ey Ebu Yakub, şu
belde ve ona girmeyi mekruh görenler hakkında çok düşündüm. Unutma ki
tabakhanede çalışan deri ustası orada bulunduğu esnada içerideki pis kokuyu
far-kedemez. O pis kokuyu ancak oraya dışardan gelenler hissedebilir.
Bir zat şunu
nakletmiştir: Bişr b. el-Hars'ı şöyle derken işittim: Günahlarımdan biri de
Bağdat'ta oturmamdır. Şuayb b. Harb şöyle demiştir: Şu Bağdat halkından kimin bir
hayrı vardır?
Abdülvehhab
dedi ki: Bağdat halkından bir kısmı, Şuayb b. Harb'ın yaşadığı Medain'e gitmiş
ve kendisine Bağdat'ta yaşamanın hükmünü sormuşlardı. O da kendilerine
Bağdat'a geri dönmemelerini tavsiye etmişti. Onlar da bu tavsiye üzerine Bağdat'taki
evlerim terkederek oradan ayrılmışlardı. Bunlardan biri Meda-ih'de su
çıkartarak satma işine girmişti. Şuayb onlardan birini gördüğünde şöyle
demişti: Süfyan (ra) seni görseydi çok mutlu olurdu.
Bir
keresinde Ebu Abdullah'a şu hadiseyi nakletmiş tim: Tarsus'tan bir mektup
geldi. Orada bir topluluk, Neyfii'l-Esel'den çıktıktan sonra yanlarında
bulunan bakliyatı yol üzerindeki bir değirmende dövdürmüşler. Daha sonra bu
değirmenle ilgili olarak mekruh gördükleri bir hususa muttali olmuşlar ve içlerinden
kimi payına düşen miktarı tasadduk ederken, kimi de elinde tutmuş. Bana
görüşüm soruldu.
Ben de şu
cevabı verdim: Bu meselede hiç bir şey tavsiye etmiyorum. Ben olsam böyle bir
gıdanın yenilmesine de, tasadduk edilmesine de rıza göstermezdim. Bunu Ebu
Abdullah'a sordum. Onun mezhebi, mekruh gördüğü bir hususu ihtiva eden gıda
maddesi veya kazancı tasadduk etmek gerektiği yönünde oldu.
Ebu
Abdullah'a şöyle bir mesele sorduk: Adamın biri bir yerden odun satın almış ve
bir binek kiralayarak onu beldesine taşımıştır. Daha sonra odunun menşei
hakkında hoşuna gitmeyen bir hususun farkına varmıştır. Size göre bu adam ne
yapmalıdır? Onu yerine iade mi etmeli, yoksa başka bir yola mı başvurmalıdır?
Bunun üzerine tebessüm etti ve 'Bilmiyorum' dedi.
Ebu
Abdullah'a şöyle demiştik: Adamın biri size şöyle bir soru sormuştu: Yağ satan
birinde, mekruh görülen bir huy bulunduğu zaman ondan alınan yağ ile
aydınlanmanın hükmü nedir? Siz de şöyle cevap vermiştiniz: Onun yağıyla
aydınlanmak doğru olmaz. Şimdi ne dersiniz?
Ebu
Abdullah, Osman b. Zaide'yle ilgili şöyle bir hadise nakletti: Osman'ın
hizmetçisi, efendisinin sevmediği birilerinden ateş almıştı. Osman bunu
öğrenince o ateşi söndürmüştü. Ebu Abdullah bu hadiseyi anlattıktan sonra şunu
ekledi: Yağ satanın durumu daha vahimdir. Bir defasında Ebu Abdullah'a ocağı
aydınlatarak yanan odunun kaynağını mekruh gördüğümü söylemiştim. Bunun
üzerine ocağın üstünü kapattı. Ben gidip başka odun getirdim ve ocağa onu
attım.
Ebu
4-bdullah'a iğdiş edilmiş bir kölenin hanımının saçlarına bakıp bakamayacağını
sorduğumda 'Hayır, bakamaz' dedi. 'Peki memesinde hastalık bulunan bir kadım
tedavi eden kimsenin elini kadının memesine sürmesinin hükmü nedir?' diye
sorduğumda ise, 'Zaruret gereğidir' dedi ve bunda bir mahzur görmedi. Kendisine
şu açıklamada bulundum: Bunu sormam gerekiyordu, çünkü memeyi tedavi edecek
kimse bana, 'Kadının memesini görmem ve elimi onun üzerine koymam gerekir5
demişti.
Ebu
Abdullah'a, diğer kadınlar gittikten sonra kadın ile halvet ortamına giren
sürmecinin durumunu ve bu tür halvetin yasakolup olmadığını sorduğumda şöyle
dedi: Sürmeci yol kenarında çalışmıyor mu? 'Evet' denildi. Bunun üzerine şu
izahatta bulundu: Yasaklanan halvet, evde (=dört duvar arasında) gerçekleşen
halvettir.
Ebu Bekir
dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Kişi leş yemek ile başkasına ait bir
yemeği izinsiz olarak yemek tercihleriyle karşı karşıya kaldığında ne
yapmalıdır? Dedi ki: Leş yemesi daha doğrudur. Çünkü böyle bir zaruret halinde
leş yemek helal kılınmıştır.
Ebu
Abdullah'a bir duvarın veya hurma ağacının yanından geçerken oradaki yemek
veya meyvayı yiyen kimsenin hükmünü sordum. Şöyle cevap verdi: Allah
Resulü'nün (sav) ashabından bir topluluk bunda bir mahzur görmemiştir. Teki
leş yemekle başka birine ait yiyeceği izinsiz olarak yemek tercihiyle karşı
karşıya kalan kimse hakkında görüşünüz nedir?' diye sorduğumda ise şöyle dedi:
Sahibinin
izni olmaksızın bu tür bir yiyeceği yiyebilir ama taşımak üzere üstüne alamaz.
'Peki adam bir bağın yanından geçiyorsa durum ne olur?' diye sordum. O zaman
da şöyle bir açıklamada bulundu: Eğer bahçenin duvarları varsa, oraya girmez.
Duvarları yoksa oradan yiyebilir fakat yanma alamaz.
Ebu
Abdullah'a, Mekke evlerinin kira gelirleriyle ilgili görüşünü sormuştum.
Aşırılığından dolayı hoş görmediğini söyledi. Bir ev kiralayıp oradan
ayrıldıktan sonra kira bedelini ödemeyen kimsenin durumunu sordum. Kiranın
ödenmemesini de hoş görmediğini söyledi ve şunu ilave etti: Bu, kan aldıran
kimsenin durumuna benzer. Kan aldırdıktan sonra ücretini ödemek gerekir.
Ebu
Abdullah'a Mekke'de ev satın alma ve satmayla ilgili görüşünü sorduğumda ise
şöyle dedi: Bunu tavsiye etmem. Filan, filan kimselerin evleri gibi büyük evler
aldığınızda hac zamanı avlunuzu açmak ve hacıların oralara çadırlarını
kurmalarına müsaade etmek zorunda kalırsınız. Hiç bir kuvvet de buna mani
olamaz. Bu meyanda kendisine şöyle dendi: Ama Ömer b. Hattab <ra) orada bir
hapishane satın almıştır, buna ne dersiniz? O da şu açıklamada bulundu: Ev
satın almak, Ömer'inki (ra) gibi hapishane satın almaya benzemez. O, sözkonusu
hapishaneyi müslümanların yararı için satın almıştır. O, hırsız, yankesici gibi
suçluları atmak için böyle bir yer satın almıştır.
Ebu
Abdullah'a huyu beğenilmeyen kimselerin dağıttığı sulann hükmü sorulmuş ve bu
sularla abdest alınıp alınamayacağı hususundaki görüşü istenmişti. O, 'Cuma
günü namazın kaçırılması endişesi bulunmadıkça bu gibi sularla abdest
alınmaması gerekir* diyerek görüşünü dile getirdi.
Yol kenarına
koyulan suların içilip içilemeyeceği sorulduğunda ise, 'Bu soru Hasan'a da
sorulmuş ve o içilebileceğini söylemiştir' dedi. Ardından da şunu ilave etti:
Ebu Bekir (ra) ve Ömer (ra) Üm-mü Said'in yol üzerindeki sularından
içmişlerdir.
Bir
defasında Ebu Abdullah'a şu hadiseyi aktardık: Fudayl'm hizmetçisi ona iki
dirhem getirmiş ve 'bu iki dirhemi filan kişinin evinde çalışarak kazandım'
demişti. O kimse Fudayl tarafından sevilmeyen biriydi. Fudayl dirhemleri
alarak taşların üzerine fırlattı ve şöyle dedi: Allah Teala'ya ancak temiz olanla
yaklaşılabilir! Ebu Abdullah onun bu titizliğine çok şaşırdı ve 'Allah Teala
ona merhamet buyursun!' dedi.
Ebu Abdullah
tasaddukta bulunacağı zaman, çok ihtiyatlı olma görüşündeydi. O, bu nıeyanda
şöyle derdi: Kişinin sadaka verdiği zaman hakikaten tasaddukta bulunması çok
hoşuma gider. Dünyadan baki kalan nedir ki[18][52]
Ahmed b.
Abdülhalık bize şunu nakletmişti: Ebu Bekir el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah
Ahmed b. Hanbel'e bir ziyafete davet edilen kişinin hangi sebeplerden dolayı
oradan ayrılabileceğini sorduk. O da şöyle cevap verdi: Ebu Eyyub el-Ensari
(ra), İbni Ömer'in (ra) kendisini davet ettiği ziyafeti evinin lüks döşeli
olmasından dolayı terketmişti. Huzeyfe (ra) ise, davet edildiği evde, bir takım
yabancı giysiler gördüğü için ziyafetten ayrılmıştı.
Kendisine
şunu sordum: Ev lüks döşeli olmasa ama bir takım gümüş eşyalar bulunsa o zaman
he yapmak gerekir? Şu cevabı verdi: Eğer kullanılan eşyalar gümüşten ise, oradan
ayrılmak daha güzeldir.
Ebu
Abdullah'ın şöyle dediğini işittik: Dostlarımızdan biri fitne devrinden önce
bizi evine davet etmişti. Biz de ara sıra Affan'a giderdik. Bir seferinde orada
gümüş eşya gördüm ve oradan hemen ayrıldım. Davetlilerden bir topluluk da beni
izledi. Ev sahibi bu olaya çok içerlemişti.
Ebu
Abdullah'a, davet edildiği evde sürmeliğin başının gümüşten olduğunu gören
kişinin ne yapması gerektiğini sordum. Sürmelik, kullanılan bir eşyadır,
oradan ayrılmak daha uygundur. O, kapı sürgüsü gibi eşya için ruhsat vermişti.
Çünkü bunlar önemsiz niteliktedir.
Ebu
Abdullah'a cibinliğin hükmünü sorduğumda mekruh olduğunu söyledi. Yaka ve yere
kadar uzanan elbiselerin durumunu sorduğumda ise bunlarda bir sakınca
olmadığını ifade etti. Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise nakletmiştik: Adamın
biri bir topluluğu yemeğe davet etmişti. Sofraya gümüş kupalar ve deştiler
getirildiği zaman davetliler sofradan kalkarak gümüş eşyaları kırdılar. Ebu
Abdullah bundan hoşlandı.
Bir
keresinde Ebu Abdullah'a, davet edilen kişinin gittiği evde lüks mefruşat ve
saf ipek döşemeler gördüğü zaman orada oturup oturamayacağım sordum. 'O evden
ayrılması gerekir. Ebu Eyyub el-Ensari (ra) ve Huzeyfe (ra) ayrılmışlardı dedi. Bu hadise, ibni Mesud'dan (ra)
nakledilmiştir. 'Peki onlara iyiliği ve doğruyu emretmek gerekir mi?' diye
sorduğumda ise, 'Evet, böyle kimselere bunun caiz olmadığını söylenir1 dedi.
Ebu
Abdullah'a şunu sordum: Saf ipek döşemelerin bulunduğu bir evde oturan biri,
oğlunu herhangi bir sebeple içeri çağırdığında, çocuğun ne yapması gerekir? Şu
cevabı verdi: Oraya girmez ve onunla beraber oturmaz. Başka bir vesilede ise,
davet edilen kimsenin evde cibinlik gördüğü zaman ne yapması gerektiğini
sordum. Cibinliği mekruh gördü ve şöyle d«di: Cibinlik bulundurmak gösterişten
öte gitmez. Zira o, ne soğuktan, ne de sıcaktan korur.
Ebu
Abdullah'a 'Davet edildiği evde resim gören kimse ne yapmalıdır?' diye
sormuştuk. 'Resimlere bakmaz' dedi. 'Fakat ben baktım' dediğimde şöyle dedi:
Onları sökme imkanın varsa sökersin.
Ebu Salih
el-Ferra', Yusuf. b. Esbat'tan şunu nakletmiştir: Kimin davetine icabet etmem
gerekir? Dedi ki: Yanına gittiğinde kalbin bozulan kimsenin davetine icabet
ederek gitme. O, zenginlerin davetlerine katılmayı da mekruh görürdü.
Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a örtüye Kur'an ayeti yazılıp yazılamayacağını
sorduğumda, bunun mekruh olduğunu söyledi ve şunu ilave etti: Yere çakılı veya
perde gibi asılı şeyler üzerine Kur'an ayeti yazılmaz. Yeni bir ev kiralayan
kimsenin orada gördüğü resimleri kazıyıp kazıyamayacağını sorduğumda ise
kazıyabileceğim söyledi.
Ebu
Abdullah'a, gittiğim herhangi bir hamamda bir resim gördüğüm zaman onun kafa
kısmını kazımanın hükmünü sorduğumda, kazıyabileceğim! söyledi.
Eşyada Vera'
İbnü
Abdülhalık dedi ki: Ahmed b. el-Haccac bize şunu nakletmiş-ti: Ebu Abdullah'a
şunu sordum: Çocuklarla ilgilenmekten sorumlu bir vasi, onların kendisinden
oyuncak almasını istedikleri zaman ne yapması gerekir? Bana şu cevabı verdi:
Resim ise alamaz. Başka oyuncakları alabilir. Ardından bir şeyler anlattı.
Sözün bir
yerinde 'Suret/resim, el veya ayak bulunan çizgiler değil midir?' diye sordum.
Şöyle dedi: Bu hususta Ikrime şunu söylemiştir: Başı olan her. türlü çizgi
surettir. Ebu Abdullah ise şu tarifi yapmıştır: İnsanların elle göğüs, göz ve
burun yaptıkları her şey surettir. 'Peki bu tür eşyayı satın almaktan uzak
durmak sizce daha mı güzeldir?' diye sorduğumda, 'Evet* dedi.
Ona el
öpmenin hükmünü sorduğumda dini maksadlarla olması halinde bunun bir mahzuru
olmadığını söyledi. Ardından da Ebu Ubeyde'nin (ra) Ömer b. Hattab'ın (ra)
elini öptüğünü haber verdi. Eğer dünyevi gayelerle ise, kılıcından veya
kırbacından korkulması gereken hiç bir adam bulunmadığını söyledi. Ebu
Abdullah bana şunu nakletmişti: Said el-Hacib dedi ki: Müslümanların
veliahdi-nin eli Öpülmez. Dedim ki: Filan kişi ellerimi şöyle öpmek istedi, ama
ben izin vermedim.
Ali b.
Sabit'ten şu bilgi nakledilmiştir: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) şöyle dediğini
işittim: Adalet sahibi imamın elinin Öpülmesinde bir mahzur yoktur. Dünyalık
için el öpmeyi ise mekruh görürüm. Bir keresinde Ebu Abdullah'a şunu
söylemiştim: Adamın biri serhad diyarlarına gitmek istiyor. Şu durumu sana
sormamı istedi: Gideceği Enbar yolu tehlikelerle dolu imiş. Yolda hırsızlarla
karşılaşırsa, onlarla çarpışması doğru olur mu? Ebu Abdullah şöyle dedi: Eğer
onun eşyalarını almak isterlerse onlarla çarpışır. Çünkü Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmuştur: "Malını korumak için çarpışırken ölen kimse
şehittir".[19][53]
'Peki beraberinde giderseler, yine çarpışmalı mı?' diye sorduğumda ise,
'Bizzat onun hayatına kasdetmedikleri sürece çarpışmaz' dedi. O, silahlı
eşkıyanın yolda refakatinden dolayı onlarla çatışmaya girilmemesi görüşündeydi.
Ebu
Abdullah'a, müslüman bir esirin kaçıp kaçamayacağı sorulmuştu. 'Başardığı
takdirde kaçabilir* dedi. Bir keresinde Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Adamın
birine hızlı koşan birini getirseler, onun için herhangi bir topluluktan
yardım isteyebilir mi? Ebu Abdullah, 'Hayır, ancak onu kendilerine gösterir.
Allah Resulü (sav) de böyle yapmıştır. Kendisine panter avcıları getirildiği zaman
'Filan bunlara şu kadar tasadduk etmiştir* buyurmuştur1[20][54]Ebu
Abdullah'ın Abdülvehhab'ı kasdederek şöyle dediğini işittim: Başkalarından çok
daha temiz lokması vardır. O, bununla Abdül-vehhab'm mesleği olan kağıtçılığı
kasdetmişti.
Ebu Abdullah
dedi ki: Yahya b. Yahya vefat etmeden önce cübbe-sini bana vasiyet etmişti.
Oğlu bana geldi ve durumu bildirdi. Genç adama şöyle dedim: O, salih bir
insandı ve cübbesiyle daima Allah Teala'ya itaatta bulunmuştu. Ondan feyiz
alacağımdan eminim.
Ulemadan bir
zat şunu nakletmişti: Yahya b. Yahya'nın hanımı kendisine ilaç içirdikten
sonra, 'Kalkıp evin içinde biraz dolansan daha iyi olur* demişti. O şu cevabı
vermişti: Bunun sebebini bir türlü anlayamıyorum. Halbuki kırk yıldır nefsimle
muhasebe ediyorum.
Musa b.
Abdürrahman b. Mehdi'den şu hadise nakledilmiştir: Amcam vefat ettiği zaman
babam bayıldı. Ayıldığı zaman altındaki kilimi kaldırmalarını istedi. Çünkü onu
da varislerin haklarından saymışlardı.
İbnü Ebi
Halid'den ise şöyle bir hadise nakletmiştir: Ebu'l-Ab-bas el-Hattab ile
beraberdim. Hanımı ölen bir adama taziyede bulunmaya gittik. Evin zemininde
bir kilim vardı. Ebu'l-Abbas evin kapısında dikildi ve, 'Ey kişi, hanımının
senden başka varisi var mıdır?' diye sordu. Adam da, 'Evet dedi. Bunun üzerine,
'Öyleyse sana ait olmayan şeylerin üstünde oturma dedi. Adam bunu duyar duymaz
üzerinde durduğu kilimden uzaklaştı.
Bişr b.
el-Hars'ın (ra) dostu İbnü'd-Dahhak'tan ise şu söz nakledilmiştir: Kocası
vefat ettiği zaman kızkardeşime taziyeye gitmiştim. Orada geceleyeceğim için
beraberimde üstüne yatabileceğim bir yaygı götürdüm. Varislerin hakkı olan
eşyanın üzerinde uyumayı uygun görmedim.
İbnü
Abdülhalık, el-Mervezi'den şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a mescid
inşaatından arta kalan ahşap yongaları ve kerestenin hükmünü sorduğumda şöyle
dedi: Bunların tasadduk edilmesi uygundur. 'Peki kireç ve kum ne yapılır?'
diye sorduğumda ise, 'Benzeri bir inşaatta kullanılır" dedi. Bir
keresinde de Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Ramazan ayında itikafa çekilmek
üzere gittiğim bir mescide, menşeini hoş görmediğim bir yerden kokulu ağaçlar
getirilirse ne yapmam gerekir? O da şöyle karşılık verdi: Ağaçtan maksat
kokusundan başka bir şey-olamaz. Ama yine de endişe edersen o mescidden ayrıl.
Ebu Avane,
Abdullah b. Raşid'den şunu nakletmiştir: Ömer b. Abdülaziz'e (ra) beytülmalde
bulunan misklerden bir parça götürmüştüm. Eliyle burnunu sıkarak koklamak
istemedi ve şöyle dedi: Onun kokusundan ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme istifade
edebilir.
İsmail b.
Muhammed şunu nakletmişti: Ömer'e (ra) Bahreyn'den bir misk getirilmişti. Ömer
(ra) şöyle dedi: İsterdim ki tartısı güzel bir kadın bulayım da şu miski
tartsın, ben de müslüman-lara dağıtayım. Hanımı Atike bn. Amr b. Nüfeyl, 'Ben
iyi tartanın, izin ver de miski ben tartayım' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra)
'Miski şöyle tartmandan korkarım' dedi ve parmaklarını tamamen miskin içine
soktuktan sonra 'Sonra da bununla boynunu sıvazlarsın, böylelikle ben de müslümanlara
ait bir mala el sürmüş olurum' diyerek hanımının teklifini geri çevirdi.
Süleyman
et-Teymi dedi ki: Nuaym bana bir attarla ilgili olarak şunu nakletmişti: Ömer
(ra) beytülmale ait bir miski satması için hanımına vermişti. Hanımı miski
satmak üzere attara gitti. Attar, Ömer'in (ra) hanımının miski kendisine
sattıktan onu karıştırdığını, arttırıp eksilttiğini ağzına alıp çiğnediğini,
sonra da parmağının üzerinde kalan kısmını baş Örtüsüne sürdüğünü söyledi.
Ömer (ra)
eve geldiğinde kokuyu hissederek hanımına 'Bu koku da ne?' diye sordu. Hanımı
da olup biteni anlattı. Bunun üzerine Ömer (ra) öfkelenerek şöyle dedi:
Müslümanlara ait miski sen nasıl kullanırsın? Ardından hanımının başörtüsünü
çekti ve üzerine su dökerek toprakla çitüedi. Sıktıktan sonra kokladığında yine
koktuğunu gördü. Aynı işlemi defalarca tekrarladı. Attar şunu da anlatmıştır:
Ömer'in (ra) hanımı başka bir zaman yine dükkanıma gelmişti. Miski verirken
parmağının üzerinde bir miktar kaldığını farketti. Derhal parmağını ağzına
koyarak ıslattı ve yerdeki toprağa silerek kokunun gitmesini sağladı.
Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şunu sormuştum: Cuma günü, soğuk bir güne
rastlarsa, sünnet olan gusül abdestini almak için hoşlanmadığımız birinin
evinde su ısıttırmamızın hükmü nedir? Cevaben dedi ki: Guslü terketmek bence
daha sevimlidir.
Ebu
Abdullah, Ebu Sevr'in şu görüşünü reddetmiştir: Ebu Sevr'e göre kişinin
tedavisi için bütün tabipler şarap içmesi üzerinde fikir birliği ettikleri
zaman o kimsenin şarap içmesinde bir mahzur yoktur. Ebu Abdullah bu görüşü
şiddetli bir şekilde reddetmiş ve şöyle demiştir: Makadın bile şarapla tedavi
edilmesini mekruh görürken içilmesine nasıl müsaade edebilirim! Bu konuda
benzeri ağır sözler sarfetmiştir.
Şuayb b.
Harb'dan nakledildi ki: Oğlumun hırsızlık ettiğini veya zina yaptığını görmem,
Allah Teala'yı tanımaz hale geldiğini görmemden daha sevimlidir.
Muhammed b.
Ebu Davud el-Enbari dedi ki: Ebu Üsame'ye şunu sormuştum: İçki sunulan bir
ziyafete icabet etmem gerekir mi? 'Hayır dedi. 'Ama Allah Resulü'nün (sav) şu
hadisine aykırı düşmekten korkarım: "Her kim davete icabet etmezse
isyandadır".[21][55]
Bunun üzerine şöyle dedi: Günümüzdeki ziyafet davetlerine icabet etmeyenler,
Allah Teala'ya ve Resulü'ne (sav) layıkıyla itaat etmiş olurlar!
Harun b.
Maruf şunu anlatmıştır: Bir delikanlı yanıma geldi ve şöyle dedi: Babam, ilacı
içkiyle karıştırıp içmem halinde boşanmamüzerine yemin etti. Ben de bunu Ebu
Abdullah'a sordum. O da buna ruhsat vermeyerek Allah Resulü'nün (sav) şu
hadisini okudu: "Her sarhoş edici haramdır. Her sarhoş edici de
şaraptır"[22][56]
Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a astarlı elbise diken terzinin hükmünü
sorduğumda şu cevabı verdi: Eğer erkek içinse caiz olmaz. Kadınlar için mahzuru
yoktur. Kadınlar için dikilen enli ve gösterişli giysilerin hükmünü sorduğumda
ise, 'Lüzumundan geniş ve gösteriş gayesi taşıyan giysileri mekruh görürüm'
dedi. O, bu tür giysilerin bidat olduğunu söylerdi. Ona göre normal ölçülerde
olan dış giysilerde bir mahzur yoktu. Kadınlar için de erkek giysileri gibi
cepler dikilmesini mekruh görürdü.
Ebu
Abdullah, kendi kızı için bir gömlek kumaşı kestirmişti. Ben de oradaydım.
Terziye, cebi ön tarafa koymasını söyledi. Başka bir seferinde ise, kızı için
kumaş kestirdikten sonra terziye yaka kenarlarını ince kesmesini ve enli
yapmamasını söyledi. Ebu Abdullah'ın kendisi için de bir cübbe dikilmiş ve
yakaları ince yapılmıştı. Bir gün kendisine şunu sordum: Gördüğünüz yaşlı
ulemadan geniş yakalı birini gördünüz mü? 'Hayır* dedi.
Ebu Abdullah'ın
yanında bulunduğum günlerden birindeydi. Önümüzden kaftan giymiş bir cariye
geçti. Onun hakkında kendi kendine bir şeyler söyledi. 'Giysisinden
hoşlanmadınız mı?' diye sorduğumda, 'Nasıl olur da hoşlanmamazlık edebilirim?
Allah Resulü (sav) erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etmiştir7 dedi[23][57]
Abdüssamed'den
şöyle bir hadise nakledilmiştir: Yezid b. Harun ibadet ehli terzilerden birini
çağırdı ve ona, 'Şu cariyeye bir kaftan dik' dedi. Bunun üzerine terzi makası
yere bıraktı ve, 'Ey Ebu Ha-lid, kaftan kimin içindir?' diye sordu. Yezid sükut
etti.
el-Mervezi
şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a hadis şeyhlerinden birinden sözedilmişti.
'Bahsettiğiniz şeyhi reddetmemin yegâne sebebi, zahidlere yakışan bir kıyafet
giymemiş olmasıdır* dedi.
Ebu Abdullah'a
ökçeli ayakkabı giymenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Ben o tür ayakkabı
kullanmam. Dışarıda veya çamurda gitmek için giyilebilir. Ama gösteriş için
giyilmez. Bir defasında da kapının eşiğinde Sind tipi bir ayakkabı görmüştü.
Bana, ayakkabının sahibini sordu. Ben de söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi:
Lut'un (as) çocuklarına özenen biri. Ebu Abdullah'a ailemin çocuklar için Sind
ayakkabısı almamı istediklerim söylediğimde, 'Sakın alma' dedi. 'Onu abidler
için olduğu gibi çocuklar için de mi mekruh görüyorsunuz?' diye sordum. 'Evet,
onlar için de mekruh görüyorum' dedi.
Ziyad b.
Eyyub şunu nakletmiştir: Said b. Iyaz'ın yanında oturuyordum. Kızının küçük
çocuğu geldi. Ayağında Sind ayakkabısı vardı. 'Bu ayakkabıyı sana kim
giydirdi?' diye sordu. Çocuk da, 'Annem' dedi. Bunun üzerine, 'Annene git ve
onu çıkartmasını söyle' dedi.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah'a kadınların koyu kırmızı elbise giymesinin hükmünü
sordum. Bunu kesin bir şekilde mekruh gördü ve şöyle dedi: Süslenme ve gösteriş
maksadıyla bu renk elbise giyilmemelidir. Kırmızı rengi ilk giyen Karun ve
avanesidir. Onlar, halkın huzuruna kırmızılar içinde çıkardı.
Mücahid,
kırmızı giysilerle ilgili olarak Abdullah b. Ömer'den (ra) şunu nakletmiştir:
"Üzerinde kırmızı giysiler bulunan bir adam Allah Resulü'nün (sav)
yanından geçti. Adam O'na selam verdiğinde Allah Resulü (sav) selamını
almadı".[24][58]
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah kırmızı astarımı gördüğünde, 'Astarını niçin kırmızıya
boyattın?' diye sordu. Ben de, Yamalannı gizlemek için' dedim. Bunun üzerene
şöyle dedi: Yamaları niye bu kadar önemsiyorsun ki? 'Mekruh mu gördünüz?' diye
sorduğumda, 'Evet' dedi.
Bir
defasında da kendisine uçkur almamı istemiş ve 'İçinde hiçbir kırmızılık
olmasın' diye tembihte bulunmuştu. 'Kırmızıyı mekruh mu görüyorsunuz?' diye
sorduğumda ise, 'Evet' demişti. Ebu Abdullah'a cenazenin üstüne örtülen kırmızı
bezlerin hükmünü sorduğumda, onları da mekruh gördüğünü söylemişti. 'Peki tabutun
üstündeki kırmızı bezleri çekip almamı tavsiye eder misiniz?' diye sorduğumda,
'Evet' dedi.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah'ın ailesi üzerinde yazılar bulunan bir giysi satın
almamı istemişlerdi. Ebu Abdullah, 'Onlara deki: Onu satın aldığımda üstündeki
yazıları sökmemi uygun görüyorsanız alayım' Kendisine, 'Onlar özellikle yazılı
olanı istiyorlar" deyince, 'O zaman alma' dedi.
Hanımın biri
Ebu Abdullah'ın kendisini kına ile nakış yapmaktan menettiğini söyleyerek
şöyle dediğini nakletmişti: Kınayı eline yak. Onunla nakış yapma. Ebu Abdullah
kına hususunda şöyle demişti: Aişe (ra) dedi ki: Bütününe kına koy ve onu
tamamen kınalı yap.
Süleyman
et-Teymi, Ebu Osman'dan şunu nakletmiştir: Üm-mü'1-Fadl kızını Enes'e (ra)
göndererek şunu sordurmuştu: Kadının boynuna takılan gerdanlığın ve kınanın
hükmü nedir? O da şu cevabı vermişti: Namaz esnasında kadının boynuna deriden
bile olsun bir gerdanlık takması müstehaptır. Kına yakarken ise, elinizi ona
tam batırın.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah'a evi kireçle boyamanın hükmünü sormuştum. Şöyle cevap
verdi: Zemini kireçliyorsa hane halkını topraktan korumuş olur. Duvarları
boyamak ise mekruhtur. Ebu Abdullah'a yapımında çok büyük paralar harcanan bir
mescid-den bahsetmiş ve kanaatini sormuştum. Bir müddet düşündü ve bunu hoş
görmediğini söyleyerek şunu ilave etti: "Sahabe Allah Re-sulü'ne (sav)
mescidi süslemenin hükmünü sormuştu. O da şöyle buyurmuştu: Mescidi, Musa'nın
(as) çardağı gibi süslü bir çardağa çevirmemek gerekir".[25][59]
Ebu Abdullah bu hadisi naklettikten sonra şunu ilave etti: Mescidleri bu
şekilde boya ve nakışlarla süslemek Allah Resulü (sav) tarafından
menedilmiştir.
Ahmed b.
Abdülhalık, Ebu Bekir el-Mervezi'den şunu nakletmiştir: Ebu Abdullah'a şunu
sordum: Şehirli köylüye mal satmayacak, deniliyor, bu naftıl olur? O da şu
cevabı verdi: Süfyan, Ebu'z-Zübeyr kanalıyla Cabir b. Abdullah'tan (ra) şunu
rivayet etti: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Şehirli köylüye malsâtmaz.
Bırakın da Allah Teala insanların bir kısmını diğerleriyle rmklandırsın".[26][60]
Denildi ki: Köylü, köyde yaşayan kimsedir. Siz ise şehirlisiniz. Köylü şehire
geldiği zaman malların gerçek fiyatlarını bilemez. Siz ise, gerçek fiyatları
bilirsiniz. Hadis-i şerif ile yasaklanan husus; bu gibi durumlardan istifade
ederek köylüye fahiş fiyatla mal satmanız-
dır.
el-Mervezi
der ki: Ebu Abdullah'a şunu sordum: Peki onun içinbaşkalarından mal satın
almanın hükmü nedir? Çünkü sizin satmamanız halinde başkalarına gidecek ve
onlardan pahalı fiyatla mal satın alabilecektir. Oysa birinin köylü için mal
satın alması durumunda fiyatı daha ucuza gelecektir. Ebu Abdullah dedi ki:
Üstteki hadis ile kasdedilen bu değildir. Öyle olsaydı insanlar arasındaki
alışveriş hayatı tamamen biterdi. Burada kasdedilen köylüye doğrudan mal
satmaktan sakınmaktır. Onun için mal alıvermekte her hangi bir mahzur yoktur.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah'a, Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen "Tek bir
alışverişte iki şart olmaz"[27][61]
'hadisinin manasını sormuştum. Bana şu cevabı verdi: Bu; her hangi birinin
cariyesini sattığı adama şöyle demesi gibidir: Bu cariyemi sana şu şartla
satarım: Onu satacak olduğun olduğun zaman öncelik benim olacaktır.
Bir
defasında da Ebu Abdullah'a ele geçirilmemiş mal üzerinden kâr etmenin hükmü
sorulmuş ve şu misal verilmişti: Kişi eline, geçirmediği yiyecek maddesini
satar ve bunun üzerinden kâr .ederse bunun hükmü ne olur? Bunun benzeri olarak
bir de şu husus sorulmuştu: Toptan aldığı her hangi bir gıda maddesini,
tartmadan satan kişinin durumu nedir? Her ikisi için de, 'Olmaz' cevabını vermiştir.
Bir
seferinde de kavun karpuz satışının hükmü sorulmuştu. O, bu tür mahsûllerin
günü birlik satılması gerektiğini söylemiştir. Ebu Abdullah'a evin tavanında
altın bulunmasının hükmünü sorduğumda bunun mekruh olduğunu söyledi ve daha
ileri giderek
ağır
konuştu.
Ebu
Abdullah'a soruldu ki: İçkiden sarhoş olan akrabayı kovmanın hükmü nedir?
*Kişi içtikten sonra hükmü ne olur?' dedi. Cevaben, 'evet, azarlamak veya
kovmak' denildi.el-Mervezi şunu aktarmıştır: Bir seferinde ona, içki içmeye zorlanan
kimsenin hükmünü sormuştum. Şöyle dedi: Ömer'den (ra) bu konuda şu söz
nakledilmiştir: Kişi bir işkence görünceye kadar içki içmez. 'Peki içmemesi
halinde ölümüne emredilirse ne olur?' diye sordum. Dedi ki: Böyle biri bana
göre Allah katında katledilmiş sayılmaz.
Ebu
Abdullah'a hıristiyana ev satmanın hükmü sorulmuştu. Bunu tasvip etmeyerek
şöyle dedi: Bu, doğru olmaz. Orada Allah'a inkar ve isyanda bulunmayacak mıdır?
Ebu Abdullah
bana, 'Abdülvehhab Mekke'ye gitmem hakkında ne diyor?' diye sormuştu. 'Senin
oraya gitmeni uygun görmüyorum. Yakında iken selamette olamazken uzakta nasıl
selamette kalabileceksin diyor" dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: Salih
bir zat da gitmememi işaret etti. Git ve kendisine, tavsiyesine uyarak Mekke'ye
gitmekten vazgeçtiğimi söyle. Oysa biz gideceğini düşünerek bir takım
ihtiyaçlarını satın almıştık.
Ebu
Abdullah'a, gerekli parası bulunmadığı ve borçlu olduğu halde hacca niyetlenen
kimsenin durumunu sormuştuk. Şu cevabı verdi: Böyle birinin borçlulardan
müsaade almadıkça hacca gitmesi caiz değildir. Ama, niyet etmek suretiyle
hacci üzerine farz kılmıştır.
Ebu
Abdullah'a annesi görme özürlü olan ve yeterli maddi varlığı bulunan bir
şahsın annesi için hacca gidip gidemeyeceğini sormuştum. Ebu Abdullah, eğer
bineğe binecek kadar olsun gücü yoksa onun yerine hacca gidebileceğini
söyledi. Bir keresinde de şöyle demişti: Kişinin ancak kendi yakınları için
hacca gitmesini hoş görürüm.
el-Mervezi
dedi ki: Dostlarımızdan birinin naaşım yıkamak üzere gasilhaneye girmiştim.
Birden kelam ehlinden biri içeri girdi. Vefat edenin adım ona söylediğimde
şöyle dedi: Sebat edip onu yıkamakla doğru ettin. Gasilhaneden çıksaydm
bizimkilerden birinin gelerek onu yıkama işini üstlenmesinden emin olamazdın.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah'a arkasında kitap bırakarak vefat eden ve varisleri de
bulunan birinin durumunu sordum. Bana şöyle dedi: Eğer varisleri, reşid olmayan
çocuklar ise kitapları gömülür. Çocuklar üzerinde vasi olan kimse o kitapları
toprağa gömer.
Ebu
Abdullah'ın kadın gibi davranan erkekler hakkında şöyle bir fetva verdiğini
işitmiştim: Onların hakkı, bulundukları şehirden sürülmeleridir.
Yine ona,
varlıklı ama kocası gurbette olan bir hanımın hacca gidip gidemeyeceği
meselesini sormuştum. Şöyle dedi: Kocasına mektup göndererek izin ister. Kocası
izin verirse ancak mahrem yakınlarından birinin refakatinde hacca gidebilir.
'Eğer hacca gideceğinin bilinmesi halinde onu engelleyecek başka bir akrabası
varsa, onlara bildirmeksizin hacca gidebilir mi?' diye soruldu. 'Evet, hiç
kimsenin hacca gideni engelleme hakkı yoktur1 dedi. Yalnız bu durumdaki bir
hanımın yakınlarından biri olmaksızın hac seferine çıkamayacağını söylemiş,
erkek süt kardeşi ile de gidebileceğini belirtmiştir.
Ebu
Abdullah'a, bir ev veya dükkanı kiraladıktan sonra daha yüksek bir bedelle
başkasına kiralamanın hükmü sorulmuştu. Bu meselenin ihtilaflı olduğunu
söyleyerek her Hangi bir görüş belirtmedi. Yine ona, kökü kendi arazisinde
bulunup dalları başkasının arazisine sarkan ağacı olan kimsenin durumu
sorulmuştu. Komşuya sarkan dalların kesilmesi gerektiğini söyledi. 'Peki diğer
arazi sahibiyle ağaçtaki meyvalarm taksimi üzerinde uzlaşsa ne olur?' diye
soruldu. Cevabı, 'Bilmiyorum' oldu.
Ebu
Abdullah'ın ihramlı kişinin mecbur kalması halinde avla--nıp avlanamayacağı
veya leş yiyebileceği hususuyla ilgili bir soru hakkında şöyle dediğini
işittim: Leş yemeyle ilgili olarak görüşüm şu yöndedir: İbni Hakim rivayet etti
ki: Vefatından bir ay önce Allah Resulü'nün (sav) şöyle bir mektubu bize
ulaştı: "Leş etinden hiçbir şekilde istifade etmeyin".[28][62]
Ebu
Abdullah'a ihramlı birinizi kestiği av hayvanının etinden yenilip
yenilemeyeceğini sormoftum. 'Hayır, böyle birinin kestiği hayvanın eti
yenilmez' dedi. Ona, 'Peki azı dişini çıkarıp daha sonra yerine takan kimsenin
durumu nedir? O, bu dişini üç vakit dışarıda tuttuktan sonra tekrar yerine
takıyor. Şafii, kıldığı namazı iade etmesi gerektiğini söylüyor. Bu hususta
sen ne dersin?' dedim. 'Bana biraz süre ver1 dedi ve bir saat kadar düşündükten
sonra şöyle dedi: Onun sözü hakikate çok uzaktır. Eğer o kimse eti yenilen
koyun türü bir hayvanın dişini taksaydı bunda bir mahzur olmazdı. Bana göre o
kimsenin kıldığı namazı iade etmesi daha doğrudur. Ebu Abdullah'a ana karnında
bulunan ve ölü olma ihtimali de olan bir ceylan yavrusunun satılmasının hükmü
sorulmuştu. Ebu Abdullah, eğer ölü olduğu kesin biliniyorsa satılamayacağını
ifade etti. 'Peki murdar hayvanın derisinden mest veya ayakkabı dikilebilir
mi?' denildi. O da, 'Hayvan eşek ise mekruh görürüm' dedi.
Ebu
Abdullah'a, 'Hangi hususta görüş belirtirsiniz?' diye sorulmuştu. Şöyle dedi:
Bilmediğiniz ve araştırmayı murad etmediğiniz hususta.
Ebu
Abdullah'a, içinde domuz kızartılmış bir fırında ekmek kızartmanın hükmü
sorulmuştu. 'îyice yıkanıp domuz etinin tesiri tamamen giderilmedikçe orada
ekmek pişirilmez' dedi. 'Böyle bir fırının yıkılması doğru olur mu?' diye
sorulduğunda ise, 'Hayır* demişti. Ebu Abdullah'a eşek sidiği bulaşan bir
kapta yıkanmadan önce dövülen bakliyatın hükmünü sormuştuk. Bu tür bir gıda maddesinin
yenilemeyeceğini söyledi.
Ebu
Abdullah'a, birlikte yattığı bir hanımı ve yiyecek ekmeği olan kimsenin nimet
ehlinden sayılabileceğini söylemiştik. 'Doğrudur' dedi. Ebu Abdullah'ın
lokantalardan bahsettikten sonra evde elle hazırlanan yemekleri tercih ettiğini
işittim. Bir keresinde kendisine şöyle demiştim: Abdülvehhab dedi ki: Ebu
Abdullah'a şunu soruver: Hadis ilmiyle uğraşmama mani olan şeyler sebebiyle akıbetim
hakkında endişe eder mi? Ebu Abdullah, 'Onu hadisle uğraşmaktan alıkoyan
şeyler ne imiş?* diye sorduğunda, 'Geçim derdi ve iş' dedik. Bunun üzerine,
'Bunlar onun için daha elzemdir" dedi.
el-Mervezi
dedi ki: Dostlarımızdan birinin şöyle dediğini işittim: Ebu Abdullah'ı Cuma
günü gördüm. Dilencinin biri mescidin önünde dileniyordu. Adamın biri bir
parça kumaşı dilenciye vermek üzere ona verdi. Ebu Abdullah da kumaşı alarak
dilenciye verdi.
Ben de
kendisine şunu sordum: Aç olduğunu bildiğim bir komşum olduğu zaman ne yapmam
gerekir? 'Ona mali yardımda bulunman gerekir dedi. 'Peki kendi yiyeceğim iki
ekmek ise ne yapmam gerekir?' diye sorduğumda, 'Ona da bir şeyler yedirmen
gerekir. Hadiste gelen uyarı, Özellikle komşu içindir1 dedi.
Ebu
Abdullah'a şunu sormuştuk: Kişinin kendine bir gömleği ve iki cübbesi varsa,
bununla da yardımda bulunması gerekir mi? 'Şu soğuklarda kendi ihtiyacı olanı
veremez. Ama fazlası varsa, onunla yardımda bulunması gerekir dedi. Teki
zenginlerin mali yardımda bulunması gerekir mi?' diye sorduğumuzda şöyle dedi:
Bir şeyleri üstüste yığan kimselerse elbette gerekir.
el-Mervezi
dedi ki: Yahya el-Cela' ve Ebu Talib'den şunu işittim: Yezid b. Harun'dan şunu
dinledik: Sürmeliğin infak edilmesinin hükmü sorulmuştu. 'Haramdır, uygun
olmaz' dedi. 'Ey Ebu Halid, alan da veren de razı olsa yine olmaz mı?' diye
soruldu. Şu karşılığı verdi: Zina eden erkek ve kadının her ikisi de buna rıza
gösterseler, işledikleri fiil helal olur mu?' Abdülvehhab'ın şöyle dediğini
işittik: Ebu Üsame'nin şunu söylediğini duydum: Sürmelik yapan eller kırılsın!
Ebu
Abdullah'a şunu sordum: Adamın birine on dirhem borç vermiştim. Borcunu sürmeli
dirhemler olarak geri vermek istedi. Ben de bir dirhemini aldım. Bu hususta ne
dersiniz? Dedi ki: Verdiğin borcu geri almış sayılmazsın. 'Peki sürmeli dinar
olarak verse ne yapmam gerekir, sürmesini kazımam uygun olur mu?' diye sorduğumda
ise şu cevabı verdi: Bu tür paranın kazınarak temizlenmesi, sahibinin
dürüstlüğünü gösterir.
el-Mervezi
dedi ki: Yahya el-Cela'mn şunu zikrettiğini işittim: Şuayb b. Harb dedi ki:
Oğlumu bir dirhemi kazırken görmem, benim için Allah yolunda sefere çıkmamdan
daha sevimlidir.
el-Mervezi
dedi ki: Ebu Abdullah bana bir dinar verdi ve 'Bunu sağlam dirhemlerle
değiştir1 dedi. Dinarını dirhemlerle değiştirdim ve dirhemleri kendisine
verdim. Ertesi gün, dirhemlerden birinin bozuk olduğu ortaya çıktı. Ebu Abdullah'a,
bozuk dirhemi değiştireceğimi söylediğimde bana şöyle dedi: Bu hususta alimler
ihtilafa düştüler. Ortaya şu dört görüş çıktı:
Malik dedi
ki: İlk değiştirme yok sayılır.
Sevri dedi
ki: Dirhemlerden eksik çıkan kadarı, dinarlardan eksiltilir. Bu görüşün neye
yaradığını anlayamadım. Teki sizin görüşünüz nedir?' diye sorduğumda, 'Bunda
bir mahzur olmayacağı ka-natindeyim' dedi.
Ibni Ömer
(ra) ise, bu dirhemi geri verme hakkının olmadığınısöylemiştir. Ebu Abdullah
bunu yorumlayarak şöyle dedi: Meçhul bir ravi tarafından nakledilen bu görüş,
sıhhatli değildir.
Katade ise,
onun geri verilebileceğini söylemiştir.
Ebu Abdullah
bunu da belirttikten sonra şöyle dedi: Katade'nin görüşü, insanlar için büyük
genişlik ihtiva etmektedir. İstiharede bulun ve onu geri ver. Bozuk dirhemi
bana verdi. Ben de onu değiştirdim.
Muğire,
İbrahim en-Neha'i'nin içlerinde sahtesinin bulunması halinde dirhemleri
dinarlarla değiştirmeyi mekruh gördüğünü söylemiştir. Veki\ Süfyan ve başka
biri vasıtasıyla el-Hasan'dan şunu nakletmiştir: Ona dinar karşılığında bozuk
dirhem veren kimsenin durumu sorulduğunda, bozuk olanları değiştirmesinde bir
mahzur olmadığım söylemişti. Süfyan-ı Sevri dedi ki: Dirhem bozuk ise, onu geri
verir ve dinardaki hissesi kadar o kimsenin ortağı olur.
Muhammed b.
Cafer'den nakledildi ki: Ona, dinar vererek dirhem satın alan ve satıcıya
şöyle bir şart koşan kimsenin durumu sorulmuştu: Eğer verdiğin dirhemler geri
çevrilirse onun bedelini ödemek de sana düşer. Muhammed dedi ki: Said, Katade
vasıtasıyla el-Hasan'm şöyle dediğini rivayet etti: Eğer dirhemler arasında
sahtesi varsa onu geri verebilir. Her ikisi de şart koşamazlar.
Ebu
Abdullah'a şu husus sorulmuştu: Yüz yaprak yazması karşılığında on dirhem
verilmesi üzerine anlaşılan birine bir dinar verilse bunun hükmü ne olur?
Cevaben şunu nakletti: İbni Ömer (ra) dedi ki: Her hangi bir şeyi dinar vermek
üzere kiralayan, sonra da ona denk başka bir şey veren kimsenin bu yaptığında
her hangi bir mahzur yoktur. Ancak verilen dirhemin, o günkü dinar değerinin
tam karşılığı olması gerekir. Bir kuruş dahi fazlalık olmamalıdır.
Ebu
Abdullah'a enseyi tıraş ettirmenin hükmünü sorduğumda şöyle dedi: O,
mecusilerin adetidir. Huzeyfe (ra) bir yere davet edilmişti. Orada bir takım
yabancı giysiler gördü. Oradan hemen ayrıldı ve şöyle dedi: Her kim bir kavme
benzerse o onlardandır[29][63]Ebu
Abdullah ancak kan vereceği zaman ensesini tıraş ettirirdi.
Ebu
Abdullah'a, yüzdeki kılları aldırmanın hükmünü sormuştum. Bana şöyle dedi:
Yüzdeki
kıllar makasla alınabilir. Ama onları cımbızla yoldurmak mekruhtur. Allah
Resulü (sav) kıllarını aldıran kadınlara lanet etmiştir[30][64]
Ebu
Abdullah'a, kadınlarda saç örmenin hükmünü sorduğumuzda bunun mekruh olduğunu
söylemişti. Bir hanımdan şunu işittim: Ebu Abdullah'a saçları tarayıp ören
kadınlardan biri gelmiş ve şöyle demişti: Ben, kadınların saçlarını tarar ve
örerim. Bundan edindiğim kazançla hacca gitmem hakkında ne dersiniz? Ebu
Abdullah, 'Hayır* dedi ve Allah Resulü'nün (sav) yasağından dolayı bu kazancı
mekruh gördüğünü belirtti. Haccın daha temiz bir parayla yapılması gerektiğini
ilave etti.
Ebu
Abdullah'a yaşı ilerlemiş hanımların durumunu sorduğumda, onlar için bile
saçları örmeye ruhsat vermedi ve tebessüm ederek şöyle dedi: Beyaz yüne dönmüş
olsa dahi örülmez. Bir defasında Ebu Abdullah'ın evine gittiğimde bir hanımın
kız çocuğunun saçını taradığını gördüm. Hanım çocuğun saçlarını tarayıp
ördükten sonra kendisine, Ebu Abdullah'ın bunu mekruh gördüğünü söyledim. Kız
çocuğu, babasının bunu menettiğmi ve kızdığını itiraf etti.
İbni
Cüreyc'den nakledildi ki: Ebu'z-Zübeyr bana Cabir*den (ra) şunu rivayet etti:
"Allah Resulü (sav) kadınları saçlarını örüp toka bağlamaktan
menetti".[31][65]
Ebu Bekir
dedi ki: Ebu Abdullah'a kafayı tıraş etmenin hükmünü sordum. Mekruh gördüğünü
söyledi. Ben de, TMekruh mu görüyorsunuz?' diye tekrar sordum. 'Çok kesin bir
kerahiyetle mekruh görüyorum' dedi ve şunu ilave etti: Muammer de kafanın tıraş
edilmesini mekruh görürdü.
Ebu Abdullah
bu meselede, Ömer b. Hattab'dan (ra) rivayet edilen şu söze dayanmakta idi:
Ömer (ra) adamın birine şöyle dedi: Eğer seni kafan tıraş edilmiş olarak
görürsem, gözlerinin bulunduğu yere (kafana) vururum. Ebu Bekir el-Mervezi
dedi ki: Arkadaşlarımızdan birinin Ebu Abdullah'ın yanında namaz kıldığını gördüm.
Saçını kökünden kazıtmıştı. Ebu Abdullah ise kafasını tıraş ettiğini sanmıştı.
Adamı gece de görmüştü. Bana, 'Onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de
tanıdığımı söyledim. Bunun üzerine şöyle dedi: Kafasını tıraş ettiğin sandığım
için ona ağır konuşacaktım.
Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a idrar tutmanın hükmünü sormuştum. 'Zaruret
halinde bunda bir mahzur yoktur* dedi. Ebu Abdullah'ın sünnetçiye kap içinde
iki dirhem verdiğini gördüm. Onun şöyle dediğini işittim: Çocukların
oynadıkları cevizin yenilmesinden hoşlanmam.
Ebu
Abdullah'a yırtıcı hayvan postlarının yere serilmesinin hükmünü sormuştum.
Şöyle dedi: Allah Resulü (sav) nehyettiği için yırtıcı hayvan postları sergi
olarak kullanılmaz.[32][66]
Ebu Bekir
el-Mervezi dedi ki: Ebu Abdullah'a şöyle bir hadise naklettim: Tüccarın biri,
mallarının arkasında oturuyordu. İşçisi onun sevmediği birine bir elbise sattı
ve ondan aldığı dirhemleri keseye attı. İşçi durumu efendisine anlattığı zaman,
derhal keseyi alarak Yusuf b. Esbat'm yanına gitti. Ona olup biteni anlattı.
Yusuf b. Esbat konuyla ilgili olarak .Süfyan ve İbnü'l-Mübarek'ten duyduklarım
anlattı. Adam, 'Bu keseyi tasadduk etmedikçe kalbim rahat etmeyecek' dedi. Ebu
Abdullah şöyle dedi: Allah onun bu sadakasını mübarek kılsın.
Ebu
Abdullah'a şöyle bir mesele sorulmuştu:
İhtiyaç
sahibi biri var ve dostlarından biri ona birşeyler vermek istiyor ama onun
kabul etmemesinden endişe ediyor. Bu durumda ne yapması gerekir?
Ebu Abdullah
dedi ki: İhtiyaç sahibinin isteği ve nefsinin arzusu olmaksızın vermesi
halinde, ihtiyaç sahibinin reddetmesinin ona ağır gelmesinden endişe ederim.
Ardından şunu anlattı: O kimseye hamalla un götürdüm. Hamalın parasını verdin
mi diye sorduğunda, 'Evet' dedim. Bunun üzerine evinden ekmek getirdi ve
hamala vermemi söyledi. Ben de verdiği ekmeği hamala ikram ettim.
Sonra bana
dönerek şöyle dedi: Vay canına, şu ana kadar hiç kimseden bir şey kabul
etmemiştim. Ama Ebu Abdullah'ın getirdiği bir şey reddetmem sözkonusu olamaz.
Onu getirdiğinde bereket bulurum. Ebu Abdullah, aynı adama bir kez daha un
götürdüğünü ve onun yine ekmek verdiği ve şöyle dediğini bildirmiştir: Nefsim
de bunu arzulamıştı. Ebu Abdullah, onun bu sözü üzerine tebessüm ederek şöyle
demişti: Senin reddetme hakkın var. Biz ise, kabul etmeni isteriz. Adam o
yardımı da kabul etmişti.
Ebu
Abdullah'a, ince yelpaze satmanın hükmünü sormuştuk. Bunlar bir dirheme veya
biraz fazlasına satılan yelpazelerdi. Cevaben şöyle dedi: Yelpazeler, ince
elbiseler hükmündedir. Tam olarak ne kasdettiği sorulduğunda ise şunu söylemişti:
Tüccardan alındıkça bunda bir mahzur yoktur.
Ebu
Abdullah'a kirlenmiş mushafm gömülüp gömülmeyeceğim sormuştuk, 'GömülebihY
dedi. Namazda iken annesi tarafından çağırılan kimsenin ne yapması gerektiğini
sorduğumuzda şöyle dedi: İbnü'l-Münkedir dedi ki: Eğer kıldığı namaz nafile
ise, namazı bırakarak annesinin çağrısına uymalıdır.
Ebu
Abdullah'a şöyle bir mesele sormuştuk: Yolda giderken birinin cebinden bir
kağıt düşse ve onun üzerinde bir takım hadis ve rivayetler bulunsa, bunları
yazmamız ve ezberlememizin hükmü nedir? Şöyle cevapladı: Sahibinin izni
olmaksızın caiz olmaz.
Ebu
Abdullah'a vera' hakkında bir şeyler sormuştum. Başını yere doğru eğdi ve
sükut etti. Yüzü sanki değişir gibi oldu. Sorduklarımdan bazıları hakkında
'Estağfurullah' diye mırıldanıyordu. 'Ne diyorsunuz, ey Ebu Abdullah?' dedim.
'Beni mazur gör" dedi. Ben de, 'Sizi mazur görürsek bunları kime sorarız?
Rehberler yolları şaşırır oldular* dedim. 'Sorduğunuz husus çok ağır bir
konudur1 dedi. Bir defasında da şöyle dediğini işitmiştim: Yetmiş yıldır ziyan
içindeyim. Dünyadan ne kadar az alınırsa, hesap da o kadar olur.
Bir
seferinde Ebu Abdullah'a şunu aktarmıştım: Adamın biri şöyle diyor: Ahmed b.
Hanbel ve Bişr b. el-Hars bana göre zühd sahibi değildirler. Ahmed'in yediği
bir ekmeği, Bişr*in ise Horasan'dan gelen dirhemleri var. Ebu Abdullah
tebessüm etti ve şöyle dedi: Ben zühd sahibi olmaya çalışanlardanım. Bir
defasında da şöyle dediğini işittim: Teymi'ye bir hal geldi de yirmi sene
kurduğu çardak veya çadırda yaşadı. O aşırı giden bir topluluğu anlattıktan
sonra şöyle demişti: Onlara yaklaşmak da, onlarla birlikte oturmak da
fitnedir.
Ebu
Abdullah'a şunu nakletmiştim: İbnü'l-Mübarek'in azatlısı bana şunu anlattı:
Said b. Abdülgaffar, İbnü'l-Mübarek'e şöyle bir soru sormuştu: Sevmediğin
birinin evine ücret karşılığı oturmakhakkında ne dersin? 'Bunda bir mahzur
yoktur dedi. Bunu aktardıktan sonra Ebu Abdullah'a şunu sordum:
Hoşlanmadığınız biri, bir konaklama evi satın alsa, orada ücret karşılığı
kalmam hakkında ne dersiniz? Cevabı 'Hayır* oldu.
Ebu Vehb
dedi ki: Ebu Abdullah yani İbnü'l-Mübarek dedi ki: Herhangi birinden satın
aldığı cariyede kusur çıkan kimse, o cariyeyi satın aldığı kimseye değil ilk
sahibine iade eder,
Abbas
el-Anberi, Süfyan'la ilgili olarak bir kişiden şunu naklet-miştir: Abdurrahman
b. Mehdi ile birlikte Abadan'da idik. Ellerimizi sel suyu ile yıkıyorduk. Ama
o, öyle yapmadı. Hizmetçisini göndererek deniz suyu getirtti ve ellerini
onunla yıkadı.
Abdüssamed
b. Mukatil dedi ki: Selef mektup yazdıkları zaman onu kurutmak için sel kumu
kullanmaz, adam göndererek deniz kumu getirtirlerdi. İbnu Haşrem bize şöyle bir
mektup gönderdi: Bişr b. el-Hars, Abadan'da kralların yaptırdığı şadırvanlardan
su içmedi. İçmek için gölden su getirtti.
Said b.
Haysem Muhammed b. Halid'den şunu nakletti: İbrahim en-Neha'i, Ümmü Bekr
denilen bir kadına uğramıştı. Kadın ip eğiren biriydi. Ona şöyle dedi: Ey Ümmü
Bekr! Artık bunları ter-ketme zamanın gelmedi mi? Kadın şöyle cevap verdi: Ey
Ebu Ümran! Bunu nasıl terkederim? Ben Ali b. Ebu Talib'in (ra) bunun kazananın
en temiz kazanç olduğunu söylediğini işittim.
Ebu
Abdullah'a şöyle dedim: İbnül-Mübarek'in azatlısı Hasan, Said b. Abdülgaffar
hakkında şunu anlattı: O, ibnül-Mübarek'e şöyle bir mesele sormuştu: İki adam
var ve bunlar senin hoşlanmadığın bir şahsın dükkanına giriyorlar, o, her
ikisine de mükafaat veriyor. Biri kabul ederken diğeri kabul etmiyor.
Mükafaatı kabul eden dışarı çıkıyor. Reddeden ise o kişiden bir şeyler satın
alıyor. Bu ikisi hakkında görüşünüz nedir? İbnül-Mübarek sükut etti. İbnü Said
ona, 'Sizi susturan nedir? Niçin cevap vermiyorsunuz?' diye sordu. Bunun
üzerine İbnül-Mübarek şöyle dedi: Cevap vermenin benim için daha hayırlı
olduğunu bilseydim sorunu cevaplardım. Said dedi ki: Bu meselede asıl olan
kerahet değil midir? İbnü'l-Mübarek, 'Evet' dedi»
Bu hadiseyi
dinledikten sonra Ebu Abdullah şöyle dedi: Bu sorunun cevabına kimin gücü
yeter ki? İbnü'l-Mübarek'e denildi ki:
Kendisine
mükafaat verilen ve bu para ile bir ev satın alan kimsenin evinde kalmam
hakkında ne dersiniz? İbnül-Mübarek de sükut etti. Niçin cevap vermediği
sorulduğunda ise şöyle dedi: Bu, cevap veremeyeceğim kadar dar bir sahadır.
Kendisine şöyle dedim: Süf-yan-ı Sevri dedi ki: Maiyetin elinde olanlar haram
kazançtır.
Ebu
Abdullah, Abdülvehhab'ın şu sözünü benimsememiştir: O, kendisine mükafaat
verilen kimsenin bunu başka birine verdiği zaman, paranın aynı hükümde
olduğunu söylemişti. Ebu Abdullah, bunun çok ağır bir hüküm olduğunu söyledi.
Ben de, 'ilkine verildiğinde mekruh görüp ikincisinde mahzursuz mu
görüyorsunuz?' diye sordum. Şu cevabı verdi: ilkinde mekruh görmem, aradaki
iltimas ilişkisinden dolayıdır, ikincisinde ise bundan farklı bir durum
mevcuttur.
Ardından da
şöyle dedi: Her kime böyle bir para verilir veya bağışlanırsa onu kabul etsin
ve sahabenin yaptığı gibi kendi parasından ayırsın. Ömer (ra) Ebu Ubeyde'ye
(ra) bir para göndermişti. Ebu Ubeyde (ra) parayı aldı ama ayrı bir yere koydu.
Mervan, Ebu Hüreyre'ye (ra) para gönderdiği zaman o bu parayı ayrı bir yere koyardı.
İbni Ömer (ra) ve Aişe (ra) de kendilerine gönderilen hükümet paralarını
ayırırlardı. İbni Ömer'in (ra) böyle bir parayı neye dayanarak kabul ettiğini
sordum ve bir topluluğun buna delil olarak, eğer mubah olmasa idi onların da
almayacaklarım söylediklerini belirttim.
Ebu Abdullah
bunu tasvip etmedi ve şöyle dedi: Onların bunu almaları, bağışı reddetmeyi
mekruh görmelerinden kaynaklanmaktaydı. Ama onu eşitçe ayırırlardı. Kendisine
şunu söyledim: Rivayete göre Muaz'ın (ra) bu tür bir dinarı kalmıştı. Hamını
onu kendisinden isteyince o da kendisine vermişti. Ebu Abdullah bunu
açıklayarak şöyle dedi: Muaz (ra), hanımı o paraya muhtaç olduğu için kendisine
onu vermişti.
Bunun
üzerine ben de şöyle dedim: Siz böyle bir para ile imtihan edilen kimsenin,
onun ayrımında titiz olması gerektiğini söylüyorsunuz. Aişe (ra) ise
İbnül-Münkedir kendisine sıkıntısından dert yandığı zaman şöyle demişti: Eğer
onbin dirhemim olsaydı size yardım ederdim. Ibnül-Münkedir sefere çıkınca
Aişe'ye (ra) onbin dirhem gönderdi. O da bu parayı kendisine geri gönderdi ve
sözü ile imtihan edildiğini söyledi. Aişe (ra) yaşadığı darlığa rağmen bu
parayı geri vermişti. O, gerçekten zühd ve vera' sahibi idi.
Ebu Abdullah
dedi İd: Ebu Musa el-Eş'ari (ra) gibi sahabiler, bilmedikleri konuları Aişe'ye
(ra) sorarlardı. Allah Resulü'nün (sav) hanımları arasında onun gibisi yoktu.
Sadece onsekiz yaşında olmasına rağmen ilim ve ahlak bakımından böyle yüksek
idi.
Ebu Yahya
en-Nakıd dedi ki: Ebu Talib bize şunu nakletti: Abdullah b. Yahya b. Ebi
Kesir, babası vasıtasıyla ensardan bir zatın şöyle dediğini rivayet etti: Allah
Resulü (sav) kalp kulakçığını me-netti. Ebu Abdullah, 'Evet, öyledir5 dedi. Ben
de, 'Bu nasıl bir hadistir?' diye sordum. Hadisi açıklayarak şöyle dedi:
Burada Allah Resulü'nün (sav) kalp kulakçığının yenilmesini menettiği haber
verilmektedir.
Abdullah b.
Ahmed'den nakledildi ki: Ebu'l-Gudde'ye bu hadisi sorduğumda şöyle dedi: Allah
Resulü (sav) onu yememiştir. Sebebi de mekruh görmesidir. Nitekim Evza'i hadisi
buna delalet etmektedir. Sözkonusu hadis, Vasıl tarafından Mücahid'den rivayet
edilmiştir: Dedi ki: Abdullah b. Yezid, Ümmü Seleme'den (ra) şunu rivayet
etti: "Allah Resulü (sav) ona hayvanın kalp kulakçığını ne yaptığını
sordu. O da attığını söyledi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Makamın güzel
olsun' diye iltifatta bulundu".
Geçim ve
kazanç yolları ile bunlarla irtibatlı hususları ele aldığımız bölüm burada
sona ermektedir. Allah Teala hiç şüphesiz her şeyin en doğrusunu Bilen'dir.
[33][67]
Bu bölümde
helal, haram ve bu ikisi arasındaki şüpheli konular ile helalin fazileti ve
şüphenin kötülüğü gibi noktalar üzerinde duracağız. Helal ve haramla ilgili
misaller verdiğimiz gibi bunu değişik misallerle açıklamaya ve akılların
alabileceği kıvama getirmeye çalışacağız.
Ebu Hüreyre
(ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İnsanlar
üzerine öyle bir zaman gelecektir ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacaktır.
Yemeyene de tozundan bulaşacaktır". [34][68] Şüphesiz
Allah Teala en iyisini bilir, ama anladığımız kadarıyla 'tozundan bulaşma' ile
kasdedilen; faiz alışverişinde bufros-mayan kimselerin dahi ister istemez ona
bulaşmalarıdır. Tozun hef yere sızması gibi, faizi kazanç yolu olarak görmeyen,
o yönde iradeleri bulunmayan kimseler dahi ondan uzak kalamayacaklardır. Bu,
faizin gerçekten çok yaygın bir hal alacağını haber veren bir hadistir. Bu
yaygınlık öyle bir seviyeye ulaşacaktır ki ondan sakınmak mümkün olmayacaktır
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Faiz ile kazanılan bir dirhem,
Allah katında islamın otuz zinetinden daha ağır (bir günah)dır". Allah
Teala hiçbir konuda faiz yiyenlerle ilgili olarak vahyettiği tehditlere benzer
derecede tehditte bulunmamıştır. O'nun faiz yiyenlerle ilgili tehditlerinde
iki temel husus işlenmektedir:
İlki,
Allah'a ve Resulü'ne (sav) savaş açmak;
İkincisi,
ise cehennemde ebedi kalmaktır.
Her ikisini
birden şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Ey İman edenler, Allah'tan korkun
ve eğer müminlerseniz faiz olarak artanı bırakın". (Bakara/278) Görüldüğü
gibi Allah Teala, faiz olarak artanı bırakmayı imanın şartı olarak koymuştur.
Burada bir
şart cümlesi sözkonuşudur. Bunun karşılığı ise şöyle gelmektedir: "Eğer
böyle yapmazsanız, Allah'a ve Resulü'ne savaş açtığınızı bilin".
(Bakara/279) Bundan sonra ise alınan faizden dolayı muhakkak tevbe edilmesi
gerektiği bildirilmektedir: "Eğer faizcilikten tevbe ederseniz,
sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız".
(Bakara/279)
Allah Teala
faizin haramlığını şu ayet-i kerime ile de açık olarak teyid etmiştir:
"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı". (Bakara/275) Bütün bu
açıklama ve tehditlerden sonra.da ebedi cehennem tehdidini vazederek şöyle
buyurmuştur: "Her kim de (faizciliğe) dönerse, işte onlar cehennem
sakinleridir ve orada ebedi kalacaklardır". (Bakara/275) Bu ayet-i
kerime, hitab-ı ilahinin en sertlerinden ve azabın en ağırlarından birini
ihtiva etmektedir.
ibni
Mesud'dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu
ki: Helali aramak, farzın üstündeki farzdır". Görüldüğü gibi Allah Resulü
(sav) ilmi arama ile helali aramayı farziyet bakımından aynı derecede
değerlendirmiştir. Her ikisi için de arama ve talepte bulunmak müslüman için
gereklidir.
Temiz kazanç
için helalini aramak, cahil kimse için ilmi aramak ve öğrenmekle aynı
Önemdedir. Diğer taraftan herhangi bir fiil farz kılındığı zaman, onun bu
özelliği kıyamete dek baki kalır. Bir şeyi aramak emrolunduğunda, bu onun varlığına
delalet eder. Dolayısıyla aslen olmayan bir şeyi aramak bize farz kılınmaz.
Buna göre
helal, bize farz kılınması ve aramamızın emredilme-si bakımından mevcuttur. Ama
helale giden yol dardır. Onun tezahürleri çoğu kimseye gizlidir. Helali arayıp
bulmaktada bir takım sıkıntılar sözkonuşudur.
Netice
itibarıyla helali arama ve helale uygun hareket etme insanlara ağır gelen ve
nadir görülen davranışlardır. Öte yandan helal için yardımcı olanlar da harama
göre çok azdır. Helalin ardından gidenler yalnızlardır. Bunlar, nefslere hoş
gelmeyen hususlardır. Ama şunu unutmamanız gerekir ki, hoşunuza gitmeyen nice
şeyler, sizler için daha hayırlı olabilir.
Farzlar için
vazedilmiş bir takım ilim ve hükümler mevcuttur. Bunların ilimlerini
bilmeyenler, hükümlerinin gereklerini de yapamazlar. Dolayısıyla onları hiç
bilmeyenler gibi bir konumda olurlar. Ömer (ra) pazar esnafına deyneği ile
dokunur ve şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisi olanlar ticaret
yapabilir. Aksi halde hata ile olsun faize bulaşabilirler. Ulemadan bir zat ise
şöyle demiştir: Önce fikıh Öğren, sonra pazara gir ve alışveriş yap.
Allah
Resulü'nün (sav) "İlini öğrenmek her müslüman üzerine farzdır"[35][69]
buyruğunun açıklamasında şöyle denilmiştir: Burada kasdedilen helal ve haramı, almayı
ve satmayı öğrenmek, bunlarla ilgili hükümleri bilmektir. Kişi ticarete girmek
istediği zaman, bunları öğrenmesi kesinlikle farzdır. Bir rivayette şöyle
denilmektedir: Ailesini helalinden geçindirmek için koşturan kimse, Allah
yolunda cihad eden mücahid gibidir. Dünyalığı iffet içinde helalinden isteyen
kimse de şehidlerin derecesinde yer alır.
Denildi ki:
Kulun helalinden yediği ilk lokma, geçmiş günahlarının bağışlanmasına vesile
olur. Rızkın helalini arama noktasında elinden gelen her türlü çabayı gösteren
kimsenin günahları, kış mevsimi kuruyan yaprakların dökülmesi gibi dökülür
gider.
Ulemadan bir
zat mücahidlerden birine şöyle demişti: Kahramanlara yakışan helal kazanç ve
aileye bakma uğraşında hangi noktadasın?
Şuayb b.
Harb ve diğerleri de şöyle demişlerdir: Helalinden kazanıp kendine, ailene
veya dostlarından birine sarfettiğin bir kuruşu dahi küçük görme! Umulur ki o
kuruş senin veya başka birinin midesine girmeden çok önce günahlarının
bağışlanmasına vesile olmuş olabilir.
Konuyla ilgili
nakledilen rivayetlerden birinde de şöyle denilmektedir: Her kim kırk gün
boyunca helal yerse, Allah Teala onun kalbini nurlandırır ve oradan hikmet
pınarları akıtır. Bu sözün başka bir şeklinde ise, 'Allah Teala onu dünyada
zahid kılar* ifadesi geçmektedir. Denildi ki: Her kim helal yer ve sünnet
dairesinde amelde bulunursa, bu ümmetin abdal zümresindendir.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Kul, titizlik içinde helal lokma yemedikçe imanın hakikatine
eremez.
İbrahim b.
Edhem (ra) ve Fudayl b. Iyaz'dan (ra) ise şu söz nakledilmiştir: Büyüklük;
haccetmek, cihad etmek, oruç tutmak ve namaz kılmakla olmaz. Bize göre
büyüklük, mideye gidenleri sıkı tutmaktır. Onların bu ifade ile kasdettikleri,
mideye helalden başkasını sokmamaktır.
Yusuf b.
Esbat, Şuayb b. Harb'e şöyle demişti: Farkettin mi, cemaatle namaz kılmak
sünnet iken helal kazanmak farzdır? O da, 'Evet' dedi.
Adamın biri
İbrahim b. Edhem'e (ra) şöyle bir soru sormuştu: Ben rızkını pazarcılıktan
temin eden biriyim. İşim esnasında cemaatle namazı kaçırdığım oluyor. Sana
göre cemaatle namaz mı, yoksa ticaretimle uğraşmam mı daha sevimlidir? İbrahim
(ra) şöyle cevap verdi: Helal kazandığın sürece cemaatte sayılırsın!
İbrahim b.
Edhem (ra) ve yarenleri bir Ramazan ayında hasatta çalışıyorlardı. O, dostlarına
şöyle diyordu: Gündüz vakti işinizde dürüst olun ki rızkınızı helalinden
yiyebilesiniz. Gece namazı kılmasanız da, size cemaatte namazın ve gece
namazının sevabı verilecektir.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle demişti: İnsan için en faziletli olan üç husus
şunlardır: Sünnete uygun amel etmek; Helalinden kazanılan dirhem; Cemaatle
kılınan namaz.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Yolumuzun hakikatine ancak şu dört şeyle ulaşılır: Farzları
sünnete uygun olarak eda etmek; Vera' ve titizlik içinde helal yemek; zahirde
ve batında yasaklardan sakınmak; Ölünceye dek bunlarda sebat ve sabır
göstermek.
Yine o,
şöyle demiştir: Yemeği helal olmayan kimsenin kalbindeki perde kaldırılmaz,
kalbindeki azaba son verilmez. Böyle biri Allah Teala'nın affı olmazsa ne
namazı, ne orucu önemser.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Melekûtunun müşahedesinden ve vuslattan mahrum edilmenin
nedenleri şu ikisidir: Haram yemek ve yaratılmışlara eziyet etmek. O, şöyle
demiştir: Hicret'in üç yüzüncü yılından sonra hiç kimsenin tevbesi kabul
olunmaz. 'Neden?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ondan sonra ekmek
bozulur ve bu tarihten sonra gelenler rızıkta sabır göstermezler.
Ebu Bekir-i
Sıddık'tan (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Haramla
beslenen hiç bir beden cennete giremez. Cehennem ona daha layıktır[36][70]
Rivayete
göre Ebu Bekir-i Sıddık (ra) azatlı hizmetçisinin kazancıyla aldığı bir yemek
yemişti. Ardından ona bu yemeğin parasını nereden kazandığını sordu. O da,
'Filan kimsenin hastasını okuyup üfledim ve bunun karşılığında para aldım.
-Başka bir rivayette- Filan kimse için kehanette bulundum' dedi. Bunun üzerine
Ebu Bekir (ra) parmağını boğazına sokarak kustu ve yediklerini tamamen
çıkarmaya çalıştı. Sonra da şöyle dedi: Allahım! Damarlarıma ve bağırsaklarıma
karışanlar için Sen'den özür diliyorum. Bu husus Allah Resulü'ne (sav) haber
verildiğinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sıddık'm midesine
helalden başkasını koymayacağını bilmez misiniz?".
Rivayete
göre Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) Allah Resulü'ne (sav) ricada bulunarak duasının
kabul edilmesini için niyazda bulunmasını istemişti. Allah Resulü (sav) şöyle
buyurdu: "Ey Sa'd! Yediğin helal olduğunda duan da kabul edilen dua
olur".
Alimler
şöyle demişlerdir: Yenilen lokmanın haramhğı, duanın semaya ulaşmasını
engeller. Denildi ki: Kul lokmasını ıslah edip amelini düzeltmedikçe Allah
Teala onun duasına icabet etmez. Seleften bir topluluk da şöyle demiştir:
Cihad on kısım olup bunların dokuzu helal kazanmakla ilgilidir.
Ali b.
Fudayl babasına şöyle demişti: Babacığım, helal çok mu kıttır? Babası da şu
cevabı verdi: Oğlum, kıt bile olsa onun azı Allah katında çoktur. Denildi ki:
Karnında haram lokma veya sırtında haramla dikilmiş bir giysi bulunan kimsenin
namazı kabul edilmez.
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Ey miskin! Oruç tuttuğun zaman kimin evinde iftar ettiğine
ve kimin ekmeğini yediğine iyi bak! Çünkü kul öyle bir yemek yer ki onun
yüzünden kalbi eğrilir ve derinin değişmesi gibi değişerek eski haline bir
daha asla dönemez.
Bu söz,
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadisin iki yorumundan da biri
olmaktadır: "Nice oruç tutan vardır ki oruçtaki nasibi aç susuz
kalmaktır". [37][71]
Denildi ki: Bu, iftarım haramla açan oruçlunun halidir.
Bir
rivayette de şöyle denilmektedir: Helal olmasına rağmen övünmek ve biriktirmek
maksadıyla dünyalık peşine düşen kimse, Allah Teala'nm huzuruna O'nun öfkesi
üzerinde olarak çıkar.
Selef-i
Salih'ten şöyle bir haber nakledilmişti: Vaiz veya uyarıcı, insanlara bir
şeyler anlatmak için oturup kendini buna atadığında ilim ehline bu kimsenin
meclisine katılmanın hükmü sorulurdu. İlim ehli de şöyle derdi: O kimse
hakkında şu üç hususu araştırın: İtikadının sıhhati; Aklının olgunluğu ve
yediği lokma.
Eğer
bidatlara inanan biri ise onun meclisine asla oturmayın. Çünkü o, şeytanın
diliyle konuşacaktır. Eğer lokması helal değilse iyi bilin ki arzularına uygun
olarak konuşacaktır. Eğer aklî olgunluğu tam değilse, o zaman da sözleriyle
İslah etmekten çok ifsad edecektir. Böyle birinin meclisine de katılmayın.
Meclisine oturulacak
kimsenin bu şekilde titizlikle araştırılması, günümüzde kaybolmuş bur
sünnettir. Bu sünnetin gereğini yapanlar, onu ihya etme şerefini
kazanacaklardır.
Allah Resulü
(sav) dünya için hırslananlardan bahsedip onları kınadıktan sonra şöyle
buyurmuştur: "Değişik diyarlarda dur durak bilmeden dolaşan saçı başı
dağınık üstü başlı tozlu nice kimse vardır ki yedikleri haram, giydikleri
haramdır. Onlar haramla beslenirler. Namazda ellerini kaldırarak 'Ey Rabbim!
Ey Rabbim!' diye dua ederler ama kendilerine asla icabet edilmez".
İbni Abbas'm
(ra) Allah Resulü'nden (sav) şunu rivayet ettiği nakledilmiştir: "Allah
Teala'nın Kudüs üzerinde bir meleği vardır. O her gece şöyle seslenir: Her kim
haram yediyse, onun ne nafile, ne de farz ameli kabul edilir!".
Ebu Hüreyre
(ra) ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mide,
bedenin havuzudur. Damarlar ona doğru giderler. Mide sıhhatli olduğunda ona
gelen damarlar da sağlıklı olur. Mide hastalıklı olduğunda ona doğru gelen
damarlar da hastalıklı olur". Yenilen lokmanın din açısından konumu, bina
açısından temelin konumu gibidir. Temel sağlam olduğu zaman, üzerinde
yükselen bina da sağlam olur. Temel zayıf olduğu zaman bina bir süre sonra
sallanmaya başlar ve çöker.
En güzel
Yaratıcı şöyle buyurmaktadır: "Binasını, Allah'a karşı gelmekten sakınma
ve O'nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa
binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber
cehenneme yuvarlanan mı?" (Tevbe/109)
Bir hadis-i
şeriflerinde Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Haram mal kazanan kimse onunla sadaka verse dahi kendisinden kabul
edilmez. Ardında bıraktığı ise cehenneme götüreceği azık olur". Allah
Teala buyurdu ki: "Mallarınızı aranızda batıl (yollarla) yemeyin ve
kendini öldürmeyin". (Nisa/29) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle
denilmiştir: Haram lokma yiyen kimse kendi kendini öldürmüş olur. Çünkü bu,
onun helakine ve ahirette de azap görmesine neden olacaktır.
Ali (kv) ve
diğerlerinden nakledilen meşhur sözlerden biri şöyledir: Dünya malının helali
için hesap, haramı için azap vardır! Yusuf b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri (ra)
şöyle demişlerdir: Şüpheli hususlarda anne babaya itaat gerekmez.
Fudayl b.
Iyaz (ra) şöyle demiştir: Helal rızık peşinde koşan kişiyi Allah Teala
sıddıklarla beraber diriltecek ve onu şehidler mertebesine yükseltecektir.
Ebu Süleyman
ve diğer alimler de şöyle demişlerdir: Helal kazanmaktan utanç duyan kimse
asla kurtuluşa eremez. "Onun için güç bir geçim vardır" (Taha/124)
ayetinin tefsirinde şöyle denilmiştir: 'Güç geçim' ile kasdedilen haram
lokmadır. "Ona güzel bir hayat yaşatırız" (Nahl/97) ayetinin
tefsirinde ise burada kasdedilenin helal rızık olduğu söylenmiştir.
Allah Teala
buyurdu ki: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızık-larm güzellerinden
yiyin" (Bakara/172) Burada kasdedilenin, lıela-linden yiyin' olduğu
söylenmiştir. Yine O, peygamberlerine hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey
Peygamberler! Güzel rızıklardan yiyin ve salih amel işleyin". Görüldüğü
gibi Allah Teala peygamberlerine salih amel işlemeyi emretmeden önce helal
yemeyi emretmiştir.
Ulemadan bir
zat şöyle demişti: Amellerin zekatı helal yemekle verilir. Yenilen yemek ne
kadar helal olursa, yapılan amel de o kadar temiz ve faydalı olur.
Bişr b. Hars
(ra) Ahmed b. Hanbel'i (ra) andıkça şöyle derdi: O, üç hasletiyle benden üste
çıkmıştır: Ailesine karşı sabır ve tahammülü ki ben buna tahammül edemedim. O,
helal rızkı hem kendisi, hem de başkaları için kazanmaya çalışırdı. Ahmed (ra)
şöyle derdi: Temiz rızıkları terketmemin sebebi, dünyalık hakkındaki zühdümden
değil, onları alacak helal parayı kazanamayışımdan-dır. Eğer helal param olsa,
onları alır ve afiyetle yerdim.
Zahir
uleması şöyle derlerdi: Helal on kısımdır. Alimler arasında helalin yedi kısım
olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama bunların tamamı temelde şu üç kışıma
dayanmaktadır:
1. Doğrulukla yapılan ticaret;
2. Dürüstçe icra
edilen zanaat;
3. Meşru bir
hükme dayalı bağış;
Bağış, dört
kısma ayrılır: a. Savaşmadan elde edilen ganimet payları; b. Miras yoluyla
gelenler; c. Gönül hoşluğuyla yapılan hibeler; d. Hakiki fakirlikten dolayı
alman sadakalar.
Bunların
hemen tamamının çerçevesi ve bel kemiği şudur: Helal, iki farklı anlama gelen
bir fiilden türemiştir. Bunların ilki zulmün çözülüp yayıldığı şey anlamında
kullanılmasıdır. İkincisi ise, ilmin hakim olduğu şey anlamında
kullanılmasıdır. Zulmün çözülüp yayıldığı şeyin talep edilmesi sözk'onusu
değildir. İlmin hakim olduğu şey ise, mübahlık.ve emrin hakim olduğu şeydir.
Alimlere göre
'helal'; yapılması ve alınmasıyla Allah Teala'ya isyan konumuna düşülmeyen
şeydir. Bâtın uleması ise onu şöyle tarif etmişlerdir: Başında Allah Teala'ya
isyan edilmeyen, sonunda Allah Teala'nm unutulmadığı, yapılması esnasında O'nun
anıldığı ve bitirilmesinden sonra O'na şükranda bulunulan şeydir.
Sehl (ra)
kendisine 'helal'in ne olduğu sorulduğu zaman şöyle derdi: Helal, ilimdir. Bir
defasında da şöyle demiştir: Kul, gökyüzüne doğru ağzını açsa ve içine tek bir
yağmur damlası düşse, o da bu damladan aldığı güçle Allah Teala'ya isyanda
bulunsa veya O'na itaatini gösteren bir amelde bulunmasa, o damla dahi
kendisine helal olmaz.
İlim
ehlinden bir topluluk şöyle demişlerdir: İnsanlara karşı yapmacık davranan veya
gösterişte bulunan kimsenin yediği haramdır. Çünkü o, eda ettiği amellerde
Allah Teala'ya karşı dürüst değildir. Tevhid ehlinden bir zat şöyle demiştir:
Allah Teala'nın bir şekilde müşahede edilemediği hiç bir şey helal olmaz. Allah
Teala'nm verdiği rızıkta kulları O'na ortak koşan kimsenin durumuşüphelidir.
Hüküm bakımından helal görünse de şüphe ortadadır. Onlar bu fikirde İsa
Peygamber'in (as) şu sözüne dayanmaktadırlar: 'Onlar Allah'ın verdiği rızkı
yer ve bu rızıkta yarattıklarını O'na ortak koşarlar3.
Abdal
zümresinden bir zat şöyle demiştir: Helal, insanların ellerinden alınmayan ve
onların mülkiyetlerine intikal etmeyen şeydir. Abdal zümresinden biri, sadece
sahipsiz arazide yetişen bitkileri yerdi.
Helalin
adalet gereği olmasının izahı da şöyledir: Helal, zalimlerin ellerinden alınmadıkça
helaldir. Bir şeyin helal olabilmesi için, takva sahiplerinden alınmış olması
gereklidir.
Konuyla
ilgili olarak abdal zümresine mensup bir zat ile ilgili uzun bir kıssa
anlatılmıştı: O zatın birlikte seyahat ettiği avamdan biri kendisine yiyecek bir
şeyler vermişti. O da, onun verdiği yiyeceği yememişti. Bunun üzerine
yememesinin sebebi sorulmuştu. O da şu cevabı vermişti: Biz, ancak helal
yiyebiliriz. Kalbimizin istikamet bulmasının nedeni budur. Böylelikle
kalplerimiz dünyevi nimetlere karşı zühde yönelme hususunda sebat eder ve tek
bir hal üzere devam eder. Biz de bu sayede melekûtun keşfine muktedir olur ve
ahireti müşahede ederiz.
Sadece üç
gün sizin yediklerinizi yesek, şu an sahip olduğumuz, yakin ilmine dair hiç bir
şeye sahip olamayız. Buna sahip olamadığımız gibi, korku ve müşahede halleri
de kalbimizi terkeder... Kıssanın sonunda, yemek ikram eden kimse şöyle
demişti: Ben de, her zaman oruç tutarım. Kur'an-ı Kerim'i her ay otuz kez
hatmederim. Bunun üzerine abdal zümresinden olan zat şöyle demiştir: Beni
içerken gördüğün şu süt çorbası, benim açımdan senin üçyüz rekatta otuz hatim
indirdiğin amelinden daha sevimlidir. Çünkü o, vahşi dağ koyunundan alınmış
bir sütten yapılmıştır.
Bu söz
üzerine yolculardan biri şöyle dedi: Helal yeme hususunda senin söylediklerine
benzer sözler söyleyen abdal zümresinden bir zata şöyle demiştim: Siz abdal
zümresinin mensupları, helal rızkı buluyor ama onu diğer müslüman
kardeşlerinize yedirmiyor-sunuz? Neden?
O zat şöyle
cevap verdi: Bizim halimiz, insanların geneli için uygun değildir. Çoğunluk
bununla emrolunmamıştır. Eğer herkes bizimki gibi helal yemeye yönelseydi,
memleket çöker, çarşı pazar boşalır ve şehirler viraneye dönerdi. Böyle
davranmak, azınlığın içinde bir azınlığın, havas içinde havassın işidir....
Söyledikleri bu şekilde veya bu anlamdaydı.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: İçinde hiçbir kuşkuya mahal bırakmadan helal olan şeyler
şunlardan ibarettir: Göl suyu, kimseye ait olmayan arazide biten sebze ve
meyva, salih bir dosttan alınan hediye ve takva sahibi biriyle doğruluk ve
dürüstlük gözetilerek yapılan ticaretle elde edilen kazanç.
Ahmed b.
Hanbel (ra) yıllar boyunca gezilerinde kendisine refakat etmiş olan Yahya b.
Ma'in'le beraber yemek yemezdi. Bunun yegâne sebebi ise Yahya'nın söylediği şu
sözdü: Ben kimseye bir şey sormam. Şeytan bile bir şey vermiş olsa, onu yerim.
Bu söz üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) kendisini terketmiştir.
Yahya ondan
özür dilemiş ve 'Ben sırf şaka yoluyla böyle dedim' demişti. Ahmed b. Hanbel
(ra) bunun üzerine şöyle dedi: Dinde mi şaka yapıyorsun? Bilmez misin ki Allah
Teala helal yemeyi salih amelin bile Önüne almış ve şöyle buyurmuştur:
"Temiz rızıklardan yiyin ve salih ameller işleyin". (Müminun/51)
Vera'
ehlinden biri şöyle derdi: Kırk yıldan beri mideme sadece nereden geldiğini
bildiğim su girmiştir. Bir diğeri ise şöyle derdi: Altmış seneden beri,
kaynağını bilmediğim hiç bir şey yemedim.
Vehb b.
el-Verd sadece kaynağını bizzat kendisinin bildiği veya iki adil şahidin
sıhhati yönünde şahitlik ettiği şeyleri yerdi.
Bişr (ra)
şöyle derdi: Yoksulllaşan kimse acıkır. Gaflete düşen kimse ise tıka basa
doyar. Alimlere göre dünya malını helalinden arayan kimse, şüpheli yiyecekleri
yiyen kimselerden daha zahid sayılır.
Denildi ki:
Yediği lokmanın nereden geldiğini önemsemeyen kimsenin, Allah Teala da
cehenneme hangi kapıdan sokulacağını önemsemez. Bunun Tevrat'ta yazılı olduğu
söylenmiştir.
Helal
şüpheden Nasıl Ayrılır?
Bu meselede
asıl olan Nu'man b. Beşir*den (ra) rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:
"Helal açıktır, haram açıktır. Bu ikisi arasındakiler şüphelilerdir.
İnsanların çoğu bunları bilemez. Her kim onları terkederse dinini ve ırzını pak
kılmış olur. Korunan bir yerin çevresinde dolaşan kimsenin ona bulaşması
yalandır. Her kralın korunan bir yeri vardır. Allah Teala'mn yeryüzündeki
korunan yeri ise koyduğu haramlardır"[38][72]
Bu hadisle
ilgili olarak, 'Hmin üçte biridir* denilmiştir. Hadise göre helal açık ve
herkesin kesin olarak bilebileceği şeylerdir. İlim sahibi her müminin kalbi
helal hakkında kanaat ve itmi'nan sahibidir. Haram da aynı şekilde açık ve
kesinlik üzere herkes tarafından bilinen şeylerdir. Müslümanlardan hiç kimse
onun üzerinde farklı görüşte olamaz.
Haram,
müminin kalbinin soğuduğu ve tiksinti duyduğu şeydir. Bazı kalpler, vera' eksikliğinden
dolayı birtakım haramlardan tiksinti duymayabilirler. Bazıları da
ilimlerindeki eksiklikten dolayı helal olan şeylerden soğuyabilirler. Bu iki
tür insanın yaklaşımları hüküm vermede değerlendirmeye alınmaz.
Helal ve
haram hükümlerinde itibar edilen kalp öyle bir kalptir ki melekût madenlerinin
vurulduğu mihenk gibidir. O, yakinî iman ve ilim sahibi müminin kalbidir.
Kalpler arasında böyle bir kalp, madenler arasında çok nadir bulunan saf altın
gibidir.
Seleften bir
zat, Allah Teala'mn "Biz, işledikleri günahlardan ötürü zalimlerden kimini
kimine musallat ederiz" (En'am/129) buyruğunun tefsirinde şöyle demiştir:
Halkın amelleri fesad bulunca, başlarına yaptıkları amellere çok benzeyen
yöneticiler koyarız. Ulemadan bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir:
İnsanların dinleri fesada uğrayınca, rızıkları da fesada uğrar.
Helaller ile
haramlar arasında yer alan şüpheli hususlar ise değişik şekillerde kendini
gösterir: Bunlardan biri, bir açıdan helale daha çok benzeyen, onunla karışarak
ayrışması güç halde olandır-Şüpheli şeyler, batın ilminde bir açıdan
helalliğinin delillendirile-bileceği şeyler de olabilir. Bunlar hüküm
itibarıyla helaldirler. Ancak vera' ve titizliğin gereği, bunlardan uzak
durmaktır.
Şüpheli
şeyler, zahir alimleri tarafından mubah görüldükleri halde, batın alimleri
tarafından mekruh görülen şeyler de olabilir. Batın ulemasının bu tavrı, bu tür
şüpheli şeylerin kalpleri tesir vehakimiyeti altına alma endişesidir. Kalbin
huzur ve itmi'nan bulmadığı şeylerden uzak durmak gerekir.
Bunun en
güzel izahını Allah Resulü'nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Siz
davalarınızı bana getiriyorsunuz. Belki biriniz, delilinde oynama yapmış olduğu
için, kendisinden dinlediğime göre lehine hüküm vermiş olabilirim. Halbuki o,
söylediğinin aksinin doğru olduğunu bilmektedir. Her kime bu şekilde kardeşi
aleyhine hüküm vermişsem -bilsin ki- ona ateşten bir parça kesip vermişimdir [39][73]
Allah Resulü (sav) bu hadisinde davaya konu olan işlerde zahire göre hüküm
verdiğini haber vermiş ve diğer insanlardan gizlenen batını durumları söz
sahiplerine havale etmiştir. İfadelerinin vebali kendilerine aittir.
Delillerinin
açık olmayışı veya lehte aleyhte birbirlerine denk olmaları nedeniyle ihtilafa
düşülen hususlar da şüphe kapsamına girer. Gözünüzün bizzat görmediği şeyin
yokluğunu kesin olarak söyleyebilirsiniz.
Helal ve
haram, alimlerin üzerinde ittifak ettikleri, delillerin açık bir şekilde ortaya
konulduğu hususlardır. Şüphenin bir türü de, sebebi helal olmasına ve hükmünün
bulunmasına rağmen kaynağı meçhul ve helalliği yakinî olarak bilinemeyen
hususlardır. Şüphenin bir başka şekli de, hükümlerden bir kısmını eda etme
keyfiyetinin yokolması veya kula ulaşma vasıtasının sağlıksız olması
halleridir. Kul, bunlara cehaletle veya nefsi afetlerden bir afetle ulaşmış
olabilir.
Şüpheler,
yukarıda belirttiğimiz türleri dışında helal veya harama yakınlıkları
bakımından da taksim edilirler: Helale yakın olanlar helalliği şüpheli
olanlar, harama yakın olanlar haramlığı şüpheli olanlar ve takribi şüpheler
şeklinde tasnif edilirler.
Helal, batın
uleması tarafından üç derecede değerlendirilmiştir:
1. Helal- Kâfi ki avama özgü olan ve açık hükümle
bilinen helalleri ihtiva eder.
2. Helal-ı Safî ki havassa özgü olan helalleri ihtiva
eder ki bunlar, delilleri açık, sebepleri yüce ve sünnet-i nebevinin tezahür
ettiği helallerdir.
3. Helal-ı Şâfi ki havassın havassma özgü olan helalleri
ihtiva eder. Bunlar, kaynağının ve kaynağın kaynağının bilindiği, yakin
sahiplerinin huzurunda cari olup cehaletin asla bulaşmadığı helallerdir.
Helaller
derecelendiği gibi şüpheler de bunlara paralel olarak derecelenmiştir.
Harama
gelince, günaha dalmış fasıkların yemeğini yemek, o yemeğin peşinde koşmak,
başkalarına yedirmek ve onu elde etmek için yardımlaşmak günah ve fısktır. Böyle
bir yemeğe alışan kimse de, günahkâr bir fasıktır. Çünkü bu, büyük
günahlardandır.
Müslümanların
bu tür rızka ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir rı-zık onları zengin de
kılmayacaktır.
Helal;
Kitab, Sünnet, hükümler ve muhtelif vasıta ve tezahür-leriyle ilim tarafından
helal görülen şeydir. İlmi bakımdan tasarrufu mubah olan şeydir. Müslümanlar
ona ulaşmayı hedeflediği gibi takva sahipleri de onu yemeye çalışırlar.
Helal,
salihlerin makamlarından biridir. Onu elde etmek için çaba sarfetmek cihad, onu
ikram etmek hayır, onu kazanmak için yardımlaşmak takva ve onu yemek ibadet
sayılmıştır. Helale ahşan müslüman, takva sahibi bir mümin olarak görülür.
Şüphe;
alimlerin ihtilaf ederek üzerinde ittifak etmedikleri» içyüzü bilinmeyen,
delillerin bulanıklığı veya delil çıkarma şeklinin kuşkulu oluşu yüzünden kesin
hükmü bilinemeyen hususlardır. Şüpheler, net ve kesin bir şekilde açık olmayıp
zahir alimleri ve.ve-ra' ehlinin üzerinde hemfikir olamadıkları şeylerdir.
Nitekim
Allah Resulü (sav) şüphe hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanların çoğu onun
(hükmünü) bilemez".[40][74]Müslümanların
genelinin yedikleri bu kısma girer. Bu tür bir nzıkla karşılaştığınızda ondan
ihtiyacınızı ve zaruretinizi giderecek kadar alın. Böyle yaparak fazilet sahibi
olursunuz. Böyle davranmakla vera makamında da bir yere sahip olursunuz.
Bu tür
şüpheli hükmündeki rızkı biriktirmek maksadıyla almanız ve istiflemeniz
mekruhtur. Mümkün olduğu takdirde bırakmanız daha faziletlidir. Çünkü bununla
ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Şüpheyi terkeden, dini
için nezih olanı yapmış olur".
Hadiste
geçen 'istibrâ kelimesi, nezaheti arama, temizlenmek isteme, dininin sıhhati
için araştırma ve ihtiyatlı olma anlamındadır.
Denildi ki:
İman nezih ve temizdir. Müminler iseniz siz de nezih ve temiz olun.
Tenezzüh=Nezih olma'Arap dilinde pisliklerden ve bayağılıklardan uzaklaşma
anlamında kullanılır. Bir bakıma benzer bir mana içeren pikniğe ve kıra gitmek
için de 'tenezzüh' kelimesi kullanılmış ve bununla insanlardan ve şehrin
pisliklerinden uzaklaşma çabası ifade edilmiştir.
Hadisin
devamında gelen "Namusu için" ifadesi ile kasdedilen, yukarıda
anlattığımız şekilde davranmanın dini nezahet ve temizlik olduğu kadar kişinin
namusu için de bir nezahet ve temizlik ifade etmesi hususudur. Böylelikle
diğer insanların o kimse hakkında kötü konuşmaları veya herhangi bir çirkinliği
ona isnad etmeleri ihtimali de ortadan kalkar.
Daha Önce de
ifade ettiğimiz gibi şüphe, harama açılan yollardan biridir. Kişiyi harama
harama düşürme ihtimali mevcuttur. Çünkü daha önce zikrettiğimiz hadiste de bu
ifade edilerek 'korunan bir yerin etrafında dolaşıp duran ona girebilir"
buyrulmuştur. Bu hadisten anlaşılması gereken şudur: Şüphenin peşinden giden,
ona alışan ve onu sıklaştıran kimsenin süratle harama kayması mümkündür. Şüphe,
o kimseyi ergeç harama düşürecektir.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Takva sahibi ve adil birinin elinden caiz bir hükme
dayanılarak alınan her şey helaldir. Adil veya zalim olduğu kesin olarak
bilinmeyen birinden alınan şeyler ise şüphelidir. Zalim veya günahkârın elinden
alınan her şey haramdır. Caiz bir hükme dayanılarak alınmış olması bu hükmü
değiştirmez. Bizce bu görüş hakka daha yakındır.
İlim
ehlinden bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir: Malına ihanet veya zalim
biriyle yapılan ticaretin bulaşmadığı kesin olarak bilinen kimsenin
elindekiler helaldir. Malı zalimlerle ticaretten kazanılmış veya ihanetlerle
çevrelenmiş olan birinin elindeki her şey haramdır. Kısmen zalimlerle, kısmen
de takva ehli ile ticaret yapan kimsenin malı ayrışması mümkün olmayacak
şekilde karışmış ise, elindekiler de şüpheli hükmündedir.[41][75]
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Sende şüphe uyadıranı bırakıp şüphe uyandırmayam (al).
Hayır huzur, kötülük ise şüphedir". [42][76] Bu hadisten
anlaşılan şudur: Helal olduğu hakkında şüphe bulunan şeyi terkedip helal oluşu
üzerinde kesin bilgi olanı tercih edin. Çünkü şer, kesin olan değil şüpheli
olandır. Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır:
"Günah, kalbe tesir edendir" [43][77]
Bir diğer
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Günah, kalplere tesir edendir". Buna göre müslü-mamn kalbine etki
eden ve onu sarsan her şey günahtır. Çünkü Allah Teala günahı kalbe bağlamış
ve onu kalbin sıfatlarından biri kılmıştır. Nitekim O bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Bir de şahitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi
günahkar olur". (Bakara/283) Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "İyilik, kalbin kendisiyle huzur
bulduğu ve nefsin sükunete erdiği şeydir. Günah ise kalbe tesir eden ve diğer
insanların bilmesini istemediğiniz şeydir" [44][78] Günahı
terkedin çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminler, Allah
le-ala'nın şahitleridir". [45][79]
Yine O şöyle
buyurmuştur: "Müminlerin güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir.
Onların çirkin gördükleri, Allah katında da çirkindir" [46][80]
Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Allah, Resulü ve müminler
amelinizi görecektir". (Tevbe/94) Bir şeyi mekruh görmeniz, Allah
Teala'nın sizi gözetmesinden dolayı o şeyde bir şüphenin bulunduğunun
delilidir.
Konuyla
ilgili olarak sözün özü şudur: Kul, güç ve takatinin yettiğinden daha
fazlasıyla mükellef değildir. O, diniyle ilgili olarak ilminin yettiği
kadarından sorumludur. Onun çabası ve imkanı neye yetiyorsa onun gereğini
yapmalıdır. Ama bu noktada hiç bir şeyi de nefsinin örtüsü altına
gizlememelidir. Arzularından hareket ederek hiçbir şey için kendi kendine
ruhsat vermemelidir, ilmi yetmediği takdirde bilenlerden yardım istemelidir.
Bunun ötesinde hakikatibulma noktasında düştüğü hatalardan dolayı affedilmesi
muhtemeldir.
Vera'
ehlinden bir zat şöyle derdi: Helal, zalimlerin ellerinin uzanamadığı şeydir.
Bir diğeri ise şöyle demişti: Bir zalimin eli uzanmayan şey helaldir. Ulemadan
bir zat şöyle demiştir: Bir şeyin helal olabilmesi için onunla ilgili olarak
insanın kalbine hiç bir aksi fikir gelmemelidir. Kalp onunla yatışmah ve huzur
bulmalıdır.
Bir alimin
de şöyle dediği bildirilmiştir: Helal, zahir ve batın ulemasına sorulup her iki
topluluk tarafından da inkar edilmeyen şeydir. Gerçek helal işte budur.
Ulemadan bir
topluluk oturmuş, hangi amellerin daha ağır olduğunu tartışıyorlardı. Biri,
'Cihad' dedi. Bir diğeri, 'Oruç* dedi. Bir başkası, 'Namaz' dedi. Başka biri
ise, 'Arzu ve hevalara karşı durmak' dedi. Bir alim de "Vera" dedi.
En sonunda, amellerinin en zorunun ve-ra' olduğu üzerinde ittifak ettiler.
Hepsi de bu görüşü paylaştı.
Hasan b. Ebi
Sinan dedi ki: Benim için vera'dan daha kolay bir şey yoktur. *Nasıl olur?'
diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Her hangi bir şey kalbime tesir etmeye
başladığında onu hemen terkede-rim. Benim için bu, takdir-i ilahinin zühdünde
yardım edip hayvani nefsine karşı takviye ettiği kimsenin halinden daha
kolaydır. Zühd, Allah Teala'nm yakini iman ile desteklediği kimse için kolay
iken, dünya sevgisiyle imtihan edilen biri için oldukça zor ve ağırdır.
Ömer b.
Hattab'm (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amellerin en faziletlisi ve
kendisiyle Allah'ın huzurunda kendimizi doğrulttuğumuz amel vera'dır. Bu söz
üzerine sahabe, 'Doğru söyledin!' demişlerdir. Bize göre yakini iman ve zühd
varolduğu zaman vera' ve ihlas pek kolay olur. O ikisi amellerin direğidir.
Yusuf b.
Esbat, Huzeyfe el-Mai^aşî ve Şam ehlinin abidlerinden bir topluluk hakkında
şöyle bir hadise anlatılmıştır: İçlerinden biri şöyle demişti: Otuz yıldır,
kalbime tesir eden hiç bir şey olmadı ki onu terketmemiş olayım. Bir diğeri
şöyle dedi: Kırk yıldan beri kalbimin takıldığı ve duraksadığı hiç bir şey
olmadı ki onu terket-miş olmayayım. Bir diğeri de şöyle dedi: Otuz yıldır
ihtiyaç halinin dışında halkın beni ne hal üzere gördüğünü önemsemiyorum.
Kalp
ehlinden ibadete düşkünlüğü ile tanınmış bir hanım ibrahim el-HawasJa kalbinde
şahit olduğu değişikliğe dair bir soru sormuştu. İbrahim el-Havvas, 'Sebebini
araştırman gerekir* dedi. Hanım da, 'Çok araştırdım ama bildiğim bir sebep
bulamadım' dedi.
Bunun
üzerine İbrahim el-Havvas başını eğdi ve bir saat kadar düşündükten sonra,
'Fener alayının yapıldığı geceyi hatırlıyor musun?' diye sordu. O da, 'Evet'
dedi. İbrahim, 'Yaşadığın değişiklik o geceden kaynaklanıyor* dedi. Bunun
üzerine hanım o geceyi anlattı. O gece çatı katında iplik büküyordu. Bir ara
ipi kopmuştu. O esnada sultanın fener alayı geçiyordu. O da ipliğini onların
ışığıyla bükmeye devam etmişti. O gece sultanın fenerinin ışığıyla büktüğü
iplikten bir hırka örmüş ve onu giyinmişti. Hanım bunları hatırladıktan sonra
durumu anladı ve o hırkayı çıkarttı. Onu pazarda sattıktan sonra parasını da
sadaka olarak dağıttı. Bu olaydan sonra kalbinin tekrar eski halini aldığını
gördü.
Zünnun-i
Mısri (ra) hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zünnun hapse atıldığı zaman
ne yemek yemiş, ne de su içmişti. İbadete düşkünlüğü ile tanınan abide
hanımlardan biri kendisine yiyecek göndermiş ve helal olduğunu belirtmişti. Ama
Zünnun (ra) onu da yememişti. Hapisten çıktıktan sonra o hanım kendisine bunun
sebebini sordu. Zünnun (ra) da, 'O yemek de haram yolla bana ulaştığı için
yemedim' dedi.
Hanım,
şaşkınlık içinde 'Nasıl olur?' diye sordu. O da, 'Gönderdiğiniz yemek bana bir
gardiyanın eliyle ulaştırıldı. O gardiyan da zalim biriydi. İşte bu nedenle
gönderdiğiniz yemeği yemedim' dedi.
Bütün bunlar
vera' ehlinin hasletleridir. Vera' zühde açılan kapılardan biri, korku
makamının anahtarı ve sıdkın hakikatidir. Vera' ehlinin avamı, zühd ehlinin
avamına yeni katılanlardır. Vera' ehlinin havassı ise, zühd ehlinin havassı
arasına ilk katılanlardır.
Kul, her
şeyden önce rızkı helalinden aramaya başlamalıdır. Bütün kaygı ve tasası,
kazancın helaline ulaşmak olmalıdır. Kazançların en temizine ve gücü yettiği
kadar sıhhatli ve emin olanına ulaşmaya çalışmalıdır. Rızık çabasını kendi
yiyeceğini ve giyeceğini temin edebilecek kadarla sınırlı tutmalıdır. Bunun
ötesinde hafif de olsun şüphelendiği kazançlarını, ailesinin ve evinin ihtiyaçları
arasında olup da yenilmeyen ve giyilmeyen kalemlere tahsis etmelidir. Örneğin
bu tür bir kazançla evinin odun, silah, kira gibi ihtiyaçlarını görmelidir.
Bu hususun
tam olarak anlaşılabilmesi için değişik örnekler vereceğiz. Çünkü hafif
şüpheli kazançların bu gibi kalemlerde kullanılması yönünde ruhsat mevcuttur.
Kul, her halükârda bunu kazanmak için çabalamış, iyi niyet ve muamelesinin
temizliğine riayet etmiştir. Kendini buna adamış ve sabırla çalışarak onu
kazanmıştır. Kafasını ve kaygısını ayırdığı bu iş, Allah Teala'nın katında da
elbette hesab edilecektir.
Bu yüzdendir
ki, yaptığı her işte dininin sıhhatini muhafaza etmek için araştırma
yapmalıdır. Bu durumda Allah Teala da onun çabasını şükrana değer kılacak ve
ecrini cömertçe verecektir. Bu, kulu Allah Teala'ya ulaştıran yollardan biri ve
Seleften bir çoklarının da yoluna ışık tutan rehberdir.
Kul, her
hangi bir şeyde tereddüte kapılıp ondan sakındığında, Allah Teala onun bu güzel
niyetini şükrana değer görecektir. O'nun katındaki hakikate ulaşma noktasında
hata etse ve sakındığı şey Allah katında helal olsa bile bunun ecrine hak
kazanacaktır. Önemsemeksizin ve helal zannıyla aldığı şey, Allah katında helal
bile olsa, vera'daki ihmali ve kötü niyetinden dolayı günaha düşmekten
kurtulamayacaktır. Şüphe ettiği şeyden sakınan kimse ise, Allah katındaki
hakikate isabet ettiği takdirde iki sevap kazanacaktır. İlki ilminden dolayı
kazanacağı sevap, diğeri ise tevfik makamına ulaşmasından dolayı kazandığı
sevaptır.
İlmi kasden
terkeden ve Allah katındaki hakikatin hilafına hareket eden kimse ise iki
günah yüklenecektir. Bunların ilki cehalet dolayısıyla kazandığı günah, diğeri
ise kendini kötülükten koruma çabasını göstermemesi sebebiyle kazandığı
günahtır.
İlme uygun
hareket etmesine rağmen Allah katındaki hakikate isabet edemeyen kul ise, bu
yaptığı sebebiyle tek bir sevap kazanacaktır. Cehalet ile hareket eden kimse,
Allah katındaki hakikate uygun davransa dahi, cehaletinden dolayı bir günah
kazanacak, fiilinden dolayı suçsuz sayılacaktır.
Vehb
el-Yemanî, Zebur'da yer alan şöyle bir kıssa nakletmiştir: Allah Teala Davud'a
(as) şöyle vahyetmişti: İsrailoğullanna de ki: Ben sizin ne orucuruza, ne de
namazınıza bakarım. Ben yalnız şüphe ettiği şeyi Benim için terkeden kimselere
bakarım. Onu yardımım ile desteklerim ve meleklerime karşı onunla Övünürüm.
Ulemadan bir
zat ailesine şöyle demişti: Lambanın yağım dengeli kullanın. Çünkü onu, benim
etim ve kanımla yakıyorsunuz! 'Nasıl olur?' diye sorulduğunda ise şöyle
demişti: Siz bu lambayı benim kazandığımla yakıyorsunuz. Benim kazancım,
dinimdendir. Dinim ise, etim ve kanundandır.
Geçmişte
şöyle denilirdi: Parayı nereden kazandığını araştıran kimse, onu nerede
harcayacağını da iyi bilir. Nereden ve nasıl kazandığını önemsemeyen ise,
nereye harcadığını da önemsemez.
Ulemadan
biri, ailesi olduğu halde boşta gezen bir adama şöyle demişti: Bir meslek ve iş
sahibi ol. Çünkü kazancın olduğunda ailen dünyalığını yer. Eğer kazancın olmazsa,
o zaman dinini yerler! Rivayete göre zahidlerden biri cebinden küçük bir parça
düşürmüştü. Gün boyunca onu aradı. Kendisine şöyle denildi: Dünyalık hakkında
bu kadar zühd sahibi olduğun halde küçük bir parçayı sabahtan beri neden
arıyorsun? Bu nasıl zühd?
O da şu
cevabı verdi: O küçük parçayı aramam da yine zühdümün gereğidir. Çünkü ondan
başka sahip olduğum bir şeyim yok. O, kaynağını bildiğim bir rızıktı. Ben de
sadece kaynağını bildiğim şeyleri yiyebilirim.
Bişr (ra)
şöyle derdi: Şüpheli yollardan toplanan servet, ancak arzu ve şehvet yolunda
harcanır! Seri es-Sakatî (ra) şöyle demiştir: Ancak arzu ve şehvetlerine gem
vurabilen kimseler şüphelerden sakınırlar!
Rivayete
göre bir adam Allah1 Resulü'ne (sav) kan alan kimsenin kazancının hükmünü sormuştu.
Allah Resulü (sav) de onu böyle bir kazançtan sakındırmış ti. Adam aym soruyu
yineleyerek, 'Benim kan alan bir hizmetlim var, onun kazancının hükmü nedir?'
demişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu:
Eğer çok
gerekliyse, onu al ve parasını hayvanlarına ve kölelerine yedir".45
"Allah
Resulü'ne (sav) içine fare düşen ve ölen tereyağının ne yapılması gerektiği
sorulduğunda, 'O yağı yemeyin" buyurmuştu.46 Başka bir hadiste ise, yağın
donmuş olması halinde farenin üstün-
den
atılması, eğer sıvı halde ise fare atıldıktan sonra lamba yağı olarak
kullanılabileceği buyrulmuştur.[47][81]
Küfe
ulemasından bir topluluk şöyle demişlerdir: Ölü hayvan yağları, gemilerin
yağlanmasında ve derilerin tabaklanmasında kullanılabilir. Bunda mahzur yoktur.
Konuyla
ilgili olarak yukarıda rivayet ettiğimiz müsned hadis, şüpheli şeyler hakkında
verilen hükmün delilini oluşturmaktadır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi şüpheli
şeyler hakkındaki hüküm, zaruri haller dışında bunların yenilmemesi ve
giyilmemesi yönündedir. Allah Resulü'nün (sav) kendisine ikram edilen bir
sütün kaynağını sorduğu, bu bildirildikten sonra da kaynağın kaynağını sorduğu,
bunun da bildirilmesinden sonra kaynağı tasvip ederek sütü içtiği haber
verilmiştir.
Helalin
dayandığı hüküm bu olmalıdır. Bir şeyi kendi gözünüzle görmeniz ve onun
kaynağını öğrenmeniz yeterlidir. Her ikisi de temiz ve sıhhatli ise, daha
ötesini araştırmanız gerekmez. Gözle görmediğiniz bir şeyi, takva sahibi bir
müslüman görüp haber verdiğinde, onun ihbarı bizzat görmeniz yerine geçer.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Sadece takva sahibinin
yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi yesin".[48][82]
Çünkü takva, kişinin dini açısından daha nezih ve .temizdir. Takva sahibi,
ilmini arttırmaya çalışır ve ihtiyatı elden bırakmaz. Onun bu çabası, sizi
araştırma ve çaba sarfetme zahmetinden kurtarır. Zira o, size vekil olmuş ve
gereken araştırmayı sizin için de yapmıştır. Böylelikle onun çektiği zahmet,
sizi zahmetten kurtarmış olur.
işte bu
nedenledir ki bu konuda bir çok hadis rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: "Sizden biri din kardeşinin evine gittiğinde kendisine yemek
ikram edilirse onu yesin, içecek getirildiğinde onu içsin ve kaynağını
sormasın. Çünkü ev sahibinin araştırması ona yeter". Yeterli bilginin
olduğu yerde araştırmaya girişmek, üstüne vazife olmayan işe davranmaktır.
Böyle bir
işe davranmak, müslüman içinikendisini ilgilendirmeyen işe bulaşmaktır. Allah
Resulü (sav) buyurdu ki: "Kişinin İslaminin güzelliği, kendisini
ilgilendirmeyen şeyleri terketmesidir[49][83]İşte bu
nedenledir ki takva sahibi bir müslümanm ikram ettiği yemeği ve içeceği
araştırmaya girişmek gereksizdir. Yine bu nedenledir ki eskiler, alimlerin ve
salihlerin sofralarından yiyip içmeyi müstehap görürlerdi.
Ancak
kendisi için ihtiyatlı davranmayan, dininin nezaheti için tasalanmayan,
kazancında Allah'tan korkmayarak nereden kazandığını ve nereye harcadığını
önemsemeyen, paranın nereden geldiğine bakmayan kimseye gelince böyle birini
takva sahibi olarak göremeyiz. Bu gibi insanların ikram ettikleri yiyecek ve
içecekleri almadan önce, kendiniz için ihtiyatlı olmanız, ikramın kaynağını
araştırmanız gerekir. Çünkü başka biri bunu yapmadığı ve din kardeşiniz
ihtiyatlı davranmadığı takdirde bunu sizin yapmanız gerekir. Bu meyanda-Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen şu hadis temel esastır: "Sadece takva
sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi yesin".[50][84]
Takva sahibi; dini için vera' sahibi, haramdan korkan ve günahlardan sakınan
kimsedir.
Allah
Resulü'nün (sav) üstteki hadisinin delaleti şöyledir: Kulun takvası, ticaret
ve zanaatinde Kitab ve Sünnet'in gereğine göre hareket etmesi, ilmin sıhhatli
olduğuna işaret etmesi, muamelesinde ihanet, tuzak, yalan ve aldatmadan uzak durmasıdır.
Ticaretinde doğru, işinde dürüst olmasıdır. Ticaret ve zanaatta kullandığı
sermaye ve araçlar da helal olmalıdır.
Kitab ve
Sünnet'e aykırı olarak icra edilen her türlü ticaret ve zanaat helallik
hükmünden çıkar. İsim mevcut olsa dahi, ismin delalet ettiği mana mevcut
değildir. İsimlerin hüküm bakımından sıhhatli olması için gösterdikleri
manaların mevcut olması gerekir. Manalar sağlıklı olmadığı zaman, boş isimler
hiç bir şey ifade etmeyecektir. Cahillerin 'Ticaret' ve 'Zanaat diye
isimlendirdikleri, her şeyi helal görenlerin 'alışveriş' ve 'muameldiye
adlandırdıkları şeyler, ilme aykırı oldukları için ne 'ticaret' ne 'zanaat' ne
'alışveriş' ne de 'muamele'dir.
Onların
koydukları isimlere dayanarak helal yemek mubah olmaz. Çünkü bunlar batıldır
ve gerçek alimlere göre asıl isimleri 'ihanet', 'kandırmaca', 'zulüm', 'hile'
ve 'düzenbazlık'tır. Bütün bunlar, manalarının fesadından ve hakikatlerinin
varolmayışından dolayı haram kılınmış kazanç yollandır. Bunlarla ilgili
hükümler, zemmedilmiş hükümlerdir. Bunlara dayanarak bir şey almak helal
olmaz.
Alimler, bir
şeye isim verecekleri zaman, mananın sıhhatini sağlayacak hükümlere uygunluğuna
bakarlar. Onlar hakem oldukları zaman, isim bulunsa dahi sıhhatli mananın
varlığına bakarlar. Kitab ve Sünnet'in hükmü budur. Sadece ismin mananın
hakikatine uygun biçimde mevcut olması durumunda yapılan işe 'ticaret' ve
'zanaat' adı verilebilir. Fakat bu ikisi, faiz ve fasid alışveriş gibi Allah
Teala'nın hükümlerine aykırı olan hususları ihtiva etmeleri halinde, O'nun
helallik hükmünün bulunmayışından dolayı yine haram sayılırlar.
Alışveriş
mubah olsa ve dayandığı hükümler olumlu bulunsa dahi, bedel olarak alman şeyin
bizzat kendisi haram olabilir. Bunun haramlığı, bizzat görme veya doğruluk
sahibi birinin haber vermesiyle bilinebilir. Böyle bir kazanç da haram sayılır.
Çünkü biz, alınan şeyin kendisindeki haramlığı kesin olarak bilmekteyiz.
Şüpheli bedel temiz oluncaya kadar bu hüküm geçerlidir. Onun helal haline
gelmesi ise iki şekilden biriyle olur: Ya yakini bilgi ile kaynağının ve o
kaynağın kaynağının helal olduğunu biliriz. Ya da bizzat gözümüzle onun haram
olmadığını görür ve bunun aksi bir haber almayız.
Bu durumda,
onun alınmasıyla elde edilen kazanç helal olacaktır. Ancak ihtiyat gereği onu
şüpheli olarak adlandırmaya devam ederiz. Bu şüphe, helallik şüphesidir. Çünkü
onun helalliğini yaki-nen bilemeyiz. Yenilen mallara batıl malların karışma
ihtimalinin yüksek oluşundan dolayı ihtiyat gereği böyle davranmak gerekir.
Askerlerin
çoğalması, takva sahiplerinin azalması ve bunların emlakinin sağlıklı mülklere
karışmış olması böyle davranmayı gerektirmektedir. Tüccar ve zanaat ehlinin
ellerindeki sermayeler de bu karışıklıktan uzak kalamamıştır. Bunların
helalliği bizim açımızdan zanni bilgilere dayandığı ve yakini bilgi
bulunmadığı için bunları 'şüpheli' olarak isimlendirmeyi daha uygun görüyoruz.
Ukbe b.
el-Hars (ra) Allah Resulü'ne (sav) gelerek şöyle dedi: Ben bir hanımla
evlendim. Bir süre sonra siyah bir kadın gelerekeşimle beni emzirdiğini iddia
etti. Bence yalan söylüyordu. Allah Resulü (sav) 'O hanımı bırak' dedi. Ukbe,
'Ama o kadın yalan söylüyor dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: O,
ikinizi emzirdiğini iddia ettiği halde onunla nasıl evlenebilirsin? Senin için
bu hanımda hayır yoktur. Ondan ayni[51][85]
Abdullah b.
Zem'a'dan (ra) ise şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav)
bir çocuğun velayetini ona hükmetmişti. Çünkü çocuk Abdullah'ın yatağında
doğmuştu. Başka bir adamın çocukla ilgili babalık davasını da reddetmişti.
Allah Resulü (sav) çocukla babalık iddiasında bulunan arasında kesin bir
benzerlik görünce Sevde'ye (ra) 'Onun karşısında hicabına bürün ey Şevde' buyurduktan
sonra 'Çocuk doğduğu yatağa aittir1 buyurmuştur[52][86]Görüldüğü
gibi vera' sahibi için yatağıyla ilgili hususlarda dahi takva gereklidir.
Zahire
dayanarak verilen hükümler, şüpheli hususları caiz kılmasına rağmen vera'
makamındakiler için şüpheleri terketmek daha uygundur. VeraJ ehline göre
helal, sürekli araştırmanın eksilme-diği ve ilmin helalliğini açık olarak
gösterdiği şeye verilen isimdir. Bu meyanda Allah Teala'nın şu buyruğu delil
gösterilmiştir: "Ve oğullarınızın eşleri". (Nisa/23) Ayette geçen
'Halâ'ü^Eşler1 'Halî-le=Eş' kelimesinin çoğuludur. Bir hanımın 'Halîle' olarak
isimlendi-rilmesinin sebebi, kişi nereye giderse gitsin hanımının onunla beraber
olmasıdır. Ona verilen bu isim, Ta'ûT vezninden gelme Ta"île' vezni
gibidir ki bu durumda tıalûT vezninden sık yanında olma anlamına gelmektedir.
'Halîle' isminin bir diğer anlamı da eşlerin birbirlerine helal olmalannı
ifade etmesidir. Erkek kadına, kadın da erkeğe helaldir.
Helal, ilmi
bakımdan Kitab ve Sünnet'in caiz ve mubah bir sebepten dolayı mubah gördükleri
şey için kullanılan isimdir. Buna göre de helalde şu üç esas mevcut olmalıdır:
1. İlim bakımından mubah görülen bir sebep; 2. Gelen paranın kaynağını ve ona
bedelolan şeyi bilmek; 3. Kaynağın kaynağının şüpheden hali olduğunu ve Allah
Teala'nın muamelelerle ilgili hükümlerine uygun olduğunu bilmek.
Bu
esaslardan herhangi biri mevcut olmadığı takdirde, ilgili husus şüpheli ve
helale yakın olarak nitelenir. Bu esaslardan ikisi mevcut olmadığında yine
şüpheli fakat harama yakın olarak nitelenir. Sözkonusu esasların üçü de mevcut
olmadığı, yani paranın geliş sebebi veya bedeli mekruh olduğunda, ya da paranın
bizzat kendisi mekruh veya meçhul olduğunda veya alışverişle ilgili serî
hükümlere uygun olmadığında ya da gönül hoşluğunun alınmadığı bir hibe
olduğunda ilgili kazanç veya bağış haramın ta kendisi olur.
Haram ve
helal, zahirde zıd olan iki isimdir. Şüpheler yani, helal ve harama yakın
şüpheler ise, şüpheliler 'müştebihât* olarak bilinirler. Bunlar, bir açıdan
helale, başka bir açıdan da harama benzeyen şeylerdir.
Helal ve
haramı ana renklerle izah etmek gerekirse, helal beyaz, haram ise siyahı
temsil eder. Bunların her ikisi de katıksız ve saf renklerdir. Bunlar başka
renklerden doğmuş veya onların tonu olmayan renklerdir. Helale yakın şüphe ise
mesela sarı renk gibidir. Çünkü o, beyazdan doğmuş bir renktir ve helallik
şüphesini çağrıştırır. Yeşili gördüğünüzde ise bunun siyaha daha yakın olduğunu
anlarsınız.
Herhangi bir
renkte san ve yeşil bir araya getirildiğinde ortaya karışık bir şüphe
çıkacaktır. Bu durumda baskın olan renge bakılır ve ona göre hüküm verilir.
Eğer sarı daha hakimse, helallik şüphesine hükmedilir. Bu gibi şeylerde geniş
davranılmaz. Çünkü o, saf helal değildir. Bunun en güzel örneği ticaret ve
zanaat ehlinin sermayeleridir. Onların paraları, askerin rızıklarıyla ve
şaibeli muamelelerle karışmış durumdadır.
Yeşil rengin
ağır bastığını gördüğünüzde ise bunun haramhğa daha yakın bir şüphe olduğuna
hükmedilir. Bunlardan ancak zarureti giderecek kadar alınabilir. Çünkü kesin
haramlık sözkonusu değildir. Bu tür inallara verilebilecek en güzel Örnek ise
sultanın avanesine ait olan mülklerdir. Bunların emirlerine yaptıkları hizmetlerdeki
kusur ve şüpheler, sahip oldukları mülklere de gölge düşürmüştür.
Saf beyazı
gördüğünüz zaman, bunun helalin alameti olduğunu bilirsiniz. Bu rengi taşıyan
herşeyi dilediğiniz kadar alabilir ve istediğiniz kadar rahat hareket
edebilirsiniz. Çünkü onda hiç bir mahzur yoktur. Ancak fazlasını almanız
halinde zühd sahibi olmamış olursunuz. Bu tür mal ve gelirlere örnek olarak
müşriklerden savaşmaksızm alınan ganimetler, Allah yolunda kazanılan savaş
ganimetleri, helal yollardan kazanılmış miras malları, gaspedilme-miş
arazilerde yetişen meyva ve sebzeler, yağmur suyu, nehir suyu, kara ve denizde
avlanan canlıları gösterebiliriz.
Kesin bir
siyah renk gördüğünüzde ise, bunun haram olduğunu bilirsiniz. Bundan kesinlikle
sakınmanız ve asla el uzatmamanız gerekir. Eğer bu tür bir şeyi yerseniz
günahkâr olursunuz. Çünkü haram yemek, büyük günahlardandır. Gaspedümiş,
çalınmış mallar, Allah'a isyan edilerek yenen şeyler, gönül rızası olmaksızın
kabul edilen hibeler bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Biliniz ki
helal ve haram, takva ile facirliğin, ilim ile cehaletin iki dalı gibidirler.
İlim ve takva, ilim sahibi müttakiler için helal olan iki esastır. Takva
sahipleri çoğalıp müminlerin sayısı artmaya başlayınca helal daha güçlü ve daha
yaygın olur. Haram ise, cehalet ve günahkârlığın artmasına bağlı olarak etkin
ve yaygın hale gelir. Cehalet ve günahkarlık, günahkar cahillerin ayrılmaz
halleridir. Cahiller çoğalıp günahkârlar güçlendikleri zaman, haram da daha
yaygın ve baskın hale gelmeye başlar.
Halk içinde
helalin varolmasının temeli, yöneticilerin adaleti, valilerin dürüstlüğü ve
memurlarının da, dinin İslahı ve müslü-manlarm korunması için Allah yolunda
onlarla birlikte hareket etmeleridir. Helalin etkin olmasının esası ise halka
bağlıdır. Helal etkin olamadığı zaman, onun zıddı olan haram ortaya çıkıp
güçlenir ve helal ortadan kalkar. Helal, çok nadir ve ulaşılması çok güç hale
gelir. Müslümanlar arasında havas olarak isimlendirilen bir zümreyle sınırlı
kalır. Allah Teala bu meziyeti dilediğine tahsis eder, tevfik ve hidayet
yoluyla dilediği kullarını ona yöneltir. Bu, bir tür koruma ve sakınmadır.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İnsanların dinleri
bozulduğunda nzıkları da bozulur". Tefsir ehlinden biri, Allah Teala'nın
"İşte Biz, işledikleri günahlardan dolayı zalimlerden kimini kimine
musallat ederiz" (En'am/129) buyruğu hakkında şöyle demiştir: İnsanların
amelleri bozulduğu zaman, Allah Teala onların başına amellerine benzeyen
yöneticiler geçirir.
Aişe'nin
(ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Müminin rızkı, su damlası gibidir. Bu söz
iki anlama yorulmuştur. İlki, kıtlık ve darlıktır. İkincisi ise, saflık ve
duruluktur.
Sehl'in (ra)
söyledikleri de bu anlamdadır: Dünya kan deryası olsa, müminin yiyeceği yine
helalinden olacaktır. Bu söz de iki manaya çekilebilir: İlkine göre mümin,
tevfik-i ilahiye uygun olarak muvaffak kılınacak ve haramdan korunacaktır. O,
bildiği ile Allah rızası için amel edendir. Allah Teala ise, bilmediği şekilde
onu muhafaza edecek, haramlar içinden helal çıkartacaktır. O, sevdiği kulu
için cehaletten ilmi ve latif kudretiyle şirkten tevhidi çıkartır. O'nu anan ve
gönül gözüyle gören, Allah Teala tarafından tevhid makamına yerleştirilir.
Şehrin (ra)
sözünden anlaşılan ikinci anlam ise şudur: Mümin, ancak ihtiyaç ve zaruret
kadarını alır. Bu yüzden de haram kılınmış şeylerde dahi onun için ancak helal
olabilecek kadarı mevcuttur. Bu, sıdk makamındaki müminin sıfatıdır.
İbnü'l-Mübarek'e,
'İkiyüzüncü yıldan sonra adalet güçlenir mi?' denilmişti. Şöyle dedi: Bu soru
Hammad b. Seleme'nin yanında da sorulmuştu. O buna çok kızdı ve şöyle dedi:
Eğer başarabilirsen iki yüzüncü yıldan sonra öl! Çünkü o öyle bir zamandır ki
facir yöneticiler gelecek, zalim vezirler türeyecek, hain mutemetler çıkacak
ve fıska batmış Kur'an okuyucuları görülecektir. Onların kendi aralarındaki
konuşmaları, sövüşmekten ibarettir. Onlar, Allah katında 'bozulmuşlar' olarak
isimlendirileceklerdir.
Selef-i
Salih'ten bir zat şöyle derdi: İki yüzüncü yıldan sonra Allah Teala'dan helal
rızık vermesini niyaz etmekten utanırım. Tek niyaz edebileceğim, bana azap
etmeyeceği türden rızık vermesidir.
ibrahim b.
Edhem (ra) ise şöyle demiştir: Filan oğulları bize helal adına hiç bir şey
bırakmamışlardır. O, bununla kralları ve emirleri kasdediyordu.
Denildi ki:
Ali (kv), Osman'ın (ra) şehit edilmesinden ve beytül-malin talan edilmesinden
sonra mühürlü yemek dışında bir şey yememişti.
Rivayete
göre Ali'nin (kv) sadaka toplamakla görevlendirmek istediği memur şöyle
demiştir: Yanında iken mühürlü bir toprak kap istedi. İçinde bir mücevher veya
külçe altın olduğunu sandım. Mührü açtığında kapta arpa kavutu olduğunu
olduğunu gördüm. Sonra arpayı önümüze yaydı ve şöyle dedi: Buyur yemeğimizden
ye. Kendisine, 'Ey müminlerin emiri, yemek kabınızı mı mühürlü-yorsunuz?' diye
sorduğumda şu cevabı verdi: Evet, çünkü yemeğime başkalarının yemeğinin
karışmasından endişe ediyorum.
Rivayete
göre sahabeden bir topluluk, Osman'ın (ra) öldürülmesinden sonra hiç bir
öğünden karınları tok olarak kalkmamışlardı. Çünkü Osman'ın (ra)
öldürülmesinden sonra beytülmal talan edildiği için bu haram paralar, Medine
halkının paralarına karışmıştı. İbni Ömer (ra), Sa'd (ra) ve Üsame b. Zeyd (ra)
bu sahabilerdendir. Vekî' b. el-Cerrah ve Yusuf şöyle derlerdi: Bize göre dünya
üç mertebeden ibarettir: Helal, Haram ve Şüpheler. Helalin hesabı, haramın
azabı, şüphelerin ise kınanması sözkonusudur. Dünyadan size yetecek kadarını
alın. Aldığınız bu miktar helal ise, zühd göstermiş olursunuz. Şüphelilerden
ise, vera'da bulunmuş olursunuz ve hafif bir azar ile kurtulursunuz.
Yine o
ikisinden şu söz nakledilmiştir: Yaşadığımız şu devirde Ebu Zer (ra) ve
Ebu'd-Derda (ra) kadar zühd sahibi olan kimselere zahid denilemez. 'Niçin?'
diye sorulduğunda şöyle dediler: Çünkü bize göre zühd, mutlak helallarde
sözkonusu olabilir. Günümüzde mutlak helal neredeyse yok denecek kadar azdır.
Her ikisi de iki yüzüncü yıldan önce öldüler.
Vekî' b.
el-Cerrah Selefe çok benzeyen bir alimdi. O, Abdullah b. Mesud'a (ra)
benzetilirdi. Yediği yemek üzerinde çok titizlenirdi. Kendisine helalin ne
olduğu sorulduğunda, soru sahibini azarlardı. Sürekli, 'Helal nerede ki? Helal
beni nereden bulsun?' derdi.
Rivayete
göre şöyle demiştir: İrşad isteyen biri, ilmimizdeki helalin ne olduğunu sorsa
şöyle derdik: Papirüs köklerini ye ve giysini çıkartıp Fırat'a gir. Bunun
üzerine, 'Peki sen ey Ebu Süfyan! Sen ne yiyorsun?' diye soruldu. O da şu
karşılığı verdi: Allah'ın rızkını yiyor ve O'nun afnnı ümid ediyorum.
Sonrakiler
arasında yer alan Bişr b. el-Hars'a (ra) helal hakkında sorular sorulmuş ve
şöyle denilmişti: Sen nereden yiyorsun ey Eba Nasr? O da şu cevabı vermişti:
Sizin yediğiniz yerden. Ama ağlayarak yiyen ile gülerek yiyen bir değildir.
Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Ama elimi kısaltmaya, lokmanın daha
küçüğünü yemeye başladım. Adamın biri ona sarhoş etmeyecek miktarda bira
içmenin hükmünü sormuştu. Şöyle cevap verdi: Hurmayı satın aldığın dirhemi
nereden kazandığına bak. O nereden gelmektedir? Eğer helal ise tamam, ama haram
ise helak oldun demektir. Sen en iyisi sarhoş etmeyen miktarı da terket!
Seri
es-Sekatî (ra) helal yeme konusunda çok titiz davranır ve sadece kaynağını
bildiği yerden yemek yerdi. Adı Ahmed b; Han-bel'in (ra) yanında anıldığı zaman
İbni Hanbel (ra) onu över ve şöyle derdi: Hani şu gıdasının temizliğiyle
bilinen delikanlıyı mı kas-dediyorsunuz? O şöyle derdi: Şüpheleri terketme
gücü, ancak arzu ve şehvetleri terkedenlerde bulunur.
Denir ki: Bişr
b. el-Hars (ra) yemeği önüne koyup yerdi. Bişr konuşurken Seri es-Sekatî onun
arkasına dikildi ve halkasına muttali olduktan sonra şöyle dedi: Ey Bişr! İki
kuruşa bir terlik alsan da onları giyip şu ismin ağırlığından kurtulsan!
Bilindiği
gibi Bişr'in lakabı Hafi yani çıplak ayakla yürüyen idi. Bişr buna karşılık
vermeyerek sustu. Söz sahibinin Serî'nin arkadaşlarından biri olduğunu
zannetmişti. Halkasında bulunanlar, 'Ey Eba Nasr! Söz sahibi sizin için ancak
hayır dilemektedir. Bişr, arkasına dönüp de onun Serî olduğunu görünce şöyle
dedi: Allah Allah! İsmi gibi farkettirmeden yürüyen bir insan!
Seri
es-Sekatî (ra) Ahmed b: Hanbel'e (ra) bir para göndermiş, ibni Hanbel (ra) de
parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri es-Sekatî (ra) ona giderek bu ilmin
bazı yönlerini anlatmış ve geri çevirmenin ne gibi görünmez afetler ihtiva
ettiğini açıklamıştı. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) parayı kabul etti ve
bir daha ondan gelen hiç bir şeyi geri çevirmedi.
Seri
es-Sekatî (ra) hakkında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: Serî dedi ki: Günlerden
bir gün uzun bir yol aldıktan sonra içinde göl ve üzerinde yeşil otlar bulunan
bir araziye ulaştım. İyice acıkmıştım. Oradaki otlardan yiyip gölün suyundan
avuçlarımla içtim.
Sırtımı bir
yere yasladıktan sonra kendi kendime helal bir yemek yediğimi düşünmeye
başladım. O anda içimden şöyle bir ses duydum: Ey Seri! Helal yediğini
düşünüyorsun. Peki seni o araziye kadar götüren kuvvetin kaynağı nedir? Hiç
düşündün mü? Bunun üzerinde kalbimden geçen düşünceden dolayı Allah Teala'dan
mağfiret diledim.
Şakik
el-Belhî (ra) şöyle derdi: Günümüzde kazanç yollan iyice bozuldu. Ticaret ve
zanaatlar şüpheyle doldu. Bunlardan elde edilen kazançları biriktirmek ve
toplamak asla helal olmaz. Çünkü aldatmaca ve sahtekârlık her yanı kaplamış
durumda. Müslümanlar, ancak zaruret halinde bu tür ticaret ve zanaatlara
girmelidirler.
Yine o şöyle
demiştir: İnsanlar, peygamber katilleri gibi oldular. Çünkü onların
sünnetlerini öldürmeye ve çizdikleri yollan örtmeye çalışıyorlar. Bir peygamberin
koyduğu sünnetleri iptal eden kimse,onu öldürmüş gibidir.
Bu sözü
söylediği yıl, Hicret'in yüz yetmişinci yılıdır. Ey Allah Teala'nın birliğine
ve O'nun vaadine yakinen iman eden müslü-man! Selef uleması ve halefin
seçkinleri gözünde o günlerin durumu böyle olursa, yaşadığımız şu günlerin
durumu ne olacaktır?! Sana düşen; dünya hakkında zühd sahibi olman ve dünyadan
sana yetecek kadannı alınandır. Bunun ötesinde dünya mallarını biriktirir ve
üst üste yığarsanız, günah işlemiş olursunuz. Allah Te-ala'nın size gösterdiği
açık musibetler ve değişik durumlar, dünyaya karşı zühd sahibi olmanız
maksadıyladır. Eğer bunu farkederse-niz, sizden uzaklaştırılan her dünyalığın
-hoşunuza gitmese de- sizin için hayır olduğunu bilirsiniz.
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Adem oğlunun -helalinden bile
olsun- doldurduğu kapların en kötüsü midedir".[53][87] Eğer bir şey
yemeniz gerekiyorsa yemeğin üçte birini, içeceğin üçte birini ve nefesin üçte
birini alın.
Midenin üçte
birini dolduran yemek, onu tıka basa dolduran yemekten daha hayırlıdır. Çünkü
onu tıka basa doldurulması kötülüktür. Kötülük ne kadar eksilirse o kadar
iyidir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; "Allah Teala'yı en
çok gazaplandıran şey, -helalinden bile olsun- tıka basa doldurulmuş bir
mideden başkası değildir". Başka bir hadis de şöyledir: "Allah Teala
yeryüzündeki nzkını, karın tokluğu kıldığı kuluna azap etmez". Allah Teala
buyurdu ki: "Rabbi'nin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır".
(Taha/131) Burada kasdedilenin günü birlik rızık veya kanaatkârlık olduğu
söylenmiştir.
Müslümanlar,
adaletin hakim olduğu devirlerde şüphelerden sakınıyorlardı. O devirlerde hayır
ve ihsan da mevcuttu.
Rivayete
göre, Fudayl b. Iyaz, İbni Uyeyne ve İbnü'l-Mübarek Mekke'de Vüheyb b.
el-Verd'in meclisinde bir araya gelmişlerdi. Sözün arasında taze hurmadan
bahsettiler. Vüheyb şöyle dedi: Benim için yiyeceklerin en güzeli odur. Ama onu
yemem. *Niçin?' diye soruldu. Dedi ki: Mekke'nin hurma bağları, -Zebide ve
benzerlerini kasdederek- şunlann satın aldıkları bağlarla karıştı. Bunun üzerine
Îbnül-Mübarek şöyle dedi: Eğer bu kadar derin düşünürsen, yiyecek ekmek bile
bulamazsın. *Neden?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: Şehrin arazilerine
baktığımda, sahipsiz arazilerle karışmış olduğunu gördüm. Bunu duyar duymaz
Vüheyb bayıldı.
Süiyan,
İbnü'l-Mübarek'e, 'Ne demek istedin? Az kaldı adamı öldürecektin' dedi.
İbnü'l-Mübarek de, 'Yemin ederim ki onun biraz daha geniş olmasını sağlamaktan
başka bir niyetim yoktu' dedi. Vüheyb aydınca şöyle dedi: Yapanla görüşünceye
kadar bir daha ekmek yersem Allah bana azap etsin!
Vüheyb sütü
şöyle içerdi. Annesi ona süt getirdiğinde 'Bu sütü nereden aldın?' diye
sorardı. Annesi de 'Filan ailenin koyunundan' derdi. Bunun üzerine, 'O koyunun
parasını nasıl vermişler?' derdi. Annesi de koyunu nasıl satın aldıklarını
açıklardı. Bütün bunları tasvip edip sütü ağzına yaklaştırırken şöyle derdi:
Bir şey daha kaldı. Bu koyun nerede otlamış? Bir defasında bu soru üzerine annesi
sustu.
Annesine, 'Bu
koyunun nerede otladığını söylemezsen onu içmem' dedi. Annesi de koyunun,
Mekke Emiri İbni Abdüssamed el-Haşimi'nin sürüsüyle beraber hazine arazisinde
otladığını söyledi. Bunun üzerine şöyle dedi: Bu sütte bütün müslümanların
hakkı var. Onların haklarını çiğneyerek bu sütü tek başıma içmem bana helal
olmaz. Bu sütte onlar benim ortaklarımdır. Annesi, 'İçiver ne olur, Allah seni
bağışlar7 dedi.
Annesinin bu
isteğine şöyle karşılık verdi: Onu içtiğim için bağışlanmak istemem. Annesi,
'Neden?' diye sorunca şu cevabı verdi:
Çünkü bir
günah sebebiyle Allah Teala'nın bağışına nail olmak istemem!
Tavus
el-Yemanî*nin ticaretiyle uğraştığı hurması vardı. İş ortağı, Yemen'de onun
sermayesi ile emirin bir dostundan deri almış ve bunu Tavus'a bildirmişti.
Tavus ona şöyle bir yazı gönderdi: Lehimize olanı bozarak aleyhimize çevirdin.
Ben bu işin hiç bir tarafına bulaşmak istemem. Deriyi Yemen'de sat ve parasını
sadaka olarak dağıt. Onun parasından tek bir dirhemi dahi Harem'e sokma. Ben,
sadaka dağıttığın fakirlerin yiyecekleri lokma için Allah Te-ala'dan bağışlanma
diliyor ve bu işten başabaş kurtulmak istiyorum.
Denilir ki:
Bu hadise, onun yoksulluğa düşmesine neden oldu. Çünkü onun bundan başka
sermayesi yoktu. Bu hadiseden sonra bilinen bir dünyalığı olmaksızın yaşamaya
devam etti.
Halid
el-Kuşeyrî, İbnü'z-Zübeyr'in ardından Mekke valiliğine tayin edilince Mekke'ye
gelen Yemenliler'in istifade etmesi için yol üzerine su kanalı yaptırmıştı.
Tavus ve Vehb b. Münebbih bu kanalın yanından geçerken bineklerinin o kanaldan
su içmelerine müsaade etmezlerdi.
Sehl (ra)
şöyle bir hadise anlatmıştı: Bir adam, köyün birinde aç olarak gecelemişti.
Sabah namazı için kalktığında açlığından dolayı ayakta duramadı. Allah Teala
da o köyde namaz kılanların tamamının sevabını ona verdi. 'Peki bu nasıl
oldu?' diye sordular. O da şunu anlattı: O kimse, helal rızık aramış ama
bulamamıştı. Karnına haram lokma girmesini de istemiyordu. İşte bu nedenle
geceyi aç olarak geçirdi. O gece orada namaz kılanların sevapları da ona verildi.
Süleyman
et-Teymî (ra) bir yerde buğday unu yemekten imtina etmişti. Bunun sebebi
sorulduğunda şöyle dedi: O un, şu değirmende Öğütülmüştür. Bu suda bütün
müslümanların hakkı vardır. Halbuki bu insanlar diğerlerine hiç bir şey
vermeksizin onun gelirini yalnız kendilerine alıyorlar.
Bir kadın
Bişr b. el-Hars'a (ra) bir sepet üzüm hediye etmiş ve 'Bu, babamın hayrıdır*
demişti. Bişr üzümü geri çevirdi. Kadın, 'Nasıl olur da babamın üzümünde, onun
mülkiyetinin sıhhatinde ve mülkünün bana miras kalmasında şüpheye düşersin?
Satın alma belgesinde de senin şahitliğin yazılı iken nasıl böyle davranırsınız?*
diye şaşkınlığını ifade etti.
Bişr şöyle
dedi: Doğru söylüyorsun. O babanın mülkü idi, ama sen oranın üzümünü bozdun.
Kadın, 'Nasıl?' diye sordu. Bişr de şöyle dedi: Sen bağı, Halife Me'mun'un
dostu, Tahir b. Hüseyn b, Mus'ab b. Abdullah b. Tahinin kanalından suladın. O
kanal, bağın batı tarafını aşarak geçiyor. Eskiden o kanal köprüye kadar gitmez
ve oradan su çekilmezdi.
Bişr (ra)
şöyle demiştir: Otuz yıldır canım kebap yemek istiyor. Ancak zühd sebebiyle
yemiyor da değilim. Kebap alacak helal parayı bir bulsam, alıp yiyeceğim.
Bütün bunlar
öncekilerin ve Selef-i Salih'in bu konuda takip ettikleri yolu gösteren
örneklerdi. Halef içindeki sâlih zatlar da görüldüğü üzere aynı yolda
yürümüşlerdir. Bu yolu izleyen, akıbette de onlara katılır ve onlardan biri
gibi olur. Bu yola karşı çıkanlar ise, Selefin sünneti üzere değildirler.
Onlar, halefin salihleri arasında da yer alamazlar. Sabık iradesi ile Allah Teala'nın
rahmetinin genişliği ortadadır. Ey akıl sahipleri ibret alın!
Geçmişler
arasındaki vera' ehlinin güzel adetlerinden biri de şuydu: Onlar bir kimsedeki
haklarını alacakları zaman, onun tamamını almak istemez, bir kısmını
bırakırlardı. Böyle davranmalarının sebebi, helal sınırını aşarak şüpheli
kısma taşmaları endişeleri idi. Kendileriyle haram arasında bir sınır
bulunmasını tercih ederlerdi. Alacaklarından bıraktıkları kısım, böyle bir
tampon me-sabesindeydi. Onlar, Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğuna dayanarak
böyle davranmışlardır: "Korunan yerin etrafında dolaşıp duranların oraya
düşmeleri çok yakındır".
Selef
arasında, hakkı olanın bir kısmım başka bir niyetle bırakanlar da vardı. Onlar
da Allah Teala'nın şu buyruğuna dayanırlardı: "Muhakkak Allah adaleti ve
iyilik etmeyi emreder". (Nahl/90) Onlar şöyle derlerdi: Adalet, hakkın
tamamının alınması ve tam olarak verilmesidir. İyilik ise, hakkın bir kısmının
bırakılması ve iyilik sahibi olabilmek için hakkın üzerinden bir şeyleri O'nun
için sarfetmektir. Allah Teala bu ayetinde adaleti emrettiği gibi iyilik ve
ihsanı da emretmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Takva sahipleri üzerine
düşen bir hak olarak, ihsan sahipleri üzerine düşen bir hakolarak"
(Bakara/236) Bu, artık bilinmeyen bir sünnettir. Bununla amel edenler onu ihya
etme sevabma ererler.
Konuyla
ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Borçlunun biri dedi ki: Borcumu ödemek
üzere vera' ehlinden biri olan alacaklıya gittim. Borcum elli dirhemdi.
Borcumu ödeyeceğimi söyleyince elini açtı. Ben de dirhemleri sayarak eline
koydum. Kırk dokuza gelince elini kapattı. *Bir dirheminiz daha kaldı'
dediğimde bana şöyle dedi: Onu sana bırakıyorum. Ben verdiğim bir şeyin
tamamını geri almaktan hoşlanmam. Çünkü bana ait olmaması ihtimali bulunan bir
şeyi almış olabilirim.
Abdullah b.
el-Mübarek ve diğerleri şöyle derlerdi: Doksan dokuz şeyden sakınıp tek bir
şeyden sakınmayan kimse dahi takva sahibi sayılmaz. Doksan dokuz günahtan tevbe
edip tek bir günahtan tevbe etmeyen de aynı şekilde tevbekâr sayılmaz. Doksan
dokuz şeyde zühd gösterip bir tek şeyde zühd göstermeyen de zahid-lerden
sayılmaz.
Atiyye
es-Sa'dî (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kişi, sakıncalı bir duruma düşmekten çekinerek mahzursuz kısmı
terketmedikçe takva sahiplerinden olamaz".
Ebu'd-Derda'nın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Takva ancak şudur ki kul, zerre miktarı bir
şey için dahi Allah'tan korkar ve helal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını
haram olabilir endişesiyle bırakır. Bu da kendisiyle haram arasında bir set
olur.
Aynı manada
Ebu Bekir-i Sıddık'ın (ra) da şöyle dediği nakledilmiştir: Biz, tek bir haram
dairesine düşme endişesiyle helalin yetmiş dairesini terkederdik. Bu, artık
gidenlerinin olmadığı bir yoldur. Bu yola giren kimse, onu ihya etmiş olur.
Tüccar,
zanaatkar ve mubah sebeplere dayalı olarak Kitab ve Sünnet uygun mubah geçim
yollarında çalışan kimselerin mallarına gelince bunlar da şüpheli mallar
sınıfina girer.
Bu mallar,
taşıdıkları şüphe bakımından da iki kısma ayrılırlar:
1.Helale yakın şüpheliler: Takva sahipleriyle ticari
ilişkisi olan, vera' ehline alıp veren kimselerin malları bu sınıfa girer.
2. Harama yakın şüpheliler: Takva ve vera* bakımından
zayıf olan kimselerle ticaret ve alışveriş ilişkisine giren kimselerin mallandır.
Bunlar
dışında kalan askere ait mallara gelince, bunlar haranı inallar niteliğindedir.
Bununu sebebi de kazanma şeklinin sıhhat-sizliği ve şer1! hükümlere aykırı
olarak elde edilmiş olmalarıdır. Bu kesimin malları, hiç bir ticaret veya
zanaata dayanmaz. Gasp yoluyla mı yoksa suç işlenerek mi kazanıldıkları tam
olarak bilinemez. Bunlar kolay kazanılmış mallardır. Bildiğim de bunların haram
olduklarıdır.
Allah Teala
sizin içinizdedir. Ey zavallı! Yarın nereye gideceğini düşün! Dinini iyi koru!
Kazancın dininden, lokman imanmdandır. Eğer bunları hafife alırsan, dinini
hafife almış, hükümleri reddetmiş ve bugün ziyan etmiş, yarın için de hiç bir
hazırlık yapmamış olursun. Böyle kötü bir takdirden Allah Teala'ya sığınırız.
İnsanın can
düşmanı olan şeytan haram lokma ile kula galip geldiği zaman, amellerde
kendisine karşı durulamaz. O, bu şekilde kandırdığı kula şöyle der: Ben senden
ihtiyacım olanını aldım. Şimdi dilediğin kadar amelde bulunabilirsin! Çünkü
böyle birinin amelleri, onun kalbini daha fazla karartmaktan, iradesini iyice
zaafa uğratmaktan, kaygısızlıktan başka bir şey doğurmayacaktır. O, ilahi
yardımdan ve korumadan mahrum bırakılmıştır. Yazılı ilme ve hikmete varis olma
şansını da yitirmiştir.
Çarşı
pazarda iş yapan kimse, mekruh sıfatlar taşıyor, teamüllerinde ilmin
gereklerine aykırı davranıyor, dini hükümleri gözetmiyor, neyi nereden
kazandığını önemsemiyor, hangi vasıtayı kullandığına bakmıyor ve kazancında
sakınmıyorsa onun Allah'ın dini ile bir bağı olamaz.
Onun hükmü,
malları batıl yollarla yiyen, kendi kendini helak eden, dinini bozan ve
müslümanları aldatan kimsenin hükmü ile aynıdır. Allah Teala İslah edenlerin
ödüllerini ziyan etmeyeceği gibi ifsad edenlerin işlerini de asla
düzeltmeyecektir.
Bunlara
ilaveten böyle biri, ne Allah için ne de kulları için dürüst davranmayan
biridir. Onun dindeki makamı zulüm, hali ise arzu ve hırstır. Allah Teala zalimleri
sevmez. Böyle biri, ticari tasarruflarından dolayı tevbe etmekle yükümlüdür.
İçine düştüğü halden dolayı tevbe ederek Allah'a yönelmelidir. Ölüm kapısını
çalmadan ve nrsat kaçmadan bunu yapmalıdır. Aksi takdirde Allah Teala'nın
huzuruna bir zalim olarak çıkacaktır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Tevbe etmeyenler var ya, işte onlar zalimlerdir".
(Hucurat/11) Yine O şöyle buyurmuştur: "Zalimler de nasıl bir inkılap ile
devrileceklerini, nereye dönüp kaçacaklarını yakında öğrenirler*'. (Şuara/227)
Hikmet ehlinden
bir zat şöyle demiştir: Dünya azgın bir deniz tüccar da ona dalan dalgıç
gibidir.
Kimi dalar
ve inci çıkarır ki bu, ahiret ehlinden olup onun için çalış anlardandır.
Kimi dalar
ve moloz çıkarır ki bu dünya için hırslanıp duran ehli dünyadandır.
Kimi dalar
ve balık çıkarır ki bu, orta yolu tutanlardandır. Kimi dalar ve denizin
dibinden çıkamayarak boğulur ki bu, ibadet etme şerefinden uzaklaştırılarak
çarşı pazara atılan kimselerdendir. Bunlar ne zaman bir iyilik yapmak
isteseler, ondan uzaklaştırılarak pazara kovulurlar ve orada didinip dururlar.
Onlar günah denizinde boğulmuş kimselerdir.
Kimi de
dalar ve dalgalarla birlikte inip çıkmaya başlar ki bu da, günümüzün
müridlerindendir. Dalga yükseldikçe kurtulmak için çabalar, alçalınca helak
olma endişesine kapılırlar. Tevbeleri onları kurtuluşa götürürken,
alışkanlıkları da helaka doğru çekmektedir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kârlı bir iş
edinmeyin, yoksa dünyaya rağbet eder gidersiniz".[54][88]
Rivayete
göre Allah Teala, peygamberlerinden birine şöyle vah-yetmiştir: Cezaların
ardarda indirildiği dönemde aile ve mal edinmeyin!
Güç ve
hareket, yüceler yücesi Allah Teala sayesindedir. Salat ve selam efendimiz
Muhammed'e, O'nun aile ve ashabının üzerine olsun. [55][89]
[6][40] . Buharî, Vekalet/5, 6, İstİkraz/4, 6, 7, Hibe/23, 25;
Müslim, Müsakat/118-122; Ebü Davûd, BuyuVll; Tirmizî, Buyu'/73, 75; Nesa'î,
Buyu764, 103; İbni Mâce, Sadakat/16; Muvatta', Buyu789; Dârimî, Buyu731; İbni
Hanbel, 11/377, 393, 416, 431, 456, 476, VI/390
[11][45] Konuyla ilgili hadisler için b. Buharî, İman/42,
Zekat/2, BuyuY68, Şurut/1, Ahkam/43; Müslim, îman/97,98; Tirmizî, Birr/17;
Darİmî, Buyu79; tbni Hanbel, IV/358, 361,364,365.
[12][46] Müslim, İman/95; Tirmizî, Birr/17; Nesa'î, Bey'at/31;
Darimî, Rikak/41; îbni Hanbel, MSI, U7297, IV/102.
[19][53] Buharî, Mezalim/33; Müslim, İman/226;
Ebu Davûd, Sünnet/29; Tinnizî, Diyat/21; Ne-sa'î, Tahrim/22, 23, 24; İbni Mâce,
Hudud/21; İbni Hanbel, 179,187-190,11/163,193,194, 205, 206, 210217, 221, 324.
[22][56] . Müslim,
Eşribe/73; Ebu Davûd, Eşribe/5; Tirmizî, Eşribe/1; İbni Mâce, Eşribe/9; İbni
Hanbel, 11/16, 29, 31, 105, 134, 137.
[23][57] Bu hadis İçin b. Buharı, Iibas/61; Ebu Davûd,
Libas/27; Tirmizî, Edeb/34; İbni Mâce, Nikah/22; İbni Hanbel, 1/254, 330,
339,11/200, 287, 289.
[26][60] . Buharı, Buyu'/58, 64, 68, 69, 70,
71, İcare/14, Şurut/8; Müslim, Nikah/51, 52, BuyuVll, 12, 18, 20-22; Ebu Davûd,
Buyu745; Tirmizî, Buyu'/13; Nesa*î, Buyu'/16, 17, 18, 19; îbni Mâce,
Ticarat/15; Muvatta1, Buyu'/96; İbni Hanbel, 1/163, 164, 368,11/42, 153, 238,
243, III/307. 319 S«fi sû<7 ivflı-ı i""
III/307, 312, 386,'392, IV/314, V/ll
[27][61] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Bnyu'/68;
Nesa'î, Buyu760, 71, 72; İbni Hanbel, 11/179.
[28][62] Bu manadaki hadisler için b. Tİrmizî, Libas/7; Nesa'î,
Fei75; İbni Mâce, Libas/26; îbni Hanbel, IV/310, 311
[30][64] Bu manadaki hadisler için b. Buharı, Tefsir-i Suret-i
59/4, Ubas/82, 84, 85, 87; Müslim, libas/120; Ebu Dayûd, Tereccül/5; Tirmizî,
Edeb/33; Nesa'î, Zinet/24, 26, 71; İbni Mace, Nikah/52; Dârimî, îsti'zan/19;
İbni Hanbel, 1/415, 417, 434, 443, 454, 465, VI/257
[31][65] Saç bağlamakla ilgili hadisler için b. Buharî,
Libas/83; Tirmizî, libas/25; Nesa'î, Zi-net/21; İbni Hanbel, III/296, 387.
[36][70] Benzer manadaki hadisler için b. Müslim, Zekat/64;
Tirmizî, Tefsiru Suret-i 11/36; Dari-mî, Rikak/9; îbni Hanbel, 11/328
[38][72] Bu manadaki hadisler için b. Buhari, İman/39, Buyû'/2;
Müslim, Müsâkât/107; Ebu Da-vûd, Buyû/3; Tirmizî, Buyû/1; Nesa'î, Buyü/2,
Eşribe/50; İbni Mâce, Piten/14; Dârünî, Buyû/1; İbni Hanbel, IV/267, 269, 270,
271
[39][73] Buharî, Şehadât/27, Ahkam/20,
Hıyel/10; Müslim, Akziye/4; Ebu Davûd, Akziye/7; Tirmi-zî, Ahkam/11; Nesa'î,
Kudât/13, 33; İbni Mâce, Ahkam/5; Muvatta', Akziye/1; İbni Han-bel, VT/203. 290
aflfl son
bel, VI/203, 290, 308, 320
[40][74] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î,
Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20,
BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[41][75] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû'/l; Nesa"î,
Buyû'/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20,
BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.
[43][77] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Bİrr/14,15;
Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; Ib-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252,
256
[44][78] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Birr/14,15;
Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; B>-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251,
252, 256
[47][81] . Konuyla ilgili hadisler için b. Ebu Davûd,
Et'ıme/47; Buharı, Zebaih/34, VuzûV67; Tirmizî, Et'ıme/8; Nesa'î, FerVlO.
[52][86] Benzer hadisler için b. Buharı, Buyu73, 100,
Husûmât/6, Vasaya/4, Megazî/53, Feraiz/18, 28, Hudud/23, Ahkam/29; Müslim,
Razâ'/36, 37; Ebu Davûd, Talak/34; Tirmizî, Ra2â'/8, Vasaya/5; Nesal, Talak/48,
49, 84; İbni Mâce, Nikah/59, Vasaya/6; Dârimî, Nikah/41, Fe-raiz/45; Muvatta',
Akziye/20; îbni Hanbel, 1/25, 59, 65, 69, 104,11/179, 207,239, 280, 386, 409,
466, 475, 492, IV/186, 187, 238, 239, V/267, 326, VI/37, 129, 200, 226, 237.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.