Print Friendly and PDF

KUT'UL KULUB 6




Allah Teala buyurdu ki: "Allah kullarına karşı latiftir, dilediğine rı-zık verir" (Şura/19); "Ey nefisleri hakkında aşırıya kaçan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bü­tün günahları affeder". (Zümer/53) Bize ulaşan bir rivayette Allah Resulü'nün (sav) bu ayetle ilgili olarak "Günahların çokluğunu önemsemez, çünkü O çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir" buyur­duğu bildirilmektedir.
Meşhur hadislerden birinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu nakledilir: "Allah Teala kullarından bir topluluğu kabza-sıyia tuttu ve 'Bunlar cennettedir. (Günahlarının çokluğunu) Önem­semem' buyurdu". Allah en iyi bilendir. Bize göre mana, Allah Tea-la'nın şu kudsi hadisteki buyruğu istikametindedir: "Rahmetim herşeyi kapsadı. Rahmetim o kullarıma dar gelmeyecektir. Onların da cennete girmesini büyüksemem". Dolayısıyla onlar da cennete girerler. Allah Teala onların bütün kötü fiillerini önemsemez.
O, takva ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günah­ları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir?". (Al-i İmran/135)
Yine O, tevekkül edenleri vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yal­nız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniş­tir". (Necm/32) Allah Teala arşının çevresinde dolanan melekleri haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Ve melekler Rablerini hamd ile teşbih eder, yeryüzündekiler için bağışlama dilerler". (Şura/5)
O, cehennem ateşini düşmanları için hazırladığını, dostlarını ise onunla korkuttuğunu haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Onların üstlerinden ateşten gölgeler, altlarında da (ateşten) gölge­ler var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor". (Zümer/16) Yine O, Kur'an'ın başka yerlerinde şöyle buyurmaktadır: "Kafirler için hazırlanmış olan ateşten korkun". (Al-i İmran/131); "Ben sizi, alev saçan bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O yalanladı ve yüz çevirdi". (Leyl/14-16)
Allah Teala, zulmeden kullarına karşı bağışlayıcılığı hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Rabbin, zulümlerine rağ­men insanlar için bağış sahibidir". (Ra'd/6)
Rivayete göre Allah Resulü (sav) ümmetine ısrarla mağfiret di­lediği için kendisine "Sana şu ayeti indirdiğim halde hala razı ol­maz mısın: Muhakkak ki Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için bağış sahibidir" diye bir nida gelmiştir.
"Rabbin sana verecek ta ki razı olacaksın" (Duha/5) ayet-i keri­mesinin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Hazret-i Muhammed (sav) ümmetinden bir ferdin dahi cehenneme girmesine razı olmayacak­tır. Ebu Cafer Muhammed b. Ali (ra) şöyle derdi: "Siz Iraklılar, Kur'an-ı Kerim'de rica ile ilgili en açık ayetin "Ey nefisleri hakkın­da aşırıya giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesme­yin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları affeder". (Zümer/53) aye­ti olduğunu söylüyorsunuz. Biz Ehl-i Beyt ise, Allah'ın Kitabı'nda rica ile ilgili en kuvvetli ayetin "Rabbin sana verecek ta ki razı ola­caksın" (Duha/5) ayeti olduğuna inanırız. Çünkü Allah Teala O'na, ümmeti konusunda kendisini razı etmeyi vaadetmiştir".
Ebu Bürde (ra) babası vasıtasıyla Ebu Musa el-Eş'ari'den (ra) şunu naklet mistir: "Ümmetim, merhamet olunmuş bir ümmettir. Ahirette ona azap edilmeyecektir. Allah onların azabını, dünyada­ki zelzele ve fitnelerde kılmıştır. Kıyamet günü geldiğinde ümme­timden her birine Kitab Ehli'nden bir adam verilecek ve 'İşte bu, cehenneme karşı senin fıdyendir5 denilecektir".[1][27]
Aynı hadisin başka bir rivayetinde ise şu lafız yeralmaktadır: "Bu ümmetten her adam, bir yahudi veya hıristiyan getirerek 'Bu, cehenneme karşı fidyemdir der ve o getirdiği ateşe atılır" lafzı yeralmaktadır. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Ateş nöbeti, ce­hennemdendir ve müminlerin cehennem adına kısmetleri odur".
"Allah'ın, Peygamber"! ve onunla beraber iman edenleri utandır­mayacağı günde.." (Tahrim/8) ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili ola­rak bize şöyle bir rivayet geldi: "Allah Teala vahyetti ki: Ey Mu­hammed, ümmetinin hesabını sana havale etmemi ister misin? O da şu cevabı verdi: Hayır ey Rabbim! Onlar için Sen benden daha hayırlısın. Bunun üzerine Allah Teala: Öyleyse onlar hakkında se­ni utandırmayacağız, buyurdu".
Süfyan-ı Sevri şöyle derdi: Hesabımın kendi anne babama ha­vale edilmesini dahi istemem. Çünkü bilirim ki Allah Teala, bana karşı o ikisinden daha merhametlidir. Seleme b. Verdan vasıtasıy­la Enes b. Malik'ten (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) ümmetinin günahlarının affedilmesi hususunda Rabbine ni­yazda bulunarak şöyle buyurdu: Ey Rabbim, kötülüklerine başka birinin muttali olmaması için onların hesabını bana havale et. Bu­nun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: Onlar senin ümmetin, Benim ise kullarım. Ben onlara karşı senden bile daha merhamet­liyim. Onların hesabını kendim görürüm. Ta ki kötülüklerine ne sen, ne de başkası vakıf olabilsin".
Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hayatım da ölümüm de sizler için hayırdır. Ha­yatta iken size sünnetleri açıklar, gerekli kuralları koyarım. Ölü­mümün hayır oluşuna gelince, o zaman da sizde gördüğüm güzel­likler için Allah'a hamdederim. Kötülüğünüzü gördüğümde ise, siz­ler için Allah Teala'dan mağfiret niyaz ederim". Bir diğer hadiste de şu ifade yeralmaktadır: "Kul günahlarından dolayı tevbe ettiği za­man, Allah Teala meleklerine ve yeryüzünün parçalarına onun gü­nahlarını unutturarak onları iyiliklere çevirir. Ta ki kıyamet günü geldiğinde aleyhinde şahitlik edecek hiçbir şey olmaz".
Denir ki: "Mümin bir günah işlediğinde, Allah Teala aleyhinde şahitlik edememeleri için onu meleklerin bakışlarından gizler". Al­lah Resulü (sav) bir gün "Ey affı kerim olan" diye seslendi. Bunun üzerine Cebrail (as) kendisine şöyle dedi: "Affı kerim olan"m tefsi­rini bilir misin? Onun anlamı şudur: O, günahları rahmetiyle ba­ğışlayarak keremiyle onları iyiliğe döndürür".
Allah Resulü (sav) bir adamın "Allahım, Sen'den nimetin tama­mını niyaz ederim" dediğini duydu ve ona şöyle dedi: "Nimetin ta­mamının ne olduğunu bilir misin?" Adam, "Hayır" deyince şöyle bu­yurdu: "Cennete girmektir".[2][28]Allah Teala, bizler için din olarak İs­lam'dan razı olmasıyla üzerimizdeki nimetini tamamlamış olduğu­nu haber vermektedir ki bu da cennete girmenin delilidir.
Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Bugün dininizi ke­male erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizler için din olarak İslam'dan razı oldum". (Maide/3) Bu hususta Allah Re­sulü (sav) ile aynı konumu paylaşıyor ve biz de lütfuyla günahları­mızı bağışlaması için Allah'a niyazda bulunuyoruz.
Bir rivayette de şöyle denilmiştir: "Karşılaştığınızda 'Allah Tea­la gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlasın ve üzerindeki nime­tini tamamlasın' diyenler ne kadar da azdır!" Ali'den (kv) şu söz nakledilmiştir: "Kim bir günah işler de Allah Teala onu dünya ha­yatında örterse, ahirette o Örtüyü kaldırmayacak kadar kerem sa­hibidir. Kim de bir günah işleyip dünya hayatında günahının ceza­sını çekerse, ahirette kulunun cezasını ikilemeyecek kadar adildir". Bu sözün başka bir lafzında ise şöyle denilmektedir: "Kul dünyada Allah Teala tarafından örtülen hiçbir günah işlemez ki, Allah onu ahirette bağışlamasın".
Selef-i Salih'ten bir zat da şöyle demiştir: "Günah işleyen her kul, Allah Teala'nm huzurunda (=kenf) günah işler. -İnsan için kenf, kucağı ve sinesidir-. Allah hangi kuluna ellerini uzatırsa, onun açı­ğını örtmüş olur. Kimden de çekerse rezil etmiş olur". Denir ki: İş­lediği günahtan dolayı dünyada rezil edilen kimse için bu hal kefa­ret olur ve ondan dolayı ahirette rezil edilmez. Bir hadiste ise şöyle buyrulmaktadır: "Bir kul günah işleyip de Allah'dan mağfiret dile­diği zaman Allah Teala meleklerine şöyle buyurur: 'Kuluma bakın! Bir günah işlediğinde onu bağışlayacak ve silecek bir Rabbinin ol­duğunu biliyor. Sizi şahit tutarım ki günahını bağışladım."
Muhammet! b. Mus'ab'dan şunu naklet mistirler: "Esved b. Sa­lim bana kendi el yazısıyla şunu yazıp göndermişti: Kul nefsine karşı aşırı zorlayıcı olduğunda ellerini kaldırarak dua eder ve şöy­le der: 'Ey Rabbim!' Melekler onun sesini perdelerler. O ikinci kez'Ey Rabbim!' dediğinde yine perdelerler. Üçüncü kez 'Ey Rabbim? dediğinde yine perdelerler. Dördüncü kez yine dediğinde Allah Te­ala şöyle buyurur: 'Kulumun sesini duymamam için daha ne kadar perdeleyeceksiniz? Kulum, işlediği günahları Ben'den başka bağış­layacak bir Rabbi olmadığını iyi biliyor. Sizi şahit tutarım ki gü­nahlarını bağışladım".
Bir diğer kudsi hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu ri­vayet edilmektedir: "Kul, günahları gökyüzüne varıncaya kadar günah işlediğinde bile istiğfar edip Ben'den ricada bulunduğu süre­ce günahlarım bağışlarım". Başka bir hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kulum Bana dünya dolusu günahla bile gelse, Bana hiçbirşeyi ortak koşmadıkça onu dünya dolusu günahı bağışlanmış olarak karşılarım".
Bir başka rivayette ise şöyle buyrulmaktadır: "Kul günah işledi­ği zaman melek altı saat kalem oynatmaz. Eğer günahından dolayı tevbe ve istiğfarda bulunursa o günahı yazmaz. Aksi halde bir gü­nah yazar". Bu hadisin başka bir rivayetinde şu ifade yeralmakta-dır: "Melek onun aleyhine olarak bir günah yazıp kul da bir iyilik iş­lediğinde sağ taraftaki yazıcı melek emri altında olan sol yandaki yazıcıya şöyle der: Kulun bu günahını sil, ben de iyiliğinin katların­dan birini şileyim ve onun için dokuz iyilik yazayım. O melek de bu­nun üzerine kulun işlediği günahı siler". Denir ki: Diğerinin emri altına koymasına rağmen sağ taraftaki meleğin kalbini, sol yanda­ki melekten katlarca fazla merhametle doldurmuştur. Kul bir iyilik yaptığında sağ taraftaki melek sevince boğulur. Denir ki: Bütün me­lekler kulun yaptığı iyilikten sevinç duyarlar. Sağ taraftaki melek de sevincinden dolayı kulun hanesine birçok sevap yazar.
Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen uzun hadis-i şerifte de şu ifade yeralmaktadır: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Kul bir günah işlediğinde bu günahı defterine yazılır. Bedevi sorar: Tevbe ettiği zaman ne olur? Allah Resulü de 'Defterinden silinir1 buyurur. Bede­vi, 'Aynı günahı tekrar işlediğinde ne olur?' diye sorar. Allah Resu­lü de, Tine günah yazılır1 buyurur. Bedevi, 'Tevbe ettiğinde?' diye sorar. Allah Resulü de 'Defterinden silinir' buyurur. Bedevi, 'Ne za­mana kadar ey Allah Resulü?' diye sorduğunda Allah Resulü (sav) şöyle buyurur: 'Tevbe edip Allah'tan mağfiret dileyinceye kadar.
Kul mağfiret dilemekten bıkmadıkça Allah Teala mağfiret etmek­ten bıkmaz".
Kul bir iyiliğe niyetlendiğinde sağ taraftaki melek, kul onu yap­madan önce bir iyilik olarak deftere yazar. Yaptığında ise on iyilik olarak yazar. Allah Teala da bu iyiliği yedi yüz kat arttırır. Bir gü­naha niyetlendiğinde ise yazılmaz. O günahı işlediğinde sadece bir günah yazılır. Bunun ardından da Allah Teala'nın güzel affı gelir.
"Bir adam Allah Resulü'ne (sav) geldi ve şöyle dedi: 'Ey Allah Resulü, ben (Ramazan) ayı orucu dışında oruç tutmanı. Bu ayın orucuna başka bir oruç eklemem. Beş vakit namaz dışında namaz kılmam ve bu vakitlere başka bir namaz eklemem. Malımda da Al­lah Teala için sadaka verme ve hacca gitme imkanı bulunmamak­tadır. Nafile amel de yapmam. Öldüğüm zaman nerede olurum?'Al­lah Resulü 'Cennette'buyurdu. Bunun üzerine adam, 'Ey Allah Re­sulü, seninle beraber mi?' diye sordu. O da şöyle buyurdu: 'Evet, kalbini kin ve hasetten, dilini gıybet ve yalandan, gözünü de Al­lah'ın haram kıldığına bakmaktan ve onunla bir müslümanı horla­maktan koruduğun takdirde benimle beraber, şu avuçlarımda cen­nete girersin' buyurdu".
Enes b. Malik'in rivayet ettiği mezkûr uzun hadiste şu ifade ye-ralmaktadır: "Bedevi, 'Ey Allah Resulü, insanları hesaba çekmeyi kim üstlenecek?' O da, 'Bizzat Allah Teala üstlenecek' buyurdu. Bu ce­vap üzerine bedevi tebessüm etti. Allah Resulü, 'Niye güldün ey be­devi?' diye sordu. Bedevi şöyle dedi:' Kerem sahibi, kudretli olduğun­da affeder. İhlalleri iyice ölçer. Hesaba çektiğinde de hoşgörülü olur1.
Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Doğrudur. Bi­liniz ki, Allah Teala'dan daha fazla kerem sahibi olan yoktur. O, ke­rem sahiplerinin eri büyüğüdür5. Allah Resulü (sav) bilahare 'Bede­vi iyi anlamış' buyurdu. Allah Resulü (sav) aynı hadisin başka bir yerinde ise şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala Kabe'ye çok büyük bir değer vermiş ve onu yüceltmiştir. Buna rağmen onda taş üstün­de taş bırakmayıp sonra da yakan bir kişi dahi, Allah'ın velilerin­den birini hafife alanın işlediği kadar ağır bir günah işlemiş olmaz'. Bedevi 'Allah'ın velileri kimlerdir?' diye sordu. O da, 'Bütün mü­minlerdir. Allah Teala'nın şu buyruğunu duymadın mı? 'Allah iman edenlerin velisidir ve onları karanlıklardan nura çıkarır".
Müfred olarak rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Mümin Kabe'den daha fa­ziletlidir. Mümin temiz ve güzeldir. Mümin Allah Teala nezdinde meleklerden daha değerlidir". Abdullah b. Anır, Ka'bü'l-ahbar ve Ebu Hüreyre'den (ra) rivayet edilen meşhur bir hadis de şöyledir: "Allah Resulü (sav) Kabe'ye baktı ve şöyle buyurdu: Ne kadar da değerli, ne kadar da yücesin! Müminin hürmeti ise Allah katında senden daha fazladır. Allah Teala, velilerine hizmet gayesiyle evi­nin temizlenmesini onlara verdiği değer sebebiyle peygamberlerine emretmiştir. O Ev de, onlarla şeref kazanmıştır".[3][29]
Kudsi bir hadiste ise Allah Teala'nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Benim bir velimi aşağılayan kimse, Bana savaş aç­mış demektir. Ben de velimin öcünü hem dünya hem de ahirette alırım". Yakub (as) ile ilgili olarak şu haber nakledilmiştir: "Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştur: 'Seninle Yusufu bu kadar zaman niçin ayırdığımı bilir misin?'Yakub (as) 'Hayır1 de­di. Allah Teala şöyle buyurdu: 'Kardeşlerine, 'Siz ondan habersiz­ken kurtların onu yemesinden korkarım' demenden dolayı. Nasıl olur da onun için kurttan korkarsın da Ben'den ricacı olmazsın? Nasıl olur da onların Yusufu unutmalarından korkarak Benim onu korumamı beklemezsin? Sana Ben'den daha çok inayet gösteren bi­ri mi var? Kendimi senin için merhametlilerin en merhametlisi kıl­dım ki Ben'den ricacı olasın. Eğer böyle olmasaydı, kendimi senin için cimrilerin en cimrisi kılardım".
Rica, korkunun tam tersine bir şeye duyulan aşırı isteğe verilen isimdir. Korku ise, bir şeyden duyulan aşırı çekinmeye verilen isimdir. İşte bu nedenledir ki Allah Teala isteği (=tama!) ricanın ye­rine, çekinmeyi de (=hazr) korkunun yerine kullanmıştır. Bunu şu ayet-i kerimelerde görmekteyiz: "Rablerine korku ve tama' ile dua ederler". (Secde/16); "Ahiretten çekinir ve Rabbinin merhametini rica eder". (Zümer/9) Bu sıfat da müminlerin taşıdıkları sıfatlar­dan, iman ahlakının esaslarmdandır. İman ancak bu sıfat ile sıh­hat bulur. Tıpkı korku sıfatı olmaksızın sıhhat kazanmadığı gibi.
Rica ve ümit, bir kuşun iki kanadından biri durumundadır. Bi­linir ki kuş? ancak iki kanadının yardımıyla uçabilir. Aynı şekilde inandığı Rab'den ricacı olmayan ve O'ndan korkmayan kişi de iman etmiş olmaz. Rica, aynı zamanda Allah Teala'ya karşı hüsnü zan besleme ve O'ndan güzellik ümit etmenin makamlarından biri­dir. İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) müminlere şu öğütte bulunmuştur: "Sizden biri yalnız Allah'a karşı hüsnü zan besleye­rek ölsün".[4][30] Çünkü bir kudsi hadiste Allah Teala'nm şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Ben, kulumun zannettiği yerdeyim. Be­nim hakkında dilediğini zannetsin"[5][31]
Abdullah b. Mesud (ra) Allah'ın adıyla yemin ederek şöyle der­di: "Kul, Allah hakkında hiçbir hüsnü zanda bulunmaz ki, Allah Te­ala ona bunu vermesin. Çünkü haynın tamamı O'nun elindedir". Yani Allah Teala bir kuluna kendisine karşı hüsnü zan nimetini verdiği zaman, zannettiği şeyi de ona verir. Çünkü onun kendisiy­le ilgili zannını güzel kılan, onun dileğini vermeyi de murad etmiş demektir.
Yusuf b. Esbat'tan nakledildi ki: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) Allah Teala'nm "İhsanda bulunun, çünkü Allah ihsan edenleri sever" (Ba­kara/195) ayetinin tefsirini yaparken şöyle dediğini duydum: Al­lah'a karşı hüsnü zan besleyin". Allah Resulü (sav) ölüm döşeğin­deki bir adamı ziyaret etti ve ona 'Nasılsın?' diye sordu. Adam da, 'Günahlarımdan dolayı korkuyor, Rabbimin rahmetini umuyorum' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'Böyle bir anda bu ikisi hiçbir kulun kalbinde biraraya gelmez ki Allah Teala umduğunu verip korktuklarından güvende kılmasın".
İşte bu nedenledir ki Ali (kv), aklını kaçırarak tam bir teslimi­yete düşen adama şöyle demiştir: Ey kişi, senin Allah'ın rahmetin­den ümitsizliğin, işlediğin günahlardan daha ağırdır.
Çünkü günahlardan dolayı bunalan kişinin huzur bulduğu Al­lah'ın-rahmetinden ümit kesmek ve günahlarla sınanan bir kulun ümitvâr olduğu Allah'ın merhametinden yeise kapılmak, işlenen o günahlardan daha büyük ve bütün günahlarından daha ağır bir günahtır. Böyle davranan biri, kendi nevasına dayanarak Allah Te­ala'nm rica ve ümide dayanak olan sıfatlarından ayrılarak O'nun zatına kendi kınanmış sıfatıyla hüküm vermiştir. Bu ise, -eğer işlediği günahlar büyük günah türündense- büyük günahlardan daha büyük bir günahtır.
"Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayınız" (Bakara/195) ayet-i kerimesinin tefsirinde şöyle denilmiştir: Burada sözedilen kimse­ler büyük günah işledikten sonra kendilerini tehlikeye atarak tev-be etmeyen ve 'Biz zaten helak olduk, hiçbir amel bize fayda etmez' diyenlerdir. Müslümanlar, bundan menedilmiştirler. Şu var ki rica makamı kıymetli bir makam ve çok değerli bir hal olup ancak ilim ve haya ehli arasındaki kerem sahiplerine nasip olur.
Bu hal, onlara korku makamından sonra gelen bir hal olup sı­kıntılar karşısında onunla ricacı ve ümitvâr olurlar. Israrla günah işlemeye düşmekten de onunla korunurlar. Korkuyu bilmeyen kim­se, rica ve ümidi bilemez. Korku makamında bulunmayan kimse de, arılık ve sıhhat üzere rica ehlinin makamlarına yükseltilmez. Her kulun rica ve ümidi, korkusunun cihetinden doğar. Ümit edi­len ahlaka dair mükaşefesi ise, kendisine keşfedilen korkutucu sı­fatlardan dolayıdır.
Eğer kul, günah, sebepler ve ayıplar gibi yaratılmış korkutucu­ların makamına konulmuşsa, vaadin gerçekleşmesi, günahlarının bağışlanması ve cennetin teşvikiyle korku makamlarından rica makamlarına yükseltilir. Tabii ki bunlarda birçok güzel sıfat mev­cuttur. İşte kitapları sağdan verilecek olanları bekleyen son budur. Eğer Zatın manalarının müşahedesi noktasında -misal olarak bil­gisizlik, kötü son, gizli tuzak, gizli istidrâc, kudretin ezmesi, kibir ve ceberut hükmü gibi sıfatlardan doğan korkuların makamına ko­nulmuşsa, bu makamlardan da muhabbet ve rıza makamına yük­seltilirler. Bu noktada ise ahlakın özünü, kerem, ihsan, lütuf, şef­kat ve minnet gibi sıfatları ricacı olur.
Rica ehlinin, rica makamlarmdaki şahitliğiyle ilgili olarak bil­diğimiz bütün hakikatleri zikretmemiz doğru olmaz. Bu herşeyden önce müslümanlarm avamı için münasip değildir. Ayrıca fesada karşı dayanma gücü verilmemiş olanları da ifsad edebilir. Dolayı­sıyla bu bilgiler, ancak müminlerin havassı için uygundur. Mümin­lerin havassı bunlara dayanıp sadece bunlara uymadığı için rica­nın hükmünü sadece muhabbetten çıkarır.
Muhabbet ise ancak kalbin korkuyla ıslah olmasından sonra or­taya çıkar. İnsanların çoğu için uygun olan yalnızca korkudur. Tıpki kötü köleler gibi ki onlar, ancak kırbaç ve değnekle yola gelir, ak­si halde kılıçlarla yüzleşirler.
Kulun ricasının sıhhat işareti, ricasında korkunun da gizli ol­masıdır. Çünkü kul, kaybetmekten korktuğu bir şeyi rica ettiği za­man, rica edilen şey onun kalbinde daha büyük bir yere sahip olur ve ona karşı özlemi büyür. Dolayısıyla da rica halinde bile, ricacı olduğu şeyin gerçekleşmemesi yönündeki korkusundan uzaklaşa-maz. Rica, korku sahiplerinin rahatlatılın asıdır. İşte bu nedenledir ki Araplar ricayı korku olarak adlandırmışlardır. Çünkü bu ikisi, birbirlerinden ayrılmayan bir bütün gibidirler.
Arap dilbilimcilerden bir mezhebe göre birşey başka bir şeyin ayrılmaz parçası, sıfatı veya sebebi olduğu zaman, onu onunla ifa­de etmek mümkündür. Örneğin 'Sana ne oluyor da ricacı olmuyor­sun?' derler ki bu, 'Sana ne oluyor da korkmuyorsun?' anlamında­dır. Allah Teala'nm "Size ne oluyor ki, Allah'tan bir vakarı ummu­yorsunuz?" (Nuh/13) buyruğu da bu anlamda değerlendirilmiştir. Müfessirler bu ayetin anlamının 'Size ne oluyor da Allah'ın azame­tinden korkmuyorsunuz?' şeklinde olduğu üzerinde ittifak etmiş­lerdir. "Kim Rabbi ile karşılaşmayı umuyorsa" (Kehf/110) ayetinin iki tefsir şeklinden biri de böyle olup 'O'nunla karşılaşmaktan kor-karsa' şeklinde anlaşılmaktadır.
Korkunun ricaya göre durumu, günün geceye göre durumuna benzer. Çünkü bu ikisi de sonuç itibarıyla birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Dolayısıyla bir günlük sürenin her ikisiyle ifade edil­mesi de caizdir. Mesela üç günü ifade etmek için üç gece denilebil-diği gibi aksi de söylenebilir. Buna örnek olarak Allah Teala'nm şu buyruğunu zikredebiliriz: "Senin mucizen, insanlara üç tam gece konuşmamandır" (Meryem/10)
Allah Teala üç günü, ancak sembol olarak buyurmuştur. Gün, geceden ayrı olmadığı gibi gece de günden ayrı değildir. Allah Tea­la birini bildirerek diğerini de murad etmiş olmaktadır. Çünkü bi­ri diğerine benzetilmekte ve onun kapsamına girmektedir. Ama Al­lah Teala'nm hikmet ve kudreti gereği ve her biri için farklı hü­kümler konmuş olduğu için ayrı ayrı ortaya çıkmaktadırlar. Allah Teala'nm her ikisindeki nimetleri de farklı farklıdır. Gün belirdi­ğinde gece Allah'ın kudretiyle onun içinde kaybolur. Gece ortaya çıktığında ise gün yine O'nun hikmetiyle onun içinde kaybolur. Bu da Allah Teala'nm geceyi gündüze, gündüzü geceye katması ve bi­rini diğerinin üzerine dürmesinin hakikatidir.
Melekûtî manalarıyla korku ve ricanın hakikati de böyledir. Korku zahir olduğu zaman, kul korku sahibi olur ve hakkında kor­kutucu bir sıfatın tecellisini müşahede ettiği için korku hükümleri hakim olur. Bu durumdaki kul, üzerindeki etkisinden dolayı korku sahibi olarak adlandırılır.
Rica ise, korkusunun içine gizlenir. Rica zahir olduğunda ise, ru-bubiyetin ricaya davet eden bir sıfatla tecellisini müşahede ettiği için rica hükümleri hakim olur ve kul, rica ile vasfedilir. Çünkü o an­da kendisine hakim olan hal, rica hali olup korku hali bunun altına girmiş olmaktadır. Zira her ikisi de imanın ayrılmaz sıfatlarıdır.
Bu ikisini bir kuşun iki kanadına benzetmek doğru olur. Korku ile rica arasındaki mümin, iki kanadı arasındaki bir kuş, ya da te­razinin iki kefesi arasındaki dil gibidir. Bu meyanda Mutarrafm şu sözünü zikretmek yerinde olur: "Müminin korkusu ile ricası tartıl-saydı denk gelirlerdi". Ricanın hakikatini bilme ve rica edilen şey hakkındaki isteğin doğruluğu noktasında aslolan budur.
Müminler açısından korku ile ricanın denk oluşunda iki makam sözkonusudur. Bunların üstte olanı, mukarrebun zümresinin ma­kamı olup korkutucu sıfatlarla rica ve ümit edilen ahlakın müşahe­de edilmesi makamıdır, ikincisi ise, kitapları sağ taraflarından ve­rilecek ashab-ı yeminin makamı olup eşsiz hükümlerden ve farklı kısımlardan öğrendikleri makamdır.
Onlar Allah Teala'nm kullarını lütfuyla nimetlendirdiğini ve bunun cebren olmayıp tercihen olduğunu bilirler. Bunu bildikleri için de, nimetin başladığı gibi tamamlanmasını rica ve ümit eder­ler. Firavun'un huzurundaki sihirbazların, iman ettikleri anda Al­lah Teala'nm mağfiretini arzu etmeleri de bu bağlamda ele alınma­lıdır. Onlar Kur'an'da yazılı olduğu gibi şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim ha­talarımızı bağışlayacağını ummaktayız". (Şuara/51) Yani, Allah Te­ala bizi bu mekanda ilk iman edenler kıldığı için, bizi kendisine iman eden kılması sebebiyle günahlarımızı bağışlamasını rica edi­yoruz. Onlar Allah Teala'dan bu affı ümit etmişlerdir.
Allah Teala kendisine nimet verip geri aldıktan sonra bu nime­tin kendisine dönmesinden ümidim kesen kulu kötüleyerek şöyle buyurmuştur: "Andolsun biz insana tarafımızdan bir rahmet tattı­rıp sonra bunu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o, (artık) umu­dunu kesmiş bir nankördür". (Hud/9) Allah Teala daha sonra bu duruma sabrederek kendisine bağlı kalan kullarını bundan müs­tesna tutarak şöyle buyurmuştur: "Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka". (Hud/11)
Lokman'm (as) oğluna şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'tan öy­le bir korkuyla kork ki, O'nun tuzağından emin olma. O'ndan öyle bir ricayla ricacı ol ki, korkun daha fazla olsun. Oğlu şöyle demiş­ti: Bunu nasıl başarabilirim? Benim sadece bir kalbim var.
Lokman (as) şu cevabı verdi: Bilmez misin ki mümin iki kalpli gibidir. Biriyle korkarken diğeriyle ümit eder?" Bundan çıkarılan anlam, korku ve ricanın müminin iki sıfatı olduğu ve hiçbir mümi­nin kalbinin bunlardan hali kalamayacağıdır. Bu şekildeki mümin de iki kalpli olacaktır.
Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki insanlar dört tabaka üzere ya­ratılmışlardır. Bu tabakalardan her birinde bir zümre yaşar. Bun­lardan biri mümin olarak yaşar ve mümin olarak ölür. Bunların ri­ca ve ümitleri hem kendileri, hem de diğer müminler içindir. Çün­kü Allah Teala onlara lütufta bulunduğu zaman, üzerlerindeki ni­metini tamamlamasını ve nimetini çekip almamasını rica ederler.
İnsanlardan bir zümre de mümin olarak yaşayıp kafir olarak Ölürler. Bunlar hem kendileri hem de başkaları için korku duyar­lar. Çünkü Allah Teala'nın kendileri hakkındaki sabık ilmi gereği olan gaybi hükmünü bilirler.
İnsanların diğer iki zümresi ise, kafir olarak yaşayıp mümin olarak ölenler ve kafir olarak yaşayıp kafir olarak ölenlerdir. Bu iki hüküm, müşrikler için ikinci ricalarını gerektirir. Çünkü onu gör­düklerinde, zahiri görünüme bakarak ümitsizliğe kapılmazlar. Bu ümidin korkusu, kişinin bu hal üzere ölmesi olarak görülen ikinci bir korkudur. Bunun, Allah katında hakikat olması mümkündür.
Müminin bu dört hükmü de bilmesi, ona korku ve rica hallerini birlikte kazandırır. Böylelikle durumu da dengelenmiş olur. Çünkü onun imanı, bu bilgiyle dengelenmiştir. O, insanlar hakkında zahire göre hüküm verirken, insanların vicdanlarını gaybları bilici olan Allah'a havale eder. Hiçbir kul hakkında, zahirine bakarak kesin kötü hükmü vermeyerek, Allah Teala nezdinde onun için gizli olan hayrı rica ve ümit eder. Ne kendisi, ne de başkası için zahire baka­rak iyiliğe hükmetmez. Bilakis Allah katında bir kötülüğün gizlen­miş olmasından korku duyar.
Mükemmel olan hal, kulun kendisi için korku duyarken başka­ları için ümitvâr ve ricacı olmasıdır. Çünkü bu, müminlerin hüsnü zan sahibi olarak ibadet etmelerinden önceki vecdidir. Onlar bu şe­kilde bütün insanlara karşı hüsnü zan besler, kaplerinin selim ol­duğuna hükmederek onlar için bahaneler bulurlar. Gaybi hususla­rı ise, işlerin kendisine döndüğü Allah Teala'ya havale ederler.
Kendileri hakkında ise sürekli kötü zan beslerler. Çünkü kendi sıfatlarını bilir ve bu yüzden kendilerine eleştiri yağdırırlar. Kendi­lerine karşı şefkatli olmak için kötü sıfatlarına ve bahanelere dayan­mazlar. Korku, onlar için kendilerini aklamak olamaz. Bu iki husu­sun aksini taşıyanlar, tuzağa düşerek kendileri hakkında hüsnü zan beslerken başkaları hakkında kötü zanda bulunur ve başkaları için korku duyarken, kendileri için ricacı ve ümitvâr olurlar. Kendileri için bahane bulucu ve gerekçe bulucu olurken, başkaları için kınayı-cı ve eleştirici olurlar. Bu ise münafıkların ahlakmdandır.
Rica ehli için makamlarından bir hal sözkonusudur. Bu hal için de ricalarından bir alamet vardır. Rica edilenin müşahedesi nokta­sında ricanın alameti, amellere devam ve Allah'a güzelce yaklaşa­rak nafile ibadetlere yaklaşmayı hızlandırın ası dır. Çünkü o, Rabbi-ne karşı hüsnü zan sahibidir ve ondan güzellik ümit eder. Allah Te­ala da, kendisinden bir lütuf olarak emrettiği salih amelleri kabul buyurur. O, bunu kendisine vacip olduğu ve ya hakettiğimiz için değil kerem sahibi olduğu için yapar. Yine O, kulunun yaptığı kötü işleri kefaret eder. Bunu da kendinden bir ihsan, lütuf ve bize olan şefkatinden dolayı yapar. Çünkü O, çok yüce ahlak ve gizli lütuflar sahibidir. Bütün bunları, kendisine gerektiği için değil, O'na duyu­lan hüsnü zandan dolayı yapar.
Bu meyanda Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: Kim bir günah işler ve bu günahı işleme gücünü Allah'ın verdiğini bilerek O'nun bağışım rica ederse, Allah Teala onun günahını bağışlar. Yine o şöyle demiştir: "Allah Teala bir kavmi ayıplayarak şöyle buyurmuştu: "İşte bu, sizin Rabbiniz hakkındaki zannmızdır. Onu size geri çevi­riyorum". Allah Teala benzeri bir vesilede şöyle buyurmuştur: "Ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim oldunuz". (Fetih/12) Allah Teala'mn bu hitabından çıkarılacak de­lil, güzel zanda bulunanların kurtulanlardan olacağıdır. Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: "Kim bir günah işler ve bu onu üzer­se, bağışlanma dilemese dahi günahı bağışlanır".
Yakin makamlarının diğerleri gibi rica makamında da farz ve fazilet olan kısımlar vardır. Kula farz kılınan, Rabbi, Yaratanı, Ma­budu ve Rızık Vereni olan Allah Teala'dan ricacı ve ümitvâr olma­sıdır. Kul bunu, kendi sıfatlarına bakarak değil, Allah Teala'mn lü­tuf ve keremini düşünerek yapmalıdır.
Sehl (ra) şöyle derdi: Kim Allah Teala'dan bir şey rica eder ve kendi nefsiyle yaptığı amellere bakarsa karşılık göremez. Ta ki yal­nız Allah Teala'ya, O'nun lütuf ve keremine bakmcaya kadar. İşte o zaman karşılığı yakinen görür. Hayret o kimseye ki Allah Tea­la'dan bir şey diler, arzular ve ricacı olurken kendi nefsine ve amel­lerine bakar. Böyle biri, ricasında samimi değildir. Çünkü o, kendi yaptıklarına bakmakla Allah'a ortak koşmaktadır. Samimi olmadı­ğı zaman da, tam inanmış olmayacaktır. Allah Teala ise, ancak ka­bul edileceğine yakinen inanan kullarının dua ve amellerini kabul buyurur. Kul, tevhide şahit olup vahdaniyete nazar ettiğinde, ihlas ve yakin sahibi olmuş olur. Bir hadiste de bu husus teyid edilmiş­tir: "Dua ettiğinizde kabule yakinen inanınız. Çünkü Allah Teala ancak yakin sahibinin ve kalpten açık olarak dua edenin duasını kabul eder". Zira Allah Teala tarafından kendisine dua etmekle gö­revlendirilen kişi için Allah Teala bir ibadet kapısı açmış demektir.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Dua, ibadetin yarısı­dır. Allah Teala duanın ancak halis olanını kabul eder". Allah Tea­la'mn dua karşılığında verdiği şeylerin en azı, bir hasene olup Al­lah Teala onu da on kattan yediyüz kata kadar arttırmaktadır. Ver­diği şeylerin en üstünü ise, ahiret hayatında onun için bütün dün­yadan daha hayırlı bir gelecek hazırlamasıdır ki orada verilecekle­rin biri dahi onun aklından geçemez. Bu da Allah Teala'dan o kul için güzel bir bakış ve tercihtir: Verdiği karşılıkların ortancası ise, kulun bilmesi halinde geri dönmesinin kendisi için daha önemli ve kendisi için istediği şeyden daha hayırlı olacak bir beladan uzak tu­tulmasıdır.
Allah Resulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Dua eden hiç kimse yoktur ki, günaha götüren ve aile bağını kopa­ran bir konu olmadıkça kabulüne yakinen inandığı bir dua etmesin de Allah Teala kendisine şu üçünden birini takdir etmesin: Ya iste­diği hususla ilgili duasını kabul eder. Ya onu bir kötülükten uzak tu­tar. Veya ahirette kendisi için daha hayırlı bir şey hazırlar".[6][32]
Musa (as) ile ilgili nakledilen haberler arasında onun şu sözü geçmektedir: "Ey Rabbim, yarattıklarından hangisine karşı daha gazaplısmdır? Allah Teala buyurdu ki: Takdirime rıza göstermeyen ve bir işte Bana istihare edip işini görecek kararı ilham etmeme rağmen bundan hoşlanmayandır".
Başka bir haberde ise şu ifade yeralmaktadır: "Ey Rabbim, Sa­na ne en sevimli ve ne de en kızdırıcı gelen nedir? Allah Teala bu­yurdu ki: Benim takdirime rıza göstermek Bana en sevimli gelen­dir. Beni en çok kızdıran ise, kendini övmendir".
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) kendinden öğüt iste­yen bir adama şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala'yı senin için takdir ettiği bir şeyle ilgili olarak suçlama"[7][33]Bir başka hadis-i şerifte ise şu olay nakledilmiştir: "Allah Resulü (sav) gökyüzüne baktı ve gülümsedi. Kendisine bunun sebebi sorulduğu zaman şöy­le buyurdu: Allah Teala'mn mümin için takdir ettiği herşeyde onun için hayır bulunmasına şaştım. Yararlı bir şey takdir ettiğinde mü­min buna rıza gösterir ve bu kendisi için hayır olur. Mümin için za­rarlı bir şey takdir ettiğinde de yine rıza gösterir ve bu kendisi için hayır olur". Allah Teala'ya karşı hüsnüzan içinde olmanın bir şekli de, O'na karşı daima zillet içinde olmaktır. Bu, Allah Teala'ya yöne­lik arzunun gücünü gösterir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmakta­dır: "Allah Teala'ya karşı hüsnüzan sahibi olmak, O'na kulluğun güzelliğindendir".[8][34]
Allah Teala'nm "Adem, Rabbinden kelimeleri aldı ve Allah da onun tevbesini kabul etti" (Bakara/37) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak da şu nakledilir: "Adem (as) dedi ki: Ey Rabbim, şu işledi­ğim günah kendimden kaynaklanan bir şey miydi, yoksa beni ya­ratmazdan önce Senin ilminde varolup da gerçekleştirdiğin bir şey miydi? Allah Teala buyurdu ki: Benim ilmimde varolup senin için yazdığım bir şeydi. Bunun üzerine Adem (as), 'Öyleyse bana onu takdir ettiğin gibi ondan dolayı da beni bağışla' dedi. Tefsirde Adem'e (as) verilen kelimelerin işte bunlar olduğu söylenmiştir.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah Teala Kıyamet günü kuluna şöyle buyuracaktır: Çirkin olan nıün-keri gördüğünde onu çirkin görmekten seni meneden nedir? Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: Eğer Allah Teala kuluna delilini telkin etmişse kul şöyle der: Ey Rabbim, ben Sen'den ricacı oldum ve in­sanlardan korktum. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Öyleyse seni ba­ğışladım' buyurur". Meşhur bir rivayette şu olaya yer verilmiştir: "Bir adam insanlara borç verir, onlara karşı hoşgörülü davranarak zorda olanları bağışlardı. Bu adam hiç bir hayır işlemeden Allah Teala'mn huzuruna çıktı. Allah Teala ona 'Senin dünyada yaptığı­nı Biz daha iyi yaparız'buyurdu ve gerek ricacı oluşu, gerekse Ken­di hakkındaki hüsnüzanm sebebiyle günahlarım bağışladı"[9][35]
Rica ehli, ricanın faziletleri noktasında farklı derecelere sahip­tirler. Onlar arasında mukarrebun zümresinde bulunanlar, bildik­leri ve marifetleri ona erdiği için, sıfatların manalarının tecellisi, mücalese ve yakınlıkta nasibibin en büyüğünü rica ve ümit ederler. Ashab-ı yeminden olan rica ehli de, O'nun vaadine iman ettikleri için Allah Teala'mn sevabından en büyük payı ve bağışından en bü­yük dilimi rica ve ümit ederler.
Yüreklerin güzel amellerle genişlemesi, bunları kaçırma korku­suyla yapılmasında acele edilmesi ve kabulünün ümid edilmesi de rica babından sayılır. Aynı şekilde kötülükleri terketmek, nefsle mücahedede bulunmak da rica kabilindendir. Çünkü bunlarda va-adedilenin gerçekleşmesi ve merhamet sahibi Hak Teala'ya yakın­laşma ümidi mevcuttur. Söz sahiplerinin en sadığı olan Allah Tea­la bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki iman eden ve Allah yolunda hicret ve cihad edenler var ya, işte onlar Allah'ın rahmetini rica ederler". (Bakara/218)
Allah Resulü (sav) bu ayet-i kerimenin tefsirini yaparken cihad ve hicretle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Muhacir, kötülüğü ter-keden, mücahid de Allah uğruna nefsiyle cihad eden, Mabud'un hizmeti olan namazı ikame eden, gizli-açık, az veya çok malı Allah yolunda sarfeden ve dünya ticaretinin kendisini meşgul etmesine izin vermeyen kimsedir".[10][36]
Allah Teala, tahkik sahibi rica ehlini vasfederken şöyle buyur­muştur: "Muhakkak ki Allah'ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli açık infak edenler, asla zarar etmeyecek bir ticaret umarlar". (Fatır/29)
Gecenin ilerleyen saatlerinde kunut etmek de rica babmdandır. Kunut, teheccüd namazında kıyamı uzatmak ve kalbe dolan endi­şe ve korkulardan dolayı yataklardan uzaklaşıldığmda bolca dua etmektir. Allah Teala işte bu sebeple rica ehlini vasfederken şöyle buyurmuştur: "Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kı­yama durarak gönülden itaat eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini rica eden gibi midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer/9)
Görüldüğü üzere, rica ve sakınma ehliyle gecenin geç saatlerin­de teheccüde kalkanlar ilim sahipleri olarak adlandırılmaktadır. Bu ayetin siyakından çıkarılan bir delil de; Allah Teala'dan kork­mayan ve O'na ricacı olmayan kimsenin ilim sahibi olamayışıdır. Çünkü ayet, anılan iki zümre arasında eşitliği reddetmektedir. Bu; delaletin kafi oluşundan dolayı sıfatlardan birinin zikriyle yetinile-rek haberin hazfedildiği ifade türünün de bir örneğidir.
Rica ve ümit, mukarrebun zümresi nezdinde yakin makamları­nın ilkidir. O, sıddıkların sıfatları arasında da en açık olandır. Şu sıfatlar kendinde toplanmadıkça hiçbir kulun kalbinde kemale erip sahibi tarafından kesin olarak bilinemez: Allah Teala'ya iman; O'nun için hicret etmek; O'nun için cihad etmek, Kur1 an okumak; Namaz kılmak; Allah rızası için infak etmek; Gece saatlerinde sec­deye varmak, kıyam etmek ve sakınmak. Rica ehlinin sıfatlarının tamamı olan bu hususlar, aynı zaman da yakin sahiplerinin halle­rinin de ilkini oluşturur.
Bilahare bu noktada uzuvlar ve kalp vasıtasıyla yapılan zahiri ve batini ameller artmaya başlar. Çünkü nurlar, ilimler ve mevcut sıfatlara ilişkin gaybi keşifler artmıştır. Sözü hülasa etmek gere­kirse, korku ve rica, iki ayrı makama götüren iki ayrı yoldur. Kor­ku, ilim makamına götüren alimlerin yolu, rica ise amel ehlinin makamına götüren âmillerin yoludur.
Allah Teala, korkuyla beraber hissettikleri rica ve ümidin kuv­vetinden dolayı rica ehlini salih amellerle birlikte zikretmiştir. Bu, onların ümitlerindeki sadakati olgunlaştırmakta ve bundan duy­dukları büyük sevinci kemale erdirmektedir. Allah Teala bu me-yanda şöyle buyurmaktadır: "Vermekte olduklarım kalpleri ürpere-rek verenler". (Mü'minun/60) Allah Teala, onların vefakarlıklarını ve salih amellerini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Biz doğrusu daha önce ailemiz için de endişe edip korkanlardık. Şimdi Allah bize lütufta bulundu". (Tur/26-27) Yine O şöyle buyurmakta­dır: "Adaklarını yerine getirir ve bir günden korkarlar" (İnsan/7)
Korku, rica ile çok yakından irtibatlıdır. Ricanın hakikatma eren kişi, rica ve ümit ettiği şeyin engellenmesi korkusuyla müca­dele etmeye başlar. Arap dilbilimciler, "İman etmekte olanlara de ki: Allah'ın onları kazanmakta olduklarıyla cezalandırması için, Al­lah'ın günlerini ümit etmeyenleri (şimdilik) bağışlasınlar" (Casi-ye/14) ayet-i kerimesinin anlamı hakkında şöyle derler: Yani Allah Teala'nm cezalarından korkmayanlar.
Allah Teala rica ehlinden olmayanlar için böylesine bağış tale­binde bulunursa, rica ve ümit ehli olanlar için nasıl bir bağış ve lü­tufta bulunacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.
Bir zat, Allah Teala'nm "Oysa siz, onların ümit etmediklerini Allah'tan ümit ediyorsunuz" (Nisa/104) buyruğunun anlamı hak­kında şöyle demiştir: Yani onların korkmadıkları hususlarda Al­lah'tan korkarsınız. Korku ve rica alimlere göre tek bir şeyi ifade ediyor olmasalardı, hiçbir alim bu kelimelerden birini diğeriyle tef­sir etmezdi.
Halvetlerde Allah Teala'ya ünsiyette bulunmak da ricanın şekil-lerindendir. Allah Teala'ya ünsiyet; alimlere ısınma, evliyaya ya­kınlaşma, hayır ehlinin meclislerini paylaşarak yalnızlıktan kur­tulmak ve öyle kimselerin yanında yürek ferahlığı bulmaktır.
İyilik ve takva üzerinde yardımlaşmanın nefse yönelen ağırlığı­nın kalkması da ricanın şekillerinden biridir. Çünkü bunda amel­lerin tadının alınması, amellerde acele etme, amel sahiplerinin on­lara teşviki, kaçırılmalarından dolayı üzüntü duyma ve idrak etme halinde sevinme gibi hususlar sözkonusudur.
Bu babda Allah Resulü'nden (sav) şöyle bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir: "İyiliği kendini sevindiren, kötülüğü de kendini üzen kimse mümindir".[11][37] Bir diğer hadisinde ise Allah Resulü (sav) şöy­le buyurmaktadır: "Ümmetimin hayırlıları, iyilik yaptıklarında se­vinen, kötülük yaptıklarında ise mağfiret dileyenlerdir".[12][38]Çünkü mümin; işinde yakini iman, dininde basiret sahibidir.
Korku ve rica, Allah Teala'ya yakini olarak iman eden kimsenin sıfatlarıdır. Böyle biri iyi bir amelde bulunduğu zaman, Allah Tea-la'nın vaadinin doğruluğundan ve vaat sahibinin kereminden dola­yı sevabı kazandığına yakinen inanır. Bir kötülük yaptığında ise onun çirkinliğini yakinen bilerek bundan dolayı Allah Teala'nm ga­zabına uğramaktan korkar. Çünkü o, Allah Teala'nm azap vaadin­den korkmakta ve Vaatte bulunanın ululuğunu iyi bilmektedir.
Müminin Allah'ın taatine girmesi, O'nun muhabbet ve rızası da­iresine girmesidir. Çünkü ilim buna delalet etmektedir. Allah Tea­la'nm dünya hayatındaki rızası böyle olunca, hangi kul O'nun rıza­sından dolayı mutlu olmaz. Kulun masiyet ve günaha girmesi ise, Allah Teala'nm gazab ve hoşlanmayışı dairesine girmesidir. Çünkü ilim buna delalet etmektedir. Bu da mümini üzer. Zira Allah Tea-la'nın kendisine isyan edene bugün gazap etmesi, yarın azap etme­si demektir.
Söz sahiplerinin en doğrusu Hak Teala bu babda şöyle buyur­maktadır: "Allah'ın gazaplanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazaplanmanızdan daha büyüktür" (Mümin/10). Ayetin tefsirinde şöyle denilmektedir: Cehennemde yananlar, ateşte bozulan beden­lerine baktıkları zaman kendi kendilerine gazaplanacaklar, o anda kendilerine şöyle nida edilecektir: Allah Teala'nm dünya hayatında emrine uymayanlara olan gazabı, bugün azap içindeki sizlerin ken­dinize yönelik gazabınızdan çok daha büyüktür.
Allah Teala'nm rızası da ahirette sevdiği kullarının cennetlerde nimetlere boğulması şeklinde tezahür edecektir. O'nun dünya ha­yatındaki rızası ise, kullarının O'nun rıza ve itaati dairesinde amel etmeleridir. Bu da, yakin ilmini keşfetmesi istenen kulun bir özel­liğidir. Bu babda, Zeyd el-Hayl'la ilgili şu hadisi zikretmemiz gere­kir: "O, Allah Resulü'ne (sav) 'Sana şunu sormak için geldim: Allah Teala'nm murad ettiği kulla murad etmediği kul hakkındaki ala­meti nedir?' Allah Resulü (sav) ona 'Nasıl oldun?' diye sordu. O da şu cevabı verdi: 'Hayrı ve hayır ehlini seven biri oldum. Hayır adı­na bir şeye gücüm yettiğinde ona koşarım ve sevabına yakinen ina­nırım. Hayır adına bir şeyi kaçırdığımda ise onun için üzülür ve öz­lemini hissederim'. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyur­du: 'İşte bu, Allah Teala'nm murad ettiği kuldaki alametidir. Eğer O, senin için ahireti murad etmişse, seni ona hazırlar ve senin han­gi vadide öleceğini umursamaz".
Allah Teala'ya güzellikle yönelmeye devam edip O'na yakar­maktan tad almak, O Karib'in sözlerine güzelce kulak verip O Ha-bib'e karşı zillet ve teslimiyet içinde olmak, güzel bir af ve bol lütuf hususunda O'na karşı hüsnüzan sahibi olmak da rica kapsamına girer. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevhidin bir nuru, şirkin ise bir narı/ateşi vardır. Tevhidin nuru, müminin günahlarını yakma noktasında, müşriğin iyiliklerim yakması noktasındaki şirk ateşin­den daha tesirlidir.
Süleyman et-Teymi ölüm döşeğine düşünce oğluna şöyle der: 'Ey oğlum, bana ruhsatlardan sözet, rica ve ümidi sürekli hatırlat ki Rabbim'e hüsnüzan dolu olarak kavuşayım'. Süfyan-ı Sevri de (ra) kendisine ölüm yaklaştığı zaman alimleri çevresine toplamış ve onun için ricacı olmalarım istemiştir. Ahmed b. Hanbel'den de (ra) şu hadise nakledilmiştir: Vefatı yaklaştığı zaman oğluna şöyle demiştir: Bana, içinde rica ve hüsnüzan ifadeleri bulunan hadisle­ri hatırlat.
Rica ve Allah Teala'ya karşı hüsnüzan beslemek, makamların en yücelerinden olmasaydı, sözkonusu alimler, hayatlarının son demlerinde, ölümün eşiğinde ve Mevla'ya kavuşma anında bunları talep etmezlerdi. Onlar bu makamların yüceliğini bildikleri için, hüsnü hatimelerinin bunlarla olmasını istemişlerdir. Onlar hayatlan boyunca Allah Teala'dan hüsnü hatime yani en güzel sonu ni­yaz etmiş kimselerdir.
Rica ve ümidin bu derece yüksek bir öneme sahip olmasından dolayı şöyle denilmiştir: Hayat sürdükçe korku daha faziletlidir. Ölüm yaklaştığında ise rica ve ümit daha faziletlidir. Yahya b. Mu~ az (ra) rica makamları hakkında şöyle derdi: Tevhidle dolu bir sa­at, elli yılın günahını bertaraf ederse, elli yıllık tevhid günahları acaba ne yapar? Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Korku, an­cak rica ehline sahih olur. Yine o, bir defasında şöyle demişti: Kor­kanlar dışında bütün alimler mahrumdur. Rica edenler dışında bü­tün korku sahipleri mahrumdur. O, ricayı muhabbet makamları arasında sayardı. Rica, ulema nezdinde muhabbet makamlarının ilkidir. Kul, muhabbet makamında, rica ve hüsnüzanmndaki yük­selmeye paralel olarak yükselebilir.
Allah Resulü (sav) rica hakkında öyle hadisler buyurmuştur ki, bunları müslümanlarm avamına zikretmek doğru olmaz. Ama şu hadisleri zikredebiliriz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allah Tea­la rahmetinin büyüklüğünden dolayı cehennem için öyle bir kamçı yaratmıştır ki, bununla kullarını cennete sevkeder". "Ben kulları, onlar aleyhinde kazançlı çıkmak için değil, onların Benim aleyhim­de kazanzçlı çıkmaları için yarattım".
Ata b. Yesartn Ebu Said el-Hudri'den (ra) rivayet ettiği hadis-i şerif ise şöyledir:"Aliah Teala hiçbir şey yaratmamıştır ki ona galip gelecek bir şey yaratmamış ve rahmetini de gazabını aşacak kılmış olmasın". Meşhur bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah Teala, varlık­ları yaratmadan önce kendi üzerine 'Rahmetim gazabımı bastıra­caktır1 esasını farz kılmıştır"[13][39]
Muaz b. Cebel (ra) ve Enes b. Malik'ten (ra) rivayet edilen meş­hur hadislerden bazıları da şöyledir: "Kim 'Allah'dan başka ilah yoktur1 derse cennete girer. Kimin son sözü 'Allah'dan başka ilah yoktur1 olursa ona ateş dokunmaz. Kim Allah Teala'ya O!na ortak koşmamış olarak kavuşursa ateş ona haram kılınır. Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan da cehenneme girmez".[14][40]
Başka bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Eğer kafir Allah Teala'nm rahmetinin genişliğini bilseydi, hiçkim-se O'nun rahmetinden ümidini kesmezdi".
Allah Teala, mucizelerin gösterilmesinden sonra işlenen günah­ların en büyüklerini dahi güzellikle bağışlayacağına dair şöyle bu­yurmaktadır: "Açık deliller geldikten sonra buzağıyı (ilah) edindi­ler. Biz de bunu affettik". (Nisa/153)
Allah Teala, onlar hakkındaki hükümlerinin kesinliğini ve ira­desinin haklarında cari olduğunu öğreten bir tarzda ifade ettiği in­ce hitabında şöyle buyurmuştur: "Size apaçık belgeler geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah gerçekten üstündür, hü­küm ve hikmet sahibidir". (Bakara/209) Allah Teala o kadar Aziz ve Üstündür ki O'na ancak kendisiyle ulaşılır.
Hakim yani hüküm sahibidir ve kullarına kendi iradesiyle hük­metmektedir. Allah Teala bundan sonra bütün günahları bağışla­yacak ve hiçbirşeyi önemsemeyecektir. Nitekim alemlere üstün kıl­dığı kimseler hakkında da böyle hükmetmiştir. Bu babda inkar edenlerin sözleri, onlara zarar vermemiştir. Onlar Musa'ya (as) şöyle demişlerdi: "Onların ilahı olduğu gibi bize de bir ilah yap". (A'raf/138) O da kendilerine cevaben şöyle demiştir: "Sizi alemlere üstün kılmışken sizler için Allah'tan başka bir ilah mı arayayım?". (A'raf/140) Harun (as) da kendisine, Teygamberinizin ölümünden sadece otuz yıl geçtikten birbirinizi kılıçla vurmaya başladınız' di­yen Calut'a işte bu manada 'Sizler de henüz ayaklarınız daki deniz suyu kurumadan Musa'ya (as) 'Onların ilahı olduğu gibi sen de bi­ze bir ilah yap' demiştiniz' diyerek karşılıkta bulunmuştur.
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "İnsanla­ra Ilah'mızı anlatırken korkutacak ve soğutacak şekilde konuşma­yın". Başka bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmaktadır: "Müjde­leyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın"[15][41]Allah Re­sulü (sav) müslümanlara vaaz ederken de şöyle buyururdu: "Eğer benim bildiklerimi bilseniz, az güler ve çok ağlardınız".[16][42]
Cebrail (as), Allah Resulü'ne (sav) indi ve şöyle dedi: "Allah Teala buyurdu ki: Kullarımı niçin ye'se düşürürsün? Bunun üzerine Allah Resulü (sav) insanların arasına çıktı ve onlara rica ve ümidi telkin ederek teşvik etmeye başladı.
Allah Resulü (sav) "Muhakkak ki kıyamet gününün sarsıntısı büyük bir şeydir" (Hac/l) ayet-i kerimesini okuduğu zaman çevre­sindekilere 'Bu günün hangi gün olduğunu bilir misiniz? Bu, Adem'e (as) Kalk ve soyundan ateşe nasip olanları gönder, denile­ceği gündür. Adem (as) 'Kaç tanesini?' diye sorduğunda kendisine şöyle denilecektir: 'Her 1999 kişi ateşe, bir kişi cennete' buyurmuş­tu. O gün müslümanlar hep ağlaştılar. İşi gücü bıraktılar. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) halkın arasına çıktı ve 'Size ne oluyor? Sizin diğer ümmetler içindeki sayınız, kara bir öküzün üzerindeki tek bir beyaz bir kıl kadardır".
Meşhur bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "Eğer siz günah işlemezseniz, Allah Teala günah işleyen başka bir halk yaratacaktır ki onları bağışlayabilsin". Bu hadisin bir diğer lafzı ise şöyledir: "Sizi götürecek ve ve günah işleyen bir kavim getirerek onları bağışlayacaktır. Muhakkak ki Allah çok ba­ğışlayan ve çok merhametli olandır".[17][43]
Allah Teala, mağfiret ve merhamet sıfatlarına sahip olduğu için, bu sıfatları izhar edebileceği vaziyeti yaratacaktır. O'nun bu sıfatlar­la nitelenmesi ancak bu şekilde mümkün olabilecektir. Marifet il­minde de bununla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Allah Teala'nm her isminde bir sıfatı, her sıfatında da bir fiili sözkonusudur. Marifetin sırrı da bunda gizlidir. Havassın marifeti de burdan çıkar.
İbraKım b. Edhem'den (ra) şöyle bir hadise nakledilmiştir: "Bir gece Kabe'yi tavaf ediyordum. Çok yağmurlu ve çok karanlık bir geceydi. Kapının girişinde durdum ve şöyle dedim: 'Ey Rabbim, be­ni Sana asla karşı gelmeyecek şekilde günahtan uzak tut'. Ka­be'nin içinden bir ses şöyle dedi: Ey İbrahim, sen Ben'den masumi­yet istiyorsun. Bütün mümin kullarım da Ben'den bunu istiyorlar... Eğer onları masum kılarsam, Ben kime lütufta bulunacak,.kimi ba­ğışlayacağım?!".       . -     -
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: "Eğer mümin hiç günah işleme-seydi, bir kuş gibi uçardı. Ama Allah Teala onu günahlarla tartaklamıştır". Bir hadiste de Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Eğer günah işlemezseniz, başınıza günahlardan daha kötü bir şeyin gelmesinden korkarım. Bunun üzerine 'O ne­dir?' sorulmuş ve Allah Resulü (sav) 'Övünmedir5 buyurmuştur". Ye­min olsun ki, övünme azgın nefsin sıfatlarından biridir.
Övünme, bütün amelleri boşa çıkaran bir sıfattır. O, kalbi fiiller arasındaki en büyük günahlardandır. Günahlar ise şehvani nefsin davranışlarmdandır. Şehvetine düşkün bir kulun, nefsi şehvetler­den onuna müptela kılınması, kendisi için nefs sıfatlarından birine müptela kılınmasından daha hayırlıdır ki bu sıfatlara Örnek ola­rak; kibir, övünme, azgınlık, haset, methedilme arzusu ve hatırlan­mayı istemeyi zikredebiliriz. Çünkü bunlarda Rububiyet sıfatları­nın bazı anlamlarıyla iblis ahlakının izleri mevcuttur. İblis de bu sıfatlarından dolayı helak olmuştur. Nefsani şehvetler ise, yaratı­lıştan gelen sıfatlardır. Adem de (as) bu sıfatlardan dolayı Rabbinin emrine karşı gelmiş ve daha sonra Rabbi tarafından seçilerek tev-besi kabul edilmiş ve hidayete ermiştir.
Bişr b. Hars şöyle derdi: "Nefsin övülmeye meyletmesi, onun için günahlardan daha zararlıdır". Yusuf b. Hüseyin kadınsı davra­nan bir erkek gördü ve kendisini aşağılayarak ondan yüz çevirdi. O kişi, ona dönerek şöyle dedi: Sen de mi? Oysa seninki sana yeter. Yusuf adamın sözünden korktu ve 'Ne biliyorsun?' diye sordu. Adam da şöyle dedi: Çünkü sana göre sen benden çok hayırlısın. Yusuf adamın sözünün maksadım anladı ve tevbe ederek istiğfar­da bulundu.
Arifler zümresinden ricacı bir zat Bakara süresindeki borçla il­gili bir ayet-i kerimeyi okur ve onunla sevinerek mutlu olurdu. O ayeti okudukça rica ve ümidi daha da artardı. Kendisine bu ayet-i kerimede ümidi ve bununla sevinmeyi gerektirecek bir ifade bulun­madığı söylendi. O da, 'Hayır, bu ayette çok büyük bir rica ve ümit mevcuttur' dedi. Diğerleri 'Nasıl oluyor?' diye merakla sordular. O şu cevabı verdi: 'Dünyanın tamamı çok azdır. İnsanın oradaki rızkı ise azdan azdır. O'nun rızkından olan bu borç da azdır. Allah Teala buna rağmen borç konusunda ihtiyatlı davranmıştır. Bana bakışın­da ise yumuşak olmuş ve benim borcumu, şahitler ve yazıyla teyid ederek onun hakkında Kitab'mdaki en uzun ayet-i kerimeyi inzal etmiştir. Bu borcu kaçırmak pek önemli değil. Halbuki kendime karşı hiçbir telafide bulunamayacağım ahirette bana layık görece­ği son nasıl olabilir?"
Rica ehlinden bir zat, Allah Teala'mn "Oysa onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır" (Zü-mer/47) buyruğunu okuduğu zaman bununla, Allah Teala'dan dün­yada asla hesap etmediği ihsan, cömertlik ve iyilik nişanelerini ümit ediyordu.
Cüneyd-i Bağdadi şöyle derdi: Allah Teala'mn kereminden bir pınar kaynadığında kötülük edenler bile iyilik sahiplerine katıla­caklardır". Bu anlamda rivayet edilen bir hadis-i şerif de şöyledir: "Allah Teala Kıyamet günü hiçkimsenin aklına gelmeyecek bir ba­ğışta bulunacaktır. Öyle ki iblis bile bu mağfiretten nasiplenebil­mek için rica ve ümidini uzun süre koruyacaktır.
Bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nun (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Muhakkak ki Allah Teala'mn 99 rahmeti vardır. O, bu dünyada sözkonusu rahmetlerinden yalnız birini iz­har etmiştir ve bütün yarattıkları O'nun bu rahmetiyle merhamet görmektedirler. Anne kendi çocuğuna, hayvan da yavrusuna bu­nunla şefkat göstermektedir. Kıyamet günü geldiğinde bu bir rah­met de, 99 rahmete katılacak ve Allah Teala rahmetinin tamamını yarattıklarına yayacaktır. Bu rahmetlerden her biri gök ve yer kat­larını kaplayacak kadar geniştir. O gün helak olan dışında hiç kim­se Allah Teala sebebiyle helak olmayacaktır".
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala kıyamet günü bir kulu için bağışladığı günahı, onu işleyen bütün kulları için bağışla­yacaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Amel edin ve müjdeleyin. Ve bilin ki, hiç kimseyi kendi ameli kurtarmayacaktır".[18][44]O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Sizden hiçbirini işlediği amel cennete sokmayacağı gibi, cehennemden de kurtaramayacak­tır. Bunun üzerine Sahabe, 'Seni de mi ey Allah Resulü?' diye sor­dular. Allah Resulü şöyle buyurdu: Evet, Allah Teala rahmeti ve lütfuyla sarmadıkça beni de".[19][45]
Allah Resulü (sav) başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahiplerine sakladım".[20][46]Bu hadisin diğer bir lafzı da şöyledir: "Şefaatimin saf ve takva sahipleri için mi olduğunu sanırsınız? Aksine o, kirlenmiş ihlaslılar içindir".[21][47]
Allah Resulü (sav), Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya (ra) öğütte bulunarak şöyle demişti: "Kolaylaştırın, zorlaş-tırmaym, müjdeleyin nefret ettirmeyin".[22][48]
Müminlerin Allah Teala'nm keremini, gizli ve açık lütuflarını bilmeleri, onları O'na karşı ümitvar olmaktan uzaklaştırmadığı gi­bi ricadan geri kalmalarına da yol açmaz. O'na karşı besledikleri hüsnüzan da böyle davranmalarına neden olmaz. Aynı zamanda korkuları da aşırı derecede artarak rahmetinden ümitsizliğe kapıl­malarına sebep olmaz. Çünkü müminler, Allah Teala'nm ceberut ve ululuğunu ve herşey bir yana Korkulan olduğu gibi Sevilen olduğu­nu da bilirler.
O'na duydukları sevgi kendilerini O'na ısındırır ve ümit dolu kı­larken, O'ndan duydukları korku da kendilerini sıkar ve endişelen­dirir. Allah Teala'nm ululuğu karşısındaki korkuları bir zevktir. O'nun ululuğu karşısında duydukları sevgiden istifadeleri de böy­ledir. Müminler, korku ve muhabbet makamında mutedildirler. Her ikisini de bilmeleri sayesinde yerlerini sağlamlaştırırlar. Kor­ku telkin eden ve sevilen Allah Teala'nm müşahedesinde istikamet üzeredirler. Bu makam da, yakin ehli ariflerin vasıflarının bulun­duğu makamdır. Bunlar, kemal-ı iman sahiplerini ve yakin ehlinin havassımn seçkinlerini teşkil ederler. Çünkü onlar, Allah Teala'nm tüm sıfatlarında Kamil olduğunu ve sıfatları noktasında O'na hiç­bir eksikliğin uzanmadığını iyi bilirler.
Rahmet, ancak ilmin genişliğindendir. İlim ise güç ve kudretin genişliğidir. Müminler, Allah Teala'nm kelamından duydukları arasında 'O'nun ilim ve kudret sahibi olduğuna ' (Fatır/44) şahit ol­muşlardır. Yine O şöyle buyurmaktadır: "ilim ve rahmet bakımın­dan herşeyi kuşattın". (Mümin/7) Bazıları da Allah Teala'nm "Rah­metim herşeyi kuşattı" (A'raf/156) buyruğundan, cehennemin boşalacağı anlamını çıkarmışlardır. Onlara göre şey kelimesi bütün var­lıklar için kullanılması nedeniyle cehennemi ve onun dışmdakileri de kapsamaktadır.
Allah Teala bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Onu (rahmet) takva sahiplerine yazacağım". (A'raf/156) Burada rahme­tin hususiyeti ifade edilmektedir. Çünkü Allah Teala onu, 'Yazaca­ğım' buyruğuyla ifade etmiştir. Rahmetin ise sonu yoktur. Zira o, <Rahim=Merhamet Sahibi' olan Allah Teala'nm sıfatıdır. O'nun içinse hiçbir smır sözkonusu değildir. Hiçbir şey O'nun hikmet ve kudreti dışına çıkamadığı gibi hiçbir şey de merhametinden uzak kalamaz.
Cehennem, eşi görülmemiş ateş ve diğerleri, O'nun azabının özünü ve azabının bütünü teşkil etmezler. Kim böyle zannederse, Allah Teala'yı bilmiyor demektir. Çünkü Allah Teala nimet ve mül­künden ancak kullarının anlayabileceği kadarını izhar ettiği gibi azap ve cezasından da ancak o kadarını açığa çıkarmıştır. İnsanlar gerek nimet, gerekse azap adına O'nun açıkladıkları dışındakilere tahammül edemedikleri için bunları izhar etmesi uygun düşme­miştir. Ayrıca onların kendilerine açıklanandan fazlasını öğrenme­ye çalışmaları da yerinde olmaz. Çünkü Allah Teala'nm nimet ve azabının sonu, O'nun Zatı ile kaim olan mülküyle, kudret ve salta­natının son noktası demektir ki yaratılmışların hiçbiri, bu derece­de bir bilgiye dayanamaz.
Yine bu, O'nun sıfatlarının yüceliği ve sonsuz isimlerinin güzel­liğidir. Gayblardaki bu bilgilerin açıklanma imkanı yoktur. Kudre­tinin nihayeti, ululuğunun sınırı ve saltanatının bitişi olmayan Al­lah Teala, her türlü eksiklikten münezzehtir. Müminler de O'nun "O, hum/yumuş aklık ve mağfiret sahibidir" (İsra/44) buyruğu ile "O, hilm sahibi ve herşeyi bilendir" (Ahzab/51) buyruğunu işittikle­rinde buna şahit olmuşlar ve şunu öğrenmişlerdir: Mağfiret, hilm ve yumuşaklığın genişliğine göredir. Hilm ise, ilmin genişliğine gö­redir. Onlar Hak Teala'nm hilminin büyüklüğünü gördüklerinde O'nun büyük mağfiretini ümit ve rica etmiş, günahları sıkça Örtme­sini gördüklerinde de güzel affını ummuşlardır.
Bu meyanda şöyle denilmiştir: Arş'ı taşımakla görevli Hamele-i Arş melekleri, şu ifadeleri tekrarlarlar: "Allahım ilminden sonra hilmin üzere Seni teşbih ederim. Allahım kudretinden sonra affın üzere Seni teşbih ederim". Arifler zümresindeki rica ehli için, Al­lah'ın kelamını işittiklerinde türlü anlayışlar sözkonusudur. Bu da O'nun sıfatlarının manaları hakkındaki ilimlerinin yüksekliğinden kaynaklanan derin düşüncelerine dayanır.
Her makam sahibi, Kelam-ı îlahi'ye kendi makamından şahit­lik ederken, kendi şahitliğine göre onu dinler. Bunlar arasında en yükseği, sıddıklarm şahitliğidir. Sonra sırasıyla, şehitlerin, salihle-rin ve müminlerin havassmm şahitliği gelir. Bunların hepsi de Al­lah Teala sayesinde O'nun delilini bulur, O'ndan yine O'na nazar ederler. Hepsi de Allah Teala nezdinde farklı derecelere sahiptirler. Allah Teala da yaptıklarını yakından görmektedir. Sehl (ra) şöyle derdi: İhsan sahibi, Allah Teala'nm rahmetinin genişliğinde yaşar. Kötülük sahibi ise, O'nun hilminin genişliğinde yaşar.
O'nun bütün sıfatları kemal üzeredir. Her kim bunlardan bir kısmını diğerleri üstüne tercihe yeltenirse, kendi üstündeki şahit­lik sahiplerinin ilimlerine göre kendi ilmindeki kusurdan dolayı gö­rüşünde hata etmiş olur. Onun için murad edilen makamın, kuvvet sahibi sıddıklarm yoluna henüz ulaşmamış olması da buna neden olmuş olabilir. Bu ise sonuç itibarıyla Hak Teala'ya yakınlık ve uzaklık bakımından onun makamını belirler. Kendisine şahitlik edilen Allah Teala ise, her türlü eksiklik ve tahditten uzaktır.
Korku karşısında ricanın durumu, dini bakımdan azimetler karşısındaki ruhsatların durumuna benzer. Allah Resulü (sav) bu­yurdu ki: "Muhakkak ki Allah Teala, azimetleriyle amel edilmesini istediği gibi ruhsatlarıyla amel edilmesini de ister".[23][49] Bundan da­ha açık ve daha vurgulayıcı bir lafızda ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Teala, masiyetlerin işlenmesini çirkin gördü­ğü gibi ruhsatlarını kabul etmeyi de sever".
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki bu Din, çok sağlamdır. Sen ona yumuşaklıkla dal ve nefsini Allah'a kulluktan soğutma. Din'de hayırlısı en kolayıdır". Başka bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Aşırı derinleşenler helak oldular. Aşırıya kaçanlar helak oldular".[24][50]
Yine O, başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Ben, kolay ve hoşgörülü Haniflik ile gönderildim".[25][51] Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "Kitab Ehli'nin bizim dini­mizde hoşgörü olduğunu bilmelerini isterim". Allah Teala mümin­lerin "Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme" (Bakara/286) ayet-i kerimesindeki isteklerine karşılık vererek "Onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor" (A'raf/157) buyruğuyla arzularını gerçekleştirmiştir.
Bütün bu bilgiler, akıl sahiplerinde rica ve ümidin kuvvet se­beplerini teşkil etmektedir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teala şu kudsi hadiste de nakledildiği üzere rica ve ümidin hükmünü galip kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Ben, cezadan çok rahmet ve affa da­ha yakınını". Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir: "İnsanlara Rab'lerini anlatırken on­ları korkutacak ve nefislerine ağır gelecek şekilde konuşmayın".
Ali'ye (kv) ait bir söz de şöyledir: "Alim, ancak o kimsedir ki in­sanları Allah'ın rahmetinden yeise düşürmez, Allah'ın tuzağına karşı da güvenlik hissi vermez". Allah Teala Davud'a (as) şöyle vah-yetmiştir: "Ne oldu da tek basmasın? Davud (as), 'Senin için insan­larla arama düşmanlık girdi' cevabını verir.
Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Bilmez misin ki Be­nim sevgim kullarıma karşı şefkatli olman ve onlara lütufkar ol-mandadır. Seni ancak o zaman velilerim ve dostlarım arasına ya­zarım. Kullarıma sert ve dik nazarla bakma. Kendi ecrini boşa çı­kardığında bile Benim hakkımda şu üç şeyi muhafaza et: Sevdiği­me ihlasla samimi ol. Dünyacılara açıkça muhalefet et. Dinine uy". Davud ve diğer peygamberlerden (as) Allah Teala'nm şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Beni sev, Ben Beni seveni severim. Kullarıma da Beni sevdir. Bunun üzerine peygamber şöyle demek­tedir: 'Ey Rabbim, işte ben Seni ve Seni sevenleri seviyorum. Ama Seni kullarına nasıl sevdirebilirim?' Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Beni güzellikle an, nimetlerimi ve iyiliklerimi zik­ret. Onlara bunları o kadar çok hatırlat ki, Benimle ilgili ancak gü­zellikleri bilsinler". Yezid er-Rekaşi kanalıyla Enes'ten (ra) Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledildi: "Sizlere, peygamber ve şehit olmadıkları halde Allah katında tanındıkları nurdan min­berler üzerindeki yerlerinden dolayı her iki zümre tarafından da gıpta edilen toplulukları haber vereyim mi?' Sahabe (ra) 'Onlar kimdir?' diye sordular. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Onlar Allah'ın kullarına Allah'ı, Allah'a da kullarını sevdiren ve yeryü­zünde öğütçüler olarak yürüyenlerdir7. Dedik ki: 'Allah Teala'yı kullarına sevdiriyorlar, bu tamam. Ama kullarını Allah Teala'ya nasıl sevdiriyorlar?' Buyurdu ki: 'Onlara Allah Teala'nın sevdiği şeyleri emreder, O'nun haram kıldıklarından sakındırırlar. İnsan­lar da onlara uydukları zaman Allah Teala tarafından sevilirler".
Eban b. Ayaş uykuda ölümünden sonrasını gördü. O, alimler arasında ruhsatlar ve rica kapıları hakkında en çok hadis nakleden zat idi. Dedi ki: "Rabbim beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyur­du: 'Seni Benim hakkımda bu kadar ruhsat nakletmeye sevkeden neydi?' Dedim ki: 'Ey Rabbim, Seni yarattıklarına sevdirmek iste­dim'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Ben de sana mağfiret ettim' bu­yurdu".
Malik b. Dinar'dan şu hadise nakledilir: "Bir gün Eban ile kar­şılaştı ve ona şöyle dedi: 'Ey Eban, insanlara daha ne kadar ruhsat­ları nakledeceksin?' Eban şu cevabı verdi:'Ey Ebu Yahya, umarım ki Kıyamet günü Allah Teala'dan öyle bir af göreceksin ki, sevinç­ten şu urbanı parçalayacaksın?"
Tabiun'un seçkinlerinden ve ölümünden sonra insanlarla ko­nuşmuş olan, Rabe'i b. Harraş'm kardeşiyle ilgili şu hadise nakle­dilir: "Kardeşim öldüğü zaman elbisesi üzerine örtüldü. Biz de onu naaşmın üzerine bıraktık. Elbiseyi yüzünden kaldırdı ve doğrula­rak oturdu. Sonra da şöyle dedi: Ben Rabbimle karşılaştım. Beni sevgi ve merhametle karşıladı. Rabbim gazapkâr değildi. Hesap işini zannettiğinizden daha kolay gördüm. Sakın aldanmayın. Haz-ret-i Muhammed (sav) ve ashabı da kendilerine dönmemi bekliyor. Sonra kendini, leğene düşen taş gibi bırakıverdi. Biz de kendisini alarak mezarlığa götürdük ve defnettik.
Bekr b. Süleyman dedi ki: "Vefat ettiği gece Malik merhumu zi­yaret ettik. Kendisine 'Nasılsın?' diye sorduk. Şöyle dedi: 'Size ne diyeceğimi bilemiyorum. Ancak şunu bilin ki, yarın ahirette Allah Teala'nın affından hesap etmediğiniz kadar fazlasını bulacaksınız.
Biz ayrıldıktan hemen sonra vefat eden merhumun gözlerini ka­pattık ve kendisim defnettik.
Yahya b. Ekseni rüyada görülmüştü. Kendisine, 'Allah Teala sana ne yaptı?' diye sorulunca şöyle dedi:'Beni huzurunda durdurdu ve şöyle hitap etti: Ey kötülük şeyhi, sen şöyle şöyle yaptın!'Allah bili­yor ya beni bir korku ve titreme sarmıştı. Şöyle dedim: 'Ey Rabbim, ben Senin hakkında böyle bir hadis nakletmedim' Bunun üzerine Al­lah Teala, 'Peki ne naklettin?' diye sordu. Ben de, 'Abdürrezzak bize Ma'mer'den, o Zühri'den, o Enes b. Malik'ten o Senin Peygamberin­den, o da Sen'den, yüceler yücesi olan Sen'den nakletti ki: 'Ben kulu­mun zannettiği yerdeyim. Benim hakkımda dilediği gibi zannetsin'. Ben de buna güvenerek Sen'in bana azab etmeyeceğini zannederdim.
Bunun üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: 'Peygamber doğru söyledi, Enes doğru söyledi, Zühri doğru söyledi, Ma'mer doğru söy­ledi, Abdürrezzak doğru söyledi ve sen de doğru söyledin'. Sonra önüme perde gerildi, soyundum ve cennet elbiselerim giyerek, cen­net oğlanlarının arasında yürüyüp gittim. Kendi kendime (Bu ne büyük bir sevinç' dedim".
Bir haberde de şu hadise nakledilmiştir: "İsrailoğullarından bir adam, insanlara dini zorlaştırıyor ve onları Allah'ın rahmeti husu­sunda yeise düşürüyordu. Allah Teala Kıyamet günü ona şöyle bu­yurur: 'Sen kullarımı ye'se düşürdüğün gibi, Bugün de ben seni rahmetimden ye'se düşürüyorum".
Başka bir rivayette ise şu olay nakledilmektedir: "İsrailoğulla­rından iki adam Allah yolunda birleştiler. Bunlardan biri, ibadetle uğraşan bir abid, diğeri ise nefsinde aşırıya kaçan biriydi. Abid olan, diğerini sürekli sakındırır ve caydırıcı konuşurdu. O da abide şöyle derdi: Beni Rabbimle başbaşa bırak. Sen benim üzerime bek­çi olarak mı gönderildin?
Abid bir gün onu büyük günah işlerken gördü. Kendisine hid­detlenerek, 'Allah Teala sana mağfiret etmez' dedi. Kıyamet günü Allah Teala o suçluya şöyle buyuracaktır: 'Kim Benim rahmetimi kullarımden menedebilir? Sen git, seni bağışladım'. Sonra abide dönerek şöyle buyurur: Sana gelince, cehennemi sana farz kıldım'. Nefsim yed-i kudretinde olana andolsun ki bu abid, Öyle bir kelime söyledi ki, hem dünyasını, hem de ahiretini helak etti".
Bu meyanda şöyle bir rivayet nakledilir: İsrailoğulları arasında kırk yıldır yol kesicilik yapan bir hırsız vardı. İsa (as) onun bölge­sinden geçti. Ardından da İsrail oğullarının abidlerinden ve havari­lerden olan bir kişi geliyordu.
Hırsız kendi kendine şöyle dedi: Allah Teala'nm peygamberi ve yanında da havarisi gelmişler. Eğer yanlarına gidersem, üçüncüleri ben olurum. Sonra havariye yaklaşma niyetiyle aşağı inmeye başla­dı. Havariyi yücelterek kendini düşük görüyor ve kendi kendine, 'Benim gibi biri, böyle abid birinin yanından gidemez' diyordu.
Havari, onun arkadan geldiğini farketti ve kendi kendine, 'Şu­na bak benim yanımda yürüyor5 diyerek toparlandı ve ilerleyerek İsa (as) ile yanyana yürümeye başladı. Hırsız, ikisinin de arkasın­da kaldı. Bu esnada Allah Teala İsa'ya vahyederek şöyle buyurdu: 'O ikisine de ki, amel etmeye devam etsinler. Ben her ikisinin de geçmiş amellerini boşa çıkardım. Havariye gelince, onun bütün iyi­liklerini kendini beğenmişliğinden dolayı boşa çıkardım. Diğerinin bütün kötülüklerini ise, kendini hakir gördüğü için boşa çıkardım'. İsa (as) da durumu her ikisine bildirdi ve yolculuğunda hırsızı ya­nına alarak onu havarilerinden biri yaptı.
Mesruk b. Ecda'dan şu haber rivayet edilmiştir:
Peygamberlerden biri, secdede iken zorbanın biri boynuna bas­mış ve yerdeki çakılların alnına batmasına sebep olmuştu. Pey­gamber, hiddetle kalkarak 'Defol git, Allah Teala sana asla mağfi­ret etmeyecek' dedi.
Bunun üzerine Allah Teala kendisine şöyle vahyetti: 'Kullarım hakkında Bana dayatma mı yapıyorsun? Ben onu kesinlikle bağış­ladım'.
İbni Abbas (ra) Allah Resulü'yle (sav) ilgili şu hadiseyi naklet-mistir:
"Allah Resulü (sav) bazan namazdan sonra müşriklere beddua ederdi. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu: "Küfre sapanla­rın ileri gelenlerini kessin, ya da umutları suya düşmüşler olarak onları tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler. Allah'ın onların tevbelerini kabul etmesi veya zalimler olduklarından dolayı ceza­landırması işinden sana birşey (görev ve sorumluluk) düşmez" (Al-i İmran/127-128)
Allah Resulü (sav) bu ayetten sonra onlara beddua etmeyi bıra­karak şöyle demeye başladı: Allah onların hepsini İslam'a iletsin".[26][52] Rica, ümit ve hüsnüzanna ilişkin rivayetler sayılamayacak ka­dar çoktur. Burada bunların tamamını zikretmek niyetinde değiliz. Azım zikretmek suretiyle çoğunu delillendirmek istedik. Basiret sa­hiplerinin akıllarını biraz olsun uyandırmaya çalıştık. Allah Teala buyurdu ki: "Ey insan, kerem sahibi Rabbine karşı seni gurura ve al­danışa sevkeden nedir?" (İnfitar/6) Görüldüğü gibi kul, aldanış ve gururuna rağmen Rabbinin keremi noktasında uyarılmıştır. Kendi­sinin ne güzel şekilde tesviye edildiğini bilmeyen kula, buna rağmen hatırlatma yapılması da, Allah Teala'nm nimet ve ihsanını gösterir. Dahhak'tan şu söz rivayet edilmiştir: "Hesaba arzedilme anında, kul Rabbine yaklaşır ve Allah Teala şöyle buyurur: 'Ey kulum, yap­tığın işleri sayabilir misin?" Kul da, 'Allahım, Sen olmaksızın ben onları nasıl sayabilirim? Herşeyi kaydedip koruyan Sensin' der. Al­lah Teala, dünya hayatında işlediği bütün günahları ona saatleriy­le bildirir ve şöyle buyurur: 'Sen ey kulum, sana bildirdiklerimi ve hatırlattıklarımı ikrar et'. Kul da 'Evet Rabbim!' der. Bunun üzeri­ne Allah Teala şöyle buyurur: 'Dünya hayatında bütün günahlarını Ben Örttüm. Günahların sebebiyle senden bir koku çıkarmadım ve alnına leke sürmedim. Bana olan imanından ve peygamberleri tas­dik etmenden dolayı bugün de onları senin için bağışlıyorum".
Muhammed b. Hanefİyye (ra), babası Ali'den (kv) şunu rivayet etmiştir: -"Öyleyse güzellike hoşgör". (Hicr/85) ayet-i kerimesini kasdederek- bu ayet Allah Resulü'ne (sav) nazil olduğunda şöyle buyurdu: Ey Cebrail, güzellikle hoşgörme nedir? O da şu cevabı verdi: Ey Muhamnıed, sana haksızlık edeni affetmen ve onu azar­layıp kmamamandır. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) 'Ey Cebra­il, öyleyse Allah Teala'nm affettiği kulunu azarlayıp kınamaması daha evladır1. Bunun üzerine Cebrail (as) ağladı, Allah Resulü de (sav) onunla beraber ağladı. Allah Teala da Mikail'i (as) yanlarına gönderdi ve selamını bildirerek şu buyruğunu iletmesini istedi: 'Af­fettiğim birini nasıl kınarım? Bu Benim keremime asla yakışmaz". Kerem sahibi Allah Teala'mn teşvik ettiği şeye karşı aşırı arzu­lu olmak da rica ve ümit babmdandır. O'nun hoşgördüğü herşeyde yarışmak da böyledir. Günahlara boğulan ve masiyetlere daldıkça dalan insanların himmeti olarak gündeme gelen bağışlanma ve ik­ram yönündeki rica ve ümitlere gelince, alimlere göre onların bu hali rica ve ümit değildir. Çünkü rica, yakini imanın makamların­dan biridir. Yakini iman sahipleri ise yukarıdaki hale benzeyen hal­lerde bulunmazlar. Zira bunlar, Allah Teala hakkında aldanışa düş­müş, O'ndan gafil kalmış ve O'nun hükümlerini öğrenmemiş kim­selerdir.
Allah Teala bu zihniyette olan, dünya sevgisinde ısrar ederek bundan hoşnut olan ve tüm bunlara rağmen bağışlanmayı ümit eden bir topluluğu azapla tehdit etmiş ve kendilerini 'Hulf olarak adlandırmıştır. 'Hulf 'ise bayağı ve adi insanlar için kullanılan bir sıfattır. Yine onları çok ağır cezalarla tehdit ederek şöyle buyur­muştur: "Onların ardından yerlerine Kitab'a varis olan bir takım 'bayağı kimseler5 geçti. Bunlar, şu değersiz dünyanın geçici menfa­atini alıyor ve Takında bağışlanacağız' diyorlar". (A'raf/169)
Ricanın hakikatiyle ilgili haber ve hadisler, aldanış ve gurura kapılanların bu hallerini güçlendirirken günaha yavaş yavaş da­lanları da günahların üzerindeki örtü ve tattığı nimetten dolayı zi­yan bakımından derinleştirmektedir. Öte yandan aynı bilgiler, ih-lasla tevbe edenler için de daha çok sevab, muhlis Allah dostları için gönül huzuru, kerem ve haya sahipleri için mutluluk, arınma ve vefa duygusu taşıyanlar için rahatlık teşkil etmektedir. Onlar bu bilgilerden istifade etmekte, hayaları artarken, kederleri dağıl­makta ve akılları huzur bulmaktadır.
Onların ümit ve hüsnüzanları, korkunun çehresini gizlemeye­cek şekilde ibadetlerde bulunmalarını sağlar. Çünkü korku ve en­dişeler, amellerin birçoğundan alıkoyar. Böylelikle rica ve ümit, ona ehil olanların hayat tarzı haline gelir ve onunla tanınmaya başlarlar. Nitekim Ömer (ra.) Suhayb (ra) için şöyle demiştir: "Eğer Allah'tan korkmazsa, O'na karşı gelmez". Yani korku sebebiyle de­ğil rica ve ümidi sayesinde günahları terkeder. Rica, onun hayat tarzı olmuştur. İşte onlar gerçek rica ve ümit sahipleridir. Onların alametleri de anlattığımız hususlardır. Biz de işte böyleleri için ri­ca ve ümidi gerektiren, safa ehlinin kalplerinde hüsnüzan doğuran vasıtaları zikrettik. Halka karşı ahlak ve davranışları güzelleştirmek, onlar karşı­sında tahammülle sabretmek, güzellikle hoşgörmek ve Allah Tea-la'ya yaklaşmak gayesiyle onlara yumuşak davranmak da ricadan­dır. Bu gaye ile Allah Teala'mn sevabını ümit etme, vaadini gerçek­leştirmesini arzu etme ve Resulü'nün (sav) sünnetine tabi olma ba­bından olarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmak da rica ve ümittendir.
Adi arzuları ve azdırıcı şehvetleri terketmek ve bu noktalarda Allah Teala'mn hazırladığı eşsiz nimetlere dayanarak kanaatkar olmak da rica ve ümit babandandır. Humeyd kanalıyla Enes b. Ma-lik'ten fra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Rahman'm arşının karşı­sında bir oda vardır. Cebrail oraya gönderilir. Oraya vardığı zaman Allah Teala'mn huzurunda secdeye kapanır ve şöyle der: Ey Rab-bim, bu odayı kimin için yarattın? Hangi peygamber, hangi sıddık veya hangi şehit için halkettin? Allah Teala da şöyle buyurur: Be­nim arzumu, kendi arzularına tercih edenler için yarattım".
İbadetlerin edası ve güzel tevafuklar da rica babmdandır. Kul, bunlara niyet eder ve kendisine karşı hüsnüzan içinde olması bakı­mından Rabbi'nden ona değerli hibeler ve teşvikler nasip etmesini niyaz eder. Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadis-i şerif ri­vayet edilmiştir: "Allah Teala'ya dua ettiğinizde, rağbetinizi büyük tutun ve O'ndan Firdevs-i A'lâ'yı isteyin. Çünkü hiçbir şey O'na bü­yük ve ağır gelmez". Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmak­tadır: "Duayı çoğaltın ve en yüksek dereceleri niyaz edin. Çünkü siz, En cömert ve En büyük kerem sahibinden istemektesiniz".
Konuyla ilgili rivayetlerden birinde ise şu hadise nakledilir: "Abidler zümresinden iki adam vardı. İbadet bakımından eşit dere­cedeydiler. Cennete girdikleri zaman, biri arkadaşından daha üst derecelere yükseltildi. Bunun üzerine diğeri şöyle dedi: Ey Rabbim, bu adam dünyada Sana benden daha fazla ibadet etmiş değildi. Ama Sen onu benim üstümdeki derecelere yükselttin. Bunun üze­rine Allah Teala şöyle buyurdu: O, dünya hayatında Ben'den en üst dereceleri niyaz ederdi. Sen ise, sadece cehennemden kurtulmayı niyaz ederdin. Ben her kula istediğini veririm".
Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Bir adam, cehennemden çıkartılarak Allah Teala'mn huzuruna getiri­lir ve O adama sorar: Yerini nasıl buldun? Adam da şöyle der: Ey Rabbim, olabilecek en kötü yer. Bunun üzerine Allah Teala, 'Onu yerine geri götürün' buyurur. Adam, arkasına bakarak yürümeye başladı. Bunun üzerine Allah Teala, 'Niçin ardına bakıyorsun?' bu­yurur. Adam da, 'Ey Rabbim, beni çıkarttıktan sonra aynı yere dön­dürmeyeceğini ümit etmiştim' der. Bu cevap üzerine Allah Teala, 'Onu cennete götürün' buyurur".
Görüldüğü üzere rica ve ümit, cennete götüren bir yoldur. Aynı şekilde dünya hayatındaki korku da sahibini cennete götüren bir yoldur. Üstte naklettiğimiz hadisin devamında, bir diğerinin hali de aktarılmaktadır: "Diğeri hızla cehenneme doğru uzaklaştı. Bu­nun üzerine Allah Teala niçin böyle yaptığını sorunca adam şu kar­şılığı verdi: 'Ey Rabbim, ben ahirette azabından korktuğum masi-yetin vebalini dünyada tattım'. Bunun üzerine Allah Teala, 'Onu da cennete götürün' buyurdu".
Allah Teala bir topluluğu vasfederken de şöyle buyurmuştur: "Onların taptıkları da, 'Hangisi yakındır1 diyerek Rablerine yaklaş­mak için vesile arıyorlar, O'nun rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar". (İsra/57) Allah Teala, velilerinin kendisine yaklaşma çabalarına ve vesile aramalarına göz yummuştur. Yine O, kendisin­den korkmalarına da göz yummuştur.
Üstteki ayet-i kerimenin kıraat şekillerinden biri, bu buyruğun müşriklerin taptıkları putlar hakkında olmayıp müminlere dönük olduğunu göstermektedir. Talha b. Musarrıfm kıraatine göre Ted'une=ararlar1 fiili, 'Ted'une=ararsınız' şeklinde okunmaktadır. Böylelikle müminlerin Allah Teala'ya yaklaşma çabalan da men-dub görülmüş olmaktadır. Nitekim Allah Teala diğer bir ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve O'na bir vesile arayın" (Ma-ide/35) buyurmaktadır.
Rica ve ümidin genel hükümleriyle rica ehlinin sıfatları, genel olarak bunlardan ibarettir. Bu hüküm ve sıfatların tümünü birara-da taşıyan müminler, rica ehlinin yüksek derecelerini haketmiş olurlar. Böyle kimseler, Allah katında mukarrebun zümresinde yer alırlar. Kendisinde bu sıfatların bulunduğu kişi de, rica makamla­rından birine sahip olur.
Biliniz ki, yakin makamlarından biri diğerini silmez. Ancak her makamın belli bir derecesi vardır. Kimin müşahede hali kendine baskın çıkarsa, kendisine baskın çıkan hal ile nitelenir ve bunun dışındaki makamları muhafaza etmeye de devam eder. Bu makam­lardan birinin şartına göre amel eden ve bu makamda Allah Tea-la'nm ilgili hükmüne göre hareket eden biri, başka bir makama in­tikal edebilir. Onun önceki makam veya makamları ilmen mevcut iken, yeni konduğu makam fiilen mevcut olur. O da mevcut olanı gizler, çünkü bu onun sırrıdır. İlmen var olanı ise ifade eder, çünkü o makamı aşmıştır ve bu durumu herkes için aşikar olmuştur.
Rica makamı, Allah Teala'nm askerlerinden biri olup bazı abid-lerden çıkarken bazılarından da çıkmaz. Çünkü bazı kalpler tabia­tları gereği yumuşaktır. Bunlar Allah Teala'nm kerem ve ihsanının müşahedesine cevap verir ve ancak ihsan ve in'am muamelesiyle mutmain olurlar. Korkutma ve caydırma gibi etkenlerde bu huzu­ru bulamazlar. Hatta tehdit ve korkutmalar, kalplerini Allah'dan uzaklaştırarak yalnızlığa bile itebilir. Çünkü onların kalbine giden yol, rica ve ümitten geçmektedir. Kalpleri, ancak rica ve ümit ha­linde devreye girmektedir.
Bir hal olarak rica ve ümit, insanın sıhhat ve zenginliğine ben­zer. Bazı insanların kalpleri, ancak bu ikisinin mevcudiyeti duru­munda bir şeye arzu duyar ve o yönde gayretkeş olur. Zenginlik ve sıhhat halinde iken cevval olur ve güzel amellerde bulunurlar.
Nitekim kudsi bir hadiste Allah Teala'nm şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Kullarımdan Öyle kimseler vardır ki, onları an­cak zenginlik İslah eder. Eğer onları yoksullaştınrsam bozulurlar. Kullarımdan Öyle kimseler de vardır ki, bunları ancak sıhhat ıslah eder. Eğer bunlara rahatsızlık verirsem bu onları ifsad eder. Ben de kullarım hakkında herşeyden haberdar olduğum için ilmimle onla­rın durumlarını düzenlerim. Yine kullarımdan öyle kimseler vardır ki, bunları ancak rica ve ümit İslah eder. Bunların kalpleri ancak rica ile istikamet bulur. Amel ve davranışları da ancak hüsnüzan ile güzelleşir". Çünkü bu kimselerin Allah Teala'ya yaklaşma yolu ricadır. Makamları da rica makamıdır. Allah Teala'yı da onunla bi­lirler. Kalbini de ancak rica halinde Allah ile beraber bulur.
Her ne kadar rica Allah Teala'ya götüren bir yol olsa da, korku O'na daha çabuk ulaştıran bir yoldur. Daha çabuk ulaştıran tabii ki daha üstün olandır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Zenginlik ve sağlık, Allah Teala'ya götüren iki yoldur. Ancak yoksulluk ve bela, ba­na göre O'na daha çabuk götüren iki yoldur. Ve bu ikisi Ötekilerden daha üstündür. Allah Teala muhakkak ki işine Hakim olandır.
Ma'raer, Hasan el-Basri'den (ra) şunu nakletmiştir: İnsanlar, ancak Rableri hakkında besledikleri zanlara göre amel ederler. Mümin, Allah Teala'ya karşı hüsnüzan besler ve bu sebeple güzel amellerde bulunur. Kafir ve münafık ise, Allah Teala hakkında kö­tü zan sahibidir. Ama insanların çoğu bunu bilmez. [27][53]


Bu makam, yakin makamlarının beşincisidir. Allah Teala buyurdu ki: "Onları ancak ilim sahipleri akledebilir". (Ankebut/43) Allah Te­ala, bu buyruğu ile aklı ilmin üstüne çıkarmış ve korkuyu da ilim­de bir makam kılarak şöyle buyurmuştur: "Kulları arasında Al-lah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıyla) korkar". (Fatır/28) Allah Te­ala ayette geçen 'Haşyet=korku, endişe' halini, ilimde bir makam kılmış ve onun ancak ilimle hakikat bulacağını bildirmiştir.
Haşyet, korku makamının hallerinden biridir. Korku 'Havf ise, takva hakikati için konulmuş bir isimdir. Takva da, ibadet ve kul­luğun bütününü içeren bir kavramdır. Takva, Allah Teala'nm önce­kiler ve sonrakiler için hazırladığı bir rahmettir. Bu iki anlamı Al­lah Teala'nm şu buyrukları düzenlemektedir: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin. Umulur ki takva­ya erersiniz". (Bakara/21); "Biz, sizden önce kendilerine Kitab veri­lenlere ve size tavsiye ettik ki, Allah'tan korkun (takva sahibi olun)". (Nisa/131)
Özellikle bu sonuncu ayet-i kerime, Kur'an'ın kutbu ve üzerin­de döndüğü yörüngesi mesabesindedir. Takva öyle bir sebeptir ki Allah Teala onun kıymetini göstermek için Zatına izafe etmiştir. O, öyle ulvi bir manadır ki, onu Kendine bağlamıştır. Takvanın şanı­nı yücelterek kullarına da onun sayesinde ikramda bulunmayı va-adetmiştir. Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmaz. Ancak O'nu sizden takva ulaşır". (Hacc/37) Yine O, şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, O'na karşı en çok takva sahibi olamnmzdır". (Hucurat/13)
Bir hadis-i şerifte ise Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala öncekileri ve sonrakileri malum günde top­ladığı zaman en uzaktakinin de, en yakmdakinin de işitebileceği bir sesle şöyle nida edecektir: 'Ey insanlar, sizi yarattığımdan şu güne kadar hep Ben sizi dinledim. Bugün de siz Beni dinleyin. Bu­gün size sadece yaptığınız ameller geri verilecektir. Ben sizler için bir ölçü koydum. Siz de bir ölçü koydunuz ve Benim ölçümü kaldı­rarak kendi ölçünüzü yükselttiniz. Ben dedim ki, Allah katında en değerliniz, takva bakımından en ileri olanmızdır. Siz ise, bunu ka­bul etmeyerek, 'Falan oğlu falan, falandan daha zengindir' dediniz. Ben de bugün sizin ölçünüzü kaldırıyor ve kendi ölçümü yükselti­yorum: Takva sahipleri neredeler? Bunun üzerine takva sahibi müttakiler için bir sancak dikilir ve takva ehli bu sancağın altına giderler. Allah Teala da hiç hesaba çekmeksizin onları cennetteki makamlarına gönderir".
Korku 'Havf, ilim makamından bir haldir. Allah Teala, korku ehli için, müminlere dağıtarak verdiklerini birleştirmiştir. O'nun dağıtarak verdiği nimetler, hidayet, rahmet, ilim ve rızadır. Bunlar da, cennet ehlinin cümlesinin makamlarıdır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Rablerinden korkan o kimse­ler için hidayet ve rahmet vardır". (A'raf/154) Yine O, başka bir aye­tinde de "Kulları arasında Allah'dan ancak ilim sahipleri (hakkıy­la) korkar". (Fatır/28) buyurmaktadır. O, korku ehlinden rızasıyla ilgili de şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. İşte bu, Rabbinden korkan içindir". (Beyyi-ne/8) Musa (as) ile ilgili haberler arasında da şu ifade yer almakta­dır: "Korku ehline gelince, onlara Reflk-i Ala vardır ve hiçkimse orayı onlarla paylaşamaz".
Görüldüğü gibi Allah Teala, Refik-i Ala'yı kimseyle paylaşmak-sızın yalnız onlara hasretmiştir. Dünyada da onları tasdik şahitli­ğinin hakikatma ulaştırmıştır. Bu da nübüvvet makamlarından bi­ridir. Korku ehli, bu meziyetleriyle peygamberlerin yanında yeral-maktadırlar. Ayrıca onlar peygamberlerin varisleridir. Çünkü ger­çek alimler onlardır.[28][54]
Allah Teala korku ehli hakkında şöyle buyurmaktadır: "İşte on­lar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler ve sıddıklarla beraber­dirler". (Nisa/69) Yine O korku ehlinin derecelerini vasfederken de şöyle buyurmaktadır: "İşte onlar refiki güzel olanlardır". (Nisa/69) Yani refakatçılar bakımından. Allah Teala burada onların toplulu­ğunu fert sigasıyla ifade etmiştir. Zira onlar Allah Teala'mn nezdin-de tek bir vücut gibidirler.
Ayette geçen 'Refik' ifadesi, illiyyunun bulunduğu cennet ma­kamlarından biri için de kullanılmış olabilir. Bunu da Allah Resu-lü'nün (sav) vefatı esnasında söylediğinden anlamaktayız. "Vefatı yaklaştığında, dünyada kalmakla Allah'a kavuşmak arasında ser­best bırakılmıştı. Rabbine şöyle dua etti: 'Sen'den Refîk-i A'la'yı ni­yaz ediyorum"[29][55]
Musa (as) ile ilgili anlatılanlar arasında şu ifadeye yer veril­mektedir: "İşte onlar için Refik-i A'la vardır". Bu da, korku ehlinin peygamberlerle beraber olacaklarını göstermektedir. Çünkü Allah Resulü'nün (sav) bu ifadeyle ilgili açıklaması bu yöndedir. Korku ehlinin makamlarının şeref ve itibarı her makamın üstündedir. Çünkü Allah Resulü de (sav) Rabbinden bu makamı niyaz etmiştir.
Korku, asıl itibarıyla imanın hakikatini ihtiva eden bir kavram­dır. Korku, varlık ve yakin bilgisidir. O, bütün kötülüklerden sakın­manın sebebidir. Her emrin anahtarı da odur. Nefislerin şehvetle­rini yoketme ve nefsi afetlerin izlerini silme noktasında hiçbir şey korku makamı kadar etkili değildir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İmanın kemali, ilimdir. İlmin kemali ise korkudur. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İlim, imanın kazancıdır. Korku ise marifetin kazancıdır. Ebu'1-Feyz el-Mısri şöyle demiştir: Aşık, ancak korku kalbini iyice olgunlaştırdık­tan sonra aşk kadehinden içebilir. Başka bir sözü ise şöyledir: Al­lah'tan ayrı kalma korkusu, cehennem korkusunun yanında, dal­galı denize düşen bir damla gibidir.
Allah Teala'ya inanan her mümin, O'ndan korkar. Ama bu kor­kusu, O'na yakınlığına göredir. İslam korkusu ise, Allah Teala'nın izzet ve ceberutuna inanmak, kudret ve gücü yalnız O'na teslim etmek, azabı hakkında haber verdikleriyle cezasına dair tehditlerini tasdik etmek şeklinde olur.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Sana 'Allah'tan korkuyor musun?' denildiğinde sus. Çünkü 'Hayır5 dediğinde küfre düşmüş olursun. 'Evet' dediğinde ise, bu sıfatın Allah Teala'dan korkanların sıfatı ol­maz. Bir vaiz, hikmet ehlinden birine yakınarak şöyle dedi: Şu in­sanlara bak, ben kendilerine vaaz ediyor hatırlatıyorum ama hiç kulak asmıyorlar.
Bunun üzerine hikmet sahibi zat şöyle dedi: Kalbinde Allah korkusu olmayana vaaz ne fayda eder? Allah Teala bunu tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "(Allah'tan) içi titreyerek korkacak olan, öğüt alır. Bedbaht olan da ondan kaçınır". (A'la/10-11) Yani bedbaht olanlar, öğüt ve vaazdan kaçınırlar. Bedbaht, korku duy­madığı için behbahtlığa yönelmiş, Allah Teala da onu öğüt almak­tan mahrum etmiştir.
Müminlerin avamının korkusu, kalbin zahiri vasıtasıyla akli bilginin batınında olur. Müminlerin havassmm yani yakin ehlinin korkusu ise, kalbin batını vasıtasıyla vecdî bilginin batınında olur.
Yakin sahibinin korkusuna gelince, o Allah Teala'nın korkutucu sıfatlarına imanın müşahedesi noktasında irfan sahibi olan arifler zümresinin sıddıklanna mahsustur. Bir hadiste şöyle buyrulmak-tadır: "Kul, mezara girdiği zaman Allah Teala dışında korkacak hiçbir şey kalmaz. Bu yüzden kul için en güzeli Kıyamet gününe dek yalnız O'ndan korkmak ve O'nun için titremektir".
Yukarıda anlatılan ve müminler arasında vasfedilenlerin sıfatı olan yakin sahibinin korkusunun ilk seviyesi, sürekli nefs muhase­besi ve her an Allah Teala'nın murakabe ve gözetilme sidir. Yakini olmayan ilimlerde şüpheli olan şeylere yönelme hususunda vera' sahibi olmak ve fıkhi bilgisi olmayan amellerden çekinmek de bu korkunun kapsamına girer. Musa (as) ile ilgili bir haberde şu ifade geçmektedir: "Vera' sahiplerine gelince, onlar dışında herkesle he­sap konusunda münakaşa eder, yaptıklarım tek tek incelerim. Ve­ra' sahiplerine gelince, onlardan haya ederim ve onlara kendilerini hesap için önümde tutmayacak kadar değer veririm".
Bu durumda Vera' da korkunun hallerinden biri olmaktadır. Sonra uzuvları şüpheli hususlardan uzak tutmak gelir. Allah korkusu ve kalp huşû'u ile helalin fuzuli olan kısımlarından uzak dur­mak da böyledir. Ali (kv) şöyle demiştir: Kim cenneti özlerse, şeh­vetleri unutur. Kim de cehennemden korkarsa haramlardan geri durur.
Allah Teala'nm Kitabı'nda yer vermediği, Resulü'nün (sav) sün­netinde zikretmediği veya selef imamlarından hiçbirinin söylemedi­ği bir şeyin Allah'ın dinine karışmaması için kelamı saklayıp dili hapsetmek de korku kapsamına girer. Çünkü bunlar, Kitab ve sün­nette aslı ve esası bulunmadığı gibi ismi bilinen ilimler arasında da açıkça geçmeyen hususlardır. Yakin sahibi mümin bütün bunlardan sakınır. Zira Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Hakkında ilmin ol­mayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu buyruğa göre, hakkında ilim bulunmayan şeyleri ısrarla sormaktan da korkmak gerekir.
Kul. ne kalbine giren heva kıvılcımıyla, ne de dünya lezzetleri­nin büyüklerini tatmak için bu yola tevessül etmemelidir. Nefsine Allah Teala için öğütte bulunması çok daha hayırlıdır. Çünkü nef­si, öğüte en layık olan varlıktır. Sonra da diğer insanlara Allah rı­zası için Öğütte bulunur. Kişi öğüte dini ve uhrevi konularla başlar. Ardından dünyevi hususlarda öğüt vermeye başlar. Çünkü uhrevi meseleler çok daha Önemlidir. Öte yandan dini konularda insanla­rı aldatmak en ağır suçtur. Ahiret için azık derlemek de elbette ter­cih edilen bir husustur.
Bu meyanda Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kim ümmetimi al­datırsa, Allah Teala'nm laneti onun üzerine olsun'. 'Ey Allah Resu­lü, ümmetinin aldatılması nasıl olur?' dediler. Buyurdu ki: 'Kişinin dinde olmayan bir bidat çıkarması ve bu bidatta kendisine uyulma­sıdır. İşte böyle yapan ümmetimi aldatmış demektir".
Korkunun meyvalarından biri de, Allah Teala'yı hakkıyla bil­mek ve O'ndan haya etmektir. Bu, sevap ehlinin en büyük mutlu­luklarından biridir. Bunun hükümleri iki manada açığa çıkar: İlki, bütün kulların kafasını ve onun kapsadığı kulak, göz ve dili koru­masıdır. İkincisi ise, batnı ve onun kapsadığı kalp, fere, el ve ayak­ları korumasıdır. Bu, avamın korkusunun sınırı ve hayanın başıdır. Havassın korkusuna gelince o da, kendi yiyemeyeceğini toplama­ması, kendi oturmayacağı evi yapmaması, göçeceği dünyada malı çoğaltmaması, gideceği yerden gafil ve hazırlıksız olmamasıdır. İşte bu da zühd ve haya ehlinin korkusudur. Kitabları sağ taraftan verileceklerin takvası da budur.
Bu anlamda iki hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunların biri ge­nel, diğeri ise özel hükme sahiptir. Her kim kalbini baştan çalıştır­maz, korkuyu iradesinin bütünü kılmazsa sonunda başarılı ve ma­rifetinin yüksekliğine rağmen müttakilerin öncülerinden olmaz. Korkunun en yüksek derecesi, kişinin kalbinin kötü son korkusu­na bağlı olması, ne ilmine, ne de ameline bakarak kendini güvende his s etmeme sidir. Ne kadar yüksek seviyede olursa olsun ilmin hiç­bir kısmıyla kurtuluştan kesin emin olmamalıdır. Çok değerli de ol­sa amellerden hiçbirine güvenerek rahat his s edilmemelidir. Çünkü kul, kendisini bekleyen son hakkında kesin bir bilgiye sahip değil­dir. Denildi ki: Ameller, ancak sonlarıyla tartılır.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edildi ki: "Kul, elli yıl cennet eh­linin amellerini ifa eder, ta ki kendisine cennet ehlinden olduğu söylenir". Bir başka rivayette de şu ifade yer almaktadır: "Onunla cennet arasında yalnızca bir karışlık mesafe kalır da defterine bir günah yazılır ve sonu cehennem ehlinin ameliyle noktalanır". Bu kadar kısa bir sürede bedenle yapılacak bir fiil bulunmadığı için, sözkonusu amelin kalbi amellerden olması muhtemeldir.
Bu, akim müşahede siyle yapılmış bir amel olabilir ki tevhidde şirkten ibarettir. Böyle bir düşünce, daha önce o kulda mevcut de­ğilken, kul yakini ilminde şüpheye kapılmış olabilir. Bütün dünya hayatı boyunca göremediği bu hususu, ahirette herşey açıklanıp perde kaldırıldığı zaman görür. Bu durumda şüphe sıfatı ona bas­kın gelecek ve orada hali tamamen ortaya çıkacaktır. Tıpkı kalbi­nin lezzet aldığı kötü amellerle dilinin telaffuz ettikleri veya için­den geçirdiği kötü fiiller gibi.
Böylelikle ruhunu teslim ettiği son anı da bu şekilde olacaktır. Onun geçmişteki defterinde yazılı olan da budur. Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, defterdeki nasipleri kendilerine ulaşacak olan kimselerdir". (A'raf/37) Ruhun beden­den ayrılma vakti olan son anda (=Hâtime), kişinin hali böyle ola­bilir. Allah Teala başka bir buyruğunda da şöyle buyurmaktadır: "Kuşkusuz Biz, onların nasiplerini eksiltmeksizin onlara ödeyece­ğiz". (Hud/109)
Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Kişiyle cennet arasında, de­venin iki sağımı arasındaki an kadar bir mesafe kalır da, son ame­linin cehennem ehlinin amellerinden olması takdir edilir". Görül­düğü gibi bu, kişinin canının gırtlağa dayandığı andır. Bu anda be­den son nefesini verirken, nefesin tamamı kalpte toplanır ve ora­dan gırtlağa doğru gider. İşte bu an; hadislerde karış ve iki sağım arasındaki süre olarak ifade edilen zaman dilimidir.
Başka bir metinde de, iki nefes arasındaki mesafe denilmiştir. Bu, kalplerin tevhid istikametinden dalalet ve şirk istikameti yö­nündeki değişimi erinlerinden olup dünya aklının ve akli bilgilerin ortadan kalktığının görülmesiyle gündeme gelir. İşte o anda kişiye Allah Teala tarafından hiç hesap etmediği şeyler görünür.
Kötü son (=Sû-i Hatime) genellikle insanların şu üç zümresi için sözkonusu olur:
1.Din hususunda bidat ve sapma içinde olanlar. Çünkü bunla­rın imanları, akli bilgilerle irtibatlıdır. Allah Teala'mn kudretiyle onların önüne çıkan ilk işaretle birlikte onu görmeleri akıllarını alıp götürür. Böylece imanlarının dayalı olduğu akılların devredışı kalmasıyla imanları da kaybolup gider. Fitilin yanıp lambanın iş­lemez hale gelmesi gibi onların imanları da bu hakikati görmeye dayanamayarak kayboluverir.
2.İkinci zümre, dünya hayatında Allah Teala'mn ayetlerine ve velilerine lütfettiği kerametlere karşı kibir ve inkar içinde olanlar­dır. Bunlar, kendilerine ilahi işaretler karşısında dayanma gücü verecek bir imana asla sahip olmamışlardır. Her zaman şüphe için­de oldukları için imanları da kendilerini desteklemeyecektir.
3.Üçüncü zümre, üç değişik sınıfa ayrılırlar ve kötü sonları ba­kımından derece derecedirler. Bunların tamamı da, kötü son bakı­mından ilk iki zümreden daha alt seviyedirler. Kötü son da, yakin ve şirk gibi değişik makam ve derecelere ayrılır. Bunlardan kimi vardır ki, gösteriş ve böbürlenme peşinde olup dünya hayatı boyun­ca kendi nefsine ve amellerine gıptayla bakmaktan geri durmaz.
Kimi de alenen fasık olup günahlarda ısrarcıdır. Bunların kötü amelleri, ömürlerinin sonuna kadar kesintisiz olarak devam eder. Gözlerindeki perde kaldırılıncaya kadar bu kötü fîillerdeki ısrarla­rı sürüp gider. Allah Teala'mn ayetlerim gördüklerinde ise bütün kalpleriyle tevbe ederek Allah Teala'ya dönerler. Bedeni amelleri kesildiği için onların bu pişmanlıkları fayda etmez, tevbeleri kabul edilmez, sıkıntıları giderilmez ve pişmanlıklarına bakılarak mer­hamet olunmaz.
Bunlar, şu ayet-i kerimede anlatılan kimselerdir: "Tevbe, kötü­lükleri yapıp edip de içlerinden birine ölüm çatınca 'Ben şimdi ger­çekten tevbe ettim' diyenlerinki de değildir.." (Nisa/18) Yine bunlar Allah Teala'mn şu buyruğunda da kasdettiği kimselerdir: "Onlar şiddetimizi gördüklerinde Tek Allah'a iman ettik' dediler". (Mü­min/84) Bu ayet-i kerime nass olarak kafirler ve benzerleri içindir.
Üstte bahsettiğimiz kimselerin bir zümresi de, büyük günah sa­hipleri ve bunlarda ısrar eden yoldan çıkmış fasıklardır. Her iki zümre de aynı kötü sonu paylaşmaktadırlar. Ama derece bakımın­dan farklıdırlar. Onların günahlarından tattıkları lezzetler kendile­rine zahir olup korku ve zikirden uzak olan kalplerine tekrar hatır­latılır. Böylece son nokta, yine kendi kalplerinin şahitliğiyle konulur.
Yukarıda zikrettiğimiz hususlar, akıl ve vicdan sahiplerinin i kalplerini titreterek onlara korku saçar. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Mürid, günahlarla sınanmaktan korkar. Arif ise küfür­le sınanmaktan endişe eder. Ebu Yezid de (ra) bu anlamda şöyle de­miştir: Mescide giderken belimde hıristiyanlara mahsus bir kemer \ vardı. Mescide girinceye kadar, beni bir kiliseye veya ateşgedeye sevketmesinden korkuyordum. O zaman kemer çözülürdü. Bu her gün beş kez olurdu. Bu tavırlar, o alimlerin gayblerin alimi Allah Teala'mn kudretiyle ne kadar da çabuk değişebildiğim iyi bilmele­rinden dolayıydı.
Bu meyanda İsa'dan (as) şu söz rivayet edilmiştir: "O dedi ki: Ey Havariler topluluğu, sizler günahlardan korkuyorsunuz. Biz pey­gamberler topluluğu ise küfürden korkarız". Peygamberlerle ilgili başka bir rivayet ise şöyledir: "Peygamberlerden biri yıllar boyun­ca Allah Teala'ya açlık, çekirgeler ve çıplaklıktan şikayette bulun­muştu. Allah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurdu: 'Senin kalbini küfre düşmekten koruduğum halde hoşnut olmuyorsun da Ben'den dünyalık mı istiyorsun?' Bundan sonra toprağı aldı ve onun kafasına döktü. Bunun üzerine peygamber şöyle dedi: 'Ey Rabbim, ben buna razıyım. Yeter ki beni küfürden koru".Görüldüğü gibi Allah Teala ona üzerindeki peygamberlik nime­tini hatırlatmayarak onu küfürle karşı karşıya bırakmış ve pey­gamberlikten sonra küfre düşmesini mümkün kılmıştır. Peygam­ber de bu gerçeği teslim etmiş ve haline rıza göstererek küfürden korunmasını istemiştir.
Zahidlerin imamı Abdülvahid b. Zeyd yukarıdaki iki ariften da­ha önce şöyle demiştir: Cehenneme girmeyeceğini sanan hiçbir kor­ku sahibi samimi değildir. Cehenneme gireceğini düşünen kimse de ondan ebediyen çıkamamaktan korkandır.
Hepsinden önce alimlerin imamı Hasan el-Basri (ra) şöyle de­miştir: Bir adam da cehennemden bin yıl sonra çıkar. Keşke o adam ben olsaydım. Çünkü o, ebedi cehenneme mahkum olmaktan kork­maktaydı. Kendisi şöyle derdi: Cehennemden bir süre sonra çık-abilsem, gerisini hiç umursamam.
Şeytan, ariflere tevhidde ilhad, imanda teşbih ve Allah Tea-la'nın sıfatlarında vesvese telkin ederek girer. Müridlere ise nefsi afetler ve şehvetler yoluyla musallat olur. İşte bu nedenle ariflerin korkusu çok daha büyüktür. Düşman, sade kullara da niyetleri va-1 sıtasıyla girer. Tıpkı onlara şehvetleri süslediği gibi. Ruhları ise, sabıkalarına yani ilk kayıtlarına bağlıdır. Onlar için Levh-i Mah- \ fuz'da yazılı olan sabıka nedir? Orada onların müşahedesi sözkonu-sudur. Sonra endişeleri sözkonusu olur. Acaba Rableri katında ken­dileri için ihlas ve samimiyet mi yazılmıştı!'? Böylelikle sadıkları bekleyen mutlu sonlarına nail olacak ve Allah Teala'nın hakların­da "Ama Biz'den kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar, işte onlar ondan uzaklaştırılmış olanlardır" (Enbiya/101) buyurduğu kullar­dan olacaklaradır.     
Onlar, haklarında azap kelimesinin kesinleştiği kimseler ol­maktan ve Allah Resulü'nün (sav) "Allah Teala buyurur ki: İşte on­lar cehennemdedirler ve Ben umursamam. Onlara ne bir şefaatçi­nin şefaati fayda eder, ne de güçlü biri onları ateşten çıkarabilir" buyurduğu kimselerden olmaktan korkarlar.
Allah Teala başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Azab sözü kendisi üzerinde hak olmuş kimse mi (onlarla bir tutu­lur)? Ateşte olanı artık sen mi kurtaracaksın?" (Zümer/19) Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurmaktadır: "Fakat Ben'den, 'Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla dolduraca­ğım' sözü hak olmuştur". (Secde/13) Bu ayet ve diğerleri, basiret sa­hiplerinin korkuya çağrılması anlamındadır.
Hasan el-Basri (ra) "Yalnız Ben'den korkun" (Bakara/41) ayeti­nin tefsirinde umumiyet olduğunu ifade etmektedir. Buna göre ayetin anlamı şu şekilde olmaktadır: Menettiğim şeyler hususunda Allah'tan korkun. Allah Teala diğer bir ayetinde şöyle buyurmakta­dır: "Yalnız Ben'den korkun" (Bakara/40) yani sabıkanız hakkında endişe edin. Bu ise hususiyet ifade etmektedir.
Ariflerden bir zat, müminlerin korkularını iki türe ayırarak şöyle demiştir: Birr ehlinin (=Ebrâr) kalpleri sona 'Hatime' bağlıdır ve onlar şöyle derler: Bizim için nasıl bir son yazıldığını keşke bil­seydik.
Mukarrebunun kalpleri ise geçmişe 'sabıka' bağlıdır ve onlar da şöyle derler: Keşke bizim için geçmişte ne yazıldığını (=sabıka) bil-ebilseydik. Bu iki makam, farklı iki müşahededen kaynaklanmak­tadır.
Bunlardan biri, diğerinden daha üstün ve daha etkili olup iki ayrı halden kaynaklanmaktadırlar. Bu hallerden biri diğerinden daha tam ve daha olgundur. Bunu şu ifadeden de çıkartmaktayız: "Mukarrebunun günahları, birr ehlinin sevapları hükmündedir". Yani birr ehli nezdinde fazilet görülerek rağbet edilen şeyler, mu-karrebun tarafından iltifat edilmeyen hususlar ve perdeler olarak görülebilir.
Hakkında azap kelimesi kesinleşen ve Rabbi tarafından kendi­sine kötü son yazılan kimseye hiçbir şey fayda etmez. Böyle biri karşılık olmaksızın boşa çalışan işçi gibidir. Allah Teala ona, uzak­lık (=bu'd) bakışıyla bakmaktadır. Yaptığı ameller de, onun uzaklı­ğını arttırmaktan başka işe yaramam akta dır.
Kötü son, ömrün ortasında da olabilir. Kişi bunun için ömrünün son anını beklememiş olur. Burada kişinin işlediği bir günah, kötü sonun sebebi olarak ortaya çıkar ve onun sonu hükmüne girer. Al­lah Teala için zaman sözkonusu olmadığından ortasında veya so­nunda olması farketmez. Böyle bir durumda 'Hatime' dediğimiz son, kişi için 'Fatiha' başlangıç olacaktır. Her iki vakit de aslında birdir. Eceller bitip ameller sona erdiğinde bu kişiler Allah Teala'dan sonsuza dek uzaklaşmış ve 'Darü'1-bu'd' dediğimiz uzaklık diyarı cehennemdeki yerlerini almış olurlar.
Bir hadis-i şerifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Al­lah'a yemin ederim ki O, bidat sahibinin amelini asla kabul etmez. Çünkü o, Allah Teala'nın sünnetlerini reddetmiş, Allah Teala da onun amelini reddetmiştir. Böyle birinin amelleri arttıkça, Allah Teala'dan uzaklığı da artar". Hikmet ehlinden bir zat da bir beytin­de şöyle demiştir:
Boğazı düğümleneni su içirerek tedavi ederler de iyileşir, Peki ya boğazı suyla tıkanana ne yapılır? Ya sahibi tarafından kovulmuş bir köle ne yapar"? Tabiblerin devaları, verir mi ona bir yarar?!
Bu esasın müşahedesi hakkında şunu zikredebiliriz: Hasan el-Basri (ra) Allah Teala'nın yaptığını umursamayacağını iyi bildiği için çok korkmakta ve hüzünlenmekteydi. O, ceberûti sıfatları se­bebiyle O'nun umursamazlık dairesine düşmekten korkardı. Ken­disini, arkadaşları için bir ceza ve tabakası için bir ibret kılmasın­dan endişe ederdi. Hasan el-Basri'nin (ra) kırk yıl boyunca hiç gül­mediği söylenmiştir.
Bunu söyleyen şahıs şunları da anlatmıştır: Onu otururken gör­düğümde, sanki boynu uçurulacak bir köle gibiydi. Konuşurken, sanki ahireti görür gibiydi ve onun müşahedesinden haber verirdi. Sükut anlarında, gözleri ateşte yamyormuş gibi olurdu. Sanki üzüntüsünün doruğunda azarlanmış gibi dururdu. O şöyle derdi: Allah Teala'nın bende hoşgörmediği birtakım amellerime muttali olarak bana hiddetlenmesi ve 'Git! seni bağışlamadım' buyurma-masmdan asla emin olamam. Çünkü ben yerli yerinde amel etmi-yorumdur. Hasan el-Basri (ra) böyle olunca, bu korku ve hassasiyet bizler için çok daha elzem olmaktadır.
Şunu belirtmek gerekir ki korku, günahların çokluğundan dola­yı olmaz. Öyle olsaydı, bizim Hasan el-Basri'den daha büyük bir korkuya sahip olmamız gerekirdi. Korku, ancak kalp duruluğu ve Allah Teala'yı aşırı ta'zimin sonucudur. Ala' b. Ziyad el-Adevi cen­netle müjdelenmişti. Kendisi, abid zatlardan biriydi. Bu müjde üze­rine yedi gün kapısını kapalı tuttu ve bu süre zarfında hiç yemek yemeyerek sürekli ağladı. Devamlı 'Ben uzun bir rüyadayım' diyor­du. Nihayet, Hasan el-Basri (ra) yanma gitti ve aşırı korkusu ve ağlamasından dolayı onu kınamaya başladı. Kendisine şöyle dedi: Ey kardeşim, Allah'ın izniyle cennete gideceksin. Böyle yaparak kendini öldürmek mi istiyorsun? Korku hususunda Hasan el-Basri (ra) tarafından kınanan biri hakkında ne düşünürsünüz?
Korku meselesinde Tabiun'un öncesinde yaşayan Sahabe de farklı davranmamışlardır. Sahabe'nin ileri gelenleri de, insan ola­rak yaratılmamış olmayı temenni ederlerdi. Halbuki onlardan bir­çoğu, sayısız hadiste bildirildiği üzere yakinen cennetle müjdelen­mişler di, Mesela Ebu Bekir (ra) bir kuşa bakarak, "Keşke senin gibi bir kuş olsaydım, bir insan olarak yaratılırı as aydım" demiştir. Ömer (ra) de, "Ailemin konukları için boğazlanan bir koç olmayı ne kadar da çok isterdim" demiştir. Ebu Zerr (ra) ise şöyle derdi: "Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar da çok isterdim". Talha ve Zübeyr (ra) de şöy­le demişlerdir: "Hiç yaratılmamış olmayı ne kadar da isterdik". Os­man (ra) ise şöyle derdi: "Öldüğüm zaman bir daha diriltilmemeyi çok isterdimT
Âişe annemiz (ra) de şöyle derdi: "Unutulmuş ve unutturulmuş ol-ı mayı çok isterdim". İbni Mesud (ra) ise şöyle derdi: "Keşke bir kum tanesi olsaydım". Ondan yapılan başka bir nakilde ise şöyle dediği bildirilmiştir: "Keşke bir yük devesi olaydım. Keşke sayıları hayli çok olan bir tabakada bir hiç olsaydım. Halbuki bizler sürekli büyük gü­nahlar işlemekte ve nefislerimize yüksek derecelerden, sidret-i mün-tehadan sözetmekte ve babamız Adem'in (as) sadece tek bir günahtan dolayı cennetten çıkarıldığını unutmaktayız. Cenneti görmüş bile de-ğiliz. Bütün yaptığımız soğuk demir dövmekten ibarettir".
Konuyla ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Suffe eh­linden bir adam şehit düşmüştü. Annesi, 'Tebrikler sana, artık cen­net serçelerinden bir serçesin. Allah Resulü'ne (sav) hicret ettin ve Allah Teala'nın yolunda şehit oldun' dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: 'Cennete gittiğim nereden biliyorsun? Belki kendini ilgilendirmeyen konularda konuşur ve (cimriliğin­den) kendisine zarar vermeyeni menederdi".[30][56]
Diğer bir hadiste de buna benzer bir olay anlatılmaktadır: "Al­lah Resulü (sav) ashabından hasta olan birini ziyarete gitmişti. An­nesinin,.'Cennet sana kutlu olsun' dediğini duydu ve 'Kim bu Allah Teala'ya hüküm dayatan?' diye sordu. Sahabi de, 'O annemdir ey Allah Resulü' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyur­du: 'Ne biliyorsun? Belki o kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konu­şur ve kendisini müstağni kılmayacak şeylerde cimrilik ederdi".
Benzer anlamda rivayet edilen diğer bir hadis de şudur: "Allah Resulü (sav) yeni doğmuş bir çocuk için dua etti. -Bir diğer rivayet­te şu ifade eklenmiştir-: Allah Resulü'nün (sav) çocuk için şöyle de­diği duyulmuştur: Allahım, onu kabir azabından ve cehennem aza­bından koru.[31][57] Üçüncü bir rivayette de şu ifade yeralmaktadır-: Al­lah Resulü (sav) o esnada bir kadının 'Kutlu olsun, cennet serçele­rinden bir serçesin sen' dediğini duydu. O, bu söze kızdı ve 'Onun böyle olacağını nerden biliyorsun? Yemin ederim ki ben Allah Resu­lü olduğum halde bana ne yapacağını bile bilmiyorum".
Allah Resulü (sav) bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala cenneti yarattı. Sonra cennet ehlini yarattı. Cehennemi ya­rattı ve cehennem ehlini yarattı. Ne cennetliklere ilave yapılır, ne de cehennemliklerden eksiltilir".[32][58]
O, bu sözü Osman b. Maz'un'un (ra) cenazesinde söylemişti. Os­man, ilk muhacirlerdendi ve şehit düşmüştü. Ümmü Seleme (ra) bu hadisi naklettikten sonra şöyle derdi: Osman'dan sonra hiçkim-seyi aklayamam. Bu noktada daha da hayret uyandıracak bir riva­yet şöyledir: Muhammed b. Hanefiyye (ra) şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki, Allah Resulü'nden (sav) başka hiç kimseyi akla­yamam. Dünyaya gelmeme sebep olan öz babamı dahi aklayamam. Bunun üzerine Şiiler konuşmaya başladılar. Ali'nin (kv) faziletleri­ni ve menkıbelerini anlatmaya başladılar.
Bütün bu hakikatler, korku ehlinin yüreklerini parçalamıştır. Muhtemelen Allah Resulü'nün (sav) aşağıdaki hadisinde zikredilen Allah Teala'dan uzaklaşma endişesi, O'nun aşıklarını kocatmıştır. Buyurdu ki: "Beni Hud ve kardeşleri olan Vakıa, Tekvir ve Nebe su­releri kocattı"[33][59]Çünkü Hud suresinde "Haberiniz olsun, Hud kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi)" (Hud/60), "Habe­riniz olsun, Semud (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (veril­di)" (Hud/68) ayetleri mevcuttur.
Vakıa suresinde ise, "Onun vukuuna yalan diyecek yoktur" (Va­kıa/2) ayeti mevcuttur. Yani hakkında küfür yazısı geçmiş olan için bunu yalanlayacak kimse yoktur. Aynı şekilde aleyhinde azap keli­mesi hak olmuş kimse için de bu kesinleşmiş olur ve bunu kimse yalanlayamaz. Bu kimse, yükseltilen veya alçaltılan kimselerden olabilir. Çünkü dünya hayatında yükseltilen bazı kimseler, gerçek­ler ve mahrukatın akıbetleri ortaya çıkarılınca alçaltılacaklardır.
Tekvir suresinde ise, insanların sonlarıyla ilgili buyruklar var­dır. Bunlar da yakinen iman edenler için kıyametin sıfatlarını or­taya koymaktadır. Onu yakinen görenler için de Allah Teala'mn ga­zabı tecelli etmektedir: "Cehennem ateşi çılgınca kızıştmldığı za­man, cennet de yakmlaştırıldığı zaman, (artık her) nefis neyi hazır­ladığını öğrenmiştir" (Tekvir/12-14) Bu, nihai sözün söylendiği an­dır. Yani cehennemin kızdırılıp cennetlerin yaklaştırıldığı andır.
İşte o an, her nefse ne getirdiği aşikâr olur. Getirdiği şeyler ce­henneme uygun olan kötülüklerse cehenneme, cennete uygun ha-yırlarsa cennete girer. İşte bu anda da her nefis hangi yurda konuk olacağını bilir. O gün nice yürekler yaklaştırılacak cennetlerden uzaklaşmaktan dolayı parça parça olacaktır. Nice nefis de, gireceği cehennemin ateşlerini yakinen gördükten sonra ah vah edecektir. Nice gözler, görülen o dehşetengiz sahnelerden dolayı boyun eğerek titreyecektir. Nice akıllar da, yakinen hissettiği sarsıntılardan do­layı dengelerini yitirecektir.
Ebu Muhammed Sehl'den şu söz rivayet edilmiştir: Kendimi sanki cennete girmiş gibi gördüm, Orada üç yüz peygamberle kar­şılaştım. Onlara dünya hayatında en çok korktukları şeyi sordum. Kötü son olduğunu söylediler". Kötü son, Allah Teala'mn asla ta­nınıl ananıayacak ve idrak edilemeyecek tuzaklarındandır. O tuza­ğa asla vakıf olunamaz. O'nun tuzağının sonu da yoktur. Çünkü Al­lah Teala'mn irade ve hükümlerinde sınır yoktur.
Bu meyanda şu meşhur hadisi zikredebiliriz: "Allah Resulü (sav) ve Cebrail (as) Allah korkusuyla ağlamışlardı. Bunun üzerine Allah Teala onlara vahyederek 'Sizi azaptan emin kıldığım halde niçin ağlıyorsunuz?' buyurdu. O ikisi de, 'Senin tuzağından kim emin olabilir?' dediler".
Eğer onlar, O'nun hükmünün sonu olmadığı için tuzağının da sonu olmayacağını bilmeselerdi 'Senin tuzağından kim emin olabi­lir?' derler miydi? Halbuki Allah Teala'nm 'Sizi emin kıldım' buyru­ğu ile onlar hakkındaki tuzağı sona ermişti. Ama onlar, Allah Te­ala'nm tuzağının sonundan emin olamadıkları için korkmaya de­vam ettiler. Çünkü O'nun tuzağının devamı gaybi bir husustu. Her ikisi de Allah Teala'nm gaybını Öğrenemeyeceklerini biliyorlardı. Çünkü gaybleri en iyi bilen O idi. Gayblarm sonu ve smm olmadı­ğı gibi, herşeyi bilen Allah Teala'nm ilminin de sınırı yoktu.
Allah Teala'nm o ikisine olan inayetinden dolayı haklarındaki söz hüküm olmamıştı. Onlara nazar etme lütranda bulundu. Her ikisi de Allah Teala'nm sıfatları hakkında bilgi sahibiydiler. O'nun tuzağı da bir sıfatıydı. Sıfat konusunda sözlü açıklama, sıfatın ba-tmi faaliyetini ortadan kaldırmaz. Onlar, Allah Teala'nm 'Sizi emin kıldım' buyruğunun sadece bir tuzağa dair olmasından endişe et­miş gibidirler. O'nun bu buyruğu, başka bir tuzağı olabilirdi. Buy­ruğu, hikmeti gereği hususi bir sıfatın ifadesi de olabilirdi. Allah Teala, ilmini Kendine saklayarak o ikisinin hallerini sınamak iste­miş de olabilirdi. Acaba nasıl davranacaklar diye bakmak istemiş de olabilirdi. Onlara telkin ettiği emniyet/güvenlik acaba nasıl bir etkide bulunacaktı? Çünkü sınama da 'İbtila' O'nun bariz sıfatla­rından biridir.
Ayrıca O'nun güzel isimlerinden biri de 'el-Mübtelî' yani imti­han edendir. O, sıfatının gereğinin ismini tahakkuk ettirmesini is­temeyebilir. Bu, O'nun insanlar üzerindeki sünnetlerindendir. O, daha önce de Halil'i olan İbrahim'i fas) imtihan etmişti. İbrahim (as), mancınığa bindirilip ateşe fırlatıldığı an, {Rabbim bana yeter5 demişti. O anda Cebrail (as) karşısına çıktı ve 'Bir ihtiyacın var mı?' diye sordu. O da, 'Allah bana yeter1 sözüyle yetinerek 'Hayır1 dedi. Böylece o, sözünü fiiliyle tasdik etmiş oldu.
Allah Teala da "Ve vefakarlık eden İbrahim'in (sahifelerinde) olan da" (Necm/37) buyurdu. Allah Teala, hüküm altına girmez. Ya­rattıkları hakkındaki hükümleri O'nun için bağlayıcı olmaz. O'nun doğruluğu asla smanamaz. O, kendi buyruklarını bile değiştirebilir. Çünkü O'nun buyruğu O'nun Zatı ile kaimdir. O, dilediğini di­lediği gibi değiştirebilir. Sonuçta O, her iki buyruğunda da Sadık-'tır. Her iki hükmünde de Adil'dir. Çünkü O, Hüküm Sahibi'dir. O'nun hakkında ise hüküm verilemez. Zira O, ilimleri ve akılları aşmıştır. Akıl ve ilim, emir ve yasaklarla ilgili sınırlanmış mekan­lardır. O ise, hükümlerin ve takdirlerin ortamları olan akıl ve bil­gilerin Ötesindedir. Bu kaydettiklerimizin müşahedesinde Tevhid ilimleriyle ilgili ince bir bilgi ve Tevhid halleriyle ilgili yüce bir ma­kam sözkonusudur.
Allah Teala dostu Musa'yı da (as) bu manada tavsif ederek şöy­le buyurmuştur: "Musa bu yüzden kendi içinde bir tür korku duy­maya başladı". (Taha/67) Bu ayet, daha önceki "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim" (Taha/46) ayet-i kerimesinden sonra nazil olmuştu. Ama Musa (as) gaybda başka bir emir verilmiş olmasın­dan emin olamadı ve durum kendisine açıklanmadıkça Allah Tea-la'nm bu hükmü için kendi kendine istisna olabileceğini düşündü. Çünkü o büyük peygamber, Allah Teala'nm gizli tuzağını ve sıfatı­nın batınını biliyordu.
O, kendisinin Hüküm Veren değil hükmedilen olduğunu da iyi bilmekteydi. Sonuçta Allah Teala kendisine ikinci bir teminat ve­rinceye kadar ikinci hükmünden dolayı ikinci bir korku içinde ol­du. O zaman Allah Teala "Korkma, dedik. Şüphesiz sen, üstün ge­lecek olan sensin" (Taha/68) buyurdu. Musa (as) O'nun bu buyru­ğuyla huzur buldu. Ama O'nun ilk izharına yaslanıp kalmadı. Çün­kü Allah Teala'nm ilminin genişliğini iyi bilmekteydi. O, sonu ol­mayan gaybları en iyi Bilen'di. Ayrıca O'nun buyruğu hükümlerden ibarettir. Hüküm veren ise hükümlere mahkum edilemez. Hüküm­ler O'nu bağlamaz.
Hükümler, Hüküm Sahibi olan ve herşeyi bilen Allah Teala'dan ayrıdırlar. O'nun hükümleri, ancak hükmedilenleri bağlar. Yme O, kudretinin yüceliğinden dolayı kullarına getirdiği yaptırımlara Kendisi konu olamaz. Onlar, hüküm altındakiler içindir. Bu husus­lar, aklın ve ilmin kıstaslarına girmezler. Bilenler nezdinde Allah Teala bütün bunlardan çok Yüce'dir.
O, O'nu bilmeyenlerin bilgilerinden de çok Ulu ve çok Yüce'dir. Bu babda İsa'nın (as), "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara 'Beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin1 diye sen mi söyledin?" (Mai-de/116) buyruğundan sonra söylediği şu sözünü de zikredebiliriz: "Eğer onu söylemiş olsaydım, Sen onu bilirdin. Çünkü Sen içimde gizli olanı bilirsin, ben ise Senin içindekini bilemem". (Maide/116)
Bunun bir benzerini de Kıyamet günüyle ilgili olarak İsa'nın (as) sözünü nakleden şu ayet-i kerimede görmekteyiz: "Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır". (Maide/118) Gö­rüldüğü gibi Allah Teala izzet ve hikmetinden dolayı onları iradesi­ne mahkum etmiştir. Kitapta açıkladığımız hususların hakikatini açığa vurmamız ve hitab-ı ilahiyle ilgili sembolik bilgileri açığa dökmemiz uygun değildir. Çünkü bu, inkara sebep olabilir. Akli ilim sahiplerinin bilgi derecelerinin farklılığı sonucu bir hoşnutsuz­luğa da yol açabilir.
Bu hususlarda kıstas, ancak o makama yerleştirilen kimselerin sorularıyla ve basiret ehlinden isteyenlere açıklanmasıdır ki bu da, bilginin kalpten kalbe nakliyle olur. O an, buna şahid olan onu okur veya gaybleri bilen Allah Teala, ilham yoluyla kalplerin sırla­rını açığa çıkarır ve onu hidayet nuruyla belli kişilere yerleştirir. Allah Teala, kullarından dilediğini murad ettiği ilme muvaffak kı­lar. O, herşeyi Açan ve herşeyi Bilen'dir. Kalbi açtığı zaman onu bi­lir ve onu yakiniyle aydınlattığı zaman da ona ilhamda bulunur.
Ariflerin korkularının bir türü de, Allah Teala'mn aşağıdakile­re ceza ve ibret olmak üzere dilediği üstün kullarım korkuttuğunu bilmeleridir. Yine O, hüküm ve hikmeti icabı havasdan kullarım ce­zalandırmak suretiyle kullarının avamını korkutabilir. Korku ehli­nin bilgilerine göre Allah Teala, salihlerden bir zümreyi diğer mü­minlere ibret olmak üzere, yine şehitlerden bir zümreyi de salihle-re ibret olmaları için cezalandırmıştır. Allah Teala diğerlerini kor­kutmak için böyle yapmaktadır. Bumırı ardındaki hikmetleri ise ancak O bilir.
O, meleklerden bir topluluğu da çıkararak onlarla peygamber­lere öğütte bulunmuştur. Peygamberleri yakın kılman meleklerle korkutmuştur. Sonuç itibarıyla her makamın ehlinden alttakiler için bir ibret, yine onlardan üsttekiler için de bir öğüt çıkarmıştır. Bütün bunlarda görenler için bir korkutma ve tehdit mevcuttur.
Bu husus, Allah Teala'mn şu buyruğunun tefsirinin kapsamına girmektedir: "Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat, O bundan sıyrılıp uzaklaşmıştır." (A'raf/175) Tefsir ehlinden bir alim, Bel'am b. Baura'nın hayatıyla ilgili olarak şunu nakletmiştir: Ona peygamberlik verilmişti. Meşhur rivayete göre ise, ona en büyük isim verilmişti. Helak sebebi ise, onun sıfatların­dan biriydi. Bu sıfatı, ilim ve amellerden açıklanan hususlara ilgi göstermemesiydi. Bu noktada değişik makam sahiplerinden hiçbi­ri huzurlu olamamış ve değişik hal sahiplerinden hiçbiri de kendi­si için belli bir hali sürekli görememiştir.
Allah Teala'yı bilen hiçbir kul da, hiçbir halde O'nun tuzağın­dan emin olmamıştır. O'nun "Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz" (Mearic/28) buyruğunu işittikten sonra nasıl emin ola­bilirler ki? İnsanların en cahili, emniyette değilken kendini emni­yette hisseden, en alimi ise emniyette iken dahi korku yurdu olan dünyadan ahirete göçünceye kadar korkan kimsedir.
İşte bu, karşısında hiçbir şeyin duramayacağı bir korku, hiçbir makam ve amelin denkleşemeyeceği bir makamdır. Allah Teala onu rica ve ümide denk tutmuş olmasaydı, kulu ümitsizliğe sevkederdi. Yine onu hüsnüzandan dolayı ünsiyet sevinciyle rah ati atmasaydı, ümitsizliğe dahil ederdi. Ama dengeyi koyan ve rahatlatan O oldu­ğuna göre, korku ve ümit nasıl denk olmaz, sıkıntı ve rahatlık na­sıl kaynaşmaz ki? Kuşkusuz bu, sabık bir ilme ve akıp giden bir ka­dere dayanan tam bir hikmet ve müessir bir hükümdür. Allah Tea­la diledikçe de böyle olacaktır. Allah Teala dışında hiçbir kuvvet kaynağı yoktur.
Zikrettiğimiz bu hususların şahitliğinde, ona şahit kılınan kim­senin tevhidinin müşahedesi hakkında bir ilim vardır. Bu ilmin, korku ehli için en asgari faydası, amellerine gıptayla bakmaya son vermeleri ve ilimlerine güvenmemeleri, her hallerinde Allah Tea-la'ya muhtariyetlerini samimiyetle ifade ederek bütün kaygılarını bu yönde toplamaları ve her durumda nefse aşağılayarak yaklaş­malarıdır.
Bu makamlara sahip olan bir kavim için, bu halleri böyle vaka­lardan kurtuluş vesileleri olabilir. Çünkü Allah Teala korkuyu sürprizler için bir emniyet kılmıştır. Yine onu, bu elbiseye bürünen­ler için bir şefkat ve merhamet sebebi kılmıştır. O'nun "Artık kötü­lükleri kurup duranlar, Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmeye-ceğinden emin midirler?" (Nahl/45) buyruğunun iki anlamından biri de bu yöndedir. Allah Teala daha sonra da şöyle buyurmuştur: "Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden mi (emindir­ler?) Öyleyse Rabbin gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir". (Nahl/47)
Gerek son (=Hatime), gerekse geçmiş yazıyla (=Sabıka) ilgili korkuların sırrını açıklamamız da uygun düşmez. Çünkü bu, Zat-ı îlahi'nin hakikatmdan doğan sıfatların manalarının hakikatleri üzerine olur. Fiillerdeki bedî'iliği ve varılacak yerin inceliklerini or­taya koyan da bunlardır. Hükümleri, onları açığa çıkarana kadar döndüren de bunlardır. Haklarında kelimeler kesinleşenlere bu hü­kümler uygulanır ve sıfatlarla ilgili sırların manalanndaki paylar da verilir. Bu da bizi sıfatların batınını açıklamaya götürür. Oysa bu, ne emredilmiş bir şeydir, ne de buna izin verilmiştir. Çünkü Al­lah Teala bu bilgileri farz kılmadığı için bunlan emretmemiş, mu­bah kılmadığı için de izin vermemiştir.
Bu, kaderin sırlanndandır. Birden fazla hadiste de bunlann açıklanması menedilmiştir. Allah Teala velilerini buna muttali kıl­mamış olsaydı, "Onlan ifşa etmeyin" yasağı dile getirilmezdi. Allah Teala bu müşahede makamına yerleştirdiği bir kulu, ihbarla öğren­me halinden ve rivayetleri aktarmaktan müstağni kılar. O, herşeyi Bilen Allah Teala'nm öğreticisi olduğu faydalı ilimdir. İşte bu, Ya-ratan'm müessiri olduğu gerekli eserdir: "Kim Allah'tan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yön­den de rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O ona yeter". (Talak/2-3)
Asla silinmeyen Kitab, O'nun nurundan olandır. Asla gizlenip kaybolmayan göz de O'ndandır. Çünkü o, O'nun varlığıyla hayat bulur. Nuru da asla sönmeyen nurdur. Çünkü bu nur, O'nun ru-hundandır. O'nun ruhunda ise hiçbir sıkıntı yoktur. Çünkü O'nun ruhu saadetindendir. Asla kesilmeyen güç de O'nun ruhundandır. O yazmış ve pekiştirmiştir. Elle yazılan her kitab yaratılmıştır ve korunmaz. Dolayısıyla da kaybolabilir. O'nun ruhundan güç alma­yan her el de kesilir. Sâni' olan Allah Teala'nm sağlam bir kalbe sun'uyla yazdığı ise kalıcı ve sağlamdır.
Zeyd b. Eşlem, Allah Teala'nm "O levh-i mahfuzdadır" (Bu-ruc/22) buyruğunu açıklarken, "Müminin kalbi" demiştir. Başka biri ise, Allah Teala'nm "Ma'mur eve" (Tur/4) buyruğunu açıklarken "Müminin kalbine" demiştir. Marifet ehlinden bir zat ise, Allah Te­ala'nm "Allah'ın yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir" (Nur/36) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Buralarda mukarrebunun kalp­leri yükseltilir ve yaratılmışların zikri noktasında Yaratan'm sıfa­tına çıkanlırlar. Bu evlerde Allah Teala'nm ismi, vahdaniyetin "eha-diyet şahitliğinden tecrid edilmesiyle tevhid ile zikredilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sine Kürsü, kalp ise Arş-'tır. Allah Teala ululuk ve celalini ona koymuştur. Allah Teala lütfü ve yakınlığıyla şahit olunmuştur. Müminin sinesinin, başı samedi-yet sonu ruhaniyet, ortası ise rububiyetten ibarettir. Dolayısıyla mümin, hem samedi, hem ruhani, hem de rabbanidir.
Kalbinin ise, başı kudret, sonu iyilik, ortası da lütuftur. Hali böyle olunca da, içinde ışık yanan camlı bir fener olmaktadır. O, dı­şarıdan bakıldığı zaman ışıldayan bir yıldız gibidir ki nimetler ona şahitlik eder. O; görülen, bedeni bir aynadır. Onunla zat görülür. O da onu orada bulur. Tıpkı yakin sahibi bir kalbin yakin gözüyle ay­nanın arkasındaki müşahedesinde gördüğü gibi görür. Sine Kürsü'-ye, kalp ise Arş'a şahit olur. Allah Teala da onun üzerindedir.
Alimlerin, amel ehlinde gördükleri kötü sonla ilgili alametleri açıklamalan da helal olmaz. Çünkü bunlann mükaşefesine sahip olanlar nezdinde bunun çok açık alametleri vardır. Bunları gören arifler nezdinde ise gizli delilleri mevcuttur. Ama bu alametler, Al­lah Teala'nm kulla ilgili sırlanndandır. Allah Teala bunlan nefisle­rin hazinelerine gizlemiştir. Bunlara muttali olanlar ise sınırlı sa­yıda fertlerdir.
Allah Teala, bunu gizlemiş, rahmetinin genişliği, hilm, lütuf ve yoğun örtüsüyle perdelemiş tir. Sırlann açığa döküldüğü gün bu sır­lar da ortaya çıkarılacaktır. O gün, Allah Teala'nm gazap ve hidde­tinin açığa çıktığı gündür. O gün kişinin hiçbir amelde bulunacak gücü olmayacaktır. Gücü olmayan bir ilim de ona yardımcı olmaya­caktır. Çünkü yardım izzet demektir. Kul ise o gün zelildir. Yardım­cısı da yoktur. Zira o gün yardım eden yardımı kesen, gücü veren zayıf düşürendir.
Kendine yardımı olmayacak kişinin durumu, ne kadar da kötü­dür. Onun Rabbiyle olan bir sohbeti de yoktur. Eğer Allah Teala'nm onunla sohbeti olsaydı, elbette yardım da ederdi. Yardım etseydi, onu aziz kılardı. Eğer onu dost edinseydi, düşmanını ondan kaçırır­dı. Allah Teala bu noktada şöyle buyurmaktadır: "Onların kendi ne­fislerine bile yardıma güçleri yetmez ve onlar Biz'den dostluk bula­mazlar". (Enbiya/43); "De ki: Onu göklerde ve yerde gizli olanı bil­mekte olan (Allah) indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir". (Furkan/6) Allah Teala'nın bağışlaması, O'nun hik-metindendir. O'nun kullarını örtmesi ise rahmetindendir. Allah Te­ala buyurdu ki: "Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıka­ran ve sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilmekte olan Allah'a secde etmesinler diye". (Neml/25)
Bütün bu bilgiler, korkuların hakikatlerinin varlığını gerektir­mektedir. Bunlar da, Allah Teala'nın mülkünün sırrı ve melekütu-nun gizidir. Ancak kulun ölüm anında müşahede ettiği kötü sonuy­la ilgili birtakım alametleri ortaya çıkar ki bu alametler, ariflere gizli kalmaz.
Yaşayanlar için de kötü sonlarına ilişkin bir takım alametler vardır ki bunlar mükaşefe ehli tarafından bilinirler. Bu ilim de, Zat-ı İlahi'nin müşahedesindeki mükaşefe makamlarından bir makama yerleştirilen kimseye mahsus olan bir ilimdir. Bu, Allah Teala'nın kalp ehlinden bazılarım muttali kıldığı gaybi sırlardandır. Ancak-keşifler de muhtevalarına göre farklılık arzeder. Mesela ahiret ma­nalarının keşfi olduğu gibi dünyanın batini yönlerinin keşfi de ola­bilir. Yine hükümlerin zahirleri üstündeki Örtülü hususların haki­katlerine muttali olmak da bu keşiflerdendir. Bütün bunlar, mele-kûtun sırlarından ve ceberûtun keşflerine dair m an alarm dan dır.
Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kader, Allah'ın sırrıdır, onu yaymayın". Bu hitab, kaderin keşfedildiği kimselere yöneliktir. Başka bir rivayette ise "O, Allah'ın perdesidir, onu açmayın" lafzı yer almaktadır. Bu ise, kaderin henüz keşfe dilmediği kimselere yönelik bir hitabdır. Bu, hakkında soru sormanın yasaklandığı bir sahadır.
Bu da Allah Teala'nın şu buyruğu altına girmektedir: "Hakkın­da bilgin olmayan şeyin ardına düşme". (İsra/36) Bu nehiy, mükel­lef kıhnmadığm şeylerin bilgisine ulaşmaya çalışma ve kendi ame­linle ilgili kılınmayan ve sana havale edilmeyen şey hakkında soru sorma, anlamındadır. Çünkü bu tür bir bilgiyi öğrenmesi halinde kişiye yararı olmayacaktır. Kişiye yararı olacak şey, ancak hüküm ve sebeplerle ilgili ilimdir. Çünkü onun yürüyeceği yollar bunlardır.
Allah Teala müminlere hitab ettiği gibi peygamberlere de böyle hitab etmiş ve bütün ailesini kurtaracağını vaadeden Rabbine kar­şı "Oğlum, benim ailemdendir. Senin vaadin de haktır" (Hud/45) sö­zünü sarfeden Nuh'a (as) şöyle buyurmuştur: "Ey Nuh, o kesinlik­le senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmış­tır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Ben'den isteme." (Hud/46) Yani senin yapacağın bir amel kılmadığım ve sana hava­le etmediğim bir hususta Bana talepte bulunman ve dua etmen uy­gun değildir. Bunun üzerine Nuh (as) Rabbinden bağış ve merha­met niyaz etmiştir.
Kul Ölüm anında, yani ömrünün son saatinde gözündeki perde­nin de kaldırılmasıyla birçok sima görür. Bunlar, Allah Teala'nın dışında ilah edinilen veya Allah'a ortak koşulan ilahların simaları­dır. Bunların hepsi de dünyanın süsü ve aldatmacasıdır. Eğer ku­lun kalbi, bu simalardan birinin yanında durur veya bunlardan bir kısmı ona süslü gelir ya da kalbi bunlardan herhangi birine kayar­sa, son nefesi bunun üzerinde noktalanmış olur. Canı da işte bu şe­kilde kuşku ve şirk üzereyken çıkar. İşte kötü son (=sû-i hatime) budur. Bu, aynı zamanda ruhların yaratıldığı anda kulun defterine geçmişte yazılmış olan nasibidir.
Ebedler ve ezellerde, kainatın hareketine başlamadan önce sa­dece ruhların varolduğu süreçte herkesin defterine sonu yazılmış­tır. Ruhlar işte orada aldatmacaya şahit olmuş ve bu aldatmacalar­la beraber durmuşlardır. Bedenler yaratılmadan ve varlık alemin­de ortaya çıkıp kalıpların dökülerek ruhların perdelenmesinden, aklın şahitliğiyle kaim kılınmalarından önce bu aldatmacalar, ruh­ların kalplerine yalanları daha da artarak işlenmiştir. Ama beden­ler evveliyetin şahitliğiyle aşikar olmuş, kayyumiyyet manasıyla varolmuş, Cami' olan Allah Teala'nın bu sıfatıyla cemedilmiş sonra da dünyaya dağıtılmışlardır.
Ayrılık anında ise buluşma sürecinde şahitlik ettikleri ve so­nunda ilk başta söyledikleri sözü itiraf etmişlerdir. Ruhları da, şa­hitlik ettikleri şey üzere bedenlerinden ayrılmıştır. Bu da bedenlere refakat eden ruhların daha önce idrak ettikleri geçmiş yazgının haber verilmesidir. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rahimlerin meleği nutfeyi eline alır ve şöyle der: Ey Rabbim, er­kek mi yoksa kız mı, sağlam mı yoksa sakat mı olsun? Rızkı nedir? Eseri nedir? Ahlakı nasıldır? Sonra Allah Teala onu meleğin elinin üstünde yaratır. Allah Teala ona şekil verdiğinde melek, 'Ey Rab­bim ona saadetle veya bedbahtlıkla can üfle' der".
İşte bu nedenledir ki ruh, bedene girdiği hal üzere ondan ayrı­lır. Eğer o, Allah Teala'nın merhametine yakın kılman mukarrebun zümresinden ise, onun için rahatlık, mutluluk ve Naim cennetleri vardır. Eğer kitabı sağ taraftan verilenlerden ise, ona 'ashab-ı ye­minden selam var" denilir.
Eğer yoldan çıkmış yal ani ayıcılardan ise ateşle ve kıvılcımlarla karşılanır. Tıpkı Allah Teala'nın buyurduğu gibi: "Başlangıçta sizi yarattığı gibi döneceksiniz. Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmı da sapıklığı haketti". (A'raf/29-30); "İlk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski haline) iade edeceğiz". (Enbiya/104); "Eğer Biz dile­miş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. Ama Ben'den 'Andolsun cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamıyla doldura­cağım' sözü hak olmuştur". (Secde/13); "Ama Biz'den kendisine gü­zellik geçmiş bulunanlar, işte onlar (cehennemden) uzaklaştırıl­mışlardır". (Enbiya/101); "Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerle­rinde hak olanlar, işte onlar inanmazlar". (Yunus/96); "Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık". (A'raf/179); "Üstelik onların, bunun dışında da yapmakta oldukları ameller vardır. Onlar bunun için çalışmaktadırlar". (Mü'minun/63); "Oysa, onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah'tan kendileri için açığa çıkmıştır". (Zümer/47); "Gerçek şu ki kulluk eden bir top­luluk için bu (Kuran'da) açık mesaj vardır". (Enbiya/106)
Yukarıdaki ayetler ve benzerleri insanların geçmiş yazgıları ve son hatimeleri hakkında varid olmuştur. Bunlarda gayblerin sırla­rı ve anlaşılması güç hususlar mevcuttur. Bunlar ehli için, arşın şe­refelerine ve a'rafa yükselme için çıkış işaretlendir.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Birini elli yıl tevhid üzere ola­rak bilsem ve bir direk mesafesi kadar ondan uzak kalsam da o kimse bu esnada Ölse, onun tevhid üzere öldüğünden kesin olarak emin olamam. Çünkü o esnada kalbinin nasıl çevrildiğini bilemem. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Sıddıklar, her hareketlerin­de, her düşünüşlerinde ve teşebbüslerinde kötü sondan korkarlar. Onlar daima Allah Teala'dan uzak kalmaktan korkarlar. Oysa on­lar, Allah Teala tarafından övülmüş kimselerdir. Onlar, yürekleri ürperen kimselerdir. Yine o, şöyle derdi: Bir sıddıkın korkusu, an­cak kötülüklerden korktuğu kadar iyiliklerden de korkmaya başla­dığında sıhhatli olur. Onun bir sözü de şudur: Korkunun en üst mertebesi, Allah Teala'nın sabık ilmindeki hükmünden korkmak ve sünnete aykırı bir hareketten küfre götüreceği endişesiyle sakın­maktır. Ebu Muhammed'in konuyla ilgili diğer bir sözü de şöyledir: Tazim korkusu, geçmiş yazgı korkusunun terazisidir.
Ariflerden bir zat şöyle derdi: Şehadet ev kapısında, İslam üze­re ölüm oda kapısında olsa ben şehadetle ölümü seçerdim. Kendi­sine "Niçin?" diye sordular. O da, 'Çünkü oda kapısıyla ev kapısı arasında geçen surede kalbime başka bir müşahedenin doğmasın­dan ve tevhidimi değiştirmesinden korkarım' dedi.
Züheyr b. Nuaym el-Bani'den şunu naklettiler: En büyük ta­sam, günahlarım değildir. Ben, benim için bana günahlardan daha ağır gelen birşeyden korkarım ki o da tevhidi imanımın benden alı­narak başka bir hal üzere ölnıemdir". İbni Mübarek, Ebu Lehi'a ka­nalıyla Bekr b. Sevade'den şunu rivayet etti: Bir adam insanlardan uzak duruyor ve nerede olursa olsun tek başına kalıyordu. Ebu'd-Derda (ra) geldi ve adama sordu: Allah rızası için bana söyle, seni insanları terketmeye sevkeden nedir? Adam şu cevabı verdi: Far­kında olmaksızın dinimin elimden alınmasından korkuyorum.
Bunun üzerine Ebu'd-Derda şöyle dedi: Semtte senin korktu­ğundan korkan yüz kişi görebiliyor musun? Bu sayı, giderek azaldı ve sonunda ona düştü. Bu olayı Şamlılardan birine anlattığımda bana, 'O adam -sahabeden- Şurahbil b. Samt'tır1 dedi." Ebu'd-Der­da Allah üzerine yemin ederek şöyle diyordu: Ölüm anında imanı­nın çekip alınmayacağından emin olan hiçkimse yoktur ki o anda imam kendinden alınmasın.
Ulemadan bir zat şöyle derdi: Tevhid kime nasip olursa, kema­liyle nasip edilir. Kimden de menedilirse, tamamıyla menedilir. Çünkü tevhid, kişinin benliğinde parçalara ayrılmaz. Süfyan-ı Sevri (ra) ölüme yaklaştığı zaman ağlayıp sızlamaya başladı. Kendisi­ne, 'Ey Ebu Abdullah, sana ricacı ve ümitvar olmak düşer. Çünkü Allah Teala'nm affı, senin günahlarından daha büyüktür5 dendi. Bunun üzerine, 'Acaba ben günahlarıma mı ağlıyorum? Eğer tev-hid üzere öleceğimi bilseydim, dağlar büyüklüğünde bile olsun gü­nahla Allah Teala'nm huzuruna varmaktan çekinmezdim' dedi.
Bir defasında da şöyle demişti: Günahlarım bundan daha hafif­tir. -Sonra yerden kum tanesi alarak gösterdi-. Ama ömrümün so­nunda tevhidin benden alınmasından korkuyorum. Süfyan-ı Sevri (ra) korku ehlinin ileri gelenlerinden biriydi. O kadar ki korkusun­dan idrarı kanlı gelirdi. Kimi zaman da korkusundan hastalık ge­çirirdi. Bir defasında kanlı idrarını yazıcılardan birine gösterdi ve şöyle dedi: İşte bu, ruhbandan birinin idrarıdır.
Süfyan-ı Sevri (ra) Hammad b. Seleme'ye iltifat ederek şöyle derdi: Ey Ebu Seleme, benim gibiler için affı ümit eder misin? -Ya da benim gibisi mağfiret ümit eder misin?- Hammad da ona şöyle derdi: Evet ümit ederim. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Sonumun saadetle noktalanacağını kesin olarak bilmem, benim için güneşin üzerine doğduğu bütün hayatımı Allah yolunda geçirmiş olmam­dan daha sevimlidir.
İhvanımızdan biri de sadıklardan biri hakkında şunu nakletti: Bu kimse, korku ehlindendi. Birgün yoldaşlarından birine şöyle de­di: Bana ölüm geldiğinde başucumda otur. Beni iyice inceledikten sonra bana bak, eğer tevhid üzere öldüysem git ve bütün malları­mı satarak onunla badem ve şeker al, sonra da onları şehrin çocuk­larına dağıt ve çocuklara 'Bu, bugün kurtulan zatın ziyafetidir5 de. Eğer tevhid üzere Ölmediğimi görürsen, o zaman bütün insanlara tevhid üzere ölmediğimi bildir ki cenazemi görerek aldanmasmlar. Cenazemde sadece beni basiret üzere sevenler bulunsunlar ki ar­dımdan riyakarlar gelmesin. Böyle yaparsan müslümanları kan­dırmış olurum.
Bu vasiyeti alan zat şöyle der: Peki, senin tevhid üzere Öldüğü­nü nasıl bileceğim? Bunun üzerine o zat, bazı ölülerde ortaya çıkan alameti söyledi. -Bu alameti burada açıklamak istemiyoruz-. Vasi­yet edilen anlatmaya devam ederek şöyle dedi: Ölüm anında onun başucunda duruyor ve ona bakıyordum. Sonunda ruhunu teslim et-
ti. Ben de emrettiği gibi onu inceledim ve mutlu son alametini gör­düm. Tevhid üzere Ölmüştü. Ruhu bu şekilde feyiz bularak beden­den ayrılmıştı. Vasiyetini emrettiği şekilde yerine getirdim. Bu olaydan sadece yakın alim dostlarıma sözettim.
Görüldüğü gibi kul, hayatında ne kadar kötülük yaptıysa hepsi de kendisine ayrılık anında hatırlatılacak ve ömrünün son anında hepsini müşahede edecektir. Eğer kalbinde bu kötülükleri güzel gö­rür ve nefsiyle onları arzulayarak onların yanında duruşa bunlar -az da olsalar- onun ameli olarak hesap edilecek ve sonu da bunlar üzere olacaktır. Aynı şekilde yaptığı iyilikler de kendisine hatırlatı­lacak ve müşahede etmesi sağlanacaktır. Eğer kalbi onlarla bera­ber olur veya bundan hoşlanırsa, amel olarak bunlar hesap edile­cek ve bu da onun mutlu sonu olacaktır.
Yukarıda sözlerini naklettiğimiz taifeden bir zat, Allah Tea­la'nm "O ki ölümü ve hayatı sizi sınamak için yarattı" (Mülk/2) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Yani O sizleri hayattay­ken hatırınıza günahları getirip kalplerinizi çevirmek suretiyle sı­narken, ölüm anında da sizi tevhidden saptırma haliyle sınamak­tadır. Her kimin ruhu tevhid üzere çıkarsa, o sınavı atlamış ve bü­tün belaları aşarak Rabbine kavuşmuş olur ki gerçek mümin odur. Bu da Allah Teala'nm şu buyruğunda olduğu gibi güzel sınavdır: "Müminleri, kendinden güzel bir sınavla sınamak için (böyle yap­tı)". (EnfaI/17)
İlimlerden çıkarılan bütün bu esaslar, korku ehlinin Allah Tea­la'nm kendi haklarındaki bilgisinden korkmalarını gerektirmiştir. Onlar bu esasları gördükleri için kendi güzel amellerine bakmak­tan vazgeçmişlerdir. Çünkü onlar Rablerini hakkıyla tanıyan kim­selerdir. Onlardaki bu korku da bizatihi sevaptır. Çünkü bildikleri­ni iyi bilmekte ve bildiklerini istemekten uzak durmaktadırlar. On­lar ilim üzere her tür kuşku ve kusurdan uzaklaşmışlardır. Onlar, Allah Teala'nm haklarındaki ilminden korkmanın da O'nun bir ni­meti olduğunu açıkça görmüşlerdir. Bu da onlar için bir makam ol­muştur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Korkanlar ara­sında olup da Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi", (Mai-de/23) Bu ayetin tefsirinde, sözkonusu nimetin korku olduğu söy­lenmiştir.
Ashab-ı yemin için yukarıda anlattığımız zümrenin altında baş­ka makamlar da sözkonusudur. Suç korkusu, kazanç korkusu, azap tehdidi korkusu, cezalandırılma korkusu, emirlerde kusur etme korkusu, hadleri aşma korkusu, ziyade sevaptan mahrum edilme korkusu, uyanıklığın gafletle perdelenme korkusu, amelle geçen çalışma süresinden sonra fetret ve soğuma korkusu, kararlılıktan sonra azmin zayıflama korkusu, tevbeyi bozmak suretiyle ahdi çiğ­neme korkusu, tevbeye yol açan fiille tekrar sınanma korkusu, is­tikametten sonra tekrar eğrilme korkusu, şehvete alışma korkusu, hüccetten sonra heva ve dünya düşkünlüğüne dönme korkusu, Al­lah Teala'nm geçmiş günahlarına bakarak çirkin fiillerinde onları görmesiyle onlardan yüz çevirme ve gazap edilme korkusu. Bütün bunlar marifet ehlinin korkularmdandır. Bunların bir kısmı, bir kısmından daha üsttedir. Bunlardan kimileri, kimilerinden daha büyük korku sahibidirler.
Denir ki: Arş, kainat büyüklüğünde ışıldayan bir mücevherdir. Kul için vecdin bulunduğu hallerden hiçbir hal yoktur ki onun bir benzeri kulun halinin sureti olarak Arş'a işlenmesin. Kıyamet gü­nü gelip de kul hesaba çekilmek üzere dikildiğinde, arşın üzerinde­ki suret kendisine gösterilir. Orada kendisini dünyadaki hali üzere görür ve bu müşahedesiyle de yaptığı fiili hatırlar. O anda tarife sığmayacak bir haya ve titremeye kapılır. Denir ki: Allah Teala bir kuluna marifet verip de ona bununla muamele etmediği zaman, on­dan bu marifeti çekip almış olmaz. Bilakis onu kendisinde bırakır ve kulu bu marifeti mikdannca hesaba çeker. Ama ondan bereketi kaldırarak ziyade sevabı keser.
Allah Teala kendisine bir nimet verip bu nimetle hayır işleme­sini sağladığı bir kulunu hevasıyla imtihan edip de yaptığı amelle övünerek daha Önce yaptıklarını unutması ve onları tekrarlamak­tan korkmaması yüzünden zemmederek şöyle buyurmuştur: "Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattınrsak, kuşkusuz 'Kötülükler benden gidiverdi' der. Çünkü o, çok şımarıktır, böbürlenendir". (Hud/10) Kulun korkularından biri de, nifak korkusudur. Selef-i Salih'ten olan sahabe (ra) ve Tabiu-n'un ileri gelenleri nifaktan çok korkarlardı.
Rivayete göre Huzeyfe fra) şöyle derdi: "Allah Resulü fsav) dev­rinde bir kişi bir kelime söylediğinde bu yüzden Allah'ın huzuruna varıncaya kadar münafık olurdu. Oysa ben, benzeri sözleri sizden günde on kez duyuyorum". Yine o şöyle demiştir: "Kalbe öyle bir sa­at gelir ki imanla dolar ve nifak için iğne deliği kadar dahi yer kal­maz. Yine kalbe öyle bir saat gelir ki tamamen nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz".
Allah Resulü'nün (sav) sahabileri, tabiilere şöyle derlerdi: "Sizler, öyle amellerde bulunuyorsunuz ki, onları kıldan daha kü­çük görüyorsunuz. Bizler bu amelleri Allah Resulü (sav) devrinde büyük günahlardan sayardık". Bu ifadenin başka bir rivayetinde 'helak edicilerden=mûbikât" lafzı yeralmaktadır. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Nifaktan uzak olduğumu bilmem, bana üzerine güneşin doğduğu bütün varlıkların benim olmasından daha se­vimli gelir.
Denir ki: Nifaktan ancak şu üç tabakada yeralan müminler sıy­rılabilirler: Sıddıklar, şehitler ve salihler. Bunlar; Allah Teala tara­fından övülerek üzerlerindeki nimetin kemale ulaşacağı bildirilmiş ve gerek imanlarındaki kemal, gerekse hakiki yakinlerinden dola­yı peygamberlerin makamlarına çıkarılacakları haber verilmiş zümrelerdir. Denildi ki: Kim nifaktan emin olduğunu düşünürse o münafıktır. Alimlerden bir zat şöyle derdi: Nifakın alameti, kişinin kendi yaptığı amelin benzerini başkalarının yapmasından hoşlan­maması, zorbalık tezahürlerini sevmesi, hak ve adalet tezahürleri­ne ise kızmasıdır. Kendinde bulunmayan bir sıfattan dolayı övül­düğünde bundan hoşlanması da nifak alametidir.
Nifakın alametleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunların sayı­sının yetmiş olduğu söylenmiştir. Allah Resulü'nün (sav) hadisi bunlardan dördünü belirlemektedir ki bunlar nifakın en bariz ala­metleridir. Diğer alametler bunların dalları mesabesindedir.
Allah Resulü fsav) buyurdu ki: "Dört şey vardır ki her kim bun­larda bulunursa namaz kılıp oruç tutarak müslüman olduğunu id­dia etse bile katıksız münafıktır. Onu terkedinceye kadar kendisin­de nifakın bir şubesi bulunacaktır: Konuştuğunda yalan söyler. Va-adettiğinde uymaz. Emanet verildiğinde ihanet eder. Mahkemeleş-tiğinde facirlik eder". [34][60] Başka bir rivayette 'Anlaştığında bozar1 ifa­desi de bulunduğu için alametlerin sayısı beşe yükselmektedir. Bir adam İbni Ömer'in (ra) huzuruna girerek şöyle demişti: Biz­ler emirlerin meclisine gidiyor ve sözlerinde onları tasdik ediyoruz. Yanlarından çıktığımızda ise onlar aleyhinde konuşuyoruz, buna ne dersin?' dedi. O da şöyle dedi: Allah Resulü (sav) devrinde bizler bunu nifak sayardık. İbni Ömer'den (ra) başka bir vasıtayla şu olay nakledilmiştir: O, bir adamın Haccac'ı tenkit ettiğini ve sövdüğünü duymuştu. Ona şöyle dedi: Ne dersin, Haccac şu an burada olsa, söylediklerini yine söyleyebilir miydin? Adam, 'Hayır1 dedi. Bunun üzerine İbni Ömer (ra), 'Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık' dedi.
Bundan daha ağırı şu olayda görülmektedir: Bir topluluk Hu-zeyfe'nin (ra) eşiğine oturarak onu bekliyorlardı. Bu arada onunla ilgili bir şey konuşuyorlardı. Yanlarına çıktığı zaman, kendisinden haya ederek sustular. O da, 'Konuşmanıza devam edin' dedi. Ama onlar susmaya devam ettiler. Huzeyfe (ra) bunun üzerine, 'Allah Resulü (sav) devrinde biz bunu nifak sayardık' dedi. Daha da vahi­mi, Hasan el-Basri'nin (ra) görüşüdür. O nifak konusundaki görü­şünü şöyle açıklardı: İç ile dışın, dil ile kalbin ve girişle çıkış halle­rinin farklı olması nifak alam eti erindendir.
Nifakın incelikleri ve şirkin gizli noktaları, tevhidin eksikliğin­den ve yakini imanın zayıflığındandır. Bunlar da müminler için Al­lah Teala'nın gazabını çekmesi bakımından endişe kaynaklan teş­kil etmişlerdir. Bundan dolayı amellerin boşa çıkması da büyük bir korku kaynağıdır.
İbni Mesud (ra) bu noktada şöyle derdi: Kişi evinden çıkarken beraberinde dini olmasına rağmen dönerken beraberinde dini na­mına hiçbirşeyi olmayabilir. Yolda biriyle karşılaşıp ona 'Siz, siz' derken karşılaştığı başka birine 'Sen, sen' demiş olabilir. Belki bu ondan bir şeyi götürmemiş olabilir. Ancak Allah Teala, bu hareke­tine hiddetlenmiş tir. Çünkü o, bilmediği birini aklamış veya zemmi hakeden birini övmüş olabilir. Kulun kalp ve dilinin farklılaşması da nifaktandır. Çünkü bu, Allah Teala'nın gazabını celbeden bir davranış şeklidir.
Bütün bu korkuların üzerinde, iman nimetinin çekilip alınma korkusu yeralır. Müminin kalp hazinesinde bulunan bu nimet, ta­mamen Allah Teala'nın tasarrufu altındadır. O, bu nimetini dilediği şekilde var ettiği gibi, dilediği zaman da çekip alabilir. Bu nime-t, bağışlanmış bir hibe olup O'nun keremiyle baki kılınıp kılmma-yacağı kimse tarafından bilinmez. Veya o, Allah Teala tarafından size verilmiş bir emanet ya da ödünç de olabilir. Hikmet ve adaleti gereği de onu sizden isteyip alabilir. Her halükârda Allah Teala iman nimetinin hükmünü bizden gizlemiş ve onun akıbetini sade­ce kendine saklamıştır.
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: İmanın kat'iliği ancak son ana onunla ulasılmasıyla bilinebilir. Başka biri ise, O ne kadar da teh-likelidir!"demiştir. Ebu'd-Derda da (ra) yemin ederek şöyle demiş­tir: İmanının çekilip alınmayacağından emin olan hiç kimse yoktur ki, imanı ondan alınmasın. Sonra Huzeyfe'nin (ra) sözünü ettiği an da dikkate değerdir: "Kalbe öyle bir an gelir ki nifakla dolar ve iman için iğne deliği kadar bile yer kalmaz". Eğer ölüm bu ana rastlarsa ve kişinin son anı bu şekilde olursa, ruhu nifak üzere çık­mış olmaz mı?
Kalpler, şüphe ve şirk sahalarında işte böyle çevrilip döndürü­lür. Kişinin bu tür bir hali, onun ölüm anma rastlarsa, bu onun Rabbi'ne kavuşmasmdaki hatimesi yani sonu olur. Bu halin hatime olarak adlandırılması, kişinin son uğraşının ve ömrünün son anı­nın bu olmasından dolayıdır. Bir şeyin Katimi, onun sonudur. Bu manada Allah Teala'nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Ve hatem-i enbiya idi" (Ahzab/40) Yani peygamberlerin sonuncusu. Bir benze­ri de şu ayet-i kerimedir: "Onun hitamı misktir". (Mutaffifîn/26) Ya­ni kadehin sonu, tortu değil misktir.
İman ilminde ziyadenin kesilmesi korkusu da önemli korkular­dan biridir. Başlangıç bilgisiyle yetinilerek bu derecede bırakılma endişesi müridlerin birçoğunda mevcuttur. Ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Allah Teala bir kuluna bir marifet/bilgi ver­diğinde eğer ona o bilgiyle muamele etmezse, bu bilgi ondan çeki­lip alınmış olmaz. Aksine o bilgi sözkonusu kul için aleyhte bir de­lil olup Allah Teala onun mikdarına göre o kulunu hesaba çekecek­tir. Bu, ancak o kişiden ziyade ilmin kesilmesi demektir ki onun kalbini katılaştırır ve gözyaşlarını akıtır.
Bu da, ancak kemal ve tamam ehli tarafından bilinen bir eksik­liktir. Çünkü Allah Teala kendi huzurunda kula yarayacak şeyi ondan mahrum etmekte, ona da aldanacağı ve halk nezdinde fitneye kapılacağı şeyi vermektedir. Zira yüzdeki göz mülkten olup dünya içindir. Kalpteki göz ise, melekûttan olup ahiret içindir.
Malik b. Dinar şöyle demiştir: Tevrat'ta şunu okudum: Kulun nifakı kemale erdiğinde kul gözlerine hakim olur ve istediği zaman ağlar. Selef-i Salih, nifak gözyaşlarından Allah Teala'ya sığınırlar­dı. Bu, kul için her türlü ağlama kapısının açılması, zillet ve huşu kapısının ise kapanması demektir.
Allah Teala bu tür gözyaşına örnek olarak şöyle buyurmuştur: "Ve akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler". (Yusuf/16)
Selef şöyle derlerdi: Nifak huşû'undan Allah'a sığının. Onlara, 'O da nedir?' diye sorulduğunda şöyle derlerdi: Kalp katı iken gö­zün ağlamasıdır. Gerçekten de, göz katılığına rağmen kalp yumu­şaklığının verilmesi, kul için kalp katıyken gözyaşları verilmesin­den daha hayırlıdır. Kalbin yumuşaklığı, kalb ehline göre onun hu­şu, korku, zillet, inkisar ve alçakgönüllüğüdür. Bunlara sahip olan kul için, ağlamasını engelleyen bir halin bulunması zararsızdır. Ama kul için tercih edilen; gözyaşlarını akıtmasıdır. Bu bir fazilet­tir. Her kime de gözyaşı verilmiş ve kalp huşû'u, zilleti ve teslimi­yeti verilmemişse, bu onun için bir tuzaktır. İşte menetme ve fayda etmemenin hakikati de budur.
Gözyaşı, genel olarak akli ilimlerde olur. Yakinin müşahedesiy-le oluşan tevhid ilminde ise gözyaşına yer yoktur. Çünkü o, vahda-niyyetin deliliyle güçlenir ve kişiyi kudret ilmine taşır. İşte orada kuvvetin içe çekilmesiyle gözden yaşlar taşar. Allah Teala, gözyaşı­nın ihlasla dökenlerin huşû'larmı arttırdığım beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Çeneleri üstüne kapanıp ağlıyorlar ve bu onların huşularım arttırıyor". (İsra/109) Gözyaşları bizim kibir ve Övüncü­müzü arttırıp kalpte huşu doğurmadığım gördüğümüzde şunu bil­meliyiz ki bu gözyaşı tamamen yapmacık ve gururlanmak içindir. Çünkü nefislerin birçok gizli afeti vardır.
Korkuların en üstte yeralam ise, geçmiş yazgılar ve sonlarla il­gili korkudur. Bu çerçevede ariflerden bir zat şöyle derdi: Gözyaş­larını ve tasam, günahlarım ve azgın şehvetlerimden dolayı değil­dir. Çünkü onlar, benim ahlakım ve sıfatlarımdır. Benim gibi biri­ne de zaten başkası yakışmaz. Hüzün ve kederim ise kısmetimin nasıl olduğu hususundadır. Paylar taksim edildiğinde acaba benim payım neydi? Kullara bağışları dağıtıldığında benim hisseme aca­ba ne düştü? Acaba kısmetim nasıldı? O'ndan uzaklık mı?" Daha önce de zikrettiğimiz bu husus, peygamberlerin varisleri olan alim­lerin en büyük korkularından biridir. Peygamberlerin bedelleri, takva ehlinin imamları, kuvvet ve metanet sahibi bu insanlar da en çok bundan korkmuşlardır.
Ebu Muhammed'e (ra) şu soru sorulmuştu: Allah Teala kulla­rından herhangi birine miskal ağırlığında korku verecek mi? O da şu cevabı verdi: Müminlerden öyleleri vardır ki onlara dağ ağırlı­ğında korku verilir. Bunun üzerine, 'Onların halleri nasıldır? Yer­ler, uyurlar ve hammlarıyla yatarlar mı?' diye sorarlar. O da, 'Evet, bunları yaparlar. Müşahede onlardan asla ayrılmaz, sığınma yeri de onları gölgeler5 dedi. Bu cevap üzerine, Teki korku nerede?' diye sorarlar. O da şu cevabı verir: 'Korkuyu kudret perdesi hikmetin inceliğiyle taşır ve kalp de, beşeri sıfatlarla harekette perde altın­da saklanır. Böyle bir kul, peygamberler gibidir1.
Durum, aynen söylediği gibidir. Çünkü tevhidin hareketlerde müşahedesinde hikmet onu hükümleri yerine getirmesiyle kaim kılar. Bu böyledir. Zira, kalpteki iman nuru çok büyüktür. Eğer kal­be zahir olursa, bedeni ve ona temas eden herşeyi yakabilir. Ancak o, faziletle örtülmüş, ilimle perdelenmiş tir. Ta ki hükümler yerine getirilsin, onlarda hareket ifa edilsin. Zaten bir şeye kıyam etmek, kader ve sıfatlar noktasında gayelerin yerini alır. Çünkü nurlar isimlerle perdelenmiş tir. İsimler fiillerle perdelenmiş tir. Fiiller ise hareketlerle perdelenmiş tir. Hareket, kudretle açığa çıkar. O ise arkasında gayb bulunan bir husustur.
Aynı şekilde hikmetle tasarrufta bulunmak, imanın nurundan açığa çıkar. îmanın nurları ise gaybm ardında gizlenmiştir. Arifler­den bir zat bu konuda şöyle demiştir: Eğer müminin siması Allah'ın nezdinde halka açıkça gösterilseydi, insanlar Allah'ı bırakarak ona taparlardı. Eğer onun kalp nuru dünyaya görünseydi, arz üzerinde hiçbir şey onun karşısında duramazdı. Kudreti, kudret tezahürle­rini ve sebeplerini hikmetiyle örten Allah Teala her türlü kusurdan münezzehtir. Bu da O'nun hilm ve merhametinin bir göstergesi, kullarını menfaatleri için Kendi yoluna sokmasıdır.Übey b. Ka'b'm kıraati de müminin nurunu Allah Teala'nın nu­ruyla özdeşleştirmektedir.Eğer müminin nuru O'nun nurundan çı­kıyor olmasaydı, buradaki kıraatin değiştirilmesi caiz olmazdı. Sehl (ra) şöyle demiştir: Korku, akla muhaliftir. Haşyet vera, işfâk ise zühddür. O şöyle demişti: Korku cahile girdiği zaman onu ilme çağırır. İlme girdiğinde onu zühde çağırır. Amellere girdiğinde ise onları ihlasa çağırır. Yine o, şöyle demiştir: İhlas öyle bir farizadır ki ancak korkuyla elde edilir. Korku ise, ancak zühd ile elde edilir.
Korku, mükafaata uygun bir haldir. Çünkü onun avamın kalp­lerine girmesi, onları haramdan çıkarırken havasın kalplerine gir­mesi de onları vera ve zühde dahil eder. Çünkü kişi korku sahibi ol­duğunda haram ve riyayı terkeder. Sehl'in (ra) bir başka sözü de şudur: Kalbinde Allah korkusunu görmek isteyen kimse, sadece he­lal yesin. Rica ve ümit ilmi, ancak korku sahiplerine uygun düşer. O, bir başka yerde de şöyle demiştir: Korku erkek, muhabbet ise di­şidir. Kadınların çoğunun muhabbete davet ettiğini görmez misin? O, bununla şunu kasdetmiştir: Korkunun rica ve ümide üstünlüğü, erkeğin kadına üstünlüğü gibidir. Durum, aynen onun söylediği gi­bidir: Korku alimlerin hali iken rica ve ümit amel ehlinin halidir. Alimin abide üstünlüğü ise, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.
Bu meyanda Allah Resulü'nden (sav) şu hadis rivayet edildi: "İlim sahibinin fazileti, bana amel sahibinin faziletinden daha se­vimli gelir. Dininizin en hayırlı olanı vera'dır". Şunu biliniz ki alim­lerin taşıdıkları korku, avamın zihinlerinde canlandırdıkları vehim­lerden çok farklıdır. Onların korkusu, kaygı, yanma, sıkılma ve ah­vali etme şeklinde değildir. Çünkü bunlar, ah ü vah edenlerin kalp­lerinden geçen hatırlar, haller ve vecdlerden ibarettir. Arifler züm­resinden olan sufilerin bir kısmının muhabbet hallerindeki vecdle-ri, ilimle hiç alakası olmayan şeylerdir. Onların bu esnadaki yan­maları ve ah ü vahlan alimlerin korkusu gibi de değildir. Alimlerin nezdindeki korku, sahih ilim ve sadık müşahedeyi ifade eden bir kavramdır. Kula ilmin hakikati ve yakinin sıdkı verildiğinde o kul korku sahibi 'Hâ'if olarak adlandmlır. İşte bu nedenledir ki Allah Resulü (sav) insanlar içinde en çok korkandı. Çünkü O, ilmin haki-katma sahipti. O, insanların Allah Teala'dan en çok korkanıydı. Çünkü Allah Teala'ya 3'akmlıkta son noktaya varmıştı. O'nun hali, sekine ve vakar haliydi ve her iki makamda birden bulunmaktaydı.
O bütün hallerinde sağlamlık ve metanet sahibiydi. Kaygı, sız­lanma, ah ü vah ve serzeniş asla O'nun hallerinden değildi. O, ya­ratılmışların hepsinden katlarca fazla ilim ve akıl sahibiydi. O'nun kalbi, bütün insanlara açıktı. Onlara karşı sabırlı olması için de yüreği genişletilmişti. Allah Resulü (sav) bir bedevinin yanında be­devi gibi olur, çocuğun yanında çocuk gibi hareket ederdi. Kadın­larla oturduğunda da onlara göre hitap ederdi.
O, ilimlerinde onlara yaklaşır, insanlara akıllarına göre konu­şurdu. Dolayısıyla hepsi de O'nunla kaynaşabilir, söylediklerinden paylarını alırlardı. O'nun bu hikmetli ve hoşgörülü davranışlan sa­yesinde insanlann gözünde çok büyümez ve her dilediklerini O'na sorabilirler, kendisiyle kaynaşabilirlerdi. Allah Resulü'nün (sav) yaratılış özellikleri yüzünden O'nun vecdlerine bir giysi giydiril­mişti. Bu O'na zorlama ve yapmacıkhk olmaksızın verilmiş ilahi bir vergi olarak herşeyi Bilen ve Hikmet Sahibi olan Allah Tea­la'nın bir lütfuydu.
Allah Teala işte bu sebeple O'nu Kendi ahlakıyla vasfetmiş ve bu vasfıyla övünerek "Muhakkak ki sen, çok yüce bir ahlak üzere­sin" (Kalem/4) buyurmuştur. Bu ahlakın, rubûbiyet ahlakı olduğu söylenmiştir. Bir başka tefsirde ise, izafetle okunmuş, böylelikle Al­lah Teala'nın isminin azametinin O'nun hal ve nasibinden bir şeyi açığa çıkarmaması temin edilmiştir.
Bu O'nun metanetini ve akıl sahiplerinin faziletini ortaya koy­maktaydı. Allah Resulü (sav) adaletinin hakİkatmdan dolayı ilim adına hiçbir şeyi isteyenlerden esirgemezdi. O, zühd, huşu ve teva-zusundan dolayı hiç bir şeyde gösterişe kaçmazdı. Gücünün fazla­lığı, ilminin derinliği ve hikmeti, O'nu bunlara sahip olduğunu ka-nıtlarcasma davranmaya sevketmezdi. İmtihan ehli arifler de, Al­lah Resulü'nün (sav) sünnet ve yolu üzere vasfe dil mislerdir. Çünkü onlar, peygamberler zümresine en çok benzeyenlerdir.
Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Halkı kendi ilmi seviye­sinde görmek isteyen ve onlara kendi akli düzeyinde hitap eden kimse, onlara kendi üzerindeki haklannı esirgemiş ve Allah Tea­la'nın onlarla ilgili haklarını ifa etmemiş olur. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İnsanlara bütün bildiğini anlatan ve kendi payını onlara açıklamaya çalışan kimse imam olamaz. Yahya b. Muaz şöy­le derdi: Kimseyi yoldan çıkarma ve ona ilmi olmayan şeyle hitab etme. Aksi halde onu yormuş olursun. Ona ancak kendi nehrinden su ver ve kendi bardağıyla su içir. Ulemadan bir zata 'Arif, halktan uzak durur mu?' diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: 'Uzak dur­maz ama soğuk olabilir. Kendisine, 'Peki ondan uzak durulur mu?' diye sorulduğunda, 'Ariften uzak durulmaz, ancak onun heybetin­den çekinilir1 dedi.
Korkunun, ilmin hakikati için konulmuş bir kavram oluşunun delili, Übey b. Ka'b'm "Onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe ettik" (Kehf/80) ayetiyle ilgili kıraatidir. Onun kıraati, "Rabbin o ikisine .... korktu" şeklindedir. Yahya b. Zi-yad en-Nahvi bu ayetin manasını şöyle vermiştir: "Rabbin ... bildi". O şöyle demiştir: Korku, Allah Teala'nm isimlerindendir. Allah Te-ala en iyi bilendir. [35][61]


Korku aynı zamanda manevi isimlerdendir. Onun varlığı zıddmın yokluğunu gerektirir. Kalpte dünya halleriyle ve uhrevi hususlarla ilgili bütün emniyet hislerinin yokedilmesi durumunda, kul Allah Teala'nm tuzağından asla emin olamaz. Bu tuzak, dünyevi hüküm­lerin şekillendirilmesinde, kalpler, nefisler ve şehvet cazibelerinin çevrilmesinde, alışkanlıkların tahrikinde görülebilir. Kalbinde kor­kuyu hisseden kul, hiçbir örf ve alışkanlığa teslim olmadığı gibi hiçbir şekilde kendi kurtuluş ve beraetinden de emin olamaz. İşte bu korku halidir. Kul, bütün bu hususlarda emniyet hissini yitir-mesiyle korkan (=hâ'if) olarak adlandırılır.
Bu, Araplar'da yaygın olarak kullanılan bir isimlemedir. Arap, bir şeyden emin olamadığı zaman, 'Şundan endişe ediyorum' der. Birşey hakkındaki bilgisi kesinleştiği zaman da 'Şundan korkuyo­rum' der. Ulemadan bir zata şöyle denir: 'Her halinde korkan arifin durumu nedir?' Dedi ki: 'Çünkü o, Allah Teala'nm kendisini bütün hallerinden sorumlu tutacağını bilir".
Korku ehli için bundan sonra da belli yollar, endişe verici bir korkuya, sızlamalı bir titreyişe, sıkıcı bir endişeye ve yakıcı bir tit­remeye yöneltme sözkonusudur. Bunlar, imamların seçilmiş ve fa­ziletli yollarının aşırılıklarıdır. Bu yollarda, yükselme ve helak ol­ma ihtimalleri mevcuttur. Seçkin alimler ve tanınmış zevat bunlar hakkında nakilde bulunmuşlardır. Bu yollara ancak bazı zahidler ve abidler girebilmişlerdir. Ariflerden bir kısmı için de bu yollar ar­zu edilmiştir.
Bu yollar, alimler hakkında faziletli görülmemiştir. Ariflere gö­re bu yollarda rekabet edilmez ve bunlara gıpta edilmez. Çünkü bunlar, sülük yollarından helak sebeplerine düşürebilecek haller­dir. Ariflerin bu yolları arzu etmeleri, sadece onları tanıma ve mut­tali olma gayesiyle sınırlıdır. Fakat bazıları, kaybolmak ve ah ü vah etmek için bu yollara yönelmişlerdir. Ancak bunlar avamın ka­falarında daha meşhur, daha ilgi çekici ve umum için daha korku­tucudur. [36][62]


 Şunu bilin ki korkunun sekiz farklı taşma yeri vardır. Korku, kalp­ten taşarak bu sekiz noktaya ulaşır. Korku bunlardan hangisine ta­şarsa, istisnaları dışında korku sahibi bu taşkınla helak olur.
Kalpteki korku, merare'ye taşabilir. Merare, derinin en ince ta­bakası olup tenin alt kısmıdır. Korku, kalpten bu kısma taştığı za­man onu yakarak kulu öldürür. Baygınlık, şok ve çehrenin değiş­mesiyle Ölen bu kimseler, amel ehlinin en zayıflarını oluştururlar.
Korku, kalpten beyine sıçrayabilir. Bu durumda aklı yaktığı için kul divane haline gelir. Sonunda korku hali onu terkettiği gibi makamı da düşer.
Korku, kalpten taşarak akciğeri kaplayabilir. Bu durumda ciğe­ri delerek yeme, içme isteğini tamamen yokeder. Beden zayıf düşe­rek kansızlık başlar. Bu da aç kalan ve sararıp solanların halidir.
Korku, karaciğere de taşabilir. Bu durumda sürekli hüzün ve kedere yol açar. Bu haldeki kul, uzun düşüncelere dalar ve unut­kanlık başlar. Bu halde uyku ihtiyacı biterken uykusuzluk had safhaya çıkar. Bu, korkuların en faziletli sidir. Korkunun bu tü­ründe, ilim ve müşahede sözkonusudur. Bu korku, amel ehlinin korkusudur.
Korkunun bir türü de, omuzların üstündeki etli kısımları 'Fari-sa' zedeler. Farisa kelimesiyle ilgili bir hadis-i şerifte, Allah Resu-lü'nün (sav) omuzlar üstündeki etten hoşlandığı belirtilmiştir. Omuzlar üstündeki et (=antrikot), hayvanın en yumuşak ve en tat­lı yeridir. Korkunun bu türünde titreme ve dengesiz davranma emareleri görülür.
Korku, kalpten çıkarak aklın üzerine çökebilir. Bu durumda ak­lın hakimiyetine son verir. Tıpkı güneşin ortaya çıkmasıyla ay ışı- . ğının sönmesi gibi. Aslında ay ışığı da melekûtun hazinelerinden biri olarak gizli bir şekilde görünmektedir. Bu durumda kişinin ak­li faaliyeti zayıflar ve aklın zaafiyetinden dolayı vücut haraketleri de dengesini kaybeder. Kul, aklına yeterince hakim olamadığı için kararlı davranamaz. Çünkü vücudun organları, hikmet ve ibda ge­reği dağınık görünseler de aslında tek bir şeydirler. Onları topla­yan, Allah Teala'mn iradesiyle harekete geçen latif kudretidir. İn­san bedenin alt kısmı, en üstüne bağlıdır. En üstü olan akıl, denge­sini yitirince alt kısmı da dengeyi yitirir.
Bedenin organlarından birine dert ve derman ulaştığında diğer­leri de ondan yakınır ve medet umarlar. Bu halde bulunanlar da fa­ziletle anılmışlar ve ilim sıfatına dahil edilmişlerdir.
Korkunun bu yoluna ulemanın büyüklerinden ve kalp ehlinin ileri gelenlerinden bir çoğu girmiştir. Tabiun arasında birçok zat bunlar arasında yeralmıştır. Rebi' b. Haysem, Üveys-i Karani, Zü-rare b. Evfa ve benzeri seçkin zevat bunlardandır.
Bu hal, Sahabe için de yadırganacak bir hal değildi. Ömer (ra) ve İbni Mesud (ra) buna örnek gösterilebilir. Mesela Ömer b. Hat-tab (ra) baygınlık geçirir ve deve gibi böğürerek yere düşerdi. Bu hal Said b. Cüzeym'de de görülürdü. Bu zat, Allah Resulünün (sav) zühd sahibi ashabından ve ordu emirlerindendi.
Ömer (ra) onu Şam'a vali olarak göndermişti. Ömer'e (ra) onun zühdü ve aşırı yoksulluğu anlatılır, o da valiyi bu aşırılığından do­layı kınardı. Kimi zaman ailesinin geçimini temin etmesi için yüz, dörtyüz dinar gönderirdi. O ise bu parayı askerlere dağıtırdı. Bu olay, uzun bir kıssada anlatılmıştır.
Bir defasında Şamlılar Ömer'e (ra) mektup göndererek valinin durumunu anlatmışlardı. Vali, meclisinde otururken kendisine baygınlık geliyordu. Şamlılar, valinin aklına bir afet gelmesinden endişe ediyorlardı. Çünkü böyle bir durumla daha önce karşılaşma­mışlardı. Ömer (ra) valisiyle karşılaştığı zaman meclisinde yaşa­dıklarını sordu. O da, müşahedesinde bulduğu vecdi ona haber ver­di. Bu vecd, ahval sahibi sufîlerin vecdlerindendi. Durumu anlayan Ömer (ra) valiyi mazur gördü. Çünkü bu, onu ancak hayır bakımmdan daha güçlendirirdi. Valisine izzet-i ikramda bulundu ve fazile­tini takdir etti. Şamlılara da bir mektup yazarak şöyle dedi: 'Onu anlayışla karşılayın ve kendi halinde bırakın'.
Güçlüler güçlüsü, en büyük hidayet rehberi ve alemlerin Rab-bi'nin elçisi Hazret-i Muhammed de (sav) kendisine vahiy inerken bayılırdı. Vahiy alma esnasındaki bu hali, akli dengesini tamamen ortadan kaldırır, bulunduğu yeri unuttururdu. Yüzü ve teninin rengi değişir, kış gününde vücudundan yağmur gibi ter boşalırdı. Ancak bu durum, sadece vahiy alma ve Ruhiilkudüs'ün ona inmesi hallerinde görülürdü. O kalbinin içini etkisi altına alırdı.
Vahiy dört şekilde gerçekleşir. Bunlardan ikisi bitişik (=Vahy-i muttasıl) ikisi de ayrık vahiy (Vahy-i munfasıl) şekildedir. Allah Resulü'ne (sav) inen vahiyler ilk iki şekilden biri gibidir. Ayrık va­hiyler ise, Allah Teala'yı hakkıyla bilen, gören kalp ve hazır şahit­lik ehli zatlar için sözkonusudur. Bunları açıklamak uzun sürer. Ayrıca bunları, ancak bu yola girenler, hakkıyla şahit olanlar bilir ve şahit olurlar.
Bunlara olduğu gibi teslimiyet tasdikiyle inanan müminler için de bir nasip mevcuttur. Ama bu, mukarrebun zümresinden üç ma­kama sahip olanlara mahsustur ki bu makamlar marifet, muhab­bet ve korku makamlarıdır. Üstteki dört vahiy şekli dışındaki va­hiyler bu üç makam sahipleri için on şekilde olur.
Bu makamların sahiplerine gelen vahiy ve ilhamlar; hatır, vecd, şahitlik, hal ve makam şekillerinde olabilir. Bu, vahyin iki türü dı­şındakiler için tamamlık sıfatıdır. îkisine gelince, onlar, diğer in­sanlar için haram olup peygamberlere mahsusturlar. Bunların ilki, vahiy meleğinin Allah Teala'mn kelamının suret ve sesinde ortaya çıkmasıdır. Allah Resulü (sav) Cebrail'e (as) kendi suretinde yüzü­nü eğmeksizin bakmış ve bayılıp kalmıştır. Hamza, Hamran b. A'yün'den şunu nakletti: "Allah Resulü (sav) Hakka suresinden bir ayet okudu ve bayıldı". Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle bu­yurmuştur: "Ve Musa bayılarak düştü". (A'raf/143)
Korku, kalpten taşarak nefse ulaşabilir. Ona ulaştığında ise şehvetleri yakarak, alışkanlıkları imha eder ve beşerî tabiatı bas­tırarak heva kıvılcımlarını söndürür. Korku türlerinden biri ve en üstünü olan bu korku, marifet ehline göre en muteber olan korkudur. Bu korkuyu taşıyanlar, korku ehlinin en üstünleri ve bu ma­kamın en kıymetli sakinleridir. Bu korku, peygamberlerin ve sıd- . dıkların korkusudur. Şehitler zümresinin havassı da bu korkuya sahip olabilirler. Korku sahibinin, bunun da üstünde gıpta edebile­ceği bir sıfat yoktur. Arif olanın da bunun ötesinde sevinç duyabile­ceği bir hal yoktur.
Bu sınırları aşan korku, meşru haddini ve mikdarını aşmış bir korkudur. Çünkü korku, şehvetleri yakıp arzuları tamamen sildi­ğinde kulda hiçbir şehvet ve arzu bırakmamış olur. Eğer kul, kor­kunun sınırını aşma halinden uzak duramazsa, bu korkusu onu üç noktaya düşürebilir ki bunların en hayırlısı, korkunun nefse sira­yet ederek onu tamamen yakmasıdır. Bu durumda, kulun ölümüy­le kendisi için bir şehadet sözkonusu olur. Ama ilim ve müşahede erbabı korku ehli nezdinde bu durum hoş görülmemiştir. Şu var ki ulemadan bir zat bu hususta şöyle demiştir: Bedrin şehitleri, vec-diyle ölenlerden daha fazla ecre sahip değildirler.
Her halükârda bu gibi sıfatlar, zayıf müridlerin sıfatlarıdır. Çünkü yakin sahibi alimler için yakin hakkındaki her şehadetle-rinde bir şehid sevabı sözkonusudur. Üstte anlattığımız korkunun sonuçlarından ortanca olanı; korkunun beyne yükselmesi ve onu aşağı indirmesidir. Bu durumda aklın düğümü çözülecek ve insa­nın tabiatı aklın çözülmesi sebebiyle dengesiz hale gelecektir. Bu da beraberinde karakterlerin bozulmasını getirecektir. Sonuçta sa­rı yanarak siyaha dönüşecek ve kişide, hezeyan, divanelik, vahla-ma ve benzeri haller başgöstereçektir. Çünkü beyin cansızdır ve akıl için bir mekandır.
Akıl, onun üstünde birleştirilmiş ve ona sabitlenmiştir. Karak­terler karıştığında tutuşacakları için, bunlardan çıkan kıvılcım be­yine ulaşıp onu da yakarak eritecektir. Mekanı beyin ve kafatası­nın içi olan aklın yerini ve etkinliğini güçlü olan kalbin parıltısı alacaktır. Kalbin parıltısı, yükselen güneş gibidir. Yükselen güne­şin yeri üst semadır, ışıkları ise arza düşmektedir. Aynı şekilde akıl da böyledir. Yeri beyindir ve gücü de kalp üstündedir. Bunun ters döndüğü durumda, akılsızlık ve şaşkınlık sözkonusudur. Bu yüz­den de alimler bu durumu mekruh görmüşlerdir.
Bu hal, muhabbet makamındaki bazı muhibbanm başına gel­miştir. Bu hale düşmeleriyle birlikte bunun vecdiyle vaveyla koparmışlardır. Onlardan kimisi, bu halin kalpleri üzerindeki etkisinden korkarak bunların arasından ayrılmış ve onu diğerlerine anlatmış­lardır. Ebu Muhammed Sehl (ra) herşeyin azıyla yetinip aç kalan ve katı bir hayat sürenlere şöyle derdi: Akıllarınıza sahip olun. Çünkü aklı eksik biri Allah'ın velisi olamaz.
Yukarıda ifade ettiğimiz ve ikisini açıkladığımız noktalardan geri kalan üçüncüsü, korku sınırlarının çiğnenmesinde en kötü ola­nıdır. Bu hal, korkunun son derece güçlenip derinleşerek, ihsan, kerem ve cömertlik gibi ahlak ilmiyle göğüslenmediği takdirde rica ve ümidi tamamen silmesidir. Çünkü makamı dengeli tutan ve ha­lin sıkıntılarını gideren bu tür faziletlerdir.
Bu türden bir korku kulu, Allah Teala'mn rahmetinden ümit kesmeye, O'nun rahatlatmasını umut etmemeye götürebilir. Onla­rın bu müşahedeleri, kendilerini akıl kıstasıyla adalet ve hak dü­şüncesine sevketmiş ve Allah Teala'mn kerem sıfatına ve gizli lü-tuflarma dair bilgileri çiğnemelerine yol açmıştır.
Bu da onları kendilerinin kazanma fikrine sapmaya sevketmiş-tir. Onlar, hükümde sebeplerin etkisine dayanırken güç ve kudret­te kendi nefislerine yönelmişlerdir. Böylelikle haklarındaki tehdidi kesin ve kaçınılmaz olarak isbat etmiş olmaktadırlar. Çünkü onlar, merhametli hüküm sahibi olan Allah Teala hakkında kendi akılla-rıyla yargıda bulunmuş ve O'nun iradesine hiçbir gönderme yap­mamışlardır. O'nun kudretine asla teslim olmamış, kendi kötü sı­fatlarının hepsini kuşatan güzel sıfatlarından herhangi biriyle ümitvâr olmamışlardır. İşledikleri kötülükler önlerine çıkarak on­ları, Evvel ve İhsan Sahibi olan Allah Teala'dan perdelemiş tir.
Onlar, sırf O'nun ihsanı ile kötülük yaptıklarını ve kendileri hakkındaki sabık ilmiyle sınırı aştıklarını asla görememişlerdir. Halbuki içine düştükleri şu halleri hakkında yazgıyı yazan Kalem hiçbir zaman onların eline geçmemiştir. Eğer Allah Teala kahir kudretini ve ceberûtunu izhar etseydi, onların hallerini size olduğu gibi gösterir ve söylediklerimizin sıhhatini isbat etmiş olurduk.
Yukarıda anlattığımız korkuların büyük çoğunluğu Basralılar, Abadanlılar ve Askerilerde bulunmaktaydı. Çünkü onlar, Kade-riyye mezhebindeydiler ve lütuf, İlahi iradenin havalesi ve istitâ-atm (=güç yetirme, muktedir olma) öne alınması gibi fikirlere sa­hiptiler.
Amr'm çevresindekilerden oluşan Amriyye, îbad'm çevresinde olan îbadiyye, Hişam el-Futi ve İbni Ata el-Gazali'nin çevresinde bulunan Futiyye ve Atviyye ve kaderin yarısını inkar eden Temi-miyye bunlardandır. el-Menziletü beyne'l-menzileteyn (=Büyük gü­nah sahibi ne mümindir, ne kafir olmayıp ikisi arasında bir yerde­dir), iki kudret sahibi tarafından güç yetirilme, iki fail tarafından yapılma gibi fikirlere sahip olan Menaziliyye (=Mutezüe) de bunlar­dandır. Bu insanlar, sebeblere dayanma ve kesbin ezeliliği gibi be­lalara müptela kılınmışlar, bu da onları Vehhab ve Mukaddir olan Allah Teala'dan uzaklaştırmıştır.
Emniyet fikri ve aldanma belalarından kaçan bu kimseler, bu ikisinden daha büyük bir afete, ümitsizlik ve yeise kapılmışlardır. Sonuçta da çok korktukları büyük günahların içine düşmüşlerdir. Bunların durumu, münkeri inkar etmek için imamlara kılıç çeken Hariciler'e benzemektedir. Münkeri inkar emeye çalışan bu insan­lar, sonunda münkerin en kötüsüne düşmüş, imamları tekfir ede­rek sultana itaati reddetmiş ve küçük günahlardan dolayı ümmeti küfürle itham etmişlerdir. Bu, kötü bidatların en kötüsüdür. Bunu çıkaranlar da, cehennem ehlinin köpekleridir.
Üsttekilerin durumu Mutezile'nin durumuna benzer. Mutezile, tevhid ehlinin cehenneme girmeyeceğini söyleyen Mürcie'nin yo­lundan kaçarak tevhid ehlinin cehenneme gireceğini ve fasıklarm cehennemde ebedi kalacaklarını söylemiştir. Böylelikle de Mür-cie'nin sınırını aşarak onlara ilavede bulunmuşlardır. Mürcie de Ehli Sünnet'in yolunu aşarken bir yandan da onlardan eksik kal­mıştır.
Şeyhimiz Ebu Muhammed (ra) şöyle derdi: Bidat ehlinin tama­mı, sultana isyan etmeyi, ümmete kılıç çekmeyi savunur ve imam­ları küfürle itham ederler. Hiç kuşku yok ki korkunun bu üçünGÜ-şekli, korkunun sınırlarının aşılmasında görülen en zararlı yakla­şımdır. Çünkü bu, Allah Teala'nm koyduğu sınırları ve O'nun emir­lerini çiğnemektir. Allah Teala herşey için belli bir ölçü koymuştur. Her kim Allah'ın koyduğu sınırları çiğnerse, kendine zulmetmiş olur. Rica ve ümitte samimiyet göstererek korkunun bunlarla den­gelenmesi, Allah Teala'yı hakkıyla bilmenin gereklerindendir.
Bir şeyin sınırlarını aşmak, onda eksik davranmak gibidir. Mü­min, gerçek anlamda korku ile ümit arasındaki dengeyi kuran insandır. Kişiyi ölüme götürebilecek veya aklını başından alabilecek derecedeki bir korku, Allah Teala'nm rahmetinden ümit kesmekten daha hayırlıdır. Çünkü ikincisi, ilmi silmekte, makamı bitirmekte ve kişiyi büyük bir günaha itmektedir.
Korkunun ilk iki makamında keşfe dair ne ilim, ne de müşahe­de mevcut değildir. Bu iki makamda ortaya çıkan, sadece vecdin şiddetidir. Kişi, bu tür bir korkunun acısıyla hayatını veya aklını kaybedebilmektedir. Ancak kul açısından her ikisi de Kureb ehlinin (=keder ehli) özellikle de meleklerin korkusu mesabesindedir. Çün­kü onlar, ruhanilerin yakın kılınanları gibi makamlarda intikal edemezler. Bu hususta şöyle bir haber nakledilmiştir: Kureb ehli meleklerden yaşayan insanlar kadar bir topluluk her gün Arş'm al­tından çıkarlar.
Bunlar Allah Teala'yı görme şevkiyle kaygılanan ve kederler ta­rafından horlanan meleklerdir. Hepsi de yüceler yücesi Allah'a na­zar etmek istemektedir. Ama O Kerim'in simasının nurları, bu me­lekleri yakar. Zavallı melekler, lambaya düşen kelebekler misali yanarak kavrulurlar. Ama ertesi gün yine aynı sayıda melek, aynı gaye ile Arşin altından çıkar. Bunların çabalan," Kıyamet'e dek sü­rer. Herbiri, gökleri ve yeri bir avucunda toplayabilecek kadar bü­yük olan bu melekler O'nun kudretinde silinip giderler.
Melekler müminler gibi makamdan makama intikal edemezler. Her melek için belli bir makam vardır ve bu makamdan başka bir makama geçemez. Ancak bulundukları makamdan Kıyamet'e dek sonsuz güç ve destek alırlar. Bu^güç, insanların tümünün aldığın­dan çok daha fazladır, O-üçi'eri korkularına tahammül ederken kor­kutucu olan Allah Teala'nm sıfatının müşahedesinde de korku ve 'sıfatları sebat eder. Aşırı derecedeki bu korkuları, onları ölüme gö­türdüğü halde tamamen de öldürmez. Çünkü onlar, özel güçlere sa­hiptirler ve ahirette belirlenmiş olan belli ecellerine kadar da ölüm­den korunmuşlardır. Kimi aklını kaybederken, kimi de kalpten ah ü vah edebilir. Kimisi de divanelikleri içinde feryad eder. Kıyamet gününe kadar da canları tehlikeye düşmez. Aralarında bazı melek­ler vardır ki öyle bir korkuyla korkmuştur ki Kıyamet gününe dek bir daha o korkuya yüzünü çevirmediği gibi aklı da bir daha o nok­taya dönmez. İçlerinde öyle feryad edenler vardır ki, bu feryatları Sur5 a üfurüleceği ana kadar devam eder.
Meleklerden birçoğu Melik ve Cebbar olan Allah Teala'mn kela­mını işittikleri anda şoka girerler. Kalplerindeki ürperti sona erdi­ğinde Allah Teala'ya daha yakın perdelerden bakan ve daha yüksek mertebelerde yeralan ruhani meleklere, mesela Cebrail, İsrafil ve Mikail'e (as) 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Muhabbet ve ün-siyet sahibi olan ve nazar ve metanet sahibi bulunan bu melekler de, 'Hakkı buyurdu, muhakkak ki O çok Yüce ve en Büyük'tür' derler.
Korku sahibi bu meleklerin benzerleri, ihlaslı müminler arasın­da da mevcuttur. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar için bilinen bir rızık vardır". (Saffat/41) Alimler arasın­da güçlü olanlar, basiret ve metanet sahipleri olarak ecirleri hesap­sız verilen sabır sahipleri gibidirler.
Yakin sahiplerinin alimleri ise, yakin makamları arasında bu makamların hükümlerine göre sürekli yer değiştirir, korku maka­mından rica makamına geçerler. Onlar bu makamlarda da gereken hükümleri yerine getirdikleri zaman, daha üstteki rica makamına yükseltilirler. Yükseldikleri rica makamı, daha önce bulundukları ri­ca makamından daha hayırlıdır. Kimi zaman da bir korku halinden daha değerli ve üstün olan başka bir korku haline yükselirler. Son­ra korku makamlarından iştiyak ve arzulama haline intikal ederler.
Titreme ve yanma hallerinden huzur ve zillet haline geçerler. Endişe halinden ünsiyet ve kaynaşma haline yükselirler. Uzaklık, yalnızlık ve korku halinden rıza, muhabbet ve ümit haline intikal ederler. Bu, onların kendi makamında durup kalanlara üstünlüğü­dür. Avamdan ve kendi içine kapanıp kalan, kendi gölgesiyle yeti­nerek daha uzun gölgeleri aramayanlar üstün makamlara yüksel­tilmezler.
Müminler arasında korku sahibi olanlar, meleklerin kurubileri yani kederlileri gibidirler. Muhibban zümresinden rica ehli olanlar da, mukarrebun zümresinin ruhanileri gibidirler. Rica ve ümidin esası ve üstünlük sebebi Allah Teala'yı hakkıyla bilenler nezdinde-dir. Ricanın yüceliği, korkunun yüceliğine eşitlenir ve bünyeyi den­gede tutarak iki makam arasında itidale hükmeder.
Bu noktaya ulaşanların kalplerinde, korkutucu sıfatlardan her­hangi birinin müşahede etmeleri halinde korkudan hiç bir iz belir-mez ki onun karşısında ricanın yüceliğinden bir iz ortaya çıkmasın.
Bu da latif ahlakın en bariz esaslarından biri olup onları rahatlatır. Kalplerine hiçbir korku hissi gelmez ki onun karşısında bir rica ese­ri doğmasın. Onlar da buna yaslanırlar. Böylelikle sıfatları dengele­nir ve Zat-ı İlahi'nin kemalinden dolayı O'nun sıfatlarının tezahür­lerinden herhangi birini gördüklerinde makamları da itidal kazanır.
Böylelikle kalpleri de, korku ile rica arasında adil bir terazinin dili, ya da bir sıfatın müşahedesi karşısında iki kanadı arasında dengeyle uçan bir kuş gibi olurlar. Bela ve nimetin zuhuru halinde gereken davranış korku ve ricayı birlikte yüklenmektir. Sonunda ümit korkuya hakim olacak ve her ikisi kalbin genişlik ve kudreti­ne taşarak orada kaybolacaklardır. Çünkü kalp, güçlüyle güçlü, ge­nişlikle geniş ve kudretli ile kadirdir.
Tasa, her iki manadan da ayrılır ve münferidin müşahedesine vakıf olur. Ona hükmeden de kendisini müfred kılan husustur. Bu meyanda Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğu zikredilebilir: "Alla-hım, Seninle güçlenir, Senin sayende söyler ve Senin verdiğin güç­le hücum ederim".[37][63] Şehadeti yüce ve ilmi engin olan Allah Resulü (sav) başka bir duasında da şöyle demektedir: "Allahım, Sana Sen'den sığınırım".[38][64]
Bunun bir benzeri de şu ifadesidir: "Allah dışında herşey batıl­dır[39][65]Bunlar, beka makamındaki bir insanın vecdlerinin ifadesi­dir. Fena, Baki ve Muğni olan Allah Teala'mn buyruğunun işitilme­sine o noktada engel olmuştur: "(Arzın) üstündeki herşey fanidir. Rabbinin Zatı ise bakidir". (Rahman/26) Bu meyanda çok meşhur olan Kudsi bir hadis de şöyledir: "Semam ve arzım Bana dar geldi. Beni sadece şükreden, yumuşak ve hoşgörülü kulumun kalbi içine alabildi".
Yukarıda özetle anlattıklarımızı ve sembolik olarak ifade ettik­lerimizi açıklayıp şerhetmek uygun düşmez. Selef ulemasından bir zat şöyle demiştir: Mümine giydirilebilecek en güzel elbise, huşu içinde sükunet, boyun eğiş içinde zillet elbisesidir. Bunlar korku­nun iki halidir. Bu elbise peygamberlerin, özellikle de evliyanın alimlerinin elbisesidir.
Lokman (as) oğluna öğütte bulunarak şöyle demiştir: "Ey oğ­lum, Allah Teala'dan öyle bir korkuyla kork ki, bu korkuna rağmen O'nun rahmetinden ümidini kesme. O'ndan öyle bir rica ile ümit-var ol ki bu ümidine rağmen O'nun tuzağından emin olma".
Daha sonra bunu tefsir ederek şöyle demiştir: "Mümin, iki kalp­li gibidir. Bunlardan biriyle korkarken diğeriyle ümit eder". Bunun anlamı şudur: Mümin, iki müşahedesinden kaynaklanan iki sıfat sahibi gibidir. el-Mümin, el-Evvel ve eş-Şahid sıfatlarını taşıyan yüce Allah da, tutup kavrama, ezme, izzet ve intikam alma gibi korkutucu sıfatlara sahiptir.
Kul, iman ettiği Rabbinde bu gibi sıfatlara şahit olduğunda, O'nu bu tür sıfatlarla bildiği ve bu sıfatlar kendisine tecelli ettiğin­de O'ndan korkar. Ama bilinen birşey daha vardır ki o da, kendisi­ne ülfet duyulan Allah Teala'nm kerem, yumuşaklık, merhamet ve lütuf gibi sıfatlara da sahip olduğudur. Kalp, O'nun bu sıfatlarına şahit olduğu zaman da ricacı ve ümitvâr olur.
Sonuç itibarıyla O'nun korkutucu ve ümitlendirici sıfatlarını müşahedesinden dolayı hem korku, hem de ümit sahibi olur. Neti­ce itibarıyla iki kalpli gibi olur ve biriyle korkarken, diğeriyle rica ve ümit sahibi olur. Aslında her ikisi de tek bir kalpte bulunan iki şahitlikten ibarettir. Çünkü bu ikisi tek bir kalbin iki ayrı makamı­dır. Zira o, tek bir korkutucu ve tek bir ümitlendiriciye iman etmek­tedir. Lokman'm (as) öğüdünün açıklaması da budur. Yakin sahibi müminin sıfatı da böyle olmalıdır. Şu var ki korku sahibi, bu halin kendisine baskın çıkmasından dolayı korku ehli olarak vasfedilir. Çünkü korkuya dair müşahedesi daha güçlüdür. Rica da onun ma­kamında mevcuttur, ama baskın değildir. Öte yandan rica sahibi de müşahedesinden dolayı rica halinin baskın çıkması sebebiyle böyle vasfedilmiştir. Ancak onun bu makamında da korku mevcuttur.
Korku saçan Allah Teala'nm son haddi, rica ve ümit telkin eden alemlerin Rabbi'nin son sınırı yoktur. Şehid, yakin sahibi, alim ve yakın kılınmış kula gelince, o her iki sıfatla da vasfedilebilir. Çün­kü korku ve rica onda dengelidir.
O, bu ikisinin eşitliğiyle birlikte her ikisiyle de tanınır. Daha sonra kendisine bu sıfatlardan herhangi biri tam ve kesin olarak galip gelirse, bu son sıfatıyla anılır. Diğer iki sıfat ise bunun kapsamına girerler. Mesela bir kişiye 'Sıddık' denildiği zaman, o kim­senin sıdkta hakikate erdiği anlaşılır. Dolayısıyla ona, önce 'Muh­lis', ardından 'Arif demeye gerek yoktur. Çünkü o, ilimde zaten derinlik kazanmıştır. Bu yüzden de sadece 'Sadık=Sıddık' demek yeterlidir. Daha sonra 'Mukarreb=yakın kılınmış' denilir. Çünkü o, Allah Teala'nm yakınlığına şahit tutulmuş ve O'na yakın ol­muştur.
Bu noktada, 'Aınil=ainel sahibi' denmesine gerek yoktur. Çünkü bunların hepsi de kemal isimleri ve tamamlık halleridir. Bu dere­celere ulaşmış olan bir kul, bu hallerden herhangi birini belirtme ihtiyacı hissetmez. Herhangi bir sıfatla da tavsif edilmez. Mesela korku sahibi veya rica ehli diye anılmaz. Çünkü bunların her ikisi de kendisinde dengeli olarak mevcuttur. Korku ve ümit ona taşmış­lar, sonra da onun kalbinde erimişlerdir. Bir kişi hakkında, 'Arif, Yakın kılınmış veya Sıddık' dediğiniz zaman, bunun kapsamına o kişinin, 'Muhib, korku sahibi, amil ve ümit ehli' oluşu kendiliğin­den girer. Yine bir kişi 'Haşimi' dediğiniz zaman 'Kureyşli veya Arap' demenize gerek kalmaz. Çünkü her 'Haşimi' Arap'tır ve Ku-reyş kabilesine mensuptur. Daha sonra aynı kişiyi tamamlayıcı bir sıfatla vasfedebilirsiniz. Mesela 'Haseni veya Hüseyni' diyebilirsi­niz. Bu durumda da 'Haşimi, Kureyşli veya Ali'nin soyundan' oldu­ğunu belirtmenize gerek yoktur. Ancak herhangi biri için 'Arap'tır ya da Haşimi'dir, Kureyşli'dir, Ali'nin soyundandır1 dediğiniz za­man onun bilinebilmesi için namını belirtmeniz gerekir. Bu da ne­sebin nihai noktası olur. Böyle biri 'Hüseyni' olmayabilir. Yine Ali'nin soyundan olmayan bir Haşimi veya Haşimi olmayan bir Ku­reyşli olabilir. Kureyşli olmayan bir Arap da olabilir. Bu durumda onun hasebini bildiren sıfatın da zikredilmesi gerekir.
Bir kişi hakkında 'Arif, muhib, mukarreb-yakın kılınmış veya sıddık' denildiği zaman, bu isimleme bütün makamlardaki kemal ve tamamhğı ifade eder. Tıpkı birine 'Haseni=Hasan'm soyundan' denilmesi gibi. Bu da tam bir isimdir. Neseb olarak da bütün nesep­lerin üstünde yeralan yüce bir neseptir.
Marifet makamı, ancak yakin gözüyle ve tevhidin şahitliğiyle sıhhat bulur. Yakin makamında nefsten hiçbir eserin kalmaması ve halktan da tevhid şahitliğinde hiçbir görüşün olmamasından sonra Ruhani olunur. Nefsin yakinde fena bulmasıyla ise Rabbani olu­nur. Yaratan'm huzurunda ise tevhid Önceden bulunur.
Arif, hallerden belli biriyle anılmaz. Çünkü o, bütün halleri ku­şatmıştır. Aynı şekilde belli bir makamla da amlamaz, çünkü bütün makamları aşmıştır. Arif isminin hakiki manası, onun marufu bili­yor olmasıdır. O, her türlü sonda ve fazilette vasfedilmiş tir. Kendi sınıfından olmayanlar nezdinde ise garip bir kapalılıktır. Eğer on­lara bilinirse veya onu tanırlarsa arif değildir.
Bazıları arif hakkında şöyle demişlerdir: Arif, herşeyi bilen, kendisini tanıtmayan kimsedir. Denildiki: Arif, bilen ama başkala­rı tarafından bilinmeyen kimsedir. Çünkü o, ruhani ve rabbani bir insandır. Üç makam vardır ki bunlara kıyas edilemez ve misal ve­rilmez. Kim bunlara kıyasta bulunursa hata etmiş, kim de bunlar­la misal verirse sadece iddia etmiş olur. Bu makamlar, peygamber­lik makamı, marifet makamı ve mahbub makamıdır. Muhabbet makamını Muhibban kitabında muhabbet makamım şerhederken açıklamıştık.
Bunlar korku ehlinin yolları ve ariflerin sıfatları hakkındaydı. Bu iki zümrenin mensupları, Allah Teala'ya yakınlıkta ve yaklaş­mada farklı derecededirler. O'na yakın olma ve yaklaştırılma nok­tasında da farklı yüksekliktedirler. Bilinme ve bildirme noktaların­da da farklı üstünlüklere sahiptirler. Şehitlerden yakin sahibi olanlar ki onlar sıddıkların mukarrebumıdurlar. Bunlar şehadetle-riyle onlar için yakın olmadan yaklaşmaya, yakınlaşmadan yakm-laştırılmaya, bildirmeden bilmeye, kaynaşma aramadan kaynaştır­maya girişirler. Çünkü onların, el-Karib (=Yakm) ve el-Ali (=Yüce) olan Allah Teala karşısındaki makamları O'na en yakm yol ve en yüce yöneliştir. Onlar ashab-ı yeminin bütün makamlarını geçmiş olanlardır. Yakınlığın başı yakınlaşma, muhabbetin başı mahbub olmadır. Zat-ı İlahi'yle kaynaşma ve kaynaştırılma ile marifet sahi­bi kılınma onlar içindir. İşte onlar, 'Ebrar5 olarak nitelenen iyi kim­selerdir.
Korku ehlinin yolları arasında en faziletlisi, korkunun nefse si­rayet ederek heva uğraşını kesmesi ve şehvetlerin ateşini söndür-mesidir. Çünkü bu noktada nefs mücahedesinin ağırlıkları azalmış, nefsle mücadelenin sıkıntısı hafiflemiş ve günahın tadı kaybedildiği için kulluğun tadına varılmış olur. Heva ve arzularla dağılan himmet ve gayretleri tamamen Hak üzerinde toplanır. Kalbin, şe-hadeti yakinen hissetmesinden dolayı ulaşılan huzurla nefs de sa­kinleşir. İşte bu noktada zühdün nimetleri, batini rıza, sıdk ve ih-las ortaya çıkar. Bunun ardından kalpteki korku da sükunet bulur. Korku kalbin sınırlarını aşmayıp, insanın değişik uzuvlarına taş­maz. Bunları daha önce anlatmıştık. Sürekli hüzün, vazgeçileme­yen kaygı ve sürekli taze bir huşu kulun sıfatları olur. Bunlar da kırık kalbin sıfatı ve Cebbar olan Allah Teala'nm gücü altında ezil­miş bir kulun halini ifade ederler.
O'nun cebir ve zorlaması, kalbin kırılmasından sonradır. Böyle­likle kul, başka herşeyi terkederek Allah Teala'nm salih bir kulu haline gelir. Sonuçta da O'ndan korkan bir alimin sevabı, yakinin keşfedilmesi ve mukarrebunun şahitliğinde Allah'ın huzurunda nakledilmesi olur. Böylelikle el-Karib olan Rabbi daima onun huzu­runda mevcut ve el-Habib olan Hak Teala onun için sürekli aranan olur. Çünkü o, kalpleri Allah için kırılanlardandır. O artık Allah Te­ala'nm yakmlarmdandır.
İnsanları hevanın tadından koparan ve hevadan uzaklaştıran iki kadehten biridir: İlk kadehte korkunun acısını iyice çeker ve bu acı hevanın tadına baskın çıkarak onu hevadan uzaklaştırır. Ya da muhabbetin tadı, hevanın tadına baskın çıkar ve kişi onunla mest olarak hevadan uzaklaşır. Bu ikisinden herhangi birini taşımayan kişi ise, ikisi arasında mütereddit olanlardandır.
Ali (kv) ile ilgili şöyle bir olay nakledilmiştir: O, korku ehlinden olup aklını kaybeden ve korkunun çokluğuyla ümitsizliğe düşen bi­rine şöyle demişti: 'Şu gördüğüm hale seni düşüren nedir?' O da, 'Büyük günahlarım' demişti. Bunun üzerine o büyük Sahabi şöyle demiştir: "Yazıklar olsun, Allah'ın rahmeti senin günahlarından çok daha büyüktür!'. Adam buna itiraz ederek, 'Benim günahlarım o kadar büyük ki onlara kefaret olacak bir şey bulunmaz' demişti. Bunun üzerine Ali (kv) ona şu karşılığı vermiştir: 'Senin Allah Te­ala'nm rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlardan daha büyük bir günahtır".
Korku, Allah Teala'nm sayısız ordularından biridir. O, bu ordu­suyla abidlerin ve müridlerin kalplerinden rica ile çıkaramayacağı şeyleri çıkarır. Korkunun nıurad edildiği kalpler, onun sayesinde zühdün son noktalarına, tevbenin hakikatlerine ve murakabenin şiddetine olumlu karşılık verirler. Allah Teala bütün bunları mu­habbetteki rica sahipleri için de yapabilir. Rica makamı da rica eh­linden kerem ve hayayı elde etmiştir.
Korku 'Havf kelimesi, korkunun bütün makamlarını içine alan genel bir isimdir. Korku beş tabakayı kapsar ve bu tabakalardan her birinin üç makamı vardır.
Korkunun birinci tabakası Takva'dır. Bu tabakada müttakiler, salihler ve amel sahipleri bulunur.
Korkunun ikinci tabakası, çekinme 'Hazr1 tabakasıdır. Bu taba­kada zahidler, vera' ehli ve huşu sahipleri bulunur.
Üçüncü tabakası endişe 'Haşyet' tabakasıdır. Burada ise alim­ler, abidler ve ihsan ehli bulunur.
Dördüncü tabaka, ürperme 'Vecl' tabakasıdrr. Bu tabakada da zikredenler, alçakgönüllüler ve arifler yeralır.
Beşinci tabaka, titreme İşfak' tabakasıdır. Bu tabakada ise şa­hitler olan sıddıklar, muhibban ve mukarrebun zümresinin havas-sı bulunur. Bunların korkusu, verilecek cezalara layık olacaklarım müşahede etmelerinden dolayı değil Allah Teala'nm sıfatlarını iyi bilmelerinden dolayıdır. Nitekim rivayet edilen bir haber de bunu göstermektedir:
"Allah Teala Davud'a (as) vahyederek şöyle buyurdu: Ey Davud, vahşi hayvandan korktuğun gibi Ben'den kork". Vahşi hayvandan korkulma nedeni, onun azgınlık ve saldırganlık sıfatıdır. Yakın kı­lman bir kul da Allah Teala'dan işleyebileceği bir günah sebebiyle değil O'nun zatının celal ve yüceliğinden dolayı korkar. Yine onlar için büyük ümit ve büyük bir nasip sözkonusudur. Çünkü onların korkusu, avamın anlayabileceği türden bir korku değildir. Onların rica talepleri ve kendileri için O'na karşı besledikleri hüsnüzan da ancak kendileri tarafından vasfedilebilir ve kendilerinden başkası da bunu bilemez.
Bütün bunlar, Zat-ı İlahi'ye yakınlığın nasipleri, O'na aşinalığın nimetleri, O'nunla karşılaşmanın rahatlığı, zilletin saadeti, hizme­tin tadı, yakarışın sevinci, halvetin huzuru ve O'nunla maneviyat­ta konuşmanın rahatlığıdır. Onlar için Allah Teala'nm katından sıfatlarm tecellisi, sıfatların güzellik ifadelerinin tezahürü sözkonu­sudur. Hiçbir nefîs, onlar için saklanan büyük sevinci bilemez. As-hab-ı yemin için de fiillerin nimetlerinin, ilahi vergi ve lütfün hibe­lerinin izharı sözkonusudur.
Yahya b. Muaz şöyle derdi: Her kim Allah Teala'ya ümit etmek­sizin sadece korkuyla ibadet ederse zikir denizlerinde boğulur. Kim O'na korku olmaksızın sadece rica ile ibadet ederse aldanış çölle­rinde kaybolup gider. Kim de O'na her ikisiyle birlikte kulluk eder­se zikirlerin sokağında yolunu bulmuş olur.
Mekhul en-Nesefî fraj de bu manada bir söz söylemiş, ancak bi­raz ileri giderek şunu ilave etmiştir: "Her kim Allah Teala'ya sırf korkuyla ibadet ederse o Haruri'dir Kim de O'na yalnız rica ile kulluk ederse o MürciVdiv. Kim de O'na muhabbetle ibadet ederse zındıktır. Ve her kim de O'na, korku ve rica ile kulluk ederse mu-vahhiddir". Muhakkak ki Allah Teala en iyi bilendir. [40][66]


Yakin makamlarının altıncısı Zühd makamıdır. Allah Teala zühd ehlini aşağıdaki ayet-i kerimede alimler olarak vasfetmiştir: O Ka­run'un bütün haşmetiyle halkın arasına çıkışını naklettikten son­ra şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: 'Yazıklar ol­sun size, Allah'ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler". (Kasas/80)
Bu ayetin tefsirinde 'İlim verilenler1 kelimesiyle dünya hayatın­daki zahidlerin murad edildiği söylenmiştir. Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Bu ayetin tefsirinde de 'Zühd üzerinde sabredenler5 denilmiştir. Allah Teala başka bir ayet-i kerimede şöy­le buyurmuştur: "Ve melekler her kapıdan onların yanma girerek 'Sabrettiğiniz için size selam olsun' diyerek (onları selamlarlar)". (Ra'd/24) Bu ayetin tefsirinde de, fakirlik üzere sabrettikleri için denilmiştir.
Allah Teala'nm şu iki ayeti de dünya nimetlerine karşı sabırlı olmaya delil teşkil etmektedir. O, zühd sahibi alimleri vasfederken Harura'da Hz. Ali (kv) ile savaşan Haricîler için kullanılan bir isimdir. şöyle buyurmuştur: "Kendilerine ilim verilenler ise: Tazıklar olsun size, Allah'ın sevabı iman ve salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır..' dediler". (Kasas/80) Bunun akabinde ise, onlara övgü­sünü sürdürerek "Buna da sabredenlerden başkası kavuşturul­maz" (Kasas/80) buyurmuştur. Burada da yine dünyalıklara karşı sabredenler murad edilmiştir.
Bir diğer ayet-i kerimede ise onları başka bir şekilde överek şöyle buyurmuştur: "İşte onlara, sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir". (Kasas/54) Şu halde zühd sahibine, yoksulluğu ve bununla beraber kanaatkarlığı ve zühdünden dolayı iki misli ecir verilecektir. Yokluk içindeki fakire, zühd sahibi olmayan zengine göre bir ecir daha fazla verilecektir.
Allah Resulü'nden (sav) rivayet edilen iki hadisin yorumu da bu şekilde yapılmıştır. Hadislerden ilkinde O şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimin fakirleri, cennete zenginlerinden kırk güz daha önce girerler".[41][67]
Diğer hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Müminlerin fakirleri cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler".[42][68]Çünkü zühd ehli fakir, durumu düzgün zenginden beşyüz yıl önce cennete girer. Bunlar, fakirlerin havassıdır. Zühd sahibi olmayan fakirler ise zen­ginlerden kırk güz Önce cennete gireceklerdir. Bunun sebebi ise, sırf fakir olup zahid olmamalarıdır. Bunlar da fakirlerin avamıdır. Her iki halde de fakirler zenginlerden üstün tutulmuşlardır. Onla­rın dünyadaki zengin konumlarından dolayı fakirler cennete onlar­dan önce gireceklerdir.
Bu konuda ki üçüncü hadise göre zenginlerin avamı, ehli dün­ya oldukları için hesaba çekilecekler infakta bulunmuş olmaları ve hayır kazanmış olmaları talep edilecektir. Allah Resulü (sav) bu­yurdu ki: "Cennet ehlini gördüm ki onların çoğunluğu fakirlerdir. Cehennem ehlini de gördüm ki çoğunluğu zenginlerdir"[43][69]
Bu manada başka bir hadiste de şu ifade yer almaktadır: "He­men sordum: Zenginler neredeler? Dedi ki: Nasip onları hapsetti".[44][70] Allah Teala zühd sahibi fakirleri ihsan sahipleri 'Muhsinun' olarak adlandırmış ve onlardan imkan ve haklarında yol bulma halini kaldırarak şöyle buyurmuştur: "İnfak edecek bir şey bula­mayanlar için de bir sıkıntı yoktur". (Tevbe/91); "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Daha sonra da üstlerin­de bu tür yol bulunanları beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yol, ancak senden izin isteyenler üstündedir". (Tevbe/93) Bunlar, sava­şa gitmeyerek kadınlarla beraber geride kalmak için izin isteyen zenginlerdi.
Allah Teala'nm şu buyruğu da bu manaya yorulmuştur: "Mu­hakkak ki Biz, arzın üstündekileri dünya için bir süs kıldık, ta ki hangilerinin amel bakımından daha güzel olduğunu sınayalım". (Kehf/7) Bu ayetin tefsirinde de, Tdmlerin dünyada daha zahid ol­duğunun sınanması için böyle yapıldı' denilmiştir. Böylelikle ihsan da, zühd sahipleri için bir makam olmaktadır. Bu da yakinin sıfat­larından biridir. Allah Resulü de (sav) onu bu şekilde açıklamış ve kendisine ihsanın ne olduğu sorulduğu zaman, "Allah Teala'ya O'nu görür gibi -yani yakin üzere- ibadet etmendir"[45][71] buyurmuştur ki bu da müşahededir.
Şunu kesinlikle biliniz ki zühd, yakin sahibinin halidir. Çünkü yakinin gereği zühddür. Vehim sahibi biri, zenginlerin fakirlerden üstün olduğunu söyleyerek şu ayet-i kerimeyi delil göstermeye ça­lışabilir: "Ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (so­rumluluk) yoktur". (Tevbe/92) Bu vehme kapılan kişi şunu bilme­mektedir: Kur'an-ı Kerim'i hakkıyla düşünüp anlayanlara göre fa­kirler için Kur*an'da büyük sevaptan sözedilmektedir. Onlar muh-sin olmaları itibarıyla tamam-ı hal üzeredirler.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İhsan sahiplerine daha da arttıracağız". (Bakara/58) Onlar için arttırılan şey, hüzün, keder ve kusur etme endişesidir. Çünkü onlar, Rablerinin kendi üzerlerindeki hakkının büyüklüğünü gördükleri için kendilerini neredeyse günahkarlar olarak kabul etmekteydiler. Ta ki Allah Te­ala onlara müjde vererek kendilerini ihsan sahipleri 'Muhsinun olarak adlandırdı ve şöyle buyurdu: "İhsan sahiplerini (sorumlu tutma) yolu yoktur". (Tevbe/91) Böylelikle onları hayır sahibi zen­ginlere katmış ve lafzen de onlara izafe etmiştir.
Onların gözyaşları da, kaçırdıkları dünyalıklar veya zenginlik arzuları sebebiyle akmıyordu. Allah Teala, onların dünya nimetle­rine karşı gösterdikleri sabırlarını övmekte ve dünyayı onlar açı­sından kınamaktadır. Onların bütün hüzünleri, fakirlikten biraz daha üstte olarak infak edecek bir şey bularak onu Allah yolunda harcama isteklerinden kaynaklanıyordu. Böylece fakirliklerine rağmen infak edecekleri şeylerle daha da fakirleşeceklerdi.
Onların hüznü, infakı çoğaltarak dünyalık bakımından daha da fakir hale düşemenıekten kaynaklanıyordu. İşte bu da, fakirlerin ikinci üstünlükleridir. Sonuç itibarıyla sözkonusu ayet, malı topla­yıp biriktirenleri değil fakirleri üstün kılma hükmünü içermekte­dir. Ayetlerden hüküm çıkarmayı bilen ve tefekkür gücüne sahip olanlar için hakikat budur.
Herşeyden önce fakirler, Allah Resulü (sav) ile aynı hali paylaş­maktaydılar. Allah Teala, kendi Resulü'nü de (sav) onların haliyle vasfederek şöyle buyurmuştur: "Sizi bindirecek bir şey bulamıyo­rum, dediğinde". (Tevbe/92) Sonra da onları, Resulü gibi övmüştür. Çünkü onlar en çok benzeyen, Allah Resulü'nün (sav) haline en ya­kın olanlardı. O'na en çok benzeyenler, elbette daha üstün olacak­lardır. Nasıl olmasınlar ki? Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminin süsü fakirliktir". O, meşhur bir hadisinde de fakirliğe cok değer vererek şöyle buyurmuştur: "Müminin üstündeki fakir­lik, doru atın yanlarındaki yeleden daha güzel bir süstür".
Fakirlik, Allah Resulü'nün (sav) tercihi, diğer peygamberlerin şiarı, sahabe ve diğer büyüklerin de yoludur. Bir hadiste Allah Re­sulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cennete en son girecek peygamber krallığının büyüklüğü sebebiyle Süleyman b. Davud'dur. Ashabımdan da cennete en son girecek olan, dünya­daki zenginliğinin çokluğundan dolayı Abdurrahman b. Avfdır".
Başka bir hadiste de bu sahabi hakkında şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Onun cennete sürünerek girdiğini gördüm". Üm-met-i İslam içinde bilebildiğimiz en faziletli iki topluluk vardır ki bunların ilki muhacirler, diğeri de Suffe ashabıdır. Allah Teala hepsini de fakirlik sıfatını teyid ederek övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Kendilerini Allah yoluna adayanlar içindir". (Bakara/273) Allah Teala onların fakirlik ve adamışlık sıfatlarını öne almıştır. O, sev­diği kullarını ancak sevdiği sıfatlarla över ve O, tam olarak sevme­diği hiçbir kulunu vasfetmez.
Allah Teala'nın şu buyruğunun da dünyalıklara karşı sabırlı ol­mak hakkında olduğu söylenmiştir: "Ve onlar içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola ileten imamlar kıldık". (Secde/24) Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiş­tir: "Alimler dünyalığa dalmadıkça peygamberlerin sırdaşlarıdır. Onlar dünyalığa daldıkları zaman, dininiz hakkında onlardan sa­kının". Diğer bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Dünyalıklardan eksik olanları elde edin­ceye kadar Kelime-i Tevhid kulları Allah'ın gazabından korumaya devam eder". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, "Dünyevi işleri­ni dinlerine tercih etmelerine kadar.." ifadesi yeralmaktadır. Hadis şöyle devam etmektedir: "Onlar böyle yaptıkları ve 'Allah'tan baş­ka ilah yoktur" dedikleri zaman Allah Teala, 'Yalan söylüyorsunuz, bu sözünüzde samimi değilsiniz' buyurur".
Ehl-i Beyt kanalıyla rivayet edilen bir hadis de şöyledir: "Allah Teala bir kulu sevdiği zaman onu imtihan eder, çok aşırı sevdiği za­man ise onu kendine alıkor. Bunun üzerine 'Kendine alıkor, ne de­mektir?' diye sordular. Allah Resulü de (sav) 'Ona aile ve mal bırak­maz' buyurdu". Kitab Ehli'nin haberleri arasında şöyle bir hadise nakledilir: "Allah Teala velilerinden birine vahiyde bulunarak 'Dik­katli ol, sana kızdığımda gözümden düşersin ve dünyayı herşeyiy-le üzerine dökerim' buyurdu".
Denir ki: İyi ameller içinde, bütün ibadetleri içinde toplayan tek amel, dünyada zühd sahibi olmaktır. Sahabeden bir zat da şöyle de­miştir: Bütün amelleri takip ettik, ahiret bakımından dünyada zühd sahibi olmaktan daha etkilisini göremedik. Yine sahabeden bir zat, Tabiun'un ileri gelenlerinden birine şu soruyu sormuştu: Sizler amel ve ictihad bakımından Allah Resulü'nün (sav) ashabın­dan daha ilerisiniz. Ama onlar sizden daha hayırlıydı. 'Neden böy­ledir?. O da, 'Onlar dünyevi bakımdan bizden daha fazla zühd sa­hibiydiler dedi.
Lokman da (as) oğluna öğüt verirken şöyle demiştir: "Bil ki dine en çok katkıda bulunan şey, dünyada zahitliktir". Denildi ki: Her­kim kırk gün dünyada zühd sahibi olursa, Allah Teala onun kalbin­de hikmet pınarları akıtır ve dilini de hikmetle konuşturur. Bir ha­diste ise şöyle buyrulduğu rivayet edilmektedir: Kulun suskun ve dünyada zühd sahibi olduğunu gördüğünüzde ona yaklaşın. Çünkü o, hikmet öğretmektedir. Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Her ki­me hikmet verilmişse, ona birçok hayır verilmiştir". (Bakara/269)
Dünya düşkünlüğünün kötülendiği haberler hayli fazladır. Bunlardan biri de şu hadistir: "Kira, tasası dünya olarak sabahlar­sa Allah Teala onun işini dağıtır ve gelirini kaybettirir. Dünyadan da ancak kendisine yazılı olanı elde eder. Her kim de tasası ahiret olarak sabahlarsa Allah Teala onun kafasını toplar, gelirini korur. Zenginliğini kalbinde kılar ve dünya kendisine rağmen onun aya­ğına gelir".[46][72]
Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim ahiret ekinini isterse Biz ona ekininde bereket temin ederiz. Kim de dünya ekini­ni isterse, ona da ondan veririz. Ancak onun ahirette bir nasibi yok­tur". (Şura/20) Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerif de şöyle­dir: "Allah Resulü'ne (sav) İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sor­duk. O da şöyle buyurdu: Kalbi derli toplu, dili sadık olan. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, kalbi derli toplu ne demektir?' diye sor­duk. Allah Resulü, (sav) şöyle buyurdu: Takva sahibi, arı duru, kin, zorbalık ve aldatma olmayan, demektir.
Bu açıklama üzerine, 'Kim bu yol üzeredir?' diye soruldu. Allah Resulü de (sav) şöyle buyurdu: Dünyaya küsen ve ahireti sevenler-". Her şey kendi aksiyle bilinir. Mesela küsmenin zıddı, sevmedir. Zühdün zıddı da rağbet ve tamahtır. Allah Resulü'nün (sav) şu buy­ruğu da buna delalet etmektedir: "İnsanların en kötüsü dünyayı se­vendir".
Dünyaya rağbet eden, onun sevendir. Dünyalıkları edinmek ve sürekli daha fazlasını istemek de dünyaya rağbet etmenin alame­tidir. Allah Resulü (sav) bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Eğer Al­lah Teala'nm seni sevmesini istersen dünyada zühd sahibi ol".[47][73]
Görüldüğü gibi zühd, Allah Teala'nm sevgisine sebep kılınmış­tır. Zahid de Allah Teala'nm habibidir. Bu durumda zühdün, halle­rin en üstünü olması gerekir. Çünkü muhabbet, makamların en üs­tünüdür. Dünyaya rağbet eden kimse, O'ndan daha Yüce hiçbirşe-yin bulunmadığı Allah Teala'nm gazabına uğrar. Dünyayı seven kimse, Allah Teala tarafından buğzedilen kişidir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: İyi amellerin hepsini za­hidlerin terazilerine koyun. Zuhdlerinin sevapları, onlar için daima bir fazlalık olur. Yine o şöyle demiştir: Kıyamet günü abidler, alim­lerin terazilerinde dir. Alimler ise zahidlerin terazilerinde dir. Hiçbir tamahkar Allah Teala'nm muhabbetine rağbet etmez. O Allah Tea­la'nm gazabına uğradığı için dünya aşıklarmdandır.
Konuyla ilgili kudsi bir hadis şöyledir: "Allah Teala yarattığı andan itibaren dünyaya nazar etmemiştir. O dünyaya şöyle buyu­rur: 'Sakinleş ey fani dünya, sen de sana sahiplenenler de cehenne­me gideceksiniz". Bir diğer kudsi hadiste de Allah Teala'nm Kıya­met günü dünya için şöyle nida edeceği rivayet edilmiştir: "Onda Benim için olanları ayırın, kalanlarını da ateşe atm".
Dünyanın kötülendiği haberlerden biri de şöyledir: "Dünya la­netlenmiş, Allah'ın zikri ve O'nun dostları dışında dünyada bulu­nanlar da lanetlenmişlerdir". Benzer bir hadis ise şöyledir: "Dünya, Iblis'e benzer, Allah Teala onu da uzaklaştırmak ve lanetlemek için yaratmıştır. Allah Teala onu sınar ve imtihanı kaybeder, helak et­mek ister ve o da helak olur".
Mükaşefe ehlinden bir zat buna şahit olmuş ve şöyle demiştir: Dünyayı bir leş, îblis'i ise bir köpek şeklinde gördüm. İblis onun pe­şinden koşmaktaydı. Yukarıdan bir ses de şöyle diyordu: Sen benim köpeklerimden birisin. Bu da benim yarattığım bir leştir. Senin Ben'deki nasibin işte budur. Her kim onun hakkında seninle müca­dele ederse, seni ona musallat ederim. Bundan anlaşılan şudur ki dünya, Iblis'in mekanıdır. Kim dünyada bir yer edinirse, edindiği dünyalık kadar İblis de onun üzerinde hakimiyet kurar.
Dünya evliyadan bir zata kadın suretinde gösterilmiştir. O, hal­kın avuçlarının ona doğru yöneldiğini, onun da ellerine birşey koy­duğunu görmüştü. 'O nedir?' diye sorulunca, lezzet veren bir şey, denilmişti. İnsanlardan bir topluluk ise, onun yanından avuçlarını Uzatmaksızm geçer, o da onlara birşey vermezdi.
Dünya, Müverrak el-Acli'ye yaşlı bir kadın suretinde gösteril­mişti. Çirkin, kambur ve saçları dökülmüş bir kadın suretindeydi. Ama üzerinde türlü boyalar ve zinetler vardı. el-Acli, 'Senden Al­lah'a sığınırım' deyince kadın şöyle dedi: Eğer Allah'ın seni benden korumasını istiyorsan dirhemden nefret et.
Konuyla ilgili bir hadis de şöyledir: "Dünya, Allah Teala onu ya­rattığından beri, sema ile arz arasında durmaktadır. Allah Teala ona asla bakmaz. Dünya Kıyamet günü şöyle der: Ey Rabbim, bu­gün beni en alt derecedeki dostlarının nasibi kıl. Bunun üzerine Al­lah Teala şöyle buyurur: Sus ey fani! Dünya hayatında onlar için senden razı olmamışken, bugün mü razı olayım?"
Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya çok aşağıdır. Onu seven kimsenin kalbi ise ondan da aşağıdır. Rivayete göre Ali (kv) şöyle demiştir: Dünya bir leştir. Onu isteyen kimse, diğer köpeklerle da­laşmaya tahammül etmelidir. Musa (as) hakkında nakledilen ha­berlerden birinde ona şöyle buyrulduğu rivayet edilmiştir: "Eğer yoksulu, bir zengini karşıladığın gibi karşılamazsan, sana öğretti­ğim bütün ilimleri toprağın altına at. Bir fakirin yaklaştığını gör­düğünde, 'Salihlerin şiarı, merhaba' de. Zenginin geldiğini gördü­ğünde ise, 'Cezası erkene alınmış yaşayan bir günah' de".
İmamımız Ebu Muhammed Sehi (ra) şöyle demiştir: Davud'un (as) haberleriyle ilgili olarak ulemadan bir zat şunu nakletti: "Al­lah Teala buyurdu ki: Ben Muhammed'i sadece kendim için yarat­tım. Adem'i ise Muhammed için yarattım. Kainatta yarattığım her-şeyi de Adem'in çocukları için yarattım. Onlardan hangisi, kendisi için bu yarattıklarımla meşgul olursa onu kendimden perdelerim. Hangisi de sadece Benimle meşgul olursa, bütün yarattıklarımı onun önüne dökerim".
Sıddıklar, yolun başında şöyle derlerdi: Allah Teala'dan dünya­yı talep ettik, bizi menetti. Ama bu hallerimize sahip olduğumuzda O bize dünyayı teklif etti. Biz de o zaman dünyadan imtina ettik. Rivayete göre İsa (as) dünyaya şöyle derdi: "Benden uzak dur ey domuz!" Bu rivayet, Yezid b. Meysere tarafından yapılmıştır. O, Şam ulemasmdandı. Kendisi şöyle derdi: Şeyhlerimiz dünyaya 'do­muz' diyorlardı. Eğer daha kötü bir isim bulabilselerdi, kesinlikle onu kullanırlardı.
Yine o şöyle demiştir: Şeyhlerimizden birine dünya yöneldiği zaman ona, 'Benden uzak dur ey domuz! Sana ihtiyacımız yok, biz Rabbimizi tanıdık' derdi. Bunun anlamı, seninle nasıl sınanacağı­mızı öğrendik. Rabbimiz, bizim nasıl amel edeceğimize bakmakta­dır, ey fani dünya! Seninle ilgili olarak zühd sahibi olup Rabbimizi tercih edeceğiz, Rabbimizin sana olan buğzunu da öğrendik ve bu hususta O'na katıldık. Kalplerimizin yalnız O'nu ululayıp O'ndan gayrisinden yüz çevirmeleri gerektiğim de öğrendik, şeklindedir.
Hasan el-Basri (ra) da böyleydi. Şeyhlerinden birini anlatırken şöyle demiştir: Onlardan birine helal bir mal sunulup 'Bunu al ve ihtiyaçlarını gider5 denildiği zaman, 'Ona ihtiyacım yok, kalbimi bozmasından korkarım' derdi. Bu zat, salih bir kalbe sahip olması­na rağmen, onu gözetmekte ve alacağı malla kalbinin bozulmasın­dan korkmaktadır.
Allah Resulü (sav) hakkında da benzer bir olay nakledilmiştir: "O, yerde ölü olarak yatan uyuz bir oğlak görmüştü. Yanındakilere şöyle buyurdu: Ne dersiniz, artık sahibi için değeri yok? Bunun üzerine sahabe, 'Ey Allah Resulü, değersizliğinden dolayı onu böy­le atmışlar1 dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Allah Teala için dünya, bu oğlaktan bile daha değersizdir".[48][74] Bu hadisin başka bir rivayetinde ise şu ifade geçmektedir: "Allah Resulü (sav), 'Kim pa­ra vererek buna sahip olmak ister?' diye sordu. Bunun üzerine 'Hiç birimiz, bunun ne değeri olabilir ki?' dedik. Allah Resulü de, 'İşte dünya da Allah Teala için, bunun sizin için olan değersizliğinden daha değersizdir* buyurdu."[49][75]
Allah Resulü (sav) şu buyruğuyla da dünyayı değersizlikle ve basitlikle nitelemiştir: "Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisine­ğin kanadı kadar ağırlığı olsaydı, bir kafire ondan bir yudum su da­hi vermezdi".81 Yine O, bir bedeviye söylediği sözle, onun çirkinliği­ne ve ehline döneceğine dair güzel bir benzetmede bulunmuştur: "Ne dersin, yediklerinizi ve içtiklerinizi dışarı çıkarmıyor ve idrar­la dökmüyor musunuz? O da, 'Evet' dedi. Bunun üzerine Allah Re­sulü, 'Peki onların neye dönüştüğünü biliyor musun?' diye sordu. Bedevi de, 'Senin bildiğin bir şeye ey Allah Resulü' dedi. O da adama şöyle dedi: 'Sizden biri büyük abdestini bozmak için evinin ar­kasına çömeldiğinde kokusunun çirkinliğinden dolayı burnunu eliyle tutmaz mı?' diye sordu. Adam da, 'evet' dedi. O zaman Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: 'İşte Allah Teala da Adem oğullarının terketmesinden sonra dünyayı öyle yapacaktır".
Allah Teala'nm "Ve sizin nefislerinizde, görmüyor musunuz?" (Zariyat/21) buyruğu da bu manada yorumlanarak, dışkı ve idrarın bulunduğu yerlerin murad edildiği söylenmiştir. Yine O'nun "Dün­ya hayatı Ahiret için metadan başka birşey değildir" (Ra'd/26) buy­ruğunun tefsirinde de 'meta' kelimesi ile murad edilenin leş olduğu söylenmiştir. Esma'i şöyle demişti: 'Arabm biri bozulan ve kokan bir et için 'Mete'a el-lahmu=Et meta/Leş oldu' demişti.
Rivayete göre Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Adem (as) yeryü­züne indiği zaman yaptığı ilk iş, abdest bozmak oldu. İbni Ab-bas'dan (ra) da şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) bü­yük abdestini bozunca çıkan koku onu rahatsız etti. O da bu yüz­den kedere boğuldu. Cebrail (as) kendisine gelerek 'Bu, hatalarının kokusudur5 dedi". Akıl sahipleri Allah Teala sayesinde dünyayı bir tuvalet olarak gördüler ve zaruret hali dışında ona girmediler. Tu­valete girmekten ne kadar müstağni kalırsanız o kadar hayırlı olur. Bazıları ise dünyayı leş olarak görmüş ve ondan ancak yete­cek kadar almışlardır. Leşten de ne kadar az alırsanız o kadar isa­betli olur.
Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: Bir kitapta şunu okudum: Ey Adem oğlu, eğer Beni istiyorsan dünyayı terket. Eğer dünyayı isti­yorsan çilen uzun olsun. Başka semavi kitaplarda da şu ifade ye-ralmıştır: "Ey Adem oğlu, Ben senin için vazgeçilmez bir zaruretim. Sakın onlarsız olabileceğin şeyleri Bana tercih etme". Allah Tea-la'dan ihbarda bulunan bir zat da şöyle demiştir: Allah Teala dün­yaya şöyle vahyetti: Bana hizmet edene hizmet et ve hizmetinden yorul.
Başka biri ise şunu nakletmiştir: Müsned olarak rivayet edildi ki, Allah Teala dünyaya şöyle vahy etmiş tir: "Dostlarıma acı ol ki Benim katımdakilere rağbet etsinler. Düşmanlarıma da tatlı görün ki, Bana kavuşmaktan hoşlanmasınlar". Aişe (ra) Allah Resu-lü'nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah'a kavuş­mayı istemezse, Allah Teala da ona kavuşmayı istemez".[50][76]
Bütün bu hadis ve nakiller, dünya ehlini geri döndürecek ve onu sevenlerin gözlerini güldürecek mahiyettedir. Bunların karşısında yeralan güzel haber ve hadisler ise, zühdün fazileti ve fakirliğin de­ğeri hakkındadır. Bu haberler, ihlaslı fakirlerin başlarını dik tut­makta ve salih zahidler için göz aydınlığı olmaktadır. Allah Teala buyurdu ki: "Artık hiçbir nefis, yapmakta olduklarına karşılık ol­mak üzere, kendileri için göz aydınlığı olarak nelerin hazırlandığı­nı bilemez". (Secde/17)
Dünyaya rağbetin aslı, yakini imanın zayıflığından dır. Çünkü kulun yakini imanı kuvvetli olursa, onun nuruyla ahirete bakar, dünya onun gözünde kaybolmuştur. O, aslen kayıp olan dünya hak­kında zühd sahibi olmuş ve inancında mevcut olana rağbet etmiştir. O, kendisi için daha yararlı, daha kalıcı ve Rabbi için daha memnun edici olanı tercih etmiştir. Daimi ve sürekli olanı, fani ve geçici ola­nın önüne geçirmiştir. İşte zühdün sureti ve yakin sahibinin^şahit-liği budur. Akıllı olan, kaybolacak veya taşınacak olanı istemez.
Allah Teala'nm yakin sahiplerinden olmak isteyen İbrahim'le (as) ilgili anlattıklarını görmüyor musunuz? "Ben batıp gidenleri sevmem". (En'am/76) Yakin sahibi kul, İbrahim'in (as) dinine uy­makla emredilmiştir. Allah Teala bu dini vasfederek şöyle buyur­muştur: "Babanız İbrahim'in dinine". (Hacc/78) Yani, size düşen, babanız ibrahim'in (as) dinine uymaktır.
Ahiretteki azap ve mükafat vaatleri aklın nuruyla görülemez. Bunlar ancak yakin nuruyla müşahede edilebilir. Buna göre nurlar dört türdür. Kalp de dört cihete yönelmiştir: Mülk, Melekût, İzzet ve Ceberut. Aklın nuruyla ancak mülke şahit olunabilir. İman nu­ruyla melekûta şahit olunabilir ki o da ahirettir. Yakin nuruyla iz­zete şahit olunabilir ki o, sıfatlardan ibarettir. Marifet nuruyla ise ceberûta şahit olunur ki o da vahdaniyettir.
Cebbar olan Allah Teala, kalbin üstündedir ve onu kuşatmıştır. O, dilediğiyle ona açılır ve kalbe de O'nun şahit kıldığı şey galip ge­lir. Yakinin zayıflığı, kalbi herşeye sokabilir. Yakinin kuvveti ise, her amelde ihtiyaç duyulan bir haldir. Aksi halde kalp dünyevi bir şey olur ve ona aklın nuruyla ulaşılabilir. Kendisine yakin nuru ve­rilmeyen kimse, büyük mülkü göremeyerek küçük mülkü arzular. Sonuçta da kaybolacak olan dünyayı sever, yükselip yücelme gay­retinde olmaz. Sahip olduğu herşeyin üstünde bir şey vardır. [51][77]


Zühd nedir? Hiçbir kul, dünyanın ne olduğunu öğrenmedikçe züh­dün ne olduğunu öğrenemez. Alimler, zühd hakkında birçok şey söylemişlerdir. Zühdün tarifi için bunları aktarmak durumunda değiliz. Çünkü Allah Teala şifa ve zenginlik kıldığı Kitabı'nda onun ne olduğunu beyan etmiştir.
Allah Resulü de (sav) Kitabullah için, "Kur5an, sağlam ip ve dos­doğru yoldur. Hidayeti onun dışında arayanları Allah Teala yoldan çıkarır"[52][78]Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onda bir husus hakkın­da ihtilafa düştüğünüzde, onun hükmü Allah'a havale edilir". (Şu­ra/10) Yine O, şöyle buyurmaktadır: "Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ihtilafa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi". (Baka­ra/213)
Allah Teala, Kitab'mda dünyanın yedi şeyden ibaret olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekin­lere duyulan şehvet tutkusu, insanlar için süslendi". (Al-i İm-ran/14) Allah Teala bu ayetinin devamında da şöyle buyurmuştur: "Bunlar, dünya hayatının metaldir". (Al-i İmran/14)
Allah Teala şehvetlere düşkünlüğü, süsleme, çekici kılma ifade­siyle anlatmış, sonra da nefse sevimli kılınan yedi tür dünya nime­tini sıralamıştır. Sonra da bunlara 'Zâlike=Bunlar' kelimesindeki Kaf harfiyle işaret etmiştir. Kaf harfi, daha önce sıralı olarak anla­tılan şeyleri ifade etmek için kullanılan bir kinayedir. Za harfiyle Kaf harfi arasındaki Lam harfi ise tekid ve pekiştirme içindir. Al­lah'ın buyruğunun iyice düşünülmesi sonucunda ortaya çıkan şu­dur: Burada sayılan yedi şey, dünyanın bütünüdür. Yaşadığımız dünya bu yedi sıfattan ibarettir. Tabii ki bu asıllardan kaynaklanan bir takım ikincil şehvet ve arzular da bulunur. Bunların tamamını seven kimse, dünyayı bütünüyle sevmiş olur. Bunlardan herhangi birini veya bir kısmını seven ise, dünyayı kısmen sevmiş olur.
Ayetin nassmdan anladığımız, şehvetin dünya olduğudur. Bu­nun delaletiyle de şunu anlamaktayız ki, ihtiyaçlar dünya değildir. Çünkü bunlar zaruri olarak gelirler. İhtiyaç dünya olarak isimlen-dirilmediği zaman şehvet de olmamış olur. Bu ihtiyacın arzulanma­sı da bunu değiştirmez. Zira şehvet dünyadır. İsimlerin farklılaş­masından dolayı, hükümler de farklılaşır.
Bu, israiliyatta Allah Teala'dan nakledilen bir habere dayan­maktadır. Buna göre İbrahim (as) bir şeye ihtiyaç duymuştu. Bu­nun üzerine bir arkadaşına giderek ödünç istemişti. Ama o kendi­sine istediğini vermemişti. Bunun üzerine tasalı bir halde geri dön­müştü. Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Eğer Ha­lil'inden isteseydin sana verirdi. Bunun üzerine İbrahim (as) şöyle dedi: Ey Rabbim, dünyaya buğzettiğini bildiğim için onu Sen'den istemekten korktum. Bana da buğzedebilirdin.
Buna üzerine Allah Teala şöyle buyurdu: İhtiyaçlar, dünya de­ğildir. Daha sonra O'nun bu yedi sınıf dünyalığı sıraladığını gördü­ğümüzde dünyanın ne olduğunu daha iyi anladık. Başka bir yerde ise bu yedi sınıfı, beş sıfata dayandırmakta ve bir söz sahibinin ağ­zından şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir çoğalma isteğidir". (Hadid/20) Yukarıdaki yedi sı­nıf şeyi seven kimselerin sıfatları bu beş sıfattır.
Bilahare bu beş sıfat, yedi unsuru da barındıran iki hususa in­dirgenmiştir: "Dünya hayatı, ancak oyun ve eğlencedir". (Muham-med/36) Sonra bu ikisi de tek bir sıfata indirgenmiş ve bu iki ma­na ile ifade edilmiştir. Sonuçta dünya iki özlü ve kapsamlı şeye dönmektedir ki bunlardan herbiri dünya olmaya uygundur. Bu iki husus oyun ve eğlencedir.
Eğlence, bir anlamda hevadır. Üstteki ayette sıralanan yedi un­sur da bunun kapsamı altına girmektedir. Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Kim de Rabbinin makamından korkar ve nef­si de hevadan sakmdırırsa artık şüphesiz cennet (onun için) barın­ma yeridir". (Nazi'at/40-41) Bu ayete göre dünya, nefsin hevaya ita­ati olmaktadır. Bunun delili de Allah Teala'mn şu buyruğudur: "Artık kim taşkınlık edip azar ve dünya hayatını seçerse, hiç şüphesiz cehennem (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi'at/37-39)
Cennet cehennemin zıddı olduğuna göre heva da dünya olmak­tadır. Çünkü ondan sakındırmak, onu tercih etmenin zıddıdır. Her kim nefsini hevadan sakmdırırsa dünyayı tercih etmemiş olur. Dünyayı tercih etmediğinde ise zühde yönelmiş olur. Sonuçta da ce­hennemin zıddı olan cennete nail olur. Nefsini hevadan sakındır­mayan kimse ise, dünyayı tercih etmiş olur. Bu durumda dünya, hevaya itaat ve her işte onu tercih etmek olmaktadır. Buna göre zühd herşeyde hevaya karşı durmaktır.
Allah Teala'nm heva kavramıyla murad ettiği ve dünya kıldığı ikinci mana da, nefsin sürekli zevk alma isteğinden doğan dünya­da beka arzusudur. Bunu da Allah Teala'nm şu buyruğundan çıkar­maktayız: "Dediler ki: Rabbimiz, bize savaşı niçin farz kıldın? Keş­ke bizi yakın bir vadeye ertele şeydin". (Nisa/77) Savaş, dünya ha­yatından ayrılmaktır. Çünkü savaş, elde kılıç başka bir kılıcın üze­rine doğru yürümek, sonunda da iki kılıç arasında hayatı kaybet­mektir. Sonuçta savaşın farz kılınmasına karşı çıkarak şöyle de­mişlerdir: Keşke bizi başka bir zamana erteleseydin. O da bizim sa­vaşla değil ecelimizle öleceğimiz zamandır. İşte bu, dünyada kalma arzusudur.
Sonuç itibarıyla dünyada kalma arzusu, dünya olarak tefsir edilmiştir. İşte onların bu sözleri üzerine Allah Teala şöyle buyur­muştur: "De ki: Dünyanın meta'ı azdır, ahiret ise takva sahipleri için daha hayırlıdır". (Nisa/77) İşte bu noktada insanlar gerçeği görmüş ve münafıklar rezil olmuşlardır. Müminler, savaşın farz kı­lınmasıyla imtihan edilmişlerdir. Bu imtihanla O'nun yolunda kur­şundan kaleler gibi saf saf savaşacak muhibban da ortaya çıkmış­tır. Bu noktada kendilerini ve mallarım Allah'a satanlar kazanmış­lardır. Ahireti vererek dünya hayatını satın alanlar ise bu imtiha­nı kaybetmişlerdir.
Allah Teala bu manada şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-canlarmı ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111) Allah Teala satın aldığına göre, onlar da satın almış olmaktadırlar. O, başarısız müş­terileri de, ahiret karşılığında dünyayı satm alanlar olarak göstermistir. Yani onlar, daha fazla kalabilmek için dünyayı satın almış kimselerdir. Karşılığında ise ahireti satmışlardır.
Binlerce yıl ve sonsuzluk karşısında otuz veya kırk yılı satın alan kimsenin ticareti elbette ki karsız bir ticarettir. O, doğru yol­dan da uzaktır. İşte bu, dünya hayatına rağbet edenin ticaretidir. O, ebedi hayat karşılığında dünyayı satın almıştır. Böylelikle zıddı-nı alarak yüce bir hayatı satmış olmaktadır. Allah Teala'mn "Dün­ya hayatını satın almışlardır" (Bakara/86) buyruğunun tefekkü­ründen çıkan anlam budur. Onlar, ulvi hayatı satmışlardır.
İlk ticarette canım satan, bütün malını dağıtan ve bunlar da Al­lah Teala tarafından satın alman ve buna karşı bedel olarak ahiret yurdu ve kendi yakınlığı verilen kulun durumu sözkonusudur. Bu ku­lun ticareti kârlıdır ve o, yirmi otuz yılını ebedi hayat karşılığında sa­tarak doğru davranmıştır. İşte bu, ahiret tacirleri olan zahidlerin kâ­rıdır. İkincisi ise, hevayı arzulayanların zararıdır. Bu iki ticaret ara­sında ne kadar büyük fark vardır! Zühd sahiplerinin ölümden sonra kazandıklarım kaybedenlerin pişmanlıkları ne kadar da büyüktür!
Allah Resulü (sav) devrinde insanlar, dünyada zühdü izhar et­meleri sebebiyle örtülmüş halde ve Baki olan Allah'a düşkünlükle­ri var sayılarak yaşıyorlardı. Sonunda şu ayet-i kerime nazil oldu: "Kendilerine, 'Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekatı verin' denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında onlar­dan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi -hatta daha da şid­detli bir korkuyla- korkuya kapılırlar". (Nisa/77) Nihayetinde ise şu ayet-i kerime nazil oldu: "Ey iman edenler, yapmadıklarınızı ne­den söylersiniz?". (Saff/2) Onlar, 'biz Rabbimizi severiz, O'nun neyi sevdiğini bilsek, onu kesinlikle yapardık' demişlerdi. Bu yüzden Al­lah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazap olması bakımından büyü­dü. Muhakkak ki Allah, kendi yolunda saf tutarak savaşanları se­ver". (Saff/3-4) İbni Mesud (ra) da bu sebeple şöyle demiştir: "Ben içimizde dünyaya meyleden birileri olduğunu sanmıyordum Ama "Sizden kimisi dünyayı ister... Sizden kimisi de ahireti ister" (Al-i İmran/152) ayeti indirildiğinde olduğunu gördüm".
"Eğer gerçekten Biz, onlara: 'Kendinizi öldürün ya da yurtları­nızdan çıkın' diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında,bunu yapmazlardı" (Nisa/66) ayeti nazil olduğunda da Allah Resu­lü (sav) bu manada sözler söylemiştir. Ibni Mesud (ra) şöyle demiş­tir: Allah Resulü (sav) bana şöyle dedi: "Sen de o azınlıktansın".
Daha fazla kalma arzusu dünya olduğuna göre, Baki olan Allah Teala'yı arzulamak zühd olmaktadır. Dünyadaki zühd, beka arzu­sunda zühd sahibi olmaktır. Fani hayat hakkında ve toplu malında can ve malla cihad etmek suretiyle zahidlik yapan kimse, dünyada zühd sahibi olmuş olur. Dünyada zühd sahibi olanı ise Allah Teala sever. Allah Resulü de (sav) bunu ifade etmiştir.
İşte bu yüzdendir ki cihad, amellerin en faziletlisi olmuştur. Çünkü onun hakikati, dünyada zühddür. Allah Teala da dünyada zühd sahibi olanı sever. Öte yandan hevaya karşı çıkmak, cihadın en faziletli şeklidir. Çünkü heva, dünyayı arzulamanın esasıdır. Al­lah Resulü (sav) de ilk hadisinde onunla dünyayı ifade etmiş ve şöy­le buyurmuştur: "Dünyada zühd sahibi ol ki Allah Teala seni sev­sin".[53][79] İkinci hadisinde ise yine bu manayı ima ederek şöyle buyur­muştur: "Haramlardan sakın ki Allah Teala seni sevsin". Haram kı­lman şeylerden uzaklaşmak ise, dünyada zühdün ta kendisidir.
Dünyada zahid olan, Rabbinin sevgilisidir. Dünyada kalma ar­zusuyla dolu olan ise, Rabbinin dininde nifak sahibidir. Bu anlam­da Allah Resulü'nün (sav) şu hadisi rivayet edilmiştir: "Her kim sa­vaşmadan veya içinden savaş niyetini geçirmeden ölürse, nifaktan bir dal üzere ölmüş olur".[54][80]
Allah Teala inandıklarını iddia eden yalancıları cihadla ortaya çıkarmış ve onları, kalplerinde hastalık bulunmakla niteleyerek şöyle buyurmuştur: "Fakat içinde savaş zikri geçen muhkem bir su­re indirildiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanların, üzerine Ölüm baygınlığı çökmüş kişilerin bakışıyla sana baktıklarını gör­dün. Bu da onlar için daha evladır". (Muhammed/20) Bu tehdit ve azap vaadi onlar için daha uygundur. Çünkü onlara azap yaklaş­mıştır ve gelecektir. Allah Teala bu buyruğunun devamında şunu söylemiştir: "(Oysa onlara düşen) İtaat ve maruftu". (Muham-med/21) Yani buna itaat gösterip güzel söz söylemeleri gerekirdi. Ama cihad karan kesinleşip hakikatler ortaya çıkınca yalanladılar ve sözlerini tutmadılar. Halbuki Allah Teala'ya verdikleri sözde sa­mimi olsalardı, onlar için daha hayırlı olurdu. Buyruğun bu kısmı gizli olarak siyaktan çıkmaktadır. Bu nedenle de müşkil bir buyruk olarak görülmüştür.
Beka ve hayat, tek bir anlamı ifade eken iki isimdir. İşte bu ne­denledir ki Allah Teala dünyayı, hayat için bir sıfat olarak kullan­mıştır. Buna göre dünya, hayatın ta kendisi olmaktadır. Allah Tea­la dünya kelimesini müennes olarak nitelemiştir. Bunun sebebi, ni­telenen konumundaki Hayat isminin sonundaki müenneslik Ta'sı-dır. Bu durumda hayat, dünya olmakta ve Allah Teala'nm dünya lafzı da, onun aşağılıkla nitelenmesi olmaktadır. Eğer nitelenen isim, 'Beka1 gibi müzekker olsaydı, sıfatı da müzekker olacak ve 'Dünya' yerine 'Edna' buyuracaktı. Nitekim bu babda şöyle buyur­muştur: "Onlar şu değersiz olan (dünyan)m geçici yararını alıyor­lar.." (A'raf/169)
'Edna=Daha aşağı, değersiz" kelimesi aynı manadaki 'Dünya' kelimesinin müzekkeridir. Aynı şekilde 'A'yan=Daha açık; Ek-na=Daha çok edinen ve Eş'as=Saçı daha karışık' kelimeleriyle aynı anlamda olan "Ayna'; Kanva've Şa'sa'kelimeleri, birinci kelimelerin müzekkerleridir. Ayette geçen 'Arad=geçici/yarar' kelimesi ise, is­minden de anlaşıldığı üzere arizi ve baki olmayan şeyleri ifade eder. Bunları seven kimse, dünyayı sevmiş olur. Çünkü 'Edna' olan dün­ya malını sevmiştir. Bu da asıl olan hayatı sevdiğini gösterir. Çün­kü onlann 'araz' peşinde koşmalan, dünyada kalabilmeleri içindir.
Bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur ki dünyanın esası, hevaya boyun eğmek için onda daha fazla kalma arzusudur. Heva­ya teslim olmak ise, beka için araz denilen dünyalıkları sevmekle olur. Bu ikisi birbirleriyle geçişmiş durumdadır. Çünkü dünyada kalma arzusu 'Hubbü'1-beka' ondan zevk almak içindir. Zevk almak ise, kötülüğü emredici nefsin 'Nefs-i emmare', sıfatı olan hevadan-dır. Nefsin rahatı olan hevaya boyun eğme ise, sadece dünyada da­ha fazla kalmak için olur. Çünkü kul, ne zaman öleceğini yakini olarak bilebilse, kesinlikle hakkı hevaya tercih edecektir. Eğer dünyada kalma ümidini yitirirse, o zaman da dünya malının ardı­na düşmeyecektir. Hevanm tercihi, ancak hayatta kalma arzusun­dan kaynaklanmaktadır. İşte dünyanın aslı ve hakikati budur.
İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en kısa süreli olan­ları, dünyada zühd sahibi olanlardır. Çünkü onlar, yarınlar için faz­la birşey biriktirmek istemezler. Zira onlar için canlarının yarma kadar baki olacakları kesin değildir. İnsanların hayatta kalma emeli bakımından en uzun süreli olanları yani tûl-i emel sahipleri, dünya hayatına karşı en arzulu olanlardır. Çür^ui onlar, dünyaya karşı arzu ve hırsla doludurlar. Bu yüzden de hayatın uzaması yö­nündeki emelleri çok fazladır. Eğer dünyada daha kısa süre kalma emelleri olsaydı, tabii ki fakirliği seçerlerdi. Fakirliğin seçilmesi ise, zühdün ta kendisidir. [55][81]


Allah Teala buyurdu ki: "Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20) Kardeşleri, Yusufu (as) satarken aşırı bir fiyat istemedikleri için zahid sıfatıyla nitelenmişlerdir. Buradaki zahid sıfatını hakiki an­lamda kimlerin taşıdığını öğrenebilmek için ayeti daha fazla aç­mak durumundayız. "Şerav-hü^Onu sattılar" fiili, Araplar'da bir malı satmak için kullanılır. Onlar, kendileri tarafından satılarak malı elden çıkarma fiili için, Bey' kelimesiyle birlikte 'Şira' kelime­sini de kullanmışlardır. Elden çıkarılan bu mal hakkında ise 'zahid' olmuş olurlar.
Aynı şekilde kul da kendi canını ve malını Allah Teala'ya sattı­ğı zaman, hevasmdan çıkarak O'nun yoluna girmiş ve zahidlerden olmuş olur. Allah Teala, bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Hiç şüp­hesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır". (Tevbe/111)
Allah Teala başka bir ayetinde bir kulunun ağzından şöyle bu­yurmuştur: "Ve nefsi de hevadan arındırırsa, artık şüphesiz cennet (onun için) bir barınma yeridir". (Nazi'at/40-41) Her iki ayette de satılan mal iki iken, karşılığı tek bir şey, yani cennet olmaktadır. Kul ise, malım ve nefsini Allah Teala'ya vermekte ve bu iki husus­ta hevayı uzaklaştırmaktadır. Heva, dünya hayatı olduğu için, bu­nun aksi nefse sahip çıkmak, nefsi bunun yani malın üzerinde tut­mak olmaktadır. Bunun zıddı ise, hevanın nefisten çıkarılması ve malın fakirlikle değiştirilmesidir. Bu da dünyada zühddür. Bu ise, kötülü emreden nefsin işi değildir. Çünkü bu, hayır ve iyiliğin zirvesi ve nefsin hevadan yani mal ediniminden sakmdırılmasıdır. Kötülüğü emreden nefsin nitelemesiyle dünya, mal edinmektir. Çünkü o kötülüğün kendisidir. Bu sıfatlara sahip olan biri için, nef­si değersiz olamaz. Değersiz olmadığı zaman da kişi onu satıcı ol­mayacaktır. Satılmadığı zaman ise, satın alınmış olmayacaktır. Böyle bir nefse sahip olan kişi, malı kendinde toplayıp kimseyle paylaşmayan, dünyayı arzulayıp onu seven biri olmaktadır. Bu ise, müminin sıfatı değildir. Allah Teala en iyi Bilen'dir.
Allah Teala'nm zühdün hakikatiyle ilgili bir diğer açıklaması da şöyledir. Zühd, nefsten istiğna edilmesi ve malın O'nun yolunda harcanmasıdır. Bunu da, satılan mallar ve müşteriyi açıkça belirt­tiği aynı buyruğunda görmekteyiz: "Allah yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler". (Tevbe/111) Zühd, hevaya boyun eğmeyi terketme ve nefsi Mevla'nın emriyle hevadan sakındırarak Allah Teala'ya sat­maktır. Bunun karşılığı ise cennettir. Zahid, O'nun zorla almasın­dan önce canını kendi isteğiyle sattığı Rabbinin makamından kor­kan kimsedir. O, Allah Teala tarafından sevilen ve yakın kılman bir kuldur. Böyle bir kul, Allah Teala'yı sevdiği için Allah Teala da onu katında yakın kılınanlardan yapmıştır.
Dünya, hevaya boyun eğmek ve şehveni nefsin zevkleri için aşa­ğı dünya hayatını arzulamaktır. Bu tür arzularla dolu olan biri, Al­lah Teala'nm tuzağından emin olur. O, dünya hayatını satın alabil­mek için ahiret hayatını satmıştır. Çünkü o, Allah Teala'yı sevme­mektedir. Kötü seçimi sebebiyle de O'ndan uzak kılınanlardandır. Ahirette onun için hüsran ve cehennem azabı hak olmuştur. Çün­kü o, Allah Teala'ya yakın kılman, el-Yakin ve el-Habib olan Rabbi­nin komşuluğundaki yakınlık evini kazanan zühd sahibinin tam tersi bir kişiliktir. [56][82]


Zühd, iki noktada olur. İlki, mevcut olan bir şey hakkında gös­terilecek zühddür. Bu noktadaki zühd; zühde konu olan şeyin akıl­dan çıkarılması ve kalbin ondan ayrılmasıdır. O şeyin kalpte baki kılınmasıyla birlikte zühdde bulunmak sahih olmaz. Çünkü bu, ki­şinin ona rağbet ettiğini gösterir. Bu tür bir zühd, ancak zenginle­rin zühdü olabilir.
Zühde konu olan şey kalpte mevcut değilse ve şartlar da onun yokluğu yönünde ise, bu durumdan memnun olmak zühddür. Bu, aynı zamanda yokluğa rıza göstermedir. Bu da fakirlerin zühdü­dür. Hevanın terkindeki zühd hakkındaki görüş de böyledir. Bu tür bir zühd, ancak o heva ile sınanma ve ona muktedir olma halinde sahih olur.
Bunu Yusufun (as) kıssasında kardeşlerinin o ve küçüğü hak­kında 'Muhakkak ki Yusuf ve kardeşi, babamıza bizden daha se­vimlidir' derlerken gösterdikleri zühdde de görmekteyiz. Onlar kar­deşleri için "Yusuf u öldürün veya uzak bir yere atın ki babanız yal­nız sizi sevsin" dediklerinde, ona değer vermediklerini göstermele­rine rağmen Allah Teala onları zahid saymamıştır.
Onlar babalarına söyledikleri Tusufu bizimle gönder de, birlik­te koşup oynayalım' dediklerinde onun hakkında zühd sahibi ol­mak istemiş, ama bu iradeleri zühdün hakikatine ermemiştir. Bila­hare onu satmaya azmederek zühdde bulunmuş ve onun aleyhin­deki kararı hep birlikte almışlar, fakat Allah Teala onları yine za-hidler olarak vasfetmemiştir. Halbuki Allah Teala fiillerini haber verirken "Nitekim onu götürdükleri ve onu kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman.." (Yusui/15) buyurmuştur. Bütün yaptıklarına rağmen onlar için 'zahidler* sıfatını kesinlikle kullanmamıştır.
Görüldüğü üzere bunlar zühdün bazı sebep ve kurallarıdır. Zühdün bu hakikatini bilmeyenler, bir takım değişik yaklaşımları görerek kuşkuya kapılabilir ve zühd olmayan bir hareketi zühd zannedebilirler. Bu çerçevede Yusuf peygamberin (as) kardeşleri­nin davranışları zühd değildi. Çünkü Yusuf (as) onların ellerindey-di. Onu bulanların elinden çıkıp da onun için başka birinden bedel istediklerinde Yusuf (as) hakkındaki zühdleri hak olmuştur. Nite­kim Allah Teala da bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Ve onu ucuz bir fiyata, sayısı belli birkaç dirheme sattılar. Onun hakkında zahidlerdendiler". (Yusuf/20)
Aynı şekilde bir elbiseyi satmayı düşündüğünüz veya istediği­nizde, onu satmak fikri kalbinizde daha ağır bassa bile, o elbise hakkında 'zahid' olamazsınız. Ama, zühd eğiliminin varlığıyla nite­lenebilirsiniz. Bu durum, onu satıp bedelini alıncaya kadar böyle­dir. İşte o an, o elbiseyle ilgili zühdünüz kesinleşmiş olur.
Allah Teala'mn "Onun hakkında zahidlerdendiler" (Yusuf/20) buyruğu iyice düşünüldüğü zaman ortaya çıkan şudur: Kim bir şe­yi gönül rızasıyla elden çıkarır ve nefsi de bu noktada kendine uyarsa, bu mücahedesinden dolayı zühde ait bir makamı olabilir. Her kim de bir şeye sıkıca sarılırsa- görünüşte onun hakkında zühd sahibi olduğunu ima etse bile- zühde dair bir makamı olmaz. Çün­kü bir şeye sarılıp ondan kopamamak, rağbet ve tamah alametidir.
Rağbet ve tamah, zühdün zıddıdır. Bir hal mevcutken, onun zıd­dıyla vasfedilmek mümkün müdür? Bir şey hakkında zahid oldu­ğunu sanıp kendini böyle göstermek isterken bir yandan da ona sı­kıca sarılan kişi için şu iki tanımdan biri uygun düşer: O kişi, ya zühdün ne demek olduğunu bilmiyordur, ya da nefs kaynaklı şeh­vetinin gizli yönlerinden habersizdir. Her ikisi de işine geldiği gibi davranmayanlar için geçerlidir.
Nefsinin arzu ettiği şeyi kalbinden çıkaran kişi, o hususta züh­dü gerçekleştirmiş kimsedir. Allah Teala'mn Yusufun (as) kardeşle­riyle ilgili tavsiflerinin özü budur. Bir şeyi sıkıca tutup onunla se­vinen, onun için kaygılanan ve bütün kalbiyle onu düşünen kimse ise tamah ve rağbete dalmış kimsedir. Bu da Allah Teala'mn Mısır Azizi'nin Yusuf a karşı tutumunu nitelemesinde açıkça ortaya çık­maktadır. Mısır Azizi, Yusufu (as) satın aldığı zaman, Allah Teala onun Yusuf (as) üzerindeki rağbetim tahakkuk ettirmiştir. Çünkü o, Yusufu (as) ailesinin yanında tutmak istemiştir. Allah Teala onun bu yöndeki sözlerini şöyle haber vermektedir: "Karısına, 'Ona güzel bak. Umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat edi­niriz'dedi". (Yusuf/21)
Allah Teala, Mısır firavununun eşinin Musa'ya (as) olan düş­künlüğünü de bu şekilde vasfetmiş ve onun dilinden şöyle buyur­muştur: "Benim için de, senin için de bir sevinçtir (o). Onu öldür­meyin, umulur ki bize yaran dokunur veya onu evlat ediniriz". (Kas as/9)
Bu ve benzeri şekilde, bir şey için emel besleyip onu kendine saklayan kimse, o şey hakkında zühd sahibi olmamış olur. Ancak onu elinden ve kalbinden çıkardığı zaman zahid olarak nitelenebi­lir. Bu ise, Yusuf ve kardeşleri hakkında sözkonusu değildir. Onla­rın Yusuf (as) hakkındaki zühdleri, sadece onu elden çıkarırken aşağılamak için az bir bedel istemeleri anında sözkonusu olmuştur.
Kui'an-ı Kerim'den çıkarılan bir diğer hüküm de şöyledir: Yu-sufun (as) ahilerinin onun hakkındaki zühdleri, küçük kardeşi hakkındaki zühdlerine yaklaşık derecedeydi. Çünkü en küçükleri­nin babalarının kalbindeki yeri, Yusufunkine benzemekteydi. Böy­lelikle babalarının sadece kendileriyle ilgileneceğini düşünüyorlar­dı. Allah Teala bunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Yusuf ve kar­deşi, babamıza bizden daha sevimlidir" (Yusuf/8)
Rivayetlere göre, kuyuya ikisini birden atmak istemişlerdi. Ama içlerinden biri küçük kardeşine acıdığı için şefaatçi olmuş diğer kar­deşlerinin ona bir kötülük etmelerini engellemiştir. Bir rivayete gö­re de onlardan, bu kardeşi kendisine bağışlamalarını isteyerek şöy­le demiştir: Onu bari bırakın, yaşlı adam onunla teselli bulsun, her ikisini de yokederek onu acıya boğmayın, ona ikisini aynı anda kay­bettirmeyin. Bunun üzerine en küçük kardeşlerini ona hibe ettiler.
Ama Allah Teala bu yöndeki isteklerine, onu da uzaklaştırma teşebbüslerine rağmen, İki kardeşleri hakkında zahidlerdi' buyur-mamıştır. Çünkü onlar, Yusuf (as) hakkındaki zühdlerini, küçüğü hakkında göstermemişlerdir. Zira o, ellerinde kalmış ve onu elden çıkarmamışlardır.
Aynı şekilde siz de bir şeye sahip olup onu kendiniz için sıkıca tuttuğunuzda, aklınızdan geçen bir takım düşüncelerle onun hak­kında zahid olduğunuzu sansanız ve zühdü murad etseniz bile, onu sıkıca tutmanızdan dolayı kendinizi kandırmış olursunuz.
Onun varlığını görmezden gelip zühd sahibi olduğunuzu bilerek kendinizi aldatmanız Veya Rabbinizi görmezlikten gelerek ulaştığı­nız bilgiyle asılsız bir vecde sahip olmanız ya da kendinizi zühdü bilmeyenlere zahid gibi göstermeniz hallerinin tümünde de, zühd hakkındaki zühdünüz ve dünyaya olan düşkünlük ve tamahınız or­taya çıkar.
Hakkında kendinizi zahid sandığınız şey, elinizden çıkmadıkça ve onun karşılığında Allah sevgisi ve O'nun rızasını, ya da O'nun katındaki sevabını kazanmadığınız sürece gerçek zahid olamazsı­nız. İşte böyle bir noktada, o şey hakındaki zühdünüz hakiki ilim üzere olur. Alimler nezdinde de samimi ve sadık olursunuz. İşte o safhada, zahid olarak nitelenirsiniz. Zahidler de sizi zahid olarak adlandırırlar.
Sahip olduğunuz bir şey bulunmayınca, bu durumda da sahip olmadığınız şeyler hakkında zühdde bulunmanız sıhhatli olmaz. Olmayan bir şey hakkındaki zühd batıl ve boştur. Çünkü sahip ol­madığınız bir şey üzerinde tasarrufta da bulunamazsınız. Eğer o şey mevcut olsaydı, belki de kalbiniz onunla değişecek ve onda çev­rilmeye başlayacaktı. Çünkü hiçbir ihbar, yakinen görme gibi değil­dir. Haber, daima vehim ve şüpheye yol açabilir. Yakinen görme ise, hakikati ortaya çıkarır ve insanlara ancak böyle hüküm verebilir­siniz. Çünkü insan nefsi, refahtan zevk alma arzusu üzerine yara­tıldığı için birden fazla görüşe sahiptir ve bunlardan işine en çok geleni tercih eder. Aslen varolmayan zan, varolan bir yakin gibi ola­maz. Eğer böyle olsaydı işler neye varmazdı ki?
Şu var ki, yokluk halinde de şartlarına uymanız şartıyla zühd sahibi olabilirsiniz. Bunun şekli ise, herhangi bir şeyin sizde olma­sını istememeniz ve onun yokluğundan dolayı üzülmem eniz dir. Onun yokluğundan dolayı memnun ve fakirliğinizden dolayı mutlu olmanız da zühddür. Allah Teala sizin bu gaybi halinizi bilir ve sır­rınıza vakıf olur. Bilir ki siz, onu bulsanız dahi varlığından mem­nun olmaz ve elinize geldiği an onu elden çıkarırsınız. Kalbiniz, dünyevi bakımdan yokluğunuza rağmen Allah Teala ile kanaatkar ve O'ndan razı olup bu hali zenginlikle değiştirmek istememekte­dir. Çünkü sizin, zühdün faziletine dair yakini bilgi ve inancınız sa­mimidir. Bu tür bir halde olduğunuz zaman da, bütünüyle zahidler arasında vasfedilirsiniz. Dolayısıyla, bu davranışınızdan dolayı za-hidlerin sevabına nail olursunuz. İşte bu, dünyalığa sahip olama­yan ihlaslı fakirlerin zühdü ve fakirliğin hakikatma ermedir.
Bir zat şöyle demiştir: Gerçek fakir o kimsedir ki, fakirliğinden memnundur ve onun elinden alınmasından korkar. Zengin de o kimsedir ki, zenginliğinden memnundur ve fakirlikten korkar. Ma­lik b.- Dinar (ra) kendisine, 'Sen zahid bir insansın' denildiğinde şöyle derdi: Zahid, ancak Ömer b. Ab dül aziz'dir. Dünya onun aya­ğına gelmiş ve ona sahip olmuşken, onu reddetmiştir. Bana gelin­ce, ben nede zühd gösterdim ki?
Zühd, arif için varlığa rağmen sahih olabilir. Çünkü o, bu varlı­ğı kendine saklamamakta ve kendi nefsani zevkleri için kullanma­maktadır. O varlığı mülkü haline getirmediği gibi aynı zamanda ona da dayanmamaktadır. Bilakis onun varlığı Allah Teala'nm ha­zinesinde gibidir. O, her an Allah Teala'mn bu varlıkla ilgili hük­münü bekler. Bu varlık, kendisi için bir sıkıntı olduğundan varlı­ğıyla yokluğu denktir.
O, sözkonusu varlığı hakkında Allah Teala'nm hükmünü uygu­lamak için yarışacaktır. Bu da, o malın sanki kendinin değil de, ai­lesinden ya da kardeşlerinden birinin, ya da Allah Teala'nm göster­diği yollardan birinin malıymışcasma yanında durmasıdır. Bu, zühdün üstünde sevab kazandıran daha üstün bir makamdır. O mal onun elinden çıkmamış olsa bile, bir hususiyetle yanında tah­sis edilmiş durumdadır.
Zühdün mahiyeti hakkında Allah Resulü'nün (sav) sünnetinden de şöyle bir mana çıkartabiliriz: Zühd nedir? Zühd, dünyalığı azalt­mak, onu yakınlaştırmak ve kalple onu küçümsemektir. Bunu, Cu­ma günü Cuma namazının vaktiyle ilgili rivayet edilen bir hadis-i şerifte görmekteyiz: Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "O, vaktin so-nundadır5. Allah Resulü (sav) Cuma vaktinde zühde kaçar, onu azaltırdı".[57][83] Yani onun vaktini yaklaştırır ve akşama doğru indirir­di. O'ndan rivayet edilen ikinci bir hadis ise şöyledir: "Allah Resu­lü'nün (sav) münacatı üzerine nazil olan sadaka emriyle ilgili ayet-i kerimeden sonra Ali (kv), Allah Resulü'ne (sav) 'Müslümanlara ne kadar zekat koyacağız?' diye sorunca Allah Resulü (sav) 'Altından bir şaire/arpa' danesi buyurmuştu. Bunun üzerine Ali (kv) 'Çok za-hidsin -yani dünyalığı küçültüyor, değer vermiyorsun-. Biz onlara bir dinar koyalım' dedi".[58][84]
Ali'nin (kv) kullandığı 'Zehîd' kelimesi, zühd ifadesinin mübala­ğalı olarak söylenebilmesi için 'Zahid' kelimesinden alınmadır. 'Şe-hîd' kelimesinin 'şahid'den, 'mecîd' kelimesinin 'macid'den alınma­sı ve 'Alim-Alîm; Kadir-Kadîr, Rahim-Rahîm' kelimelerinde olduğu gibi. Bu sonuncular da, ilim, kudret ve rahmet fiillerindeki müba­lağayı ifade eden fail isimlerdir.
Zahidin sıfatı  ve zühdün  fazileti  hakkındadır: Zühdün vazgeçilmez gıdası, zahidin sıfatım ortaya çıkaran ve onu tamah sahibinden ayıran çok temel bir gıdadır. Bu gıda, zühd sahi­binin nefsin arzuladığı bir dünyalığa sevinmeyip kaçırılan bir dün­yalık için de üzülmemesidir. Bir şeyi, ancak ona ihtiyacı olduğu za­man alması, ihtiyaç anında da ancak bu halini giderecek mikdarıy-la yetinerek ihtiyaç doğmadan herhangi bir şeyin ardına düşmeme­sidir.
Zühdün başı, kalbe ahiret kaygısının yerle sinesidir. Sonra da Allah Teala için amel yapma ve muamelede bulunmanın tadına varma gelir. Dünya tasasının son bulmadığı bir kalbe ahiret kaygı­sı giremez. Heva ve arzuların tadının yaşadığı bir gönülde de amel­lerin tadı bulunamaz. Bir günahından dolayı tevbe eden kimse, O'na itaatin lezzetini alamazsa, o kimsenin o günahı tekrar işleme­sinden emin olunamaz.
Dünyayı terketmesine rağmen zühdün tadını alamayan herkes ona tekrar döner. Heva ve arzuların tadı gönülden çıkmadıkça, amellerin tadı oraya giremez. Zühdün özü, varlığı kalpten çıkardık­tan sonra kalpten çıkanı elden de çıkarmaktır. Bu da, varlığı kü­çümseyerek, onu ve bütün dünyalıkları horlayıp aşağılayarak yok­luğu benimsemektir. Böyle bir zahidin gözünde dünya küçülüp, adi bir hal alır. Zühd, işte bu hal ile tamama erer. Bu haldeki zahid, zühd içinde yaşarken zühdünü de unutarak, zühdde yaşayan zahid halini alır. Çünkü onun hırsı, artık zühdünedir. Zühd, işte bu nok­tada kemale erer.
Bu, zühdün özü ve hakikatidir. Yakin makamlarmdaki hallerin en yücesi de budur. Artık o kimse, nefsi için değil nefsi üzerinde zühd sahibidir. Onun zühdü, zühde olan hırsından da kaynaklan­mamaktadır. Bu da sıddıklarm müşahedesi ve ayne'l-yakin merte­besindeki mukarrebun zümresinin zühdüdür.
Bu mertebenin altında da çeşitli zühd dereceleri vardır. Mesela rağbet ve arzu duyulan bir şeyi, onu düşünmeye ve onun hakkında nefsle mücahedeye devam ederek elden çıkarmak böyledir. Bu da müminlerin zühdüdür. Zühdle bu şekilde amel etmek, hem inanç, hem de ameldir. Çünkü zühd, imandan kaynaklanmaktadır. îman ise, söz ve ameldir. Zühd de aynı şekilde akid/azim, karar ve amel­dir. Bu durumdaki mümin, kalbinden dünya sevgisini çıkararak ahiret sevgisini yerleştirmeye azmetmektedir.
Zühd ile amel etmek, sevilen bir şeyi, Allah Teala'mn yolunda O'nun sevabını bedel alarak elden çıkarmaktır. Müminin bu elden çıkarma karşılığında Allah Teala'dan isteyeceği bedel, O'nun katın­da bir sevap olduğu gibi ahirette O'na yakın olma isteği de olabilir.
Bu durumdaki bir müminin, elden çıkaracak bir dünyalığı yok ise, olmayışına üzülmeyi bırakıp ona karşı hırslı olmaması ve onu ısrarla talepten vazgeçmesi, kalbin yoklukla sükun bularak nasi­bin azlığına rıza göstermesi de onun için zühd sayılır. Çünkü bu, fa­kirin halidir. Kişi, üzerine düşeni yaptığı zaman, daha fazlasını yapması gerekmez.
Zühd imandan olduğu gibi, vera' da zühddendir. Haya ve iman ise ikiz kardeş gibidirler. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmakta-dır: "İkisinden biri çekilip alındığı zaman diğeri onu izler". Bu ko­nuda Ehli Beyt'ten şöyle bir hadis nakledilmiştir: "Zühd ve vera', her gece kalpleri dolaşır. Eğer içinde iman ve haya bulunan bir kalp bulurlarsa, o kalpte kalır ve oradan ayrılmazlar".
Kanaat, zühdün kapılarından biridir. Eşyanın azından hoşnut olmak da, zühdün hallerinden biridir. Eşyada aza yönelmek, züh­dün anahtarıdır.
İbrahim b. Edhem (ra) şöyle derdi: Kalplerimiz üç tür örtüyle perdelenmiş tir. Bu perdeler kaldırılmadıkça, yakin kula açık kılm-mayacaktır. Varlığa sevinmek; yitirilene üzülmek ve övülmekten mutlu olmak. Varlığa sevindiğinizde hırslısınız demektir. Hırslı kimse ise, mahrumdur. Yitirilene üzüldüğünüzde ise kızgınsınız de­mektir. Kızgın ise azaba uğratılır. Övgüden hoşlandığınızda ise, ki­birlisiniz demektir. Kibir ise amelleri boşa çıkarır.
Allah Teala buyurdu ki: "Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasımz ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımar-mayasmız". (Hadid/23) İşte bu iki sıfat, zühdün en olgun halidir. Kendisine bu iki sıfattan biri verilen kulu, diğer sıfat da izleyecek­tir. Böylelikle kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmediği zaman, kendi­sine verilen varlıkla da şımarmayacaktır. Kendisine verilen dünya­lıkla şımarmayan kul, kaçırdığı dünyalık için üzülmeyecektir.
Bu da bir mülke sahiplenmek istemeyen kulun, özellikle de Rabbinin hükmünü yerine getiren kulun sıfatıdır. Yakin sahibi ve Allah aşığı kulun sıfatı işte budur. O, ahiret meşguliyetinden dolayi, dünyevi zevklere vakit ayıramayan kimsedir. Ahirete yakinen iman etmesi, kendisini zangin kılacak dünyalıklardan feragat et­meye sevketmiştir. "Doğrusu o müstağni kıldı ve sermaye verip-hoşnut etti" (Necm/48) ayet-i kerimesinin bir tefsiri de şöyle yapıl­mıştır:
Allah Teala, ahiret ehlini Zatı ile zengin ve müstağni kılarak onları ahiretle dünyaya muhtaciyetten kurtarmıştır. Dünya ehlini ise, daha fazla dünyalık biriktirmeye sevketmiştir. O, bunu zem­mederken şöyle buyurmuştur: "O ki malı topladı ve onu (tekrar tekrar) saydı". (Hümeze/2) Yani malı topladıktan sonra sayarak, 'Bu şunun için, bu onun için..' diye sözde hazırlık ve tahsisler yap­tı. Allah Teala böylelerini 'Vay haline..' diyerek tehdit etmiştir.
Bütün bunlardan çıkan şudur ki dünya malında zühd sahibi olan bir zahid için bütün hazırlık Allah Teala'dır. O, onun yegane birikimi ve tek hazinesidir. Böyle birine müjdeler olsun! Onun için çok güzel bir dönüş yeri vardır. Allah Resulü de (sav) şöyle buyur­muştur: "Zenginlik olarak yakin yeter. Meşguliyet olarak ibadet ye­ter. İbret olarak da ölüm yeter".
Yakin sahibi bir zahidin sıfatlarının özü şudur: O, daima ölümü gözler ve Allah Resulü'nün (sav) şu buyruğunu asla unutmaz: "Zen­ginlik, geçici dünya malının çokluğu değildir. Zenginlik ancak nefs/gönül zenginliğidir".[59][85] Allah Resulü (sav) dünya hayatında zühd sahibi olmayı, iman hakikatini bilme olarak takdim etmiş ve bunu, iman müşahedesine yaklaştırarak Harise'ye (ra) şöyle bu­yurmuştur: "Hakikaten 'Ben müminim' dediği için Allah Teala'mn kalbim nurlandırdığı kulun yanından ayrılma. Harise, 'Senin ima­nının hakikati nedir?' diye sordu. O da, zühdü anlattı ve şöyle bu­yurdu: Nefsim dünyadan vazgeçti ve dünyanın taşıyla altını gö­zümde bir oldu. Sanki cennette ve cehennemde gibi, sanki Rabbi-min arşının üzerinde gibiydim".
Diğer bir hadiste ise Allah Resulü (sav) zühdü; yüreğin nurla açılmasının alameti olarak bildirmektedir. Bu, müminlerin geneli­nin sıfatı olan tasdik nurudur. Çünkü bunun tahakkuku, islam'dır. "Allah kime hidayet vermek isterse, onun yüreğini İslama açar"
 (En'am/125) ayet-i kerimesi okunduğu zaman sahabe Allah Resu-lü'ne (sav), 'Ey Allah Resulü, bu şerhetme nedir?' diye sordular. O da, ' Nur kalbe girdiği zaman, yürek onun için şerholup açılır5. Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunun alameti var mıdır?' diye sordular.
O da şöyle buyurdu: 'Aldanış yurdundan yüz çevirip ebediyet yurduna yönelmektir". Ecel gelmeden önce ölüme hazırlanmaya gelince, zühd işte odur\
Allah Resulü de (sav) bunu, hakiki İslam'ın şartı olarak koy­muştur. Bu iki hadisten daha müessir bir hadiste ise, Allah Tea-la'dan haya etmeyi, dünyada zühd sahibi olmakla tefsir ederek şöy­le buyurmuştur: "Allah Teala'dan hakkıyla haya edin! Bunun üze­rine, 'ey Allah Resulü, biz gerçekten de Allah Teala'dan haya ediyo­ruz' dedik. O da, 'Oturmayacağınız evler yapıyor, yiyemeyeceğiniz şeyleri topluyor sunuz' buyurdu".[60][86]
Allah Resulü (sav) işte bu esasla kendisine gelen heyetin iman­larını da tamama erdirmiştir. O, ziyaretçilere, 'Sizler nesiniz?' diye sorduğunda, 'Müminleriz' demişlerdi. Bunun üzerine, 'Peki imanı­nızın alameti nedir?' diye sorunca şu karşılığı vermişlerdi: 'Belada sabır, rahatlıkta şükür, kazaya rıza ve düşmanların başına çöken belalara sevinmeyi terketme'. Onların bu cevabı üzerine Allah Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: 'Eğer sizler böyle kimselerseniz, yemeye­ceğiniz şeyleri toplamayın, oturmayacağınız evler yapmayın ve bı­rakıp gideceğiniz şeyler için yarışmayın".
Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) heyetteki müminlerin iman­larını kemale erdirmek için, onlara zühdü tavsiye etmiştir. Böyle­likle imanları kemale erecek, makamları yükselerek ihsanları ta­mama erecekti.
Allah Resulü'nün (sav), zühdü tevhidin ihlas şartı olarak vazet­tiği bu üç hadisten daha etkileyici bir hadisi de şöyledir: İbnü'l-Münkedir, Cabir'den (ra) rivayet etti: "Allah Resulü (sav) bize hitap etti ve şöyle buyurdu: 'Her kim Kelime-i Tevhid ile gelir ve ona bir-şey karıştırmamış olursa cennet ona farz olur. Ali (kv) ayağa kalk­tı ve, 'Anam babam sana feda olsun ey Allah Resulü, ona bir şey ka­rıştırmamış olmayı bize açıkla' dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), 'Dünya sevgisi, onu talep etme ve ona tabi olma. Bir kavim vardır ki onlar, peygamberlerin söylediklerini söyler, ama zorbala­rın yaptıklarını yaparlar, içinde bu tür unsurlar bulunmayan bir Kelime-i Tevhid ile gelene cennet farz olmuştur[61][87]
İşte bu nedenledir ki Ali (kv) zühdü, sabrın makamlarından bi­ri olarak görüyordu. O, aşağıdaki iki sözünde de sabrı imanın teme­li saymaktadır.
Bu sözlerin ilki; İkrime-Utbe b. Hamid-el-Hars el-A'ver-Kabise b. Cabir el-Esedi kanalıyla imanın esasları hakkında rivayet edil­miştir: İman dört esas üzeredir. Sabır, yakin, adalet ve cihad. Da­ha sonra sabrı da açıklayarak şöyle demiştir: Sabır, dört şube üze­redir: Özlem, endişe, zühd ve bekleme. Her kim cenneti özlerse, dünyevi şehvetlere karşı teselli bulur. Kim de cehennemden kor-karsa, haramlardan geri adım atar. Dünyada zühd sahibi olana ge­lince, belalar ona hafif gelir. Sürekli ölümü bekleyen kimse ise, ha­yırlarda yarışır".
Sabrı, imanın temel direği saydığı ikinci sözü de şöyledir: İman açısından sabır, beden için kafa gibidir. Kafası olmayanın bedeni olmayacağı gibi sabrı olmayanın da imanı olmaz. Maktu'bir hadis­te ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmekte­dir: "Cömertlik/seha yakindendir. Hiçbir yakin sahibi de cehenne­me girmez". Cimrilik, şüphedendir. Şüphede olan kişiler de cenne­te giremezler.
Bu hadis, aslında daha kısa ve özlü olan şu hadisin açıklaması niteliğindedir: "Cömert, Allah Teala'ya yakındır. İnsanlara yakındır. Cennete yakın, cehennemden uzaktır. Cimri ise, Allah Teala'dan ve insanlardan uzak, cehenneme yakındır".[62][88] Allah Resulü (sav) bu ha­disi ile, cömerdin Allah'a ve cennete daha yakın olduğunu bildirerek cömertliğin yakini imanın eseri olduğuna dair söylediği hadisi açık­lamaktadır. Aynı şekilde cimrinin de neden Allah'tan ve insanlar­dan uzak olup cehenneme yakın olduğunu bildirerek cimriliğin şüp­heden kaynaklandığına dair söylediğini açıklamaktadır.
Bu hadisler ışığında cömertlik zahidin sıfatı olmaktadır. Zahid, ancak cömert olabilir. Cimrilik ise, tamahkarların sıfatıdır. Bir ta-mahkar, ancak cimri olabilir. Hiçbir cimri zahid olamaz. Çünkü zühd, varlığı elden çıkarmaya çağırır. Cimrilik ise, ona sıkıca sarıl­mayı emreder.
Cömertlik zühdün bizzat kendisidir. Allah Resulü (sav) cimrili­ği kötülemiştir. Zira cimrilik, dünyaya karşı hırslı olmadır. Hırs, aynı zamanda cimriliğin de alametidir. Çünkü o, rağbet ve arzunun delilidir. Kanaat ise, cömertliğin alametidir. Çünkü o, zühdün ka­pısıdır. İşte bu yüzden şöyle denilmiştir: Nefsin elindeki hakkında cömert olması, onu sarfetme cömertliğinden daha faziletlidir.
Cömertliğin bu iki türü, isimde birleşmelerine rağmen hüküm bakımından farklılaşırlar. Sahip olduğunu Allah Teala için feda eden kimse, o hususta Allah için zühdde bulunmuş olur ve onun ec­ri Allah Teala'ya düşer. Malını insanlara sarfeden kişi de malı hak­kında zühd sahibi sayılır ve cömertlikle vasfedilir. Ama bu, kendi­si ve kendi arzusu içindir. Dolayısıyla bunun için Allah Teala üze­rinde herhangi bir ecir isteği olamaz. Çünkü o, Allah Teala için amel edenlerden değildir. Bu yüzden de ecri boşa gider. O, sırf ken­di nefsi için amelde bulunmuştur. Bu sayede de dünyada şükran ve minnetle anılmıştır. Onun yaptığı, sırf insanlar içindir.
İbnü'l-Mübarek bu manada şöyle demiştir: Fütüvvet ile kıraat arasında tek bir şey dışında hiç fark görmedim. Kıraatin yasakla­dığı hiçbir şey yoktur ki, fütüvvet onu çirkin görmüş olmasın. On­ların ayrıldıkları tek nokta ise şudur: Kıraat ile Allah Teala'mn yü­ce nzası murad edilirken, fütüvvet ile insanların teveccüh ve övgü­leri murad edilir.
Hocası Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Fütüvveti ihsan ile ya­pamayan, kıraati de ihsan üzere yapamaz. Bu sözün anlamı şudur: Fütüvvetin hükümlerini bilmeyen kişi, ehli fütüvvet olarak tanına­bilmek için onun hükümlerini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle biri, kıraatin hükümlerini yerine getirmedikçe ehli kıraat olarak da vasfedilmez.
Kul, nefsiyle zühd üzere mücahede eder. Yine onunla arzu ve nevalarına karşı durma noktasında da mücahede eder. Hak üzerin­de sabretmeye, sevilen bir şeyi -nefsin istememesine rağmen- infak etmek için onunla cihada devam eder ve nefse zühdle yüklenirse ne olur? Bütün bunları ihlasla yerine getiren bir kul, zühd makamına sahip olarak iyiliğe ulaştığı için Allah Teala'mn da övgüsüne layık olur.
Zühdü göstermelik olarak yapan kimseye gelince, o asla zahid olamaz. Böyle biri, yapmacık bir zühd tezahürü içinde onun esba­bına sarılarak, eşyaya değer vermediğini göstermeye ve her haline şükrünü izhar etmeye çalışır. Bunların durumu, sabrı hakkıyla bil­medikleri halde sabreder gibi görünenlere benzer. Oysa sabır ma­kamı, sadece sabrın hakikatini bilen ve nefsine bu bilgi üzere sab­reden kimse için sözkonusudur.
Zühdün özü, ölümü bekleyip dünyevi emelleri kısa tutmaktır. Çünkü bu ikisi, tasarruf ve mal yığma fikrini terkederek amelleri daha güzel yapmayı temin eder. İbni Uyeyne şöyle demiştir: Zahi­din sının, bollukta şükreden, darlıkta sabreden olmasıdır. Bişr b. el-Hara da (ra) şöyle derdi: Dünyada zühd sahibi olmak, insanlar hakkında zühd sahibi olmaktır. Onlar hakkında zühd sahibi olan, dünya hakkında da zühde ermiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şunu söylemiştir: Zahid, insanlara talepte bulunduğu zaman, on­dan uzaklaş. İnsanlardan kaçtığında ise onun ardına düş.
Yahya b. Muaz'a (ra), 'Kişi ne zaman zahid olur?' diye sorulmuş­tu. O da şu cevabı verdi: Dünyayı terketme noktasındaki hırsı, onu talep edenin hırsına ulaştığında. Kasım el-Cu'i şöyle demiştir: Dünyada zühd, karnında sahip olduğun kadar iç boşluğunda göste­receğin zühddür. Zühde işte böyle sahip olabilirsin. el-Cu'i'ye göre dünya, tokluk ve lezzetli şeyler yemek haliydi. Fudayl b. İyaz (ra) ise şöyle demiştir: Zühd, kanaattir, Ona göre de dünya, hırs ve ta­mahtı. Süfyan ise şunu söylemiştir: Zühd, emeli kısa tutmak, yani kasr-i emeldir. Buna göre dünya da, uzun emelli olmak, yani tûl-i emeldi.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: Dünya, sizi Allah Te-ala'dan alıkoyan herşeydir. Ona göre zühd; kendini Allah Teala'ya adamaktı. Yine o şunu söylemiştir: Zahid, ancak dünyadan sıyrıla­rak ibadet ve ictihadla meşgul olan kimsedir. Dünyayı terkederek ibadetle meşgul olmamaya gelince, o da rahatına düşkünlüktür.
Davud-i Tai (ra) şöyle derdi: Seni Allah Teala'dan uzak tuttuğu sürece, ailen de, malın da senin için kötülüktür. Ebu Süleyman ed-Darani de bir defasında , 'Her kim evlenirse, hadis yazarsa veya ge­çimlik peşinde koşarsa dünyaya meyletmiş olur1 dedi ve şu ayet-i kerimeyi okudu: "Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler başka". (Şuara/89) Sonra da şunu ilave etti: İşte o, içinde Allah Teala'dan başka birşeyin bulunmadığı kalptir. Başka bir vesilede de şöyle de­miştir: Zühd ehli, kalplerini dünyevi tasalardan arındırıp ahirete yönelttikleri için dünyada zühd sahibi olmuşlardır.
Üveys-i Karam (ra) de şöyle derdi: Kişi bir taleple yola çıktığın­da zühd de ayrılıp gider. İmamımız ve şeyhimizin şeyhi Ebu Mu-hammed Sehl (ra) şöyle derdi: Zühdün başı tevekküldür. Ortası ise kudreti izhar etmektir.
Kul, geri dönüşü olmayan hakiki zühde, ancak kudreti müşahe­de ettikten sonra ulaşabilir. Kudretin başı ise, bana göre zühdü tel­kin eden Kadir-i Mutlak'm kelamını işittiğinde onu müşahede et­mesidir. O şöyle buyurmuştur: 'Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte üzerine yakıp-erittikleri şeylerden de bunun gibi bir köpük (posa) vardır7. (Ra'd/17) Buradaki süs, altın ve gümüştür. Benlikle­ri esir edip, başları eğdiren bunlardır. Meta ise, bunlar dışındaki diğer madenlerdir.
Kul, dünyanın esası olan, müşriğin onun yüzünden şirke düştü­ğü, tuzağa kapılanların onun yüzünden tuzağa kapıldığı ve tadı birçok kalbe hoş gelen altın ve gümüşün özünü gördüğü zaman, su­yun üzerinde dağılan köpüğü müşahede eder. Ki o köpüğün hiçbir faydası, yararlığı ve kıymeti yoktur. Sonuçta altın ve gümüş hak­kında zühd sahibi olur. Onun bu zühdü, içten bir zühddür. Çünkü o, duyarak değil yakinen görmüştür. Böylelikle de Hak Teala'mn hak ile tavsif ettiği müminlerden olur.
Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onlara Allah'ın ayetleri okunduğu zaman da, imanlarını arttırır". (Enfal/2) Zühd, imanın ziyadesi ve artma­sıdır. Allah Teala ayetine devam ederek şöyle buyurmuştur: "Ve on­lar Rab'lerine tevekkül ederler". (Enfal/2) Böylelikle zühd, tevek­küle dahil olmaktadır. Allah Teala daha sonra söyle buyurmuştur: "O'nu vekil edinin ve onların söylediklerine sabredin". (Müzzem-miV9-10)
Tevekkül, sabra bağlıdır. Allah Teala'mn kelamını bu şekilde dinleyip onu akleden kul, cennetler ve pınarlar arasındaki güvenli yurda ulaştırılacaktır. O, Allah Teala'mn 'mümin' sıfatına da layık olmuştur. Çünkü o, Kur'an okuduğu zaman, onu bütün imanıyla okur. Allah Teala buyurdu ki: "Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu hakkıyla okurlar. İşte onlar ona iman edenlerdir". (Bakara/121)
Üstteki ayette Allah Teala'mn koyduğu 'köpük' ifadesi, aslında O'nun tarafından verilen başka bir misale benzetmedir. Allah Tea­la'mn misali hak ile batılın su ile köpüğe benzetilmesi şeklindedir. Bu benzetmede hak, faydası ve kalıcılığından dolayı suya, batıl da faydasızlığı ve geçiciliğinden dolayı köpüğe benzetilmiştir.
Allah Teala daha sonra, hakikatten uzaklığı sebebiyle altını da köpüğe benzetmiştir. Bu teşbih, mecazi bir teşbih olmayıp müma-selet teşbihidir. Nitekim Allah Teala, "Bunun gibi bir köpük (posa) vardır" (Ra'd/17) buyurmuştur. Mümasillik de araştırılmalıdır. Al­lah Teala daha sonra şöyle buyurmuştur: "İşte Allah misalleri böy­le vermektedir. Rablerinin çağrısına uyanlara daha güzeli vardır". (Ra'd/17-18) Yani onlar için cennet ve beka yurdu vardır. Allah Te­ala ahirete inanmayanlar hakkında da onların kötü örnek oldukla­rını ve dünya hayatını ve onun süsünü istediklerini, onunla hoşnut ve yetinir olduklarını haber vererek, kendileri için yalnız cehenne­min olduğunu bildirmiştir.
Bakışı, bütün bakışları sindiren, geceyle gündüzü çevirip duran ve katında herşeyden belli mikdar bulunan Hak Teala yüceler yü­cesidir. O, bizim göremediklerimizi görür. Bizim gücümüzün yet­mediği şeylere kKadir'dir. O, müşahede ehlini kendi müşahedesiy-le tahsis etmiş, yine onları kendi ilmiyle kuşatmıştır. Onları diledi­ği şeylerle ihata ederken dilediklerinden de önlemiştir. Altın ve gü­müş, O'nun bu tür kullan için, suyun üzerinde gezinen ve rüzgar­ların savurduğu köpükten başka bir şey değildir. Köpük, suyun üzerinde kaybolup giden bir şeydir. Altın ve gümüş, dağlardan çı­karılan madenlerdendir. Allah'ın bu halis kullarına göre dağlar, O'nun sağlamlaştırması sayesinde sabit duran dev dalgalar gibidir. Onlar, Allah Teala'mn verdiği hareketsizlikle cansız gibi dururlar. Bulutlar da, onlara uğrayıp geçerler.
Tüm bunlar, herşeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah Tea­la'mn sanatıdır. Yeryüzü de bir duman denizi gibi olmuştur. Allah Teala ona dalgalarla vurarak düz yerler ve engebeler arasından şe­hirleri ve ıssız çölleri çıkarmıştır. İnsanlar ise seraplar içinde yü­zen varlıklar gibi, kah aşağılara iner, kah tepeleri aşarlar. Allah Te­ala tepeler ve ovalar arasında herşeyi tartılı ve oranlı olan varlık­ları ortaya çıkarmıştır. Tıpkı gündüzün geceyi uzatması ve akıntıyi örtmesi gibi. Tüm bunlar, O'nun hikmetinin, gizli kudretinin ve ince sanatının ortaya çıkması içindir. Mümin kullar da, O'nun bu nimetlerine şahit olarak şükrü ifa etmeye çalışırlar.
Allah Teala buyurdu ki: "Sizin için yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun tepelerinde yürüyün ve O'nun rızkından yi­yin". (Mülk/15); "Onlar her bir tepeden akın ederler". (Enbiya/96); "Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir". (Yusuf/100) O'nun bu planlaması sayesinde farklılıklar biraraya gelmiş, ayrıklar birleşmiş ve bütün dağınıklarla sınırlar gizlenmiştir. O'nun arşı da, sizi sınamak için su üzerindeydi. Bun­lar, ahiret ehlinin müşahedesi olup dünyadaki zühdlerinin daha üstünde bir makama sahip olacaklardır.
Peki biraradakiler farklılaştığı, kaynaşmış olanlar ayrıldığı, su­dan diri olan herşey açıkça çıktığı, feza genişleyip perde Örtüldüğü, açıklama başlayıp hesaba çalışması hükmedildiği zaman ne olur? "Göklerle yer, birbiriyle bitişik iken Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Onlar yine de inanmayacaklar mı?" (Enbi­ya/30) İşte bu da dünya ehlinin müşahede sidir.
Gaflet ve aldanışlarından çıktıkları zaman, bu müşahede ken­dilerine çok ağır gelecektir. Ölüm sarhoşluğu onlara hakkı getirdi­ği zaman şöyle denilecektir: İşte senin yüz çevirdiğin hakikat! Sen bu hususta gaflet içindeydin. Bugün gözündeki perdeyi kaldırdık ki bakışların keskin olsun. "Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranla­ra aiıuolsun. Yumuşacık çekenlere andolsun. Yüzdükçe yüzüp gi­denlere andolsun". (Naziat/1-3) Bu da ölüm anında herkesin karşı­laşacağı müşahededir.
Allah Teala pişmanlık ve kaybedişlerinden dolayı bu anı onlar için olabildiğince ağırlaştırmaktadır. Havas ise, daha evvel müşa­hede ettikleri için o dehşetten paylarını almış olurlar. Onlar, seva­bın geleceğini düşünür ve diğer kulları bir kenara bırakarak bu­nunla meşgul olurlar. Onlar, Hakk'm şahitliği görevini yerine geti­rir, gizli ve açık, latif ve örtülü, maruf ve münker bakımından O'nun kendilerini şahit tutmasıyla tasarrufta bulunurlar. "Allah emrinde galib gelecektir. Ama insanların çoğu bilmez". (Yusuf/21) Allah Teala'nm galib geldiği hiçbir zaman ortaya çıkamaz. O'nun onlara galip kıldığı ise, daima üstün gelir. Allah Resulü (sav* bu-yurdu ki: "Sözün en doğrusu, şairin şu sözüdür: Dikkat edin, Allah dışında herşey boştur".[63][89]
Allah Teala buyurdu ki: "Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunlar arasında durmadan iner; sizin ger­çekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve ilmiyle herşeyi kuşattı­ğını bilmeniz için". (Talak/12) İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Eğer bu ayeti tefsir etseydim, küfre düşerdiniz'. Yanındakiler, 'Nasıl olur?' diye sordular. O da şöyle dedi: Onu inkar ederdiniz. Bu inkarınız da sizi küfre götürürdü.
Onun bu sözü başka bir lafızla şöyle de rivayet edilmiştir: Eğer Küçük Nisa -Talak'ı kasdediyor- süresindeki ayeti size tefsir etsey­dim, beni taşlardınız. Yani beni tekfir ederdiniz. Çünkü o günün müslümanları sadece dinden çıkanları öldürürlerdi.
Yine ondan 'cemî'an=tümü, hepsi' kelimesinin tefsiriyle ilgili şu söz nakledilmiştir: Herşeyde O'nun isimlerinden bir harf adı bulu­nur. Herşeyin ismi de O'nun ismindendir. Sizler, tamamen O'nun isim, fiil ve sıfatları kapsamında bulunursunuz. O'nun kudretiyle konuşur, hikmetiyle güçlenirsiniz.
Ebu Muhammed Sehl de (ra) üstteki ayeti bu manada yorumla­yarak şöyle demiştir: Gökten, yakin kadar yüce hiç bir şey inmemiş­tir. Heva nefsi tayy edildiğinde yedi gök, yedi üst ve yedi alt gökte kaybolur. Nefsin tayyı, yine tayy edildiğinde üst ve alt gökler arş ve seranın melekûtunda kaybolurlar. Tayym tayyı silindiğinde arş ve sera ceberut-i A'la'da kaybolurlar ve Ezeli, Evvel olan hazır olur.
İkinci hadis kaybolup son bâtının zahir olması, örtülü zahir giz­lendiğinde sözkonusu olur. Böylelikle de kul şehitler mertebesine yükselir. Çünkü Allah Resulü (sav) "Dikkat edin, Allah dışında her­şey boştur" buyurmuştur. Allah Teala, o kuluna ufuklardaki ayet­lerini göstermiş ve hak kendisine açık bir şekilde görünmüştür: "Ayetlerimizi onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz O'nun Hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkat edin, gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuş­ku içindedirler. Dikkat edin, gerçekten O, herşeyi kuşatandır". (Fussilet/53-54)
Allah Resulü (sav), 'Allahım, bana dünyayı kendi gördüğün gi­bi göster1 diyen birine şöyle buyurmuştur: "Sakın böyle deme, çün­kü Allah Teala dünyayı senin gördüğün gibi görmez. Ama şöyle dua et: Allahım bana dünyayı, salih kullarının gördüğü gibi gös­ter". İşte bu, Allah ehlinin şehadetidir. Birinci şahitlik bunda fena bulmuştur. Tıpkı bu ilk şahitliğin, dünya ehlinin müşahedesini kaybettirmesi gibi.
Bu makamın açığa çıkarılması ve bu şahitliğin izharı, ancak sıddıklar arasında çok sağlam makama sahip olan şehid/şahide helal olur. Hikmet sahibi der ki: O'nun manaları o kadar yücedir ki şüheda dışında bütün gözlerden gizli tutulmuştur. Şüheda züm­resi, Kur'an'da vukufıyet sahibi olup bu bilgileri yayma korkusun­dan emin olan kimselerdir. Çünkü rubûbiyet sırrını ifşa etmek, bü­yük bir günahtır. es-Sırr olan Hak Teala'mn sırrım ilan etmek kü­fürdür.
Zahid, eğer bakışıyla duyup şahitlik edenlerden biri-olabilmek için gereken Hak Teala'mn müşahedesine henüz ulaşamamışsa zühd sahibi olduğu şeyi köpük mesabesinde görmek zorunda kalır. Kalbinin zikriyle bildiklerini de unutur. Buna rağmen Allah katın­da, belli bir ecir ve nuru olan bir şahittir. En ulu Şahid olan Hak Teala da böyle buyurmaktadır: "Rableri katında şehidlerdir ve on­ların ecir ve nurları vardır". (Hadid/57) O'nun müşahedesine şahit olmayan biri nasıl şehid/şahid olabilir ki? Olsa bile, şehadetin nu­ru olmaksızın Evveliyyet sıfatını nasıl müşahede edebilir ki ? O'nun vahdaniyetinin nuru olmaksızın O'nun kayyûmiyetini nasıl müşa­hede edebilir ki? Kim bu nur olmadan böyle bir şahitlikte buluna­bilir ki? Bu noktaya yaklaş amay anlar içinse Allah Teala'mn şu buyruğu geçerlidir: "Ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır". (KatföO) Bu kul, öyle bir yerde kulak verir ki, Allah'a yakınlık makamına uzak bir yerdir. Böylelikle de beyan ve fîkir ehlinde olur.
Hak Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur: "İşte bu şekilde Al­lah, size ayetlerini açıklar; umulur ki dünya ve ahirette düşünür­sünüz". (Bakara/219-220) Yani dünyanın fâni ve geçici olduğu, ahi-retin ise baki ve kalıcı olduğu üzerinde düşünürsünüz de baki ve kalıcı olanı tercih eder, gelip geçici olana meyletmeyip onda zühd
gösterirsiniz. Çünkü sonu yokluk olanın, başı da sonuna benzer ve başı olmaz. Sonunda fena bulma olmayan ise, sanki daima mevcut gibidir ve bâkiliği bakımından başı da sonuna benzer.
Yüce Allah da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (A'la/17) Allah Teala ahireti, sonunda ba­ki kalacağı için kendi sıfatlarından iki sıfatla nitelemiş ve başka bir ayet-i kerimede "Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Ta-ha/73) buyurmuştur. Çünkü başka bir ayetinde de şöyle buyur­muştur: "Sizin yanınızdakiler tükenip gider, Bizim katımızdakiler ise bakidir". (Nahl/96)
O, müstağni olduklarını düşünen biz insanları küçülterek dün­yayı bize nisbet etmiş ve bizlere onun hakkında zühdü telkin eder­ken baki olduğunu bilerek Zatı'nı yüceltmek ve bizi ona özendir­mek için de ahireti kendine izafe etmiştir.
Kul, Allah Teala'mn bildirdiğini idrak ve O'nun kelamım dinle­yerek kazandığı anlayış sayesinde aklederek tasdik ettiği şeyi kalp gözü ve imanının yakini ile müşahede ettiği zaman, âhirini hiç ol­mamış gibi fâni kılmayacağı gibi, onu daima varolacakmış gibi ba­ki de kılmaz ve bu şekilde üstteki ayet-i kerimeyi hakkıyla tefek­kür eden ve ona şahitlikte bulunanlardan biri olur.
O, bu ayeti hakkıyla okuyanlardan ve imana layıkıyla sahip olanlardandır. Dünyada layıkıyla zühdde bulunur ve ahireti de hakkıyla arzular. O artık, dinde kuvvet, yakini imanda basiret sa­hibi olanlardan biridir. Bu güçleriyle baktığında ise dünyayı aşa­rak Allah Teala'ya ulaşır. Onun bütün azığı, takvasıdır.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Düşünüp ibret alası­nız diye her şeyi çift yarattık". (Zariyat/49) Yani Ferd olan Allah Te-ala'yı hatırlayarak bütün eşkâl ve zıtlardan O'na sığmasınız. Yine O şöyle buyurmuştur: "İbret alın ey basiret sahipleri". (Haşr/2) Bu ayette Allah Teala ile birlikte görebilen basiret sahipleri ifade edil­miştir ki onlar hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır: Kimilerine göre bunlar, Kitab'a kuvvetle sarılanlardır. Kimilerine göre, onun­la amel edenlerdir. Kimilerine göre ona yakinen iman edenler, di­ğerlerine göre ise, Kitab'ı yaşamada ciddiyet ve gayret gösterenler­dir. Her halükârda basiret sahibi bir kul, Kitab'a sıkıca sarılan ve namazı ikame eden ihsan sahiplerinin arasında yer alır.
Allah Resulü (sav) "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatar­ken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Al-i İmran/191) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti okuyup da onu düşünmeyenlerin vay haline! Onu okuyup da onun­la dudaklarını ıslatanların da vay haline!". Çünkü Allah Teala, gök­ler ve yer ile, onların gerisindeki cennet ve cehennem derecelerini ifadeyi murad etmiştir. Ki o da, Melik-i Batın ve Melik-i Kebir olan Allah Teala'ya yükselen melekûtun bilgisidir.
Gökler ve yer, aslında yükselen ve alçalan şeyleri ifade etmek­tedir. Allah Teala da arş ve seradan onları kuşatmış bulunmakta­dır. Gökler ve yer üzerinde düşünenler, bunu idrak ederler. Bu te­fekkür daha sonra o kula, melekûtun ardındaki izzeti açıkça göste­rir. Bilahare kalpler de yakin nurlarıyla şerhedildiği için fikirler melekûtu aşarak Ufuk-i A'la'ya ve Ceberut makamına ulaşırlar. Te­fekkür edenlerin gözleri keskinleşerek mevcut güçleriyle bunu mü­şahede ederler. Yakini imanlarının nurları ise, bu ortamı kuşatan eşyayı yakinen görmeye devam eder.
Bu durum, daha önce de anlattığımız bazı kulların durumudur ki onlar, Allah Teala'nm müşahede ettikleri hususunda kendilerine tenbihde bulunduğu kullar gibi keşfleri zahir olmayan kimselerdir. O kullar, O'nun gerisinde ve yakinen inandıkları O'nda olana da şahit olurlar.
Müminler için, dünya hakkında bundan aşağı ama yakın bir müşahede sözkonusudur. Bu müşahede, akıllar yoluyla oluşur ve onlar dünyanın sadece bir ceza olduğunu görürler. Nitekim bu me-yanda şöyle bir söz nakledilmiştir: "Dünya kula, sadece ona tuzak kurmak için açılır ve ondan da yalnız onun düşüncesinden dolayı uzak kalır".
Davud (as) hakkında rivayet edilen haberler arasında şunu gör­dük: "Allah Teala ona şöyle buyurdu: 'Bilir misin Adem'i niçin ağaç­tan yemekle sınadım? Çünkü onun günahını, dünyanın ümranı için bir vesile kıldım". Bu hitabın delaletine göre, Allah Teala'ya itaat, dünyanın yıkımına vesile olmak şeklinde görünmektedir ki bu da, zühddür. Böylelikle şu meşhur hadis de sıhhat kazanmaktadır: "Dünya sevgisi, her kötülüğün başıdır". Çünkü her türlü kötülük ve günahın temelinde dünya sevgisi ve ona düşkünlük yatar. Ama bu anlayış avama uygun değildir. Çünkü onlar, dünyanın imarıyla emrolunmuşlardır. Bu husus, havasdan bazıları için geçerlidir. On­ların sayıca diğerlerinden çok az olmaları da dünyanın imarında kusur oluşturmaz. Burada anlatılmak istenen, dünyanın imarının ehl-i dünya tarafından yapılması yönündeki iradedir. Adem (as) da kendisine yasaklanan ağacın meyvasmı yediği zaman midesi posa­yı çıkarmak için çalışmaya başlamıştı. Oysa, bu ağaç dışındaki hiç­bir cennet ağacının meyvası yiyenin midesini hareket ettirmezdi. Zaten Adem (as) ile eşi de bu sebeple o ağaçtan menedilmişlerdi.
Adem (as) yediklerini çıkarabilmek için cennette dolanmaya başladı. Allah Teala onunla konuşmak üzere bir meleği görevlen­dirdi. Melek ona, 'Ne istiyorsun?' diye sordu. Adem (as) 'Karnımda-ki bu acıdan kurtulmak istiyorum' dedi. Meleğe, Adem'e (as) şöyle demesi emredildi: 'Onu nereye çıkarabilirsin ki? Yataklara mı, kol­tuklara mı, akan nehirlere mi, yoksa ağaçların gölgelerine mi? Doğrusu sen dünyaya in'. Böylelikle Allah Teala kuluna lütufta bu­lunmuş oldu ve onu yeryüzüne indirdi. Allah Teala dünya meyvala-nnı mideyi çalıştırıcı kılmış ve onları sert ve posalı yapmıştır. Böy­le yapmak suretiyle de onların değersizliğini göstermiş ve O'nun sunacağı bozulmaz meyvalara rağbet edenleri dünya meyvalarm-dan müstağni kıldığını haber vermiştir.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya süslerinden hangisi ba­na hoş ve parlak görünmüşse, onun batını da bana gösterilmiş ve o süsten uzaklaşmışımdır. İşte bu da, Allah Teala'nın sevdiği ve ya­kın kıldığı dostlarına olan bir yardım ve inayetidir. Dünyayı ilk sı­fatıyla müşahede edenler, onun sonu hakkında yanılgıya düşmez­ler. Onun batini hakikatini tanıyanlar da, zahiri görünümüne hay­ranlık duymazlar. Onun sonu kendilerine keşf yoluyla gösterilen kullar da, onun süs ve yaldızını asla arzu etmezler.
İsa b. Meryem (as) şöyle derdi: "Vay halinize ey şer alimleri! Si­zin durumunuz, arının iğnesine benzer. Onun dışı kireç, içi ise pis kokuludur". Malik b. Dinar (ra) şöyle demişti: En büyük büyücüden sakının. Çünkü o, alimlerin kalplerini büyüler. Bu sözde kasdedi-len dünyadır. Batıl ile dünyaya karşı ihtiras besleyen kimse, kendi kendini öldürür. Dünyaya yönelik hırsı ve ona duyduğu sevgi daha da güçlenirse, başkalarının da ölümüne sebep olur.
Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Mallarınızı aranızda batılla/haksız yollardan yemeyin ve kendinizi öldürmeyin". (Ni­sa/29) Allah Teala, kişinin başkasını öldürmesini, onu Allah yolun­dan çıkarmasıyla ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Yahudi din adamlarından ve rahiblerden çoğu insanların mallarını haksız yol­lardan yerler ve Allah yolundan çevirirler". (Tevbe/34)
İsa (as) ile ilgili haberler arasında şöyle bir olay nakledilir: "O, havarilerinden bir toplulukla seyahat ederken, yolda yere açılmış altınlar görmüşlerdi. İsa (as) altınların başında durmuş ve, 'Bu ka­tildir, bundan sakının' demişti. Ardından arkadaşlarıyla beraber yoluna devam etmişti. Ama havarilerden üçü, altını almak için ge­ri döndüler. İkisi altının başında beklerken üçüncüyü en yakın şe­hirden yiyecek vs. almak için bir miktar altınla gönderdiler. Ama şeytan onlara şöyle fısıldıyordu: 'Bu malın üçe bölünmesine nasıl razı olurusunuz? Onu öldürün de mal sadece yarıya bölünsün'. Bu vesvesenin tesiriyle arkadaşlarını öldürmeye karar verdiler.
Arkadaşları ise yolda benzer bir fısıltıyla karşılaştı: 'Malın üçte birine nasıl razı olursun? O ikisini öldür de malın tamamı senin ol­sun,'. O da bu vesveseye kanarak çarşıdan yiyecekle beraber zehir de aldı ve yiyecekleri zehirledi. Arkadaşlarının yanma döndüğün­de, üzerine atılarak kendisini öldürdüler, sonra da getirdiği yiye­cekleri yemeye başladılar. Yemekten kalkamadan ikisi de zehirle­nerek öldüler. İsa (as) gezisinden dönerken onları altınların yanın­da ölü olarak gördü. Yanındaki havariler, bu duruma çok şaşırdılar ve 'Bunlara ne olmuş?' diye sordular. İsa (as) da kendilerine olup bi­teni anlattı."
İbnu'l-Mübarek'e, 'İnsanlar kimdir?' diye sorulmuştu. O da, 'Alimler5 cevabını verdi. 'Peki krallar kimlerdir* diye sorulunca, 'Za-hidlerdir' dedi. İbnu'l-Müseyyeb (ra) Ebu Zer'den (ra) şu hadisi nak-letmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Her kim dünyada zahid-lik yaparsa, Allah Teala onun kalbine hikmeti yerleştirir ve onu hikmetle konuşturur, dünyanın derdini de devasını da ona gösterir ve onu sağ selim cennete ulaştırır".
Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: "Dünya, yurdu olma­yanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayanlar onun için mal yığarlar".
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Bedir'de cihad eden sahabiler-den yetmişini gördüm. Onlar, Allah'ın helal kıldığı şeylerde, sizin haram kıldığı şeylerdeki çekingenliğinizden daha fazla çekingen ve zahidane davranıyorlardı.
Başka bir vesilede de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zorluk ve darlık halleri onları varlık ve rahatlık hallerinden çok daha fazla sevindirirdi. Eğer onları görseydiniz, 'Bunlar delirmiş' derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görselerdi, 'Bunlarda ahlak çok zayıf derlerdi. Kötülerinizi gördüklerinde ise, 'Bunlar Hesab Günü'ne inanmıyorlar1 derlerdi. Yine o, şöyle demiştir: Onlardan birine he­lal bir mal teklif edildiği zaman onu almaz ve şöyle derdi: 'Onun kalbimi bozmasından endişe ederim".
Kalbi olan kimse onu bozulmaktan korur, değişmesinden ve rı-za-i ilahiden uzaklaşmasından endişe eder, onun İslah ve irşadı için gayret sarfeder. Kalbi olmayan kimse ise, hevanın karanlıklarında bocalayıp durur. Kimbilir yüzüstü düşer de hem dünyayı, hem de ahireti kaybeder. Ya da dünyadan razı olarak ehli dünya ve Allah Teala'nm ayetlerine karşı ehli gaflet saflarına katılır. Böylelikle de yokluğa razı olmuş ve bunu, hiçbir şeyin kendisine benzemediği Hak Teala'ya tercih etmiş olur. Allah Teala böylelerini nitelerken şöyle buyurmuştur: "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya ha­yatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimiz­den habersiz olanlar". (Yunus/7)
Bu davranış, Allah Teala'dan yüz çevirmeyi hakettiren ve O'nun gazabını gerektiren bir davranıştır. Bunlar, Allah Teala'nm kendi­lerinden yüz çevrilmesini ve onlara yönelmenin terke dilmesini em­rettiği kimselerdir.
O, bu babda şöyle buyurmaktadır: "Şu halde sen. Bizim zikrimi­ze sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur". (Necm/29) O, başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve hevasma uyan ve işinde aşırılığa giden kimseye itaat etme". (Kehf/18) Yani o, Allah Teala'nm yasaklarım çiğnerken, emrettiklerini yapmada da kusur eder. Başka bir tefsirde ise, böyle birinin helake yönelmiş olduğu söylenmiştir.
Allah Teala, dünya ehline karşı buğzundan dolayı Resulü'ne (sav) de onlara gıptayla bakmayı yasaklamış ve onların taşıdıkları süslerin kendileri için yalnız fitne olduğunu haber vererek zühd ve kanaatin daha hayırlı ve kalıcı olduğunu bildirmiştir. O, bu mana­ları ihtiva eden ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bazıları­na, kendilerini onunla sınamak için yararlandırdığımız dünya ha­yatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131)
Ayette tavsiye edilenin kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, günübirlik geçim olduğu söylenmiştir. Diğer bir tefsirde ise, dünya hayatındaki zühd olduğu söylenmiştir. Allah Teala'mn Kitabı'na en uygun olan da budur. Şu ayet-i kerime de buna delalet etmektedir: "Ahiret, daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Ala/17) Yine "Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Taha/131) ayetinin tefsirinde de dünyada zühd sahibi olmak denilmiştir. Yine O, başka bir ayetinde "Allah'ın bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır" (Hud/86) buyurmuş ve tefsirde bunun kanaat olduğu söylenmiştir. Başka bir tefsirde ise, helal kazanç olduğu söylenmiştir.
Konuyla ilgili olarak rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir: "Allah Resulü (sav) ashabıyla birlikte on aylık gebe develerden olu­şan bir sürünün yanından geçti. -Bunlar, sahabenin en sevimli ve en değerli hayvanlarıydı. Çünkü bunlar, bineğe uygun, ete, süte, yavruya ve tüye sahip hayvanlardı.
Allah Resulü (sav) bunları insanların hayırlılarına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur: İnsanlar, yüz deve gibidir ki içlerinde bir ta­ne hamile deve bulamazsın.[64][90] Yani develerin sayısı çoktur. Ama yukarıdaki beş meziyeti taşıyan dişi develer ise azınlıktır. Allah Te­ala bu meziyetleri taşıyan develerle ilgili şöyle buyurmuştur: "Ge­be develer, kendi başına terkedildiği zaman". (Tekvir/4) Yani Kıya-met'in dehşetinden dolayı sahipleri bu değerli develeri terkettiği zaman.- Allah Resulü (sav) gebe develerden yüzünü çevirdiği gibi onları görmemek için gözünü aşağı eğdi.
Bunun üzerine, 'Ey Allah Resulü, bunlar bizim en değerli mal­larımız,  onlara niçin bakmıyorsun?' dediler. Allah Resulü (sav)'Rabbim beni bundan menetti' buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi oku­du: "Onlardan bazılarına, kendilerini onunla sınamak için yarar­landırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbi­nin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131)
Ömer (ra) de "Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda har-camayanlar ise, onlara da acıklı bir azap müjdele" (Tevbe/34) ayet-i kerimesinin nüzuluyla ilgili şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: Dinar ve dirhem kahrolsun. 'Allah Teala bi­ze altın ve gümüş saklamayı yasakladı. Peki ne biriktirilebilir?' di­ye sorduk. Buyurdu ki: 'Herbiriniz, zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kendisine ahiret işlerinde yardım edecek saliha bir eş edin­sin".94 Huzeyfe'nin (ra) Allah Resulü'nden (sav) rivayet ettiği hadis-i şerif ise şöyledir: "Her kim dünyayı ahirete tercih ederse, Allah Teala onun kalbini üç şeye müptela eder: Kalbinden asla çıkmayan bir kaygı. Asla kurtulamadığı bir fakirlik. Asla doymayan bir hırs". Ali b. Ma'bed'den Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla şu mürsel hadis ri­vayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Bilmemenin ken­disi için bilmekten daha sevimli olmasına ve bir şeyin azlığı onun çokluğundan daha sevimli görünmesine kadar kulun imanı kema­le ermez".[65][91]
İsa b. Meryem (as) hakkında nakledilen haberlerden biri de şöy­ledir: "Dünyaya ahirete geçmek için yapılmış bir köprüdür. Siz o köprüyü geçin, onu imara çalışmayın'. Adamın biri ona, 'Seyahatin­de beni de götür1 demişti. O da, 'Neyin var, sen de çık gel ve beni iz­le' demişti. Bunun üzerine adam, 'Yapamıyorum' dedi. İsa da (as), 'Zengin cennete çok zor girer buyurdu. Bu sözün başka bir rivaye­tinde 'En arkadan girer' dediği nakledilmiştir. Bir defasında da ona şöyle demişlerdi: Ey Allah'ın Peygamberi, eğer bize emretsen, için­de Allah Teala'ya ibadet edeceğimiz bir mabed yapardık'. Bunun üzerine İsa (as), 'Öyleyse gidin ve su üstünde bir mabed bina edin' dedi. Yanındakiler, 'Suyun üstünde bina durur mu?' diyerek şaşkın­lıklarını ifade ettiler.
O zaman İsa (as) kendilerine şöyle dedi: Peki dünya sevgisi üze­rinde ibadet nasıl durur?. Yine o, şöyle derdi: Sizden biri, Allah Teala'ya ibadetiyle övülmeyi istemedikçe ve dünyayı kimin yediğini önemsemedikçe imanın hakikatine ermiş olmaz".
Bişr b. Hars şöyle derdi: Takva, ancak zühd ile güzelleşir. Yine o, bir defasında şöyle demişti: İbadet, zenginlere yakışmaz. Zengin­lerin ibadeti, çöplüğün üzerindeki bir bahçe gibidir. Fakirin ibade­ti ise, bir güzelin boynundaki mücevher gerdanlık gibidir. Allah Te-ala'dan Kitabı'ndan da bu manada esaslar çıkarmaktayız. O, iba­det noktasında fakir kullarını vasfederken şöyle buyurmuştur: "(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir.." (Bakara/273) Allah Teala yine onları vasfederken şöyle buyurmuş­tur: "Onları rüku edenler, secdeye kapananlar olarak görürsün". (Feth/29) İbadet elbisesi, fakirlikten dolayı sim alarmdaki güzellik nedeniyle onlar üzerinde çok güzel görünmüştür.
Lokman (as), şeytanın insana gelebileceği noktalardan sakın­ması hususunda oğluna öğütte bulunurken şunu söylemiştir: "Eğer sana fakirlik tarafından gelirse ona, 'asıl zenginin Allah Teala'ya itaat eden, asıl fakirin de O'nun haramlarım çiğneyen kimse oldu­ğunu' söyle. Eğer seni zenginliğe özendirirse, o zaman da 'zengin­likle kıraati birleştirmenin güzel olmayacağını' söyle".
Selef-i Salih'den bir zat şöyle demiştir: Allah Teala'yı hakkıyla bilen kimseler, vaaz ve hikmeti zühd sahiplerinden başkasından dinlemeyi reddeder ve şöyle derlerdi: Dünyaya sarılanlar, bu konu­larda konuşmaya ehil değildirler. Bu, onlara uygun değildir.
İsa (as) ile ilgili olarak şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Al­lah Teala ona vahiyde bulunarak şöyle buyurmuştu: Ey Adem oğlu, dünya hayatında ona veda eden ve Allah'ın katmdakilere rağbet eden kimsenin ağlayışıyla ağla. Dünyadan yetecek kadarıyla iktifa et, sana ondan kuru ekmekle kaba giysiler yetsin. Sana hakkı söy­lerim ki, dünyadan aldıkların ve infak ettiklerin günüyle saatiyle yazılıdır. Buna göre davran, çünkü sen bundan sorumlusun. Eğer salih kullanma vaadettiklerimi görseydin nefsin silinip giderdi". İsa (as) şöyle derdi: "Dünyanın tadı, ahiretin acısıdır. Elbisenin gü­zelliği kalbin kibir ve gururu, karnın dolu oluşu nefsin gücü ve kudretidir. Şunu nak olarak söylüyorum ki, bir hasta yemeğin ta­dından nasıl lezzet alamazsa, dünyaya aşık olan da ibadetin tadını aynı şekilde alamaz".
Dünyada zühd sahibi olmanın görünümlerinden biri de, yumu­şak, dikkat çekici ve gösterişli giysilerden uzak durmaktır. Çeşitli tatlardaki leziz yemeklere düşkün olmamak, nimet içinde yüzenle­rin arzu ettikleri şehvetlerden uzak durmak ve lükse düşkün olan­ların aşina oldukları lüks alet ve ev eşyası ile zinetleri terketmek de zühdün tezahürlerindendir
Bir şeyin, birden fazla işte kullanılması da zühdün göstergele-rmdendir. Selef-i Salih'in hayatlarında da bunu görmek mümkün­dür. Onlar, ev eşyasında azla yetinirlerdi. Ehli dünya ise, bunun tam aksine bir iş için birden fazla eşya kullanırlar ki bu da, çokluk­la övünmenin tezahürlerinden ve dünya kapılarından biridir. Se­leften bir zat şöyle der: Nüsk yani Allah'a hakkıyla kulluğun baş­langıcı giysiden geçer.
Ulemadan bir zat da şöyle demiştir: Giysisi yumuşak olanın dindarlığı da yumuşak olur.
İbni Mesud (ra) şöyle demiştir: Kalp kalbe benzeyinceye kadar giysi de giysiye benzemez. Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bezazet imandandır".[66][92] Bezazet, giysi bakımından diğer insanlara yakın olmaktır.
Bu hususu açıklayan bir diğer hadis de şöyledir: "Kim imkanı varken sırf Allah Teala'ya karşı tevazuundan dolayı güzel bir elbi­seyi terkederse, Allah Teala da onu cennet hülleleri arasında mu­hayyer kılar ki dilediğini seçebilsin"[67][93]
Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir: "Her kim, Allah Teala uğ­runa bir zineti terkeder, O'na karşı tevazuundan dolayı ve rızasını umarak güzel bir elbiseyi çıkarırsa, Allah Teala'mn onun için yakut dolaplarda cennet ipekleri hazırlaması haktır".
"Allah Resulü (sav) Küba halkına konuk olduğunda O'na süt ve bal karışımı bir içecek sunmuşlardı. O, bardağı yere bıraktı ve şöy­le buyurdu: Ben, bunu haram kılıyor değilim. Fakat Allah Teala'ya karşı tevazumdan dolayı içmiyorum". Sıcak bir yaz günüde de Ömer (ra) kendisine soğuk su ve bal getirmişti. O şöyle buyurdu: "Beni bunun hesabından uzak tutun. Allah Teala peygamberlerin­den birine şöyle vahy etmiş tir: 'Velilerime de ki: Benim düşmanlarımm giysilerini giymeyin. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girme­yin. Yoksa onlar gibi, sizler de düşmanlarım olursunuz".
Bişr b. Mervan Küfe camiinin minberinde halka hutbe verirken Sahabeden bir zat şöyle demişti: Emirinize bakın; üstünde fasıkla-rın giysileri varken, insanlara vaazda bulunuyor?! Bunun üzerine, emirin ne giydiğini sorduk. Yumuşak bir elbise giydiği söylendi.
Amir b. Abdullah b. Rebia, Ebu Zerr'in (ra) yanma gitmiş, üs­tündeki gösterişli giysilere bakmadan zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zerr (ra) avucuyla ağzını kapattı ve seslice yellen­meye başladı. Amir buna çık kızdı ve İbni Ömer'e (ra) giderek şöy­le dedi: 'Kardeşiniz Ebu Zerr'in bana ne yaptığını görüyor musu­nuz?' O da, 'Ne yaptı ki?' diye sordu. Bunun üzerine Amir, 'Ona züh­dü anlatıyordum. Benimle alay etmeye başladı' dedi. İbni Ömer (ra) de şunu söyledi: Sen kendi kendine yapmışsın. Ebu Zerr gibi bir za­ta bu gösterişli elbiseyle gidiyor ve bir de zühd hakkında konuşu­yorsun?!
Ali (kv) de şöyle demiştir: Allah Teala hidayet imamlarından şu ahdi almıştır ki onlar, insanların dünyalık bakımından en altta ka­lanlarından olacaklardır. Böylelikle zenginler de onlara uyacak ve fakirlikleri de yoksul kimseleri ayıplı kılmayacaktır.
Ömer (ra) sert pamuklu giysiler giydiği için kınanmıştı. Gömle­ğinin fiyatı üç beş dirhemi geçmezdi. O, parmaklarından uca sar­kan kısımları keserdi. Giyimi hakkında şöyle derdi: "Bu, tevazuya daha yakın ve bir müslümamn gözetmesi gerekene daha uygun­dur". Bir defasında Yemen yapımı hırkalar gelmişti. Ömer (ra) on­ları teker teker sahabeye dağıttı. Bilahare Cuma günü hutbe için minbere çıktı. Üstünde Hülle vardı. HuUe, Araplar tarafından aynı cinsten yapılmış iki parçadan oluşan elbiseye denirdi. O dönemde giyilen en güzel giysiydi. Ömer (ra) bu fıalde, Dinleyin, dikkatle dinleyin' diyerek hutbesine başladı.
O anda Selman (ra) ayağa kalktı ve 'Allat'a yenin olsun ki din­lemeyiz, Allah'a yemin eierim ki dinlemeyi?' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'Ne oldu ki?' rüye sordu. Selman aa 'Çünki sen bize tek tek hırka verdin. Kendin ise hülle giydin ve dünyalıkla bizim üstü­müze çıktın' dedi. Ömer (ra) tet essüm etti v« şöyle dedi. 'Ey Ebu Ab­dullah, acele et cin Allah sana merhamet t uyursun. Kendi giysimi yıkamıştım. Abdullah b. Ömer'in hırkasını ödünç aldım ve onu ken­di hırkamla beraber giydim'. Bunun üzerine Selman (ra), 'Şimdi ko­nuş ki seni dinleyelim. Allah Resulü (sav) nimetlerden aşırı yarar­lanmayı yasaklamıştı' dedi. Ömer de (ra) 'Muhakkak ki Allah Tea-la'nm hakiki kulları, nimetlerden aşırı yararlanın değildirler5 dedi.
Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken saçı başı dağınık ve çıplak ayakla gezerken görülmüştü. Kendisine, 'Sen bir emirsin, nasıl böyle olursun?' denildi. O da, 'Allah Resulü (sav) bizi refah düşkün­lüğünden menetti ve bize bazen çıplak ayakla da yürümeyi emret­ti' dedi.
Ömer (ra) hakkında şöyle bir olay nakledilmiştir: Bir defasında insanlara hitab ederek, 'Allah için bende bir kusur gören varsa ri­ca ediyorum bana bildirsin' dedi. Bir genç kalkarak şöyle dedi: Sen­de iki kusur var. Ömer (ra) 'Allah sana merhamet buyursun, nedir onlar?' diye sordu. Delikanlı, 'Elbiselerini birbiri ardınca giyiyor ve ekmeğine katık katıyorsun' dedi. Bunun üzerine Ömer (ra), ölünce­ye kadar elbiselerini ardarda değiştirerek giymedi ve ekmeğine ka­tık katmadı.
Ali (kv) de bir defasında Ömer'e (ra) şöyle demişti: 'Eğer senden önceki iki yoldaşına katılmak istiyorsan, giysine yama vur, izarını tersyüz edip giy ve ayakkabını tamir edip doyurmayacak kadar ye­mek ye'. Ömer (ra) kendisi de şöyle derdi: "Avurtları çökertin, besi­li olmaktan ve şişmanlamaktan korkun. Kisra ve imparatorunki gibi acem giysilerinden sakının". Ali (kv) de şunu söylemiştir: "Kim bir kavmin giysisini giyerse, o onlardandır".
Allah Resulü'nün (sav) daha ağır bir ifade kullandığı rivayet edilmiştir: "Ümmetimin en kötüleri, türlü nimetlerle beslenen, ye­meklerin çeşitlerini isteyen, giysilerin türlüsüne talip olan ve avurtlarını doldura doldura konuşanlardır".
Umeyr b. Sa'd (ra) Humus valisi olarak Ömer'in (ra) yanına gel­diği zaman, Halife kendisine, Tanında dünyalık olarak ne var ey Umeyr?' diye sormuştu. O da şu cevabı verdi: Dayandığım ve yolda karşıma çıkan yılanları öldürdüğüm bir değneğim, azığımı taşıdı­ğım bir heybem, içinde yemek yediğim, başımı ve giysilerimi yıka­dığım bir çanağımla içme ve abdest suyunu aldığım bir destim var. Bunun   dışındaki   dünyalıklar,   maiyetimde   bulunanlara   aittir1.
Ömer (ra), 'Doğrusun ey Umeyr, Allah Teala sana merhamet buyur­sun' dedi.
Halife Humus halkına bir mektup yazarak şehirdeki fakirlerin isimlerini kendisine bildirmelerini istemişti. Onlar da fakirlerin isimlerini yazdıkları mektuba Said b. Cüzeym -hatta denir ki Umeyr b. Sa'd'm- ismini de yazmışlardı. Ömer (ra) 'Said b. Cüzeym de kim? diye sorduğu zaman, 'Bizim emirimiz ey müminlerin emiri' demişlerdi. Bunun üzerine Ömer (ra) 'O da mı fakir?' diye sorunca, 'Evet, şehrimizde ondan daha fakiri yoktur' demişlerdi. Ömer (ra), Teki maaşını ne yapıyor?' diye sorunca, Humuslular, 'Onun tama­mım dağıtır, kendisi ve ailesi için hiçbir şey alıkoymaz' dediler.
Bunun üzerine ona dörtyüz dinar göndererek kendisi ve ailesi­nin ihtiyaçları için kullanmasını istemişti. Para Umeyr'e (ra) ula­şınca, derhal onu alarak hanımının yanma gitti. Sürekli ağlıyordu. Hanımı, 'Neyin var? Yoksa müminlerin emiri mi Öldü?' diye sordu. Umeyr 'Daha da kötü!' diye cevap verdi. Hanımı, Toksa müslüman-larda parçalanma mı oldu?' diye sorunca, 'Daha da beter1 dedi. Te­ki ne oldu?' deyince şöyle dedi: 'Bana dünya/hk geldi. Allah Resulü (sav) ile beraberken dünya bana açılmamıştı. Ebu Bekir'in (ra) dev­rinde de dünya bana açılmamıştı. Ama Ömer'in (ra) günlerine bıra­kıldığımda iş değişti. En kötü günler, Ömer'in (ra) günleri'.
Sonra da Halifenin kendisine gönderdiği paradan sözetti. Hanı­mı, 'Canım sana fedadır. Onu dilediğin gibi harca' dedi. Umeyr (ra), Teki yapmak istediğimde bana yardım eder misin?' diye sorunca, hanımı 'Tabii ki' dedi. Umeyr (ra), 'Öyleyse bana şu hırkayı ver1 de­di. Sonra hırkayı parçalamaya başladı. Parçaları kese şeklinde dü-ğümlüyor, içlerine üçer, beşer, onar dinar para koyup düğümlüyor-du. Sonunda paranın tamamını keseciklere ayırarak bitirdi. Sonra da onları bir torbaya koyarak koltuğunun altına aldı ve dışarı çıktı. Yolda müslüman askerlerden oluşan bir orduyla karşılaştı. Bun­lar cihada giden erlerdi. Askerlerin durumlarına göre keseleri onla­ra dağıttı ve Ömer'in (ra) gönderdiği paradan tek bir dinarı dahi ai­lesi için alıkoymadı. İşte Allah Resulü'nün (sav) ashabı ve ihsan üzere onlara tabi olanlar böyle yüksek sıfat ve erdemlere sahiptiler. Iyaz b. Ganem , ümmetin iyileri hakkında Allah Resulü'nden şu hadisi rivayet etmiştir:
"Ümmetimin iyileri arasında, Mele~i A'la'nm bana bildirdiğine göre öyleleri vardır ki onlar, Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O'nun azabının korkusuyla da gizli gizli ağlar­lar. Onların rızkı halka çok hafif gelirken, kendilerine çok ağır ge­lir. Eski elbise giyer ve ruhbanlara uyarlar. Bedenleri dünyada, gö­nülleri ise arştadır".
Ebu'd-Derda'nm (ra) abdal zümresini vasfedişi esnasında ken­disine şunu sormuştuk: 'Bu sıfatlara biz nasıl sahip olabiliriz?, On­lardan biri olmam için ne yapmam gerekir?' Dedi ki: Ey kardeşimin oğlu, seninle bu yolun başı ve ortası arasında şunlar vardır: Dün­yada zühd sahibi olman, ahirete bütün kalbinle yakinen inanman ve onun için amelde bulunman'. Bir hadiste ise Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Muhakkak ki Allah Tea­la giydiğini önemsemeyen üstbaşı, dökük kimseyi sever".
Sevri ve Fudayl (ra) şöyle demişlerdir: Allah Teala şerrin tama­mını bir ev kılmış ve dünya düşkünlüğünü de onun anahtarı yap­mıştır. İyiliğin tamamını da bir ev kılmış ve dünyada zühdü onun anahtarı yapmıştır.
Yusuf b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri'ye (ra), 'Amellerin hangisi da­ha üstündür?' diye sorulmuştu. Onlar da, 'Dünyada zühd sahibi ol­mak' demişlerdir. İsa'dan (as) rivayet edilen sözün zahiri de bu me-yandadır. Biz bu sözü, Allah Resulü'nden (sav) öğrenmiş bulunuyo­ruz: "Dünya sevgisi, her türlü günahın başıdır".
Bunun üzerinde düşünüldüğü zaman, dünyayı sevmemenin de bütün sevapların başı olacağı anlaşılmaktadır. Seleften bir zat şöy­le derdi: "Günah olarak, asla bağışlanmayan dünya sevgisi yeter". Bundan daha ağır bir söz Süfyan'dan (ra) rivayet edilmiştir. Yahya b. Süleynı et-Taifi, merfu olarak Allah Resulü'nün (sav) şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Eğer bir kul, bütün sema ve arz ehli­nin ibadeti kadar ibadette dahi bulunsa, kalbinde dünya sevgisi bulunduğu zaman Allah Teala ahirette onu öyle bir mevkiye yerleş­tirir ki onu, bütün yaratılmışlara teşhir eder: Muhakkak ki falan oğlu falan Allah Teala'mn buğzettiğini sevmiştir".
Yahya b. Cabir et-Ta'i, Amr b. el-Esved el-Anesi'nin (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: Asla dikkat çekici bir elbise giymem. Asla üs­tümde dinar varken uyumam. Asla boş işe girişmem ve asla karnımı tamamen doldurmam". Ömer (ra) şöyle demiştir: Allah Resu­lü'nün (sav) hidayetine bakmaktan hoşlanan kimse, Amr b. el-Es-
ved'e baksın.
Allah Resulü (sav) bir sefer dönüşünde Fatıma'mn (ra) yanma uğramıştı. Kapısında bir perde ve kollarında da gümüşten iki bile­zik gördü ve geri döndü. Bir süre sonra Ebu Rafı' (ra) onun yanma gittiğinde ağladığına şahit oldu ve nedenini sordu. Fatıma (ra) da, Allah Resulü'nün (sav) geri dönüşünü anlattı. O da Allah Resulü'ne (sav) eve girmeyiş sebebini sordu. Allah Resulü (sav) de kapıdaki perde ve iki bilezik yüzünden girmediğini söyledi.
Bunun üzerine Fatıma (ra) perdeyi yırttı, iki bileziği de Bilal (ra) ile Allah Resulü'ne (sav) gönderdi. Onları sadaka olarak verdi­ği ve dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği haberini iletti. Allah Resulü (sav) de, Bilal'e (ra) onları pazarda satıp parasını Suffe as­habına dağıtmasını söyledi. O da iki bileziği iki buçuk dirheme sat­tı ve parayı Suffe ashabına sadaka olarak verdi. Allah Resulü (sav) kızı Fatıma'mn (ra) yanına giderek, 'Babam sana feda olsun, en gü­zelini yaptın' buyurdu.
Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şöhret uyandıran giysi giymiş hiçbir kul yoktur ki, Allah katında sevgili bir kul olsa dahi onu çıkarıncaya kadar Allah Teala ondan yüz çevirmiş olmasın"[68][94]
Süfyan-x Sevri ve diğerleri şöyle demişlerdir: Öyle bir elbise gi­yin ki sizi alimler nezdinde meşhur, cahiller nezdinde hakir göster­mesin. Yine o, şöyle derdi: Ben dua ederken yanıma bir fakir uğrar­sa, onun geçmesine karışmam. Ama ehli dünyadan bir kişi uğradı­ğında, üstündeki gösterişli elbiselerden dolayı hiddetlenerek onun geçmesine izin vermem.
Bir zat şöyle demiştir: Zenginlerin hiçbir mecliste Sevri'nin meclisindeki kadar zelil kılındığını görmedim. Fakirlerin de hiçbir mecliste Sevri'nin mecilisindeki kadar aziz kılındığını görmedim. Başka biri ise şunu söylemiştir: Bizler Sevri'nin meclisine oturdu­ğumuzda, onun iltifat ve taziminden dolayı fakir olmayı arzu eder­dik. Diğer bir zat ise şunu söylemiştir: Alim ancak o kimsedir ki, fa­kir onun yanından zengin, zengin de fakir olarak ayrılır. Yine birzat şöyle demiştir: Süfyan-ı Sevri'nin (ra) giysilerine ve ayakkabı­larına sadece bir dirhem dört kuruş değer biçtim.
İbni Şübrüme şöyle derdi: Giysilerin en hayırlısı, bana hizmet eden; en kötüsü ise benim hizmet ettiğimdir. Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Benim için giysilerin en güzeli beni kullanmayan­dır. Yemeklerin en lezzetlisi ise, kendisi için ellerimi yıkamak zo­runda kalmadığımdır. Ulemadan bir zat şunu söylemiştir: Seni sı­radan insanlara karıştıracak giysiler giy, seni şöhretli kılarak sana bakılmayı sağlayacak giysiler giyme. Ömer'in (ra) giysisinde ondört yama saydık ki bunların bir kısmı deridendi. Başka bir zat ise şöy­le demiştir: Adem oğlunun sırtındaki giysilerin çokluğu, Allah Tea-la'dan ona bir cezadır.
el-Havvas (ra) iki parça izardan veya bir gömlek ile altında bir etekten fazlasını giymezdi. Gömleklerinin ucuyla da başlarını ör­terlerdi. Fakir için müstehap olan bu olduğu gibi, giysinin sınırı da budur. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: "Giysi üç türdür: Allah Teala için giyilen giysi; Nefs için giyilen giysi ve halk için gi­yilen giysi. Allah Teala için giyilen,avret mahallini örtüp içinde farzları eda edebildiğiniz giysidir. Nefs için olan ise, yumuşaklık ve şıklık aradığınız giysidir. Halk için olan da, gösterişli ve süslü giy­sidir. Bir giysi, hem Allah Teala, hem de nefs için olabilir".
Ulemadan bazıları kırk dirhemin -başka bir görüşe göre yüz dirhemin- üstünde değere sahip olan giysilerin giyilmesini mekruh görürlerdi. Bu değerlerin üstünde olan giysileri, israf ve aşırılık olarak görürlerdi. Ulemanın çoğunluğu ve tabiunun ekseriyetine baktığımızda giysilerinin değerlerinin yirmi ile otuz dirhem arasın­da olduğunu görürüz. İlk sahabilerin giysileri ise on iki dirhem ci­varındaydı. Onlar genellikle yirmi küsur dirhem kıymetinde iki parçalı elbise giyerlerdi.
Allah Resulü (sav) de dört dirheme bir elbise satın almıştı. O'nun iki elbisesinin değeri de on dirhem ile bir dinar arasındaydı. Allah Resulü'nün (sav) izarınm boyu dört buçuk arşın idi. O, üç dir­heme de birkaç şalvar almıştı. Yünden dokunmuş iki adet beyaz ih­ram giyerdi. Bunlar, aynı tür iki bölümden oluştuğu için hülle ola-rakta anılırdı. Belki, aynı cinsten iki esvap da giymişti. Muhteme­len Yemen işi hırkalardan veya kaba olan Sehuli'lerden de iki tane giymişti.
Bir hadiste Allah Resulü'nün (sav) gömleğinin iki giysi gibi dur­duğu söylenmiştir. Allah Resulü (sav) hayatında yalnız bir gün, iki-yüz dirhem değerinde ince ve saf ipekten yapılmış sarı çizgili bir hırka giymişti. O gün ashabı hırkaya dokunuyor ve beğenilerinden dolayı, 'Bu sana cennetten mi indi?' diye soruyorlardı. Halbuki onu İskenderiye Kralı Mukavkıs hediye etmiş ve hediyesini kabul etme lütfunda bulunmasını ve onu giymesini rica etmişti.
Allah Resulü (sav) ashabının ilgisi üzerine bu hırkayı çıkardı ve onu müşriklerden birine gönderdi. Ardından da ipek ve halis ipek dibace kumaşını yasakladı. O'nun ipeği giymiş olması, sonrakiler için koyduğu yasağın teyidi anlamında olabilir. Bilindiği üzere, al­tın yüzüğü de sadece bir gün takmış, sonra da onu çıkarıp atmış ve erkekler tarafından takılmasını yasaklamıştı.[69][95] O'nun Aişe'ye (ra) cariye hakkında, 'Onun ailesine vela akdini şart koş'[70][96] buyurması ve Aişe'nin (ra) bunu şart koşmasından sonra minbere çıkarak bu tür akdi yasaklaması da buna örnek verilebilir. Bu da, sözkonusu yasağı pekiştirme yönünde bir davranıştır.
Aynı şekilde Mut'a nikahını da üç zaman mubah kıldıktan son­ra yasaklamış ve bunu nikah emrini pekiştirmek için yapmıştır. Bazı dünya alimleri, bunlara dayanarak, nefislerinin telkinlerine uyar ve insanları bunlarla kendilerine çağırır ve Allah Teala'ya da­vet ettikleri iddiasında olurlar. Oysa onlar, müteşabih hadisi tevil yoluyla çarpıtmaktadırlar. Yoldan çıkmışlar da, Kur'an ayetlerini tevil ederek çarpı tmışl ardır. Bunu yaparken de fitne umarak heva ve arzularına tabi olmuşlardır. Bir gayeleri de, bu tevilleriyle dün­yalık kazanmak olmuştur.
Allah Resulü'nün (sav) hadisleri de, Kur'an ayetleri gibi, nasih-mensuh, muhkem-rnüteşabih ve hass-'amm kısımlarına ayrılmak­tadır. Heva ve dünya ehli alimler, Allah Resulü'nün (sav) söz ve fi­illerindeki muhkem sünnetten yüz çevirerek yukarıda anlattığımız türden rivayetlere yönelmişlerdir.
Mesela "Allah Resulü (sav) bir defasında üzerinde şekil bulu­nan nakışlı bir elbise ile namaz kılmıştı. Selam verdikten sonra 'Bundaki nakışlar beni meşgul etti, bunu Ebu Cehm'e götürün de bana düz bir elbise getirin' buyurmuştu".[71][97]Böylelikle kaba giysi­yi, yumuşak giysiye tercih etmişti.
"O, bir defasında Aişe'nin (ra) kapısında süslü bir perde görmüş ve onu yırtarak, 'Onu her görüşümde dünyayı hatırlıyorum. Onu falan aileye gönder5 buyurmuştu".[72][98] Bir gece Aişe (ra) O'nun için yeni bir yatak sermişti. Her zaman eski bir abanın üstünde uyur­du. O gece sabaha kadar yatakta dönüp durdu. Sabaha çıktığında Aişe'ye (ra), 'Eski abayı tekrar ser, bu yatağı da benden uzaklaştır. Beni bütün gece uyutmadı".
Bir defasında da "Akşam üzeri beş veya altı dinar kadar bir pa­ra gelmişti. O gece para yanındayken yatağa yattı. Ama gece yarı­sı kalktı ve o geç vakitte parayı elden çıkarttı. Aişe (ra) diyor ki: 'Ancak bundan sonra uyudu ve hırıltısını duymaya başladım. Allah Resulü (sav) bilahare şöyle demiştir: 'Eğer Muhammed, yanında bu parayla Rabbine kavuşursa, ne olacağını zanneder ki?".
Bir defasında da Allah Resulü'nün (sav) terliğinin bağları eski­mişti. Onları deriden yeni bağlarla değiştirdikten sonra namaza durdu. Selam verdikten sonra, 'Bana eski olanı getirin, bunu da alın. Namaz boyunca ona baktım' buyurdu". "Allah Resulü (sav) ye­ni bir yüzük takmıştı. Minberde iken ona dikkatle baktı, sonra da çıkarıp attı ve şöyle buyurdu: Bir size bakıyorum, bir buna bakıyo­rum, beni sizden alıkoydu".[73][99]
Allah Teala buyurdu ki: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin". (Al-i İmran/31) Allah Resulü (sav) de buyurur ki: "Kim beni severse, sünnetime uysun". Meşhur bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır: "Size düşen benim sünnetime ve benden sonra hidayete rehberlik eden raşid halifelerin sünneti­ne (uymaktır). (Sünnetlere) azı dişlerinizin kuvvetiyle sanlın".[74][100]
Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Allah sevgisinin alamet­lerinden biri de Allah Resulü'nün (sav) sevgisidir. Allah Resulü'nü sevmenin alametlerinden biri ise, sünneti sevmektir. Sünneti sev­menin alametlerinden biri de dünyaya soğuk bakmaktır. Dünyaya soğuk bakmanın alametlerinden biri de ondan sadece yeteri kada­rını almaktır"
Rivayete göre Allah Resulü (sav) Aişe'ye (ra) şöyle buyurmuştu: "Eğer bana katılmak istiyorsan, zenginlerin meclisini paylaşmak­tan sakın ve yamalar vuruncaya kadar elbiseni değiştirme". [75][101] "Al­lah Resulü (sav) yeni bir çift ayakkabı giymişti. Onların güzelliğini beğenince hemen secdeye kapandı. Sonra da çevresindekilere şöyle dedi: Onların güzelliğini beğenmiştim. Sonra hemen bana gazap et­memesi için Rabbimin önünde tevazu ile eğildim. Ardından o ayak­kabıları çıkardı ve gördüğü ilk fakire verdi. Ali'ye (kv) emrederek yeni bir çifti giymesini istedi. O da Allah Resulü (sav) için bir çift sind işi ayakkabı giydi. Allah Resulü de (sav) onları kalıbı eskidik­ten sonra giydi".
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü benim en yakını­ma oturacak olanlar, dünya karşısında benim gibi olanlardır" [76][102]
O, şöyle dua ederdi: "Allahım Muhammed ailesinin rızkını (gün­lük) gıda kıl". [77][103] Yine O, şöyle buyurmuştur: "Allah Teala, dünya­daki rızkım günübirlik azığı kıldığı kuluna azap etmez".
Başka bir hadisinde ise şunu söylediği rivayet edilmiştir: "İs­lam'a iletilen ve dünyadaki rızkı günlük azığı olup buna kanaat eden kula ne mutlu!". Bu hadisin başka bir lafzında ise "Günlük azığına sabreden" ifadesi yeralm akta dır. Allah Resulü (sav) diğer bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Zengin veya fakir hiçkimse yoktur ki Kıyamet günü, dünyadaki rızkının günlük azıktan ibaret kalmasını temenni etmiş olmasın". [78][104]
Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Allahım, her kim beni sever ve benim davetime icabet ederse onun mallarını ve çocuklarını azalt. Her kim de bana.., uğzeder ve davetime icabet etmezse onun da mallarını ve çocuklaımı çoğalt, onun çocuklarını hazırla". Yani ona tabi olanları artır. Sahabe (ra) sevmedikleri kişi için böyle dua ederlerdi. Bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyanın eksikliği, ahiretin ziyadesidir. Dünyanın ziyadesi ise, ahiretin eksikliğidir".
Öncekilerden şöyle bir söz rivayet edilir: "Kendisine dünyalık namına bir şey verilen hiç kimse yoktur ki, derecesi eksilmemiş ol­sun. Allah Teala nezdinde pek değerli olsa bile bu böyledir". İbra­him b. Ahmed el-Havvas (ra) iddia sahiplerini vasfederken şöyle demiştir: "Bir topluluk da vardır ki, gösterişli elbiseler giymelerine rağmen zühd iddiasında bulunurlar. Böylelikle insanların gözlerini boyayarak kendilerine yönelmelerini ve fakirlere baktıkları gözle bakmamalarını sağlamak isterler. Bu şekilde hakir görülmekten ve yoksullar gibi sadaka verilir olmaktan kurtulmak isterler. Onlar nefslerinin aldatmasıyla ilimlerinin genişliği zanmndadııiar. Ken­dilerini Sünnet üzerinde görürler. Onlar terkederken eşya onlara dahil olur. Oysa onlar, başkalarının illetine sarılmaktadırlar.
Kendilerinden gerçekleri söylemeleri istendiği zaman, dar yol­lara sığınırlar. Bütün bu insanlar, dini kullanarak dünyalık yeme peşinde olanlardır. İçlerini temizlemek gibi bir kaygıları yoktur. Ne de nefslerini terbiye etmeye çalışırlar. Zaten sıfatlan da üstlerinde açıkça görülmekte ve şahsiyetlerine hakim olmaktadır. Ama yine de kendileri için bir hal iddiasındadırlar. Onlar, dünyaya meyleden ve nevalarına tabi olan kimselerdir".
el-Havvas (ra) iki parça izar ve altında bir etek bulunan bir göm­lekten fazla birşey giymez, onun sarkan kısmını da başına uzatır ve başını onunla örterdi. Fakir için müstehap olan giyim de budur.
Fakirlerin üstünlüğü, fakirliğin faziletleri, dünyanın kınanma­sı ve zenginlerin eksikliği hakkındaki hadis ve nakiller sayılama­yacak kadar çok sayıdadır. Bunların hepsine yer verme gayesinde değiliz. Zaten bu hususta delil olabilmesi için çoğunu zikretmek de gerekmemektedir.
Zühdün şekillerinden biri de; binaları lüzumundan büyük tut­mamak, yüksek bina inşa etmemek ve binaları ancak gerektiği ka­dar toprak kullanmak suretiyle yaparak dış cephesine sıva vur­maktan sakınmaktır. Denildi ki: Allah Resulü'nden (sav) sonra or­taya çıkan ilk bidat, kalburlar ve kirişlerdir.
Tûl-i emel düşkünlüğü sebebiyle ilk ortaya çıkan şeyler de, ter­zilik ve sıvacılıktır. Halbuki eskiden giysiler kabaca biçilip dikiliverirdi. Binaları kireç ve ince kumla sıvamaya gelince, bu da sonra­dan çıkmış bir adettir. Önceleri, yapraklı hurma dalı ve buğday sa-. pıyla kapatırlardı. Bir haberde de şöyle denilmektedir: 'İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, Yemen hırkalarının süslenme­si gibi binalarını süsleyeceklerdir". Ömer fra) Şam yolunda kireç ve toprakla inşa edilmiş bir köşke baktı ve tekbir getirerek şöyle dedi: "Bu ümmet içinde, Haman'ın Firavun için yaptığı binalar gibi bina yapan biri çıkacağını zannetmezdim". O, bu sözüyle Firavun'un tef­sirde nakledilen şu enirini kasdetmekteydi: "Ey Haman, benim için toprak üzerine yükselen dağ gibi binalar dik". Denir ki: Kireç ve kum kullanarak bina yapanların ilki Firavun'dur. Bunun insaasını ilk gerçekleştiren kişi de Haman'dır. Daha sonra diğer azgın kim­seler bunları izlemişlerdir.
Kur'an'da geçen 'Zuhruf yani süs ve güzellik kavramı da işte bu­dur. Seleften bir zat, bir şehirde gördüğü cami hakkında şunu söy­lemiştir: Ben o mescidi ilk gördüğümde hurma dallarından yapıl­mıştı. Daha sonra kerpiçten yapılmış olduğunu gördüm. Şimdi ise tuğladan örülmüş olduğunu görüyorum. Hurma dalından yaparak orada ibadet edenler, kerpiçten yapanlardan, kerpiçten yapanlar tuğladan yapanlardan daha hayırlı idiler.
Selef arasında hayatı boyunca evini birkaç kez yeniden yapan­lar vardı. Onlar evlerinin sağlamlığına önem vermeyen ve kısa va­deli düşünen zahid insanlardı. Hatta kimileri, hacca veya cihad için sefere çıktıklarında, evlerini boşaltarak başka bir müslümana karşılıksız verir, seferden dönüşlerinde geri alırlardı. Çünkü onla­rın evleri kuru ot, bir tür yeşil yaprak veya deridendi. Günümüzde de (Hicri IV. yüzyılı kasdediyor) Yemen civarındaki Arapların evle­ri böyledir.
Allah Resulü (sav) Abbas'a (ra) yükselttiği bir terası yıkmasını emretmişti. Bir defasında ise yüksek cumbası olan bir ev görmüş, yanındakilere, 'Bu ev kimin?' diye sormuştu. Onlar da sahibinin is­mini zikretmişlerdi. Anılan kişi Allah Resulü'nün (sav) meclisine gelince O, kendisine yüz çevirerek iltifat etmedi. Adam da orada bulunanlara Allah Resulü'nün (sav) yüzünün değişme sebebini sor­du. Onlar da yaşanan olayı aktardılar"-
Bunun üzerine adam giderek o cumbayı yıktı. Bilahare Allah Resulü (sav) oradan geçerken, cumbanın yıkıldığını gördü. Yanmdakilere sorunca sozkonusu şahsın onu yıktığını haber verdiler. Al­lah Resulü (sav) de o şahıs için hayır duada bulundu.
Selefin binalarında tavan, insan boyundan biraz yüksek tutu­lurdu. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Allah Resulü'nün (sav) asha­bının evlerine girdiğimde elimle tavana değerdim". Amr b. Dinar ise şöyle demiştir: Kul, binayı altı arşının üstünde yükseltmeye başlayınca bir melek ona seslenerek şöyle der: Nereye ey fasıkların fasığı?
Rivayete göre Allah Resulü (sav) de şöyle buyurmuştur: "Kendi­ne yetenden daha yüksek bina inşa eden kişi, Kıyamet günü onu ta­şıyacaktır". Ömer (ra) yüksek bir evin önünden geçerken şöyle de­mişti: "Dirhemler, ancak başlarının üstünde çıkacağı için (böyle yük­sek yapmışlar)". Yine o, valilerinden birine gittiğinde, gayet yüksek ve sıvalı bir bina yaptığını gördü ve şunu söyledi: 'Benim, her hain üzerinde iki güvenilir denetçim vardır: Su ve toprak'. Ardından vali­nin mal varlığını taksim ederek devlet hazînesine koydu.
Bir haberde ise şu ifade yeralmıştır: "Yapılan her harcama için kula sevap yazılır. Su ve toprağa harcananlar hariç". Seleften de şöyle bir söz rivayet edilmiştir: Allah Teala bir kulun malına karşı hiddetlendiği zaman ona su ve toprağı musallat eder. Yahya b. Ye-man (ra) şöyle derdi: Süfyan-ı Sevri (ra) ile yürüyorduk. Görkemli bir kapıya dikkatle baktım. Sevri, 'Ona bakma' dedi.
Bunun üzerine, 'Ey Ebu Abdullah, herhalde bakmayı mekruh görmüyorsun' dedim. 'Ona baktığın zaman yaptırana destek olmuş olursun. Çünkü o, sadece ona bakılması için böyle bir kapı yaptır­mıştır. Eğer önünden geçenlerin hiçbiri ona bakmasaydı, böyle bir kapı yaptırmazdı' dedi. Selef-i Salih'ten bir zat şöyle demiştir: On­ların gösterişli binalarına bakmayın. Çünkü onlar, bu binaları sırf sizler için süslerler.
Allah Teala da bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "O ahi-ret yurdunu, dünyada azgınlık ve fesad istemeyenlere nasip kıla­rız". (Kasas/83) Bu ayetin tefsirinde denildi ki: "Yani çokluk ve ön­derlik sevdası ile binalarla övünme". Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: "Soğuk ve sıcaktan korunmak için yapılanlar dışında her bina, Kıyamet günü sahibi için yüktür".[79][105] Yine O, evinin darhğından yakınan bir kişiye "Semada geniş ol" buyurmuştur. Bu hadisin ilk yorumu, 'yani cennette' şeklinde yapılmıştır. İkinci yoruma gö­re ise O'nun muradı marifet ve ilimde genişlemedir. O, mekanda değil bilgide genişliği tavsiye etmektedir.
Şunu bilin ki zühd, rızkı eksiltmez. Ama o, sabrı arttırıp açlık ve fakirliği daimi kılar. Bunlar da zahid için dünyadaki mahrumi­yetine, mal biriktirme ve rahata erme sevdasından uzak durması­na karşılık uhrevi bir rızık olur. Zühd de bu rızkın vesilesi ve sebe­bi olmuş olur.
Zahidi dünyadan uzak tutan ve zenginlikten meneden herşey, onun için uhrevi bir rızık ve Allah Teala'nın nasip ettiği doğru ira­de ve tedbirli düşünce ile yüksek dereceler olur. Nitekim ulemadan bir zattan da bu meyanda bir olay nakledilmiştir: Ona bir bakkal gelerek şöyle dedi: Benden başka bakkal bulunmayan bir semtte dükkan işletiyor ve iyi satış yapıyordum. Sonra aynı semtte başka bir bakkal daha açıldı. Acaba bu, benim rızkımı eksiltir mi? Alim, 'Hayır, ama satışını azaltabilir5 dedi.
Oyun oynaşta olup Allah Teala'nın hükümlerini geçersiz kılan biri, kendi arzularına teslim oluş ve servetindeki genişliği açıkla­mak ve dost edindiği ehli dünyaya kendini haklı göstermek için şöyle diyebilir: Dünyada zühd, benim rızkımdan hiç bir şeyi eksilt­mez. Bu nedenle de, zenginlik, rahatlık, zevklere dalma, mal birik­tirme ve nimetlerden fazlasıyla yararlanma özelliklerine rağmen zühd makamı da olabilir. Çünkü benim yediğim, sadece benim için takdir edilen rızıktır ve ben kendi kısmetimi yemekteyim. Bu du­rumda da benim için zühd makamı, tevekkül ve rıza halleri sözko-nusu olabilir.
Bu tarz düşünen biri şöyle de diyebilir: Zühd, servet ve dünya süsleriyle birlikte de olabilir. O, bu tür konuşmalarla zühdü bilme­yenlere zenginliği yaldızlamakta ve zahidlerin yollarını bilmeyen­leri aldatmaktadır. O, dünyalık uğruna dinini satanlardan veya yaldızlı sözlerle gafillere aldatıcı bilgiler sunanlardan biri de olabi­lir. Bu gibi insanlar hakkında, Ali'nin (kv) "Allah'dan başka hakem yoktur" diyen Hariciler hakkında söylediği şu söz geçerlidir: "Hak bir sözle, batıl murad edilmiştir".
O, bu teşhisinde gerçekten de doğruyu dile getirmiştir. Çünkü Hariciler, üstteki sözleriyle imamların hüküm ve hakemliklerim iskât ederek adil imama itaati terketmek istemişlerdir. 'Ben, yal­nızca kendi rızkımı yiyor ve eşyadan da kendi kısmetimi alıyorum' diyen kimse de, asıl itibarıyla nevasına bahane aramakta ve cahil­lerin kendisini kınamaları endişesiyle onlar nezdinde bir özür bul­maya çalışmaktadır.
Aldanan kişi, aldanış hastalığını bilemez. Bu gibi iddialarda bu­lunan kimse, dünyadan rızkını yerken ve Allah Teala'nın bahşet­tiklerinden kısmetini alırken, bunu eksilme ve ilahi rızadan uzak­laşma hükmü gereği, aşırı düşkünlük ve hırs sıfatıyla yapmakta­dır. Çünkü hırsız ve gaspedici de kendi rızıklarmı yemekte ve ken­di kısmetlerini almaktadırlar. Ama bunu gazap ve kötü tercih hük­müyle yapmaktadırlar. Zira Allah Teala, zalimlere rızkın haramını verirken, takva sahiplerine de onun helalini nasip etmektedir. Bu iki zümre arasındaki fark; Allah Teala'nın düşmanlarına kötü kaza ve bedbahtlığı eriştirirken, velilerine de güzel başarı ve mutluluk tercihini ihsan etmesidir.
Bu tür iddiada bulunan kimse, zühd rızkından kendini mahrum etmiş, fakirlik sevgisi adına da büyük kısmetinin önemini bilme-miştir. Böylelikle ahiretteki en faziletli nasibini de eksiltmiştir. Çünkü dünya, ahiretin zıddıdır. Allah Teala kulun dünya uğruna harcadığını ve onun uğradığında sarfettiği çabaları zahidlerin yol­ları karşısındaki derecesinin alçalma sebebi kılmıştır.
Kul, dünya ile sınanmış ve bu meyanda kendisine bütün nimet­lerin kapıları açılarak samimiyetinin yalancılığından ayrışması murad edilmiştir. O da bu fitneye kapılarak, geçirdiği imtihanı far-ke dem emiştir. Sonuç itibarıyla eğer bu müşahedesinde samimi ise, ulaştığında yalancı olmamış olur. Ama bu hali, onun için günahtan korunmuş ariflerin ilimlerine karşı bir perde olur ve o, bu ilmiyle azaba derece derece yaklaştırılmış olur. Çünkü bu ilim, dünya ilim­lerinden olup dünyanın yokolmasıyla yokolup gidecek ve ahirette hiçbir meyvası olmayacaktır. O, bu ilmiyle tuzak kurmuş ve bunu korku ehlinin ilimlerine denk tutmuştur.
Vera' ehli zahidlerin müşahedesine gelince; onlar helale titizlik­le yaklaşan ve hakkıyla amelde arzu ve hırslarını terkederek sıdk sahibi olan kimselerdir. Yukarıdaki zümrenin ikinci kısmına gelin­ce; eğer müşahedelerinde samimi değilseler, nefslerine zulmetmiş olurlar. Çünkü ulaştıkları noktaya dair iddiaları bunu gerektirmektedir. Bunlar, şeytanların dostları ve dalalete sevkedenlerin imamlarıdır. Allah Teala oyun ve eğlencede olanlar için bir fitne ha­zırlamış ve onları bu fitneye doğru sürüklemiştir. Onlar, asla tak­va sahiplerinin imamı olamazlar. Aksine gafil ehli dünyadan ve in­sanları saptıran dalalet imamlarından olurlar. Onlar, imansızlık ve tamahkarlıktan dolayı selef yollarına kıymet vermez, dünyaya rağ­bet ederler.
Allah Teala, yakin sahiplerinin ilimlerine ve müşahedelerinin hakikatlerine denk tuttukları hususta onlara tuzak kurmuştur. Onlar böylelikle Allah Teala'nın murad ettiği şekilde dönüp dur­makta ve kendilerine kurulan tuzağı farketmemektedirler. Kendi­lerinin sunulan nimetler sayesinde derece derece azaba çekildikle­rini görememektedirler. Gerçi bunu bilmeleri de mümkün değildir. Zira Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz onları, bil­meyecekleri bir yönden derece derece (azaba) yaklaştıracağız". (A'raf/182); "Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onların hissetmedik­leri yönden bir tuzak kurduk". (Neml/50)
Allah Teala'nm tuzak kurduğu kimsenin bunu farketmesi ya da azaba derece derece çekilenin bunu bilmesi, ne kadar uzak bir ihti­maldir! Çünkü tuzak kuran, tuzak kurucuların en titizi, azaba çe­ken de hüküm sahiplerinin en hikmetli olanıdır.
Zahir ilmiyle aldanmaktan Allah Teala'ya sığınır, O'ndan Resu-lü'ne ve ailesine salat-ü selamda bulunmasını ve bizi tahkik ilmi­nin müşahedesine en güzel şekilde muvaffak kılmasını niyaz ede­riz. Bu söylediklerimiz anlamında nakledilen birçok hadis ve haber mevcuttur. Mesela dünya ile ahiretin iki kuma gibi oldukları ve bi­rinin rızasının diğerinde öfke doğurduğu söylenmiştir. Başka bir haberde ise, bu ikisi doğu ile batıya benzetilmiş ve birine yönele­nin, diğerine sırt çevirdiği bildirilmiştir. Üçüncü bir haberde ise, te­razinin iki kefesine benzetilmişler ve birinin ağır basmasının diğe­rinin hafiflemesine yolaçtığı söylenmiştir.
Ömer (ra) şöyle derdi: Allah'a yemin olsun ki dünya ve ahiret, si­ze ait iki bardak gibidir. Birini doldurmanız, ancak diğerini boşalt­manızla mümkün olur. Yani eğer dünya ile dolarsanız, ahiret bakı­mından boşalır; ahiret bakımından dolarsanız, dünya bakımından boşalırsınız. Eğer ahiret bardağınızın üçte biri dolu ise, dünya bardağınızın üçte ikisi dolu olur. Eğer ahiret bardağınızın üçte ikisi do­lu ise, o zaman da dünya bardağınızın üçte biri dolu olmuş olur. Bu güzel bir benzetmedir. Ama zorluk ve incelik içermektedir.
Seleften bir zat şöyle demiştir: Dünya nimetlerinden yararlan­makla birlikte zühd sahibi olan kimse, ellerindeki suyu balıkla yı­kayan kimseye benzer. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Dünyayı ta­lep etmesine rağmen zühd gösteren kimse, çıra ağacıyla ateş sön­dürene benzer. Şam halkının zahidlerinden bir zat, insanlara züh­dü anlatırdı. Reca b. Hayye de Şam'ın en tanınmış fıkıh alimlerin­den biriydi. Bir gün o zahid camiye gelmedi. Caminin müezzini onun yerine konuşmaya başlayınca, Reca sesin sahibini yadırgadı ve 'Bu da kim?' diye sordu. Konuşan kişi de, 'Ben falanım' diyerek kendisini tanıttı. Bunun üzerine Reca şöyle dedi: 'Sus, Allah sana afiyet versin. Bizler zühdü, ancak ehlinden dinlemek isteriz. Bu olayın değişik bir naklinde ise, 'Biz vaazı, ancak zühd ehlinden din­lemek isteriz' dediği bildirilmiştir.
İsa (as) rivayete göre şöyle buyurmuştu: "Dünya ehlinin malla­rına bakmayın. Çünkü onların mallarının pırıltısı, sizin imanınızın nurunu söndürür". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Mala çok bakmak, imanın tadını emip bitirir. Bir hadiste ise, Allah Resu-lü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Her ümmetin bir buzağısı vardır. Bu ümmetin buzağısı ise dinar ve dirhemdir". Bu­zağının aslı, süs takılarmdandır.
Allah Teala buyurdu ki: "Bir süs veya bir meta sağlamak için ateşte erittikleri şeylerden de bunun gibi bir posa (çıkar)". (Ra'd/17) Bu ayet-i kerimeyi dinleyen kişi şu hadisi de rahatlıkla anlayacak­tır: "Doğan hiçbir gün olmaz ki dört melek çıkarak dört farklı sesle ufuklarda nida etmesinler. Onların ikisi batıda ikisi de doğudadır. Doğudaki iki melekten biri şöyle nida eder: Ey hayır dileyen gel/yap. Ey şer dileyen sakın yapma. Diğer melek de şöyle nida eder: Allahım, infak edene iyi nesil, cimriye soy kopukluğu ver. Ba­tıda olan meleklerden biri şöyle nida eder: Ölüm için doğup harap olması için bina yapın. Diğeri de şöyle nida eder: Hesabınızın uza­ması için yiyin, zevk alın".
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala, itaat edenlerin aşinalığını Zatı'na has kılmak için dünyayı yalnızlıkla damgalamıştır. Ebu Bekir-i Sıddık'm (ra) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Aliahım, Sen'den nefsimin yarısı için zillet, aynı miktarda da zühd niyaz ederim". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Marifetle birlikte varolan fakirlik dışında herşey hazinelere atılmış haldedir. O da hüküm altına alınmış ve mühürlenmiştir. Allah Teala onu ancak şehidlerin tabiatıyla tabiatlanmış olanlara verir.
Dünya alimlerinden bazıları zenginliğin fakirlikten üstün oldu­ğu yönündeki iddialarını teyid etmek için Allah Teala'nm "Bu, Al­lah'ın lütfudur ve onu dilediğine verir" (Hadid/21) buyruğunu tevil edebilirler. Halbuki akıl sahipleri nezdinde burada kasdedilenler bizatihi fakirlerdir. Çünkü ayetin başında fakirlere hitaben şöyle buyrulmaktadır: Eğer böyle yaparsanız, sizden öncekilerden hiç bi­ri sizi geçemediği gibi, sonrakilerden hiç biri de size ulaşamaz. Bu söz, Allah Resulü'nden (sav) de sabit olduğu için sahihtir. Çünkü O, fiillerinde olduğu gibi sözlerinde de masumdur. O'nun sözünün ba­şının sonuyla çelişmesi düşünülemez. Sonradan gelen, öncekine hamledilir. Değişmesi ise düşünülmez. Çünkü burada bir şey haber verilmektedir. Dolayısıyla ondan rücu etmek, caiz olmaz.
"Zenginler, fakirlerin emrolundukları fiilleri yapınca fakirler Allah Resulü'nün (sav) huzurunda zenginlerin kendilerinden daha faziletli oldukları hissine kapıldılar ve O'na başvurarak buyruğu­nun ne anlama geldiğini sordular. Allah Resulü (sav) de, 'Acele et­meyin, benim size söylediğim, aynen ifade ettiğim gibi Allah Tea­la'nm lütfü olup onu dilediğine verir. Sizler de Allah Teala'nm ver­meyi dilediklerisiniz". Böylelikle ayetle ilgili yaptığımız izah sahih, onların tevili ise batıl olmaktadır. Allah Resulü'nün (sav) ilk buy­ruğu da bunun delilidir. O'nun ikinci buyruğu ise, birinci buyruğu­na uygunluk arz etmektedir. Dolayısıyla ilk sözü, sonraki sözüyle çelişmemektedir.
Zeyd b. Eşlem kanalıyla Enes'ten (ra) rivayet edilen açıklayıcı hadis-i şerifte de bu husus ortaya konmaktadır. Sözkonusu hadis şöyledir: "Fakirler, Allah Resulü'ne (sav) bir elçi gönderdiler. Elçi O'na şöyle dedi: 'Ben, fakirlerin sana gönderdikleri elçiyim'. Allah Resulü de (sav) ona, 'Merhaba sana ve yanından geldiğin insanla­ra ki halk içinde onları severim' buyurdu. Elçi, 'Ey Allah Resulü, zenginler cennete giderler çünkü haccedebilirler, biz ise buna güç yetiremeyiz. Onlar umre yaparlar, [80][106]biz ise bunu yapamayız. Hasta­landıkları zaman da malları sayesinde kendileri için sadaka gönde­rirler' dedi.
Allah Resulü (sav) de şöyle buyurdu: Fakirlere benden şunu ulaştır: 'Eğer onlar sabrederlerse, onlar için zenginlere birinin dahi verilmeyeceği üç faziletin bahsedilmesini umarım. İlki, cennette öy­le odalar vardır İd, cennet halkı onlara dünya halkının yıldızlara baktığı gibi bakarlar. Bu odalara, ancak fakir peygamber, fakir şe-hid ve fakir müminler girebilirler, ikinci üstünlükleri şudur ki on­lar, cennete zenginlerden yarım gün önce girerler. Bu da beşyüz yıl­dır. Üçüncüsü de şudur: Zengin 'Sübhanallah vel hamdü lillah, vela ilahe illallahü vallahü ekber' dediğinde, eğer fakir de aynı tesbihat-ta bulunursa, zengin asla fakirin mertebesine ulaşamaz. İsterse bu uğurda onbin dirhemi sadaka etsin. Hayır işlerinin tümü için bu ge­çerlidir'. Fakirlerin elçisi, Allah Resulü'nün (sav) bu mesajıyla yan­larına döndü.  Fakirler de, 'Hoşnut olduk, memnun olduk' dedi­ler". Bu hadis de bizim yorumumuzun sıhhatini göstermektedir. Yukarıdaki hadis-i şerif ile aynı mealdaki daha kısa bir hadisi ise, İsmail b. Ayaş, Abdullah b. Dinar kanalıyla İbni Ömer'den (ra) rivayet etmektedir: "Allah Resulü (sav) ashabına şöyle buyurdu: İnsanların en hayırlısı kimdir? Onlar da, 'Malı bol olup, Allah Tea-la'nın malı ve canı üzerindeki haklarını eda edendir1 dediler. Allah Resulü (sav) 'O ne kadar da güzel bir kimsedir. Ancak o değildir* bu­yurdu. Bunun üzerine sahabe, Teki insanların en hayırlısı kimdir?' diye sordular. O da, 'Allah için çabasını ortaya koyan fakir mümin­dir' buyurdu".[81][107] Görüldüğü gibi sahabe, insanların en hayırlısını tesbit ederken Akli bilgiye başvurmuş, Allah Resulü (sav) ise onla­rı yakini bilgiye havale etmiştir.
Zenginin halini, fakirin halinden üstün gören için de bu geçer­lidir. Çünkü o, ilme akıl gözüyle bakmaktadır. Halbuki ahiret ve hakikat, ancak yakın gözüyle müşahede edilebilir. Yukarıdaki ha­dis nassı, fakirlerin halini üstün tutmaktadır. Buna rağmen zengi­nin halini üstün görmeye devam eden kimse Allah Resulü'nün (sav) sünnetine karşı inatçı kesilmiş olur. Eğer alim ise, en iyi durumda hadisleri yeterince bilmediği düşünülür. Cahil ise, onun bu cehalet­teki konumu, kendisi için ilim hakkında hevasıyla konuşmasından daha zararlıdır.
Konuyla ilgili başka bir hadis-i şerifte Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bu ümmetin en hayırlıları fakirleri, cennete en çabuk yerleşecek olanları ise zayıflarıdır". Yi­ne O Bilal'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş, O'na zengin olarak kavuşma. Bunun üzerine Bilal fra) 'Bu nasıl olacak?' diye sordu. Allah Resulü (sav) de, 'Senden birşey is­tendiğinde engel olma. Sana birşey verildiğinde ise onu saklama' buyurdu". Gördüğünüz gibi Allah Resulü (sav) sahabenin en güzi­de şahsiyetlerinden biri olan Bilal'e (ra) Allah Teala'nm rızasına en yakın hallerde bulunmayı emrederken fakirliği telkin etmektedir.
Haller arasında fakirlik halinin konumu, iman içinde akinin ko­numuna benzer. Nitekim O, İbni Ömer'e (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala için rıza ve yakın ile amel et. Eğer olmazsa, hoşlanma­dığın birşeye karşı sabretmende de çok büyük hayır vardır". Görül­düğü üzere Allah Resulü (sav) faziletinden dolayı sabrı yakın mer­tebesine yükseltmiştir. O, Bilal-i Habeşi'yi de (ra) fakirliğinden do­layı yüceltmiştir. Çünkü fakirlik haller arasında itibarlı bir merte­beye sahiptir.
Allah Resulü (sav), Bilal (ra) hakkında ancak kendi için razı ol­duğu halden razı olmuştur. Böylelikle fakirlik, yakin sahibinin be­lirgin hali olmuştur. Zira ahireti açığa çıkarıp gösteren odur. Zen­ginlikte şükür ise, müminin halidir. Çünkü o, dünyayı da bulmak­tadır. Buna göre de, fakir zahidin zengin şükür sahibine üstünlü­ğü, ahireti müşahede eden yakin sahibinin cehd sahibi yakin ehli­ne üstünlüğü mesabesinde olmaktadır.
Ata'nın Ebu Said el-Hudri'den (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şe­rifte Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Alîahım beni fakir ola­rak vefat ettir. Beni zengin olarak vefat ettirme". Zaten bunu ken­di için temenni etmeseydi, Bilal-i Habeşi'ye de emretmez ve ona "Allah Teala'ya fakir olarak kavuş" diye emir buyurmazdı. İbni Ömer'i de (ra) makamların en gizlisine davet ederek, "Allah Teala için yakin içinde rıza ile amel et" diye emretmezdi.
Meşhur bir hadiste de Allah Resulü'nün (sav) kendisi için dua ederek Allah Teala'dan kendisine yoksul olarak can verip, yoksul olarak canını almasını ve yoksullar zümresinde hasretmesini niyaz ettiği rivayet edilmiştir.[82][108] Bütün bu hadis ve haberlerde fakirliğin üstünlüğü ve fakirlere verilen değer teyid edilmektedir.
Allah Resulü (sav) yukarıda da naklettiğimiz üzere, "Ümmeti­min fakirleri cennete fakirlerinden beşyüz yıl önce girerler" buyur­muştur. İsa'nın da (as) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben, yoksulluğu çok sever ve zenginin malına buğzederim. Çünkü malda birçok illet mevcuttur. Bunun üzerine yanındakiler, 'Ey Ruhullah, eğer o malı helalinden kazanıyorsa?' diye sordular. O da, 'Onu ka­zanma çabası, kendisini Allah Teala'nm zikrinden alıkor' buyurdu".
Vehb b. Münebbih, İbni Abbas'a (ra) şunu söyledi: 'Biz, Tevrat'ta salah sahibi fakirin zengin salihden daha hayırlı olduğunu görüyo­ruz'. O da şöyle karşılık verdi: 'Görmez misin ki Allah Teala'ya en sevimli gelen kul, fakir ve salih olandır. Bir yerde de şöyle denil­miştir: "İsa (as) için isimlerin en sevimli olanı, kendisinin 'Ey yok­sul!' diye çağrılmasıydı". Başka bir yerde de, onun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zengin olmak için günah işler. Fakir olmak için günah işlemez". Hikmet ehlinden bir zat ise, bu anlamda şu manzumeyi söylemiştir:
Ey zenginlik umarak fakirliği kınayan, Zenginliğin aybı daha büyüktür eğer anlasan, Zenginliğe kavuşmak için işlerken günah Fakir olmak için işlemezsin hiçbir günah.
Ata', Ebu Said el-Hudri'nin şu haberini nakletmiştir: "Ey insan­lar, darlık ve yokluk, sizi helal dışında rızık aramaya sevketmesin. Çünkü ben Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğunu duydum: Al-lahım, beni fakir olarak vefat ettir. Beni zengin olarak vefat ettir­me ve beni yoksullar arasında hasret".
Lokman (as) oğluna öğütte bulunurken şöyle demiştir: "Ey oğ­ul, dinin düzgünlüğüne en çok yardım eden ahlak esaslarından bi­ri de dünyada zühddür. Çünkü dünyada zühd sahibi olan, Allah Te­ala'nm katmdakine rağbet eder. Allah'ın katmdakine rağbet eden kimse ise, yalnız O'nun İçin amelde bulunur. Allah Teala ise ancak Kendisi için amelde bulunana ecir verir".
Havariler İsa'ya (as) hitaben şöyle demişlerdi: 'Ey Ruhullah, biz senin namaz kıldığın gibi namaz kılıyor, senin oruç tuttuğun gibi oruç tutar, bize emrettiğin gibi Allah'ı zikrederiz. Ama senin yaptı­ğın gibi suyun üstünde yürüyemiyoruz. Bunun üzerine İsa (as) şöy­le dedi: Söyleyin bana dünya sevginiz nasıl? Onlar da, 'Biz dünya­yı seviyoruz' dediler. O da, 'Dünya sevgisi, dini ifsad eder. Benim için dünya, taş ve çamurdan ibarettir5 dedi". Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: "İsa (as) bir taş aldı ve, 'Hangisini istersiniz, bunu mu yoksa dinar ve dirhemi mi?' diye sordu. Sonra da, 'İkisi de benim nazarımda eşittir1 dedi". Denir ki: "Her kimin dünyadaki zühdü altınla taş gözünde eşitlenecek kadar sıhhatli olursa, suda yürür". Bu söz avam arasında o kadar yaygınlaşmıştır ki, şair şöy­le bir beyit söylemiştir:
Eğer dünyadaki zühdün, vuslattaki zühdün kadar olursa, Hiç kuşkusuz suyun üzerinde de yürürsün.
İsa (as) hakkında şu olay nakledilmiştir: "İsa (as), bir seyaha­tinde abasına bürünmüş yatan bir adam gördü. Onu uyandırdı ve şöyle dedi: 'Ey uyuyan, kalk ve Allah Teala'yı zikret'. Adam kalktı ve 'Benden ne istiyorsun? Ben dünyayı ehline bıraktım' dedi. İsa (as) ona şöyle dedi: Uyu ey dostum, öyleyse uyu".
Başka bir rivayette ise Musa (as) hakkında şu olay nakledilmiş­tir: "O, toprağın üstünde uyuyan bir adama rastlamıştı. Kafasının altında bir kerpiç vardı, yüzü ve sakalları toprağa gömülmüştü. Adamcağızın üstü de bir aba ile örtülüydü. Musa (as), 'Ey Rabbim, bu kulun dünyada zayi olmuş' dedi. Bunun üzerine Allah Teala kendisine vahyederek şöyle buyurdu: Ey Musa, bilmez misin ki Ben, kuluma bütün zatımla nazar ettiğimde onu dünyadan tama­mıyla uzaklaştırırım?" Allah Teala, peygamberi İsmail'e (as) şöyle vahyetmişti: "Beni, kalbi kırıkların arasında ara'. O, 'Ey Rabbim, onlar kimlerdir?' diye sordu. Allah Teala, 'Sıdk sahibi fakirlerdir' buyurdu". Bu haber, sanki 'Seni nerede bulabilirim?' diye Rabbine soran Musa'ya (as) yönelik vahyedilen 'Kalbi kırıkların yanında' buyruğunun tefsiri gibidir.
Sonraki ulemadan Ahmed b. Ata', kalbindeki bir kuşkudan do­layı zenginin halini fakirin halinden üstün tutardı. Bir şeyh ona, sözkonusu iki sıfattan hangisinin daha faziletli olduğunu sorduğu zaman, 'Zenginlik, çünkü o, Hak Teala'nm sıfatıdır1 demişti. Bunun üzerine şeyh kendisine şöyle dedi: 'Allah Teala, sebebler ve arazlar­la zengindir1. Bunun üzerine İbni Ata sustu ve tek bir kelime dahi söylemedi. Gerçekten de şeyhin sözü doğrudur. Çünkü Allah Teala sıfatı gereği zengindir. Fakir de bu anlamda üstünlüğe daha layık­tır. Çünkü o, sebeblerle değil iman sıfatıyla zengin ve müstağnidir. Bu durumda da daha üstün ve fazilet sahibi olması gerekir. Zengin ise, sebebleri toplamasına rağmen kalben dağınıktır. Dolayısıyla da içinde bulunduğu kuşku ve tereddüt halinden Ötürü fakirden daha alttadır.
el-Hawas, Ahmed b. Ata'mn bu görüşüne muhalefet ederek doğ­ruya ulaşmıştır. O, marifet bakımından îbni Ata'mn üstünde bir zat idi. Şerefü'l-Fakr isimli eserinde şöyle demektedir: "Fakirlik, Hak Teala'nın sıfatı, yani O'nun fakirler için kullandığı bir sıfatıdır." Bu tevili ile bizimle aynı düşünceyi paylaşmaktadır. Buna göre Allah Teala, bütün sebeblerden uzak ve beridir. Ahmed b. Ata'mn düştü­ğü bir diğer yanılgı da şudur: Eğer zenginlik, Hak Teala'nın sıfatı ol­duğu için zenginin fakirden üstün tutulması gerekseydi, cebbar ve mütekebbir olanların, övgü, izzet ve hamdedümeyi sevenlerin di­ğerlerine göre üstün tutulması gerekirdi. Çünkü bütün bu sıfatlar da Allah Teala'nın sıfatlarıdır. Ama bütün kıble ehli, bu sıfatlara sa­hip olan insanların kınanması yönünde ittifak etmişlerdir.
Zenginlik sıfatına Allah Teala'nm zenginlik sıfatıyla aynı an­lamda sahip olan biri, sözkonusu ilahi sıfatın izzet ve kibriya ile birlikte bulunmasından dolayı zemmedilme konumunda olacaktır. Doğru olan, Hak Teala'nın sıfatlarım yalnız O'na ait görmek ve bu noktada hiçbir beşerin ortaklık ve rekabetine izin vermemektir. İş­te bütün bu hakikatler çerçevesinde Ahmed b. Ata'mn sözleri boşa çıkmaktadır. Allah Resulü (sav) de sahih bir kudsi hadiste Allah Te­ala'nm şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İzzet Benim izarım, kibriya/ululuk ise ridamdır. Her kim bunlarda Bana rekabet eder­se onu cehennemde mahvederim".[83][109]
Havas ve avamdan hiçkimsenin marifet ve ilminde kuşku sahi­bi olmadığı yoldaşlarımızdan biri olan Ebu Muhammed Sehl b. Ab­dullah da fra) Ahmed b. Ata'nm fikrine karşı çıkmış ve şöyle demiş­tir: Her kim, zenginlik, beka ve izzet isterse, Allah Teala'nın sıfat­larında rekabete girişmiş olur. Bu sfatlar, rububiyet sıfatları oldu­ğu için de böyle birinin helakinden endişe edilir.
Bu bilgiler sabit olduğu zaman da fakirlik daha faziletli olmak­tadır. Çünkü fakirlik, kulluk sıfatlarmdandır. Fakirlik sıfatını taşı­yan kimse, kulluğun hakikatine de ermiş olur. Zira kulluğun sıfat­ları, aynı zamanda iman ahlakının esaslarıdır. Allah Teala da mü­minlerde bu gibi sıfatları görmek istemiştir. Zillet, korku, tevazu ve fakirlik bu sıfatlardan bazılarıdır. Rububiyet sıfatlan ise, Allah düşmanı zorba, cebbar ve mütekebbirlerin kalplerinin müptela kı­lındığı sıfatlardır. Bunlara örnek olarak da izzet, kibir ve beka sı­fatlarını zikredebiliriz. Zenginlik de bunlara katılan bir sıfattır.
Hasan el-Basri (ra) şöyle demiştir: "Allah Teala'nın bekayı an­cak en çok buğzettiği mahluk olan İblis'e verdiğini gördüm". Alim­ler de bu istikamette düşünürler ve şöyle derlerdi: "Dünyada beka­yı arzu etmeyin. Çünkü mahlukatm en kötüleri, beka bakımından en uzun olanlarıdır ki onlar da şeytanlardır". Zenginlik, ancak be­ka arzusuyla istenen bir haldir.
Rivayete göre Cüneyd (ra) bu meselede Ahmed b. Ata'ya lanet etmiş ve bedduada bulunmuştur. Cüneyd (ra) onun bu fikrini bütü­nüyle inkar etmiştir. O şöyle derdi: Sabreden fakir, hallerinin gere­ğini yapma noktasında eşit olsalar bile şükreden zenginden daha üstündür. Çünkü zengin nefsini doyurmakta ve sıfatının nimetle­rinden yararlanmaktadır. Sabreden fakir ise, acılar ve sıkıntılar içindedir. Bu da onun zenginden üstün kılınmasını sağlamaktadır. Hakikat, Cüneyd'in (ra) ifade ettiği gibidir.
Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle demiştir: Hiçbir şey fakirliğe denk değildir. O da, fakirin halini üstün tutar, sabreden fakirin şanını yüceltirdi. Mervezi şunu nakleder: "İmam Ahmed b. Hanbel'e fakir­lerden biri bahsedildi. Onu yüceltmeye ve durumunu merakla sor­maya başladı. Bunun üzerine, İlme ihtiyacı var mıdır?' diye sor­dum. Bana şöyle dedi: 'Yazık sana sus. Onun fakirliğe karşı sabrı ve sıkıntılarını göğüsleyişi, ilmin büyük bölümünden daha hayırhdır. Ardından da şunu söyledi: 'Onlar, bizden çok daha hayırdır. Derim ki, her kim zenginlik halini yoksulluk halinden üstün tutar­sa, o yoksulluğun acısını ve lezzetini tatmamış demektir. O, fakir­liğin zorluğuna aldanarak lezzetini kaybetmiştir. Eğer o, fakirliğin sıkıntı ve tasalardan kaynaklanan acısını tatsaydı, onu daha üstün tutardı. Ama zühd ve rızadan kaynaklanan lezzeti tattı nisaydı, o zaman fakirliği üstün tutmazdı".
Rivayete göre İblis şöyle demiştir: "Zengin, üç özellikten biri sebebiyle benden kurtulamaz. Ben ona mal sevgisi aşılarım ve haksız yere onu kazanır, veya onu haksız yolda harcar, ya da onu hakkı olandan meneder". Eğer şeytan fakirliğin en faziletli hal ol­duğunu bilmeseydi, ona giden yolun üstüne oturmazdı. Nitekim o, Kur'an'da nakledilen sözünde şöyle demektir: "Onlard saptırmak için) kesinlikle Senin dosdoğru yolunun üzerinde oturacağım" (A'raf/16) Diğer bir ayette de onun bunu nasıl yapacağı açıklana­rak şöyle buyrulmuştur: "Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder". (Ba­kara/268) Yani sizi onunla korkutul'. Sıdk sahibi fakir gelir ve ahi-rete götüren dosdoğru yola girerse, Allah Teala'nın verdiği kuv­vetle şeytanın korkutmasını bir kenara atar. Denildi ki: Zengin­likleriyle gıpta eden zenginler, şeytanın korkutmasının etkisinde kalanlardır.
Şeytan fakirlere gelerek onları korkutmuş ve kötülüğe duçar kılmıştır. Bunu Allah Teala'nın şu buyruğunda da görmekteyiz: "İş­te bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan kork­mayın, eğer müminlerseniz, Ben'den korkun". (Al-i İmran/175) Şeytanın dostları, onun korkutmasını kabul etmiş, Rahman'm teş­vikine muhalefet etmişlerdir.
Sonuç itibanyla da onlar, haklannda şöyle buyrulan kimseler gibi olmuşlardır: "İnsanlardan kimi de, Allah'a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzüstü dönüverir. O dünyayı kaybetmiştir, ahireti de". (Hac/11) Zahidlerin diğerlerine üstünlüğü, orta yolu tutmuş olmalarıdır. Orta yol, insanların çoğu­nun kaçtığı yoldur. Zahidler, Allah Teala'ya tevekkül etmiş ve ehli dünyanın endişelerine karşı Rablerinin takdirine rıza göstermiş kimselerdir. Rableri de onlara yetmiştir. [84][110]


Dünya, her kula heva olarak verilen bir nasiptir. Her kim şehvet­leri kalbinden uzak tutar, nasibinde zühd sahibi olur ve kınanmış hevaya karşı nefsine malik olursa bulunması varsayılan zühde ulaşmış olur. Her kim de mubah olan nasibinde zühd gösterirse -ki bu, ihtiyacının fazlası olan herşey için geçerlidir-, üstün tutulan zühd (=zühd-i mufaddal) derecesinde bulunmuş olur. Bu zühd, ki­şinin organlarına racidir. Çünkü, kişiye açılan dünya kapıları ve onu sürükleyen dünya yolları organlardan ibarettir.
Dünyanın haram kılman lezzet ve nimetleri hususunda gösteri­len zühde gelince, bu da müslümanlarm umumunun zühdü olup onların islam ve teslimiyetleri bu zühd ile güzelleşir.
Dünya nimetlerinin şüphelileri hususunda gösterilen zühd ise, vera' ehlinin zühdüdür. Bu zühd ile onların imanları kemale erer. Dünyanın helal nimetleri noktasında gösterilen zühde gelince, ki­şinin ihtiyaçlarının fazlası noktasında gösterdiği bu zühd, zühd eh­li zahidlerin zühdüdür ki onunla yakini imanları saflık veduruluk kazanır. Amr b. Meymun, Zübeyr b. el-Avvam (ra) vasıtasıyla Allah Resulü'nün (sav) şu hadisini rivayet etmiştir: "Allah Resulü Zü-beyr'e şöyle buyurmuştu: 'Ey Zübeyr, şehvetler bastırdığında ve Al­lah Teala'mn haram kıldığı şüpheli hususlarda samimi bir titiz-lik/vera' ile nefsine karşı savaş. Böyle yaparsan cennete hesapsız girersin".
Sehl, zühdün faziletleri ve en yüksek makamları hakkında şöy­le derdi: "Kulun zühdü, şu üç hususta zühd göstermedikçe tamama ermez: Allah Teala'ya yakınlaşmak gayesiyle iyilik yolunda harca­mak istediği dirhemde. İbadetlerde bedenini örttüğü giysisinde. İbadete gücünün yetmesi için alacağı gıdada". O, bu sözü ancak zühdü makamların en yücesi olarak gördüğü için söylemiştir. Zira o şöyle derdi: "Bütün alim ve abidlerin sevabı zahidlere verilir, son­ra da müminlere amellerinin sevapları taksim edilir".
Onun konuyla ilgili bir diğer sözü de şöyledir: "Hiç kimse Kıya-met'e, vera sahibi bir alim ve zühd sahibinden daha faziletli olarak ulaşamaz". Yine o, şöyle demiştir: "Zühd ancak korku ile elde edi­lir. Çünkü korkan kişi terkeder". Sehl, zühdü korkunun makamlarmdan biri kılmış, hem ve tasanın ziyadesini onun üstüne çıkar­mıştır. Mesruk, İbni Mesud'un (ra) şu sözünü nakletmiştir: "Kalben zahid olan birinin kıldığı iki rekat namaz, kıyamete kadar ibadet çabasında olan abidlerin bütün ibadetinden Allah Teala nezdinde daha hayırlı ve daha sevimlidir".
Ariflerden bir topluluğa göre zühd için sınır ve nihayet yoktur. Çünkü bu, ancak dünya kapılarıyla ilgili bütün ince bilgilerin ve hevayla ilgili en gizemli noktaların onlar tarafından_bilinmesiyle mümkün olabilir. Bir kısım arif ise, zühdün-sen sınırının olduğunu belirmiş ve şöyle demişlerdir: "Zühdün son sınırı, nefs için bir zevk ve rahatlığın sözkonusu olabileceği herşeyde zühd ve vera' sahibi olmandır".
İsa (as) hakkında şöyle bir husus rivayet edilmiştir: "O, başının altına bir taş koydu. Başı yerden yukarı kalktıkça sanki rahatlar gibi görünüyordu. İblis, karşısına çıktı ve şöyle dedi: Ey Meryem oğlu, sen dünyada tamamen zühd sahibi olduğunu iddia etmiyor muydun? O da, 'Evet' dedi. Bunun üzerine İblis, 'Peki ya bu başının altına koyduğun şey ne oluyor?' Bunun üzerine İsa (as) taşı fırlatıp attı ve şöyle dedi: 'Bu bıraktığım da misliyle sana olsun".
Zekeriya peygamberin (as) oğlu Yahya peygamber (as) hakkın­da da şu hadise nakledilmiştir: "Bir defasında kaba bir yün elbise giymiş ve giysisi derisini yaralamıştı. Bunun üzerine annesi, keçe­den yapılma zırhını çıkartarak yünden bir cübbe giymesini istemiş, o da annesinin dileğine uymuştu. Allah Teala kendisine vahiyde bulunarak, 'Ey Yahya, sen dünyayı tercih ettin' buyurdu. Bu vahiy üzerine yün cübbesini çıkartarak keçeden zırhını tekrar giydi".
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Ümmetin en hayırlılarından yetmiş zatı idrak ettim. Onların esvapları dışında bir giysileri yok­tu ve yer ile kendi bedenleri arasına hiçbir örtü koymazlardı. On­lardan biri uyumaya niyetlendiği zaman, toprağa uzanır ve giysisi­ni üstüne örterdi. Bilin ki ben, nimetlerin özünün şu üç nimette va­rolduğunu gördüm. Bunlar da, ancak zühd ile tamam bulurlar. Ni­metlerin aslı ve esası, islamdır. Çünkü İslam'ın ardında birçok ma­kam varolup insanlar bunlarda tevhidin hakikatini bulmada yanı­lırlar. Sonra ikinci nimet gelir ki o da; Sünnet'tir. Çünkü onun ar­dından birçok bidat gelir ki, insanların çoğu da sünnetin hakikatini anlamada yanılmışlardır. Üçüncü nimet ise, Allah Teala'yı bil­mektir. Çünkü bunun ardında O'nun kudret ve ululuğuna dönük çok derin bir cehalet mevcuttur. Sonra da dünyada zühd gelir ki her kim, bu üç nimetle beraber zühde nail olursa, onun hakkında bütün nimetler kemale ermiş olur. O artık, haklarında nimetin ta­mama erdiği sıddıklar, nebiler, şehitler ve salihlerle birliktedir. Çünkü zühdün gerisinde şüphelere yönelik büyük bir hırs ve şeh­vetlere dönük gemlenemez bir arzu mevcuttur.
Sehl fra) şöyle derdi: Zühd, sünnetin ve şu ayet-i kerimeye tabi olmanın şartı olarak görülür: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, ba­na uyun". (Al-i îmran/31) Allah Resulü'ne (sav) uymak sünnettir. Böyle davranan kişi zühd sahibi bir zahid olur.
Zahidler de, ne için zühd gösterdiklerine bağlı olarak zühdün değişik makamlarında yer alırlar. Onların bu makamları, müşahe­de derecelerindeki farklı makamlara benzer. Zahidlerden kimi, Al­lah Teala'yı yüceltmek için zühd gösterir. Kimisi de Allah Teala'dan haya ve utancından dolayı zühd gösterir. Kimileri de Allah Tea­la'dan duydukları korku sebebiyle zühd gösterirler. Bazıları da Al­lah Teala'nm vaadlerinden ümitvâr olma sebebiyle zühd gösterir­ler. Kimi zahidler de O'nun emirlerine koşturmaları nedeniyle zühd sahibi olurlar.
Kimisi de, Allah Teala'ya olan muhabbetlerinden dolayı zühd gösterirler. Bunlar, zühd ehlinin en üstte yer alanları dır. Bir de he­sap günü beklemenin uzaması ve hesapta sorgunun derinleştiril­mesi korkusuyla zühde yönelenler vardır ki bunlar, zühd ehlinin en alt derecesinde yeralırlar. Denildi ki: Kıyamet günü iki dirhemi olanın hesabı, bir dirhemi olanın hesabından daha ağır olacaktır. Takva sahiplerinin yolu, dünyada herhangi bir şeyden iki taneye sahip olanların giremeyeceği bir yoldur. Kendisine dünyalık verilen bir insana şöyle denir: Onu üçte birler olarak al: Üçte biri tasa, üç­te biri meşgale ve üçte biri de hesab olarak. Zengin biri hesap için durdurulduğu zaman, eğer arkasından yüz susamış deve gelse, on­dan çıkan terle susuzluklarını giderirler ve o bu ter içinde bekler­ken, cennetteki meskenleri görür.
Kalplerine bu hakikatlerin sindiği vera' ehli, hesabın uzaması­na karşı büyük bir korku içinde olmuşlardır. Bu nedenle de mal toplama ve diğerlerine engel olma noktasında zühd sahibi olmuş, sorgunun hafiflemesi ve Kıyamet'in dehşetinde daha kısa süre bek­letilmek arzusu ile fuzuli emelleri terketmislerdir. Dünyada zühd sahibi olmanın tezahürlerinden biri de, fakirliği, fakirleri ve onlar­la kendi ortamlarında sohbet ederek onlara karşı alttan almayı sevmektir. Mutarraf (ra) dökük giysisi içinde yoksulların meclisin­de oturur ve bu şekilde Rabbinin yakınlığını kazanmayı umardı.
Muhammed b. Yusuf el-Isfahani de zühd sahibi bir alimdi. Hatta bazıları onu, Sevri'den (ra) üstün tutarlardı. Ama o, fazla tanınma-mayı tercih ederdi. Bu yüzden de sadece alimler kendisini tanırlardı. O, Allah Teala'yı en güzel şekilde gözetmesi ve sürekli uyanık dav­ranması sebebiyle bulunduğu anda yapabileceği en faziletli ameli eda ederdi. Bir defasında İbni Mübarek kendisini Masise'ye çağırmıştı. Bunun üzerine el-Isfahani'yi tanıyan yanındakiler, onun ancak şeh­rin en faziletli yerinde olmak isteyeceğini söylediler ve oranın da ca­mii olacağını belirttiler. İbni Mübarek de kendisini camide görüşme­ye çağırdı. Yanındakiler, camide de en faziletli yere oturacağını söyle­diler. Bunun üzerine onu fakirlerin bulunduğu bölüme çağırdı.
Muhammed b. Yusuf camiye gelir gelmez, fakirlerin bulunduğu yere girdi, başını eğdi ve fakirlerin arasında tanınmaz hale geldi. Ona göre şehirde en faziletli yer, cami idi. Çünkü camide kılman namaz başka yerde kılman elli namaza bedeldi. Camide de en fazi­letli kısım, fakirlerin toplandığı kısımdı. Hallerin en faziletlisi de tanınmazlık haliydi. O, işte bu nedenle kendini fakirlerin arasına atarak tanınmaz kılmıştı. Böylelikle her amelin en faziletlisine na­il olmuş oluyordu.
Allah Teala'nm üstündeki nimetini müşahede ederek fakirliğin­den kıvanç duymak da zühdün göstergelerinden biridir. Allah Tea­la'nm kendisine nasip ettiği fakirliğin elinden alınmasından ve zühdünden çevrilmesinden korkmak da zühddendir. Zengin de, zenginliğiyle kıvanç duyarak fakirliğe düşmekten endişe eder.
Zühd sahibi, zühdün tadım aldığı zaman Allah Teala'yı kalbin­den bilinceye kadar devam eder. Böyle bir zahid için, azlık çokluk­tan, alçakgönüllülük izzetten daha sevimlidir. O, birliği çokluğa tercih eder. Tanınmazlık, onun için şöhretten daha güzeldir. Bütün bunlar, onun zühdündeki ihlasını gösterir.
İsa (as) ve Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurdukları rivayet edilmiştir: "Dört şey vardır ki ancak severek idrak edilebilirler: Suskunluk ki ibadetin başıdır. Tevazu; zikri çoğaltmak ve eşyayı azaltmak". Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir: "Kişi, belayı nimet, refahı ceza saymadıkça alim olamaz". Selef-i salihden bir zat şöyle demişti: "Kul, fakirlik kendisine zenginlikten daha sevimli, alçak­gönüllülük de izzetten daha yeğ gelmedikçe tam anlamıyla fıkhet-miş olamaz".
Maktu' bir hadiste de şu rivayet edilmektedir: "Kul, tanınma­mak kendisine tanınmaktan, eşyanın azlığı çokluğundan daha boş gelmedikçe iman hakikatine ermiş olmaz". Selef-i Salih her fırsat­ta şöyle derlerdi: Allah Teala'nm bizi menettiği dünyalıklarla ilgili üzerimizdeki nimeti, bize bahşettiği nimetlerinkinden daha yüce­dir. Sevri (ra) de şöyle demiştir: Dünya, dikilme değil bükülme yur­dudur. O, sevinç konağı değil hüzün yurdudur. Dünyayı hakkıyla tanıyan kimse, refah ile sevinmediği gibi sıkıntı sebebiyle de üzün­tüye kapılmaz. Sehî b. Abdullah (ra) şöyle derdi: Kişinin kulluğu­nun sıhhati ve amellerinin ihlası ancak şöyle olabilir ki, şu dört şeyden kaçmaz ve onlar için sızlamaz: Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet. İbrahim et-Teymi'den de (ra) şunu rivayet etmişlerdir: "Bir defasında ona elli bin dirhem verilmiş, o da parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine kendisine, 'Parayı niçin geri çevirdin?' diye sordu­lar. O da, "Elli bin dirhem yüzünden, adımın fakirler arasından si­linmesini istemem' dedi.
Bilgileri daha çok dünyalık elde etmeye, servet kazanmaya ve ehli dünya nezdinde itibarlı olmaya ilişkin olup ahirette hiçbir fay­dası ve Allah Teala'ya yakınlık babında hiçbir payı bulunmayan fu­zuli ilimlerden uzak durmak da, zühdün tezahürlerindendir. Çün­kü bunlar kulu Allah'a kulluktan uzaklaştırarak, Allah huzurunda toplu olması gereken tasa ve kaygısını dağıtarak kalbi Allah Tea­la'nm zikrinden soğutur. O'nun nimetleri üzerinde tefekkür etmek­ten uzaklaştırır,
Seîef-i Salih zamanında bilinmeyen birçok bilim ihdas edilmiş ve birtakım gafiller bunları ilim edinirken, bazı başıbozuklar da, bunlarla oyalanarak Allah Teala'dan uzaklaşmışlardır. Onlar, bu bilimler yüzünden hakikatin müşahedesinden uzak tutulmuşlardır. Bu bilimlerle uğraşanların çokluğundan dolayı, hepsini burada sıralayamıyoruz.
Bunları ayrıştırmak için şu soruları sorabiliriz: Bunlar ilim mi, yoksa kelam mıdır? Hakikat mı yoksa teşbih midirler? Sıdk ve hik­met mi, yoksa göz boyama ve aldanış mıdırlar? Yaşayan bir bir sün­net mi, yoksa boş laf ve bidat midirler? Bu sorulara verilen cevap­lara göre, önümüze konulan ilmin doğru olup olmadığını tayin ede­biliriz.
Zühdün en faziletli türlerinden biri de, insanlara liderlik etme, makam ve servet sahibi olma noktasında gösterilen zühddür. övü­lmeyi önemsememek de zühdün dallarından biridir. Çünkü bütün bunlar, ilim ehli nezdinde en büyük dünya kapılarmdandır. Bu ko­nularda gösterilen zühd, hakiki alimlerin zühdüdür. Süfyan-ı Sev­ri (ra) şöyle derdi: İnsanlara liderlikte ve halkın övgüleri noktasın­da gösterilen zühd, dinar ve dirhemde gösterilen zühdden daha bü­yüktür. Süfyan-ı Sevri'yi (ra) böyle konuşmaya sevkeden şudur: Di­nar ve dirhem, sözkonusu noktalara ulaşabilmek için harcanan şeylerdir. Süfyan-ı Sevri (ra) bu hususta şöyle derdi: "Bu, öyle be­lirsiz bir kapıdır ki onu ancak işbilen alimler görebilirler".
Fudayl b. Iyaz (ra) da şöyle demişti: Dağlardan kaya taşımak, bir cahilin gönlüne yerleşmiş liderlik sevdasını gidermekten daha kolaydır. Veysel Karani'ye (ra) göre zühd, garanti olması bakımın­dan her konuda istekli olmayı tamamen terketmektir. Herem b. Hıbban şöyle der: Veysel Karani'yi Fırat nehrinin kenarında gör­düm. Sokağa atılmış yiyecek ve giyecekler arasında bulduğu kırın­tıları ve yırtık giysileri yıkıyordu. Yediği ve giydiği bunlardan iba­retti. Kendisine zühdü sorduğumuda bana şu cevabı verdi: Terket-tiğin herşeyde'. Bunu üzerine, 'Ama geçim için çalışmam gerekmez mi?' dedim Bana cevabı şu oldu: 'İstek ve arama vaki olunca, zühd kaybolup gider". Ahmed b. Hanbel (ra) de şöyle derdi: Veysel'in zühdü gibi bir zühd bulunamaz. Çıplaklığı o dereceye varmıştı ki kamıştan yapılmış hurma neyi üzerinde oturup yatardı.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şunu söylemiştir: Kadınlar konu­sunda zühd, alt seviyedeki veya yetim kadını, güzel veya itibarlı bir kadına tercih etmenizdir. Malik b. Dinar (ra) da bu görüşteydi. Sehl b. Abdullah (ra) dedi ki: "Kadınlar hususunda zühd göstermek sahih olmaz. Çünkü kadınlar, zahidlerin öncüsü olan Allah Resulü'ne (sav) sevdirilmişlerdir. Ibni Uyeyne de onun bu görüşüne katılarak şöyle demiştir: Kadınların çokluğunda bir sakınca yoktur. Çünkü Sahabe'nin en zahidi olan Ali b. Ebi Talib'in (kv) bile dört hanımı ve on küsur cariyesi vardı.
Cüneyd (ra) şöyle demiştir: Yolun başındaki müridin kalbini şu üç şeyle meşgul etmemesini isterim. Aksi takdirde hali değişir: Mal kazanmak, konuşmayı sevmek ve evliliği düşünmek. Yine o, başka bir vesilede şunu söylemiştir: Sufmin okuma yazma ile uğraşması­nı isterim. Çünkü bu, kalbini toplamasını sağlar.
Bir hadislerinde de Allah Resulü'nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Zühd, Allah Teala'mn elindekine, kendi elinde-kinden daha sıkı sarılmandır". Bu, tevekkül makamıdır. Ulemadan bir topluluğa göre zühd, mal biriktirmeyi terketmektir. Onlara gö­re dünya, mal toplamaktan ibarettir. Bir zat ise şöyle demiştir: Dünya, kalbi meşgul eden ve ilgi gösterilen herşeydir. Sufılerden bir topluluk, bu görüşü esas alarak zühdü dünya ile ilgilenmeyi ter-kederek, nefsi Allah Teala'mn hükümlerine teslim etmek olarak anlamışlardır. Bu da tafvîz yani Allah'a havale ve O'nun hükümle­rine rızadır.
Ahmed b. Ebi'l-Havari dedi ki: Ebu Süleyman ed-Darani'ye şöy­le dedim: Malik b. Dinar (ra) Muğire'ye, 'Eve git ve bana hediye et­miş olduğun su kırbasını geri al. Çünkü şeytan bana onun çalına­cağı yönünde vesvesede bulunuyor1 dedi. Malik b. Dinar (ra), kırba­yı bu şekilde geri verdi. Ebu Süleyman dedi ki: Bu, suiîlerin kalp­lerinin zayıflığındandır. Dünyada zühd sahibi olan, onu kimin aldı­ğım umursamaz'. Ebu Süleyman, bu sözüyle ilahi hükümlere haki­ki anlamda rıza göstermenin gereğine işaret etmişti. Malik b. Di­nar (ra) ise, o dünya malına gösterdiği ilgiyi bitirerek zühdün ha­kikatine ermek istemişti.
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Dünya, rey ve akıl ile amel et­mektir. Zühd ise, ilme tabi olmak ve sünnetten ayrılmamaktır. Bu konuda Hadis Ehli'nin izlediği yol budur. Bu söz, zahiri manada olup zahir ulemasının sözlerine benzemektedir. Bu meyanda Süf-yan-ı Sevri'den de şu hadiseyi naklederler: Zühri'ye, 'Zühdün ne ol­duğunu' sordular. O da şu cevabı verdi: 'Sabrı harama baskın çıkmayan, şükrü de helale mani olmayan şeydir. O, bu sözüyle şunu kasdetmekteydi: Zühd; kulun, haram arzusu nefsine baskın çıkın­caya kadar haramdan uzak durmada sabretmesi, helal nefsine bas­kın gelerek şükürden alıkoyacak dereceye gelmeden helalde şükre­den olmasıdır.
Hasan el-Basri (ra) ise şöyle demiştir: Zahid, birini gördüğü za­man, 'Bu, benden daha faziletli' diyebilendir. O, bu sözüyle zühdün tevazu olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Fudayl ise şöyle derdi: Zühd, kanaattir. Ebu Süleyman ed-Darani ise, 'Vera', zühdün başı­dır1 demiştir. Ahmed b. Ebi'l-Havari dedi ki: îbni Hişam el-Muğazi-li'ye, 'Zühd nedir?' diye sordum. Dedi ki: Emelleri terketmek, çaba­yı tamamen sergilemek ve rahatlıktan uzak durmaktır. Yusuf b. Esbat ise şöyle derdi: Her kim eziyete karşı sabreder, arzuları ter-keder ve ekmeği helalinden yerse zühdün esasına sarılmış olur.
Ahmed dedi ki: Ebu Safvan er-Ru!ayni'ye, Allah Teala'mn Kur'an'da zemmettiği ve akıllı kimsenin de sakınması gereken dünyanın ne olduğunu sordum. Bana şu cevabı verdi: 'Dünyada dünyalık isteyerek yaptığın herşey zemmedilmiştir. Ahireti murad ederek yapmayı başardıkların ise, dünyadan değildir3. Onun bu sö­zünü, Mervan'a naklettiğimde şöyle dedi: 'Ebu Safvan'm sözünün gerçek anlamı şudur: İhlas dışında herşey dünyadır. Bunlardan il­me uygun düşenler mubah, ters düşenler ise hevadır. Heva, nefsin arzusu, ihlas ise Allah Teala'mn arzusudur. İhlaslı kullar, Allah Te­ala'mn düşmanı olan şeytana karşı açık delilleridir. Onlar, dünya­daki ahiret ehlidirler.
İbnu's-Semmak şöyle derdi: Zahid, kalbinin sevinç ve hüzünle­rden arındığı kimsedir. O, kendisine gelen hiçbir dünyalığa sevin­mediği gibi, hiçbir dünyalık için de üzülmez. Rahatlıkla mı yoksa sıkıntıyla mı sabahladığını önemsemez. Ebu Said b. el-A'rabi sun şeyhlerinden naklederek şöyle demiştir: Suiî büyüklerine göre zühd; hiçbir şey olan dünyanın kıymetinin kalpten atılmasıdır. Kul, hiçbir şey olanı nefsinden atmadıkça gerçek zahid olamaz.
İşte zühd içinde zühd de budur. Çünkü bu zühde sahip olan kimse, zühd gösterdikten sonra, zühdde bulunduğu şeye bakmaz. Çünkü o, onun nazarında zaten hiçbir şey yani yoktur. Bu, zühdün hakikatinin nefste zühd olduğuna dair söylediklerimize benzeyen bir ifadedir. Bunun aksine kişi, dünyevi konularda karşılık talebiy­le nefsi için zühd sahibi de olabilir. Bu durumda belli bir sıfata ra&-bet edilmiş olur. Halbuki nefste zühd sahibi olup bedel olarak züh­dü gören kimsenin zühdü, hakiki zühddür.
Bu da, şu söze benzemektedir: 'Fena yani yokoluşta zühdün ha­kikati, bekada zühddür5. Çünkü kul, fenada zühd sahibi olduğu halde bekada zühd sahibi olmayabilir. Bu durumda da içinde bir rağbet ve arzu bulunmuş olur. Oysa bekada zühd sahibi olduğu za­man, fenada da zühdün hakikatine ermiş olur. Zira fena, ancak be­ka için murad edilebilir. [85][111]








[1][27] İbni Mâce, Zühd/34; Tbni HanbeL IV/402
[2][28] Tirmizî, Da'avat/93
[3][29] Tirmizî, Birr/85; îbni Mâce, Fiten/2; Dârimî, Menasik/76
[4][30] Ebu DavÛd, Cenaiz/13; İbni Hanbet, m/293, 325. 330, 345, 390
[5][31] Bnhârî, Tevhid/15, 35; Miisiim, Tevbe/1, Zikir/2, 19; Tirmizî, Zühd/51, Da'avat/131; İbni Mâce, Edob/58; Dârimî, Rikak/22; tbni Hanbel, 11/251
[6][32] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Da'avat/114; Muvatta', Kur1 an/36.
[7][33] İbniHanbel, V/319
[8][34] Ebu Davûd, Edeb/81; Tirmizî, Da'avat/115; İbni Hanbel, 11/297, 304, 359
[9][35] Benzer bir hadis için b. Buhârî, Enbiya/54; Müslim, Mttsakat/31; Nesa'î, Btıyu'/104; İbni Hanbel, 11/263, 332, 339, 361
[10][36] Benzer hadisler için bakınız: Buhârî, İman/4, Rikak/26; Ebu Davut, Vitr/2, 11, 12; Nesa'î, İman/9; İbni Mâce, Fiten/2; İbni Hanbel, 11/163, 192, 193, III/154
[11][37] Tirmizî, Fiten77; İbni Hanbel, 1/18, 26 III/446.
[12][38] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Edeb/57; İbni Hanbel, VT/129, 145
[13][39] Tirmizî, Da'avat/99; îbni Mâce, Mukaddime/13, Zühd/35; İbni Hanbel, 11/381
[14][40] Benzer hadisler için bakınız. Buhârî, Tevhid/24, 36 Cihad/IG, îman/9; Müslim, İman/147, 149, 185, 302 Bir/150; Tirmizî, Bir/61 Cenaiz/64; Nesa'î, İman/18 Cenaiz/25; Muvatta, Cenaiz/38; îbni Hanbel, 1/296, 416 11/166, 473, 111/94 V/43.
[15][41] Buhârî, İlim/İl, Cihad/164; Müslim, Cihad/5; Ebu Davûd, Edeb/17
[16][42] Buhârî, Küsuf/2 Tefsir-i Suret-i V/12 Nikah/107 Rikak/27 Eymaıı/3; Müslim, Salat/112 KüsLif/1 Fazaiî/134; Nesa'î, Sehv/102 Küsuf/11, 23; Tirmizî, Zühd/9; İbni Mâce, Zühd/19; Dârimî, Rikak/26; Muvatta', Küsuf/1
[17][43] İbni Hanbel, 11/305.
[18][44] Euhârî, Rikak/18; Müslim, Münafikun/71; Dârimi, Rikak/24; İbni Hanbel, 11/451, 482, 488,495,503,514 111/362.
[19][45] Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/18 Merza/19; Müslim, Münafikun/71- 74, 75, 76, 78; İbni Mâce, Zühd/20; Dârimî, Rikak/24; fbni Hanbeî, 11/326, 235, 390, 524 IH/52, 337, 362.
[20][46] Benzer bir hadis için b. Ebu Davut, Sünnet/21; Tirmizî, Kıyamet/İl, İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, III/213
[21][47] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/37; İbni Hanbel, U/75.
[22][48] Buhârî, Meğazi/60 Ahkam/22; Dârimî, Mukaddime/24
[23][49] İbni Hanbel, 11/108
[24][50] Müslim, ÎHm/7; Ebu Davut, Sünnet/5; İbni Hanbel, 1/386
[25][51] İbni Hanbel, V/266 VI/116, 233
[26][52] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret 111/13.
[27][53] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 267-304.
[28][54] Atıfta bulunulan hadis için b. Buhârî, ilim/10, Ebu Davûd, İlim/l; İbni Mâce, Mukaddi­me/17; Dârimî, Mukaddime/32; îbni Hanbel, V/196
[29][55] Bu anlamda hadisler için b. Buhârî, Merza/19, Fezailü's-Sahabe/5, Meğazi/83, 84 Da'avat/28; Müslim, Selam/46, FezaiKVs-Salıabe/85, 87; Tirmizî, Da'avat/76; İbni Mâce, Cenaiz/64; Mııvatta', Cenaiz/46, 47
[30][56] Tirmizî, Zühd/11
[31][57] İbni Hanbel, 1/327
[32][58] Tirmizî, Kader/8; Müslim, Kader/2, 3; İbni Hanbel, IV/7
[33][59] Tirmizî, Tefsir-i Suret 56/6.
[34][60] Müslim, İman/106; Buhârî, îman/24, Cizye/17; Ebu Davûd, Sünnet/15
[35][61] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 304-338.
[36][62] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 338-339.
[37][63] Ebu Davûd, Cihad/90; İbni Hanbel, 1/90, 151IV/332, 345
[38][64] Müslim, Salat/222; Ebu Davûd, Salat/148 Vitr/5; Tirmizî, Da'avat/112; Nesa'î, Taha­ret/119 Sehv/89; İbni Mâce, Dua/3; İbni Hanbel, 1/96, 118, 150
[39][65] Buhârî, Rikak/39.
[40][66] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 339-353.
[41][67] Müslim, Zühd/37; Tirmizî, Zühd/37; İbni Hanbel, 11/169 III/324.
[42][68] Benzer hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Mâce, Zühd/6; İbni Hanbel, 11/296, 343, 451, 513, 519V/366.
[43][69] . Buhârî, Nikah/88, Rikak/16, 51 Bed'ül-halk/8; Tirmizî, Cehennem/11; İbni Hanbel, 1/234, 359 11/173, 297 IV/429, 443.
[44][70] Benzer hadisler için b. Buhârî, Rikak/51, Nikah/87; Müslim, Zikir/93
[45][71] Buhârî, Tefsir-i suret 31/2, İman/37; Müslim, îman/57; Ebu Davûd, Sünnet/16; Tirmizî, İman/4; İbni Mâce, Mukaddime/9; İbni Hanbel, 1/27, 51, 53, 319
[46][72] İbni Mâce, Zühd/2; Ebu Davûd, Zekat/34; Tirraizî, Kıyamet/3
[47][73] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/1.
[48][74] Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.
[49][75] Müslim, Zühd/2; Tirmizî, Zühd/13; İbni Mâce, Zühd/3; Dâiimî, Rikak/27; tbni Hanbel,
1/329, 11/338, III/365, IV/229, 230, 33G. 81. Bulıârî, Tefsir-i suret 18/6; Müslim, Münafikıın/18; İbni Mâce, Zühd/3.
[50][76] Müsüm, Zikr/14-18; Tirmizî, Cenaiz/67, Ztihd/6; Nesa'î, Cenaiz/10; Dârimî, Rikak/43; Muvatta, Cenaiz/51; İbni Hanbel, 11/313, 346, 418, 420, III/107, IV/259.
[51][77] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 353-364.
[52][78] Tirmizî, Sevabü'l-Kuı^an/14; Dârimî, Fezailü'l-Kui'an/l.

[53][79] İbni Mâce, Zühd/1
[54][80] Müslim, İmaret/158; Ebu Davûd, Cihad/17; Nesa'î, Cihad/2; Dârimî, Cihad/25; İbni Han-bel, 11/374.

[55][81] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 364-370.
[56][82] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 370-371.
[57][83] Buhârî, Da'avat/62 Talak/24; Müslim, Cum'a/14; Nesa'î, Cum'a/45; İbni Hanbel, 11/230, 255, 498.
[58][84] Tirmizî, Tefsir-İ suret 58/2.
[59][85] Buhâii, Rikak/15; Müslim, Zekat/120; Tinnizî, Zühd/40; tbni Mâce, Zühd/9; îbni Hanbel, 11/243, 261, 315, 390, 438, 443.
[60][86] Tirmizî, Kıyamet/24; îbni Hanbel, 1/387.
[61][87] îbni Hanbel, IV/64.
[62][88] Tirmizî, Birr/40.
[63][89] Buhâıi, Eikak/29
[64][90] Buhârî, Rikak/35; Müslim, Fazailü's-Sahabe/232; Tirmizî, Edeb/82; İbni Mâce, Fiten/16; İbni Hanbel, II/7, 44, 70, 88, 109, 121-123, 139
[65][91] Benzer hadisler için b. îbni Mâce, Nikah/5; Tirmizî, Tefsir-i Suret-9/9; İbni Hanbel, V/278, 282, 366.
[66][92] Ebu Davûd, Teraccül/2; İbni Mâce, Zühd/4.
[67][93] Tirmizî, Kıyamet/39; îbni Hanbel, III/438, 439.
[68][94] Ebn Davûd, Libas/4; İbni Mâce, Libas/24; İbni Hanbel, II/Ö2
[69][95] Allah Resulü'nün (sav) giyimi, ipek ve altının tahrimiyle ilgili hadisler için b. Ebu Da-vûd, Libas/7; Nesa'î, Zinet/83; İbni Hanbel, 1/90, 139, 153/ Buharı, Libas/45-47; Müslim, Libas/54, 57; Ebu Davûd, Hatem/1; Tirmizî, Libas/16; Nesa'î, Zinet/33, 43, 44-53, 77-81; Muvatta, Sıfatü'n-Nebi/37/Buhârî, Libas/27, 36, 45; Müslim, Eşribe/27-28, Libas/2; Tir­mizî, Edeb/45; Nesa'î, Cenaiz/53; İbni Mâce, Libas/16; Dârimî, Eşribe/25, îsti'zan/20; İb­ni Hanbel, IV/134, 284, 287, 299 V/385.
[70][96] Buhârî, Büyu/73, Şurat/13; Müslim, 'Itk/8; Muvatta', 'Itk/17
[71][97] Buhârî, Salat/14; Ebu Davûd, Libas/8.
[72][98] Buhârî, Edeb/75.
[73][99] İbni Hanbel, 1/322.
[74][100] Ebu Davûd, Sünnet/5; Tirmizî, ilim/16; İbni Mâce, Mukaddime/6; Dârimî, Mukaddi­me/16; İbni Hanbel, IV/126.
[75][101] Tirmizi, Libas/38.
[76][102] Tirmizî, Birr/71
[77][103] Buhârî,  Rikak/17; Müslim, Zühd/18,   19, Zekat/126; Tirmizî, Zühd/38; İbni Mâce, Zühd/9; İbni Hanbel, 11/232,. 446
[78][104] İbni Mâce, Zühd/9
[79][105] İlgili hadisler için b. Tirmizî, Kıyamet/39; Ebu Davûd, Edeb/157; İbni Mâce, Zühd/13.
[80][106] Bu anlamdaki hadisler için b. Dârimî, Rikak/118; İbni Hanbel, 11/168
[81][107] Bu anlamda başka bir hadis için b. İbni Hanbel, IV/22
[82][108] Tirmizî, Zühd/37; İbni Mâce; Zühd/7
[83][109] Ebu Davûd, Libas/2Ö; İbni Mâce, Zühd/16; İbni Hanbel, 11/284, 327, 414
[84][110] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 376-421.
[85][111] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 421-430.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar