KUT'UL KULUB 6
Allah Teala
buyurdu ki: "Allah kullarına karşı latiftir, dilediğine rı-zık verir"
(Şura/19); "Ey nefisleri hakkında aşırıya kaçan kullarım, Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları
affeder". (Zümer/53) Bize ulaşan bir rivayette Allah Resulü'nün (sav) bu
ayetle ilgili olarak "Günahların çokluğunu önemsemez, çünkü O çok
bağışlayıcı ve çok merhametlidir" buyurduğu bildirilmektedir.
Meşhur
hadislerden birinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir:
"Allah Teala kullarından bir topluluğu kabza-sıyia tuttu ve 'Bunlar
cennettedir. (Günahlarının çokluğunu) Önemsemem' buyurdu". Allah en iyi
bilendir. Bize göre mana, Allah Tea-la'nın şu kudsi hadisteki buyruğu
istikametindedir: "Rahmetim herşeyi kapsadı. Rahmetim o kullarıma dar
gelmeyecektir. Onların da cennete girmesini büyüksemem". Dolayısıyla onlar
da cennete girerler. Allah Teala onların bütün kötü fiillerini önemsemez.
O, takva
ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya
da nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim
bağışlayabilir?". (Al-i İmran/135)
Yine O,
tevekkül edenleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yalnız bazı küçük
kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir". (Necm/32)
Allah Teala arşının çevresinde dolanan melekleri haber verirken de şöyle
buyurmuştur: "Ve melekler Rablerini hamd ile teşbih eder, yeryüzündekiler
için bağışlama dilerler". (Şura/5)
O, cehennem
ateşini düşmanları için hazırladığını, dostlarını ise onunla korkuttuğunu haber
verirken de şöyle buyurmuştur: "Onların üstlerinden ateşten gölgeler,
altlarında da (ateşten) gölgeler var. İşte Allah kullarını bundan
korkutuyor". (Zümer/16) Yine O, Kur'an'ın başka yerlerinde şöyle
buyurmaktadır: "Kafirler için hazırlanmış olan ateşten korkun". (Al-i
İmran/131); "Ben sizi, alev saçan bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak
bedbaht kimse girer. O yalanladı ve yüz çevirdi". (Leyl/14-16)
Allah Teala,
zulmeden kullarına karşı bağışlayıcılığı hakkında ise şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için bağış
sahibidir". (Ra'd/6)
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) ümmetine ısrarla mağfiret dilediği için kendisine
"Sana şu ayeti indirdiğim halde hala razı olmaz mısın: Muhakkak ki
Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için bağış sahibidir" diye bir nida
gelmiştir.
"Rabbin
sana verecek ta ki razı olacaksın" (Duha/5) ayet-i kerimesinin tefsirinde
de şöyle denilmiştir: Hazret-i Muhammed (sav) ümmetinden bir ferdin dahi
cehenneme girmesine razı olmayacaktır. Ebu Cafer Muhammed b. Ali (ra) şöyle
derdi: "Siz Iraklılar, Kur'an-ı Kerim'de rica ile ilgili en açık ayetin
"Ey nefisleri hakkında aşırıya giden kullarım, Allah'ın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları affeder".
(Zümer/53) ayeti olduğunu söylüyorsunuz. Biz Ehl-i Beyt ise, Allah'ın
Kitabı'nda rica ile ilgili en kuvvetli ayetin "Rabbin sana verecek ta ki
razı olacaksın" (Duha/5) ayeti olduğuna inanırız. Çünkü Allah Teala O'na,
ümmeti konusunda kendisini razı etmeyi vaadetmiştir".
Ebu Bürde
(ra) babası vasıtasıyla Ebu Musa el-Eş'ari'den (ra) şunu naklet mistir:
"Ümmetim, merhamet olunmuş bir ümmettir. Ahirette ona azap edilmeyecektir.
Allah onların azabını, dünyadaki zelzele ve fitnelerde kılmıştır. Kıyamet günü
geldiğinde ümmetimden her birine Kitab Ehli'nden bir adam verilecek ve 'İşte
bu, cehenneme karşı senin fıdyendir5 denilecektir".[1][27]
Aynı hadisin
başka bir rivayetinde ise şu lafız yeralmaktadır: "Bu ümmetten her adam,
bir yahudi veya hıristiyan getirerek 'Bu, cehenneme karşı fidyemdir der ve o
getirdiği ateşe atılır" lafzı yeralmaktadır. Bir hadiste ise şöyle
buyrulmaktadır: "Ateş nöbeti, cehennemdendir ve müminlerin cehennem adına
kısmetleri odur".
"Allah'ın,
Peygamber"! ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde.."
(Tahrim/8) ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak bize şöyle bir rivayet
geldi: "Allah Teala vahyetti ki: Ey Muhammed, ümmetinin hesabını sana
havale etmemi ister misin? O da şu cevabı verdi: Hayır ey Rabbim! Onlar için
Sen benden daha hayırlısın. Bunun üzerine Allah Teala: Öyleyse onlar hakkında
seni utandırmayacağız, buyurdu".
Süfyan-ı
Sevri şöyle derdi: Hesabımın kendi anne babama havale edilmesini dahi istemem.
Çünkü bilirim ki Allah Teala, bana karşı o ikisinden daha merhametlidir. Seleme
b. Verdan vasıtasıyla Enes b. Malik'ten (ra) şu hadis rivayet edilmiştir:
"Allah Resulü (sav) ümmetinin günahlarının affedilmesi hususunda Rabbine
niyazda bulunarak şöyle buyurdu: Ey Rabbim, kötülüklerine başka birinin
muttali olmaması için onların hesabını bana havale et. Bunun üzerine Allah
Teala ona şöyle vahyetti: Onlar senin ümmetin, Benim ise kullarım. Ben onlara
karşı senden bile daha merhametliyim. Onların hesabını kendim görürüm. Ta ki
kötülüklerine ne sen, ne de başkası vakıf olabilsin".
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hayatım da ölümüm de sizler için hayırdır. Hayatta iken size sünnetleri
açıklar, gerekli kuralları koyarım. Ölümümün hayır oluşuna gelince, o zaman da
sizde gördüğüm güzellikler için Allah'a hamdederim. Kötülüğünüzü gördüğümde
ise, sizler için Allah Teala'dan mağfiret niyaz ederim". Bir diğer
hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Kul günahlarından dolayı tevbe ettiği
zaman, Allah Teala meleklerine ve yeryüzünün parçalarına onun günahlarını
unutturarak onları iyiliklere çevirir. Ta ki kıyamet günü geldiğinde aleyhinde
şahitlik edecek hiçbir şey olmaz".
Denir ki:
"Mümin bir günah işlediğinde, Allah Teala aleyhinde şahitlik edememeleri
için onu meleklerin bakışlarından gizler". Allah Resulü (sav) bir gün
"Ey affı kerim olan" diye seslendi. Bunun üzerine Cebrail (as)
kendisine şöyle dedi: "Affı kerim olan"m tefsirini bilir misin? Onun
anlamı şudur: O, günahları rahmetiyle bağışlayarak keremiyle onları iyiliğe
döndürür".
Allah Resulü
(sav) bir adamın "Allahım, Sen'den nimetin tamamını niyaz ederim"
dediğini duydu ve ona şöyle dedi: "Nimetin tamamının ne olduğunu bilir
misin?" Adam, "Hayır" deyince şöyle buyurdu: "Cennete
girmektir".[2][28]Allah
Teala, bizler için din olarak İslam'dan razı olmasıyla üzerimizdeki nimetini
tamamlamış olduğunu haber vermektedir ki bu da cennete girmenin delilidir.
Allah Teala
bu manada şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi kemale erdirdim,
üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizler için din olarak İslam'dan razı
oldum". (Maide/3) Bu hususta Allah Resulü (sav) ile aynı konumu
paylaşıyor ve biz de lütfuyla günahlarımızı bağışlaması için Allah'a niyazda
bulunuyoruz.
Bir
rivayette de şöyle denilmiştir: "Karşılaştığınızda 'Allah Teala gelmiş
geçmiş bütün günahlarını bağışlasın ve üzerindeki nimetini tamamlasın'
diyenler ne kadar da azdır!" Ali'den (kv) şu söz nakledilmiştir: "Kim
bir günah işler de Allah Teala onu dünya hayatında örterse, ahirette o Örtüyü
kaldırmayacak kadar kerem sahibidir. Kim de bir günah işleyip dünya hayatında
günahının cezasını çekerse, ahirette kulunun cezasını ikilemeyecek kadar
adildir". Bu sözün başka bir lafzında ise şöyle denilmektedir: "Kul
dünyada Allah Teala tarafından örtülen hiçbir günah işlemez ki, Allah onu
ahirette bağışlamasın".
Selef-i
Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: "Günah işleyen her kul, Allah
Teala'nm huzurunda (=kenf) günah işler. -İnsan için kenf, kucağı ve sinesidir-.
Allah hangi kuluna ellerini uzatırsa, onun açığını örtmüş olur. Kimden de
çekerse rezil etmiş olur". Denir ki: İşlediği günahtan dolayı dünyada
rezil edilen kimse için bu hal kefaret olur ve ondan dolayı ahirette rezil
edilmez. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bir kul günah işleyip de
Allah'dan mağfiret dilediği zaman Allah Teala meleklerine şöyle buyurur:
'Kuluma bakın! Bir günah işlediğinde onu bağışlayacak ve silecek bir Rabbinin
olduğunu biliyor. Sizi şahit tutarım ki günahını bağışladım."
Muhammet! b.
Mus'ab'dan şunu naklet mistirler: "Esved b. Salim bana kendi el yazısıyla
şunu yazıp göndermişti: Kul nefsine karşı aşırı zorlayıcı olduğunda ellerini
kaldırarak dua eder ve şöyle der: 'Ey Rabbim!' Melekler onun sesini
perdelerler. O ikinci kez'Ey Rabbim!' dediğinde yine perdelerler. Üçüncü kez
'Ey Rabbim? dediğinde yine perdelerler. Dördüncü kez yine dediğinde Allah Teala
şöyle buyurur: 'Kulumun sesini duymamam için daha ne kadar perdeleyeceksiniz?
Kulum, işlediği günahları Ben'den başka bağışlayacak bir Rabbi olmadığını iyi
biliyor. Sizi şahit tutarım ki günahlarını bağışladım".
Bir diğer
kudsi hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kul, günahları gökyüzüne varıncaya kadar günah işlediğinde bile istiğfar
edip Ben'den ricada bulunduğu sürece günahlarım bağışlarım". Başka bir
hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulum
Bana dünya dolusu günahla bile gelse, Bana hiçbirşeyi ortak koşmadıkça onu
dünya dolusu günahı bağışlanmış olarak karşılarım".
Bir başka rivayette
ise şöyle buyrulmaktadır: "Kul günah işlediği zaman melek altı saat kalem
oynatmaz. Eğer günahından dolayı tevbe ve istiğfarda bulunursa o günahı yazmaz.
Aksi halde bir günah yazar". Bu hadisin başka bir rivayetinde şu ifade
yeralmakta-dır: "Melek onun aleyhine olarak bir günah yazıp kul da bir
iyilik işlediğinde sağ taraftaki yazıcı melek emri altında olan sol yandaki
yazıcıya şöyle der: Kulun bu günahını sil, ben de iyiliğinin katlarından
birini şileyim ve onun için dokuz iyilik yazayım. O melek de bunun üzerine
kulun işlediği günahı siler". Denir ki: Diğerinin emri altına koymasına
rağmen sağ taraftaki meleğin kalbini, sol yandaki melekten katlarca fazla
merhametle doldurmuştur. Kul bir iyilik yaptığında sağ taraftaki melek sevince
boğulur. Denir ki: Bütün melekler kulun yaptığı iyilikten sevinç duyarlar. Sağ
taraftaki melek de sevincinden dolayı kulun hanesine birçok sevap yazar.
Enes b.
Malik'ten (ra) rivayet edilen uzun hadis-i şerifte de şu ifade yeralmaktadır:
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Kul bir günah işlediğinde bu günahı
defterine yazılır. Bedevi sorar: Tevbe ettiği zaman ne olur? Allah Resulü de
'Defterinden silinir1 buyurur. Bedevi, 'Aynı günahı tekrar işlediğinde ne
olur?' diye sorar. Allah Resulü de, Tine günah yazılır1 buyurur. Bedevi,
'Tevbe ettiğinde?' diye sorar. Allah Resulü de 'Defterinden silinir' buyurur.
Bedevi, 'Ne zamana kadar ey Allah Resulü?' diye sorduğunda Allah Resulü (sav)
şöyle buyurur: 'Tevbe edip Allah'tan mağfiret dileyinceye kadar.
Kul mağfiret
dilemekten bıkmadıkça Allah Teala mağfiret etmekten bıkmaz".
Kul bir
iyiliğe niyetlendiğinde sağ taraftaki melek, kul onu yapmadan önce bir iyilik
olarak deftere yazar. Yaptığında ise on iyilik olarak yazar. Allah Teala da bu
iyiliği yedi yüz kat arttırır. Bir günaha niyetlendiğinde ise yazılmaz. O
günahı işlediğinde sadece bir günah yazılır. Bunun ardından da Allah Teala'nın
güzel affı gelir.
"Bir
adam Allah Resulü'ne (sav) geldi ve şöyle dedi: 'Ey Allah Resulü, ben (Ramazan)
ayı orucu dışında oruç tutmanı. Bu ayın orucuna başka bir oruç eklemem. Beş
vakit namaz dışında namaz kılmam ve bu vakitlere başka bir namaz eklemem.
Malımda da Allah Teala için sadaka verme ve hacca gitme imkanı bulunmamaktadır.
Nafile amel de yapmam. Öldüğüm zaman nerede olurum?'Allah Resulü
'Cennette'buyurdu. Bunun üzerine adam, 'Ey Allah Resulü, seninle beraber mi?'
diye sordu. O da şöyle buyurdu: 'Evet, kalbini kin ve hasetten, dilini gıybet
ve yalandan, gözünü de Allah'ın haram kıldığına bakmaktan ve onunla bir
müslümanı horlamaktan koruduğun takdirde benimle beraber, şu avuçlarımda cennete
girersin' buyurdu".
Enes b.
Malik'in rivayet ettiği mezkûr uzun hadiste şu ifade ye-ralmaktadır:
"Bedevi, 'Ey Allah Resulü, insanları hesaba çekmeyi kim üstlenecek?' O da,
'Bizzat Allah Teala üstlenecek' buyurdu. Bu cevap üzerine bedevi tebessüm
etti. Allah Resulü, 'Niye güldün ey bedevi?' diye sordu. Bedevi şöyle dedi:'
Kerem sahibi, kudretli olduğunda affeder. İhlalleri iyice ölçer. Hesaba
çektiğinde de hoşgörülü olur1.
Bunun
üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Doğrudur. Biliniz ki, Allah
Teala'dan daha fazla kerem sahibi olan yoktur. O, kerem sahiplerinin eri
büyüğüdür5. Allah Resulü (sav) bilahare 'Bedevi iyi anlamış' buyurdu. Allah
Resulü (sav) aynı hadisin başka bir yerinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Allah Teala Kabe'ye çok büyük bir değer vermiş ve onu yüceltmiştir. Buna
rağmen onda taş üstünde taş bırakmayıp sonra da yakan bir kişi dahi, Allah'ın
velilerinden birini hafife alanın işlediği kadar ağır bir günah işlemiş
olmaz'. Bedevi 'Allah'ın velileri kimlerdir?' diye sordu. O da, 'Bütün müminlerdir.
Allah Teala'nın şu buyruğunu duymadın mı? 'Allah iman edenlerin velisidir ve
onları karanlıklardan nura çıkarır".
Müfred
olarak rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Mümin Kabe'den daha faziletlidir. Mümin temiz ve
güzeldir. Mümin Allah Teala nezdinde meleklerden daha değerlidir".
Abdullah b. Anır, Ka'bü'l-ahbar ve Ebu Hüreyre'den (ra) rivayet edilen meşhur
bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü (sav) Kabe'ye baktı ve şöyle buyurdu:
Ne kadar da değerli, ne kadar da yücesin! Müminin hürmeti ise Allah katında
senden daha fazladır. Allah Teala, velilerine hizmet gayesiyle evinin
temizlenmesini onlara verdiği değer sebebiyle peygamberlerine emretmiştir. O Ev
de, onlarla şeref kazanmıştır".[3][29]
Kudsi bir
hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Benim
bir velimi aşağılayan kimse, Bana savaş açmış demektir. Ben de velimin öcünü
hem dünya hem de ahirette alırım". Yakub (as) ile ilgili olarak şu haber
nakledilmiştir: "Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştur:
'Seninle Yusufu bu kadar zaman niçin ayırdığımı bilir misin?'Yakub (as) 'Hayır1
dedi. Allah Teala şöyle buyurdu: 'Kardeşlerine, 'Siz ondan habersizken
kurtların onu yemesinden korkarım' demenden dolayı. Nasıl olur da onun için
kurttan korkarsın da Ben'den ricacı olmazsın? Nasıl olur da onların Yusufu
unutmalarından korkarak Benim onu korumamı beklemezsin? Sana Ben'den daha çok
inayet gösteren biri mi var? Kendimi senin için merhametlilerin en
merhametlisi kıldım ki Ben'den ricacı olasın. Eğer böyle olmasaydı, kendimi
senin için cimrilerin en cimrisi kılardım".
Rica,
korkunun tam tersine bir şeye duyulan aşırı isteğe verilen isimdir. Korku ise,
bir şeyden duyulan aşırı çekinmeye verilen isimdir. İşte bu nedenledir ki Allah
Teala isteği (=tama!) ricanın yerine, çekinmeyi de (=hazr) korkunun yerine
kullanmıştır. Bunu şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz: "Rablerine korku ve
tama' ile dua ederler". (Secde/16); "Ahiretten çekinir ve Rabbinin
merhametini rica eder". (Zümer/9) Bu sıfat da müminlerin taşıdıkları
sıfatlardan, iman ahlakının esaslarmdandır. İman ancak bu sıfat ile sıhhat
bulur. Tıpkı korku sıfatı olmaksızın sıhhat kazanmadığı gibi.
Rica ve ümit,
bir kuşun iki kanadından biri durumundadır. Bilinir ki kuş? ancak iki
kanadının yardımıyla uçabilir. Aynı şekilde inandığı Rab'den ricacı olmayan ve
O'ndan korkmayan kişi de iman etmiş olmaz. Rica, aynı zamanda Allah Teala'ya
karşı hüsnü zan besleme ve O'ndan güzellik ümit etmenin makamlarından biridir.
İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) müminlere şu öğütte bulunmuştur:
"Sizden biri yalnız Allah'a karşı hüsnü zan besleyerek ölsün".[4][30]
Çünkü bir kudsi hadiste Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Ben, kulumun zannettiği yerdeyim. Benim hakkında dilediğini
zannetsin"[5][31]
Abdullah b.
Mesud (ra) Allah'ın adıyla yemin ederek şöyle derdi: "Kul, Allah hakkında
hiçbir hüsnü zanda bulunmaz ki, Allah Teala ona bunu vermesin. Çünkü haynın
tamamı O'nun elindedir". Yani Allah Teala bir kuluna kendisine karşı hüsnü
zan nimetini verdiği zaman, zannettiği şeyi de ona verir. Çünkü onun kendisiyle
ilgili zannını güzel kılan, onun dileğini vermeyi de murad etmiş demektir.
Yusuf b.
Esbat'tan nakledildi ki: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) Allah Teala'nm "İhsanda
bulunun, çünkü Allah ihsan edenleri sever" (Bakara/195) ayetinin
tefsirini yaparken şöyle dediğini duydum: Allah'a karşı hüsnü zan
besleyin". Allah Resulü (sav) ölüm döşeğindeki bir adamı ziyaret etti ve
ona 'Nasılsın?' diye sordu. Adam da, 'Günahlarımdan dolayı korkuyor, Rabbimin
rahmetini umuyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu:
'Böyle bir anda bu ikisi hiçbir kulun kalbinde biraraya gelmez ki Allah Teala
umduğunu verip korktuklarından güvende kılmasın".
İşte bu
nedenledir ki Ali (kv), aklını kaçırarak tam bir teslimiyete düşen adama şöyle
demiştir: Ey kişi, senin Allah'ın rahmetinden ümitsizliğin, işlediğin
günahlardan daha ağırdır.
Çünkü
günahlardan dolayı bunalan kişinin huzur bulduğu Allah'ın-rahmetinden ümit
kesmek ve günahlarla sınanan bir kulun ümitvâr olduğu Allah'ın merhametinden
yeise kapılmak, işlenen o günahlardan daha büyük ve bütün günahlarından daha
ağır bir günahtır. Böyle davranan biri, kendi nevasına dayanarak Allah Teala'nm
rica ve ümide dayanak olan sıfatlarından ayrılarak O'nun zatına kendi kınanmış
sıfatıyla hüküm vermiştir. Bu ise, -eğer işlediği günahlar büyük günah
türündense- büyük günahlardan daha büyük bir günahtır.
"Kendinizi
ellerinizle tehlikeye atmayınız" (Bakara/195) ayet-i kerimesinin
tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada sözedilen kimseler büyük günah işledikten
sonra kendilerini tehlikeye atarak tev-be etmeyen ve 'Biz zaten helak olduk,
hiçbir amel bize fayda etmez' diyenlerdir. Müslümanlar, bundan
menedilmiştirler. Şu var ki rica makamı kıymetli bir makam ve çok değerli bir
hal olup ancak ilim ve haya ehli arasındaki kerem sahiplerine nasip olur.
Bu hal,
onlara korku makamından sonra gelen bir hal olup sıkıntılar karşısında onunla ricacı
ve ümitvâr olurlar. Israrla günah işlemeye düşmekten de onunla korunurlar.
Korkuyu bilmeyen kimse, rica ve ümidi bilemez. Korku makamında bulunmayan
kimse de, arılık ve sıhhat üzere rica ehlinin makamlarına yükseltilmez. Her
kulun rica ve ümidi, korkusunun cihetinden doğar. Ümit edilen ahlaka dair
mükaşefesi ise, kendisine keşfedilen korkutucu sıfatlardan dolayıdır.
Eğer kul,
günah, sebepler ve ayıplar gibi yaratılmış korkutucuların makamına konulmuşsa,
vaadin gerçekleşmesi, günahlarının bağışlanması ve cennetin teşvikiyle korku
makamlarından rica makamlarına yükseltilir. Tabii ki bunlarda birçok güzel
sıfat mevcuttur. İşte kitapları sağdan verilecek olanları bekleyen son budur.
Eğer Zatın manalarının müşahedesi noktasında -misal olarak bilgisizlik, kötü
son, gizli tuzak, gizli istidrâc, kudretin ezmesi, kibir ve ceberut hükmü gibi
sıfatlardan doğan korkuların makamına konulmuşsa, bu makamlardan da muhabbet
ve rıza makamına yükseltilirler. Bu noktada ise ahlakın özünü, kerem, ihsan,
lütuf, şefkat ve minnet gibi sıfatları ricacı olur.
Rica
ehlinin, rica makamlarmdaki şahitliğiyle ilgili olarak bildiğimiz bütün
hakikatleri zikretmemiz doğru olmaz. Bu herşeyden önce müslümanlarm avamı için
münasip değildir. Ayrıca fesada karşı dayanma gücü verilmemiş olanları da ifsad
edebilir. Dolayısıyla bu bilgiler, ancak müminlerin havassı için uygundur.
Müminlerin havassı bunlara dayanıp sadece bunlara uymadığı için ricanın
hükmünü sadece muhabbetten çıkarır.
Muhabbet ise
ancak kalbin korkuyla ıslah olmasından sonra ortaya çıkar. İnsanların çoğu
için uygun olan yalnızca korkudur. Tıpki kötü köleler gibi ki onlar, ancak
kırbaç ve değnekle yola gelir, aksi halde kılıçlarla yüzleşirler.
Kulun
ricasının sıhhat işareti, ricasında korkunun da gizli olmasıdır. Çünkü kul,
kaybetmekten korktuğu bir şeyi rica ettiği zaman, rica edilen şey onun
kalbinde daha büyük bir yere sahip olur ve ona karşı özlemi büyür. Dolayısıyla
da rica halinde bile, ricacı olduğu şeyin gerçekleşmemesi yönündeki korkusundan
uzaklaşa-maz. Rica, korku sahiplerinin rahatlatılın asıdır. İşte bu nedenledir
ki Araplar ricayı korku olarak adlandırmışlardır. Çünkü bu ikisi,
birbirlerinden ayrılmayan bir bütün gibidirler.
Arap
dilbilimcilerden bir mezhebe göre birşey başka bir şeyin ayrılmaz parçası,
sıfatı veya sebebi olduğu zaman, onu onunla ifade etmek mümkündür. Örneğin
'Sana ne oluyor da ricacı olmuyorsun?' derler ki bu, 'Sana ne oluyor da
korkmuyorsun?' anlamındadır. Allah Teala'nm "Size ne oluyor ki, Allah'tan
bir vakarı ummuyorsunuz?" (Nuh/13) buyruğu da bu anlamda
değerlendirilmiştir. Müfessirler bu ayetin anlamının 'Size ne oluyor da
Allah'ın azametinden korkmuyorsunuz?' şeklinde olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.
"Kim Rabbi ile karşılaşmayı umuyorsa" (Kehf/110) ayetinin iki tefsir şeklinden
biri de böyle olup 'O'nunla karşılaşmaktan kor-karsa' şeklinde anlaşılmaktadır.
Korkunun
ricaya göre durumu, günün geceye göre durumuna benzer. Çünkü bu ikisi de sonuç
itibarıyla birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Dolayısıyla bir günlük sürenin
her ikisiyle ifade edilmesi de caizdir. Mesela üç günü ifade etmek için üç
gece denilebil-diği gibi aksi de söylenebilir. Buna örnek olarak Allah Teala'nm
şu buyruğunu zikredebiliriz: "Senin mucizen, insanlara üç tam gece
konuşmamandır" (Meryem/10)
Allah Teala
üç günü, ancak sembol olarak buyurmuştur. Gün, geceden ayrı olmadığı gibi gece
de günden ayrı değildir. Allah Teala birini bildirerek diğerini de murad etmiş
olmaktadır. Çünkü biri diğerine benzetilmekte ve onun kapsamına girmektedir.
Ama Allah Teala'nm hikmet ve kudreti gereği ve her biri için farklı hükümler
konmuş olduğu için ayrı ayrı ortaya çıkmaktadırlar. Allah Teala'nm her
ikisindeki nimetleri de farklı farklıdır. Gün belirdiğinde gece Allah'ın
kudretiyle onun içinde kaybolur. Gece ortaya çıktığında ise gün yine O'nun
hikmetiyle onun içinde kaybolur. Bu da Allah Teala'nm geceyi gündüze, gündüzü
geceye katması ve birini diğerinin üzerine dürmesinin hakikatidir.
Melekûtî
manalarıyla korku ve ricanın hakikati de böyledir. Korku zahir olduğu zaman,
kul korku sahibi olur ve hakkında korkutucu bir sıfatın tecellisini müşahede
ettiği için korku hükümleri hakim olur. Bu durumdaki kul, üzerindeki etkisinden
dolayı korku sahibi olarak adlandırılır.
Rica ise,
korkusunun içine gizlenir. Rica zahir olduğunda ise, ru-bubiyetin ricaya davet
eden bir sıfatla tecellisini müşahede ettiği için rica hükümleri hakim olur ve
kul, rica ile vasfedilir. Çünkü o anda kendisine hakim olan hal, rica hali
olup korku hali bunun altına girmiş olmaktadır. Zira her ikisi de imanın
ayrılmaz sıfatlarıdır.
Bu ikisini
bir kuşun iki kanadına benzetmek doğru olur. Korku ile rica arasındaki mümin,
iki kanadı arasındaki bir kuş, ya da terazinin iki kefesi arasındaki dil
gibidir. Bu meyanda Mutarrafm şu sözünü zikretmek yerinde olur: "Müminin
korkusu ile ricası tartıl-saydı denk gelirlerdi". Ricanın hakikatini bilme
ve rica edilen şey hakkındaki isteğin doğruluğu noktasında aslolan budur.
Müminler
açısından korku ile ricanın denk oluşunda iki makam sözkonusudur. Bunların
üstte olanı, mukarrebun zümresinin makamı olup korkutucu sıfatlarla rica ve
ümit edilen ahlakın müşahede edilmesi makamıdır, ikincisi ise, kitapları sağ
taraflarından verilecek ashab-ı yeminin makamı olup eşsiz hükümlerden ve
farklı kısımlardan öğrendikleri makamdır.
Onlar Allah
Teala'nm kullarını lütfuyla nimetlendirdiğini ve bunun cebren olmayıp tercihen
olduğunu bilirler. Bunu bildikleri için de, nimetin başladığı gibi
tamamlanmasını rica ve ümit ederler. Firavun'un huzurundaki sihirbazların,
iman ettikleri anda Allah Teala'nm mağfiretini arzu etmeleri de bu bağlamda
ele alınmalıdır. Onlar Kur'an'da yazılı olduğu gibi şöyle demişlerdi:
"Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı
bağışlayacağını ummaktayız". (Şuara/51) Yani, Allah Teala bizi bu mekanda
ilk iman edenler kıldığı için, bizi kendisine iman eden kılması sebebiyle
günahlarımızı bağışlamasını rica ediyoruz. Onlar Allah Teala'dan bu affı ümit
etmişlerdir.
Allah Teala
kendisine nimet verip geri aldıktan sonra bu nimetin kendisine dönmesinden
ümidim kesen kulu kötüleyerek şöyle buyurmuştur: "Andolsun biz insana
tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz
o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür". (Hud/9) Allah Teala daha sonra
bu duruma sabrederek kendisine bağlı kalan kullarını bundan müstesna tutarak
şöyle buyurmuştur: "Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka".
(Hud/11)
Lokman'm
(as) oğluna şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'tan öyle bir korkuyla
kork ki, O'nun tuzağından emin olma. O'ndan öyle bir ricayla ricacı ol ki,
korkun daha fazla olsun. Oğlu şöyle demişti: Bunu nasıl başarabilirim? Benim
sadece bir kalbim var.
Lokman (as)
şu cevabı verdi: Bilmez misin ki mümin iki kalpli gibidir. Biriyle korkarken
diğeriyle ümit eder?" Bundan çıkarılan anlam, korku ve ricanın müminin iki
sıfatı olduğu ve hiçbir müminin kalbinin bunlardan hali kalamayacağıdır. Bu
şekildeki mümin de iki kalpli olacaktır.
Ayrıca şunu
da bilmek gerekir ki insanlar dört tabaka üzere yaratılmışlardır. Bu
tabakalardan her birinde bir zümre yaşar. Bunlardan biri mümin olarak yaşar ve
mümin olarak ölür. Bunların rica ve ümitleri hem kendileri, hem de diğer
müminler içindir. Çünkü Allah Teala onlara lütufta bulunduğu zaman,
üzerlerindeki nimetini tamamlamasını ve nimetini çekip almamasını rica
ederler.
İnsanlardan
bir zümre de mümin olarak yaşayıp kafir olarak Ölürler. Bunlar hem kendileri
hem de başkaları için korku duyarlar. Çünkü Allah Teala'nın kendileri
hakkındaki sabık ilmi gereği olan gaybi hükmünü bilirler.
İnsanların
diğer iki zümresi ise, kafir olarak yaşayıp mümin olarak ölenler ve kafir
olarak yaşayıp kafir olarak ölenlerdir. Bu iki hüküm, müşrikler için ikinci
ricalarını gerektirir. Çünkü onu gördüklerinde, zahiri görünüme bakarak ümitsizliğe
kapılmazlar. Bu ümidin korkusu, kişinin bu hal üzere ölmesi olarak görülen
ikinci bir korkudur. Bunun, Allah katında hakikat olması mümkündür.
Müminin bu
dört hükmü de bilmesi, ona korku ve rica hallerini birlikte kazandırır.
Böylelikle durumu da dengelenmiş olur. Çünkü onun imanı, bu bilgiyle
dengelenmiştir. O, insanlar hakkında zahire göre hüküm verirken, insanların
vicdanlarını gaybları bilici olan Allah'a havale eder. Hiçbir kul hakkında,
zahirine bakarak kesin kötü hükmü vermeyerek, Allah Teala nezdinde onun için
gizli olan hayrı rica ve ümit eder. Ne kendisi, ne de başkası için zahire bakarak
iyiliğe hükmetmez. Bilakis Allah katında bir kötülüğün gizlenmiş olmasından
korku duyar.
Mükemmel
olan hal, kulun kendisi için korku duyarken başkaları için ümitvâr ve ricacı
olmasıdır. Çünkü bu, müminlerin hüsnü zan sahibi olarak ibadet etmelerinden
önceki vecdidir. Onlar bu şekilde bütün insanlara karşı hüsnü zan besler,
kaplerinin selim olduğuna hükmederek onlar için bahaneler bulurlar. Gaybi hususları
ise, işlerin kendisine döndüğü Allah Teala'ya havale ederler.
Kendileri
hakkında ise sürekli kötü zan beslerler. Çünkü kendi sıfatlarını bilir ve bu
yüzden kendilerine eleştiri yağdırırlar. Kendilerine karşı şefkatli olmak için
kötü sıfatlarına ve bahanelere dayanmazlar. Korku, onlar için kendilerini
aklamak olamaz. Bu iki hususun aksini taşıyanlar, tuzağa düşerek kendileri
hakkında hüsnü zan beslerken başkaları hakkında kötü zanda bulunur ve başkaları
için korku duyarken, kendileri için ricacı ve ümitvâr olurlar. Kendileri için
bahane bulucu ve gerekçe bulucu olurken, başkaları için kınayı-cı ve eleştirici
olurlar. Bu ise münafıkların ahlakmdandır.
Rica ehli
için makamlarından bir hal sözkonusudur. Bu hal için de ricalarından bir alamet
vardır. Rica edilenin müşahedesi noktasında ricanın alameti, amellere devam ve
Allah'a güzelce yaklaşarak nafile ibadetlere yaklaşmayı hızlandırın ası dır.
Çünkü o, Rabbi-ne karşı hüsnü zan sahibidir ve ondan güzellik ümit eder. Allah
Teala da, kendisinden bir lütuf olarak emrettiği salih amelleri kabul buyurur.
O, bunu kendisine vacip olduğu ve ya hakettiğimiz için değil kerem sahibi
olduğu için yapar. Yine O, kulunun yaptığı kötü işleri kefaret eder. Bunu da
kendinden bir ihsan, lütuf ve bize olan şefkatinden dolayı yapar. Çünkü O, çok
yüce ahlak ve gizli lütuflar sahibidir. Bütün bunları, kendisine gerektiği için
değil, O'na duyulan hüsnü zandan dolayı yapar.
Bu meyanda
Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Kim bir günah işler ve bu günahı işleme
gücünü Allah'ın verdiğini bilerek O'nun bağışım rica ederse, Allah Teala onun
günahını bağışlar. Yine o şöyle demiştir: "Allah Teala bir kavmi
ayıplayarak şöyle buyurmuştu: "İşte bu, sizin Rabbiniz hakkındaki
zannmızdır. Onu size geri çeviriyorum". Allah Teala benzeri bir vesilede
şöyle buyurmuştur: "Ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma
uğramış bir kavim oldunuz". (Fetih/12) Allah Teala'mn bu hitabından
çıkarılacak delil, güzel zanda bulunanların kurtulanlardan olacağıdır. Bir
başka rivayette şöyle denilmektedir: "Kim bir günah işler ve bu onu üzerse,
bağışlanma dilemese dahi günahı bağışlanır".
Yakin
makamlarının diğerleri gibi rica makamında da farz ve fazilet olan kısımlar
vardır. Kula farz kılınan, Rabbi, Yaratanı, Mabudu ve Rızık Vereni olan Allah
Teala'dan ricacı ve ümitvâr olmasıdır. Kul bunu, kendi sıfatlarına bakarak
değil, Allah Teala'mn lütuf ve keremini düşünerek yapmalıdır.
Sehl (ra)
şöyle derdi: Kim Allah Teala'dan bir şey rica eder ve kendi nefsiyle yaptığı
amellere bakarsa karşılık göremez. Ta ki yalnız Allah Teala'ya, O'nun lütuf ve
keremine bakmcaya kadar. İşte o zaman karşılığı yakinen görür. Hayret o kimseye
ki Allah Teala'dan bir şey diler, arzular ve ricacı olurken kendi nefsine ve
amellerine bakar. Böyle biri, ricasında samimi değildir. Çünkü o, kendi
yaptıklarına bakmakla Allah'a ortak koşmaktadır. Samimi olmadığı zaman da, tam
inanmış olmayacaktır. Allah Teala ise, ancak kabul edileceğine yakinen inanan
kullarının dua ve amellerini kabul buyurur. Kul, tevhide şahit olup vahdaniyete
nazar ettiğinde, ihlas ve yakin sahibi olmuş olur. Bir hadiste de bu husus
teyid edilmiştir: "Dua ettiğinizde kabule yakinen inanınız. Çünkü Allah
Teala ancak yakin sahibinin ve kalpten açık olarak dua edenin duasını kabul
eder". Zira Allah Teala tarafından kendisine dua etmekle görevlendirilen
kişi için Allah Teala bir ibadet kapısı açmış demektir.
Bir hadis-i
şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Dua, ibadetin yarısıdır. Allah Teala
duanın ancak halis olanını kabul eder". Allah Teala'mn dua karşılığında
verdiği şeylerin en azı, bir hasene olup Allah Teala onu da on kattan yediyüz
kata kadar arttırmaktadır. Verdiği şeylerin en üstünü ise, ahiret hayatında
onun için bütün dünyadan daha hayırlı bir gelecek hazırlamasıdır ki orada
verileceklerin biri dahi onun aklından geçemez. Bu da Allah Teala'dan o kul
için güzel bir bakış ve tercihtir: Verdiği karşılıkların ortancası ise, kulun
bilmesi halinde geri dönmesinin kendisi için daha önemli ve kendisi için
istediği şeyden daha hayırlı olacak bir beladan uzak tutulmasıdır.
Allah Resulü
(sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Dua eden hiç kimse
yoktur ki, günaha götüren ve aile bağını koparan bir konu olmadıkça kabulüne
yakinen inandığı bir dua etmesin de Allah Teala kendisine şu üçünden birini takdir
etmesin: Ya istediği hususla ilgili duasını kabul eder. Ya onu bir kötülükten
uzak tutar. Veya ahirette kendisi için daha hayırlı bir şey hazırlar".[6][32]
Musa (as)
ile ilgili nakledilen haberler arasında onun şu sözü geçmektedir: "Ey
Rabbim, yarattıklarından hangisine karşı daha gazaplısmdır? Allah Teala buyurdu
ki: Takdirime rıza göstermeyen ve bir işte Bana istihare edip işini görecek
kararı ilham etmeme rağmen bundan hoşlanmayandır".
Başka bir
haberde ise şu ifade yeralmaktadır: "Ey Rabbim, Sana ne en sevimli ve ne
de en kızdırıcı gelen nedir? Allah Teala buyurdu ki: Benim takdirime rıza
göstermek Bana en sevimli gelendir. Beni en çok kızdıran ise, kendini
övmendir".
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü'nün (sav) kendinden öğüt isteyen bir adama şöyle
buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala'yı senin için takdir ettiği bir
şeyle ilgili olarak suçlama"[7][33]Bir
başka hadis-i şerifte ise şu olay nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav)
gökyüzüne baktı ve gülümsedi. Kendisine bunun sebebi sorulduğu zaman şöyle
buyurdu: Allah Teala'mn mümin için takdir ettiği herşeyde onun için hayır
bulunmasına şaştım. Yararlı bir şey takdir ettiğinde mümin buna rıza gösterir
ve bu kendisi için hayır olur. Mümin için zararlı bir şey takdir ettiğinde de
yine rıza gösterir ve bu kendisi için hayır olur". Allah Teala'ya karşı
hüsnüzan içinde olmanın bir şekli de, O'na karşı daima zillet içinde olmaktır.
Bu, Allah Teala'ya yönelik arzunun gücünü gösterir. Bir hadis-i şerifte şöyle
buyrulmaktadır: "Allah Teala'ya karşı hüsnüzan sahibi olmak, O'na
kulluğun güzelliğindendir".[8][34]
Allah
Teala'nm "Adem, Rabbinden kelimeleri aldı ve Allah da onun tevbesini kabul
etti" (Bakara/37) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da şu nakledilir:
"Adem (as) dedi ki: Ey Rabbim, şu işlediğim günah kendimden kaynaklanan
bir şey miydi, yoksa beni yaratmazdan önce Senin ilminde varolup da
gerçekleştirdiğin bir şey miydi? Allah Teala buyurdu ki: Benim ilmimde varolup
senin için yazdığım bir şeydi. Bunun üzerine Adem (as), 'Öyleyse bana onu takdir
ettiğin gibi ondan dolayı da beni bağışla' dedi. Tefsirde Adem'e (as) verilen
kelimelerin işte bunlar olduğu söylenmiştir.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala Kıyamet günü
kuluna şöyle buyuracaktır: Çirkin olan nıün-keri gördüğünde onu çirkin
görmekten seni meneden nedir? Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer Allah
Teala kuluna delilini telkin etmişse kul şöyle der: Ey Rabbim, ben Sen'den
ricacı oldum ve insanlardan korktum. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Öyleyse
seni bağışladım' buyurur". Meşhur bir rivayette şu olaya yer verilmiştir:
"Bir adam insanlara borç verir, onlara karşı hoşgörülü davranarak zorda
olanları bağışlardı. Bu adam hiç bir hayır işlemeden Allah Teala'mn huzuruna
çıktı. Allah Teala ona 'Senin dünyada yaptığını Biz daha iyi yaparız'buyurdu
ve gerek ricacı oluşu, gerekse Kendi hakkındaki hüsnüzanm sebebiyle günahlarım
bağışladı"[9][35]
Rica ehli,
ricanın faziletleri noktasında farklı derecelere sahiptirler. Onlar arasında
mukarrebun zümresinde bulunanlar, bildikleri ve marifetleri ona erdiği için,
sıfatların manalarının tecellisi, mücalese ve yakınlıkta nasibibin en büyüğünü
rica ve ümit ederler. Ashab-ı yeminden olan rica ehli de, O'nun vaadine iman
ettikleri için Allah Teala'mn sevabından en büyük payı ve bağışından en büyük
dilimi rica ve ümit ederler.
Yüreklerin
güzel amellerle genişlemesi, bunları kaçırma korkusuyla yapılmasında acele
edilmesi ve kabulünün ümid edilmesi de rica babından sayılır. Aynı şekilde
kötülükleri terketmek, nefsle mücahedede bulunmak da rica kabilindendir. Çünkü
bunlarda va-adedilenin gerçekleşmesi ve merhamet sahibi Hak Teala'ya yakınlaşma
ümidi mevcuttur. Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Teala bu meyanda şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak ki iman eden ve Allah yolunda hicret ve cihad
edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini rica ederler". (Bakara/218)
Allah Resulü
(sav) bu ayet-i kerimenin tefsirini yaparken cihad ve hicretle ilgili olarak
şöyle buyurmuştur: "Muhacir, kötülüğü ter-keden, mücahid de Allah uğruna
nefsiyle cihad eden, Mabud'un hizmeti olan namazı ikame eden, gizli-açık, az
veya çok malı Allah yolunda sarfeden ve dünya ticaretinin kendisini meşgul
etmesine izin vermeyen kimsedir".[10][36]
Allah Teala,
tahkik sahibi rica ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki
Allah'ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli
açık infak edenler, asla zarar etmeyecek bir ticaret umarlar". (Fatır/29)
Gecenin
ilerleyen saatlerinde kunut etmek de rica babmdandır. Kunut, teheccüd namazında
kıyamı uzatmak ve kalbe dolan endişe ve korkulardan dolayı yataklardan
uzaklaşıldığmda bolca dua etmektir. Allah Teala işte bu sebeple rica ehlini
vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde
ederek ve kıyama durarak gönülden itaat eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin
rahmetini rica eden gibi midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?" (Zümer/9)
Görüldüğü
üzere, rica ve sakınma ehliyle gecenin geç saatlerinde teheccüde kalkanlar
ilim sahipleri olarak adlandırılmaktadır. Bu ayetin siyakından çıkarılan bir
delil de; Allah Teala'dan korkmayan ve O'na ricacı olmayan kimsenin ilim
sahibi olamayışıdır. Çünkü ayet, anılan iki zümre arasında eşitliği
reddetmektedir. Bu; delaletin kafi oluşundan dolayı sıfatlardan birinin zikriyle
yetinile-rek haberin hazfedildiği ifade türünün de bir örneğidir.
Rica ve
ümit, mukarrebun zümresi nezdinde yakin makamlarının ilkidir. O, sıddıkların
sıfatları arasında da en açık olandır. Şu sıfatlar kendinde toplanmadıkça
hiçbir kulun kalbinde kemale erip sahibi tarafından kesin olarak bilinemez:
Allah Teala'ya iman; O'nun için hicret etmek; O'nun için cihad etmek, Kur1 an
okumak; Namaz kılmak; Allah rızası için infak etmek; Gece saatlerinde secdeye
varmak, kıyam etmek ve sakınmak. Rica ehlinin sıfatlarının tamamı olan bu
hususlar, aynı zaman da yakin sahiplerinin hallerinin de ilkini oluşturur.
Bilahare bu
noktada uzuvlar ve kalp vasıtasıyla yapılan zahiri ve batini ameller artmaya
başlar. Çünkü nurlar, ilimler ve mevcut sıfatlara ilişkin gaybi keşifler
artmıştır. Sözü hülasa etmek gerekirse, korku ve rica, iki ayrı makama götüren
iki ayrı yoldur. Korku, ilim makamına götüren alimlerin yolu, rica ise amel
ehlinin makamına götüren âmillerin yoludur.
Allah Teala,
korkuyla beraber hissettikleri rica ve ümidin kuvvetinden dolayı rica ehlini
salih amellerle birlikte zikretmiştir. Bu, onların ümitlerindeki sadakati
olgunlaştırmakta ve bundan duydukları büyük sevinci kemale erdirmektedir.
Allah Teala bu me-yanda şöyle buyurmaktadır: "Vermekte olduklarım kalpleri
ürpere-rek verenler". (Mü'minun/60) Allah Teala, onların vefakarlıklarını
ve salih amellerini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Biz doğrusu
daha önce ailemiz için de endişe edip korkanlardık. Şimdi Allah bize lütufta
bulundu". (Tur/26-27) Yine O şöyle buyurmaktadır: "Adaklarını yerine
getirir ve bir günden korkarlar" (İnsan/7)
Korku, rica
ile çok yakından irtibatlıdır. Ricanın hakikatma eren kişi, rica ve ümit ettiği
şeyin engellenmesi korkusuyla mücadele etmeye başlar. Arap dilbilimciler,
"İman etmekte olanlara de ki: Allah'ın onları kazanmakta olduklarıyla
cezalandırması için, Allah'ın günlerini ümit etmeyenleri (şimdilik)
bağışlasınlar" (Casi-ye/14) ayet-i kerimesinin anlamı hakkında şöyle
derler: Yani Allah Teala'nm cezalarından korkmayanlar.
Allah Teala
rica ehlinden olmayanlar için böylesine bağış talebinde bulunursa, rica ve
ümit ehli olanlar için nasıl bir bağış ve lütufta bulunacağını tahmin etmek
hiç de zor değildir.
Bir zat,
Allah Teala'nm "Oysa siz, onların ümit etmediklerini Allah'tan ümit
ediyorsunuz" (Nisa/104) buyruğunun anlamı hakkında şöyle demiştir: Yani
onların korkmadıkları hususlarda Allah'tan korkarsınız. Korku ve rica alimlere
göre tek bir şeyi ifade ediyor olmasalardı, hiçbir alim bu kelimelerden birini
diğeriyle tefsir etmezdi.
Halvetlerde
Allah Teala'ya ünsiyette bulunmak da ricanın şekil-lerindendir. Allah Teala'ya
ünsiyet; alimlere ısınma, evliyaya yakınlaşma, hayır ehlinin meclislerini
paylaşarak yalnızlıktan kurtulmak ve öyle kimselerin yanında yürek ferahlığı
bulmaktır.
İyilik ve
takva üzerinde yardımlaşmanın nefse yönelen ağırlığının kalkması da ricanın
şekillerinden biridir. Çünkü bunda amellerin tadının alınması, amellerde acele
etme, amel sahiplerinin onlara teşviki, kaçırılmalarından dolayı üzüntü duyma
ve idrak etme halinde sevinme gibi hususlar sözkonusudur.
Bu babda
Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
"İyiliği kendini sevindiren, kötülüğü de kendini üzen kimse
mümindir".[11][37]
Bir diğer hadisinde ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetimin hayırlıları, iyilik yaptıklarında sevinen, kötülük
yaptıklarında ise mağfiret dileyenlerdir".[12][38]Çünkü mümin;
işinde yakini iman, dininde basiret sahibidir.
Korku ve
rica, Allah Teala'ya yakini olarak iman eden kimsenin sıfatlarıdır. Böyle biri
iyi bir amelde bulunduğu zaman, Allah Tea-la'nın vaadinin doğruluğundan ve vaat
sahibinin kereminden dolayı sevabı kazandığına yakinen inanır. Bir kötülük
yaptığında ise onun çirkinliğini yakinen bilerek bundan dolayı Allah Teala'nm
gazabına uğramaktan korkar. Çünkü o, Allah Teala'nm azap vaadinden korkmakta
ve Vaatte bulunanın ululuğunu iyi bilmektedir.
Müminin
Allah'ın taatine girmesi, O'nun muhabbet ve rızası dairesine girmesidir. Çünkü
ilim buna delalet etmektedir. Allah Teala'nm dünya hayatındaki rızası böyle
olunca, hangi kul O'nun rızasından dolayı mutlu olmaz. Kulun masiyet ve günaha
girmesi ise, Allah Teala'nm gazab ve hoşlanmayışı dairesine girmesidir. Çünkü
ilim buna delalet etmektedir. Bu da mümini üzer. Zira Allah Tea-la'nın
kendisine isyan edene bugün gazap etmesi, yarın azap etmesi demektir.
Söz
sahiplerinin en doğrusu Hak Teala bu babda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
gazaplanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazaplanmanızdan daha
büyüktür" (Mümin/10). Ayetin tefsirinde şöyle denilmektedir: Cehennemde
yananlar, ateşte bozulan bedenlerine baktıkları zaman kendi kendilerine
gazaplanacaklar, o anda kendilerine şöyle nida edilecektir: Allah Teala'nm
dünya hayatında emrine uymayanlara olan gazabı, bugün azap içindeki sizlerin
kendinize yönelik gazabınızdan çok daha büyüktür.
Allah
Teala'nm rızası da ahirette sevdiği kullarının cennetlerde nimetlere boğulması
şeklinde tezahür edecektir. O'nun dünya hayatındaki rızası ise, kullarının
O'nun rıza ve itaati dairesinde amel etmeleridir. Bu da, yakin ilmini
keşfetmesi istenen kulun bir özelliğidir. Bu babda, Zeyd el-Hayl'la ilgili şu
hadisi zikretmemiz gerekir: "O, Allah Resulü'ne (sav) 'Sana şunu sormak
için geldim: Allah Teala'nm murad ettiği kulla murad etmediği kul hakkındaki
alameti nedir?' Allah Resulü (sav) ona 'Nasıl oldun?' diye sordu. O da şu
cevabı verdi: 'Hayrı ve hayır ehlini seven biri oldum. Hayır adına bir şeye
gücüm yettiğinde ona koşarım ve sevabına yakinen inanırım. Hayır adına bir
şeyi kaçırdığımda ise onun için üzülür ve özlemini hissederim'. Bunun üzerine
Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'İşte bu, Allah Teala'nm murad ettiği
kuldaki alametidir. Eğer O, senin için ahireti murad etmişse, seni ona hazırlar
ve senin hangi vadide öleceğini umursamaz".
Allah
Teala'ya güzellikle yönelmeye devam edip O'na yakarmaktan tad almak, O
Karib'in sözlerine güzelce kulak verip O Ha-bib'e karşı zillet ve teslimiyet
içinde olmak, güzel bir af ve bol lütuf hususunda O'na karşı hüsnüzan sahibi
olmak da rica kapsamına girer. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevhidin bir
nuru, şirkin ise bir narı/ateşi vardır. Tevhidin nuru, müminin günahlarını
yakma noktasında, müşriğin iyiliklerim yakması noktasındaki şirk ateşinden
daha tesirlidir.
Süleyman
et-Teymi ölüm döşeğine düşünce oğluna şöyle der: 'Ey oğlum, bana ruhsatlardan
sözet, rica ve ümidi sürekli hatırlat ki Rabbim'e hüsnüzan dolu olarak
kavuşayım'. Süfyan-ı Sevri de (ra) kendisine ölüm yaklaştığı zaman alimleri
çevresine toplamış ve onun için ricacı olmalarım istemiştir. Ahmed b.
Hanbel'den de (ra) şu hadise nakledilmiştir: Vefatı yaklaştığı zaman oğluna
şöyle demiştir: Bana, içinde rica ve hüsnüzan ifadeleri bulunan hadisleri
hatırlat.
Rica ve
Allah Teala'ya karşı hüsnüzan beslemek, makamların en yücelerinden olmasaydı,
sözkonusu alimler, hayatlarının son demlerinde, ölümün eşiğinde ve Mevla'ya
kavuşma anında bunları talep etmezlerdi. Onlar bu makamların yüceliğini
bildikleri için, hüsnü hatimelerinin bunlarla olmasını istemişlerdir. Onlar
hayatlan boyunca Allah Teala'dan hüsnü hatime yani en güzel sonu niyaz etmiş
kimselerdir.
Rica ve
ümidin bu derece yüksek bir öneme sahip olmasından dolayı şöyle denilmiştir:
Hayat sürdükçe korku daha faziletlidir. Ölüm yaklaştığında ise rica ve ümit
daha faziletlidir. Yahya b. Mu~ az (ra) rica makamları hakkında şöyle derdi:
Tevhidle dolu bir saat, elli yılın günahını bertaraf ederse, elli yıllık
tevhid günahları acaba ne yapar? Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Korku, ancak
rica ehline sahih olur. Yine o, bir defasında şöyle demişti: Korkanlar dışında
bütün alimler mahrumdur. Rica edenler dışında bütün korku sahipleri mahrumdur.
O, ricayı muhabbet makamları arasında sayardı. Rica, ulema nezdinde muhabbet
makamlarının ilkidir. Kul, muhabbet makamında, rica ve hüsnüzanmndaki yükselmeye
paralel olarak yükselebilir.
Allah Resulü
(sav) rica hakkında öyle hadisler buyurmuştur ki, bunları müslümanlarm avamına
zikretmek doğru olmaz. Ama şu hadisleri zikredebiliriz: Allah Resulü (sav)
buyurdu ki: "Allah Teala rahmetinin büyüklüğünden dolayı cehennem için
öyle bir kamçı yaratmıştır ki, bununla kullarını cennete sevkeder".
"Ben kulları, onlar aleyhinde kazançlı çıkmak için değil, onların Benim
aleyhimde kazanzçlı çıkmaları için yarattım".
Ata b.
Yesartn Ebu Said el-Hudri'den (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif ise
şöyledir:"Aliah Teala hiçbir şey yaratmamıştır ki ona galip gelecek bir
şey yaratmamış ve rahmetini de gazabını aşacak kılmış olmasın". Meşhur bir
hadis-i şerif de şöyledir: "Allah Teala, varlıkları yaratmadan önce kendi
üzerine 'Rahmetim gazabımı bastıracaktır1 esasını farz kılmıştır"[13][39]
Muaz b.
Cebel (ra) ve Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen meşhur hadislerden
bazıları da şöyledir: "Kim 'Allah'dan başka ilah yoktur1 derse cennete
girer. Kimin son sözü 'Allah'dan başka ilah yoktur1 olursa ona ateş dokunmaz.
Kim Allah Teala'ya O!na ortak koşmamış olarak kavuşursa ateş ona haram kılınır.
Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan da cehenneme girmez".[14][40]
Başka bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer kafir Allah
Teala'nm rahmetinin genişliğini bilseydi, hiçkim-se O'nun rahmetinden ümidini
kesmezdi".
Allah Teala,
mucizelerin gösterilmesinden sonra işlenen günahların en büyüklerini dahi
güzellikle bağışlayacağına dair şöyle buyurmaktadır: "Açık deliller
geldikten sonra buzağıyı (ilah) edindiler. Biz de bunu affettik".
(Nisa/153)
Allah Teala,
onlar hakkındaki hükümlerinin kesinliğini ve iradesinin haklarında cari
olduğunu öğreten bir tarzda ifade ettiği ince hitabında şöyle buyurmuştur: "Size
apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah gerçekten
üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir". (Bakara/209) Allah Teala o kadar
Aziz ve Üstündür ki O'na ancak kendisiyle ulaşılır.
Hakim yani
hüküm sahibidir ve kullarına kendi iradesiyle hükmetmektedir. Allah Teala
bundan sonra bütün günahları bağışlayacak ve hiçbirşeyi önemsemeyecektir.
Nitekim alemlere üstün kıldığı kimseler hakkında da böyle hükmetmiştir. Bu
babda inkar edenlerin sözleri, onlara zarar vermemiştir. Onlar Musa'ya (as)
şöyle demişlerdi: "Onların ilahı olduğu gibi bize de bir ilah yap".
(A'raf/138) O da kendilerine cevaben şöyle demiştir: "Sizi alemlere üstün
kılmışken sizler için Allah'tan başka bir ilah mı arayayım?". (A'raf/140)
Harun (as) da kendisine, Teygamberinizin ölümünden sadece otuz yıl geçtikten
birbirinizi kılıçla vurmaya başladınız' diyen Calut'a işte bu manada 'Sizler
de henüz ayaklarınız daki deniz suyu kurumadan Musa'ya (as) 'Onların ilahı
olduğu gibi sen de bize bir ilah yap' demiştiniz' diyerek karşılıkta
bulunmuştur.
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "İnsanlara Ilah'mızı
anlatırken korkutacak ve soğutacak şekilde konuşmayın". Başka bir hadis-i
şerifinde ise şöyle buyurmaktadır: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin,
kolaylaştırın zorlaştırmayın"[15][41]Allah Resulü
(sav) müslümanlara vaaz ederken de şöyle buyururdu: "Eğer benim
bildiklerimi bilseniz, az güler ve çok ağlardınız".[16][42]
Cebrail
(as), Allah Resulü'ne (sav) indi ve şöyle dedi: "Allah Teala buyurdu ki:
Kullarımı niçin ye'se düşürürsün? Bunun üzerine Allah Resulü (sav) insanların
arasına çıktı ve onlara rica ve ümidi telkin ederek teşvik etmeye başladı.
Allah Resulü
(sav) "Muhakkak ki kıyamet gününün sarsıntısı büyük bir şeydir"
(Hac/l) ayet-i kerimesini okuduğu zaman çevresindekilere 'Bu günün hangi gün
olduğunu bilir misiniz? Bu, Adem'e (as) Kalk ve soyundan ateşe nasip olanları
gönder, denileceği gündür. Adem (as) 'Kaç tanesini?' diye sorduğunda kendisine
şöyle denilecektir: 'Her 1999 kişi ateşe, bir kişi cennete' buyurmuştu. O gün
müslümanlar hep ağlaştılar. İşi gücü bıraktılar. Bunun üzerine Allah Resulü
(sav) halkın arasına çıktı ve 'Size ne oluyor? Sizin diğer ümmetler içindeki
sayınız, kara bir öküzün üzerindeki tek bir beyaz bir kıl kadardır".
Meşhur bir
hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer siz
günah işlemezseniz, Allah Teala günah işleyen başka bir halk yaratacaktır ki
onları bağışlayabilsin". Bu hadisin bir diğer lafzı ise şöyledir:
"Sizi götürecek ve ve günah işleyen bir kavim getirerek onları
bağışlayacaktır. Muhakkak ki Allah çok bağışlayan ve çok merhametli
olandır".[17][43]
Allah Teala,
mağfiret ve merhamet sıfatlarına sahip olduğu için, bu sıfatları izhar
edebileceği vaziyeti yaratacaktır. O'nun bu sıfatlarla nitelenmesi ancak bu
şekilde mümkün olabilecektir. Marifet ilminde de bununla ilgili olarak şöyle
denilmiştir: Allah Teala'nm her isminde bir sıfatı, her sıfatında da bir fiili
sözkonusudur. Marifetin sırrı da bunda gizlidir. Havassın marifeti de burdan
çıkar.
İbraKım b.
Edhem'den (ra) şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Bir gece Kabe'yi tavaf
ediyordum. Çok yağmurlu ve çok karanlık bir geceydi. Kapının girişinde durdum
ve şöyle dedim: 'Ey Rabbim, beni Sana asla karşı gelmeyecek şekilde günahtan
uzak tut'. Kabe'nin içinden bir ses şöyle dedi: Ey İbrahim, sen Ben'den masumiyet
istiyorsun. Bütün mümin kullarım da Ben'den bunu istiyorlar... Eğer onları
masum kılarsam, Ben kime lütufta bulunacak,.kimi bağışlayacağım?!". . -
-
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: "Eğer mümin hiç günah işleme-seydi, bir kuş
gibi uçardı. Ama Allah Teala onu günahlarla tartaklamıştır". Bir hadiste
de Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Eğer günah
işlemezseniz, başınıza günahlardan daha kötü bir şeyin gelmesinden korkarım.
Bunun üzerine 'O nedir?' sorulmuş ve Allah Resulü (sav) 'Övünmedir5
buyurmuştur". Yemin olsun ki, övünme azgın nefsin sıfatlarından biridir.
Övünme,
bütün amelleri boşa çıkaran bir sıfattır. O, kalbi fiiller arasındaki en büyük
günahlardandır. Günahlar ise şehvani nefsin davranışlarmdandır. Şehvetine
düşkün bir kulun, nefsi şehvetlerden onuna müptela kılınması, kendisi için
nefs sıfatlarından birine müptela kılınmasından daha hayırlıdır ki bu sıfatlara
Örnek olarak; kibir, övünme, azgınlık, haset, methedilme arzusu ve hatırlanmayı
istemeyi zikredebiliriz. Çünkü bunlarda Rububiyet sıfatlarının bazı
anlamlarıyla iblis ahlakının izleri mevcuttur. İblis de bu sıfatlarından dolayı
helak olmuştur. Nefsani şehvetler ise, yaratılıştan gelen sıfatlardır. Adem de
(as) bu sıfatlardan dolayı Rabbinin emrine karşı gelmiş ve daha sonra Rabbi
tarafından seçilerek tev-besi kabul edilmiş ve hidayete ermiştir.
Bişr b. Hars
şöyle derdi: "Nefsin övülmeye meyletmesi, onun için günahlardan daha
zararlıdır". Yusuf b. Hüseyin kadınsı davranan bir erkek gördü ve
kendisini aşağılayarak ondan yüz çevirdi. O kişi, ona dönerek şöyle dedi: Sen
de mi? Oysa seninki sana yeter. Yusuf adamın sözünden korktu ve 'Ne
biliyorsun?' diye sordu. Adam da şöyle dedi: Çünkü sana göre sen benden çok
hayırlısın. Yusuf adamın sözünün maksadım anladı ve tevbe ederek istiğfarda
bulundu.
Arifler
zümresinden ricacı bir zat Bakara süresindeki borçla ilgili bir ayet-i
kerimeyi okur ve onunla sevinerek mutlu olurdu. O ayeti okudukça rica ve ümidi
daha da artardı. Kendisine bu ayet-i kerimede ümidi ve bununla sevinmeyi
gerektirecek bir ifade bulunmadığı söylendi. O da, 'Hayır, bu ayette çok büyük
bir rica ve ümit mevcuttur' dedi. Diğerleri 'Nasıl oluyor?' diye merakla
sordular. O şu cevabı verdi: 'Dünyanın tamamı çok azdır. İnsanın oradaki rızkı
ise azdan azdır. O'nun rızkından olan bu borç da azdır. Allah Teala buna rağmen
borç konusunda ihtiyatlı davranmıştır. Bana bakışında ise yumuşak olmuş ve
benim borcumu, şahitler ve yazıyla teyid ederek onun hakkında Kitab'mdaki en
uzun ayet-i kerimeyi inzal etmiştir. Bu borcu kaçırmak pek önemli değil.
Halbuki kendime karşı hiçbir telafide bulunamayacağım ahirette bana layık
göreceği son nasıl olabilir?"
Rica
ehlinden bir zat, Allah Teala'mn "Oysa onların hiç hesaba katmadıkları
şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır" (Zü-mer/47) buyruğunu
okuduğu zaman bununla, Allah Teala'dan dünyada asla hesap etmediği ihsan,
cömertlik ve iyilik nişanelerini ümit ediyordu.
Cüneyd-i
Bağdadi şöyle derdi: Allah Teala'mn kereminden bir pınar kaynadığında kötülük
edenler bile iyilik sahiplerine katılacaklardır". Bu anlamda rivayet
edilen bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah Teala Kıyamet günü
hiçkimsenin aklına gelmeyecek bir bağışta bulunacaktır. Öyle ki iblis bile bu
mağfiretten nasiplenebilmek için rica ve ümidini uzun süre koruyacaktır.
Bir hadis-i
şerifte ise Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Muhakkak ki Allah Teala'mn 99 rahmeti vardır. O, bu dünyada sözkonusu
rahmetlerinden yalnız birini izhar etmiştir ve bütün yarattıkları O'nun bu
rahmetiyle merhamet görmektedirler. Anne kendi çocuğuna, hayvan da yavrusuna bununla
şefkat göstermektedir. Kıyamet günü geldiğinde bu bir rahmet de, 99 rahmete
katılacak ve Allah Teala rahmetinin tamamını yarattıklarına yayacaktır. Bu
rahmetlerden her biri gök ve yer katlarını kaplayacak kadar geniştir. O gün
helak olan dışında hiç kimse Allah Teala sebebiyle helak olmayacaktır".
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Allah Teala kıyamet günü bir kulu için bağışladığı günahı,
onu işleyen bütün kulları için bağışlayacaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Amel edin ve müjdeleyin. Ve bilin ki, hiç kimseyi kendi ameli
kurtarmayacaktır".[18][44]O,
başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Sizden hiçbirini işlediği
amel cennete sokmayacağı gibi, cehennemden de kurtaramayacaktır. Bunun üzerine
Sahabe, 'Seni de mi ey Allah Resulü?' diye sordular. Allah Resulü şöyle
buyurdu: Evet, Allah Teala rahmeti ve lütfuyla sarmadıkça beni de".[19][45]
Allah Resulü
(sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Şefaatimi, ümmetimden
büyük günah sahiplerine sakladım".[20][46]Bu hadisin
diğer bir lafzı da şöyledir: "Şefaatimin saf ve takva sahipleri için mi
olduğunu sanırsınız? Aksine o, kirlenmiş ihlaslılar içindir".[21][47]
Allah Resulü
(sav), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya (ra) öğütte bulunarak
şöyle demişti: "Kolaylaştırın, zorlaş-tırmaym, müjdeleyin nefret
ettirmeyin".[22][48]
Müminlerin
Allah Teala'nm keremini, gizli ve açık lütuflarını bilmeleri, onları O'na karşı
ümitvar olmaktan uzaklaştırmadığı gibi ricadan geri kalmalarına da yol açmaz.
O'na karşı besledikleri hüsnüzan da böyle davranmalarına neden olmaz. Aynı
zamanda korkuları da aşırı derecede artarak rahmetinden ümitsizliğe kapılmalarına
sebep olmaz. Çünkü müminler, Allah Teala'nm ceberut ve ululuğunu ve herşey bir
yana Korkulan olduğu gibi Sevilen olduğunu da bilirler.
O'na
duydukları sevgi kendilerini O'na ısındırır ve ümit dolu kılarken, O'ndan
duydukları korku da kendilerini sıkar ve endişelendirir. Allah Teala'nm
ululuğu karşısındaki korkuları bir zevktir. O'nun ululuğu karşısında duydukları
sevgiden istifadeleri de böyledir. Müminler, korku ve muhabbet makamında
mutedildirler. Her ikisini de bilmeleri sayesinde yerlerini sağlamlaştırırlar.
Korku telkin eden ve sevilen Allah Teala'nm müşahedesinde istikamet
üzeredirler. Bu makam da, yakin ehli ariflerin vasıflarının bulunduğu
makamdır. Bunlar, kemal-ı iman sahiplerini ve yakin ehlinin havassımn
seçkinlerini teşkil ederler. Çünkü onlar, Allah Teala'nm tüm sıfatlarında Kamil
olduğunu ve sıfatları noktasında O'na hiçbir eksikliğin uzanmadığını iyi
bilirler.
Rahmet,
ancak ilmin genişliğindendir. İlim ise güç ve kudretin genişliğidir. Müminler,
Allah Teala'nm kelamından duydukları arasında 'O'nun ilim ve kudret sahibi
olduğuna ' (Fatır/44) şahit olmuşlardır. Yine O şöyle buyurmaktadır:
"ilim ve rahmet bakımından herşeyi kuşattın". (Mümin/7) Bazıları da
Allah Teala'nm "Rahmetim herşeyi kuşattı" (A'raf/156) buyruğundan,
cehennemin boşalacağı anlamını çıkarmışlardır. Onlara göre şey kelimesi bütün
varlıklar için kullanılması nedeniyle cehennemi ve onun dışmdakileri de
kapsamaktadır.
Allah Teala
bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onu (rahmet) takva sahiplerine
yazacağım". (A'raf/156) Burada rahmetin hususiyeti ifade edilmektedir.
Çünkü Allah Teala onu, 'Yazacağım' buyruğuyla ifade etmiştir. Rahmetin ise
sonu yoktur. Zira o, <Rahim=Merhamet Sahibi' olan Allah Teala'nm sıfatıdır.
O'nun içinse hiçbir smır sözkonusu değildir. Hiçbir şey O'nun hikmet ve kudreti
dışına çıkamadığı gibi hiçbir şey de merhametinden uzak kalamaz.
Cehennem,
eşi görülmemiş ateş ve diğerleri, O'nun azabının özünü ve azabının bütünü
teşkil etmezler. Kim böyle zannederse, Allah Teala'yı bilmiyor demektir. Çünkü
Allah Teala nimet ve mülkünden ancak kullarının anlayabileceği kadarını izhar
ettiği gibi azap ve cezasından da ancak o kadarını açığa çıkarmıştır. İnsanlar
gerek nimet, gerekse azap adına O'nun açıkladıkları dışındakilere tahammül
edemedikleri için bunları izhar etmesi uygun düşmemiştir. Ayrıca onların
kendilerine açıklanandan fazlasını öğrenmeye çalışmaları da yerinde olmaz.
Çünkü Allah Teala'nm nimet ve azabının sonu, O'nun Zatı ile kaim olan mülküyle,
kudret ve saltanatının son noktası demektir ki yaratılmışların hiçbiri, bu
derecede bir bilgiye dayanamaz.
Yine bu,
O'nun sıfatlarının yüceliği ve sonsuz isimlerinin güzelliğidir. Gayblardaki bu
bilgilerin açıklanma imkanı yoktur. Kudretinin nihayeti, ululuğunun sınırı ve
saltanatının bitişi olmayan Allah Teala, her türlü eksiklikten münezzehtir.
Müminler de O'nun "O, hum/yumuş aklık ve mağfiret sahibidir"
(İsra/44) buyruğu ile "O, hilm sahibi ve herşeyi bilendir" (Ahzab/51)
buyruğunu işittiklerinde buna şahit olmuşlar ve şunu öğrenmişlerdir: Mağfiret,
hilm ve yumuşaklığın genişliğine göredir. Hilm ise, ilmin genişliğine göredir.
Onlar Hak Teala'nm hilminin büyüklüğünü gördüklerinde O'nun büyük mağfiretini
ümit ve rica etmiş, günahları sıkça Örtmesini gördüklerinde de güzel affını
ummuşlardır.
Bu meyanda
şöyle denilmiştir: Arş'ı taşımakla görevli Hamele-i Arş melekleri, şu ifadeleri
tekrarlarlar: "Allahım ilminden sonra hilmin üzere Seni teşbih ederim.
Allahım kudretinden sonra affın üzere Seni teşbih ederim". Arifler
zümresindeki rica ehli için, Allah'ın kelamını işittiklerinde türlü anlayışlar
sözkonusudur. Bu da O'nun sıfatlarının manaları hakkındaki ilimlerinin
yüksekliğinden kaynaklanan derin düşüncelerine dayanır.
Her makam
sahibi, Kelam-ı îlahi'ye kendi makamından şahitlik ederken, kendi şahitliğine göre
onu dinler. Bunlar arasında en yükseği, sıddıklarm şahitliğidir. Sonra
sırasıyla, şehitlerin, salihle-rin ve müminlerin havassmm şahitliği gelir.
Bunların hepsi de Allah Teala sayesinde O'nun delilini bulur, O'ndan yine O'na
nazar ederler. Hepsi de Allah Teala nezdinde farklı derecelere sahiptirler.
Allah Teala da yaptıklarını yakından görmektedir. Sehl (ra) şöyle derdi: İhsan
sahibi, Allah Teala'nm rahmetinin genişliğinde yaşar. Kötülük sahibi ise, O'nun
hilminin genişliğinde yaşar.
O'nun bütün
sıfatları kemal üzeredir. Her kim bunlardan bir kısmını diğerleri üstüne
tercihe yeltenirse, kendi üstündeki şahitlik sahiplerinin ilimlerine göre
kendi ilmindeki kusurdan dolayı görüşünde hata etmiş olur. Onun için murad
edilen makamın, kuvvet sahibi sıddıklarm yoluna henüz ulaşmamış olması da buna
neden olmuş olabilir. Bu ise sonuç itibarıyla Hak Teala'ya yakınlık ve uzaklık
bakımından onun makamını belirler. Kendisine şahitlik edilen Allah Teala ise,
her türlü eksiklik ve tahditten uzaktır.
Korku
karşısında ricanın durumu, dini bakımdan azimetler karşısındaki ruhsatların
durumuna benzer. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah Teala,
azimetleriyle amel edilmesini istediği gibi ruhsatlarıyla amel edilmesini de
ister".[23][49]
Bundan daha açık ve daha vurgulayıcı bir lafızda ise şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Allah Teala, masiyetlerin işlenmesini çirkin gördüğü gibi
ruhsatlarını kabul etmeyi de sever".
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki bu Din,
çok sağlamdır. Sen ona yumuşaklıkla dal ve nefsini Allah'a kulluktan soğutma.
Din'de hayırlısı en kolayıdır". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aşırı derinleşenler helak
oldular. Aşırıya kaçanlar helak oldular".[24][50]
Yine O,
başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Ben, kolay ve hoşgörülü Haniflik
ile gönderildim".[25][51]
Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kitab
Ehli'nin bizim dinimizde hoşgörü olduğunu bilmelerini isterim". Allah
Teala müminlerin "Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır
yük yükleme" (Bakara/286) ayet-i kerimesindeki isteklerine karşılık
vererek "Onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor"
(A'raf/157) buyruğuyla arzularını gerçekleştirmiştir.
Bütün bu
bilgiler, akıl sahiplerinde rica ve ümidin kuvvet sebeplerini teşkil
etmektedir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teala şu kudsi hadiste de
nakledildiği üzere rica ve ümidin hükmünü galip kılmış ve şöyle buyurmuştur:
"Ben, cezadan çok rahmet ve affa daha yakınını". Bir hadis-i şerifte
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"İnsanlara Rab'lerini anlatırken onları korkutacak ve nefislerine ağır
gelecek şekilde konuşmayın".
Ali'ye (kv)
ait bir söz de şöyledir: "Alim, ancak o kimsedir ki insanları Allah'ın
rahmetinden yeise düşürmez, Allah'ın tuzağına karşı da güvenlik hissi
vermez". Allah Teala Davud'a (as) şöyle vah-yetmiştir: "Ne oldu da
tek basmasın? Davud (as), 'Senin için insanlarla arama düşmanlık girdi'
cevabını verir.
Bunun
üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Bilmez misin ki Benim sevgim kullarıma
karşı şefkatli olman ve onlara lütufkar ol-mandadır. Seni ancak o zaman
velilerim ve dostlarım arasına yazarım. Kullarıma sert ve dik nazarla bakma.
Kendi ecrini boşa çıkardığında bile Benim hakkımda şu üç şeyi muhafaza et:
Sevdiğime ihlasla samimi ol. Dünyacılara açıkça muhalefet et. Dinine uy".
Davud ve diğer peygamberlerden (as) Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Beni sev, Ben Beni seveni severim. Kullarıma da Beni sevdir.
Bunun üzerine peygamber şöyle demektedir: 'Ey Rabbim, işte ben Seni ve Seni
sevenleri seviyorum. Ama Seni kullarına nasıl sevdirebilirim?' Bunun üzerine
Allah Teala şöyle buyurdu: 'Beni güzellikle an, nimetlerimi ve iyiliklerimi zikret.
Onlara bunları o kadar çok hatırlat ki, Benimle ilgili ancak güzellikleri
bilsinler". Yezid er-Rekaşi kanalıyla Enes'ten (ra) Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu nakledildi: "Sizlere, peygamber ve şehit olmadıkları halde
Allah katında tanındıkları nurdan minberler üzerindeki yerlerinden dolayı her
iki zümre tarafından da gıpta edilen toplulukları haber vereyim mi?' Sahabe
(ra) 'Onlar kimdir?' diye sordular. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Onlar
Allah'ın kullarına Allah'ı, Allah'a da kullarını sevdiren ve yeryüzünde
öğütçüler olarak yürüyenlerdir7. Dedik ki: 'Allah Teala'yı kullarına
sevdiriyorlar, bu tamam. Ama kullarını Allah Teala'ya nasıl sevdiriyorlar?'
Buyurdu ki: 'Onlara Allah Teala'nın sevdiği şeyleri emreder, O'nun haram
kıldıklarından sakındırırlar. İnsanlar da onlara uydukları zaman Allah Teala
tarafından sevilirler".
Eban b. Ayaş
uykuda ölümünden sonrasını gördü. O, alimler arasında ruhsatlar ve rica
kapıları hakkında en çok hadis nakleden zat idi. Dedi ki: "Rabbim beni
huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Seni Benim hakkımda bu kadar ruhsat
nakletmeye sevkeden neydi?' Dedim ki: 'Ey Rabbim, Seni yarattıklarına sevdirmek
istedim'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Ben de sana mağfiret ettim' buyurdu".
Malik b.
Dinar'dan şu hadise nakledilir: "Bir gün Eban ile karşılaştı ve ona şöyle
dedi: 'Ey Eban, insanlara daha ne kadar ruhsatları nakledeceksin?' Eban şu
cevabı verdi:'Ey Ebu Yahya, umarım ki Kıyamet günü Allah Teala'dan öyle bir af
göreceksin ki, sevinçten şu urbanı parçalayacaksın?"
Tabiun'un
seçkinlerinden ve ölümünden sonra insanlarla konuşmuş olan, Rabe'i b. Harraş'm
kardeşiyle ilgili şu hadise nakledilir: "Kardeşim öldüğü zaman elbisesi
üzerine örtüldü. Biz de onu naaşmın üzerine bıraktık. Elbiseyi yüzünden
kaldırdı ve doğrularak oturdu. Sonra da şöyle dedi: Ben Rabbimle karşılaştım.
Beni sevgi ve merhametle karşıladı. Rabbim gazapkâr değildi. Hesap işini
zannettiğinizden daha kolay gördüm. Sakın aldanmayın. Haz-ret-i Muhammed (sav)
ve ashabı da kendilerine dönmemi bekliyor. Sonra kendini, leğene düşen taş gibi
bırakıverdi. Biz de kendisini alarak mezarlığa götürdük ve defnettik.
Bekr b.
Süleyman dedi ki: "Vefat ettiği gece Malik merhumu ziyaret ettik.
Kendisine 'Nasılsın?' diye sorduk. Şöyle dedi: 'Size ne diyeceğimi bilemiyorum.
Ancak şunu bilin ki, yarın ahirette Allah Teala'nın affından hesap etmediğiniz
kadar fazlasını bulacaksınız.
Biz
ayrıldıktan hemen sonra vefat eden merhumun gözlerini kapattık ve kendisim
defnettik.
Yahya b.
Ekseni rüyada görülmüştü. Kendisine, 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye
sorulunca şöyle dedi:'Beni huzurunda durdurdu ve şöyle hitap etti: Ey kötülük
şeyhi, sen şöyle şöyle yaptın!'Allah biliyor ya beni bir korku ve titreme
sarmıştı. Şöyle dedim: 'Ey Rabbim, ben Senin hakkında böyle bir hadis nakletmedim'
Bunun üzerine Allah Teala, 'Peki ne naklettin?' diye sordu. Ben de,
'Abdürrezzak bize Ma'mer'den, o Zühri'den, o Enes b. Malik'ten o Senin
Peygamberinden, o da Sen'den, yüceler yücesi olan Sen'den nakletti ki: 'Ben
kulumun zannettiği yerdeyim. Benim hakkımda dilediği gibi zannetsin'. Ben de
buna güvenerek Sen'in bana azab etmeyeceğini zannederdim.
Bunun
üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Peygamber doğru söyledi, Enes doğru
söyledi, Zühri doğru söyledi, Ma'mer doğru söyledi, Abdürrezzak doğru söyledi
ve sen de doğru söyledin'. Sonra önüme perde gerildi, soyundum ve cennet
elbiselerim giyerek, cennet oğlanlarının arasında yürüyüp gittim. Kendi
kendime (Bu ne büyük bir sevinç' dedim".
Bir haberde
de şu hadise nakledilmiştir: "İsrailoğullarından bir adam, insanlara dini
zorlaştırıyor ve onları Allah'ın rahmeti hususunda yeise düşürüyordu. Allah
Teala Kıyamet günü ona şöyle buyurur: 'Sen kullarımı ye'se düşürdüğün gibi,
Bugün de ben seni rahmetimden ye'se düşürüyorum".
Başka bir
rivayette ise şu olay nakledilmektedir: "İsrailoğullarından iki adam
Allah yolunda birleştiler. Bunlardan biri, ibadetle uğraşan bir abid, diğeri
ise nefsinde aşırıya kaçan biriydi. Abid olan, diğerini sürekli sakındırır ve
caydırıcı konuşurdu. O da abide şöyle derdi: Beni Rabbimle başbaşa bırak. Sen
benim üzerime bekçi olarak mı gönderildin?
Abid bir gün
onu büyük günah işlerken gördü. Kendisine hiddetlenerek, 'Allah Teala sana
mağfiret etmez' dedi. Kıyamet günü Allah Teala o suçluya şöyle buyuracaktır:
'Kim Benim rahmetimi kullarımden menedebilir? Sen git, seni bağışladım'. Sonra
abide dönerek şöyle buyurur: Sana gelince, cehennemi sana farz kıldım'. Nefsim
yed-i kudretinde olana andolsun ki bu abid, Öyle bir kelime söyledi ki, hem
dünyasını, hem de ahiretini helak etti".
Bu meyanda
şöyle bir rivayet nakledilir: İsrailoğulları arasında kırk yıldır yol kesicilik
yapan bir hırsız vardı. İsa (as) onun bölgesinden geçti. Ardından da İsrail
oğullarının abidlerinden ve havarilerden olan bir kişi geliyordu.
Hırsız kendi
kendine şöyle dedi: Allah Teala'nm peygamberi ve yanında da havarisi gelmişler.
Eğer yanlarına gidersem, üçüncüleri ben olurum. Sonra havariye yaklaşma
niyetiyle aşağı inmeye başladı. Havariyi yücelterek kendini düşük görüyor ve
kendi kendine, 'Benim gibi biri, böyle abid birinin yanından gidemez' diyordu.
Havari, onun
arkadan geldiğini farketti ve kendi kendine, 'Şuna bak benim yanımda yürüyor5
diyerek toparlandı ve ilerleyerek İsa (as) ile yanyana yürümeye başladı.
Hırsız, ikisinin de arkasında kaldı. Bu esnada Allah Teala İsa'ya vahyederek
şöyle buyurdu: 'O ikisine de ki, amel etmeye devam etsinler. Ben her ikisinin
de geçmiş amellerini boşa çıkardım. Havariye gelince, onun bütün iyiliklerini
kendini beğenmişliğinden dolayı boşa çıkardım. Diğerinin bütün kötülüklerini
ise, kendini hakir gördüğü için boşa çıkardım'. İsa (as) da durumu her ikisine
bildirdi ve yolculuğunda hırsızı yanına alarak onu havarilerinden biri yaptı.
Mesruk b.
Ecda'dan şu haber rivayet edilmiştir:
Peygamberlerden
biri, secdede iken zorbanın biri boynuna basmış ve yerdeki çakılların alnına
batmasına sebep olmuştu. Peygamber, hiddetle kalkarak 'Defol git, Allah Teala
sana asla mağfiret etmeyecek' dedi.
Bunun
üzerine Allah Teala kendisine şöyle vahyetti: 'Kullarım hakkında Bana dayatma
mı yapıyorsun? Ben onu kesinlikle bağışladım'.
İbni Abbas
(ra) Allah Resulü'yle (sav) ilgili şu hadiseyi naklet-mistir:
"Allah
Resulü (sav) bazan namazdan sonra müşriklere beddua ederdi. Bunun üzerine şu
ayet-i kerime nazil oldu: "Küfre sapanların ileri gelenlerini kessin, ya
da umutları suya düşmüşler olarak onları tepesi aşağı getirsin de geri dönüp
gitsinler. Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi veya zalimler
olduklarından dolayı cezalandırması işinden sana birşey (görev ve sorumluluk)
düşmez" (Al-i İmran/127-128)
Allah Resulü
(sav) bu ayetten sonra onlara beddua etmeyi bırakarak şöyle demeye başladı:
Allah onların hepsini İslam'a iletsin".[26][52] Rica, ümit
ve hüsnüzanna ilişkin rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Burada bunların
tamamını zikretmek niyetinde değiliz. Azım zikretmek suretiyle çoğunu
delillendirmek istedik. Basiret sahiplerinin akıllarını biraz olsun
uyandırmaya çalıştık. Allah Teala buyurdu ki: "Ey insan, kerem sahibi
Rabbine karşı seni gurura ve aldanışa sevkeden nedir?" (İnfitar/6)
Görüldüğü gibi kul, aldanış ve gururuna rağmen Rabbinin keremi noktasında
uyarılmıştır. Kendisinin ne güzel şekilde tesviye edildiğini bilmeyen kula,
buna rağmen hatırlatma yapılması da, Allah Teala'nm nimet ve ihsanını gösterir.
Dahhak'tan şu söz rivayet edilmiştir: "Hesaba arzedilme anında, kul
Rabbine yaklaşır ve Allah Teala şöyle buyurur: 'Ey kulum, yaptığın işleri
sayabilir misin?" Kul da, 'Allahım, Sen olmaksızın ben onları nasıl
sayabilirim? Herşeyi kaydedip koruyan Sensin' der. Allah Teala, dünya
hayatında işlediği bütün günahları ona saatleriyle bildirir ve şöyle buyurur:
'Sen ey kulum, sana bildirdiklerimi ve hatırlattıklarımı ikrar et'. Kul da
'Evet Rabbim!' der. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: 'Dünya hayatında
bütün günahlarını Ben Örttüm. Günahların sebebiyle senden bir koku çıkarmadım
ve alnına leke sürmedim. Bana olan imanından ve peygamberleri tasdik etmenden
dolayı bugün de onları senin için bağışlıyorum".
Muhammed b.
Hanefİyye (ra), babası Ali'den (kv) şunu rivayet etmiştir: -"Öyleyse
güzellike hoşgör". (Hicr/85) ayet-i kerimesini kasdederek- bu ayet Allah
Resulü'ne (sav) nazil olduğunda şöyle buyurdu: Ey Cebrail, güzellikle hoşgörme
nedir? O da şu cevabı verdi: Ey Muhamnıed, sana haksızlık edeni affetmen ve onu
azarlayıp kmamamandır. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Ey Cebrail, öyleyse
Allah Teala'nm affettiği kulunu azarlayıp kınamaması daha evladır1. Bunun
üzerine Cebrail (as) ağladı, Allah Resulü de (sav) onunla beraber ağladı. Allah
Teala da Mikail'i (as) yanlarına gönderdi ve selamını bildirerek şu buyruğunu
iletmesini istedi: 'Affettiğim birini nasıl kınarım? Bu Benim keremime asla
yakışmaz". Kerem sahibi Allah Teala'mn teşvik ettiği şeye karşı aşırı arzulu
olmak da rica ve ümit babmdandır. O'nun hoşgördüğü herşeyde yarışmak da
böyledir. Günahlara boğulan ve masiyetlere daldıkça dalan insanların himmeti
olarak gündeme gelen bağışlanma ve ikram yönündeki rica ve ümitlere gelince,
alimlere göre onların bu hali rica ve ümit değildir. Çünkü rica, yakini imanın
makamlarından biridir. Yakini iman sahipleri ise yukarıdaki hale benzeyen hallerde
bulunmazlar. Zira bunlar, Allah Teala hakkında aldanışa düşmüş, O'ndan gafil
kalmış ve O'nun hükümlerini öğrenmemiş kimselerdir.
Allah Teala
bu zihniyette olan, dünya sevgisinde ısrar ederek bundan hoşnut olan ve tüm
bunlara rağmen bağışlanmayı ümit eden bir topluluğu azapla tehdit etmiş ve
kendilerini 'Hulf olarak adlandırmıştır. 'Hulf 'ise bayağı ve adi insanlar için
kullanılan bir sıfattır. Yine onları çok ağır cezalarla tehdit ederek şöyle
buyurmuştur: "Onların ardından yerlerine Kitab'a varis olan bir takım
'bayağı kimseler5 geçti. Bunlar, şu değersiz dünyanın geçici menfaatini alıyor
ve Takında bağışlanacağız' diyorlar". (A'raf/169)
Ricanın
hakikatiyle ilgili haber ve hadisler, aldanış ve gurura kapılanların bu
hallerini güçlendirirken günaha yavaş yavaş dalanları da günahların üzerindeki
örtü ve tattığı nimetten dolayı ziyan bakımından derinleştirmektedir. Öte
yandan aynı bilgiler, ih-lasla tevbe edenler için de daha çok sevab, muhlis
Allah dostları için gönül huzuru, kerem ve haya sahipleri için mutluluk, arınma
ve vefa duygusu taşıyanlar için rahatlık teşkil etmektedir. Onlar bu
bilgilerden istifade etmekte, hayaları artarken, kederleri dağılmakta ve
akılları huzur bulmaktadır.
Onların ümit
ve hüsnüzanları, korkunun çehresini gizlemeyecek şekilde ibadetlerde
bulunmalarını sağlar. Çünkü korku ve endişeler, amellerin birçoğundan
alıkoyar. Böylelikle rica ve ümit, ona ehil olanların hayat tarzı haline gelir
ve onunla tanınmaya başlarlar. Nitekim Ömer (ra.) Suhayb (ra) için şöyle
demiştir: "Eğer Allah'tan korkmazsa, O'na karşı gelmez". Yani korku
sebebiyle değil rica ve ümidi sayesinde günahları terkeder. Rica, onun hayat
tarzı olmuştur. İşte onlar gerçek rica ve ümit sahipleridir. Onların alametleri
de anlattığımız hususlardır. Biz de işte böyleleri için rica ve ümidi
gerektiren, safa ehlinin kalplerinde hüsnüzan doğuran vasıtaları zikrettik.
Halka karşı ahlak ve davranışları güzelleştirmek, onlar karşısında tahammülle
sabretmek, güzellikle hoşgörmek ve Allah Tea-la'ya yaklaşmak gayesiyle onlara
yumuşak davranmak da ricadandır. Bu gaye ile Allah Teala'mn sevabını ümit
etme, vaadini gerçekleştirmesini arzu etme ve Resulü'nün (sav) sünnetine tabi
olma babından olarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmak da rica ve ümittendir.
Adi arzuları
ve azdırıcı şehvetleri terketmek ve bu noktalarda Allah Teala'mn hazırladığı
eşsiz nimetlere dayanarak kanaatkar olmak da rica ve ümit babandandır. Humeyd
kanalıyla Enes b. Ma-lik'ten fra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Rahman'm
arşının karşısında bir oda vardır. Cebrail oraya gönderilir. Oraya vardığı
zaman Allah Teala'mn huzurunda secdeye kapanır ve şöyle der: Ey Rab-bim, bu
odayı kimin için yarattın? Hangi peygamber, hangi sıddık veya hangi şehit için
halkettin? Allah Teala da şöyle buyurur: Benim arzumu, kendi arzularına tercih
edenler için yarattım".
İbadetlerin
edası ve güzel tevafuklar da rica babmdandır. Kul, bunlara niyet eder ve
kendisine karşı hüsnüzan içinde olması bakımından Rabbi'nden ona değerli
hibeler ve teşvikler nasip etmesini niyaz eder. Bu meyanda Allah Resulü'nden
(sav) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "Allah Teala'ya dua
ettiğinizde, rağbetinizi büyük tutun ve O'ndan Firdevs-i A'lâ'yı isteyin. Çünkü
hiçbir şey O'na büyük ve ağır gelmez". Başka bir hadis-i şerifte ise
şöyle buyurmaktadır: "Duayı çoğaltın ve en yüksek dereceleri niyaz edin.
Çünkü siz, En cömert ve En büyük kerem sahibinden istemektesiniz".
Konuyla
ilgili rivayetlerden birinde ise şu hadise nakledilir: "Abidler
zümresinden iki adam vardı. İbadet bakımından eşit derecedeydiler. Cennete
girdikleri zaman, biri arkadaşından daha üst derecelere yükseltildi. Bunun
üzerine diğeri şöyle dedi: Ey Rabbim, bu adam dünyada Sana benden daha fazla
ibadet etmiş değildi. Ama Sen onu benim üstümdeki derecelere yükselttin. Bunun
üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: O, dünya hayatında Ben'den en üst
dereceleri niyaz ederdi. Sen ise, sadece cehennemden kurtulmayı niyaz ederdin.
Ben her kula istediğini veririm".
Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Bir adam, cehennemden
çıkartılarak Allah Teala'mn huzuruna getirilir ve O adama sorar: Yerini nasıl
buldun? Adam da şöyle der: Ey Rabbim, olabilecek en kötü yer. Bunun üzerine
Allah Teala, 'Onu yerine geri götürün' buyurur. Adam, arkasına bakarak yürümeye
başladı. Bunun üzerine Allah Teala, 'Niçin ardına bakıyorsun?' buyurur. Adam
da, 'Ey Rabbim, beni çıkarttıktan sonra aynı yere döndürmeyeceğini ümit
etmiştim' der. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Onu cennete götürün'
buyurur".
Görüldüğü
üzere rica ve ümit, cennete götüren bir yoldur. Aynı şekilde dünya hayatındaki
korku da sahibini cennete götüren bir yoldur. Üstte naklettiğimiz hadisin
devamında, bir diğerinin hali de aktarılmaktadır: "Diğeri hızla cehenneme
doğru uzaklaştı. Bunun üzerine Allah Teala niçin böyle yaptığını sorunca adam
şu karşılığı verdi: 'Ey Rabbim, ben ahirette azabından korktuğum masi-yetin
vebalini dünyada tattım'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Onu da cennete götürün'
buyurdu".
Allah Teala
bir topluluğu vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Onların taptıkları da,
'Hangisi yakındır1 diyerek Rablerine yaklaşmak için vesile arıyorlar, O'nun
rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar". (İsra/57) Allah Teala,
velilerinin kendisine yaklaşma çabalarına ve vesile aramalarına göz yummuştur.
Yine O, kendisinden korkmalarına da göz yummuştur.
Üstteki
ayet-i kerimenin kıraat şekillerinden biri, bu buyruğun müşriklerin taptıkları
putlar hakkında olmayıp müminlere dönük olduğunu göstermektedir. Talha b.
Musarrıfm kıraatine göre Ted'une=ararlar1 fiili, 'Ted'une=ararsınız' şeklinde
okunmaktadır. Böylelikle müminlerin Allah Teala'ya yaklaşma çabalan da men-dub
görülmüş olmaktadır. Nitekim Allah Teala diğer bir ayetinde "Ey iman
edenler, Allah'tan korkun ve O'na bir vesile arayın" (Ma-ide/35)
buyurmaktadır.
Rica ve
ümidin genel hükümleriyle rica ehlinin sıfatları, genel olarak bunlardan
ibarettir. Bu hüküm ve sıfatların tümünü birara-da taşıyan müminler, rica
ehlinin yüksek derecelerini haketmiş olurlar. Böyle kimseler, Allah katında
mukarrebun zümresinde yer alırlar. Kendisinde bu sıfatların bulunduğu kişi de,
rica makamlarından birine sahip olur.
Biliniz ki,
yakin makamlarından biri diğerini silmez. Ancak her makamın belli bir derecesi
vardır. Kimin müşahede hali kendine baskın çıkarsa, kendisine baskın çıkan hal
ile nitelenir ve bunun dışındaki makamları muhafaza etmeye de devam eder. Bu
makamlardan birinin şartına göre amel eden ve bu makamda Allah Tea-la'nm
ilgili hükmüne göre hareket eden biri, başka bir makama intikal edebilir. Onun
önceki makam veya makamları ilmen mevcut iken, yeni konduğu makam fiilen mevcut
olur. O da mevcut olanı gizler, çünkü bu onun sırrıdır. İlmen var olanı ise
ifade eder, çünkü o makamı aşmıştır ve bu durumu herkes için aşikar olmuştur.
Rica makamı,
Allah Teala'nm askerlerinden biri olup bazı abid-lerden çıkarken bazılarından
da çıkmaz. Çünkü bazı kalpler tabiatları gereği yumuşaktır. Bunlar Allah
Teala'nm kerem ve ihsanının müşahedesine cevap verir ve ancak ihsan ve in'am muamelesiyle
mutmain olurlar. Korkutma ve caydırma gibi etkenlerde bu huzuru bulamazlar.
Hatta tehdit ve korkutmalar, kalplerini Allah'dan uzaklaştırarak yalnızlığa
bile itebilir. Çünkü onların kalbine giden yol, rica ve ümitten geçmektedir.
Kalpleri, ancak rica ve ümit halinde devreye girmektedir.
Bir hal
olarak rica ve ümit, insanın sıhhat ve zenginliğine benzer. Bazı insanların
kalpleri, ancak bu ikisinin mevcudiyeti durumunda bir şeye arzu duyar ve o
yönde gayretkeş olur. Zenginlik ve sıhhat halinde iken cevval olur ve güzel
amellerde bulunurlar.
Nitekim
kudsi bir hadiste Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kullarımdan Öyle kimseler vardır ki, onları ancak zenginlik İslah eder.
Eğer onları yoksullaştınrsam bozulurlar. Kullarımdan Öyle kimseler de vardır
ki, bunları ancak sıhhat ıslah eder. Eğer bunlara rahatsızlık verirsem bu
onları ifsad eder. Ben de kullarım hakkında herşeyden haberdar olduğum için
ilmimle onların durumlarını düzenlerim. Yine kullarımdan öyle kimseler vardır
ki, bunları ancak rica ve ümit İslah eder. Bunların kalpleri ancak rica ile
istikamet bulur. Amel ve davranışları da ancak hüsnüzan ile güzelleşir".
Çünkü bu kimselerin Allah Teala'ya yaklaşma yolu ricadır. Makamları da rica
makamıdır. Allah Teala'yı da onunla bilirler. Kalbini de ancak rica halinde
Allah ile beraber bulur.
Her ne kadar
rica Allah Teala'ya götüren bir yol olsa da, korku O'na daha çabuk ulaştıran
bir yoldur. Daha çabuk ulaştıran tabii ki daha üstün olandır. Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Zenginlik ve sağlık, Allah Teala'ya götüren iki yoldur. Ancak
yoksulluk ve bela, bana göre O'na daha çabuk götüren iki yoldur. Ve bu ikisi
Ötekilerden daha üstündür. Allah Teala muhakkak ki işine Hakim olandır.
Ma'raer,
Hasan el-Basri'den (ra) şunu nakletmiştir: İnsanlar, ancak Rableri hakkında
besledikleri zanlara göre amel ederler. Mümin, Allah Teala'ya karşı hüsnüzan
besler ve bu sebeple güzel amellerde bulunur. Kafir ve münafık ise, Allah Teala
hakkında kötü zan sahibidir. Ama insanların çoğu bunu bilmez. [27][53]
Bu makam,
yakin makamlarının beşincisidir. Allah Teala buyurdu ki: "Onları ancak
ilim sahipleri akledebilir". (Ankebut/43) Allah Teala, bu buyruğu ile
aklı ilmin üstüne çıkarmış ve korkuyu da ilimde bir makam kılarak şöyle
buyurmuştur: "Kulları arasında Al-lah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla)
korkar". (Fatır/28) Allah Teala ayette geçen 'Haşyet=korku, endişe'
halini, ilimde bir makam kılmış ve onun ancak ilimle hakikat bulacağını
bildirmiştir.
Haşyet,
korku makamının hallerinden biridir. Korku 'Havf ise, takva hakikati için
konulmuş bir isimdir. Takva da, ibadet ve kulluğun bütününü içeren bir
kavramdır. Takva, Allah Teala'nm öncekiler ve sonrakiler için hazırladığı bir
rahmettir. Bu iki anlamı Allah Teala'nm şu buyrukları düzenlemektedir:
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin.
Umulur ki takvaya erersiniz". (Bakara/21); "Biz, sizden önce
kendilerine Kitab verilenlere ve size tavsiye ettik ki, Allah'tan korkun
(takva sahibi olun)". (Nisa/131)
Özellikle bu
sonuncu ayet-i kerime, Kur'an'ın kutbu ve üzerinde döndüğü yörüngesi
mesabesindedir. Takva öyle bir sebeptir ki Allah Teala onun kıymetini göstermek
için Zatına izafe etmiştir. O, öyle ulvi bir manadır ki, onu Kendine
bağlamıştır. Takvanın şanını yücelterek kullarına da onun sayesinde ikramda
bulunmayı va-adetmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Onların
etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmaz. Ancak O'nu sizden takva
ulaşır". (Hacc/37) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah
katında en değerliniz, O'na karşı en çok takva sahibi olamnmzdır".
(Hucurat/13)
Bir hadis-i
şerifte ise Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmiştir: "Allah
Teala öncekileri ve sonrakileri malum günde topladığı zaman en uzaktakinin de,
en yakmdakinin de işitebileceği bir sesle şöyle nida edecektir: 'Ey insanlar,
sizi yarattığımdan şu güne kadar hep Ben sizi dinledim. Bugün de siz Beni
dinleyin. Bugün size sadece yaptığınız ameller geri verilecektir. Ben sizler
için bir ölçü koydum. Siz de bir ölçü koydunuz ve Benim ölçümü kaldırarak
kendi ölçünüzü yükselttiniz. Ben dedim ki, Allah katında en değerliniz, takva
bakımından en ileri olanmızdır. Siz ise, bunu kabul etmeyerek, 'Falan oğlu
falan, falandan daha zengindir' dediniz. Ben de bugün sizin ölçünüzü kaldırıyor
ve kendi ölçümü yükseltiyorum: Takva sahipleri neredeler? Bunun üzerine takva
sahibi müttakiler için bir sancak dikilir ve takva ehli bu sancağın altına
giderler. Allah Teala da hiç hesaba çekmeksizin onları cennetteki makamlarına
gönderir".
Korku 'Havf,
ilim makamından bir haldir. Allah Teala, korku ehli için, müminlere dağıtarak
verdiklerini birleştirmiştir. O'nun dağıtarak verdiği nimetler, hidayet,
rahmet, ilim ve rızadır. Bunlar da, cennet ehlinin cümlesinin makamlarıdır.
Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: "Rablerinden korkan o kimseler için hidayet ve
rahmet vardır". (A'raf/154) Yine O, başka bir ayetinde de "Kulları
arasında Allah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla) korkar". (Fatır/28)
buyurmaktadır. O, korku ehlinden rızasıyla ilgili de şöyle buyurmaktadır:
"Allah onlardan razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. İşte bu,
Rabbinden korkan içindir". (Beyyi-ne/8) Musa (as) ile ilgili haberler
arasında da şu ifade yer almaktadır: "Korku ehline gelince, onlara
Reflk-i Ala vardır ve hiçkimse orayı onlarla paylaşamaz".
Görüldüğü
gibi Allah Teala, Refik-i Ala'yı kimseyle paylaşmak-sızın yalnız onlara
hasretmiştir. Dünyada da onları tasdik şahitliğinin hakikatma ulaştırmıştır.
Bu da nübüvvet makamlarından biridir. Korku ehli, bu meziyetleriyle
peygamberlerin yanında yeral-maktadırlar. Ayrıca onlar peygamberlerin
varisleridir. Çünkü gerçek alimler onlardır.[28][54]
Allah Teala
korku ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar, Allah'ın
nimetlendirdiği peygamberler ve sıddıklarla beraberdirler". (Nisa/69)
Yine O korku ehlinin derecelerini vasfederken de şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar refiki güzel olanlardır". (Nisa/69) Yani refakatçılar
bakımından. Allah Teala burada onların topluluğunu fert sigasıyla ifade
etmiştir. Zira onlar Allah Teala'mn nezdin-de tek bir vücut gibidirler.
Ayette geçen
'Refik' ifadesi, illiyyunun bulunduğu cennet makamlarından biri için de
kullanılmış olabilir. Bunu da Allah Resu-lü'nün (sav) vefatı esnasında
söylediğinden anlamaktayız. "Vefatı yaklaştığında, dünyada kalmakla
Allah'a kavuşmak arasında serbest bırakılmıştı. Rabbine şöyle dua etti:
'Sen'den Refîk-i A'la'yı niyaz ediyorum"[29][55]
Musa (as)
ile ilgili anlatılanlar arasında şu ifadeye yer verilmektedir: "İşte
onlar için Refik-i A'la vardır". Bu da, korku ehlinin peygamberlerle
beraber olacaklarını göstermektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bu ifadeyle
ilgili açıklaması bu yöndedir. Korku ehlinin makamlarının şeref ve itibarı her
makamın üstündedir. Çünkü Allah Resulü de (sav) Rabbinden bu makamı niyaz
etmiştir.
Korku, asıl
itibarıyla imanın hakikatini ihtiva eden bir kavramdır. Korku, varlık ve yakin
bilgisidir. O, bütün kötülüklerden sakınmanın sebebidir. Her emrin anahtarı da
odur. Nefislerin şehvetlerini yoketme ve nefsi afetlerin izlerini silme
noktasında hiçbir şey korku makamı kadar etkili değildir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: İmanın kemali, ilimdir. İlmin kemali ise korkudur. Yine
o, bir defasında şöyle demişti: İlim, imanın kazancıdır. Korku ise marifetin
kazancıdır. Ebu'1-Feyz el-Mısri şöyle demiştir: Aşık, ancak korku kalbini iyice
olgunlaştırdıktan sonra aşk kadehinden içebilir. Başka bir sözü ise şöyledir:
Allah'tan ayrı kalma korkusu, cehennem korkusunun yanında, dalgalı denize
düşen bir damla gibidir.
Allah
Teala'ya inanan her mümin, O'ndan korkar. Ama bu korkusu, O'na yakınlığına
göredir. İslam korkusu ise, Allah Teala'nın izzet ve ceberutuna inanmak, kudret
ve gücü yalnız O'na teslim etmek, azabı hakkında haber verdikleriyle cezasına
dair tehditlerini tasdik etmek şeklinde olur.
Fudayl b.
İyaz şöyle demiştir: Sana 'Allah'tan korkuyor musun?' denildiğinde sus. Çünkü
'Hayır5 dediğinde küfre düşmüş olursun. 'Evet' dediğinde ise, bu sıfatın Allah
Teala'dan korkanların sıfatı olmaz. Bir vaiz, hikmet ehlinden birine yakınarak
şöyle dedi: Şu insanlara bak, ben kendilerine vaaz ediyor hatırlatıyorum ama
hiç kulak asmıyorlar.
Bunun
üzerine hikmet sahibi zat şöyle dedi: Kalbinde Allah korkusu olmayana vaaz ne
fayda eder? Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "(Allah'tan)
içi titreyerek korkacak olan, öğüt alır. Bedbaht olan da ondan kaçınır".
(A'la/10-11) Yani bedbaht olanlar, öğüt ve vaazdan kaçınırlar. Bedbaht, korku
duymadığı için behbahtlığa yönelmiş, Allah Teala da onu öğüt almaktan mahrum
etmiştir.
Müminlerin
avamının korkusu, kalbin zahiri vasıtasıyla akli bilginin batınında olur.
Müminlerin havassmm yani yakin ehlinin korkusu ise, kalbin batını vasıtasıyla
vecdî bilginin batınında olur.
Yakin
sahibinin korkusuna gelince, o Allah Teala'nın korkutucu sıfatlarına imanın
müşahedesi noktasında irfan sahibi olan arifler zümresinin sıddıklanna
mahsustur. Bir hadiste şöyle buyrulmak-tadır: "Kul, mezara girdiği zaman
Allah Teala dışında korkacak hiçbir şey kalmaz. Bu yüzden kul için en güzeli
Kıyamet gününe dek yalnız O'ndan korkmak ve O'nun için titremektir".
Yukarıda
anlatılan ve müminler arasında vasfedilenlerin sıfatı olan yakin sahibinin
korkusunun ilk seviyesi, sürekli nefs muhasebesi ve her an Allah Teala'nın murakabe
ve gözetilme sidir. Yakini olmayan ilimlerde şüpheli olan şeylere yönelme
hususunda vera' sahibi olmak ve fıkhi bilgisi olmayan amellerden çekinmek de bu
korkunun kapsamına girer. Musa (as) ile ilgili bir haberde şu ifade
geçmektedir: "Vera' sahiplerine gelince, onlar dışında herkesle hesap
konusunda münakaşa eder, yaptıklarım tek tek incelerim. Vera' sahiplerine
gelince, onlardan haya ederim ve onlara kendilerini hesap için önümde
tutmayacak kadar değer veririm".
Bu durumda
Vera' da korkunun hallerinden biri olmaktadır. Sonra uzuvları şüpheli
hususlardan uzak tutmak gelir. Allah korkusu ve kalp huşû'u ile helalin fuzuli
olan kısımlarından uzak durmak da böyledir. Ali (kv) şöyle demiştir: Kim
cenneti özlerse, şehvetleri unutur. Kim de cehennemden korkarsa haramlardan
geri durur.
Allah
Teala'nm Kitabı'nda yer vermediği, Resulü'nün (sav) sünnetinde zikretmediği
veya selef imamlarından hiçbirinin söylemediği bir şeyin Allah'ın dinine
karışmaması için kelamı saklayıp dili hapsetmek de korku kapsamına girer. Çünkü
bunlar, Kitab ve sünnette aslı ve esası bulunmadığı gibi ismi bilinen ilimler
arasında da açıkça geçmeyen hususlardır. Yakin sahibi mümin bütün bunlardan
sakınır. Zira Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Hakkında ilmin olmayan
şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu buyruğa göre, hakkında ilim bulunmayan
şeyleri ısrarla sormaktan da korkmak gerekir.
Kul. ne
kalbine giren heva kıvılcımıyla, ne de dünya lezzetlerinin büyüklerini tatmak
için bu yola tevessül etmemelidir. Nefsine Allah Teala için öğütte bulunması
çok daha hayırlıdır. Çünkü nefsi, öğüte en layık olan varlıktır. Sonra da
diğer insanlara Allah rızası için Öğütte bulunur. Kişi öğüte dini ve uhrevi
konularla başlar. Ardından dünyevi hususlarda öğüt vermeye başlar. Çünkü uhrevi
meseleler çok daha Önemlidir. Öte yandan dini konularda insanları aldatmak en
ağır suçtur. Ahiret için azık derlemek de elbette tercih edilen bir husustur.
Bu meyanda
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim ümmetimi aldatırsa, Allah Teala'nm
laneti onun üzerine olsun'. 'Ey Allah Resulü, ümmetinin aldatılması nasıl
olur?' dediler. Buyurdu ki: 'Kişinin dinde olmayan bir bidat çıkarması ve bu
bidatta kendisine uyulmasıdır. İşte böyle yapan ümmetimi aldatmış
demektir".
Korkunun
meyvalarından biri de, Allah Teala'yı hakkıyla bilmek ve O'ndan haya etmektir.
Bu, sevap ehlinin en büyük mutluluklarından biridir. Bunun hükümleri iki
manada açığa çıkar: İlki, bütün kulların kafasını ve onun kapsadığı kulak, göz
ve dili korumasıdır. İkincisi ise, batnı ve onun kapsadığı kalp, fere, el ve
ayakları korumasıdır. Bu, avamın korkusunun sınırı ve hayanın başıdır.
Havassın korkusuna gelince o da, kendi yiyemeyeceğini toplamaması, kendi
oturmayacağı evi yapmaması, göçeceği dünyada malı çoğaltmaması, gideceği yerden
gafil ve hazırlıksız olmamasıdır. İşte bu da zühd ve haya ehlinin korkusudur.
Kitabları sağ taraftan verileceklerin takvası da budur.
Bu anlamda
iki hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunların biri genel, diğeri ise özel
hükme sahiptir. Her kim kalbini baştan çalıştırmaz, korkuyu iradesinin bütünü
kılmazsa sonunda başarılı ve marifetinin yüksekliğine rağmen müttakilerin
öncülerinden olmaz. Korkunun en yüksek derecesi, kişinin kalbinin kötü son
korkusuna bağlı olması, ne ilmine, ne de ameline bakarak kendini güvende his s
etmeme sidir. Ne kadar yüksek seviyede olursa olsun ilmin hiçbir kısmıyla
kurtuluştan kesin emin olmamalıdır. Çok değerli de olsa amellerden hiçbirine
güvenerek rahat his s edilmemelidir. Çünkü kul, kendisini bekleyen son hakkında
kesin bir bilgiye sahip değildir. Denildi ki: Ameller, ancak sonlarıyla
tartılır.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Kul, elli yıl cennet ehlinin
amellerini ifa eder, ta ki kendisine cennet ehlinden olduğu söylenir". Bir
başka rivayette de şu ifade yer almaktadır: "Onunla cennet arasında
yalnızca bir karışlık mesafe kalır da defterine bir günah yazılır ve sonu
cehennem ehlinin ameliyle noktalanır". Bu kadar kısa bir sürede bedenle
yapılacak bir fiil bulunmadığı için, sözkonusu amelin kalbi amellerden olması
muhtemeldir.
Bu, akim
müşahede siyle yapılmış bir amel olabilir ki tevhidde şirkten ibarettir. Böyle
bir düşünce, daha önce o kulda mevcut değilken, kul yakini ilminde şüpheye
kapılmış olabilir. Bütün dünya hayatı boyunca göremediği bu hususu, ahirette
herşey açıklanıp perde kaldırıldığı zaman görür. Bu durumda şüphe sıfatı ona
baskın gelecek ve orada hali tamamen ortaya çıkacaktır. Tıpkı kalbinin lezzet
aldığı kötü amellerle dilinin telaffuz ettikleri veya içinden geçirdiği kötü
fiiller gibi.
Böylelikle ruhunu
teslim ettiği son anı da bu şekilde olacaktır. Onun geçmişteki defterinde
yazılı olan da budur. Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte
onlar, defterdeki nasipleri kendilerine ulaşacak olan kimselerdir".
(A'raf/37) Ruhun bedenden ayrılma vakti olan son anda (=Hâtime), kişinin hali
böyle olabilir. Allah Teala başka bir buyruğunda da şöyle buyurmaktadır:
"Kuşkusuz Biz, onların nasiplerini eksiltmeksizin onlara ödeyeceğiz".
(Hud/109)
Bir hadiste
de şöyle buyrulmuştur: "Kişiyle cennet arasında, devenin iki sağımı
arasındaki an kadar bir mesafe kalır da, son amelinin cehennem ehlinin
amellerinden olması takdir edilir". Görüldüğü gibi bu, kişinin canının
gırtlağa dayandığı andır. Bu anda beden son nefesini verirken, nefesin tamamı
kalpte toplanır ve oradan gırtlağa doğru gider. İşte bu an; hadislerde karış
ve iki sağım arasındaki süre olarak ifade edilen zaman dilimidir.
Başka bir
metinde de, iki nefes arasındaki mesafe denilmiştir. Bu, kalplerin tevhid
istikametinden dalalet ve şirk istikameti yönündeki değişimi erinlerinden olup
dünya aklının ve akli bilgilerin ortadan kalktığının görülmesiyle gündeme
gelir. İşte o anda kişiye Allah Teala tarafından hiç hesap etmediği şeyler
görünür.
Kötü son
(=Sû-i Hatime) genellikle insanların şu üç zümresi için sözkonusu olur:
1.Din hususunda bidat ve sapma içinde olanlar. Çünkü
bunların imanları, akli bilgilerle irtibatlıdır. Allah Teala'mn kudretiyle
onların önüne çıkan ilk işaretle birlikte onu görmeleri akıllarını alıp
götürür. Böylece imanlarının dayalı olduğu akılların devredışı kalmasıyla
imanları da kaybolup gider. Fitilin yanıp lambanın işlemez hale gelmesi gibi
onların imanları da bu hakikati görmeye dayanamayarak kayboluverir.
2.İkinci zümre, dünya hayatında Allah Teala'mn
ayetlerine ve velilerine lütfettiği kerametlere karşı kibir ve inkar içinde
olanlardır. Bunlar, kendilerine ilahi işaretler karşısında dayanma gücü
verecek bir imana asla sahip olmamışlardır. Her zaman şüphe içinde oldukları
için imanları da kendilerini desteklemeyecektir.
3.Üçüncü zümre, üç değişik sınıfa ayrılırlar ve kötü
sonları bakımından derece derecedirler. Bunların tamamı da, kötü son bakımından
ilk iki zümreden daha alt seviyedirler. Kötü son da, yakin ve şirk gibi değişik
makam ve derecelere ayrılır. Bunlardan kimi vardır ki, gösteriş ve böbürlenme
peşinde olup dünya hayatı boyunca kendi nefsine ve amellerine gıptayla
bakmaktan geri durmaz.
Kimi de
alenen fasık olup günahlarda ısrarcıdır. Bunların kötü amelleri, ömürlerinin
sonuna kadar kesintisiz olarak devam eder. Gözlerindeki perde kaldırılıncaya
kadar bu kötü fîillerdeki ısrarları sürüp gider. Allah Teala'mn ayetlerim
gördüklerinde ise bütün kalpleriyle tevbe ederek Allah Teala'ya dönerler.
Bedeni amelleri kesildiği için onların bu pişmanlıkları fayda etmez, tevbeleri
kabul edilmez, sıkıntıları giderilmez ve pişmanlıklarına bakılarak merhamet
olunmaz.
Bunlar, şu
ayet-i kerimede anlatılan kimselerdir: "Tevbe, kötülükleri yapıp edip de
içlerinden birine ölüm çatınca 'Ben şimdi gerçekten tevbe ettim' diyenlerinki
de değildir.." (Nisa/18) Yine bunlar Allah Teala'mn şu buyruğunda da
kasdettiği kimselerdir: "Onlar şiddetimizi gördüklerinde Tek Allah'a iman
ettik' dediler". (Mümin/84) Bu ayet-i kerime nass olarak kafirler ve
benzerleri içindir.
Üstte
bahsettiğimiz kimselerin bir zümresi de, büyük günah sahipleri ve bunlarda
ısrar eden yoldan çıkmış fasıklardır. Her iki zümre de aynı kötü sonu
paylaşmaktadırlar. Ama derece bakımından farklıdırlar. Onların günahlarından
tattıkları lezzetler kendilerine zahir olup korku ve zikirden uzak olan
kalplerine tekrar hatırlatılır. Böylece son nokta, yine kendi kalplerinin
şahitliğiyle konulur.
Yukarıda
zikrettiğimiz hususlar, akıl ve vicdan sahiplerinin i kalplerini titreterek
onlara korku saçar. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Mürid, günahlarla
sınanmaktan korkar. Arif ise küfürle sınanmaktan endişe eder. Ebu Yezid de
(ra) bu anlamda şöyle demiştir: Mescide giderken belimde hıristiyanlara mahsus
bir kemer \ vardı. Mescide girinceye kadar, beni bir kiliseye veya ateşgedeye
sevketmesinden korkuyordum. O zaman kemer çözülürdü. Bu her gün beş kez olurdu.
Bu tavırlar, o alimlerin gayblerin alimi Allah Teala'mn kudretiyle ne kadar da
çabuk değişebildiğim iyi bilmelerinden dolayıydı.
Bu meyanda
İsa'dan (as) şu söz rivayet edilmiştir: "O dedi ki: Ey Havariler
topluluğu, sizler günahlardan korkuyorsunuz. Biz peygamberler topluluğu ise
küfürden korkarız". Peygamberlerle ilgili başka bir rivayet ise şöyledir:
"Peygamberlerden biri yıllar boyunca Allah Teala'ya açlık, çekirgeler ve
çıplaklıktan şikayette bulunmuştu. Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle
buyurdu: 'Senin kalbini küfre düşmekten koruduğum halde hoşnut olmuyorsun da
Ben'den dünyalık mı istiyorsun?' Bundan sonra toprağı aldı ve onun kafasına
döktü. Bunun üzerine peygamber şöyle dedi: 'Ey Rabbim, ben buna razıyım. Yeter
ki beni küfürden koru".Görüldüğü gibi Allah Teala ona üzerindeki
peygamberlik nimetini hatırlatmayarak onu küfürle karşı karşıya bırakmış ve
peygamberlikten sonra küfre düşmesini mümkün kılmıştır. Peygamber de bu
gerçeği teslim etmiş ve haline rıza göstererek küfürden korunmasını istemiştir.
Zahidlerin
imamı Abdülvahid b. Zeyd yukarıdaki iki ariften daha önce şöyle demiştir:
Cehenneme girmeyeceğini sanan hiçbir korku sahibi samimi değildir. Cehenneme
gireceğini düşünen kimse de ondan ebediyen çıkamamaktan korkandır.
Hepsinden
önce alimlerin imamı Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: Bir adam da
cehennemden bin yıl sonra çıkar. Keşke o adam ben olsaydım. Çünkü o, ebedi
cehenneme mahkum olmaktan korkmaktaydı. Kendisi şöyle derdi: Cehennemden bir
süre sonra çık-abilsem, gerisini hiç umursamam.
Şeytan,
ariflere tevhidde ilhad, imanda teşbih ve Allah Tea-la'nın sıfatlarında vesvese
telkin ederek girer. Müridlere ise nefsi afetler ve şehvetler yoluyla musallat
olur. İşte bu nedenle ariflerin korkusu çok daha büyüktür. Düşman, sade kullara
da niyetleri va-1 sıtasıyla girer. Tıpkı onlara şehvetleri süslediği gibi.
Ruhları ise, sabıkalarına yani ilk kayıtlarına bağlıdır. Onlar için Levh-i Mah-
\ fuz'da yazılı olan sabıka nedir? Orada onların müşahedesi sözkonu-sudur.
Sonra endişeleri sözkonusu olur. Acaba Rableri katında kendileri için ihlas ve
samimiyet mi yazılmıştı!'? Böylelikle sadıkları bekleyen mutlu sonlarına nail
olacak ve Allah Teala'nın haklarında "Ama Biz'den kendilerine güzellik
geçmiş bulunanlar, işte onlar ondan uzaklaştırılmış olanlardır"
(Enbiya/101) buyurduğu kullardan olacaklaradır.
Onlar,
haklarında azap kelimesinin kesinleştiği kimseler olmaktan ve Allah Resulü'nün
(sav) "Allah Teala buyurur ki: İşte onlar cehennemdedirler ve Ben
umursamam. Onlara ne bir şefaatçinin şefaati fayda eder, ne de güçlü biri
onları ateşten çıkarabilir" buyurduğu kimselerden olmaktan korkarlar.
Allah Teala
başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Azab sözü kendisi üzerinde
hak olmuş kimse mi (onlarla bir tutulur)? Ateşte olanı artık sen mi
kurtaracaksın?" (Zümer/19) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle
buyurmaktadır: "Fakat Ben'den, 'Andolsun, cehennemi cinlerden ve
insanlardan tamamıyla dolduracağım' sözü hak olmuştur". (Secde/13) Bu
ayet ve diğerleri, basiret sahiplerinin korkuya çağrılması anlamındadır.
Hasan
el-Basri (ra) "Yalnız Ben'den korkun" (Bakara/41) ayetinin
tefsirinde umumiyet olduğunu ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı şu
şekilde olmaktadır: Menettiğim şeyler hususunda Allah'tan korkun. Allah Teala
diğer bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Yalnız Ben'den korkun"
(Bakara/40) yani sabıkanız hakkında endişe edin. Bu ise hususiyet ifade
etmektedir.
Ariflerden
bir zat, müminlerin korkularını iki türe ayırarak şöyle demiştir: Birr ehlinin
(=Ebrâr) kalpleri sona 'Hatime' bağlıdır ve onlar şöyle derler: Bizim için
nasıl bir son yazıldığını keşke bilseydik.
Mukarrebunun
kalpleri ise geçmişe 'sabıka' bağlıdır ve onlar da şöyle derler: Keşke bizim
için geçmişte ne yazıldığını (=sabıka) bil-ebilseydik. Bu iki makam, farklı iki
müşahededen kaynaklanmaktadır.
Bunlardan
biri, diğerinden daha üstün ve daha etkili olup iki ayrı halden
kaynaklanmaktadırlar. Bu hallerden biri diğerinden daha tam ve daha olgundur.
Bunu şu ifadeden de çıkartmaktayız: "Mukarrebunun günahları, birr ehlinin
sevapları hükmündedir". Yani birr ehli nezdinde fazilet görülerek rağbet
edilen şeyler, mu-karrebun tarafından iltifat edilmeyen hususlar ve perdeler
olarak görülebilir.
Hakkında
azap kelimesi kesinleşen ve Rabbi tarafından kendisine kötü son yazılan
kimseye hiçbir şey fayda etmez. Böyle biri karşılık olmaksızın boşa çalışan
işçi gibidir. Allah Teala ona, uzaklık (=bu'd) bakışıyla bakmaktadır. Yaptığı
ameller de, onun uzaklığını arttırmaktan başka işe yaramam akta dır.
Kötü son,
ömrün ortasında da olabilir. Kişi bunun için ömrünün son anını beklememiş olur.
Burada kişinin işlediği bir günah, kötü sonun sebebi olarak ortaya çıkar ve
onun sonu hükmüne girer. Allah Teala için zaman sözkonusu olmadığından
ortasında veya sonunda olması farketmez. Böyle bir durumda 'Hatime' dediğimiz
son, kişi için 'Fatiha' başlangıç olacaktır. Her iki vakit de aslında birdir.
Eceller bitip ameller sona erdiğinde bu kişiler Allah Teala'dan sonsuza dek
uzaklaşmış ve 'Darü'1-bu'd' dediğimiz uzaklık diyarı cehennemdeki yerlerini
almış olurlar.
Bir hadis-i
şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a yemin ederim ki
O, bidat sahibinin amelini asla kabul etmez. Çünkü o, Allah Teala'nın
sünnetlerini reddetmiş, Allah Teala da onun amelini reddetmiştir. Böyle birinin
amelleri arttıkça, Allah Teala'dan uzaklığı da artar". Hikmet ehlinden bir
zat da bir beytinde şöyle demiştir:
Boğazı
düğümleneni su içirerek tedavi ederler de iyileşir, Peki ya boğazı suyla
tıkanana ne yapılır? Ya sahibi tarafından kovulmuş bir köle ne yapar"?
Tabiblerin devaları, verir mi ona bir yarar?!
Bu esasın
müşahedesi hakkında şunu zikredebiliriz: Hasan el-Basri (ra) Allah Teala'nın
yaptığını umursamayacağını iyi bildiği için çok korkmakta ve hüzünlenmekteydi.
O, ceberûti sıfatları sebebiyle O'nun umursamazlık dairesine düşmekten
korkardı. Kendisini, arkadaşları için bir ceza ve tabakası için bir ibret
kılmasından endişe ederdi. Hasan el-Basri'nin (ra) kırk yıl boyunca hiç gülmediği
söylenmiştir.
Bunu
söyleyen şahıs şunları da anlatmıştır: Onu otururken gördüğümde, sanki boynu
uçurulacak bir köle gibiydi. Konuşurken, sanki ahireti görür gibiydi ve onun
müşahedesinden haber verirdi. Sükut anlarında, gözleri ateşte yamyormuş gibi
olurdu. Sanki üzüntüsünün doruğunda azarlanmış gibi dururdu. O şöyle derdi:
Allah Teala'nın bende hoşgörmediği birtakım amellerime muttali olarak bana
hiddetlenmesi ve 'Git! seni bağışlamadım' buyurma-masmdan asla emin olamam. Çünkü
ben yerli yerinde amel etmi-yorumdur. Hasan el-Basri (ra) böyle olunca, bu
korku ve hassasiyet bizler için çok daha elzem olmaktadır.
Şunu
belirtmek gerekir ki korku, günahların çokluğundan dolayı olmaz. Öyle olsaydı,
bizim Hasan el-Basri'den daha büyük bir korkuya sahip olmamız gerekirdi. Korku,
ancak kalp duruluğu ve Allah Teala'yı aşırı ta'zimin sonucudur. Ala' b. Ziyad
el-Adevi cennetle müjdelenmişti. Kendisi, abid zatlardan biriydi. Bu müjde üzerine
yedi gün kapısını kapalı tuttu ve bu süre zarfında hiç yemek yemeyerek sürekli
ağladı. Devamlı 'Ben uzun bir rüyadayım' diyordu. Nihayet, Hasan el-Basri (ra)
yanma gitti ve aşırı korkusu ve ağlamasından dolayı onu kınamaya başladı.
Kendisine şöyle dedi: Ey kardeşim, Allah'ın izniyle cennete gideceksin. Böyle
yaparak kendini öldürmek mi istiyorsun? Korku hususunda Hasan el-Basri (ra)
tarafından kınanan biri hakkında ne düşünürsünüz?
Korku
meselesinde Tabiun'un öncesinde yaşayan Sahabe de farklı davranmamışlardır.
Sahabe'nin ileri gelenleri de, insan olarak yaratılmamış olmayı temenni
ederlerdi. Halbuki onlardan birçoğu, sayısız hadiste bildirildiği üzere
yakinen cennetle müjdelenmişler di, Mesela Ebu Bekir (ra) bir kuşa bakarak,
"Keşke senin gibi bir kuş olsaydım, bir insan olarak yaratılırı as
aydım" demiştir. Ömer (ra) de, "Ailemin konukları için boğazlanan bir
koç olmayı ne kadar da çok isterdim" demiştir. Ebu Zerr (ra) ise şöyle
derdi: "Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar da çok isterdim". Talha ve
Zübeyr (ra) de şöyle demişlerdir: "Hiç yaratılmamış olmayı ne kadar da
isterdik". Osman (ra) ise şöyle derdi: "Öldüğüm zaman bir daha
diriltilmemeyi çok isterdimT
Âişe annemiz
(ra) de şöyle derdi: "Unutulmuş ve unutturulmuş ol-ı mayı çok
isterdim". İbni Mesud (ra) ise şöyle derdi: "Keşke bir kum tanesi
olsaydım". Ondan yapılan başka bir nakilde ise şöyle dediği
bildirilmiştir: "Keşke bir yük devesi olaydım. Keşke sayıları hayli çok
olan bir tabakada bir hiç olsaydım. Halbuki bizler sürekli büyük günahlar
işlemekte ve nefislerimize yüksek derecelerden, sidret-i mün-tehadan sözetmekte
ve babamız Adem'in (as) sadece tek bir günahtan dolayı cennetten çıkarıldığını
unutmaktayız. Cenneti görmüş bile de-ğiliz. Bütün yaptığımız soğuk demir
dövmekten ibarettir".
Konuyla
ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Suffe ehlinden bir
adam şehit düşmüştü. Annesi, 'Tebrikler sana, artık cennet serçelerinden bir
serçesin. Allah Resulü'ne (sav) hicret ettin ve Allah Teala'nın yolunda şehit
oldun' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Cennete gittiğim
nereden biliyorsun? Belki kendini ilgilendirmeyen konularda konuşur ve
(cimriliğinden) kendisine zarar vermeyeni menederdi".[30][56]
Diğer bir
hadiste de buna benzer bir olay anlatılmaktadır: "Allah Resulü (sav)
ashabından hasta olan birini ziyarete gitmişti. Annesinin,.'Cennet sana kutlu
olsun' dediğini duydu ve 'Kim bu Allah Teala'ya hüküm dayatan?' diye sordu.
Sahabi de, 'O annemdir ey Allah Resulü' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav)
şöyle buyurdu: 'Ne biliyorsun? Belki o kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konuşur
ve kendisini müstağni kılmayacak şeylerde cimrilik ederdi".
Benzer
anlamda rivayet edilen diğer bir hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) yeni
doğmuş bir çocuk için dua etti. -Bir diğer rivayette şu ifade eklenmiştir-:
Allah Resulü'nün (sav) çocuk için şöyle dediği duyulmuştur: Allahım, onu kabir
azabından ve cehennem azabından koru.[31][57] Üçüncü bir
rivayette de şu ifade yeralmaktadır-: Allah Resulü (sav) o esnada bir kadının
'Kutlu olsun, cennet serçelerinden bir serçesin sen' dediğini duydu. O, bu
söze kızdı ve 'Onun böyle olacağını nerden biliyorsun? Yemin ederim ki ben
Allah Resulü olduğum halde bana ne yapacağını bile bilmiyorum".
Allah Resulü
(sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala cenneti yarattı.
Sonra cennet ehlini yarattı. Cehennemi yarattı ve cehennem ehlini yarattı. Ne
cennetliklere ilave yapılır, ne de cehennemliklerden eksiltilir".[32][58]
O, bu sözü
Osman b. Maz'un'un (ra) cenazesinde söylemişti. Osman, ilk muhacirlerdendi ve
şehit düşmüştü. Ümmü Seleme (ra) bu hadisi naklettikten sonra şöyle derdi:
Osman'dan sonra hiçkim-seyi aklayamam. Bu noktada daha da hayret uyandıracak
bir rivayet şöyledir: Muhammed b. Hanefiyye (ra) şöyle demiştir: Allah'a yemin
ederim ki, Allah Resulü'nden (sav) başka hiç kimseyi aklayamam. Dünyaya
gelmeme sebep olan öz babamı dahi aklayamam. Bunun üzerine Şiiler konuşmaya
başladılar. Ali'nin (kv) faziletlerini ve menkıbelerini anlatmaya başladılar.
Bütün bu
hakikatler, korku ehlinin yüreklerini parçalamıştır. Muhtemelen Allah Resulü'nün
(sav) aşağıdaki hadisinde zikredilen Allah Teala'dan uzaklaşma endişesi, O'nun
aşıklarını kocatmıştır. Buyurdu ki: "Beni Hud ve kardeşleri olan Vakıa,
Tekvir ve Nebe sureleri kocattı"[33][59]Çünkü Hud
suresinde "Haberiniz olsun, Hud kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık
(verildi)" (Hud/60), "Haberiniz olsun, Semud (halkına Allah'ın
rahmetinden) uzaklık (verildi)" (Hud/68) ayetleri mevcuttur.
Vakıa
suresinde ise, "Onun vukuuna yalan diyecek yoktur" (Vakıa/2) ayeti
mevcuttur. Yani hakkında küfür yazısı geçmiş olan için bunu yalanlayacak kimse
yoktur. Aynı şekilde aleyhinde azap kelimesi hak olmuş kimse için de bu
kesinleşmiş olur ve bunu kimse yalanlayamaz. Bu kimse, yükseltilen veya
alçaltılan kimselerden olabilir. Çünkü dünya hayatında yükseltilen bazı
kimseler, gerçekler ve mahrukatın akıbetleri ortaya çıkarılınca
alçaltılacaklardır.
Tekvir
suresinde ise, insanların sonlarıyla ilgili buyruklar vardır. Bunlar da
yakinen iman edenler için kıyametin sıfatlarını ortaya koymaktadır. Onu
yakinen görenler için de Allah Teala'mn gazabı tecelli etmektedir:
"Cehennem ateşi çılgınca kızıştmldığı zaman, cennet de yakmlaştırıldığı
zaman, (artık her) nefis neyi hazırladığını öğrenmiştir" (Tekvir/12-14)
Bu, nihai sözün söylendiği andır. Yani cehennemin kızdırılıp cennetlerin
yaklaştırıldığı andır.
İşte o an,
her nefse ne getirdiği aşikâr olur. Getirdiği şeyler cehenneme uygun olan
kötülüklerse cehenneme, cennete uygun ha-yırlarsa cennete girer. İşte bu anda
da her nefis hangi yurda konuk olacağını bilir. O gün nice yürekler
yaklaştırılacak cennetlerden uzaklaşmaktan dolayı parça parça olacaktır. Nice
nefis de, gireceği cehennemin ateşlerini yakinen gördükten sonra ah vah
edecektir. Nice gözler, görülen o dehşetengiz sahnelerden dolayı boyun eğerek
titreyecektir. Nice akıllar da, yakinen hissettiği sarsıntılardan dolayı
dengelerini yitirecektir.
Ebu Muhammed
Sehl'den şu söz rivayet edilmiştir: Kendimi sanki cennete girmiş gibi gördüm,
Orada üç yüz peygamberle karşılaştım. Onlara dünya hayatında en çok korktukları
şeyi sordum. Kötü son olduğunu söylediler". Kötü son, Allah Teala'mn asla
tanınıl ananıayacak ve idrak edilemeyecek tuzaklarındandır. O tuzağa asla
vakıf olunamaz. O'nun tuzağının sonu da yoktur. Çünkü Allah Teala'mn irade ve
hükümlerinde sınır yoktur.
Bu meyanda
şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü (sav) ve Cebrail (as) Allah
korkusuyla ağlamışlardı. Bunun üzerine Allah Teala onlara vahyederek 'Sizi
azaptan emin kıldığım halde niçin ağlıyorsunuz?' buyurdu. O ikisi de, 'Senin
tuzağından kim emin olabilir?' dediler".
Eğer onlar,
O'nun hükmünün sonu olmadığı için tuzağının da sonu olmayacağını bilmeselerdi
'Senin tuzağından kim emin olabilir?' derler miydi? Halbuki Allah Teala'nm
'Sizi emin kıldım' buyruğu ile onlar hakkındaki tuzağı sona ermişti. Ama
onlar, Allah Teala'nm tuzağının sonundan emin olamadıkları için korkmaya devam
ettiler. Çünkü O'nun tuzağının devamı gaybi bir husustu. Her ikisi de Allah
Teala'nm gaybını Öğrenemeyeceklerini biliyorlardı. Çünkü gaybleri en iyi bilen
O idi. Gayblarm sonu ve smm olmadığı gibi, herşeyi bilen Allah Teala'nm
ilminin de sınırı yoktu.
Allah
Teala'nm o ikisine olan inayetinden dolayı haklarındaki söz hüküm olmamıştı.
Onlara nazar etme lütranda bulundu. Her ikisi de Allah Teala'nm sıfatları hakkında
bilgi sahibiydiler. O'nun tuzağı da bir sıfatıydı. Sıfat konusunda sözlü
açıklama, sıfatın ba-tmi faaliyetini ortadan kaldırmaz. Onlar, Allah Teala'nm
'Sizi emin kıldım' buyruğunun sadece bir tuzağa dair olmasından endişe etmiş
gibidirler. O'nun bu buyruğu, başka bir tuzağı olabilirdi. Buyruğu, hikmeti
gereği hususi bir sıfatın ifadesi de olabilirdi. Allah Teala, ilmini Kendine
saklayarak o ikisinin hallerini sınamak istemiş de olabilirdi. Acaba nasıl
davranacaklar diye bakmak istemiş de olabilirdi. Onlara telkin ettiği
emniyet/güvenlik acaba nasıl bir etkide bulunacaktı? Çünkü sınama da 'İbtila'
O'nun bariz sıfatlarından biridir.
Ayrıca O'nun
güzel isimlerinden biri de 'el-Mübtelî' yani imtihan edendir. O, sıfatının
gereğinin ismini tahakkuk ettirmesini istemeyebilir. Bu, O'nun insanlar
üzerindeki sünnetlerindendir. O, daha önce de Halil'i olan İbrahim'i fas)
imtihan etmişti. İbrahim (as), mancınığa bindirilip ateşe fırlatıldığı an,
{Rabbim bana yeter5 demişti. O anda Cebrail (as) karşısına çıktı ve 'Bir
ihtiyacın var mı?' diye sordu. O da, 'Allah bana yeter1 sözüyle yetinerek
'Hayır1 dedi. Böylece o, sözünü fiiliyle tasdik etmiş oldu.
Allah Teala
da "Ve vefakarlık eden İbrahim'in (sahifelerinde) olan da" (Necm/37)
buyurdu. Allah Teala, hüküm altına girmez. Yarattıkları hakkındaki hükümleri
O'nun için bağlayıcı olmaz. O'nun doğruluğu asla smanamaz. O, kendi
buyruklarını bile değiştirebilir. Çünkü O'nun buyruğu O'nun Zatı ile kaimdir.
O, dilediğini dilediği gibi değiştirebilir. Sonuçta O, her iki buyruğunda da
Sadık-'tır. Her iki hükmünde de Adil'dir. Çünkü O, Hüküm Sahibi'dir. O'nun
hakkında ise hüküm verilemez. Zira O, ilimleri ve akılları aşmıştır. Akıl ve
ilim, emir ve yasaklarla ilgili sınırlanmış mekanlardır. O ise, hükümlerin ve
takdirlerin ortamları olan akıl ve bilgilerin Ötesindedir. Bu
kaydettiklerimizin müşahedesinde Tevhid ilimleriyle ilgili ince bir bilgi ve
Tevhid halleriyle ilgili yüce bir makam sözkonusudur.
Allah Teala
dostu Musa'yı da (as) bu manada tavsif ederek şöyle buyurmuştur: "Musa bu
yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı". (Taha/67) Bu ayet,
daha önceki "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim" (Taha/46)
ayet-i kerimesinden sonra nazil olmuştu. Ama Musa (as) gaybda başka bir emir
verilmiş olmasından emin olamadı ve durum kendisine açıklanmadıkça Allah
Tea-la'nm bu hükmü için kendi kendine istisna olabileceğini düşündü. Çünkü o
büyük peygamber, Allah Teala'nm gizli tuzağını ve sıfatının batınını
biliyordu.
O,
kendisinin Hüküm Veren değil hükmedilen olduğunu da iyi bilmekteydi. Sonuçta
Allah Teala kendisine ikinci bir teminat verinceye kadar ikinci hükmünden
dolayı ikinci bir korku içinde oldu. O zaman Allah Teala "Korkma, dedik.
Şüphesiz sen, üstün gelecek olan sensin" (Taha/68) buyurdu. Musa (as)
O'nun bu buyruğuyla huzur buldu. Ama O'nun ilk izharına yaslanıp kalmadı. Çünkü
Allah Teala'nm ilminin genişliğini iyi bilmekteydi. O, sonu olmayan gaybları
en iyi Bilen'di. Ayrıca O'nun buyruğu hükümlerden ibarettir. Hüküm veren ise
hükümlere mahkum edilemez. Hükümler O'nu bağlamaz.
Hükümler,
Hüküm Sahibi olan ve herşeyi bilen Allah Teala'dan ayrıdırlar. O'nun hükümleri,
ancak hükmedilenleri bağlar. Yme O, kudretinin yüceliğinden dolayı kullarına
getirdiği yaptırımlara Kendisi konu olamaz. Onlar, hüküm altındakiler içindir.
Bu hususlar, aklın ve ilmin kıstaslarına girmezler. Bilenler nezdinde Allah
Teala bütün bunlardan çok Yüce'dir.
O, O'nu
bilmeyenlerin bilgilerinden de çok Ulu ve çok Yüce'dir. Bu babda İsa'nın (as),
"Ey Meryem oğlu İsa, insanlara 'Beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah
edinin1 diye sen mi söyledin?" (Mai-de/116) buyruğundan sonra söylediği şu
sözünü de zikredebiliriz: "Eğer onu söylemiş olsaydım, Sen onu bilirdin.
Çünkü Sen içimde gizli olanı bilirsin, ben ise Senin içindekini bilemem".
(Maide/116)
Bunun bir
benzerini de Kıyamet günüyle ilgili olarak İsa'nın (as) sözünü nakleden şu
ayet-i kerimede görmekteyiz: "Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar
Senin kullarındır". (Maide/118) Görüldüğü gibi Allah Teala izzet ve
hikmetinden dolayı onları iradesine mahkum etmiştir. Kitapta açıkladığımız
hususların hakikatini açığa vurmamız ve hitab-ı ilahiyle ilgili sembolik
bilgileri açığa dökmemiz uygun değildir. Çünkü bu, inkara sebep olabilir. Akli
ilim sahiplerinin bilgi derecelerinin farklılığı sonucu bir hoşnutsuzluğa da
yol açabilir.
Bu
hususlarda kıstas, ancak o makama yerleştirilen kimselerin sorularıyla ve
basiret ehlinden isteyenlere açıklanmasıdır ki bu da, bilginin kalpten kalbe
nakliyle olur. O an, buna şahid olan onu okur veya gaybleri bilen Allah Teala,
ilham yoluyla kalplerin sırlarını açığa çıkarır ve onu hidayet nuruyla belli
kişilere yerleştirir. Allah Teala, kullarından dilediğini murad ettiği ilme
muvaffak kılar. O, herşeyi Açan ve herşeyi Bilen'dir. Kalbi açtığı zaman onu
bilir ve onu yakiniyle aydınlattığı zaman da ona ilhamda bulunur.
Ariflerin
korkularının bir türü de, Allah Teala'mn aşağıdakilere ceza ve ibret olmak
üzere dilediği üstün kullarım korkuttuğunu bilmeleridir. Yine O, hüküm ve
hikmeti icabı havasdan kullarım cezalandırmak suretiyle kullarının avamını
korkutabilir. Korku ehlinin bilgilerine göre Allah Teala, salihlerden bir
zümreyi diğer müminlere ibret olmak üzere, yine şehitlerden bir zümreyi de
salihle-re ibret olmaları için cezalandırmıştır. Allah Teala diğerlerini korkutmak
için böyle yapmaktadır. Bumırı ardındaki hikmetleri ise ancak O bilir.
O,
meleklerden bir topluluğu da çıkararak onlarla peygamberlere öğütte
bulunmuştur. Peygamberleri yakın kılman meleklerle korkutmuştur. Sonuç
itibarıyla her makamın ehlinden alttakiler için bir ibret, yine onlardan
üsttekiler için de bir öğüt çıkarmıştır. Bütün bunlarda görenler için bir
korkutma ve tehdit mevcuttur.
Bu husus,
Allah Teala'mn şu buyruğunun tefsirinin kapsamına girmektedir: "Onlara
kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat, O bundan sıyrılıp
uzaklaşmıştır." (A'raf/175) Tefsir ehlinden bir alim, Bel'am b. Baura'nın
hayatıyla ilgili olarak şunu nakletmiştir: Ona peygamberlik verilmişti. Meşhur
rivayete göre ise, ona en büyük isim verilmişti. Helak sebebi ise, onun
sıfatlarından biriydi. Bu sıfatı, ilim ve amellerden açıklanan hususlara ilgi
göstermemesiydi. Bu noktada değişik makam sahiplerinden hiçbiri huzurlu
olamamış ve değişik hal sahiplerinden hiçbiri de kendisi için belli bir hali
sürekli görememiştir.
Allah
Teala'yı bilen hiçbir kul da, hiçbir halde O'nun tuzağından emin olmamıştır.
O'nun "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic/28)
buyruğunu işittikten sonra nasıl emin olabilirler ki? İnsanların en cahili, emniyette
değilken kendini emniyette hisseden, en alimi ise emniyette iken dahi korku
yurdu olan dünyadan ahirete göçünceye kadar korkan kimsedir.
İşte bu,
karşısında hiçbir şeyin duramayacağı bir korku, hiçbir makam ve amelin
denkleşemeyeceği bir makamdır. Allah Teala onu rica ve ümide denk tutmuş
olmasaydı, kulu ümitsizliğe sevkederdi. Yine onu hüsnüzandan dolayı ünsiyet
sevinciyle rah ati atmasaydı, ümitsizliğe dahil ederdi. Ama dengeyi koyan ve
rahatlatan O olduğuna göre, korku ve ümit nasıl denk olmaz, sıkıntı ve
rahatlık nasıl kaynaşmaz ki? Kuşkusuz bu, sabık bir ilme ve akıp giden bir kadere
dayanan tam bir hikmet ve müessir bir hükümdür. Allah Teala diledikçe de böyle
olacaktır. Allah Teala dışında hiçbir kuvvet kaynağı yoktur.
Zikrettiğimiz
bu hususların şahitliğinde, ona şahit kılınan kimsenin tevhidinin müşahedesi
hakkında bir ilim vardır. Bu ilmin, korku ehli için en asgari faydası,
amellerine gıptayla bakmaya son vermeleri ve ilimlerine güvenmemeleri, her
hallerinde Allah Tea-la'ya muhtariyetlerini samimiyetle ifade ederek bütün
kaygılarını bu yönde toplamaları ve her durumda nefse aşağılayarak yaklaşmalarıdır.
Bu makamlara
sahip olan bir kavim için, bu halleri böyle vakalardan kurtuluş vesileleri
olabilir. Çünkü Allah Teala korkuyu sürprizler için bir emniyet kılmıştır. Yine
onu, bu elbiseye bürünenler için bir şefkat ve merhamet sebebi kılmıştır.
O'nun "Artık kötülükleri kurup duranlar, Allah'ın kendilerini yerin
dibine geçirmeye-ceğinden emin midirler?" (Nahl/45) buyruğunun iki anlamından
biri de bu yöndedir. Allah Teala daha sonra da şöyle buyurmuştur: "Veya
onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden mi (emindirler?) Öyleyse Rabbin
gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir". (Nahl/47)
Gerek son
(=Hatime), gerekse geçmiş yazıyla (=Sabıka) ilgili korkuların sırrını
açıklamamız da uygun düşmez. Çünkü bu, Zat-ı îlahi'nin hakikatmdan doğan
sıfatların manalarının hakikatleri üzerine olur. Fiillerdeki bedî'iliği ve
varılacak yerin inceliklerini ortaya koyan da bunlardır. Hükümleri, onları açığa
çıkarana kadar döndüren de bunlardır. Haklarında kelimeler kesinleşenlere bu hükümler
uygulanır ve sıfatlarla ilgili sırların manalanndaki paylar da verilir. Bu da
bizi sıfatların batınını açıklamaya götürür. Oysa bu, ne emredilmiş bir şeydir,
ne de buna izin verilmiştir. Çünkü Allah Teala bu bilgileri farz kılmadığı
için bunlan emretmemiş, mubah kılmadığı için de izin vermemiştir.
Bu, kaderin
sırlanndandır. Birden fazla hadiste de bunlann açıklanması menedilmiştir. Allah
Teala velilerini buna muttali kılmamış olsaydı, "Onlan ifşa etmeyin"
yasağı dile getirilmezdi. Allah Teala bu müşahede makamına yerleştirdiği bir
kulu, ihbarla öğrenme halinden ve rivayetleri aktarmaktan müstağni kılar. O,
herşeyi Bilen Allah Teala'nm öğreticisi olduğu faydalı ilimdir. İşte bu,
Ya-ratan'm müessiri olduğu gerekli eserdir: "Kim Allah'tan korkarsa,
(Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden de
rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter". (Talak/2-3)
Asla
silinmeyen Kitab, O'nun nurundan olandır. Asla gizlenip kaybolmayan göz de
O'ndandır. Çünkü o, O'nun varlığıyla hayat bulur. Nuru da asla sönmeyen nurdur.
Çünkü bu nur, O'nun ru-hundandır. O'nun ruhunda ise hiçbir sıkıntı yoktur.
Çünkü O'nun ruhu saadetindendir. Asla kesilmeyen güç de O'nun ruhundandır. O
yazmış ve pekiştirmiştir. Elle yazılan her kitab yaratılmıştır ve korunmaz.
Dolayısıyla da kaybolabilir. O'nun ruhundan güç almayan her el de kesilir.
Sâni' olan Allah Teala'nm sağlam bir kalbe sun'uyla yazdığı ise kalıcı ve
sağlamdır.
Zeyd b.
Eşlem, Allah Teala'nm "O levh-i mahfuzdadır" (Bu-ruc/22) buyruğunu
açıklarken, "Müminin kalbi" demiştir. Başka biri ise, Allah Teala'nm
"Ma'mur eve" (Tur/4) buyruğunu açıklarken "Müminin kalbine"
demiştir. Marifet ehlinden bir zat ise, Allah Teala'nm "Allah'ın
yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir" (Nur/36) buyruğu hakkında şöyle
demiştir: Buralarda mukarrebunun kalpleri yükseltilir ve yaratılmışların zikri
noktasında Yaratan'm sıfatına çıkanlırlar. Bu evlerde Allah Teala'nm ismi, vahdaniyetin
"eha-diyet şahitliğinden tecrid edilmesiyle tevhid ile zikredilir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: Sine Kürsü, kalp ise Arş-'tır. Allah Teala ululuk ve
celalini ona koymuştur. Allah Teala lütfü ve yakınlığıyla şahit olunmuştur.
Müminin sinesinin, başı samedi-yet sonu ruhaniyet, ortası ise rububiyetten
ibarettir. Dolayısıyla mümin, hem samedi, hem ruhani, hem de rabbanidir.
Kalbinin
ise, başı kudret, sonu iyilik, ortası da lütuftur. Hali böyle olunca da, içinde
ışık yanan camlı bir fener olmaktadır. O, dışarıdan bakıldığı zaman ışıldayan
bir yıldız gibidir ki nimetler ona şahitlik eder. O; görülen, bedeni bir
aynadır. Onunla zat görülür. O da onu orada bulur. Tıpkı yakin sahibi bir
kalbin yakin gözüyle aynanın arkasındaki müşahedesinde gördüğü gibi görür.
Sine Kürsü'-ye, kalp ise Arş'a şahit olur. Allah Teala da onun üzerindedir.
Alimlerin,
amel ehlinde gördükleri kötü sonla ilgili alametleri açıklamalan da helal
olmaz. Çünkü bunlann mükaşefesine sahip olanlar nezdinde bunun çok açık alametleri
vardır. Bunları gören arifler nezdinde ise gizli delilleri mevcuttur. Ama bu
alametler, Allah Teala'nm kulla ilgili sırlanndandır. Allah Teala bunlan
nefislerin hazinelerine gizlemiştir. Bunlara muttali olanlar ise sınırlı sayıda
fertlerdir.
Allah Teala,
bunu gizlemiş, rahmetinin genişliği, hilm, lütuf ve yoğun örtüsüyle perdelemiş
tir. Sırlann açığa döküldüğü gün bu sırlar da ortaya çıkarılacaktır. O gün,
Allah Teala'nm gazap ve hiddetinin açığa çıktığı gündür. O gün kişinin hiçbir
amelde bulunacak gücü olmayacaktır. Gücü olmayan bir ilim de ona yardımcı
olmayacaktır. Çünkü yardım izzet demektir. Kul ise o gün zelildir. Yardımcısı
da yoktur. Zira o gün yardım eden yardımı kesen, gücü veren zayıf düşürendir.
Kendine
yardımı olmayacak kişinin durumu, ne kadar da kötüdür. Onun Rabbiyle olan bir
sohbeti de yoktur. Eğer Allah Teala'nm onunla sohbeti olsaydı, elbette yardım
da ederdi. Yardım etseydi, onu aziz kılardı. Eğer onu dost edinseydi, düşmanını
ondan kaçırırdı. Allah Teala bu noktada şöyle buyurmaktadır: "Onların
kendi nefislerine bile yardıma güçleri yetmez ve onlar Biz'den dostluk bulamazlar".
(Enbiya/43); "De ki: Onu göklerde ve yerde gizli olanı bilmekte olan
(Allah) indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir".
(Furkan/6) Allah Teala'nın bağışlaması, O'nun hik-metindendir. O'nun kullarını
örtmesi ise rahmetindendir. Allah Teala buyurdu ki: "Ki onlar, göklerde
ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa
vurduklarınızı da bilmekte olan Allah'a secde etmesinler diye". (Neml/25)
Bütün bu
bilgiler, korkuların hakikatlerinin varlığını gerektirmektedir. Bunlar da,
Allah Teala'nın mülkünün sırrı ve melekütu-nun gizidir. Ancak kulun ölüm anında
müşahede ettiği kötü sonuyla ilgili birtakım alametleri ortaya çıkar ki bu
alametler, ariflere gizli kalmaz.
Yaşayanlar
için de kötü sonlarına ilişkin bir takım alametler vardır ki bunlar mükaşefe
ehli tarafından bilinirler. Bu ilim de, Zat-ı İlahi'nin müşahedesindeki
mükaşefe makamlarından bir makama yerleştirilen kimseye mahsus olan bir
ilimdir. Bu, Allah Teala'nın kalp ehlinden bazılarım muttali kıldığı gaybi
sırlardandır. Ancak-keşifler de muhtevalarına göre farklılık arzeder. Mesela
ahiret manalarının keşfi olduğu gibi dünyanın batini yönlerinin keşfi de olabilir.
Yine hükümlerin zahirleri üstündeki Örtülü hususların hakikatlerine muttali
olmak da bu keşiflerdendir. Bütün bunlar, mele-kûtun sırlarından ve ceberûtun
keşflerine dair m an alarm dan dır.
Bir hadiste
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kader,
Allah'ın sırrıdır, onu yaymayın". Bu hitab, kaderin keşfedildiği kimselere
yöneliktir. Başka bir rivayette ise "O, Allah'ın perdesidir, onu
açmayın" lafzı yer almaktadır. Bu ise, kaderin henüz keşfe dilmediği
kimselere yönelik bir hitabdır. Bu, hakkında soru sormanın yasaklandığı bir
sahadır.
Bu da Allah
Teala'nın şu buyruğu altına girmektedir: "Hakkında bilgin olmayan şeyin
ardına düşme". (İsra/36) Bu nehiy, mükellef kıhnmadığm şeylerin bilgisine
ulaşmaya çalışma ve kendi amelinle ilgili kılınmayan ve sana havale edilmeyen
şey hakkında soru sorma, anlamındadır. Çünkü bu tür bir bilgiyi öğrenmesi
halinde kişiye yararı olmayacaktır. Kişiye yararı olacak şey, ancak hüküm ve
sebeplerle ilgili ilimdir. Çünkü onun yürüyeceği yollar bunlardır.
Allah Teala
müminlere hitab ettiği gibi peygamberlere de böyle hitab etmiş ve bütün
ailesini kurtaracağını vaadeden Rabbine karşı "Oğlum, benim ailemdendir.
Senin vaadin de haktır" (Hud/45) sözünü sarfeden Nuh'a (as) şöyle
buyurmuştur: "Ey Nuh, o kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü o,
salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Ben'den
isteme." (Hud/46) Yani senin yapacağın bir amel kılmadığım ve sana havale
etmediğim bir hususta Bana talepte bulunman ve dua etmen uygun değildir. Bunun
üzerine Nuh (as) Rabbinden bağış ve merhamet niyaz etmiştir.
Kul Ölüm
anında, yani ömrünün son saatinde gözündeki perdenin de kaldırılmasıyla birçok
sima görür. Bunlar, Allah Teala'nın dışında ilah edinilen veya Allah'a ortak koşulan
ilahların simalarıdır. Bunların hepsi de dünyanın süsü ve aldatmacasıdır. Eğer
kulun kalbi, bu simalardan birinin yanında durur veya bunlardan bir kısmı ona
süslü gelir ya da kalbi bunlardan herhangi birine kayarsa, son nefesi bunun
üzerinde noktalanmış olur. Canı da işte bu şekilde kuşku ve şirk üzereyken
çıkar. İşte kötü son (=sû-i hatime) budur. Bu, aynı zamanda ruhların
yaratıldığı anda kulun defterine geçmişte yazılmış olan nasibidir.
Ebedler ve
ezellerde, kainatın hareketine başlamadan önce sadece ruhların varolduğu
süreçte herkesin defterine sonu yazılmıştır. Ruhlar işte orada aldatmacaya
şahit olmuş ve bu aldatmacalarla beraber durmuşlardır. Bedenler yaratılmadan
ve varlık aleminde ortaya çıkıp kalıpların dökülerek ruhların perdelenmesinden,
aklın şahitliğiyle kaim kılınmalarından önce bu aldatmacalar, ruhların
kalplerine yalanları daha da artarak işlenmiştir. Ama bedenler evveliyetin
şahitliğiyle aşikar olmuş, kayyumiyyet manasıyla varolmuş, Cami' olan Allah
Teala'nın bu sıfatıyla cemedilmiş sonra da dünyaya dağıtılmışlardır.
Ayrılık
anında ise buluşma sürecinde şahitlik ettikleri ve sonunda ilk başta
söyledikleri sözü itiraf etmişlerdir. Ruhları da, şahitlik ettikleri şey üzere
bedenlerinden ayrılmıştır. Bu da bedenlere refakat eden ruhların daha önce
idrak ettikleri geçmiş yazgının haber verilmesidir. Bu anlamda şöyle bir hadis
rivayet edilmiştir: "Rahimlerin meleği nutfeyi eline alır ve şöyle der: Ey
Rabbim, erkek mi yoksa kız mı, sağlam mı yoksa sakat mı olsun? Rızkı nedir? Eseri
nedir? Ahlakı nasıldır? Sonra Allah Teala onu meleğin elinin üstünde yaratır.
Allah Teala ona şekil verdiğinde melek, 'Ey Rabbim ona saadetle veya
bedbahtlıkla can üfle' der".
İşte bu
nedenledir ki ruh, bedene girdiği hal üzere ondan ayrılır. Eğer o, Allah
Teala'nın merhametine yakın kılman mukarrebun zümresinden ise, onun için
rahatlık, mutluluk ve Naim cennetleri vardır. Eğer kitabı sağ taraftan
verilenlerden ise, ona 'ashab-ı yeminden selam var" denilir.
Eğer yoldan
çıkmış yal ani ayıcılardan ise ateşle ve kıvılcımlarla karşılanır. Tıpkı Allah
Teala'nın buyurduğu gibi: "Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz.
Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmı da sapıklığı haketti". (A'raf/29-30);
"İlk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski haline) iade
edeceğiz". (Enbiya/104); "Eğer Biz dilemiş olsaydık, her bir nefse
kendi hidayetini verirdik. Ama Ben'den 'Andolsun cehennemi cinlerden ve
insanlardan tamamıyla dolduracağım' sözü hak olmuştur". (Secde/13);
"Ama Biz'den kendisine güzellik geçmiş bulunanlar, işte onlar
(cehennemden) uzaklaştırılmışlardır". (Enbiya/101); "Gerçek şu ki,
Rabbinin kelimesi üzerlerinde hak olanlar, işte onlar inanmazlar".
(Yunus/96); "Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda
kişi yarattık". (A'raf/179); "Üstelik onların, bunun dışında da
yapmakta oldukları ameller vardır. Onlar bunun için çalışmaktadırlar".
(Mü'minun/63); "Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan
kendileri için açığa çıkmıştır". (Zümer/47); "Gerçek şu ki kulluk
eden bir topluluk için bu (Kuran'da) açık mesaj vardır". (Enbiya/106)
Yukarıdaki
ayetler ve benzerleri insanların geçmiş yazgıları ve son hatimeleri hakkında
varid olmuştur. Bunlarda gayblerin sırları ve anlaşılması güç hususlar
mevcuttur. Bunlar ehli için, arşın şerefelerine ve a'rafa yükselme için çıkış
işaretlendir.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: Birini elli yıl tevhid üzere olarak bilsem ve bir
direk mesafesi kadar ondan uzak kalsam da o kimse bu esnada Ölse, onun tevhid
üzere öldüğünden kesin olarak emin olamam. Çünkü o esnada kalbinin nasıl
çevrildiğini bilemem. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sıddıklar, her
hareketlerinde, her düşünüşlerinde ve teşebbüslerinde kötü sondan korkarlar.
Onlar daima Allah Teala'dan uzak kalmaktan korkarlar. Oysa onlar, Allah Teala
tarafından övülmüş kimselerdir. Onlar, yürekleri ürperen kimselerdir. Yine o,
şöyle derdi: Bir sıddıkın korkusu, ancak kötülüklerden korktuğu kadar
iyiliklerden de korkmaya başladığında sıhhatli olur. Onun bir sözü de şudur:
Korkunun en üst mertebesi, Allah Teala'nın sabık ilmindeki hükmünden korkmak ve
sünnete aykırı bir hareketten küfre götüreceği endişesiyle sakınmaktır. Ebu
Muhammed'in konuyla ilgili diğer bir sözü de şöyledir: Tazim korkusu, geçmiş
yazgı korkusunun terazisidir.
Ariflerden
bir zat şöyle derdi: Şehadet ev kapısında, İslam üzere ölüm oda kapısında olsa
ben şehadetle ölümü seçerdim. Kendisine "Niçin?" diye sordular. O
da, 'Çünkü oda kapısıyla ev kapısı arasında geçen surede kalbime başka bir
müşahedenin doğmasından ve tevhidimi değiştirmesinden korkarım' dedi.
Züheyr b.
Nuaym el-Bani'den şunu naklettiler: En büyük tasam, günahlarım değildir. Ben,
benim için bana günahlardan daha ağır gelen birşeyden korkarım ki o da tevhidi
imanımın benden alınarak başka bir hal üzere ölnıemdir". İbni Mübarek,
Ebu Lehi'a kanalıyla Bekr b. Sevade'den şunu rivayet etti: Bir adam
insanlardan uzak duruyor ve nerede olursa olsun tek başına kalıyordu.
Ebu'd-Derda (ra) geldi ve adama sordu: Allah rızası için bana söyle, seni
insanları terketmeye sevkeden nedir? Adam şu cevabı verdi: Farkında olmaksızın
dinimin elimden alınmasından korkuyorum.
Bunun
üzerine Ebu'd-Derda şöyle dedi: Semtte senin korktuğundan korkan yüz kişi
görebiliyor musun? Bu sayı, giderek azaldı ve sonunda ona düştü. Bu olayı Şamlılardan
birine anlattığımda bana, 'O adam -sahabeden- Şurahbil b. Samt'tır1 dedi."
Ebu'd-Derda Allah üzerine yemin ederek şöyle diyordu: Ölüm anında imanının
çekip alınmayacağından emin olan hiçkimse yoktur ki o anda imam kendinden
alınmasın.
Ulemadan bir
zat şöyle derdi: Tevhid kime nasip olursa, kemaliyle nasip edilir. Kimden de
menedilirse, tamamıyla menedilir. Çünkü tevhid, kişinin benliğinde parçalara
ayrılmaz. Süfyan-ı Sevri (ra) ölüme yaklaştığı zaman ağlayıp sızlamaya başladı.
Kendisine, 'Ey Ebu Abdullah, sana ricacı ve ümitvar olmak düşer. Çünkü Allah
Teala'nm affı, senin günahlarından daha büyüktür5 dendi. Bunun üzerine, 'Acaba
ben günahlarıma mı ağlıyorum? Eğer tev-hid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar
büyüklüğünde bile olsun günahla Allah Teala'nm huzuruna varmaktan çekinmezdim'
dedi.
Bir
defasında da şöyle demişti: Günahlarım bundan daha hafiftir. -Sonra yerden kum
tanesi alarak gösterdi-. Ama ömrümün sonunda tevhidin benden alınmasından
korkuyorum. Süfyan-ı Sevri (ra) korku ehlinin ileri gelenlerinden biriydi. O
kadar ki korkusundan idrarı kanlı gelirdi. Kimi zaman da korkusundan hastalık
geçirirdi. Bir defasında kanlı idrarını yazıcılardan birine gösterdi ve şöyle
dedi: İşte bu, ruhbandan birinin idrarıdır.
Süfyan-ı
Sevri (ra) Hammad b. Seleme'ye iltifat ederek şöyle derdi: Ey Ebu Seleme, benim
gibiler için affı ümit eder misin? -Ya da benim gibisi mağfiret ümit eder
misin?- Hammad da ona şöyle derdi: Evet ümit ederim. Ulemadan bir zat şöyle
derdi: Sonumun saadetle noktalanacağını kesin olarak bilmem, benim için güneşin
üzerine doğduğu bütün hayatımı Allah yolunda geçirmiş olmamdan daha
sevimlidir.
İhvanımızdan
biri de sadıklardan biri hakkında şunu nakletti: Bu kimse, korku ehlindendi.
Birgün yoldaşlarından birine şöyle dedi: Bana ölüm geldiğinde başucumda otur.
Beni iyice inceledikten sonra bana bak, eğer tevhid üzere öldüysem git ve bütün
mallarımı satarak onunla badem ve şeker al, sonra da onları şehrin çocuklarına
dağıt ve çocuklara 'Bu, bugün kurtulan zatın ziyafetidir5 de. Eğer tevhid üzere
Ölmediğimi görürsen, o zaman bütün insanlara tevhid üzere ölmediğimi bildir ki
cenazemi görerek aldanmasmlar. Cenazemde sadece beni basiret üzere sevenler
bulunsunlar ki ardımdan riyakarlar gelmesin. Böyle yaparsan müslümanları kandırmış
olurum.
Bu vasiyeti
alan zat şöyle der: Peki, senin tevhid üzere Öldüğünü nasıl bileceğim? Bunun
üzerine o zat, bazı ölülerde ortaya çıkan alameti söyledi. -Bu alameti burada
açıklamak istemiyoruz-. Vasiyet edilen anlatmaya devam ederek şöyle dedi: Ölüm
anında onun başucunda duruyor ve ona bakıyordum. Sonunda ruhunu teslim et-
ti. Ben de
emrettiği gibi onu inceledim ve mutlu son alametini gördüm. Tevhid üzere
Ölmüştü. Ruhu bu şekilde feyiz bularak bedenden ayrılmıştı. Vasiyetini
emrettiği şekilde yerine getirdim. Bu olaydan sadece yakın alim dostlarıma
sözettim.
Görüldüğü
gibi kul, hayatında ne kadar kötülük yaptıysa hepsi de kendisine ayrılık anında
hatırlatılacak ve ömrünün son anında hepsini müşahede edecektir. Eğer kalbinde
bu kötülükleri güzel görür ve nefsiyle onları arzulayarak onların yanında
duruşa bunlar -az da olsalar- onun ameli olarak hesap edilecek ve sonu da
bunlar üzere olacaktır. Aynı şekilde yaptığı iyilikler de kendisine hatırlatılacak
ve müşahede etmesi sağlanacaktır. Eğer kalbi onlarla beraber olur veya bundan
hoşlanırsa, amel olarak bunlar hesap edilecek ve bu da onun mutlu sonu
olacaktır.
Yukarıda
sözlerini naklettiğimiz taifeden bir zat, Allah Teala'nm "O ki ölümü ve
hayatı sizi sınamak için yarattı" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle
demiştir: Yani O sizleri hayattayken hatırınıza günahları getirip kalplerinizi
çevirmek suretiyle sınarken, ölüm anında da sizi tevhidden saptırma haliyle
sınamaktadır. Her kimin ruhu tevhid üzere çıkarsa, o sınavı atlamış ve bütün
belaları aşarak Rabbine kavuşmuş olur ki gerçek mümin odur. Bu da Allah
Teala'nm şu buyruğunda olduğu gibi güzel sınavdır: "Müminleri, kendinden
güzel bir sınavla sınamak için (böyle yaptı)". (EnfaI/17)
İlimlerden
çıkarılan bütün bu esaslar, korku ehlinin Allah Teala'nm kendi haklarındaki
bilgisinden korkmalarını gerektirmiştir. Onlar bu esasları gördükleri için
kendi güzel amellerine bakmaktan vazgeçmişlerdir. Çünkü onlar Rablerini
hakkıyla tanıyan kimselerdir. Onlardaki bu korku da bizatihi sevaptır. Çünkü bildiklerini
iyi bilmekte ve bildiklerini istemekten uzak durmaktadırlar. Onlar ilim üzere
her tür kuşku ve kusurdan uzaklaşmışlardır. Onlar, Allah Teala'nm haklarındaki
ilminden korkmanın da O'nun bir nimeti olduğunu açıkça görmüşlerdir. Bu da
onlar için bir makam olmuştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Korkanlar arasında olup da Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki
kişi", (Mai-de/23) Bu ayetin tefsirinde, sözkonusu nimetin korku olduğu
söylenmiştir.
Ashab-ı
yemin için yukarıda anlattığımız zümrenin altında başka makamlar da
sözkonusudur. Suç korkusu, kazanç korkusu, azap tehdidi korkusu, cezalandırılma
korkusu, emirlerde kusur etme korkusu, hadleri aşma korkusu, ziyade sevaptan
mahrum edilme korkusu, uyanıklığın gafletle perdelenme korkusu, amelle geçen
çalışma süresinden sonra fetret ve soğuma korkusu, kararlılıktan sonra azmin
zayıflama korkusu, tevbeyi bozmak suretiyle ahdi çiğneme korkusu, tevbeye yol
açan fiille tekrar sınanma korkusu, istikametten sonra tekrar eğrilme korkusu,
şehvete alışma korkusu, hüccetten sonra heva ve dünya düşkünlüğüne dönme
korkusu, Allah Teala'nm geçmiş günahlarına bakarak çirkin fiillerinde onları
görmesiyle onlardan yüz çevirme ve gazap edilme korkusu. Bütün bunlar marifet
ehlinin korkularmdandır. Bunların bir kısmı, bir kısmından daha üsttedir.
Bunlardan kimileri, kimilerinden daha büyük korku sahibidirler.
Denir ki:
Arş, kainat büyüklüğünde ışıldayan bir mücevherdir. Kul için vecdin bulunduğu
hallerden hiçbir hal yoktur ki onun bir benzeri kulun halinin sureti olarak
Arş'a işlenmesin. Kıyamet günü gelip de kul hesaba çekilmek üzere
dikildiğinde, arşın üzerindeki suret kendisine gösterilir. Orada kendisini
dünyadaki hali üzere görür ve bu müşahedesiyle de yaptığı fiili hatırlar. O
anda tarife sığmayacak bir haya ve titremeye kapılır. Denir ki: Allah Teala bir
kuluna marifet verip de ona bununla muamele etmediği zaman, ondan bu marifeti
çekip almış olmaz. Bilakis onu kendisinde bırakır ve kulu bu marifeti mikdannca
hesaba çeker. Ama ondan bereketi kaldırarak ziyade sevabı keser.
Allah Teala
kendisine bir nimet verip bu nimetle hayır işlemesini sağladığı bir kulunu
hevasıyla imtihan edip de yaptığı amelle övünerek daha Önce yaptıklarını
unutması ve onları tekrarlamaktan korkmaması yüzünden zemmederek şöyle
buyurmuştur: "Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir
nimet tattınrsak, kuşkusuz 'Kötülükler benden gidiverdi' der. Çünkü o, çok
şımarıktır, böbürlenendir". (Hud/10) Kulun korkularından biri de, nifak
korkusudur. Selef-i Salih'ten olan sahabe (ra) ve Tabiu-n'un ileri gelenleri
nifaktan çok korkarlardı.
Rivayete
göre Huzeyfe fra) şöyle derdi: "Allah Resulü fsav) devrinde bir kişi bir
kelime söylediğinde bu yüzden Allah'ın huzuruna varıncaya kadar münafık olurdu.
Oysa ben, benzeri sözleri sizden günde on kez duyuyorum". Yine o şöyle
demiştir: "Kalbe öyle bir saat gelir ki imanla dolar ve nifak için iğne
deliği kadar dahi yer kalmaz. Yine kalbe öyle bir saat gelir ki tamamen
nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz".
Allah
Resulü'nün (sav) sahabileri, tabiilere şöyle derlerdi: "Sizler, öyle
amellerde bulunuyorsunuz ki, onları kıldan daha küçük görüyorsunuz. Bizler bu
amelleri Allah Resulü (sav) devrinde büyük günahlardan sayardık". Bu
ifadenin başka bir rivayetinde 'helak edicilerden=mûbikât" lafzı
yeralmaktadır. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Nifaktan uzak olduğumu bilmem,
bana üzerine güneşin doğduğu bütün varlıkların benim olmasından daha sevimli
gelir.
Denir ki:
Nifaktan ancak şu üç tabakada yeralan müminler sıyrılabilirler: Sıddıklar,
şehitler ve salihler. Bunlar; Allah Teala tarafından övülerek üzerlerindeki
nimetin kemale ulaşacağı bildirilmiş ve gerek imanlarındaki kemal, gerekse
hakiki yakinlerinden dolayı peygamberlerin makamlarına çıkarılacakları haber
verilmiş zümrelerdir. Denildi ki: Kim nifaktan emin olduğunu düşünürse o
münafıktır. Alimlerden bir zat şöyle derdi: Nifakın alameti, kişinin kendi
yaptığı amelin benzerini başkalarının yapmasından hoşlanmaması, zorbalık
tezahürlerini sevmesi, hak ve adalet tezahürlerine ise kızmasıdır. Kendinde
bulunmayan bir sıfattan dolayı övüldüğünde bundan hoşlanması da nifak
alametidir.
Nifakın
alametleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunların sayısının yetmiş olduğu
söylenmiştir. Allah Resulü'nün (sav) hadisi bunlardan dördünü belirlemektedir
ki bunlar nifakın en bariz alametleridir. Diğer alametler bunların dalları
mesabesindedir.
Allah Resulü
fsav) buyurdu ki: "Dört şey vardır ki her kim bunlarda bulunursa namaz
kılıp oruç tutarak müslüman olduğunu iddia etse bile katıksız münafıktır. Onu
terkedinceye kadar kendisinde nifakın bir şubesi bulunacaktır: Konuştuğunda
yalan söyler. Va-adettiğinde uymaz. Emanet verildiğinde ihanet eder.
Mahkemeleş-tiğinde facirlik eder". [34][60] Başka bir
rivayette 'Anlaştığında bozar1 ifadesi de bulunduğu için alametlerin sayısı
beşe yükselmektedir. Bir adam İbni Ömer'in (ra) huzuruna girerek şöyle demişti:
Bizler emirlerin meclisine gidiyor ve sözlerinde onları tasdik ediyoruz.
Yanlarından çıktığımızda ise onlar aleyhinde konuşuyoruz, buna ne dersin?'
dedi. O da şöyle dedi: Allah Resulü (sav) devrinde bizler bunu nifak sayardık.
İbni Ömer'den (ra) başka bir vasıtayla şu olay nakledilmiştir: O, bir adamın
Haccac'ı tenkit ettiğini ve sövdüğünü duymuştu. Ona şöyle dedi: Ne dersin,
Haccac şu an burada olsa, söylediklerini yine söyleyebilir miydin? Adam,
'Hayır1 dedi. Bunun üzerine İbni Ömer (ra), 'Allah Resulü (sav) devrinde biz
bunu nifak sayardık' dedi.
Bundan daha
ağırı şu olayda görülmektedir: Bir topluluk Hu-zeyfe'nin (ra) eşiğine oturarak
onu bekliyorlardı. Bu arada onunla ilgili bir şey konuşuyorlardı. Yanlarına
çıktığı zaman, kendisinden haya ederek sustular. O da, 'Konuşmanıza devam edin'
dedi. Ama onlar susmaya devam ettiler. Huzeyfe (ra) bunun üzerine, 'Allah
Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık' dedi. Daha da vahimi, Hasan
el-Basri'nin (ra) görüşüdür. O nifak konusundaki görüşünü şöyle açıklardı: İç
ile dışın, dil ile kalbin ve girişle çıkış hallerinin farklı olması nifak alam
eti erindendir.
Nifakın
incelikleri ve şirkin gizli noktaları, tevhidin eksikliğinden ve yakini imanın
zayıflığındandır. Bunlar da müminler için Allah Teala'nın gazabını çekmesi
bakımından endişe kaynaklan teşkil etmişlerdir. Bundan dolayı amellerin boşa
çıkması da büyük bir korku kaynağıdır.
İbni Mesud
(ra) bu noktada şöyle derdi: Kişi evinden çıkarken beraberinde dini olmasına
rağmen dönerken beraberinde dini namına hiçbirşeyi olmayabilir. Yolda biriyle
karşılaşıp ona 'Siz, siz' derken karşılaştığı başka birine 'Sen, sen' demiş
olabilir. Belki bu ondan bir şeyi götürmemiş olabilir. Ancak Allah Teala, bu
hareketine hiddetlenmiş tir. Çünkü o, bilmediği birini aklamış veya zemmi
hakeden birini övmüş olabilir. Kulun kalp ve dilinin farklılaşması da
nifaktandır. Çünkü bu, Allah Teala'nın gazabını celbeden bir davranış şeklidir.
Bütün bu
korkuların üzerinde, iman nimetinin çekilip alınma korkusu yeralır. Müminin
kalp hazinesinde bulunan bu nimet, tamamen Allah Teala'nın tasarrufu
altındadır. O, bu nimetini dilediği şekilde var ettiği gibi, dilediği zaman da
çekip alabilir. Bu nime-t, bağışlanmış bir hibe olup O'nun keremiyle baki
kılınıp kılmma-yacağı kimse tarafından bilinmez. Veya o, Allah Teala tarafından
size verilmiş bir emanet ya da ödünç de olabilir. Hikmet ve adaleti gereği de
onu sizden isteyip alabilir. Her halükârda Allah Teala iman nimetinin hükmünü
bizden gizlemiş ve onun akıbetini sadece kendine saklamıştır.
Ariflerden
bir zat şöyle demiştir: İmanın kat'iliği ancak son ana onunla ulasılmasıyla
bilinebilir. Başka biri ise, O ne kadar da teh-likelidir!"demiştir.
Ebu'd-Derda da (ra) yemin ederek şöyle demiştir: İmanının çekilip
alınmayacağından emin olan hiç kimse yoktur ki, imanı ondan alınmasın. Sonra
Huzeyfe'nin (ra) sözünü ettiği an da dikkate değerdir: "Kalbe öyle bir an
gelir ki nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz".
Eğer ölüm bu ana rastlarsa ve kişinin son anı bu şekilde olursa, ruhu nifak
üzere çıkmış olmaz mı?
Kalpler,
şüphe ve şirk sahalarında işte böyle çevrilip döndürülür. Kişinin bu tür bir
hali, onun ölüm anma rastlarsa, bu onun Rabbi'ne kavuşmasmdaki hatimesi yani
sonu olur. Bu halin hatime olarak adlandırılması, kişinin son uğraşının ve
ömrünün son anının bu olmasından dolayıdır. Bir şeyin Katimi, onun sonudur. Bu
manada Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Ve hatem-i enbiya
idi" (Ahzab/40) Yani peygamberlerin sonuncusu. Bir benzeri de şu ayet-i
kerimedir: "Onun hitamı misktir". (Mutaffifîn/26) Yani kadehin sonu,
tortu değil misktir.
İman ilminde
ziyadenin kesilmesi korkusu da önemli korkulardan biridir. Başlangıç
bilgisiyle yetinilerek bu derecede bırakılma endişesi müridlerin birçoğunda
mevcuttur. Ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Allah Teala bir kuluna
bir marifet/bilgi verdiğinde eğer ona o bilgiyle muamele etmezse, bu bilgi
ondan çekilip alınmış olmaz. Aksine o bilgi sözkonusu kul için aleyhte bir delil
olup Allah Teala onun mikdarına göre o kulunu hesaba çekecektir. Bu, ancak o
kişiden ziyade ilmin kesilmesi demektir ki onun kalbini katılaştırır ve
gözyaşlarını akıtır.
Bu da, ancak
kemal ve tamam ehli tarafından bilinen bir eksikliktir. Çünkü Allah Teala
kendi huzurunda kula yarayacak şeyi ondan mahrum etmekte, ona da aldanacağı ve
halk nezdinde fitneye kapılacağı şeyi vermektedir. Zira yüzdeki göz mülkten
olup dünya içindir. Kalpteki göz ise, melekûttan olup ahiret içindir.
Malik b.
Dinar şöyle demiştir: Tevrat'ta şunu okudum: Kulun nifakı kemale erdiğinde kul
gözlerine hakim olur ve istediği zaman ağlar. Selef-i Salih, nifak
gözyaşlarından Allah Teala'ya sığınırlardı. Bu, kul için her türlü ağlama
kapısının açılması, zillet ve huşu kapısının ise kapanması demektir.
Allah Teala
bu tür gözyaşına örnek olarak şöyle buyurmuştur: "Ve akşamleyin ağlayarak
babalarına geldiler". (Yusuf/16)
Selef şöyle
derlerdi: Nifak huşû'undan Allah'a sığının. Onlara, 'O da nedir?' diye
sorulduğunda şöyle derlerdi: Kalp katı iken gözün ağlamasıdır. Gerçekten de,
göz katılığına rağmen kalp yumuşaklığının verilmesi, kul için kalp katıyken
gözyaşları verilmesinden daha hayırlıdır. Kalbin yumuşaklığı, kalb ehline göre
onun huşu, korku, zillet, inkisar ve alçakgönüllüğüdür. Bunlara sahip olan kul
için, ağlamasını engelleyen bir halin bulunması zararsızdır. Ama kul için
tercih edilen; gözyaşlarını akıtmasıdır. Bu bir fazilettir. Her kime de
gözyaşı verilmiş ve kalp huşû'u, zilleti ve teslimiyeti verilmemişse, bu onun
için bir tuzaktır. İşte menetme ve fayda etmemenin hakikati de budur.
Gözyaşı,
genel olarak akli ilimlerde olur. Yakinin müşahedesiy-le oluşan tevhid ilminde
ise gözyaşına yer yoktur. Çünkü o, vahda-niyyetin deliliyle güçlenir ve kişiyi
kudret ilmine taşır. İşte orada kuvvetin içe çekilmesiyle gözden yaşlar taşar.
Allah Teala, gözyaşının ihlasla dökenlerin huşû'larmı arttırdığım beyan ederek
şöyle buyurmuştur: "Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve bu onların
huşularım arttırıyor". (İsra/109) Gözyaşları bizim kibir ve Övüncümüzü
arttırıp kalpte huşu doğurmadığım gördüğümüzde şunu bilmeliyiz ki bu gözyaşı
tamamen yapmacık ve gururlanmak içindir. Çünkü nefislerin birçok gizli afeti
vardır.
Korkuların
en üstte yeralam ise, geçmiş yazgılar ve sonlarla ilgili korkudur. Bu
çerçevede ariflerden bir zat şöyle derdi: Gözyaşlarını ve tasam, günahlarım ve
azgın şehvetlerimden dolayı değildir. Çünkü onlar, benim ahlakım ve
sıfatlarımdır. Benim gibi birine de zaten başkası yakışmaz. Hüzün ve kederim
ise kısmetimin nasıl olduğu hususundadır. Paylar taksim edildiğinde acaba benim
payım neydi? Kullara bağışları dağıtıldığında benim hisseme acaba ne düştü?
Acaba kısmetim nasıldı? O'ndan uzaklık mı?" Daha önce de zikrettiğimiz bu
husus, peygamberlerin varisleri olan alimlerin en büyük korkularından biridir.
Peygamberlerin bedelleri, takva ehlinin imamları, kuvvet ve metanet sahibi bu
insanlar da en çok bundan korkmuşlardır.
Ebu
Muhammed'e (ra) şu soru sorulmuştu: Allah Teala kullarından herhangi birine
miskal ağırlığında korku verecek mi? O da şu cevabı verdi: Müminlerden öyleleri
vardır ki onlara dağ ağırlığında korku verilir. Bunun üzerine, 'Onların
halleri nasıldır? Yerler, uyurlar ve hammlarıyla yatarlar mı?' diye sorarlar.
O da, 'Evet, bunları yaparlar. Müşahede onlardan asla ayrılmaz, sığınma yeri de
onları gölgeler5 dedi. Bu cevap üzerine, Teki korku nerede?' diye sorarlar. O
da şu cevabı verir: 'Korkuyu kudret perdesi hikmetin inceliğiyle taşır ve kalp
de, beşeri sıfatlarla harekette perde altında saklanır. Böyle bir kul,
peygamberler gibidir1.
Durum, aynen
söylediği gibidir. Çünkü tevhidin hareketlerde müşahedesinde hikmet onu
hükümleri yerine getirmesiyle kaim kılar. Bu böyledir. Zira, kalpteki iman nuru
çok büyüktür. Eğer kalbe zahir olursa, bedeni ve ona temas eden herşeyi
yakabilir. Ancak o, faziletle örtülmüş, ilimle perdelenmiş tir. Ta ki hükümler
yerine getirilsin, onlarda hareket ifa edilsin. Zaten bir şeye kıyam etmek,
kader ve sıfatlar noktasında gayelerin yerini alır. Çünkü nurlar isimlerle
perdelenmiş tir. İsimler fiillerle perdelenmiş tir. Fiiller ise hareketlerle
perdelenmiş tir. Hareket, kudretle açığa çıkar. O ise arkasında gayb bulunan
bir husustur.
Aynı şekilde
hikmetle tasarrufta bulunmak, imanın nurundan açığa çıkar. îmanın nurları ise
gaybm ardında gizlenmiştir. Ariflerden bir zat bu konuda şöyle demiştir: Eğer
müminin siması Allah'ın nezdinde halka açıkça gösterilseydi, insanlar Allah'ı
bırakarak ona taparlardı. Eğer onun kalp nuru dünyaya görünseydi, arz üzerinde
hiçbir şey onun karşısında duramazdı. Kudreti, kudret tezahürlerini ve sebeplerini
hikmetiyle örten Allah Teala her türlü kusurdan münezzehtir. Bu da O'nun hilm
ve merhametinin bir göstergesi, kullarını menfaatleri için Kendi yoluna
sokmasıdır.Übey b. Ka'b'm kıraati de müminin nurunu Allah Teala'nın nuruyla
özdeşleştirmektedir.Eğer müminin nuru O'nun nurundan çıkıyor olmasaydı,
buradaki kıraatin değiştirilmesi caiz olmazdı. Sehl (ra) şöyle demiştir: Korku,
akla muhaliftir. Haşyet vera, işfâk ise zühddür. O şöyle demişti: Korku cahile
girdiği zaman onu ilme çağırır. İlme girdiğinde onu zühde çağırır. Amellere
girdiğinde ise onları ihlasa çağırır. Yine o, şöyle demiştir: İhlas öyle bir
farizadır ki ancak korkuyla elde edilir. Korku ise, ancak zühd ile elde edilir.
Korku,
mükafaata uygun bir haldir. Çünkü onun avamın kalplerine girmesi, onları
haramdan çıkarırken havasın kalplerine girmesi de onları vera ve zühde dahil
eder. Çünkü kişi korku sahibi olduğunda haram ve riyayı terkeder. Sehl'in (ra)
bir başka sözü de şudur: Kalbinde Allah korkusunu görmek isteyen kimse, sadece
helal yesin. Rica ve ümit ilmi, ancak korku sahiplerine uygun düşer. O, bir
başka yerde de şöyle demiştir: Korku erkek, muhabbet ise dişidir. Kadınların
çoğunun muhabbete davet ettiğini görmez misin? O, bununla şunu kasdetmiştir:
Korkunun rica ve ümide üstünlüğü, erkeğin kadına üstünlüğü gibidir. Durum,
aynen onun söylediği gibidir: Korku alimlerin hali iken rica ve ümit amel
ehlinin halidir. Alimin abide üstünlüğü ise, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü
gibidir.
Bu meyanda
Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edildi: "İlim sahibinin fazileti,
bana amel sahibinin faziletinden daha sevimli gelir. Dininizin en hayırlı
olanı vera'dır". Şunu biliniz ki alimlerin taşıdıkları korku, avamın
zihinlerinde canlandırdıkları vehimlerden çok farklıdır. Onların korkusu,
kaygı, yanma, sıkılma ve ahvali etme şeklinde değildir. Çünkü bunlar, ah ü vah
edenlerin kalplerinden geçen hatırlar, haller ve vecdlerden ibarettir. Arifler
zümresinden olan sufilerin bir kısmının muhabbet hallerindeki vecdle-ri,
ilimle hiç alakası olmayan şeylerdir. Onların bu esnadaki yanmaları ve ah ü
vahlan alimlerin korkusu gibi de değildir. Alimlerin nezdindeki korku, sahih
ilim ve sadık müşahedeyi ifade eden bir kavramdır. Kula ilmin hakikati ve
yakinin sıdkı verildiğinde o kul korku sahibi 'Hâ'if olarak adlandmlır. İşte bu
nedenledir ki Allah Resulü (sav) insanlar içinde en çok korkandı. Çünkü O,
ilmin haki-katma sahipti. O, insanların Allah Teala'dan en çok korkanıydı.
Çünkü Allah Teala'ya 3'akmlıkta son noktaya varmıştı. O'nun hali, sekine ve
vakar haliydi ve her iki makamda birden bulunmaktaydı.
O bütün
hallerinde sağlamlık ve metanet sahibiydi. Kaygı, sızlanma, ah ü vah ve
serzeniş asla O'nun hallerinden değildi. O, yaratılmışların hepsinden katlarca
fazla ilim ve akıl sahibiydi. O'nun kalbi, bütün insanlara açıktı. Onlara karşı
sabırlı olması için de yüreği genişletilmişti. Allah Resulü (sav) bir bedevinin
yanında bedevi gibi olur, çocuğun yanında çocuk gibi hareket ederdi. Kadınlarla
oturduğunda da onlara göre hitap ederdi.
O, ilimlerinde
onlara yaklaşır, insanlara akıllarına göre konuşurdu. Dolayısıyla hepsi de
O'nunla kaynaşabilir, söylediklerinden paylarını alırlardı. O'nun bu hikmetli
ve hoşgörülü davranışlan sayesinde insanlann gözünde çok büyümez ve her
dilediklerini O'na sorabilirler, kendisiyle kaynaşabilirlerdi. Allah Resulü'nün
(sav) yaratılış özellikleri yüzünden O'nun vecdlerine bir giysi giydirilmişti.
Bu O'na zorlama ve yapmacıkhk olmaksızın verilmiş ilahi bir vergi olarak
herşeyi Bilen ve Hikmet Sahibi olan Allah Teala'nın bir lütfuydu.
Allah Teala
işte bu sebeple O'nu Kendi ahlakıyla vasfetmiş ve bu vasfıyla övünerek
"Muhakkak ki sen, çok yüce bir ahlak üzeresin" (Kalem/4)
buyurmuştur. Bu ahlakın, rubûbiyet ahlakı olduğu söylenmiştir. Bir başka
tefsirde ise, izafetle okunmuş, böylelikle Allah Teala'nın isminin azametinin
O'nun hal ve nasibinden bir şeyi açığa çıkarmaması temin edilmiştir.
Bu O'nun
metanetini ve akıl sahiplerinin faziletini ortaya koymaktaydı. Allah Resulü
(sav) adaletinin hakİkatmdan dolayı ilim adına hiçbir şeyi isteyenlerden
esirgemezdi. O, zühd, huşu ve teva-zusundan dolayı hiç bir şeyde gösterişe
kaçmazdı. Gücünün fazlalığı, ilminin derinliği ve hikmeti, O'nu bunlara sahip
olduğunu ka-nıtlarcasma davranmaya sevketmezdi. İmtihan ehli arifler de, Allah
Resulü'nün (sav) sünnet ve yolu üzere vasfe dil mislerdir. Çünkü onlar,
peygamberler zümresine en çok benzeyenlerdir.
Marifet
ehlinden bir zat şöyle demiştir: Halkı kendi ilmi seviyesinde görmek isteyen
ve onlara kendi akli düzeyinde hitap eden kimse, onlara kendi üzerindeki
haklannı esirgemiş ve Allah Teala'nın onlarla ilgili haklarını ifa etmemiş
olur. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İnsanlara bütün bildiğini anlatan ve
kendi payını onlara açıklamaya çalışan kimse imam olamaz. Yahya b. Muaz şöyle
derdi: Kimseyi yoldan çıkarma ve ona ilmi olmayan şeyle hitab etme. Aksi halde
onu yormuş olursun. Ona ancak kendi nehrinden su ver ve kendi bardağıyla su
içir. Ulemadan bir zata 'Arif, halktan uzak durur mu?' diye sorulduğunda şu
cevabı vermiştir: 'Uzak durmaz ama soğuk olabilir. Kendisine, 'Peki ondan uzak
durulur mu?' diye sorulduğunda, 'Ariften uzak durulmaz, ancak onun heybetinden
çekinilir1 dedi.
Korkunun,
ilmin hakikati için konulmuş bir kavram oluşunun delili, Übey b. Ka'b'm
"Onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe
ettik" (Kehf/80) ayetiyle ilgili kıraatidir. Onun kıraati, "Rabbin o
ikisine .... korktu" şeklindedir. Yahya b. Zi-yad en-Nahvi bu ayetin
manasını şöyle vermiştir: "Rabbin ... bildi". O şöyle demiştir:
Korku, Allah Teala'nm isimlerindendir. Allah Te-ala en iyi bilendir. [35][61]
Korku aynı
zamanda manevi isimlerdendir. Onun varlığı zıddmın yokluğunu gerektirir. Kalpte
dünya halleriyle ve uhrevi hususlarla ilgili bütün emniyet hislerinin
yokedilmesi durumunda, kul Allah Teala'nm tuzağından asla emin olamaz. Bu
tuzak, dünyevi hükümlerin şekillendirilmesinde, kalpler, nefisler ve şehvet
cazibelerinin çevrilmesinde, alışkanlıkların tahrikinde görülebilir. Kalbinde
korkuyu hisseden kul, hiçbir örf ve alışkanlığa teslim olmadığı gibi hiçbir
şekilde kendi kurtuluş ve beraetinden de emin olamaz. İşte bu korku halidir.
Kul, bütün bu hususlarda emniyet hissini yitir-mesiyle korkan (=hâ'if) olarak
adlandırılır.
Bu, Araplar'da
yaygın olarak kullanılan bir isimlemedir. Arap, bir şeyden emin olamadığı
zaman, 'Şundan endişe ediyorum' der. Birşey hakkındaki bilgisi kesinleştiği
zaman da 'Şundan korkuyorum' der. Ulemadan bir zata şöyle denir: 'Her halinde
korkan arifin durumu nedir?' Dedi ki: 'Çünkü o, Allah Teala'nm kendisini bütün
hallerinden sorumlu tutacağını bilir".
Korku ehli
için bundan sonra da belli yollar, endişe verici bir korkuya, sızlamalı bir
titreyişe, sıkıcı bir endişeye ve yakıcı bir titremeye yöneltme sözkonusudur.
Bunlar, imamların seçilmiş ve faziletli yollarının aşırılıklarıdır. Bu
yollarda, yükselme ve helak olma ihtimalleri mevcuttur. Seçkin alimler ve
tanınmış zevat bunlar hakkında nakilde bulunmuşlardır. Bu yollara ancak bazı
zahidler ve abidler girebilmişlerdir. Ariflerden bir kısmı için de bu yollar arzu
edilmiştir.
Bu yollar,
alimler hakkında faziletli görülmemiştir. Ariflere göre bu yollarda rekabet
edilmez ve bunlara gıpta edilmez. Çünkü bunlar, sülük yollarından helak
sebeplerine düşürebilecek hallerdir. Ariflerin bu yolları arzu etmeleri,
sadece onları tanıma ve muttali olma gayesiyle sınırlıdır. Fakat bazıları,
kaybolmak ve ah ü vah etmek için bu yollara yönelmişlerdir. Ancak bunlar avamın
kafalarında daha meşhur, daha ilgi çekici ve umum için daha korkutucudur.
[36][62]
Şunu bilin ki korkunun sekiz farklı taşma yeri
vardır. Korku, kalpten taşarak bu sekiz noktaya ulaşır. Korku bunlardan
hangisine taşarsa, istisnaları dışında korku sahibi bu taşkınla helak olur.
Kalpteki
korku, merare'ye taşabilir. Merare, derinin en ince tabakası olup tenin alt
kısmıdır. Korku, kalpten bu kısma taştığı zaman onu yakarak kulu öldürür.
Baygınlık, şok ve çehrenin değişmesiyle Ölen bu kimseler, amel ehlinin en
zayıflarını oluştururlar.
Korku,
kalpten beyine sıçrayabilir. Bu durumda aklı yaktığı için kul divane haline
gelir. Sonunda korku hali onu terkettiği gibi makamı da düşer.
Korku,
kalpten taşarak akciğeri kaplayabilir. Bu durumda ciğeri delerek yeme, içme
isteğini tamamen yokeder. Beden zayıf düşerek kansızlık başlar. Bu da aç kalan
ve sararıp solanların halidir.
Korku,
karaciğere de taşabilir. Bu durumda sürekli hüzün ve kedere yol açar. Bu
haldeki kul, uzun düşüncelere dalar ve unutkanlık başlar. Bu halde uyku
ihtiyacı biterken uykusuzluk had safhaya çıkar. Bu, korkuların en faziletli
sidir. Korkunun bu türünde, ilim ve müşahede sözkonusudur. Bu korku, amel
ehlinin korkusudur.
Korkunun bir
türü de, omuzların üstündeki etli kısımları 'Fari-sa' zedeler. Farisa
kelimesiyle ilgili bir hadis-i şerifte, Allah Resu-lü'nün (sav) omuzlar
üstündeki etten hoşlandığı belirtilmiştir. Omuzlar üstündeki et (=antrikot),
hayvanın en yumuşak ve en tatlı yeridir. Korkunun bu türünde titreme ve
dengesiz davranma emareleri görülür.
Korku,
kalpten çıkarak aklın üzerine çökebilir. Bu durumda aklın hakimiyetine son
verir. Tıpkı güneşin ortaya çıkmasıyla ay ışı- . ğının sönmesi gibi. Aslında ay
ışığı da melekûtun hazinelerinden biri olarak gizli bir şekilde görünmektedir.
Bu durumda kişinin akli faaliyeti zayıflar ve aklın zaafiyetinden dolayı vücut
haraketleri de dengesini kaybeder. Kul, aklına yeterince hakim olamadığı için
kararlı davranamaz. Çünkü vücudun organları, hikmet ve ibda gereği dağınık
görünseler de aslında tek bir şeydirler. Onları toplayan, Allah Teala'mn
iradesiyle harekete geçen latif kudretidir. İnsan bedenin alt kısmı, en üstüne
bağlıdır. En üstü olan akıl, dengesini yitirince alt kısmı da dengeyi yitirir.
Bedenin
organlarından birine dert ve derman ulaştığında diğerleri de ondan yakınır ve
medet umarlar. Bu halde bulunanlar da faziletle anılmışlar ve ilim sıfatına
dahil edilmişlerdir.
Korkunun bu
yoluna ulemanın büyüklerinden ve kalp ehlinin ileri gelenlerinden bir çoğu
girmiştir. Tabiun arasında birçok zat bunlar arasında yeralmıştır. Rebi' b.
Haysem, Üveys-i Karani, Zü-rare b. Evfa ve benzeri seçkin zevat bunlardandır.
Bu hal,
Sahabe için de yadırganacak bir hal değildi. Ömer (ra) ve İbni Mesud (ra) buna
örnek gösterilebilir. Mesela Ömer b. Hat-tab (ra) baygınlık geçirir ve deve
gibi böğürerek yere düşerdi. Bu hal Said b. Cüzeym'de de görülürdü. Bu zat,
Allah Resulünün (sav) zühd sahibi ashabından ve ordu emirlerindendi.
Ömer (ra)
onu Şam'a vali olarak göndermişti. Ömer'e (ra) onun zühdü ve aşırı yoksulluğu anlatılır,
o da valiyi bu aşırılığından dolayı kınardı. Kimi zaman ailesinin geçimini
temin etmesi için yüz, dörtyüz dinar gönderirdi. O ise bu parayı askerlere
dağıtırdı. Bu olay, uzun bir kıssada anlatılmıştır.
Bir
defasında Şamlılar Ömer'e (ra) mektup göndererek valinin durumunu
anlatmışlardı. Vali, meclisinde otururken kendisine baygınlık geliyordu.
Şamlılar, valinin aklına bir afet gelmesinden endişe ediyorlardı. Çünkü böyle
bir durumla daha önce karşılaşmamışlardı. Ömer (ra) valisiyle karşılaştığı zaman
meclisinde yaşadıklarını sordu. O da, müşahedesinde bulduğu vecdi ona haber
verdi. Bu vecd, ahval sahibi sufîlerin vecdlerindendi. Durumu anlayan Ömer
(ra) valiyi mazur gördü. Çünkü bu, onu ancak hayır bakımmdan daha
güçlendirirdi. Valisine izzet-i ikramda bulundu ve faziletini takdir etti.
Şamlılara da bir mektup yazarak şöyle dedi: 'Onu anlayışla karşılayın ve kendi
halinde bırakın'.
Güçlüler
güçlüsü, en büyük hidayet rehberi ve alemlerin Rab-bi'nin elçisi Hazret-i
Muhammed de (sav) kendisine vahiy inerken bayılırdı. Vahiy alma esnasındaki bu
hali, akli dengesini tamamen ortadan kaldırır, bulunduğu yeri unuttururdu. Yüzü
ve teninin rengi değişir, kış gününde vücudundan yağmur gibi ter boşalırdı.
Ancak bu durum, sadece vahiy alma ve Ruhiilkudüs'ün ona inmesi hallerinde
görülürdü. O kalbinin içini etkisi altına alırdı.
Vahiy dört
şekilde gerçekleşir. Bunlardan ikisi bitişik (=Vahy-i muttasıl) ikisi de ayrık
vahiy (Vahy-i munfasıl) şekildedir. Allah Resulü'ne (sav) inen vahiyler ilk iki
şekilden biri gibidir. Ayrık vahiyler ise, Allah Teala'yı hakkıyla bilen,
gören kalp ve hazır şahitlik ehli zatlar için sözkonusudur. Bunları açıklamak
uzun sürer. Ayrıca bunları, ancak bu yola girenler, hakkıyla şahit olanlar
bilir ve şahit olurlar.
Bunlara
olduğu gibi teslimiyet tasdikiyle inanan müminler için de bir nasip mevcuttur.
Ama bu, mukarrebun zümresinden üç makama sahip olanlara mahsustur ki bu
makamlar marifet, muhabbet ve korku makamlarıdır. Üstteki dört vahiy şekli
dışındaki vahiyler bu üç makam sahipleri için on şekilde olur.
Bu
makamların sahiplerine gelen vahiy ve ilhamlar; hatır, vecd, şahitlik, hal ve
makam şekillerinde olabilir. Bu, vahyin iki türü dışındakiler için tamamlık
sıfatıdır. îkisine gelince, onlar, diğer insanlar için haram olup peygamberlere
mahsusturlar. Bunların ilki, vahiy meleğinin Allah Teala'mn kelamının suret ve
sesinde ortaya çıkmasıdır. Allah Resulü (sav) Cebrail'e (as) kendi suretinde
yüzünü eğmeksizin bakmış ve bayılıp kalmıştır. Hamza, Hamran b. A'yün'den şunu
nakletti: "Allah Resulü (sav) Hakka suresinden bir ayet okudu ve
bayıldı". Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ve
Musa bayılarak düştü". (A'raf/143)
Korku,
kalpten taşarak nefse ulaşabilir. Ona ulaştığında ise şehvetleri yakarak,
alışkanlıkları imha eder ve beşerî tabiatı bastırarak heva kıvılcımlarını
söndürür. Korku türlerinden biri ve en üstünü olan bu korku, marifet ehline
göre en muteber olan korkudur. Bu korkuyu taşıyanlar, korku ehlinin en
üstünleri ve bu makamın en kıymetli sakinleridir. Bu korku, peygamberlerin ve
sıd- . dıkların korkusudur. Şehitler zümresinin havassı da bu korkuya sahip
olabilirler. Korku sahibinin, bunun da üstünde gıpta edebileceği bir sıfat
yoktur. Arif olanın da bunun ötesinde sevinç duyabileceği bir hal yoktur.
Bu sınırları
aşan korku, meşru haddini ve mikdarını aşmış bir korkudur. Çünkü korku,
şehvetleri yakıp arzuları tamamen sildiğinde kulda hiçbir şehvet ve arzu
bırakmamış olur. Eğer kul, korkunun sınırını aşma halinden uzak duramazsa, bu
korkusu onu üç noktaya düşürebilir ki bunların en hayırlısı, korkunun nefse
sirayet ederek onu tamamen yakmasıdır. Bu durumda, kulun ölümüyle kendisi
için bir şehadet sözkonusu olur. Ama ilim ve müşahede erbabı korku ehli
nezdinde bu durum hoş görülmemiştir. Şu var ki ulemadan bir zat bu hususta
şöyle demiştir: Bedrin şehitleri, vec-diyle ölenlerden daha fazla ecre sahip
değildirler.
Her
halükârda bu gibi sıfatlar, zayıf müridlerin sıfatlarıdır. Çünkü yakin sahibi
alimler için yakin hakkındaki her şehadetle-rinde bir şehid sevabı
sözkonusudur. Üstte anlattığımız korkunun sonuçlarından ortanca olanı; korkunun
beyne yükselmesi ve onu aşağı indirmesidir. Bu durumda aklın düğümü çözülecek
ve insanın tabiatı aklın çözülmesi sebebiyle dengesiz hale gelecektir. Bu da
beraberinde karakterlerin bozulmasını getirecektir. Sonuçta sarı yanarak
siyaha dönüşecek ve kişide, hezeyan, divanelik, vahla-ma ve benzeri haller
başgöstereçektir. Çünkü beyin cansızdır ve akıl için bir mekandır.
Akıl, onun
üstünde birleştirilmiş ve ona sabitlenmiştir. Karakterler karıştığında
tutuşacakları için, bunlardan çıkan kıvılcım beyine ulaşıp onu da yakarak
eritecektir. Mekanı beyin ve kafatasının içi olan aklın yerini ve etkinliğini
güçlü olan kalbin parıltısı alacaktır. Kalbin parıltısı, yükselen güneş
gibidir. Yükselen güneşin yeri üst semadır, ışıkları ise arza düşmektedir.
Aynı şekilde akıl da böyledir. Yeri beyindir ve gücü de kalp üstündedir. Bunun
ters döndüğü durumda, akılsızlık ve şaşkınlık sözkonusudur. Bu yüzden de
alimler bu durumu mekruh görmüşlerdir.
Bu hal,
muhabbet makamındaki bazı muhibbanm başına gelmiştir. Bu hale düşmeleriyle
birlikte bunun vecdiyle vaveyla koparmışlardır. Onlardan kimisi, bu halin
kalpleri üzerindeki etkisinden korkarak bunların arasından ayrılmış ve onu diğerlerine
anlatmışlardır. Ebu Muhammed Sehl (ra) herşeyin azıyla yetinip aç kalan ve
katı bir hayat sürenlere şöyle derdi: Akıllarınıza sahip olun. Çünkü aklı eksik
biri Allah'ın velisi olamaz.
Yukarıda
ifade ettiğimiz ve ikisini açıkladığımız noktalardan geri kalan üçüncüsü, korku
sınırlarının çiğnenmesinde en kötü olanıdır. Bu hal, korkunun son derece
güçlenip derinleşerek, ihsan, kerem ve cömertlik gibi ahlak ilmiyle
göğüslenmediği takdirde rica ve ümidi tamamen silmesidir. Çünkü makamı dengeli
tutan ve halin sıkıntılarını gideren bu tür faziletlerdir.
Bu türden
bir korku kulu, Allah Teala'mn rahmetinden ümit kesmeye, O'nun rahatlatmasını
umut etmemeye götürebilir. Onların bu müşahedeleri, kendilerini akıl
kıstasıyla adalet ve hak düşüncesine sevketmiş ve Allah Teala'mn kerem
sıfatına ve gizli lü-tuflarma dair bilgileri çiğnemelerine yol açmıştır.
Bu da onları
kendilerinin kazanma fikrine sapmaya sevketmiş-tir. Onlar, hükümde sebeplerin
etkisine dayanırken güç ve kudrette kendi nefislerine yönelmişlerdir.
Böylelikle haklarındaki tehdidi kesin ve kaçınılmaz olarak isbat etmiş
olmaktadırlar. Çünkü onlar, merhametli hüküm sahibi olan Allah Teala hakkında
kendi akılla-rıyla yargıda bulunmuş ve O'nun iradesine hiçbir gönderme yapmamışlardır.
O'nun kudretine asla teslim olmamış, kendi kötü sıfatlarının hepsini kuşatan
güzel sıfatlarından herhangi biriyle ümitvâr olmamışlardır. İşledikleri
kötülükler önlerine çıkarak onları, Evvel ve İhsan Sahibi olan Allah Teala'dan
perdelemiş tir.
Onlar, sırf
O'nun ihsanı ile kötülük yaptıklarını ve kendileri hakkındaki sabık ilmiyle
sınırı aştıklarını asla görememişlerdir. Halbuki içine düştükleri şu halleri
hakkında yazgıyı yazan Kalem hiçbir zaman onların eline geçmemiştir. Eğer Allah
Teala kahir kudretini ve ceberûtunu izhar etseydi, onların hallerini size
olduğu gibi gösterir ve söylediklerimizin sıhhatini isbat etmiş olurduk.
Yukarıda
anlattığımız korkuların büyük çoğunluğu Basralılar, Abadanlılar ve Askerilerde
bulunmaktaydı. Çünkü onlar, Kade-riyye mezhebindeydiler ve lütuf, İlahi
iradenin havalesi ve istitâ-atm (=güç yetirme, muktedir olma) öne alınması gibi
fikirlere sahiptiler.
Amr'm
çevresindekilerden oluşan Amriyye, îbad'm çevresinde olan îbadiyye, Hişam
el-Futi ve İbni Ata el-Gazali'nin çevresinde bulunan Futiyye ve Atviyye ve
kaderin yarısını inkar eden Temi-miyye bunlardandır. el-Menziletü
beyne'l-menzileteyn (=Büyük günah sahibi ne mümindir, ne kafir olmayıp ikisi
arasında bir yerdedir), iki kudret sahibi tarafından güç yetirilme, iki fail
tarafından yapılma gibi fikirlere sahip olan Menaziliyye (=Mutezüe) de bunlardandır.
Bu insanlar, sebeblere dayanma ve kesbin ezeliliği gibi belalara müptela
kılınmışlar, bu da onları Vehhab ve Mukaddir olan Allah Teala'dan
uzaklaştırmıştır.
Emniyet
fikri ve aldanma belalarından kaçan bu kimseler, bu ikisinden daha büyük bir
afete, ümitsizlik ve yeise kapılmışlardır. Sonuçta da çok korktukları büyük
günahların içine düşmüşlerdir. Bunların durumu, münkeri inkar etmek için
imamlara kılıç çeken Hariciler'e benzemektedir. Münkeri inkar emeye çalışan bu
insanlar, sonunda münkerin en kötüsüne düşmüş, imamları tekfir ederek sultana
itaati reddetmiş ve küçük günahlardan dolayı ümmeti küfürle itham etmişlerdir.
Bu, kötü bidatların en kötüsüdür. Bunu çıkaranlar da, cehennem ehlinin
köpekleridir.
Üsttekilerin
durumu Mutezile'nin durumuna benzer. Mutezile, tevhid ehlinin cehenneme
girmeyeceğini söyleyen Mürcie'nin yolundan kaçarak tevhid ehlinin cehenneme
gireceğini ve fasıklarm cehennemde ebedi kalacaklarını söylemiştir. Böylelikle
de Mür-cie'nin sınırını aşarak onlara ilavede bulunmuşlardır. Mürcie de Ehli
Sünnet'in yolunu aşarken bir yandan da onlardan eksik kalmıştır.
Şeyhimiz Ebu
Muhammed (ra) şöyle derdi: Bidat ehlinin tamamı, sultana isyan etmeyi, ümmete
kılıç çekmeyi savunur ve imamları küfürle itham ederler. Hiç kuşku yok ki
korkunun bu üçünGÜ-şekli, korkunun sınırlarının aşılmasında görülen en zararlı
yaklaşımdır. Çünkü bu, Allah Teala'nm koyduğu sınırları ve O'nun emirlerini
çiğnemektir. Allah Teala herşey için belli bir ölçü koymuştur. Her kim Allah'ın
koyduğu sınırları çiğnerse, kendine zulmetmiş olur. Rica ve ümitte samimiyet
göstererek korkunun bunlarla dengelenmesi, Allah Teala'yı hakkıyla bilmenin
gereklerindendir.
Bir şeyin
sınırlarını aşmak, onda eksik davranmak gibidir. Mümin, gerçek anlamda korku
ile ümit arasındaki dengeyi kuran insandır. Kişiyi ölüme götürebilecek veya
aklını başından alabilecek derecedeki bir korku, Allah Teala'nm rahmetinden
ümit kesmekten daha hayırlıdır. Çünkü ikincisi, ilmi silmekte, makamı
bitirmekte ve kişiyi büyük bir günaha itmektedir.
Korkunun ilk
iki makamında keşfe dair ne ilim, ne de müşahede mevcut değildir. Bu iki
makamda ortaya çıkan, sadece vecdin şiddetidir. Kişi, bu tür bir korkunun
acısıyla hayatını veya aklını kaybedebilmektedir. Ancak kul açısından her ikisi
de Kureb ehlinin (=keder ehli) özellikle de meleklerin korkusu mesabesindedir.
Çünkü onlar, ruhanilerin yakın kılınanları gibi makamlarda intikal edemezler.
Bu hususta şöyle bir haber nakledilmiştir: Kureb ehli meleklerden yaşayan
insanlar kadar bir topluluk her gün Arş'm altından çıkarlar.
Bunlar Allah
Teala'yı görme şevkiyle kaygılanan ve kederler tarafından horlanan
meleklerdir. Hepsi de yüceler yücesi Allah'a nazar etmek istemektedir. Ama O
Kerim'in simasının nurları, bu melekleri yakar. Zavallı melekler, lambaya
düşen kelebekler misali yanarak kavrulurlar. Ama ertesi gün yine aynı sayıda
melek, aynı gaye ile Arşin altından çıkar. Bunların çabalan," Kıyamet'e
dek sürer. Herbiri, gökleri ve yeri bir avucunda toplayabilecek kadar büyük
olan bu melekler O'nun kudretinde silinip giderler.
Melekler
müminler gibi makamdan makama intikal edemezler. Her melek için belli bir makam
vardır ve bu makamdan başka bir makama geçemez. Ancak bulundukları makamdan
Kıyamet'e dek sonsuz güç ve destek alırlar. Bu^güç, insanların tümünün aldığından
çok daha fazladır, O-üçi'eri korkularına tahammül ederken korkutucu olan Allah
Teala'nm sıfatının müşahedesinde de korku ve 'sıfatları sebat eder. Aşırı
derecedeki bu korkuları, onları ölüme götürdüğü halde tamamen de öldürmez.
Çünkü onlar, özel güçlere sahiptirler ve ahirette belirlenmiş olan belli
ecellerine kadar da ölümden korunmuşlardır. Kimi aklını kaybederken, kimi de
kalpten ah ü vah edebilir. Kimisi de divanelikleri içinde feryad eder. Kıyamet
gününe kadar da canları tehlikeye düşmez. Aralarında bazı melekler vardır ki
öyle bir korkuyla korkmuştur ki Kıyamet gününe dek bir daha o korkuya yüzünü
çevirmediği gibi aklı da bir daha o noktaya dönmez. İçlerinde öyle feryad edenler
vardır ki, bu feryatları Sur5 a üfurüleceği ana kadar devam eder.
Meleklerden
birçoğu Melik ve Cebbar olan Allah Teala'mn kelamını işittikleri anda şoka
girerler. Kalplerindeki ürperti sona erdiğinde Allah Teala'ya daha yakın
perdelerden bakan ve daha yüksek mertebelerde yeralan ruhani meleklere, mesela
Cebrail, İsrafil ve Mikail'e (as) 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar.
Muhabbet ve ün-siyet sahibi olan ve nazar ve metanet sahibi bulunan bu melekler
de, 'Hakkı buyurdu, muhakkak ki O çok Yüce ve en Büyük'tür' derler.
Korku sahibi
bu meleklerin benzerleri, ihlaslı müminler arasında da mevcuttur. Allah Teala
onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar için bilinen bir rızık
vardır". (Saffat/41) Alimler arasında güçlü olanlar, basiret ve metanet sahipleri
olarak ecirleri hesapsız verilen sabır sahipleri gibidirler.
Yakin
sahiplerinin alimleri ise, yakin makamları arasında bu makamların hükümlerine
göre sürekli yer değiştirir, korku makamından rica makamına geçerler. Onlar bu
makamlarda da gereken hükümleri yerine getirdikleri zaman, daha üstteki rica
makamına yükseltilirler. Yükseldikleri rica makamı, daha önce bulundukları rica
makamından daha hayırlıdır. Kimi zaman da bir korku halinden daha değerli ve
üstün olan başka bir korku haline yükselirler. Sonra korku makamlarından
iştiyak ve arzulama haline intikal ederler.
Titreme ve
yanma hallerinden huzur ve zillet haline geçerler. Endişe halinden ünsiyet ve
kaynaşma haline yükselirler. Uzaklık, yalnızlık ve korku halinden rıza,
muhabbet ve ümit haline intikal ederler. Bu, onların kendi makamında durup
kalanlara üstünlüğüdür. Avamdan ve kendi içine kapanıp kalan, kendi gölgesiyle
yetinerek daha uzun gölgeleri aramayanlar üstün makamlara yükseltilmezler.
Müminler
arasında korku sahibi olanlar, meleklerin kurubileri yani kederlileri
gibidirler. Muhibban zümresinden rica ehli olanlar da, mukarrebun zümresinin
ruhanileri gibidirler. Rica ve ümidin esası ve üstünlük sebebi Allah Teala'yı
hakkıyla bilenler nezdinde-dir. Ricanın yüceliği, korkunun yüceliğine eşitlenir
ve bünyeyi dengede tutarak iki makam arasında itidale hükmeder.
Bu noktaya
ulaşanların kalplerinde, korkutucu sıfatlardan herhangi birinin müşahede
etmeleri halinde korkudan hiç bir iz belir-mez ki onun karşısında ricanın
yüceliğinden bir iz ortaya çıkmasın.
Bu da latif
ahlakın en bariz esaslarından biri olup onları rahatlatır. Kalplerine hiçbir
korku hissi gelmez ki onun karşısında bir rica eseri doğmasın. Onlar da buna
yaslanırlar. Böylelikle sıfatları dengelenir ve Zat-ı İlahi'nin kemalinden
dolayı O'nun sıfatlarının tezahürlerinden herhangi birini gördüklerinde
makamları da itidal kazanır.
Böylelikle
kalpleri de, korku ile rica arasında adil bir terazinin dili, ya da bir sıfatın
müşahedesi karşısında iki kanadı arasında dengeyle uçan bir kuş gibi olurlar.
Bela ve nimetin zuhuru halinde gereken davranış korku ve ricayı birlikte
yüklenmektir. Sonunda ümit korkuya hakim olacak ve her ikisi kalbin genişlik ve
kudretine taşarak orada kaybolacaklardır. Çünkü kalp, güçlüyle güçlü, genişlikle
geniş ve kudretli ile kadirdir.
Tasa, her
iki manadan da ayrılır ve münferidin müşahedesine vakıf olur. Ona hükmeden de
kendisini müfred kılan husustur. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu
zikredilebilir: "Alla-hım, Seninle güçlenir, Senin sayende söyler ve Senin
verdiğin güçle hücum ederim".[37][63] Şehadeti
yüce ve ilmi engin olan Allah Resulü (sav) başka bir duasında da şöyle
demektedir: "Allahım, Sana Sen'den sığınırım".[38][64]
Bunun bir
benzeri de şu ifadesidir: "Allah dışında herşey batıldır[39][65]Bunlar,
beka makamındaki bir insanın vecdlerinin ifadesidir. Fena, Baki ve Muğni olan
Allah Teala'mn buyruğunun işitilmesine o noktada engel olmuştur: "(Arzın)
üstündeki herşey fanidir. Rabbinin Zatı ise bakidir". (Rahman/26) Bu
meyanda çok meşhur olan Kudsi bir hadis de şöyledir: "Semam ve arzım Bana
dar geldi. Beni sadece şükreden, yumuşak ve hoşgörülü kulumun kalbi içine
alabildi".
Yukarıda
özetle anlattıklarımızı ve sembolik olarak ifade ettiklerimizi açıklayıp
şerhetmek uygun düşmez. Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Mümine
giydirilebilecek en güzel elbise, huşu içinde sükunet, boyun eğiş içinde zillet
elbisesidir. Bunlar korkunun iki halidir. Bu elbise peygamberlerin, özellikle
de evliyanın alimlerinin elbisesidir.
Lokman (as)
oğluna öğütte bulunarak şöyle demiştir: "Ey oğlum, Allah Teala'dan öyle
bir korkuyla kork ki, bu korkuna rağmen O'nun rahmetinden ümidini kesme. O'ndan
öyle bir rica ile ümit-var ol ki bu ümidine rağmen O'nun tuzağından emin
olma".
Daha sonra
bunu tefsir ederek şöyle demiştir: "Mümin, iki kalpli gibidir. Bunlardan
biriyle korkarken diğeriyle ümit eder". Bunun anlamı şudur: Mümin, iki
müşahedesinden kaynaklanan iki sıfat sahibi gibidir. el-Mümin, el-Evvel ve
eş-Şahid sıfatlarını taşıyan yüce Allah da, tutup kavrama, ezme, izzet ve
intikam alma gibi korkutucu sıfatlara sahiptir.
Kul, iman
ettiği Rabbinde bu gibi sıfatlara şahit olduğunda, O'nu bu tür sıfatlarla
bildiği ve bu sıfatlar kendisine tecelli ettiğinde O'ndan korkar. Ama bilinen
birşey daha vardır ki o da, kendisine ülfet duyulan Allah Teala'nm kerem,
yumuşaklık, merhamet ve lütuf gibi sıfatlara da sahip olduğudur. Kalp, O'nun bu
sıfatlarına şahit olduğu zaman da ricacı ve ümitvâr olur.
Sonuç
itibarıyla O'nun korkutucu ve ümitlendirici sıfatlarını müşahedesinden dolayı
hem korku, hem de ümit sahibi olur. Netice itibarıyla iki kalpli gibi olur ve
biriyle korkarken, diğeriyle rica ve ümit sahibi olur. Aslında her ikisi de tek
bir kalpte bulunan iki şahitlikten ibarettir. Çünkü bu ikisi tek bir kalbin iki
ayrı makamıdır. Zira o, tek bir korkutucu ve tek bir ümitlendiriciye iman
etmektedir. Lokman'm (as) öğüdünün açıklaması da budur. Yakin sahibi müminin
sıfatı da böyle olmalıdır. Şu var ki korku sahibi, bu halin kendisine baskın
çıkmasından dolayı korku ehli olarak vasfedilir. Çünkü korkuya dair müşahedesi
daha güçlüdür. Rica da onun makamında mevcuttur, ama baskın değildir. Öte
yandan rica sahibi de müşahedesinden dolayı rica halinin baskın çıkması
sebebiyle böyle vasfedilmiştir. Ancak onun bu makamında da korku mevcuttur.
Korku saçan
Allah Teala'nm son haddi, rica ve ümit telkin eden alemlerin Rabbi'nin son
sınırı yoktur. Şehid, yakin sahibi, alim ve yakın kılınmış kula gelince, o her
iki sıfatla da vasfedilebilir. Çünkü korku ve rica onda dengelidir.
O, bu
ikisinin eşitliğiyle birlikte her ikisiyle de tanınır. Daha sonra kendisine bu
sıfatlardan herhangi biri tam ve kesin olarak galip gelirse, bu son sıfatıyla
anılır. Diğer iki sıfat ise bunun kapsamına girerler. Mesela bir kişiye
'Sıddık' denildiği zaman, o kimsenin sıdkta hakikate erdiği anlaşılır.
Dolayısıyla ona, önce 'Muhlis', ardından 'Arif demeye gerek yoktur. Çünkü o,
ilimde zaten derinlik kazanmıştır. Bu yüzden de sadece 'Sadık=Sıddık' demek
yeterlidir. Daha sonra 'Mukarreb=yakın kılınmış' denilir. Çünkü o, Allah
Teala'nm yakınlığına şahit tutulmuş ve O'na yakın olmuştur.
Bu noktada,
'Aınil=ainel sahibi' denmesine gerek yoktur. Çünkü bunların hepsi de kemal
isimleri ve tamamlık halleridir. Bu derecelere ulaşmış olan bir kul, bu
hallerden herhangi birini belirtme ihtiyacı hissetmez. Herhangi bir sıfatla da
tavsif edilmez. Mesela korku sahibi veya rica ehli diye anılmaz. Çünkü bunların
her ikisi de kendisinde dengeli olarak mevcuttur. Korku ve ümit ona taşmışlar,
sonra da onun kalbinde erimişlerdir. Bir kişi hakkında, 'Arif, Yakın kılınmış
veya Sıddık' dediğiniz zaman, bunun kapsamına o kişinin, 'Muhib, korku sahibi,
amil ve ümit ehli' oluşu kendiliğinden girer. Yine bir kişi 'Haşimi' dediğiniz
zaman 'Kureyşli veya Arap' demenize gerek kalmaz. Çünkü her 'Haşimi' Arap'tır
ve Ku-reyş kabilesine mensuptur. Daha sonra aynı kişiyi tamamlayıcı bir sıfatla
vasfedebilirsiniz. Mesela 'Haseni veya Hüseyni' diyebilirsiniz. Bu durumda da
'Haşimi, Kureyşli veya Ali'nin soyundan' olduğunu belirtmenize gerek yoktur.
Ancak herhangi biri için 'Arap'tır ya da Haşimi'dir, Kureyşli'dir, Ali'nin
soyundandır1 dediğiniz zaman onun bilinebilmesi için namını belirtmeniz
gerekir. Bu da nesebin nihai noktası olur. Böyle biri 'Hüseyni' olmayabilir.
Yine Ali'nin soyundan olmayan bir Haşimi veya Haşimi olmayan bir Kureyşli
olabilir. Kureyşli olmayan bir Arap da olabilir. Bu durumda onun hasebini
bildiren sıfatın da zikredilmesi gerekir.
Bir kişi
hakkında 'Arif, muhib, mukarreb-yakın kılınmış veya sıddık' denildiği zaman, bu
isimleme bütün makamlardaki kemal ve tamamhğı ifade eder. Tıpkı birine
'Haseni=Hasan'm soyundan' denilmesi gibi. Bu da tam bir isimdir. Neseb olarak
da bütün neseplerin üstünde yeralan yüce bir neseptir.
Marifet
makamı, ancak yakin gözüyle ve tevhidin şahitliğiyle sıhhat bulur. Yakin
makamında nefsten hiçbir eserin kalmaması ve halktan da tevhid şahitliğinde
hiçbir görüşün olmamasından sonra Ruhani olunur. Nefsin yakinde fena bulmasıyla
ise Rabbani olunur. Yaratan'm huzurunda ise tevhid Önceden bulunur.
Arif,
hallerden belli biriyle anılmaz. Çünkü o, bütün halleri kuşatmıştır. Aynı
şekilde belli bir makamla da amlamaz, çünkü bütün makamları aşmıştır. Arif
isminin hakiki manası, onun marufu biliyor olmasıdır. O, her türlü sonda ve
fazilette vasfedilmiş tir. Kendi sınıfından olmayanlar nezdinde ise garip bir
kapalılıktır. Eğer onlara bilinirse veya onu tanırlarsa arif değildir.
Bazıları
arif hakkında şöyle demişlerdir: Arif, herşeyi bilen, kendisini tanıtmayan
kimsedir. Denildiki: Arif, bilen ama başkaları tarafından bilinmeyen kimsedir.
Çünkü o, ruhani ve rabbani bir insandır. Üç makam vardır ki bunlara kıyas
edilemez ve misal verilmez. Kim bunlara kıyasta bulunursa hata etmiş, kim de
bunlarla misal verirse sadece iddia etmiş olur. Bu makamlar, peygamberlik
makamı, marifet makamı ve mahbub makamıdır. Muhabbet makamını Muhibban
kitabında muhabbet makamım şerhederken açıklamıştık.
Bunlar korku
ehlinin yolları ve ariflerin sıfatları hakkındaydı. Bu iki zümrenin mensupları,
Allah Teala'ya yakınlıkta ve yaklaşmada farklı derecededirler. O'na yakın olma
ve yaklaştırılma noktasında da farklı yüksekliktedirler. Bilinme ve bildirme
noktalarında da farklı üstünlüklere sahiptirler. Şehitlerden yakin sahibi
olanlar ki onlar sıddıkların mukarrebumıdurlar. Bunlar şehadetle-riyle onlar
için yakın olmadan yaklaşmaya, yakınlaşmadan yakm-laştırılmaya, bildirmeden
bilmeye, kaynaşma aramadan kaynaştırmaya girişirler. Çünkü onların, el-Karib
(=Yakm) ve el-Ali (=Yüce) olan Allah Teala karşısındaki makamları O'na en yakm
yol ve en yüce yöneliştir. Onlar ashab-ı yeminin bütün makamlarını geçmiş
olanlardır. Yakınlığın başı yakınlaşma, muhabbetin başı mahbub olmadır. Zat-ı
İlahi'yle kaynaşma ve kaynaştırılma ile marifet sahibi kılınma onlar içindir.
İşte onlar, 'Ebrar5 olarak nitelenen iyi kimselerdir.
Korku
ehlinin yolları arasında en faziletlisi, korkunun nefse sirayet ederek heva
uğraşını kesmesi ve şehvetlerin ateşini söndür-mesidir. Çünkü bu noktada nefs
mücahedesinin ağırlıkları azalmış, nefsle mücadelenin sıkıntısı hafiflemiş ve
günahın tadı kaybedildiği için kulluğun tadına varılmış olur. Heva ve arzularla
dağılan himmet ve gayretleri tamamen Hak üzerinde toplanır. Kalbin, şe-hadeti
yakinen hissetmesinden dolayı ulaşılan huzurla nefs de sakinleşir. İşte bu
noktada zühdün nimetleri, batini rıza, sıdk ve ih-las ortaya çıkar. Bunun
ardından kalpteki korku da sükunet bulur. Korku kalbin sınırlarını aşmayıp,
insanın değişik uzuvlarına taşmaz. Bunları daha önce anlatmıştık. Sürekli
hüzün, vazgeçilemeyen kaygı ve sürekli taze bir huşu kulun sıfatları olur.
Bunlar da kırık kalbin sıfatı ve Cebbar olan Allah Teala'nm gücü altında ezilmiş
bir kulun halini ifade ederler.
O'nun cebir
ve zorlaması, kalbin kırılmasından sonradır. Böylelikle kul, başka herşeyi
terkederek Allah Teala'nm salih bir kulu haline gelir. Sonuçta da O'ndan korkan
bir alimin sevabı, yakinin keşfedilmesi ve mukarrebunun şahitliğinde Allah'ın
huzurunda nakledilmesi olur. Böylelikle el-Karib olan Rabbi daima onun huzurunda
mevcut ve el-Habib olan Hak Teala onun için sürekli aranan olur. Çünkü o,
kalpleri Allah için kırılanlardandır. O artık Allah Teala'nm yakmlarmdandır.
İnsanları
hevanın tadından koparan ve hevadan uzaklaştıran iki kadehten biridir: İlk
kadehte korkunun acısını iyice çeker ve bu acı hevanın tadına baskın çıkarak
onu hevadan uzaklaştırır. Ya da muhabbetin tadı, hevanın tadına baskın çıkar ve
kişi onunla mest olarak hevadan uzaklaşır. Bu ikisinden herhangi birini
taşımayan kişi ise, ikisi arasında mütereddit olanlardandır.
Ali (kv) ile
ilgili şöyle bir olay nakledilmiştir: O, korku ehlinden olup aklını kaybeden ve
korkunun çokluğuyla ümitsizliğe düşen birine şöyle demişti: 'Şu gördüğüm hale
seni düşüren nedir?' O da, 'Büyük günahlarım' demişti. Bunun üzerine o büyük
Sahabi şöyle demiştir: "Yazıklar olsun, Allah'ın rahmeti senin
günahlarından çok daha büyüktür!'. Adam buna itiraz ederek, 'Benim günahlarım o
kadar büyük ki onlara kefaret olacak bir şey bulunmaz' demişti. Bunun üzerine
Ali (kv) ona şu karşılığı vermiştir: 'Senin Allah Teala'nm rahmetinden ümidini
kesmen, işlediğin günahlardan daha büyük bir günahtır".
Korku, Allah
Teala'nm sayısız ordularından biridir. O, bu ordusuyla abidlerin ve müridlerin
kalplerinden rica ile çıkaramayacağı şeyleri çıkarır. Korkunun nıurad edildiği
kalpler, onun sayesinde zühdün son noktalarına, tevbenin hakikatlerine ve
murakabenin şiddetine olumlu karşılık verirler. Allah Teala bütün bunları muhabbetteki
rica sahipleri için de yapabilir. Rica makamı da rica ehlinden kerem ve hayayı
elde etmiştir.
Korku 'Havf
kelimesi, korkunun bütün makamlarını içine alan genel bir isimdir. Korku beş
tabakayı kapsar ve bu tabakalardan her birinin üç makamı vardır.
Korkunun
birinci tabakası Takva'dır. Bu tabakada müttakiler, salihler ve amel sahipleri
bulunur.
Korkunun ikinci
tabakası, çekinme 'Hazr1 tabakasıdır. Bu tabakada zahidler, vera' ehli ve huşu
sahipleri bulunur.
Üçüncü
tabakası endişe 'Haşyet' tabakasıdır. Burada ise alimler, abidler ve ihsan
ehli bulunur.
Dördüncü
tabaka, ürperme 'Vecl' tabakasıdrr. Bu tabakada da zikredenler, alçakgönüllüler
ve arifler yeralır.
Beşinci
tabaka, titreme İşfak' tabakasıdır. Bu tabakada ise şahitler olan sıddıklar,
muhibban ve mukarrebun zümresinin havas-sı bulunur. Bunların korkusu, verilecek
cezalara layık olacaklarım müşahede etmelerinden dolayı değil Allah Teala'nm
sıfatlarını iyi bilmelerinden dolayıdır. Nitekim rivayet edilen bir haber de
bunu göstermektedir:
"Allah
Teala Davud'a (as) vahyederek şöyle buyurdu: Ey Davud, vahşi hayvandan
korktuğun gibi Ben'den kork". Vahşi hayvandan korkulma nedeni, onun
azgınlık ve saldırganlık sıfatıdır. Yakın kılman bir kul da Allah Teala'dan
işleyebileceği bir günah sebebiyle değil O'nun zatının celal ve yüceliğinden
dolayı korkar. Yine onlar için büyük ümit ve büyük bir nasip sözkonusudur.
Çünkü onların korkusu, avamın anlayabileceği türden bir korku değildir. Onların
rica talepleri ve kendileri için O'na karşı besledikleri hüsnüzan da ancak
kendileri tarafından vasfedilebilir ve kendilerinden başkası da bunu bilemez.
Bütün
bunlar, Zat-ı İlahi'ye yakınlığın nasipleri, O'na aşinalığın nimetleri, O'nunla
karşılaşmanın rahatlığı, zilletin saadeti, hizmetin tadı, yakarışın sevinci,
halvetin huzuru ve O'nunla maneviyatta konuşmanın rahatlığıdır. Onlar için
Allah Teala'nm katından sıfatlarm tecellisi, sıfatların güzellik ifadelerinin
tezahürü sözkonusudur. Hiçbir nefîs, onlar için saklanan büyük sevinci
bilemez. As-hab-ı yemin için de fiillerin nimetlerinin, ilahi vergi ve lütfün
hibelerinin izharı sözkonusudur.
Yahya b.
Muaz şöyle derdi: Her kim Allah Teala'ya ümit etmeksizin sadece korkuyla
ibadet ederse zikir denizlerinde boğulur. Kim O'na korku olmaksızın sadece rica
ile ibadet ederse aldanış çöllerinde kaybolup gider. Kim de O'na her ikisiyle
birlikte kulluk ederse zikirlerin sokağında yolunu bulmuş olur.
Mekhul
en-Nesefî fraj de bu manada bir söz söylemiş, ancak biraz ileri giderek şunu
ilave etmiştir: "Her kim Allah Teala'ya sırf korkuyla ibadet ederse o
Haruri'dir Kim de O'na yalnız rica ile kulluk ederse o MürciVdiv. Kim de O'na
muhabbetle ibadet ederse zındıktır. Ve her kim de O'na, korku ve rica ile
kulluk ederse mu-vahhiddir". Muhakkak ki Allah Teala en iyi bilendir.
[40][66]
Yakin
makamlarının altıncısı Zühd makamıdır. Allah Teala zühd ehlini aşağıdaki ayet-i
kerimede alimler olarak vasfetmiştir: O Karun'un bütün haşmetiyle halkın
arasına çıkışını naklettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim
verilenler ise: 'Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı iman ve salih amel
işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler". (Kasas/80)
Bu ayetin
tefsirinde 'İlim verilenler1 kelimesiyle dünya hayatındaki zahidlerin murad
edildiği söylenmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte
onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Bu
ayetin tefsirinde de 'Zühd üzerinde sabredenler5 denilmiştir. Allah Teala başka
bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Ve melekler her kapıdan onların
yanma girerek 'Sabrettiğiniz için size selam olsun' diyerek (onları
selamlarlar)". (Ra'd/24) Bu ayetin tefsirinde de, fakirlik üzere
sabrettikleri için denilmiştir.
Allah
Teala'nm şu iki ayeti de dünya nimetlerine karşı sabırlı olmaya delil teşkil
etmektedir. O, zühd sahibi alimleri vasfederken Harura'da Hz. Ali (kv) ile
savaşan Haricîler için kullanılan bir isimdir. şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine ilim verilenler ise: Tazıklar olsun size, Allah'ın sevabı
iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler".
(Kasas/80) Bunun akabinde ise, onlara övgüsünü sürdürerek "Buna da
sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" (Kasas/80) buyurmuştur. Burada da
yine dünyalıklara karşı sabredenler murad edilmiştir.
Bir diğer
ayet-i kerimede ise onları başka bir şekilde överek şöyle buyurmuştur:
"İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir".
(Kasas/54) Şu halde zühd sahibine, yoksulluğu ve bununla beraber kanaatkarlığı
ve zühdünden dolayı iki misli ecir verilecektir. Yokluk içindeki fakire, zühd
sahibi olmayan zengine göre bir ecir daha fazla verilecektir.
Allah
Resulü'nden (sav) rivayet edilen iki hadisin yorumu da bu şekilde yapılmıştır.
Hadislerden ilkinde O şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimin fakirleri, cennete
zenginlerinden kırk güz daha önce girerler".[41][67]
Diğer
hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Müminlerin fakirleri cennete
zenginlerden beşyüz yıl önce girerler".[42][68]Çünkü zühd
ehli fakir, durumu düzgün zenginden beşyüz yıl önce cennete girer. Bunlar,
fakirlerin havassıdır. Zühd sahibi olmayan fakirler ise zenginlerden kırk güz
Önce cennete gireceklerdir. Bunun sebebi ise, sırf fakir olup zahid
olmamalarıdır. Bunlar da fakirlerin avamıdır. Her iki halde de fakirler
zenginlerden üstün tutulmuşlardır. Onların dünyadaki zengin konumlarından
dolayı fakirler cennete onlardan önce gireceklerdir.
Bu konuda ki
üçüncü hadise göre zenginlerin avamı, ehli dünya oldukları için hesaba
çekilecekler infakta bulunmuş olmaları ve hayır kazanmış olmaları talep
edilecektir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Cennet ehlini gördüm ki
onların çoğunluğu fakirlerdir. Cehennem ehlini de gördüm ki çoğunluğu
zenginlerdir"[43][69]
Bu manada
başka bir hadiste de şu ifade yer almaktadır: "Hemen sordum: Zenginler
neredeler? Dedi ki: Nasip onları hapsetti".[44][70] Allah Teala
zühd sahibi fakirleri ihsan sahipleri 'Muhsinun' olarak adlandırmış ve onlardan
imkan ve haklarında yol bulma halini kaldırarak şöyle buyurmuştur: "İnfak
edecek bir şey bulamayanlar için de bir sıkıntı yoktur". (Tevbe/91);
"İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Daha
sonra da üstlerinde bu tür yol bulunanları beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Yol, ancak senden izin isteyenler üstündedir". (Tevbe/93) Bunlar,
savaşa gitmeyerek kadınlarla beraber geride kalmak için izin isteyen
zenginlerdi.
Allah
Teala'nm şu buyruğu da bu manaya yorulmuştur: "Muhakkak ki Biz, arzın
üstündekileri dünya için bir süs kıldık, ta ki hangilerinin amel bakımından
daha güzel olduğunu sınayalım". (Kehf/7) Bu ayetin tefsirinde de, Tdmlerin
dünyada daha zahid olduğunun sınanması için böyle yapıldı' denilmiştir.
Böylelikle ihsan da, zühd sahipleri için bir makam olmaktadır. Bu da yakinin
sıfatlarından biridir. Allah Resulü de (sav) onu bu şekilde açıklamış ve
kendisine ihsanın ne olduğu sorulduğu zaman, "Allah Teala'ya O'nu görür
gibi -yani yakin üzere- ibadet etmendir"[45][71] buyurmuştur
ki bu da müşahededir.
Şunu
kesinlikle biliniz ki zühd, yakin sahibinin halidir. Çünkü yakinin gereği
zühddür. Vehim sahibi biri, zenginlerin fakirlerden üstün olduğunu söyleyerek
şu ayet-i kerimeyi delil göstermeye çalışabilir: "Ve infak edecek bir şey
bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler
üzerinde de (sorumluluk) yoktur". (Tevbe/92) Bu vehme kapılan kişi şunu
bilmemektedir: Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla düşünüp anlayanlara göre fakirler için
Kur*an'da büyük sevaptan sözedilmektedir. Onlar muh-sin olmaları itibarıyla
tamam-ı hal üzeredirler.
Nitekim
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İhsan sahiplerine daha da
arttıracağız". (Bakara/58) Onlar için arttırılan şey, hüzün, keder ve
kusur etme endişesidir. Çünkü onlar, Rablerinin kendi üzerlerindeki hakkının
büyüklüğünü gördükleri için kendilerini neredeyse günahkarlar olarak kabul
etmekteydiler. Ta ki Allah Teala onlara müjde vererek kendilerini ihsan
sahipleri 'Muhsinun olarak adlandırdı ve şöyle buyurdu: "İhsan sahiplerini
(sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Böylelikle onları hayır sahibi
zenginlere katmış ve lafzen de onlara izafe etmiştir.
Onların
gözyaşları da, kaçırdıkları dünyalıklar veya zenginlik arzuları sebebiyle
akmıyordu. Allah Teala, onların dünya nimetlerine karşı gösterdikleri
sabırlarını övmekte ve dünyayı onlar açısından kınamaktadır. Onların bütün
hüzünleri, fakirlikten biraz daha üstte olarak infak edecek bir şey bularak onu
Allah yolunda harcama isteklerinden kaynaklanıyordu. Böylece fakirliklerine
rağmen infak edecekleri şeylerle daha da fakirleşeceklerdi.
Onların
hüznü, infakı çoğaltarak dünyalık bakımından daha da fakir hale düşemenıekten
kaynaklanıyordu. İşte bu da, fakirlerin ikinci üstünlükleridir. Sonuç itibarıyla
sözkonusu ayet, malı toplayıp biriktirenleri değil fakirleri üstün kılma
hükmünü içermektedir. Ayetlerden hüküm çıkarmayı bilen ve tefekkür gücüne
sahip olanlar için hakikat budur.
Herşeyden
önce fakirler, Allah Resulü (sav) ile aynı hali paylaşmaktaydılar. Allah
Teala, kendi Resulü'nü de (sav) onların haliyle vasfederek şöyle buyurmuştur:
"Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum, dediğinde". (Tevbe/92) Sonra
da onları, Resulü gibi övmüştür. Çünkü onlar en çok benzeyen, Allah Resulü'nün
(sav) haline en yakın olanlardı. O'na en çok benzeyenler, elbette daha üstün
olacaklardır. Nasıl olmasınlar ki? Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Müminin süsü fakirliktir". O, meşhur bir hadisinde de fakirliğe cok
değer vererek şöyle buyurmuştur: "Müminin üstündeki fakirlik, doru atın
yanlarındaki yeleden daha güzel bir süstür".
Fakirlik,
Allah Resulü'nün (sav) tercihi, diğer peygamberlerin şiarı, sahabe ve diğer
büyüklerin de yoludur. Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Cennete en son girecek peygamber krallığının
büyüklüğü sebebiyle Süleyman b. Davud'dur. Ashabımdan da cennete en son girecek
olan, dünyadaki zenginliğinin çokluğundan dolayı Abdurrahman b. Avfdır".
Başka bir
hadiste de bu sahabi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Onun
cennete sürünerek girdiğini gördüm". Üm-met-i İslam içinde bilebildiğimiz
en faziletli iki topluluk vardır ki bunların ilki muhacirler, diğeri de Suffe
ashabıdır. Allah Teala hepsini de fakirlik sıfatını teyid ederek övmüş ve şöyle
buyurmuştur: "Kendilerini Allah yoluna adayanlar içindir".
(Bakara/273) Allah Teala onların fakirlik ve adamışlık sıfatlarını öne
almıştır. O, sevdiği kullarını ancak sevdiği sıfatlarla över ve O, tam olarak
sevmediği hiçbir kulunu vasfetmez.
Allah Teala'nın
şu buyruğunun da dünyalıklara karşı sabırlı olmak hakkında olduğu
söylenmiştir: "Ve onlar içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola
ileten imamlar kıldık". (Secde/24) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Alimler dünyalığa dalmadıkça
peygamberlerin sırdaşlarıdır. Onlar dünyalığa daldıkları zaman, dininiz
hakkında onlardan sakının". Diğer bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyalıklardan eksik olanları elde
edinceye kadar Kelime-i Tevhid kulları Allah'ın gazabından korumaya devam
eder". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, "Dünyevi işlerini
dinlerine tercih etmelerine kadar.." ifadesi yeralmaktadır. Hadis şöyle
devam etmektedir: "Onlar böyle yaptıkları ve 'Allah'tan başka ilah
yoktur" dedikleri zaman Allah Teala, 'Yalan söylüyorsunuz, bu sözünüzde
samimi değilsiniz' buyurur".
Ehl-i Beyt
kanalıyla rivayet edilen bir hadis de şöyledir: "Allah Teala bir kulu
sevdiği zaman onu imtihan eder, çok aşırı sevdiği zaman ise onu kendine
alıkor. Bunun üzerine 'Kendine alıkor, ne demektir?' diye sordular. Allah
Resulü de (sav) 'Ona aile ve mal bırakmaz' buyurdu". Kitab Ehli'nin
haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilir: "Allah Teala velilerinden
birine vahiyde bulunarak 'Dikkatli ol, sana kızdığımda gözümden düşersin ve
dünyayı herşeyiy-le üzerine dökerim' buyurdu".
Denir ki:
İyi ameller içinde, bütün ibadetleri içinde toplayan tek amel, dünyada zühd
sahibi olmaktır. Sahabeden bir zat da şöyle demiştir: Bütün amelleri takip
ettik, ahiret bakımından dünyada zühd sahibi olmaktan daha etkilisini
göremedik. Yine sahabeden bir zat, Tabiun'un ileri gelenlerinden birine şu
soruyu sormuştu: Sizler amel ve ictihad bakımından Allah Resulü'nün (sav)
ashabından daha ilerisiniz. Ama onlar sizden daha hayırlıydı. 'Neden böyledir?.
O da, 'Onlar dünyevi bakımdan bizden daha fazla zühd sahibiydiler dedi.
Lokman da
(as) oğluna öğüt verirken şöyle demiştir: "Bil ki dine en çok katkıda
bulunan şey, dünyada zahitliktir". Denildi ki: Herkim kırk gün dünyada
zühd sahibi olursa, Allah Teala onun kalbinde hikmet pınarları akıtır ve
dilini de hikmetle konuşturur. Bir hadiste ise şöyle buyrulduğu rivayet
edilmektedir: Kulun suskun ve dünyada zühd sahibi olduğunu gördüğünüzde ona
yaklaşın. Çünkü o, hikmet öğretmektedir. Allah Teala da şöyle buyurmuştur:
"Her kime hikmet verilmişse, ona birçok hayır verilmiştir".
(Bakara/269)
Dünya
düşkünlüğünün kötülendiği haberler hayli fazladır. Bunlardan biri de şu
hadistir: "Kira, tasası dünya olarak sabahlarsa Allah Teala onun işini
dağıtır ve gelirini kaybettirir. Dünyadan da ancak kendisine yazılı olanı elde
eder. Her kim de tasası ahiret olarak sabahlarsa Allah Teala onun kafasını
toplar, gelirini korur. Zenginliğini kalbinde kılar ve dünya kendisine rağmen
onun ayağına gelir".[46][72]
Allah Teala
bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse Biz ona ekininde
bereket temin ederiz. Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz.
Ancak onun ahirette bir nasibi yoktur". (Şura/20) Bu konuda rivayet
edilen bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah Resulü'ne (sav) İnsanların
en hayırlısı kimdir?' diye sorduk. O da şöyle buyurdu: Kalbi derli toplu, dili
sadık olan. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, kalbi derli toplu ne demektir?'
diye sorduk. Allah Resulü, (sav) şöyle buyurdu: Takva sahibi, arı duru, kin,
zorbalık ve aldatma olmayan, demektir.
Bu açıklama
üzerine, 'Kim bu yol üzeredir?' diye soruldu. Allah Resulü de (sav) şöyle
buyurdu: Dünyaya küsen ve ahireti sevenler-". Her şey kendi aksiyle bilinir.
Mesela küsmenin zıddı, sevmedir. Zühdün zıddı da rağbet ve tamahtır. Allah
Resulü'nün (sav) şu buyruğu da buna delalet etmektedir: "İnsanların en
kötüsü dünyayı sevendir".
Dünyaya
rağbet eden, onun sevendir. Dünyalıkları edinmek ve sürekli daha fazlasını
istemek de dünyaya rağbet etmenin alametidir. Allah Resulü (sav) bu anlamda
şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah Teala'nm seni sevmesini istersen dünyada
zühd sahibi ol".[47][73]
Görüldüğü
gibi zühd, Allah Teala'nm sevgisine sebep kılınmıştır. Zahid de Allah Teala'nm
habibidir. Bu durumda zühdün, hallerin en üstünü olması gerekir. Çünkü
muhabbet, makamların en üstünüdür. Dünyaya rağbet eden kimse, O'ndan daha Yüce
hiçbirşe-yin bulunmadığı Allah Teala'nm gazabına uğrar. Dünyayı seven kimse,
Allah Teala tarafından buğzedilen kişidir.
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: İyi amellerin hepsini zahidlerin terazilerine koyun.
Zuhdlerinin sevapları, onlar için daima bir fazlalık olur. Yine o şöyle
demiştir: Kıyamet günü abidler, alimlerin terazilerinde dir. Alimler ise
zahidlerin terazilerinde dir. Hiçbir tamahkar Allah Teala'nm muhabbetine rağbet
etmez. O Allah Teala'nm gazabına uğradığı için dünya aşıklarmdandır.
Konuyla
ilgili kudsi bir hadis şöyledir: "Allah Teala yarattığı andan itibaren
dünyaya nazar etmemiştir. O dünyaya şöyle buyurur: 'Sakinleş ey fani dünya,
sen de sana sahiplenenler de cehenneme gideceksiniz". Bir diğer kudsi
hadiste de Allah Teala'nm Kıyamet günü dünya için şöyle nida edeceği rivayet
edilmiştir: "Onda Benim için olanları ayırın, kalanlarını da ateşe
atm".
Dünyanın
kötülendiği haberlerden biri de şöyledir: "Dünya lanetlenmiş, Allah'ın
zikri ve O'nun dostları dışında dünyada bulunanlar da lanetlenmişlerdir".
Benzer bir hadis ise şöyledir: "Dünya, Iblis'e benzer, Allah Teala onu da
uzaklaştırmak ve lanetlemek için yaratmıştır. Allah Teala onu sınar ve imtihanı
kaybeder, helak etmek ister ve o da helak olur".
Mükaşefe
ehlinden bir zat buna şahit olmuş ve şöyle demiştir: Dünyayı bir leş, îblis'i
ise bir köpek şeklinde gördüm. İblis onun peşinden koşmaktaydı. Yukarıdan bir
ses de şöyle diyordu: Sen benim köpeklerimden birisin. Bu da benim yarattığım
bir leştir. Senin Ben'deki nasibin işte budur. Her kim onun hakkında seninle
mücadele ederse, seni ona musallat ederim. Bundan anlaşılan şudur ki dünya,
Iblis'in mekanıdır. Kim dünyada bir yer edinirse, edindiği dünyalık kadar İblis
de onun üzerinde hakimiyet kurar.
Dünya
evliyadan bir zata kadın suretinde gösterilmiştir. O, halkın avuçlarının ona
doğru yöneldiğini, onun da ellerine birşey koyduğunu görmüştü. 'O nedir?' diye
sorulunca, lezzet veren bir şey, denilmişti. İnsanlardan bir topluluk ise, onun
yanından avuçlarını Uzatmaksızm geçer, o da onlara birşey vermezdi.
Dünya,
Müverrak el-Acli'ye yaşlı bir kadın suretinde gösterilmişti. Çirkin, kambur ve
saçları dökülmüş bir kadın suretindeydi. Ama üzerinde türlü boyalar ve zinetler
vardı. el-Acli, 'Senden Allah'a sığınırım' deyince kadın şöyle dedi: Eğer
Allah'ın seni benden korumasını istiyorsan dirhemden nefret et.
Konuyla
ilgili bir hadis de şöyledir: "Dünya, Allah Teala onu yarattığından beri,
sema ile arz arasında durmaktadır. Allah Teala ona asla bakmaz. Dünya Kıyamet
günü şöyle der: Ey Rabbim, bugün beni en alt derecedeki dostlarının nasibi
kıl. Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurur: Sus ey fani! Dünya hayatında
onlar için senden razı olmamışken, bugün mü razı olayım?"
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Dünya çok aşağıdır. Onu seven kimsenin kalbi ise ondan da
aşağıdır. Rivayete göre Ali (kv) şöyle demiştir: Dünya bir leştir. Onu isteyen
kimse, diğer köpeklerle dalaşmaya tahammül etmelidir. Musa (as) hakkında
nakledilen haberlerden birinde ona şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir:
"Eğer yoksulu, bir zengini karşıladığın gibi karşılamazsan, sana öğrettiğim
bütün ilimleri toprağın altına at. Bir fakirin yaklaştığını gördüğünde,
'Salihlerin şiarı, merhaba' de. Zenginin geldiğini gördüğünde ise, 'Cezası
erkene alınmış yaşayan bir günah' de".
İmamımız Ebu
Muhammed Sehi (ra) şöyle demiştir: Davud'un (as) haberleriyle ilgili olarak ulemadan
bir zat şunu nakletti: "Allah Teala buyurdu ki: Ben Muhammed'i sadece
kendim için yarattım. Adem'i ise Muhammed için yarattım. Kainatta yarattığım
her-şeyi de Adem'in çocukları için yarattım. Onlardan hangisi, kendisi için bu
yarattıklarımla meşgul olursa onu kendimden perdelerim. Hangisi de sadece
Benimle meşgul olursa, bütün yarattıklarımı onun önüne dökerim".
Sıddıklar,
yolun başında şöyle derlerdi: Allah Teala'dan dünyayı talep ettik, bizi
menetti. Ama bu hallerimize sahip olduğumuzda O bize dünyayı teklif etti. Biz
de o zaman dünyadan imtina ettik. Rivayete göre İsa (as) dünyaya şöyle derdi:
"Benden uzak dur ey domuz!" Bu rivayet, Yezid b. Meysere tarafından
yapılmıştır. O, Şam ulemasmdandı. Kendisi şöyle derdi: Şeyhlerimiz dünyaya 'domuz'
diyorlardı. Eğer daha kötü bir isim bulabilselerdi, kesinlikle onu
kullanırlardı.
Yine o şöyle
demiştir: Şeyhlerimizden birine dünya yöneldiği zaman ona, 'Benden uzak dur ey
domuz! Sana ihtiyacımız yok, biz Rabbimizi tanıdık' derdi. Bunun anlamı,
seninle nasıl sınanacağımızı öğrendik. Rabbimiz, bizim nasıl amel edeceğimize
bakmaktadır, ey fani dünya! Seninle ilgili olarak zühd sahibi olup Rabbimizi
tercih edeceğiz, Rabbimizin sana olan buğzunu da öğrendik ve bu hususta O'na
katıldık. Kalplerimizin yalnız O'nu ululayıp O'ndan gayrisinden yüz çevirmeleri
gerektiğim de öğrendik, şeklindedir.
Hasan
el-Basri (ra) da böyleydi. Şeyhlerinden birini anlatırken şöyle demiştir:
Onlardan birine helal bir mal sunulup 'Bunu al ve ihtiyaçlarını gider5
denildiği zaman, 'Ona ihtiyacım yok, kalbimi bozmasından korkarım' derdi. Bu
zat, salih bir kalbe sahip olmasına rağmen, onu gözetmekte ve alacağı malla
kalbinin bozulmasından korkmaktadır.
Allah Resulü
(sav) hakkında da benzer bir olay nakledilmiştir: "O, yerde ölü olarak yatan
uyuz bir oğlak görmüştü. Yanındakilere şöyle buyurdu: Ne dersiniz, artık sahibi
için değeri yok? Bunun üzerine sahabe, 'Ey Allah Resulü, değersizliğinden
dolayı onu böyle atmışlar1 dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Allah Teala
için dünya, bu oğlaktan bile daha değersizdir".[48][74] Bu hadisin
başka bir rivayetinde ise şu ifade geçmektedir: "Allah Resulü (sav), 'Kim
para vererek buna sahip olmak ister?' diye sordu. Bunun üzerine 'Hiç birimiz,
bunun ne değeri olabilir ki?' dedik. Allah Resulü de, 'İşte dünya da Allah
Teala için, bunun sizin için olan değersizliğinden daha değersizdir*
buyurdu."[49][75]
Allah Resulü
(sav) şu buyruğuyla da dünyayı değersizlikle ve basitlikle nitelemiştir:
"Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar ağırlığı
olsaydı, bir kafire ondan bir yudum su dahi vermezdi".81 Yine O, bir
bedeviye söylediği sözle, onun çirkinliğine ve ehline döneceğine dair güzel
bir benzetmede bulunmuştur: "Ne dersin, yediklerinizi ve içtiklerinizi
dışarı çıkarmıyor ve idrarla dökmüyor musunuz? O da, 'Evet' dedi. Bunun
üzerine Allah Resulü, 'Peki onların neye dönüştüğünü biliyor musun?' diye
sordu. Bedevi de, 'Senin bildiğin bir şeye ey Allah Resulü' dedi. O da adama
şöyle dedi: 'Sizden biri büyük abdestini bozmak için evinin arkasına
çömeldiğinde kokusunun çirkinliğinden dolayı burnunu eliyle tutmaz mı?' diye
sordu. Adam da, 'evet' dedi. O zaman Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'İşte
Allah Teala da Adem oğullarının terketmesinden sonra dünyayı öyle
yapacaktır".
Allah
Teala'nm "Ve sizin nefislerinizde, görmüyor musunuz?" (Zariyat/21)
buyruğu da bu manada yorumlanarak, dışkı ve idrarın bulunduğu yerlerin murad
edildiği söylenmiştir. Yine O'nun "Dünya hayatı Ahiret için metadan başka
birşey değildir" (Ra'd/26) buyruğunun tefsirinde de 'meta' kelimesi ile
murad edilenin leş olduğu söylenmiştir. Esma'i şöyle demişti: 'Arabm biri
bozulan ve kokan bir et için 'Mete'a el-lahmu=Et meta/Leş oldu' demişti.
Rivayete
göre Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Adem (as) yeryüzüne indiği zaman yaptığı
ilk iş, abdest bozmak oldu. İbni Ab-bas'dan (ra) da şu hadis rivayet
edilmiştir: "Allah Resulü (sav) büyük abdestini bozunca çıkan koku onu
rahatsız etti. O da bu yüzden kedere boğuldu. Cebrail (as) kendisine gelerek
'Bu, hatalarının kokusudur5 dedi". Akıl sahipleri Allah Teala sayesinde
dünyayı bir tuvalet olarak gördüler ve zaruret hali dışında ona girmediler. Tuvalete
girmekten ne kadar müstağni kalırsanız o kadar hayırlı olur. Bazıları ise
dünyayı leş olarak görmüş ve ondan ancak yetecek kadar almışlardır. Leşten de
ne kadar az alırsanız o kadar isabetli olur.
Vehb b.
Münebbih şöyle demiştir: Bir kitapta şunu okudum: Ey Adem oğlu, eğer Beni
istiyorsan dünyayı terket. Eğer dünyayı istiyorsan çilen uzun olsun. Başka
semavi kitaplarda da şu ifade ye-ralmıştır: "Ey Adem oğlu, Ben senin için
vazgeçilmez bir zaruretim. Sakın onlarsız olabileceğin şeyleri Bana tercih
etme". Allah Tea-la'dan ihbarda bulunan bir zat da şöyle demiştir: Allah
Teala dünyaya şöyle vahyetti: Bana hizmet edene hizmet et ve hizmetinden
yorul.
Başka biri
ise şunu nakletmiştir: Müsned olarak rivayet edildi ki, Allah Teala dünyaya
şöyle vahy etmiş tir: "Dostlarıma acı ol ki Benim katımdakilere rağbet
etsinler. Düşmanlarıma da tatlı görün ki, Bana kavuşmaktan
hoşlanmasınlar". Aişe (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) şöyle bir hadis
rivayet etmiştir: "Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı
ister. Kim de Allah'a kavuşmayı istemezse, Allah Teala da ona kavuşmayı
istemez".[50][76]
Bütün bu
hadis ve nakiller, dünya ehlini geri döndürecek ve onu sevenlerin gözlerini
güldürecek mahiyettedir. Bunların karşısında yeralan güzel haber ve hadisler
ise, zühdün fazileti ve fakirliğin değeri hakkındadır. Bu haberler, ihlaslı
fakirlerin başlarını dik tutmakta ve salih zahidler için göz aydınlığı
olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "Artık hiçbir nefis, yapmakta
olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için göz aydınlığı olarak nelerin
hazırlandığını bilemez". (Secde/17)
Dünyaya
rağbetin aslı, yakini imanın zayıflığından dır. Çünkü kulun yakini imanı
kuvvetli olursa, onun nuruyla ahirete bakar, dünya onun gözünde kaybolmuştur.
O, aslen kayıp olan dünya hakkında zühd sahibi olmuş ve inancında mevcut olana
rağbet etmiştir. O, kendisi için daha yararlı, daha kalıcı ve Rabbi için daha
memnun edici olanı tercih etmiştir. Daimi ve sürekli olanı, fani ve geçici olanın
önüne geçirmiştir. İşte zühdün sureti ve yakin sahibinin^şahit-liği budur.
Akıllı olan, kaybolacak veya taşınacak olanı istemez.
Allah
Teala'nm yakin sahiplerinden olmak isteyen İbrahim'le (as) ilgili
anlattıklarını görmüyor musunuz? "Ben batıp gidenleri sevmem".
(En'am/76) Yakin sahibi kul, İbrahim'in (as) dinine uymakla emredilmiştir.
Allah Teala bu dini vasfederek şöyle buyurmuştur: "Babanız İbrahim'in
dinine". (Hacc/78) Yani, size düşen, babanız ibrahim'in (as) dinine
uymaktır.
Ahiretteki
azap ve mükafat vaatleri aklın nuruyla görülemez. Bunlar ancak yakin nuruyla
müşahede edilebilir. Buna göre nurlar dört türdür. Kalp de dört cihete
yönelmiştir: Mülk, Melekût, İzzet ve Ceberut. Aklın nuruyla ancak mülke şahit
olunabilir. İman nuruyla melekûta şahit olunabilir ki o da ahirettir. Yakin
nuruyla izzete şahit olunabilir ki o, sıfatlardan ibarettir. Marifet nuruyla
ise ceberûta şahit olunur ki o da vahdaniyettir.
Cebbar olan
Allah Teala, kalbin üstündedir ve onu kuşatmıştır. O, dilediğiyle ona açılır ve
kalbe de O'nun şahit kıldığı şey galip gelir. Yakinin zayıflığı, kalbi herşeye
sokabilir. Yakinin kuvveti ise, her amelde ihtiyaç duyulan bir haldir. Aksi
halde kalp dünyevi bir şey olur ve ona aklın nuruyla ulaşılabilir. Kendisine
yakin nuru verilmeyen kimse, büyük mülkü göremeyerek küçük mülkü arzular.
Sonuçta da kaybolacak olan dünyayı sever, yükselip yücelme gayretinde olmaz.
Sahip olduğu herşeyin üstünde bir şey vardır. [51][77]
Zühd nedir?
Hiçbir kul, dünyanın ne olduğunu öğrenmedikçe zühdün ne olduğunu öğrenemez.
Alimler, zühd hakkında birçok şey söylemişlerdir. Zühdün tarifi için bunları
aktarmak durumunda değiliz. Çünkü Allah Teala şifa ve zenginlik kıldığı
Kitabı'nda onun ne olduğunu beyan etmiştir.
Allah Resulü
de (sav) Kitabullah için, "Kur5an, sağlam ip ve dosdoğru yoldur. Hidayeti
onun dışında arayanları Allah Teala yoldan çıkarır"[52][78]Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Onda bir husus hakkında ihtilafa düştüğünüzde, onun
hükmü Allah'a havale edilir". (Şura/10) Yine O, şöyle buyurmaktadır:
"Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe kendi
izniyle eriştirdi". (Bakara/213)
Allah Teala,
Kitab'mda dünyanın yedi şeyden ibaret olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel
atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu, insanlar için
süslendi". (Al-i İm-ran/14) Allah Teala bu ayetinin devamında da şöyle
buyurmuştur: "Bunlar, dünya hayatının metaldir". (Al-i İmran/14)
Allah Teala
şehvetlere düşkünlüğü, süsleme, çekici kılma ifadesiyle anlatmış, sonra da
nefse sevimli kılınan yedi tür dünya nimetini sıralamıştır. Sonra da bunlara
'Zâlike=Bunlar' kelimesindeki Kaf harfiyle işaret etmiştir. Kaf harfi, daha
önce sıralı olarak anlatılan şeyleri ifade etmek için kullanılan bir
kinayedir. Za harfiyle Kaf harfi arasındaki Lam harfi ise tekid ve pekiştirme
içindir. Allah'ın buyruğunun iyice düşünülmesi sonucunda ortaya çıkan şudur:
Burada sayılan yedi şey, dünyanın bütünüdür. Yaşadığımız dünya bu yedi sıfattan
ibarettir. Tabii ki bu asıllardan kaynaklanan bir takım ikincil şehvet ve
arzular da bulunur. Bunların tamamını seven kimse, dünyayı bütünüyle sevmiş
olur. Bunlardan herhangi birini veya bir kısmını seven ise, dünyayı kısmen
sevmiş olur.
Ayetin
nassmdan anladığımız, şehvetin dünya olduğudur. Bunun delaletiyle de şunu
anlamaktayız ki, ihtiyaçlar dünya değildir. Çünkü bunlar zaruri olarak
gelirler. İhtiyaç dünya olarak isimlen-dirilmediği zaman şehvet de olmamış
olur. Bu ihtiyacın arzulanması da bunu değiştirmez. Zira şehvet dünyadır.
İsimlerin farklılaşmasından dolayı, hükümler de farklılaşır.
Bu,
israiliyatta Allah Teala'dan nakledilen bir habere dayanmaktadır. Buna göre
İbrahim (as) bir şeye ihtiyaç duymuştu. Bunun üzerine bir arkadaşına giderek
ödünç istemişti. Ama o kendisine istediğini vermemişti. Bunun üzerine tasalı
bir halde geri dönmüştü. Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Eğer
Halil'inden isteseydin sana verirdi. Bunun üzerine İbrahim (as) şöyle dedi: Ey
Rabbim, dünyaya buğzettiğini bildiğim için onu Sen'den istemekten korktum. Bana
da buğzedebilirdin.
Buna üzerine
Allah Teala şöyle buyurdu: İhtiyaçlar, dünya değildir. Daha sonra O'nun bu
yedi sınıf dünyalığı sıraladığını gördüğümüzde dünyanın ne olduğunu daha iyi
anladık. Başka bir yerde ise bu yedi sınıfı, beş sıfata dayandırmakta ve bir
söz sahibinin ağzından şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak
bir oyun, tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve
çocuklarda bir çoğalma isteğidir". (Hadid/20) Yukarıdaki yedi sınıf şeyi
seven kimselerin sıfatları bu beş sıfattır.
Bilahare bu
beş sıfat, yedi unsuru da barındıran iki hususa indirgenmiştir: "Dünya
hayatı, ancak oyun ve eğlencedir". (Muham-med/36) Sonra bu ikisi de tek
bir sıfata indirgenmiş ve bu iki mana ile ifade edilmiştir. Sonuçta dünya iki
özlü ve kapsamlı şeye dönmektedir ki bunlardan herbiri dünya olmaya uygundur.
Bu iki husus oyun ve eğlencedir.
Eğlence, bir
anlamda hevadır. Üstteki ayette sıralanan yedi unsur da bunun kapsamı altına
girmektedir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim de Rabbinin
makamından korkar ve nefsi de hevadan sakmdırırsa artık şüphesiz cennet (onun için)
barınma yeridir". (Nazi'at/40-41) Bu ayete göre dünya, nefsin hevaya itaati
olmaktadır. Bunun delili de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Artık kim
taşkınlık edip azar ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem (onun
için) bir barınma yeridir". (Nazi'at/37-39)
Cennet
cehennemin zıddı olduğuna göre heva da dünya olmaktadır. Çünkü ondan
sakındırmak, onu tercih etmenin zıddıdır. Her kim nefsini hevadan sakmdırırsa
dünyayı tercih etmemiş olur. Dünyayı tercih etmediğinde ise zühde yönelmiş
olur. Sonuçta da cehennemin zıddı olan cennete nail olur. Nefsini hevadan
sakındırmayan kimse ise, dünyayı tercih etmiş olur. Bu durumda dünya, hevaya
itaat ve her işte onu tercih etmek olmaktadır. Buna göre zühd herşeyde hevaya
karşı durmaktır.
Allah
Teala'nm heva kavramıyla murad ettiği ve dünya kıldığı ikinci mana da, nefsin
sürekli zevk alma isteğinden doğan dünyada beka arzusudur. Bunu da Allah
Teala'nm şu buyruğundan çıkarmaktayız: "Dediler ki: Rabbimiz, bize savaşı
niçin farz kıldın? Keşke bizi yakın bir vadeye ertele şeydin". (Nisa/77)
Savaş, dünya hayatından ayrılmaktır. Çünkü savaş, elde kılıç başka bir kılıcın
üzerine doğru yürümek, sonunda da iki kılıç arasında hayatı kaybetmektir.
Sonuçta savaşın farz kılınmasına karşı çıkarak şöyle demişlerdir: Keşke bizi
başka bir zamana erteleseydin. O da bizim savaşla değil ecelimizle öleceğimiz
zamandır. İşte bu, dünyada kalma arzusudur.
Sonuç
itibarıyla dünyada kalma arzusu, dünya olarak tefsir edilmiştir. İşte onların
bu sözleri üzerine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "De ki: Dünyanın meta'ı
azdır, ahiret ise takva sahipleri için daha hayırlıdır". (Nisa/77) İşte bu
noktada insanlar gerçeği görmüş ve münafıklar rezil olmuşlardır. Müminler,
savaşın farz kılınmasıyla imtihan edilmişlerdir. Bu imtihanla O'nun yolunda
kurşundan kaleler gibi saf saf savaşacak muhibban da ortaya çıkmıştır. Bu
noktada kendilerini ve mallarım Allah'a satanlar kazanmışlardır. Ahireti
vererek dünya hayatını satın alanlar ise bu imtihanı kaybetmişlerdir.
Allah Teala
bu manada şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden
-karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-canlarmı ve mallarını satın
almıştır". (Tevbe/111) Allah Teala satın aldığına göre, onlar da satın
almış olmaktadırlar. O, başarısız müşterileri de, ahiret karşılığında dünyayı
satm alanlar olarak göstermistir. Yani onlar, daha fazla kalabilmek için
dünyayı satın almış kimselerdir. Karşılığında ise ahireti satmışlardır.
Binlerce yıl
ve sonsuzluk karşısında otuz veya kırk yılı satın alan kimsenin ticareti elbette
ki karsız bir ticarettir. O, doğru yoldan da uzaktır. İşte bu, dünya hayatına
rağbet edenin ticaretidir. O, ebedi hayat karşılığında dünyayı satın almıştır.
Böylelikle zıddı-nı alarak yüce bir hayatı satmış olmaktadır. Allah Teala'mn
"Dünya hayatını satın almışlardır" (Bakara/86) buyruğunun tefekküründen
çıkan anlam budur. Onlar, ulvi hayatı satmışlardır.
İlk
ticarette canım satan, bütün malını dağıtan ve bunlar da Allah Teala
tarafından satın alman ve buna karşı bedel olarak ahiret yurdu ve kendi yakınlığı
verilen kulun durumu sözkonusudur. Bu kulun ticareti kârlıdır ve o, yirmi otuz
yılını ebedi hayat karşılığında satarak doğru davranmıştır. İşte bu, ahiret
tacirleri olan zahidlerin kârıdır. İkincisi ise, hevayı arzulayanların
zararıdır. Bu iki ticaret arasında ne kadar büyük fark vardır! Zühd
sahiplerinin ölümden sonra kazandıklarım kaybedenlerin pişmanlıkları ne kadar
da büyüktür!
Allah Resulü
(sav) devrinde insanlar, dünyada zühdü izhar etmeleri sebebiyle örtülmüş halde
ve Baki olan Allah'a düşkünlükleri var sayılarak yaşıyorlardı. Sonunda şu
ayet-i kerime nazil oldu: "Kendilerine, 'Elinizi (savaştan) çekin, namazı
kılın, zekatı verin' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında
onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha da şiddetli
bir korkuyla- korkuya kapılırlar". (Nisa/77) Nihayetinde ise şu ayet-i
kerime nazil oldu: "Ey iman edenler, yapmadıklarınızı neden
söylersiniz?". (Saff/2) Onlar, 'biz Rabbimizi severiz, O'nun neyi
sevdiğini bilsek, onu kesinlikle yapardık' demişlerdi. Bu yüzden Allah Teala
onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah
katında bir gazap olması bakımından büyüdü. Muhakkak ki Allah, kendi yolunda
saf tutarak savaşanları sever". (Saff/3-4) İbni Mesud (ra) da bu sebeple
şöyle demiştir: "Ben içimizde dünyaya meyleden birileri olduğunu
sanmıyordum Ama "Sizden kimisi dünyayı ister... Sizden kimisi de ahireti
ister" (Al-i İmran/152) ayeti indirildiğinde olduğunu gördüm".
"Eğer
gerçekten Biz, onlara: 'Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın' diye
yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında,bunu yapmazlardı"
(Nisa/66) ayeti nazil olduğunda da Allah Resulü (sav) bu manada sözler
söylemiştir. Ibni Mesud (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü (sav) bana şöyle
dedi: "Sen de o azınlıktansın".
Daha fazla
kalma arzusu dünya olduğuna göre, Baki olan Allah Teala'yı arzulamak zühd
olmaktadır. Dünyadaki zühd, beka arzusunda zühd sahibi olmaktır. Fani hayat
hakkında ve toplu malında can ve malla cihad etmek suretiyle zahidlik yapan
kimse, dünyada zühd sahibi olmuş olur. Dünyada zühd sahibi olanı ise Allah
Teala sever. Allah Resulü de (sav) bunu ifade etmiştir.
İşte bu
yüzdendir ki cihad, amellerin en faziletlisi olmuştur. Çünkü onun hakikati,
dünyada zühddür. Allah Teala da dünyada zühd sahibi olanı sever. Öte yandan
hevaya karşı çıkmak, cihadın en faziletli şeklidir. Çünkü heva, dünyayı
arzulamanın esasıdır. Allah Resulü (sav) de ilk hadisinde onunla dünyayı ifade
etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Dünyada zühd sahibi ol ki Allah Teala seni
sevsin".[53][79]
İkinci hadisinde ise yine bu manayı ima ederek şöyle buyurmuştur:
"Haramlardan sakın ki Allah Teala seni sevsin". Haram kılman
şeylerden uzaklaşmak ise, dünyada zühdün ta kendisidir.
Dünyada
zahid olan, Rabbinin sevgilisidir. Dünyada kalma arzusuyla dolu olan ise,
Rabbinin dininde nifak sahibidir. Bu anlamda Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi
rivayet edilmiştir: "Her kim savaşmadan veya içinden savaş niyetini
geçirmeden ölürse, nifaktan bir dal üzere ölmüş olur".[54][80]
Allah Teala
inandıklarını iddia eden yalancıları cihadla ortaya çıkarmış ve onları,
kalplerinde hastalık bulunmakla niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Fakat
içinde savaş zikri geçen muhkem bir sure indirildiği zaman, kalplerinde
hastalık bulunanların, üzerine Ölüm baygınlığı çökmüş kişilerin bakışıyla sana
baktıklarını gördün. Bu da onlar için daha evladır". (Muhammed/20) Bu
tehdit ve azap vaadi onlar için daha uygundur. Çünkü onlara azap yaklaşmıştır
ve gelecektir. Allah Teala bu buyruğunun devamında şunu söylemiştir:
"(Oysa onlara düşen) İtaat ve maruftu". (Muham-med/21) Yani buna
itaat gösterip güzel söz söylemeleri gerekirdi. Ama cihad karan kesinleşip
hakikatler ortaya çıkınca yalanladılar ve sözlerini tutmadılar. Halbuki Allah
Teala'ya verdikleri sözde samimi olsalardı, onlar için daha hayırlı olurdu.
Buyruğun bu kısmı gizli olarak siyaktan çıkmaktadır. Bu nedenle de müşkil bir
buyruk olarak görülmüştür.
Beka ve
hayat, tek bir anlamı ifade eken iki isimdir. İşte bu nedenledir ki Allah
Teala dünyayı, hayat için bir sıfat olarak kullanmıştır. Buna göre dünya,
hayatın ta kendisi olmaktadır. Allah Teala dünya kelimesini müennes olarak
nitelemiştir. Bunun sebebi, nitelenen konumundaki Hayat isminin sonundaki
müenneslik Ta'sı-dır. Bu durumda hayat, dünya olmakta ve Allah Teala'nm dünya
lafzı da, onun aşağılıkla nitelenmesi olmaktadır. Eğer nitelenen isim, 'Beka1
gibi müzekker olsaydı, sıfatı da müzekker olacak ve 'Dünya' yerine 'Edna'
buyuracaktı. Nitekim bu babda şöyle buyurmuştur: "Onlar şu değersiz olan
(dünyan)m geçici yararını alıyorlar.." (A'raf/169)
'Edna=Daha
aşağı, değersiz" kelimesi aynı manadaki 'Dünya' kelimesinin müzekkeridir.
Aynı şekilde 'A'yan=Daha açık; Ek-na=Daha çok edinen ve Eş'as=Saçı daha
karışık' kelimeleriyle aynı anlamda olan "Ayna'; Kanva've
Şa'sa'kelimeleri, birinci kelimelerin müzekkerleridir. Ayette geçen
'Arad=geçici/yarar' kelimesi ise, isminden de anlaşıldığı üzere arizi ve baki
olmayan şeyleri ifade eder. Bunları seven kimse, dünyayı sevmiş olur. Çünkü
'Edna' olan dünya malını sevmiştir. Bu da asıl olan hayatı sevdiğini gösterir.
Çünkü onlann 'araz' peşinde koşmalan, dünyada kalabilmeleri içindir.
Bu
anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur ki dünyanın esası, hevaya boyun eğmek
için onda daha fazla kalma arzusudur. Hevaya teslim olmak ise, beka için araz
denilen dünyalıkları sevmekle olur. Bu ikisi birbirleriyle geçişmiş durumdadır.
Çünkü dünyada kalma arzusu 'Hubbü'1-beka' ondan zevk almak içindir. Zevk almak
ise, kötülüğü emredici nefsin 'Nefs-i emmare', sıfatı olan hevadan-dır. Nefsin
rahatı olan hevaya boyun eğme ise, sadece dünyada daha fazla kalmak için olur.
Çünkü kul, ne zaman öleceğini yakini olarak bilebilse, kesinlikle hakkı hevaya
tercih edecektir. Eğer dünyada kalma ümidini yitirirse, o zaman da dünya
malının ardına düşmeyecektir. Hevanm tercihi, ancak hayatta kalma arzusundan
kaynaklanmaktadır. İşte dünyanın aslı ve hakikati budur.
İnsanların
hayatta kalma emeli bakımından en kısa süreli olanları, dünyada zühd sahibi
olanlardır. Çünkü onlar, yarınlar için fazla birşey biriktirmek istemezler.
Zira onlar için canlarının yarma kadar baki olacakları kesin değildir.
İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en uzun süreli olanları yani tûl-i
emel sahipleri, dünya hayatına karşı en arzulu olanlardır. Çür^ui onlar, dünyaya
karşı arzu ve hırsla doludurlar. Bu yüzden de hayatın uzaması yönündeki
emelleri çok fazladır. Eğer dünyada daha kısa süre kalma emelleri olsaydı,
tabii ki fakirliği seçerlerdi. Fakirliğin seçilmesi ise, zühdün ta kendisidir.
[55][81]
Allah Teala
buyurdu ki: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar.
Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20) Kardeşleri, Yusufu (as)
satarken aşırı bir fiyat istemedikleri için zahid sıfatıyla nitelenmişlerdir.
Buradaki zahid sıfatını hakiki anlamda kimlerin taşıdığını öğrenebilmek için
ayeti daha fazla açmak durumundayız. "Şerav-hü^Onu sattılar" fiili,
Araplar'da bir malı satmak için kullanılır. Onlar, kendileri tarafından
satılarak malı elden çıkarma fiili için, Bey' kelimesiyle birlikte 'Şira'
kelimesini de kullanmışlardır. Elden çıkarılan bu mal hakkında ise 'zahid'
olmuş olurlar.
Aynı şekilde
kul da kendi canını ve malını Allah Teala'ya sattığı zaman, hevasmdan çıkarak
O'nun yoluna girmiş ve zahidlerden olmuş olur. Allah Teala, bu anlamda şöyle
buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara
mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır".
(Tevbe/111)
Allah Teala
başka bir ayetinde bir kulunun ağzından şöyle buyurmuştur: "Ve nefsi de
hevadan arındırırsa, artık şüphesiz cennet (onun için) bir barınma
yeridir". (Nazi'at/40-41) Her iki ayette de satılan mal iki iken,
karşılığı tek bir şey, yani cennet olmaktadır. Kul ise, malım ve nefsini Allah
Teala'ya vermekte ve bu iki hususta hevayı uzaklaştırmaktadır. Heva, dünya
hayatı olduğu için, bunun aksi nefse sahip çıkmak, nefsi bunun yani malın
üzerinde tutmak olmaktadır. Bunun zıddı ise, hevanın nefisten çıkarılması ve
malın fakirlikle değiştirilmesidir. Bu da dünyada zühddür. Bu ise, kötülü emreden
nefsin işi değildir. Çünkü bu, hayır ve iyiliğin zirvesi ve nefsin hevadan yani
mal ediniminden sakmdırılmasıdır. Kötülüğü emreden nefsin nitelemesiyle dünya,
mal edinmektir. Çünkü o kötülüğün kendisidir. Bu sıfatlara sahip olan biri
için, nefsi değersiz olamaz. Değersiz olmadığı zaman da kişi onu satıcı olmayacaktır.
Satılmadığı zaman ise, satın alınmış olmayacaktır. Böyle bir nefse sahip olan
kişi, malı kendinde toplayıp kimseyle paylaşmayan, dünyayı arzulayıp onu seven
biri olmaktadır. Bu ise, müminin sıfatı değildir. Allah Teala en iyi Bilen'dir.
Allah
Teala'nm zühdün hakikatiyle ilgili bir diğer açıklaması da şöyledir. Zühd,
nefsten istiğna edilmesi ve malın O'nun yolunda harcanmasıdır. Bunu da, satılan
mallar ve müşteriyi açıkça belirttiği aynı buyruğunda görmekteyiz: "Allah
yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler". (Tevbe/111) Zühd, hevaya boyun
eğmeyi terketme ve nefsi Mevla'nın emriyle hevadan sakındırarak Allah Teala'ya
satmaktır. Bunun karşılığı ise cennettir. Zahid, O'nun zorla almasından önce
canını kendi isteğiyle sattığı Rabbinin makamından korkan kimsedir. O, Allah
Teala tarafından sevilen ve yakın kılman bir kuldur. Böyle bir kul, Allah
Teala'yı sevdiği için Allah Teala da onu katında yakın kılınanlardan yapmıştır.
Dünya,
hevaya boyun eğmek ve şehveni nefsin zevkleri için aşağı dünya hayatını
arzulamaktır. Bu tür arzularla dolu olan biri, Allah Teala'nm tuzağından emin
olur. O, dünya hayatını satın alabilmek için ahiret hayatını satmıştır. Çünkü
o, Allah Teala'yı sevmemektedir. Kötü seçimi sebebiyle de O'ndan uzak
kılınanlardandır. Ahirette onun için hüsran ve cehennem azabı hak olmuştur. Çünkü
o, Allah Teala'ya yakın kılman, el-Yakin ve el-Habib olan Rabbinin
komşuluğundaki yakınlık evini kazanan zühd sahibinin tam tersi bir kişiliktir.
[56][82]
Zühd, iki
noktada olur. İlki, mevcut olan bir şey hakkında gösterilecek zühddür. Bu
noktadaki zühd; zühde konu olan şeyin akıldan çıkarılması ve kalbin ondan
ayrılmasıdır. O şeyin kalpte baki kılınmasıyla birlikte zühdde bulunmak sahih
olmaz. Çünkü bu, kişinin ona rağbet ettiğini gösterir. Bu tür bir zühd, ancak
zenginlerin zühdü olabilir.
Zühde konu
olan şey kalpte mevcut değilse ve şartlar da onun yokluğu yönünde ise, bu
durumdan memnun olmak zühddür. Bu, aynı zamanda yokluğa rıza göstermedir. Bu da
fakirlerin zühdüdür. Hevanın terkindeki zühd hakkındaki görüş de böyledir. Bu
tür bir zühd, ancak o heva ile sınanma ve ona muktedir olma halinde sahih olur.
Bunu Yusufun
(as) kıssasında kardeşlerinin o ve küçüğü hakkında 'Muhakkak ki Yusuf ve
kardeşi, babamıza bizden daha sevimlidir' derlerken gösterdikleri zühdde de
görmekteyiz. Onlar kardeşleri için "Yusuf u öldürün veya uzak bir yere
atın ki babanız yalnız sizi sevsin" dediklerinde, ona değer
vermediklerini göstermelerine rağmen Allah Teala onları zahid saymamıştır.
Onlar
babalarına söyledikleri Tusufu bizimle gönder de, birlikte koşup oynayalım'
dediklerinde onun hakkında zühd sahibi olmak istemiş, ama bu iradeleri zühdün
hakikatine ermemiştir. Bilahare onu satmaya azmederek zühdde bulunmuş ve onun
aleyhindeki kararı hep birlikte almışlar, fakat Allah Teala onları yine
za-hidler olarak vasfetmemiştir. Halbuki Allah Teala fiillerini haber verirken
"Nitekim onu götürdükleri ve onu kuyunun derinliklerine atmaya topluca
davrandıkları zaman.." (Yusui/15) buyurmuştur. Bütün yaptıklarına rağmen
onlar için 'zahidler* sıfatını kesinlikle kullanmamıştır.
Görüldüğü
üzere bunlar zühdün bazı sebep ve kurallarıdır. Zühdün bu hakikatini
bilmeyenler, bir takım değişik yaklaşımları görerek kuşkuya kapılabilir ve zühd
olmayan bir hareketi zühd zannedebilirler. Bu çerçevede Yusuf peygamberin (as)
kardeşlerinin davranışları zühd değildi. Çünkü Yusuf (as) onların
ellerindey-di. Onu bulanların elinden çıkıp da onun için başka birinden bedel
istediklerinde Yusuf (as) hakkındaki zühdleri hak olmuştur. Nitekim Allah
Teala da bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Ve onu ucuz bir fiyata,
sayısı belli birkaç dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler".
(Yusuf/20)
Aynı şekilde
bir elbiseyi satmayı düşündüğünüz veya istediğinizde, onu satmak fikri
kalbinizde daha ağır bassa bile, o elbise hakkında 'zahid' olamazsınız. Ama,
zühd eğiliminin varlığıyla nitelenebilirsiniz. Bu durum, onu satıp bedelini
alıncaya kadar böyledir. İşte o an, o elbiseyle ilgili zühdünüz kesinleşmiş
olur.
Allah
Teala'mn "Onun hakkında zahidlerdendiler" (Yusuf/20) buyruğu iyice
düşünüldüğü zaman ortaya çıkan şudur: Kim bir şeyi gönül rızasıyla elden
çıkarır ve nefsi de bu noktada kendine uyarsa, bu mücahedesinden dolayı zühde
ait bir makamı olabilir. Her kim de bir şeye sıkıca sarılırsa- görünüşte onun
hakkında zühd sahibi olduğunu ima etse bile- zühde dair bir makamı olmaz. Çünkü
bir şeye sarılıp ondan kopamamak, rağbet ve tamah alametidir.
Rağbet ve
tamah, zühdün zıddıdır. Bir hal mevcutken, onun zıddıyla vasfedilmek mümkün
müdür? Bir şey hakkında zahid olduğunu sanıp kendini böyle göstermek isterken
bir yandan da ona sıkıca sarılan kişi için şu iki tanımdan biri uygun düşer: O
kişi, ya zühdün ne demek olduğunu bilmiyordur, ya da nefs kaynaklı şehvetinin
gizli yönlerinden habersizdir. Her ikisi de işine geldiği gibi davranmayanlar
için geçerlidir.
Nefsinin
arzu ettiği şeyi kalbinden çıkaran kişi, o hususta zühdü gerçekleştirmiş
kimsedir. Allah Teala'mn Yusufun (as) kardeşleriyle ilgili tavsiflerinin özü
budur. Bir şeyi sıkıca tutup onunla sevinen, onun için kaygılanan ve bütün
kalbiyle onu düşünen kimse ise tamah ve rağbete dalmış kimsedir. Bu da Allah
Teala'mn Mısır Azizi'nin Yusuf a karşı tutumunu nitelemesinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Mısır Azizi, Yusufu (as) satın aldığı zaman, Allah Teala onun Yusuf (as)
üzerindeki rağbetim tahakkuk ettirmiştir. Çünkü o, Yusufu (as) ailesinin
yanında tutmak istemiştir. Allah Teala onun bu yöndeki sözlerini şöyle haber
vermektedir: "Karısına, 'Ona güzel bak. Umulur ki bize bir yararı dokunur
ya da onu evlat ediniriz'dedi". (Yusuf/21)
Allah Teala,
Mısır firavununun eşinin Musa'ya (as) olan düşkünlüğünü de bu şekilde vasfetmiş
ve onun dilinden şöyle buyurmuştur: "Benim için de, senin için de bir
sevinçtir (o). Onu öldürmeyin, umulur ki bize yaran dokunur veya onu evlat
ediniriz". (Kas as/9)
Bu ve
benzeri şekilde, bir şey için emel besleyip onu kendine saklayan kimse, o şey
hakkında zühd sahibi olmamış olur. Ancak onu elinden ve kalbinden çıkardığı
zaman zahid olarak nitelenebilir. Bu ise, Yusuf ve kardeşleri hakkında
sözkonusu değildir. Onların Yusuf (as) hakkındaki zühdleri, sadece onu elden
çıkarırken aşağılamak için az bir bedel istemeleri anında sözkonusu olmuştur.
Kui'an-ı
Kerim'den çıkarılan bir diğer hüküm de şöyledir: Yu-sufun (as) ahilerinin onun
hakkındaki zühdleri, küçük kardeşi hakkındaki zühdlerine yaklaşık derecedeydi.
Çünkü en küçüklerinin babalarının kalbindeki yeri, Yusufunkine benzemekteydi.
Böylelikle babalarının sadece kendileriyle ilgileneceğini düşünüyorlardı.
Allah Teala bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Yusuf ve kardeşi,
babamıza bizden daha sevimlidir" (Yusuf/8)
Rivayetlere
göre, kuyuya ikisini birden atmak istemişlerdi. Ama içlerinden biri küçük
kardeşine acıdığı için şefaatçi olmuş diğer kardeşlerinin ona bir kötülük
etmelerini engellemiştir. Bir rivayete göre de onlardan, bu kardeşi kendisine
bağışlamalarını isteyerek şöyle demiştir: Onu bari bırakın, yaşlı adam onunla
teselli bulsun, her ikisini de yokederek onu acıya boğmayın, ona ikisini aynı
anda kaybettirmeyin. Bunun üzerine en küçük kardeşlerini ona hibe ettiler.
Ama Allah
Teala bu yöndeki isteklerine, onu da uzaklaştırma teşebbüslerine rağmen, İki
kardeşleri hakkında zahidlerdi' buyur-mamıştır. Çünkü onlar, Yusuf (as)
hakkındaki zühdlerini, küçüğü hakkında göstermemişlerdir. Zira o, ellerinde
kalmış ve onu elden çıkarmamışlardır.
Aynı şekilde
siz de bir şeye sahip olup onu kendiniz için sıkıca tuttuğunuzda, aklınızdan
geçen bir takım düşüncelerle onun hakkında zahid olduğunuzu sansanız ve zühdü
murad etseniz bile, onu sıkıca tutmanızdan dolayı kendinizi kandırmış
olursunuz.
Onun
varlığını görmezden gelip zühd sahibi olduğunuzu bilerek kendinizi aldatmanız
Veya Rabbinizi görmezlikten gelerek ulaştığınız bilgiyle asılsız bir vecde
sahip olmanız ya da kendinizi zühdü bilmeyenlere zahid gibi göstermeniz
hallerinin tümünde de, zühd hakkındaki zühdünüz ve dünyaya olan düşkünlük ve
tamahınız ortaya çıkar.
Hakkında
kendinizi zahid sandığınız şey, elinizden çıkmadıkça ve onun karşılığında Allah
sevgisi ve O'nun rızasını, ya da O'nun katındaki sevabını kazanmadığınız sürece
gerçek zahid olamazsınız. İşte böyle bir noktada, o şey hakındaki zühdünüz
hakiki ilim üzere olur. Alimler nezdinde de samimi ve sadık olursunuz. İşte o
safhada, zahid olarak nitelenirsiniz. Zahidler de sizi zahid olarak
adlandırırlar.
Sahip
olduğunuz bir şey bulunmayınca, bu durumda da sahip olmadığınız şeyler hakkında
zühdde bulunmanız sıhhatli olmaz. Olmayan bir şey hakkındaki zühd batıl ve
boştur. Çünkü sahip olmadığınız bir şey üzerinde tasarrufta da bulunamazsınız.
Eğer o şey mevcut olsaydı, belki de kalbiniz onunla değişecek ve onda çevrilmeye
başlayacaktı. Çünkü hiçbir ihbar, yakinen görme gibi değildir. Haber, daima
vehim ve şüpheye yol açabilir. Yakinen görme ise, hakikati ortaya çıkarır ve
insanlara ancak böyle hüküm verebilirsiniz. Çünkü insan nefsi, refahtan zevk
alma arzusu üzerine yaratıldığı için birden fazla görüşe sahiptir ve bunlardan
işine en çok geleni tercih eder. Aslen varolmayan zan, varolan bir yakin gibi
olamaz. Eğer böyle olsaydı işler neye varmazdı ki?
Şu var ki,
yokluk halinde de şartlarına uymanız şartıyla zühd sahibi olabilirsiniz. Bunun
şekli ise, herhangi bir şeyin sizde olmasını istememeniz ve onun yokluğundan
dolayı üzülmem eniz dir. Onun yokluğundan dolayı memnun ve fakirliğinizden
dolayı mutlu olmanız da zühddür. Allah Teala sizin bu gaybi halinizi bilir ve
sırrınıza vakıf olur. Bilir ki siz, onu bulsanız dahi varlığından memnun
olmaz ve elinize geldiği an onu elden çıkarırsınız. Kalbiniz, dünyevi bakımdan
yokluğunuza rağmen Allah Teala ile kanaatkar ve O'ndan razı olup bu hali
zenginlikle değiştirmek istememektedir. Çünkü sizin, zühdün faziletine dair
yakini bilgi ve inancınız samimidir. Bu tür bir halde olduğunuz zaman da,
bütünüyle zahidler arasında vasfedilirsiniz. Dolayısıyla, bu davranışınızdan
dolayı za-hidlerin sevabına nail olursunuz. İşte bu, dünyalığa sahip olamayan
ihlaslı fakirlerin zühdü ve fakirliğin hakikatma ermedir.
Bir zat
şöyle demiştir: Gerçek fakir o kimsedir ki, fakirliğinden memnundur ve onun
elinden alınmasından korkar. Zengin de o kimsedir ki, zenginliğinden memnundur
ve fakirlikten korkar. Malik b.- Dinar (ra) kendisine, 'Sen zahid bir
insansın' denildiğinde şöyle derdi: Zahid, ancak Ömer b. Ab dül aziz'dir. Dünya
onun ayağına gelmiş ve ona sahip olmuşken, onu reddetmiştir. Bana gelince,
ben nede zühd gösterdim ki?
Zühd, arif
için varlığa rağmen sahih olabilir. Çünkü o, bu varlığı kendine saklamamakta
ve kendi nefsani zevkleri için kullanmamaktadır. O varlığı mülkü haline
getirmediği gibi aynı zamanda ona da dayanmamaktadır. Bilakis onun varlığı
Allah Teala'nm hazinesinde gibidir. O, her an Allah Teala'mn bu varlıkla
ilgili hükmünü bekler. Bu varlık, kendisi için bir sıkıntı olduğundan varlığıyla
yokluğu denktir.
O, sözkonusu
varlığı hakkında Allah Teala'nm hükmünü uygulamak için yarışacaktır. Bu da, o
malın sanki kendinin değil de, ailesinden ya da kardeşlerinden birinin, ya da
Allah Teala'nm gösterdiği yollardan birinin malıymışcasma yanında durmasıdır.
Bu, zühdün üstünde sevab kazandıran daha üstün bir makamdır. O mal onun elinden
çıkmamış olsa bile, bir hususiyetle yanında tahsis edilmiş durumdadır.
Zühdün
mahiyeti hakkında Allah Resulü'nün (sav) sünnetinden de şöyle bir mana
çıkartabiliriz: Zühd nedir? Zühd, dünyalığı azaltmak, onu yakınlaştırmak ve
kalple onu küçümsemektir. Bunu, Cuma günü Cuma namazının vaktiyle ilgili
rivayet edilen bir hadis-i şerifte görmekteyiz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"O, vaktin so-nundadır5. Allah Resulü (sav) Cuma vaktinde zühde kaçar, onu
azaltırdı".[57][83]
Yani onun vaktini yaklaştırır ve akşama doğru indirirdi. O'ndan rivayet edilen
ikinci bir hadis ise şöyledir: "Allah Resulü'nün (sav) münacatı üzerine
nazil olan sadaka emriyle ilgili ayet-i kerimeden sonra Ali (kv), Allah
Resulü'ne (sav) 'Müslümanlara ne kadar zekat koyacağız?' diye sorunca Allah
Resulü (sav) 'Altından bir şaire/arpa' danesi buyurmuştu. Bunun üzerine Ali
(kv) 'Çok za-hidsin -yani dünyalığı küçültüyor, değer vermiyorsun-. Biz onlara
bir dinar koyalım' dedi".[58][84]
Ali'nin (kv)
kullandığı 'Zehîd' kelimesi, zühd ifadesinin mübalağalı olarak söylenebilmesi
için 'Zahid' kelimesinden alınmadır. 'Şe-hîd' kelimesinin 'şahid'den, 'mecîd'
kelimesinin 'macid'den alınması ve 'Alim-Alîm; Kadir-Kadîr, Rahim-Rahîm'
kelimelerinde olduğu gibi. Bu sonuncular da, ilim, kudret ve rahmet
fiillerindeki mübalağayı ifade eden fail isimlerdir.
Zahidin
sıfatı ve zühdün fazileti
hakkındadır: Zühdün vazgeçilmez gıdası, zahidin sıfatım ortaya çıkaran
ve onu tamah sahibinden ayıran çok temel bir gıdadır. Bu gıda, zühd sahibinin
nefsin arzuladığı bir dünyalığa sevinmeyip kaçırılan bir dünyalık için de
üzülmemesidir. Bir şeyi, ancak ona ihtiyacı olduğu zaman alması, ihtiyaç
anında da ancak bu halini giderecek mikdarıy-la yetinerek ihtiyaç doğmadan
herhangi bir şeyin ardına düşmemesidir.
Zühdün başı,
kalbe ahiret kaygısının yerle sinesidir. Sonra da Allah Teala için amel yapma
ve muamelede bulunmanın tadına varma gelir. Dünya tasasının son bulmadığı bir
kalbe ahiret kaygısı giremez. Heva ve arzuların tadının yaşadığı bir gönülde
de amellerin tadı bulunamaz. Bir günahından dolayı tevbe eden kimse, O'na
itaatin lezzetini alamazsa, o kimsenin o günahı tekrar işlemesinden emin
olunamaz.
Dünyayı
terketmesine rağmen zühdün tadını alamayan herkes ona tekrar döner. Heva ve
arzuların tadı gönülden çıkmadıkça, amellerin tadı oraya giremez. Zühdün özü,
varlığı kalpten çıkardıktan sonra kalpten çıkanı elden de çıkarmaktır. Bu da,
varlığı küçümseyerek, onu ve bütün dünyalıkları horlayıp aşağılayarak yokluğu
benimsemektir. Böyle bir zahidin gözünde dünya küçülüp, adi bir hal alır. Zühd,
işte bu hal ile tamama erer. Bu haldeki zahid, zühd içinde yaşarken zühdünü de
unutarak, zühdde yaşayan zahid halini alır. Çünkü onun hırsı, artık zühdünedir.
Zühd, işte bu noktada kemale erer.
Bu, zühdün
özü ve hakikatidir. Yakin makamlarmdaki hallerin en yücesi de budur. Artık o
kimse, nefsi için değil nefsi üzerinde zühd sahibidir. Onun zühdü, zühde olan
hırsından da kaynaklanmamaktadır. Bu da sıddıklarm müşahedesi ve ayne'l-yakin
mertebesindeki mukarrebun zümresinin zühdüdür.
Bu
mertebenin altında da çeşitli zühd dereceleri vardır. Mesela rağbet ve arzu
duyulan bir şeyi, onu düşünmeye ve onun hakkında nefsle mücahedeye devam ederek
elden çıkarmak böyledir. Bu da müminlerin zühdüdür. Zühdle bu şekilde amel
etmek, hem inanç, hem de ameldir. Çünkü zühd, imandan kaynaklanmaktadır. îman
ise, söz ve ameldir. Zühd de aynı şekilde akid/azim, karar ve ameldir. Bu
durumdaki mümin, kalbinden dünya sevgisini çıkararak ahiret sevgisini
yerleştirmeye azmetmektedir.
Zühd ile
amel etmek, sevilen bir şeyi, Allah Teala'mn yolunda O'nun sevabını bedel alarak
elden çıkarmaktır. Müminin bu elden çıkarma karşılığında Allah Teala'dan
isteyeceği bedel, O'nun katında bir sevap olduğu gibi ahirette O'na yakın olma
isteği de olabilir.
Bu durumdaki
bir müminin, elden çıkaracak bir dünyalığı yok ise, olmayışına üzülmeyi bırakıp
ona karşı hırslı olmaması ve onu ısrarla talepten vazgeçmesi, kalbin yoklukla
sükun bularak nasibin azlığına rıza göstermesi de onun için zühd sayılır.
Çünkü bu, fakirin halidir. Kişi, üzerine düşeni yaptığı zaman, daha fazlasını
yapması gerekmez.
Zühd imandan
olduğu gibi, vera' da zühddendir. Haya ve iman ise ikiz kardeş gibidirler.
Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmakta-dır: "İkisinden biri çekilip
alındığı zaman diğeri onu izler". Bu konuda Ehli Beyt'ten şöyle bir hadis
nakledilmiştir: "Zühd ve vera', her gece kalpleri dolaşır. Eğer içinde
iman ve haya bulunan bir kalp bulurlarsa, o kalpte kalır ve oradan
ayrılmazlar".
Kanaat,
zühdün kapılarından biridir. Eşyanın azından hoşnut olmak da, zühdün
hallerinden biridir. Eşyada aza yönelmek, zühdün anahtarıdır.
İbrahim b.
Edhem (ra) şöyle derdi: Kalplerimiz üç tür örtüyle perdelenmiş tir. Bu perdeler
kaldırılmadıkça, yakin kula açık kılm-mayacaktır. Varlığa sevinmek; yitirilene
üzülmek ve övülmekten mutlu olmak. Varlığa sevindiğinizde hırslısınız demektir.
Hırslı kimse ise, mahrumdur. Yitirilene üzüldüğünüzde ise kızgınsınız demektir.
Kızgın ise azaba uğratılır. Övgüden hoşlandığınızda ise, kibirlisiniz
demektir. Kibir ise amelleri boşa çıkarır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasımz ve size
(Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımar-mayasmız". (Hadid/23) İşte
bu iki sıfat, zühdün en olgun halidir. Kendisine bu iki sıfattan biri verilen
kulu, diğer sıfat da izleyecektir. Böylelikle kul, kaçırdığı dünyalık için
üzülmediği zaman, kendisine verilen varlıkla da şımarmayacaktır. Kendisine
verilen dünyalıkla şımarmayan kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmeyecektir.
Bu da bir
mülke sahiplenmek istemeyen kulun, özellikle de Rabbinin hükmünü yerine getiren
kulun sıfatıdır. Yakin sahibi ve Allah aşığı kulun sıfatı işte budur. O, ahiret
meşguliyetinden dolayi, dünyevi zevklere vakit ayıramayan kimsedir. Ahirete
yakinen iman etmesi, kendisini zangin kılacak dünyalıklardan feragat etmeye
sevketmiştir. "Doğrusu o müstağni kıldı ve sermaye verip-hoşnut etti"
(Necm/48) ayet-i kerimesinin bir tefsiri de şöyle yapılmıştır:
Allah Teala,
ahiret ehlini Zatı ile zengin ve müstağni kılarak onları ahiretle dünyaya
muhtaciyetten kurtarmıştır. Dünya ehlini ise, daha fazla dünyalık biriktirmeye
sevketmiştir. O, bunu zemmederken şöyle buyurmuştur: "O ki malı topladı
ve onu (tekrar tekrar) saydı". (Hümeze/2) Yani malı topladıktan sonra
sayarak, 'Bu şunun için, bu onun için..' diye sözde hazırlık ve tahsisler yaptı.
Allah Teala böylelerini 'Vay haline..' diyerek tehdit etmiştir.
Bütün
bunlardan çıkan şudur ki dünya malında zühd sahibi olan bir zahid için bütün
hazırlık Allah Teala'dır. O, onun yegane birikimi ve tek hazinesidir. Böyle
birine müjdeler olsun! Onun için çok güzel bir dönüş yeri vardır. Allah Resulü
de (sav) şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak yakin yeter. Meşguliyet
olarak ibadet yeter. İbret olarak da ölüm yeter".
Yakin sahibi
bir zahidin sıfatlarının özü şudur: O, daima ölümü gözler ve Allah Resulü'nün
(sav) şu buyruğunu asla unutmaz: "Zenginlik, geçici dünya malının çokluğu
değildir. Zenginlik ancak nefs/gönül zenginliğidir".[59][85] Allah Resulü
(sav) dünya hayatında zühd sahibi olmayı, iman hakikatini bilme olarak takdim
etmiş ve bunu, iman müşahedesine yaklaştırarak Harise'ye (ra) şöyle buyurmuştur:
"Hakikaten 'Ben müminim' dediği için Allah Teala'mn kalbim nurlandırdığı
kulun yanından ayrılma. Harise, 'Senin imanının hakikati nedir?' diye sordu. O
da, zühdü anlattı ve şöyle buyurdu: Nefsim dünyadan vazgeçti ve dünyanın
taşıyla altını gözümde bir oldu. Sanki cennette ve cehennemde gibi, sanki
Rabbi-min arşının üzerinde gibiydim".
Diğer bir
hadiste ise Allah Resulü (sav) zühdü; yüreğin nurla açılmasının alameti olarak
bildirmektedir. Bu, müminlerin genelinin sıfatı olan tasdik nurudur. Çünkü
bunun tahakkuku, islam'dır. "Allah kime hidayet vermek isterse, onun
yüreğini İslama açar"
(En'am/125) ayet-i kerimesi okunduğu zaman
sahabe Allah Resu-lü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, bu şerhetme nedir?' diye
sordular. O da, ' Nur kalbe girdiği zaman, yürek onun için şerholup açılır5.
Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunun alameti var mıdır?' diye sordular.
O da şöyle
buyurdu: 'Aldanış yurdundan yüz çevirip ebediyet yurduna yönelmektir".
Ecel gelmeden önce ölüme hazırlanmaya gelince, zühd işte odur\
Allah Resulü
de (sav) bunu, hakiki İslam'ın şartı olarak koymuştur. Bu iki hadisten daha
müessir bir hadiste ise, Allah Tea-la'dan haya etmeyi, dünyada zühd sahibi
olmakla tefsir ederek şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'dan hakkıyla haya
edin! Bunun üzerine, 'ey Allah Resulü, biz gerçekten de Allah Teala'dan haya
ediyoruz' dedik. O da, 'Oturmayacağınız evler yapıyor, yiyemeyeceğiniz şeyleri
topluyor sunuz' buyurdu".[60][86]
Allah Resulü
(sav) işte bu esasla kendisine gelen heyetin imanlarını da tamama erdirmiştir.
O, ziyaretçilere, 'Sizler nesiniz?' diye sorduğunda, 'Müminleriz' demişlerdi.
Bunun üzerine, 'Peki imanınızın alameti nedir?' diye sorunca şu karşılığı
vermişlerdi: 'Belada sabır, rahatlıkta şükür, kazaya rıza ve düşmanların başına
çöken belalara sevinmeyi terketme'. Onların bu cevabı üzerine Allah Resulü
(sav) şöyle buyurdu: 'Eğer sizler böyle kimselerseniz, yemeyeceğiniz şeyleri
toplamayın, oturmayacağınız evler yapmayın ve bırakıp gideceğiniz şeyler için
yarışmayın".
Görüldüğü
gibi Allah Resulü (sav) heyetteki müminlerin imanlarını kemale erdirmek için,
onlara zühdü tavsiye etmiştir. Böylelikle imanları kemale erecek, makamları
yükselerek ihsanları tamama erecekti.
Allah
Resulü'nün (sav), zühdü tevhidin ihlas şartı olarak vazettiği bu üç hadisten
daha etkileyici bir hadisi de şöyledir: İbnü'l-Münkedir, Cabir'den (ra) rivayet
etti: "Allah Resulü (sav) bize hitap etti ve şöyle buyurdu: 'Her kim
Kelime-i Tevhid ile gelir ve ona bir-şey karıştırmamış olursa cennet ona farz
olur. Ali (kv) ayağa kalktı ve, 'Anam babam sana feda olsun ey Allah Resulü,
ona bir şey karıştırmamış olmayı bize açıkla' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü
(sav), 'Dünya sevgisi, onu talep etme ve ona tabi olma. Bir kavim vardır ki
onlar, peygamberlerin söylediklerini söyler, ama zorbaların yaptıklarını
yaparlar, içinde bu tür unsurlar bulunmayan bir Kelime-i Tevhid ile gelene
cennet farz olmuştur[61][87]
İşte bu
nedenledir ki Ali (kv) zühdü, sabrın makamlarından biri olarak görüyordu. O,
aşağıdaki iki sözünde de sabrı imanın temeli saymaktadır.
Bu sözlerin
ilki; İkrime-Utbe b. Hamid-el-Hars el-A'ver-Kabise b. Cabir el-Esedi kanalıyla
imanın esasları hakkında rivayet edilmiştir: İman dört esas üzeredir. Sabır,
yakin, adalet ve cihad. Daha sonra sabrı da açıklayarak şöyle demiştir: Sabır,
dört şube üzeredir: Özlem, endişe, zühd ve bekleme. Her kim cenneti özlerse,
dünyevi şehvetlere karşı teselli bulur. Kim de cehennemden kor-karsa,
haramlardan geri adım atar. Dünyada zühd sahibi olana gelince, belalar ona
hafif gelir. Sürekli ölümü bekleyen kimse ise, hayırlarda yarışır".
Sabrı,
imanın temel direği saydığı ikinci sözü de şöyledir: İman açısından sabır,
beden için kafa gibidir. Kafası olmayanın bedeni olmayacağı gibi sabrı
olmayanın da imanı olmaz. Maktu'bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cömertlik/seha yakindendir. Hiçbir yakin
sahibi de cehenneme girmez". Cimrilik, şüphedendir. Şüphede olan kişiler
de cennete giremezler.
Bu hadis,
aslında daha kısa ve özlü olan şu hadisin açıklaması niteliğindedir:
"Cömert, Allah Teala'ya yakındır. İnsanlara yakındır. Cennete yakın,
cehennemden uzaktır. Cimri ise, Allah Teala'dan ve insanlardan uzak, cehenneme
yakındır".[62][88]
Allah Resulü (sav) bu hadisi ile, cömerdin Allah'a ve cennete daha yakın
olduğunu bildirerek cömertliğin yakini imanın eseri olduğuna dair söylediği
hadisi açıklamaktadır. Aynı şekilde cimrinin de neden Allah'tan ve insanlardan
uzak olup cehenneme yakın olduğunu bildirerek cimriliğin şüpheden kaynaklandığına
dair söylediğini açıklamaktadır.
Bu hadisler
ışığında cömertlik zahidin sıfatı olmaktadır. Zahid, ancak cömert olabilir.
Cimrilik ise, tamahkarların sıfatıdır. Bir ta-mahkar, ancak cimri olabilir.
Hiçbir cimri zahid olamaz. Çünkü zühd, varlığı elden çıkarmaya çağırır.
Cimrilik ise, ona sıkıca sarılmayı emreder.
Cömertlik
zühdün bizzat kendisidir. Allah Resulü (sav) cimriliği kötülemiştir. Zira
cimrilik, dünyaya karşı hırslı olmadır. Hırs, aynı zamanda cimriliğin de
alametidir. Çünkü o, rağbet ve arzunun delilidir. Kanaat ise, cömertliğin
alametidir. Çünkü o, zühdün kapısıdır. İşte bu yüzden şöyle denilmiştir:
Nefsin elindeki hakkında cömert olması, onu sarfetme cömertliğinden daha
faziletlidir.
Cömertliğin
bu iki türü, isimde birleşmelerine rağmen hüküm bakımından farklılaşırlar.
Sahip olduğunu Allah Teala için feda eden kimse, o hususta Allah için zühdde
bulunmuş olur ve onun ecri Allah Teala'ya düşer. Malını insanlara sarfeden
kişi de malı hakkında zühd sahibi sayılır ve cömertlikle vasfedilir. Ama bu,
kendisi ve kendi arzusu içindir. Dolayısıyla bunun için Allah Teala üzerinde
herhangi bir ecir isteği olamaz. Çünkü o, Allah Teala için amel edenlerden
değildir. Bu yüzden de ecri boşa gider. O, sırf kendi nefsi için amelde
bulunmuştur. Bu sayede de dünyada şükran ve minnetle anılmıştır. Onun yaptığı,
sırf insanlar içindir.
İbnü'l-Mübarek
bu manada şöyle demiştir: Fütüvvet ile kıraat arasında tek bir şey dışında hiç
fark görmedim. Kıraatin yasakladığı hiçbir şey yoktur ki, fütüvvet onu çirkin
görmüş olmasın. Onların ayrıldıkları tek nokta ise şudur: Kıraat ile Allah
Teala'mn yüce nzası murad edilirken, fütüvvet ile insanların teveccüh ve övgüleri
murad edilir.
Hocası
Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Fütüvveti ihsan ile yapamayan, kıraati de
ihsan üzere yapamaz. Bu sözün anlamı şudur: Fütüvvetin hükümlerini bilmeyen
kişi, ehli fütüvvet olarak tanınabilmek için onun hükümlerini layıkıyla yerine
getirmelidir. Böyle biri, kıraatin hükümlerini yerine getirmedikçe ehli kıraat
olarak da vasfedilmez.
Kul,
nefsiyle zühd üzere mücahede eder. Yine onunla arzu ve nevalarına karşı durma
noktasında da mücahede eder. Hak üzerinde sabretmeye, sevilen bir şeyi -nefsin
istememesine rağmen- infak etmek için onunla cihada devam eder ve nefse zühdle
yüklenirse ne olur? Bütün bunları ihlasla yerine getiren bir kul, zühd makamına
sahip olarak iyiliğe ulaştığı için Allah Teala'mn da övgüsüne layık olur.
Zühdü
göstermelik olarak yapan kimseye gelince, o asla zahid olamaz. Böyle biri,
yapmacık bir zühd tezahürü içinde onun esbabına sarılarak, eşyaya değer
vermediğini göstermeye ve her haline şükrünü izhar etmeye çalışır. Bunların
durumu, sabrı hakkıyla bilmedikleri halde sabreder gibi görünenlere benzer.
Oysa sabır makamı, sadece sabrın hakikatini bilen ve nefsine bu bilgi üzere
sabreden kimse için sözkonusudur.
Zühdün özü,
ölümü bekleyip dünyevi emelleri kısa tutmaktır. Çünkü bu ikisi, tasarruf ve mal
yığma fikrini terkederek amelleri daha güzel yapmayı temin eder. İbni Uyeyne
şöyle demiştir: Zahidin sının, bollukta şükreden, darlıkta sabreden olmasıdır.
Bişr b. el-Hara da (ra) şöyle derdi: Dünyada zühd sahibi olmak, insanlar
hakkında zühd sahibi olmaktır. Onlar hakkında zühd sahibi olan, dünya hakkında
da zühde ermiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şunu söylemiştir: Zahid,
insanlara talepte bulunduğu zaman, ondan uzaklaş. İnsanlardan kaçtığında ise
onun ardına düş.
Yahya b.
Muaz'a (ra), 'Kişi ne zaman zahid olur?' diye sorulmuştu. O da şu cevabı
verdi: Dünyayı terketme noktasındaki hırsı, onu talep edenin hırsına
ulaştığında. Kasım el-Cu'i şöyle demiştir: Dünyada zühd, karnında sahip olduğun
kadar iç boşluğunda göstereceğin zühddür. Zühde işte böyle sahip olabilirsin.
el-Cu'i'ye göre dünya, tokluk ve lezzetli şeyler yemek haliydi. Fudayl b. İyaz
(ra) ise şöyle demiştir: Zühd, kanaattir, Ona göre de dünya, hırs ve tamahtı.
Süfyan ise şunu söylemiştir: Zühd, emeli kısa tutmak, yani kasr-i emeldir. Buna
göre dünya da, uzun emelli olmak, yani tûl-i emeldi.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şöyle derdi: Dünya, sizi Allah Te-ala'dan alıkoyan herşeydir.
Ona göre zühd; kendini Allah Teala'ya adamaktı. Yine o şunu söylemiştir: Zahid,
ancak dünyadan sıyrılarak ibadet ve ictihadla meşgul olan kimsedir. Dünyayı
terkederek ibadetle meşgul olmamaya gelince, o da rahatına düşkünlüktür.
Davud-i Tai
(ra) şöyle derdi: Seni Allah Teala'dan uzak tuttuğu sürece, ailen de, malın da
senin için kötülüktür. Ebu Süleyman ed-Darani de bir defasında , 'Her kim
evlenirse, hadis yazarsa veya geçimlik peşinde koşarsa dünyaya meyletmiş olur1
dedi ve şu ayet-i kerimeyi okudu: "Ancak Allah'a selim bir kalp ile
gelenler başka". (Şuara/89) Sonra da şunu ilave etti: İşte o, içinde Allah
Teala'dan başka birşeyin bulunmadığı kalptir. Başka bir vesilede de şöyle demiştir:
Zühd ehli, kalplerini dünyevi tasalardan arındırıp ahirete yönelttikleri için
dünyada zühd sahibi olmuşlardır.
Üveys-i
Karam (ra) de şöyle derdi: Kişi bir taleple yola çıktığında zühd de ayrılıp
gider. İmamımız ve şeyhimizin şeyhi Ebu Mu-hammed Sehl (ra) şöyle derdi: Zühdün
başı tevekküldür. Ortası ise kudreti izhar etmektir.
Kul, geri
dönüşü olmayan hakiki zühde, ancak kudreti müşahede ettikten sonra ulaşabilir.
Kudretin başı ise, bana göre zühdü telkin eden Kadir-i Mutlak'm kelamını
işittiğinde onu müşahede etmesidir. O şöyle buyurmuştur: 'Bir süs veya bir
meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerden de bunun gibi bir
köpük (posa) vardır7. (Ra'd/17) Buradaki süs, altın ve gümüştür. Benlikleri
esir edip, başları eğdiren bunlardır. Meta ise, bunlar dışındaki diğer
madenlerdir.
Kul,
dünyanın esası olan, müşriğin onun yüzünden şirke düştüğü, tuzağa kapılanların
onun yüzünden tuzağa kapıldığı ve tadı birçok kalbe hoş gelen altın ve gümüşün
özünü gördüğü zaman, suyun üzerinde dağılan köpüğü müşahede eder. Ki o köpüğün
hiçbir faydası, yararlığı ve kıymeti yoktur. Sonuçta altın ve gümüş hakkında
zühd sahibi olur. Onun bu zühdü, içten bir zühddür. Çünkü o, duyarak değil
yakinen görmüştür. Böylelikle de Hak Teala'mn hak ile tavsif ettiği müminlerden
olur.
Allah Teala
onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir.
Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman da, imanlarını arttırır".
(Enfal/2) Zühd, imanın ziyadesi ve artmasıdır. Allah Teala ayetine devam
ederek şöyle buyurmuştur: "Ve onlar Rab'lerine tevekkül ederler".
(Enfal/2) Böylelikle zühd, tevekküle dahil olmaktadır. Allah Teala daha sonra
söyle buyurmuştur: "O'nu vekil edinin ve onların söylediklerine
sabredin". (Müzzem-miV9-10)
Tevekkül,
sabra bağlıdır. Allah Teala'mn kelamını bu şekilde dinleyip onu akleden kul,
cennetler ve pınarlar arasındaki güvenli yurda ulaştırılacaktır. O, Allah
Teala'mn 'mümin' sıfatına da layık olmuştur. Çünkü o, Kur'an okuduğu zaman, onu
bütün imanıyla okur. Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine Kitab verdiklerimiz
onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona iman edenlerdir". (Bakara/121)
Üstteki
ayette Allah Teala'mn koyduğu 'köpük' ifadesi, aslında O'nun tarafından verilen
başka bir misale benzetmedir. Allah Teala'mn misali hak ile batılın su ile
köpüğe benzetilmesi şeklindedir. Bu benzetmede hak, faydası ve kalıcılığından
dolayı suya, batıl da faydasızlığı ve geçiciliğinden dolayı köpüğe
benzetilmiştir.
Allah Teala
daha sonra, hakikatten uzaklığı sebebiyle altını da köpüğe benzetmiştir. Bu
teşbih, mecazi bir teşbih olmayıp müma-selet teşbihidir. Nitekim Allah Teala,
"Bunun gibi bir köpük (posa) vardır" (Ra'd/17) buyurmuştur.
Mümasillik de araştırılmalıdır. Allah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur:
"İşte Allah misalleri böyle vermektedir. Rablerinin çağrısına uyanlara daha
güzeli vardır". (Ra'd/17-18) Yani onlar için cennet ve beka yurdu vardır.
Allah Teala ahirete inanmayanlar hakkında da onların kötü örnek olduklarını
ve dünya hayatını ve onun süsünü istediklerini, onunla hoşnut ve yetinir
olduklarını haber vererek, kendileri için yalnız cehennemin olduğunu
bildirmiştir.
Bakışı,
bütün bakışları sindiren, geceyle gündüzü çevirip duran ve katında herşeyden
belli mikdar bulunan Hak Teala yüceler yücesidir. O, bizim göremediklerimizi
görür. Bizim gücümüzün yetmediği şeylere kKadir'dir. O, müşahede ehlini kendi
müşahedesiy-le tahsis etmiş, yine onları kendi ilmiyle kuşatmıştır. Onları
dilediği şeylerle ihata ederken dilediklerinden de önlemiştir. Altın ve gümüş,
O'nun bu tür kullan için, suyun üzerinde gezinen ve rüzgarların savurduğu
köpükten başka bir şey değildir. Köpük, suyun üzerinde kaybolup giden bir
şeydir. Altın ve gümüş, dağlardan çıkarılan madenlerdendir. Allah'ın bu halis
kullarına göre dağlar, O'nun sağlamlaştırması sayesinde sabit duran dev
dalgalar gibidir. Onlar, Allah Teala'mn verdiği hareketsizlikle cansız gibi
dururlar. Bulutlar da, onlara uğrayıp geçerler.
Tüm bunlar,
herşeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah Teala'mn sanatıdır. Yeryüzü de bir
duman denizi gibi olmuştur. Allah Teala ona dalgalarla vurarak düz yerler ve
engebeler arasından şehirleri ve ıssız çölleri çıkarmıştır. İnsanlar ise
seraplar içinde yüzen varlıklar gibi, kah aşağılara iner, kah tepeleri
aşarlar. Allah Teala tepeler ve ovalar arasında herşeyi tartılı ve oranlı olan
varlıkları ortaya çıkarmıştır. Tıpkı gündüzün geceyi uzatması ve akıntıyi
örtmesi gibi. Tüm bunlar, O'nun hikmetinin, gizli kudretinin ve ince sanatının
ortaya çıkması içindir. Mümin kullar da, O'nun bu nimetlerine şahit olarak
şükrü ifa etmeye çalışırlar.
Allah Teala
buyurdu ki: "Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun
tepelerinde yürüyün ve O'nun rızkından yiyin". (Mülk/15); "Onlar her
bir tepeden akın ederler". (Enbiya/96); "Şüphesiz benim Rabbim,
dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir". (Yusuf/100) O'nun bu
planlaması sayesinde farklılıklar biraraya gelmiş, ayrıklar birleşmiş ve bütün
dağınıklarla sınırlar gizlenmiştir. O'nun arşı da, sizi sınamak için su
üzerindeydi. Bunlar, ahiret ehlinin müşahedesi olup dünyadaki zühdlerinin daha
üstünde bir makama sahip olacaklardır.
Peki
biraradakiler farklılaştığı, kaynaşmış olanlar ayrıldığı, sudan diri olan
herşey açıkça çıktığı, feza genişleyip perde Örtüldüğü, açıklama başlayıp
hesaba çalışması hükmedildiği zaman ne olur? "Göklerle yer, birbiriyle
bitişik iken Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Onlar yine de
inanmayacaklar mı?" (Enbiya/30) İşte bu da dünya ehlinin müşahede sidir.
Gaflet ve
aldanışlarından çıktıkları zaman, bu müşahede kendilerine çok ağır gelecektir.
Ölüm sarhoşluğu onlara hakkı getirdiği zaman şöyle denilecektir: İşte senin
yüz çevirdiğin hakikat! Sen bu hususta gaflet içindeydin. Bugün gözündeki
perdeyi kaldırdık ki bakışların keskin olsun. "Ta en derinden acıyla
sökerek çıkaranlara aiıuolsun. Yumuşacık çekenlere andolsun. Yüzdükçe yüzüp gidenlere
andolsun". (Naziat/1-3) Bu da ölüm anında herkesin karşılaşacağı
müşahededir.
Allah Teala
pişmanlık ve kaybedişlerinden dolayı bu anı onlar için olabildiğince
ağırlaştırmaktadır. Havas ise, daha evvel müşahede ettikleri için o dehşetten
paylarını almış olurlar. Onlar, sevabın geleceğini düşünür ve diğer kulları
bir kenara bırakarak bununla meşgul olurlar. Onlar, Hakk'm şahitliği görevini
yerine getirir, gizli ve açık, latif ve örtülü, maruf ve münker bakımından
O'nun kendilerini şahit tutmasıyla tasarrufta bulunurlar. "Allah emrinde
galib gelecektir. Ama insanların çoğu bilmez". (Yusuf/21) Allah Teala'nm
galib geldiği hiçbir zaman ortaya çıkamaz. O'nun onlara galip kıldığı ise,
daima üstün gelir. Allah Resulü (sav* bu-yurdu ki: "Sözün en doğrusu,
şairin şu sözüdür: Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur".[63][89]
Allah Teala
buyurdu ki: "Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir,
bunlar arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç
yetirdiğini ve ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz için". (Talak/12)
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Eğer bu ayeti tefsir etseydim, küfre düşerdiniz'.
Yanındakiler, 'Nasıl olur?' diye sordular. O da şöyle dedi: Onu inkar
ederdiniz. Bu inkarınız da sizi küfre götürürdü.
Onun bu sözü
başka bir lafızla şöyle de rivayet edilmiştir: Eğer Küçük Nisa -Talak'ı
kasdediyor- süresindeki ayeti size tefsir etseydim, beni taşlardınız. Yani
beni tekfir ederdiniz. Çünkü o günün müslümanları sadece dinden çıkanları öldürürlerdi.
Yine ondan
'cemî'an=tümü, hepsi' kelimesinin tefsiriyle ilgili şu söz nakledilmiştir:
Herşeyde O'nun isimlerinden bir harf adı bulunur. Herşeyin ismi de O'nun
ismindendir. Sizler, tamamen O'nun isim, fiil ve sıfatları kapsamında
bulunursunuz. O'nun kudretiyle konuşur, hikmetiyle güçlenirsiniz.
Ebu Muhammed
Sehl de (ra) üstteki ayeti bu manada yorumlayarak şöyle demiştir: Gökten,
yakin kadar yüce hiç bir şey inmemiştir. Heva nefsi tayy edildiğinde yedi gök,
yedi üst ve yedi alt gökte kaybolur. Nefsin tayyı, yine tayy edildiğinde üst ve
alt gökler arş ve seranın melekûtunda kaybolurlar. Tayym tayyı silindiğinde arş
ve sera ceberut-i A'la'da kaybolurlar ve Ezeli, Evvel olan hazır olur.
İkinci hadis
kaybolup son bâtının zahir olması, örtülü zahir gizlendiğinde sözkonusu olur.
Böylelikle de kul şehitler mertebesine yükselir. Çünkü Allah Resulü (sav)
"Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur" buyurmuştur. Allah Teala,
o kuluna ufuklardaki ayetlerini göstermiş ve hak kendisine açık bir şekilde görünmüştür:
"Ayetlerimizi onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde göstereceğiz; öyle ki,
şüphesiz O'nun Hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde
senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkat edin, gerçekten onlar, Rablerine
kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkat edin, gerçekten O,
herşeyi kuşatandır". (Fussilet/53-54)
Allah Resulü
(sav), 'Allahım, bana dünyayı kendi gördüğün gibi göster1 diyen birine şöyle
buyurmuştur: "Sakın böyle deme, çünkü Allah Teala dünyayı senin gördüğün
gibi görmez. Ama şöyle dua et: Allahım bana dünyayı, salih kullarının gördüğü
gibi göster". İşte bu, Allah ehlinin şehadetidir. Birinci şahitlik bunda
fena bulmuştur. Tıpkı bu ilk şahitliğin, dünya ehlinin müşahedesini
kaybettirmesi gibi.
Bu makamın
açığa çıkarılması ve bu şahitliğin izharı, ancak sıddıklar arasında çok sağlam
makama sahip olan şehid/şahide helal olur. Hikmet sahibi der ki: O'nun manaları
o kadar yücedir ki şüheda dışında bütün gözlerden gizli tutulmuştur. Şüheda zümresi,
Kur'an'da vukufıyet sahibi olup bu bilgileri yayma korkusundan emin olan
kimselerdir. Çünkü rubûbiyet sırrını ifşa etmek, büyük bir günahtır. es-Sırr
olan Hak Teala'mn sırrım ilan etmek küfürdür.
Zahid, eğer
bakışıyla duyup şahitlik edenlerden biri-olabilmek için gereken Hak Teala'mn
müşahedesine henüz ulaşamamışsa zühd sahibi olduğu şeyi köpük mesabesinde
görmek zorunda kalır. Kalbinin zikriyle bildiklerini de unutur. Buna rağmen
Allah katında, belli bir ecir ve nuru olan bir şahittir. En ulu Şahid olan Hak
Teala da böyle buyurmaktadır: "Rableri katında şehidlerdir ve onların
ecir ve nurları vardır". (Hadid/57) O'nun müşahedesine şahit olmayan biri
nasıl şehid/şahid olabilir ki? Olsa bile, şehadetin nuru olmaksızın Evveliyyet
sıfatını nasıl müşahede edebilir ki ? O'nun vahdaniyetinin nuru olmaksızın
O'nun kayyûmiyetini nasıl müşahede edebilir ki? Kim bu nur olmadan böyle bir
şahitlikte bulunabilir ki? Bu noktaya yaklaş amay anlar içinse Allah Teala'mn
şu buyruğu geçerlidir: "Ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için
elbette bir öğüt vardır". (KatföO) Bu kul, öyle bir yerde kulak verir ki,
Allah'a yakınlık makamına uzak bir yerdir. Böylelikle de beyan ve fîkir ehlinde
olur.
Hak Teala bu
meyanda şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde Allah, size ayetlerini açıklar;
umulur ki dünya ve ahirette düşünürsünüz". (Bakara/219-220) Yani dünyanın
fâni ve geçici olduğu, ahi-retin ise baki ve kalıcı olduğu üzerinde
düşünürsünüz de baki ve kalıcı olanı tercih eder, gelip geçici olana
meyletmeyip onda zühd
gösterirsiniz.
Çünkü sonu yokluk olanın, başı da sonuna benzer ve başı olmaz. Sonunda fena
bulma olmayan ise, sanki daima mevcut gibidir ve bâkiliği bakımından başı da
sonuna benzer.
Yüce Allah
da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ahiret daha hayırlı ve daha
kalıcıdır". (A'la/17) Allah Teala ahireti, sonunda baki kalacağı için
kendi sıfatlarından iki sıfatla nitelemiş ve başka bir ayet-i kerimede
"Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Ta-ha/73) buyurmuştur. Çünkü
başka bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "Sizin yanınızdakiler tükenip
gider, Bizim katımızdakiler ise bakidir". (Nahl/96)
O, müstağni
olduklarını düşünen biz insanları küçülterek dünyayı bize nisbet etmiş ve
bizlere onun hakkında zühdü telkin ederken baki olduğunu bilerek Zatı'nı
yüceltmek ve bizi ona özendirmek için de ahireti kendine izafe etmiştir.
Kul, Allah
Teala'mn bildirdiğini idrak ve O'nun kelamım dinleyerek kazandığı anlayış
sayesinde aklederek tasdik ettiği şeyi kalp gözü ve imanının yakini ile
müşahede ettiği zaman, âhirini hiç olmamış gibi fâni kılmayacağı gibi, onu
daima varolacakmış gibi baki de kılmaz ve bu şekilde üstteki ayet-i kerimeyi
hakkıyla tefekkür eden ve ona şahitlikte bulunanlardan biri olur.
O, bu ayeti
hakkıyla okuyanlardan ve imana layıkıyla sahip olanlardandır. Dünyada layıkıyla
zühdde bulunur ve ahireti de hakkıyla arzular. O artık, dinde kuvvet, yakini
imanda basiret sahibi olanlardan biridir. Bu güçleriyle baktığında ise dünyayı
aşarak Allah Teala'ya ulaşır. Onun bütün azığı, takvasıdır.
Nitekim
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çift
yarattık". (Zariyat/49) Yani Ferd olan Allah Te-ala'yı hatırlayarak bütün
eşkâl ve zıtlardan O'na sığmasınız. Yine O şöyle buyurmuştur: "İbret alın
ey basiret sahipleri". (Haşr/2) Bu ayette Allah Teala ile birlikte
görebilen basiret sahipleri ifade edilmiştir ki onlar hakkında farklı
açıklamalar yapılmıştır: Kimilerine göre bunlar, Kitab'a kuvvetle
sarılanlardır. Kimilerine göre, onunla amel edenlerdir. Kimilerine göre ona
yakinen iman edenler, diğerlerine göre ise, Kitab'ı yaşamada ciddiyet ve
gayret gösterenlerdir. Her halükârda basiret sahibi bir kul, Kitab'a sıkıca
sarılan ve namazı ikame eden ihsan sahiplerinin arasında yer alır.
Allah Resulü
(sav) "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve
göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Al-i İmran/191) ayetini
okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti okuyup da onu düşünmeyenlerin vay
haline! Onu okuyup da onunla dudaklarını ıslatanların da vay haline!".
Çünkü Allah Teala, gökler ve yer ile, onların gerisindeki cennet ve cehennem
derecelerini ifadeyi murad etmiştir. Ki o da, Melik-i Batın ve Melik-i Kebir
olan Allah Teala'ya yükselen melekûtun bilgisidir.
Gökler ve
yer, aslında yükselen ve alçalan şeyleri ifade etmektedir. Allah Teala da arş
ve seradan onları kuşatmış bulunmaktadır. Gökler ve yer üzerinde düşünenler,
bunu idrak ederler. Bu tefekkür daha sonra o kula, melekûtun ardındaki izzeti
açıkça gösterir. Bilahare kalpler de yakin nurlarıyla şerhedildiği için
fikirler melekûtu aşarak Ufuk-i A'la'ya ve Ceberut makamına ulaşırlar. Tefekkür
edenlerin gözleri keskinleşerek mevcut güçleriyle bunu müşahede ederler.
Yakini imanlarının nurları ise, bu ortamı kuşatan eşyayı yakinen görmeye devam
eder.
Bu durum,
daha önce de anlattığımız bazı kulların durumudur ki onlar, Allah Teala'nm
müşahede ettikleri hususunda kendilerine tenbihde bulunduğu kullar gibi
keşfleri zahir olmayan kimselerdir. O kullar, O'nun gerisinde ve yakinen
inandıkları O'nda olana da şahit olurlar.
Müminler
için, dünya hakkında bundan aşağı ama yakın bir müşahede sözkonusudur. Bu
müşahede, akıllar yoluyla oluşur ve onlar dünyanın sadece bir ceza olduğunu
görürler. Nitekim bu me-yanda şöyle bir söz nakledilmiştir: "Dünya kula,
sadece ona tuzak kurmak için açılır ve ondan da yalnız onun düşüncesinden
dolayı uzak kalır".
Davud (as)
hakkında rivayet edilen haberler arasında şunu gördük: "Allah Teala ona
şöyle buyurdu: 'Bilir misin Adem'i niçin ağaçtan yemekle sınadım? Çünkü onun
günahını, dünyanın ümranı için bir vesile kıldım". Bu hitabın delaletine
göre, Allah Teala'ya itaat, dünyanın yıkımına vesile olmak şeklinde
görünmektedir ki bu da, zühddür. Böylelikle şu meşhur hadis de sıhhat
kazanmaktadır: "Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır". Çünkü her türlü
kötülük ve günahın temelinde dünya sevgisi ve ona düşkünlük yatar. Ama bu
anlayış avama uygun değildir. Çünkü onlar, dünyanın imarıyla emrolunmuşlardır.
Bu husus, havasdan bazıları için geçerlidir. Onların sayıca diğerlerinden çok
az olmaları da dünyanın imarında kusur oluşturmaz. Burada anlatılmak istenen,
dünyanın imarının ehl-i dünya tarafından yapılması yönündeki iradedir. Adem
(as) da kendisine yasaklanan ağacın meyvasmı yediği zaman midesi posayı
çıkarmak için çalışmaya başlamıştı. Oysa, bu ağaç dışındaki hiçbir cennet
ağacının meyvası yiyenin midesini hareket ettirmezdi. Zaten Adem (as) ile eşi
de bu sebeple o ağaçtan menedilmişlerdi.
Adem (as)
yediklerini çıkarabilmek için cennette dolanmaya başladı. Allah Teala onunla
konuşmak üzere bir meleği görevlendirdi. Melek ona, 'Ne istiyorsun?' diye
sordu. Adem (as) 'Karnımda-ki bu acıdan kurtulmak istiyorum' dedi. Meleğe,
Adem'e (as) şöyle demesi emredildi: 'Onu nereye çıkarabilirsin ki? Yataklara
mı, koltuklara mı, akan nehirlere mi, yoksa ağaçların gölgelerine mi? Doğrusu
sen dünyaya in'. Böylelikle Allah Teala kuluna lütufta bulunmuş oldu ve onu
yeryüzüne indirdi. Allah Teala dünya meyvala-nnı mideyi çalıştırıcı kılmış ve
onları sert ve posalı yapmıştır. Böyle yapmak suretiyle de onların
değersizliğini göstermiş ve O'nun sunacağı bozulmaz meyvalara rağbet edenleri
dünya meyvalarm-dan müstağni kıldığını haber vermiştir.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Dünya süslerinden hangisi bana hoş ve parlak görünmüşse,
onun batını da bana gösterilmiş ve o süsten uzaklaşmışımdır. İşte bu da, Allah
Teala'nın sevdiği ve yakın kıldığı dostlarına olan bir yardım ve inayetidir.
Dünyayı ilk sıfatıyla müşahede edenler, onun sonu hakkında yanılgıya düşmezler.
Onun batini hakikatini tanıyanlar da, zahiri görünümüne hayranlık duymazlar.
Onun sonu kendilerine keşf yoluyla gösterilen kullar da, onun süs ve yaldızını
asla arzu etmezler.
İsa b.
Meryem (as) şöyle derdi: "Vay halinize ey şer alimleri! Sizin durumunuz,
arının iğnesine benzer. Onun dışı kireç, içi ise pis kokuludur". Malik b.
Dinar (ra) şöyle demişti: En büyük büyücüden sakının. Çünkü o, alimlerin
kalplerini büyüler. Bu sözde kasdedi-len dünyadır. Batıl ile dünyaya karşı
ihtiras besleyen kimse, kendi kendini öldürür. Dünyaya yönelik hırsı ve ona
duyduğu sevgi daha da güçlenirse, başkalarının da ölümüne sebep olur.
Nitekim
Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mallarınızı aranızda batılla/haksız
yollardan yemeyin ve kendinizi öldürmeyin". (Nisa/29) Allah Teala,
kişinin başkasını öldürmesini, onu Allah yolundan çıkarmasıyla ifade etmiş ve
şöyle buyurmuştur: "Yahudi din adamlarından ve rahiblerden çoğu insanların
mallarını haksız yollardan yerler ve Allah yolundan çevirirler".
(Tevbe/34)
İsa (as) ile
ilgili haberler arasında şöyle bir olay nakledilir: "O, havarilerinden bir
toplulukla seyahat ederken, yolda yere açılmış altınlar görmüşlerdi. İsa (as)
altınların başında durmuş ve, 'Bu katildir, bundan sakının' demişti. Ardından
arkadaşlarıyla beraber yoluna devam etmişti. Ama havarilerden üçü, altını almak
için geri döndüler. İkisi altının başında beklerken üçüncüyü en yakın şehirden
yiyecek vs. almak için bir miktar altınla gönderdiler. Ama şeytan onlara şöyle
fısıldıyordu: 'Bu malın üçe bölünmesine nasıl razı olurusunuz? Onu öldürün de
mal sadece yarıya bölünsün'. Bu vesvesenin tesiriyle arkadaşlarını öldürmeye
karar verdiler.
Arkadaşları
ise yolda benzer bir fısıltıyla karşılaştı: 'Malın üçte birine nasıl razı
olursun? O ikisini öldür de malın tamamı senin olsun,'. O da bu vesveseye
kanarak çarşıdan yiyecekle beraber zehir de aldı ve yiyecekleri zehirledi.
Arkadaşlarının yanma döndüğünde, üzerine atılarak kendisini öldürdüler, sonra
da getirdiği yiyecekleri yemeye başladılar. Yemekten kalkamadan ikisi de
zehirlenerek öldüler. İsa (as) gezisinden dönerken onları altınların yanında
ölü olarak gördü. Yanındaki havariler, bu duruma çok şaşırdılar ve 'Bunlara ne
olmuş?' diye sordular. İsa (as) da kendilerine olup biteni anlattı."
İbnu'l-Mübarek'e,
'İnsanlar kimdir?' diye sorulmuştu. O da, 'Alimler5 cevabını verdi. 'Peki
krallar kimlerdir* diye sorulunca, 'Za-hidlerdir' dedi. İbnu'l-Müseyyeb (ra)
Ebu Zer'den (ra) şu hadisi nak-letmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Her kim dünyada zahid-lik yaparsa, Allah Teala onun kalbine hikmeti yerleştirir
ve onu hikmetle konuşturur, dünyanın derdini de devasını da ona gösterir ve onu
sağ selim cennete ulaştırır".
Başka bir
hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Dünya, yurdu olmayanın yurdu, malı
olmayanın malıdır. Aklı olmayanlar onun için mal yığarlar".
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: Bedir'de cihad eden sahabiler-den yetmişini gördüm.
Onlar, Allah'ın helal kıldığı şeylerde, sizin haram kıldığı şeylerdeki
çekingenliğinizden daha fazla çekingen ve zahidane davranıyorlardı.
Başka bir
vesilede de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zorluk ve darlık halleri onları
varlık ve rahatlık hallerinden çok daha fazla sevindirirdi. Eğer onları
görseydiniz, 'Bunlar delirmiş' derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı
görselerdi, 'Bunlarda ahlak çok zayıf derlerdi. Kötülerinizi gördüklerinde ise,
'Bunlar Hesab Günü'ne inanmıyorlar1 derlerdi. Yine o, şöyle demiştir: Onlardan
birine helal bir mal teklif edildiği zaman onu almaz ve şöyle derdi: 'Onun
kalbimi bozmasından endişe ederim".
Kalbi olan
kimse onu bozulmaktan korur, değişmesinden ve rı-za-i ilahiden uzaklaşmasından
endişe eder, onun İslah ve irşadı için gayret sarfeder. Kalbi olmayan kimse
ise, hevanın karanlıklarında bocalayıp durur. Kimbilir yüzüstü düşer de hem
dünyayı, hem de ahireti kaybeder. Ya da dünyadan razı olarak ehli dünya ve
Allah Teala'nm ayetlerine karşı ehli gaflet saflarına katılır. Böylelikle de
yokluğa razı olmuş ve bunu, hiçbir şeyin kendisine benzemediği Hak Teala'ya
tercih etmiş olur. Allah Teala böylelerini nitelerken şöyle buyurmuştur:
"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla
tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar". (Yunus/7)
Bu davranış,
Allah Teala'dan yüz çevirmeyi hakettiren ve O'nun gazabını gerektiren bir
davranıştır. Bunlar, Allah Teala'nm kendilerinden yüz çevrilmesini ve onlara yönelmenin
terke dilmesini emrettiği kimselerdir.
O, bu babda
şöyle buyurmaktadır: "Şu halde sen. Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya
hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana
ulaşabildikleri (son sınır) budur". (Necm/29) O, başka bir ayette ise
şöyle buyurmaktadır: "Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz,
kendi 'istek ve hevasma uyan ve işinde aşırılığa giden kimseye itaat
etme". (Kehf/18) Yani o, Allah Teala'nm yasaklarım çiğnerken,
emrettiklerini yapmada da kusur eder. Başka bir tefsirde ise, böyle birinin
helake yönelmiş olduğu söylenmiştir.
Allah Teala,
dünya ehline karşı buğzundan dolayı Resulü'ne (sav) de onlara gıptayla bakmayı
yasaklamış ve onların taşıdıkları süslerin kendileri için yalnız fitne olduğunu
haber vererek zühd ve kanaatin daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmiştir. O,
bu manaları ihtiva eden ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bazılarına,
kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne
gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır".
(Taha/131)
Ayette
tavsiye edilenin kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, günübirlik
geçim olduğu söylenmiştir. Diğer bir tefsirde ise, dünya hayatındaki zühd
olduğu söylenmiştir. Allah Teala'mn Kitabı'na en uygun olan da budur. Şu ayet-i
kerime de buna delalet etmektedir: "Ahiret, daha hayırlı ve daha
kalıcıdır". (Ala/17) Yine "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha
kalıcıdır" (Taha/131) ayetinin tefsirinde de dünyada zühd sahibi olmak
denilmiştir. Yine O, başka bir ayetinde "Allah'ın bıraktığı, sizin için
daha hayırlıdır" (Hud/86) buyurmuş ve tefsirde bunun kanaat olduğu
söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, helal kazanç olduğu söylenmiştir.
Konuyla
ilgili olarak rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü
(sav) ashabıyla birlikte on aylık gebe develerden oluşan bir sürünün yanından
geçti. -Bunlar, sahabenin en sevimli ve en değerli hayvanlarıydı. Çünkü bunlar,
bineğe uygun, ete, süte, yavruya ve tüye sahip hayvanlardı.
Allah Resulü
(sav) bunları insanların hayırlılarına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur:
İnsanlar, yüz deve gibidir ki içlerinde bir tane hamile deve bulamazsın.[64][90]
Yani develerin sayısı çoktur. Ama yukarıdaki beş meziyeti taşıyan dişi develer
ise azınlıktır. Allah Teala bu meziyetleri taşıyan develerle ilgili şöyle
buyurmuştur: "Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman".
(Tekvir/4) Yani Kıya-met'in dehşetinden dolayı sahipleri bu değerli develeri
terkettiği zaman.- Allah Resulü (sav) gebe develerden yüzünü çevirdiği gibi
onları görmemek için gözünü aşağı eğdi.
Bunun
üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunlar bizim en değerli mallarımız, onlara niçin bakmıyorsun?' dediler. Allah
Resulü (sav)'Rabbim beni bundan menetti' buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi okudu:
"Onlardan bazılarına, kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız
dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha
kalıcıdır". (Taha/131)
Ömer (ra) de
"Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda har-camayanlar ise, onlara da
acıklı bir azap müjdele" (Tevbe/34) ayet-i kerimesinin nüzuluyla ilgili şu
hadisi rivayet etmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Dinar ve dirhem
kahrolsun. 'Allah Teala bize altın ve gümüş saklamayı yasakladı. Peki ne
biriktirilebilir?' diye sorduk. Buyurdu ki: 'Herbiriniz, zikreden bir dil,
şükreden bir kalp ve kendisine ahiret işlerinde yardım edecek saliha bir eş
edinsin".94 Huzeyfe'nin (ra) Allah Resulü'nden (sav) rivayet ettiği
hadis-i şerif ise şöyledir: "Her kim dünyayı ahirete tercih ederse, Allah
Teala onun kalbini üç şeye müptela eder: Kalbinden asla çıkmayan bir kaygı.
Asla kurtulamadığı bir fakirlik. Asla doymayan bir hırs". Ali b.
Ma'bed'den Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla şu mürsel hadis rivayet edilmiştir:
"Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bilmemenin kendisi için bilmekten daha
sevimli olmasına ve bir şeyin azlığı onun çokluğundan daha sevimli görünmesine
kadar kulun imanı kemale ermez".[65][91]
İsa b.
Meryem (as) hakkında nakledilen haberlerden biri de şöyledir: "Dünyaya
ahirete geçmek için yapılmış bir köprüdür. Siz o köprüyü geçin, onu imara
çalışmayın'. Adamın biri ona, 'Seyahatinde beni de götür1 demişti. O da,
'Neyin var, sen de çık gel ve beni izle' demişti. Bunun üzerine adam,
'Yapamıyorum' dedi. İsa da (as), 'Zengin cennete çok zor girer buyurdu. Bu
sözün başka bir rivayetinde 'En arkadan girer' dediği nakledilmiştir. Bir
defasında da ona şöyle demişlerdi: Ey Allah'ın Peygamberi, eğer bize emretsen,
içinde Allah Teala'ya ibadet edeceğimiz bir mabed yapardık'. Bunun üzerine İsa
(as), 'Öyleyse gidin ve su üstünde bir mabed bina edin' dedi. Yanındakiler,
'Suyun üstünde bina durur mu?' diyerek şaşkınlıklarını ifade ettiler.
O zaman İsa
(as) kendilerine şöyle dedi: Peki dünya sevgisi üzerinde ibadet nasıl durur?.
Yine o, şöyle derdi: Sizden biri, Allah Teala'ya ibadetiyle övülmeyi
istemedikçe ve dünyayı kimin yediğini önemsemedikçe imanın hakikatine ermiş
olmaz".
Bişr b. Hars
şöyle derdi: Takva, ancak zühd ile güzelleşir. Yine o, bir defasında şöyle
demişti: İbadet, zenginlere yakışmaz. Zenginlerin ibadeti, çöplüğün üzerindeki
bir bahçe gibidir. Fakirin ibadeti ise, bir güzelin boynundaki mücevher
gerdanlık gibidir. Allah Te-ala'dan Kitabı'ndan da bu manada esaslar
çıkarmaktayız. O, ibadet noktasında fakir kullarını vasfederken şöyle
buyurmuştur: "(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler
içindir.." (Bakara/273) Allah Teala yine onları vasfederken şöyle buyurmuştur:
"Onları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak görürsün". (Feth/29)
İbadet elbisesi, fakirlikten dolayı sim alarmdaki güzellik nedeniyle onlar
üzerinde çok güzel görünmüştür.
Lokman (as),
şeytanın insana gelebileceği noktalardan sakınması hususunda oğluna öğütte
bulunurken şunu söylemiştir: "Eğer sana fakirlik tarafından gelirse ona,
'asıl zenginin Allah Teala'ya itaat eden, asıl fakirin de O'nun haramlarım
çiğneyen kimse olduğunu' söyle. Eğer seni zenginliğe özendirirse, o zaman da
'zenginlikle kıraati birleştirmenin güzel olmayacağını' söyle".
Selef-i
Salih'den bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'yı hakkıyla bilen kimseler, vaaz
ve hikmeti zühd sahiplerinden başkasından dinlemeyi reddeder ve şöyle derlerdi:
Dünyaya sarılanlar, bu konularda konuşmaya ehil değildirler. Bu, onlara uygun
değildir.
İsa (as) ile
ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Allah Teala ona vahiyde
bulunarak şöyle buyurmuştu: Ey Adem oğlu, dünya hayatında ona veda eden ve
Allah'ın katmdakilere rağbet eden kimsenin ağlayışıyla ağla. Dünyadan yetecek
kadarıyla iktifa et, sana ondan kuru ekmekle kaba giysiler yetsin. Sana hakkı
söylerim ki, dünyadan aldıkların ve infak ettiklerin günüyle saatiyle
yazılıdır. Buna göre davran, çünkü sen bundan sorumlusun. Eğer salih kullanma
vaadettiklerimi görseydin nefsin silinip giderdi". İsa (as) şöyle derdi:
"Dünyanın tadı, ahiretin acısıdır. Elbisenin güzelliği kalbin kibir ve
gururu, karnın dolu oluşu nefsin gücü ve kudretidir. Şunu nak olarak söylüyorum
ki, bir hasta yemeğin tadından nasıl lezzet alamazsa, dünyaya aşık olan da
ibadetin tadını aynı şekilde alamaz".
Dünyada zühd
sahibi olmanın görünümlerinden biri de, yumuşak, dikkat çekici ve gösterişli
giysilerden uzak durmaktır. Çeşitli tatlardaki leziz yemeklere düşkün olmamak,
nimet içinde yüzenlerin arzu ettikleri şehvetlerden uzak durmak ve lükse
düşkün olanların aşina oldukları lüks alet ve ev eşyası ile zinetleri
terketmek de zühdün tezahürlerindendir
Bir şeyin,
birden fazla işte kullanılması da zühdün göstergele-rmdendir. Selef-i Salih'in
hayatlarında da bunu görmek mümkündür. Onlar, ev eşyasında azla yetinirlerdi.
Ehli dünya ise, bunun tam aksine bir iş için birden fazla eşya kullanırlar ki
bu da, çoklukla övünmenin tezahürlerinden ve dünya kapılarından biridir. Seleften
bir zat şöyle der: Nüsk yani Allah'a hakkıyla kulluğun başlangıcı giysiden
geçer.
Ulemadan bir
zat da şöyle demiştir: Giysisi yumuşak olanın dindarlığı da yumuşak olur.
İbni Mesud
(ra) şöyle demiştir: Kalp kalbe benzeyinceye kadar giysi de giysiye benzemez.
Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Bezazet imandandır".[66][92] Bezazet,
giysi bakımından diğer insanlara yakın olmaktır.
Bu hususu
açıklayan bir diğer hadis de şöyledir: "Kim imkanı varken sırf Allah
Teala'ya karşı tevazuundan dolayı güzel bir elbiseyi terkederse, Allah Teala
da onu cennet hülleleri arasında muhayyer kılar ki dilediğini seçebilsin"[67][93]
Bu hadisin
başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim, Allah Teala uğruna bir zineti
terkeder, O'na karşı tevazuundan dolayı ve rızasını umarak güzel bir elbiseyi
çıkarırsa, Allah Teala'mn onun için yakut dolaplarda cennet ipekleri
hazırlaması haktır".
"Allah
Resulü (sav) Küba halkına konuk olduğunda O'na süt ve bal karışımı bir içecek
sunmuşlardı. O, bardağı yere bıraktı ve şöyle buyurdu: Ben, bunu haram kılıyor
değilim. Fakat Allah Teala'ya karşı tevazumdan dolayı içmiyorum". Sıcak
bir yaz günüde de Ömer (ra) kendisine soğuk su ve bal getirmişti. O şöyle
buyurdu: "Beni bunun hesabından uzak tutun. Allah Teala peygamberlerinden
birine şöyle vahy etmiş tir: 'Velilerime de ki: Benim düşmanlarımm giysilerini
giymeyin. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmeyin. Yoksa onlar gibi, sizler
de düşmanlarım olursunuz".
Bişr b.
Mervan Küfe camiinin minberinde halka hutbe verirken Sahabeden bir zat şöyle
demişti: Emirinize bakın; üstünde fasıkla-rın giysileri varken, insanlara
vaazda bulunuyor?! Bunun üzerine, emirin ne giydiğini sorduk. Yumuşak bir
elbise giydiği söylendi.
Amir b.
Abdullah b. Rebia, Ebu Zerr'in (ra) yanma gitmiş, üstündeki gösterişli
giysilere bakmadan zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zerr (ra) avucuyla
ağzını kapattı ve seslice yellenmeye başladı. Amir buna çık kızdı ve İbni
Ömer'e (ra) giderek şöyle dedi: 'Kardeşiniz Ebu Zerr'in bana ne yaptığını
görüyor musunuz?' O da, 'Ne yaptı ki?' diye sordu. Bunun üzerine Amir, 'Ona
zühdü anlatıyordum. Benimle alay etmeye başladı' dedi. İbni Ömer (ra) de şunu
söyledi: Sen kendi kendine yapmışsın. Ebu Zerr gibi bir zata bu gösterişli
elbiseyle gidiyor ve bir de zühd hakkında konuşuyorsun?!
Ali (kv) de
şöyle demiştir: Allah Teala hidayet imamlarından şu ahdi almıştır ki onlar,
insanların dünyalık bakımından en altta kalanlarından olacaklardır. Böylelikle
zenginler de onlara uyacak ve fakirlikleri de yoksul kimseleri ayıplı
kılmayacaktır.
Ömer (ra)
sert pamuklu giysiler giydiği için kınanmıştı. Gömleğinin fiyatı üç beş
dirhemi geçmezdi. O, parmaklarından uca sarkan kısımları keserdi. Giyimi
hakkında şöyle derdi: "Bu, tevazuya daha yakın ve bir müslümamn gözetmesi
gerekene daha uygundur". Bir defasında Yemen yapımı hırkalar gelmişti.
Ömer (ra) onları teker teker sahabeye dağıttı. Bilahare Cuma günü hutbe için
minbere çıktı. Üstünde Hülle vardı. HuUe, Araplar tarafından aynı cinsten
yapılmış iki parçadan oluşan elbiseye denirdi. O dönemde giyilen en güzel
giysiydi. Ömer (ra) bu fıalde, Dinleyin, dikkatle dinleyin' diyerek hutbesine
başladı.
O anda
Selman (ra) ayağa kalktı ve 'Allat'a yenin olsun ki dinlemeyiz, Allah'a yemin
eierim ki dinlemeyi?' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Ne oldu ki?' rüye sordu.
Selman aa 'Çünki sen bize tek tek hırka verdin. Kendin ise hülle giydin ve
dünyalıkla bizim üstümüze çıktın' dedi. Ömer (ra) tet essüm etti v« şöyle
dedi. 'Ey Ebu Abdullah, acele et cin Allah sana merhamet t uyursun. Kendi
giysimi yıkamıştım. Abdullah b. Ömer'in hırkasını ödünç aldım ve onu kendi
hırkamla beraber giydim'. Bunun üzerine Selman (ra), 'Şimdi konuş ki seni
dinleyelim. Allah Resulü (sav) nimetlerden aşırı yararlanmayı yasaklamıştı'
dedi. Ömer de (ra) 'Muhakkak ki Allah Tea-la'nm hakiki kulları, nimetlerden
aşırı yararlanın değildirler5 dedi.
Fudale b.
Ubeyd, Mısır valisi iken saçı başı dağınık ve çıplak ayakla gezerken
görülmüştü. Kendisine, 'Sen bir emirsin, nasıl böyle olursun?' denildi. O da,
'Allah Resulü (sav) bizi refah düşkünlüğünden menetti ve bize bazen çıplak
ayakla da yürümeyi emretti' dedi.
Ömer (ra)
hakkında şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir defasında insanlara hitab ederek,
'Allah için bende bir kusur gören varsa rica ediyorum bana bildirsin' dedi.
Bir genç kalkarak şöyle dedi: Sende iki kusur var. Ömer (ra) 'Allah sana
merhamet buyursun, nedir onlar?' diye sordu. Delikanlı, 'Elbiselerini birbiri
ardınca giyiyor ve ekmeğine katık katıyorsun' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra),
ölünceye kadar elbiselerini ardarda değiştirerek giymedi ve ekmeğine katık
katmadı.
Ali (kv) de
bir defasında Ömer'e (ra) şöyle demişti: 'Eğer senden önceki iki yoldaşına
katılmak istiyorsan, giysine yama vur, izarını tersyüz edip giy ve ayakkabını
tamir edip doyurmayacak kadar yemek ye'. Ömer (ra) kendisi de şöyle derdi:
"Avurtları çökertin, besili olmaktan ve şişmanlamaktan korkun. Kisra ve
imparatorunki gibi acem giysilerinden sakının". Ali (kv) de şunu
söylemiştir: "Kim bir kavmin giysisini giyerse, o onlardandır".
Allah
Resulü'nün (sav) daha ağır bir ifade kullandığı rivayet edilmiştir:
"Ümmetimin en kötüleri, türlü nimetlerle beslenen, yemeklerin çeşitlerini
isteyen, giysilerin türlüsüne talip olan ve avurtlarını doldura doldura
konuşanlardır".
Umeyr b.
Sa'd (ra) Humus valisi olarak Ömer'in (ra) yanına geldiği zaman, Halife
kendisine, Tanında dünyalık olarak ne var ey Umeyr?' diye sormuştu. O da şu
cevabı verdi: Dayandığım ve yolda karşıma çıkan yılanları öldürdüğüm bir
değneğim, azığımı taşıdığım bir heybem, içinde yemek yediğim, başımı ve
giysilerimi yıkadığım bir çanağımla içme ve abdest suyunu aldığım bir destim
var. Bunun dışındaki dünyalıklar, maiyetimde
bulunanlara aittir1.
Ömer (ra),
'Doğrusun ey Umeyr, Allah Teala sana merhamet buyursun' dedi.
Halife Humus
halkına bir mektup yazarak şehirdeki fakirlerin isimlerini kendisine
bildirmelerini istemişti. Onlar da fakirlerin isimlerini yazdıkları mektuba
Said b. Cüzeym -hatta denir ki Umeyr b. Sa'd'm- ismini de yazmışlardı. Ömer
(ra) 'Said b. Cüzeym de kim? diye sorduğu zaman, 'Bizim emirimiz ey müminlerin
emiri' demişlerdi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'O da mı fakir?' diye sorunca,
'Evet, şehrimizde ondan daha fakiri yoktur' demişlerdi. Ömer (ra), Teki maaşını
ne yapıyor?' diye sorunca, Humuslular, 'Onun tamamım dağıtır, kendisi ve
ailesi için hiçbir şey alıkoymaz' dediler.
Bunun
üzerine ona dörtyüz dinar göndererek kendisi ve ailesinin ihtiyaçları için
kullanmasını istemişti. Para Umeyr'e (ra) ulaşınca, derhal onu alarak
hanımının yanma gitti. Sürekli ağlıyordu. Hanımı, 'Neyin var? Yoksa müminlerin
emiri mi Öldü?' diye sordu. Umeyr 'Daha da kötü!' diye cevap verdi. Hanımı,
Toksa müslüman-larda parçalanma mı oldu?' diye sorunca, 'Daha da beter1 dedi.
Teki ne oldu?' deyince şöyle dedi: 'Bana dünya/hk geldi. Allah Resulü (sav)
ile beraberken dünya bana açılmamıştı. Ebu Bekir'in (ra) devrinde de dünya
bana açılmamıştı. Ama Ömer'in (ra) günlerine bırakıldığımda iş değişti. En
kötü günler, Ömer'in (ra) günleri'.
Sonra da
Halifenin kendisine gönderdiği paradan sözetti. Hanımı, 'Canım sana fedadır.
Onu dilediğin gibi harca' dedi. Umeyr (ra), Teki yapmak istediğimde bana yardım
eder misin?' diye sorunca, hanımı 'Tabii ki' dedi. Umeyr (ra), 'Öyleyse bana şu
hırkayı ver1 dedi. Sonra hırkayı parçalamaya başladı. Parçaları kese şeklinde
dü-ğümlüyor, içlerine üçer, beşer, onar dinar para koyup düğümlüyor-du. Sonunda
paranın tamamını keseciklere ayırarak bitirdi. Sonra da onları bir torbaya
koyarak koltuğunun altına aldı ve dışarı çıktı. Yolda müslüman askerlerden
oluşan bir orduyla karşılaştı. Bunlar cihada giden erlerdi. Askerlerin
durumlarına göre keseleri onlara dağıttı ve Ömer'in (ra) gönderdiği paradan
tek bir dinarı dahi ailesi için alıkoymadı. İşte Allah Resulü'nün (sav) ashabı
ve ihsan üzere onlara tabi olanlar böyle yüksek sıfat ve erdemlere sahiptiler.
Iyaz b. Ganem , ümmetin iyileri hakkında Allah Resulü'nden şu hadisi rivayet
etmiştir:
"Ümmetimin
iyileri arasında, Mele~i A'la'nm bana bildirdiğine göre öyleleri vardır ki
onlar, Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O'nun azabının
korkusuyla da gizli gizli ağlarlar. Onların rızkı halka çok hafif gelirken,
kendilerine çok ağır gelir. Eski elbise giyer ve ruhbanlara uyarlar. Bedenleri
dünyada, gönülleri ise arştadır".
Ebu'd-Derda'nm
(ra) abdal zümresini vasfedişi esnasında kendisine şunu sormuştuk: 'Bu
sıfatlara biz nasıl sahip olabiliriz?, Onlardan biri olmam için ne yapmam
gerekir?' Dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, seninle bu yolun başı ve ortası arasında
şunlar vardır: Dünyada zühd sahibi olman, ahirete bütün kalbinle yakinen
inanman ve onun için amelde bulunman'. Bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki Allah Teala giydiğini
önemsemeyen üstbaşı, dökük kimseyi sever".
Sevri ve
Fudayl (ra) şöyle demişlerdir: Allah Teala şerrin tamamını bir ev kılmış ve
dünya düşkünlüğünü de onun anahtarı yapmıştır. İyiliğin tamamını da bir ev
kılmış ve dünyada zühdü onun anahtarı yapmıştır.
Yusuf b.
Esbat ve Süfyan-ı Sevri'ye (ra), 'Amellerin hangisi daha üstündür?' diye
sorulmuştu. Onlar da, 'Dünyada zühd sahibi olmak' demişlerdir. İsa'dan (as) rivayet
edilen sözün zahiri de bu me-yandadır. Biz bu sözü, Allah Resulü'nden (sav)
öğrenmiş bulunuyoruz: "Dünya sevgisi, her türlü günahın başıdır".
Bunun
üzerinde düşünüldüğü zaman, dünyayı sevmemenin de bütün sevapların başı olacağı
anlaşılmaktadır. Seleften bir zat şöyle derdi: "Günah olarak, asla
bağışlanmayan dünya sevgisi yeter". Bundan daha ağır bir söz Süfyan'dan
(ra) rivayet edilmiştir. Yahya b. Süleynı et-Taifi, merfu olarak Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Eğer bir kul, bütün
sema ve arz ehlinin ibadeti kadar ibadette dahi bulunsa, kalbinde dünya
sevgisi bulunduğu zaman Allah Teala ahirette onu öyle bir mevkiye yerleştirir
ki onu, bütün yaratılmışlara teşhir eder: Muhakkak ki falan oğlu falan Allah
Teala'mn buğzettiğini sevmiştir".
Yahya b.
Cabir et-Ta'i, Amr b. el-Esved el-Anesi'nin (ra) şöyle dediğini nakletmiştir:
Asla dikkat çekici bir elbise giymem. Asla üstümde dinar varken uyumam. Asla
boş işe girişmem ve asla karnımı tamamen doldurmam". Ömer (ra) şöyle
demiştir: Allah Resulü'nün (sav) hidayetine bakmaktan hoşlanan kimse, Amr b.
el-Es-
ved'e
baksın.
Allah Resulü
(sav) bir sefer dönüşünde Fatıma'mn (ra) yanma uğramıştı. Kapısında bir perde
ve kollarında da gümüşten iki bilezik gördü ve geri döndü. Bir süre sonra Ebu
Rafı' (ra) onun yanma gittiğinde ağladığına şahit oldu ve nedenini sordu.
Fatıma (ra) da, Allah Resulü'nün (sav) geri dönüşünü anlattı. O da Allah
Resulü'ne (sav) eve girmeyiş sebebini sordu. Allah Resulü (sav) de kapıdaki
perde ve iki bilezik yüzünden girmediğini söyledi.
Bunun
üzerine Fatıma (ra) perdeyi yırttı, iki bileziği de Bilal (ra) ile Allah
Resulü'ne (sav) gönderdi. Onları sadaka olarak verdiği ve dilediği gibi
tasarrufta bulunabileceği haberini iletti. Allah Resulü (sav) de, Bilal'e (ra)
onları pazarda satıp parasını Suffe ashabına dağıtmasını söyledi. O da iki
bileziği iki buçuk dirheme sattı ve parayı Suffe ashabına sadaka olarak verdi.
Allah Resulü (sav) kızı Fatıma'mn (ra) yanına giderek, 'Babam sana feda olsun,
en güzelini yaptın' buyurdu.
Bir hadiste
de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şöhret
uyandıran giysi giymiş hiçbir kul yoktur ki, Allah katında sevgili bir kul olsa
dahi onu çıkarıncaya kadar Allah Teala ondan yüz çevirmiş olmasın"[68][94]
Süfyan-x
Sevri ve diğerleri şöyle demişlerdir: Öyle bir elbise giyin ki sizi alimler
nezdinde meşhur, cahiller nezdinde hakir göstermesin. Yine o, şöyle derdi: Ben
dua ederken yanıma bir fakir uğrarsa, onun geçmesine karışmam. Ama ehli
dünyadan bir kişi uğradığında, üstündeki gösterişli elbiselerden dolayı
hiddetlenerek onun geçmesine izin vermem.
Bir zat
şöyle demiştir: Zenginlerin hiçbir mecliste Sevri'nin meclisindeki kadar zelil
kılındığını görmedim. Fakirlerin de hiçbir mecliste Sevri'nin mecilisindeki
kadar aziz kılındığını görmedim. Başka biri ise şunu söylemiştir: Bizler
Sevri'nin meclisine oturduğumuzda, onun iltifat ve taziminden dolayı fakir
olmayı arzu ederdik. Diğer bir zat ise şunu söylemiştir: Alim ancak o kimsedir
ki, fakir onun yanından zengin, zengin de fakir olarak ayrılır. Yine birzat
şöyle demiştir: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) giysilerine ve ayakkabılarına sadece
bir dirhem dört kuruş değer biçtim.
İbni Şübrüme
şöyle derdi: Giysilerin en hayırlısı, bana hizmet eden; en kötüsü ise benim
hizmet ettiğimdir. Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Benim için giysilerin
en güzeli beni kullanmayandır. Yemeklerin en lezzetlisi ise, kendisi için
ellerimi yıkamak zorunda kalmadığımdır. Ulemadan bir zat şunu söylemiştir:
Seni sıradan insanlara karıştıracak giysiler giy, seni şöhretli kılarak sana
bakılmayı sağlayacak giysiler giyme. Ömer'in (ra) giysisinde ondört yama saydık
ki bunların bir kısmı deridendi. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Adem
oğlunun sırtındaki giysilerin çokluğu, Allah Tea-la'dan ona bir cezadır.
el-Havvas
(ra) iki parça izardan veya bir gömlek ile altında bir etekten fazlasını
giymezdi. Gömleklerinin ucuyla da başlarını örterlerdi. Fakir için müstehap
olan bu olduğu gibi, giysinin sınırı da budur. Ebu Süleyman ed-Darani (ra)
şöyle derdi: "Giysi üç türdür: Allah Teala için giyilen giysi; Nefs için
giyilen giysi ve halk için giyilen giysi. Allah Teala için giyilen,avret
mahallini örtüp içinde farzları eda edebildiğiniz giysidir. Nefs için olan ise,
yumuşaklık ve şıklık aradığınız giysidir. Halk için olan da, gösterişli ve
süslü giysidir. Bir giysi, hem Allah Teala, hem de nefs için olabilir".
Ulemadan
bazıları kırk dirhemin -başka bir görüşe göre yüz dirhemin- üstünde değere
sahip olan giysilerin giyilmesini mekruh görürlerdi. Bu değerlerin üstünde olan
giysileri, israf ve aşırılık olarak görürlerdi. Ulemanın çoğunluğu ve tabiunun
ekseriyetine baktığımızda giysilerinin değerlerinin yirmi ile otuz dirhem
arasında olduğunu görürüz. İlk sahabilerin giysileri ise on iki dirhem civarındaydı.
Onlar genellikle yirmi küsur dirhem kıymetinde iki parçalı elbise giyerlerdi.
Allah Resulü
(sav) de dört dirheme bir elbise satın almıştı. O'nun iki elbisesinin değeri de
on dirhem ile bir dinar arasındaydı. Allah Resulü'nün (sav) izarınm boyu dört
buçuk arşın idi. O, üç dirheme de birkaç şalvar almıştı. Yünden dokunmuş iki
adet beyaz ihram giyerdi. Bunlar, aynı tür iki bölümden oluştuğu için hülle
ola-rakta anılırdı. Belki, aynı cinsten iki esvap da giymişti. Muhtemelen
Yemen işi hırkalardan veya kaba olan Sehuli'lerden de iki tane giymişti.
Bir hadiste
Allah Resulü'nün (sav) gömleğinin iki giysi gibi durduğu söylenmiştir. Allah
Resulü (sav) hayatında yalnız bir gün, iki-yüz dirhem değerinde ince ve saf
ipekten yapılmış sarı çizgili bir hırka giymişti. O gün ashabı hırkaya
dokunuyor ve beğenilerinden dolayı, 'Bu sana cennetten mi indi?' diye
soruyorlardı. Halbuki onu İskenderiye Kralı Mukavkıs hediye etmiş ve hediyesini
kabul etme lütfunda bulunmasını ve onu giymesini rica etmişti.
Allah Resulü
(sav) ashabının ilgisi üzerine bu hırkayı çıkardı ve onu müşriklerden birine
gönderdi. Ardından da ipek ve halis ipek dibace kumaşını yasakladı. O'nun ipeği
giymiş olması, sonrakiler için koyduğu yasağın teyidi anlamında olabilir.
Bilindiği üzere, altın yüzüğü de sadece bir gün takmış, sonra da onu çıkarıp
atmış ve erkekler tarafından takılmasını yasaklamıştı.[69][95] O'nun
Aişe'ye (ra) cariye hakkında, 'Onun ailesine vela akdini şart koş'[70][96]
buyurması ve Aişe'nin (ra) bunu şart koşmasından sonra minbere çıkarak bu tür
akdi yasaklaması da buna örnek verilebilir. Bu da, sözkonusu yasağı pekiştirme
yönünde bir davranıştır.
Aynı şekilde
Mut'a nikahını da üç zaman mubah kıldıktan sonra yasaklamış ve bunu nikah
emrini pekiştirmek için yapmıştır. Bazı dünya alimleri, bunlara dayanarak,
nefislerinin telkinlerine uyar ve insanları bunlarla kendilerine çağırır ve
Allah Teala'ya davet ettikleri iddiasında olurlar. Oysa onlar, müteşabih
hadisi tevil yoluyla çarpıtmaktadırlar. Yoldan çıkmışlar da, Kur'an ayetlerini
tevil ederek çarpı tmışl ardır. Bunu yaparken de fitne umarak heva ve
arzularına tabi olmuşlardır. Bir gayeleri de, bu tevilleriyle dünyalık
kazanmak olmuştur.
Allah
Resulü'nün (sav) hadisleri de, Kur'an ayetleri gibi, nasih-mensuh,
muhkem-rnüteşabih ve hass-'amm kısımlarına ayrılmaktadır. Heva ve dünya ehli
alimler, Allah Resulü'nün (sav) söz ve fiillerindeki muhkem sünnetten yüz
çevirerek yukarıda anlattığımız türden rivayetlere yönelmişlerdir.
Mesela
"Allah Resulü (sav) bir defasında üzerinde şekil bulunan nakışlı bir
elbise ile namaz kılmıştı. Selam verdikten sonra 'Bundaki nakışlar beni meşgul
etti, bunu Ebu Cehm'e götürün de bana düz bir elbise getirin' buyurmuştu".[71][97]Böylelikle
kaba giysiyi, yumuşak giysiye tercih etmişti.
"O, bir
defasında Aişe'nin (ra) kapısında süslü bir perde görmüş ve onu yırtarak, 'Onu
her görüşümde dünyayı hatırlıyorum. Onu falan aileye gönder5 buyurmuştu".[72][98]
Bir gece Aişe (ra) O'nun için yeni bir yatak sermişti. Her zaman eski bir
abanın üstünde uyurdu. O gece sabaha kadar yatakta dönüp durdu. Sabaha
çıktığında Aişe'ye (ra), 'Eski abayı tekrar ser, bu yatağı da benden
uzaklaştır. Beni bütün gece uyutmadı".
Bir
defasında da "Akşam üzeri beş veya altı dinar kadar bir para gelmişti. O
gece para yanındayken yatağa yattı. Ama gece yarısı kalktı ve o geç vakitte
parayı elden çıkarttı. Aişe (ra) diyor ki: 'Ancak bundan sonra uyudu ve
hırıltısını duymaya başladım. Allah Resulü (sav) bilahare şöyle demiştir: 'Eğer
Muhammed, yanında bu parayla Rabbine kavuşursa, ne olacağını zanneder ki?".
Bir
defasında da Allah Resulü'nün (sav) terliğinin bağları eskimişti. Onları
deriden yeni bağlarla değiştirdikten sonra namaza durdu. Selam verdikten sonra,
'Bana eski olanı getirin, bunu da alın. Namaz boyunca ona baktım'
buyurdu". "Allah Resulü (sav) yeni bir yüzük takmıştı. Minberde iken
ona dikkatle baktı, sonra da çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bir size bakıyorum,
bir buna bakıyorum, beni sizden alıkoydu".[73][99]
Allah Teala
buyurdu ki: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da
sizi sevsin". (Al-i İmran/31) Allah Resulü (sav) de buyurur ki: "Kim
beni severse, sünnetime uysun". Meşhur bir hadisinde ise şöyle
buyurmaktadır: "Size düşen benim sünnetime ve benden sonra hidayete
rehberlik eden raşid halifelerin sünnetine (uymaktır). (Sünnetlere) azı
dişlerinizin kuvvetiyle sanlın".[74][100]
Ebu Muhammed
Sehl (ra) şöyle derdi: Allah sevgisinin alametlerinden biri de Allah
Resulü'nün (sav) sevgisidir. Allah Resulü'nü sevmenin alametlerinden biri ise,
sünneti sevmektir. Sünneti sevmenin alametlerinden biri de dünyaya soğuk
bakmaktır. Dünyaya soğuk bakmanın alametlerinden biri de ondan sadece yeteri
kadarını almaktır"
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) Aişe'ye (ra) şöyle buyurmuştu: "Eğer bana katılmak
istiyorsan, zenginlerin meclisini paylaşmaktan sakın ve yamalar vuruncaya
kadar elbiseni değiştirme". [75][101]
"Allah Resulü (sav) yeni bir çift ayakkabı giymişti. Onların güzelliğini
beğenince hemen secdeye kapandı. Sonra da çevresindekilere şöyle dedi: Onların
güzelliğini beğenmiştim. Sonra hemen bana gazap etmemesi için Rabbimin önünde
tevazu ile eğildim. Ardından o ayakkabıları çıkardı ve gördüğü ilk fakire
verdi. Ali'ye (kv) emrederek yeni bir çifti giymesini istedi. O da Allah Resulü
(sav) için bir çift sind işi ayakkabı giydi. Allah Resulü de (sav) onları
kalıbı eskidikten sonra giydi".
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü benim en yakınıma oturacak olanlar, dünya
karşısında benim gibi olanlardır" [76][102]
O, şöyle dua
ederdi: "Allahım Muhammed ailesinin rızkını (günlük) gıda kıl". [77][103]
Yine O, şöyle buyurmuştur: "Allah Teala, dünyadaki rızkım günübirlik
azığı kıldığı kuluna azap etmez".
Başka bir
hadisinde ise şunu söylediği rivayet edilmiştir: "İslam'a iletilen ve
dünyadaki rızkı günlük azığı olup buna kanaat eden kula ne mutlu!". Bu
hadisin başka bir lafzında ise "Günlük azığına sabreden" ifadesi
yeralm akta dır. Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur:
"Zengin veya fakir hiçkimse yoktur ki Kıyamet günü, dünyadaki rızkının
günlük azıktan ibaret kalmasını temenni etmiş olmasın". [78][104]
Allah Resulü
(sav) buyurdu ki: "Allahım, her kim beni sever ve benim davetime icabet
ederse onun mallarını ve çocuklarını azalt. Her kim de bana.., uğzeder ve
davetime icabet etmezse onun da mallarını ve çocuklaımı çoğalt, onun
çocuklarını hazırla". Yani ona tabi olanları artır. Sahabe (ra)
sevmedikleri kişi için böyle dua ederlerdi. Bir hadiste de Allah Resulü'nün
(sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyanın eksikliği, ahiretin
ziyadesidir. Dünyanın ziyadesi ise, ahiretin eksikliğidir".
Öncekilerden
şöyle bir söz rivayet edilir: "Kendisine dünyalık namına bir şey verilen
hiç kimse yoktur ki, derecesi eksilmemiş olsun. Allah Teala nezdinde pek
değerli olsa bile bu böyledir". İbrahim b. Ahmed el-Havvas (ra) iddia
sahiplerini vasfederken şöyle demiştir: "Bir topluluk da vardır ki,
gösterişli elbiseler giymelerine rağmen zühd iddiasında bulunurlar. Böylelikle
insanların gözlerini boyayarak kendilerine yönelmelerini ve fakirlere
baktıkları gözle bakmamalarını sağlamak isterler. Bu şekilde hakir görülmekten
ve yoksullar gibi sadaka verilir olmaktan kurtulmak isterler. Onlar nefslerinin
aldatmasıyla ilimlerinin genişliği zanmndadııiar. Kendilerini Sünnet üzerinde
görürler. Onlar terkederken eşya onlara dahil olur. Oysa onlar, başkalarının
illetine sarılmaktadırlar.
Kendilerinden
gerçekleri söylemeleri istendiği zaman, dar yollara sığınırlar. Bütün bu
insanlar, dini kullanarak dünyalık yeme peşinde olanlardır. İçlerini temizlemek
gibi bir kaygıları yoktur. Ne de nefslerini terbiye etmeye çalışırlar. Zaten
sıfatlan da üstlerinde açıkça görülmekte ve şahsiyetlerine hakim olmaktadır.
Ama yine de kendileri için bir hal iddiasındadırlar. Onlar, dünyaya meyleden ve
nevalarına tabi olan kimselerdir".
el-Havvas
(ra) iki parça izar ve altında bir etek bulunan bir gömlekten fazla birşey
giymez, onun sarkan kısmını da başına uzatır ve başını onunla örterdi. Fakir
için müstehap olan giyim de budur.
Fakirlerin
üstünlüğü, fakirliğin faziletleri, dünyanın kınanması ve zenginlerin eksikliği
hakkındaki hadis ve nakiller sayılamayacak kadar çok sayıdadır. Bunların
hepsine yer verme gayesinde değiliz. Zaten bu hususta delil olabilmesi için
çoğunu zikretmek de gerekmemektedir.
Zühdün
şekillerinden biri de; binaları lüzumundan büyük tutmamak, yüksek bina inşa
etmemek ve binaları ancak gerektiği kadar toprak kullanmak suretiyle yaparak
dış cephesine sıva vurmaktan sakınmaktır. Denildi ki: Allah Resulü'nden (sav)
sonra ortaya çıkan ilk bidat, kalburlar ve kirişlerdir.
Tûl-i emel
düşkünlüğü sebebiyle ilk ortaya çıkan şeyler de, terzilik ve sıvacılıktır.
Halbuki eskiden giysiler kabaca biçilip dikiliverirdi. Binaları kireç ve ince
kumla sıvamaya gelince, bu da sonradan çıkmış bir adettir. Önceleri, yapraklı
hurma dalı ve buğday sa-. pıyla kapatırlardı. Bir haberde de şöyle
denilmektedir: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, Yemen
hırkalarının süslenmesi gibi binalarını süsleyeceklerdir". Ömer fra) Şam
yolunda kireç ve toprakla inşa edilmiş bir köşke baktı ve tekbir getirerek şöyle
dedi: "Bu ümmet içinde, Haman'ın Firavun için yaptığı binalar gibi bina
yapan biri çıkacağını zannetmezdim". O, bu sözüyle Firavun'un tefsirde
nakledilen şu enirini kasdetmekteydi: "Ey Haman, benim için toprak üzerine
yükselen dağ gibi binalar dik". Denir ki: Kireç ve kum kullanarak bina
yapanların ilki Firavun'dur. Bunun insaasını ilk gerçekleştiren kişi de
Haman'dır. Daha sonra diğer azgın kimseler bunları izlemişlerdir.
Kur'an'da
geçen 'Zuhruf yani süs ve güzellik kavramı da işte budur. Seleften bir zat,
bir şehirde gördüğü cami hakkında şunu söylemiştir: Ben o mescidi ilk
gördüğümde hurma dallarından yapılmıştı. Daha sonra kerpiçten yapılmış
olduğunu gördüm. Şimdi ise tuğladan örülmüş olduğunu görüyorum. Hurma dalından
yaparak orada ibadet edenler, kerpiçten yapanlardan, kerpiçten yapanlar
tuğladan yapanlardan daha hayırlı idiler.
Selef
arasında hayatı boyunca evini birkaç kez yeniden yapanlar vardı. Onlar
evlerinin sağlamlığına önem vermeyen ve kısa vadeli düşünen zahid insanlardı.
Hatta kimileri, hacca veya cihad için sefere çıktıklarında, evlerini boşaltarak
başka bir müslümana karşılıksız verir, seferden dönüşlerinde geri alırlardı.
Çünkü onların evleri kuru ot, bir tür yeşil yaprak veya deridendi. Günümüzde
de (Hicri IV. yüzyılı
kasdediyor) Yemen civarındaki Arapların evleri böyledir.
Allah Resulü
(sav) Abbas'a (ra) yükselttiği bir terası yıkmasını emretmişti. Bir defasında
ise yüksek cumbası olan bir ev görmüş, yanındakilere, 'Bu ev kimin?' diye
sormuştu. Onlar da sahibinin ismini zikretmişlerdi. Anılan kişi Allah
Resulü'nün (sav) meclisine gelince O, kendisine yüz çevirerek iltifat etmedi.
Adam da orada bulunanlara Allah Resulü'nün (sav) yüzünün değişme sebebini sordu.
Onlar da yaşanan olayı aktardılar"-
Bunun
üzerine adam giderek o cumbayı yıktı. Bilahare Allah Resulü (sav) oradan
geçerken, cumbanın yıkıldığını gördü. Yanmdakilere sorunca sozkonusu şahsın onu
yıktığını haber verdiler. Allah Resulü (sav) de o şahıs için hayır duada
bulundu.
Selefin
binalarında tavan, insan boyundan biraz yüksek tutulurdu. Hasan el-Basri (ra)
şöyle derdi: Allah Resulü'nün (sav) ashabının evlerine girdiğimde elimle
tavana değerdim". Amr b. Dinar ise şöyle demiştir: Kul, binayı altı
arşının üstünde yükseltmeye başlayınca bir melek ona seslenerek şöyle der:
Nereye ey fasıkların fasığı?
Rivayete
göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kendine yetenden daha
yüksek bina inşa eden kişi, Kıyamet günü onu taşıyacaktır". Ömer (ra)
yüksek bir evin önünden geçerken şöyle demişti: "Dirhemler, ancak başlarının
üstünde çıkacağı için (böyle yüksek yapmışlar)". Yine o, valilerinden
birine gittiğinde, gayet yüksek ve sıvalı bir bina yaptığını gördü ve şunu
söyledi: 'Benim, her hain üzerinde iki güvenilir denetçim vardır: Su ve
toprak'. Ardından valinin mal varlığını taksim ederek devlet hazînesine koydu.
Bir haberde
ise şu ifade yeralmıştır: "Yapılan her harcama için kula sevap yazılır. Su
ve toprağa harcananlar hariç". Seleften de şöyle bir söz rivayet
edilmiştir: Allah Teala bir kulun malına karşı hiddetlendiği zaman ona su ve
toprağı musallat eder. Yahya b. Ye-man (ra) şöyle derdi: Süfyan-ı Sevri (ra)
ile yürüyorduk. Görkemli bir kapıya dikkatle baktım. Sevri, 'Ona bakma' dedi.
Bunun
üzerine, 'Ey Ebu Abdullah, herhalde bakmayı mekruh görmüyorsun' dedim. 'Ona
baktığın zaman yaptırana destek olmuş olursun. Çünkü o, sadece ona bakılması
için böyle bir kapı yaptırmıştır. Eğer önünden geçenlerin hiçbiri ona
bakmasaydı, böyle bir kapı yaptırmazdı' dedi. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle
demiştir: Onların gösterişli binalarına bakmayın. Çünkü onlar, bu binaları
sırf sizler için süslerler.
Allah Teala
da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "O ahi-ret yurdunu, dünyada
azgınlık ve fesad istemeyenlere nasip kılarız". (Kasas/83) Bu ayetin
tefsirinde denildi ki: "Yani çokluk ve önderlik sevdası ile binalarla
övünme". Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: "Soğuk ve sıcaktan
korunmak için yapılanlar dışında her bina, Kıyamet günü sahibi için
yüktür".[79][105]
Yine O, evinin darhğından yakınan bir kişiye "Semada geniş ol"
buyurmuştur. Bu hadisin ilk yorumu, 'yani cennette' şeklinde yapılmıştır.
İkinci yoruma göre ise O'nun muradı marifet ve ilimde genişlemedir. O, mekanda
değil bilgide genişliği tavsiye etmektedir.
Şunu bilin
ki zühd, rızkı eksiltmez. Ama o, sabrı arttırıp açlık ve fakirliği daimi kılar.
Bunlar da zahid için dünyadaki mahrumiyetine, mal biriktirme ve rahata erme
sevdasından uzak durmasına karşılık uhrevi bir rızık olur. Zühd de bu rızkın
vesilesi ve sebebi olmuş olur.
Zahidi
dünyadan uzak tutan ve zenginlikten meneden herşey, onun için uhrevi bir rızık
ve Allah Teala'nın nasip ettiği doğru irade ve tedbirli düşünce ile yüksek
dereceler olur. Nitekim ulemadan bir zattan da bu meyanda bir olay
nakledilmiştir: Ona bir bakkal gelerek şöyle dedi: Benden başka bakkal
bulunmayan bir semtte dükkan işletiyor ve iyi satış yapıyordum. Sonra aynı
semtte başka bir bakkal daha açıldı. Acaba bu, benim rızkımı eksiltir mi? Alim,
'Hayır, ama satışını azaltabilir5 dedi.
Oyun oynaşta
olup Allah Teala'nın hükümlerini geçersiz kılan biri, kendi arzularına teslim
oluş ve servetindeki genişliği açıklamak ve dost edindiği ehli dünyaya kendini
haklı göstermek için şöyle diyebilir: Dünyada zühd, benim rızkımdan hiç bir
şeyi eksiltmez. Bu nedenle de, zenginlik, rahatlık, zevklere dalma, mal biriktirme
ve nimetlerden fazlasıyla yararlanma özelliklerine rağmen zühd makamı da
olabilir. Çünkü benim yediğim, sadece benim için takdir edilen rızıktır ve ben
kendi kısmetimi yemekteyim. Bu durumda da benim için zühd makamı, tevekkül ve
rıza halleri sözko-nusu olabilir.
Bu tarz
düşünen biri şöyle de diyebilir: Zühd, servet ve dünya süsleriyle birlikte de
olabilir. O, bu tür konuşmalarla zühdü bilmeyenlere zenginliği yaldızlamakta
ve zahidlerin yollarını bilmeyenleri aldatmaktadır. O, dünyalık uğruna dinini
satanlardan veya yaldızlı sözlerle gafillere aldatıcı bilgiler sunanlardan biri
de olabilir. Bu gibi insanlar hakkında, Ali'nin (kv) "Allah'dan başka
hakem yoktur" diyen Hariciler hakkında söylediği şu söz geçerlidir:
"Hak bir sözle, batıl murad edilmiştir".
O, bu
teşhisinde gerçekten de doğruyu dile getirmiştir. Çünkü Hariciler, üstteki
sözleriyle imamların hüküm ve hakemliklerim iskât ederek adil imama itaati
terketmek istemişlerdir. 'Ben, yalnızca kendi rızkımı yiyor ve eşyadan da
kendi kısmetimi alıyorum' diyen kimse de, asıl itibarıyla nevasına bahane
aramakta ve cahillerin kendisini kınamaları endişesiyle onlar nezdinde bir
özür bulmaya çalışmaktadır.
Aldanan
kişi, aldanış hastalığını bilemez. Bu gibi iddialarda bulunan kimse, dünyadan
rızkını yerken ve Allah Teala'nın bahşettiklerinden kısmetini alırken, bunu
eksilme ve ilahi rızadan uzaklaşma hükmü gereği, aşırı düşkünlük ve hırs
sıfatıyla yapmaktadır. Çünkü hırsız ve gaspedici de kendi rızıklarmı yemekte
ve kendi kısmetlerini almaktadırlar. Ama bunu gazap ve kötü tercih hükmüyle
yapmaktadırlar. Zira Allah Teala, zalimlere rızkın haramını verirken, takva
sahiplerine de onun helalini nasip etmektedir. Bu iki zümre arasındaki fark;
Allah Teala'nın düşmanlarına kötü kaza ve bedbahtlığı eriştirirken, velilerine
de güzel başarı ve mutluluk tercihini ihsan etmesidir.
Bu tür
iddiada bulunan kimse, zühd rızkından kendini mahrum etmiş, fakirlik sevgisi
adına da büyük kısmetinin önemini bilme-miştir. Böylelikle ahiretteki en faziletli
nasibini de eksiltmiştir. Çünkü dünya, ahiretin zıddıdır. Allah Teala kulun
dünya uğruna harcadığını ve onun uğradığında sarfettiği çabaları zahidlerin yolları
karşısındaki derecesinin alçalma sebebi kılmıştır.
Kul, dünya
ile sınanmış ve bu meyanda kendisine bütün nimetlerin kapıları açılarak
samimiyetinin yalancılığından ayrışması murad edilmiştir. O da bu fitneye
kapılarak, geçirdiği imtihanı far-ke dem emiştir. Sonuç itibarıyla eğer bu
müşahedesinde samimi ise, ulaştığında yalancı olmamış olur. Ama bu hali, onun
için günahtan korunmuş ariflerin ilimlerine karşı bir perde olur ve o, bu
ilmiyle azaba derece derece yaklaştırılmış olur. Çünkü bu ilim, dünya ilimlerinden
olup dünyanın yokolmasıyla yokolup gidecek ve ahirette hiçbir meyvası
olmayacaktır. O, bu ilmiyle tuzak kurmuş ve bunu korku ehlinin ilimlerine denk
tutmuştur.
Vera' ehli
zahidlerin müşahedesine gelince; onlar helale titizlikle yaklaşan ve hakkıyla
amelde arzu ve hırslarını terkederek sıdk sahibi olan kimselerdir. Yukarıdaki
zümrenin ikinci kısmına gelince; eğer müşahedelerinde samimi değilseler,
nefslerine zulmetmiş olurlar. Çünkü ulaştıkları noktaya dair iddiaları bunu
gerektirmektedir. Bunlar, şeytanların dostları ve dalalete sevkedenlerin
imamlarıdır. Allah Teala oyun ve eğlencede olanlar için bir fitne hazırlamış
ve onları bu fitneye doğru sürüklemiştir. Onlar, asla takva sahiplerinin imamı
olamazlar. Aksine gafil ehli dünyadan ve insanları saptıran dalalet
imamlarından olurlar. Onlar, imansızlık ve tamahkarlıktan dolayı selef yollarına
kıymet vermez, dünyaya rağbet ederler.
Allah Teala,
yakin sahiplerinin ilimlerine ve müşahedelerinin hakikatlerine denk tuttukları
hususta onlara tuzak kurmuştur. Onlar böylelikle Allah Teala'nın murad ettiği
şekilde dönüp durmakta ve kendilerine kurulan tuzağı farketmemektedirler.
Kendilerinin sunulan nimetler sayesinde derece derece azaba çekildiklerini
görememektedirler. Gerçi bunu bilmeleri de mümkün değildir. Zira Allah Teala bu
meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden
derece derece (azaba) yaklaştıracağız". (A'raf/182); "Onlar bir tuzak
kurdular. Biz de onların hissetmedikleri yönden bir tuzak kurduk".
(Neml/50)
Allah
Teala'nm tuzak kurduğu kimsenin bunu farketmesi ya da azaba derece derece
çekilenin bunu bilmesi, ne kadar uzak bir ihtimaldir! Çünkü tuzak kuran, tuzak
kurucuların en titizi, azaba çeken de hüküm sahiplerinin en hikmetli olanıdır.
Zahir
ilmiyle aldanmaktan Allah Teala'ya sığınır, O'ndan Resu-lü'ne ve ailesine
salat-ü selamda bulunmasını ve bizi tahkik ilminin müşahedesine en güzel
şekilde muvaffak kılmasını niyaz ederiz. Bu söylediklerimiz anlamında
nakledilen birçok hadis ve haber mevcuttur. Mesela dünya ile ahiretin iki kuma
gibi oldukları ve birinin rızasının diğerinde öfke doğurduğu söylenmiştir.
Başka bir haberde ise, bu ikisi doğu ile batıya benzetilmiş ve birine yönelenin,
diğerine sırt çevirdiği bildirilmiştir. Üçüncü bir haberde ise, terazinin iki
kefesine benzetilmişler ve birinin ağır basmasının diğerinin hafiflemesine
yolaçtığı söylenmiştir.
Ömer (ra)
şöyle derdi: Allah'a yemin olsun ki dünya ve ahiret, size ait iki bardak
gibidir. Birini doldurmanız, ancak diğerini boşaltmanızla mümkün olur. Yani
eğer dünya ile dolarsanız, ahiret bakımından boşalır; ahiret bakımından
dolarsanız, dünya bakımından boşalırsınız. Eğer ahiret bardağınızın üçte biri
dolu ise, dünya bardağınızın üçte ikisi dolu olur. Eğer ahiret bardağınızın
üçte ikisi dolu ise, o zaman da dünya bardağınızın üçte biri dolu olmuş olur.
Bu güzel bir benzetmedir. Ama zorluk ve incelik içermektedir.
Seleften bir
zat şöyle demiştir: Dünya nimetlerinden yararlanmakla birlikte zühd sahibi
olan kimse, ellerindeki suyu balıkla yıkayan kimseye benzer. Başka bir zat ise
şöyle demiştir: Dünyayı talep etmesine rağmen zühd gösteren kimse, çıra
ağacıyla ateş söndürene benzer. Şam halkının zahidlerinden bir zat, insanlara
zühdü anlatırdı. Reca b. Hayye de Şam'ın en tanınmış fıkıh alimlerinden
biriydi. Bir gün o zahid camiye gelmedi. Caminin müezzini onun yerine konuşmaya
başlayınca, Reca sesin sahibini yadırgadı ve 'Bu da kim?' diye sordu. Konuşan
kişi de, 'Ben falanım' diyerek kendisini tanıttı. Bunun üzerine Reca şöyle
dedi: 'Sus, Allah sana afiyet versin. Bizler zühdü, ancak ehlinden dinlemek
isteriz. Bu olayın değişik bir naklinde ise, 'Biz vaazı, ancak zühd ehlinden
dinlemek isteriz' dediği bildirilmiştir.
İsa (as)
rivayete göre şöyle buyurmuştu: "Dünya ehlinin mallarına bakmayın. Çünkü
onların mallarının pırıltısı, sizin imanınızın nurunu söndürür". Ulemadan
bir zat ise şöyle demiştir: Mala çok bakmak, imanın tadını emip bitirir. Bir
hadiste ise, Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her ümmetin bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise dinar ve
dirhemdir". Buzağının aslı, süs takılarmdandır.
Allah Teala
buyurdu ki: "Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte erittikleri
şeylerden de bunun gibi bir posa (çıkar)". (Ra'd/17) Bu ayet-i kerimeyi
dinleyen kişi şu hadisi de rahatlıkla anlayacaktır: "Doğan hiçbir gün
olmaz ki dört melek çıkarak dört farklı sesle ufuklarda nida etmesinler.
Onların ikisi batıda ikisi de doğudadır. Doğudaki iki melekten biri şöyle nida
eder: Ey hayır dileyen gel/yap. Ey şer dileyen sakın yapma. Diğer melek de
şöyle nida eder: Allahım, infak edene iyi nesil, cimriye soy kopukluğu ver. Batıda
olan meleklerden biri şöyle nida eder: Ölüm için doğup harap olması için bina
yapın. Diğeri de şöyle nida eder: Hesabınızın uzaması için yiyin, zevk
alın".
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Allah Teala, itaat edenlerin aşinalığını Zatı'na has kılmak
için dünyayı yalnızlıkla damgalamıştır. Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) şöyle dua
ettiği rivayet edilmiştir: "Aliahım, Sen'den nefsimin yarısı için zillet,
aynı miktarda da zühd niyaz ederim". Ariflerden bir zat şöyle demiştir:
Marifetle birlikte varolan fakirlik dışında herşey hazinelere atılmış haldedir.
O da hüküm altına alınmış ve mühürlenmiştir. Allah Teala onu ancak şehidlerin
tabiatıyla tabiatlanmış olanlara verir.
Dünya
alimlerinden bazıları zenginliğin fakirlikten üstün olduğu yönündeki iddialarını
teyid etmek için Allah Teala'nm "Bu, Allah'ın lütfudur ve onu dilediğine
verir" (Hadid/21) buyruğunu tevil edebilirler. Halbuki akıl sahipleri
nezdinde burada kasdedilenler bizatihi fakirlerdir. Çünkü ayetin başında
fakirlere hitaben şöyle buyrulmaktadır: Eğer böyle yaparsanız, sizden
öncekilerden hiç biri sizi geçemediği gibi, sonrakilerden hiç biri de size
ulaşamaz. Bu söz, Allah Resulü'nden (sav) de sabit olduğu için sahihtir. Çünkü
O, fiillerinde olduğu gibi sözlerinde de masumdur. O'nun sözünün başının
sonuyla çelişmesi düşünülemez. Sonradan gelen, öncekine hamledilir. Değişmesi
ise düşünülmez. Çünkü burada bir şey haber verilmektedir. Dolayısıyla ondan
rücu etmek, caiz olmaz.
"Zenginler,
fakirlerin emrolundukları fiilleri yapınca fakirler Allah Resulü'nün (sav)
huzurunda zenginlerin kendilerinden daha faziletli oldukları hissine kapıldılar
ve O'na başvurarak buyruğunun ne anlama geldiğini sordular. Allah Resulü (sav)
de, 'Acele etmeyin, benim size söylediğim, aynen ifade ettiğim gibi Allah Teala'nm
lütfü olup onu dilediğine verir. Sizler de Allah Teala'nm vermeyi
dilediklerisiniz". Böylelikle ayetle ilgili yaptığımız izah sahih, onların
tevili ise batıl olmaktadır. Allah Resulü'nün (sav) ilk buyruğu da bunun
delilidir. O'nun ikinci buyruğu ise, birinci buyruğuna uygunluk arz
etmektedir. Dolayısıyla ilk sözü, sonraki sözüyle çelişmemektedir.
Zeyd b.
Eşlem kanalıyla Enes'ten (ra) rivayet edilen açıklayıcı hadis-i şerifte de bu
husus ortaya konmaktadır. Sözkonusu hadis şöyledir: "Fakirler, Allah
Resulü'ne (sav) bir elçi gönderdiler. Elçi O'na şöyle dedi: 'Ben, fakirlerin
sana gönderdikleri elçiyim'. Allah Resulü de (sav) ona, 'Merhaba sana ve
yanından geldiğin insanlara ki halk içinde onları severim' buyurdu. Elçi, 'Ey
Allah Resulü, zenginler cennete giderler çünkü haccedebilirler, biz ise buna
güç yetiremeyiz. Onlar umre yaparlar, [80][106]biz ise bunu
yapamayız. Hastalandıkları zaman da malları sayesinde kendileri için sadaka
gönderirler' dedi.
Allah Resulü
(sav) de şöyle buyurdu: Fakirlere benden şunu ulaştır: 'Eğer onlar
sabrederlerse, onlar için zenginlere birinin dahi verilmeyeceği üç faziletin
bahsedilmesini umarım. İlki, cennette öyle odalar vardır İd, cennet halkı
onlara dünya halkının yıldızlara baktığı gibi bakarlar. Bu odalara, ancak fakir
peygamber, fakir şe-hid ve fakir müminler girebilirler, ikinci üstünlükleri
şudur ki onlar, cennete zenginlerden yarım gün önce girerler. Bu da beşyüz yıldır.
Üçüncüsü de şudur: Zengin 'Sübhanallah vel hamdü lillah, vela ilahe illallahü
vallahü ekber' dediğinde, eğer fakir de aynı tesbihat-ta bulunursa, zengin asla
fakirin mertebesine ulaşamaz. İsterse bu uğurda onbin dirhemi sadaka etsin.
Hayır işlerinin tümü için bu geçerlidir'. Fakirlerin elçisi, Allah Resulü'nün
(sav) bu mesajıyla yanlarına döndü.
Fakirler de, 'Hoşnut olduk, memnun olduk' dediler". Bu hadis de
bizim yorumumuzun sıhhatini göstermektedir. Yukarıdaki hadis-i şerif ile aynı
mealdaki daha kısa bir hadisi ise, İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar kanalıyla
İbni Ömer'den (ra) rivayet etmektedir: "Allah Resulü (sav) ashabına şöyle
buyurdu: İnsanların en hayırlısı kimdir? Onlar da, 'Malı bol olup, Allah
Tea-la'nın malı ve canı üzerindeki haklarını eda edendir1 dediler. Allah Resulü
(sav) 'O ne kadar da güzel bir kimsedir. Ancak o değildir* buyurdu. Bunun
üzerine sahabe, Teki insanların en hayırlısı kimdir?' diye sordular. O da,
'Allah için çabasını ortaya koyan fakir mümindir' buyurdu".[81][107]
Görüldüğü gibi sahabe, insanların en hayırlısını tesbit ederken Akli bilgiye
başvurmuş, Allah Resulü (sav) ise onları yakini bilgiye havale etmiştir.
Zenginin
halini, fakirin halinden üstün gören için de bu geçerlidir. Çünkü o, ilme akıl
gözüyle bakmaktadır. Halbuki ahiret ve hakikat, ancak yakın gözüyle müşahede
edilebilir. Yukarıdaki hadis nassı, fakirlerin halini üstün tutmaktadır. Buna
rağmen zenginin halini üstün görmeye devam eden kimse Allah Resulü'nün (sav)
sünnetine karşı inatçı kesilmiş olur. Eğer alim ise, en iyi durumda hadisleri
yeterince bilmediği düşünülür. Cahil ise, onun bu cehaletteki konumu, kendisi
için ilim hakkında hevasıyla konuşmasından daha zararlıdır.
Konuyla
ilgili başka bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleri, cennete en çabuk
yerleşecek olanları ise zayıflarıdır". Yine O Bilal'e (ra) şöyle
buyurmuştur: "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş, O'na zengin olarak
kavuşma. Bunun üzerine Bilal fra) 'Bu nasıl olacak?' diye sordu. Allah Resulü
(sav) de, 'Senden birşey istendiğinde engel olma. Sana birşey verildiğinde ise
onu saklama' buyurdu". Gördüğünüz gibi Allah Resulü (sav) sahabenin en
güzide şahsiyetlerinden biri olan Bilal'e (ra) Allah Teala'nm rızasına en
yakın hallerde bulunmayı emrederken fakirliği telkin etmektedir.
Haller
arasında fakirlik halinin konumu, iman içinde akinin konumuna benzer. Nitekim
O, İbni Ömer'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala için rıza ve yakın ile
amel et. Eğer olmazsa, hoşlanmadığın birşeye karşı sabretmende de çok büyük
hayır vardır". Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) faziletinden dolayı
sabrı yakın mertebesine yükseltmiştir. O, Bilal-i Habeşi'yi de (ra)
fakirliğinden dolayı yüceltmiştir. Çünkü fakirlik haller arasında itibarlı bir
mertebeye sahiptir.
Allah Resulü
(sav), Bilal (ra) hakkında ancak kendi için razı olduğu halden razı olmuştur.
Böylelikle fakirlik, yakin sahibinin belirgin hali olmuştur. Zira ahireti
açığa çıkarıp gösteren odur. Zenginlikte şükür ise, müminin halidir. Çünkü o,
dünyayı da bulmaktadır. Buna göre de, fakir zahidin zengin şükür sahibine
üstünlüğü, ahireti müşahede eden yakin sahibinin cehd sahibi yakin ehline
üstünlüğü mesabesinde olmaktadır.
Ata'nın Ebu
Said el-Hudri'den (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav)
şöyle buyurmuştur: "Alîahım beni fakir olarak vefat ettir. Beni zengin
olarak vefat ettirme". Zaten bunu kendi için temenni etmeseydi, Bilal-i
Habeşi'ye de emretmez ve ona "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş" diye
emir buyurmazdı. İbni Ömer'i de (ra) makamların en gizlisine davet ederek,
"Allah Teala için yakin içinde rıza ile amel et" diye emretmezdi.
Meşhur bir
hadiste de Allah Resulü'nün (sav) kendisi için dua ederek Allah Teala'dan
kendisine yoksul olarak can verip, yoksul olarak canını almasını ve yoksullar
zümresinde hasretmesini niyaz ettiği rivayet edilmiştir.[82][108] Bütün bu
hadis ve haberlerde fakirliğin üstünlüğü ve fakirlere verilen değer teyid
edilmektedir.
Allah Resulü
(sav) yukarıda da naklettiğimiz üzere, "Ümmetimin fakirleri cennete
fakirlerinden beşyüz yıl önce girerler" buyurmuştur. İsa'nın da (as)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben, yoksulluğu çok sever ve zenginin
malına buğzederim. Çünkü malda birçok illet mevcuttur. Bunun üzerine
yanındakiler, 'Ey Ruhullah, eğer o malı helalinden kazanıyorsa?' diye sordular.
O da, 'Onu kazanma çabası, kendisini Allah Teala'nm zikrinden alıkor'
buyurdu".
Vehb b.
Münebbih, İbni Abbas'a (ra) şunu söyledi: 'Biz, Tevrat'ta salah sahibi fakirin
zengin salihden daha hayırlı olduğunu görüyoruz'. O da şöyle karşılık verdi:
'Görmez misin ki Allah Teala'ya en sevimli gelen kul, fakir ve salih olandır.
Bir yerde de şöyle denilmiştir: "İsa (as) için isimlerin en sevimli
olanı, kendisinin 'Ey yoksul!' diye çağrılmasıydı". Başka bir yerde de,
onun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zengin olmak için günah
işler. Fakir olmak için günah işlemez". Hikmet ehlinden bir zat ise, bu
anlamda şu manzumeyi söylemiştir:
Ey zenginlik
umarak fakirliği kınayan, Zenginliğin aybı daha büyüktür eğer anlasan,
Zenginliğe kavuşmak için işlerken günah Fakir olmak için işlemezsin hiçbir
günah.
Ata', Ebu
Said el-Hudri'nin şu haberini nakletmiştir: "Ey insanlar, darlık ve
yokluk, sizi helal dışında rızık aramaya sevketmesin. Çünkü ben Allah
Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu duydum: Al-lahım, beni fakir olarak vefat
ettir. Beni zengin olarak vefat ettirme ve beni yoksullar arasında
hasret".
Lokman (as)
oğluna öğütte bulunurken şöyle demiştir: "Ey oğul, dinin düzgünlüğüne en
çok yardım eden ahlak esaslarından biri de dünyada zühddür. Çünkü dünyada zühd
sahibi olan, Allah Teala'nm katmdakine rağbet eder. Allah'ın katmdakine rağbet
eden kimse ise, yalnız O'nun İçin amelde bulunur. Allah Teala ise ancak Kendisi
için amelde bulunana ecir verir".
Havariler
İsa'ya (as) hitaben şöyle demişlerdi: 'Ey Ruhullah, biz senin namaz kıldığın
gibi namaz kılıyor, senin oruç tuttuğun gibi oruç tutar, bize emrettiğin gibi
Allah'ı zikrederiz. Ama senin yaptığın gibi suyun üstünde yürüyemiyoruz. Bunun
üzerine İsa (as) şöyle dedi: Söyleyin bana dünya sevginiz nasıl? Onlar da,
'Biz dünyayı seviyoruz' dediler. O da, 'Dünya sevgisi, dini ifsad eder. Benim
için dünya, taş ve çamurdan ibarettir5 dedi". Başka bir rivayette ise
şöyle denilmektedir: "İsa (as) bir taş aldı ve, 'Hangisini istersiniz,
bunu mu yoksa dinar ve dirhemi mi?' diye sordu. Sonra da, 'İkisi de benim
nazarımda eşittir1 dedi". Denir ki: "Her kimin dünyadaki zühdü
altınla taş gözünde eşitlenecek kadar sıhhatli olursa, suda yürür". Bu söz
avam arasında o kadar yaygınlaşmıştır ki, şair şöyle bir beyit söylemiştir:
Eğer dünyadaki
zühdün, vuslattaki zühdün kadar olursa, Hiç kuşkusuz suyun üzerinde de
yürürsün.
İsa (as)
hakkında şu olay nakledilmiştir: "İsa (as), bir seyahatinde abasına
bürünmüş yatan bir adam gördü. Onu uyandırdı ve şöyle dedi: 'Ey uyuyan, kalk ve
Allah Teala'yı zikret'. Adam kalktı ve 'Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı
ehline bıraktım' dedi. İsa (as) ona şöyle dedi: Uyu ey dostum, öyleyse
uyu".
Başka bir
rivayette ise Musa (as) hakkında şu olay nakledilmiştir: "O, toprağın
üstünde uyuyan bir adama rastlamıştı. Kafasının altında bir kerpiç vardı, yüzü
ve sakalları toprağa gömülmüştü. Adamcağızın üstü de bir aba ile örtülüydü.
Musa (as), 'Ey Rabbim, bu kulun dünyada zayi olmuş' dedi. Bunun üzerine Allah
Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Ey Musa, bilmez misin ki Ben, kuluma
bütün zatımla nazar ettiğimde onu dünyadan tamamıyla uzaklaştırırım?"
Allah Teala, peygamberi İsmail'e (as) şöyle vahyetmişti: "Beni, kalbi
kırıkların arasında ara'. O, 'Ey Rabbim, onlar kimlerdir?' diye sordu. Allah
Teala, 'Sıdk sahibi fakirlerdir' buyurdu". Bu haber, sanki 'Seni nerede
bulabilirim?' diye Rabbine soran Musa'ya (as) yönelik vahyedilen 'Kalbi
kırıkların yanında' buyruğunun tefsiri gibidir.
Sonraki
ulemadan Ahmed b. Ata', kalbindeki bir kuşkudan dolayı zenginin halini fakirin
halinden üstün tutardı. Bir şeyh ona, sözkonusu iki sıfattan hangisinin daha
faziletli olduğunu sorduğu zaman, 'Zenginlik, çünkü o, Hak Teala'nm sıfatıdır1
demişti. Bunun üzerine şeyh kendisine şöyle dedi: 'Allah Teala, sebebler ve
arazlarla zengindir1. Bunun üzerine İbni Ata sustu ve tek bir kelime dahi
söylemedi. Gerçekten de şeyhin sözü doğrudur. Çünkü Allah Teala sıfatı gereği
zengindir. Fakir de bu anlamda üstünlüğe daha layıktır. Çünkü o, sebeblerle
değil iman sıfatıyla zengin ve müstağnidir. Bu durumda da daha üstün ve fazilet
sahibi olması gerekir. Zengin ise, sebebleri toplamasına rağmen kalben
dağınıktır. Dolayısıyla da içinde bulunduğu kuşku ve tereddüt halinden Ötürü
fakirden daha alttadır.
el-Hawas,
Ahmed b. Ata'mn bu görüşüne muhalefet ederek doğruya ulaşmıştır. O, marifet
bakımından îbni Ata'mn üstünde bir zat idi. Şerefü'l-Fakr isimli eserinde şöyle
demektedir: "Fakirlik, Hak Teala'nın sıfatı, yani O'nun fakirler için
kullandığı bir sıfatıdır." Bu tevili ile bizimle aynı düşünceyi paylaşmaktadır.
Buna göre Allah Teala, bütün sebeblerden uzak ve beridir. Ahmed b. Ata'mn düştüğü
bir diğer yanılgı da şudur: Eğer zenginlik, Hak Teala'nın sıfatı olduğu için
zenginin fakirden üstün tutulması gerekseydi, cebbar ve mütekebbir olanların,
övgü, izzet ve hamdedümeyi sevenlerin diğerlerine göre üstün tutulması
gerekirdi. Çünkü bütün bu sıfatlar da Allah Teala'nın sıfatlarıdır. Ama bütün
kıble ehli, bu sıfatlara sahip olan insanların kınanması yönünde ittifak
etmişlerdir.
Zenginlik
sıfatına Allah Teala'nm zenginlik sıfatıyla aynı anlamda sahip olan biri,
sözkonusu ilahi sıfatın izzet ve kibriya ile birlikte bulunmasından dolayı
zemmedilme konumunda olacaktır. Doğru olan, Hak Teala'nın sıfatlarım yalnız
O'na ait görmek ve bu noktada hiçbir beşerin ortaklık ve rekabetine izin
vermemektir. İşte bütün bu hakikatler çerçevesinde Ahmed b. Ata'mn sözleri
boşa çıkmaktadır. Allah Resulü (sav) de sahih bir kudsi hadiste Allah Teala'nm
şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İzzet Benim izarım, kibriya/ululuk ise
ridamdır. Her kim bunlarda Bana rekabet ederse onu cehennemde
mahvederim".[83][109]
Havas ve
avamdan hiçkimsenin marifet ve ilminde kuşku sahibi olmadığı yoldaşlarımızdan
biri olan Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah da fra) Ahmed b. Ata'nm fikrine karşı
çıkmış ve şöyle demiştir: Her kim, zenginlik, beka ve izzet isterse, Allah
Teala'nın sıfatlarında rekabete girişmiş olur. Bu sfatlar, rububiyet sıfatları
olduğu için de böyle birinin helakinden endişe edilir.
Bu bilgiler
sabit olduğu zaman da fakirlik daha faziletli olmaktadır. Çünkü fakirlik,
kulluk sıfatlarmdandır. Fakirlik sıfatını taşıyan kimse, kulluğun hakikatine
de ermiş olur. Zira kulluğun sıfatları, aynı zamanda iman ahlakının
esaslarıdır. Allah Teala da müminlerde bu gibi sıfatları görmek istemiştir.
Zillet, korku, tevazu ve fakirlik bu sıfatlardan bazılarıdır. Rububiyet
sıfatlan ise, Allah düşmanı zorba, cebbar ve mütekebbirlerin kalplerinin
müptela kılındığı sıfatlardır. Bunlara örnek olarak da izzet, kibir ve beka sıfatlarını
zikredebiliriz. Zenginlik de bunlara katılan bir sıfattır.
Hasan
el-Basri (ra) şöyle demiştir: "Allah Teala'nın bekayı ancak en çok
buğzettiği mahluk olan İblis'e verdiğini gördüm". Alimler de bu
istikamette düşünürler ve şöyle derlerdi: "Dünyada bekayı arzu etmeyin.
Çünkü mahlukatm en kötüleri, beka bakımından en uzun olanlarıdır ki onlar da
şeytanlardır". Zenginlik, ancak beka arzusuyla istenen bir haldir.
Rivayete
göre Cüneyd (ra) bu meselede Ahmed b. Ata'ya lanet etmiş ve bedduada
bulunmuştur. Cüneyd (ra) onun bu fikrini bütünüyle inkar etmiştir. O şöyle
derdi: Sabreden fakir, hallerinin gereğini yapma noktasında eşit olsalar bile
şükreden zenginden daha üstündür. Çünkü zengin nefsini doyurmakta ve sıfatının
nimetlerinden yararlanmaktadır. Sabreden fakir ise, acılar ve sıkıntılar
içindedir. Bu da onun zenginden üstün kılınmasını sağlamaktadır. Hakikat,
Cüneyd'in (ra) ifade ettiği gibidir.
Ahmed b.
Hanbel (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey fakirliğe denk değildir. O da, fakirin
halini üstün tutar, sabreden fakirin şanını yüceltirdi. Mervezi şunu nakleder:
"İmam Ahmed b. Hanbel'e fakirlerden biri bahsedildi. Onu yüceltmeye ve
durumunu merakla sormaya başladı. Bunun üzerine, İlme ihtiyacı var mıdır?'
diye sordum. Bana şöyle dedi: 'Yazık sana sus. Onun fakirliğe karşı sabrı ve
sıkıntılarını göğüsleyişi, ilmin büyük bölümünden daha hayırhdır. Ardından da
şunu söyledi: 'Onlar, bizden çok daha hayırdır. Derim ki, her kim zenginlik
halini yoksulluk halinden üstün tutarsa, o yoksulluğun acısını ve lezzetini
tatmamış demektir. O, fakirliğin zorluğuna aldanarak lezzetini kaybetmiştir.
Eğer o, fakirliğin sıkıntı ve tasalardan kaynaklanan acısını tatsaydı, onu daha
üstün tutardı. Ama zühd ve rızadan kaynaklanan lezzeti tattı nisaydı, o zaman
fakirliği üstün tutmazdı".
Rivayete
göre İblis şöyle demiştir: "Zengin, üç özellikten biri sebebiyle benden
kurtulamaz. Ben ona mal sevgisi aşılarım ve haksız yere onu kazanır, veya onu
haksız yolda harcar, ya da onu hakkı olandan meneder". Eğer şeytan
fakirliğin en faziletli hal olduğunu bilmeseydi, ona giden yolun üstüne
oturmazdı. Nitekim o, Kur'an'da nakledilen sözünde şöyle demektir: "Onlard
saptırmak için) kesinlikle Senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım"
(A'raf/16) Diğer bir ayette de onun bunu nasıl yapacağı açıklanarak şöyle
buyrulmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder". (Bakara/268)
Yani sizi onunla korkutul'. Sıdk sahibi fakir gelir ve ahi-rete götüren
dosdoğru yola girerse, Allah Teala'nın verdiği kuvvetle şeytanın korkutmasını
bir kenara atar. Denildi ki: Zenginlikleriyle gıpta eden zenginler, şeytanın
korkutmasının etkisinde kalanlardır.
Şeytan
fakirlere gelerek onları korkutmuş ve kötülüğe duçar kılmıştır. Bunu Allah
Teala'nın şu buyruğunda da görmekteyiz: "İşte bu şeytan, ancak kendi
dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer müminlerseniz, Ben'den
korkun". (Al-i İmran/175) Şeytanın dostları, onun korkutmasını kabul
etmiş, Rahman'm teşvikine muhalefet etmişlerdir.
Sonuç
itibanyla da onlar, haklannda şöyle buyrulan kimseler gibi olmuşlardır: "İnsanlardan
kimi de, Allah'a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzüstü
dönüverir. O dünyayı kaybetmiştir, ahireti de". (Hac/11) Zahidlerin
diğerlerine üstünlüğü, orta yolu tutmuş olmalarıdır. Orta yol, insanların çoğunun
kaçtığı yoldur. Zahidler, Allah Teala'ya tevekkül etmiş ve ehli dünyanın
endişelerine karşı Rablerinin takdirine rıza göstermiş kimselerdir. Rableri de
onlara yetmiştir. [84][110]
Dünya, her
kula heva olarak verilen bir nasiptir. Her kim şehvetleri kalbinden uzak
tutar, nasibinde zühd sahibi olur ve kınanmış hevaya karşı nefsine malik olursa
bulunması varsayılan zühde ulaşmış olur. Her kim de mubah olan nasibinde zühd
gösterirse -ki bu, ihtiyacının fazlası olan herşey için geçerlidir-, üstün tutulan
zühd (=zühd-i mufaddal) derecesinde bulunmuş olur. Bu zühd, kişinin
organlarına racidir. Çünkü, kişiye açılan dünya kapıları ve onu sürükleyen
dünya yolları organlardan ibarettir.
Dünyanın
haram kılman lezzet ve nimetleri hususunda gösterilen zühde gelince, bu da
müslümanlarm umumunun zühdü olup onların islam ve teslimiyetleri bu zühd ile
güzelleşir.
Dünya
nimetlerinin şüphelileri hususunda gösterilen zühd ise, vera' ehlinin zühdüdür.
Bu zühd ile onların imanları kemale erer. Dünyanın helal nimetleri noktasında
gösterilen zühde gelince, kişinin ihtiyaçlarının fazlası noktasında gösterdiği
bu zühd, zühd ehli zahidlerin zühdüdür ki onunla yakini imanları saflık
veduruluk kazanır. Amr b. Meymun, Zübeyr b. el-Avvam (ra) vasıtasıyla Allah
Resulü'nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Allah Resulü Zü-beyr'e
şöyle buyurmuştu: 'Ey Zübeyr, şehvetler bastırdığında ve Allah Teala'mn haram
kıldığı şüpheli hususlarda samimi bir titiz-lik/vera' ile nefsine karşı savaş.
Böyle yaparsan cennete hesapsız girersin".
Sehl, zühdün
faziletleri ve en yüksek makamları hakkında şöyle derdi: "Kulun zühdü, şu
üç hususta zühd göstermedikçe tamama ermez: Allah Teala'ya yakınlaşmak
gayesiyle iyilik yolunda harcamak istediği dirhemde. İbadetlerde bedenini
örttüğü giysisinde. İbadete gücünün yetmesi için alacağı gıdada". O, bu
sözü ancak zühdü makamların en yücesi olarak gördüğü için söylemiştir. Zira o
şöyle derdi: "Bütün alim ve abidlerin sevabı zahidlere verilir, sonra da
müminlere amellerinin sevapları taksim edilir".
Onun konuyla
ilgili bir diğer sözü de şöyledir: "Hiç kimse Kıya-met'e, vera sahibi bir
alim ve zühd sahibinden daha faziletli olarak ulaşamaz". Yine o, şöyle
demiştir: "Zühd ancak korku ile elde edilir. Çünkü korkan kişi
terkeder". Sehl, zühdü korkunun makamlarmdan biri kılmış, hem ve tasanın
ziyadesini onun üstüne çıkarmıştır. Mesruk, İbni Mesud'un (ra) şu sözünü
nakletmiştir: "Kalben zahid olan birinin kıldığı iki rekat namaz, kıyamete
kadar ibadet çabasında olan abidlerin bütün ibadetinden Allah Teala nezdinde
daha hayırlı ve daha sevimlidir".
Ariflerden
bir topluluğa göre zühd için sınır ve nihayet yoktur. Çünkü bu, ancak dünya
kapılarıyla ilgili bütün ince bilgilerin ve hevayla ilgili en gizemli
noktaların onlar tarafından_bilinmesiyle mümkün olabilir. Bir kısım arif ise,
zühdün-sen sınırının olduğunu belirmiş ve şöyle demişlerdir: "Zühdün son
sınırı, nefs için bir zevk ve rahatlığın sözkonusu olabileceği herşeyde zühd ve
vera' sahibi olmandır".
İsa (as)
hakkında şöyle bir husus rivayet edilmiştir: "O, başının altına bir taş
koydu. Başı yerden yukarı kalktıkça sanki rahatlar gibi görünüyordu. İblis,
karşısına çıktı ve şöyle dedi: Ey Meryem oğlu, sen dünyada tamamen zühd sahibi
olduğunu iddia etmiyor muydun? O da, 'Evet' dedi. Bunun üzerine İblis, 'Peki ya
bu başının altına koyduğun şey ne oluyor?' Bunun üzerine İsa (as) taşı fırlatıp
attı ve şöyle dedi: 'Bu bıraktığım da misliyle sana olsun".
Zekeriya
peygamberin (as) oğlu Yahya peygamber (as) hakkında da şu hadise
nakledilmiştir: "Bir defasında kaba bir yün elbise giymiş ve giysisi
derisini yaralamıştı. Bunun üzerine annesi, keçeden yapılma zırhını çıkartarak
yünden bir cübbe giymesini istemiş, o da annesinin dileğine uymuştu. Allah
Teala kendisine vahiyde bulunarak, 'Ey Yahya, sen dünyayı tercih ettin' buyurdu.
Bu vahiy üzerine yün cübbesini çıkartarak keçeden zırhını tekrar giydi".
Hasan
el-Basri (ra) şöyle derdi: Ümmetin en hayırlılarından yetmiş zatı idrak ettim.
Onların esvapları dışında bir giysileri yoktu ve yer ile kendi bedenleri
arasına hiçbir örtü koymazlardı. Onlardan biri uyumaya niyetlendiği zaman,
toprağa uzanır ve giysisini üstüne örterdi. Bilin ki ben, nimetlerin özünün şu
üç nimette varolduğunu gördüm. Bunlar da, ancak zühd ile tamam bulurlar. Nimetlerin
aslı ve esası, islamdır. Çünkü İslam'ın ardında birçok makam varolup insanlar
bunlarda tevhidin hakikatini bulmada yanılırlar. Sonra ikinci nimet gelir ki o
da; Sünnet'tir. Çünkü onun ardından birçok bidat gelir ki, insanların çoğu da
sünnetin hakikatini anlamada yanılmışlardır. Üçüncü nimet ise, Allah Teala'yı
bilmektir. Çünkü bunun ardında O'nun kudret ve ululuğuna dönük çok derin bir
cehalet mevcuttur. Sonra da dünyada zühd gelir ki her kim, bu üç nimetle
beraber zühde nail olursa, onun hakkında bütün nimetler kemale ermiş olur. O artık,
haklarında nimetin tamama erdiği sıddıklar, nebiler, şehitler ve salihlerle
birliktedir. Çünkü zühdün gerisinde şüphelere yönelik büyük bir hırs ve şehvetlere
dönük gemlenemez bir arzu mevcuttur.
Sehl fra)
şöyle derdi: Zühd, sünnetin ve şu ayet-i kerimeye tabi olmanın şartı olarak
görülür: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun". (Al-i
îmran/31) Allah Resulü'ne (sav) uymak sünnettir. Böyle davranan kişi zühd
sahibi bir zahid olur.
Zahidler de,
ne için zühd gösterdiklerine bağlı olarak zühdün değişik makamlarında yer
alırlar. Onların bu makamları, müşahede derecelerindeki farklı makamlara
benzer. Zahidlerden kimi, Allah Teala'yı yüceltmek için zühd gösterir. Kimisi
de Allah Teala'dan haya ve utancından dolayı zühd gösterir. Kimileri de Allah
Teala'dan duydukları korku sebebiyle zühd gösterirler. Bazıları da Allah
Teala'nm vaadlerinden ümitvâr olma sebebiyle zühd gösterirler. Kimi zahidler
de O'nun emirlerine koşturmaları nedeniyle zühd sahibi olurlar.
Kimisi de,
Allah Teala'ya olan muhabbetlerinden dolayı zühd gösterirler. Bunlar, zühd
ehlinin en üstte yer alanları dır. Bir de hesap günü beklemenin uzaması ve
hesapta sorgunun derinleştirilmesi korkusuyla zühde yönelenler vardır ki
bunlar, zühd ehlinin en alt derecesinde yeralırlar. Denildi ki: Kıyamet günü
iki dirhemi olanın hesabı, bir dirhemi olanın hesabından daha ağır olacaktır.
Takva sahiplerinin yolu, dünyada herhangi bir şeyden iki taneye sahip olanların
giremeyeceği bir yoldur. Kendisine dünyalık verilen bir insana şöyle denir: Onu
üçte birler olarak al: Üçte biri tasa, üçte biri meşgale ve üçte biri de hesab
olarak. Zengin biri hesap için durdurulduğu zaman, eğer arkasından yüz susamış
deve gelse, ondan çıkan terle susuzluklarını giderirler ve o bu ter içinde
beklerken, cennetteki meskenleri görür.
Kalplerine
bu hakikatlerin sindiği vera' ehli, hesabın uzamasına karşı büyük bir korku
içinde olmuşlardır. Bu nedenle de mal toplama ve diğerlerine engel olma
noktasında zühd sahibi olmuş, sorgunun hafiflemesi ve Kıyamet'in dehşetinde
daha kısa süre bekletilmek arzusu ile fuzuli emelleri terketmislerdir. Dünyada
zühd sahibi olmanın tezahürlerinden biri de, fakirliği, fakirleri ve onlarla
kendi ortamlarında sohbet ederek onlara karşı alttan almayı sevmektir. Mutarraf
(ra) dökük giysisi içinde yoksulların meclisinde oturur ve bu şekilde Rabbinin
yakınlığını kazanmayı umardı.
Muhammed b.
Yusuf el-Isfahani de zühd sahibi bir alimdi. Hatta bazıları onu, Sevri'den (ra)
üstün tutarlardı. Ama o, fazla tanınma-mayı tercih ederdi. Bu yüzden de sadece
alimler kendisini tanırlardı. O, Allah Teala'yı en güzel şekilde gözetmesi ve
sürekli uyanık davranması sebebiyle bulunduğu anda yapabileceği en faziletli
ameli eda ederdi. Bir defasında İbni Mübarek kendisini Masise'ye çağırmıştı.
Bunun üzerine el-Isfahani'yi tanıyan yanındakiler, onun ancak şehrin en
faziletli yerinde olmak isteyeceğini söylediler ve oranın da camii olacağını
belirttiler. İbni Mübarek de kendisini camide görüşmeye çağırdı. Yanındakiler,
camide de en faziletli yere oturacağını söylediler. Bunun üzerine onu
fakirlerin bulunduğu bölüme çağırdı.
Muhammed b.
Yusuf camiye gelir gelmez, fakirlerin bulunduğu yere girdi, başını eğdi ve
fakirlerin arasında tanınmaz hale geldi. Ona göre şehirde en faziletli yer,
cami idi. Çünkü camide kılman namaz başka yerde kılman elli namaza bedeldi.
Camide de en faziletli kısım, fakirlerin toplandığı kısımdı. Hallerin en
faziletlisi de tanınmazlık haliydi. O, işte bu nedenle kendini fakirlerin
arasına atarak tanınmaz kılmıştı. Böylelikle her amelin en faziletlisine nail
olmuş oluyordu.
Allah
Teala'nm üstündeki nimetini müşahede ederek fakirliğinden kıvanç duymak da
zühdün göstergelerinden biridir. Allah Teala'nm kendisine nasip ettiği
fakirliğin elinden alınmasından ve zühdünden çevrilmesinden korkmak da
zühddendir. Zengin de, zenginliğiyle kıvanç duyarak fakirliğe düşmekten endişe
eder.
Zühd sahibi,
zühdün tadım aldığı zaman Allah Teala'yı kalbinden bilinceye kadar devam eder.
Böyle bir zahid için, azlık çokluktan, alçakgönüllülük izzetten daha sevimlidir.
O, birliği çokluğa tercih eder. Tanınmazlık, onun için şöhretten daha güzeldir.
Bütün bunlar, onun zühdündeki ihlasını gösterir.
İsa (as) ve
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Dört şey
vardır ki ancak severek idrak edilebilirler: Suskunluk ki ibadetin başıdır.
Tevazu; zikri çoğaltmak ve eşyayı azaltmak". Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle
demiştir: "Kişi, belayı nimet, refahı ceza saymadıkça alim olamaz".
Selef-i salihden bir zat şöyle demişti: "Kul, fakirlik kendisine zenginlikten
daha sevimli, alçakgönüllülük de izzetten daha yeğ gelmedikçe tam anlamıyla
fıkhet-miş olamaz".
Maktu' bir
hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Kul, tanınmamak kendisine
tanınmaktan, eşyanın azlığı çokluğundan daha boş gelmedikçe iman hakikatine ermiş
olmaz". Selef-i Salih her fırsatta şöyle derlerdi: Allah Teala'nm bizi
menettiği dünyalıklarla ilgili üzerimizdeki nimeti, bize bahşettiği
nimetlerinkinden daha yücedir. Sevri (ra) de şöyle demiştir: Dünya, dikilme
değil bükülme yurdudur. O, sevinç konağı değil hüzün yurdudur. Dünyayı
hakkıyla tanıyan kimse, refah ile sevinmediği gibi sıkıntı sebebiyle de üzüntüye
kapılmaz. Sehî b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kişinin kulluğunun sıhhati ve
amellerinin ihlası ancak şöyle olabilir ki, şu dört şeyden kaçmaz ve onlar için
sızlamaz: Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet. İbrahim et-Teymi'den de (ra)
şunu rivayet etmişlerdir: "Bir defasında ona elli bin dirhem verilmiş, o
da parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine kendisine, 'Parayı niçin geri
çevirdin?' diye sordular. O da, "Elli bin dirhem yüzünden, adımın
fakirler arasından silinmesini istemem' dedi.
Bilgileri
daha çok dünyalık elde etmeye, servet kazanmaya ve ehli dünya nezdinde itibarlı
olmaya ilişkin olup ahirette hiçbir faydası ve Allah Teala'ya yakınlık babında
hiçbir payı bulunmayan fuzuli ilimlerden uzak durmak da, zühdün
tezahürlerindendir. Çünkü bunlar kulu Allah'a kulluktan uzaklaştırarak, Allah
huzurunda toplu olması gereken tasa ve kaygısını dağıtarak kalbi Allah Teala'nm
zikrinden soğutur. O'nun nimetleri üzerinde tefekkür etmekten uzaklaştırır,
Seîef-i
Salih zamanında bilinmeyen birçok bilim ihdas edilmiş ve birtakım gafiller
bunları ilim edinirken, bazı başıbozuklar da, bunlarla oyalanarak Allah
Teala'dan uzaklaşmışlardır. Onlar, bu bilimler yüzünden hakikatin
müşahedesinden uzak tutulmuşlardır. Bu bilimlerle uğraşanların çokluğundan
dolayı, hepsini burada sıralayamıyoruz.
Bunları
ayrıştırmak için şu soruları sorabiliriz: Bunlar ilim mi, yoksa kelam mıdır?
Hakikat mı yoksa teşbih midirler? Sıdk ve hikmet mi, yoksa göz boyama ve
aldanış mıdırlar? Yaşayan bir bir sünnet mi, yoksa boş laf ve bidat midirler?
Bu sorulara verilen cevaplara göre, önümüze konulan ilmin doğru olup
olmadığını tayin edebiliriz.
Zühdün en
faziletli türlerinden biri de, insanlara liderlik etme, makam ve servet sahibi
olma noktasında gösterilen zühddür. övülmeyi önemsememek de zühdün dallarından
biridir. Çünkü bütün bunlar, ilim ehli nezdinde en büyük dünya kapılarmdandır.
Bu konularda gösterilen zühd, hakiki alimlerin zühdüdür. Süfyan-ı Sevri (ra)
şöyle derdi: İnsanlara liderlikte ve halkın övgüleri noktasında gösterilen
zühd, dinar ve dirhemde gösterilen zühdden daha büyüktür. Süfyan-ı Sevri'yi
(ra) böyle konuşmaya sevkeden şudur: Dinar ve dirhem, sözkonusu noktalara
ulaşabilmek için harcanan şeylerdir. Süfyan-ı Sevri (ra) bu hususta şöyle
derdi: "Bu, öyle belirsiz bir kapıdır ki onu ancak işbilen alimler
görebilirler".
Fudayl b.
Iyaz (ra) da şöyle demişti: Dağlardan kaya taşımak, bir cahilin gönlüne
yerleşmiş liderlik sevdasını gidermekten daha kolaydır. Veysel Karani'ye (ra)
göre zühd, garanti olması bakımından her konuda istekli olmayı tamamen
terketmektir. Herem b. Hıbban şöyle der: Veysel Karani'yi Fırat nehrinin
kenarında gördüm. Sokağa atılmış yiyecek ve giyecekler arasında bulduğu kırıntıları
ve yırtık giysileri yıkıyordu. Yediği ve giydiği bunlardan ibaretti. Kendisine
zühdü sorduğumuda bana şu cevabı verdi: Terket-tiğin herşeyde'. Bunu üzerine,
'Ama geçim için çalışmam gerekmez mi?' dedim Bana cevabı şu oldu: 'İstek ve
arama vaki olunca, zühd kaybolup gider". Ahmed b. Hanbel (ra) de şöyle
derdi: Veysel'in zühdü gibi bir zühd bulunamaz. Çıplaklığı o dereceye varmıştı
ki kamıştan yapılmış hurma neyi üzerinde oturup yatardı.
Ebu Süleyman
ed-Darani (ra) şunu söylemiştir: Kadınlar konusunda zühd, alt seviyedeki veya
yetim kadını, güzel veya itibarlı bir kadına tercih etmenizdir. Malik b. Dinar
(ra) da bu görüşteydi. Sehl b. Abdullah (ra) dedi ki: "Kadınlar hususunda
zühd göstermek sahih olmaz. Çünkü kadınlar, zahidlerin öncüsü olan Allah
Resulü'ne (sav) sevdirilmişlerdir. Ibni Uyeyne de onun bu görüşüne katılarak
şöyle demiştir: Kadınların çokluğunda bir sakınca yoktur. Çünkü Sahabe'nin en
zahidi olan Ali b. Ebi Talib'in (kv) bile dört hanımı ve on küsur cariyesi
vardı.
Cüneyd (ra)
şöyle demiştir: Yolun başındaki müridin kalbini şu üç şeyle meşgul etmemesini
isterim. Aksi takdirde hali değişir: Mal kazanmak, konuşmayı sevmek ve evliliği
düşünmek. Yine o, başka bir vesilede şunu söylemiştir: Sufmin okuma yazma ile
uğraşmasını isterim. Çünkü bu, kalbini toplamasını sağlar.
Bir
hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Zühd, Allah Teala'mn elindekine, kendi elinde-kinden daha sıkı
sarılmandır". Bu, tevekkül makamıdır. Ulemadan bir topluluğa göre zühd,
mal biriktirmeyi terketmektir. Onlara göre dünya, mal toplamaktan ibarettir.
Bir zat ise şöyle demiştir: Dünya, kalbi meşgul eden ve ilgi gösterilen
herşeydir. Sufılerden bir topluluk, bu görüşü esas alarak zühdü dünya ile
ilgilenmeyi ter-kederek, nefsi Allah Teala'mn hükümlerine teslim etmek olarak
anlamışlardır. Bu da tafvîz yani Allah'a havale ve O'nun hükümlerine rızadır.
Ahmed b.
Ebi'l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman ed-Darani'ye şöyle dedim: Malik b. Dinar
(ra) Muğire'ye, 'Eve git ve bana hediye etmiş olduğun su kırbasını geri al.
Çünkü şeytan bana onun çalınacağı yönünde vesvesede bulunuyor1 dedi. Malik b.
Dinar (ra), kırbayı bu şekilde geri verdi. Ebu Süleyman dedi ki: Bu, suiîlerin
kalplerinin zayıflığındandır. Dünyada zühd sahibi olan, onu kimin aldığım
umursamaz'. Ebu Süleyman, bu sözüyle ilahi hükümlere hakiki anlamda rıza
göstermenin gereğine işaret etmişti. Malik b. Dinar (ra) ise, o dünya malına
gösterdiği ilgiyi bitirerek zühdün hakikatine ermek istemişti.
Ulemadan bir
zat şöyle demiştir: Dünya, rey ve akıl ile amel etmektir. Zühd ise, ilme tabi
olmak ve sünnetten ayrılmamaktır. Bu konuda Hadis Ehli'nin izlediği yol budur.
Bu söz, zahiri manada olup zahir ulemasının sözlerine benzemektedir. Bu meyanda
Süf-yan-ı Sevri'den de şu hadiseyi naklederler: Zühri'ye, 'Zühdün ne olduğunu'
sordular. O da şu cevabı verdi: 'Sabrı harama baskın çıkmayan, şükrü de helale
mani olmayan şeydir. O, bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Zühd; kulun, haram
arzusu nefsine baskın çıkıncaya kadar haramdan uzak durmada sabretmesi, helal
nefsine baskın gelerek şükürden alıkoyacak dereceye gelmeden helalde şükreden
olmasıdır.
Hasan
el-Basri (ra) ise şöyle demiştir: Zahid, birini gördüğü zaman, 'Bu, benden
daha faziletli' diyebilendir. O, bu sözüyle zühdün tevazu olduğunu ifade etmiş
olmaktadır. Fudayl ise şöyle derdi: Zühd, kanaattir. Ebu Süleyman ed-Darani
ise, 'Vera', zühdün başıdır1 demiştir. Ahmed b. Ebi'l-Havari dedi ki: îbni
Hişam el-Muğazi-li'ye, 'Zühd nedir?' diye sordum. Dedi ki: Emelleri terketmek,
çabayı tamamen sergilemek ve rahatlıktan uzak durmaktır. Yusuf b. Esbat ise
şöyle derdi: Her kim eziyete karşı sabreder, arzuları ter-keder ve ekmeği
helalinden yerse zühdün esasına sarılmış olur.
Ahmed dedi
ki: Ebu Safvan er-Ru!ayni'ye, Allah Teala'mn Kur'an'da zemmettiği ve akıllı
kimsenin de sakınması gereken dünyanın ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı
verdi: 'Dünyada dünyalık isteyerek yaptığın herşey zemmedilmiştir. Ahireti
murad ederek yapmayı başardıkların ise, dünyadan değildir3. Onun bu sözünü,
Mervan'a naklettiğimde şöyle dedi: 'Ebu Safvan'm sözünün gerçek anlamı şudur:
İhlas dışında herşey dünyadır. Bunlardan ilme uygun düşenler mubah, ters
düşenler ise hevadır. Heva, nefsin arzusu, ihlas ise Allah Teala'mn arzusudur.
İhlaslı kullar, Allah Teala'mn düşmanı olan şeytana karşı açık delilleridir.
Onlar, dünyadaki ahiret ehlidirler.
İbnu's-Semmak
şöyle derdi: Zahid, kalbinin sevinç ve hüzünlerden arındığı kimsedir. O,
kendisine gelen hiçbir dünyalığa sevinmediği gibi, hiçbir dünyalık için de
üzülmez. Rahatlıkla mı yoksa sıkıntıyla mı sabahladığını önemsemez. Ebu Said b.
el-A'rabi sun şeyhlerinden naklederek şöyle demiştir: Suiî büyüklerine göre
zühd; hiçbir şey olan dünyanın kıymetinin kalpten atılmasıdır. Kul, hiçbir şey
olanı nefsinden atmadıkça gerçek zahid olamaz.
İşte zühd
içinde zühd de budur. Çünkü bu zühde sahip olan kimse, zühd gösterdikten sonra,
zühdde bulunduğu şeye bakmaz. Çünkü o, onun nazarında zaten hiçbir şey yani
yoktur. Bu, zühdün hakikatinin nefste zühd olduğuna dair söylediklerimize
benzeyen bir ifadedir. Bunun aksine kişi, dünyevi konularda karşılık talebiyle
nefsi için zühd sahibi de olabilir. Bu durumda belli bir sıfata ra&-bet
edilmiş olur. Halbuki nefste zühd sahibi olup bedel olarak zühdü gören kimsenin
zühdü, hakiki zühddür.
Bu da, şu
söze benzemektedir: 'Fena yani yokoluşta zühdün hakikati, bekada zühddür5.
Çünkü kul, fenada zühd sahibi olduğu halde bekada zühd sahibi olmayabilir. Bu
durumda da içinde bir rağbet ve arzu bulunmuş olur. Oysa bekada zühd sahibi
olduğu zaman, fenada da zühdün hakikatine ermiş olur. Zira fena, ancak beka
için murad edilebilir. [85][111]
[5][31] Bnhârî,
Tevhid/15, 35; Miisiim, Tevbe/1, Zikir/2, 19; Tirmizî, Zühd/51, Da'avat/131;
İbni Mâce, Edob/58; Dârimî, Rikak/22; tbni Hanbel, 11/251
[9][35] Benzer bir
hadis için b. Buhârî, Enbiya/54; Müslim, Mttsakat/31; Nesa'î, Btıyu'/104; İbni
Hanbel, 11/263, 332, 339, 361
[10][36] Benzer
hadisler için bakınız: Buhârî, İman/4, Rikak/26; Ebu Davut, Vitr/2, 11, 12;
Nesa'î, İman/9; İbni Mâce, Fiten/2; İbni Hanbel, 11/163, 192, 193, III/154
[14][40] Benzer
hadisler için bakınız. Buhârî, Tevhid/24, 36 Cihad/IG, îman/9; Müslim,
İman/147, 149, 185, 302 Bir/150; Tirmizî, Bir/61 Cenaiz/64; Nesa'î, İman/18
Cenaiz/25; Muvatta, Cenaiz/38; îbni Hanbel, 1/296, 416 11/166, 473, 111/94
V/43.
[16][42] Buhârî,
Küsuf/2 Tefsir-i Suret-i V/12 Nikah/107 Rikak/27 Eymaıı/3; Müslim, Salat/112
KüsLif/1 Fazaiî/134; Nesa'î, Sehv/102 Küsuf/11, 23; Tirmizî, Zühd/9; İbni Mâce,
Zühd/19; Dârimî, Rikak/26; Muvatta', Küsuf/1
[18][44] Euhârî,
Rikak/18; Müslim, Münafikun/71; Dârimi, Rikak/24; İbni Hanbel, 11/451, 482, 488,495,503,514
111/362.
[19][45] Benzer
hadisler için b. Buhârî, Rikak/18 Merza/19; Müslim, Münafikun/71- 74, 75, 76,
78; İbni Mâce, Zühd/20; Dârimî, Rikak/24; fbni Hanbeî, 11/326, 235, 390, 524
IH/52, 337, 362.
[20][46] Benzer bir
hadis için b. Ebu Davut, Sünnet/21; Tirmizî, Kıyamet/İl, İbni Mâce, Zühd/37;
İbni Hanbel, III/213
[28][54] Atıfta
bulunulan hadis için b. Buhârî, ilim/10, Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddime/17;
Dârimî, Mukaddime/32; îbni Hanbel, V/196
[29][55] Bu anlamda
hadisler için b. Buhârî, Merza/19, Fezailü's-Sahabe/5, Meğazi/83, 84
Da'avat/28; Müslim, Selam/46, FezaiKVs-Salıabe/85, 87; Tirmizî, Da'avat/76;
İbni Mâce, Cenaiz/64; Mııvatta', Cenaiz/46, 47
[38][64] Müslim,
Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da'avat/112; Nesa'î, Taharet/119
Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118, 150
[42][68] Benzer
hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Mâce, Zühd/6; İbni Hanbel, 11/296,
343, 451, 513, 519V/366.
[43][69] . Buhârî,
Nikah/88, Rikak/16, 51 Bed'ül-halk/8; Tirmizî, Cehennem/11; İbni Hanbel, 1/234,
359 11/173, 297 IV/429, 443.
[45][71] Buhârî,
Tefsir-i suret 31/2, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî,
İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27, 51, 53, 319
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret
18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret
18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.
[50][76] Müsüm,
Zikr/14-18; Tirmizî, Cenaiz/67, Ztihd/6; Nesa'î, Cenaiz/10; Dârimî, Rikak/43;
Muvatta, Cenaiz/51; İbni Hanbel, 11/313, 346, 418, 420, III/107, IV/259.
[53][79] İbni Mâce, Zühd/1
[54][80] Müslim, İmaret/158; Ebu Davûd, Cihad/17; Nesa'î, Cihad/2; Dârimî,
Cihad/25; İbni Han-bel, 11/374.
[57][83] Buhârî,
Da'avat/62 Talak/24; Müslim, Cum'a/14; Nesa'î, Cum'a/45; İbni Hanbel, 11/230,
255, 498.
[59][85] Buhâii,
Rikak/15; Müslim, Zekat/120; Tinnizî, Zühd/40; tbni Mâce, Zühd/9; îbni Hanbel,
11/243, 261, 315, 390, 438, 443.
[64][90] Buhârî,
Rikak/35; Müslim, Fazailü's-Sahabe/232; Tirmizî, Edeb/82; İbni Mâce, Fiten/16;
İbni Hanbel, II/7, 44, 70, 88, 109, 121-123, 139
[65][91] Benzer
hadisler için b. îbni Mâce, Nikah/5; Tirmizî, Tefsir-i Suret-9/9; İbni Hanbel,
V/278, 282, 366.
[69][95] Allah
Resulü'nün (sav) giyimi, ipek ve altının tahrimiyle ilgili hadisler için b. Ebu
Da-vûd, Libas/7; Nesa'î, Zinet/83; İbni Hanbel, 1/90, 139, 153/ Buharı,
Libas/45-47; Müslim, Libas/54, 57; Ebu Davûd, Hatem/1; Tirmizî, Libas/16;
Nesa'î, Zinet/33, 43, 44-53, 77-81; Muvatta, Sıfatü'n-Nebi/37/Buhârî, Libas/27,
36, 45; Müslim, Eşribe/27-28, Libas/2; Tirmizî, Edeb/45; Nesa'î, Cenaiz/53;
İbni Mâce, Libas/16; Dârimî, Eşribe/25, îsti'zan/20; İbni Hanbel, IV/134, 284,
287, 299 V/385.
[74][100] Ebu
Davûd, Sünnet/5; Tirmizî, ilim/16; İbni Mâce, Mukaddime/6; Dârimî, Mukaddime/16;
İbni Hanbel, IV/126.
[77][103]
Buhârî, Rikak/17; Müslim, Zühd/18, 19, Zekat/126; Tirmizî, Zühd/38; İbni Mâce,
Zühd/9; İbni Hanbel, 11/232,. 446
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar